YAPAY ZEKA İÇİN RUHBİLİM TERİMLERİ - Yapay

Transkript

YAPAY ZEKA İÇİN RUHBİLİM TERİMLERİ - Yapay
YAPAY ZEKA İÇİN RUHBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ – TASLAK
Nadir BENCAN
ÖNSÖZ
Psikolojide ve nörolojide, beyin üzerine deneysel bulgulara dayanılarak geliştirilen birçok teori
vardır. Deneyler, zaman zaman birbiri ile çelişen bulgular ortaya çıkarmaktadırlar veya yeni bir
bulgu birden çok teoriye kaynaklık edebilmektedir. Bu sorun beynin karmaşıklığından ve beyin
üzerinde araştırma yapmanın bilinen zorluklarından kaynaklanmaktadır.
Beyin üzerinde araştırma ve deneylere devam edelim. Ama artık elimizde bir imkan daha vardır.
Elimizdeki bilgilere göre, az veya çok karmaşık bir zihinsel işleyiş modeli oluşturup, onu bir
bilgisayarda simule edebiliriz. Bu bilgisayar simulasyonu, bilişsel sistemlerle ilgili mevcut teorileri
test etme ve yenilerini oluşturma açısından bize geniş bir alan açabilir. Hatta beynin nörolojik ve
fizyolojik araştırmaları için bile yol gösterici olabilir.
Bugün, Yapay Zeka alanında, elinde bastonla dolaşan görme engelli bir insan gibi ilerlemeye
çalışıyoruz. Bunun gerçek nedeni bana göre, yazılım tekniklerimizin veya bilgisayar teknolojisinin
yetersizliği değildir. Gerçek neden, neye ulaşmak istediğimizi netleştiremeyişimizdir. Açıkça teslim
etmeliyiz ki, ne zekanın ne olduğu hakkında, ne düşünme dediğimiz şey hakkında, ne de ilgili diğer
kavramlar hakkında, üzerinde uzlaşılmış net bir kavrayışımız yoktur. Herhangi bir dildeki herhangi
bir sözlükte bu kavramlar, birbirinin içine girmiş çok sayıda eş anlamlı sözcükle ifade edilmekte ve
herkes yetiştiği kültüre ve aldığı eğitime göre bu sözcükleri birbirinin yerine istediği gibi
kullanabilmektedir.
Bu metin, bir sözlük taslağıdır. Genel amaçlı Yapay Zeka gerçekleştirilip, değişik tekniklerle
çalışan çok sayıda Yapay Zeka sistemlerimiz oluncaya kadar da son şeklini alamayacaktır. Çok
sayıda yapay Zeka’nın ortak ve farklı davranışları yeterli zenginlikte ortaya çıktığında, Yapay
Zeka’nın psikolojisi üzerinde çalışmak ancak mümkün hale gelecektir. Bu psikolojinin gerçek
sözlüğü de ancak o zaman yazılabilecektir.
Sadece bir örnek olarak veriyorum, Orhan hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü eserinde DÜŞÜNME
maddesinin karşılığı olarak şu terimler yer almaktadır:
“DÜŞÜNME. (1. Os. Tefekkür, Teakul, Fikir, Müfekkire, Mana, İdrak, İlim, Zihin, Şuur, Akıl; …
İng. Thought, … 2. Os. Teemmül, Şuuru teemmüli, İdraki dahili, Tefekkür, Mülahaza, Kuvvei
Muhakeme, Akis, İn’ikas, … İng. Reflection, Consideration …) Usun, kendi kendisini bilgi konusu
yaparak, ansal çalışmayı incelemesi…”
Kavramların bu bulanıklığı, zihinsel işleyişin kavranmasını ve zihinsel işleyiş konusunda modeller
geliştirilmesini zorlaştırmaktadır. Açıktır ki zihinsel işleyiş konusunda geliştirilecek bir model,
öncelikle net zihinsel kavramlara dayanmak zorundadır.
Sözlükte yer alan kavramlar, Klasik psikolojik veya güncel kullanımlarının genişliğinde ele
alınmamıştır. Mümkün olduğu kadar netleştirilip eş anlamlı kavramlardan ayrıştırılarak, bilgisayar
programlama mantığının gerekleri ön planda tutularak, ama en çok da bir zihinsel model
doğrultusunda düşünülerek ele alınmıştır. Değişik modeller bu kavramlara daha farklı anlamlar
yükleyebilirler şüphesiz.
Kavramların ve modelin detaylı açıklamaları, genellikle verilmemiştir. Her bir madde bir makale
konusu olabilecek önemdedir. Bu konuda, ilgilenen okuyucuların en azından ansiklopedik düzeyde
psikoloji bilgisine sahip olduğunu varsayıyorum. Bazı kavramlar ise, bilinen anlamlarının dışında
özgün tezlere dayanmaktadır ve daha detaylı açıklanması gerekmiştir. Düşünme, Zeka, Hafıza,
Muhakeme, Bilgi, Bilinç, Fikir, İç göz, Kanaat, Kavram, Duyu, Duygular bunlar arasındadır. Bu
kavramlar önerdiğim modelin temellerini oluşturmaktadırlar.
Düalizm maddesine, Yapay Zeka ile doğrudan bir ilgisi olmadığı halde yer vermek gereği duydum.
Çünkü bu konu, Yapay Zeka’nın mümkün olmadığı yolundaki görüşlerin temelini oluşturmaktadır.
Sözlük içinde yaptığım alıntılarda öncelikle yerli çalışmaları tercih ettim. Bunlar arasında da, ilgili
maddenin açıklanmasına katkısı açısından ya geniş referanslara sahip olanlarını, ya da
alışılagelmişten değişik görüşlere yer verenlerini tercih ettim. Umarım okuyucular verilen kaynaklar
sayesinde daha geniş araştırma imkanını bulabileceklerdir.
AKIL: (Reason). Düşünme eyleminin doğruluğunun ve yeterliliğinin ölçüsü olarak kullanılır. “Çok
akıllı”, “aklı kıt”, “akılsız” gibi nitelemeler bunu gösterir. Hayvanların akılsız olduğu yolundaki
değerlendirme, onlarda bir düşünme eyleminin olmadığı ön kabulünden kaynaklanır. “Akılları
pazara çıkarmışlar, herkes gene kendi aklını almış” atasözü de, akıl konusundaki ölçünün ne kadar
subjektif olduğunu anlatır.
Bilgisayar dünyasında Akıl’ın karşılığı, gerek donanım, gerekse yazılım açısından çeşitli
bilgisayarları birbiri ile kıyaslamamız olabilir. Çift çekirdekli işlemci, 5 Gb. Ram, Windows Vista
gibi saydığımız özellikler, hangi bilgisayarın diğerlerine göre daha “akıllı” olduğunu gösterebilir.
ALGI: (Duyum, Perception). Algı, Duyu, Duyum, İdrak, Anlama, birbiri ile karıştırılan ve sıklıkla
eş
anlamlı
olarak
kullanılan
kelimelerdir.
Duyu, Duygu teriminden titizlikle ayrırmalıdır. Duyu; duyu organlarımız dediğimiz, dış dünyadan
beynimize haber getiren organlarımız aracılığı ile aldığımız sinirsel iletidir. Duygu ise, iç veya dış
bir etki karşısında beynimizde salgılanan bazı kimyasalların tüm vücudu etkilemesi ile oluşan ruhsal
durumdur. Bu durumun kendisi de, duyu organlarımız tarafından algılanır ve beyne iletilir. Görme,
işitme, ısıyı hissetme, basıncı hissetme, koklama, tatma, ağrıyı hissetme, denge veya dengesizliği
hissetme, kalpte çarpıntı hissetme gibi bilgilenmeler Duyu ile ilgilidirler. Korku, sevinç, huzur,
heyecan, endişe gibi ruhsal durumlar ise Duyguların konusudurlar. Bu ruhsal durumlar, gene duyu
organları tarafından saptanıp beyne bildirilirler, bu sayede korkmuş veya heyecanlı olduğumuz
hakkında bilgi sahibi oluruz.
Algı; dış dünya, bedenimiz veya Bilinç ile ilgili bilgilerin duyu organları yolu ile bilince
aktarılmasıdır. Bu kavram, İdrak kavramı ile de sıklıkla karıştırılır. Bir duyu organı bir etkiye maruz
kaldığında(ışık, ses dalgası, vb.), beyindeki ilgili değerlendirme merkezine bu etkiyi
ulaştırabiliyorsa, etki algılanmış olur. Herhangi bir aksaklıktan dolayı alınan etki merkeze
aktarılamıyorsa, algılama yoktur. İdrak ise, alınan etkinin Hafızadaki bir Bilgi ile eşleşmesi, yani
anlamlandırılmasıdır. Algı için sinirlerin başarılı iletimi yeterlidir, İdrak için ise bu iletinin
tanınması gerekmektedir. (Bkz. İdrak, Bilgi)
Bedenimizden gelen Algılar kavramı, hareketlerimiz ve denge duyumuzla ilgili olarak kas
gerginliğini gösteren Algılar; açlık, susuzluk, iç organlardaki ağrılar gibi Algılar; çarpıntı hissi, baş
dönmesi gibi Algıları ifade eder.
Algı, Duyum, İdrak kavramları üzerinde, felsefe ve psikoloji bilimlerinde bir uzlaşma yoktur.
Çeşitli ekoller ve çeşitli araştırmacılar, bu kelimelere kendi sistemlerine göre özel anlamlar
yüklemektedirler. Bu belgede önerdiğim anlamlar da, kendi zihin modelime göre bana özel
anlamlardır.
Bilgisayar dünyasında, klavyeden, dosyadan, kameradan, mikrofondan, başka bir sensörden veya
muhakeme ünitesinden, sorgulardan programın girişine ulaşan sinyallere Algı diyebiliriz.
Programın input ünitesi(bir bölümü Bilinç karşılığı olmalı, bkz.Bilinç) tarafından bu sinyallerin
değerlendirilip, hafızadaki bir bilgi ile eşleşmesinin ve bağlantısının sağlanması ile de İdrak oluşur.
İdrak işlemi sonucunda, alınan sinyaller yeni bir Bilgi haline gelir ve veritabanındaki Kronolojik
Tabloya bu yeni hali ile kaydedilirler. Aynı Bilgi’nin eski hali de tablodaki yerini korumaktadır,
silinmemiştir. Ama yeni bir sorgulamada, en son bilgi öncelikli olarak değerlendirilir.
AMAÇ: (Purpose). Gerçekleştirmek için bir eylem ile birlikte düşünülen İstek. Düşünsel veya
davranışsal bir eylem ile bağlantılandırılmayan isteklerimiz Amaç değillerdir, İstek olarak
kalırlar.(Bkz. İstek)
Düşünsel ve bedensel bütün davranışlarımız, bir istekten kaynaklanır. 1- İstek bizi harekete
zorlar(motivasyon). 2- İsteğin tatmini için Hafızadan uygun hareket modeli seçeriz. 3- Bu hareket
modeline uygun bir yol haritası, bir Hayal oluştururuz. 4- Hayali adım adım gerçekleştirmek için
harekete geçeriz. Her adımda yol haritasının dış dünyadaki gerçekliğe ve hedefimize(isteğimize)
uygun gidip gitmediğini kontrol etmek için değerlendirmeler yaparız. Bu şemada hedef de, hedefe
ulaşmak için oluşturduğumuz yol haritasının(Hayalin) her adımı da, birer Amaçtır.(Bkz. Hayal)
ANI: (Hatıra, Remembrance). Daha önce hafızada bulunanın, yeniden Bilince gelmesidir.
Anımsama’dan farkı, daha önce hafızada bulunduğunun açık seçik bilinmesidir. Algı, İdrak işlemi
ile Bilgi haline gelir ve Hafıza’ya kaydolur. Bu süreçlerden Algılama süreci Bilincin dışındadır,
yani kişinin bu işlemden haberi yoktur. Ama İdrak, Bilgi ve kayıt süreçleri Bilinçte izlenir. Yeni bir
algılama veya çağrışım ile Bilgi hafızadan yeniden Bilince çağrıldığında, bu Bilginin dışarıdan veya
gaipten değil de, hafızadan geldiği konusunda kuşku yok ise, bu bilgiye Anı deriz.
Bir veritabanından bir sorgu ile süzülen Bilgi, Anı’dır. Bu kavramı daha çok, programın Hayal
dediğimiz iç algılamalarında kullanmamız gerekir. Hayal esnasında üzerinde çalışılan bilgiler, dış
dünya bilgileri değil, hafıza bilgileridir. Bu bilgiler ile “sahte Anılar” oluşturur, onlar üzerinde
çalışır, sonra onları siler veya “sahte Anı” olarak hafızaya kaydederiz.
ANIMSAMA: Yaşanmış olduğu çok zayıf veya bulanık olarak Bilince gelebilen Anılar. Bu
zayışığın nedeni; çok eski ve/veya önemsiz olduğu için Anı’nın doğal zayışaması, Bilinçaltı
operasyonlar, veya bir psikopatoloji olabilir. Bazen benzer etkili Anılar arasında bir interferans,
girişim de bu sonucu doğurabilir.
İnsana özgü bir kavramdır. Programda ortaya çıkıyorsa, donanımdan veya yazılımdan kaynaklanan
bir hataya işaret eder.
ANLAM: (Mana, Meaning). Semantik(anlambilim)in konusu. Anlam, Algıların Zihindeki
çağrışımları olarak tanımlanabilir. Semantik bilimin Anlam ile dil(lisan) temelinde ilgilenmesi,
insan Zihninin çalışmasının “içten konuşma” şeklinde izleniyor olmasındandır. Oysa bütün
canlılarda, çevreden gelen algıların değerlendirilip, hafızada taranarak anlamlandırıldığı bir tür
“sinir dili” vardır. İdrakler bu “sinir dili” ile oluşur, Bilgiler bu “sinir dili” ile kaydolur, biz
sonradan bunları Türkçe, İngilizce, vb. edinilmiş simgelere çevirip bu yolla konuşur veya
düşünürüz. Bahsettiğimiz “sinir dili”, bilgisayarda “0” ve “1” lerden oluşmuş belli sayıda “digit”
kalıplarına karşılık gelir.
ANLAMA: (Fehim, Comprehension). Bir uyartının, sözün, mimiğin, davranışın, olayın, kısaca bir
İdrakin bizde yarattığı düşünce. İdrak işlemi için ilgili Algı’nın hafızadan çağrıştırdığı ilk Bilgi
yeterlidir. Anlama için ise, bundan daha fazlası gereklidir, bir şeyin özünü ve bütünsel bilgisini
kavrama çabasıdır. İlgili Algılar mümkün olan en fazla yönü ile İdrak edilmeye çalışılır, o andaki
koşullara uygun yeni bağlantılara göre Bilgiler yeniden yorumlanır. Belki, İdrak konusu şeyin
üzerine bir büyüteç tutmak diyebiliriz.
Bilgisayarda İdrak; bir Algı’nın, o andaki “sorgu kriterleri kiti” ile Kronolojik Tablodan süzdüğü
bilgilerden en üst sıradaki bir tanesinin, basit olarak işlenme ve yeni bir Bilgi haline getirilme
işlemini ifade eder. En basit bilgi elde etme işlemidir. Anlama ise, Algı’nın bütün
tablolardan(duyular, duygular, refleksler, içgüdüler…) ve değişik “sorgu kriterleri kitleri” ile
süzdüğü bilgilerin, o anda oluşan eşiğin üstünde kalan değerlere sahip olanlarının hepsinin birden
Muhakeme ünitesine alınıp değerlendirilmesi ile oluşan yeni Bilgi’yi ifade eder. Bir nesne veya
Olayın ¼ saniyelik değil, belki 3-4 saniyelik video klibidir.
AYIRIM: (). Genellemenin, aykırı Bilgiler geldikçe sınırlandırılması ve sonunda alt Genellemelere
ulaşılmasıdır.
BEYİN: (Brain). Beyin faaliyeti başlıca üç alanda incelenebilir: 1- Otonom Sinir Sistemi. Otonom
sinir sistemimiz bilincimizin denetimi olmadan yaşamsal fonksiyonlarımızı düzenler. Nefes alırız,
kalbimiz atar, midemiz sindirir. Ayrıca tükürük, insülin ve sindirim enzimleri salgılarız. Bizim
bilinçli denetimimiz olmadan iskelet kaslarımız kasılma ve gevşeme gösterebilir. Genelde
metabolizmanın düzenlenmesi bu yolla olur. 2- Zihinsel faaliyet. Bilinçli veya bilinçdışı olarak
beyinde yapılan her türlü algılama, değerlendirme, kaydetme ve bilinçli tepki üretme faaliyetidir.
Özellikle hafıza, Muhakeme, hayal konularında Yapay Zeka ile doğrudan ilgili olan faaliyetlerdir.
3- “Beyin metafiziği” de denilen, rüyalar, sezgi, yaratıcılık, İçgüdü ve Reflekslerimiz, Bilinç dışı
öğrenme ve problem çözme gibi Bilinçte tam olarak izlenemeyen faaliyetler.
İnsan beyninde ortalama 100 milyar kadar hücre bulunmaktadır. Bazı iddialara göre bunların 10–15
milyarı nöron adı verilen sinir hücreleri, geri kalanlar ise nöronlara destek olduğu sanılan glia adı
verilen hücrelerdir. Glia hücreleri, son yıllara kadar sinir hücrelerine destek görevi gören, beslenme ve
temizlik gibi işlevler yürüten yardımcı hücreler olarak düşünülüyordu. Son yıllarda, glia hücrelerinin
bilişsel süreçlerde yer aldıklarına dair bulgulara ulaşılmıştır.
İnsan ve şempanze beyninin iki yarım küresi arasında bir eşitsizlik vardır(asimetri). Sol yarıküre biraz
daha büyüktür. Yapılan araştırmalar, beynin sol yarımküresinin matematik, dil ile ilgili fikirlerin
işlenmesi, yazma, fikirlerin sınıflandırılması, sözel, mantıksal, analitik ve lineer operasyonlar gibi
işlevleri idare ettiğini ortaya koymaktadır. Aynı araştırmalara göre sağ yarımküre ise sözel olmayan
işlevlere yönelmekte; hayal gücü, renk, müzik, ritim, şekil ve şemaların (grafik, harita ve çizgiler)
işlenmesi, sezginin kullanılması, uzaysal farkında olma, belirsizliklerle ilgilenme, rastlantısal ve açık
uçlu fikirlerin işlenmesi ve
görsel-uzaysal işlemleri yönetmektedir.
Aşağıda beyin konusunda kısa bir özete yer veriyorum(1): 1
Üçlü Beyin Teorisi: Paul MacLean tarafından 1978’de geliştirilmiştir. MacLean beynin üç
bölgeden oluştuğunu ve bu üç bölgenin insanın evriminin farklı aşamalarında meydana geldiğini
ileri sürmektedir. Bu üç bölge birbirinden anatomik ve kimyasal olarak ayrılmıştır ve birbirleri
içerisinde hiyerarşik bir yapıya sahiptirler. MacLean bu üç bölgeyi ilkel beyin (reptilian brain),
limbik sistem ve neokorteks olarak sıralamaktadır (Pinkerton, 1994; Foster-Deffenbaugh, 1996;
Sönmez, 2004). Beyindeki elektrokimyasal değişiklikler bu üç katmanın etkileşmesini ve insan
davranışlarının oluşumunu sağlamaktadır. Her üç katman da kendi içinde farklı işlevler yerine
getirmektedir. Buna rağmen bu üç bölüm birbirinden bağımsız değil, her biri eş zamanlı olarak
sürekli birbiriyle etkileşim halindedir. Bazen belli bir bölgenin baskın olarak iş görmesi ise olasıdır
(Ülgen, 2002).
İkel Beyin: Beynin en içteki parçası olan ilkel beyin büyük oranda beyin sapından oluşmaktadır.
MacLean bu bölgenin insanlardaki ilkel davranışları kontrol ettiğine inanmaktadır (Foster1
Beyin ve Öğrenme, Esra Keleş, Salih ÇEPNİ
Deffenbaugh, 1996). Sindirim, dolaşım, solunum, eşleşme törenleri, belli bir bölgeye ait olma,
toplumsal hâkimiyet kurma, alışkanlıklar, zorunluluklar, savaş ya da kaç cevabı bu nöronlarda
işlenir. Vücudun bir bütün olarak hayatta kalma çabası bu bölge ile ilişkili bir olaydır (Ülgen &
diğ., 2002; Pinkerton, 1994).
Üst düzeyde zihinsel kapasite gerektirmeyen bu bölgeye ait davranışların bir diğer özelliği de
otomatik olmaları ve değişime kuvvetli direnç göstermeleridir (Foster-Deffenbaugh, 1996).
Limbik Sistem: Beyin sapını çevreleyen kısım olan limbik sistem, kişilik özellikleri, bellek, açlık ve
susuzluk, kimyasal denge, kan basıncı, hormon salgılama, koklama hissi ve bağlanma ihtiyacının
kaynağıdır (Foster-Deffenbaugh, 1996; Özden, 2003). İçsel ve dışsal yaşantılardan alınan
uyaranları birleştirme yeteneğine de sahiptir. Limbik sistem ayrıca dış ortamda meydana gelen
değişikliklere vücudun daha rahat uyum sağlamasına yardımcı olmaktadır (Ülgen & diğ., 2002).
Limbik sistem sadece beyin sapını çevrelemekle kalmaz. Aynı zamanda beynin iç kısmında bulunan
hipokampüs, corpus
callosum, talamus, hipotalamus ve amigdala bölgelerini içerir.
Amigdala ve hipotalamus limbik sistemin iki önemli parçasıdır (Özden, 2003). Jensen’a göre
amigdalada, 12 ya da 15 ayrı duygu ile ilgili merkez bulunmaktadır (Weiss, 2000). Amigdalanın
olaylar ve duygular arasında bağlantı kurmada önemli bir rolü bulunmaktadır. Ayrıca beynin
duygusal belleğinin kodlanmasından da sorumludur (Demirel, 2003). Hipotalamus, tüm vücut
fonksiyonlarının dengeli bir biçimde yürütülmesini sağlayan kontrol erkezidir. Vücut sıcaklığı,
karbonhidrat ve yağ metabolizması, vücut ağırlığı ve heyecan hipotalamusta kontrol edilmektedir.
Talamus beynimize gelen çok sayıda uyarandan hangisine odaklanacağımızı belirler ve bunları
korteksin ilgili alanına gönderir. Koku alma dışındaki tüm duyusal impulslar talamustan
geçmektedir. Dışardan gelen uyaranların iyi, kötü, çirkin gibi sınışandırıldığı yerdir. Ancak bu
duyular talamusta değil, kortekste anlamlandırılır (Demirsoy, 1997). Limbik sistem içerisindeki
hipokampüs ise kendisi için önemli olduğunu belirlediği yaşantıları, hatıra olarak depolanmak
üzere cerebral kortekse göndermektedir (Kolb & Whishaw, 1990; Foster-Deffenbaugh, 1996)
Neokorteks (Düşünen beyin): Beynin altıda beşini oluşturan neokorteks, görme, işitme gibi
duyusal yeteneklerin yanında konuşma, yazma, soyut düşünme, örüntü oluşturma, kavram
yapılandırma gibi üstün zihinsel kapasite gerektiren işlevleri deyürütmektedir. Duyulardan gelen
verilerin işlendiği ve 1bütünleştirilerek bir anlam meydana getirildiği, ileriye dönük planlarımızı
yaptığımız alandır (Pinkerton,1994; Ülgen & diğ., 2002).
Neokorteks dört farklı alandan (lobdan) oluşmaktadır. Bunlar: ön lob (frontal), şakak lob
(temporal), yan lob (parietal) ve arka lob (occipital) olarak sıralanmaktadır (Walsh, 1987; Kolb &
Whishaw, 1990). Alnın arkasında bulunan ön lob bilinçli kararların alındığı, planlama ve karar
vermenin gerçekleştirildiği, bir anlamda hayatta kalma mekanizmamızı işleten bir alandır. Limbik
sistemden gelen uyaranları işleyen bu alan sosyal davranışlarımızı kontrol etmektedir. Adından
anlaşılacağı üzere şakakların yanında bulunan şakak lob, aslında beynin işitme ile ilgilenen
bölümüdür. Şakak lob ayrıca ses, koku ve görüntülerin kaydedildiği bir hafıza merkezidir. Her iki
yarıkürenin arka kısmına doğru yer alan yan loblar, dokunma ve tad almanın işlendiği bölümdür.
Bu lob sayesinde harfleri bir araya getirerek kelimeleri, kelimeleri bir araya getirerek de cümleleri
oluşturabilmekteyiz. Yarıkürelerin arka bölümündeki arka loblar ise görme ile ilgilenen alandır.
Beyne ulaşan görüntüler burada analiz edilerek; vücutta hareket etme, yer değiştirme ya da
yönelme gibi tepkilerin verilmesine neden olur (Foster-Deffenbaugh, 1996; Uluorta & Atabek,
2003; Sylwester, 2004; Leeson & Willis, 2004).
Beyin ve sinir sistemi ile bilişsel davranışlarımız arasındaki ilişkiyi inceleyen nörobilim sayesinde,
günümüzde MRI (Magnetic Resources Imaging), fMRI (Functional MRI) ve PET (Position Emission
Tomography) gibi yeni teknolojiler kullanılarak testler yürütülmekte, beyni çalışan bir kişinin
beynindeki nöronların durumunu renkli olarak pozitron emisyonu tomografisi ve Nükleer Magnetik
Rezonans Resimleyicisi (NMRI) gibi sistemlerle görüntülenebilmekte, böylece bellek, duygu, dikkat,
örüntüleme gibi birçok değişken ve bunların öğrenmeye etkisi irdelenmektedir (Taşçıoğlu, 1994;
Weiss, 2000; Thomas, 2001; Soylu, 2004).
Aşağıdaki alıntı da, Beyin konusunda son bulgulardan birini göstermesi açısından ilginçtir.1 İtalik
olmayan parantez içindeki açıklamalar bana aittir.
Toplam beyin kitlesinin %10’unu oluşturan serebellumda(beyincik) tüm merkezi sinir sistemi
nöronlarının %50’si bulunmaktadır (1). Deneysel ve klinik çalışmalar sonucunda serebellumun
motor davranışlar(hareket), koordinasyon, denge üzerindeki etkisi uzun yıllardır bilinmektedir. (1.
Margolis RL. Cerebellum and psychiatry. Intl Rev Psychiatry 2001;13:229-231)
Bununla birlikte serebellumun son yıllara kadar bilişsel ve duygusal işlevler gibi zihin işlevleri
üzerindeki etkisi yeterince araştırılmamış ve ihmal edilmiştir. Yakın yıllarda serebellumda sorunlar
gelişen olgularda (iskemi(kanlanma eksikliği), tümör gibi) bilişsel ve duygusal belirtilerin de
yaygın olarak tanımlanması ile serebellumun yalnızca motor davranışlar üzerinde etkili olduğu
savı değişmeye başlamıştır (3-4). Ayrıca hasta olgular dışında sağlıklı deneklerde de serebellumun
bilişsel işlevlere katkısının olduğunu bildiren çalışmalar mevcuttur (5-6).
İlk olarak Schmahmann ve Sherman (7-8) serebellumda nörolojik problemleri olan hastalarda
bilişsel ve duygulanım belirtilerinin olduğu bir durumu Serebellar Bilişsel Duygulanımsal Sendrom
adı ile tanımlamışlardır. Schmahmann ve Sherman’ın tanımladığı bu sendrom planlama, organize
etme, ketleme(engelleme) ve soyut düşünce gibi yönetici işlevlerde bozulma, görsel-uzaysal
dezorganizasyon, bellek bozukluğu, kişilik değişiklikleri, sığ ya da künt duygulanım, uygunsuz ve
kontrolsüz davranışlar, konuşma akıcılığının azalması, agrammatizm(gramerden yoksun konuşma
bozukluğu) veya hafif anomi(kuralsızlık) gibi belirti ve bulguları içermektedir.
Serebellum retiküler sistem(Beyin sapından, Talamusa kadar uzanan bir bölgeyi kapsayan sinir ağı
sistemi), limbik yapılar (singulat ve parahipocampal gyrus(beynimizde temel duygu merkezlerinin
bulunduğu, duygu denetimi, hafıza, olayların organizasyonu, koku, tehlike duygusu gibi işlevleri
olan bölüm.)), temporal lob(şakak lobları), parietal korteks(beyin kabuğunun tepedeki bölümü),
prefrontal korteks(alın bölgesi arkasındaki beyin kabuğunun ön kısmı) ile bağlantılar yapmaktadır.
Serebellumun retiküler sistemle olan bağlantıları yoluyla uyarılma ve dikkat üzerinde, limbik
yapılarla olan ilişkisi yoluyla duygusal süreçler ve motivasyon üzerinde, temporal ve frontal lob ile
olan ilişkisi nedeniyle konuşma üzerinde, parietal lob ile olan ilişkileri yoluyla görsel uzaysal
yetiler ve prefrontal korteks ile olan ilişkisi nedeniyle yönetici işlevler üzerinde dolaylı ya da
doğrudan etkisi bulunmaktadır (9-10)
Zihinsel süreçlerle ilgili beyin bölgeleri konusunda çalışmalar henüz emekleme devresindedir. Bu
nedenle, sahip olduğumuz bilgilerin yeni gelişmeler karşısında hızla eskidiğini, sağlam zannettiğimiz
kimi yargılarımızın çöktüğünü görmek artık olağan görülmektedir. Glia hücrelerinin bilişsel hiçbir işe
yaramadığı sanılıyordu. Bunlar, beyindeki hücrelerin yüzde doksanına yakınını oluştururlar. Ayrıca,
1
Serebellar Bilişsel Duygulanımsal Sendrom: Bir Olgu Sunumu
Lütfullah Beşiroğlu, Mustafa Güleç, Songül Gündoğdu Kıran, Nermin Polat
açık beyin ameliyatlarında, beynin büyük bölümünün elektrik uyarılarına hiçbir cevap üretmediğinden
hareketle, 1950’li yıllarda, beyindeki sinir hücrelerimizin de çok az bir kısmını kullandığımız sanıldı.
Bu yüzden, beynimizin ancak yüzde beşini kullandığımız şeklinde bir “şehir efsanesi” doğdu. Bugün bu
fikrin ne kadar saçma olduğunu, beynimizin tamamını kullandığımızı biliyoruz.
Bugün hala, beyindeki sinir hücresi(nöron) sayısı çeşitli yayınlarda 10 milyar ile 100 milyar arasında
ifade edilmektedir. Kimse insan beynindeki nçronları saymaya teşebbüs etmiş de değildir. Çeşitli
yöntemlerle yapılan tahminler bu kadar farklı sonuçlar doğurmaktadır.
Beyin konusunda bir başka şehir efsanesi de, beyindeki on milyardan fazla sinir hücresinin her birinin,
diğerleri ile binlerce sinaps(bağlantı) yaptığı, bilginin bu bağlantılarda saklandığı ve bunların sayısının
neredeyse trilyon kere trilyonlarla ifade edilebileceğidir. Bu nedenle beynin bilgisayarda simule
edilmesi imkansızdır, bilgisayarlar asla beynin kapasitesine ve hızına erişemezler. Artık biliyoruz ki,
zihinsel süreçler beyindeki hücre sayısından ve bağlantılarından bağımsızdırlar. Bir karıncanın gözünde,
bir insanın gözünden çok daha az görme siniri bulunur. Ama karınca gözü, çevreyi değerlendirme
açısından insan gözü kadar başarılıdır. Bir karıncanın baş bölgesindeki sinir düğümü(böceklerde beyin
yoktur, vücut segmentlerine dağılmış sinir düğümleri vardır. Baş bölgesindeki düğüm, daha gelişmiştir
ve bir beyin taslağı gibidir), insan beyninden çok daha az sinir hücresine sahiptir. Bir fil beyni de, insan
beyninden çok daha fazla sinir hücresine sahiptir. İnsan beyni ortalama 1300-1400 gram, fil beyni ise
ortalama 5000 gramdır. Bu nedenle, insanın diğer türlerden daha zeki, daha akıllı, beyni daha gelişmiş
olduğunu kanıtlama yöntemi olarak, “vücut ağırlığına oranla beyin büyüklüğü” ölçüsü geliştirilmiştir.
Bu ölçüile ele alındığında, insan beyni bütün beyinler arasında en gelişmiş beyin olmaktadır. Bir diğer
ölçü de, beyin korteksindeki kıvrımların azlığı-çokluğu konusudur. “Memelilerde en çok kıvrıma sahip
beyin insan beynidir” denilmektedir. Ama ne memelilerin bütün türlerinin, ne de omurgalıların bütün
türlerinin beyinleri kıvrım çokluğu açısından tasnif edilmiş değildir.
Beyin kapasitesini ve işlem hızını bilgisayarlar ile kıyaslarsak, ne görürüz?
Mesela gözümüz saniyede otuz görüntü algılayabilir. Ama bunu bir bilgi olarak algılamaz. Bilgi
olması için, algının idrak edilmesi lazımdır. İşte o idrakin süresi ise ortalama 1/4 saniyedir. Eğer her
idrak bir bilgi oluşturuyor ise ve saniyede dört idrak sağlayabiliyorsak, hafızamızdaki bilgi
miktarını hesaplayabiliriz: Bir saatte 3600 saniye var. Dörtle çarparsak, saatte 14.400 bilgi yapar.
Yirmi dörtle çarparsak, Günde 345600 bilgi yapar. Üç yüz altmış beş ile çarparsak, yılda
edindiğimiz bilgi miktarını buluruz; 126.144.000 bilgi bölü yıl. Yirmi yılda da, 2.522.880.000 bilgi
yapar.
Demek ki yirmi yılda, yemesek içmesek, her bir ¼ saniyemizi bir şeyleri İdrak ederek geçirsek, iki
buçuk milyar bilgi biriktirebiliyoruz beynimizde. Peki, uyuduğumuz zamanları, aylaklık ettiğimiz
zamanları, aşık olduğumuz için hiçbir şey düşünemediğimiz zamanları çıkarırsak, bu bilgi yarıya
iner mi? Ya unuttuğumuz bilgiler? Aslında, kapasite açısından rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Yirmi
yaşında eğitimli bir insanın sahip olduğu bilgi miktarı, kesinlikle bir milyar birimin altındadır. Bu
bilgi birimleri, bilgisayar dili ile kaç bayt değerinde olurlarsa olsunlar, temsil ettikleri toplam bilgi,
bugünün herhangi bir ev bilgisayarının kapasitesinin altında kalır.
İşlem hızı bakımından kıyaslama ise, daha zavallı bir beyin gösterir bize. Algıları sağlayan en hızlı
sinir hücresi, 1/20 saniye(50 milisaniye) hızda iletim yapar. Bilginin asıl sağlayıcısı idrak işlemi ise
¼ saniyede(250 milisaniye) gerçekleşir. Yani saniyede dört işlem gerçekleştirir beyin. Bugünün ev
bilgisayarlarında işlemciler, saniyede birkaç milyar işlem yapabiliyor.
BİLGİ: (Knowledge). “Öğrenme, araştırma ya da gözlem yolu ile edinilen gerçekler.”1
Bilgi, hafızamızda bulunan, kendi başına bir anlam taşıyan bir kayıttır. Bu kayıt dış dünyadan veya
Bilinçten gelen Algılara dayanıyor olabilir. Ama sonuçta Muhakeme tarafından doğrulanmış veya
yanlışlanmış, yeni değerler eklenmiş olmak zorundadır.
Bilgi, subjektiftir. Dış dünyanın, aynadaki yansı gibi Bilinçte yansıması değildir. Dış dünyada
nesneler ve olaylar vardır, ama Bilgi yoktur. Bu nesne ve olayların her Bilince ve Bilincin her
durumuna göre değişen İdraki, ayrı ayrı Bilgiler oluşturabilir.
Bilgi, gerek dış dünyayı, gerekse Bilincimizi temsil açısından o an için doğrulanmış ve tamdır, ama
hiçbir zaman gerçekliği tam olarak temsil edemez, her zaman eksiktir. Eksik olmasının birinci
nedeni, duyu organlarımızın Algı kapasitelerinin, gerçekliği tam olarak algılamaya yeterli
olmamasıdır. Biz her ne kadar bazı aletlerle bu yeteneğimizi artırmaya çalışıyorsak da(mikroskop,
teleskop, radyo dalgaları, vb.), gerçeklik dediğimiz şey makro kozmosta ve mikro kozmosta sonsuz
boyutlara uzanmaktadır. Eksikliğin ikinci nedeni ise, Bilgi’nin kendisinin oluşumunda, bir önceki
bilginin bir parametre olarak süreci etkilemesidir. Her Bilgi, kendisinden daha az eksikli yeni bir
Bilgiye gebedir, onu gerektirir.
Bilgi, bir veritabanının Kronolojik Hafıza tablosunun işaretlenmiş bir grup satırdır. Bağlı
tablolardaki(duyu, duygu, refleks… tabloları) satırlar veya satır grupları, Bilgi değildirler, çünkü
kendi başlarına bir anlamları yoktur, tek yönlüdürler. Eğer bir bağlı tablodaki bir kaydın kendi
başına bir anlamı varsa, bu anlam zaten olduğu gibi Kronolojik Hafıza tablosuna da aktarılır ve
Bilgi olarak işaretlenir.
Bir bilgi, öncelikle duygusal değerler taşır. Kaydedildiği anda zihinsel konjonktürde bulunan istek,
heyecan, korku, ümit, zevk… değerleridir bunlar. Kayıt ortamındaki amaca göre taşıdığı “önem
değeri” vardır. Bir önceki benzer kaydın ne kadar önce yapıldığına bağlı “zamanda yakınlık değeri”
vardır. Ne kadar sık kayıt yapıldığı ile ilgili “tekrar değeri” vardır. Temel içgüdülere, dürtülere,
tutumlarımıza ve yargılarımıza, reflekslerimize yakınlık değeri vardır. Bütün bu değerler, o bilgiye
statik bir ortalama değer verirler. Yeni Algı da, şimdiki duruma ait aynı değerlerin dinamik bir
ortalamasını taşır.
Bilgi konusunda çağdaş yaklaşımlardan birisi Oluşturmacılıktır. Aşağıdaki alıntı bu konuda
açıklayıcı bilgi verebilir.2
Oluşturmacılık (constructivism) temel olarak bilişsel kuramlara dayanmaktadır. Bu görüş bilginin
öğrenen kişinin var olan değer yargıları ve yaşantıları tarafından oluşturulduğunu ileri sürer. Bu
yüzden bilgi kişiden bağımsız olarak değil de kişinin oluşturduğu ve yapılandırdığı şekilde ortaya
çıkar (Kaptan ve Korkmaz, 2000). Kişi kendi dışında var olan gerçekleri algılama yerine, zihninde
var olan hipotezleri test ederek gerçekler(in)e ulaşmaya çalışır. Oluşturmacılık açısından bilgi
nesnel değil, görecelidir. Positivist paradigma gerçeğin nesnel olduğunu kabul etmiş ve gerçeğin
kişinin dışında var olduğunu, keşfedildiğini ve ortaya çıkarıldığını ileri sürmüştür (Bağcı Kılıç,
2001). Positivist yaklaşımdan farklı olarak, oluşturtmacılıkta bilgi dış dünyanın kişideki bir kopyası
veya bir kişiden diğerine geçen bir olgu değil, bizzat kişi tarafından oluşturulan bir yapı olup,
kişiye özeldir (Yurdakul, 2005).
1
2
TDK Ruhbilim Terimleri Sözlüğü
Oluşturmacılığın Kuramsal Temelleri (The Theoretical Foundations of Constructionism) Yrd. Doç Dr. Ahmet ŞİRİN
Oluşturmacı anlayışta bilgi bilenden bağımsız bir şekilde doğada var değildir. Bilgi özneden
bağımsız değildir. Özne bilgiyi kendi içindeki öteki öznelerle etkileşimi sırasında oluşturur,
oluşturduğu bilgiden kendi de çevresi de etkilenir. Bilginin oluşturulması, zihinsel süreçlerin
gerçekleşmesi ile başarılır; bilginin oluşturma şekli ve süreci (ve bilgi) bireysel ve içsel bir
kavramdır.
Bu kavramlar Piaget tarafından özümseme, uyma, dengeleme olarak adlandırılmıştır (Beydoğan,
2005). Çevre ile etkileşim sonucu bilginin oluşturulması sürecinin nasıl geliştiği özümseme, uyma,
dengeleme kavramlarıyla açıklanmıştır (Özden, 2005). Çocuk veya birey karşılaştığı yeni durumu
eski bilgi ve deneyimleri (şemaları) ile anlamayaçalışır buna özümseme denir. Eski bilgiler yetersiz
gelirse zihninde yeni bir kavram (şema) oluşturarak yeni duruma uyum sağlar. Yeni duruma
karşılık yeni bir kavram oluşturarak, bozulan denge tekrar kurulur. Bunu bir örnekle açıklamaya
çalışalım: Hayatında ilk defa kaplan gören bir çocuk, onu zihnindeki kedi kavramı ile
karşılaştırarak, özümsemeye çalışacak, bir süre sonra onun kediden farklı olduğunu görerek bilişsel
denge bozulacaktır. Ancak çocuk bir süre sonra kaplan kavramını oluşturarak yeni duruma uyum
sağlayacak ve dengesizlikten kurtulacaktır.
BİLİNÇ: (Şuur, Consciousness). Nasıl düşündüğünü düşünme(Metacognition) ve kendini zihnini
izleme (self-monitoring).
Bilinç, ne olduğu ve nasıl çalıştığı konusunda yüzlerce fikir öne sürülen kavramlardan birisidir.
Ruhbilimde bilinç terimi, öznenin kendini sezişi ya da kendinin farkına varışı anlamında kullanılır,
algı ve bilgilerin anlıkta izlenmesi süreci olarak tanımlanır. Geniş anlamda bilinç, usun
kullanılmasıdır. Ruhbilimsel açıdan insan, kendi varlığını ancak bilinciyle aşabilir. 1
Bilinç konusu, uzun yıllar diğer pek çok konu gibi psikolojide davranışçı ekolün etkisi altında kaldı
ve “araştırılamaz” konular kategorisinde kaldı. Doksanlı yıllarda “Bilişsel Psikoloji” (Cognitive
psychology) akımının etkisi ile, bilim adamları arasında bilincin bilimsel düzeyde
açıklanabileceğine, nasıl ortaya çıktığının anlaşılabileceğine dair görüşler değer kazanmaya
başladı. Bu tartışmalarla beraber araştırmalar ve geliştirilen teoriler de arttı. Bazı teorisyenler
ulaşılan nörolojik ve bilişsel teorilerin bilincin açıklanması için yeterli olduğunu savunurken,
bazıları hala bazı zihinsel fenomenlerin objektif olarak incelenemeyeceğini savunuyorlar. Bu
konuda öne sürülen en önemli sav, bir sistemin kendi yapısını ve işleyişini anlamasının imkansız
olduğu savıdır.
Bu ikinci görüşün son zamanlarda en önde gelen temsilcisi David Chalmers’a2 göre bilinçle ilgili
“kolay problemler” ve “zor problem” vardır. “Kolay problemler”; Bilinç deneyimi olmaksızın
nörolojik olayların doğasını araştırmaktır. Bugün Bilincin nörolojik yanı üzerinde epeyce yol
aldığımızı söyleyebiliriz. Algılama, karar verme ve davranışa geçme süreçlerimiz, Kavram
oluşturma ve bunları Hafızada saklama ve geri çağırma süreçlerimiz konusunda hem deneysel, hem
de teorik malzeme açısından zengin sayılabilecek bir literatüre sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.
Diğer tarafta ise “zor problem” vardır: Bu, nörolojik süreçlerden bağımsız olarak Bilincin ne
olduğunun saptanması problemidir. Nasıl fiziksel dünyadan bilinç doğar? Niçin bazı nörolojik
olaylar bilinçli deneyimle sonuçlanırken, diğerleri sonuçlanmaz?
1
2
(http://www.felsefe.gen.tr/bilinc_nedir_ne_demektir.asp)
Chalmers, D. J. (1996). The conscious mind: In search of a fundamental theory.
Bilinç neden gerekli?
Zor problem, aslında bana göre Bilincin gerekliliği problemidir. Bilinç canlı organizma için bir
zorunluluk mudur, yoksa bir evrimsel hatadan mı ibarettir? Bilinç, yaşam için ne açıdan gereklidir?
Neden oturup da beynimizin içini seyretmemiz gerekmektedir? Canlı organizma için bir şekilde
gerekliliği varsa bile, bilgisayar için bu neden elzem olsun?
Yeterince karmaşık her sibernetik sistem, kendi dengesini korumak üzere, dışarıdan zeki olarak
değerlendirilebilecek davranışlar üretebilir. Bilgisayar da, ekranı kapalı olduğu halde gene de böyle
bir karmaşık denge programını çalıştırabilir ve onun üzerinde oto-tıklamalar yapabilir. Mesela kendi
kendine oyun oynayabilir. Öyle ise, kendini izlemesi neden gerekmektedir? Neden ille de
monitörün açık olması gerekmektedir? Muhakeme işlemlerinin fizik dünyaya uygun olup
olmadığının denetlenmesinde, elimiz bir eşyaya uzanırken göz ne işe yarar? Hafıza bilgilerini
birbirine çarpıp bölerken de buna benzer bir avantaj sağlar mı iç izleme?
Bu soruların cevapları Hayal kavramındadır. Hayal, öncelikle dış dünyanın beyinde bir
temsilini(represantasyon), sorunun açık seçik görülmesini, mümkünse beş duyu açısından da azami
bilgilerin alınmasını, muhakemede bu sorunun çözümünün çabucak belirlenmesini ve çözüme
ulaşmak için plan yapılmasını gerektirir. Yani Hafızadan geçmişin temsilini, Duyu organlarından
şimdinin temsilini alıp, Hayal organında geleceğin temsilini oluşturmamız gerekir. Hayal
organındaki gelecek temsilinin fizik dünyaya uygun olup olmadığının, peşpeşe gelen her “şimdi”
anı için denetlenmesi gerekir. Bu işlerin sağlıklı yapılabilmesi için ise, beş dış duyu, ek iç duyular
ve Bilincin mükemmel bir ortak çalışmasına ihtiyaç vardır.
Teorik olarak, tüm algılarımız ve tepkilerimiz kapalı iken de yaşayabiliriz, ama sıkı bir desteğe
ihtiyacımız olur. Pratikte böyle yaşamaya bitkisel hayat diyoruz. Duyu organlarımızdan birisi
eksikse, gene yaşayabiliriz ama, bu çok fakir, eksik bir yaşam olur. Üstelik bu yaşamı sürdürmek
hayli zorlaşır. Gözümüz yoksa, kulaklarımız yoksa, veya Bilincimiz yoksa. İleri derecede zihinsel
engelli bireyler bize bu konuda bir fikir verebilirler.
Canlı organizma, üç gruba ayrılabilecek davranışlar gösterir:
1- Türünün tüm bireyleri için yaşamın devamını sağlayan, genlerine işlenmiş davranışlar ve
düşünceler, İçgüdüler ve Refleksler. Bunların Yapay Zekadaki karşılığı, bizim programa
yükeyeceğimiz bazı başlangıç değerleridir. Bu değerlerin programın işleyişi sırasında
değiştirilmesine izin vermeyeceğiz.
2- Bireyin az-çok tekrar eden sorunları çözmesi için, daha önceki tecrübelere dayanan, artık
üzerinde düşünülmesi gerekmeyen kalıp davranışlar ve düşünceler. Bunların tamamı şartlı
refleks karakterindedirler. Tekrarlayan girdiler için, en uygun çıktıya yönelik patika
oluşturulması. Bunun Yapay zekadaki karşılığı, hafızada belirli bir tekrar değerini aşan
kayıtlar için bir paketleme modülü olacaktır.
3- Bireyin her gün ortaya çıkabilen geçici sorunları çözebilmesi için, bilinçli davranış ve
düşünceler. Geçici sorun tekrar tekrar ortaya çıkmaya başlarsa, bilinçli davranış ve
düşünceler o sorun için kalıp haline getirilerek ikinci gruba alınırlar. Böylece beyinde o
sorun otomatik tepkiye bağlanır ve bilinç yeni sorunların çözümü için boşaltılmış olur. Bu,
zihinsel enerji tasarrufudur. Çünkü beyinde en fazla enerjiyi, bilinçli düşünme eylemi
tüketir. Bunun Yapay Zekadaki karşılığı, işte asıl Yapay Zekayı Yapay Zeka yapan
karmaşık modüller mimarisi olacaktır.
Beynimizin hareket ile ilgili işlevlerini ayıralım. İç organların yönetimi ile ilgili işlevlerini de ayıralım.
Hormonlar, diğer salgılar, uyku, içgüdüler, refleksler, duyu organlarının ilettiği uyartılar, hepsini…
Geriye gene de bir şeyler kalır. Bu geri kalan bir şeyler, dış dünyadan ve içimizden gelen uyartıların
değerlendirilmesi işlemleri, hafıza, hafızaya kaydetme ve geri çağırma, problem tanımlayıp o
problemleri çözme, bütün bu işler olurken ortaya çıkan duygulanımları hissetme gibi işlevlerdir. Bu
işlevlerin hepsine birden “zihinsel işlevler” deriz.
Zihinsel işlevlerin hepsini bilmeyiz. Bunların çoğu biz farkında olmadan gerçekleşir. Ama bir kısmını
da biliriz, izleriz, net bir şekilde adım adım takip edebiliriz.
