Haftalık Bülten

Transkript

Haftalık Bülten
Haftalık Bülten
29 Nisan 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
"İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre hitap edin." hadisinden hareketle,
muhatabın seviyesine göre konuşmanın ölçüsü nedir? .......................................................... 4
Kur’an, helak olan toplumlardan bahsederken, örnekleri neden kendi geldiği coğrafyadan
veriyor? Bu durum her kavme peygamber gönderildiği sözüyle çelişmiyor mu? ............... 13
"Bir cariye bile Hz. Peygamber (asv)'in elinden tutardı,..” anlamına gelen hadisi açıklar
mısınız? Hz. Muhammed (asv)’in kadınlara dokunmadığını biliyorduk? ............................. 14
Libya'ya NATO tarafından yapılan müdahaleyi, İslam açısından değerlendirir misiniz?
Türkiye'nin bu müdahaleye ortak olması caiz midir? ............................................................ 16
Namaz kılmayan birisi, başkasına namaz kılmasını söyleyebilir mi? .................................... 17
Cahiliye diye adlandırılan dönemde hac yapılıyordu. Bu hac hangi din üzere, nasıl ve ne
zaman yapılıyordu? .................................................................................................................. 18
Yusuf Suresinin 31. ayetinde, ellerini kesen kadınların "Allah'ı tenzih ederiz." demesi, o
kadınların tevhid dinine inandığını göstermez mi? ............................................................... 21
Mevlana Celaleddin-i Rumi Mesnevi'yi nasıl yazmıştır ve hikayelerin kaynakları nelerdir?
.................................................................................................................................................... 22
“Bir insan, yüzde yetmiş genetik + yüzde otuz çevrenin ürünüdür” sözü doğru mudur?
İnançsızlıkta genetik kodlar etkili midir? ................................................................................ 25
Riyakarlık ile münafıklık aynı şey midir? Aynı şey olduğu durumlar da olur mu? Riyakarlık,
her zaman gizli şirk olur mu? ................................................................................................... 27
Kertenkelenin Hz. İbrahim (as)'in ateşine üflemesi ve Peygamberimiz (asv)'in onun
öldürülmesini emretmesi konusunu açıklar mısınız? ............................................................ 28
"Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar." (Tevbe 9/82)
ayetinde kastedilen kimlerdir; Müslümanlar mı kafirler midir? ............................................ 29
Erkeklerde meme ucu varlığının hikmeti nedir? Erkek meme uçlarının işlevsiz oluşu ile ilgili
evrimcilerin "körelmiş organ" tezlerine karşı bir cevap verir misiniz? ................................. 30
"İbadetin az ve devamlı olanı iyidir." denilirken, diğer taraftan da ibadette bir seviyede
kalmayın sürekli arttırın, deniliyor. Hangisi doğrudur? ........................................................ 31
Hayvanları doğal yaşamından koparıp hayvanat bahçelerinde sergilemek doğru mudur?
Hayvanat bahçelerini ziyaret etmekte herhangi bir sakınca var mıdır? ............................... 32
2
İnsanlara verilen isimlerin ve yediklerinin fıtratlarına yansıyacağı ve onları etkileyeceği
doğru mudur? İsim ile isimlendirilen; yenilen ile yiyen arasında bir ilişki var mıdır?.......... 33
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’e onun döneminde, şimdiki darwinistlerin ve
ateistlerin tartıştığı konularla ilgili sorular sorulmuş mudur? İnkar çeşitlerine Kur’an’da
cevap verilmiş midir? ................................................................................................................ 35
Ayetlerde Allah’ı tesbih etmeyen hiç bir şeyin olmadığı bildirilmektedir. Allah’a
inanmayanlar, inkarcılar Allah’ı nasıl tesbih ediyorlar? ........................................................ 40
Peygamberimiz (asv)'in ifk (iftira) hadisesi ile alakalı Hz. Aişe (r.anha) validemize "Eğer
böyle bir günaha yaklaştınsa, Allah'dan af dile ve Ona tövbe et." sözünü nasıl anlamalıyız?
.................................................................................................................................................... 42
"Bir mumin bir mumini sevmedikçe tam olarak iman etmiş sayılmaz." ne demektir?
Ahlaksız insanları nasıl seveceğiz? .......................................................................................... 46
Bir kadında dokuz tane nefis var sözü doğru mudur? ........................................................... 49
İnsana vaadedilen ebedi cennet diyarı aşırı büyük bir lütuf değil mi? Beka sıfatının Allah´a
özgü olması cennetliklerin sonsuza kadar yaşayacak olmaları durumuna ters düşmüyor
mu?............................................................................................................................................. 50
Allah’ın bana "Maşallah, ne abid, ne alim, ne cömert insan, desinler diye bunları yaptın."
demesinden çok korkuyorum. Müslim, İmâre 152 hadisinde belirtilen insanların durumuna
düşmemek için ne yapmalıyım?............................................................................................... 51
Necm suresi toplu olarak indiği halde, neden bir kısmı Garanik (Şeytan ayetleri safsatası)
hadisesinden bir kısmı da Miraç olayından bahsediyor? Garanik hadisesinde Miraç
hadisesi zaten bilinmiyor muydu? ........................................................................................... 55
Yavuz Sultan Selim'e, rüyasında Dört Halife gelerek Mekke ve Medine'nin hizmetlerinin
kendisine veridliğini söylemişler midir? Bunun kaynağı var mıdır? ..................................... 56
3
"İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre
hitap edin." hadisinden hareketle, muhatabın seviyesine
göre konuşmanın ölçüsü nedir?
Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve
ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel
emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini
farklı şekilde, değişik bir tecelli buuduyla ortaya koymuştur.
Bu açıdan, Kur’an beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun olarak gönderilmiş umumi
bir muallim ve herkes için bir mürşittir. Malumdur ki, mürşidin nazarında az, çoğa
tâbidir; o, genel irşadını azınlıkta kalanlara tahsis etmez. Bununla beraber, onun avamı
gözeterek yaptığı konuşmalardan havas da kendi hissesini alır. Aksine, mürşit, sadece iyi
eğitilmiş kimseleri hedef alarak hitap etse, halkın ekseriyeti o üst seviyedeki konuşmaları
anlayamadığından dolayı hakikatleri öğrenmekten mahrum kalır.
Kur’an-ı Kerim, meseleleri zihne yaklaştırmak ve anlaşılır kılmak için pek çok misale
yer vermektedir. Mesela; haşir gerçeğini anlatırken herkesin kavrayabileceği bir misale
dikkatleri çekmektedir: Tohum toprağın bağrına atılmakta, orada önce çürümekte ve
akabinde yeni bir hayata başlamaktadır. Zamanla ağaç haline gelmekte, dal budak salıp
semalara ser çekmektedir. Yapraklarla süslenip, meyvelerle donatılmaktadır. Daha sonra
da bütün zinetini döküp kupkuru bir kemik gibi olmaktadır. Fakat yeni bir baharda tekrar
süslenip kendisini mahlukatın nazarlarına arz etmektedir. Bazı hayvanlar ve haşerat
sonbahardan itibaren kış uykusuna girip, ölüm gibi bir hale maruz kalmakta, ama ikinci
bir baharda yeniden canlanmaktadır. Bütün varlıklarda cereyan eden bu kanundan insanın
müstesna tutulmasına ihtimal verilebilir mi? Onun da bir baharı, bir kışı ve ikinci bir
baharı vardır. Zira o da bir tohumdan meydana gelmekte, bir ağaç gibi olgunlaşmakta;
fikir, sır, hafî gibi meyveler vermekte ve daha sonra da bir tohum gibi yeniden toprağa
düşmektedir. Mevsimi geldiği ve Sûr’a üflendiğinde o da kendi “ba’sü ba’delmevt /
ölümden sonra dirilme”ye erecektir. İşte, Kelam-ı ilahî meseleleri zihne yakınlaştırmak
için bu türlü misallerle doludur.
Diğer taraftan, Kur’an’ın aynı anda ve aynı ifadelerle farklı seviyelere hitap ettiği de bir
gerçektir. Zira o, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın
kelâmıdır. İmam Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in sarîh ve zâhirî
manalarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli manalar ise müdakkik ve
mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’an’ın “İlimde kök salıp, derinleşenler,..” (Âl-i
İmran, 3/7) diye tavsif ettiği Kur’an deryasının dalgıçları, o ummana dalıp inci mercan
çıkarırlar. Ne var ki, herkes o hikmet denizine dalmaya güç yetiremez, her fert ondaki
cevherleri görüp takdir edemez.
Allah Rasûlü'nün (asv) devrindeki bir bedevî Kur’an’ı dinleyince hem kalbiyle hem de
aklıyla doyuyordu. Aynı dönemde yaşayan ve şiirleri Kâbe’nin duvarlarına asılan büyük
şairler de aynı şekilde Kur’an’dan istifade edebiliyorlardı. Lebid ve Hansâ gibi o devrin
en güçlü şairleri de Kur’an’ın muhataplarıydı ve Kelam-ı ilahî hem akılları hem de
kalpleri açısından onları da tatmin ediyordu. Sonraki asırlarda İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd,
Farabî, İmam Gazalî, Fahreddin Râzî, Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel,
İmam Malik... gibi daha nice muhteşem dimağlar da hep Allah’ın Kitabına muhatap
4
olmuşlar ve O’nun rahle-i tedrisinde yetişmişlerdi.
Demek ki, Kur’an, sıradan bir insana hayat üflediği aynı anda ve aynı şekilde, büyük bir
âlimin aklına, ruhuna, kalbine ve latife-i rabbaniyesine de can olmaktaydı. Çünkü, İlahî
Kelam, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği ve istifade edebileceği bir
tecellî dalga boyunda indirilmişti.
Kur’an-ı Kerim’in beşerle konuşması böyle bir tenezzül çerçevesinde gerçekleştiği gibi,
onun müstesna tebliğcisi, mürşidler mürşidi olan Hz. Peygamber aleyhissalatü
vesselamın irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir.
Bu itibarla, hakiki bir mürşit ya da olgun bir rehber, ilim ve marifet ufku itibarıyla ne
kadar aşkın olsa da, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini
mutlaka gözetmeli; insanların duygu, düşünce ve hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak
yazmalı ve konuşmalıdır. Halkın efkârını bulandırabilecek, yanlış anlamalara ve kafa
karışıklıklarına sebebiyet verecek ifadelerden her zaman uzak durmaya çalışmalı ve
sözlerinin çoğunluğun istifadesine açık olması için gayret göstermelidir.
Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde
mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır.
Muhatabın seviyesine inerek konuşma İlâhî bir ahlâktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır. Kur'ân, baştan sona kadar beşer
aklına tenezzül etmiş, İlâhî bir kelâmdır. Eğer Kur'ân beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine
uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?..
Evet, eğer Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ında, Tur'un bir yanında Hz. Musa (as)'a konuştuğu
kelam ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur'ân sadece büyük
deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde
doksan dokuzu Kur'ân'dan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki mesele hiç de öyle değil;
Cenâb-ı Hakk azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının
durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O'nun kelâmı Kur'ân'dan ibaret
değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk'ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri
vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların
idrâk ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir.
Günümüzdeki gençlik, dînî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine
onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına uygun
konuşmamızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç
yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve
onun gibi davranırız; öyle de, irşâd ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara
alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan debdebeli konuşmalar, sadece onları güldürecek
ve fakat malûmat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir.
Neslimize İslâm'ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflâtun ve Descartes'in felsefe yüklü
tarzlarına değil; Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşâd ve tebliğ tekniğine
ihtiyaç vardır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, hep beşerin anlayış
seviyesine uygun konuşuyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş
tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu
sistem ve bu İlahî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı,
5
kendisine isnat edilen bir sözünde: ‫ﺍﻟﻨﺎﺱ ﻋﻠﻰ ﻗَﺪﺭ ُﻋﻘُﻮﻟﻬﻢ‬
‫ﻣﺮﻧﺎ ﺃﻥ ﻧُﻜﻠّﻢ‬
‫ﺇﻧّﺎ‬
ْ ُ‫ﻣﻌﺎﺷﺮ ﺍﻷﻧﺒﻴﺎء ﺃ‬
َ
َ
“Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların
anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk." (Zebidî, İthaf'u Sade, 2/65) Diğer
bir beyanında da: ‫ﺎﺱ َﻣﻨَﺎ ِﺯﻟَ ُﻬ ْﻢ‬
َ ‫ﺃَﻧـﺰﻟُﻮﺍ ﺍﻟﻨﱠ‬
“İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'lKadir, 3/75) buyurmakla, bizlere tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaideyi
fısıldamaktadır.
Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı
anlayışlı davranmalıdır.
a) Muhatabın Tanınması
İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları
kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere
tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah'ı, Resûlü'nü (asv), Kitabı'nı ve
âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne
olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın -Allah
korusun- ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret
edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle
bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu
da ötede biz çekeriz.
Bakın, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), fertleri suçluluk psikozuna sokmamak
için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet O, ne kafiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi
karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati
içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umûmî irşatta
bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım:
Bir sahabi, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu yere yakın bir
mekanda duâ ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle
yükseltmişti. Bu durum, duâ edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve
sellem), bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle
buyurmuştu:
“Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine duâ etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duâda
i'tidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve duâlara icabet eden bir Zat'a
duâ ediyorsunuz ki, O sizin duâlarınızı (her hâlükarda) işitir ve icabet eder."
(Buhari, Mağazi, 38; Müslim, Zikir, 44,45; Müsned, 4/403)
Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikayetiyle O'nun huzuruna
gelmişti. Bunlar arasında, “Ya Resûlallah! Neredeyse cemaati terk edecektik.”
diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'nün canı
çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş;
mescitte, herkese hitaben umûmî bir irşâdda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu: ‫ﺎﺱ‬
ُ ‫ﻳَﺎ ﺃَﻳﱡ َﻬﺎ ﺍﻟﻨﱠ‬
‫ﻀ ِﻌﻴﻒَ َﻭ َﺫﺍ ﺍ ْﻟ َﺤ‬
‫ﻮﺟ ْﺰ ﻓَﺈِﻥﱠ ﻓِﻴ ِﻬ ُﻢ ﺍ ْﻟ َﻜﺒِﻴ َﺮ َﻭﺍﻟ ﱠ‬
َ ‫ﺎﺟ ِﺔﺇِﻥﱠ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ ُﻣﻨَﻔﱢ ِﺮﻳﻦَ ﻓَﺄَﻳﱡ ُﻜ ْﻢ َﻣﺎ‬
َ
ِ ُ‫ﺱ ﻓَ ْﻠﻴ‬
ِ ‫ﺻﻠﱠﻰ ﺑِﺎﻟﻨﱠﺎ‬
“Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam
6
olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi
olanlar vardır.” (Buhari, Ahkâm, 13; Müslim, Salat, 182)
İşte Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı
bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve
en yapılır şekliyle takdim ediyordu. ‫ﺎﺱ ﻗُﻮﻟُﻮﺍ ﻻ ﺇِﻟَﻪَ ﺇِﻻّ ﷲ ﺗُ ْﻔﻠِ ُﺤﻮﺍ‬
ُ ‫ﺃَﻳﱡ َﻬﺎ ﺍﻟﻨﱠ‬
“Ey insanlar! 'Lâ ilahe İllallah' deyin ve felaha erin.” (Müsned, 3/492; 4/63) diyordu.
