buraya - Edebiyathaber.Net

Transkript

buraya - Edebiyathaber.Net
Bölüm 1
Ter içinde uyandı.
Kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı.
Sanki zifiri karanlıkta ateş böcekleri uçuşuyordu.
Halüsinasyon muydu bu yoksa gerçek mi?
Birden hatırladı. Gençlik yıllarında Boston’da iki haftada
bir gittiği çamaşırhaneyi görmüştü rüyasında.
Sakin adımlarla kapıdan girmiş, yanında getirdiği madeni
paraları yarıktan içeri atmış, mavi plastik torbasından çekip
çıkardığı kirli çamaşırları makineye tıkıp kapağını kapatmıştı.
Oraya kadar her şey yolundaydı. Karşıdaki sandalyede
oturan kısa saçlı sarışın kız büyük bir dikkatle elindeki notları
okuyordu. Bir süre sonra kurutucudan çıkardığı giysilerini
alıp gitmiş, yerine hiç durmadan münakaşa eden iki
üniversite öğrencisi gelmişti.
Bir saat kadar sonra onlar da işlerini bitirmişler, akşamüstü
olmuştu. Bu kez kızıl saçları beline kadar inen yanık tenli bir
genç kadın elindeki torbadan çıkardığı çamaşırları boşta
kalan makineye yerleştirip yanındaki sandalyeye ilişmiş,
kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Latin kökenli olmalıydı.
Brezilyalı mıydı acaba? Yoksa Kosta Rikalı mı? Hava
kararırken o da terk etmişti mekânı.
Saatler geçmiş, gece yarısı olmuş, etraftan el ayak çekilmişti.
Herkes işini bitirip gidiyor, bir tek onun çamaşırları bir türlü
kirlerinden arınamıyor, bir tek onun makinesi, kurgusu
1
bitmek bilmeyen uğursuz bir oyuncak gibi, tuhaf sesler
çıkararak bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordu.
Şakakları zonkluyor, kalbi avını kıl payı kaçırmış dişi bir
çitanınki kadar hızlı çarpıyordu. Derin bir nefes aldı. Bekledi,
bekledi, bekledi. Nabız atışları normale dönünce yorganı
başına kadar çekti ve yeniden derin bir uykuya daldı.
* * * * *
Bu kez de bir köpek havlamasıyla uyandı.
Tavandan yere kadar uzanan kalın perdeler kapalıydı.
Aralardan bıçak gibi sızan parlak ışığı fark etmese
aldırmayacaktı.
Odanın
alacakaranlığında
başucundaki
komodinin üzerinde duran kol saatine uzandı. Rakamları
seçemiyordu. Saatin kadranını ışığın geldiği yöne doğru
çevirip bir daha denedi.
Olabilir miydi?
Saat neredeyse on bire geliyordu!
Ağzında buruk bir tat, karanlığa alışan meraklı gözlerle
etrafına bakındı. Odanın sağ köşesinde bir berjer koltuk,
karşı duvara dayalı bir de antika çalışma masası vardı.
Masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarı ve önündeki kollu
sandalye sahne dekorunu tamamlıyordu.
Anlaşılan yine bir otel odasında uyanmıştı.
Kaldığı oteli de, geceyi geçirdiği odayı da hatırlayamamıştı yine. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Son
yıllarda çok seyahat ediyor, sık sık tanımadığı otellerde
uyanıyor, mekânlar birbirine karışıyor, oda numaraları
anlamsızlaşıyordu.
2
“Bakalım bu sabah neredeyiz” diye mırıldandı kendi
kendine. “En azından birbirinin kopyası beş yıldızlı sentetik
otellerden değil, bir tarzı var bu odanın, kendine has bir
şahsiyeti. İyi de bu saate kadar nasıl uyuyakaldım ben?”
Üzerinde bir ağırlık vardı, bir uyuşukluk hali.
Yavaş hareketlerle yatağından doğrulup ayağa kalktı.
Pencereye doğru birkaç adım atıp perdenin kanatlarını iki
yana açtı. Güneşin göz kamaştıran ışığı odanın en kuytu
köşelerini işgal ederken, onun da bedenini sarıp sarmalamak,
içinde eritip yok etmek ister gibiydi. Kamaşan gözlerini
kapatıp bir süre dinlendirdi. Göz kapaklarını yeniden
araladığında aslında bir pencerenin değil bir balkon kapısının
önünde durduğunu fark etti. Minik balkonun alçak
duvarından yükselen ferforje korkuluklar barok motiflerle
bezeliydi. İkinci katta olmalıydı. Odası da kaldığı otelin arka
bahçesine bakıyordu besbelli. Yüzyıllara meydan okuyan ağır
başlı, sarı-kızıl yayvan yapraklı ağaçlarların ortasında, dört
yapraklı yonca şeklinde küçük bir havuz vardı. Sonbaharın
dallardan usulca koparıp attığı akçaağaç yapraklarıyla
kaplanmış fıskiyeli havuzun etrafındaki masalardan birinde
genç bir çift kahvaltı ediyordu.
Uykuda gezer gibiydi.
Odayı bir uçtan ötekine sarsak adımlarla geçip banyoya
girdi. Bir süre parmaklarıyla yokladıktan sonra bulduğu o
düğmeye basıp ışıkları yaktı. Büyük bir ayna, modern hatlı
armatürler, oval bir mermer lavabo duruyordu önünde.
Musluğu açıp soğuk suyu avuç avuç yüzüne çarpmaya
başladı. Su zerrecikleri teninden sekip dört bir yana
saçılıyordu. Sarı pirinç halkaya geçirilmiş buzlu cam
bardaktaki fırçaya macunu sıkıp düzgün hareketlerle yukarı
aşağı, öne arkaya dişlerini fırçalamaya başladı.
3
Bir yandan da dünyaya yeni uyanan bir bebeğin şaşkın
bakışlarıyla aynada kendini süzüyordu. Sıkı karın kaslarına,
yüz metre kelebek finalinde yarışan yüzücülerin göğüs
kafesine sahipti. Gergin vücut hatlarına bakılırsa otuzlarında
olmalıydı. Kafasını yukarı kaldırıp yüz hatlarını inceledi.
Sımsıkı dudakları, geniş bir alnı, ela gözleri, düzgün bir
burnu vardı. Kumral saçları kulaklarını örtüyor, dalgaları
ensesine kadar uzanıyordu. Peki, neden çatmıştı kaşlarını
böylesine? Neden acı ve hüzün sinmişti gözlerine?
Yeniden odaya dönüp o berjer koltuğa oturdu.
Habis bir ur gibi beyin kıvrımlarını teker teker ele
geçiren, amipler misali hiç durmaksızın bölünüp içini
kaplayan paniği görmezden gelmeye takati kalmamıştı artık.
“İyi, tamam, anladık” diye mırıldandı boğuk bir sesle.
“Kaldığın oteli, yattığın odayı tanımıyorsun, peki nasıl geldin
buraya? Ya ayın kaçı bugün? Geçen gün hangi otelde
kalmıştın?”
En çok sakındığı soruyu pas geçiyordu sürekli. En
sonunda dayanamayıp patladı.
“Peki, sen kimsin be adam?”
* * * * *
İşte şimdi o ürkünç gerçekle yüz yüze gelmişti.
İlk uyandığı andan itibaren sinsice içine yayılan kaygılar
meydanı boş bulur bulmaz ayaklanmış, aman vermeyen
hınzır çocuklar gibi koro halinde ondan hesap soruyorlardı.
“Adın ne senin, ya soyadın? Nereden gelip nereye
gidersin?”
Başını iki elleri arasına almış, sessizce oturuyordu orada.
4
Ne düşüneceğini, ne yapacağını, neyi nasıl yapacağını
bilmeden…
Tek başına!
Bu tür hikâyeleri çok duymuştu geçmişte kalan
hayatında. Ani hafıza kaybı üzerine yazılmış makaleler bile
okumuştu üniversite yıllarında. Ama bu vakalar başkaları için
yazılırdı hep. Öyle gelirdi ona.
“Peki, neden ben?” diye bir altyazı akıp duruyordu
zihninde. “Neden şimdi? Neden burada?”
Yarım saate yakın bir süre koltuğun üzerinde kıvranmış,
hiç değilse bir ipucu bulabilmek umuduyla belleğini sonuna
kadar zorlamıştı.
Dönüp dolaşıp başladığı yere geliyordu.
Belleğiyle birlikte benliğini de yitirmiş olmanın yarattığı
şok dayanılır gibi değildi. Sinir sistemini çökerten bir deprem,
dalga dalga kabaran bir sel, özgüven namına ne varsa yıkıp
geçen bir kasırga.
Sandy kasırgasını hatırladı birden.
Daha geçen gün Atlantik’ten gelip Kuzey Amerika’yı
kasırgayı seyretmemiş miydi televizyonda? O amansız
yıkımdan, insanların çaresizliğinden etkilenmemiş miydi?
Peki, neredeydi o günlerde? Kiminle seyretmişti o sahneleri?
Yanıt yok.
Hayır, böyle olmayacaktı.
Bir şekilde toparlanmalıydı, zihnine çökmüş bu tekinsiz
sis bulutuyla, içini kemiren bu bilinmezlikle her ne pahasına
olursa olsun mücadele etmeliydi. Dimağı hasar görmüş
olabilirdi ama ruhu pes etmemişti daha.
Oturduğu koltuktan doğruldu.
5
Kendine acıyarak geçireceği saatler ona bir şey
kazandırmadığı gibi, direncini de zayıflatıyordu. Kararını
vermişti. Madem beyninin kıvrımlarına sinmiş nöronlar
onunla işbirliği yapmayı reddetmişti, o da çareyi başka
yerlerde arayacaktı.
Alıcı gözle etrafına bir kez daha bakındı. Yatağının
başucundaki komodinin üzerinde az önce eline aldığı kol
saati, ciltli bir kitap ve bir kurşun kalemden gayrı bir şey
yoktu. Çalışma masasının üzerindeki dizüstü bilgisayarının
kapağını kaldırdı ve açma düğmesine bastı.
Olacağı buydu işte!
Bilmediği o şifreyi soruyordu elektronik sırdaşı.
“Onu hatırlasam sana ne gerek var zaten” diye söylendi
içinden.”Geri zekâlı!”
Birden zihninde bir ışık yanar gibi oldu.
“Telefonum, ya cep telefonum nerede benim?”
Feri kaçmış gözlerle çevreyi tarassut ediyordu. Yok, yok,
yok... İçine bir şüphe düştü. Yoksa bir cep telefonu yok
muydu? Nihayet gördü onu. Yerde, duvarın dibindeydi işte! O
tarafa doğru bir hamle yaptı, yere çömelip eline aldı o yassı,
siyah, kaygan nesneyi.
Heyhat, kendi kimliğinin izini sürerken bu kez de kapağı
bir yana savrulmuş, ekranı paramparça bir enkazla
karşılaşmıştı.
Yutkundu.
Son bir umut, banyonun karşısındaki elbise dolabına
yöneldi. Biri lacivert blazer, diğeri kahve-bej ekose, dirsekleri
deri yamalı iki ceket asılıydı dolapta. Elleriyle yokladı. Ne bir
cüzdan vardı ceplerinde, ne bir kartvizit, ne de kimliğine dair
en ufak bir ipucu. Dolapta asılı gömleklerden, pantolonlardan
da bir hayır gelemezdi zaten. Yerde duran tekerlekli el
6
valizini açtı heyecanla. İçinde yalnızca bilgisayarının çantası
vardı, onun yan gözünde de bir şarj aleti.
“Nafile” diye söylendi kendi kendine. En ufak bir ipucu
bile yok.
Tam o anda iç bölümdeki kasa ilişti gözüne.
Aradıkları o kasada olmalıydı!
7
Bölüm 2
Ama ya kasanın şifresi?
Artık yolun sonuna gelmişti. Odanın içinde bir süre dört
döndükten sonra telefona uzanıp resepsiyonu aradı.
“Buongiorno, Signor Adoni, nasıl yardımcı olabilirim
size?”
Zihinsel refleksi kendiliğinden devreye girmiş, o da tipik
bir San Marino İtalyancasıyla cevap vermişti.
“Sanırım kasamın şifresini unutmuşum Signora.
Yardımcı olur musunuz lütfen?”
“Hiç sorun değil efendim, ben gelip açabilirim.”
Telefonu kapattı. Sakin bir sesle konuşmuştu ama şimdi
avuçları terliyordu. Ağzı kupkuruydu. “Signor Adoni”
dememiş miydi resepsiyondaki kız?
Kulağı kirişte, yüreği daralarak bekledi. Tıklama sesini
duyar duymaz kapıyı açtı ve gözleri hayretle büyüyen genç
kıza zoraki gülümsedi:
“İyi ki hemen geldiniz, sanırım başım belada.”
“Ama Signor Adoni” dedi kız, muzip bir gülümsemeyle
onu tepeden tırnağa süzerken, “henüz misafir kabul etmeye
hazır değilsiniz sanırım.”
Üzerinde yalnızca bir boxer şort olduğunu ilk o zaman
fark etti genç adam. Bir yandan telaşla kapıyı örterken, bir
yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu.
“Ah, özür dilerim. Yeni kalkmıştım, başım çok ağrıyordu,
ne kılıkta olduğumun bile farkında değildim. Bana bir dakika
izin verin lütfen.”
Tek eliyle dolaba uzandı. Bulduğu ilk gömleği sırtına
geçirip pantolonunu da giydikten sonra yüzüne eğreti bir
sırıtış kondurup kapıyı açtı.
8
“Oldu galiba, artık gelebilirsiniz içeri. Lütfen bağışlayın
beni.”
Alımlı genç kız koyu kahve gözlerini kaçırmadan cevap
verdi:
“Siz hiç merak etmeyin Signor Adoni, kimseciklere
söylemem. Bu da bizim minik sırrımız olsun.”
Zarif adımlarla yürüyüp dolabın önünde diz çöktü. Mahir
parmaklarıyla önce kasanın arkasına gizlenmiş bir düğmeye
basmış, ardından o sihirli dört rakamı peş peşe iki kere
tuşlamıştı. Birkaç saniye geçmeden kasanın kapağı yavaşça
kendini salıverdi.
“Şimdi” dedi alçak sesle, yerinden doğrulurken,
“kasanızı yeniden kapatmak istediğinizde hatırlanması zor bir
şifre yerine 1-2-3-4 tuşlarına basmanız yeterli olacaktır.
Merak etmeyin, şifrenizi bir tek ben bileceğim ve gördüğünüz
gibi kasanızı istediğim zaman açabiliyorum zaten.”
“Evet, farkındayım” diye söylendi mahcup bir edayla.
Sonrasında söze nasıl devam etmesi gerektiğini
kestiremiyordu.
“Size zahmet oldu, çok teşekkür ederim.”
Genç kız bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi ışıl
ışıl. Lacivert ceketinin yakasında Maria Costa yazılıydı.
“Rica ederim, benim için zevkti, bir sıkıntınız olursa yine
aramaktan çekinmeyin lütfen.”
Biraz duraksadı.
“Demek
bugün
Profesör
Bruno
Moretti’yle
buluşacaksınız. Ne heyecanlı!”
“Profesör Moretti’yle mi? Peki, siz nereden biliyorsunuz
bunu?”
Maria Costa uzun siyah saçlarını eliyle arkaya atarken
kendisine şaşkın şaşkın bakan adama bir daha gülümsedi.
Biraz muzip, biraz sabırsız gibiydi.
