62.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

62.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Hikmet Kıvılcımlı’nın idealleri, mücadelesi
Halkın Kurtuluş Partisi’nde yaşıyor!..
YIL: 7 • SAYI: 62 27 ARALIK 2012
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Kurtuluş Partisi, Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’yı
bedence aramızdan ayrılışının 41’inci Yıldönümünde coşkuyla andı.
vılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde,
02 Aralık’ta, İstanbul’da Maltepe Belediyesinin Küçükyalı Kültür Merkezinde, coşkulu ve inançlı bir şekilde anıldı.
İşçilerden üniversite öğrencilerine, lise öğrencilerine, kamu
emekçilerinden köylülere, işsizlere, aydınlara varıncaya kadar
halk denizinin her bir parçasının
katıldığı etkinliğimiz, HKP Merkez Komite Üyesi İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ın
açış konuşmasının ardından Enternasyonal marşı eşliğinde
devrim şehitlerine saygı duruşuyla başladı.
Partimiz Bursa İl Başkanı Halil Ağırgöl Yoldaş’ın, Usta’mızın mücadelesini ayrıntılarıyla anlatan sunumunun ardından,
İşçi Sınıfı mücadelesi önderlerinden DİSK
Genel Başkan Yardımcısı ve akliyat-iş
Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, İşçi Sınıfının, emperyalist talan ve yağma projelerine dur diyeceğini belirten; salonun büyük coşkuyla karşıladığı bir konuşma yaptı.
Parababalarının sömürü cehenneminde
Kitap okuyor mahkûm Halil.
Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını
çok rahat bir ustalıkla kullanıyor
bileklerinden demirli parmaklarını.
Kitap ve kelepçelerle
On üç senedir
bu beşinci yolculuğudur.
Gözlerinin altında çizgiler
Şakaklarında beyaz.
Halil belki ihtiyarladı biraz.
Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi.
Ve şimdi
Yürek her zamankinden umutlu.
B ta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı.
öyle anlatıyor Şair Nazım Hikmet, Us-
Evet şimdi yürek her zamankinden
umutlu. Umutlar, düşünceler, idealler, davranışlar bugün Kurtuluş Partililerin davranışlarında ve yüreklerinde yaşıyor.
O yüzden Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı
ve devrim şehidi yoldaşlarımız sadece bedence aramızdan ayrıldılar.
O yüzden Kurtluş Partililer mücadale
ediyor İşçi Sınıfı içerisinde, gençlik içerisinde, halk denizinde…
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kı-
Devrim Şehidi
Kubilay’ı coşkuyla
andık
yanıp kavrulmakta olan işçi kardeşlerimizden Konya Sürat Ambarı İşyeri Temsilcisi Adem Polat ve Borusan Direnişçisi Ali
Teymur’un, Proletarya Sosyalistleriyle
karşılaştıktan sonra hayatlarında, düşüncelerinde ve kişiliklerinde olan değişiklikleri
somutça anlattığı konuşmaları, İşçi Sınıfına
olan inancımızı bir kez daha pekiştirirken,
Proletarya Sosyalizminin doğruluğunu da
bir kez daha tüm gözlere, yüreklere batırmış oldu.
Kurtuluş Partisi Gençliği adına genç bir
yoldaşımız, gençliğin kararlı mücadelesinin
nasıl devam ettiğini coşkulu anlatımıyla dile getirdi.
Genel Başkan’ımız urullah Ankutun, CIA Sosyalizmi PDA-İP üzerine değerlendirmeleri ile başlayan ve Türkiye Devrimci Hareketinin geçmişiyle olan bağlarımızdan ve Sevrci Soytarı Sahte Sol’un bu
geçmişe olan ihanetlerinden bahsederek devam eden konuşması, devrimci mücadelenin nasıl ve ne şekilde yürütülmesi ve gerçek devrimcinin nasıl düşünüp davranması
gerektiği üzerine yaptığı bilimsel tespitlerle, insanlığın özlemini çektiği günlerin adeta bir ön gösterimiydi.
Devamı sayfa 7’de
CHE ölmez yapıtlar bırakarak
ölümsüzlüğe ulaştı
Haberi sayfa 22’de
Haberi sayfa 27’de
Maraş Katliamını
lanetliyoruz
Haberi sayfa 27’de
HKP’den, ülkemiz topraklarına
yerleştirilmek istenen
Patriot Füzelerine ve NATO’ya
hayır eylemi
Haberi sayfa 27’dee
Başyazı
Yılan gibisin Kılıçdaroğlu!
İ
ki yıl önce, bir kaset operasyonuyla hiç kimseden görmedim. Türk Halkı biseni CHP’nin tepesine taşıyan, efen- zim kardeşimizdir”, diyor. Bugün diyor
din ABD’ye hitaben yaptığın bir ko- bunu. Utku Çakırözer, Suriye’de Esad’ı
nuşmada; “Biz Beşşar Esad yönetimine ziyaret edip onunla söyleşi yapmıştı, haAKP’den daha karşıyız, onun gitmesi- tırlayacağımız gibi birkaç ay önce. Ona
ni daha çok istemekteyiz”, demiştin.
söylemişti bu sözleri.
Aradan geçen sürede, sen ve milletveŞimdi, böyle bir adamla niye uğraşıkillerin Beşşar Esad yönetimine ve yorsun?
Esad’ın kişiliğine defalarca saldırdınız.
Niye düşmanlık güdüyorsun?
Başkan yardımcıların birkaç kez
Ha, şundan; sen de aynen Tayyip gibi“Esad’ın canı cehennesin de ondan… Aslında
me”, diye ünlemli sözler
senin adının başına
sarf etti.
“Tayyip”
getirerek
En son sen geçen 30
“Tayyip Kemal” demek
Ekim’de güya Tayyip’i
lazım sana. Hatırlarsan,
eleştirme bahanesiyle yiTayyip, efendisi Obama
ne sinsice, iblisçe, Esad’a
onu Esad’a karşı oskissaldırdın. Şöyle dedin:
lemeden önce Esad için,
“Esad’ın Suriye’de
“kardeşten de öte”, dikendi halkına yaptığı
yordu. Yani dostluğunun
zulümle, Tayyip Erdobu derece derin olduğuğan’ın Türkiye’de halnu belirtiyordu. Ama
ka yaptığı zulüm araObama komutunu verinsında ne fark var? Asce, bir anda fırıldak gibi
lında
Tayyip
döndü. Malum ya bu
Erdoğan’ın adının başıişin ustasıdır o. Artık
na Esad’ı da ekleyip,
beş vakit ezan okur giGençkolik’ten
Esad Tayyip Erdoğan
bi, her gün Esad’a hakademek lazım.”
retler, sövgüler yağdırÖnce şunu soralım: Esad’ın size ve maya başladı. Esad’ın adını bile kendisiTürkiye’ye ne zararı var?
ne çok görerek değiştirmeye yeltendi.
Bugüne kadar bir düşmanlığı olmuş Bütün kapıkulları kraldan çok kralcıdır,
mu bize karşı?
bilindiği gibi.
Hayır. Tam tersine; adam “Ben Türk
Devamı sayfa 18’de
Halkından gördüğüm dostluğu hayatımda
2
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Kurtuluş Partisi’nden
İnsan sevgisi yok, emeğe saygıları yok, utanma-arlanma,
vicdan yok; açlık, yokluk, yoksulluk bilmezler
komisyonlarda bir araya gelirler; asgari ücreti tespit ederler
A
sgari Ücret Tespit Komisyonu AR)’ın Kasım ayı için açıkladığı raporun önerdikleri artış oranı 3+3. Ve bu artış
tespit edecek 2013 yılında sonuçlarına göre, 4 kişilik bir aile için gerçekleşecektir. Çünkü Asgari Ücret
açlık sınırı 1.061 TL, yoksulluk sınırı ise Tespit Komisyonu, IMF ve Dünya
uygulanacak Asgari Ücreti.
Bankası’nın Tayyipgiller hükümetine
3.354 TL olarak gerçekleşti.
Kimlerden oluşuyor bu komisyon?
DİSK tarafından açıklanan 1.061 TL, kabul ettirdiği zulüm politikalarının
Parababaları örgütlerini temsilen 5 kişi.
İşçilerin alınterini sömüren, bu ülkede dört kişilik bir ailenin sadece sağlıklı bir uygulayıcısı olan bir piyondur... O nedenle
emekçilerin alınteriyle yaratılan bütün biçimde alması gereken kalori miktarı kaç toplantı yaparsa yapsın, kime görev
değerlerin üzerine konan, bu değerleri üzerinden hesaplanmıştır. Yani işçinin ve verirse versin kendisine söylenenin dışına
yabancı Parababalarına aktaran, kanser ailesinin sadece boğazına yetecek olan çıkmamıştır, çıkamaz… Ki zaten, Mecliste
görüşülmekte olan 2013 yılı bütçesinde de
düzenini yaratan, egemenliklerinin devam ücrettir.
Milyonlarca emekçinin sadece sağlıklı Asgari Ücret rakamları belirlenmiş
etmesi için satmayacağı değeri olmayan,
soysuz, tabansız, ahlâksız, acımasız beslenmesine yetecek ücret bile çok durumdadır. Dolayısıyla 2013 yılında da
milyonlarca emekçi, sefalet
Parababalarının
direk
ücretine talim edecektir.
temsilcisi 5 kişi Asgari
Asgari Ücretle çalışan bir işçi
Ücretin belirleyicilerinden.
kardeşimiz, ev kirası mı versin?
Diğer beş kişi ise
Elektrik-su, ulaşım-beslenme
Parababalarının devletini Baştarafı sayfa 32’de
temsilen belirlenen 5 kişi. Bu Yüzde 3+3. Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Emekçi Halkımızı harcamalarını mı karşılasın?
beş kişiyi de yerli-yabancı uyutmak, beklentiye sokmak için toplanıyor. Tamamen Okula giden çocuğuna harçlık mı
versin? Hasta eşine ilaç parası mı
Parababaları
tarafından göstermelik yani. Dostlar alışverişte görsün...
iktidara getirilen hükümetler
Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu ortaoyununu protesto etmek versin?..
Bu
komik
rakamlarla,
belirliyor. Bugünlerde bu için 20 Aralık günü Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK)
utanmadan İşçi Sınıfımızla alay
hizmetle görevlendirilenler önündeydik.
Ortaçağcı Tayyipgiller’dir.
Oynanan oyunu sergilemek, halkımıza bu oyunu göstermek, ediyorlar. İşçi kardeşlerimizi bir
Yani vatansız, gelmiş geçmiş IMF’nin, Dünya Bankası’nın emirlerini yerine getiren bir ay yaşamaya mahkûm ettikleri
bu parayı kendilerine versek bir
Parababaları
iktidarları komisyon olduğunu vurgulamak için TİSK’in önündeydik.
içerisindeki en satılığı, en
Aras Kargo İşgalcilerinden Çankaya İlçe Başkanı’mız gün bile geçinemezler.
Partimizin bu konudaki (2005
haini, en halk düşmanı bu Bayram Karkın’ın okudu basın açıklamamızı.
güruhtan 5 kişi de Asgari
İşçi düşmanlarının, insan sevgisi olmayanların belirleyeceği yılındaki rakamlarla) görüşleri
Ücreti belirleyenler arasında. asgari ücretin sefalet ücreti olmaktan öteye gidemeyeceğini ise şöyledir:
“Asgari ücret normal geçim
Parababalarının İşçi Sınıfı haykırdık. Mücadelemizin yükselerek devam edeceğini, eninde
(şu
andaki
içerisindeki dost sendikası, sonunda
Halk
İktidarının
kurulacağını
vurguladık. endeksinden
rakamla günlük net 50
CIA tarafında kurdurulan Sloganlarımızı haykırdık.
YTL’den) aşağı düşmeyecek.
Truva Atı, “takdir sizindir
Günümüzde uygulanmakta
efendim”ci
TÜRK-İŞ’i
Ankara’dan Halkın
olan asgari ücretin böylece 4
temsilen de 5 kişi yer alıyor
Kurtuluş Partililer
mislinden fazla bir artış
komisyonda. Yıllardır Asgari
sağlanmış olacak. ormal
Ücret adı altında belirlenen
görülüyor
İşçi
Sınıfımıza.
Hainliği,
geçim endeksi de üretimimizin
sefalet ücretlerine sesini çıkartmayan,
saygısızlığı,
ihaneti
bundan
güzel
ifade
verimindeki artışa paralel olarak
hatta onaylayan, bazen İşçi Sınıfının
eden
başka
bir
şey
bulunamaz.
Barınma,
yükseltilecek. Kişi emeğinin, sağlığının
şiddetinin korkusuyla tespit edilen rakama
ısınma,
kültürel
faaliyetler,
tespit
edilen
ve ulusal verimliliğin zararına olan
ayıp olmasın diyerek şerh koyan, işçi
asgari
ücretin
içerisinde
yer
almıyor
bile.
prim usulü kaldırılacak. Ücretler, her
aidatlarıyla İşçi Sınıfının malı olması
gereken sendikalarda, baronluk tesis eden, İşçi Sınıfımız sade suya tiritle açlıktan hafta başı muntazam ödenecek. Genel
kesinlikle işçiyi değil ama sarı ölmeyebilir, ama soğuktan donabilir, tatil günleri tam ücretli olacak. Zorunlu
sendikacılığı temsilen 5 kişi sefalet baraka gibi evlerde, gecekondularda haller ve işin niteliğinden dolayı o
barınabilir. Kitap, sinema, tiyatro, eğlence günler çalışana çift gündelik verilecek.
ücretine olur mührünü basanlar arasında.
Kısacası,
açın
halinden de neymiş. Bunlar işçiyi bozar. Allah Kadın, çocuk, din, ırk, farklarına
anlamayanların, işçi gibi yaşayıp işçi gibi göstermesin işçi bilinçlenir, üstelik bir de bakmaksızın: AYI İŞİ görene AYI
düşünmeyenlerin,
emeğe
saygısı örgütlenirse al başına belayı. İzin ÜCRET verilecek.” (Halkın Kurtuluş
olmayanların, bir aylık asgari ücreti bir vermemek gerek bunlara. O yüzden geçim Partisi Tüzüğü)
başka
bir
şey
Ne zaman son bulacak Parababalarının
günde hatta bir öğünde harcayabilenlerin derdinden
bu
dünyada bu ekonomik ve siyasi zulmü?
oluşturduğu komisyonun tespit edeceği düşündürtmeyeceksin,
Ne zaman sona erecek Parababalarının
Asgari Ücret elbetteki sefalet ücreti sürünmenin mükâfatının öbür dünyada
cennete
girmek
için
verilecek
bonuslar
yarattığı bu kanser düzeni?
olacaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak,
Asgari Ücret halen bekar bir işçi için olacağını beyinlere işleteceksin, ondan
sonra
koyun
gibi
güdecek,
bu
dünyanın
Parababalarının yarattığı bu kanser
Asgari Geçim İndirimi hariç 673,30 TL.
sefasını
süreceksin…
düzenini ortadan kaldırmak için mücadele
Asgari Geçim İndirimiyle beraber bekâr
Artan işsizlik ile korkutacaksın işçinin ediyoruz 1920’lerden bu yana. Her sözüne
bir işçinin almış olduğu asgari ücret
739.07 TL. Evli, eşi çalışmayan bir işçinin gözünü. Yani işsizlik vebasını gösterip başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere diye
asgari ücret sıtmasına razı edeceksin!
başlayan
Hikmet
Kıvılcımlı’nın
asgari ücreti ise 773 TL’dir.
2013
yılının
asgari
ücreti
için
öğrencileriyiz. İşçi Sınıfının ideolojisiyle
DİSK Araştırma Enstitüsü (DİSKdonandık. Vatan aşkını her ortamda dile
getirmekten sakınmadık, o aşk uğruna
mücadeleyi bir an bile bırakmadık. Şimdi
bu mücadeleyi çok daha yükseklere
taşımakla görevliyiz.
AB-D Emperyalizmi ve Yerli
Satılmışlar
Cephesinin
hayâsızca
saldırılarına karşı, başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla
birlikte Halk Kurtuluş Cephesini öreceğiz.
Demokratik Halk İktidarını kurup,
Parababalarının, ekonomik ve siyasi
Yol ver ölüm
zulüm düzenine son vereceğiz.
Çök yıkıl ey mezar
O günler gelecek. İşte o zaman İşçi
Bak Devrim dev gibi dimdik
Sınıfımız ve Emekçi Halklarımızı İşsizlik
ve Pahalılık Cehenneminde yakanlardan
İnsan ateştir, yanarken yakar
da hesabını soracağız! 20.12.2012
Sefalet ücretini protesto ettik
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Bomba patlarsa açılır gedik
Doğan Terlemez
1956/16.12.1976
Orhan Melek Demiröz
1946/06.11.1987
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
C
Cumhuriyet düşmanı Tayyipgiller’e inat
Kurtuluş Partililer Türkiye’nin dört bir
tarafında 29 Ekim’i kutladı
umhuriyet’e olan düşmanlıklarını her
fırsatta
pervasızca
gösteren
Tayyipgiller’in tüm engellemelerine,
tehditlerine, saldırılarına rağmen biz Kurtuluş
Partililer, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızın kazanımı olan Cumhuriyet’in
ilan edildiği 29 Ekim’in yıldönümünü
Türkiye’nin dört bir tarafında yaptığımız basın açıklamalarıyla kutladık.
İstanbul
İstanbul’daki basın açıklamamızı saat
13.00’da Taksim Meydanı’nda gerçekleştirdik. Açıklamamızı İstanbul İl Başkanı’mız
Av. Pınar Akbina okudu.
Halkımızın yoğun ilgi gösterdiği açıklamamızda Akbina, AB-D Emperyalistlerinin
taşeronluğunu yapan Tayyipgiller’in, halklarımızı 89 yıl önceki koşullardan daha da geriye
götürdüğünü belirterek; tıpkı Birinci
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi, AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerin İkinci Kurtuluş Savaşçıları öncülüğünde halklarımız tarafından tarihin çöplüğüne gönderileceklerini ifade etti.
Eylem sırasında sık sık “Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”,
“Kahrolsun
AB-D
Emperyalizmi”,
“ E m p e r y a l i s t l e r,
İşbirlikçiler, Geldikleri
Gibi Gidecekler” sloganlarımızı aramıza katılan halkımızla birlikte
gür biçimde haykırdık.
Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi
Mustafa Kemal ve onun en büyük müttefiki
olan Lenin’li pankartlarımız başta olmak üzere pankartlarımız ve bayraklarımızla Bursa
Halkına seslendik.
Bursa Halkı da sesimize kulak vererek bizleri ilgi ve coşku ile izledi ve alkışladı. Basın
açıklamamızı İl Sekreterimiz Gülistan Çelik
Yoldaş’ımız okudu.
Basın açıklamasında sık sık “Kahrolsun
ABD-AB Emperyalizmi”, “Emperyalistler
İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”,
“Katil ABD Ortadoğudan Defol”,
“Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”,
“Gün
Gelecek
Devran
Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” ve
“Halkız Haklıyız Kazanacağız” sloganları
atıldı.
***
İzmir
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı HKP İzmir
İl Örgütü tarafından yapılan bir yürüyüş ve basın açıklamasıyla kutladık.
29 Ekim’de saat 14.00’da Karşıyaka İZBAN istasyonunda toplanarak pankart ve dövizlerimizle yürüyüşe geçtik. Yürüyüş boyun-
İstanbul
***
Ankara
Biz Halkın Kurtuluş
Partisi olarak mazlum
halklarımızın emperyalist işgalcilere karşı verdiği
Birinci
Antiemperyalist
Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarına her zaman
olduğu gibi sahip çıkıyoruz. Ulusal Kurtuluşu
Toplumsal Kurtuluşla
taçlandırmanın mücadelesini yürütüyoruz yıllardır.
Cumhuriyetin 89’uncu yılını HKP olarak bir
basın açıklamasıyla kutladık.
Partimizin önünden
başlattık yürüyüşümüzü.
Basın açıklamasının yapılacağı
Sakarya
Meydanı’na kadar pankartlarımızla, bayraklarımızla, sloganlar eşliğinde yürüdük. “Birinci
Antiemperyalist
Kurtuluş Savaşı’mızın
Önderi
Mustafa
Kemal ve onun En
Büyük
Müttefiki
Lenin” ve “Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız”
pankartlarımız ellerimizde, “Gün Gelecek
Devran
Dönecek
Tayyipgiller Halklara
Hesap
Verecek”,
“ K a h r o l s u n
Emperyalizm Yaşasın
İkinci
Kurtuluş
Savaşımız” sloganları
dillerimizde gerçekleştirdik basın açıklamasını.
Basın açıklamasıyla
andık
Birinci
Kuvayimilliyecileri. Basın açıklamasının ardından yine kortej oluşturarak Partimize kadar
sloganlar eşliğinde yürüdük.
Ankara
Bursa
İzmir
***
Bursa
Tayyipgiller’in gemiyi azıya aldığı son yıllarda, Birinci Kuvayimilliye’ye ve onun yadigârı kurum ve kuruluşlara sahip çıkmak biz
Halkın Kurtuluş Partililer için daha bir anlamlı olmaya başladı. Bu kurumlara ve değerlere
sahip çıkma görevi biz İkinci Kurtuluş
Savaşçılarının önünde durmaktadır.
İşte bu sorumluluk ve görevimiz gereği saat 14.00’da Kent Meydanı’nda buluştuk.
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
ca Cumhuriyetin anlamı üzerine konuşmalar
yaptık, coşkulu sloganlar attık. İzmir Halkının
ilgiyle ve beğeniyle izlediği yürüyüşümüz
Karşıyaka Çarşı’nın iskele tarafındaki girişine
kadar sloganlarla devam etti.
Burada İzmir İl Başkanı’mız Av.
Tacettin Çolak tarafından Cumhuriyetin anlamı ve kuruluş amacı ile ilgili bir açıklama yapıldı.
Eylem sırasında sık sık “Emperyalistler
İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”,
“Gün
Gelecek
Devran
Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”,
“Yaşasın Tam Bağımsız Demokratik
Türkiye”, “Halkız Haklıyız Kazanacağız”,
“Şeriat Ortaçağdır” sloganlarını haykırdık.
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Dünkü Kırşehir-Bugünkü Kırşehir
Bu yazılar, “Yeni İstanbul” Gazetesi’nin 05-06 Kasım 1951 tarihli sayılarında yayımlanmıştır.
Hikmet Kıvılcımlı bu yazılarında, Himmet Kırşehirli ve Fatma Kırşehirli müstear (takma) adlarını
kullanmıştır.
Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı, “Donanma Davası”nda aldığı 15 yıllık cezanın büyük bir kısmını (1942-1950) Kırşehir Cezaevinde yatmıştır.
B
Dünkü Kırşehir
ebeğinden sakallısına kadar hangi
Kırşehirli ile konuşsanız hemen şunu
öğrenirsiniz: “Evvel zaman içinde,
Aşık Beşe (Paşa) ile Ahi Evran “Seher”de
oturuyorlardı. Bir gün erenlerin gönüllerinden doğdu, Suluca Köy’den Hacı Bekteşi
(Bektaş) sohbete çağırdılar. Hacı Bekteş, çalışan köylülüğün piriydi. Ata, eşeğe tenezzül
eder mi? Kuru duvarın üstüne bindi: “dah!”
edip Kırşehir’e geldi”. Bu birinci keramet.
Üç aziz evliya, kasabayı kuzeyden güneye yarıp geçen küçük akarsuyun kenarına
halvet oldular. Lakin, ırmaktaki kurbağa tayfasının vakvakasından birbirlerini işitmek ne
mümkün? Ahi Evran şehir çalışkanlarının
piriydi. Desturla kalktı. Irmağa kadar gitti.
Kurbağalara: “Ey mübarekler! dedi. Ya siz
susun biz konuşalım, ya biz susalım siz konuşun!”
Hikmeti Huda, o saat ortalık tıs kesildi.
Bugün hâlâ, Kırşehir ırmağının Ahi Evran
semtine düşen kısmında kurbağa ötmez. Bu
ikinci keramet.
Şu dillere destan olmuş üç koca Türkmen, Kırşehir’de ne aradılar?
Orta Anadolu haritasının Kızıl ve Yeşil
ırmaklar kısmını kesip çıkarsanız, elinize
yamrı yumru bir hilâl geçer. Atalarımız olan
Horasan erleri için, hilâl biçimindeki bu ülke, Bizans haçına karşı savaş açan bir ocaktı.
Hilâlin Yeşilırmak girintisinin ortasında
Amasya, Kızılırmak çıkıntısının ortasında
Kırşehir bulunur. Amasya’da, Baba İlyas’ın
has halifesi Baba İshak, alevlendirdiği büyük
köylü ayaklanmasıyla Selçuk saltanatının
canına okudu. Tarihte her köylü hareketinin
çabuk bozulması neviinden burada da Babailerin kılıç artıkları Kırşehir’e sığınmak zorunda kaldılar. O zaman, Baba İshak’ın has
halifesi Hacı Bektaş, Âşık Beşe (paşa) ve
Ahi Evran berekatiyle Osmanlı saltanatının
manevi temelleri atıldı.
Hilâl Ülke, Horasan erliğinin kuşandığı
cenk kemeri Kırşehir, o kemerin batıya doğru sivrilmiş ilk milletleşme cevheriyle parlayan mızrağı sayılabilir.
Ol zamanlar Kırşehir ulu idi
Ortasından hem akan nehir idi
On sekiz bin dirler evi var idi
Burcu bârû çevresi hisar idi
Kasabanın adı da Kırşehir değil, Gülşehirdi.
Acem kültürüyle bunalan Selçuklu kabuğu Amasya’da çatladı. Türk kültürüne
sıçrayacak olan Osmanlılığın mayası, Gülşehir bağlarında adı geçen veliler üçüzünün
kehanet ve kerametleriyle yuğruldu.
Osmanlı heykelinin balçığı her yerden ve
her ırktan toplandı. Heykele: Ülkü, Ordu,
Demokrasi, Birlik, Dil Ruhunu Kırşehir evliyaları nefes ettiler.
1-Ülkü Ruhu: Osmanlılığı kuran Alp
Osman’a Amasya hükümdarının kılıcını ve
ilmini “Mesut Gülşehri” ismindeki Gülşehirli Mesut götürdü. Osman Gazi’nin, eflâke
ser çekmiş [çok yükseklere uzanmış] yüce
ağaç rüyasını cihangirliğe yorumlayan da
Kırşehirli İmadettin oldu.
2- Ordu Ruhu: Alp Orhan, ilk erlerinden birkaçı ile tâ Bursa’dan yola çıktı, Kırşehir’in Suluca Karahöyüğü’ne kadar geldi.
Yanındaki erlere, güzel Türkçesiyle “Yeniçeri” adını koyan Hacı Bekteş oldu. Askerlerin
başlarını sıvazlarken cübbesinin yeni, enselerinden aşağıya sarkmıştı. Yeniçeri kıyafetinde bu manzara kutsileşti. Bekteş’in yeni
biçiminde bir ek, yeniçeri serpuşunda
[başlığında] taziz [sevgi ile anma] alâmeti
olarak kaldı. Ve Karacehennemin palalarıyla
havaya uçtuğu güne değin, yeniçerilik, her
sabah yoklamasında, “pirimiz üstadımız
Hacı Bektaşi Veli aşkına” gülbank [hep bir
ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant]
çekti.
3- Demokrasi Ruhu: Ceceli aşiretinden
Cace Bey, Kırşehir’de Selçuk Valisi idi. Selçuk saltanatına isyan etmiş olan “Gaziyan,
Ahiyan, Abdalan, Baciyan” adlı dört bölük
“Babai”yi Kırşehir’e konuk edip ağırlayan
aynı Selçuk veziri oldu.
Mevlâna Celâleddini Rumî, Konya’dan
oğlunu Kırşehir’e, Cace Bey’in yanına gönderdi. Oğlunun yetiştirilmesini ondan bekledi. Kırşehirli Şehabeddin, Kıbrıs’ta, Gazan
Han kubbesinde vezirlik etmiş adamdı. Bir
gün Mevlâna’nın oğlu ile Kayseri’ye gidiyorlardı. Oğlan seyisi kötü sözlerle payladı.
Şehabeddin, Mevlânazadeye şöyle çattı:
“Bir Türk’e böyle hareket ve hakaret yakış
olmaz. Bu ancak yad [yabancı] terbiyesidir.”
Hacı Bekteş “meczup bir budala azizdi”.
Baciyanı Rumi ihtiyar etti, kim o hatun
anadır. Anı kız edindi. Keşfü kerametini ana
gösterdi, teslim etti. Kendi Allah’ın rahmetine vardı.” Yani, tarikata “Kadıncık ana” ismindeki kadını şef yaptı.
Tarikat deyince softalık zannetmeyin.
Hacı Bektaş, Süleyman-ı Türkî gibi, aba giyer az söylerdi. Ramazanda oruç tutmaz ve
namaz kılmazdı. Horasan’dan Ruma geldikleri vakit, Bektaş, inanç eri, kardeşi Menteş
Kılıçeri olarak yeryüzünde yalanı öldürmeye
çıkmışlardı:
Elsiziz dilsiziz, belsiziz ama,
Gezeriz dünyada erkekçesine
diyorlardı.
Bu ülkü Türk köylülüğünü kendine çekti.
Onları zulme karşı birleştiren bir düstur [genel kural] oldu.
4- Birlik Ruhu: Doğuda Moğol baskınları, batıda Bizans kumkumaları, Anadolu
Türklüğünü darmadağın ediyorlardı. İşte o
zaman, Gülşehir bağlarında üç veli toplandı:
1- Köy çalışkanlarını karşılıklı yardım
içinde Osmanlılığın sinesinde toplamak isteyen Hacı Bektaş;
2- Orta Anadolu’dan Oral Altaylar’a kadar şehirli esnaf teşkilatının piri olan Ahi
Evran;
3- Birlik ve dirlik fikriyatına gönüllere
zikretmiş olan ve:
Cümle işüñ yigregi birlik-durur
Birlige bitmek bütün erlik-durur
Birlige bitenler irdi menzile
İkilikle kimse gelmez hâsıla
Kanda kim iki göñül birlikdedür
Göresin bunlar ganî dirlikdedür
Birlik ehli hôş geçürür vaktını
Birikenler dutdı dünyâ tahtını
diyen Aşık Beşe fikriyatı ile Bektaş ve
Ahi
teşkilatları
kaynaşarak,
Şeyh
Edabali’nin “Dünya tahtı” rüyasını gerçekleştirdiler. Böylece Osmanlılığı doğuran ana
oldular.
5- Türkçe Dil ruhu: Demokratik birliğin
mayası Türk dili olabilirdi. Hâlbuki Selçuk
saltanatında, Âşık Beşe’nin dediği gibi:
Türk diline kimsene bakmaz-ıdı
Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı
Türk dahı bilmez-idi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
Alp Osman’a kılıç götüren Gülşehirli
Mesut, 14’ücü Yüzyıl ortasında “sehil ve
nevbahar” tercümesini yaparak, Şeyh Sâdi’nin ahlâk ve memleket idaresine dair olan
“Ferahnameyi Sâdi”sini adapte ederek,
Türkçenin Acemce ve Arapça kadar medeni
bir dil olabileceğini gösterdi.
Elli sene Ahi Evran’a kâtiplik etmiş olan
ve:
e derviş isteriz, sahip, ne sultan
e dert işümüze gelür, ne derman
diyen Ahmet Gülşehri, 4284 beyitle
Türkçenin zafer şaheserini başarırken
“Farsçanın saltanatı uçtu, yaşasın Türkçe” diyordu.
Osmanlılığın mayasını sinesinden koparıp veren Kırşehir, her sahici kıymet gibi
alçakgönüllü durdu, politika gösterilerine
katılmadı. Tarihin “meçhul asker”i kaldı.
Osmanlılığa gebe iken ismi “Gülşehir”di.
Osmanlılık doğunca unutulan Türkmen şehrinin gülleri soldu. Çocuğunun dünyayı tut-
Hikmet Kıvılcımlı
tuğunu gören bir ana feragatiyle çöle dönüp
“Kırşehir” oldu. 1866 (Hicrî 1283)’de nahiye yapılacak kadar horlandı. Eski hisarlarının, kervansaraylarının tozu bile kalmadı.
Evleri çamur izbeler kılıfına girdi. Roma
devrinden kalma “Terme” kaplıcası, mağara
içine kazılmış mezar kurnacığından bir avuç
su fışkırtmasa, senede altı ay kazanı tamirde
olan Belediye Hamamı, halkı kirden öldürebilir.
Cace Bey, mercan rengindeki “cağcağlı
minare”siyle Türkmen palaları gibi yol yol,
sarı kırmızı dokunmuş cephesiyle göçebe
otağı ve çadırını iplerine kadar taklit ederek,
tarihi taştan abide haline getirmiş olan bir
medrese kurmuş.
Belki dünyanın en orijinal olan bu eseri,
şimdi karanlık bir camidir. Sellerin taşıdığı
molozlara gömüle gömüle her gün biraz daha yerin altına batmaktadır. Taş kubbesinin
altındaki rasathane kuyusunu bulmak için,
bir ecnebinin [yabancının] Kırşehir’de senelerce sürgün kalması ve merak edip kazı
yaptırması icap ediyor.
Âşık Beşe (paşa) türbesi, doğunun mor
dağları önünde, kızıl kubbeli tepeciklerin en
tatlı sathı mailine tünemiştir. İyi ki, orada.
Yoksa onun da Melekşah Türbesi gibi etrafı
çöplüğe döner ve kafası tamir betonuyla
sıvanırdı. Ne olsa Beşem âşık! Yerini şairane
seçmiş. Türbesi, özenerek yontulmuş pırlanta taş gibi yağmurla yıkanıp güneşle yanıyor.
Hakiki, birlikçi Âşık Beşe, torunlarına oradan bakıyor. Biz torunları, onun sandukasındaki eski çuhadan, başındaki tozlu kavuğuna
kadar nesi varsa hepsini çalmışız. Bekçi yahut saygı yokluğundan mı, kaygı çokluğundan mı?.. İçeride hazret dımdızlak yatıyor. Ama ona bu hal daha çok yaraşıyor.
Nasıl olsa, boz renkli, keskin köşeli, güneş
mihraplı mermerlerini de tırnaklarımızla sökemeyiz ya! Bekçiye ne lüzum var? O çevresine yıkık mezar taşlı yarenlerini toplamış,
Kırşehir’in ölmez bekçisi gibi dimdik duruyor.
Aşağıda ve tam karşısındaki Ahi
Evran’ın, Cace Bey’in ve Kıble ötelerindeki Hacı Bekteş’in ruhlarıyla, gelmiş
geçmiş erenler omuz omuza vermişler,
canlı tarihin ebem kuşaklı kubbesi altında
kâinata rindce [dünyayı umursamazca,
kalenderce] gülümseyerek dem çekiyorlar:
Elsiziz, dilsiziz, belsiziz ama
Gezeriz dünyada erkekçesine!
Himmet Kırşehirli
Bugünkü Kırşehir
Her mahallesinde ayrı bir sıcak su kaynar
Kırşehir’in. Şehir içindeki demirli “Terme”
Kaplıcası insan hararetindedir. Bir buçuk saat batısındaki “Karakurt” Kaplıcası ise çok
sıcaktır. Küçük bir himmet, Kırşehir’i Ankara için İstanbul’un Bursa’sı haline getirebilir.
Kırşehir’in ortasından geçen üç dört bel
kalınlığını aşmayan suyun yarattığı ağaçlıklar, Kıbleye, Kızılırmak’a doğru dalga dalga
akan bir yeşil ırmağa benzer.
En züğürt şehirlinin bile yazın göçeceği,
ağaçlıklı, yarım dönümlük bir bağı vardır.
Amma bu bağ, onun sadece elini ayağını bağlar. Çünkü Kırşehir’in cam gibi kırılabilir
sert havasına hiç güven olmaz. Rize’de metre karesine 4444 mm düşen yağmur, burada
ancak 400 mm’yi bulur. Bakarsınız en beklenmedik zamanda bahar yapıverir. Meyve
fidanları bu şakaya aldanıp hevesli yayla
kızları gibi çabucak donanır, gelinleşir, bir
de bakarsınız nereden gelindiği bilinmeyen
kısır bulutlar hafif çiselemeye başlar, gece
yarım saat ayaz kesti mi veyl bütün kış özlenen ağaç nimetlerine... Çiçekler tomurcuklarından dökülüp gider.
Fakat Kırşehirli, Allahına şükrederek
eliyle ve beliyle sebzeciliğe girişir. Fakat
yaylada yaz, tavşandan ürkektir. Adana
hıyarları, Toroslar aşırı Ankara piyasasında
satılmaz hale gelirken, Kırşehir’dekiler yeni
mahsul dökmeye başlar. Yaz, bir anda bahar
olup uçar. Bir seher vakti Ankara geldiğin-
den zehirli güz poyrazı esiverir, ertesi gün
sebze yaprakları yangından çıkmışçasına
alazlanır. Sonra da, güneş Kırşehirli ile alay
eder gibi daha aylarca ortalığı sıcağa gömer.
Kırşehirlinin biricik kara gün dostu söğütle kavaktır. 20 liraya döktürülen 500 kalıp
kerpici çamurla istif et, üzerlerine on, on beş
kavak gövdesi sırala, işte sana bir gündüzkondu damcağız. Altına bir değil üst üste iki,
üç “avrat” ile beş, altı “bebe” sığdırabilirsin.
Pencere deliğine çare mi? Gazete kâğıdını
bezirle yağla, yarım şeffaf buzlu cam olur,
hem de perde yerini tutar. Kâğıdı ikide bir
delip hırsızlığa gelen arsız kedilerden korkun yoksa bütün kış içerde bey gibi yaşarsın.
Onun için Kırşehir’de keresteden ulu velinimet bulunamaz. Onu yakmak ha! Nevzübillah. Böyle bir lüks küfür derecesinde israftır. Tarlanın otu, dikeni tırmıklanır, güz
gazelleri süpürülür; davarın, malın mayısı
çürek çürek kurutulur. Aş tandırı, kış ocağı
bunlarla tütecektir. Yanı başındaki Yerköy
linyitlerinin satışını idare yasak edince, felek, intikam almak ister gibi onları yangına
verir yahut su basar. Gelsin “Kuyruklu dağın
odunu”.
Beşiğin kenarları gibi vadiyi çevreleyen
ihtiyar dağlar, baştan başa çıplak saydır
(çakıllı kaya). Doğu dağlarının ötesinde,
vaktiyle, ucuz yük getiren Kürtlerin hayvanları barınırmış.
Oraya “Çöl” derlermiş. Harp yıllarında,
ka binaların sifonu o çölü de emip Devlet kasasına akıtmış. Hayvanların çöpleneceği bir
karış otlak bırakmamış. Yükün batmanı
harpten [savaştan] önce 3 liraya iken, şimdi
20 lira olmuş. Cefakeş eşeği bile kışın beslemeyen şehirli, onu iki buçuk liraya satmayı
daha iktisatlı [ekonomik] buluyor.
Şehrin Kuzeybatısında kubbe üstüne
kubbe üç oyuk bulunur. Oradan aşağı, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz Şalgösteren Sövkesi (sathı maili)ne Şalgösteren’in ötesinde
Bozulu, Sarıkaya, Hobekli sıradağları “Emir
Burnu”nda şahlanır. Sonra dalga halinde
kıvrıla kıvrıla Karakurt Hamamı’ndan
Kızılırmak’a dökülür gider.
Güneybatı ufku, süt mavi gökte höyüklü
memecikler yapan beyaz ve düz bir hatla
çizgilenir. Bu, “Ağbayır”dır. Şehre dökülürken dona kalmış, dev cüsseli çağlayanı
andırır.
Kırşehir’in iş hayatı sıfırın altında buz
tutmuştur. Adım başına pusu kurmuş olan
kahvelerde aslan bıyıklı erkekler sabahlara
kadar zar atar, dedikodu gevşerler.
Başlıca işleri sebzeciliktir. Amma, domates bile yaz ortası dışarıdan getirtilir. Piyasaların en ucuz zamanında Kırşehir’in sebzesi
olgunlaşır. Kısır rekabetle birbirini yiyen esnaflar, fiyatları balon gibi şişirerek günlerini
gün etmeye bakarlar. Ali’nin külahını
Veli’ye giydirebilen sinek avcısı kahramandır.
Nerece o Ahi Evran çağının Kırşehir’i?
İçleri kardeşlikle dolup taşan yaratıcı esnaflık nerede?
Kırşehir ırmağı sepiciler (dericiler) cenneti olduğu zaman Ahi Evran debbağ [derici] çırağı da imiş. O kadar hilesiz çalışır, sağlam çıkartırmış ki, tüccar yalnız onun bağladığı denge itibar edermiş. Bir gün Evren’in bağladığı denk açılınca ne görülsün?
Rakipleri dengin içine kötü deriler sokmuşlar. Bu ihaneti pek canı sıkılan Ahi Evran
“Dibağınız tutmasın!” demiş, kendisi de
kahrından bir yılan olup ırmağa akıvermiş. O
gün bugün şehrin sepiciliği boğulup sönmüş.
Şimdi, hayvanların tırnakları arasında ve dilleri üstünde yaralar çıktı mı, Ahi Evran’ın
aktığı sudan sürülürse birebir gelirmiş; efsanesi kalmış.
Yazık ki, o beddualı günden beri Kırşehir’in açılan yarasına, sanatsızlık, işsizlik
gangerenine Karakurt ve Terme Kaplıcalarının suyu şifa getirmiyor.
Sebep?
Osmanlı İmparatorluğu, kestane gibi,
çıktığı kabuğu beğenmemiş. Timurlenk gelmiş taş taş üstüne koymamış, üstelik de
Kırşehirlileri ordu bozanlıkla töhmetlendirip
gitmiş. İltizamcı, mütegalibe derebey, yerini
tefeci sarrafa bırakmış.
Hâlâ, şimendifer yapılır, Yerköy’den geçer, Kırşehir’e 12 saat; Fabrika kurulur,
Kırıkkale’de işler, Kırşehir’e 17 saat. Doğru,
yalan; derler ki: Ağalar, deve kervanları batmasın diye mühendise rüşvet, meclise şikâyet yağdırıp demiryolunu şehirden uzattırmışlar!
Peki amma Kırşehirli buna ne yapsın?
19’uncu asırda yabancı rekabet, 20’nci
asırda yerli rekabet, şehrin son sanat artığını
da kurutmuş. Para etse, damı, dükkânı satıp
gurbete düşecek. Lakin alan kim?
Öte yandan, “Viran olası hanede evladı
ayal var”. Bırakması dile kolay. Kırşehirli
eliyle diktiği ağacın yaprağına kurbandır,
toprağı ise kendini cezbeder durur.
Son çeyrek asrın inşaatı abideler üçüzüne
şöyle tenazur gösterir: Şarap fabrikası, okul,
cezaevi.
Şarap fabrikası, inci değerindeki Cacebey Cami’yle burun buranadır. Yıktırılan
çarşı camiinin renkli taşlarından yapılıp üzeri çiğ badana ile sıvanmıştır. Kasabanın buğday pazarını tıkamakla kalmaz, Kırşehirlinin damarlarına akacak olan pekmezi şaraba
çevirerek sarhoşluğu arttırır.
Kalebayırı’nın tepesindeki “Mektebi idadi” yıktırılıp yerine beton bir kutu yapıldı,
buna okul denildi. Görülen tahsil [öğrenim]
yerli sanatları öldürmeye yarıyor. Yani,
kızlara halıcılığı, oğlanlara sebzeciliği hor
gösteriyor. Hükümet konağında kocasız daktilo kız ile tel kâtiplikten cezaevinde ayda bir
değişen gardiyanlığa kadar hiçbir baltaya
sap olamayan, fuzulî yarı münevveri [aydını]
çoğaltıyor.
Cezaevi, Aşıkpaşa türbesinin eteklerinde
betondan yapılmış bir teyyaredir. Toplumsal
zelzeleye tutulmuş köylülerle şaraphane
öğrencisi esnafları ve okul sarhoşu işsiz
şehirlileri barındıran bir ölü nüfus mahzenidir. Bu girdaba düşenler sırt üstü yattıkları
halde, günde 750 gr. somunu yarım af niyetine ele geçirmenin sadediyle imtiyazlıdırlar.
Bazı bedhahlar Kırşehirliye “menfi
[olumsuz] ruhlu” derler. Sen gel de, hayatın
ve kâinatın bütün çarkları gerisin geri dönerken “müspet [olumlu] ol” bakalım, nasıl olabilirsin?
Sanatları söken Kırşehir’de yalnız kınalı
parmaklarla düğüm düğüm tırmıklanan bir
zanaat vardır: Halıcılık. O da can vermek
üzere.
Sabah namazından gece yarısına kadar
bir düzine çocukla evi, bağı ve keyif sahibi
erkeği kotarmaktan vakit çalabilen kadın,
halı ile uğraşır. Yorgunluğu bitkinliğe varan
Kırşehir kadını, hastalıkların en onmazından
boşa gezen kocanın kahrına ve geçim üzüntüsüne varıncaya kadar, her türlü işkence ile
ölmezse sinirleriyle pençe pençe boğuşur.
Tam böyle bir anında, halının üstüne ilmik ilmik göz nuru nakışları dökerken başucuna Hızır Aleyhisselüm dikilir: “Bacım ne
örüyon?” der. Malûm ya, O mübarek evliyanın da işi gücü, fena duruma düşmüş olan
iyilere yardım etmektir. Yalnız, vaktini seçmekte hayli sakardır. Nitekim, ısdarın (halı
tezgahının) başındaki hatun telaş içindedir.
Erkeğini sıkıştıran alacaklı hacıağaya halı
yetiştirmek için kırılıyor. Canı burnuna gelmiş. Onu, her hangi bir çapkın sakallı zannederek cevabı yapıştırıyor: “Cehennemin
zıbının örüyon, sana ne?” Hızır Alevhisselam bu, şakaya gelir mi? Hemen gazaba gelerek: “Altı ay koltuğuna alma!” deyip kayboluyor. O zamandan beri, erkekten maada
bütün ev halkı halı emrinde seferber olur,
Hikmeti Hüda, bir çift seccade altı aydan evvel kesilip “herif”in koltuğuna sıkıştırılamaz. Çünkü beddualıdır.
Böyle sanatla geçim mi olur? Zaten
halıcılık yalnız gelenekle yaşamakta, daha
doğrusu sürünmektedir. Isdara çıkmamış kız,
koca bulamaz. Bu gelenek de sanatıyla birlikte sönüyor. Simdi, ısdara giren kız, alt tabakadan diye hor görülüyor, yanlış da değil:
Ev halıcılığı, gündeliği 3 kuruşa indiriyor ve
sadece bu işe tırnağını takmış olan tefeci
örümceğini beslemeye yarıyor.
Karanlık izbelerde bele kadar toprağa gömülüp, yağ yerine ayranla pişmiş bulgur
aşına yatan ve günde 24 saat çalışan kadınlar, kızları halı işi sadece soldurup “ince
ağrı”ya uğratıyor. Hele, kırpıldıkça havayı
dolduran yün kılları, birer zağlı ok gibi saplandıkları taze ciğerlerde ne yaralar açmıyor!
İnsan tersini gübre, hayvan tersini yakacak
diye kullanan, sabun yerine kille saç ve çamaşır yıkayan, sokak çamuruyla kap temizleyen yoksul köşelerimizde verem, pervasız
dolaşan eli tırpanlı bir afet olmaz da ne olur?
Kırşehir erkeği daima yarı işsizdir. Kadın
eline bakmaktan başka yapacak işi yoktur.
Kırşehir’in kadını ise yalnız eline değil, yüzüne de bakılacak güzellerdendir. Tanrı,
karınca çalışkanlığı ile arı balı tadını Kırşehir kadınına cömertçe bağışlamıştır.
Köyde doğmuş, köyde ölmüş olan Âşık
Sait onu dilinden düşürmez:
Biter Kırşehir’in gülleri biter.
Çırpınır dallarında bülbüller öter
Çok olur güzeli hep yeni yeter
Kasının üstünde keman görünür.
Tanrı hemen bu şipşirin kızlara iş sahibi
kocalar nasip etsin.
Fatma Kırşehirli
4
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
CIA’nın oğlanlarından Hilmi Özkök halklarımıza hesap verecek!
ABD’nin oğlanlarından, Tayyipgiller’in askerlerinden,
gelmiş geçmiş en çapsız Genelkurmay Başkanlarından
Hilmi Özkök hakkında, Partimiz Genel Merkezi tarafından
19 Ekim günü, suç duyurusunda bulunuldu.
Paul Henze’nin oğlanlarının özel kalem müdürlüğünü
yapan, 12 Eylül Faşist Darbesinin organizatörlerinden,
faşist darbeyi halklarımıza yedirebilmek için kurulan “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu”’nun Başkanı olan, yakın silah arkadaşlarını satan, ABD’nin kucağında dincilik
yapan İblis’in has adamı Hilmi Özkök’ün “demokrasi
kahramanı” bir paşa olarak anılamayacağını gösterdi bu
ANKARA CUMHURİYET
BAŞSAVCILIĞINA
SUÇ DUYURUSUDA
BULUA ……………….: Halkın Kurtuluş
Partisi Genel Başkanlığı
Karanfil
Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA
V E K İ L L E R İ ……….: Av. Orhan ÖZER,
Av. Metin Bayyar, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali
Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait
KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN
Ortak adres: Necatibey Cad. Sezenler Sokak. No: 4/15 Sıhhıye/ANKARA
Ş Ü P H E L İ ……......…: Hilmi ÖZKÖK
(emekli general)
S U Ç ……………………..: Devletin Birliğini
ve ülke bütünlüğünü bozma (TCK’nin 302.
Maddesi), Temel millî yararlara karşı hareket
(TCK’nin 305. Maddesi), Anayasayı ihlâl
TCK’nin 309. Maddesi), Yasama Organına karşı suç (TCK’nin 311. Maddesi)
ŞİKAYETLERİMİZ ………:
12 Eylül 1980 Faşist Darbesi, bugün geniş
kesimlerce lanetle anılan, insanlık dışı bir darbedir. Yüz binlerce insanın işkencelerden geçtiği ve işkence sonucunda sakat bırakıldığı, gözaltında yüzlerce cinayetin işlendiği, 52 kişinin
idam edildiği, ülkemiz gençlerinin, aydınlarının
imha edilmesine dayalı, TCK’nin 77. maddesi
bağlamında bir insanlık suçudur 12 Eylül.
AB-D Emperyalistlerinin 1000 devletçikten
oluşan “Yeni Dünya Düzeni” projelerinin gereği olarak, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ve başta Cumhuriyet Devrimi olmak üzere
bu savaşın kazanımlarının; Bağımsızlığın, Laikliğin ortadan kaldırılması amacıyla gerçekleştirilen bu faşist darbe sonrası önemli ölçüde de
yol almıştır, ne yazık ki Emperyalistler ve yerli
işbirlikçileri.
Aynı zamanda hukuk düzenin de ortadan
kaldırıldığı, yasama meclisinin lağvedildiği,
1961 Anayasası’nın (ki hukuk tarihimizin En
Demokratik Anayasasıdır) ilga edildiği, partilerin, sendikaların, kooperatiflerin, derneklerin
velhasıl tüm Halk Örgütlerinin kapatıldığı; tüm
eylemleri ve sonuçları itibariyle ceza yargılamasına konu olması gereken bir süreçtir 12 Eylül,
öncesi ve sonrasıyla…
Bilindiği üzere bu konuda süren bir yargılama da mevcuttur. Bu yargılamanın ne kadar
doğru bir eksende gittiği (daha doğrusu gitmediği) yönünde kuvvetli şüphelerimiz olmakla
beraber, bu davadan bağımsız olarak, 12 Eylül’ün asli faillerinden biriyle ilgili yeni bulgular ortaya çıktığından, işbu suç duyurusunu yapmayı tarihsel bir görev addetmiş bulunuyoruz.
16
Ekim
2012
tarihinde,
“http://sozcu.com.tr/aci-bir-oyku-aci-birsoru.html” uzantısında bulunan Necati Doğru
imzalı haberde, Aydın Özdalga’nın bir yazısından alıntı yapılarak, bugünkü iktidar partisi ve
onun yandaşlarınca, “darbeleri önleyen”, “demokrasi kahramanı” olarak ilan edilen şüpheli
Hilmi Özkök’ün, 12 Eylül Faşist Darbesinin asli faillerinden olduğu anlaşılmaktaydı. Haberin
ilgili kısmı şöyledir:
“Aydın Özdalga’yı tanır mısınız? Gazetecidir… “Haber 3. com.” adlı haber sitesinde “Darbeci bir albayın, demokrasi kahramanı bir general diye topluma ezberletilmesinin
acı öyküsünü” 29 Eylül günü yazmış… Yazının arşiv değeri var. Bugün köşeme alacağım.
“Balyoz davası sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök yargılanmak şöyle dursun, adeta “Demokrasi
suç duyurusuyla Halkın Kurtuluş Partisi.
Suç duyurusundan önce yapılan basın açıklamasını
Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan gerçekleştirdi.
Av. Doğan Erkan yaptığı basın açıklamasında savcılığa
verilen suç duyurusu ile Hilmi Özkök’ün “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma”, “Anayasayı ihlal” ve
“yasama Organına karşı suç”tan cezalandırılmasının istendiğini belirtti.
Yaptığımız suç duyurusu metni aşağıdadır.
Kahramanı” oldu. Dava sonunda dönemin
tüm üst düzey komutanları “Darbe Planlamaktan” 20’şer yıl ağır hapse mahkûm edildiler. Dönemin 1 numarası Hilmi Özkök, kamuoyuna “Darbeyi Önleyen Kahraman ve Demokrat Komutan” olarak lanse edildi.
“Şimdi arkanıza yaslanın.
“32 yıl öncesine gidiyoruz.
“Tarih 12 Eylül 1980. Türk Silahlı Kuvvetleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in önderliğinde yönetime el koydu. Meclis kapatıldı, siyasi liderler
gözaltına alındı. Darbeyi yapan Kenan Evren
ve diğer 4 kuvvet komutanı, “Milli Güvenlik
Konseyi”ni (MGK) oluşturarak, ülke yönetimini tam yetki ile üstlendiler.
“Tüm yetki MGK’da idi.
“TBMM’ye yerleşen Evren ve arkadaşları MGK Genel Sekreterliğini oluşturdu. Bu
göreve de 12 Eylül darbesinin tüm planlarını
ayrıntılı olarak hazırlayan Orgeneral Haydar Saltık getirildi. Meclise yerleşen darbenin gölge lideri Orgeneral Haydar Saltık da,
kendisine bağlı olarak çalışan “12 İhtisas Komisyonu” oluşturdu. Bu ihtisas komisyonlarının hepsi adeta bir bakanlık gibi çalışmaya
başladı. Yani gerçek Başbakan Haydar Saltık, gerçek bakanlar da İhtisas Komisyonları
Başkanlarıydı. Rütbeleri, albay ile tümgeneral arasında değişiyordu. Komisyonların en
önemlilerinden biri de “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu” idi. Bu komisyonun iki temel görevi vardı. Birincisi medyayı kontrol
etmek, ikincisi de medya kanalı ile halka 12
Eylül darbesini ve alınan kararları benimsetmekti. Bu komisyonun başkanı o dönem rütbesi albay olan Hilmi Özkök’tü ve 12 Eylül
darbesinin planı olan “Bayrak Harekât Planı”nı hazırlayan kurmay subaylardan biri
olduğu için bu göreve getirilmişti. Hilmi Albay, görevinde o kadar başarılı oldu ki, ilerleyen zaman içinde bu kez Milli Güvenlik
Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Haydar
Saltık’ın Özel Kalem Müdürü oldu. Özetle,
bugünün “Darbeyi önlemiş demokrasi kahramanı Hilmi Paşa”, 12 Eylül döneminin en
güçlü ve yetkili ihtilalcilerinden biriydi.
“Belki bana inanmayacaksınız?
“Bakın, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan
Evren, Hilmi Özkök’ü nasıl takdirle anlatıyor: “Hilmi Özkök çok sevdiğim bir arkadaşım. 12 Eylül’de bizim (Milli Güvenlik Konseyi’nin) Genel Sekreterlik’te, Haydar Paşa’nın
(Saltık) yanındaydı. Her görevinde yakından
takip ettim. Her yönüyle başarılı olmuştur. Başarılı olmasaydı o makama gelemezdi.”
“Kenan Evren bu açıklamayı bana yapmadı. Evren Paşa bu açıklamayı, 19 Ağustos
2006 tarihinde Sabah gazetesi yazarı Yavuz
Donat’a yaptı!
“İşte o yazının linki:
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/donat/2006/08/19/Hilmi_ozkok
“Hilmi Paşa’dan bir demokrasi kahramanı yaratmak isteyenlerin ezberini bozduğum
için özür dilerim. Aydın Özdalga Kaynak:
http://www.haber3.com
***
“Benim sorum ise şu:
“Evren darbeden yargılanıyor.
“Hilmi Özkök niçin ayrıcalıklı?”
Bu sorunun cevabını vermek avukatıyla,
savcısıyla, hâkimiyle biz hukukçulara düşmektedir.
Bilindiği üzere Kenan Evren, ABD eski Büyükelçisi Paul Henze’nin, 12 Eylül Faşist Darbesi gerçekleştirildiğinde “bizim oğlanlar başardı” derken kastettiği “oğlan”ların başında
gelmektedir. Bu zat, aynı zamanda 12 Eylül Davası’nın bir numaralı sanığı konumundadır.
Şimdi, bu zat’ın bu kadar methiye düzdüğü, faşist suçlulardan oluşan manüplasyonla görevli
“Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu”nun
başına koyduğu, “Bayrak Planı” denilen suçu
organize etme planının mimarlarından, yani fa-
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
şist darbe suçunun organizatörlerinden Hilmi
Özkök, neden 12 Eylül darbesi sebebiyle yargılanmasın? Bu kadar suça ortak ve hatta asli faillerden olan bu kişinin yargılanması gerektiği
açıktır.
İşte bizim mevcut davaya ilişkin şüphelerimizden biri de, Hilmi Özkök gibi suç ortaklarının, başkaca suçluların ve faşist katillerin yargılanmaması, davanın yalnızca Kenan Evren ve
Tahsin Şahinkaya ile sınırlı tutulmasıdır. Bu davada inandırıcı ve adaletli olunmak iddiası var
ise, Hilmi Özkök ve tespit edilecek benzerleri
de yargılanmalıdır.
12 Eylül Faşist Darbesi, ABD güdümünde,
ABD ajanlarının, CIA’nın emirleri doğrultusunda işlendiğinden, darbe ve sonrasındaki eylemler öncelikle Türk Ceza Kanunu’nun 302. Maddesinde düzenlenen “devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına elverişli fiil” kapsamında değerlendirilmelidir. Diğer yandan 12 Eylül’de ve
sonrasında Emperyalistlere yeyim ettirilen ka-
B
mu malları ile 12 Eylül Faşizminin amaçlarından biri olan 24 Ocak Kararlarının hayata geçirilmesinin (sivil hükümet yapamayınca Milli
Güvenlik Konseyi yapmıştı) ekonomik etkisi de
göz önüne alındığında, Türk Ceza Kanunu’nun
305. Maddesinde tanımlandığı biçimiyle; “Temel millî yararlara karşı fiillerde bulunmak
maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya
kuruluşlardan doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak kendisi veya başkası için maddi yarar
sağlama” suçunun da oluştuğu kanaatindeyiz.
Bu darbe ile “Anayasayı ihlâl” (TCK’nin 309.
Maddesi) ve “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya
veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs” (TCK’nin 311. Maddesi) suçlarının tümüyle sübuta erdiği de açıktır.
Yukarıda alıntılanan Gazete Yazısında da
belirtildiği gibi, 12 Eylül Darbesinden sonra kurulan MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı 12 komisyondan “en önemlilerinden biri”
olan
“Basın
ve
Halkla
İlişkiler
Komisyonu”nun Başkanı şüpheli Hilmi Özkök’tür.
Bu komisyonun iki temel görevinden “Birincisi medyayı kontrol etmek, ikincisi de
medya kanalı ile halka 12 Eylül darbesini ve
alınan kararları benimsetmekti.”
Yine aynı şüpheli “12 Eylül darbesinin planı
olan “Bayrak Harekât Planı”nı hazırlayan kurmay subaylardan biri olduğu için bu göreve getirilmişti.”
Bir başka anlatımla, şüpheli H. Özkök’ün
ABD tarafından organize edilip, TSK içindeki
Amerikancı generallere yaptırılan ve 12 Eylül
Faşist Darbesini planlayanların içinde olduğu;
darbe sonrası alınan halk düşmanı kararların benimsetilmesi için kurulan komisyonların başında görev yaptığı açıktır. Hal böyle olunca aradan geçen bunca zaman sonra aynı şüphelinin
“DARBEYİ ÖNLEYEN DEMOKRASİ KAHRAMANI PAŞA” olarak gösterilmesi büyük bir
kandırmacadır.
İşbu suç duyurumuzla tarihsel bir görev yaptığımızı düşünüyoruz ve bugün, en ufak eleştirel
söz yahut beyanatları sebebiyle “darbe teşebbüsü” isnadından yüzlerce emekli, muvazzaf subay ve general tutuklu iken, teşebbüs aşamasını
icrai hareketleriyle taammüden tamamlamış
Hilmi ÖZKÖK’ün evveliyetle yargılanması ve
cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz.
Esasında anılan haberi Cumhuriyet Savcılığımız ihbar kabul ederek, resen de harekete geçebilirdi. Velhasıl, işbu suç duyurusu ile savcılığın gerekli soruşturmayı yürütebileceğini düşünüyoruz.
SOUÇ ve İSTEM ………: Yukarıda açıklanan nedenlerle;
Şüpheli hakkında soruşturma başlatılarak anılan maddelerden yargılanması ve
cezalandırılması için kamu davası açılmasını, vekâleten dileriz. 19.10.2012
Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş
Partisi Genel Başkanlığı
Vekilleri
Av. Metin BAYYAR
Av. Sait KIRAN
Av. Doğan ERKAN
Silivri’deki yargıç, savcı maskeli taşeronlar görevlerinde kusur
etmediler: CIA’nın verdiği emri harfiyen yerine getirdiler
alyoz, Ergenekon vb. isimle sürdürülen,
aktörlerini “F Tipi” sahte savcı ve hakimlerin oluşturduğu, rejisörü Fetullah
Gülen örgütü olan, “Nemrut Mustafa Paşa Divanı” sahnesinde sergilenen ve en önemlisi, senaryosunu CIA’sıyla NATO’suyla AB-D Emperyalistlerinin yazdığı bir filmin sonuna gelindi, şimdilik!
Hukukçularımızın ya da edebiyatla biraz ilgisi olanların mutlaka okumuş olduğu, Franz
Kafka’nın “Dava” isimli bir romanı akla gelmemezlik edemiyor. K. isimli şahıs, ne yaptığını, neyle suçlandığını, nerede yargılandığını
bile bilemeden, duruşma salonuna bile nasıl gidileceğini anlayamadan ucube bir yargılamaya
maruz kalır bu romanda. Kapitalizmin hukuk
sistemi, politik değilse de, psikolojik bir tahlille teşhir edilir kitapta. Romanı okurken
insan bunalır, içi sıkılır… Kafka’nın mübalağalı ve biraz da kuru anlatımı bir yana bırakılırsa, bu sıkıntı kitapta aktarılan
dava sürecinin trajedisinden, belirsizliklerinden ve yargılananın içine düşürüldüğü çaresizliğin okura yansımasından
kaynaklanır.
İşte “Balyoz” isimli kurmaca, aldatmaca, yalan dolandan ibaret sözde yargılama, gerçekte Kafka’nın Dava romanından farksız ve yer yer oradaki hukuk seviyesinin daha altında bir ucube niteliğindedir.
Onlarca kez söyledik, yazdık, çizdik:
AB-D Emperyalistlerinin Türkiye üzerinde günbegün ilerleyen, birbiriyle iç içe
geçmiş iki projesi vardır: “Ilımlı İslam”
(ya da daha açık adıyla CIA İslamı) ve
“Yeni Sevr” projeleri… İkisi de birbirinden hain, gerici ve halk düşmanı olan bu projelerle, halklarımız birbirine düşürülür ve Ortaçağ’ın karanlıklarına sürüklenirken; AB-D
Emperyalistleri, hayalini kurdukları piyon,
kukla kent devletçiklerinden müteşekkil “Bin
Devletli Dünya” hedefine doğru ilerlemenin
sevinciyle ellerini ovuşturmaktadırlar. Bölgemizde ve giderek dünyada bu bin devletçikli
Yeni Dünya hedefine ulaşıldıkça; özel olarak
Ortadoğu’da, genel olarak ise Önasya, Kuzey
Afrika, Kafkasya ve Balkanlar’da, insanlığın
tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları, kayda değer
bir dirençle karşılaşılmadan, yalnızca yerel satılmış işbirlikçi yöneticilerin güdümündeki
devletçiklere kırıntı payı bırakılarak Emperyalistlerin kasalarına aktarılacaktır.
Bu projelerin Türkiye’de hayata geçirilmesinin ilk ve temel koşulu ise, Türk Ordusunun
ve onun Ulusalcı, Laik, Yurtsever, Mustafa Kemalci, Bağımsızlıkçı çizgisinin direncini kırmaktı… Bunu gerçekleştirmenin aracı olarak
da Yargı tümüyle ele geçirilmeliydi…
Ne yazık ki bu gerçeği dışımızdaki soldan,
“sosyalist”lerden, “sosyal-demokrat”lardan
çok az insan gördü. Halen bile, Ergenekon-
Balyoz ortaoyunlarında yargılananlardan bazıları, davanın ardında yalnızca AKP’yi ya da
Feto’yu görebilmektedirler. Operasyonun arkasındaki asıl gücün AB-D Emperyalizmi olduğunu ve amaçlananın da yukarıda anlattıklarımız olduğunu çok az namuslu-bilimli-bilinçli
kişi görebilmiştir dediğimiz gibi.
Bizce Anayasa Mahkemesi’nin, çocuklarımızın Şeriatçı ideoloji ile doktrine edilmesi
amacıyla getirilen “kesintili eğitim” (4+4+4)
yasasına karşı CHP’ce yapılan başvurunun
reddi kararı ile “Balyoz Davası” kararının aynı
gün açıklanması bir planın ürünüydü. Böylece
hem, her iki proje doğrultusunda büyük adımlar atılmış, hem de bu mahkemelerin nasıl
AKP’nin (AB-D’nin okuyabiliriz) önünde tam
secde hizaya geldiğinin mesajı verilmiş ola-
Kısmen doğru bir tahlil, bugün için!
Bu sözü kaynağını bilerek mi kullandı bilmiyoruz ama, sözün kullanılması tesadüf bile
olsa, kullanıldığı tarihsel anlar tesadüf değildir.
Bunda 40 yıl önce, Şili’de Sosyalist Önder
Salvador Allende, Faşist Pinochet’in yine
CIA’ca örgütlenen karşıdevrimci darbesine
karşı talihsiz yenilgisine saatler kala, kendisine
neden kaçmadığını soranlara cevaben aynı sözü haykırmıştı: “Kalmalıyım, çünkü onlar
güçlü, biz haklıyız, kaçarsam onlar haklı olduklarını düşünür”. Ve kaçmaz Şili Halkının
bu yiğit önderi. Başkaldıran bu sözlerden sonra da, Fidel’in hediye etmiş olduğu tabancayla
son nefesine kadar kahramanca çarpışır ve yiğit bir devrimci olarak bedence aramızdan ayrılır Allende Yoldaş…
caktı. Ancak cibilliyetsizler kısa kararı dahi
yetiştiremeyince -ya da kuvvetli olasılıkla ellerine tutuşturulan kararı özetlemeyi yetiştiremeyince- “Balyoz Davası” kararı bir gün sonraya
kalmış oldu. İki gol bir gün arayla atılmış oldu
Türkiye Kalesi’ne… Geçelim…
Düşünmesi ve “Allah akıl verirse” ders alması gerekenler, bu mahkemelere hukuk gözlüğüyle bakan, hukukçuluk ve adalet bekleyenlerdir… “Yetmez ama Evet”çi hainlerle “Boykot”çu gafillerdir… Kürt Sorununu ve bu sorunun Devrimci-Demokratik çözümünü göremeyerek ortalığı Emperyalistlere bırakan şovenler, sosyal-şovenlerdir…
Bizler Kurtuluş Partili Hukukçular olarak, anılan “dava”nın duruşmasında dimdik ayakta duran, yılmayan, yıkılmayan,
mahkemeyi ve yargılamayı tanımayan, günü gelince yapılan hukuksuzlukların hesabının sorulacağını haykıran Mustafa Kemalci, Bağımsızlıkçı, Yurtsever, namuslu,
gerçek subayları kutluyor ve yanlarında olduğumuzu bildiriyoruz.
Hükmün verilmesinden sonra “Kuvvet sizde, hak bizdedir!” diyordu bir emekli subay.
Kısmi bir doğru demiştik… Çünkü biz biliyoruz ki asıl güç; içinde ilerici subayların da
yer aldığı Halktır. Ancak bugünkünden farklı
olarak, örgütlendirilmiş, bilimli-bilinçli hale
getirilmiş, başında gerçek devrimci önderliğin,
Proletarya Partisinin bulunduğu Halk.
Böyle bir halk bugün Allende’nin Latin
Amerikası’nda boy veriyor. Latin Amerika artık ABD’nin arka bahçesi değil. Sırasıyla
Halkçı, Antiemperyalist, Yurtsever önderler
iktidara geliyor ve kâbus oluyorlar ABD Emperyalistlerine…
And olsun ki Latin Amerika’dan Esen Sol
Rüzgârların Türkiye’ye de ulaşmasını sağlayacağız. Bunu başardığımızda, kimler yargılanıyor ve cezalandırılıyor görülecektir. Tabiî gerçek ve insancıl adaletle… Düşmanlarımızın
hiçbir zaman sahip olamayacağı o üstün, yüce
güçle, insan sevgisiyle yargılayacağız yine de
onları. İşte bu insan sevgisinden kaynaklanan
adaletimizden kurtulamayacaklar… Buna da
and olsun! 21.09.2012
Kurtuluş Partili Hukukçular
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Kurtuluş Partililer Ustalarını O’na
layık şekilde andılar
Y
ine bir 11 Ekim günü… Bir tarafta
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılmasının yüreğimizde
yarattığı hüzün, diğer tarafta O’nun, biz
düşünce oğullarına ve kızlarına bıraktığı teorik-pratik mirasın yarattığı özgüvenle devrimci kavgaya daha da sıkıca sarılışımız…
Bir tarafta Usta’mızın destansı yaşamından
belleğimize birer çivi gibi kazınmış olan devrimci pratikler, diğer tarafta O’na layık öğrenciler olabilmek için verdiğimiz mücadelenin
bizlerde yarattığı ağır sorumluluk.
İşte bu duygularla karşılarız biz Kurtuluş
Partililer 11 Ekimleri. O gün, biz gerçek devrimciler için mücadele azmimizin daha da
bilendiği gündür. O gün, biz gerçek devrimciler için devrimci kavga ateşinin daha da harlandığı gündür. O gün Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi bir öndere sahip olmanın yarattığı
haklı gururu yaşama günüdür. O gün Kıvılcımlı Usta ve ömürlerini Devrimci Mücadeleye vakfetmiş Devrim Ustalarına karşı görevlerimizin, sorumluluklarımızın muhakemesini
yaptığımız gündür.
Dünya tarihi her zaman dahiler, kahramanlar yetiştirmiyor ne yazık ki. İnsanlık tarihinin
her döneminde bir Spartaküs, bir Şeyh Bedrettin, bir Marks-Engels, bir Lenin, bir Che yetişmiyor. Ama bu kahramanlar bir kez yer ettiler
mi halkların bilincinde, artık onların miraslarını yok etmeye, adlarını unutturmaya hiçbir güç
yetmiyor. Ne Parababalarının azgın saldırıları,
ne en yakın arkadaşları bildikleri paçavraların
ihanetleri, ne de bedenlerinin toprağa düşmesi,
onların unutulmalarına yetmiyor.
İşte o dahilerden, kahramanlardan biri de
bu ülke topraklarında yetişmiş olan Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı’dır.
Her 11 Ekim’de olduğu gibi bu yıl da
Usta’mızın ölüm yıldönümünde İstanbul Topkapı Mezarlığında bir anma etkinliği gerçekleştirdik. Etkinliğimiz, Yoldaşlarımızın Topkapı tramvay durağında bir araya gelmesiyle başladı. Burada kortejimizi oluşturduktan sonra
coşkulu sloganlarımızı haykırmaya başladık.
Mezarlığa doğru yürümeye başlamamızla
coşkumuz doruk noktasına ulaştı. “Kızıl
Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Kurtuluş Partisi Savaşıyor”,
“Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”,
“Örgütsüz Halk Köle Halktır, Örgütlü Halk
Yenilmez” sloganları eşliğinde Usta’mızın
mezarı başına geldik.
Burada açılış konuşmasını Partimiz MYK
üyesi Safiye Arslan Yoldaş gerçekleştirdi.
Yoldaş’ımızın yaptığı coşkulu selamlamadan
sonra Usta’mız nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştir-
dik. Ardından Usta’mızın mezarı başında
anma konuşmasını gerçekleştirmek üzere
sözü, Partimiz Başkanlık Kurulu Üyesi ve
Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş aldı.
Coşkulu konuşmasına Engels Usta’nın
Marks Usta’yı anlattığı paragrafları okuyarak
başlayan Yoldaş’ımız, Marks’ın yaşamıyla
Usta’mızın yaşamı arasındaki benzerliklere
dikkat çekti. Usta’mızın da tıpkı Marks Usta
gibi yaptığı araştırmalarda hiçbir konuyu
yüzeysel biçimde ele almadığını, tıpkı Marks
gibi ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve
bir başarı ile savaştığını, önüne çıkan her
engeli en ufak bir tereddüt yaşamadan aştığını
vurguladı.
A. Çıngı Yoldaş konuşmasına, Türkiye ve
dünyada yaşanan son gelişmeleri şaşmaz teorimizle değerlendirerek devam etti. Usta’mızın
yaptığı saptamaların doğruluğunun, bugün
Ortadoğu’da yaşananlarla ispatlandığını Suriye özelinde ortaya koydu. Suriye’deki emperyalist komploya değinerek halk düşmanı Tayyipgiller’in, kanlı zalim ABD ve AB Emperyalistlerinin taşeronluğunu yaptığını dile getirdi.
Yoldaş’ımız konuşmasında ayrıca; Kürt
Meselesi, Ermeni Meselesi, Ergenekon Meselesi, Kıbrıs Meselesi, Ortaçağcı İrtica gibi
konulara da yer verdi.
Yoldaş’ımızın coşkulu konuşmasının
tamamlanmasının ardından Usta’mızın öğrencisi, Devrimci Sendikacılığın bayrak ismi,
Türkiye İşçi Sınıfına onlarca işgal, grev, direniş armağan etmiş olan İsmet Demir Yoldaş’ın mezarına geçildi.
İsmet Demir Yoldaş’ın mezar başı konuşmasını Sancaktepe İlçe Yöneticimiz Deniz
Bin Yoldaş gerçekleştirdi. Deniz Yoldaş
konuşmasında İsmet Demir’in kararlı mücadelesini anlattı ve her birimizin de O’nun gibi
gözümüzü kırpmadan İşçi Sınıfı Mücadelesine
dalmamız gerektiğini belirtti.
İsmet Demir Yoldaş’ı da hakkıyla andıktan
sonra tekrar kortej oluşturarak, sloganlar eşliğinde mezarlığın dışına doğru yürüyüşe geçtik
ve mezar başı anma etkinliğimizi sonlandırdık.
Kıvılcımlı Usta’nın Ankara ve İzmir’deki
düşünce oğulları ve kızları da 11 Ekim’de
Ustalarını andılar. Ankara’da Karanfil
Sokak’ta saat 19.00’da gerçekleştirilen basın
açıklamasında Usta’mızın destansı yaşamı ve
devrimci kararlılığı anlatıldı. İzmir’de de saat
18.30’da Konak YKM önünde gerçekleştirilen
basın açıklamasıyla Usta’mızın kızıl soluğu
İzmir Halkıyla buluştu.
Dünya Halklarının gözü aydın!
Kutlu olsun Chavez Yoldaş’ın, Venezüella
Halkını eski karanlık günlerine döndürmek isteyenlere karşı elde ettiği seçim zaferi!
Venezüella Halkı, Chavez Yoldaş’tan, Sosyalizmden vazgeçmeyeceğini bir kez daha gösterdi tüm dünyaya. Yerlisi, yabancısı el ele
verdi, satılık kalemşorlar azimle çalıştılar, ellerinden gelenin fazlasını yaptılar Parababaları
ama Venezüella Halkını Chavez Yoldaş’tan vazgeçiremediler.
Venezüella Halkı ve Chavez Yoldaş
bir kez daha gösterdiler tüm dünyaya,
umudun tükenmediğini, tükenmeyeceğini, insanlığın tek bir sosyalist aile olma mücadelesinin yok
edilemeyeceğini.
Chavez Yoldaş’ın yeni seçim
zaferi, Chavez Yoldaş’ın hastalığı nedeniyle hız kesen Latin
Amerika’dan esen sol rüzgârların
yeniden hız kazanacağını da gösterdi tüm dünya halklarına.
Bu zafer Chavez Yoldaş’ın, Latin
Amerika Halklarını ve ülkelerini tek bayrak, tek
devlet çatısı altında birleştirme idealinin Venezüella Halkı tarafından onaylanması anlamına
gelir. Ki bu ideal; Miranda’nın, Simon Bolivar’ın, Jose Marti’nin, Che’nin, Fidel’in de
idealidir. Bu önderlerin uğruna yaşamlarını adadığı yüce davanın sonuca ulaşmasını da hızlandıracaktır bu seçim zaferi.
Bu ideal, insanlığın başbelası, Che’nin deyişiyle “insan soyunun en büyük düşmanı”,
uluslararası emperyalist haydutlar çetesinin başhaydut devleti ABD Emperyalistlerinin ve onların yerli işbirlikçisi hainlerin Latin
Amerika’dan tümüyle defedilmesiyle gerçekleşecektir. Chavez Yoldaş bunun mücadelesini
veriyor. İşte bu zafer, Chavez Yoldaş’ın bu ideali gerçekleştirme mücadelesine Venezüella Halkının verdiği onaydır. Ve bu zaferle birlikte
Chavez Yoldaş’ın seçim zaferi sonrası “Halkın
Balkonu”ndan yaptığı konuşmada belirttiği
gibi; “Venezüella, neoliberalizme asla geri
dönmeyecek ve 21’inci yüzyılın Sosyalizmini
inşa etmeye devam edecektir.”
Bu zaferle birlikte, Chavez Yoldaş’ın verdiği devrimci savaş, büyük devrimci fırtınalar,
rüzgârlar yaratacak, bahar yağmurları kadar
verimli olan bu fırtınalar dünya halklarına
da umut, moral ve mücadele azmi
verecek. Bu devrimci fırtınalar,
ABD ve AB Emperyalist haydutlarının tüm dünyada estirdiği gerici
rüzgârları da yavaşlatacak.
Dünya halklarının, emperyalist saldırganlığın azgınlaştığı bir
dönemde umutları yeniden yeşertecek böylesi bir zafere gereksinimi vardı. Bu zaferle birlikte yükselecek olan Chavez Yoldaş’ın ve Venezüella Halkının şanlı, onurlu, yiğit mücadelesi, tüm dünya halklarına güç verecek, güven
verecek. Dünya halklarına güç ve güven gelmesiyle birlikte, ABD ve AB Emperyalistlerinin
korkusu ve kâbusu da başlayacak, kaçınılamaz
sona doğru gittiklerini de göreceklerdir o zaman.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak Yiğit Başkan Chavez Yoldaş’ın ve Venezuela Halkının
zaferini kutluyoruz.
Bu zafer aynı zamanda bizlerin ve tüm
dünya halklarının da zaferidir. 08.10.2012
Kurtuluş Partililer
Chavez Yoldaş’ın Zaferi, ABD ve AB
Emperyalistlerinin kâbusu oldu
Hasta la victoria siempre!
Venceremos!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
5
HKP Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş’ın mezarbaşı konuşması:
İ
Kıvılcımlı da Marks’la aynı kaderi paylaştı
Yoldaşlar!
Bundan tam 129 yıl önce aramızdan
yalnızca bedence ayrılan Dünya İşçi Sınıfı
ve ezilen halklarının büyük Ustası Karl
Marks’ın mezarı başında onun en yakın
arkadaşı hatta kardeşi ve hatta Kıvılcımlı’nın deyişiyle onun yarısı olan Engels
Usta şöyle anlatıyordu Marks’ı:
nasip olana ne mutlu” diyordu. Evet, ne
mutlu ki Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı
da Ustaları Marks-Engels-Lenin gibi
dünya insanlığına bir buluş hediye etmiştir. Ve böylece onların mertebesine yani
Ustalık mertebesine erişmiştir. O Antika
Tarih’in üzerinde örtülü olan şalı kaldırmış, insanlığın 6000 yıldır karanlıkta kalan dönemini aydınlığa kavuşturmuştur
Tarih Devrim Sosyalizm adlı anıt eserinde.
“Ama Marks araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanların sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı.”
diyordu Engels.
Kıvılcımlı da aynı Ustaları gibi ve onların öğüdüne uyarak birçok alanda orijinal araştırmalar yapmıştır. Kıvılcımlı
yazdığı onlarca cilt kitap ve binlerce sayfa
tutan yazılarıyla ülkesinin sınıf ilişki ve
“Yaşayan düşünürlerin en büyüğü
artık düşünmez oldu. (…) asıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını
(…) bulduysa Marks da insan tarihinin
gelişim yasasını, o temel olguyu buldu.
Ama hepsi bu değil. Marks günümüz
kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu
olan burjuva toplumun özel gelişim yasasını da buldu.
“Bu çapta yapılmış iki keşif, bir
ömür için yeter de artardı bile.
“Öylesi keşiflerin birini bile başarabilene ne mutlu!”
Ama Marks araştırmada bulunduğu
her alanda (bu alanların sayısı çoktur ve
bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı”
“(…)
“Çünkü Marks, her şeyden önce bir
devrimciydi” diyordu Engels.
“Kapitalist toplum ile onun yaratmış
bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, (…) modern proletaryanın
kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun
gerçek yönelimi işte buydu. “Dövüş
onun yapıtaşıydı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o”. (…)
(…)“İşte onun içindir ki, Marks; çağının en çok kin beslenilen ve en çok çamur atılan insanı oldu. Müstebit hükümetlerce olduğu kadar Cumhuriyetlerce
de sürgün edilip sınır dışı çıkarıldı; tutalak (muhafazakâr) burjuvalarca olduğu kadar, aşırı uç demokratlarca da iftiralara boğuldu. Bütün bu çamurları o,
başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi
yolu üstünden iteliyor ve aşırı kertede
gerekli saymadıkça karşılık vermeye
değmez buluyordu. Marks, Sibirya maden kuyularından kalkıp, Avrupa’dan
geçerek Kaliforniya’ya dek yeryüzünü
uçsuz bucaksız bir tespih tanesi gibi
kaplamış bulunan milyonlarla devrimci
işçilerin derin saygısı, sevgisi ve gözyaşları içinde öldü.”
“Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak,
eseri de”!
Yoldaşlar!
Bu ne yaman diyalektiktir ki; Engels
Usta, Marks’ı ve hayatını anlatırken adeta
Kıvılcımlı Usta’yı ve onun hayatını anlatıyor, hem de 129 yıl öncesinden. Engels
“kendisine böyle bir tek buluş yapma
Yoldaşlar!
Hikmet Kıvılcımlı, ülkemizin en önemli meselesi olası Kürt Meselesi’ni de daha
1930’lu yıllarda görmüş, incelemiş ve çöçelişkilerini çözümlemiş; devrim stratejisizümünü de netçe ortaya koymuştur. Onca
ni ve taktiklerini netçe belirlemiştir. “Devrim edir?” anıt eseriyle Devrim sorunu- yıl sonra onun saptadıklarında nitelikçe bir
nu çözümlemiştir. Devrimin yapıcısı, şey değişmemiştir.
Halkın Kurtuluş Partisi, Kıvılcımı“devrimci nasıl olunur?” sorusuna kendi
lı’nın
çözümlediği bu meseleyi günümüz
yaşamıyla en güzel cevabı vermiştir. Ülkesinde kapitalizmin gelişimini ve emper- koşullarında şöyle formüle etmektedir:
yalizm olgusunu kanıtlamış, Ulusal So- Bugün Kürt Meselesi’nin iki çözümü
runu irdelemiş ve çözümünü göstermiştir. vardır.
Biri emperyalistlerin gerçekleştirmek
Yine Kadın Sorunu’ndan, Dil konusuna
kadar birçok konuya açıklık getirmiştir. istediği “Burjuva Çözüm”,
Diğeri de biz gerçek devrimcilerin çöKısacası döneminin dünya ve ülke sorunzümü
olan “Devrimci Çözüm”.
larının hemen hepsini incelemiş ve devBiliyoruz ki biz çözemezsek, emperyarimci teorinin ışığını düşürerek aydınlığa
listler
yukarıda anlattığımız projelerine
kavuşturmuştur.
uygun olarak, Ortadoğu’nun bağrına ikinci bir “İsrail Hançeri” saplayacakladır.
Yoldaşlar!
Günümüzde dünyanın en can alıcı me- Ne yazık ki dilimiz varmasa da süreç bu
selesi yaşanmaktadır yanıbaşımızda, sınır- yönde akmaktadır.
Neden böyle olmaktadır?
daşımız Suriye’de. Bugün itibariyle SuriÇünkü bizim savunduğumuz Devrimci
ye Meselesi adeta dünya meselesidir.
