39_052009_1302-9541 - Türkiye Bilimler Akademisi

Transkript

39_052009_1302-9541 - Türkiye Bilimler Akademisi
Türkiye Bilimler Akademisi
"Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir, fendir."
Sahibi
Türkiye Bilimler Akademisi Adına :
Başkan Prof. Dr. Yücel Kanpolat
39. Sayının Editörü
Prof. Dr. Saim Özkâr
Sorumlu Yaz› İşleri Müdürü
Yük. Müh. Ender Arkun
Yayın Editörü/Koordinatör
Filiz Çiçek Bil
TÜBA Başkanlık ve Sekreterya
Piyade Sokak No: 27, 06550
Çankaya- ANKARA
Tel: 0.312.442 29 03 (pbx)
Fax: 0.312.442 23 58
http//www.tuba.gov.tr
Günce
Piyade Sokak No: 27, 06550
Çankaya- ANKARA
Tel: 312.442 29 03 (pbx)
Fax: 312.442 64 91
e-mail: [email protected]
ISSN: 1302-9541
Baskı
Yeni Reform Matbaacılık Ltd.Şti.
K.Karabekir Cad. No:91/2
İskitler/ Ankara
Tel:0.312.341 20 92
Fax:0.312.341 20 93
Günce 11.500 adet basılmıştır.
Sorumluluk
Günce'de yayımlanan yazıların
hukuksal sorumluluğu yazarlara aittir.
Günce'nin Enerji Özel Sayısı
Enerji dünyanın önemli gündem maddesidir ve bu konumunu daha sürdürecek gibi
gözükmektedir. Çünkü insanlığın refahı, önemli ölçüde enerjiyi üretebilme ve
kullanabilme yeteneğine bağlıdır. Dünya enerji gereksinimi hızla artmakta ve insanlık,
artan enerji gereksinimini karşılarken diğer önemli yaşamsal sorunlarla uğraşmaktadır.
Enerji ile ilgili tüm sorunları ele alan ve çözüm önerileri üreten "sürdürülebilir enerji
yaklaşımı" ile artan enerji gereksiniminin karşılanması hedeflenmektedir. Türkiye
Bilimler Akademisi, Günce'nin 39. Sayısının enerjiye ayrılmasına karar vermekle ana
gündem maddelerinden biri hakkında kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlamaktadır.
Enerji konusundaki “Sürdürülebilir Enerji Geleceği ve Küresel Isınma” başlıklı ilk
yazıda, ana nedeni atmosferdeki karbon dioksit derişiminin artması olan küresel ısınmanın
insanlığın geleceğini tehdit eden büyük bir tehlike olduğu vurgulanıyor. Günce'nin Enerji
özel sayısının bundan sonra gelen makalelerinde, enerji ile ilgili sorunlar ve çözümleri,
belirli alanlarda gruplandırılarak uzmanlarca inceleniyor ve okurlara enerji ile ilgili çok
yönlü bilgi aktarılıyor. “Alternatif Enerji Kaynaklarında Nükleer Enerjinin Yeri” başlıklı
makalede TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Namık K. Aras, nükleer enerjinin dayandığı temel
ilkeleri tarihsel gelişimiyle anlatıyor ve nükleer enerjinin toplam enerjideki payının
değişimini irdeliyor.
Prof. Dr. İskender Gökalp, fosil yakıtların neden olduğu çevre sorunlarının en aza
indirilebilmesi için fosil yakıtların temiz ve verimli kullanımına olanak sağlayan
teknolojiler geliştirildiğini anlatıyor. Doç Dr. Volkan Ş. Ediger, Türkiye'nin sürdürülebilir
enerji gelişimini geniş bir perspektifle incelediği makalesinde Türkiye'nin enerji
durumunu ve temel sorunlarını irdeliyor, enerji üretim ve tüketiminde verimlilik, enerji
etkinliği ve enerji stratejileri hakındaki görüşlerini bizlerle paylaşıyor. “Sürdürülebilir
Kalkınma için Hidrojen Enerjisi” başlıklı yazısında Prof. Dr. İ. Engin Türe, sürdürülebilir
enerji geleceğine giden yolda enerji taşıyıcı olarak hidrojenin rolünü anlatıyor ve bu
bağlamda hidrojenin üretimi, depolanması ve tüketimi konusunda yürütülmekte olan
çalışmalar hakkında bilgi veriyor.
Prof. Dr. İnci Eroğlu ve Doç. Dr. Ayşe Bayrakçeken tarafından yazılan makalede, yakıt
pillerinin sürdürülebilir enerji geleceğindeki önemi vurgulanıyor, yakıt pillerinin çalışma
ilkeleri ve türleri anlatılıyor, yakıt pilleri konusunda dünyada ve ülkemizde yapılan
çalışmalar hakkında bilgi veriliyor. Prof. Dr. Mahmut Parlaktuna, jeotermal enerji
konusunu ele aldığı makalesinde, jeotermal enerjiden yararlanmanın tarihsel gelişimini
verdikten sonra, dünyada ve ülkemizde jeotermal enerji kaynaklarından elektrik enerjisi
üretimindeki gelişmeleri ve jeotermal enerjinin doğrudan kullanım yollarını anlatıyor.
“Yenilenebilir Enerjiler” başlıklı makalesinde Prof. Dr. Sıddık İçli, güneş enerjisinden ve
biyokütle enerjisinden yararlanmak için ülkemizde yürütülen çalışmalar hakkında bilgi
veriyor.
Adı Karatepe-Aslantaş ile bütünleşen TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Halet Çambel'in
Kastabala Vadisi'ni kurtarmak için sürdürdüğü savaşım kısaca anlatılıyor. TÜBA Başkanı
Prof. Dr. Yücel Kanpolat'ın 29 Kasım 2008'de düzenlenen Üniversite Ders Kitapları Telif
ve Çeviri Eser Ödülleri Töreni'ndeki konuşmasının bir özeti veriliyor. Prof. Kanpolat,
yaşam koşullarını iyileştirmek için insanlığın bilimden nasıl yararlandığını bilimin tarihsel
gelişimi içerisinde ele alıyor, değişik toplumlarda bilime duyulan gereksinimin bir sonucu
olarak bilim akademilerinin oluşumunu ve gelişimini anlatıyor. Prof. Kanpolat, bilim
insanlarının ve bilim akademilerinin, yaşamı öğrenmek ve kolaylaştırmak için insanlığa
olanaklar sunmak sorumluluğunu taşıdığını vurguluyor. Prof. Dr. Ergun Türkcan’ın
Encümen-i Daniş yazısı ise Türkiye’de Akademi oluşturma çabalarını gün ışığına
çıkarıyor. TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Ayhan O. Çavdar, 1 Ekim 2008'de yitirdiğimiz
Şeref Üyemiz Prof. Dr. Metin And'ı, bilimsel çalışmalarını ve eserlerini anlatıyor.
Editör
Bu Sayıda...
1
Günce’nin Enerji Özel Sayısı
30-32 Jeotermal Enerji
2-3
Sürdürülebilir Enerji Geleceği ve Küresel
33-35 Yenilenebilir Enerjiler
Isınma
4-11
Alternatif Enerji Kaynaklarında Nükleer
Enerjinin Yeri
12-14 Doğalgaz, Kömür, Temiz Yanma Teknolojileri
ve Türkiye
15-22 Türkiye'nin Sürdürülebilir Enerji Gelişimi
23-25 Sürdürülebilir Kalkınma için Hidrojen Enerjisi
35-36 Antik Kent Kutsal Hierapolis Kastabala için
Mücadele Ediliyor
37-41 Akademi; Görev ve Sorumluluklar
42-46 Türkiye Bilimler Akademisi’nin Öncülü
Encümen-i Daniş
47-48 Prof. Dr. Metin And'ın Anısına
49-52 TÜBA’dan Haberler
26-29 Taşınabilir ve Hareketli Uygulamalar için PEM
Yakıt Pilleri
Sayfa
1
Enerji
Alternatif Enerji Kaynaklarında
Nükleer Enerjinin Yeri
Prof. Dr. Namık Kemal ARAS
TÜBA Şeref Üyesi
[email protected]
Enerji talebi; endüstri, ulaşım, tarım ve sosyal hayatın
gereklerinden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle birincil enerji
kaynakları, sürdürülebilir kalkınma politikalarının temelini
oluşturmaktadır. Refah düzeyinin ve yaşam standartlarının
devamlılığının sağlanması için enerji gereklidir. Modern
ekonomilerde enerji yoğunluğu, enerji yoğun
teknolojilerden bilgi yoğun teknolojilere geçişle azalma
gösterirken, gelişmekte olan ekonomilerde ekonomik
büyümeyle orantılı olarak artış göstermektedir. Dünya'daki
mevcut enerji kaynaklarına petrol için 41,6, doğalgaz için
60,3 ve kömür için 133 yıl ömür biçilmiş olsa da, mevcut
kaynaklar dünya için oldukça yeterlidir. Enerji sektöründe
üretim, çevrim ve taşıma teknolojileri inanılmaz bir hızla
gelişmektedir. Birkaç yıl önce hayal bile edilemeyen yeni
projelerle, enerji dünyanın her yerine taşınmaktadır. Küresel
enerji sektörünün yapısı ve tüm arz ve talep zinciri tamamen
çevresel faktörlerle şekillenmeye başlamıştır. İklim
değişikliği dünyanın yeni rotasını tüm politikalarında olduğu
gibi enerjide de çizmektedir1-3. Özet olarak dünyada
2006'daki enerji üretim/tüketimlerinin % payları Tablo 1 de
verilmektedir4
Tablo 1. Dünyada 2006 yılına göre birincil enerji
üretim/tüketim % payları
Enerji Cinsi
Üretim/tüketim (% pay)
Petrol
36.8
Doğalgaz
22.9
Kömür
26.6
Hido Elektrik
6.3
Nükleer
6.0
Yenilenebilir enerji (elektrik)
0.9
Yenilenebilir enerji (diğer)
0.5
Türkiye'de Enerji Durumu
2006 yılına göre Türkiye'nin enerji bütçesi bütün
detayları ile Tablo 2’de verilmektedir4. Görüldüğü gibi
yaklaşık 100 milyon ton petrol eşdeğeri (Mtep) değerindeki
toplam enerjinin yaklaşık %80'i dışardan gelmektedir. Net
ithalat ise tüketimin yaklaşık dörtte birini oluşturmaktadır.
Geçmiş yıllarda olduğu gibi, 2006 yılında da başta petrol
olmak üzere doğalgaz, taş kömürü ve elektrik enerjisi ithalatı
yapılmıştır (Tablo 2)4. 2006 yılında enerji talebimizin
%73,3'ü ithalat ile karşılanırken ancak %26,7'si yerli
kaynaklar (üretim) ile karşılanmıştır. Türkiye'nin 2006
yılındaki toplam birincil enerji arzı 99,8 Mtep iken nihai
enerji tüketiminin 77,6 Mtep olması, 22,2 Mtep'lik birincil
enerjinin ikincil enerji üretimi amacıyla çevrim sektöründe
tüketildiğini göstermektedir. Gelişmiş ülkelere göre oldukça
yüksek olan bu kayıp, ülkemizin enerji sektöründeki etkinlik
ve verimliliğin düşük olduğunu göstermektedir. Benzer
durum, enerjinin üretiminden başlayarak iletim ve dağıtımı
ile tüketimine kadar uzanan bir dizi enerji faaliyeti için de
geçerlidir. Bu nedenle, ithal fosil yakıta aşırı bağımlılığı en
büyük sorunu olan enerji sistemimizde enerjinin etkin ve
verimli kullanımının artırılması, ekonomik ve sosyal
kalkınmamızın sürüdürülebilirliği açısından çok önemlidir.
Ülkemizin ana enerji kaynakları şöyle özetlenebilir:
Ülkemizde 2006 yılında üretilen 26,8 Mtep'lik birincil
enerjinin yaklaşık %49'u kömürdür. Ancak yerli kömürün
tüketimdeki payı, enerji karışımımızda petrol ve doğalgaz
gibi aşırı ölçüde dışa bağımlı olduğumuz kaynaklara ağırlık
verilmesi yüzünden, %13,2 seviyesine gerilemiştir.
Temizlenmiş yerli kömürle uygun tesislerde çalışan termik
santrallar ve yerli hidrolik kaynakların da geliştirilmesi ile
Türkiye'nin bugün için mevcut elektrik tüketiminin çoğunu
yerli kömür ve hidrolik kaynaklardan karşılaması
mümkündür. Bu Türkiye'nin, %75'e varan ve tehlikeli
boyutlarda olduğu tüm enerji çevrelerince ifade edilen
enerjideki dışa bağımlılığını önemli seviyelerde
azaltacaktır2.
Tablo 2. 2006 yılına göre Türkiye'nin enerji bütçesi (x1000 ton petrol eşdeğeri olarak - Kaynak V. Ediger)
x1000 ton petrol eşdeğeri /tep)
Birincil Enerji Arzı
Yerli Üretim
İthalat
İhracat
Çevrim ve Enerji Sektörü
Elektrik Santralleri
Diğer
Toplam Nihai Enerji Tüketimi
Sanayi
Ulaştırma
Konut ve Hizmetler
Tarım
Enerji dışı
Sayfa
4
Petrol
35.551
2.284
37.356
-6.379
-4.392
-1.037
-3.356
28.159
3.976
14.794
1.998
3.228
4.163
Gaz
28.867
839
27.973
-14.770
-14.770
-140
13.958
6.895
131
6.932
-
Kömür
27.999
13.088
15.038
-12.292
-10.939
-1.353
15.706
13.268
2.437
-
Odun
5.169
5.469
-43
-43
5.126
5.126
-
HES
3.886
3.886
-3.886
-3.886
-
Jeotermal
1.081
1.081
958
958
2.039
958
1.081
-
Güneş Biokütle
403
18
403
19
403
18
122
18
281
-
Rüzgâr
11
11
-11
-11
-
Elektrik TOPLAM
-143
100.416
26.779
49
80.416
-192
-6.572
12.374
-22.201
15.162
-14.565
-2.789
-7.637
12.231
77.639
5.777
30.996
68
15.010
6.004
23.860
382
3.610
4.163
Enerji
Petrol
Ülkemizin 2006 yılında tükettiği toplam enerjinin % 61'i
petrol ve doğalgazdır. 2006 yılında harcanan 32,5 milyon ton
petrolün %93'ü ve 28,7 milyar metreküp doğalgazın ise
%97'si ithal edilmiştir. Ülkenin her yıl giderek artan enerji
talebi nedeniyle yakın bir zamana kadar ihtiyacın %25'ini
karşılayan iç üretim, bugün % 7'sini ancak karşılamaktadır.
Doğalgaz
2006 yılında toplam birincil enerji arzının %28,6'sını
doğalgaz oluşturmuş, toplam doğalgaz arzının ise %52,8'i
elektrik santrallerinde tüketilmiştir. Doğalgazın toplam
sanayi ve konut tüketimi de hızla artarak 2006 yılında toplam
nihai enerji tüketiminin %17,9'unu oluşturmuştur.
Yenilenebilir Enerji Kaynakları2
Güneş
Ülkemiz, şanslı bir iklim kuşağında bulunması nedeniyle
yenilenebilir enerji kaynakları yönünden de büyük bir
potansiyele sahiptir. Türkiye'de düşük sıcaklıkta ısı olarak
kullanılabilecek yıllık güneş enerjisi potansiyeli 36 Mtep
olup, söz konusu potansiyel, bölgelere göre her türlü
uygulamaya uygun bir şekilde dağılmıştır. Ancak bugün
ülkemizde ticari ölçekte geliştirilmiş tek uygulama alanı,
düzlemsel güneş kolektörlerinin kullanıldığı güneşli su
ısıtıcılarıdır. 2006 yılında ülkemizde 11,5 milyon m2 güneş
kolektörü yüzey alanından elde edilen 403 bin tep güneş
enerjisi, ısıl uygulamalar için kullanılmıştır. Elektrik
üretiminde güneş enerjisinin kullanımı özel yerlerde ancak
küçük ölçeklerde gerçekleşmektedir.
Rüzgâr
Bugünkü teknik koşullarda, özellikle Marmara, Ege ve
Hatay bölgesinde rüzgâr enerjisi potansiyeli 48000 MW
olarak belirlenmiştir. 2007 yılı itibariyle devreye alınan
rüzgâr enerjisi kurulu gücü ise 131.35 MW'dır. Bu
potansiyelin kullanımını süratle artırma yoluna gidilmelidir.2
Jeotermal
Türkiye'de 300 0C'ın üzerinde 172 jeotermal alan
bulunmaktadır. Bu alanların potansiyeli 31500 MW'dır2 .
Bunun çoğu şehir-konut-bina ısıtması, termal tesis ısıtması,
sera ısıtması, termal turizm (kaplıca) şeklinde
kullanılmaktadır. Mevcut toplam doğrudan kullanım 1229
MWt'dir (2006 yılı itibariyle 900000 ton/yıl kalorifer yakıtı
karşılığı). Bu rakamlarla Türkiye, Dünya'da 5. sırayı
almaktadır. Elektrik enerjisi üretiminde kullanılabilecek
jeotermal kapasite 2000 MWe (16 Milyar kWh/yıl) civarında
olup halihazırda 29 MWe'lık kısım kullanılmaktadır. 2006
itibariyle, jeotermal kaynak potansiyelimizin ancak %4'u
değerlendirilmiş durumdadır (Tablo 3)5 .
Elektrik Enerjisi ve 2020 Yılına Kadar Olacak Gelişme
Elektrik enerjisi arzının güvenilir olarak karşılanması,
yerli kaynaklarımızın geliştirilmesine bağlı olduğu bilinen
bir gerçektir. Ülkemizde mevcut linyit, taşkömürü ve başta
yenilenebilir kaynaklar olmak üzere mevcut kaynakların en
kısa zamanda geliştirilerek elektrik enerjisi üretimine
katılması gerekmektedir. 2006 yılı sonu itibariyle elektrik
sektörünün durumu şöyledir:
Kurulu Güç: Türkiye elektrik sisteminin kurulu gücü
40565 MW'dır. Kurulu gücün %67,6 termik, %32,4 hidrolik
ve yenilenebilir kaynaklardan oluşmaktadır (Tablo 4)5. 2006
yılında kişi başına düşen brüt tüketim 2393 kwh olmuştur.
Bu rakam OECD ortalamasının ancak altıda biri kadar,
dünya ortalamasının ise üçte ikisi kadar bir tüketime
karşılıktır. Ülkemiz bu açıdan Bulgaristan, Yunanistan ve
İran gibi sınır komşularının oldukça gerisinde kalmıştır.
TEİAŞ'ın 2006 yılında yayınladığı “Türkiye Elektrik
Enerjisi 10 Yıllık Üretim Kapasite Projeksiyonu” adlı rapora
göre, yeni santralar devreye alınmadığı takdirde, 2011
yılında elektrik enerjisi talebi , karşılanamayacaktır.2
Elektrik enerjisi talebinin güvenilir bir şekilde
karşılanması için yerli kaynakların geliştirilmesi, kaynak
çeşitliliğine gidilmesi, ithalata olan bağımlılığını azaltılması
bakımından da nükleer santraların devreye sokulmasının
önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır (Tablo 3)5 .
Tablo 3. Türkiye'de yıllara göre Birincil enerji ve Elektrik
enerjisi tahminleri (EİEİ)
Yıl
Birincil enerji (Mtep)
Elektrik enerjisi (Gwh)
2007
104
199.000
2010
126
229.000
2015
170
325.000
2020
222
453.000
Makalemizin bundan sonraki kısmında nükleer enerjinin
tarihçesinden başlamak üzere nükleer reaktörlerin
dünyadaki bugünkü durumu, reaktör tipleri, yakıt ve
radyoaktif atıklar ve Türkiye'deki durum hakkında geniş
bilgi verilecektir.
Atom Fikrinin Tarihsel Gelişimi: MÖ 2400 - MS 1932
'Atom' fikri bundan 2400 sene önce Anadolu'nun bilim
merkezi Milet'te doğan ve çalışmalarını Trakya sahilindeki
Abdera kasabasında sürdüren Leicippus ve öğrencisi
Demokritus tarafından “maddenin bölünemeyen en küçük
parçası, atomos” anlamında ortaya atılmıştır. Fakat 'atomos'
ham fikrinin gelişmesi için 2200 yıl daha beklenmiş ve
günümüzden tam 200 yıl önce, 1808'de John Dalton'un New
System of Chemical Philosohy adlı kitabında yayınladığı
“Modern Atom Teorisi” ile her elementin farklı atomlardan
oluştuğu anlaşılmıştır.
Dalton'dan 90 yıl sonra 1896'da Henry Bequerel
tarafından keşfedilen uranyumdaki radyoaktivite, nükleer
Sayfa
5
Enerji
enerjinin kullanılmasına giden yolun ilk basamağıdır. Daha
sonra Marie Curie 1898'de radyoaktif Radyum ve
Polonyum elementlerini keşfetmiş, Ernest Rutherford'un
1911 yılında gerçekleştirdiği deneyle, atomun pozitif yüklü
bir çekirdek (protonlar) ve etrafında elektronlardan oluştuğu
önerilmiştir. Çekirdek içinde protonların birbirini itme
kuvvetini azaltan nötral parçacık, yani nötron da, 1932
yılında James Chadwick tarafından keşfedilmiş ve yaklaşık
10-10 m çapındaki atomun 10-15 m çapında çekirdeğinin nötron
ve protondan oluştuğu ve etrafında elektronların bulunduğu
belirlenmiştir. Chadwick'in nötronu keşfi, nükleer sahada
inanılmaz bir gelişmeye de neden olmuş ve nükleer gücün
kullanılmasını sağlamıştır.
Enrico Fermi'nin Çalışmaları
1934 yılında İtalyan Enrico Fermi nötronlarla bütün
elementleri ışınlama projesine başlamış, onlarca yeni izotop
ve uranyumu nötronlarla ışınlaması sırasında trans uranik
yani atom numarası 92 üstü olan elementlerden neptünyum
ve plütonyumu keşfetmiştir. Bu arada bir türlü
açıklayamadığı pek çok başka aktivitelerin de olduğunu
görmüş, bir bakıma nükleer bölünmenin bulunmasına yol
açmıştır.
238
U + n →→ 239U* → 239Np + β- → 239Pu + β-
Çekirdeğin Parçalanması: Otto Hahn ve Fritz
Strassman'ın çalışmaları
1938 yılı sonbaharında Berlin Kaiser Wilhelm
Enstitüsü'nden iki kimyacı, Otto Hahn ve Fritz Strassman
uranyumun nötronlarla nükleer reaksiyonu sonucu çıkan
ürünleri kimyasal yolla ayırmışlar ve bunların baryum ve
kripton olduğunu göstermişlerdir. Bu aslında 1935'te Enrico
Fermi'nin açıklayamadığı reaksiyondu ve nükleer gücün
esası bu denklemdi. Enerji 2 3 5 U çekirdeğinin
bölünmesinden meydana gelmektedir.
235
U + n → 236U* → X +Y +2.5 n + Enerji
Burada X ve Y, 56Ba ve 36Kr gibi iki bölünme ürününü
temsil etmekte, ayrıca ortalama 2.5 nötron ve enerjinin
çıktığı görülmektedir. Çıkan nötronlardan birinin tekrar
reaksiyona girmesiyle zincirleme bir reaksiyon olmaktadır.
Bu reaksiyon Ocak 1939'da Lise Meitner ve O. R. Frish
tarafından teorik olarak açıklanmış ve çok büyük bir
enerjinin ortaya çıkması gerektiği anlaşılmıştır.
1939 yılındaki nükleer bölünme üzerindeki çalışmalar
akıl almaz bir hızla gelişmiş, Lise Meitner, Almanya'dan
Danimarka'ya giderek durumu Neils Bohr'a anlatmıştır. Bu
sırada Amerika'ya giden Bohr, oradaki bilim insanlarıyla
durumu tartışmış, o sıralarda Columbia Üniversitesi'nde
bulunan Enrico Fermi, yaptığı deneylerle bölünme olayını
kontrollü olarak gerçekleştirmenin mümkün olacağını
göstermiştir6
Manhattan Projesinin Doğuşu
Hitler'in Çekoslovakya'ya saldırısıyla
II. Dünya
Savaşının başlaması nükleer güçle bir bomba, atom bombası
yapılabilirliği ile ilgili bir projenin başlamasına sebep
Sayfa
6
olmuştur. Einstein'ın ABD Cumhurbaşkanı Roosvelt'e 2
Ağustos 1939’da gönderdiği mektubun ilk cümleleri ve
vurguladığı esas başlıklar şunlardı:
“Fermi ve Szilard'ın yaptıkları son çalışmaların bana
ulaştırılan notlarından çok yakın bir gelecekte uranyum
elementinin yeni ve önemli bir enerji kaynağına
dönüştürülmesi olasılığının belirmesi karşısında, aşağıdaki
hususları ve önerileri dikkatinize sunmayı görev bildim.
Bomba yapılma ihtimali
Bunun üniversitelerde gerçekleşmesinin güç olacağı,
devlet desteğinin gerekliliği
Almanlar bu konuda çalışıyorlar?”
Aradan iki yıl geçmesine rağmen nükleer bomba yapımı
Amerika'da büyük bir hız kazanmamış fakat Japonların 7
Aralık 1941'de Hawaii Adası Pearl Harbor'daki Amerikan
deniz üstünü bombalamaları ve bunun sonucu olarak
Amerika'nın Japonya'ya savaş ilan etmesi, 4 gün sonra da
Almanya'nın ABD'ye savaş ilan etmesi, atom bombasının
yapılmasının şart olduğu fikrinin kesinleştirilmesine neden
olmuştur. Böylece başlatılan ve ismini New York şehrinin o
zamanlar bile en yüksek binaların bulunduğu en önemli
kısmı olan Manhattan yarımadasından alan “Manhattan
Projesi“ resmen başlamış oldu6.
1942 Temmuz - Eylül aylarında Oppenheimer,
Berkeley'de bir seri toplantı yaparak nükleer bombayı
tasarlamayı planlıyordu:
1. Uranyum 235U Bölünmesi:235U(n,γ) 236U* → X+Y+2.5n+Enerji
2. Plütonyum 239Pu Bölünmesi 238 U(n,γ) 239U* → 239Np → 239Pu
239
Pu(n,γ) 240Pu* →X+Y+2.5n+Enerji
239
Pu t1/2 = 2.41x104 sene
3. Hidrojen Birleşmesi: 2H + 2H → 3He +n + Enerji (D-D Reaksiyonu)
2
H + 3H → 4He +1H + Enerji (D-T reaksiyonu)
6
Li +n → 3H +4He ( Trityum elde edilmesi)
4. olarak da
U elde edilerek nükleer gücün elektrik santralarında
kullanılmasında ve ülkemizde de çok bulunan toryum çevrimi yoluyla elde
edilebilmesidir.
233
Toryum - Uranyum Çevrimi:
233
234
232
Th(n,γ) 233Th* → 233Pa → 233U
U(n,γ) U* → X+Y+2.5n+Enerji,
233
U t1/2 = 1.59x105 sene
Uranyum ve plütonyum bombalarının yapımları, gerek
teorik ve gerekse teknolojik olarak biraz daha iyi biliniyordu.
Fakat hidrojen bombası veya termo nükleer reaksiyonlar
ancak 108 derecede ve belli bir kritik sayıda atomun bir arada
olması ile meydana gelebilmektedir. Çok az radyoaktif
atıkla sonuçlanan termonükleer reaksiyonların sonucunda
enerji elde edilmesi için çalışmalar hâlâ devam etmektedir.
Bu çok daha 'temiz' nükleer enerjinin geleceğin enerjisi
olacağına benzemektedir. Güneşin bize verdiği enerji de
termonükleer reaksiyonlar sonucu meydana gelmektedir.
Uranyum ve Zenginleştirilmesi
Uranyum, dünyanın hemen her yerinde çıkarılan bir
maden olmakla beraber, yoğunlaşmış maden filizi halinde
pek az yerde, özellikle ABD, Avustralya, Kanada, Çin,
Kazakistan, Namibya, Nijerya, Rusya ve Özbekistan'da
bulunmaktadır. Uranyum maden filizi özel bir değirmende
öğütülerek toz hale dönüştürülür. Bu toz daha sonra kimyasal
Enerji
işlemden geçirilerek saflaştırılır ve, rengi ve biçimi
nedeniyle Sarı Pasta diye adlandırılan katı bir forma çevrilir.
Sarı Pasta %60 ila 70'i uranyum içermektedir.
Doğal uranyumun %99.28'i 238U ve ancak %0.72'si 235U
olduğu ve kimyasal özellikleri bakımından ikisi arasında bir
fark olmadığı göz önüne alınırsa, Sarı Pastadan 235U'in
zenginleştirilmesi hiç de kolay bir iş değildir. Nükleer güç
reaktörlerinde kullanılacak uranyumun yüzde 2 ila 5
oranında, silahlarda kullanılan
uranyumun ise yüzde 90 ya da
235
daha fazla oranda
U
bakımından
zenginleştirilmesi
gerekmektedir. 235U'i ayırmak için üç metot kullanılmaktadır.
Bu çalışmaları hepsi 1942' lerde Amerika'da Oak Ridge Milli
laboratuvarında başlamıştır.
a) Difüzyon Yoluyla Zenginleştirme: Gazların Difüzyon
Kanunu
1829'da Graham tarafından bulunan kanuna göre
gazların difüzyon hızları molekül ağırlıklarının kare köküyle
ters orantılıdır. Bir membrandan geçen gaz halindeki bir
uranyum bileşiği, hızları farklı olacağından, birbirinden
ayrılabilir. Uranyumun florla yaptığı UF6 bileşiğinde,
235UF6/ 238UF6 hız oranları
1.00428 olmaktadır. Bu 1'e çok
yakın olmakla beraber 235U zenginleştirilmesi için Cen iyi
metotlardan biridir. Bunun için uranyumun önce 2300 kadar
ısıtılarak gaz haline, yani uranyum heksaflorüre
dönüştürülmesi gerekiyor. İçinde tutulacağı dönüştürme
tesisinin boruları ve pompalarının da alüminyum ve nikel
alaşımından özel olarak yapılması gerekir. UF6 gazının
havada veya başka bir gaz içinde
yayılması veya gözenekli
bir bariyerden geçirilmesiyle 235U ayrılmaktadır.
b) Santrifüj Metodu
Uranyum zenginleştirmede en sık kullanılan sistem gaz
santrifüjleridir. Uranyum heksaflorür gazı sesten
hızlı dönen
santrifüjlere235doldurulur ve daha ağır olan 238UF6 gazı, daha
hafif olan UF6 dan ayrışır. Yoğun izotoplar santrifüjün
tabanına çökerken, merkeze yığılan hafif 235UF
6 parçacıkları
da ayrı bir yere toplanır. Zenginleştirilmiş 235U, ardından,
birkaç defa daha farklı santrifüjlerde kimyasal işlemlerden
geçirilir.
c) Elektromagnetik Zenginleştirme
Bu ayırma tekniğinin esası, 1918 yılında Cavendish
Laboratuarı'nda ve Francis Aston tarafından geliştirilen kütle
spektrometresine dayanmaktadır. Elektrik yüklü iyonlar
magnetik alan içinde hareket ettiklerinde dairenin dönüşüm
yarıçapı iyonların kütleleri ile değişmektedir. Gaz halindeki
uranyum bileşiklerinden hafif ve ağır olan 235U ve 238U
bileşikleri ayrı ayrı yerlerde toplanabiliyorlar.
Zenginleştirme işlemlerinde
ortaya çıkan pek çok
problemlerden biri de, UF6 gibi çok etken gazların
sızmalarını önleyecek lastiklerin yapımı oldu. Şimdi
mutfaklarda kullanılan TEFLON işte bu araştırmalar
sonunda 1938’de geliştirildi ve 1960'tan itibaren
mutfaklarımıza yerleşti.
Los Alamos laboratuvarındaki çalışmaların sonucu
olarak, 16 Temmuz 1945'te Alamogordo, New Mexico'da
“Trinity” kod ismiyle ilk nükleer bomba testi yapılmış ve
bunun başarılı olmasından
20 gün sonra, 6 Ağustos 1945'te
yaklaşık 50 kg 235U
kullanılarak hazırlanan bomba,
Hiroşima'ya aradan üç gün geçtikten sonra 9 Ağustos
1945'te 239Pu kullanılarak yapılan nükleer bomba da
Nagasaki'ye atılmıştır.
3-4 sene gibi çok kısa bir sürede o güne kadar bilinmeyen
bir gücün geliştirilmesi ve bunun, bilim, teknik, mühendislik
dallarının büyük bir titizlik ve koordinasyonuyla ve binlerce
bilim adamı ve teknisyenle yapılması, sonuç ne olursa olsun,
çok büyük bir çalışmadır.
Diğer taraftan Manhattan Projesi, önemli bir konuda
bilimsel ve teknik insan gücünün denetimli bir
koordinasyonla çok başarılı işler yapacağını göstermiştir.
1962'de Amerikan Cumhurbaşkanı John Kennedy'nin, “bu
on yıl içinde aya insan gönderilecektir” sözleriyle başlayan
Apollo Projesi amacına ulaşmış ve bilgisayar dünyasının
gelişmesinde en büyük rolü oynamıştır. Belki GAP Projesi,
çok uzamasına rağmen Güneydoğu'da su gücünün elektrik
enerjine çevrilmesini ve susuz ovaları sulamayı hedefleyen
önemli bir güdümlü projedir. Bugünlerde benzer bir proje de
karbon içeren yakıtlardan, yanma sırasında çıkan karbon
dioksiti havaya vermeden nasıl kurtulabiliriz sorusuna yanıt
arayan"Karbon Tutma Teknolojisi Projesi”dir.
Nükleer Güç Reaktörlerinin Doğuşu
Nükleer gücün 1954'te Rusya'da elektrik üreten ilk
nükleer reaktör yapımından bugüne, dünyanın bütün
gelişmiş ülkelerindeki inanılmaz gelişmesi ayrı bir konudur.
Şu anda dünya elektrik üretiminin yaklaşık %17'si nükleer
güç reaktörlerden karşılanmaktadır. Dünyanın karşı karşıya
olduğu küresel ısınma ve buna büyük katkıda bulunan
karbon dioksit üretiminden uzak nükleer enerjinin en temiz
enerjilerden biri olduğu muhakkaktır. Ocak 2009 tarihine
göre çalışan 439 nükleer güç reaktörü elektrik gereksinimini
gittikçe artarak karşılayan kaynaklardan biri olacaktır7.
Elektrik
Üretiminde Kullanılan Nükleer Reaktör
Tipleri8,9
Şunu hatırlatmak gerekir ki termik santralarla nükleer
santralar arasında amaç bakımından bir fark yoktur. İkisinde
de amaç, suyu ısıtmak, buhar haline getirmek ve elde edilen
buharla türbinleri çevirmektir. Birinde kömür veya doğalgaz
yakılarak su ısıtılmakta diğerinde ise nükleer bölünme
sırasında çıkan ısıdan faydalanılmaktadır.Kullanılmakta
olan nükleer reaktör tipleri; genellikle kullandıkları yakıta
veya bu yakıtın özelliğine, soğutucusuna, nötron
yavaşlatıcısına (moderatör) veya tepkimeye neden olan
nötronların enerjilerine bağlı olarak aşağıdaki gibi
sınıflandırılabilirler:
Yakıtlarına göre sınıflandırma: Doğal uranyum yakıtlı,
zenginleştirilmiş uranyum yakıtlı, plütonyum yakıtlı - hızlı
üretken veya toryum yakıtlı yüksek sıcaklıklı.
Soğutucularına göre sınıflandırma: Hafif su soğutmalı,
ağır su soğutmalı, gaz soğutmalı, sıvı metal soğutmalı.
Nötron yavaşlatıcılarına göre sınıflandırma: Hafif sulu,
ağır sulu, grafitli.
Nötron enerjilerine göre sınıflandırma:Termal, hızlı.
Bu reaktör tipleri içinde günümüzde yaygın olarak
kullanılanlar; hafif su soğutmalı nükleer güç reaktörleri ile
ağır sulu reaktörlerdir.
Hafif Sulu Basınçlı Reaktörler (Presurized Water
Reactor)
Hafif sulu basınçlı reaktörler (PWR) ilk defa 1953’te
tasarlanmıştır. İlk prototipi , Ocak 1955'de nükleer denizaltı
Nautillius'te kullanılmış 1957 yılında ise, 231 MW ısıl
(MWh) ve 68 MW elektrik (MWe) gücündeki Shippingport
Sayfa
7
Enerji
reaktörünü kritikliğe erişmiş ve dünyanın ilk ticari PWR'i
olmuştur. Dünyadaki reaktörlerin %61'i PWR tipi olup 25
ülkede 266 tane işletilmektedir. %2,5 ila %3 oranında
zenginleştirilmiş uranyum yakıtla çalışır ve ilk yükleminde
gücüne göre100 ton civarında UO2 konur ve 18 ay civarında
bakım ve değişim yapılır. Yakıtların reaktör kalbinde kalma
süresi ise ortalama 4 yıl civarındadır ( Şema 1, Resim 1).
ortalama 4 yıl civarındadır (Resim 2).
Resim 2. BWR tipindeki Gundremmingen santrali (Almanya)
Şema 1. Basınçlı su reaktörünün(PWR) şeması
Resim 1. PWR tipindeki Angra nükleer güç reaktörü (Brezilya)
Ağır Sulu Basınçlı Reaktörler (PHWR)
Ağır sulu
reaktörler, tasarımlarında, fiziksel ve
termodinamik özellikleri suya çok benzeyen ancak nötronik
özellikleri farklı olan ağır suyu (D2O) soğutucu ve yavaşlatıcı
olarak kullanan reaktörlerdir. Ağır suyun nötron yavaşlatma
gücünün normal sudan (H2O) daha iyi olması ve nötron
soğurma özelliğinin daha az olması, bu tip reaktörlerde yakıt
olarak doğal uranyumun kullanılmasına olanak verir. Ağır
sulu reaktörler içinde en çok tercih edilen tip, basınçlı ağır
sulu reaktörlerdir (PHWR: Pressurized Heavy Water
Reactor). Bu reaktörlerde soğutucu, PWR'lerde olduğu gibi,
basınç altında tutularak kaynaması önlenir. PHWR'ın en
yaygın olarak kullanılan tipi CANDU (Canadian Deuterium
Uranium)'dur. PHWR'lerinin yakıtı doğal uranyumdan
yapılmış UO2 peletlerden oluşur. Dünyada 7 ülkede
işletmede olan reaktörlerden yaklaşık %9'u basınçlı ağır su
tipi reaktördür ve bunların toplam sayısı 41'dir. Bunların
21
tanesi CANDU tipi ağır su reaktörüdür ( Tablo 4).7
Tablo 4. Şubat 2008 itibariyle işletmede ve yapımda olan
reaktör tipleri, sayıları ve güçleri
Reaktör Tipi*
Kaynar Sulu Reaktörler (BWR)
Dünyada elektrik enerjisi üreten reaktör tipleri arasında
basınçlı su reaktörlerinden sonra en yaygın olarak kullanılan
kaynar sulu reaktörlerinin (BWR) ilk örneği olan 180 MWe
gücündeki Dresden-1 reaktörünün yapımına, General
Electric firması tarafından 1957 yılında başlanmış ve bu
reaktör 1961 yılında işletmeye alınmıştır. Dünyada
işletmede olan reaktörlerin yaklaşık %21'i kaynar hafif su
tipi reaktördür ve bunların toplam sayısı 91'dir. Bu reaktörler
halen 10 ülkede işletilmektedir. Bu sistemin bir özelliği de
normal reaktör gücünün %10'luk bir kısmının doğal taşınım
yolu ile dolaşım pompaları çalıştırılmadan
karşılanabilmesidir. Bu sayede reaktör dışardan güç
gereksinimi olmadan çalıştırılmaya başlatılabilir. BWR tipi
reaktörlerin yakıt değişimi ve bakımı sırasında, yaklaşık 4-6
hafta süre, devre dışı kalması gerekir ve bu işlem genellikle
yılda bir kere yapılır. Yakıtların kalp içinde kalma süresi ise
Sayfa
8
BRW
FBR
GCR
LWGR
PHWR
PWR
TOPLAM
İşletmede
İnşaa Halinde
Ünite
Sayısı
Toplam
Mwe
Ünite
Sayısı
Toplam
Mwe
94
2
18
16
44
265
439
85.287
690
9.034
11.404
22.358
243.429
372.202
2
2
1
4
25
34
2.600
1.220
925
1.298
22.150
28.193
BWR (Boiling Light Water cooled and moderated Reactor): Kaynar Sulu Reaktör
FBR (Fast Breeder Reactor): Hızlı Üretken Reaktör
GCR (Gas Cooled Graphite moderated Reactor): Gaz Soğutmalı Reaktör
LWGR (Light Water cooled Graphite moderated Reactor): Hafif Sulu Grafit
ModeratörlüReaktör
PHWR (Pressurized Heavy Water Reactor): Basınçlı Ağır Sulu Reaktör
PWR (Boiling Light Water cooled and moderated Reactor): Kaynar Sulu Reaktör)
Enerji
Yukarda bahsedilen reaktör tipleri yanında, ki bunlar şu
anda işletilen reaktörlerin çok büyük bir bölümünü
oluşturmaktadır, diğer reaktör tipleri üzerinde de çalışmalar
yapılmış ve halen bu çalışmalar devam etmektedir. Bu
reaktörler arasında gaz soğutmalı reaktörler( GCR), grafit
moderatörlu hafif su reaktörleri (LWGR), sıvı metal
soğutmalı reaktörler bulunmaktadır
Nükleer Atıklar
Nükleer reaktörlerin kullanımında çıkan radyo aktif
maddeler, ki bunlara Radyoaktif Atık diyoruz, nükleer
reaktör kurulmasında en çok üzerinde durulan ve halkın
genellikle itiraz ettiği bir konudur. Söz konusu atıklar, çevre
ve insan sağlığına zararlı etkilerinden ve bu etkilerin en aza
indirilmesi gereğinden dolayı, bir takım işlemlerden
geçirilmek ve kontrol altında tutulmak zorundadır. Bu
işlemlere ve kontrollere dönük ulusal ya da uluslararası
programlar oluşturulur ve programlar “radyoaktif atıkların
yönetimi” olarak adlandırılır. Radyoaktif atıklar, yarılanma
sürelerine göre kısa veya uzun ömürlü; radyoaktivite
seviyelerine göre ise düşük, orta ve yüksek seviyeli olarak
gruplandırılmaktadır.
Düşük seviyeli atık, zırhlama gerektirmeyen ve
genellikle yüzeye yakın (yerin birkaç metre altında)
depolama yapılan atıklardır. Bu tip atıklar, nükleer tesislerde
ve radyoizotopların tıp, endüstri ve araştırma alanlarında
kullanılması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Düşük seviyeli
atıklar, kısa yarı ömürlü ve genellikle kağıt, filtre,
radyoaktivite bulaşmış giysi gibi atıklardır. Dünyadaki
radyoaktif atıkların hacim olarak %90'ı, radyoaktivite olarak
da %1'i bu tip atıklardan kaynaklanmaktadır.