9
“Siz söylemeseydiniz ben nereden bilebilirdim ki? Zaten
Profesör Moretti ile görüşmeye gelen konuklar hep bizde
kalır. Kayıt yaptırdığınız sırada buraya neden geldiğinizi
sormuştum dün akşam. Siz de bugün saat beşte kendisiyle
randevunuz olduğunu söylemiştiniz.”
Yine duraksadı, sanki bir şey söyleyecekmiş de
vazgeçmiş gibi. Sonra uygun sözcükleri arayıp buldu.
“Yol yorgunluğu işte, unutmuşsunuz.”
Bir sessizlik girdi aralarına.
Her geçen saniye mesafe hızla açılıyordu.
“Hazırlık yapmanız gerekiyordur herhalde. En iyisi ben
görevimin başına döneyim. Kahvaltıya da inmediniz. Aç değil
misiniz?”
Adam boş gözlerle bakıyordu.
“Doğru ya, kahvaltı... Ne yazık ki çok geç uyandım ben.
Hem zaten aç da değilim. Şu işleri bir yoluna sokayım,
aşağıya iner bir şeyler atıştırırım.”
“Merak etmeyin Signor Adoni. Aşçımız burada. Yeter ki
siz
isteyin,
damağınıza
uygun
bir
şeyler
hazırlayabileceğinden eminim.”
Sonra usulca dışarı süzülüp kapıyı arkasından kapattı.
Bölüm 3
10
Yalnız başına kalır kalmaz, kalbi çarparak kasaya
yaklaştı. Elleri mi titriyordu yoksa?
“Uzatma” diye söylendi içinden. “Anladık işte, başın
belada. Bundan da beteri olabilir mi?”
Ama eli bir türlü aralık kapağa gitmiyordu. Kendi kendini
ikna etmek istercesine söylenmeye devam etti.
“İçine düştüğün şu kör kuyudan seni kim gelip
kurtaracak sanıyorsun? Sihirli değnekli periler mi? Hayır
efendim, kendi göbeğini kendin keseceksin bu dünyada.”
Ani bir hareketle kapağı ardına kadar açtı. Kasanın
içersinde bir pasaport duruyordu, bir de siyah deri cüzdan.
Ayrıca içi kâğıt paralar bir zarf, katlanmış bir kâğıt ve bir de
ses kayıt cihazı.
Beyni uğulduyordu.
Hatırlamadığı kimliği bunların içinde saklı olabilir miydi?
Tanrım, ne oluyor bana diye mırıldandı kendi kendine. İlk
olarak pasaportu aldı eline. Kalın kırmızı kapağın üzerinde
altın yaldızlı harflerle Unione Europea Repubblica Italiana
yazılıydı.
Demek bir İtalyan vatandaşıyım diye düşündü. Hemen
sayfalarını çevirmeye başladı. Fotoğrafa gelince durdu.
Soyadı Adoni, adı Erol olarak kayda geçmişti.
5 Nisan 1966, İstanbul doğumluydu.
İstanbul mu?
Evet, öyle yazıyordu işte, İstanbul.
Pasaport 11 Kasım 2016 tarihine kadar geçerliydi.
Bir sonraki sayfada yine şaşırdı. Boyu 1.82, gözleri ela,
ikamet yeri İstanbul...
Adoni ha! Erol Adoni…
11
Başına yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı.
Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün
aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale
dönmeye başladığında pasaportu kasaya geri koydu. Sıra
cüzdana gelmişti. Kendi adına hazırlanmış iki kredi kartı
vardı içinde, ikisi de Türk bankalarından alınmıştı. Bildik
isimler.
Yerleri,
adları
hatırladıkça
panik
duygusu
hafifliyordu. Evet, okuduğu, izlediği şeylerden birçoğu
aklındaydı galiba. Makaleler, romanlar, televizyon haberleri,
seyrettiği filmler, dinlediği şarkılar, maç sonuçları.
Ama iş kişisel bilgilere gelince tekliyordu hafızası!
Kasada duran katlanmış kâğıdı eline alıp yine o mahut
koltuğa doğru yöneldi. Bir hışımla terk etmişti onu yarım
saat kadar önce, şimdi tıpış tıpış dönecekti yine o davetkâr
kucağına. Sanki bir Sandy kasırgası da onun içinden
geçmişti… Benliği, ruhu, düşünceleri her şey bir yerlere
savrulmuştu. İçinde dış dünyanın çizgilerinin yer almadığı
puslu bir boşlukta tutsak gibiydi.
Derin bir nefes aldı ve okumaya başladı.
Bir mektubun kopyasıydı bu.
Paris Review antetliydi ve İtalyan Psikoloji Profesörü
Bruno Moretti’ye hitaben İngilizce kaleme alınmıştı. Derginin
eleştiri yazarlarından Erol Adoni’nin 12 Kasım 2012 günü
kendisiyle
gerçekleştireceği
söyleşinin
ana
başlıkları
özetlenmişti o mektupta.
“Demek bugün 12 Kasım 2012” diye söylendi kendi
kendine.
Prof. Moretti’nin yeni kitabı Niccolo Machiavelli’nin
Düşleri büyük ilgi uyandırmış, New York Times çoksatanlar
listesinin
başköşesine
haftalarca
konuk
olmuştu.
12
Robespierre’in biyografisinden sonra romanlar da yazan
Moretti’nin üçüncü eseriydi bu. Bu kitapları ne zaman ve
nerede okuduğunu bir türlü anımsayamıyordu. Ama içerikleri
bugün gibi belleğine kazılıydı. Bir meslektaşının geçenlerde
Corriere Della Sera gazetesinde profesörle yaptığı röportaj
da tümüyle aklındaydı mesela.
Prof. Moretti o söyleşide özgürlük kavramı hakkında ne
düşündüğü sorulduğunda Milan Kundera ve Ayn Rand’dan
örnekler vererek dikta rejimlerinin baskısı altında yaşamış
kişilerin özgürlüğe daha düşkün olduklarına işaret etmişti.
Nitekim yirmi yıl Saint Petersburg’da yaşadıktan sonra
Amerika’ya göç eden Ayn Rand’a göre fikir ve vicdan
özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü gibi bireysel haklar her
şeyin üzerindeydi. Hayatının büyük bölümünü Sovyet
rejiminin zalim pençesi altında Prag’da geçiren Kundera ise,
insanın kendisi için tasarlanmış bir hayatın içine doğduğuna
ve özgürlüğünün peşinde koşması gerektiğine dikkati
çekiyordu.
Ve nihayet, Nazilerin Paris’i işgal ettikleri yıllarda bile
kimsenin kılına dokunamadığı Sartre’dan bir alıntı yapmıştı
Prof. Moretti: “İnsanoğlu özgürlüğüne yazgılıdır; çünkü bir
kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden o
sorumludur.”
Kendi düşüncesini ise şöyle açıklamıştı İtalyan düşünür:
“Başkalarının hürriyetlerine, düşüncelerine, özgürce
yaşam hakkına saygı duymayan toplumlar er ya da geç
bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar. Kişisel özgürlük ise,
elde edinilmesi en güç hak ve ayrıcalıklardan biridir. Zira
özgür insan her şey ve herkesten önce kendine karşı dürüst
olmak zorundadır.”
13
Bütün bunları neredeyse kelimesi kelimesine hatırlaması
onu sadece şaşırtmıyor, aynı zamanda kendi kimliği
hakkındaki boşluğu daha da korkutucu kılıyordu. Prof.
Moretti’nin yaşamı hakkında pek çok detayı hatırlıyordu.
Eserlerinin tümünü, bilimsel makalelerinin çoğunu okumuştu
elbette. Bu söyleşi için ciddi bir hazırlık yapmış olması,
önceden sorular hazırlamış olması gerekmez miydi? Peki, bu
notlara nasıl ulaşacaktı? Daha önce inceden inceye
kurguladığı bir söyleşiyi irticalen yürütebilir miydi?
Geçmişini, bir yerde kimliğini kaybetmiş olmanın
dayanılmaz baskısıyla bilek güreşine tutuşmuşken bir de çok
saygı duyduğu düşünürlerden biriyle, hem de birkaç saat
sonra söyleşi yapmasının bekleniyor olması içinde müthiş bir
stres yaratmıştı.
İmkânsızı dene ki, en zoru başarasın.
Kim söylemişti bu sözü? Gerçekten de böyle bir söz
geçmiş miydi kayıtlara? Yoksa kendi kendine mi uydurmuştu
bu iddialı lafı?
Bir süre gözleri kapalı sessizce oturdu o koltukta.
Zihninin yarısı berraktı, yarısı karmakarışık.
Söyleşiyi boş verip bir psikiyatri kliniğine mi yatmalıydı?
Yoksa “hafızamı kaybettim, araştırın bulun benim köklerimi,
ailemi” diyerek polise mi başvurmalıydı?
* * * * *
Yavaşça doğruldu koltuğundan.
Artık sağa sola yalpalamıyordu.
14
Yeniden banyoya doğru yürüdü, bu kez daha kararlı
adımlarla.
Duşa girdi, soğuk suyu sonuna kadar açıp dakikalarca
altında durdu, manastır keşişleri gibi, hiç kıpırdamaksızın. Bu
bir ceza mıydı kendine reva gördüğü? Yoksa buz gibi suyun
etkisiyle ayılmayı, titreyip kendine dönmeyi mi umuyordu?
Bölüm 4
15
Acıktığını hissetti. Saatine baktı.
12.16
Lanet olsun, çok az zamanı kalmıştı.
Soğuk duşun etkisiyle biraz kendine gelmişti. Hemen
hazırlanmalıydı. Füme pantolonunu, açık mavi polo gömleğini
ve lacivert ceketini hızla geçirdi üstüne. Ayakkabılarını da
giydikten sonra yuvasında duran manyetik oda kartını alıp
dışarı çıktı. Ahşap trabzanlı merdivenlerden aşağı doğru
inerken birden gözleri karardı. Çevresindeki her şey
dönüyordu. Soğuk bir ter boşandı sırtından. Tam
sakinleşmeyi umarken kalbi yeniden hızla çarpmaya
başlamıştı.
Aşağıya iniyordu da sonrasında ne yapacaktı?
Neyse ki resepsiyondaki esmer güzeli sıcak bir ilgiyle
ona bakıyordu.
“Ben de hiç acıkmayacak mısınız diye merak etmeye
başlamıştım Signor Adoni, şimdi bir şeyler atıştırmak ister
misiniz?”
“Evet, ufak bir sandviçle bir fincan duble espresso iyi
olur sanırım.”
“Yanında biraz da dilimlenmiş meyveye ne dersiniz?
Hepsi bizim bahçemizden.”
“Fena fikir değil. Kahve sıcak olsun lütfen, gerisi kolay.”
Bankoya dirseklerini dayayıp, Maria’ya dert yanmaya
hazırlandı. Nereden girseydi lafa? Bilgisayarımın şifresini de
unuttum dese iyice rezil olacaktı.
“Kahvaltı hiç sorun değil” dedi kısık bir sesle. “Benim
asıl derdim bilgisayarımla. Sanırım diski bozulmuş.
16
Belgelerim, isimler, adresler, hepsi içindeydi. Yardımınıza
ihtiyacım var.”
Maria alnını kırıştırdı.
“Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?”
Bir hata yapıp her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktan
korkuyordu. Hafifçe öksürüp boğazını temizledi.
“En çok ihtiyaç duyduğum şey internet bağlantısı olan
bir bilgisayar. Bu arada, Prof. Moretti’nin adresi sizde vardır
nasıl olsa, değil mi?”
“Başka?”
“Hepsi bu kadar, yeter ki bir çözüm bulun” derken
gözlerinde bir yakarış vardı. “Birkaç saat sessiz bir ortamda
çalışabilmekten başka bir dileğim yok.”
“O zaman” dedi Maria yüzünde kocaman bir
gülümsemeyle, “şanslısınız doğrusu. Otel müdürümüz bugün
izinli. Bu nedenle odası boş. Önce kahvaltı siparişinizi bir
geçeyim, sonra bilgisayarı sizin için hazırlarım.”
Erol’un gergin yüz hatları hafiften gevşemişti. Teşekkür
ederek ofise doğru yürüdü. Aralık duran kapıyı itip içeri
girince etrafına bakındı. Masanın üzerinde bir sürü klasör,
evrak duruyordu. Kesilmiş faturalar, rezervasyon fişleri, fiyat
listeleri,
broşürler.
Birden
ayıldı.
Peki,
İtalya’nın
neresindeydiler? Önünde duran broşürün kapağındaki adrese
baktı göz ucuyla.
Castello di Villa
Via Casale 23, San Michele
Alessandria
Hmm, Alessandria kuzey İtalya’da, Torino ile Milano
arasında bir yerlerde olmalıydı. Bunda şaşılacak ne var diye
17
mırıldandı kendi kendine, Prof. Moretti, Milano Üniversitesi
psikoloji anabilim dalı başkanı değil miydi?
Maria Costa beş dakika geçmeden ofise gelmiş, çalışma
masasının üzerindeki bilgisayarı açıp şifresini girmişti.
Kahvaltısının birkaç dakika içinde hazır olacağını söyledikten
sonra da geldiği gibi sessizce odadan çıkmıştı.
Artık yalnızdı.
Birkaç saat sonra yıllardır hayranlıkla izlediği profesörle
bir röportaj yapacaktı ve ne soracağına, hangi sırada
soracağına dair hiçbir hazırlığı yoktu. Daha doğrusu vardı da,
şifresinin ardına gizlenmiş bilgisayarı sırlarını paylaşmaya
yanaşmıyordu.
Korkuyordu.
Bilinmezin karşısında duyulan korku...
Bilmek ve olmak arasında gittikçe büyüyen uçurum…
İçinde birbirine dolanıp ruhunu daraltan çelişkiler…
Bir an için her şeyden vazgeçmeyi düşündü.
Sonra derin bir nefes aldı. İradesi bir adım öne çıkıp
onun adına karar vermişti.
Pes etmeyecekti!
Parmakları klavyede, gözleri ekranda, kahvaltısının
usulca masaya bırakıldığını bile fark etmeden çalışmaya
koyuldu. Başını kaldırdığında tam dört saat uçup gitmişti.
Bir yandan karnını doyururken, kurulu bir robot gibi
Google sayfalarında dolanmış, Prof. Moretti hakkındaki tüm
güncel bilgileri taramıştı. Tabağındaki son elma dilimini
ağzına attığında Maria’nın ona verdiği ince bloknotun
neredeyse tamamı Türkçe, İngilizce, İtalyanca notlarla
dolmuştu.
18
Şimdi geriye, odasına çıkıp kasada duran cüzdanını ve
ses kayıt cihazını almak kalmıştı. Madem buraya bu söyleşi
için gelmişti, programını bozmayacaktı. Önce işini yapacak,
sonra da kendiyle, onu bırakıp giden belleğiyle, geçmişiyle
hesaplaşacaktı.
Biraz önce Erol Adoni adını Google’da sorgulamayı
düşünmüş ancak eli bir türlü gitmemişti. Belli ki kendisi
hakkında bir şeyler keşfetmeye hazır değildi. Henüz değildi.
Mantığı ne derse desin ruhunun derinliklerinde o gücü
bulamamıştı.
Kim olduğunu araştırma düşüncesi buruk bir
gülümseme yaydı yüzüne.“Önce ilk adım, sonra ikincisi” diye
ikna etmeye çalıştı kendi kendini. Bebek adımlarıyla
başlayacaktı yeniden yürümeye. Ofisin kapısını kapatıp
yeniden resepsiyona yöneldi. Ona sürekli gülücükler saçan
dilberden yeniden yardım isteyebilirdi.