Çünkü başta kanlı zalim ABD Emperya- Çözümü kavrayan başka devrimci siyasi
lizmi
ve
Batılı
emperyalistler, yapı yok bugün. Birçok meselede olduğu
Ortadoğu’yu ve Orta Asya’yı, Afrika’dan gibi bu sorunun çözümü için mücadele
Çin’e kadar yeniden şekillendirmek için ederken de tek başımıza kalıyoruz.
Sorunun sözde çözümü için gazeteleradına “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)”
veya “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi de, televizyonlarda neredeyse her gün ya(GOP)” dedikleri projelerini hayata geçir- zıp konuşan, kendilerine aydın diyenlerin
meye başlamışlardır. Bu proje Sosyalist hemen tamamı dönek, hain ve satılmışKamp yıkılmadan önce oluşturulan Yeşil lardan derleşiktir. Kendilerine devrimciKuşak Projesi’nin devamı olan Ilımlı İs- yim diyenlerin de ezici çoğunluğu Amerilam Projesidir. Hatta günümüzde CIA İs- kancı Burjuva Kürt Hareketi’nin çaycılamı-Amerikan İslamı projesidir. Bu lığını yapmaktadır. Ve böylece kimi bileprojenin hayata geçmesi için öncelikle Or- rek kimi gafilce Emperyalist Çözüme hiztadoğu’da İsrail’e karşı net tutum alan, met etmiş olmaktadırlar.
emperyalistlere teslimiyeti kabul etmeyen,
Zaten bu siyasetler her önemli meselelaik Esad Yönetimi’nin devrilerek, em- de aynı konumdadırlar. Yani kimileri bileperyalistlere uşaklık edecek şeriatçı CIA rek, kimileri de uyurgezerce emperyalist
İslamcılarının iktidara getirilmesi gerek- projeleri savunmaktadırlar.
mektedir. Emperyalistler bu planı hayata
Ermeni Meselesi’nde soykırım vargeçirmek için satılmış, hain, kendilerine dır diyerek emperyalistlerin ve yerli uşakuşaklık etmekte sınır tanımayan, antika ları Tayyipgiller’in Yeni Sevr Projesi’ne
Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsil- destek vermektedirler.
cisi, CIA İslamı’nın Türkiye’de hayata geCIA Operasyonları olduğu apaçık
çirilmesi için görevlendirdikleri Tayyip- olan Ergenekon, Balyoz gibi davaların
giller İktidarı’nı kullanmaktadır.
aslında yurtsever, laik, Mustafa Kemalci
Suriye’de Esad Yönetimini devirebilir- asker, bilim insanı, gazeteci, yazar kısacalerse ardından İran düşürülecektir. Irak sı yurdumuz üzerinde uygulanan emperyazaten kadın-çocuk demeden, bir buçuk list projelere karşı çıkan tüm insanların
milyon insanın katledilmesiyle sonuçlanan sindirilmesi, korkutulması ve etkisizleşbir işgalle düşürülmüştür.
tirilmesinin amaçlandığı gerçekliğini ya
Eğer bu plân başarılı olursa İran’dan görerek ya da görmekten aciz olarak dessonra sırada ülkemiz vardır. Türkiye, en az teklemektedirler. “Sonuna kadar gidilüçe bölünmek istenmektedir. Yani “Yeni meli” diyerek Tayyipgiller’in ve FethulSevr” hayata geçirilecektir AB-D Emper- lahçıların yanında saf tutmaktadırlar.
yalistlerince. Bu alçakça plânın yani
Sevgi ve saygıdeğer basın emekçileri, konuklar, yoldaşlar;
nsanı, doğayı, vatanı, halkı sevmenin
büyük ustası ve insanı, doğayı, vatanı
ve halkları en acımasız sömürüye, işkenceye, zulme uğratan kanlı zalim emperyalistlere ve onların satılmış, hain her
türden uşaklarına karşı başkaldırının, direnmenin, mücadelenin yıldırılamaz savaşçısı Türkiye Devrimi’nin Başeğmez
Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde
anıyoruz.
BOP’un hayata geçirilmesi için de yine
vatan haini Tayyipgiller kullanılacaktır.
Kardeşler!
Hikmet Kıvılcımlı, Ortadoğu’yu “Kaynayan Petrol Kazanı”na benzeterek bugün yaşananları büyük bir öngörüyle görmüş ve göstermiştir bizlere. Emperyalistlerin, düzenlerini sürdürmek için muhtaç
oldukları petrolün kontrolünü ellerinde
tutmak amacıyla, Siyonist İsrail Devleti’ni bir hançer gibi Ortadoğu’nun bağrına sapladığını belirtmiştir Kıvılcımlı.
Kıvılcımlı Usta aynı zamanda yine dâhiyane bir öngörüyle Arap Halkları içinde devrimci bir mayalanma olduğunu
göstermiştir. Bugün “Arap Baharı” denilen olaylar onun engin öngörüsünün ispatlanmasıdır.
Evet, mayalanmanın sonucundaki kabarma ve ayaklanma gerçek bir devrimci
önderlik olmadığı ve programsız olduğu
için emperyalistlerin denetimine girmiştir.
Ancak öte yandan halklar kendi güçlerinin
farkına varmışlardır. Emperyalistlerin ve
yerli uşaklarının bir halk ayaklanmasıyla
nasıl da devrilip yenilebileceğini yaşayarak görmüşlerdir.
Arap Halkları en son Libya’da, şu anda
dünyanın en güçlü ülkesinin en korunaklı
adamlarından birini, yani ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli ajanlarından Libya
Büyükelçisi’ni öldürmüşlerdir kendi büyükelçilik binalarında hem de emperyalistlerin Kaddafi’ye yaptığı gibi linç ederek.
Böylece dünya halklarına emperyalistlerin
sanıldığı kadar da güçlü olmadığını göstermişlerdir.
6
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Yine Kıbrıs’taki iki halkın (Türk ve
Rum Halkının), emperyalistlerin birliği
olan, Avrupa Birliği’nde birleştirilmesini
savunmaktadırlar bu hain ve gafiller. Böylece de adanın, Ortadoğu’nun ve
Akdeniz’in kontrol altında tutulacağı, emperyalizmin batmayan bir uçak gemisi,
üssü olması plânını savunarak emperyalistlere payanda olmaktadırlar.
Hatta bunlardan bazıları Türk ve Kürt
Halklarının birlikte verdiği Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın ve Zaferi’nin olmadığını savunacak kadar ileri giderek emperyalistleri bile şaşırtmaktadırlar.
Onlar ki Anadolu’nun emperyalist ordularca açık işgaline rağmen ve on binlerce
insanımızın şehit düşmesine rağmen bu iğrenç, devrimcilikle zerrece ilişkisi olmayan
görüşlerini devrimci görüş diye savunabilmektedirler.
Onlar bu hainlik ve gafilliklerine devam
ederken, Partimiz dünya ve Türkiye sorunlarının tamamını önceden duruca görerek
ve çözüm yollarını göstererek o siyasal
anlayışları hep suçüstü yakalamaktadır.
Bunu nasıl başarmaktadır Partimiz?
Çünkü o Lenin sonrasının MarksizmiLeninizmi yani Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce ve davranışının ışığını düşürmektedir
olaylara. O ışık düşürülünce de olaylar kendiliğinden aydınlanıvermektedir doğal olarak.
İşte bu nedenle yani çoğu suçüstü yakalanmaktan, kimileri de ancak olaylar kafalarına vurunca ayıktıklarından bize yani
Gerçek Proletarya Sosyalistlerine mesafeli
veya düşman olmaktadırlar. Ancak biz bu
duruma şaşırmıyoruz çünkü biraz önce belirttiğimiz gibi Marks’ın başına gelen, na-
ları çerçöp gibi yolunun dışına attı ve doğru bildiği yolda milim sapmadan, hiç eğilmeden, duraksamadan yoluna devam etti.
Onlara, Ustalara, bu zulüm yaşatıldı
da onların en sadık öğrencisi, devamcısı
olan bizlere farklı mı davranılacaktı?
Kimi suçüstü yakalandıkları için saldırarak bizi korkutmaya, sindirmeye çalıştı.
Ama bilmiyorlardı ki biz işkencede direnmeyi en büyük erdem sayan ve “muhallebi değil görev yapıyoruz, biliyoruz ki görev yaparken vurmak da var vurulmak
da” diyen, düşman karşısında bir kez olsun
diz çökmeyen yıldırılamaz Kıvılcımlı’nın
yıldırılamaz yoldaşlarıyız.
Kimileri de kıskançlıklarından yok saymaya çalışıyorlardı bizi. En iyisi bile “susuş kumkuması” uyguluyordu.
Ne diyelim, gerçek devrimcilerin alınyazısı böyle yazılıyormuş demek ki…
Biz de Ustalarımız gibi onlara “Sevrci
Soytarı Sahte Sol” diyerek mahkûm ediyor, doğru bildiğimiz yolumuzda başeğmeden yürümeyi sürdürüyoruz.
Kardeşler!
Hikmet Kıvılcımlı yurtseverdir. Hem
de öylesine değil ölümüne yurtseverdir.
O, kendi deyişiyle bu ülkenin ikinci kategori insanlarının düşünmeye dahi cesaret
edemeyeceği, yüzlerce kez uğratıldığı en
kanlı işkencelere, sağlı-sollu uğradığı her
türlü ihanete, yalnız Türkiye’ye değil, dünya devrimcileri içinde de, en uzun süre zindanlarda yatan birkaç devrimciden biri olmasına rağmen “bu kara topraklar” için bir
an olsun nöbet yerini, yani yurdunu terk etmemiş bir yurtseverdir.
e mutlu onun öğrencisi, devamcısı
Çünkü O, insanın hayvan yerine konulmasına karşı isyan etiği için sosyalist
olmuştur. Ve bir kez olunca da son soluğunu verene kadar halkların kurtuluşu için, insanlığın kurtuluşu için, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan mücadele etmiştir.
Onun günümüzdeki Partisi de yani Partimiz de bu ülkenin en yurtsever, en halksever partisi olmakla gurur duymaktadır. Ve; “Davamız Halkların Kurtuluş
Davasıdır” diyerek, halkların bilinçlenmesi, örgütlenmesi için mücadeleyi bıkmadan,
usanmadan, yılmadan sürdürmektedir.
Yoldaşlar!
Kıvılcımlı için, halkın kurtuluş mücadelesinde kadınlarımızın yeri apayrıdır. O,
kadınlara sonsuz güvendiğini, onlarsız
halkların kurtuluş davasının başarıya ulaşamayacağını, devrimin öncüsü olan partisinin programının amaç maddesine “yarımız
olan kadını ön safta bulmak” diye yazarak, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının kadınların mücadelenin en ön safında yer almasına bağlı olduğunu vurgulamıştır.
Usta’mız için, Devrim Mücadelesinde
Gençliğin de yeri çok özeldir. Parti Programı’nda “gençliğe sonsuz inanmak” diyerek, ona ne kadar inandığını kabartılandırmıştır. Yine “Yıldırılamaz Gençlik” diyerek, gençliğe ne denli güvendiğini göstermiştir Usta’mız.
Yoldaşlar!
Devrim mücadelesinin bugünkü taktik
halkası; Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist ilkeler ışığında mücadele etmektir. Mücadelenin başarılabilmesi için bu ilkeleri doğru kavramak birinci koşuldur.
Emperyalizme karşı olmadan Türkiye
Devrimi başarılamaz. Ancak karşımızdaki
emperyalizm sadece ABD Emperyalizmi
değildir. Bazıları bu yanlışa düşmektedir.
Şayet ABD Emperyalizmiyle birlikte Avrupa Birliği Emperyalizmine karşı da mücadele etmezsek devrimin başarılması ola-
naksızdır.
Yine antifeodal mücadelede de Şeriata
ve şeriatçı örgütlere ve şeriatçı Amerikan
İslamcısı Tayyipgiller İktidarı’na karşı
uzlaşmaz bir mücadele verilmez ise devrim
mücadelesinin başarısız olması kaçınılmazdır. Kimi solcu, sosyalist geçinenlerin yaptığı gibi onlarla işbirliği, eylem birliği yapmak yanılgıların ve hatta ihanetlerin en büyüğüdür.
Ve yine şovenizmi, sömürgeciliği kesinkes reddetmeden mücadele yürütmeye
kalkarsak ve her ulusun kendi kaderini
tayin etme hakkı olduğunu ikirciksiz kabul etmez ve ülkemiz özelinde Türk ve
Kürt Halkının eşitlik, kardeşlik içinde
gönüllü birliğini netçe savunmazsak devrim mücadelesinin başarısız olması yine kaçınılmazdır.
Yoldaşlar
Kıvılcımlı Usta’yı anmak için toplandığımız bugünde, O’nu anlatmak için çok söze gerek var. Ama O yaşasaydı inanıyorum
ki anlatılmasını, hele uzun uzun anlatılmasını hiç istemezdi. O nedenle bize düşen
O’nu uzunca anlatmak değil. Çünkü O bizlerden, aslında herkesten, sadece ve sadece
bir tek şey istedi; anlaşılmak!..
Bu nedenle öncelikli görevimiz onu anlamaktır. Onu anlamak da, onun düşünce ve
davranışını öğrenmek, öğretmek ve en
önemlisi de o düşünce ve davranışı hayata
geçirmektir.
Çünkü onun düşünce ve davranışı, Lenin sonrasının Marksizm- Leninizmidir.
Yani onun düşünce ve davranışı, İşçi Sınıfının Bilimidir.
O’nun düşünce ve davranışı, insanı ile
doğası ile dünyanın kavranılması ve değiştirilmesidir.
İnsanlığın son hayvanlık konağından yani Emperyalizmden kurtuluşun ve gerçek
insanlık konağı olan Komünizme ulaşmanın biricik yoludur o düşünce ve davranış.
Bize düşen de bu yola an geçirmeksizin girmektir. Ve hiç sapmadan, hiç yılmadan bu
Katil ABD, katil Tayyipgiller Suriye’den elinizi çekin!
Bursa
sıl Kıvılcımlı’nın başına da neredeyse birebir gelmişse ve biz de onların gerçek devamcıları olduğumuza göre sonuç bizim
için de aynı olmaktadır kaçınılmazca…
Yoldaşlar!
Ne diyordu yüce Engels: “İşte onun
içindir ki, Marks; çağının en çok kin beslenilen ve en çok çamur atılan insanı oldu. Müstebit hükümetlerce olduğu kadar
Cumhuriyetlerce de sürgün edilip sınır
dışı çıkarıldı; tutalak (muhafazakar)
burjuvalarca olduğu kadar, aşırı uç demokratlarca da iftiralara boğuldu. Bütün bu çamurları o, başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi yolu üstünden iteliyor
ve aşırı kertede gerekli saymadıkça karşılık vermeye değmez buluyordu.”
Kıvılcımlı da Marks’la aynı kaderi paylaşmadı mı?
Tek partili-çok parti tüm dönemlerde,
Kıvılcımlı’yı yarı derebeyi Finans-Kapital
devleti, 22 buçuk yıl zindanlarda tutarak
yok etmeye çalışmadı mı? Hem de kimi zaman yıllarca, bir kez olsun güneş yüzü göstermeden ve her defasında en acımasız işkencelerden geçirerek…
Devlet bunu yaptı da peki sözde demokrat ve sosyalist maskelilerin bir kısmı
farklı mı davrandı?
En dürüst görüneni bile hiçbir şey yapmadıysa yok saydı tüm yaptıklarını. O örneksiz teori ve pratiği olmamış saydı kendisinin değişiyle “susuş kumkuması” uyguladı.
Bütün bu olanlar karşısında Kıvılcımlı
ne yaptı peki?
Elbette ki Önderi Marks’ın yaptığını:
“Bütün bu çamurları o, başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi yolu üstünden iteliyor ve aşırı kertede gerekli saymadıkça
karşılık vermeye değmez buluyordu.”
Kıvılcımlı da Marks gibi kendi topraklarının özdeyişini söyledi: “it ürür kervan
yürür” dedi ve kendisini yok etmek isteyenleri, karaçalmak için birbiriyle yarışan-
olan biz Kurtuluş Partililere ki, 12 Mart,
12 Eylül Faşizmlerinde her türlü baskıya,
zulme rağmen tatlı canımızı düşünüp dışarı
kaçmadık, yurdumuzu terk etmedik, böylece Usta’mıza layık olduğumuzu kanıtladık.
Yoldaşlar!
Kıvılcımlı halkseverdir hem de ne
halksever.
O, “Örgütsüz Halk Köle Halktır Örgütlü Halk Yenilmez” diyerek, bulduğu
her fırsatta halkını örgütlemek için olağanüstü çaba göstermiştir. Örneğin halkımızın
içinde yakıldığı, Parababalarının yarattığı
İşsizlik ve Pahalılık cehenneminden kurtulması için birçok halkçı aydını da örgütleyerek İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin kurulmasını sağlamıştır.
İPSD öncülüğünde büyük şehirlerde, halkın
yoğun olarak katıldığı mitingler düzenlemiştir. Dışarıda kaldığı kısacık sürelerde
halkın bilinçlenmesi ve başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere, tüm ezilen halkların örgütlenmesi için insanlık onurundan başka her
şeyini İşçi Sınıfı Davasına vakfetmiştir.
Yıllarca içerde yattıktan sonra dışarı çıkar çıkmaz, “sadece bir çay içimi kadar
dinlendi” diye anlatır onu Vatan Partisi’ni
birlikte kurdukları devrimci yazar Kerim
Korcan. Vatan Partisi’ni,1954 yılında, kurucularından olduğu gerçek komünist partisini o anki zor durumundan kurtarmak, İşçi Sınıfını ve halkı örgütsüz bırakmamak
için kurmuştur. Ve halkın ilgisini toplamaya
başladığını gören vatan haini, emperyalizmin uşağı Menderes Hükümeti tarafından
kapatılmış, Kıvılcımlı ve partili arkadaşları
ağır işkencelerden geçirilerek zindanlara
doldurulmuştur. Onlar mahkemeyi, Menderes Hükümeti’ni yargılama platformuna
dönüştürmüş ve “Muhkem Kaziye” ile beraat ederek aklanmışlardır. Çıktıklarında,
yaklaşık iki yıl hiç güneş yüzü gösterilmediğinden dişleri bir bir dökülmüştür. Kıvılcımlı tüm bu zulümlere yalnızca halkını canından çok sevdiği için katlanmıştır.
Tayyipgiller’in Suriye’ye yönelik Tezkereyi TBMM’den geçirmeleriyle birlikte Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlığı yükselmeye başladı. Halkın Kurtuluş Partisi olarak içinde yer aldığımız “Bursa Savaş Karşıtı Platformu”, Tayyipgiller’in kardeş Suriye Halkına yönelik eylemlerini kınamak ve
Suriye Halkının yanında yer aldığını bildirmek amacıyla Bursa’da bir yürüyüş ve basın
açıklaması gerçekleştirdi.
04 Ekim Perşembe akşam saat:18.30’da
Fomara Meydanı’nda başlayan yürüyüş,
AKP İl binası önünde sona erdi.
Burada platform adına basın açıklamasını ÇHD Bursa Şube Başkanı Aslı Evke
okudu.
Açıklamada, CIA ve diğer emperyalist istihbarat örgütleri tarafından desteklenen
“Özgür Suriye Ordusu” adı altındaki örgütlü
çetelerin Türkiye sınırında konuşlandırılarak
buradan Suriye’ye saldırılar düzenlediğini
ifade ederek, Türkiye Halklarının savaşa
karşı olduğunu belirtti.
Eyleme; KESK, ÇHD, ÖDP, Halkevleri
ve TKP de katıldı. Eylemde sık sık, “Katil
ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Katil ABD
İşbirlikçi AKP”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Gün Gelecek Devran Dönecek
AKP Halka Hesap Verecek”, “Savaşa Hayır Barış Hemen Şimdi” sloganları atıldı.
İzmir
***
Tayyipgiller tarafından, Suriye’ye saldırmak için Meclise getirilen tezkere, aralarında Halkın Kurtuluş Partisi üyelerinin de bulunduğu, çeşitli siyasi parti ve sendikalar tarafından protesto edildi.
04 Ekim Perşembe günü saat 18.30’da
Konak Eski Sümerbank Önü’nde bir araya
gelen kurumlar, buradan AKP İl binasına
doğru alkışlar ve sloganlarla yürüyüşü başlattılar.
Sık sık “Gün Gelecek Devran Dönecek,
AKP Halka Hesap Verecek”, “Suriye Halkı Yalnız Değildir.”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”,
“AKP İşsizlik Pahalılık Zam Zulüm Demektir”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi” “Madem Çıktı Tezkere Tayyip Git-
sin Askere” sloganları yürüyüş boyunca
atıldı.
AKP il binasının önünde okunan basın
açıklamasının ardından eylem sona erdirildi.
Gebze
***
yoldan yürümektir.
Yoldaşlar
Devrimcinin görevi devrim yapmaktır.
Ancak, devrimci teori olmadan devrimci
pratik olmaz. Bize gerekli olan devrimci
teori de Kıvılcımlı’nın teorisidir. Ve bize
gerekli
olan
devrimci
pratik,
Kıvılcımlı’nın pratiğidir.
Öyle ise görev bellidir: Kıvılcımlı’nın
düşünce ve davranışı ile donanmak ve onu
dövüştürüp başarıya ulaştırmak...
Bu görev bize Tarih ve Kıvılcımlı tarafından verilmiştir. Başarmamız için gerekli olanlar tarihimizde vardır; Emperyalizme ve Feodalizme karşı verilen savaş ve
dünyada emperyalizme karşı mazlum milletlerin ilk zaferi, bizim tarihimizdir.
Ve yine başarmamız için gerekli silahları Kıvılcımlı bize sunmuştur; bu O’nun düşünce ve davranışıdır.
Yoldaşlar, Kıvılcımlı’nın Düşünce
Oğulları ve Kızları,
Tarihin ve Kıvılcımlı’nın bize verdiği
görevi, Devrimi yapma görevini başarmak
için ileri!… Devrim Bayrağını yukarıda daha yukarıda dalgalandırmak ve devrimin yıkılmaz kalesinin burçlarına dikmek için görev başına!…
Yoldaşlar
Son söz olarak;
Engels Usta diyordu ki yoldaşı Marks
Usta için:
Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eseri
de!
Biz de diyoruz ki:
Şan olsun, selam olsun, insanlığın
kurtuluş yolunu gösteren Devrim Ustalarına!
Şan olsun, selam olsun, o yolda savaşırken düşenlere!
Ve And olsun, and olsun ki adları ve
eserleri yüzyıllar boyu yaşayacak ve ya
şatılacak!
çi halkın cebini yakacağı ortadadır.
İşçi Sınıfımıza ve Emekçi halkımıza yönelik baskı ve sömürünün dozu her geçen
gün artıyor. Yakın zamanda yasalaşan Toplu
İş İlişkileri Yasası, İşçi Sınıfımızın örgütlenme hakkını elinden almaktadır. Sendikaların
ezici çoğunluğu barajın altında kalarak Toplu İş Sözleşmesi yapma yetkisini kaybetmektedir.
“Onlar bütün bunları, emperyalist ağababaları kendilerini biraz daha iktidarda tutsun
diye yapıyorlar.
“Uyguladıkları zulüm politikalarına karşı
emekçi halkların tepkisini engellemek için
“vatan millet” edebiyatı ile ülkemizi Savaşın
içine çektiler. Akçakale’ye düşen top mermilerini bahane ederek Suriye’ye karşı fiilen
savaş başlatılmış oldular. Ancak Halklarımız
bu insanlık düşmanlarını hak ettiği yere mutlaka gönderecektir” dedi.
Açıklama sırasında da sloganlarla Tayyipgiller ve ABD-AB Emperyalistlerini protesto ettik.
Halkın Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü olarak, 11 Kasım 2012 Pazar günü saat
14.30’da Gebze Tarihi Çeşme Önü’nde Tayyipgiller’in peş peşe yaptığı zamları ve Suriye politikasını protesto ettik.
Yeniçarşı’dan bayrak ve dövizlerle Eskiçarşı Tarihi Çeşme önüne yürüyerek, coşkulu sloganlarımızla halkın ve esnafın dikkatini çektik. Yürüyüş sırasında, “Katil ABD
Ortadoğu’dan Defol”, “Suriye Halkı Yalnız Değildir”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama
Zulme Son”, “Zam Zam Zam Ucuzluk e
Zaman” sloganlarımızı haykırdık. Çeşme
Önü’nde basın açıklamamızı gerçekleştirdik.
Basın açıklamamızı Gebze İlçe Se- Bursa
kreteri’miz Erkin Gürbüz yaptı.
E. Gürbüz, “Tayyipgiller günlerdir,
hatta aylardır Suriye’ye karşı savaş naraları attı. Olmadı, sınırlarımızı emperyalistlerin maşası “muhalif”lere açtı. Para, silah, cephane yardımı yaptılar. Ülkemizde açtıkları eğitim merkezlerinde
CIA ajanlarınca eğitilen emperyalist
kuklalarla Esad sonrası geçiş dönemini
dizayn ettiler” dedi.
E. Gürbüz açıklamamızda, büyük bir
çoğunluğu Suriyeli bile olmayan eli silahlı, Ortaçağcı katiller sürüsünün sınırlarımızdan girip Suriye’de katliamlarını
yaptıktan sonra üslerine (Hatay’a) döndüğünü belirtti. E. Gürbüz, “Bir gün, beş
gün, on gün, bir ay değil tam bir buçuk
yıldır dünyanın gözünün içine baka baka
ülkemiz toprakları, egemen bir ülkenin
rejimine karşı savaşan güçlerin savaş
merkezi haline getirildiğini” söyledi.
E. Gürbüz, “Tayyipgiller, uyguladık- Gebze
ları ekonomik politikaların halkı canından bezdirdiğini kendileri de çok iyi biliyorlar. İşçiye, memura sefalet ücretlerini reva görürken, halkın en temel tüketim maddelerine yaptıkları yüzde 3040’lara varan, hatta bazı maddelerde
yüzde 100, yüzde 200’leri bulan zamlar
yaptılar. En son yaptıkları elektrik ve
doğalgaz zamlarının kış aylarında emek-
İzmir
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Hikmet Kıvılcımlı’nın idealleri, mücadelesi Halkın
Kurtuluş Partisi’nde yaşıyor!..
Baştarafı sayfa 1’de
Genel Başkan’ımız, Ömer Hayyamdan William Shakespeare’den, Samuel
Becket’ten örneklerle, insanlığın, sürekli
olarak nereden gelip nereye gittiğini anlamak için yürüttüğü çabayı anlattı. İnsanlığın bu ana soruya bir cevap bulamadığını,
bu sorunun felsefe yoluyla çözümünün
mümkün olmadığını; bilimin çabalarıyla
H
gelecekte insanlığın bu sorunun cevabını
bulabileceğini belirtti.
Asıl önemli olanın ise insan olmak, daha doğru deyişle sosyalist insan olmak olduğunu ve bunun anahtarının da insanı ve
tüm doğayı (cansız doğayı+bitkileri+hayvanları) sevmekten geçtiğini; gerçek devrimci olmanın ancak böylesi bir sevgiyle
dopdolu olmakla mümkün olabileceğini
Anma Konuşmaları
Tacettin Çolak Yoldaş
ikmet Kıvılcımlı, 17 yaşında Ulusal
Kurtuluş Savaşı’na katılmış, Köyceğiz
Kuvayimilliye Komutanlığı yapmış,
20’li yaşlarının başında TKP Merkez Komitesi’nde Gençlik Sorumlusu olarak görev almış,
20’li yaşlarında Marksizmi alfabesinden cebri
alasına dek etüt etmiş, 30’lu yaşlarında Türkiye Devrimi’nin stratejisini çizmiş, kendi deyimiyle Doğu Üniversitesinde yani Elazığ zindanındaki 4,5 yılda günümüzün en önemli sorunu olan Kürt Sorunu’nu teorik planda çözüme kavuşturmuş, gerek kızıl bir profesör olarak çıktığı bu Elazığ zindanında ve gerekse
burjuvazinin diğer zindanlarında geçirdiği
ömrünün toplam 22,5 yılını derviş sabrıyla geçirmemiş, sürekli Türkiye Devrimi’nin sorunlarıyla ilgilenmiş ve Türkiye Devrimi’nin yolunu aydınlatan teorik hazineler üretmiştir.
Bu uzun zindan günlerinin dışında, dışarıda geçirdiği bölük pörçük zamanını da boş geçirmemiş ve bu zamanının tamamını pratik
devrimci mücadeleye vakfetmiş, zindan öncesi polis sorgularının hiçbirinde ama hiçbirinde
partisinin, örgütünün sırlarını, arkadaşlarını,
yoldaşlarını ele vermemiş ve bu tavrından dolayı işkencede düşmanlarının dahi saygısını
kazanmış, işkence tezgâhlarından alnı açık,
başı dik, onurla çıkmış, 60’lı yaşlarda da teorik birikiminin zirvesine vurarak arka arkaya
yazdığı teorik eserleriyle Marksizme katkı
yapmış, Usta’lık mertebesine ulaşmış, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde O’nu anmak, O’nu anlamak
için buradayız. Tüm yoldaşlar hepiniz hoş geldiniz.
(Alkışlar… Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı
Hikmet Kıvılcımlı…)
Bugün, Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik-pratik mirasının gerçek sahipleri olarak buradayız.
O’nun ideolojisini hayatın her alanında
ama her alanında günümüze uyarlayan Parti
Önderliğimizin doğru yol göstericiliğinde pratiğin mihenk taşına vuran Kurtuluş Partililer
olarak buradayız.
Kıvılcımlı’yı anmayı “dostlar alışverişte
görsün” diyerek, derme çatma birlikteliklerle
mezar başında gösteriye çevirenler değil, ger-
Av. Tacettin Çolak
çekten hakkıyla, Kıvılcımlı’nın hakkını verenler olarak buradayız…
(Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor
Kurtuluş Partisi Savaşıyor…)
Kurtuluş Partisi, “Kıvılcımlı’yı anmak; anlamaktan ve dövüştürmekten geçer”, der. Kıvılcımlı’yı anlamak, Türkiye’yi anlamaktır.
Ermeni Sorunu’nu anlamaktır, Ortadoğu’daki
kaynayan petrol kazanındaki emperyalist saldırıları anlamaktır, Kürt Sorunu’nu anlamaktır, Türkiye Devrimi’nin sınıf ilişki ve çelişkilerini, sınıf mevzilenmelerini ve devrimin yolunu anlamaktır…
İşte bu etkinliğimiz, Genel Başkan’ımızın
bize vereceği Konferansla Kıvılcımlı’nın teorik ve pratik mirası çerçevesinde Türkiye’yi
anlamayı içerecektir. Bu nedenle hepinizi tekrar saygıyla, sevgiyle, coşkuyla selamlıyorum,
hoş geldiniz diyorum.
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın Halkın
Kurtuluş Partisi…)
Usta’mızın, Türkiye Devrimi’nin Önderi
Usta’mızın, Hikmet Kıvılcımlı’nın şahsında,
tüm devrim şehitleri için sizleri bir dakikalık
saygı duruşuna davet ediyorum.
Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun savaşırken düşene
(Enternasyonal Marşı)
Anıları mücadelemize önder olmaya devam edecek.
(Alkışlar…)
Saygıdeğer arkadaşlar,
Gündemimizin üçüncü maddesinde Kıvılcımlı Usta’nın hayatını, Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Başkanımız Av. Halil Ağırgöl
Yoldaş’ımız anlatacak.
(Alkışlar… Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı
Hikmet Kıvılcımlı…)
Halil Ağırgöl Yoldaş
Kurtuluş Partili Yoldaşlarım, değerli konuklar hepiniz hoş geldiniz.
Hikmet Kıvılcımlı 29 Mayıs 1971’de Kıbrıs’tan Lübnan’a geçerken günlüğüne şu notları tutuyor:
“Açık denizde, hep Doğu yönü. Ama?..
“Sonumuz belirsiz. Cesaretimiz yerinde.
9 beygirlik balıkçı motoru kalbimiz gibi yorulmadan işliyor.”
Kıvılcımlı, devrimci yolculuğuna da tıpkı
bu duygularla başlamıştı; açık bir denizde, sonu belirsiz ancak cesareti yerinde bir denizci
gibi. Yüreği ve beyni bu mücadelede her an işlemeye hazır ve her an işler halde.
“Oportünizm edir?” adlı kitabının “Sunuş” kısmında ise şöyle söylüyor:
“Görev başında ömür merdiveninin son
basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve
yoldaşlığı dışında bir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine
göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil, görev yapmada çok iyi biliyoruz;
vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız
gelir ve de gelmelidir.”
Bu anlayış ve cesaretle yaşamış olan Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya’sında Priştine Kasabasında doğdu. Babası Posta ve Telgraf Müdürü Hüseyin Bey’di, Annesi Münire Hanım’dı. Babasının Yemen-Hicaz PTT Müdürlüğüne atanmasıyla bir daha babasını göremedi. Kıvılcımlı, 1912 yılından sonra Balkan
Göçleri döneminde ailesiyle İstanbul’a geldi
ve daha sonra, zabit olan dayısının yanında
Kuşadası’na yerleşti. İlk ve Ortaokulu Kuşadası’nda okuyan Kıvılcımlı, 1914’de başlayan
Birinci Dünya Savaşını-Birinci Emperyalist
Evren Savaşı’nı burada yaşadı. Lise çağına
geldiğinde ailesiyle Muğla’ya geçer Kıvılcımlı. Burada lise öğrenimine başlar. Bu arada
kendisine sahip çıkan, koruyan dayısını ne yazık ki kaybeder…
Kıvılcımlı, savaş döneminde halkın çektiği
tüm sıkıntılara, açlığa, sefalete bizzat içinde
yaşayarak, yoksul bir ailenin çocuğu olarak,
tanıklık etmiştir. Bu dönemden sonra, 1918 yılında Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sona ermiş ve Osmanlı İmparatorluğu bozguna
uğramıştır. İzmir’in, Yunan İşgaline uğramasından sonra Hikmet Kıvılcımlı, lise eğitimini
yarıda bırakarak Kuvayimilliye hareketine katılır. Yörük Ali Çetesi’nde 16 yaşında mücadeleye katılır ve 17 yaşındayken “Köyceğiz
Kuvayimilliye Askeri Komutanlığı”na atanır. Ve aynı zamanda Kıvılcımlı “Menteşe”
Gazetesi’ni çıkartır arkadaşlarıyla birlikte. Kıvılcımlı, Kuvayimilliye döneminden sonra ailesiyle birlikte tekrar İstanbul’a yerleşir. Burada lise eğitimine yeniden başlar ve 9’uncu sınıftan sonra Tıp Fakültesini kazanır.
Bu dönemde Kıvılcımlı, Kurtuluş ve Aydınlık dergileri aracılığıyla Sosyalizmle tanışır. TKP kurulduktan sonra 1921’de TKP’ye
üye olur. Böylelikle Kıvılcımlı’nın ömrünün
sonuna kadar devam edeceği Devrimci Mücadelesi başlamıştır. Vazife ve Aydınlık dergile-
gösterdi.
Bu bağlamda Sovyetler Birliği’nin ve
Sosyalist Kamp’ın çöküşünün temelininin
insan ve doğa sevgisiyle dolu gerçek sosyalist insanın, bu insanlardan oluşan kuşakların yetiştirilememiş olması olduğunu
belirledi. Lenin’in bu konudaki öngörüsünü ve Stalin’in bu konudaki zaafını örneklerle anlatarak; yanlışın tâ 1923’te yapıldığını, Lenin’in bir anlamda vasiyeti olan;
“Son Yazılar Son Mektuplar”da dile getirdiği uyarılarının kale alınmamasının bu
rinde yazıları yayımlanır. 15 Şubat 1925 tarihinde toplanan Türkiye Komünist Partisi Kongresi’ne ise Kıvılcımlı “Aydınlık Grubu” delegesi olarak katılmış ve Partinin Merkez Komite Üyeliğine getirilmiştir. Kıvılcımlı’nın
Partideki (Merkez Komite’deki) görevi;
“Genç Komünistler Reisliği”dir artık.
Ancak Takrir-i Sükûn Yasası çıkartılır ve
bir kısım TKP’li ile birlikte yargılanır. 10 yıl
kürek cezasına çarpıtılır Hikmet Kıvılcımlı. 1
yıl sonra yapılan yasal değişikliklerin ardından ise serbest kalır. Hapisten çıkar çıkmaz da
en canlı ve hareketli şekilde mücadelesine devam eder. Partideki görevini sürdürür. Tıp fakültesindeki eğitimini tamamlar. Psikiyatri
alanında asistanlığına başlar.
1927 Kasımı’nda ise Vedat Nedim Tör ve
Şevket Süreyya Aydemir’in partiden ayrılmaları ve parti arşivini polise teslim etmeleri sonucunda diğer parti üyeleriyle birlikte tekrar
tutuklanır. İşkenceli sorgulara rağmen partisini ve arkadaşlarını ele vermez. Parti Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün deyimiyle; “parti
onun ifadesiyle kurtulmuştur”. Bu dönemde 3
ay tutuklu kalır.
Ancak bu hürriyet de uzun sürmez. 1929
yılında İzmir’de başlayan TKP operasyonuyla
yine tutuklanır. İzmir Ağır Ceza Mahkemesi
tarafından “hükümet darbesiyle ameleden
adamları iktidara getirmek” suçundan 4 yıl 6
ay hapis cezası alır. 16 Temmuz 1929 tarihin-
Av. Halil Ağırgöl
de verilen kararın ardından Hikmet Kıvılcımlı; “hepimiz çıkarken kızıl bir profesör olarak çıkacağız.” demiştir. Verilen cezaya tepkisi budur.
Bu mahkûmiyetin ardından, 1929 yılının
Ekim ayında önce Mardin ve Diyarbakır’a,
daha sonra da diğer TKP’li mahkûmlarla birlikte Elazığ Cezaevine götürülür. Hikmet Kıvılcımlı, yargılamanın sonunda verdiği sözü
yerine getirerek cezaevini bir kızıl üniversiteye çevirmiştir. Kendi deyimiyle; “MarksizmLeninizmi alfabesinden cebri alasına kadar” etüt etmiştir. Marksist-Leninist Klasiklerin çevirisini yapmıştır. Yaptığı çalışmaları diğer mahpuslarla ve yoldaşlarıyla paylaşmıştır.
1933 yılının Ekim ayına kadar devam eden
bu hapislik döneminde 1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiği ilk 10 yıllık Marksist-Leninist
pratik ve teori savaşına dayanarak “YOL” adı
altında bir seri orijinal araştırmalar yaptı. Burada her biri ayrı kitaplar halinde: İdeoloji,
Sosyal Gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında: Burjuvazi, Proletarya, Köylü, Millet
ve Taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle
birlikte ele alındı.
Bu hapislik döneminin ardından Hikmet
Kıvılcımlı daha önce teorik olarak hazırlanmış
Strateji Planına uygun şekilde devrimci faaliyetlerini yürütmeye devam etti. 1935 yılında
Partiye bir alan açmak için “Marksizm Bibliyoteği” yayınevini kurdu. 1936’da ise Emekçi Kütüphanesi’nden kitaplar yayımlamaya
başladı. Bu seri yayınlarda, Marks, Engels ve
Lenin’in çeviri eserlerinin yanında kendisinin
yazmış olduğu; “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”, “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi”, “Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?”, “Emperyalizm: Geberen Kapitalizm”, “Devrimci Aydın edir? Henri Barbusse”, “Sosyete ve Teknik” gibi kitapları
yayımladı.
1938 yılında Kara Harp Okulunda bir kısım askeri öğrencinin Nazım Hikmet’le olan
ilişkilerinden dolayı başlayan soruşturma sonucunda 1938 yılının Mart ayında tekrar tutuklandı. Bu davada, kitapları erbaşlar tarafın-
trajik sonun temellerini attığını saptadı.
Biz Proletarya Sosyalistlerinin aynı hatayı işlememek için sürekli olarak bu yönümüzü canlı tutmak ve geliştirmekle görevli olduğumuzu, bunu gerçekleştirmek
zorunda olduğumuzu kabartılandırdı.
Etkinliğimiz, yoldaşlarımızın hazırlamış olduğu müzik çalışmalarıyla devam etti. Karayılan’dan, Köroğlu’ndan ve Arapça, Kürtçe turkülerden şiir dinletilerine,
halk oyunlarına kadar bir çeşitliliği kapsayan etkinlik Halk Kültürünün ve Halkların
dan okunduğu ve benimsendiği gerekçesiyle
“askeri isyana teşvik etmek” suçundan Donanma Askeri Mahkemesi tarafından 15 yıl
hapis cezasına çarptırıldı. Sultanahmet, Çankırı, Amasya ve Kırşehir cezaevlerinde kaldı
bu dönemde. 1950 Temmuzu’nda çıkarılan
genel af kanunuyla hapisten çıktı.
Bu uzun hapislik dönemi de Kıvılcımlı
için boşa geçmemişti. Dünya Devrim Tarihine
katkısı olan “Tarih Tezi” çalışmalarına bu dönemde yoğunlaştı. Osmanlı Toplum Yapısı ve
İslam Tarihi üzerine bu dönemde çalışmalar
yaptı. Hikmet Kıvılcımlı, cezaevinden çıktıktan sonra da teorik ve pratik mücadelesine yoğun bir şekilde devam etti. Tarih Tezi ışığında
“Günün Meseleleri” adlı kitap dizisini hazırladı. Bunlardan “Fetih ve Medeniyet” adlı kitabını 1953 yılında yayımladı. 29 Ekim 1954
tarihinde ise devrimci düşünceyi geniş halk
kesiminde duyurabilmek, dövüştürebilmek
için Vatan Partisi’ni kurdu.
Vatan Partisi’nin Amacı, Tüzük’ünde şöyle belirtiyordu:
“Oligarşik nüfuz yerine Halkın Demokratik İktidarıyla: Devleti Halk’tan üstün
değil, Halk’ı Devlet’ten üstün tutan gerçek
özgürlüğü fiilen kurmak ve antidemokratik
yasaları ayıklamak.
“Müzmin İşsizlik ve azgın hayat Pahalılığı kanser haline gelmiştir. Bunları köklerinden kazımak için İkinci bir Kuvayimilliye (Kurtuluş Savaşı) seferberliği gerekmektedir. Bu ekonomik seferberliğimizi bilim
ve teknolojinin en son aşamasına dayanaraktan ağır sanayi temeline oturtmak.
“Ulusal üretim mücadelemizin para
maddesini ne sadakayla ne zorla ancak
UCUZ DEVLET ve BİLİNÇLİ TİCARET
yoluyla sağlamak.
“Bu kutsal ekonomik Kuvayimilliye seferberliğimizin güdücü ruhunu başta İşçi
Sınıfımız gelmek üzere cahil, âlim, köylü,
şehirli… Bütün değer yaratan emekçi halkın tamamıyla aşağıdan gelme ve tamamıyla serbest; GİRİŞİM, ÖRGÜTLEME ve
DEETİMİDE bulmak ve bu amaçla bütün organlarda bilfiil üretmenleri çoğunlukta görmek, yarımız olan Kadını ön safta
bulmak, Gençliğe sonsuz inanmak.”
Bugün bu amaç, Halkın Kurtuluş
Partisi’nin Tüzüğünde belirtilen Amaç maddesidir.
Bir yanda partinin örgütlenme çalışmaları
devam ederken bir yandan da yayıncılık faaliyetlerine Kıvılcımlı örgütlü bir şekilde devam
ediyordu. 1955 yılında partinin yayın organı
“Vatandaş” gazetesi çıkarıldı. “Siyasetimiz”, “Kuvayimilliyeciliğimiz”, “Soğan
Ekmek Kongresi” gibi kitapları yayımlandı.
Vatan Partisi, 1957 yılında yapılan genel
seçimlere katıldı. İstanbul’da birçok yerde seçim mitingleri yapıldı. Bu mitinglerden en ünlüsü olan Eyüp Mitingi’nde, yaptığı konuşma
nedeniyle tekrar takibata uğradı. 1957 yılının
sonunda da Başbakan Menderes’in bizzat talimatıyla Hikmet Kıvılcımlı ve 25 partili tutuklandı ve partisi kapatıldı. Ancak 1958 yılının
sonunda tahliye olabildiler. 1961 yılında sonuçlanan yargılamada ise partililer ve Kıvılcımlı beraat etmişti.
Artık yeni bir dönem vardı. 27 Mayıs 1960
Politik Devrimi’yle birlikte Türkiye’de yeni
bir dönem başlamıştı. Demokrat Parti’nin zor,
baskı dönemi bitmişti. Kısmi de olsa 1961
Anayasası’yla özgürlük ortamı daha da genişlemişti. Düşünce ve fikir açıklamak daha kolay hale gelmiş, Marksist klasikler ve diğer
sosyalist yayınlar kolay bir şekilde yayımlanmaya başlamıştı. Sendikal örgütlenmenin önü
açılırken, grev yasağı da bu dönemde kaldırılmıştı. Bu ortamda Kıvılcımlı bir yandan teorik
çalışmalarına yoğunlaşırken, bir yandan da örgütlü bir şekilde Türkiye İşçi Sınıfı mücadelesine pratik katkılar sunuyordu.
1960 yılından sonra “Milli Birlik Komitesine İki Açık Mektup”, “Anayasa Taslağı”,
“Birinci ve İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz”
kitapları yayımlandı.
1965 yılında “Tarihsel Maddecilik Yayınları”nı kurdu. Böylelikle “Tarih Devrim
Sosyalizm”, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme
İlk Geçiş İngiltere”, “Uyarmak İçin Uyanmalı Uyanmak İçin Uyarmalı” gibi önemli
7
Kardeşliğinin iyi bir örneğiydi.
Kurtuluş Partililer, etkinliği; mücadeleye ve kendilerine olan inançlarını, emperyalizme olan öfkelerini dile getirdikleri
Parti Andı’yla bitirdi.
Yaşasın Sosyalizm!
Kahrolsun Emperyalizm!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
eserlerini yayımladı.
1965 yılında İsmet Demir ve diğer yoldaşları Yapı İşçileri Sendikası’nı kurdular.
1967 yılında O’nun öncülüğünde Sosyalist
Gazetesi çıkarıldı.
1968 yılında ise, emekçi halkın en büyük
derdi olan hayat pahalılığı ve işsizlikle mücadele için İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin kurulmasını sağladı.
Yapı İşçileri Sendikası (YİS), birçok
önemli büyük işyerinde örgütlendi, grev ve direniş örgütledi.
İPSD ise halkın sorunlarını dile getiren
önemli bir kitle örgütü olarak birçok miting ve
etkinlik gerçekleştirdi.
Bunun dışında bu dönemde Türk Solu, Aydınlık gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Bu
dönemde yayımladığı eserler, katıldığı konferanslar ve içinde bulunduğu örgütler ile gelişen İşçi Sınıfı mücadelesinin tek bir hat doğrultusunda Gerçek İşçi Partisi öncülüğünde
devam etmesi gerektiğini savundu ve bu uğurda aktif bir şekilde savaşına devam etti. Bu nedenle “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” tezini
geliştirdi. Amacı Tarih Tezinde olduğu gibi bu
tezinin de devrimci ortamda tartışılması ve
Proletarya Partisinin Reorganizasyonuydu.
Özellikle 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi
Direnişinden sonra İşçi Sınıfı kendisini dosta
da düşmana da göstermişti. Ancak bu toplumsal hareketliliği devrime doğru yönlendirecek
bir siyasi öncü yoktu. Türkiye Devrimci Hareketine artık gruplar anarşisi hâkim olmuştu.
Hikmet Kıvılcımlı, tüm gruplara bu dağınıklığın giderilmesi için çağrıda bulunmasına rağmen bir sonuç alınamamıştı. Bu ortamda,
Türkiye’yi devrime doğru ilerletecek taktik ve
stratejinin önerildiği “Oportünizm edir?
Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” üçlemesini yayımladı.
Devrimci ortamın dağınıklığını ve İşçi Sınıfının hareketliliğini düşman cephe de görüyordu. Bu nedenle türlü provokasyonlar kullanılarak 12 Mart Faşist müdahalesi gerçekleştirildi. Böylelikle ordu fosili generallerin öncülüğünde ülkede bir sıkıyönetim oluşturuldu.
Devrimciler tutuklandı, devrimci örgütler dağıtıldı. O’nun öngördüğü gibi devrimciler dağınık oldukları için bu saldırıya karşı başarılı
bir şekilde direnemediler. Mahir ve Deniz gibi
devrimci gençlik önderleri katledildi.
Hikmet Kıvılcımlı da yakalandığı kanser
illetiyle savaşırken bir yandan da faşist cuntanın sıkıyönetim mahkemesince idam fermanıyla aranıyordu. Tekrar sağlığına kavuşmak
ve ülkesine geri dönerek sağlıklı bir şekilde
mücadele etmek için yurtdışına çıkmaya karar
verdi. Kıbrıs, Lübnan, Suriye, Bulgaristan
üzerinden Demokratik Almanya’ya gitti.
Ancak daha önce gerçek TKP’nin dağılışa
uğramasından sorumlu olan İsmail Bilen’in
sahte TKP’sinin iftira ve karalamalarıyla buradan sınır dışı edildi. Kıvılcımlı’ya ömrünün
son anlarında Tito’nun önderliğindeki Yugoslavya Devleti sahip çıktı. Burada iki kez ameliyat oldu. Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının son
anlarında dahi, bir an olsun devrimci mücadeleden ayrı kalmadı. Kendisi için yakalama emri çıkarmış İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesine son günlerinde yazdığı iki mektubu
göndererek 12 Mart Faşizmini mahkûm etmiş
ve ülkesine geri döneceğini bildirmiştir.
Ancak tüm çabalara rağmen, 11 Ekim
1971’de Hikmet Kıvılcımlı Belgrad’da bedence aramızdan ayrıldı. Hikmet Kıvılcımlı 35 yılında yazdığı “Devrimci Aydın edir? Henri Barbusse” eserinde devrimci aydının karakterini açıklamıştı.
Hayatın tüm gerçekliğine uyan bu tanıma
göre Devrimci Aydın; kitle ve hareket adamıdır, örgütlüdür ve enternasyonalisttir.
Buna göre Kıvılcımlı da tam anlamıyla
devrimci bir aydın ve aynı zamanda bir militandır. O, hayat ve kitle adamıdır. Yaşamının
her alanında halkın içinde olmuştur. Çocukluğundan ölümüne kadar yoksul halk yığınlarının yaşadığı koşullarda yaşamıştır. 22,5 yıllık
cezaevi yaşamında hep halk kesiminden insanlarla birlikte kalmıştır. Mesleği olan doktorluğu para kazanmak için değil yoksullara,
işçilere, köylülere yakın olabilmek için kullanmıştır.
8
Yazdıkları hep sıradan insanımızın derdini
anlatır ve onların anlayacağı dilde yazılmıştır.
Kıvılcımlı, Hareket ve Örgüt Adamıdır. O,
hiçbir zaman kendi deyimiyle anarşik bir şöhret için kuru edebiyat yapmamıştır. Mücadeleye atıldıktan sonra her an örgütlü olarak yaşamış, hiçbir zaman “tek” olmamıştır. Hep örgütlü devrimci mücadeleyi savunmuştur ve
bunun için savaşmıştır. O, ezilenlerin bilinçli
birliği ve örgütü uğrunda yaşamı boyunca mücadele etmiştir.
Kıvılcımlı, Enternasyonal adamıdır. Henüz kimsenin dile getiremediği dönemde
“Kürt Sorunu”nu ilk kez devrimci bir perspektifle ele alarak tartışmıştır ve teorik olarak
çözümlemiştir. Bin yıldır birlikte yaşamış olan
halkların gerçek eşitlik ve kardeşlik prensipleriyle bir arada yaşamasını savunmuştur bu
eserinde ve ömrü boyunca da bunu dile getirmiştir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın dünya devrim tarihine de katkısı vardır. Bilimsel Sosyalizme
teorik katkısından dolayı Kıvılcımlı, Marks,
Engels ve Lenin’den sonra Bilimsel Sosyalizmin ustalarından biridir. 1965 yılında kitap
olarak yayımlanan “Tarih Devrim Sosyalizm” eseriyle, Kıvılcımlı, Antika Tarihin
genel gidiş, işleyiş, gelişim kanunlarını bulur. Bilindiği gibi Marks-Engels, insanlık tarihinin sosyal bilimler alanında en önemli buluşlarını yapmışlardı. Ama ömürlerinin büyük
bölümünü Kapitalist Toplumun üzerindeki örtüyü kaldırmaya ve onun işleyişini aydınlatmaya ayırmışlardı. Antika Tarihle ilgilenmeye
çok az vakit bulabilmişlerdi. Zaten eldeki veriler de yetersizdi. Buna rağmen Marks-Engels Ustalar, Antika Tarihin Toprak Meselesine dayandığı gibi dâhiyane bir buluş ortaya
koymuşlardır.
Lenin’in ömrü ne yazık ki devrim kasırgaları içinde geçti. Antika Tarihi aydınlatmaya
da zaman bulamamıştı. Kıvılcımlı bu zamanı
buldu işte. Kıvılcımlı, Antika Tarihin üzerindeki peçeyi kaldırdı ve onun genel gelişim kanunlarını ortaya çıkardı. Görüldü ki, Tarih alanında da doğa olaylarında olduğu gibi bir determinizm vardı. Bir kör dövüşü yoktu Tarihte. Marks-Engels’e kadar Tarih, tek tek olayların rastgele üst üste yığılımı gibi algılanıyordu. Marks-Engels, Modern-Kapitalist Toplumda bunun böyle olmadığını ispatladılar.
Ancak Antika Toplumu araştırmaya ve gelişim kanunlarını bulmaya zamanları yetmedi.
Marks, bu işi sonradan gelenlere vasiyet etti.
Bu vasiyeti Engels ancak kısmen yerine getirebildi. Engels’in yarım bıraktığı görevi tamamlamak Kıvılcımlı’ya düşmüştü. Böylece
Marks-Engels-Kıvılcımlı Ustalar tarafından
kanıtlandı ki, Tarihin tümünün canlı bir bütünlüğü vardır. Ve her şey belli kanunlara uyarak
yürür. Tarih de bir canlı organizma gibi belli
kanunlara uyarak çalışır ve gelişir. Ve olaylar
sebep-sonuç ilişkileriyle birbirlerine son derece sıkı bir bağla oluşurlar, çıkagelirler.
Böylece, Tarih, tek tek olayların biriktiği
bir alan, bir Birikim bilimi olmaktan çıktı,
Tasnif bilimi oldu. Tarihte her olay yerli yerine oturdu ve Tarihin canlı bütünlüğü elle tutulurca görüldü. Bu Tez’in ışığında; kapitalizmin 15’inci Yüzyılda neden İngiltere’de doğduğu, Doğu’nun, Avrupa’dan altı bin yıl önce
medeniyete geçmiş olmasına rağmen neden
Batı’nın sömürgesi olduğu, Kuzey Amerika
en yırtıcı emperyalist devletleri var ederken,
Güney Amerika’nın neden sömürgeleştiği,
küçük bir ada ülkesi olan Japonya en gelişkin
emperyalist devletlerden biri olurken, yanı başındaki Çin’in ve Çin Hindi’nin neden sömürgeleştiği apaçık bir biçimde görünür oldu Tarih Tezi ışığında. Yani Tarih olaylarının tümü,
anlaşılmaz olmaktan çıkmıştı.
Hikmet Kıvılcımlı, aynı zamanda Türkiye
Devrimi’nin Önderidir; Kıvılcımlı, kendisinin
söylemiyle “70 yıl bu kara toprağın kuru öküzü” gibi yaşadı. Yazdıklarıyla ve yaşantısıyla
hep halkının içinde oldu. Devşirme bilgilerle,
üst perdeden tavırla halkına yaklaşmadı. Yazdığı sayısız eser hep Türkiye Halkının dertleri
ve bu dertlerin çözümüne ilişkindi. O’nun eşsiz teorik hazinesinin ışığında, günümüzün en
çetrefilli sorunlarını bile hemen gün gibi aydınlatıyoruz bizler, O’nun takipçileri olarak.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı, 27 Mayıs
Politik Devrimi, 12 Eylül, Kürt Sorunu, Türk
Ordusu, İnsan Haklarının genel sorunları, Şeriat Tehlikesi, Laiklik, Ermeni Sorunu gibi günümüzde yakıcı olarak yaşadığımız konularda
ve sorunlarda diğer devrimci yapılar yalpalarken onun mücadelesinin devamcıları olarak
bizler bir an olsun yanılmadık.
O’nun teorik ve pratik mirası sayesinde İşçi Sınıfının örgütlenmesinde, Gangster-Sarı
Sendikacıların karşısında Devrimci Sınıf Sendikacılığının bayrağını dalgalandırdık ve bu
bayrağı da dalgalandırmaya devam ediyoruz.
Sendikal mücadelede hiçbir devrimcinin yapamadığı, başaramadığı örgütlenmeleri gerçekleştirdik, İşçi Sınıfı için kazanımlar elde
ettik.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye için önerdiği ama aslında evrensel olan “Anarşi Yok!
Büyük Derleniş!” şiarının ne kadar önemli
olduğunu da bugün bir kez daha görüyoruz.
Dağınık sosyalist gruplar bir araya gelip belir-
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
li prensipler çerçevesinde birleşerek Proletarya Partisini kurmazlarsa devrim yapmanın
mümkün olamadığını görüyoruz. Emperyalizmin krizleri, kitleleri kendiliğinden ayağa kaldırsa bile, bu tepkilerin devrimle taçlanmayacağını hem ülkemizde hem de dünyadaki gelişmelerle bir kez daha görüyoruz.
İşte bu yüzden Türkiye Devrimi’nin başarıya ulaşması O’nun teorik ve pratik mirasının ışığıyla gerçekleşecektir. Demin de belirttiğimiz gibi, Hikmet Kıvılcımlı yaşadığı ülkenin, hayatın bir parçasıdır. O, hiçbir zaman kitaplar arasına sıkışmış bir aydın kişilik olmadı. O, 22,5 yılını Türkiye’nin yarı derebeyi
zindanlarında geçirmiş bilimli ve bilinçli bir
savaşçıydı. Ölüm anına kadar da insanlığın
hayvanlık konağından kurtuluşu için mücadele etmekten geri durmadı.
Bugün onun mücadelesi kütüphanelere sıkışmış kitaplarda, tuzu kuru beyefendilerin
verdiği konferanslarda değil, hayatın ve kitlenin içinde olan Kurtuluş Partililerin mücadelesinde yaşıyor.
Yaşasın Hikmet Kıvılcımlı’nın Devrimci
Mücadelesi!
(Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor
Kurtuluş Partisi Savaşıyor…)
***
Tacettin Çolak Yoldaş:
Halil Arkadaş’ımıza, Usta’mızın yaşamı
ve mücadelesi ve teorik-pratik birikimlerini
anlattığı konuşmasından dolayı teşekkür ediyorum.
Değerli Arkadaşlar,
Aramızda büyük bir çoğunluğu Partili yoldaşımız olup da hayatın değişik alanlarında
kitle örgütlerinde başarılı mücadeleler yürüten
arkadaşlarımız var. Her ne kadar gündemimize konukların tanıtımı olarak yazılmışsa da
biz bu arkadaşlarımızı, yoldaşların tanıtımı
olarak sunuyoruz.
(Konuklar takdim edilir.)
Değerli Arkadaşlar,
Şimdi Halil Arkadaş’ımızın konuşmasında
da belirttiği gibi İşçi Sınıfımızın içersinde
Hikmet Kıvılcımlı düşünce ve davranışını
dövüştüren, dosta da düşmana da kendini kabul ettirmiş, İşçi Sınıfı mücadeleleriyle, işgalleri, grevleriyle işverenler arasında da korku
salmıştır Ali Rıza küçükosmanoğlu. Yeni bir
sendikal örgütlenme söz konusu olduğunda işverenlerin birbirlerine sordukları, “ya Ali Rıza
mı? Aman ha. Ya anlaşacaksın, ya batacaksın”
şeklinde birbirlerini uyardıklarını biliyoruz.
Ve bileği hakkına İşçi Sınıfı önderi olmuş;
Yoldaş’ımız, DİSK Genel Başkan Yardımcısı
ve Nakliyat-İş Sendikamızın Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nda söz…
(Alkışlar… Slogan: İşgal Grev Direniş
Yaşasın akliyat-İş…)
Ali Rıza Küçükosmanoğlu
Yoldaş
Kurtuluş Partisi’nin değerli merkez yöneticileri, Genel Başkanı, değerli konuklar, değerli basın emekçileri, yoldaşlar, işçiler, emekçiler hepinizi saygıyla selamlıyorum. Hepiniz
hoş geldiniz.
(Alkışlar…)
Sözlerime Türkiye Devrimi’nin Ustası
Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yılında, O’nu en içten devrimci duygularımla, saygıyla, sevgiyle anarak
başlamak istiyorum.
Tarihin çok hızlı aktığı, tarihsel olayların
hızlıca yaşandığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Dünyada medeniyetlerin ortaya çıktığı, ama
bir taraftan da onunla beraber Tarihte sınıf çe-
Ali Rıza Küçükosmanoğlu
lişkilerinin ve sınıf savaşlarının yoğun olarak
yaşandığı, Tarihi olayların da hızlı aktığı bir
coğrafyada yaşıyoruz.
Ben çok fazla uzun dünya ve Türkiye’nin
siyasi değerlendirmelerine girmeyeceğim.
Çünkü bununla ilgili gerekli değerlendirmeyi
Yoldaş’ımız, Partimizin Genel Başkanı yapacaktır. Ancak birkaç şey de ben söylemek istiyorum, belirtmek istiyorum.
Özellikle İşçi Sınıfımız ve emekçi halklarımız açısından da çok sancılı bir dönemdeyiz,
süreçteyiz. Çünkü AKP bildiğimiz gibi bir
ABD Emperyalizminin ve AB Emperyalizminin projesi olarak kurdurulmuştur ve 10 yıldan
beri iktidardadır. Özel olarak Ortadoğu’nun ve
Türkiye’nin geleceğinin planlanmasında görevlendirilmiş bir siyasal partidir.
İşçileri ve emekçilerimizi getirmiş olduğu
durum ortadadır. Ekonomik olarak ortadadır,
siyasal olarak ve gelişmişlik olarak ortadadır.
Çünkü bir taraftan bu süreçte, dediğim gibi,
siyasi açıdan önemli tarihsel bir takım olaylar
yaşanıyorken, bir taraftan da işçiler, emekçiler
daha fazla yoksullaşmaktadır. Zenginler, Parababaları daha fazla zenginleşmektedir.
Gerek Forbes Dergisi’nin, gerekse Türkiye’deki Ekonomist Dergisi’nin yapmış olduğu
araştırmalar sonucunda hepimizin bildiği gibi
görülmüştür ki, Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı 38’e çıkmıştır. Dolar milyarderlerinin serveti, Türkiye’deki 100 büyük patronun serveti, geçen süre içersinde % 25 oranında artmıştır. Yani bir avuç Parababası zenginliğine zenginlik katmıştır. Zenginlikleri son
bir yıl içerisinde % 25 oranında artmıştır. Yani bırakalım uzun bir dönemi, son bir yıl içersindeki artmış olan zenginlik oranı % 25’tir!
Türkiye, dünyadaki gelir adaletsizliğinin
en yoğun yaşandığı ülkelerdendir. Çünkü Türkiye’deki yüzde 20’lik bir kesim, milli gelirin
yüzde 50’sine el koymaktadır. Yüzde 50’sine
sahiptir milli gelirin.
İşçi Sınıfımız giderek yoksullaşıyor, milli
gelirden almış olduğu pay yüzde 9-10’larda.12 Eylül’den önce bu oran yüzde 33, %
35’lerdeydi.
Ve bununla da yetinmiyorlar. Yani bir taraftan, özellikle son çıkarılan sendika, grev ve
toplusözleşme yasaları ve devamında çıkartılmaya çalışılan ve topluma, taşerondaki çalışmayı daha bir düzeltiyoruz, diye sunulan bir
takım yasalarla da işçiler iyice yoksulluğa ve
açlığa, güvencesiz çalışmaya mahkûm edilmek isteniyor.
Çünkü çıkartılan sendikalar ve toplusözleşme yasasıyla sendikalar artık tamamen işçilerin hak mücadelesi verdikleri ekonomik, demokratik örgütler olmak yerine, formalite icabı, Türkiye’de sendikalar da var, dedirtilen bir
noktaya çekilmek isteniyor. Türk-İş ve Hak-İş
gibi ihanetçi sarı gangster sendika yönetimleriyle de el ele vererek bu süreci tamamlamaya
çalışıyor AKP Hükümeti.
Türkiye’de bir milyonun üzerinde taşeron
var. Bunun 500-600 bini kamuda çalışıyor ve
giderek de taşeron çalışmayı daha da yaygınlaştırmak istiyorlar. Çünkü İş Kanunundaki
ikinci maddeyi değiştirerek, tümden, asıl işi
de taşerona verilebilecek şekilde; yani artık taşeronda çalışmanın tümden genel bir çalışma
haline dönüştürülmesinin hesabı yapılıyor.
Onu da nasıl ortaya koyuyorlar her olayda
olduğu gibi?
Biz taşeronda çalışan işçiye kıdem tazminat hakkı vereceğiz, sendika hakkı vereceğiz
yalanıyla yapıyorlar.
Hâlbuki şu anda da aslında taşeron işçiler
sendikalara üye olabiliyor ve sözleşme de yapabiliyorlar. Biz bunu Arçelik’te Yıldıran’da
yaptık. Yani orada taşeronla sözleşme yaptık
ve bu sözleşme de geçerli oldu. Yani özel sektördeki bir taşerona yaptık biz bunu. Taşeron
işçilerin kıdem tazminat hakları var ama öyle
ikiyüzlüce bir politika yapıyorlar ki, yandaş
medya kanalıyla da bu yalanı kitlelere bir anlamıyla yediriyorlar.
Bundan dolayı aslında Türkiye’de oynanmakta olan oyun… Ortadoğu’da petrol ve
Kafkaslar’daki doğalgaz zenginliklerine hükmedecek ve Türkiye’nin üçe parçalanmasına
yol açacak siyasi gelişmelerle paralel olarak,
ekonomik anlamda da bu süreci hızlandırmak
istiyorlar. Çünkü AKP, Türkiye’de işçiler
AB’den daha uzun süre çalışıyor, Türkiye’de
işçiler daha düşük ücret alıyor, diye bunun
propagandasını yapıyor ki, uluslararası tekeller Türkiye’de yatırım yapsın…
Son Yugoslavya, Arnavutluk ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki (bire ikiye, hatta
7’ye) parçalanan ülkelerin hepsinde işçiler ve
emekçiler daha fazla yoksullaşmıştır. İşçilerin
orada almış oldukları ücret, asgari ücret 300500 dolar civarındadır. Bu bölme ve parçalama da işçiler ve emekçiler açısından ekonomik anlamda da bir yükü beraberinde getirmektedir. Ama bunu tabiî kerte kerte yapıyorlar. Bu süreç bir taraftan AKP eliyle yapılırken
bir taraftan da özellikle AB Emperyalizmiyle
kitle örgütleri, sendikalar da kuşatılmaya çalışılıyor. Bir taraftan da onu yapıyorlar. Bir taraftan onların istedikleri yasal değişiklikleri
yapıyorlar. Bir taraftan da her türlü kuşatmayı
bu anlamda da yapmaya çalışıyorlar.
Aslında bu konuda kendi sendikamızla ilgili de belki birçok arkadaşımızla, yoldaşımızla paylaşmadığım bir konuyu da açarak örnek
vermek istiyorum.
Şimdi bizi Çalışma Bakanlığından aradılar. Defalarca arıyorlar Çalışma Bakanlığından. Gülay Arkadaş’ımız da burada, arıyorlar
bir toplantı var, işte sizden bir temsilci gelebilir mi? DİSK’i arıyorlar Nakliyat-İş Sendikası’ndan biri gelebilir mi? DİSK’ten arıyorlar,
işte bir toplantı var, bir proje var, Çalışma Bakanlığı yürütüyor, sendikadan bir temsilci gelebilir mi?
Ben de bir gün görüştüm. Ne projesi bu,
dedim?
Kamyonların yük tonajları ile ilgili bir proje hazırlıyoruz bakanlığın denetiminde, dediler.
İşte bu proje nedir?
Bu proje, kamyonlardaki yüklerin, azami
yüklerin (20-30 ton hatta daha da fazla yük
alınıyor), kapasitesine uygun olması ile ilgili,
denetlenmesiyle ilgili bir projeyi hayata geçirmek istiyoruz, bakanlık olarak. İşte bu projeyi
hayata geçirirken de çeşitli sosyal taraflardan
da bir komisyon oluşturup buradan görüş almak istiyoruz. Yani değerlendirme yapmak istiyoruz, dediler.
Israrla arayınca, tamam, dedim, bir görüşelim. DİSK’e geldiler. DİSK’e 65-70 yaşlarında bir vatandaş geldi. İngilizce biliyor, geldi konuşuyoruz. Benim DİSK’teki odamda da
Che Guevara’nın resmi var. Küba’ya gittiğimde almış olduğum Che Guevara’nın resmi var,
bir portresi var. Şimdi ona bir takıldı. Sordu:
Herhalde bir sembol olarak, bir idol olarak bir
yeri vardır, sizde Che Guevara’nın.
Ben de dedim ki: Valla ben Che Guevara’yı bir sembol, idol olarak değil, idealleri
için savunuyorum. Che Guevara’nın idealleri
ve davası bizim davamızdır. Ondan dolayı ben
Che Guevara’nın portresini odamda asıyorum.
(Alkışlar…)
Bozuldu bir, rengi değişti.
Ondan sonra işin rengi ortaya çıktı. Aslında tam bir antikomünist. Yani Doğu Almanya
(Demokratik Alman Cumhuriyeti) döneminde, devrimciler, sosyalistler tarafından dışlanmış bir ailenin çocuğu. Şimdi de AB’de bir
proje yürütüyor.
Neyse, dedi, çok önemli değil, dedi. Herkesin farklı farklı düşünceleri olabilir, dedi.
Sözde saygılı davranıyor. Ondan sonra konuştuk biraz. Ne yapalım? diye. Bir taraftan
bize yoklama çekiyor, bir taraftan; ya bu projede çok büyük olanaklar var. AB finanse ediyor, parası da çok, diyor. Yani beraber, ortaklaşa toplantılar yapabiliriz, sizinle bir takım işler yapabiliriz, diyor.
Ben de, bir izleyeyim, tamam görüşürüz,
falan dedim. Çok baştan kestirip atmadım.
Ondan sonra bir toplantı daha istediler. Bu
sefer bakanlıktan arıyorlar. Yani bakanlık da
bu işin içinde, Ulaştırma Bakanlığı. Tekrardan
bir toplantı var, diye aradılar. Bu toplantıya
Ankara’dan bir arkadaş katılabilir mi? Sizden
bir arkadaş katılabilir mi? diye.
Ben de bizim Bayram Arkadaş’ımız burada; Bayram Yoldaş’ımız ona dedim istersen
bir katıl Bayram dedim ne yapıyorlar, ne ediyorlar diye. Şimdi tabi bizim o tavrımızı da
görünce, hâlâ o toplantıda gündem ettiği konu
Che Guevara’nın fotoğrafı. Yani hâlâ daha
orada… Çıkamıyor oradan.
Şimdi geliş tarzları tamamen bu. Yani sendikaları da, bir takım kitle örgütlerini de uzun
yıllardan beri Türkiye’de, özellikle 15-20 yıldan beri kuşatmaya alıyorlar ve daha sonra da
sendikaların politikalarını yönlendirmeye çalışıyorlar. Yani bu projeler AB projesi. Dediğim gibi bazı projeler bir milyon doların üzerinde. Bir milyon Euro’nun üzerinde. 500-600
bin lira gibi çeşitli rakamlarla bazı dernekler,
bazı sendikalar da zaman zaman bu proje tuzağının (zaten Hak-İş’e, Türk-İş’e bağlı birçok sendika gönüllüce) içerisine girmiş durumda. Ve oradan da başlayarak aslında Türkiye’de son 20 yıldan beri bunu İnsan Hakları
Derneği’nden de, diğer birçok alana kadar
kendini sol içerisinde görüp de bu tuzağa kapılan ve bu yeme kapılan ve giderek gönüllü
Sorosçuluk yapan, gönüllü ABD Emperyalizminin sözcülüğünü yapan Sevrci solcu soytarılar dediğimiz kesimlerle bunlar giderek yol
aldı. Ve özellikle son 20 yıl içerisinde AB ve
ABD Emperyalizmi de kitleler içerisinde bu
projeler sayesinde yer edinmiş durumda.
Yani burada şunu yapmış olsak… Ya Che
Guevara’nın resmi bizim açımızdan da çok
önemli değil. Aslında biz de sembol olsun diye, bir yer doldursun diye buraya koyuyoruz
desek, ondan sonra musluğun ağzını açacaklar. Belki musluğun ağzını açacaklar.
O zaman sendika olarak neyi düşünecekler?
Bazı sendikaların ve kitle örgütlerinin yaptığı gibi; mücadeleye ne gerek var? Nasıl olsa
AB’den ve diğer yerlerden fonlar, paralar geliyor, mücadeleye ne gerek var, noktasına gelinecek. Asıl amaç, gönüllüce emperyalizmin
ajanlığını yapan bir örgüt durumuna düşürmek. Tüm mesele, tüm oyun da bu!
Bundan dolayı değerli arkadaşlar, değerli
yoldaşlar, konuklar: özellikle bu günlerde bu
Tarihsel dönemde Müslümanlar gibi imanımızı ve devrimci inancımızı her gün tazelememiz gerekiyor.
(Alkışlar…)
Yani böylesine alçalmanın, giderek ihanetin olduğu, baskının ve terörün arttığı bir süreçte, giderek yanılsamaların olduğu bir süreçte, işte Kürt Sorunu’ndan Ermeni Sorunu’na kadar emperyalizmin sözcülüğünü yapanlara karşı, bizim devrimci inancımızı, Usta’mızdan aldığımız ve devam ettirdiğimiz,
mücadelesini verdiğimiz bu Sosyalizm davasındaki inancımızı her gün tazelememiz gerekiyor. Çünkü bu olaylar karşısında ne kadar
inancımızı tazelersek, ne kadar mücadeleye
keskin bir kılıç gibi dalarsak, kavgaya girersek bizim başarmamamız için hiçbir neden
yok.
Ekonomik ve demokratik mücadeleyi elbette İkinci Kurtuluş Savaşı davasıyla beraber
verirsek bir anlam ifade eder. Yoksa tek başına, hepimizin bildiği gibi, sendikal mücadele,
kitle mücadelesi, hak mücadelesi bir yere kadar… İkinci Kurtuluş Savaşı davasıyla, mücadelesiyle bütünleşmeyen bir mücadele, her zaman eksik kalır, amacına ulaşmaz.
Çünkü nasıl ki Birinci Kurtuluş Savaşı yarım kalmışsa onun devamcısı olan, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırmanın ve emperyalizme karşı bağımsız, demokratik, Kürt
ve Türk Halklarından oluşan bağımsız bir
Anadolu Cumhuriyeti’ni kurabilmenin yolu
da, mücadelesi de buradan geçiyor. Bunu da
başaracak olan İşçi Sınıfımız, emekçi halklarımız ve tüm emekçi halklar içersinde örgütlenen ve mücadele eden Kurtuluş Partisi’dir, görev onun omzundadır. Kurtuluş Partisi’nin davasının güçlenmesiyle ve örgütlenmesiyle bu
mücadele elbet er geç başarıya ulaşacaktır, diyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Yaşasın Sosyalizm Kahrolsun Emperyalizm!
(Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm…)
Tacettin Çolak Yoldaş
Başkana çok teşekkür ediyorum. Projecililiğin, insanları ve örgütleri nereye getirdiği
malum. Bugün İHD, emperyalizmin beşinci
kolu durumunda. Bu projecilere karşı çok mücadele ettik, genel kurullarda çok burunlarını
sürttük. Ama nicelliğimiz, sayımız yetmediği
için bu gidişi engelleyemedik. Emperyalizmin
beşinci kolu haline geldi. Bir de maden işçisi
olup da sonradan montofon ineği besleyerek o
projelerle sütçülük yapan sendikacılarımız da
var maalesef. O kadar fazla derine girmeyelim…
Şimdi işçi liderimiz konuştu. Ama lider de
sıra neferleri olmadan liderlik yapamaz. Liderin hakkıyla yürüttüğü o mücadelede inançla,
bilinçle, kararlılıkla mücadele eden işçi yoldaşlarımızda sıra…
Öncelikle 2003 yılında zorlu bir mücadeleyle Nakliyat-İş Sendikamızın, DİSK’in saflarına kattığımız Konya Ambar işçilerinden, o
günden bugüne kadar her türlü sendikal ve siyasi görevi hiçbir yüksünmeye meydan vermeden yerine getiren Adem Yoldaş’ımızda sıra…
(Alkışlar… İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek…)
Adem Polat Yoldaş
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı
saygıdeğer Nurullah Ankut Hoca’mız, saygıdeğer divan, Türkiye İşçi Sınıfının Önderi, İşgal, Grev Direniş ustası, DİSK Genel Başkan
Yardımcısı, DİSK Nakliyat-İş Sendika’mızın
Genel Başkanı saygıdeğer Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve saygıdeğer yoldaşlar,
Hepiniz hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence
aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde
hepinizle bir arada olmaktan kıvanç duyduğumu bilmenizi isterim.
Adem Polat
Yoldaşlar, ben Konya Sürat Ambarı’nda
çalışan ve Nakliyat-İş Sendikası’nın işyeri
temsilciliğini yapan bir işçiyim. Nakliyat-iş
Sendikası ile hayatımda oluşan maddi-manevi
değişimleri, sendikanın bana kattıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Benim asıl mesleğim terzilik, yoldaşlar.
Ben terzilik yıllarımda gece gündüz çalışan
fakat ne uzayan ne kısalan bir insandım. Yıllarca terzilik yaptım fakat bir bisiklete ancak
36 yaşında sahip olabildim. Öğle yemeklerinde tavuk dönerin en ucuzu nerede satılıyorsa
orayı arar bulurdum. Bir zamanlar bu durumun benim kaderim olduğunu sanırdım: tâ ki
2003 yılında bir vesile ile Nakliyat-İş Sendikası ile tanışıp Ambar İşçisi olana kadar.
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Sonrasında ise hayatımda olağanüstü değişiklikler yaşadım. Ekonomik değişiklikler
oldu. Ancak özellikle 2008 yılından sonra işyeri temsilcisi olunca önemli değişimler de
beraberinde geldi. Bu değişimin en önemli
basamağı ise temsilciliğimin ilk günü patlayan Konya Destan Ambarı Direnişi’dir.
Sendikadan kurtulmak isteyen Özkan Ambarı
işverenlerinin bir kısmı “Destan Yazacağız”
diye Destan Nakliyat Ambarı’nı kurmuştu.
Biz bu Destan Ambarı’nın işçilerini örgütleyip sendikamıza üye yapmıştık. Bunu duyan
işveren işçilerin hepsini işten atmıştı. Biz ise
18 gün süren bir Direniş yaptık ve Destanı biz
yazdık.
tım ve şirketimde her yıl yapılan yıllık zam
oranı yüzde 2, yüzde 3 oranındaydı. Her yıl
bunun nedenini sorduğumuzda ise “ya bir dahaki sene daha iyi olacak arkadaşlar. Bu işler
böyle sizin bildiğiniz gibi olmuyor. Bunlar
merkez yönetimiyle ilgili. İnşallah bir dahaki
sene, inşallah bir dahaki sene…” derken beş
yılın sonunda ben 120 TL zam aldım.
Artık bu işin böyle gitmeyeceğini arkadaşlarla netleştirdik. Bu iş böyle gitmeyecek. Sonuçta bir şekilde bu olayı ortaya koymamız
(Alkışlar…)
Halen Destan Ambarı İşçileri Toplu İş
Sözleşmesi ile çalışmaktadır ve bu Destan devam etmektedir.
İşte o gün şunu anladım: Örgütlü işçinin,
örgütlü mücadelenin kesinlikle zafere ulaşacağını, fakirliğin, yoksulluğun kader olmadığını ve insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyebileceğini anladım.
Ondan sonraki dönemlerde Birnak, Turtalya, KYC, Mahle, Selçuk Üniversitesi,
Konya Metro ve daha birçok örgütlenmelerde
yer aldım. Bu örgütlenmeler bilincimi daha
da biledi. Sonra bunun sadece işçi örgütlemeleri ile sınırlı kalmaması gerektiğini, terzilerin de, köylülerin de, memurların da kısaca
tüm halk kesimlerinin çektiklerinin de kader
olmadığını bilincime çıkardım. Kurtuluş Partisi’ne bu anlayışla üye oldum ve çevremdeki
insanlara da Partimizi anlattım ve üye olmalarını sağladım. Partinin düşüncesini, benim
gibi düşünen işçi arkadaşlarımla birlikte eğitim şeklinde aldıkça bilincim daha da pekişti.
Partinin boyanmasından, pazar günleri nöbet tutulmasına kadar Partinin pratik işlerinde
görevler aldım. Partinin günlük işlerine kafa
yordukça daha çok haz almaya başladım. Ben
de, maalesef başka arkadaşlar gibi, maaşımı
alıp birçok şeye kayıtsız kalabilirdim. Ancak
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın şu sözleri
beni çok etkiledi. Usta’mız diyordu ki; “Ben
insanın hayvan yerine konulmasına karşı
çıktığım için Sosyalistim.”
(Alkışlar…)
İşte ben, bundan hareketle Sosyalist oldum. Yaptığımız eğitimlerde Sosyalizmin
gerçekten başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere
tüm halkımızın ve tüm insanlığın biricik kurtuluş yolu olduğunu öğrendim. Kurtuluş Partisi saflarında tüm insanlığın kurtuluşu için
mücadele edip Kurtuluş Partisi bayrağını hep
yukarıda tutacağıma söz veriyorum. Sevgi ve
saygılarımı sunarım.
Kahrolsun Parababaları Düzeni!
Yaşasın Sosyalizm!
Yaşasın DİSK akliyat-İş Sendikası!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
(Alkışlar… Slogan: İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız…)
Tacettin Çolak Yoldaş
Usta’mızdan öğrendiğimiz; İşçi Sınıfının
kendi bencil çıkarlarıyla yetinmemesi gerektiği, sadece ekonomik mücadeleyle yetinmenin gerçek anlamda bir mücadele olmadığı ve
nihai kurtuluşa götürmeyeceği şeklindeydi.
Ve Konya gibi gericiliğin yoğun olduğu bir
bölgede, bileğinin hakkıyla sınıf mücadelesi
içerisinde yer almış ve kendi bencil çıkarlarıyla da yetinmemiş, İşçi Sınıfımızın değişik
işkolları mücadelelerinde yer almış ve nihai
kurtuluş mücadelesi olan siyasi mücadele bilincini de almış Adem Yoldaş’ımıza biz de teşekkür ediyoruz.
Şimdi Nakliyat-İş klasikleri var, değerli
arkadaşlar. Sloganda da belirtildiği gibi: İşgal
Grev Direniş!
Borusan İşgali de bu klasiklerden bir tanesidir. Yaşadığım İzmir’de basından, televizyondan izledikçe, gözlerim yaşararak, gerçekten duygulanarak izlediğim ve sonuçta da
bileğinin hakkına bu mücadeleyi başarıya
ulaştırmış olan Borusan Direnişçilerinden Ali
Arkadaş’ımızda söz.
(Alkışlar…)
Borusan Direnişçisi Ali
Teymur Yoldaş
Öncelikle hepinize merhabalar arkadaşlar.
Partimizin Genel Başkanı, Nakliyat-İş Genel
Başkanı, diğer sivil toplum örgütleri başkanları, diğer sivil toplum örgütlerinden gelen arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Borusan Lojistik’te beş yıl boyunca çalış-
Ali Teymur
lazım. Ama nasıl koyacağımızı bilmiyoruz.
Bu arada bir arkadaşımız var. Adını buradan
anayım, Ahmet Gülen Arkadaş’ımız. Daha
önceden Arçelik’teki sendikal faaliyetlerde
bulunmuş, orada Nakliyat-İş’in üyelerinden.
Ben Nakliyat-İş’i tanıyorum. Gelin beraber
gidelim, görüşelim, dedi. Biz de beraberce
Gebze Şubesi’ne giderek Erdal Başkan’ımıza
konuyu dile getirdik: Bu işi biz nasıl yaparız?
diye sorduk.
Öncede biraz beklememizi, arkadaşlarımızla örgütlenmemizi hani bu işlerin birden
olmayacağını, önce aramızda bir netlik oluşturmamız gerektiğini belirtti.
Bu arada bizler tam örgütlenmeyi başarırken işveren bunu duyuyor ve hepimizi işten çıkarttı. Tabiî sendikaya üye değilken bile hepimizi işten çıkarttı. Daha sonra bize sendikamız
sahip çıkarak eylemlere, Direnişe başladık. Bu
şekilde Nakliyat-İş’in bir sloganı var: İşgal,
Grev, Direniş, diye. Bunu gerçekleştirdik. Borusan Lojistik Kültür ve Sanat Merkezi’ni İşgal ederek hakkımızı aldık. Fazlasıyla aldık.
(Alkışlar… Slogan: Direne Direne Kazandık…)
Şirket yöneticileri her gün toplantı yaparak işçilere baskı yaptı. Sendikaya üye olursanız hayatınız kararır, hayatınızda bir leke olarak yer alır. Hiç bir işyeri sizi işe almaz. İşte
bunlara uymayın. Bunlar farklı düşüncelere
sahip insanlar. Eğer bunlara uyarsanız işte hayatınız biter gibi, farklı farklı şekilde, farklı
farklı vaatlerde bulunarak arkadaşlarımızı
zorla istifalara yönlendirdiler. Ama sonuç itibariyle biz bir olduk; kazandık, buradayız!