Zaten O'nun bi'setinin gayesi de buydu.
Evet, irşâd ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya
çalışmak, kat'iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş
şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de
herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin
kapatılması çok zordur.
b) Münazaradan Sakınmalı
Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara
zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade
enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş
olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna
edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul
de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve
yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup
edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az
bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir
delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce
konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır.
Gerçi Saadet Asrında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir iki defa münazara
zeminine çekilmiş, muhatabını iknaya çalışmıştır. (Tirmizi, Daavat, 69; Müsned, 4/444)
Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan
gelmiş olmasıdır. Böyle bir durumda elbette Efendimiz (asv)'in suskunluğu söz konusu
olamazdı. Çünkü O'nu dinleyenlerin kuvve-i maneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber
Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) münazara gayesi ile gelen bu insanlardan
ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur. İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek
değildir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), senelerce bir kısım Benî İsrâil ulemasıyla karşı
karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır.
Halbuki O, arşın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kainat
kendisi için yaratılmış olan bir Peygamberdi (asv). Etekleri mucizelerle doluydu. Daha
doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle
başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve
mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (r.a) da bir
Yahudiydi. Fakat, hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve
sellem) huzuruna gelmişti. İçinden: “Eğer Tevrat'ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen
ona îman edeceğim.” diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da, o daha Efendimiz'i (asv)
görür görmez, O'nun sîmasında yalan olamayacağını anlamış ve îman etmişti. (Tirmizi,
7
Kıyâme, 42; İbn-i Mâce, İkâme, 174)
Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk'ın rızası da her zaman
düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir
zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın
hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, -orada konuşulanlar ne olursa olsunCenâb-ı Hakk razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah'ın elinde olduğundan, rızasının
olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır.
c) Benlikten Sıyrılmalı
Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de
onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı
duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir
ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç
kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira, nice defalar görülmüştür
ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği
sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir
edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı
demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hakk onu, bir kısım
insanların hidayetine vesile kılmıştır.
d) Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi
Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat
etmelidirler. Meseleyi daha husûsî bir dairede ele alacak olursak: Bugün İslâm'a hizmet
noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vakıadır. Böyle bir vak'ayı
tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul
etmeyip, görmezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve
mübelliğler, çevrelerinde kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir
meşrebe mensubiyetin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir
hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve, tabiî herhangi bir topluluğu küçük
düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat'iyen
girmemelidirler.
Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle
beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline
getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hakk razı değildir ve o, râzı olmadığı
davranışlar içine girenlerin irşat ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir. Evet, her
mürşit, imana ve Kur'an'a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının
irfanına riayet etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler
olmalıdır. Zira Allah (celle celâluhu), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri,
mü'minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhit ile dahi olsa kendisiyle
münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan râzı olmaz.
Zaten Allah (celle celâluhu) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir
bakıma her insanın, Cenâb-ı Hakk'la kendi münasebetinin de derecesini gösterir.
Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hakk'la olan münasebetleri
nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten
daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de, doğrudan
8
doğruya İslâm'a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları tek vücut hale
getirecek en önemli faktör de, işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek.
Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimâî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve
kavramakla mümkündür. Bu durum, tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet
tebliğ ve irşâd bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Mesela karşınıza
topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya
kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı,
falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi top yekûn
Müslümanlara zarar veriyorsa!..
Tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en
birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da
kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında
veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir.
Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması
gereken mesele, herhalde "teheccüt namazının faziletleri" değildir. Ona, îmanî esasların
anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen
ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve
yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar
yapılmakta!.. Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle,
ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve
kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmeler
ini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir.
Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl
okuyamazsınız. -Haşa, bu Mızraklı İlmihâl'i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde
olmadığını anlatmak içindir- Ve yine karşınızdaki insan âhireti inkâr edip dururken, siz
ona evliya menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir
varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının
yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır.. ve onun mantık açısından da ikna
olması oldukça mühimdir. Sadeddin Taftazâni îmanı anlatırken: “Sen delilleriyle
anlatacaksın, Cenâb-ı Hakk da onun gönlünde îman nurunu yakacak. İşte îman
budur.” der. Zaten böyle îmandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dînî hayatı bir bütün
olarak yaşamaya sevkedecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine
hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal
dahilindedir.
Kur'ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur'ân bir
fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umûmî irşâd için bu ilim dallarına da ihtiyaç
olduğundan, Kur'ân yaptığı işâretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder.
Astronomi ilmine az da olsa vakıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir
insanın, Kur'ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü
nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır.
Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim:
Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini
takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşâdı, umumî ve herkesi içine alan bir irşâd
olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur.
e) Devrin Kültürünü Bilme
9
Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak
hâli, biraz da irşâd adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira
devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey
anlatmaları mümkün değildir.
Akla gelmesin ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına birşeyler
anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden “emr-i bi'l-maruf / iyiliği anlatma”
vazifesi düşüyor mu?
Hayır, aslâ ve kat'a!. Eğer, nesli irşâd etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve
irşatla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icab etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara
takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira, neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize
getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de,
eli kolu bağlı kalmamalısın. Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup
kaldırman, onun maddî-manevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir
borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp
ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah'a (celle celâluhu)
îman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvinî
âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvinî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise,
mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Halbuki Kur'ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde
işte bu tekvinî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün
baştan sona Kur'ân'ı okusa da, gerçek mânâsıyla O'nu okumuş sayılamaz. Kur'ân,
bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını
söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir.
Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün
idrak, anlayış ve üslubuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl,
muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle
örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur'ân'ı takdim etmek, sadece
neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır.
Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına
din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı.
Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi
sayılan İmam Gazâlî'nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu.
Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi batılıların onun
hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattır: “Biz, Gazâlî kadar devrinin kültürüne hakim
ikinci bir insan görmedik.” İmam Rabbânîler, Mevlânâ Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi
kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de
asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde
yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için
de, söyledikleri şeyler gönüllerde makes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu.
f) Mürşit Esnek Olmalı
Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek,
bazen de tâ minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü, muhatapları arasında her iki noktada
bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve
böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşâd yolunu kapayan bir kısım
10
tâlihsizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki;
hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin.
Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: “Bir gencin îmansızlığı
karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması
gerekir...” İşte muzdarip kalb budur. Neslin îmansız oluşu karşısında aynı ızdırabı
duymayan insanların ise, irşâd ve tebliğe aslâ liyakatleri yoktur.
g) Devrinin Perspektifinden Bakmalı
Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden
bakarak anlatmalıdır. O, evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vakıf olmalı; ama aynı
zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi
saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde
söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsn-ü kabul görsün ve muhatabının hem
kalbinde hem de mantığında makes
Kur'ân: ‫ﻖ‬
َ َ‫ﺳ ِﻢ َﺭﺑﱢﻚَ ﺍﻟﱠ ِﺬﻱ َﺧﻠ‬
ْ ‫“ ﺍ ْﻗ َﺮ ْﺃ ﺑِﺎ‬Seni yaratan Rabbi'nin adıyla oku!” (Alâk, 96/1) diyerek
daha ilk âyetinde, âyât-ı tekviniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir.
Bütün feylesoflar; Epikür'den, Demokrit'e, ondan Sokrat'a, ondan Eflatun'a ve ondan tâ
Efendimiz (asv) devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgûl
olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla
alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve
ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı.
Fakat Kur'ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara: ‫ﻗُ ْﻞ‬
‫ﻖ‬
َ ‫ﺽ ﻓَﺎ ْﻧﻈُ ُﺮﻭﺍ َﻛﻴْﻒَ ﺑَﺪَﺃَ ﺍ ْﻟ َﺨ ْﻠ‬
ْ ‫ﺳﻴ ُﺮﻭﺍ ﻓِﻲ‬
ِ “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, hilkat nasıl
ِ ‫ﺍﻷﺭ‬
başlamış bir bakın?” (Ankebût sûresi, 29/20) diyordu; diyordu zira şimdiye kadar
kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve
bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah'a (celle celâluhu) isnat edilmeden hilkati izah
etmek mümkün değildir.
Halbuki Kur'ân-ı Kerim, herkesin izahtan aciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah
etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvinî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O
tekvinî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kainatın boynuna takılmış müzeyyen bir
gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte
bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve
hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir.
Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar
tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki,
bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve
zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak
istemektedirler.
Dindar aile kendi evladına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet'i
anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden
dolayı da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından
soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar
getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına
11
takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur.
Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına
sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini
halledebilirse, çocuk İslâmiyet'i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün
şartlarına göre öğretilmiştir. Halbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı,
taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî îman işe
yaramaz hâle gelmiştir.
(bk. F. Gülen, Sonsuz Nur.)
12
Kur’an, helak olan toplumlardan bahsederken, örnekleri
neden kendi geldiği coğrafyadan veriyor? Bu durum her
kavme peygamber gönderildiği sözüyle çelişmiyor mu?
Kur’an-ı hakîm, hikmetinin gereği olarak genellikle Orta Doğu ve yakın çevrelerden
misaller vermiş ki, ilk muhatapları konuyu kolayca anlamış olsunlar. Ad, Semud, Eyke
kavimleri ile Hz. Musa (as); Hz. İsa (as)’ın kavmine sık sık vurgu yapılmasının hikmeti
budur.
Bununla beraber, Kur’an’da adı zikredilen peygamberlerin hemen hepsi Orta Doğu
kökenlidir. Beşer tarihinde en çok iz bırakanlar da bu peygamberlerdir. İnsanlık
camiasında -dolaylı dolaysız- süreklili aktif bir rol sahibi olan bu peygamberlerden söz
etmek, -canlı birer örnek olmaları hasebiyle- sosyolojik vakaları tespit etmek demektir.
Bu gün semavî dinlerden bahsedildiği zaman, ilk akla gelen üç büyük semavî din olan
Yahudîlik, İsevîlik ve İslam dinidir. Kıyamete kadar insanların büyük çoğunluğu
üzerinde etkili olan bu dinlere ayrı bir mevki vermek, onların emirlerine itaat edenlerle
isyan edenlerin iyi veya kötü akıbetlerine dikkat çekmek, onları birer canlı örnek olarak
gözler önüne sermek, elbette hikmete en uygun olan bir metottur. Belağatı, “muktaza-yı
hale mutabakattır” diye tarif ederler. Belagatın zirvesinde olan Kur’an’ın da kıyamete
kadar gelecek olan “muhatapların yakından tanıdıkları ve bildikleri tarihî olayları ön
plana çıkarması” mukteza-yı hale / mevcut duruma en uygun bir belagat üslubudur.
Ayrıca 124.000 peygamberin ve onların kavimlerinin hepsinden söz etmek israf-ı
kelamdır. Aynı akıbeti paylaşmış olan topluluklardan numune olarak en önemli ve en çok
bilinen örnekleriyle yetinmek, Kur’an’ın en parlak i’caz parıltılarından biri olan îcaz /
veciz söz söylemenin de bir gereğidir.
Kur’an’da şu husus çok açıkça bildirilmiştir ki;
“Sen, ey Resulüm, sadece bir uyarıcısın. Her millete bir yol gösteren vardır.”(Rad,13/7),
“Biz her millete bir peygamber gönderdik. O da 'Allah’a ibadet edin, tağuttan uzak
durun!' dedi.” (Nahl,16/36),
“Uyarıcı bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur.”(Fatır,35/24).
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle;
“Tarih-i beşerî, müntazam surette üç bin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs (noksan) ve
kısa tarih nazarı (bakışı), Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak
hükmedemiyor. Ya hurafevari (aslı astarı olmayan hurafeleri kullanarak), ya
münkirane (bazı gerçekleri inkâr ederek), ya da gayet muhtasar (çok kısa ve kıt
bilgilerle devam edip) gidiyor.”(Lem'alar, On Altıncı Lem'a).
Gariptir hem pek gariptir ki, Allah’ın sonsuz ilminin bir tezahürü olan Kur’an’ın hükmünü,
insanların çalışmalarının bir sonucu olan tarihin bilgisiyle -daha doğrusu bilgisizliğiylekıyaslıyor ve “bir çelişki var” diyoruz. Evet bir çelişki var, fakat bu çelişki -Kur’an’a ait
değil- her zaman yanlışa ve yanılgıya düşmesi mümkün olan insan ürünü tarihin
bilgisizliğinden kaynaklanan bir çelişkidir.
13
"Bir cariye bile Hz. Peygamber (asv)'in elinden tutardı,..”
anlamına gelen hadisi açıklar mısınız? Hz. Muhammed
(asv)’in kadınlara dokunmadığını biliyorduk?
Bu hadisi Buharî Hz. Enes’ten şöyle rivayet etmiştir:
“Medine halkı cariyelerinden bir cariye Resulullah (a.s.m)’ın elinden tutar da onu
istediği yere götürürdü.”(Buharî, Edeb, 61)
Ahmed b. Hanbel’in rivayetinde şu fazlalık var:
“...onu -ihtiyaç duyduğu bir konu için- istediği yere götürürdü.”(Müsned, 3/215-216).
Hadiste yer alan “el tutmak”tan maksat, el tutmanın lazım-ı manası olan “şefkat göstermek,
yumuşak davranmak ve isteklerini yerine getirmek”tir. Hz. Peygamber (asv)'in eşsiz
tevazuunun boyutu ve insanların ihtiyacına karşı gösterdiği hassasiyetten kinaye olarak
bu ifadeye yer verilmiştir. (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).
İbn Mece’nin Hz. Enes’ten rivayeti şöyledir:
“Medine halkından bir cariye (bile) ihtiyaç duyduğu bir konu için Resulullah’ın elinden
tutardı ve o da elini cariyenin / kadının elinden çekmezdi; öyle ki kadın onu
Medine’nin istediği yerine çeker götürürdü.”(İbn Mace, Zühd, 16).