“Teşekkür ederim Maria, gerçekten çok yardımcı
oldunuz. Şimdi hocamızın adresini de verirseniz sanırım yola
koyulabilirim. Ha, bir de taksi bulabilirsiniz değil mi?”
Genç kız bir kez daha hayretini gizlemeye çalıştı.
“Ama Signor Adoni, dün akşam size yolun tarifini
vermemiş miydim? Hatta haritada evin yerini bile
göstermiştim. Arabanıza atlayıp önce ana caddeye çıkacak
sonra da…”
“Araba mı dediniz?”
Bu kez genç kızın gözleri kocaman açıldı.
“Signor Adoni, şaka yapıyorsunuz galiba. Dün akşam
arabanızı yan taraftaki sundurmanın altına çekmemi rica
edip, anahtarını da bana vermiştiniz ya?”
Erol bu badireyi nasıl atlatacağını düşünmekle
meşguldü.
19
“Tabii Maria, haklısınız. Size anahtarı vermiştim, ancak
yolumu kaybedersem randevuma geç kalırım diye korktum
birden. En iyisi bir taksi çağırmak sanki.”
“Signor Adoni, hava henüz aydınlık, ben de arabanızın
navigasyon sistemini ayarlarım, o size yolu gösterir.”
Daha fazla itiraz etmedi.
Milano havaalanından kiraladığını unuttuğu dört kapılı
siyah Fiat Sedici’ye atladı. Tam o sırada bahçenin en dip
köşesine oturmuş kitap okuyan bir adam çarptı gözüne.
Aşina bir yüz. Bu saçlar, bu duruş… Zihnini yokladı. Boşluk.
Can yakan bir boşluk. Dişlerini sıktı ve meraklı gözlerle onu
süzen Maria’ya el sallayıp gaza bastı.
Prof. Moretti onu bekliyor olmalıydı…
20
Bölüm 5
Mini bloknotuyla ses kayıt cihazını yan koltuğa atıp
navigasyon sisteminin gösterdiği istikamette aracını sürmeye
başladı. Birkaç dakika geçmeden iki katlı San Michele
belediye binasına ulaşmış, parkın etrafından dolanıp
kasabanın dışına çıkmıştı bile.
Via Pazzola’ya gelince yavaşladı, üzüm bağlarıyla
kuşatılmış bir köy yolundaydı artık. Bir süre ilerledikten
sonra yolun sol tarafında sarmaşıklarla kaplı taş bir duvar
göründü.
Navigasyona bakılırsa varmıştı adrese.
Bahçe duvarındaki kemerli, iki kanatlı ahşap kapısıyla
bir bağ evi.
Saatine baktı. Randevusuna on dakika vardı.
Arabasının motorunu durdurdu, notlarına hızla göz
gezdirdi, derin bir nefes alıp dışarı çıktı. Kapının ziline basıp
beklemeye başladı. Kalbi hızla çarpıyor, sanki peşinde birileri
varmış gibi sürekli sağına soluna bakınıyordu. Yaklaşan ayak
seslerini duyunca toparlandı. Nefesini kontrol altına almaya
çalışırken ahşap kapı yavaşça aralandı.
Karşısında kırk yaşlarında, kızıl saçlı, yanık tenli, hoş
bir kadın duruyordu. Sol yanaktaki derin gamze, dolgun
dudaklar, ışıltılı sıcak gözler…
Birden yüreği sıkıştı. Bu yüzü bir yerden tanıyor olabilir
miydi? Rüyasındaki çamaşırhane sahnesi canlandı birden
gözünün önünde.
İçinden tarifsiz bir sızı geçti.
21
“Signor Adoni?”
“Evet” diyebildi kısık bir sesle. “Prof. Moretti ile
görüşmeye gelmiştim.”
Gizemli kadın muzip bir bakış fırlattı Erol’a.
“Bruno da sizi bekliyordu zaten. İsterseniz aracınızı
evin önündeki düzlüğe park edin. Bu dar yolda başına bir iş
gelmesin.”
Arabasını bahçe kapısından içeri sürdü, dalları dört bir
yana uzanan asırlık bir sakız ağacının altına park edip dışarı
çıktı. Ufak tefek bir adam evin kapısında onu bekliyordu.
Tıpkı resimlerindeki gibiydi. Geniş alnına düşen karmakarışık
kır saçlar, çizgileri derinleşmiş ince bir yüz, kemerli bir
burun. Elleri cebinde, metal çerçeveli gözlüklerinin ardından
sessizce onu süzüyordu. Erol kapıya doğru yürüyüp önündeki
birkaç basamağı hızla tırmandı.
Dostça el sıkıştılar.
“Bağ evime hoş geldiniz Signor Adoni, sizi Milano’dan
buraya gelmek zorunda bıraktığım için beni bağışlayın,
neden bilmem ziyaretçilerimi kendi çalışma mekânımda
ağırladığımda sanki söyleşiler daha verimli geçiyor.”
Erol gülümsemeye çalıştı, hoş bulduk kabilinden bir
şeyler geveledi. Moretti’nin içten tavrı onu biraz olsun
rahatlatmıştı.
Evin kapısından birlikte içeri girdiler.
Dört bir köşesi rahat koltuklarla döşenmiş loş bir
salondan geçip yan odaya açılan geniş bir kapının önünde
durdular.
“İsterseniz görüşmeyi çalışma odamda yapalım, bu
sayede ilgi duyduğunuz kitaplara da bakabilirsiniz.”
Ne cevap vermesi gerektiğini düşündü. Bulamadı.
Kapının karşı tarafında antika bir çalışma masası,
önünde de karşılıklı iki koltuk duruyordu. Duvarlar yerden
22
tavana uzanan raflar dolusu kitapla kaplıydı. Çalışma
masasının üzerinde bir laptop duruyordu, birbiri üzerine
yığılmış kitaplar, dergiler, dosyalar ise masanın her tarafına
yayılmıştı. Odanın bir köşesine de salıncaklı bir sandalye
yerleştirilmişti. Üzerindeki şilteye azametle uzanmış,
yemyeşil gözleriyle dünyaya meydan okuyan siyah kediye
sorarsanız bu evin hâkimi o olmalıydı.
“Bu çalışma odası dedeme aitmiş. Çocukluğumda
buraya gelip kitapların tozlanmış ciltlerine baktığımı
hatırlarım. Kısa bir süre de babam kullandı burasını, ne yazık
ki ailemi genç yaşta, bir uçak kazasında kaybettim. Tek
mirasçı olduğumdan bu ev de bana kaldı, her fırsatta
Milano’dan kaçıp buraya sığınırım. Kapıda sizi karşılayan
Andreana sağ kolum gibidir. Nur içinde yatsın beni büyüten
de onun annesiydi.”
Prof. Moretti misafirinin bir şey söylemesini beklemeden eliyle sağdaki koltuğu işaret etti. Kendisi de karşısına
oturup bacak bacak üstüne attı. Gözlerindeki zeki pırıltı sıcak
bir gülümsemeyle karışıp yüzüne alçakgönüllü bir ifade
veriyordu
“Andreana demişken… Ne içmek istersiniz? Bir kahve?”
Erol hayatında ilk kez sözlü imtihana kalkmış acemi bir
öğrenci gibiydi…
Koltuğa oturmuştu bir şekilde, peki ya sonra?
Ellerini nereye koyacağını, bacaklarına ne şekil
vereceğini bilemiyordu. Elindeki bloknotu ve kayıt cihazını
yanında duran sehpanın üzerine bıraktı. Yüzüne ateş
bastığını hissetti. Saçlarının dibi ıslanmış, ağzı kurumuştu.
Artık benim de bir şeyler söylemem lazım diye düşündü
bölük pörçük.
23
“Profesör Moretti, her şeyden önce beni kabul ettiğiniz
için size teşekkür ederim. Çalışma odanızı bana açmanız da
büyük incelik. Bu karşılaşmayı uzun zamandır beklediğimi
itiraf etmek isterim… Eh, bir fincan espressoya da hayır
demem.”
“Vay be” dedi içinden, “demek hâlâ adam gibi laflar
edebiliyorum.”
“Değerli dostum, Profesör Moretti hitabı bu evde pek
kullanılmaz. Bruno’ya ne dersiniz? Ve müsaadenizle ben de
size adınızla, Erol diye hitap etmek isterim.”
“Şeref duyarım Bruno, çok naziksiniz.”
“Biliyor musun Erol, İtalyanlar hariç ziyaretime gelen
tüm yabancılarla İngilizce konuşmaya o kadar alışmışım ki,
seninle anadilimde konuşabiliyor olmak hoşuma gidiyor.
Bana gönderdiğin mesajda annenin İtalyan olduğundan
bahsetmiştin, öyle değil mi? Yanılmıyorsam adı da Silvia idi
galiba.”
Başı dönmeye, gözleri kararmaya başlamıştı.
Oturduğu koltuk olmasa bir anda yeri boylayabilirdi.
Dişlerini sıktı. Hayır, hayır, şimdi değil, bırak şu söyleşimi
yapayım, sonra ne olacaksa olsun.
Tüm gayretine rağmen, beti benzi atmış, kireç gibi
solgun yüzü ruh halini ele veriyordu.
“Bir şey mi oldu?”
Kendisini
toparlamaya,
içinde
kopan
fırtınaları
olabildiğince gizlemeye çalışoıyordu.
“Hayır Bruno, iyiyim. Sanırım gün gece pek iyi
uyuyamadım, ondan olmalı, bir an için başım döndü sanki.”
Prof. Moretti insanları tedirgin etmeyi sevmeyen sakin
bir kişiye benziyordu.
24
“Bak dostum, o halde sana farklı bir teklifim olacak.
İstersen şu espressodan şimdilik vazgeçelim. Bence biraz
takviyeye ihtiyacın var. Sanırım mahzenimizde Piedmont
bölgesinin üzümlerinden yapılmış Barbaresco şaraplarından
olacak, yanında da biraz peynirle kraker getirir Andreana.”
Biraz düşünüp devam etti.
“Ya da bizim Toskana’nın Chianti’sine ne dersin?”
* * * * *
Bir yandan profesörü dinlerken bir yandan da derin
derin soluk almaya çalışıyordu. Evet, diye düşündü, biraz
şarap içsem çok iyi olacak.
“Teşekkür ederim Bruno” diye kekeledi. “Bir kadeh
kırmızı şarap bence de çok iyi fikir. Açıkçası Barbaresco’yu
tercih ederim.”
Biraz duralayıp ekledi.
“Özlemişim herhalde.”
Ev sahibi Andreana’yı çağırıp neler istediklerini
anlatırken Erol da toparlanmaya çalışıyordu.
Prof. Moretti bile annesinin adını biliyordu. Oysa o
sadece pasaportunda ve Paris Review’nun mektubunda
yazılanları.
Geçmişi nereye gitmişti?
Keşke Google’a sorsaydı kim olduğunu.
Kaçtığı yakıcı soru beyninde biteviye yankılanıyordu.
Ben kimim, Tanrım, kimim ben?
25
Bölüm 6
26
Sehpanın üstü çeşit çeşit peynirler, susamlı, kepekli
krakerlerle donanmış, bir şişe Barbaresco yanı başlarında, ilk
kadehler dolmuş boşalmış.
Prof. Moretti daha önceki söyleşilerde onlarca kez
yaptığı gibi misafirinin başlamasını sabırla bekliyor, konu
açılmadıkça kendiyle ilgili ayrıntılara girmiyordu. Floransa’nın
Rönesans dönemindeki rolünden, Toskana’da yetiştirilen
üzümlerin özelliklerine kadar birçok konudan bahis açılmış
ama henüz sadede gelinmemişti.
Zamanının her geçen dakikayla azaldığını fark eden
Erol içten içe bir tedirginlik yaşamaya, zar zor toparladığı
özgüvenini yitirmeye başlamıştı. Paris Review’da yayınlanan
diğer söyleşileri zihninden geçirmeye çalıştı. Hatırladığı
kadarıyla yazılar genelde görüşme mekânının tasviriyle
başlıyor, yazarın fiziksel özellikleri, çalışma ofisinin mimari
yapısı, hobileri kısaca özetlendikten sonra kitap eleştirmeni
doğrudan konuya girip ilk sorusunu soruyordu.
Öyleyse ben de bu minvalde bir giriş yapmalıyım diye
geçirdi içinden.
Kadehinden son bir yudum alıp elini yanındaki masaya
uzattı. Artık kontrolü eline aldığını, görüşmeyi kendisinin
yönlendireceğini ispat etmek istercesine, masanın üzerindeki
kayıt cihazını ortalarındaki sehpanın üzerine yerleştirip
düğmesine bastı.
“Hadi bakalım” diye söylendi kendi kendine, “artık
başlıyoruz”.
“Sayın Profesör, yaklaşık otuz yıl boyunca dünya sizi
bilimsel
makalelerinizle,
insan
psikolojisi
üzerine
geliştirdiğiniz teorilerle, Jung’un öğretileri üzerine yaptığınız
27
yorumlarla tanıdı. Nasıl oldu da kendinizi birden yazar
koltuğunda buldunuz? Roman yazmaktaki amacınız neydi?”
İlk açılış hamlesi nihayet gelmişti.
Profesör hafifçe arkasına yaslandı.
“Modern psikolojinin bir bilim dalı olduğu, bilimsel
yöntemlere bağlılığı tartışılmaz. Öyle konferanslara katıldım
ki, bu dalda akademik geçmişi olmayan bir izleyicinin neler
konuşulduğu hakkında en ufak bir fikri bile olamaz. Öte
yandan şu da var ki, kendini daha iyi tanımak isteyen, insan
davranışlarının nedenlerini sorgulayan her fani, psikolojiyle
bir şekilde ilgilenmiştir. Nitekim bu konuda genel okur
seviyesine hitap eden kitaplar daima ilgi görmüştür. Geçen
yıl yitirdiğimiz James Hillman’ın “The Soul’s Code – Ruhun
Şifresi” adlı başyapıtı İtalya’da aylarca en çok satan kitaplar
arasında yer almıştı. Keza, Stanford’da onursal psikiyatri
profesörü Irvin Yalom, akademik çalışmaları kadar yazdığı
romanlarla da tanınıyor. Sanırım bir süre sonra bilimsel
kavramları tartışmak yerine birikimlerini hayali karakterler
ve olaylarla harmanlayabilecekleri romanlara yönelmek,
birçok meslektaşımın tercihi olabiliyor.”
Erol, söyleşiyi bir şekilde başlatabilmekten hoşnut,
görüşmeye gelmeden önce bilgisayar başında tuttuğu notları
zihninde toparlamaya çalışıyordu.
“Tolstoy bir keresinde ‘Bütün büyük edebi eserler iki
öyküden biridir; bir adam yola düzülür ya da kente bir
yabancı gelir’ demişti. Siz ise daha çok geçmişte yaşamış
düşünürlerin hayatlarını ele alan eserler kaleme alıyorsunuz,
bu konuda ne diyeceksiniz?”
Moretti hiç düşünmeden yanıt verdi.
“İnsan hayatı esasen bilinmeze yapılan bir yolculuk
değil midir? Eşi benzeri olmayan, yalnızca o fani için
28
tasarlanmış kısa bir yolculuk. Eğer yazdıklarınız tarih içinde
uzun bir süreyi kapsıyorsa bu süre asırlarla ifade edilebilir.
Evrenin sonsuzluğu içinde ikisi arasında bence pek fark yok.