Bugün sizlerle birlikte olmaktan gurur duyuyorum. Teşekkür ederim.
(Alkışlar…)
Tacettin Çolak Yoldaş
Ali Arkadaş’ımıza biz de çok teşekkür
ediyoruz. Tanıtmamız gereken arkadaşlarımız
var.
(Konukların takdimine devam edilir.)
Tacettin Çolak
Değerli arkadaşlar, şimdi yine Usta’mızın
sonsuz güvenmek dediği gençliğimizde söz.
Zafer Arkadaş’ta.
(Alkışlar… Slogan: İşçi Gençlik El Ele
Kurtuluş Partisi’ne…)
Merhaba Yoldaşlar,
Öncelikle, “Yıldırılamaz Gençlik” şiarıyla devrimci mücadelesini sürdüren Kurtu-
Zafer Bağlama Yoldaş
luş Partisi Gençliği adına hepinizi tüm devrimci samimiyetimle selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Bugün burada toplanma amacımız; Türkiye toprağının yetiştirdiği en büyük devrimci,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde anmak ve Usta’mızın Merkez Komitesi’nde görev aldığı gerçek TKP’nin 1920’de başlattığı,
Türkiye ve Dünya Halklarının Kurtuluş Mücadelesinde dosta düşmana mücadelenin ve
Kıvılcımlı Usta’nın gerçek devamcılarının
bizler olduğunu bir kez daha kanıtlamaktır.
Peki, dostumuz, düşmanımız kimdir?
Dostumuz emperyalizme karşı halkların
kurtuluşu için hiçbir şahsi çıkar gözetmeden
tüm benliğiyle mücadeleye atılan kişidir bizim.
Düşmanımız ise ABD-AB Emperyalistleri ve kendi çıkarları için emperyalizmle işbirliği yaparak kendi halkını ve vatanını satan
alçaklardır.
Tefeci-Bezirgân Sermayenin Türkiye’deki
temsilcisi, ABD-AB Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki işbirlikçisi Tayyipgiller, halklarımızı ve gençliğimizi türlü yalanlarla kandırmaya çalışmaktadır. Din alıp din satarak ülkeyi yöneten Tayyipgiller, ağababalarına biat etmekte hiçbir sınır tanımazlar. Çünkü bunlar
onuru, haysiyeti ve şerefi bilmezler, anlamazlar bu kavramlardan. Bunların dini de, imanı
da para, koltuk hırsı olmuştur.
Neredeyse iki yıl olacak, ABD-AB Emperyalistlerinin Suriye’deki hainleri, alçakları
silahlandırıp masum Suriye Halkının üzerine
saldırtması. Tabiî ki bir tek alçakların silahlandırılması yetmez, kuklaların da oynatılması gerekmektedir. Tayyipgiller “Kardeşim” diyordu, Beşşar Esad’a.
Ne oldu da birden çark etti?
Çark edecek yoldaşlar, eğer etmezse sorun
var demektir. ABD-AB Emperyalistleri tarafından yönetilen her sistem, yönetenin istediğini yapacak şekilde donatılmıştır. Bu sebepten Tayyipgiller, Suriye olaylarında koçbaşı
rolünü üstlenmiş, Haçlı’nın keşişi olmakta
karar kılmıştır. Tayipgiller’in tek hainliği Suriye olayları da değildir. Irak’ta, Libya’da hatta ABD-AB Emperyalistlerinin çıkarı neredeyse, kendilerine düşen görevi yerine getirmek için yapmayacakları hainlik yoktur…
Gündeme geldiği ilk günden beri İşçi Sınıfımızın tepkisine neden olan Toplu İş İlişkileri Yasasına karşı protesto eylemleri düzenlendi. Bu eylemlere katılan işçileri, sendikacıları ve halkımızı her türlü teçhizatla donattıkları kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya getirmekten hiç çekinmediler. Bu karşılaşmaların
tamamında kolluk kuvvetleri insanlık dışı
müdahalelerde bulundu. Gene aynı şekilde İşçi Sınıfımızın bu tepkisini görmezcesine yasayı Meclisten geçirdiler.
Kış ayları daha henüz yaklaşmamışken
yaptıkları zamlarla emekçi halkımıza paran
varsa yaşayabilirsin, dediler.
Peki, halkımızın emeği karşılığında aldığı
ücret, bu zam artışları kadar arttırıldı mı?
Hayır, yoldaşlar çünkü bu alçakların mayası bozuktur. Türkiye topraklarında bunların
böyle olduğunu, “ABD-AB Emperyalistleri
ve onların işbirlikçileri Vahdettin’lerin, Damat Ferit’lerin torunları Tayyipgiller” sözleriyle korkusuzca ve en net şekliyle söyleyen
tek siyasi hareket biziz, yoldaşlar. Bu nedendendir Tayyipgiller’in bizim hareketimizle
olan husumetleri.
Sadece bizimle de değildir. Mustafa Kemalci, laik, ilerici, yurtsever; akademisyenler,
genç subaylar, gazeteciler, yargıçlar ve diğer
unsurlara da düşmandırlar Tayyipgiller. CIA
tarafından hazırlanmış Ergenekon, Balyoz,
Oda Tv gibi davalarla bu insanları susturmaya çalışıyorlar.
Evet, yoldaşlar, bu hainlerin diğer bir
planlarıysa eğitimi tamamen Ortaçağdaki gibi
Şeriat kurallarının geçerli olduğu, laiklikten
uzak, bilimselliğin kırıntısı olmayan, antidemokratik, gerici bir hale getirmek istiyorlar.
Bu düşüncelerini açıkça dile getirmediler
mi?
Başbakan Tayyip, “Dininin ve kininin davacısı olacak nesiller yetiştireceğiz”, diyordu.
Bu projeleriniyse tamamen gerici kadrolarıyla donattıkları MEB eliyle “4+4+4 Kesintisiz Eğitim Sistemi” diyerek hayata geçiriyorlar. Bu eğitim sistemiyle asıl amaçladıkları,
halklarımızı Ortaçağın karanlığına gömmek
ve okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara, öğrencilerimizi de tarikatlara
mürit haline getirmektir. Ortaokulların imam
hatip bölümlerini bu nedenle açtılar. Bu proje
dâhilinde birçok ilde okulların imam hatiplere veya birkaç sınıfın imam hatip sınıfına
dönüştürülmesini amaçladılar.
Kurtuluş Partililer olarak gençliğimizle
birlikte bulunduğumuz her ilde bu projenin
hayata geçirilmemesi için mücadele verdik.
Verdiğimiz mücadeleler sonucunda Ankara
Batıkent’te engelledik bu gerici zihniyeti ve
Kardelen İlköğretim Okulu, imam hatibe
dönüştürülemedi.
Ortaçağcı bu akım çok hızlı yol almaktadır. Yıllardır özlemini çektikleri ve CIA İslamının bir simgesi haline getirdikleri Türbanı
eğitimin tüm aşamalarında ve tüm biçimlerinde serbest bırakmak amacıyla kılık kıyafet
yönetmeliğinde değişiklik yaptılar. Halkımızı
ne ile kandırıyorlar; tek tipçiliği kaldırıyoruz.
Peki, neyi getiriyorsunuz?
Size göre türban: cennetliklerle cehennemlikler; güçlüden yana olanlar ile ona karşı olanlar arasındaki farkı belirleyecek. Daha
da net söylersek, senden olmayanı daha kolayca fişleyebileceksin. Tek tipçiliği kaldıracak fakat kendi ideolojinin tek tipçiliğini getireceksin.
Din alıp din satsan da; senin aldığın da
sattığın da belli bir ideolojinin dinidir. Halkı-
mızın dini alınıp da satılamaz. Daha bunu bile bilmiyorsun “behey Müslüman kanıyla abdest alan, zangoç!”
(Alkışlar… Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek…)
ÖSYM’nin yaptığı SBS, YGS, LYS,
KPSS gibi daha birçok sınavların her birinde
farklı bir şaibe çıktığı ve eşit olmayan eğitim
sisteminde başarılı olamadığı için, yaşları 14
ile 17 aralığında olan, her yıl onlarca arkadaşımızın kendi hayatlarına son vermelerinin
sorumlusu bu alçaklar sürüsüdür. Unuttuk
sanmasınlar, unutmuş değiliz… Alçaklar sürüsünün işlediği tüm insanlık suçlarının hesabını, gün gelip de devran döndüğü zaman Partimizin önderliğinde Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak soracağız.
Eğitim sisteminin daha da kötüye götürüldüğü şu günlerde geri durmuş değiliz. Halk
Kurtuluşçu Liseliler olarak okullarımızda gerici faşist rüzgârlar estirmeye çalışan cemaatçilere, faşistlere bir an olsun aman vermeyeceğiz.
Bizler örgütlü gücün, hiçbir kuvvet tarafından yenilemeyeceğini çok iyi bilmekteyiz.
Çünkü bizler 2010 yılında kendilerinden olmayan tüm öğrencilerin hakkının gasp edildiği sınavlardaki şaibeler gün yüzüne çıkar çıkmaz, “Emek Hırsızı ÖSYM Grubu” adıyla örgütlendik. Türkiye’nin dört bir tarafında yüzlerce kişiyle eylemler yaptık. Bu eylemlerde
dedik ki, Ali Demir’i uzaya postalayacağız.
Bu nedenle Ali Demir, Tayyipgiller tarafından gerizden aşağı süpürüldü. Uzaya postalayacağımız çok çakal olduğunu biliyoruz. O
çakallar da bilsin ve akıllarının bir köşesine
kazısınlar: Halk Kurtuluşçu Liseliler her yerdedir…
(Alkışlar…)
Bu sınavlarda başarılı olup da bir üniversiteye adım atan arkadaşlarımızsa daha otogara inmeden, daha önceden numaralarını ele
geçiren cemaatler ve tarikatlar tarafından
aranmaktadır. Emekçi halkımızın çocuğu,
okumak için kazandığı üniversiteye, komşudan, sağdan soldan alınan borçlarla güç bela
gelebilmektedir. İnsanlarımızı önce bu duruma düşürüp daha sonra bu durumdan faydalanmakla din alıp din satan bu örgütler CIA
Zafer Bağlama
İslamını uygulamaktadırlar.
Parti Gençliği’mizin yaptığı araştırmalara
göre 2 milyonu geçen örgün üniversite öğrencisi için devlet yurtlarının kontenjanı sadece
250 bin civarındadır. Rakamlar bizlere, halkımızın çocuğunun üniversiteyi kazanmadan
cemaatlere ve tarikatlara muhtaç hale getirildiğini göstermektedir. Bunlara karşılık Partimiz Gençliği olarak, “e Cemaat Yurdu e
Tarikat Evi! İnsanca Barınmak İstiyoruz!”
kampanyasıyla bu gerçekliği kamuoyuna gösterdik.
Tayyipgiller ise her ilimize bir üniversite,
üniversite olan her yere son teknolojilere sahip yurtlar yaptıkları yalanını hiç utanmadan
söylemektedirler. Bu eğitim öğretim yılının
başlangıcında ise parasız eğitim verecekleri
yalanını gözümüzün içine bakarak söylediler.
Oysa bunların “parasız eğitim” dedikleri koca
bir yalandan ibarettir. Çünkü Parti Gençliği’mizin yapmış olduğu araştırmalara göre,
bir üniversite öğrencisinin eğitim harcı, eğitim harcamalarının sadece % 10’luk bir kısmını oluşturmaktadır.
Üniversite Gençliği’miz zamanının büyük
bir bölümünü, en temel eğitim masraflarını
karşılamaya çalışarak kaybetmekte, kalan zamanı ise dersleriyle geçirmektedir. Gerçek insan gibi yaşamanın gerekliliklerinden olan
üniversitesinin sorunlarına, eğitim sistemindeki yanlışlıklara, kendi ülkesinin götürülmekte olduğu kaosa, birlikte ürettiği ve birlikte yaşadığı halklara karşı yapılan zulümlere karşı tepki göstermesin diyerek, 12 Eylül
Faşizminin çocuğu, şimdi ise Tayyipgiller’in
kuklası olan YÖK, kurulduğu ilk günden iti-
9
baren Aydın Gençliğin başına musallat edilmiştir.
YÖK tarafından açılan soruşturmalar,
okuldan uzaklaştırmalar, atılmalar ve polisÖGB işbirliğiyle de yarattığı fiziksel baskıyla
devrimci-demokrat gençliğimiz sindirilmeye
çalışılmaktadır. Bu belaya karşı gençliğimiz
her 6 Kasım’da olanca gücüyle bulunduğu
her üniversitede bildiri dağıtımı, afişleme, yazılama ve çeşitli eylemlerle tepkisini dile getirmektedir. Geçen 6 Kasım’da da “YÖK’e
Boyun Eğmeyeceğiz!” diyerek, YÖK’e olan
hıncımızı haykırdık. YÖK’ü tarihe gömmek
için çıktığımız bu yolda zaferi ve de Parasız,
Bilimsel, Demokratik, Laik, Anadilde, Eğitim Mücadelesini kazanacağız.
Gençliğimizin üzerindeki bunca baskıya
ve söylenen tüm yalanlara rağmen, Aydın
Gençlik olarak bizlere düşen görevleri bilmekteyiz. Bu noktada Lenin Usta’dan birkaç
alıntı aktarmak istiyorum:
“(…) öğrenciler, aydınların en duyarlı
tepkide bulunan bölümüdür ve aydınlar,
tüm toplumda sınıf çıkarlarını ve siyasi guruplaşmaların gelişmesini en bilinçli, en
kararlı ve en doğru biçimde yansıtan ve
ifade eden bir kesimidir.” (Lenin, Devrimci
Gençliğin Görevleri)
Usta devamında ise gençliğin mücadeledeki önemini birkaç madde ile vurgular. İlk
madde olarak, “mücadelenin sonucunu belirleyen gençliktir”, der. İkinci maddede; “Bu
anlamda gençlikten korkmamak gerekir”, der.
Üçüncü madde de ise, tersine, “gençliğe daha
yoğun şekilde eğilmek gerekir”, der.
Bu bilinçle mücadele ettiğimiz okullarımızı, ne her türlü maddi olanakları elinde bulunduran cemaatlerin ve tarikatların örümcek
beyinlilerine, ne de gaflete düşerek bu alçaklarla işbirliği içerisinde olan Sevrci Soytarı
Sahte Solculara bırakmayacağız. Aydın Gençliğin mücadelesinin önemli cephesi olan üniversitelerimizde bu kararlılıkla mücadele etmekteyiz.
Diğer yandan çok iyi bilmekteyiz ki, Aydın Gençlik bir sınıf değildir. Bu nedenle bir
sınıfın yanında yer alması gerekmektedir. Karakteri gereği İşçi Sınıfı saflarında yer alan
Aydın Gençlik olarak, İşçi Sınıfımız içerisinde onlarla birlikte kol kola, omuz omuza birlikte mücadele de vermekteyiz.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı:
“Aydın genç Antika çağın ezik, cahil
köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği Modern İşçi Sınıfı gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir. Üstelik gençliğimizin tükenmez
“Genç Türkler” devrimci geleneği vardır.
Yıldırılamaz gençlik!” der.
Bu nedenden ötürüdür ki, Usta’mız gibi
her zaman “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diyerek, başlarız sözümüze.
Ve gene bu nedenden ötürüdür “Yıldırılamaz Gençlik” şiarıyla mücadele edişimiz!
Evet Yoldaşlar,
Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; baskılara, yalanlara, talanlara karşı her zaman İşçi
Sınıfımızın yanında yer alarak, Halk Kurtuluş
Cephesi’nin örülmesinde de bizlere düşen
görevi layıkıyla yapacağız.
Demokratik Halk İktidarını kuracağımızdan ve Proletarya Partisini yeniden örgütleyerek, insanlığın biricik kurtuluşu olan Sosyalizm ile taçlandıracağımızdan, hiçbir şüphemiz yoktur.
Sözlerimi benim de çok severek aklımın
en derinlerine çivilediğim Usta’mızın sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Görev başında ömür merdiveninin son
basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve
yoldaşlığı dışında hiç bir şey beklemedik.
Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil… Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da.
Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”
(Alkışlar…)
Tacettin Çolak Yoldaş: Zafer arkadaşımıza çok teşekkür ediyoruz. Gençliğimizin,
arkadaşımızın da saydığı mücadeleler içerisinde ödediği bedeller de var. Yurtkur mücadelesinde yargılanan 47 yoldaşımızın Salı günü de duruşması olacak. Umarım oradan da
beraat kararı alırız. Zafer hanemize o beraatı
da yazarız…
Arkadaşlar aramızda İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği Antalya Bölge Temsilcisi Yaşar Avcı da bulunmaktadır.
(Alkışlar…)
10
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Sevgi olmayan yürekte devrimci duygular yaşamaz
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın Konuşması:
Tacettin Çolak Yoldaş: Sinevizyonu hazırlayan
genç arkadaşlarımıza emeklerinden dolayı teşekkür
ediyoruz.
(Alkışlar…)
Tacettin Çolak: Şimdi özlemle beklediğimiz an
geldi. Usta’mızın yanı başında mücadele etmiş, partimizin önderi, Nurullah Ankut Abi’mize söz veriyoruz.
(Alkışlar…)
urullah Ankut Yoldaş:
Sevgi ve Saygıdeğer yoldaşlarım,
Saygıdeğer konuklar;
Genç yoldaşlarımın sinevizyonunu izleyince hep
bana üzüntü veren, bir anlamda isyan duyguları da
uyandıran bir konuya değinmek istiyorum.
İşte sinevizyonda gösterilen bu onlarca direnişi biz
yaptık. 12 Eylül sonrasının ilk işçi işgalini, işyeri işga-
urullah Ankut Yoldaş: Kani Beko vardı evet.
Bir Dinleyici: Sosyal demokratlar.
urullah Ankut Yoldaş: Sosyal demokratlar da
vardı. Bu Kani Beko, şu anda da konuşuyor bazen tv
ekranlarında. O zamanlar bir genç kadın işçiye telefon
mesajlarıyla tacizde bulunuyor. Bu kadın işçi, bize geldi; bunun alçaklığını, ahlâksızlığını belgeleyen mesajlarını gösterdi. Biz de bunları yayımladık. O zamanki
Genel-İş ve DİSK yönetimi, ölü numarası yaptı bu ahlâksızlık karşısında. Duymazlıktan, görmezlikten geldi.
Ve şu anda da zaman zaman çıkıyor ekranlarda konuşuyor. İşçi lideri diye... Yani ne diyeyim…
Şu anki DİSK yönetimi de bu düzenbazlıklara ortak
olmuş kişilerden ve hareketlerden oluşmaktadır. Yani
bunların neresi solcu? Bunu defalarca söyledik, yüzlerine karşı da söyledik. Tek bir cümlelik cevap veremediler. O yüzden ayrıştık onlarla biz. Hamurumuz, mayamız, kumaşımız farklı. Biz gerçek insanız. Ama onlar sadece surette, görünüşte insan. Biz gerçek devrimciyiz. Onlar sadece görünüşte devrimci, sahte devrimci. O yüzden onların alınlarına gerçek kimliklerine
uyan ismi koyduk biz; Sevrci Soytarı Sahte Sol.
ber yine bu semtte, yakın
bir yerde, bir konferans düzenlemiştik. O konuşmaları
içeren kitabımız da yayımlandı. Ben o zaman altını çizerek söylemiştim: Gelecek
yıl 1 Mayıs’ı 1 Mayıs Alanı’nda Taksim Alanı’nda
özgür ve kitlesel olarak kutlayacağız, diye. Ve 1 yıl
sonra özgür ve kitlesel olarak kutladık, 1 Mayıs’ı.
Onu da adım adım işleyerek
gerçekleştirdik, 1 Mayıs’ı
da. Her yıl belli bir mevzi
daha aldık, bir mevzi daha
aldık. DİSK de geri adım
atamadı, DİSK yönetimi de. Bizim kararlı tutumumuzdan dolayı geriye çekilemedi ve 1 Mayıs’ı özgürleştirdik. Ve 1 Mayıs Alanı’nda kitlesel olarak bugün 1 Mayıs’ı kutlayabiliyorsak, bunda belirleyici güç biziz, arkadaşlar.
Kitabımız burada, büyük boy, 300 küsur sayfalık.
Ona da bir tek satır yanıt veremediler. Ne yaptılar, bizimle ilişkileri askıya aldılar. Uğurlar olsun. Hiç umurumuzda değil.
Geçen haftanın, iki gün öncenin bir haberi dikkatimi çekti. 12 Eylül Utanç Müzesi sergileniyor, değil mi
arkadaşlar. Ankara’da, İzmir’de ve son olarak nerede
oldu arkadaşlar?
Bir Dinleyici: Antalya’da.
urullah Ankut Yoldaş: Antalya’da oldu değil
mi?
Antalya Belediye Başkanı da destek verdi o müzenin açılışına. Bütün kanallarda görüldü ve Ulusal Kanal’da da uzun uzun gösterildi. Şöyle şöyle işkencelerin yapıldığı gösterildi, Denizler’in asıldığı darağacı
gösterildi, işkence aletleri gösterildi, katledilen, asılan,
şehit edilen devrimcilerin fotoğrafları gösterildi orada
diye. Ulusal Kanal da o müzeyi savunarak, 12 Eylül’ü
eleştirerek verdi haberi. (Hikmet Kıvılcımlı’nın afişteki fotoğrafını göstererek. – Kurtuluş Yolu) Usta’mızın
bu fotoğrafını Göztepe’deki evinde bir arkadaşla çekmeye gittik. Grafik bölümü öğrencisiydi arkadaşımız.
O zaman bizimle birlikte davranıyordu. Ne yazık ki 12
Mart sonrası, yüzeysel anladığı için Usta’mızı, yani
teorimizin özünü kavrayamadığı için bizden ayrılmıştı,
Avrupa’ya gitmişti. Orada bugünkü İşçi Partisi ekibiyle birlikte davranmaya başlamış. Teoriye kafası basmazdı. Hep görsel takılırdı. Tuttuğu yolda sebatkâr,
özü sözü bir, mert, yiğit bir yapısı yoktu. O nedenle de
arkadaş çevresinde “Dümenden” lakabıyla anılırdı.
Konya’dan, liseden sınıf arkadaşımız olmuştu. İstanbul’da üniversite öğrenciliğimizde de ev arkadaşımız. İşte bu sebepten o zaman bizimle davranmıştı. Almanya’ya gidince orada PDA’cıları bulmuş. Kolayca
görüşünden vazgeçerek PDA’cı, bugünkü versiyonuyla
İP’çi olmuştu.
Kıdemli yoldaşlarımız bilir İşçi Partisi ki, 12 Mart
öncesi PDA, Proleter Devrimci Aydınlık (Usta’mızın
deyişiyle Ak Aydınlık) dergisini çıkarıyorlardı. 12 Eylül öncesinde ise Türkiye İşçi Köylü Partisi adıyla örgütlenmişlerdi. Bu hareket, 12 Eylül Faşist Darbesini
savundu ve savunmalarında; 12 Eylül’ü savunan tek
sol grup biziz, diye övünerek bu görüşünü dile getirdi.
Ve Merkez Komite’den Mustafa Kemal Çamkıran Türkiye’de işkence falan yoktur, askeri harekât kimseye işkence yapmamıştır, bunu ispatlamak için ben Türkiye’ye gidiyorum dedi ve geldi Avrupa’dan.
Mamak’ta bunu işkenceciler bilmedikleri için, sıradan, bizim gibi gerçek devrimci sandıkları için, işkenceye aldılar. Ben 12 Eylül’ü savunuyorum deyince, as-
(Alkışlar…)
(Alkışlar…)
lini de biz yaptık. 10 binin üzerinde işçi örgütledik.
Başka hiçbir siyaset bunu gerçekleştirmiş değil. Sadece İzelman’da 6 bin işçiyi örgütledik.
Amacımız şuydu: Eğer madrabazlar, düzenbazlar,
sahte solcular yolumuzu kesmeseydi, daha büyük bir
hızla binlerce, on binlerce daha işçi örgütleyecektik. Ve
onun yarattığı güçle, etkiyle, çekim alanıyla Derlenişi
sağlayacaktık. Ama ne yazık ki…
İzelman’dan örnek vereyim; o zamanki CHP’li belediye başkanı Piriştina, işte işçi yoldaşlarımız burada
Ali Başkan ve Zeki Başkan, o örgütlenmenin sendikal
önderleri ve fiili önderleri aynı zamanda. İzmirli yoldaşlarım da burada. 3 senedir toplusözleşme yapmamış
işçileri satacaksın, dediler. Yahu 6 bin işçiyi nasıl satarız biz? Bu yaşımıza kadar hiç kimseyi satmadık, hiç
kimseye yalan söylemedik, hiçbir zaman verdiğimiz
sözden döndüğümüz olmadı bizim.
Ne yazık ki hayat böyle işte, yoldaşlar. Öyle bir
madrabazlar, düzenbazlar dünyasında yaşıyoruz ki, namuslu olmak, yiğit olmak, mert olmak suç. Düzenin
gereği bu… Bu düzen insanları çamurlara buluyor, paçavraya çeviriyor; gerizlerin kenarında yetişen bitkiler
gibi, sebzeler gibi. Hiçbir olumlu yönü yok.
Ama bu durum değişecek!..
Sureta insan olarak geziyorlar; sözüm ona solculuk
yapıyorlar, devrimcilik yapıyorlar. Ama gerçek devrimcilik değil yaptıkları. Denizler’i, Mahirler’i sömürüyorlar. Ama hiç ilgileri yok. İşte Savunmalarını biz
satıyoruz. Sadece bizde var. Başka hiç birinde yok. Denizler’in savunmasını sadece 68’liler Birliği Vakfı’nda
ve bizde bulursunuz. Başka hiçbir yayınevinde, kitapçıda, hiçbir sol grubun standında bulamazsınız. Çünkü
ilgileri yok bunların Denizler’le, Mahirler’le. Bizim bir
tek konuda ayrılığımız vardı: Devrim anlayışı konusunda. Onun dışındaki görüşlerimiz ortaktı. Usta’mızdan etkilenmişlerdi zaten. İlişkilerimiz de çok iyiydi.
15-16 Haziran Büyük Şanlı İşçi
Direnişi’nde yer alan örgütlü tek siyasal
hareket bizdik
15-16 Haziran Büyük Şanlı İşçi Direnişi’yle ilgili
kitabımız da yayımlandı, arkadaşlar. Usta’mızın önderliğinde o zaman çıkardığımız Sosyalist Gazetelerine
bakarsanız, o Direnişin de adım adım işlendiğini, örgütlendiğini görürsünüz. Zaten ondan sonraki tevkifat(Alkışlar…)
ta, şu anki adı terörle mücadele şubesi olan birinci şuBiz Usta’mızdan insanlığı öğrendik. Namusu, yiğitbeden polis şefi işkenceci Zeki Akkaya; “Aylardır büliği, mertliği, fedakârlığı öğrendik, biz satamayız, deyük direniş, büyük direniş diye işçileri kışkırtıyorsudik. O zaman toplu iş sözleşmesi görüşmelerine siz kanuz, bu işin olacağı buydu”, dedi. İşçiler burada, Kurtılmayın, biz katılanlarla bu işi götürürüz, dediler. O zabağalıdere’de, polis öldürmüşlerdi, o yüzden polisler
man biz sendikanın yöneticisi değil miyiz? Nasıl olur?
panik halindeydiler o zaman.
Bu dolaylı yoldan suça ortak olmak olur; bunu da yaSiyaset olarak tek biz varız 15-16 Haziran’da da.
pamayız, dedik. Onun üzerine hiç emeğimize, çabamıHiçbir sol grup yok siyaset olarak. Tek tük birkaç kişi
za bakmadan (kaldı ki arkadaşlar o direnişleri yapmak
var gruplardan ama örgütlü olarak hiçbir grup yok. O
için, o örgütlenmeyi yapmak için işte çalışan arkadaşbakımdan tevkifatta da sol grup olarak sadece biz varız,
lar burada Ali, Zeki Başkan, Gürdal Arkadaş, diğer SaKartal Maltepe Askeri Cezaevi’nde yatan. İPSD Genel
it, Taci Yoldaş ve pek çok yoldaşımız birkaç saat uyBaşkanı, İPSD Genel Sekreteri, ben ve bir yoldaşım.
kuyla, gece gündüz çalıştılar.) bizi görevden aldılar.
4 kişiydik arkadaşlar.
Yerimize sahte solculardan oluşan yönetimler atadılar.
Aradan kaç yıl geçti 1970’ten bu yana?
Bunun üzerine mahkemeler süreci başladı. Artık iş
42 yıl, arkadaşlar. İlk kez böyle anonim bir toplanmahkemeye bindi mi bitmez o iş, sonu gelmez... Ontıda bir konuya ilişkin anımı açıklayacağım. Askerden
larca dava kazandık, onlarca dava kaybettik. Ama YeG1 Belçika yapımı uzun namlulu makineli tüfek ele genimahalle belediye başkanına varıncaya kadar satın alçirdik o direnişte. Bir kırsal bölgeye attık. Sonra bölgedılar hep. Hayatında bir tek gün işçilik yapmamış, eski
deki (o zaman çoktu Bozkırlı seyyar satıcılar) bir seyCHP milletvekili, o zamanki Genel-İş’in Başkanı İsmayar satıcının deposuna, bir yatak yorganın içine sararak
il Hakkı Önal’ı sendika başkanı seçtirmişler. Ama bu
getirdik; memleketten geldi, birkaç gün sonra bir yer
kişi, başkan olduktan sonra sendikaya üye oluyor, işçitutup-kiralayıp oraya götüreceğiz diyerek. Orada kaldı
liği başlıyor.
10 gün kadar. Sonra belli bir yer bulduk, gres yağına
Peki, nerede çalışmış oluyor, arkadaşlar?
yatırdık, oraya koyduk.
Diyarbakır Belediyesinde çalışmış oluyor.
Tabiî o zaman biz aynı bugün, mesela şu an Ankara
Kim işçi gösteriyor bu zatı?
Dil Tarih’te olduğu gibi, Kontrgerilla’nın özel örgütü
Diyarbakır Belediyesine ait binlerce işçiyi bünyeMHP’li faşistlerle çarpışıyorduk. Onlar bize saldırıyorsinde barındıran taşeron bir şirket. O taşeron şirketin
du, Kontrgerilla’nın verdiği emir üzerine; biz de nefis
sahibi de DTP’li (bugünün BDP’lisi) Mahmut Seven.
savunması yapıyorduk onlara karşı. Nitekim o zamanRahmetli oldu. Ve bu kişi, o zaman, yani taşeronluğuki yurdumuza (hareketimizin denetiminde olan Balıkenu bilfiil sürdürürken, aynı zamanda sendikacılık yapısir Öğrenci Yurduna) saldırılarında Niyazi Tekin Yolyor. Yahu bu adam taşeron... Bu nasıl devrimci olur?
daş’ı şehit verdik. Malatyalı yoldaşımızdı.
Nasıl sendikacı olur?
Mahirler o zaman biliyorsunuz gerilla savaşı yapaBir Dinleyici: O zaman Genel-İş’in Örgütlenme
cağız diyorlar, o teorileri savunuyorlardı. O yüzden
Daire Başkanı.
uzun namluluyu onlara verdik; karşılığında tabanca alurullah Ankut Yoldaş: Genel-İş’in Örgütlenme
dık Mahirler’den. Ve tahmin ediyorum, ne yazık ki, o
Daire Başkanı o zaman. Sadece Diyarbakır’da binlerce
tüfek de ya Ulaş’ın çarpışırken kullandığı tüfekti ya da
taşeron işçisi var. Ayrıca devlete ait hastanelerde işçileMahir Yoldaşların, Sinan Kazım’ın ve diğer yoldaşların
ri var. Sadece o işbirliği yapmadı sarılarla. Şu anki
Kızıldere’de çarpışırken kullandıkları tüfeklerden biDİSK Başkanı Erol Ekici, o da aynı ekipteydi. EMEP
riydi.
de aynı ekipteydi. Başka kim vardı Başkan?
Yine 1 Mayıs’ın özgürleştirilmesine gelirsek.
Bir Dinleyici: Kani Beko vardı.
2009’da Ali Başkan ve diğer yoldaşlarımızla bera-
Utanç Müzesi’nin eksiği
gözaltına aldığı insanlarla beraber kaldılar.
İşte o günlerde bir meydanda, bu fotoğrafı çektiğimiz arkadaşla karşılaştık. Ben duymuştum bunun İP’li
olduğunu. Tokalaştık.
Dedim; utanmıyor musunuz yahu faşist darbeyi savunuyorsunuz. Sen de gittin onlara inanıyorsun?..
Yahu şöyle böyle falan, dedi.
Usta onların kimliğini çok güzel okudu, CIA Sosyalizmi dedi bunların hareketine. Bakın, nasıl da
CIA’nın tertiplediği bir darbeyi savunuyor hareketiniz.
Siz, bu hareket sosyalist falan değilsiniz, dedim. Görünüşte sosyalist ama CIA Solu dedim, sahte sol.
Yahu bunlar Kıvılcımlı’nın ne dedi? Saçmalamaları
mı, dedi?
Birden tepem atmış. Elimin tersini suratına yapıştırdım. Defol, dedim, namussuz, alçak herif.
Ben sana uymayacağım, dedi. Ben de defol git dedim artık. Bir küfür daha salladım. Ondan sonra uzun
yıllar görüşmedik.
10-15 yıl kadar sonra falan İstanbul’dan Konya’ya
bir yolculuğumuzda otobüste karşılaştık; kardeşiyle beraberdi. Ben de iki büyük oğlumla beraberdim. Hiçbir
şey olmamış gibi geldi kucakladı, hoşbeş etti, hal hatır
sordu. E, insanız tabiî… Artık bir şey olmamış gibi biz
de hal hatırlaştık. Bir daha da görüşmedik.
Yani demek istediğim; İP de şimdi kalkıyor kanalında, gazetesinde 12 Eylül’ü suçluyor. Ama demiyor ki;
ben ihanete ortaklık ettim, suç ortağıyım, ben bunu savundum.
E, o zaman bunlarla bir iş olmaz. Bunlarla hiçbir iş
yapılmaz! Sen ihanet et, namussuzluk yap; sonra dön
başka türlü oyna. Bu devrimcilik değil, arkadaşlar. İnsanlık da değil. O bakımdan bunları görünce insan; yahu insanlar ne hale geliyor, bu düzen insanları ne hale
getiriyor, diye acı acı gülüyor, düşünüyor, dertleniyor…
Demek istediğimizi özetlersek: 12 Eylül Utanç Müzesi’nin utanç nesneleri arasına Doğu Perinçek ve o
zamanki tayfasının da resimlerini eklemek gerekir: İşte bu düzenbazlar da sol maske altında ABD’nin ve
CIA’nın planlayıp yürürlüğe koyduğu 12 Eylül Faşist
Diktatörlüğünü açıktan savunmuşlardır. Tanıyın bunların içyüzünü…
Haklı bir dava uğruna savaşla geçmişse
ömür, ölüm hoş geldi safa geldi
Karşılaştığımız yoldaşlar, belli aralıklarla karşılaştığımız yoldaşlar, geçen yıldan bu yana özellikle sağlık
durumumun ne olduğunu, ne gibi gelişmeler olduğunu
soruyorlar, sağ olsunlar. O bakımdan burada gene bilgi
vereyim. İyiyim yoldaşlar. İki ay önce doktora gittim;
amca bu değerler bizim için çok iyi, kontrollere devam,
dedi. Yani şu anda bir sorunum yok, iyiyiz, arkadaşlar.
(Alkışlar…)
Ama geçen günlerde Mustafa Yoldaş’la da dertleştik: “Artık bizim için mevsim sonbahar ve önümüzde
yeni bir bahar yok, sadece kış var. Artık Usta’mızın bedence aramızdan ayrıldığı yaşa iki yaş kaldı.”, dedim.
Bir Dinleyici: Hoca’m, kıştan sonra da bahar var.
(Gülüşmeler… Alkışlar…)
urullah Ankut Yoldaş: Mustafa Yoldaş; “Yahu
Hoca, hüzünlendirdin; şimdi sırası mıydı bunu söylemenin.”, dedi. “Gerçek bu. Hüzünlenecek bir şey yok.”
dedim. O’nun da kalbi tekliyor. 65’den bu yana can
yoldaşıyız. Kaç yıl olmuş Mustafa Yoldaş? 1965’ten bu
yana, 47 mi? 47 yıldır can yoldaşıyız. Hiçbir dönem ayrılmadık.
(Alkışlar…)
Doğu Perinçek
ker bizimle dalga geçiyor sanarak, işkencenin dozunu
birkaç misli artırıyor. Ve bunlar, Ak Aydınlıkçılar, bir
süre sonra Mamak Cezaevinden alındılar…
Bir dinleyici: Dil Okuluna…
urullah Ankut Yoldaş: Askeri Dil Okuluna nakledildiler.
Kimlerle beraber?
Alpaslan Türkeş, Yaşar Okuyan, MHP ekibi, Ecevit
ve CHP’lilerle beraber, arkadaşlar. Yani göstermelik
olarak, mecburen, halkı kandırmak için faşist darbenin
Aramızda üç yaş var. O benden üç yaş küçük. Dedim; “Kontrollerine gittin mi?”
“İhmal ettim” dedi. Dedim; “Kontrollerine git, sıranı bekle, benim önüme falan atlarım deme, bana acını
çektirme, yasını tutturma!” “Yahu sıraya bakmaz bu
iş.” dedi. “Baksın! Kontrollerine sağlamca git, sırana
uy!”, dedim Mustafa Yoldaş’ıma.
Bir Dinleyici: Önderler çok yaşasın!
urullah Ankut Yoldaş: Hepimiz… Hepimiz…
(Alkışlar…)
Çok teşekkür ederim. Yani yoldaşlar; gelecek yıl, bir
sonraki yıl, üç yıl, beş yıl, belki on yıl sonra e, mutlaka o
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
***
e bilginler geldi, neler buldular!
Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar.
Hangisi yarıp geçti bu karanlığı?
Birer masal söyleyip uyuyakaldılar.
durum gerçekleşecek. Yani genç yoldaşlarımız, bizlerin
de bedence aranızdan ayrıldığımızı söyleyecekler. Bu
doğanın bir yasası, arkadaşlar.
Bir Dinleyici: Hoca’m, siz hiçbir zaman bizim yanımızdan ayrılmayacaksınız.
urullah Ankut Yoldaş: Bedence… Usta’mız nasıl bedence aramızdan ayrıldıysa, ama ruhu bizimleyse,
tüm heyecanları, duyguları bizde yaşıyorsa, aynı şey
olacak, arkadaşlar.
Bir Dinleyici: En iyisi burada kapatalım artık, son
verelim bu konuya.
Yani karanlığa dair hiçbir iz yok, diyor. Yani
Godot’dan hiçbir haber yok, Hayyam’da da.
Ve burada dinin yol göstericiliğine bakıyor. Dinlerde tabiî hep bir yol gösterilir.
Nedir o?
Cennet, cehennem… Hayyam şimdi ona geliyor:
(Gülüşmeler…)
urullah Ankut Yoldaş: Ama üzgün değiliz…
Şundan üzgün değiliz: Çünkü biz ömrümüzün bir saniyesini bile boşa geçirmedik. Hayat bir kere yaşanır. Ve
o kadar hızlı geçer ki... Daha, biz “enteri” derdik, köyde entariyle (pantolon giymezdi çocuklar) sokaklarda
koşturduğumuz günler dün gibi. İlkokula başladığım
gün dün gibi, ortaokula başladığım gün dün gibi gözümün önünde. Ama işte bu yaşa geldik. Yani nasıl geçti
inanın insan hiç fark etmiyor…
Ama üzgün değiliz.
Niye değiliz?
Biz hayatı en anlamlı şekilde yaşadık.
Yani nedir hayata anlam veren yoldaşlar? Mal mülk
istiflemek mi? Rahat bir mevki sahibi olmak mı? Makam sahibi olmak mı? Çoluk çocuk sahibi olmak mı?
Özlenen her lüks araca gerece, nesneye bir anda sahip olmayı sağlayacak bir mesleğe sahip olmak mı?
Yoksa bilimde bilinmeyenleri bilinir kılarak, insanlığa hizmet etmek mi?
Tüm bunlar belirli yaşama biçimleri. Birbirinden
çok farklı.
Ama insana yaraşan ne?
Hayatı anlamlı kılan ne, Arkadaşlar?
En değerli yaşama biçimi ne bu kısacık hayatın?
Bizim için en değerli yaşam biçimi, kendini halkların kurtuluş davasına adamaktır.
Biz Usta’mızdan bunu gördük, bunu öğrendik.
Bilim adamı olmak amacıyla İstanbul’a gelmiştik;
okumaya. Usta’mızla karşılaşıp, O’nun eserlerini okuyunca bir anda o amacımızdan vazgeçtik. İnsanlık acılar içindeyken ve emperyalizm denilen bir haydut tüm
insanlığın başına çökmüşken; katliamlar, acılar, sömürüler diz boyuyken biz çekilip bir köşeye, bilim yapacağız diyemezdik, bilimle uğraşacağız, diyemezdik.
Bu insanların acılarından kurtarılması gerekir.
Ve ömrümüzü bu davaya adadık. O bakımdan hiç
üzgün değiliz. Son derece mutluyuz. Bizim için hayatı
en anlamlı kılan yaşama biçimi, en insancıl kılan yaşama biçimi budur, arkadaşlar.
Yaşamın anlamı ne olmalı?
İnsan nereden gelip, nereye gidiyor?
Tarih boyunca tüm düşünürlerin, sanatçıların temel
sorusu bu olmuştur.
İnsanın bu dünyadaki yeri, anlamı, görevi ne?
Hep bu sorular etrafında dönmüştür düşünce tarihi
ve sanat. (Bir kaynağı okumak için gözlük değiştirirken. - KY) İşte bu iki gözlük de bu yaşımızın bir sonucu. Mustafa Yoldaş bilir, bu çirkin nesneleri, bizi daha
da çirkinleştiren nesneleri, hiç bilmezdik eskiden biz.
Ve bir Şahin’inki gibi kilometrelerce öteyi netçe görürdü gözlerimiz. Ama şimdi bunlarsız baktık mı sanki
aylarca silinmemiş tozlu, paslı, kirli bir camın arkasından bakar gibi bakıyoruz. O bakımdan bunları taşımak
durumunda kalıyoruz.
Hayyam’dan bir bölüm okuyacağım, arkadaşlar.
Hayyam sadece bir şair değil, matematikçi, fizikçi,
astronom, düşünür, yani çağının tüm sosyal ve pozitif
bilimleriyle ilgilenmiş bir insan. O bakımdan Rubailerindeki güç buradan kaynaklanır.
Akılla bir söyleşim oldu dün gece:
Dedim: Ey akıl, ey her bilginin anası!
Soracaklarım var cevap verir misin?
Zordayım, bir yol gösterir misin?
Dedim: Şu yaşamdan bıktım. e yapsam?
Dedi: Biraz daha yan ve dayan!
(Yani tümü birkaç yıl, diyor. Birkaç yılda gelir
geçer, biter, diyor.)
Dedim: Anlat bana, nedir şu yaşamak?
Dedi: Bir düş, bir görüntü, bir kaybolmak.
(Yani hiçbir gerçekliği yok, diyor, arkadaşlar. Bir
suret, bir görüntü bir hayal, bir tasavvur… Maddi bir
nesnesi, varlığı yok, diyor. Gerçekten de doğanın milyarlarca yıllık akışı içinde insan ömrünü göz önüne
aldığımız zaman ne kadar kısa olduğunu bir anda görürüz.)
Dedim: Ağaya, beye hizmet nedir?
Dedi: Az zevke karşılık çok dert çekmektir.
Dedim: Şu zalimler yok mu, kim bunlar?
Dedi: Kurt, köpek, çakal, makal da var.
Dedim: Biraz daha anlat, bunlar neyin nesi?
Dedi: Üç beş sevgisiz, üç beş kötü niyetli.
Dedim: Bu deli gönül ne zaman akıllanacak?
Dedi: Daha var, biraz kulağı burkulacak.
Dedim: Beğendin mi Hayyam’ın sözlerini?
Dedi: Güzel laf etmiş, sayıp dökmüş derdini.
Dikkat edersek hem yaşamın kısalığını; mal, mülk
biriktirmenin anlamsızlığını hem de tıpkı bugün olduğu
gibi yöneticilerin, vurguncuların, bezirgânların nasıl
ahlâksız, namussuz, soysuz, düzenbaz olduklarını bir
anda ortaya koyuveriyor, kısacık dizelerle Ömer Hayyam.
Ömer Hayyam
Sanat, hep yaşamın anlamını keşfetme
arayışındadır
Yine tiyatronun en önde gelen dâhilerinden William Shakespeare, Macbeth adlı oyununda kahramanına şöyle dedirtir; kahramanının ağzından şöyle der;
“Sön kısa mum sön!” yani insan ömrünü sadece
muma değil, kısa bir muma benzetir.
“Zavallı bir aktör ki hayat, gururla dolanmakta
bir saat sahnede, sonra çıkar gider bir daha duyulmaz sesi. Bir yalancının anlattığı masal ki sadece
kuru gürültü ve hiçbir gerçekliği de yok.”
Benzetmeler bu kadar güçlü Shakespeare’de, arkadaşlar. Yani sadece bir masal değil, diyor; bir yalancının anlattığı masal… Ne kadar güçlendiriyor... Bir
masal bile değil. Sadece kuru gürültü ve hiçbir anlamı
da yok… Yani dikkat edersek Shakespeare de oyunlarında hep hayatın anlamı üzerinde duruyor. Hayatın
kısalığı ve kendi anlayışına göre hayatın anlamsızlığı
üzerinde duruyor.
Kim gitti, görüp döndü gönül? Bir Anka…
Cennetle cehennem dediğin Karşıyaka.
Bir yer ki şu gördüğün, umut bağladığın.
Hiçbir iz yok geçen adından başka.
Yani sadece adı var.
Sümerlerde de nedir Cennet, arkadaşlar?
Aden değil mi? Bahreyn’de. Sümerlerin dininde
Cennet Bahreyn’dedir.
Tevrat’ta nerededir cennet?
Usta’mız onu da işliyor bildiğiniz gibi; “Cennet
edir” adlı incelemesinde. Evet, Kürdistan’dadır,
arkadaşlar. Fırat-Dicle nehirleriyle Aras ve yukarda
Batum’dan denize dökülen Pişon Nehri arasında. Yani
bugünkü Van Gölü havzasıyla, Kafkaslar arası bölgedir. Tevrat’ta netçe tarif edilir Cennet. Kur’an’da ise
gökyüzüne çıkar, Cennet. Yeri belirsizleşir.
Yaşamımızı anlamlı kılacak anahtar
sevgidir
Hayyam hayıflanır; hep karamsar, dertlidir.
Neden?
Sorulara hiçbir yanıtı yok da ondan; karanlığı aşamaz:
Gelmezdim hiç dünyaya gelmek olsaydı yeniden.
Gitmemek elde olsa, yer tutmazdım bu sende.
Ancak hepsinden iyi keşke ne gelseydim, ne gitseydim
Ve ne de bulunsaydım bu yerde.
Ne kadar kötümser değil mi, arkadaşlar?..
Ama Hayyam bize bir ipucu verir, yoldaşlar. Çok
büyük bir düşünür, bir dâhî. İpucu şu;
Sevgi bilmeyen kimse, ömrü boşa eskitir.
Sevgi bütün dünyaya ezelden bir vergidir.
Ey sevgi âleminde hiç bilgisi olmayan!
İyi bil ki dünyada hayat yalnız sevgidir.
William Shakespeare
Bazı edebiyat eleştirmenlerince geçen yüzyılın en
büyük oyun yazarı sayılan Samuel Becket’in en ünlü
oyunu ne, arkadaşlar?
Edebiyatçılarımız var aramızda... Edebiyatçılarımıza, sosyal bilimcilerimize yakışmadı bu.
(Gülüşmeler…)
“Godot’yu beklerken” değil mi?
Ve geçen yüzyıl Shakespeare’in ve Brecht’in oyunlarıyla birlikte, dünyada en çok oynanan oyun olduğu
söyleniyor “Godot’yu Beklerken”in. Orada da hayatın
hiçbir anlamı olmadığı için yani bu sorulara bir yanıt
bulunmadığı için kahramanlar hiçbir eylemde bulunmazlar, bir isyandır eylemsizlikleri.
Peki, Godot kimdir?
Godot, o sorulara yanıt bulması gereken, vermesi
gereken, öyle umdukları bir Tanrı, onun elçisi ya da bir
bilgedir. Gelecek, kendilerine bir yol gösterecek. Ama
boşu boşuna beklerler onu da. Hiçbir zaman gelmez o.
O yüzden bir şey yapmanın anlamı yok, derler. Yani ne
olacak? Kısa bir süre sonra yok olacaksın. O zaman
şöyle yapsan da, böyle yapsan da ne değişir, ne işe
yarar? Ve bu nedenle de Becket’in bütün oyunlarında
kahramanlar hiçbir eylemde bulunmaz.
Neden?
Çünkü kısa süre sonra yok, her şey bitecek, sonu
hiçlik olduktan sonra bir şey yapmanın ne anlamı var?
Becket’in anlayışı budur, arkadaşlar.
Yine Hayyam… Şöyle der:
Bir handı girip konakladık bir müddet.
Yalnız çile doldurur felek, yalnız dert.
Tek müşkülümüz çözülmeden gün doldu,
Ayrıldık gönlümüzde binbir hasret.
Bir tek müşkülümüz çözülmedi. Yani bu iki temel
soruya dair hiçbir ipucu elde edemedik, der. Bir başka
dörtlüğünde:
Bebeydik, gel zaman ders gördük hocadan.
Öğrenciliğimizle övündük, güldük bir zaman.
Sözün kısası ne oldu işin sonu bildin mi?
Bulut gibi geldik, yel gibi gittik dünyadan.
Başka Rubailerinde:
Olsaydı umut dalında tek bir yaprak.
Derdim ki bulunmaz ipucun buymuş bak.
Zindan gibi dar mı dar bu varlık.
Keşke yokluk şu, deyip bir kapı bulsam açacak.
Ne vurucu dizeler değil mi, yoldaşlar?..
(Alkışlar…)
İşte burada Hayyam, bizim Marksist-Leninist, devrimci düşüncelerimizle birebir örtüşür. Sevgi deyince
biz yaşamı; doğasıyla, bitkileriyle, hayvanlarıyla ve
de insanlarıyla ayrılmaz bir bütün olarak görmekteyiz. Ve tümünü eksiksiz bir şekilde sevmekteyiz.
Yani sevgi deyince varlık sevgisi dört parça:
Bir: Cansız diye bilinen (aslında cansız da olmayan) doğa. Yani denizler, ormanlar, dağlar, ırmaklar,
tarlalar, vadiler, ovalar, diyelim buna.
Ve bunun dışında bir de canlılar dünyası var, bildiğimiz gibi. O da üçe ayrılır:
İki: Tüm bitkiler,
Üç: Tüm hayvanlar ve
Dört: İnsanlar.
Bu dörtlüyü, ayrılmaz bir bütün olarak görmekte ve
tümünü de sevmekteyiz.
Yani nasıl sevmeliyiz?
Tıpkı bir karıncanın, bir kelebeğin, bir arının çiçeklerden gıdasını alırken yaklaştığı gibi yaklaşarak sevmeliyiz doğayı ve canlıları. Özenle, koruyarak, hiç
zarar vermeden seveceğiz. Ve dördünü de hiç ayırmadan sevmeliyiz.
Burada sevgili Pir Sultan’ımızın şu dizeleri bize
yol gösterici olabilir:
11
Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşlerde yandırır
Her evin devleğin öküz döndürür
İreçberler hoşça tutun öküzü
Öküzün damını alçacık yapın
Yaş koman altına kuruluk serpin
Koşumdan koşuma gözlerin öpün
İreçberler hoşça tutun öküzü
Abdal Pir Sultan’ım kaynar coşunca
Tekne hamur kalmaz ekmek pişince
Adem at öküzün çifte koşunca
İreçberler hoşça tutun öküzü
Köylümüzün bin yıldır temel üretim araçlarından
olan öküze, bu sevimli, çilekeş hayvancığa; yiğit Pir
Sultan’ımız, işte böylesine sevecen yaklaşılmasını öneriyor. Bir çiçeği koklar gibi, bir kuşu, kuzuyu okşar
gibi…
Şimdi de 17’nci Yüzyılın ünlü halk ozanı Karacaoğlan’dan şu dizeleri okuyalım:
Kadir Mevlâ’m seni övmüş yaratmış
Çiçekler içinde birdir menekşe
Bitersin güllerin hârı içinde
Korkarım yüzüne batar menekşe
Yaz gelir de heveslenir bitersin
Güz gelince başın alır gidersin
Yavru niçin boynun eğri tutarsın
Senin derdin benden beter menekşe
Senin meskenindir kayalar sengi
Kokusu menekşe güldür irengi
Aradım dünyayı bulunmaz dengi
Güzel yatağında biter menekşe
Bakmaz mısın Karac’oğlan halına
Garip bülbül konmuş gülün dalına
Kadrin bilmeyenler alır eline
Onun için eğri biter menekşe
Tıpkı bizim düşündüğümüz gibi, yürekleri insan,
bitki, hayvan ve doğa sevgisiyle dolu olan bu büyük
ozanlarımızdan (daha böyle pek çok ozanımız, şairimiz
vardır) yığınla örnekler verebiliriz.
İşte haydi bir şiir daha:
Çukurova bayramlığın giyerken,
Çıplaklığın üzerinden soyarken,
Şubat ayı kış yelini kovarken,
Cennet dense sana yakışır dağlar.
Ağacınız yapraklarla donanır,
Taşlarınız bir birliğe inanır,
Hep çiçekler bağrınızda gönenir,
Pınarınız çağlar, akışır dağlar.
Rüzgâr eser, dallarınız atışır,
Kuşlarınız birbiriyle ötüşür,
Ören yerler bu bayramdan pek üşür,
Sümbül, niçin yaslı bakışır dağlar?
Karac’oğlan size bakar, sevinir,
Sevinirken kalbi yanar, gövünür,
Kımıldanır, hep dertlerim devinir,
Yas ile sevincim yıkışır dağlar.
Bizim düşüncelerimizi, duygularımızı ne coşkulu,
ne vurgulu bir şekilde ifade ediyor, sevgili ozanımız…
Cuma günü medyada bir haber vardı yoldaşlar, dikkatinizi çekmiştir. Emperyalistler, Katar’ın başkenti
Doha’da atmosfere salınan karbonmonoksit gazlarının
durumuyla yani ona önlem alınmasıyla ilgili toplantı
düzenliyorlar. Haberlerde ve gazetelerde vardı. Hani
Katar’ı ve Doha’yı şimdi öne çıkarıyorlar ya... Ortadoğu’daki en önemli iki saldırı üsleri şimdi Suudi Arabistan ve Katar bildiğiniz gibi. Emperyalistlere uşaklıkta
bir de Türkiye, Tayyipgiller’i koyarsak üçlü, saç ayağı,
arkadaşlar. Ama öbürleri daha güvenilir. İleride gireceğimiz belli sebeplerden dolayı Türkiye ile sorunları var.
O bakımdan Doha’da düzenliyorlar bu toplantıları.
Sadece geçen yıl yoldaşlar, Kuzey Buz
Denizi’nde Amerika Birleşik Devletleri’nin
yüzölçümüne eşit 11,3 milyon kilometrekarelik buzul kütlesi erimiş.
Yani dünyada bugüne kadar görülen en
büyük erime miktarıymış bu. Böyle giderse
felaket diyor, sözüm ona burjuva bilim
insanları bile. Bir yıl içersinde bu kadar
büyük bir buz kütlesi eriyor ve doğa ısınıyor. Isınması demek, doğanın tüm düzeninin altüst olması demek… Yani emperyalistler bugün sadece insanlarımızı katletmiyor, işgaller yapmıyor, tecavüzler yapmıyor; yarınlarımızı da, doğmamış çocuklarımızın yaşam alanını da yok ediyorlar. Ve
sera gazı dediğimiz gazların üçte birini
sadece ABD salıyor atmosfere. Bu çılgınlık!..
Normal bir insan bunu nasıl görmezden
gelebilir? Nasıl kabul edebilir?
Emperyalizm bu işte!.. Çıkar hırsından
12
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
başka hiçbir şeyi görmez, hiçbir şeyi düşünmez, hiçbir
şey onun umurunda olmaz.
Adam kitle imha silahı var, dedi; Irak’a saldırdı. Yalan olduğu ortaya çıktı, hiç yüzü kızarmadı. E, olsun,
iyi oldu, dedi. Ama bu arada 5 milyon masum insan hayatını kaybetti, hiç umurunda değil. İşte Libya’da, Suriye’de görüldüğü gibi saldırılarına devam ediyor.
İnsanlık o hale geldi ki, Batıda sözde yazarlar var,
aydınlar var, edebiyatçılar var, bilim insanları var, hukukçular var ama kimse de bunlara kalkıp karşı çıkmıyor. Demek ki aydın da, sanatçı da, bilim insanı da olabilmek için önce gerçek anlamda insan olmak gerekiyor. Görünüşte değil, gerçekte insan olmak gerekiyor.
İnsan olamayınca da gerçekte hiçbir şey olamıyorsun.
Fidel Yoldaş’tan, Chavez Yoldaş’tan, Morales Yoldaş’tan başka hiçbir devlet başkanı bunlara; ulan haydutlar, ulan çakallar, ulan kan dökücüler, insan soyunun
baş düşmanları demiyor.
Hâlâ bizim medyanın alçak yazarçizerleri, demokrasinin, hukukun, insan haklarının merkezi diyorlar o Batı için. Kriminolog bir kadın Profesörümüz var, neydi
adı? Sevil Atasoy. Geçende seri katillerle ilgili bir belgesel varmış, o da konuşuyor. İşte ABD’nin seri katillerini anlatıyorlar tek tek; kişiliklerini, yapılarını, mesleklerini, cinayetlerini. Mesela biri dikkatimi çekti; nekrofil yani normal cinsel ilişki kuramıyor bir kadınla, ancak
ölülerle ilişki kurabiliyor. 49 tane kadını öldürmüş. Rekor ondaymış ABD’de.
O caniyle, bir kadın bilim insanı, konuşuyor cezaevinde; itiraf ettirmek için. Bir de o kadar zekice cesetleri yok ediyor ki, ormanda hepsini değişik yol kenarlarına, değişik bahçelerin, dağların, vadilerin içine gömüyor ve bulunamıyor cesetler. Kimi ne kadar katletti bulayım; en azından cenazeleri sahiplerine vereyim diye,
bir kadın bilim insanı konuşuyor bu caniyle. Kadına konuşuyor, masa başında bilim kadınıyla konuşuyor. Ve
bu cani cinayetlerini anlatırken mütebessim yani normal, sanırsınız ki, sıradan bir insan sokakta yahut parkta yahut herhangi bir yerde, normal insanların yaşadığı
bir yerde sohbet ediyor. Yani espriler yapıyor; gülüyor,
anlatıyor tek tek cinayetlerini.
Yine Sevil Atasoy diyor ki; en büyük özellikleri empati yapmamalarıdır.
Neden yapmıyor?
Vicdan gelişmemiş, teşekkül etmemiş. Yani acı duymuyorlar cinayetlerinden. Normal, sıradan bir iş yaparmış gibi cinayetlerini hiç acı duymadan işliyorlar ve cinayet sonrası da vicdan azabı çekmiyorlar. Doğal bir iş
yaptım, gerektiği gibi yaptım, bitti, diyor.
Yine İskandinavya’nın, Norveç’in büyük canisi
Breivik 77 kişi katletmişti. Duruşmalarında gülümsüyordu değil mi, arkadaşlar? Nazi selamı veriyor. Akıl
sağlığının yerinde olduğuna dair rapor gelince tebessüm
ediyor. Yani hiçbir pişmanlık duymadım, diyor yani. İşte vicdan oluşmadığı için insan değiller aslında, suretleri insan. O yüzden acı çekmiyorlar hiç.
Şimdi yine büyük dahi William Shakespeare, Kral
Lear’de şöyle der bir yerde;
“İyi görünür kötü yaratıklar daha kötüleri varsa
eğer. En kötüsü olmayan da bir bakıma övgüye değer.”
Birinci Körfez Savaşı sonrası ABD Emperyalistleri
Irak’a abluka uygulamışlardı değil mi? Ve bu abluka nedeniyle sadece çocuk, 600 bin masum çocuk; bakımsızlıktan, doktorsuzluktun, ilaçsızlıktan hayatını kaybetmişti. O zamanın Yahudi asıllı kadın ABD Dışişleri Bakanı vardı: Madeleine Albright. Medya görevlisi soruyor, diyor ki: “600 bin çocuk hayatını kaybetti uyguladığınız ablukadan dolayı, değer miydi buna?” “Bence
değerdi”, diyor. Bir, beş, on değil, 600 bin çocuk…
Şimdi bunlardan hangisi daha kötü?
O nekrofil seri katil mi, Breivik mi, Madeleine Albrightlar mı, Condoleezza Rice’lar mı, Bush’lar mı, Obama’lar mı? Hangisi daha kötü, yoldaşlar?
(Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm… Alkışlar…)
İşte Shakespeare’in dizeleri tam da bu olaya uyar. Bu
seri katiller, Bush’ların, Obama’ların, Condoleezza Rice’ların, Tayyipgiller’in yanında iyi sayılırlar, arkadaşlar. Nitekim biri 49 kişi öldürüyor, biri 77 kişi, ama bunlar milyonları öldürüyor. Ve hiçbir haklı sebepleri yok,
sadece yağma için, vurgun için, çıkar için, işgaller yapmak için, sömürü yapmak için…
Demek ki, insan bilinçsiz olunca Usta’mızın dâhice
söylediği gibi “hayvan”dan bile daha aşağı düzeye düşer. Hayvanlar âleminde hayvanlar buna isyan eder,
böyle bir duruma. Ama insanlar bir de alkışlıyor. ABD
Halkı ikinci defa seçiyor, Tayyipgiller kaçıncı defa seçildi, yine de şu anda oyları yüzde 40’ların üstünde.
Dinin insanların hayatında çok önemli bir
yeri vardır
Âdem arkadaşım; yıllarca terzilik yaptım, bir bisiklet alacak parayı on yıllarca sonra biriktirdim, diyor.
Evet öyle. Eşimin yeğenleri var üniversite bitirmiş, asgari ücretle güç bela iş buluyorlar. Belki tanır Âdem
Yoldaş. Benim de o dönemden çocukluk arkadaşlarım,
terzi arkadaşlarım var, Ahmet Edeci mesela Ali Pekmezci, Kadir Pekmezci, Mustafa Yıldırım, hep mahallemizin yoksul, aç çocukları. Ama buna rağmen Tayyipgiller’in oy oranı Türkiye’de en yüksek Konya’da arkadaşlar. Rize’den bile yüksek, Erzurum’dan bile yüksek…
Ne yapıyor?
CIA diniyle ya da Yezit diniyle insanları uyutuyor,
aldatıyor. Hz. Muhammed’in dediği gibi “Allah’la aldatıyor” insanları. Ve insan Allah’la bir aldatıldı mı artık
hayvandan daha aşağı bir şekilde kullanırsın onu. Ne
yapsan uyanmaz. Burada konuşmalarımızda, yazılarımızda sık sık Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın İslamından söz ediyoruz. Ve Yezit’in, Muaviye’nin, CIA’nın İslamından söz ediyoruz. Aradaki ayrımı, farkı belirtiyoruz.
Bazı yoldaşlarım, tabiî meselenin aslını tam kavrayamadıkları için, yahu din mi öğreneceğiz? diye serzenişte bulunuyorlarmış.
Yoldaşlar, Ortadoğu’da din savaşları sürüyor şu anda. İşte iki gün önce Irak’ta 32 kişi değil mi; Aşure gününde Şii’lerin olduğu bölgeye saldırı yapıldı, 32 kişi
iki ayrı saldırıda hayatını kaybetti yani kan gölü. Kimi
kime kırdırıyor?
Şii’yi Sünni’ye, Sünni’yi Şii’ye kırdırıyor. İşte Suriye’de aynı şey…
Türkiye’de bu hainler, bu sömürücüler, bu vurguncular, bu yüreksizler ne sayede 10 yıllardır iktidarda kalıyorlar?
Sadece din sömürüsüyle...
O zaman biz dinin üzerinde durmalıyız, yoldaşlar.
Dini hepimiz iyi öğrenmeliyiz. Bu iki farklı dini, bu birbirine zıt, karşıt, birbiriyle hiç ilgisi olmayan dini çok
iyi öğrenmeliyiz. Yoksa bunlarla baş edemeyiz, bunları
yenemeyiz. Din, çok temel bir olgu insanların dünyasında.
Kapitalizme kadar, Batı Hıristiyan Ümmeti, Doğu
Müslüman Ümmeti idi değil mi? Kapitalizmde ne oldu?
Pozitif bilim üste çıktı, din baskılandı, alta düştü.
Sosyalist Kamp çöktü, kilise olduğu gibi ayakta…
Ve kırk yıl sonra Küba’da, CIA’yla bağlantılı çalışan
Papa II. Jean Paul geldi, ayin yaptı; bir milyon kişi toplandı Havana’da, arkadaşlar. Sosyalizmin iktidara gelişinden kırk yıl sonra… O zaman dinin köklerine iyi inmeliyiz, iyi tahlil etmeliyiz.
Devrimcinin bir görevi de budur. Her olayı tâ ilk
kaynaklarına, köklerine kadar iner, tahlil eder. Usta’mız
yapmış mı bunu? Yapmış. “Allah, Kitap, Peygamber”
diye 300 küsur sayfalık, kocaman araştırması var. Başka eserlerinde de yapıyor ama bu kitabının özel konusu
din, İslamiyet.
Ve yine Türkiye’de bizim dışımızda İslam’ı, dini
gerçekten anlayan başka ne ilahiyatçı var, ne başka bir
sol grup var. Usta’mızın düşürdüğü ışığın altında sadece biz anlıyoruz gerçek dini. Yani Usta’mız hayatın tüm
alanlarını inceleme, araştırma konusu olarak önüne koyuyor ve devrimci teorinin ışığını hepsinin üzerine düşürüyor. Ancak o ışık altında biz bu olayların gerçekliğini görebiliriz. İlk ortaya çıkışından, sebep-sonuç ilişkileriyle, tüm gelişim sürecini ve o gününü görüp kavrayabiliriz.
Daha önce de söz etmiştim, dayıoğlum 9 yıl Belçika’da çalıştı. Bir köylünün, diyor; iki tane traktörü var;
biri nakliye yapmak için, biri tarlayı ekip biçmek için.
Ve beş yılda ikisi de hurdaya atılıyor. Ben dedim ki, diyor; biz yirmi, yirmi beş yıl bir traktörü kullanırız. Siz
delisiniz, dedi bana, diyor. Arabanın da ömrü azami beş
yıl. Medyada okuduk; Batıda mobilyanın ömrü dört yılmış. Şimdi bunları kullanıyoruz da dünyanın enerji, demir, bakır, nikel yani maden kaynaklarının da bir sınırı
var. Ve insanlık daha bu dünyada kaç yıl misafir kalacak, yoldaşlar? Milyarlarca yıl. Şu anda rakam aklıma
gelmedi ama.
Bir Dinleyici: 4 milyar yıl
urullah Ankut Yoldaş: 3,5 milyar yıl daha bu
dünya da yaşayacak insan soyu. E, o zaman bu kaynakları böyle gözü dönmüş bir şekilde, hayâsızca kullanmanın, yok etmenin insanlıkla bağdaşır bir yanı var mı,
yoldaşlar?
Hayır yok. Ama kapitalizm bunları düşünmez, onda
insan yok. Sadece çıkar, sömürü, vurgun; başka hiçbir
şeyi gözü görmez onun. O yüzden alabildiğine kullanır,
sömürür, yağmalar, istifler. Hayvanlar bunu yapmaz. Bir
karınca kolonisi, sadece o kış yetecek kadar ot, çöp yahut bitki toplayıp yuvasına taşır. Ertesi yıl yeniden doğaya çıkar, yeryüzünde yaşar, bir sonraki kışa yine öyle hazırlanır. Diğer hayvanlar da memeliler de böyle. Yani onlar doğaya saygılı, zarar vermez onlar, tersine doğanın
uyumunu sağlar.
Geçen yıl TÜYAP’ın onur konuğu vardı. Gürdal
Yoldaş hatırlayabilecek misin? Halil Yoldaş? Ferit Edgü
müydü? Ferit Edgü’ydü sanıyorum. Çok doğru, güzel,
sevdiğim bir laf etti:
“Dünya için en büyük tehlike insan soyunun varlığı”, dedi.
Yoksa dünya milyarlarca yıl düzeni hiç
aksamadan böyle yaşar. Ama onu insan
mahveder, insan batırabilir, dedi. Bir de
yanlış bir şey söyledi:
İnsan soyu, zaten evrimin bir yanlış aşamasında, bir yanlışlık
sonucu ortaya çıktı,
diyor. Bir sapma sonucu ortaya çıktı, ortaya çıkmaması gerekirdi, diyor.
Aslında
ortaya
çıkması gerekirdi.
Ama Ferit Edgü de kendi açısından haklı. Sadece kapitalistleri, emperyalistleri, vurguncuları görünce; gerçekten onların varlığı şu anda bir sapma. Yoksa insan soyu
da eğer İlkel Komünal Toplum varlığı olan insanlar gibi, atalarımız gibi doğaya saygılı olsalardı, biz gerçek
devrimciler gibi doğaya saygılı olsaydı, topluma saygılı olsaydı hiçbir zarar verilmezdi, kaynakları tüketilmezdi, yağmalanmazdı; atmosferimiz, denizlerimiz,
göllerimiz kirletilmezdi. Demek ki, sadece insanlığı sınıfsal sömürüden kurtarmakla yükümlü değiliz, biz. Diğer canlıları ve doğamızı da bu yağmacı haydutların
elinden, tahribatından kurtarmak ve gelecek nesillere,
gelecek evlatlarımıza güvenli bir şekilde, bugünkü zenginliğiyle teslim etme göreviyle de görevliyiz, yükümlüyüz biz gerçek devrimciler. İşte bu bilinçle davranacağız, mücadele edeceğiz bunlara karşı.
Dışımızdaki canlı-cansız varlıklarla uyum
içinde yaşamalıyız
Atlas Dergisi geçen ayki sayısında önemli bir olayı
haber yaptı, yoldaşlar. Eskiden bu tür olayları, önemli
siyasi olayları, Recep Yoldaş’ımız sendikada boş vakitlerinde internete girer araştırırdı, çıkışlar alır çekmecesinin gözüne koyar, karşılaştığımızda; Hoca’m bunları
ben indirdim ilginizi çeker, diye bana verirdi.
Şimdi biraz daha teknolojik düzeyimizi geliştirdik. Naile kızımız, kızım, yoldaşım sağ olsun,
başka diğer yoldaşlar da
bu işi yapıyorlar tabiî.
Doğan Erkan yapıyor,
Nihat Usta yapıyor aklımda kalıveren. Başka
yoldaşlarımız da Semra
Yoldaş’ımız da yapıyor
ama en çok istikrarlı bir
şekilde Naile Yoldaş yapıyor. Sözünü ettiğim
haberi göndermiş. Gazetelerde de çıktı. Moğolistan’ın kuzey bölgesinde insanlar İlkel Komünal Toplum konağında
yaşıyorlar, yoldaşlar. Sınıfsal farklılık, ayrışma, sömürü yok. Mülkiyet ortaklaşa ve göçebe, Çoban Toplum aşamasında, konağındalar.
Kadın erkek eşit, erkeğin hiçbir üstünlüğü yok. Bir bölümü bir köye yerleşmiş. Tuva Türkleri bunlar, Türkçe
konuşuyorlar.
Atlas ekibi diyor ki, bir haftada dilimiz özdeşleşti.
Birbirimizi çok iyi anlar hale geldik. Belki binlerce yıldır görüşmüyoruz o kardeşlerimizle. Ama kökenimiz
aynı olduğu için bir haftada dilimizde hiçbir sorun kalmamış, farklılık kalmamış, anlaştık, diyorlar. Köydeki
Şaman geziye çıkacağız, diyor Ren geyiklerini kullanıyorlar ulaşımda, taşımada. Zaten bir adları da Ren Geyiği İnsanları, değil mi Mustafa Yoldaş?
Mustafa Şahbaz Yoldaş: Evet.
urullah Ankut Yoldaş: Evet bunlar da Ren geyikleriyle taşıma, ulaşım sağlıyorlar. Toplumun köye yerleşik bölümünün Şamanı şöyle diyor:
Şimdi gideceğin yerlerde dağın, ormanın, ırmağın,
bitkinin hepsinin bir ruhu var. Bunların hiçbirine saygısızlık yapma, zarar verme.
Böyle söyleyerek uyarıyor. Yani bunlar dışarıdan
gelmiş; bunların kıymetini bilmezler, ölü sanırlar varsayımından hareketle tek uyarısı bu oluyor. Yani hepsini
canlı kabul ediyor onların.
Bu insanlar, ırmakları, dereleri kirletmemek için orada ellerini bile yıkamıyorlar. Bir kapla suyu alıp nehirden uzak bir yerde yani kullanılmış suyun nehre ulaşamayacağı bir uzaklıkta yapıyorlar temizliklerini. Bu
denli saygı duyuyorlar doğaya. Hatırlarsak, Amerikan
Yerlilerinin tutumu da aynısıdır. İşte binlerce yıl önce
biz de bu anlayışa sahiptik. Bugüne gelirsek, nehirlerimizi, göllerimizi kirletmekle kalmadık; koca Marmara’yı bile öldürüp bitirdik. Eskiden 104 çeşit balık yaşayan Marmara’da şu anda kirli ortama uyum sağlayıp
orada yaşamını sürdürebilen sadece 4 çeşit balık kaldığını belirtmemiz, acı acı hatırlamamız ve düşünmemiz
gerekir. İşte sınıflı toplum bizi böylesine çamurlara buladı. Hele işverenleri ve Parababalarını tümüyle insan-
lıktan çıkardı. Kendi vurgun ve sömürülerinin dışında
hiçbir şey umurlarında olmaz yaratıklar haline getirdi
onları.
Atlas Dergisi’nin seyahatine ve Tukalara dönersek:
Yine birlikte geziye çıktıkları zaman toplumun bir
kadını anlatıyor:
Hayvanlarımız ölüyor, ardı ardına kurt kapmaya başladı. Gittik Şamana bunun sebebini sorduk. Şaman bize
yaşadığımız olayları, başımızdan geçenleri, yaptıklarımızı anlattırdı. Eşim ırmağın kenarında bir yavru ceylanı avlamıştı. İşte sizin suçunuz bu, onun ruhu sizi cezalandırdı dedi, diyor.
Ne yapmalıyız? diye sorduk.
Sular okudu, dualar etti ve gidin oraya, o hayvanı öldürdüğünüz yere bu suyu serpin, onun ruhundan bağışlanma dileyin, dedi. Gittik bunu yaptık, hayvanlarımız
kurtuldu, diyor.
Şimdi düşünebiliyor musunuz, Şaman evrimin gelişim kanununu keşfediyor, pratikten çıkarıyor. Yani doğaya hiçbir zarar vermeden, uyum yapmanın yolunu,
yöntemini öğretiyor, arkadaşlar. Yani evrimin sağlıklı
yöntemini öğretiyor şamanlar. Ve sağlıklı toplum düzenini bu sayede kuruyor arkadaşlar. Amerikan yerlilerinin, şeflerinin sözlerini çok severim, kişiliklerine de, yiğitliklerine de hayranım. İlkel Komünal Toplum insanları tam anlamıyla. Onlar da aynı anlayış içinde. İnternete bakarsanız yani aynı benzer özdeyişlerini bulursunuz o kabile şeflerinin de.
Şimdi Hz. Muhammed dinine gelirsek, yoldaşlar,
şöyle der: “Görmedin mi göklerdeki kimseler güneş,
ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu (öbürlerinin tamamı, insanlardansa birçoğu - N. Ankut) hep Allaha secde ediyor.” (Hac Suresi, Ayet 18)
Yani Hz. Muhammed de hepsini canlı kabul ediyor,
arkadaşlar. Hatta bir anlamda insanlardan üstün görüyor. Onların tamamı Allah’a secde eder, ama insanların
birçoğu, diyor. Yani Şamanın anlayışı ile Hz. Muhammed’in anlayışı birebir örtüşüyor. Usta’mız da: “Evrimin ve tarihin gelişim kanunlarını tam bilince çıkarmamış olsa da sezmişti, sezinlemişti Hz. Muhammed” diyor, arkadaşlar. İşte bu ayette açıkça görüyoruz biz.
Yine bizim “Kedi Davası”ndaki savunmamızda söz
ettiğimiz En’am Suresinin 38’nci Ayeti ne diyordu, yoldaşlar?
“Yerde ayağıyla yürüyen, havada kanadıyla uçan
her hayvan tıpkı sizin gibi ümmettirler ve yarın rablerinin huzurunda toplanacaktır.”
Yani yerde debelenen tüm hayvanları, havada kanatlarıyla uçan tüm kuşları insanlarla eşitliyor. Tıpkı sizin
gibi ümmettirler, diyor. Ve rablerinin huzurunda toplanacaktır, diyor. Hiçbir ayrım gözetmiyor.
Hz. Muhammed dağın, taşın, hayvanların yerde ve
gökte olan tüm varlıkların canlı olduklarını tek ayette
değil, Hadid Suresi Ayet 1 ve 2’de, Haşr Suresi Ayet
1’de, Saff Suresi Ayet 1’de de tekrarlar. Yalnız söyleyip
geçmiyor dikkat edersek. Tekrar tekrar söylüyor ki, insanların belleğinde yer etsin.
Dedik ki, İslamiyetin ne olduğunu sadece Usta’mız
ortaya koydu. Arap toplumu o zaman İlkel Komünal
Toplumdan Sınıflı Topluma henüz geçmişti. Kâbe’deki
yani Panteon’daki putların önemli bir bölümü Kadın
Tanrıçaların putlarıydı. Mesela Şeytan Ayetleri denen
ayetlerde söz edilen Lât, Menât, Uzzâ putları hep birer
Tanrıçanın sembolüydü.
Yani bu ne demek?
O Tanrıçalara tapınan kabilelerin Anacıl Düzenden
henüz kopmadıklarını gösteriyor. Ama bir kısmı da erkek egemen topluma geçmişti. Yani putları erkek Tanrıların putlarıydı.
Hz. Muhammed dinini nasıl oluşturdu?
Kime karşı mücadele etti?
İşte Hz. Muhammed, kendisi de 40 yıl bezirgânlık
yapmış değil mi? Sermaye biriktirmiş ama öksüz ve yetim büyümüş; dedesi büyütmüş, sütannesi büyütmüş.
Böyle olunca o köklerini unutmuyor. Tabiî o ticaretin
getirdiği imkânları kullanarak, geçmiş dinleri ve kültürlerini yutarcasına inceliyor, araştırıyor. Yani ticaret sayesinde bu imkânı elde ediyor. Yani kendisine kadarki
birikimi iyi özümlüyor, kavrıyor ve onun üzerine işte
Hira Dağı’ndaki mağarada aylarca, belki yıllarca düşünerek Kur’an’da anlatılan Cennete de benzer, ona yakın
bir toplumu yeryüzünde nasıl kurarım; onun tasarımını
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
yapıyor.
Ve geldiği zaman, kendisini Peygamber olarak ilan
ettiği zaman, kime bayrak açıyor?
Mekke’nin Tefeci-Bezirgânlarına, Ebu Süfyan ve
benzerlerine bayrak açıyor: “Kölelere özgürlük” sloganıyla ortaya çıkıyor. Ve bütün mücadeleyi Mekke,
Medine’deki Tefeci-Bezirgânlara ve bölge coğrafyasındaki Tefeci-Bezirgânlara karşı veriyor.
Ama tümüyle başarılı olabiliyor mu; İlkel Komünal
Toplum kültürünü ve o düzeni yeniden bilinçli olarak
kurmaya gücü yetiyor mu, dersek: Tam başaramıyor.
Çünkü sınıflı toplumun içine girilmiş bir defa. Tamam,
Arap halkının çoğunluğu İlkel Komünal geleneklerine
sahip; bu ruhiyatı taşıyor ama egemenler artık sermaye
biriktirmişler; onlar da belirli kültür ve statü oluşturmuşlar. Onları da tümüyle bertaraf edemiyor. İşte 23 yıllık mücadelesiyle onları gücünün elverdiği oranda geriletiyor. Ama netçe, kesince onları alt edemiyor ve bu
bakımdan Hz. Muhammed’in hareketi, Kur’an devrimi,
bir Tarihsel Devrimdir diyor, Usta’mız. Orijinal bir
Tarihsel Devrimdir. Bu bakımdan asla mal biriktirmeyin, mal küplemeyin, mal istiflemeyin, der Hz. Muhammed. Sadece ihtiyaca yetecek kadar mal alıkoyun; gerisini dağıtın, der. Tekrar tekrar vurgular bunu ayetlerde
defalarca okudum size.
Yine din hizmeti karşılığında bir ücret alınmaz, der.
Ben Allah’ın bana verdiği görevi yerine getiriyorum.
Bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum,
der. Ama şu anda 120 bin imam var Türkiye’de değil
mi? Yine bunların görev yaptığı her camide en az, en az
bu kadar da müezzin var. Müftüler var.
Bunlar kimden maaş alıyor?
Devletten, halktan yani insanlardan, arkadaşlar. Ama
Kur’an’da yok öyle bir şey. Bunlar gerçek Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın dinine uygun din adamları değil,
bunlar Yezit dininin namaz kıldırma memurları, bunların ilgisi yok gerçek Müslümanla. Hz. Muhammed bizzat kendisi ücret istemez de, bunlar nasıl ücret isterler:
Bir Dinleyici: Hocam, elektriğe, suya, doğalgaza,
kiraya para vermiyorlar çoğu yerde.
urullah Ankut Yoldaş: Tabiî tabiî! Diyanet İşlerinin bütçesi üç bakanlığın bütçesinden fazla. Müslümanlıkla ilgisi yok bunun, arkadaşlar. Bunu bilmemiz
lazım. Bilmezsek bunlarla mücadele edemeyiz.
Tevbe Suresi Ayet 34 ve 35:
“Ey iman sahipleri, hahamlardan ve rahiplerden
birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa
yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve
gümüşü depolayıp da onları Allah’ın yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula!”
Onlar bunu yapıyorlar, diyor. Bunlar için korkunç bir
azap var.
“Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine lav
dökülür de bununla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır. İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi,
tadın biriktirmiş olduklarınızı!”
Bu kadar şiddetli uyarıyor, halkın parasını yiyen din
adamlarını, sözde din adamlarını. Daha ne desin?.. Bu
hükümet de aynı şeyi yapıyor. Ve onların en büyüğü
Tayyipgiller de aynı şeyi yapıyor.
Geçenlerde kurban bayramını yaşadık değil mi,
arkadaşlar? Kaç yüz bin hayvanın canına kıyıldı… Yüz
binlerce… 500 bin, belki 600 bin…
Hacc Suresi Ayet 37; Allah diyor ki:
“Benim kestiğiniz kurbanın etine, kanına ihtiyacım yok, sizin takvanızdır önemli olan.”
Yani kan dökme vahşetine döndürmeyin kurbanı,
diyor, benim bunlara ihtiyacım yok, benim istediğim
sizin takvanızdır. Yani sadece kötülük yapmamanız
değil, kötülük yapmayı düşünmemeniz bile. Öylesine
güzel ahlâklı insanlar olmanızdır benim istediğim,
diyor. Ama bunlar ne anlıyor? Hayvan boğazlamayı,
hayvan katliamı yapmayı anlıyorlar kurbandan. Oysa
Hacc Suresi apaçık bir şekilde tersini söylediği halde ne
diyor, bu düzenbazlar? Yok, illa kan akacak. Yezit dini
bu!..
Ortaçağcılar, Yezit’i sahiplenerek Alevileri
hedef tahtasına oturtuyor
Bir de Pensilvanyalı İblis var. Diyor ki;
“Yezit de bir tepki adamıydı.”
Bakın nasıl savunuyor, alçağa bakın. “Tepki adamıy”mış.
Niye?
Kendisine biat edilmemesine tepki duymuş da o yüzden o canavarlığı, vahşeti yapmış. Ya!..
Bu Tayyipgiller Sünni mezhebine mensuplar değil
mi?
Aleviliğe, Anadolu Aleviliğine de şiddetle karşıdırlar. Geçenlerde Çanakkale 18 Mart Üniversitesi rektörü
Sedat Laçiner var bunlardan devşirilmiş; ne demişti
arkadaşlar?
“Yahudiler ve Hıristiyanlar Allaha ve ahret
gününe inanırlar o sebeple onlar cennete girebilir.
Ama Aleviler sapkındırlar, onlar kesin cehennemliklerdir, cehennemliktir.”
İnternette var sitelerde. İşte böyle bunlar. Yezit’tin
devamcısı bunlar.
Daha önce de dedim, Hz. Muhammed’in hayatta en
sevdiği insan Hz. Hüseyin, o da dahil olmak üzere eşi,
çocukları ve çevresinde inananları, takipçileri 73 kişiyi
günlerce Fırat’ın kenarında aç susuz bırakıyor; ondan
sonra da canavarca katlediyor. Katletmekle kalmıyor,
cesedini kâğıt gibi atların ayakları altında çiğnetiyor,
kesilmiş kellesini de Şam’a götürüyor. Kendi sarayının
altına, bodruma atıyor. Ve bu halife oluyor. Hz.