Fuad Abdulbakî de “elini elinden çekmez” ifadesinin, “kadının istediği yere giderdi”
manasında kullanıldığına işaret etmiştir.(İbn Mace, ilgili hadis şerhi).
Malum olduğu üzere, sahih hadislerde Hz. Peygamber (asv)'in hayatı boyunca hiç bir
yabancı kadının elini tutmamış, ona eli dokunmamış olduğu hususu açıkça ifade
edilmiştir.(1)
Aslında Resûlullah Efendimiz (asv)’in ne kadar büyük bir tevâzu sahibi olduğunu
gösteren hadislerden biri de budur. Zengin-fakir, genç-yaşlı ayırt etmez, yardım isteyen
herkese yardım ederdi. Bazen bir çocuk gelir Resûlullah'ın (asv) elinden tutar, istediği
yere götürürdü. Bazen de bir hizmetçi gelir, herhangi bir konuda yardım ister,
Peygamberimiz (asv) ona da hayır demezdi. Bu hadiste onun kölelere karşı da alçak
gönüllü olduğunu görmekteyiz.
Peygamber Efendimiz (asv)’in yaşadığı devirde kadınlara değer verilmezdi. Hele
"câriye" dediğimiz hizmetçiler, insan yerine konulmazdı. Basit bir hizmetçinin bir
peygamberin elinden tutmaya cesaret etmesi ve hele Allah’ın Elçisini (asv) istediği yere
çekip götürmesi olacak şey değildi.
Biat esnasında bile kadınların elini tutmayan Allah’ın Resûlü (asv), aynı titizliği başka
zamanlarda da göstermiştir. Şayet buradaki el tutma gerçek mânada elini eline almak ise,
o günün şartlarına göre hiç olmayacak böyle bir işi yapmış olan bir kadıncağızın elinden
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv)’in elini çekip kurtarması, “hizmetçi parçası” diye
horlanan bir zavallıyı elbette incitecekti.
14
Hadîs-i şerîfin hiçbir rivayetinde hizmetkârın Efendimiz (asv)’i alıp götürdüğü
mesafeden bahsedilmemektedir. Onun Efendimiz (asv)’den halletmesini istediği iş belki
uzak bir yerde, Medine’nin dışında idi. Buna rağmen Kâinâtın Efendisi (asv) hiç itiraz
etmez, onunla birlikte yürüyüp giderdi.
Bir başka hadis, Resûlullah aleyhissalatü vesselamın bu konuda ne kadar hoşgörülü
olduğunu, yardım edeceği kimsenin durumuna ve seviyesine bakmadığını, ona faydalı
olmaktan başka bir şey düşünmediğini göstermektedir.
Hz. Hatice (r.anha)’nin kuaförü diyebileceğimiz Ümmü Züfer adında, aklî dengesi pek
yerinde olmayan bir kadın vardı. Bir gün Resûl-i Ekrem (asv)’e gelerek:
"Yâ Resûlallah! Seninle bitecek bir işim var." dedi. O da:
“Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim.” dedi.
Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştüler. (Müslim, Fezâil
76; Ebû Dâvûd, Edeb 12)
Günlük hayatımızda da gördüğümüz gibi, önemli kişiler, önemsiz gördükleri kişilere pek
zaman ayırmazlar. Yapacak çok işleri olduğunu söyleyerek böyle kimselerden yakalarını
kurtarmaya çalışırlar. Resûlullah Efendimiz (asv)’in, vahyin ışığıyla aydınlanmış
mübarek gönlünde kibirin zerresi bulunmadığını gösteren bu hadîs-i şerîfler, onun hayat
felsefesine de ışık tutmaktadır. Buna göre, bir kimsenin işi ve mesleği ne kadar önemli
olursa olsun, onun asıl vazifesi, insanlara faydalı olmaktır. En hayırlı İnsanın bize
öğrettiği hayat görüşü işte budur.
(1) bk. Buharî, şurût,1; tefsiru sureti 60/2; Msülim, imare,88; Ebu Davud, harac/imare,9 ;
Tirmizî, tefsiru sureti 60/2
15
Libya'ya NATO tarafından yapılan müdahaleyi, İslam
açısından değerlendirir misiniz? Türkiye'nin bu
müdahaleye ortak olması caiz midir?
İki mümin gurup arasında çatışma çıkarsa, cumhur (bu grurupların dışında kalan asıl ümmet
gövdesi) araya girer ve adalet çerçevesinde bir çözüm arar; eğer taraflardan biri haksız ve
mütecaviz ise, ona karşı herkes savaş açar ve yola gelmesini sağlarlar. (Hucurat, 49/9)
Bugün böyle bir ümmet yok. İslam ülkeleri parçalanmış, her biri bir sevdada, yabancıları
dümen suyunda. Katliamı, zulmü, tecavüzü önlemek için Müslüman bir şey yapmıyor da
ötekiler -maksatları menfaat de olsa- bir şey yapıyorlarsa, buna itiraz edilmez, destek de
verilir.
16
Namaz kılmayan birisi, başkasına namaz kılmasını
söyleyebilir mi?
İnsan doğru, iyi ve güzel olan şeyleri kendisi yapmalı, başkalarını da bunları yapmaya davet
etmelidir; kendisi kötü, çirkin, günah ve yararsız şeyleri bırakmalı, başkalarına da bunları
terk etmelerini söylemelidir. İdeal olanı budur.
Ancak, insan kendisi iyi olan şeyleri yapamıyor, kötü olan şeyleri terk edemiyor diye, iyiliği
emretme ve kötülükten sakındırma görevini terk edemez, ederse bir görevi terk etmiş,
böylece kusuru ikiye çıkmış olur.
Birinci kusur, iyi olan şeyi yapmamak, haram, günah fiili işlemek; ikinci kusur ise, emr-i
bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevini terk etmektir. Dolayısıyla insan kendisi
uygulayamasa bile öğüt vermek, iyilikleri emretmek, kötülükleri nehyetmek görevini
yapmalıdır.
Nitekim konuyla ilgili aynı endişeyi taşıyan sahabe-i kiram da bunu Peygamber
Efendimize (asv) sormuşlar:
Hz. Enes anlatıyor: Biz Hz. Peygamber (asv)’e sorduk.:
“Ey Allah’ın Resulü! Biz kendimiz her şeyi tam yerine getirmedikçe, başkasına iyiliği
emretmeyecek miyiz? Veya kendimiz bütün kötülüklerden sakınmadıkça, kimseyi
kötülükten sakındırmayacak mıyız?”
Hz. Peygamber (asv) buyurdu:
“Hayır! Kendiniz her şeyi / emredilen bütün iyilikleri yerine getirmeseniz dahi, yine de
başkasına iyiliği emredin / tavsiye edin. Bütün kötülüklerden sakınmazsanız bile
yine de başkasını kötülükten sakındırmaya çalışın.” .(bk. Gazali, İhyau’l-Ulum,
II/329).
Söylediklerini kendisi yapmayan kimsenin başkasına tesiri olmaz, diye düşünmenin her
zaman doğru olmadığını da söyleyebiliriz. Çünkü insanın görevi iyilikleri anlatmak,
emretmek, kötülüklerden sakındırmaktır; başarı ve tesir Allah'a aittir. Bazen bir kötülüğü
yapanın sözü daha tesirli olabilir.
Söz gelimi alkol, sigara, uyuşturucu vb. kötü alışkanlığı bulunan bir kimsenin, başkasına
"Ben bunların zararını, kötülüğünü çok gördüm, sakın siz bunlara alışmayın."
demesi, böyle bir alışkanlığı bulunmayan kimsenin sözünden daha etkili olabilir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
Yapmadığınız şeyleri niçin anlatıyorsunuz, anlamında ayete göre, kişinin yapmadığı
şeyleri emretmesinin mesuliyeti var mıdır?
17
Cahiliye diye adlandırılan dönemde hac yapılıyordu. Bu hac
hangi din üzere, nasıl ve ne zaman yapılıyordu?
Haccın sebebi olan Kâbe, Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmâil (as) tarafından Mekke’de
yapılmıştır. İnşâat tamamlandıktan sonra Cibrîl (as), tavâfın ve hac ibadetinin nasıl
yapılacağını amelî olarak onlara göstermiş, Hz. İsmâil (as) de Hicaz halkına öğretmişler.
Ancak, Hz. İbrâhim (as)’in tebliğ ettiği dini hükümler zamanla unutulmuş, Mekke
putperestliğin merkezi olmuştur. Hz. İsmâil (as)’in öğrettiği hac usûlü yavaş yavaş
değişmiş yerini putperestlerin haccı almıştır.
Cahiliyye dönemindeki putperestler de Kabeyi tavaf edip Hac yapmaktaydılar. Câhiliye
döneminde Mekke şehir devleti on üyeli bir meclis tarafından idare ediliyor, ayrıca dört
yabancı kabile de hac yönetimine katılıyordu. Resûl-i Ekrem (asv)'in mensup olduğu
Hâşimiler rifâde, sikâye ve Kabe eminliği, Benî Abdüddâr Kabe ve Dârünnedve'nin
anahtarlarının muhafazası, Benî Nevfel hacılara harcanmak üzere toplanan vergilerin
idaresi, Benî Sehm Kabe'ye yapılan adakların muhafazası ve Benî Kinâne de haccın
daima aynı mevsime rastlaması için takvimde yapılan nesî' ile meşgul olurlardı. Benî
Gavs ile Benî Advân ise Arafat'ta ve Müzdelife'de hacılarla ilgilenirlerdi.
Kabe'yi tavaf, umre, Arafat ve Müzdelife'de vakfe, kurban kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte sürdürülmekteydi. Umre, nesî' yoluyla hurma
mevsimine rast getirilen receb ayında yapılır, Kabe'nin ziyaret edilmesi ve Safa İle Merve
arasında yedi defa koşulması ile tamamlanırdı. Müşrikler, haccı her yıl bahar mevsimine
denk düşürmek için iki veya üç yılda bir tekrarlanan nesî' ile ayların yerlerini
değiştirdiklerinden törenler, asıl zamanı olan Zilhicce yerine başka aylarda yapılır, ancak
yirmi dört yılda bir gerçek Zilhicceye rastlardı.
Hacı adayları, hac mevsiminin başlatıldığı ayın ilk günü ihramlı olarak Ukâz panayırına, yirmi gece burada kaldıktan ve alışveriş yaptıktan sonra Mecenne panayırına ve on gece de
burada kaldıktan sonra, arkasından gelen ayın hilâli ile birlikte Zülmecâz panayırına
giderler ve burada sekiz gece kalıp terviye günü Zülmecâz'dan ayrılarak arefe günü
Arafat'a çıkarlardı. Arefe günü "hille"den olanlar (Kureyş ve müttefikleri dışındaki
kabileler) Arafat'ta, "hums" sınıfından olanlar ise (hac ve Kabe ile ilgili çeşitli
imtiyazlara sahip Kureyş ve müttefiklerinden meydana gelen kabileler) Harem bölgesi
içindeki Nemîre'de hazır bulunurlar ve güneş ufka yaklaşıncaya kadar buralarda kalıp
sonra Müzdelife'ye akın ederlerdi. O gece Müzdelife'de geçirilir, ertesi gün fecirden önce
vakfeye başlanıp güneş yükselinceye kadar devam edilir, arkasından da Mina'ya doğru
harekete geçilirdi; Arafat ve Mina günlerinde alışveriş yapılmazdı. Mina'da yerine
getirilmesi gereken, üç gün müddetle şeytan taşlama ve ayrıca kurban kesme menâsiki
tamamlandıktan sonra çeşitli toplantılar düzenlenir, şiirler okunur ve kabileler atalarıyla
övünürlerdi. Bu âdet,
"Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah'ı
zikredin." (Bakara, 2/200)
mealindeki âyetle kaldırılmıştır.
Ziyaretçiler Mina'dan Mekke'ye geldiklerinde şehir halkının evlerinde kalır ve buna karşılık
onlara bazı hediyeler verirlerdi. Câhiliye devrinde Araplar Kabe'yi ellerini birbirine
kenetleyerek el çırpıp ıslık çaldıklarını söylemektedir ve humsa mensup iseler
elbiseleriyle, hilleye mensup iseler -tavafı günah işledikleri elbiselerle yapmak
18
istemediklerinden- eğer humstan birinin elbisesini ödünç olarak veya para ile alamazlarsa
çıplak tavaf ederlerdi.
Tefsirlerde,
"Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, 'Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu
emretti.' derler. De ki, Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri
mi söylüyorsunuz?"(A'raf, 7/28)
mealindeki âyetin Kabe'yi çıplak tavaf edenlerle ilgili olduğu belirtilmektedir. Eğer hille
mensubu, üzerindekinin dışında sırf Kabe'yi ziyaret sırasında kullanmak amacıyla daha
önce giyilmemiş başka bir elbise getirmişse tavafını onunla yapar, sonra çıkarıp orada
bırakır ve "lekâ" denilen bu elbiseye el sürülmez, çürümeye terkedilirdi. Temiz elbise
bulamamış hilleye mensup kadınların da avret mahallerini elleriyle kapatarak çıplak
katıldıkları tavaf bittikten sonra Safa ile Merve arasında sa'y yapılırdı. Arkasından İsâf'ın
putunun (heykel) yanında kurbanlar kesilir, kanından Kabe'nin duvarlarına sürülürdü;
kurban kesenler bu etlerden yemezlerdi. Daha sonra her kabile hangi tanrı için ihrama
girmiş ve telbiye getirmişse onun putunu ziyaret eder, yanında tıraş olur ve ihramdan
çıkardı. Câhiliye Arapları Kabe dışında Lât, Menât, Uzzâ gibi tanrıların tapmaklarını,
ileri gelenlerin kabirlerini ve dikili taşları da (ensâb) tavaf eder ve buna "devâr" derlerdi.
Hacılara su ve yemek ikram etme âdeti {sikâye, rifâde), çok eski devirlerden beri devam
ediyordu. Câhiliye döneminde rifâde geleneğini sürdürebilmek için önceleri halktan vergi
toplanırdı; daha sonra bu işi şeref kazanmak isteyen zenginler üstlendi. İlk defa deve
etinden yemek yaptırıp hacılara dağıtan kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilir; onun
hacılara elbise dağıttığı da bilinmektedir. Kusay zamanında Kabe yakınlarında, civardaki
tatlı su kaynaklarından develerle getirilen suların muhafaza edildiği deriden yapılmış su
depolan vardı. Zemzem Kuyusu Hz. Peygamber (asv)'in dedesi Abdülmuttalib tarafından
tekrar açıldıktan sonra, sikâye görevi tamamen buradan sağlanan sularla yerine getirildi.