Orta seviyeli atık, zırhlama gerektiren ve genellikle
yüzeye yakın depolama yapılan atıklardır. Bu tip atıklar
büyük oranda nükleer enerji üretim tesislerinin işletimi
sırasında ortaya çıkmaktadır ve genellikle, reçine,
kimyasallar, reaktör bileşenleri gibi malzemelerdir ve
işlenerek güvenli bir şekilde kontrol altında depolanırlar.
Dünyadaki toplam radyoaktif atıkların yaklaşık %7'si,
toplam radyoaktivitenin ise %4'ü bu tip atıklardan
kaynaklanmaktadır. Düşük ve orta seviyeli atıklardan gaz
atıklar, filtrelerle tutulduktan sonra hacmi azaltılarak
variller içinde çimento veya asfaltla karıştırılıp sabitleştirilir
ve depolanır. Düşük ve orta seviyeli atıkların çoğu
yeryüzüne yakın seviyede, bazı durumlarda ise derin
depolarda güvenli şekilde muhafaza edilmektedir.
Yüksek seviyeli atık, taşınması, bekletilmesi,
depolanması süreçlerinde radyasyon zırhlanması gerektiren
ve uzun ömürlü radyoaktif izotoplardan oluşan atıklardır. Bu
tip atıklar, kullanılmış yakıtın yeniden işlenmesi sürecinde
uranyumun ve plütonyumun kazanılmasından sonra geriye
kalan atıklardan ve tekrar kullanılması düşünülmeyen
kullanılmış yakıtlardan oluşmaktadır. Dünyadaki toplam
atık hacminin %3'ü, aktivitenin ise %95'i yüksek seviyeli
atıklara aittir.
Yüksek seviyeli sıvı atıklar, buharlaştırma/kavurma gibi
işlemlerle hacmi azaltıldıktan sonra, bor asidi ve silis asidi
gibi katkı maddeleriyle eritilerek camlaştırılır. Elde edilen
bor silikat camı ısıya, kimyasal reaksiyonlara, aşınmaya,
radyasyona, mekanik gerilmelere dayanıklı sağlam bir
maddedir. Yüksek seviyeli atığın son depolanma süreci
sonsuz kabul edilebilecek bir süre gerektirdiğinden bu konu
ile ilgili araştırmalar halen devam etmektedir. Bunlar içinde
uygun ve mümkün görülen son depolama şekli;
yerkabuğunun derinliklerinde (500-1500 m) tuz oluşumları
içinde açılmış galeriler, kristal kayalar, sediment kayalar
içine gömme işlemleridir
Radyoaktif Atık Yönetimi
Radyoaktif atıkların yönetimi, bu atıkların ortaya
çıkmasından son depolanmasına kadar olan süreci kapsar. Bu
sürecin güvenli bir şekilde işlemesi ve çalışanların, halkın ve
çevrenin radyasyondan korunması, ulusal düzenlemeler ve
uluslararası anlaşmalar ile sağlanır. Bütün bu işlemlerin
yapılması ciddi bir radyoaktif atık yönetimi programını
gerektirmektedir.
Görüldüğü gibi radyoaktif atıklarda en büyük problem,
uzun ömürlü izotoplardadır. Yarı ömürleri binlerce sene olan
bu izotopların beklemekle aktivitesinin azalacağı
düşünülemez. Son zamanlarda geliştirilen hızlandırıcı
güdümlü sistemle
uzun ömürlü izotoplar lineer
hızlandırıcılar kullanarak yüksek enerjili protonlar kurşuna
çarptırılıyor ve bundan çıkan yüksek enerjili nötronlarla kısa
ömürlü veya kararlı izotoplar elde ediliyor. Örnek olarak 99Tc
ve 129I alırsak:
99
Tc(2,11×105 yıl) + n →100Tc(15,8s) , 100Ru(Kararlı)
129
I(1,57×107yıl) + n →130I(12,4saat),
130
Xe(Kararlı)
reaksiyonlarıyla tümüyle zararsız hale getirilebilir. Reaktörde
oluşan 239Pu'un kendisi parçalanarak birçok fizyon ürünü ve
aynı zamanda enerji üretiyor. Yani atık aynı zamanda enerji
elde etmek için kullanılmış oluyor:
239
Pu(2,41×104yıl) + n → X+Y+ xn+ Enerji, burada X ve Y
bölünme ürünleridir .
Bu metot üzerinde özellikle Japonya, Kore ve diğer
ülkelerde çalışmalar hızla devam etmekte olup gelecekte uzun
ömürlü izotoplardan oluşan radyoaktif atıkların kısa ömürlü
izotop haline dönüştürüleceği umulmaktadır 10,11 .
Türkiye'de Atıklarla İlgili Neler Yapılabilir?
Halen Türkiye'de hastane ve diğer kuruluşlardan gelen düşük
seviyedeki radyoaktif atıkların toplama ve depolama görevini
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) üstlenmiştir12.
Türkiye'nin nükleer enerji projesini başlatırken, yüksek
seviyeli atıkların ve kullanılmış yakıtın depolanacağı ayrı bir
tesisi de planlaması zorunludur. Ayrıca reaktörün işletilmesi ve
yakıtın yeniden işlenmesi sırasında ortaya çıkacak olan orta ve
düşük seviyeli atıkların çevre ve insan sağlığına yönelik zararlı
etkilerini en aza indirgemek için uygulayacağı prosesleri ve bu
prosesleri gerçekleştireceği tesisleri belirlemesi ve ayrıca
atıkların depolanacağı tesisler, bu tesislerin tipleri, yerleri ve
kapasiteleri ile ilgili olarak planlama yapması gerekmektedir.
Kullanılmış yakıtın soğuması ve radyoaktivitesinin azalması
için reaktör binasında bulunan havuz içinde 5-10 yıl
depolanmasından sonra, ki bu süre içinde kısa yarı ömürlü
izotoplar parçalanmakta, geriye uzun ömürlü izotoplardan
oluşan yaklaşık
%5 oranında aktivite kalmaktadır.
Kullanılmış yakıt yeniden işleme tabi tutularak uranyum ve
plütonyum kazanılması sonrasında elde edilecek atığın
jeolojik depolaması söz konusu olabilir veya uzun süreli
geçici depolama ile saklanabilirliği konusunda çalışmalar
9
yapılmalıdır .
Sayfa
9
Enerji
Türkiye'de Nükleer Enerji Konusunda Yapılan
Çalışmalar9,12
Türkiye'de nükleer güç reaktörü olmamakla beraber
Ankara ve İstanbul'daki nükleer merkezlerde nükleer yakıt ve
diğer konularda 1960'tan beri çalışmalar yapılmaktadır.
İstanbul Çekmece'deki başlangıçta 1MW gücüyle kurulan,
sonradan 5MW güce çıkartılan nükleer araştırma reaktörü
1999 depreminden sonra devre dışı kalmıştır. Burada kurulan
nükleer yakıt pilot tesisinde laboratuvar bazında sarı pastadan
2
başlayarak son ürün olan sinterlenmiş UO peletleri elde
edilmiştir. Bu çalışmalar devam etmektedir.
Nükleer yakıt olarak kullanılan uranyum yakıt teknolojisi
pek çok ülkede mevcuttur. Dünya piyasalarıyla
karşılaştırıldığında yerli kaynaklarımızdan uranyumun
(yaklaşık 9000 ton) günümüz koşullarında yakıt olarak
kullanılması, dünya piyasalarıyla karşılaştırıldığında,
ekonomik gözükmemektedir. Ayrıca, ülkemizde 380.000 ton
toryum bulunmaktadır. Ancak mevcut rezervin tenör
ortalaması düşüktür (yaklaşık %2). Ekonomikliği bugün için
sorgulansa bile yerli uranyum ve toryum kaynaklarımızın
varlığı gelecekte nükleer enerji kullanımında ülkemiz için bir
güvencedir.
Türkiye'de Nükleer Enerji Santraları Kurma Çalışmaları
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Elektrik İşleri Etüt
İdaresi (EİEİ) ilk çalışmalara ''Türkiye'de Nükleer Santrallerin
Kuruluş Yerlerinin Belirlenmesi'' konusunda 1968 yılında
başlatmıştır. Bu çalışmaların sonucuna göre 1977 yılında
işletmeye alınacak 300-400 MWe gücünde, yakıtı doğal
uranyum olacak bir ''ağır su'' tipi nükleer santralın kurulması
kararlaştırılmış ancak, 1970-1971 yıllarında karşılaşılan
politik ve ekonomik nedenlerle bu çalışmalar
sonuçlanamamıştır. Daha sonraki çalışmalarla 1976 yılında
Silifke'nin 45 km batısındaki Akkuyu mevkii, nükleer santral
yeri olarak seçilmiştir. Hazırlanan yer raporu ile Başbakanlık
Atom Enerjisi Komisyonu'ndan yer lisansı alınmıştır. Aynı yıl
proje ihale şartname hazırlıklarına üç İsviçreli, bir Fransız
firmalarından oluşan bir konsorsiyumla başlanmış ve 1977
yılında 600 MWe gücünde bir nükleer santralın yapımı ile
yakıtının temini için uluslararası ihaleye çıkılarak teklif
istenmiş, fakat kredi garantisi nedeniyle ihale sonuçsuz
kalmıştır. Akkuyu sahası için santral ihalesi çalışmalarının
yanında, 1980 yılında ikinci nükleer santral kuruluş yeri olarak
Sinop ili İnceburun mevkii belirlenmiş ve ön araştırmalar uzun
süre sürdürülmüş ancak bu çalışmalar daha sonra
durdurulmuştur.
1983 yılında 7 firmadan nükleer santral teklifi alınmış ve
buna dayanarak hükümetin aldığı kararla, Ekim 1980'de
ETKB tarafından; Kanada firması AECL (Atomic Energy
Canada Limited)'e Akkuyu'da 665 MWe, Alman firması KWU
(Kraftwerk Union)'ya Akkuyu'da 986 MWe ve A.B.D firması
GE (General Electric)'ye Sinop'da 1085 MWe güçlerinde üç
tane nükleer santral için niyet mektupları verilmiştir. Fakat
9,12
çeşitli nedenlerle bu proje de uygulamaya konulamamıştır.
Günümüzde nükleer güç santralleri kurma çalışmaları
devam etmekte olup Türkiye'nin elektrik enerjisi temini
programlarında yakın gelecek için seçenek olarak
gösterilmektedir.
Sayfa
10
Dünyada Nükleer Enerjinin Durumu
2006 yılında nükleer enerji üretimi %1,4 artarken, bu
oranın üçte ikisi OECD ülkelerinden kaynaklamıştır. Nükleer
santralardan ticari olarak elektrik üretimi 50 yıldan beri devam
etmektedir. 1970-2030 yılları arasındaki elektrik enerjisi
üretiminin gelişimi incelendiğinde; nükleerden elektrik
enerjisi üretiminin 1970-1990 yılları arasında, özellikle 70'li
yıllarda yaşanan petrol krizinin etkisi ile, hızlı bir artış
gösterdiği, 1990'dan sonra ise üretimdeki bu artışın azaldığı
görülmektedir. 2030 yılına kadar ise, ömrünü tamamlayan
tesislerin devre dışı kalması ve yeni tesislerin devreye alınması
ile, nükleer enerji üretiminde az bir artışın olacağı
7
öngörülmektedir (Tablo 5).
Ekim 2007 itibariyla dünyada 31 ülkede ticari olarak
işletilmekte olan 439 nükleer reaktörün toplam kapasitesi
7
yaklaşık 371 Gwe’tir (Tablo 6) . Nükleer güç dünya elektrik
7
talebinin yaklaşık %17'sini karşılamaktadır. (Tablo 7) .
Dünyadaki uranyum hammaddesi halen mevcut reaktörleri
tüm işletme ömrü boyunca beslemeye yeterlidir.
Tablo 5. 2008 tarihine göre işletmede olan 439 reaktörün yaş
durumu
Yaş Aralığı (yıl)
Reaktör sayısı
1-5
16
6-10
23
11-15
27
16-20
45
21-25
132
26-30
81
33-35
79
36-40
35
41
1
En çok reaktörün devreye girdiği 1973-78 yılları, Orta
Doğu’daki savaşlar nedeniyle dünyada petrol krizinin
olduğu 1968 ve sonraki yıllara rastlamaktadır. 1968 ve
sonraki yıllarda yapımına başlanan reaktörler, 10 sene içinde
devreye girmişlerdir.
Batı Avrupa'da ise, Finlandiya'da inşaatına 2005 yılında
başlanan ve 1600 MWe gücünde 3. nesil Basınçlı Su Reaktör
teknolojisi (EPR) ile kurulmakta olan nükleer santralın 2011
yılında ticari işletmeye alınması beklenmektedir. Fransa'da
da benzer bir santralın inşaatı devam etmektedir. Ayrıca
İsveç'te 2 santralının işletme ömrünün uzatılması
çalışmalarına başlanmıştır. Japonya, ABD ve bazı diğer
ülkeler de üçüncü nesil ileri kaynar su tipinde reaktörler
yapmaya başlayacaklardır. Nükleer enerji, elektrik
üretiminde karbon emisyonlarını azalttığı için tekrar
gündeme gelmektedir, ancak halk tarafından da kabul
edilmesi gerekmektedir. Bunun için de bu konunun halka
basit ve anlaşılır şekilde anlatılması lazımdır. Tablo 7’de
görüldüğü gibi halen dünyada nükleer yolla elde edilen
elektrik enerjisi, kömür ve doğalgazdan sonra üçüncü
sıradadır.9
Enerji
Tablo 6. Dünyada Güç Reaktörleri
Ülkeler
İşleyen Reaktör
Sayısı
ABD
104
Fransa
59
Japonya
55
Rusya
31
G.Kore
20
İngiltere
19
Kanda
18
Almanya
17
Hindistan
17
Ukrayna
15
Çin
11
İsveç
10
En çok reaktörü olan ilk 12 ülke, dünyadaki toplam 439
reaktörün 376'sına yani %87’ne sahiptir. Halen
42
reaktörün yapımına devam ediliyor, daha çok Çin ve Kore'de
olmak üzere 8 reaktörün daha yapımına 2008 içinde
başlanacaktır. (IAEA, 2008)
Tablo 7. Dünyada elektrik enerjisi üretim kaynakları ve
% payları
Nükleer enerjinin gelecekteki rolü; ABD, Kanada, Çek
Cumhuriyeti, Türkiye ve İngiltere'nin de aralarında
bulunduğu bazı ülkelerde tartışılmaktadır. Ayrıca, İtalya,
fosil yakıtlara olan bağımlılık ve yüksek elektrik enerjisi
fiyatları nedeniyle nükleer enerjiden yeniden yararlanmayı
tartışmaya açmış bulunmaktadır
Türkiye'nin de büyümesine paralel olarak enerji
kaynaklarını artırması gerekmektedir. Özellikle yeteri kadar
temiz elektrik enerjimiz olmadığı sürece bu kalkınma da tam
olmayacaktır. Türkiye halen petrol, doğalgaz ve kaliteli
kömürde halen dışa bağımlıdır (Tablo 2). Bu bağımlılıktan
kurtulmak için Türkiye kendi iç kaynaklarını geliştirmek
zorundadır. Yenilenebilir enerjinin yani hidro, rüzgar, güneş,
jeotermal gibi Türkiye'de var olan enerjilerin geliştirilmesi
şarttır. Yenilenebilir enerjilerin maksimum kapasite ile
kullanılması bile Türkiye gibi büyük bir ülkenin
gereksinimine yetmemektedir. Türkiye gelişmekte olan bir
ekonomiye sahip olduğundan, Batılı gelişmiş ülkelere göre
daha fazla elektrik enerjisi talebi ile karşı karşıyadır. Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından, Türkiye Elektrik
İletim A.Ş. (TEİAŞ)'ye Türkiye elektrik sistemi üretim
planlama çalışması, yıllık ortalama talebin %7,9 ila %6,4
arasında gelişeceği öngörülmektedir. Bu nedenle yıllardır
programlarımızda olduğu halde, ileri teknoloji gerektiren ve
bu teknolojinin mutlaka parçası olarak
geçekleştirebileceğimiz nükleer güç reaktörlerinin bütün
gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de olması büyük
önem kazanmaktadır
Teşekkür: Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ve Fizik
Mühendisleri Odasının hazırladığı Türkiye'de özellikle
nükleer enerji konusundaki dokümanları bana sağladığı için
Dr. Abdullah Zararsız'a, makaleyi okuyup görüşlerini
sunduğu için de Doç. Dr. Volkan Ediger'e teşekkür ederim.
Kaynak
% pay
Kömür
38.8
Doğalgaz
19.1
Referanslar
Nükleer
16.5
1. BP Statistical Review of World Energy, June 2007.
HES
10.2
2. Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi, 2005-2006 Türkiye Enerji
Raporu (s 21-22).
Petrol
7.3
Biyokütle
1.3
Diğer Yenilebilir Kaynaklar
0.7
Sonuç
2030'a kadar, doğalgaz ve hidroelektrik dışındaki
yenilenebilir kaynaklar, elektrik üretimindeki paylarını
arttıracak ancak, hükümetler CO 2 emisyonunu
sınırlandırmak için daha sert önlemler almadıkları takdirde
kömür, dünyanın en önemli elektrik üretim kaynağı olmaya
devam edecektir. Buna karşılık nükleer kapasite artışının
özellikle Asya-Pasifik ülkelerinde yoğunlaşacağı tahmin
edilmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise, enerji doygunluğu,
nüfus artış hızının az olması ve enerji yoğun sanayiden
vazgeçilmesi ve enerji etkin kullanımının gerçekleşmesi
sonucunda, nükleer enerjiye olan talebin, gelişmekte olan
ülkelerden daha az olacağı, ancak hidrojen üretimi gibi
nükleer reaktörlerin elektrik üretimi dışındaki
uygulamalarının ağırlık kazanması sonucunda nükleer
reaktör sayısında artışın olabileceği de tahmin edilmektedir.
ABD, Japonya, Güney Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya
Federasyonu gibi ülkelerde bu yönde ciddi çalışmalar vardır.
3. World Enegy Council(WEC), Survey of Energy Resources, 2007,
http://www.worldenergy.org/news__events/news/618.asp
4. Ediger, V. Ş., 2008, National Energy Report of Turkey: Energy Situation,
Challenges, and Policies for Sustainable Development, AASA Beijing
Workshop on Sustainable Energy Development in Asia 2008, November
17-18, Beijing, China, InterAcademy Council, p.77-93.
5. Elektrik Etüt İdaresi, EEİ, Enerji politikaları, (Kemal Büyükmıhcı,
Yenilenebilir enerji konferansı, 27 kasım 2008, İstanbul), www.eei.gov.tr
6. Rhodes, Richard (1986) The Making of the Atomic Bomb. New York: Simon
& Schuster
7. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, IAEA, www.iaea.org,
http://www-pub.iaea.org/MTCD/publications/PDF/RDS2-26_web.pdf
8. International Energy Agency (IEA): World Energy Outlook2007,
http://www.worldenergyoutlook.org/pop.asp?MED_ARCH_ID=310
9. Zararsız, Abdullah, Fizik Mühendisleri Odası, Nükleer Enerji Raporu
www.fmo.org.tr/haberler/FMO_haber.htm
10. Takibayev A., Saito M., Artisyuk V., and Sagara H.,2008, 'Fusion-driven
transmutation of selected long-lived fission products', Progress in
nuclear energy, Vol. 47, 2005, retrieved January 2008.
11. Toshinobu., et al, 2003. Research and development on acceleratordriven
transmutation at JAERI, Japan Atomic Energy Research Institute, 24,Shirakata-Shirane, Tokai, Ibaraki Japan. pp. 319-1195.
12. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu,
http://www.taek.gov.tr/bilgi/bilgi_maddeler/2.html
Sayfa
11
Enerji
Sürdürülebilir Enerji Geleceği ve
Küresel Isınma
Prof. Dr. Saim ÖZKÂR
TÜBA Asli Üyesi
[email protected]
Enerji uzun süreden beri dünya gündeminin ilk sırasında
yer almaktadır ve bunu uzunca bir süre daha koruyacak gibi
gözükmektedir. 21. yüzyılda insanlığın çözmesi gereken en
önemli sorun, artan enerji gereksinimini güvenli, temiz ve
sürdürülebilir kaynaklardan karşılamaktır. Öngörülere göre,
2001 yılında 13,5 TW (terawatt) olan dünya enerji
gereksiniminin yılda %1,8 artarak 2050 yılında iki katına,
2100 yılında da üç katına çıkması beklenmektedir1. Genelde
enerji tüketiminde son yıllarda sağlanan verimlilik artışı ve
teknolojik gelişmeler nedeniyle kişi başına enerji
tüketiminin azalmasına karşın, toplam enerji gereksinimi
artmaktadır. Bu artışın ana nedeni, dünya nufusunun hızlı bir
şekilde artmasıdır. Dünya enerji gereksiniminin %86'sı fosil
yakıtlardan karşılanmaktadır ve enerji politikalarında
önemli bir değişiklik olmazsa, bu payın yakın gelecekte
değişmesi beklenmemektedir. 0,8 TW'lık enerji gereksinimi
nükleer enerji santrallerinden karşılanmaktadır. Geri kalan
kısmı ise güneş, rüzgâr, jeotermal ve biyoenerji gibi
yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanmaktadır2.
İnsanlığın çözüm arayışında olduğu sorunların çoğu
enerji ile ilgilidir. Sürdürülebilir enerji geleceği kavramında,
güvenli, temiz ve sürekli kaynaklardan enerjinin çevre dostu
teknolojiler kullanılarak üretimi ve tüketimi ile ilgili tüm
sorunlar ele alınmakta ve bu sorunlara çözümler
aranmaktadır3. Sürdürülebilir enerjiye geçişin sosyal,
teknolojik, ekonomik ve politik boyutları değişik
platformlarda ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. Sürdürülebilir
enerjiye geçişin bu yüzyılda insanlığın en önemli kazanımı
olacağı konusunda görüş birliği sağlanmış durumdadır.
Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir nokta ise,
sürdürülebilir enerji kavramının dar kapsamlı ele
alınmaması, enerji ile ilgili tüm konuların kapsanması
gereğidir. Sürdürülebilir enerji geleceği kavramında ele
alınan ve çözüm önerileri geliştirilmesi hedeflenen sorunlar
şöyle özetlenebilir: (i) Dünya enerji gereksiniminin güvenli
ve temiz kaynaklardan sağlanması. (ii) Enerji kaynaklarının
yeryüzünde eşit olmayan dağılımından ileri gelen jeopolitik
anlaşmazlık risklerinin azaltılması, bu anlaşmazlıkların
neden olabileceği çatışmaların önlenmesi. (iii) Tüm
insanlığın çağdaş enerji hizmetlerinden eşit şekilde
yararlanmasının sağlanması. Dünya nüfusunun dörtte birinin
henüz daha elektrik enerjisinden yararlanma olanağına sahip
olmadığı gözönüne alınırsa, bu konunun önemi daha iyi
anlaşılacaktır. Elbette yoksul insanların temel enerji
gereksinimlerinin karşılanması, sürdürülebilir enerji
kavramı içerisinde ele alınması gereken moral ve sosyal bir
sorumluluktur. Sosyal sınıflar arasındaki farkın giderilmesi,
aynı zamanda sürdürülebilir enerji güvenliğinin de gereğidir.
(iv) Enerji üretiminde kullanılan kaynakların doğaya
Sayfa
2
uyumlu olması, enerji üretim ve tüketiminin çevre dostu
teknolojiler kullanılarak sağlanması.
Sürdürülebilir enerji geleceğine giden yolda üç önemli
noktaya dikkat çekilmektedir: Birincisi, sürdürülebilir
enerjiye giden yolda izlenecek ilkelerin belirlenmesinde
bilim ve mühendisliğin vazgeçilemez yönlendiriciliğidir.
İkincisi, sürdürülebilir enerjiye ulaşmadaki başarının, enerji
gereksiniminin karşılanmasında kullanılan kaynakların
değiştirilmesine katkıda bulunabilme yeteneğinin bireylere
ve kurumlara kazandırılmasına büyük ölçüde bağlı
olmasıdır. Üçüncüsü ise, sürdürülebilir enerjiye ulaşmanın
uzun süreli bir erim olmasına karşın, küresel iklim
değişikliğinin ürkütücülüğü karşısında ivedi ve eşzamanlı
olarak alınması gereken önlemlere vurgu yapılması
gereğidir. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:
•Enerji veriminin artırılması ve karbonlu yakıt
kullanımının azaltılması için yoğun çaba harcanması.
•Fosil yakıtların yanmasından salınan karbonun tutulup
saklanması için teknolojiler geliştirilmesi ve
uygulanması.
•Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı için çevre
dostu teknolojiler geliştirilmesi.
Çok haklı olarak enerji ile ilgili bu tür konuların hepsi
ayrıntılarıyla irdelenmeli ve sorunlara çözüm önerileri
geliştirilmelidir. Fakat, dikkatlerin insanlığın karşı karşıya
bulunduğu en büyük tehlikeye odaklanması gereğini burada
özellikle ve öncelikle vurgulamakta yarar vardır. Bugün tüm
insanlığın dikkatini üzerinde toplaması gereken sorun,
geleceğimizi tehdit eden küresel ısınmadır. Yeryüzü
sıcaklığının yükselmesi olarak tanımlanan küresel ısınmanın
ana nedeni, sera etkisi gösteren karbon dioksit gazının
atmosferdeki derişiminin artmasıdır4. Atmosferdeki karbon
dioksit gazının derişimi, sanayileşmeden önce 275 ppm
(milyonda bir) iken, bugün 383 ppm değerine ulaşmış
bulunmaktadır (Şekil 1).
Şekil 1. Atmosferdeki karbon dioksit derişiminin yıllara
göre değişimi. Grafik, Hawaii, Mauna Loa'da ölçüm
istasyonunda toplanan verilerden yararlanılarak çizilmiştir.5
Enerji
Atmosferdeki karbon dioksit derişiminin artması, sera
etkisi nedeniyle yeryüzü sıcaklığının yükselmesine yol
açmaktadır. Karbon dioksit gazının atmosfere salınım hızı
doğal çevrimlerle (fotosentezle karbon dioksit tüketilmesi ve
suda çözünen karbon dioksitin karbonat olarak çökmesi gibi)
yeryüzüne geri dönme hızından çok daha fazla olduğundan,
atmosferde karbon dioksit derişimi her geçen gün artan bir
hızla yükselmektedir (Şekil 1).
Havaya salınan karbon dioksit miktarının artışına neden
olan iki önemli kaynaktan biri hayvanların ve insanların
solunumu, diğeri de fosil yakıtların yanmasıdır. Dünya
nüfusundaki hızlı artış, birinci kaynağın karbon dioksit
salınımına katkısının artmasına neden olmaktadır. Ancak
insanlık, hızlı nüfus artışını önlemek için çözüm
üretebilmekten çok uzaktır. Bu çözümsüzlük, ikinci karbon
dioksit salınım kaynağı üzerinde durulmasının önemini daha
da artırmaktadır. Fosil yakıtların yanmasıyla salınan karbon
dioksit, küresel ısınmanın ana nedeni olarak görülmektedir.
Şekil 2'de fosil yakıtların yanmasından atmosfere
salınan karbon dioksit miktarının yıllara göre değişimi
görülmektedir. Bugün itibariyle havaya salınan karbon
dioksit gazının yaklaşık üçte biri fosil yakıtların
yanmasından çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak, fosil
yakıtların yanmasının atmosferde karbon dioksit
derişimindeki artışın görünen ana kaynağı olduğu
söylenebilir. Bu artışın neden olduğu küresel ısınma ise,
insanlığın geleceği için yaşamsal bir tehdit olarak
görülmelidir.
Geçtiğimiz yüzyılda yeryüzünün ortalama sıcaklığı
0,7OC artmıştır ve bu yüzyılda da değişik öngörü modellerine
göre 1-6OC artması beklenmektedir. Küresel ısınmanın
küresel iklim değişikliğine neden olacağı ve bunun insanlık
için büyük bir tehdit oluşturduğu artık yadsınamaz bir
gerçektir. İnsanlık, geleceğini tehdit eden bu tehlikeyi
önleyici çözüm üretmek zorundadır.
İnsanlık çoğunlukla küresel ısınmayı geleceği için bir
tehdit olarak görmektedir ve ülkeler, küresel ısınmayı kabul
edilebilir düzeyde tutabilmek için araştırmalara yatırım
yapmaktadır. Bu konuda, çok değişik çözüm seçenekleri
üzerinde çalışılmaktadır. Bunlardan biri de, salınan karbon
dioksit gazının tutularak zararsız hale getirilmesi veya
yeraltında saklanmasıdır. Atmosfere yıllık karbon dioksit
salınımının 27000 milyon ton karbon olduğu düşünülürse, bu
kadar büyük miktarlarda karbon dioksiti tutarak yeraltında
saklama projelerinin gerçekleştirilebilir olmadığı hemen
görülmektedir. Ama bu alandaki araştırmaların sürmesinde
elbetteki yarar vardır. Sürdürülebilir enerji kavramı zaten
sorunlara değişik çözüm seçeneklerinin yaratılmasını
öngörmektedir. Küresel ısınma sorununun çözümü,
atmosferdeki karbon dioksit derişiminin artışını önlemekte
yatmaktadır. Şu anda tehlikeyi önlemenin görünen en etkin
yolu, karbon dioksit salınımının azaltılmasıdır. Bilindiği gibi
Kyoto Protokolü karbon dioksit salınımının 1990 yılı
değerlerine göre %5,2 azaltılmasını öngörmektedir. Kyoto
Protokolü'nde öngörülen %5'ler düzeyindeki bir azalmanın
çözüm olamayacağı da ortadadır. Çözüm, fosil yakıtlar
yerine, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasına
ivedilikle geçilmesinde yatmaktadır. İnsanlık böyle bir
geçişin olabilir kılınması için elbirliği ile çalışmak ve
kendisini de bu geçişe hazırlamak zorundadır.
Kaynaklar
1. Hoffert, M.I., Caldeira, K., Jain, A.K., Haites, E.F.,
Harvey, L.D., Potter, S.D., Schlesinger, M.E., Wigley,
T.M.L., Wuebbles, D.J. (1998) Nature 395 pp. 881884.
2. Annual Energy Outlook, Energy Information
Administration, US Department of Energy,
Washington DC, 2005.
3. Lighting the Way: Toward a Sustainable Energy
Future, Interacademy Coucil, 2007.
4. World Energy Outlook, International Energy Agency,
Paris, 2006.
5. Dr. Pieter Tans, NOAA/ESRL:
www.esrl.noaa.gov/gmd/ccgg/trends/
Şekil 2. Fosil yakıtların yanmasından atmosfere salınan
karbon dioksit miktarının (milyon ton karbon olarak) yıllara
göre değişimi.
Sayfa
3
Enerji
Doğalgaz, Kömür, Temiz Yanma
Teknolojileri ve Türkiye
Prof. Dr. İskender GÖKALP
Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi
Yanma, Aerotermik, Reaktivite ve Çevre Enstitüsü Müdürü
[email protected]
Fosil yakıtların uzun seneler boyunca dünyasal enerji
arzındaki önemlerini koruyacaklarından bugün kimsenin
şüphesi yoktur. Sıvı yakıtların, yani petrolün, taşıma
sektöründeki (kara, deniz ve hava) ezici ağırlığının en
azından 2050'lere kadar devam edeceği kesin
gözükmektedir. İkinci ve üçüncü nesil bioyakıtların veya
kömürden elde edilecek sıvı yakıtların taşıma sektöründe
büyük bir rol oynamaları için teknolojik ve ekonomik
açılardan önemli ve uzun vadeli gelişmeler gerekmektedir.
Aynı şekilde elektrik veya hibrid motorlu araçların önemli
bir pazar payı almaları yakın bir gelecekte gerçekleşecek gibi
gözükmemektedir. Nihayet, hidrojenin taşıma sektörüne
aday yakıt olabilmesi için de, hem hidrojen üretilmesi ve
depolanmasında hem de hidrojenli yakıt hücreleri veya
hidrojenle beslenen içten yanmalı motor teknolojilerinde
çok kapsamlı gelişmelerin olması gerekmektedir. Benzer bir
şekilde, hava taşımacılığında bio-kerozen veya hidrojenin
petrol kökenli kerozenin yerini alabilmesi olanağı
2050'lerden önce mümkün gözükmemektedir. Ayrıca, yeni
bir teknolojinin var olan teknolojilerin yerine geçmesinin
çeşitli ve uzun safhaları gerektirdiğini de unutmamak
gerekmektedir(1). 2050'lerde yeni yakıtlar ve bunları
kullanabilecek motor sistemleri teknik açıdan hazır olsalar
bile bunların var olan teknolojilerin yerini almalarının yani
toplumsal kabul görmelerinin bir 50 sene daha sürebileceği
düşünülebilir. Açıkçası 21. yüzyılda taşıma sektörününün
petrole bağımlılığı devam edecektir.
Elektrik veya güç üretimi sektöründe de durum farklı
değildir. Yenilenebilir ve nükleer enerji sistemlerinin
dünyasal güç talebine kapsamlı bir şekilde cevap
vermelerinin 21. yüzyılda olabileceği düşünülmemektedir.
Elektrik üretiminde veya sanayi için gerekli ısı veya buhar
üretiminde doğalgaz ve kömüre bağımlılığın devam edeceği
açıkça gözükmektedir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, fosil yakıtlara dünyasal
bağımlılığın süreceğini kabul edersek, önemli iki soruya
cevap vermemiz gerekmektedir. Fosil yakıtların enerjiye
(ısıya) çevrilmesi kimyasal dönüşümle yani yanma ile
sağlanır. Karbon atomu ihtiva eden yakıtlar yanınca zorunlu
olarak karbonik gaz salınır. Küresel ısınmanın dünyanın
geleceği için bütünsel bir tehlike yarattığını göz ardı
etmemiz bugün mümkün değildir. Dolayısıyla cevap
vermemiz gereken birinci soru fosil yakıtları nasıl temiz
(yani mümkün olduğu kadar az karbonik gaz salarak)
yakabiliriz sorusudur. İkinci soru ise yeni ve yenilenebilir
enerji teknolojilerinin gelişmelerine gereken zamanı
Sayfa
12
bırakabilmek için elimizdeki fosil yakıtları nasıl en verimli
şekilde (yani en az tüketerek) kullanabiliriz sorusudur.
Yukarıdaki sorular küresel sorulardır; yani bugün fosil
yakıt kullanan her yörede (ülkede) sorulan ve cevap aranan
sorulardır. Mesela temiz ve verimli yanma teknolojileri,
teknoloji seviyesi yüksek ülkelerde hızlı bir şekilde
geliştirilmektedir. Bir de yöresel veya bölgesel sorular
vardır. Bunlar bölgelerin özelliklerine bağlı sorulardır: O
yörede (veya ülkede) fosil yakıt kaynağı olup olmadığına,
varsa hangi tipten fosil yakıt olduğuna, yörenin veya ülkenin
fosil yakıt taşınması açısından (ithal ve ihraç) coğrafi
konumuna, ülkede var olan yeni ve yenilenebilir enerji
kaynaklarına bağlı sorulardır. Bir ülkenin fosil yakıtlara
bağımlılığının iç veya dış bağımlılık şeklinde olması da
önemli yerel faktörler arasındadır. Dolayısıyla, bir ülkenin
fosil enerjilere bağımlılığını irdelerken ve de enerji sorununa
bütünsel cevap ararken hem bütünsel (küresel) hem de yerel
(bölgesel) faktörlerin göz önünde tutulması gerekmektedir.
Böyle bir bakış açısı ile bu yazının başlığına geri
dönersek şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Türkiye'de
doğalgaz yoktur (veya cüzi miktarda vardır) ama Türkiye'nin
doğalgaz bağımlılığı yüksektir; Türkiye'de kömür (linyit)
vardır ve henüz verimli bir şekilde kullanılmamaktadır;
Türkiye çeşitli fosil yakıtların taşınması açısından elverişli
bir coğrafi konumdadır; Türkiye'nin yeni ve yenilenebilir
enerji potansiyeli yüksektir. Bu verileri birbirlerine
bağlayarak Türkiye'nin fosil enerjilerin temiz ve verimli bir
şekilde kullanılması konusunda neler yapabileceği hakkında
bazı fikirleri aşağıdaki bölümlerde kısaca özetleyelim.
Türkiye ve Doğalgaz
Türkiye'nin doğalgaza bağımlılık derecesini biliyoruz.
Bir ülkenin kendi kontrolünde olmayan bir enerji kaynağına
bu kadar bağımlı olmasının çeşitli etkilerini de biliyoruz. Bu
durumu bugün kabullenmekten başka yapacak birşey yoktur.
Bu durumu bir veri olarak almak ve ileriye dönük olarak
neler yapılabileceğine bakmak, devamlı hayıflanıp birşey
yapmamaktan daha verimli ve akılcı bir yaklaşımdır. Üstelik
Türkiye'nin doğalgaza bağımlılığı sadece yakıt kaynağına
bağımlılık değildir. Türkiye, yakıtı enerjiye çevirecek
teknolojiye de bağımlıdır. Açıkçası, Türkiye kendisinin
üretemediği gaz türbini teknolojisine de bağımlıdır. Böyle
olunca atılacak adımların hem yakıt bağımlılığına hem de
yakıtı enerjiye çevirme teknolojileri bağımlılığına, en
azından bugün için kısmi çözümler getirebilecek ve de, yarın
için, daha kapsamlı çözümler oluşturabilme potansiyeli olan
adımlar olması gerektiği ortaya çıkar. Bunlar neler olabilir?
Doğalgazın Türkiye'de cüzi miktarda bulunduğunu, bazı
kuyuların da ekonomik olarak kullanılma sınırına geldiğini
biliyoruz. Bu cüzi doğalgaz rezervlerinin en verimli şekilde
nasıl kullanılacağı hakkında çabalar oluşturulabilir. Mesela,
çıkarılması zor olan petrol kuyularında yapıldığı gibi
karbonik gaz pompalayarak doğalgaz üretim verimliliği
arttırılabilir. Aynı zamanda bu doğalgazı kullanan termik
santralin saldığı karbonik gazın depolanması için de bir
Enerji
çözüm üretilmiş olur. Ayrıca, ekonomik ve çevresel hesaplar
yapılıp uygun sonuçlar alındığı takdirde, elde edilen
doğalgaz bilinen teknolojiler ile (reformaj) hidrojene
çevrilip, hidrojen ile zenginleştirilmiş doğalgaz olarak gaz
türbinlerinde de yakılabilir. Zira yeni araştırma
sonuçlarından görülebileceği gibi (2-5), doğalgaza (veya metan
gazına) az bir miktar hidrojen ilavesi karışımın reaktivitesini
arttırmakta ve önemli yanma parametresi olan alev yanma
hızını arttırmakta ve dolayısı ile alev boyunu azaltmaktadır
(şekil 1).
Şekil 1. Metan gazı ve hava önkarışımlarının hidrojenle
zenginleştirilmesi sonucunda alev yüksekliğinin azalması.
Lazer tomografi tekniği ile elde edilen görüntüler. Karışım
zenginliği 0,6; yanma odası basıncı 6 bar; önkarışımın
yakıcıdan çıkış hızı 2,1 m/s.
Böyle bir uygulamaya gidilmesi aynı zamanda doğalgaz
ile çalışan gaz türbinlerinin hidrojenli karışımlara
dönüştürülmesi için de ilk çalışmaların yapılmasına ön ayak
olmuş olur. Var olan bir gaz türbininin hafif bir şekilde tadilat
edilmesi gaz türbini teknolojisine hakim olmakta bir ilk adım
olabilir. Bu konuda TPAO ile gaz türbini kullanarak elektrik
üreten şirketler arasında verimli bir ortak çalışma alanı
oluşturulabilir.
Benzer bir yaklaşımla, havacılıkta kullanılan (sivil taşıma
veya savunma amaçlı) gaz türbinlerinin sıvı yakıt (kerozen)
yerine doğalgaz veya doğalgaz ve hidrojen karışımlarını
yakabilecek bir sisteme dönüştürme çalışmaları da gaz
türbini teknolojisine hakim olabilmek için uygun ilk adımları
teşkil edebilir. Dolayısıyla uçma süreleri dolmuş uçak gaz
türbinlerinin bu tadilat sayesinde güç üreten sistemlere
dönüştürülmesi mümkün olabilir; bu uygulamaların
örnekleri çoktur (böylesine dönüştürülmüş gaz türbinlerine
“aero derivative” gaz türbini adı verilir). Bu konuda THY ve
Türkiye Hava Kuvvetleri arasında önemli bir ortak çalışma
alanının oluşturulabileceği açıktır.
Türkiye dışından satın alınan doğalgaza gelince; bu
durumu bir veri olarak alıp, bu durumdan hem enerji
açısından hem de ekonomik açıdan nasıl yararlanılabileceği
üzerine kafa yormakta yarar vardır. Böyle bir düşünce tarzı
aynı zamanda kolay çözümleri de bertaraf eder. Mesela;
başkasının malını bir taşıma ücreti veya “ayak bastı” ücreti
alarak başkasına satmaya çalışmak, benim kolay dediğim ve
gerçek anlamda katma değer getirmeyen bir çözümdür.
Bu veriyi kullanarak neler yapılabilir? Dışarıdan alınan
doğalgazın başka ülkelere satılabilme hakkı olduğu takdirde
(bildiğim kadarıyla böyle bir hak bazı anlaşmalarda
sağlanmış), Türkiye'ye giren doğalgazı bir şekilde
zenginleştirdikten sonra, yani bir katma değer ekleyerek
satmakta her açıdan yarar vardır. Bunun ilk akla gelen şekli
yukarıda da değindiğimiz hidrojenle zenginleştirme
yaklaşımıdır. Türkiye'nin yenilenebilir enerji kaynakları,
bilhassa rüzgâr ve güneş, suyun elektrolizi sayesinde
hidrojen üretilmesi için kullanılabilir. Elbette böyle bir
yaklaşımın teknik, ekonomik ve çevresel yapılabilirliği
irdelenmelidir. Ama genelde hidrojen ekonomisinden
bahsetmek yerine bir amaca yönelik olarak çaba harcamakta
yarar vardır. Bu yönde yapılacak çalışmalardan elde edilecek
deneyim, geleceğe yönelik çok faydalı bir yatırımdır.
BOTAŞ bu konularda çeşitli katılımcılarla ortak çalışmalar
oluşturmakla yükümlendirilebilir.
Aynı şekilde, doğalgazın taşınmasında gereken
basınçlandırma için kullanılan kompresörler, taşınan
doğalgazın enerji potansiyelinin bir kısmını kullanmaktadır.
Kompresörleri çalıştırmak için gereken elektrik enerjisinin
yine yenilenebilir enerji kaynakları sayesinde elde edilmesi,
en azından kısmen, sağlanabilir. Bunu çeşitli şekilde yapmak
mümkündür. Bütün bunlar hem Türkiye'nin bugünkü enerji
bağımlılığına ve güvenliliğine kısmi (cüzi bile olsa)
çözümler getirebilir, hem de Türkiye'nin bilgi ve teknoloji
seviyesini yarın için yukarıya doğru çekebilecek çabalardır.