Muhammed’le ne ilgisi var bunun? En sevdiği bir insanı ve çevresini, çocuklarını böylesine canavarca katlediyor; ondan sonra Hz. Muhammed’in devamcısı oluyor bunlar. İşte o soydan geliyor bunlar, Tayyipgiller.
Yine ihanetleri, zalimlikleri İslamla hiç ilgilerinin olamayışı oradan kaynaklanıyor bunların.
Konular, güncel konular var bir hayli. Arkadaşlarımız da yorgun tabiî. Aslında pedagoji bilimi der ki, bir
konferans azami 1,5 saat olmalı. Ondan sonra insanların zihinsel olarak yorgunluk aşaması başlar. Biz saatleri geçtik.
Bir Dinleyici: Konferansı veren önemli Hoca’m.
urullah Ankut Yoldaş: Biz 12.00’da başladık
17.00 oldu, evet. O bakımdan daha bu konuya çok
değineceğiz. Çok değinmemiz gerekir. Ama şimdilik
bu kadarını yeter bulalım.
Sosyalist Kamp’ın dağılmasının temel
nedeni; Sosyalist İnsanın
yaratılamamasıdır
Görev aralıklarında hep aklıma takılır, arkadaşlar.
Benim de temel yani düşünce konularımdan biridir:
Bu emperyalist haydutlar, insanlığa bugün bu kadar
hayâsızca zulüm uygulayabiliyorlarsa, dünyada at koşturabiliyorlarsa bu Sosyalist Kamp’ın yokluğundan
kaynaklanır. Lenin gibi büyük bir devrimcinin kurduğu ve 20 yıl yönettiği bir parti ve dünyanın en büyük
İşçi Sınıfı Devrimini gerçekleştiren bir parti nasıl 70 yıl
sonra çürüdü de kuruyan bir ağaç gibi kendi kendine,
ufak bir rüzgârın etkisi bile olmaksızın çöktü? Hep
kafama takılır. Merak ederim. Gerçek sebep ne?
Tabiî bir sürü sebepler gelir aklıma. Ama acaba
bunun altında yatan, bunların da altında yatan, onlara
da kaynaklık eden, onları sonuç olarak ortaya çıkaran
daha başka sebepler var mı diye araştırırım, düşünürüm
hep. Yani hani biliyoruz ya biz; her şey bir süreç, doğada ve toplumda kesin olan hiçbir şey yok. Bir tek kesin
önerme var.
Nedir o?
Herakleitos’un bulduğu: “Her şey durup dinlenmeden değişiyor.” Onun dışında hiçbir şeyin kesinliği
yok. Ama her olay başka bir olaya sebep olur. O yeni
olaylara sebep olur, yani bir zincir olarak olaylar birbirinden doğup gelişirler. İşte acaba en altta yatan sebep
ne? derim hep.
Böylesine güçlü bir parti, böylesine büyük bir devrimcinin, bir önderin kurup 20, az değil 20 yıl, yönettiği bir parti... Yeltsin denen sarhoş, alçak, düzenbazın
insanları geliyorlar partiye, 5 bin kişi görev yapıyor
Henri Alleg, “Büyük Geri Sıçrama”da aktarıyor,
daha önce söyledik: Bir saat içinde boşaltacaksınız,
diyorlar. 5 bin kişiden bir teki tık demiyor. Bir saat içinde hepsi boşaltıyor, çekip gidiyor…
Hep tartışırız Mustafa Yoldaş’la, söz ederiz; birinin
eşi hepsinden yiğit çıkıyor: “Biriniz de mi kalkıp
karşı çıkmadınız, mücadele etmediniz, dövüşmeyi
düşünmediniz?” diyor. “Yazıklar olsun size” diyor.
İşte parti o hale gelmiş. Parti duvarlar, yazılı metinler, programlar değil ki… Onlara can veren, ruh veren
yürek, inanç, bilinç taşıyan insan varsa onlar bir işe
yarar o program, o teori, o geçmiş, o gelenek, o kültür
bir işe yarar. Sende Hz. Ali bileği yoksa, elinde Zülfikar olmuş ne işe yarar?..
(Alkışlar…)
İşte o parti, tepesinden tırnağına kadar o hale geldiği için dünyanın coğrafya bakımından, coğrafya üretici
gücü açısından en zengin ülkesi; nüfusça Çin’den, Hindistan’dan sonra üçüncü büyük ülkesi değil mi o zaman
Sovyetler Birliği? İnsan gücü bakımından da üçüncü...
Bu kadar zengin bir ülke...
E, o zaman nasıl çöker bu ülke, yoldaşlar?
Ama işte o partinin önderleri, kadroları sadece suret
olarak kalırlarsa, içleri boşalırsa ne işe yarar? Parti kalmaz ki ortada. Dikkat edersek Lenin’den sonra bir tek
ciddi edebiyat eseri ortaya koyamadı, bir tek sanatçı
çıkaramadı, bir tek bilim insanı çıkaramadı Sovyetler.
Ama ne yaptılar? Sadece teknik üretici gücünü belli bir
süre geliştirdiler. 40’lı yıllara kadar İkinci Dünya Savaşı sürecine, 50’lere kadar diyelim, Teknik Üretici Gücü
açısından en öndeydiler. Demir çelik üretimi açısından
birinciydiler dünyada.
Demek ki bir şeyi eksik yaptılar. Çok önemli bir
şey; insan unsurunu unuttular, sadece teknik sandılar,
tekniği geliştirme sandılar sosyalist ekonomiyi örgütlemeyi.
Oysa Che ne diyordu?
“Sosyalist insanı yaratmalıyız.” diyordu. Ve kendisi de günlerce uyku uyumadan çalışıyordu. Diyordu
ki: “Çocuklarımı evin civarındaki bekçiler benden
daha çok görüyorlar. Çünkü ben birkaç günde bir
eve uğruyorum.”
Böylesine yoğun çalıştığı gibi gidip şeker kamışı da
kesiyordu, şeker fabrikalarında da çalışıyordu. Bolivya’da da en genç, 20’li yaşlardaki gerillalarla eşit miktarda dönüşümlü olarak siper kazıyor; onlarla beraber
dağ tepe o korkunç araziyi, sarp araziyi adımlıyordu.
Kaldı ki, güçlü ve sağlıklı bir insan değil. Normal
burjuva ordusunda bile çürüğe çıkarılabilecek denli
sağlıktan yoksun bir insan. Böyle olmasına rağmen iradesiyle devrim için cepheden cepheye koşuyor ve yapıyordu bunları. İşte Sovyetler’de ve Sosyalist Kamp’ta
sosyalist insan yaratılmadı, arkadaşlar. Sosyalist insan
yaratılmayınca da belli bir süre sonra insanlar rutin
işlerle yetindi. Oysa hep tekrarlanan şeyler alışkanlık
yaratır. Ve heyecan yaratmaz artık insanda. Her gün
yapılan tek düze hareketler, her gün gidip gelinen, kat
edilen yollar; her gün fabrikada tezgâhın başında yapılan iş, bunun bir heyecanı bir zevki olmaz. İnsan sürekli gelişmesi gereken bir varlık. Yaratması, ilerlemesi
gerek. Hani Hz. Muhammed der ya: “Müslümanın iki
günü birbirine denk olmayacak.” Yani nasıl kavrıyor, insanın ruhunu…
Rutine takılınca Sovyetler ve Sosyalist Kamp’ın
partileri ve insanları durağanlaştı, heyecansızlaştı, ruhsuzlaştı ve üstün oldukları tek gücü de yavaş yavaş
kaybetmeye, ellerinden çıkarmaya başladılar. Emperyalistler bir aşamadan sonra o alanda da geçtiler kendilerini. O alanda da geçilince artık altkınlık psikolojisine girdiler. Bir gücün sizden daha üstün, daha büyük
olduğunu hissettiniz, anladınız, kavradınız mı, psikolojiniz bozulur, düşünceleriniz de ona göre şekillenmeye
başlar artık. Yani duygularınız değişir, özlemleriniz
değişir, heyecanlarınız değişir, böylece çürüme başlar.
Marks’ın en sevdiği söz neydi? Usta’mızın da
mezar taşında yazılıdır: “İnsanım insancıl olan hiç
bir şey bana yabancı kalamaz.” Ve genç yoldaşlarımın da aktardığı gibi, Usta’mız ben niye sosyalist
oldum diyor: “İnsanın hayvan yerine konulmasına
isyan ettiğim için.”
Demek ki bu ruhu, bu isyanı taşıyacağız, hep canlı
olacak bu. Che ne diyor kendisine mektup yazan aynı
soyadını kullanan İspanyalı bir kadına, o da Guevera
soyadına sahipmiş, şöyle yazıyor Che’ye: “Atalarınız
İspanya’nın hangi bölgesinden gitti, belki akraba
çıkabiliriz.” diyor ya; “Bununla hiç ilgilenmedim”
diyor, Che. “Bilmiyorum o bakımdan. Ama dünyanın öbür ucunda olan bir haksızlık karşısında öfkeden tir tir titreyebiliyorsanız o zaman bu, yoldaşız
demektir ki bu hepsinden önemlidir benim için.”
(Alkışlar…)
Lenin’in son vasiyetini Bolşevik Parti
kadroları kavrayamadı
İşte o ruhiyata sahip olacağız hep, ama Sovyet insanında bu kalmadı, hep geriye gittiler. Lenin’in “Son
Yazılar, Son Mektuplar”ı, bir anlamda da vasiyeti,
kongreye mektubu; bildiğimiz gibi, ölüm döşeğinde
yazdırır. Kendisi de yazamaz. Hatta üç günde kesik
kesik, parça, parça yazdırır; bir seferde söyleyecek
gücü de yoktur. Burada üç önemli uyarıda bulunur,
arkadaşlar:
1) Merkez Komite’nin sayıca çoğaltılmasını, yüze
çıkarılmasını önerir; böylece hata yapma olasılığımız
daha da azalır, der,
2) Sayıları en az elli olmak üzere Merkez Komite’de işçi üyelerin ağır bastırılmasını,
3) Ve bir de çok önemli önerisi vardır. “24 Aralık
1922 Tarihli Mektuba Ek” 4 Ocak 1923’te yazdırmış
Lenin bunları, çok önemli, arkadaşlar:
“Stalin aşırı kaba bir insandır ve biz Komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde hoşgörüyle karşılanabilecek olan bu kusur, bir Genel
Sekreter için hoş görülemeyecek niteliktedir. İşte bu
nedenle, Stalin’i o görevden uzaklaştırmanın ve
yerine Yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü olan,
yani daha hoşgörülü, daha sadık, daha saygılı, daha
nazik ve daha az kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum.
Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı
gibi görülebilir. Oysa, olası bir bölünmeye karşı
13
savunma açısından ve yukarıda değindiğim gibi
Stalin ile Troçki arasındaki ilişkiler açısından,
bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu kanısındayım.”
Nasıl dâhice öngörüyor, yoldaşlar: “Sonucu etkileyebilecek oranda önemli bir ayrıntı olduğu kanısın-
Lenin
dayım”, diyor.
Troçki’ye de daha önceki bölümde zaten Bolşevik
değil, diyor. Zaten bizden değil, diyor. Diğer komite
üyelerini de değerlendiriyor ama zaman yok. Yoldaşlarım isterse okurlar. Lenin’in bu uyarısı kongrede dikkate alınmadı. Demek ki bir tek üstünlüğü olan, yani
insancıl yönü, sevecenlik yönü daha ağır basan birinin
gelmesi gerekir, diyor. Bu denli önem veriyor büyük
Usta. Ölüm döşeğinde bile görüyor. Ama dikkate alınmıyor. Ve sonucu etkiyor. Ve o çöküşün en önemli
nedenlerinden biri.
Biz şu anda şunu sorabiliriz:
Tarihi kişiler mi yapar?
Kişiler yapmaz. Ama Lenin’in o uyarısını bir tek
kişi dikkate almıyor ki, kongre, partinin kongresi dikkate almıyor. Demek ki, toplum Lenin’i o ölçüde anlayabilecek düzeyde değil. Komünistler o aşamada, o
günde Lenin’i anlayabilecek konumda değil, arkadaşlar. Yani Lenin’in daha uzun süre yaşaması gerekiyormuş. Böyle olmadığı için, işte bugünkü acı sonuçları
yaşıyoruz. Dünyamız yaşıyor. İnsanlık 20 yıldan bu
yana bayır aşağı yuvarlanıyor. Bu alçak haydutlar, ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi hainler cirit atıyor
bölgemizde ve dünyada. Hep bu sebepten… Bu denli
insancıl bir teori işte bu sebepten yıkılıyor, arkadaşlar.
1953’e kadar Stalin Merkez Komite’yi yönetiyor.
Ölünceye kadar, değil mi?.. Ölünceye kadar. Stalin,
Lenin’in en iyi öğrencisiydi, diyor Usta’mız.
Ama o bile ruhunu anlamış mı Lenin’in, Lenin’in
devrimci teorisinin?
Hayır anlamamış. Şeklini, suretini anlamış sadece,
sevgi yok yüreğinde. Hayyam o dörtlüğünde belirtiyor
ya, sevgi yok. Öyle olunca devrimci de olamazsın.
Sevgi olmayan yürekte devrimci duygular yaşamaz.
(Alkışlar…)
Partide kadroların altbilinçlerine yenilip
çürümesiyle toplumda çöktü
Devrimci bir ruhiyat zemin bulamaz orada. İnsan
dediğiniz canlı sadece düşünce varlığı değil ki; duygular, özlemler, heyecanlar, istekler varlığıdır da aynı
zamanda. İnsanın düşünceleri başka özlemleri, istekleri başka olabilir. Zaten hırsızların, tecavüzcülerin,
tacizcilerin, alçakların çoğu yaptıkları şeyin yanlış
olduğunu, ahlâksızlık olduğunu bilirler.
Bilmezler mi?
Bilirler.
Ama buna rağmen yaparlar, niye?
Öbürü düşüncedir ama bunlar duygular, özlemlerdir. Yani biri bilince ait bir şeydir, öbürü altbilince ait
olgulardır. Altbilinç insanın hayvancıl yönünü temsil
eder. Sadece hayatta kalma ve neslini üretmektir amacı
altbilincin. O doğrultuda yönlendirir. Ama İnsanî
değerler bilince yüklenir. İkisi arasında sürekli bir
savaş vardır.
İşte bilincimiz o denli güçlü olacak, o denli etkili
olacak ki altbilincimizin o binlerce yıldır, altı bin yıllık
sınıflı toplumun oraya yerleştirdiği, oradaki genlerimize kodladığı egoist, bencil, sadece türümüzü sürdürmeyi, kendimizi, neslimizi düşünen; ona göre bizi yönlendirmeye çalışan duyguları, istekleri baskılayacak, onlara hiç göz açtırmayacak. Onların habire tepesine vuracak.
Yine William Shakespeare’in Macbeth’inde, Lady
Macbeth sürekli kocasını cinayete, katliama zorlar.
Kendisine en güvenen halkçı kralın, katledilmesini
planlar, daha doğrusu kader, yazgı onu buna zorlar.
Ama Macbeth yiğit bir savaşçıdır. Girişmek istemez
ama Lady Macbeth sürekli kraliçe olabilmek için o
yönde kışkırtır. Macbeth; “İnsana yaraşan her şeyi
yaparım ama daha fazlasını yaparsam insanlıktan
çıkarım.” der. Ama bu isyanı da para etmez, sürekli
kışkırtır ve aşağılar. Asıl onu öldürmeye karar verdiğinizde insandınız, şimdi korkaksınız, diye aşağılar.
Sonunda o canavarlığı, canavarca suçu işletir.
Yani aynı Macbeth oyununda olduğu gibi, altbilincimiz bizi sürekli insanlıktan çıkmaya, özlemlerimiz,
isteklerimiz doğrultusunda bizi davranışa geçmeye zor
14
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
lar. Bilincimiz, sürekli onun tepesine vuracak, onunla
mücadele edecek. Öyle bir davranışta bulunursam, eğer
ona uyarsam insanlıktan çıkarım. Neye yarar insanlıktan çıktıktan sonra yaşamak, diyecek. İşte öyle olmadığı için Sovyetler’de de zamanla devrimci kadrolar giderek daha fazla oranda altbilinçlerinin etkisine girdiler. Ayrıcalıkları sevdiler mesela… Son zamanda çocukları bile üniversiteye sınavsız giriyormuş. Brejnev’in lüks araba koleksiyonu vardı.
Böylesine ayrıcalıklar edinince, halktan kopunca,
halk da umurunuzda olmaz artık. Rutin günlük işi yapayım, gerisi ne olursa olsun yahu, gerisinden bana ne.
Sadece egonu düşünmeye başladığın anda orada devrimcilik de kalmaz, insanlık da kalmaz. Ama onun için
de sürekli mücadele etmek, savaşmak, dövüşmek gerekir ama ondan uzak durdular. Dünyanın öbür ucunda
olan haksızlığa isyan etmelisin. Onu ortadan kaldırmak
için kafa yorup, yollar bulup kavgaya girmelisin. Hiç
umurlarında olmadı ve çürüdüler.
Şimdi bu açıdan baktığımız zaman; Sosyalist Kamp
niye çöktü sorusuna ne yanıt vermeliyiz biz?
Sevgisizlikten… Yüreklerinde insan, hayvan, bitki
ve doğa sevgisi olmayan kadroların partiyi ele geçirmesinden dolayı çöktü Sosyalist Kamp. O her şeyi etkiledi artık. Kendileri de çürüdü, parti de çürüdü, toplum da çürüdü.
Sosyalist Kamp çöker çökmez, Moskova cinayetler
başşehri oldu. New York’u bile solladı, adi suçlar ve cinayetler açısından. Yani insanlar bu kadar çürümüş. Eskiden Nataşa’nın temiz bir anlamı vardı Rusça’da. Bizde Ayşe, Fatma, Zeynep neyse Rusya’da da Nataşa oydu. Ama ne demek şimdi Nataşa? Bizim gibi toplumlarda birine Nataşa dense ölümcül kavgalar çıkar değil
mi? Demek ki o hale getirdiler insanları. Doktorundan
olimpiyat şampiyonuna ve şampiyonalarda dereceye
girmiş sporcularından mühendisine kadar fuhuş yapmak için döküldüler emperyalist ülkelere. Değerler kalmamış ki artık... Sadece hayvanca; daha fazla lüks araca gerece, nesneye ulaşmak amaç olmuş. Başka bir
önem, değer kalmamış hayatlarında insanların.
Bu ay içindeki bir haberde veriliyordu; Avrupa’nın
dolar milyarderlerinden üçte biri Moskova’da yaşıyor.
Moskova’da sırf 79 tane dolar milyarderi varmış ve
Avrupa’da şehir bazında birinciymiş Moskova.
Ne yaptılar da bunlar bu servetleri biriktirdiler?
Kamu mallarını yağmaladılar, arkadaşlar. Madenler,
ormanlar, fabrikalar, o 70 yıllık sosyalist ekonominin
ürettiği, ortaya koyduğu, yarattığı tüm üretim araçlarını ve tüm coğrafyayı yağmaladılar. Canavarca, hayâsızca yağmaladılar.
Ahşaba meraklıyım, yoldaşlarımız bilir, doğal ahşap
eşyaya. Eskiden kereste depolarının, marangoz atölyelerinin önünden geçerken bizim Akdeniz çamının mis
gibi kokusu çarpardı burnumuza. Çok severim o kokuyu. Ama şimdi hiçbir koku duymazsınız. Eskiden fırınların önünden geçerken de öyle oluyordu. Şimdi fırının
önünden geçersiniz hiçbir taze ekmek kokusu duymazsınız. Doğal buğday yok çünkü. Çünkü şimdi Türkiye’de inşaatlarda kereste olarak kullanılan, mobilyacılıkta kullanılan çamlar Sibirya çamı. Ve bol yağmur aldığı için o koku yok, o aromalar, o reçine yok yani kavağa benzer. Çam türü ama kavağımsı bir çam... Kokusu yok. Ben acı acı gülerek diyorum ki, Sosyalist
Kamp’ın yıkılması trajedisinin tek bir yararı oldu: Bizim Toroslar’ın çamları kurtuldu. Daha pahalı olduğu
için bizim Toroslar’ın çamlarına dokunmuyorlar, artık.
Bir Dinleyici: Yakıyorlar şimdi.
urullah Ankut Yoldaş: Çok ucuz. Çok ucuz, arkadaşlar. Yağma çünkü ne olacak. Koca uçsuz bucaksız
orman, al senin olsun. Habire katlediyorlar, pazarlıyorlar. Çok ucuz. Eskiden atık kâğıtlar para ederdi. Gazeteler falan bayağı kilosu belli bir fiyata satılırdı. Şimdi
hiç para etmiyor.
Niye?
Çünkü aynı fiyata dışarıdan ithal kâğıt geliyor. Sibirya ormanlarının, ağaçlarının hamurundan üretilen,
yapılan kâğıtlar, ucuz. Ne yazık ki insanlar bilinçten
yoksun edilince o hale geliyor ve isyan etmiyor düzene.
Çeçen isyanı oldu değil mi, Rusya’da?
Çeçenya, Rusya içinde etrafı Rus topraklarıyla çevrili bir milletin yaşadığı ülke, arkadaşlar. 1,5 milyon civarında nüfusu var. Ve o isyanı, 600 bin Çeçen’i katlederek bastırdı Putin. 600 bin, yani bir halkın üçte birini
imha etti. Ve emperyalistler, yeter ki Rusya bize yandaş
olsun diye, tık demediler. İsyan durdu çünkü yeniden
biri baş kaldırsa bütün sülalesini bir anda yok edilmiş
bulacak. Daha doğrusu bulunmayacak, sülalesinin izi
tozu kalmayacak o açık. Bu, bir denklem olarak önlerine konunca insanlar başkaldıramaz oldu. Oysa yiğit bir
halk.
Bir tiyatro baskını olmuştu değil mi arkadaşlar
Moskova’da. Sanırım 15 kadar gerilla basmıştı. 130
küsur kişi vardı. Zehirli gaz verip tümünü; yani 15 civarında gerillayı yok etmek için tiyatroya zehirli gazları verip tüm canlıları yok etti Putin. Ardından, daha
sonra okul baskını oldu Çeçenlerin. Orada da aynı katliamı gerçekleştirdi. Şimdi bunlar devletin en tepesindeki insanlar, eski parti yetkilileridir. İnsanlıktan, sevgiden eser kalmış mı bunlarda? Canavarlaşmışlar, insanlıktan çıkmışlar. O zaman bunlarla sosyalizmin ne
ilgisi olur? Hiç kalmamış. İşte ondan yıkıldı, yoldaşlar.
Ondan yıkıldı…
Peki, Lenin konuyu niye daha önce program düzeyinde ele almadı arkadaşlar? Bolşevik partisi programına sosyalist insanı da yetiştirmeliyiz, bir yandan sosya-
list ekonomiyi örgütlerken, öbür yandan da sosyalist
insanı, kadroları ve halkı yetiştirmeliyiz demedi; programa bunu koymadı, öncelikli görevler arasında? Yani
ikinci ayak olarak niye devrimci iktidarının bu ayağını
da koymadı?
Ömrü devrim dalgalarıyla boğuşmakla geçmiş ve o
devrimi zafere ulaştırmaktan başka şeye zaman ayıramayacak duruma gelmişti. Yani ömrü bunları da düşünmeye, programlaştırmaya yetmedi. Ve dikkat edersek ölüm döşeğinde bu konuda uyarıda bulunabiliyor, o
uyarısı da kabul edilmiyor. Oysa bu, Bolşevik Partisi’nin daha kurulurken programına konsaydı, yüreğinde sevgi taşımayan sosyalist olamaz denseydi, bu felaketle karşılaşmayabilirdik.
Usta’mız erken öldü. Bedence erken kaybettik. Sosyalist Kamp’ın çöküşünü görseydi, muhakkak ki eksiksiz bir şekilde gerekli dersleri çıkaracaktı o felaketten.
Onun sebeplerini en ayrıntılı noktasına varıncaya kadar
ortaya koyacaktı. Ama o felaketi görmeden ayrıldı aramızdan bedence. Öyleyse biz Usta’mızın biliminin ışığında, mezar taşına yazdıracak denli önem verdiği özdeyişin ışığında, sosyalist oluşunun gerekçesini vecizce ortaya koyuşunun ışığında, Sosyalist Kamp’ın çöküşünü değerlendirip, gereken dersleri çıkarmak zorundayız.
Öyleyse Partimizin, bir yandan minima programında ya da maksima programında iktidara gelir gelmez
nasıl örgütleyeceğimizi ortaya koyacağız. Ekonomi,
kültür işlerini aynı programımızda olduğu gibi belirleyeceğiz. Bir taraftan da sosyalist kadroların ve sosyalist
insanların yetiştirilmesinin aynı derecede önem taşıdığını programımızın başına koymalıyız.
(Alkışlar…)
Peki, Usta’mız Sovyetler’in çöküşe gittiğini niye
öngörmedi?
Bakın yoldaşlarımız anlattı. Aslında Usta’mızın son
anlarında da nasıl canavarca davranıyorlar, nasıl sevgisizce davranıyorlar, ömrünün 50 yılını devrimci kavgaya vermiş, 22,5 yılını zindanlarda geçirmiş, dağlar gibi
teorik hazineler üretmiş bir insanı, ölümün kıyısına gelmiş bir insanı, bırakalım tedavi etmeyi, ülkelerinden
bile püskürtüp atıyorlar.
Nereye?
Emperyalist Almanya’ya, arkadaşlar.
O güne kadar revizyonist bildiğimiz Tito kadar bile
insanlık taşımıyorlar. Sahte TKP’nin İ. Bilen’i vb. malum ama Sovyetler de aynı davranışı koyuyor, aynı derecede insancıl duygulardan yoksunlar. Bakın Hafız
Esad, Suriye’de insanca davranıyor, gereken saygıyı
gösteriyor Usta’mıza. İstedikleri kadar misafir ettikten
sonra uçağa bindirip Bulgaristan’a gönderiyor talepleri
üzerine. Hafız Esad kadar olsun insanlık gösteremiyorlar, anlayış gösteremiyorlar Usta’mıza.
Yani bütün bu hainlikleri, anlayışsızlıkları, hayvanlıkları gördükten sonra olsun Usta’mız niye çöküşe gittiklerini görmedi?
Ama zaten aradan ay demeyelim, günler geçtikten
sonra kaybediyoruz Usta’mızı. Zaten namussuz kanserle boğuşuyor. Hani öyle bir pis hastalık ki kanser, insanı bir saniye boş bırakmaz. Sürekli işkence eder. İşkence etmekle de kalmaz idrar yolunu tıkar aynı zamanda.
Hem kan işetir, hem kan pıhtılarıyla idrar yolunu tıkar.
Yani böylesine işkence içinde, acılar içinde kıvranıyor.
Ondan sonra bir süre daha yaşayabilseydi muhakkak ki
görürdü çöküşe gittiklerini bunların.
Sovyetler ve Çin’de Sosyalizm çökerken
Küba nasıl ayakta kaldı?
Küba niye yıkılmadı? Bakın küçücük bir ülke hem
yüzölçümü, hem insan gücü açısından değil mi?
Ama o Che’nin ülkesi, Fidel’in ülkesi, Camilo’nun
ülkesi… Ve onlar ne mutlu ki, Camilo ve Che erken gitmiş olsalar da, Fidel uzun süre o devrimi yönetebildi gerektiği şekilde ve hâlâ da aramızda. Onlar insan yüreği
taşıyorlar, arkadaşlar. Onların yüreği sevgi dolu. O yüzden başhaydudun hemen burnunun dibinde dimdik
ayaktalar; meydan okumaya devam ediyorlar.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde de Kim İl
Sung Yoldaş uzun süre, gerektiği süre yaşayabildi. Ülkesine önderlik edebildi. Çin’e gelirsek: Çin üzerinde
uzun tahlillerimiz var, arkadaşlar. “İki Süper Oportü-
Kim İl Sung
nizm” adlı kitabımızda tâ 1970’li yıllarda bu konulara
ayrıntılıca girdik. Şu anda değinmeyelim. Şu anda elma
kurdu yani Kapitalizmin kurdu içine girmiş durumda.
Adım adım kapitalizme doğru, gün be gün giriyor, Çin.
Demek ki, bugünden başlamak üzere sosyalist bilincimizi, Marksist-Leninist teorimizi eksiksiz, ruhuna
inerek kavramaya çalışmalıyız. Devamlı kendimizi ye-
nilemeli, geliştirmeliyiz. Biz tamam, bunu okuduk, bitti öğrendik… Hayır. Öyle dediğiniz anda teori kalplaşmaya başlar, skolastisizme düşeriz. Bir şey oldubitti dedin mi o devrimci teori değildir, onun canlılığı biter.
Çünkü canlı olan her şey durup dinlenmeden değişmekte, yürümekte… Devrimci teori de öyle, biz de öyleyiz.
Bakın Hz. Muhammed bunu da dâhice kavramış, diyor ki; Her gün 70 defa Allah’ımdan af dilerim, tövbe
ederim.
Sen Allah’ın elçisisin, nasıl 70 defa
durup dinlenmeden habire tövbe ediyorsun? Yani bu ne demek?
Önder olmak, örnek olmak istiyor, yani ben her şeyi bilirim, her şeyi yaparım,
ben hata yapmam dediğin anda gerçek
Müslüman değilsin. Hata da yaparsın, yanılırsın da, eksiklerin de var, zaafların da
var, günah da işlersin. O bakımdan sürekli kendini sorgulayacaksın, sürekli teyakkuzda olacaksın, diyor. Yani biraz önce
dediğim: bilincin, bilinçli olarak bunu görüp algılayınca, sürekli altbilincinin bencil istekleriyle mücadele edip tepesine
vurup baskılayacak, diyor. İşte böylesine
devrimin ve tarihçil gelişimin yasalarını
bilinçli olarak görmese de sezinleyebiliyor Hz. Muhammed.
Varlık sevgisi ve devrimci heyecan
diri tutulmalıdır
Demek ki aynı oranda da varlık sevgimizi her gün
geliştireceğiz, derinleştireceğiz, zenginleştireceğiz. Varlık sevgisi deyince de dört ayaklı: Üçü canlı, biri cansız.
Aslında onun da canlı olduğunu bildiğimiz doğa sevgimiz. Şimdi bu bizde var, diyebilir bazı yoldaşlarımız.
Ama biraz önce Hz. Muhammed örneğini verdim, biz
tamam; bunda eksiğimiz yok, dedik mi hataya battık.
Yoldaşlarım alınmasınlar geçen Merkez Komite’de
bir olay anlattılar. Yoldaşlarım kusura bakmasın yani
onların gönlünü kırmak için söylemiyorum. Dedi ki bir
yoldaşımız; biz sağlıklı toplantılar yapamıyoruz, belli
konular açıldı mı birbirimize bağırıp çağırıyoruz, kırılıp, alınıyoruz veya sonuca bağlamadan bir şeyi dağılıp
gidiyoruz. Şimdi bu, korkunç bir zaafın, eksikliğin olduğunu gösteriyor. Yoldaşlarımı orada da uyardım.
Biz onca yılın kıdemli devrimcisi olarak bir toplantıda belli meseleleri tartışacağız, onlara çözüm getireceğiz, görevimizi yerine getireceğiz. O meseleleri ele aldığımız anda birbirimize bağırıp-çağırmaya başlarsak e,
o zaman genç yoldaşlarımız ne yapsın? Yarın iktidara
geldiğimizde daha komplike meseleleri nasıl çözeceğiz? Genç kadrolara ve topluma nasıl örnek olacağız?
Demek ki şu anda devrimci iktidar elimizde olsa biz
de gümbür gümbür yıkılabiliriz eğer ondan sakındırmazsak kendimizi, bundan ders almazsak.
O bakımdan yüreğimizi sürekli bu varlık sevgisiyle
dolduracağız. O zaman yoldaşlarımıza da; yahu bunca
yıllık arkadaşız; kıdemce, kararlılıkça, inançça kendilerini kanıtlamış insanlar hep, her zorluğu göğüslemiş insanlar, 12 Eylül işkencelerinden de başı dik çıkmış insanlar, hiç esnememiş insanlar diyerek bakarız. Bak
karşımdaki yoldaşım da böyle bir yoldaş. Ben buna nasıl bağırırım, nasıl sesimi yükseltirim, nasıl alınırım, yahu nihayetinde o da düşünce belirtiyor, ben de bir düşünce belirtiyorum, diye düşünmeliyiz.
Yani sevgi ortamı içinde birbirimizle tartışmalıyız.
Anlaşamayabiliriz, ama sonunda ne olur?
Organda çoğunluk kararıdır egemen olan. Çoğunluk
kararı ne yönde çıkarsa diğer arkadaşın ya da arkadaşların hiç alınıp darılmasına gerek yok. Çoğunluk kararı
varsayalım ki o kişinin kendisine göre yanlış. E, olabilir, olsun. Demek ki ben arkadaşları yeterince ikna edemedim, ikna gücüm bu, o zaman daha ayrıntılı düşüneyim yahut olaylar yanlışlığını çıkarsın o kararın; arkadaşlar da desin ki, sen doğruymuşsun; böyle olur bu iş.
Yani duygusallığa, kırılmaya, darılmaya hiç gerek
yok, arkadaşlar. Asla yapmamalıyız, yaparsak o zaman;
ha demek ki bizde bir boşluk var, sevgi boşluğu var,
bundan yapıyoruz, demeliyiz hemen. En kıdemsiz arkadaşlarımın organlarından en kıdemli arkadaşlarımın organına kadar hep bu üslubu göz önünde bulundurmalıyız.
Demek ki arkadaşlar; başta ilk söze girerken sorduğumuz soruya dönersek; hayata insancıl bir anlam vermek, o anlamla zenginleştirmek için yapmamız gereken
birinci şey, bu varlık sevgisiyle hayatımızı, yüreğimizi,
benliğimizi, ruhumuzu doldurmaktır. Ama bu yetmez,
arkadaşlar. Ne yapacağız?
İnsanlığın başından geçenleri baştan sonuna kadar
sebep-sonuç ilişkileriyle bilimin ışığında çözüp, anlayıp, kavrayıp çözümlemeye ve evrimin ve tarihin gidişi
doğrultusunda ona yön vermeye çalışacağız, o kavgaya
girmeye çalışacağız. Eğer onu yapmazsak o zaman Samuel Becket’in kahramanlarından bir farkımız kalmaz.
Bencil oluruz, insanlıktan çıkarız o zaman. Madem karanlığı çözemedik o zaman ben de hiçbir şey yapmıyorum… İnsan bu değil, bu hayvana yaraşan bir şey, o zaman kendimizi hayvan yerine koymuş oluruz. Biz insanız, bizim bilincimiz var, her şeyi araştırıp çözüm getirmek, yol göstermek ve o doğrultuda davranışa geçmek
zorundayız. Çünkü doğanın da toplumun da insanlığın
bugününün de geleceğinin de sorumluluğu bizim sırtımızda. Bu sorumluluğu duyacağız ve onun gereği için
mücadeleye gireceğiz.
Bakın Hz. Muhammed de Tevbe Suresinin 5’inci
Ayetinde öyle diyor: “Haram ayları biter bitmez,
müşriklere pusular kurun, yakaladığınız yerde hemen öldürün. Ama aman diledikleri anda hemen affedin, onu artık kardeşiniz bilin.”
Çünkü bir devrim yapıyor. Şiddet her devrimin anasıdır, arkadaşlar. O savaşçı ruhu, o savaşı göze almazsan
devrimi başarıya ulaştıramazsın. Tarihsel bir devrim yapıyor, onun bilincinde, ama bir yandan da insan sevgi-
siyle dolu, geçmişte ne yaparsa yapsın, diyor. Aman dilediği anda kardeş bilin. Hemen affedin ve kardeş bilin.
Che de öyle yapmıyor mu?
“Bolivya Günlüğü”nü okuduğumuz zaman, aynı
şeyi görüyoruz orada da.
Yani yüreğimizi bu varlık sevgisiyle doldurmak demek; İsa’nın müritleri, müminleri gibi davranmak demek değil, hiç ilgisi yok. Bir taraftan savaşçı ruhumuzu
olanca keskinliğiyle bilerken, öbür taraftan da bu varlık
sevgimizi sürekli derinleştireceğiz, genişleteceğiz, geliştireceğiz, arkadaşlar, devrimciler olarak.
İşte hayatı insancıl anlamda en zengin kılan, bu bilinçle doğayı ve toplumu kavramak ve o doğrultuda,
onun gerektirdiği şekilde kavgaya girmektir. Devrimci
kavgaya, halkın toplumsal kurtuluşu davasına boylu boyunca dalmak demektir. İnsan olmanın hakkını vermek
bu demektir. İnsanlığımızın hakkını vererek yaşadıktan
sonra gerisi ne gam, yoldaşlar. Elbette geldik, gideceğiz.
Hani Korkut Ata’mız da diyor ya; “Gelişli gidişli dünya” hepimiz için böyle. Ama önemli olan o dünyaya
gelmenin yüklediği, orada var olmanın yüklediği görev
ve sorumlulukları kavramak, bilince çıkarmak ve onun
hakkını vermektir. Ben insanca yaşadım diyebilmek için
bunu yapmak zorundayız. İşte bunu yaptığımıza inandığımız için bizim ölümden de hiç pervamız yok, endişemiz yok, korkumuz yok; ne olursa olsun, nasıl olsa olacak bu. Doğal kanun bu... Yani biz devrimciler için hayatın anlamı bu, arkadaşlar. Ha, o soruları bilime havale edeceğiz. Hani teorik fizikçiler diyor, evren sürekli
genişliyor, hâlâ genişlemeye devam ediyor. Benim aklıma şu geliyor. İyi de neyin içinde genişliyor evren?
Mustafa Şahbaz Yoldaş: Artan bir hızla genişliyor.
urullah Ankut Yoldaş: Artan bir hızla genişliyor.
İyi de neyin içinde genişliyor?
İşte bunların ileride bilebildiği kadar, verebildiği kadar bilim verecek cevaplarını. Ama hiçbir zaman tam
cevabı verilmeyecek. Yani Samuel Becket’in deyişiyle
“Godot hiçbir zaman gelmeyecek”. Bilime havale
edeceğiz. Bilim çözebildiği kadar çözecek. Budur bizim
kabulümüz, şu anda bilincimizin bize tuttuğu ışık bu, arkadaşlar.
İşte bu açıdan biz Hz. Muhammed’in mirasçısıyız.
VIII. Yüzyılda yine sosyalist bir devrim için Azerbaycan’da ayaklanan Babek’in, 22 yıl kolektif bir yönetim
kuran Babek’in devamcısıyız, mirasçıyız. İbn-i Haldun’un, Şeyh Bedrettin’in, Selanik Komüncülerinin,
Edirne Komüncülerinin-Zelotistlerin ve Marks-Engels’in, Lenin’in, Usta’mızın, Che’nin, Denizler’in ve
Mahirler’in mirasçıları ve devamcılarıyız biz. Tek
meşru mirasçıları biziz.
(Alkışlar…)
ABD, 27 Mayıs’ın gerçekleştirilmesinde
bulunmadı, CIA işe sonradan el attı
Güncel konular var. Dikkat edersek pek güncele gelemedik. Dünyanın başhaydut devleti ABD’dir, bildiğimiz gibi. Bu konuda bir paragraf okumak istiyorum, bunun iç yüzünü anlatan. Yılmaz Dikbaş’ın “Atatürkçüler Yenildi” adlı kitabından. 27 Mayıs’a biz Politik
Devrim diyoruz. Çünkü sosyalizmi özgür bıraktı. Ve
biz, bizim kuşak hep 27 Mayıs’ın ürünüyüz. Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP’nin kurucu başkanı Alpaslan
Türkeş de 27 Mayıs’çılar içinde biliyorsunuz. O da katılmıştı.
Bir Dinleyici: 27 Mayıs bildirisini okudu.
urullah Ankut Yoldaş: O okudu. Radyoda o okudu 27 Mayıs sabahı. Türkeş bildiğimiz gibi dünyada
ABD’nin Kontrgerilla eğitiminden geçirdiği ilk üç kişiden biridir.
Bir Dinleyici: Dört kişiden…
urullah Ankut Yoldaş: Dört kişiden biri. 1944 yılında İsmet İnönü ırkçılık, Turancılık yargılamasından
dolayı bunu ordudan atıyor. Hapse giriyor, ordudan atıldığı gibi. Ama 1945 sonrası ABD’de Kontrgerillayla
bağlantı kurduğu için ABD’nin baskısıyla İnönü yeniden orduya almak zorunda kalıyor. Yani tâ o zamandan
CIA’yla iç içe geçmiş bir faşist Türkeş. 27 Mayısçılar da
daha sonra bunu içlerinden atıyorlar, bildiğimiz gibi.
15
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
“27 Mayıs 1960 askeri darbesinin (yazar darbe,
diyor, tabiî bizce devrim, politik devrim. – N. Ankut.)
güçlü albayı Alpaslan Türkeş, bakın neler anlatıyor: (Hulusi Turgut, “Türkeş’in Anıları-Şahinler Dansı”, sayfa 202-204’ten aktarıyor)
“27 Mayıs’tan sonra bakanlıkları dolaşmaya
başladım. İçişleri Bakanlığı’na gittiğimde, orada,
ayrı bir odada, bir ayrı büroda Amerikalıları gördüm. Bizim yetkililere (yani İçişleri yetkililerine - N.
Ankut)
“ edir bu?
“diye sorduğumda şu cevabı aldım:
“Biz komünizmle mücadele için Amerika ile işbirliği yapıyoruz. Buradaki Amerikalılar da onlarla
bizim aramızdaki işbirliğinin koordinasyonunu yapıyorlar.” (Yılmaz Dikbaş, Atatürkçüler Yenildi, s. 3536)
27 Mayıs Politik Devrim’dir.
Yani CIA’yla, Pentagon’la, Waşhington’la koordinasyonu sağlıyorlar, diyor, İçişleri Bakanlığındakiler.
Kime karşı?
Sovyetler’e, Sosyalist Kamp’a, tabiî içerdeki komünistlere de karşı. Usta’mızı falan Harbiye zindanlarına
atıp 2 yıl gün ışığı göstermeden tutan aynı ekip, arkadaşlar.
“Ama işi biraz daha inceleyince gördüm ki, İçişleri Bakanlığı’na dışarıdan (çok önemli arkadaşlar N. Ankut) gelen şifre, telgraflar ile bakanlıktan dışarı çıkan tüm evraklar oradan geçiyor. Yani onlar,
bunları görüyorlar, kontrol ediyorlar.”
Yani İçişleri Bakanlığı tümüyle bunların denetiminde, gözetiminde.
Ne zaman?
Daha 50’li yıllarda. Bundan 60 küsur sene önce.
“Bunu öğrenen Alpaslan Türkeş, Amerikalıların
odadan çıkarılmasını ister.”
Tabiî niye ister?
Onlar oradaysa kendisinin sıradan basit bir memur
olmanın ötesinde bir işlevi kalmaz. Tabiî bu da kendince inisiyatif koymak istiyor. Tamam, Amerikalılarla işbirliği halinde içerde komünistlere, sosyalistlere karşı
mücadele edelim ama bizim de bir inisiyatifimiz olsun
istiyor.
“Amerikan Yardım Binası’na gitmelerini orada
çalışmalarını söyler.”
Bu Amerikan Yardım Binası, AID değil mi, arkadaşlar, kısaltılmışı? Açılımını yazmıştım kitaplarımızda var da şu anda aklıma gelmiyor arkadaşlar. Amerikan Yardım Teşkilatı olacak.
“Amerikan Yardım Binası’na gitmelerini orada
çalışmalarını söyler.
“Bundan sonrasını Türkeş anlatıyor:
“Ben bu talimatı verdikten sonra, CIA’nın Ankara’daki Başkanı olan zat, bana geldi. Çankaya’da
oturuyordu. Hatta bir iki defa birlikte yemek yemiştik. Oradaki Amerikalıların kalmasını rica etti.
Ben ısrar ettim. Sonra dedim ki,
“Biz sizinle dostuz. Amerika’yla dostluğumuzu
sürdürmek kararındayız. Komünizmle mücadelede
sizinle işbirliği yapacağız.
“Fakat onlar orada kalmamalı.
“Derken, Amerikan Büyükelçisi geldi. Aynı talebi ileri sürdü. Israr ediyorlar, üzülüyorlardı. Ona
da aynı şeyi söyledim. Bununla da yetinmeyip ardından daha sonra bir de mektup yazdı Amerikan
Büyükelçisi. Orası zaten küçük bir odadır, önemli
değildir. Orada kalmalarına müsaade edin diyorlardı.
“Bu arada, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri William H. Doyle, 25 Temmuz 1960
tarihinde Başbakanlık Müsteşarı Albay Alpaslan
Türkeş’e bir mektup gönderir ve İçişleri Bakanlığı’ndaki büronun CIA Ofisi olduğunu açıklar.”
Sıradan Amerikalıların değil, CIA’nın Ofisi, diyor.
“Peki, bu olay nasıl sonuçlandı, İçişleri Bakanlığı’ndaki Amerikalıların CIA bürosu ile ilgili sonradan bir soruşturma yapıldı mı?
“İşte Türkeş’in cevabı:
“Hayır, olmadı.” (agy, s. 35-36)
CIA örgütleriyle Ordu’nun
içine nasıl girdi?
Demek ki büro aynen orada kalıyor. Çalışmaya devam ediyor ve şu anda da çalışıyor, arkadaşlar. Yani İçişleri Bakanlığının ortasına gelmiş adam CIA bürosunu
kurmuş, bakanlığı oradan yönetiyor. Bunu faşist Kontrgerillanın Türkiye’deki bir militanı olan Türkeş söylü-
yor.
“Burada, CIA ile ilgili kısa bir bilgi vermekte yarar var. (Yılmaz Dikbaş diyor bunu, bilgi verelim diyor. N. Ankut)
“1964 yılında yayınlanan The Invisible Government (Görünmez Hükümet) adlı kitabın yazarları
David Wise ve Thomas B. Ross, CIA’yla ilgili şu çok
önemli tanımı yapmaktadırlar: (Kitaptan aktarma
yapıyor Yılmaz Dikbaş. - N. Ankut)
“Bugün ABD’de iki hükümet vardır. Biri görünen diğeri görünmeyendir.
“Görünen hükümet, Amerika yurttaşların gazetelerden, okullardaki yurttaşlık bilgisi kitaplarından öğrendikleri hükümettir.
“Görünmeyen hükümet ise; soğuk savaşta
ABD’nin politikasını yürüten, birbiri içine girmiş
örgütler topluluğudur.
“Görünmeyen hükümet; istihbarat toplar, casusluk yapar
ve bütün dünyada gizli, örtülü
eylemler planlar ve bu planları
uygular.
“Hiç kuşkusuz CIA, görünmeyen hükümetin kalbidir. Ancak görünmeyen hükümet, sadece CIA’dan oluşmamaktadır.
“Şu örgütler de gizli hükümettin organlarıdır:
“- Defence Intelligence
Agency (DIA)-Savunma İstihbarat Örgütü
“ational
Security
Agency ( SA)-Ulusal Güvenlik
Örgütü
“- Intelligence and Research
Bureau (IR)-İstihbarat ve Araştırma Bürosu
“- Atomic Energy Commission (AEC)-Atom
Enerjisi Komisyonu
“- Federal Bureau of Investigation (FBI)-Federal
Araştırma Bürosu
“- ational Aeronautics and Space Administration ( ASA)-Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi
“- The ational Air and Space Intelligence Center ( ASIC)-Ulusal Hava ve Uzay İstihbarat Merkezi.” (agy s. 37-38)
Demek ki CIA’nın alt kuruluşları bunlar. Tek başına
değil. Tüm bu örgütler CIA’nın yan kuruluşları ve hep
organize şekilde çalışır, diyor. Yılmaz Dikbaş, şöyle
devam ediyor:
“İşte bu açıklamaya dayanarak kitabımızda her
CIA deyişimizde ABD’nin yukarıda adları sayılı
gizli hükümet organlarını da birlikte düşünmeliyiz.”
Biz de yazılarımızda aşağı yukarı hep bunları kastederiz.
Yılmaz Dikbaş, bir anıyı da Madanoğlu’ndan anlatıyor. Cemal Madanoğlu da 27 Mayıs Politik Devrimi’nin önemli paşalarından, önderlerinden, arkadaşlar:
“MBK Üyesi, Korgeneral Cemal Madanoğlu Anlatıyor
“27 Mayısın saygın generali Cemal Madanoğlu’na, darbeden 28 yıl sonra, 1988 yılında soruluyor:
“CIA, 27 Mayıs 1960 darbesinin içinde miydi?
“İşte ünlü General Madanoğlu’nun cevabı: (Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yayınevi 35-40, oradan aktarıyor. - N. Ankut)
“CIA işe sonradan el attı. Ve ordunun içine girdi.”
Demek ki Devrimin içinde yok. Biz de hep bunu savunuruz. Diyorlar ki, Amerika yaptırdı. Yok, arkadaşlar. Usta’mız o konuda net. İki gün sonra mektup gönderiyor Milli Birlik Komitesi’ne. Bilinci, kavrayışı düşünebiliyor musunuz? Milli Birlik Komitesi’ne ilk
mektubu, iki gün sonra 27 Mayıs’tan. Hâlbuki bu ordu,
Donanma Davası’nda, Askeri Mahkemesine, askeri
savcısına “Hikmet Kıvılcımlı için delil arayacak kadar saf dil değilim” dedirten ordu. Kendisini iki yıl
Harbiye zindanında yatıran ordu. Menderes Hükümeti
ile birlikte iç içe. Ama buna rağmen 27 Mayıs’ın o ordudan bağımsız, Devrimci Gelenekli, Mustafa Kemal
Gelenekli, genç subayların yaptığı Politik Devrim olduğunu anında görüyor, Usta’mız. “Kötülüğe baş eğdirişinizi huşuyla selamlarım” diyor. Hitabı böyle,
arkadaşlar.
Ve 27 Mayıs’ın yaptıklarını, Anayasasını, getirdiği
kültürü, sosyalizmi serbest bırakmasını görünce de Usta’mızın ne denli öngörülü olduğu apaçık, matematiksel kesinlikle ortaya çıkıyor. Ama bugün bile nice yazarçizer geçinen aydın, zavallı soytarı, 12 Mart’la, 12
Eylül’le 27 Mayıs’ı aynı kefeye koyuyor. Bu da onların
zavallılığını gösteriyor. Asker yaptı tamam, öyleyse aynı!.. Olur mu öyle şey? Biz bir hareketi değerlendirirken halka ne verdi, Parababalarına ne verdi, ona bakarız. Yoksa asker yaptı, sivil yaptı… yok böyle bir ayrım
bizde. Halka olumluluk mu getirdi, kazanımlar mı verdi bu hareket; dolayısıyla toplumumuzun ileri yönde
ilerlemesine mi neden oldu? O zaman bu ilerici bir harekettir. Ya Reformdur ya da Politik Devrimdir. Ama
Parababalarına yaradı, halkı baskıladı, halka zulüm etti, o zaman bu gerici bir harekettir. Bunu kim yaptı? 12
Mart, 12 Eylül Faşist Darbeleri yaptı. İşte bu ayrımı bile göremiyorlar. Bu kadar zavallılar, bunlara ne anlatabiliriz?..
“CIA işe sonradan el attı ve ordunun içine girdi.
(Madanoğlu devam ediyor. - N. Ankut) MİT iyice örgütlendi. Ordu da kıpırdayamaz oldu. Bugün her
beş subaydan biri MİT’e rapor verir diyorlar. e
birlik duygusu kaldı, ne asker arkadaşlığı. 1960 öncesinde de etkiliydiler gerçi, ama mesela ‘bizden haberleri’ yoktu.”
Yani 27 Mayıs devrimcilerinin örgütlenmesinden ve
ne de devrimin planlanıp başarıya ulaştırılmasından haberleri yoktu. Ama şimdi öyle değil, diyor.
“Sonra Eminsu’lara ödenen 40-50 bin liraları
Amerikalıdan aldık.” (agy, s. 38-39)
Bak hemen para da veriyorlar, arkadaşlar. Çünkü
onlara ödenecek para yok. Devlet memurlarının maaşını ödeyecek para yok. Ancak beşte biri var bütçede. Bir
aylık maaş ödemeye yetecek paranın beşte biri var devlet hazinesinde, hatta o bile yok. Amerikalılardan istiyorlar, Amerika veriyor. MOSSAD’ın bir özdeyişi var,
daha önce de aktardım.
Ne diyor?
“Birine herhangi bir şekilde ve sebeple para
verirseniz onu devşirmişsinizdir demektir.”
Çünkü o parayı alan, onun bir karşılığı olduğunu ve
bir zaman, bir şekilde ödenmesi gerektiğini sizden isteneceğini bilir, bilerek alır, diyor. O sebeple onu devşirdiniz demektir, diyor. Ali Başkan Arkadaş sendikacıların, aydın, yazarçizer zavallı, namussuz, soytarıların
proje kapsamında on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca dolar para aldıklarından söz etti, değil mi, arkadaşlar? Niye veriyor bu paraları? Devşirmek için veriyor.
Bu kitapta onları da anlatıyor. Esas “İğfal” diye bir
kitabı var. Kim, ne kadar aldı, hepsini anlatıyor.
İşte onlardan biri de şu günlerde medyada sık sık
suratını gördüğünüz Ertuğrul Kürkçü’dür. Kaç yüz bin
Avro almıştı? 900 yüz bin Avroyu aldı, işkembeye
indirdi. Şimdi de dolaşıyor. Amerikancı Kürt hareketi
çıkardı getirdi milletvekili yaptı. Bir de yakasına on
kırmızı karanfil takıp gidiyor Meclise. Hâlbuki ona
yakışan on kırmızı karanfil değil, bir sarı gül takmasıdır. O kızıl karanfiller ölümsüzlüğe ulaştı. Bir tek kişi
öldü Kızıldere’de; o da E. Kürkçü’dür. Peki, şu ortalıkta dolaşan ne? O bir zombi, bir hortlak…
(Alkışlar…)
Ne yaparsınız arkadaşlar işte… Turhan Feyzoğlu’nun “Mahir” adlı kitabı var. Birçok arkadaş da okumuştur. Kızıldere Katliamı’nın Kürkçü tarafından anlatılmış birbirinden farklı üç ayrı versiyonu olduğunu
söyler Feyzoğlu. Üç ayrı şekilde anlatıyor. Birbiriyle
ilgisi yok her üç versiyonun da. Çünkü hepsi yalan.
Başta bir yalan söylüyor korkaklığını gizlemek için,
yüreksizliğini gizlemek için. Sonra yahu bu olmadı
kaba kaçtı, diyor; onu rasyonalize etmeye çalışıyor,
aklileştirmeye çalışıyor. Bir daha söylüyor. Yahu o da
tutmadı, diyor. Sonra değiştiriyor bir daha söylüyor.
Bizce çatışma başladığı anda samanlığa atıyor kendini.
Ben bunu yaptım diyemediği için de...
Hayır, insan korkak olabilir. İnsan illa da cesur olacak diye bir şey yok. Yani korkan insanları anlayışla
karşılarız. Yapısı buysa bir insanın, ona bir şey diyemeyiz, onu kınayamayız ama insan haddini bilecek.
Kendini başka türlü satmaya kalkmayacak. İşte o
zaman ahlâki bir sorun çıkar ortaya. Korkaklık insancıl
bir sorundur. Ben korktum arkadaş, ben beceremedim
dediğinde denecek hiçbir şey kalmaz. Ama kendini
başka türlü satmaya kalktı mı o zaman ahlâki bir durum
var. Evet, neyse arkadaşlar.
Onlara karşı tedbir almamız gerekir, diyor. Ve 500 personel istiyor değil mi? Vikileaks belgelerinde bu kadar
açık, net...
Yani orduya (şu anda bu devrimci geleneği, Mustafa Kemalci geleneği, antiemperyalist, laik geleneği
savunan, onu dile getiren insanlara) karşı yapılan bir
operasyondur Ergenekon Operasyonu denilen harekât.
Öyle gördük bunu, açık. Bütün olaylar matematiksel
bir şekilde yine bunu da kanıtlıyor. Demek ki Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur.
Amacı ne?
Türkiye’deki antiemperyalist, yurtsever, laik, Mustafa Kemal gelenekli askerleri, aydınları, bilim insanlarını, gazetecileri, medya çalışanlarını tasfiyeyi, ezmeyi,
sindirmeyi amaçlayan bir CIA operasyonudur, dedik.
Ama bizim Sevrci Sahte Sol bunu da göremedi.
CIA’yla, ABD’yle, Fethullah’la birlikte bu operasyonu
savundu. Bunlar hiçbir şeyi göremez. O hale geldiler
artık.
Bu operasyonun kaç ayağı var? Üç değil mi?
1- CIA,
2- Pensilvanyalı İblis,
3- Tayyipgiller.
Bu üç ayak üzerine oturtuldu bu operasyon.
(Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek ABD
Halklara Hesap Verecek…)
Gülen’in “Küçük Dünya”sı
Yoldaşlar; Kadir Mısıroğlu diye bir Ortaçağcı var.
Mustafa Kemal’e hakaretten mahkûm olmuş, hapis yatmış, yurtdışına kaçmış, hâlâ da Mustafa Kemal’e televizyonda saldırmayı sürdüren bir Ortaçağcı. Ama Fethullah’a göre bir ölçüde namuslu bir tarafı var. “Gurbet İçinde Gurbet” diye öz yaşam öyküsünü anlatır.
Bu kişi, tanıdığı Yusuf Cevahir diye bir yakın dostu
varmış, ondan Fethullah’la ilgili şunu naklediyor:
“ (…) Şu sözleri benden defaatle dinlemiş olan
Yusuf Cevahir, benden 5-10 sene evvel Sudan’da iş
yapıyordu. Orada Fethullahçılar’ın bir mektep
açtığını duyunca, “gurbette millî tesânüt nâmına
onları tebrike gitmiş. (Bunların okulları var ya hani
geçenlerde de topladılar falan. Medyada günlerce
Hele birisi... Hele birisi...
övgüsü yapıldı değil mi? Bütün devlet erkânı gitti
alkışladı, kutladı; yazarçizerler övdüler, Türkçe Olimpiyatları yapıyor vb. diye. - N. Ankut) Kendisini o
anda makamında bulunmayan müdürün odasına
oturtmuşlar ve biraz beklemesini, müdürün hemen
geleceğini söylemişler.
“Müdür gelene kadar O’nun masası üzerindeki
yığınla evrakın en üstünde duran bir kâğıt alakasını çekmiş ve gayr-i ihtiyarî onu okumuş. Bu U
ESOrdu nasıl kontrol altına alınarak
CO’dan geliyor. Ve Hartum’da açılmış bulunan bu
sindiriliyor?
mektebin masraflarının kendileri tarafından karşıYılmaz Dikbaş diyor:
landığını, paranın ne suretle ve hangi bankaya inti“Görüyor musunuz, CIA bundan en az 50 yıl kal ettiği hususundaki bilgiyi ihtiva ediyormuş.”
önce Türk Ordusunun içine girmiş, ama Türk HalYani parayı CIA, UNESCO’ya ödetiyor. Dikkat edikının haberi olmamış!”
yor musunuz?
Dikbaş devam ediyor:
“O, bu yazıyı gayr-i ihtiyarî okuduktan sonra
“General Madanoğlu, sanki çok doğal bir yapımüdür, odasına gelmiş ve O’nunla selam- kelam,
lanmayı anlatır gibi, çok rahat bir üslupla, CIA’nın
tebrikleşmeden sonra aralarında şöyle bir konuşma
ordu içinde denetimi nasıl ele geçirmiş olduğunu
geçmiş.”
anlatıyor:
Burada dikkatinizi çekerim. Soruyor Yusuf Cevahir:
“CIA, 27 Mayıs’tan sonra (Madanoğlu diyor bunu
“-Siz burada ne yapıyorsunuz? Arapça öğretiyoarkadaşlar. - N. Ankut) gözlerini açtı. Bize ‘sicil verir’
ruz
desen, bunların anadili Arapça!.. Şeriat öğretihale geldi. Amerikan müşavir heyetleri gelir hakkıyoruz
desen, resmi nizamları şeriat! Allah için
mızda rapor tutardı. Sonra bu raporlara göre ‘geri
burada ne yapmak istiyorsunuz?!.. (Bakın cevaba,
hizmete’ giderdiniz.
“CIA, 12 Eylül 1980 tarihine kadar öyle bilin- arkadaşlar)
“-Bunların hiçbiri değil! Biz burada Sudan’ın
çlendi ki… Genel sağa kayma içinde, ordu da vagon
müstakbel idarecileri olacak süper zeki çocukları
gibi gitti bu sağa kayışın arkasına takılıp.”
İşte 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinin bu bulup, Amerika’ya göndermek için bulunuyoruz.
orduya nasıl yaptırıldığının da sebepleri, ipuçları bura- Orada bir üniversitemiz var. Onları yetiştirip tekda açıkça ortaya konuluyor. Artık MİT de, polis de, rar buraya göndereceğiz!..” (Kadir Mısıroğlu, Gurbet
ordu da, bakanlıklar da tümüyle CIA’nın, dolayısıyla İçinde Gurbet, s.188)
Gördünüz mü okulların amacı neymiş? İblis’in
Pentagon’un, Washington’un denetimine ve emrine
girmiş oluyor. Hâlâ da öyle mi? Evet öyle. Hâlâ da dünya çapında ABD’ye nasıl hizmet ettiğini görüyor
musunuz?
öyle…
Tabiî Türkiye’deki okullarda da aynı hizmeti yapıİşte bu denetime karşı çıkanlar; yahu bunlar bizi
kandırmış diyenler, CIA Operasyonlarıyla Silivri’ye, yor.
Mahmut Yoldaş: Türkî Devletlerde de aynısını
Hasdal’a tıkılıyor. İşte arkadaşlarımız görüştüler defayapıyor,
Hoca’m.
larca Şener Eruygur’dan, Hurşit Tolon’a kadar, Çetin
urullah Ankut Yoldaş: Her yerde, pek çok ülkeDoğan’a kadar. Defalarca bizi kandırmışlar, dediler.
Aldatmış Amerika bizi, kullanmış, Amerika bizim dos- de.
Bir Dinleyici: İsrail’de okulu yok.
tumuz değil, düşmanımız; o zaman biz yeni bir birlikurullah Ankut Yoldaş: İsrail’de okulu yok.
telik arayalım, Avrasya’ya dönelim yönümüzü. Bunu
Vikileaks belgeleri de açıkçı söylüyor mu? Williams Rusya da kovdu sonradan.
“O zaman Yusuf Cevahir masa üzerindeki muhRoss Wilson Amerika’ya dışişleri bakanlığına yazıyor
mu bunları? Denetimden çıkan generaller oldu, diyor. tevasına muttali olduğu mektubun bir suretini iste-
16
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
miş. Müdür; hayır, hayır asla diyerek o mektubu
kaptığı gibi çekmecesinin gözüne koymuş.”
Burada daha bir sürü Fethullah hakkında anlatımı
var. Yani 12 Eylül, 12 Mart dönemlerinde bile faşist
darbecilerle nasıl içli dışlı olduğunu; göstermelik olarak, sıkıyönetimin halkı kandırmak için bazen onu nasıl arıyormuş gibi davranışlara girdiğini anlatıyor. Arananların resimleri yapıştırılıyordu ya o zaman duvarlara, Fethullah’ın da yapıştırılıyor. İşte eski bakanlardan
biri, sıkıyönetim askeri yetkilisine soruyor: Yahu Hoca’nın fotoğrafını da niye koydunuz?.. Cevap: Yahu
sen ona inanma, öylesine yaptık, öyle gerekiyordu. Hoca’yla bizim aramız iyi, görüşüyoruz; Hoca’mla aramda problem yok, diyor. Yani onları da anlatıyor. CIA
çok önceden Fethullah’ı da devşirmiş, arkadaşlar. O
yüzden işte bu operasyonda kullanıyor. Başka amaçlar
için de kullanıyor. Şu anda üniversiteler, ordu, yargı,
polis bunların denetiminde.
Bir Dinleyici: Ustası Saidi Nursi’nin çırağı…
urullah Ankut Yoldaş: Ustasıyla da, onunla ilgili de bir sürü şey var, ama zaman yok. Bu aynı zamanda öylesine namussuz bir düzenbaz ki, insanları kandırmak için her şeyi yapıyor.
Ergün Poyraz, “Amerika’daki İmam” kitabının
yazarı; şu anda Silivri’de yatma rekoru onda. Altıncı
yılını yatıyor, arkadaşlar ve dimdik. Hiç eğilip bükülmedi hâlâ cepheden saldırıyor Tayyipgiller’e, o bakımdan takdire değer. Kitaptan bir bölüm aktarayım:
“Rüyalar ve Fethullah
“Fethullah Gülen’in anlatımlarına bakıldığında,
yaşamında rüyaların önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyordu? Kendince önemli, önemsiz birçok kararını
bazen kendi gördüğü, bazen de başkalarının kendisi hakkında gördüğü rüyalara dayandırarak anlatıyordu.
Ergün Poyraz
“Evlenmeme kararını nasıl aldığını ‘Küçük Dünyam’ adlı kitabında şöyle anlatıyordu.”
Bu kitabı aradım, arkadaşlar. Cağaloğlu’nda yok,
kendilerinin kitapçılarına vardım, üç senedir baskısı
yapılmıyor, dediler. Çünkü çok açık zırvalamalar olduğu için artık toplatmışlar, piyasada da bulunmuyor, baskısı da yapılmıyor. Ergün Poyraz bulmuş aktarıyor.
Şöyle anlatıyor:
“Bir ara içimden ‘acaba evlense miydim’ diye
geçti. Katiyyen düşünmek şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir.”
“İlahi hikmete(!) bakın ki, evlenme fikri aklından şimşek gibi geçmesine rağmen ertesi gün bir arkadaşı geliyor ve Fethullah Gülen’e akşam gördüğü
rüyayı şöyle naklediyordu: (Ergün Poyraz, diyor. İlahi hikmetten sonrada parantezli ünlem var. Şimdi Fethullah’tan aktarıyor Küçük Dünyam adlı kitabından. N. Ankut)
“Rüyamda Efendimizi gördüm. (Bir arkadaşının
anlatımı bu Fethullah’a. Fethullah da kitabında bunları
aktarıyor. - N. Ankut) Size selam söyledi ve ‘evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu
bir rüyaydı, rüyayla amel edilemeyeceğini biliyordum, ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya
çalıştım.”
Yani böylesine namussuzca, yalanlarla, demagojilerle, insanları kandırıyor. Tavlıyor insanları.
Gülen okullarını, sözde bilim insanları ve
siyasetçiler hararetle savunuyor
Şimdi size bir kitap göstereceğim: Ders kitabı boyutundaki bu kitap 312 sayfadır. Ayrıca arkada da kuşe
kâğıda renkli basılmış 14 sayfa resim var, bu Fethullah’ın okullarıyla ilgili. Bu fotoğraflar, Abdullah Gül,
Tayyip Erdoğan, Hüseyin Çelik, Süleyman Demirel,
Mesut Yılmaz, Bülent Arınç, Tansu Çiller, Bülent-Rahşan Ecevit, Turgut Özal, İsmail Hakkı Karadayı’nın bu
okulları ziyaretlerini görüntülemektedir.
Demek ki, devletin son yirmi yılında etkin görevlerde hatta tepesinde bulunmuş tüm devletlular bu okulları ziyaretleriyle kutsuyorlar. Tabiî övgüler de düzüyorlar.
Sadece devletin tepesini tutmuş siyasiler değil, bu
okullara övgüler düzen. Sözde bilim insanları da… Kitabın adını söylemeyi unuttuk: “Barış Köprüleri”. Alt
başlığıysa: “Dünyaya Açılan Türk Okulları”.
Kitabın editörleriyse: Toktamış Ateş, Eser Karakaş ve İlber Ortaylı’dır. Kitabın sağ alt tarafında, kırmızı fonlu daire içinde “ilk 500 bin” ibaresi yer almaktadır. Yine kitabın başlığı altında “1” rakamı yer
almaktadır. Bu da kitabın birinci cilt olduğunu gösterir.
Kitabı, Üsküdar’da bir kitapçının dükkânı önüne
koyduğu serginin “Kitaplar 1 lira” yazan bölümünden
aldım. Kitap ikinci el değil, yeni.
Kitap bu okullara methiye düzenlerin söylediklerinden oluşmaktadır.
Kimler mi bunlar?
Bülent Ecevit, Niyazi Öktem, Mehmet Sağlam,
Mümtaz’er Türköne, Gündüz Aktan, Ümit Meriç, İlber
Ortaylı, Naci Bostancı, Kemal Karpat, Ali Bulaç, M.
Ali Kılıçbay, Eser Karakaş , Halit Refiğ, Ali Rıza Sarıbay, Mehmet Altan, Yılmaz Öztuna, Süleyman Seyfi
Öğün, Gülay Göktürk, Cengiz Aytmatov, Nevzat Kösoğlu, M. Niyazi Özdemir, Büşra Ersanlı, Şerif Ali Tekalan, Faruk Tuncer, Ali Fuat Bilkan, Yasin Aktay, Şahin Alpay.
Bu şahıslardan sadece Büşra Ersanlı, AB-D Emperyalistleri tarafından devşirilmiş olmakla birlikte feminist de olduğu için; bu okulların çok iyi fen eğitimi verdiğini ancak erkek-egemen bir anlayışın da bunlarla
birlikte verildiğini belirtir. Diğer şahısların tümü sadece övgü düzer, İblis’in bu okullarına.
İşte yukarıda deve dişi gibi devlet adamı ve bilim
insanı geçinen bu sürüyle zevatın, bu okulların içyüzünü ve gerçek amacını Ortaçağcı Kadir Mısıroğlu kadar
olsun göremediklerini ya da görenlerin de itiraf edemediklerini görmekteyiz. Bu zevatın bir kısmı da tıpkı
Fethullah gibi devşirilmiştir. Yani ABD’nin, CIA’nın
buyruğundadır, hizmetindedir. Bir kısmı da gafildir, zavallıdır.
Şimdi biz bunlara bilim insanları mı diyeceğiz?
Devlet adamları, siyasetçiler mi diyeceğiz?
Hayır. Asla… Bunlar ya haindir ya da gafil, diyeceğiz.
Geçende Samsun’dan bir haber vardı, izlemişsinizdir. Bir mermerci, apartmanın, üç katlı bir apartmanın
damına mermerden mezar yapıyor. İzlediniz değil mi,
arkadaşlar? Bir süre sonra insanlar gelip dua etmeye,
nesneler bağlamaya başlıyorlar; apartmanın damına çıkıp. Türbe oldu, diyor yapan kişi. İnsanlar bir evliya
yatıyor sanıyor gelip burada dua ediyorlar, diyor. Yani
insanlarımız o hale gelince artık bu İblis de kandırır,
Tayyipgiller de kandırır, din alıp satan herkes kandırır.
Çünkü öylesine bir zemin oluşmuş artık. Hani
Usta’mız der ya: “Bilinç olmayınca hayvandan geriye düşer insan” diye. Ne yazık ki insanlarımız o hale
getirildi.
Yine Küçük Dünyam’dan naklediyor Ergün Poyraz:
“Bir gün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor.
Hatice Validemiz kapının dışında, Efendimiz de
içerde oturuyor. Ders yaptığımız bu dört-beş kişiyi
kastederek, (kendisi bazı öğrencilerle ders yapıyormuş
bunları kastederek. - N. Ankut) Hatice Validemiz
Efendimize: ‘Ya Resulallah’ bunlar ‘bizden hoşnut
musun Ya Resulallah’ diye soruyorlar’ diyor. Ve
efendimizden cevap geliyor: ‘evet hoşnutum hele birisi, hele birisi!..’ diyor.”
(Gülüşmeler…)
Şunlara bakın… Daha burada çok böyle adice, namussuzca, mide bulandırıcı olaylar anlatıyor. Bu kadarı yeter sanıyorum. Zaten son yarım saatimiz kaldı demişti arkadaşlar; şu anda da bitti diyecekler ama…
(Gülüşmeler…)
Birkaç cümleyle de olsa bunun hocası, üstadı, şeyhi
Said Nursi’den de söz edelim:
Said Nursi de bunun gibi din sapkını bir düzenbazdır. O da insanları Allah’la aldatmayı meslek edinmiştir. Kitaplarında, kendisine bu kitapların dolaylı bir anlatımla, Allah tarafından vahiy yoluyla yazdırıldığını
ve Hz. Ali’nin de kitaplarını büyük bir ilgiyle okuduğunu ileri sürmektedir.
“Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:
“İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i ur ile
çok meşguldür.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci
Şuâ)
“Aziz, sıddık kardeşlerim, size dört meseleyi
beyan etmek kalbime ihtar edildi:” (Emirdağ
Lâhikası - 1 | ( 52 )
“Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek
bir surette kalbime geldi. Denildi ki:
“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin
tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman
cihetiyle, âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i ur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti.” (Kastamonu Lâhikası | ( 19 )
Sapkınlığın düzeyini düşünebiliyor musunuz?..
Hz. Muhammed’in “Konuşan Kur’an” diye nitelediği Hz. Ali bile Said Nursi’nin “Risale-i Nur” diye adlandırdığı zırvalamalarını okuyormuş. Hem de o saçmalamalarla “çok meşgul”müş. Öyle ya Kur’an artık
demode. “Çağdaş Kur’an”la “çok meşgul” olmak gerekir artık.
Yine bir Ortaçağcı olan İsmail acar’ın şu sözünü
insan takdir edememezlik edemiyor: “Bütün tarikatlar birer yılan yuvasıdır.”
Gerçekten de bunlar, hepsinin başında birer İblis’in
bulunduğu “insanları Allah’la aldatma” merkezidir.
Tayyipgiller, CIA ve MOSSAD tarafından
yetiştirildi
Sabahattin Önkibar ve Aslan Bulut, bugünlerde takip ettiğim yazarlardandır. Bunlar geçmişte hep sağda
yer almışlardır. Fakat o yer alışları hep bilinçsizliklerinden kaynaklanmıştır. Yani aldatılmışlardır. Yoksa
ikisi de samimi, namuslu yazarlardır. Şu anda geldikleri nokta itibarıyla da net bir biçimde antiemperyalisttirler, antifeodaldirler. AB-D Emperyalistlerinin, Fethullah’ın ve Tayyipgiller’in bölgemize ve ülkemize yönelik alçaklıklarını, ihanetlerini görmekte ve açıkça yazmaktadırlar.
Çok önemli bilgilere ulaşıp yazıyorlar. Biz de bu
sayede bunlardan haberdar
oluyoruz.
Yoksa bizim bu bilgilere ulaşmamız başka
türlü mümkün değil.
Bunların o ilişkileri
olduğu için, eskiden
hep sağa oynamış insanlar oldukları için
ve o çevreyle ilişkilere hâlâ sahip oldukları için hayati önemde
değer taşıyan bilgileri öğrenip naklediyorlar. İşte bir örnek;
Arslan Bulut naklediyor:
“2000’li yılların
başbakanını nasıl
hazırladılar?
“Türk-Amerikan dostluk derneklerinden birinde görev yapmış bir Türk ile tanıştım. Bir anısını
anlattı: “ADL (Anti Defamation League), (Bu ADL
yani Anti Defamation League, neye karşı, ayrımcılığa
ve… İngilizce bilen arkadaşlar, ırkçılığa ve ayrımcılığa
karşı Lig-Birlik değil mi, arkadaşlar? Evet, arkadaşlar.
ABD’deki en önemli Yahudi derneği, Siyonist dernektir. Bildiğimiz gibi bu dernek, 11 Haziran 2005 tarihinde Tayyip’e “Önemsemeyi Cesaretlendirme Ödülü”
vermiştir. Bu ödül, Yahudi Soykırımı ve Yahudilere
karşı önyargı ve karalamalarla mücadele etmiş kişilere
verilen bir ödüldür. - N. Ankut) İstanbul’dan Tayyip
Erdoğan adlı bir siyasetçiyi davet etti. Amerikan
Türk Dernekleri, karşılamada bulunmak için çeşitli eyalet ve şehirlerdeki dernek başkanlarına bildiri
geçerek karşılamada bulunmak isteyenleri çağırdı.
Biz hafta içi olduğundan gelemeyeceğimizi bildirdik. Geliş tarihini hafta sonuna aldılar ve biz de katıldık. O zamanki başkan, ‘Bir misafir gelecek,
ADL’de dokuz günlük bir beyin fırtınası yapılacak
ve geleceğe yönelik kararlar alınacak. Bu yüzden,
misafiri çok düzenli bir biçimde havaalanından alıp
ADL’ye teslim edeceğiz sonra da yurda dönerken
havaalanına götüreceğiz’ dedi. Başkana misafirin
adını sordum… ‘Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye
Başkanı’ dedi. (Yıl 1994, arkadaşlar. - N. Ankut) ‘Peki, Yahudi örgütüyle işi ne?’ diye sorunca, ‘2000’li
yılların başbakanını hazırlıyorlar’ cevabını verdi…
Kanım dondu…
“O toplantıya Egemen Bağış’ın da katıldığını hatırlıyorum..” (Arslan Bulut, Yeniçağ, 22 Kasım 2012)
Bu Amerikan Türk Derneği’ndeki kişi; “kanım dondu”, diyor. ADL, 2000’li yılların Türk başbakanını hazırlıyoruz, diyor. Yıl 1994... Daha ayrıntılı olarak anlatıyor, devam ediyor da, İsrail’e asla karşı olamaz, göstermelik “one minute”, vb. diyor, zamanımız doldu.
Yani Tayyip ve Tayyipgiller de bu, yoldaşlar. CIA
ve MOSSAD yetiştirmesi. Ama ne yazık ki doğup büyüdüğüm Konya’mdan % 69 küsur oy alabiliyor. İnsana nasıl dokunuyor, değil mi? CIA diniyle uyuttukları
için halkımızı…
Bir de güncel konulardan, Suriye ve Patriotlar meselesi var, arkadaşlar.
Suriye, Baas Devrimi’nden bu yana Emperyalizme,
nispi düzeyde de olsa, en karşı olmuş Arap ülkesi, Nasır’ın Mısır’ı ile birlikte değil mi, arkadaşlar? Ve Arap
dünyasının laik ülkesi. Gelir dağılımının en ılımlı olduğu ülke. İsrail karşısında kararlı duruş sergileyen ülke...
Irak Savaşı’nda ABD ye karşı çıkmış ülke… Yaser
Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ev sahipliği etmiş
olan ülke… İşte bütün bunlar Suriye’nin hedef seçilmesi için yeterli sebeplerdir, ABD Emperyalistleri için.
BOP haritasının uygulanabilmesi için Suriye’nin de
eritilmesi dağıtılması, çökertilmesi ve üç parçaya bölünmesi gerekiyor. Sünni, Şii ve Kürt bölgesinden oluşan üç parçaya bölünmesi gerekiyor. İşte saldırının ana
sebebi bu, arkadaşlar.
AB-D, Türkiye’nin Suriye’ye karşı doğrudan bir askeri harekâtta bulunmasına izin vermiyor.
Niye izin vermiyor, arkadaşlar?
AB-D, Suriye’nin, Esad yönetiminin çökertilmesi
için Türkiye’nin bütün çabasını göstermesini istiyor. O
hainlerin AB-D uşaklarının, devşirilmişlerin Türkiye’de barındırılıp, örgütlendirilip, silahlandırıp, tedavilerinin yaptırılıp, saldırtılmasını istiyor. Ama Türk Ordusunun bizzat girmesini istemiyor. Çünkü orada Körfez’e kadar uzanan kendi denetiminde ve Barzani’nin
liderliğinde bir Kürt parçasının oluşmasını istiyor. Türk
Ordusu girerse buna izin vermez diye, Türk Ordusunu
doğrudan müdahale ettirmiyor ve Patriotlarla kontrolü
yeğliyor. Patriotlar, savunma silahı değil; 160 kilometreye kadar hava araçlarını avlama özellikleri var, uçakları, füzeleri ve helikopterleri. Böylece 160 km derinliğinde bir alanı-koridoru Beşar Esad’ın hava kuvvetlerinden arındırıyor. Böylece de burada Barzani önderliğinde kurulacak Kürdistan’ın Suriye kanadını rahatça
oluşturacağı şartları sağlamış olacaktır.
Amerikancı çözüm hayata geçtiğinde
lideri Barzani olacaktır
Şimdi her şey birbirine bağlı. Cuma gününün haberiydi. PYD ile yani PKK’nin Suriye kanadıyla, onun
askeri örgütüyle, Barzani’nin bir anlaşması oldu. Oku-
muştur çoğu arkadaş: Ortak ordu kurmak… Ortak ordu
kurma anlaşması yaptılar.
O ordunun komutanı, karargâhı ve merkezi nerede
olacak?
Barzani bölgesinde.
Şimdi buradan Ölüm Oruçlarına geldiğimiz zaman,
dikkat edersek 67’nci gün bitirin talimatını verdi Öcalan ve 68’nci günde bitti. Ölüm Orucu direnişleri yapıldı. Şimdi bu direnişlerde birincil hedef Tayyipgiller
değildi, birincil hedef Barzani’ydi.
PKK, Kandil ve Öcalan kendi liderliklerinde bir
Amerikancı Kürdistan’ın oluşmasını istiyor. Ama ABD, Barzani liderliğinde, önderliğinde bir Amerikancı
Kürdistan istiyor. Ölüm Orucu direnişleriyle, Tayyipgiller’den bir şeyler koparıp, yani Kürt Halkının temsilcisi biziz ve bizim gücümüz bunları yapmaya muktedir, bizi görmek zorundasın, diye mesaj vermekti,
Ölüm Oruçlarının amacı; ABD’ye ve Barzani’ye. Tabiî
ikincil amaç da, Tayyipgiller’den bir şeyler koparabilmek için, Tayyipgiller’e mesaj vermekti.
On küsur yıldan beri ben hep tekrarlıyorum; eğer
Kürt Sorunu’nun Amerikancı çözümü gerçekleşirse
bunun lideri Barzani’dir. Ve Türkiye’deki Barzanici
Osman Baydemir gibi, Leyla Zana gibi (daha da vardır,
bence öne çıkanlar bunlar) birkaç kişiyi alıp; başta
Öcalan gelmek üzere, bunları tasfiye etmektir. Öcalan’ın hiç bir şansı yok.
Niye yok?
Onu da söyledik. Kendimi bazen Allah, bazen İsa
gibi görüyorum, diyor.
ABD’nin güvenmesine imkân var mı böyle bir öndere?
Hayır. Ama Barzani babadan itibaren; hem ruh sağlığı kararlı bir şekilde yerinde ve sadakatle Amerika’ya
bağlı, o bakımdan güvenilir lideri Barzani’dir,
ABD’nin. İşte adım adım Suriye kolu da Barzani’ye
eklemlenmiş durumda şu anda. Sıra Türkiye’ye geldiği zaman bu da gerçekleşecek.
Ne yazık ki PKK devrimci bir duruş sergilemedi,
Sosyalist Kamp’ın çöküşünden sonra. Hemen ABD’ye
dümen kırdı. Oysa devrimci, kararlı bir tutum sergileyebilseydi ne kendisi bu durumlara düşerdi ne de Türk
Solu böylesine sağa, Amerikancı saflara savrulup giderdi… Çok daha iyi, olumlu yerde olurdu. Ama onlar
Amerikancı çözümü seçtiler.
Biz ne diyoruz?
Devrimci çözüm... Usta’mızın 1933’te Elazığ zindanında koyduğu çözüm. İki halkın da yararına onurlu
biricik çözüm budur. Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti.
Bunu da yıllardan beri açıkça, netçe ortaya koyuyoruz.
(Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm,
Yaşasın Halkların Kardeşliği…)
O yüzden Türkiye’deki Kürt Komünistler sadece bizim Partimizde, saflarımızda var, arkadaşlar. Başka bir
yerde, başka bir partide yok Kürt komünist. Onların
hepsi savrulmuştur Amerikancı saflara. İşte BDP’nin
önderleri; Demirtaş, Aysel Tuğluk, zaman yok aktarmaya, biliyorsunuz zaten ABD’ye gittiler. Brooklyn
Enstitüsü’nde konuşmalar yaptılar. Açıklamaları aynen
şu: Suriye konusunda ABD’den rol istedik, diyorlar.
Rol istedik, diyor. Ne diyebiliriz bu harekete? Ne diyebiliriz, acımaktan başka?..
Patriotlara AB-D’nin verdiği bir diğer görev de İsrail’i, Kürecik Radar Üssü’nü ve AB-D’nin İncirlik Üssü’nü İran’ın füze saldırılarından korumaktır. Yani ABD Emperyalistleri bunlarla çok yönlü fayda sağlamayı
planlamışlardır.
Burjuva Ermeni Önderleri, toprak
taleplerini açıkça dile getiriyorlar
Bu yıl içinde Ermeni Meselesi’nde de şöyle bir gelişme oldu:
Biz yine on yıllardan beri hep diyoruz ki, AB-D
Emperyalistleri Yeni Sevr peşindedir. Sevr’de bildiğimiz gibi “Vilayet-i Sitte” denen, bugünkü Türkiye’nin
önemli bir bölümüne tekabül eden topraklar da dahil
olmak üzere Ermenistan’a çok büyük bir toprak parçası veriliyordu. Sevr Haritasına bakarsak, bugünkü Kürt
illerinin yüzde sekseni Ermenistan’a ayrılan bölge içinde kalır. Kürt Halkına sadece Diyarbakır’ın doğusuyla
Hakkari bölgesini içeren bir yer ayrılıyordu.