Abdülmuttalib develerini sağar ve bunları bal ile karıştırıp zemzemle beraber hacılara
dağıtırdı; üzümle zemzemi karıştırıp dağıttığı da olurdu.
İslâmiyet'in zuhuru sırasında sikâye ve rifâde işini Ebû Tâlib yürütüyordu; ancak daha sonra
malî durumu bozulduğu için küçük kardeşi Abbas'a bıraktı. Abbas bu görevi Mekke'nin
fethine kadar kesintisiz sürdürdü; fethin arkasından Resûl-i Ekrem (asv) kısa bir süre için
sikâye ve rifâdeyi ondan aldıysa da daha sonra yine kendisine verdi. Hz. Peygamber 9
(631) yılında Hz. Ebû Bekir (ra)'i hac emîri olarak görevlendirdi ve ona yemek için bir
miktar malzeme verdi. Veda haccında ise bu işi bizzat kendisi üstlenmiş, dolayısıyla
vefatından sonra yerine gelen halifeler de bunu bizzat yürütmüşlerdir.
Mekke'nin fethinden sonra Kabe'nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrahim
(as)'in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir.
Hums mensupları kendilerine birtakım imtiyazlar tanıyıp, "Biz ehl-i Haremiz, Kabe'nin
bakıcılarıyız." diyerek Arafat'ta vakfe yapmazlardı. Ancak,
"Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah'tan
mağfiret dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir." (Bakara 2/ 199)
mealindeki âyetle bu ayrıcalık kaldırılmıştır. Arafat ve Mina'dakİ ticaret yasağı da,
"Rabbinizden -ticaret yaparak- rızık aramanızda size herhangi bir günah yoktur."
19
(Bakara 2/198)
mealindeki âyetin inzali üzerine son bulmuştur. Hacdan önce kurulan Ukâz, Mecenne ve
Zülmecâz gibi panayırlar ise bir müddet daha devam etmiş, ancak II. (VIII.) yüzyılın
sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bunlardan vazgeçilmiştir.
İslâmiyet'in doğuşundan sonra hille ehli Safa ile Merve arasında yapılan sa'y vecîbesini,
burada bulunan putlara karşı yapıldığı, dolayısıyla Câhiliye âdetlerinden olduğu ve hac
menâsikine girmediği gerekçesiyle yerine getirmiyorlardı. Bunun üzerine,
"Safa ile Merve şüphesiz Allah'ın şiârlanndandır. Her kim hac veya umre yaparak
Beytullah'ı ziyaret ederse Safa ile Merve arasında tavaf (say) yapmasında bir günah
yoktur. Kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Allah -onu- bilir, karşılığını
verir." (Bakara 2/158)
mealindeki âyet indi ve böylece sa'yin hac menâsikinden olduğu açıklanarak, bu hususta
zihinlerde beliren şüpheler giderildi.
Kabe'yi çıplak tavaf etme ve hille mensupları tarafından Harem sınırları içine sokulan yiyecek
ve içeceklerle koyuna getirilen yasak ise,
"Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyin. Yiyiniz içiniz, fakat israf
etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı
ziyneti (elbise) ve güzel (helâl) azıkları kim haram kıldı! De ki: Onlar dünya
hayatında -inanmayanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız
müminlere aittir." (Bakara 2/158)
mealindeki âyetlerle ve Hz. Peygamber (asv)'in hicretin 9. yılında verdiği,
"Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah'ı çıplak tavaf
etmeyecektir." (Buhârî, Hac, 67)
emriyle ortadan kaldırıldı. (Diyanet İ.A. Hac. Md.)
20
Yusuf Suresinin 31. ayetinde, ellerini kesen kadınların
"Allah'ı tenzih ederiz." demesi, o kadınların tevhid dinine
inandığını göstermez mi?
"Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı;
geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: "Yanlarına çık!.." dedi.
Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler ve "Allah'ı tenzih ederiz ama, bu
insan değil ancak çok güzel bir melektir." dediler." (Yusuf, 12/31)
Müşrik inancında Allah inancı vardır. Ancak başka varlıkları ona ortak koşmaktaydılar.
Putları Allah'a yakınlaşma aracı olarak görüp onlara tapmaktaydılar. Kur'an-ı Kerim'de
müşriklerin inancı şöyle açıklanmaktadır:
"Biz bunlara, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (Zümer 39/3)
Allah inancı, gerek ilkel dinlerde, gerek diğer inanç sistemlerinin hemen hepsinde vardır.
Ayetin ifadesinden Mısırlıların sadece Allah inancı değil melek inancına sahip oldukları
da görülmektedir. Bu da göstermektedir ki, ilk çağlardan beri insanlara iman esasları
tebliğ edilmiş ve insanlar zaman içerisinde tevhid dinini bozup putperestliğe yönelmiştir.
Mısır metinlerinde nitelendirilen tanrı, “Her şeyi yaratan, ezelî, dehrin sahibi, ilmi sınırsız,
görünmeyen ama duaları kabul eden” ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden
fazla tanrıya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tanrılar, tek tanrının çeşitli
isimleri ve tecellileri olarak da kabul edilebilir. (bk. ERE, VI, 275)
Nitekim Kur'an'da Hz. Yûsuf (as)'ın Mısır hapishanesindeki mahkûmlara hitaben söylediği,
“Allah'tan başka taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimlerden başka bir şey
değildir.”(Yûsuf, 12/40)
mealindeki sözü de bu görüşü destekler mahiyettedir.
21
Mevlana Celaleddin-i Rumi Mesnevi'yi nasıl yazmıştır ve
hikayelerin kaynakları nelerdir?
Mesnevi'nin ne zaman yazılmaya başlandığı konusunda kesin bilgi bulunmamaktadır.
Mevlânâ sadece II. cildin yazımına 662 Recebinin 15. gününden (13 Mayıs 1264) itibaren
devam ettiğini ve I. cildin bitmesinden sonra yazılmasının bir süre durakladığını bildirir.
(Mesnevî, II. beyit 6-7)
Eflâkî, bu duraklamanın Hüsâmeddin Çelebi'nin hanımının ölümü üzerine yeniden evlenmesi
sebebiyle olduğunu ve iki yıl sürdüğünü kaydeder. Sahih Ahmed Dede. I. cilde 659
Cemâziyelâhirinde (Mayıs 1261) başlandığına, bu sırada Mevlânâ'nın elli beş,
Hüsâmeddin Çelebi'nin otuz yedi yaşında olduğuna dair bir rivayet aktarmaktadır.
Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevinin I. cildinin sonlarındaki beyitlere dayanarak eserin bu cildinin 656'da (1258) Abbasî halifeliğinin ortadan kalkmasından önce tamamlanmış
olabileceğini ve I. cilt ile II. cilt arasındaki duraklama süresinin de altı yıl olması
gerektiğini belirtir.
Bedîüzzaman Fürûzanfer, I. cildin 657-660 (1259-1262) yılları arasında yazıldığını ileri
sürerek Eflâki'nin rivayetini benimser. Farklı rivayetler değerlendirildiğinde Mesnevi'nin
I. cildinin 1258-1261 arasındaki bir tarihte yazılmaya başlanıp 1263 veya 1264 yılında
tamamlandığı söylenebilir. Diğer beş cilt ise ara verilmeden telif edilmiştir. Eflâkî ve
Ferîdun Sipehsâlâr bu konuda tamamlandığını kaydetmektedir. Bedîüzzaman Fürûzanfer,
Sahih Ahmed Dede'nin bu rivayetini doğru kabul eder.
Farklı tarihler dikkate alınarak Mesnevî'nin yazımının sekiz on yıl sürdüğü ve 666 (1268)
tarihinde sona erdiği söylenebilir. Eserin yedi cilt olduğuna inanan İsmail Ankaravî ise
VII. cildin 670'te (1271) kaleme alındığını belirtir.
Hüsâmeddin Çelebi'ye irticalen yazdırılan Mesnevi'de muhteva ve şekil açısından
sistematik bir yöntem takip edilmemiştir. Eserde Mevlânâ'nın teiif sürecinde bazan
sabaha kadar söylediği ve Hüsâmeddin Çelebi'nin bu yüzden uykusuz kaldığı, acıkıp bir
şeyler yediği sırada ilham kaynağının bulandığı gibi hususlar anlatılır. Hüsâmeddin
Çelebi, Mevlânâ'nın Mesnevi'yi yazdırırken hiçbir kitaba müracaat etmediğini, eline
kalem almadığını; medresede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram'da aklına
ne geldiyse söylediğini; kendisinin de bunları hemen zaptettiğini, hatta yazmaya
yetişemediğini söyler. Bazan geceli gündüzlü birkaç gün hiç durmadan söylediğini, bazan
aylarca sustuğunu belirtir. Bu durum, ilâhî hakikatlere dair mânaların insân-ı kâmilin
ayna mesabesinde olan kalbine daimî bir surette tecelli edip bazı anlarda dilden taşmasına
(feyiz) işaret eder.
Mesnevi'nin her cildi tamamlandığında Mevlânâ'ya okunmuş (mukabele), Mevlânâ
düzeltilecek yerleri bizzat Hüsâmeddin Çelebi'ye yazdırmış, yaptığı hizmetten dolayı
ciltlerin muhtelif yerlerinde onu "Hak ziyası, sâmî-nâme, ruh cilâsı, nazlı ve nazenin
varlık,.." gibi lakaplarla anmış ve eseri kendisine ithaf etmiştir. Mevlânâ cilt başlarındaki
Arapça dîbâceleri her cildin bitiminden sonra, kırmızı mürekkeple yazıldığı için "surh"
denilen başlıkları da her cilt bitimindeki okumalar esnasında yazdırmıştır. Eflâkî,
Hüsâmeddin Çelebi dışında Mesnevi yazmakla görevli kâtiplerin de bulunduğunu
kaydeder. Sahih Ahmed Dede, Sultan Veledin VI. cildin sonundaki üç kardeş hikâyesinin
22
yarım kaldığını Mevlânâ'ya hatırlattığını ve hikâyeyi kendisinin tamamlayarak
Mesnevi'ye eklediğini aktarır. Ancak Sultan Veled'in zeylinde de hikâyenin bitmediği
görülmektedir.
Mesnevi'yi şiir söylemek amacıyla telif etmeyen Mevlânâ'nın poetikasında (şiir
sanatında) şiir, düşüncelerini anlatmak için bir aletten öteye geçmez; hatta şiiri
küçümseyen ifadeler kullanır, mânanın şiire sığamayacağını, harfin lâyıkıyla mânaya
suret olamayacağını belirtir. Şiiri mânayı tasvir eden suret olarak görür, ancak sûretsiz
mânanın zuhur edemeyeceğini de vurgulayarak tasavvufî mânaların şiir şeklinde
söylenmesini uygun bulur ve bu anlamdaki şiiri yüceltir.
Mesnevi aruzun remel bahriyle (fâi-lâtün fâilâtün fâilün) yazılmıştır. Mevlânâ
Mesnevi'nin lafız, vezin, şiir ve hikâyeden (suret) ibaret bulunmadığını, asıl amacın
mânanın muhataba ulaştırılması olduğunu söyleyerek surete takılıp kalınmaması için
uyarılarda bulunmuş, surete takılanların mânadan nasip alamayacağını, mânadan nasip
alanların ise bunu suret vasıtasıyla gerçekleştirdiğini belirtmiştir.
Mevlânâ, her cildin başına yazdırdığı dibace(ön söz)lerde eserin konu ve muhtevasını
genel anlamda ortaya koymuştur. I. cildin dibacesinin ilk cümlesi olan, "Mesnevi dinin
usulünün usulünün usulüdür." İfadesinde üç defa geçen "usul" kelimesini Mesnevi
şarihlerinin çoğu şeriat, tarikat ve hakikat olarak yorumlamıştır. Mesnevi bu asıllar zinciri
içerisinde ve asılların birbirini gerektirmesi üzerine temellendirilmiştir. Bu açıdan
Mesnevi'nin asıl konusu din ve dinin üç temel dayanağı olan amel (şeriat), hal (tarikat)
ve hakikattir. Hakikati elde etmek amel ve hali gerektirdiği gibi amel ve halde anlamını
hakikatten alır. Bu mânada hakikati elde etme aslının bilgisini konu edinen Mesnevide bu
bilgiye (keşfî bilgi) ulaşma yolları olan amelier (şer'î ilimler) ve hallere dair bilgiler de
(sülük ilmi) hakikat bilgisi (ilm-i ilâhî) bağlamında ele alınmıştır. Abdest, namaz, oruç
gibi amellerin neticesinde kazanılan tasavvufl haller, bunlar da hakikat denilen Hakk'ın
bilgisi ya da tahakkuk eden ilâhî ilim bağlamında açıklanmıştır. Dolayısıyla Mesnevi,
ilm-i ilâhî olan tasavvufun asıl konusu vücûd ve vücûdun zuhur mertebelerinden
(merâtib-i vücûd), insân-ı kâmil ve Hakk'a vuslat yollarından (sülük ve mertebeleri)
bahseden bir eserdir. Nitekim Mevlânâ, Mesnevi'nin vuslat ve yakın sırlarını keşfetme
konusunda sâlike rehber (burhan) oiduğunu söyler. Mesnevi'nin tarikat yoluna girenlerin
mürşidi olduğunu, sâliklerin bütün mertebelerinin onun içinde dercedilidiğini, görünüşte
şiir ise de baştan başa tevhidin sırrı, Kur'an ve hadisin tefsiri, hakikatlerin özü olduğunu
kaydeden Sipehsâlâr'ın ifadeleri ilk dönemde Mesnevi'nin nasıl değerlendirildiğini
göstermesi bakımından önemlidir.
Mevlânâ'nın dini bir bütün olarak konu edinmesi sebebiyle muhteva ve üslûp bakımından
Mesnevi'yi Kur'ân-ı Kerîm'e benzetmesi ve onu çeşitli Kur'an sıfatlarıyla tavsif etmesi,
bazı Mesnevi münekkitlerinin yanlış anladığı gibi Mesnevi ile Kur'an arasında lafzî
boyutta bir müştereklik kurulduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. Mesnevi, Kur'an ile
aynı kaynaktan gelen mutlak mânayı açıklayan ve küllî mânadan pay alan mânadır.
Mevlânâ, Mesnevî'yi Kur'an'ın bâtın mânalarını keşfeden remiz ve işaretleri te'vil ve
tahkik eden (keşşâfü'l-Kur'ân) bir kitap olarak da tanımlar. Eser bu açıdan manzum bir
işârî tefsir olarak görülebilir. İçerdiği hikâyelerin bir açıdan muhtevasını yansıtan
yaklaşık 950 başlığın elli küsurunu âyetlerin, elli üçünü hadislerin oluşturması bu
hikâyelerin naslarla temellendiriidiğinin kanıtıdır.
