Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı... Ahmet İhsan Çay
Transkript
Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı... Ahmet İhsan Çay
Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı... Ahmet İhsan Çay dığını haber veriyordu bu afişler. Bir 19 Mayıs günü, yani tüm gençlerin atalarından teslim aldıkları bayrağı sporcu dinamizmi ile taşıdıkları gün, Adana Hipodromu’nda yapılacaktı festival...Oraya gittim. Bugüne kadar bırakın spor yapmayı, siz dışarı çıkmayın denilerek evlere hapsedilmiş sözde engelli kardeşlerimiz, sözde engelsiz arkadaşları gibi sportif ya da folklorik gösteriler yapıyorlardı. Adeta biz de bu ülkenin, bu kentin gençleriyiz, bizi de görün diyorlardı. İşte o güne kadar bu durumu yeterince keşfedememiş biri olarak, aslında düşünsel engelli olduğumu farkettim. Ve hemen bu etkinliğin düzenleyicisini aradım. Karşıma Ahmet İhsan Çay isimli bir doktor çıktı. Hem doktor hem de ufaktan da olsa sanayici. Tam o sıralardı zannederim. Şehrin Bu doktor haykırıyordu... “Engel bilbordlarında bir afiş görmüştüm. diye bir şey yok... Onu sadece bizler “Sevgi Engel Tanımaz” diye bir slo- yaratıyoruz. Eğer önlerine biz engel ganın yanında, “19 Mayıs Engelli koymasak kimse eksik olduğunu farGençlik Festivali” etkinliğin yapıl- kedemez bile...İnsanları seviyorsanız Hep halime şükrederdim...Allahım ne şanslıyım ki, vücudumda bir eksiğim yok diye... Bu şükür öylesine derinden gelirdi ki, sanki ölene kadar doğduğum gibi yaşayacağımı zannederdim. Ama bir gün ben de eksik vücutlu biri haline geldim. Yolda giderken çat düştüm, pat ayağımı kırdım. Hastane falan derken, koca bir alçı ayakla, hareket edemez halde buldum kendimi. İşte o zaman kentimizde “farklı olmakla”, “engellenmek” kelimesinin neredeyse aynı anlama geldiğini anlayıverdim. Yollar, kaldırımlar, hatta araçlar veya evler tek ayağı eksik biri için bir duvardı sanki şehrimizde. Ben de artık engelliydim. *** eğer, engel diye bir şey kalmaz. Sevgi engel tanımaz.” Bu festival bir ilkti... Adana’da bir ilk... Türkiye’de bir ilk.... Belki de dünyada bir ilk... Dünyada da bir ilk olduğunu daha sonraki yıllarda uluslararası katılımlarla öğrendik zaten... İşte ben bu yüzden (takım arkadaşım Zeliha Ertunç ile birlikte) bu doktoru, Ahmet İhsan Çay’ı anlatacağım sizlere... Birgün herkesin bir organını kaybedebileceğini anlamamı sağlaması nedeniyle, düşünce engelli olduğumu hissettiren, binlerce engelliye de kendilerinin engelli falan olmadığını, sadece engellenen olduğunu gösteren, Adana Kent Konseyi Engelli Meclisi’nin kurucularından Ahmet İhsan Çay’ı anlatacağız. İsterseniz haydi birlikte onun doğduğu yıllara, doğduğu mahalleye doğru yola çıkalım. Arada bir biz de araya karışarak öyküsünü kendinden dinleyelim... AHMET İHSAN ÇAY 05 Taşköprü , Kalekapısı ve Adana(1990) MUTLULUĞUN BESLEDİĞİ BİR hani şimdi Kızılay Caddesi oldu ya ÇOCUKLUK onun üzerinde, hemen birinci sokak değil ikinci sokaktan sola dönünce, “Çocukluğum Kalekapısı, Ulu Cami ikinci sıradaki büyük evde doğdum ve ve Ulus Parkı arasında ki üçgende büyüdüm. Şimdi orası otopark maageçtiği için oraların eski hallerini de lesef.. Çok büyük bir evdi, kalabalık bilirim. Ulu Cami’ye gelmeden önce, bir aileydik.. Zaten tarif edilirken de “Büyük Ev” diye isimlendirilirdi. Ben ilk torun olarak dünyaya geldim. Bu yüzden kendimi çok şanslı bir çocuk olarak görüyorum. Şanslı değilsem bile kendimi öyle hissediyorum. Çünkü mutlu bir çocukluğum, güzel anılarım var açıkçası. Ayrıca tamamen doğal şartlarda yetiştim. Ailem o kadar kalabalıktı 06 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I ki, küçüklükten itibaren kalabalığa çok alıştım. Bu yüzden bugün, yalnızlık pek hoşuma gitmez.” Ahmet İhsan Çay’ın Kalekapısı dediği yer onun çocukluğunu yaşadığı yıllarda Adana’nın merkeziydi adeta. Taşköprü’nün batı ucunda, Abidinpaşa Caddesi’nin kenarında, neredeyse herşeyin satıldığı bir çarşıydı Kalekapısı... Halk söylerken ağzını biraz yayvanlaştırır “Kalağpısı” der geçerdi. OLMAYAN KALENİN KAPISI bu kale,Tepebağ Mahallesi’ni çevreler ve Taşköprü’ye bir kapı ile açılırmış. 1831 ile 1842 yılları arasında Adana’yı işgal eden, Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Halil İbrahim Paşa çekilirken kaleyi de, kapısını da yıktırmış. Kale de, kapı da yıkılmasına yıkılmış ama isimler baki kalmış, bugün bile faaliyetini sürdüren çarşıya Kalekapısı denile gelmiş. Ulus Parkı ise şuan Tarihi Kız Lise- si binasının yanındaki yeşil alana verilen isimdi. Ahmet İhsan Çay’ın çocukluğu döneminde Adanalı’nın yaşamının içine girmiş bir parktır, Ulus Parkı... Adana‘nın o zamanki merkez mahallelerinin Türkocağı, Ulucami ve Tepebağ olduğunu düşünürseniz, hepsinin göbeğinde kalan, içinde müzikli eğlencelerin yapıldığı, semaverle çay ikramlarının yapıldığı, çay bahçeleri olan nezih bir yerden bahsettiğimizi anlarsınız. Ulus Parkı Biri göğsü açık Venüs olmak üzere çeşitli heykellerin, havuz ve oturma alanlarının olduğu entelektüel bir alandı Ulus Parkı. Eski fotoğraflara baktığınızda hemen yanındaki Türkocağı Binası’nda (ki şimdi yerinde Tarım Müdürlüğü bulunmaktadır) tenis kortunun bile olduğunu görebilirsiniz. Ulucami’ye gelince; yapımı 1541 yılında tamamlanan 6 asırlık ulu bir eser. Her iki kapısı, çinileri ve vitrayVilayet Binası ve Türkocağı Bahçesi Şimdi aklınıza bir soru gelecek ve kalesi olmayan kentin kale kapısı da olur muymuş diyeceksiniz. Ama aslında garip gelmesi gereken, Adana gibi tarih boyunca önemli olmuş bir kentin kalesinin olmaması. Halbuki biz, bir zamanlar Adana’nın da bir kalesi olduğunu biliyoruz. Evliya Çelebi’nin 8 burçlu olduğunu söylediği AHMET İHSAN ÇAY 07 ları ile bir mimari harika... Kale kapısı, Ulus Parkı ve Ulucami için, o dönemin Adana’sının en önemli üç noktası denilebilir. Dolayısıyla Ahmet İhsan Çay’a katılmamak elde değil!.. Adana kent kültürünün, Adana’ya has bir özgürlükle yeşerdiği bu üçgenin içinde yaşama başlamak hiç şüphesiz bir şans. Ahmet Bey’de bu şansı en iyi kullanan Adanalılar’dan biridir... Adana’ya has bir özgürlükle yeşeren kent kültürü kavramının üzerinde de biraz durmak gerekir diye düşünüyoruz. Ve bizce bir kenti güzel yapan, yaşamı sırasındaki özgürlüklerdir. Herkesin düşündüğünü rahatlıkla söyleyebildiği, farklılıkların birbiri üzerine baskı kurmadan kendini ifade edebilmesi, inançların sadece kişiye özgü sınırında kalması o kenti yaşanabilir kılar. Adana işte böyle bir kenttir. Köylünün kendi gibi yaşadığı, kentlinin de kentinin tadına vardığı, sanat ve kültürel çeşitlilik kentidir Adana... Bir tarafta “Adanalıyık, Allah’ın adamıyık” misali kendine özgü küfürleri yaşamın bir parçası haline getirenler, öbür tarafta dili beyinlerinin güzelliğini aktaracak kadar ustaca kullananlar, bir arada yaşarlar ve iyi anlaşırlar. Bu