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Biz yine hep dedik ki, bugünkü Burjuva Ermenistan
yöneticileri ve Diaspora temsilcileri, AB-D Emperyalistleriyle içli dışlıdırlar. O nedenle Ermenistan ve
Diaspora da Sevr’den asla vazgeçmiş değildir.
Bu gerçeği, biz olayları devrimci teorimizin ışığında değerlendirerek netçe görüyoruz. Ve hep diyoruz ki,
AB-D Emperyalistleri, Kürt, Türk ve Ermeni Halklarını birbirine boğazlatmayı planlamaktadır. Ancak bu
kanlı planın sonunda Sevr’i hayata geçirebileceğini
düşünmektedir. Bu nedenle “Ermeni Soykırımı” yalanını savunmak, onun bir AB-D planı olduğunu görmemek, halkların kardeşliğine kesinlikle hizmet etmez.
Sadece AB-D Emperyalistlerine hizmet eder, bu yalanı
savunmak. Onlar, yüzyıl önce oynadıkları alçakça kanlı
oyunu yeniden oynamak istiyorlar. 900 yıl birlikte kardeşçe yaşamış olan halkları yeniden birbirlerine boğazlatmak istiyorlar.
Biz bu öngörümüzü tabiî ki bildirilerimizde, konuşmalarımızda, açıklamalarımızda tekrarlıyoruz. Her üç
halkı da böyle bir facianın yaşanmasından sakındırmak
için…
Geçen 24 Nisan’da da Taksim’de Cumhuriyet Anıtı
önünde okuduğumuz 9 sayfalık bildirimizde bu etraflıca dile getirilmişti.
O gün bizim karşımızda yer alan ABD Emperyalizminin “Demokrasi Güçleri ve umut kaynağı” ilan
ettiği Sevrci Sahte Sol ve sahte demokratlar, bizim
olayları olduğu gibi yani nasılsalar öylece ortaya koyan
görüşlerimize katılmadılar. Hatta bizi dinlemek bile
istemediler. Çünkü onlar gerçeklerin peşinde değil, kitleleri yalanlarla kandırmanın peşinde…
Bizim teorimizin düşürdüğü ışıkla gördüğümüz bu
hainane planı-niyeti, ABD Diasporası temsilcisi Harut
Sassounian bakın nasıl dile getirir:
“ERME!İSTA!’I! TOPRAK TALEBİ
“ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan
Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için
Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü
Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı.
“ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan
Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için
Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü
Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini
yazdı. Harut Sassounian’ın makalesinde sıkça sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şöyle:
“1- Soykırım suçları iddialarının 100 yıl sonra
zaman aşımına uğradığı doğru mu?
“Hayır. 26 Kasım 1968’de, BM Genel Meclisi
soykırım dahil insanlığa karşı işlenen tüm suçların
herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmayacağına
dair kararını kabul etti. Bu anlaşmanın 1’inci maddesi, “Tarih ve zaman aşımı dahil hiçbir sınırlama
bu suçlara uygulanamaz” diyor. Bu nedenle 1915’in
üzerinden ne kadar zaman geçtiğinin önemi yok.
Soykırımı da içeren savaş ve insanlığa karşı suçlar
her zaman yargılanabilir.
“2- Ermenilerin Batı Ermenistan’ı (Doğu Anadolu) geri alması gerçekçi bir ihtimal mi?
“Hiç kimse Türk liderlerin Ermenilere topraklarının tek bir parçasını bile gönüllü şekilde verecekleri ilüzyonuna kapılmamalı. Toprak genellikle
güçle alınır. Ermenistan askeri anlamda
Türkiye’den zayıf olduğu için Türkiye’de yaşanacak öngörülemeyen gelişmeleri beklemek zorunda.
Mesela iç savaş, bölgesel çatışmalar, Kürt isyanı,
doğal felaketler gibi güç boşluğu yaratacak ve dünyanın bu bölümünde sınırların değişmesine neden
olacak gelişmeler... Hukuki haklarını talep edebilecekleri an gelene kadar Ermeniler bu isteklerini
kuşaktan kuşağa aktarmalılar.
“3- Eğer bu topraklar geri alınırsa Ermeniler
burada azınlıkta kalmayacak mı?
“Evet eğer bugün Batı Ermenistan (Doğu Anadolu) Ermenilere verilirse bu doğru olur. Fakat
daha önce de dediğim gibi bu gerçekleşmeden önce
büyük olayların yaşanması lazım ve bunların bölgedeki demografik sonuçları Kürtler, Türkler ve
Ermenilerin kalan alanlardaki durumlarını değiştirebilir. Kimse demografik statükonun aynı kalacağını varsayamaz.
“4- Eğer Batı Ermenistan geri alınırsa diaspora
konforlu yaşamını bırakıp gelir mi?
“Burada mevzu Ermenilerin kendi tarihi evlerine yerleşme haklarıdır. Bu topraklar döndüğünde,
nerede yaşayacaklarına Ermeniler karar verecek.
Bu Türkiye’nin meselesi olmamalı. Tüm Yahudiler
İsrail’de mi yaşıyor? Yakın Ortadoğu ülkelerinde
yaşayanlar Batı Ermenistan’ı tercih edeceklerdir.”
(Milliyet, 09 Ağustos 2012)
Apaçık şekilde görüldüğü gibi, ABD Emperyalizminin merkezinde yaşayan diasporanın temsilcisi, bu
insanlık dışı planı, işte böylesine pervasız bir biçimde,
kendi yayın organında (Armenian Weekly) dile getirmekten çekinmemektedir.
Biraz düşünürsek, böylesine canice bir planın başarıya ulaşabilmesi için milyonlarca Kürt, Türk ve Ermeni insanın hayatını kaybetmesi gerekir.
Halkların yeniden birbirini boğazlamaması
için “Ermeni Soykırımı” yalanını boşa
çıkarmaya çalışıyoruz
Yaşanacak olağanüstü olaylar sonucu güç boşluğu
oluşacakmış, onu bekliyorlarmış. Böyle bir durumda
AB-D Emperyalistlerinin bunlara vereceği teknolojinin
son sözü harp araç gereçleriyle bunlar Kürt illerine saldıracaklar. Hocalı’da olduğu gibi katledebildikleri
kadar katledecekler. Kaçanlar canını kurtarabilecek
sadece. Böylece de bugünkü Kürt illeri Kürtlerden
arındırılmış olacak. Ermeniler de gelip buralara yerleşecekler. Burjuva Ermenistan’ın sınırlarını buraları da
içine alacak şekilde genişletecekler. Yapılan plan ve
beklenti budur. İşte yukarıda açıkça dile getirilen aşağı
yukarı bunlardır, arkadaşlar.
Demek ki biz, hiçbir konuda olmadığı gibi, bu
konuda da kimseyi yanıltmıyoruz. Sadece gerçekleri
dile getiriyoruz. Yani olanı olduğu gibi görüyor ve gösteriyoruz. Bilimin görevi de zaten budur.
Tekrarlayalım: Hiçbir halka, tabiî Ermeni Halkına
da, düşmanca duygular beslemiyoruz. Halkların düşmanı değil, tersine dostuyuz. Halkların kardeşliğinden
yanayız.
Ve diyoruz ki, ah keşke alçak emperyalist alçaklar
yüzyıl önce o güne kadar kardeşçe yaşadığımız Ermeni
Halkıyla bizi birbirimize düşürmeseydi. Aramıza girmeseydi. Aramızdaki bu trajedi yaşanmasaydı. 900
sene olduğu gibi, bugün de Ermeni Halkıyla iç içe ve
kardeşçe yaşıyor olsaydık. Dünyanın değişik ülkelerindeki milyonlarca Ermeni bugün Türkiye sınırları içinde
yaşıyor olsaydı. Birkaç milyon da Ermeni vatandaşımız
olsaydı. Bu ülkemizin ve halklarımızın zenginliği olurdu.
Alçak, haydut emperyalistler yaptı bize bu kötülüğü. Bizi birbirimize boğazlattılar.
Biz yine diyoruz ki, artık bir kez daha o haydutların
oyununa gelmeyelim. O tuzağa bir daha düşmeyelim.
İşte 24 Nisan’da okuduğumuz 9 sayfalık bildirimiz
ve konuyu işleyen ders kitabı boyutundaki 300 küsur
sayfalık kitabımız bunu anlatmaktadır.
Fakat AB-D Emperyalistlerinin hizmetkârlığından
zevk alan sahte solcular ve sahte demokratlar hâlâ utanmadan, sıkılmadan emperyalistlerin yalanlarının ve
planlarının propagandasını yapmaktadırlar. Ne diyelim?..
Roboski Katliamı emrini,
kim, ne amaçla verdi?
Geçen bir yıl içinde yaşanan en önemli olaylardan
(buna trajedi dememiz gerekir aslında) biri de UludereRoboski Katliamı’ydı. Bu katliamda büyük çoğunluğu
20 yaşın altındaki gençler can verdi. Hatta bazıları 1314-15-16 yaşlarında, henüz çocukluktan gençliğe
geçme aşamasındaki yavrulardı.
Birinin annesi; “Seferinde 50 lira kazanıyordu.
Roboski Katliamı
Heyecanlı bir sabırsızlıkla bilgisayar alabilecek bir
parayı biriktireceği günü bekliyordu”, dedi, gözyaşları
içinde; can vermiş evladından söz ederken.
Aradan bir yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, geçenlerde yapılan bir söyleşide, katliamda 2
evladını birden kaybetmiş olan bir baba; “O günden bu
yana hiç yüzümüz gülmedi. Hangi söz acımızı anlatmaya yetebilir ki?” dedikten sonra hıçkırıklara boğuluyordu. Başka bir tek söze kadir olamıyordu.
Kürt Meselesi’nde çok önemli bir kırılma noktasını
oluşturur bu katliam. Geçimini mecburen kaçakçılıkla
temin etmeye çalışan ve bu durumun da herkesçe biliniyor olmasına rağmen, bunca genç insanın F-16’larla
bombalanarak, cesetlerinin bile tanınmayacak hale
getirilmesi yani birçok parçaya bölünmesi gerçekten
göğsünde insan yüreği taşıyan her insanı acılara boğar,
gözlerini yaşartır.
Kimdir bu katliamın sorumluları?
Bunun cevabını bulmak için önce şu iki sorunun
ayrı ayrı cevabını bulmamız gerekir:
1- İstihbaratı kim verdi? Daha doğrusu yanlış istihbaratı?.. Kaçakçı gençleri, eylem yapmaya gelen PKK
Gerillaları diye bildiren istihbaratı kim verdi?
2- Bu istihbaratı hiçbir araştırma, inceleme, doğrulama yapmadan gerçek kabul ederek vurun emrini kim
ya da hangi devlet yetkilisi verdi?
Birincisinden başlarsak; Katliamın hemen ardından
Genelkurmay, istihbaratın kendilerine ait olmadığını
açıkladı. O zaman geriye MİT ya da Emniyet İstihbaratı kalıyordu. Aslında bu ikisi de birbirine bağlıdır.
Katliam’dan 6 ay kadar sonra Wall Street Journal
Gazetesi, 16 Mayıs 2012 tarihli sayısında haberi şöyle
verir:
“Uludere istihbaratı AB-D’den gelmiş!
“ABD yetkilileri ve Pentagon’un değerlendirmesini kaynak göstererek “Konvoyun, videoları izleyen ABD’li personel tarafından tespit edildiğinde,
Irak içinde olduğunu ve Türk sınırına doğru ilerlediğini” yazan Wall Street Journal, Ankara’daki
istihbarat birimindeki ABD’li subayların, konvoydaki kişilerin “sivil veya gerilla savaşçıları” olup
olmadıklarını söyleyemediklerini ancak bölgede sık
sık “gerilla savaşçıların” göründüğünü belirterek
“Amerikalılar, Türk muhataplarını uyardılar”
dedi.” (Radikal, 16.05.2012)
Anlaşılıyor ki, ABD istihbaratı MİT’e, Tayyip’in has
adamlarından Hakan Fidan ve ekibine veriyor. ABD
gazetesinin haberinde istihbarat biraz sulandırılıyor:
“konvoydaki kişilerin “sivil veya gerilla savaşçıları”
olup olmadıklarını söyleyemediklerini” ileri sürüyor.
Yani yüzde yüz emin değiliz ama bunlar PKK savaşçısı
denmiş oluyor.
ABD daha 1960’ların başında bile uydularıyla, U-2
gözlem-istihbarat uçaklarıyla çok yüksek irtifadan, yerdeki bir otomobilin plakasını bile netçe görüntüleyen
teknolojiye sahipti. Aradan yarım yüzyıl geçti. Bugün
gözetleme uydularıyla ve Prodetörlerle yüz yüze görüşme yapar gibi insanları ve nesneleri görebilmekte, izleyebilmektedir ABD. Bugün kaçakçı konvoyuyla gerilla konvoyunu ayırt edememesi zinhar mümkün değildir. Ama ABD yani Pentagon, elbette öyle diyecektir.
Yani gazetenin yazdığı gibi işi biraz sulandırarak verecektir. Tabiî, ben kaçakçı konvoyunu PKK Savaşçıları
diye size bildirerek, sizi yanılttım, demeyecektir. Diyemezliği vardır böyle bir şeyin.
Gelelim ikinci sorunun cevabına:
Besbelli ki, ABD’den bu istihbaratı alan Hakan
Fidan da onu doğruca efendisi, sahibi Tayyip’e iletti.
Tayyip de kendi sahibine yani ABD’ye güvendiği için
hiçbir araştırmaya gerek duymadan, onu kesin doğru
kabul ederek vur emrini Genelkurmay Başkanı
“Topukçu Paşa”ya yani özel ve güzel paşasına verdi. O
da katliamı yapan F-16 filosunun komutanına.
Bölgedeki askeri birliklerin komutanları, bize bu
konuda herhangi bir bilgi verilmedi ve soru sorulmadı,
diyorlar.
Eğer bize sorulsaydı; vurmayın derdik. Çünkü bunların kaçakçı olduğunu, mevzilerdeki gözetleme birimlerimiz zaten izlemiş ve bilmişti.
Buradan anlaşılıyor ki, Genelkurmaya, ABD’den
gelen istihbaratın araştırılması, doğrulanması yönünde
bir bilgi ya da emir verilmemiş. Eğer verilseydi askeri
işleyiş içerisinde Genelkurmay, bu istihbaratın doğrulanmasını bölgedeki birliklerinden isteyecekti. Çünkü
onlar, canlı gözlem yapmaktadırlar.
Tayyip ABD’nin verdiği istihbarata kesin gözüyle
bakmış ve doğrudan vur emri vermiştir.
Tayyip, bu konuda tam meşrebinekişiliğine uygun bir tavır sergiledi ki,
bırakalım emri verdiğini itiraf etmeyi,
ABD’nin istihbarat vermesini bile
yalanladı. Yani ABD’yi bile ABD’ye
rağmen savunmaya kalktı. Düşünebiliyor musunuz onun kişilik yapısını?..
Pentagon diyor ki; istihbaratı ben verdim. Tayyip de diyor ki; hayır ABD
böyle bir istihbarat vermedi; Wall Street Journal yalan söylüyor. Tayyip’e
göre, niye yalan söylüyormuş biliyor
musunuz? ABD’de Kasımda başkanlık
seçimi varmış, Wall Street Journal, bu
haberiyle Obama’yı yıpratmak istiyormuş. Yalanın gerekçesi de kendisi
kadar gülünç ve iğrenç. ABD’de kimin
umurunda Türkiye’de olup bitenler?..
Kaldı ki, ABD yurttaşlarının yüzde 8090 oranındaki çoğunluğu Türkiye’nin
bırakalım haritadaki yerini, hangi kıtada yer aldığını bile bilmez.
Tabiî ki böyle bir Tayyip, vur emrini ben verdim
diyemez. O pis yalanlar söyleyecek, demagojiler yapacak, bir hırsızın hırsızlık yaptığı yerden hızla kaçışı
gibi, olaydan kaçmaya çalışacaktır.
Peki ABD niye böyle bir istihbarat verdi?
Şundan: Gencecik masum insanları vahşiyane bir
şekilde katlettirerek Türk ve Kürt Halkları arasındaki
bin yıldan beri süren kardeşliği yıkmak, bozmak, berhava etmek istiyor. İki halkın arasına onulmaz bir şekilde kin, nefret ve düşmanlık sokmak istiyor. Tabiî bu,
ABD Emperyalistlerinin Yeni Sevr Projesi doğrultusunda yaptıkları alçakça, namussuzca ve canice yaptıkları bir eylemdir.
Bize ayrılan süreyi çok geçtik. Sizleri de çok yorduk; çok olumlu, tatlı konulardan da söz etmedik ne
yazık ki. Çünkü dünyamız bayır aşağı gidiyor.
Hani yine ilerici şairimiz Orhan Veli şöyle der ya
bir şiirinde:
Bu evin bir köpeği vardı;
Kıvır kıvırdı, adı Çinçon’du, öldü.
Bir de kedisi vardı: Maviş,
Kayboldu.
Evin kızı gelin oldu,
Küçük Bey sınıfı geçti.
Daha böyle acı, tatlı
!eler oldu bir yıl içinde!
Oldu ya, olanların hepsi böyle...
Hayat böyle zaten!..
İşte geçen bir yıl içinde de olanların hepsi aşağı
yukarı böyleydi. Yani acı veren olaylardı.
***
Gerici kasırgaları cesaretle, yiğitçe
devrimci onurumuzla göğüslüyoruz
Bütün bunlardan sonra size hoş gelecek, aslında
hüzün de verecek ama ne diyelim; “tatlı hüzün” dediğimiz, estetize edilmiş türden bir hüzün verecek olan,
bizim gençlik yıllarımızın; genç arkadaşlarımızın yaşlarındayken devrimciliğe girdiğimiz yılların filminin
17
final sahnesini izleteceğiz. Aşağı yukarı on dakika.
Şimdi birlikte onu izleyelim:
Fakat bu on dakikalık final bölümünü tam olarak
anlayabilmek için filmin bütününü özetleyelim önce:
Hüsnü, İstanbul’un bir kenar semtinde yaşayan halk
çocuğu delikanlıdır. Karpuzcu (manav) Raşit Amca’nın
yanında çırak olarak çalışmaktadır.
Müjgan da aynı mahallenin bir yoksul ailesinin kızıdır. Hüsnü’yle birbirlerini sevmekte ve evlilik planları
yapmaktadırlar. Müjgan, sosyete kadınlarına isteklerine göre özel kıyafetler diken bir terzihanede çalışmaktadır, aynı zamanda. Bir köşkün hanımına dikilmiş
elbiseyi ona teslim etmek için gittiğinde orada köşk
sahibesinin fabrikatör kardeşi Faruk onu görür ve beğenir. Ne yapıp edip elde etmeyi kafasına koyar. Zenginliğiyle Müjgan’ın gözünü kamaştırır. Zenginlere hayran Müjgan’ın annesinin de baskısı ve aklını çelmesiyle Müjgan, Hüsnü’ye sırtını döner. Hüsnü’yle ölünceye
kadar birbirlerini seveceklerine dair yaptıkları kavle
ihanet eder. Fabrikatör Faruk Bey’le evlenir.
Fabrikatör Faruk, zenginlerin genelde yaptıkları
gibi, hevesini aldıktan sonra Müjgan’ı aldatmaya başlar. Müjgan buna karşı çıkınca da onu ve annesini kapının önüne koyar. Bu arada Müjgan’ın bir de oğlu
olmuştur. Müjgan, annesi ve oğluyla yoksul mahallesine geri döner, mecburen.
Bu süreçte Hüsnü, bir tesadüf sonucu, bir yakınının
ısrarıyla bir gazinoda şarkıcılığa başlar. Beğenilir.
Yetenekli olduğu anlaşılır ve meşhur olur. Bol para
kazanan ünlü bir sanatçı olur. Her istediğini parasıyla
elde edebilecek durumdadır. Ama yine de eski yoksul
mahallesindeki yoksul manav çırağı olduğu Hüsnü
olduğu günleri unutmaz. Yoksul mahallesindeki alınteriyle yaşamlarını güçlükle sürdürmeye çalışan ezilen
ve sömürülen insanların insan kalitelerini, değerini hep
belleğinde canlı tutar. Zenginlerinse sadece para Tanrısına tapındıklarını, bunun dışında bir değer tanımadıklarını ve taşımadıklarını görür, anlar kavrar.
İşte bu son günlerden birinde Müjgan’la Hüsnü bir
bayram arifesinde bir seyyar satıcının arabası başında
Hüsnü ondan bir şeyler alırken karşılaşırlar. Gerisini
izleyelim:
(Ah Müjgan Ah! filminin final sahnesi gösterimi… !ot: Arkadaşlara filmin bu bölümünü internetten izlemelerini öneririz. Tabiî isterlerse filmin
tamamını da internetten izleyebilirler. – Kurtuluş
Yolu)
Usta’mız 70 yıllık ömrünü hep eski Hüsnü olarak
tamamladı. Biz de ondan devraldık, aynı ruhu, aynı
kişiliği, aynı bayrağı ve eski Hüsnü olarak devam edeceğiz. Ama bizim dışımızda Amerikancı Kürt hareketi
de Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz Türk hareketi de
yeni Müjgan oldular. Ama devrim bizim dediğimiz yoldan gerçekleşecek.
Tarih, muhakkak ki onları ibretle, aşağılayarak, anacak. Ama yalnız başımıza kalsak da dünyada esen bu
gerici fırtınaya ki, Sandy Kasırgası bile onun yanında
meltem gibi kalır, ABD Emperyalistlerinin yarattığı,
Sosyalist Kamp’ın çöküşünden kaynaklanan bu gerici
kasırgaya karşı cesaretle, yiğitçe, devrimci onurumuzu
koruyarak sadece biz göğüs gerebiliyoruz.
Ve eninde sonunda devrimi başarıya ulaştıracağız.
Bu kadar uzun süre dikkatlice dinlediğiniz için devrimci yüreğimin en sıcak duygularını iletir, teşekkürlerimi sunarım.
Halkız, haklıyız, yeneceğiz.
***
Tacettin Çolak Yoldaş: Saatlerce ve onlarca konuyu, birbirine bağlantılı şekilde geçişlerle bizlere anlattığı için ve gerçekten ömrünün daha ilkbaharını yaşadığını benim en azından kendi adıma düşündüğüm
Nurullah Abi’mizin bu güzel konuşmasından dolayı
kendilerine çok teşekkür ediyoruz. “Sonbahar” tespitine katılmıyorum, oylama yapalım isterseniz…
(Gülüşmeler…)
Değerli arkadaşlar, konferansımızın ana gündemi
bitmiş durumda, zaman ilerledi, yola gidecek arkadaşlarımız var. Yoldaşlarımızın müzik programı var. Şimdi
hızlıca o bölüme geçiyoruz.
18
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Başyazı
Yılan gibisin Kılıçdaroğlu
Baştarafı sayfa 1’de
AB-D’ye yaranmak için Esad
düşmanlığında Tayyip’le
yarışıyorsun
Sen de hemen bu durumdan vazifeni çıkardın. Sana bir şey söylenmeden yeni konumunu belirledin. Ve sen de aynı hızla
Esad’a saldırmaya başladın. Böyle yapmakla sahibiniz Obama’ya “bakın efendim,
bu işi ve de vereceğiniz her görevi ben de
yaparım, hem de Recep Bey’den daha iyi
yaparım” mesajı verdiniz. Yani, “onu iktidarda tuttuğunuz yetsin gayrı, bakın biz hiç
Kemal Kılıçdaroğlu
hizmet etmedik size, bir de bizi deneyin,
görün, memnun kalacaksınız hizmetimizden”, demek istediniz.
Sizin için mesele tümüyle buydu, Kılıçdaroğlu.
Yoksa, Esad’la Tayyip’in ve de senin,
apayrı dünyaların insanları olduğunuzu sen
de adın gibi biliyorsun. Bak, Esad ülkesini
parça parça etmeyi planlayan emperyalizme karşı yiğitçe direniyor, savaşıyor iki seneden bu yana. Emperyalistlerse ülkesini
parçalayıp yağmalayabilmek için Esad İktidarını ortadan kaldırmak istiyor. Sizse, tabiî
Tayyip’le birlikte, ABD Emperyalistlerinin
acınası piyonlarısınız. Sizi koltuklarınıza
oturtan ABD’dir. Ve ona hizmette birbirinizle yarış halindesiniz.
Esad, Tayyip’ten bin kat daha halkına
yakındır, dosttur. Esad laiktir; Tayyip dinci.
Din alır satar durmadan.
Esad, ABD Emperyalistlerinin Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında 22
parçaya böldükleri Arap Ulusu’nu birleştirmeye çalışmaktadır. Sizse Tayyip’le birlikte ABD’nin BOP Projesi’nin yandaşlarısınız. Bilindiği gibi Tayyip eşbaşkanıdır da
BOP’un. Tayyip’in yerine seni oturtsa efendin, sen de tereddütsüz kabullenirsin o eşbaşkanlığı.
Beşşar Esad ve yönetimi, Siyonist İsrail’in en önde gelen düşmanıdır şu anda.
Tayyip’se İsrail’in sadık dostu... Bak, halktan büyük tepki gelmeseydi, Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin tamamını 49 yıllığına İsrail’e veriverecekti. İsrailli Parababası
Sami Offer’le hayli alışveriş yaptı. Ve en
son da İsrail’in güvenliği için Kürecik’e
ABD’nin radar üssünü ve patriot füze rampasını getirtti, kurdu. Ayrıca Diyarbakır ve
Gaziantep’i de patriot füze rampalarıyla
kirletmek üzere. Bütün bunlar, BOP Projesi’nin güvenli biçimde uygulanması ve İsrail’in korunması içindir. Demek ki Tayyipgiller, söylemlerindeki lagaluganın tersine,
İsrail’in ve ABD’nin sadık müttefikidirler,
hizmetkârıdırlar. Sen de andığımız tutumunla durmadan “ban da, bana da” deyip
duruyorsun.
Ayıp be Kılıçdaroğlu!
Yazık!
Koltuk için insanî değerlerin tümünü
ayaklar altına alıyorsun. Onur var, haysiyet
var, namus var, yüce değerler olarak. Farkında mısın? Hatırlar mısın bunları? Yoksa
tümden unuttun mu? Çok uzak geçmişinde
mi kaldı bunlar? Artık, “siyasette yükselmek istiyorsam bunların yeri olmayacak
hayatımda” mı diyorsun? Öyle diyorsun değil mi?
Yeni CHP’ye yerleştirdiğin
cemaatçi, AB-D’ci, serbest
piyasacı yöneticiler(
Kılıçdaroğlu!
CHP’nin adına “yeni”yi eklettin. Sen,
yukarıda da görüldüğü gibi adların önüne
bir şeyler ekletmeyi seviyorsun. Fakat
CHP’ye ekin öbürü gibi olmadı. Senin gibi
ABD Emperyalistlerinin tüm uşakları-devşirilmişleri, başta ve ilkin Taha Akyol gelmek üzere pek beğendiler senin “Yeni
CHP”ni.
Bir de, kendin gibi devşirilmiş Sencer
Ayata’yı buldun. Onunla konuştun.
ABD’den aldığınız direktifler doğrultusunda yeni program oluşturdunuz. Tabiî kalemşoru Ayata oldu bu işin. Yeni CHP’nin ekonomi anlayışının özü, “sosyal liberalizm”
olacakmış. Yani tıpkı AKP’nin, MHP’nin,
DP’nin ANAP’ın vb. olduğu gibi. Yani artık birbirinizden farkınız kalmayacak bu
anlamda. Bak, bu açılımınızı yine sizin gibi
devşirilmiş aydınlar nasıl değerlendiriyor,
bir iki örnek verelim:
Taha Akyol’un kendine benzer oğlu
Mustafa Akyol:
“Ben CHP’nin liberalizm eğilimini
memnuniyetle karşılıyorum” (www.yesilgazete.org)
CIA’nın “Genç Siviller”inden Doğan
Gürpınar:
“CHP’nin liberalizm eğilimini yetersiz ama olumlu buluyorum” (agy.)
Liberal Düşünce Topluluğu Genel Sekreteri Özlem Çağlar Yılmaz:
“(…) Sosyal liberaller ve sosyal demokratlar birlikte siyaset yapabilirler. Çünkü sosyal liberalizm, sosyal demokrasi
gibidir. Türkiye’nin bir sosyal demokrat
partiye ihtiyacı vardır. CHP’nin liberalizm eğilimini tabii ki desteklerim.”
(agy.)
Örnekleri çoğaltmanın gereği yok sanırız.
Gördüğümüz gibi, tüm ABD-sermaye
uşakları, alkışlarla karşılıyorlar senin Yeni
CHP’nin bu girişimini.
Kılıçdaroğlu!
CHP’yi sadece ekonomide yenileştirmedin. Siyasette de tümüyle yenileştirdin, eskiyi öldürüp yerine “yeni”yi getirdin. Şimdi de bu “Yeni CHP”de senin gibi devşirilmiş yol arkadaşlarının söylediklerini görelim. Bak, nasıl büyük katkılarda bulunmuşlar onlar da bu “yeni”liğe:
“CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena
Kaleli, “cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir”.
“CHP Parti Meclisi Üyesi Bülent Kuşoğlu, “tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı. ‘Bunlar irtica yuvaları!’. Yok öyle
bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda
insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür
Sena Kaleli
kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların
yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir”.
“Parti Meclisi Üyesi ilahiyatçı Dr.
Muhammet Çakmak, “Fethullah Hoca
Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin
görmezden gelemeyeceği bilge bir adamdır. Fethullah Hoca’yı saygıyla selamlı-
yorum”. “Tarikatlara ve cemaatlere yönelik bir ayrım yapmayacağız. Topluma
bütün olarak bakacağız”.
“CHP Parti Meclisi Üyesi Binnaz
Toprak, “Heybeliada Ruhban Okulu
açılmalı. Ekümenlik tanınmalı. İki dile
sıcak bakıyorum. AKP ekonomiyi iyi yönetti, gelir ve zenginlik arttı”.
“CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Meclis’e başörtülü bir adayın
girmesi durumunda Merve Kavakçı’ya
yapılanı yapmayacaklarını söyleyerek,
“AKP bu şansını deneyebilir, biz de zorluk çıkarmayız”.
“Yine Gürsel Tekin… “Zaman Gazetesi vicdandır”.
“CHP’de Konya’dan milletvekili adayı yapılmış bir kişi, hangi partide siyaset
yaptığını unutmuş olacak ki Konyalı seçmenlere yönelik olarak “Sizden rica ediyorum. Lütfen her biriniz bir mum olarak, Sayın Davutoğlu’nun (Dışişleri Bakanı) ateşini sürekli yanar halde tutun ki
dış politikada Türkiye zaafa uğramasın”.
“CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak, “CHP’den ulusalcı kafa
gitmelidir”.
“AAP kökenli CHP İstanbul Millet-
Bülent Kuşoğlu
vekili Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset
skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmişti. Ayaydın, “Bu tür olayların içine
Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması
yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir.” (Zafer Yapıcı, İlk
Kurşun gazetesi, 3 Aralık)
Bak Kılıçdaroğlu!
Senin Sena Kaleli’n, her biri birer Ortaçağ kurumu olan cemaatleri yok saymakla
sivil toplumu yok saymış oluruz, diyor.
Yeni CHP, tekke-zaviyeleri,
Fethullah’ı Ortaçağcılardan
bile daha pervasızca savunur
ekonomiyi iyi yönetti, zenginlik arttı”, diyor. Be soytarı! O zaman niye AKP’de değilsin? Orada koltuk bulamadın değil mi?
Ya da efendin ABD, AKP zaten çantada
keklik, siz de CHP’ye gidin ki orayı da tümüyle avucumuzun içine alalım, aykırı bir
ses çıkmasın oradan da, dediği için
CHP’desin sen. Yani efendin öyle yönlendirdiği için…
Gürsel Tekin
fenomen olduğunu söylüyor. E, söyler…
Çünkü kendisinin de, senin de, Fethullah’ın
da ortak paydası Amerikancılıktır. Fethullah’ın da Muhammet Çakmak ve benzerlerinin de savunduğu din Hz. Muhammed’in
ve Kur’an’ın dini değildir. Onunla hiç ilgisi olmayan CIA dinidir. Fethullah o denli
İblistir ki Kelime-i Tevhid’den Hz. Muhammed’in adını bile çıkarabilmektedir. Ve
CIA’nın her emrettiğini Tanrı buyruğu bellemektedir. Zavallı, saf insanlarımızı kandırmak için kendisinin rüyalar yoluyla Hz.
Muhammed’le irtibat kurduğunu ileri sürebilmektedir. “Hz. Muhammed istemediği
için ben evlenmedim, Hz. Muhammed benim için “ondan çok memnunum” dedi, gibi sapkın iddialarla saf müminleri kandırıp
kullanmaktadır kendi aşağılık işlerinde.
Yaşar Nuri Öztürk, Abdülaziz Bayındır,
Zekeriya Beyaz gibi samimi ilahiyatçılar,
hatta Kadir Mısıroğlu gibi azılı Mustafa
Kemal ve Cumhuriyet düşmanları bile Fethullah Gülen’in bir ABD uşağı, bir hain, bir
sahtekâr, bir düzenbaz, bir sapkın olduğunu
ileri sürerlerken -tabiî çok haklı olarak- senin CHP’nin tepesine doldurduğun yeni
CHP’liler bu aşağılık din tüccarını övebilmektedirler. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, ortak paydanız Amerikancılık ve
sahtekâr oluşunuzdur. O yüzden sempatiyle
bakıyorsunuz Fethullah’a. Hani özdeyişte
denir ya “Benzer benzerini beğenir”, işte
öyle sizinki de.
Yine parti meclisine ve TBMM’ye taşıdığın Binnaz Toprak’sa çoktan ABD’de
Marry Hanım’ın hocasının ağına takılmış,
tabiî gönüllü olarak, devşirilmiş, ajanlaştırılmış bir ABD uşağıdır. O da bulunduğu
yerden akıtmaktadır zehrini. Ekümeniklik
tanınmalı, yani Türkiye’de Vatikan benzeri
bir din devletçiği kurulmalı, Heybeliada
Ruhban Okulu açılmalı, yani Tevhid-i Tedrisat Kanunu ortadan kaldırılmalı, diyor.
Bunlarla da yetinmiyor. AKP’ye de methiyeler düzmekten geri kalmıyor. “AKP
Bak Kılıçdaroğlu!
İkinci adamın Gürsel Tekin, Mecliste
başörtülü milletvekilleri de olmalı, diyor.
Böylelikle o da Tayyipgiller’i sollamış oluyor gericilikte. Ayrıca da “Zaman gazetesi
vicdandır”, diyerek Pensilvanyalı İblis’e
selam ve saygılarını iletmektedir.
Hatırlarsın Kılıçdaroğlu!
Sen de CHP’nin tepesine geldiğin, daha
doğrusu ABD tarafından getirildiğin günlerde, tarikatlar, cemaatler olmalı, biz bunlara karşı değiliz, hatta faydalı buluruz bunları, yeter ki siyasete karışmasınlar, demiştin. Bunların siyasete karışmamasının
mümkün olmadığını çok iyi bilmene rağmen… Yani, sen de Pensilvanya’ya genel
başkanlığının ilk günlerinde selam göndermekte gecikmemiştin.
Kılıçdaroğlu!
Senin ve ekibinin yarattığı CHP ile eski
CHP’nin zerre ilgisi yoktur. Siz, tıpkı Tayyipgiller gibi bağımsızlık, yurtseverlik, laiklik ve Mustafa Kemal düşmanısınız. Tayyipgiller bunu açıktan yapıyorlar. Ama siz
sinsice, ikiyüzlüce, düzenbazca yapıyorsunuz. Görünüşünüz başka, içiniz, ruhiyatınız
başka. Başınız başka oynuyor, kıçınız başka…
Bir insan puşt, pezevenk, alçak, düzenbaz, hırsız, dolandırıcı olabilir. Ama böyle
olduğunu inkâr etmediği sürece sadece namussuz olur. Ama ya bir de kendisini olduğunun tam tersi gibi göstermeye kalkarsa,
işte o zaman namussuzluğunda da namussuz olur.
Tayyipgiller için biz bu nedenle hain,
ABD uşağı, vatan satıcı, halk düşmanı diyoruz. Yani özetçe namussuz diyoruz.
Ama siz, aynen böyle olduğunuz halde
kendinizi onlardan farklı göstermeye çabalıyorsunuz. O yüzden siz, namussuzluğunuzda da namussuzsunuz.
Yazık ya!
İnsan şerefi için yaşar.
Siz ne için yaşıyorsunuz bilinmez ki!..
Cemaatlerin yani daha doğrusu tarikatların insanların özgür düşünme yeteneğini
ortadan kaldırdığını, beyinlerini uyuşturduğunu, o uyuşturulmuş kafaları dini dogmalarla doldurduğunu ve hepsinin de azılı birer laiklik düşmanı olduğunu görmezlikten,
bilmezlikten geliyor. Kendisi de bir ilahiyatçı olan İsmail Nacar bile tarikatlar için
“Bunların hepsi birer yılan yuvasıdır” derken, senin genel başkan yardımcın bunlara
övgü düzüyor. Yani, bunun yeri aslında
Tayyip’in AKP’si ya da Tayyip’in hocası
Erbakan’ın partilerinden biridir. Ama sen
getirdin bunları buraya.
Kılıçdaroğlu!
Parti Meclisi Üyen Bülent Kuşoğlu,
Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden açılmasını öneriyor. Dikkat edelim; böyle bir şeyi Tayyipgiller ve hocası Erbakan bile açıktan bugüne dek söyleyebilmiş değildi. Seninki onları da solluyor. Tekke ve zaviyeler adam yetiştirmez! Adam sefaleti yetiştirir! Onlar
kültür yuvaları filan da değildir. Onlar kültür yuvaları olsaydı Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan dünyanın en kültürlü ülkeleri olurdu. Senin parti yöneticisi milletvekili diye CHP’nin tepesine getirdiğin bu insan sefaletleri Türkiye’yi Tayyipgiller’le
birlikte Ortaçağ’a götürmek istiyor.
Kılıçdaroğlu!
Yine Parti Meclisi Üyeliğine getirdiğin
Muhammed Çakmak, Pensilvanyalı İblis
Fethullah’ı “saygıyla selam”lıyor. Onun bir
ÇI
I
T
K
19
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i
AB-D Emperyalistleri ve Yerli Satılmışlar yok etmeye çalışıyorlar
İkinci Kuvayimilliyeciler Yaşatacaklar
A
B-D Emperyalistleri yok etmek istiyorlar
Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Çanakkale’yi Emperyalistlere
geçilmez kıldıkları, bu topraklar üzerinde yaşayan her kesimden insanımızın Emperyalist Yedi
Düvel’e karşı ortak zaferi olan ve “tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferi” olan Çanakkale Zaferi’ne komutanlık yaptıkları için,
AB-D Emperyalistleri öldürmek istiyorlar
Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; emperyalistlerin aslında kâğıttan birer kaplan
olduğunu, Halklar, “Yeter artık!” diyerek ayağa
kalkarsa, emperyalistlerin yenilgiye uğratılabileceğini tüm mazlum halklara gösterdikleri için,
AB-D Emperyalistleri izini tozunu silmek
istiyorlar Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin; “cansız bir vatan, kansız bir millet” yaratmak isteyen emperyalist işgalcilere ve
yerli satılmışların suratlarına tüm mazlum halklara örnek olacak tokat atılmasına önderlik ettikleri için,
Ortaçağcı İrticacılar yok etmek istiyorlar
Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Hilafeti ve Saltanatı, dolayısıyla da Şeriat
düzenini kaldırdıkları, medreseleri, tekkeleri
kapattıkları, tarikatları yasakladıkları ve sınırlı
da olsa Laikliğe dayanan bir Cumhuriyeti kurdukları için,
Ortaçağcı İrticacı Tayyipgiller, Fethullahçılar öldürmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Ortaçağ karanlığını
yırtıp toplumu aydınlığa kavuşturdukları, Şeriat
Düzenini hâkim kılmak isteyenleri sindirdikleri
için,
Ortaçağcıların hizmetindeki çapsız, yüreksiz, Özel Tören Paşaları öldürmek ve yok etmek
istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; “(…) subay için “ya istiklâl, ya
ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz,
bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!” diyerek ulusal kurtuluş
için ölüme gözü kara atıldıkları için,
Ortaçağcıların emrindeki yürekleri ve beyinleri koftiden Tosun Paşalar; izini ve tozunu silmek istiyorlar Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin; “Söz konusu vatansa gerisi
teferruattır” diyerek Ulusal Kurtuluşun uğruna
onurları dışında her şeylerini vatana feda ettikleri için,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, “Düşündüğü
gibi yaşamak için savaşmayan aydın, uşaktır” der.
Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, bir ulusun tutsak yaşamaktansa yok olmasının daha iyi
olacağına inanmışlardı. Kuvayimilliyeciler,
onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamak isteyen, emperyalistlerin boyunduruğuna girmek istemeyen Türk ve Kürt Halklarının isyanını örgütlemek üzere girdiler savaşa. Parolaları, “Ya
İstiklal Ya Ölüm!”dü. Aldırmadılar düşmanın
çokluğuna. Aldırmadılar Tayyipgiller’in Fethullahçıların dedeleri Vahdettin’lere, Damat Ferit’lere, Sait Molla’lara, Ali Kemal’lere. Ürkütmedi bu yurtsever insanları emperyalistlerin silah üstünlüğü ve yerli satılmışların ihanetleri.
Çünkü çıktıkları bu yol onurluydu, şerefliydi,
yüce bir davaydı ve arkalarında emperyalist işgale boyun eğmeyen Türk ve Kürt Halklarının
gücü vardı.
Antep Komutanlarından Binbaşı Arslan
Bey: “Dostlarım! Biz ister az, ister çok olalım, hepimiz buradayız. Düşmanın topu, otomatik silahları ve iyi donatılmış askerleri var.
e olursa olsun, karşımızdaki düşmandan na elde edilirdi ya da hatta büsbütün olanakkorkmayın. Siz ondan güçlüsünüz. Çünkü sız olurdu. Rusya Türkiye’ye hem manevi
kendi toprağınızı, kendi ailenizi, kendi na- hem maddi bakımdan yardım etti. Ulusumumusunuzu koruyorsunuz…” diye sesleniyor- zun bu yardımı unutması bir suç olur.” (agy,
du neferlerine. İşte Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı s. 273)
zaferle taçlandıran güç, Türk ve Kürt HalklarınBirinci Kurtuluş Savaşçıları, yalnızca Avrudaki bu anlayıştı.
pa’nın emperyalist açgözlü yırtıcılarına karşı
Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı mücadele vermediler:
zafere götüren yolun en temel ve en önemli ya“Yüzlerce yıldır süren baskıcı sultan egepı taşlarından biri de, Lenin Usta’nın oya işler menliğine son verilmesi, Türk ulusal kurtugibi örgütlediği Ekim Devrimi tarafından dö- luş devriminin sırası gelmiş büyük bir zafeşenmişti.
riydi. Bu zafer, emperyalizmin ajanı olan ve
Birinci Kuvayimilliyeciler kurdular, ağır saEkim Devrimi’nin ilk yaptığı işlerden biri, ulusal bağımsız bir Türk devletinin kurulma- nayi tesislerini, madenleri, limanları, iletişim
Türkiye üzerine oynanan Emperyalist oyunları sı yolunu tıkayan içteki gerici güçlere karşı sistemlerini, Sümerbank’ı, fabrikaları, demirbozmak ve emperyalistlerin aşağılık planlarını kazanılmıştı.” (agy, s. 347)
yollarını. Bugün bu ekonomik değerlerimiz vaaçığa çıkartmak oldu. Birinci KuvayimilliyeciZafer kazanıldığı andan itibaren AB-D Em- tan tanımaz, halk düşmanı ümmetçi kafalar taler, “Rus Devrimi doğudan bir güneş gibi gel- peryalistleri, Yerli Satılmış Tayyipgiller, Fethul- rafından, yangından mal kaçırırcasına, haraç
di ve ezilen insanlığın yüreğini parlak bir ge- lahçılar, Özel Tören Paşaları, Birinci Ulusal mezat yerli-yabancı Parababalarına, Özelleştirleceğe umutla doldurdu. Bu şanlı devrim, Kurtuluşun intikamını alma, Mustafa Kemal ve me adı altında peşkeş çekildi-çekiliyor.
emperyalist batıya karşı yeni bir cephe oluş- silah arkadaşlarını öldürme, yok etme, onların
Zaferle taçlanan Antiemperyalist Birinci
turdu” diyerek selamlıyorlardı Ekim Devrimi- izini-tozunu silme çalışmalarına başladılar. Ulusal
Kurtuluşumuz
yol
gösterdi
ni. (Abdula Mardonoviç Şamşutdinov, Bir Sov- Mustafa Kemal’in kaybından sonra da bu aşağı- Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Latin Amerika’nın
yet Tarihçisinin Gözüyle Türkiye Ulusal Kurtu- lık çalışmaları çok büyük bir yol aldı.
mazlum halklarına. Mustafa Kemal’in ve dava
luş Savaşı (1918-1923), s. 67)
Mustafa Kemal’in bedence aramızdan ayrı- arkadaşlarının mücadelesini, bu vatan için yapYine Mustafa Kemal şöyle demekteydi:
lışının 74’üncü yılı olan bugünlerde de bu hai- tıklarını örnek aldı Nasır, Musaddık, Che, Fi“Kendi zincirlerini parçalamakla yetin- nane amaçları doğrultusunda büyük kazanımlar del… Emperyalistlere karşı mücadelenin fitilini
meyerek tüm dünateşledi, Antiemperyanın kurtuluşu
yalist Birinci Ulusal
İkinci Kuvayimilliyeciler, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş
için iki yıldan beKurtuluş Savaşı’mız.
ridir benzersiz bir
Savaşı’mızın
Bugün AB-D Empersavaş yürüten ve
Önderi Mustafa Kemal’i andı
yalistlerinin Müslüyeryüzünden zulman Arap Halklarına
ntiemperyalist Birinci Kurtuluş Sava- rak, bayraklarımızı dalgalandırarak kitle ile giriştikleri Haçlı samün
sonsuzca
şı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i ve birlikte Anıtkabir önüne vardık.
kalkması için inavaşında Tayyipgiller,
nılmaz acıları coşAnıtkabir’in giriş kapısı önünde dikkat Türk
Birinci Kuvayimillliyecileri Ankara’da
Ordusu’nun
kuyla göğüsleyen andık.
çeken vurucu pankartlarımızı indirmeden alana Özel Tören Paşaları
Rus Halkına karşı
Zafer Çarşısı’ndan Tandoğan’a kadar korte- yayılarak binlerce bildiri dağıtımı yaptık.
gönüllü maşa olarak
Türk
Halkının jimizle, coşkulu sloganlarımızı atarak ilerledik.
Ankara Halkına ve Tayyipgiller’e inat, yer almakta. Tabiî ki
beslediği hayran- Yürüyüş boyunca “Emperyalistler İşbirlikçi- Mustafa Kemal’i anmak için yurdun dört bir alavere dalavereyle
lık duygusunu size
ler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yeni tarafından gelen Halkımıza İkinci Kuvayimill- cepheye sürülecek
bildirmekten büolan, Türk ve Kürt
Sevr’e Karşı Yaşasın 2. Kurtuluş liyecilerin ışığını yansıttık.
yük bir sevinç
Sloganlarımızla, pankartlarımızla, bildiri- Memetlerdir…
Savaşı’mız”, “e ABD e AB Tam Bağımsız
duymaktayım…
Çanakkale’de, SaBir yandan Batılı Türkiye”, “Kahrolsun Amerikan Uşakları” mizle gösterdik halkımıza, Birinci Kuvayimil- karya’da, İnönü’de,
emekçiler, öte yan- sloganlarını atarak ve attırarak “1. Antiemper- liyecilerin yarım bıraktıklarını tamamlayacağı- Dumlupınar’da, Mehdan Asya ve Afri- yalist Kurtuluş Savaşımızın Önderi Mustafa mızı. Bu görev bizim omuzlarımızda. Ant metçiklere bu vatan
ka’nın tutsak edil- Kemal ve Onun En büyük Müttefiki Lenin” olsun ki başaracağız!
topraklarına emperyamiş halkları, için- ile “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın 2. Kurtuluş
listlerin adım atmade bulunduğumuz Savaşımız” pankartlarımızı yükseklere taşıyaAnkara’dan Kurtuluş Partililer ması-atamaması için
şu sırada, uluslarölmesi emrediliyordu.
arası
kapitalin,
Bugün Mehmetçikleegemenliğinin en yükelde ettiler, ne yazık ki…
re, emperyalistlerin aşağılık çıkarlarına hizmet
sek kârını elde etmek için onları birbirlerini
Çok büyük bedeller ödeyerek inlerine gön- etmesi için ölmesi emrediliyor.
yok etmek ve tutsaklaştırmak yolunda kul- derdiğimiz emperyalistler, bugün artık ellerini
Türklerin ve Kürtlerin ortak mücadelesiyle
landığını anladıkları gün; sömürgeci politi- kollarını sallayarak giriyorlar ülkemize.
bu vatan Batılı Emperyalistlerden kurtarıldı.
kanın caniliğinin bilinci, dünya emekçi yığınBir karış toprağı emperyalistlere vermemek Bugün bin yıllık kardeşlik, AB-D Emperyalistlarının yüreğine işlediği gün, burjuvazinin için kanlar döküldü oluk oluk, bugün toprakları- lerinin bin ülkeli bir dünya projesi uğruna düşegemenliği sona erecektir. Ben buna derinli- mızı inlerine gönderdiğimiz emperyalistler manlığa dönüştürülmekte.
ğine inanmaktayım ve tüm yurttaşlarım da mazlum halklardan aşırdıkları paralarla satın
Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyecibu inancımı paylaşmaktadır.” (agy. s. 218)
alıyorlar.
lerin önderliğinde verilen mücadelenin arkasınEmperyalist 7 Düvele karşı yalnız değildik.
Emperyalistlerin Sevr planını da, onlara ku- da Lenin vardı, Sovyet Halkları vardı. Mustafa
Uyanan ve davranışa geçen milyonlarca emekçi cak açan Ortaçağcı İrticacıları da parçalayıp at- Suphiler, Onbeşler, gerçek TKP, Usta’mız HikTürkün ve Kürdün umutlarını daha da bir ye- tı atalarımız, bugün Yeni Sevr’e doğru götürü- met Kıvılcımlı desteklediler bu kutsal savaşı.
şertti Ekim Devrimi.
lüyor bu vatan.
Denizler de, Mahirler de sahiplendiler bu müBu savaşta en büyük müttefikimiz olan LEMustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyeci- cadeleyi ve kendilerini bu ülkenin İkinci KurNİN önderliğindeki Sovyetler Birliği tarafından lerin mücadelesi; onur mücadelesiydi aynı za- tuluş Savaşçıları olarak nitelendirdiler. Bugün
yapılan her türden silah, teçhizat ve para yar- manda. Yok sayılmaya, “Hasta Adam” muame- gafil solcularımız Mustafa Kemal’i emperyalizdımları zafere giden yolu daha bir kısalttı. Mus- lesine, aşağılanmaya, itilmeye bir isyandı halk- min ajanı, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Satafa Kemal, son derece duru bir şekilde dile ge- larımızın mücadelesi. Bugün Türk Ordusu’nun vaşı’nı da “Türk-Yunan Savaşı” olarak görüyortiriyordu, Lenin Usta ve Sovyet Halkının can si- başına çuval geçiriliyor ABD Emperyalistleri lar.
midi yardımlarını:
tarafından, Yurtsever askerler, bilim insanları
Birinci Kuvayimilliyecilerin eksik de olsa
“Eğer Rusya’nın yardımı olmasaydı yeni adi birer suçlu gibi zindanlara tıkılıyor, AB-D getirdikleri Laiklik, bugün Ortaçağcı İrticacılar
Türkiye’nin İngiliz-Fransız ve Yunan Müda- Emperyalistlerinin talimatlarıyla. Onurdan nasi- eliyle ortadan kaldırılıyor.
halecilere karşı zaferi ya bugünküyle karşı- bini almamış Ortaçağcı İrticacılar alkış tutuyorAntiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Salaştırılamaz ölçüde büyük kurbanlar pahası- lar.
A
Tayyipgiller halkımızı Ortaçağ karanlığına bir adım daha yaklaştırdı!..
Tkaranlığına götürüyor.
ayyipgiller adım adım halkımızı Ortaçağ
Bilindiği gibi 4+4+4 sistemi ile eğitimde
tam bir kaos ortamı yaratan Tayyipgiller, halkımız daha bu şoku üzerinden atamadan yeni
bir karanlık uygulamayla daha karşı karşıya
bıraktı halkımızı.
2013 yılından itibaren YGS ve LYS’de
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden de
sorular olacakmış.
“ÖSYM Başkanı Ali Demir, ortaöğretimde zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden 2013’te yapılacak YGS ve LYS-4’te toplam 13 soru
sorulacağını bildirdi. Demir, dün yaptığı
açıklamada, yükseköğretim kurumlarına
öğrenci seçme ve yerleştirme esaslarını belirleyen 2013-ÖSYS kılavuzunun Yükseköğretim Genel Kurulu kararıyla yayımlanarak uygulanacağını söyledi. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ortaöğretimde
zorunlu ders olarak okutulmasına rağmen
üniversite sınavında bu dersle ilgili soru
sorulmadığını hatırlatan Demir, bu yıldan
itibaren YÖK Genel Kurulu kararı ile bu
dersten de sorular yöneltileceğini kaydetti.
Demir, yapılan düzenlemenin 2013’ten itibaren yürürlüğe gireceğini belirterek, din
kültürü ve ahlak bilgisi dersinden YGS’de
5, LYS-4’te de 8 soru yöneltileceğini bildirdi.” (Milliyet, 18 Aralık 2012)
Demir, Hürriyet’e yaptığı açıklamada ise
“Alevi, Hıristiyan veya Yahudi öğrenciler
bu soruları nasıl cevaplayacak? Onlar için
de zorunlu mu” sorusuna, “O konuda yorum yapmam doğru olmaz. Bu YÖK Genel Kurulu’nun kararı ve biz de uygulayıcısıyız. Biz sadece kılavuzu yayınladık”
dedi. (18 Aralık 2012)
Daha önce defalarca yazdık, bunların din
ile iman ile Kur’an ile Müslümanlık ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur diye.
Ha!.. Pardon düzeltelim, ilişkileri tek bir
noktada var:
Soygun, vurgun ve küp doldurma düzenleri açığa çıkmasın, halk bunların vurgunculuğunu öğrenmesin diye dine ihtiyaçları var!
Ve bunların Tanrısının para tanrısı olduğunu,
para tanrısının yanında başka bir Tanrı’ya
izin vermeklerini de yazmıştık.
Üniversitelere girebilmek için emekçi
halkımız kendi zorunlu ihtiyaçlarından keserek, yani aç, açık kalarak milyarlarca lirayı
dershanelere aktarırken, yani birkaç puan
fazla alabilmek için her türlü fedakârlığa katlanırken karşılaştıkları duruma bakın…
Adaylar açısından tek bir gerçek var;
YGS’deki (Yükseköğretime Giriş Sınavı) 5
din dersi sorusunu çözmeyenler yaklaşık 1213 puan ve LYS’deki (Lisans Yerleştirme Sınavı) 8 din sorusunu çözmeyenler ise sınava
yaklaşık 14-15 puan kayıpla başlayacak.
Bu durum aşağıdaki sonuçları ortaya çıkaracak;
1- Dershanelerde Din Kültürü ve Ahlâk
Bilgisi dersi okutulacak ve/veya özel din dersi takviyesine ihtiyaç duyulacak,
2- İmam Hatip Liselerine 13 ile 15 puan
kıyak çekilecek dolayısıyla öğrenciler
İHL’lere yönlendirilecek,
3- Zamanla Üniversitenin yolunun İmam
Hatip Liselerinden geçmesi sağlanacak,
4- İmam Hatip Liseleri dışındaki okullara
yoğun olarak atanan din dersi öğretmeni atamaları artarak devam edecek,
5- Zamlar, işsizlik, asgari ücret yani işsizlik ve pahalılık unutturularak halk mışıl mışıl
uyutulacak,
6- Suriye’ye yönelik emperyalist saldırıda koçbaşılık, füze kalkanı, patriot vb. de cabası…
Laik, bilimsel eğitimde bu tür uygulamaların yeri yoktur. Ancak Tayyipgiller yetersiz de olsa var olan laik ve bilimsel uygulamaları hızla ortadan kaldırarak, okullarımızı
bir taraftan zorunlu ve seçmeli din dersleriyle dini bir eğitime yönlendirirlerken diğer taraftan bilimsel ve laik eğitimin izi tozu silinerek müfredatların içi boşaltılacak, sanat ve
spor eğitimi okullardan dışlanacaktır.
Mezhepler bakımından çeşitlilik olan ül-
vaşında kadınımız cepheye cephane taşıyordu,
savaşıyordu. “Yarımız olan kadını”ın yeri “öküzümüzden sonra gel”miyordu. Zaferden sonra
da sosyal hayatta ve iş yaşamında yer alması
için uğraş veriliyordu. Bugün kadınlarımız, kafası Şeriatın bayrağı Türbanla kapatılırken aynı
zamanda da tüm sosyal ve iş yaşamlarından soyutlanmaya çalışılıyor. Ortaçağda olduğu gibi
evin dört duvarı arasına, dünyadan bihaber olarak, hapsedilmek isteniyor.
Birinci Kuvayimilliyecilerin kurdukları Köy
Enstitüleriyle gençler aydınlığa kavuşturuluyordu. Bugün İmam Hatip Okullarıyla birlikte
gençlerimiz Ortaçağ Karanlığına doğru yuvarlanıyorlar.
Ve bugün Mustafa Kemal’in makamını,
Mustafa Kemal ve mücadele arkadaşlarının kurdukları Meclisi, Onların sindirdikleri, yeraltına
gönderdikleri Ortaçağcı güçler işgal etmiş durumda.
Görüldüğü gibi, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarına göre durum daha vahim. Karşıdevrimci cephe AB-D Emperyalist canavarlarının yanında yerli Parababaları (TÜSİAD, TİSK,
TOBB, MÜSİAD), Ortaçağcı-Şeriatçı Tayyipgiller, Parababaları medyasının kalemşorları,
gafilliğinden AB-D yolunu savunan, farkında
olmadan solculuk yaptığını sanıp bu cephenin
içinde yer alan Sahte Solcular, hainliğinden ABD kucağında gönüllü yer alan Sorosçu uşaklarla, daha da genişlemiş durumda. Öylesine örgütlüler ki, azınlık olmalarına rağmen çok büyük bir güçmüş gibi görünüyorlar. Artık pervasızlar. Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kapattıkları tekke ve zaviyelerin açılmasına, 29 Ekim’in, 19 Mayıs’ın kutlanmasına,
10 Kasım’da törenler yapılmasına yasaklar koymaya kadar vardırdılar işi.
Ama sökmüyor yasaklar, Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızın kazanımlarını kaybetmek istemeyen Halkımıza. Halkımız gösterdi
gücünü 29 Ekim’de AB-D Emperyalistlerine ve
yerli satılmışlara. Yüz binler deldi yasakları, kâr
etmedi gaz bombası, biber gazı, tazyikli sular.
Halkımız örgütsüz iken gösterdi bu gücünü.
Bir de örgütlenirse neler olur o zaman.
İşte o zaman Birinci Kuvayimilliyecilerin
yarım bıraktıkları tamamlanacaktır. Ulusal Kurtuluş Sosyal Kurtuluşla taçlanacaktır.
İşçi Sınıfımız, üretmen halkımız, esnafımız,
namuslu aydınlarımız, Sivil-Asker Gençliğimiz
ve Kürt kardeşlerimizle omuz omuza, hainlerinişbirlikçilerin egemen olduğu bu soygun ve vurgun düzeni, yerli-yabancı Parababaları düzeni
yıkılıp, Demokratik Halk İktidarı kurulacaktır o zaman.
Mustafa Kemal’e, Birinci Kuvayimilliyecilere, Çanakkale Şehitlerine sözümüz olsun.
Bunu başaracağız. 10 Kasım 2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
kemizde, toplumu ve eğitimi bir mezhebe
göre düzenlemenin önemli sorunlar yaratacağı ve halkımızı birbirine kırdıracağı ortadadır
ve bu metot emperyalist haydutlar tarafından
geçmişte de sık başvurulan bir metot olmuştur. Bu durum birleştirici olmaktan çok ayrıştırıcı olacaktır. Ancak Tayyipgiller iktidarı,
siyasi hedeflerine varabilmek, toplumu Ortaçağ karanlığına götürmek için, etnikçi-mezhepçi uygulamalarla ayrıştırarak açık açık
din sömürüsü yapmaktan kaçınmamaktadır.
Eğitim bir bilimdir. Yüzlerce ve binlerce
yılın deneyimi ve birikimi sonucu ortaya çıkmış ve bilimsel, deneysel normlara ulaşmıştır. Ülkemizin gelişmesi, halkımızın soygun,
vurgun ve hayvanlık çağı demek emperyalist
düzenden kurtulması için düşüncesinin, aklının özgürleşmesi gerekmektedir. Yani halkımızın bilimsel, laik ve demokratik bir eğitimden geçirilmesi onun kurtuluşa ulaşmasında önemli kilometre taşı olacaktır.
Bize düşün görev Tayyipgiller’in din bezirgânı, din tüccarı maskelerini indirmek,
gerçek İblis yüzlerini açığa çıkarmak, halklarımıza teşhir etmektir. Halklarımız tarihsel
kazanımlarından ve deneyimlerinden aldığı
güçle Proletarya Partisinin etrafında ordulaşarak, bu büyük hedefine ulaşarak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır.
Kurtuluş Partili
Eğitim Emekçileri
20
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Dünyada ve ülkemizde tarih nasıl akıyor?
Ne yapmalıyız?
Derleniş Yayınları, 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda bir konferans
düzenledi. 18 Kasım tarihinde “AB-D’nin BOP Planı çerçevesinde Suriye ve Türkiye” başlığıyla gerçekleşen konferansı
Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı gerçekleştirdi. Konuşmasını aynen aktarıyoruz.
D
Sevgi ve Saygıdeğer Arkadaşlarım,
ünyada, doğada ve toplumda her şey bir
bütünlük arz ediyor. Her şey birbirine
bağlı olarak ilerliyor, gelişiyor, yeni biçimler alıyor ve hayat, doğa, toplum sürekli olarak ileriye doğru akıyor. Bu evrensel bir kanun.
Bu kanunu bilirsek toplumsal olayları anlamamız, kavramamız ve toplumsal olaylara yön
vermemiz, değiştirmemiz olanaklı hale gelir.
Eğer öyle davranmazsak, olayları birbirinden
kopuk, birbirinden bağımsız ve ilgisiz olaylar
olarak ele alırsak ne dünü, ne bugünü, ne yarını
anlamamız mümkün olmaz. Karanlıkta yolumuzu şaşırır, olaylar karşısında bocalar ve hiçbir
şey yapamaz duruma geliriz. Olayların esiri oluruz. Oysa toplumsal mücadele yürüten insanlar,
toplumsal hayata katılan kurumlar, partiler toplumsal olayları önceden görmek ve ona uygun
bir hat çizmek, yön çizmek, yol belirlemek durumundadırlar. Çünkü o zaman olaylar karşısında apışmazlar, karanlıkta kalmazlar; aksine gidecekleri ve gitmek istedikleri, toplumu da yönlendirmek istedikleri yöne doğru düzgün bir şekilde yönelirler ve toplumu da yönlendirirler. O
zaman zeytinyağı damlasının kâğıt üzerinde yayılışı gibi yayılır gider toplumsal olaylar önümüzde. İşte biz bu Konferans’ımızda, bu bakış
açısıyla, Suriye olaylarına ilişkin düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız sizlerle.
Bildiğimiz gibi ülkemizde “93 Harbi” diye
adlandırılan (eski -Rumî- takvime göre 1293 yılında gerçekleştiği için), 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı’nın sonucunda Osmanlı Orduları
yenildi. Bu savaş esas olarak Balkanlar’da cereyan etti ve Rus Orduları, şu anda bulunduğumuz
toprakları da (Hadımköy’ü-Beylikdüzü’nü de)
geçerek tâ Yeşilköy’e, o günkü adıyla Ayastefanos’a kadar geldiler. Haliç’e girmelerine de,
Topkapı’ya girmelerine de hiçbir engel kalmamıştı aslında askeri bakımdan. Osmanlı Ordusu
tümüyle yenilmiş ve savaşma gücünü kaybetmişti. Rus Ordusu istediği kadar ilerleyebilirdi.
Boğazlar’ı ele geçirebilirdi.
Ama Rusların bu yayılmacı girişimleri karşısında, Osmanlı topraklarında gözü olan İngiliz
Emperyalistleri başta olmak üzere, Fransız,
Avusturya-Macaristan İmparatorlukları, Rusya’nın bu girişimine dur demek zorunluluğunu
hissettiler kendi çıkarları bakımından. Ve savaşın bir aşamasında, donanmalarını Boğaz’a soktular. Karadeniz’i ve Çanakkale’nin girişini tuttular. Zırhlılarını Dolmabahçe’ye demirlediler
ve karaya askerler çıkardılar, “Hıristiyanları korumak gerekir” sözde gerekçesiyle. Osmanlı Hıristiyanlarını korumak gerekçesiyle. Ve Ruslarla Osmanlı, “Ayastefanos Antlaşması” diye bilinen anlaşmayı imzaladılar. Bu anlaşmayla
Balkanlar’ın büyük bir kısmı Bulgaristan’a veriliyordu ve “Büyük Bulgaristan Prensliği”
diye bir prenslik yaratılıyordu. Ve Balkanlar’da
esas olarak Ruslar hâkim, denetleyici güç durumuna geçiyorlardı.
Hakeza Osmanlı’ya bedel biçilen 5 milyon 5
yüz bin frank tazminatın da ödenmediği takdirde Kars, Ardahan, Batum gibi vilayetlerin de
Rusya’nın kontrolüne geçeceği saptanmıştı. Osmanlı’da 5 milyon 5 yüz bin lira ödeyecek maddi güç zaten kalmamıştı ve bu topraklar Rusların hâkimiyetine girdi. Ve Kars, Ardahan kırk
yıl Rusların işgali altında kaldı, arkadaşlar. Ancak Kurtuluş Savaşı ile birlikte Anadolu topraklarına katıldı buralar.
Bu anlaşmanın bir diğer maddesi de Balkanlar’da yaşayan halkların koruyucusu rolünü
Ruslara veriyordu. Hıristiyan tebaaya yönelik
reformlar yapılması isteniyordu ve bu reformların kontrolünü de Rusya üstleniyordu.
Emperyalistlerin Balkanlar’da kanlı
oyunu
İşte başta İngiliz Emperyalistleri olmak üzere, Fransız, Alman ve Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu Emperyalistleri bu anlaşmadan
korktular, ürktüler ve kendi çıkarlarının tehlikeye girdiğini gördüler. Bunun üzerine Rusya ile
Osmanlı’yı yeniden bir araya getirdiler ve kendilerinin katılımıyla Berlin’de bir kongre düzenlediler.
“Berlin Kongresi’ndeki görüşmelere hâkim olan ruh, Doğu tehlikesini hiç değilse az
çok sürekli biçimde ortadan kaldırma isteği
değil, devletlerin aralarındaki rekabet ve kıs-
kançlıktı. Antlaşmayı imzalayan delegelerin
hepsi de sağlam bir barışı perçinlemediklerini, Avrupa Türkiyesinde çizdikleri sınırların,
Balkan milletlerini hoşnut bırakmaktan
uzak olduğunu pekâlâ biliyorlardı. e yeni
kurulan Bulgar prensliği, ne Sırbistan, ne
Karadağ, ne de Yunanistan doğal sınırlarına
kavuşabilmişti. Dolayısıyla hiçbiri her türlü
genişleme isteğini bir yana atıp kesin olarak
barış içinde kalkınmaya koyulamayacak, bu
belalı yarımada yeni yeni karışıklıklara sahne olacaktı. Ve burada kopan herhangi bir
fırtına hızla tüm Avrupa’yı etkisi altına alabilir, dünya barışı için ağır bir tehlike meydana getirebilirdi.
“Antlaşmanın en tehlikeli kısmı, üç ayrı
Bulgaristan yaratılmasıydı. Oysa üç bölgede
yaşayan Bulgarlar birbirinden farksızdı, aynı dili konuşurlardı, aynı örf ve adetlere sahiptiler, aynı kıyafeti giyerlerdi, tarih boyunca aynı kaderi paylaşmışlardı. Aynı ruhu, aynı ülküyü taşıyan soydaş halkı üç kısma bölmek, elbette ki barışı garantiye alacak bir yol
değildi. Diğer Balkan halkları da aynı durumdaydı. Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan, kanları ve ağır fedakârlıklar pahasına
bağımsızlıklarını elde etmeyi başarmışlardı;
fakat bu, ne tüm Sırpların, ne tüm Karadağlıların, ne de tüm Yunanlıların kurtuluşu olmuştu. Esaretten kurtulan Yunanlı, Karadağlı ve Sırplar yanında başka Yunanlılar,
başka Karadağlılar, başka Sırplar bağımlı
kalmakta devam ediyorlardı. Bu durumda,
aynı halkın şanssız bölümünün, şanslı bölümü gibi özgürlüğe kavuşmaya çabalamamasına, şanslı bölümünün ise özgürlükten nasibini alamamış olan soydaşlarının emellerini
gerçekleştirmelerine yardımcı olmamasına
elbette imkân olmazdı. Hiçbir güç engelleyemezdi bunu.
“Bu bakımdan Berlin Kongresi’nde yapılan düzenlemeler yalnız barışı garantileme-
mekle kalmıyor bilakis öyle şartlar yaratıyordu ki, olayların göstermiş olduğu gibi, gelecekteki karışıklıkların tohumlarını atmaktan başka işe yaramıyordu.
“Ama bunda şaşılacak bir şey yoktu. Kongreye katılan devletler, özellikle İngiltere ile
Avusturya-Avusturya’nın arkasında da Almanya- gelecekte barışı ve hakkı korumaktan ziyade Ayastefanos Antlaşmasını tahrip
etmek için toplanmışlardı Berlin’de. O anda
tehlike bu antlaşmadan geliyordu ve onlar
için bu tehlikeyi savuşturmak, uygulaması
imkânsız olmayan yeni bir antlaşmadan doğabilecek uzak tehlikelerden kaçınma endişesinden daha acil bir ihtiyaçtı. itekim bütün
bir ay süren görüşmeler boyunca bu gaye için
çalıştılar: Düzelttiler, kesip biçtiler, durup
dinlenmeden değiştiler; ne incesine baktılar,
ne yarının sakıncalarından çekindiler. Berlin
Antlaşması karanlık ve karışık bir gelecek
vaat ediyordu. Fakat böyle karanlık ve karışık bir gelecek, çıkar birliği yapan devletlerin
Doğu’da giriştiği avcılık için en uygun ortam
değil miydi? Osmanlı İmparatorluğu’nu yağmalamak fikri hepsini büyülüyordu. Yağmaya niyetlenenler içinse, karanlık ve bulanık
bir ortamdan daha yararlı ne olabilirdi?”
(Aram Andonyan, Balkan Savaşı, s. 29-31)
1913 yılında İstanbul’da Ermenice yayımlanan, Osmanlı Ermenisi bir vatandaşımızın,
Aram Andonyan’ın “Balkan Savaşı” adlı kitabının hemen girişi böyle başlıyor. Ve Aram
Andonyan, çok açık ve net bir biçimde Batılı
büyük devletlerin Osmanlı’yı yağmalamak, parçalamak, kesip-biçmek istediklerini ve halkların
arasına nasıl nifak soktuklarını gösteriyor bize
tâ 1913 yılında. Ve bunu, dediğim gibi, Osman-
lı Ermenisi bir vatandaşımız gösteriyor, arkadaşlar. Ermeni Halkının o günkü temsilcilerinden bir tanesi söylüyor bunları... (Aynı Aram
Andonyan, daha sonraki süreçte, Batılılar ve
Osmanlı hakkındaki bu objektifliğini kaybedecek, bağnaz bir haksız Ermeni talepleri savunucusu olacak hatta bu haksız tezini savunabilmek
için “Talat Paşa Telgrafları” diye adlandırılan
sahte belgeler bile üretecektir.)
Emperyalistlerin çizdikleri sınırlar
doğal değil yapay sınırlardır
İşte konuşmamın başında da söylediğim gibi Balkanlar’da böylesine kesip-biçen, yağmalayan Batılı emperyalistler, bugün de Ortadoğu’yu kesiyor, biçiyor ve yağmalıyorlar bir kez
daha. Bildiğimiz gibi, 1. Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra Batılı Emperyalistler, Batılı büyük devletler, Ortadoğu’yu kurt dalamış sürüye
çevirdiler. Bir tek Arap Ulusu’ndan 22 devlet
çıkardılar. Bir tek Kürt Ulusu’nu 4 parçaya böldüler. Arap Halklarını, Arap Ulusu’nu ayrı devletlere bölerek birbirine düşürdüler. Masa üstünde cetvellerle sınırlar çizdiler. Ama o çizdikleri
sınırların halkların doğal sınırları olmadığını ve
bu sınırların karışıklıklardan başka bir işe yaramayacağını adları gibi biliyorlardı. Ama bu onların karanlık emellerini gerçekleştirme isteklerine tamamen uyan bir durumdu. 08 Ekim
1912’de başlayan Balkan Savaşı’nda yaptıklarını ve Balkanlar’da 100 yıl önce hayata geçirdikleri bu kanlı planı, işte bugün de oynanmaya
devam ediyorlar.
Suriye meselesi, 100 yıllardır süregelen, Osmanlı’nın ve Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklardaki halkların bölünmesi, parçalanması, yağmalanması, talan edilmesi, yeraltı ve yerüstü
servetlerinin ele geçirilmesi savaşının parçasıdır, bir devamıdır. Bu savaş ne yazık ki bundan
sonra da bir müddet daha devam edecek.
İşte 1912-13 yılında, Balkan Savaşları diye
iki aşamada gerçekleşen savaşların sonucunda
Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklardaki uluslar, ulusal bağımsızlıklarını kesin olarak kazandılar. Bu tarihsel sürecin önüne geçilemezdi, geçilmemeliydi. Uluslar, Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkına sahiptirler. Ve o hakkı mutlak bir gün elde ederler; Barışla ya da Zorla.
Balkan Halkları bakımından da bu tarihsel süreç
böyle oldu, böyle yaşandı. Ama zorla çizilen bu
sınırlar, Balkan ülkeleri sınırları, ne yazık ki,
kurulan Balkan devletleri için de bildiğimiz gibi nihai sınırlar olmadı. Ve o sınırlarda bugün
hâlâ bölme, parçalama, yağmalama devam ediyor. Bir tek sosyalist Yugoslavya devletinden,
emperyalistler 7 devlet çıkardılar, arkadaşlar.
Daha da çıkartacaklarından başka… Bugün de
Arnavutlarla-Sırplar, Yunanlarla-Bulgarlar, Yunanlarla-Makedonlar arasında büyük toprak
kavgaları var. Fiilen savaşa dönüşmüyor olsa da
tarihsel şartlar gerçekleştiği anda savaşla bir kez
daha topraklar paylaşılmak istenecek. Emperyalistler o sınırları bu yüzden böyle belirlediler.
İşte bugün de, 1918’den-1920’den sonra şekil verdikleri Ortadoğu’yu bir kez daha şekillendirmeye kalkıyorlar. Ve bugün bunun adına
“Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)” diyorlar.
Bu proje, Afrika’nın kuzeyinden, Kafkaslar’a, Pakistan’a kadar uzanan çok geniş bir
coğrafyayı kapsıyor ve bu coğrafya çok büyük
stratejik öneme sahip. Bir yandan denizler bakımından, dünya ulaşımının sağlanması bakımından çok büyük öneme sahip. İki; yeraltı servetleri bakımından büyük öneme sahip. Yani petrol
ve doğalgaz bakımından dünyanın çok önemli
bir bölgesi ve işte bu bölgeyi bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında bir kez daha, bu kez
ABD Emperyalizmi şekillendirmeye kalkıyor.
Bu bölgelerde yaşanan acıların kaynağı 100
yıl öncesine, 150 yıl öncesine dayanıyor, arkadaşlar. Yani bugün, dünün devamı, yarın da bugünün devamı olacağı için Suriye meselesini bu
bağlamda, bu bütünlük içinde, bu tarihsel süreç
içinde göz önüne aldığımızda, tarihsel önemi
kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bugün Batılı büyük devletler, bizim AB-D Emperyalistleri diye
adlandırdığımız; Amerika Birleşik Devletleri
Emperyalizmi ve Avrupa Birliği Emperyalizmi
Suriye Halkını kan ve ateş içinde bıraktı. Her
gün 40, 50, 100, 200 insanın canına kıyılmasına
neden oluyorlar. Suriye, daha geçen yıla kadar
en az 30, 40 yıldır 1960’dan bu yana Esad yönetiminde, BAAS Partisinin iktidarda olduğu
bir ülkeydi ve gerçekten, insanlarının Hıristiyan, Müslüman, Yezidi, Kürt, Türk, Alevi, Sünni bütün ırklardan, bütün uluslardan insanların,
kardeşçe, eşitçe yaşadığı bir ülkeydi. Suriye
sosyalist bir ülke değil. Demokratik bir halk iktidarı yok. Ama emperyalistlerin uşağı olmuş,
kölesi olmuş bir iktidar da yok Suriye’de.
BAAS iktidarı bildiğimiz gibi (BAAS, Arap
Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi’nin kısaltılmışıdır) Arap Halkının birliğini savunan, bu uğurda mücadele eden ve Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da parçaları olan bir partiydi ve o parti Arap
Halkının birliğini savunuyordu. Bu topraklarda
yaşayan halkların birliğini gerçekleştirmeye,
kardeşçe yaşamasını sağlamaya çalışıyordu.
Evet, sınıflar vardı. Evet, hâkim sınıflar Parababalarıydı ama halklara çok yoğun zulüm eden
bir iktidar da söz konusu değildi. Dolayısıyla
sorun olmayan Suriye’de bir anda sorunlar ortaya çıktı. Ama bu sorunların kaynağında ABD
Emperyalistleri yatıyor, arkadaşlar.
AB-D Emperyalizminin Savaş
Ekonomisi
“Dünyada satılan her dört silahtan üçünü,
ABD satıyor.
“ABD’de Kongre’nin raporu küresel gücün silah satışını 3 kat arttırarak 66.3 milyar
dolara ulaştırdığını açıkladı. Rapora göre
ABD geçen yıl sadece Suudi Arabistan’a 84
savaş jeti ve onlarca helikopter sattı.
“Suriye’deki
krizin
iç
savaşa
dönüşerek Ortadoğu’nun dengelerini altüst
ettiği bir dönemde ABD’nin Körfez ülkelerine silah satışını rekor bir düzeye ulaştırdığı
ortaya çıktı. Yasama organı Kongre tarafından hazırlanan ve siyasi çevrelerde etkili ew
York Times gazetesi tarafından açığa çıkartılan denizaşırı ülkelere silah satışları raporuna göre ABD’nin toplam satışı 66.3 milyar dolara ulaştı. Dünya silah pazarının 85.3 milyar
dolarlık bir hacme ulaştığı 2011’de ABD pazarın dörtte üçüne sahip oldu. Rusya ise 4.8
milyar dolar silah satışıyla ikinci olsa da birinci sıradaki ABD’yle arasında derin bir
uçurum bulunuyor.
“EREDEYSE İKİYE KATLADI
“Yıllık olarak hazırlanan rapor, 2010 yılında ABD’nin silah satışının sadece 21.4 milyar dolar olduğunu hatırlatarak ‘olağanüstü
artışın’ altını çizdi. Amerikan tarihinin en
yüksek silah satışını oluşturan koşullar incelediğinde Ortadoğu’daki jeopolitik dengelerin önemi anlaşılıyor. Küresel ekonomik
kriz nedeniyle dünya genelinde silah satışları
düşerken İran’la olası bir çatışmadan çekinen
Körfez
ülkeleri
Suudi
Arabistan,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman rekor
seviyelerde Amerikan malı silah alarak ordularını güçlendirdiler.
“84 tane F-15 jeti
“ABD’nin bölgedeki sıkı müttefikleri olan
bu üç ülke İran’la sınırları olmadığı için kara
ordusuna mühimmat yerine pahalı savaş
uçakları ve kapsamlı füze savunma sistemleri
alarak silah satışında tarihi rekor kırılmasını
sağladılar. Suudi Arabistan 84 adet F-15 jeti
ve düzinelerce Apache ve Black Hawk türü
helikopter alırken toplam silah alımı 33.4 milyar doları buldu. Bu sayı ABD’nin 2011’deki
rekor satışının yarısını oluşturuyor. Suudi
krallığı gibi petrol zengini olan Birleşik Arap
Emirlikleri ise bütçesinden 3.49 milyar doları
füze kalkanına; 939 milyon doları Chinook
türü askeri helikopterlere ayırdı. Umman’ın
18 adet F-16 jeti için ödediği 1.4 milyar dolar
da doğrudan ABD’nin kasasına girdi. Raporda dikkat çeken diğer ülkeler ise 10 tane C-17
transfer uçağı için 1.4 milyar dolarlık anlaşmaya imza atan Hindistan ve Patriot füzeleri
için
2
milyar
doları
gözden
çıkaran Tayvan oldu. Silah satışı alanında
gizli sınıflandırmasına girmeyen en önemli
belge olan rapor bugün kamuoyuna açıklanacak.
“Dünyada silah satışında ilk sırada ABD
yer alıyor. ABD tek başına silah satışlarının
yüzde 79’unu yaparken ikinci sıradaki Rusya
yalnızca yüzde 6’sını yapıyor. Çin, Batı Avrupa ve diğer ülkelerin payı da yüzde 6’da kalıyor. ABD’nin silah satışındaki payının Körfez’de tırmanan gerilimle birlikte bir yıl içinde yüzde 44’ten yüzde 79’a yükselmesi dikkat
çekiyor.” (Milliyet, 31 Ağustos 2012)
ABD’nin savaş bütçesi genel bütçesinin yüzde 20’ine tekabül ediyor. Obama, artık dünyanın
herhangi bir yerinde istediği adamı kaçırabiliyor
çıkardığı yasalarla. Obama’nın casus uçak cumhuriyeti var ve insansız hava araçlarıyla en çok
insanların öldürüldüğü, suikastların gerçekleştirildiği dönem, Obama’nın geçtiğimiz dört yıllık
iktidarı. Yani böylesine, bütçesinin yüzde 20’sini, onlar savunma diyorlar ama saldırı silahlarına ayıran, dünyada satılan dört silahtan üçünü
üreten ve satan ABD, halklar arasındaki kan davalarından büyük bir mutluluk duyuyor. Çünkü
o silahlar buralarda alıcı buluyor; Kafkaslar’da,
Afrika’da, Balkanlarda ve Ortadoğu’da… Habire ülkeler silahlanıyorlar. Habire uçaklar, tanklar, tüfekler, füzeler, bombalar alıyorlar.
Komşularımızla neden savaş
halindeyiz?
Niçin?
Amerikan silah tekelleri kârlarına kâr katsın,
ABD Emperyalistleri yağmalarına devam edebilsinler, diye.
Ve bizim ülkemizde de, Adana-İncirlik’te,
nükleer silahlar onlarca yıldır durmaya ve tehdit
olmaya devam ediyor. Rusya’yla çıkacak bir savaşta (geçmişte Sovyetler Birliği’yle bugün Rusya’yla çıkacak bir savaşta) ya da İran’la çıkacak
bir savaşta ilk hedef İncirlik’teki nükleer silahlar
ve Malatya’ya yerleştirilen füze savunma sistemi, arkadaşlar. Ve bütün bu araç gereçler, bütün
bu depolar, nükleer silah depoları, Malatya’daki
füze koruma kalkanları ABD’nin, AB’nin ve İsrail’in güvenliğini sağlamaya yönelik. Türk Halkının hiçbir çıkarı yok bunlarda. Aksine halklarla düşmanlık nedeni tüm bunlar.
Ve Türkiye’deki nükleer silahlar sürekli olarak yenileniyor ve bu füzeleri taşıyacak savaş
uçakları da habire yeni teknolojilerle donatılıyor:
“Türkiye’deki nükleer silahlar yenilenecek’
“ ATO’nun, Belçika, Hollanda, İtalya,
Almanya ve Türkiye’de bulundurduğu taktik
nükleer silahları yenileyerek ABD yapımı F35 saldırı uçaklarınca taşınan hassas güdümlü silahları konuşlandıracağı bildirildi.
Düşünce kuruluşu Avrupa Liderlik Ağı
(EL ) tarafından yayımlanan, geçen yıla
kadar
ATO karargâhında ABD misyonunun silah kontrolü danışmanı olar Ted
Seay’in kaleme aldığı raporda (…) Soğuk
savaş döneminden kalan 180 adet B61 taktik
nükleer bombasının yerine daha gelişmiş,
hassas güdümlü B61-12’leri yerleştirmeyi
planladığı bildirildi.” (Cumhuriyet, 12 Mayıs
2012)
Bu nükleer bombalar, F-35 saldırı uçaklarınca kullanılabiliyormuş. Bu uçakların üreticisi de
ABD tabiî… Ve biz de bu uçaklardan alacakmışız.