Eserdeki bazı hikâyeler XIII. yüzyıl kültürünü yansıtan mizahî veya hezeliyyât (şaka,
23
alay) türünden anlatımlardır. Meselâ böyle bir hikâye olan kabak hikâyesinde (V. beyit
1333-1429) şehvete düşkünlük ve taklidî bilginin zararları ele alınır. Muhatabın hikâyenin şekline takılıp kalması, mâna seviyesini yakalayamaması veya metne bütün
olarak bakamaması yüzünden amaç göz ardı edilebilir. Mevlânâ bu durumu,
"Mesnevimiz Kur'an gibidir; bazısına doğru yolu gösterir, bazısını da sapıklığa götürür.
Benim şiirim şiir değildir, iklimdir. Benim mizahlarım mizah değildir, tâlimdir."
beytiyle ifade etmiştir. Mesnevi'deki hikâyelerin kaynağı başta Kur'an kıssaları olmak üzere
tasavvufî menkıbeler ve geniş bir tarihî rivayet kültürüdür. Hikâyeler XIII. yüzyılın örf ve
âdetleriyle ilgili birçok unsuru da barındırır. Bu bakımdan eser sosyal tarih çalışmalarına
da kaynaklık etmiştir.
(bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2004, MESNEVİ mad., c.29, s.326-329)
24
“Bir insan, yüzde yetmiş genetik + yüzde otuz çevrenin
ürünüdür” sözü doğru mudur? İnançsızlıkta genetik
kodlar etkili midir?
“Bir insan, yüzde yetmiş genetik + yüzde otuz çevrenin ürünüdür.” yargısı doğru değildir.
Çünkü bu günkü ilmî veriler böyle bir yargıya varmak için kesin delil olacak düzeyde
değildir.
Uzmanların belirttiğine göre, her kromozomun içinde uzun bir ip merdivenini andıran
DNA molekülü bulunur. Bu DNA molekülü, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanan
binlerce birimden oluşmuştur. Kalıtsal bilgi de bu birimlerin özel diziliş biçiminde
saklıdır. Bu dizilişe "genetik şifre" ya da "genetik kod" denir. Gerçekten de DNA
molekülündeki birimlerin her diziliş biçiminde hücrenin hangi proteini üreteceğini
bildiren bir şifre gizlidir. Hücrenin kimyasal maddeleri üreten bölümü bu şifreyi çözerek
canlı için gereken proteini yapabilir.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığına göre genetik kod, ilahî kudret ve hikmet tarafından
dizayn edilen ve daha çok canlı bünyenin biyolojik ihtiyacını düzenlemeye yönelik bir
mekanizmadır. İmtihan ise, daha çok manevî birer mekanizma olan ruh, akıl, şuur ve
özgür iradeye yöneliktir.
Bu gün müspet ilmin keşfettiği “genetik kodlama” da bir sevk-i ilahî ve sevk-i kaderînin
hikmetli bir yansımasıdır. Yüce Allah’ın insanlar için açtığı imtihan, şuura taalluk eden,
aklı muhatap alan bir konuma sahiptir. Bu sebeple, insanın yanlış bir müdahaleyle bu fıtrî
dürtülerin yönünü yanlış bir yola yönlendirmesi söz konusu olduğu zaman, şuurlu olan
özgür iradesi devreye girebilir ve yolunu şaşırmış bu fıtrî sevkin yüzünü doğruya
yönlendirebilir.
Dolayısıyla, sanıldığı gibi, “genetik kodlar” cebrî bir surette insanları iyiliğe veya
kötülüğe sevk etmez, edemez. Çünkü, insanın özgür iradesi bu sevkıyata “dur!” diyebilir.
Zaten özgür ve şuurlu iradenin görevi böyle bir fren vazifesini görmektir. Âdil bir
imtihanın gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Örneğin, acıkan bir insan, “Acıkma hissim
oldu, öyleyse hırsızlık yapabilirim.” diyemez.
Âdil bir mtihanın olabilmesi için insanın iç aleminde -biri iyilik, diğeri kötülük isteyenzıt kutupların olması gerekir. Bu mekanizma, iyilikten hoşlanan kalp, akıl ve ulvî
duygularla, kötülükten hoşlanan nefis, kör hissiyat ve suflî duygulardan oluşmaktadır. Bu
zıt arzuların gerçekleşmesi ise, insanın özgür iradesine bağlıdır. Kişi, hangi tarafı tercih
ederse, onu yapar ve tabii ki sonuçta ceza veya mükâfat görür.
İnsanın özgür iradesini askıya alıp sadece kötülüğe yönlendiren bir genetik kodlamanın
varlığına dair düşünceler, tamamen bir spekülasyondur, imtihan için gerekli olan ilahî
adaleti göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür. Genetik kodlarda iyiliği ve kötülüğü
simgeleyen bazı hususlar olabilir, ancak bunlar insanın özgür iradesini tamamen ortadan
kaldıracak bir boyutta olduğunu düşünmek asla doğru değildir.
Genetik kod şifrelerinin önemli bir bölümü kalıtım yoluyla tevarüs edildiği söylenir.
Halbuki, Hz. Nuh (as) gibi bir peygamberin oğlunun küfrü tercih etmesi, küfrün başı Ebu
25
Cehil’in oğlu İkrime’nin imanı seçmesi bu kuralın ne kadar tartışmalı olduğunu
göstermeye yeter. Atasözünde yer alan “Veliden peli, peliden veli çıkar / doğar.”
ifadesi, bu kalıtım meselesinin imtihan bazında çok abartılı olduğunu göstermektedir.
Firavun gibi ilahlık dava eden bir kâfirin sarayında yetişen Hz. Musa (as)’ın varlığı, aynı
evde olup da imanı tercih eden Firavun’un karısı Asiye’nin varlığı, bu gün bile çok
dindar ailelerde yetişen, dindar çevrede bulunan bazı kimselerin kâfirliği veya fasıklığı
tercih etmeleri, tersine kötü bir ailede bulunup da kötü bir çevrede yaşayan bir çok
kimsenin iman ve İslam’ı tercih etmeleri, çevrenin de tek başına imtihanı zorlayan bir
unsur olmadığının açık göstergesidir. Tarih boyunca gayri müslim bir çok insanın aklını
kullanarak, özgür iradesiyle İslam’ı tercih etmeleri âdil bir imtihanın söz konusu
olduğunun açık bir göstergesidir.
“Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra
annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hristiyan, Mecusî yaparlar.”
manasına gelen hadisin ifadesi, imtihan sahasında bir tek zorunlu istikamet gösteren kodlama
trafik işaretinin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Bir takım fasık olan kimselerin
çocuklarının salih birer insan, tersine salih kimselerin çocuklarının da fasık olmaları bu
gerçeğin reddedilmez kanıtıdır.
“Resulüm! De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin,
dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29)
mealindeki ayette ve benzeri pek çok ayette, insanın özgür iradesine bağlı olarak tercih
hakkına sahip olduğunu gösteren Allah’ın açık hükmü karşısında, her zaman
spekülasyonlara açık olan bilimsel teorilerin ve özellikle bu teorileri dinin gerçeklerine
karşı kullanmayı vazife sayan materyalist fen-felsefe bilimcilerinin sözlerinin ne kıymeti
var?
26
Riyakarlık ile münafıklık aynı şey midir? Aynı şey olduğu
durumlar da olur mu? Riyakarlık, her zaman gizli şirk
olur mu?
Riyakarlık ile münafıklık aynı şeyler değildir. Bir Kur’an terminolojisi olarak münafıklık;
bir iman-küfür meselesidir. İman ettiğini diliyle ilan etmekle beraber, kalbinde küfrü
saklamak manasına gelir. Yani münafık ikiyüzlü bir kâfirdir.
Riyakarlık ise, bir kimsenin herhangi bir konuda samimiyetsiz olması, içi, dışı bir
olmaması manasına gelir. Bu husus, kâfir-mümin herkes için geçerli olmakla beraber,
daha çok yaygın olan şekli; bir müminin Allah rızası için yaptığı imajını verdiği bir işi,
gerçekte Allah rızası dışındaki bazı amaçlar için yapmış olmasıdır.
Münafıklık ile riyakarlık arasında yakın bir ilişki vardır. Eskilerin, eskimez ifadeleriyle
aralarında “umum-husus” ilişkisi vardır. Buna göre, "Her münafıklık aynı zamanda
bir çeşit riyakarlıktır, fakat her riyakarlık münafıklık değildir." Örneğin
“Münâfıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Allah da onların hilelerini ve oyunlarını
bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere karşı riyakarlık
/ gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah’ı pek az hatırlarlar.”(Nisa, 4/142)
mealindeki ayette yer alan “riyakarlık” ile, Maun suresinde münafıklar için söz konusu
edilen “riyakarlık”, aynı zamanda bir münafıklıktır. Yani burada riyakarlık ile münafıklık
iç içe girmiştir.
Küfür manasındaki münafıklık dışında, Allah rızasının esas olduğu ihlas sırrına aykırı
olan ve içinde samimiyet olmayan her söz ve davranış bir çeşit riyakarlıktır, fakat
münafıklık değildir. Örneğin “insanlar desinler” için yapılan güzel işler riyakarlıktır,
fakat küfür manasındaki münafıklık değildir. Halk arasında “münafıklık” kavramı
genellikle iki yüzlülük, riyakarlık manasında kullanılır. Fakat bu gerçek “küfrî
münafıklık” olmadığı için konumuzun dışındadır.
Riyakarlık her zaman gizli şirktir. Çünkü, riyakarlık demek sırf Allah’ın rızasını
kazanmak için yapılması gereken bir işi, insanların rızasını kazanmayı da gözeterek
yapmak manasına gelir. Bu ise, yapılan işte -biri Allah’ın rızası, diğeri insanların rızası
olmak üzere- iki amaç gütmek ve insanların hatırını Allah’ın hatırına ortak etmek
demektir. Bu ise gizli şirktir.
Gizli şirk olması demek, küfür manasına gelen açık şirk olmaması demektir. Bu sebeple
gizli şirkin boyutu aynı olmayıp, yapılan işte insanların hatırını saymakla orantılı olarak
az veya çok olabilir. Örneğin; -yanında kimseler olsun, olmasın- Allah rızası için namaz
kılmayı esas alan bir kimsenin namazın herhangi bir yerinde şeytana uyup orada
bulunanları da % 10 oranında gözetmesinin şirki ile, namazında % 70 oranında insanların
hatırını gözeten kimsenin şirki aynı değildir.
27
Kertenkelenin Hz. İbrahim (as)'in ateşine üflemesi ve
Peygamberimiz (asv)'in onun öldürülmesini emretmesi
konusunu açıklar mısınız?
Değerli kardeşimiz;
Fâkih bin el-Müğîre'nin âzadlı cariyesi Sâibe (r. anha)'dan rivayet edildiğine göre: Kendisi bir
kere Âişe (r. anhâ)'nın yanına girmiş ve odasında bir tarafa konulmuş bir mızrâk görmüş.
Bunun üzerine (Hz. Âişe'ye):
"Ey mü'minlerin anası! Sen bu mızrakla ne yapıyorsun?" diye sormuş. Âişe (r. anhâ) da
"Biz bununla alaca kelerleri öldürüyoruz. Çünkü İbrahim (Peygamber) ateşe atıldığı
zaman alaca kelerler hâriç, yeryüzünde olan bütün hayvanların o ateşi söndürdüklerini,
fakat alaca kelerlerin İbrahim aleyhine (ateşe) üfürdüğünü Allah'ın Peygamberi
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bize haber verdi. Sonra Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) alaca keleri öldürmeyi emretti." (İbn Mâce, Sayd 12)
Başka bir rivayette da şöyle buyurulmuştur:
"Kim keleri ilk darbede öldürürse ona yüz sevap yazılır. İkinci vuruşta öldürürse daha
az kazanır. Üçüncü vuruşta ise bundan da az sevap kazanır." (Müslim, Selam, 147; Ebu
Davud, Edeb 175; Tirmizî, Ahkâm 1)
Resulullah (asv) haşeratın ekserisinden ayrı olarak, zarar verenlere fasık demiştir. Alimler,
kelerin bu grupta olduğunda görüş birliğindedir.
"Kelerin bir vuruşta öldürülmesinin daha çok sevap olması" eziyet vermeden ölmesini
sağlamak içindir. Zîra hayvan ikinci darbeyi almadan yaralı olarak kaçabilir; bu da bir
canlının eziyet görmesine neden olur. Buna göre insanlara zarar vermeyen hayvanları
öldürmek caiz olmaz. (bk. Kütüb-i Sitte, Prof. Dr. İbrahim Canan).
Hadislerde alaca kelere fâsıkcık sıfatı verilmiştir. Fâsıklığın lügat mânâsı, çıkmaktır. Alaca
keler, fazla zarar vermek ve eziyet etmekle diğer birçok hayvanın karakterinden ve huyundan
ayrıldığı, çıktığı için ona bu sıfat takılmıştır. Alaca keler, İbrahim (as)'in ateşine üfürmekle,
insan nesline karşı beslediği düşmanlığı ve kini açığa vurmuştur.
Hayvanatta akıl yok. Fakat; 1- His, 2- Sevk ve şevk duyguları, 3- Cüz-i bir cüz-i iradeleri
vardır.
28
"Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok
ağlasınlar." (Tevbe 9/82) ayetinde kastedilen kimlerdir;
Müslümanlar mı kafirler midir?
"Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar." (Tevbe, 9/82)
Bu ayet Tebük Seferine çıkmayan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Allah Teala savaşa
gitmemek için mazeret ileri süren, cihadı kötü gören ve evlerinde oturmaktan dolayı
sevinen münafıkların hallerini şöyle bildirilmiştir:
"Allah'ın Resulüne muhalefet için (cihada gitmeyerek) geri kalıp oturanlar sevindiler.
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve: "Bu sıcakta
savaşa çıkmayın." dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." İyice bilmiş
olsalardı. Artık onlar kazanmakta olduklarının cezası olarak (dünyada) az gülüp
(ahirette) çok ağlasınlar." (Tevbe, 9/81-82)
Onlar cihada gitmemek için sevinmelerine mukabil Allah Teala "Cehennem ateşi daha
sıcaktır." sözüyle cevap verdi. Yani, asiler için hazırlanan ve sizin de muhalefetiniz
sebebiyle gideceğiniz Cehennem ateşi, kaçtığınız sıcaktan daha sıcaktır. Bunu
düşünebilseler sevinmezlerdi. Sonra Allah Teâlâ, onların işlerinin sonucunu haber
vererek: "Onlar, az gülüp çok ağlasınlar." buyurmuştur.