Türkiye ve Kömür
Doğalgazın tersine, Türkiye'nin linyit rezervleri
önemlidir ve ilaveten taş kömürü rezervleri de vardır. Vakit
kaybetmeden, linyit rezervlerinin güç üretiminde en verimli
ve de en az karbonik gaz üreten şekilde kullanılmasının
üzerine gidilmesi gerekmektedir. Bunun sadece birkaç yolu
vardır. Biri linyitin gazlaştırılması teknolojisidir, diğeri de
linyitin oksijen ile yakılmasıdır. Bu iki yaklaşımı biraz
açalım.
Gazlaştırma bilindiği gibi tamamlanmamış bir yanmadır.
Yani oksidan (hava veya oksijen) miktarı yakıtın ihtiva ettiği
bütün karbonu, karbonik gaz ve su buharına çevirmeye
yetmez; gazlaştırma veya kısmi oksidasyon sayesinde
sentetik gaz dediğimiz karbon monoksit (CO) ve hidrojen
karışımı elde edilir. Bu karışım ya yakıt olarak kullanılabilir
(gaz türbinlerinde) veya ilave kimyasal dönüşümlerle sıvı
yakıt haline çevrilir (mesela Fischer-Tropsch çevrimi). Güç
üretimine odaklanırsak, CO+H2 karışımının gaz türbininde
yakılması yine karbonik gaz ve su buharı elde edilmesi
demektir. Karbonik gazın yanma sonrasında tutulması
Sayfa
13
Enerji
gerekmektedir ki, bu kolay ve ucuz bir süreç değildir. Ayrıca
karışımın önemli miktarda hidrojen ihtiva etmesi hava ile
yanma sonunda önemli miktarda azot oksidin salınması
anlamına gelir. Bir diğer çözüm karbon monoksitin yanma
öncesinde karbonik gaza dönüştürülmesidir (water shift
reaksiyonu sayesinde). Böylece saf karbonik gaz elde edilir
ve tutulması elbette kolaydır. Ama yakıt olarak elde edilen
saf hidrojeni yakacak gaz türbini bugün geliştirilmiş değildir.
Dolayısıyla, sentetik gazın yakıt olarak kullanılması bugün
henüz olgunlaşmış bir teknoloji değildir.
Kömürü diğer bir verimli ve temiz enerjiye çevirme şekli,
oksijenli yakma ile olabilir. Bu süreçte önce havanın oksijeni
ve azotu ayrıştırılır ve yanma odasına sadece oksijen
gönderilir. Oksijenli yanma sonunda oluşan gazlar sadece
karbonik gaz ve su buharıdır. Su buharı yoğunlaştırılırsa saf
karbonik gaz elde edilir ki tutulması kolaydır. Oksijenli
yanma çok sıcak bir alev oluşturacağı için yanma sonu elde
edilen karbonik gazın önemli bir kısmı yanma odasına geri
verilerek alev sıcaklığı düşürülür ve kazanın ısı değişimi
özellikleri hava ile yanma değerleriyle eşleştirilmiş olur.
Oksijenli yanma sayesinde kömürün (veya linyitin) ihtiva
ettiği bütün karbon oksitleneceği için yanmanın verimi de
arttırılmış olur. Böylesine bir yaklaşımın hem verimlilik
açısından hem de karbonik gazı tutma açısından çok uygun
olduğu açıktır. Tutulan karbonik gazın ne yapılacağı başka
bir konudur ve bu konuda da ilginç yaklaşımlar
geliştirilmektedir.
Türkiye linyitlerinin oksijenli yanması araştırmalarına ön
ayak olmak için başlatılan bir çalışmada, SOMA A termik
santralini besleyen kömür parçacıklarının oksijenle yanma
özellikleri araştırılmaya başlanmıştır (6). Aşağıdaki
resimler, 100 mikrometre ortalama çapındaki bir linyit
parçacığının oksijenle yanması safhalarını
görüntülemektedir. Lazer ışını ile tutuşturulan linyit
parçacığının parlaması ile (ilk görüntü), sönmekte olduğu
son görüntü arasında 10.26 milisaniye gözlenmiştir. Bu
görüntüler sayesinde linyit parçaçıklarının tutuşma ve
yanma süreleri ölçülebilmekte ve oksijenli yanma modelleri
yapılabilmektedir. Bu türden çalışmaların Türkiye'de
hızlandırılması son derece acildir.
Oksijenli linyit yanma teknolojilerini Türkiye
geliştirebilir ve bu konuda lider rolü oynayabilir. AfşinElbistan linyit havzaları için tasarlanan yeni termik santral
projelerinde bu teknolojinin de düşünülmesinde her açıdan
yarar vardır. EÜAŞ, TKİ ve MTA bu konuda ortak çabalarda
bulunmalıdır.
Sonuç
Fosil yakıtların temiz ve verimli bir şekilde kullanılmaları
için çeşitli yöntemler geliştirilmektedir. Türkiye'nin
koşulları bunların bazılarının benimsenmesi için uygundur.
Bu çabalar hem bugünün acil güç ihtiyacına cevap verebilir
hem de geleceğin yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerine
ön ayak olabilir. Bu yönde ilerleyebilmek için iki koşulun
sağlanması gerekmektedir: Herşeyden önce bu çabaları
kolaylaştıracak ülke stratejisinin oluşturulması ve bu
stratejinin gerçekleştirilmesinin ehil ellere bırakılması
gerekmektedir. İkinci olarak bu stratejiyi mümkün kılacak
araştırma ve geliştirme altyapılarının derhal kurulması, aynı
şekilde bu çabaların da ehil eller tarafından yapılması
gerekmektedir. Kaybedilecek zaman kalmamıştır.
Türkiye'nin enerji geleceğinin önüne çok kalın bir duvar
örülmektedir. Bu duvarı aşmanın yolları sınırlıdır ama vardır.
Referanslar
1. Gökalp, I. (1992) On the analysis of large technical
systems. Science, Technology & Human Values 17: 5778.
2. Halter, F., Chauveau, C., Gökalp, I. (2007)
Characterization of the effects of hydrogen addition in
premixed methane/air flames. International Journal of
Hydrogen Energy 32: 2585-2592.
3. Halter, F., Chauveau, C., Gökalp, I. (2008)
Investigations on the flamelet inner structure of
turbulent premixed flames. Combustion Science &
Technology 180: 713-728.
4. Dilek Funda Kurtuluş, Cécile Cohé, Christian
Chauveau, İskender Gökalp Flowfield measurements
using PIV in high pressure lean premixed laminar
flames. 10. Uluslararası Yanma Sempozyumu, Sakarya
Üniversitesi, 9-10 Ekim 2008.
5. Barış Yılmaz, Sibel Özdoğan, İskender Gökalp,
Contribution to the numerical analysis of turbulent lean
premixed flames. 10. Uluslararası Yanma
Sempozyumu, Sakarya Üniversitesi, 9-10 Ekim 2008.
6. Ahmet Yozgatlıgil, Christian Chauveau, İskender
Gökalp, Mücella Ersoy, Zeki Olgun, Selahaddin Anaç,
Ömer Oran, Berna Ozensoy, Özlem Özer Gökçe, Initial
observations on combustion characteristics of levitated
Turkish lignite particles. 10. Uluslararası Yanma
Sempozyumu, Sakarya Üniversitesi, 9-10 Ekim 2008.
Şekil 2. 100 mikrometre ortalama çapındaki SOMA linyit
parçacığının lazer ışını kullanarak oksijen içinde parlama ve
yanma süreci görüntüleri
Sayfa
14
Enerji
Yenilenebilir Enerjiler
Prof. Dr. Sıddık İÇLİ
Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi Enstitüsü
[email protected]
Bugün dünyamız, fosil yakıtlar olarak adlandırılan kömür,
benzin, mazot, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının giderek
artan oranda kullanımı nedeni ile küresel ısınma tehditi ile
karşı karşıyadır. Bu tehlikenin özü, organik kimyasal yapılı
fosil yakıtların oksidasyon reaksiyonlu ekzotermik kimyasal
reaksiyonlarında ısı yanında karbondioksit-CO 2 gazı
üretmeleridir. Karbondioksit-CO2 gazı üretiminin yeryüzünde
sürekli artışı, bu kararlı moleküler yapının atmosferdeki
oranının da artmasına neden olmaktadır. Bu artış, karbon
dioksitin moleküler yapısının ısı soğurma kapasitesi ile
dünyanın atmosferinde güneş ışınımının ısı halinde
soğrulmasının artmasına, sonuçta atmosferdeki ortalama ısı
oranlarının yükselmesine neden olmaktadır. Hassas bir
dengede olan ve uzayda benzeri bir oluşumunun şu ana kadar
hiç bir gezegende bulunmayan, yeryüzü organik yaşam
düzeninin değişimi, dolayısı ile yeryüzündeki yaşam düzeni
tehdit altına girmektedir.
Şüphesiz çözüm, fosil yakıtlarının kullanımından
vazgeçilerek, karbon dioksit üretmeyen (veya karbon dioksit
emisyonu vermeyen) enerji kaynaklarının kullanımına
yönlenilmesidir. Ancak yeryüzündeki ekonomik dengeler,
alternatif enerji kaynaklarındaki verim düşüklükleri, maliyet
yükseklikleri nedeni ile bu dönüşümün hızla yapılabilmesini
engellemektedir. İlk akla gelen alternatif yenilenebilir enerji
kaynağı, şüphesiz yeryüzündeki organik yaşamı doğuran ve
halen yürüten güneşin tükenmez enerjisidir. Güneş
enerjisinden direkt ısısal yararlanma mümkün olduğu gibi, bu
enerjiyi elektriğe dönüştürerek depolayabilmek, taşıyabilmek
daha caziptir. Güneş enerjisinin elektriğe dönüştürülmesi Foto
Voltaik PV sistemleri veya halk arasında yaygın deyimle
Güneş Pilleri teknolojileri ile mümkündür (“Güneş Pili”
aslında yanlış bir tanımlamadır, zira foto voltaik bir sistem pil
gibi sonlanmaz, bu nedenle “Güneş Gözesi” deyimi herhalde
daha doğrudur). Güneş enerjisinin doğurduğu bir diğer
yenilenebilir enerji kaynağı ise rüzgâr enerjisidir. Dünyanın
olduğu kadar, ülkemizin de bir diğer bakir enerji kaynağıdır.
Bitkisel ve hayvansal atıklardan yararlanarak kullanılabilecek
bir diğer yenilenebilir enerji kaynağı ise biyokütledir.
Biyokütle teknolojisi ile atıklardan metan gazı
üretilebilmektedir. Metan gazının karbon dioksit emisyonunu
arttırabileceği düşünülür ise de, zaten bitkisel ve hayvansal
atıklar, doğada, oksidasyon parçalanmaları ile karbon dioksite
dönüşmektedir. Biyokütle kaynağının kullanması, herhalde
aşırı bir karbon dioksit emisyonu artışına neden olmayacaktır.
İnsanoğlu, güneşin yaratıcı gücünü, onbinlerce yıl
öncesinde dahi fark edebilmiş idi. Taş devrindeki insanların,
mağaralarını daima yamaçların güney cephelerinde yaparak
güneş ısısından yararlanmaları, M.Ö. 3.000-4.000 yıllarında
eski Mısır, Hitit ve Çin medeniyetlerinde güneşi tanrısal bir
yaratık olarak tanımlama ve tapınma, bu kavramların bazı
ispatları olarak tanımlanabilir. Anadolu Hititleri güneşi Arinna
adlı bir tanrıça, eski Mısırlılar ise Aton adlı tanrı olarak
adlandırmışlardır. Aton, resimde görüldüğü gibi ışınlarını
insanlara, doğaya cömertlikle yayan bir tanrı olarak
resmedilmiştir.
Güneş enerjisi, fotosentez olayı ile yeryüzünde bugünki
organik yaşam olarak adlandırdığımız tüm bakteriyel, bitki ve
hayvansal oluşumun kaynağıdır. Bir bitki, kutuplarda dahi
soğukta donmadan bünyesindeki fotosentez fabrikası ile
hayatta kalabilmekte, hatta doğup, büyüyüp, ölüp ve tekrar
doğabilmektedir. O zaman küresel ısınmaya çözümün, bu
olağanüstü doğal enerji dönüşüm sisteminin sırlarının çözümü
olacağı açıktır. Ancak maalesef, bu sırları çözmek ve kısa
sürede milyarlarca insanın enerji kaynağına dönüştürebilmek
hiç de kolay gerçekleşebilecek bir hayal değildir.
13
Yeryüzüne ulaşan güneş ışınımının toplam gücü 4.1x10
14
kcal (1.7x10 kW) ve bu ışınımın %43'ü görünür bölgede,
%52'si ise infrared bölgesindedir. (Şekil 1). Halen dünyada
9
tüketilen enerji miktarı ise yaklaşık 13 TW (13x10 kW)'tır.
Şekil 1.
Güneş ışınımı
spektrumu.
Yani bugün yeryüzüne ulaşan güneş enerjisi miktarı
insanoğlunun gereksiniminin en az bin katından fazladır.
Açıkça göründüğü gibi güneş enerjisinin insanoğlunun enerji
gereksinimine dönüşüm teknolojilerinin geliştirilebilmesi,
çevre, ekonomi ve enerjinin sosyal düzeyde eşit paylaşım
sorunlarını çözebilecektir. Güneş dünyanın her coğrafi
1,2
bölgesine ayırım gözetmeksizin ışınımlarını yaymaktadır .
15
Türkiye'de ise Güneş Enerjisi potansiyeli 10 kWh'tır.
Türkiye'de yıllık güneş ışınımından yararlanma süresi 2640
saati bulmaktadır ve yatay eksende yıllık güneş ışınımı 1311
2
11
kWh/m 'dir. Türkiye'nin elektrik tüketimi ise yaklaşık 10
kWh'tır. Yani güneş enerjisi potansiyeli, mevcut enerji
Sayfa
33
Enerji
tüketiminin 10.000 katıdır. Güneş enerjisinden elektrik
enerjisi üretiminde çok gerilerde olan ülkemiz, güneş
enerjisinden, ısı enerji üretiminde daha fazla yararlanmaktadır.
Türkiye'de güneş enerjisinden en fazla düzlemsel kolektörler
ile sıcak su eldesinde yararlanılmaktadır. Türkiye'nin güneş
enerjisi, ısıl sistemlerinden elde ettiği yıllık enerji miktarı,
yaklaşık 5x109 kWh'tır. Türkiye, toplam olarak güneş enerjisi
potansiyelinin (elektrik üretimi + sıcak su üretimi) yaklaşık
1/200.000'ini kullanabilmektedir. Güneşin ısısından direkt
yararlanma, maalesef enerji gereksinimlerini sağlayabilmeye
yetmemektedir. Çünkü güneş ışınımının ısıya dönüşüm oranı
düşüktür (maksimum %5) ve depolanma verimi de yeterli
değildir. Ancak Türkiye'de yaygın kullanılan çatılarımızdaki
düzlemsel kolektör sıcak su sistemleri de, ülkemize
milyonlarca ton petrol eşdeğerinde tasarruf
sağlatabilmektedir. Enstitümüz tarafından 2003 yılında
3
Avrupa Topluluğu için hazırlanan raporda bildirildiği üzere
1974 yılında Kuzey Kıbrıs ile geliştirilen yakın ilişkiler sonucu
düzlemsel kolektör çatı sıcak su sistemleri yaygınlaşmaya
başlamıştır ve bugün dünyada Çin'den sonra en fazla kullanım
alanı bulan ülke Türkiye olmuştur. 2001'de 8 milyon m2 alanı
bulan Türkiye'deki düzlemsel kolektör çatı sıcak su sistemleri,
dünyadaki toplam miktarın %15-20'ını buluyordu. Son 7 yılda
Çin'deki olağanüstü artış bu oranları değiştirmiştir. Ancak
Türkiye Avrupa'da önderliğini korumaktadır (Şekil 2).
Güneş enerjisinin yüksek verimde depolanarak kullanımı,
fotosentez olayının sırlarında saklıdır. İnsanoğlu fotosentez
mucizesinin sorularını tümü ile çözebildiği anda yeryüzündeki
küresel ısınma, karbon dioksit emisyonu sorunlarının da son
bulacağı aşikardır. Bitkiler yeryüzünde her yıl yaklaşık 1011
ton karbon dioksiti yaşam mekanizmaları için
tüketmektedirler. Öte yandan bitkilerin fotosentez ile
17
4
topladıkları enerji miktarı ise 7x10 kkal, ki eşdeğeri 9x10
10
GW veya 9x10 kW elektrik gücünün sürekli üretilmesidir.
Güneş pilleri olarak adlandırılan güneş gözeleri, hücreleri,
aslında güneş ışınımını elektriğe dönüştürebilen aygıtlardır.
Çalışma prensipleri ise bugün insanoğlunun çözebildiği
karmaşık fotosentez mucizesinin birkaç sırrından başka bir şey
4
değildir. Güneş pilleri birer nanoteknolojik aygıtlardır .
“Nanoteknoloji” deyiminin tercümesi, nanometre, yani
molekül büyüklüğü boyutlarında, oluşturulabilen teknolojik
aygıtlardır. Son yüzyılda hızla gelişen teknoloji sistemleri,
makina dediğimiz teknoloji harikalarımızı, metre-mm
boyutlarından, mikroelektronik sistemlerde mikron boyutuna
ve bugün moleküler fizik-kimya bilimindeki olağanüstü
gelişmeler ile nanometre boyutuna indirgemiştir. Fotosentezin
tüm sırları henüz çözülemediği için bugün, geleceğimizin
kurtarıcısı olarak gördüğümüz, elektrik üretebilen bu güneş
gözeleri kahramanları, henüz çocukluk dönemlerindedir,
verimleri düşük (ticari ürünlerde maksimum %20-25) ve
maliyetleri “astarı yüzünden pahalı” denebilecek şekilde çok
yüksektir. “Silikon bileşenli”, “organik bileşenli”, “ince film
Sayfa
34
inorganik bileşenli” adlar altında gelişen güneş pilleri
(gözeleri-hücreleri) teknolojileri5, mucizevi bir gelişme
olmadıkça, maalesef çok yakın bir gelecek için karbon dioksit
emisyon tehlikesine bir çözüm olabilmekten uzak
görünmektedir. Ancak bilim dünyasındaki olağanüstü çabalar
ve gelişmeler, mucizeler için bazı belirtiler göstermektedir.
Örneğin; güneş pilleri (gözeleri-hücreleri) için
uygulanabilecek bir nanoteknoloji olgusu; kuantum noktaları
(quantum dots), birim hücrelerde verimin en az iki kat
artabileceğini işaret etmektedir. Ayrıca özellikle organik güneş
pili panellerinin plastik materyaller üzerinde baskı tekniği ile
üretilebilecek olması, maliyetleri âdeta kumaş fiyatlarına
indirilebilme umutlarını ve güneş pilleri (gözeleri-hücreleri)
panellerinin kumaş ruloları gibi üretilebileceğinin sinyallerini
6
vermektedir .
Bir diğer yenilenebilir enerji türü olarak adlandırılan
rüzgâr enerjisi, özellikle ülkemiz için güneş pilleri
(hücrelerine) kıyasla çok daha hızla devreye alınabilecek bir
kaynaktır. Ülkemizdeki 100 GW'ı aşan bir potansiyel (sığ
deniz sahilleri de dahil) göz önüne alındığında, gelecek 10-20
yıl içinde elektrik tüketimimizin %20'sini rüzgâr enerjisinden
sağlayabiliriz. Rüzgâr türbinlerinin bugüne kadar ülkemizde
kurulmasını engelleyen, ne yazık ki duyarsız devlet politikaları
olmuştur. Komşumuz Yunanistan'da ise rüzgâr türbinlerinden
elektrik üretimi 1000 MW'a yaklaşmaktadır. Son yıllarda zar
zor çıkarılan Yenilenebilir Enerjiler Kanunu ile önü açılabilen
Rüzgâr Türbinli Santral kurulum imkânı, özel sektör
kuruluşlarının atılımı ile 2 yıl içinde 30 MW üretimden 200
MW'a ulaşmıştır. 2010 yılında 100 mW'a (1 GW) ulaşılması
Şekil 2. Türkiye Güneş Işınım Haritası (kWh/m2.yıl) (ref.:
EIE, Elektrik İşleri Etüd İdaresi, Elektrik Güç Kaynakları
Araştırma ve Geliştirme Dairesi).
Enerji
kesin görülmektedir. Rüzgârın, güneşin atmosferde yarattığı
ısı farklılıklardan oluştuğunu varsayarak hidrolik enerji
kaynaklarımızı yenilenebilir olarak saymaz isek, Türkiye'nin
gelecek 10-20 yıl içinde, ekonomimize en ciddi katkılı güneş
enerjisi kaynağının rüzgâr türbinleri olacağı anlaşılmaktadır.
Türkiye'nin biyokütle enerji potansiyeli, bugün jeotermal
gibi ancak bazı coğrafi bölgelere kısıtlı ve yüksek yatırım
gerektiren yenilenebilir enerji kaynaklarına kıyasla daha
verimlidir. Gelişmiş ülkeler arasında Avusturya, biyokütleden
metan gazı ile elektrik üreten başarılı bir ülkedir. Orman
atıkları, kontrollü ve çevreye zarar vermeden ülkenin elektrik
gereksinimine katkı yaparak petrol ve doğalgaz ithalat oranını
azaltabilmektedir. Ülkemizde, özellikle ziraat fakültelerinde
biyokütle teknoloji araştırmaları üzerinde uzun yıllardır
çalışılmış ancak verimli bir metan gazı üretim teknolojisine
ulaşılamamıştır. Güneş Enerjisi Enstitüsü'nde son 5 yıl içinde
yurtdışı iletişimleri ile geliştirilen proje çalışmalarında,
yüksek verimli pilot reaktör tasarımları başarılmış ve bugün
Ege Bölgesi'nde 12 kırsal çiftlik/kooperatif yörelerinde mega
boyutlarda metan gazı üretim tesisleri kurulmaya
başlanılmıştır. Bu teknolojinin yaygınlaşması en azından
ülkemizin petrol ve doğalgaz ithalat oranlarını azaltabilecektir.
Bu gerçekler ışığında yenilenebilir enerji kaynaklarının,
dünyadaki enerji kavgalarına/savaşlarına son verebilme
umudunun, bilim ve teknoloji alanlarındaki
gelişmelere/yaygınlaştırılabilmesine bağlı olduğu
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda ülkemizde, ileri ve uluslararası
düzeydeki bilim insanlarına, bilim-teknoloji merkezlerine
desteklerin, -her türlü önyargı ve politik kavramların dışında
tutulmasının- ivmelenerek artacağına inanmak istiyoruz.
Kaynaklar
1.T. Moore, PL; Observations of climate change, 16th
International conference onphotochemical conversion
and storage of Sol. Energy, Uppsala, Sweden, 2-7 July,
2006.
2.D. C. Nocera, PL; Powering the planet: the challenge for
science, chemistry and photochemistry in the 21st
c e n t u r y, 1 6 t h I n t e r n a t i o n a l c o n f e r e n c e o n
photochemicalconversion
and storage of Sol.
Energy, Uppsala, Sweden, 2-7 July, 2006.
3.S. Icli, O. Kara, K. Ulgen, “Sun in Action II A Solar
Thermal Strategy in Europe Turkey”, ESTIF, European
Solar Thermal Industry Federation, Brussels, Belgium,
pages; 77-79 and 313-332, April 2003.
4.Graetzel, M. (2001) Nature 414, 338-344.
5.Green, M.A. (2005) Prog. Photovolt. Res. Appl. 13, 447455.
6.VI. Çerçeve Avrupa Topluluğu Projesi, FP6-2005Energy-4, Coordination Action for Stable Organic PV
and Modules, I. Workshop OrgaPVNet Project, Prague,
21-22 May 2007.
Antik Kent Kutsal Hierapolis
Kastabala İçin Mücadele Ediliyor
Yürüttüğü kazılarla Karatepe-Aslantaş ile
bütünleşen, bir ömür vererek Türkiye'nin ilk açık hava
müzesini kuran TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Halet
Çambel, içinde Kastabala Kutsal Kenti, Kuş Cenneti ve
kalelerin bulunduğu Kastabala Vadisi'ni kurtarmak için
mücadele ediyor.
Osmaniye il merkezinin 12 kilometre kuzeyinde
Aslantaş barajı ve Karatepe Aslantaş Açık Hava
Müzesi'ne giden yol üzerinde yer alan Antik Hierapolis
Kastabala Kutsal Şehri sınırları içinde Osmaniye Entegre
Çimento Fabrikası kurulmak isteniyor.
Prof. Dr. Halet Çambel bu bölgede yapılacak kazı
çalışmaları sonunda “Çukurova’nın Efes'i” olabilecek
bölgenin turizm potansiyeline dikkat çekiyor:
“Osmaniye yakınındaki tüm şehirler antik kalıntılar
üzerinde kurulduğundan, buralardaki eserler ya şehir
merkezindeki yapılaşma nedeniyle gezilemeyecek
durumda ya da tahrip olmuşlar. Osmaniye ili, Hierapolis
Kastabala'ya sahip olduğu için çok şanslı. Ayrıca bu
güzergâh üzerinde birbirine çok kısa mesafelerde zaten
turizm potansiyeline sahip olan Babaoğlan, Hemite ve
Karatepe-Aslantaş Açık Hava Müzesi'nin bulunması da
büyük bir şanstır. Bölge tümü ele alınıp bir gezi
güzergâhı oluşturulabilir, Kadirli Su Sporları tesisleri
eklenerek dünyada benzeri olmayan güzellikte kültürdoğa-spor turizmi merkezi yapılabilir. Kastabala Antik
Kenti'nde arkeolojik kazı, restorasyon ve düzenleme
yapılarak alanın, arkeopark haline getirilmesi gerekir.
Amacımız çimento fabrikasının yapılmaması değil,
başka uygun bir yere yapılmasıdır.”
Antik Hierapolis Kastabala Kutsal Şehri'nin Önemi
Ceyhan nehrinin kuzeyinde Kesmeburun ile
Bahçeköy arasındaki küçük ovaya hakim olan bir kaya
çıkıntısı üzerinde 13. yüzyıldan kalma “Bodrum Kalesi”
Sayfa
35
TÜBA’dan Haberler
adını taşıyan bir Ortaçağ kalesi yükseliyor. Bodrum
Kalesi'nin, daha sonra antik kaynaklarda Ceyhan nehrinin
yanındaki şehir olarak geçen Kutsal Kastabala içinde
kurulduğu biliniyor. Bu şehir, büyük bir alanı kaplıyor ve
yapılan arazi çalışmaları sonucunda, bahsedilen bu
yayılım alanı içinde halen ayakta kalmış anıtsal mimari
kalıntıların yanısıra çok miktarda tarihi kalıntılara
rastlanıyor.
Kastabala hakkındaki en eski bilgi, M.Ö.5-4 yüzyıla
ait Arami yazıtlı bir sınır taşında bulunmuş. Yazıtta
'Pirvaşua' adını taşıyan Anadolu ana tanrıçasının
arazisinden söz ediliyor. Kastabala'nın şehir olarak adına,
Helenistik dönem krallarından 4. Antiochos Epiphanes'in
hakimiyet döneminde (M.Ö. 175-164) basılan sikkelerde
rastlanıyor. Roma İmparatorluğundan Traianus,
Hadrianus ve Caracalla, Kastabala'yı ziyaret etmiş ve bu
ziyaretleri sırasında kent halkı tarafından heykelleri
yapılarak onurlandırılmışlar.
Bölgede Roma dönemine ait birçok yazıt ve sikke
bulunmuş. Ayrıca M.S. 200 yılları civarında inşa edilmiş
olan 300 metre uzunluğunda sütunlu bahçe
bulunmaktadır. Bu cadde, kalenin oturduğu kayalığın
yanından geçip asıl yerleşme
bölgesini oluşturan
arkadaki vadiye iner. Vadiden çıkıldığında varılan terasta
çok sayıda yazıtlı heykel kaidesi bulunmuştur. Yamaçta
Roma devrinden ve iyi durumda kalmış olan 5000 kişilik
tiyatro, stadyum ve tiyatronun karşısında bir hamam
kalıntıları görülmektedir. Ayrıca kiliseler, kaya
mezarları, su kemerleri bulunmaktadır. Çok eski dinsel
bir merkez olduğu anlaşılan Kastabala'nın tanrıçası
Perasia'nın ülkesinin çok geniş olduğu tahmin
edilmektedir.
Roma hakimiyeti bölgeye ekonomik ve kültürel
yönden refah getirmiş. Kent, Sasani Kralı Şapur
tarafından M.S. 260 tarihinde ele geçirilip yağmalanmış
Sayfa
36
ve bu yıkımdan sonra toparlanamamış, terk edilmiş.
Fabrikanın, tarihi ve arkeolojik Kastabala örenyerine
dahil olan Kesmeburun Tepesine oturtulmasının,
örenyeri üzerinde yollar yapılmasının yasalara aykırı
olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Halet Çambel ve arkeologrestoratör Murat Akman'ın bugüne dek, konuyla ilgili
kendilerinin ve konuya duyarlı sivil toplum örgütlerinin
yaptığı başvuruları şöyle sıralıyorlar:
“Osmaniye Valiliği, Osmaniye Baro Başkanlığı,
Osmaniye İl Kültür Müdürlüğü, Adana Kültür
Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel
Müdürlüğü ile Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'a sorunun
önemini bütün detaylarıyla anlatan raporlar iletildi.
Adana Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu
Müdürlüğü'ne sivil toplum örgütleri ve odalar tarafından
dilekçe verildi. Osmaniye'de bir imza kampanyası
başlatıldı. Proje alanında ve yakın çevresinde arkeolojik
miras bulunmadığını yazan ÇED raporunun iptali için
Adana İl İdare Mahkemesi'nde davalar açıldı.
TBMM'inde Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'na,
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'a yönelik soru
önergeleri verildi ayrıca konunun medyada ele alınması
sağlandı. İmza kampanyaları açıldı.”
Tüm bu çabalara rağmen yetkililerden çimento
fabrikasının başka bir yerde kurulacağı sözünü alamayan
Prof. Halet Çambel ve arkeolog Murat Akman, konuya
duyarlı herkesi kültürel mirası korumaya çağırdı.
Çağrıya, sivil toplum örgütlerinin yanısıra bazı yazarlar
ve sanatçılar imza kampanyasına katılarak destek verdi.
Türkiye Bilimler Akademisi de, haklı bulduğu bu
çabasında Prof. Dr. Halet Çambel'e destek veriyor.
TÜBA, Başbakanlık, Kültür Bakanlığı ve Çevre
Bakanlığı'na konuyu bölgenin kültürel zenginlikleri
içeren raporla birlikte, çimento fabrikasının uygun
olabilecek başka bir yerde kurulması önerisinin yer aldığı
birer yazı gönderdi.
Enerji
Türkiye'nin Sürdürülebilir Enerji
Gelişimi1
Doç. Dr. Volkan Ş. EDİGER
Cumhurbaşkanlığı Enerji Danışmanı2
[email protected]
1. Giriş ve Tanımlama
Yaşam kalitesinin sadece ekonomik gelire bağlı
olmadığı, aynı zamanda bir dizi fiziksel ve sosyal şartların da
etkili olduğu bilinmesine rağmen, ülkelerin ekonomik
kalkınması, geleneksel olarak kişi başına düşen gayrisafi
yurtiçi hâsıla (GSYH) ile ölçülmektedir. İnsani gelişmenin
sadece kişi başına düşen GSYH ile ölçülmesi, kalkınmanın
asıl amacının insanlara daha iyi yaşam koşulları sağlanması
olduğu gerçeğini, yani konunun sosyal boyutunu büyük
oranda göz ardı etmektedir. Bunun için, Human
Development Report 1990, “bir ülkenin, insani kalkınmanın
temel konularında gösterdiği ortalama başarısının”
ölçülmesi amacıyla İnsani Gelişme Endeksi'ni (HDI: Human
Development Index) geliştirmiştir (UNDP, 1990).
Başlangıçta sadece gelir, eğitim ve sağlıkla ilgili
parametrelerden oluşan HDI, hesaplamalarda kaynak
tüketimi ve çevresel bozulma da dikkate alınarak zamanla
modifiye edilmiştir (Desai, 1994; Neumayer, 2001). Son
olarak, Ediger ve Tatlıdil (2006), kişi başına düşen birincil
enerji tüketimi, kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimi,
birim enerji tüketimi için üretilen GSYH (enerji yoğunluğu)
ve kişi başına düşen CO2 salımı gibi dört göstergeyi
kullanarak HDI'ye enerji ve çevre boyutunu katmayı
denemiştir.
Bütün bu gayretlerin temel nedeni, enerjinin,
sürdürülebilir kalkınmanın önemli bir girdisi olmasından
kaynaklanmaktadır. Beslenme, su, barınma, sağlık, eğitim ve
istihdam gibi insanların temel ihtiyaçlarından biri
olmamasına rağmen, enerji, sürdürülebilir kalkınmanın
ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarının merkezinde
bulunmaktadır. Ayres ve diğ. (1996) gibi uzmanlar, belirli bir
miktar enerji ve materyalin mal üretimi ve hizmet
sektörlerinde tüketilmesi nedeniyle, ekonomik kalkınmanın
1
Bu çalışma, 1718 Kasım 2008 tarihlerinde Pekin'de düzenlenen, “AASA
Beijing Workshop on Sustainable Energy Development in Asia 2008”
başlıklı toplantıda yazarın TÜBA'yı temsilen yaptığı konuşma esas alınarak
hazırlanmıştır. Bkz. Ediger, V. Ş., 2008, “National Energy Report of Turkey:
Energy Situation, Challenges, and Policies for Sustainable Development”,
AASA Beijing Workshop on Sustainable Energy Development in Asia 2008,
November 17-18 in Beijing, China, InterAcademy Council, p. 77-93.
2
1998'de kurulduğundan beri Cumhurbaşkanlığı Enerji Danışmanlığı
görevini yürüten yazar, 1987'den bu yana ODTÜ'de petrol jeolojisi ve enerji
ekonomisi dallarında dersler vermekte, tez yöneticilikleri yapmaktadır.
s ü r d ü r ü l e b i l i r o l m a d ı ğ ı n ı a ç ı k ç a g ö s t e r m i ş t i r.
“Sürdürülebilir Kalkınma” (Sustainable Development)
kavramı ilk kez, Norveç Başbakanı Bayan Gro Harlem
Bruntland başkanlığındaki Dünya Çevre ve Kalkınma
Komisyonu'nun (WCED: World Commission on
Environment and Development) 1983'te üzerinde çalışmaya
başladığı raporla gündeme gelmiştir. Birleşmiş Milletler
tarafından dünyanın üçüncü bağımsız komisyonu olarak
kurulan WCED tarafından 1987'de tamamlanan ve Bayan
Bruntland'a atfen Bruntland Raporu adı verilen bu rapor,
Birleşmiş Milletler'in 4 Ağustos'ta toplanan 42. birleşiminde
kabul edilmiştir (Barnaby, 1987). Daha sonra Our Commun
Future başlığıyla yayımlanan raporun 27. maddesinde,
sürdürülebilir kalkınma, “Humanity has the ability to make
development sustainable to ensure that it meets the needs of
the present without compromising the ability of future
generations to meet their own needs” olarak tarif edilmiştir
(Bruntland, 1987, s. 24). Dolayısıyla, sürdürülebilir
kalkınma, “Günümüzün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin
kendi ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar vermeden
karşılayacak şekilde kalkınmak” şeklinde tanımlanabilir.
“Sürdürülebilir Enerji” (Sustainable Energy) ise,
“Günümüzün enerji ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin kendi
ihtiyaçlarını karşılama kabiliyetlerine zarar vermeden
karşılanması”dır. Esas olarak, sürdürülebilir kaynaklardan
olan yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ile
enerjinin daha etkin kullanılması gibi iki ana öğeden oluşan
enerjinin sürdürülebilirliği Schweizer-Ries'in (2008, s.
4126) “'the' issue in our society” betimlemesinde
vurgulandığı gibi günümüzde artık “toplumumuzun en
önemli konusu” haline gelmiştir.
Öte yandan, enerji arzının sürdürülebilirliğinin
artırılmasının daha sürdürülebilir bir geleceğe yol açacağı
genellikle kabul edilmiş olsa da, sürdürülebilir enerjiye
giden yolun sürdürülebilir enerji gelişiminden mi yoksa
teknolojik gelişmeden mi geçtiği konusu belirsizliğini
korumaya devam etmektedir (Walter 2002; Voorspools,
2004). Fakat gelişmiş ülkelerin birçoğu kaynak sıkıntısı ve
çevresel bozulma sorunu yaşadığından, ikinci seçenek
günümüzde daha fazla tercih edilir görünmektedir. Birçok
ülkede kullanılmakta olan temel enerji kaynağı, ithal edilmiş
fosil yakıtlardan oluşmaktadır ve bu tür yakıtlara gereksinim
özellikle son birkaç on yıldır büyük oranlarda artmaktadır
(Ediger ve diğ., 2006). Buna rağmen dünyadaki çok az ülke,
fosil yakıt konusunda kendi kendine yeterlidir, yani bu
ülkelerin yurtiçi fosil yakıt üretimleri fosil yakıt
tüketimlerine eşittir ya da ondan daha büyüktür. Üstelik
ülkelerin birçoğunun toplam enerji talebindeki yerli enerji
arz oranı sürekli olarak azaldığından, kamu bütçesinden
enerji ithalatına ayrılan pay her geçen gün artmakta, enerji
fiyatlarında özellikle son yıllarda görülen hızlı artışlar
Sayfa
15
Enerji
yüzünden, ülkelerin bütçe dengelerinde ciddi sıkıntılar
yaşanmaktadır.
Bu durum, özellikle kalkınmakta olan ülkelerin
sürdürülebilir kalkınmalarını olumsuz yönde etkilemektedir.
Dolayısıyla, uygun enerji politikalarının formüle edilerek
uygulamaya konulması, özellikle Türkiye gibi enerjide
büyük oranda ithalata bağımlı ülkelerin kalkınmalarının
sürdürülebilirliği için hayati öneme sahiptir. Bu çalışmanın
amacı da, Türkiye'nin enerji durumu ışığında, gelişmekte
olan ülkelerin sürdürülebilir enerji gelişmelerini tartışmaktır.
Esas olarak altı bölümden oluşan makalenin ikinci
bölümünde Türkiye'nin Avrupa ve küresel enerji
sahnesindeki stratejik değeri tartışılacaktır. Üçüncü,
dördüncü ve beşinci bölümlerde de sırasıyla Türkiye'nin
enerji durumu ve temel sorunları, enerji yoğunluğu ve enerji
etkinliği ile yeşil enerji stratejileri konu edilmiştir. Son
bölüm ise sürdürülebilir enerji gelişimi konusundaki sonuç
ve önerileri kapsamaktadır.
2. Türkiye'nin Küresel Enerji Sahnesindeki Stratejik
Değeri
Türkiye, Anadolu vasıtasıyla Batı Asya ile Trakya
vasıtasıyla Güneydoğu Avrupa arasında uzanan kıtalararası
ender bir coğrafi konuma sahiptir. Bu coğrafyadaki güçlü
tarihi, kültürel ve ekonomik etkisiyle Türkiye, Avrupa,
Rusya, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika arasındaki
bölgenin enerji sahnesinde çok boyutlu bir değere ve öneme
sahiptir.
Bunlardan birincisi, enerji üreticisi ve tüketicisi ülkeler
arasında petrol ve gaz geçiş ülkesi olarak, güvenli bir transit
yolu oluşturmasıdır. Ülkeyi transit geçen ya da ülkede
sonlanan çok sayıdaki boru hatları, Türkiye'nin “jeo-enerji
alanı”nın önemini halihazırda kanıtlamış durumdadır. Son
on yılların en büyük enerji altyapı projelerinden biri olan
Bakü-Tiflis-Ceyhan, Kerkük-Ceyhan'dan sonra ülkenin
ikinci harici petrol boru hattı olarak Mayıs 2006'da devreye
girmiştir. Rusya-Türkiye (Batı Hattı), Novorossik-Samsun
(Mavi Akım), Bakü-Tiflis-Erzurum (Şah Deniz) ve TürkiyeYunanistan (Avrupa Hattı) ise doğu-batı ya da kuzey-güney
istikametinde uzanan doğalgaz boru hatlarıdır. SamsunCeyhan Petrol Boru Hattı, Türkiye-Avusturya (Nabucco)
Doğal Gaz Boru Hattı ve Trans-Hazar ve Irak-Türkiye Doğal
Gaz Boru Hattı da halen planlama ya da inşa aşamasındadır.
İkincisi, Türkiye'nin son yıllarda enerji tüketim
kapasitesini dünyada en çok artıran kalkınmakta olan ülkeler
arasında yer almasıdır (Ediger, 2003). Bu nedenle, sık sık
dünya enerji sektöründeki önemli yükselen piyasalar
(emerging market) arasında anılmaktadır. Dolayısıyla,
Türkiye'nin önemi sadece onun stratejik coğrafi
konumundan değil, aynı zamanda son çeyrek yüzyıldır
Sayfa
16
uygulanan reformlardan ötürü yüksek seyreden ekonomik
kalkınma performansına da bağlıdır. OECD (Organization
for Economic Co-operation and Development) ve G-20'nin
(Group of Twenty) kurucu üyeleri arasında bulunan Türkiye,
aynı zamanda, WTO (World Trade Organization), European
Union Customs Union, ECO (Economic Cooperation
Organization), BSEC (Organization of the Black Sea
Economic Cooperation) ve D8 (Developing Eight) gibi
uluslararası ticaret kuruluşların da üyeleri arasındadır.
Günümüzde Türkiye, ortalama %6,6'lık GSYH artış
hızıyla, dünyanın 17. büyük ekonomisine sahiptir; Ülkenin
geliri 2005'te %8,4, 2006'da %6,9, 2007'de de %4,5 oranında
artmıştır. Kişi başına düşen GSYH'sı satın alma gücü paritesi
(PPP) olarak 13,000 ABD doları civarında olan Türkiye,
farklı kaynaklara göre dünyada 4863. sıradadır. Kalkınma
hızının sürekli olarak yüksek seyretmesi ile büyük çaplı
özelleştirme ve ekonomideki yapısal değişiklikler sayesinde,
Türkiye ciddi miktarda doğrudan yabancı yatırımı (FDI)
ülkeye çekmeye başarmıştır. Birleşmiş Milletler tarafından
hazırlanan World Investment Report 2008'e göre, FDI girişi
açısından 2007 yılında bölgede lider konumunda bulunan
Suudi Arabistan'ı 22 milyar ABD Doları ile Türkiye
izlemektedir. Raporda, Türkiye'nin, artan enflasyon ve
büyümesindeki durgunluğa rağmen 2006 yılına göre
%10'luk bir artış göstermesi önemli bir başarı olarak
değerlendirilmektedir (UN, 2008, s. 54).