kent bu yüzden kabadayı Asfalt Rıza’yı da yetiştirmiştir, Yaşar Kemali de... Ahmet İhsan Bey bakın anılarında bu konuya nasıl değiniyor; 08 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I İnkilap İlkokulu ADANALIYIK AĞAM “1949 doğumluyum... Köyde çocuklar küfrederlerdi ben hiç küfretmezdim. şaşırırlardı,‘Nasıl Adanalı’ diye. Bir gün babamın arkadaşları senin oğlun hiç Adanalı gibi konuşmuyor deyince, kendi kendime diksiyon çalıştım ve sonunda Adana diyalekt’i ile konuşmasını becerebildim. (Hemi de Allahına Gadar) Adanalı gibi konuşma beni hala heyecanlandırır. Adana’nın sanatçı potansiyeli insana verdiği bu heyecanın da gizlidir.” Kentin yarattığı bu heyecan Adanalı- lar’ın çoğunda güzele karşı bir tutku da oluşturuyor herhalde. En azından Ahmet İhsan Çay’ın çocukluğundan beri güzele karşı tutkulu olduğunu görüyoruz; “Benim çocukluğum çok güzel geçti. İlkokula İnkılap İlk Okulun’da başladım. Birçok öğrenci gibi ben de öğretmenime aşık olmuştum. Mübeccel Hanım hem çok güzeldi hem de çok iyi bir öğretmendi. Bana okulu ve okumayı sevdiren o dur. Gerçi İnkilap İlkokulu da sevilmeyecek bir okul değildi. O zamanlarda bile sinema salonu vardı. Belki de Türkiye’nin ilk çocuk kütüphanesi bizim okuldaydı. Sinema salonunda zaman zaman filmler izlerdik. Tabiat bilgisi içerikli belgesellerde, John Wayne filmleride gösterirlerdi bu salonda.... 3.sınıfta üzülerek, İsmet İnönü İlkokulu’na geldim. Çünkü Mahalle değiştirip, o yıllarda yeni gelişen Reşatbey’e taşınmıştık. İnkılap İlkokulu’nu her zaman aradım. Daha sonra Adana Koleji’nde okudum. 1966-1967 yıllarında mezun oldum. Üniversite eğitimimi de İstanbul’da Çapa Tıp Fakültesi’nde tamamladım.” Ahmet Bey çocukluğundan ısrarla bahsettiğine göre yaAHMET İHSAN ÇAY 09 şamının daha ilerideki safhalarına gitmeden, biraz çocukluğunun detaylarına değinelim isterseniz. Hatırlarsanız kalabalıklar içinde büyüdüğünü söylemişti Ahmet İhsan Çay; Ailemiz o kadar kalabalıktı ki, kalabalığa çok alıştım, yalnızlık pek hoşuma gitmez. Çocukluğumdan beri kalabalık mekanlarda, insanların içerisinde oldum. Ninem, dedem, babaannem, babamın babası hepsi beni çok severlerdi. Doğum sonrası malum her erkek çocuğun bir fotoğrafı olur ya, benim de o konseptteki fotoğrafıma bakınca Michelin Lastikleri’nin alameti farikası bana bakılarak yapılmış diye düşünürüm. Yani her tarafım boğum boğum, böyle katkat tam bir tosuncuk. Hem öyle doğmuşum hem de herkes torun sevgisini ilk kez bende tattığı için yedirmişler de yedirmişler. Evimiz eski bir evdi. Eski Adana evlerinden bir tanesiydi işte. Ama konak desen konak değil, ev desen de ev değil. Konakla ev arası bir şey. Çiftçi olduğumuz için altında buğday ve pamuk depolarının, üstünde yaşam alanlarının olduğu bir evdi. Herkesin özel taksisi vardı bizim özel aracımız ise faytondu. Hiç unutmam plaka numarası 16 idi. Çarşıya pazara onunla giderdik. Bir çocok için büyük keyif tabii. Nasıl sevmeyeyim çocukluğumu, sevgi dolu bir aile içinde büyüdüm. Babaannem Tahire Hanım beni hep ‘cücüğüm’ diye severdi. ‘Cücük’ Adana dilinde yavru demek. Dedem ise Mehmet Ali Bey. Hep baba tarafında büyüdük, anne tarafıyla ilkokul 3.sınıfa giderken yakınlaştık.Onlar Reşatbey de oturuyorlardı. Ama biz Ulucamili’ydik.Evin içerisinde bir kaç aile yaşardık. Bazı Türk filmlerinde, örneğin Münir Özkul ,Adile Naşit filmlerinde olur ya; bol çocuklu, her şey bol kepçeli, her an bir olay olan, kalabalık bir aile, işte bizim ailemiz de öyle bir aileydi. Aile içinde benim dokunulmazlığım vardı. Birisi diğerine kızarsa beni kullanırdı. Örneğin; git şunun koynuna at diye buz verirlerdi elime, bende gider onların dediklerini yapardım. Bana ancak‘ay yaramaz’ diye şakadan kızarlardı. Kızıldağ yaylasına çıkardık. Kamışlı Boğazı’nda Asar diye bir yayla var, bağ bozumunda da bu yaylaya giderdik. Anlayacağınız bir sezonda iki yayla yapılırdı. İki yayla arasında Annemlerin çıktığı Bürücek yaylasında da 15 gün kalırdım. Yaylaya çıkmadan önce Zağarlı köyüne gidilir, köyde eski usul erişteler kesilir. Nişeler, bulgurlar kaynatılır, dövmeler hazırlanırdı. Dövme tüm buğdaydan kaynatılarak yapılır ve kemik suyu ile yapılan pilavı muhteşem olur. Babaannem, yani Tahire Ninem çok hoş, çok güzel bir insandı.O kadar iyi bir insandı ki, ihtiyacının iki-üç katı ka- Kamışlı dar eşya götürürdü Yaylaya. Çevre dağ köylerinden yaylaya gelenlerin bir kısmı ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırdı. Ninem giderken köyde yaşayan insanlara ayakkabı, elbise gibi şeyler götürürdü. O Yıllarda yöre dağ köylerinde yaşayan insanlar çarık dediğimiz araba iç lastiklerinden zımba kullanılarak yapılmış ayakkabı benzeri şeyler giyerdi. Nasıl giyerlerdi o zamanlar bilmiyorum. Hiçbir koruyuculuğu olmayan sağlıksız bir şeydi. Ancak şey diye tarif edebiliyorum. Bu şeyi giyenlerin ayak tabanlarındaki deri bu şeyden daha kalındı. Anlayacağınız giymesi de bakması da yürek acısı bir şeydi. lastik ayakkabıya daha sonra geçiş oldu. Köylülere para vermekten çok, böyle şeylere ihtiyaçları olduğunu bilerek hazırlık yapardı Tahire Ninem. Mesela köylüler yakmamız için çam geti- rirler, Tahire Ninem onlara bulgur, un gibi yiyecekler,giyecekler verirdi. İnanılmaz bir kazan kaynardı, aşhane gibi herkese ve her yere yiyecek dağıtılırdı.Ulu Cami civarında ki evimizin adı ‘Büyük Ev’di, kapımız her çalana açılırdı. Kapının yanında selamlık için kullanılan bir oda vardı,o odanın mutfağa açılan küçük bir servis penceresi bulunurdu, gelen her fakir fukara bu odaya oturur, o pencereye vurur, yemeğini alır, yer giderdi. Çok bereketliydi mutfağı o evin. Babaannem Tahire Hanım’ı rahmetle anıyorum.Ondan insanlık adına çok şeyler öğrendim. Dedem Mehmet Ali Bey İlkokulu sonradan bitirmiş biriydi. Onu da dışarıdan bitirmişti. Hem Eski Türkçe hem Yeni Türkçe bilirdi. Din kitaplarını okurdu,ben ise çocuğumdan beri meraklıyım, sorardım. Tarihi olayları soAHMET İHSAN ÇAY 11 rardım, bana şefkatle evladım bak böyle böyle der anlatırdı. Dinimizi çok yumuşak, çok güzel, korkutmadan ve sevgiyle izah ederdi. Anlattıklarında sevgi vardı, hiç ceza kısmı yoktu. Kızıldağ yaylasında tam kızılderili çocukları gibi büyüdüm. Şahin doğada gezdiğinde tüm kuşlar susar. Gölgesini gördüklerinde onun yukarıda uçtuğunu hisseder ve hemen pısıverirler. Bizimde köylü şapkalarımız olurdu. O zamanlar özenirdik. Güneşli havalarda bir kuş gördük mü, şapkanın gölgesinin kuşun üstünden geçecek şekilde atardık ki, onu şahinin gölgesi zannetsin ve pıssın. Pısınca da hemen üzerine atlar yakalardık. Çok güzel oyuncak kamyonlar yapardım. Sebze sandıklarının çemberinden kamyon yayı hazırlar, iki kısa dingili çapraz bağlar, tekerlekleri için de yuvarlak odundan kestiğim parçaları kullanırdım. O zamanlar yoktu ki naylon oyuncaklar.Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Her yıl çıkardık Kızıldağ Yaylası’na...” KARDEŞLER ÇİFTLİĞİ Aile büyük ama buna rağmen Ahmet İhsan Bey’in yaşamında kardeşlerinin çok özel bir yeri var. Özellikle de Nurdan’ın... “Biz dört kardeşiz, en akıllımız da Nurdan. Nurdan benim bir küçüğümdür. Çocukken çok şeker bir kızdı. Evin tek erkek çocuğuolarak yaşadıktan sonra, gelen kızı kıskanmadın mı diye sorarlar bazen. Aramızda o kadar çok sevgi vardı ki, kıskançlık yaşanmazdı evimizde.Bir konuda milyoner olursunuz üç beş milyon lira arada başkasına gitmiş, hiç umurunuzda olmaz, bizler de sevgi milyoneriydik. 12 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I panyolca... Almanya’da Berlin Teknik Üniversitesi Ziraat Fakültesinde okudu. Ayrıca İstanbulda Ruhi Su’nun korosunda türkü söylediğini de eklemeliyim. Küçük kardeşim Caner ise Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makina mühendisliği okudu. O da Safiye Ayla’nın korosunda Türk Sanat Müziği çalıştı. Çok iyi kardeşlerim var . Bazen problem olabiliyor. Ama bugünün dünyasında yaşam koşullarının getirdiği olağan şeyler… Genellikle uyum içindeyiz. Biz çay kardeşler mirasla bölünen aile imkanlarının ailelerin gücünü kaybettirdiğinin farkına vardık. Bu nedenle daha talebelik yıllarımızda okulları bitirip Adanaya dönüp bir araya gelerek, ortak bir şirket kuralım diye birbirimize söz verdik. Çay Çiflik işte bu sözün ürünüdür. 1987 de yerine getirilmiş bir söz.” ANNEM VE BABAM Ben Nurdan’ı çok severdim ve hiç kıskanmadım. Babaannem Tahire Hanım çok iyi bir insan olmasına rağmen, biraz ayırım yapardı. Ataerkil ailenin erkek çocuğa gösterdiği ilgi kadar bir ayrım.Onun bir dolabı vardı Nurdan’ı çağırır, git o dolaptan bir tane muz al derdi. O gittikten sonra bana, sen de git oradan iki muz al derdi. O zaman çok üzülürdüm, kardeşime niye böyle yapıyor derdim. En zekimiz ve okuyabilecek kapasiteye 14 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I sahip olmasına rağmen Nurdan, Adana’nın o şartlarında erken evlendi. Ama zekasını ailesinin mutluluğu için kullandı ve çok güzel bir aile kurdu. Ondan sonra Mehmet Ali ve Caner dünyaya geldiler. Mehmet Ali benden 7 yaş, Caner ise 10 yaş küçüktür. Mehmet Ali çok disiplinlive tertipli bir çocuktu.Yorganın başından girer ve sabahleyin yatağı hiç bozmadan aynı yerden çıkardı.Sonra bir de Almanya ya okumaya gitti, bu terti- be Alman disiplini de katıldı. Ayrıca Almanya’dan dönünce üstüne üstlük bir de vejetaryen oldu. Adana gibi bir yerde, bu kadar kebabın sucuğun köftenin arasında bir vejetaryensiniz, bir lokantaya gidiyorsunuz, hiçbir şey yiyemiyorsunuz, çok zor. Bana göre en zoru da maç öncesi sucuk ekmekten mahrum kalmak olmalı. Mehmet Ali çok beyefendi çok kibar bir çocuktur. Lisana kabiliyeti çok fazladır, 3 lisan bilir. Almanca-İngilizce ve biraz da İs- “Babam Ahmet Refik Çay ile aramda sadece 20 yaş fark var. Annem Fatma Mefkure Hanım ile ise; 19 yaş.. Kardeşimle bile aramda 10 yaş olduğunu düşünürseniz, annemle de babamlada kardeş gibi büyüdüğümü anlarsınız” diye anlatıyor Ahmet İhsan Çay annesini ve babasını... Ve devam ediyor;“Bizim bugünkü tesislerimizin temeli evimizin mutfağında, annem tarafından atılmıştır. O üretimden artan sütleri mutfakta süzme yoğurda çevirir, bizler de 10 metrekarelik dük- Ahmet İhsan Çay kardeşi Nurdan ile Mefkure ve Refik Çay kanımızda satardık. Buna ihtiyacımız yoktu. Ama yeni bir şeyler yapma heyecanı tüm aileyi sarmıştı ve çok keyifli bir dayanışma örneği yaşandı o yıllarda... Yan yana oturur ileride kuracağımız tesislerde nelerin olacağını hayal ederdik. Bugün o hayallerimizi tek tek gerçekleştirdik. Ama dikkat edin 1987 diyorum. Aradan çok zaman geçti, güldüğümüz zamanlar da, ağladığımız zamanlar da oldu, ama vazgeçmedik. Vazgeçtiğimiz anın kaybettiğimiz an olduğunun bilincinde idik” 16 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I BİR YENİ DÜNYA VE ÜNİVERSİTE Çay Çiftlik şuan Adana’nın önemli bir markası. Dolayısıyla ondan daha uzun bahsedeceğiz, ama öncelikle Ahmet İhsan Bey’in eğitim sürecini anlatıp ondan sonra dönelim diye düşünüyoruz. Çünkü İstanbul, kahramanımızın yaşamına bir Yeni Dünya’nın katılmasına şahit olmuş bir şehir. İsterseniz öykümüze buradan devam edelim; “ Yıl 1968... Çapa Tıp Fakültesi’ne kaydoldum. okula gittiğimiz ilk gün, Beyazıt Meydanı’nda bir oturma grevi ile karşılaştık. Ben ve hala arkadaşım olan Faruk. Oturanların başında Deniz Gezmiş var. Celal Doğan da orada...Biz de oturduk. Ve ondan itibaren içimize 68 kuşağının ruhunu hissetmeye başladık” şeklinde kısa bir girişten sonra Ahmet Bey İstanbul yaşantısını şöyle anlatıyor; O zamanlarda İstanbul’da bir yere telefon etmek çok büyük problemdi. Adana ya ise iyice problemdi. Yıldırım yazdırırsın 3 saat beklersin, inanması güç bir felaketti.” Aman durun... Ahmet İhsan Bey İstanbul yaşantısını böyle anlatmaya başladı ve bu telefon problemi onun için çok olumlu sonuçlara yol açacak ama bizce daha sıra oraya gelmedi. Eğer işe telefondan başlarsak anlatılması gereken bir çok şeyi atlayabiliriz korkusuyla devreye girip, durumu değiştirelim isterseniz; “İstanbul’da 4 Adanalı talebe ev kiralayarak konut sorunumuzu çözüyorduk. Hemen her yıl yeni bir eve taşınmak durumunda kaldık. Bir yeri kiralıyorsun, öğrenciyiz diye bir müddet sonra çıkartıyorlar. Laf aramızda gençliğin verdiği hareketlilik te biraz buna sebep oluyordu. Nihayet Caddebostan’da bir ev tuttuk. Tüm apartmanın sahibi Gaziantepli bir beydi. Ev 36 metrekare idi. Ev o kadar güzeldi ki, mimarı doğaya saygı göstermiş, balkona denk gelen çam ağacını kesmek yerine, balkonun ortasından geçirmişti. Orada ders çalışır, güvercinlere yem verirdim. Bir müddet sonra Gaziantepli Bey geldi ve her zamanki gibi “çıkınız” dedi. Bir yapsatçı ile anlaştığını, tüm apartmanı tahliye edeceğini söyledi ve ardından elektrik ve suyu kesti. Kış ortasında çok zor günler geçirdik tüm apartman sakinleri olarak. Ama ben şanslı bir kişiyim dedim ya, o yıl Adana’da bir şey oldu, pamuğun fiyatı birden bire 3 liradan 10 liraya çıktı. Tüm çiftçilerin eline ve tabi ki babamınkine de iyi para geçti. Aile hemen oturduğumuz mahallede bir ev aldı ve beni rahatlattı. Ev deniz manzaralı, geceleri Prenses adalarının ışıkları kıpır kıpır çok güzel bir mekan. Şimdi o evde halen annem oturur. Günümüzde de iyi sayılır ama bizim oturduğumuz senelerde Caddebostan çok güzeldi. Arkadaşlarla plajda sandal kiralar kürek çekerdik. Sahilde Caddebostan Maksim Gazinosu AHMET İHSAN ÇAY 17 vardı. Yanımıza nevalemizi de alır sandaldan gazinonun sesini dinler ve eğlenir, dönerdik. Benim aşağı yukarı bir tiyatro sezonu kadarki zamanım Kenter Tiyatrosu’nda geçti. Kenter Tiyatrosu’nda çalışan bir ağabeyimizin kız kardeşiyle arkadaşlık ediyordum. O bir yıl