Allah Teâlâ onları, kendilerinin kazandığı ve ellerinin yaptığı şeyler sebebiyle tehdit etmekte,
dünyada az bir zaman için sevineceklerini ve cehennemde çok ağlayacaklarını belirtmiştir.
Ayetin nuzul sebebi münafıkların tutumu olsa da ayetin ihtarı bütün insanlar için geçerlidir.
Hadis-i şerifte Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur:
“Benim bildiklerimi bilmiş olsanız, şüphesiz ki az güler çok ağlardınız.” (İbn Mâce,
Zühd: 19; Buhârî, Rikak: 27)
“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek
suretiyle satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)
ayeti gereği, mal ve canlarını Allah'a satmayanlar yani Allah'ın emir buyurduğu dairede
sarfetmeyenler bu yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle çok ağlasınlar, az gülsünler.
Bu dünyada az biraz gülsünler, az biraz sevinsinler, gülebildikleri kadar gülsünler,
eğlenebildikleri kadar eğlensinler bu dünyada. Onlar öbür tarafta çok ağlayacaklardır.
Çünkü bu dünya hayatı çok azdır, çok kısadır, ama âhiret hayatı sonsuzdur. Sonsuz bir
âhiret hayatının ağlaması yanında çok kısa süren dünya sevinçleri ne kadar olabilir ki?
Ama bu dünyada bu yaptıklarına pişmanlık duyarak tövbe ederler, ağlarlarsa işte o zaman
Allah’ın bağışlamasına ulaşırlar. Cehennemdeki azabı ve pişmanlığı haber vermenin tek
amacı, kötü yolda ısrarla yürüyen insanları uyarmaktır.
29
Erkeklerde meme ucu varlığının hikmeti nedir? Erkek meme
uçlarının işlevsiz oluşu ile ilgili evrimcilerin "körelmiş
organ" tezlerine karşı bir cevap verir misiniz?
Meme uçları ceninde henüz erkeklik dişilik teşekkül etmeden önce mevcuttur. Doğumdan
sonra erkek ve kız çocuklarında durum aynı olup, ergenlik dönemiyle farklı hormonların
salgılanmasıyla birlikte değişim başlar.
Meme uçları sinir hücrelerinin bol olduğu bir yerdir. Erkekteki meme uçlarının cinsel
uyarılmada etkisi bilinmektedir.
Yüce Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Bizim şimdilik bu konuda fazla bilgimizin
olmaması faydasız olduğu manasına gelmez.
Meme uçlarının, insanın önceki atalarından kalmış körelmiş organ olarak nitelendirilmesi,
bilimsel değil, felsefî bir görüştür. Çünkü bir organın kullanılmamasıyla zayıflaması, ya
da kullanılmasıyla gelişmesi sadece vücut hücrelerindeki bir değişikliktir; genlerde olan
bir değişiklik değildir. Dolayısıyla bu değişiklik yavrularına geçmez.
Mesela, trafik kazasında, ya da savaşlarda eli kopan bir kimsenin çocuklarının elleri sağlam
olarak dünyaya gelir.
30
"İbadetin az ve devamlı olanı iyidir." denilirken, diğer
taraftan da ibadette bir seviyede kalmayın sürekli
arttırın, deniliyor. Hangisi doğrudur?
Bu konuda da örneğimiz Peygamberimiz (asv)'dir. Sünnette yeri olan ibadetleri yapmaya
gayret etmek gerekir.
Az da olsa devamlı olan ibadet istikamet açısından güzeldir; arttırmakta bir sakınca yoktur.
Ancak arttırırken de azar azar arttırıp devamlı yapabileceğimiz şekilde istikamette
kalmak gerekir.
Az denilmesinden kasıt, arttırmayın anlamında değildir. "Çok yapıp bırakmaktansa, az yapıp
devamlı yapmak" teşvik edilmiştir. Verilmek istenen mesaj az ibadet etmek değil,
devamlı ibadet etmektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah'ın en sevdiği amel az da olsa sürekli, devamlı olanıdır, hadisini nasıl anlamak
gerekir?
31
Hayvanları doğal yaşamından koparıp hayvanat
bahçelerinde sergilemek doğru mudur? Hayvanat
bahçelerini ziyaret etmekte herhangi bir sakınca var
mıdır?
Hayvanların özgürlüklerini kısıtlamak, belli bir kafese almak doğru bir davranış değildir.
İlgili hayvanat bahçelerinin sahası ne kadar geniş ise bu sakınca da o nispette azalır.
Ancak bazı hayvanların neslinin ortadan kalkmaması için, böyle özel yerlere getirilip
bakımının yapılması ve bu suretle onların nesillerinin daha uygun şartlarda devam
ettirilmesi düşüncesi iyidir.
Her güzelin bir kusuru olabileceği gibi, her çirkinin de bir güzel tarafı bulunabilir. Bunun
gibi, bu tür çalışmaların iyi tarafları yanında kötü taraflarının da olduğu bir gerçektir.
Mesela, bir ceylanın özel bir yere konulması onun özgürlük alanının sınırlandırdığı için
kötü, bir avcının hedefi olmaktan kurtulması iyidir.
Her şeye rağmen hayvanat bahçelerini ziyaret etmekte bir sakınca olduğunu
düşünmüyoruz. Yeter ki bu ziyaret sebebiyle hayvanlara ayrı bir sıkıntı olmasın...
32
İnsanlara verilen isimlerin ve yediklerinin fıtratlarına
yansıyacağı ve onları etkileyeceği doğru mudur? İsim ile
isimlendirilen; yenilen ile yiyen arasında bir ilişki var
mıdır?
Cevap 1:
Herkes için -açıkça yansıması görülen bir kural- olmasa da, genellikle isimlerle şahısların
hayat çizgisi arasında bir ilişkinin olduğunu söyleyebiliriz. Adeta, kişiye fıtratına
münasip bir isim takdir edilmiştir. Bu münasebetin bir kısmı bazı kimselerde açıkca
görüldüğü halde, diğer bazılarında bizim fark etmediğimiz şekilde söz konusu olabilir.
Örneğin; Hz. Peygamber (asv)'in isminin MUHAMMED olması, onun gökteki melekler,
yerdeki insanlar tarafından övülen bir şahsiyet olması arasında güçlü bir ilişkiyi
göstermektedir. Onun hayat çizgisinin her zaman övgüye layık olması, isim ile şahıs
arasındaki münasebetin varlığının açık bir misalidir. (bk. el-Kurtubi, XVIII/84)
Hz. Peygamber (asv)'in, anlamı hoş olmayan, kötü şeyler çağrıştıran bazı isimleri güzel
anlamlı isimlerle değiştirdiğini görmekteyiz. Bu ise, isim-müsemma ilişkisini ve
isimlerin şahıslar üzerindeki etkisinin varlığını göstermektedir.
Hadis kaynaklarında, Hz. Peygamber (asv)’in hoş görmeyip değiştirdiği iismlerin listesi
hayli kabarıktır. Biz konumuza ışık tutsun ve bir örnek teşkil etsin diye, bunlardan birkaç
tanesine işaret etmekle yetineceğiz.
Mutî ismi: Müslüman olmadan önce ismi, isyankâr anlamına gelen el- Asi olan bir
sahabenin, Müslüman olduktan sonra ismi, Hz. Peygamber(asm.) tarafından itaatkâr
anlamındaki "Mutî" ismiyle değiştirildi. Bu zat Mutî b. Esved el-Adevî’dir. (Müslim,
Cihad, 33; İbn Hacer, X/577)
Sehl ismi: Said b. Müsyyeb babasından naklen anlatıyor: “Dedem Hz. Peygamber
(asv)’in yanına vardığında, ona: ‘Adın ne?’ diye sormuş. O da: ‘Adım Hazn’dir’ demiş.
Hz. Peygamber (asv): ‘Sen Sehl’sin (adın Sehl olsun)' buyurmuş. Fakat dedem:
‘Babamın bana taktığı bir ismi değiştiremem.’ demiş. (ve Hazn ismini kullanmaya devam
etmiştir). İşte o gün bugündür, bizim ailemizde bir ‘hazunet’ttir (ahlâkımızda bir kabalık,
bir sertliktir) almış gidiyor.” (Buharî, Edeb, 107)
Silm ismi: Hz. Peygamber (asv), bir adamın—savaş manasına gelen— Harb ismini,
barış anlamına gelen Silm ile, değiştirmiştir. (Ebu Davud, Edeb, 70) Bu bile İslâm’ın
nasıl bir barış dini olduğunu göstermeye kâfi bir delildir.
Hasan ismi: Hz. Hasan (ra) doğduğunda Hz. Ali (ra) ona Harb adını vermişti. Fakat Hz.
Peygamber (asv) bunu değiştirip Hasan ismini koydu. ( İbn Hacer, Fethu’l-Bari, X/577)
Munbais ismi: Hz. Peygamber (asv), bir adamın isminin Muttaci olduğunu
öğrendiğinde, onu derhal Munbais olarak değiştirmiştir. (Ebu Davud, Edeb, 70) Bunun
sebebi şudur: "Yanı üzerinde yatan kimse" anlamına gelen Muttaci kelimesi, yan
yatmayı, tembelliği çağrıştırmaktadır. Bir işe gönderilmiş kimse anlamına gelen
33
Munbais kelimesi ise, "işe koyulmayı, dimdik ayakta durmayı gerektiren bir işle görevli
olmayı ve de çalışkanlığı" çağrıştırmaktadır. Demek ki, İslam sözlüğünde tembelliğin
yeri yoktur. Maddî ve manevî sahalarda çalışmak ise mü’minin simgesidir.
Sonuç olarak diye biliriz ki, yukarıdaki açıklamalardan isimlerin sahipleri üzerinde bir
etkiye sahip olduğu ve isimle ismin sahibi arasında psikolojik bir etkileşim de
bulunabileceği söylenebilir. Çünkü, isimlerin manaları itibariyle iyi veya kötü kavramları,
vasıfları ve hisleri çağrıştırdıkları için insanları psikoloji olarak etkileyerek, o ismin
sahibine karşı bir ön yargıya götürebilir.
Bununla beraber, bu hususu herkes ve her durum için değişmez bir kural olarak
düşünmek doğru olmayabilir. Çünkü, isminin anlamı kötü olan her insanın kötü ya da;
isminin anlamı iyi olan her insanın iyi olduğunu söyleme imkânına sahip değiliz. (bk.
Niyazi Beki, Kur’an’da İsimlerin Esrarı)
Cevap 2:
İnsanın yediği gıdaların ayrı ayrı tesirlerinin olduğu bilimsel olarak da tespit edilmiştir.
Vücudun proteinlere, minerallere, vitaminlere vs. ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçektir.
Gıda ve meyvelerin bünyenin biyolojik yapısı üzerindeki etkisinin, psikolojik ve
duygusal yapısı üzerinde de etkisinin olması tabiidir. Çünkü, insan, beden ve ruh
ikilisinden meydana gelmiştir. Bu maddî bünye ile manevî bünyenin etkileşiminin
olmaması düşünülemez.
Peygamberimiz (asv)'in bekar gençlere oruç tutmalarını tavsiye etmesi (Buhârî, Nikâh 2),
yiyeceklerin duygular üzerindeki tesirinin olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere,
insanda var olan şehvet, öfke kuvvetleri hayvanlarda da vardır. Bu iki duygu farklı
hayvanlarda farklılık arz eder. Söz konusu hayvanların biyolojik yapılarında etkili olan
unsurların duygusal yapılarında da etkili olduğu bilinmektedir. Bu sebeple, aynı unsurları
yiyen insanların bünyesinde de benzer etkiler meydana getirmesi işin tabiatının gereğidir.
İnsanın beslenme şekli ve neyle beslendiği konusu, hakikaten genişçe tahlil edilmesi
gereken bir konudur. Helal gıdalar ile beslenip makul bir ölçü ile yemek yiyen birisinin
manevi cephesi gelişirken, aksi durumdaki birisinin manevi cephesi o kadar da gelişmez.
Mesela, Avrupa kültürüne ait olan fast food, yani ayak üstü atıştırma geleneği aile içi gelişimi
olumsuz etkiliyor. Müslüman kültüründe ise yemek aile ile birlikte ve bir arada yenir. Bu
da aile içi iletişim ve gelişimde önemli bir faktördür.
Demek oluyor ki, yemeğin helal olması ve ne şekilde yenildiği noktası, insan ve dolayısı
ile toplum üzerinde önemli bir şekillendirme unsurudur. Avrupa toplumlarının
maddecilik ve tabiat fikrine saplanmalarında bu beslenme şekli ve muhtevasının önemli
tesirleri vardır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah’ın helal kıldığı bütün yiyecekler, hasta olmayan bir
insan bünyesinde olumsuz etki yapmaz. Yeter ki, “Yiyin için, fakat israf etmeyin.”
(En`am, 6/141) mealindeki ayetin emrine uygun hareket edilsin. Bazı kaynaklarda bu
konuda yapılan açıklamaların fazla abartılı olduğunu düşünüyoruz.
34
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv)’e onun döneminde,
şimdiki darwinistlerin ve ateistlerin tartıştığı konularla
ilgili sorular sorulmuş mudur? İnkar çeşitlerine Kur’an’da
cevap verilmiş midir?
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan
sorulardan bazıları Peygamber Efendimiz (asv)'e de sorulmuştur. Bunlardan biri "Bu
mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusudur. Bu soru
üzerine İhlâs Sûresi indirilmiş ve bununla cevap verilmiştir. Bu sûre ile şirkin bütün
çeşitlerini kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah
ve ispat ediliyordu. Peygamber Efendimiz (asv) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs
Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır. (bk, Râzi, Suyûtî, Alusi, Elmalılı,
İhlas Suresinin tefsiri)
Diyebiliriz ki, Kur’an-ı Kerim'de eskiden beri / tarih boyunca her türlü dinsizliğin
gerekçesi olarak öne sürülmüş düşüncelere cevap verilmiştir. Bu konuda bazı genel
bilgileri yeniden verdikten sonra, ilgili bazı ayetlerin ışığı altında açıklamalar yapmaya
çalışacağız:
Evvela ateist “kâfir” kavramına dahildir. Her kâfir ateist değil, fakat her ateist kâfirdir.
İslam alimleri, Allah’ın sıfatlarını açıklarken “Bila teşbihin ve la temsilin ve la
ta’tilin…” derler. Bununla Allah’ın bir benzerinin olmadığını ifade etmekle beraber,
onun varlığını yok sayan bir anlayışın da (ta’tilin de) doğru olmadığını anlatmak
istiyorlar. Bu sebepledir ki, İslam literatüründe ateistler “muattıla” sözcüğüyle ifade
edilmiştir.