Ha birkaç yıl, ha birkaç asır. Siz de şu anda bir yolcu değil
misiniz? Aynı zamanda da kentimize gelen bir yabancı…
Kendine güvenen bir yazar yalnızca yek bir gün
yaşadıklarınızı konu alan bir öykü, bir roman yazabilir.
Meseleye bu şekilde bakacak olursak, roman yazmanın bir
kuralı, ya da sınırlaması olmadığını düşünüyorum.”
“Soljenitsin’in İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün adlı
eseri gibi…”
Moretti oturduğu yerde keyifle gülümsüyordu.
“Bunu siz söylediniz dostum, ben değil!”
“Demek siz kurallara fazla önem vermiyorsunuz.”
“Büyülü gerçekliğin en seçkin temsilcisi Marquez olarak
bilinir. Nobel ödüllü, benzersiz bir usta. Yazar olmaya karar
verdiği anı nasıl anlatır bilir misiniz?”
Erol, hayır bilmiyorum der gibi başını iki yana salladı.
Bakışlarını Profesörün çerçeveli gözlüklerinden ayırmadan
dinliyordu.
“Marquez henüz üniversite öğrencisidir. Kafka’nın
Dönüşüm adlı eseri eline geçer ve okumaya başlar. ‘Bir
sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini
yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.’ Ve sonra
kendi kendine söylenmeye başlar. ‘Lanet Olsun! Kimse böyle
yazılabileceğini bana söylememişti. Öyleyse ben de
yazabilirim…’ Kurallar… Kurallar hayal edebilen, üretebilen
kişiler tarafından konulmamıştır. Herkes o kurallara uysa
Orwell’in
Hayvan
Çitliği
bugün
kütüphanelerimizin
başköşesini süslüyor olmazdı…”
Çok geçmeden loş ışıkların altında öne eğilmiş,
birbirlerinin gözünün içine bakarak heyecanla konuşan iki
29
adam sohbeti iyice koyulaştırmış, Erol zihnini esir alan
kuşkulardan, kuruntulardan sıyrılmış, tüm dikkatini o ana
odaklamıştı.
Aradan ne kadar zaman geçmişti acaba?
En sonunda biraz şarabın, biraz da işi kotarmış olmanın
sarhoşluğuyla “Teşekkürler, Bruno” dedi. “Değerli görüşlerini
benimle paylaştığın için minnettarım. İzninle söyleşimizi
burada noktalıyorum.”
Kayıt cihazını durdurdu, derin bir nefes aldı ve bacak
bacak üstüne atıp arkasına yaslandı. Yüzüne olabildiğince
sakin bir ifade yerleştirmeye çalışsa da elleri titriyordu.
Kuruyan dudaklarını ıslatmak ister gibi önündeki bardağı
başına dikip kalan şarabı bitirdi. Bruno da söyleşinin kazasız
belasız bittiğinden memnundu.
Oturduğu yerden gülümseyerek sordu:
“Yalnızca son bir şeyi sormayı unuttun aziz dostum,
neden acaba?”
Erol’un gözlerinin önünden bir sis bulutu gelip geçti.
Tam da kendini tebrik etmeye hazırlanırken! Düşünmeye
çalıştı, hayır, bilmiyordu. Neyi unutmuş olabilirdi acaba?
“Neyi sormayı unutmuş olabilirim sevgili Bruno?”
“Çok kolay” diye cevap verdi Profesör Moretti.
“Bugüne
kadar
Alessandria’ya
benimle
söyleşi
yapmaya gelip de burada doğup büyümüş Umberto ECO
hakkında tek bir soru dahi sormayan ilk ve herhalde en son
kişi sen olacaksın aziz dostum. O halde ben sana sorayım:
Neden bu konuya hiç girmedin?”
Erol rahatlamıştı.
“Özel bir nedeni yoktu Bruno. Sanırım konuştuklarımıza kendimi o kadar kaptırmıştım ki, bir an için aklımdan
çıkmış.”
30
Durakladı.
Zaten bu söyleşiyi yüzüne gözüne bulaştırmadan
yapabilmesi bile düpedüz bir mucizeydi. Çabucak kendini
toparlayıp söze devam etti.
”Tahmin edebileceğin gibi bir teki hariç tüm
romanlarını okudum ustamızın. Onu da yanımda getirmiştim
ama henüz başlayamadım. Oteldeki odamda, başucumda
duruyor hâlâ.”
Profesör Moretti merak etmişti.
“Hangi romanı bu?”
“La Misteriosa Fiamma della Regina Loana.”
“Türkçeye de çevrildi mi bu eseri?”
“Sanırım Türkçeye de Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi
olarak çevrilmişti adı.”
Profesörün gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. “Yanında
getirdin ama hiç okumadın öyle mi?”
“Evet” dedi kendinden son derece emin bir edayla.
“Henüz başlayamadım ama ilk fırsatta bitireceğimden emin
olabilirsin”.
Profesör bir an için bir şey söylemeye hazırlanıyor gibi
öne eğildi, sonra vazgeçti, geriye doğru çekildi ve yumuşak
koltuğuna yaslanıp sordu.
“Madem öyle, işte sana İstanbul’a dönerken uçakta
güzel bir roman okuma fırsatı. Bu arada, İstanbul demişken,
itiraf etmeliyim ki değerli dostum, karısı doğum yapmak
üzere olan bir adamın bunca yoldan söyleşi yapmaya gelmesi
beni gerçekten duygulandırdı. Nasıl, son haberler iyi mi
bari?”
Doğum?
31
Sessiz bir çığlık…
Kuşlar havalanıyor birer ikişer.
Kara bulutlar ufku sarmış, bir fırtına koptu kopacak.
Mahşerin dört atlısı koşuyor doludizgin.
Karanlıklar prensi kahkahalar atıyor kamçısı elinde.
Şimşekler çakıyor gökyüzünde.
Kızıl alevler yükseliyor Kraliçe Loana’nın saçlarından.
Dans eden alevler dönüyor, dönüyor…
Önce başı eğiliyor öne doğru, sonra yere yığılıyor
usulca.
Karanlık…
Her yer kapkaranlık…
Bölüm 7
32
Gaipten sesler çalınıyordu kulağına...
“Nabız normale dönüyor” diyordu biri.
Yerde sırtüstü yatmış, neler olduğunu kavramaya
çalışıyordu. Başını okşayan bir el hissetti. Göz kapaklarını
aralamak istedi, başaramadı. Öyle güçsüzdü ki… Sonra, o
yoğun sis usulca dağılırken zihninin berraklaştığını hissetti.
Ayılmıştı.
Tel gözlüklü, kır saçlı bir adam üstüne eğilmiş, “Haydi
dostum, uyan” diye söylenip duruyordu.
“Tamam Andreana, gözlerini açtı, bir bardak su getir
hemen.”
Bu kez üzerine eğilen bir kadındı.
O hareli gözler, o kızıl saçlar…
Başı döndü ve bir kez daha kararıverdi dünya.
“Yine bayıldı, Bruno, fark ettin mi, tam ayılırken, beni
görür görmez… Korkutuyor muyum ne? Keşke şarap ikram
etmeseydik.”
“Amma da yaptın Andreana! Şarap içen bir erkek olsa
olsa sana aşık olur, boylu boyunca yere serilmez böyle.”
Sonra kuşkulu bakışlarını yanına çömelmiş alımlı kadına
çevirdi.
“Belki de haklısındır, ona bir başka kadını hatırlatıyor
olabilirsin, çok ani tepkiler verdiğine göre ciddi bir travma
geçirdiği kesin. En iyisi su bardağını bırakıp git. Bir daha
ayıldığında ilk seni görmesin karşısında.”
Beyne yeterli düzeyde kan pompalanmayan bir insanın
bayılacağını biliyordu Profesör. Genç adamın ayaklarını bir
33
yastıkla destekleyip yükselterek beyne daha çok kan
gitmesini sağladıktan sonra yerinden doğrulup koltuğuna
oturdu. Bu kez Erol’u kendi haline bırakmanın daha iyi
olacağını düşündü.
Piposunu ağır hareketlerle doldurup sehpanın üzerinde
duran uzun kibritle yaktı, derin bir nefes çekip koltuğuna
gömüldü.
Artık bekleyecekti.
Aradan birkaç dakika geçmeden Erol yattığı yerde
kımıldanmaya, kirpiklerini oynatmaya, gözlerini açıp etrafına
bakınmaya başlamıştı. Derin derin nefes alıp kafasını
toparlamaya çalışırken Profesör de hiç istifini bozmadan
piposunun dumanını havaya savurmaya devam ediyordu.
Erol en nihayet doğruldu, sendeleyerek güç bela en
yakın koltuğa çöktü. Misafirinin kalp atışlarının normale
döndüğünden emin olunca, Profesör su bardağını uzatıp
konuşmaya başladı.
“Geçmiş olsun dostum, şimdi nasılsın bakalım?”
Erol’un sesi güçlükle çıkıyordu.
“Başım dönüyor, midem bulanıyor. Ne oldu bana?”
“Ufak bir rahatsızlık, dinlen biraz, geçecek hepsi. Beni
tanıdın mı?”
Zoraki bir gülümsemeyle cevap vermeye çalıştı.
“Tabii Bruno, bir… bir söyleşi yapıyorduk galiba.”
“Peki, sana en son neler söylediğimi de hatırlıyor
musun?”
Duraksadı.
Zihninden karmakarışık görüntüler gelip geçiyordu. Sis
bulutları aralanmaya başlayınca cevap verdi.
34
“Evet, sanırım Umberto Eco’nun kitabından konuşuyorduk. Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi’nden. Sonra, sonra,
ahh…”
Erol’un yüzü acıyla kasılmış, alnında derin çizgiler
oluşmuştu. Profesör ise sabırla bekliyor, bir yandan da
misafirinin ruh halini çözümlemeye çalışıyordu.
Bir süre sessizce oturdular.
“Bak dostum, biraz önce üst üste iki kere bayıldın. İlk
geldiğinde de başın dönmüş, sıkıntılı bir an yaşamıştın. Bu
konuda bana söylemek istediğin bir şey olabilir mi? Hâlâ
biraz yorgun ve halsiz görünüyorsun. Kendini zorlama, ben
beklerim ama bir sakıncası yoksa neler olup bittiğini de
öğrenmek isterdim.”
Erol içinde bulunduğu durumu kavramaya, ne cevap
vereceğini düşünmeye çalışıyordu.
Tabii ya, bu sabah otelde tek başına uyanıp hiçbir şey
hatırlamadığını fark etmemiş miydi? Demek şimdi de bu
yabancı evde bayılmıştı, hem de iki kere…
“Sorun şu ki” diye söze başladı Erol, yutkundu, derin bir
iç çekip devam etti, “sorun şu ki Bruno, kendimle ilgili hiçbir
şey hatırlamıyorum.”
Söylediklerini kendi bile duymak istemiyordu sanki.
Çaresiz bir fısıltı gibiydi sesi. Profesör bir süre bekledi, zor
durumdaki bir insanın bu itirafı yapmasının ne kadar zor
olduğunun farkındaydı. Acele edip bir kere daha Erol’un
dengesini bozmaya niyeti yoktu.
“Benimle söyleşirken neredeyse yazdığım tüm kitapları,
benimle ilgili tüm detayları hatırlıyordun oysa.”
Erol’un sesi biraz daha gür çıkmaya başlamıştı.
35
“Sorun da burada ya işte. Gördüklerimi, okuduklarımı
hatırlıyorum ama daha dün ne yaptığımı sorsanız, hiçbir şey
hatırlayamıyorum. Geçmişim kapkaranlık. Hafızamın ‘ben’
haznesi sanki bomboş!”
Bruno misafirinin yaptığı açıklamalardan memnun
olmuşa benziyordu. Tünelin ucunda bir ümit ışığı görünmüştü
artık. Bu bir zaman meselesi diye söylendi kendi kendine,
yeter ki misafirimizi ürkütmeyelim.
“Peki, bu sabah uyandıktan sonra neler yaptığını
hatırlıyor musun?”
Erol o gün yaptıklarını, yaşadıklarını, gördüklerini birer
birer zihninde canlandırmaya çalıştı. Odayı, kasayı, Maria
Costa’nın ışıltılı gülüşünü, yaptığı kahvaltıyı, bilgisayar
başında çalışarak geçirdiği saatleri, bu eve nasıl geldiğini…
“Evet Bruno, bugün olup bitenleri oldukça net
hatırlayabiliyorum. Ne yazık ki hepsi bu!”
“Peki,
kaldığın
otele
nasıl
geldiğini,
kiminle
karşılaştığını?”
“Maalesef hayır. Ama bu sabah konuştuğum resepsiyondaki kız dün akşam otele gelişimi, kiralık arabamın
anahtarını kendisine verdiğimi hatırlıyor, hatta seninle
randevum olduğunu bile söylemişim ona.”
Profesör heyecanlanmıştı. İz süren bir av köpeğinin
kokuyu aldığı zaman neler hissettiğini sezer gibiydi.
“Bu iyi haber, Erol, demek oluyor ki dün akşama kadar
her şey yolundaydı.”
Birden hatırladı.
“Başucunda duran o kitap. Henüz okumaya başlamadım
demiştin. Emin misin?”
Erol acı acı gülümsedi.
36
“Öyle söylediğimi hatırlıyorum, öte yandan, ne bildiğimi,
neye güveneceğimi kestiremiyorum artık.”
Profesör bakışlarını odanın en kuytu köşesine sabitlemiş,
düşünüyordu. Yine sessizce oturdular bir süre.
“Yorucu bir gün geçirdin dostum. İstersen bu gece
burada kal. Bu halinle araba sürmen de tehlikeli olabilir.”
Durakladı, söyleyeceklerini kafasında tartıyor gibiydi.
“Hem şimdilik o odaya hemen dönmesen daha iyi olur.
Üst katta bir misafir odamız var. Arzu edersen önce bir
şeyler ye, ya da hemen odana geç ve biraz dinlen. Sabah
olunca birlikte güzel bir kahvaltı yapar, sonra da kaldığımız
yerden sohbetimize devam ederiz.”
“Bir de” dedi Erol’un gözlerinin içine bakarak:
“Bir de, eğer bir sakıncası yoksa otele gidip eşyalarını
buraya getireyim.”
Bölüm 8
37
Saat gecenin 10’u…
Daracık karanlık yollar, uzaklarda tek tük ışıklar, adeta
tekinsiz bir sessizlik…
Profesör Moretti, misafirini çalışma odasında bitkin ve
tedirgin bir halde bırakıp arabasını otele doğru sürerken hem
o ana kadar yaşadıklarını hem de bir sonraki adımını
düşünüyordu. Mesleki merakından çok ev sahibi olmanın
sorumluluğu ağır basarak ziyaretçisiyle yakından ilgilenmiş,
onu olabildiğince rahatlatmaya çalışmıştı. Uzun meslek
hayatında böyle bir vakayla karşılaşmamıştı hiç. Daha bir
gün öncesine kadar normalken Erol hangi nedenle kısmi bir
hafıza kaybına uğramıştı acaba?
Öteden beri hep tarihi kişilerin, ünlü filozofların
hayatlarını ele alan romanlar yazmıştı. Oysa bugün yaşadığı
sıra dışı deneyimi bir sonraki romanında işlemek ilginç
olabilirdi. Öte yandan ilk kez karşılaştığı, üstelik hafızası
sakatlanmış bir insanı ne kadar süre kimseye haber
vermeden evinde misafir edebilirdi? Kararını verdi: Bu gece
kendi araştırmasını yapacak, bulmayı umduğu ipuçlarından
bir sonuca varmaya çalışacak, olmadı bir sonraki gün Paris
Review dergisinin yöneticilerine bilgi verip ailesi ile irtibata
geçilmesi için ricada bulunacaktı.