gündüzleri okula gidiyor, akşamları tiyatro perde arkasında vakit geçiriyordum. Böylesine önemli bir tiyatronun perde arkasını yaşamak çok önemli bir deneyimdi benim için. Meral Taygun ,Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Kamuran Yüce tüm ağır toplar ile berabersin. Sanırım o yıl Anton Çehov’un Vanya Dayısı oynuyordu. Tıp Fakültesi’nde de kitap kolunda çalışıyorum aynı zamanda. Bir çok yazarla görüşüp, konuşma şansına sahip oldum. Genç bir adam için inanılmaz ve tam bir sanat ortamı. Bu arada felsefeye olan merakım iyice artmıştı.” Aslında Ahmet İhsan Bey’in sanat ve felsefeye olan ilgisinin Adana’da, önceden bahsettiğimiz kentsel üçgendeki yaşamının ilk yıllarında başladığını düşünebiliriz. Belki de ilk tohumlar dedesi Mehmet Ali Bey’in “yumuşak” diye adlandırdığı öyküleri ile atılmıştı. Ulus Parkı’ndaki Piknik ve daha sonra taşındıkları bölgede bulunan Emirgan Aile Çay Bahçeleri’ndeki sanatsal ortamın etkilemediği Adanalı zaten yok gibidir. Hatta benzer etKenterler AHMET İHSAN ÇAY 19 kileşimleri Ahmet Bey’in kardeşleri de almış olmalı ki, önemli korolarda şarkı söyleme şansını yakalamışlar. Felsefeye merakının da ortaokulda yeşermeye başladığını tahmin ediyoruz. Kendisi “Nedenin nedenini dibine kadar, sorgulamayı adet edinmiştim. Hatta ortaokul son sınıftayken bir kez ‘acaba kafir mi oldum’ düşüncesine kapılarak ağladığımı hatırlıyorum” diyerek bizi doğruluyor zaten. Ama kahramanımız, daha sonra felsefenin sonsuzluğun içinde süre giden bir aranış olduğunu benimseyip, kendine soru sormaktan hiç vazgeçmediğini, kafir olmak yerine bilimin bilgisiyle buluştuğunu hissedip, üniversite çağında da felsefe ve onun bir sunuş biçimi olan sanata ilgi duyduğunu anlatıyor. Sanatı izleyici düzeyinde takip etmiş ama gelişmesinin toplumu da geliştireceği bilgisiyle yaşamının öncelikleri arasına almış. Kahramanımızın “bir toplumda sanat üretenler kadar tüketenler de önemlidir. Ancak ikisinin birlikteliğiyle uygar toplum oluşur” sözüne katılmamak elde değil diye düşünüyorum. *** Artık şu telefonlarda uzun bekleme meselesine geri dönebiliriz. Ülkenin kaderiydi o zamanlar. Veya ailesinden uzakta yaşayan gençlerin kadersizliğiydi de diyebiliriz. Yaşamlarının büyük kısmı telefonların bağlanmasını beklerken postanede veya ADANA’DA HALK EĞLENCELERİ; EMİRGAN VE PİKNİK AİLE ÇAY BAHÇELERİ 1950li yıllardan neredeyse 1970lere kadar, yani televizyonun olmadığı zamanlar Adanalı ailece eğlenirdi. Maalesef sadece pavyonları ile anılan Adana’da, aileler sıklıkla eğlence yerlerine giderdi. Bu eğlence yerinin başında sinemalar ve müzikli çay bahçeleri gelirdi. O dönemde Adana’da 250 yazlık sinema olduğunu söylersek, Adana eğlenceleri denildiğinde sadece pavyon kültürünün anlaşılmasının ne kadar yanlış olduğu ortaya çıkar. Ama burada daha çok anlatmak istediğimiz, ailecek gidilen ve semaver denilen çay pişirme ocaklarından çay içilerek canlı müzik dinlenilen aile çay bahçeleridir. Bunların en bilineni Ulus Parkı içindeki Piknik Aile Çay Bahçesi ile, o zamanki ismi İstasyon Caddesi olan Atatürk Caddesi üzerindeki Emirgan Aile Çay Bahçesi’dir. Bu bahçelerden çok önemli sanatçılar geçmiştir. Zeki Mürenden, Nejat Uygur’dan, Halit Arapoğlu’na, Müslüm Gürses’den Nurinisa Toksöz’e kadar onlarca isim. Aileler açık havada olan bu bahçelere çoluk , çocuk gider, masalarına gelen semaverden çaylarını içerek o dönemin önemli sanatçılarını izlerlerdi. AHMET İHSAN ÇAY 21 ankesörlerin başında geçerdi. Ahmet İhsan Çay da; bu nedenle sık sık evlerinin civarındaki bir ankesörlü telefonun önünde vaktini harcamak zorunda kalıyordu. İşte böyle sıkıcı bir bekleyişten döndüğü bir sırada, yan komşulardan tanıdığı bir kız arkadaşı onu sahile eğlenmeye davet ediyor. Üstelik bir gerekçesi de bulunmakta. “Banu Alkan bizim komşumuz. O da şuan sahilde” diye parlak çekiyor. Ankesörün başından plaja geçiyorlar. Ahmet İhsan’ın gözü Banu Alkan’ı görmüyor bile. Yaşamında yeni bir dünya açacak bir kıza, kendi deyimiyle dünya güzeli sayılabilecek bir kıza takılıp kalıyor. Daha yazımızın başında açıkça Ahmet İhsan Çay için iki şey yazmıştık hatırlarsınız; Biri şanslı olduğu, diğeri ise güzele karşı tutkulu olduğu. Kıza gözü takılınca güzelliğinden öylesine etkileniyor ki; Banu Alkan bile onun dikkatini çekemiyor. Hatta “Eğer Banu Alkan ile ilgilenirsem, kızın tepkisini alırım” korkusunu yaşıyor. O kadar şanslı ki bu etkileşim yaşamına yeni bir dünya katıyor. Yani Nevcihan Hanımı... Bu arada bilmeyenler için hatırlatalım isterseniz;Nevcihan, farsça “Yeni Dünya” demektir... ve kendi söylemi ile “Beni sosyal hayatın içine iten bu konuda destekleyen, sosyal sorumluluk projelerinde destek ve ortak olan yeni dünyam, Nevcihanım’dır” der. NEVCİHAN HANIM’IN EVLİLİĞİNE KADAR OLAN KISA YAŞAM ÖYKÜSÜ 1954 Adapazarında doğdu. İlk orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra babası Mehmet kurtoğlunun yakacıktaki maobilya fabrikasında çalışmaya başladı. Boşnak asıllı olan annesi Mürvet hanımdan gurme olma yolunda el aldı. Bu yoldaki çalışmaları şu an sanat ve kültür dergilrinde yazılar yazma noktasına getirdi. Kendi tasarımı olan yemekleriyle de ünlüdür. AHMET İHSAN ÇAY 23 DOKTOR AHMET İHSAN ÇAY Ancak o yıllarda genç olanlar bilir... 1970ler idealizmin doruklara çıktığı yıllardı. Gençler sadece ve sadece topluma hizmet için okurlar, okulu bitirince de küçük bir kasabada çalışmak üzere kendilerini hazırlarlardı. Kayseri, Adana gibi büyük kentlerde bile yeterli doktorun bulunmadığını düşünürseniz, bahsettiğim idealizm hekimlik mesleğini seçmiş olanlarda çok daha yüksekti. Bu yüzden tıp öğrencileri stajlarda özellikle kasabalarda görülebilecek hastalıkları öğrenmeye çaba sarfeder, kendini yalnız başına sorunun altından kalkabilmeye hazırlarlardı. Ahmet İhsan Çay da okulu bitirince bir sahil kasabasında yalnız başına doktorluk yapabileceğini planlayarak, stajlarda ona göre eğitim almaya dikkat etmişti. Doğumlara katılmış, acil müdahaleleri izlemiş, dikkatini bulaşıcı hastalıklara yöneltmişti. Ama yaşamın akışı içinde kendini Adana’nın kabadayı yetiştirmesi ile ünlü mahallesi olan, Kocavezir’in bir köşesine bulmuştu. İsterseniz öykünün devamını Doktor Ahmet İhsan Çay’dan dinleyelim; “Okulu bitirdiğimde, bir sahil kasabasında doktorluk yapma hayalleri kurarken, kendimi Adana Sıtma Eradikasyonu Bölge Başkanı olarak buldum. Arkasından ise; tam 32 yıl doktorluk yaptığım mutlu Kocavezir günleri başladı. Çok mutlu yıllarım 24 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I geçti Kocavezir’de.... Mutlu ve insansı...” “Aslında tayinim ilk defa Adana Sıtma Eradikasyonu Bölge Başkanı olarak çıkmıştı. Fakat o zamanın siyasi ortamı beni bu makama oturtmadı. Bir ara sağlık müdür muavini olarak atadılar. Onu da ben sevmedim. Çünkü doktorluk yapmak