Son olarak, Türkiye yakın bir gelecekte AB üyesi olması
beklenen aday ülkelerden biridir ve adaylık için yapılan
hazırlıkların Türk ekonomisini daha da iyileştirmesi
beklenmektedir (Lise ve van Montfort, 2007). Türkiye'nin
enerji sektöründeki yatırım ortamının iyileştirilmesi, enerji
güvenliği ve jeopolitik nedenlerden ötürü doğalgaz
güzergâhlarını acilen çeşitlendirmek zorunda olan AB için de
çok önemlidir.
Avrupa'ya yapılacak enerji ihracatında ana transit ülke
olması açısından Türkiye'nin önemi, birçok Avrupalı uzman
tarafından ayrıntılarıyla incelemiştir. Bu konuda, “EES:
European Economic Space” (van der Linde, 2004), “CEES:
Common European Economic Space” (Correlje´ ve van der
Linde, 2006) ve “Pan-European Geo-Energy Space” (MañéEstrada, 2006) gibi yeni jeopolitik kavramlar geliştiren
uzmanların hepsi de, “Türkiye'nin, Rusya, Hazar Bölgesi ve
Basra Körfezi'nden yapılacak gaz ihracı için önemli bir
transit ülke konumunda bulunmasının AB açısından stratejik
bir öneme sahip olduğu” konusunda birleşmektedirler.
Avrupalı uzmanlar, aynı zamanda, Türkiye'nin AB'ye
girmesi tartışmalarında siyasi ve stratejik mütalaaların
önemli bir rol oynaması gerektiği gerekçesiyle Türkiye'nin
vakit geçirilmeden AB'ye alınmasını önermektedirler.
Söz konusu uzmanlardan Aurèlia Mañé-Estrada (2006, s.
3785), Pan-Avrupa Jeo-Enerji Alanı (Pan-European Geo-
Enerji
Energy Space) adını verdiği alanı, “Üretici ülkeler, şirketler
ve tüketici hükümetler gibi farklı oyuncular arasında bir dizi
enerji ilişkisinin ortaya çıkacağı ve sınırları bugünkü Avrupa
Birliği'nden daha geniş olarak günümüzdeki Avro-Akdeniz
ve Avro-Asya bölgelerini kapsayan bir coğrafya” olarak
tariflemektedir. Mañé-Estrada'ya göre, Pan-Avrupa JeoEnerji Alanı'nın ortaya çıkması, Avrupa'ya, “uluslararası
enerji sektöründe daha iyi ilişkiler kurabilmesine ve daha üst
düzeydeki çok taraflılığı gerçekleştirebilmesine katkıda
bulunacak bir araç” sağlayacaktır. Ona göre, coğrafik olarak
Pan-Avrupa etki alanının tam kalbinde bulunan Türkiye,
“bölgesindeki enerji endüstrisinin stratejik anahtarı” olması
nedeniyle “önemli bir hidrokarbon tedarikçisidir” ve
“bölgede faaliyette bulunan enerji oyuncuları arasında
kurulması gereken ilişkilerdeki dengeleyicilik görevini
üstlenmesi Türkiye'nin kaderidir” (s. 3783).
3) Türkiye'nin Enerji Durumu ve Temel Sorunları
Türk enerji sisteminin en önemli üç sorunu, ithal enerji
kaynaklarına bağımlı olması, enerji tüketiminin fosil yakıt
ağırlıklı olması ve diğer ülkelerle kıyaslandığında daha
düşük enerji verimliliğine sahip olmasıdır (Ediger, 2001,
2004; Çamdalı ve Ediger, 2007). Ülkenin gelecekteki
başarısının, bu sorunların çözümü doğrultusunda sağlıklı
enerji politikaları geliştirerek uygulamaya konulmasına
bağlı olduğu aşikârdır.
Türkiye, Ediger (2003) tarafından yapılan sınıflamaya
göre, dünyadaki payı %0,61,2 arasında değişen Orta-sınıf
(Medium-class) enerji tüketicileri arasındadır. Ülkenin
2006'daki birincil enerji tüketimi 100 mtep (milyon toneşdeğeri-petrol) civarında olup, bunun 26,7 mtep'i yerli
kaynaklardan, 73,8 mtep'i de net-ithalatla karşılanmıştır.
Türkiye'nin günümüzdeki enerji karışımının %32,6'sı petrol,
%28,9'u doğalgaz, %28,0'i kömür, %6,7'si yenilenebilir
(%5,2'si geleneksel yenilenebilir, %1,5'i modern
yenilenebilir), %3,9'u da hidroelektrikten oluşmaktadır.
Türkiye enerji tüketiminin 1950-2006 arasındaki tarihsel
gelişimine bakıldığında, toplam içindeki payı itibariyle
petrolün önce 1950'deki %7,6'dan 1977'de %55,7'ye
yükseldiğini, daha sonra 1977 zirvesinden sürekli azalarak
günümüzdeki %32,6 değerine ulaştığı görülmektedir (Şekil
1). Odun ve hayvan/bitki artıkları gibi geleneksel
yenilenebilir kaynaklar 1950'deki %63,6'dan 2006'daki
%5,2'ye dereceli olarak azalmıştır. Kömür 1967 ile 1984
arasındaki %19,8'e kadar düşüşü hariç %30 civarında gidip
gelmektedir. Doğalgaz 1976'dan itibaren düzenli olarak
artmakta olup kömür eğrisini 2005'te %27 civarında
kesmiştir. Diğer yandan, hidro genellikle %34 arasında,
modern yenilenebilirler ise %12 arasında seyretmektedir. Bu
durum, yaklaşık son 20 yıldır, Türk enerji sisteminde, petrol
ve geleneksel yenilenebilirlerin, bağımlığın giderek artması
pahasına doğalgaz tarafından ikame edildiğini açıkça
göstermektedir.
Türk enerji sisteminin en önemli özelliklerinden biri,
ülkenin ekonomideki yüksek performansına bağlı olarak
enerji talebindeki artışın yüksek olmasıdır. 1950-2006
arasındaki birincil enerji tüketimindeki artış hızı, asgari %6,3 (2001) ile azami %11,59 (1972) arasında ortalama
%4,9'luk bir oranla değişmiştir.
Şekil 1. Türkiye'nin enerji kaynaklarının toplam içindeki
paylarının 1950-2006 arasındaki tarihsel gelişimi.
Bu oran, %-6,3 (2001), %-5,7 (1979), %-1,9 (1994) ve
%-0,6 (1999) oranlarıyla sadece dört kez negatif olmuştur.
1970-2006 dönemindeki elektrik enerjisi talebi artış hızları
ise çok daha yüksek olup, asgari %-1,8 (2001) ile azami
%18,4 (1976) arasında, %8,8'lik bir ortalamayla değişmiştir.
Türkiye'nin elektrik talebi ortalama olarak, 1990'larda %8,19
(dünyada 8. sırada), 2000'lerde ise %7,35 (dünyada 11.
sırada) oranında artmıştır. Bu oranlar dünya ortalamasından
23 kat daha büyüktür.
Fakat enerjideki yüksek talep artışlarına rağmen, aynı
dönemdeki birincil enerji üretim artışları sadece %2,7 olarak
gerçekleşmiştir. Bu durum enerjide dışa bağımlılığı ülkenin
sürdürülebilir kalkınmasını tehlikeye sokacak şekilde
ekonominin en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir.
Türkiye'nin yerli kaynaklardan gerçekleştirdiği birincil
enerji kaynak üretimi, günümüzde tüketiminin sadece
%27'sini karşılamaktadır. Yerli üretimin tüketimi karşılama
oranı doğalgazda %3, petrolde %7, taşkömüründe ise
%9'dur. Fosil yakıt ithalatına ödenen meblağ 2007'de 33,8
milyar dolar olarak gerçekleşmiş olup, bu rakamın 2008'de
47 milyar dolara çıkması beklenmektedir. Enerji
ithalatındaki en büyük pay petrol (37,3 mtep), doğalgaz
(27,9 mtep) ve taşkömürüne (13,2 mtep) ait olup ayrıca 1,8
mtep kok, petrokok ve briket gibi ikincil kömür ürünleri de
ithal edilmiştir.
Sayfa
17
Enerji
Çamdalı ve Ediger (2007), yerli petrol, linyit ve
taşkömürü üretiminin artırılması ve ithalatın azaltılmasıyla,
enerji ithalat faturasında 1,633 milyar dolarlık bir indirim
sağlanabileceğini göstermiştir. Fakat 8-10 milyar tonla
ülkenin en büyük enerji kaynağı olan linyitin yaygın olarak
kullanılabilmesinin önünde bazı jeolojik ve jeokimyasal
engeller bulunmaktadır. Linyitlerin ısıl değerleri düşüktür ve
yüksek oranda kül, nem ve kükürt içermektedir. Buna
rağmen halihazırda çıkarılan linyitlerin %80'i, 13 adet büyük
termik santralde kullanılmakta ve akışkan yatak
teknolojisinin yaygınlaşmasıyla bu oranın artması
beklenmektedir (Say, 2006).
Dolayısıyla, fosil yakıtlara aşırı bağımlılık Türk enerji
sisteminin önündeki en büyük sorunların başında
gelmektedir. Fosil yakıtların payı, dünya üretim/tüketiminde
%86,2 iken Türkiye üretiminde %82,7, tüketiminde ise
%89,5'tir. 1950-2006 arasında fosil yakıtların enerji tüketimi
içindeki payı %36,4'ten %89,6'ya, üretim içindeki payı da
%31,5'ten %60,5'e yükselmiştir. 1950'de fosil yakıt
tüketiminin %80,5'i yerli kaynaklardan sağlanırken bu oran
2006'da kaynak yetersizliği yüzünden sadece %18,1 olarak
gerçekleşmiştir. 2006'da, 89,417 mtep olan fosil yakıt
tüketiminin sadece 16,211 mtep'i yerli kaynaklardan
sağlanmış gerisi ithal edilmiştir.
Fosil yakıtların elektrik üretimindeki payı ise %75'tir.
Elektrik üretiminde kullanılan yakıtların başında doğalgaz
gelmektedir ki, kurulu gücün %35,3'ü, elektrik üretiminin de
%45,7'si bu kaynaktan elde edilmektedir. Halen 40.565 MW
olan kurulu gücün 14.331 MW'ı doğalgaz, 13.086 MW'ı
hidroelektrik, 8.666 MW'ı linyit, 2.397 MW'ı petrol, 1.986
MW'ı taşkömürü iken, yenilenebilir kaynaklardan rüzgâr
sadece 59 MW, odun ise 41 MW gücündedir. Elektrik
üretiminde ise, 176.300 GWs'lik toplamın 80.691 GWs'i
doğalgaz, 44.338 GWs'i hidroelektrik, 32.433 GWs'i linyit,
14.217 GWs'i taşkömürü, 4.340 GWs'i petrol, 154 GWs'i
odun, 127 GWs'i de rüzgâr kökenlidir.
Türk enerji sisteminin üçüncü önemli sorunu da enerji
etkinliğinin geleneksel olarak düşük değerlere sahip
olmasıdır. Türkiye'nin birincil enerji tüketimi 99.840 mtep
iken nihai enerji tüketiminin 77.639 mtep olması, birincil
enerji arzının %22,2'sinin ikincil enerji elde etmek amacıyla
enerji ve çevrim sektöründe kullanıldığını göstermektedir.
İkincil enerjide en büyük paya sahip elektriğin nihai enerji
içindeki payı %15,7 (12.231 mtep) olarak
gerçekleşmektedir. İkincil enerji çevrim sektöründeki düşük
verimliliğe ilaveten, enerjinin iletim, dağıtım ve tüketim alt
sektörlerindeki verimlik de oldukça düşüktür. Örneğin
dağıtım sistemindeki elektrik kaybı %15'e ulaşmaktadır
(Hepbaşlı, 2005).
Sayfa
18
4) Enerji Yoğunluğu, Enerji Verimliliği ve Enerji
Etkinliği3
İthal fosil yakıta aşırı bağımlılığı azaltmanın en iyi
yöntemi, fosil yakıt tüketimini ülkenin ekonomik ve sosyal
kalkınmasına zarar vermeden azaltmaktır. Bu da ancak birim
GSYH elde edebilmek için tüketilen enerji miktarı olarak
ölçülen enerji yoğunluğunu azaltmakla mümkün
olabilmektedir. Fakat ülkelerin enerji yoğunluklarının
zaman içindeki değişimi lineer olmayıp, ters-U şeklindedir.
Yani tipik olarak sanayileşme döneminde artmakta, arada bir
pik yaptıktan sonra da azalmaktadır. Dolayısıyla, enerji
yoğunlukları günümüzde artış trendi içinde bulunan
ülkelerin ne zaman pik yaparak düşüş trendine girecekleri
sorusunun cevabı, bu ülkelerin ekonomileri için hayati bir
öneme sahip olmaktadır.
Türkiye'nin enerji yoğunluğunun OECD ortalamasından
iki katı kadar fazla olması, kalkınmış ülkelere kıyasla
ekonomideki enerji kullanımının verimsiz olduğunu
göstermektedir. Ediger ve Huvaz (2006)'ya göre, özellikle
1982 sonrasındaki hızlı şehirleşmeye bağlı olarak
ekonomide görülen tarım ağırlıklıdan sanayi ağırlıklıya
doğru geçişin neticesinde enerji yoğunluğunda da iyileşme
görülmüştür. Lise (2006) ise, 1980-2003 arasında özellikle
hizmetler sektöründe enerji yoğunluğunun düştüğünü öne
sürmektedir. Fakat Türkiye'nin genel olarak artış trendinde
bulunan enerji yoğunluğu, ülkenin hâlâ endüstrileşme
sürecini geçirmekte olduğunu göstermektedir.
Konuyla ilgili son çalışmalar, enerji yoğunluğunun,
enerji üretim ve tüketimindeki etkinliğin artırılması ya da
enerji-yoğun endüstriden uzaklaşılması ile azaltılabileceğini
göstermektedir. Teknolojik gelişmeler, kişi başına düşen
gelirlerdeki artışlar ile yüksek enerji fiyatları da enerji
etkinliğindeki iyileşmeler yoluyla enerji yoğunluğunun
azaltılmasında önemli rol oynamaktadır. Bu gerçekler, kişi
3
Enerjinin daha verimli ve daha etkin kullanılmasıyla ilgili enerji
parametlerinin tanımları konusunda ülkemizde yaşanan karmaşa hâlâ
devam etmektedir. “Enerji Verimliliği” ya da “Enerji Üretkenliği”,
İngilizce'deki “Energy Productivity”nin karşılığı olup, enerji sistemleri için
kullanılan bir girdi-çıktı (input-output) parametresidir, yani “bir birim enerji
girdisi karşılığında üretilen mal ve hizmet çıktısının nicel ve niteliğinin
ölçümüyle” ilgilidir. Bu kapsamda Enerji Verimliliği kavramının uygulama
alanları, teknolojik anlamda enerji çevrim makinalarına giren ve çıkan
enerjinin oranından ekonomik anlamda ülkelerin bir birim enerji tüketimi
karşılığında üretikleri GSYH miktarına kadar uzanan, birbirinden oldukça
farklı bir dizi alanı kapsamaktadır. Bu son kapsamda Enerji Verimliliği
(P=1/I), birim GSYH elde edebilmek için tüketilen toplam enerji miktarı
olarak ölçülen ve İngilizce'de Energy Intensity olarak bilinen Enerji
Yoğunluğu'nun (I=1/P) tam tersidir. Dolayısıyla Enerji Verimliliği'nin
iyileştirilmesi, aynı nicel ve nitel özellikteki mal ve hizmet elde edebilmek
için kullanılan enerji miktarının azaltılması ya da aynı miktar enerjiyle nicel
ve nitel yönü daha üstün olan mal ve hizmet elde edilmesiyle mümkün
olabilmektedir. “Enerji Etkinliği” ise “Energy Efficiency”nin karşılığı olup,
“aynı düzeyde enerji servisi sağlayabilmek için daha az enerji kullanımı”,
yani enerjinin daha etkili ve etkin kullanılması anlamına gelmektedir. Enerji
etkinliği daha geniş bir kavram olup, Enerji Verimliliğini de içine
almaktadır.
Enerji
başına düşen enerji tüketimi dünya ortalamasının altında
olan Türkiye için de geçerlidir. The World Factbook of
CIA'ya göre, 2005 yılında Türkiye'nin elektrik tüketimi,
dünyada 22. sıradadır ama kişi başına düşen elektrik tüketimi
sadece 1.762 kWs/yıl olup, 2.603 kWs/yıl olan dünya
ortalamasından 1-2 kat, 6.138 kWs olan AB ortalamasından
3-4 kat, 12.796 kWs/yıl olan ABD ortalamasından da 7-8 kat
daha düşüktür. Dolayısıyla, Türkiye'nin enerji
yoğunluğunun azaltılması, ancak GSYH'nın enerji
tüketiminden daha hızlı büyümesiyle mümkün olabilecektir.
Diğer yandan, Türkiye'deki enerji tüketimi ile GSYH
arasındaki ilgi (co-integration) ve nedenselliği (causality)
inceleyen ilk çalışmalar birbirinden farklı neticeler vermiştir.
Fakat Lise ve van Montfort (2007)'nin çalışmaları, enerji
tüketiminin GSYH ile ilişkili olduğunu, yani ikisi arasında
muhtemelen iki yönlü bir nedensellik bulunduğunu (bidirectional causality) göstermiştir. Bu yazarlar, enerji
tasarrufunun ülkenin ekonomik büyümesini sekteye
uğratmayacağını, enerji tüketiminin ekonomi büyüdüğü
sürece artacağını göstermişlerdir. Dolayısıyla, Türkiye
enerji arzıyla ilgili sorunlarını, enerji etkinliği sayesinde
ekonomik büyümesinden taviz vermeden halledebilecektir.
Çalışmalar, Türkiye'nin enerji etkinliğinin genellikle
düşük olduğunu göstermektedir. Örneğin; Utlu ve Hepbaşlı
(2005) Türkiye'nin toplam enerji ve ekserji kullanım
etkinliğinin 2000'de %44,91 ve %24,78 olduğunu göstermiş,
2020'de de %55,15 ve %30,44 olacağını tahmin etmiştir.
Utlu and Hepbaşlı (2006)'ya göre, Türk ulaştırma
sektöründeki enerji kullanım etkinliği 2000'de %23,71 iken
2020'de %28,75'e, ekserji kullanım etkinliği de 2000'de
%23,65 iken 2020'de %28,85'e yükselecektir. Bu yazarlar,
ulaştırma sektöründeki ekserjetik iyileştirme potansiyelinin
2020 için 700 PJ olacağını tahmin etmişlerdir. Utlu and
Hepbaşlı (2007)'ya göre, Türkiye'nin sanayi sektöründe,
aynı dönemde, enerji tüketim etkinliği %63,45 ile %70,11
arasında, ekserji tüketim etkinliği ise %29,72 ile %33,23
arasında değişecektir. Soytaş ve Sarı (2007) de, enerji
tasarrufu teknolojileri ve enerji etkinliğinin artırılmasıyla
imalat sanayiinde önemli iyileştirme sağlanabileceğini
göstermiştir.
Öte yandan, konut ve hizmetler sektöründe, 2000'de
%55,60 olan enerji etkinliğinin 2020'de %65,53'e, 2000'de
%8,02 olan ekserji etkinliğinin de 2020'de %10,07'ye
çıkması beklenmektedir (Utlu ve Hepbaşlı, 2005). Özellikle
tekstil ve tarım sektörlerindeki enerji etkinliğinin
iyileştirilmesi, ithalattaki yüksek payları ve ekonomideki
özel konumları nedeniyle özel bir öneme sahiptir (Öztürk,
2005; Sayın ve diğ., 2005).
Dolayısıyla, enerji etkinliği ve verimliliğinin
yükseltilmesiyle ilgili politikaların, enerji arz güvenliği için
elzem olan kaynak çeşitlendirilmesi ve alternatif enerji
kaynaklarının geliştirilmesi politikalarıyla birlikte
değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır. Van der Linde ve
van Geuns (2005) gibi yazarların da belirtikleri gibi,
hükümetlerin enerji sektörünün etkili ve etkin olması
doğrultusunda yapacağı düzenlemeler, ülkedeki ekonomik
kalkınmayı mutlaka hızlandıracaktır......................................
5) Yeşil Enerji Stratejileri
İthalata bağımlılık, kaynak yetersizliği ve çevresel
bozulma gibi sorunların en etkin çözüm yollarının başında
yenilenebilir enerji kaynaklarının geldiği genellikle kabul
edilmektedir. Yeşil enerji stratejileri sadece sürdürülebilir
kalkınmayı sağlamakla kalmayıp aynı zamanda ülkelerin
ekonomilerine önemli katkılarda bulunarak yoksulluğun
azalmasını da sağlamaktadır. Goldemberg ve Coelho (2004,
s. 711), modern yenilenebilir kaynakların avantajlarını şöyle
sıralamaktadırlar: “Onlar, enerji arz piyasasında çeşitliliği
artırır, enerji kaynak arzının uzun süreli sürdürülebilirliğini
sağlar, atmosferdeki yerel ve küresel emisyonları azaltır,
mahalli üreticilere yeni iş imkânları sağlar, fosil yakıt
ağırlıklı olan enerji ithaltına gereksinimi azalttığından enerji
arzını güçlendirirler.”
Türkiye'nin yenilenebilir enerji potansiyeli bakımından
şanslı ülkeler arasında bulunduğu bilinmektedir (Ediger ve
Kentel, 1999). Fakat, son zamanlarda konuyla ilgili birçok
gelişme kaydedilmiş olmasına rağmen, yenilenebilir
kaynakların ülke enerji karışımındaki payı birçok nedenden
ötürü arzu edilen düzeye hâlâ erişememiştir. 2006 yılında
birincil enerji talebinin sadece %10,2'si yenilenebilir
kaynaklardan karşılanmıştır. Bunun da %5,0'i biyomas ve
atık, %3,6'sı hidroelektrik, %1,1'i jeotermal, %0,4'ü güneş,
%0,1'i ise rüzgârdır. Yenilenebilir kaynaklardan üretilen
elektriğin (RES-E) payı da %25 olmuştur ki, bunun da büyük
bir kısmı hidroelektrik olup, atık, rüzgâr ve güneşten üretilen
elektriğin payı sadece %0,21'dir (Tablo 1). 2006 yılında atık,
rüzgâr ve jeotermal kaynaklardan elektrik üretimi sırasıyla
153,9 milyon kWs, 126,5 kWs ve 94,0 kWs olarak
gerçekleşmiştir.
Tablo 1. Türkiye'de 2006'daki yenilenebilir kaynaklardan
elektrik üretimi.
Milyon kWs
Jeotermal
94,0
%
0,053
Rüzgar
126,5
0,072
Biyomas (Atık dahil)
153,9
0,087
44.244,2
25,09
Hidroelektrik
Fosil Yakıt Toplamı
131.681,0
74,69
Toplam
176.299,8
99,99
Veriler TEİAŞ (2007)'den alınmıştır.
Sayfa
19
Enerji
Ülkemizdeki yeşil enerji arzı, gerek hükümetler gerekse
yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenmektedir.
2001 Elektrik Piyasası Kanunu ve 2007 Enerji Verimliliği
Kanunu, RES-E üretimi için birçok teşvik sağlamıştır. Bu
teşvikler, 2005 tarihli Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının
Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin
Kanun'unda daha da geliştirmiş, RES-E ilk defa bu kanunda
tanımlanmıştır. Kanun, aynı zamanda, Enerji Piyasası
Düzenleme Kurulu'nu (EPDK) elektrik üretimi için gerekli
olan RES sertifikalarını tahsis ederek, 5 euro sent/kWs'ın
altına düşmemek şartıyla, 10 yıl boyunca fiyat garantisi
vermekle de görevlendirmiştir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB), gerek
enerji arz sorunu gerekse çevresel kaygılar nedeniyle
yenilenebilirlerin payının artırılması konusunda oldukça
kararlıdır. RES-E üretim ve tüketimin artırılması, Emisyon
Ticareti Sistemi (ETS: Emission Trading System) gibi bazı
AB mekanizmaları vasıtasıyla katılım sürecindeki Türkiye
için önemli ekonomik yararlar sağlayacaktır. ETKB, elektrik
üretimi planlaması için hazırlık aşamasında olan taslak
strateji metninde, yenilenebilirden elektrik üretiminin
2020'deki payının %25'e çıkarmayı planlamaktadır. Bunun
anlamı, 30.000 MW civarında olduğu bilinen hidroelektrik
potansiyelinin tamamının 2023'a kadar kullanılması
demektir. Ayrıca, rüzgârın kurulu gücünün 2013'te 11.000
MW, 2015'te 15.000 MW, 2020'de de 20.000 MW'a
çıkarılması, 600 MW olduğu tahmin edilen jeotermal
potansiyelinin tamamının 2020'ye kadar devreye alınması,
güneşin de kullanımının artırılması planlanmaktadır. Strateji
Belgesi, aynı zamanda, doğalgazdan elektrik üretiminin
payınının 2020'de %30'a kadar düşürülmesini de
öngörmektedir.
ETKB, 2013'e kadar toplam 12.110 MW'lık kurulu güce
sahip yenilenebilir santralı devreye almayı planlamaktadır.
Bu gücün 8.216 MW'ı hidro (genellikle SHP), 3.770 MW'ı
rüzgâr, 124 MW'ı jeotermal, 20'si de da güneşten
oluşmaktadır. Bu santrallardan en önemlisi hiç kuşkusuz
hidroelektrik olup, Norveç'ten sonra Avrupa ikincisi olan
potansiyelinin (130 TWs) henüz sadece üçte biri
kullanılmaktadır (Şalvarlı, 2006). Günümüzde 8.478 MW
kurulu güce sahip 334 hidroelektrik santralı için lisans
verilmiştir. Rüzgâr santralı için başvurular 78.000 MW'tan
fazla olup, bunun 2.126 MW'ı için lisans verilmiştir. 500
MW olduğu tahmin edilen jeotermal potansiyelinin ise 31
MW'ı halen kullanımda olup, 52 MW'ı da yapım
aşamasındadır.
Uzmanlar Türkiye'deki yenilenebilir enerjinin
gelecekteki gelişiminin, katılım süreci içinde AB
uygulamaları tarafından yönlendirileceğinde hemfikirdir.
AB'nin RES-E'nin teşvik edilmesine dair direktifleri, üye
ülkelerin 2010'a kadarki hedeflerini belirlemiş durumdadır.
Sayfa
20
Reiche (2006, s. 374), AB'ye üye ülkeler ve katılım süreci
içindeki ülkelerdeki yenilenebilir enerjinin evriminin, enerji
fiyatları ile hükümetlerin politik destek ve kararlılığına bağlı
olarak gelişeceğini öne sürmektedir: “Konvansiyonel fosil
yakıtlar ve nükleer enerji üzerindeki sübvansiyonların
kaldırılarak fiyatların maliyet bazına dayalı hale getirilmesi
ve harici maliyetlerin içselleştirilmesi, RES'in rekabet
edebilir hale getirilmesinde önemli bir adım olacaktır. 2012
sonrasındaki mükellefiyet döneminde iklim değişikliğiyle
ilgili anlaşmaların daha da sıkılaştırılarak meclislerde
onaylanması da oldukça yardımcı olacaktır.” AB'nin acquis
communautaire'sinin iç hukuk haline getirilmesi sürecinde
bulunan Türkiye, halihazırda büyük bir çoğunluğunu
tamamlamış olup bu doğrultudaki çalışmaları hızla
sürdürmektedir (Patlitzianas ve diğ., 2006).
Bütün bunlara ilaveten, Kyoto Protokolü'nü onaylama
kararı alan Türk hükümeti kanun teklifini Mayıs 2008'de
Meclis'e göndermiştir (Ediger, 2008). Son olarak, 2008 yılı
Ağustos ayında yayınlanan bir kararnameyle Başbakanlık
tarafından “Enerji Verimliliği Yılı” olarak ilan edilmiştir.
İklim değişikliği ve enerji etkinliği konularındaki gayretler
Lise (2006) tarafından da ifade edildiği gibi, karbon
politikalarının yokluğunda Türk ekonomisinde önemli bir
CO2 azaltımının sağlanması mümkün olmadığından ülkenin
ekonomik ve sosyal kalkınmasındaki sürdürülebilirliği
mutlaka artıracaktır.
6. Sonuçlar
Birçok ülkede fosil yakıtların yeterli kaynaklarının
bulunmaması, ülkelerin enerji karışımında yerel kaynakların
artırılmasını gerekli kılmaktadır. Ediger ve diğ. (2007),
enerji sistemlerinin sürdürülebilirliği için elzem olan fosil
yakıt kaynaklarının etkin yönetiminin ölçülmesi amacıyla
Fosil Yakıt Sürdürülebilirlik Endeksi'ni (FFSI: Fossil Fuel
Sustainability Index) geliştirilmiştir. Bağımsızlık ile rezerv
ve çevresel kısıtlar dahilinde yapılan bu çalışma, gerçek
anlamdaki sürdürülebilir kalkınmanın, “kaynak çeşitliği ile
yerel kaynakların çevre üzerindeki etkisinin tolerans
limitleri içinde kalacak şekilde kullanılmasıyla”
sağlanabileceği sonucuna varmışlardır (s. 2974).
Fakat Türkiye, düşük FFSI ülkeleri arasında olup 62 üke
içinde 55. sıradadır. Ayrıca, yerli fosil yakıt kaynakları büyük
ölçüde birçok jeolojik, jeokimyasal ve çevresel sorunları
olduğu bilinen linyitle sınırlıdır. Dolayısıyla, ülkenin
sürdürülebilir kalkınmasının sağlanması için tek çözüm,
teknolojik değişimin de yardımıyla enerji etkinliğini
artırarak enerji tüketiminin azaltılması olarak
belirginleşmektedir. Johansson and Goldemberg (2002)'nın
da dediği gibi, enerji tüketimi artırılmadan da yaşam
koşullarında ciddi iyileştirmeler sağlamak mümkündür.
Enerji
Ailelerin, sosyo-ekonomik statüleri yükseldikçe etkin
olmayan, daha az maliyetli ama daha kirletici teknolojileri
terk etikleri de bilinmektedir (Masera ve diğ., 2000, s. 2084).
Öte yandan, enerji etkinliğinin geliştirilmesi ile
sürdürülebilir enerji çevrim teknolojilerinin
yaygınlaştırılmasının, kaynak yetersizliği sorununu
çözebilecek kadar etkin ve etkili olup olmadığı, özellikle
uzun vade için hâlâ tartışma konusudur (Örneğin,
Voorspools, 2004; Bretschger, 2005; Deutch, 2005). Alcott
(2005), teknolojik verimlilikle elde edilecek kazanımların
enerji, madde ve diğer kaynakların kullanımında bir artış
sağlayıp sağlamadığını tartışmaktadır. Pasche (2002) ise,
etkinlikle sağlanan gelir artışlarının büyük bölümünün,
büyümenin çevre kirliliği etkisini kompanse etmek için
gerekli olan teknolojik gelişmeyi yakalamak için
harcandığını göstermiştir.
Son olarak, gelişmiş ülkeler tarafından endüstri çağının
çevre ve sosyal konularında yapılan sürdürülebilir olmayan
hatalarının tekrar edilmemesi için, bu ülkelerin kalkınmakta
olan ülkelerle sıkı bir işbirliği içinde olmaları gerektiği de
hatırlatılmalıdır. Byrne ve diğ. (1998)'in de belirttiği gibi,
endüstrileşmiş ülkeler, iklim sorununun ve sosyal
adaletsizliğin çözümü için küresel fosil yakıt ekonomisini
değiştirme konusunda varlık, teknoloji ve sorumluluğa
fazlasıyla sahiptirler.
Referanslar
• Alcott, B., 2005, “Jevon's paradox”, Ecological
Economics, 54: 9-21.
• Ayres, R., Castaneda, B., Cleveland, C.J., Costanza, R.,
Daly, H., Folke, C., Hannon, B., Harris, J.,
Kaufmann,R., Lin, X., Norgaard, R., Ruth, M., Spreng,
D., Stern, I., van den Bergh, J.C.J.M., 1996, “Natural
capital, human capital, and sustainable economic
growth”, Workshop on Assessing the Role of Human
and Natural Capital in Economic Production
Sponsored by the Mac Arthur Foundation and Held at
the Center for Energy and Environmental Studies
at Boston University, August 2-3, 1996.
• Barnaby, F., 1987, “Our Common Future: The
'Brundtland Commission' Report”, Ambio,16(4): 217218.
• Bretschger, L., 2005, “Economics of technological
change and the natural environment: how effective
are innovations as a remedy for resource scarcity?”,
Ecological Economics, 54: 148-163.
• Bruntland, G, ed., 1987. Our Common Future, The
World Commission on Environment and Development,
Oxford, Oxford University Press.
• Byrne, J., Wang, Y.-D., Lee, H., Kim, J.-D., 1998, “An
equity- and sustainability-basedpolicy response to
global
climateEnergy
change”,
Energy
Policy,
26(4): 335-343
global climate
change”,
Policy,
26(4):
335-343.
• Correlje´, A., van der Linde, C., 2006, “Energy supply
security and geopolitics: A European perspective”
Energy Policy, 34: 532-543.
• Çamdalı, Ü., Ediger, V.Ş., 2007, “Optimization of
fossil fuel resources in Turkey: An exergy approach”,
Energy Sources, Part A, 29(3): 251-259.
• Desai, M., 1994, Greening of the HDI, New York,
UNDP, Background Paper for Human Development
Report.
• Deutch, P.J., 2005, “Energy independence”, Foreign
Policy, 151: 20-25.
• Ediger V.Ş., Kentel E., 1999, “Renewable energy
potential as an alternative to fossil fuels in Turkey”,
Energy Conversion and Management, 40(7):743-55.
• Ediger, V.Ş., 2001, “Efficient use of energy for
economic and social development,” Dünya Enerji,
December 2001, p. 46-49. (In Turkish).
• Ediger, V.Ş., 2003, “Classification and performance
analysis of primary energy consumers during 19801999”, Energy Conversion and Management, 44:
2991-3000.
• Ediger, V.Ş., 2004, “Energy productivity and
development in Turkey”, Energy and Cogeneration
World, 25: 74-78.
• Ediger, V.Ş. Akar, S., Uğurlu, B., 2006, “Forecasting
production of fossil fuel sources in Turkey using a
comparative regression and ARIMA model”, Energy
Policy, 34(18): 3836-3846.
• Ediger V.Ş., Huvaz, Ö., 2006, “Examining the sectoral
energy use in Turkish economy (1980-2000) with the
help of decomposition analysis”, Energy Conversion
and Management, 47(6): 732-745.
• Ediger, V.Ş., Tatlıdil, H., 2006, “Energy as an indicator
of human development: A statistical approach”,
The Journal of Energy and Development, 31(2): 213232.
• Ediger, V.Ş., Hoşgör, E., Sürmeli, A.N., Tatlıdil, H.,
2007, “Fossil fuel sustainability index: An application
of resource management”, Energy Policy, 35:
2969-2977.
• Ediger, V.Ş., 2008, “International relations dimension
of global climate change and Turkey's policies”,
Mülkiye, 32(259): 133-158. (In Turkish).
• Goldemberg, J., Coelho, S.T., 2004, “Renewable
energy-traditional biomass vs. modern biomass”,
Energy Policy, 32: 711-714.
Sayfa
21
Enerji
• Hepbaşlı, A., 2005, “Development and restructuring of
Turkey's
electricity
sector:
Turkey's
electricity
sector:a areview”,
review”, Renewable
Renewable and
Sustainable Energy Reviews, 9(4) 311-343.
• Johansson, T.B., Goldemberg, J., 2002, “Overview and
a policy agenda,” in: Energy for Sustainable
Development. A Policy Agenda, eds., T. B. Johansson
and J. Goldemberg, New York, UNDP, p. 1-23.
• Lise, W., 2006, “Decomposition of CO2 emissions
over 1980-2003 in Turkey”, Energy Policy, 34:
1841-1852.
• Lise, W., Montfort, K., 2007, “Energy consumption
and GDP in Turkey: Is there a co-integration
relationship?, Energy Economics, 29: 1166-1178.
• Mañé-Estrada, A., 2006, “European energy security:
Towards the creation of the geo-energy space”, Energy
Policy, 34: 3773-3786.
• Masera, O.R., Saatkamp, B.D., Kammen, D.M., 2000,
“From linear fuel switching to multiple cooking
strategies: A critique and alternative to the energy
ladder,” World Development, December 2000,
p. 2083-2103.
• Neumayer, E., 2001, “The Human Development Index
and sustainability-A constructive proposal.”
Ecological Economics, October 2001, p. 101-114.
• Öztürk, H.K., 2005, “Energy usage and cost in textile
industry: A case study for Turkey”, Energy, 30(13):
2424-2446.
• Patlitzianas, K.D., Doukas, H., Kagiannas, A.G.,
Askounis, D.T., 2006, “A reform strategy of the energy
sector of the 12 countries of North Africa and the
Eastern Mediterranean”, Energy Conversion and
Management, 47: 1913-1926.
• Pasche, M., 2002, “Technical progress, structural
change, and the environmental Kuznets curve”,
Ecological Economics, 42: 381-389.
• Reiche, D., 2006, “Renewable energies in the EUAccession States”, Energy Policy, 34: 365-375.
• Say, N.P., 2006, “Lignite-fired thermal power plants
and SO2 pollution in Turkey”, Energy Policy, 34:
2690-2701.
• Sayın, C., Mencet, M.N., Özkan, B., 2005, “Assessing
of energy policies based on Turkish agriculture:
Current status and some implications”, Energy Policy,
33(18): 2361-2373.
• Schweizer-Ries, P., 2008, “Energy sustainable
communities: Environmental psychological
Sayfa
22
investigations”, Energy Policy, 36: 4126-4135.
• Soytaş, U., Sarı, R., 2007, “The relationship between
energy and production: Evidence from Turkish
manufacturing industry”, Energy Economics, 29:
1151-1165.
• Şalvarlı, H., 2006, “Some aspects on hydraulic energy
and environment in Turkey”, Energy Policy, 34: 33983401.
• TEİAŞ (Turkish Electricity Transmission Company),
2006 Activity Report, no. 529, July 2007.
• UNDP (United Nations Development Programme),
1990, Human Development Report 1990, New York,
Oxford University Press.
• UN, 2008, World Investment Report 2008, United
Nations Conference on Trade and Development, New
York and Geneva.
• Utlu, Z., Hepbaşlı, A., 2005, “Analysis of energy and
exergy use of the Turkish residential commercial
sector”, Building and Environment, 40: 641-655.
• Utlu, Z., Hepbaşlı, A., 2006, “Assessment of the energy
utilization efficiency in the Turkish transportation
sector between 2000 and 2020 using energy and exergy
analysis method”, Energy Policy, 34: 1611-1618.
• Utlu, Z., Hepbaşlı, A., 2007, “A review and assessment
of the energy utilization efficiency in the Turkish
industrial sector using energy and exergy analysis
method”, Renewable and Sustainable Energy
Reviews, 11: 1438-1459.
• van der Linde, C., 2004, Study on Energy Supply
Security and Geopolitics Final Report, January 2004,
Prepared for DGTREN Contract Number TREN/C1
06-2002, ETAP programme By the Clingendael
International Energy Programme (CIEP), Institute for
International Relations 'Clingendael', The Hague, the
Netherlands. www.clingendael.nl/ciep
• van der Linde, C. and van Geuns, L., 2005, Security of
Supply: Invest in Energy Efficiency, ASEM-EMM 6:
Special Session on Energy, Background Document.
September 2005. www.clingendael.nl/ciep
• Voorspools, K., 2004, “Sustainability of the future;
rethinking the fundamentals of energy research”,
Renewable and Sustainable Energy Reviews, 8:
599-608.
• Walter, G.R., 2002, “Economics, ecology-based
communities, and sustainability”, Ecological
Economics, 42: 81-87.
Enerji
Sürdürülebilir Kalkınma için Hidrojen
Enerjisi
Prof. Dr. İ. Engin TÜRE
Haliç Üniversitesi Rektörü
[email protected]
Mühendis Cyrus Smith'e; "Kullanılan doğal yakıtlar
tükendiğinde insanlık enerji ihtiyacını gelecekte nereden
karşılayacak?" diye sorulduğunda, Smith;
"Elektrik enerjisi kullanılarak elementlerine
ayrıştırılabilen sudan" diye yanıt verdi ve ekledi: “İnanıyorum
ki suyu oluşturan hidrojen ve oksijen, birlikte ya da ayrı ayrı
kullanıldığında taş kömüründen daha kuvvetli bir ısı ve ışık
kaynağı oluşturacak ve bir gün lokomotiflerin buhar
kazanlarını yakmada ve buharlı gemilerin hareketini
sağlamada kömür yerine bu gazların sıkıştırılmış hali
kullanılacaktır:"
1874, Jules Verne, Gizemli Ada
Giriş
Küresel iklim değişikliğinin yanı sıra hava ve çevre kirliliği
problemlerine neden olan fosil yakıtlar yerine çevre dostu,
temiz ve yenilenebilir enerji kaynakları kullanımı için tüm
dünyada çalışmalar hızla sürmektedir. Güneş, rüzgar gibi temiz
kaynakların yaygın kullanılmasını önleyen
en önemli
problemlerin başında bunların kesikli ve düzensiz olmaları ile
taşıtlarda yakıt olarak kullanılamamasıdır. Kömür, petrol ve
doğalgaz gibi fosil yakıtların zaten sınırlı rezerve sahip olması
ve yüz milyonlarca yılda oluşmuş bu yakıtların 150-200 sene
gibi kısa bir süre içinde hızla tüketilmesi dünyamızı çevre
felaketleri ile karşı karşıya bırakmıştır. İnsanların sahip
oldukları konfor ve yaşam standardından feragat etmeleri de
mümkün olamayacağına göre, fosil yakıtlar yerine yeni bir
sentetik yakıt bulunması gereği doğmuştur.
Özellikle seksenli yıllarda ekolojik dengedeki bozulma ve
çevre felaketleri daha belirgin olarak kendini göstermeye
başlayınca, alınması gereken önlemler arasında egzoz
emisyon değerlerinin sınırlandırılması ilk sırayı almıştır.
Dünya Enerji Ajansı'nın verilerine göre oluşan CO2'in %60'ını
taşıtlar ve fosil yakıtlardan elde edilen elektrik üretimi
meydana getirmektedir[1]. Gelişim sürecine bakıldığında
hidrojen teknolojilerinin yaklaşık 200 yıldır sürdüğü
görülmektedir. Ancak bu fikir son yıllarda ikinci baharını
yaşamaktadır. "Hidrojen Ekonomisi" ve "Hidrojenle Çalışan
Arabalar" sözcükleri hemen hemen medyayı takip eden
herkesin dağarcığında yer etmiştir. Kafaları kurcalayan en
önemli soru ise "Hidrojen-Teknolojisi'nin bu problemleri
çözüp çözemeyeceği ve hidrojenle çalışan yakıt pillerinin
gelecek için alternatif olup olamayacağıdır.
Hidrojen, temiz, çevre dostu, yenilenebilir, sonsuz, her
yerde kullanılabilir, kolayca taşınabilir, ekonomik, yüksek
kalori değeri ve verime sahip bir kaynaktır. Uzun yıllar yapılan
çalışmalar ideal yakıtın hidrojen olduğunu ortaya koymuştur.