Via Casale’ye gelince yavaşladı, ağaçların arasında iki
katlı taş yapı görünmüştü. Arabasını otelin park yerine
bırakıp hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Üç yıldır bu otelde
çalıştığı halde ünlü profesörü ilk defa karşısında gören Maria
heyecanlanmıştı.
38
“Hoş geldiniz Profesör” dedi, “İyi ki geldiniz, ben de
şimdi sizin evi arayacaktım.”
“Hayrola?”
Genç kızın yüzünde endişeli bir ifade belirdi.
“Signor Adoni size gelmedi mi?”
Profesör
hazırlıklıydı,
zihninde
tartıp
tasarladığı
cümleleri doğal bir tonda peş peşe sıraladı.
“Signor Adoni beni ziyarete geldi, bu gece de misafirim
olacak. Biraz başı dönüyordu, evden çıkamadı, ben de onun
eşyalarını almaya geldim. Bir şey mi oldu?”
Maria, bir çırpıda cevap verdi.
“Evet efendim, Signor Adoni sizinle görüşmek üzere
otelden ayrıldıktan hemen sonra bir kadın telefonla aradı
onu. Anladığım kadarıyla epeydir yöredeki otelleri teker
teker deniyormuş. Bizde kaldığını öğrenince sevindi, sizinle
görüşmeye gittiğini söylediğimde ise çok şaşırdı, olacak iş
değil kabilinden bir şeyler homurdanıp telefonu yüzüme
kapattı.”
“Peki, sonra?”
“Aynı kadın beş dakika önce beni tekrar aradı. Signor
Adoni’ye cep telefonundan ulaşamadıklarını, çok merak
ettiklerini, bir an önce kendisiyle görüşmesi gerektiğini
söyledi. Hatta sizin evinizin telefon numarasını istedi. Ama
vermedim, onun yerine size ulaşmaya çalışacağımı
söyledim.”
Profesör işlerin giderek karıştığını mı, yoksa bir çözüm
umudu mu doğduğunu kestiremedi. Acaba arayan kişi
Erol’un annesi miydi?
“Seninle İtalyanca mı konuşuyordu, İngilizce mi?”
“İtalyanca konuşuyordu, telefon numarasını istedim
ama vermedi, ‘adım Selin, söyleyin ona hemen beni arasın’
derken sesi çok telaşlıydı.”
“O halde nereden aradığını bilmiyoruz.”
39
Maria’nın gözlerinden muzaffer bir pırıltı geçti.
“Bizim santralimizde telefon numarası kayıtlı.”
Profesör umut ve korku arasında bocaladı yine.
“Bana söyleyebilir misin?”
“Sizden gizli neyimiz olabilir Profesör! Bakın, işte
yazıyorum. İlk iki numarası 90 olduğunda göre Türkiye’den
arandığı kesin.”
“Adı ne demiştin?”
“Selin, bana harflerini kodlamıştı, numaranın yanına
adını da yazıyorum.”
Profesör fazla mütecessis görünmemeye çalışarak bir
soru daha sordu:
“Maria, Signor Adoni’nin halinde, davranışlarında bir
gariplik sezdin mi bugün?”
Genç kız sanki bu soruyu bekler gibiydi.
“Kesinlikle evet, Signor Adoni kibar, sakin bir insana
benziyordu, ama bugün beni hayli şaşırttı. Sabah ilk iş
kasasının şifresini unuttuğunu söyleyip beni odasına çağırdı
ve beni üzerinde iç çamaşırıyla kapıda karşıladı. Emin olun
kılığının farkında değildi, sonra telaşlanıp defalarca özür
diledi benden. Biraz sonra da bilgisayarının çalışmadığını
söyleyip bizim müdürün odasını kullanmak için izin istedi.”
Maria duraklayıp derin bir nefes aldı. Sonra kaldığı
yerden devam etti.
”Şaşkın bir hali vardı. Ne yapacağına bir türlü karar
veremiyormuş gibi. Kiralık arabası olduğunu hatırlamayıp
benden bir taksi çağırmamı bile istedi…”
Duydukları Erol’un anlattıklarını destekliyordu.
Profesör daha fazla uzatmak istemedi konuşmayı.
Telefon numarasının yazılı olduğu kâğıdı cebine koydu,
odanın kartını da Maria’dan alıp teşekkür ederek ikinci kata
çıktı.
40
İçeri girdiğinde ışıkları yaktı.
Görünürde bir tuhaflık yoktu. Dolapta giysiler, bir ufak
valiz, banyoda bildik eşyalar, çalışma masasının üzerinde
kapağı açık bir bilgisayar. Yanında duran katlanmış kâğıdı
eline alıp baktı. Kendisine Paris Review dergisi tarafından
gönderilmiş olan mektubun bir kopyasıydı bu. Zihnindeki
kayıtların silinmiş olmasına rağmen Erol’un kendisiyle yaptığı
söyleşinin ana hatlarını nereden bildiği anlaşılmıştı. Sabah
kalktığında bunu okumuş olmalı diye geçirdi içinden.
Yatağın başucundaki komodinin üzerinde ise söyleşide
adı geçen kitap duruyordu. Umberto Eco’nun ünlü eseri, La
Misteriosa Fiamma della Regina Loana. Erol’un okumaya
henüz başlamadım dediği o roman. Kapağını açtı, Erol’un
elinden çıktığını tahmin ettiği Türkçe bir not yazılıydı kapağın
iç tarafında. Kelimeleri dikkatle inceledi, bir şey anlayamadı.
Bir sözlük kullansa bile işin içinden çıkamayacağını
kestirebiliyordu, ne de olsa Türkçenin Latin dillerinden farklı
bir yapısı vardı.
Birden notun altındaki tarih dikkatini çekti. 11.11.2012
– 21.40 yazılıydı. Erol’un otele giriş yaptığı günün akşamı
yazmış olmalıydı bu notu. Büyük bir ihtimal her şeyin
yolunda gittiği saatlerde… Ya sonra?
Eşyaları toplayıp, kitabı da bilgisayarla birlikte kılıfına
yerleştirdikten sonra eve dönmeye karar vermişti ki
parçalanmış bir cep telefonu gördü yerde. Başını kaldırdı.
Çarpmanın izi vardı duvarda. İşte bu çok ilginç diye
mırıldandı.
Acaba hangisi önce olmuştu?
Kitabın kapağının içine dokuzu kırk geçe not düşmüştü.
41
Peki, telefon ne zaman yere savrulmuştu?
Kapağı bir yana dağılmış telefonun çalışır halde olmadığı
açıktı. Onu da cebine atmadan önce sim kartını dikkatlice
çıkarıp gömlek cebine yerleştirdi. Artık yapacağı bir şey
kalmamıştı burada. Ya birkaç saat içinde bu bilmeceyi
çözecek ya da Erol’a ulaşmaya çalışan o kadını arayıp, olan
biteni anlatmak zorunda kalacaktı.
Maria’ya veda edip, kararlı adımlarla arabasına yürüdü.
Bölüm 9
42
Profesör Moretti arabasını park edip elinde Erol’un ufak
valiziyle eve girdi. Andreana masanın başında oturmuş
soyduğu elmayı dilimliyordu.
“Merhaba Andreana, nerede bizimki?”
“Sen gittiğinden beri çalışma odasında. Işıkları da
söndürmüş, belki koltukta uyuyordur. Ya senden ne haber?
Gittiğine değdi mi bari?”
“Ben gitmeseydim otelden arayacaklarmış zaten.
Anladığım kadarıyla İtalyanca konuşan sinirli bir kadın
Erol’un peşinde. ”
“Kim acaba?”
“Bilmiyorum. İstanbul’dan arıyormuş.”
Andreana soran gözlerle bakıyordu.
Profesör, ‘hepsi bu kadar’ der gibi ellerini iki yana açıp
çalışma odasına doğru yürüdü. Girişteki apliğin düğmesine
basıp aralık kapıdan usulca içeri süzüldü. Erol, sorununun
çözümü tavanda yazılıymış gibi kafasını arkaya atmış,
gözlerini yukarı dikmiş oturuyordu. İçeri birinin girdiğini fark
edince koltuğunda doğruldu. Profesör de ilk söyleşide yaptığı
gibi karşısına oturdu.
Bir süre kimse konuşmadı.
“Şimdi nasılsın dostum?”
Moretti’nin sesi yumuşak ve sevecendi.
43
“Bıraktığın gibi, belki daha da kötü Bruno. Bir boşlukta
düşer gibiyim.”
Sesi bezgin çıkıyordu. Kısa bir duraksamadan sonra
devam etti:
“Ne yapacağım şimdi ben?”
Profesör bakışlarını karşısında oturan bitkin adamın
gözlerine dikmişti.
“Bu biraz da senin ne yapmak istediğine bağlı Erol. Bir
gece öncesine dönmek istiyor musun? Neler olduğunu merak
ediyor musun?”
“Aslına bakarsan etmiyorum. Nasıl desem, sinirleri
alınmış bir azı dişi gibiyim. Kalıp yerinde, içi bomboş.”
“Yine de, müsaade edersen sana bir şey göstermek
istiyorum.”
Yanında getirdiği kitabı uzattı.
“Bunu hatırlıyor musun?”
“Elbette. Bu sabah başucumda bulduğum roman bu.
Umberto Eco’nun romanı.”
“Doğru hatırlıyorsun. Hatta henüz okumaya başlamadığını söylemiştin bana. Oysa içinde sana ait olduğunu
sandığım bir not buldum. Hem de dün akşam yazılmış bir
not. Bu senin el yazın olabilir mi?”
Erol kapağın içindeki yazıya dikkatlice baktı. Yüzündeki
ifade değişmemişti.
“Bu sabah bilgisayarın başında çalışırken notlar
almıştım. Bu da o yazıya benziyor, ben yazmış olabilirim.”
“Sanırım Türkçe yazmışsın, bana tercüme edebilir
misin?”
44
Erol, dudaklarında belli belirsiz bir titreyişle, kendisinden
istenileni yerine getirdi.
“Şöyle yazmışım, ‘Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi
yıl doldu. Ayrı yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Elveda…’
Sonra da altına tarih ve saati not etmişim.”
Demek yirmi yıl diye mırıldandı Profesör.
“Peki, sence bu kızıl saçlı prenses kim olabilir?”
Erol oturduğu yerden acı acı gülümsedi. “En ufak bir
fikrim yok.”
Profesör kitabın ilk sayfasına baktı. İlk bölümdeki giriş
cümlesinin altının çizildiğini fark etti. Sanki bunu bir şekilde
tahmin etmişti. Bana kalırsa bu kitabı okumaya başlamışsın
sen, dinle bak, altını çizdiğin bölümü sana okuyorum:
‘Adınız ne peki?’
‘Bir dakika, dilimin ucunda.’
Umberto bu romanda Milano’da yaşayan bir sahafın
hikâyesini anlatıyor. Kaza geçiren Giambattista Bodoni’nin
kendi yaşadıkları dışında her şeyi hatırladığı roman bu.”
“Tıpkı benim gibi” diye atıldı Erol.
Erol’un bu son refleksi profesörü keyiflendirmişti.
Umutla gülümsedi karanlıkta. “Sana birkaç soru daha
sorsam, ne dersin?”
“Yapacak başka şey yoksa zaten, neden olmasın?”
“Çok iyi” dedi Profesör. Erol’un moralini yükseltip, onun
güvenini kazanması gerektiğini biliyordu.
45
“Oteldeki odanda kırılmış halde yerde duran bir cep
telefonu buldum. Senin olabilir mi acaba?”
Erol cevap vermeden önce kısaca düşündü.
“Evet olabilir, ben de sabah duvarın dibinde gördüm
onu. Çalışmaz haldeydi.”
“Duvarda da izi kalmış, o telefonu kim öyle fırlatmıştır
dersin?”
“Söyledim ya kafam bomboş, ama benden başka kim
olabilir ki!”
“Peki, neden?”
Erol’un yüzüne bıkkın bir ifade vardı.
“Dedim ya Bruno, zerrece fikrim yok. Ama illaki bir
tahmin istiyorsan, bir şeye sinirlenmiş olabilirim, öyle değil
mi?”
“Haklısın Erol, büyük ihtimalle öyle olmalı. Bak, o notu
gece saat 10’a 20 kala yazmışsın. El yazında bir anormallik
yok, harflerin düzgünlüğü o sırada ruh halinde bir kırılma
olmadığını gösteriyor. Demek seni sinirlendiren olay daha
sonra meydana gelmiş.”
Erol İçini çekti.
“Bütün bunlar tahmin, Bruno, ne yazık ki hiçbiri derdime
deva değil.”
Profesör kontrolü kaybetmek istemiyordu. Konuyu
değiştirmeye karar verdi.
“Peki dostum, sence Selin kim olabilir?”
“Kim dedin?”
“Selin, ancak yanlış telaffuz etmiş olabilirim, şuraya
yazayım.”
Erol kâğıda yazılan isme baktı.
46
“Telaffuzun iyi sayılır Bruno, evet Selin yazıyor burada.
Bir kadın adıdır Türkçede.”
“Sana bir şey ifade ediyor mu?”
Erol umutsuzca başını salladı.
“Hayır, kesinlikle hayır.”
Bir kere daha tıkanmışlardı.
Ailesinden bir daha bahsederse Erol’un nasıl tepki
vereceğini kestiremiyor, şu aşamada Selin’le telefonda
konuşmasının da travmayı derinleştirmesinden korkuyordu
Moretto. Son kozunu oynamaktan başka çaresi kalmamıştı.
Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da yumuşak bir sesle
konuştu:
“Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek
ister misin?”
“Tabii Bruno, dinliyorum”
“Senin de az önce söylediğin gibi bir hafıza kaybı
yaşıyorsun. Büyük olasılıkla dün gece ağır bir travma
geçirmişsin. Biliyorsun, bazen büyük bir fiziki acı insanları
bayıltır. Sistemin kendini koruma amacıyla geçici bir süre
kapanması diyebiliriz. Ancak söz konusu travma fiziki değil
de duygusal ise, verilen tepkiler değişebilir. Dün gece,
hafızasını kısmen yitiren bir roman kahramanının hikâyesini
okurken aynı durum senin de başına geliyor. Burada sanki
birbirini tetikleyen bir süreç var. Bu süreci başlatan ise
aldığın sürpriz bir haber olmalı. Seni derinden yaralayan,
kızdıran, üzen bir haber…”
47
Profesör bir an için susup karşısında oturan gizemli
ziyaretçinin tepkisini ölçmeye çalıştı. Loş ışıkta yüz hatlarını
iyi seçilemiyordu ama nefes alışı düzgün sayılırdı. Sözlerini
tamamlamaya karar verdi.
“Bak dostum, belli ki senin bir ailen var. Bu arada, Selin
adında bir kadın İstanbul’dan seni arıyor. Cep telefonundan
sana ulaşamadığını, seninle bir an evvel görüşmek istediğini
söylemiş oteldeki kıza. Hatta benim evi bile aramak istemiş.
Demek ki randevumuz olduğunu bilen bir kadın.”
Yine sustu, sonra fısıldar gibi devam etti:
“Sim kartın cebimde. Selin’in telefon numarası da
yanımda. En önemli soru şu: Gerçeklerle yüzleşmeye hazır
mısın?”
Birkaç dakika ikisi de konuşmadı. Erol’un derin nefes
alışları duyuluyordu. En sonunda boğuk bir sesle konuştu:
“Peki, sen düşünüyorsun Bruno? Aramalı mıyım o
numarayı? Ya sonra ne olacak? Delirecek miyim ben? Yoksa
çoktan delirdim mi?”
