YENİ TÜRK SİNEMASINDA KADININ TEMSİL

Transkript

YENİ TÜRK SİNEMASINDA KADININ TEMSİL
Türk Eğitim Bilimleri Dergisi
Bahar 2009, 7(2), 237-
YENİ TÜRK SİNEMASINDA KADININ TEMSİL SORUNU
BAĞLAMINDA GİTMEK FİLMİNDE DEĞİŞEN KADIN
İMGESİ
Tuğba ELMACI*
ÖZET
Türk Sineması’nda kadın konusu 1980’li yılara gelene dek çok önemsenmeyen ve yerleşik toplumsal
cinsiyet kodlarının dışına çıkamayan bir süreç izlemiştir. Pek çok kadın starın yer aldığı Yeşilçam
Sineması’nda kadın salt bir görsel malzeme olarak kullanılmış genellikle özne konumunda
değerlendirilmemiştir. 1980’li yıllarda ise yükselen feminist hareketin etkisiyle kadını merkeze alan
sinematografik anlatılar üretilmiş fakat kadın sorununu gündeme taşıma gibi iyi niyetli başlangıçlara
rağmen çekilen marjinal örneklerle mevcut ortam iyi değerlendirilememiştir. 1990 sonrası gelişen Yeni
Türk Sineması ise tam bir erkek sineması olarak gelişme göstermiş ve kadınlar bu sinema içerisinde
patriyarkal sistemin dışında resmedilen bir özne konumuna çekilememiştir. Bu dönemde çekilen fakat
genel olarak politik sinema içerisinde değerlendirilen Gitmek filmi, yeni sinemanın baskın erilliğinin
dışında bir örnek olarak kadının temsil sorunu üzerine yeniden düşünme fırsatı sunmaktadır. Film özgür
görünen bir kadın karakterin toplumsal cinsiyet açısından babaerkil ideolojinin karşısında geliştirdiği
gündelik taktiklere odaklanırken; kadın karakterin kendisini nispeten özgür bir şekilde ifade edebilme
koşulları da yerleşik güzellik algısının dışında yer almasıyla gerçekleşir. Bu çalışma, eril nazardan
sıyrılmış bir karakter üzerinden yaratılan kadını, özne olarak kurabilen anlatı inşasının olanaklılığının
kısıtlı örneklere rağmen hala mümkün olduğunun açıklanmasını amaçlamaktadır. Örnek film temelde
feminist film eleştirisi yöntemi ile incelenmiştir. Toplumsal cinsiyet ekseninde değerlendirilen filmde
ayrıca toplumsal ilişkileri deşifre edebilmek için de sosyolojik çözümleme yöntemi de kullanılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Gitmek Filmi, Yeni Türk Sineması, Kadın İmgesi.
THE CHANGING IMAGE OF WOMAN IN THE FILM CALLED GİTMEK IN
CONTEXT OF THE QUESTION HOW WOMEN ARE REPRESENTED IN NEW
TURKISH CINEMA
Summary
The woman subject pursued a process which was often disregarded or could not go beyond established
gender codes until 1980s. In Yeşilçam Cinema where many female artists take roles, women were used
only as a visual component and were not evaluated as a subject. Under the influence of the feminist
movement rising in 1980s, cinematographic narrations focusing on women were produced. However, the
current environment could not be evaluated in a good way through the marginal examples despite wellmeant beginnings to bringing the woman problem into question. The New Turkish Cinema which
appeared after 1990s has developed as a cinema of men. In this cinema, women have not been able to be
posited in a position away from the patriarchal system. Gitmek cast shot in this period but considered
generally as a political film gives the opportunity to rethink over the representation of women away from
the dominant masculinity. While the film focuses on the daily tactics practiced by a seemingly free woman
against the patriarchal ideology, the conditions under which this woman expresses her freely are shaped
by her being outside the general and established perception of beauty. The goal of this study is to make it
clear that it is possible to construct a narration that posits a female character emancipated from the
masculine perspective as a subject. The sample film has been analyzed through the method of feminist
film criticism. In the film evaluated within the axis of gender, the method of sociological analysis has
been used to decipher social relations.
Keywords: Gitmek Movie, New Turkish Cinema, Woman Image.
*
Öğr. Gör. Dr., Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema TV Bölümü.
İletişim 2003/18
186
T. Elmacı
GİRİŞ
Türkiye’de sinemanın başlangıcından itibaren kadın sorunu genelde arka
plana itilmiş, susturulmuş bir olgudur. Kadının kültürel temsil alanında bir özne
olarak yer alma koşulları uzun yıllar boyunca da gelişememiştir. Kadın starların ön
plana çıktığı ve Türkiye’de sinemanın altın çağını yaşadığı Yeşilçam döneminde bile
kadınlar toplumsal alana itilmiş ikincil konumlarının dışında bir varlık
gösterememişlerdir. Özellikle Melodram türü içerisinde yer alan bu kadın imgeleri
de türün kendi yapısı gereği eril iktidarın birer taşıyıcısı, aktarıcısı konumunda
kalmıştır. Kadınların toplumsal cinsiyetten sıyrılmış özneler olarak varolabilme
koşullarını yaratan toplumsal ortamın da eril iktidarca sıkı bir denetim altında
tutulduğu toplumsal yapılarda, bunun tersi de çok mümkün olamamaktadır.
Beklenen değişim hatta dönüşüm uzun yıllara yayılmaktadır.
Türkiye’de kültürel temsil aracı olarak sinemanın kadın imgesine en ciddi
bakışı 1980’li yıllarda gözlenmiş ve iyi niyetli çabalar olarak sinema tarihindeki
yerlerini almıştır. Fakat o dönem izleyicisini kaybetmiş bir sinema vardır. Bu
filmler de kendi içlerinde nispeten sorunlu anlatımlarla istedikleri etkiyi
yaratamamışlardır. 1990 sonrasında kendi sinema dilini yaratmaya çalışan yeni
yönetmen kuşağının sinemaya girmesi, ucuzlayan sinema teknolojilerinin film
üretim sürecine sağladığı olumlu katkılarla gelişen ve değişen yeni bir sinema ortaya
çıkmıştır. Fakat ortaya çıkan bu yeni sinema, odağını kadın imgesi yerine baskın bir
eril imge anlatımına çevirmiştir. Dolayısıyla da kadının kültürel temsildeki
sorunları, artık yanlış gösterilmesinin ötesinde, görünmez bir hal almıştır. Yeni
sinema ağırlıklı olarak eril bireyin varolma sorunları, dostlukları ve kültürel
boşalımlarına (özellikle de milliyetçi söylemle) yönelmiştir.
Bu amaçla incelen ‘Gitmek’ filmi (Hüseyin Karabey, 2008) yeni sinema
içerisinde naif olmakla birlikte politik bağlamından ayrı olarak kadın imgesi
üzerinde yeniden düşünme fırsatı vermektedir. Filmin gerek kendi hikayesi, gerekse
gösterimi sonrasındaki patriyarkal tartışmaları ile bu anlamda filmi farklı bir alana
taşımıştır. Bu nedenle çalışmada seçilen örnek film, baş kadın karakter üzerinden
feminist film eleştirisinin temel paradigmaları çerçevesinde incelenmeye
çalışılacaktır. Feminist film eleştirisi; perdedeki kadın imgelerinin doğal bir kadınlık
durumunu değil, babaerkil ideolojileri uygunluk açısından kullanılan filmsel anlatı
stratejilerinin inşa ettiği toplumsal kimliklerin yansıması olduğunun gözler önüne
serilmesine yardımcı olmuştur. (Özden 2004:195) Feminist film eleştiri bu anlamda
kadının kendi biyolojik cinsel kimliği yerine toplumsal olarak kodlanan ve babaerkil
ideolojiyi pazarlayan toplumsal cinsiyetini tartışma olanağı vermektedir.