İşte Bilinç; beynin, kendi kendisinin ve işleyişinin bir bölümünün farkında olabilme yeteneğidir.
Gerek dış, gerekse iç algılar ancak burada bizce “bilinir” olurlar. Bilinç, yalnızca bir problem
çözme yeri değil, içimizi ve dışımızı izlediğimiz bir tür ekrandır. Bilinç, beynimizin bir bölümünün
çalışmasını izleyen özel bir duyu organı olarak düşünülebilir.
Kafamızın içinde oturan minik bir insan(Homunculus) tasavvuru eskiden beri önerilmiştir. Bu
minik insanın, bizim dışarıdan aldığımız bilgilere ek olarak, beynimizde olup bitenleri de
görebildiği ve hatta onları yönetebildiği kurgulanmıştır. Bilinç, kısmen böyle düşünülebilir. Ama
ben daha çok, beynimizin içinde, beynimizin bir kısım sinirlerinden uyartı alan, çalışması daha çok
görme sistemimizin çalışmasını andıran bir alıcı organ olarak değerlendiriyorum. Beynin
çalışmasını yönetme-yönlendirme iddiası bugünkü bilgilerimizle biraz temelsiz durmaktadır.
İç Göz
Aynı gözümüz gibi çalışan, beynimizin içinde bir yerlerde bulunan ve beynimizin bazı bölgelerine
bakıp oralarda olup biteni görebilen bir üçüncü gözümüz olduğunu düşünelim. İşte biz bu “İç Göz”e
Bilinç diyebiliriz. “İç Göz”ün görme alanı dışında kalan bütün zihinsel süreçlere de, Bilinç Dışı
süreçler dememiz gerekir bu durumda.
Diyelim ki; beynimizde, dış dünyayı sanal olarak yeniden üretme yeteneği olan bir yapı var. Bu
yapıya, hayal üretim alanı diyelim. Hafızadan girdi alıyor, bu girdilerle ihtiyaca uygun
tasvirler(resim, şema, çizim) üretiyor olsun. Sonra, bu tasvirlerin zaman içinde hareketinden oluşan
sanal olaylar da üretebiliyor olsun.
Beynin tasvir üretme yeteneğine musavvira, olay üretme yeteneğine muhayyile deniyordu eski
teorilerde. Bu kavramlar birer yeteneği tanımlamanın yanında, bu yeteneklerin beyindeki
lokasyonuna da işaret ediyorlardı. Mesela Muhayyile derken, beyinde bu işle ilgili olduğu
varsayılan bir bölgeyi de tanıma dahil ediyordu ilgililer. Biz, bu her iki yeteneğe birden Muhakeme
yeteneği, bu yeteneğin lokasyonu için de “Muhakeme Alanı” diyebiliriz geçici olarak.
İşte şimdi Bilinç avucumuza sığar hale geliyor. Dış dünyadan ve hafızadan gelen verilerle, sanal bir
olay yaratabilen, yani “hayal oluşturabilen” bir sinir hücreleri grubu… Hafızadan ağaç ve elma
tasvirlerini alıp yeniden gözümüzün önüne getiriyor, elmayı ağaçtan düşürmek için elma şeklini
zaman içinde hareket ettiriyor… ve elma düşüyor. Bir hızlı düşüyor, bir yavaş düşüyor, bazen
yukarı düştüğü bile oluyor. Eğlenceli!.. En azından gözümüzü korkutmuyor, hatta merakımızı
uyandırıyor!
Bilincin varlık nedeni: Denge görevi
İç Göz, yani Bilinç, Muhakeme Alanındaki işlemlere kendisi bir şey katmıyor, yalnızca bir duyu
organıdır diyebilir miyiz? Hayır. Bilinç, orada ne olup bittiğini Hafızaya ve beynin diğer
bölgelerine veri olarak gönderiyor, tıpkı dış duyu organlarımız gibi. Gözümüz veya kulağımız eksik
olduğunda yaşamımız nasıl etkileniyorsa, Bilincimiz eksik olduğunda da ölmeyiz, ama bakıma
muhtaç bir yaşama mahkum oluruz. Bilinç, canlı organizmanın karşı karşıya kaldığı geçici
problemlerin çözümü için vardır. Ama diğer duyu organlarımız da bu iş için vardır. Bu amaçla dış
ve iç dünyayı gözleyecek, iç dünya ile çevre arasındaki faydacı dengeyi(self, ego, nefs)
sürdürebilmek için uygun bir “gelecek” hayal edecek ve bu gelecek için plan yapacaktır beyin.
Denge, son derece dinamik bir dengedir, çünkü iç ve dış ortam sürekli değişmektedir. İşte bilinç, bu
denge için var olan organlarımızdan biridir. Bu dengeyi kurmak üzere bir içgüdü ile
desteklenmiştir.
Sözkonusu içgüdü, Bilincin, tıpkı yeni doğan bebeğin memeyi arama emme refleksi gibi, beyine
gelen her türlü uyartıda “ben ve başkası” taraması yapmak üzere yapılanmış olmasıdır. Ego başlığı
altında göreceğimiz gibi, mekanın sıfır noktasında, zamanın şimdi noktasında ve bütün duyuların
belirli bir koordinasyonu ile gelen uyartıların optimal değerinde, “ben” bilincini oluşturur.
Soyut metafizik kavramlardan söz etmiyoruz, böyle bir denge programlaması bilgisayarda
gerçekleştirilebilir. 20 kadar ana duygusal durumumuz vardır.1 Bu duygusal durumlar, belirli
salgıların belirli bir anda beyindeki değerlerinin toplam etkilerinden oluşurlar. Hafızada yer alan
önceki tecrübelerin ve dış dünyadan o anda alınan bilgilerin her birisinin de kendi duygusal
değerleri bulunur. Aslında bu bilgiler, çağrıştırdıkları daha eski duygusal değerleri ortama taşırlar.
Bunlara bilişsel ağırlık değerleri diyelim. Bilişsel ağırlık değerleri dediğimiz şeyler inançlarımız,
tutumlarımız, yargılarımız, alışkanlıklarımız gibi şeylerdir. İşte tüm bu değerlerin o an için faydacı
dengesini oluşturmaktır sözkonusu etiğimiz. Bu işlemlerin uygun bir mimaride kurgulanması,
Yapay Zeka’yı oluşturacaktır.
Bilinç nelere yetenekli değildir?
Bilinç, zihin kavramının tümünü kapsamaz. Bilinçaltı işlevler ve Sezgiler Bilinç alanına giremezler.
Bilinç, hafızayı da göremez. Ancak hafızadan süzülüp “İşlem Hafızasına”(kısa süreli hafıza) gelen
bilgileri görür(yukarıda Muhakeme Alanı olarak bahsettiğimiz yere Bilişsel psikologların çoğu
“İşlem Hafızası- Working Memory” der). Bir çağrışım veya algı sonucu veri tabanından süzülüp
geçici muhakeme tablolarından birine(İşlem Hafızası) alınan hafıza parçasını(view, rapor)
izleyebilir. Hafızaya kayıt yapan, sorgulama yapan, kayıtları silen organların hiçbirini göremez
Bilinç. Burada bahsedilen organların beyinde bir karşılığı olup olmadığı henüz bilinmiyor. Ama
Yapay Zekada bu organlara karşılık gelecek modüllerin bulunması gerektiği için böyle ifade
edebiliriz.
Duyu organlarındaki sinirlere gelen bir uyartı sağanağı, hafızaya girip yerleşene kadar bazı
işlemlerden geçer. Bu sağanaktaki bazı uyartı öbekleri Dikkat Organını tetikler, Dikkat sayesinde o
uyartı öbeğine odaklanılır, hafızada sorgulanıp tanınması sağlanır(anlamlandırma), çeşitli duygusal
filtrelerden geçer ve sonunda Dikkatin o öbek üzerinde devam edip etmemesine, o öbeğin kalıcı
hafızaya kaydedilip kaydedilmeyeceğine, ve otomatik tepkilerin harekete geçirilip
geçirilmeyeceğine karar verilir. Bu sürecin büyük bölümü Bilinç dışı olarak gerçekleşir. Bilinç,
ancak bu sürecin sonucundan haberdar olur(genellikle). İşte Bilinç öncesi bu süreçlerin
gerçekleştirilmesi yeteneğine de “Ön Muhakeme” diyelim geçici olarak. Çünkü burası da neticede
bir karar verme işlemi yapmaktadır.
Muhakeme Alanındaki işlemler asıl olarak Hayal kurmadır. Oluşturulan bir Hayal, fizik dünyaya
uygunluğu açısından denetlenirse, hayal olmaktan çıkar, Muhakeme olur. Yani Hayal ile
Muhakemenin arasındaki fark, hafızadaki diğer bilgileri kullanarak, veya ihtiyaca göre yeni gözlem,
1
Nadir Bencan, Düşünen hayvan, 2010
deney yolu ile dış dünyaya uygunluk denetimidir. Bu durumda, insan beyninde sürecin hayal
kısmının sağ yarıküreye, denetim kısmının sol yarıküreye bağlı süreçler olduğu bile düşünülebilir.
Beynimize dışarıdan gelen bilgiler önce orta beyin yapılanmalarından geçer, sonra da ilgili korteks
bölgesine giderler. Bu yol üzerinde bilinmeyen bir yerde Ön Muhakemeye tabi
tutulurlar(muhtemelen Retiküler Sistemde). Ön Muhakemede gelen algıların Hafızadaki bilgilerle
eşleştirilmesi yapılır, bu yolla anlamlandırılıp bir “İdrak” haline getirilmesinin gerekip
gerekmediğine karar verilir. Gerektiği sonucuna varılırsa, Dikkat Organı devreye girer ve O algıya
odaklanılır. Bu andan itibaren alınan algılar Bilince de çıkma vizesi alırlar. Yani Bilinç, alınan Algı
ancak İdrak edildikten, anlamlandırıldıktan sonra süreci izlemeye başlar. Yani bu andan itibaren
Korteksteki görüntü ve ses paternlerini, diğer duyularla ilgili representasyonları izleyebilir, oralara
kendi çıktılarını gönderip tahrif de edebilir onları. Eğer duyu organlarının her birinin özel hafızaları
varsa(veritabanında her duyu için ayrı bir tablo oluşturmak gibi), bu hafızaların her birinden ayrı
ayrı veri alabilir.
“İç Göz”, anlaşılıyor ki, Ön Muhakeme süreçlerini net olarak göremiyor. Hafızaya kayıt süreçlerini
net göremiyor. Dikkati oluşturan ve yöneten süreçleri net göremiyor. Refleksler ve içgüdüsel
davranış süreçlerini net olarak göremiyor. Daha önce oluşturulmuş davranış ve düşünme
kalıplarının işleyişini(şartlı refleksleri) net göremiyor. Bu işlemleri siluetler halinde, belli belirsiz,
belki de diğer beyin bölgelerindeki etkileri sayesinde dolaylı olarak görebiliyor, ama tam olarak
tanımlayamadığı hayaletler şeklinde. Bazılarını da siluet halinde bile göremiyor, tamamen habersiz
kalıyor. Nöroloji terimleri ile konuşursak, buralardan gelen bilgiler ancak eşik altı bir uyarılma hali
oluşturuyor.
Bilinç, ister sözel dil olsun, isterse vücut dili(davranış) olsun, bir dil, yani simgeler kullanmadan
netleşemez. Algılarımız, anlamlandırılmadan önce isimsizdirler, bir organdaki sinir uçlarından
gelen uyartı öbeklerinden ibarettirler. Henüz bir isim, bir simge kazanmamışlardır. Dış dünya ile
iletişimi nasıl dil ve davranış ile sağlıyorsak, kendi kendimizle iletişimi de dil ve davranış ile
sağlarız. Nitekim düşünme eylemi, ağırlıkla içimizden konuşma şeklinde gerçekleşir. Simge
kullanımı ne kadar az ise, düşünme, yani kendi kendisi ile iletişim de o kadar yetersizdir. Kavram
oluşturma ile ilgili bölümde, bu konudan bahsedilecektir. Doğuştan sağır ve dilsizler, düşünmede de
el hareketleri imajlarını kullanırlar.
Bilinç nelere yeteneklidir?
Bilinç yalnızca Muhakeme alanını, yani musavvira’dan gelen Tasvirleri ve muhayyile’den gelen
Hayalleri görebilir. Beş duyudan gelen bilgilerden, Muhakeme Alanına uğrayanları görebilir. Bir de
hafızadan veri girişi vardır buraya. Hafızadaki işlemleri göremez, sadece hafızanın çıktılarını
görebilir.
Bilinç, duygulanımları, bunların ortaya çıkışlarını ve yok oluşlarını izler. Duyguların muhakeme ve
kayıt süreçlerini kuvvetle etkilediklerini, ama onlardan çok az etkilendiklerini saptayabilecek kadar
bu süreçlere yakından bakabilir. Bir benzetme yaparsak, İç Göz, Bilinç ekranını bir ara kaplayıp,
sonra kaybolan çeşitli renkler olarak görür duyguları. Bir bakarız ekran kırmızıya boyanmış, bir
bakarız pembeye.
Bilinç, Muhakeme ve Hayal sürecinin her aşamasını gözlemleyebilir, yani yalnızca sonuçtan
haberdar olmakla kalmaz. Ama bazı sorgu ve muhakemeler çok hızlı gerçekleşirler. Bu hız, Bilincin
kendi algılama hızını aşarsa, bu durumda Bilinç bunların ancak sonuçlarını izleyebilir. Sezgi ve
İlham dediğimiz türden Bilgilerin bir kısmı bu kapsamda olabilir. Ancak Sezgi ve İlham’ın
tamamen bu kapsamda değerlendirilmesi pek mümkün değildir ve bu günkü bilgilerimizle, bunların
bir kısmı ancak metafizik alanda değerlendirilebilmektedir.
Bilinç konusunda en yeni nörolojik yaklaşımlardan biri de, Beynin ürettiği elektrik dalgaları ile
Bilinç arasında kurulan ilişkidir. Pınar Tuna’dan alınan aşağıdaki pasaj bu konuda bir fikir
verebilir.1
Öznel deneyimlerimiz ancak "bilinçli kararlar" aracılığı ile oluşur ve bilinçsiz zihinsel durumlar
"zihni" oluşturamaz. Her sinir hücresi ateşlemesi EMA(Elektro Manyetik Alan) oluşturmasına
karşın, her EMA oluşumu bilinç üzerinde etki etmez. Uyarılmış potansiyellerde, bilincin ortaya
çıkması için +250 msan. gerek duyması, EMA'ın yeterli genliğe ulaşmasından sonra sinir hücresi
ateşlemesini etkilemesinin bir dolaylı göstergesi olabilir. McFadden'e göre, EMA ve bilinçte esas
olan, EMA varlığı değil, devinimsel sinir hücrelerine EMA'ın etki ederek bilgi aktarmasıdır.
Devinimsel sinir hücrelerine ve aynı zamanda dış dünyaya olan bu aktarım oransal olarak
düşüktür. Dolayısı ile bilincin devamlılığından ziyade kesikli (bilinçsiz dönemlerle ayrılmış) olması
söz konusudur. Bunu sağlayan mekanizmalardan biri sinir hücrelerinin tümünün EMA’a, belli bir
eşik altında duyarlı olmamasıdır. Ancak, birlikten kuvvet doğması gibi, çok sayıda sinir hücresi
eşdurumlu ateşleme yaparsa, EMA değişikliğe neden olup, devinimsel sinir hücrelerini uyarır ve
davranışsal değişiklikler ya da niyetlenmeler ortaya çıkar. EMA bilinç teorisine göre, paralel
bilinçsiz sistem üzerine kurulu, “seri” bir bilinç sistem vardır. Birçok bilinçsiz yapılan hareketin
otomatik yapıldığı gösterilmiştir. Bilinç seri çalışır ve bir arada birçok bilinçli işlem yapılır. Her
işlem birçok sinirsel yolda karşılıklı bir uyuma gerek duyacak şekilde (paralel) yapılarak, işlenen
bilgi tüm EMA yayılır.
Son olarak, Bilincin kendi kendisini kavrayamayacağı tezine değinelim. Bilinç kendini anlayabilir,
kavrayabilir, çünkü benzetme yeteneğimiz, metafor yeteneğimiz vardır. Ağaçtan düşen bir elmadan
kalkarak evrenin işleyişinin yasalarını anlayabildik. Basit aksiyomlardan kalkarak en karmaşık
teoremlerin ispatlarına ulaşabildik. Karıncalara, solucanlara, hatta amiplere bakarak insan Bilincini
de, insan ruhunu da anlayabiliriz, kavrayabiliriz. Kaldı ki artık elimizde, bilgisayar gibi bir araç var.
Makrokozmos için teleskop neyse, mikrokozmos için mikroskop neyse, insan zihni için de
bilgisayar aynı önemde artık. Bilgisayarlar sayesinde felsefeyi laboratuara sokmak, “deneysel
felsefe” yapmak mümkün hale gelmek üzere. (Bkz:Dualizm)
BİLME: (Vukuf, Knowing). Biliyor olma hali. Kanı(zannetme, pozitif emin olmama hali),
şüphe(negatif emin olmama hali) ve inanma(duyusal Algılarla değil, duygusal Algılarla Bilgiye
sahip olma hali) kavramlarının karşıtı olarak kullanılır.
ÇAĞRIŞIM: (Association). Bir bilinç durumunun kendiliğinden başka bir ya da birçok bilinç
durumlarını uyandırması… Düşünceler arasındaki mantıksal bağdan ayırt edilmelidir, çağrışımda
mantıksal bir bağ yoktur. Örneğin sokağı güneşli görmek bize havanın sıcak olduğunu düşündürür,
bu mantıksaldır. Oysa sokağı güneşli görmek bize güneşli bir gündeki anımızı düşündürebilir, bu
çağrışımsaldır.(O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü).
Çağrışımlarımız, eğer yeni İdrak ile tam eşleşme yoksa; 1- benzerliğe göre, 2- karşıtlığa göre, 3zamanda yakınlığa göre, 4- mekanda yakınlığa göre, 5- bütünselliğe göre, 6- Duygusal Değerlere
göre, 7- Bilişsel Değerlere göre, 9- Yönteme göre, ve 8- Mantıksal gerekliliğe göre
gerçekleşebilirler.
1
Tuna P., Brain: An Electromagnetic System. NeuroQuantology , September 2007
Çağrışım, bir Algı’nın hafızamızdan ilgili bir Bilgiyi çekip çıkarmasıdır. Bilinç bir anda bir tek
Bilgi üzerinde işlem yapabildiği için, hafızada bir sorgulama yapılacak ve sorgu sonuçlarının en
üstteki bir tanesi işleme alınacaktır. Süzülen bilgilerden hangisinin en üst sırada yer alacağını
belirleyen, bilgilerin sahip olduğu değerlerdir(bkz.Bilgi). Hafızada sorgulama, obje veya olay
bazında yapılır. Ama aynı obje veya olay ile süzülenler arasında sıralamayı belirleyen, hafızadaki
Bilgi’nin değerleri ile yeni gelen Algı’nın değerleridir. İşte bu değerlerin birbirine uygunluğu,
hafızadan süzülen Bilgiler arasından hangisinin ilk sırada olacağını belirler.
Yeni Algı’nın değerleri son derece dinamiktir, o andaki zihinsel konjonktüre göre sürekli değişir.
Çünkü her yeni çağrışım, o andaki zihinsel konjonktür için yeni bir parametredir ve eski ortamı
değiştirir. Bu yüzden, aynı Algı bile bazen peş peşe yeni çağrışımları tetikler, çünkü her çağrışım
Algı’nın değerlerini değiştirmektedir.
Çağrışım, Hafızadan bir grup ardışık satırı(bir satır bloğunu) süzüp geçici Muhakeme tablosuna alır.
Bu tablodaki yüzlerce satır arasında, “iç göz”ün odağı, dikkati, ortada bulunan, diyelim ki 20
satırdadır. Muhakemeye alınan, yalnızca bu 20 satırdaki bilgilerdir. Ama tıpkı gözümüzün
titreşimler yaparak odak dışındaki bölgelere de hızla kayıp-yeniden odağa dönmesi gibi(saccade),
“iç göz” de hızlı sıçramalarla tablodaki diğer satırlara da bakışlar atıp durur. İşte bu bakış atmalar,
tablodaki Olayın bütünü hakkında bir Kanaat oluşturur. Odaktaki Olay kesiti Muhakeme
edilmektedir, ama bu Muhakemeye Olayın bütünü hakkında bir Kanaat de eşlik etmektedir. Kanaat,
Bilinç dışında oluşur, burada Bilincin bir katkısı yoktur. Figür Bilinçte izlenen, Fon Bilinçdışında
bulunandır. Muhakeme alanına yapılan Saccade’ler, ayrı bir “tampon bellekte” tutulur ve fon’u
oluşturur. Odaktaki Olay kesiti Muhakemedeki Fikirin Figürü, eşlik eden Kanaat de Fonudur. Bilinç
bu süratli sıçramaları takip edemez, ancak bazı Tasvir flaşları olarak algılar.
ÇELİŞME: (Contradiction). Birbirlerini olumsuzlayan iki kavram, önerme veya yargının durumu.
Çelişme durumundaki iki şeyden ikisi de aynı anda doğru veya aynı anda yanlış olamazlar. “Bu
kalem beyazdır” ve “bu kalem kırmızıdır” önermeleri, aynı kalemi ifade ettikleri sürece çelişme
halindedirler.
Biçimsel Mantığın(Aristo mantığı) üç temel ilkesinden biri, çelişmezlik İlkesidir. “Bir şey aynı
zamanda hem kendisi, hem de kendisinden başka bir şey olamaz”.
ÇIKARSAMA: (Inference). Bir önermeden yeni bir önerme elde etmenin en basit olanı. Hafızada
peşpeşe yer alan iki bilgiyi, özel bazı koşullarda tek Bilgi halinde birleştirmek gibi doğal bir
yeteneğimiz vardır(bkz. Şartlı Refleks). Bu yeteneğimiz Çıkarsama ile ilgili değildir. Çıkarsama,
Hafızadaki mevcut Bilgilerin değişik biçimde yeniden düzenlenerek yeni bir Bilgi elde etmeyi ifade
eder. Burada en basit yöntem, iki adet Bilgi kullanarak yapılan çıkarsamadır: “Sokrates ölümlüdür”
önermesindeki iki adet Bilgiyi yeniden düzenleyerek, “ölümlü olan Sokrates’tir” önermesini elde
ederiz. İkiden fazla Bilgi ile yapılan çıkarsamalara, “akıl yürütme (Muhakeme, hüküm oluşturma)”
deriz.
DİKKAT: (Attention). Seçici Dikkat ve Doğal Dikkat.
Dikkat mekanizması, beynimizin içeriden ve dışarıdan gelen uyartılardan bir anda yalnızca bir tanesi
ile ilgilenmesini sağlar. Hayatımızda Dikkat, büyük bir önem taşır. Dikkat yetimiz olmasaydı, her an
duyu organlarımıza gelen milyonlarca uyarı altında ezilir kalırdık. Ben bu yazıyı yazarken, aynı
zamanda kalp kaslarımın tümünü, gövdemin oturduğum sandalyeye yaptığı basınçla ilgili kalça
bölgemden gelen bilgileri ve yoldan geçen türlü çeşitli motorlu araçların açık pencereden giren
seslerini de değerlendirerek çalışmam gerekirdi. Beyin, gelen uyarıların çok büyük bir bölümünü eler
ve sadece bazı uyartıların geçmesine izin verir. Bu seçimin bir kısmı öğrenme ile gerçekleşir(negatif
şartlı refleksler). Sinir sistemi her türde belirli bantlarda algılamaya ayarlanmıştır. Mesela insan kulağı,
türümüze özgü olarak 200 ile 20.000 hertz arasındaki frekansları, bunlar arasında da 4 ile 140 desibel
arasındaki şiddette olanları duyar, diğer işitsel uyartıları algılayamaz. Biyolojik olarak bu frekans ve
şiddette olan seslerin tümünü algılamaya ayarlanmış olan beynimiz, bebeklikten itibaren öğrendikleri
ile, bazı seslerin kaydetmeye değer olmadığına, bazılarının ise çok önemli olduğuna karar vererek
eleme sürecini başlatır. Elenenler de hala algılanmaya devam edilmekte, fakat dikkate
alınmamaktadırlar. Bunların bir kısmı, belki gerek olurlar diye bir saniye kadar bekler ve
kaybolurlar(Kısa Süreli Hafıza). Bazı uyartıların özellikle değerlendirme dışı olmasına karar
vermişsek, onlar bir saniye bile bekletilmeden yok edilirler. Eğer çalar saatimi kurarak sahura
kalkıyorsam, ramazan davulunun sesine ilk birkaç gün uyanırım. Fakat sonra onu duymamaya
başlarım. Çünkü gereksiz olduğu, beni ilgilendirmediği kanıtlanmıştır o birkaç gün içinde.
Dikkat, esas olarak Bilincin dışında iş görür. Sinir uçlarına etki eden bir uyartının Algıya dönüşmesi, o
uyartının, beynin bazı bölgelerine ulaşması ile gerçekleşir. Uyartı, hemen hemen eş zamanlı olarak
Beyin sapına, Beyinciğe, Orta Beyin çekirdeklerine ve sinirin sonlandığı sensoriyel korteks alanlarına
ulaşır. İşte bu anda, gelen uyartı hakkında ilk değerlendirmeler yapılır ve organizma için tepki
oluşturmaya değer olup olmadığına karar verilir. Bu kararda öncelikle refleksler, ardından hafızadaki
tecrübeler ele alınırlar. Hareketin varlığı veya yokluğu, varsa hareketin yönü, Algının şiddeti gibi
değerler belirli refleksleri tetiklerler, otomatik cevap davranışı oluştururlar. Oluşan cevap kompleks bir
yönelme-kaçınma davranışı olabileceği gibi, seçilen uyartının Bilinç alanına sevkedilmesinden ibaret
de olabilir.
Sonuçta beyin, çevreden gelen binlerce uyartı içinden birini seçer, ya refleksif tepki verir, ya da
projektör altına alır, Hafızadan gerekli sorgulamayı yapar, anlamlandırmayı sağlar ve Kısa Süreli
Hafızaya alarak Bilinç alanına sokar. Bu ana kadar Bilincin olan-bitenden haberi yoktur. Bilinç
kendisine sunulan “anlamlandırılmış” veri ile uğraşırken, Dikkat mekanizması ağırlıkla o knu
üzerindedir. Ama kısa aralarla(milisaniyeler) iç ve dış dünyayı taramaya devam etmektedir.
Bernard J. Baars, Zihin modelleme açısından önemli makalesi “The global brainweb: An update on
global workspace theory” de, bir listeden belirli isimleri dinlerken farklı bir uyarı ile dikkatleri
dağıtılmaya çalışılan deneklerle yapılan çalışmayı anlatır. Baars’a göre, Bilinç, duyulara dayalı bir
“seçici dikkat” projektörü(tiyatro sahnesindeki spot ışığı) içerir. Bu projektör, beynin alın lobları ve
otomatik kesme sistemleri olarak ikili kontrol altındadır. Otomatik kesme sistemleri; beyin sapı,
ağrı sistemleri, Amigdala gibi duygusal merkezlerdir. Bu dikkat kesme sistemleri, denek verilen bir
listedeki isimleri tekrarlarken, önemli yeni uyartıların bilinçte araya girmesine imkan sağlarlar.
Emel Güneş, “Dikkat Mekanizmaları” isimli çalışmasında konu ile ilgili geniş bir özet sunar:
“Günümüzde, gerçekten de dikkat işlevi ile ilgili olarak birbirinden görece bağımsız üç önemli
dikkat bileşeni olduğu kabul edilmektedir. Bunlar; dikkatin seçiciliği, dikkatin yüksek bilişsel
işlevler tarafından denetimi, uyanıklık ve bununla ilişkili olarak yeni uyaranlar için tetikte olma
(vijilans) durumunun korunmasıdır. Bu bileşenlerin toplamı, dikkatin bilişsel bir işlev olarak
faaliyet göstermesini sağlamaktadır (3).
“Dikkat konusundaki araştırmalar, dikkat işlevinin merkezi sinir sisteminde özelleşmiş bir sistem
oluşturduğunu göstermektedir. Bu sistem, pasif olarak girdi veya çıktılardan etkilenen beynin data
işleme sistemlerinden anatomik olarak ayrılmıştır. Duysal ve motor sistemler gibi çok farklı beyin
bölgeleri ile bağlantılıdır, fakat kendisi bunlardan ayrı bir sistemdir (12). Dikkatin özgün işlemleri
için beynin farklı bölümleri devreye girmektedir. Bu anatomik bölgelerin birbirinden bağımsız
olmadığı, aralarındaki çok yoğun karşılıklı bağlantıların bir nöral ağlar sistemi oluşturduğu kabul
edilmektedir (13). Bu sistemin bir merkezi olmadığı gibi, beynin tümünü de kapsamadığı
düşünülmektedir (14).
“Posner ve arkadaşları tarafından önerilen model, Mesulam’ın önermiş olduğu modeldeki beyin
bölgelerini içermesine rağmen, bu bölgeler, dikkatin temel bileşenlerinden ağırlıklı olarak birini
yerine getiren ayrı nöral ağlar şeklinde organize olmuştur. Buna göre bu model; posterior dikkat
ağı, anterior dikkat ağı ve yeni uyaranlar için tetikte olma (vijilans) ağı olmak üzere üç ayrı işlevsel
ağdan oluşmaktadır (Şekil 2). Posterior dikkat ağı daha çok seçici dikkatin oluşturulmasında rol
alırken, anterior ağ ise yürütücü dikkatten sorumlu tutulmaktadır. Vijilans ağı da diffüz modülatör
sistem aracılığı ile uyanıklığı ve dikkat etme durumunu devam ettirmeyi sağlar.
“Posterior ağ; pariyetal korteks, pulvinar ve superior kollikulusu içerir. Bu alanlar dikkati uzaysal
konuma göre yöneltme görevinde işbirliği yapmaktadır. Bunlardan pariyetal korteksin dikkatin
önceki hedefin bulunduğu yerden ilişkisinin kesilmesinden, superior kollikulusun dikkatin spot
ışığının beklenen/istenen hedefe doğru taşınmasından, pulvinarın da istenen hedefte dikkatin
odaklanmasından / tutulmasından sorumlu olduğu bildirilmektedir (12). Bu ağın işlevinin ortaya
çıkarılması, görsel-uzaysal yönelmenin incelendiği çalışmalar sayesinde olmuştur. Görsel-uzaysal
yönelme, genelde hedefin foveaya düşürülmesi olarak tanımlanmaktadır (17). Bir görüntünün görsel
taranması sırasında uyaranların foveaya düşürülmesi, hızlı (50 ms içinde) sakkadik göz hareketleri
aracılığı ile sağlanmaktadır. Buna “uyarana açıkça yönelme” (overt visual orienting) denir.
Araştırıcı sakkadik göz hareketleri yapılmadan da davranışsal olarak önemli stimuluslara dikkat
edilebilir. Bu, gözlerin odaklandığı yerden, dikkatin yerinin ayrılabilmesi anlamına gelmektedir.
Örneğin gözler bir noktaya fikse durumda iken dikkatin görme alanında herhangi bir yere
yöneltilmesi mümkündür. Böylece, gözlerin ve başın pozisyonunda değişiklik yapmaksızın,
yerleşimine dikkat edilmesi istenen bir stimulusa öncelik tanınabilir (13). Görme alanında
birden bire bir stimulus belirdiğinde, sakkadik göz hareketleri olmadan dikkatin istemli veya refleks
olarak stimulusun bulunduğu yere doğru yönelmesi işlemine “uyarana gizlice yönelme” (covert
visual orienting) denir (7).
“Posner, nörolojik olarak sağlıklı deneklerle bu paradigmayı kullanarak yaptığı çalışmalara
dayanarak, bir uzaysal konumdan diğerine dikkatin yer değiştirmesinin üç işleve bağlı olduğunu
teorize etti. Dikkatin öncelikle odaklandığı yerden ilişkisi kesilmeli; ikinci olarak, yeni uzaysal
konuma doğru taşınmalı ve son olarak da dikkat yeni uzaysal konumunda tutulmalıdır.
“Anterior dikkat ağı, seçiciliğin amaca ve ihtiyaca uygunluğunu denetler. Bu denetimden sinir
sisteminin yüksek bilişsel işlevi olarak tanımlanan yürütücü işlevlerin bir bileşeni olan yürütücü
dikkat sorumlu tutulmaktadır. Yürütücü dikkat, seçenekler arasından istemli seçim yapmak,
uyuşmazlıkları çözmek ve emosyonları düzenlemekle ilişkilidir (9).
“c) Uyanıklık ve yeni uyaranlar için tetikte olma ağı / Vijilans ağı Yeni uyaranlar için tetikte olma
durumunun devam ettirilmesini ve dikkatin sürdürülmesine hizmet eden bu ağ, lokus seruleusun
kortekse olan inputlarını içermektedir (16). Lokus seruleusun kortekse olan noradrenerjik inputları,
uyanıklık durumunun sürdürülmesinde kritik role sahiptir. Buradan çıkan nöronlar beyindeki en
diffüz bağlantılardan bazılarını oluşturur. Bu sistemin tek bir nöronu 250 000’den fazla sinaps
yapabilir ve aksonun bir ucu serebral kortekste iken bir diğeri serebellar kortekste olabilir.
Noradrenerjik sistem bu yapısı ile dikkat, uyanıklık, uyku-uyanıklık siklusu, öğrenme ve bellek,
anksiyete ve ağrı, beyin metabolizması gibi sinir sisteminin bir çok işlevinin düzenlenmesinde
işin içine karışmaktadır (31).
“Vijilans ağı, posterior sistem aracılığıyla yönelmenin verimini artırarak ve anterior sistemde devam
eden aktiviyi baskılayarak hem posterior hem de anterior dikkat sistemlerini etkilemektedir (16).”
A.şebnem SOYSAL ve ark. Da “Bilişel Psikoloji Kapsamında Yer Alan Dikkat Teorileri” başlıklı
çalışmalarında farklı görüşlere yer verirler:
“Nijokiktjen (1988) dikkati “istemli” ve “istemsiz” olmak üzere ikiye ayırmıştır. İstemsiz dikkat,
kişinin herhangi özel bir amacı veya çabası olmadığı halde dış çevre ortamındaki bazı nesneler
ve olayların birer uyaran niteliği alacak biçimde kişinin algı alanına kendiliğinden girmesi olarak
tanımlanmaktadır. İstemsiz dikkatin oluşmasında dürtüler ve duygudurumu gibi süreçler rol
oynamaktadır. Belirli bir anda bir tek şey üzerine dikkatini yoğunlaştırabilme istemli dikkatin
temel özelliğidir. Bu durumda uyaranın tanınabilir ve anlaşılabilir olması gerekmektedir. İstemli
dikkat, ilgi ve motivasyonla yakından ilişkilidir. Anlam ve algının buluştuğu noktada yer
almaktadır. Dikkat gelişimi genelde istemli dikkatin gelişimini ifade etmektedir. Bu da içten gelen
eğilimlere hakim olunması ve dıştan gelen ilgisiz uyaranların önlenmesi, dikkatin sağlanması ve
sürdürülmesi için çaba gerektirmektedir. Bunun dışında literatürde dikkatin bölünmüş ve
odaklanmış olmak üzere iki bileşene ayrılarak incelendiği görülmektedir (Pashler 1998).
“Geç Seçme Teorisi, Deutsch ve Deutsch (1963) tarafından ortaya atılmıştır. Araştırmacılar
teorilerini, tüm bilginin aslında dikkat edilmeden dinlendiği üzerine yapılandırılmıştır. Tepki
sisteminin kapasitesine göre algılama sistemi değişmektedir. İnsanlar birçok mesajı dinleyebilir
ancak yalnızca bunlardan bir tanesini imgeleyebilirler. Demek ki kişinin hangi mesajın
anlamlandırılacağına yönelik bazı temel öngörülere ihtiyacı vardır. Eğer bu kullanılacak
olan ölçüt anlama dayalıysa denekler kulaklarına gelen mesajları takip edip ilgili mesajı
imgeleyebilirler. Burada belki de üzerinde durulması gereken konu seçiciliğin ne zaman
gerçekleştiğidir. Seçim tanımanın erken aşamasında mı -girdinin tasviriyle birlikte- yoksa sonraki
aşamalarda mı -girdi tasvirleri depolanan nesne tasvirleriyle kıyaslandığında- yapılmaktadır. Bu
konu önemlidir, çünkü bir şeyi onun ne anlama geldiğini bilmeden önce mi (erken seçme) yoksa
bildikten sonra mı (geç seçme) göz ardı edebileceği ile ilgilidir (Pashler 1998, Anderson 1995).
“Dikkate alınmayan sessel bilgiler işlenmemektedir. Ancak, denekler kısa süreli olarak bilgiyi
yakalayabilme yeteneğine sahiptirler.
“İşitsel bir bilginin işlenmesi ile görsel bir bilginin işlenmesi arasındaki en önemli ayırım görsel
bilginin sadece belli bir bölümünün bellekte kalmasıdır. Görme alanının ancak belli bir kısmını
değerlendirebiliriz. Baktığımız bölgede bazı bilgileri filtre edebilirken, özellikle çok küçük
alanlara odaklandığımızda, gözlerimiz foveayı o bölgeye odaklar.
“Görsel dikkat konusunda yapılan araştırmalar bir resme ya da sahneye bakan deneğin gözlemini
gerektirmektedir. Deneğin gözlerine bakarsak odaklanmadığını, aksine bir tarama faaliyeti
içerisinde olduğunu görürüz. Bu tarama, okurken olduğu gibi düz ve sürekli bir hareket değildir;
birbirini izleyen duraklamalarla gerçekleşir. Bu göz hareketlerini kaydeden pek çok teknik vardır.
En basit yöntem bir kamera ile göz hareketlerini izlemektir. Böylece, alınan kayıttaki göz imgesi
üzerinde, bakılan şeyin gözün korneasına yansıması izlenebilir. Deneyi yapan kişi, bu imgeyi
inceleyerek sahnenin gözün durakladığı noktasını tespit edebilir. Az önce bir resme bakarken
ortaya çıkan göz hareketlerinden söz ediyorduk. Gözün resim üzerinde durakladığı noktalar
rastlantısal değildir. Bu noktalar, genellikle resim hakkında en fazla bilgiyi veren önemli
özelliklerin yerleşmiş olduğu yerlerdir. Bir yüz fotoğrafı taranırken gözlere, buruna ve ağza denk
düşen bölgelerde pek çok duraklamalar gerçekleştiği görülmüştür (Atkinson ve Atkinson 1996).
“Bilişsel süreçler, otomatikleşme açısından ikiye ayrılır. Bunlar; dikkat gerektirmeyen otomatik
süreçler ve dikkat gerektiren kontrollü süreçlerdir. Otomatik süreçler kişinin dikkat harcamadan
gerçekleştirdiği süreçlerdir. Örneğin araba kullanmak ve dil yetileri otomatiktir. Kontrollü
süreçler ise bilinçli bir kontrol gerektirir. Örneğin her farklı bölgedeki konuya dikkat etme gibi.
Dinlenen bir konuda konuşmanın seçici hale getirilmesi kontrollü sürece örnektir. Çok yüksek
bilişsel süreçleri içine alan zihinsel aritmetik performansı da kontrollü sürece örnektir
(Pashler 1998, Anderson 1995).”
İstemli ve İstemsiz Dikkatin beyindeki lokazizasyonu için de bazı bulgular vardır:
“Ön dikkat sistemi ya da ventral dikkat sistemi, insan beyninde bulunan iki algısal sistemden biridir.
Diğer algısal sistem arka ya da dorsal dikkat sistemidir. Ana işlevi dikkati belirgin uyaranlara doğru
yönlendirmektir. Ön dikkat sisteminin çoğunlukla istemsiz eylemlerle bağlantılı olduğu
düşünülmektedir. Nöral ağ sağ beyin yarımküresinin yanındadır ve sağ temporal-parietal bağlantı
ile sağ ventral frontal korteksi de içerir. Özellikle beklenmeyen konumlarda ortaya çıkan belirgin
hedeflerin farkedilmesiyle bu sistemde aktivitenin arttığı görünür. Ayrıca algısal uyaranlarda ani
değişiklikler olduğunda, ya da görev bloklarının başlangıcı ve bitişinde, ve bir denemenin
bitirilmesinde de ön dikkat sisteminde aktivite artışı gözlemlenmiştir.
“Arka dikkat sistemi ya da dorsal dikkat sistemi, istemli yönlendirme ile ilgilidir ve dikkatin nereye,
ne zaman ya da ne üzerine yoğunlaşması gerektiğine dair ipuçları verildiğinde aktivite artışı
gözlemlenir. Arka dikkat sistemi iki yandadır ve intraparietal sulcus ile her iki beyin yarıküresinde
presantral ve superior sulcus bağlantısını içerir.”1
DUYGULAR: (Emotions). (Duygusal Değerler-Bilişsel Değerler)
Bir canlının çevre ile ilişkisinde, cansızlardan farklı olarak, aktif, seçici ve özgün olmasını sağlayan
şey, onun duygularıdır. Bir bütün olarak sinir, kas sistemi ve içsalgı bezleri, ayrıca duyu organları,
duyguların emrinde ve onlar için çalışırlar. Tıpkı, düşünme faaliyeti gibi. Düşünme de, duygulann
emrindedir ve duygular için çalışır. Bu, en gelişmiş düşünme yeteneğine sahip olduğu öne
sürülen insan türü için bile böyledir. İnsanda düşünme, duyguları ancak etkileyebilir. Ama ne kadar
kuvvetli etkilerse etkilesin, sonunda belirleyici olan duygulardır. Yani özetle, canlıyı canlı yapan
şey, beynin esas faaliyeti, duygular aracılığı ile çevre ile ilişki kurmaktır.
İnsan, ıssız bir adada tek başına kalsa, ilk günler dışında, dayanılmaz bir yalnızlık duyar. Bu
yalnızlık duygusundan kurtulabilmek için, bir hayvan grubuna katılmayı düşünebilir. Onlarla
birlikte dolaşmak, gezip oynamak isteyebilir. Ama bu, o gruptaki hayvanlarla bir duygusal alışveriş
sağlayabilirse mümkündür. Gözgöze gelebilecek, onları sevip okşayabilecek, onlar da kendisini
yalayabileceklerse mesela. Yoksa, bu kuru birliktelik, yalnızlık duygusunu gideremeyecektir.
Einstein'in E=m.c2 formülü, bazı duygulara eşlik etmiyorsa, bazı duyguların tatminine yaramıyorsa,
ne kadar anlamlı olurdu? Bu formülün canlılığından, çevreye uyumundan, çevreyi etkilemesinden ve
1
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_beyni
değiştirmesinden bahsedebilirmiydik? Bu formüle hayat veren, insanın merak, doğayı yenme ve
geleceğini garantiye alma gibi duygularıdır. Düşünme, bu duyguların emrinde, onlar için çalışarak
bu formülü üretmiştir.
Duyguların sosyal ve düşünsel etmenler tarafından baskı altına alınması, hayvanda psikolojik
sorunların çıkış noktasını oluşturur. Nevrozlar, psikozların çoğu, bilinçaltı savunma
mekanizmalarımız, bu baskılamadan kaynaklanırlar. Düşünme yeteneğine çok az ihtiyaç duyan ve
çoğunlukla duyguları ile davranan hayvan türlerinin psikolojik sorunları olabileceğini
zannetmiyorum. Duygulardan bağımsız salt düşüncede de psikolojik bir sorun bulunamaz. Eğer
hesap makinaları ve bilgisayarların duyguları da olsaydı, tamir servislerinin yanında, onlar için
ruhsal tedavi merkezleri de oluşturmamız gerekecekti.
Duygular, canlı organizmada, belirli bir uyarana karşı geliştirilen tepkilerden, kaslarla ilgili olanlar
değil de, beyindeki salgılarla ilgili olanlarının bilinçte algılanmasıdır. İçsalgı bezlerinden sinapslardaki
keseciklere kadar biyokimyasal maddelerin etkileşimi ile oluşur ve düşünmeden, kalb kasları ve kıl
köklerine kadar tüm vücudu etkilerler. Hiçbir uyaran yokken, beynin elektrotlarla uyarılması ile de
kızgınlık, korku, vb. duygular oluşturulabilmektedir. Hatta elektrotlarla uyarılan bölgeye göre, belki
uyarının şiddetine göre, korku, kızgınlık, hoşlanma, surat buruşturma gibi duyguların yanısıra, çok
daha farklı duygulanımlar da ortaya çıkabilmektedir. Bunlar denek tarafından tanımlanamamakta ve
ifade edilememektedirler.
Duygular, bizim tarafımızdan en iyi bilinen, ama en az açıklanabilen olaylardır. Bildiğimiz
duygulardan bazılannı (alfabetik sıraya göre) sıralarsak, bu konuda bir fikir edinebiliriz: Acımak,
Affetmek, Ağlamak, Alay, Alçak gönüllülük, Antipati, Bencillik, Bezginlik, Cesaret, Cimrilik,
Coşku, Durgunluk, Elem, Elcillik, Endişe, Eziklik, Güven, Gurur, Hamiyet, Haz, Hayranlık, Hayret,
Hasret, Haset, Heyecan, Hırs, Huzur, Hüzün, İftihar, İlgi, İntikam, Korku, Kızma, Kin, Kibir,
Kıvanç, Merak, Mutluluk, Neşe, Nefret, Onur, Özgürlük, Pişmanlık, Sadakat, Sabır, Sempati,
Sevda, Sevgi, Sevinç, Şaka, Şefkat, Şüphe, Takdir, Tatmin, Utanma.
Duygular, algılanan bir olay veya obje üzerine oluşurlar. Ancak sık sık tekrarı halinde etkileri azalır
ve giderek kaybolurlar. Yani aynı uyarana karşı "yorulma" bunlarda da geçerlidir.
Organizmada korku veya haz veren bir olayın aynı biçimde sık sık tekrarlanması, ilk defaki şiddette
bir duygulanım yaratmaz. Hatta daha fazla tekrar halinde olay kanıksanır, gündelik bir olay haline
gelir ve artık hiçbir duygulanım oluşturmaz olur. Ancak güven, kıskançlık, vb. gibi bazı duygular,
tekrar ile azalma eğilimi göstermedikleri gibi, artabilirler de.
Bilim adamları, duyguları bir türlü derli- toplu bir sınıflandırmaya tabi tutamamışlardır. O kadar
birbirine girmiş, o kadar öznel ve o kadar değişkendirler ki, ciddi bir sistematiğe sığdırılmalarına en
azından şimdilik imkan yok gibi görünmektedir.
Duygulanım hayatımız çok büyük bir çeşitlilik ve zenginlik göstermektedir. Çeşitli duygulanım
durumlarının kültürlere göre de değişiklik göstermesi ve aynı kültür içinde bile bunların
adlandırılmasında farklılıklar bulunması, duyguların net olarak kavranmasını önlemektedir. Hatta,
duygularımızı ifade etmek için genellikle kelimeler yeterli olmamakta, mimiklere, bazı ifade
hareketlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Kelimelerle ifade ettiğimiz bir duygu, hemen her zaman, başka
bir duygu ile karıştırılma veya yetersiz anlaşılma riskini taşımaktadır.
Duygular, beynin bütünü ile ilgilidir. Beyin sapı, orta beyin, talamus ve gangliyonlar, korteks, yani
bütün merkezlerin ortak çalışmalarının ürünüdür duygular. Ama asıl üretildikleri yerlerin, limbik
sistem ve hipotalamus olduğu anlaşılmaktadır.
Duygulanım, sinir sistemimizin bir ürünüdür. Ama, sinir hücrelerinin bildiğimiz çalışma tarzları ile
doğrudan doğruya açıklanamayan özellikler gösterir. Bir sinir hücresinin iletimi, hep veya hiç
yasasına göre ya aldığı uyarıya tam kapasite ile tepki gösterir, ya da hiç tepki göstermez, duyarsız
kalır. Ama duygulanım, çeşitli şiddetlerde ortaya çıkabilir. Bir sinir hücresi, sürekli olarak etki eden
aynı uyarana ilk anda tepki veriyorsa, daha sonra tepki vermez. Ancak değişik bir uyarı gelince
tepki oluşturur. Halbuki duygulanım, sürekli olabilir. Uzun süre aynı uyarana karşı korku, sevgi,
kızgınlık, vb. duyabiliriz. Gene sinir hücresi, aldığı bir uyarı kesildiği zaman ancak bir ard- deşarj
süresi kadar tepkiyi devam ettirirken, duygulanım, uyarı kesildikten sonra da uzun süre devam
edebilir. Örneğin, bir uyarana karşı oluşan duygulanım, sinir hücresi gibi milisaniyelerle değil,
dakikalarla ölçülebilir (günler ve aylarla ölçülen duygulanımların, hafıza ve yeniden hatırlama ile
ilgili olması gerekir). Duygulanımın oluşumu da, bir sinir uyarısından çok daha geçtir. Bir uyarı,
genellikle bilinçte algılandıktan sonra duygulanım oluşturur. Yalnızca korku duygusu, refleks
hareketlerle birlikte oluşur ve daha sonra bilinçte algılanır.