Profesör teskin edici bir tonda yanıtladı.
“Hayır Erol, kesinlikle deli değilsin, zihnin en az benimki
kadar net, yalnızca yaralı bir insan olarak tanımlayabilirim
seni. Derin bir yaranın acısını bilinçaltına gömmüş bir insan.
Bu yaranın sebebini bilmeden ikinci bir risk almasak daha
iyi.”
Rüzgârla iki yana savrulan dalların hışırtısından başka
hiçbir şey duyulmaz olmuştu. En sonunda o sessizliği yine
Profesör bozdu.
48
“Sana bambaşka bir şey soracağım dostum. Hipnoz
hakkında neler biliyorsun acaba? Bir fikrin var mı?”
Erol’un sesi yine normale dönmüştü. Sözlü sınava
kalkan çalışkan bir öğrenci gibi konuşmaya başladı:
“Hipnoz, uyku ile uyanıklık arasında bir trans hali. Zaten
‘hypnos’
Yunancada
uyku
demekmiş.
Telkinlerle
yönlendirmeye imkân verdiği için her zaman ilgi odağı olmuş
bir konu. Ancak terapi seanslarında ilk bilimsel denemeler
19. yüzyılda, Pierre Janet ve Sigmund Freud ile başlar…”
Bir nefes molası verip devam etti.
“Hatta, Harvard’da rüya ve hipnoz üzerine araştırmalar
yapan Dr. Deidre Barrett’in Tales from a Hynotherapist’s
Couch (Bir hipnoterapistin koltuğundan hikâyeler) adlı bir
eserini de okumuştum.”
Profesör,
karşısındaki
yabancının
bilgisinden
etkilenmişti. Demek bizim konulara hiç de yabancı biri değil
diye düşündü.
Bu iyi haber.
“Öyleyse geçici hafız kayıplarına hipnozla çözüm
arandığını da biliyor olmalısın.”
“Evet Bruno, biliyorum” diye yanıtladı Erol. “Hatta
çocukluğunda tacize uğramış ergenlerin sorunlarını çözmede
kullanılan, kimi zaman da eleştirilen bir yöntem bu.”
“Bravo dostum. Bu konuda hayli bilgili olman bizim için
bir şans. Şimdi sana dosdoğru soracağım… ”
Birden boğazına bir şey kaçmış gibi yutkundu, senelerdir
kullanmadığı bu tekniğe başvurması doğru muydu acaba?
Kalbi hızla atıyordu. Tüm cesaretini toplayıp sordu:
49
“Karar senin dostum, Selin’i mi arayalım, yoksa
bilinçaltına bir yolculuk için bir hipnoz seansına var mısın?”
Kısa bir sessizlik. Kuru bir öksürük. Kısık ama kararlı bir
ses.
“Sana güveniyorum Bruno, hadi başlayalım…”
50
Bölüm 10
Evet, Bruno bu işe niyetlenmişti ama kendisine ne kadar
güveniyordu acaba? Daha bir dakika önce Erol’un bu
cevabını duyabilmeyi çok istemişti, şimdi ise duygusal sol
beyniyle kuşkucu bilim adamı beyni arasında gidip geliyordu.
Ama geri dönülmez bir noktada olduğunun da farkındaydı.
Ayağa kalktı, gidip kapıyı sessizce kapattı, yerine dönerken
Erol’un omzunu kavradı sıkıca.
“Bana güvenebilirsin Erol, şimdi senden rahatlamanı
istiyorum” derken sesi farklılaşmış, kendini daha kararlı ve
güçlü hissetmeye başlamıştı. Görsel efektler kullanmayı
sevmiyordu. Masasının üst çekmecesinden çıkardığı eski
kasetçalarını yanındaki sehpaya koyup tuşuna bastı. Odayı
uzaklardan gelen yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kumsala
usulca vuran dalgaların sesi dolduruverdi.
“Şimdi rahatça arkana yaslan” dedi o güven veren
yumuşak
sesle.
“Gevşe…
Bütün
kaslarının
çözülüp
gevşediğini hisset… En tepeden parmak uçlarına kadar…
Gevşe… Göz kapakların ağırlaşıyor… Ağırlaşıyor… Gözlerin
kapanıyor…“
Bir süre sustu. Hipnoz altındaki süjesinin uyku ile
uyanıklık hali arasındaki letarji konumuna gelmesini
bekliyordu. Erol’un bu aşamayı hızla geçip katalepsiye
girmesinden, yani donma haline geçmesinden, böylece onun
üzerindeki hâkimiyetini kaybetmekten korkuyordu Profesör.
51
Letarjiye yani tam gevşeme haline geçen bir süjenin
gerçekleri
anlatmak
yerine,
olmadık
hikâyeler
uydurabileceğinin de farkındaydı. Travmaya neden olan anıyı
birdenbire çağrıştırmanın risklerinden de çekiniyordu
Profesör. Bu nedenle, başlangıçta kendince nispeten güvenli
sularda dolaşarak Erol’u yavaş yavaş bir sonraki aşamaya
hazırlamak istiyordu.
“Şimdi rahat mısın Erol?”
“Evet, çok rahatım.”
“Neredesin?”
“Senin evindeyim Bruno, çalışma odandaki koltukta
oturuyorum.”
“Hangi yılda doğdun?”
“1966 yılında, 5 Nisan günü.”
“Nerede doğdun?”
Gülümsedi. “İstanbul’da doğmuşum, pasaportumda öyle
yazıyor.”
Demek Erol gerçek bir İstanbullu diye geçirdi içinden.
Şimdi çocukluk çağından bir döneme geçelim. Yavaş yavaş,
adım adım…
“Bana yedi yaşındayken nerede olduğunu anlatmanı
istiyorum, o yılı düşündüğünde ne hatırlıyorsun?”
Erol sakin bir sesle konuşuyordu:
“O yıl biz İstanbul’un Anadolu Yakasında, Moda’da
otuyorduk. Tam Moda burnunun ucundaki bir apartmanın
üçüncü katında. Bir üst katımızda da babaannem yaşardı.
Moda İlkokulu’na gidiyordum.” Erol sustu. Hafifçe kıpırdandı
52
yerinde. “Bir gece aniden babam annemi alıp evden çıktı,
beni de babaanneme bıraktılar. Üç gün sonra eve
döndüklerinde annemin kucağında bir bebek vardı. Onu bir
odaya koydular, annem de yanındaki kanepeye uzanmıştı. O
kundaktaki bebeği kucağıma almak istedim, bana ‘şşşşt
sakın dokunma kardeşine, Selin uyuyor’ dediklerini
hatırlıyorum. O zaman anlamıştım, İstanbullu Adoni ve San
Marinolu Sermonetta ailelerinin biricik Erol’u değildim artık.”
Şimdi Erol’u İstanbul’dan arayanın kim olduğunu anladık
diye düşündü Moretti, İtalyanca konuşuyormuş, eh, ne de
olsa anneleri Silvia bir San Morinolu. Profesörün asıl derdi
Erol’un çocukluk yılları değildi. O bir an evvel tam yirmi yıl
önceye gitmek, 11 Kasım 1992 günü neler olduğunu
öğrenmek istiyordu. Ama sabırlı olmalı, Erol’u o güne ağır
adımlarla götürmeliydi. Ufacık bir hata, özenle dizdiği
dominoları yerle bir edebilirdi.
“Peki Erol, istersen şimdi de biraz gençlik yıllarına
gidelim. Mesela üniversite yıllarından zihninde yer etmiş bir
olay ya da kişi hatırlıyor musun?”
Kısa bir sessizlik oldu, sonra Erol biraz tutuk, biraz
hüzünlü, anlatmaya başladı. Başka bir yerden, uzak bir
geçmişten gelir gibiydi sesi.
“1989 yılının Mayıs ayıydı. Öğlen saatinde orta sahada
futbol oynuyorduk. Sahanın bir yanında yatılı öğrencilerin
yurdu, kale arkasında ana binaya giden merdivenler vardı.
Kızlı erkekli öğrenciler çimlerin üzerine yayılmış ders
53
çalışıyor, sohbet ediyorlardı. İki gol atmıştım. Maçtan sonra
terimizi silip derslere dağıldık. Son sınıftaydım, Mustafa
Hocamızın Deneysel Psikoloji dersi vardı saat ikide. Mustafa
Yılmaz’ı hepimiz çok severdik. Berkeley’de doktora yapıp
kendi okuluna, Boğaziçi Üniversitesi’ne doçent olarak
dönmüştü. Hocamızdı ama aynı zamanda bizim ağabeyimiz
gibiydi. Derdi olan ona giderdi. Bir bacağı aksadığı için
zaman zaman koltuk değnekleriyle yürür, hayata bir derviş
gibi bakardı.
Dersin sonunda kendisiyle bir konuda görüşmek
istediğimi söyledim. Bıyık altından gülerken, her zamanki
sakin sesiyle ‘Olur’ dedi, ‘söyle bakalım bu sefer hangi güzel
kızımız kırdı kalbini.’
‘Hayır Hocam, bu sefer konu farklı’ diye itiraz ettim.
‘Aslında psikoloji bölümünü ben seçmedim, kendi de bir
psikolog olan babam karar verdi benim yerime. Ben de
elimden geleni yaptım, hatta sınıf birincisi oldum, ama benim
gönlümde yatan meslek bu değil’. En sonunda her zaman
sükûnetini korumasıyla ünlü Mustafa Hocayı şaşırtabilmiştim.
Gözlerimin içine dosdoğru baktı. ‘Sen şimdi dört yıl boyunca
istemediğin bir bölümde mi okudun yani?’ diye sordu bana.
Hayır hayır, aslında bazı dersleri, özellikle onun derslerini
büyük bir zevkle izliyordum ama beni asıl büyüleyen, farklı
diller, dillerin yapılarıydı. Boş zamanlarımda üniversite
kütüphanesinde okuduğum kitaplardan, Latinceyi nasıl kendi
kendime çalışıp bayağı öğrendiğimden bahsettim ona.
‘Söyleyin bana Hocam, siz olsanız benim yerimde ne
yapardınız?’
54
Erol durdu, soluklandı. Moretti pür dikkat dinliyordu.
“Mustafa Hocanın yüzünden belli belirsiz buruk bir
gülümseme geçer gibi oldu. ‘Ben senin yerinde olamam Erol’
dedi kısık bir sesle, ‘sen de benim yerimde olamazsın.
Biliyorsun ben yetimim, liseyi de Darüşşafaka’da yatılı
okudum. Hayatım boyunca hiç karışanım olmadı, özgür bir
insanım ben. Ama benim de başka sınırlamalarım var
hayatta, mesela senin gibi sahaya çıkıp futbol oynayamam,
ya da bir kız arkadaşımı dansa kaldıramam.’
Nefes bile almadan dinliyordum. ‘Özgürlük ne tek başına
olmaktır, ne de sağlam bir vücuda sahip olmak. Özgürlük bir
haktır, ancak kazanılması zor, uğruna da savaşacağın, bedel
ödeyeceğin bir hak. Unutma Erol, özgürlüğünü ancak sen
kazanabilirsin, bedava dağıtılan bir şey değildir. En önemlisi
de özgürlüğü kazanmak değil, onu elinde tutabilmektir. Zira
gerçekten özgür olmak istiyorsan, önce hesabını kendine
verebilmen gerek.“
Erol susmuştu. Sanki hem oradaydı hem değildi.
Profesör bu beklenmedik söylevden etkilenmişti. Erol
neden yalnızca o sohbeti anlatmıştı? Hem de bu kadar
ayrıntılı ve net bir şekilde… Erol’u bu sözleri söylemeye iten
bir telkinde bulunmuş olabilir miydi? Hayır, bu Erol’un kendi
tercihi, belki itirafıydı. Kim bilir, belki canı o yüzden yanıyor,
belki o cep telefonunu duvara fırlatırken özgür bir insan
olamadığı için çocukça bir şiddetle isyan ediyordu…
55
Erol’un göğsü hızla inip kalkıyordu. Eğer eski haline
dönmez, sakinleşmezse hedefine ulaşamayacağını biliyordu
Moretti. Bir süre bekledi. Sonra ses tonunu daha da
yumuşatıp alçak bir sesle konuşmaya başladı:
“Tamam
Erol,
geçti…
geçti...
rahatlıyorsun…
rahatlıyorsun... Her şey geride kaldı… Şimdi arkana yaslan,
daha güzel günlere gidelim artık.”
Moretti biraz düşündü.
Üniversitenin son yılını böyle hatırlıyordu Erol.
1992 yılı Kasım ayının on biri ise en kritik gündü.
Öyleyse bir yıl sonrasını deneyelim diye düşündü.
Bakalım ne yapmış Erol? Babasının sözünü mü dinlemiş?
Yoksa kendi bildiğini mi yapmış?
“O anlattıklarının üzerinden bir yıl daha geçti Erol. 1990
yılına geldik. Bana neler anlatacaksın o yıldan?”
Erol’un koltuğunda çözüldüğünü, yüzüne hoş bir
gülümsemenin yayıldığını loş ışıkta bile görebiliyordu.
“Yılın son günüydü” diye başladı Erol. “Boston’da,
Harvard’ın dilbilim bölümünde lisansüstü öğrencisiydim.
Anlambilim Teorisi dersinden tanıdığım, Kosta Rikalı, kafa
dengi bir kız arkadaşım vardı. Lisa’ydı adı. O gece, bir
arkadaşının evindeki yılbaşı partisine davet etmişti beni. Ben
de, olur, tabii gelirim kabilinden bir şeyler mırıldanmış, bir
bakıma başımdan savmıştım onu. Öyle tanımadığım kişilerin
doluştuğu ev partileri açmazdı beni. Tek başıma bir bara
takılmayı düşünüyordum. Geç saatte evden çıkıp yürüyerek
Harvard meydanına gittim, gençler kaldırımlarda içki içmeye
56
çoktan başlamıştı. Neden bilmem, ayaklarım köşedeki Au
Bon Pain’e götürdü beni.
Kasadaki uzun kuyruğa aldırmadım, zaten bir acelem
yoktu ki! Sıram geldiğinde bir çikolatalı kruvasanla sade bir
kahve ısmarladım. Paketimi alıp dışarı çıktım. Öndeki minik
meydanda hasır şapkalı çilli kovboy yine oturmuş birisiyle
parasına hızlı satranç oynayıp, cep harçlığını kazanmakla
meşguldü.
Yanlarına
dikilmiş,
kovboyun
karşısındaki
kurbanının mecalsiz hamlelerini, acınası çırpınışlarını
izliyordum.
Birden Lisa’nın tanıdık sesi çarptı kulağıma.
‘Hani bizimle partiye gelecektin? Neden hâlâ buradasın?
Hadi gel bakalım, bu gece bizimlesin’ derken elini koluma
çoktan dolamıştı bile.
‘Bu arada sana kız kardeşim Leana’yı tanıştırayım, bir
yıllığına buraya taşınıyor.’
Bir anda dünyam alt üst olmuştu.
Tam karşımda duruyordu işte!
Alev kızılı saçlar… Karanlıkta birer zümrüt gibi parlayan
gözler… Kalbimi sıkıştıran o gizemli gülüş… Bana doğru
uzanan narin, davetkâr bir el… Fırtına öncesi bir sessizlik…
Oracıkta kalakalmıştım.
Ne Au Bon Pain vardı, ne Harvard Square, ne elimde bir
paket. Hiçbir şey yoktu artık bu dünyada. Hiçbir şey.