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
187
Bu çalışma kapsamında kadının bir özne olarak varolma mücadelesinde nasıl
yalnızlaştırıldığı, beden tahakkümünün ve beden mülkiyetçiliğinin kadınlığı ne
şekilde kurguladığı ve politik sinemanın odağında yer alan bir film olmasına karşın
‘Gitmek’ filminin kadını merkeze alan hikayesi ile feminist eleştiri perspektifinden
yeniden okunmasını amaçlanmaktadır. Toplumsal cinsiyetin ana tartışma
konularından biri olması gerçeğinden hareketle feminist film eleştirisine ek olarak,
toplumsal ilişkileri ortaya koyabilmek için sosyolojik çözümleme yöntemi de
kullanılmıştır. Kadının toplumsal yapı içerisindeki yerinin tam olarak
çözümlenebilmesi ona atfedilen toplumsal kodların deşifresi kadının toplumsal yapı
içerisindeki hakkettiği konum üzerindeki olumlu düşüncelere zemin hazırlayacaktır.
Sosyolojik eleştirinin sağlayacağı bu katkılar mevcut çalışmanın iddia ettiği gibi
kadının özgürleşmesi, ona dayatılan rol modelleri reddedebilmesi ve de hakettiği
toplumsal konuma ulaşabilmesinin de olanaklarını tartışması açısından önemlidir.
Bu çalışmada örnek olarak alınan ‘Gitmek’ filmi (Hüseyin Karabey, 2008) aşağıda
belirtilen temel sorular çerçevesinde çözümlenmiştir.
-Feminizm ve sinema ilişkisi nedir?
-Feminist film teorisinin sinemada kadın temsillerini nasıl algılamaktadır?
-Türkiye’de kadın imgesinin sinemada temsil süreci nasıl ilerlemektedir?
-Yeni Türk Sineması’nda kadın temsillerinde değişim var mıdır?
-Gitmek Filmindeki baş kadın karakter kadının toplumsal konumlanışını nasıl
yansıtmaktadır?
-Film bağlamında kadının bedeni üzerinde devam edem mülkiyetçi
yaklaşımlar günümüzde nasıl algılanmaktadır?
1. Sinemada Kadının Temsil Sorunu ve Feminist Film Teorisi
Kadının sinemada temsiline ilişkin ilk ciddi eleştirel yaklaşımlar 60’lı
yıllarda ortaya çıkmıştır. 1968’te ortaya çıkan özgürlükçü hareket de pek çok alanda
radikal sayılabilecek çıkışlara ve olaylara düşünsel bir zemin hazırlamıştır. Kadın
hareketleri de kendilerini daha radikal düşünüşlerle ifade etmeye başlamış ve eril
iktidara sert entellektüel çıkışlar yapmıştır. Feminizmin ilk döneminde sinema ise,
kadın hareketi için bir mücadele alanı haline getirilebilecek iletişim araçlarından
biri olarak görülmüştür. (Nelmes 1998:78) Bu anlamda feminist film teorisine
ilişkin ilk ciddi entelektüel tartışmalar da bundan sonra gelişmeye başlamıştır.
Özellikle Marksist düşünürlerin temellendirmeye çalıştığı kuramsal çıkışla birlikte
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
188
T. Elmacı
sinemanın salt gösterilenlerden ibaret olmadığı, göstergelerinin de filmsel metinler
aracılığıyla dayatıldığı gibi tartışmalar ortaya atılmıştır. Modernist sinemacı Jean
Luc Godard’a göre de sinema salt babaerkil ideolojinin dikte aracı değil, diğer
insanların bizi temsil etmesine bizim adımıza konuşmasına bize sunulan imgeleri
olduğu gibi kabul etmek zorunda oluşumuzun koşullarını yaratmaya dayanan
burjuva sunum anlayışını telkin etmeye çalışan bir araçtır. (McBean 1997:81) Tabi
ki sinema salt metinsel bir okumanın ötesinde farklı değişkenlerle okunması gereken
bir süreci temsil eder. Çünkü temsiller içinde yer alınan kültürlerden devralınır ve
içselleştirilerek benliğin bir parçası haline getirilir.(…) Kültürel temsiller de
yalnızca psikolojik durumları değerlendirmekle kalmaz toplumsal gerçekliğin nasıl
inşa edileceğine ilişkin olarak da, yani, toplumsal yaşamın ve toplumsal kurumların
şekillendirilmesinde hangi figür ve sınırların baskın çıkacağı konusunda da çok
önemli bir rol oynar. (Ryan, Kellner 1997:219) Bu bağlamda kültürel temsil araçları
(tüm kitle iletişim araçları dahil) pek çok farklı görüş açısından da zihinsel
dönüşümler için uygun zemini hazırlayabilecek etkiye ve güce sahip olarak
görülüyorlardı.
Yıllardır film sektöründe değişik ara elemanlar olarak çalışan fakat ana
yaratım sürecine pek az kadının dahil olduğu bir sinema pratiği gerçeğinden
hareketle feminist hareketlerin kitle iletişim araçlarına dolayısıyla da sinemaya olan
yaklaşımları da farklılaştı. Onlara göre;
“Film erkeklerin egemenliğindeki medyanın sunduğu tek tipleştirilmiş kadın
imgelerine karşı koyacak ve kadınların genellikle bağımlı roller üstlendikleri
erkek egemen toplumdaki ikincil konumlarının farkına varmalarını
sağlayacak ideolojik bir aygıt olarak kullanılabilirdi. Feminist film yapımının
ardındaki amacın ve politik mücadelenin ideolojik özelliği de, feminist bir
sinema kuramının gelişimini sağladı. İlk dönem feminist sinema kuramı,
özellikle cinsellik ve sunumu ile bunun erkek egemen bir toplumda erkek
iktidarının egemenliği ile ilişkilerin ana ilgi odağı olarak benimsedi. (Nelmes
1998:76)”
Feminist kuramcı Anneke Smelik de sinemanın eril iktidarın pekiştiriciliğini
devam ettiren ve yerleşik toplumsal cinsiyeti yeniden üreten önemli bir araç olma
özelliğinin altını çizer. “Hollywood’un sakıncalı oluşunun sebebi, yanlış bilinç
üretmesi ve bu filmlerin gerçek kadınları değil sadece ideolojik anlam yüklü
kadınlığa ait klişe imgeleri göstermesidir. Artık filmlerin anlamları yansıttığı değil,
inşa ettiği düşünülmektedir. (…) Geleneksel sinemanın anlatısal yapısı eril karakteri
etkin ve iktidar sahibi olarak kurar. ( Smelik 2008:6)”
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
189
Özellikle ana akım film üretim sürecindeki klişeler üzerine farklı yaklaşımlar
getiren Claire Jonston ve Laura Mulvey feminist sinema kuramı ve pratiği üzerine
ilk makaleleri kaleme alan isimler olmuştur. Genel olarak erkek egemen anlayışı
koruyan ve devamını sağlayan anaakım sinemaya karşı çıkarlar ve ataerkil düzeni
dolayısıyla da onu yansıtan sinema anlayışını reddedecek, erkek egemen bakışı
yıkacak bir sinema üretimine yönelinmesi gerektiğini savunurlar. Feminist film
teorisine psikanalizin özellikle de Freud, Lacan, yapısalcılar ve Marksist kuramın
etkileri olmuştur. Laura Mulvey ‘in psikanalitik kavramlar üzerinden çözümlemeler
yaptığı ve sinemanın nasıl hem içeriksel hem de biçimsel olarak eril bakışın
hizmetinde olduğunu anlattığı “Visual Pleasure ve Narative Cinema” ( Görsel Haz
Ve Öykülü Sinema) adlı makalesi 1970’lerden günümüze kadar bu alandaki
çalışmalar için önemli bir referans kaynak olmuştur.