Hidrojen, çevre problemlerine tek çözüm olarak gösterilmekte
ve ülkeleri fosil yakıtlardan kurtarabilecek 'bağımsızlık yakıtı'
olarak da adlandırılmaktadır.
Hidrojen evrende en fazla bulunan ve doğadaki en basit
atom yapısına sahip elementtir. Günümüzde kabul gören
'evrenin oluşumu' teorisinde de belirtildiği üzere, bütün
yıldızların ve gezegenlerin temel maddesidir. Güneş ve diğer
yıldızların termonükleer reaksiyonla vermiş olduğu enerjinin
yakıtı da yine hidrojen olup, evrenin temel enerji kaynağıdır.
Hidrojen, oksijen ile yüksek bir enerji vererek yanar ve suya
dönüşür. Hidrojenin 141.9 MJ/kg olan enerji içeriğine karşılık,
kömürün 34.1 MJ/kg, benzinin 46.7 MJ/kg ve doğalgazın 42.5
MJ/kg enerji içeriği bulunmaktadır. Buna göre, birim kütle
başına enerji içeriği mevcut ve olası rakiplerine göre çok daha
yüksektir. Sadece enerji yoğunluğu ve hafifliği bile hidrojeni,
petrolsüz geleceğin yakıtı ve enerji taşıyıcısı yapmaktadır.
Hidrojenin depolanması ekonomik sistemlerle çözüldüğünde,
hidrojenin enerji taşıyıcılığı konusunda elektriğe bile üstünlük
sağlayacağı aşikardır.
Hidrojen halen kullanılan yakıtlara göre birçok avantaja
sahiptir. Hidrojenin yakıt olarak kullanıldığı bir yakıt
hücresinde, yüksek verimle enerji elde edilmesi sağlanırken,
atık olarak sadece saf su çıkmaktadır. Hidrojen kaynağı olarak
suyun kullanılması hidrojenin en önemli avantajlarından
biridir. Yapılan maliyet hesaplarına göre hidrojen teknolojisi
sistemlerini kullanmak, mevcut fosil yakıt sistemlerinden
daha pahalı olmakla birlikte yakın gelecekte artan petrol ve
doğalgaz fiyatları ile bu konudaki eşitlik gelecek on yıl içinde
sağlanacaktır. Fosil yakıtların sosyal maliyet olarak tarif
edilen; küresel iklim değişikliği, hava kirliliği, petrol
saçılmaları, maden kazaları vb. unsurların dünyaya yılda
tahmini 5 trilyon dolar zararı olduğu hesaplanmıştır. Bu sosyal
maliyet fosil yakıt fiyatları üzerine konulduğunda, maliyet
açısından hidrojen daha avantajlı konuma gelmektedir. Son
birkaç yıl içindeki gelişmeler göz önüne alındığında, hidrojen
kullanılan sistemlere geçişin beklenenden daha erken olacağı
görülmektedir.
Neden Hidrojen?
Bilindiği üzere 19. yüzyıl ortalarında başlayan endüstri
devriminden bu yana, önce kömür daha sonra petrol ve
doğalgaz gibi fosil yakıt olarak anılan yer altı kaynakları, yoğun
bir şekilde enerji sağlamak amacıyla kullanılmaktadır.
Sanayileşme ile enerji kullanımının artışı, ülkelerin yaşam
standartlarını yükseltirken, fosil yakıt tüketimi de buna bağlı
olarak hızlanmıştır. İnsanoğlu maalesef bu aşırı tüketimin,
çevre kirliliğinin yanı sıra, küresel iklim değişikliği gibi son
derece vahim sonuçları olabileceğini ancak son yıllarda fark
edebilmiştir. Fosil yakıt şirketleri ise kendi çıkarları uğruna, iyi
kazanç getiren bu sektörde başka alternatifleri sürekli
küçümsemiş ve güçlerini kullanarak bunların karar vericiler
nezdinde dışlanmasını sağlamışlardır. Belirtilmesi gereken bir
diğer husus da petrol ve doğalgaz rezervlerinin sınırlı olması,
10-20 yıl içinde üretiminin pik değerine ulaştıktan sonra
azalmaya başlayacak ve 40-50 yıl gibi çok kısa bir sürede
tükenecek olmasıdır.
Normal sıcaklık ve basınç altında kokusuz ve renksiz olan
hidrojen gazı oksijenle birleştiğinde hayat için en önemli
Sayfa
23
Enerji
madde, yani su elde edilmektedir. Hidrojen çok hafif bir gaz
olup, yoğunluğu havanın 1/14'ü, doğalgazın 1/9'u kadardır.
Atmosfer basıncında -253˚C'ye soğutulduğunda sıvı hale gelen
hidrojenin yoğunluğu ise benzinin 1/10'u kadardır. Hidrojen en
verimli yakıttır. Ortalama olarak, fosil yakıtlardan %26 daha
verimlidir. Hidrojen bilinen tüm yakıtlar içerisinde birim kütle
başına en yüksek enerji içeriğine sahiptir. 1 kg hidrojen 2.1 kg
doğalgaz veya 2.8 kg petrolün sahip olduğu enerjiye sahiptir.
Sıvı hidrojenin ısıl değeri 120,7 MJ/kg iken, uçak benzinin ısıl
değerinin kg başına yalnız 44 Mega Joule olduğu göz önüne
alındığında, sıvı hidrojenin roket yakıtı olarak kullanılmasını
kolaylıkla anlamak mümkündür. Ancak birim hacim başına ısıl
değeri düşüktür. Hidrojen gazının ısıl değeri, metre küp başına
yaklaşık 12 Mega Joule olarak verilmiştir.
Hidrojen aynı elektrik gibi ikincil bir enerji, yani taşıyıcı
olup, birincil enerji kaynaklarından üretilmesi gerekmektedir.
Bu üretimin temiz enerji kaynakları ile sudan elde edilmesi ise
hem sonsuz bir enerji, hem de dünyanın küresel ısınma başta
olmak üzere tüm çevre problemlerinden kurtulması anlamına
gelmektedir. Örneğin, güneş enerjisi ile suyun hidrojen ve
oksijene ayrılması, elde edilen hidrojenin istenilen yere boru
hatları veya depolanmış olarak taşınması ve daha sonra yine
oksijenle birleşerek yakılması sonucunda elde edilen enerjinin
atık maddesi yine birkaç damla saf su veya su buharı
olmaktadır.
Hidrojenin Kullanım Alanları
Hidrojen, yakıt pillerinde veya taşıtlarda benzin yerine,
evlerde kalorifer, fırın ve şofbenlerde doğalgaz yerine
kullanılabilmektedir. Hidrojen yakıtının en büyük avantajı,
fosil yakıtlar gibi yalnız alevli yanma ile enerji verme yerine,
katalitik yanma, kimyasal veya elektrokimyasal dönüşümle
verimli olarak enerji üretebilmektedir.
Günümüzde hidrojen artık cep telefonlarından uçaklara
kadar hemen her yerde kullanılmaktadır. Yakıt pilleri ile
yüksek verimde elektrik üretilebildiği için bu pillerin kullanım
alanları çok geniştir. Bunlar arasında; otomobili, otobüsü,
motosikleti, bisikleti, golf arabasını, fork lifti, hizmet aracını,
elektrik yedek ünitesini, uçağı, lokomotifi, denizaltı vb. araçları
saymak mümkündür.
Hidrojen Üretim Metotları ve Maliyetleri
Hidrojen, değişik ana enerji kaynaklarının kullanılmasına
bağlı olarak çeşitli metotlarla elde edilebilir. Bunlar arasında,
elektrolitik, termal, termo-kimyasal, elektrotermo-kimyasal,
fotolitik ve karma metotlar bulunmaktadır. Günümüzde
hidrojen üretiminde en sık kullanılan yöntem, doğalgazdan
reforming yöntemi ile yüksek saflıkta hidrojen eldesidir. Bu
yöntemle üretilen hidrojenin maliyeti kg başına yaklaşık 2
USD'dır. Bunun dışında suyun elektroliz yöntemi ile hidrojen
eldesine de sıklıkla rastlanmaktadır. Bu yöntem ile maliyet
yaklaşık olarak kilogram hidrojen başına 3-5 US dolarıdır.
Aşağıda verilen tablodan da görüleceği gibi hidrojenin
yenilenebilir enerji kaynaklarından ve nükleer enerjiden
üretiminin maliyet fiyatı, fosil yakıtlara göre halen daha yüksek
olmakla beraber, teknolojinin gelişimine bağlı olarak düşeceği
açıktır. Ayrıca, daha önce sözü edilen sosyal maliyetler fosil
yakıtlara eklendiğinde yenilenebilir kaynaklardan elde edilen
Sayfa
24
hidrojen daha ucuz olmaktadır. Hidrojen yenilenebilir enerji
kaynaklarından üretildiğinde kendisi de temiz bir yakıt olduğu
için buna genellikle “yeşil” hidrojen denilmekte olup, üretim
sırasında da çevreye zarar veren sera gazları oluşmamaktadır.
Oysa, hidrojenin kömür gibi fosil yakıtlardan elde edilmesi
sonucu karbon dioksit gazları da açığa çıkmaktadır ve CO2'in
toprağın altına gömülerek saklanması teknolojisinin maliyeti
de dikkate alındığında, fosil yakıtlardan hidrojen eldesi daha da
pahalı hale gelmektedir. Yakın gelecekte, yenilenebilir enerji
teknolojilerinin gelişimi ile rüzgâr, güneş, dalga enerjisi gibi
birincil enerji kaynaklarının maliyetinin kesinlikle düşeceği
göz önüne alındığında bu temiz enerjilerden elde edilecek
hidrojenin maliyetinin de azalacağı açıktır.
Tablo 1. Hidrojen Üretim Yöntemleri ve Tahmini Maliyetleri
Hidrojen Üretimi
Yöntemi
Kömür/Gaz/Petrol
$/GJ
Doğalgaz-CO2
8-10
Kömür-CO2
Biyokütle Gazlaştırma
2-5
Hidrojen Üretimi
Yöntemi
Kömür/Gaz/Petrol
15-20
Rüzgar (Kıyı)
15-25
Rüzgar (Deniz)
20-30
Güneş
23-35
10-13
9-10
$/GJ
Kaynak: Sandia Report March 2007[2].
Hidrojen Yakıtının Güvenirliği
Gelişen hidrojen teknolojisi, doğalgaz, petrol, kömür ve
uranyum gibi nükleer yakıtların geniş çapta kullanımı
nedeniyle ortaya çıkan kazalar yanında çok daha güvenli
kalmaktadır. Hidrojen kullanımında bazı kurallara uyulduğu
taktirde tehlike yok denilecek kadar azalmaktadır. Aslında,
hava gazı olarak bilinen ve dünyanın birçok büyük şehrinde
yaygın olarak kullanılan gaz karışımı içinde %50 hidrojen,
%30 metan ve %7 oranında zehirli bir gaz olan karbon
monoksit bulunmaktadır.
Hidrojen havadan 14 kez hafif olması nedeniyle havada
hızla yayılır ve patlaması için gerekli % 4 konsantrasyonun
altına düşer. Örneğin; benzinde bu oran %1 olup, statik
elektrikten oluşabilecek bir kıvılcımla bile patlayabilir. Halen
uçaklarda kullanılan benzinin kazalarda yanması ile aşırı
sıcaklık ve duman oluşmakta ve bunun sonucunda birçok insan
hayatını kaybetmektedir. Yakıt olarak hidrojen kullanılması
durumunda ise oluşan sadece su ve su buharı olduğu için
zehirlenme veya dumandan boğulma riski ortadan
kalkmaktadır. Ayrıca, hidrojen alevi çok az ısı yaydığı için
yangınların büyümesini önler ve doğrudan alevle temas
edilmediği taktirde tehlikesi yoktur. Hava içinde alev alma
sınırı, patlama enerjisi, alev sıcaklığı ve atık ürün gibi
parametreler göz önüne alındığında, fosil yakıtların emniyet
faktörlerinin 0.5-0.80 arasında olmasına karşın, hidrojen için,
daha yüksek (1 civarında) bir emniyet faktörü bulunmuştur. Bu
bulgular, hidrojenin diğer yakıtlara göre daha emniyetli
olduğunu açıkça göstermektedir.
Hidrojenin Depolanması
Hidrojenin yakıt olarak kullanılmasındaki en büyük sorun
depolanmasındaki verim yetersizliğidir. Hidrojen genelde;
Enerji
basınç altında, sıvı veya kimyasal bağ oluşturmuş halde olmak
üzere üç farklı yolla depolanabilmektedir. Sıkıştırılmış ve sıvı
hidrojen saf halde tanklarda depolanabileceği gibi, fiziksel
olarak nanotüplerde de depolanabilmektedir. Kimyasal olarak
ise genellikle hidrür şeklindedir. Hidrür formunda depolama,
katı halde metallerde olabileceği gibi sodyum bor bileşiğindeki
gibi sıvı halde de olabilmektedir. Hidrojen depolamada
sodyum borhidrür en umut verici metotlardan biri olmasına
karşın üretim maliyetinin yüksek olması, henüz ticari olarak
kullanılmasına olanak vermemektedir.
Öneriler
Hidrojen her açıdan güvenli, temiz ve sonsuz bir yakıt olup,
zararlı hiçbir yanı bulunmamaktadır. Bugün için dezavantaj
sayılabilecek tek nokta, henüz yaygın ticari kullanımı
bulunmadığı için fiyatının pahalı olmasıdır ki, bu da her yeni
teknolojik ürün için geçerlidir. Örneğin; cep telefonları veya
hesap makineleri gibi teknolojik ürünlerin piyasaya çıktığı
dönemde fiyatlarının, şu andaki fiyatlarından onlarca kat fazla
olduğu iyi bilinmektedir. Ayrıca petrolün bulunmasından
bugüne kadar geçen süre içinde bu sektöre yapılan yatırımın
tahmini 160 trilyon Dolar olduğu hesaplanmıştır. Hidrojenin
yaygın kullanımı için petrol dolum istasyonlarında hidrojen
pompaları kurulması ve tabii büyük miktarda hidrojen
üretilmesi gerekmektedir. Bu alandaki çalışmalar birçok
ülkede başlamıştır. Örneğin, Nisan 2004'te Kaliforniya Valisi
Arnold Schwarzenegger 'Hidrojen Otoyolları' projesi
çerçevesinde halen 12 adet olan hidrojen dolum istasyonu
sayısını önümüzdeki 6 yılda 200'e çıkartmak için çalışma
başlatmış ve bundan böyle her 30 km'de hidrojenli arabalar için
dolum istasyonları bulunacağı müjdesini vermiştir. Japonya
önümüzdeki 20 yıl içinde 15 milyon adet hidrojenle çalışan
otomobil üretilmesi için karar almıştır. Almanya 1800 km'lik
hidrojen otoyolu ile önemli şehirleri arasındadır ve hidrojenli
taşıtlarla yolculuk yapanlar için yakıtlarını doldurabilecekleri
hidrojen pompa istasyonları inşa etmektedir. İzlanda jeotermal
enerjisini kullanarak 2030'da tamamen hidrojen yakıtına
geçmeyi kararlaştırmıştır. Bu konuda dünyanın çeşitli
ülkelerinden yüzlerce örnek vermek mümkündür. Günümüzde
hidrojenle çalışan yüzlerce otomobil, otobüs ve diğer araçlar
artık dünyanın her tarafında insan ve yük taşımaktadır. Airbus
şirketi yakın gelecekte hidrojenle çalışan uçakları işletmeye
alacaktır.
Hidrojen enerjisi Türkiye'nin şartlarına en uygun doğal
kaynaklardan elde edilebilir. Yöresel olarak bu kaynaklar
güneş, rüzgar, jeotermal, bitkisel atıklar, endüstriyel atıklar
veya biyokütle olabilir. Bu çeşitlilik hidrojenin elde
edilmesinde yöresel olarak en ekonomik seçime olanak
sağlayacaktır. Yakıt hücreleri ile elektrik enerjisi, hidrojenden
elde edilecektir. Depolama sistemi ise hidrojenin gelecekte
elektrik eldesini kablosuz sisteme taşıyacaktır. Bu 21. yüzyılın
en büyük devrimi olacaktır. Nasıl cep telefonları haberleşmede
büyük bir olanak ve özgürlük sağladıysa, hidrojen depo
kartuşları ve yakıt hücreleri, portatif olarak elektriği her yere
taşıma olanağı yaratacaktır. Bu, başta savunma sanayi olmak
üzere turizm, tarım, endüstriyel uygulamalarda yeni olanaklar
getirecektir. Günlük hayatta kablosuz bilgisayarlar,
televizyonlar, ütüler, ısıtıcılar aydınlatma olanağına kavuşmayı
sağlayacak önemli bir toplumsal refah getirecektir.
Bugün iletişimde internet nasıl merkezi bilgi ulaşımını
bireysel ulaşıma dönüştürdü ve bilgiye ulaşımı inanılmaz
hızlandırdıysa gelecekte hidrojen enerjisi de enerjinin
kullanımında merkezi enerji dağılımını ortadan kaldırarak
enerjiye anında kavuşma olanağı sunacaktır. Enerjideki bu
merkeziyetçi olmayan dağılım, bugün yeryüzündeki adaletsiz
enerji dağılımı düzenini de ortadan kaldıracaktır. Gelecekte
yerel kaynaklardan hidrojen elde edilmesi başarıldığı takdirde,
şu an enerjiye ulaşamayan birçok bölgenin insanları kendi
enerji kaynaklarına kavuşmuş olacaklardır.
Günümüzde hidrojen depolama ve taşıma ortamı olarak
büyük bir önem kazanmış olan sodyum borhidrür, özel bor
kimyasalları içinde de önemli bir potansiyele sahiptir. Sodyum
borhidrürün benzer amaçlı diğer bileşiklere oranla daha fazla
hidrojen depolayabilmesi, yanıcı ve patlayıcı olmaması, kolay
kontrol edilebilir bir reaksiyon ile hidrojenini verebilmesi gibi
özellikleri, yeni ve temiz enerji politikaları ile birlikte
değerlendirildiğinde ülkemizin zengin bor kaynakları için
yaygın ve kalıcı bir tüketim alanı yaratabilecektir.
Teknolojisini yenilemek ve sanayisel üretim sürecini
hızlandırmak zorunda olan Türkiye, ilk on yılda hidrojen
enerjisine geçiş için bütün yasal ve hukuki zeminleri
hazırlamalı ve bu ikincil enerji kaynağını temin edeceği birincil
sistemleri kurmalıdır. Daha sonraki aşamada ise bu yakıtın
daha verimli depolanabilmesi ve taşınabilmesi için alternatif
olarak önerilen hidrür üretim sistemlerini geliştirmeli ve borlu
yakıt çözeltilerini
piyasaya sunacak
teknolojiyi
hazırlamalıdır. Bu teknolojiler ise elektrik enerjisine dönüşüm
için gerekli yakıt hücre sistemleri ile entegre olmalı ve dışa
bağımlılıktan kurtulmak için, pahalı bir yöntem olan teknoloji
transferi yerine teknoloji üreten bir ülke olmalıdır.
Türkiye bugüne kadar hızla gelişen teknolojiyi
yakalamakta geç kalmış ve devamlı teknoloji ithal eden bir ülke
konumuna gelmiştir. Hiç olmazsa enerji alanında bu konumdan
çıkma şansı Türkiye'nin önündedir. Türkiye'nin enerji alanında
dışa bağımlılıktan kurtulması, gelişmiş bir ülke konumuna
gelmesi için hidrojen enerjisi fırsatını iyi değerlendirmesi
gerekmektedir. Bu fırsatın iyi değerlendirilebilmesi için
Türkiye'deki her bireyin üzerine düşen sorumluluklar vardır.
Türk toplumunun ilkokuldan başlayarak hidrojen konusunda
bilgilendirilmesi, Türkiye'deki bilim insanlarının çalışmalarını
hidrojene yönlendirmesi, özellikle yenilenebilir enerji
kaynakları kullanılarak hidrojen üretimi önem taşımaktadır.
Türkiye'nin sahip olduğu bor minerallerinden sodyum bor
hidrürün, hidrojenin depolanmasında kullanımı ile ilgili
teknolojilerin geliştirilmesi, devletin hidrojen enerjisi
çalışmalarına destek olması, hidrojen enerjisi alanında
teşvikler vermesi, bu teknolojinin kısa bir süre içinde
ülkemizde uygulanmasını sağlayacaktır.
Kaynaklar:
1. Tracking Industrial Energy Efficiency and CO2 Emissions
(200) IEA publication, 324 pages, ISBN 978-92-64-030169.
2. Kirsten Norman, Sandia Report, SAND2007-1713,
Unlimited Release, Printed March 2007, Interim Report:
Feasibility of Microscale Glucose Reforming for Renewable
Hydrogen.
Sayfa
25
Enerji
Taşınabilir ve Hareketli Uygulamalar
İçin PEM Yakıt Pilleri
Prof. Dr. İnci EROĞLU
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
[email protected]
Dr. Ayşe BAYRAKÇEKEN
Atatürk Üniversitesi
[email protected]
Giriş
Teknolojik gelişmeler, nüfus artışı ve bireylerin daha iyi
yaşama istekleri günümüzdeki enerji tüketimini önemli ölçüde
artırmaktadır. Geleneksel enerji kaynakları ve üretim
teknolojileri, dünyanın artan nüfusuna bağlı olarak artan
ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Enerji ihtiyacını karşılamak
için öncelikli olarak kullanılan kaynaklar kömür, petrol ve
doğalgaz gibi yakıtlardır. Fakat bu kaynaklarda, yakıtların
yakın bir gelecekte tükenme olasılığı ve sanayileşmenin belli
bölgelerde yoğunlaşması sonucu büyük oranda fosil yakıtların
kullanımından kaynaklanan çevre kirliliğinin artması gibi
sorunlarla karşılaşılmaktadır. Tükenmekte olan fosil
yakıtlarının yerini alabilecek temiz, yüksek verimli ve
yenilenebilir enerji kaynaklarının belirlenerek kullanılabilir
duruma getirilmesi, uzun vadeli gereklilik olmaktan çıkarak
acil bir ihtiyaç haline gelmektedir. Fosil yakıtların yanması
sonucu ortaya çıkan karbon dioksit, azot ve kükürt emisyonları,
bir yandan doğal yaşamı tehdit ederken diğer yandan da karbon
dioksit gibi gazlar sera etkisi yaparak küresel ısınmaya sebep
olmaktadır. Fosil yakıtlardan kaynaklanan bu sorunları bertaraf
etmek için yenilenebilir enerji kaynakları olarak güneş enerjisi,
rüzgar enerjisi ve jeotermal enerjiden yararlanmak ve enerji
taşıyıcı olarak da hidrojen enerji sisteminin kullanımını
sağlamak giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
Günümüzde endüstriyel boyuttaki hidrojen üretiminin
tamamına yakını hafif hidrokarbonların (örneğin doğalgaz)
parçalanmasıyla gerçekleşmektedir. Hidrojen, elektroliz ile
sudan da üretilebilmektedir. Elektroliz için gerekli olan
elektrik, güneş pilleri, hidrolik ve rüzgar gibi yenilenebilir
enerji kaynaklarından olabileceği gibi, nükleer elektrik de bu
amaçla kullanılabilir.
Güneş enerjisi, biyokütle enerjisi ve jeotermal enerji gibi
yenilebilir enerji kaynakları, bol bulunmaları ve temiz
olmalarına karşın, bir, ara taşıyıcıya ihtiyaç duydukları için her
alanda uygun son kullanıma sahip değillerdir. Fosil
yakıtlardan, sudan ve biyokütleden üretilebilen hidrojen, bu tür
enerji kaynakları için iyi bir enerji taşıyıcıdır. Hidrojen ara
enerji taşıyıcı olarak kullanıldığında şu avantajlara sahiptir;
 Elektrik enerjisinden farklı olarak daha kolay
depolanabilir özelliktedir.
 Enerji üretiminde son ürün sudur.
 Boru hattı veya tankerlerle çok uzak mesafelere
taşınabilmektedir.
 Alevli yanma, katalitik yanma, elektrokimyasal dönüşüm
Sayfa
26
ve hidrür oluşumu gibi pek çok yöntemle etkin bir şekilde
enerji üretiminde kullanılabilmektedir.
 Yenilebilir kaynaklardan üretildiğinde çevreye herhangi
bir zararlı emisyon dağılması söz konusu değildir.
Hidrojenin yakıt olarak kullanılabilmesi için ekonomik ve
doğayla uyumlu bir üretim tekniğinin geliştirilmesi gerekir. Bu
nedenle biyolojik olarak hidrojen üretimini gerçekleştiren
mikroorganizmalardan yararlanmak gündeme gelmiştir.
Doğada bulunan anaerobik bakteriler, fotosentetik bakteriler ve
alglerin birçok türü, metabolizmalarının gereği olarak hidrojen
üretmekte; ayrıca kullanılan hammaddeler ve oluşan tüm ürün
ve yan ürünler, biyolojik çevrimin bir parçası olduğu için
üretim süreci doğaya zarar vermemektedir.
Biyolojik hidrojen üretiminin sınai ölçeklerlerde
gerçekleştirilmesinin önündeki önemli engeller, üretim hızının
düşük, maliyetin yüksek olması, bakteri davranışının çoğu
zaman yeterli bir biçimde öngörülememesi ve istikrarlı bir
üretim performansının sağlanamaması şeklinde sıralanabilir.
Grubumuz tarafından zeytinyağı atıksuyu kullanılarak hidrojen
elde edilmiştir. Böylece Türkiye gibi tarımda zeytinciliğin
önemli bir yer teşkil ettiği ülkelerde, karasuyun hidrojen
üretimi amacıyla en verimli şekilde değerlendirilmesi ve aynı
zamanda arıtılması, ekonomik boyutundan başka çevresel
açıdan da pek çok fayda sağlayacaktır.
Hidrojen enerjisi alanında kendi teknolojimizi geliştirerek
bu güncel teknolojide dışa bağımlı olmaktan kurtulabilmemiz
ve hatta rekabete girebilmemiz mümkündür. Elektrik eldesinin
merkezi dağıtımdan kurtarılması, halkın teknolojinin
ürünlerinden yararlanmasına imkân sağlayacaktır.
Bugün Avrupa'da hidrojen enerjisi ile en çok ilgilenen,
otomotiv sanayidir. Çünkü, yakıt pilleri ve hidrojen depolama
sistemleri, geleceğin motorlu araçlarını (motorlu bisiklet,
motosiklet, otomobil, otobüs, kamyon vb.) benzin, mazot, dizel
gibi yakıtlardan kurtaracaktır. Avrupa Topluluğu'nda hidrojen
boru ağları ve hidrojen dolum istasyonlarının kurulması
planlanmaktadır. Avrupa Topluluğu'nda hidrojen enerjisinin
geliştirilmesinde ABD ve Japonya'nın arkasında kalmamak
için araştırma projelerini öncelikle destekleme kararı
alınmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı, önümüzdeki
3 yıl için otomotiv, sabit ve taşınabilir uygulamalarda
kullanılmak üzere yakıt pili geliştirilmesi için 130 Milyon $'lık
bir bütçe ayırmıştır [1]. Amerika Birleşik Devletleri'nde yakıt
pili yatırımları Avrupa ülkelerinin yaklaşık 4 katı kadardır.
Japonya hükümeti 2001 yılında yakıt pilleri ile ilgili
hedeflerini netleştirmiş ve 2010 yılına kadar, alan testlerini
tamamlamayı planlamıştır. Böylece hedefler doğrultusunda 1.2
milyon evsel uygulama, 230.000 küçük ticari ürün ve 50.000
yakıt pili aracı kurmayı hedeflemektedir. Gelişmiş ülkelerin
yanında yakıt pili yarışında geri kalmamak için Çin hükümeti
de çeşitli yatırımlarla hidrojen ve yakıt pili çalışmalarını
desteklemektedir [1].
Yakıt Pili Uygulamaları
Kimyasal enerjiyi en verimli şekilde elektrik enerjisine
dönüştüren yakıt pillerinin çalışma prensibinin temelleri, Sir
William Grove tarafından, 1839'da atılmıştır [2]. Fakat
Enerji
günümüzde çeşitli uygulamaları olan yakıt pillerinin ilk
kullanımı 1950'li yıllarda NASA'nın uzay araçlarında
olmuştur. Gelişen teknoloji, insanları, daha çok elektronik eşya
taşımaya itmektedir. Bu artan ihtiyaç, taşınabilir enerji
sorununu gündeme getirmiştir. Bu sorunun çözümünün yakıt
pilleriyle mümkün olabileceğine inanılmaktadır. Ticari
olabilecek taşınabilir uygulamalardan bazıları; cep telefonu,
dizüstü bilgisayar, dijital fotoğraf makinesi, video kamera
bataryaları, soğutucu veya ısıtıcı, el telsizi ve benzeridir. Bu
uygulamalar geleceğin kablosuz yaşam prensipleriyle
uyuşacaktır. Hareketli yakıt pili sistemleri yüksek verimliliği
ile ulaşım alanında da ekonomik bir çözüm vadetmektedir. Şu
anda dünyanın önde gelen otomobil üreticileri, tekne ve yat gibi
deniz araçları üreticileri prototip çalışmaları yapmakta ve bu
teknolojinin kısa vadede ekonomik olarak uygulanabilirliği
için araç üstünde hidrojen üretimi ve yakıt pilleriyle
bağdaştırılması çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca
otomobil, otobüs, scooter ve insansız uçak prototipleri
üretilmektedir. Madencilikte, emniyetli olması nedeniyle,
yakıt pilleri kullanılmasına başlanmıştır. Sabit uygulamalar
için de yakıt pilleri kısa zamanda vazgeçilmez olacaktır. Temel
olarak jeneratörün ve kesintisiz güç kaynaklarının kullanıldığı
her yer bu teknolojinin kullanılabileceği yerlerdir. Hastaneler,
işyerleri, evler, bilgisayar ağları, baz istasyonları vb. enerji
ihtiyaçlarını yakıt pillerinden karşılayabilecektir.
Yakıt pilleri, reaktan gazlar sağlandığı sürece kimyasal
enerjiyi elektrik enerjisine direkt olarak çeviren
elektrokimyasal araçlardır. Diğer enerji dönüşüm sistemlerine
göre daha sessiz ve verimli çalışmaktadır. Yakıt pilleri, içten
yanmalı sistemlerin iki-üç katı olan termal verimlerinin
yanında, düşük gürültü düzeyi, düşük emisyonları, oynar
parçalarının bulunmaması, kompakt olmaları ve kullanıma
göre tasarım olanağı gibi avantajlarıyla büyük gelecek
vadetmektedir [3].
Temel olarak bir yakıt pili anot, katot ve bunların arasında
bulunan elektrolitten oluşmuştur. Yakıt anota ve oksitleyici de
katota sürekli olarak beslenir. Anotta ve katotta sırasıyla
yükseltgenme ve indirgenme reaksiyonları olurken elektrik
akımı ve ısı oluşmaktadır. Anotta oluşan protonlar elektrolit
ortamı geçerek katotta oksijenle birleşip yakıtın cinsine göre
yalnız su veya su ve karbon dioksit üretir. Elektronlar ise bir
akım toplayıcı sayesinde anottan katota geçerek elektrik akımı
oluştururlar. Hidrojen gazı uygun katalizörler kullanıldığında
çok çabuk reaksiyona girdiğinden ve tek emisyonu su
olduğundan, temiz bir kaynak olarak uygulamaların
birçoğunda yakıt olarak kullanılmaktadır.
Yakıt pilleri çoğunlukla kullanılan elektrolitin cinsine göre
sınıflandırılır. Kullanılan elektrolite göre pilde meydana gelen
reaksiyonlar, kullanılan elektrotlar, yakıt pilinin çalışma
sıcaklığı ve kullanılan yakıt değişmektedir. Elektrolitlerine
göre yakıt pilleri polimer değişim zarlı (PEM), alkali, fosforik
asit, ergimiş karbonat ve katı oksit olarak adlandırılırlar. Farklı
yakıt pillerinin çalışma prensipleri benzerlik gösterir.
Aralarındaki fark, çalışma koşulları ve uygulama alanlarından
kaynaklanmaktadır.
Alkali yakıt pillerinde elektrolit olarak KOH çözeltisi
kullanılır. Yakıt olarak saf hidrojen ve oksitleyici olarak saf
oksijen kullanılmaktadır. Elektrolitten OH iyonları transfer
eder ve su hidrojen tarafında oluşur. Anot ve katot yarı
reaksiyonları aşağıdaki gibidir ve reaksiyon sonucunda ısı ve
elektrik elde edilir.
H2 + OH- H2O + e(Anot)
1/2O2 + H2O + 2 e- 2 OH- (Katot)
Alkali yakıt pillerinde çoğunlukla elektrotta katalizör
olarak değerli olmayan metallerin (Ni, Ag, metal oksitler vb.)
ve elektrolit olarak alkali çözeltilerin kullanılması, maliyeti
oldukça düşürmektedir. Fakat bu yakıt pillerinin en büyük
dezavantajı, saf hidrojen ve oksijene gereksinim duyulmasıdır.
Çünkü ortamda az miktarda karbon dioksitin bulunması bile,
yakıt pillerinin gücünü azaltmaktadır. Dolayısıyla alkali yakıt
pilleri saf yakıtların sağlanabileceği daha özel uygulamalarda
kullanım alanı bulmaktadır [4].
Fosforik asit yakıt pillerinde, elektrolit olarak konsantre
(%100) fosforik asit kullanılır. Proton iletken bir elektrolite
sahip olduğundan çalışma prensipleri PEM yakıt pillerine
benzemektedir. Anot ve katot elektrotunda katalizör olarak
karbon destekli Pt veya Pt alaşımları kullanılmaktadır. Yakıt
pili çalışma sıcaklığı 150-220ºC arasında değişmektedir. Sabit
uygulamalar için en uygun yakıt pilleridir. Günümüzde
Japonya, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde
hastanelerde, otellerde ve binalarda kullanılmaktadır [2].
Ergimiş karbonat yakıt pillerinde elektrolit olarak alkali
(Li, Na, K) karbonatların birleşimi kullanılmaktadır. Bu yakıt
pillerindeki çalışma sıcaklığı karbonatların oldukça iletken
ergimiş tuz haline geldiği 600-700ºC civarındadır ve iletkenlik
karbonat iyonları ile sağlanmaktadır. Yüksek sıcaklık ergimiş
karbonat yakıt pillerinde anot olarak Ni ve katot olarak nikel
oksit elektrotları kullanılmaktadır. Anot ve katot yarı
reaksiyonları aşağıdaki gibidir.
H2 + CO3-2 H2O + CO2+ 2e(Anot)
1/2O2 + CO2 + 2 e- CO3-2
(Katot)
Karbonat iyonları katottan anota hareket ederler ve su
oluşumu anotta gerçekleşir. Ergimiş karbonat yakıt pilleri çok
yüksek sıcaklıklarda çalıştıklarından elektrot olarak değerli
olmayan metaller kullanılabilir ki, bu da maliyeti oldukça
düşürmektedir. Diğer yakıt pilleriyle kıyaslandığında ergimiş
karbonat yakıt pillerinin bir diğer avantajı ise harici bir yakıt
dönüştürücüye ihtiyaç duyulmamasıdır. Yüksek sıcaklıktan
dolayı doğalgaz ve kömür bazlı yakıtlar direkt olarak yakıt
piline beslenir ve yakıt pili aynı zamanda dönüştürücü görevini
görür. Fosforik asit yakıt pillerine göre çalışma sıcaklıklarının
yüksek olmasından dolayı, bu yakıt pillerinin sistem tasarımı
daha karmaşıktır. Ayrıca çalışma sıcaklıklarına ulaşılması uzun
zaman almaktadır. Fakat bu dezavantajlarının yanında sisteme
reformat ve kömürden elde edilen karbon dioksit ve karbon
monoksit içeren yakıtların beslenebilmeleri gibi avantajlara
sahiptirler [2].
Bir diğer yakıt pili çeşidi, katı ve gözenekli olmayan metal
oksit seramik elektrolitli katı oksit yakıt pilleridir. Katı oksit
yakıt pilleri 600-1000ºC aralığında çalışmaktadır. Ergimiş
yakıt pilleri gibi yüksek sıcaklıklarda çalıştıklarından saf
olmayan yakıt ve değerli olmayan metal elektrot kullanımına
imkân sağlamaktadır. Yakıt olarak kullanıldığında hidrojenin
anot ve katot yarı reaksiyonları aşağıdaki gibidir.
Sayfa
27
Enerji
2H2 + 2O-2 2H2O + 4e(Anot)
O2 + 4 e- 2O-2
(Katot)
Katı oksit yakıt pillerinde de ergimiş karbonat yakıt
-2
pillerine benzer olarak negatif yüklü iyon (O ) katottan anota
transfer edilir ve su oluşumu anotta gerçekleşir. İstenilen
sıcaklığa ulaşmak için gerekli sürenin uzun ve sıcaklığın
yüksek olması nedeniyle bu yakıt pilleri, taşımacılık ve küçük
taşınabilir uygulamalarda pek tercih edilmemektedir [2].
PEM Yakıt Pilleri
PEM yakıt pili diğerlerinden, elektrolit ortam olarak katı
polimer kullanılması nedeniyle farklıdır. Özellikle ulaşım,
portatif uygulamalar, ısı ve güç sistemlerinin kombinasyonları
için kullanılır. Yüksek performanslı polimerlerin
bulunmasından sonra PEM yakıt pilleri uzay çalışmalarında ve
özel askeri sistemlerde kullanılmak üzere geliştirilmeye
başlanmıştır. PEM yakıt pillerinin çalışma sıcaklığı 80 ile 120
0
C arasındadır.
PEM yakıt pilinde de diğer yakıt pillerine benzer olarak,
yakıt pili gaz geçirgenliği yüksek ve elektrolitle temasta olan
iki elektroda sahiptir ve gaz anottan, oksitleyici gaz da (hava
veya oksijen) katottan sürekli olarak beslenmektedir. PEM
yakıt pilindeki bu elektrotlar, katalizör olarak Pt içeren karbon
destekli gaz difüzyon elektrotlarıdır. Anotta oluşan protonlar
zarı geçerek katottaki oksijenle birleşerek su üretilir. Anot ve
katot yarı reaksiyonları aşağıdaki gibidir.
+
2H2 4H + 4e
(Anot)
+
O2 + 4e + 4H 2H2O
(Katot)
Anotta Pt katalizörü yardımıyla hidrojen molekülü proton
ve elektronlarına ayrılır. Daha sonra sadece proton geçirme
özelliğine sahip zardan geçen protonlar katota gelir ve burada
dış bir devre yardımı ile toplanan elektronlar ve oksijen/hava ile
reaksiyona girerek su oluştururlar. PEM yakıt pili çalışma
prensibi Şekil'1 de verilmektedir. PEM yakıt pilinin en önemli
kısmı, yarı reaksiyonların meydana geldiği ve proton iletiminin
sağlandığı zar-elektrot yapılarıdır. Yakıt pilinin verimli
çalışabilmesi için uygun su yönetiminin sağlanması ve zarın
proton ve su aktarım özelliklerinin geliştirilmesi
gerekmektedir. Zarın kuruması proton iletkenliğini düşürdüğü
için çoğu uygulamada reaktan gazlar nemlendirildikten sonra
hücreye beslenir. Suyun fazlası ise elektrotlarda su taşmasına
sebep olur ve bu da reaktan gazların katalizör tabakasına
ulaşmasını engeller. PEM yakıt pilindeki polimerik zarın
görevi; proton iletkenliği, reaktan gazların ayrımı ve elektronik
izolasyondur. Kullanılan zarın katı olması, korozyonu ve
elektrolitle ilgili sorunları azaltmaktadır.
Tekli bir yakıt pili anot, katot, zar, gaz difüzyon tabakaları,
akım toplayıcı, gaz dağıtım plakaları, conta ve tutucu son
plakalardan oluşmaktadır. Bazı durumlarda akım toplayıcı ve
tutucu plakalar aynı olabilmektedir. Yakıt pilinde iyi
performans elde edebilmek için, yakıt pilini oluşturan her bir
bileşenin hem malzeme, hem de tasarım açısından optimize
edilmesi gerekmektedir.
Sayfa
28
Şekil 1. PEM yakıt pili çalışma prensibi
Yakıt Pili Yığınları
Tek bir yakıt pilinden 0.7V ve 1-25W gibi elektrot alanıyla
sınırlı güç elde edilmektedir. Dolayısıyla düşük voltaj ve güç
uygulamalarında kullanılabilir. Ancak daha yüksek güç ve
voltaj gerektiğinde zar-elektrot gruplarının çift akış kanallı
plakalarla seri bağlanması gerekmektedir. PEM yakıt pilinden
oluşturulan modüllerle istenilen yüksek güç elde edilebilir.
Taşınabilir sistemlerde bu güç 50-300W, hareketli sistemlerde
ise bu 80kW'a kadar çıkabilir. Yüksek güçlere çıkıldığında
üretilen ısının artması sebebiyle, tekli yakıt pillerindekinin
aksine, modüler yakıt pillerinin soğutulması gerekmektedir.
Soğutma işlemi düşük güçlerde hava ile yapılırken daha yüksek
güçlerde su ile yapılmaktadır. Dolayısıyla yüksek güçlerdeki
yakıt pillerinden elde edilen ısıdan aynı zamanda ısıtma
sistemlerinde de yararlanılabilir.
ODTÜ'de PEM Yakıt Pili Araştırmaları
ODTÜ'de araştırma grubumuz 1990 yılında ilk olarak
alkali yakıt pilleriyle hidrojen-oksijenle elektrik üretimi
çalışmalarını başlatmıştır. Ancak gelişen teknoloji, malzeme
bilimi ve araştırma potansiyelinin artmasıyla ve dünyada
ilginin PEM yakıt pilleri üzerine kaymasına paralel olarak 2000
yılından sonra çalışmalarımız bu konuda yoğunlaşmıştır.
ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümü'nde kurulan Yakıt Pili
Teknolojisi Laboratuvarı'nda devam eden yakıt pili
çalışmalarında yakıt pilinin tüm bileşenlerini laboratuvar
koşullarında üretebilecek konuma gelinmiştir. Geliştirmekte
olduğumuz yakıt pili bileşenleri: Zar, katalizör, katalizör
taşıyıcı karbon malzeme, zar-elektrot yapısı, gaz difüzyon
tabakası, çeşitli kanal tasarımlı grafit ve metalik tek yüzeyli
veya çift akış kanallı plakalar ve contalardır. Çeşitli güçte tekli
(1-10W) ve modüler yapıda yakıt pili yığını (50-100W)
geliştirilmiştir. Endüstriyle ortak yapılan bir araştırmada 1.5
kWlık prototip bir PEM yakıt pili hazırlanmıştır.