üzere heyecanlıydım. Halbuki müdür yardımcılığı bürokratik bir görevdi. Bu arada evliliğimiz de gerçekleşmişti, doğruca askere gittim. Askerden dönüşte de, ihtisas için Çukurova Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz’a girmek üzere girişimlerde bulundum. Kadro 6-8 ay sonra açılır dediler. Bu zaman içerisinde doktorluk yapacak bir yer aramaya başladım, tam 32 yıl doktorluk yaptığım mutlu Kocavezir maceram böyle başladı....” KOCAVEZİR’İN ROBİNHOOD’U... Kocavezir Adana’nın önemli mahallelerinden biridir. Kabadayıların mahallesi olarak bilinir. Türkiye’de “Kabadayı” denilince akla önce Adana, arkasından da Kocavezir gelmelidir. Muzaffer İzgü’nün kitaplarında “Allahın horozuna kravat taktığım yer” diye tarif ettiği mekandır Kocavezir. Muzaffer İzgü’nünkü aslında sosyolojik olarak çok dikkat çekecek bir tarif. Adana Kabadayısı mert bir adamdır. Düşündüğünü direk söyler. Beğenmediğine de horoz gibi diklenir. AHMET İHSAN ÇAY 25 Fakirle, mazlumla alıp veremediği yoktur bir nevi Robin-Hood olan Adanalı delikanlının. Zaten haksızlıklara isyan etme uğruna kanun dışına çıkmıştır. Kabadayının gayrimeşruluğu ile, mafyanın gayrimeşruluğu birbirinden niteliksel olarak ayrılır. Mafya sadece kendi çıkarı için örgütlenmiş bir suç şebekesiyken, kabadayı kestiği raconla mahallesinde kendince bir adalet düzeni kurmak peşindedir. Örgüt değil, tektir. Kısacası kabadayılar gerçekten de horozun kravat takmışıdır. Ahmet İhsan Çay bir kasabaya gidemedi ama işte böyle bir mahallede başladı doktorluğa. İdeallerinden taviz vermeden de 32 yıl devam etti orada hizmete. Bakınız bu konuda neler anlatıyor; “Kendime muayene açacak yer ararken Kocavezir’i gördüm. Gece geç saatlere kadar hayatın devam ettiği , zengin bir kültürel mozaiğe sahip, fakir bir mahalle Kocavezir. Sebze hali de orada, bit pazarı da, yani çok hareketli. Bit pazarının yanındaki Karazincir pasajında, ikinci katta açtım muayenehanemi. Beni çok sevdiler.... Ben de onları çok sevdim. İnanın halk bana muayene olmak için ta sokaklara kadar kuyruk oluyordu.” Ülkemizdeki tıp faaliyetinin gittikçe uzmanlaştığı, uzmanlaşmanın da yetmeyip daha küçük parçalara branşlaştığı günümüzde, aslında doktorlar hastalardan koparılmakta, böylece sağlığa harcanan para da artmakta. Bu ifadeyle şunu söylemeye çalışmaktayız; günümüzde kendini sağlığın sadece küçük bir alanında yetiştiren doktor (örneğin endokrin, allerji vb.) hastaları bütünlüklü olarak ele almakta zorlanmakta, birden fazla organında hastalığı olan kişiler ise doktor doktor dolaşmak zorunda kalmakta. Halbuki 1970lerin idealist ortamında yetişmiş bir pratisyen hekim, eğer hastasına sevgiyle yaklaşıyorsa, çok daha başarılı olabiliyordu. Hiç şüphesiz Ahmet İhsan Çay da bu başarılı hekimlerden biridir. Bu alanda başarılı olduğu için de uzmanlaşmaktan vazgeçmiş olduğunu biliyoruz. Kendisi bu vazgeçişi şöyle anlatmakta; “İlk hastam değildi ama,ikinci veya üçüncü olandı. Bir akşam vakti muayenehaneyi kapatacağım saat 19:00 gibi bir saatte, anne, baba ve amcaları, telaş içinde, 13 yaşlarında bir kız çocuğunu getirdiler. Baktım ense sertliği var. Bu menenjit hastalığını işaret eder. Aileye hemen hastaneye götürmelisiniz dedim. Ben bunu der demez, babası ölecekse de burada ölecek diyerek, çocuğu benim tedavi etmemi istedi. Anlattıklarına göre; Çocuğu hastaneye götürmüşler, onlarda bu ruh hastasıdır diye akıl hastalıkları hastanesine sevk etmiş. Aile de kapmış çocuğu Devlet Hastanesi Ruh ve Sinir Hastalıkları bölümüne götürmüş. Anlayacağınız anlamsız bir sevk zinciri olmuş.Çaresiz kalarak evlerine giderken,benim muayenehanenin ışığını görüp içeri girmişler.” AHMET İHSAN ÇAY’IN MUCİZESİ Ahmet İhsan Çay bakmış ki çaresiz... Büyük bir risk alarak üniversite acil serviste öğrendiği bilgilerle ve (bugün her nedense kullanılmaz hale getirilen) mucize ilaç penisilinin sayesinde, hastayı hergün kontrol ederek, çocuğu sağlığına kavuşturmuş. Üstelik sekelsiz. Aile ise bunu bir mucize kabul edip, tüm mahalleye bu mucizeyi(!) duyurmuş. Ve tabiki sonuç muayene önünde kuyruklar. Ahmet ihsan Çay yaratığı mucizeyi hastaya duyduğu sevgiye, aileden hiç bir şey saklamadan onları tedavisine ortak etmeye ve hiç üşenmeden hastasını defalarca görmeye borçlu olduğunu ifade edip ekliyor, “Zaten bundan sonraki tüm hastalarımda da tek yöntemim bu oldu, hiç bir zaman bilimin dışına çıkmadım”. Ahmet İhsan Bey bu yöntemle hasta bakınca, mahalleli için kendilerinden biri haline gelmiş. Kendileri için çalışan, kendilerindenbiri... Yani Ahmet İhsan Çay ile birlikte, Kocavezir Mahallesi ilk kez kabadayı olmayan bir Robin Hood’a kavuşmuş.Veya şöyle söyleyebiliriz; Kocavezirliler başka bir kravatlı Robin Hood’a daha kavuşmuşlar ama bu kez Robin Hood’ları horoz değil, güvercinmiş. Kahramanımızın böylesine bir başarıyla süren doktorluk yaşamının aydın sorumluluğundan kaynaklandığına eminiz, ancak kendisi “Aydınolmak” kavramına da kişisel biryorum getirerek, bizden biraz olsun ayrılıyor.. AYDIN OLMAK “Benim aydın insandan anladığım tarif şudur; ben‘entelektüel’ile‘aydın’ı bir birinden ayırırım. Entelektüel dünya meseleleri hakkında bilgi sahibi olan,fakat bu bilgisini sadece kendisi popülaritesi için kullanan kişidir. Entelektüel olmadan aydın olunmaz ama entellektüel olmak, asla aydın olmaya yetmez. Aydın kendisini yaşadığı toplumdan sorumlu hisseden, bilgisini toplum yararına kullanan kişidir. Ben sadece aydın olmaya çalışan biriyim, Aydınım demek ukalalık olur. Örneğin Halet Çambel ve eşi Nail Çakırhan bir taraftan dünyatarihini değiştirecek arkeolojik kazılar yaparken, diğer taraftan Karatepe köylülerini eğiterek, onların kilim-halı dokumacılığını geliştirmelerini sağlayıp, kooperatif kurmalarına öncülük etmişler. Onlara okuma, yazma ve matematik öğretmişler. Kurdukları koopereatif hala görev yapıp bölgeye kaynak aktarmaktadır. İşte aydın demek budur. Ben naçizane henüz aydın değilim. Ama aydın olma yolunda çaba göstermeye çalışıyorum.” HALET ÇAMBEL, NAİL ÇAKIRHAN VE KARATEPE HAKKINDA Halet Çambel ve merhum Nail Çakırhan karıkoca iki kültür insanı. Halet Hanım arkeolog ve olimpiyatlarda ülkemizi temsileden ilk kadın sporcu. Binicilik ve eskrim ile uğraşıyor. Hayatını hocası Prof. Bosert ile birlikte, Hitityazıtlarını çözmeye adamış. Milatdan once 2000 yıllarından itibaren Hititler’in Anadolu’da önemli bir uygarlık kurdukları biliniyor ama, bulunan yüzlerce tablete ragmen, Hitit Hiyeroglif yazısı okunamadığından budönem karanlık. Bu yüzden Anadolu Uygarlığı denilince akla ilk defamilattan once 5. Yüzyıl civarına tarihlenen İyon yani Helen Uygarlığı geliyor. Bu yüzden Bosert ve Halet Hanım biri Hitit Alfabesi ile yazılmış iki dilli birkitabe arıyorlar ve aradıklarını da Adana’nın Karatepe Bölgesi’nde ortaya çıkardıkları antic