Bu durumu açıklamak için, duygulanımı asıl olarak bitkisel sinir sisteminin oluşturduğu ve sinir
hücrelerinin bu sistemi uyararak duygulanıma sebep olduğu düşünülebilir. Bitkisel sinir sistemi de
özellikle içsalgı bezlerinin salgıları ile birlikte çalıştığı için, bu salgıların kandaki (ve beyin
sıvısındaki) etkilerini uzun süre devam ettirdiklerini ve belirli şiddet derecelerinde etki sağladıklarını
söyleyebiliriz. Fakat bitkisel sinir sistemimiz, belirli birkaç tarzda bedeni etkilemektedir. Buna
karşılık, çok daha fazla sayıda birbirinden ayrı duygulanım durumumuz vardır. Hatta tamamen aksi
duygularda, bitkisel sinir sistemi aynı etkiyi gösterir. Aşırı sevinçte de, aşırı üzüntüde de ağlarız.
Ama biz ağlarken, sevinçten mi, yoksa üzüntüden mi ağladığımızı gayet iyi biliyoruzdur.
Beyni etkileyen ilaçlarla yapılan deneylerde de, bitkisel sinir sistemini uyaran aynı ilacın, deneklerin
ruhsal durumlarına göre çok değişik duygulanımlara sebep olduğu anlaşılmaktadır.
Sinirlerin iletimi elektrikseldir ve bildiğimiz yasalara uyarlar. Duygularımızı oluşturan yapılar ise,
her ne iseler, sinirlerden farklı olmalıdırlar. Eğer bunlar özel olarak birbirini yeni baştan uyaran
feed- back devreleri halinde örgütlenmiş sinir kümeleri değilseler, mutlaka kimyasal moleküller,
yani salgılar halinde beyni etkiliyor olmalıdırlar. İster sinaps keseciklerindeki transmitterler olsun,
isterse daha gelişmiş minik salgı bezleri olsunlar, sinirler aracılığı ile bir uyarı aldıklannda, fizyolojik
güdülere, kazanılmış güdülere ve ortam şartlarına göre az veya çok salgılanıyor, ve uyarı
kesildiğinde yeniden emilmeleri (veya nötralize edilmeleri ) birkaç dakika alıyor olmalıdır. Yani
beynimizde, daha geç oluşan, daha uzun süre etkisini devam ettiren ve etki süresi uyarının
kesilmesine bağlı olmayan ayrı bir sistem çalışması vardır ve bu sistem sinir hücresinden çok
salgı bezlerinin çalışmasına benzer bir çalışma göstermekte, duygulanmızı oluşturmaktadır.
İnsan, esas olarak duyguları ile davranır. Ama düşünme de, yeni duygular ve yeni tatmin yolları
oluşturarak bu sürece katkıda bulunur. Ahlak, din, gelenek gibi kurumlardan kaynaklanan
"değerler", insanlarda yeni "duygular" oluşmasına neden olurlar. Doğal duyguların özelleşmiş
biçimleridir bunlar. Mesela kıskançlık duygusu, özelleşerek "adalet" duygusu halini alır. Sözünde
durmak, küçük düşmek, onur, ihanet, kalleşlik gibi davranışlara özel duygulanımlar, bunlara örnek
olarak verilebilir. Aslında bu tür duygulanımlar, toplum içinde saygı görmek, üstünlüğünü
kanıtlamak duygusunun değişik biçimleridirler.
Temel duygular
Duyguları, alışık olduğumuz gibi haz-elem şeklinde iki kutuplu bir yelpaze üzerinde
değerlendirmek, çok yetersiz kalmaktadır. Duygular, haz ile elem arasına sıkıştırılamayacak kadar
çeşitlilik gösterirler. Ayrıca duygularımızı kabaca gözden geçirirken bile, çok değişik kutupluluklar
görebiliriz:
İlgisizlik- durgunluk- bezginlik- duyarsızlık- ilgi- şevk- hırs.
Korku- çekinme- cesaret- cüret.
Hiddet- öfke- kızma- hoşgörü- acıma.
Sevda- şefkat- sevme- sempati- antipati- sevmeme- nefret- kin.
Huzur- tedirginlik- sıkıntı- endişe.
Şüphe- tereddüt- kararlılık- emin olma.
Zevk- haz- tiksinmek- iğrenmek.
Sevinç- neşe- mutluluk- hüzün- elem.
Eziklik - pişmanlık- borçluluk hissi- alçak gönüllülük- onur- gurur- kibir.
Haset- cimrilik- kıskançlık- fedakarlık- vericilik.
Takdir- hayranlık- küçük görme- alay.
Sadakat- vefa- vefasızlık.
Görüldüğü gibi, zaten haz ve elem birbirinin karşıtı duygular değildir. Haz tiksinmenin, elem de
neş'enin karşıtıdır. Hemen dikkati çekeceği gibi, buradaki kutuplaştırmalar bana aittir, kabaca ve sırf
örnek olsun diye oluşturulmaya çalışılmıştır. Vurgulamak istediğim, duygularımızın kolay kolay
herhangi bir sistematiğe sığdırılamayacağıdır. Hele haz- elem yelpazesi gibi dar bir sınıra asla.
Hayvan yavrusunda, doğumdan hemen sonra, hayatın devamı için gerekli olan başlıca üç duygu
vardır. Tehlikeden kaçmak için KORKU, gerekli ve yararlı şeylere ulaşmak için İLGİ, çeşitli
faaliyetler arasında denge için TATMİN duyguları. Her üç duygu için de, genlerinde hazır olarak
gelen bilgilere sahiptir yavru. Belirli bir şiddetin üstündeki duyumlardan ( ses, ışık, tat,vb.) korkar.
Belirli bir şiddetin altındakilerden de. Karanlık ve sessizlik gibi. Besinlerin tat ve kokusuna, annesine
ve kendi türüne karşı ilgisi vardır. Ve duyu organlarının faaliyetleri için bir tatmin sınırı vardır.
Gözünü aynı noktada belirli süre tutabilir, bir sesi belirli bir süre dinleyebilir, vb. Bunlar, refleks
karakterinde, genetik kökenli duygusal cevaplardır ve türlere göre sınırları, hatta belki çeşitleri
değişebilir. Yavru büyüyüp tecrübeler biriktikçe, bu duygular çeşitlenecek ve düzeylerine göre,
başka fizyolojik süreçlerle ilişkilerine göre, çok değişik duygulanımlar olarak algılanacaklardır.
Merak, sevinç, sevme, korku vb. bütün duygu öbekleri, kendi yelpazesi içinde uyanıp-sönme, kendi
karşıtına dönme nöbetleri izler. Devamlı olarak süren bir duygu olamaz sağlıklı organizmada. Bir
duygunun karşıtını yaşamayan birey de olamaz. Çünkü karşıtı yoksa o duygu da yoktur. Bununla
birlikte, bazı duyguların daha ağır bastığı bireyler vardır. Fizyolojik altyapı, bazı duyguların daha
yoğun yaşanmasını gerektirebilir. Bu durum, bireyde ömür boyu sürer.
DUYU: (Hasse, Sense). Uyarımları alma yetisi. Başlıca duyular olan görme, işitme, tatma, koklama ve
dokunma duyuları, duyu organları aracılığıyle alınır. Ayrıca basınç ve ısı duyuları, denge duyusu, uzay
duyusu, zaman duyusu, yön duyusu gibi duyular da vardır(Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975).
Duyu organları, kendilerine özgü yollarla dış dünyadan beyne haber yollayan organlardır.
Genellikle en çok bilinen “beş duyu” olarak anlaşılırlar. Çünkü bu beş duyunun, her birinin kendine
has organları vardır. Görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma duyuları, özel organlar aracılığı ile
çalışırlar. Ama bunlardan başka duyularımız da vardır. Yapay Zeka açısından en önemli ek
duyumuz, Bilincimizdir. Bilinç, beynimizin içinde korteksteki duyu alanlarında oluşan imajları ve
muhtemelen orta beyinde yer alıyor olması gereken “hayal” alanını gözleyen bir “İç Göz” gibidir.
Uzay ve zaman algısı da Bilincin Hafızadan aldığı verilerle oluşur.
Diğer ek duyulardan bazılarının getirdiği haberleri biliriz. Bazıları ise, Bilince çıkmadan daha alt
merkezlerde değerlendirilirler. Bunlar; 1- açlık, tokluk, bulantı, dışkılama ihtiyacı gibi iç alem
duyusu, 2- kas lifleri arasından ve eklemlerden haber getirerek bilinçdışı olarak vücudun durumunu,
hareketlerin hızını bildiren ve hareketlerde koordinasyonu sağlamaya yardım eden derinlik duyusu,
3- iç kulaktan kaynaklanan ve vücudun ağırlık, dönme, yatay ve dikey durumlarının algılanmasını
sağlayan denge duyusu, 4- henüz niteliği tam olarak anlaşılamayan ama varlığı hakkında pek çok
veri bulunan manyetik alan, güneş lekeleri, iklim farklılıkları gibi etmenlerle ilgili duyumuz, 5bilimsel olarak incelenen, ama henüz varlığı tam olarak kanıtlanamayan, sadece istatistiki olarak
dikkate değer bir ölçü veren telepati, ya da yaygın adı ile altıncı duyu.
Görüldüğü gibi, biraz zorlama ile beş değil, onbir duyumuz olduğunu söyleyebilmekteyiz.
Duyularımızın fiziki sınırları ve özellikleri vardır. İnsan kulağı, 20-20.000 hertz arasındaki
frekansları, 4-140 desibel şiddetindeki sesleri duyar (normal konuşmanın şiddeti 60 desibeldir). Bu
arada kulağımız, binlerce sesten herhangi birini seçip dinleyebilir. Bu işi, dikkat ve onun daha
yoğunu olan konsantrasyon ile yapar. Konsantrasyon, binlerce sinirden gelen uyarıların birçoğunun
bir merkezde inhibe edilmesi (engellenmesi) ve yalnızca istenen uyarıların değerlendirilmesi
çabasıdır.
Dilimiz, uyaranları ekşi, tatlı, acı ve tuzlu olarak dört biçimde algılayabilir.
Burnumuz, havadaki serbest uçucu yağ moleküllerinin analizi ile uğraşır ve bunlardan yüzlercesini
birbirinden ayırabilir. Köpekte bu sayı binlerceyi bulur. Böcekler ise, yok denecek miktardaki
kokuları kilometrelerce uzaktan algılayabilmektedirler.
Gözümüz, 700 milimikron ile 390 milimikron dalgaboyu arasındaki elektromanyetik ışımaları
algılar. Gözmerceğinin arka ve ön yüz yarıçapları, uzağa ve yakına bakma esnasında farklıdırlar.
Işığa göre daralıp genişleyen pupillanın çapı, 3.5-4 mm.dir, 8 mm.ye çıkabilir ve 2 mm.ye düşebilir.
Pupilla, otonom sinir sistemindeki değişikliklerden etkilenir ve duygularımızı ele verir.
Beş duyumuzun algı sınırları, bize özgü dünyayı tanıma sınırlarını oluşturur. 18.000-45.000
Hz. arası frekanslarla oluşturulan bir müzik parçası bize hiçbir şey ifade etmez. Çünkü duymayız
onu. Halbuki bir kelebek belki onu zevkle dinlemekte ve bu yüzden dans etmektedir. Mor ışık ile
Gamma ışını arasındaki ışımalar da bize karanlıktır. Ama bir başka canlı, bu sınırları algılayabilen
duyu organlarına sahipse, bizim gördüklerimizin ve duyduklarımızın hiçbirini algılamadan, kendine
özgü çok değişik renkler, sesler, kokular ve tatlar dünyasında belki de bizden daha zevkli bir yaşam
sürecektir. Bir yılan, kızılötesinde belki yedi değil, yirmi yedi ana renk görmektedir ve biz bu
renkleri tasavvur bile edemeyiz. Bir sivrisineğin duyargaları, bir derecenin binde biri kadar sıcaklık
değişimlerini algılayabilmektedir. Afrika’daki bazı tür akbabaların, 4000 metre yukarıdan, yerde
yatan bir ceylanın ölü mü, yoksa uykuda mı olduğunu ayırt edebildikleri öne sürülmektedir.
Objenin gözde bıraktığı hayal bizdeki gibi 1/20 saniye değil de, mesela öküz gözünde tam 1 saniye
ise, trene öyle şaşkın bakmasını mazur görmemiz gerekecektir. Çünkü, hayatında ilk defa flu bir
cisim görmektedir. Öte yandan kedinin gözünde bu hayal 1/50 saniye ise, sinema seyretmekten hiç
hoşlanmayacaktır.(N.Bencan, Düşünen hayvan, 2010)
DÜALİZM: (İkicilik, Dualism):Bilinç ile Şuur kavramları üzerinde sürdürülen bir tartışma vardır.
Gelişen doğa bilimlerinin, insanı mekanik bir robot gibi açıklamayı başarmaları tehlikesine(özetle
materyalist felsefenin insan zihnine bakışına) karşı çıkan İdealist Felsefe savunucularının tezleri
şöyledir: Bilinç hayvanlarda da vardır ama, insanda ayrıca bir de Şuur vardır. Şuur ruh ile
bağlantılıdır. İnsan Bilinç sayesinde her şeyi bilebilir ama, ancak şuur sayesinde “kendi bildiğini
bilir”. “Bilmek” ile, “bildiğini bilmek” aynı şey değildir ve insan, “bildiğini de bilir.” Bir hayvan
çevresindeki her şeyin farkındadır ama, bunu bildiğinin farkında değildir. O, bir otomat gibi,
içgüdüleri ile tepkiler verir çevreye. İnsan ise, çevreyi bilir, ayrıca kendisi olduğunun da farkındadır
ve çevreyi bildiğini de bilir.
Bilinç ile Şuur kavramlarını bu tarzda ele alış, Yapay zeka açısından bir önem taşımamaktadır.
Yapay zeka’yı ilgilendirebilecek konu, Sezgi ve İlham konusudur. Bu kavramların kaynağı Tanrı,
Ruh veya henüz bilemediğimiz fizyolojik bir mekanizma olsun, Muhakeme ve Hafıza ile ilgili
yeteneklerimizi etkiledikleri açıktır.
Sezgi ve İlham eksikliğinin(eğer böyle bir eksiklik olacaksa), bilgisayarların hız ve kapasite
fazlalığı ile dengelenip dengelenemeyeceğini ancak deneyerek görebiliriz. Kaldı ki, bugünkü
bilgilerimizle bile Sezgi ve İlham yeteneklerini de içeren zihin modelleri geliştirmek mümkündür.
Bu tür modellerin ortaya konulması ruh-madde probleminin çözüldüğünü göstermez. Ancak, daha
derinlere, içgüdüler ve genler düzeyine ötelendiğini gösterir.
Yapay Zeka’ya asla ulaşılamayacağını savunan görüşlerin kaynağını teşkil ettiği için, bu konudaki
tartışmaları birkaç kaynaktan izleyelim:
“ Searle bu konuda şöyle demektedir:
“Çağdaş gerçeklik modelimiz ile gerçeklik ve gözlem arasındaki ilişki anlayışımız, öznellik
görüngüsünü barındıramıyor. Bu model, nesnel (epistemolojik anlamda) gözlemcilerin nesnel
olarak (ontolojik anlamda) varolan bir gerçekliği gözlemledikleri bir modeldir. Fakat bu modelin
gözlemleme eyleminin kendisini gözlemlemesi mümkün değildir. Gözlemleme eylemi, nesnel
gerçekliğe öznel (ontolojik anlamda) bir erişimdir. Başka bir kişiyi kolayca gözlemleyebilsem de,
onun öznelliğini gözleyemem. Ve daha da kötüsü, kendi öznelliğimi gözleyemem, çünkü yapmayı
düşüneceğim her türlü gözlem, gözlenmesi beklenen şeyin kendisi olacaktır... Gözlemin ontolojisi,
epistemolojinin aksine kesinlikle öznellik ontolojisidir.”[34]
“Searle’e göre bilincin, bilimlerdeki genel yöntemlerle anlaşılmasını ve felsefi analizinin
yapılmasını olanaksız kılan işte bu öznel durumdur. Ağrıya, gıdıklanmaya veya renk algısına dair
bilinç durumları hep birisinin bilinç durumudur. Bu ise gözlemlenemez ve nesnel araştırma konusu
olamaz. Fakat bu durumları birinci şahıs olarak yaşamamız bunların inkar edilmesine (eleyici
materyalizme) de olanak vermez. Bilincin kendisini açıklamaya kalkanlar, hep bilincin kendisinden
önceki süreçleri açıklamakla sınırlı kalmaktadırlar.[35] Oysaki ‘bilince’ sebep olan nöronlardaki
elektrik sinyalleri ve beyindeki biyokimyasallar olsalar da, zihindeki deneyimlerimizi bu sinyaller
ve biyokimyasallar ile özdeşleştirilemeyecek bir şekilde yaşarız. Polkinghorne, Daniel Dennett ve
benzerlerinin ‘Bilinç Açıklandı’ (Conciousness Explained) gibi ihtiraslı başlıklarla yazdıkları
kitaplarda bilincin doğasını açıklamayı başaramadıklarını söyler.[36]
“Burada karşımıza çıkan öznellikten kaynaklanan epistemolojik duvarın aşılması mümkün
gözükmemektedir; bu yüzden, bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin bilincin maddeye
indirgenmesinin gelecek zaman zarfında da mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Bu konudaki agnostik
tavır iki şekilde olabilir. Birincisinde içinde bulunduğumuz dönemdeki bilgi seviyemizin
agnostikliği gerektirdiği, ilerleyen bilim düzeyi ile bunun aşılabileceği savunulabilir. İkincisinde ise
içinde bulunduğumuz agnostik tavrın sahip olduğumuz yeteneklerle hiçbir zaman aşılamayacağı
ifade edilebilir; bu ‘güçlü bir agnostik tavır’dır. Eğer sorun mikroskoplarımızın gücü olsaydı;
elektron mikroskobu yerine bir gün kuantum mikroskobunun yapılmasını ve sorunun
çözümlenmesini ümit edebilirdik. Fakat sorun, aşılması mümkün gözükmeyen epistemolojik bir
duvardır. Bu yüzden biz güçlü bir agnostik tavrı savunuyor ve bu dünyada sahip olduğumuz
yetenekler ve bilincin öznel karakteri yüzünden, bu sorunun aşılmasının mümkün olmadığını
düşünüyoruz.[37]”
.......
“Eğer zihin sadece maddi hammaddeden oluşuyorsa ve zihnin gizemleri tamamen çözülebilirse,
elimizdeki hammadde ile zihni taklit etmeyi umabiliriz. Böylesi bir durum gerçekleşirse, zihne
materyalist yaklaşımın doğru olduğundan kimsenin şüphesi kalmayacaktır. Günümüzde bu tip
iddialar özellikle yapay zeka çalışmalarıyla irtibatlıdır. Yapay zeka çalışmalarının, zihne materyalist
yaklaşımın doğrulanması için en çok ümit bağlanan ve bu konuyla ilgili olarak halk arasında en
popüler ilgi odağı olan alan olduğu söylenebilir. Materyalist işlevselci yaklaşım, zihinsel olguları
beyin içindeki nedensellik ilişkileri ile açıklar.[40] Bu yaklaşımı benimseyenler, bilgisayarlara
uygun program yazılıp, yapay zeka içinde benzer nedensellik ilişkileri kurulursa, insanların
duygularının ve bilincinin aynısına yapay zekanın da sahip olacağını düşünürler.”
.....
“Bilgisayarların, bir bilince sahip olmadan dışarıdan bakıldığında bilinçliymişçesine davranışlarda
bulunabileceklerini anlatmak için verilmiş en meşhur örnek Searle’ün ‘Çin odası’ örneğidir (bu
örnek zihin felsefesinde yoğun bir şekilde tartışılmıştır): Searle, Çince bilmediğiniz ve bir odaya
kapatıldığınız varsayımıyla örneğine başlar. Bu odada, mektupla gelen Çince yazıları, odadaki
Çince bir kitaptaki yazılarla eşlemeniz, bu bir araya getirme işleminde kitabın işaret edeceği Çince
yazıları da bir mektupla geri göndermeniz istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, kitapta
bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulursunuz ve geri gönderirsiniz ama Çince bilmiyorsunuzdur.
Dışarıdan olayı izleyen ve size verilen komutlarla hareket ettiğinizden ve Çince bilmediğinizden
habersiz olanlar, sizin Çince bilip soruları cevapladığınızı zannedeceklerdir. Searle, bilgisayarların
işlemesinin de buna benzetilebileceğini; bilgisayarların, bilincinde olmadan sembolleri kendilerine
verilen programa göre kullandıklarını ve yapay zekaların, insan zihnini taklit etmelerinin mümkün
olamayacağını söyler.[44]”
.....
“Yapay zekaların insan zihnini taklit edebileceğine dair yaklaşımlar, insan zihninin fonksiyonlarının
matematiksel olarak ifade edilebileceği ve bu yüzden de yapay zekalar tarafından taklit
edilebileceği iddiasını taşır. Oysa daha önce belirttiğimiz gibi bilinç halleri maddeye indirgenemez,
yani matematiksel olarak ifade edilemez; bu, yapay zekaların, insanlardan çok daha iyi satranç
oynasalar da hiçbir zaman bilinçli olamayacakları anlamına gelir. Dünyanın yaşayan en iyi
matematikçi ve fizikçilerinden biri olarak kabul edilen Roger Penrose’un bu konudaki yaklaşımları,
yapay zekaların insan zihnini hiçbir zaman taklit edemeyeceklerine ilave delil oluşturmaktadır.
Penrose, matematiksel anlayışın kendisinin bile matematiksel olarak ifade edilmesine olanak
olmadığını söylemektedir. Ona göre ‘anlayış’ hesaplamadan farklı bir şeydir. Bu yüzden,
matematiksel algoritmalara dayalı yapay zekalar hiçbir zaman insan zihnini taklit edemezler.[46]
Penrose, ‘Turing makinesi’ adı verilen sınırsız bellekli, işlemleri hiç hesap hatası yapmadan sonsuza
dek sürdüren ideal bir bilgisayarı ele alıp; insan zihnini, böylesi bir makinenin bile taklit
edemeyeceğini göstermeye çalışır. Penrose’un verdiği örneklerden biri sonsuza giden
hesaplamalarla ilgilidir: Lagrange Teoremi’ne göre; her sayı, dört tane tam kare sayının toplamına
eşittir. Fakat bir bilgisayar sonsuza dek işleme dalacağından böylesi bir teoremi oluşturamaz.
Penrose, bu ve benzeri örneklerden hareketle ‘matematiksel içgörü’nün, doğruluğundan emin
olunabilecek bir hesaplama biçiminde kodlanmış olamayacağını söyler.[47] Böylesi bir içgörüyü
matematiksel olarak ifade edememek ise bu özelliğin yapay zekaya hiçbir şekilde aktarılamayacağı
anlamını taşır.
“Penrose, Gödel’i takip ederek, doğal sayıların özelliklerinin anlaşılmasının da hesap kurallarıyla
gerçekleşmediğini söyler. Çocukların, hiçbir hesaplama yöntemiyle nitelenemeseler de doğal
sayıların ne olduğunu anlayabilmesini bu görüşüne örnek olarak verir. Çocuğa verilen hesaplama
kuralları değildir, fakat doğal sayıları ‘anlamasını’ sağlamaktır. Buna bağlı olarak Penrose,
matematiksel anlayışın hesaplamaya dayanmadığını; olup bitenlerin ‘farkına varmaya’ bağlı
olduğunu söyler. Bu ise anlayışsız bilgisayarlara aktarılabilecek bir özellik değildir.[48]
Bilincin anlaşılmazlığını ve yapay zekaların insan zihnini taklit edemeyeceğini savunan Penrose da
Searle gibi gelecek bir zaman diliminde bu konunun çözülmesine ihtimal vererek şöyle demektedir:
“Ortalıkta bizi son derece şaşırtan bir şeyler dönüyor olması, bunu hiçbir zaman
anlayamayacağımız anlamına gelmemektedir.”[49] Oysa biz, Penrose ve Searle’ün gösterdiği
örneklerin bu konuya şimdilik agnostik kalmamızdan çok daha fazlasını gerektirdiğini; bu konudaki
agnostik durumdan sahip olduğumuz algılarımız, becerilerimiz ve araçlarımızla hiçbir zaman
çıkmamızın mümkün olmadığını düşünüyoruz. Searle’ün açıklamaları gibi Penrose’un açıklamaları
da bu konunun anlaşılmasının epistemolojik duvarlarla engellendiğini göstermektedir. Ne bilincin
birinci şahıs ontolojisi olmasıyla ilgili epistemolojik duvarı aşabiliriz, ne de matematiksel olmayan
‘matematik anlayışı’nı matematikleştirip, zihnin nasıl çalıştığını matematiksel programlı bir yapay
zekayla taklit edebiliriz.”
.....
“Buraya kadar insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabildiğini savunan yaklaşımın
iddialarının yanlışlığını göstermeye çalıştık. Birçok kere bizim yaptıklarımıza benzer eleştiriler,
‘karşı kampın’ yetersizliklerinin gösterilmesi suretiyle dualizmin bunun yerine teklif edilmesi için
ifade edilmiştir. Bu yüzden, daha önceki sayfalardaki yaklaşımlarımızı okuyan birçok kişi “Peki
neden ruhun ayrı bir cevher olduğuna da agnostik kalıyorsunuz” diye sorabilir. Öncelikle, zihnin
materyalist bir yaklaşımla başarılı bir şekilde açıklandığını ifade eden yaklaşımın yanlışlığını
göstermeye çalıştığımızı, oysa zihnin sırf maddeden (tek cevherden) oluştuğu iddiasını
yanlışladığımız iddiasında bulunmadığımızı belirtmeliyiz. Biz, insan zihni sırf maddi cevherden
oluşmuşsa bile bunun başarılı bir şekilde gösterilemediğini ve de gösterilemeyeceğini savunuyoruz.
Bu yüzden, buraya kadar yanlışlığı gösterilmeye çalışılan, materyalist yaklaşımı başarıya ermiş bir
proje olarak sunan yaklaşımdır; yoksa zihnin bir tek maddi cevherden oluştuğunu kabul eden
yaklaşımın kendisi değildir.
“Bilimsel ve felsefi açıdan doğruluğu gösterilemediği için zihne materyalist yaklaşıma agnostik
kalıyoruz. Diğer yandan, insan ruhunun ayrı bir cevher olduğu, insan zihninin özelliklerinin sadece
ayrı bir cevher ile açıklanabileceği iddiasının doğruluğu da bilimsel veya felsefi açıdan
gösterilemediği için, bu yaklaşıma da agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu düşünüyoruz.
Dualizmi savunanların en çok izlediği yol materyalist yaklaşımdaki boşlukları göstermek ve bu
boşlukları ayrı bir cevher (ruh) ile doldurmaktır.[50] Materyalist yaklaşımın boşlukları vardır, fakat
bu boşlukların varlığı, bu boşlukların ayrı bir cevher ile doldurulması gerektiğini göstermez. Dualist
yaklaşımı savunanlar da birbirinden farklı iki cevherin nasıl ilişki kurduklarını
gösterememektedirler.[51] Nitekim maddeci yaklaşımı benimseyenlerin birçoğu dualizmin bu
yüzden reddedilmesi gerektiğini söylemektedirler. Sonuçta dualist yaklaşımlar da boşluğa
sahiptirler; eğer boşluklardan dolayı bir görüşü reddedeceksek insan zihni hakkında (aslında buna
hayvan zihni de eklenebilir) ortaya atılmış bütün görüşleri reddetmemiz gerekir. Zaten bu yüzden,
bu konuda agnostik kalmanın en tutarlı yol olduğunu savunuyoruz.
“Bilinci önemsemeyen veya yok sayan materyalist yaklaşımların yanlışlığının gösterilmesi, ruhun
ayrı bir cevher olduğunun ispatı olarak kabul edilemez. Zihne yaklaşımda eleyici materyalizmin
tamamen yanlış, davranışçılığın ise epistemolojik açıdan yanıltıcı olup, bilincin ontolojik
gerçekliğini kavramayı sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Bunlara karşılık, eleyici materyalizmin ve
davranışçılığın hatalarına düşmeden, zihnin sadece maddi cevherden oluştuğunu savunan
yaklaşımların da var olduğunu bilmeliyiz. Bahsettiğimiz yaklaşımlarda, zihnin ‘zuhur eden’
(emergent) bir özellik olduğu savunulur: Bu yaklaşımlara göre zihin, kendini oluşturan nöronların
veya atomların özelliklerine indirgenemez, fakat madde-dışı bir cevher de ihtiva etmez. Bu
yaklaşımlarla savunulan iddia “Bütün, kendini oluşturan parçalardan daha fazla bir şeydir ve
kendini oluşturan parçalarla açıklanamaz” şeklinde özetlenebilir.[52] Bu açıklama tarzında bütünün
parçalardan bağımsız bir cevher taşıdığı reddedildiği ve fizik yasaları ihlal edilmeden zihinsel
olayların açıklandığı savunulduğu için, bu yaklaşım materyalizm ile uyumludur. Zihnin ‘zuhur
eden’ bir fenomen olduğunu, indirgemeci materyalistlere ve dualistlere karşı savunanlara örnek
olarak günümüz felsefecilerinden Philip Clayton’u ve Arthur Peacocke’u verebiliriz. Clayton,
sinirbilimsel teorilerin insan zihnini açıklayabileceğine karşı çıkarken insan zihninin fenomenlerini
bilimsel çalışma dışı bırakan dualizme de karşı çıkar. Clayton, ‘zuhur etme’ ile ilgili yaklaşımın
teolojik yorumlara açık olduğunu ama teist olmayanların da bu yaklaşımı benimseyebileceğini
belirtir. Clayton’a göre de sinirbilim, sadece birinci şahıs tarafından yaşanan bilinç hallerini üçüncü
şahıs bakış açısıyla ele alamayacağı için; hiçbir zaman bilincin açıklanması mümkün
olamayacaktır.[53] Fakat Clayton, bize göre bu düşüncesinin gerekli sonucu olan agnostik
yaklaşımı benimsemeden ‘zuhur etme’ yaklaşımını benimser.
“Peacocke ise genel dünya görüşü olarak ‘zuhur etme’yi benimser ve doğadaki üst seviyelerin alt
seviyelere indirgenemediğini savunur. Onun insan doğasına yaklaşımı bu genel ‘zuhur etme’
yaklaşımıyla uyumludur. Peacocke, birçok filozoftan farklı olarak zihinsel olanla ilgili ‘zuhur
etme’yi sadece beyin özellikleriyle ilişkilendirmez; o ‘sosyal toplumun içindeki bedendeki beyinsel
özellikleri’ bir bütün olarak değerlendirir.[54] Bizce, zihin eğer sadece maddi cevher ile
açıklanmaya çalışılacaksa ‘zuhur etme’ gibi fizikalizmin indirgemeciliğine karşı bir yol izlemek
gerekir. Çünkü materyalizmin bunun dışında izlediği yollarda, ya zihnin en önemli özelliği olan
bilinç yok kabul edilmiştir, ya da bilinç yokmuşçasına yaklaşımlar gösterilmiştir. Oysa bu
yaklaşımlar sağduyuya ve birinci şahıs olarak sürekli tanıklık ettiğimiz bilincin inkar edilemeyecek
önemine aykırıdır. Fakat diğer yandan bilincin indirgenemeyen ve ‘zuhur eden’ bir özellik olduğu
söylendiğinde ne kadar az şey söylendiğinin ve maddenin belli bir şekilde birleşiminden adeta sihir
gibi bilincin açığa çıktığı gibi bir izah yapıldığı da gözden kaçmamalıdır.
Bu açıklama yetersiz bir açıklama olsa da ruhun maddeden ayrı bir cevher olduğunu söyleyen
dualist yaklaşımın fenomenleri açıklamakta bundan daha başarılı olduğu söylenemez. Sonuçta
bilinci yok kabul eden maddeci yaklaşımların ve ruhla maddi beden arasındaki bağlantıyı zayıf
gören dualist yaklaşımların yanlışlığının belli olduğunu söyleyebiliriz; bu konuda agnostik kalmaya
gerek olmadığı ve net tavır belirlenebileceği görüşündeyiz. Fakat zihnin maddi cevherden zuhur
eden bir özellik olduğu ile zihnin madde-dışı bir cevherle ilişkili olduğunu söyleyen ve bunları
söylerken aslında zihnin doğasının anlaşılması adına pek az şey söylemiş yaklaşımların hangisinin
doğru olduğuna karar veremeyeceğimiz kanaatindeyiz.[55] Bize göre, bu konuda kanaate varanların
kanaatlerinin asıl oluşmasını sağlayan bilimsel olarak ispatlanmış veriler değildir; fakat daha
ziyade, bu konu ele alınmadan önce apriori olarak kabul edilmiş metodolojiler, felsefeler veya
teolojilerdir.”1
Bir başka kitabında da C. Taslaman şunları anlatıyor:
“Sıkça yapılan bir hatanın tam da bu noktada altını çizmek istiyorum. Yapay zekâların, daha da
geliştirilmeleri sonucunda birçok konuda insanın başaramayacaklarını başaracaklarına, hatta şu
anda bile birçok şeyi daha iyi gerçekleştirdiklerine hiçbir şüphem yok. Fakat yapay zekâların insan
zihninden mahiyet olarak farklı olduğunu, bu makinelerin beceri derecesini arttırmanın hiçbir
şekilde onları, insan zihni gibi bilinçli bir zihne çeviremeyeceğini düşünüyorum; çünkü asıl sorun
beceri derecesi değil, bu mahiyet farklılığıdır. Eğer insan zihninin deneyimleri maddî süreçlere
indirgenebilseydi, belki bunların yapay zekâ ile taklidi söz konusu olabilirdi ama bu hiç de mümkün
görünmemektedir. Örneğin insanın mutluluk, sıkıntı, acı gibi zihni deneyimlerini ele alalım; bunları
maddî süreçlere indirgemeye kalktığımızda karşımıza güzel bir manzara görme veya ayağımıza
diken batması gibi maddî süreçler çıkabilir. Ama bunları ne kadar indirgersek indirgeyelim,
1 Caner Taslaman, Beden-ruh düalizmine teolojik agnostik tavır:
karşımıza çıkan güzel manzara görme zihindeki mutluluk deneyiminden, ayağa diken batması ise
zihindeki acı deneyimden tamamen farklıdır. Aslında maddî süreçlere bazılarınca indirgenebileceği
zannedilen renkleri görme deneyimi de dış âlemde bulunan renklerin kendisine ve soğuk
deneyimimiz de bedenimizin dışındaki fizikî süreçlere indirgenemez. Burada dikkat edilmesi
gerekli husus, bir deneyimimizin maddî bir sürece indirgenebilmesi ile maddî bir süreçten dolayı
kaynaklanması arasındaki önemli farktır. Örneğin, dış dünyada derecenin düşmesi, moleküllerin
bedenimizle teması, sinirlerin beyne bunu iletmesi gibi fiziksel süreçler elbette ki soğuk
deneyiminin arkasında vardır; fiziksel süreçlerin aynısını kablolarla yapay zekâya iletsek, yapay
zekâ insanın söyleyemeyeceği hassasiyette dışarıdaki dereceyi gösterebilir, fakat hiçbir şekilde
soğuk veya sıcağa dair deneyimimizin bir benzeri yapay zekâca yaşanmış olmaz.
Zihnin deneyimlerini maddî süreçlere indirgeyemediğimiz için, bunların maddî olarak
programlanması ve yapay zekâya aktarılması mümkün değildir, yoksa sorun birçok kişinin sandığı
gibi yapay zekânın kabiliyetlerini daha arttırmak ile ilgili değildir. Mutluluk, acı, inanç, istek, ümit
gibi deneyimlerin maddî süreçlere indirgenemeyecek olması, bir kısım materyalistleri, bu
deneyimlerin aslında hiç olmadığı iddiasına kadar sürüklemiştir; materyalizmin sağduyuya ve her
gün yaşadığımız deneyimlere zıt bu iddiayı yapan koluna ‘eleyici materyalizm’ (eleminative
materialism) denir. Diğer yandan, zihnin maddî süreçlere indirgenemeyeceğini savunanların hepsi,
zihni madde dışı bir cevherle ilişkilendirmezler.
Buna göre zihin, madde dışında bir cevherle hem alakalı değildir hem de maddî süreçlere
indirgenemez; zihin, madde belli bir şekilde bir araya gelince ‘zuhur eden’ (emergent) özelliklere
(bu görüşte ‘cevher’ kavramıyla ‘özellik’ yer değiştirir) sahiptir, zihni bilgisayar programı ile aynı
şekilde görmek mümkün değildir. Bu görüşün en ünlü savunucularından biri John R. Searle’dür ve
onun bu konudaki ‘Çin odası’ örneği meşhurdur.” 1
“Zihin içeriği/öznellik, David Chalmers'in belirttiği gibi "bilincin zor problemleri"nden biridir. Bu
aynı zamanda, beyindeki maddenin düzenlenişinin bilinç ve farkındalık gibi görüngüsel bakışa
(qualia) nasıl neden olduğu sorusudur. Maddeci bakış açısı ile eğer beynimizin silikon bir kopyasını
yapabilseydik bilinçli ve farkında olabilecek anlamına gelir. EMA teorisine göre, bilgi hem
beyindeki sinir hücreleri ağında hem de oluşan bütüncül EMA'da bulunur. Herhangi bir alan, tüm
alanla nedensel ilişkilidir. Oysa sinir hücrelerindeki bilgi dağınık değildir ve yereldir. Bu nedenle
farkındalık beynin EMA'da yer alır. Zihin içeriğine farkındalık için de aynı şey geçerlidir. Bilinçli
olmak, EMA'ın içerdiği bilginin "farkında" olarak, öznel ve öznel bir zihin durumunu
"hissetmektir". Kırmızı rengin hissedilmesi, gözden giren kırmızı ışığın beyindeki bir grup sinir
hücresi üzerinde etkisinin, beyin EMA'da dalgalanmalar (pertubasyon) oluşturması sonucudur.”2
“Zihin okuma yeteneğinin gelişimi insanın evrimsel sürecinde hayatî önemi haizdir, çünkü insanın
tehlikeli saldırganlardan korunmasına yardımcı olur (10). Biz insanlar zihin okuma yetimiz
sayesinde başkasının düşüncesini, niyetini ve bir sonraki eylemini tahmin edebiliriz (15). Bu
yetenek temporal ve prefrontal korteks yapılarına dayanmaktadır, özellikle temporal uçlar, süperior
temporal sulkus ve medial prefrontal korteks (mPFK)’in bu yetenekte başlıca iş gören alanlar
olduğu ileri sürülmektedir (16). İşte bu varsayıma göre, din aslında işlevsel ve adaptif bir avantajı
olmadığı halde, yaklaşık yüz bin yıl önce insanın başkalarının niyetini anlamak amacıyla geliştirdiği
prefrontal korteks genişlemesinin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmış olabilir (10). Zihin okumanın
1 Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı:
2 Tuna P, Brain: An Electromagnetic System:
dinî inancın gelişmesinde nasıl bir rol oynamış olabileceği çok açık değilse de, insanların bu yetiyi
aşırı derecede kullanmaları sonucunda görünmeyen bir varlığın (Tanrı) bile niyetini, duygularını,
cezalandırma isteğini vs. tahmin ettikleri için Tanrı inancının gelişip pekişmesinin mümkün olmuş
olabileceği ileri sürülmektedir (17, 18).”
“Yaratıcı sürecin en önemli bileşeni yeni çağrışımlar (yeni nöronal bağlantılar) yapabilmektir.
...
“hem psikotikler ve özellikle sanrısal bozukluklu hastalarda, hem de filozoflar ve yaratıcı bilim
adamlarında (Arşimed, Newton gibi) görülen ve “evreka” belirtisi olarak isimlendirebileceğimiz
(işte şimdi her şeyi kavradım, taşlar yerine oturdu mânâsına) belirtinin altında bu aşırı çalışan
çağrışım yeteneği yatıyor olabilir (21).
“Yaratıcı düşünce ile paranormal inançlar arasındaki ilişkiyi doğrular biçimde uzak çağrışımlar testi
denilen bir testte inançlı öğrencilerin inançsız öğrencilere göre çok daha orijinal ve nadiren
kurulabilecek çağrışımları kurabildikleri, ayrıca genel olarak çağrışım kurma sürelerinin
inançsızlardan daha hızlı olduğu görülmüştür (21). Benzer biçimde sihirsel düşünme eğilimi olan
normal insanların, kelime eşleştirme testinde daha uzak çağrışımları kurdukları ve daha yaratıcı
oldukları bulunmuştur (23,24,25)
“Paranormal inançların bir ileri düzeyinin delüzyonlar olabileceği ve bu ikisinin ilişkili olduğu
düşüncesi şizotipal kişilik bozukluğu olanlarda paranormal inanç ve deneyimlerin sık görülmesi
bulgusu ile desteklenir (20, 23, 27). Sonuçta olaylar ya da bilgiler arasında kolayca bağlantılar
kurabilmek bir yandan yaratıcı düşünceyi oluşturuyor ve bu tür kişilerin toplumdaki konumlarının
daha farklı (filozof, kâhin vs) olmasını sağlıyorken, bir yandan da aynı yeteneğin biraz ilerisi kişinin
artık tamamen ilgisiz şeyler arasında bağlantı kurmasına yol açarak paranormal yaşantılar ve
doğaüstü inançlara yol açıyor olabilir. Hatta bu yeteneğin daha ilerisi (ya da farklı bozuklukların
da devreye girdiği bir şekli) de sanrıların ve psikotik durumların müsebbibi olabilir. Paranormale ve
doğaüstüne inancın yaygın olmasının bir nedeni belki de onun yaratıcılıkla arasındaki bu olumlu
ilişki olabilir.”
“Bazı yazarlara göre insan beyni otoriteye boyun eğme eğilimi gösterir, çünkü doğal seçilim
çocukların beynini anne-babaları ne derse inanma eğilimi ile donatmıştır
“İkiz çalışmaları dindarlıkta kalıtımın rolünü %35–55 arasında bulmaktadır (29,30). Çalışmaların
birçoğu dindarlıkta kalıtımın etkisinin adolesans ve gençlik döneminde değil, erişkinlikte belirgin
olduğunu ortaya koymaktadır (29,31). Yani genç yaşlarda dindar olup olmayışta eğitim ve çevrenin
etkisi daha belirgin iken, orta yaşlardan itibaren bu durum kalıtımın lehine değişiyor gibi
görünmektedir. Burada kalıtılan şey muhtemelen dindarlık değil, dindar olup olmamayı dolaylı
olarak etkileyen aracı beyin yolaklarının etkinlikleri ve kişilik sistemleri olsa gerektir.
“Çocukta beyin gelişmesinin incelenmesi de yukarıda bahsettiğimiz dinî inanç-prefrontal korteks
ilişkisini doğrular. Küçük çocuklarda, yani henüz beyinde yapılması gereken sinaptik budanma
işlemi tamamlanmadan önce, özellikle frontal loblarda aşırı sayıda nöron ve nöronal bağlantı
mevcuttur (34). Bu aşırılığın çocuklardaki hayal dünyasının genişliğine ve dolayısıyla canavarlar,
periler, cinler gibi birçok doğaüstü varlığa kolayca inanmalarına yol açıyor olabileceği ileri
sürülmektedir. Başka bir deyişle küçük çocuklar özellikle frontal yapılarda aşırı ve gereksiz
bağlantılara sahip oldukları için kolayca gerçeklikten kopup sihirli varlıklara inanma eğilimi
göstermektedirler (35).”
“Mistik deneyimler sırasında beynin frontal yapılarında bazı metabolizma değişiklikleri olduğu
bildirilmektedir. Bu kan akımı değişikliklerinin mistik deneyim sırasında hissedilen ego sınırlarının
silinmesi, evrenle bütünleşildiği hissi, kendilik algılamasının (sense of self) yok olması gibi
yaşantılara neden olduğu düşünülmektedir
“Normal üniversite öğrencilerinde paranormal deneyimler yaşama skorları ile meziobazal temporal
lob işaretleri arasında yüksek bir ilişki bulunmaktadır (50). Ayrıca işitsel hallüsinasyonlar, zamanuzay sapmaları yaşayan ya da ruhanî inançları olanların EEG’lerinde sağ temporal lob işlev
bozukluğunun sık olduğu bildirilmiştir (51). Yine, paranormal inançlara sahip olan normal
sınırlardaki insanların da EEG’lerinde sağa lokalize bozukluklar gözlenmektedir (52). Normal
insanların temporal bölgeleri, özellikle temporoparietal bağlantı alanları zayıf elektromanyetik
akımla uyarıldığı zaman da bu kişilerde “yakınında birisinin bulunduğu” algılaması veya “ben
Allah’ı görüyorum” hissi oluşmaktadır (53,54).
“Mistik deneyimlerin çoğu kez dağlarda gelmesini hipoksiye bağlı temporal işlev bozukluğuna
bağlayanlar vardır (55). Nitekim mistik olmayan dağcılarda da yükseklerdeyken “ışık görme,
birisinin varlığını hissetme, korku hissi” gibi algılama ve duygulanım değişiklikleri olduğu
bildirilmektedir (56,57). Bu belirtiler yüksekliğe bağlı hipoksinin temporoparietal bölgeler ve
prefrontal alanlarda yaptığı değişikliklere bağlanmaktadır (55).
“Mistik deneyim sırasında sıkça görülen bir başka belirti “bedenin dışına çıkma deneyimi” (out of
body experiences) belirtisidir. Bu bulgunun sağ parietal lobla, özellikle temporoparietal bağlantı
bölgesi ile ilişkili olduğu ileri sürülmektedir (58). Mistik yaşantılar ve meditasyon sırasında parietal
kan akımının azaldığı bildirilmektedir (40,45). Parietal loblar kendimiz ve kendimiz dışındakine
yönelimi sağladığı gibi, zaman ve mekân yöneliminden de sorumlu olan beyin alanlarıdır.
Dolayısıyla yoğun meditasyon ya da mistik yaşantı sırasındaki parietal lobların disfonksiyonu kendi
ve tüm dış dünyanın sınırlarının kaybolduğu hissi, böylece kişinin kendisini tüm evrenle ya da
Allah’la birleşmiş gibi hissetmesi ve “zaman ve mekândan münezzeh olma” hislerine yol açıyor
olabilir (45).
“İnançlarda sebatkârlık (muhafazakârlık)’ta daha çok sol hemisferin rol oynadığı, sağ hemisferleri
daha aktif olanların ise değişime daha açık oldukları ileri sürülmektedir (59). Nitekim sağ temporal
lobektomiye maruz kalmış hastaların katı, değişmez bir dünya görüşüne saplanıp kaldıkları
bildirilmektedir (60). Bu tutuculuğun bir yere kadar evrimsel bir avantajı olabilir: sol hemisfer bu
sayede kendisine gelen bir sürü tutarsız bilgiye rağmen en muhtemel olan hikâyeye yapışmakta ve
bu şekilde kişinin iç tutarlılığını sürdürmekte olabilir (61,62).
“Mistik yaşantılar sırasında birlik hissi (ben-bendışı ikiliğinin ortadan kalkması), zamanın ve
mekânın yok olması, şimdiye kadar bilinmeyen bir gerçeğin, en gerçek olanın keşfi hissi
(aydınlanma, hakikate erme) ve sonsuzluk hissi yaşanmaktadır. Bu deneyime genellikle olumlu bir
duygu durumu eşlik etmektedir. Yaşananlar Aristo mantığına uymamasına rağmen yaşayanlarca
tamamıyla ve kesinlikle gerçek olduğuna inanılır. Mistik yaşantılar sırasında çoğunlukla kişinin
kimlik duygusu kaybolmaz.
“Tüm insanî tecrübeler gibi mistik yaşantılar da beynin işlevleridir, dolayısı ile beynin biyolojik
işlevlerinden birisi gibi ele alınıp incelenebilir. Mistik deneyim sırasında beyin metabolizmasında
bazı değişiklikler olduğu bildirilmektedir. Örneğin, bu deneyim sırasında frontal kan akımında
değişiklikler (genellikle artış şeklinde) olmakta ve bunlar mistik deneyim sırasında hissedilen ego
sınırlarının silinmesi, evrenle bütünleşildiği hissi, kendilik algılamasının yok olması gibi algılama
değişikliklerinin nedeni olarak düşünülmektedir (37,39). Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, mistik
deneyim sırasında sıkça görülen “bedenin dışına çıkma” belirtisinin ise sağ parietal lobla ilişkili
olduğu ileri sürülmektedir (45). Mistik yaşantılar sırasında kaudat nükleusun aktive olması o sırada
şartsız aşk ve mutluluğun hissedildiğine işaret edebilir, çünkü bu bölge diğer tür mutluluklar
sırasında da aktive olan bir bölgedir (69,70). İnsulanın aktive olması mistik deneyim sırasında
yaşanan otonomik değişikliklerle ilişkili olabilir (39). Sonuç olarak mistik deneyim sırasında birçok
beyin bölgesinin işin içine karıştığı ileri sürülebilir. Çünkü mistik deneyim algılama, biliş ve
emosyon gibi birçok zihinsel işlevin değiştiği bir deneyimdir.