57
Yalnızca o, yalnızca Leana…
Ortak Roman Bölüm 11
58
Erol’un en son anlattıkları Moretti’yi derinden etkilemişti.
Demek Andreana’yı karşısında görünce yeniden bayılması
bundanmış diye geçirdi içinden. Şimdi artık hikâyenin geri
kalanını dinlemek istiyordu. Bu gizemli olayın, geçmişi
bilinçaltına gömme çabasının ardındaki travmayı birinci elden
öğrenmesine ramak kalmıştı. Ağzı kurumuş, nabzı
hızlanmıştı. ‘Sakin ol Profesör’ diye mırıldandı, ‘kendine
hâkim ol, heyecana kapılıp hata yapmanın sırası değil.’
Henüz 11 Kasım 1992 gününe bir yıl, on bir ay ve on bir
gün vardı.
Karşısında oturan adama bir daha baktı. Neredeyse altı
saattir birlikteydiler ve yüzünde beliren bu çocuksu ifadeyi ile
defa görüyordu. Yumuşamış hatlar, uçları hafifçe yukarı
kıvrılmış dudaklar…
Bekliyordu. Erol’un aşık olup her şeyi boş verdiği,
hayata meydan okuduğu o anın keyfini doyasıya çıkarmasını
bekliyordu. Bir süre sonra her zamanki sakin tonuyla sordu.
“Peki, sonra ne oldu Erol, o gece partiye gittin mi?”
“Evet, evet” dedi heyecanla, “başka ne yapabilirdim ki,
umurumda mıydı partide kimler olduğu, umurumda mıydı
dünya? Aşık olmuştum ben! Hiçbir şeyin önemi yoktu… Kızıl
saçlı Leana’mdan başka.”
“Demek birlikte gittiniz…”
“Aslında Lisa’nın eli hâlâ kolumda. Gidilecek yeri bir tek
o biliyor. Bense çoktan başka diyardayım… Daha içmeden
59
sarhoş… Ev kalabalık. Sevgililer sarmaş dolaş. Sonrası yok…
Sabaha karşı Lisa’nın kaldığı eve birlikte yürüdük üçümüz.
Ayrılırken ikisini de yanaklarından öptüm. Leana’nın
yanakları alev alev… Bir an incecik elini hissediyorum
yanağımda… Hayal gibi… Rüya gibi…”
Erol gözleri kapalı, oturduğu koltukla bütünleşmiş, bir
peri masalı okur gibi anlatıyordu. Moretti, bir süre sessiz
kalması gerektiğini biliyor, sihri bozmamak neredeyse nefes
bile almadan dinliyordu.
“Lisa ile birlikte aldığımız dersi beklemeye başlamıştım.
Dört gün bu kadar mı uzun olur! Bilmiyorum kaç defa saate
baktım, kaç defa umutlandım, kaç defa cesaretimi
kaybettim, kaç defa yüreklendim. Nihayet o gün geldi. Koşar
adım anfiye gidip bir köşeye sindim. Lisa’yı bekliyorum.
Gelecek ve bana Leana’dan haber getirecek. Bekliyorum,
bekliyorum, bekliyorum. Yok, yok, yok… Hoca gelir gelmez
ben dışarı fırladım! O halde ne ders dinleyebilirim, ne not
tutabilirim… Evlerine gideyim diyorum. Hayır, sokağın
karşısında nöbet tutayım. Lisa’yı tanıyan bir başka arkadaşa
sorayım. Telefon numarasını öğrenip evi arayayım... Sonra
birden çözüldüm, soğuk bir ter boşandı üzerimden. Gücüm
tükenmiş, bacaklarım titriyor. Eve kadar sürünerek gittim.
En iyisi yatmak… Yorganı tepeme, bacaklarımı karnıma çekmek. Titremenin geçmesini beklemek…
Uyumak… uyumak… uyumak…”
60
Erol’un gövdesi yana kaymış, omuzları düşmüş, elleri
öne kenetlenmişti. Moretti bekliyordu, şimdi araya
girmeyecekti. Bir parlayıp bir sönen kıvılcımlara üfleyip
ortalığı daha da karıştırmayacaktı.
“Sonra,” diye devam etti Erol.
“Baktım, ev arkadaşım kapıma dikilmiş, soruyor hasta
mıyım diye. Neredeyse 24 saattir yatıyormuşum. ‘Hayır’
diyorum. ‘Biraz yorgunum galiba.’ Bir sürü aptalca laf işte…
Tuhaf tuhaf bakıyor suratıma. ‘Peki o zaman, sonra
görüşürüz.’
Kaç saat geçti bilmiyorum, bir baktım saat beş buçuk.
Neredeyse akşam olacak. Ama ne okul umurumda, ne
dersler, ne notlar... Bir gayret kalkıp soğuk bir duş alıyorum.
Aç olmam gerek ama hiçbir şey istemiyor canım. Sonunda
çarşaf, örtü, atlet, şort, ne varsa dolduruyorum bir torbaya.
Doğruca köşedeki çamaşırhaneye... Dalgın dalgın giriyorum
içeri, boca ediyorum çamaşırları boş bir makineye… Oturup
kalıyorum
bir
köşeye.
Gözlerim
kapalı.
Yılbaşını
düşünüyorum. Neden evin telefonunu almadım? Neden
hemen buluşmayı teklif etmedim? Neden fazla ilgileniyor
görünmekten kaçınmıştım? Aptal!
Sonra bir ses… Billur gibi… Tanıdık bir ses. O’nun sesi!
‘Merhaba Erol, sen de mi buraya geliyorsun?’
Göz kapaklarımı açıyorum umutsuzca. Rüya mı
görüyorum yoksa?
Hayır, o işte… Tam karşımda duruyor. Leana!
61
Erol yine nefes nefese kalmıştı.
Göğsü hızla inip kalkıyor, oturduğu yerde inliyordu.
Moretti bir an için ne yapacağına karar veremedi.
Uyandırmalı mıydı artık Erol’u. Bu kadar yükü kaldırabilecek
miydi? Ya sonra bir daha hipnozu kabul etmezse, bütün
bunları bilmeden yaşamaya devam ederse? Artık bir risk
alması gerekiyordu. Erol’a bıraksa yaşadıkları her anı
anlatacaktı besbelli. Moretti hesapladı, en çok yarım saat
sonra onu uyandırması şarttı. Araya girmeliydi.
Yumuşak bir tonda sormaya başladı:
“Erol dostum. Ben Bruno. Beni hatırladın mı?”
Erol birden toparlandı. Sanki bir dünyadan ötekine
ışınlanmış gibiydi. Yüzü asılmış, kaşları çatılmıştı.
“Tabii Bruno, çalışma odandayız, söyleşi yaptık ya
seninle.”
“Çok iyi” dedi Moretti. “Şimdi senden iyice odaklanmanı
istiyorum. Bana 11 Kasım 1992 günü ne yaptığını anlat. O
günü hatırlıyor musun?”
Erol yerinde kıvranmaya başlamıştı. Ellerini nereye
koyacağını bilemiyor, başını çaresizce iki yana sallıyordu.
“O lanet olası günü nasıl unutabilirim ki. Tam yirmi yıldır
her gün, tekrar tekrar yaşadığım o günü nasıl hatırlamam.
Nasıl gittim o pizzacıya… Nasıl çıktım karşısına… Nasıl
konuştum… Hangi yüzle?”
Susmuştu…
O ezik, pişman ifade yüzüne bir mask gibi oturmuştu
Erol’un. Ruhunu, aşkını satmış olmanın verdiği acıyla
62
koltuğunda kıvranıyordu. Moretti’nin içi sızladı. Ama
duygusallığa kapılmanın sırası değildi. Sormaya devam etti:
“Ayrılmaya karar vermiştin öyle mi? İlişkinizi o gece mi
noktaladın?”
“Hayır” diye cevap verdi bezgin bir sesle.
“Aslında o karar verdi ayrılmaya. Birbirimizi deliler gibi
seviyoruz ama ailesi koyu Katolik. Baştan beri karşı çıkmışlar
bu ilişkiye. İşler ciddileşince… biz aynı eve taşınıp
evlenmekten konuşmaya başlayınca kızlarını çağırdılar.
Leana da, onların yanına gitti bir haftalığına. O yedi gün asla
geçmek bilmedi. Döndüğünde kurumuş bir çiçek gibiydi.
Solgun… bitkin… Ailesinden izin alamamış. Evlenmemiz
imkânsız deyip duruyor. Bense birer özgür insan olduğumuzu
söylüyorum. Bu hayat yalnızca bize ait diyorum. Geleceğimizi
biz belirleyeceğiz. Hem ben onsuz ne yapardım? Nereye
giderse gitsin peşini bırakmayacaktım. Bütün gece
birbirimize sarılıp ağladık. Sabah oldu… Beni son bir defa
öptü. Veda etti. Ama gözlerinde tuhaf bir ışık vardı. ‘Onları
nasıl razı edeceğimi artık biliyorum Erol, söz veriyorum geri
döneceğim’ dedi… Ve gitti. Güzel Leana’m benim…”
Yine nefes nefes kalmıştı. Yutkundu. Kelimeler ağzından
sanki zorla dökülüyordu.
“Peki, sonra ne oldu Erol” diye soru Moretti, “sevgilin
geri geldi mi?”
Erol bu kez hemen konuşmadı. Sanki kendi kendisiyle
kavga ediyordu. Sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Üç gün sonra sabah erkenden aradı. ‘Sana dönüyorum
sevgilim’ diyor. ‘Ölene kadar seninim artık. Bu akşamüstü
63
Logan Havaalanı’na iniyor uçağım. O bizim pizzacıya giderim
doğrudan. Sen de oraya gel. Sana bir sürprizim var.’
Uçuyorum… uçuyorum… Ah Leana… Leana’m benim…
Saatime
bakıyorum.
Dokuzu
çeyrek
geçiyor.
İstanbul’da öğleden sonra saat dört. Numarayı tuşladım.
Ders çalışıyormuş… Bana kızıyor önce. Zaten hep aksi olur
ders çalışırken.
‘Sınava gireceğim yarın!’ diyor ters ters. Sonra ayılıyor
birden. ‘Hayrola, bir şey mi oldu?’
Ne sınavları umurumda, ne başka bir şey.
Sevinçle haykırdım. ‘Daha ne olsun Selin, Leana’yla
evleniyorum. Şimdi ona yüzük almaya çıkıyorum. Bu akşam
Boston’a dönüyor, takacağım yüzüğü parmağına… Hey,
duyuyor musun?’
Şimdi sesi… Kızgın değil… donuk… uzak… ama tabii,
kafası meşguldü… Ders çalışıyordu… Ondandı. ‘Tamam
anladım’ dedi… ‘Senin için sevindim…’ Sustu. Sonra,
‘Tebrikler’ dedi… ‘Hadi artık ben kapatıyorum.’
Telefonu çat diye kapattı. Çat… Çat… Çat…”
Erol’un yüz hatları bir kez daha gerilmiş, dudakları
büzülmüş, bedeni kaskatı kesilmişti. Moretti yeniden devreye
girip sordu.
“Demek o gece pizzacıya gidip sevgilinle buluştun?
Nişan yüzüğünü de götürdün mü yanında?”
64
Sanki Erol artık kimseyi duymuyor, dinlemiyordu.
Kendi kendine konuşur gibiydi. Lafları ağzında yuvarlıyor,
kimi zaman kekeliyor, kimi zaman heceleri yutuyordu.
“Oraya nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ellerim buz
kesmiş... Yüzüm kasılmış… beynim uyuşmuş… İçeri girdim.
Bir robot gibi… robot gibi yürüdüm… Boş sandalyeye çöktüm.
Beni o halde karşısında bulunca gözleri söndü… dudakları
titredi. Anlamıştı... Yine de… yine de ‘Anlat’ diyor… ‘Neler
oluyor?’ Kıvranıyorum, sesim çıkmıyor. Nihayet inledim.
Ahh… inledim… ‘Selin biliyordu seni’ diye başladım
konuşmaya. ‘Ailem biliyordu… ama sormamıştım… Hiç
konuşmamıştık. Bu sabah Selin’i aradım. Güya… güya müjde
verecektim…’ Sonra bir gayret konuştum yine. Dedim ki…
dedim ki… ‘O da annemle babama söylemiş. Onlar da…
İtalya’yı aramışlar.”
Moretti bu karmakarışık itirafı takip etmeye çalışıyordu.
“Sana anlatmıştım… Annem… Silvia… Sermoneta’ların
tek varisi… Benim umurumda değil… ama bizim Yahudilikte
anneden geçer din. Nasıl bilebilirdim? İstanbul’da…
çevremde…
Müslümanla,
Hıristiyanla
evli
Yahudi
arkadaşlarım var… Annemin sülalesinin böyle karşı çıkacağın
nasıl bilebilirdim? Bizimkiler de onların safında… Özellikle de
babam. Lanet olsun… Lanet… Nasıl çırpındım… Ne dediysem
olmadı… Tanrım… yapamadım… Beceremedim…”
65
Ağlayacak gibiydi, koltuğuna büzülmüş, utancını
gizlemeye çalışıyordu sanki. Yüzü kıpkırmızıydı, boyun
damarları şişmişti. Moretti konuyu kapatmaya karar verdi.
Erol’un bütün enerjisini şu anda tüketemezdi, yirmi yıl
öncesinde bırakamazdı hikâyeyi.
“Sakin ol dostum, sakin ol.” Biraz durup bekledi, sonra
devam etti: “Şimdi derin bir nefes al ve en son ne
konuştunuz Leana’yla, onu anlat bana.”
Erol’un yüzü acıyla buruşmuştu.
“Bana dedi ki… dedi ki. ‘Demek beni unutmaya karar
verdin.’ Sesi buz gibi, kırgın, çok kırgın... Kızmadı…
Bağırmadı… Keşke… keşke kızsaydı, yüzüme tükürseydi…
Gözlerindeki o bakışı unutamam… Baktı… baktı… ‘Demek
öyle’ dedi… ‘Demek beni unutmaya karar verdin… Öyle mi?
Peki, kaç gün sonra unutacaksın beni? Kaç gün… Beş… On?
Bir ay? SÖYLE!’
O lâf ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum. Ve neden?
‘Yirmi yıl…’ diye kekeliyordum. ‘Yirmi yıl… her gün seni
hatırlayacağım…’
Son bir defa yüzüme baktı, ‘Yirmi yıl ha?’ Sesi acı, çok
acı.
Sonra masadan kalkıyor. Yanımdan geçerken eğiliyor,
kulağıma fısıldıyor.
‘Biliyor musun Erol, ben
unutmayacağım… Ölene kadar…’ “
seni
hiçbir
zaman
66
Bölüm 12
67
Erol
koltuğuna
külçe
gibi
çökmüş,
sessizliğe
gömülmüştü. Yüzü tuhaf bir duygu karmaşasından tanınmaz
haldeydi. Böyle bir finali sezinlemekle birlikte, Leana’nın son
sözleri Profesörü yine de duygulandırmıştı. Kim bilir belki
Bruno Moretti’nin geçmişinde de gönül yaraları, ayrılıklar
pişmanlıklar vardı.
Tik. Tak. Tik. Tak.
Salondaki saatin sarkacı zamanın amansızca akıp
gittiğini ilan etse de, dönüp bakan yoktu ona. Tam o sırada
evin telefonu çaldı. Moretti ürktü. Bu tür beklenmedik
uyarıcılar hipnoz sürecini olumsuz etkileyebilirdi. Andreana
açmış olmalıydı, telefon sustu. Profesör bakışlarını Erol’un
yüzüne dikti. Hayır, dünyadan habersiz, kendi geçmişine
dalıp gitmişti o.