sınır kentinde buluyorlar. Bugün Türkiye’nin ilk açık hava müzesi olan Karatepe-Aslantaş bölgesinde bulunan ve Kral Asitavanda’ya ait, hem Fenike alfabesi ile, hem de Hitit (Luvi) alfabesi ile yazılmış birkitabe buluyorlar. Fenike alfabesi bilindiği için, Hitit Hiyeroglifleri de çözülüyor ve on binlerce Hitityazıtı okunabilir oluyor. Sonunda anlaşılıyorki Anadolu’nun ilk uygarlığı Helen değil, Hitit’dir. Nail Çakırhan ise tarihi değiştiren bu kadının kocası. Nail Çakırhan; buldukları kitabelerin değerinin bilinmesi için, yöre köylülerinin eğitilmesi gerektiğine inanarak, o sırada okulu bile olmayan köyde okul açıp, köylüye öğretmenlik yapıyor. Okuma yazma, matematik öğretiyor. Dokudukları kilimleri pazarlayabilmeleri için onlara bir kooperatif kurduruyor. Aynı zamanda önemli bir şair olan Nail Çakırhan, bulunan eserleri bedelsiz olarak yerleştirilmelerini yaparak, açık hava müzesinin oluşmasına katkı sağlıyor. Buradan edindiği tecrübe ile de eğitim almadığı halde mimarlığı öğreniyor ve Türkiye’ye ilk kez Ağahan Mimarlık Ödülünü kazandırıyor. AHMET İHSAN ÇAY 29 BİR GÜN HERKES ENGELLİ OLACAK Ahmet İhsan Çay “Aydın Olmak” üzerine inandıklarını söyledikten ve arkasından “ben naçizane aydın değilim” diyerek, katılmadığımız birgörüş ilettikten sonra, zannederiz bize düşen görev; kendi savımızı doğrulayacak öyküleri sizlerle paylaşmaktan başka birşey değil. Şimdi burada sizlerden kitapçığımızın girişini hatırlamanızı rica edeceğiz. Hani belki de dünyada ilk defa yapılan 19 Mayıs Engelli Gençlik Festivali’nden bahsederek başlamıştık yazımıza... Ahmet İhsan Bey’in 2003 yılında, Adana Rotary Kulübü başkanı iken yapmaya başladığı projelerden sadece biriydi bu festival. Ve uluslararası olması planlanıyordu. 19 Mayıs günü böylesine önemli bir festivalin yapılmasının altında çok önemli bir felsefe de yatıyordu; Bilindiği gibi 19 Mayıs hem gençlik, hem de spor bayramıdır. İlan edildiği tarihten itibaren de gençlerin bedensel hareketler yaparak, vücut güçlerini gösterdikleri etkinliklerle kutlanmıştır. Ancak toplumun bedeninde farklılık olduğu için, “engelli” diye nitelendirdiği başka bir gençlik gurubu var ki, bu tüm Türkiye’de (hatta dünyanın bir çok yerinde) unutulmuştur. Daha da kötüsü, unutulmaktan öte, dışlanmıştır. Ahmet İhsan Çay ve arkadaşlarına göreyse; “engelli” diye isimlendirilen gençlerin aslında bedensel bir engeli yoktur. Sadece çoğunluğa göre bir takım farklılıkları vardır. Ancak toplum içinde azınlık olmaları nedeniyle, yaşadığımız dünya dizayn edilirken maalesef göz ardı edilmişlerdir. Onlar düşünülmeden yapılan bu düzenlemeler, haliyle bu gençlerin yaşamının önüne engeller çıkartmıştır. Topluma kolay geldiği için de “Engelli” sıfatı yapıştırılıp, dışlanıvermişler. AHMET İHSAN ÇAY 31 Ahmet İhsan Çay ve arkadaşları işte bu yüzden etkinlikleri için “Sevgi Engel Tanımaz” sloganını seçerek yola çıkmışlar. Bir de uyarıda bulunmuşlar; Eğer yaşamı hala belli bir kesime göre dizayn edersek, şüpheniz olmasın ki bir gün herkes “Engelli” olabilir. Çünkü yaşlılık ta da hareketlerimiz oldukça kısıtlanır. Açıkçası günümüzde yaş ortalamasının seksenleri bulduğunu düşünürsek ve kaldırım ile caddelerimizin durumunu hatırlarsak, uyarılarının da ne kadar haklı olduğunu farkederiz. 19 MAYIS ENGELLİ GENÇLİK FESTİVALİ “Birincisi 19 Mayıs 2003 tarihinde, Adana Hipodromu’nda yapılan festival, uluslararası düzeyde büyük ilgi görünce, devam etti haliyle” diye anlatıyor Ahmet Bey. “Kurmasına öncülük yaptığım koro, Ali Münif Yeğenağa ve önemli sanat insanı Toktay Sökmen’in desteği ile Londra ve Edinburg’da konserler verip destek aldı ve bu destekler başta Yedi Pınarlar Engelli Parkı için kaynak oldu” diye de devam ediyor ve “bu arada yedi Pınar Engelli Parkının Bir Alimünif Yeğenağa projesi olduğunu vurgulayarak kendisini sevgi ile anıyorum” diyerek duygularını dile getiriyor Etkinlikler böylesine ses getirmeye başlayınca, festival Sabancı Vakfı’nın ve Dilek Sabancı’nın dikkatini çekmiş . Bu sırada o dönem Adanada faaliyetini sürdüren Soroptimist Derneğinin dönem başkanlığını yapan İpek Kobaner’in de projeye katılarak güç kattığını görüyoruz. İki dönem üst üste Soroptimist derneğinin engelli gençlik festivallerine önemli katkıları olmuştur. 32 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I Projeye güç katanlar arasında şüphesiz Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu da var. O güne kadar yapılan tüm festivalleri fotoğraflayıp sergileyince, festival Adana Kent Konseyi’nin ve Altınkoza’nın da dikkatini çekiyor. Bu iki kurumun da başında olan Fevzi Acevit’in kararıyla (Burada dönemin belediye başkanı Aytaç Durak’ın hakkını yemeden yazmaya devam etmeliyiz) festival Adana Kent Konseyi’nin bünyesine alınıyor. Kent Konseyi yöneticileri festivali sahiplenmekle kalmayıp, festivalin çıkış felsefesini de kendilerine yol haritası yaparak, politikalar üretiyorlar. Öncelikle eskiden de var olan ama etkin olmayan Kent Konseyi Engelli Meclisi yeniden yapılandırılarak, İpek Kobaner ve Ahmet İhsan Çay Engelli Meclisi yöneticiliğine getiriliyor. Arkasından kentin engelsiz hale gelmesi için çalışmalar başlatılıyor. İpek Hanım’ın özel gayretleri ile de “Engelsiz Mekan” ödülü konarak, hiç bir engelle karşılaşmadan yaşam alanı haline getirilmiş binaların yapılması teşvik ediliyor. Ortopedia Hastanesi ile başlayan bu furya, günümüzde Adana’da bir statü ölçütü haline gelmiştir. Bugün Adana otobüslerinin hepsinde asansör olduğunu, bazı kaldırımlarda bile olsa görme engelli çizgilerinin oluştuğunu, kaldırım yüksekliklerinin düşürülmeye başlandığını düşünürseniz, Engelli Meclisi’nin çalışmalarının sonucu hakkında fikir edi- ALTINORAN DÜŞÜNCE VE SA- ADANA KENT KONSEYİ NAT PLATFORMU Adana Kent Konseyi fikri, ilk defa Altınoran; içinde Ahmet ihsan Çay Adana Sanat Konseyi içinden çıkda dahil, onlarca sanatçı, aydın veya tı. Adana’da sanat etkinliklerinin düşünce insanını barındıran bir ku- sanatçıların bir araya gelmesiyle ruluştur. Kurulmasına Dr. S.Haluk güçlü bir şekilde yapılabilmesi için kurulan bu kurulda, sanatçı olmaUygur öncülük yapmıştır. Platform’un bir manifesto sayılabi- yan ama sanatla ilgili insanları da kapsayacak bir kuruluş ihtiyacı dulecek ilke ve hedefleri şöyledir: Altın Oran Düşünce ve Sanat Plat- yuldu. formu, her sanat dalından sanatçı Bu arada Rio’da Yerel Gündem 21 ve sanatseveri bir araya getiren, bir- programı adında bir sözleşmeye likte üretip sunumda elbirliği ede- imza atan Türkiye’nin her belediyebilen, kentimizin sanat yaşamının sinde, sivil toplum kuruluşlarının gelişip güçlenerek bilimsel teme- meydana getireceği bir danışma le oturması için lobi yapan, sanat kurulu oluşması zorunluluğu doğeğitimi veren, projeler üreten bir muştu. düşünce ve üretim platformudur. Bu iki durumun çakışması sonucu Bugüne kadar varolan hiçbir ku- Altınkoza Yönetim Kurulu Başkanı ruluşun alternatifi değildir; sadece Fevzi Acevit ile Sanat Konseyi Başdüşünce ve üretim ortağı olmayı kanı S.Haluk Uygur’un öncülüğünhedef alan bir oluşumdur. Bu yüz- de Adana Kent Konseyi kuruldu. den başta resmi kurumlar olmak Günümüzde bu kuruluş yüzlerce üzere, sanat alanında Adana için STK’yı, 5 meclisi ve çok sayıda platdüşünen herkesle işbirliği yapacak formu içinde barındıran güçlü bir olan, siyaset üstü bir kurumdur. oluşumdur. nebilirsiniz. Bu arada Ahmet İhsan Çay’ın sadece Engelli Meclisi ile kalmayıp, Kent Konseyi Yürütme Kuruluna seçildiğini ve kent politikaları üzerine proje üretmeye katıldığını görüyoruz. Kendisi bu görevi “Kent Senatörü” olmak olarak değerlendirirken, yapılan işe verdiği önemi işaret etmektedir. 