Aslında İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın varlığının inkârı meselesi yok denecek kadar
azdır. Bundandır ki, Kur’an-ı Hakim'de üzerinde durulan konu Allah’ın varlığının
ispatından ziyade, Allah’ın birliğinin ispatı meselesidir. Çünkü, kâfirler Allah’ı inkâr
etmiyor, sıfatlarında yanlış yapıyorlar. Hatta müşrikler bile Allah’ın varlığını inkâr
etmiyorlar. Bu hastalık, materyalist felsefe akımının ortaya çıktığı bu son üç-dört asrın
ürünüdür.
Bediüzzaman Said Nursi’nin açıklamasına göre (Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Suret,
Beşinci Nokta), Tur suresinin 29-43. ayetlerinde yer alan ve “Yoksa” anlamına gelen
“EM” istifham edatıyla başlayan ayetlerden her biri, inkârın, dalâletin ve dinsizliğin her
çeşidini susturan, son derece yoğun, etkili bir hitap harikası ortaya koymaktadır.
Bedâhetleri, âşikâr gerçekleri inkârcıların tepelerine füzeler gibi indirir. On beş defa
"Yoksa?" lafzı ile pekiştirme ifade eden soru üslubu (istifham-ı inkârî ve teaccubî) ile
"Nasıl olur da bu gerçekleri reddedebilirsiniz, şaşılır sizin aklınıza!" diyerek
şüphenin bütün çeşitlerini çürütür ve her bir cümlede inkâr gruplarından bir bölümünün
iddialarının hülasasını / özünü iptal eder.
Tur Suresi’in ilgili ayetlerinin mealleri ve kısa açıklamaları:
"29. Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatına devam et. Sen Rabbinin ihsanı sayesinde
kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.
35
"30-31. Ne o, yoksa onlar senin hakkında: "Ne olacak? Şairin biri! ‘Feleğin onun
başına neler getireceğini göreceğiz’ mi diyorlar?” De ki: "Bekleyin bakalım! Ben de
(sizin fecî âkıbetinizi) bekliyorum."
Açıklama:
Acaba bu muarızların, muhakemesiz, mantık muvazenesinden yoksun âmi ve câhil bazı
kâfirler gibi sana şâir mi diyorlar? “Biraz sabredelim, ne de olsa bir gün ölür, biz de
ondan kurtuluruz” diyerek senin ölümünü mü bekliyorlar? De ki: "Bekleyin bakalım!
Ben de (sizin fecî âkıbetinizi) bekliyorum." Bunlar seni -hakikatten uzak, hayal ürünü
süslü ifadelerle yaldızlı şiirler okuyup da sonra gerçekleştirecek hiç bir ideali olmayangeldiği gibi giden şairlerden biri mi sanıyorlar? Halbuki, senin ortaya koyduğun o çok
büyük ve pek parlak hakikatler, şair ve şiirin hayallerinden münezzeh ve tezyinatından /
süslü-püslü kuru lafazanlığından müstağnidir.
"32. Akılları mı kendilerinden bunu istiyor, yoksa onlar azgın bir toplum olduklarından
mı böyle yapıyorlar?"
Açıklama:
Yoksa bu inkârcılar, akıllarına güvenen akılsız filozoflar gibi, "aklımız bize yeter" mi
diyorlar? Onun için mi sana tabi olmak istemiyorlar? Halbuki akıl bütün varlığıyla sana
tabi olmayı emreder. Çünkü bütün söylediklerin makuldur. Yalnız şu var ki akıl kendi
başıyla onlara yetişemez. Çünkü o pek geniş hakikatler aklın tek başına ulaşacağı bir
kullanım alanı değildir. Fakat sonsuz ilmin bir tezahürü ve küllî bir akıl hükmünde olan
vahyin rehberliğinde yürüdüğü zaman, akıl da o gerçekleri kavrayabilecektir. Yahut:
İnkârlarının sebebi, azgın zalimler gibi, Hakk'a boyun eğmeyi gururlarına yedirmeyen
kibirleri midir? Halbuki ceberut zalimlerin reisleri olan Firavunların, Nemrutların
akıbetleri malumdur. Demek ki akıl-furuşluk yapan, akıl satıcılığına soyunan bu azgınlar
gerçekte akılsızdırlar. Eğer akılları olsaydı, kendi akıbetlerini düşünürlerdi...
"33-34. Yahut Kur'ân'ı "kendi uydurdu" mu diyorlar? Hayır! Onlar bu iddialarında
samimi değiller. Onların inanmaya niyetleri yok da onun için bu kabil sözler sarf
ediyorlar. Eğer bu iddialarında samimi iseler Kur'ân gibi bir söz getirsinler
bakalım!"
Açıklama:
Veyahut: Yalancı, vicdansız münafıklar gibi "Kur'an senin sözlerindir" diye seni itham
mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde
seni en doğru sözlü biliyorlardı. Vicdanları ağızlarından çıkan bu iddiayı kabul etmez.
Zira Araplardan bir ferdin bütün Arapları âciz bırakacak bir eser ortaya koyamayacağını
çok iyi bilirler. Demek onların imana niyetleri yoktur. Eğer bu iddialarında samimi iseler,
insanların yazdığı eserler arasında Kur'an'ın bir benzerini bulsunlar.
"35-36. Yoksa onlar bir Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa kendi kendilerini mi
yarattılar? Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin bilgiye
ulaşmaya gitmezler."
Açıklama:
Yahut bu inkârcılar, kâinatı abes ve gayesiz itikat eden felâsife-i abesiyyun / varlığı abes
olarak gören ve abesle iştigal eden filozoflar gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz,
vazifesiz, yaratıcısız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki,
kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve pek çok güzel gayeleri takip
etmektedir. Bütün mevcuda / varlıklar, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle
muvazzaftır ve Allah’ın emirlerine boyun eğmektedir.
36
Yoksa, Firavunlaşmış maddiyyun / materyalistler gibi, "Kendi kendine oluyorlar, kendi
kendini besliyorlar, kendilerine lazım olan her şeyi yaratıyorlar." mı tahayyül ediyorlar
ki, imandan, ubudiyetten / kulluktan imtina ederler? Demek kendilerini birer halık, birer
yaratıcı zannederler. Halbuki, bir tek şeyin yaratıcısı, her bir şeyin yaratıcısı olmak lazım
gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir
mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu
derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan daha
aşağıdırlar. Öyleyse bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır
hayvan ve pis maddeler sırasına say. Dedikodularına aldırma, ehemmiyet verme!
Veyahut bu muarızların, yüce yaratıcıyı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla / ateistler
gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'an'ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semavat ve arzın
vücutlarını / göklerin ve yerin varlığını inkâr etsinler veyahut "Biz halkettik, biz yarattık."
desinler. Desinler ki, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp, divaneliğin hezeyanına
girsinler. Çünkü semada yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar Allah’ın birliğinin
ifadesi olan tevhidin delilleri görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri
yoktur. Yoksa "Bir harf kâtibsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir mahalle bile
muhtarsız / idarecisiz olmaz." bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu
kâinat kitabını kâtipsiz; bir nakşında binler sanat incelikleri bulunan bu kâinat sarayını
ustasız; atomlardan galaksilere kadar her sisteminde harika bir nizam ve intizam görünen
bu kâinat ülkesini idarecisiz zannediyorlar!
"37. Yoksa Rabbinin hazineleri onların mı yanında? Yoksa kâinatı onlar mı
yönetiyorlar?"
Açıklama:
Veyahut: Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarını, seçme ve tercih hakkına sahip o mutlak hür iradesini
inkâr eden bir kısım düşünce sapkını filozoflar ve akıl fukarası Brahmanistler gibi
nübüvvetin aslını mı inkâr ediyorlar? Bundan dolayı mı sana iman getirmiyorlar? Öyle
ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün hikmetli sanat
eserlerini ve takip edilen hikmetli gayeleri ve harika nizam ve intizamları ve bu harika
sistemin çalışmasından elde edilen binlerce faydalı neticeleri ve sonsuz kerem, rahmet ve
inayeti yansıtan varlıkların bu eşsiz vaziyetini ve bütün enbiyanın bütün mucizelerini
inkâr etsinler veya "Milyarlarca yaratılmış mahluka verilen rızık, ihsan ve ikramların
hazineleri yanımızda ve elimizdedir." desinler. Desinler ki, kabil-i hitap olmadıklarını
göstersinler. Sen de onların inkarından ötürü üzülme. "Allah'ın akılsız hayvanları
çoktur." de.
Yoksa bunlar, gerçekten aklı hâkim yapan mütehakkim Mutezile gibi kendilerini Hâlıkın
/ Yyaratıcının işlerine rakip ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal'i mesul tutmak mı
istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin, kendini beğenmiş
cahillerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.
"38. Yoksa onların yükselmelerini sağlayan bir merdivenleri, kuleleri var da o sayede
mi göklerin haberlerini dinliyorlar? Öyleyse o haber dinleyenleri kim ise,
meleklerin sözlerini dinlediğine dair kesin bir delil getirsin!"
Açıklama:
Veyahut: Bu inkârcılar, cin ve şeytana uyup kehanet-füruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i
gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan göklere
37
onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semavî haberlerini
tekzip ederler. Böyle şarlatanların inkârları hiç hükmündedir, sen de aldırma!
"39. Yoksa kız çocukları O'nun da, erkekler sizin mi?"
Açıklama:
Yoksa bu muarızların: Ukûl-ü aşere (on akıl) ve erbab-ül enva' (türlerin rableri) namıyla
şerikleri itikat eden müşrik filozoflar gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet /
ilahlık isnat eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakk'a evlat nispet eden mülhit ve bir kısım
ehl-i dâlalet gibi, Zât-ı Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine,
istiğna-i mutlakına zıd olan veledi nispet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve
cinsiyetine münafî olan ünûseti / dişiliği isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi
zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, beka-i nevine muhtaç ve
cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak
mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül, elbette
ve elbette vücudu vâcib ve daim, bekası ezelî ve ebedî, zâtı cismaniyetten mücerred ve
muallâ ve mahiyeti tecezzi ve tekessürden münezzeh ve müberra ve kudreti aczden
mukaddes ve bîhemta olan Zât-ı Zülcelal'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin,
miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağruranesine yakıştıramadıkları bir nevi
evlâd yani hadsiz kızları isnad etmek; öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır
ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları bir hiç hükmündedir. Sen de
aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.
"40. Yoksa onlardan vahyi tebliğ, risalet ve irşad hizmetlerinden ötürü bir ücret
istiyorsun da, onlar ağır bir borç yükü altında eziliyorlar mı?"
Açıklama:
Yahut bu inkârcılar: Hırsa, hıssete / cimriliğe alışmış tâgi, bâgî / azgın, zalim
dünyaperestler gibi senin tekâlifini / getirdiğin yükümlülükleri ağır mı buluyorlar ki,
senden kaçıyorlar ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun ve
onlara Cenab-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve
beddualarından kurtulmak için, ya ondan (10) veya kırktan (40) birisini kendi fakirlerine
vermek ağır bir şey midir ki, zekat emrini ağır görüp İslâmiyet'ten çekiniyorlar? Bunların
tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır. Cevap vermek değil...
"41. Yoksa gayba dair bilgiler kendilerinin elinin altındadır da, onlar oradan istedikleri
tarzda yazıp kopyalıyorlar mı?"
Açıklama:
Veyahut: Şu kendini bilmez adamlar, gayb-aşinalık dava eden Budistler ve gaybî işlerle
ilgili tahminlerini kesin bilgi zanneden akıl-füruşlar gibi düşünüyorlar da ondan mı senin
gaybî haberlerini beğenmiyorlar? Yoksa gaybî kitapları mı var ki, senin gaybî kitabını
kabul etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi
başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hazır ve açık
olduğunu hayal edip ondan malumat aldıklarını düşünüyor olmalılar? Böyle gaybî bir
kaynaktan yazıyor oldukları hülyasına mı kapılmışlar? Böyle, haddinden hadsiz derece
tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzipleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda
senin hakikatlerin onların hülyalarını zîr ü zeber / alt üst edecek.
"42. Yoksa onlar bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Şunu bilsinler ki: Asıl kapana
kısılacak olanlar, o kâfirler olacaklar."
Açıklama:
Veyahut: Fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar
38
gibi ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi
istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sahir deyip, kendileri dahi
inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan
sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade
gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onların
fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i İlahîdir.
"43. Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah onların iddia ettikleri
ortaklardan münezzeh ve yücedir."
Açıklama:
Veyahut: Hâlık-ı hayr ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilah tevehhüm eden Mecusiler
gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi uluhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad
tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi başka ilahlara dayanıp sana muaraza
mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek ki,
“Eğer kökte ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, gök ve yerin her ikisi de -çoktanbozulmuş olacaktı.”
mealindeki ayetin hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu
insicam-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali,
bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce
düşer. Halbuki sinek kanadından tâ semavat / göklerin kandillerine kadar o derece ince
bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu
derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedahet hareket ediyorlar. Onların
tekzipleri seni tezkirden, uyarmaktan vazgeçirmesin.
39
Ayetlerde Allah’ı tesbih etmeyen hiç bir şeyin olmadığı
bildirilmektedir. Allah’a inanmayanlar, inkarcılar Allah’ı
nasıl tesbih ediyorlar?
İlk olarak, şunu belirtmekte fayda vardır: Allah’ı tesbih etmek demek, O’nun varlığını,
birliğini, tüm noksanlıklardan münezzehliğini ilan etmek demektir. Âyette kastedilen ilk
anlam, bu tesbihi, tüm kâinatın, yani Güneş’ten, Ay’a, yıldızlara tüm âleme ve
yeryüzündeki varlıkların hepsine kadar, her şeyin; öncelikle her an, O’nu tesbih etmekte
olduklarıdır. Yani, tüm kainat, kendinin farkında olmaksızın, hal diliyle O’nu ve O’nun
varlığını, birliğini göstermekte böylelikle tesbih etmektedir.
Örneğin bir su damlasından bir okyanusa, koca bir çınar ağacını sırtında taşıyan minik bir
tohumcuğa, tüm bu varlıklar, hepsi üzerlerinde vahdete işâret eden aynı imzayı
taşımalarıyla Hakk’ın varlığını ve birliğini göstermekte ve böylece O’nu tesbih
etmektedirler. Bu varlıkların hikmetten haberleri olmaksızın hikmetle iş görmeleri de hal
diliyle tesbih etmeleri demektir.