1970’li yıllara gelindiğinde kadın aktivistler daha radikal çözümlerin
uygulamaya geçirilmesini savunmaya başladılar. Buradaki amaç pasivize edilmiş ve
kendinden geçirilmiş kadın imgesini yeniden yaratmak ve bunu yaparken de
babanın dilini yıkarak, gerçek bir özne konumuna getirmekti. Bunu da yapabilecek
yegane varlık babanın dilini kullanmayı reddedecek kadın yönetmenlerdi. “ Kadının
fallik olan dilde temsil edilmediğini öne süren Irigaray, Cixous’un düşüncesindekine
paralel olarak, kadının kendiliğine kavuşabilmesinin yolu olarak kadın
özgürleşmesini,
onun
erkek
dilinden
ve
dünyasından
kendisini
bağımsızlaştırabilmesine ve kendi dilini kurabilmesine bağlıdır. (Cevizci
2010:564)” Bu bağlamda eğer radikal bir dönüşüm isteniyorsa ilk yapılacak şey
babanın dilinin reddi ile işe başlamak gerekmektedir. Feminist sinema bu anlamda
avangarde sinema içerisinde daha etkili olacağını düşünüyordu. Çünkü babanın
sinemasının hazır ve kalıplaşmış yapısının dışına çıkabilecekleri ve yıkıcı etkinliği
gerçekleştirebilecekleri bir alan olarak görüyorlardı. Bazı feminist sinemacılar da
Marksist bir feminist sinemanın özellikle de emekçi kadın sınıfı üzerinden daha
etkili bir alan olduğunu düşünüyorlardı.
Ann Kaplan ise; egemen sinemanın gerçekliğinin uydurma olduğunu
açıklamak için bilinen sinemasal gelenekleri kullanmanın daha anlamlı olduğunu
belirtir. (Nelmes 1998:77) Çünkü yapılan filmler sınırlı bir izleyici grubuna hitap
eden major etkiden uzak dolayısıyla da hedeflenen zihinsel dönüşümün çok
gerisinde duran pratikler olarak sinema tarihindeki yerlerini almıştır. Dolayısıyla da
en etkin mücadele yöntemi aynı silahı kullanmaktan geçmektedir. Mulvey de daha
sonraları sunum konusunu aşırı vurgulamanın tehlikelerinden bahseder ve erkek
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
190
T. Elmacı
egemen film üretiminin gelenekleri içinde çalışarak değişime neden olmanın karşı
üretim olabileceğini öne sürer. (Nelmes 1998:77)
1980’li yılara kadar feminist teorinin tam olarak bir çizgide ilerlemediği
değişik bakış açıları ve çözüm üretimlerine göre farklılaştığı görülmüştür. Özellikle
de babanın dilinin reddi konusunda oluşturulan çözümlerin pratikle çok uyuşmaması
kuramın dikte edilen zihniyeti değiştirmeye yönelik temel çıkış noktasını da ana
odağından kaydırmıştır. Nelmes 1980 sonrası dönemi tartışmalar çerçevesinde şu
şekilde özetler:
“Bazı feministler 1980'lerin başında hala bir karşı-cinema ve yapı-çözücü
sinema talep ediyordu. Ann Kaplan ve Annette Kuhn, egemen sinema
biçimlerini parçalama gereksiniminin olduğunu ve izleyicinin edilgin değil
etkin, öyküden (narrative) değil, öğrenmekten haz alması gerektiğini öne
sürdüler. Feminist karşı-sinema genel hatlarıyla üç kategoriye ayrılabilir:
birincisi, filmde kadın sesinin olmayışını ve phallocentric (penis merkezli) bir
dil ve imge sistemi içinde kadınların marjinalleş(tiril)mesini inceleyen filmler.
Mulvey'in filmleri bu tipten örneklerdir. İkincisi, Lacancı psikanalizi
kullanımlarında ortak noktalara sahip olan ve kadınların boş bir kap, erkek
sesinin bir uzantısı olarak kullanıldığını gösteren filmler (…) Psikanalize
dayanan feminist bir sinema kuramını bütün feministler desteklemedi. Terry
Lovell Pictures of Reality (1983) adlı kitabında Lacancı kuramı kolektiften
çok bireysele önem verdiği için eleştirdi ve metinden alınan hazzın sadece
cinsel arzuya atfedilmesinden çok daha karmaşık olduğunu öne sürdü.
Feminizm kesinlikle bölünmüş görünüyor, ama Jane Pilcher birçok kadının,
özellikle de 30 yaşın altında olanların en geniş anlamıyla feminizm terimini
benimsediğini belirtiyor: Ancak bu insanlar aynı zamanda feminizmi, örneğin
kadınların cinsel nesne haline getirilmesi de dahil geniş bir sorunlar dizisi ile
ilgili olarak tanımladılar. Diğerleri ise feminizmi, geniş bir alana yayılan bir
'yaşam felsefesi' olarak kabul etti.” (Nelmes 1998:75)
Feminist film kuramı ilk dönemlerde önerdiği radikal kopuşçu yöntemin de
pratikte uygun olmadığı tezinden yola çıkarak aynı araçlarla savaşmaya yani
babanın dilini kullanmaya karar verirken eril sistemden kaçış yollarını da kültürel
temsil alanında tıkamıştır. Son kertede önerilen kadını tarihsel bağlamından
koparmadan ama yeni bir zihinsel okumadan geçirerek özne konumuna çekme
çabaları da kültürel temsil araçlarını akılcı kullanımı ile mümkündür. Tüm bunlar
yeni bir okuma ve görme biçimi yaratabilmeyi ve bunu yani bir kuşağa
öğretebilmeyi gerektirmektedir.
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
191
2. Türkiye’deki Sinematografik Anlatıda Kadının Temsil Sorunu
Türkiye’de sinematografik anlatıda kadın, cinselliğinden sıyrılmamışsa
toplumsal cinsiyet kodlarının dışında kurgulanması söz konusu olamamıştır.
Türkiye’de sinema kadınları bu anlamda sadece güzel nesneler olarak kurdumuş,
uzun yıllar boyunca kadının kendi içine dönük hiçbir hikayenin odağına
yerleşmesine izin vermemiştir. Aslında Türkiye’de sinema genel anlamda hiçbir
karaktere birey olma fırsatı vermemiş, toplumsal ahlakın taşıyıcı unsuru olarak
kurgulamayı, genel anlamda kaçışçı bir sinemayı ya da Zeynep Tül Akbal Sualp’in
deyimiyle ‘ima ile geçiştirmeyi’ uygun bulmuştur. Zahit Atam da Türkiye’de sinema
kadın temsillerinin ikinci karakter üzerinden yapıldığını söyler ve temel yanlışlıkları
ise genel olarak şu şekilde toparlar:
1. Eğer bir oyuncu, mesela döneminde Türkan Şoray, birinci oyuncu
konumuna yükselse bile, bu kadın toplumdaki ikinci karakter rolünü sinemada
canlandırmaktaydı. Yani sinemadaki kuralları kadın oyuncu ticari değeri
açısından koyabilse bile, aynı kadın oyuncunun beyazperdedeki temsili,
toplum içindeki ikinci karakteri canlandırmanın ötesine geçmezdi.
2. Kadınlar iç dünyasız yaratılmışlardır. Bizim sinemamızın ne Antigone’si ne
de Medea’sı, hatta bir Rosa Lüksemburg’u hiç olmamıştır.
3.Kadına sinemamızda isyankârlık değil, itaat yakıştırılmıştır. Daha da
önemlisi kadın filmsel metinde isyan etmesi durumunda bile, bu kirlenen
namusu kurtarmak ya da kirlenmeden önce engellemek, ikincisi ise bozulan
nizamı yeniden tesis etmek içindir. Düzen sağlandığında, kadın ikinci karakter
rolüne rahatlıkla dönebilecektir.