“ABD Genelkurmay Başkanı Martin
Dempsey’nin davetlisi olarak ABD’de bulunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral ecdet
Özel’in F-35’ler hakkında brifing aldığı ve
Türkiye’nin 2 adet F-35 için ön sipariş verdiği
biliniyor.” (agy)
Söz konusu 180 nükleer bombanın 60-70
tanesi şu anda Türkiye’de, İncirlik’te,
arkadaşlar:
“(…) Türkiye’deki nükleer B61 tipi bombaların sayısı 60-70 arasında ve hepsi İncirlik’teki ABD hava üssünde bulunuyor. 2001
yılında bu rakam 90’dı. Ankara’da Akıncı ve
Balıkesir’de bulunan hava üslerindeki 40
kadar nükleer silahı, buradaki üsler kapatıldığı için İncirlik’e kaydırıldı.” (Milliyet, 06
Şubat 2012)
İşte tüm bu nedenlerden dolayı komşularımızla düşman hale geldik. “Sıfır sorun” politikasının gerçek içyüzünün tüm komşularla
sorun olduğu açıkça ortaya çıktı yaşanan olaylarca.
“Kahrolsun Esad Diktatörlüğü”
demek emperyalizmden yana
saf tutmaktır
Suriye meselesi dünya meselesidir. Suriye
meselesini eğer emperyalistlerin dünyayı yağmalama, talan etme, sömürme pazarlarını yeraltı-yerüstü servetlerini ele geçirme savaşından
ayrı düşünürsek; yani dünyadaki mazlumlar ve
zalimlerle olan savaştan bağını kopartırsak,
Suriye olayını anlayabilmemiz mümkün olmaz.
Suriye toprakları, Suriye sınırları, Türkiye sınırları bakımından yolgeçen hanına dönmüş durumda. Bu sınırların tamamında Türk devletinin,
AKP iktidarının açık desteğiyle sınırın fiilen ortadan kaldırılmasıyla bütün karşıdevrimciler cirit atıyorlar. İstedikleri gibi Suriye topraklarına
giriyorlar, istedikleri katliamı yapıyorlar ve sonra geliyorlar burada o bölgede kurduğumuz
kamplarda dinlenip tekrar savaşmaya gidiyorlar.
İşte 14 Kasım, dört gün önceki gazete, Hürriyet
Gazetesi:
“Hatay’dan geldiler Suriye’ye girdiler.”
Yani Hatay’dan otobüslerle geliyorlar Ceylanpınar sınırından Suriye topraklarına, Resulayn’a giriyorlar. Yayladağ sınırı zaten açık.
Giriyorlar çıkıyorlar... Yani hiçbir engel söz
konusu değil ve her türlü savaş araç gerecini de
bu sınırlardan istedikleri gibi geçiriyorlar. Burada başka başlıkları var. Cirit atıyor ABD ajanları. ABD, birlikler gönderdik Hatay’a diyor. İngiltere birlikler gönderdik, Fransa birlikler gönderdik diyor, AKP iktidarı çıkıyor yok böyle bir
şey, diyor.
Şimdi gönderdik diyene mi inanacağız? Yok
diyene mi inanacağız?..
O askerler, o birlikler başta İncirlik olmak
üzere, Pirinçlik olmak üzere bir karşıdevrim
üssü olarak kullanmak için ve olası bir sıcak
çatışma anında devreye girecek öncü kuvvetler,
özel kuvvetler o topraklara geldiler ve yerleştiler!
Suriye’de bugün gerçekten kan gövdeyi
götürüyor. Ama emperyalistlerin söylediği gibi,
bir iç savaştan söz etmek asla mümkün değil.
Suriye’de bir iç savaş yaşanmıyor. Suriye’de
AB-D Emperyalistlerinin desteklediği, kışkırttığı, büyüttüğü karşıdevrimcilerin Suriye yönetimine ve Suriye Halkına karşı zalimane
saldırıları söz konusu. Times Gazetesi’nin
yazarı, iki gün önceki yazısında diyor ki,
karşıdevrimcilerin attığı slogan olarak; “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara.”
Suriye’de yaşanan gerçeklik bu, arkadaşlar!
Suriye sınırlarını, Suriye coğrafyasını
parçalamak istiyorlar. Hıristiyanları Lübnan’a
göndermek, Alevileri de bire dek kırmak istiyorlar. Ki Alevileri kırma niyetlerini de hiçbir şekilde gizlemiyorlar. Yani “Alevilere ölüm!”
diye sloganlar atıyorlar. On gün kadar önce
21
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Zeynebiye diye bir bölgesini ele geçirdiler,
Suriye’nin, Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeynep’in türbesinin bulunduğu bölgeyi ele geçirdiler ve o
bölgedeki bütün Alevileri bire dek asarak öldürdüler. Hz. Zeynep’in Türbesini de bombaladılar.
Yani orada bir mezhebin diğer bir mezhebe karşı, bir mezhebin kendilerini benimsemeyen mezhepten insanlara karşı savaşı söz konusu. Eğer
bunu böyle görmezsek, Suriye’de iç savaş var,
dolmasını yutarsak, gerçekleri görmemiş, gerçeklere gözlerimizi kapamış, AB-D Emperyalistlerinin oyununa gelmiş oluruz. Bu yüzden
Suriye meselesi dünya meselesidir; Suriye meselesi, Türkiye meselesidir.
Karşıdevrimcilerin attıkları slogan açık: “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara”. Bizim
ülkemizde de Alevi ve Sünniler var. Aynı dinin
iki mezhebi bu topraklarda da yaşıyor ve bu topraklarda da o kan davası kışkırtılmaya çalışılıyor. Mezhepler arasına kan davası sokulmaya
çalışılıyor. Ve evler işaretleniyor, çarpılar konuluyor Malatya’da, Sivas’ta… Alevi insanlarımıza oruç tutmadıkları sözde gerekçesiyle geçtiğimiz Ramazanda saldırılar oldu, bildiğiniz gibi.
Bunlar neyin göstergeleri?
Aynı planın bu topraklarda da uygulanmak
istendiğinin göstergeleri, arkadaşlar. Bütün bu
gerçeklikleri görmek, bu yüzden de Suriye olayına böyle yaklaşmak durumundayız. Eğer Suriye gerçekliğini böyle görmezsek; “bize ne” ya
da onların söylediği gibi “Kahrolsun Esad Diktatörlüğü” dersek işte o zaman kendi topraklarımızın da, kendi sınırlarımızın da, kendi halklarımızın da sonunu görmemiş oluruz.
Rakamlarla AB-D Emperyalistlerinin
insanlık dışı katliamları
Emperyalistler dünya halklarının tümüne zulüm uyguluyorlar. İşte burada Milliyet Gazetesi
yazarı ve eski Merkez Bankası Başkanı Yaman
Törüner’in verdiği rakamlar var, kaç tane soykırım yaptıklarına dair. Sadece Amerika’da 40
milyon yerliyi katlettiler bildiğimiz gibi Avrupalılar (İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, İspanyollar…).
Sadece Hindistan’da açlıktan 27 milyon insanın ölmesine neden oldu İngiliz Emperyalistleri:
“Ölümler, İngilizlerin Hindistan’ı sömürge olarak kullandıkları 1769-70, 1876-79,
1896-1900 yılları arasında toplam 11 yıl içinde oldu. İngilizler, Hindistan halkına ürettirdikleri hububatın tümüne el koyup, halka yaşayacakları kadar bile yiyecek vermeyince bu
kıyım ortaya çıktı.” (Yaman Törüner, Milliyet,
12 Aralık 2011)
Fransızlar bir gecede 20 bin kişiyi katlettiler.
İşte burada, Milliyet Gazetesi’ndeki haberde:
“1830-47 yıllarında Cezayir’i ele geçiren
Fransız güçleri, 775.000’nin ölümüne sebep
oldu. Savaş, Cezayirli tacirlere olan Fransız
borçlarının istenmesi üzerine çıkarılmıştı.
1837’de Constantin şehrinde, bir günde
20.000 Arap katledildi. 1845’te Fransız Albay
Pelissier, bir mağaraya karbon monoksit vererek, 500 çocuk, kadın ve erkeğin ölümüne
neden oldu.” (Yaman Törüner, Milliyet, 26 Aralık 2011)
Afrika’da ve dünyanın başka bölgelerinde
katlettikleri de bunların dışında. Yani emperyalistler nereye gitmişlerse hep ölüm meleği de onlarla birlikte kol geziyor ve dünya halklarının
üzerine bir kâbus gibi çöküyor. Bugün Amerika
Birleşik Devletleri’nin asıl sahipleri olan yerliler, sadece birkaç bölgede turistik amaçlı gösteri çadırları kurularak oralarda yaşatılıyor. Yani
turistik malzeme derekesine düşürülmüş bir halk
durumunda. ABD Emperyalistleri yaptıkları onlarca katliam yetmezmiş gibi, bu durumdan da
sinekten yağ çıkartır gibi, o halkın acılarından
da, kalan parçalarından da yararlanmaya kalkıyor. Turistlere gezi malzemesi yapıyor yerli halkı ve turistik bölge haline getiriyor yerlilerin yaşadıkları toprakları.
Ve hep söylüyoruz, ABD Emperyalistleri sadece insana düşman değiller. Doğaya ve hayvana da düşmanlar. Amerika kıtasında bizon da bırakmadılar bildiğiniz gibi.
Niye?
Yerlilere karşı gerçekleştirdikleri savaşlarda,
yerli halkı aç bırakarak teslim almak için…
Vietnam’da dünyanın en kanlı savaşlarından,
en zalim savaşlarından, en insanlık dışı savaşlarından birini yapan ABD o kadar çok kimyasal
silah kullandı ki… Ve bu savaş sonucunda 1 milyon Vietnamlı savaşçı, 4 milyondan fazla da sivil Vietnamlı yaşamını yitirdi.
Hakeza Japonya’da 2. Emperyalist Evren
Savaşı’ndan sonra atılan atom bombasının sonuçları aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen
hâlâ etkisini sürdürüyor ve onlarca, belki yüzlerce yıl daha etkisini sürdürmeye devam edecek.
Japonya’da da Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan
atom bombaları sonucu yüz binlerce insan hayatını kaybetti.
Bütün bu katliamları kim gerçekleştirdi?
ABD Emperyalistleri gerçekleştirdi.
Bugün Suriye’de karşıdevrimcileri kim destekliyor?
Aynı ABD Emperyalistleri…
Yani hedefimizi doğru belirlemek durumundayız. Düşmanımızın kim olduğunu netçe bilmek durumundayız. Burada en ufak bir yanılgı,
halkların arasına nifak sokmaktan başka bir işe
yaramaz ve kendimize gelecek tehlikeleri de
görmemize engel olur. Bu yüzden olayların adını netçe koyarsak, Suriye’de yaşanan; zalimlerin
mazlumlara, sömürenlerin sömürülenlere, ezenlerin ezilenlere yaptığı uygulamalardan başka
bir şey değildir. Sınıflar savaşının bir parçasıdır
ve zalim sınıflar, mazlum sınıflara saldırılarını,
zalim devlet mazlum devletlere, mazlum halklara saldırılarını Suriye olayında bir kez daha gösteriyorlar. Amaç, demin de söylediğim gibi, Ortadoğu coğrafyasını yeniden şekillendirmek, haritasını yeniden çizmektir. ABD’nin süper gücünün, bu coğrafyada kendisine bağlı kukla devletler, kukla iktidarlar yaratmak çabasından başka
bir şey değildir.
Ve bugün o saldırıya maruz kalan Suriye
devletinin lideri Esad kahramanca diyor ki:
“Ölmem gerekirse ülkemde ölürüm”.
İşte biz bu yüzden Esad’ı destekliyoruz!
“Ülkesini hiçbir koşulda terk etmeyeceğini belirten Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad,
“Ben Batı’nın kuklası değilim. Ben Suriye’de
doğdum. Ölmem gerekirse de yine ülkem Suriye’de ölürüm.” diyor. (Hürriyet, 09 Kasım
2012)
Beşşar Esad
İşte biz Batı’nın kuklası olmayan, emperyalistlere kulca boyun eğmeyen Esad’ı ve iktidarını, Suriye halklarını bu yüzden destekliyoruz ve
sonuna kadar da desteklemeye devam edeceğiz!
(Alkışlar…)
Bizim tutumumuz bu. Net, açık, kesin!
Ya karşı tutumda olanlar?
Onların da tutumlarına bir örnek verelim istiyorum.
Kim mu bunlar?
Örneğin “İnsan Hakları Savunucuları” maskesi altına saklanarak emperyalistlerin borazanlığını yapanlar var, arkadaşlar.
Geçtiğimiz yaz aylarında Antakya’da “Suriye’de Savaşa Hayır” mitingi yapıldı. Bu mitinge
çeşitli grupların yanı sıra İnsan Hakları Derneği
(İHD) Antakya Şubesi de katıldı. Ama ertesi
gün fırtına koptu. İHD Genel Merkezi bir açıklama yaptı ve dedi ki: Biz bu eylemi desteklemiyoruz. Aksine biz Esad’ın bir diktatör olduğunu
biliyoruz ve iktidardan devrilmesini istiyoruz.
Aynen böyle, arkadaşlar.
Şimdi bu “İnsan Hakları Savunucuları”na ne
demeli bilmem ki…
Emperyalistlerin borazanlığını yapıyorsunuz,
emperyalistlerin sahte “İnsan Hakkı” dolmasını
yuttuğunuz gibi bize de yutturmaya kalkıyorsunuz dediğimizde, vay bize hakaret ediyorsunuz,
biz her türlü insan hakkı ihlaline karşıyız, diyorlar. Böylece de sınıflarüstü insan hakkı savunuculuğu yapmış olduklarının farkına varmıyorlar.
Daha doğrusu bunu bilerek ve isteyerek yapıyorlar. Çünkü anlayışları bu! Çünkü onlar emperyalist AB’nin fonlarıyla besleniyorlar.
Ortadoğu’daki dengeler, sınırlar
değişiyor
Değerli arkadaşlar,
Irak, Libya, Suriye ve İran, Türkiye, aynı
zincirin, BOP zincirinin halkaları. Önce Irak,
sonra Libya halledildi. Şimdi Suriye halledilmeye çalışılıyor. Arkasından sıra İran’a gelecek. Ve
en son Türkiye olacak. Yani bu bölge, Ortadoğu,
Anadolu, BOP’un hayata geçirilmesi için emperyalistler tarafından sürekli işleniyor. Bildiğimiz gibi, emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmelerinin ilk kilometre taşlarından bir tanesi Irak işgali oldu.
Irak’ta büyük bir emperyalist ağababaları ve
uşakları koalisyonu gerçekleştirerek ve Birleşmiş Milletler’i de kendi aşağılık amaçlarına alet
ederek ve esasta onların kuklası olma niteliğini
kazanmış Birleşmiş Milletler’den karar çıkartarak, bir koalisyon halinde Irak’a saldırdılar.
Irak’ın antiemperyalist lideri Saddam’ı ve BAAS iktidarını devirdiler. Ve bugün o işgalin sonucu olarak, Irak fiilen üç parçaya bölünmüş durumda. Arkasından oradan aldıkları cesaretle
Libya’ya saldırdılar. Libya’da da karşıdevrimci
hainleri kullandılar. Yiğitçe direnen (hatalarını
bir yana bırakalım, insanların hataları olabilir
ama Müslümanlığın da söylediği gibi, son soluğunda ne yaptığın önemlidir. Son sözün, son
davranışın önemlidir. İşte bu son davranışta da)
Libya lideri Kaddafi ve Libya Halkının bir kısmı
emperyalistlere karşı kararlıca direndiler ve ülkelerinin işgal edilmemesi için kahramanca savaştılar. Ama ne yazık ki, emperyalistlerin üstün
savaş araç gereçleri, teknolojileri karşısında yenilmek zorunda kaldılar. Ve bugün Libya’da aynı bölünme tehlikesinin içine girmiş durumda.
Aşiretler ele geçirebildikleri toprakları kendi
toprakları, kendi sınırları olarak ilan ediyorlar ve
Libya da hızla parçalanmaya doğru gidiyor. Çok
iktidar var şu anda Libya’da. Merkezi hükümetin yanında belki onlarca yerel iktidar var. Yani
emperyalistler hangi ülkeye giriyorlarsa, aynen
Balkanlar’da yaptıkları gibi, bölüyor, parçalıyorlar. İşte şimdi sıranın Suriye’ye geldiğini düşünüyorlar. Suriye’yi halletmek istiyorlar.
Şu ana kadar neden başarılı olamadılar?
Tayyipgiller, başta başbakan Erdoğan, Suriye’yi kolay lokma sanmışlardı Libya’dan sonra.
Hemen, birkaç gün içinde, bir ay içinde yutula-
cak lokma olarak görmüşlerdi ve canla başla Suriye devletine karşı provokasyona başladılar. Neredeyse 82’nci il ilan ettikleri, ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptıkları, Tayyip’in “Kardeşim”
dediği Esad’ı ve Suriye’yi bir anda sattılar. Karşıdevrimcilere açıkça destek sunmaya başladılar.
Tayyip artık emperyalistlere uşaklıkta sınır tanımıyordu, uşaklığını bir kez daha ispatlamaya kalkıyordu. Ama hesaplamadıkları bir durum vardı:
1) BAAS partisi ve Esad yönetiminin yurtseverliği, antiemperyalistliği, halkseverliği,
2) Libya’da ve Irak’ta oyuna gelen
Rusya’nın ve sonra Çin’in Suriye’de oyuna gelmek istememeleri…
İşte Rusya’nın ve Çin’in, AB-D Emperyalistlerinin Birleşmiş Milletler’den Suriye’ye karşı
bir yaptırım kararı çıkartma, uluslararası bir koalisyon oluşturma girişimlerini veto etmeleri, emperyalistlerin oyunlarının şimdilik başarılı olmamasını sağlayan önemli etkenlerden bir tanesi oldu. Dolayısıyla Rusya ve Çin tutum değiştirmediği müddetçe, emperyalistlerin Suriye’de şu an
için bir başarı kazanmaları söz konusu değil.
Suriye Halkı direnmeye devam ediyor, Esad
yönetimi direnmeye devam ediyor ve Rusya da
kendi çıkarları için yani onu da hiç atlamayalım,
gözümüzü, bilincimizi karartmayalım, Suriye
Halkını sevdiği için, Suriye Halkından yana olduğu, halkları savunduğu için değil; kendi emperyalist çıkarları bakımından ABD Emperyalistlerinin Suriye’yi ele geçirmesini istemiyor.
İşte bu tutumları devam ettiği müddetçe emperyalistlerin ve karşıdevrimcilerin Suriye’de başarılı olmaları mümkün değil. Ki karşıdevrimci
güçler şu anda da askeri olarak aslında güçlü değiller. Ama dediğim gibi emperyalistlerin özel
kuvvetlerinin, özel birliklerinin, sınırlarımızın
apaçık olmasından, istedikleri gibi at oynatmalarından ötürü kısmî, mevzii başarılar kazanmıyor
değiller elbette ama esas, tayin edici savaşta Suriye Halkı ve Esad yönetimi başarılı olmaya devam ediyor. Bütün kışkırtmalara, bütün baskılara karşın bir buçuk yılı aşkındır direnmeye devam ediyor ve direnmeye devam edecek.
Ve dünyada herkes de şunu adı gibi biliyor
ki, Suriye’den sonra sıra İran’da.
İşte zalim İsrail, ABD demek olan İsrail, bakın gene Filistin Halkını kana buluyor. Her gün
40, 50 kişiyi katletmeye başladı. Füzelerle, savaş
gemilerinden ve toplardan atılan bombalarla
Gazze Halkını tekrar katletmeye başladı. Ve bunun önemli nedenlerinden bir tanesi seçim dense de, İsrail’deki seçim dense de İran meselesi,
arkadaşlar. İran’a gözdağı vermeyi hedefliyor.
Suriye’ye ve İran’a. Çünkü İran, Suriye ve Gazze’deki yönetim ABD Emperyalistlerinin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planlarına karşı
çıkıyor şu anda. CIA İslamının, Amerikan İslamının hayata geçirilmesine karşı çıkıyor.
Bildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri
“Ilımlı İslam” diye adlandırıyor o İslam anlayışını. Biz onu CIA İslamı olarak adlandırıyoruz
ve Amerikan İslamı olarak adlandırıyoruz. Dört
Halife’nin, Hz. Muhammed’in İslamıyla bu İslamın asla ilgisi yok. Hz. Muhammed “komşusu
açken tok yatan bizden değildir” diyen ve öldüğünde bir ibriğiyle, bir hırkasından başka bir şeyi olmayan bir liderdi, bir önderdi. Dört Halife
de aynen öyle yaşadı. Ama bugünkü Amerikan,
CIA İslamını savunan liderlere bakın,
Tayyip’ten başlayarak bakın, milyar dolarlara
sahipler. “Rahmetli” Erbakan altın küpüydü. Öldüğünde de kilolarca altını çıktı biliyorsunuz.
Dolarlardan ve Türk Liralarından başka. Yüzlerce kilo altını çıktı. Yani Hz. Muhammed nerede,
bunlar nerede?..
Bunlar da Müslüman geçiniyorlar ama bu
Müslümanlar o Müslümanlar değil, arkadaşlar.
Bu İslamcılar, o İslamcılar değil. Bunlar CIA İslamcısı, ABD İslamcısı!
İşte o bakımdan da İsrail buradan bir savaş
başlatarak Gazze’ye saldırarak, Filistin Halkını
vurarak, yarın nükleer silah var bahanesiyle vurmak istediği, vuracağı, İran’a saldırmanın yollarını oluşturuyor. İran’ın çökmesi demek ABD
Emperyalistlerinin bu bölgeyi tamamen ele geçirmesi demektir. Arkasından sıra hep söylediğimiz gibi Türkiye’ye geliyor, arkadaşlar.
Bugünün Ermeni liderleri de
“Büyük Ermenistan” ideallerini
açıkça dile getiriyorlar
Türkiye meselesinin zayıf noktaları var. Türkiye’de de halklar yaşıyor ve mezhepler var.
Emperyalistler bu halkları birbirine düşman etmeye, kan davaları yaratmaya, birbirlerini kırdırmaya çalışıyor. Mezhepleri birbirine düşürmeye çalışıyor. Şimdi 2011 yılında, Temmuz
ayında “5. Ermeni Dili ve Edebiyatı Olimpiyatı”nda bir Ermeni genci, Cumhurbaşkanı Serj
Sarkisyan’a, “Ağrı Dağı dâhil, Batı Ermenistan, Ermenistan’la birleşecek mi?” şeklinde
bir soru soruyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı
Serj Sarkisyan’ın verdiği cevabı hatırlıyoruzdur,
arkadaşlar:
“Biz Dağlık Karabağ’ı aldık, Ağrı’yı da
yeni nesil alsın” diyor. (Sami Kohen, Milliyet,
29 Temmuz 2011)
Yani kandırılmış, aldatılmış Ermeni burjuvaları, kaderlerini 100-130 yıldır Batılı Emperyalistlerin kaderleriyle birleştirmiş Ermeni burjuvaları, taleplerinden vazgeçmiyorlar. Ağrı’yı ve
“Büyük Ermenistan” diye adlandırdıkları, “Tarihi Ermenistan vatanı” diye adlandırdıkları, bugün Kürt Halkının yaşadığı coğrafyayı, çoğunlukla Kürt Halkının yaşadığı coğrafyayı ele geçirmek ve Ermenistan topraklarını büyütmek istiyorlar. “Denizden denize Ermenistan”ı hayata
geçirmek istiyorlar. Yani İskenderun’a kadar
gelmek istiyorlar.
Peki, bugünkü tarihi şartlarda bu mümkün
mü?
Bu mümkün değil. Ama ya yarınki tarihi
şartlarda?..
İşte emperyalistlere bel bağlamış Ermeni önderleri bunun hesabını yapıyorlar:
“ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian Armenian Weekly
gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan”
dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları
üzerindeki taleplerini yazdı. Harut Sassounian makalesinde sıkça sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şöyle:
“(…)
“Ermenilerin Batı Ermenistan’ı (Doğu
Anadolu) geri alması gerçekçi bir ihtimal mi?
“Hiç kimse Türk liderlerin Ermenilere
topraklarının tek bir parçasını bile gönüllü
şekilde verecekleri ilüzyonuna kapılmamalı.
Toprak genellikle güçle alınır. Ermenistan askeri anlamda Türkiye’den zayıf olduğu için
Türkiye’de yaşanacak öngörülemeyen gelişmeleri beklemek zorunda. (Nedir o öngörülemeyen gelişmeler, arkadaşlar. – Gürdal Çıngı.)
Mesela iç savaş, bölgesel çatışmalar, Kürt isyanı, doğal felaketler gibi güç boşluğu yaratacak ve dünyanın bu bölümünde sınırların değişmesine neden olacak gelişmeler... Hukuki
haklarını talep edebilecekleri an gelene kadar
Ermeniler bu isteklerini kuşaktan kuşağa aktarmalılar.
“Eğer bu topraklar geri alınırsa Ermeniler
burada azınlıkta kalmayacak mı?
“Evet, eğer bugün Batı Ermenistan (Doğu
Anadolu) Ermenilere verilirse bu doğru olur.
Yani Ermenilerin burada azınlıkta olduğunu
gerçek rakamlara göre de bir nüfus hesabı
bakımından sıfır olduğunu onlar da biliyorlar. Fakat daha önce de dediğim gibi bu gerçekleşmeden önce büyük olayların yaşanması
lazım ve bunların bölgedeki demografik sonuçları Kürtler, Türkler ve Ermenilerin kalan alanlardaki durumlarını değiştirebilir.
Kimse demografik statükonun aynı kalacağını varsayamaz.” (Milliyet, 09 Ağustos 2012)
İşte gerçek bu, arkadaşlar!
Biz istediğimiz kadar gerçeğe gözlerimizi
kapamaya çalışalım. Sevrci Soytarı Sahte Solcuların ve burjuva Ermeni yazarların, Sevr paranoyası içindeler, bölünme paranoyası içindeler dedikleri bizler, bu gerçeklikleri netçe görüyor ve
biliyoruz. İşte Ermeni lider, ABD’nin Ermeni lideri, bu gerçeklikleri çok açık bir biçimde bir
kez daha söylüyor.
Oysa işte Ermeni gazeteci Aram Andonyan,
1913 yılında bunu söylüyor. Emperyalistlerin
halklarla nasıl oynadıklarını, halkları nasıl birbirine düşürdüklerini ve demografik yapıyla nasıl
oynadıklarını ve bu oynamaların da basit çocuk
oyunu olmadığını; halkların nasıl acılar çektiğini, katliamlar yaşadığını çok somut örneklerle
(bakın yukarıda aktarma yaptığım bu kitapta, şuralarının altlarını çizdim), çok açık örneklerle
anlatıyor. Balkanlar’da yaşayan Müslüman halkın o savaşlar sonucunda nasıl katliamlara uğratıldıklarını ve can havliyle nasıl Anadolu toprak-
Emperyalistlerin savaş makinesi...
larına geçtiğini anlatıyor.
Bizim Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı da,
1912 yılındaki Balkan Savaşları esnasında o
göçlere maruz kalan insanlardan, çocuklardan
bir tanesidir. Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı
10 yaşındayken Balkan Savaşları başlamıştır. Ve
bakın Hikmet Kıvılcımlı, Balkan Savaşlarında
yaşadıklarını, o savaşın acılarını, “Kendi Kaleminden Hayatı”nda, bize birkaç satırda nasıl
anlatıyor:
“Balkan harbi patladığı gün çocuk kendini yeniden İştip’te buluyor”.
Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı, Priştine’de doğuyor. Bugün Kosova Cumhuriyeti’nin
başşehri olan, o zaman Osmanlı’nın Kosova
Eyaletinin bir şehri olan Priştine’de doğuyor.
“Ulusların kanlı göçü başlamıştır. Çocuk
birkaç güne kadar geri dönmemek üzere göçmenler mahşerine kapılıyor. Bir omuzda taşınamaz manliher tüfeği öbüründe Kur’an’ı
Kerim kesesi. Yollarda kaybola ola yayan
Köprülü’ye bir buğday vagonuna ulaşıyor.
Trenle yarı aç gidilen Selanik’te çocukları insan ve hayvan ayakları altında çiğneyen Panik’i, bezirgân yanında bir hafta çıraklığın
kırk para kazanmak için yarım saat süren tesadüfî hamallığın yatılıp da kalkılamayan
Ölüm’ün ne olduğunu acı acı öğreniyor.”
İşte Usta’mız o Balkan Savaşları’nda gördüğü, etinde kemiğinde hissettiği emperyalistlerin
halkları birbirine düşman etme, nüfuslarla, sınırlarla, demografik yapıyla oynamalarının sonuçlarını en acı bir biçimde görüyor. Ve onu gördüğü için de yurdumuz emperyalistler tarafından
işgale uğratıldığında, daha 17 yaşında savaşa katılıyor, bulunduğu Ege’de, Muğla’da. Ve Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı oluyor kısa süre
içinde bildiğimiz gibi. Ve emperyalistlere karşı
son soluğunu verene kadar da kesintisizce, kararlıca mücadele ediyor. İşte Kurtuluş Partisi bu
önderin savunucusu olarak bu mücadeleyi sürdürüyor. Usta’mızın etinde, kemiğinde duyduğu,
yaşadığı ve kararlıca mücadele ettiği emperyalizme karşı bugün biz de aynı kararlılıkla ve aynı boyun eğmez iradeyle mücadele ediyoruz. Ve
emperyalistlerin oyunlarını bozarak mutlak zafere ulaşacağız!
(Alkışlar…)
Başta Suriye Halkı olmak üzere Ortadoğu
halklarıyla birlikte bu vatanı yıkılmaz, çelikten
bir kale yapacağız. Ortadoğu, emperyalistlere
karşı yenilemeyen, geçit vermeyen bir kale olacak. Bundan adımız gibi eminiz.
Görmek istemesek de yok saysak da
gerçekler kendini dayatır
Bakın yerli Parababaları vatan topraklarını
AB’ye peşkeş çekmek için elinden geleni yapıyor. 2002 yılında iktidara gelen AKP, AB’ye girmek için her türlü ödünü verdi. 2005 yılında görüşmeler başlayınca gazeteleri, televizyonları
hatırlayacaksınız bayram ilan edildi. AB’ye alınıyoruz, AB’ye giriyoruz diye. Oysa bakın emperyalistlerin birliği olan AB’nin yöneticileri ve
Papa 16’ncı Benedictus Türkiye’nin AB’ye girmesi için ne diyorlar (üstelik bunları aktaran da
Andrew Wheatcroft adlı Avrupalı bir yazar):
“Fiilen olanlarla özenle uydurulan efsaneler arasındaki çelişkiler çarpıcı. 1683’deki Viyana Kuşatması, yüzyıllar önce olduğu gibi
bir kez daha Batı’ya karşı Doğu’nun, Müslümanlara karşı Hıristiyanların sürekli mücadelesine ilham veren bir metafor haline geliyor. Olay bir kez daha tartışmalı bir amaca
hizmet ediyor. Artık yeni bir Avrupa mücadelesi verildiği fikrini destekliyor. Hıristiyanlığı yok edeceği gerekçesiyle XXI. yüzyıl
Türklerinin Avrupa Birliği’ne girmesine izin
verilmemesi gerektiği, aksi takdirde Türklerin Osmanlı atalarının 1683’te yenildikleri
yere girmeyi başarmış olacağı söyleniyor.
“Bu görüşleri savunanlar arasında çok tanınmış kişiler de var. Bunlardan biri çok aleni bir biçimde, eğer Türkiye AB’ye girseydi
“Viyana 1683’de boşuna kurtarılmış olacaktı” diyen Avrupa Birliği Komisyonu eski üyesi Frits Bolkenstein’di. Daha sonra Papa
XVI. Benedictus olan Kardinal Joseph Ratzinger de tarihe başvurdu: “Avrupa’yı oluşturan, bu kıtanın oluşmasına izin veren kökler Hıristiyanlığın kökleridir. Türkiye daima
Avrupa ile kalıcı karşıtlık içindeki başka bir
kıtayı temsil etti. Bizans İmparatorluğu’na
karşı savaştılar, Konstantinopolis düştü, Balkan Savaşları yapıldı ve Viyana ile Avusturya
tehdit edildi. İki kıtayı eşit görmek hata olacaktır. Türkiye’nin AB’ye girmesi tarih karşıtlığı olacaktır.” (Andrew Wheatcroft, Kapıdaki Düşman Habsburglar ile Osmanlıların Avrupa
Mücadelesi, Doğan Kitap, s. 287-288)
İşte AB Emperyalistlerinin; Türkiye’nin yerli Parababalarının ve Tayyipgiller iktidarının
canla başla çalıştıkları AB’ye giriş maceralarına
böyle bakıyorlar, böyle değerlendiriyorlar, arkadaşlar.
Biz istediğimiz kadar gerçeklere gözlerimizi
kapayalım, istediğimiz kadar gerçekleri görmek
istemeyelim ama gerçekler devrimcidir ve gerçekler inatçıdır. Her gün, her gün, her gün yeni
yeni olaylarla kendisini bizlerin gözüne sokmaya devam eder. O yüzden biz devrimciyiz ve
gerçeklerin devrimci olduğunu biliyoruz. O yüzden biliyoruz ki ABD Emperyalistleri Suriye’de,
Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da kısa
sürede başarılı olsalar da eninde sonunda kazanan halklar olacaktır. Bu topraklar, bu vatan, bu
halklar, bu dava, bu insanlık davası için ömrünün 50 yılını adamış ve bu dava için son soluğunu vermiş Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri
olarak, Kurtuluş Partililer olarak emperyalistlere
karşı mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz
ve savaşımı zaferle sonuçlandıracağız. Bundan
adımız gibi eminiz!
(Alkışlar...)
Ve biz insanlığımızdan başka her şeyimizi
halkların kurtuluşu için harcamaktan çekinmeyiz. Doğruları söylemekten çekinmeyiz. Neyse
odur doğrular. Bugün AKP iktidarı Kürt Halkına
karşı da zulüm uyguluyor. Kürt Halkını acıtıyor
ve kanatıyor. Bu topraklarda yaşayan Kürt Ulusu’nu yok sayarak; dilini, kültürünü, varlığını
yok sayarak Kürt Halkıyla 1071’den beri aramızda süren kardeşliği bozmaya çalışıyorlar. Bizans’a karşı 1071’de Kürt Halkıyla beraber bu
vatanı kurduk. Çanakkale’de birlikte savaştık ve
kazandık. Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık
ve kazandık. Bugün ve yarın da Kürt Halkıyla
birlikte emperyalistlere karşı savaşımızı mutlaka
kazanacağız.
Emperyalistlerin hevesleri bir kez daha kursaklarında kalacak. Sevr’i nasıl parçalayıp attıysak, Yeni Sevr’i de bir kez daha parçalayıp atacağız ve bu coğrafyada bütün halklarla kardeşçe
yaşayacağız. Emperyalistleri inlerine sokacağız
ve o zalim düzenin savunucularını, Parababalarını, Finans-Kapitalistlerini Tarihin çöplüğüne
atacağız. Zafer halkların olacak!
Çok teşekkür ederim.
(Uzun Alkışlar…)
22
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
CHE ölmez yapıtlar bırakarak ölümsüzlüğe ulaştı
“Ö seniz, ölmez bir yapıt bırakınız”
Baştarafı sayfa 1’de
ldükten sonra da yaşamak ister-
diyordu en savaşçı Halife Hz. Ali. Kahraman Gerilla Che Yoldaş da, insanlığın
kullanımına sunduğu ölmez yapıtlar bırakarak bedence aramızdan ayrıldı. Şimdi bu
yapıtları kullanıyor insanlığın kurtuluş mücadelesinde savaşan devrimciler, ABD ve
AB Emperyalistlerine karşı mücadele yürüten halklar.
Nerede haksızlığa karşı mücadele yürütülüyorsa Che Yoldaş da orada hak yiyenlere karşı mücadelede en ön safta.
Nerede zalimin zulmüne karşı mazlumlar ayaklanıp yürüyorsa Che Yoldaş da bu
yürüyüşün en önünde.
Nerede Emperyalist İşgale karşı Halklar
direnişe geçiyor, mücadeleyi yükseltiyorsa
Che Yoldaş da direnişin en ön safında mücadeleyi yükseltmekte.
Devrimciler, Dünya Halkları Che Yoldaş’ın insanlığın kullanımına sunulan ölmez yapıtlarını kullanarak mücadele ediyorlar, direniyorlar, savaşıyorlar, zaferler
kazanıyorlar.
Nedir bu ölmez yapıtlar?
Cesaret, Che Yoldaş’ın insanlığa bıraktığı büyük yapıtıdır.
Önderimiz Nurullah Ankut’un dediği gibi,
cesaret vatanına sahip olduğu için ölümsüzdür CHE. Cesaret vatanına sahip olduğu
içindir Dünya Halklarının, mücadelelerinde
Che Yoldaş’ı bayrak yapmaları. İnsanlığın
kurtuluş mücadelesinde ölümü “hoş geldi
sefa geldi” diye karşıladığı için ölümsüzdür CHE.
Onurdur Che’nin diğer bir ölümsüz yapıtı.
Onuru yaşamdan değerli kıldığı içindir
Dünya Halklarının CHE Yoldaş’ı efsaneleştirmesi. Başını önüne eğmediği, Yoldaşlarının, Önderlerinin başını önüne eğdirmediği
içindir CHE’nin Devrimcilere, Halklara
Devrimci Mücadelelerinde 45 yıl sonra da
yol gösteriyor olması. Başını öne eğmediği,
güneşten alnı yandığı içindir emperyalistler
arasında heyulasının dolaşması.
İnançtır Che’nin ölmez yapıtı.
“İnsanlığın tek bir sosyalist aile olma”
mücadelesine ve bilimine olan inancında,
mücadelenin en kızıştığı, en zor durumda
kaldığı anda bile zerre kadar dahi bir azalma meydana gelmediği içindir yok olmaması.
Kararlılıktır Che’den kalan bir diğer
yapıt.
Emindir Che Yoldaş attığı her adımdan.
Geri adım atmaz, geri adım attıramaz hiç
kimse. Çünkü O, gittiği yolun kurtuluş yolu olduğundan emindir, o
yüzden tereddüde düşmez,
kararsızlık göstermez. İşte
bunun içindir Che’nin insanlığın unutulmasına izin
vermeyeceği insanlar arasına girmesi.
Umuttur, ki bugünlerde
en çok ihtiyacı duyulan,
Che’nin bir diğer ölümsüz
yapıtı.
Umudunu hiçbir zaman
kaybetmez Che Yoldaş, ne
düşmanın en çok, en güçlü,
en saldırgan olduğu durumda, ne de sayılarının en az,
güçlerinin en zayıf, yoldaşlarını kaybettiği o acı günlerde. Bilir ki Che, umut biterse savaşılmaz,
mücadele edilmez. O yüzdendir mücadele
eden insanların yol göstericisi olarak
Che’yi seçmeleri, Umutlarını yitirmemeleri.
İnsan sevgisi de en büyük miraslarından
biridir Che Yoldaş’ın.
Dünyanın neresinde olursa olsun insana
yapılan bir haksızlığa yüreği sızladığı içindir Dünya Halklarının ve Devrimcilerin
gönlünde taht kurması Che Yoldaş’ın.
Bilimdir Che Yoldaş’ın en büyük yapıtı.
İnsanlığın kurtuluş bilimi olan Marksizm-Leninizme inanmış, bu bilimi etüt et-
miş, mücadelesine yol gösterici yapmış, yaşamının her alanına bu yüce teorinin kurallarını uygulamaya çalışmış, kendinden sonraki kuşakların yararlanması için bilimin
ışığı doğrultusunda kitaplar yazmış ve insanlığın kullanımına sunmuştur. Bu ölmez
yapıtları tek mirası olarak bıraktığı için Che
sadece bedence aramızdan ayrılmış ve
ölümsüzleşmiştir.
Bugün bu yapıtları kullanan halklar ve
devrimciler yükseltebiliyor mücadeleyi.
Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de halkların
AB-D Emperyalistlerine karşı mücadelesinde Che en ön saflarda.
Venezüella’da Hugo Chavez Yoldaş’la,
Che’nin bedence aramızdan ayrıldığı Bolivya’da Evo Morales Yoldaş’la, Chavez ve
Morales’e yol gösteren Fidel ve Raul Yoldaşlarla birlikte sol rüzgarları estiriyor Che
Yoldaş. Onların yanında, onlarla birlikte
mücadelenin her anında yanlarında Che.
Bu topraklarda Kıvılcımlı Usta’nın öğrencilerinin Devrimci Mücadelesinde Che
Yoldaş’ın ölmez yapıtları yol gösteriyor. Bu
topraklarda cesaretin, onurun, inancın, kararlılığın, umudun, insan sevgisinin ve bilimin adıdır Halkın Kurtuluş Partisi. Bunun
içindir ki biz Latin Amerikalı Yoldaşlarla
çok iyi anlaşıyoruz. Bu ölmez yapıtları mücadelemize mihenk taşı yaptığımız içindir
Dünyanın her yanındaki
devrimci mücadelede Che var
Che Guevara’nın katledilişinin 45’inci yıldönümünde Küba Cumhuriyeti Elçilik Müsteşarı Jorge Luis Fernandez Chamero Yoldaş’ın Konuşması:
B
Yoldaşlar;
ugün Ernesto Che Guevara’yı ölüm
yıldönümünde anıyoruz. Ölümünün
45’inci yılında O hâlâ yaşıyor ve
O’nun devrimci düşünceleri günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor.
Ernesto Che Guevara de la Serna’nın,
Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı
CIA’nın emrindeki Bolivya Ordusu tarafından katledilmesinin ardından 45
yıl geçti. Evrensel olarak Che Guevara
olarak bilinen Arjantinli bir doktor,
dünya gençliğinin bilincinde sonsuza
kadar var olmak üzere bir yolculuğa
çıktı.
Che, 08 Ekim 1967’de Bolivya’da
Quebrada del Yuro’da bir çatışmada yaralandı ve bir gün sonra da ABD’nin
hizmetindeki Bolivya Ordusu mensupları tarafından katledildi. Bu katliamı
gerçekleştiren kişiler Che’nin sesini kesebileceklerine inandılar fakat şimdi
onun sesi, bugün daha iyi bir dünya için
mücadele eden kitlelerin yüreğinde her
zamankinden daha güçlü bir şekilde
çınlıyor.
Che, ateşli bir Latin Amerika
yurtseveriydi. Fakat Che bunun da ötesindedir. O bugün, ne eksik ne fazla;
tam anlamıyla antiemperyalizm kelimesinin sembolüdür. Bu, öyle bir
yurtseverliktir ki, Che’ye, burjuvazi
karşısında çekingen ve tereddütlü davranmanın sonuç getirmeyeceğini göstermiştir. Şu
anda, şu saatlerde Latin Amerika ve dünya
yeni bir sınıftan, İşçi Sınıfından ilham almalıdır; doğrudan ülkelerimizin bağımsızlığına
saldıran emperyalizme, oligarşiye ve büyük
kapitale güçlü bir şekilde saldırmalıdır.
Che Guevara, dün olduğu gibi bugün de
mücadele ve antiemperyalist dayanışma ile
tarihe yön veren en önemli duygudan esinlenmiştir.
Bugün biz Che’nin düşüncelerini her zamankinden daha fazla temsil ediyoruz. Bugün biz onun ulaştığı gerçek mutluluğa her
zamankinden daha fazla inanıyoruz. Biz bugün işkencecilere ve sömürgenlere asla göz
yummayan devrimcilerin mutluluğuna inanıyoruz. Che bir bakan ve aynı zamanda en
büyük uluslararası forumlarda bir konuşmacıydı. Fakat o aynı zamanda Küba’da gönüllü çalışmanın da yaratıcısıydı. Ve Che Küba’da Pazar günleri doğruca limana giderek
yük boşaltır, şeker kamışı keser, yani nerede bir iş varsa
oraya koşardı. Büyük anlardaki kahramanlıklar günlük hayattaki kahramanlıklardan
belli olur.
Che devrim için canını verdi. Yani diğerlerinin yaşayabilmesi için canını verdi. Biz
de yaşayabilmek için mücadele ediyoruz.
Çocukların aç kalmamaları ve üşümemeleri
için mücadele ediyoruz. İnsanların enerjilerinin ve umutlarının boşa gitmemesi için
mücadele ediyoruz. Devrimci eylemler,
ölümlerin en kötüsü olan kapitalizm ve sömürüyü ortadan kaldırmak içindir.
Bugün dünyanın dört bir tarafındaki devrimci mücadelede Che vardır.
O, Küba Devrimi’nin kalıcı ve ölümsüz
ruhunda vardır.
O, geçen hafta sonu Hugo Chavez önderliğinde bir kez daha önemli bir seçim zaferi
kazanan
Bolivarcı
Venezüela
Cumhuriyeti’nin mücadelesinde vardır.
Bize nihai zafere kadar aralıksız bir
şekilde mücadele etme azmi veren
Che’nin devrimci yaşam örneğidir.
Bu eylemler Che’nin bize bıraktığı
derslerdir ve onun düşünceleri dünyanın
bu bölgesinde yaşamaya devam ediyor.
Sözlerimizi Che’nin katledilmesini
Küba Halkının öğrendiği gün Fidel Castro’nun söylediği sözlerle bitirelim. Fidel
o gün şunları söylemişti:
“Eğer devrimci savaşçılarımızın,
üyelerimizin, insanlarımızın nasıl olmaları gerektiğini anlatmak istersek,
hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz:
Che gibi olmalılar!
“Gelecek nesillerimizin nasıl olması
gerektiğini açıklamak istiyorsak, hiç
tereddütsüz Che gibi olmalarını istediğimizi söylemeliyiz.
“Eğer çocuklarımızın gelecekte nasıl eğitilmelerini istediğimizi söylersek,
hiç tereddütsüz Che ruhuyla eğitilmelerini istediğimizi söylemeliyiz.
“Eğer bu zamana ait olmayan, geleceğe ait olan, yaptığı işlerde hiçbir hata
bulunmayan, yaklaşımlarında ve eylemlerinde hiçbir leke bulunmayan bir model
arıyorsak, o model Che’nin ta kendisidir.
“Çocuklarımızın nasıl olmaları gerektiğini bilmek istiyorsak, yüreğimizin tüm
devrimci heyecanıyla şunu söylemeliyiz:
Biz, çocuklarımızın Che gibi olmalarını
istiyoruz.”
Bu anma etkinliğini düzenlediğiniz ve bizi de böylesine bir etkinliğe davet ettiğiniz
için Küba adına tekrar teşekkür etmek istiyoruz.
Çok teşekkür ederiz.
bugün Che’yi sadece bizim anlayabilmemiz. Onlarla dünyanın değişik bölgelerinde
mücadele eden ordunun farklı birliklerinin
birer neferi olduğumuz içindir Che Yoldaş’ı
her 9 Ekimde Latin Amerikalı Yoldaşlarla
birlikte anmamız.
Che Yoldaş’ın bedence aramızdan
ayrılışının 45’nci yılında Kübalı Yoldaşlarla birlikteydik yine. Küba Cumhuriyeti
Elçilik Müsteşarı Jorge Luıs Fernandez
Chamero Yoldaş ve eşi katıldı etkinliğimize. Partimiz Ankara İl Örgütü Sekreteri
Av. Doğan Erkan Yoldaş’ın açış konuşması ve Che nezdinde tüm Devrim Şehitleri
adına 1 dakikalık saygı duruşuyla başladı
etkinliğimiz.
Fernandez Chamero
Yoldaş
konuşmasında
Che’nin ne demek olduğunu ve önemini anlattı bizlere. (Yoldaş’ın konuşmasını
aşağıda yayımlıyoruz.)
Partimiz adına konuşan Doğan Erkan Yoldaş’ımız konuşmasına,
Kübalı Yoldaşlarla, aramızda okyanuslar olmasına
rağmen aynı şeyleri düşünüyor ve söylüyor olmamızdan ne kadar gurur
duyduğunu
söyleyerek
başladı. Ve içinde bulunduğumuz durumda ABD ve
AB Emperyalistlerinin saldırılarını yoğunlaştırdığını, Ortadoğu Halklarına ve bugünlerde Suriye’ye saldırarak
bin devletçikten oluşan bir dünya projesini
yaşama geçirmede hatırı sayılır bir yol aldıklarını aktardı. Böyle günlerde Che Yoldaş’ın mücadelesinin Halkların mücadelesine yol gösterdiğini aktardı.
Yoldaş’ımız en karanlık günlerde, Faşist
Batista Ordusu’nun, Yoldaşlarına pusu kurup kırdığı günlerde bile Che’nin inancından, kararlılığından, mücadele azminden
bir şey kaybetmediğini, Che Yoldaş’ın Küba Devrimi’yle yetinmeyip mütevazı katkılarını sunmak için dünyanın farklı bölgelerine savaşmaya gittiğini söyleyerek, O’nun
enternasyonalist dayanışmasına vurgu
yaptı ve bu uğurda Bolivya’da CIA tarafından katledildiğini söyledi.
Doğan Erkan Yoldaş, Che’nin ölüm
anında bile örnek devrimci davranış sergilediğini, boyun eğmediğini, katledildiği
köydeki bir öğretmene yaralıyken tahtadaki
yazıda bir kelimenin bir harfinin hatalı olduğunu söyleyecek kadar hayata bağlı ve
soğukkanlı olduğunu; önderliğine ölümüne
saatler kaldığını bilse bile devam ettiğini
aktardı.
Kısa bir soru cevap bölümü ve bir arkadaşımızın duygu ve düşüncelerini aktarmasıyla etkinliğimiz sona erdi.
Kübalı Yoldaşlarımızın uğurlama sırasında söylediği; “Biz biliyoruz ki bu ülkedeki gerçek dostlarımız sizlersiniz” sözü
bizim için bir onurdu.
Biz, AB-D Emperyalistlerine karşı mücadele yürüten bütün halkların gerçek ve en
yakın dostlarıyız.
Biz, insanlığın tek bir sosyalist aile olması için mücadele eden bütün devrimcilerin her zaman, her yerde yanlarında olduk,
mütevazı katkılarımızı gücümüzün yettiğince sunmaya çalıştık, destek olduk.
Biz, bu ülkede Che Yoldaş’ın ölmez yapıtlarını mücadelemize örnek olarak aldık.
Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı Ustaların
teorisi ve pratiği doğrultusunda da Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadeleyi yükseltip, Demokratik Halk İktidarını kuracak ve Che Yoldaş’ın insan soyunun
en büyük düşmanı olarak nitelendirdiği
ABD Emperyalistlerini, sadece Tarihin karanlık sayfalarında yer almak üzere ortadan
kaldıracağız.
Bizim umudumuz hiç sönmedi. İnancımız hiç zayıflamadı. Kararlılığımız hiç
azalmadı. İnsanlığın kurtuluş biliminin ışığı
yolumuzu aydınlattı. İnsanlık düşmanlarının gözünü kör eden bilimin ışığı bizim
mücadelemizde hep parladı.
Bunun içindir ki omuzlarımıza tarihen
yüklenen devrim yapma görevini de gerçekleştireceğiz.
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
Güle güle Raul Yoldaş
Kavgamızda hep yanımızdasın,
kavganda hep yanındayız
Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş, yeni görev yeri olan Macaristan’a gitmeden
önce Parti’mize veda ziyaretinde bulundu.
A
ynı dili konuşamıyorduk ama aynı
duyguları paylaştığımız içindir, yıllardır bir arada olmuş, kavga vermiş arkadaşlar gibiydi anlaşmamız. Yüreklerimiz aynı frekansta attığı içindi mahallemizin birlikte büyüdüğümüz çocuğu
kadar bize yakın olması. Ülkemizde bulunduğu 4,5 yıl içerisinde yoldaş olduk,
dost olduk, aile olduk. O artık bizim Raul’umuzdu.
tak pırıltısıyla izleyememek, ona sarılamamak, hüzünlendiriyor insanı. Geriye kalan tek
tesellimiz, aramızdaki uzaklık ne kadar fazla
olursa olsun, kavgamızda hep yanımızda olacağına, kavgasında hep yanında olacağımıza
olan inancımızın tam olmasıdır.
Aramızdaki mesafe ne kadar olursa olsun
biz biliyoruz ki, biz çok yakınız. Çünkü biz,
insanlığın eninde sonunda tek bir Sosyalist
aile olması için dünyanın değişik bölgelerinde
ABD ve AB Emperyalistlerinin korkulu rüyası Yiğit Başkan Chavez Yoldaş’ın
Türkiye Temsilcisi, Bolivarcı Venezuela
Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José Be-
mücadele eden ordunun farklı birliklerinin birer neferiyiz.
Biz aynı davaya, insanlığın en kutsal
davası olan Sosyalizm Davasına baş koymuşuz.
Her ne kadar bu ayrılık hüzünlendirse de
biliyoruz ki, Raul Yoldaş, Yiğit Başkan
Chavez Yoldaş’ın estirdiği rüzgârları, Bolivar’ın, Miranda’nın, Che’nin, Fidel’in kokularını görev yapacağı ülkeye de taşıyacak. O
yüzden de gönlümüz rahat…
tancourt Seeland Yoldaş, kendi deyimiyle
“Sevgili Aile”sine veda etmek için geldi Parti’mizin Genel Merkezine.
Biz, yoldaşımızla hep seminerlerde, basın
açıklamalarında, anmalarda, kitap tanıtımlarında, aile sohbetlerinde, yemeklerde bir arada olmaya alışmıştık. Bu veda bize zor geldi.
İlk defa Yoldaş’ımızdan hüzünlü ayrıldık.
Yüreklerimizin aynı frekansta attığını, duygularımızın aynı olduğunu, kavgamızda hep
yanımızda olduğunu biliyoruz. Ama yine de
istediğimiz zaman Raul Yoldaş’ı görememek,
onun coşkusunu, heyecanını gözlerimizin or-
Güle Güle Raul Yoldaş. Yolun Açık
Olsun. Seni unutmayacağız.
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
23
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
YURTKUR uyuma, depreme dayanıklı, sağlıklı yurtlar kur!
Y
urtkura bağlı Bornova Öğrenci
Yurtları 15 bloktan oluşmakta, yüzlerce kız ve erkek öğrenciyi barındırmaktadır. Tam da üniversitelerin açılacağı
bu dönemde istenilen, öğrencilerin sağlıklı,
depreme dayanıklı binalarda barınmasıdır.
Anadolu’nun çeşitli kentlerinden kopup
gelmiş öğrencilerin en doğal hakkıdır bu.
Aynı zamanda barınma hakkı, insan hakkıdır. İşte bugünlerde gazetelere yansıyan
skandal haber öğrencileri ve öğrenci velilerini kaygılandırmıştır.
İzmir, bildiğimiz gibi Birinci Derece
Deprem Bölgesidir. Bu nedenle toplum
deprem konusunda çok hassastır. İnsanlar
sağlıklı, depreme dayanıklı konutlarda yaşamak istemektedir, tabiî öğrenciler de…
Yurtkur bu konuda görevini yapmakta
mıdır?
Bizce HAYIR.
İşte belgesi:
“Deprem Riskine Skandal Çözüm”
başlıklı, 12 Ağustos 2011 tarihli Milliyet
Ege haberi:
Bir taraftan “kentsel dönüşüm” planlaması içine gireceksin, Ekim ayında yıkıma
başlayacağım diyeceksin, diğer taraftan
sağlıksız, dayanıksız yurtlarda genç fidanların barınmasına göz yumacaksın. Bu kabul edilemez.
Net önerimiz:
Kentsel dönüşümü önce, afet riski net
olarak belirlenmiş bu dokuz bloktan başlatın ve tüm öğrencilere sağlıklı, barınabilecekleri konutlar ayarlayın. Kiralar mısınız,
satın mı alırsınız, prefabrik konutlar mı yaparsınız, bu idarenizin bileceği iştir. Şu anda bizim bildiğimiz tek gerçek, 6 kişilik
odaları 4 kişiye de indirseniz, depreme dayanıksız bu binalarda yaşayan öğrencileri
olası bir şiddetli depremde ölüme atmış olacaksınız, yani öğrencilerin katili olacaksınız.
30.07.2012 tarihli “www.yeniasır.com.tr”nin bu konudaki bir haberini okuyalım, yetkililerin bu konudaki görüşlerini
öğrenelim ve değerlendirelim:
“Yeni Asır Gazetesi’nin Ege Üniversi-
“Kredi Yurtlar Kurumu İzmir Bölge
Müdürlüğü, 3 bin 500 öğrencinin kaldığı
yurt binalarındaki deprem riskine geçici
formül buldu.
“Ege’de sonsöz internet sitesinin haberine göre yetkililer, 6 kişilik odaları 4’e
düşürerek betona binen yükü azaltacak.
Ege Üniversitesindeki Kredi Yurtlar
Kurumuna ait 15 Bloktan oluşan yurtların 9 tanesi için verilen “depremde yıkılabilir” raporuyla çalışma başlatılmıştı.
Çalışmadan ilginç bir fikir çıktı.
“Yoğunluk azaltacaklar”
“Bu çok ilginç formüle göre şiddetli
depremde yıkılma tehlikesi olan dokuz
blokta kalan 3 bin 500 öğrencinin sayısı
azaltılacak. Her odada 6 kişi kalan öğrenci sayısı 4’e düşürülecek. Böylece betona binen ve kolonların zorlanmasına
neden olan ağırlık azaltılmış olacak.
Yurtlardan bin 200 kişi dışarı çıkartılacak. Her öğrenci için ortalama 70 kilo
kotası koyan yetkililer böylece betona binen 84 ton ağırlığı almış olacak. Boşta
kalan öğrenciler için kiralama sistemi ile
çözüm bulunacak.”
Bu gerçekten tam bir skandal. Sen 1200
öğrenciyi çıkarınca kalan 2300 öğrenciyi
“Allah’a emanet” edeceksin, onlar da her
gün Allah’a dua edecekler “deprem olmasın, binamız yıkılmasın, biz de açıkta kalmayalım”, diye. Bu ne biçim bir mantık?
Bu, göz göre göre öğrencilerin yaşama
hakkını elinden almaktır.
Bu, göz göre göre ölüme davetiye çıkarmaktır.
tesi Kampusunda yer alan Kredi ve
Yurtlar Kurumuna (KYK) ait yurt binalarının depreme dayanaksız olduğu ve
yeniden inşa edilmesi gerektiğini ortaya
koyan dünkü manşeti ses getirdi. Ege
Üniversitesi Rektörlüğü, KYK nezdinde
yurtların yenilenmesi için girişim başlatma kararı aldı. Yurtların yönetiminin
kendilerine bağlı olmadığını ancak bu
yurtların öğrencileri tarafından kullanıldığını belirten Ege Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Depreme
dayanıksız yurtlar mutlaka yenilenmeli.
Yenilenmenin yanı sıra çağın yurt anlayışına göre dizayn edilmeli. O açıdan bir
an önce harekete geçilmesi gerekiyor”
dedi.
“Hali hazırda kampusları içinde yer
alan bazı alanları yeni yurtlar yapılması
için KYK’ye tahsis ettiklerini belirten
Yılmaz, “Konuyla ilgili KYK yönetimi ve
ilgili bakanlık nezdinde girişimde bulunacağız” dedi.
“DOKUZ BLOK RİSKLİ
“Ege Üniversitesi Kampusu içindeki
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü’ne
bağlı olan ve 35 yıldır hizmet veren yurt
binalarıyla ilgili İzmir Valiliğinin hazırlattığı rapor çarpıcı veriler ortaya koydu. Raporda, yurtların 9 bloğunun ciddi
bir depremde yıkılmasının söz konusu olduğu ve yeniden inşa edilmesi gerektiği
belirtildi.
“Bu da 1992’si kız, 1660’ı erkek, toplam 3 bin 652 öğrencinin hayatının deprem tehdidi altında olduğunu ortaya
koydu. Yeni Asır’da dünkü manşetiyle
tehlikeye dikkat çekti.”
Düşünün, İzmir Valiliği rapor hazırlıyor,
depremde 9 bloğun yıkılacağını belirtiyor.
Bu konuda acil önlem alması gereken KYK
yetkilileri ise öğrenci sayısını azaltarak çözüm arayacak kadar bilimsel düşünceden
kopuk insanlar.
Ya Rektöre ne buyurursunuz?..
Bu gençler sizin öğrenciniz sayın
Rektör! Bu gençlerin en güvenli, en sağlıklı bir şekilde eğitim-öğreniminden siz sorumlusunuz. KYK yönetiminin, barınma
hakkı konusundaki bu aptalca çözümlerine
hayır demek cesaretini göstermelisiniz.
Oysa siz hâlâ “KYK’ye yer gösterdim, gerekli girişimde bulunacağım” diye sorunu
savsaklıyorsunuz, ama üniversiteler açılıyor ve öğrenciler zorunluluktan depreme
dayanıksız bu binalarda barınmak zorunda kalacaklar.
Peki, siz sayın Rektör, siz sayın KYK
yetkilileri yataklarınızda rahat uyuyabilecek misiniz? Vicdanınız hiç sızlamayacak
mı? Şimdi, “yurt çıktı!” diye ne kadar sevinçlidir öğrencilerimiz ama onlar bu gerçeği biliyorlar mı?..
Barınacakları yurtlar birer ölüm tuzağıdır. Rektör bu konuda elinden geleni yapmalı ve 9 Blok Barınmaya açılmamalıdır,
öğrencilere barınmaları için başka konutlar
bulmaya çaba gösterilmelidir, bulmalıdır! 9
Blok acilen yıkılmalı ve depreme dayanıklı
yeni yurt binaları hızla yapılmalıdır. Böyle
bilimsellikten uzak çözüm bulanlar hakkında soruşturma açılmalı ve gereken yapılmalıdır.
Gençlik ve Spor Bakanı uyuma, öğrencilere sahip çık, yarın onlar için de “takdiri
ilahi” deme!
Malum Tayyipgiller, nerede insan öldüyse, nerede asker öldüyse “takdiri ilahi”
diyerek olaydan sıyrılmaya bakarlar. Ama
bu iş “takdiri ilahi “değil, gençleri bilerek,
görerek ölüme göndermektir…
Sayın Vali de rapor hazırlatmış… Güzel
de arkasından ne yapmış? Öğrencilerin barınması için hangi çabayı göstermiş?..
Bu soruların cevabını tüm yetkililer vermek zorundadır. Çevre ve Şehircilik İl
Müdürlüğü bu raporlardan sonra bilim dışı
öneriler karşısında neden susuyor? Neden
gereğinin yapılması için davranışa geçilmesi gerektiğini açıklamıyor?
Meslek odalarımız bu konularda duyarlı
olmalı ve kamuoyunu bilgilendirmelidir.
Öğrenciler, sağlıklı ve depreme dayanıklı binalarda barınmak için mücadele vermelidir.
UNUTMAYALIM, bu gençlerin başına
yurt binalarının sağlıksızlığı nedeniyle gelecek her türlü olumsuzluğun sorumlusu
öğrencileri o yurtlarda barındıranlardır.
Nasıl sel yataklarına TOKİ binaları yaparak yurttaşların ölümüne neden oldularsa
bugün de gençlerimizin ölümüne neden
olurlar, onlar için insanın değeri yoktur.
Eğer yurt binaları yerine rant getirecek
konutlar veya alışveriş merkezleri yapılacak olsaydı şimdiye kadar yıkılıp inşaatlar
yapılıp bitirilirdi.
Yeni yurtlar yapılırsa halk çocukları sağlıklı ve güvenli bir yaşam sürer ve onlar da
rezalet çözümler aramak yerine insanca bir
çözüm bulmuş olurlar.
Öyleyse “YURTKUR uyuma depreme
dayanıklı yurtlar yap!”, diyoruz. Yoksa
iki elimiz yakanızdadır. Halk iktidarında
zaman aşımı yoktur. 22.09 2012
İzmir’den Bir Yoldaş
Üniversitelerdeki faşist saldırılar bizi yıldıramaz
G
eçtiğimiz haftalarda Ankara Üniversitesi Dil Ve Tarih Coğrafya
Fakültesinde polis destekli faşist
saldırılar yapıldı. İlk olarak devrimci öğrencilere sözlü sataşan faşist grup, daha
sonra okul dışından destek alarak devrimcilere satırlarla, sallamalarla ve soda şişeleriyle; arkalarına polis ve ÖGB desteğini
alarak saldırdılar. Bu saldırıda çok sayıda
arkadaşımız yaralanmasına rağmen faşist
güruh okuldan püskürtüldü.
Bu
olayların sonucunda
okulumuz
bir hafta tatil
edildi.
Ve
okula dışarıdan satırlarla
gelen, hedef
ayırmaksızın
bütün öğrencilere taş soda şişesi atanlar
devrimci öğrencilermiş gibi, birçok devrimci öğrenciye okul tarafından soruşturma açıldı.
Biz biliyoruz ki, bu polis destekli faşist
saldırıların son bulması için, devrimcilerin
bu saldırılara karşı dağınıklık batağından
kurtulup ilkeli devrimci birliktelikler oluşturmaları gerekmektedir. Kendi okulu-
muzda en açık şekilde görülmektedir ki,
demokrat-ilerici tüm öğrencileri hedefe
koyan tüm saldırılar on-on beş kişilik faşist bir güruh tarafından örgütlenmektedir.
Demokrat tüm unsurlar bir araya geldiğinde kolaylıkla bu faşist güruha DTCF’yi
dar edebilir. Bunun yolu kitleye güven vermiş, sadece faşist saldırıları gündem etmeyen antişovenist-antiemperyalist-antiemperyalist ve sonuç olarak antifaşist gel-geç
olmayan birlikteliklerden geçmektedir.
Faşizme Karşı Ya Birleşmek
Ya Ölüm!
Yaşasın Gençliğin
Devrimci Mücadelesi!
AÜDTCF’den
Kurtuluş Partisi Gençliği
YÖK’e boyun eğmeyeceğiz!
Parasız Demokratik Laik Anadilde Eğitim
İstiyoruz!
1
Ankara
2 Eylül Faşizminin doğurduğu YÖK’ün
kuruluşu olan 6 Kasım’da Yüksel
Caddesi’nde Kurtuluş Partisi Gençliği
olarak basın açıklamamızı gerçekleştirdik.
Kuruluş amacına da uygun olarak üniversitelerimizdeki baskılarını her geçen gün arttırarak sürdüren YÖK’ü protesto etmek için
yaptığımız açıklamayı Kurtuluş Partisi
Gençliği’nden Yoldaş’ımız okudu.
Tayyipgiller’in YÖK kanalıyla üniversite
öğrencilerine dayattığı paralı, gerici, baskıcı
eğitim sistemine karşı her türlü mücadeleyi
sürdüreceğimizi söyleyen Yoldaş’ımız, eğitimin eşit, parasız, bilimsel, demokratik, laik
ve anadilde olması gerektiği noktalarını vurguladı.
Devrimci-demokrat-yurtsever gençliği engelleyerek, geleceğe de umutla bakmamıza
engel olmaya çalışan Tayyipgiller’in kuklası
YÖK’e karşı meşalelerimizle, bayraklarımızla basın açıklamamızı gerçekleştirdik.
Açıklama boyunca “Yaşasın Demokratik,
Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz”,
“Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri
Mücadelemiz”, “Yaşasın Eşit, Parasız,
Bilimsel Eğitim Mücadelemiz”, “Gün
Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller
Halka Hesap Verecek” sloganları Kurtuluş
Partisi Gençliği’nin coşkusuyla atıldı.
Mücadelemiz” sloganıyla başlayıp “Yaşasın
Halkın Kurtuluş Partisi”, “YÖK-PolisMedya, Bu Abluka Dağıtılacak”, “YÖK’ü
Tarihe Gömeceğiz” “Gün Gelecek Devran
Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap
Verecek” sloganlarıyla sona eren açıklamaya, yemekhanede bulunan 300 - 350 kadar
öğrenci alkışlarıyla destek verdi.
Açıklamada “Bizler, bulunduğumuz
okullarda AB-D Emperyalistleri ve satılmış uşaklarına karşı laik, demokratik, bilimsel, parasız, anadilde eğitim için her
türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz.
Vatanımızı AB-D Emperyalistlerinden yerli
satılmışlardan
temizleyecek
ve
Demokratik Halk Devrimi’ni başaracağız.
İşte o zaman gerçek “Demokratik Halk
Üniversiteleri” ile halkımız, bilime sınırsızca ve parasız olarak kavuşacaktır. Sizleri,
yurtsever, demokrat tüm gençleri Kurtuluş
Partisi saflarında mücadeleye davet ediyoruz” denildi.
Açıklama sonrasında yapılan bildiri ve
afiş çalışmalarıyla eylem sonlandırıldı.
kı, üniversite öğrencilerine dayattığı paralı,
gerici eğitim sistemi Ege Üniversitesinde protesto edildi.
06 Kasım’a birkaç gün kala okulu afişlerimizle donatarak başlattığımız çalışma, 06
Kasım günü öğle yemeği saati yemekhaneye
girerek yapılan konuşma ve basın açıklamasıyla sürdürüldü.
“YÖK’e Boyun
Eğmeyeceğiz”,
“Yaşasın
Parasız
Demokratik Laik Anadilde Eğitim
de haykırdı 06 Kasım günü “YÖK’e hayır!”
diye.
Akdeniz Üniversitesinden Kurtuluş Partisi
Gençliği olarak 06 Kasım günü yaptığımız
bildiri dağıtımıyla gençliği baskıya inat susmamaya, örgütlü olmaya ve YÖK’e karşı olmaya çağırdık.
****
İzmir
12 Eylül Faşizminin çocuğu, Tayyipgiller’in kuklası YÖK’ün, kuruluşundan bu yana
devam ettirdiği ve polis-ÖGB eliyle her geçen gün daha da soysuzlaşarak arttırdığı bas-
A
***
Antalya
Kurtuluş Partisi Gençliği 12 Eylül
Faşizminin Kurumu olan YÖK’ü Akdeniz
Üniversitesinde ve çevresinde günler öncesinden yaptığı afiş, yazılama ve sonrasında
bildiri dağıtımıyla protesto etti.
Kurulduğu dönemden bugüne işlevini yerine getiren YÖK üniversiteleri bastırmak ve
susturmakla kendi çarkının daha rahat döneceğini biliyor. O günden bugüne değin bunu
başarmış gibi görünse de başaramadı:
Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her yer-
Kurtuluş Partisi Gençliği
AYÖP, 24 Kasım’da “Sınavsız Koşulsuz
Atama” talebiyle alanlardaydı
Kurtuluş Yolu/İstanbul
taması Yapılmayan Öğretmenler, 24
Kasım’da haklı taleplerini dile getirmek için çeşitli illerde eylemler
düzenledi. Bu kapsamda İstanbul’da saat 13.00’da Taksim
Tramvay Durağı’nda toplanan
Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu üyeleri, pankartlar ve sloganlarla Galatasaray
Lisesi önüne kadar yürüdüler.
Eğitim-Sen’in de destek verdiği
eylemde sık sık, “Sınavsız
Koşulsuz Atamalar Yapılsın”,
“Ücretli Köle Olmayacağız”,
“Güvercin Değil Öğretmeniz”,
“Öğretmenler İşsiz Okullar
Öğretmensiz” sloganları atıldı.
Galatasaray Lisesi önünde yapılan
eylemde basın açıklamasını Semra Alimoğlu okudu.
24
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Gençliğin kurtuluşu mücadelede
S
osyalist Kamp’ın yıkılışı ile beraber,
dünyadaki sosyal gelişimin yavaşladığı,
emperyalizmin (adına küreselleşme akımı, neo-liberal politikalar dedikleri) sömürü
ve talan politikalarıyla resmen kan emdiği ve
sonunda 2008’deki krizle çürümesine devam
ettiği bir döneme şahit olmaktayız. Kafaların
bulanıklaştırıldığı, halkların kuşatıldığı ve insanların kontrol altında tutulduğu bu dönemde, gençliğin cevaplar aradığı ve çelişkilere
daha acil cevap verilmesi gerektiği bir dönemden geçiyoruz.
Bazı metropollerde gördüğümüz sakin hayatın arkasında saklanan çarpık ilişkilerin,
hırsların, ihtirasların boğduğu insanlık, kendi
özüne dönüş savaşında, olması gerektiği yerden geride. Rahatına düşkün, gözü muhasebe
tablosundaki artıdan başka bir şeyi görmeyen
insanlık düşmanı Parababaları ise pis pis sırıtarak bu tabloyu izlemekte. Bu durumun etkisi altındaki gençlik, şehirlerde emperyalizmin
ona dayattığı kültürle yozlaşmaya maruz kalmakta, taşrada gerici Ortaçağcılığın dayattığı
dogmalarla gözlerine mil çekilmekte. Tüm
bunlara rağmen, Marks’ın “dünyayı anlamak
yetmez, onu değiştirmek gerek” sözüne uygun bir değişimin gerçekleştirilmesini bekleyen milyarların olduğu bir dönemde, gençliğin değişime olan ihtiyacı, her türlü baskıya
rağmen devam ediyor.
Bu noktada gençliğin en büyük sorunu
olarak, hiç kuşkusuz okul ve geleceği ile ilgili sorunları geliyor önümüze. Son süreçte,
üniversitelerde örgün öğretimlerde harçlar
kaldırılırken, ikinci öğretimlerin, hazırlık sınıflarının ve özel üniversitelerin fiyatlarına
yapılan zamlar kaygı yaratıyor ve sorgulamaya sebep oluyor. Örgün öğretimlerin bir kısmında, bütünleme ve fazladan yıl okuyan öğrencilerin harç ödemesi de, sistemin daha da
ticarileşeceğinin göstergesi. Şu anda öğrencilere verilen “sus payının” ardından, asıl kargaşanın final ve bütünleme döneminde ortaya
çıkacağını anlamak için kâhin olmaya gerek
yok. Giderek pahalılaşan ulaşım, barınma ve
beslenme fiyatları da öğrencilerin ve velilerin
belini bükmeye devam ediyor.
Daha öncesinde Ortaçağcı hükümet,
4+4+4 sistemi ile ilköğretimi ve ortaöğretimi
birleştirerek “güya” 12 yıllık kesintisiz eğitim
sistemini yürürlüğe koyarken; bu sistemin ortaya ucuz ve çocuk işgücü çıkaracağı ve Orta-
çağcı Şeriatçılığa müritler yetiştireceği belliydi. Bu gerçek, artık bu sistemin mimarları tarafından da açıkça dile getiriliyor. Tayyipgiller hükümeti, emperyalizmin emirleri doğrultusunda “etine göre budu” laik sistem ile yetişen gençlikten tatmin olmayarak, gençliğe
son müdahaleleri yapmak için elinden geleni
ardına koymuyor.
Tüm bunların yanı sıra, üniversite mezuniyeti sonrası iş bulamadığı için intihar eden
birçok işsiz genç, durumun ne kadar kötü olduğunu daha çok gözlere sokuyor. Her sene
İ
yapılan KPSS sınavlarındaki kopya ve soruların çalınması iddiaları, birçok gencin kafasını
karıştırırken, ÖSYM’nin her sınavının tartışmalı hale gelişi ve en sonunda bu sınavların
düzenlenmesindeki özelleştirme projesi, milyonların hayatını belirleyen bu sınav ile güvenilirliğin daha çok sorgulamasına neden olmakta.
Gençliği etkileyen ve tepki duymasına yol
açan başka bir konu ise, emperyalizmin ülkemiz üzerinde oynadığı kirli oyunların sonucu
olarak ortaya çıkan Suriye planıdır. Tayyipgiller hükümetinin haince ve kuklaca uyguladığı Suriye politikası sonucunda, bu yıl suni
bir şekilde gündeme gelen olası bir Suriye
operasyonu konusu, zorunlu askerlik hizmetinin hâlâ yürürlükte olduğu bir süreçte gençleri endişelendiriyor. Geçmiş süreçte emperyalist güçlerin Afganistan ve Irak’ta uğradığı
hezimet, gençleri daha duyarlı, gerçekleri öğrenmeye daha istekli bir hale getiriyor.
Ne yazık ki, Parababaları medyasının çarpıtmaları nedeniyle, Suriye hakkındaki gerçekler saptırılıyor, buna rağmen halk, savaşın
yıkıcı sonuçları olacağını netçe görüyor. Yapılan anketlerde Suriye’ye yönelik bir müdahaleyi, halkımızın yüksek bir oranda istemediği ortaya çıkıyor. Ancak kafası Ortaçağcı
gericilikle doldurulmuş bir kısım kitle, gerek
emperyalizmin güdümündeki İHH gibi sözde
yardım kuruluşlarına yardımda bulunarak,
gerekse Özgür Suriye Ordusu adındaki Suriyeliden başka herkesin bulunduğu kafatasçı
örgütlenmenin sözcülüğünü ve yataklığını yaparak, bu savaş girişiminde emperyalist efendilerinin verdiği rolü layığı ile yerine getiriyorlar.
Sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde
gençliğe yönelik kontrol altına alma ve baskı
çalışmaları son sürat sürmekte. Emperyalizm,
sorgulamayan, bilimin önemini kavrayamamış, bencilce düşünen bir gençliği yaratmak
için, ektiği tohumların meyvesini topluyor.
Yine de böyle mi gitmeli bu durum?
Gençlik bu kadar karmaşa içinde neler yapabilir, çözümü nerede arayabilir?
İşte bu noktada, gençliğe çıkış yolunu
gösteren ve bir hazine gibi ortada duran
Marksizm-Leninizmin iki yüz yıla yakın birikimi, gençliğe ışık tutuyor ve tartışılmayı, geliştirilmeyi, daha da önemlisi uygulanmayı
bekliyor. Günümüzde kürsü aydınlarının bu-
run kıvırdığı ya da çarpıttığı bu bilim, daha
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda insanlara savaşın pis yüzünü teşhir edip, insancıl bir yaşamın ilk nüvelerini sunarken, şimdi
günümüzde kendisine olan ihtiyacı bir kez
daha ortaya koyuyor.
Gençliğe düşen en önemli görev ise Marksizm-Leninizmi kavramak, Türkiye’de Marksizm-Leninizmi en iyi kavramış, Türkiye’nin
özüne en iyi şekilde uyarlamış olan Hikmet
Kıvılcımlı’nın fikirsel ve eylemsel birikimlerini benimsemek ve bu fikrin Türkiye’de tek
Yamanlar’da 4+4+4 semineri...
zmir’de Yamanlar Mahallesi’nde 4+4+4
Kademeli Eğitim Sisteminin okullarımızda, öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz ve
velilerimiz üzerinde yarattığı kaosu-tahribatı
teşhir etmek ve bu sistemin çocuklarımızı
Ortaçağ karanlığına kısa yoldan götürmek olduğunu mahalle halkına anlatmak için bir pa-
nel gerçekleştirdik.
İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği
(İPSD) ve Yamanlar Spor Kulübü olarak
06 Ekim’de gerçekleştirdiğimiz panele, Eğitim-Sen 2 o’lu Şube Başkanı Mustafa
Beyazbal ve Halkın Kurtuluş Partisi İzmir
İl Başkanı Av. Tacettin Çolak’ı panelist
savunucusu olan Halkın Kurtuluş Partisin’de
gençliğin örgütlenmesini sağlamak, bu uğurda mücadele etmektir.
Peki, bu sürekli üstüne basılarak tekrar
edilen “kavramak” ve “örgütlenmek” kelimeleri gençlik için ne anlama geliyor?
Kavramak, hayatın teorik tarifinin olgularla olan ilişkisinin uyumunu anlamaktır. Bu
hiç kuşkusuz, önyargılarından arınmış, sınıflı
toplumun insanı yozlaştıran ilişkilerinden az
da olsa uzak kalmış emekçi ya da emekçi ailesi kökenli gençliğin daha kolay yapabileceği bir eylemdir. Algıları açık, meraklı, olaylara daha maddeci yaklaşımda bulunan gençliğin, olanı olduğu gibi görebileceği gibi, olanı
olduğundan daha farklı kavraması da olasıdır,
çünkü insanoğlunun en özel yeteneği olan hayal gücü, gençlikte en çok işlev gören yetenektir. Hayal gücü, iki ucu keskin bir bıçaktır,
sizi en çözülmez karmaşaları çözen bir devrim patlamasının içine de atabilir, en çözülmesi gereken bağların zamanlama hatasıyla
daha da karıştığı karmaşalara da sokabilir. İşte bu bakımdan gençlikte kavrama dediğimizde kastettiğimiz; olanın dışında, hayal dünyasında bir deryaya dalıp gerçekleri ona uydurma zorlaması değildir. Kavramak, olguları
anlamaktır. İşte bu noktada Marksizm-Leninizmi kavramak ise hayal gücünü, olanı gelecekte değiştirebilmek adına ve olandan kopmadan kullanmak ve tarihin halkalarına eklenmesi gereken “gelecek” adlı zinciri düşünürken, buna göre hareket etmektir.
Örgütlenmek ise, sadece sayılabilecek
adam sayısı toplamak değildir. Kavrama işini
en çabuk yapabilenlerin çekirdekte olduğu,
başka türlü yetenekleri olanların onların etrafını sardığı bir organizmadır. Ancak sadece
kavramak yeterli değildir örgütlenmek için.
Bir eylemi daha ileriye taşıyacak olanakları
sağlamak için en basiretli şekilde yetişmek,
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile
“nefs ile cenk etmektir”.
Bu, anlamsız, boş bir cümle değildir, çünkü bu basireti sağlamak için gerekli olan birçok erdemi kazanabilmek, büyük uğraşlar gerektirmektedir. Özeleştiri yapabilmek, neyin
eleştiri olduğunu bilmek ve eleştirinin kurallarına uymak, zamanlamaya uyma alışkanlığı
kazanmak ve bunun için feragat, organı ilgilendiren konuları yerinde, zamanında ve sağlıklı bir şekilde konuşmak, örgütteki kişilerle
ilişkilere dikkat etmek ve bunların toplamda
formülleşmesi ise özetçe şudur: Bilgi+Anlayış+Moral+Direnç+Yiğitlik (Anarşi Yok, Büyük Derleniş, IV-Örgüt Güdümü)
Her ne kadar bu sayılanlar sözde kolay gözükse de, bu alışkanlıkları kazanmaya çalışmak ve uygulamaya geçirmek, örgütlü olmanın basit gibi görünen ismi altında yatan karmaşık yapıdır. Ve birçok örgütsüz gencimiz,
bu yapıyı ya anlamayarak, ya da o fedakârlıkta bulunmayarak, örgütsüzlük safında Parababalarına kul, burjuva parti çobanlarına koyun
olmakta.
İşte bu iki kelime (kavramak ve örgütlenmek), gençliğin mücadelesinin ana taşları ve
gençliğe düşen görevlerdir. Gençlik, bazen
büyük görevler de alabilir, bazen en iyi kavrayışıyla daha ön saflara geçebilir. Ancak
gençlik, İşçi Sınıfının fikri ve olgusu ile birleşince hayal gücünü olgulara bağlayan o zinciri yakalamış olur. Gençliğin aradığı kurtuluş,
İşçi Sınıfı saflarında mücadeledir. Mücadeledeki en önemli iki görev ise kavramak ve örgütlü olabilmeye hazırlanmaktır. Bunun dışındaki her türlü “tekerleği yeniden icat ediş”,
zaman kaybıdır. Gençliğin zaman kaybetmemesi ve bu mücadeleye atılması için Halkın
Kurtuluş Partisi hazırdır ve gençliği mücadeleye çağırmaktadır.
İstanbul Kurtuluş Partisi
Gençliği’nden bir Yoldaş
olarak davet ettik.
Açılış konuşmasını yapan İPSD İzmir İl
Yöneticisi esibe Gençer, 4+4+4 ile asıl
amaçlananın ülkemizi Ortaçağın karanlıklarına götürmek olduğunu, bu sistemin eğitimin hiçbir alanıyla uyuşmadığını hazırladığı
sinevizyon eşliğinde anlattı.
N. Gençer, konuşmasında “Bu sistem,
özel okulları ve dershaneleri daha da yaygınlaştırmanın, tarikatlara-cemaatlere
mürit yetiştirmenin, AB-D Emperyalistlerinin ülkemizi Tayyipgiller eliyle Ilımlı İslam adı altında Şeriata mahkum etme projesinin sinsi planıdır” dedi ve sözü EğitimSen Şube Başkanı Mustafa Beyazbal’a bıraktı.
M. Beyazbal konuşmasında, yeni getirilen bu sistemin pedagojik olarak hiçbir uygunluğunun bulunmadığını belirtti. Zaten siyasi olarak da bu durumun eşyanın tabiatına
aykırı olmadığını söyledi.
M. Beyazbal konuşmasında, “4+4+4 sisteminin ülkemiz ihtiyaçlarından kaynaklanan bir sistem olmadığını söyleyerek, ülkemizin ihtiyaçlarından kaynaklanan eği-
B
Derleniş Yayınları’na,
Kitap Fuarı’nda yoğun ilgi
u yıl 31’incisi düzenlenen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da kızıl standımızı fuarın başlangıcında kurduk. Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı ve Genel Başkan’ımızın
latarak devam eden Yoldaş’ımız, Halkın
Kurtuluş Partisi olarak, emperyalizme karşı yiğitçe direnen Beşşar Esad’ın yanında
olduğumuzu, tıpkı Sevr’e karşı yiğitçe direnip emperyalistlerin heveslerini kursaklarında bıraktığımız gibi, Büyük Ortadoğu
teorik eserleriyle zaten zengin olan standımız, bu seneki fuarda birinci baskılarını
yaptığımız ve yeni baskılarını yaptığımız kitaplarımızla daha da zenginleşti.
Parti’mizin şaşmaz teorisi ışığında hazırlanan kitaplarımız, astığımız posterler ve
afişler halkımızın en can yakıcı sorunlarına
değindiği için, halkımızın duygularına tercüman olduğu için iki günlük kısa sürede
dahi ilgi odağı oldu standımız. Sadece halkımız değil, örneğin Obama’ya selam duran
Tayyip’in resmini içeren afişimizi gören yabancı ziyaretçiler bile ne kadar doğru bir
tespit yaptığımızı belirterek bizleri tebrik etti.
Fuar kapsamında her yıl olduğu gibi bu
yıl da halkımızla doğru teorimizi buluşturmak için bir konferans etkinliği düzenledik.