Hareketli sistemlerde, hidrojen gazından yakıt pilleri ile
elektrik elde edilmesi için ya yakıt piliyle irtibatlı bir hidrojen
üretim reaktörü ya da hidrojenin uygun koşullarda depolanması
gerekmektedir. Mevcut depolama sistemi, en yaygın olarak
kullanılmakta olan, yüksek basınçlı hidrojen tüplerinde
depolamadır. Metal hidrür kartuşlarda depolama, gelişmekte
olan bir teknolojidir. Taşınabilir uygulamalarda, örneğin;
insansız uçaklarda veya bir askerin taşıyabileceği güç
Enerji
sisteminde, ağırlığın azaltılması kritik br faktördür.
Sodyumborhidrür dönüşüm reaktörüyle hidrojen üretimi ve
onunla uyumlu 50- 100 W'lık PEM yakıt piliyle elektrik
üretimine yönelik bir prototip laboratuvarımızda
geliştirilmektedir.
Yakıt pili güç verimini takip edebilmek ve yakıt pili
bileşenlerinin direnç kayıplarını hesaplamak amacı ile çok fazlı
gaz-sıvı-katı sistemlerinde kütle aktarımıyla kimyasal tepkime
prensiplerine dayanan mekanistik bir matematiksel model
geliştirmekteyiz.
Alternatif Zar Geliştirilmesi
Zar olarak piyasada çoğunlukla “Nafion” ticari ismiyle
bilinen perflorosülfonik asit bazlı zarlar kullanılmaktadır. Bu
zarların fiziksel yapıları sağlam ve kimyasal olarak da
dayanıklıdırlar. Fakat bu tür zarlar hem pahalı malzemelerden
hem de yüksek sıcaklıklarda camsı geçiş sıcaklıklarının düşük
olmasından dolayı kullanılamamaktadır. Dolayısıyla alternatif
zarların geliştirilmesi gerekmektedir. Yeni geliştirilen zarlarla,
hem daha ucuz malzemeyle üretilebilen hem de daha yüksek
sıcaklıklarda çalışabilen yakıt pilleri üretilebilecektir. Yakıt
pilinde yüksek sıcaklıklara çıkılabilmesi elektrokimyasal
reaksiyonların hızını arttırmakta ve aynı zamanda reforming
prosesi esnasında hidrojenin yanında elde edilen karbon
monoksitin elektrotlardaki katalizörü zehirleme etkisini
azaltmaktadır.
Son yıllardaki çalışmalarımız; ucuz ve bir kısmının termal
dayanıklılığının daha iyi olmasından dolayı aromatik yapılı
alternatif zarlar, özellikle sülfolanmış polietersülfon (PES),
polietereterketon (PEEK) ve poliarlen zarlar üzerine
yoğunlaşmaktadır. Bu şekilde yapılarına SO3H grupları
eklenen polimerlere daha sonra bir çözücü ve zeolit beta veya
benzeri inorganik kristaller eklenerek proton iletkenlikleri
artırılabilmektedir. Bu zarlar yakıt pilinde kullanıldığında,
ticari olarak kullanılan Nafion zara oldukça yakın sonuçlar elde
edilmiştir. Yüksek sıcaklıkta çalışabilen PEM yakıt pilleri için
polibenzimidazol (PBI) membranlar geliştirilmektedir.
Polibenzimidazoller, benzimidazol gruplarının tekrar
zincirlerinden oluşan doğrusal aromatik polimerlerdir. Bu
polimerler, aromatik-heterosiklik yapılarından dolayı yüksek
mukavemete sahip, sert kimyasal ortamlara ve yüksek sıcaklığa
dayanıklı, yalıtkan malzemelerdir. Yakıt pili elektrot-zar
yapılarında PBI zarlar fosforik asit yüklenerek
kullanılmaktadır [5]. Bu zarın kullanımı ile PEM yakıt pili
150ºC'de kuru olarak çalıştırılabilmiştir.
Katalizör ve Nanoyapılı Karbon Destek Geliştirilmesi
PEM yakıt pilinin kalbi sayılan zar-elektrot yapısının bir
diğer bileşeni de yarı reaksiyonların olduğu elektrotlardır. Anot
ve katot elektrotlar için şimdiye kadar yapılan çalışmalarda
platinin yerini alacak bir metal bulunamamıştır. Fakat yakıt
pillerinin ticarileşmesi halinde dünyadaki Pt rezervlerinin
talebi karşılayamayacak olması, bilim dünyasını, elektrotlarda
kullanılan Pt metalinin miktarının azaltılmasına ve ikili veya
üçlü katalizörlerin, katalitik aktiviteyi artıracak ve Pt'yi
destekleyecek daha ucuz metallerle hazırlanmasına itmiştir.
Platin metalinin yüzey alanını artırmak için Pt karbon destekler
üzerine emdirilerek kullanılmaktadır. Dolayısıyla Pt ne kadar
aktif olarak kullanılabilirse yakıt pili performansı o kadar
artacaktır. Bunun için zar-elektrot hazırlama tekniğinin yanı
sıra katalizör hazırlama tekniklerinin de zar ile en iyi şekilde
temas edecek özelliklere sahip katalizörler hazırlayacak şekilde
optimize edilmesi gerekmektedir. Karbon destek üzerindeki Pt
metalinin pildeki performansı etkileyen en önemli özelliği
parçacık boyutudur. 3 nm'nin altındaki parçacıkların stabil
olmadığı bilinmektedir. Fakat parçacık boyutunun 5-6'nm
üzerine çıkması da yüzey alanı azaldığından pil performansını
düşürmektedir [6].
Kullanılan karbon desteğin yapısı da performansı
etkilemektedir. Bunun sebebi PEM yakıt pilindeki elektrolit
katı zar ile Pt metalin temasını etkileyen en büyük faktörlerden
birinin destek malzemesi olmasıdır. Çünkü bu temas ancak Pt
metali, zar ve elektrotlar arasında bir bağlantı olduğunda
sağlanabilmektedir. Dolayısıyla eğer karbon destek yüksek
miktarda mikroporöz yapıya sahipse küçük Pt metallerinin bu
mikroporlarda olması, olası olduğundan bu metallere
ulaşılamamaktadır ve katalizörün aktivitesi düşmektedir.
Yine laboratuvarımızda hem farklı katalizör hazırlama
teknikleri, hem de farklı karbon destek sentezi üzerine
çalışmalar devam etmektedir. Katalizör hazırlama tekniği
olarak enerji ve zaman yönünden çok verimli bir yöntem olan
mikrodalga ısıtma yöntemi kullanılmış ve hazırlanan
katalizörlerle ticari katalizöre yakın güç elde edilmiştir.
Sonuç
Bilimsel düzeyde birçok çalışma yapılmasına rağmen PEM
yakıt pillerinin ticarileşmesi özellikle pilin ömrünün
uzatılması, kullanılan malzemelerin maliyetinin düşürülmesi,
hidrojenin ucuz bir şekilde üretilmesi, hidrojen depolamanın
geliştirilmesi, hidrojen istasyonlarının yaygınlaştırılması gibi
faktörlere bağlıdır.
Ülkemizde 2020 yılına kadar hidrojenin üretimi, taşınması,
dağıtımı ve kullanımı konusunda yapılacak temel araştırma,
uygulamalı araştırma ve tatbikata yönelik çalışmaların ve
ARGE'nin teşvik edilmesi gerekmektedir. 2020 ile 2050 yılları
arasında ise hidrojen ve yakıt pillerinin büyük ölçekte
ticarileştirilmesi, hidrojen üretimi, taşınması, depolanmasının
ve buna paralel olarak yakıt pillerinin sabit, seyyar ve portatif
uygulamalarındaki pazarın yaygınlaştırılması planlanmalıdır.
Böylece, Avrupa Birliği'ne paralel olarak dünyadaki diğer
gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmadan 2050'de hidrojene dayalı
bir ekonomi gerçekleşebilir.
Referanslar
[1] www.doe.gov (25 Eylül 2008)
[2] Larminie J., Dicks A. (2003) Fuel Cell Systems Explained,
nd
2 Edn., John Wiley&Sons, USA.
[3] Lee H.K., Park J.H., Kim D.Y., Lee T.H. (2004) Journal of
Power Sources 131, 200.
[4] Barbir F. (2005) PEM fuel cells: Theory and practice.
Elsevier Academic Pres, USA.
[5] Wainright J., S., Wang J., Weng D., Savinell R., F., Litt M.,
J. Electrochem. Soc. 142 (995) L121.
[6] Wikander K., Ekström H., Palmqvist A.E.C., Lindbergh,
G. (2007) Electrochimica Acta 52, 6848.
Sayfa
29
Enerji
Jeotermal Enerji
Prof. Dr. Mahmut PARLAKTUNA
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
[email protected]
Jeo (yer) ve termal (ısı) kelimelerinin birleşmesinden oluşan
jeotermal kelimesi “Yerısısı” anlamında kullanılmaktadır.
Yerkürenin iç yapısı ve derinlikle değişen sıcaklık değerlerinin
verildiği Şekil 1 incelenecek olursa yerkürenin derinliklerinde
oldukça yüksek sıcaklık değerlerinin bulunduğu görülecektir.
Üzerinde yaşadığımız ve yerkürenin toplam yarıçapı (6371 km)
içinde oldukça küçük bir oran kaplayan (5-70 km) Kabuk
bölgesinde yerkürenin sıcaklığı, derinlikle her 100 metrede,
ortalama olarak 2,5-3,0°C artmaktadır. Sıcaklığın derinlikle
daha yüksek değerlerde arttığı bölgeler, jeotermal enerji
açısından yüksek potansiyele sahip bölgeler olarak
bilinmektedir. Tüm bu bölgeler aktif tektonik bölgeler olup
jeotermal enerji potansiyelleri açısından Plaka Tektoniği ile
doğrudan ilintilidir. Bu bölgelerde jeotermal gradyan ortalama
gradyanın birkaç katına çıkabilmektedir (10+ °C/100 m).
Şekil 1. Yerkürenin yapısı ve sıcaklığın derinlikle değişimi
İnsanoğlu yüzyıllardır jeotermal enerjiyi doğal sıcak subuhar çıkışları yoluyla kullanırken, 20. yüzyıl içinde elektrik
enerjisi üretimi ve/veya ısıtmacılıkta yararlanmak üzere sıcak
akışkanın yeryüzüne çıkartılacağı jeotermal amaçlı kuyulara
kullanım yolunu açmıştır.
Günümüzde uygulanmakta olan jeotermal projelerin
çoğunluğu Şekil 2’de şematik olarak gösterilen hidrotermal
jeotermal sistemlerden enerji üretmektedir[1]. Bu tür sistemlerin
sahip olması gereken dört temel koşul vardır: 1. Isı kaynağı, 2.
Isıyı iletecek bir akışkan (su), 3. Geçirgen ve gözenekli bir
rezervuar, 4. Örtü kaya.
Jeotermal sistemlerde ısı enerjisinin çoğunluğu kayaç
tarafından tutulmakta olup, kayacın sahip olduğu ısı enerjisinin
yeryüzüne sıcak su + buhar vasıtasıyla çıkartılmasını Isı
Madenciliği olarak niteleyebiliriz. Bu tür sistemlerde,
yerkürenin sahip olduğu ısı enerjisinin büyüklüğü ve sürekliliği
göz önüne alındığında, jeotermal sistemler doğal koşullarında
Yenilenebilir Enerji kategorisinde değerlendirilebilir. Ancak,
ısı enerjisini yeryüzüne akışkanlar vasıtasıyla taşımak amacıyla
açılan kuyulardan üretilen akışkan debisinin, jeotermal sistemin
doğal beslenme miktarından fazla olması durumunda
(çoğunlukla karşılaşılan), sistem akışkan açısından bütçe açığı
vermeye başlamakta ve yenilenebilir niteliğini kaybetmekte,
uygun mühendislik uygulamalarıyla Sürdürülebilir Enerji
Kaynağı niteliği kazanmaktadır.
Sayfa
30
Şekil 2. Hidrotermal jeotermal sistem [1]
Jeotermal enerjinin kullanım alanları sıcaklığın fonksiyonu
olarak farklılık göstermekte olup, yüksek sıcaklıklı
akışkanlardan elektrik enerjisi üretilirken, 100 °C’den düşük
sıcaklıklı jeotermal kaynaklar çoğunlukla doğrudan ısı
uygulamalarında (alan ısıtmacılığı) kullanılmaktadır (Şekil3)[2].
Son yıllarda büyük mesafeler kaydedilen iki uygulama alanı
İkili Çevrim yoluyla elektrik enerjisi üretimi ve ısı pompası
kullanılarak alan ısıtmacılığıdır.
Şekil 3. Jeotermal enerji kullanım alanları [2]
İkili çevrim uygulamasında yeraltından üretilen sıcak
akışkanın doğrudan türbini çevirmesi yerine, jeotermal
akışkanın ısı enerjisinin aktarıldığı ve buharlaştırıldığı ikinci bir
akışkan türbini çevirmektedir. Bu tür uygulamalarda, ikinci
akışkanın buharlaşma özelliğine bağlı olarak elektrik enerjisinin
üretilebileceği jeotermal rezervuar sıcaklığı 100°C seviyelerine
inebilmektedir.
Isı pompası uygulamasında ise yerkürenin çok sığ
derinliklerinde (ilk 10 -15 m) yıl boyunca görülen sabit sıcaklık
ortamından (10-16°C) yararlanılmaktadır. Bu ortam, kış
aylarında çevre hava sıcaklığından yüksek, yaz aylarında ise
düşük sıcaklığa sahip bir ortamdır ve bu ortama yerleştirilecek
ısı değişim sistemleri yardımıyla ısı pompasına girecek
akışkanın sıcaklığı arttırılabilmekte veya azaltılabilmektedir
(Şekil 4).
Günümüzde yoğunlukla çalışılan bir diğer uygulama ise
Geliştirilmiş Jeotermal Sistemler (Enhanced Geothermal
Systems) veya Kızgın Kuru Kaya olarak adlandırılmaktadır. Bu
Enerji
Tablo 2. Ülkelerin Jeotermal enerjiden elektrik üretimleri[5]
Ülke
Kurulu Kapasite
(MWe)
Şekil 4. Jeotermal ısı pompası uygulaması
sistemlerin hidrotermal sistemlerden temel farkı, sistemde
yeterli ısı enerjisi olmasına rağmen bu ısıyı yüzeye taşıyabilecek
akışkanın bulunmamasıdır. Isıyı yüzeye taşıyabilmek amacıyla
açılacak bir kuyudan soğuk suyun yeraltına basılması ve
ısıtılarak bir diğer kuyudan yeryüzüne çıkarılmasının
hedeflendiği bu sistemler (Şekil 5) henüz ticari uygulama şansı
bulamamış olup Fransa, ABD ve Avustralya'da sürdürülmekte
olan çeşitli projelerle geliştirilme sürecindedir. [ 3 ] , [
Jeotermalenerjikullanım istatistikleri genellikle iki ayrı
kategoride elektrik enerjisi üretimi ve doğrudan kullanım
olarak verilmektedir.
Jeotermal Enerjiden Elektrik Üretimi[5]:
1904 yılında İtalya'nın Larderello jeotermal sahasında
üretilen kızgın kuru buhar kullanılarak 250 kWe kapasite ile
başlayan jeotermal enerjiden elektrik üretimi, 2005 yılı
itibariyle 8912 MWe kurulu güce ulaşmış olmasına rağmen
toplam elektrik enerjisi üretiminde payı halen çok düşüktür
(%1'den az). 2005 yılı itibariyle jeotermal enerjiden elektrik
üreten ülke sayısı 24 olup, Tablo 1 ve 2, yıllar itibariyle
jeotermal enerjiden elektrik enerjisi üretimini gelişimi ile lider
ülkeleri göstermektedir.
[5]
Tablo 1. Jeotermal enerjiden elektrik üretimi
Yıllar
Kurulu Kapasite
(MWe)
1975
1300
1980
3887
1985
4764
1990
5832
1995
6798
2000
7974
2005
8912
Doğrudan Kullanım Uygulamaları[6]:
Jeotermal enerjinin doğrudan kullanımı çok farklı amaçlar
doğrultusunda gerçekleşmektedir. Tablo 3, 2005 yılı itibariyle
ABD
2544
Filipinler
1931
Meksika
953
Endonezya
797
İtalya
790
Japonya
535
Yeni Zellanda
435
değişik uygulamalarda kullanılan toplam ısı enerjisi
miktarlarını vermektedir. Görüleceği gibi ısı pompası
uygulamaları en büyük payı almakta olup, son yıllarda klasik
anlamda jeotermal ülkeleri olmayan İsveç, İsviçre, Almanya
gibi ülkeleri istatistiklerde ön sıralara çıkarmaktadır. Tablo 4’te
kurulu ısıl jeotermal güç ve yıllık kullanım yönünden lider 5
ülke sıralanmaktadır. Bu ülkelerin farklı özellikleri göz önüne
alınacak olursa, İsveç klasik anlamda jeotermal ülkesi
olmamasına rağmen, ısı pompası uygulamaları ile her iki
kategoride de 2. sırada yer almakta, İzlanda ülkenin hemen
tümünde yıl boyunca jeotermal enerjiden konut ısıtmacılığında
faydalanmakta, Çin ise sağlık turizmi, kaplıca kullanımında
lider ülke olma konumundadır. Ülkemiz her iki kategoride de 5.
sırada gözükmektedir.
Tablo 3. Jeotermal enerjinin kullanım türüne göre doğrudan
kullanım kapasiteleri[6]
Ülke
Toplam Kullanım
(MWt)
İş Pompaları
15723
Kaplıca
4911
Konut Isıtması
4158
Sera Isıtması
1348
Balık Üretimi
616
Endüstriyel Kullanım
489
Soğutma/Buz-Kar Eritme
338
Tarımsal Kurutma
157
Diğer
TOPLAM
86
27827
Bu aşamada ülkemizin jeotermal enerji potansiyelinden söz
etmek gerekirse, Türkiye'de çoğunluğu MTA tarafından
keşfedilmiş 170 kadar jeotermal saha olup bu sahaların büyük
çoğunluğu Ege Bölgesi’nde yer almaktadır (Şekil 6)[7].
Ülkemiz sahalarından Tablo 5'te sıralanan alanlar elektrik
enerjisi için uygun sıcaklığa sahip iken bu sahalardan Kızıldere
(17 MWe) ve Salavatlı (7,5 MWe) halen elektrik üretiminde
kullanılmaktadır. Çok yakın zamanda 45 MWe kurulu güç ile
Germencik sahasında elektrik enerjisi üretimi başlayacaktır.
Sayfa
31
Enerji
Ülkemiz sahalarının çoğu, doğrudan kullanım amacıyla
kullanılabilecek sıcaklığa sahiptir. Bu nedenle birçok
yerleşim bölgemizde konut ısıtmacılığı, sera ısıtmacılığı,
kaplıca ve sağlık turizmi uygulamaları mevcuttur[8]. Örnek
uygulamalar olarak İzmir-Balçova, Afyon, Simav konut
ısıtmacılığı, Şanlıurfa, Dikili sera ısıtmacılığı ile Afyon
bölgesindeki kaplıca uygulamaları gösterilebilir. Kızıldere
sahası jeotermal akışkanından ayrıştırılarak kuru buz haline
getirilen ve ülkemiz soğuk içecek sanayiinde kullanılan
karbon dioksitin temel kaynağı olan endüstriyel
uygulamadan bahsedebiliriz.
Tablo 4. Ülkelerin jeotermal enerji doğrudan kullanım
kapasiteleri[6]
Ülke
ABD
Kapasite
(Mwt)
7817
Yıllık
Kullanım (Tj/Yıl)
31239
İsviçre
3840
36000
Çin
3687
45373
İzlanda
1791
23813
Türkiye
1177
19623
Tablo 5. Ülkemizde elektrik enerjisi üretimine uygun
jeotermal sahalar
Saha
Kızıldere - Denizli
Germencik - Aydın
Tuzla - Çanakkale
Salavatlı - Aydın
Simav - Kütahya
Seferihisar - İzmir
Sıcaklık (0C)
243
232
174
171
162
153
Şekil 5. Kızgın kuru
kaya uygulaması
KAYNAKLAR
1. Dickson, Fanelli (2004) What is Geothermal Energy?
http://iga.igg.cnr.it/geo/geoenergy.php
2. Lindal, B. (1973) Industrial and Other Applications of
Geothermal Energy, (Armstead, H.C.H. ed. Geothermal
Energy, UNESCO, Paris, 135-148).
3. http://ec.europa.eu/research/energy/pdf/hdr_pres_en.pdf
4. http://en.wikipedia.org/wiki/Hot_dry_rock_
geothermal_energy
5. Bertani, R. (2005) World Geothermal Generation 20012005: State of the Art Bildiriler Kitabı, World Geothermal
Congress, 24-29 Nisan, Antalya.
6. Lund, J.W., Freeston, D.H., Boyd, T.L. (2005) Bildiriler
Kitabı, World Geothermal Congress, 24-29 Nisan,
Antalya.
7. Şimşek, Ş. (2000) Geothermal Energy Utilization
Development in TurkeyPresent Geothermal Situation and
Projections. Bildiriler Kitabı, World Geothermal
Congress, 85-91. Kyushu-Tohoku, Japan.
8. Mertoğlu, O. (2005) Geothermal Applications in Turkey,
Bildiriler Kitabı, World Geothermal Congress, 24-29 Nisan,
Antalya.
AÇIKLAMALAR
Önemli Jeotermal Alanlar İçmeceler
Sıcak Su Kaynakları Maden Suları
Ü. Tersiyer-Kuvaterner Volkanitler
Ü. Tersiyer-Kuvaterner Volka Çıkışları
Ana Fay Hatları
Başlıca Doğrultu Atımlı Faylar
Ters Fay ve Bindirmeler
Şekil 6. Ülkemiz jeotermal alanları[7]
Sayfa
32
Saygıyla Anıyoruz
Prof. Dr. Metin AND’ın Anısına*
Prof. Dr. Ayhan O. ÇAVDAR
TÜBA Şeref Üyesi
[email protected]
Yakında kaybettiğimiz Değerli Şeref üyemiz seçkin
bilim adamı Prof. Dr. Metin And'ın biyografisini bu vesileyle
kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle belirtmek isterim ki Prof. Dr. Metin And,
TÜBA'nın kuruluşunda ilk seçilen 10 asli üye arasında yer
almıştır. (31 Ekim 1993)
1927'de İstanbul'da doğan Metin And Hoca, Galatasaray
Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni
bitirdi. Öğrencilik döneminde beş yıl İstanbul Belediye
Konservatuarı'na devam ederek “Ferdi von Statzer”den
piyano dersleri aldı. Yüksek lisans yapmak için Londra'ya,
daha sonra bale, opera ve tiyatro eğitimi için “Rockefeller
Vakfı” bursuyla New York'a gitti. Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü'nde otuz yılı
aşkın bir süre öğretim üyesi olarak çalıştı.
Yazı yaşamına edebiyat, opera ve bale eleştirmenliği ile
başladı. Forum dergisini ve yayınlarını yönetti. Ulus
gazetesinde 15 yıl boyunca tiyatro eleştirileri yazdı.
Amerika, Almanya ve Japonya'da “konuk öğretim üyesi”
olarak dersler de veren Prof. Dr. Metin And, Amerika,
Sovyetler Birliği, Çin, Japonya ve Ortadoğu ülkelerinde
konferans turnelerine çıktı, radyo programları hazırladı,
belgesel film senaryoları yazdı. Geleneksel Türk
Tiyatrosunun kökenleri, etkileşimleri ve kültürel boyutları
konusunda uzmanlaşan Metin And Hoca, Batı etkisiyle
gelişen Türk tiyatrosunun dönemlerini belgelere dayalı bir
yöntemle araştırdı ve karşılaştırmalı tiyatro araştırmalarının
öncülerinden biri oldu.
Emekli olduktan sonra Boğaziçi ve Bilkent
üniversitelerinde "Kültür Tarihi" dersleri verdi. Bazıları
yabancı dillerde (çoğu Fransızca ve İngilizce, bir de
İtalyanca) olmak üzere 54 kitap, 1500 kadar bilimsel
inceleme, tanıtma-eleştiri yazısı ve “ansiklopedi maddesi”
kaleme alarak yayınlamıştır.
Prof. Metin And, 80 yıllık yaşamını, bilim ve sanat
çalışmaları, kitapları, diğer yayınları, dersleri, konferansları,
seminerleri, tebliğleri ve söyleşileri ile dolu dolu geçirmiş ve
Türk Kültürünü hem ülkemizde, hem de dünyada tanıtmaya
adamış bir bilim ve sanat insanı olmuştur. Metin And Hoca,
Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşaktan bir aydın kişi olarak,
dünyadaki çağdaş sanat anlayışını kavrayan ve kendi
kültüründeki insani yücelikler ve sanatsal güzelliklerle
bağdaştırabilen ve daha da öte, yeryüzündeki bütün
kültürlere ilgi duyan, özümseyebilen ve kültürümüzü
başkalarına öğretmeye ve sevdirmeye çalışan, öğrendiklerini
araştırmalarında ustaca kullanabilen olağanüstü bir sentez
gücüne sahip, çok başarılı bir bilim ve sanat insanıdır. Metin
And Hoca için pek çok yazı yayınlanmıştır. Bunlardan
*Prof. Dr. Ayhan O. Çavdar'ın, 29 Kasım 2008'de yapılan TÜBA Ödül
Töreni ve Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmadan alınmıştır.
birinde “dünya malını elinin tersiyle iten, düşünen, paylaşan,
verici, dostları için, ülkesi için ve insanlık için gurur kaynağı
bir bilim adamı olarak tanımlanmıştır. Prof. Dr. Talat
Halman’ın deyimiyle, Metin And Hoca “değişik bilim ve
sanatları kendinde birleştiren çeşitli alanlarda üstün başarılar
kazanan üstatlara” verilen “Rönesans İnsanı” niteliğini hak
etmekteydi. Prof. T. Halman onun için ayrıca “And'ımızAnıtımız” deyimini de kullanmıştır. Metin Hoca, aynı
zamanda “Türk Kültürünün önde gelen elçilerinden biri”
olarak da kabul edilmekteydi. Bu kadar güzel ve çok boyutlu
sıfatlara muhatap olabilmek, sanırım her faniye nasip
olmamıştır.
Metin And Hocanın kitap ve makale boyutundaki
çalışmaları çok büyük bir çeşitlilik ve sayıya ulaşmıştır.
Nitekim “Tiyatrodan, baleye, mitolojiden halk danslarına,
İslam'da öykücülükten minyatür sanatına, ortaoyunundan
gölge oyunlarına (karagöz) kadar uzanan çeşitli alanlarda
özgün yapıtlar vermiştir.
Halkımızın ve dünya halklarının binlerce yıllık kültür ve
sanat öğelerini, tarihin derinliklerinden çıkartıp gün ışığına
kavuşturan ve yaşayan kültür öğeleriyle karşılaştırabilme
becerisini, âdeta iğne oyası gibi işleyerek çarpıcı bir şekilde
gözler önüne seren, görgülü ve birikimli bir usta olarak
niteleyeceğimiz Sn. Prof. Dr. Metin And'ın hem duygulu ve
hem de duyarlı bir bilim insanı niteliklerini, seçkin
kişiliğinde mezcedebilmiş olması, kendisini yeri kolay
doldurulamayacak faniler düzeyine yükseltmiştir.
Başlıca Eserleri
• Gönlü Yüce Türk. Yüzyıllar Boyunca Bale Eserlerinde
Türkler (1958)
• Kırk Gün-Kırk Gece. Eski Donanma ve Şenliklerde
Seyirlik Oyunlar (1959)
• Dionisos ve Anadolu Köylüsü (1962)
• Bizans Tiyatrosu (1962)
• Türk Köylü Oyunları (1964)
• Geleneksel Türk Tiyatrosu. Kukla-Karagöz-Ortaoyunu
(1969)
• Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu (1908-1923)
(1971)
• Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu (18391908) (1972)
• Oyun ve Bügü. Türk Kültüründe Oyun Kavramı (1974)
Sayfa
47
Saygıyla Anıyoruz
•
•
•
•
•
"Osmanlı Tiyatrosu". Kuruluşu-Gelişimi-Katkısı (1976)
Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu (1977)
Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları (1982)
Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu (1983)
Geleneksel Türk Tiyatrosu. Köylü ve Halk Tiyatrosu
Gelenekleri (1985)
• 16. Yüzyılda İstanbul, Kent, Saray, Günlük Yaşam (1994)
• Minyatürlerle Osmanlı İslâm Mitologyası (1998)
• 40 Gün 40 Gece. Osmanlı Düğünleri-Şenlikleri-Geçit
Alayları (2000).
Sn. Prof. Dr. Metin And birçok ödül ve nişanın da sahibi
olmuştur (14). Bunlardan bazıları:
• Türk Dil Kurumu Bilim Ödülü (1970)
• Türkiye İş Bankası Bilimsel Araştırma Ödülü (1980)
• Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü (1983)
• Fransa Hükümeti'nin "Officier de l'ordre des Arts et des
Letres" nişanı (1985)
• İtalya Cumhurbaşkanı'nın "Şövalyelik" nişanı (1991)
• Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1998)
1 Nisan 2007'de “Truva Folklor Araştırmaları Derneği”
tarafından düzenlenen “Metin And 80 yaşında” gecesinde,
Sabri Koz tarafından hazırlanan “Metin And'a Armağan”
kitabı başta kendisine ve katılan davetlilere sunulmuştur.
Merhum Prof. Dr. Metin And bizlere bıraktığı 50'nin
üstünde kitabı (54) ve 1500'ü aşkın yayınları ile yetinmemiş
ve bildiklerini gelecek kuşaklara aktaramama olasılıklarını
ve endişelerini her zaman taşımış, mesleğimiz gereği zaman
zaman bize de danışarak, zihinsel hayatiyetinin korunması
konusundaki duyarlılığını hep canlı tutmuştur. Kendisi
olaylara çok boyutlu, çok sesli ve çok renkli sanatsal ve
Sayfa
48
kültürel bakışları ile toplumumuzun çağdaşlaşmasında
“nirengi noktası” veya ülkemizin “köşe taşlarından” biri
olabilmiştir.
Keskin eleştirel mantığını, kendine özgü “sanatsal
zarafetiyle” bağdaştırabilmesi, kültürel birikiminin
kendisine kazandırdığı bir zenginlik olmuştur.
Prof. Dr. Metin And'ın bir fani için asil bir tutku diye
nitelendirilebilecek sürekli bilimsel ve sanatsal faaliyetleri
araştırma, öğrenme ve öğretme coşkusu, kendisini
ölümsüzlüğe götüren çağdaş, aydın bir kimlik
kazandırmıştır.
Son yıllarda rahatsızlığına rağmen çok çalışan ve üretken
olan Metin And Hoca, aynı zamanda vefalı bir dost, nazik,
olgun ve bütün başarılarına karşın mütevazı bir bilim insanı
idi.
Işıklar içinde yatmasını dilediğimiz bu aziz “Cumhuriyet
Aydını” hocanın, gerek öğrencilerine ve gerekse
meslektaşlarına çok iyi bir örnek olduğunu belirtmek de
görevimizdir.
Türkiye'de ve TÜBA'da yeri kolay doldurulamayacak
olduğuna inandığım Prof. Dr. Metin And Hocanın anısı
önünde saygıyla eğilirim..
Kaynaklar
1. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) 1998 Hizmet ve
Teşvik Ödülleri Bülteni, Prof. Dr. Metin And, s.11,
1998.
2. Sabri Koz: Metin And'a Armağan Kitabı, 2007.
3. Metin And: Minyatürlerle Osmanlı- İslam Mitologyası
2. Baskı (YKY) 2007.
4. Talat Sait Halman: And'ımız Anıtımız Metin And'a
Armağan Kitabı, s.12-18, 2007.
5. Sabri Koz: Dokuz kollu bir oyunbaz Metin And
(TÜYAP) 2007.
6. İlhan Başgöz: Metin And'ın Ardından: Doğan Hızlan'a eposta, Hürriyet. www.hurriyet.com.tr
TÜBA’dan Haberler
Akademi'nin Yeni Başkanı Göreve Başladı
TÜBA-GEBİP
2009 Yılı (10. Dönem)
TÜBA-GEBİP ÖDÜL SAHİPLERİ
Adı Soyadı
Alanı
!Türkiye Bilimler Akademisi'nin 7 Haziran 2008'de
gerçekleştirilen Genel Kurul Toplantısı'nda Akademi
Başkanlığına seçilen Ankara Üniversitesi Nöroşirürji
Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Yücel Kanpolat, 21
Temmuz 2008'de TÜBA'daki görevine başladı.
1941 yılında Sivas Koyulhisar’da doğan Prof. Dr. Yücel
Kanpolat'ın araştırma alanları, Ağrı Cerrahisi, Fonksiyonel
ve Stereotaktik Nöroşirürji, Hareket Bozuklukları, Sinir
Sistemi Gelişimi, Bilim Tarihi ve Bilim Eğitimidir.
Prof. Kanpolat, 1966 yılında Best Public Health Service
Unit (WHO) Ödülü, 1981 yılında TÜBİTAK Tıp Teşvik
Ödülü, 1996 yılında Ankara Üniversitesi Bilim Ödülü,
1996 yılında TÜBİTAK Hüsamettin Tuğaç Teknoloji
Birincilik Ödülü, 2000 yılında da Türk Nöroşirürji Derneği
Hamit Ziya Gökalp Bilim Hizmet Ödülünü kazanmıştır.
Prof. Kanpolat, Oregon Health & Science University,
Paxton Uluslararası Profesörlüğü ve International
Neuroscience Institute, Neurosurgical Pain Treatment
Profesörlüğü sahibidir
TÜBA-GEBİP Ödülü Kazanan Genç Bilimciler
Belirlendi
Akademi'nin, fen, mühendislik, sağlık ve sosyal bilim
alanlarında ülkemize yetkin bir araştırıcı kuşağı
kazandırmak amacıyla 2001 yılında uygulamaya koyduğu
Türkiye Bilimler Akademisi Üstün Başarılı Genç Bilim
İnsanlarını Ödüllendirme Programı (TÜBA-GEBİP)
Ödüllerinin 2009 yılı sahipleri belli oldu. Bu yıl 19 genç
bilimcinin GEBİP Ödülü ile desteklenmesi uygun bulundu.
Bir tür 'Genç Akademi' oluşturmaya yönelik bir etkinlik
olan TÜBA-GEBİP çerçevesinde, tüm bilim alanlarından,
37 yaş altındaki, bağımsız araştırmacı olarak kendi
araştırma grubunu kurarak öğrencilerini yetiştirme
çabasında olan, bilimsel araştırmalarıyla öne çıkmış ve
üstün liyakat esasına göre seçilmiş genç bilim insanları, üç
yıl süreyle desteklenmektedir.
Elektrik-Elektronik
Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Burhanettin Erdem Alaca Makine Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Meltem Doğan Alparslan Arkeoloji
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kerim Avcı
Kimya Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman
Bekir Aydemir
Ekonomi
Yrd. Doç. Dr. Türker Bıyıkoğlu
Matematik
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Boyacı
Psikoloji
Doç. Dr.
Mehmet Cansev
Tıp/Farmakoloji
Yrd. Doç. Dr. Barış Coşkunüzer
Matematik
Yrd. Doç. Dr. Hakan Çevikalp
Elektrik-Elektronik
Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Hanife Genç
Ziraat-Bitki Koruma
Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Gürlü
Fizik Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Metin Muradoğlu
Makine Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Bahar Rumelili Sancak Uluslararası İlişkiler
Yrd. Doç. Dr. Murat Saraçlar
Elektrik-Elektronik
Mühendisliği
Yrd. Doç. Dr. Kürşat Şendur
Elektrik-Bilgisayar
Mühendisliği
Doç. Dr. Süreyya Kayhan Ülker
Fizik
Dr. Hüsnü Emrah Ünalan
Metalurji ve Malzeme
Mühendisliği
Dr. Murat Burak Yaylaoğlu
Moleküler Biyoloji
Çalıştığı Kurum
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Akar
Boğaziçi Ü.
Koç Ü.
İstanbul Ü.
Boğaziçi Ü.
Sabancı Ü.
Işık Ü.
Bilkent Ü.
Uludağ Ü.
Koç Ü.
Osmangazi Ü.
Çanakkale Onsekiz Mart Ü.
İstanbul Teknik Ü.
Koç Ü.
Koç Ü.
Boğaziçi Ü.
Sabancı Ü.
Feza Gürsey E.
ODTÜ
ODTÜ
Akademi'ye Yeni Üyeler Katıldı
TÜBA'nın 7 Haziran 2008'de ve 29 Kasım 2008'da
yapılan genel kurul toplantılarında, 6 Asli ve 3 Asosiye
olmak üzere 9 yeni üye Akademi’ye katıldı.
Prof. Dr. Okan Akhan (Asli Üye)
1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden
Radyoloji Profesörü unvanını alan Prof. Akhan, Hacettepe
Üniversitesi Radyoloji Anabilim Dalında, Ultrasonografi
Ünitesi Sorumlusu, Non-vasküler Girişimsel Radyoloji
Ünitesi Sorumlusu ve Abdominal Radyoloji Ünitesi
Sorumlusu olarak görev yapmaktadır.
Prof. Dr. Engin Umut Akkaya (Asli Üye)
Bilkent Üniversitesi, Fen Fakültesi Kimya Bölümü öğretim
üyesi olan Prof. Akkaya'nın çalışmaları, süpramoleküler
kimya alanındadır. Prof. Akkaya, adını özellikle “floresan
moleküler algılayıcılar ve moleküler işlemciler” konularında
duyurmuştur.
Prof. Dr. S. Ali Tuncel (Asli Üye)
Hacettepe Üniversitesi, Kimya Mühendisliği Bölümü'nde
öğretim üyeliği yapan Prof. Tuncel, “partikül formunda
Sayfa
49
TÜBA’dan Haberler
polimerik materyal sentezi” alanında dünyada önde gelen
araştırıcılar arasındadır.
Prof. Dr. Cezmi Akdiş (Asli Üye)
2006 yılında Zürih Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden
“ExtraOrdinarius Profesör” unvanını alan Prof. Akdiş,
İsviçre Allerji ve İmmünoloji Enstitüsü'nde (SIAF) Direktör
olarak görev yapmakta ve allerjik hastalıklarda özellikle Tlenfositlerin, B-hücrelerinin, dendritik hücreler ile NKhücrelerinin özelliklerini incelemektedir.
Prof. Dr. Bekir Çetinkaya (Asli Üye)
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı olarak görev yapan
Prof. Çetinkaya'nın çalışma alanı, özellikle anorganik
komplekslerin sentezi ve katalitik özelliklerinin
belirlenmesidir. Aminokarben nitelikli kompleks bileşikler
Prof. Çetinkaya'nın temel ilgi alanını oluşturmaktadır.
Prof. Dr. Miral Dizdaroğlu (Asli Üye)
National Institute of Standards and Technology'de görev
yapan Prof. Dizdaroğlu, DNA şeker-fosfat iskeletinde
oksidatif hasar nedeniyle oluşan bilinmeyen ürünleri ilk kez
aydınlatmış, DNA zincir kırılmasına neden olan
mekanizmaları açıklamıştır. Prof. Dizdaroğlu, geliştirdiği
metodu kullanarak, DNA'da gamma-ışınlarının etkisiyle 8hydroxyguanine'in oluştuğunu ilk kez göstermiştir.
Adı Soyadı
Üniversite
Kurum
Destek
Türü
DoktoraProgramının
Adı
Ayşe Atakul
Özdemir
ODTÜ
Tam
Destek
Ayşe Atakul
Özdemir
İTÜ
Tam
Destek
Genel Jeoloji
Jeoloji Mühendisliği
Çevre
Mühendisliği
İlke Pala
İTÜ
Kısmi
Destek
Çevre
Mühendisliği
ODTÜ
Kısmi
Destek
Sevtap Özışık
Matematik
Bilimsel Hesaplama
Doktora Sonrası Araştırma Programı Başvuruları
Sonuçlandı
TÜBA Doktora Sonrası Araştırma Programı (TÜBADSAP) 2008 Yılı uygulaması kapsamında Dr. James Özgür
Servantie ve Dr. Takashi Yamamoto'nun desteklenmesi
uygun bulundu.
Dr. James Özgür
Serventine
Yutiçi Ev Sahibinin
Adı Soyadı
Prof. Dr. Canan Atılgan
Sabancı Üniversitesi
Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi
Dr. Takashi
Yamamoto
Prof. Dr. Ahmet Oral
Sabancı Üniversitesi
Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi
Adı Soyadı
Prof. Dr. Zeynep Aycan (Asosiye Üye)
2007 yılında profesörlük unvanını aldığı Koç
Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof.
Aycan'ın uzmanlıkları Kültürlerarası Psikoloji ve Endüstri
ile Örgüt Psikolojisidir.
Her iki aday da yabancı uyruklu oldukları için programın
sadece yurtiçi desteğinden yararlanabilecekler. Destek
programının süresi bir yıl ancak yurtiçi evsahibi bilim
insanının olumlu raporu üzerine ikinci bir yıl uzatılabilecek ve
toplam süre iki yılı aşmayacak.
Prof. Dr. Murat Elçin (Asosiye Üye)
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi, Kimya Bölümü,
Biyokimya Anabilim Dalı Başkanı Prof. Elçin, aynı
üniversitenin Biyoteknoloji Enstitüsü bağlantılı öğretim
üyesi olarak da görev yapmaktadır.
TÜBA, 25 Ders Kitabını Ödüle Layık Gördü
Akademi'nin ilk kez bu yıl uygulamaya konulan TÜBA
Üniversite Ders Kitapları Telif ve Çeviri Eser Ödülleri
Programı çerçevesinde toplam 25 eser ödüle layık görüldü.
Doğa, Mühendislik, Sağlık ve Sosyal Bilimler alanlarında 11
eser Telif ve Çeviri Eser Ödülü'nü kazanırken, 14 esere Kayda
Değer Eser Ödülü (Mansiyon) verilmesi uygun bulundu.
Prof. Dr. Hakan Akbulut (Asosiye Üye)
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Bilim Dalı'nda
görev yapan Prof. Akbulut'un çalışmaları deneysel kanser
konusuyla ilgilidir. Prof. Akbulut, kanserli fare modellerinde
adenoviral vektörlerle birlikte kemoterapi kullanıldığı
durumlarda daha etkin olacağı ve kemoterapilerin yan
etkilerini azaltabileceğini ortaya koymuştur.
TÜBA- Bütünleştirilmiş Doktora Programı
Uygulamasında Desteklenecekler Belirlendi
TÜBA Bütünleştirilmiş Doktora Programı 2008 Yılı
uygulaması kapsamında Ayşe Atakul Özdemir ve Zeynep
Çetecioğlu'na tam destek, İlke Pala ve Sevtap Özışık'a kısmi
destek verilmesi kararlaştırıldı.