Erol’un dramının üstündeki sır perdesi aralanmaya
başlamıştı. Ama bir anda zamanı yirmi yıl ileriye sarıp Erol’u
daha da hırpalamayı göze alamadı Moretti.
“O geceden sonra neler yaptın? Lisansüstü programının
sonuna gelmiştin, öyle değil mi?”
Erol’un kaşları çatık da kalsa, nabzı az çok normale
dönmüş, sımsıkı kilitlenen dudakları aralanmış, birbirine
kenetlenen parmakları hafifçe gevşemişti.
“Oradan nasıl çıktım, eve nasıl gittim, bilemiyorum…
Yatağa yatıyorum… Dünya etrafımda dönüyor… dönüyor…
Karanlık, kapkaranlık… Birden omzumu sıkıyor bir el.
Sarsalıyor, sarsalıyor beni. ‘Uyan Erol uyan, yeter artık!’
Off… Lanet… Dimitri, ev arkadaşım… Eğilmiş bana bakıyor…
‘Dobra utra sultanım, Bu ne uyku! Tam 36 saat.’ Otuz altı
68
saat ha? Keşke bir ömür boyu uyusam, uyusam… uyusam…
Yine sarsalıyor… ‘Defol git başımdan… Kör müsün, uyumak
istiyorum.’ Suratıma dökülen su… Buzz gibi… ‘Tamam Dima,
yeter, çek git başımdan’… Kapı kapanıyor… ayak sesleri…
Gitti...
Doğruluyorum.
Göğsümdeki acı beynime sıçrıyor… Ne halt ettim ben?
Tanrım… Tanrım…
Robot
gibi
kalkıyorum
yataktan.
Robot
gibi
giyiniyorum… Eşyalarımı topluyorum. Soğukkanlı bir katil
gibi… Ne yapıyorum ben? Neyim varsa odada, iki bavula
tıkıyorum.
Kitaplarımı,
disklerimi,
notlarımı
kutulara
koyuyorum...
En üste bir not: ‘Desvidanya,yoldaş, hoşça kal… Kutular
sana emanet…’
Sonra tek başıma bekliyorum evde. Hava kararsın,
kimseye görünmeden kaçıp gideyim buradan… ama
duramıyorum içerde. Nefes alamıyorum… Bavullar elimde,
çıkıyorum odamdan… evimden… şehrimden… hayatımdan…”
Erol konuştukça temposu artmış, en sonunda sözcükler
birbirine karışır olmuştu. Her birini tek tek seçemese de
neler olup bittiğini anlamıştı Moretti. Üzerinde durmadı fazla.
“Ya sonra Erol, nereye gittin öyle apar topar?
İstanbul’a mı döndün?”
“Ahhh İstanbul… Hayır, dönemem oraya bir daha, asla.
Mümkün değil. Asla… Nereye mi gidiyorum? Ben de
bilmiyorum. Önce gara... Bir bilet… Bir trene atlıyorum.
Üzerinde New York yazıyor. New York… Neden?”
69
Moretti, Erol’a yardımcı olmaya çalışıyordu.
“Neden New York, Erol? Bir arkadaşın mı var orada?
Cana yakın bir dost?”
“Orası tam bana göre galiba… kalabalık… çok
kalabalık… kalabalığa karışmak… yok olmak istiyorum. Kimse
tanımasın beni, bilmesin nereden gelip nereye gittiğimi…”
Moretti ayrıntılarla zaman kaybettiklerini fark etmişti.
Hem Erol’u sakinleştirmeye, hem de olan biteni bir an evvel
öğrenmeye çalışmalıydı.
“Demek New York… Peki, bir yıl sonra? Yine orada
mısın?”
Erol duraladı. Sonra o monoton sesle konuşmaya
devam etti.
“Evet, New York’tayım. Master bitti. Columbia
Üniversitesi… Tarih ve Edebiyat bölümü... MacMillan
yayınevindeyim… Yalnızım, çok yalnızım… Durmadan
çalışıyorum… çok çalışıyorum… Leana hep içimde. Son sözleri
her daim beynimde çınlıyor… Keşke o beni terk etseydi…
Çekip gitseydi… Daha mı az olurdu acım? Korkaklığımın,
bencilliğimin cezası bu… Ya o neler yaşadı… yaşıyor… kim
bilir...”
Durakladı. İçini çekti. Her şeyi unutmak ister gibi elini
savurdu havaya.
“Lisa’yı arıyorum birkaç ayda bir… İlk defasında çok
kızdı, bağırdı, sövdü, ama kapatmadı telefonu. Eski
dostluğumuzun hatırına belki… Adını anmadan soruyorum
her defasında O’nu. Susuyor… Bazen, ne hakkın var diyor
sormaya… Bazen bana acıyor… O da olmasa, yapayalnızım
bu dünyada…”
Tik. Tak. Tik. Tak.
70
Sarkacın o meşum sesi olmasa her anlatılanı dinlemek,
her kelimesini duymak istiyordu Moretti, ama zaman
daralıyordu. 11 Kasım 2012. O güne gelmeleri gerekiyor işler
daha da karışmadan.
“Hiç dönmedin mi İstanbul’a?”
Erol’un yüzü yine kaskatı kesildi.
“Hiç. Ne Silvia, ne babam. Bir tek Selin ile
telefonlaşıyorum ara sıra. Birkaç kere New York’a geldi.
Sarıldık… Dertleştik… ‘Dön artık, yeter’ diyor bana hep.
Susuyorum. Sonra bir gün sabaha karşı aradı. Sesi boğuk.
Zor konuşuyor… ‘Erol, Erol, babam… babam…’ Ağlamaya
başladı… Ben de tutamıyorum kendimi… ‘Nasıl, neden, ne
zaman?’ Hıçkırıklar arasında ‘Aniden’ diyor. ‘Kalp krizi…’
Sonra ekliyor, ‘hemen buraya gel, ilk uçakla…’ Hem acılı,
hem öfkeli sesi. Babamı ben öldürmüşüm gibi… Babam yok
artık suçlayacak… Ben sorumluyum her şeyden… O şehirden
bu şehre. O işten bu işe… Özgür müyüm sanki? Ahh…”
“Döndün mü peki İstanbul’a?”
“Evet döndüm, ilk uçakla… Yetiştim babamın
cenazesine. Aşkenaz Sinagogu’na gelmişti tüm yakınlarım,
tanıdıklarım… Daraldım… Çok daraldım… Herkes ağlıyor…
Ben… taş gibi… Ben… kaçmak istiyorum…”
Moretti araya girdi.
“O halde New York’a geri döndün hemen, öyle mi?”
Erol bir eliyle yüzünü okşadı sanki. Çenesini sıvazladı.
Yüzü aydınlanır gibi oldu yavaştan.
“Dönerim sanıyordum… ama hayır... Annem yalnız.
Selin evli ama düğününe bile gitmemişim. İki yeğenim
olmuş, görmemişim. Çocukluk arkadaşlarım, dostlarım.
Bırakmadılar beni… New York’a gittim, ama kalmaya değil…
işimden ayrılıp, eşyalarımı toparlamaya… Selin eski evimizde
71
kalıyor Moda’da, annem de üst kata yerleşmiş… Ben de
oraya yakın bir daire tuttum. Babamdan kalan parayla…
yavaştan yeni bir hayat…”
Tik. Tak. Tik. Tak.
Moretti acele ediyordu, bitmeliydi artık bu seans.
“Peki sonra? Evlendin mi İstanbul’da?”
Gözleri
parladı
Erol’un.
Sanki
gülümsüyordu
koltuğunda.
“Bir gün Corbus Coffe’de gördüm onu… Berivan’ı…
Önce arkadaş olduk, sonra sevgili… Sevdim onu. Bana iyi
geldi… Bu kez dik duracaktım… Lisa’yı arıyorum yine arada
bir, konuşuyoruz, ama söyleyemedim ona Berivan’la
evlendiğimi, bir çocuk beklediğimizi…”
Moretti sırtını koltuğa yavaşça yasladı. Anlaşıldı, diye
söylendi kendi kendine. Erol sevdiği biriyle evlenmişti
sonunda. Ve şimdi bir de çocuk bekliyorlardı. Ne yazık, diye
geçirdi içinden. Şimdi her şey bir şekilde yoluna girmişken
11 Kasım’a gelmek zorundaydılar. Erol’un bilinçaltına
gömdüğü gerçeği, o gece yaşadığı travmayı gün ışığına
çıkarmak zorundaydı Profesör. Kendini bir cerrah gibi
hissediyordu. Habis bir tümörü, çok kritik bir ameliyatla
temizlemek zorunda kalan bir operatör gibi… O riski almasa
72
hasta zaten ‘ölecek.’ Peki, ya hastasını ameliyat masasında
kaybederse?
“Şimdi rahatla… rahatla… son bir şey anlatmanı
istiyorum. Sonra seni uyandıracağım… İyi olacaksın… Her şey
iyi olacak…”
Erol’a baktı.
Hiçbir şeyden habersiz bekliyordu o… Derinlerde
sakladığı o uğursuz gerçek her neyse, birazdan açık
edeceğinden, çırılçıplak kalacağından bihaber…
“Şimdi Erol, bir gece öncesine gitmeni istiyorum. Dün
geceye. 11 Kasım 2012 gecesine… Bana otele yerleştikten
sonra neler olduğunu anlatmanı istiyorum. O kitaba neler
yazdığını, neden yazdığını anlatmanı istiyorum. Sakin ol, seni
dinliyorum. Unutma, her şey iyi olacak… Sakin ol.”
Erol başını hafifçe öne eğdi. Daha önce hiç böyle
yapmamıştı.
“Evet, otele geldim. Resepsiyondaki kızla konuştuk.
Ona arabamın anahtarlarını verdim… O da bana odamın
anahtarlarını…
Odama
çıkıyorum.
Yorgunum…
Soyunuyorum…
Eşyalarımı
yerleştiriyorum
dolaba…
Laptopumu açıyorum. Yeni mesaj yok.
Sonra o kitabı alıyorum elime. Alıp da iki yıldır kapağını
açamadığım o kitabı… Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi.
Leana’m… Prensesim… Kızıl saçlım… Gizemli alevim… Bugün
tam yirmi yıl oldu. Leana… Leana… Kötü bir insanım ben.
Bencil. Korkak. Hak etmiyorum seni zaten… Veda etme vakti
geldi. Elime kalemi alıyorum… kapağı kaldırıp içine
yazıyorum.
‘Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yıl doldu. Ayrı
yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Elveda…’
73
Derin
okumaya…
bir
nefes
alıyorum…
Ve
başlıyorum
kitabı
‘Adınız ne peki?’
‘Bir dakika, dilimin ucunda.’
Okumaya
kazılıyor.“
devam
ediyorum…
Her
kelime
zihnime
Erol adeta ezberden okur gibiydi satırları.
“ ‘Her şey böyle başlamıştı.
Sanki derin bir uykudan uyanmıştım, ama hâlâ sütümsü
bir grilikte salınıyordum. Ya da henüz uyanmamış, rüya
görüyordum. Tuhaf bir rüyaydı, görüntü yok, ama ses vardı.’
Tam o anda telefonum çalıyor. Herhalde Berivan…
Hayır, o değil… Selin… Sesi telaşlı… Öfkeli… ‘Lanet olsun Erol,
Berivan hastanede… Hemen atla gel’ diye bağırıyor. ‘Neler
söylüyorsun sen?’ ‘Duydun işte, hastanedeyiz hepimiz.
Berivan’ı ameliyata aldılar. Hemen buraya gel…’ Dimağım
uyuşuyor, ellerim buz kesiyor… ‘Ne demek ameliyat, Selin?
Ne ameliyatı bu? Doğum mu?’…
‘Keşke öyle olsa… Kanama geçirmiş, bayılmış… Evde
yalnızken. Annem tesadüfen telefonla aramasa... Neyse…
aldık getirdik işte hastaneye… Doktoru geldi… çok kan
kaybetmiş… nabzı zayıf… offff… ‘Umudunuzu kaybetmeyin,
şimdi ameliyata alıyoruz’ dedi ve gitti!… Bekliyoruz Erol,
bekliyoruz’
Başım dönüyor… Midem bulanıyor… ‘Peki, nasıl olmuş
Selin, neden? Neden?’ diye bağırıyorum telefona… ‘Şimdi
74
olmaz’ diyor… ‘buraya gel sonra anlatırım. Şimdi söyle Selin!
Yalvarırım söyle bana… ‘Önce buraya gel’ diyor yine…”
Moretti, Erol’un iyice kontrolden çıktığını hissediyordu.
Bu trajediyi bir an evvel sonlandırmalı, Erol’u uyandırmalıydı.
“Erol,
her
şeyi
anladım.
Zorlama
kendini…
Rahatlamaya çalış, şimdi seni uyandıracağım… son bir soru.
Selin anlattı mı sana neler olduğunu?”
“Evet… sonunda… Tanrım… Ölüp kurtulayım bu
acıdan… Bir mesaj gelmiş çalışma odamdaki faks
makinesine. Lisa’dan. Ne bilsin evlendiğimi, karımın çocuk
beklediğini? Berivan almış o faksı. Bulduklarında o kağıt
varmış elinde...
Bana yazmış Lisa… Leana… Leana’m bir araba kazası
geçirmiş. Ölmüş prensesim. Bir de… bir kızım varmış benim…
On dokuz yaşında… Lisa söyleyememiş. Bir türlü
söyleyememiş bana... Leana’m yemin ettirmiş. Şimdi
Boston’daymışlar… Kızım beni oraya çağırıyormuş… Annemin
cenazesine gelsin babam…”
Moretti bile sükûnetini kaybetmiş gibiydi. Bir süre ne
diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Acaba bu hipnozu hemen
bitirmeli miydi? Bırakmalı mıydı Erol’u kendi haline? Yoksa ilk
başta planladığı gibi ona her şeyi hatırlamasını mı
söyleseydi? Erol’a baktı, kamburu çıkmış, gözleri kapalı, yüzü
bembeyaz.
İstanbul’daki doktor o riski alıp ameliyata girmemiş
miydi? Şimdi cesur olma zamanıydı. O da öyle yapacaktı.
“Sakin ol Erol. Sakin ol. Derin nefes al, kaslarını
gevşet. Rahatla… rahatla… hepsi geçti… Şimdi seni
uyandıracağım. Beşten geriye sayacağım.‘Bir’ dediğimde
gözlerini açacaksın. Uyandığında anlattıklarının tümünü
hatırlamanı istiyorum. Unuttuğun her şeyi hatırlayacaksın.
75
Üzgünsün, biliyorum! Her şeye rağmen yaşamaya değer
hayat. Her şeyin üstesinden geleceksin. İyi olacak her şey…”
Şimdi rahatla… Uyanacaksın… Güçlü olacaksın… Hazır
ol, başlıyorum…”
Beş, dört, üç, iki…
Hasan Saraç
20 Aralık 2012
Kalamış – İstanbul
SON
76

Benzer belgeler

Ortak Roman Bölüm 9 Profesör Moretti arabasını park edip elinde

Ortak Roman Bölüm 9 Profesör Moretti arabasını park edip elinde başka çaresi kalmamıştı. Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da yumuşak bir sesle konuştu: “Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek ister misin?” “Tabii Bruno, dinliyorum” “Senin de az ön...

Detaylı

Önceki bölümleri okumak için buraya

Önceki bölümleri okumak için buraya Adoni ha! Erol Adoni… Başına yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı. Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale dönme...

Detaylı