4.Filmlerimizde kadın için “namus” çok önemli bir sınırı çizer, kadının
hareket alanını daraltır, erkek için ise, sonradan kadir kıymetini bilmek ve
dahası her zaman tövbe kapısını çalıp, yeniden tam bir adam olmak
mümkündür. Ancak kadın sınırı aşınca tövbe değil, Allah affetsinle sınırlı,
benden uzak olsun da, bari bundan sonra ıslah olsun anlayışı vardır.
5.Kadınlar filmlerimizde, genellikle erkeklerin tebelleş oldukları, yoldan
çıkarmak için çok ciddi uğraştıkları insan olarak çizilir. Aynı şekilde,
filmlerimizde kötü kadınlar genel olarak cinselliklerini kullanarak
kötülüklerini yaparlar.
6.Filmsel metinde iktidar alanından kadın özellikle uzak tutulmuştur, bu alana
girdiğinde kadın “kadın kimliğini kaybetmekte”, falluslu etekli bir kimliğe
bürünmektedir. ( Atam ,2011)
Zahit Atam’ın farklı maddeler olarak ortaya koyduğu kadının
konumlanışında temelde toplumsal cinsiyete sadakat konusunun, temel değişmez
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
192
T. Elmacı
olduğu ortadadır. Kadına, gündelik hayatında dikte edilen her türlü toplumsal
cinsiyete ilişkin toplumsal kod, genel olarak yeniden üretilerek ve daha ahlakçı
söylemlerle sinemamızca topluma dikte edilmiştir. Bu ahlakçı üslubun uzun yıllar
sinemada yer alması, kadın bedenini kutsallıkla, edepsizlik sınırında iki uç alanda
tutulmasına neden olmuştur. Perdede kadın imgesinin anlamlandırılmasında kadın,
siyah beyaz kadar net bir çizgide tutulmuştur. Dolayısıyla yaratılan kadın tipleri
derinlikli bir karakter olma yolunda en ufak bir ilerleme kaydedememiştir. Yeşilçam
döneminde kadının yerleşik toplumsal kodlarına paralel olarak, tipleştirilme sürecine
bakılması ise yeni sinemadaki kadın temsillerinin anlaşılmasını da kolaylaştıracaktır.
2.1. Yeşilçam Sinemasında Kadının Temsili
Yeşilçam sinemasında kadının temsili, genel olarak yerleşik toplumsal
kodlara uygun bir anlayışla gelişmiştir. Özellikle de melodram türünün dayandığı
star sistemi de bu durumun uzun yıllar boyunca yeniden üretilmesinin en önemli
aracı durumuna gelmiştir. Dönemin star sistemi içerisinde yer alan kadın
oyuncuların da kitlelerini kaybetme korkusu nedeniyle kendi üzerlerine atfedilen
yerleşik kodlara uygun rollerde oynamışlardır. Bu durum kalıplaşmış kadın
rollerinin devamlılığına sağlayan bir diğeri bir diğer unsur olmuştur. Faruk Kalkan
da melodram anlatısı içinde kadının temsil biçiminin erkek egemen ideolojinin
kendisine biçtiği değerler ve sembollerle yer alabildiğine dikkati çeker ve
“1960’lara kadar kadınlar melodram kalıpları içinde ‘faziletli anne’ ve
‘dokunulmamış sevgili’ olarak idealize edilmektedir. Bunun dışında kalanlar ise
kötü kadın, seks bombası, erkekleşmiş kadın, isterik kadın, gizemli cinsellik örneği
kadın v.s. olarak tek boyutlu, iyi ya da kötü kadınlar olduğunu ekler (Kalkan
1992:42). 1960’lara kadar olan kadın anlatılarında kadının konumlanışında herhangi
bir değişim sözkonusu değilken, 1950’li yıllarla birlikte işgücüne katılan kadınlar
toplumsal alanda daha farklı rollerde görünürlük kazanmıştır. Fakat o dönemde
sinemada bunun olumlu yansımalarını görmek pek fazla mümkün olamamıştır. Hatta
bu değişimi yansıtan pek çok filmde de görüldüğü üzere kadınlar toplumsal
yozlaşma ve gelenekten kopma noktasında ilk fireleri verenler olarak sunulmaktadır.
Kadın karakterler olumlu bir sunumda gösterildiği filmlerde ise stereotip bellidir:
ölünceye kadar bekleyen sadık âşık kadın ile nizamın sürdürücüsü olarak kendini
çocuklarına vakfetmiş ve geleneksel değerlerin yaşatıcısı olma durumudur. (Atam
2011).
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
193
Yeşilçam döneminde melodramların dışında kadın figür merkezinde
şekillenen ve Fatma Girik’in canlandırdığı güçlü kadın filmlerinden bahsetmek ve o
filmlerin feminist teori açısından yanlış okunmalarının da önüne geçmek
gerekmektedir. Bu filmler; Toprak Ana(1973), Ana Ocağı (1977), Meryem ve
Oğulları (1977),Gülsüm Ana (1982), Yılanların Öcü (1986) gibi filmlerdir. Fakat bu
filmlerde yaşlı fakat güçlü kudretli kadın hikâyelerinin merkeze alınması kadının
feminist teori açısından konumlanışındaki yanlışlıkları düzeltmez. Tam aksine
kadının cinselliğinden sıyrılarak bir erkek olarak bu toplumsal alanda yaşamasının
olanaklılığını açıklar. Kadın olarak güçlü olabilmenin ve toplumdan saygı
görebilmenin koşulu kadınlıktan feragatte gizlidir. Bu anlamda güçlü kadın figürler
olarak görünen bu filmler, aslında feminist teorinin tam da karşısında durduğu
kavramları (toplumsal cinsiyet kodlarına itaat ve onun devamlılığına hizmet)
pekiştirmektedir.
Yeşilçam döneminde genel olarak kadının konumlandırılışında toplumsal
cinsiyete sadık kalınan bir çizgide ilerlenmesine karşın, yükselen feminist harekete
tanık olan 1980’li yıllar kadının temsilindeki yanlışlıkların düzeltilme çabalarına da
zemin hazırlamıştır.