19 Mayıs Engelli Gençlik Festivali’ne gelince; geçen yıl 8. si yapıldı. Ahmet İhsan Çay; artık uluslararası olan festivalin spor hareketleri bölümünün engelsiz kabul edilen gençlerle aynı yerde, yani stadyumda yapılması gerektiği fikrini kabul ettirmeye çalışıyor. “Çünkü onların birbirinden farkı yok ki” diyor... AHMET İHSAN ÇAY 33 BENİM BİR RÜYAM VAR Ahmet İhsan Çay bir proje insanıdır. Ama onu farklı yapan; projelerini daha çok kendisi veya ailesinin geleceği için değil, toplumun gelişmesi için düşünmesidir. Sık sık kullandığı “Eğer toplum kalkınırsa ben zaten kalkınmış olacağım” görüşü bizce onu iyi yansıtmaktadır. Ahmet İhsan Çay için söyleyebileceğimiz başka bir özellik ise; çok iyi hayal kurmasıdır. Ama unutulmamalıdır ki büyük projeler önce hayal kurularak yaşama geçirilmiştir. Dolayısıyla o da bir projeye “Benim bir rüyam var” diyerek başlamıştır genellikle. Biz bu kitapçıkta onun rüyalarından kısa da olsa bahsedeceğiz ama öncelikle hayata geçmesine neden olduğu bir iki projeyi anlatmalıyız. Gelin bu projelerden birini kendi anlatımından dinleyelim; “Müzik farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden ve farklı inançlardan gelen insanları birleştirici bir role sahiptir. Farklı kültürlerden olabilirsiniz ama dinlediğiniz aynı müzikten aynıyüce insani duygulara sahip olursunuz. 2003 yılında, ayrımcılığın doruğa ulaştığı tarihlerde, müziğin birleştirici şemsiyesi altında, tüm insanları barışa davet etmek için, 5 Rotary Kulübü başkanını da yanıma alarak (ki bu kulüplerden biri Hatay’daydı)Vakıflı etkinliğini organize ettik. Bu etkinlik aslında şimdiki Me- deniyetler Korosu’nun fikirsel ilk halidir. Vakıflar Köyü 150 kişilik bir Ermeni köyüdür. Herhalde Türkiye’nin tek Ermeni köyüdür ve Vakıflılar hiç bir zaman, hiç bir koşul altında orayı terk etmemiştir. Barış içinde bir arada yaşamayı başarabilmiş bir gruptur. Biz Ermeni, Arap ve Türk ezgilerini icra edecek bir orkestra vasıtasıyla bu köyde ve Antakya’da bir konser vermek için yola çıktık. Amacımız; Türk-Ermeni dostluğunu geliştirmek ve insanların kardeşçe yaşadığı bu bölgenin varlığını dünyaya duyurmaktı.Çukurova ve çevresindeki Rotary derneklerinin desteğiyle 28 Eylül 2003’de, Çukurova Senfoni Orkestrası’nın çalacağı iki konser düzenlendi... Konserlerden birincisi öğle saatlerinde Vakıflı Köyü’nün küçük kilisesinde,diğeri akşam Antakya’nın 1500 kişilik açık hava amfisinde olmak üzere yapılmıştır. Antakya Belediye Başkanı ile Ermeni Patriği II.Mesrop bu etkinliği desteklemişlerdir. Konserin en büyük özelliği Türk ve Ermeni sanatçıların buluşması olmuştur. Erivan’dan gelen Hasmik Avdalyan, Ulvi Cemal Erkin’in keman konçertosunu, Hakan Şensoy ise Ermeni besteci Haçaduryan’ın keman konçertosunu seslendirmişlerdir. Bayağı yankı buldu yurt dışından ve yurt içinden. Belki de Medeniyetler Korosu düşüncesini uyandıran biz olduk. Çünkü bizden sonra kuruldular. Daha sonra bayağı güzel dostluklar, güzel ilişkiler gelişti” Görülmektedir ki bu proje; farklı kültürlere, farklı inançlara sahip insanların müziğin birleştirici çatısı altında bir araya getirilebileceği rüyasının yaşama geçmiş halidir. Sonucu da zannederiz Medeniyetler Korosu’dur. Aslında Ahmet İhsan Çay’ın müzikle ilgili o kadar çok rüyası var ki; “Bir kültür Vadisi düşünüyorum. Sadece konser veya sergi salonu değil, düşündüğüm bu vadi. Opera binasının ayrı, konser salonunun ayrı, tiyatro salonunun ayrı olduğu; özellikle çocukları cezbeden, kültüre yönelten, MEDENİYETLER KOROSU 2007 yılında Antakya’dan start alması nedeniyle oluşturulmuş 2008 yılında dernekleşmiştir. Antakya’da yaşayan üç semavi dine mensup kişilerden oluşmaktadır. Koro içinde rahipler, imamlar, rahibeler, kuyumcular, öğretmenler, öğrenciler, emekliler ve serbest meslek gruplarından kişiler bulunmaktadır. Antakya’nın hatta Türkiye’nin tanıtımına katkı sağlamayı, halen var olan birtakım güzellikleri herkesle paylaşıp, onlara yeni bir ufuk açıp, insanlığı doğruya ve güzelliğe çekip, medeniyetler arasında köprü oluşturarak evrensel bir dil olan müzikle bir arada tutmayı hedeflemiştir. aktivite merkezlerinin, bilgisayar donanımlı alanların bulunduğu; icranın yanında eğitim merkezlerinin de yer aldığı bir vadi. Senfoni orada olacaksa, Devlet Konservatuarı da yanında olmalı. Hem büyüklerinin yanında yetişmeliler, hem de iş sahibi olabilmeliler. Eğitim sadece müzik insanı olacaklara değil, tüm çocuklara verilmeli, okullar haftada bir gün buralardaki interaktif eğitim merkezlerinde sanat kültürü almak üzere derse gelmeliler. Sergi salonlarında “Mona Lisa niye güzel?” uygulamalı öğrenmeliler. Bilmeliler ki Mona Lisa; Da Vinci yaptığı için değil, onun devrim sayılacak bir yeniliği ilk kez bu tabloda denediği için güzel.” Biz biliyoruz ki Ahmet Bey bu rüyayı hayata geçirmek için de çok çaba sarf etti. Hatta konser salonunu tamamen sivil inisiyatifle yapma sözü verdiği halde, yer tahsis ettiremediği için proje hayata geçmedi. Belki o zaman yer gösterilseydi, bugün Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir konser salonu olacaktı. Kendisi “Sevgili Sefa Özler ile bu salon hayalini birlikte gördük. Onunda bu konuda çok çabaları oldu ve hala olmaktadır” diyerek hüzünlü bir bakış attı. Ahmet İhsan Çay’ın hayata geçirdiği başka bir proje de; Hitit hiyeroglif alfabesinin çözülmesine neden olan iki dilli yazıtı bularak, dünya tarihini değiştirdiğine inandığımız Halet Çambel’in belgesel filmini yaptırmasıdır. Arkadaşı Zülfikar Tümer AHMET İHSAN ÇAY 35 KARA KUVVETLERİNE SERENAT Ahmet İhsan Çay 2003 yılında Kara Kuvvetlerinin 2012 kuruluş yıl dönümü kutlamaları için o zamanlar Bilkent üniversitesi senfoni orkestrası şefi olan Emil Tabakov’ a bir piyano konçertosu sipariş vermişti. Sponsorluğunu Adana Rotary Kulübü’nün yaptığı bu konçerto, o dönemin Ç.Ü. Rektörü Yalçın Kekeç’in de büyük destekleriyle, Ç.