18 Kasım tarihinde “ABD’nin BOP Planı
Çerçevesinde Suriye ve Türkiye”
başlığıyla gerçekleşen konferansı,
Kurtuluş Partisi
Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal
Çıngı Yoldaş gerçekleştirdi.
Gürdal Çıngı
Yoldaş’ımız, yoğun bir emeğin
ürünü olarak gerçekleştirdiği sunumunda; AB-D Emperyalistlerinin tarihinin katliamlar,
soykırımlar tarihi olduğunu kanıtlarıyla ortaya koydu. Bugünkü Suriye Meselesinin,
emperyalistlerin yüzyıllar öncesine dayanan
kirli emellerinden bağımsız düşünülemeyeceğini dile getiren Yoldaş’ımız, bu yıl
100’üncü yılını yaşadığımız Balkan Savaşları ve Balkanlar Sorunu’nun Ortadoğu Sorunu’nun da kökenlerini oluşturduğunu vurguladı. Ve somut örneklerle bağlantıları
açıkladı. Irak-Libya ve şimdi Suriye, sonrasında İran ve Türkiye’nin BOP kapsamında
bir zincir halinde Batılı Emperyalistler tarafından parçalanmaya, yeraltı ve yerüstü servetlerinin ele geçirilmeye çalışıldığını ifade
etti.
Konuşmasına AB-D Emperyalistlerinin
taşeronluğunu yapan Tayyipgiller’in Türkiye ve dünya halklarına yaptığı ihanetleri an-
Projesi ve Yeni Sevr Planını da yırtıp atacağımızı, emperyalistleri hak ettikleri yere, tarihin çöplüğüne mutlaka göndereceğimizi
vurguladı.
Salonun tamamen dolduğu ve büyük bir
ilgiyle izlenen söyleşimiz, dinleyicilerin
coşkulu alkışlarıyla son buldu.
Katılımcıların son derece memnun biçimde ayrıldığı konferansımızı takip eden
günlerde de Parti’mize ve yayınlarımıza
olan ilgi katlanarak arttı. Önceki yıllara
oranla, bu yıl kızıl standımızı ziyarete gelen
insanlarımızın sayısında gözlemlediğimiz
belirgin artış bizleri daha bir mutlu etti, cesaretlendirdi. Kısacası söylediğimiz ve yaptığımız şeylerin ne kadar doğru olduğunu
bir kez daha gösterdi halkımızın kızıl standımıza olan yoğun ilgisi…
Ve bu yılki fuardan sonra biliyoruz ki da-
tim sisteminin Köy Enstitüleri olduğunu
bunun da kapatıldığını” söyledi.
Tayyipgiller’in siyasi görüşünde olanların zaten böyle davranacağını ve yaşamın en
önemli alanlarının başında gelen “eğitim”
alanını kendi istedikleri doğrultuda tasarlamalarının doğal olduğunu belirtti. Bunların
karşısında da maalesef sesimizin güçsüz çıktığını, Tayyipgiller’in güçlerini bizim örgütsüzlüğümüz ve dağınıklığımızdan aldığını
söyledi.
Son konuşmacı HKP İzmir İl Başkanı Av.
Tacettin Çolak, konuşmasına “Akrebin sokması kininden değildir, doğasındandır.” diyerek başladı. Ve Tayyipgiller’in kendi açılarından yaptıklarının meşrepleri gereği olduğunu vurguladı.
T. Çolak konuşmasına, Tefeci-Bezirgân
Sermayenin ortaya çıkışını anlatmasıyla başladı. Tayyipgiller’in ve CIA İslamcılarının
ülkemiz tarihi boyunca neden ve nasıl yetiştirildiklerini, hangi dernek ve cemaatlerde
örgütlendiklerini ve şu an hayallerinin büyük
oranda gerçekleşip Devletin en önemli noktalarının başını tuttuklarını söyledi.
ha fazla insan Türkiye Devrimi’nin Önderi
Hikmet Kıvılcımlı’nın ve öğrencisi, Parti’miz Genel Başkanı Nurullah Ankut’un
teorik eserlerini okuyacak. Usta’mızın,
Marks-Engels’in, Lenin’in, Deniz’in, Mahir’in ve diğer devrimci önderlerin posterleri daha fazla duvarı süsleyecek. Daha fazla
insan, AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in insanlığa karşı işlediği suçları kanıtlarıyla görecek.
Ve elbette bir gün insanlarımızın tepkisi
Parti’miz saflarında bir volkana dönüşecek,
halkımızla birlikte Türkiye Devrimi’ni gerçekleştireceğiz.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
T. Çolak konuşmasında, “laiklik olmadan demokratik ve bilimsel eğitimin olamayacağını” vurguladı. Verdiği örnekler ve
alıntılarla anlatımını zenginleştirdi.
Gelinen aşamada bazı sol grupların da
payı olduğunu, özellikle türban eylemlerinde Ortaçağcı Gericilerin yanında saf
tuttuklarını yine referandumda “yetmez
ama evet’çilerin” de payı olduğunu söyledi.
T. Çolak, konuşmasında, Parti olarak
başından beri Tayyipgiller’in emellerini
bildiklerini ve bunu her fırsatta dile getirdiklerini ve bunun için mücadele etiklerini, söyledi. Tüm bunların karşısında tek bir
ses olursak, tek bir Proletarya Partisi etrafında örgütlenip savaşırsak yenemeyeceğimiz
hiçbir gücün olmadığını belirtti.
Mahallemizde gerçekleştirdiğimiz panelimiz soru-cevap ve görüşlerle sona erdi. Bulunduğumuz her yerde 4+4+4 gerici eğitim
sistemini teşhir etmeye devam edeceğiz.
Yamanlar’dan Kurtuluş Partililer
25
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
akliyat-İş’ten
Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü’nde Topkapı
Ambarlarda iş bırakma eylemi
Baştarafı sayfa 32’de
Bu kararı Nakliyat İş Sendikası hayata
geçirdi. Bu tavrı, yurtdışındaki sendikalar
tarafından da taktir topladı, tebrik edildi.
14 Kasım’da saat 09.00’da Topkapı
Ambarlar’da Nakliyat İş üyesi 1000 işçi bir
saatlik iş bırakma eylemi yaptı. İş bırakma
eyleminden sonra saat 10.00’da bir basın
açıklaması yapıldı. Basın Açıklamasını
DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve
Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali
Rıza Küçüksomanoğlu yaptı.
Coşkulu ve kitlesel bir şekilde gerçekleşen eylemde, ETUC ve DİSK imzalı,
“Avrupa Eylem ve Dayanışma Günüİstihdam ve Dayanışma İçin Kemer
Sıkma Politikalarına Hayır” ve
“Sendikal Barajlar Kaldırılsın Sözleşme
Hakkımız Engellenemez”, “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek” “akliyatİş” pankartları açıldı.
Eylemde,
“Yaşasın
Sınıf
Dayanışması”,
“Direne
Direne
Kazanacağız”,
“İşçilerin
Birliği
Sermayeyi Yenecek”, “İşçiyiz Haklıyız
Kazanacağız” sloganları atıldı.
Eyleme
Üyelerimizle
birlikte
Sendikanın Merkez ve Şube Yöneticileri,
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı İsmail
Yurtseven, Gene-İş Şube Başkanı ve yöneticileri katıldı.
Aşağıda,
DİSK
Genel
Başkan
Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun
yaptığı açıklamayı yayımlıyoruz:
Bugün, Avrupa Eylem ve Dayanışma
Günü...
Bugün Avrupa’nın dört bir yanında
Avrupa Birliği tarihinin şimdiye kadar gördüğü en büyük işçi ve yurttaş eylemleri gerçekleşiyor...
Kıtanın bir ucundan bir ucuna bütün ülkelerde genel grev, iş bırakma, iş yavaşlat-
ma, yürüyüş ve miting gibi farklı eylem biçimleri düzenleniyor...
Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya,
Yunanistan, Kıbrıs, Malta ve Litvanya’da
sendikalar greve gidiyor. Bütün diğer ülkelerde destek amaçlı miting ve yürüyüşler
var.
Küresel ekonomik krizin ardından sermaye kuruluşları krizin bedelini emekçilere
ödetmek için harekete geçtiler. İşçilerin ücretlerini düşürmek istediler, sosyal hakları
geriletmek ve emeklilik yaşını yükseltmek
istediler.
Sendikalar, uluslararası finans kuruluşlarını, onların güdümündeki AB kurumlarını ve hükümetleri grevlerle, eylemlerle protesto etti. Yaklaşık iki yıldır Avrupa sokakları işçilerin adımlarıyla aşınıyor.
İspanya’dan Yunanistan’a genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle Avrupa halkları
kemer sıkma politikalarına karşı, kazanılmış haklarını kurmak için sokaklara çıktı.
İşçilerin ve işsizlerin ön saflarda olduğu bu
eylemler bazı hükümetlerin devrilmesine
neden oldu.
Ancak Avrupa’nın egemenleri kendi
yurttaşlarına kulak vermek yerine IMF’yi
ve Dünya Bankası’nı dinlemeye devam ediyor. Dayatılan kemer sıkma politikaları milyonlarca kişiyi yoksulluğa sürükledi. Kamu
hizmetleri çöktü, emeklilik primleri yağmalandı, ücretler düşürüldü.
Bu tablo karşısında artık simgesel eylemler yetersiz kalmaktadır. Hayatın akışını
etkileyen yaygın ve güçlü eylemleri zamanı
gelmiştir. Bugün eylemler ilk kez Avrupa
kıtasının tamamında eş zamanlı olarak gerçekleşmektedir.
Biz de Türkiye işçi sınıfı olarak bugün
Avrupalı işçi kardeşlerimizin yanındayız.
Yunan işçileri birikimlerinin AB emperyalizmi tarafından yağmalanmasına karşı
aylardır sokaklardalar. Bugün biz de onların
yanındayız. İspanya ekonomisi aylardır bir
boğa güreşini andırıyor. Bugün kalbimiz
Nakliyat-İş,
kargo-lojistikte örgütlenme seferberliğinde!
DİSK akliyat İş Sendikası’nın örgütsüz, kölelik koşullarında Türkiye genelinde
on binlerce işçinin çalıştığı kargo-lojistik işletmelerinde başlattığı örgütlenme
seferberliği devam ediyor.
N
akliyat İş, “İnsanca Yaşanabilecek Bir Ücret, İnsan Onuruna
Yaraşır Çalışma Koşulları İçin
Örgütlenelim! akliyat-İş Sendikasına
Üye Olalım” başlıklı bildirilerini başta
İstanbul olmak üzere tüm Türkiye genelindeki kargo, lojistik işletmelerinin merkez
ve bölge müdürlükleri, aktarma merkezleri, şube ve acentelerdeki çalışanlara dağıtmaya devam ediyor.
Sendika, 18 Ekim saat 10.30’da
İstanbul Samandıra’da bulunan Yurtiçi
Kargo Marmara Aktarma Merkezi önünde
yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamanın ardından Anadolu
Yakasında bulunan kargo ve lojistik firmalarının şube ve depolarına çalışan işçilere
bildiriler dağıtıldı.
Basın açıklamasını DİSK Genel
Başkan Yardımcısı ve Nakliyat İş
Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza
Küçükosmanoğlu yaptı.
Yurtiçi Kargo Marmara Aktarma
Merkezi önünde yapılan basın açıklamasında Küçükosmanoğlu, kargo ve lojistik
firmalarındaki çalışma koşullarının ağırlığını anlattı. Bu işkolunda çalışanlarını en
uzun çalışma süresiyle ve düşük ücretlerle
çalıştıklarını, Anayasada yasaklanmış olan angarya koşulları altında
çalıştırılmaya mahkûm edilmiş durumda olduklarını ifade etti. Buna
karşılık kargo ve lojistik firmalarında sendikalaşmanı oranın da
Türkiye’deki en düşük işkollarından
biri olduğunu belirtti.
Sendikanın geçmişte Yurtiçi
Kargo, Aras Kargo gibi firmalarda
örgütlenme çalışması yaptığını bu
nedenle kargolarda Nakliyat-İş
Sendikası’nın örgütlenme deneyiminin olduğunu belirterek,
işçileri
Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlenmeye
çağırdı.
Küçükosmanoğlu, kargo ve lojistik firmalarında başlatılan örgütlenme seferberliği sonucunda sendikalaşma talebinin arttığını ifade etti. Bu taleplerin önümüzdeki
günlerde değerlendirilmesi sonucunda kar-
İspanyol işçileriyle birlikte atıyor. Bugün
Londra, bugün Berlin, bugün Brüksel,
Paris, Roma, Atina, Madrid, Prag... işçileri
selamlıyor. Avrupa’nın direnen işçilerini
biz de selamlıyoruz.
Bugün DİSK Avrupalı işçilerle dayanışma göstermek için İstanbul’da Nakliyat
ambarlarında da 1000 üyesi ile iş bırakıyor,
Ankara’da Almanya Büyükelçiliği’nin
önünde kitlesel bir basın açıklaması gerçekleştiriyor ve İzmir’de binlerce üyesi eylem
yapıyor.
Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve faşizm yükseliyor. Özellikle Müslüman göçmenlere yönelik ayrımcılık artıyor. Bugün
Avrupalı işçiler ırkçılığa karşı çok kültürlü
bir Avrupa talebini de dile getiriyorlar.
Bugün Avrupalı işçiler dini, dili, rengi ve
etnik kökeni ne olursa olsun herkesin insanca çalışma hakkına, insanca yaşama
hakkına sahip çıkıyorlar.
Bugün Avrupa grevi konuşuyor Türkiye
grev yasaklarını... AKP hükümeti grev hakkını kullanılmaz hale getiren bir sendikalar
yasası hazırladı. Çok sayıda iş kolunda grev
yasağı var. Dayanışma grevi, siyasi grev
veya genel grev yasak. Ama bugün Avrupa
ülkelerinde uluslararası bir grev var.
Birbirinin yüzünü hiç görmemiş, bir kez
olsun tanışmamış İspanyol işçileri Yunan
işçilerle birlikte greve çıkıyorlar. Fransız işçiler hiç tanımadıkları İtalyan işçilere destek olmak için iş bırakıyorlar... İşte işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının en somut örneği. İşçiler bugün birimiz hepimiz
hepimiz birimiz içindir diyor.
Bugün Avrupa hükümetleri iyi bir ders
alacaklar. İşçilerin üretimden gelen gücünün önemini öğrenecekler. Grev sendikal
eylemlerin, işçi eylemlerinin en yüksek aşamasıdır. Bugün Avrupa hükümetleri halkı
değil uluslararası tekelleri dinlemenin bedelini ödeyecekler.
İşçi sınıfının uluslararası dayanışması
içi boş bir söz değildir. Biz işçiler dünyanın
her yerine yayılmış büyük bir aileyiz.
Sermaye işçileri sömürürken, kazanılmış
hakları gasp ederken sınır tanıyor. O zaman
işçilerde sınırları aşan uluslararası eylemlerle karşılık vermelidir.
“14 Kasım Avrupa Eylem ve Dayanışma
Günü” sadece bir başlangıç. Avrupa
Grevi’nin daha sonraki eylemlere ilham ve
cesaret vereceğine inanıyoruz. Avrupa işçilerinin grevlerini ve eylemlerini birkez daha selamlıyoruz.
Yaşasın 14 Kasım Avrupa Grevi
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası
Birliği
Yaşasın Sınıf Dayanışması
go ve lojistik firmalarında örgütlenme sürecinin hızlanacağını söyledi.
Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun konuşmasından sonra Yurtiçi Kargo Mağdur
Şube Müdürleri Dayanışma Birliği adına açıklamalar yapıldı. Mağdur Şube
Müdürleri, yıllarca Yurtiçi Kargo’ya hizmet ettiklerini, Yurtiçi Kargo tarafında
borç batağına sürüklendiklerini, şubelerinin elinde alınarak kapı önüne konulduklarını anlattılar.
Basın açıklamasına Birleşik Metal-İş
Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Özkan Atar, Nakliyat İş Genel Merkez ve
Şube Yöneticileri, İşyeri Sendika
Temsilcileri ve üyelerle birlikte Yurtiçi
Kargo
Mağdur
Şube
Müdürleri
Dayanışma Birliği katıldı.
Kitlesel
katılım
sağlanan
eylemde, “İnsanca Yaşayabilecek Bir
Ücret, İnsan Onuruna Yaraşır Çalışma
Koşulları İçin Örgütlenelim, akliyatİş Sendikasına Üye Olalım”, “Kargo
Lojistik İşçileri Köleliğe Boyun Eğme,
Yasal Hakkına Sahip Çık Sendikamıza
Üye
Ol”,
“Yaşasın
Örgütlü
Mücadelemiz
İşçilerin
Birliği
Sermayeyi Yenecek” pankartları açıldı.
Ayrıca Yurtiçi Kargo Mağdur Şube
Müdürleri Dayanışma Birliği adına da çeşitli pankartlar açıldı.
Eylemde
“İşçiyiz Haklıyız
Kazancağız”, “Sabah 07:00 Akşam
10:00 Al sana Mutlu Son” “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Biz Bir
Aileyiz Dediler Hakkımız Yediler”,
“İnadına Sendika İnadına DİSK”,
“Kölece Çalışmaya Hayır” sloganları
atıldı. Eylem halaylarla son buldu.
İ
Nakliyat İş,
“İhanet Belgesi”ni protesto etti
şçi Sınıfı sendikacılığını yok eden,
onun yerine AKP yandaşı ve işveren
yanlısı sendikacılığın önün açan ve ülkemizi sermayenin ucuz işgücü cennetine
çeviren “Sendikalar ve Toplu İş
Sözleşmesi Kanunu”, işveren örgütlerinin
hükümetle kol kola girmesi, AKP milletvekillerinin İşçi Sınıfına karşı fazla mesai
yaparak canla başla çalışmaları sonucunda 18 Ekim 2012 Perşembe günü TBMM’de onaylandı.
Bir sosyal sınıfın başka bir
sosyal sınıf üzerindeki hâkimiyetini tesis ederek Anayasal suç
işleyen ve 9 milyon işçinin en
temel hakkını gasp eden yasa
DİSK Nakliyat İş Sendikası, 20
Ekim Cumartesi günü Topkapı
Ambarlarında protesto edildi.
Topkapı Ambarlar Sitesi
önünde
toplanan
işçiler,
“DİSK”, ardından “Sendika ve
Sözleşme Hakkımız Gasp edilemez”,
“Kahrolsun Sarı Sendikacılık” ,
“Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz, İşçiyiz
Haklıyız Kazanacağız”, “Sendikal
Barajlar
Kaldırılsın,
Sözleşme
Hakkımız Engellenemez”, pankartlarını
açtılar, site içerisinde bulunan İstanbul
Şubesi önüne kadar yürüyüş yapıldı.
“TÜRK-İŞ+HAK-İŞ Yönetimi
İhanetinin Bedelini İşçi Sınıfımıza
Verecektir”,
“İşçiyiz
Haklıyız
Kazanacağız”,
“İşçilerin
Birliği
Sermayeyi
Yenecek”,
“AKP’nin
Kölelik
Yasalarına
Boyun
Eğmeyeceğiz”, “Kölelik Yasalarına
Hayır”, “12 Eylül Yasası ile Sözleşme
Yapan Sendika Sayısı 51, AKP
Yasasıyla Sözleşme Yapan Sendika
Sayısı 22”, “AKP Yasasıyla 12 Milyon
İşçiden 6,5 Milyonu Sözleşme Yapacak
Sendika Bulamayacak” dövizleri açıldı.
“AKP Yasanı Al Başına Çal”,
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” ,
“Hainler İşçi Sınıfına Hesap Verecek”,
“İşçiyiz
Haklıyız
Kazanacağız”,
“Kahrolsun
Sarı
Sendikacılık”,
“Sendika Hakkımız Engellenemez”
sloganları atıldı.
Eyleme, Topkapı Ambarlarında çalışan
üye bin işçi ve sendika yöneticileri katıldı.
Ayrıca DİSK Örgütlenme Daire Başkanı
İsmail Yurtseven, Genel-İş Şube Başkan
ve yöneticileri destek verdi.
Protesto eyleminde DİSK Genel
Başkan
Yardımcısı
Ali
Rıza
Küçükosmanoğlu bir açıklama yaptı.
Küçükosmanoğlu
konuşmasında;
“Toplu İş İlişkiler Yasası, 12 Eylül yasalarından yüz bin kere daha iyidir” diyen Çalışma Bakanına seslendi. 12 Eylül Yasası
ile sözleşme yapan sendika sayısının 51,
AKP yasasıyla sözleşme yapan sendika
sayısının ise 22 olduğunu söyledi. Ayrıca,
AKP’nin yasası ile 12 milyon işçiden 6,5
milyon işçinin sözleşme yapamayacağını
söyleyerek, “İyi dediğiniz yasa bu mudur?” diye sordu. “Bakanlığın önünde
Sosyal Güvenlik Kurumunun verileri varsa, tartışamaya DİSK olarak hazırız.
Burada yalana ve dolana gerek yok” diye
konuştu.
Çalışma Bakanının bir toplantı sırasında “bu yasaları TOBB istedi bizde yaptık”, dediğini belirten Küçükosmanoğlu,
“AKP ve Çalışma Bakanı, patronların, sermayenin istediklerini yerine getiriyor; bunu kendileri açıkça dile getirdiler” dedi.
Çalışma Bakanının ve AKP’nin
TOBB, işveren örgütleri ve sarı konfederasyonlarla beraber bir ihanet belgesi olan
protokolü imzaladıklarını vurgulayan
Küçükosmanoğlu, “30 ve 30 işçinin altında çalışan işyerlerinde sendikal güvenceyi
ortada kaldıran belgeye imza atan TÜRKİŞ ve HAK-İŞ işçi sendikacılığı adına yüz
karasıdır. Bu bir ihanet belgesidir. Bu ihanet belgesiyle, işçilerin ekmeklerine sahip çıkma ve onu geliştirme mücadelesi
ortadan kaldırıldı. İşçilerin örgütlenme
mücadelesine yeni engeller getiren yasayı
çıkardılar” dedi.
Küçükosmanoğlu konuşmasında,
Toplu İş İlişkileri Yasasına yönelik uluslararası işçi konfederasyonlarının, Dünya
Sendikalar Federasyonu’nun, Başbakana
bu yasanın uluslararası sözleşmelere göre
yapılmadığı, bu yasaların uluslararası
standartlar uygun hale getirilmesi gerektiğine yönelik protesto mesajları gönderdiğini ifade etti.
Küçükosmanoğlu, bu yasadan önce
kara taşımacılığı işkolunda işçi sayısının
140 bin, % 10 işkolu barajının ise 14 bin
olduğunu; yasa ile kara, hava, demiryolu
taşımacılığı, taşımacılık işkolu adında birleşince, işçi sayısının 700 bine, % 3 işkolu barajının ise 21 bine çıktığını söyledi.
Küçükosmanoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Ve % 3 işkolu barajı ile TİS yapacak
sendika kalmamaktadır. % 10 olan baraj
sözde % 3’e düşmekte ama aslında bu işkolunda % 15’e çıkmaktadır. Bu durumda, taşımacılık işkolunda hiçbir sendika
barajı geçemeyecek; taşımacılık sektöründe işçiler sözleşme yapacak sendika bulamayacak. Aynı şekilde birçok işkolunda
da benzer durum geçerli.”
Küçükosmanoğlu konuşmasının sonunda, DİSK’in, Nakliyat-İş’in tarihinin
belli olduğunu, Türkiye İşçi Sınıfının bu
yasalara hapsedilemeyeceğini vurguladı.
DİSK’in icazetle kurulmadığını, mücadelelerle, direnişlerle kurulduğuna vurgu
yaptı.
Küçükosmanoğlu, DİSK’in yasa meclisin gündemine geldiğinden beri tüm bölgelerde, meclisin önünde gerektiğinde gaz
bombalarına karşı direndiğini bundan
sonra da mücadeleye devam edeceğini
söyledi.
Topkapı Ambar İşçileri: binlerce işçinin, emekçinin
ekmeği ile oynanmasın! UKOME Kararları kaldırılsın!
İ
stanbul Büyükşehir
Belediyesi, Ulaşım
Koordinasyon
Merkezi (UKOME)’nin
Zeytinburnu
Nakliyeciler Sitesi’ne
31.12.2012 tarihi itibarıyla yük taşıyan araçların girmesini yasaklayan kararı, 12 Aralık’ta
Nakliyat-İş’e üye 1000
işçi ile protesto edildi.
12 Aralık sabahı saat 10.00’da yapılan
basın açıklamasına, Topkapı Ambarlarda
çalışan 1000 işçi sabah işbaşı yapmayarak
katıldı.
UKOME kararlarına göre, Nakliyeciler
Sitesi’ne araç girişi yasaklanıyor ve Site’de
bulunan
işyerlerinin
HadımköyDelikkaya’ya taşınması gerekiyor. Ancak
Hadımköy’de tahsis edilen bölgede belediyenin hiçbir altyapı ve bağlantı yollarını
yapmaması, işyerlerinin buraya taşınmasını
imkânsız hale getiriyor.
Yapılan basın açıklamasında; Site’de
1000’e yakın, taşradaki karşılıklarında
2000’e yakın işçinin çalıştığı ve bu sayıya
işverenler, kamyoncular, esnaflık yapanlar
ve aileleri
de eklenince, on binlerce insanın geçimini etkileyeceği, dolayısıyla bu
kararın kaldırılması
ve işçilerin
emekçilerin ekmeğiyle oynanmaması gerektiği vurgulandı.
Basın açıklaması DİSK Genel Başkan
Yardımcısı ve Sendika Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu tarafından yapıldı.
Basın açıklamasında sık sık “UKOME
Kararları
Kaldırılsın”,
“UKOME
Ekmeğimizle
Oynama”,
“İşçiyiz,
Haklıyız, Kazanacağız” sloganları atıldı.
“UKOME Kararlarını Kaldırın
Ekmeğimizle
Oynamayın
DİSK
akliyat-İş Üyesi Topkapı Ambar
İşçileri”
ve
“Yaşasın
Örgütlü
Mücadelemiz
İşçiyiz
Haklıyız
Kazanacağız” pankartları açıldı.
26
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
Yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası:
Devrimci Sınıf Sendikacılığına karşı, Sarı-Gangster
Sendikacılığın, Patronların ve Parababaları Örgütlerinin
önünü açan bir düzenlemedir
O
rtaçağcı Tayyipgiller hükümeti, Türk-İş
ve Hak-İş gibi sarı-gangster sendikalar
ve TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB
gibi işveren örgütleri ile el ele vererek, 6356
Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasasını 18 Ekim 2012 günü Meclisten çıkarttı.
Çankaya’daki Noterin onayından da geçirerek
07 Kasım 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe soktu.
Bilindiği gibi, bundan önceki 2821 Sayılı
Sendikalar ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasaları 12 Eylül Faşist
Darbesi’nden sonra çıkartılmıştı. Aradan geçen 32 yılda, Faşist Cunta tarafından çıkartılan birçok yasa ortadan kaldırıldığı ve birçoğunda da esaslı değişiklikler yapıldığı halde
2821 ve 2822 Sayılı Yasalarda ciddi hiçbir değişiklik yapılmamıştı.
Niçin?
Çünkü bu yasalar, sendika kurucusu olabilmek için 10 yıllık işçi olma zorunluluğu, %
10 işkolu ve % 50’nin üzerinde işyeri barajlarıyla, sendikalara üyelik ve istifalarda getirilen Noter şartıyla, Toplu İş Sözleşmesi yapabilmek için 6 işgünü, 15 gün vb. hak düşürücü sürelerden oluşan karmaşık prosedür labirentleriyle İşçi Sınıfımızın örgütlenme ve toplu iş sözleşme yapma hakkının önünde binbir
türlü engelleri barındırıyordu. Bu durum da işverenlerle sarı sendikacıların işine geliyordu.
12 Eylül Faşist Darbesiyle birlikte DİSK
ve diğer Bağımsız Devrimci Sendikalar kapatıldı, yöneticileri cezaevlerine dolduruldu. Bu
dönemde Sarı-Gangster Türk-İş Yönetimi ise,
Genel Sekreteri’ni cunta hükümetine Çalışma
Bakanı olarak vererek, 12 Eylül Faşizmince
çıkartılan ihanet yasalarına ortak olmuştu. Faşist Cunta’nın bu yasalarla getirdiği baraj vb.
engeller DİSK ve diğer bağımsız Devrimci
Sendikaların yeniden örgütlenmelerini engellemeyi amaçlıyordu. Tabiî bunda da başarılı
oldular. 12 Eylül’den sonra kapatılan sendikalara üye işçilerin tamamı Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikalara (örgütsüz ve toplusözleşmesiz
kalmamak için) gitmek zorunda kaldılar.
1991 yılında DİSK’in faaliyetlerine izin
verilmesinden sonra da DİSK’e bağlı sendikaların tamamı 2821 ve 2822 Sayılı Yasalardaki
barajlar nedeniyle Toplu İş Sözleşmesi (TİS)
yapamadılar. Daha doğrusu 12 Eylül’ün getirdiği bu barajları aşmak için aylarca yıllarca
mücadele etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen ancak bir kısmı TİS imzalama yetkisine
sahip olabildi.
Bu dönemde Türk-İş ve Hak-İş gibi sarı
sendikalar, Faşist Cunta tarafından çıkartılan
bu yasaların ortadan kaldırılması için mücadele etmek yerine bu yasaların kendilerine tanıdığı olanaklar sayesinde haksız yere üye sayılarını artırdılar, palazlandılar.
Şimdi ise 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu
İş Sözleşmesi Yasasının çıkartılması aşamasında Tayyipgiller Hükümeti ve işveren örgütleriyle birlikte protokoller imzalayarak, bu işçi düşmanı, antidemokratik yasanın çıkmasına
ön ayak oldular.
Öyle ki Hak-İş; yasanın Abdullah Gül tarafından onaylanmasının ardından yaptığı basın açıklamasında; “6356 sayılı Sendikalar
ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile 12 Eylül ürünü sendikal
mevzuata ilişkin çalışma hayatından paslı
bir çivi çıkmıştır.” diyerek ihanetinin ardında
durmayı sürdürmüştür.
Oysa bu yasa ile bırakın “çalışma hayatından bir paslı çivinin çıkartılması”nı tam tersine ÇALIŞMA HAYATINA PASLI BİR KAMA SAPLANMIŞTIR.
Aşağıda önemlilerinden birkaçına değinilecek işçi düşmanı, antidemokratik düzenlemelerle 12 Eylül yasalarını aratır niteliktedir,
bu yasa... Öyle ki, bazı ısmarlama düzenlemelerle, sarı-gangster Hak-İş’e bağlı sendikaların
TİS yapmasının önünün açılmak istendiği bariz bir şekilde görülmektedir. Elbette Hak-İş’li
sarılar bu yasayı savunacaklardır. Dolayısıyla
ihanet cephesinde değişen bir şey yok... “Kış
kışlığını, puşt puştluğunu yapar” özdeyişinde olduğu gibi, sarılar da sarılıklarını yapmaya devam ediyor…
Sözde bu yasa tasarısı hazırlanırken, Uluslararası Sözleşmelerdeki sendikal örgütlenme
ve toplu iş sözleşmesi özgürlüğüne yönelik
hükümler dikkate alınacak deniyordu. Ancak
Mecliste yasalaşan haliyle bu yasa; bırakalım
bu özgürlüklerin dikkate alınmasını, tamamen
geçmişteki 2821 ve 2822 sayılı yasaların ruhunu barındırmaktadır. Hatta Toplu İş Sözleşmesi prosedürü, Grev ve Lokavt, Arabulucu,
Yüksek Hakem Kurulu vb. düzenlemelerin bir
kısmı kelime kelime aynen eski yasadan aktarılmış, bu hakların özünü ortadan kaldıran gerici düzenlemelerdir.
Oysa 2821 ve 2822 sayılı yasalardan önce
yürürlükte bulunan 274 ve 275 sayılı yasalarda sınırlı da olsa İşçi Sınıfının sendikalaşma
ve toplusözleşme hakları daha geniş bir şekilde tanınmaktaydı. 27 Mayıs Politik Devri-
mi’nin ürünü olan bu yasalardan önce İşçi Sınıfının grev yapması dahi yasaktı. Ama 1961
Anayasası ile işçilerin sendika, toplusözleşme
ve grev hakkı, anayasal güvence altına alındı.
Hemen belirtelim ki, 274 sayılı Sendikalar
Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi,
Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK) 1961
Anayasası’nda tanınan haklardan daha geri bir
düzenlemedir.
Örneğin, işçilerin Grev hakkının karşılığı
olarak işverenlere Lokavt hak olarak tanınmıştır. Oysa lokavt bir hak değil; suçtur... Ancak 274 ve 275 sayılı yasalar bu geriliklerine
rağmen, sonradan çıkartılan 2821 ve 2822 sayılı yasalar ve en son Tayyipgiller Hükümeti
tarafından çıkartılan 6356 sayılı yasadan çok
çok ileridedir.
274 ve 275 sayılı yasalar döneminde sendikalar, TİS imzalamak için işkolu barajı gibi
engelle karşılaşmıyor, tek bir işyerinde bile
örgütlenen sendika üyeleri adına TİS imzalayabiliyordu. İşçilerin sendikaya üyelik ve istifalarında noter şartı, e-devlet kapısı gibi aracılar bulunmuyordu, “Hak Grevi” yapabilecekleri kabul edilmişti.
Nitekim bu düzenlemelerin ardından o dönemlerde, İşçi Sınıfımız örgütlenme, toplusözleşme ve grev hakkına sonuna kadar sahip
çıkmış, 1967 yılında DİSK kurulmuştur.
DİSK, kurulur kurulmaz İşçi Sınıfımız için bir
cazibe merkezi haline gelmiş, kısa sürede 500
bin üyeye ulaşmıştır.
Bütün bu özgürlükçü ortamın 27 Mayıs
Politik Devrimi ile sağlandığı tartışmasızdır.
Dolayısıyla son günlerde moda olduğu gibi,
“her türlü darbeye karşıyız” edebiyatıyla 12
Eylül ve 12 Mart Faşist Darbeleri ile 27 Mayıs Politik Devrimi’nin aynı kefeye konulmasının koca bir yalan, bilinçli bir sahtekârlık olduğu olaylarla sabittir.
Gelelim 6356 sayılı yasanın ayrıntılarına:
İşkolu Barajının % 3’e düşürülmesi
aldatmacadır, uygulanması ise eşit
ve adil değildir
Öncelikle belirtmeliyiz ki, 6356 sayılı yasada bazı işkolları birleştirilerek 28 olan işkolu sayısı 20’ye, % 10 olan işkolu barajı % 3’e
düşürülmüştür. Bu düzenlemeler ilk bakışta
olumluymuş gibi görünmekteyse de aslında tipik bir Tayyipgiller klasiğidir; sol gösterip sağ
vurmak...
Birleştirilen işkollarında toplam çalışan
sayısı artmış olacağından, işkolu barajının %
10’dan 3’e düşürülmesinin hiçbir cazibesi olmadığı gibi, bu işkollarındaki sendikaların
TİS imzalama yetkileri de ortadan kaldırılmıştır. Dolasıyla bu yasayla birlikte, Toplu İş
Sözleşmesi yapabilen 51 sendikadan
29’unun yetkisi düşecek, ancak 22 sendika
TİS imzalama yetkisine sahip olabilecektir.
Örneğin; önceki yasadaki Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığı işkolları, bu yasada “Taşımacılık” işkolu olarak birleştirilmiştir. 6356
Sayılı Yasadan önce yayımlanan en son istatistik olan 2009 yılı istatistiklerinde “Kara Taşımacılığı” işkolunda çalışan işçi sayısı 140
bin, % 10 işkolu barajı ise 14 bin idi. Bu üç
işkolunun birleştirilmesiyle oluşturulan “Taşımacılık” işkolundaki işçi sayısı 700 bine % 3
barajı da 21 bine çıkmaktadır!
Bir başka anlatımla, 2821 sayılı yasa döneminde, Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığı
işkolundaki sendikalar % 10 olan işkolu barajına rağmen TİS imzalama yetkisine sahip
iken, bu birleşmeden sonra % 3 işkolu barajını aşmaları bugünkü üye sayılarıyla mümkün
değildir. Dolayısıyla bu işkolunda baraj sözde
% 3’e düşmekte ama aslında % 15’e çıkmıştır.
Hal böyle olunca, bugün için bu işkolunda %
3 işkolu barajını aşıp TİS yapacak sendika
kalmamıştır.
Daha da önemlisi taşımacılık işkolunu tekleştirirken, Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığını birleştirmeye dahil eden Tayyipgiller,
Denizyolu taşımacılığını bu birleşmenin dışında tutmuştur. Denizyolu taşımacılığı işkolunu “Gemi Yapımı” işkolu, “Ardiye ve Antrepoculuk” işkolları ile birleştirmiştir. Deniz
Taşımacılığının gemi yapımı ve antrepoculukla ne ilgisi vardır? Bu ısmarlama düzenlemeyle Hak-İş’e geçeceği konuşulan bazı sendikaların önünün açıldığı kesindir. Önümüzdeki
günlerde bunu yaşayarak göreceğiz.
Öte yandan, Ticaret, Eğitim, Büro, Güzel
Sanatlar işkolunda Sosyal Güvenlik Kurumu
verilerine göre şu an 2 milyon 900 bin işçi çalışmaktadır. Bu işkolunda toplu iş sözleşmesi
yapan DİSK ve Türk-İş’e bağlı üç sendikanın
(Sosyal-İş, Tez-Kop İş ve Kop-İş) sözleşme
kapsamındaki üye toplamı ancak 70 bine ulaşmaktadır. Yani bu yasaya göre üç sendikanın
toplam üye sayısı dahi yüzde üç işkolu barajını aşmaya yetmemektedir. Dolayısıyla bu işkolunda çalışan işçilerin tamamı, bu yasaya
göre, sözleşme yapma hakkına sahip sendika
bulamayacaklar ve sendikasız kalacaklardır.
Yandaş sendikaların önünü açmak
için baraj sıfıra indirilmiştir
AKP Hükümetinin ısmarlama yasasının
hükümleri bununla da sınırlı değil... Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapabilmeleri için
getirilen % 3 işkolu barajı da eşit bir şekilde
uygulanmayacak. Geçici 6. Madde ile Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) üyesi Konfederasyonlara (Türk-İş, DİSK, Hak-İş) bağlı sendikalara % 3 işkolu barajı yumuşatılarak
(Ocak 2013 istatistiğinin yayımı tarihinden
01/07/2016 tarihine kadar yüzde bir,
01/07/2018 tarihine kadar yüzde iki) uygulanacaktır. Bu düzenleme ile ESK üyesi Konfederasyonların sendikaları beş yıllığına ödüllendirilmiş, Bağımsız Sendikaların TİS yapmalarının önüne ciddi engeller konulmuştur.
Aynı geçici maddenin (2.) fıkrası ise evlere şenlik... Buna göre; “En son yayımlanan
2009 istatistiği sonrasında, 150/9/2012 tarihine kadar kurulmuş ve Ekonomik ve Sosyal Konseye üye konfederasyonlara üye olmuş işçi sendikalarının bu Kanunun yürürlük tarihinden Ocak 2013 istatistiklerinin
yayımlandığı tarihe kadar yapacakları yetki tespit taleplerinde” işkolu barajı aranmayacaktır.
Bu madde, Mart 2012’de AKP tarafından
Anadolu Ajansı çalışanlarına kurdurulan ve
hemen Hak-İş’e bağlanan Gazetecilik İşkolundaki Medya-İş ve 10 No.lu Ticaret, Büro,
Eğitim ve Güzel Sanatlar İşkolunda Hak-İş tarafından kurdurulan Öz Büro-İş Sendikalarının önünü açmaya yöneliktir. Hak-İş’in bu antidemokratik gerici yasayı canhıraş bir şekilde
savunmasının nedenlerinden bir tanesi de budur...
Önceki yasadaki yapay işkolu
ayrımları aynen korunmuştur
Bu yasada da sendikaların işkolu esasına
göre kurulabilecekleri öngörülmektedir. Oysa
yukarıda sadece birkaçına değindiğimiz nedenlerle işkolu ayrımları tamamen keyfi ve
yapay gerekçelere dayandırılabilmektedir. Yine işkolu birleştirmeleri de bazı sendikalarının
önünü kesmeye hatta birleştirilen işkolundaki
yüz binlerce işçinin sendikasız ve toplusözleşmesiz kalabilmelerine de neden olmaktadır.
Oysa olması gereken, bu yapay işkolu ayrımlarının tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Ya da en fazla Hizmet ve Üretim İşkolu
diye iki ayrı işkolu ile yetinilmelidir. Altına
imza atılan uluslararası sözleşmelerde de bizdeki gibi işkolu ayırımlarına gidilmemiştir.
Kaldı ki, Çalışma Bakanlığı tarafından bugüne kadar uygulanan işkolu ayırımları, yani
bir işyerinin hangi işkoluna girdiğine dair uygulama, işverenlerin bakanlığa yaptığı tek
yanlı bildirimlere göre tespit ediliyordu. Uygulamada bu durum sürekli yargısal uyuşmazlıklara neden oluyordu. Bu yasayla yine aynı
durum kaçınılmaz olarak devam edecektir.
Tayyipgiller, tutarsızlığında
dahi tutarlı değildir
6356 Sayılı yasada yukarıda belirtildiği
gibi bir yandan işkolu esasına göre sendika
kurulabileceği öngörülürken, diğer yandan
sendika kurucusu olabilmek için işkolu ayrımı gözetilmemiştir. Bu durum, yasayı hazırlayanların tutarsızlıklarında bile tutarlı olmadıklarını göstermektedir.
Örneğin yasanın “Kuruculuk Şartları”
başlıklı 6/1. Maddesinde; “Fiil ehliyetine sahip ve fiilen çalışan gerçek veya tüzel kişiler sendika kurma hakkına sahiptir.” denilmektedir.
Bu düzenlemeyle, sendika kurucusu olabilmek için o sendikanın faaliyet göstereceği işkolunda çalışıyor olma koşulu aranmamaktadır.
Oysa aynı yasanın “Sendika Üyeliğinin
Sona Ermesi ve Askıya Alınması” başlıklı
19. Maddesinin 7. fıkrasında; “İşkolunu değiştirenin sendika üyeliği kendiliğinden sona erer.” hükmü yer almaktadır.
Bu düzenlemelerden de açıkça görüldüğü
gibi bu yasa çalakalem hazırlanmıştır. Başı ile
ortası ve sonu arasında tutarlılık olmadığı gibi, Tayyipgiller’in sürekli övündükleri “ileri
demokrasi”nin; yalandan, üçkağıttan, adam
kayırma, vurgun ve talandan başka bir şey olmadığının kanıtıdır.
Tayyipgiller’in Referandum
sahtekârlığı deşifre oldu: yasada
grevin adı var kendi yok!
Bu yasayla işçilerin grev hakkı yine kuşa
çevrilmiş, önceki yasada olduğu gibi ancak
“menfaat grevi” yapılabileceği öngörülmüştür. Oysa Tayyipgiller, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda, çalışma yaşamındaki
Genel, Siyasi ve Dayanışma Grevleri önündeki yasakların kaldırılacağı propagandasını
yaptı. Bir başka anlatımla, bu referandum sonucunda 82 Anayasası’nın 54. Maddesinin 7.
fıkrasının kaldırılarak Genel Grevin, Siyasi
ve Dayanışma Grevinin önünün açılacağı ya-
lanını her türden dönek, liboş burjuva yazarçizerleriyle halka yutturdular. Hatta bu
yalanlara “yetmez ama evet”çi hain döneklerin içinde yer alan sarı sendikacılar da ortak olmuştu. Ancak, çıkarttıkları bu yasayla
“yalancının mumu yatsıya kadar” ancak
yanabildi, “takke düştü kel göründü”.
6356 sayılı yasanın “Grevin Tanımı”
başlıklı 58/2. Maddesinde, “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması hâlinde, (..) bu Kanun hükümlerine uygun olarak yapılan greve kanuni
grev denir.”
Aynı maddenin 3. fıkrasında da; “Kanuni
grev için aranan şartlar gerçekleşmeden
yapılan grev kanun dışıdır.” denilerek grev
olgusu tamamen toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında çıkan uyuşmazlık sonucuna ve
devamı maddelerdeki karmaşık grev prosedürlerine bağlanmıştır. Yani önceki 2822 sayılı yasada olduğu gibi bu yasada da “menfaat grevi” düzenlemesiyle, İşçi Sınıfımızın
Hak Grevi, Dayanışma Grevi, Siyasi Grev
gibi hakları, yasanın deyimiyle “Kanun Dışı
Grev” kapsamına sokularak, 78. Maddede de
cezai yaptırıma bağlanmıştır. Tabiî bu durumun, devletin altına imza attığı ve Anayasa’nın 90. Maddesine göre iç hukuk normu
haline gelen Uluslararası Sözleşmelerle de
hiçbir ilgisi yoktur.
Oysa 12 Eylül Faşizminden önce yürürlükte bulunan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi
Grev ve Lokavt Yasasında işçilerin “Hak
Grevi” yapma hakları bulunmaktaydı. Yani
işçiler grev haklarını, sadece TİS yapılması
aşamasında çıkan uyuşmazlık sonunda değil,
imzalanan TİS’le kazanılmış hakların işveren
tarafından verilmemesi/uygulanmaması durumunda da kullanabiliyorlardı.
Siyasi iktidar, beğenmediği grevi
erteleyerek, sendikaları, işverenlerin
istediği zeminde TİS imzalamaya
zorlayabilecek, anlaşmayan
sendikaların yetkisi düşecektir
6356 Sayılı Yasanın Grevin Ertelenmesini
düzenleyen 63. Maddesiyle hükümete, grev
erteleme hakkı tanınmıştır. Bu düzenlemeye
göre, hükümetin 60 gün süreyle grevi ertelemesi halinde, taraflar bu süre içinde anlaşamazlarsa sendikanın yetkisinin düşeceği öngörülmüştür. Yani bundan böyle hükümet, beğenmediği grevi ya da grevleri erteleyerek
sendikaları 60 gün içinde TİS imzalatmaya
zorlayabilecektir.
Oysa beğenmediğimiz 12 Eylül ürünü
2822 sayılı yasanın 34. Maddesinde sendikanın yetkisinin düşmesi değil de erteleme süresinde tarafların anlaşamamaları halinde uyuşmazlığın çözümü için Çalışma Bakanının
Yüksek Hakem Kuruluna (YHK) başvuracağı
öngörülüyordu. Yani birinde (yeni yasada)
her ne kadar sendikaya YHK’ye başvurma
hakkı tanınmışsa da, sendikanın bu hakkı kullanmadığı veya süreyi kaçırdığı durumda sendikanın yetkisi düşürülerek işçiler toplu sözleşmesiz bırakılacak, diğerinde ise (eski yasada) uyuşmazlığın çözümü YHK’ye havale
edilerek kötü de olsa bir TİS düzenine geçilebiliyordu. Dolayısıyla Tayyipgiller, yasanın
bu hükmüyle ve daha başka hükümleriyle eskiyi aratmaktadır.
İşyeri barajları da
sendikal örgütlenmeyi engellemeye
devam edecek
6356 Sayılı Yasa’nın başka bir barajı olan
işyeri ve işletme barajlarında da tutarlılık olmadığı gibi eski yasadan bir farkı bulunmamaktadır. Zira bir işyerinde TİS imzalamak
için sendikanın % 3 işkolu barajının yanında
işyerinde de % 50’den fazla üye yapma barajını da aşması gerekiyor. Eğer TİS imzalanacak işyeri işletme düzeyinde ise bu baraj %
40’a düşürülüyor.
Bu düzenlemeyle sanki bir işletmede iki
ayrı sendika yetki alabilirmiş gibi bir algı
oluşsa da yasanın 41/3. Maddesindeki; “İşletmede birden çok sendikanın yüzde kırk veya fazla üyesinin olması durumunda başvuru tarihinde en çok üyeye sahip sendika
toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.” denilerek, eski yasada olduğu gibi, bir işyerinde
tek sözleşme anlayışı benimsenmiştir. Dolayısıyla işletmelerde işyeri barajının düşürülmüş olmasının demokratik hiçbir yönü yoktur.
Otuz ve otuzdan az işçinin çalıştığı işyerlerinde çalışanların iş güvencesi kapsamında
olmadıkları gibi, sendikal tazminat davası
açamamaları da Tefeci-Bezirgân Sermayeye verilen ikinci bir ödüldür
Tayyipgiller, bu yasa ile 4857 Sayılı İş Yasasının 18. Maddesi ile iş güvencesi kapsamı
dışında bırakılan Otuz ya da Otuz kişiden az
işçi çalıştırılan işyerlerinde sendikal örgütlenme nedeniyle işten çıkartılan işçileri de bu
kapsama alarak iş güvencesinden mahrum bırakmıştır. Oysa bu kapsamdaki işçiler, önceki
yasaya göre işe iade davası açamamalarına
karşın, (2821 sayılı Sendikalar Yasasının 31.
Maddesi uyarınca) sendikal tazminat davası
açabilmekteydiler. Yasanın bu haliyle çıkmasında Türk-İş ve Hak-İş’in hükümet ve işveren örgütleriyle kapalı kapılar arkasındaki
satış protokollerinin etkisi büyük olmuştur.
Ayrıca bu düzenlemeyle Türkiye Odalar
ve Borsalar Birliği (TOBB) rahatlatılmıştır.
Bilindiği gibi TOBB, tepesi Finans-Kapital
temsilcilerince tutulsa da Tefeci-Bezirgân ve
tekel dışı kalmış sermaye şirketlerinin oluşturduğu bir üst örgütlenmedir. Tayyipgiller de
bu ortaçağcı gerici sınıfın siyasi plandaki
temsilcisi olduğundan, kendi sınıf çıkarlarını
korumuşlardır. Dolayısıyla bu düzenlemeyle
de bu yasa eskisini aratmaktadır.
e-devlet kapısı; sendikal örgütlenme
güvenliğini ortadan kaldıracak,
noter şartını aratacaktır!
6356 sayılı yasanın eskisini aratan bir başka düzenlemesi ise sendikaya üye olmak ve
sendikadan istifa etmek için getirilen e-devlet
kapısı uygulamasıdır. Bilindiği gibi önceki
2821 sayılı yasa döneminde işçilerin sendikaya üye olmaları ve üyelikten ayrılmaları Noter şartına bağlı idi. Bu uygulamayla işçiler,
sendikalara üyelik ve istifada Noterlere para
kazandırmaları bir yana, bu yasanın 30 yıllık
uygulamasında üyelik ve istifalarda yoğun
sahteciliklerin de yaşandığı bir gerçektir.
6356 Sayılı Yasanın 17 ve 19. Maddelerindeki düzenlemelere göre sendikaya üyelik
ve üyelikten ayrılmada her ne kadar Noter
şartı kalkmış ise de e-Devlet kapısından yapılan işlemlerde işçinin şifresinin işverenlerce
ya da rakip sendikalarca ele geçirilmesi pekâlâ mümkündür. Dolayısıyla işçinin özgür iradesi olmadan ve hatta hiçbir bilgisi dahi olmadan bir sendikaya üye yapılması veya bir
sendikadan istifa ettirilmesi önümüzdeki günlerde sıkça karşılaşacağımız sorunlar olacaktır.
Ayrıca yasanın düzenlemesine göre e-devlet kapısından sendikaya üye olan ya da sendikadan istifa eden işçinin bu işlemi “eş zamanlı olarak” işverene, karşı sendikaya ve bakanlığa ulaşacaktır. Bu durumda sendikal örgütlenme güvenliğinin tehlikeye düşeceği ve
hatta ciddi işçi kıyımlarının yaşanacağı da
açıktır.
Sonuç olarak; Resmi kayıtlara göre ülkemizde 12 milyon civarındaki işçinin ancak
500 bin civarındaki kısmı Sendikalı ve Toplusözleşmeli çalışabilmektedir. Bunların da bir
kısmı yukarıdan beri sarı-gangster ve işçi
düşmanı yüzlerini teşhir etmeye çalıştığımız
Türk-İş ve Hak-İş’in üyesidirler. Yani İşçi Sınıfımız sanki “dağ başında kurda emanet
edilen kuzu” gibi sarı sendikalar elinde tutsak edilmiş durumdadır. Yeni yasa ile birlikte
bu tutsaklık daha da boyutlanacaktır.
Ortaçağcı Tayyipgiller Hükümeti, Türk-İş
ve Hak-İş gibi sarı-gangster sendikalar ve işveren örgütleriyle el ele vererek “12 Eylül’ün
izinin silindiği”, “demokratikleşme” gibi yalanlarla bu yasayı çıkartmıştır. Oysa yukarıda
da belirtildiği gibi, bu yasanın 12 Eylül ürünü
önceki 2821 ve 2822 sayılı yasalardan tek farkı bu her iki yasanın tek bir metin haline getirilmesidir. Bazı hükümleriyle de eskiyi aratır
durumdadır.
Tayyipgiller, Yasanın Meclis Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında DİSK’in öncülüğünde yapılan protesto gösterilerine ise polisi
acımasızca saldırtmıştır. Binlerce işçiyi, devrimciyi biber gazıyla, tazyikli suyla, coplakalkanla yıldırmaya çalışmıştır. Maalesef
bunda da şimdilik başarılı olmuştur. Ancak bu
geçici bir yenilgidir.
Bu yenilgiden kurtulmak için İşçi Sınıfımızın daha örgütlü ve kalıcı mücadeleler içine girmesi gerekmektedir. İşçi Sınıfımızın tarihinde, sermaye düzeninin bu türden saldırılarının püskürtüldüğü ve sonuçsuz bırakıldığı
militan mücadele örnekleri bulunmaktadır. İşçi Sınıfımız, devrimci sendikaların önüne bugünkü gibi barajların çekilmek ve 274-275
sayılı yasalardaki işçi lehine düzenlemelerin
ortadan kaldırılmak istendiği dönemlerde
düşmanlarına gereken cevabı vermişti.
Tıpkı bugün olduğu gibi, 1970’lerde de
sarı-gangster Türk-İş’le İşveren örgütleri ve
zamanın gerici Demirel Hükümeti el ele vererek, 27 Mayıs Politik Devrimi ile İşçi Sınıfımıza tanınan sendikal hakları ortadan kaldırmak ve DİSK’i kapatmak için saldırıya geçmişlerdi. Ancak İşçi Sınıfımız, Partimizin
Genel Başkanı Nurullah ANKUT’un da içinde bulunduğu devrimci önderleriyle birlikte
ayağa kalkarak örgütlediği Şanlı 15-16 Haziran Direnişi ile Parababalarının ve sarı sendikaların bu hevesini kursağında bırakmış, düşmanlarının bu saldırısını püskürtmüştü.
Bugün ise İşçi Sınıfımız, AB-D Emperyalizmi ve yerli satılmışlar cephesi eliyle gerici
ve Ortaçağcı bir kuşatma altında tutulmaktadır. Yani 15-16 Haziran günlerinden daha da
geriye düşürülmüş durumdadır. Ancak buna
rağmen, Devrimci Sınıf Sendikacılığı ilkesini
benimseyen önderleriyle birlikte ayağa kalkarak, tarihsel olarak sahip olduğu Devrimci
Özünü harekete geçirmelidir. Çünkü biliyoruz ki, ülkemizde Devrimci Sınıf Sendikacılığı ilkelerini benimseyen önderlerde ve bu önderlerin harekete geçireceği İşçi Sınıfımızda,
tüm antidemokratik yasalar gibi 12 Eylül Faşizminin ürünü eski yeni tüm yasaları çöplüğe atacak potansiyel bir güç vardır. İşte bu
güç, ekonomik-demokratik-sosyal hak mücadelesini kazanmanın yanında gerçek öz örgütü Halkın Kurtuluş Partisi saflarında ordulaşarak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır.
Buna inancımız tamdır. 15.12.2012
27
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
HKP’den, ülkemiz topraklarına yerleştirilmek istenen
Patriot Füzelerine ve NATO’ya hayır eylemi
P
Kurtuluş Yolu/İzmir
atriot Füzelerinin ülkemize yerleştirilmesini protesto eden Kurtuluş Partililer, 15 Aralık’ta Şirinyer İZBAN istasyonundan, NATO Karargâhına kadar yürüyüş yaptılar. Saat 13.00’da bir araya gelen Partililer, dövizler ve pankartlar açarak,
sloganlarla yürüyüşe geçtiler.
NATO’nun Şirinyer’deki Karargâhının
önüne doğru yürüyen Partilileri polis, Karargâhın önüne sokmamak için engellenmeye çalıştı. Ancak Partililerin kararlı duruşu
ile polise geri adım attırıldı. NATO Karargâhının karşısındaki yol kapatılarak açıklama yapıldı.
NATO Karargâhı önünde Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak tarafından bir açıklama yapıldı.
T. Çolak konuşmasına, polisin eylemi
engelleme girişimini kınayarak başladı.
T. Çolak, konuşmasında “Patriotlar,
Emperyalistlerin Suriye’ye ya da İran’a
yapacakları bir müdahale anında ATO-ABD Üslerini ve İsrail’i korumak
içindir, halkımızı ve topraklarımızı korumakla hiçbir ilgisi yoktur.” dedi.
Konuşması sık sık sloganlarla kesilen T.
Çolak, “İncirlik, Kürecik, Patriotçuk
derken ülkemizi emperyalistlerin silah
deposuna çevirdiniz.
“Halklara kan kusturacak bu ölüm
makinelerini ateşleme emrinin verileceği
komuta merkezini güzel İzmir’imizin
topraklarına yerleştirdiniz. Bilin ki bu
silahlar patlamaya başladığı zaman, sizi
efendileriniz bile kurtaramayacak. Bu
ülkenin tarihinde Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı gibi bir anıt var ve siz
bu anıttan korkmaktasınız.
“Biliyoruz, korkunuzu da “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyonlarla gidermeye çalışıyorsunuz; ama nafile. Siz
uşaklıkta devam ettikçe halklarımız örgütlenecek, size gereken cevabı verecektir. Tıpkı bundan 89 yıl önce olduğu gibi
efendileriniz Batılı emperyalist haydutlarla birlikte bu topraklardan denize döküleceksiniz. Bunu adımız gibi biliyoruz!” dedi.
Yürüyüş ve açıklama sırasında sık sık
“Katil NATO Ortadoğu’dan Defol”, “Katil
NATO Patriotlarınla Defol”,”Patriotlar
Halklara Zulümdür”, “Hoşt Amerika, Puşt
Amerika”, “Emperyalistler İşbirlikçiler
Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yaşasın
Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Kahrolsun
ABD-AB Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”,
“Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı.
T. Çolak’ın konuşmasının bütününü aşağıda yayımlıyoruz:
1
19 Aralık Cezaevleri Katliamı ve
Maraş Katliamı’nın hesabı sorulacak
2 yıl önce bombalarla, silahlarla
saldırdılar bizlere binlerce yıldır
olduğu gibi. Parçaladılar, yaktılar,
yıktılar. Dehak’ın torunları, yok edeceklerini sandılar. 19 Aralık 2000’de, 20
cezaevinde aynı anda gerçekleştirdiler ve
adına “Hayata Dönüş Operasyonu” dediler. 3 gün sürdü Devrimci katliamı.
28’imizi katlettiler, 237’mizi yaraladılar.
Yine yanıldılar, bu insanlık düşmanları.
34 yıl önce Maraş’ta da aynı katliamı
yapmışlardı bu insanlık düşmanları, çoluk
çocuk, ihtiyar genç, kadın erkek demedi-
den yürüyüşle başlattığımız ve Bankalar
Caddesi’nde gerçekleştirdiğimiz eylemimizde, 19 Aralık’ta katledilen Devrimci
Tutsaklar ve Maraş’ta katledilen Devrimciler, Demokratlar, Aleviler Kurtuluş Partisi saflarındaydı. Bizlerin, yani gerçek
Devrimcilerin bedenlerinde vücut bulmuşlardı, bağırıyorlardı, inletiyorlardı Kartal
sokaklarını: “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Şeriat Ortaçağdır”,
“Dün Maraş Bugün Suriye”, diye.
Yaptıkları bütün katliamların
ler, yüzden fazla insanı hunharca katlettiler. Vahşette sınır tanımadılar. Ağaçlarda,
katlettikleri insanlarımızı sallandırdılar,
hamile kadınların karınlarını deştiler, anne karnındaki çocukları bile kurşunladılar,
bıçakladılar, faşist-gerici katiller…
Yüzlerce kez olduğu gibi yine yanıldılar.
23 Aralık Pazar günü Partimizin önün-
hesabını soracağız, faşist gerici katillerden ve efendilerinden.
Çünkü, Halk İktidarında zaman
aşımı yoktur!
Patriotlar, Emperyalistlerin Suriye’ye ya da İran’a yapacakları bir
müdahale anında NATO-ABD Üslerini ve İsrail’i korumak içindir,
Halkımızı ve Topraklarımızı korumakla bir ilgisi yoktur!
G
azetecilerin Patriotlarla ilgili bir sorusuna karşılık Tayyip;
“Bu topraklar aynı zamanda ATO’nun da topraklarıdır” demiş ve ülkemize ne kadar NATO askeri geleceğini bilmediğini, bunun çok da önemli olmadığını söylemişti.
Bunları söyleyebilen birisi, ancak kendini, halkını ve topraklarını kayıtsız şartsız ABD-AB Emperyalizmine teslim etmiş biri
olabilir.NATO, 1949 yılında emperyalist devletler tarafından kurulmuş ve o günden bugüne kadar dünya halklarına hep acı çektirmiş bir askeri örgüttür. Irak’ta, Afganistan’da, Yugoslavya’da,
Libya’da yaptığı katliamlarla ABD-AB emperyalistlerinin savaş
ve katliam örgütü olduğunu kanıtlamıştır. Emperyalistlerin başhaydudu ABD ise NATO’nun asıl yöneticisidir. Yani herkesin de
bildiği üzere NATO, ABD demektir.
O zaman soruyoruz: “Bu
topraklar aynı zamanda NATO’nun da topraklarıdır” demek neyin itirafıdır?
Mantıklı düşünme yetisini yitirmemiş birisi bu soruya mutlaka şu cevabı verecektir:
Tayyipgiller ve onların
öncülü olan sağcı iktidarlar,
kendilerini emperyalizme
öylesine teslim etmişlerdir
ki, ihanetleri zaman zaman
böyle dillerine yansımakta,
çıplak gerçek bir anda ağızlarından böyle çıkıvermektedir. Bu topraklara, sınırımızdaki devletlerle savaşmak
için 1000’i geçkin AB-DNATO askeri gelecek ve sen bunun sayısının önemli olmadığını
söyleyeceksin…
Ortadoğu’yu yangın yerine çevirip, halklarını katliamlarla
parça parça bölerek doğal kaynaklarını sömürme projesi olan
BOP’un eşbaşkanı olacaksın, halklarımızı ateşin içine atacaksın; sonra o kadar da önemli değil, diyeceksin.
Tayyipgiller’in NATO-ABD uşaklığı kapsamında en son
hamlelerinden biri de ABD’nin emri doğrultusunda Patriot Füze
Sistemlerinin Türkiye’ye kurulması talebi oldu bildiğimiz gibi.
Türkiye’nin talebiymiş gibi gösterilerek getirilecek patriot füzeleri, sözde bizi bölge ülkelerinden ve Suriye’den korumak için
kuruluyor. Asıl amaç, en sıradan insanın da bildiği gibi, Suriye’ye ve İran’a karşı ABD operasyonlarını gerçekleştirebilmek
için olanakları genişletmek ve İsrail’i korumaktır. “Türkiye’nin
savunulması”, halklarımızı bu emperyalist oyununa ikna etmek
için yapılan bir demagojidir. Böylece Halklarımızla komşu ülke
halkları arasına düşmanlık tohumları ekilmek isteniyor.
Emperyalistler, Suriye’ye ve İran’a karşı yapacakları bir saldırıda Kürecik’e konuşlandırdıkları “Füze Savunma Sistemi”
dedikleri radar sistemlerini kullanacaklardır. Bu da ülkemizi,
AB-D Emperyalistlerinin saldırısına uğramış bu ülkelerin savunma amacıyla yapacakları saldırıların hedef haline getirmektedir. Patriot Füze Sistemleri ve Kürecik’e konuşlandırdıkları
“Füze Savunma Sistemleri” herhangi bir saldırı sırasında halkımızı değil, NATO üslerini, AB-D’nin çıkarlarını ve İsrail’i koruma amaçlıdır. Bizim için ise emperyalistlerin yaratacağı bir savaşa girmek zorunda kalacağımız bir tuzaktır ancak.
Tayyipgiller’in ülkemizi BOP Savaşının bir parçası durumuna getirdiği bugünlerde; Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru
konuşuyor. Şu andaki durumdan hoşnut olmadıklarını, savaşın
iyice ateşlenmesi gerektiği yönündeki görüşlerini dile getiriyor
ve şöyle devam ediyor: “Giderek artan istikrarsızlığa, sınırlarımızın ihlal edilmesine ve vatandaşlarımızın tehlike altına
atılmasına tepkisiz kalamayız. Suriye rejimi ATO’nun güneydoğu sınırı için ciddi bir tehdit haline gelmiştir” diyor.
Dışişleri Bakan Yardımcısı, Patriotlar’ın Suriye’deki krizi
çözemeyeceğini de vurgulayarak, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısının ise 200
bini aştığını” vurguluyor.
İsrail’i savunmak, İran ve
Suriye’ye (gereğinde Irak’a,
Rusya’ya) saldırmak için emperyalistlerin ülkene radarlar,
füze sistemleri kurmasına
izin vereceksin sonra da bunu
demagojilerle
savunmaya
kalkacaksın…
Kurtuluş Partisi olarak
uyarıyoruz onları!
İncirlik, Kürecik, Patriotçuk derken ülkemizi emperyalistlerin silah deposuna çevirdiniz. Halklara kan kusturacak bu ölüm makinelerini ateşleme emrinin verileceği komuta
merkezini güzel İzmir’imizin topraklarına yerleştirdiniz. Bilin ki
bu silahlar patlamaya başladığı zaman, sizi efendileriniz bile
kurtaramayacak.
Bu ülkenin tarihinde Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı gibi bir anıt var ve siz bu anıttan korkmaktasınız. Biliyoruz,
korkunuzu da “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyonlarla gidermeye çalışıyorsunuz; ama nafile. Siz uşaklıkta devam ettikçe
halklarımız örgütlenecek, size gereken cevabı verecektir. Tıpkı
bundan 89 yıl önce olduğu gibi efendileriniz Batılı emperyalist
haydutlarla birlikte bu topraklardan denize döküleceksiniz. Bunu adımız gibi biliyoruz! 15.12.2012
Yankee’nin Patriot’unu İstemiyoruz!
Katil ATO Ortadoğu’dan Defol!
Katil ABD-Tayyipgiller Suriye’den Elinizi Çekin!
Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız!
HKP
İzmir İl Örgütü
Devrim Şehidi Kubilay’ı coşkuyla andık
H
alkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak Devrim Şehidi Kubilay’ı
özüne uygun bir biçimde andık. 23
Aralık Pazar günü birçok siyasi parti ve demokratik kitle örgütünün yanı sıra, biz de
Kubilay’ı anmak için Menemen’deydik.
Havanın çok soğuk olmasına rağmen on
binlerce kişinin katıldığı yürüyüşte attığımız sloganlarla, taşıdığımız pankart ve dövizlerle, dağıttığımız bildirilerle ilgi odağı
olduk.
Saat 09.30’da Menemen İtfaiyesi önünde buluştuk ve buradan sloganlarla ve hazırladığımız beş bin bildiriyi dağıtarak
programımızı başlattık. Daha yürüyüşün
başında attığımız sloganlarla dikkat çektik.
Yürüyüş boyunca halkın yoğun ilgisiyle
karşılaştık. Kortejimize katılıp fotoğraf çekenler, yanlarından geçerken attığımız sloganlara katılarak destek verenler, Mustafa
Kemal-Lenin pankartını ilgiyle inceleyenler, önünde durup resim çekenler, bisikletleriyle gelip aramıza katılanlar, bunlar hep
Kubilay Anıtı’na doğru yaptığımız yürüyüş sırasında yaşananların bazıları…
Yürüyüş boyunca Devrim Şehidi Kubilay’ın resimlerini, en önde, en yaşlı (yürekleri genç) iki teyzemiz saatlerce, hiç ellerinden indirmeden, bıkmadan bir kez bile
of demeden taşıdılar.
Kubilay Anıtı’na vardığımızda, girişte
bir süre daha sloganlar atarak bekledik.
Daha sonra İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK tarafından açıklama yapıldı. Ardından Kubilay’ın Anıtı ve müzeyi ziyaret ettik. Müzede hoş bir sürprizle karşılaştık.
1
Kartal’dan
Kurtuluş Partililer
Maraş Katliamı 34’üncü yıldönümünde
İzmir Yamanlar’da lanetlendi
2 Eylül Faşist Darbesine giden yoldaki en insanlık dışı katliamlardan olan
Maraş Katliamı’nı yaptığımız yürüyüş
ve basın açıklamasıyla lanetledik.
Halkın Kurtuluş Partisi, İPSD, SEVDER, Yamanlar Spor Kulübü olarak yaptığımız anmaya, 24 Aralık Pazartesi günü Saat 18.00’da İPSD önünde toplanarak başladık. Burada oluşturulan kortejle yürüyüşe
geçtik. Meşaleli yürüyüşümüzde, Maraş
Katliamı’nı protesto eden dövizler ve parti
bayrakları taşıdık. İPSD’nin önünden başlayan yürüyüşümüz,
Yamanlar
Mahallesi’nin ara sokaklarında devam etti,
Kubilay Caddesi’ne çıkılarak, oradan da açıklamanın yapılacağı yere
kadar yürüyüşe devam
edildi. Yürüyüş boyunca Maraş Katliamı’nı
lanetleyen konuşmalar
yapıldı, sloganlar atıldı.
Açıklamanın yapılacağı yerde, Partimiz
Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf Gençer tarafından Maraş Katliamı’nı lanetleyen parti
açıklaması okundu. Katılanların sloganlarla
destek verdiği açıklamada Yusuf Gençer,
“Bu katliamı CIA güdümündeki Kontrgerilla planladı, uygulayan da Kontrgerilla’nın
Özel Örgütü MHP’li faşistler oldu” dedi.
Yürüyüş ve açıklama sırasında sık sık
“Maraş’ın Katili Kontrgerilla”, “Ma-
2008 yılında yine bir Kubilay anması için yaptığımız
eylemin basında çıkan haberleri ve bu eylemde de
taşıdığımız “Kubilay’ın
Hesabı Ortaçağcı İrticadan Mutlaka Sorulacaktır” dövizi ve arkasında eylem görüntülerimiz müzede sergileniyordu.
Anıt’taki programın ardından tekrar kortej oluşturarak çeşitli kitle örgütleri tarafından Menemen Cumhuriyet Meydanı’nda düzenlenen mitinge katılım için yürüyüşe geçtik.
Yaklaşık 3 km’lik yolu sloganlarımızla yürüdükten sonra miting alanına geldik. Burada da halkımızın ilgisi yoğundu.
raş’ı Unutma Unutturma”, “Kahrolsun
MİT-CİA-Kontrgerilla”, “Kahrolsun
ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun
Faşizm Yaşasın Sosyalizm”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı.
Açıklamanın bitmesinin ardından SEVDER’de Maraş Katliamı ile ilgili düzenlenen sinevizyon gösterimi ve söyleşiye geçildi.
Buradaki sinevizyon gösteriminin ardından SEV-DER İzmir Şubesi Başkanı Fah-
ri Kaya, Maraş Katliamı’nı örneklerle ve
günümüzle karşılaştırmalar yaparak anlattı.
Halktan söz alanların olduğu etkinlik,
kısa bir müzik dinletisiyle sona erdi.
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Bütün eylem boyunca, “Devrim Şehidi
Kubilay Ölümsüzdür”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun
ABD, AB Emperyalizmi”, “Katil ABD
Halk Düşmanı AKP”, “Devrim Şehitleri
Ölümsüzdür”,
“Katil
ABD
Ortadoğu’dan Defol”, “Hoşt Amerika
Puşt Amerika” sloganları attık.
Dönüş yolunda Devrim Şehidi Kubilay’ı özüne uygun anmanın ve Ortaçağcı
gericiliğe karşı, AB-D Emperyalizmine
karşı verdiğimiz haklı mücadelenin coşkusuyla doluyduk. 23.12.2012
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
28
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş’tan Söyleşi
Kurtuluş Partililer haykırdı:
Türkiye Devrimi’nin Kıvılcımı, Yol Göstericisi:
Hikmet Kıvılcımlı
Emperyalistlerin Arap Halkının bağrına soktuğu kama
Siyonist İsrail Devleti, er geç yok olacaktır!
V
Ankara
aroluş sebebi, AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki bekçi köpekliğini yapmak; bu uğurda,
başta Filistin Halkı gelmek üzere, Arap Halkına
kan kusturmak olan katil İsrail Devleti, kim bilir kaçıncı cinayetlerini işlemekte Gazze’de…
Öyle ki, “eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un
oğlu Gilad Şaron, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve agazaki’ye attığı atom bombasına gönderme yaparak, “Gazze’yi dümdüz etmeliyiz” diyebildi. (haber.stargaze-te.com)
Kurtuluş Partililer olarak, bu caniler sürüsünün Filistin Halkına karşı gerçekleştirmekte oldukları katliamı protesto etmek amacıyla, Ankara’daki İsrail Büyük-
Ankara
İzmir
İstanbul
Konya
elçiliği önünde bir protesto eylemi gerçekleştirdik.
20 Kasım Salı günü yaptığımız eylemde, konuyla ilgili basın açıklamamızı Ankara İl Başkanımız Av. Sait
Kıran okudu. Açıklama esnasında “Katil İsrail, Filistin’den Defol”, “Kahrolsun ABD, AB Emperyaliz-
A
mi”, “Emperyalistler Yenilecek, Direnen Halklar
Kazanacak”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek, Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yaşasın Halkların
Kardeşliği” sloganları atıldı.
***
İzmir
İsrail’in Filistin Halkına yaptığı katliamı HKP İzmir
İl Örgütü olarak Konak Kemeraltı Çarşısı girişinde 21
Kasım 2011 saat 12.30 da yaptığımız basın açıklamasıyla protesto ettik. İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak
yaptığı basın açıklamasında, İsrail’in Gazze’de yaptığı
vahşi katliamı, buna ABD’nin destek vermesini, İsrail’in Ortadoğu’daki rolünü ve Tayyipgiller’in bu katliam karşısında Obama’yla görüşmeden davranamadığını teşhir etti.
Basın açıklaması sırasında “İsrail ABD’dir”, “Katil İsrail Filistin’den defol”, “Gün Gelecek Devran
Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek, “Katil
ABD Ortadoğu’dan Defol”, “ ve “Yaşasın Halkların
Kardeşliği” sloganları atıldı.
***
İstanbul
ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki bekçi köpeği
İsrail, Gazze üstüne bombalar yağdırıyor, Filistin Halkını çocuk-kadın demeden katlediyor. AB-D Emperyalistlerinin, dolayısıyla da Siyonist İsrail’in müttefiki,
Tayyipgiller ise tıpkı Davos’ta yaptıkları gibi yalancı
pehlivanlık yapıyorlar.
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer olarak, ABD’li
efendilerinin çıkarları uğruna Arap Halklarının bağrına
saplanmış, o halklara kan kusturtan Siyonist kukla devlet İsrail’in, Gazze Halkını bir kez daha kana ve gözyaşına boğmasını protesto etmek için Levent’teki İsrail
Konsolosluğunun önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
Levent metro durağından başlayarak yaptığımız kısa yürüyüşün ardından gerçekleştirdiğimiz basın açıklamamızı, İstanbul İl Başkanımız Av. Pınar Akbina
okudu.
Yoldaş’ımız açıklamasında; İsrail’in, ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki petrol bekçiliğini yapmak
üzere kurulan sunî bir devlet olduğunu, kurulduğu günden bu yana ABD’li efendilerinin emri ile mazlum
Arap Halklarına kan ağlattığını, Tayyipgiller’in ise
AB-D Emperyalistlerinin işbirlikçiliğini yaptıkları için
Siyonist İsrail’in bu katliamlarına ortak olduklarını dile getirdi.
***
Konya
Kurtuluş Partililer olarak, İsrail’in katliamlarını
protesto etmek ve Filistin Halkıyla dayanışmak için
DİSK İl Temsilciliği’nin düzenlediği eyleme katıldık.
Eylemimizi 20 Kasım günü Zafer Meydanı’nda gerçekleştirdik.
DİSK Konya İl Temsilciliği önünde toplanarak saat
12.00’da Zafer Meydanı’na yürüdük. Basın açıklamamızı DİSK İl Temsilcisi Ali Özçelik gerçekleştirdi.
Yerel basının ve Konya Halkının ilgisini çeken eylemimizde İsrail’e ve ağababası ABD Emperyalistlerine, yerli piyonları Tayyipgiller’e öfkemizi haykırdık.
Attığımız sloganlarla AB-D Emperyalistlerini ve İsrail’i lanetledik.
Eyleme; Nakliyat-İş, Sosyal-İş, KESK Dönem Sözcüsü ve biz Kurtuluş Partililer katıldık.
Kurtuluş Partililer
Kürt Halkının evlatları ölüme terk edilemez!
çlık Grevi ve Ölüm Orucu şeklindeki eylem
biçimlerini genel olarak her ne kadar doğru
bulmasak da, Kürt Hareketinin mevcut siyasi
önderliğiyle aramızda ideolojik, teorik ayrılıklar bulunsa da cezaevlerinde ölümün sınırına gelen Kürt
Halkının evlatlarının ölümlerinin engellenmesi acil
bir hal almıştır.
Emperyalist ağababalarının emriyle Meşru Suriye
yönetimine karşı savaşmaları için Dünyanın dört bir
yanından toplanan Şeriatçıları (Ortaçağcıları), çeşitli
Arap ülkelerinden ipini koparmış çapulcu serserileri
besleyen Tayyipgiller’in, ölümün eşiğinde olan kendi
yurttaşlarına yönelik “şov yapıyorlar” açıklamaları,
onların halklarımıza karşı ne kadar zalim olduklarının
açık kanıtıdır.
Tayyipgiller, aynı acımasızlıklarını ölümlerin önüne geçilmesini isteyen her eylem karşısında da göstermektedir. Evlatlarının ölmelerini engellemek için
can havliyle kendini sokağa atan insanlara yaşlı demeden, çocuk demeden, kadın demeden biber gazlarıyla, tazyikli sularla, panzerlerle, coplarla saldırmaktalar vahşice.
1071 Malazgirt Savaşı’yla, Çanakkale ve Kurtuluş
Savaşlarıyla bu toprakları birlikte yaşanabilir bir yurt
yapan Kürt ve Türk Halkı, “yedi düvelin”/çağdaş Dehakların (ABD ve AB Emperyalistlerinin) yeni Sevrci Saldırılarına/BOP’una ve onların yerli uşaklarına
karşı da gereken dersi vereceklerdir elbette.
Kürt Halkına dolayısıyla da Türk Halkına reva görülen bu zulümlere, bu evlat acılarına son vermek
Kürt Sorunu’nun Amerikancı değil, Devrimci Çözümü etrafında kenetlenilmesiyle mümkündür ancak.
Gayrısı her iki halkın da acılar çekmesinden başka sonuç doğurmaz. 12.11.2012
Cezaevlerindeki Olası Ölümlerin Önüne
Geçilsin!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Kahrolsun Emperyalizm!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
11
Kasım 2012 Pazar günü
Konya İl Örgütümüzde
Partili yoldaşlarımızın,
özellikle işçi arkadaşların yoğun katılımıyla, “Hikmet Kıvılcımlı ve
Türkiye Devrim Tarihi” adlı bir
konferans gerçekleştirdik.
Başkanlık Kurulu Üyemiz
Gürdal Çıngı Yoldaş’ın konuşmacı olarak katıldığı konferans; Hikmet Kıvılcımlı nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı.
Açılış konuşmasını yapan Av.
Ümit ERDOĞA Yoldaş; Partimizin, Usta’mız Kıvılcımlı’nın “başta
İşçi Sınıfımız gelmek üzere” öğüdüne uyarak İşçi Sınıfı içerisinde
yoğun çalışmalar yaptığını, işçiyi
aydınlaştırdığını aydını işçileştirdiğini, bunun en güzel örneklerinden
birinin bu konferans olduğunu ifade
etti.
Daha sonra ise sözü Gürdal Çıngı Yoldaş aldı. G. Çıngı Yoldaş;
“Konferansın ilk bakışta oldukça
iddialı bir başlık taşıdığının, bir kişi
ile bir ülkenin koca bir devrim tarihinin nasıl karşılaştırılacağının düşünülebileceğini, ancak bu başlığın
süslü bir laf ile Kıvılcımlıyı büyütmek olmadığını, Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı ile Türkiye Devrim Tarihi’nin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu” söyleyerek sözlerine
başladı.
G. Çıngı Yoldaş, genel olarak,
bir ülkenin İşçi Sınıfı mücadelesi
tarihine o ülkenin Devrim Tarihi
dendiğini, İşçi Sınıfı Partisine ise
Komünist veya Sosyalist Parti den
diğini, İşçi Sınıfı mücadelesini
yürütene ise Sosyalist veya Komü-
nist dendiğini ifade etti. Ve Kıvılcımlı’nın yaşamından kesitler aktararak bu mücadeleyi anlattı.
Türkiye Devrimi’nin Önderi
Hikmet Kıvılcımlı’nın 1902 yılında
Priştine’de doğduğunu, daha çocuk
yaşlarda I. Balkan Savaşı’yla birlikte emperyalizmin kanlı yüzüyle tanıştığını, tâ o günlerde emperyalizme bilenen kininin, emperyalizmin
Anadolu’yu işgal etmesi ile birlikte
daha da büyüdüğünü, bu nedenle de
Ulusal Kurtuluş Savaşı’na elde silah katılarak, on yedi yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye komutanı olduğunu dile getirdi. Çıngı Yoldaş
sonrasında, sosyalizmle tanışan Usta’mızın doktor olmasına karşın,
doktorluğun getirdiği tüm maddi
olanakları elinin tersiyle iterek kendisini insanlığın kurtuluş davasına
adadığını ve bu yolda yılmadan mücadele ettiğini söyledi.
Usta’mızın; “Görev başında
ömür merdiveninin son basamaklarına geldik, kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için
yaşamadık. Kimseden proletarya
doğruluğu ve yoldaşlığı dışında
hiç bir şey beklemedik. Kimsenin
de bizden başka şey istemesine
göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil… Görev
yapmada çok iyi biliyoruz; vurmakta vardır vurulmakta, hepsi
vız gelir ve de gelmelidir.” sözlerini hatırlatarak, ömrünün 22,5 yılını
zindanlarda geçirmesine karşın yılmadan kararlılıkla mücadelesini
sürdürdüğüne vurgu yapan Çıngı
Yoldaş, Usta’mızın hayatından kesitler vererek, özellikle 1920 yılında
kurulan gerçek TKP ve o döneme
ilişkin mücadelelerden bahsetti.
Sözlerine Usta’mızın kurduğu
Vatan Partisi’nden ve parti ile yürütülen mücadelelerden alıntılarla devam eden Çıngı Yoldaş; Demokrat
Parti Dönemi Türkiyesi’nin içinde
bulunduğu sıkıntıları ve günümüzle
benzerliklerine dikkat çekerek,
özellikle Usta’mızın Eyüp Konuşması sonrası yaşananları anlattı.
27 Mayıs Politik Devrimi ile kısıtlı da olsa özgürlükler ortamının
bir sonucu olarak kurulan DİSK ile
birlikte hız kazanan İşçi Sınıfı hareketlerinden örneklerle konuşmasına
devam eden Çıngı Yoldaş; özellikle
hareketimizin Usta’mızdan devraldığı bayrağı nasıl dalgalandırdığını
ve İşçi Sınıfımıza kazandırdığımız
sayısız İşgal-Grev ve Direnişlerden,
zaferlerden bahsetti.
12 Eylül döneminde bile Bağımsız Makine-İş Sendikasıyla mücadeleye devam edişimizi, sonrasında
Dokuma-İş ve Nakliyat-İş Sendikası’yla bu mücadelenin sürdürüldüğünü dile getiren Gürdal Çıngı Yoldaş; “Türkiye’de bugün gerçekten
İşçi Sınıfı devrimcisi tek siyaset
Partimizdir. Ve Türkiye’de devrimi
gerçekleştirecek siyaset bizden başkası olamaz. Zaferle sonuçlandırdığımız mücadeleler bunu net olarak
kanıtlamıştır”, diyerek konuşmasını
sonlandırdı.
Verilen kısa bir aradan sonra
yoldaşlarca hazırlanan sinevizyon
gösteriminin ardından etkinliğimizi
sonlandırdık.
Konya’dan
Kurtuluş Partililer
“Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’a geçmiş olsun ziyareti
G
eçirdiği bir rahatsızlık sonucu İzmir’de bir hastanede
tedavi altına alınan Halk Ozanı eşet Ertaş Kurtuluş Partisi İzmir İl ve İlçe Örgütü Yöneticileri tarafından 16 Eylül 2012 Pazar günü ziyaret edildi.
O, Emperyalist-Kapitalist kültürün yoz, içtenlikten ve
duygudan yoksun müziğine karşı, içinde tüm insani değerleri taşıyan bir müziğin; halk müziğinin yani halkın müziğinin
temsilcisi oldu. Birçoğu kendi söz ve bestesi olan türkülere,
aşkı, sevgiyi, ayrılığı, duyguyu ve coşkuyu da katarak sazına
ve sözüne döken bir söz ve saz ustasıdır O.