Sayfa
50
TÜBA Üniversite Ders Kitapları Telif ve Çeviri Eser
Ödüllerini Kazananlar Kitaplar:
Doğa Bilimleri
• Cebir Dersleri
• Evrim
Mühendislik Bilimleri
• Akışkanlar Mekaniği: Temelleri ve Uygulamaları
• Yapı Dinamiğine Giriş
• Mühendisler için Vektör Mekaniği: Statik
• Mühendislik Mekaniği: Statik
Sağlık Bilimleri
• Histoloji ve Hücre Biyolojisi: Patolojiye Giriş
Sosyal Bilimler
• Tarihi Coğrafya
TÜBA’dan Haberler
• Anormal Psikolojisi
• Sosyal Psikoloji
• Temel Sembolik Mantık
Kayda Değer Eser Ödüllerini (Mansiyon) Kazananlar
Doğa Bilimleri
• Mühendislik Termodinamiği (Geniş., 2. Baskı)
• Ekoloji: Çevre Biyolojisi (Geliş., 9. Baskı)
• Mühendislik Bilimleri
• Mühendislik Elektromanyetiğinin Temelleri
• Akışkanlar Mekaniği: Kavramlar, Problemler,
Uygulamalar (2. Baskı)
• Mukavemet Cilt I, Cilt II (Geniş., 2. Baskı)
• Ormancılık ve Orman Endüstrisinde Pazarlama
İlkeleri ve Yönetimi (Geniş., 2. Baskı)
• Yoğurt Bilimi ve Teknolojisi (1. Baskı)
Sağlık Bilimleri
• Dişhekimliğinin Renkli Atlası 1: Periodontoloji
• Lehninger Biyokimyanın İlkeleri
• Biyomedikal Fizik (4. Baskı)
•Tıbbi Mikrobiyoloji ve İmmünoloji (9. Baskı)
Sosyal Bilimler
• Çeviribilimin Temel Kavram ve Kuramları
• Koşullama ve Öğrenmenin Temelleri
• Finansal Yönetim (2. Baskı)
Detay bilgi için bkz: http://www.tuba.gov.tr
TÜBA Ailesine Ödül Yağmuru
2008 Yılı TÜBİTAK Bilim, Hizmet, Teşvik Ödülleri ve
TÜBİTAK Özel Ödülü ile TÜBİTAK-TWAS Teşvik
Ödülüne ilişkin değerlendirme çalışmaları sonuçlandı.
TÜBİTAK Bilim Kurulu tarafından 2008 yılında 3 Bilim
Ödülü, 18 Teşvik Ödülü ve 1 TÜBİTAK Özel Ödülü
verilmesine karar verildi. 2008 yılında Hizmet Ödülü ve
TÜBİTAK-TWAS Teşvik Ödülü verilmedi.
Bu yıl TÜBA Asli Üyesi Prof. Dr. Metin Gürses TÜBİTAK
Bilim Ödülü'ne layık görülürken, TÜBA- Üstün Başarılı Genç
Bilim İnsanlarını Ödüllendirme Programı çerçevesinde
araştırmaları desteklenen aşağıda isimleri kırmızı olarak
belirtilen 14 genç bilimciye TÜBİTAK Teşvik Ödülü
verilmesi kararlaştırıldı.
Mühendislik Bilimleri
• Prof. Dr. Ahmet Erhan AKSOYLU
• Prof. Dr. Orhan AYDIN
• Doç. Dr. Ş. İlker BİRBİL
• Prof. Dr. Tuğrul DAYAR
• Doç. Dr. A. Arif ERGİN
• Doç. Dr. İsmail KOYUNCU
Sağlık Bilimleri
• Doç. Dr. Zafer C. ÇEHRELİ
• Prof. Dr. Alper B. İSKİT
• Doç. Dr. Yasemin (Gürsoy) ÖZDEMİR
• Doç. Dr. Mustafa TEKİN
• Doç. Dr. Okan Bülent YILDIZ
• Yrd. Doç. Dr. Mahmut İlker YILMAZ
Sosyal Bilimler
• Doç. Dr. Selva DEMİRALP CUDA
• Yrd. Doç. Dr. Ayşe GÜREL
TÜBİTAK ÖZEL ÖDÜLÜ
• Prof. Dr. Selim ÜNLÜ
TÜBA Çevre Çalışma Grubu İklim Değişikliği ve Etik
Sorunlar Konulu Panel Düzenledi ve Basın
Duyurusu Yaptı
TÜBA Çevre Çalışma Grubu tarafından, 29 Mayıs
2008'de, TÜBA Konferans Salonu'nda düzenlenen “Türkiye
Bağlamında İklim Değişikliği ve Etik Sorunlar” panelinde,
ülkemizin 2012 sonrasında sera gazı salınımını azaltmak ve
uluslararası platformlarda oldu bitti ile karşılaşmamak için
diplomatik çabalarını artırması gerektiğine dikkat çekildi.
TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin yönettiği,
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Coğrafya Bölümü
Başkanı Prof. Dr. Murat Türkeş, Bölgesel Çevre Merkezi
(REC Türkiye) İklim Değişikliği Proje Yöneticisi Yunus
Arıkan, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı
Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Songül Acar Vaizoğlu
ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kentleşme
ve Çevre Sorunları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr.
Nesrin Algan'ın konuşmacı olarak katıldığı panelden sonra
Akademi'nin konuya gösterdiği önemi sergileyen bir basın
duyurusu yapıldı.
2008 YILI TÜBİTAK ÖDÜL SAHİPLERİ
BİLİM ÖDÜLLERİ
• Temel Bilimler
• Prof. Dr. Metin GÜRSES
• Prof. Dr. Mehmet E. Şengün ÖZSÖZ
•Sosyal Bilimler
• Prof. Dr. Mehmet BAÇ
TEŞVİK ÖDÜLLERİ
• Temel Bilimler
• Doç. Dr. Cemsinan DELİDUMAN
• Doç. Dr. Ersin GÖĞÜŞ
• Doç. Dr. Ali KAYA
• Yrd. Doç. Dr. Alper KİRAZ
TÜBA, Asya Bilim Akademilerini Biraraya Getirdi
Akademimizin üyesi bulunduğu Asya Bilim Akademileri
Birliği (Association of Academies of Sciences in Asia
AASA) 2008 Yönetim Kurulu ve AASA 8. Genel Kurul
Toplantıları, AASA'nın kardeş kuruluşu olan ve AASA ile
birleşmesi ihtimali bulunan Asya Bilim Akademileri
Federasyonu
FASAS (Federation of Asian Scientific
Academies and Societies) adlı kuruluşun Konsey Toplantısı,
ilk kez bir araya gelen AASA ile FASAS'ın ortak toplantısı ve
“2. Asya-Pasifik Bilim Eğitimi Konferansı” 14- 17 Ekim
2008 tarihlerinde Ankara'da TÜBA'nın ev sahipliğinde ve
Akademilerarası Panel (InterAcademy Panel IAP) desteğiyle
düzenlendi.
Sayfa
51
TÜBA Üyelerinden Haberler
Prof. Dr. Halet Çambel (Şeref Üyesi)
Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği tarafından bu yıl
dördüncüsü düzenlenen Kültür ve Sanat Günleri
çerçevesinde, Prof. Dr. Halet Çambel'e “Özgür İnsan Ödülü”
verildi. 7 Haziran 2008'de, Osmaniye'de düzenlenen ödül
töreninde, Özgür İnsan Ödülü'nün özgür ve bilimsel
düşünceye dayalı yapıtlar oluşturan, araştırmalar yapan bilim
ve sanat insanlarına verildiği açıklandı. Prof. Dr. Halet
Çambel'e ayrıca 19 Mayıs 2008'de Kültür ve Turizm Bakanı
Ertuğrul Günay tarafından Karatepe-Aslantaş Müzesinin
kuruluşuna yaptığı katkılardan dolayı ödül verildi.
Prof. Dr. Gürol Irzık (Asli Üye)
2007 yılında Avrupa Kültür Parlamentosu üyeliğine seçildi.
Prof. Dr. Yücel Kanpolat (Asli Üye)
2008 yılında Ankara Tabip Odası tarafından Füsun Sayek
Bilim ve Hizmet Ödülü'ne layık görüldü.
Prof. Dr. Emin Kansu (Asli Üye)
Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Temel Onkoloji
Anabilim Dalı Başkanı ve Hematopoietik Kök Hücre Nakli
Direktörü Prof. Dr. Emin Kansu, ISH-Avrupa ve Afrika
Bölümü (ISH-EAD) Başkan Yardımcılığına seçildi.
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç (Şeref Üyesi)
Elginkan Vakfı'nın, 2008 Yılı Türk Kültürü Araştırma
Ödülü'ne layık görülen Prof. Güvenç'e ödülün, Türk Kimliği:
Kültür Tarihinin Kaynakları adlı kitabı ve araştırmaları ile
Türk Kültürüne yapmış olduğu katkılardan dolayı verildiği
açıklandı. Prof. Güvenç'e ayrıca Yeditepe Üniversitesi
tarafından Başarılı Öğretmen ödülü verildi.
Prof. Dr. Derin Orhon (Asli Üye)
Elsevier-Scopus Türkiye tarafından 2007 yılı Bilim Ödülü
verildi.
Prof. Dr. Mithat İdemen (Şeref Üyesi)
Prof. Dr. Mithat İdemen'e, 29 Haziran- 2 Temmuz 2008
tarihleri arasında Ukrayna- Odesa'da düzenlenen 12.
Uluslararası Elektromanyetik Teoride Matematiksel Metodlar
Konferansı'nın kapanış töreninde, Elektromanyetik Teoriye
katkılarından dolayı N.A. Khizhnyak Ödülü takdim edildi.
Prof. Dr. Mehmet Özdoğan (Asli Üye)
Her yıl eğitim, sağlık ya da kültür alanında üstün başarılı kişi
veya kurumlara verilen Vehbi Koç Ödülü'ne layık görülen
Prof. Özdoğan'a ödülün, arkeoloji alanına sağladığı katkılar ve
bu alanda fark yaratacak projeler gerçekleştirdiği için verildiği
açıklandı.
Prof. Dr. Halil İnalcık (Şeref Üyesi)
TBMM Onur Ödülü, 30 Temmuz 2008'de TBMM'in
düzenlenen bir törenle verildi. Prof. İnalcık'a ödülü, TBMM
Başkanı Köksal Toptan tarafından takdim edildi.
Prof. Dr. Şevket Ruacan (Asli Üye)
TÜBA'nın evsahipliğinde 15 Ekim 2008'de Ankara'da
gerçekleştirilen AASA Genel Kurul Toplantısı'nda yapılan
seçimlerde, Asya Bilim Akademileri Birliği Başkan
Yardımcısı olarak seçildi.
Prof. Dr. Sadık Kakaç (Şeref Üyesi)
Prof. Dr. Sadık Kakaç'ın 75. yaşına girmesi onuruna “A
corellation to predict heat transfer coefficient in nucleate
boiling on cylindrical heating elements” başlıklı makale,
International Journal of Thermal Sciences adlı derginin 47.
sayısında (2008) yayımlandı.
Prof. Dr. Okan Akhan (Asli Üye)
Macar Radyolojistler Topluluğu tarafından Onur Üyeliği'ne
layık görüldü.
Prof. Dr. Abdullah Atalar (Asli Üye)
Bilkent Üniversitesi tarafından 2008 yılı Seçkin Eğitimci
Ödülü verildi.
Prof. Dr. Turgay Dalkara (Asli Üye)
Prof. Dr. Turgay Dalkara'nın yöneticisi olduğu proje,
Hacettepe Teknokent A.Ş. Yaşam Bilimleri ve Teknolojileri
Proje Yarışması'nda ikincilik ödülü kazandı.
Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil (Asli Üye)
Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar
Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, ekibiyle
yürüttüğü çalışmalar sonunda diyabet ve karaciğer
hastalıklarının tedavisinde kullanılabilecek yeni bir hormon
buldu. “Lipokin” adlı hormonun, diyabet ve karaciğer
yağlanması gibi hastalıkları durdurabilecek nitelikleri
bulunduğu belirtiliyor. Dünyanın önde gelen bilim
dergilerinden biri olan Cell'in, 18 Eylül 2008'de yayımlanan
134. sayısında, Haiming Cao ve Gökhan Hotamışlıgil'in
makalesine ve araştırmayla ilgili yorumlara yer verildi.
Sayfa
52
Prof. Dr. Oğuz Okay (Asli Üye)
İTÜ Vakfı 2007 Yılı Bilim Ödülü'ne layık görüldü.
Prof. Dr. Halil Mete Soner,
Prof. Dr. Ataç İmamoğlu (Asli Üye)
Akademi'nin iki üyesi, bu yıl ilk kez verilen Avrupa Araştırma
Konseyi'nin Fiziki Bilimler ve Mühendislik dalındaki özel
destek programına ( European Research Council Advanced
Grants/Physical Sciences &Engineering) layık görüldüler.
Prof. Dr. Bilal Tanatar (Asli Üye)
Türk Fizik Derneği tarafından 2008 Yılı Prof. Dr. Engin Arık
Bilim İnsanı Ödülü verildi.
Prof. Dr. Aslıhan Tolun (Asli Üye)
Boğaziçi Üniversitesi tarafından verilen Akademik Teşvik
Ödülü'ne layık görüldü.
Prof. Dr. Yusuf Yağcı (Asli Üye)
“Polimer Nano Kompozit Hazırlanmasında Yeni Yöntemler”
adlı çalışması ve araştırmalarında teknolojiye yaptığı
katkılardan dolayı Elginkan Vakfı'nın 2008 Yılı Teknoloji
Ödülü'ne layık gördü. Prof. Dr. Yusuf Yağcı'ya ayrıca 2007
Yılı Elsevier Scopus Ödülü verildi.
Prof. Dr. Hasan Yazıcı (Asli Üye)
İstanbul Tabip Odası tarafından 2008 Tıp Hizmet Ödülü ve
Tıp Bilim Ödülü'ne layık görüldü.
Doç. Dr. Arzum Erdem Gürsan (Asosiye Üye)
Türk Eczacılar Birliği Eczacılık Akademisi tarafından 2006
yılı Proje Ödülü verildi.
Akademi: Görev ve Sorumluluklar*
Prof. Dr. Yücel KANPOLAT
Akademi Başkanı
[email protected]
Günümüzün verileriyle, yaşadığımız dünyanın 4,56
milyar yıllık bir geçmişinin olduğunu, büyüyen ve genişleyen
evrenin de 13,7 milyar yıl önce bir kozmik patlamayla
oluştuğunu biliyoruz (1).
Bu uzun geçmiş içerisinde 'insan' adıyla tanımlanan
bizler, sürecin epeyce geç bir döneminde tarih sahnesine
çıkabildik. İlk atalarımız sayabileceğimiz insana benzeyen
canlılar, kurak Afrika'da 5 ila 9 milyon yıl önce ağaçları terk
ederek kendilerine yiyecek aramaya çıktılar (2). Sıkıntılı
süreçlerden geçip 'tarih' diye bildiğimiz bir dönemde,
yaşamlarının büyük kısmını beslenme ve barınma için
harcadılar. Beslenme ve barınmanın nispeten kolay olduğu,
büyük nehirlerin denizlerle buluştuğu bölgelerde yaklaşık
M.Ö. 11 bin yılında “bereketli hilal” diye tanımlanan
Mezopotamya'da avcılık ve toplayıcılık yaparak tarım
toplumunun ilk örneklerini oluşturdular. Buğday ve arpanın
ilkel yollarla üretimiyle ilgili örnekler bu döneme aittir.
Burada tahıl yetiştirilmesi ile ilgili alet ve olanaklar
geliştirilmiştir. M.Ö. 7000 yılında ilk insan topluluklarını
meydana getirdiler. Bu yapılanma içerisinde ilkel bitkisel
ilaçların nasıl kullanılacağı, hayvan hastalıklarının ilkel
tedavisi, kırık tedavisi gibi uygulamalar bilinmektedir. İlk
hekimler bitkisel ve hayvansal ilaçları kullanabiliyorlardı.
Eski Mısır ve Mezopotamya'da milattan yaklaşık üç bin yıl
önce, yerleşik toplulukların yapılanması söz konusuydu. Bu
yapılanma içerisinde yönetim, hekimlik, çiftçilik, tarım gibi
tarım toplumunun kurumları oluşmuştur. Ayrıca toplumda
bilgi çok önemliydi ve yazının bulunmasıyla eğitime verilen
önem giderek artmıştır (3, 4).
İlk uygarlıklar Dicle, Fırat, Nil ve İndüs gibi büyük
nehirlerin deltalarında oluşmuştur; çünkü bu deltalarda ürün
elde etmek, besin üretmek ve barınmak daha kolay ve
güvenliydi (5). Bir anlamda nehir deltalarında insanların
beslenme ve barınma ötesinde başka şeylere zaman
ayırabilme şansları olmuştur. Bir başka deyişle, bu bölgelerde
insanlar başlarını kaldırdılar, kendilerine ve çevrelerine
baktılar. Bir kısmı olayların neden ve nasıl oluştuğuna ait
sorular sorup cevaplar aradılar. Kanımca, bunlar bizim ilk
bilimci atalarımızdır. Diğer bir grup insan, kendilerinde ve
çevrelerindeki değişiklikleri bazı ilahi güçlerle açıkladılar.
Bunlar bizim inanç sahibi atalarımızdır. Bir başka grup da
normal insanların, bilimcilerin ve diğer insan gruplarının
hissedemedikleri titreşimleri fark eden sanatçı atalarımızdır.
Örneğin, çocuk ve anne baba arasındaki özünde cinsellik
bulunan ilişki, Freud tarafından Oedipus ve Electra
Kompleksi olarak tanımlanmıştır ama olay, tiyatro yazarı
Sophokles tarafından İsa'nın doğumundan önce Kral Oedipus
* Bu yazı, Akademi Başkanı Prof. Dr. Yücel Kanpolat'ın 29 Kasım 2008'de
yapılan TÜBA Üniversite Ders Kitapları Telif ve Çeviri Eser Ödülleri
töreninde yaptığı konuşma esas alınarak hazırlanmıştır.
adıyla oyunlaştırılabilmiştir. Haldun Taner'in deyişi ile
toplumda ve çevrede oluşan değişme ve gelişmeleri, bilim
adamı ve toplumdan önce hisseden bir tür sismograftır
sanatçı.
İnsanların bilgi sahibi olması, -bugün de olduğu gibi- tarih
boyunca hep istenmiş, desteklenmiş, özlenmiş bir niteliktir ve
hep değerlidir. Bu nedenle eğitim ve bilgi, insanlığın her
döneminde önemli olmuştur. Bilginin hikâyeler, masallar ve
mitoloji yoluyla aktarılması, aslında ilkel eğitim sisteminin
bir parçasıdır. Örneğin; tıp tanrısı Aesculapios'un hikâyesi salt
mitolojik bir anlatım olmaktan çok, tıpla ilgili bir özgün
yapılanma ve iş bölümü öyküsüdür (6). Yazının bulunmasıyla
bilgi ve kütüphaneler gücün göstergesi haline gelmiştir. Güç
sahibi insanların güçlerinin göstergesi büyük şehirler ve
kütüphanelerdir. Daha sonraki yıllarda bu yapılanmaya
üniversiteler eklenecektir.
Yunanistan'da M.Ö. 5. asırda eğitim ve eğitimli insanlar
önemsenmiştir (7). Eğitim veren bu insanlar akıllarını ve
eğitim yeteneklerini parayla sattıkları için “akıllı adamlar”
anlamına gelen “sofistler” olarak adlandırılmaktaydılar.
Sofistler iyi giyimli, iyi yaşayan insanlardır. Bugün olduğu
gibi, bu insanların reklamları çok iyi yapılmaktadır. Pahalı bir
yaşam tarzları vardır. Çok iyi konuştukları ve iyi hatip
oldukları için toplum tarafından özellikle yönetici ve eğitimli
çocuklar yetiştirmek isteyen anne babaların tercih ettikleri
insanlardır (7).
Sofistlere alternatif örnek Sokrates'tir (5, 7). Kendisi basit
bir yaşam tercih etmiş bir işçi ailesinin çocuğudur. İşçi
elbiseleri giyip, çıplak ayakla dolaşır, sofistlerin önceden
hazırlanmış salonlardaki gösterişli konuşmalarına karşın o,
halka sokakta hitap eder. Üstelik yaptığı iş için para
almamaktadır. Sokrates ve daha sonraları Sokrates'e benzeyen
insanlar için “bilgiyi seven” anlamında filozof deyimi
kullanılmıştır.
Kuşkusuz sofistlerin eğitimle öğrencilerine verdikleri pek
çok yararlı bilgi olmuştur. Ancak sofistlerin öğretileri
Yunanistan'da pek çok geleneği parçalamış, öğrendiklerinin
parlaklığıyla öğrenciler, yaşamlarını kurmak veya bu alanda
yardım istemek imkânı bulamamışlardır (5, 7).
Bazı görüşlere göre, Sokrates de bir sofisttir; ancak
Sokrates sofistlere karşı gelmiş ve onlara inanmazlığını
bildirmiştir. Sofistler bütün Yunan dünyasında dolaşırken o,
Atina'dan ayrılmamıştır. İnsanlara düşünmeyi öğrettiği
söylenmektedir. Yöntemi, olaylar karşısındaki kişileri
incitmeden sorgulayarak çözümü daha çok öğrencilere
buldurmasıdır (5, 7).
Sokrates'in en yakın öğrencilerinden biri 'Eflatun' adıyla
bildiğimiz Platon, gerçeği araştırmayı kurumlaştırmış olan
düşünürdür (5). Bu nedenle “Akademi” adıyla anılan
yapılanma, eğitim kurumu olarak ilk kez Platon'la başlamıştır.
M.Ö. 400'lü yıllarda ilk akademi, ismini 'Akademos' adını
veren ailenin zeytinliğinde kurulmuştur (8, 9). Burada hem
spor yapılması hem de öğrencilerin tartışma yoluyla toplumla
uyum içinde yaşayan vatandaşlar yetiştirilmesi
amaçlanmaktadır. Platon'un ve daha sonraki öğrencisi
Aristoteles'in eğitimle temel amacı, gerçeği aramaktır. Bu da
akıl yürütme yöntemiyle doğayı ve olayları sorgulayarak elde
Sayfa
37
edilmektedir. Akademi yapılanmasının şehir dışında
olmasının, Akademi'nin özgür oluşuyla doğrudan ilişkisine
özellikle dikkat çekilmektedir. Akademi'nin imparator
Jüstinyen tarafından kapatılmasının nedenlerinden biri,
Akademi'nin hür ve bağımsız olması fikrinden
uzaklaşılmasıdır.
Akademi, kurulduğu alanda Platon'un ölümüyle mekân
olarak sonlanmıştır; çünkü arazinin yeni sahipleri bu mekânın
başka amaçlarla kullanılmasını uygun görmüşlerdir.
Hıristiyanlığın gelişme süreci içerisinde İskenderiye
Kütüphanesi'nin kadın matematikçisi Hipatya öldürülmüş,
kütüphane yakılmış, dinsiz insanları barındırması
Akademinin kapatılmasına gerekçe gösterilmiştir (4).
Aslında Akademi en geniş tanımıyla, bir okuldur (7).
Girişine "Matematiksel olanı kavramamış olan, buraya
girmesin! (Ageometretos medeis eisito!)" yazılmıştır (5).
Akademia hem bir düşünce, hem de bir eğitim biçimi
olarak benimsenmiştir. Başlangıçta materyalist düşünceye
yönelmiş olan yapılanma zaman içerisinde özellikle
şüphecilik ve sorgulamayı benimsemiştir.
Akademia Okulu özellikle Batı dünyasında çok uzun süre
büyük bir önem arz etmiştir. Platon'un ölümünden sonra ise
okul gerçek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Akademi'de
Platon'un en başarılı öğrencilerinden biri Aristoteles'tir.
Aristoteles Platon'dan sonra Akademi'den ayrılır. Bir süre
Assos'ta kalır, sonra da Büyük İskender'in babası Kral
Philip'in ısrarıyla İskender'in öğretmenliği için Selanik'in
kuzeyindeki Mieza'daki özel okula gelir. Yanında yeğeni ve
öğrencisi Kallisthenes ile büyük bilim adamı Theophratos da
vardır. Orada İskender ile birlikte yörenin İskender yaşıtı genç
prenslerini yedi yıl süreyle eğitmiştir (5, 10). İskender bütün
büyük liderler gibi hocasının değerini ve öğrendiklerini
yaşamı boyunca kullanmıştır. Büyük İskender efsanesinin
arkasındaki Aristoteles gerçeğini kavramak herhalde yararlı
olacaktır.
Hıristiyanlığın gelişimiyle birlikte inanç sistemi ve
sorgulama çatışması ön plana çıkar; çünkü Hıristiyan rahipler,
geçim sebebi olabilecek birçok alanı ellerinde tutmaktadır. Bu
dönem Avrupa'da 'Karanlık Çağ' olarak bilinmektedir. Roma
İmparatorluğu yıkılır, Yunan kültürü ve felsefesi Hıristiyan
rahiplerin karşıtıdır. Kilise babaları kendi alanlarının dışına
çıkarak bilim, felsefe ve din çatışmasını oluştururlar ve kutsal
kitapta yazılmayan hiçbir şeyi kabul etmemeye başlarlar.
Rahipler tarafından kontrol edilen hastanelerde ilaçların
yerini dini tedaviler alır. Okullarda kitabın yazdığı her şey
doğru kabul edilir. “Skola” okul sözcüğünün karşılığıdır.
Skolastik terimi de bu kökten türetilmiştir. Öğretim tümüyle
kitaba bağlıdır. Kitabın yazdığı doğrudur; hatta öğretim
üyeleri ellerini arkalarına bağlayarak yürürler; bunun
gerekçesi, ellerinin deney yaparken kirlenme kuşkusudur (4).
Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesine egemen olan görüş,
tümüyle Hıristiyanlık kavramlarıyla oluşmuştur. Dünya
evrenin merkezidir. Tanrı merkezli anlayış sorgulanamaz. Bu
görüş Karanlık Çağ'ın temelini oluşturmaktadır. Özde bu
görüş Platon'un evren anlayışıyla uyumludur; çünkü, Platon
ve Aristo'ya göre de güneş ve diğer yıldızlar evrenin
merkezinde bulunan dünyanın etrafında dönmektedir. Dünya
Sayfa
38
merkezli görüş özellikle Hıristiyan din adamları tarafından
fazlaca benimsenmiştir. Avrupa tarafından Karanlık Çağ
olarak adlandırılan bu dönemde Doğu'da İslamiyet'in daha
ılımlı yaklaşımları, bilim ve teknolojinin gelişimini kendi
topraklarında hızlandırmıştır. Arap yarımadası bir yandan
İskenderiye, Bizans ve Suriye'den, Doğu'da ise Hindistan'dan
ciddi biçimde etkilenmiştir. Harun Reşit ve Me'mün gibi
devlet adamları ve halifeler, vezirler ve zengin aileler bilimsel
faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir.
Bağdat'ta Halife el-Me'mün döneminde onlarca mütercim,
tüm çevrede yazılan kitapları tercüme etmektedir. Aynı
yöntemle Yunan klasiklerinin de, bu dönemde Arapça'ya
çevrildiği ve Avrupa'nın yapıtlarını bu tercümelerden
dillerine kazandırdığı ifade edilmektedir. 9. yüzyılda Yunan
ve Bizans eserleri fethedilen ülkelerden Bağdat'a getirilip
Arapça'ya çevrilmektedir. Ayrıca daha önce çevirisi yapılmış
eski birçok eser de, yeni çeviri metinleriyle yenilettirilmiştir.
Bilim adamlarının çalışmaları “Bilgelik Evi” (Beyt el-Hikme)
adıyla tanımlanan kurumda toplanarak bilim insanlarının
yaşamı ve üretimi kolaylaştırılmıştır (11, 12). Bu yapılanma
Halife Harun el-Reşit zamanında büyük bir salondan oluşan
bilim ve düşün akademisi şeklindeyken el-Me'mün
zamanında genişletilerek yine 'bilgelik evi' anlamına gelen
Dar el-Hikme olarak geliştirilmiştir.
Avrupa'da Akademilerin Doğuşu
Orhan Hançerlioğlu'nun Felsefe Sözlüğü adlı eserinde
akademi kavramı, Encümen-i Daniş ile bir tutulmuştur ve
“bilim, edebiyat ve sanat kurumu” olarak adlandırılmaktadır.
Bu kurumun antik çağdaki yapılanması Platon Okulu'dur.
Rönesans dönemi içerisindeki yapılanması ise İtalya'da,
Floransa'da kurulan Marsilius Ficinius Akademisidir. Keza
Venedik'te Alde Manuce ve Roma'da Pomponius Laetus
tarafından kurulan akademiler örneklenerek
tanımlanmaktadır. Bu akademiler felsefe dışı öğretilerle ve
sanatlarla da uğraşmaya başlamışlardır. Üçüncü gruptaki
akademiler ise yeniçağ akademileri olarak tanımlanmaktadır
(13). Bu akademilerde özellikle Royal Society'de felsefe
yerine deney ve gözlem önem kazanmıştır.
Bilimsel düşüncenin gelişmesinde 17. yüzyıldan önce
bilim ile felsefeyi birbirinden ayırmak ve birçok kişiyi,
öncelikle bilim adamı olarak tanımlayabilmek oldukça zordu.
Bu nedenle evreni anlamak ve oluşumu için mitlerden
kurtularak bilimsel nitelikte ilk görüşü, evrenin sudan
meydana geldiği hipotezini ortaya atan Thales (M.Ö. 6.
yüzyıl) ilk filozof ve Archimedes ise (M.Ö. 287-212)
matematiği deneysel verilere uyguladığı için ilk bilim adamı
olarak kabul edilmektedir (5).
Avrupa'da üniversitelerin kurulmasının temel amacı, din
adamlarını eğitmektir. Avrupa üniversitelerinin ilk örneği,
1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi'dir (14). Halen
Avrupa Birliği'nin kabul ettiği anayasası, aklın üstünlüğü ve
bağımsız hür düşünceye dayanmaktadır (14, 15). 1160
yılında kurulan Paris Üniversitesi ise bugünkü Notre Dame
Kilisesi'nin karşısındaki adada kurulmuştur (16, 17). Bu
üniversitenin öğretim üyelerinin bir kısmı, daha sonra
üniversiteden ayrılarak İngiltere'deki ilk üniversite
kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir. Oxford, Cambridge, Padua,
Napoli, Salamanca, Prag ve Viyana üniversiteleri
kurulmuştur. Bu üniversitelerde kitaplar az olduğu için
öğretim, konferanslar ve tartışmalarla yürütülmektedir.
Eğitimin temelini 7 yüksek bilim; gramer, hitabet, mantık,
aritmetik, geometri, astronomi ve müzik oluşturmaktadır (4,
11).
Üniversitelerde eğitim, özde herşeyi kitaba bağlayan,
skolastik bir eğitimdir. Bu eğitimin özde bağımsız olması
tartışılabilir. Eğitimin genel yapılanması içerisinde skolastik
yapı yani Aristotelesçi düşünce sistemi 17. yüzyıla kadar
korunmuştur. Aristotelesçi görüşlerin karşıtı olan gelişmeler
daha çok üniversite dışında sağlanabilmiştir. (4).
Bilimsel akademi olarak tarif edilecek ilk yapılanma
1603-1630 yılları arasında faaliyet gösteren ve Roma'da
gelişen Accademia dei Lincei (Lincei Akademisi)'dir.
Galileo bu derneğin üyesidir. Lincei Akademisi benzer
düşüncedeki kişilerin doğa felsefesi konularını
tartışabildikleri bir gruptu ve 1630 yılında sona ermiştir (17).
The Pontificial Academy of Sciences'in kökleri Accademia
dei Lincei'ye dayanmaktadır. 1936'da Papa 11. Pius
tarafından şimdiki ismiyle yeniden kurulmuştur (18).
17. yüzyılın ilk yarısında, diğer Avrupa ülkelerinde de,
Lincei Akademisi'ne benzer resmi olmayan gruplar ortaya
çıkmıştır. Marin Mersenne (1588-1648) Cizvit kolejine
devam edip sonra Sorbon'da ilahiyat okuyarak bütün yaşamını
Paris'te Minims manastırında geçirmiştir. Mersenne etkinliği
ile sadece Fransız biliminin değil, bütün Avrupa
bilimcilerinin haberleşme noktası olmuştur. Mersenne'e göre
Avrupa'da fazla miktarda ateist yaşamaktadır ve bunlar
bilimin, dolayısıyla Tanrının gücünün tanıtımıyla yola
getirilebilirler. Galileo'nun çalışmaları, kuzey Avrupa'ya
onun aracılığıyla iletilmiştir. Galileo engizisyon tarafından ev
hapsinde tutulurken, Discourses adlı kitabının Hollanda'da
basılmasını sağlayan Mersenne'dir. Birkaç yıl sonra
Mersenne, Torricelli'nin boşlukla ilgili deneylerinin
haberlerini yaymıştır. Pascal'ın deneylerini desteklemiş ve
matematik çalışmalarının basımını teşvik etmiştir (19, 21, 24,
25, 26).
Descartes'e göre Mersenne, bilgi dünyasında önemli bir
haberleşme aracıdır. Descartes'in “Felsefe Üzerine
Düşünceler” adlı metafizik esaslı kitabı Avrupa'nın önde
gelen filozoflarına Mersenne aracılığıyla ulaşmıştır.
Mersenne'in o dönem Avrupasında başlı başına bir kurum
özelliğinde olduğu söylenebilir (19, 21).
Başka bir yapılanma ise Parisli ve varlıklı biri olan HenriLouis Habert de, Montmor tarafından kurulan Montmor
Akademisi'dir. Bu akademi 1650'li yıllarda âdeta Fransız
biliminin merkezidir. Montmor Akademisi'nin bir toplantısı,
ilerde bilimsel dernekleri oluşturacak olan ilk resmi olmayan
grupların işleyiş tarzını göstermesi bakımından değerlidir.
1658'de genç bir bilim adamı olan Christian Huygens'in bir
bildirisi akademiye sunulmuştur. Bu bildiride Huygens,
Satürn'ün biçimini açıklamak için gezegenin etrafını
halkaların çevrelediğini öne sürmektedir. Bu yeni doğa
kavramı ile insanın bu kavram içerisindeki yeri
tartışılmaktadır. Bu tartışma Aristoteles felsefesine karşı yeni
bir görüşün ortaya atılıp savunulması açısından da çok
önemlidir (19, 21, 24, 25, 26).
Fransa'da daha sonra 1666'da, Académie Royal des
Sciences (Kraliyet Bilim Akademisi) XIV. Louis'in Maliye
Bakanı Jean Baptiste Colbert'in aracılığı ile resmen
kurulmuştur. On altı üye ile sınırlı olarak bilimin önderlerini
bir araya getirme çabasını sürdürmüştür. Akademi sadece
Fransız bilim insanları tarafından oluşturulmamıştır.
Hollanda'dan Christian Huygens, Danimarka'dan astronom
Roemer, İtalya'dan Cassini, Paris'e getirilmiştir. Üyelerin
atamalarını yapan Fransız hükümeti maaşlarını da
ödemektedir, Akademi iyi bir bütçeye sahiptir.
1635'te Kardinal Richelieu tarafından kurulan,
Avrupa'nın önemli akademilerinden biri, Paris'teki Fransız
Akademisi'dir (Académie Française). Bu akademinin üyeleri,
1751'de Fransız ansiklopedicileri Diderot ve d'Alembert'in
liderliğinde çıkarılan, sanat, bilim, ticaret ve üretimle ilgili
sözlüklere, 1761-1781 arasında 20 ciltlik resimli el işleri
kitaplarını katmışlardır. “Ölümsüzler” adıyla tanınan
akademi üyelerinin sayısı bugüne kadar hiç değişmemiş, hep
40 olarak kalmıştır. Ayrıca, 1650'li yıllarda Fransız biliminin
merkezi olan Montmor Akademisi'nin kurucusu Herbert de
Montmor da, Fransız Akademisi'nin varlıklı bir koruyucusu
olmuştur (5, 21). Akademi'nin temel fonksiyonu, bu dönemde
halkı filozofik tartışmalar yerine pratik uygulamalara
yönlendirmek olmuştur (20, 22).
Fransız Akademisi'nin bilim adamlarının hepsi Fransız
değildi. Fransa bu dönemde Avrupa'nın önemli bilim
insanlarının çoğunu toplama becerisini gösterebilmiştir.
Üyelerin atamalarını yapan Fransız hükümeti maaşlarını da
ödemektedir. Bu dönemde Akademi, Avrupa'nın en zengin
donanımına sahiptir ve başkalarının yürütmesi olanaksız
projeleri gerçekleştirecek durumdadır. Akademi, yer küresi
üzerinde bir derecelik yayın uzunluğunun ölçümünü
desteklemiştir. Böylece dünyanın büyüklüğünü, önceki
ölçmelerden çok iyi bir duyarlılıkla belirlemiştir. Güney
Amerika'ya yapılan bir keşif gezisi, Mars'ın Dünya'ya olan
uzaklığının ve dolaylı olarak da Güneş sisteminin boyutlarının
belirlenmesini sağlamıştır. Akademi, hükümetin bir patent
bürosu gibi işleyip dönemin önde gelen bilim adamları
zamanlarını bu çalışmalar için harcamıştır. (5)
İngiltere'de The Royal Society (Kraliyet Bilim
Akademisi) diye bilinen ünlü kuruluşun geçmişi, Thomas
Gresham isimli zengin bir tüccarın, 1596 yılında Oxford ve
Cambridge dışında Londra'da bir kolej kurma gayreti başlar.
Kolej geliştikten sonra Lordlar Kamarası Başkanı Francis
Bacon yeni bir bilim konseptini savunur. Bu konseptte
aslolan, insanın durumunu iyileştirebilecek bilginin elde
edilmesidir. Sonuçta bu eylem araştırılacak konuyla ilgili
bilgi birikimini gerektirmektedir. Bu istek, bilime ilgi duyan
insanların biraraya gelmesine sebep olur ve 1645'de bazı
kişilerin tartışma amacıyla periyodik olarak biraraya
gelmelerinden doğar. “Görünmeyen Kolej” (The Invisible
College) adı altında toplanan bu insanlar arasında bilim
adamları, yüksek din görevlileri, hekim, mimar ve işadamları
vardır. Resmen 28 Kasım 1660'da kurulmuştur. Akademide,
sürgün edilmiş bir Alman olan ve yazışma sekreterliği yapan
Henry Oldenburg da (1620 - 1677) çalışmıştır. Oldenburg,
Sayfa
39
Bremenli bir tıp ve felsefe profesörünün oğludur. Latince,
İbranice ve Yunanca öğrendikten sonra ilahiyat fakültesini
bitirmiştir. Almanca'dan başka Fransızca, İtalyanca ve
İngilizce de bilmektedir. Odenburg, ilahiyat ve felsefeye olan
yatkınlığına rağmen, birlikte olduğu insanlara, doğal
gerçekliğe yönelmeyi önermiştir. Onun yazışmaları aracılığı
ile sadece İngilizler değil, fakat çok daha geniş bir bilimsel
çevre kendi içinde işbirliği olanağını bulmuştur (5, 21).
Oldenburg, bugün de yaşayan en eski bilimsel dergi olan
Philosophical Transactions'ı kurmakla kendi işlevini
kurumsallaştırmış ve modern bilimin beslediği yeni yazın
biçiminin yaratılmasına yardımcı olmuştur (5, 21).
Bilimsel dernekler, bilim adamlarının iletişim
gereksinmeleri sonucu kurulmuştur. 17. yüzyıl başlarında,
grupların yaşaması Mersenne gibi bireylere bağlıydı.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde durum artık böyle değildi ve
Royal Society ya da Académie modeli üzerine kurulmuş olan
dernekler, Avrupa'nın çeşitli köşelerinde yeşermeye
başlamıştır (21).
Kraliyet Bilim Akademisi'nin kuruluş ve işleyişinde
Francis Bacon'un (1561-1626) etkisi çok belirgindir. Bacon,
bilimi insanoğlunun doğa kuvvetleri üzerinde egemenliğini
kurmasının en etkili aracı saymaktadır. Teorik bilgiden çok,
uygulamalı araştırmalara önem verip, işbirliğine dayalı toplu
çalışmaları öngörmektedir. Bacon ayrıca, çeşitli
işkollarındaki teknik bilgi ve becerilerle teorik bilimin
birbirini destekleyerek geliştirmesini önermektedir. Fransız
bilim akademilerinin aynı yıllarda benzeri bir yöntemi
benimsemiş olması Avrupa akademilerinin etkileşimine iyi
bir örnektir (5, 21).
Sonuç olarak, Avrupa'da akademiler aracılığıyla doğa ve
sanatın ürünü tüm olguları açıklamak ve olup bitenlerin
nedenlerini rasyonel yoldan anlamak için, tam ve sağlam bir
bilim sistemi kurularak geliştirilmiştir. Kraliyet topluluğunun
parolası “Nulluis in Verba” idi, bir başka deyişle, “Kimsenin
sözüne güvenme, kendin araştır” olarak ifade edilebilir.
Bilginin yeni tanımı, deneyimin özel bir şeklinin ürünüdür; bir
anlamda deney yapmak hatta deneyle doğruya varmak çok
önemlidir (5, 21).
Kraliyet topluluğunun bir diğer amacı da, konuşma
şekillerinde reform yaparak düşünmeyi kolaylaştırmaktı.
Bütün üyelerinden anlaşılır, abartısız ve yalın bir konuşma
şeklini benimsemelerini, her şeyi matematiksel bir açıklıkla
ifade etmelerini ve zarif sözler yerine çiftçi, tüccar ve
sanatkârların dilini kullanmalarını sağlamaktı. Bilimsel dilin
yalın olması yeterli değildi. Kesin ve mümkünse uluslararası
olmalıydı. Dilin farkı, deneyim ile deney arasındaki ipucu
olacaktı. Deneyim her zaman kişiseldi ve hiçbir zaman aynı
biçimde tekrarlanamazdı. Marco Polo'nun yolculukları,
Kolomb ve Magellan'ın gezileri anlatılması gereken
deneyimlerdi. Bir deneyimin, deney olabilmesi için
tekrarlanması gerekiyordu (5).
Osmanlı Dönemi
Cumhuriyet'e geçiş dönemine kadar bilim ve eğitim
sisteminde iki önemli kurumu birlikte taşımıştır. Bunlardan
ilki medrese ve enderundan oluşan bir sistemdir. Medrese ilk
Sayfa
40
kez Merv ve Nişabur şehirleri civarında geliştirilmiş din esaslı
eğitim kurumudur. Medreselerin ve enderun sisteminin
yetersizlikleri zaman içerisinde Avrupa tipi yeni eğitim
kurumlarının benimsenip hayata geçirilmesine neden
olmuştur. Bunların içerisinde Hendesehane, Mühendishane-i
Bahri Hümayun. Mühendishane-i Berri-i Hümayun ve
Darülfünun sayılabilir (4, 27, 28).
Medreseler, tüm dünyada olduğu gibi, din temelli okullara
İslami açıdan örnek sayılabilecek okullardır. Burada eğitim
İslam temellidir, din temellidir. Skolastik eğitim söz
konusudur. Sonuçta kitabın yazdığı doğrudur. Bu doğrular
kabul edilir; sorgulanmaz ve tartışılmaz. Kuşkusuz ki, Batı'da
Akademi'nin kabul ettiği “Nullius in Verba” prensibi, bu
yapılanmayla bağdaşmamaktadır. Aklı ve sorgulamayı temel
alan eğitim sistemi, yeni Cumhuriyet ile birlikte Türk
eğitiminin temel felsefesini oluşturmuştur. Bu anlayış
içerisinde Darülfünun kapatılır, İstanbul Üniversitesi kurulur.