2.2.1980 döneminde Kadın Filmleri Kapsamında Kadının Temsili
1980’li yıllarda tüm dünyada yeniden yükselen feminist hareket Türkiye’de
de kendisini göstermiştir. Özellikle de 1980 öncesi sol örgütlenmelerde yer alan
kadın aktivistlerin öncülüğünde, kadın üzerine yazılar, yayınlar ve kadının toplumsal
konumlanışı üzerine derin tartışmalar yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin politik
ortamının politika yapmaya yasaklandığı yıllar, feminist düşünce açısından faydalı
yıllar olarak geçirilmiştir. Sanat alanında hem konjonktürün getirdiği sıkıntılar hem
de Türkiye’de sinema üretiminin değişen koşulları karşısında farklı tematik
arayışlara yönelmiştir. Burçak Evren sinema açısından bu dönemi bir fırsat olarak
görür ve şöyle tanımlar: “Sinemamıza bireyin girmesi, özellikle erkek odaklı
sinemamızda kadının ön plana geçerek tüm tabuların yıkılışı ‐biraz da değişen
koşullar gereği‐ altüst edilişi yine 80’li yılların bizlere armağan ettiği değişimler
zincirlemesinin önemli bir halkasıdır” (Evren, 1990:7). Kadın sorunlarını odağına
taşıyan pek çok aydın, entelektüel ve sanatçı için sinema da modern kadın üzerine
fazlasıyla düşünülmesi gereken bir alandı. “Daha önce filmlerde köyde ya da
gecekondu, fabrikada kendilerine yer bulmuşlardı. Ama şehir merkezinde kadını ya
şarkıcı ya da pavyon kadını olarak tanıyorduk, şimdi modern, yalnız şehirli, işi olan
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
194
T. Elmacı
bir kadın olarak karşımızda duruyordu.” (Gündoğdu 1997:12-13) Bu modern şehirli
kadının varoluş sorunları üzerine üretilen pek çok filmde ise Yeşilçam ekolünden
gelen Atıf Yılmaz imzası vardır. Atıf Yılmaz, Mine (1981), Bir Yudum Sevgi (1984),
Dul Bir Kadın (1985), Aaah Belinda (1987), Kadının Adı Yok (1988) gibi filmlerle
bu dönemin en aktif yönetmeni olmuştur. Atıf Yılmaz’ı Sinan Çetin, Ömer Kavur,
Selim İleri, Şerif Gören gibi isimler izlemiştir. Giovanni Scognamillo ise dönemi iyi
niyetli bulsa da şu şekilde eleştirir: “Kadın filmi dendiğinde asıl hedef büyük
kentteki, İstanbul gibi bir megapoldeki kadındır. Eski Yeşilçam’ın çokça ve çoğu kez
kendince anlattığı kırsal alan ya da kasaba kadını artık pek ilginç değildir, sanki
onlara özgü sorunlar çoktan çözülmüştür. Ancak orta yaş ya da dulluk yalnızlığıister kırsal alanda ister karmaşık kentte- pek değişmiyor, cinsel arayışı ise hiç
değişmiyor.” (Scognamillo 1998:510) Bu bağlamda üretilen filmler kadının
gündelik hayatta karşılaştığı ayrımcılıktan ya da zorluklardan ziyade belli kesim
kadının içsel bunalımı ile ilgilenmekle eleştirilmiştir. Bu eleştirilere Nezih Erdoğan
daha faklı bir perspektiften eleştirir ve şunları ekler: “Bu filmler, güçlü kadınların
güçlerini terk etme fantezilerine oynayarak aslında erkek seyirciye seslendiklerini
düşündürtmektedirler. Ancak öykünün daha çok kadın bakış açısından verilmesi ve
erkekle özdeşleşme süreçlerinin göz ardı edilmesi filmin hitap ettiği kesim açısından
kafa karışıklığı yaratmaktadır.” (Erdoğan 1999:123) Kadını seçkinci bunalımlar
içerisinde göstermenin dışında gündelik hayatı içerisinde konumlandıran filmler de
üretilir. Bunların en önemlileri: İffet (Kartal Tibet,1982); Fahriye Abla (Yavuz
Turgul,1984); Adı Vasfiye (Atıf Yılmaz, 1985) Asiye Nasıl Kurtulur (Atıf Yılmaz,
1985), filmleridir.
Kadın filmleri, 1980 darbesi sonrası pek çok alanda sekteye uğrayan anlatım
olanakları içerisinde sesini yükseltebilmiş ve de dönemin iktidarı tarafından da
zararsız görülmüş bir konu olması açısından kendisine geniş bir üretim alanı
bulabilmiştir. Fakat iyi niyete ve kadının toplumsal konumuna eleştirel bir açıdan
bakmaya çalışmalarına rağmen pek çok eleştirmen tarafından kadın sorunun
yaklaşımı açısından gerçekçi bulunmamış ya da yetersiz bulunmuştur.
2.3. Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsili
Yeni sinema içerisinde kadın temsilleri temelde toplumsal cinsiyet kodlarının
katı taşıyıcılarının ötesinde farklı şekillerde resmedilmiştir. Bu anlamda Yeşilçam
döneminin katı ahlakçı konumlanışının dışında imgeler olarak kendisine yer
bulabilmiştir. Kadınlar kadın gibi görünmekte, cinselliklerini özgürce
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
195
yaşayabilmekte fakat özne olamamaktadırlar. Ayrıca yeni sinemanın daha çok eril
hikâyelere odaklanması, merkezine erillik krizini taşıması nedeniyle kadınlar yeni
sinema içerisinde geçmişten daha görünmez bir alana taşınmışlardır. Sabri
Büyükdüvenci ve Ruken Öztürk yeni sinemanın Yeşilçam’dan farkını şöyle açıklar:
“Yeşilçam'da melodramın klasik özellikleri işler; yani aşırı zıtlıklar,
tesadüfler, yüce bir aşk ilişkisi; filmdeki gerilim kadın ve erkeğin kavuşup
kavuşamamalanna dayanır. Genellikle mutlu sonla biter filmler. Ama bu
sürece gelene kadar kötü kadınlar cezalandırılır, iyi kadınlar yola getirilir,
genellikle şiddet uygulanarak bunlar gerçekleşir ve sonunda kötü talihlerini
yener karakterler. Genellikle evlenirler, ölseler bile birlikte ölerek öte
dünyada kavuşacaklarına dair inancımızı pekiştirirler. Günümüzdeki popüler
sinemada artık kadınlar bile yer almamakta neredeyse, sadece erkekler var,
erkekler arası dayanışma ve erkekler arasındaki ilişkiler yüceltiliyor,
erkekliğin yüceltilmesi son dönem filmlerde çoğu zaman milliyetçilikle de kol
kola giriyor. (Düvenci, Öztürk 2007:40)”
Düvenci ve Öztürk’ün tespit ettiği yeni oluşan sinema erkek sineması olarak
yükselirken kadın bu sinemanın odağı olmaktan çok uzaktadır. Kadın figürler
genellikle erkek kahramanı harekete geçiren unsurlar olarak kullanılmaktadır. Kadın
karakterin harekete geçirici bir unsur olarak kullanıldığı pek çok örnekte ise kadın
negatif kurulmuştur. Örneğin Zeki Demirkubuz’un Uğur (Masumiyet, Kader
filmlerinin kadın karakteri) karakteri çok güçlü ve istediğinin peşinden koşan bir
figür olmasına rağmen kötü bir karakter olarak öykü evreninde yer alır. Dahası
hayatına giren tüm erkeklerin, ailesinin de sonunu hazırlayan bir karakterdir. Zeki
Demirkubuz’un filmografisinde yer alan hiçbir kadın karakter de bu anlamda masum
değildir.
Popüler film kanadına bakıldığında filmlerin ya kadını cinsel bir meta olarak
pazarlayan örnekleri ile karşılaşılmakta ya da erkek karakteri harekete geçiren
unsurlar olarak resmetmektedir (Kahpe Bizans, Mum Kokulu Kadınlar, Ağır Roman,
Yandım Ali, Şellale, Gecenin Kanatları, Issız Adam). Popüler olmayan film
üretiminde ise yerleşik cinsiyet kodları Yeşilçam dönemindeki kadar vurgulu olmasa
da üretilmeye devam etmektedir. Örneğin Zeki Demirkubuz dışında popüler
olmayan kanattan bir yönetmen olarak Nuri Bilge Ceylan’ın derinlikli bir şekilde yer
verdiği kadın karakterlere bakıldığında ise cinsiyetçi bakışın devamı
gözlenmektedir. İklimler’deki (2006) sadakatsiz eşe tahammüle zorlanan, Üç
Maymun’daki (2008) yaşadığı yasak ilişki ile ailesini kötülüğe iten kadın
karakterler bu bağlamda değerlendirilebilir. Dönemin bir başka önemli ismi olan
Semih Kaplanoğlu’nun filmografisi de kadın üzerine düşünmekten çok uzaktır.