“Bazı yazarlar epilepsi ile mistik deneyimlerin ilişkisini açıklarken, bu iki durumun ve bir de
sanatçı yaratıcılığının aslında beyindeki aynı olaydan, bazı beyin yapılarındaki nöronların
hipersenkronize aktivitesinden kaynaklandığını, arada sadece şiddet farkı olduğunu ileri
sürmektedirler (74). Yani bir dereceye kadar sadece artistik yaratıcılığı ya da mistik deneyimleri
başlatan ya da besleyen
bu hipersenkronize nöronal aktivite, aşırı bir duruma geldiği zaman ya da ulaşmaması gereken
beyin yapılarına ulaştığı zaman epileptik nöbetlere yol açıyor olabilir. Birçok yaratıcı sanatçının
(Dostoyevski, Van Gogh gibi) aynı zamanda epileptik olmaları da bu hipotezle uyuşmakta gibi
görünmektedir. Temporal lob epilepsisinde, sanatçıların yaratıcılık süreçlerinde, ya da mistik
deneyim sırasında ortak olarak yaşanan yoğunluk hissi ve normalin dışında algılamaların, düşünce
bağlantılarının yapıldığı deneyimlerinin sebebi de muhtemelen budur. Memelilerde beynin bazı
bölgeleri bu aşırı senkronize çalışma durumuna geçmeye daha eğilimli gibi görünmektedir.
Hipokampusun CA3 bölgesi ve vizüel neokorteks yapıları nöronlarında bu eğilim belirgindir. Bu
nöronların özellikle ritmik müzik, dans gibi ritmik hareketler ve ışık uyaranlarına cevap olarak
hipersenkronize deşarj durumuna geçtikleri bilinmektedir. Ritmik müziğin ve dans gibi ritmik
beden hareketlerinin hemen tüm mistik gruplarca vecd halini tetiklemede kullanılmasının nedeni bu
olsa gerektir (74).
“Mistik deneyimlerin serotonerjik sistemin bozukluğundan kaynaklanıyor olabileceği ileri
sürülmektedir. Örneğin serotonerjik bir madde olduğu bilinen liserjik asit dietilamid (LSD)’in
sarhoşluğu sırasında ortaya çıkan değişiklikler mistik deneyim sırasında yaşanan değişikliklere
çok benzemektedir (90). LSD intoksikasyonu sırasında da şeylerin anlamının derinleşmesi, evrenle
bütünleşme, duyusal algılamaların yer değiştirmesi (sinestezi), zaman algısının değişmesi ve iç ve
dış dünyanın ayırt edilemez oluşu gibi belirtiler gözlenmektedir.”1
“Birey dış dünyayla ilgili olayları ve objeleri düşünebildiği gibi, kendisi hakkında da düşünebilir.
Düşünme kapasitesi insan oluşun en temel özelliğidir. Sağlıklı olan her birey bir taraftan kendisi
hakkında düşünürken, diğer taraftan diğerlerinin kendisi hakkındaki düşüncelerinden de etkilenir.
Bu yolla oluşturulan düşünceler fiziksel özelliklere (görünüm, sağlık vb.), kişisel özelliklere
(kişilik, zeka, yetenekler vb.), sosyal ilişkilere (aile üyeleri, arkadaşlar vb.), üstlenilen rollere
(öğrenci, muhasebeci, öğretmen, satış elemanı vb.), bilinçli olarak elde edilen inançlara (dini inanış,
görüşler, yaşam felsefesi vb.), kişisel yaşantılara ve hatta sahip olunanlara (kitaplar, giysiler, araba,
müzik seti vb.) ilişkin bilgileri kapsar [1].
1 Ertuğrul Eşel, Dinî ve Mistik Deneyimlerin Muhtemel Bilişlsel ve Nörobiyolojik Düzenekleri:
“İlk davranışçılardan Wilhelm Wundt, diğerleri arasında, bireyin kendi bedeni ile ilgili deneyiminin
büyük oranda benlik düşüncesi olduğunu savunmuştur. Kendini hissetme veya benlik farkındalığı
her şeyden önce kas gerginliği ya da diğer içsel durumların farkında olmak demekti. Bununla
beraber, 20. yüzyılın sonunda William James’in kuramıyla birlikte, bu sınırlı görüş terk edildi [6].
“James’e göre, bedensel benlik (bodily self) özyaşantının (self-experience) 3 kategorisinden birinin
içindedir. Bu üç kategoriden birincisi “maddesel ben (material me)”dir. James, bireyin maddesel
olarak sahip olduğu yaşantıların sadece bedeninden ibaret olmadığını, aynı zamanda evi, ailesi ve
çevresindeki fiziksel nesneleri de kapsadığını belirtmiştir. Özyaşantının ikinci kategorisi “sosyal
ben (social me)”’dir. Burada kişinin başkalarının ve kendinin gözünde kimliğinin farkında olması
söz konusudur. James’e göre, başkalarının kişiyi nasıl gördüğüne ilişkin değerlendirmelerinin
sonucu kendinin farkında olması, kas gerginliği kadar gerçektir. Üçüncü kategori olan “ruhsal
ben (spiritual me)” daha belirsizdir, fakat genellikle bireyin kendi zihinsel süreçlerinden ve
duygularından haberdar olmasını ifade eder[6].”
.....
“Alan yazınında benlik kavramını en geniş biçimde ele alan akımlardan biri de Hümanistik
Psikolojidir. Bu akım, Carl Rogers’ın (1951) bir psikiyatrist olarak geniş deneyimlerinin
tümevarımsal bir özeti olan kişilik kuramı ile dile getirilmiştir. Buna göre, her birey kendi
algılarından oluşan özel ve farklı dünyası içinde yaşar. Bu, kişinin başkalarıyla etkileşmek ve
hareketlerini seçmek için kullandığı algısal haritasıdır. Küçük çocuklarda, gelişim sürecinde, bu
özel dünyanın bir parçası olan ben ve ben olmayan, giderek birbirinden ayrılmaya başlar. Benlik
duygusunun gelişimi sürecinde, çocuk, doyurucu ve destekleyici veya engelleyici ve tehdit edici
olarak gördüğü deneyimleriyle olumlu veya olumsuz bir değer edinir [7].
“Carl Rogers, James’in görüşlerine karşılık, farklı olarak ideal benlik kavramını açıklamıştır.
Gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki uyum iki şekilde oluşur. Bunlar; 1- İdeal benliğin yüksek
olması ve gerçek benliğin ideal benliğe ulaşabilmesi; 2- İdeal benliğin düşük olması ve gerçek
benliğin ideal benliğe kolayca ulaşabilmesidir. İdeal benlik ile gerçek benlik arasındaki uyum
kişinin kendini kabul etmesini (self-acceptance) ifade etmektedir. Rogers kendini kabullenmenin iyi
düzeyde zihinsel sağlıkla eşdeğer olduğunu, uyum problemlerinin çoğunun ise kendini kabullenme
duygusunun eksikliğinden kaynaklandığını belirtmiştir [15].”
.....
“1970’li yıllarda Bem tarafından kavramsallaştırılan “benlik algısı teorisi” (self-perception theory)
ise, bireylerin kendilerini daha iyi tanımayı nasıl öğrendiklerini konu almaktadır. Atıf konusunda
benliğin analizinde önemli bir katkı sağlayan bu kuram, iki yargıya dayanmaktadır:
1. Bireyler kendi tutumlarını, duygularını vb içsel durumlarını, kendi davranışlarından ve bu
davranışların içinde yer aldığı koşullardan hareketle yordayarak tanırlar.
2. İçten gelen işaretler belirsiz, zayıf ve güç yordanır oldukları ölçüde birey, işlevsel olarak, tıpkı bir
dış gözlemcinin konumundadır, yani o da kendisini tanıma çabasında iken, dış gözlemcinin ona
baktığı gibi kendisine bakar ve dışa yansıyan işaretlerden kendisiyle ilgili çıkarsamalar yapar.
Özetle bu kuram, insanın kendisini bir gözlem objesi gibi aldığını ve kendi tepkilerine ve
tutumlarına bakarak yorumda bulunduğunu öne sürmektedir [17].”1
Yapay Zeka açısından, Düalizm tartışmaları bizi pek ilgilendirmemektedir. Kimse bilgisayara ruh
üflemek niyetinde değil. İnsan gibi düşünüp, bilgileri arasında insan gibi yaratıcı bağlantılar
1 Fatma Nilgün CEVHER, Mustafa BULUŞ, Benlik Kavramı ve Benlik Saygısı: Önemi ve Geliştirilmesi:
kurabildikten sonra, “bildiğini bilip bilmemesi” bizi hiç ilgilendirmiyor. Ama bazı şeylere
“imkansız” diyerek ilke düzeyinde kapıları kapatanlara da birkaç laf etmek gerekiyor doğrusu.
Çin odası deneyi, acınacak derecede basit bir işlemi konu alır. Çince yazılı kartlar içeriye girer, bir
kitaptan cevaplar eşleştirilir ve dışarıya verilir. Bu işlem elbette düşünmenin veya zekanın
örneğiolamaz. Fakat siz Çince yazıların yanında Arapça, Sanskristçe, Rusça ve Hiyeroglif yazılı
kartlar da verin ve cevapların aranacağı kitaba da cevapları belirli bir şifre ile dağıtın. İşte o zaman
içerideki insanın ne kadar zeki olduğu ortaya çıkar. İşte o zaman bilgisayarın bu işi ortalama
insandan daha zekice yapıp yapamayacağı ortaya çıkar.
Roger Penrose göre, “Bir sistem, kendi içinde bir şeyin modeline sahip olursa bu şeyin ‘bilincine’
varabilir ve kendinin bir modeline kendi içinde sahip olursa, ‘kendi kendinin bilincinde olabilir’.
...bir video kamera, kaydettiği sahnelerin bilincinde olamaz; bir aynaya yöneltilmiş bir video
kamera, kendi varlığının bilincinde olamaz” diyerek kendi kendinin farkında olmanın bilinç
gelişimi için yeterli olamayacağını öne sürer.
Penrose'a saygısızlık etmeden, beyinle ilgili konularda hep "yetersiz karmaşıklık" yanılgısına
düşüldüğünü belirtmek istiyorum. Çin odası deneyi de böyle idi. Biz o videoyu, yalnızca bizim
yönelttiğimiz bir görüntüyü kaydetmesiiçin tasarladık, görüntüde kendisini tanıması için değil.
Sahibini görünce kuyruğunu sallaması için de değil. Eğer amacımız farklı olsaydı, videoyu da farklı
tasarlayacaktık. Nitekim güvenlik amaçlı veya çeşitli endüstriyel amaçlı video kameraları çok farklı
davranabiliyorlar bugün. Amacımız bu olursa, aynaya yönelmiş bir video kamera, özel koşullarda
kendi kendisinin farkında olabilir. Eğer videoya, otomatik fokuslama ve otomatik aydınlık
ayarlarına ek olarak;
1- Kaydettiği görüntüleri sınıflandırma ve saklama modülü eklersek
2- Sınıflandırılmış kayıtlarla belirli değerlere göre benzeşen yeni görüntüler yakalandığında, onları
hafızadan geri çağıracak bir modül eklersek
3- Yeni yakalanan görüntünün benzerlik değerini artırma ihtiyacı olup olmadığına karar verecek bir
"temel ihtiyaçlar ve istekler" modülü eklersek
4- Aynı amaca hizmet edecek bir "anlık ihtiyaçlar ve istekler modülü" eklersek
5- Benzerlik değerini artırmak üzere videonun görüntüdeki objeye yaklaşmasını veya fokuslama
değerini artırmasını sağlayacak bir modül ve donanım eklersek
6- Bütün bu işlerin sonucunu video için anlamlı bir ceza veya ödül haline getirecek bir modül
eklersek
7- Ceza veya ödülün anlamlı olabilmesi için zorunlu olan, bir "ego" modülü eklersek(Yapay Zeka
çalışmalarında ego, ayrıca mekan ve zaman değerlendirmesi için de zorunlu bir ihtiyaçtır)
8- Birçok başka “çekim yapan videoyu” izlemesi ve onları uygun şekilde sınıflandırması için imkan
sağlarsak, aynı imkanı birçok başka aynalar için de sağlarsak
9- Videonun hareketi ile bu hareketi yöneten modül arasında gerekli geri besleme devrelerini doğru
olarak kurgularsak,
İşte en az bu koşullarda, video aynada kendisinin görüntüsüne ulaştığında, bir tekrar süresi sonunda
bu videonun kendisi olduğunun farkına varabilecektir. Gördüğü diğer videolara farklı, kendisine
farklı davranabilecektir.
Beyni değerlendirirken, yukarıdaki koşullardan çok daha fazlasının, pek çok daha fazlasının bir
arada bulunduğunu, makro yapılar düzeyinde özel bir karmaşıklık düzeyinin söz konusu olduğunu
unutmamamız gerekir. Hatta bir karıncanın baş sinir düğümünde bile. Kaldı ki benim bu yorumum,
mekanistik bir yorumdan ibarettir. İşin içine hücre düzeyinde, proteinler ve enzimler düzeyinde,
atomlar düzeyinde karmaşıklıkları soktuğumuzda, video örneği gibi örneklerin ne kadar cılız
kaldıklarını daha iyi görebiliriz.
Bu noktada, bir sibernetik terimi olan ultrastabilite’den bahsetmek yerinde olacaktır.
“Sibernetikte, çok elemanlı ve karmaşık sistemlerin ortak denge durumunu belirtmek için
ultrastabilite (üst-denge) kavramı kullanılır. Bütünü teşkil eden her bir denge sisteminin birbirine
bağlanması ile, bu sistemlerin hepsi için geçerli bir denge durumu oluşturulur. Canlı organizmalar,
sayılamayacak kadar çok ayrı denge durumlarının birbiri ile irtibatlanmasından meydana
gelmişlerdir.
“Ayhan Songar, Sibernetik isimli eserinde canlı organizmadaki bu üst denge durumunu şöyle
anlatıyor: ‘Bir insan organizmasını düşünün. Kan şekeri %90-120 mg. arasında, vücut ısısı 36.5
santigrat derecede kalmakta, göz bebekleri gözümüzün retinasına en uygun ışık gelecek şekilde
hareket etmekte, ....ilah. pek çok ve sayısız sistem kendi kendini feed-back’leri vasıtasıyla
düzenlemektedir. Fakat bunların hiçbiri müstakil, bağımsız, kendi başına sistemler değildir. Kan
şekerindeki ufak bir değişiklik, kan basıncımızdan gözbebeği açıklığına kadar bütün sistemlerde
tesirini gösterecek, buna mukabil mesela biraz sıkılmamız, üzülmemiz kan basıncını yükseltirken
hormon salgılarımızı derinden etkileyecek, korkan insanın gözbebekleri büyüyecek, bu göze gelen
ışık miktarını arttıracağı için ayarlamada meydana gelecek yeni durumdan bütün organizma
haberdar olacaktır. Demek oluyor ki, organizmanın denge durumuna yapılacak olan ufak bir
müdahale, karnımızın acıkmasından ayağımıza diken batmasına, veya sabah gazetede okuduğumuz
cinayet haberinin sinirlerimizi bozmasına kadar, bu koskoca biyolojik kompleks makinenin en ücra
köşesine, en ilgisiz gibi görünen hücresine kadar haber verilecek, yeni bir denge durumu bulunmaya
çalışılacaktır.’
“Söz konusu dengeler, baştan belirlenmiş (makinelerde proje ile, canlılarda ise genetik olarak)
belirli sınırlar arasında sisteme hareket serbestisi veren dinamik dengelerdir. Belirlenen sınırlar
arasındaki dalgalanmalar, organizmanın bütünü açısından ultrastabiliteyi bozucu özellik taşımazlar.
Bu sınırlar içerisindeki değişiklikler normal ve sağlıklı kabul edilirler. Örneğin kan şekerinin %90120 mg. arasında değişmesi, organizma açısından bir sağlıksızlık işareti vermez.
“Ultrastabilitenin dinamik özelliği, organizmaya belirlenen sınırlar içinde çok çeşitli ve mükemmel
denge sağlama olanakları verir. Bir soğuk alma ile veya bir enfeksiyonla hemen organizma iflas
edip çürümeye başlamaz. Bunun için, çok daha ciddi tehditler gereklidir. Aynı şekilde ruhsal
hayatımızda da bazı şartlanmalar, kompleksler, yanlış algı ve değerlendirmeler, organik hasarlar,
kalıcı bozukluklar yaratmazlar. Belki kısa bir çalkalanmadan sonra yeniden denge kurulur. Kurulan
yeni dengenin şu veya bu ölçüde normalden sapmış olduğu düşünülebilir. Ama “toplumsal
ultrastabilite”nin normal kavramı o kadar geniş ve esnektir ki, bu sapmalar çoğunlukla önem
taşımazlar. Toplumsal hayatımız içinde birbirimize karşı toleransımız genellikle geniştir.
“İnsan topluluklarında bireylerin birbirlerine karşı toleranslarının azalıp çoğaldığı dönemler
olmuştur tarihte. Hayvanlarda ise bu konuda daha istikrarlı bir çizgi izlenir. Bir türün bireyleri
arasındaki ilişkileri ele alırsak, bunların birbirlerine çok az sınırlamalar koyduklarını görürüz.
Bunda belki de onlardaki iletişim eksikliği etkili olmuş olabilir. Eğer düşüncelerini toparlayıp
kelimelere dökebilseydi, grubun lideri olan kurt, diğer kurtlara yirmi-otuz maddelik bir yönetmelik
hazırlayacaktı belki de. Ama sadece hırlayarak ve dişlerini göstererek ancak birkaç maddelik
sınırlamaları bildirebilmektedir.
“Ruhsal hayatımız için ultrastabilite, hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar dinamik bir karaktere
sahiptir. Duyu organlarımıza çarpan her uyarı ile denge durumu değişmekte ve yeni bir denge
kurulmaktadır. Herhangi bir andaki denge durumu o kadar oynaktır ki, aynı şartlar içinde bulunan
bir grup insanda aynı bir uyarı ile, her birinin dengelerinin ne kadar ve ne yönde değişeceğini
kestirmek mümkün değildir.
“Bunun sebeplerinden birisi, her insanda merkezi sinir sisteminin yapısı, elemanları ve iletim
yollarının birbirinden parmak izi kadar farklı özelliklere sahip olmaları ve tecrübelerinin
farklılığıdır. Belirli soğuklukta hava akımına bırakılan bir grup insandan şu kadarı nezle olur, şu
kadarı da olmaz. Yapısal farklılıklar kabaca bu iki sonucu doğurur. Fakat belirli ölçüde duygusal bir
etkiye maruz bırakılan bir grup insanın her birinde ayrı ve özgün bir tepki ortaya çıkacaktır.
“Ancak, bazı tür duygusal etkilerle, insanlarda birbirine benzeyen tepkiler de alınabilir. Parmak
izlerinin hepsi birbirinden farklıdır ama, hiç balpeteği şeklinde parmak izine de raslanmamıştır.
Parmak izi, belirli genel sınırlar içinde farklılıklar gösterir. İnsan sinir sistemi de, bütün bireye
özgülüğüne rağmen bir “insanın” sinir sistemidir. Bu yüzden savaş, doğal afetler, bayramlar gibi
durumlar insanların çoğunda benzer şekilde öfke, hüzün, sevinç ya da birbirine çok benzer
düşünceler doğururlar. Sinir sistemimizin özgünlüğü daha çok psikolojinin konusunu oluştururken,
ortak yanları da daha çok sosyal-psikolojinin çalışma alanını teşkil eder.”1
DÜRTÜ: (Saik, Motive). Kaynağı duygulanım olan neden… Kaynağı us olan güdü terimine karşı
kullanılır(Felsefe Sözlüğü). Fizyolojik ya da ruhsal dengenin değişmesi sonucu ortaya çıkan ve
canlıyı türlü tepkilere sürükleyebilen içsel gerilim(Ruhbilim terimleri Sözlüğü).
DÜŞÜNME: (Tefekkür, Thought). Düşünme, Muhakeme ve hayal işlemlerini kapsar. Bilinç
bundan fazla olarak, duyu organlarından gelen İdrakleri pasif izleme işlemini de ifade eder. Pasif
izleme kavramına, reflekslerimiz ve hareketlerimiz, dengemiz, duruşumuz da girer. Pasif izleme
sırasında İdrak çalışmaları yüzünden sık sık Düşünme eylemi ortaya çıkıp- kaybolur.
Bir problem ile karşılaştığımızda, önce verili durumun analizi ile, problemi tanımlarız. Düşünmenin
iki öğesinden hayal, isteklerimizden hareketle problemin muhtemel çözülmüş halini oluşturmamızı
sağlar. Bu hayal, amacı oluşturur. Düşünmenin diğer öğesi muhakeme, bu amaca ulaşabilmek için
verili durum ile amaç arasındaki uyumsuzlukları saptar ve giderme yollarını arar.
Düşünme yetimiz başlıca iki parçadan oluşur:
Birisi hafızadaki verileri çağırma ve yaşanmış olayları yeniden izlemedir. Bu olayları rasgele sırada
çağırıp, birbirleri ile rasgele bağlayarak eğlenebiliriz de. Bir oyun gibidir bu: Hayal etmek. Hayal,
hafızadaki herhangi bir objeyi, zamanda serbestçe ileri veya geri götürerek, farklı mekanlar içinde ve
farklı olaylar içinde algılayabilme yetimizdir.
1 Nadir Bencan, Düşünen hayvan- Bir Canlılar Psikolojisi Denemesi:
İkincisi ise, bir engelle karşılaştığımızda ortaya çıkan problem çözme faaliyetidir. Bunun için önce
problemin muhtemel çözüm şeklini hayalde oluşturmak, sonra şimdiki durum ile hayaldeki çözümü
karşılaştırıp aradaki farkları saptamak, sonra en önemli farktan başlayarak bu farklılıkları ortadan
kaldırmanın yollarını tek tek hayal etmek ve onlara da aynı süreci uygulamak gerekir. Yani problemi
daha küçük parçalara bölmek ve her küçük parça için bir temel süreci işletmek: “Çözülmüş halini
hayalde canlandır, engelleri sapta, engelleri ortadan kaldırma yöntemini seç”. Eğer hem problem
yabancı ise, hem engeller kolay saptanamayacak muğlaklıkta ise, hem de hafızadaki –daha önce
kullanılmış- çözüm yolları işe yaramayacak gibi görünüyorsa, iş zor demektir. “Artık düşün dur!..”
Aslında böyle bir durum, daha fazla veri işleyerek daha uzun süre aynı zihinsel mesaiyi harcamaktan
ibarettir. Zorluk, zihnimizin çok çabuk yoruluyor olmasından kaynaklanmaktadır. Muhakeme
ortamında(Kısa Süreli hafıza, Çalışma hafızası) çok sayıda bilgi varsa, dikkat bunlar arasında birinden
diğerine atlayarak dolaşır. Dikkat eğer bu atlamaları yapmazsa, dikkat altında olmayan bilgi hemen
kaybolur. Muhakeme ortamındaki fikirler ancak dikkat ile beslendikleri süre boyunca o ortamda
kalabilirler. Yoksa hemen kaybolurlar. Bu yüzden dikkat onları tek tek ve sık sık dolaşmalıdır. Bu
yüzden muhakeme işlemi çok enerji ister ve beyin için çok yorucudur
Bu temel problem çözme süreci, yani “Çözülmüş halini hayalde canlandır, engelleri sapta,
engelleri ortadan kaldırma yöntemini seç” yöntemi, daha bebekliğimizden itibaren öğrendiğimiz
doğal ve basit bir algoritma ile işler. İhtiyaç duyulan bütün veriler hafızada mevcuttur. Problemin
çözülmüş halini hayal etmek böyledir. Çocuk, bir istek için bir problem ile karşı karşıyadır ve bu istek,
bilemediniz buna çok benzeyen bir istek için bir çözüm daha önce yaşanmıştır. Engeller hakkında da,
yöntem hakkında da aynı şey geçerlidir. Büyük ihtimalle muhakemede yapacağı tek ekstra şey, en
yakın benzer problemi seçmek ve ona daha önce uyguladığı çözümü aynen uygulamaktan ibaret
olacaktır. Bu çözüm, “bana ne, ben şunu istiyorum” diye ağlamak bile olsa. Bu davranışının sonucuna
göre, hafızasına, “şu isteklerde ağlamak bir çözüm yöntemi olarak işe yarıyor, şu isteklerde yaramıyor”
diye yeni bir bilgi eklemiş olacaktır.
Daha önce yaşanmamış problemlerle karşılaştığında, çocuk öncelikle anne babasına sorma ve çözüm
yolunu onlardan öğrenme yolunu seçer. Bu yöntemin de etkili bir problem çözme yöntemi olduğunu
ilk bebekliğinde, daha konuşmayı öğrenmeye başlarken öğrenmiştir.
Gerçekte, yetişkin hayatında da ender olarak kapsamlı muhakeme yapmak ihtiyacı doğar. Gündelik
hayatımız, daha önce çözmüş olduğumuz problemlerin çözümlerini kullanarak sürdürülür. Yetmediği
yerde başkalarına danışırız. Yetmediği yerde problemden uzaklaşmaya çalışırız. O da yetmezse, ancak
o zaman problemi çözmek için kafa yormaya başlarız.
İşte Yapay Zeka’mız da iş yükünün büyük bölümünü mevcut bilgileri ve mevcut çözüm yöntemlerini
kullanarak problemleri çözmeye harcayacaktır. O da ender olarak “muhakeme modülünü” tam kapasite
ile doldurup sınırlarını zorlayarak çalıştırmak zorunda kalacaktır. Ama buraya kadarı hala “Yapay
Zeka” değil, belki “Yapay Düşünme” olarak kalacaktır.
EGO: (Benlik Bilinci, Self).
Bilinç, canlı organizmanın karşı karşıya kaldığı geçici problemlerin çözümü için vardır. Bu amaçla
etrafı ve iç dünyayı gözleyecek, iç dünya ile çevre arasındaki faydacı dengeyi(self, ego, nefs)
sürdürebilmek için uygun bir “gelecek” hayal edecek ve bu gelecek için plan yapacaktır. Denge, son
derece dinamik bir dengedir, çünkü iç ve dış ortam sürekli değişmektedir. İşte bilinç, bu denge için
vardır. Bu dengeyi kurmak üzere bir içgüdü ile desteklenmiştir.
Sözkonusu içgüdü, tıpkı yeni doğan bebeğin memeyi arama emme refleksi gibi, beyine gelen her
türlü uyartıda “ben ve başkası” taraması yapmak üzere yapılanmış olmasıdır. Ego başlığı altında
göreceğimiz gibi, mekanın sıfır noktasında, zamanın şimdi noktasında ve bütün duyuların belirli bir
koordinasyonu ile gelen uyartılar, “ben” bilincini oluşturur. Yukarıda bahsedilen tampon belleği
izleyen işte bu “ben” bilincidir.
Yapay Zeka neden bir ego ihtiyacı duyar? “Bizim belirlediğimiz parametreleri değerlendirerek
birtakım tercihler yapabilen bir sistem tasarlayabilirdik ve bu sistem, bizim zekice hazırladığımız
algoritmalar sayesinde çok miktardaki bilgiyi çok kısa sürelerde işleyerek zeki kararlar alabilirdi.
Fakat sistem eğer gerçek bir zeka olacaksa, küçük bir ego’ya ihtiyacı vardır. Mekan idrakinde, ego
merkezdedir, sıfır noktasındadır ve yönleri, uzaklıkları bu merkeze göre değerlendirir ... Bir merkez
tanımlamadan, mekan idrakini sağlayamıyoruz ... Sağ, sol, ön, arka, yukarı, aşağı, içi, dışı, her türlü
mekansal durum tesbitleri için bir referans noktası, bir nirengi noktasıdır ego. Zaman idraki için de
böyle. Geçmiş ile gelecek arasında, sıfır noktasında durur. Yani şimdi noktasında, .... Sistemin
kendi sürekli zaman algısı olmak zorunda.”
“Aldığı girdilerin mekan ile ilgili olanlarını, kendini merkeze koyarak düzenleyecek, ortamın bir
haritasını oluşturacak ... İlk görevi bu. Yani aldığı bilgileri mekanda bir yere yerleştirecek. Üstelik o
mekan, tanıdık bir mekan olmalı, yani daha önceki bilgileri ile bağlantı sağlama imkanı sunmalı.
Değilse, önce mekanı tanımaya çalışır, keşfe çıkar ego. Sonra, o mekanda yer alan hareket
bilgilerini, hafızadaki hazır hareket şablonlardan birine göre etiketlemesi gerekir. Yani koşan insan
varsa, sallanan kol hareketlerinin şablonuna değil de, hangi mesafeyi ne kadar zamanda aldığı ile
ilgili bir hız şablonuna odaklanır mesela. Burada da zaman içinde değişim önem taşır ve gene bir
merkez, yani ego gerekir.”
“Bu kadar değil, istek mesela. Sistem, klasik programlar gibi bizim isteklerimizi yerine getirmekle
yetinmeyecek, kendi isteklerini de yaratacak. Düşünme’nin motivatörü isteklerdir. Sonra duygular
var. Ne zaman tatmin olacak bir işlemden? Sonra, her türlü saldırıdan kendisini koruması gerek.
Bütün bunlar için bir ego şart oldu işte. Ego modülü, her fikir’e, duygularla ve isteklerle ilgili bir
değer ekler.”
“Bir ego modülü olmadan, sistem bir kullanıcıya bağlı olmaktan kurtulamaz ve kendi başına
değerlendirmeler yapamaz. Kendi yönünü çizemez. Bilgiyi bilgisayar için anlamlı hale getirmenin
başka yolu yoktur. Mutlaka kendi iyi ve kötü ölçüleri olacak, kendi doğru ve yanlış değerleri
olacak. Bunun için de eğitim aşamasında, hatalarda cezalandırılması gerekir. Başarılı
değerlendirmelerinin ödüllendirilmesi gerekir. Ödül ve cezayı öncelikle başlangıç değerleri ile
tanımladık, daha sonra da eğitim aşamasında sık sık kullandık. Ödül ve korku, şartlı refleks
oluşumu için elzemdir, öyle mi?”(Nadir bencan, Bilge)
FARKINDALIK: ().Algılar Ön Muhakemeden geçerken geniş çapta elemeye tabi tutulurlar. Ön
Muhakeme işlemleri Bilince kapalıdır. (bkz. Ön Muhakeme). Bu elemeyi aşabilen uyartılar için, bir
“Farkındalık bandı”ndan söz edebiliriz. Bu band, bilinçli çaba ile veya şartlanmalarla genişletilip
daraltılabilir. Aynı şekilde, ön muhakemenin Bilinç dışı farkındalığı belirli konularda azaltılıp
çoğaltılabilir. Farkındalık, Şartlı Reflekslerin “refleks” özelliğinin bir gereğidir(Bkz. Şartlı
Refleksler). Refleks olarak Bilinçten önce otomatik tepki verir(Ön Muhakeme yolu ile), Bilinçten
geri besleme yolu ile de sınırları genişletilip daraltılabilir, seçilen obje veya olay için hassasiyeti
ayarlanabilir.
Hafızadan gelen Figür türü bilgileri de, beynimiz, tıpkı dış dünyadan gelen bilgiler gibi ‘fark eder’.
Hafızadan gelen Fon türü bilgiler ise, bilinç tarafından “fark edilmeye” çalışılır ve fark edilemediği
için de, rasyonalize edilir. Yani akla uygun farketmeler haline sokulur. Hafızadan gelen bilgiler için
de Bilincin Farkındalığı söz konusudur.
FİKİR: (thought, belief, concept, idea, opinion, mind, advice, suggestion, attitude, cogitation,
conceit, conception, estimation, hint, impression, inspiration, notion, position, thinking, verdict,
view, voice, sentiments):
“Düşünen Hayvan” kitabından bu konuda şunları öğreniyoruz:
“Karikatürlerde, bazen kafanın üzerinde yanan bir ampülün ne anlama geldiğini hepimiz biliriz.
Bir buluş olarak sembolize edilen yeni bir fikir, bir çözümdür o ampül. Eğer kafamızın üzerinde
gerçek bir ampülümüz olsaydı, karikatürlerdeki gibi yalnızca dâhiyane buluşlarımızda ve zor
problemlerin parlak çözümlerinde yanmayacaktı. Tersine, zayıf bir ışıkla da olsa, sürekli olarak
yanıp söndüğünü görecektik onun. Ama hiçbir zaman sürekli yanmayacak, zayıf veya kuvvetli
olsun hep bir an parlayıp sönecek, bunları yeni ama başka fikirlere ait parlamalar takip edecekti.
“Bu parlamaların önemlice olanlarını günlük hayatımızda hepimiz kolaylıkla fark ederiz ve bunu,
‘aklıma bir fikir geldi’ diye ifade ederiz.
“Ne yazıktır ki ‘fikir’ konusunda bize bilgi verebilecek hemen hiç araştırma yapılmamıştır. Bu, hem
bir kavram olarak ‘fikir’in ayrı tarif edilmemiş olmasından, hem de beyinde, bilinç ile beynin geri
kalan bölgeleri arasındaki bağlantı unsuru olmasındandır. Bilinç, fikir hakkında bilgi sahibidir.
Ama ‘fikir’in ortaya çıkış sürecini izleme ve değerlendirme imkânından yoksundur. Çünkü
bu süreçlerin hemen tamamı bilinç dışında meydana gelir. Dolayısıyla fikir, beyinde, objektif
izleme ve araştırılması en zor konulardandır. Ama şu kadarını bilebiliriz şimdiden: En azından bir
sinir faaliyeti olduğuna göre, gelişi belli milisaniyelerle ölçülebilir olmalıdır. Belli eşik değeri aşan
uyartılarla (çağrışımlar veya duyumlar) ortaya çıkıyor olmalıdır. Bir art-deşarj’a sahip olmalıdır;
yani, peşpeşe ancak belirli aralıklarla bilince geliyor olmalıdır. Ayrıca, yavaş yavaş ve devamlı
değil, bir anda ve bütünüyle gelen bir ‘paket’ olmalıdır. Hatırladığımız gibi bunlar, bir sinir
hücresindeki iletimin özellikleridir.
“Bilgilenmenin genel bir şemasını çıkarırsak, Fikir hakkında daha net bilgilere kavuşabiliriz.
Beynimize, beş duyudan ve diğerlerinden ayrı ayrı sinyaller gelmektedir. Dikkat tarafından elenip
kortekse ulaşabilen bilgiler, korteksteki lokalizasyon bölgelerinde kodlanır. Yani bilinç diline
çevrilir ve aynı anda merkezde bunlara konum, zaman, eşlik eden duygulanım vb. kodlar eklenerek,
tek bir kod halinde saklanırlar. Bu kod, o an alınan tüm bilgileri kapsayan üç boyutlu bir fotoğraf
gibidir ve bir figür ve onu çevreleyen bir fondan meydana gelmiştir. İşte bu kod, ‘fikir’dir. Hafızada
saklanan da budur. Aristotelesteles bunu, ‘zihindeki iz’ diye tanımlar ve yazıların ve dillerin
toplumlara göre değişmesine rağmen, zihindeki izlerin tüm insanlarda müşterek olduğunu ve
objelere dayandığını söyler. Hafızadan çağrıldığında, bir bilgisayarın yazıcıyı çalıştırması gibi,
korteksin lokalizasyon bölgelerinde (veya aynı işi yapacak bir başka bölgede) yeniden deşifre edilir
ve ilk sinyallerin aynısı hayalimizde canlanır. Yani olayı ve objeyi görüyor, duyuyor, yeniden o anı
yaşıyor gibi oluruz.
“‘Hayalimizde canlanma’ deyince, artık bilinç sahasına girmişiz demektir. Duyu organlarından
gelen sinyaller veya hafızadan gelip deşifre edilen fikir, beynimizin bir yerindeki bir ekranda(bilinç)
belirir. İşte bu ‘ekranda belirme’ sayesinde biz, ‘biliriz’. Ekranda peşpeşe fikirlerin gelip gitmesi ve
bunlar arasında kurduğumuz bağlantılar, çevreden bilgi sahibi olmamızdır.
“Hafızadan gelen bilgileri, beynimiz, tıpkı dış dünyadan gelen bilgiler gibi ‘fark eder’. Hafızadan
gelen ‘sezme’ türü bilgiler ise, bilinç tarafından “fark edilmeye” çalışılır ve fark edilemediği için de,
rasyonalize edilir. Yani akla uygun fark etmeler haline sokulur.
“Hafızadan gelen fikirler mekan ve/veya zaman ile ilgili bilgileri taşırlar. Mekan bilgileri, eski dilde
tasavvur diye adlandırılan şeydir nesnenin şekil ve konum bilgilerini içerir ve musavvira denilen
bir yetenek ile anlatılır. Bir nesnenin uzaydaki konumunu ve durağan haldeki özelliklerini zihinde
yeniden canlandırmak eylemidir. Benzer şekilde, zaman bilgileri de hayal diye adlandırılır,
nesnenin hareket bilgilerini içerir ve muhayyile denilen bir yeteneğe bağlanır. Tasavvur bir
fotoğrafa, tahayyül bir video klipe benzetilebilir. Tasavvur ve hayal, bizim tanrısal
yeteneklerimizdir. Orada her şey her şeyle yanyana gelebilir, aynı anda her yerde olabilir ve anında
her yere gidebilir, her şey olabilir, hem de bir anda. “Ol” deriz ve olur!”
....
“Beynimizin temel işlem birimi ‘fikir’ dir. Beyne gelen bilgiler, ancak bir fikir oluşturabildikleri
takdirde işleme alınabilirler. Yoksa beyin, bir fikir oluşturana kadar dikkat kesilmiş halde bekler.
‘....e....e....e...’yi görmemiz, beyinde özel bir anlam yaratmaz. Zorlanırsa, üç adet ‘e’ harfi ve
noktalar, yazının rengi, kağıdın türü, yeri ve zamanı olarak fikirleştirmeye gider. Halbuki
‘M..m..l..k..t’ harfleri, kısa bir dikkatten sonra, sesli harfleri eksik yazılmış ‘Memleket’ kelimesi
olarak fikirleştirilir. Işık yanıp söner. Beyin algıyı işlemiştir.
“Radyoyu kurcalarken, Çince haber okuyan bir istasyon bulduğumuzu düşünelim. Koca bir
konuşmanın bizde yarattığı fikir, sadece bu tuhaf ses kalabalığının eğlenceli veya sıkıcı olduğudur.
“Halbuki Çince bilseydik, yani konuşmayı beynimiz deşifre edebilseydi, konuşma süresince
kafamızda binbir fikir dolaşmaya başlayacaktı.
“Özetle beynimiz, kendisine ulaşan iç ve dış uyarıları kendine göre şifreliyor, işliyor, saklıyor, geri
çağırıyor. Şifrelenemeyen uyarılar ise beyinde hiçbir işleme tabi tutulamıyorlar. Bir bilgisayar da,
klavyeyi dijitale çeviren ‘çevirmen’i devreden çıkarsak, bizim tuşlara basmamızı bön bön
seyredecek ve hiçbir işlem yapamayacaktır.
“Fikir, paket halindedir. Tek tek özellikleri, nicelikleri değil, nitelikleri ifade eder. Fikir bir bilgi
değil, bir fotoğraftır. Birçok bilgiyi birden içinde barındırır. En çok bilgiyi barındıran fikir ile en
basit bilgiyi ihtiva eden fikir arasında, geliş süresi ve işleme açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bir
anda gelir ve kesilir. Artık bilinç, o paketi açıp içindekileri okumakla uğraşacak, yani fotoğrafı
incelemeye başlayacaktır. Bu inceleme süresi, fikrin geliş süresinden elbette daha uzundur ve
ihtiyaca göre yeni fikir gelinceye kadar sürer.
“Bazen yeni bir fikre ihtiyaç olduğu halde, yeni fikir gelmeyebilir. İşte, konuşurken ara sıra araya
sokuşturduğumuz ‘eeee’, ‘efendime söyliim’, ‘annadın mı’, ‘ondan sonra’ gibi klişe anlatımlar, yeni
fikir gelene kadar karşımızdakini ve kendimizi oyalayarak zaman kazanma çabamızı ifade ederler.”
....
“Fikir, fon ve figür olarak gelir ve bu haliyle bilinçte işleme alınır. O anki düşünme akımı açısından
gerekli olan bilgi, figürdür. Paketteki diğer bilgiler açıktan koyuya giden bir sis perdesi altında
fonda beklerler. Ama gelen bir fikirdeki figürü, aynı fikir içinde fon yapıp, fondaki bir bilgiyi figür
haline getirmek mümkün değildir. Bunun için, aranan yeni bilgiyi figür olarak taşıyan yeni bir fikir
gerekir. Gelen yeni fikirde, bir önceki figür bu defa fondadır. Çünkü beynimiz, sahip olduğu her
veriyi ister basit ve tek, isterse en kompleks yapıda olsun, bir tek fikirle temsil etmektedir. Ahmet,
bir fikirdir. Ailesi ile birlikte Ahmet, başka bir fikirdir. Dişini çektirmiş Ahmet, önceki Ahmet’ten
ayrı bir fikirle temsil olunur. Ahmet’in içinde bulunduğu Türkler, insanlar, evren, ayrı ayrı
fikirlerdir. Takılar ve eklemelerle bunlar birbirine çevrilemez veya türetilemez. Yani burada, bir artı
bir eşittir iki değildir. Bir artı bir, başka bir ‘bir’ yapar. Bir fotoğraf olarak, kompleks bir fikrin ne
kadarlık ayrıntısı gerekiyorsa, o kadar büyütülmüş hali yeniden, ayrı bir fikir olarak gelir.
“Algı aşamasında, eğer peşpeşe sıralanıp da bir nicelik özelliği almıyorlarsa, nitelik olaylar
kolaylıkla fikirleşirler. Halbuki niceliklerini algılamak istediğimiz bir olay ya da obje için ek bir
enerji harcarız (kavrama). İnsan beyninde, normalde, memeli bir hayvan olarak çevreye
uyabilmeye yetecek ortalama bir ayrıntı düzeyinde fikir oluşur. Beynimiz, biyolojik olarak
buna ayarlanmıştır. Özel bir istek veya çaba yoksa, algıladığımız her şey, yaşamak için gerekli bir
ayrıntı düzeyinde, kaba veya ince olarak fikirleşir. Örneğin bir insanın yüzü ve gözündeki çok ince
değişiklikleri fark ederiz ama, ayağımızın ucundaki minik bir taş parçası ile bir buğday tanesini
ayırt edemeyiz. Halbuki bir tavuk, buğday tanesini bir çırpıda fark edebilirken, bir insan yüzünü
siluet olarak algılaması yetmektedir ona. Doğal gerekliliğin dışındaki ince kavrama olayı
organizmayı yorar ve zorlar. Çeşitli niceliklerin uygun tarzda birleştirilip bir fotoğraf haline
getirilmesi, bunun nasıl bir fotoğraf olması gerektiğini tayin çabası, fotoğrafı yeterli görmeyip başka
bir açıdan (başka figür ile) yeniden fotoğraf istenmesi; bu, muhakemedir.” 1
Fikirde, Bilincin gördüğü şey Figürü, Ön Muhakemeden gelen gölgeler de Fonu oluştururlar.
GENELLEME: (Generalisation).Şartlı Refleks oluşumunun özelliği. Genelleme, Ayırım süreci ile
birlikte yürür.
GÜDÜ: (Motive). Bilişsel kaynaklı neden. Dürtü terimi, Duygusal kaynaklı nedenler için kullanılır.
HAFIZA: (Bellek, Memory)
“Hafıza, tüm hayvanlarda beynin ortak bir fonksiyonudur. Aldığımız bilgileri saklayamazsak, hayat
birbirinden kopuk saniyelerden ibaret olurdu. Hafıza, geçmiş ile şimdiki zaman arasında bağlantı
kurmamızı sağlar ve böylece geleceğin kapılarını aralar. Hafıza, bütün hayvan türlerinde doğal
yaşam için yeterli bir kapasiteye sahiptir. İnsanda da öyledir. Fakat insan, doğal hafıza kapasitesi ile
yetinmeyip yazıyı icadetmiş, kitaplıklar doldurarak kendisine muazzam bir yedek hafıza deposu
yaratmış ve böylece diğer hayvan türlerinden farklı çevre ilişkilerine girebilmenin yolunu açmıştır.
Hafıza zamanın “şimdi” noktasına kadar edindiğimiz bilgileri taşır. Düşünme alanımız, hafızaya
paralel bir zaman oku olarak değerlendirilebilir. Ama yalnızca geçmişi değil, geleceği de
içermektedir. Gerektiğinde muhakemede kullanmak üzere, bu zaman oklarından geçici birkaç tane
daha yapıp-bozabiliriz. Hafızadan istediğimiz bir parçayı alıp bu zaman okunun istediğimiz
yerine(geçmiş veya gelecek) yerleştiririz ve düşünme eylemi böylece başlamış olur. Biz, nesnel
gerçeklik olarak yalnızca hafızamızdakileri ve anlık algılarımızı, yani şimdi ve geçmişi yaşarız.
Fakat zihnimiz, (Homunculus- kafamızın içindeki küçük adam) hafızayı ve hayali, geçmişi ve
geleceği aynı anda ve aynı önemde yaşar.
Herhangi bir olayı hafızadan alıp da bu zaman oku üzerine koyduğumuzda, zaman okunu bir şaryo
gibi kullanabiliriz. Şimdi noktasını o olayın neresine getirirsek, oradan gerisi geçmiş, oradan ilerisi
gelecek olur ve bir beklentiyi ifade eder. Bu beklenti çok önemlidir. Yeni algıladığımız bir duruma
uyan bir anı parçası bulduğumuzda(kavram veya olay), o anıyı alıp hemen yeni durum için bir
şablon olarak kullanmak isteriz. Böylece o anının “şimdi”den sonraki gelişimi, yeni durumun
1 Nadir Bencan, Düşünen hayvan
gelişimi beklentisi olarak işimize yarar, tutumumuzu belirler, muhakememizi kolaylaştırır.” (Nadir
Bencan, Düşünen Hayvan)
Bugüne kadar hafıza konusunda yapılan nörofizyolojik araştırmalarda, beyinde, hafıza merkezi
veya hafızanın en önemli merkezi denebilecek bir yer bulunamamıştır. Beynin çok değişik
bölgelerindeki hasarlar hafızayı etkilemektedirler. Üzerinde çok yoğun araştırmalar yapılmasına
rağmen Hafıza konusunda elde edilen bulgular net bir Hafıza Modeli geliştirilmesine imkan
vermemektedir. Beyin çalışmalarında en fazla teori herhalde hafıza konusundadır.
Hafıza, Bilgilerin zaman sıralı olarak saklandığı veritabanımızdır. Bir YZ veritabanı, her duyu
alanından gelen Bilgiler için ayrı tablolar, Duygular için ayrı tablolar, Bir “Olay” tablosu ve bir
“Kavram” tablosu içermelidir. Hafızada kayıtlar sürekli bir zaman akışı şeklinde, sorgulamalar ise
bir zaman kesitini esas alan satır grupları düzeyinde yapılır. Veritabanı, Bilincin erişimine kapalıdır.
Bilinç, hafızayı, kayıt, silme ve sorgu süreçlerini izleyemez. Bir çağrışım sonucu hafızadan süzülüp
geçici muhakeme tablolarından birine(İşlem Hafızası, Kısa Süreli Hafıza) alınan hafıza
parçasını(view, rapor) izleyebilir.
Hafıza
kayıtlarının
kaynağı
Duyulardan
gelen
Algılardır.
Bu
Algılar
Ön
Muhakemeden(Farkındalık) geçerken geniş çapta elemeye tabi tutulurlar. Eleme işlemi sırasında
Duygusal ve Bilişsel Değerler etkilidir. Elemeyi geçen Algı, bu değerlerle birlikte bir Bilgi(İdrak)
halini alır ve Olay tablosuna kaydedilir. Aynı anda duyular, duygular ve diğer tablolara da aynı
Bilgiye ait nicelikler kaydedilirler.
İdrakimiz ortalama 250 milisaniye(1/4 saniye) ile sınırlıdır. Bu demektir ki, insan hafızasının
tablolarında en fazla ¼ saniyede bir satır eklenebilir. ¼ saniyelik her bir satır, kendi başına bir
Bilgidir.
Zaman sıralı bir kayıt düzeninde, değişik zaman kesitleri ile çalışmamız gerekebilir. Bir günlük
kayıtlarımızın tamamı bir kesit olarak alınabilir, bu bizim gündelik sıradan (rutin) yaşamımızı ifade
eder. Ama o bir günlük kaydın içinde “sabah” ayrı bir zaman kesitidir. Bunun içinde “kahvaltı” ayrı
bir zaman kesitini, “kahvaltı” ve “büroda geçen ilk birkaç saat” birlikte gene ayrı bir zaman kesitini
ifade eder. ¼ saniyelerden oluşan satırların her türlü ardışık gruplanması, bir Bilgi olarak ele
alınabilir.
Satırları neden gruplamamız gerektiği, canlı yaşamı ile ilgili genetik bir sorundur. Hafızanın
sorgulama sistemi, Bilinç dışında ayrı bir “iç göz” gibi, bir “satıra” değil bir “alana” bakar. Olay
temelinde çalışır. Bir Olay ise, zamana yayılmış bir grup Bilgiden başka bir şey değildir. Genellikle
bir(veya birden fazla) nesne, değişmeyen(veya farklı biçimde değişen) bir zeminde hareket
etmektedir. Canlı organizma, bu hareketleri takip edebildiği ölçüde nesneyi yakalar veya ondan
kaçabilir.