Ü. açık amfide dünyada ilk kez Emil Tabakov şefliğinde, Çukurova Senfoni Orkestrası eşliğinde, Gülsin Onay tarafından seslendirildi. Açılış konuşmasında Ahmet İhsan Çay “ Bu konçerto Adanalılar’ın Kara Kuvvetlerimiz’e olan bir seranatıdır” diye seslendi. ADANA ROTARY KULÜBÜ ULUSLARARSI FOTOĞRAF YARIŞMASI 2003 yılında, Ahmet İhsan Çay Adana Rotary Kulübü Başkanıyken başlayan uluslararası fotoğraf yarışması aradan geçen 10 yıl içerisinde Türkiye’nin hatta dünyanın önemli sanat etkinliklerinden biri haline gelmiş, Adana’nın tanıtımında çok önemli roller üstlenmiştir. 36 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I (Söylediğine göre proje o olmadan gerçekleşemezdi. Ayrıca o dönem Adana Rotary kulubü üyelerinin katkıları unutulamaz.) ile birlikte yaptırdıkları “Toroslar’da Bir Kraliçe; Halet Çambel” isimli belgesel, Karatepe kapalı müze alanının bitimiyle birlikte tamamlanarak, Karatepe’ye gelen misafirlere gösterilmeye başlanmıştır. Kısaca söylemek gerekirse Ahmet İhsan Çay’da ne rüya biter ne de proje. Bunlar arasında Kapalı Çarşı ve Bedesten’in düzenlenmesini, yeni kent meydanları oluşturulmasını, engelli rehabilitasyon merkezi yapılandırılmasını sayabiliriz. Ama biz yer sıkıntısı nedeniyle rüyaların anlatımını burada kesmek zorundayız. Buna rağmen kendisi ve ailesi için yaşama geçirdiği bir rüyadan bahsetmeden de geçmemek lazım; “Tüm ailenin bir araya gelerek oluşturacakları bir çiftlik ve ona dayanan sanayi...” ÇAY ÇİFTLİK RÜYASI “Adana tarım toprağı zenginliği bakımından Türkiye’nin hatta dünyanın en verimli alanıdır. Ama maalesef doğru bir veraset kanunumuzun olmaması nedeniyle, topraklar bölüne bölüne verimli üretim yapılamayacak hale geldi. Bu yüzden biz kardeşlerimizle bunu engelleyecek ama hiç kimsenin de hakkını yemeyecek bir rüya kurduk. Çay Çiflik Rüyası... Baba ve Annemizden devraldığımız toprakları bölüşmeyecek, daha artıracaktık. Annemin özverisiyle yürütülen hayvancılık ve ev ekonomisi düzeyindeki sütçülük işini bir sanayiye dönüştürecektik. Okullar bitecek, hepimiz Adana’da bir araya gelip rüyamızı gerçekleştirecektik. 1987 de hepimiz okulu bitirince Çay Çiftlik’i kurduk. Ateşok Apartmanı’nın arkasında 10 m2 lik bir dükkan açarak başladık işe... O zamanlar kırk tane ineğimiz vardı.Annem babam bizleri çok desteklediler.Şu an 700 adet ineğimiz var. O zamanlar küçük bir imalathaneydik, şimdi 2000 m2 lik kapalı alanı ve 2500m2 ek için planladığımız bir projemiz var. O zamanlar 350 dönüm bir bahçemiz vardı. Şimdi 845 dönüm bahçe var. Biz birlikten doğan gücü aldık. Bunu anlatmamın nedeni övünmek değil... Biz bunu biraz da örnek olmak içinde yaptık. Şöyle ki; 63 kişi çalışıyor bizde... Süt bölümü,narenciye ve hayvancılık bölümü olarak üç ayrı sektörde hizmet veriyoruz. Üstelik aramızda iş bölümü yaparak bölünmeden, gücümüzü birleştirerek yapıyoruz bunu. Süt grubunu ben yönetiyorum, narenciye grubunu Mehmet Ali, hayvancılık grubunu ise Caner...Birbirimizin işine karışmıyoruz ama kazancımız ortak. Bunu simgelemek için çiftliğe üç adet çınar diktik. Birinin adı Ahmet, diğerleri de M.Ali ve Caner... Çınarlar sonsuza kadar yaşarlar, biz de birlikteliğimizi çocuklarımızla devam ettirmek istiyoruz. Zaten benim kızlarım Duru Eylül Çay Kuzucu AHMET İHSAN ÇAY 37 ve Eylül bizde çalışmaya başladılar ve yakında onların da çınarları dikilecek. Caner’in oğlu Refik, bu yüzden Gıda Mühendisliği okuyor. Mehmet Ali’nin oğlu ise Sistem Mühendisi oldu, İstanbul’da iyi bir işi var, kandırmaya çalışıyoruz, bize gelsin diye. Her işe başlayan aile ferdi için bir çınar… Umarım bir gün bir çınar ormanımız olur. Bu gördüğüm en pembe rüya olur sanırım.” Ahmet İhsan Bey Çay Çiftlik Rüyası’nı işte böyle anlatıyor... Geldikleri yol uzun ama sözler kısaca... Aynı yaşam gibi... ENGELSİZ DEMOKRASİ 1995 yılında Stockholm’daydım. Trafik lambalarının yanından geçer iken “çat, çat” diye bir sesin geldiğini farketmiştim. Kırmızı yanarken yavaş yavaş “çat” diyor, yeşil yanarken hızlı hızlı “çat, çat”. Şaşırmış sormuştum... “Nedir bu?” diye. Bu kez İsveçli şaşırmıştı; “Körler nasıl karşıya geçecek?”. O an “Demek ki İsveç’te çok kör var” diye düşünüp, test etmek istemiştim. Bir trafik levhasının başında tam bir gün bekledim ama bir tane bile köre rastlamadım. Haliyle İsveçli’ye yeniden sordum... “Yahu bir tek kör bile geçmedi. Ne gerek var bu kadar çabaya?”... İsveçli’nin şaşkınlığı iyice artmıştı... “Ya o bir kişi bu kavşağa gelirse ne olacak?” Anladım ki kent sadece çoğunluğun refahı için değil, herkesin birlikte yaşayabileceği şekilde düzenlenmeli. Böylece insanlar arasındaki farklar ortadan kalkıp, çatışmalar yok oluyor. Barış geliyor. Demek ki demokrasi sadece hukuksal bir şey değil, yaşamın ta kendisi. Kanunlarımızın demokrasiden bahsetmesi yeterli değil, siz kentinizi bazılarının dolaşamayacağı şekilde düzenliyorsanız, onlara yaşam hakkı tanımıyorsunuz demektir. Dolayısıyla kanunlarınızda bulunan demokrasi kavramı bir sözcük olmaktan ileri gidemez. Demokrasi tamamen engelsiz olmalıdır. *** Aradan bir kaç yıl geçti ve Adana Hipodromu’nda bir doktor, türbünleri doldurmuş kalabalığa bir konuşma yapıyordu. Büyük tesadüf ki; neredeyse bire bir yukarı paragrafta yazan cümleleri kuruyor ve arkasından ekliyordu; “Sevgi Engel Tanımaz” Ogün çok etkilenmiştim. Protokolde oturan kent yöneticilerine baktım, yüz ifadelerinde benim Stockholm’de yaşadığım şaşkınlığa benzer bir şeyler gördüm. Konuşmacı bugüne kadar yapıldığı gibi, engelliler için özel düzenlenmiş alanlar istemiyordu. O tüm yaşamın, tüm farklılıkları ortadan kaldıracak şekilde düzenlenmesi gerektiğinden bahsediyordu; “Birlikte yaşamanın engeli yoktur” diye haykıran bu doktor, tahmin edeceğiniz gibi Ahmet İhsan Çay’dı... Bizim Adana’ya güç verdiğine inandığımız kahramanımız Ahmet İhsan Çay. AHMET İHSAN ÇAY 39 Zeliha ERTUNÇ 1966 Malatya doğumludur. İskenderun Demir-Çelik Lisesi ve Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji bölümünden mezun oldu. 12 yıl kadar GlaxoSmihtKlıne’da çalıştıktan sonra Türk Kızılay’ında Kan Bağışçısı Kazanım Planlama Uzmanı olarak çalışmaya başladı. Fotoğrafa 2008 yılında AFAD’da başlayıp yolu Sevgili Hocası S. Haluk Uygur’la kesişti. 2009 yılında Haluk Uygur’un Paylaşım Atölyesini tamamladı. Işıkla Yazılan Öyküler, Elle Boyama, Engelli Kim? ve Ön Yargı adlı sergilerde fotoğraflarıyla yer aldı. S. Haluk Uygur ile beraber “Denize İki Yıldız Daha Attık!..” adlı projede çalıştı. Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu’nun kurucuları arasında yer almaktan gurur duymaktadır. “Yaşam biçimimiz, bakış açımız bizi ele verir. Önemli olan nereden ya da hangi açıdan baktığınız değil, baktığımızı iyi görüp görmediğimizdir” der. İyi görmeye çalışan biri olarak hayatı fotoğraflamaya çalışmaktadır. Bu kitap Seyhan Rotary Kulübü’nün ve Güney Rotary Kulübü’nün katkılarıyla basılmıştır.