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
196
T. Elmacı
Kadınlar 1990’lı yıllarla birlikte yeni sinema olarak adlandırılan dönemde
kendilerine geçmişten çok farklı bir konum bulamamışlardır. Hatta kadınlar üzerine
inşa edilen anlatılar yeni sinema içerisinde yok denecek kadar azalmıştır. Kadının
toplumsal konumlandırılışındaki görece değişim ya da gelişim kültürel üretim
alanındaki görünümleri ile paralellik göstermemektedir. Bu da yerleşik zihniyetin
hala kültürel alanda devam ettiğinin en önemli göstergesi gibi durmaktadır. Ataerkil
yapıyı olağanlaştıran ve devamlılığına hizmet anlayışının hakim olduğu bir yapıda
bulunan sinema için derinlikli kadın hikayelerine odaklanmak oldukça zordur.
Konjonktürün yükselen milliyetçilik dalgasından etkilenmesi ise daha fazla eril
hikayeyi sinemaya kazandırmakta sessiz, kimliksiz kadınlar ve ulusun namusu
faziletli anneler olma durumuna daha da yaklaştırılmaktadır. Anlatılarda, kadınlar
ikincil konuma çekilmekte, biyolojik fark ataerkil yapı tarafından ideolojik olarak da
dayatılmaktadır.
2.3.1. Gitmek Filmi
Film, İstanbul'da yaşayan tiyatrocu Ayça ile Kuzey Iraklı tiyatrocu Kürt
Hama Ali arasındaki aşk ilişkisini anlatır. Hama Ali ve Ayça Türkiye'de çekilen bir
film setinde tanışır ve âşık olurlar. Film çekimleri bittikten sonra Hama Ali Irak'a,
Ayça ise İstanbul'daki tiyatro çalışmalarına geri döner. Irak'ta Amerikan işgali ile
birlikte savaşın patlamasıyla birbirlerine ulaşmaları zorlaşır. Sadece telefonla
birbirlerinden haber alarak ilişkilerini yürütmeye çalışan çift için savaşın ilerleyen
zamanlarında telefonla görüşmek bile çok zorlaşır. Hama Ali Ayça’ya sürekli, video
mektuplar gönderir. Ayça bu duruma daha fazla katlanamaz ve Kuzey Irak’a aşkının
yanına gitmeye karar verir. Önce Irak sınırı, Van, Urumçi (İran) ve İran’da küçük bir
kasabada sonlanan yolculuğuna çıkar. Hama Ali ise İran’a Ayça’nın yanına gitmek
isterken vurularak ölür.
Aslında film feminist eleştiri açısından tehlikeli bir konumdadır. Çünkü Ayça
karakteri bir erkek için herşeyi feda edip, geride bırakıp gitmektedir. Bu anlamıyla
film, feminist eleştirinin kadını erkeğe göre konumlandıran ve anlamlandıran tavra
karşı olan duruşunu sekteye uğratmakta gibi görünmektedir. Fakat burada asıl
önemli olan; bir kadının kendi arzuları ve isteğini vatan, namus ya da herhangi bir
toplumsal dikte için feda etmemesidir. Bu filmde asıl üzerinde düşünülmesi,
odaklanılması gereken alan kadının kendisini bu toplum için yok saymamasıdır.
Kadının bedeni toplum tarafından ‘kurulmuş’ olduğu için o yerleşik bir dile
aittir. Kadın bedenine ilişkin her türlü imge de bu anlamda yani simgesel alanda bir
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
197
anlamlar kümesine dahildir. Dolayısıyla da kadın bedeni salt kendi varlığı ile bile bir
anlam aracıdır. Çoğu zaman da kadın bedeni üzerindeki mülkiyet, kadının özne
konumuna çekilmesi imkansızlaştırır. Feminist kuramcı Elizabeth Grozs da bedeni
bu anlamda toplumsaldan bağımsız düşünülemeyeceği gerçeğinden hareketle şunları
ekler: Gövde tarih ve kültür ötesi değildir . Hiçbir biçimde doğal olmadığı gibi, her
zaman ve her yerde toplumsal süreçler tarafından işaretlenmiş, yazılmış ve
kazınmıştır (Akt:Yeğenoğlu 1997:23). Kadın bedeni kültürün önemli bir taşıyıcısı
olarak tüm kodlamaların adeta kazındığı bir kamusal pano gibidir. Ayça ise, Zahit
Atam’ın özne konumunda yer alabilmek için ‘falluslu etekli bir kimlik’ olarak
tanımladığı kategoride bir kadın imgesi değildir. Ayça aksine kendisini kadın gibi
hissettiren bir erkeği arzulamakta, onunla birlikte yaşamayı istemektedir.
Kahramanın kendisini görece özgür bir şekilde ifade edebilme koşulları da
kıyaslamalı güzellik algısının dışında yer almasıyla gerçekleşir. Bu anlamda film,
bakılacak kadın imgesi üretmek yerine eylemde bulunan konuşan bir kadını
imgeleştirir. İrigeray’ın tanımladığı anlamıyla fallosentrik (erkeğe göre belirlenen
anlam) bir okumayla kadının bedeni özel ve seyirlik değildir. Bu da kahramanı
özgürleştirir. Pek çok örnekte olduğu gibi kadınlığından ya da görünür
cinselliğinden sıyrılmış her kadın özne konumuna çekilebilir. Fakat Ayça karakteri
için bu söz konusu değildir. O kendi hikayesini kendisi yazar, ve toplumun kendi
kimliğini onun adına kurmasına izin vermez. Örneğin karşı dairesinde oturan yaşlı
adamın “Ne idüğü belirsiz bir insansın sen. Evine giren çıkan belli değil!
Ahlaksızsın!” bağırışlarına Ayça, kimse bana nasıl yaşayacağımı söyleyemez
diyerek direnir. Kadının neler yapabileceği ya da yapamayacağını dikte eden
toplumsal kod Ayça’yı da sarmalar. Örneğin gece sokağa çıkmamalı eve akrabası
olmayan erkekleri almamalıdır. Toplumsal cinsiyet kodlarının kadını yoksunlaştıran
zihniyetine direnir. O kentte kendi başına verdiği mücadelesinde, özgüveni tam bir
genç kadın olarak yoluna devam etmektedir. Aslında Hama Ali’den beklentisi naif
bir sevgi ve yol arkadaşlığının ötesinde bir şey değildir. Yeşilçam’ın kadınları
hayatta kalabilmenin koşulunu bir erkeğin evliliğine mahkum bırakılarak yerine
getirir. Ayça ise Yeşilçam kadınları gibi kendisini eksik ya da yoksun düşünerek bir
erkeğin varlığını arzulamaz. O toplum tarafından dayatılan ikincilliğe direndiği için
aşık olduğu erkeği de onu koruyacak kollayacak bir figür gibi düşünmez.
Ayça ayrıca politik eğilimleri belli, toplumun dayattığı politik ideolojinin
dışında duruşu olan genç bir kadındır. Ayça bu anlamda sıradan genç bir kadın
değildir. Irak’ı işgal protestolarına katılarak siyasal katılımda bulunmaktadır.
Mevcut ortamı politik bir gözle okumamakla birlikte, tanık olduklarını ideolojik
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
198
T. Elmacı
olarak farklı bir perspektiften değerlendirebilmektedir. Aslında Ayça mevcut politik
ortama, kendi konumuna verilen tepkiden daha sert tepki göstermez. Ayça’yı
hiddetlendiren iki şey vardır: Birincisi Hama Ali’ye bir türlü ulaşamaması diğeri ise
karşı komşusu olan adamın onu bir kadın olarak ahlaksızlıkla suçlamasıdır. Kentte
ayakları üzerinde yalnız başına durmaya çalışan bir kadın olarak bu aşağılama ya da
hakarete tepkisiz kalmamaktadır. İnsanların onun yaşamına müdahale etmesi
noktasında ise oldukça nettir. Aslında sadece karşı komşusu değil, alt katta oturan
yaşlı kadınlar da onu rahatsız eder. Apartman kapısının geceleri açık kalmasına
ilişkin uyarılarının altında biz senin geceleri geç saatte gelmenden rahatsızız
mesajını vermektedirler. Ayça tüm bu toplumsal kontrol mekanizmalarına karşı
direniş içerisindedir.