“İç göz”, insan hafızasında doğal işleyişinde beş-on saniyelik olayları(20-40 satır) bir bakışta
görebilecek yapıda gibi görünüyor. Bu kesit, “iç göz”ün zorlanmadan odaklanabildiği kesittir. Ama
bu odağın dışında, Hafızada bu kesitin öncesinde ve sonrasında daha geniş bir kesiti de daha
bulanık olarak algılar. Kesintili sıçramalarla da o bulanık alanlara hızlı gidip-gelmeler yapar. Bu
sıçramalar(saccade denir), gözümüz bir görüntüyü odaklamışken, bakılan nesnenin bütünü üzerinde
saniyede üç defa olmak üzere, başka noktalara gidip-gelmesine benzer. Gözümüz, bu sayede
odakladığı bölge ile nesnenin geri kalan yerlerinin(bütünün) bağlantısını koparmamış olur. Dikkati
uyarıp da odaklanmayı değiştirmedikçe, bu göz hareketleri Bilinçte algılanmazlar. Aynı işleyiş
hafızaya bakan “İç Göz” için de geçerli gibi görünüyor.
“İç göz”, çağrışım gereklerine göre odağındaki satırları geçici Muhakeme tablolarından birisine
kopyalar. Bu suretle o Bilgiler Bilinç alanına çıkmış olurlar.
Veritabanının düşünme açısından en önemli özelliği, üç boyutlu olması gereğidir. Bilgiler zaman ve
mekan açısından “bilgi” olarak değil, “paket” olarak ele alınacaktır çünkü. “An” olarak değil, “olay” ya
da “süreç” olarak ele alınacaktır. “Resim” olarak değil, en az birkaç resimden oluşan bir “klip” olarak
ele alınacaktır. İnsan beyni, tek tek noktaları görebilir ama, ortada çok nokta varsa onları çizgi olarak
görmek ister. Tek tek çizgileri görebilir ama, çok çizgi varsa onları şekil olarak görmek ister. Çok şekil
varsa onları anlamlı bir manzara olarak görmek ister. Parçaları da algılayabilir ama, onları bir bütün
içinde algılamak eğilimindedir. Yani algıladığı mekansal bilgileri “gruplayarak” değerlendirmek
eğilimindedir(Gestalt Psikolojisi bu temele dayanır). Bu yüzden, eğer ortada dört adet dikine bağlantılı
eşit düz çizgi varsa, bunları dört adet çizgi olarak değil de bir adet “kare” olarak ele almamızı
sağlayacak bir üçüncü boyut eklemeliyiz tablomuza.
Aynı şekilde, “zamana yayılan mekansal değişiklikler” olan olayları kaydedebilmemiz için de tablonun
üçüncü boyutuna ihtiyacımız olacaktır. Burada da, kısa zaman içindeki olayları daha büyük bir zaman
parçası içindeki olaylarla birleştirip, daha büyük resmi görmek eğilimi vardır.
Benim şu anda çay içiyor olmam, bilgisayarda saatlerdir yazı yazıyor olmam olayının bir parçasıdır.
Ama bu parça, bardağa uzanmam, onu uygun şekilde yakalayıp ağzıma götürmem, ….vb. gibi alt
parçalara sahiptir. Ayrıca bugün yazdığım yazı da, haftalık, aylık, …., 25 yıllık bir amacın küçük bir
parçasını oluşturmaktadır. Bu eğilimin alt ve üst zaman sınırları her canlı türünde farklıdır. İnsanda
doğal olarak ¼ saniyeden başlayarak, olayları birkaç dakikalık bir bütünün parçaları gibi algılamak
eğilimi var gibi görünüyor. Daha uzun zamanları bütünleştirmek, eğitim ve tecrübe sonunda, ek bir
zihinsel çaba ile mümkün olabiliyor gibi. Başka canlı türlerinde, biyolojik ihtiyaçlarına göre bu süreler
daha farklı olabiliyor.
Hafızanın işleyişi ile ilgili olarak genellikle “kısa süreli hafıza” ve “uzun süreli hafıza” diye ikili bir
model önerilir (ana hafıza deposu ve ön hafıza olarak da adlandırılır). Bazı bilim adamları bunu
yeterli bulmayarak üçlü, dörtlü modeller önermişlerdir. Bunlara göre, “çok kısa süreli” ve “orta
süreli” olarak da ayırmak gerekmektedir. Bazı bilim adamları “olgu hafızası” ve “beceri hafızası”
(bisiklete binme, müzik aleti çalma vb. gibi kas hareketleri ile ilgili hafıza) diye ayrıma gitmişlerdir.
Bazı hafıza teorilerine göre, “deriyi yüzmek”, “o maçı almak” veya “o penaltı atışı” gibi olaylar
“episodik hafıza” kapsamında kaydedilirler. Fakat bu kayıtlar orta vadede kaybolur ve sadece bu
anıların izleri, bunlara dair bir genel bilgi veya genel bir “anlamsal içerik” kalır. İşte bu izler, yani
etiketler, diğer bazı kavramlarla birlikte “semantik hafızayı(semantic memory)” oluştururlar.
Semantik hafıza, episodik hafızanın bir alt katmanı değil, ayrı yapılanması ve işleyişi olan ayrı bir
hafızadır bu teoriye göre.
Hafıza ile ilgili bir başka sınıflandırma da, hafızayı zaman temelinde ikiye ayırır: Geçmiş ile ilgili
hafıza(retrospektif memory) ve gelecek için yaptığımız planlar ve hayallerimiz ile ilgili
hafıza(prospektif memory). Bazı bilim adamları da hafızayı bir bütün olarak incelemek gerektiğini,
sürelere göre bölmenin hatalara götüreceğini öne sürmüşlerdir.
Aşağıda, Hafızanın sınıflandırılmasına referanslar veren bazı çalışmaları aktarıyorum:
“Belleğin, bilgiyi işleme ve yorumlamada (Information-Processing Model) farklı aşamalar kat ettiği
bilinmektedir. Bunlar: duyusal kayıt, kısa süreli bellek (çalışan hafıza) ve uzun süreli bellektir
(Banikowski & Mehring, 1999).
“i) Duyusal Kayıt: Çevre ile etkileşim halinde bulunan birey, duyu reseptörleri vasıtasıyla devamlı
kendine gelen uyarıcıları algılar. Bireyin gördüğü, işittiği, duyduğu tattığı ya da hissettiği şeyler duyusal
kayıtın içeriğini oluşturmaktadır. Bu hafızanın kayıt hızı bir milyonUYARTI/saniye olarak
belirtilmektedir (Soylu, 2004). Oldukça büyük bir kapasiteye sahip olan duyusal kayıt ne yazık ki bu
kaydı saniyeler sonra kaybeder. Görsel bilgi 1 saniyeden az, dokunma ile ilgili bilgi 2–3 saniye, işitsel
bilgi 4 saniye sonra kaybedilmektedir. Ancak yeterli dikkatin harcanması durumunda duyusal kayıttaki
bilgilerin kısa süreli belleğe aktarılması mümkün olabilmektedir (Banikowski & Mehring, 1999).
“ii) Kısa Süreli Bellek (Primer bellek – Short term memory): Düşünmenin çoğunun ve bilgi işlemenin
gerçekleştiği kısa süreli bellek, belleğimizin en fazla iş gören bölümü olarak kabul edilmektedir. Gelen
bilgiyi görüntülemesi ve sınırlı kapasite ve sürece sahip olması en belirgin özellikleridir. Kısa süreli
bellekte bilgilerin çoğu ses olarak saklanmaktadır. Bu bellekte tutulan bilginin miktarı ve bilginin
tutulma süresi yaşa göre değişmektedir. Örneğin bir yetişkin tekrarlama yapmaksızın 10 ile 20 saniye
arasında 5 ila 9 öğeyi kısa süreli bellekte tutabilmektedir. Ancak çoğu kişi bir seferde yedi şeyden
fazlasını hatırlayamamaktadır. Kısa süreli belleğe gelen bilgi için üç alternatif bulunmaktadır. Ya bilgi
ihmal edilir (unutulur), ya tekrar edilerek kısa süreli hafızada tutulur yada tekrarlama ile daha önceki
bilgilerle birleştirilerek uzun süreli belleğe transfer edilir Kısa süreli bellekteki bilgiler bir süre
hipokampüste saklandıktan sonra uzun süreli belleğe aktarılmaktadır (Banikowski & Mehring, 1999;
Ziylan, 2001).
“Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar kısa süreli belleğin, beyinde yeni sinapsların oluşması gibi
yapısal değişiklere bağlı olmadığını, beyindeki elektriksel ve kimyasal olaylara bağlı olduğunu ifade
etmektedir (Chudler, 2005).
“iii) Uzun Süreli Bellek (Long term memory): Uzun süreli bellek; sekonder (intermediate) bellek ve
tersiyer bellek olarak iki safhadan oluşmaktadır. Bilgilerin yıllarca saklanabildiği sekonder bellekteki
herhangi bir bilginin hatırlanması güçtür. Bir bilginin bu belleğe aktarılması için 30 dakika ile 3 saat
arasında bir zaman dilimi gerekmektedir. Kısa süreli bellekteki bilgilerin sekonder belleğe aktarılması
için bilgilerin kodlanması gerekmektedir. Benzerlik ya da zıtlıkların sınıflandırıldığı bu bellekte detaylar
geri planda, genellemeler ise ön plandadır. Bu bilgilerin uzun süreli belleğe aktarılması, bilgilerin
tekrar edilmesi ile gerçekleşmektedir (Ziylan, 2001). Bilginin hem görsel hem de sözel olarak
depolanabildiği tersiyer belleğin en belirgin özellikleri ise; limitsiz kapasiteye sahip olması, depolanan
bilgiler arasında güçlü bir bağlantılar ağı oluşturması ve uzun bir sürece sahip olmasıdır. Bilgilerin
tersiyer belleğe aktarılması güç olmakla birlikte, bu bellekte depolanan bilgiler bir ömür boyu
hatırlanabilir. Bir bilginin uzun süreli belleğe yerleştirilebilmesi için sık sık tekrar edilmesi
gerekmektedir (Ziylan, 2001).
“Uzun süreli bellekte sözcükler genellikle işitildikleri sesleriyle birlikte değil, taşıdıkları anlamları ile
saklanmaktadır. Bunun dışında uzun süreli bellekte ses, koku ve görüntülerin saklanması da
mümkündür. Bir bilginin uzun süreli bellekte saklanması ancak beynimizdeki nöral bağlantılarda
meydana gelen kalıcı fonksiyonel, biyokimyasal ve yapısal değişikliklerle mümkün olabilmektedir.
Uzun süreli bellek kendi içerisinde semantik(DECLERATİVE), episodik ve işlemsel olmak üzere üç
farklı bölümde incelenebilmektedir (Banikowski & Mehring, 1999; Ziylan, 2001).
“Yaygın olarak bilinen bu bellek türleri dışında; anılara ilişkin bellek, anlamlara ilişkin bellek, örtük
bellek (farkında olunmayan), açık bellek (farkında olunan), doğuştan ve kazanılmış bellek gibi diğer
bellek türleri de bulunmaktadır (Karakaş, 2005).
“Bellekteki bir bilginin hiçbir zaman uzun süreli belleğe aktarılmamış olması, uzun süreli bellekteki
bilgiyi hatırlama yeteneğimizi kaybetmemiz ve uzun zamanın geçmesi gibi faktörler öğrendiğimiz
bilgileri unutmamıza neden olmaktadır (Banikowski & Mehring, 1999).” 1
Ayrıca bkz: STRATEGIES TO ENHANCE MEMORY BASED ON BRAIN-RESEARCH By: Banikowski,
Alison K., )
“Bilişsel bilim psikologları belleğin, duyusal kayıt, kısa süreli bellek veya işleyen bellek ve uzun
süreli bellek olmak üzere üç bileşenden oluştuğunu ifade etmektedirler. Bilginin kısa süreli olarak
depolandığı yere kısa süreli bellek adı verilir, eğer bilgi bellekte tutulmaya gerek görülmezse,
bellekten birkaç saniye sonra atılır ve artık geri döndürülemez. Bilginin bellekte tutulmasına karar
verilirse, bilgi, uzun ve kısa süreli bellek arasında bir ara işlevsel bellek olarak işlev gösterdiği
tahmin edilen işleyen belleğe geçer.
“Birçok modele göre, işleyen belleğin bir bölümü belirli bir zaman dilimi için sınırlı sayıdaki bilgiyi
depolar, buna karşılık diğer bölümleri bu bilgiyi anlamlandırmak için işlemeye başlarlar. Bu bilgiyi
işleme etkinliği bittikten sonra, anlam uzun süreli bellekte depolanır (Carpenter ve Just, 1989: 3132)
“İşleyen bellek(Working memory)=Muhakeme: İnsanların merkezi işlemcisi, işleyen bellek olarak
adlandırılmaktadır. Bilişsel bir süreci etkilemek için, bilgi uzun süreli bellekten geri getirilip işleyen
belleğe atılmalıdır. İşleyen bellek bu yüzden uzun süreli belleğin aktif bölümünü oluşturmaktadır
(Kintsch, 1998: 217). McNabb ve Thurber’e göre (2006: 21) işleyen bellek, içerik, metin yapıları,
kelimelerin anlamları, öncül bilgi ve kelime hazinesinin geri getirilmesini belirleyen, uzun süreli
belleğin aktif bölümüyle ilgili teknik bir kavramdır. Aktif olan işleyen bellek, düşünceler
geliştirmeye ve değiştirilmeye devam ederken, geçici olarak bilgiyi depolar.”
...
“Bilginin değiştirilip düzenlenmesi ve kısa süreli olarak depolanmasından sorumlu olan işleyen
bellek, bu özelliğinden dolayı okuma anlama, zihinsel aritmetik ve kıyassal usa vurma gibi değişik
etkinliklerde, insan bilişi için çok önemlidir (Zoelch vd., 2006: 40) Osaka ve Osaka (2002: 155)
işleyen belleğin, eş zamanlı olarak bilginin işlenmesi ve depolanmasıyla ilgili olan bir zihinsel
hafıza süreciyle bağlantılı bir kavram olup, okuduğunu anlama, öğrenme ve usa vurma gibi
karmaşık bilişsel bir süreçte önemli bir rol oynadığını belirtmektedirler.”
.....
“Şetcher (2006: 189) dinlemenin ve okuma anlamanın, içerisinde kelimelerin ve cümlelerin daha
kapsamalı bir şekilde işlenmesi ve art alan bilgisiyle uyumu için tutulduğu, ve bir metne ait daha
önceden yapılmış yorumların, yeni gelen bilgiyle ilişkisi göz önünde bulundurularak yeniden
değiştirilip düzenlendiği bilişsel bir alan olan işleyen belleğe ihtiyaç duyduğunu ifade etmektedir.
“Huey (1908) (akt. Jonides, 1995: 229-230) dile yönelik okuma anlamada işleyen belleğin
kullanılması gerektiğini belirtmektedir, çünkü işleyen belleğe bir cümlenin başında yer alan
kelimeleri depolamak için gerek duyulmaktadır, bunun sonucu olarak daha sonra gelen kelimeler
tutarlı bir anlam bütünlüğü içinde bu kelimelerle uyumlu hale getirilebilirler.(neden kelimelerle
düşündüğümüzü bu olay açıklayabilir. Ses işleme bölgesi-auditory bölgeler, daha uzun süre, 4
saniyeden fazla süre uyartıları takip edebiliyor(Başar). Halbuki visual bölge, daha kısa süre takip
edebiliyor. Düşünme sırasında en uzun süre takibini sağlayan organımızı kullanmamız doğal. Bu
yüzden düşünürken fotoğrafları değil de kelimeleri-sesli uyaranları- kullanıyoruz. Tabii, visual
1
Esra Keleş, Salih ÇEPNİ, Beyin ve Öğrenme
uyaranlar da buna eşlik ediyor. Ama yalnızca eşlik ediyor.) (Görsel bilgi 1 saniyeden az, dokunma ile
ilgili bilgi 2–3 saniye, işitsel bilgi 4 saniye sonra kaybedilmektedir. Ancak yeterli dikkatin harcanması
durumunda duyusal kayıttaki bilgilerin kısa süreli belleğe aktarılması mümkün olabilmektedir
(Banikowski & Mehring, 1999)”
“İşleyen bellek kavramı iki açıdan kısa süreli bellek kavramından ayrılmaktadır. İşleyen belleğin
tek bir parçadan daha ziyade, bir dizi alt sistemi içerdiği var sayılmaktadır. Baddeley ve Hitch
(1974) (akt. Gatercole ve Baddeley, 1993: 4) işleyen belleğin üç bileşenini belirlemişlerdir. Bu
bileşenlerden ikisi, fonolojik döngü (phonological loop) ve görsel-mekansal kopyalamadır (visuospatial sketchpad). Bu bileşenler gelen bilgilerin akılda tutulmasından sorumludur. Fonolojik
döngü, işitsel olarak gelen bilgilerin kullanılması ve korunmasıyla ilgilenirken, görsel-mekansal
kopyalama, görsel ve yersel bilgilerin işlenmesi ve akılda tutmasıyla görevlidir. Fonolojik döngü
sözel bilginin depolanmasından ve işlenmesinden sorumlu iken, mekansal ve görsel kopyalama ise,
mekansal ve görsel bilginin işlenmesinden ve depolanmasından sorumludur (Haris; Cady,
QuocTran, 2006: 72). Üçüncü bileşen olan merkezi yürütücü (central executive) kısa süreli belleğe
gelen bilgilerin tutulması için hangi deponun kullanılacağının seçilmesinden ve bu bilgilerin
derlenmesinden sorumludur.”(Biz modelimizde bu alt alanları, geçici muhakeme tabloları olarak
adlandırıyoruz-N.Bencan)1
Hafızanın başka sınıflandırma türlerini de başka bir çalışmadan izleyelim:
“Hafızanın bilinen iki alt türü vardır. Kapalı (implisit ya da prosedürel) hafıza algılama ve motor
ödevler içindir, bilinçdışıdır. Açık (eksplisit, epizodik ya da deklaratif) hafıza ise bilinçli, hatırlama
gerektiren hafızadır. Kişi, yer, nesne ve olguları hatırlamak için gereklidir.
“Öğrenme santral sinir sisteminde nörokimyasal değişikliklere neden olmaktadır. En basit öğrenme
formları habitüasyon, sensitizasyon, klasik şartlanma ve operan şartlanmadır. Bu öğrenme
biçimlerinin hepsi de duyusal nörondaki nörokimyasal bir değişikliğin (eksitatör nörotransmitter
salınmasında azalma ya da artma) sonucudur.(1)
“Habitüasyon (Alışma): Kapalı hafızanın en basit formu olan habitüasyonda, hayvan zararsız bir
uyaranın özelliklerini ve tekrarlayan uygulamalar sonucunda ona aldırış etmemeyi öğrenmektedir.
Uyaran yinelendiğinde, duyusal nöronlarca oluşturulan monosinaptik uyarıcı potansiyeller giderek
azalmaktadır. Sinaptik geçişteki bu azalmanın ise duyusal nöronların presinaptik terminallerinden
salınan nörotransmitter miktarındaki azalmaya bağlı olduğu bulunmuştur.(2)
“Sensitizasyon (Duyarlılaşma): Sensitizasyonda habitüasyonun tersi biçimde, organizma zararlı bir
uyarana maruz kaldığında hem o uyarana hem de zararsız başka uyaranlara daha güçlü cevap
vermeyi öğrenmektedir. Sensitizasyon heterosinaptik bir süreçtir.(3) Sinaptik gücün artması zararlı
uyaranla aktive olan modülatör internöronlarla tetiklenmektedir. Modülatör internöronlar duyusal
nöronların presinaptik terminalleri üzerinde akso-aksonik sinapslar oluşturmaktadır. Zararlı uyaran
sonrası internöronlardan serotonin ve diğer nörotransmitterler salınmaktadır. Bu nörotransmitterler
presinaptik bölgedeki reseptörlerine bağlandıktan sonra gen ifadesini değiştirerek dakikalar
süresince duyusal nöronun terminallerinden transmitter salınışını artırmaktadır (Şekil 1).
Tekrarlayan uyaranlar ise bağlantılarda günler süren güçlenmeye neden olmaktadır.(4)
1
Salih ÖZENİCİ, İşleyen Belleğin Okuma Anlama Sürecindeki Rolü ve İşlevi:
“Klasik şartlanma: Klasik şartlanma sensitizasyondan daha karmaşık bir öğrenme türüdür. Bunda
organizma bir tip uyaranı diğeriyle eşleştirmeyi öğrenmektedir. İlk olarak Rus fizyolog ve psikolog
Ivan Pavlov tarafından tanımlanmıştır. Davranışsal olarak nötral bir uyaran (şartlı uyaran)
destekleyici bir uyaranla (şartsız uyaran) birlikte uygulandığında oluşmaktadır. Eğitimden önce
hayvanda şartsız uyaran refleks bir cevap oluşturur ancak şartlı uyaran oluşturmazken, ikisinin
kritik arayla uygulanmasıyla yapılan eğitim sonrası, şartlı uyaran tek başına şartsız uyaranın
oluşturduğu refleks cevabı oluşturabilmektedir.(5)
“Operant Şartlanma: Organizma klasik şartlanmada iki farklı uyaran arasındaki ilişkiyi öğrenirken,
operan şartlanmada bir davranış ve onun karşılığı arasındaki ilişkiyi öğrenmektedir. Her ikisinin
benzer nöral düzenekleri paylaştığı düşünülmektedir. Her ikisinde de zaman aralığı önemlidir. (10)
Sabahleyin duyduğumuz taze yapılmış kahvenin kokusu, ya da diş hekiminin bekleme odasındaki
ses ve koku bize geçmiş olumlu ya da olumsuz deneyimlerimizi hatırlatır. Operan şartlanmada
davranış, karşılığında aldığı ödül ya da cezaya göre öğrenilmektedir.
“Pozitif ve negatif pekiştirme davranışın tekrarlanmasını kolaylaştırırken, davranışın karşılığında
verilen ceza davranışın tekrarlanmasını zorlaştırmaktadır.(1) Operan şartlanmadaki öğrenme
düzenekleri psikiyatride, özellikle davranış terapisinde kullanılmaktadır. Operan şartlanma sadece
yüksek organizmalarda değil, omurgasız ve basit canlılarda da davranışı değiştiren bir hafıza türü
olarak görülmektedir.(11)1
Hafıza ve onun çeşitli uygulamaları bugün Bilgisayarlarımızda kullanılmaktadır. ROM, RAM, ÖN
Bellek, Tampon Bellek, ses kartları ve görüntü kartlarındaki, yazıcılardaki özelleşmiş hafızalar
örnek olarak verilebilir. Beynin çalışmasından ne ölçüde esinlenerek düzenlendiklerini anlatmak
için kısa bir örnek verelim:
“Yeni gelen öbeklere yer açmak için, önbelleğin içinde bulunan öbek veya öbeklerin silinmesi
gerekir. Hangi öbeklerin önbellekten boşaltılacağını belirlemek için kullanılan kurala “Yaz-Sil
Denetimi”(Replacement Policy) denir. Yaz-sil denetiminin ana sorunu ileride en az kullanılacak
olan öbeğin tahmin edilip önbellekten silineceğeni belirlemektir. Donanımın hangi öbeğin en az
kullanılacağını belirlemesi oldukça zordur. Günümüzde hangi öbeğin önbellekten silineceğini
belirlemek için kullanılan 2 yöntem vardır:
“Rastgele öbek çıkarılması: Önbellekteki herhangi bir konumdaki öbek silinir ve bellekten
getirilen öbek bu konuma yazılır. Bu yöntem pek sağlıklı değildir. Önbellekte sık erişilen bir öbeğin
silinmesine ve zaman kayıplarına yol açabilir.
“En eski öbeğin çıkarılması: Bu yöntemde “ilk giren ilk çıkar”(FIFO) mantığı kullanılır.(İnsan
beyni de böyle çalışır N.B.)
“Son zamanda en az kullanılan öbeğin çıkarılması:(Least Recently Used - LRU) Önbellekte bir
konuma veri yazılacaksa, öbeklerden son zamanda en uzun süredir erişim yapılmayan öbek
çıkarılır. Önbelleğin dinamik kullanımı hakkında bilgi gerektirir. Bu nedenle maliyet daha fazladır,
ancak FIFO yönteminden daha başarılıdır.
1
Sevda DEMİRCİ, Ertuğrul EŞEL, Öğrenme ve hafızanın hücresel düzenekleri ve psikiyatrik hastalıklarla ilişkisi
“Optimum yaz-sil denetimi: Gelecekte hangi öbeklere hangi sıra ile erişim olacağını bilmeyi
gerektirir. Bu sıra tahmin edilebilir, ya da kod daha önce çalıştırılarak görülebilir. Ancak maliyet
yüksektir.”1
HAYAL: (). Bilinç perdesinde oynayan film. Ön Muhakemenin tetiklemesi yolu ile(çağrışım da
denir) Hafızadan gelen bilgilerin Muhakeme alanında yeniden temsili(representasyonu). Gerçeğe
uygunluk denetimi yapılıyorsa Muhakeme, Yapılmıyor da serbest akışa bırakılıyorsa Hayal deriz.
İÇ GÖZ: ().İç duyular(internal senses)(iner speech, visual imagery, )
Yalnızca göz değil, tüm dış duyularımızın(Görsel-Visual-, İşitsel-audotory-, dokunsal-tactil-, tattaste- ve kokusal-olfactive-) sanal-virtual- karşılıkları vardır. Muhtemelen ağrı, denge ve diğer iç
duyularımızın da. Bunlar beyinde ayrı merkezler olabilirler. Ama yalnızca ilgili duyuların,
Hafızadan aynı uyarıyı aldıklarında yeniden aktifleşmesi de olabilirler. Uyarı sinir uçlarından da
gelse, hafıza kodlarından da gelse, ilgili duyu merkezlerinde aynı izleri harekete geçiriyor olabilir.
Bu konu nörofizyolojide aydınlatılmayı bekleyedursun, bilgisayarda böyle bir sorun
bulunmamaktadır. Biz bu representasyonu bilgisayarda birçok teknik kullanarak oluşturabiliriz.
Sonuçta yapılan, hafıza kodlarına ulaşıldığında ilgili duyu dosyasını çalıştırmaktan ibarettir. Belki
en kolay yolu da, her bir duyu alanına karşılık gelecek şekilde ayrı hafıza tabloları oluşturmak
olabilir.
Hafızanın sorgulama sistemi, Dışarıya bakan gözümüz dışında ayrı bir “İç Göz” gibi, bir “satıra”
değil bir “alana” bakar. Odaklandığı şeyi çevresi ile birlikte algılar, ama netliği çevreye doğru
giderek azalmaktadır. Olay temelinde çalışır. Bir Olay ise, zamana yayılmış bir grup Bilgiden başka
bir şey değildir. Genellikle bir(veya birden fazla) nesne, değişmeyen(veya farklı biçimde değişen)
bir zeminde hareket etmektedir. Canlı organizma, bu hareketleri takip edebildiği ölçüde nesneyi
yakalar veya ondan kaçabilir.
İç göz”, insan hafızasında normalde beş-on saniyelik olayları(20-40 satır) bir bakışta görebilecek
yapıda gibi görünüyor(Bkz. Algı). Bu kesit, “iç göz”ün zorlanmadan odaklanabildiği kesittir. Ama
bu odağın dışında, Hafızada bu kesitin öncesinde ve sonrasında daha geniş bir kesiti de daha
bulanık olarak algılar. Kesintili sıçramalarla da(Sakkadik hareket) o bulanık alanlara hızlı gidipgelmeler yapar.
“İç göz”, çağrışım gereklerine göre odağındaki satırları geçici Muhakeme tablolarından birisine
kopyalar. Bu suretle o Bilgiler Bilinç alanına çıkmış olurlar.
“İşleyen Hafıza... kendi içinde iki duyusal bilinç içerir; işitsel alan -the phonological loop- (içten
konuşma için) ve görsel alan -the visual sketchpad- (görsel canlandırma için). İşitsel alan, sol
yarıkürenin klasik konuşma bölgesi olan Broca ve Wernicke alanlarını kullanıyor gibi görünür.
Wernicke alanı, işitsel korteks’e komşudur... Aynı şekilde, görsel canlandırma da görsel kortekse
ihtiyaç duyar gibi görünüyor, özellikle de güçlü canlandırmalarda.İşleyen Hafıza, bu iki içsel bilinç
alanının
da
amaçlı
olarak
kullanıldığı
yerdir.”
(Bernard
J.
Baars
The global brainweb: An update on global workspace theory)
İÇGÜDÜ: (İnstinkt). Hayvanlarda, bir türün bütün bireylerinde ortak olarak bulunan, türün hayatta
kalmasını ve devamını sağlamaya yönelik dürtülerin tümü. Bitkilerde de benzeri mekanizmalar
vardır, ama bunlar hayvanlardaki gibi “güdü” veya “dürtü” sınıfında değerlendirilmezler. Bunun
1
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9Flemci_%C3%B6nbelle%C4%9Fi
nedeni, Güdü veya Dürtülerin davranış ile, yani hareket ile ilgili kavramlar olmalarıdır. Bitkiler ise
insanlar açısından anlamlı bir hareket hızına sahip değillerdir, hareket edemez sınıfta
değerlendirilirler.
İDRAK: (Perception). Algı’yı Bilgi haline getirme süreci. İdrak bir işlemi, Bilgi bu işlem
sonucunda elde edilen şeyi ifade eder. Duyu organlarımızdan kalkan sinirler, dış ve iç etkileri
beynimizin ilgili bölgelerine ulaştırırlar(Algı). Bu uyartılar Hafızada sorgulanıp, uygun eşleşme
bulunduğu anda tanınır, bilinir olurlar. İşte bu işleme İdrak etmek denir. Algı, İdrak sayesinde
Bilince çıkar. İdrak edilmemiş Algı, ancak Bilinç dışı işlemlere konu olabilir.
İdrakin ölçülebilir özellikleri vardır. Psikometrik ölçümlerde, insanda ortalama idrak süresinin ¼
saniye (250 milisaniye)olduğu bulunmuştur. Bu süre, bir duyu organına uyartı verildikten sonra, o
uyartının fark edildiğinin denek tarafından bildirilmesine kadar geçen süredir. Algıda sinir
hücrelerinin iletim hızı, çeşitli duyu organlarında farklıdır(50-200 milisaniye). Ayrıca peşpeşe
uyartılarda giderek uyartı süresinin uzaması ve şiddetinin düşmesi (yorulma) sözkonusudur.
Halbuki İdrak olayı bütün duyu organlarında aynı sürede gerçekleşmektedir ve yorulma da
sözkonusu değildir. Bu da bize, İdrakin duyu organları ile değil, beyinde başka bir merkezle ilgili
olduğunu gösterir.
Ayrıca İdrak, sinir hücreleri gibi bir defalık atımlarla çalışmaz. İdrak, resimleri bir “Olay” haline
gelinceye kadar sıralar. Bu konuda Susan Blackmore, ses idraki konusunda şunları yazıyor: “Sesler
yalnızca belirli bir zaman süresince algılandığında bir idrak oluştururlar. Dikkatimizi bir sesten
başka bir sese çevirdiğimizde, mesela araba sesinden çocuğun sesine, yeni sesi idrak etmemiz için
bir süre geçer. İlk frekansta o sesi tanıyamayız, belirli bir zaman bandında o sese ait frekansları blok
olarak sorgulayıp tanımamız gerekir. (Susan Blackmore, There is no stream of consciousness)
İLGİ: (Affinity). Belli bir amaca ulaşmak için Duygunun ve Dikkatin olumlu yönelimi.
İlgi, iç veya dış bir uyarana karşı, organizmada bir yönelme, yaklaşma tepkisi ortaya çıkaran
duygudur. Korkulup kaçılan bir uyarana karşı da ilgi duyulabilir. Bu defa ilgi, onu tanımaya ve
araştırmaya yöneliktir. Yani organizma bir bütün olarak objeden uzaklaşmakla birlikte, gözü, kulağı
ve bilinci ona yönelmektedir. İlgi çeken şey veya olayın, ilgi süresince alışılmışın veya beklenenin
dışında bir gelişim göstermesi, HAYRET uyandırır. Eğer ilgi, bir tepki gerektiriyorsa ve bu durumda
hayret sözkonusu ise, ne tür bir tepki gösterileceğini kestirememekten dolayı ŞAŞKINLIK doğar
İlginin derecesinde normalden aşağıya doğru gerilemeler olabilir. Bunlar genellikle patolojik haller
gösterirler. Durgunluk, isteksizlik, ilgisizlik, bezginlik, duyarsızlık halleri, ya ruhsal, ya da bedensel
bir hastalık hali ile birlikte ortaya çıkan, ilginin körelme derecelerini ifade ederler.
İLHAM: (Esin, İnspiration). “Etkilenme, çağrışım veya içe doğmayla akla gelen yaratıcı duygu,
düşünce, ilham.”1
Ön Muhakemenin, Bilinç tarafından beklenmeyen sonucu. Daha önceki çıkarımlara uyan, beklenen
Bilgiler İlham olarak değerlendirilemez. Daha önceki Bilgilere uymayan beklenmeyen, ama yararlı
ve öncekilerle uyumlu yeni Bilgiye İlham deriz.
İMAN: (Belief). Deneysel olarak doğrulanmamış, pratikle desteklenmemiş olanı benimseme…
Bilgi, kanıtlanmış ya da kanıtlanabilir olandır. İman ise kanıtlanmamış ve asla kanıtlanamaz
1
TDK Güncel Türkçe Sözlük
olandır. Daha çok dinsel içerikli olarak
şeklindedir.(Felsefe Sözlüğü)
kullanılır. Diğer alanlarda kullanımı
İnanç
İNANÇ: (Belief). Bir kanaate dayanarak varılan Yargı. Bilgi, Muhakemeye dayanarak elde edilen
Yargıdır.
İSTEK: ()”Bir şeye duyulan eğilim, arzu, şevk.”1
Bir programın kendi “İsteklerini” üretebilmesi mümkündür. Kendi isteklerini üretebilen ve
hafızasındaki verileri değerlendirerek bu isteklere ulaşmanın yollarını nasıl arayabileceğini
“öğrenebilen” bir program, aradığımız Genel Amaçlı Yapay Zeka olacaktır.
Sorun, bir programın nasıl “İstek” oluşturabileceğine, bu isteği nasıl bir “Amaç” haline
getirebileceğine, ve bu amaca ulaşmak için verileri nasıl işleyebileceğine dair bir model
oluşturmaktır.
Düşünmenin en önemli altyapı öğesi “istek”tir. İstek olmadan muhakemeye başlanamaz. Boşveririz,
kafamızı çevirip gideriz. Beyinde istek, içgüdülerimiz yolu ile sağlanır. Işığa yönelmek, karanlıktan
kaçmak, besine yönelmek, anneye ve kendi türümüzden canlılara yakın durmak, karşı cinse ilgi
duymak, soğuktan korunmak ve güvenli ortamlara yönelmek bunlardandır. Merak, araştırma,
değişikliğe yönelme ve düzen isteme de bu kapsamdadır. Bu temel isteklerin üzerine, daha sonra
edindiğimiz tecrübeler yolu ile çok çeşitli ve incelmiş istekler eklenirler. Salt zihinsel istekler de
bunlardandır. Hayatımız için hiç de gerekli değil gibi görünen bir yığın şeyi bilmek isteriz ve kafa
yorarız. Bir şeyi istiyorsak ve ona ulaşmada engeller varsa, işte o zaman önce kızgınlık, sonra
muhakeme başlar. İkisi de fayda vermiyorsa, vazgeçme davranışı ortaya çıkar.
“İstek Modülü”, bir Yapay Zekanın hayati parçası olacaktır. Eğer bir “İstek Modülü”nü işletebilirsek,
bugünkü programlama teknikleri ile çözemeyeceğimiz sorun yoktur. Bu modül, klavyeden girme
yerine, programın bir tür “oto-tıklama”lar yapmasını sağlayacaktır. “Bilgisayarlar kullanıcının
isteklerini yerine getirir, kendileri bir şey isteyemezler” denir. İşte, kendi isteklerini üretebilen bir
program, “Yapay Zeka”nın kapısını aralar.
Peki nasıl çalışır istek?
Bebekte, önce “ilgi” vardır. İlgi, isteğe dönüşür veya dönüşmez. İlginin isteğe dönüşmesi için, ilgi
objesinin “elde edilebilir” olması gereklidir, bunun mümkün olup olmadığını da tecrübelerimiz bize
söyler.
İlgi, genetik olarak fizyolojik ihtiyaçlarımıza yönelmiştir: Besin, uygun ortam ısısı, güvenlik, ışık gibi.
Sonra zihinsel ilgi unsurları gelir: Yeni olan, farklı olan, şiddetli olan duyumlara ilgi. Genel olarak
algılarda “uyum” ve bazı özel durumlarda “uyumsuzluk” da ilgi çeker.
Anlık ruhsal durumumuza göre, ilginin hedefi değişiklik gösterir. Aynı ortamda bazen “iyi, hoş, güzel”
şeyler ilgimizi çekerken, bazen “kötü, çirkin” şeyler öncelikle ilgi alanımıza girebilirler.
İlgi ve istek, bebekte zamanla oluşacak olan “benlik” bilincinin içinde yer alırlar. Tecrübeler biriktikçe,
istenen ve istenmeyen obje, ortam ve olaylar, “iyi-kötü”, “sevgi-nefret” gibi sınıflarda
kavramlaştırılırlar. Ayrıca sosyal bir tür olmamızdan gelen sosyal içgüdülerimiz vardır. Aidiyet
1
TDK Güncel Türkçe Sözlük
duygusu, takdir edilme ve beğenilme duygusu, diğerlerinden üstün olma isteği, en iyileri diğerlerinden
önce elde etme isteği gibi sosyal istekler de benlik bilinci altında örgütlenirler.
Son olarak bedensel yorulmadan kaçınma, zihinsel yorulmadan kaçınma, can sıkıntısından kaçınma ve
eğlenmeye yönelme gibi biyolojik isteklerimizi de ekleyelim benlik bilincine. İşte bu istek ve
kaçınmalar, her türlü muhakememizin temelini oluştururlar. “Motivatör”dürler. Bunlar olmadan hayal
olur, ama muhakeme olmaz.
Bilgisayarda bir “İstek” oluşturmak ne kadar zordur? En basit şekli ile istek, tek kademeli “if…then”
koşulu ile yaratılır. “Şu şartlar var ise, şöyle davranmayı iste, veya tercih et!” Bu şartları insandaki gibi
100 civarında hormon, enzim ve sinaptik transmitterlere göre kademelendirelim. Ayrıca, belirli bir
anda, o ana özel bir tek davranış geliştireceğimize göre, bu şartların bir “ağırlıklı ortalamasını” dikkate
alacağımızı da düşünelim. Üstüne, hafızamızda yer alan, “benlik bilinci”mize bağlı yüzlerce –daha
önce oluşturduğumuz- yargının bazılarının da birer şart oluşturacağını düşünelim. İşte bu kadar
parametre arasından “if…then” önermeleri ile oluşturacağımız son ortalama, makinemizin “isteğini”
oluşturacaktır.
Yapay Zekada bu şartlar daha sınırlıdır. 20 kadar duygusal değerin, beyindeki enzim ve
transmitterlerin düşünme ile ilgili olanlarının yerini tutabileceğini söyleyebiliriz. Bilgisayarımızın,
evdeki radyoyu kıskanması gerekmeyecektir sonuçta. Hafızadaki “benlik bilinci” yargıları ise, tıpkı
beynimizdeki gibi, otomatik olarak şarta dönüşen yapıda olacaklardır. Beyinde, bir yargı oluşturur ve
onu duygusal bir değer ile bağlantılandırırız. Programda ise, bir yargı ifadesi oluşturur ve ona bir
duygu değeri veririz. Sonra, eğer o yargı çağrılmışsa, “bu duygu değeri şu ise, ortalamaya şu formüle
göre değer gönder” deriz.
Bebek, uykudan uyanır ve yattığı yerden etrafı izlemeye başlar. Bir süre sonra sıkılır(monotonluktan
sıkılma da içgüdülerimizdendir). Sıkılma başlayınca, ilgi hafızadaki “eğlenceli” kayıtlara yönelir.
Bunlar içinde hemen hepsinde obje olarak anne vardır. Anne, bir şekilde erişilebilir durumdadır, çünkü
daha önceki rasgele davranışlarda erişilmiştir. Anneyi ister. Fakat anne yoktur. Çok ister. Anne gene
yoktur. El-ayak hareketleri ile, sinirlenerek tepki gösterir. Anne gene yoktur. Sonunda, daha fazla
sinirlenmesi onu ağlama tepkisine götürür. Sinirlenme, daha çok sinirlenme ve ağlama, isteğin önünde
bir engel varsa ortaya çıkan ilkel fizyolojik tepki biçimimizdir.
Ağlamadan sonra anne gelir, kucaklar, pışpışlar, güzel sesler çıkarır, meme verir, oynar. Uyanıp etrafı
seyretmeye başlamasından itibaren bu olay, veritabanına bir “satır grubu” olarak kaydedilmiştir. Buna
benzer olaylar tekrarlandıkça, bebek, her defasında bir önceki, iki önceki olayları(benzer satır
gruplarını) da hatırlayacak ve onlar ile aynı olan sütunları mimleyecektir(aynılık değeri veya tekrar
değeri atama). Belki 5-6 tekrar sonunda, diğer pek çok şey değiştiği halde, “ağlama” ve “annenin
gelmesi” ikilisinin hep aynı kaldığını görecek ve bu ikiliyi önceki satır gruplarının özeti veya üstkavramı haline getirecektir. Bu bir yargı oluşturmadır. Değer verme ve oluşturulan yargı, bir
muhakeme işlemidir. Yargı; “ağlarsam anne gelir” veya “anneyi istiyorsam ve anne ortada yoksa,
ağlamalıyım” şeklindedir.
Beynimizde bu tür yargılar “genelleştirilme” eğilimindedir. Böyle bir yargı otomatik olarak, “herhangi
bir şeyi istiyorsam ve o şey ortada yoksa, ağlamalıyım” şekline çevrilir. Önce genellenir, sonra, gelişen
olaylarda doğrulanıp doğrulanmadığına göre, sınırlandırılır yargı.
İleriki yıllarda bebek, düzenli bir gelir(fizyolojik ihtiyaçlara bağlanır) veya itibarlı bir mevki(sosyal
statü ihtiyacına bağlanır) için kaba bir yol haritası oluşturacak(gelecek hayali), bu yol haritasına yüksek
bir önem değeri verecek, bu yol haritası doğrultusunda ÖSS’de en az filanca puanı alması için Türkçe
testlerinde eksik olduğunu gördüğü bazı yönleri tamamlamak üzere belki bir dönem kendisini romanlar
okumaya verecektir. Roman okuma isteği, aslında can sıkıntısından veya macera
sevdiğinden(değişiklik isteği ile eğlenme isteği birlikte) değil, fizyolojik veya sosyal ihtiyaçlara
bağlanmaktadır bu kişide. Her isteğimiz, “benliğimizi” tatmin içindir ve benliğimizin tüm ihtiyaçları,
son analizde fizyolojik, sosyal ve bedensel ihtiyaçlarımızın türevlerinden ibarettir.
Motivasyon içten gelen ve dıştan gelen isteklendirme olarak ikiye ayrılabilir. İçten gelen isteklendirme
kişinin ne istediği ve neye ihtiyaç duyduğu ile ilgilidir. Dıştan gelen isteklendirme ise bizim dışımızdaki
birinin bir şeyi yapmamızı istemesi olarak ifade edilebilir (Weiss, 2000).
İZLENİM: (İntiba, İmpression). Kanaat olarak ifade edemediğimiz, daha muğlak yargılarımıza
izlenim deriz. Bir Bilgi eğer Bilince değil de Bilinç dışı verilere dayanıyorsa, yani onu Muhakeme
edemiyor veya adlandıramıyorsak, Figürlere değil de Fonlara dayanıyorsa, o Bilgiye İzlenim deriz.
Bebeklikten beri edindiğimiz tecrübeler, bizde bazı bakışlar oluşturur. Bunlardan birisi, “bir tasvire
veya olaya yüklenen özellikleri, o tasvir veya olayın elemanları da taşır” izlenimidir.
KANAAT: (Zan, Surmise, Belief ). Kanaat, Yargı ve İman(İnanç), Bilgilerimizin birbirleri ile
ilişkisinin kategorileridirler.
“Ali Geliyor”. İlk Bilgimiz bu ise ve elimizde bununla çelişen başka bir Bilgi yoksa, bu Bilgi
genellenir. Yani, “Ali’ler gelir” ve “bir şey geliyorsa, o şey Ali’dir” deriz. Her iki genelleme de,
Kanaat’tir. Hem Ali hakkında, hem de gelme eylemi hakkında oluşan kanaatimizdir.
İlk Bilgi, eğer daha önceki bilgilerimizle çelişmiyorsa, genellenir ve Kanaat olur. Daha sonra gelen
destekleyici Bilgiler, Kanaati güçlendirirler. Eğer bu Bilgiler bizim için önem ve süreklilik
taşıyorlarsa, sağlam bir Kanaat haline gelirler(bkz. Şartlı Refleks). Eğer ardından gelen Bilgiler ilk
Kanaat ile çelişiyorsa, Kanaati zayıflatırlar. Bir çelişik Bilgi ile zayıflamış Kanaat, Şüphe
duygusunu uyandırır.(Bkz. Şüphe). Şüphenin karşıtı emin olmaktır ve Tatmin duygusundan
kaynaklanır(bkz. Tatmin). Emin olma, çeşitli İnanç kademelerini ifade eder. En yüksek derecesi
İman olarak adlandırılır.
Hareket ve duygularla ilgili Şartlı reflekslerimiz, Doğal reflekslere dayanır, onlar üzerinde inşa
edilirler. Kanaatlerimiz de Duygusal Değerler ve Bilişsel Değerlere dayanır ve onlar üzerine inşa
edilirler.
Hafızadaki bir grup satırı Bir simge ile işaretleyip onları yeni bir Bilgi yapma, yani isim verme, bir
Muhakeme olayıdır. Bir Muhakeme olayından geçen Kanaat, artık Yargı olur ve kendi
kategorisinde sağlam yargı, şüpheli Yargı olarak değerlendirilebilir. Bir Muhakeme işlemine konu
olmamış Kanaat, pekişmiş bir Şartlı Refleks haline gelmişse bile, henüz Kanaattir. Henüz bir isim
verilmemiş Bilgi, Kanaat kategorisinde bir Bilgidir.
Bir Bilgi eğer Bilince değil de Bilinç dışı verilere dayanıyorsa, yani onu Muhakeme edemiyor veya
adlandıramıyorsak, Figürlere değil de Fonlara dayanıyorsa, o Bilgiye İzlenim deriz.
Olay ve Tasvirlerin duyu tablolarında fiziksel karşılıkları vardır. Ama düşünsel işlemlerin,
bağlantıların, Şartlı Reflekslerin duyu alanlarında fiziksel karşılıkları yoktur. Onlara bir isim
verdiğimiz anda, bir kelimenin görsel Tasviri ve bir ses öbeğinin işitsel Olayı şeklinde fiziksel
karşılık da kazanırlar. Tüm bu Tasvir ve ses kazandırma olayları, Muhakeme alanında gerçekleşir
ve böylece Kanaat, Yargı kategorisine geçmiş olur.
Çağrışım, Hafızadan bir grup ardışık satırı süzüp geçici Muhakeme tablosuna alır. Bu tablodaki
yüzlerce satır arasında, “iç göz”ün odağı, dikkati, ortada bulunan, diyelim ki 20 satırdadır.
Muhakemeye alınan bu 20 satırdaki bilgilerdir. Ama tıpkı gözümüzün titreşimler yaparak odak
dışındaki bölgelere de hızla kayıp-yeniden odağa dönmesi gibi, “iç göz” de hızlı sıçramalarla
tablodaki diğer satırlara da bakışlar atıp durur. İşte bu bakış atmalar, tablodaki Olayın bütünü
hakkında bir Kanaat oluşturur. Odaktaki Olay kesiti Muhakeme edilmektedir, ama bu Muhakemeye
Olayın bütünü hakkında bir Kanaat de eşlik etmektedir. Odaktaki Olay kesiti Muhakemedeki
Fikirin Figürü, eşlik eden Kanaat de Fonudur. Bilinç bu süratli sıçramaları takip edemez, ancak bazı
Tasvir şaşları olarak algılar.
“İç göz”, geçici Muhakeme tablosunda, odak dışında sıçramalar yapmakla kalmaz, bu sıçradığı
satırların ana hafızadaki bağlantı linklerine de sıçramalar yapar. Bu sıçramalar da Kanaat
oluşumuna etki ederler. Bu tablo dışı sıçramalar, İlham yollarımızın bir kısmını oluştururlar.
KAVRAM: (Conception).
“Sözcüklere gerçek anlamlarını vermek ve bunlar aracılığıyla düşünmek, olayların ve süreçlerin
özünü kavrayıp temel yanlarına ve özelliklerine ilişkin genellemeler elde etmek olanağını sağlayan,
nesnel çevrenin insan düşüncesindeki yansıma biçimi.”1
“Dünyadaki nesnelerin, durumların, hareketlerin ve tasavvurların dildeki ifadesidir. Kavramın
değeri, niteliği aynı dili konuşan kimselerce aşağı yukarı aynıdır: ekmek, su, susuzluk, tembellik,
delikanlı, dörtnala, tutumlu vb".”2
“1. Bir şey üzerinde birçok ayrı algıları kapsayan genel düşünce. 2. Bir olay, bir nitelik ya da nicelik
üzerinde oluşan zihinsel imge. 3. Kaplamı ve içeriği bir im ya da sözle anlatılarak anlam
kazandırılan soyut düşünce.” 3
“Dünyadaki nesnelerin, durumların, hareketlerin ve tasavvurların dildeki ifadesidir. Kavramın
değeri, niteliği aynı dili konuşan kimselerce aşağı yukarı aynıdır: ekmek, su, susuzluk, tembellik,
delikanlı, dörtnala, tutumlu vb.” 4
Bir milyar bilgi, hatta bir milyon bilgi beyin için çok fazladır aslında. Eğer biz muhakeme için bir
defada yalnızca 7-10 bilgiyi kullanabiliyorsak, yüz bin bilgi bile çok fazla olabilir. Beyin bunun için
bilgiyi azaltmayı hedeşeyen pratik bir yöntem kullanır ki, aynı yöntemi bizim de Yapay zekada
kullanmamız gerekir.