O, halkın dertlerini, mutluluklarını, tasalarını, umutlarını,
üzüntülerini, sevinçlerini en anlaşılır halk diliyle kitlelere
iletmiş bir ustadır. Bunu yaparken de bir öykünmeyle; öyle
bir şey söyleyeyim ki halktan olsun, halkın olsun diye bir çabanın ürünü olarak değil; bizzat kendi dünyasından akıp gelen bir esinle, ruhla söylemiştir. Çünkü Neşat Ertaş, tam anlamıyla bir halk çocuğudur, bu toprakların çocuğudur.
Öylesine halktan biridir ki, kendisine verilmek istenen
“Devlet Sanatçısı” unvanını, elinin tersiyle itmiş, kendi deyişiyle; “Halkın Sanatçısı” olmayı yeğlemiştir. Daha doğrusu, O’nun herhangi bir şeyi yeğlemesi de gerekmiyor. O
zaten halkın gönlünde taht kurmuş bir halk sanatçısıdır. Başka bir tanıma, başka bir unvana da ihtiyacı yoktur. Zaten sahip olduğu bu unvandan daha üstün bir unvan da yoktur yeryüzünde.
“(…) aynı ruhun insanlarıyız.” dediği babası Muharrem Ertaş’tan aldığı mirası hem taşımış hem de geliştirmiştir. Türküleri yıllardır dilden dile dolaşmaktadır. Örneğin bu
toprakların insanı olan hangimizin yüreğini titretmez “Türkmen Kızı”, “Zahidem”, “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm” vb.
vb…
Neredeyse bütün besteleri klasikleşmiş, türküleri birçok
sanatçı tarafından seslendirilmiştir, halen de seslendirilmektedir. Otantik müziği, ulusal değerlerle bütünleştirmiş birkaç
halk ozanından biridir.
Ziyaret sırasında Kurtuluş Partisi temsilcileri Ertaş’ın
eşine Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un, geçmiş olsun
dileklerini ilettiler. Bir an önce sağlığına kavuşarak o duygu
yüklü türkülerine kavuşmasını dilediler. Daha sonra Neşet
Ertaş için açılan deftere duygu ve düşüncelerini yazdılar.
Dileğimiz Neşet Ertaş’ın bir an önce sağlığına kavuşmasıdır.
***
Halkın Sanatçısı Neşet Ertaş bedence
ayrıldı aramızdan Sonsuza kadar
yaşayacaktır
Daha geçen hafta geçmiş olsun ziyaretine gidip Genel
Başkan’ımız ve Parti Örgütlerimizin geçmiş olsun dileklerini iletmiştik eşi aracılığıyla.
Demek ki göçtü Usta, demek ki tezenesiz kaldı sazı…
O, işini ticari kaygıyla yapmadı. Büyük bir aşkla yaptı,
Mecnun’un Leyla’ya aşkı gibiydi onun işi. Onun içindir ki
Halk Ozanı olarak kaldı ve halkın gönlünde öyle yaşayacak.
Bunun içindir ki bedence aramızdan ayrıldı diyoruz.
O, sağlığında, UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” olarak kabul edilmişti. Bundan sonra da “insan hazinesi” olarak yaşamaya devam edecektir.
Pir Sultan Abdal yüzyıllardır yaşıyorsa, Âşık Mahzuni
Şerif yıllardır yaşıyorsa, Neşet Ertaş da insanlık var olduğu
sürece yaşayacaktır. Klasikleşmiş eserleri, dilden dile, telden
tele dolaşacaktır.
Biz, O’nun türküleriyle aşkımızı dile getirdik, ayrılığı yaşadık, güzelliğin ve insanî değerlerin tadına vardık. Bizden
sonra gelecek kuşaklar da onun mirasından en güzel şekilde
yararlanacaktır.
Sadece sanatıyla değil, onurlu duruşuyla da örnek bir kişilikti Usta. Kendisine verilmek istenen Devlet Sanatçılığı
payesini “ben halkın sanatçısı olarak kalmak istiyorum.
Devlet Sanatçılığı ayrımcılıktır”, diyerek geri çevirmiştir.
Yaratıcısı olduğu eserleri seslendiren birçok ünlü “sanatçı”
köşeyi dönerken o, ödenmeyen telif haklarına tebessüm etmiştir. Yani kelimenin tam anlamıyla bir Abdal yaşamı sürmüştür.
Babası Muharrem Ertaş için “aynı duyguların insanıyız”,
demişti bir açıklamasında. Gerçekten de yaşamı boyunca bu
hep böyle olmuştu. O, babasından kalan bu mirasın üzerine
yatmamış; aksine geliştirmiş ve daha da ileri taşımıştır. Yerelden-Ulasala, Ulusaldan-Evrensele bir değer olmuştur.
Halkın Kurtuluş Partisi O’nun yarattığı değerleri, yaşatacaktır. Ailesine ve yakınlarına baş sağlığı diliyoruz. Halklarımızın başı sağ olsun. 25.09.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
29
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
5
Değişen Belediye-Büyükşehir
Yasası ve Tayyipgiller’in
yeni yağma planları
216 sayılı “Büyükşehir Belediyesi Kanunu”nda değişiklikler yapan 6360 sayılı
”On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve
Yirmi Altı İlçe Kurulması ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, kamuoyundan, TMMOB ve bağlı meslek örgütlerinden gelen tüm tepkilere rağmen, 06 Aralık
2012 Tarih ve 28489 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Bu yasaya göre, Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon,
Şanlıurfa ve Van Büyükşehir Belediyesi oldu. Adana Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve
Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları, il mülki sınırı olarak belirlendi.
Bu Kanunla, 29 il özel idaresinin, 1.591
belde belediyesi ile 16.082 köyün tüzel kişiliği yani resmî varlığı ortadan kaldırılmakta, büyükşehir sınırlarındaki beldeler mahalleleriyle birlikte, köyler ise mahalle olarak ilçe belediyelerine katılmakta, diğer illerde tüzel kişiliği sona erdirilen belde belediyeleri
de köye dönüştürülmektedir. Yasa kapsamına
alınan 13 il ile birlikte büyükşehir sayısı
29’a çıkmaktadır.
Tayyipgiller durup dururken bu işi niye
yaptı?
Yasayı incelediğimizde bu sorunun cevabı
da ortaya çıkacaktır.
Belediyelerin dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkışı, merkezi yönetimin daha uzak yerleşim yerlerine ora halkının zorunlu ihtiyaçlarını götürememesinden, halkın bu ihtiyaçların
ivedilikle giderilmesi talebinden doğmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk Belediye
1854 yılında İstanbul’da Şehremaneti adı ile
kurulmuştur. 1855 yılında yayımlanan bir Nizamname (Tüzük)’le belediye idari bir teşkilat birimi halini almıştır. 1864 tarihli Vilayet
Nizamnamesiyle, belediyeler bütün ülkede
oluşturulmaya başlanmıştır. 1867 yılında şehir ve kasabalarda belediye kurumu fiilen
kurulmuştur. Yani bugün Tayyipgiller’in or-
tadan kaldırmaya çalıştığı yerel yönetimlerbelediyeler yaklaşık 150 yıllık bir geçmişe sahiptir.
Cumhuriyet döneminde; 3 isan 1930
gün ve 1580 Sayılı Belediye Kanunu çıkarılmıştır. 2005 yılına kadar uygulamada olan
Belediye Kanunu işte bu kanundur. Yerel yönetimleri oluşturan, genişleten, yerel yönetimlerin bulundukları yerden halkın sorunlarını çözmeleri için görev ve yetkilerini tanımlayan kanundur bu.
03 Temmuz 2005 yılında yine Tayyipgiller tarafından 5393 sayılı Belediye Kanunu
kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Böylece, 1930 yılından bu yana yürürlükte olan
1580 sayılı Belediye Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.
Tayyipgiller bu değişiklikle, oy alamadığı
yerleri bertaraf etmek, rant elde etmek gibi
kaygılarla belediyelerin sayısını önemli oranda azaltmıştır. Türkiye’de belediye sayısı
2000 yılında 3.228 düzeyindeyken, bu sayı,
2010 yılında Büyükşehir Yasası ve Belediye
Yasası’nda yapılan değişikliklerle 2.950’ye
indirilmiştir. Yeni çıkan, yazının ana konusunu oluşturan 6360 sayılı kanunla bu sayı
daha da azaltılacaktır. 1591 belediye daha kapatılmakta, belediye sayısı 1.359‘a indirilmektedir. Bu sayıya yeni kurulan ilçe belediyelerinin eklenmesiyle sayı 1.384 olmuştur.
Bu durum Tayyipgiller’in iktidarda olduğu 10
yılda belediye sayısının yaklaşık % 60 azalması anlamına gelmektedir.
Yerel yönetim birimlerinin kapatılmasıyla
belediye hizmetinin bir bölümünün en yakın
ilçe merkezinden, bir bölümünün de Büyükşehir belediyesinden karşılanacak olması,
hizmetin tek elden yürütülmemesinden kaynaklı karışıklıklara yol açacak, hizmete hızlı
ve kolay erişimi neredeyse imkânsız hale getirecektir. Bu durum Anayasanın 127’nci
maddesinde yer alan “yerinden yönetim” ilkesine aykırıdır.
Ne der 127’nci madde?
“Mahalli idareler; il, belediye veya köy
halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını
karşılamak üzere, kuruluş esasları kanun-
la belirtilen ve karar organları gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir.
“Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine
uygun olarak kanunla düzenlenir.”
Kapatılan İl özel idarelerinin yerine kurulması öngörülen Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi, merkezi yönetimin
otoritesini güçlendirme aracı olabilir ancak.
Ayrıca bu kuruma “gerektiğinde” merkezi
idarenin taşrada yapacağı yatırımların yapılması ile “görevini yerine getirmediği durumlarda” diğer kurumların yetkisinde olan
görevleri de yapma yetkisi verilmiştir. Böylece Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi, Tayyipgiller’in yağma ve talan merkezi
olacaktır.
Bu yasayla, kendi muhtarını seçerek kendi
yaşadığı yerde söz sahibi olabilen köylüler,
yaşadıkları yerde artık etkisiz ve yetkisiz olacaktır. Altyapı hizmetlerine düşük oranlarda
bedel ödeyen ya da hiç bedel ödemeden sahip
olan dar gelirli köylüler, belediyelere bağlanınca bu hizmetlere yüksek ücretler ödeyecektir. Zaten çok azalan tarımsal faaliyetler de
yaşam koşullarının zorlaşmasıyla daha da
bendinin birinci cümlesinde yer alan “sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir;” ibaresinden sonra gelmek üzere
“mabetlerin yapımı, bakımı, onarımını yapabilir;” ibaresi eklenmiş, ikinci cümlesi
aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve birinci
fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Belediye ve bağlı idareler, meclis kararıyla mabetlere indirimli bedelle ya da ücretsiz olarak içme ve kullanma suyu verebilirler.”
Yasada mabet ifadesiyle genel-geçer, tüm
dinler ve mezhepler için olabilir görüntüsü
yaratmaya
çalışılmıştır.
Ancak
Tayyipgiller’in, başta, sapkınlık olarak nitelendirdiği Alevilik olmak üzere, diğer dinlere
de nasıl düşmanca baktığı ortadadır. Dolayısıyla bu madde “mabet” adı altında Ortaçağcı-Şeriatçı örgütlenmeye daha fazla olanaklar sunma amacıyla eklenmiştir.
Ayrıca Yasada Geçici Madde-1 başlığı altında:
“(14) Bu Kanunla mahalleye dönüşen
köylerde, bu Kanunun yayımlandığı tarih
itibarıyla 25/4/2006 tarihli ve 5490 sayılı
üfus Hizmetleri Kanununa göre oluştu-
azalacaktır.
Yeni kabul edilen yasada mezhepler arası
ayrımı daha da keskinleştirecek ve Ortaçağcı
örgütlenmenin zaten var olan olanaklarını daha da arttıracak maddeler mevcuttur:
“5393 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin son cümlesi yürürlükten kaldırılmış, aynı bende
aşağıdaki cümleler eklenmiş, fıkranın (b)
rulan Ulusal Adres Bilgi Sistemine kayıtlı
veya Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
tarafından uydu fotoğraflarıyla tespit edilen, entegre tesis niteliğinde olmayan tarım
ve hayvancılık amaçlı yapılardaki işletmeler ile bu yerlerde oturanların ihtiyaçlarını
karşılayacak bakkal, manav, berber, fırın,
kahve, lokanta, pansiyon, tanıtım ve teşhir
büfeleri, yerleşim yeri halkı tarafından ku-
Tayyipgiller, bu sefer de köprü ve yollarımızı yok pahasına peşkeş çektiler!
Kamunun (Halkın) malını Koç’a, Ülker’e, UEM’e yeyim ettirilenler ve
yiyenler er geç hesap verecek
Bunlar,
Engerekler
ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...
Böyle diyordu yurtsever, namuslu, sosyalist
halk ozanımız Ahmed Arif… Ne kadar güzel
bir betimleme değil mi?
Bakın bu tanım kimlere “cuk” oturuyor…
“Özelleştirme İdaresi’nde yapılan otoyollar ve köprüler ihalesini 5 milyar 720 milyon
TL ile Koç Holding A.Ş-UEM Group Berhad-Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı AŞ Ortak Girişim Grubu kazandı…
Köprü ve otoyollardan bu yılın ilk on bir
ayında 331 milyon araç geçti ve 740 milyon
lira gelir elde edildi. Yıllık geliri 800 milyon liranın üzerinde… İhale, Karayolları Genel
Müdürlüğü’nün sorumluluğunda olan, yapım, bakım, onarım ve işletimini üstlendiği,
bağlantı yolları ile birlikte, “Edirne-İstanbul-Ankara Otoyolu”, “Pozantı-Tarsus-Mersin Otoyolu”, “Tarsus-Adana-Gaziantep
Otoyolu”, “Toprakkale-İskenderun Otoyolu”, “Gaziantep-Şanlıurfa Otoyolu”, “İzmirÇeşme Otoyolu”, “İzmir-Aydın Otoyolu”,
“İzmir ve Ankara Çevre Otoyolu”, “Boğaziçi
Köprüsü”, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü
ve Çevre Otoyolu”, bunlar üzerindeki hizmet
tesisleri, bakım ve işletme tesisleri, ücret toplama merkezleri ve diğer mal ve hizmet üretim
birimleri ile varlıklarını (OTOYOL) kapsıyor…” (Basından)
Rakamların diline bakalım:
Otoyollar ve köprülerin 25 yıllığına kiralanmasından elde edilen gelir(!) ne kadar?
5 milyar 720 milyon TL.
Peki şu anda köprü ve otoyolların yıllık geliri ne kadar?
800 milyon liranın üzerinde (diğer tesisler,
birimler, varlıklar hariç).
Kiralamanın (peşkeşin) süresi ne kadar?
25 yıl…
25 yılda 800 milyon TL’den toplam ne
kadar gelir elde edilir?
20 milyar TL?
Aradaki 15 milyar
TL’lik fark nerededir?..
İşte yeyim ettirilen
miktar böylesine fahiştir. Tesisler ve diğer
varlıklar da “promosyon” kıyağı olsa gerek. Oradan ne kadar
götürüldü, bilemiyoruz…
Halkın parası böylesine fahiş miktarda
lüpletilmiştir.
Kime?
Koç Holding, Gözde Girişim (Ülker) ve Endonezya kökenli UEM) şirketlerine.
KOÇ Finans-Kapital’ine… Hani şu yakın
zamanda AKP’ye övgü düzen, “Başbakan 3
dönemlik görev süresince oldukça başarılıydı. Çok karizmatik ve harika bir konuşmacı.
Başkanlık sistemi Türkiye’ye yardımcı olacaktır.” diyen Rahmi Koç’a. Tayyip’in Ülker’i
ile ortaklık kuran KOÇ’a…
Demek ki Finans-Kapital zümremiz, TefeciBezirgân Sermaye Sınıfına rüşvetini önceden
vermiş. Kaz (15 milyar) gelecek yerden tavuğu
esirgememiş…
Envayi çeşit solcumuz, TÜSİAD, KOÇ, Sabancı vb. ile Tayyipgiller arasındaki kayıkçı dövüşünü “sermayenin el değiştirmesi”, “egemen
sınıfların yer değiştirmesi” safsatalarıyla yuttular, yutturdular.
Bizse yıllardır, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan beri, onun üstün-dâhiyane-tartışmasız
Türkiye toprağı ve ekonomisi analizine dayana-
rak ortaya koyduğu bir gerçeği vurguluyoruz:
Tarih sahnesine çıkışı kamu malını aşırmakla
gerçekleşen Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı,
evvel-ezel kamu-halk-vatan düşmanıdır. 20’nci
Yüzyıl türedisi, kendisi gibi vatansız (kozmopolit) Finans-Kapital zümresiyle, sömürgenlik,
hırsızlık, yağmalama niteliklerinde tabiî bir rezonans kurar. Bizim gibi kapitalizmle tekelci
aşamasında tanışmış ülkelerde de Finans-Kapital zümresi ile Tefeci-Bezirgân Sınıfı bu “cibiliyetleri iktizası” (yaradılışları gereği), etle tırnak
gibi kaynaşırlar. El ele verip halkımızı ekonomice, kültürce, siyasetçe sağmal sürü gibi sömürürler, tüm ortak değerlerini yeyim ederlerettirirler.
Bu ülkenin 15 milyarlık değeri lüplenmiş,
üç aile şirketine yeyim ettirilmiş, hiç zorlarına
gitmez. Böylesine haindirler, utanmaz, arlanmazdırlar; dahası doğal görürler bunu…
Engereklere, çıyanlara benzetmiştik bunları
ya, onlar masum hayvanlardır bunların yanında.
Ancak bu ihanetleri, peşkeşleri, hırsızlıkları
hiç unutmayacak, unutturmayacak ve mutlaka
hesabını görecek olanlar da var. Halkın Kurtuluş Partisi var. Bu ülkenin gerçek devrimcileri,
yurtseverleri, sosyalistleri, emekçi halkımızın
her kesimiyle, el birliğiyle “bu ülkenin iktidarı”nı kuracağız… Tayyipgiller, KOÇ’lar, Ülker’ler hanedanlığı yıkılacak. Ve her halk düşmanı hanedanlık gibi, defterleri dürülecek. Bu
en az 15 milyar TL’lik yeyim de diğer insanlık
suçlarının yanına yazılacak, en ağır şekilde cezalandırılacaklar.
Bugün ele geçirdikleri yargının, bunların hesabını sormamasına güvenmesinler, halkın
mahkemelerinde gerçek halkçı-yurtsever hâkimler, savcılar uygulayacak halkın adaletini.
Halktan aşırdıkları her şeyi: fabrikalarımızı,
yollarımızı, köprülerimizi, tarlalarımızı, derelerimizi, ovalarımızı, limanlarımızı, üniversitelerimizi, hepsini geri alacağız.
İşledikleri suçlar, içerikleri nedeniyle insanlık suçu kapsamında olduğundan zamanaşımı
da uygulanmayacak cezalarına. Kaçacak delik
bulamayacaklar. Bundan asla şüphe etmedik, etmeyeceğiz! 22.12.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
rulan ve işletilen kooperatifler işletme ruhsatı almış sayılır. Bu işletmelerin bulunduğu binalar ile konutlardan, bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar bitirilmiş olanlar,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı veya belediye
ya da üniversiteler tarafından fen ve sanat
kuralları ile ilgili mevzuat hükümlerine uygun yapıldığı tespit edilenler ruhsatlandırılmış sayılır. Ayrıca bu yapılar elektrik, su ve
bunun gibi kamu hizmetlerinden yararlandırılır.”
Masumane bir ifadeyle köy halkının ihtiyaçları için ruhsatsız binalar geçici olarak
ruhsatlı olarak kabul edilecektir, deniyor. Bugüne kadar Tayyipgiller’den bir tek halk yararına bir şey çıkmadığından bu maddenin altında sırıtan gerçeği de görüveriyoruz. Köy
statüsünden çıkarılan kırsal alanları-orman köylerini yağmalamak, meraları, su
havzalarını “kentsel dönüşüm” adı altında
talan etmek... Tarım arazilerini, doğayı, ormanları-orman köylerini yandaşlara, yerli-yabancı emperyalistlere peşkeş çekmek.
Tam da burada Tayyipgiller’in bu yasayla
asıl niyetlerinin ne olduğunu açıkça ortaya
koyması açısından Tayyipgiller’den Kayseri
Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’nin sözünü anmakta fayda var. Haseki,
“Büyükşehir pastasını büyütmeyi hedefliyoruz” diyor. Onlar için tüzel kişiliği ortadan
kaldırılarak büyükşehirlere devredilen kırsal
alanlar lüplenecek birer pasta. Pastayı büyütmek için yerel yönetimleri yok edelim, ora
halkı hizmet almış almamış, kardan kapanan
yolları açılmamış, elektrik, su, kanalizasyon
hizmeti almamış ya da bunları çok pahalıya
alabilmiş, kimin umurunda. Biz küpümüzü
dolduralım, bizi iktidarda tutan emperyalist
ağababalarına ülkemizin her karış toprağını,
suyunu yağmalatalım, diyorlar.
Özetçe de olsa incelediğimizde bu yasanın, tamamen Tayyipgiller’in kırsal bölgelerimizi “kentsel dönüşüm” adı altında yağmalamak, yabancılara toprak satışını arttırmak,
küplerini daha fazla doldurmak için çıkardıkları bir yasa olduğunu görüverdik.
Halkımızın en temel insani hizmetleri bile
hızlı ve kolay almasını engelleyecek ve ülkemizin doğal güzelliklerini, zenginliklerini,
her köşesini talan ettirecek bu yasa, halk düşmanı Tayyipgiller’in insanlık düşmanı, vatan
düşmanı yüzlerini bir kez daha tüm çirkinliğiyle ortaya çıkarıvermiştir. Günü geldiğinde
bu vatan hainliğinin hesabı sorulacaktır.
Kurtuluş Partili Avukatlar olarak
İstanbul Baro seçimlerinde Ümit Kocasakal
ve ekibini destekliyoruz
Neden?
Çünkü Kocasakal, Ülkemizin içinde
bulunduğu durumu “Cumhuriyet’in
büyük tehdit altında olduğu, Modern
Sevr planlarının yapıldığı, ‘uyumlu
yargı’dan sonra ‘uyumlu Barolar Birliği’ dizaynının hedeflendiği bir dönem”
olarak değerlendirmektedir.
Bu değerlendirme bire bir katıldığımız
ve bizim de yıllardan beri ısrarla savunduğumuz tezlerle uyum sağlayan bir değerlendirmedir.
CIA İslamından başka bir şey olmayan
“Ilımlı İslam” dedikleri Şeriatçı bir yönetim eliyle Türkiye’yi en az üçe bölmeyi
hedefleyen Yeni Sevrci saldırılara karşı
“Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!” şiarını haykırmaktayız ve bu uğurda mücadele etmekteyiz biz Kurtuluş Partililer de.
AB-D (AB ve ABD) Emperyalistlerinin, “project demokrasi” adını taktıkları,
dünyayı bin devlete bölme planlarında
Türkiye’nin “nasibine düşen” de Yeni
Sevr’in hayata geçirilmesidir. Emperyalist
AB-D çakalları, bu aşağılık hedeflerine,
Ortaçağ karanlığı demek olan Şeriatçı bir
düzene kavuşma arzusuyla yanıp tutuşan
Tayyipgiller ve Fettullah Gülen eliyle
adım adım yaklaşmaktadırlar.
AB-D Emperyalistleri, bu saldırılarının karşısında en ciddi direnç noktası olarak da Mustafa Kemal’in antiemperyalist
ve laik düşüncelerini savunan yurtsever
ordu gençliğini ve aydınları görmektedirler.
“Ergenekon, Balyoz, Oda TV” gibi
davalar, bu direnç noktalarını kırmak için
CIA eliyle tezgâhlanmakta, asla
savcı/hâkim denemeyecek cemaatçi uşaklar eliyle uygulanmaktadır. Bu davalarda
burjuva hukukunun bile zerresi yoktur. Ve
bunun böyle olduğu gün gibi aşikârdır.
Emniyeti, eğitimi, orduyu ele geçiren
bu Şeriatçı (CIA İslamcısı) güruh, 12
Eylül referandumuyla Yargıyı da tümden
ele geçirmiştir.
Ne yazık ki, ne acıdır ki, bu Yeni Sevr-
ci kuşatmada AB-D Emperyalistleri ve
oların yerli uşakları en büyük desteği,
“Sevrci Sol” dediğimiz kesimlerden
almıştır.
“İnanç ve kıyafet özgürlüğü” laflarıyla
yıllardır türbana destek olmuşlar, CIA
İslamcılarıyla güç birliği yaparak ortak
paneller, eylemler gerçekleştirmişlerdir.
“Faşist TC bölünse kötü mü olur, zaten
antiemperyalist Kurtuluş Savaşı da olmamıştır, olan Türk-Yunan savaşıdır, Mustafa Kemal de İngiliz ajanıdır” aymazlıklarıyla Yeni Sevrci demagojilere lojistik
destekler sunmuşlardır.
2012 seçimlerinde Yeni Sevrci Solun
İstanbul Barosu içindeki uzantısı Filiz
Kerestecioğlu başkanlığındaki ekiptir.
Solculuk bu ekibin sadece kendi kendine
takındığı bir sıfattır. Gerçek solculukla
zerre kadar alakaları yoktur. İçinde AB
Emperyalizmini savunanlardan, Kürt
Sorununun Amerikancı çözümünü savunanlara; “Ergenekon davaları sonuna
kadar gitmelidir” diyenlerden, CIA İslamcılarından 12 Eylül’ü yargılamasını bekleyenlere; Yetmez Ama EVET’çilerden,
boykotçulara kadar envai türden Sevrci
Sol bu ekibin içinde harman olmuştur.
Rıza Saka Tayyip’çidir.
Muammer Aydın ise kişisel hırsının ve
kör inatçılığının kurbanıdır.
Son üç adayı desteklememiz mümkün
değildir.
Her ne kadar Başta Kürt Sorunundaki
şoven yaklaşımı gelmek üzere doğru bulmadığımız bazı görüşleri olsa da;
Bir milim taviz vermeyeceğimiz ve
hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimiz Antiemperyalizm, Antifeodalizm ve Antişovenizm ilkelerimize bu gün için en yakın
düşen aday Ümit Kocasakal olduğu ve
diğer üç aday ile bu üç temel ilkemiz
konusunda en ufak bir yakınlık kuramadığımız için bu seçimlerde bu ekibe oy vereceğiz. 12.10.2012
Kurtuluş Partili Avukatlar
30
Tüfek icat oldu!
Baştarafı sayfa 32’de
Emperyalizm kat be kat fazlasıyla sürdürüyor.
Emperyalist kapitalizm döneminde her işkolunda hepi topu 2 elin parmaklarını geçmeyecek
sayıda şirket dünya pazarını ele geçirir. Silah
üretimi de başlı başına bir üretim koludur ve bugün esas olarak silah tekelleri tarafından sürdürülmektedir. Dolayısıyla günümüzde FinansKapital çetesinin önemli bileşenlerinden biri de
silah tekelleridir. Emperyalizm çağında savaşların hiç bitmemesinin nedeni, Finans-Kapitalin
sermaye ihracı ile dünya pazarını ele geçirme
çabasının yanı sıra, Finans-Kapital çetesi içinde
yer alan silah tekellerinin militarizmi kışkırtan
politikalarıdır.
Günümüzde silah tekelleri tarafından üretilen savaş araç gereçleri, özellikle bilgi teknolojisinin sayesinde, çok daha etkili, tahripkâr ve
acımasız. Ve tabiî ki emperyalizmin hizmetinde… İkinci Emperyalist Savaş sonunda Amerikan Emperyalizminin nükleer silahlarla yaptığı
Hiroşima ve !agazaki’deki kitle katliamlarını
olsun, on yılı aşkın süre Vietnam Halkına çektirdiği acıları olsun unutmak mümkün değil. Bu
acımasızlığın, vahşetin son örneklerini insanlık
Birinci Körfez Savaşı’nda yaşadı. Çocuk denecek yaştaki Amerikan pilotları, bilgisayar oyunu
oynar gibi sivil halkın üzerine bomba yağdırdılar ve emperyalist güdümlü medya organları bunu naklen yayınla dünya halklarına sundular.
İkinci Körfez Savaşı’nda da durum daha gelişmiş hava araçlarıyla daha büyük boyutta tekrarlandı. Bu girişimlere savaş demek doğru değil aslında, haince, sinsice doğrudan yapılmış
kitle katliamları. Emperyalizm, bu hain ve sinsi yaklaşımını hiç durmaksızın sürdürüyor.
Dünya halklarını bu sayede terörize ediyor.
Şimdi bu yılın Temmuz sonunda Hürriyet’te yayımlanan ve Tolga Tanış tarafından verilen şu
haberi okuyalım:
“Çölün ortasında gizli Predator-Reaper yuvası
“Amerika’nın güneyinde, Meksika sınırına sıfır, El Paso’ya indim. Chihuahuan Çölü’nde iki saatlik kuzeye doğru bir otomobil
yolculuğundan sonra buradayım. Ölüm saçan yeni savaş teknolojisi insansız hava araçlarının Amerika’daki merkezinde. Afganistan’dan Irak’a Türkiye’ye Predator ve Reaper kullanan bütün pilotlar, sensör operatörleri ve istihbarat analistleri işte buradan çıkıyor. Dört ay önce yapmıştım başvuruyu. Güvenlik ve geçmiş araştırmasından sonra izin
geçen hafta çıktı. Yanımda bir mihmandar,
üssü dolaşmaya başlıyorum…
“Tel örgülerle çevrili bir alana 30’a yakın
konteyner dizmişler. Hepsinin yanında havalandırmaları. Tepede bir rüzgâr gülü. Üzerilerinde de plaka gibi numaralar var. Bütün
gün yanımdan ayrılmaması emri verilen üs
görevlisi mihmandarım Colin Cates’e (27)
soruyorum. “Burası nedir” diye: “Burası filo. Gördüğün kutular da yeni nesil pilotların
uçakları” diyor. Eskiden her pilotun binip
havalandığı, üzerine adını yazdığı bir uçağı
olurdu. Ama şimdi konteyneri oluyor. İçeri
giriyor. Koltuğuna oturuyor. Ve o gün dünyanın neresinde bir uçak uçurması istenirse yanındaki uydudan ona bağlanıyor, uçmaya
başlıyor.
“Holloman’a giderken, uçsuz bucaksız
bir !ew Mexico çölünde 50 kilometre boyunca yandaki elektrik direkleri dışında hiçbir
beşeri ize rastlamadan araba kullanırken,
gizliliğin en üst düzeyde olduğu dünyanın en
gelişmiş savaş teknolojisinin pilot merkezinin
nasıl bir yer olacağını hayal ederken şunu
düşündüm hep: Bu nasıl bir teknolojidir ki,
Amerika’nın bütün askeri stratejisini baştan
aşağı değiştiriyor? !asıl bir kapasitedir ki,
!obel Barış Ödülü verilen birini, Amerikan
tarihinin en fazla saldırı emri veren başkanına dönüştürüyor? Ve nasıl bir silahtır ki, binlerce kilometre öteden sadece bir düğmeye
basarak size insan öldürme gücü veriyor? İşte bunların hepsinin cevabı karşımdaydı:
Ufacık bir konteyner.
“YEİ PREDATOR ALIMIYOR REAPER’LAR ÇOĞALIYOR
“Amerikan Ordusu’nun muharip İHA
(insansız hava aracı) filosunda bugün iki tip
hava aracı var. İlki, 1995’ten beri kullanılan
ve Predator adıyla bilinen MQ-1’lar. İkincisi
de Reaper diye bilinen ve Predator’un daha
fazla bomba atan, kamerası daha gelişmiş bir
üst modeli MQ-9’lar. Ancak alınan kararla
artık envantere Predator girmiyor. Yeni
gelenler hep Reaper.
“Holloman, Amerikan Ordusu’na bu araçlar için personel yetiştiren merkez. Üste
120 Predator ekibi, 240 da Reaper ekibi eğitim alıyor. Her İHA biriminde konteynere giren iki kişi var. Biri uçağı uçuran, silahı ateşleyen pilot. Diğeri öndeki kamerayı kullanan,
görüntü okumayı bilen ve istihbarat analizi
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
yapan sensör operatörü. Komuta, subay olan
pilotta. Sensörcüyse teknik çavuş.
“EKİBİ ÇEKİRDEĞİ ÜÇ KİŞİDE OLUŞUYOR
“Holloman’da bunlara ilave olarak, konteynerin dışında bulunan ama konteynerin
bulunduğu üste güvenlikli bir binada göreve
katılan istihbarat koordinatörleri de eğitiliyor. Onların görevi de, hedefle ilgili istihbarat
koordinasyonunu sağlamak. Bunun için hem
operasyonun yürütüldüğü bölgede bulunan
yer ekibiyle hem de başka bir yerde kameradan gelen görüntüleri okuyan istihbarat analistinin verilerini değerlendirmek. Bu üçlü
hep birlikte görev yapıyor. Her görevde de analist ve yer ekipleriyle koordineli çalışıyorlar.
“Ekiplere eğitim verilen simülasyon odasını geziyorum. Eğitim filosunun komutanı
Yarbay Mike Weaver (40) ile konuşuyoruz.
“Söyler misiniz” dedim, eskiden F-15 kullanmış yeni nesil İHA pilotuna: “Aşağıya bombayı bırakırken, hiçbir fiziksel baskı ve tehlike riski taşımıyorken bunun bir video oyunu
olmadığından nasıl emin olabiliyorsunuz?”
“Doğrusu bu cihazlarda pilotların gerçeği
daha iyi hissettiklerini düşünüyorum” dedi:
“Çünkü karşınızda sekiz tane ekran var. Kameradan, haritadan her detayı görüyorsunuz. Kulağınızdaki telsizde yer ekibi oluyor
ve çoğu zaman arkada silah seslerini duyuyorsunuz. Ayrıca görev sırasında bilgisayarda
yazıştığınız birimlerden bilgi alırken o tansiyonu hissediyorsunuz. Klasik bir savaş
uçağında bunların hiçbiri olmaz. Ve asıl orada bombayı bırakıp öylece gidersiniz. Burada gerçekliğe daha yakınsınız.”
“BOMBAYI ATTIKTA BİR SAAT SORA LAS VEGAS’TASIIZ
“1995’te Amerikalıların ilk olarak Macaristan’da kullanmaya başladıkları İHA’lar
için önce belirlenen kontrol merkezi !evada’daki Creech Hava Üssü. Ancak bugün operasyonlar !ew Mexico (Cannon), Missouri
her görevde G (çekim kuvveti) yiyen eski usul pilotlardan hiçbir farkı yoktu. Konuştuğum Predator pilotu Yarbay Brent, bunu İHA pilotlarının seçiminde de eski usul pilotlardaki fiziksel şartların aranmasıyla açıkladı. Hatta bir Reaper pilotunun dört aylık bir
eğitimden sonra Colorado’ya giderek burada
gerçek bir uçakla da uçmak zorunda olduğunu anlattı. “Kimler başvurabiliyor peki” dedim. “Eskiden tecrübeli pilotlar arasından
seçiyorduk ama şimdi gerçek bir uçak uçurmamış adayları da alıyoruz. Hatta en son üç
sınıf birincisi tecrübesiz pilotlardan çıktı”
dedi.
“24 FİLO, 56 GÖREV KAPASİTESİ VAR
“Amerika’nın dünya genelinde aynı anda
56 İHA görevi yürütebilecek kapasitesi var.
Türkiye’deki Predator’lar da bu kapasiteden
yararlanıyor. Amerika genelinde 24 ayrı İHA
filosu bulunuyor. Uçaklar yaklaşık 24 saat
havada kalabiliyorlar. Pilotlar sekiz saatte
bir değişiyor. İHA’ların kontrolünü sağlayan
pilotların yüzde 95’i ABD’de. Yüzde 5 ise İHA’ların bulunduğu üslerde.
“SİSİ KATİL
“Pistte duran Reaper’lardan birinin yanındayım. Gövdesine dokunduğumda oyuncak gibi. Hafif. Piste inişi kalkışı sessiz. Tasarımı köşesiz. Karşımda duran aletin sinsi
bir ölüm makinesi olduğuna dair tek işaret,
kanatlarındaki bombalar.
“YA ÖLE SİVİLLER
“Kanadalı bir gazeteciden dinledim. Yemen’de El Kaide köyü olarak bilinen bir yeri
Yemen Ordusu kuşatıyor. Ancak asker içeri
giremiyor. Sonra Amerikalılar giriyor
devreye. Bir ev belirleniyor. İçeride beş El
Kaide üyesi var. İHA’larla bombalıyorlar.
Hepsi ölüyor. Ama o sırada evin dışında oynayan bir çocuk da patlamada hayatını kaybediyor. “Köye girdik. O çocuğun ailesini
bulduk. Ve o acıyı görüntüledik. El Kaide üyelerinin öldüğü elbette görev raporuna girmiştir. Ama o çocuktan kimsenin haberi yok-
Bir biçici “Sinsi Katil” (Reaper) havada.
Halk kahramanımız Köroğlu, bugün yaşasa
her halde emperyalistlerde insanlığın da kalmadığını belirten bir deyiş düzerdi.
Sonuç: “rüzgâr eken fırtına
biçer”
Emperyalist metropoller, ekonomik güç ellerinde olduğundan modern silahları da ellerinde tutuyorlar. Kendi emperyalist amaçları için
yeni silahlar geliştiriyorlar. Ancak nereye kadar? Bu durum emperyalizmin dayanılmaz iç
çelişkilerini azaltmıyor ki... Tersine arttırıyor!
ABD Emperyalizminin 2010 yılı bütçesinin
% 20’si (689 milyar dolar) sadece askeri harcamalara ayrılmış durumda. Bu durum, ABD’nin
ekonomik durumunu kaçınılmaz olarak daha da
bozuyor. Azaltma çabasına giriyorlar ve bu yüzden “Arkadan Yönet” gibi stratejiler uyguluyorlar. Böylece kestaneleri ateşten TayyipGül
gibi uşakların çıkartmasını istiyorlar. Ancak bütün bu masrafları azaltma çabalarına rağmen,
ABD’nin askeri harcamaları azalmıyor, tersine
artıyor. Aşağıdaki grafikten de görüldüğü gibi,
2011 yılı silahlanma harcaması 700 milyar doları geçmiş durumda (719 milyar dolar). Yetmedi, sadece silah değil, tüm “savunma” amaçlı
harcamalarını katınca bu meblağ daha da büyüyor; 2012 yılında bu miktarın 1.030 – 1.415 tril-
yon dolar arasında olması bekleniyor.
Bundan yaklaşık 150 yıl önce Engels, AntiDühring adlı eserinde militarizmin askeri harcamaları artırarak ekonomik dengeleri bozduğundan kendi kuyusunu kazdığını, aynı zamanda askerlik hizmetini de yaygınlaştırarak halkın
silahlandırılmasına yol açtığını belirtir. Öte yandan, emperyalizm döktüğü kan ve yarattığı terörle, halkların daha da bilinçlenmesini ve emperyalizme karşı kininin büyümesini teşvik
eder. Bütün bunlar emperyalizmin çelişkilerini
artırır, halkın çözüm bulmasını kolaylaştırır.
Dolayısıyla emperyalizm savaş kışkırtıcılığıyla
kendi kuyusunu kazmaktadır. Ayrıca, silahlar
ne kadar gelişkin olursa olsun, silahı üreten
de, kullanan da sonuçta insandır. İnsanlık
emperyalizmin vahşetine karşı ister istemez önlem alır ve emperyalizmin gücünü boşa çıkarır.
Köroğlu, kapitalizm öncesi toplumun
halk kahramanıydı. O günkü koşullarda modern İşçi Sınıfı yoktu, dolayısıyla kalıcı başarı sağlanamıyordu. Ancak günümüzde, modern toplumun Köroğluları diyebileceğimiz
İşçi Sınıfı Devrimcileri, emekçi halk kesimlerini ve ezilen halkları arkasına alarak emperyalist saldırıları savuşturacak, halkı bilinçlendirerek insanlığı savaşsız, kansız, terörsüz bir dünyaya taşıyacaktır.
Taksim Oyunu: yaya bırakılanlar kim?
K
İnsansız Hava Araçlarının Komuta Merkezi
(Whiteman), Güney Dakota (Ellsworth) gibi
eyaletlerdeki üslere de yayılmış durumda.
Holloman’a Creech’ten gelen Reaper pilotu
Yüzbaşı Chad (29) ile pistte bir Reaper’ın yanında görüşüyorum. Bir silahı ateşleyip can
aldıktan sonra konteynerden çıkıp eve ailesiyle yemek yemeye giden bir pilotun ruh hali nasıl olabilir anlamaya çalışıyorum. “!ormale dönmek zaman alıyor elbette” diye anlatmaya başlıyor: “Eğer o gün görevde bir silah ateşlemişseniz, bitince kural gereği mutlaka psikoloğu aramanız gerekiyor. Telefonda konuşuyorsunuz. Size sorular soruyor. Ve
gerek görürse ofisine çağırıyor. Bir travma yaşadığınızı düşünmezse de evinize gidiyorsunuz. Benim için normale dönüş, üsten eve
doğru yaptığım otomobil yolculuğunda oluyor. Bütün beynimi boşaltmaya çalışıyorum.
Ve ailemin yanına gittiğimde hiçbir şeyi yansıtmamaya çalışıyorum. Ayrıca Creech,
Las Vegas’a sadece bir saat uzaklıkta bir yer.
Dünyada böyle başka bir üs yok.”
“TERMİOLOJİ KAVGASI
“Bir terminoloji kavgası da var. İngilizce
bu aletlere ‘drone’ denmesine çok kızıyorlar.
Çünkü ‘drone’ kendi kendine çalışan bir makineyken doğru terimin RPA (uzaktan kumandalı hava aracı) olduğunu, hepsini bir insanın idare ettiğini söylüyorlar.
“HER GÖREV OPERASYOEL
“Konteynerın içinde pilotlar her zaman
solda, sensör operatörleri de sağda oturuyor.
İki yıl boyunca Creech’te muharebe yürüten
Pilot Binbaşı Dave Cunningham’a (41) bunun eski usul uçaktan ne farkı olduğunu sordum. “Ben F-15C pilotuydum. Pek çok uçuştan hiçbir operasyona katılmadan döndüğüm oldu. Ama İHA kullanırken hemen
her görev operasyonel” dedi.
“ŞİŞMA, CİPS YİYE PİLOTLAR
YOKTU
“İçeri girmemle şişman, mütemadiyen cips yiyip kola içen gözlüklü game boy profilleri aradım. Ama göremedim. İHA pilotlarının
tu” dedi. Konuştuğum bütün piltolara bunu
sordum. İngilizce ‘collateral damage’ diyorlar. Herkesin ağzında. ‘Saldırıda ölen siviller’ demek. Pilotlardan ‘Disko’ lakaplı Yarbay John, bütün soğukkanlılığıyla aynen şöyle dedi: “İHA’lardaki kayıplar öldürülen hedeflerin yüzde 10’u hatta yüzde 15’i olsa bile
bu oran oraya bir yer timi göndererek neden
olacağınız kayıptan çok daha az. Bu aletler
hayat kurtarıcı. Üstündeki silahları çıkarın,
sadece kamerası sayesinde bile ne kadar insanın yaşamaya devam ettiğini tahmin edemezsiniz.” (Hürriyet, 29 Temmuz 2012)
Bu uzun yazıyı Amerikan Emperyalizminin
vahşeti ve savaş teknolojisinde günümüzde varılan nokta görülsün düşüncesiyle aynen, hiç kısaltmadan aldık. Bu silahların dünya halkları
için ne kadar büyük tehlike olduğu adlarından
belli: Predator, “yırtıcı hayvan” veya “yıkıcı,
yutucu, avcı” demek. Reaper ise “biçici” anlamına geliyor. Yukarıda nasıl haince, sinsice kullanıldıkları belirtiliyor, bu vahşi silahların. Gazeteci Tolga Tanış bile “Sinsi Katil” adını veriyor.
Bu araçlara savaş aracı demek doğru değil
aslında. Savaştan çok, tek taraflı olarak emperyalistlerin düşman bellediklerini yok etmek için
geliştirdikleri sinsi katiller. Bu araçlarla yapılan
işse kesinlikle bir savaş (harp) veya muharebe
değildir. Amaç asker sivil fark etmeksizin belirlenen hedefin acımasızca yok edilmesidir, halklara korku salınmasıdır. Bu araçlarla yapılan
gerçek terörizmdir. Emperyalistler nerede bir
antiemperyalist direniş hareketi olsa terörizmle
suçlarlar. Terör, emperyalistlerin kendi dillerinde (İngilizce “Terror”) en basitinden korku salmak, şiddet uygulamak ve yok etmek anlamlarını taşır. Bu anlamda, emperyalistlerin yaptığı aslında savaş değil, düpedüz terörizmdir. Bugün dünyada terörizmin başlıca kaynağı Emperyalizm ama özellikle ABD Emperyalizmidir.
Aynı şekilde emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması İsrail de benzer acımasızlıkla Ortadoğu
Halklarına kan kusturmaktadır.
asım ayında kimse ne olduğunu anlamadan Taksim Meydanı trafiğe kapatılıverdi, birden iş makineleri sokuluverdi meydana. AKP, kimsenin, hatta Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bile belirsizlikler
olduğunu kabul ettiği projeyi, daha önce mecliste geçirdikleri kanunlar gibi, kaptıkaçtıya
getirdi. Proje ne tartışıldı, ne gün ışığı gördü.
Koca 20 milyonluk kent halkından gizlendi,
yapılacaklar. Ne yazık ki, cılız bir iki sivil toplum kuruluşu veya platform dışında aykırı bir
ses çıkmadı. Satılık Medya ise sözde projeyi
allayıp pullayarak halka yutturmakla görevliydi, daha önce olduğu gibi…
Amaç nedir?
AKP’ye göre trafiği rahatlatmak, meydanı
güzelleştirmek, Taksim’i eski ruhuyla buluşturmak (Tayyip böyle diyor!) vb.
Tabiî bir de Tayyip’in emretmesi. Nitekim
Kadir Topbaş, “Başbakan böyle istedi, yapılacak” dedi, çıktı. Tayyip’in iplerinin kimlerin elinde olduğuysa malum…
Sivil toplum kuruluşlarından ve muhalif
platformlardan gelen eleştiriler hep AKP’nin
oldum olası yapageldiği rant veya yaratacağı
çirkinlik üzerine. Doğrudur. AKP Taksim Projesi’nden de vurgun vuracaktır. O İki kere iki
dört... Örneğin, Kadir Topbaş’ın “Eğer Gezi
Parkı’nın kıymetini değerlendiremezsek,
halk bizden hesabını sorar” deyişi, ikrardan
gelir. Ağzından kaçırmıştır. Yeşil alanlar azaltılıp beton blokları (rezidanslar, oteller, alışveriş merkezleri) yükseltilecektir. Böylece
AKP’nin hem vurgun vuracağı, hem de meydanı çirkinleştireceği doğrudur. Bilindiği gibi
Ankara’da İ. Melih Gökçek, Atatürk Bulvarı’nı çirkinleştirdi, bulvar olmaktan çıkardı,
kaldırımları daraltarak yayaların yürümesine,
dolaşmasına bir anlamda kapattı. Taksim Projesi ile de bu çirkinleştirme sürdürülecek. Bu
arada Taksim Meydanı insandan arındırılacak, ıssızlaştırılacak. Zaten Projenin diğer
adı “Taksim Yayalaştırma Projesi”. “Yayalaştırma” sözü, güzel Türkçemizin “Yaya bırakma” deyimini çağrıştırıyor. “Yaya bırakma” deyiminin kökü büyük olasılıkla Osmanlı’nın ilk dönemlerinde eşit, kandaş, cihat uğruna savaşan, normal zamanda çiftçi, savaş
zamanında ücretli olarak ölüme giden “Yaya”
askerlerin derebeyleşme sonucu egemenler
tarafından tasfiye edilerek yerlerine “Yeniçeri” sistemine dayanan silahlı gücün (kapıkullarının) getirilmesine dayanır (H. Kıvılcımlı,
Osmanlı Tarihinin Maddesi). Durum bugün de
çok farklı değil. Yaya bırakanlar belli: Din
bezirgânları!
Ya yaya bırakılanlar?
Bunun için projenin politik yönüne bakalım.
Taksim Projesi 1 Mayıs ve
İşçi Sınıfı düşmanıdır
İlk planda saldırının hedefi İşçi Sınıfımızdır, bizce. Çünkü bu yıl Taksim Meydanı
tarihinde görmediği bir kalabalığa şahit oldu,
1 Mayıs yüz binlerce emekçimiz tarafından
coşkuyla, neşeyle kutlandı. İşte asıl neden budur. Taksim’in 1977 Kanlı 1 Mayıs’tan beri
nasıl emekçilere kapatıldığını, nasıl başta Halkın Kurtuluş Partisi’nin doğru ve inatçı çizgisi ve gayretleriyle emekçilere açıldığını biliyoruz. (Bu hamaset değil, gerçektir.) Böylece
artık “Taksim 1 Mayıs Meydanı’dır” sloganı “Hür Basın”ca bile kabullenildi.
Öte yandan, son 1 Mayıs, kitlelerin korkuyu attığının bir göstergesiydi. Toplananların
tümü de muhalifti. Sarılar, dönekler gelememişti. Böylece kafa bulanıklığı da yitmişti.
Kanlı 1 Mayıs’tan beri Parababaları Medyasının insanlarda yarattığı “Terör” umacısı uçup
gitmişti. Emekçiler güvenli, korku, kargaşa olmadan İşçi Bayramını nasıl kutlayabileceklerini kanıtladılar. Tabiî bu Parababaları için kötü bir örnek oldu. Bundan sonra her 1 Mayıs’ta, gittikçe çoğalarak düzene muhalif nitelikteki insanların buluşacağı bir meydan olacaktı Taksim. Bu hem AKP için, hem de Parababaları için ne büyük tehlikedir! Sonuçta alelacele Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına kapatılması gerekiyordu. Bunu açık açık söyleseler, ortalık karışabilirdi. Böyle sinsice meydanı meydan olmaktan çıkarmak ehvendi AKP
ve Parababaları için. Meydana toplu girişler
de alt geçitlerle engelleniyor, ancak birkaç kişinin birlikte yürüyebileceği darlıkta kaldırımlar bırakılıyor yürüyüşçülere…
İşte Parababaları Medyasının sözde projeyi halkımıza yutturma çabaları da bundan kaynaklanır. Demek ki, Taksim Yayalaştırma Projesi’nin birincil hedefi İşçi Sınıfımızdır, emekçi halkımızdır. Emekçilerimizin 1 Mayıs Meydanı’dır.
Emekçilerimizin 1 Mayıs Meydanı’nı kullanamamasına tepkisini hafifletmekiçin bir
başka projeyi ise çoktan başlatmıştı AKP. Bu
yılın Mayıs ayında Maltepe’de deniz doldurularak geniş bir alan kazanılacaktı projeye göre. Milliyet’ten Mehveş Evin daha o zamandan yarı alaylı amacını koymuştu bu projenin.
Şöyle yazıyordu:
“Müjdeler olsun İstanbullular! İBB,
Maltepe’de denize doğru 400 metreyi dolduruyor. !e bölge sakinlerine, ne ilçe bele-
31
Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012
diyesine sorulan bu projenin sonunda golf sahamız bile olacak.
Bakarsınız geleceğin 1 Mayıs’ları Maltepe golf tesislerinde kutlanır.” (Milliyet, 03 Mayıs 2012)
Evet, Tıpkı Taksim Projesi gibi
Maltepe Projesi de gizli kapaklı
kotarılıp kaptıkaçtıya getirilmişti.
Ve bu iki proje İşçi Sınıfı Düşmanlığı, 1 Mayıs düşmanlığı açısından
örtüşüyor. Bu yüzden Parababaları
Medyasının has yayın organı Milliyet, sanki bir üstünlükmüş, güzellikmiş gibi “Maltepe Dubai
Oluyor” başlıklı haberiyle (Milliyet, 12 Aralık 2012) bu kirli amaçları allayıp pulluyor. (Dolayısıyla
Parababaları Medyası da AKP’nin
şehir katliamlarının ortağıdır!)
Bu durum daha önceki iktidarları
aklamasa da… Burada Tayyip’in
asıl vurguladığı “Taksim’de yıkılan tarihi yeniden canlandırma” işi.
Bu ne anlama geliyor?
Proje kapsamında Taksim Gezi
Parkı’nın üzerine Taksim Kışlası
oturtuluyor. Taksim Kışlası, tarihimizde 31 Mart Olayı olarak bilinen
gerici-şeriatçı-emperyalist kırması
ayaklanmanın karargâhıdır. Abdülhamit döneminde, 13 Nisan
1909’da İngiliz yönlendirmesi ve
Şeriatçı Derviş Vahdeti’nin propagandasıyla “Alaylı” askerler İttihat Terakki Hükümeti’ne karşı
ayaklandırıldı. Yaklaşık 10 gün gerici güruh İstanbul’u kasıp kavurdu, terörize etti. Gerici yükselişin
Taksim Projesi
Mustafa Kemal ve
Cumhuriyet düşmanıdır
önünü kesen bir kez daha Ordu
Gençliği’miz oldu. Mahmut Şevket Paşa’nın komuta ettiği, Mustafa Kemal, Resneli !iyazi gibi
ilerici subayların bulunduğu Hareket Ordusu Şeriatçı gericilere gereken dersi verdi.
İşte Tayyip’in üstü kapalı söylediği “Taksim’i tekrar ruhuyla
buluşturuyoruz” ifadesinin altında yatan bu gerici ayaklanmadır.
Kışla, 1940’ta şehir planlamacısı
Henry Proust’un önerisiyle, Belediye Başkanı Lütfi Kırdar döneminde yıkılır (Vikipedi). Tayyip,
kışlayı yeniden inşa ederek hem
eski gerici ruhu canlandırma, hem
rant hem de meydanı küçültme peşinde.
Bizim kanımız, ilk fırsatta meydanda bulunan Taksim Cumhuriyet Anıtı’nı da imha edecektir
Tayyip. Çünkü, bu anıt, Kurtuluş
Savaşı’mızın nasıl kazanıldığını en
iyi vurgulayan heykellerden birini
içerir: Heykelde askerler ve halkla
Birincil hedefi tamamlayan
ikincil hedef ise Mustafa Kemal ve
Cumhuriyettir. Tayyip bunu ağzından kaçırdı. Kasım ayında partisinin İl Başkanları Toplantısı’nda
şöyle diyordu:
“Bakacaksın nerelerde ne
var. Yıkılması gereken neresi
varsa hiç acımadan yıkacağız.
Acırsak acınacak hale geliriz.
Yol açmak bahanesiyle birçok
şehirde tarih yok edildi. Şehirlerin ruhuna dokunmanın vebali
çok fazladır. Taksim’de yıkılan
tarihi yeniden canlandırmaya
çalışıyoruz. Karşımıza ilk çıkan
CHP oldu. Köşe yazarları yazmaya başladı. !e yazarsanız yazın Taksim’i tekrar ruhuyla buluşturuyoruz.” (Gazeteler, 14 Kasım 2012)
Aslında şehirlerin ruhuna en
fazla dokunan iktidar AKP oldu.
Geçmiş olsun Chavez Yoldaş
U
çağın merdivenlerini tek başına çıktı Chavez Yoldaş, yumruğunu kaldırıp yüksek sesle, “Çok yaşa
memleketimiz!” diye haykırdı. Yeniden nükseden
kanser illeti için Sosyalist Küba’ya ameliyata gidiyordu.
Belki de gidip dönmemek var ama O ülkesini, Halkını düşünüyor, “Bolivarcı Devrim’in sürekliliğini sağlamak
zorundayız” diyor.
Başka bir davranış beklenebilir mi Hugo Chavez Yoldaş’tan?
O Chavez Yoldaş ki, AB-D Emperyalistlerinin topuna
kafa tutmuş, onların son yıllardaki en büyük kâbusu olmuş,
Latin Amerika’dan sol rüzgârları estirmiş, Dünya Halklarının umudu olmuş, Irak, Libya, Suriye, Filistin Halkının yanında olmuş bir yiğit önderdir. Dünyamızda kanser düzenini yaratan Emperyalistler yıldıramamış, sindirememiş, korkutamamış Chavez Yoldaş’ımızı, kanser hastalığı mı korkutacak, sindirecek, yıldıracak?..
O Chavez Yoldaş ki, bedeninde Latin Amerika Halklarının büyük dostları, yüce devrimciler Simon Bolivar, Jose Marti, Che ve Camillo’nun ruhunu taşıyor. Onların, yarım bıraktıkları yüce davayı sonucuna ulaştırmak istiyor,
ABD Emperyalistlerini ve yerli uşaklarını Latin Amerika’dan defetmek ve bu mazlum halkları özgürleştirmek istiyor.
O Chavez Yoldaş ki, verdiği devrimci savaş öylesine etkili, büyük devrimci fırtınalar, rüzgârlar yarattı ki, bahar
yağmurları kadar verimli olan bu fırtınalar dünya halklarına da umut, moral ve mücadele azmi aşıladı. Chavez Yoldaş’ın Latin Amerika’da yükselttiği mücadele bayrağı
ABD ve AB Emperyalist haydutlarını tüm dünyada tökezletti, yılgınlığa uğrattı.
Bu nedenledir ki, Chavez Yoldaş’a Latin Amerika
Halklarının değil, tüm dünya halklarının gereksinimi var.
Çünkü Chavez Yoldaş’ın şanlı, onurlu, yiğitçe mücadelesi
tüm dünya halklarına güç veriyor, güven veriyor. Halkın
Kurtuluş Partisi olarak inanıyoruz ki, Chavez Yoldaş’ımız,
emperyalist haydutlara karşı savaştığı gibi bu doğa saldırı-
iç içe Mustafa Kemal, İnönü ve
Çakmak, arkalarında ise Sovyet
Generalleri Frunze ve Voroşilov
yer alır. Böylece Heykel, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında
halkın, askerin, asker önderlerin
ve Sovyet yardımının rolünü ortaya koyar. Bugün artık Sovyetler
Birliği kalmasa da, doğruları gösterme açısından gericilik, emperyalizm ve Parababaları için dayanılmaz niteliktedir bu heykel.
Din Bezirgânlarının diğer bir
hayali ise hep Taksim’e cami yapmak olmuştur. Bugün Taksim’e cami yapımı çok güçlü dile getirilmese de meydanın küçültülmesi,
betonlaştırılması, emekçilere kapatılması, meydanda anıtın kaldırılmasını tamamlayan
bir adım olacaktır. Şu
anda gündemde tutulmaktadır. Sözde mimarlara projeler çizdirilmektedir. (Bu yıl Ahmet
Vefik Alp’in çizdiği
projeyi hatırlayalım!)
Uygun zamanda bu adımı da atmaya yeltenecektir gericilik. (Ki geçtiğimiz günlerde Tayyip
bu konuda da emri vermiş, yeri belirlemiş,
Topbaş da “emriniz
olur!” demiştir. Gazeteler)
Bütün bu gerici yükselişe rağmen, biz biliyoruz ki her şey zıttıyla
birliktedir. Başta İşçi
Sınıfımız olmak üzere
emekçi halkımız, onlarca şehit vererek kazandığı 1 Mayıs Meydanı’nı gericiliğe ve Parababalarına
teslim etmeyecektir. Yazımızı
1977 Kanlı 1 Mayıs’ı üzerine Ruhi Su’nun sözleriyle bitirelim:
Şişli Meydanı’nda üç kız
Biri Çiğdem, biri !ergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar…
Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar…
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar.
Bin dokuz yüz yetmiş yedi
Unutulmaz yılın adı
Bir Mayıs bayramı idi
Beş yüz bin emekçi vardık
Taksim Meydanı’na girdik
Öyle bir İstanbul gördük.
Ruhi Su
sına karşı da savaşacak ve kazanacaktır. Yoldaş’ımızın bunu başaracağına içtenlikle inanıyoruz. Chavez Yoldaş, milyonlarca masum insanın kanına girmiş, doğanın
Yoldaş’ımızı yenmesini dört gözle bekleyen Emperyalist
çakalların, Amazon Nehri’nin sularının bile pisliğini temizlemeye yetmeyeceği iğrenç ellerini ovuşturmasına izin
vermeyecektir.
Dünya Halklarının ve Venezuela Halkının dileklerini
Amerikalı Aktör Sean Penn dile getiriyordu:
“Chavez, gezegenimizdeki en önemli liderlerden biri. Kısa zamanda güç kazanmasını ve iyileşmesini diliyorum” diyordu namuslu aktör.
Chavez Yoldaşın halefi olarak atadığı Devlet Başkanı
Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı !icolas Maduro, Chavez
Yoldaşa sesleniyordu “Seni burada bekliyoruz. İyileşip
aramıza dönmek zorundasın.”
Venezuela Halkının ve Dünya Halklarının umutlarına
tercüman oluyordu Maduro Yoldaş.
Bize mahallemizin insanı kadar, birlikte büyüdüğümüz
en yakın yoldaşımız kadar yakın olan Hugo Chavez Yoldaş, ara verdiği çalışmalarına yeniden dönüp, dünya halklarına umut aşılamaya, Sosyalizmi Venezuela’da örmeye,
Emperyalizmin oyunlarını bozmaya, insanlığın başındaki
kara bulutları dağıtmaya devam edecektir.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak inanıyoruz ki, Chavez
Yoldaş, Kübalı Doktorların mahir elleriyle sağlığına çok
kısa bir sürede kavuşup, Sosyalist Güneşin pırıltısını ve sıcaklığını Dünya Halklarına hissettirecek, insanlığın başbelası, Che’nin deyişiyle “insan soyunun en büyük düşmanı”, uluslararası emperyalist haydutlar çetesinin başhaydut
devleti ABD Emperyalistlerine ve onların yerli işbirlikçisi
hainlere karşı mücadeleye kaldığı yerden devam edecektir.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ın sağlığına bir an önce kavuşup görevlerinin başına çok daha sağlıklı bir şekilde dönmesi temennilerimizle, Venezuelalı
Yoldaşlarımıza en içten Devrimci selamlarımızı gönderiyor, Chavez Yoldaş’a acil şifalar diliyoruz. 13.12.2012
Venceremos! Hasta La Victoria Siempre!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
“Kılık kıyafet serbestliği” mi, yoksa?..
Baştarafı sayfa 32’de
liselerin imam-hatip programlarında tüm derslerde, ortaokul ve liselerde ise seçmeli Kur’an-ı Kerim derslerinde başlarını örtebilir.”
Zaten uygulamanın temel amacı da bu değil mi?
Ülkemiz 3-4 sene öncesine kadar üniversiteye, kamusal alana türban girer mi diye tartışıyordu. Oysa
şimdi CIA İslamının siyasi simgesi olan “türban” 5.
sınıflardan itibaren resmen okullarda. Tabiî “şimdilik” ortaokullarda ve belirli derslerde! Hem de özgürlük adı altında ve yasal olarak!
4+4+4 gerici eğitim sistemiyle eğitimde açtıkları
gedik, türbanın okullara yasal olarak girmesiyle devam ediyor. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, yine o meşhur timsah gözyaşları
eşliğinde, Bursa İmam Hatip Lisesinin 50. yıl kutlamalarında yaptığı konuşmada, çok acılar çektiklerini
ve bugün İmam Hatiplerin geldiği noktanın “zafer
noktası” olduğunu söylüyor. “İmam Hatip bir altın
nesildir.”, diyor. Artık saklamıyorlar halk düşmanlıklarını, Ortaçağ özlemlerini. Gözlerinden akıttıkları
timsah gözyaşlarıyla da örgütsüz halkımızı maalesef
şimdilik zehirliyorlar. Laiklik adına tek bir kırıntı bırakmak istemiyorlar. Özlemini duydukları, bilimin
hapsedildiği Ortaçağ toplumuna adım adım yaklaştıklarını düşünerek sevince boğuluyor, zafer naraları atıyor Tayyipgiller.
“MADDE 3 – (1) 4’üncü maddede yer alan sınırlamalar (Öğrenciler, öğrenim gördükleri programın özelliğine göre atölye, işlik ve laboratuarlarda önlük veya tulum, işyerlerinde ise yapılan
işin özelliğine uygun kıyafet giyer.) dışında okulöncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde kılık ve kıyafet serbesttir.”
Bu uygulama; zaten var olan ve çocukların da yoğun bir şekilde yaşadığı sınıfsal farklılıkları daha da
belirginleştirecek, çocukları her gün “Ben bugün ne
giyeceğim?” kaygısına, markalı ve değişik giysiler giyinme telaşına düşürecek, özellikle ebeveynleri ciddi
anlamda sıkıntıya sokacak, hatta bunalımlara sürükleyecektir. Bunu şimdiden görmek oldukça kolaydır.
Ey Tayyipgiller; bu yaptığınız işçi, emekçi düşmanlığı, halk düşmanlığı, hainlik değil de nedir! Bi-
linmez mi ki politikalarınız yüzünden halkımızın tamamına yakını işsizlik ve pahalılık cehenneminde
kıvranıyor. Mucizeler yaratıp yaşamaya, çocuklarını
okutmaya çalışıyor. Ve üstelik tüm bunları yırtık paltolar, altı delik ayakkabılarla yapıyor! Alay ediyorsunuz halkımızla, bunun hesabı sorulacak!
“MADDE 5 – (1) Bu Yönetmelik hükümlerine
aykırı hareket eden ortaokul öğrencilerine
27/8/2003 tarihli ve 25212 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği; lise öğrencilerine 19/1/2007
tarihli ve 26408 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliği hükümleri uygulanır.
“(2) Bu Yönetmelik hükümlerine aykırı hareket eden okul yöneticileri hakkında ilgili disiplin
hükümleri uygulanır.”
“Kılık Kıyafet Yönetmeliği”ndeki değişiklikler bu
tehditlerle sona eriyor. Bu maddelere aykırı davranan
öğrenciler ve idareciler hakkında bilmem kaç sayılı
“Ödül Ve Disiplin Yönetmeliği” uygulanacakmış. Yani Tayyipgiller aba altından sopa gösteriyor, belli sınırlar dışında giyinen öğrencilerimize ve bu Ortaçağcı uygulamaları hayata geçirmek istemeyen okul idarecilerine…
Ülkemizi Ortaçağ karanlığına adım adım götürmek isteyen Tayyipgiller, şimdilik attıkları adımları
zaferle noktaladıklarını düşünüyorlar. Halkın Kurtuluş Partisi, çocuklarımızı ve geleceğimizi, bu karanlığa teslim etmemekte kararlıdır.
Her ne pahasına olursa olsun, halklarımızın gerçek
kurtuluşunu sağlayacak Proletarya Partisi’ni yeniden
örgütleyeceğiz; halklarımızı, değer yaratan bütün kesimleri bu parti etrafında birleştireceğiz. Demokratik
Halk İktidarını kuracağız. İşte o zaman sınıf farklılıkları ortadan kalkacak; özgürlük ve demokrasi bu topraklarda hayat bulacak. Buna, çocuklarımızın gözlerindeki, yüreğindeki temizliğe inandığımız kadar
inancımız tamdır! Aralık 2012
Kurtuluş Partili
Eğitim Emekçileri
“Ergenekon” maskeli CIA Operasyonunun karar duruşmasında,
halkımız tepkisini onbinlerle dile getirdi.
Baştarafı sayfa 32’de
Bu davanın hedefindekiler sadece ve sadece Mustafa
Kemalci, antiemperyalist, bağımsızlıkçı, laik, yurtsever, namuslu aydınlar, bilim insanları ve askerlerdi.
CIA-Fethullah-Tayyipgiller ortaklığının saldırısına
o denli öfkelenmiş bir halk vardı ki alanda… Sık sık
“Yıkalım, yıkalım!” sloganıyla jandarma barikatlarını
aşmak isteyen kitle, barikatı mahkeme salonunun girişine kadar geriletti. Kitle mahkeme salonunda yaşanan
gelişmeleri takip ederek satılık hakimler ve savcıların
verdiği kararlara anlık tepki veriyor, mahkeme salonuna girmeye çalışarak, “yurtseverlere daha fazla eziyet
edemezsiniz, mahkemeyi başınıza yıkmaya geliyoruz”,
diyordwu. Geçekten de bir süre sonra bu çabalar sonuç
vermiş ve mahkeme heyeti “Ergenekon davası” ile birleştirmeye çalışılan başka bir davanın birleştirilmesinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Halk bu davanın siyasi bir dava olduğunu görüyor
ve tepkisini olanca gücüyle gösteriyordu. Alandaki tek
sosyalist parti olarak “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Mustafa Kemal-Lenin” pankartımız ve “Ergenekon” maskeli saldırının
CIA-Fethullah-Tayyipgiller üçlüsüyle yapıldığını teşhir eden pankartlarımızla halk tarafından ilgiyle karşılandık.
“Birinci Kuvayimilliye’den İkinci Kuvayimilliye’ye Ulusal Kurtuluştan Toplumsal Kurtuluşa”
başlıklı bildirilerimiz de yine ilgiyle karşılandı.
Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi!
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
Zulüm yasaları olan Toplu İş İlişkileri Yasası tasarısına karşı
Konya’da ikinci protesto eylemini gerçekleştirdik
Zulüm Yasalarına Direneceğiz!
T
ürkiye’deki toplusözleşme düzeni ve sendikal özgürlükler alanını
düzenleyen “Toplu İş İlişkileri
Yasa Tasarısı”nın 30 maddesi geçmiş,
diğer maddelerin görüşülmesi 16 Ekim
2012 Salı gününe kalmıştı. DİSK, İLO
normlarına uygun bir yasa çıkarılması
talebiyle bölgelerde eylemler düzenliyor. DİSK Konya İl temsilciliği, yukarıda da yazdığımız gibi, daha önce de
(04 Ekim günü) eylem düzenlemişti.
16 ekim günü de DİSK İl Temsilciliği’nden Zafer Meydanı’na doğru kortej halinde sloganlarla yürüyüşe geçtik.
Basın açıklamasını DİSK İl Temsilcisi
Ali Özçelik okudu.
Özçelik konuşmasında Yerli-yabancı Parababalarının kâra doymadığını,
ülkemizi kendileri için dikensiz gül
bahçesine, ucuz işgücü cennetine çevirmek istediklerini anlattı.
Ali Özçelik konuşmasında, başta
TOBB olmak üzere TİSK gibi işveren
örgütleri ve onların siyasi iktidarı olan
AKP, Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısıyla sözde işçi örgütleri olan sarı konfederasyonlarla elele vererek bu sürece
ortak olduklarını dile getirdi.
A. Özçelik, ayrıca yapılacak değişiklik ile Türk-İş’e bağlı 17, Hak-İş’e
bağlı 5, DİSK’e bağlı 6, Bağımsız 1
sendikanın da yetkisiz kalacağını, toplam 51 yetkili sendikanın 29’unun yetkisinin düşeceğini söyledi.
DİSK’in kimseden icazet almadan
tamamen İşçi Sınıfının gücüyle kurulduğunu 15-16 Haziran şanlı Büyük İşçi
Direnişini, Faşizme İhtar eylemlerini
gerici, baskıcı Milliyetçi Cephe (MC)
hükümetlerine karşı işgal, grev, direnişler gerçekleştirdiğini, yapılacak olan
değişikliğin DİSK’in mücadelesini etkileyemeyeceğini söyleyerek, sözlerine
son verdi.
Basın açıklamasına halkın yoğun il-
gisi olduğu gözlendi. Ağırlıklı olarak
Nakliyat-İş Sendikası üyelerinin olduğu eyleme Sosyal-İş, Birleşik Metal-İş,
Kurtuluş Partisi ve kimi halk örgütleri
de katıldı.
Basın açıklamasında “Kahrolsun
Sarı Sendikacılık”, “Türk-İş, Hak-İş
Yönetimi İhanetinin Bedelini İşçi Sınıfımıza Verecektir”, “AKP’nin Kölelik Yasalarına Boyun Eğmeyeceğiz”, “Kölelik Yasalarına Hayır” dövizleri taşıdık.
Konya’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
CMYK
CMYK
Tüfek icat oldu2
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
Devamı sayfa 31’de
L
aiklik yerine Ortaçağcı
irticayı, bağımsızlıkçılığın, yurtseverliğin yerine emperyalizme koşulsuz
uşaklığı koymak isteyenlere
karşı bir halk vardı Silivri çıkartmasında.
Tayyipgiller’e gerekirse
barikatlarınızı da, cezaevleri
duvarlarınızı da, mahkemelerinizi de yıkarız diyen bir halk
vardı Silivri çıkartmasında.
AB-D-Tayyipgiller
ve
Fethullahçıların ülkemizi Yeni
Sevr’e ve Ortaçağa götürmek
üzere başlattığı “Ergenekon”
maskeli saldırıda Veli Küçük,
İbrahim Şahin, Levent Ersöz,
Muzaffer Tekin vb. gibi
Kontrgerillanın has adamlarının da karıştırılmasıyla kafalar
bulandırılmaya çalışılmıştı;
ancak başta Partimiz olmak
üzere halk, yapılan bu saldırıların amacının hep bir tek yöne olduğunu fark etmişti;
CIA’nın tâ 1952’de kurup yönettiği Gerçek Kontrgerilla’nın işlediği hiçbir suça dokunulmuyordu. Ne Kanlı
Pazarlar, ne Maraş, ne Çorum,
ne Sivas Katliamı, ne Kürt
Halkına yapılan katliamlar, ne
de ilerici, devrimci aydınlara
karşı işlenen faili meçhul cinayetler, hiçbiri ama hiçbiri
önemli değildi bu dava için.
Devamı sayfa 31’de
akliyat-İş’ten
Avrupa Eylem ve Dayanışma
Günü’nde Topkapı Ambarlarda iş
bırakma eylemi
A
vrupa
Sendikalar
Konfederasyonu
(ETUC) 14 Kasım
2012’yi “Avrupa Eylem ve
Dayanışma Günü” olarak ilan
etti. Bu kapsamda Avrupa’nın
son dönemindeki en büyük işçi eylemleri gerçekleştirildi.
Kıtanın bütün ülkelerinde genel grev, grev, iş yavaşlatma,
yürüyüş ve miting gibi farklı
eylem biçimleri düzenlendi.
Portekiz, İspanya, İtalya,
Yunanistan, Kıbrıs ve Malta
genel grev, Fransa ve
Litvanya’da ise bölge ve işkolu düzeyinde grevler düzenlendi. Diğer bütün ülkelerde
mitingler ve çeşitli protestolar
gerçekleştirildi.
ETUC
ve
üye
Konfederasyonlar, kemer sıkma politikalarına karşı sosyal
haklar, daha iyi ücretler için 14
Kasım’da
sokaklardaydı.
Avrupa işçileri emeklilik hakkının gasp edilmesini, ücretlerin düşürülmesini ve sosyal
hakların kesintiye uğramasını
protesto etti.
DİSK, ETUC’un bu çağrısına uyarak, İstanbul, Ankara
ve İzmir’de çeşitli etkinlikler
düzenleyerek, Avrupa’daki işçilerle dayanışma gösterilmesini kararlaştırmıştı.
Devamı sayfa 25’te
Geçmiş olsun
Chavez Yoldaş
Haberi sayfa 31’de
Sefalet ücretini protesto ettik
Köroğlu ya bugün yaşasa ne
derdi?
Genel kural: Ekonomik güç kimdeyse, etkin silah da ondadır. On Sekizinci
ve On Dokuzuncu Yüzyıllarda burjuvazinin emekçi halka karşı gösterdiği acımasızlığı, bugün burjuvazi içinden sivrilen bir avuç Finans-Kapital çetesi, yani
Devamı sayfa 30’da
Kurtuluş Partisi Gençliği, YURT-KUR davasından beraat etti:
Yaşasın gençliğin devrimci mücadelesi
T
ayyipgiller’in Maliye Bakanı İngiliz Memet açıklama yapıyor, “En yüksek
maaşı Türkiye’deki emekliler
alıyor”.
Bir insan bu kadar nasıl yüzsüzleşebilir, bu kadar nasıl hainleşebilir? Halkına bu kadar nasıl
yabancılaşabilir, nasıl düşmanlaşabilir? Emekçilerle nasıl bu
kadar dalga geçilebilir?..
Demek ki bir insan ruhunu,
onurunu, beynini emperyalistle-
re satarsa bunları söyleyebiliyor.
Kıt kanaat geçinmeye çalışan, ek bir iş yapmak zorunda
kalan emeklilerin maaşlarını
çok buluyor Tayyipgiller. Geçen
yıllarda da Asgari Ücreti çok
bulmuşlardı emperyalistlerin
sözcüleri.
2013 yılı için de aynı oyun
oynanıyor. Asgari Ücrette 2013
yılı için tespit edilen artış oranı
Devamı sayfa. 2’de
Roboski Katliamı’nın aslî
faili olan Tayyipgiller ve
ABD Halklarımıza er geç
hesap verecek!
K
urtuluş Partisi Gençliği tarafından,
üniversite öğrencilerinin barınma sorunlarına dikkat çekmek ve bu sorunların temelinde cemaat evlerine, tarikat yurtlarına alan açılması için YURT-KUR’un yeterli sayıda yurt açmaması olgusunun bulunduğunu teşhir etmek için “Yurt-Kur
Uyuma, Öğrenciye Yurt Kur!” sloganı etrafında bir kampanya örgütlenmişti.
Kampanyanın finalinde, ülke çapında
toplanan binlerce imzayı YURT-KUR Genel
Müdürlüğüne teslim etmek amacıyla yürüyüş ve temsili yurt temeli atma eylemi gerçekleştirilmişti. Eylemden
sonra, imzaları kuruma teslim
eden arkadaşlarımız, çıkışta
kampanyayı duyuran bir pankart açtıklarında özel güvenlik
görevlilerinin saldırısına maruz kalmışlar, ancak özel güvenlik terörüne yenilmeyen
arkadaşlarımız, dışarıda bekleyen yoldaşların da desteğiyle eylemlerini sürdürebilmişlerdi. Pankart açan yoldaşlarına yapılan haksız saldırı karşısında haklı tepkilerini ortaya
koyan
Kurtuluş
Partili
Gençlerin bu tepkileri ise, polisin usulsüz ve haksız bir gözaltı işlemiyle karşılaşmıştı.
İşte bu eylemlerin karşılığı
çabuk
tebliğ
edilmişti
Tayyipgiller tarafından. 43
yoldaşımıza “2911 sayılı yasaya muhalefet”, “İzinsiz
gösteri yürüyüşü düzenlemek”, “Uyarıya rağmen dağılmamak”, “görevli memura direnmek”, “kamu malı-
na zarar vermek” suçlarından dava açılmıştı.
2 yılı aşkın bir süredir süren davada, tüm
sanıklar, tüm suçlamalardan beraat ettiler.
Hukuka ve adalete uygun olan da buydu.
Her şeye rağmen, “bağımsız” düşünebilen
ve hukuka uygun karar verebilen gerçek hâkimlerin tükenmemiş olması da ayrıca sevindirici olmuştur.
Ustamızın sözüyle bir kez daha muştuluyoruz: Yıldırılamaz Gençlik!
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
I
Her yaptıkları işte olduğu gibi bu değişikliği de bin bir laf
cambazlığıyla yaptılar. Neymiş
efendim çocuklar özgür olmalıymış, kimse tek tip giyinmeye
zorlanamazmış ve birçok safsata! ABD’nin Ortadoğu’ya “özgürlük ve demokrasi” götürmesi gibidir Tayyipgiller’in
ülkemize, çocuklarımıza “özgürlük” getirmesi.
Önce yapılan değişikliklerden göze batanları görelim:
“MADDE 3 – (6) Kız öğrenciler, imam-hatip ortaokul
ve liseleri ile çok programlı
T
B
ildiğimiz gibi 27 Kasım
2012 Salı günü, son yıllarda antidemokratik-halk
düşmanı
uygulamaların
Tayyipgiller tarafından dayatılmasına yasal kılıf işlevi gören
KHK (Kanun Hükmünde
Kararname)’lerden bir yenisiyle, 2013-2014 eğitim öğretim
yılında uygulamaya konulmak
üzere “Kılık-Kıyafet Yönetmeliği”nde değişiklikler yapıldı
Bakanlar Kurulu tarafından.
Aslında artık gizleme gereği
duymadıkları Ortaçağcı ve halk
düşmanı yüzlerini bir kez daha
kör göze batarcasına ortaya serdi Tayyipgiller.
B
IK
“Kılık kıyafet serbestliği” aldatmacasıyla CIA İslamının
simgesi Türbanın ilkokullarımıza kadar girmesine ve çocuklarımızın Ortaçağ karanlığına terk edilmesine izin vermeyeceğiz!
“Ergenekon” maskeli
CIA Operasyonunun
karar duruşmasında,halkımız
tepkisini onbinlerle dile
getirdi2
Ç
“Kılık kıyafet serbestliği”
mi, yoksa?..
undan yüzyıllar önce böyle diyordu ünlü halk kahramanımız
Köroğlu. Derebeyleşen Osmanlı
düzenine karşı başkaldırıp dağa çıkan,
yoksulların hakkını arayan, sömürgen
beylerin belası olan bir halk kahramanımızdır, Köroğlu.
Osmanlı, kuruluşunda çok adil bir
toprak düzeni kurar. Başlıca üretim aracı
olan toprağı, bölgede yaşayan halka adil
olarak dağıtır. Düzenin korunması için
de başlarına Dirlikçi denen bir silahlı
atar. Ve bu düzene; Dirlik Düzeni denir.
Ne var ki bu toprak düzeni kısa sürede,
yaklaşık 100 yıl içinde yozlaştırılır.
Müslümanların ortak malı olan Toprak,
kitabına uydurularak kişi mülkü haline
getirilir. Düzenin korunmasından sorumlu Dirlikçiler, ya kendileri derebeyi haline gelir ya da dirlikleri derebeylerince
ellerinden alınır. Osmanlı’nın adil toprak
düzeni bozulur, dirlik düzenlik kalmaz.
İşte bu derebeyleşme sonucunda, kaçınılmaz olarak hak aramaya koyulan kahramanlar ortaya çıkar. Köroğlu da bu
halk kahramanlarından biridir. Halk tarafından benimsenir ve yaşamı bir destan
haline gelir Köroğlu’nun. Kanımızca,
yukarıda
değindiğimiz
dörtlük
Köroğlu’nun
son
deyişindendir.
Kahramanlık çağının silahları olan ok,
yay, mızrak, kılıç artık eskimiş, “delikli
demir” icat edilmiştir. Savaşta, kavgada
mertlik de bozulmuştur. Köroğlu bu duruma serzenişte bulunur.
Bu durum doğaldır. Heraklit’in dediği gibi “Her şey akar”. Teknolojik gelişmeler savaş araç gereçlerinde de gelişmelere yol açar kaçınılmaz olarak. Savaş
araç gereçlerindeki değişikliklerse savaş
metotlarının
değişimini
getirir.
Kahramanlık
Çağını bitiren
teknolojik gelişme, bir bakıma, Çinliler
tarafından bulunan barutun
1 4 ’ ü n c ü
Yüzyılda
Araplar üzerinden
Batı
Avrupa’ya taşınması
olm u ş t u r .
Böylece ateşli
silahlar ortaya
çıkmış, hem
savaş metotları, hem de siyasi ilişkiler
değişmiş, yepyeni ekonomik-sınıfsal gelişmelere kapı açılmıştır.
Barut ve ateşli silahların üretimi hem
sanayi, hem sermaye gelişimi anlamını
taşır. Sanayi ve sermaye ise Ortaçağ
Avrupası’nda kentlerdeki burjuvazinin
elindeydi. Bu yüzden, barut ve ateşli silahlar, krallığın ve burjuvazinin silahları
oldu. Bu sayede derebeylerinin şatoları
top ateşi altında darmadağın edildi, derebeylerinin zırhlı süvarileri tüfek ateşine
dayanamadı. Böylece burjuvazi kapitalizmöncesi sınıfları temizledi, derebeylik
topraklarını birleştirdi, ulusal sınırları
oluşturdu, sonuçta kendi iktidarını kurdu
ve topla, tüfekle “garanti” altına aldı. Ne
var ki, bu ilerici gelişmeler, burjuvazinin
çalışan halk yığınlarını yaya bırakmasıyla sonlandı.
Burjuvazi, derebeyliği temizleyip
devrimini yaparken emekçi halk yığınlarını yanına alarak silahlandırmıştı.
Silahlı halk yığınlarının kendi iktidarı
için en büyük tehlike olduğunu o saat
gördü. Çünkü burjuvazinin güçlenmesi,
İşçi Sınıfının da güçlenmesi demekti.
Dolayısıyla İşçi Sınıfının iktidarı ufukta
gözükmüştü. Silahlı İşçi Sınıfı burjuvazinin Azrail’i demekti. Burjuvazi hızla
emekçi halkı silahsızlandırdı. Fransa’da
1848’de başlayıp tüm Batı Avrupa’yı etkileyen emekçi halk hareketlerini olsun,
1871 Paris Komünü’nü olsun, binlerce
emekçiyi topla tüfekle katlederek, acımasızca bastırdı.

Benzer belgeler

93. sayıya ulaşmak için tıklayın

93. sayıya ulaşmak için tıklayın emekçilerinden köylülere, işsizlere, aydınlara varıncaya kadar halk denizinin her bir parçasının katıldığı etkinliğimiz, HKP Merkez Komite Üyesi İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ın açış konuş...

Detaylı

44.sayıya ulaşmak için tıklayanız

44.sayıya ulaşmak için tıklayanız Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/...

Detaylı

71.sayıya ulaşmak için tıklayınız

71.sayıya ulaşmak için tıklayınız saldırılarına karşı, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla birlikte Halk Kurtuluş Cephesini öreceğiz. Demokratik Halk İktidarını kurup, Parababalarının, ekonomik ve siyasi Yol ...

Detaylı