Ayça’nın bir kadın olarak yaşadıklarını sadece kadın açısından
değerlendirme sığlığına düşmeden farklı bir gerçekliğe de odaklanmak
gerekmektedir. Ayça’nın Hama Ali de bulduğu şey sadece kadınlığa ilişkin kaygılar
ya da arzular değildir. Ayça için ve de toplumun geriye kalanı için toplumsal
ilişkilerin yoz, sığ hatta yok derecesine yaklaşan duyarsızlıkla ilerlemesinin birey
üzerinde yarattığı travma söz konusudur. Bu anlamda Ayça salt bir kadın olarak
değil, bu toplumla bu topluma rağmen yaşama mücadelesi verirken oldukça
yıldırılmaktadır.
Zahit Atam 1980 sonrası yıkılan güven ortamının (adalete, devlete, insana)
insanları hayat algısını da değiştirmesi üzerinden kadın temsilleri ile ilgili şu
okumayı yapar. “Türkiye’nin insanı idealin, vefanın, karşılıksız sevginin, her
durumda evladının arkasında duran insan olarak annenin, her yıkıntıya karşın
sevgisi için dayanıp bekleyen çileci eşin, tutkuyla sevilecek sevgilinin yitişine ağıt
düzmüş, bu anlamda artık genel olarak aşkı ve aşkın temsil edici portesi olan kadın
kimliğini de deforme etmiştir.” (Atam, 2011) Ayça’nın aşkının peşinden sürükleniş
hatta saplantılı bir şekilde aşkını arayış serüveni de akla Yeşilçam
melodramlarındaki sebatla bekleyen ‘deforme edilmiş’ kadınları getirmektedir.
Ayça’da Yeşilçam kadınları gibi ağlamakta hıçkırmaktadır fakat, onlardan farklı
olarak kadere karşı da gelebilmektedir. Ayrıca Ayça, Yeşilçam kadınlarının aksine
aşkını sebatla beklemeyi reddeden bir kadındır. Hama Ali ile yaptığı bir telefon
görüşmesinde Hama Ali’ye “ben telefonun başında oturup bekleyecek bir kadın
değilim” der. Ayça bu anlamda bekleyen suskun bir kadın değil, aksine amaçları
doğrultusunda harekete geçmekten korkmayan cesur bir kadındır. Ayrıca Yeşilçam
kadınları gibi güzellik odaklı değildir. Güzel olmayan kadının yaşama şansı
bulamadığı Yeşilçam’da Ayça kendi bedeni ile barışık bir genç kadındır. Dolayısıyla
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
199
o Yeşilçam imgeleri gibi eril nazarın haz alanında yer almaz. Bu anlamda yeni
sinema kadını ister merkeze oturtsun isterse erkeğin tamamlayıcısı bir yan role
hapsetsin salt güzel olması üzerine odaklamaz.
Ayça yeni sinemada kendisine verilen ikincil konumlanmanın dışında bir
kadın imge olarak farklılaşan bir karakterdir. Ayça kendisinden beklendiği gibi
suskunlukla kendisini anlatmaz. Bağırır, çağırır, küfür eder dahası eyleme geçer. O
ne istediği bilen bir kadındır. Kendisine verilene razı olmaz. Bu anlamda Ayça
yaşadığı habitusa rağmen özne olmak isteyen, direnen ve bu toplumun kadınları için
umut vadeden bir karakterdir. Onu çağdaşı güçlü kadınlardan ayıran da onun bu
özgünlüğüdür. Daha önce değinildiği gibi Zeki Demirkubuz’un Masumiyet ve
Kader filmlerinin kadın kahramanı Uğur’un güçlü bir kadın figürü temsil ettiği
savunulur. Fakat burada Uğur karakterinin kendi isteklerinin peşinde giden, hayatta
tek başına mücadele eden bir kadın karakter olmanın dışında feminist eleştiri
açısından elle tutulan hiçbir yanı yoktur. Çünkü Uğur karakteri salt kendisini
düşünen bencil bir kadındır. Etrafındaki insanlara sadece zarar verir. Kendisine ve
ailesine bakan bir adamı öldüren sevgilisi uğruna herkesi yok sayar. Ailesinin
felaketine neden olur. Hatta çocuğunu bile hapisteki sevgilisi için günbegün heba
eder. Bu bağlamda Uğur karakteri feminist eleştiri açısından özne konumunda bir
kadın olmanın ötesinde negatif kurulmuş bir özne olarak yer alır. Ayça ise kendi
vicdanı ile hareket eden insanları insan oldukları için seven onlara yalnızca kendi
sınırlarını aştıklarında tepki gösteren bir öznedir. Onun ahlakı, başkalarına zarar
vermek pahasına salt kendi arzularının peşinde koşmaya izin vermez. O insan
olmanın değeri üzerinden kendisini ve çevresini değerlendirir. Bu anlamda yeni
sinemanın kötücül kadınlarından farklıdır.
SONUÇ
Feminist perspektiften değerlendirmeye dayanan bu çalışmada görülmüştür
ki; feminist hareket 1960’lı yıllarda ortaya çıktığından bu yana sinemayı kadın
hareketi için bir mücadele alanı haline getirilebilecek iletişim aracı olarak
görmüştür. Feminist teori sinemanın babanın dilini kullanan ve yerleşik toplumsal
cinsiyet algısını yeniden üreten bir araç olmaktan çıkartılması, dahası kadının
toplumsal konumlanışında eşitlikçi mücadeleye hizmet etmesini savunmuştur.
Özellikle ana akım sinema olarak adlandırılan Hollywood sineması üzerine
geliştirdikleri eleştiri ve tartışmalarla bu feminist film pratiğinin ufkunu açacak
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
200
T. Elmacı
kuramsal zeminini yaratmaya çalışmışlardır. Amaçları suskun,boyun eğen, edilgen
kadın imgesini değiştirmek ve gerçek bir özne konumuna getirmektir.
Türkiye’de sinemanın serüvenine bakıldığında ise kadınlar açısından ilk
dönem sinema çok da olumlu değildir. Kadınlar sadık eş, fedakâr anne, iffetli kadın
olarak sunulmuştur. Toplumsal uylaşıma uygun kadın karakterler, Yeşilçam
melodramlarında bolca işlenmiş, yerleşik toplumsal cinsiyet kodları yeniden
üretilmiştir. Hatta toplumsal değişim dönemlerinde topluma atfedilen genel
yozlaşma belirtileri Gurbet Kuşları filmindeki gibi ilk önce kadın karakter üzerinden
sunulmuştur. Kadın kendi cinselliği içerisinde güçlü bir figür olamamıştır. Güçlü
olan kadın karakterler de ataerkil düzenin devamlılığından yana eril özelliklidir.
Genellikle de cinselliğini terk etmiş yaşlı kadın figürleridir. 1970’li yıllar ayrıca
kadın bedenin seks filmleri furyası ile iyice nesneleştirildiği yıllar olarak sinema
tarihinde yerini alacaktır. 1980’li yıllarla birlikte kadın konusu üzerinde sıkça
düşünülmüş fakat genelde belli sınıftan kadınların içsel sorunları merkeze taşınmış.
Kadın sorununa daha derinlikli bakan filmler az sayıda kalmıştır. 1990’larla birlikte
yeni bir sinemacı kuşağı sinemaya dahil olmuştur. Fakat bu yeni sinema, kadını
geçmiş dönemden daha da olumsuz bir konuma çekmiş, kadını olumsuz bir yan
figür olarak resmetme eğiliminde olmuştur. Anlatının odağına aldığında ise baş
erkek karakteri güdüleyen bir durumda resmedilmiştir. Yükselen milliyetçi ideoloji
ile birlikte yerleşik toplumsal algıyı besleyen anlatılarda görülen kadınlar genellikle
suskun ve kaderci bir biçimde resmedilmişlerdir.