Beyin, algıladığı objedeki, manzaradaki pek çok parametreyi azaltıp, giderek tek parametreye
indirmeye çalışır. Onu bir sembol ile anmak, ona bir özel isim vermektir bu olay. Bu, düşünmenin
doğal bir parçasıdır ve muhakeme yeteneğini artırmanın yegane yoludur beyin için. Muhakeme
odasına bu isim alınır.
İsim, muhakemenin çalışabilmesi için elzem görünüyor. Bunun nedeni belki de, beynimizin ses izleme
yeteneğinin, görüntü izleme yeteneğinden farklı olması olabilir. Beyin çeşitli frekanslardan oluşan bir
1
TDK Bilim ve Sanat Terimleri Ana Sözlüğü(BSTS) / Toplumbilim Terimleri 1975
BSTS / Gramer Terimleri Sözlüğü 2003
3
BSTS / Eğitim Terimleri Sözlüğü 1974
4
BSTS / Gramer Terimleri Sözlüğü 2003
2
ses öbeğini saniyeler boyunca izleyip, sonra hepsine birden bir anlam yükleyebilir. Dört saniyelik bir
müzik parçasını izlediğinde, beyin, yüz civarında ses algısını biriktirip sonra ona bir anlam ataması
yapıyor demektir. Görüntü işlemede ise bu hız ve kapasiteye ulaşamıyor gibi insan beyni.
İsimleri, içimizden konuşma gibi izleriz Bilincimizde. Belki de Muhakeme alanı, daha kolay geldiği
için ses temelli bir çalışma sistemi uygulamaktadır ve bu yüzden isim verilemeyen, salt duyu
alanlarındaki izlere dayanan verilerle çalışamamaktadır.
Fakat sonuçta, bu isim ile ilgili tüm parametreler, ilgili tablolarda da muhafaza edilmeye devam
edilmektedir ve üstelik isim muhakeme odasına alındığı anda tablolardaki ilgili parametreler de
aktifleşirler. Aktifleşme, muhakemenin bir aşamasında eğer bu parametrelere ihtiyaç duyulursa,
öncelikli olarak çağrılmaları için bir geçici tabloya alınıp bekletilmeleri anlamına gelir. Beyinde bu
işlem, ilgili sinirlerin uyartı eşiklerinin düşürülmesi ya da ilgili sinir grubunun yaygın uyartı haline
geçirilmesi şeklinde yaşanır.
Veritabanında yeterli tekrara ulaşan, yani artık özel bir isimle anılmayı hak eden bilgi grubunu
saptayıp, ona özel bir isim verecek bir modül gerekecektir. Bu modül, bilginin ya da bilgi grubunun
özel bir ismi hak edip etmediğini saptayacak, verilecek ismi belirleyecek, veritabanında ilgili
olabilecek yerler ile bu ismin linklerini sağlayacak algoritmalarla çalışacaktır. Beynimizde bu işlem,
genel olarak “şartlı refleks oluşturma” mekanizmalarının bir parçasıdır.
Peki bir “Kavram Oluşturma Modülü” nasıl çalışır? Hafızadaki akıp giden bir olay dizisinden, bir
açıdan kendi başına anlamlı olan bir bölümü işaretlemekten ibarettir kavram oluşturmak. Bunun basit
bir yolu, temel isteklere, ihtiyaçlara, ilgilere göre dikkati tetiklediği kareden başlayıp, Tatmin
duygusunun ortaya çıkmaya başladığı kareye kadar kopyalayıp, bir isimle birlikte hafızanın sonuna
yapıştırmak olabilir. Bu işlem, “bir bakışta görmeyi” sağlayan doğal Algı sınırlarında, basit bir
işlemdir. Fakat zaman veya mekan olarak doğal algılarımızın sınırlarını aşan, yani daha uzun veya çok
kısa zamanı kapsayan, daha geniş veya çok dar alanı kapsayan (makroskopik veya mikroskopik) algı
kümeleri için, Bilinci zorlar. Çok defa tekrar etmeleri gerekebilir, önce parçalara bölüp isimlendirmek,
sonra bütüne doğru ilerlemek gerekebilir. Bütün bu işlemlerde kendi tecrübelerimizden öğrenme, yani
şartlı refleks mekanizmaları devrededir. Bilincin gerekliliği burada da görülür. Muhakeme
yöntemlerimizi izleyip onları ayrı birer “Algı” olarak ele almasaydık, bu karmaşık işlerin üstesinden
gelemezdik.
Benzerlik veya zıtlık düzeyinde, ilgili parametrelerde yapılan sorgulamanın sonucu, yeni bilgi ile
ardarda kaydolur. Çünkü Ön Muhakeme işlemi de hafızaya kaydolur. Ön Muhakeme esnasında hangi
alanların sorgulandığı, benzerlik veya zıtlık noktalarını gösterir. Başka bir zamanda aynı bilgi yeniden
alındığında ve sorgulandığında, öncelikle en son kayıt olarak bu benzerlik veya zıtlık bilgisini taşıyan
satırlar galacaktir Ön Hafızaya. Bu da, ilgili benzerlik veya zıtlık noktalarının tekrar değerini
artıracaktır. Kavramlaşma, algıların tekrar değerinin bir eşiği aşması ile ilgili olduğu kadar, istek ve
amaç gibi duygusal ve bilişsel değerlerin de bir eşiği aşması ile ilgilidir.
Yeni doğmuş bir bebeğin Zihninde, yaşadığı olaylar zaman sırası ile Hafızasına kaydolurlar.
Hafıza’ya bakan “iç göz”, geniş bir açı ile bakar ve birden çok bilgiyi aynı anda görebilir(bkz. Şartlı
Refleks, Hafıza). Bir süre sonra, olayların peş peşe gelişlerine göre, bebeğin hafızasında şu Bilgiler
yer alacaktır:
Acıktım(içimde bir yer acıdı) ve ağladım
Sıkıldım ve ağladım
Bir yerim acıdı ve ağladım
Özledim ve ağladım
Ağladım ve anne geldi
Ağladım ve anne meme verdi
Ağladım ve anne kucağa aldı
Ağladım ve anne salladı
Bu satırların her biri, peş peşe gelen iki ayrı bilgiyi birbirine bağlayan Yargılardır. Bir Yargı
oluşturunca, artık o yargı, yeni bir Kavram olarak, çağrışım ve çıkarsamalarda tek bir Bilgi olarak
yer alır. Yani bebek; “ağladım ve anne geldi” olayını bir simge ile hatırlar. Simge; kendi ağlama
sesi, gırtlağındaki acı hissi, ciğerlerinin zorlanması hissi, annenin yaklaşan görüntüsü gibi, olaylarla
ilgili herhangi bir anı parçası olabilir. İlgili anı parçalarından en kolay erişilebileni seçilir ve bu iki
Bilgiye simge olarak atanır. Artık o simge, bağlı olduğu o iki Bilgiyi hatırlatacaktır bebeğe. Mesela
“AAG” der ona. “Anneyi istiyorum, o halde ağlamam gerekiyor” demesine gerek yoktur artık.
Anneyi istediği zaman, doğrudan AAG çağrışımı yapılır(Yargı’nın çağrışımda önceliği) ve
ağlamaya başlar. Bu atanan simgeler, sinir dilimizi oluşturur. Sonraları bu sinir dili karşılığı olan
Türkçe, Çince, vb. kelimeleri öğrenip onları kullanacaktır bebek.
Büyüme sürecinde bir yandan yargılar çoğalırken, bir yandan da “iç göz”ün bakış açısını kontrol
etme, daraltıp genişletme yeteneği de, öğrenme yeteneğimiz sayesinde gelişir.
Acıkınca ağlarım-AA
Ağlarsam anne gelir-AAG
Anne gelince meme verir-AMV
Peş peşe gelen bu yargıların ilk zamanlar yalnızca iki tanesini bir bakışta görebilirken, zamanla üç
taneyi aynı anda görebilme yeteneğine kavuşur bebek. Üç aşamayı bir Yargı halinde birbirine
bağlamayı başarmak, muhakemede yeni bir olaydır. Bebek bu aşamaya 0-2 yaş döneminin sonuna
doğru ulaşır. Konuşmayı öğrendiği andan itibaren de hızla gelişir bu yeteneği. Çünkü artık AA,
AAG gibi zihinsel semboller yerine kelimeleri kullanmaya başlamıştır. Zihinsel semboller sezgidir,
Fon’dur, Bilinç onlarla ne yapacağını pek bilemez. Kelimelerse Figürdür, Bilincin çalışma alanına
girerler. Muhakeme, kavramlar olmadan çalışamaz. Muhakeme sezgilerle çalışamaz.
Bu bilgilerin yeniden düzenlenmesinde de ilk tecrübeleri(ilk yargıları) erken çağlarda ediniriz.
“Acıkınca ağlarım- ağlarsam acıkırım” yeniden düzenlemesi doğru değildir, çünkü ilk denemelerde
yanlış olduğu anlaşılır. “Ağlarsam acıkırım” Yargısına bir “Yanlış değeri” eklenir. “Ağlarsam anne
gelir- Anne gelirse ağlarım” çıkarsaması için de böyle yapılır. Hayata gözlerimizi açtığımız andan
itibaren biriktirdiğimiz, binlerce böyle “yanlış” veya “doğru” veya “şüpheli” işaretli yargılarımız
vardır.
Peş peşe gelen olaylarda, iki veya üç olayı bir yargı halinde tek simgeye indirdikçe, iki veya üç
simgeyi de bir başka tek simgeye indirgeme imkanına kavuşuruz. Simgeler, kavramlardır(bkz.
Kavram). Ama bu Kavram piramidini her alanda yapamayız. Buna gerek de yoktur zaten. Bizim
için önemli, sık tekrarlanan olaylar arasındaki bağlantılarımızda bu tür kavramsal Yargı’lara ihtiyaç
duyarız. Önem taşımayan, geçici sorunlar için muhakemeyi otomatikleştirmeye ihtiyaç duymayız.
Şimdi Kavram üzerine bazı görüşleri aktaralım:
“Peirce’e göre, herhangi bir şey üzerindeki görüşümüz, o şeyin hissedilebilir etkilerinden oluşur
(Peirce, 1958a:124).
“Kirchhoff’a göre, gücün etkilerini anlayabiliriz fakat gücün kendisinin ne olduğunu ise
anlayamayız. Peirce’e göre ise böyle bir düşünce “bir çelişkidir.”
“Çünkü, “güç kelimesinin zihinlerimizde çağrıştırdığı düşüncenin, hareketlerimizi etkilemekten
başka bir işlevi yoktur, ve bu işlevler etkilerinden başka bir yolla güç ile ilişkilendirilemez. Sonuçta,
gücün etkilerini biliyorsak, bir güç vardır denildiğinde ima edilen her olay hakkında bilgi
sahibiyizdir, ve bundan öte bilinmesi gereken bir şey yoktur” (Peirce 1958a:129).
“Örneğin, elimizi ateşin altına koyduğumuzda elimiz yanacaktır. Bu “ateş”in nitelilerinden yalnızca
biridir ve ateş hakkında bildiğimiz bütün nitelikleri bir araya getirdiğimizde ateşin tanımını elde
etmiş olacağız. Peirce’e göre bu deneysel yöntem, düşünce ve kavramları “semerelerinden tanımak”
olarak bilinen eski bir kuralın özel bir uygulamasından başka bir şey değildir (Peirce, 1978:271)
“Bir nesne konusundaki düşüncelerimizde kusursuz açıklığı elde etmek için, o nesnenin ne gibi
tasavvur edilebilir pratik etkilerinin olabileceğini, ondan ne gibi duyumlar beklememiz gerektiğini,
ve ne tür tepkiler göstermeye hazırlanmamız gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız” (James,
1975a:29). Diğer bir deyişle, James’e göre, “kavrama ve düşünme sadece eylem için vardır”
(James, 1979:92).
“Çünkü pragmatistlere göre, kişiler ancak düşünce ve kanaatlerine çevreden gelen tehditler
sonucunda kavramların anlamlarını sorgulamaya başlar ve belirli bir hareket tarzı benimsemeye
karar verirler. Bu nedenle, araştırma Peirce tarafından şüphe durumundan kanaat (inan) (belief)
durumuna geçme çabası olarak tanımlanmıştır. Peirce şöyle yazar: “şüphenin başlaması kanaat
durumunun (a state of belief) ulaşılması çabasına yol açar. Bu çabayı araştırma olarak
adlandıracağım.
“Şüphe ile çaba başlar, ve şüphenin yok olmasıyla bu çaba sona erer. Bu nedenle, araştırmanın
yegane amacı, düşüncenin bir sonuca vardırılmasıdır (settlement of opinion)” (Peirce, 1958b:99100). Peirce bu tezini başka bir makalede tekrar ederek şöyle der: “düşünce sadece kanaatin
oluşturulmasına yönlendirilebilir.
Hareket halindeki düşüncenin tek olası güdüsü, durağan düşüncedir (thought at rest)” (Peirce,
1958a:121).”1
“Kavramlar Bilginin yapı taşlarıdır ve bireyin öğrendiklerini sınıflandırmalarını ve organize
etmelerini sağlar(Koray ve Bal, 2002:83) Kavramlar eşya, olaylar, insanlar ve düşünceler
benzerliklerine göre gruplandırıldığında gruplara verilen adlardır.(Turgut, Baker, Cunningham ve
Piburn, 1997)”2
KEŞİF: (Reconnaisance).Hafızada var olmayan yeni bir Bilgi, Yöntem, veya Bilgiler arasında yeni
bir bağlantı fark etme. Zeka’nın en önemli göstergelerinden birisidir. Sürekli olarak aynı veritabanı
üzerinde aynı yöntemlerle çalışmak, problemler de aynı kjaldığı sürece olabilir. Fakat problemlerin
sürekli değiştiği ortamlarda çözüm bulabilmek, değişen ortamlara uyum sağlayabilecek davranışlar
üretmek, işte bu bir “Zeka” gerektirir.
1
2
Nejat Doğan, Pragmatizmin Felsefi Temelleri
Güliz Aydın, Ali Günay balım, Fen ve Teknoloji Öğretiminde Kullanılan Kavramsal değişim Stratejilerine dayalı
Örnek etkinlikler
Düşünmek ve problem çözmekten farklı olarak, yeni bilgiler edinmek, mevcut bilgileri yeniproblemin çözümüne katkı sağlayabilecek- tarzda yorumlamak, yeni çözüm yöntemleri arayışına
girmek ve yeni çözüm yöntemleri bulabilmek gerekir.
MANTIK: (Logic). Düşüncenin düşünce ile doğrulanması bilimi.
“İnsan ölümlüdür”. “Sokrates de insandır”. O halde “Sokrates de ölümlüdür”. Bu akıl yürütmede,
elimizde üç adet Bilgi (insan, Sokrates, ölüm), iki adet Yargı(“insan ölümlüdür”, “Sokrates
İnsandır”) vardır. Bu üç Bilgi, yeniden düzenleme ile altı adet Yargı oluşturma imkanı sunar.
1-“Sokrates ölümlüdür”,
2-“Sokrates insandır”,
3-“insan olanlar ölümlüdür”,
4-“insan olanlar Sokrates’tir”,
5-“ölümlü olanlar insandır”,
6-“ölümlü olanlar Sokrates’tir”.
Bu Yargılardan iki tanesi zaten elimizde olan Yargılar(kalın yazılanlar), diğer dört tanesi yeni
oluşturulabilecek Yargılardır. Ama bu yeni Yargılardan yalnızca bir tanesi, “Sokrates ölümlüdür”
yargısı bizim o anda ihtiyacımız olan “doğru” yargıdır.
Elimizdeki üç bilgi ve iki yargı ile sınırlı kaldığımız sürece, sonuçta ulaştığımız altı Yargının
hepsinin de doğru olduğunu kabul etmemiz zorunludur. 4, 5 ve 6 numaralı yargıların doğru
olmadığını, ancak başka Bilgi ve Yargılara başvurarak gösterebiliriz. Mesela “ölümlü olanlar
insanlardır” Yargısının yanlış olduğunu öne sürmemiz için, insanlardan başka varlıkların da ölümlü
olabildiğini bilmemiz gerekir. Muhakeme alanına alınan Bilgilerden ürettiğimiz yeni Bilgileri,
Hafızadaki başka bilgilerimizle karşılaştırıp, bir tür “uyum testinden” geçirmemiz gerekmektedir.
Ancak bu “uyum testinden” geçen önermeleri “yeni Yargı” olarak işaretleyip kaydetmemiz gerekir.
Muhakeme esnasında, tecrübe ile otomatikleşen bir sistem, oluşan her yeni önermeyi hafızadaki
eski Yargı ve Bilgilerle sorgular, çelişme denetimine tabi tutar. Çelişenleri biz farkına bile
varmadan bir kenara atar. Şüpheli olanları da, ayrı bir muhakeme işlemi için yeni bir tabloya
kaydeder. Tecrübe ve eğitime göre bu otomatik işleyiş, çeşitli düzeylerde sonlandırılabilir. Bazı
insan yüzeysel bir denetimi yeterli görürken, bazısı dibine kadar irdeler.
Üçten fazla Bilgi ile yapılan akıl yürütmeler, daha da fazla yargı üretirler. Mesela dört adet Bilgi; 12
adet ikili, 16 adet üçlü ve 28 adet dörtlü olmak üzere toplam 52 adet yargı üretme imkanı verir.
Bu Bilgi yığını içinden belirli kriterlere en çok uyan Bilgiyi bulmak için çeşitli algoritmalar
kullanmak mümkündür. Bunlardan bir tanesi, sıralı bir şekilde tek tek değerlendirerek en doğru
olanı bulmaktır. Bu yöntem, klasik programlamada sıklıkla kullanılır. Bir başka yöntem, Bilgileri
dallanmalar şeklinde düzenleyip, ilk olumsuzlamada o dalı iptal edip diğer dala geçme yöntemidir.
Bir başka yöntem, sezgisel algoritmalar kullanmaktır.
Bebeklikten beri öğrendiğimiz yöntemler ve oluşturduğumuz düğümler, bir arada kullanılırlar. En
sonuçsuz durumda, hala çözüm dayatıyorsa, veya ispat gerekliliği varsa, sıralı yönteme başvururuz.
Üç Bilgiden fazlasından oluşan kombinasyonlar için beynimizin olanakları yetersizdir. Ama yazıyı
icat ederek bu sorunu aşmış bulunuyoruz.
Ne kadar kesin Bilgiye ihtiyaç duyuyorsak, ona göre yöntem seçeriz. Bir fabrikadaki robot kol,
mikron düzeyinde kesin bilgilerle hareket etmelidir. Ama bir “yol tarif etme programı”, “şuradan
dosdoğru git, soldan ikinci sokak” demekle en doğru Bilgiyi saptamış olacaktır. Bir kişiyi “dazlak”
olarak nitelemek için, saçlarının sayısının hangi eşiği geçmesinin gerektiğini saptamak gerekebilir
de, gerekmeyebilir de.
Bu sorunu çözmek için, bazı kestirme yöntemler kullanırız. Yukarıdaki altı adet önermeyi ele
alalım: Bu akıl yürütme rastgele değil, bir amaç için yapılmaktadır. Sokrates’in elinde, “Sokrates bir
gün ölecek” şeklinde bir yargı(Bilgi) vardır. Bu yargıyı çocukluğundan beri bir yerlerden edinmiş,
ezberlemiş, ve sorgulamadan bugüne kadar taşımıştır. Bugün, bu yargı bir nedenle, sorgulayıcı bir
nedenle çağrışıma girmiştir. Neden ille de ölmesi gerekmektedir, ölmemesi mümkün müdür
sorusunu gizli olarak içinde taşıyan bir akıl yürütme bu şekilde başlamıştır. Bir amaç vardır ve o
amaç, bu soruya mantıklı(çelişmeyen) bir cevap bulmaktır. Bu soru üzerine belki ilk çağrışımlar;
“her şey ölür” yargısı, bu yargının hemen olumsuzlanması ile, “her canlı ölür” yargısı, bu yargının
mümkünse daraltılması ihtiyacı üzerine, “her insan ölür” yargısı olacaktır.
Her insanın ölüyor olması, Sokrates’in de ölmesini neden zorunlu kılsın ki? İnsanlar ölebilir ama,
Sokrates ölmese olmaz mı? İşte burada, ikiden fazla Bilgi taşıyan önermelerde orta terime olan
ihtiyacı görmekteyiz. “Sokrates insandır” yargısı, gene zamanında edindiği, ezberlediği, veya
zamanında üzerinde düşünüp, çözümleyip, karara bağladığı bir yargıdır. Sokrates’in de ölmesinin
zorunlu olduğunu gösteren, işte bu yargıdır. Sokrates insan değil de Tanrı olsaydı, ölmesi zorunlu
olmayabilirdi.
Bebeklikten beri edindiğimiz Yargılar, bizde bazı düğümler oluşturur. Bunlardan birisi, “bir tasvire
veya olaya yüklenen özellikleri, o tasvir veya olayın elemanları da taşır” izlenimidir. Bunu, “bir
kümenin taşıdığı özellikleri, o kümenin elemanları da taşırlar” şeklinde de söyleyebiliriz. Bu
nedenle, “Sokrates insandır” orta terimi zaten içinde “ölümlü olmayı” taşımaktadır, çünkü daha
önceden “İnsanlar ölümlüdür” şeklinde bir Yargımız bulunmaktadır. İnsanlar Ölümlüdür. Sokrates
de insan mı? O halde zorunlu olarak ölümlü olacaktır, çünkü insan kümesi içindedir.
Bir küme, elemanlarından ayrı olarak, kendine ait özellikler de taşır. Mesela “insanlar ölür ama,
insanlık ölümsüzdür” denilebilir. Bu çelişik durumdan kaçınmak için, “insanlar” kümesinden ayrı
bir “insanlık” kümesi oluştururuz. İnsanlar kümesinin elemanları tek tek insanlardır ama, insanlık
kümesinin elemanları yalnızca bazı özelliklerdir.
“Bu zihinsel faaliyetler yalnızca deneysel bilimlere özgü olmayıp bütün araştırıcı süreçlerin bir
özelliğidir. Çünkü bu bir antropolog, bir sosyolog veya tanı yapmak isteyen bir doktorun
benimseyeceği yöntem olduğu gibi, otomobildeki arızayı bulmaya çalışan tamircinin de düşünce
tarzıdır. Bütün bunlar klasik tümevarım yönteminin bilgi toplama ve sınıflandırmasından çok
uzaktır. Bir mantıksal noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bir genç bilimci, hipotezlerini çıkarım
veya tümdengelim yöntemleriyle elde ettiğini düşünmekten kesinlikle kaçınmalıdır. Bu bir
mantıksal uyarıdır. Aksine bir hipotez, kendisinden olgular hakkında çıkarım veya tümdengelim
yöntemi ile ifadeler elde ettiğimiz şeydir. Böylece, büyük Amerikan filozofu C.S. Peirce’in de
açıkça farkettiği gibi, hipotezleri, sonuçları gözlemlediğimiz şeyler olacak şekilde oluşturma süreci,
çıkarım yapmanın karşıtı olan bir süreç olmaktadır –bu süreç için roduction ve abduction sözcükleri
önerdiyse de ikisi de tutmadı.”1
Deduction(Tümdengelim); “Bütün için doğru olan, parçaları için de doğrudur” ilkesiyle karar
vermektir. Örneğin;
Yağmur yağınca çimler ıslanır
Yağmur yağıyor
Demek ki çimler ıslak!
1
Osman kaya, Tümdengelim(Dedüksiyon)
Induction(Tümevarım); Problemi parçadan bütüne doğru anlama çabasıdır. Örneğin;
Dün yağmur yağdı ve çimler ıslandı
Bugün yağmur yağdı ve çimler ıslandı
Demek ki ne zaman yağmur yağarsa yağsın çimler ıslanacak
Abduction; Tüme varım ve tümden gelim yöntemlerinin girdilerini kullanarak çözüme ulaşmaya
çalışmak demektir. Örneğin
Yağmur yağınca çimler ıslanır
Yerler ıslak
Demek ki yağmur yağmış olabilir
MERAK: (Curiosity). Bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek. Merak, bir yönü ile “bu
nedir?” refleksidir. Araştırma refleksi de diyebiliriz. Etrafımızdaki dünya durmadan değişir ve bu
değişikliğe uyum sağlayabilmemiz için yeni oluşan durumu anlamamız, öğrenmemiz gerekir. Bu
yüzden duyu organlarımız sürekli olarak etrafımızdaki yeni, farklı, şiddetli uyartılara
yönlendirilirler. Bu yönlendirmeler Bilinç dışı olduğu için genellikle dikkatimizi çekmez.
Diğer yönü ile de, Bilinçli bir Merak vardır. Çevredeki bir değişikliği-yeniliği saptarız, kaçma veya
yakalama şeklinde ilk tepkimizi de refleks olarak veririz. Eğer refleks tepki gerekmiyorsa, veya
refleks tepkiyi verdikten sonra ortam sakin ve başka bir acil iş yoksa, o yeni olan şeyi daha
yakından tanımak, daha iyi öğrenmek, hafızamızdaki sınıflardan birisine uydurmak veya yeni sınıf
oluşturmak üzere incelemeye alırız. Bu iş bir yanı ile eğlencelidir, çünkü organizmanın
monotonluktan kaçma ve değişiklik isteğini destekler.
METAFOR:(Benzetme, Mecaz, Metaphor) “1. Bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından
başka anlamda kullanılan söz. 2. Bir kelimeyi veya kavramı kabul edilenin dışında başka anlamlara
gelecek biçimde kullanma”1
“Metafor bir algı aracıdır (Arnett,1999). Metaforlar çoğunlukla benzer bir alandan yeni ve
çoğunlukla bilinmeyen bir alana bilgi transferini kapsar (Tsoukas, 1991). Metaforiksel düşünce çok
karmaşık bir fenomeni veya durumun özelliklerini aydınlatmak için kavramsal bir araç olarak
benzer bir olay ve nesneyi kullanmayı kapsar (Oxford, Tomlinson, Barcelos, Harrington, Lavine,
Saleh, ve Longhini, 1998). Metafor sadece mecaz değil aynı zamanda temel bir düşünce
mekanizmasını oluşturmaktadır. Metaforiksel ilişkiler, kavramsal sistemin önemli bir parçasını
yapılandırır ve metaforun özü, bir şeyi (olgu, kavram, nesne gibi) başka bir şeye göre anlamak ve
tecrübe etmektir (Cerit, 2008; Lakoff ve Johnson, 2005).
“Metafor genellikle söylemi süslemeye yönelik bir söz sanatından ibaret sayılır, ama önemi bundan
çok daha fazladır. Metafor kullanımı, genel olarak dünyayı kavrayışımıza sinen bir düşünme biçimi
ve bir görme biçimi anlamına gelir. Metaforun ilginç yönlerinden biri her zaman tek yönlü kavrayış
üretmesidir. Metafor, belli yorumları öne çıkarırken, diğerlerini arka plana iter. Metafor yapısı
itibariyle çelişkindir (paradoxical), aynı zamanda çarpıtmaniteliği taşıyan güçlü kavrama olanakları
yaratabilir. Çünkü bir metaforla yaratılan görme biçimi, bir görmeme biçimi haline gelir. Teoriyi
metafor olarak kabul edince, hiçbir teorinin bize kusursuz ya da her amaca uygun bir bakış açısı
vermeyeceğini hemen kavrarız. Asıl gerekli olanın, metafor kullanma sanatında beceri kazanmak,
yani örgütlemek ve yönetmek istediğimiz durumları görmenin, anlamanın ve biçimlendirmenin yeni
yollarını bulmak olduğunun farkına varırız (Morgan, 1998).”2
1
2
TDK Güncel Türkçe Sözlük
Karmaşık sistemlerde liderlik bakışıyla: DNA liderlik Hasan Basri Gündüz, Şenol Beşoluk, İsmail Önder
MUHAKEME: (Akıl yürütme, Reasoning).
İkiden fazla Bilgi ile yapılan çıkarsama, bir Bilgiyi diğer Bilgilerle doğrulama, ikiden fazla Bilgiden
yeni bir Bilgi üretme, veya birden fazla Bilgi veya yargıya bir simge vererek, onları tek yargı
haline getirme işlemine “akıl yürütme (muhakeme, hüküm oluşturma)” deriz. Serbest çağrışım ile
oluşan Hayal üzerindeki her türlü “gerçeğe uygunluk” denetimi, Muhakemeyi oluşturur. Buradaki
“gerçek”, bizim iç ve dış dünya hakkındaki daha önceki bilgilerimizden oluşur.
Muhakeme, YZ açısından, geçici tabloları karşılaştırıp eşitlik veya çelişki aramaktan ibarettir.
Mantık, Muhakemenin kurallarını inceler. Mantık maddesinde gördüğümüz gibi bizim sonunda
toparlayıp öz haline getirdiğimiz “insanlar ölümlüdür, Sokrates de insandır, öyle ise Sokrates de
ölümlüdür” şeklinde bir akıl yürütme, aslında zihnimizde bu şekilde meydana gelmemektedir. Önce
Zihinde bir ihtiyaç ortaya çıkmaktadır(Sokrates’in ölmesi gerçekten zorunlu mu, bütün
bildiklerimize rağmen ölümsüz olsa keşke). Bu ihtiyaca dayanan bir amaç oluşmuştur(hadi bir
araştıralım şunu). Bu amaca ulaşmak için “seçilen” bir yol haritası(yöntemler) söz konusudur(Bu
tür araştırmalarda daha önce kullanılmış başarılı yöntemlerde en uygunu-uygunları belirlenir). Bu
yöntemlerin en önemlisi, önceliği çıkarsamalara değil çağrışımlara(tekrar tekrar sorgulamalara.
Çünkü onlar, çıkarsamalara göre daha az zihinsel enerji harcarlar) vermektir. Eğer eski yargılarımız
ihtiyacı karşılamaya yetiyorsa, Bilgileri yeniden düzenleyerek sonuç aramaya gerek yoktur. İkinci
yöntem, mümkün olan en az Bilgi ile çıkarsama yapmak üzere Çağrışımları düzenlemektir.
Bir orta terim kullanarak çıkarsamalar yapmak için, Muhakeme’nin yararlandığı ortam “Kısa Süreli
Hafıza”dır. Elimizde iki adet Bilgi vardır: Ölüm, Sokrates ve İnsan. Bu Bilgilerin her biri için
Hafızada sorgulama yapılıp Ön Hafıza’nın ayrı ayrı odacıklarına alınırlar. İkinci adım olarak, bu
Bilgilerden altı adet düzenleme oluşturulup altı ayrı odacığa kaydedilirler. Üçüncü adım, bu
odacıklardaki Yargılardan her birinin “uyum testine” tabi tutulmalarıdır. Bir odacıktaki yargı uyum
testine tabi tutulurken, diğerlerinin unutulmaması için beyinde oldukça yorucu bazı işlemler
gerçekleştirilir. Ama bilgisayarlarda böyle bir sorun yoktur. Beyinde Ön Hafıza kapasitesi 6-7 birim
Bilgi ile sınırlı iken, bilgisayarda neredeyse sınırsızdır.
Uyum testlerinin her odacıktaki Bilgi için tamamlanması beklenmez. İlk yeterli uyuma ulaşıldığında
işlem sonlandırılır, yeni yargı “doğru” olarak işaretlenir ve odacıklar boşaltılır.
Muhakemenin bebeklikteki gelişimini izlemek, bize bu konuda temel bilgileri verebilir. Diyelim ki
anne tanımlandıktan sonra, bir gün annesi kalın bir manto, başörtüsü ve gözünde gözlüklerle geldi ve
hemen bebeğini kucağına almak istedi. Görüntü oldukça değişiktir. Hakim koku aynı olmakla birlikte,
değişik kokular da vardır üzerinde. Ses ve tonlamalar aynıdır. Bu farklılıklar hemen beynin muhakeme
ile ilgili bölümlerini uyarırlar. Hafıza ve içgüdüler, bu farklılıklar içinde en tehlikeli, en hoş, en yeni, en
farklı olanı seçer ve dikkat öncelikle o farklılık üzerinde yoğunlaşır. Bu “en tehlikeli, en…” unsurlar,
bize, beyinde bu unsurlarla ilgili bir değer atama mekanizması olduğunu gösterir. Öyle ya, en tehlikeli
varsa, daha az tehlikeli, tehlikesiz gibi bir skala olmalıdır. Bu skalayı duygusal salgılar(hipotalamus’un
sorumluluğunda) ve bazı sinaptik transmitterler oluştururlar.
Dikkat o andaki en önemli duygusal etkiyi yaratan farklılığa yönelince, yani Ön muhakeme işini
yapınca, Bilinç gözetimli Muhakemeye devreye girer. Diyelim ki bu, annenin yeni görüntüsü olsun. Bu
görüntü ilk bakışta korkutucu mudur, hoş mudur, güven verici midir, test edilerek Ön Muhakemede bir
değer verilir(Oluşan salgıların değeri ölçülüp görüntüye eklenir). Yetmez. Bakalım süreç nasıl
gelişecektir. İlerleyen saniyelerde olayın gelişimi izlenir ve değer verme her aşamada devam eder. En
sonunda, bildiğimiz anne olarak bağrına basıp da hemen üzerini çıkarıp memesini ağzına dayayınca,
görüntü farkının da, koku farkının da Kısa Süreli Hafızadaki izlerine bir “önemsiz” değeri eklenerek
silinmeye terkedilir. Hafızaya işlenen Yargı: Annenin bazen biraz değişik görünüp biraz değişik
kokması, önemli değildir demek ki. Değişiklik algılanmış, dikkat “en…”değişiklik üzerine toplanmış,
değişiklik izlemeye alınarak ne tür duygusal değerler oluşturacağı gözlenmiş, bu muhakeme
sırasında gerektiğinde ara kararlar da vererek, sonunda bir karara varmıştır: Bu değişiklikler, annenin
önceki duygusal değerlerinden farklı bir duygusal değer üretmemiştir: Demek ki paniğe gerek yok.
Ortama küçük bir insan silueti(bir çocuk) girer. Hafızadakinden farklı bir algı vardır. Yani bir
muhakeme gerekliliği vardır. Hafızaya ve içgüdülere göre, olması gerekeni hayal eder bebek. İçgüdüler
bu silueti “hoş” bulmuştur, ama aynı anda bir tedirginlik de üretilmiştir. Yani hayal iki uçludur.
Birincisi; bu yeni küçük insan ona daha küçük bir meme verecektir ve bu eğlenceli olabilir. Çünkü
annesinin memesinden biraz değişik olabilir. İkinci hayal ise, bu küçük insan çok farklı görünmekte,
farklı kokmaktadır ve en önemlisi, bakışları çok çok farklıdır(ileride bu bakışları “muzip, hınzır” olarak
anacaktır). Tedirginlik vardır. Ortalık “tehlike” kokmaktadır. Şimdi, obje dikkatle izlenecek ve olayın
gelişimi sürekli muhakeme altında tutulacaktır; hem Ön Muhakemede, hem de Muhakemede. İstediği
şey şudur bu durumda: Değişik bir memeden süt emmek, ama alıştığı huzurlu ortamı kaybetmeden,
tehlikesizce. Ama çelişik duygular altında böyle bir isteği formüle etmek ve onu bir “amaç” olarak
tanımlamak için hafızasındaki birikim henüz çok yetersizdir.
Biraz daha değişik bir memeyi emmenin cazibesi mi daha önemlidir, yoksa o bakışların ifade ettiği
tehlikeden kaçınmak mı daha önemlidir? O tehlikenin ne olabileceği hakkında hafızada bir bilgi
yoktur. Acı duyma, düşme, alıştığı statükoyu kaybetme… Bu bilgiler yoktur. Sadece bir tedirginlik
duygusu vardır. Bu duygu, isteği dışında onu “uzak durmaya” itmektedir.
Bu iki hayal bebeğin beyninde diğer düşüncelerden izole edilmiş, muhakeme ortamına ayrı ayrı
alınmıştır. Dikkat, bu iki hayal üzerinde, birinden diğerine atlayarak dolaşmaktadır. Siluet yaklaştıkça,
alınan değerler de değişirler: Bakışları daha muzır veya daha sevecenleşebilir, çıkardığı sesler
hafızadan yeni bilgileri ortama taşıyabilir, vb.
Duygusal değer sütunlarında yer alan değerler, bir arada oluşturdukları bir tür “ağırlıklı ortalama”
değer üzerinden dikkatin yönünü belirlerler. Dolayısıyla bu değerlerin bant genişlikleri ve normal
noktaları, kısmen başlangıç değeri olarak girilecek, kısmen de programın eğitimi sırasında denemelerle
bulunacaktır.
Düşünsel faaliyetler, algılarımız kadar duygusal etki oluşturmazlar. Düşünsel ortamın sanal bir ortam
olduğunu ve ne tehlike, ne de ciddi hazlar oluşturmayacağını öğrenmişizdir. Öyleyse salt düşünsel
muhakemelerde nasıl “değer ataması” yapabiliriz?
Beyinde, muhakeme alanı fazla sayıda bilgi ve uzun süreli mukayeseler ile çalıştığı zaman çok çabuk
yorulur. Bu yorgunluk hoş bir duygu değildir ve bundan kaçınılmaya çalışılır. Bundan kaçınmanın dış
yolu problemden kaçmaya çalışmak, iç yolu ise muhakemedeki bilgi sayısını azaltmaya çalışmaktır.
Bu, aslında hafızadaki bilgiler düzeyinde “refleksler oluşturmak” demektir ve gördüğümüz gibi, bebek
bunu ilk algılarında bile yapmaya başlar. Algoritmamızda, muhakemeye giren veritabanı satır blokları
belirli bir yoğunluğun üzerinde ise, onlara bir “kötü” değeri ekleyebiliriz. Bu değerin varlığı, onları
daha kısa bloklar haline getirmek üzere özel bir muhakeme işlemini uyarabilir. Yani veritabanımızın
sütunları arasında, bir boyut blokunun “iyi” veya “kötü” olduğunu gösteren değer sütunu da olmalıdır.
Hatta bu sütun, ne kadar iyi veya kötü olduğunu da gösterecek genişlikte bir değer skalasına sahip
olmalıdır.
Bir başka değer sütunu, amaca yakınlık açısından bir skalayı gösterebilir. Bu skala, bir uçta “bingo!”
ve öbür uçta “saçmalama!” gibi değerler alabilir. Daha başka değer sütunları ihtiyacı da, eğitim
aşamasında ortaya çıkabilecektir.
Her muhakeme süreci, Bilinç tarafından gözlenir ve adım adım bir veritabanına(hafızaya) kaydedilir.
Son satırında “bingo!” değeri taşıyan bloklardan, daha sonraki muhakemelerimizde yöntem olarak
yararlanırız. Hatta kullandıkça, bu yöntemler de blok olarak kısaltılıp “refleks” haline getirileceklerdir.
Bu süreçler sonunda, yetişkinliğimizde, “Şu konularda, sonuca şu yöntem ile ulaşmıştım”
dediğimiz, o yöntemi uygulayıp tatminkar sonuç alamazsak “şu yöntemi deneyebilir miyim acaba”
dediğimiz bir bir yol haritasına sahip oluruz..
Yetişkinde olayı izlemek için, algoritma haline getirmek üzere bir olay tasarlayalım.
Olay: Sabahleyin evden çıkıp işe gidecektir. Bir nedenle gecikmiştir. Evden çıkıp hemen evin
önündeki arabasına doğru hızla yürürken, gergindir. Saat 8.30’da işyerinde toplantı vardır ve en az
15 dakika geç girecektir toplantıya.
Peki neden gergindir?
Akşamdan, toplantıya dair bir beklenti oluşturmuştur(hayal). Bu hayalde, toplantı başlıyor(elbette
zamanında), tartışılan konular üzerinde görüşlerini belirtiyor, asıl hazırlandığı konuda iyi bir sunum
yapıyor, tartışmalar, eleştirileri cevaplama, patrondan ve arkadaşlarından takdir sözleri, birkaç
kıskanç bakış… Bu beklenti/hayal de hafıza kayıtlarından, ego’sunun duygusal isteklerine en uygun
olanları arasından derlenmiştir.
Ama şimdi geç kalmıştır ve bu hayalin en azından başlangıç bölümü hayata uymamaktadır.
Başlangıç bölümü açıkça hafıza kayıtlarına ters düşmektedir. Oluşturduğu beklentiyi/hayali her
adımda gerçek hayat ile ve duygularının tatmini ile test etmek alışkanlığı vardır. Öyle, bir kere
beklentiyi oluşturunca üzerine yatıp, hayatın o beklentiye göre akmasını bekleyemez. Bunu taa
erken çocukluğundan beri öğrenmiştir ve hala da öğrenmeye devam etmektedir(bkz: Yapay zeka ve
Düşünme- Nadir Bencan http://ilhamlar.org/YZ-Dusunme.html ).
Hayatı beklentiye uydurmaya çalışmayıp, beklentiyi hayata göre her adımda revize etmek, bir
yöntem olarak sahip olduğu en eski kalıplarından birisidir. Beklenti ile hayatın her çelişmesinde, bu
yöntem kalıbı bir refleks olarak hemen devreye girmektedir. Ego açısından beklentinin duygusal
değerine göre de, bu işlem uygun bir gerilim üretmektedir.
Bir hayalin nasıl kurulacağı sorusu, aslında hafızada mevcut bir olayın nasıl geleceğe ait bir olay
haline dönüştürüleceği sorusudur. Bunun için, mevcut olayın zaman, mekan ve nesnelerle ilgili
değerlerinin, istenen zaman, mekan ve nesnelerle değiştirilmesi gereklidir. Neyi değiştireceğimizi
ve nasıl değiştireceğimizi bebekliğimizde öğreniriz. Muhtemelen önce rüyalarımızda rasgele
değişiklikler ortaya çıkar, uyandığımızda bunları hatırlarız, ve bu değişikliklerdeki bazı önemli(bizi
etkileyen) noktaları fark edip hafızamıza kaydederiz. Bu kayıtlar çoğaldıkça, bu değişiklikleri
uyanıkken de istemli olarak yapma denemelerine başlarız. Giderek hafıza kayıtlarını değiştirip
eğlenme repertuarımız genişler ve bunun yöntemleri de kalıplaşmaya başlar.
Kafasının bir tarafında(önemli işler klasörü diyelim) toplantı ile ilgili hayal dururken, gecikeceğini
ilk anladığı anda toplantı hayali alarm vermeye başladı. Evden işe gidiş paketinin ilk satırları; saat
7.45 civarında evden çıkış, arabanın camlarını temizleme, lastiklere göz atma, trafik durumuna göre
8.20 gibi işyerine giriş ve mesaiye başlamadan önce bir çay içecek vakit bırakma… Muhtemel ufak
gecikmeler, yolda veya arabayı park ederken bir tanıdıkla ayaküstü sohbet filan da mümkün.
Hafızasındaki yüzlerce işe gidiş kaydının ezici çoğunluğu bu aynı ¼ saniyelik satırları içeriyor. Bu
yüzden de paketleşmiş zaten.
İşte olaylar bu paket dışında gelişmeye başlayınca, o günkü işe gitme paketi ile en yakın ilişkili(ama
paket olmayan, “önemli işler ajandasında/klasöründe tutulan) “toplantı beklentisi/hayali”nin ilk
satırları “çelişme alarmı” vermeye başladı. Bu çelişme alarmı(tetikleyici), hafızadan çelişme
alarmları ile ilgili kayıtlara baktı. Eğer bir kalıp varsa öncelikle kalıplar tercih edileceği için de,
önce kalıpları süzdü. Kısa bir inceleme ile, hemen “beklenti revizyon yöntemi” kalıbı seçildi ve
işlem hafızasına(bilinç alanı) gönderdi. Sonraki ¼ saniye için, bu kalıba göre hafıza kayıtları
tarandı:
1- Evden çıkıştaki gecikmeye rağmen toplantıya zamanında yetişmesi mümkün müdür? Hayır,
hiç eşleşme yok.
2- Hafızasındaki “önemli bir toplantıya geç gitmekle” ilgili kayıtlar:
a. Birkaç kayıtta, patronundan fırça yemişti. Ego’su epeyce hırpalanmıştı
b. Bir kayıtta, patronu daha geç geldiği için toplantı da geç başlamıştı
c. Arkadaşlarının anlattığı hikayelerde, işten atılan bile vardı(8 kayıt)
d. Filmlerde ve romanlarda, değişik ölçülerde Ego hırpalanması(çok sayıda kayıt)
e. İyi, takdir, maaş zammı gibi kayıtlar: Hiç yok.
Bu sonuçlar Ön Muhakeme alanında değerlendirilerek, birisi İşlem hafızasına(Muhakeme Alanı)
gönderilecek ve Bilince çıkarılacaktır. Ama eldeki sorgu sonuçları, yeni oluşturulacak
beklenti/hayalin hep “ego hırpalanması” ile birlikte olacağını göstermektedir. Gerginlik bu
yüzdendir. Bu yaşantılarda gerginlik üretilmişti, şimdi de gerginlik beklentisine girilecek.
Evden çıkıp arabaya doğru hızla yürürken, bir yandan da, yeni duruma uygun en olası “toplantı
başlangıcı” hayalini oluşturmaya çalışmaktadır. Bu durumlarda kullandığı paketlerden biri tetiklenir
hemen: Muhakemede seçenekleri tek tek eleme yöntemi paketi. Düşünme ve bir yargı oluşturma ile
ilgili başka yöntemleri de vardır. Uzun “düşünme” hayatı boyunca pek çok duruma uygun pek çok
yöntemi paketleştirmiştir.
Bu yönteme göre, hafızadan, duruma en çok uyan “toplantıya geç kalma” kayıtlarından üç-dört
tanesini Geçici Muhakeme Tablolarına(hatırlayalım, İşlem hafızası en çok yedi adet bilgiyi
taşıyabilir) alır ve tek tek seçip değerlendirmeye başlar. Daha fazla alamaz, çünkü yapacağı işlemler
için boş tablolara ihtiyacı olacaktır. Şimdi ele aldığı kayıtlardaki zaman ve mekan değerlerini
güncellemekte, kişi değerlerini kendisi ve patronu, iş arkadaşları ile değiştirmektedir. Bu hayal
oluşturma çabaları da, sanki dış dünyadan görüntü ve sesler alıyormuş gibi, ¼ saniyelik idrakler
halinde Kısa Süreli Hafızaya kaydolmaktadırlar. Elbette bu kayıtlar da “dikkat” etiketine göre, ya
birkaç dakika sonra silinip gitmekte, ya da bir önem değeri kazanarak Hafızada kalıcı olmaktadırlar.
1- Hızla toplantı odasına girer, herkes oradadır ve patron sert bir şekilde “sorumsuzluğundan”
bahseder. Herkesin gözü onun üstündedir. İlk hayaldeki başarılı sunum ve takdir dolu
tepkiler bölümlerinin duygusal tatmin değeri de oldukça düşmüştür artık. Hem eziklik, hem
de kızgınlık duyguları gelişir o anda. “Ne yani, herkesin başına gelemez mi?” Mevcut
duruma uygun bir hayaldir, ama duygusal tatminler açısından düşük puan almaktadır bu
beklenti/hayal.
2- Toplantı odasına girer ve geciktiği için özür dileyerek, “gece eşinin hastalandığını ve
hastaneye gitmek zorunda kaldıklarını, ancak sabaha karşı uyuduğunu, bu nedenle 15 dakika
geç kaldığını” söyler(bu mazereti nasıl bulduğunu bilmemektedir. Belki yakın zamanda bir
filmde görmüştür, belki eşine bir nedenle kızgınlığından, ilk aklına gelen bu olmuştur…).
Ön Muhakemenin bu sorgulamada hangi kriterleri kullandığını bilmemektedir. Mazereti
kabul edilir, geçmiş olsun dileklerinde bulunulur. Her şey yolundadır. Ama toplantıdan
sonra eşine “geçmiş olsun” telefonu açılması, hatta o akşam evlerine geçmiş olsun
ziyaretinde bulunulması gibi tehlikeli gelişmeler çağırılmıştır Hafızadan. Hafızasında,
hastalanan eş durumunda yapılanlara dair işyerindeki geleneklerle ilgili kayıtlar vardır ve
hayalin bu aşamasında o kayıtlar çağrışıma takılmıştır. Ayrıca “yalan söylemek”, bilişsel
kalıplarında her zaman egosunu biraz hırpalayan duygular üretmektedir. Öz saygısı
zedelenmektedir. Gene de duygusal tatminler açısından, ilk seçenekten daha yüksektir bu
seçeneğin puanı.