17. yüzyıl Almanyasında da bilim akademileri önemli bir
yer tutmaktadır. En eskisinin 1620'lerde Rostock'da
kurulduğu ve kısa ömürlü bir akademi olduğu
bildirilmektedir. Fransız ve İngiliz akademilerinin benzerleri
Almanya için de söz konusudur. Berlin'deki akademi hem
bilimi hem de bilimsel araştırmaları desteklemeyi temel
misyon edinmiştir (23).
1600'lü yıllardan başlayarak “akademi” kavramı, kıta
Avrupasında yaygınlaşmıştır. En eskileri 1739'da kurulan
İsveç, 1816'da kurulan Hollanda ve 1857'de kurulan Norveç
akademileri sayılabilir. Bu yapılanmalara ek Çarlık Bilimler
Akademisi'nin Çar Büyük Petro tarafından 1724'te kurulduğu
ve akademinin kurulmasına, Alman bilim adamlarının ön
ayak olduğu belgelenmiştir. 1917 devriminden sonra Çarlık
Bilimler Akademisi temelleri üzerinde Sovyet Bilimler
Akademisi kurulmuştur. Sovyet Bilimler Akademisi, II.
Dünya Savaşı sonrası Sovyet ordusunca tutsak edilmiş,
Alman bilim adamlarının katkılarıyla, özellikle uzay bilimleri
konusunda büyük başarılar kazanmıştır. Bu dönemde bilim
adamlarının Sovyet Bilimler Akademisi'ne üye olabilmeleri
için Komünist Partisi'ne üye olması da gerekmiştir (29).
Bilim akademileri tüm dünyada giderek yaygınlaşıp insan
yaşamına yön vermeye başlamıştır. Çeşitli bilim alanlarında
yaşamı öğrenmek ve kolaylaştırmak adına yeni önerileri
hayata katmak görev ve sorumluluğundadır. Bilim
akademileri oluşturdukları çeşitli organizasyonlarla bu
hizmetleri insanlığın kullanımına sunmaktadır.
Yaşadığımız yüzyıl özde bir bilim ve bilgi yüzyılıdır.
İnsanlık bu yüzyıla tarım ve sanayi toplumunun gelişimiyle
ulaşmıştır. Özellikle teknolojideki çok hızlı gelişmeler,
bugünkü dünyada bilgi birikiminin ivmesini süratle
artırmıştır; ancak aynı hızlı ivmenin toplumsal yapılanma
içerisinde kolay kabul edilebilirliğini sağlayamamıştır.
İnsanlığın, yaşadığımız bilgi çağında elde ettiği pek çok
olanağa karşın, ortak bir vicdanının olduğunu ne yazık ki
söyleyemeyiz. Bu ortak yapılanma üretimi artırmıştır,
hastalıkların pek çoğuna çare bularak insan ömrünü
uzatmıştır. İnsanlık bugün daha önce hayal sayılabilecek
büyük atılımların peşindedir; ancak bütün bu kazanımlara
rağmen günümüzde bilimin yaşamımıza kattığı kolaylıkların
ortak olarak tüm insanlarca paylaşıldığını söylemek ne yazık
ki zordur (30) .
Bilim akademileri insanlığın temel sorunlarıyla ilgili pek
çok konuda insanlığın vicdanı olabilecek etkinlikleri
sürdürmektedir. Yeni bin yılımızda bilim akademileri
insanlığı daha mutlu bir geleceğe taşıyacak öneri ve
uygulamaları insanlığın dikkatine sunmaktadır. Kabul etmek
gerekir ki, hızla gelişen teknolojinin yarattığı yeni sorunlar
mevcuttur. Bunlar arasında:
1. Etik
2. Çevre
3. Eğitim
4. Sağlık
gibi sorunları sayabiliriz. Yaşadığımız dünyanın bilim ve
bilgi yüzyılında insanlığın temel sorunlarını çözebildiğini ne
yazık ki söyleyemeyiz. İnsanlık II. Dünya Savaşı'ndan sonra
bilimin pek çok sorununu çözebileceğine inanmıştır. Herkese
iş olanağı bulabileceğini, enerjiyi çok ucuza mal
edebileceğini, insan ömrünü ve refahını uzatabileceğini,
insanlık bilimden bekleye durmuştur. Ancak bilim ne yazık
ki, kazanç hırsı ile programlanmış firmaların tekelinde enerji
kullanımını yaygınlaştırmış ama enerjiyi çok pahalıya mal
etmiştir. Hastalıkları kontrol ederek insan ömrünü uzatmıştır
ama insanları daha çok hastanelere, ilaçlara, doktorlara ve
dolayısıyla firmalara bağımlı hale getirmiştir. Bilgisayar
teknolojisini ve robotları kullanarak üretimi artırmıştır ama
işsizliği de aynı oranda yükseltmiştir. “Globalleşme” adı
altında insanlığa sunulan bu büyük gelişmeler ne yazık ki,
özde belli firmaların zenginleşmesini sağlarken insanlığı yeni
sorunlarla boğuşmaya itmiştir. Oysa bugünkü bilimin görevi
herkes için daha barışçı, daha yaşanılabilir bir dünya
yaratmaktır. Değerli bilim insanı dostumuz İlhan Tekeli'nin
söylediği gibi “Bilim ve teknoloji her sorundan yeni bir rant
alanı çıkarmamalıdır.”
Bilim akademileri bu sorunları çözme yolunda
oluşturduğu etkinliklerle dünyamızı daha yaşanabilir bir
yapılanmaya taşıma görev ve sorumluluğundadır. Bu
sorumluluk tüm dünyada paylaştığımız ortak değerleri daha
yararlı, daha iyi ve dengeli paylaşma sorumluluğudur.
KAYNAKLAR
1. Grotzinger, J., Jordan, TH., Pres, F. & Siever, R (2007)
Understanding Earth, W.H. Freeman & Co. New York, 5.
baskı, s.1-17, 189-213.
2. Diamond, G. (2001) Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak
Popüler Bilim Kitapları Dizisi 174 ss.29-52.(Çev. Ülker
İnce)
3. Özdoğan, M. (2002) Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ,
Arkeo Atlas Dergisi, 1, s.66-83.
4. Tekeli, S., Kahya, E., Dosay, M., Demir, R., Topdemir,
HG., Unat, Y. (1997) Bilim Tarihi, Doruk Yayıncılık, s.1278.5. Yıldırım, C. (2006) Bilim Tarihi, 10. baskı, Remzi
Kitabevi, s.1-176.
6. Graves, R. (1992) The Great Myths, Penguin Books,
England, s.173-176.
7. Gilbert, H. (1958) Öğrenme Sanatı, Öğretmen Dergisi
Yayınları: 54, s.179-193, (Çev. Mehmet İlbaş).
8. Drenth, PJD. (2006) Walks in the Garden of Science,
Allea All European Academies, The Netherlands,
“Autonomy and Independence; Key concerns for an
academy of sciences and humanities” s.197-204.
9. Şuhubi, E. (1994) Bilim ve Eğitim, TÜBA Bilimsel
Toplantı Serileri: 2, s.139-143.
10. Manfredi, V.M. (2002) Büyük İskender Makedonya'dan
Anadolu'ya, Can Yayınları, s.83 (çev. Eren Cendey).
11. Topdemir, HG., Unat, Y. (2008) Ortaçağlarda Bilim,
Bilim Tarihi, Pegem Akademi, s.63-166.
12. Sezgin, F. (2007) İslam'da Bilim ve Teknik, Cilt 1, Arapİslam Bilimleri Tarihine Giriş, TÜBA ve Kültür Bakanlığı
Ortak Yayını, s.10-20.
13. Hançerlioğlu, O. (1989) Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitapevi,
s. 9.
14.http://tr.wikipedia.org/wiki/Bologna_%C3%9
Cniversitesi
15. Brihaye, J (1989) The European Spirit and the European
Association of Neurosurgical Societies (EANS), Acta
Neurochir (Wien) 99:1-19.
16. Hirsch, EE. (1998) Dünya Üniversiteleri ve Tükiye'de
Üniversitelerin Gelişmesi, Ankara Üniversitesi Yayınları
No: 211, Cilt: 2, s.25-57.
17. Morghen, R. (1990) The Academia Nazionale dei Lincei
in the Life and Culture of United Italy on the 368th
Anniversary of its Foundation (1871-1971), Academia
Nazionale Dei Lincei, s.7-70.
18.The Pontificial Academy of Sciences (2003) The FourHundredth Anniversary of the Pontificial Academy of
Sciences 1603-2003, ss.1-170.
19. Bulu, A. Bilimsel Bilginin Paylaşımı, Cumhuriyet
Gazetesi Bilim ve Teknoloji Eki, 3 Nisan 2004.
20. Brian, d.E. (1996) Histoire et mémoire de l'Académie des
sciences, laroisier TEC DOC, Paris, s.3-42.
21. Boorstin, J.I. (1996) Keşifler ve Buluşlar, Türkiye İş
Bankası. ss.659. (çev. Fatoş Dilber).
22. Dubos, R.J. (1950) Louis Pasteur Free Lance of Science,
Little, Brown and Company, Boston, s.6, 14, 15, 17.
23. Ronan, C.A. (2003) Bilim Tarihi, TÜBİTAK Yayınları, s.
7-53.
24. Westfall, R.S. (1995) Modern Bilimin Doğuşu,
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları Dizisi 4. ss.190.(Çev.
İsmail Hakkı Duru)
25. Yıldırım, C. (1995) Bilimin Öncüleri, TÜBİTAK Popüler
Bilim Kitapları Dizisi, 9. s.218
26. http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/paksoy3/turk15html
27. TÜBA (2007) Türkiye'de Üniversite Anlayışının Gelişimi
(1861-1961) (Editörler: Aras, N.K., Dölen, E., Bahadır,
O.), s. 19-52
28. Baltacı, C. (1976) XV-XVI. Asırlarda Osmanlı
Medreseleri, s. 1-72.
29. http://en.wikipedia.org/wiki/Russian_Academy_of_
Sciences#History
30. Kanpolat Y., Ulku D., Balci M.: Is There A Common
Conscience of Humanity? Should There Be One? Surgical
Neurology, 62:5-6, 2004
Sayfa
41
Türkiye Bilimler Akademisi'nin Öncülü
Encümen-i Daniş
Prof. Dr. Ergun TÜRKCAN
[email protected]
Ben bilim tarihçisi değilim, hatta tarihçi de değilim.
Bilim Politikasına ilişkin bir kitap hazırlarken, elimde pek
çok malzeme birikti; bunların hepsini kitapta
kullanamazdım. Bunlardan birisi de, TÜBİTAK'ta
çalışırken, 1972'de bir arkadaşımın çevirdiği ve metnin
sonunda bulacağınız, bir Alman Şarkiyat dergisinde
1852'da çıkan bir makalenin tercümesiydi. Konusu da, yeni
kurulmuş olan İlimler Akademisi tüzüğü, çalışma düzeni ve
üyeleriyle ilgiliydi. Doğal olarak doğrusu, bu konuda,
birincil kaynaklara inerek, Encümen-i Dâniş hakkında
ayrıntılı bir inceleme yapmaktır, ama belirttiğim gibi benim
donanımım bu işe elverişli değildir. Ancak, bu konuda, yeni
yazıyla basılmış düşünce tarihlerinin de çok ayrıntılı bir
bilgi vermediğini saptadım. Bildiğim ve bulabildiğim klasik
kaynaklar, Berkes, Ülken, Mardin, Ortaylı, İhsanoğlu vb.
çok kısmi ve birbirini tekrar eden bazı bilgiler veriyorlar;
bunları da aşağıda gösteriyorum. Belki başka yayınlar da
vardır, bunları bilim tarihçilerimize bırakıyorum. Amacım,
eldeki bilgilerle, yaklaşık on yıl sürmüş bu ilk Bilimler
Akademisi deneyimi hakkında bir “ön bilgi” sunmak ve bu
konuda bilim ve düşünce tarihçilerimize bir davet
yapmaktır. Belki TÜBA da, kendi geçmişini veya bilimsel
atasını araştırmak için bir proje başlatabilir.
Bir Tanzimat Kurumu: Encümen-i Dâniş
Osmanlı Devletinde, Yenileşme hareketleri On sekizinci
yüzyılda, bir seri askeri yenilgiler karşısında başlamış,
Tanzimat'a (1839) kadar, iki adım ileri bir adım geri,
Yeniçeri yürüyüş nizamında sürmüştür. Tanzimat ile birlikte
bu yenileşme hareketi, On dokuzuncu yüzyılda bir ivme ve
süreklilik kazanmış, ilk askeri ve sivil bilim kurumları ve
üniversite deneyleri yapılmıştır1. Osmanlının Avrupa
devletlerine özenerek giriştiği ilk Bilimler Akademisi
deneyimi, yani Encümen-i Dâniş'in kurulması, üniversite
deneyimlerinden daha önce gerçekleşmiş olmakla birlikte,
kendini sürdürememiştir:
“Darülfünun açılmasına karar veren Meclis-i Maarif-i
Umumiye, 12 Ocak 1851'de, Encümen-i Dâniş adlı bir
kurum kurulması için Sadarete bir teklif sunmuştur. Resmi
Gazete sayılan Takvim-i Vekayi'de 1Haziran 1851'de 26
maddelik tüzüğü yayınlanan ve o zamanlar 200 yıllık bir
bilim kurumu olan Fransız Bilimler Akademisi örneğinde
kurulan Encümen-i Dâniş, 18 Temmuz 1851'de açılmıştır.
Kurulun 40 asıl, 40 muhabir üyesi bulunuyordu. Encümen
ayda bir kez toplanıp, Tüzüğün 8. Maddesine göre
darülfünun için gereken ders kitaplarını hazırlayacak, “fen
ve sanayi dallarında yazılacak kitapların, herkesin
anlayacağı biçimde Türkçe olmasına dikkat ve özen”
gösterilecekti. Büyük Mustafa Reşit Paşa, kuruluş
emirnamesinde (bugünkü dille) şöyle yazmıştır:
“…Önceleri bizde de bilimle uğraşanlar vardı. Fakat gitgide
kelimecilik revaç bulmuş, yalnız şiirle uğraşılmağa
başlanmıştır…Halbuki çağın icap ettirdiği bilim, ülkenin
aydınlanması ve vatandaşın yararlanması için gereklidir…
Genel düzeyi yükseltmek için bir darülfünun kurulması ve
binasının yapılmasına dek, okutulacak kitapların hazırlığı
için bir Encümen-i Dâniş'in kurulması gerekli
görülmüştür…”2
“Büyük beklentiler, şaşaa ve padişahın katılması,
sadrazamın konuşması ile açılan Encümen-i Dâniş'in, geçen
zaman içerisinde kendisinden beklenilen faydayı
sağlayamadığı görülmüştür. Cevdet Paşa'nın hazırlamağa
başladığı Tarih-i Cevdet dışında Encümen-i Dâniş'in önemli
bir faaliyeti olmamıştır. Sadece bir taltif veya paye olmak
üzere yerli ve yabancı bilim adamlarına Encümen-i Dâniş
azalık rüûsunun (diploma, sertifika) verilmesi gelenek
olmuştur. Nitekim on yıl sonra 1863'de ilk Darülfünun
kurulduğunda burada okutulmak üzere Encümen-i Dâniş'ten
hazırlaması beklenen eserlerden hiç birisi ortada yoktur.”3
Türk modernleşmesini inceleyen büyük düşünürümüz
Prof. Dr. Niyazi Berkes de bu konuda şunları yazıyor:
“Görülüyor ki, tarihinin ilk aşamasında Tıbbiye doktor
yetiştirmekten çok eğitim, bilim, düşün ve yönetim
alanlarında ilk modern eğitimli kişileri yetiştirmiştir.
1850 ile 1870 arasında tamamıyla Tanzimat'ın başlattığı
ve düşün hayatıyla ilgili başka ilginç adımlar da
atılmıştır. Bu adımların bazıları ta başta, bazıları ise
biraz ilerledikten sonra başarısızlığa uğramıştır…”
“İlk doğan, belki de bir daha canlanmamak üzere ilk
ölen; bununla birlikte, bize hiç değilse o dönemin en
büyük tarih eserini kazandıran girişim, bir “Akademi”
kurulması olmuştur. Eğitim alanında Tanzimat
döneminde yerleşen ikiliğe karşı, bütün maarif ya da
irfan alanını bütünleştirecek bir müesseseye karşı
duyulan ihtiyaç karşısında 1851'de Encümen-i Dâniş adı
altında bir akademi kurulmuştu. Henüz daha ulema
mesleğinde bulunan Cevdet Efendi, bu kurulun
programını çizmeğe memur edilmişti. Cevdet, bu
müesseseyi fikir tartışmalarını geliştirmek, bilimsel
araştırmaları teşvik etmek, bilimlerin teşviki ve
cahilliğin kaldırılması için gerekli tavsiyeleri sağlamak
amaçlarıyla kurulmuş bir müessese olarak nitelendirir.
Özellikle, dil, edebiyat ve tarih alanlarında yeni eserler
yazılması teşvik edilecekti. Encümen-i Dâniş'e
medreseli ya da medresesiz zamanın tanınmış kişileri
alındıktan başka, en büyük Osmanlı tarihini yazan
2
1
Osmanlı Devletindeki Yenileşme hareketlerinin dinamikleri için Bkz.
Ergun Türkcan, Dünya'da ve Türkiye'de Bilim, Teknoloji ve Politika,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, Sekizinci Bölüm, ss.347-426.
Sayfa
42
İbid, s. 369.
Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında
TANZİMAT (Haz. H.D. Yıldız), Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992
içinde, s. 370.
3
Avusturyalı von Hammer, hâlâ değerini sürdüren
İngilizce-Türkçe, Türkçe-İngilizce sözlüklerin yazarı
İngiltereli Redhouse gibi yabancı kişiler de üyeliğe
seçilmişlerdi.”
“Encümen-i Dâniş, bilimler ve dil-edebiyat alanında
büyük başarılı eserler meydana getirmemişse de an
büyük katkısı Cevdet Paşanın yazmaya memur edildiği
tarih olmuştur. Osmanlı devletinin yenileşme
çabalarının Lale Devrinden Yeniçeriliğin kaldırılışına
kadar olan dönemi şaşılacak bir hız ve bilgiyle 12 cilt
olarak yazan Cevdet Paşanın bu büyük eserinin
zamanının reformcularına verdiği mesaj şuydu:
Geçmişteki bütün çağdaşlaşma çabaları, bir yandan
devlet adamlarıyla ulemanın cehaleti, ahlaksızlıkları ve
yanlış inançları yüzünden ve bir yandan körü körüne
Batı siyasetlerinin çıkarlarına alet olan taklitçiler
yüzünden başarılı olmamıştır…”4
Türk Düşünce Tarihi konusunda başka büyük bir
araştırıcımız, Ord. Profesör Hilmi Ziya Ülken'in ünlü
kitabında da Encümen-i Daniş'in kuruluş öyküsüne ve
sonraki gelişmelere geniş yer verilmiştir.
Bu alıntılardan sonra, Alman Doğu Ülkeleri Dergisi
(ZDMG) 1852 yılı cildinde yer alan Dr. W.F.A.
Behrnaeur'in makale veya haber-makalesinin tercümesini
sunalım. Makalede yazarın adresi Viyana olarak
gösterilmiştir; kendisi hakkında her hangi bir bilgimiz
olmamakla birlikte, onun Türkçe bilen Avusturyalı bir bilim
adamı veya yeni kurulan Tıp Mektebine Viyana'dan gelen
hocalardan biri olduğunu düşünebiliriz. Bu yazıyı, 1972
yılında, TÜBİTAK Uluslar arası İlişkiler Ünitesinde uzman
olan arkadaşım Dr. Ülkü Uysal çevirmişti; kendisini sevgi ve
saygıyla anıyorum. Bu metin Almancadan çevrildiği ve
metnin kendisi de elimde olmadığından, Osmanlı
terimlerine uymadığı açıkça görülen bazı yerlerde, zorunlu
olarak, değişiklikler yaptım ve yukarıdaki alıntılardaki
çelişen ya da farklı noktaları belirtmeğe çalıştım.
İstanbul'da Kurulan
BİLİMLER AKADEMİSİ (ENCÜMEN-İ DÂNİŞ)5
Dr. W.F.A. Behrnaeur
Viyana
Tebaasının genel kültürünü artırmak gayesiyle, bilim
adamlarına sadece karşılıklı fikir mübadelesi ve süratli bilgi
akımı sağlamakla kalmayıp, bu gayeye ulaşabilmek için en
önemli ve lüzumlu kitapların, en basit ve anlaşılabilecek bir
lisanda halkın eline geçmesini temin edebilecek bir
kuruluşun tesisini, halen tahtta bulunan Sultan Abdülmecit
başarabilmiş ve Devletin merkezinde geçen yıl içersinde
“Bilimler Akademisi” (Encümen'i Dâniş) adı altında bir
akademinin kurulmasına önayak olmuştur. Yeni kuruluşun
kendisinden beklenenleri ne dereceye kadar yerine
4
Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi 5Yayınevi,Birinci Baskı
Aralık 1973, s. 207-8.
5
Almanca metnin tercümesinde Akademi olarak geçen yerler Encümen-i
Dâniş'e çevrilmiştir.
getirebileceğini, ancak ilerdeki seneler gösterecektir. Türk
nesrinin en müstesna bir örneği sayılabilecek nitelikte olan
Encümen-i Daniş
Tüzüğünün Önsözü aşağıda basit bir tercüme ile şöyle
ifade edilmektedir:
“Her hususta bilginin cehalete tercih edildiği yerde,
bilginlerin cahillerle eşit tutulamayacağı aşikârdır.
Pratik felsefenin bir prensibine göre, ana unsurlar olarak
kabul edilen kültür ve medeniyetin, temel taşı sayılan
bilginin yayılmasıyla şekil alabileceği bilinmektedir.
Ancak bu amaca erişebilmek, devletin bu hususta
göstereceği himaye ile gerçekleşebilecektir. Osmanlı
Devletinin yıldızının en kuvvetli ve haşmetli parladığı,
Doğuda ilim güneşinin doğduğu sıralarda, yeni
yazarların birçok ilmi eserleri yayınlayabilmeleri için
kapılar açık tutuluyordu.”
“Birçok yazar arzu ve ümitlerini bağladıkları, konuşma
ustalıklarını göstermek isteyip, giriştikleri mücadelede
alkış toplamak hırsı içersinde söz ve davranışlarını en
güzel ziynetler ile süsleyebilmek için çaba sarf ettikleri
halde, yazılarının pek çoğunda, gerek şiir gerekse
nesirlerinde, edebiyatın dışına çıkamamışlardır. Bu
(öncülerin) ilimler denizinden çıkarmaya çalıştıkları
bilgi incileri istiridye kabukları arasında gizlenmiş, yani
buluşları gölgelenmiştir.”
Bu tür yazıların okunulduğunda kolaylıkla
anlaşılamayacağı, sadece yüksek tahsil görenler için
olduğu ve halka fayda sağlayamayacağı bilinmekle
beraber, arzu edilen genel kültürün, çeşitli dallarda
bilinen bilgi ve bulguların yayılması sonucu elde
edilebileceği aşikârdır.”
“Hitabetin kaidelerine uygun olarak üslupları yüksek
kültürlü insanların hoşuna gidebilecek eserlerin
meydana gelmesinde bilginlerin yapacakları teşvikler
yanında, bilimsel ve teknik kitapların telifi, halktan bir
kişinin anlayabileceği ve bir şeyler alabileceği şekilde
olmalı ki, halkın kendi kendini yetiştirebilmesi
kolaylaşabilsin”.
Bilim zamanın değişimi ile ilgili olduğundan ve
düşünen kafaların müşterek tesirleri sayesinde tekâmül
ettiğinden, bu durum Müslümanlar arasında her devrede
gerekli bilgi ve bulguların yayılmasına, bir vazife hissi
ile birleşik olarak bu sahada büyük dikkat ve itina
gösterilmesine sebebiyet vermiştir.”
“Bilindiği gibi her çağda çeşitli fikirler ve eserler
doğmakta, her geçen gün bilimin o muhteşem
dokusunda bir başka desen yaratılmaktadır. Ne büyük
nimettir ki, kudretli Hükümdarımız, adalet, iyilik,
devlete ve dinine içtenlikle bağlılık yanında, tahtta
çıktığı günden beri ülkesinin her köşesindeki halkın
kültürünün artırılmasını teşvike ve hayat seviyelerini
yükseltmeye çalışmıştır.
Bu gayeye erişebilmek için en uygun yolu halkın eğitimi
için gerekli olan şartları hazırlamakta bulmuş, her geçen
gün ilim ışığı daha çok parlamaya başlamış ve çok kısa
sayılabilecek bir zaman içersinde önemli sonuçlar
Sayfa
43
alınabilmiştir.”
Bir atasözündeki “İlimlerin düşünen beyinlerin
karşılıklı münasebetleri sonucu gelişebileceğinin” ifade
edilişi çok doğrudur. Bu gelişmeyi daha arttırabilmek,
en önemli ve kıymetli kitapların halkın eline daha çabuk
geçmesini sağlayabilmek için, kültürlü ve bilgili
kişilerden teşekkül eden bir kuruluşun tesisine daha çok
ihtiyaç duyulmuş, böyle bir Akademinin kurulması
devletin yetkilileri tarafından görüşülerek karara
bağlanmıştır. Ancak, bu kararın uygulanması yani
Encümen-i Dâniş'in eski Sultanının himayesinde
kurulması, tasarlanan üniversitenin tamamlanmasına
kadar ertelenmişti.”
“Topluma faydalı olmak amacıyla, cehaleti
azaltabilmek, bilgi akımını arttırmak, halk arasında
“kendi kendini eğit” prensibinin doğmasını destekleyen
devrin Sultanı bir an önce söz konusu akademinin
kurulabilmesi için faaliyete geçmiştir. Sultanın
(Abdülmecit Han) muvaffakatnamesi alındıktan sonra,
üniversitenin kurulmasına kadar, Maarif Nezaretinde,
ayda bir defa geçici olarak toplanmak üzere devletin
yüksek seviyeli memurlarından, bilgin ve itibarlı
kişilerinden müteşekkil bir grup, zamanın veziri
Ataullah Efendinin oğlu Şerif Efendi ile yardımcıları
Maarif Nezareti müşaviri Şereullah (?) Efendinin
başkanlıklarında toplanmaya başladı.
“Yukarıda adı geçen kişiler, söz konusu akademinin
açılabilmesi, tayinlerinin gerçekleşebilmesi için
Sultanın muvafakatini alarak, kendilerine her işlerinde
destek olabilmesi için duacı olduklarını ifade
etmişlerdi.”
Aşağıda Encümen-i Dâniş'in Tüzüğü ve üye listesi
açıklanmaktadır.
Encümen-i Dâniş'in Tüzüğü:6
I.Encümen-i Dâniş'in Yapısı ve Üyelerin Seçimi
1.Encümen-i Dâniş üyeleri iki sınıfa ayrılmaktaydı:
1) Dahili üyeler
2) Harici üyeler
Dahili üyelerin sayısı 40'ı aşamayacaktır, harici üyelerin
sayısı sınırsızdır.
2. Encümen-i Dâniş iki başkanı vardır. Türkçe lisanını
bilen, ancak yeteri kadar yazamayıp, bu lisanda
tercüme yapamayanlar için, Encümen-i Dâniş kendi
üyeleri arasından şekil ve üslup bakımından yardımcı
olabilecek bir veya birkaç tashihçi tayin edebilir,
6
Bu Tüzüğün, Takvim-i Vekayi'de yayımlanan 26 maddenin aynen
tercümesi olmadığı, yazarın kendisine göre bir sınıflama yaparak
düzenlediği bir metin olduğu anlaşılıyor.
7
Encümen-i Dâniş'in iki başkanı aşağıdaki listede, 13. Ve 18. Sıralardaki
şahıslar olarak gösterilmiştir. Ancak, yukarıda alıntı yaptığımız yazarlar, bu
konuda her hangi bir bilgi vermediğinden, soru işareti ile kaydediyorum
Sayfa
44
normal işlerin yürütülmesi için iki sekreter
görevlendirilmektedir.
3. Maarif Nezareti tarafından Encümen-i Dâniş Başkanı
ve üyelerin listesi kararlaştırıldıktan sonra, her dahili
üye,listeden harici üyeler arasından hangisini tercih
ediyorsa onun ismini ufak bir kağıda yazarak,
Nezaretin mühürlenmiş kasasına atmaktadır. Böylece
seçim günü, adaylıkları gösterilmiş olanlar belli
olmaktadır. Encümen-i Dâniş gizli oylama sonucu
adayların isimlerini ve ekseriyeti alanları tespit
ettikten sonra, adaylıklarını tasdik etmektedir. Daha
sonra başkanın ve üyelerin isimlerini ihtiva eden
protokolhazırlanarak Maarif Nezaretine
gönderilerek, Sultana iletilmesi talep edilmektedir.
En yüksek makamın onayından çıktıktan sonra
üyelerin adaylıkları kesinleşir.
4. Başkanlık Makamı münhal olduğunda, Maarif
Nezaretince, dahili üyeler arasında ekseriyeti alan
şahıs bu göreve atanmakta, Sultana takdim edilmekte
ve bu Yüksek Makamın onayını aldıktan sonra
görevine başlamaktadır.
5. Başkanlardan birinin şehir merkezinin dışında bir
göreve atanması halinde, adı geçen şahıs Encümen-i
Dâniş'in statüsüne bağlı kalmakla beraber, yerine bir
önceki paragrafta söz edilen usul gereğince bir
başkası seçilir ve adaylığı en yüksek Makamın
onayından geçer. Diğer taraftan üyelerden herhangi
biri üyeliğini kaybetmemek kaydıyla, başka bir ek
görev alabilir.
6. Encümen-i Dâniş harici üyeleri, Başkan veya Maarif
Nezareti tarafından teklif edilmektedir. Eğer
üyelerden herhangi biri uzak bir mevkide ikamet
etmekte ve diğer üyeler tarafından tanınmamakta ise,
söz konusu olan kişi bu mevzuda bilgi verip,
mazeretini beyan etmek zorunluluğundadır. Bunun
üzerine ekseriyet alınıp yukarıdaki usul gereğince adı
geçenin adaylığı onaylandığı takdirde, üyeliği
kesinleşebilir.
7. Encümen-i Dâniş her iki başkanı için en yüksek
“görev tasdiknamesi” hazırlanmaktadır. Yukarıda
açıklanan şekilde üyeliğe atanan ve üyelikleri tasdik
edilen dahili ve harici üyeler, Sultan tarafından
verilen bir diploma ve Encümen-i Daniş ile Maarif
Nezaretinin “İtimatname”leri ile taltif
edilmektedirler.
8. Encümen-i Dâniş'e üye seçilmek bir şeref telakki
edildiğinden, bu sıfatı alan kişiler büyük takdir
görmektedirler.
II.Üyelik Şartları:
1. Dahili üyeler Encümen-i Dâniş toplantılarına
katılmak zorundadırlar, harici üyeler ancak gelen
haberler ve gönderilen dokümanlardan malumat
edinebilirler. Böylelikle, her iki üye sınıfı da kendi
bilgi ve görgüleri nispetinde ilmi çalışmalara bir
şeyler katmaya gayret etmektedirler.
2. Üyelerden her birinin belirli bir konuda ve dilde söz
sahibi olması gerekmektedir. Şöyle ki, her biri Türkçe
olarak yazılmış bir kitaba sahip olmalı, Arapçadan,
Farsçadan veya herhangi başka bir dilden Türkçeye
rahatlıkla tercüme edebilmelidirler.
Bunun dışında Türkçeye tam olarak vakıf olmayan
üyeler için, yabancı dillerden herhangi birini çok iyi
konuşup, diğer ilim dallarında geniş çapta bilgi sahibi
olmaları talep edilmektedir.
3. Harici üyelerin Türkçeye tam vakıf olmaları şart
koşulmamaktadır. Ancak, hangi dilde olursa olsun
bilgilerini ve genel kültürlerini aksettiren belgelerin
Encümen-i Dâniş
tarafından tanımlanması
gereklidir.
4. İlmin çeşitli dallarında ihtisas yapmış bir çok bilim
adamını bir arada toplayan Encümen-i Dâniş
Başkanlarının, dil ve ilim dalları bakımından ayrı
nitelikte kişiler olmaları ve Maarif Nezareti üyeleri
arasından seçilmeleri gerekmektedir.
Encümen-i Dâniş'in Vereceği Akademik Hizmetler
1. Encümen-i Dâniş, gerekli görülen Türkçe ilim
kitaplarının teksir edilmesi veya Maarif Nezareti
tarafından herhangi bir kitabın tercüme veya telif
edilmesi görevinin kendisine verilmesi halinde, bu iş
için aday gösterilen üyeler arasında ekseriyeti alanı
vazifelendirmektedir. Yukarıda söz konusu olan
husus, Maarif Nezaretinin müsaadesi alındıktan ve
Encümen-i Dâniş tercüme veya telif işini lüzumlu
gördüğünü belirttikten sonra, ele alınmaktadır.
Encümen-i Dâniş olağan ve olağanüstü toplantıları,
üyelere ilmin yayılmasına, ve adapte edilmesine
yardımcı olabilecek konularda yazılı veya sözlü
olarak bilgi verebilmeleri ve çeşitli mevzularda
tartışabilmelerine imkan hazırlamaktadır.
Yapılan toplantılarla ilgili olarak protokol tutulmakta
ve Maarif Nezareti takdim edilmektedir.
2. Herhangi bir kitabın tercümesi veya telifi lüzumlu
görüldüğünde, bu görev başkan tarafından yetkili
dâhili üyelerden birine veya birkaçına birkaç sayfası
tercüme edilmek üzere verilmekte ve neticede
tercümesi en uygun görülen kişi bu işle
görevlendirilmektedir.
3. Harici üyeler Encümen-i Dâniş'e sadece yazılı
tebliğler göndermekle sorumludurlar.
4. Gerek Maarif Nezaretinin isteği üzerine, gerekse
Encümen-i Dâniş'in aldığı bir kararla tercüme edilmiş
ve bastırılmış kitaplarla, harici üyeler tarafından
verilen tebliğler şekilleri ve muhteviyatları
bakımından kontrolden geçtikten sonra, bunlarla
ilgili olarak bir protokol hazırlanmakta ve Sultana
takdim edilmektedir. En yüksek Makamdan
“basılabilir” müsaadesi alındıktan sonra devletin
matbaasında bastırılıp piyasaya sürülmektedir.
5. Encümen-i Dâniş toplantılarının yapılabilmesi için
dâhili üyelerin asgari üçte birinin mevcudiyeti lazım
gelir. Bu nedenle dâhili üyelere gerek olağan gerekse
olağanüstü toplantılar için davetiye gönderilmektedir.
Üyelerden herhangi birinin mazereti varsa, bunu
yazılı olarak bildirmekte ve toplantı sırasında bu
husus şifahi olarak duyurulmaktadır. İki veya üç
defaya mahsus olmak kaydıyla, üyelerden herhangi
biri toplantıda bulunmayacak olursa, Başkan
kendisini sorguya çekmektedir. Bir sene için hiçbir
mazeret beyan etmeden Encümen-i Dâniş'e uzak
kalan üyeye diploması verilmekte ve yerine başka
birisi seçilmektedir.
6. Yabancı ülkelerde bulunan dâhili ve harici üyeler
ikamet ettikleri eyaletlerin özelliklerini, göze çarpan
değişikliklerini, bilimsel açıdan görüşlerini ve
incelemelerini yazılı olarak Encümen-i Dâniş'e
duyurmakla görevlidirler. Gelen yazılı belgeler
Encümen-i Dâniş tarafından Maarif Nezaretine
iletilmektedir.
7. Dâhili üyelerin her ayın ilk cumartesi günü, yazın saat
dörtte, kışın saat altıda Encümen-i Dâniş toplantı
salonunda bulunmaları gerekmektedir. İşlerin artması
halinde, her on beş günde bir veya haftada bir
olağanüstü toplantıya çağrılabilirler. Toplantıya
çağrılış Başkan tarafından ve davetiye ile
yapılmaktadır.
8. Encümen-i Dâniş kendisi tarafından yayınlanan ilmi
ve teknolojik kitapların herkesin anlayabileceği bir
dilde ve yazı şekli ile basılmalarına aracılık ettiği gibi,
daha yüksek manada basılan biyografik ve tarihi
eserlerinde yayınlanmasında o derece ihtimam
göstermektedir.
I.Mükâfatların Cinsi ve Şekli:
1. Üyelere verilen mükâfatlar bilim alanındaki
başarılarının karşılığı olmaktadır. Bu hizmetler
aşağıda açıklandığı gibi üç sınıfa ayrılmaktadır:
1. Herhangi bir şahıs kendi arzusu ile bir kitap
tercüme edip yazacak olursa, ancak bu kitabın
ehemmiyeti kabul edilmekle beraber, kendisi
tarafından o derece önemsenmemekte ise, o şahıs
üçüncü derece hizmet sınıfına girmektedir.
2. Herhangi bir şahıs kendi arzusu ile veya özel bir
teklif üzerine bir kitap tercüme edip yazacak olursa
ve bu kitabın ehemmiyeti biliniyorsa o şahıs ikinci
derece hizmet sınıfına girmektedir.
3. Eğer özel bir teklif üzerine ilmi bir eser ortaya
konmuş ve bu eser gerek devlete gerekse dini
müesseselere çok faydalı olmuşsa eserin müellifi
birinci hizmet sınıfına geçmektedir.
2. Üçüncü hizmet derecesi almış olan kişi eserinin
gelirini almaya hak kazanmış olduğunu belirten bir
nişanla taltif edilmektedir. Veya kısmi bir ödeme
yapmak kaydıyla nakdi mükâfat almaktadır. İkinci
Sayfa
45
şıkta yapılan kısmi ödeme Maarif Nezaretince
yapılmaktadır.
3. İkinci hizmet derecesini alan şahıs, yukarıda sözü
edilen “Nişan”a sahip olmakta ve ayrıca Encümen-i
Dâniş toplantı salonunda bulunan şeref listesini ihtiva
eden tabloya ismi yazılmakla taltif edilmektedir.
4. Üçüncü hizmet derecesindeki şahsa hem “nişan”
hemde “hatıra parası” takdim edilmektedir.
5. Yukarıda sözü edilen mükafatlar dahili ve harici
üyeleri ayırt etmeksizin her iki sınıfa da
verilmektedir. Hizmet derecelerinin tespitinde
Encümen-i Dâniş ekseriyet usulünce hareket etmekte,
bu konu ile ilgili olarak hazırladığı protokolü Maarif
Nezareti'ne takdim etmekte ve aracılığı ile de en
Yüksek Makama sunulmaktadır.
Encümen-i Dâniş'in Dahili ve Harici Üyelerinin Listesi
Dahili Üyeler:
1. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa
2. Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi
3. Mehmet Paşa
4. Şurayı Devlet Başkanı Rıfat Paşa
5. Hariciye Nazırı Âli Paşa
6. Serasker Emin Paşa
7. Ticaret Nazırı İsmail Paşa
8. Rumeli Bölgesi Hükümet Komiseri (?) Sami Paşa
9. Devlet Şurası Azası Yusuf Kamil Paşa
10. Devlet Şurası Azası Meşrepzade'nin torunu Arif Efendi
11. Devlet Şurası Azası Tahsin Bey Efendi
12. Harp Şurası Azası Rüştü Molla Efendi
13. Ataullah Efendi oğlu, Yüksek Askeri Mahkeme
Başkanı Şerif Efendi
Encümen-i Dâniş Birinci Başkanı,
14. Başbakanlık Müşaviri Fuzo Efendi
15. Tıp Fakültesi Dekanı Ziver Efendi
16. Mali Komisyon Başkanı Lebib Efendi
17. Gazeteciler Başkanı tarihçi Regai Efendi
18. Maarif Nezareti Müşaviri, Şerullah Efendi
Encümen -i Dâniş İkinci Başkanı
19. Tümgeneral Ethem Paşa
20. Harp Şurası Azası Tümgeneral İbrahim Paşa
21. Tümgeneral Derviş Paşa
22. Celal Efendizade oğlu İstanbul Memuru Hüsam Efendi
23. Divanı Hümayun Mütercimi Emin Efendi
24. Devlet Okulları Başkanı Kemal Efendi
25. Divanı Hümayun Danışmanı Ahmet Celal Efendi
26. Divanı Hümayun Danışmanı Ali Talip Efendi
27. Ticaret Nezareti Müşaviri Muavini Salih Efendi
28. Elçi Ahmet Vefik Paşa
8
Buradaki adlar ve unvanlar, bir şekilde o zamanının terimlerine çevrilmişse
de, hem bu şahısların görev ve otantik ad ve unvanları ayrıca araştırılmalıdır.
Sayfa
46
Maarif Nezareti Müşaviri Suphi Bey Efendi
Mekke'de Memur İlyas Efendi
Müşavir Tahir Bey
Osmanlı Devleti Mütercimi Nureddin Bey Efendi
Albay Nureddin Bey
Hazine Dairesi Reisi Molla Aziz Efendi
Müneccimbaşı Molla Osman Efendi
Maarif Nezareti Müşaviri Ali Fethi Efendi
Maarif Nezareti Müşaviri Ahmet Cevdet Efendi
Hoca İshak Efendi
Maarif Nezareti Müşaviri Müderris Muavini
(Doçent) Ahmet Hilmi Efendi
40. Farsça Öğretmeni Tevfik Efendi
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
A-Harici Üyeler:
1. Medine Şeyhi Davud Paşa
2. Kandiya Valisi Veli Paşa
3. Divanı Hümayun Başkanı Molla Şakir Efendi
4. Nazif Molla Efendi
5. Müderris Emin Refii Efendi
6. Dağıstanlı Müderris Hüseyin Nazım Efendi
7. Sultan Beyazıt tarafından kurulmuş olan Rüşdiye
Okulu Ahmet Reşid Efendi
8. AntakMüderrisi Aya'dan Ömer Efendi
9. Kahire'den Ethem Paşa
10. Abdullah Bey
11. Derea'den Arif Bey
12. Kani Paşa
13. Lisan Okulu Müdürü Refa Bey
14. Mühendis Mazhar Bey
15. Behçet Bey
16. Vali İsmet Efendi
17. Mütercim Binbaşı Ahmed Efendi
18. Rıfat Ebussuud Efendi
19. Stefanaki Bey
20. Alko Sutzo
21. Logothet Hoga Agub (Ermeni)
22. Lübnan Bey (Mısır)
23. Freiherr Von Hammer-Pursstall (İlk bilimsel Osmanlı
Tarihinin yazarıdır)
24. Bianchi (Paris)
25. Dr. Stefanaki (Edirne)
26. James W. Redhouse
27. Vasilaki
28. Beşiktaşlı-Oğlu Alexandri
29. Terjaki Boğuz-Tersane Mütercimi
30. Hugo Sigak David.

Benzer belgeler