Gitmek Filmi ise bu anlamda erkek sineması olarak gelişen yeni sinemada
toplumsal cinsiyet perspektifinden farklı bir okumayı olanaklı kılan bir filmdir.
Gerçekte film kendi içerisinde erilliğin kadın bedeni üzerindeki tahakkümüne ilişkin
net referanslar vermemektedir. Fakat filmin "Bir Türk kızı bir Kürt’e aşık olamaz"
düşüncesiyle İsviçre'de Türk Kültür Bakanlığı’nın desteklediği ve daha sonra
Bakanlığın girişimiyle Culturescapes Festivali'nden çıkarılması filmi bu anlamda
farklı bir alana taşımıştır. Kadının bedeni bir ulusun onuru, şerefi, namusunun
nesnesi durumuna indirgenmiş ve patriyarkal iktidar kendi hegemonyasını gerçek
hayatta bizzat ‘Ayça’nın kendi hür iradesi ile yönlendirmeye çalıştığı bedeni
üzerinden devam ettirmiştir. Deniz Kandiyoti de kadın üzerinden gelişen bu devlet
tahakkümünü şu şekilde açıklar:
“Kadınlar, etnik/ulusal gruplar arasındaki farkların yeniden
üretiminde önemli bir rol oynarlar, kültürü taşırlar ve ulusal farkların
ayrıcalıklı belirleyicileridirler; ayrıca “ulusun anneleri” (resmi
önceliklere uygun biçimde ideolojik olarak tanımlanan bir görev)
Güz 2011, Sayı:33
Yeni Türk Sinemasında Kadının Temsil Sorunu Bağlamında Gitmek…
201
olma yükünü de taşırlar. “Ulus”un talepleri tıpkı soy, aşiret ya da
akrabalarla ilgili temel sadakat bağları kadar zorlayıcı olabilir; fark
bu tür taleplerin erkekler tarafından değil, devlet tarafından ve
devletin yasal yönetim aygıtınca dayatılmaktadır.” (Kandiyoti,
2007:163)
Gitmek filmine ilişkin pek çok tartışma kirli eril dil üzerinden
gerçekleşmiştir. Filmin ilk okumasında temel olarak politik anlamlar üretmesi ile
gelişen süreçte, kadın karakterin Türk, aşık olunan erkeğin ise Kürt olması
üzerinden aşırı milliyetçi çizgide sığ eleştiriler yükselmesine neden olmuştur. Bu
eleştirilerin ciddiye alınır bir yanı olmamakla birlikte, filme yönelik bu eleştirinin bu
çalışma bağlamında, feminist eleştirinin temel problematiklerinden biri olan kadın
temsillerinin iktidarın devamlılığına hizmet eden araçlara dönüştürülmesi açısından
değerlendirilmesi gerekmektedir. Politik bir araç olarak sunulduğu düşünülen film;
toplumsal cinsiyet algısında ‘ikinci sınıfa itilmiş kadınlığın Türk’lükle eşdeğer
tutulmasını’ aşağılama olarak gören bir zihniyetin turnusol kağıdına dönüşmüştür.
Filmin kadınlığa ya da insanlığa ilişkin gösterdiği naif çaba bir anda politik bir
okuma ile yine kadın bedeni üzerinden geliştirilen patriyarkal bir iktidar savaşı
yaratmıştır. Kadın bedeni, kadının kendisinden bağımsız olarak üzerinde mülkiyet
kurulan bir nesne konumundan kurtulmamakta ve eril hegemonyanın en büyük
iktidar alanı olmaya ve bu şekilde okunmaya devam etmektedir. Bu bağlamda
feminist yazar Emma Goldman’ın kadının gelişiminde özellikle altını çizdiği
kadının kendi varlığını bir birey olarak ortaya koyma süreçlerini Ayça fazlasıyla
yerine getirmektedir. Kendisini bir obje olarak değil, bir kişilik olarak ortaya
koymaktadır. Hayatını basit, fakat zengin ve derin kılarak; kendi bedeni üzerinde
başkalarının iddia ettiği tüm haklara karşı koymakta, tanrının, devletin, bir kulu
olmaya karşı çıkmaktadır. Bunu da hayatın tüm karmaşıklığını ve özünü anlamaya
çalışarak, yani kendini toplumun fikirlerinden ve yargılarından özgürleştirerek
yapmaktadır. (Goldman, 2011)
Kadın bedeni üzerinden kurulan kodları ya da pazarlama taktilerini yıkan,
gündelik sıradanlığı, naifliği insanın yüzüne vuran bir kadını, anlatının odağına
yerleştirmesi, filmi feminist teori açısından kayda değer bir alana taşımıştır. Film
aslında Ayça karakterinin doğanın biyolojik olarak farklı kıldığı iki insan cinsinin
ataerkil düzen tarafından ideolojik olarak da ayrıştırma çabasına direnme
mücadelesidir. Salt politik bir duruşu sergilemenin ötesinde anlamlar üreten, dahası
bu kadar erillikle sarmalanmış bir sinemada bir genç kızın saf aşkı üzerinden
geliştirilen anlatıların daha iyilerinin önünü açacağına kuşku yoktur.
İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
202
T. Elmacı
KAYNAKÇA
Atam, Z (2011) Yeni Türkiye Sineması’nda Kadın http://www.birgun.net/
writer_2010_index.php?category_code=1261404460&news_code=126252
3268&year=2010&month=01&day=03 (Erişim: 20. 10.2011)
Büyükdüvenci, S ve Öztürk, R (2007) “Yeni Türk Sineması’nda Estetik arayışı”
Felsefe Dünyası Dergisi, sayı:46
Cevizci, A (2010) Felsefe Sözlüğü, İstanbul:Paradigma yayınları.
Erdoğan, N (1999) Üç Seyirci: Popüler Eğlence Biçimlenmesi Alımlanması
Üzerine Notlar, Doğu Batı Düşünce Dergisi, İstanbul.
Evren, B (1990) Türk Sinemasında Yeni Konumlar İstanbul: Broy Yayınları.
Goldman, E (2011) http://www.felsefeforumu.com/viewtopic.php?f=45&t=2577
(Erişim: 10.09.2011)
Gündoğdu, M (1997) Sinemamızda Bir Dönem Kapanırken, 25. Kare Sinema
Dergisi, sayı:18 Ocak Mart, Ankara.
Kalkan, F (1992) Türk Sineması Toplumbilimi İzmir:Seçin Yayınları.
Kandiyoti, D (2007) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul:Metis Yayınları
Lorant, S, Englehart L, Karabey, H (Yapımcı). & Karabey, H. (Yönetmen). (2008).
Gitmek: Benim Marlon Brandom (Sinema Filmi) Türkiye: Asi Filmcilik.
McBean, JR (1997 ) Marksist Film Eleştirisinin Kuram ve Uygulaması , E. Yılmaz,
(Çev.), Sinemasal, Sayı: Ortak kitap1.
Nelmes, J (1998) Sinemada Cinsiyet ve Cinselliğin Sunumu, E. Yılmaz, (Çev.),
Sayı:Ortak kitap-2
Özden, Z (2004) Film Eleştirisi. Ankara:İmge Kitabevi.
Ryan, M , Kellner, D (1997). Politik Kamera, E. Özsayar (Çev.), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Scognamillo, G (1998). Türk Sinema Tarihi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Smelik, A (2008) Feminist Sinema ve Film Teorisi, D. Koç (Çev.), İstanbul:Agora
Kitaplığı.
Yeğenoğlu, M (1997) Emperyal Özne ve Feminist Söylem Toplumbilim sayı:75
Güz 2011, Sayı:33