3- Toplantıya girer, patron daha gelmemiştir ve arkadaşları laklak etmektedir. Selamlaşıp
şakalaşarak yerine oturur. Duygusal tatmin puanı tepededir. Rahatlama, sevinme, eski
hayaldeki takdir tepkileri yerli yerinde durmaktadır. Ama bu seçenek tamamen kendisinin
dışında gerçekleşebilir ve Hafızasında, bunca senedir patronun geç geldiği yalnızca bir tek
kayıt vardır. Yani çok düşük bir ihtimal. Hafıza kayıtları, bu tür beklentilerin hayata uyma
olasılığının sıfıra yakın olduğunu göstermektedir.
Bu durumda ikinci seçenek en yüksek puana sahip görünmektedir. Peki bu puanı daha da artırmak
mümkün mü? Bir beklenti seçeneğinin tatmin puanı düşükse, neler yapılabileceğine dair yöntem
kalıpları vardır. Düşük tatmin puanı, çocukluğundan beri oluşturduğu bu kalıpları hafızadan çeker.
“Bir seçeneğin puanını artırma yöntemleri” açısından hafıza yeniden taranır.
Bu işlem neredeyse otomatiktir. Bir idrak, kendisi sorgulamanın ürünü olduğu halde, her zaman
hafızadan yeni sorgulamalara(çağrışım) neden olur. Ön Muhakeme, kendisi muhtemelen saniyede
yirmiden fazla “düşük değerli” sorgulama yapmaktadır hafızada. Bu sorgu sonuçlarından nisbeten
önemli gördüklerini de her ¼ saniyede bir Muhakeme alanına(Bilinç) göndermektedir. Bu iş için, o
anda Ön Muhakemenin veya Muhakemenin boş olması yeterlidir. Boş kalınan her ¼ saniyeyi,
zihnimiz bu tür düşük değerli sorgulamalarla(serbest çağrışımlarla) doldurma eğilimindedir. Derin
uyku ve koma hali dışında.
Süzülen yöntem kayıtlarından birinde(en uygununda), “seçenekteki mazeretin yerine daha uygun
bir mazeret bulmak” vardır. Bu yöntem taa çocukluğunda edindiği, çoktan kalıp haline gelmiş,
kendisinin onlarca defa kullandığı, başkalarından da yüzlerce defa duyduğu bir yöntemdir. Peki ne
diyecek? Sabahleyin musluk patladı, değiştirmek zorunda kaldım?.. Ya da…
Bu düşüncelerle, hızla arabayı açmış, binmiş, çalıştırmış ve dikiz aynasına bakıp yolu kontrol
ederek yola çıkmıştır bile. Bütün bunların hiç farkında değildir, yaptığı her şey “araba kullanma”
paketi tarafından yürütülmektedir ve yaptığı her şeyi bir saniye bile geçmeden unutmaktadır. Yolda
bir yandan mazeretler konusunda hafızasındaki kayıtları gözden geçirmeye devam ederken, bir anda
mağazalardan birinin tabelasının değiştiğini fark eder. Daha büyük ve cafcaflı bir tabela asılmıştır
mağazaya. Halbuki her gün geçtiği yoldaki diğer dükkanların eski tabelaları hiç dikkatini
çekmemiştir. O günkü yolculuktan aklında kalan, büyük ihtimalle gergin-hızlı araba kullanıyor
olması ve o mağazanın tabelasının değişmiş olduğu olacaktır. Başka bir şey hatırlamayacaktır o
sabahki yolculukla ilgili.
Aniden önce ayağı fren pedalına gider ve sonra, hemen hemen aynı anda yol üzerindeki
Akköprü’nün trafiğe kapatılmış olduğunu, on kadar arabanın köprü önünde biriktiğini fark
eder(idrak). Hatta köprü girişinde bir trafik aracı durmaktadır ve bazı sürücüler trafik memurları ile
konuşmaktadırlar. Bilincinden önce ayağının fren pedalına gitmesinin sebebi, uygulanmakta olan
iki paketten yola ait beklenti paketindeki bir değişikliğin dikkati kendisine çekmesi, yapılan Ön
Muhakeme işlemleri sonucunda araba kullanma paketinde revizyona gidilmesidir. Aynı anda yol
paketinin de revizyonu gerektiği sonucuna varılmış ve her iki revizyon ihtiyacı da Bilince
bildirilmiştir. Aslında aynı anda yürürlükte olan daha başka zihinsel ve hareket paketleri de vardır.
Onlardan da kimisi durdurulmuş, kimisi de devam etmektedirler.
Zaten gergin bir şekilde ve acele ile işe yetişmeye çalışan biri için, bu durum ciddi bir
“engelleme”dir. Mevcut beklenti/hayal için yeni bir hayat darbesidir. Bir engelleme,
beklenti/hayalin önem derecesine uygun bir heyecan oluşturur: Kızgınlık. Bu, engeli yok etmeye
yarayan bir enerjidir. Ya bizzat engele yöneltilir, ya da o mümkün değilse, başka bir şeye
yöneltilerek boşaltılması gerekir. Hangi durumlarda engele yönelteceği, hangi durumlarda başka
nesneye yönelteceği, hangi durumlarda hiçbir şeye yöneltmeyip kendi kendini yiyeceği ile ilgili
kalıpları vardır. Hafıza kayıtlarından en uygun paket seçilir:
1- İki el yumruk yapılarak direksiyon simidine şiddetle(hasar vermeyecek azami şiddetle)
vurulur.
2- Aynı anda dişler sıkılarak kafa iki yana sallanır.
3- Ardından, küfür kalıplarından biri(en uygun olanı) seçilip, engelin egosunu en incitici tonda
söylenir.
İşte daha önce hiç yaşamadığı bir durum: Zaten baskı altında iken ortaya çıkan bir engellenme
durumu.
Hafıza taraması tetiklenir ve sorun çözme ile ilgili olarak bu tür durumlarda kullanılabilecek
paket(bir paketler dizisidir) Geçici Muhakeme tablosuna yüklenir. Paket, şu alt paketleri
içermektedir(her alt paket de başka alt paketlerden oluşur):
1- Önce, durumu tanımlama paketi
2- Sonra, çözüm hayali oluşturma paketi
3- Daha sonra çözüm hayalini diğer rutin paketlerle ve dış ortam ile denetleme paketi.
Mevcut durumu önce ilk paketin “tanımlama” parametrelerine göre taradı hafızayı: Kapalı yol.
Hafızasında, artık hiç açılmayacak yol, uzun süreli(aylarca) kapalı kalan yol, onarım gibi
gerekçelerle saatlerce kapalı kalan yol, kaza gerekçesi ile kısa süreli kapanmış yol, bir devlet
büyüğünün geçmesi dolayısı ile çok kısa süre kapatılmış yol gibi örnekler vardı. İlk görünüm, kısa
süreli kapatılmış yol olarak tanımlandı ve Muhakeme Alanına sunuldu.
Bu tür seçimlerin nasıl yapıldığını bilincinde izleyemiyordu. Ön Muhakemeden doğrudan geliyordu
bu tür izlenimler. Herhangi bir bilinçli muhakemeye konu olmuyorlardı. Ama bu ilk izlenimlerin
doğruluğunun, Muhakeme alanında denetlenmesi gerekiyordu genellikle. Ön Muhakemenin yaptığı
bu tür seçimler, Muhakeme alanının algoritmik çalışmasına karşılık, Yapay Sinir Ağlarının
çalışmasına daha çok benziyordu sanki. Ya da yalnızca Bilincin takip edemeyeceği kadar hızlı
sorgulama yapılması olabilir miydi(saniyede 20 sorgu)?
Neyse, şimdi elinde bir veri vardı: Kısa süreli kapanmış yol. Bu sonuç hemen muhakeme tarafından
da doğrulandı ve “acil işler klasöründeki” toplantı hayalinin gecikme alarmının şiddetinin artmasına
neden oldu. Gerginlik daha da arttı.
İkinci paket devreye girdi hemen. Çözüm hayali ile ilgili olarak tarandı hafıza, Ön Muhakeme
tarafından.
1- Ek gecikme zamanını en aza indirecek alternatif yollara yönelmek
2- Görevlilerle konuşup, yolun açılma zamanını öğrenmek, sonra yeniden
değerlendirmek(ya bu sırada arkası başka araçlarla dolup, geri çıkması imkansız hale
gelirse?)
3- Eve dönüp yatmak
4- Aracı orada bırakıp yürüyerek gitmek
5- Yolun açılmasını beklemek
6- İşyerine telefon ederek, köprünün kapalı olduğunu, bir süre beklediği halde henüz
açılmadığını, bu yüzden gecikeceğini bildirmek.
Bu seçenekler Ön Muhakemede değerlendirilip, bilin bakalım hangisi en yüksek puanı alarak
Muhakemeye(Bilince) gönderildi? Bildiniz, son seçenek. Hem de birkaç saniye kesiri içinde.
Kısaca, duruma göre bir Muhakeme denetimi yaptı. Ego’nun duygusal isteklerine(şans eseri) fazlası
ile uygunluk vardı bu seçenekte. Evden geç çıktığını kim bilecekti ki? Evden zamanında çıktığı
halde, köprü yüzünden geç kalmış oluyordu. Küçük bir pembe yalan, o kadar! Arkası dolmadan
hemen harekete geçmesi gerekiyordu, çünkü toplantıyı kaçırmayı hiç istemiyordu. “Geri vites”
paketini uygulamaya başlarken, kullanacağı alternatif yol paketine ilişkin beklenti/hayali
oluşturmaya başlamıştı bile.
Önce hafızadan şehrin ilgili bölümünün haritasını çıkardı. Elle çizilmiş bir harita gibi çarpık çurpuk
da olsa, şehri ilk gezdiği günlerde çıkarılmış bir harita idi bu. Mekan idrakinin önemli bir parçası idi
ve sürekli olarak güncelleniyor, eski versiyonları ise unutulmaya terk ediliyordu. Erken çocukluktan
beri ilk öğrendiği şeylerden birisi, kendisini merkeze koyarak bulunduğu yerin bir zihinsel haritasını
çıkarmak olmuştu. Hiç bilmediği yeni bir yere gittiğinde, kaba taslak da olsa bir harita çıkarmadan
kendisini güvende hissedemiyordu. İlk yapacağı iş, etrafı inceleyip, gerekiyorsa keşfe çıkıp,
bulunduğu mekanı tanımaktı.
Bu haritaya göre, önce Cumhuriyet caddesine çıkacak, sonra oradan Atatürk Bulvarına girecekti…
Hafıza konusu ile bağlantılı da olsa, Muhakeme işlemini anlatan ve bu konuda birçok referans
içeren bir alıntı aşağıdadır:
“Bilişsel bilim psikologları belleğin, duyusal kayıt, kısa süreli bellek veya işleyen bellek ve uzun
süreli bellek olmak üzere üç bileşenden oluştuğunu ifade etmektedirler. Bilginin kısa süreli olarak
depolandığı yere kısa süreli bellek adı verilir, eğer bilgi bellekte tutulmaya gerek görülmezse,
bellekten birkaç saniye sonra atılır ve artık geri döndürülemez. Bilginin bellekte tutulmasına karar
verilirse, bilgi, uzun ve kısa süreli bellek arasında bir ara işlevsel bellek olarak işlev gösterdiği
tahmin edilen işleyen belleğe geçer.
“Birçok modele göre, işleyen belleğin bir bölümü belirli bir zaman dilimi için sınırlı sayıdaki bilgiyi
depolar, buna karşılık diğer bölümleri bu bilgiyi anlamlandırmak için işlemeye başlarlar. Bu bilgiyi
işleme etkinliği bittikten sonra, anlam uzun süreli bellekte depolanır (Carpenter ve Just, 1989: 3132)
“İşleyen bellek(Working memory)=Muhakeme
“İnsanların merkezi işlemcisi, işleyen bellek olarak adlandırılmaktadır. Bilişsel bir süreci etkilemek
için, bilgi uzun süreli bellekten geri getirilip işleyen belleğe atılmalıdır. İşleyen bellek bu yüzden
uzun süreli belleğin aktif bölümünü oluşturmaktadır (Kintsch, 1998: 217). McNabb ve Thurber’e
göre (2006: 21) işleyen bellek, içerik, metin yapıları, kelimelerin anlamları, öncül bilgi ve kelime
hazinesinin geri getirilmesini belirleyen, uzun süreli belleğin aktif bölümüyle ilgili teknik bir
kavramdır. Aktif olan işleyen bellek, düşünceler geliştirmeye ve değiştirilmeye devam ederken,
geçici olarak bilgiyi depolar.
“Abu- Rabia’ya göre (2003: 210) işleyen bellek, problem çözme, detaylı düşünme ve okuduğunu
anlama gibi birçok karmaşık düşünce sürecinin meydana geldiği bir alandır. Bilginin değiştirilip
düzenlenmesi ve kısa süreli olarak depolanmasından sorumlu olan işleyen bellek, bu özelliğinden
dolayı okuma anlama, zihinsel aritmetik ve kıyassal usa vurma gibi değişik etkinliklerde, insan
bilişi için çok önemlidir (Zoelch vd., 2006: 40). Osaka ve Osaka (2002: 155) işleyen belleğin, eş
zamanlı olarak bilginin işlenmesi ve depolanmasıyla ilgili olan bir zihinsel hafıza süreciyle
bağlantılı bir kavram olup, okuduğunu anlama, öğrenme ve usa vurma gibi karmaşık bilişsel bir
süreçte önemli bir rol oynadığını belirtmektedirler.
“Macizo ve Bajo’ya göre (2009) göre, okuduğunu anlama, işleyen belleğin kullanılmasını
gerektiren, bilişsel düzeyde meydana gelen zorlu bir etkinliktir. Bu süreci gerçekleştirmek ve bu
süreç esnasında önemli bilgileri hafızada tutmak için, ister kelime ister cümle isterse de metin
düzeyinde olsun, işleyen belleğe her zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Okuma sürecinde işleyen bellek,
okunan şeyin hatırlaması esnasında, cümlelerin veya kelimelerin tanınması ve çözümlenmesi
anlamına gelmektedir (Reese, 1982).
“Alexander ve Winne (2006: 149), Dixon, Le Fevre ve Twilley (1988) (akt. Chiappe vd., 2002:
102) okuduğunu anlama ve işleyen bellek arasında yüksek bir ilişki olduğunu ifade etmektedirler.
“Sembollerin ve kelimelerin hızlı bir şekilde işlenmesi, etkin okuma becerilerinin gelişimi için
gereklidir. Bu hızlı bilgiyi işleme etkinliği işleyen belleğe, işleme hızına ve uzun süreli bellekten
bilginin geri getirilmesine bağlıdır. Okuduğunu anlama süreci işleyen bellekte meydana
gelmektedir. Okuma anlamaya ayrılan işleyen bellek miktarı, temel okuma becerilerinin
otomatikleşme düzeyine bağlıdır. Dehn’e göre (2006: 35-36) kelimeleri çözümleme zorluğu çeken
ve düşüncelerini açık bir şekilde ifade etme eksikliği olan bir okuyucu, genel olarak okuma anlama
için yeteri kadar işleyen bellek kaynağına sahip değildir.
“İşleyen bellek, bir metinde birbirini takip eden kelime dizelerinden ortaya çıkan düşünceleri
okuyucu uyumlu hale getirip yapılandırırken, okuyucunun yapmış olduğu işlemlerin sonucunu veya
ara bölümünü depolayarak okuduğunu anlamada önemli bir rol oynamaktadır. Dixon, Le Fevre ve
Twilley (1988, akt.Chiappe, Siegel and Hasher, 2002: 102). Şetcher (2006: 189) dinlemenin ve
okuma anlamanın, içerisinde kelimelerin ve cümlelerin daha kapsamalı bir şekilde işlenmesi ve art
alan bilgisiyle uyumu için tutulduğu, ve bir metne ait daha önceden yapılmış yorumların, yeni gelen
bilgiyle ilişkisi göz önünde bulundurularak yeniden değiştirilip düzenlendiği bilişsel bir alan olan
işleyen belleğe ihtiyaç duyduğunu ifade etmektedir.
“Huey (1908) (akt. Jonides, 1995: 229-230) dile yönelik okuma anlamada işleyen belleğin
kullanılması gerektiğini belirtmektedir, çünkü işleyen belleğe bir cümlenin başında yer alan
kelimeleri depolamak için gerek duyulmaktadır, bunun sonucu olarak daha sonra gelen kelimeler
tutarlı bir anlam bütünlüğü içinde bu kelimelerle uyumlu hale getirilebilirler.(neden kelimelerle
düşündüğümüzü bu olay açıklayabilir. Ses işleme bölgesi-auditory bölgeler, daha uzun süre, 4
saniyeden fazla süre uyartıları takip edebiliyor(Başar). Halbuki visual bölge, daha kısa süre takip
edebiliyor. Düşünme sırasında en uzun süre takibini sağlayan organımızı kullanmamız doğal. Bu
yüzden düşünürken fotoğraşarı değil de kelimeleri-sesli uyaranları- kullanıyoruz. Tabii, visual
uyaranlar da buna eşlik ediyor. Ama yalnızca eşlik ediyor.) (Görsel bilgi 1 saniyeden az, dokunma ile
ilgili bilgi 2–3 saniye, işitsel bilgi 4 saniye sonra kaybedilmektedir. Ancak yeterli dikkatin harcanması
durumunda duyusal kayıttaki bilgilerin kısa süreli belleğe aktarılması mümkün olabilmektedir
(Banikowski & Mehring, 1999).)
“İşleyen bellek kavramı iki açıdan kısa süreli bellek kavramından ayrılmaktadır. İşleyen belleğin
tek bir parçadan daha ziyade, bir dizi alt sistemi içerdiği var sayılmaktadır. Baddeley ve Hitch
(1974) (akt. Gatercole ve Baddeley, 1993: 4) işleyen belleğin üç bileşenini belirlemişlerdir. Bu
bileşenlerden ikisi, fonolojik döngü (phonological loop) ve görsel-mekansal kopyalamadır (visuospatial sketchpad). Bu bileşenler gelen bilgilerin akılda tutulmasından sorumludur. Fonolojik
döngü, işitsel olarak gelen bilgilerin kullanılması ve korunmasıyla ilgilenirken, görsel-mekansal
kopyalama, görsel ve yersel bilgilerin işlenmesi ve akılda tutmasıyla görevlidir. Fonolojik döngü
sözel bilginin depolanmasından ve işlenmesinden sorumlu iken, mekansal ve görsel kopyalama ise,
mekansal ve görsel bilginin işlenmesinden ve depolanmasından sorumludur (Haris; Cady,
QuocTran, 2006: 72). Üçüncü bileşen olan merkezi yürütücü (central executive) kısa süreli belleğe
gelen bilgilerin tutulması için hangi deponun kullanılacağının seçilmesinden ve bu bilgilerin
derlenmesinden sorumludur.
“Görsel mekansal kopyalama, görsel imajları tutup manupule eder, buna karşılık fonolojik döngü
ise, konuşmaya dayalı bilgi için benzer bir işlevi yerine getirir. Merkezi yürütücü, bu süreçte bu iki
alt sistem tarafından desteklenir ve dikkati kontrol eder. Fonolojik döngü fonolojik bilgiyi depolar
ve bunun içeriklerini tekrara dayalı bir döngü içerisinde, sürekli olarak seslendirerek bunun
bozulmasını engeller.
“Merkezi yürütücü sistem, önemli bilgiye dikkati yönlendirmeden, önemsiz bilgiyi ve uygun
olmayan eylemleri bastırmadan ve aynı zaman dilimi içerisinde birden fazla bir etkinlinlik
yapılması gerektiğinde bilişsel süreçlerin koordinasyonundan sorumludur (Baddeley;Hitch, 1974).
“Fonololjik düğüm ve görsel mekansal kopyalama, sözel ve görsel bilginin geçici olarak
depolanması süreciyle ilişkili iken, merkezi yürütücü giren bilginin işlenip depolanması ve bunların
koordinasyonuyla ilgilidir. Merkezi yürütücü, bilginin her bir birimini ve o zamana kadar
oluşturulmuş olan metnin anlamına yönelik uyumunu kolaylaştıran bir koordinatör olarak işlev
gösterir (Cain, 2006: 62-65)1
NEDENSELLİK: (Causality). Nedenle sonuç arasındaki ilişki.
“Hayatımız boyunca tanık olduğumuz olaylar ve edindiğimiz bilgiler, bizde, yani insan türünde
(belki diğer türlerde daha farklı sonuçlar ortaya çıkıyor olabilir) her olayın bir nedeni olması gerektiği,
hiçbirşeyin öyle hop diye ortaya çıkmadığı izlenimi yaratmıştır. "Hiçbirşey yoktan varolmaz ve varolan
hiçbirşey yok olmaz" bilimsel "önyargı"sının temelleri bu izlenimdedir. Ayrıca, benzer nedenlerin
benzer sonuçlar doğurduğu izlenimi de ediniriz. İki olayın nedenleri hiçbir zaman aynı olamazlar.
Ama ne kadar "benzer" iseler, doğurdukları etkiler de o kadar "benzer" olacaklardır. Prof. Cemal
Yıldırım bunu şöyle anlatıyor: "doğada olup biten herşeyi, diğer bazı şeylerin sonucu saymak, hiçbir
olgu, süreç veya değişimi nedensiz kabul etmemek bilimin dayandığı varsayımlardan birisidir... Her
olgu kendinden 'sorumlu' başka bir veya daha fazla olguya bağlıdır.
“Gerçek ya da en etkili nedenin ne olduğu konusundaki yargımız, şartlı reflekslerin oluşumundaki
"zamanda yakınlık" ilkesi ile oluşur. Zamanda yakınlık ilkesi, her bir olay için değişkenlik gösterir.
Çiçek tutarken aniden parmağımın belirli bir türde acıması, diken batması veya arı sokması
yüzündendir Ama baharda ekinlerin yeşermesinin nedeni, bizim sonbaharda onlan ekmiş
olmamızdır. Sonbahardaki ekim ile bahardaki yeşerme arasında zamanda yakınlık nasıl öne
1
Salih ÖZENİCİ. İşleyen Belleğin Okuma Anlama Sürecindeki Rolü ve İşlevi
sürülebilir? Burada, ekinlerin yeşermesi ile ilgili toprak, gübre, yağış, ısı, vb. gibi birçok neden
arasında, birçok şartlı refleksler zinciri ile zihin devreye girmektedir ve hayvanlann yapamadığı
budur. Hayvan, en yakın nedeni benimsemekle yetinme eğilimindedir. İnsan zihni ise, (ürettiği
kavramlara semboller atayabilmesi sayesinde-konuşma) zamanda en yakın nedenden başlayıp,
zamanda daha uzaklara doğru daha başka nedenlerle de bağlantılar kurabilmektedir.
“İki olayın zamanda yakınlığının yalnızca bir defa ortaya çıkması, bize hiçbir bilgi vermez. Ama eğer
bu gözlemimiz bir süreklilik kazanıyorsa, önce dikkatimizi çeker. Zihin, olayı daha dikkatle ele alır
ve algılanan konuda birbirine bağlanması muhtemel üç-beş olayı birlikte değerlendirmeye başlar.
Yani, bir teori oluşturur. En basit genellemedir bu. Daha sonraki denemeler, bu genellemenin önce
doğrulanıp, sonra da daraltılarak bir tek olayı neden olarak görmeye yöneltir zihni. Yeteri kadar
denemede doğrulanırsa, artık bir olayı öteki olayın nedeni olarak görme, refleks halini alır.
“Nedensellik bağlantısı, dış dünyayı şartlı reflekslerimize uygun bir düzen içinde görme
eğilimimizden dolayı, zihnimizde bir araştırma süreci sonucu olarak kurulur. İlk birkaç gözlem ile
dikkatin konu üzerine çevrilmesinin ardından, hayvanlarda da bulunan bir araştırma süreci başlar.
Bazı sorular sorulup cevap aranması şeklindedir bu süreç. "Ne?"ile, olayın figürleri ve fonları
tanınmaya çalışılır. "Nerede?" ile, figürler arasında mekanda yakınlık araştırılır. "Ne zaman7" ile,
figürler arasında zamanda yakınlık araştırılır. "Ne ile?" ile, ilk farkedilenlerden başka figürler bulunup
bulunmadığı araştırılır. “N e kadar?” ile, figürlerin niceliği araştırılır. Bütün bu araştırmaların yeterli
sonuçları alındıktan sonra, "Neden?" sorusunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaya başlar beyinde.
Bu cevabı aniden , OP'den alıverir bilinç. Sonuçlar belli bir anda yanyana biriktirilmiş ve paralel
muhakeme ile yargı oluşmuştur. Bu cevap, olay hakkında bir yargıdır ve şimdi yapılması gereken,
daha önceki yargılara ve gözlemlere ters düşen yanlarının bulunup bulunmadığını bilinçte, seri
muhakeme ile araştırmaktır.
“Olaylar arasındaki bağlantı, yani neden-sonuç ilişkisi, şartlanma ilişkisinden ibarettir. Bir olay bir
başka olayı "şartlamakta'", "yönlendirmekte", onun "şartı" olmaktadır. Bir olayın, diğerinin "zorunlu
şartı" olup olmaması önemli değildir organizma için. "Gerekli ve yeterli şart" olmasıdır aranan.
"Zorunlu şart", daha denetimli mantık sistemleri tarafından aranır. "Koltuk, oturmak içindir", "sulu
yemekler kaşıkla yenir", “kışın dışarı çıkarken kalın giyinmek gerekir", "araba çarparsa ölürüz",
"annem benden büyüktür",vb. bütün yargılarımız, nesne ve olaylara verdiğimiz isimler, ölçme ve
saymalarımız, eğer kalıplaşıp da bilincin dışında otomatik tepkiler haline gelmişlerse, şartlı
reflekslerimizdirler. Bilinç, yalnızca olayları birbirine bağlamaya, olaylar arasındaki şartlanmaları
kavramaya çalışır. Ama bu henüz "refleks" değildir. Bilinçli davranıştır. Refleks haline gelmesi,
gördüğümüz gibi, bir süreç işidir ve bir davranış, duygu yada yargı, ancak bu sürecin sonunda
"şartlı refleks" halini alır.
“Nedensellik temelinde düşünmenin zorunlu sonucu, Dünyayı (ve herşeyi) anlamlandırmaya
çalışmaktır. Bu da insanı, kendine bir ‘inanç sistemi’ oluşturmaya götürür. Mevcut inanç sistemi
bizi tatmin etmediğinde, yenisini ararız ve oluşturmaya çalışırız. Öyle ki, sonunda kafamızda her
şey yerli yerine otursun, birbiriyle tutarlı ilişkiler içinde olsun.
“Nedensel düşünmezsek, bir inanç sistemine ihtiyacımız kalmaz. Yalnızca yaşarız. Acı gerçek.
“Peki, nedensel düşünmemek mümkün mü?
“Öyle bir düşünme sistemi ki; ‘çünkü’, ‘için’, ‘...den dolayı’ kelimelerini kullanmayacağız. Gözlem,
güdü, kaçınma ve niyet kullanılabilir. Önerme yapılabilir, ama kıyas ve yargı yok. Zaman yok, oluş
yok, olmuş bitmiş var. Tanrının nedensel düşünmediği kesin gibi görünüyor.
...
“İnsanlar, olayları bağlantısız ve açıklanamaz görmekten hoşlanmazlar. Bu durumda, savunma
geliştiremeyeceklerini ve tehlike içinde kalacaklarını düşünürler herhalde. Duyumlarla aldığımız
bilgileri, hem genelleme, hem de bağlantı içinde görme eğilimimiz vardır. Bu, şartlı refleks
oluşumunun karakteridir. Biz, canlı organizma olarak, genlerimize kayıtlı güdülerle ve reflekslerle
yaşarız. Çeşitli özel sorunların çözümü için beynimize, yeni refleksler oluşturma görevi verilmiştir.
Yeni refleks oluşumu, çevredeki yeni durumun bir an önce etraflıca tanınması ve tepki oluşturulması
demektir. Yeni çevrenin bir an önce tanınması da, binlerce uyarının, beynin kapasitesini
zorlamayacak şekilde az sayıda gruplar halinde değerlendirilmesini, ve grupların da birbirleri ile
ilişkili düzenli bir sistem olarak algılanmasını; yani, bir tek kavrama indirgenmesini; yani bir tek
olaya genellenmesini gerektirir. Araba kullanmayı öğrenirken de ekstrapiramidal sistemimiz; ön
cam, dikiz aynası, direksiyon, gaz, fren ve debriyaj pedalları, vites kolu, korna ve silecekler gibi tüm
hareketleri tek bir program olarak otomatikleştirmeye çalışır. Önceleri bu hareketler grup grup
otomatikleştirilirler ve birkaç paket halinde kullanılırlar. Fakat deneyimli bir sürücüde bunlar,
kesinlikle tek bir program halini almıştır. Öyle ki, biryerden bir yere giden deneyimli sürücü, radyo
dinler, yanındaki ile konuşur, işini düşünür, vb. Düşünmediği ve farkında olmadan yaptığı tek şey,
aracı sevk ve idare etmesidir o anda. Hiçbir özel dikkat göstermeden akıp gider trafiğin içinde.
...
“Beynimizdeki değerlendirme sinirlerinin ileti hızı, duyu sinirlerinden daha yavaş olmalı ki, olayları
sürekli gibi algılarız. Değerlendirmemiz duyu sinirlerinden daha hızlı olsaydı, olayları kesik kesik
algılayacaktık.
....
“Olaylar arasında nedensellik bağlantısı kurmada aşırılık, türümüze özgü bir davranıştır. Odada
aniden bir top yuvarlanmaya başlasa, kedi hemen topu takibetmeye başlar ve yakalamaya çalışır.
Oysa biz, dönüp onun nereden geldiğini araştırırız.. Çağdaş bilimler her olayı geniş bir nedensellik
ağı içinde araştırmak eğilimindedirler.
....
“Bir olayı bir diğerinin izleyeceği beklentisi, bilincimizin beklentisidir. Bir bebek veya bir kedi
yavrusu, suya düştüğü halde ıslanmazsa, buna şaşırmazlar. Ama tecrübelerin sağladığı şartlanmalar,
bize, suya düşen her şeyin ıslanacağını düşündürür. Bu yüzden yetişkin insan da, yetişkin kedi de,
su onları ıslatmadığında şaşırırlar ve suyu araştırmaya başlarlar.
“Bilincin bu nedenselliğinden dolayı, insanın dünyaya gelmesinin bir nedeni olması gerektiğini
düşünmeden rahat edemeyiz. Oysa, bu dünyada önceden hazırlanmış bir senaryonun oyuncuları
değil de, doğaçlama yaparak yaşayan oyuncular olduğumuz da düşünülebilir pekala.1
OLAY:(Occurence) Hafızada her bilgi bir “Olay” olarak temsil edilir. “Olay”, birkaç karelik bir
çizgi film klibi gibidir. Beynimiz, her türlü bilgiyi mutlaka zamana yayılmış halile değerlendirmek
eğilimindedir. Duyduğumuz bir notayı da tek başına anlamlandıramayız, devamını dinleyip bir
müzik parçası olarak anlamlandırmak isteriz.
Zihinsel işlevlerde zaman önemli bir yer tutar. Algılarımız parça parça gelir ama, Zihnimiz, zaman
içinde bunların nasıl ilişkide olduğunu belirlemek için Hafızayı ve çevreyi tarar durur. İdrak böyle
gerçekleşir. Hayatımız boyunca, tekrarlama eğiliminde olan davranış(hareket) ve düşünme
gruplarını birer paket olarak ele alma eğilimindeyizdir. Değişik araştırmacılar bu paketler için
“script”, “episode”, “theme”, “scheme”, veya “Cognitive module” ifadelerini kullanmaktadırlar.
1
Nadir Bencan, Düşünen Hayvan
Bizim için ilk defa karşılaştığımız olaylarda-tecrübelerde, milisaniyelik hareketler önem taşır. “An”
dediğimiz o sublektif en kısa zaman, yani idrak süresi, ortalama ¼ saniye kadardır(250 milisaniye)
ve “olay” değil, “durum” türü algıya izin verir. Zihine bir fotoğraf karesi sunar. Bunlar birkaç
özellikleri ile hafızaya kaydedilebilirler. Fakat sık tekrarlanmıyorsa veya duygu öğesinde “önemli”
işareti taşımıyorsa, unutulurlar. Peşpeşe gelen fotoğraflar bizim için bir anlam taşıyorsa, bir video
klip gibi kaydedilirler(Bkz: Kavram). İlk olaya bir şekilde benzeyen ikinci bir Olay veya durum,
hemen bu iki Olayın bir paket olarak ele alınması sürecini başlatır. Paketler alt paketlere sahip
olabilirler ve çok uzun zamanı kapsayabilirler. “Bir ömür” de bir pakettir.
Tekrarlanmayıp, hafızamızda tek olarak kalan önemli yaşantılar, paket değil, “episode” ifadesine
daha yakındırlar. “Bir keresinde ..... olmuştu” dediğimiz Olaylardır bunlar.
Bir saat sonra saniyelik Olayları, bir hafta sonra saatlik Olayları, bir ay sonra gündelik Olayları, bir
yıl sonra aylık Olayları unuturuz. Birkaç alt paket kalır sadece aklımızda. Bu, soyutlamadır. İki yıl
önce Haziran ayının on ikisinde öğlen saatlerinde ne yaptığımızı hatırlamayız. Hatırımızda kalan bir
paket olarak, “öğlen olduğu için yemek yiyordum herhalde” deriz. Ama 12 Haziran’ın o yıl Pazar
gününe geldiği söylense, hemen bir başka kavramı hatırlarız ve “o zaman gazete okuyorumdur”
deriz(Pazar öğlen paketi).
Hafıza zamanın “şimdi” noktasına kadar edindiğimiz bilgileri taşır. Hayal alanımız, Hafızaya
paralel bir zaman oku olarak değerlendirilebilir. Ama yalnızca geçmişi değil, geleceği de
içermektedir. Gerektiğinde Muhakemede kullanmak üzere, bu zaman oklarından geçici birkaç tane
daha yapıp-bozabiliriz. Hafızadan istediğimiz bir parçayı(paket veya episode) alıp bu zaman
okunun istediğimiz yerine(geçmiş veya gelecek) yerleştiririz ve düşünme eylemi böylece başlamış
olur.
Hafızada bir olayı sorgulamak, veritabanında bir tablodaki kayıtlardan ardışık bir grubu sorgulamak
anlamına gelir. Yapay Zeka alanında bütün sorgulamalarımızı, bütün veritabanı yönetimini bu esasa
göre düzenlememiz gereklidir, çünkü hayatın akışı birimlerin değil, olayların akışı halindedir.
Klasik satır sorgulama yöntemleri ile zeka üretmenin sınırlarına dayandık gibi görünüyor. Amatör
amaçlarla kullanılan ve “Multi-Line Querying” denilen bazı teknikler bu amaçla geliştirilebilirler.
ÖN MUHAKEME: (Preconsciousness?).Duyu organlarından gelen Algılar Ön Muhakemeden
(Farkındalık) geçerken geniş çapta elemeye tabi tutulurlar. Gelen bir Algı önce refleksler, şartlı
refleksler, içgüdüler, o andaki hakim duygular, acil işler veya yarım kalan işler olarak işaretlenmiş
paketlerden oluşan bir filtre tarafından süzülür. Bu süzme işlemi, öncelikle Dikkat mekanizmasını
tetiklemek içindir. Aynı anda, Hafızada da kaba ve hızlı bir sorgulama yapılmaktadır. Algılarla
eşleşen Hafıza materyali de, tıpkı dış Algı gibi filtrelere yönlendirilir. Buradaki işlemler Bilince
kapalıdır. Hiç farkında olmayız.
Dikkat projektörünün altına girmeyi hak eden Algılar, aynı anda Bilinç alanına da girmiş olurlar.
Bundan sonra artık paralel iki süreç işleyecektir beyinde. Birisi Dikkat öncesi Algıların işlenmesi
süreci, diğeri de Bilinç alanında cereyan eden Muhakeme süreci olacaktır.
İdrak, Algı’yı Bilgi haline getirme sürecidir. İdrak bir işlemi, Bilgi bu işlem sonucunda elde edilen
şeyi ifade eder. Algı, İdrak sayesinde Bilince çıkar. Bilince çıkmasının nedeni, Ön Muhakeme
işleminden geçmesidir. İdrak edilmemiş Algı, ancak Bilinç dışı işlemlere konu olabilir.
Ön Muhakeme esnasında, birden çok işlem ünitesi paralel olarak çalışır. Reflekslerimizin ve şartlı
reflekslerimizin tümü çalıştığı gibi, salt zihinsel alanda da birden çok modül aynı anda
çalışmaktadır. Bir metni okurken, bir modül cümleleyi işlemektedir. Bir başkası kelimeleri, bir
başkası harflerin şekillerini işlemektedir. Belki bir başkası da kağıdın yüzeyini, rengini
gözlemektedir.
Ön Muhakemenin Hafızada sorgulamalar yapması, Hafızanın normal çalışmasından farklı gibi
görünmektedir. Çok daha hızlı, zahmetsiz ve şaşırtıcıdır. En olmadık anı parçaları aniden
yakalanabilir. Bu işlem neredeyse otomatiktir. Bir idrak, kendisi sorgulamanın ürünü olduğu halde,
her zaman hafızadan yeni sorgulamalara(çağrışım) neden olur. Ön Muhakeme, kendisi muhtemelen
saniyede yirmiden fazla “düşük değerli” sorgulama yapmaktadır hafızada. Bu sorgu sonuçlarından
nisbeten önemli gördüklerini de her ¼ saniyede bir Muhakeme alanına(Bilinç) göndermektedir. Bu
iş için, o anda Ön Muhakemenin veya Muhakemenin boş olması yeterlidir. Boş kalınan her ¼
saniyeyi, zihnimiz bu tür düşük değerli sorgulamalarla(serbest çağrışımlarla) doldurma
eğilimindedir. Derin uyku ve koma hali dışında.
ÖNYARGI: (Bias, Precoception). Kanaatlerin Yargı kategorisinde ifade edilmesidir.
REFLEKS:(Tepke, Reflexes) “Bir uyartıya verilen cevap. Alınan uyartı sonucunda meydana gelen
impulsa, beyne iletilmeksizin verilen cevap. Yansı.”1
Refleksler, canlının dış etkilere verdiği tek tip, kalıtımla gelen tepkilerdir. Gözümüze hızla yaklaşan
bir cisme karşı göz kırpma refleksi, ani düşme durumunda yakalama refleksi gibi bazı refleksleri
herkes bilir. Bunlar, bilincimize de haber verilerek yapılan reflekslerdir. Dikkat! İş yapılır, bilince
yalnızca haber verilir. İzin alınmaz. Bazı reflekslerde ise, bilince haber bile verilmez. Işık durumuna
göre daralıp genişleyen pupilla refleksi gibi. Aynı şekilde, vücudumuzda dıştan izlenemeyen bazı
otomatik tepkiler de refleks sayılabilirler. Otonom sistem faaliyetleri, vücut sıvısının kimyasal
dengelenmesi gibi çalışmalar da belirli organların, bezlerin, dokuların refleks türü faaliyetleridir.
Refleks cevaplar, organizmanın çevre ile ilişkisinde bilince gerek duyulmadan, otomatik olarak
kendine özgü davranış oluşturan, bir canlı türünün tüm üyelerinde aynı olan, kalıtımla gelen,
öğrenilmemiş cevaplardır. Ancak yaygın kullanımda, yalnızca kaslarla ilgili faaliyetlere refleks
denmektedir. Halbuki pupillayı daraltan olay kadar, kana adrenalin boşaltan olay da sinir sisteminin
öğrenilmemiş tek tip cevabıdır. Birinde hedef organ pupilla kasları, diğerinde adrenal kortekstir.
Dolayısı ile, bir sinir iletiminin neticesi ister fiziksel bir olay (pupilla daralması), ister kimyasal olay
(adrenalin boşalması veya cinsel ilgi) olsun, eğer olay merkezi sinir sisteminin müdahalesi ile, ama
bilincin dışında kendiliğinden bir cevap şeklinde ise, reflekstir. Yani mesela boşluğa atladığımız
zaman kendiliğinden düşmeye başlamamız refleks değildir. Çünkü boşlukta düşüp düşmemeye sinir
sistemimiz karar vermez. Ama düşerken sağa-sola çırpınarak tutunacak bir yer aramamız reflekstir.
Bu esnada eğer tutunabileceğimiz üç-beş nesne arasında, “Şu iyi değil, en iyisi şunu tutayım. Yok
yok, şu ilerideki daha iyi” diye bilinçli bir seçme yapıyorsak, bu da refleks değildir. Çünkü
davranışı asıl oluşturan bilinçtir bu durumda.
Refleksin bir diğer özelliği de, etkilere gösterilen “basit” tepkiler olmasıdır denir. İki nöronlu, hadi
bilemediniz birkaç ara nöronun ilavesi ile üç-beş nöronlu refleksler en basit ve temel reflekslerdir
bu tanıma göre. Bundan dolayı da, daha karmaşık gibi görünen otonom sistem tepkilerine ve daha
da karmaşık görünen “içgüdü” tepkilerine refleks denmez. Halbuki çok basit otonom sistem olayları
olduğu gibi, aksırma refleksi gibi çok karmaşık refleksler de bulunmaktadır. Nörolojinin ve
1
TDK BSTS/Biyoloji Terimleri Sözlüğü
fizyolojinin kullandığı kavramlarda aslında böyle bir karışıklık yoktur. Karışıklık, kavramların
temel eğitim düzeyinde ve popüler kullanımında ortaya çıkmaktadır.
“Prof. Mehmet Akçay’dan bir aktarma ile, refleksin bilimsel tanımını ve fonksiyonunu kısaca
özetleyerek devam edelim:
“Refleksin tanımı: Refleks, organizmanın kendisine etki eden uyaranlara merkezi sinir sisteminin
katılmasıyla, ve fakat bilincin aracılığı olmaksızın verdiği cevaptır. Refleks için karakteristik olan
şey, sinirsel merkezler tahrip edildiği zaman artık oluşmamasıdır. Duyular, refleks oluşumuna ya
eşlik eder, veya sonradan meydana gelirler.
“Refleksin anlam ve önemi: Reflekslerin ekserisi organizmanın korunmasına hizmet ederler.
Örneğin kornea refleksinde göz kapağı kendiliğinden açılıp kapanmakla, gözyaşını kornea üzerine
yayar ve bu organı kurumaktan korur. Pupilla refleksi ise retinayı fazla ışıktan korur. Keza karın
örtüsü refleksi aracılığıyla visserler dışarıdan gelebilecek darbelere karşı korunurlar.
“Bir kısım refleksler türlerin devamına hizmet ederler. Üreme organlarının reflektorik etkinlikleri
bu cümledendir. Bunlardan başka, çevrenin sayısız değişikliklerine organizmanın uyabilmesini
sağlayan birçok diğer kas hareketleri ve bez sekresyonları da keza reflektorik olarak ayarlanırlar.” 1
SEZGİ: (Intuition). Muhakeme alanında işlenmeye elverişli olmayan, bir isimle, bir sembolle ifade
edilemeyen her türlü Bilgiye Sezgi veya İlham deriz.
“İç göz”, geçici Muhakeme tablosunda, odak dışında sıçramalar yapmakla kalmaz, bu sıçradığı
satırların Hafızadaki bağlantı linklerine de sıçramalar yapar. Bu sıçramalar da Kanaat oluşumuna
etki ederler. Bu tablo dışı sıçramalar, İlham va Sezgi yollarımızın bir kısmını oluştururlar.
Fikirdeki Figürün etrafını saran Fon bilgileri, bilinçte daima Sezgi olarak algılanır. Ayrıca,
beynimizde bizim henüz bilemediğimiz ekstra duyu yolları varsa, onlardan gelen uyartılar da
herhalde Sezgi türü Bilgiler oluşturacaklardır.
ŞARTLI REFLEKSLER: (Conditional Responses). Hafızada peşpeşe yer alan iki bilgiyi, özel
bazı koşullarda tek Bilgi halinde birleştirmek gibi doğal bir yatkınlığımız-yeteneğimiz vardır. Bu
yeteneğimiz, yapay refleksler oluşturabilme yeteneğimizdir.
Şartlı refleks, canlıda doğuştan varolmayan, ama normal refleks yolları üzerinde sonradan
öğrenilerek kazanılan yeni refleksleri anlatır. Gene Akçay’dan öğrenelim:
“Doğuştan mevcut refleksler cinsin bütün bireylerinde vardır. Doğuştan mevcut sinir yolları,
reseptörler ve icra organları bu reflekslerin var oluşlarını sağlarlar. (....) Sonradan kazanılan, yani
kondüsyone refleksler (şartlı refleksler) ise kendiliklerinden oluşmazlar, aksine, kişinin yaşamı
boyunca öğrenilirler. Bu refleksler sabit değildir, geçici olarak veya tamamen kaybolabilirler.
Kondüsyone refleksler, daha önce varolan bir refleks üzerinde gelişirler. Bu refleks, doğuştan var
olabileceği gibi, daha önce kazanılmış bir kondüsyone refleks de olabilir.” 2
1
2
Mehmet Akçay, Sinir Sistemi Fizyolojisi
Mehmet Akçay, Sinir Sistemi fizyolojisi
Bir doğuştan refleks üzerine bir şartlı refleks, onun üzerine bir başka şartlı refleks, onun da üzerine
bir başka şartlı refleks ....oluşturmak mümkündür. Konuşmamız ve birçok bilinçli davranışımız
böyle gerçekleşir.
Şartlı reflekslerin oluşturulabilmesi için beyin korteksine ihtiyaç olduğu genel kanıdır. Çünkü
korteksi çıkarılan (dekortike) hayvanlarda şartlı refleks oluşturulamamakta ve eski şartlı
reflekslerini de kaybettikleri görülmektedir. Ama, 1,5 cm.lik su solucanları olan planaryalarda şartlı
refleksler oluşturulabilmektedir. Planaryalarda bir korteks’ten bahsedemeyeceğimize göre,
dekortike hayvanların durumuna başka bir açıklama aramamız gerekecektir.
Şartlı refleksleri de tam olarak tarif etmekte zorlandığımız görülüyor. Şartlı reflekslerde, oluşma ve
pekişme sürecinde bilinç aktif olarak devrededir. Ama yeterince pekişmeden sonra, artık şartlı
uyaran, bilinçdışı olarak doğal refleksle aynı tepkiyi yaratır. Yani olayın karakteri artık ‘refleks’
karakteridir, otomatiktir. Çok eskiden kazanılmış ve iyice pekişmiş öyle şartlı reflekslerimiz vardır
ki, onları doğal reflekslerimizden ancak bayılma veya koma durumunda ortaya çıkmamaları ile
ayırabiliriz. Limon görünce ağzımızın sulanmasının bir doğal refleks olmadığını ancak böyle anlarız
mesela.
Eğer “şart” sözü önem taşıyorsa, yani bu refleksler bir şarta bağlı oldukları şeklinde tarif
edilecekse, doğal reflekslerin de her birinin bir şarta bağlı olduğunu unutmamak gerekir.
Doğal reflekslerle şartlı refleksler arasında tek fark, birincilerin doğuştan ve sabit, yani hayat boyu
ihtiyaç duyulan ve devam eden, ikincilerin ise gerek duyuldukça edinilen ve ihtiyaç ortadan
kalktığında sönmeye başlayan refleksler olmasıdır.
Ivan Pavlov, (1849-1936) en hayranlık uyandıran bilim adamlarının belki de başında gelir.
Fizyolojideki bilimsel araştırmaları ile, titizliğin ve ayrıntılara gösterilen dikkatin harika örneklerini
vermiştir. Şartlı refleks kavramını oluşturduğu köpekler üzerindeki deneyleri, eminim sizi de aynı
kanıya götürecektir.
Pavlov’un deneylerinin herkes tarafından bilinen yanı, köpeğin salya çıkarma refleksi üzerine, zil
sesi ile bir şartlı refleks oluşturulmasıdır. Köpek, doğal bir refleks olarak, ağzına besin konduğunda
salya çıkarmaktadır. Besin bir zil sesinden hemen sonra verilmiş, bu defalarca tekrarlanmış ve artık
hayvan öğrenmiştir ki, ne zaman zil sesi duysa, arkasından yemek geliyor. Bu şartlanmadan sonra,
yemek gelmese bile, her zil sesinden sonra salya çıkarmaya devam etmiştir. Eğer defalarca zil
çalınıp yemek verilmezse, salya miktarı giderek azalmakta ve sonunda kaybolmaktadır. Yani
hayvan, bu defa da, artık zil sesi ile yemek gelmediğini öğrenmektedir.
Bu yöntem, şartlanma konusunda bugün de bütün araştırmalarda temel yöntem olarak
kullanılmaktadır.
Pavlov, bu çalışmasını hemen bir makale haline getirip yayımlatarak da yeterince ün sahibi
olabilirdi. Buluşu, duyularla fizyolojik süreçlerin ilişkileri konusunda bu hali ile de yeterince
büyüktü. Ama o, zil sesi ile besinin ağıza konması arasında önce zil ve sonra zil olarak saniyeler,
dakikalar cinsinden, aynı köpekte yüzlerce ve farklı köpeklerde yüzlerce deney yaptı. Üretilen salya
miktarı ile ilgili olarak gene yüzlerce deney gerçekleştirdi. Bu deneylerle, bugün bazı
araştırmacıların yaptığı gibi ilk sonuçlarla yetinilmeyip, çok daha derinlere doğru sürdürülmesi
gereğini de gösteriyordu. Sonuçta, kullanılan hayvanın zeki veya aptal olmasından, deney ortamı ve
deneyci ile hayvan arasındaki ilişkilere kadar birçok etmenin sonuç üzerinde etkili olabileceğini
ayrıntılı bir şekilde gösterdi.
Konumuz açısından, Pavlov’un deneylerinin asıl ayrıntıları önem taşımaktadır. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
1-Köpeklerin şartlanma süreçleri, bireysel özelliklerine göre değişkenlik gösteriyordu. Her köpek,
aynı koşullarda aynı deneysel verimi vermiyordu. Hatta aynı köpek, değişik zamanlarda değişik
tepkiler gösterebiliyordu. Hasta hayvanlarda refleksler ya çok güç elde edilebiliyor ya da hiç elde
edilemiyordu. Zeki hayvanlar daha çabuk şartlı refleks geliştiriyorlardı. Hırçın ve uysal hayvanların
şartlı tepkiler geliştirmeleri arasında büyük farklar oluyordu. Bazı hayvanlarda pozitif refleksler,
bazılarında negatif refleksler daha kolay elde edilebiliyordu. Yani köpeğin sağlığı, o andaki
psikolojik durumu ve karakter özelliklerinin, şartlı refleks oluşumu üzerinde etkileri vardı. Hatta
herhangi bir olayın köpeğin dikkatini çekmesi, deneyin başarısını engelliyordu.
2-İlk görünüşte, korteksi çıkarılan hayvanda kazandığı bütün şartlı refleksler kayboluyor, yenileri
de oluşturulamıyordu. Bundan, şartlı refleks oluşumunda korteksin en önemli organ olduğu sonucu
çıkıyordu. Beyin kabuğu olmadan, öğrenme olmaz! Hatta dekortike hayvanlar özenli bir bakımla
dört yıl kadar yaşatıldığı halde sonuç değişmemişti.
Pavlov, bu sonuçla yetinecek bir bilimci değildi. Bu sonuç, tek başına ona pek bir şey ifade
etmiyordu. Köpeğin tüm korteksini, beyinde yalnızca beyin sapı ile orta beyin kalacak şekilde
kazıyıp çıkaracaksınız. Hemen hemen beyinin üçte ikisini. Sonra onu deney kafesine sokacaksınız.
Yani karşınızda sürekli astım krizleri olan bir ihtiyar var ve siz ona uzay geometrisi öğretmeye
çalışıyorsunuz. Sonra da ulaştığınız sonucu açıklıyorsunuz: Astım krizi olanlar uzay geometrisi
öğrenemezler!
Pavlov, önce korteksteki belirli bölgeleri araştırdı ve şunu buldu: Edinilen şartlı refleks ile ilgili
beyin bölgeleri önem taşıyordu. Görsel yolla edinilen bir şartlı tepki, korteksin oksipital bölgesi
çıkarıldığında, diğer bölgeler sağlam kalsa bile tamamen yok oluyordu. İşitsel refleksler de, aynı
şekilde, temporal bölgenin çıkarılması ile yok oluyorlardı. Köpeğin salya salgılamasını sağlayan bir
beyin bölgesi çıkarıldığında da, salya refleksi kayboluyordu.
Pavlov daha ileri araştırmalarla, beyindeki salya merkezi tahrip olsa bile, görme, işitme, koklama ile
ilgili merkezler tarafından yeniden salya refleksi oluşturulabildiğini ortaya çıkardı.
3- Pavlov, “deneysel nevroz” dediği bir tür ruhsal durumu tanımlamıştı. Deneylere katılan köpekler
güzel güzel zil duyup salya akıtırken, bazı durumlarda birdenbire çılgınlaşıyor, bağırıp çağırarak
kaçmaya ve deneyciyi ısırmaya çalışıyor, bir türlü sakinleştirilemiyor, bütün öğrendiklerini de
unutuyorlardı. Bu durum, deney şartlarında istenildiği zaman oluşturulabildiği için, “deneysel
nevroz” demişti Pavlov.
Deneyde, önce bir daire şekli ile besin arasında şartlı refleks oluşturuldu ve pekiştirildi. Aynı
sürede, bir elips şekli de sürekli olarak gösterildi, fakat besinle desteklenmedi. Bu şartlanmaların
iyice yerleştirilmesinden sonra, köpeğin elips ile daire arasındaki farkı nereye kadar ayırt
edebileceğini öğrenmek için, daire şekli giderek elipse benzetilmeye başlandı. Başlarda biraz
yamultulan daireyi, köpek gene daire olarak algılayıp, salya tepkisi veriyordu. Fakat daire, elipse
çok yakın, ayırt edilmesi zor bir şekil aldığında, işte yukarıdaki “deli köpek” çıktı ortaya.
Pavlov, gene burada bırakmadı. Aynı deneyi yüzlerce köpekle tekrarladı. Bu olayda da köpeklerin
bireysel özelliklerinin önem taşıdığı anlaşılıyordu. Bazı dışa dönük kişilik özelliği gösteren sağlıklı
köpekler saldırganlaşırken, uysal karakterli köpeklerde bu deney, aşırı uyuşukluk ve kayıtsızlık
şeklinde sonuç veriyordu.
4- Şartlı ve şartsız uyaranlar arasındaki süreyi de araştırdı Pavlov. İki uyarı arasındaki süre ne kadar
kısa olursa, o kadar güçlü ve çabuk sonuç alınıyordu. Yani hayvan, iki uyarı arasında neden-sonuç
ilişkisini daha kolay kurabiliyordu. Ama koşullu uyarı, koşulsuz uyarı ile aynı zamanda veya çok
sonra verilirse, hiçbir karşılık alınamıyordu.
5-Konumuz açısından en önemli ayrıntı da, Pavlov’un, köpekteki genelleme ve ayırım ile ilgili
çalışmasıdır. Köpeklere belirli bir tonda zil sesi ile yemek verilirse, o tondaki zil sesine şartlı refleks
oluşur. Ama ilk tona yakın zil seslerine de köpek aynı tepkiyi gösterir. Öyle ki, ilk tondan
uzaklaştıkça salya miktarı da azalır ve tamamen değişik bir tona ulaşıldığında, salya salgılanmaz
olur. Bu genelleme, yani şartlı uyarana benzeyen diğer uyarılara da tepki gösterme, her şartlı
refleksin ilk aşamasıdır. Bunun arkasından, ikinci aşama olan ayırım gelir. Köpek, pekiştirilme
durumuna göre, ilk tona yakın zil seslerini ayırmaya ve onlara tepki vermemeye başlar. İlk ton
dışında eğer besin verilmiyorsa, çok yakın da olsa diğer tonlara tepki vermemeyi öğrenir.
Ayıramayacağı kadar az farklılıklar hakkında karar vermeye zorlanırsa, yukarıda gördüğümüz
“deneysel nevroz” oluşur.
Şartlı refleksteki ayırım özelliğine gelince: Köpek (ve her canlı); beyninde kurduğu şartlı bağlantı ile,
şartlı uyarana çeşitli yönlerden benzeyen belli bir dağılımdaki bütün uyaranlara da tepki gösterir. Bu,
genellemedir. Ancak ilk olumsuz tecrübe ile birlikte, eleme faaliyeti de başlar. "Demek ki şu türler
değilmiş". Yani elenen, yalnızca bir uyaran değildir. Olumsuz uyaran da genellenir ve bir grup
uyaran elenmiş olur. Eleme, tecrübe süresince devam eder ve bir noktada, çok ince bir ayrıma
ulaşılır. Bu ayırım inceliği, canlının duyu organlarının ayırdetme gücü kadardır. Köpek, koku
konusunda insandan çok daha hassas ayırımlar geliştirebilir. İnsan da, mikroskop kullandığı için bir
kartaldan çok daha hassas görsel ayırımlar geliştirebilir.
Operant şartlanma denilen bir tür şartlanma, bu konuyu daha iyi anlatır. Operant şartlanmada, şartlı
uyaran ile şartsız uyaranın arasına bir başka uyaran daha girmekte ve organizma bu üç uyaran
arasında bir ilişki geliştirmektedir. Deney kafesindeki fareye, bir pedala bastığında yiyecek
düşmektedir. Ama aynı anda bir de ışık yanmaktadır. Işık yanmıyorsa, yiyecek düşmemektedir.
Fare, birçok deneme sonunda, yalnızca ışık yandığı zaman pedala basması gerektiğini öğrenir. Işık
yanmadığı zaman pedala basmasının boşuna çaba olduğunu bilmektedir artık.
Genelleme ve ayırım, ayrı ayrı, bize hayvanlarla insanların ortak iki yanını gösterirler. Önce
genellemeyi ele alalım: Köpek, daire (ve benzeri) görüntü ile birlikte yemek geleceğini
öğreniyor.(tümevarım). Yakın zamanda gördüğü dikdörtgene benzer elips görüntüsü ise, yemek
habercisi değil. Pekiştirmelerle bunu da öğreniyor. Şimdi köpeğe, daire biraz yamultularak, yani
daireye yakın bir elips şekline sokularak gösteriliyor. Genel görünüm, öğrenilen iki şekil içinde,
daireye benzemektedir. Tam aynısı olmasa bile. Bu durumda köpek şöyle düşünmektedir:
Daire görününce, bu adam bana yemek veriyor
Şimdi gösterdiği de bir daire
O halde yemek geliyor (tümdengelim)
Bu üç satır, büyük önermesi, küçük önermesi ve vargısı ile, formel mantığın ifadesidir.
Birinci önerme, şartlı refleks oluşumundan önce ulaşılan bir yargıdır. Karşılaşılan iki olay arasında bir
bağlantı keşfedilmiştir. Bu keşif belki ilk karşılaşmada, belki de yüzüncü karşılaşmada yapılmış
olabilir. Bu, hayvanın zekası başta olmak üzere daha birçok etmene bağlıdır. Sonuçta bağlantı
keşfedilmiş ve şartlanma süreci bu keşifle başlamıştır. İlk keşif, aynı zamanda ham bir yargıdır da. İki
olay arasındaki bağlantının birkaç defa tekrarı halinde, bu ham yargı hayvan için yeterli bir yargıya
dönüşür. Elde edilen, birkaç deneme ile ulaşılmış bir "tümevarımsal" yargıdır. Birınci
önerme elde edilmiştir. Artık bu önermeden hareket ederek "tümdengelim" önermeleri çıkarabilir.
Bundan sonraki süreç, yargının pekiştirilmesi sürecidir. Artık sözkonusu olaylarla her karşılaşmada
mevcut yargı pekişecek veya sarsılacaktır.
Mevcut yargının pekişmesi veya sarsılması, hayvanda ayırım ve kavrama sürecinin başlaması
demektir. Artık daire ile elipsi ayırabilme, araya giren üçüncü, dördüncü olaylarla bağlantılarını
görebilme mümkün hale gelmiştir.
Burada, algılarımızla ilgili bazı tesbitler yapmamızda fayda vardır: Sinir hücresinin çalışması şöyle bir
süreç izler: 1) Bir defada, kendisine ulaşan uyarıları olduğu gibi iletir. Bu, göz için çeşitli görüntüler,
kulak için çeşitli sesler, burun için çeşitli kokular, vb. dir. 2) Bir dinlenme devresinden sonra, yeni
uyarılar algılar. İkinci bir algı için, bir dinlenme devresine ihtiyacı vardır(latent period).
Beyindeki merkezler de, sinir hücrelerinden gelen uyarıları aynı şekilde algılar. Bir anda beyne gelen
tüm uyarılar,(gözden, kulaktan, vb.) paket olarak bir defada algılanırlar. Buna paralel algı
diyebiliriz. Peşpeşe gelen ardışık algılara da seri algılama diyebiliriz. Paralel algılama, bizim mekan
anlayışımızın temelini oluşturur. Şeylerin birlikteliği, biraradalığı hakkında bize bilgiler verir.
Aralarındaki yakınlık-uzaklık ve yön bilgileri, beş duyunun en azından dördünde (tat duygusu bu
yönden pek açık görünmüyor) bir anlık algıda beyne iletilir. Seri algılama ise zaman anlayışımızın
temelini oluşturur. Peşpeşelik, ardışıklık, süreklilik hakkında beynimiz bu yolla bilgi edinir. Paralel
algılar "tanıma"da, seri algılar "bilme"de işe yararlar.
İşte şartlı refleks olayının temelinde de bu seri algılar var gibi görünüyor. Zaman içinde peşpeşelik,
nedensellik, bir olayın bir diğerini şartlaması, yani olaylar arasındaki zaman bağlantısı, şartlı refleks
oluşumunun temelidir. Şartlı uyarının, şartsız uyarı ile aynı anda verilmesi halinde şartlı refleks
oluşmamasının sebebi de budur. Çünkü bu durumda seri algılama değil, paralel algılama meydana
gelmektedir.
Seri algılama, peşpeşe alınan paketlerdeki çeşitli duyu değişikliklerini izleyip, aralarında çeşitli
yönlerden bağlantılar kurarak olayları "süreklilik içinde" algılamamızı sağlar. Eğer olayları "sürekli"
şekli ile algılayamazsak, kopuk paketler halinde algılarsak, sorun çözemeyiz. Sorun çözmek için
zaman ve mekan anlayışına ihtiyacımız vardır. Sorun çözmede, olayların sürekliliğini, sorunu hangi
olay zincirinin çıkardığını, zincirin yönünü nasıl değiştirmemiz gerektiğini vb. düşünürüz. Bu esnada
farkettiğimiz, keşfettiğimiz bazı ardışıklık bağlantılarını, genellemelerimizde, tümevarımlarımızda
kullanırız. İşte bunlar şartlı refleksleri oluştururlar. Sorun'a göre, sübjektif olay zincirleri yaratır ve
paketleştiririz onları.
Pavlov’dan beri Şartlı Refleksler çok iyi araştırılmış ve işleyiş mekanizmaları ortaya konmuştur.
Fakat bir yönü üzerinde dikkatimizi özellikle odaklamamız gerekir: Negatif Şartlanma. Beynimizin
dış ve iç çevreden her an aldığı milyonlarca Bilgi’yi elemesini Negatif Şartlanmaya borçluyuz.
Muhakeme sırasında, muhtemel çözüm yollarından çoğunu elemeyi de Negatif Şartlanmaya
borçluyuz.
Şartlı reflekslerin oluşmasını bebek gelişiminde izlemek de bize bazı aydınlatıcı ipuçları verir.
“Yenidoğanlar sese yanıt verirler ancak birçok ses arasında herhangi spesifik bir sesi selektif olarak
işitmek ve ona uygun bir yanıt ortaya koymak çok daha sonra gelişir.
“1-3 günlük bebekler, tekrarlayan çıngırak sesine karşı alışkanlık gösterebilir ve baş çevirmeyi
bırakabilir. Birçok kez tekrarlanan sesi, yenidoğan öğrenir ve tepki vermeyi bırakır.
“Yenidoğanın sese tepkisi genellikle kalp hızı ve solunum hızında değişiklik şeklindedir. Konuşma
ve müzik gibi hafif-orta derecedeki sesler (55- 75 dB) kalp hızında azalmaya yol açar ve “yönelme
yanıtı” olarak ilinir. Yönelme yanıtı, bebeğin uyarıyı algılamasını ve öğrenmesini kolaylaştırır.
Yüksek yoğunluktaki (80-85 dB üzeri) sesler ise kalp hızını arttırır ve “savunma yanıtı” olarak
bilinir. Davranış durumu ve merkezi sinir sisteminin gelişme derecesi de sese karşı verilen kardiyak
yanıtı etkiler.
“Term bebekler(zamanında doğan bebekler), tekrarlayan uyarıları öğrenip kalp hızını azaltabilirken,
prematüre bebeklerde bu öğrenme meydana gelmez. Kardiyovasküler sistem olgunlaştıkça sese
karşı daha fazla tepki vermeye başlar.
“Kalp hızından başka, akustik uyarılar kan basıncında da değişikliklere yol açar. Birçok bebekte
yüksek ve düşük frekanslardaki sesler sistolik ve diyastolik kan basınçlarında 10 mm Hg’lik bir
artışa neden olur. Kan basıncı 5 dk. sonra bazal düzeye döner.
“Solunum sisteminin sese karşı verdiği tepki, sistemin ilk andaki durumuna bağlıdır. Eğer bebeğin
solunum hızı düşükse, ses, solunum hızında artmaya yol açar. Buna karşılık eğer bebeğin solunum
hızı yüksekse, sesin etkisiyle solunum hızı düşer.
“Aslında, gerek evde gerekse de hastanede olsun, ses, tek başına bir uyarı değildir ve aynı anda
başka duyu organları da uyarılmaktadır. Örneğin; annesinin kucağındaki bir yenidoğan annesinin
sesini duymakla beraber, annesinin dudak hareketlerini de görmekte ve vücudundaki ritmik
hareketleri hissetmektedir. Dolayısıyla bebek, bazı uyarıları öğrenirken, sesle ilişkili olan ve
olmayan uyarıların da farkına varmakta ve birçok duyu organını kullanarak aldığı uyarıları
birleştirerek bir senteze varmaktadır. Daha sonra da, birbiriyle ilişkili olaylar hakkında mantıklı
bağlantılar kurmakta ve bu olayları hatırlamaktadırlar.”1
1-3 günlük bebeklerin, tekrarlayan çıngırak sesine karşı alışkanlık gösterebilmesi ve baş çevirmeyi
bırakması, Negatif Şartlanmanın ne kadar temel bir davranış özelliği olduğunu gösterir. Sinir
sistemi bir uyartıyı algılar, o uyartıyı temel dürtüler açısından bir “Önem” değeri ile damgalar ve bu
Öneme göre uyartıyı yaratan objeye yönelir veya kaçar. Her iki halde de, o objeye karşı bir
duyarlılık geliştirir. Yalnızca o objeye karşı değildir bu duyarlılık. Ona benzeyen bütün objelere
karşı genelleştirilmiştir. Çıngırak sesine benzeyen bütün seslere karşı “baş çevirme” tepkisi
verecektir bebek artık.
Çıngırak sesinin hemen arkasından meme veya kucağa alınma gelirse, tekrarlar sonucu bu ses ile
meme veya kucak arasında bir Şartlı Refleks kurulabilir. Ama çıngırak sesinin uyardığı dürtüler ile
hiçbir bağlantı kurulamazsa, giderek duyarlılık azalmaya başlar ve Negatif Şartlanma gelişir.
Çıngırak sesinin, ilk başta sanıldığı gibi önemli olmadığı sonucuna varılmıştır ve artık çıngırak
sesine önem verilmemeye başlanır. Giderek duymaz olur bu sesi. Aslında ses algılanmaya devam
etmektedir, fakat Bilinçte bir İdrak seviyesine çıkamamaktadır. Çevremizdeki birçok sesi, Negatif
şartlanmalarımız(inhibitor mekanizmalardaki şartlanmalar) sayesinde duymayız.
1
Fahri OVALI, Fetus ve Yenidoğanda İşitme: Temel Kavramlar ve Perspektifler.
ŞÜPHE: (Kuşku, Suspicion).1. Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestirememekten doğan
kararsızlık, kuruntu, işkil, şüphe, acaba; 2. Başkalarının iyi niyet ve amaçlarını kötüye yorarak
işkillenme duygusu1
İlk Bilgi, eğer daha önceki bilgilerimizle çelişmiyorsa, genellenir ve Kanaat olur. Daha sonra gelen
destekleyici Bilgiler, Kanaati güçlendirirler. Eğer bu Bilgiler bizim için önem ve süreklilik
taşıyorlarsa, sağlam bir Kanaat haline gelirler(bkz. Şartlı Refleks). Eğer ardından gelen Bilgiler ilk
Kanaat ile çelişiyorsa, Kanaati zayıflatırlar. Bir çelişik Bilgi ile zayıflamış Kanaat, Şüphe
duygusunu uyandırır.
Şüphenin karşıtı emin olmaktır ve Tatmin duygusundan kaynaklanır(bkz. Tatmin). Emin olma,
çeşitli İnanç kademelerini ifade eder. En yüksek derecesi İman olarak adlandırılır.
TATMİN: (Satisfaction).
Tatmin duygusu, Bilinç ile ilgili olmayan durumlarda, fizyolojik olarak otomatik bir özellik gösterir.
Acıkınca yemek yer ve doyarız. Çatlayıncaya kadar yemek yemeye devam etmeyiz. Doymak demek,
yalnızca yemek yemeyi bırakmak değil, yemek aramayı da bırakmak, canımızın yemek istememesi
demektir. Çok yorulunca dinlenmeye çekiliriz. Çok dinlenince hareket ararız. vb.
Burada tatmin duygusundan, daha çok bilinçle ilgili olarak bahsedeceğiz. Çünkü bilinçdışı tatmin
duygusu, bitkilerle de ortak olarak paylaştığımız bir duygudur. Bitkiler de, besin, ışık, su, vb.
ihtiyaçları ile ilgili arayışlara ve bu ihtiyaçların giderilmesi ile ilgili tatmin davranışlarına sahiptirler.
Fazla su verildiğinde, kökleri sünger gibi bu suyu emmeye devam etmez. Bir noktaya kadar, fazla
su iletimini önleyici mekanizmalar harekete geçerler. Bu mekanizmanın yeterli olmadığı
durumlarda kökler çürür ve organizma ölür. Bu çeşit tatmin, aslında sibernetik bir etkileşim
sürecidir.
Hayvanlarda ise bazı ihtiyaçların belirmesi ve giderilmesi sürecinde, Bilinç de devrededir. Olanbitenden haberdardır ve duyguların kendilerini gerçekleştirmelerine yardımcı olacak faaliyetlere
girişir. İşte burada ele alacağımız Tatmin, bu tür hayvansal tatmin duygusudur.
Bilinç ile ilgili Tatmin, duyularımızda ve zihinsel işlevlerimizde önemli rol oynar. Duyularımızla ilgili
olarak, edinilen bir Bilginin yeterli olup olmadığına, bilgi almanın sürdürülüp sürdürülmeyeceğine bu
yolla karar veririz. Zihinsel işlevlerle ilgili olarak da, bir çağrışımın ya da bir yargının yeterli olup
olmadığına karar verilir. Yargılama durdurulur veya devam ettirilir. Hatta bazan tam Tatmin
olunmasa bile, yeterlilik düzeyinde bilgi toplama durdurulur. Beynin başka öncelikleri olabilir
çünkü.
Neden-sonuç ilişkisi kurmada, Tatmin duygusu belirleyici rol oynar. Bir olayın, bir başkasının dolaysız
nedeni olarak görülmesi, diğer nedenlerin ihmal edilmesinin bir sonucudur. Bir etkileşimde, doğada
asla yalnızca iki etmen bulunmaz. Bir olaylar demeti, bir başka olaylar demetini etkiler. Biz, sonuca
varmak için, bu olaylar demeti içinden "gerektiği" kadarını alıp, neden ve sonuç diye niteleriz.
"Gerektiği kadar"ın ölçüsü ise, bizdeki Tatmin duygusundan başka birşey değildir. Vardığımız
sonuçtan tatmin olmuyorsak, neden- sonuç ilişkisi diyemeyiz ona. Araştırmaya devam ederiz, ya da
açık bırakırız.
1
TDK Güncel Türkçe Sözlük
Duyu organları ile bilgilenmedeki fizyolojik sınırlar, tatmindeki sübjektifliğin ilk nedenidir. Nedensonuç ilişkisi için, bir ardışıklık zorunludur. Ardışıklık izlenimi ise, duyularımız tarafından edinilir.
Gözümüz, saniyede 20 görüntüden fazlasını, sürekli gibi görür. Daha kısa sürelerle araya bir ya da
birden fazla etmen giriyor olsa, gözümüz onu göremeyecek ve ancak gördüğü kadarı ile nedensonuç ilişkisi kurabilecektir.
İki ayrı olay arasında neden- sonuç ilişkisi kurulabilir. Ama bir ve aynı olaydaki akış ya da değişim,
neden- sonuç ilişkisine konu olamaz. Halbuki görsel algılarda, saniyede 20 titreşimden daha kısa
süreli değişimler bizde bir olayın akışı izlenimi bırakır. Yani böyle bir olayı, bir neden- sonuç
ilişkisi olarak değerlendiremeyiz.
Tatmindeki sübjektifliğin ikinci nedeni, "anlık beyinsel konjonktür"dür. Bedeni oluşturan tüm
hücrelerin fizyolojik kapasiteleri, anatomik özellikleri, türe özgü genetik formülasyon, kazanılmış
tüm bilgiler, edinilmiş Şartlı Refleksler, güdüler, o andaki fizyolojik ihtiyaçlar, oluşturulmuş
tutumlar, yaşam hedefleri, bilinçaltına itilen bilgiler, beş duyudan sürekli olarak akan bilgiler, o
andaki duygularımız vb. toplu olarak, her an bir "anlık beyinsel konjonktür" oluştururlar. Bu
konjonktür bireye özgüdür ve her an değişir. Küçük bir sinirlenme, vereceğimiz kararda belirleyici
etki yapabilir. Aslında kararda belirleyici olan, "anlık beyinsel konjonktürün" oluşturduğu duygudur.
"İntikamımı aldım" veya "hayır, daha intikamımı tam alamadım" tavrı, o andaki konjonktürde
Tatmin duygusunun oluşup oluşmadığının ifadesidir. Başka bir konjonktürel ortamda tam olarak
oluşabilecek Tatmin duygusu, şu andaki konjonktürde, zihin, hafiza, güdüler, bilinçaltı bilgileri,
başka duygular, vb. unsurların muhalefeti ile karşılaşıp bastırılabilir.
Bilimsel düşünmede, duygularımızı saf dışı bıraktığımızı ve objektif olduğumuzu zannederiz. Bu, bir
dereceye kadar doğrudur da. Birkaç bin yıldır, objektif değerlendirme için gerekli düşünme
prensiplerini oluşturmaya çalışmıştır insan. Mantık kuralları ve "ispat”ın gerekleri belirlenmiş,
bilimde bütün vargılar bir ispat zinciri ile birbirine bağlanmış, deneysel bilgilerin geçerliliğinin
şartları titizlikle belirlenmiştir. Öyle ki, bilimsel bilgideki sübjektişik sadece birkaç aksiyom ve postulat
ile sınırlı hale gelmiştir. Bunların dışında, sübjektif değerlendirmelere yol açabilecek olan "duyu
organlarımızın fizyolojik sınırları" da, geliştirilen teleskop, mikroskop, vb. araçlarla her geçen gün
biraz daha aşılmaktadır.
Fakat bilimsel bilgide de sonucu belirleyen, Tatmin duygusudur. Bilimsel bir araştırmada ulaşılan
sonucun yeterli görülüp görülmemesi bir noktadan sonra, "anlık beyinsel konjonktüre" bağlıdır.
Kimisi ortalama bir araştırma ile tatmin olurken, kimisini matematik ispatlar bile tatmin etmez. Hatta
bu tatmin olmamışlık duygusu iledir ki, yüzlerce yıl sonra birisi kalkıp, bir matematiksel ispatın
yanlışlığını gösterebilir. Yüzlerce yıl herkesi tatmin eden bir ispat, bir kişiyi tatmin etmemiş,
araştırmış ve onun yanlışlığını ispatlamıştır. Kimbilir, belki yüzlerce yıl sonra onun da yanlışlığı
ispatlanabilecektir. Kimbilir, belki yüzlerce yıl sonra tüm "ispat anlayışımızın" yanlışlığı gösterilecek
ve yepyeni bir matematik sistem kullanıyor olacağızdır.
Yürütülen bir muhakeme, yani ön hafızanın bekleme odasındaki bilgilere uygulanan işlem, bir
noktada durdurulabilir(Tatmin) veya sürdürülebilir. Muhakeme sonucu bilinçte oluşturulan “yapay
anı”, çeşitli ayrıntıları ile, sorunu çözecek düzeye gelince muhakeme durdurulur. Veya sıkıldığımız
için, başlangıçtaki istek köreldiği için, ilginin şiddeti azaldığı için de durdurulabilir. Yani bir
muhakemenin gerçekten gereken sonuca kadar sürdürülmesi, bilinç dışında, daha çok
Tatmin, sıkılma, İlgi gibi duygusal faktörlere bağlıdır. Ulaşılan sonuç, gerçekten yeterli olduğu
halde, tatminkar bulunmayabilir de. "Bir daha düşünelim" derken, vardığımız sonucun duygularımızı
tatmin etmediğini ifade ederiz. Bilimdeki belli başlı gelişmeler, bu tür tatminsiz ruhların eseridir.
Bunun daha fazlası ise, “takınaklı düşünce” denilen psikopatolojik duruma yol açar.
Bir muhakemeyi, aylarca sonuç alamadan sürdürmek mümkündür. Hafızamız çok şükür bunu
sağlayacak kadar zengin ve fikirlerimiz arasındaki ilişki ihtimalleri sonsuzdur. Fakat beyin, bir
noktada Muhakemeyi durdurma eğilimindedir. Çünkü yapacak başka işleri de vardır. Ama bu defa
da, birçok konuda çok yüzeysel bir muhakemeyi yeterli görmemiz ve hatta tutum ve ideolojilerimizi
bile bu kısa muhakemelerle oluşturmamız tehlikesi vardır. Hatta bu kadar muhakemeden bile
kurtulmak için, güvendiğimiz bazı insanların, liderlerin, aile büyüklerinin yargılarını benimseme
yoluna gideriz.
Beyin, bir muhakeme konusunu Yargı olarak bağlar. Bir zaman sonra, bu yargıya ters düşen bilgi ve
deneylerin birikmesi ile, Tatmin duygusu kaybolabilir ve yeni bir Muhakeme başlar. Ya yeni bilgiler
eskiye uydurulur, ya eski Yargı değiştirilip yeni bir Yargıya ulaşılır, ya da Muhakemeden kaçınılarak
çelişkiler görmezden gelinir. Bu yollardan hangisinin tercih edileceği de, yeni bilginin niteliğinden
çok, o andaki duygulara bağlıdır. Her şeyden önce, yeni bir Yargı için istek duymak gerekir çünkü.
VİCDAN: (Conscience). İnsanın kendini yargılama yetisi. Bu yeti kısmen doğuştan, içgüdülerden
kaynaklanır ve tüm insanlarda ortaktır, kısmen de edinilen Bilgilerle oluşan değerlerden
kaynaklanır. Edinilmiş kısmı büyük ölçüde toplumsal değerlere bağlıdır.
YARGI: (Hüküm, Judgment). Bir muhakeme işleminin sonucu olan ve doğruluğuna inanılan yeni
Bilgi.
YAKLAŞIM: (Approach). Bir sorunu ele alış, ona bakış biçimi.1 Hafızadaki veya dış dünyadaki
Bilgileri “belirli bir istek, ilgi veya eski bir yargı için” sorgulamayı ifade eder. Önüme düşen bir
kağıdı merak açısından, talih açısından, pislik olduğu açısından, mesaj olduğu açısından, bir
arkadaşın şakası olduğu açısından… alıp inceleyebilirim. Bu açıların her biri, kağıdı farketmem
üzerine o andaki zihinsel konjonktürüm gereği ilk sıraya çıkmış sorgu sonuçlarıdır.
Yaklaşımlar, iç ve dış Algılarımız üzerinde bir filtre gibi çalışır. “Okuduğunuz bu metin, kendi
başına anlamlı bir obje değildir. Ona, bizim yaklaşımımız bir anlam verir. Benim için bu metin,
yirmibeş yıllık bir çalışmanın damıtılmış halidir. Ama bu bir tez çalışması olsaydı, tez danışmanım
öncelikle bu metnin formatı ile ilgilenecekti, belki de içeriği ile hiç ilgilenmeden “yeniden yaz”
diyecekti. Lisedeki Türkçe öğretmenim oturup tek tek imla hatalarını işaretlemeye başlayacaktı.
Tertip-düzen meraklısı eşim bu metin ile, yalnızca ortalıktan kaldırıp çekmeceye atma zamanının
gelip gelmediği açısından ilgilenecekti. Kedimiz Zilli bu kağıtları kısa bir süre koklayacak, sonra
arkasını dönüp gidecekti. Herhangi bir bilgisayar mühendisi, belki şöyle bir göz atıp sonra kendi ilgi
alanına dönecekti. Ancak yapay zeka ile ilgilenen ve kafasında kendi modelini oluşturmaya
başlamış bir araştırmacı, bu metne benim yaklaşımıma benzer bir açıdan yaklaşabilecekti.
“Yaklaşımlarımız, körlerin fili tarifine çok benzer şekilde algılarımızı sınırlar. Beynimizin o ara öne
çıkardığı sorun ne ise, o sorunun temsil edildiği tablo alanına bir önem değeri verilir(figür
belirlemenin önemli bir unsuru) ve algılanan her olay o önem değeri taşıyan alan ile sorgulanır.
Diğer alanlar, çok yeni-farklı veya çok şiddetli olmadıkça, ihmal edilirler.”2
1
2
TDK Güncel Türkçe Sözlük
Nadir Bencan, Yapay beyin değil yapay zeka-2
YÖNTEM: (Method).
Bir muhakeme sırasında gerçek sorunu yakalama, detaylara gömülmeden ana halkaya yönelme ve
uygun bir sıra ile işlemleri tasarlama, bir yöntem sorunudur. Biz daha önce uyguladığımız çözümleri
veya başkalarından duyduğumuz, gördüğümüz, öğrendiğimiz çözümleri “yöntem” olarak ayrıca
kaydederiz hafızamıza. Bir sorunu çözerken de, yalnızca sorunun çözülmüş halini hayalimizde
canlandırmakla kalmayız. Bunun yanında, çözüm aşamalarını da hayalimizde adım adım canlandırırız.
İşte bu aşamada insanlar birbirinden farklılaşırlar ve bu farklılık büyük ölçüde problem çözme
tecrübesinden, yöntemlere verilen önemden, alışkanlıklardan oluşur.
Dağarcığında yüzlerce farklı soruna uygulanmış yüzlerce farklı çözüm yöntemini özenle ve ayrıntılı
olarak biriktirip saklayan(bu işe önem veren) bir insan, bunu savsaklayarak yapan bir insana göre daha
zeki bir görünüm verecektir.
ZEKA: (Anlak, Intelligence). “Anlamak yetisi… Anlama, ilişkileri kavrama, algılama, soyutlama,
öğrenme, yeni durumlara uyma, çıkarsama, genelleme, yargılama, birleştirme, çözümleme, ayırt
etme, eleştirme yeti ve yeteneklerinin toplamıdır. Denilebilir ki ne us, ne An(Zihin), ne
anlık(müdrike, idrakin gerçekleşmesi), ne bellek, ne bilinç, ne de düşünme olan Zeka, bütün bu
yetilerin hep birlikte ve çok iyi işlemeleri ile gerçekleşir.” (O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü)
Zeka, bilimsel olarak tarif edilememiş kavramlardandır. Daha doğrusu, birçok farklı tarifi yapılmış
ama bunların hiçbiri üzerinde görüş birliği sağlanamamıştır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
"Zeka, yeni durumlara uyabilme yeteneğidir."
"Zeka, geçmiş deneylerden yararlanarak bugünkü sorunları çözebilme yeteneğidir."
"Zeka, ilişkileri kavrama yeteneği, usa vurma, anlama ve yargılama yetisidir."
"Herkesin zekası bulunmakla birlikte , pek az insan zekidir. İnsan olarak, diğer canlı türlerinden çok
daha fazla zekamız vardır."
"Zeka; güçlük, karmaşıklık, soyutluk, ekonomi, bir amaca adapte olma, toplumsal değerler ve
kökenin ortaya çıkması gibi özellikleri olan bazı etkinlikleri yüklenebilme ile bu etkinlikleri enerji
yoğunlaştırma ve duyusal güçlere karşı direnebilme isteyen koşullarda yürütebilme yeteneğidir."(
George Studdart)
"Zeka, Studdart'ın bu ifadesini tümüyle anlayabilme yeteneğidir."( Anthony Smıth)
Zeka testlerinin yaratıcısı Binet’e göre zeka, insanın sahip olduğu dikkat, bellek, yargılama, akıl
yürütme, soyutlama gibi yetiler topluluğudur. Fakat Binet de, bu tartışmaların içinden çıkamamış ve
"zeka, benim testlerimin ölçtüğü şeydir" diyerek sorundan sıyrılma yolunu seçmiştir. Bazı
araştırmacılara göre ise zeka testleri, kişinin zekasını değil, zeka testi çözebilme yeteneğini ölçerler.
(N.Bencan, Düşünen Hayvan)
Bütün bunlara rağmen, zekanın genel olarak neyi ifade ettiği konusunda üstü örtülü bir ortak görüş de
vardır ki, şunları içerir:
1) Verileri daha doğru, daha çabuk, daha etraflıca değerlendirme.
2) Kolaylıkla yeni bağlantılar görebilme, yeni yaklaşımlar geliştirebilme ve eldeki verileri yeniden ve
yeniden gruplayabilmeyi sağlayan esnek bir zihinsel örgütlenme(bilgileri ve yargılarıyla duygusal
bağlar geliştirip onları kemikleştirmeden, onlara yalnızca birer “data” muamelesi yapabilen bir zihin
yapısı).
Bilimsel tanımında anlaşamasak bile, zeka kavramı hepimiz için tanıdık bir kavramdır. O,
bilincimizin dış dünyayı araştırıp tepki geliştirmesinde, bazılarımızı diğerlerinden daha başarılı
yapan şeydir. İnsanlar, çevre ile zihinsel ilişkilerindeki başarıları açısından; dahi, zeki, normal, salak,
aptal, bön, geri zekalı gibi kategorilere sokarlar diğer insanları. Kendileri hakkındaki düşünceleri ise
genellikle "zeki" oldukları şeklindedir.
Halbuki zeka, tanımlara bakılırsa, bir nitelik değil, niceliktir. Ayrıca, göreceli bir kavramdır. Zeka
testleri, ancak teste katılan bireylerin birbirlerine göre olan durumlarını ortaya koyabilirler. Ve bu
testler, seçilmiş bir grubun belirli yeteneklerini birbirleri ile kıyaslayarak ölçmek amacı ile
hazırlanmışlardır.
Zeka, öyle görünüyor ki, beynimizin normal düşünme faaliyetinden farklı olan ve normal düşünme
yeteneğimize bir şeyler katması beklenen bir özelliktir. İnsan türünde her birey(beyin anomalileri
dışında) bir düşünme yetisine sahiptir. Bu yeti, dışarıdan alınan bilgileri ortalama bir seviyede seçme,
düzenleyerek saklama, gerektiğinde yeniden çağırma ve mantık kuralları dediğimiz bazı kurallar içinde
birbirleri ile karşılaştırıp yeniden düzenlemeyi, yani çıkarsama yapmayı içerir. Ayrıca, gene ortalama
bir düzeyde, bilgileri “duygusal etkilerden arındırarak” değerlendirebilme(Zeka-3) ve mevcut bilgileri
geleceğe yansıtabilme yeteneklerini de kapsar.
Ayrıca düşünme yeteneğimiz, bilincimizden ayrı düşünülemez. Bilinci, beynimizde olan biteni
izlediğimiz bir tür ekran olarak tarif edebiliriz. Orada olup bitenlerden bazıları, bu ekrana yansır ve
ancak bu sayede bizim tarafımızdan “biliniyor” olurlar. Bilinç, bu anlamıyla, beynimizin işçinde bazı
yerlere bakan bir üçüncü göz gibidir. Bir ek duyu organımız olarak düşünebiliriz onu. Hafızamıza
bakar, tıpkı dış gözümüz gibi bazı bölgelere odaklanır, daha yakına odaklanır, daha uzaktan bakıp
bütünü kavramaya çalışır. Hafızamız ile duyu bölgeleri arasındaki bilgi hareketlerini de izler, ilginç
bulduklarına kilitlenir. Daha yakından incelersek, sinirsel çalışma anlamında dış gözümüzün
çalışmasına çok benzediğini fark ederiz bu iç gözün.
Bu kadarı her insanda bulunan “Düşünme” yetisidir ve “Zeka” ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Zeka
dediğimiz özellik, düşünme yetimize bir şeyler katarak, sahibini diğerlerinden artı veya eksi yönde
farklılaştıran bir özellik olmalıdır.
Zeka, Bazı doğuştan veya kazanılmış yeteneklerin kullanılması yolu ile, bir bireydeki düşünme
eyleminin başarısının diğer bireylerden farklılaşmasını ifade eden bir kavramdır. Bulanık
kavramlardandır. Bilimsel olarak genel kabul gören bir tarifi yapılamamıştır. Kullanımı yönünden
görecelidir, diğerlerine göre daha zeki veya daha az zeki olmayı gösterir. Zeka testlerinde; IQ
değerlerine göre idiot, embesil, debil, sınır zekalı, normal zekalı, ileri zekalı, üstün zekalı, çok üstün
zekalı, deha şeklinde sınıflamaya gidilir. Halk arasında da; İnsanlar, çevre ile zihinsel ilişkilerindeki
başarıları açısından birbirlerini dahi, zeki, normal, salak, aptal, bön, geri zekalı gibi kategorilere
sokarlar.
Zeka, Düşünme eyleminin başarısının değer ölçüsü olarak kullanılan bir kavramdır diyebiliriz.
Bu anlamı ile Zeka, doğuştan gelen düşünsel yeteneklerin karşılığı olarak; hız ve kapasite yönünden
donanımsal yeteneklerle olduğu gibi, yazılımla ilgili özellikler yönünden de diğer programlardan
farklılaşabilir. Ayrıca kazanılmış yeteneklerin karşılığı olarak da; eğitimi sürecinde ve hayatı boyunca
edindiği bilgi ve tecrübeler, oluşturduğu kavram, yargı ve tutumlar nedeniyle kendi kopyalarından
farklılaşacaktır.
Son otuz yılda, Zekanın tek bir yeti olarak ele alınmasının doğru olmadığı, pek çok alanda zihinsel
yeteneklerin ayrı ayrı ele alınabileceğini öneren “Çoklu Zeka” yaklaşımları ortaya çıkmıştır. Başlıca
örnekleri Duygusal Zeka, Müzik zekası, Sosyal Zeka, vb. dir. Bu tür Zeka ayırımlarının, şimdilik
Yapay Zeka konusunu çok ilgilendirmediğini söyleyebiliriz.
Zekayı etkileyen unsurlar:
1- Bir problemin çözümü için önce problemin muhtemel çözüm şeklini hayalde canlandırmak, sonra
şimdiki durum ile hayaldeki çözümü karşılaştırıp aradaki farkları saptamak, sonra en önemli farktan
başlayarak bu farklılıkları ortadan kaldırmanın yollarını tek tek hayal etmek ve onlara da aynı süreci
uygulamak gerekir. Yani problemi daha küçük parçalara bölmek ve her küçük parça için bir temel
süreci işletmek: “Çözülmüş halini hayalde canlandır, engelleri sapta, engelleri ortadan kaldırma
yöntemini seç”. Eğer hem problem yabancı ise, hem engeller kolay saptanamayacak muğlaklıkta ise,
hem de hafızadaki çözüm yolları işe yaramayacak gibi görünüyorsa, iş zor demektir. “Artık düşün
dur!..” Aslında böyle bir durumun çaresi, daha fazla veri işleyerek daha uzun süre aynı zihinsel mesaiyi
harcamaktan ibarettir. Zorluk, zihnimizin çok çabuk yoruluyor olmasından kaynaklanmaktadır.
Muhakeme ortamında çok sayıda bilgi varsa, Dikkat bunlar arasında birinden diğerine atlayarak
dolaşır. Dikkat eğer bu atlamaları yapmazsa, Dikkat altında olmayan bilgi hemen kaybolur. Muhakeme
ortamındaki fikirler ancak Dikkat ile beslendikleri süre boyunca o ortamda kalabilirler. Yoksa hemen
kaybolurlar. Bu yüzden Dikkat onları tek tek ve sık sık dolaşmalıdır. Bu yüzden Muhakeme işlemi çok
enerji ister ve beyin için çok yorucudur. Bazı insanların zihni daha çabuk yorulur.
2- Bilinç, beynimizin içinde bazı yerlere bakan bir üçüncü göz gibidir. Bir ek duyu organımız olarak
düşünebiliriz onu. Hafızamıza bakar, tıpkı dış gözümüz gibi bazı bölgelere odaklanır, daha yakına
odaklanır, daha uzaktan bakıp bütünü kavramaya çalışır. Hafızamız ile duyu bölgeleri arasındaki bilgi
hareketlerini de izler, ilginç bulduklarına kilitlenir. Daha yakından incelersek, sinirsel çalışma
anlamında dış gözümüzün çalışmasına çok benzediğini fark ederiz bu iç gözün. İç gözümüzün biraz
miyop, hipermetrop veya astigmat gibi kusurlarının olması, zekayı etkileyecektir.
3- Alışılmamış, yeni yaklaşımlardan korkmama, tersine hoşlanma. İnsanlar içinde bulundukları ortamı
mümkün olduğu kadar stabil hale getirmeye eğilimlidirler. Hep bir “düzen” isterler çevrelerinde.
Gelecek öngörülebilir olsun, sahip oldukları her şey yerli yerinde olsun, biri bir şey söylediği zaman
herkes ne söylendiğini anlasın, ama doğru anlasın, vb. Fakat uğruna çaba gösterilen bu hayat
gerçekleştiğinde, tekdüze, sıkıcı, çekilmez bir hayat olacaktır. Dolayısı ile, biraz değişiklik de gerekir
etrafta.
İnsan türünde, işte bu düzen-değişiklik ikileminde bir ortalama denge vardır. Daha çok düzen, daha az
değişiklik şeklindedir bu denge. Diyelim ki ortalama eğilim, yaşamda %85 düzen -%15 değişiklik
isteği düzeyinde olsun. Bazı insanlarda bu eğilim mesela %92 - %8 düzeyinde olabilir. Bu insanlar
%8’den daha fazla değişimlerden korkarlar, uzak durmaya çalışırlar. Bazı insanlarda ise %80 -%20
düzeyinde olabilir. Bu insanlar da %10- %15 değişiklik düzeyinde sıkılmaya başlarlar. Bu yapısal
yatkınlık, zeka’da önemli bir öğedir ve beyinde yine korteks altı yapılanmaların denetimindedir.
4- Bir muhakeme sırasında gerçek sorunu yakalama, detaylara gömülmeden ana halkaya yönelme ve
uygun bir sıra ile işlemleri tasarlama, bir yöntem sorunudur. Biz daha önce uyguladığımız çözümleri
veya başkalarından duyduğumuz, gördüğümüz, öğrendiğimiz çözümleri “yöntem” olarak ayrıca
kaydederiz hafızamıza. Bir sorunu çözerken de, yalnızca sorunun çözülmüş halini hayalimizde
canlandırmakla kalmayız. Bunun yanında, çözüm aşamalarını da hayalimizde adım adım canlandırırız.
İşte bu aşamada insanlar birbirinden farklılaşırlar ve bu farklılık büyük ölçüde problem çözme
tecrübesinden, yöntemlere verilen önemden, alışkanlıklardan oluşur.
Dağarcığında yüzlerce farklı soruna uygulanmış yüzlerce farklı çözüm yöntemini özenle ve ayrıntılı
olarak biriktirip saklayan(bu işe önem veren) bir insan, bunu savsaklayarak yapan bir insana göre daha
zeki bir görünüm verecektir.
5- Tecrübe kavramının bir kısmı da, bilgilerimizi hayalimizde yeniden ilişkilendirmekten ibarettir ki
buna bilimsel çalışmada “zihinsel deney” veya “düşünce deneyi” denir. Einstein’in izafiyet teorisindeki
tren deneyi, Maxwell’in cini(2. termodinamik yasası ile ilgilidir), Newton’un top güllesi deneyleri gibi.
Yani çocuk, çevresinin yanında, kendi hayal dünyasında da kendisini eğiterek, zekasını ileride şu veya
bu yönde daha iyi kullanabileceği şekilde örgütler.
ZİHİN: (Mind). Bilinç’ten biraz daha geniş kapsamlı olarak kullanılır. Bilinçaltı, Hafıza ve
Sezgiler gibi bilinç dışı beyin faaliyetlerinin bir kısmı da bu kavrama yüklenir. Hatta bazen ruh
kavramı ile bile ilişkilendirilir. Beyinde bu kavramın kapsamadığı işlevler; hormonal düzenlemeler,
hareket ile ilgili(motor) işlevler, sempatik ve parasempatik sistem işlevleri, hafıza kayıt ve silme
işlemleri ve reflekslerdir. Beyin bunların hepsinden bilgi sahibidir ama, bu bilgiler zihinsel alana
taşınmazlar, başka alanlarda değerlendirilip yönetilirler. Ancak bu işlevlerin gerçekleşmesi sonunda
vücutta oluşan etkiler birer Algı olarak beyine dönerler ve bu yolla da Zihin kapsamına girmiş
olurlar.
Programın girdi ve çıktı yolları dışındaki her türlü çalışması bu kavram ile ifade edilebilir
diyebiliriz.
ZİHİNSEL KONJONKTÜR: “Konjonktür: 1. Geçerli durum. 2. Her türlü durumun ve şartın
ortaya çıkardığı sonuç.”1 Belirli bir andaki ruhsal durumumuzla ilgili değerlerin ağırlıklı
ortalamasının oluşturduğu dinamik zihinsel denge.
Ruhsal durumumuzun değerleri; o andaki her türlü duygusal değerleri, genel sağlık durumumuzla
ilgili değerleri, o andaki düşünme eylemimizle ilgili değerleri kapsar. Algılarımız her an dış
dünyadan getirdikleri yeni uyartılarla bu değerlerin değişmesine neden olurlar.
1
TDK Güncel Türkçe Sözlük

Benzer belgeler