Ayetten çıkarılabilecek ve -sorudaki sorgulamaya uygun olarak- algılanabilecek bir
ihtimal olsa bile, bu mânâda da, yukarıdaki ilk anlamı teyit eder mahiyette bir şerh
olacaktır. Çünkü bu ikinci anlam mertebesinde, inkârcıların da, kendilerinin bizzat
varlıkları, yani yaratılmış olmaları ve gözleri, kulakları, tüm uzuvlarıyla bedenleri ve
ruhlarının hakikati, yani varlıklarının mahiyeti, akılları idrak ve dilleri ikrar etmese bile,
sadece varoluşlarıyla bile Hakk’ın imzasını üstünde taşımakta ve bu manada O’nu
göstererek, O’nu tesbih etmektedirler.
"Bir harf katipsiz, bir iğne ustasız olmadığı gibi, şu mükemmel kainat kitabının kendisi
ve içindeki harfler de sahipsiz olamaz." Bu nedenle canlı cansız, insan hayvan, görünen
görünmeyen her varlık Allah'ın varlığını ve birliğini gösterir. Bu batın / gizli mana değil,
zahir / açık manadır.
Her varlık bir sanat eseridir. Sanat eseri kendinden önce sanatkârını tanıtır, Yaratanının
varlığını ve birliğini gösterir. Çünkü Yaratan olmazsa, o varlık olmaz, sanatkâr olmazsa
sanat eseri meydana gelmez, sanat eserinden söz edilmez.
Ressam olmazsa resimden, heykeltıraş olmazsa heykelden, bestekâr olmazsa besteden,
hattat olmazsa hat sanatından söz edilmez.
Bunun için sanat eserini görür görmez hemen sanatkârını merak eder, sorarız, öğrenmek
isteriz.
Selimiye, Süleymaniye camileri Mimar Sinan ile tanınır. Mimar olmazsa ne bu camiler
olur, ne sanatı anlaşılır ne de önemi ve değeri bilinir.
Sanatkâr ve Yaratıcı bir olur, tek olur, bir tane olur. Her varlık tek elden çıkar, bir tek
Yaratıcının eseri olarak vücut bulur.
Bir eserde sanattan, düzenden, güzellikten, mükemmellikten ve ölçülü olmaktan söz
ediliyorsa, mutlak surette Yaratıcısının bir olması gerekir. Başka türlü olması
40
düşünülemez. Düşünülecek olsa her şey birbirine karışır.
Çünkü bütün varlıklar birbirleriyle irtibatlı, ilişkili ve iç içedir. Bir çiçeğin olması için
toprak lazım, su lazım, güneş lazım, dünya lazım, kâinat lazım. Bir çiçeği yapan ve
yaratan bütün kâinatın yaratıcısıdır.
Bir varlığı idare eden bütün bir dünyayı, evreni idare edendir. Hiçbirisi başka bilinmez
bir güce ve ele verilemez. Verildiği an her şey altüst olur, hiçbir şey bulunduğu halde
kalmaz.
Bu açıdan varlıkları Allah'tan başka tesadüfe, doğaya, tabiata havale etmek, kendi
kendine olduğunu düşünmek öyle karmaşa meydana getirir ki, hiçbir şeyin anlamı ve
değeri kalmaz.
Bütün varlıklar, en küçüğünden en büyüğüne, atomdan kâinata varıncaya kadar
Yaratıcısını tanıttığı gibi; var oluşuyla ve kendine has diliyle Rabbini tanır, zikreder ve
tesbih eder.
Bu zikir ve tesbihte bazı varlıklar değişik sesler çıkarabilirken, çoğundan hiçbir ses seda
duymayız. Zaten o varlığın tesbih etmesi demek, Yaratıcının mükemmel olduğunu
göstermesidir, hiçbir fiilinde ve işinde eksik, noksan, abes ve çirkinliğin bulunmaması
demektir. Yoksa her şeyin insan gibi "Lâilahe illallah, sübhanallah, Allahüekber"
demesini kimse beklemez ve istemez.
41
Peygamberimiz (asv)'in ifk (iftira) hadisesi ile alakalı Hz. Aişe
(r.anha) validemize "Eğer böyle bir günaha yaklaştınsa,
Allah'dan af dile ve Ona tövbe et." sözünü nasıl
anlamalıyız?
Peygamberimiz (asv) Hz. Aişe (r.anha)'ye son derece güvenmekte idi. Onun temiz ve bu
konuda günahsız olduğuna inanıyordu. Ancak bu konuda kendisine vahiyle bir bilgi
gelmediği için, kesin bir bilgiye sahip değildi. Peygamber dahi olsa Allah bildirmedikçe
gaybı bilemezdi. Bu sebeple herhangi bir mü'mine yapacağı nasihatı Hz. Aişe (r.anha)'ye
de yapmıştır.
Peygamberimiz (asv)''in de bir beşer olduğunu unutmamak gerekir. İfk (iftira) hadisesi de Hz.
Aişe (r.anha)'ye atılmış çirkin bir iftiradır. Elbette ki Resulullah (asv)'ın böyle bir
hadiseden etkilenmemesi düşünülemez.
Peygamberimiz (asv)'in bu konuda Hz. Aişe (r.anha) validemize bir baskı uygulamadığı
da açıktır. Nitekim Hz. Aişe (r.anha) bu olayı uzun bir müddet sonra başkalarından
duymaktadır. Hz. Aişe (r.anha)'nin babasının evine gitmesi ise Peygamberimiz (asv)'in
isteği üzerine olmayıp, hz. Aişe (r.anha)'nin isteği üzerine olmuştur.
Peygamberimizin Hitâbesi
Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv), zevcesi Hz. Aişe (r.anha)`nin böyle bir isnaddan
uzak olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak böylesine hâince ve sinsice plânlı bir iftiranın
halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Nitekim, mescidde irad ettiği
hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
"Ey Müslümanlar cemâatı! Âilem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir
şahsa karşı bana kim yardım eder? Halbuki, vallahi ben, âilem hakkında hayırdan
başka bir şey bilmiyorum. İftiracılar öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki, ben
onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum." (Sîre, 3:312; Müslim, 8:115i
Tirmizî, 5:332.)
Peygamberimizin, Hz. Aişe (r.anha) ile Konuşması
Hz. Aişe (r.anha)`ye iftirâ edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına
rağmen, Resûl-i Ekrem Efendimize (asv) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescidde ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra Hz. Ebû Bekir (ra)`in evine vardı.
Selâm verdikten sonra, Hz. Aişe (r.anha)`nin yanına oturdu ve şöyle dedi:
"Ey Aişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnadlardan uzak isen,
yakında Allah, seni onlardan beri ve uzak tuttuğunu açıklar. Yok eğer böyle bir
günaha yaklaştınsa, Allah`tan af dile ve Ona tövbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve
sonra da tövbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur."
Hz. Aişe (r.anha) o andaki durumunu da şöyle anlatır:
"Resûlullah (asv) sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Öyle ki, göz yaşından birtek
damla bulamıyordum. Hemen babama dönüp, "Resûlullah (asv)'a bu hususta benim
tarafımdan cevap ver." dedim."
42
"Babam, `Vallahi kızım! Resûlullah (asv)'a ne diyeceğimi bilemiyorum.` dedi.
"Sonra anneme döndüm, 'Resûlullah (asv)'a bu hususta benim tarafımdan cevap ver.`
dedim."
"O da, `Vallahi, ben de Resûlullah (asv)'a ne diyeceğimi bilmiyorum.` dedi." (Müslim,
8:116; Müsned, 6:197.)
Baba ve annesi Resûlullah (asv)'a herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Aişe (r.anha)
bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâda
bulunduktan sonra şöyle dedi:
"Vallahi, ben anladım ki, siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ, onlara
inanmış gibisiniz!"
"Şimdi, ben, size 'O kötülükten uzağım.' desem -ki Allah biliyor, uzağımdır- beni
doğrulamazsınız!"
"Farazâ, 'Ben, kötü bir iş yaptım(!)' desem -ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden
uzağım- siz, beni hemen tasdik edersiniz!"
"Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yâkub`un (as) oğulları ile olan misâlinden
başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim o, `... Artık, bana düşen güzel bir
sabırdır. Söylediklerinize karşı ancak Allah`tan yardım istenir.`(Yusuf Sûresi, 18.)
demişti." (Müslim, 8:116.)
Peygamberimize Vahyin Gelişi
Henüz Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asv) yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse
dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimiz (asv)'e hemen orada vahiy geldi. Hz. Aişe
(r.anha) o ânı da şöyle anlatır:
"Resûlullah (asv)'ı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri
bürüdü. Nitekim, vahiy sırasında kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter
dökülürdü."
"Resûlullah (asv)'ın üzerine elbisesi örtüldü. Başının altına da deriden bir yastık
konuldu."
"Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü, o fenalıktan uzak olduğumu ve
Allah Teâla'nın bana zulmetmeyeceğini biliyordum."
"Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından
doğrulanacak diye, korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini
sanıyordum." (Sîre, 3:315; Müslim, 8:117.)
Vahiy hâli, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asv)'in üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu.
Hz. Aişe (r.anha)`ye,
"Müjde ey Aişe! Yüce Allah, seni kesin olarak tebrik etti! Yapılan iftiradan beri ve uzak
kıldı." dedi. (Müslim, 8:117; Müsned, 6:197)
43
Hz. Ebû Bekir (ra) de son derece sevindi. Yerinden kalkıp kızı Hz. Aişe (r.anha)`nin başını
öptü.
İnen Âyetler
Cenâb-ı Hak, konu ile ilgili olarak Resûlü (asv)'e indirdiği âyet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
"İftirâyı atanlar, içinizden bir zümredir. Bunu sizin için bir şer saymayın. Aslında bu
sizin için bir hayırdır; böyle imtihanlar sizin sevâba erişmeniz için birer vesile teşkil
eder. İftirâ atanların herbirinin, o günahtan kazandığı bir hisse vardır. Onlardan
günahın büyüğünü üzerine alan kimse için ise pek büyük bir azap vardır."
"O iftirâyı işittiğinizde, mü`min erkeklerin ve mü`min kadınların, kendileri hakkında
hayır düşündükleri gibi mü`min kardeşleri hakkında da hayır düşünerek, `Bu
apaçık bir iftirâdır.' demeleri gerekmez miydi?"
"Bu iftirâyı ispat etmek için dört şâhit getirmeli değiller miydi? Mâdem şâhit
getirmediler; o halde Allah katında onlar yalancıların tâ kendileridir."
"Eğer dünyada ve âhirette Allah`ın lûtuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, içine
daldığınız şey yüzünden size pek büyük bir azap dokunurdu."
"O zaman siz o iftirâyı dilden dile naklediyor ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağzınıza
alıp söylüyor, bunu da basit bir iş sayıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek
büyük bir günahtır."
"Onu işittiğinizde, `Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır.` demeniz
gerekmez miydi?"
"Gerçek mü`minlerseniz, Allah size bir daha böyle bir günaha aslâ dönmemenizi öğüt
veriyor."
"Âyetlerini de Allah size böylece açıklıyor, Allah her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle
yapandır."
"Îmân edenler hakkında çirkin söz ve hareketlerin yayılmasından hoşlananlar için
dünyada da, âhirette de pek acı bir azap vardır. Allah her şeyi bilir; siz ise
bilmezsiniz."
"Eğer üzerinizde Allah`ın lûtuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah pek şefkatli ve pek
merhametli olmasaydı, helâk olup giderdiniz." (Nûr, 24/11-20.)
Böylece Cenâb-ı Hak vahiy ile Hz. Aişe (r.anha) hakkında söylenenlerin bir iftirâdan ibaret
olduğunu haber vererek, hem Resûlü'nün (asv) temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden
kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir (ra)`in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsâade etmedi,
hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.
En Üstün Berâet
Birgün Hz. Abdullah bin Abbas`tan Hz. Aişe (r.anha) ile ilgili âyetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu
izahta bulunmuşlardı:
44
"Yüce Allah, dördü, dört şeyle berâet ettirmiş, yapılan iftirâlardan onları temize
çıkarmıştır:"
"1. Hz. Yûsuf (as)'ı, Züleyhâ`nın kendi ehlinden getirilen bir şâhidin dili ile berâet
ettirmiştir."
"2. Hz. Mûsâ (as)`ı, Yahudîlerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla berâet
ettirmiştir."
"3. Hz. Meryem`i, kucağındaki oğlunu dile getirip, `Ben Allah`ın kuluyum` diye söyletmek
sûretiyle temize çıkarmıştır."
"4. Hz. Aişe (r.anha)`yi ise, Yüce Allah, kıyâmete kadar bâkî kalacak i`câzkâr kitabı
Kur`ân`daki o azametli âyetlerle berâet ettirmiştir ki, bu derecede belâgatlı temize
çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız ki, bununla diğer berâet ettirmeler
arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz."
"Yüce Allah, bunu ancak Resûlü'nün (asv) mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için
yapmıştır." (Nesefî, 3:138.)
İftirâcıların Cezaya Çarptırılmaları
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv), konu ile ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irâd
etti. Sonra da gelen Kur`ân âyetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirâyı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mıstah bin Üsâse, Hassan bin
Sâbit ile Hamme binti Cahş`a had vurulmasını emretti. İftirâcılara had olarak seksener
kamçı vuruldu. (Sîre, 3:315; Müsned, 6:35.)
45
"Bir mumin bir mumini sevmedikçe tam olarak iman etmiş
sayılmaz." ne demektir? Ahlaksız insanları nasıl
seveceğiz?
Cevap 1:
Soruda geçen hadisin tamamı şöyledir:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete
giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde
birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" (Müslim,
Îmân 93-94; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)
Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam, İslâm'a göre her işin başı ve âhiretin yegâne geçer
akçesi olan iman ile sevgi arasındaki bağı en çarpıcı biçimde bu hadisinde dile getirmiş
bulunmaktadır. Konunun ehemmiyetine binâen yemin ederek söze başlamış ve önce
kesin bir gerçeği, "imansız cennete girilemeyeceğini" haber vermiştir. Sonra da cennete
girebilmenin vazgeçilmez şartı olan imanı elde edebilmek için müminlerin birbirlerini
sevmeleri gerektiğini, aynı kesinlikle ve aynı açıklıkla bildirmiştir: "Birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!"
Bundan şu sonuç çıkmaktadır: İman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez şartı ise,
müminleri sevmek de tam ve kâmil bir imana sâhip olabilmenin biricik şartıdır. Mümin,
kendisiyle aynı imanı paylaşan herkesi, ırkına, rengine, yurduna ve diline bakmaksızın
sevecek, onlara karşı muhabbet ve sorumluluk duyacaktır. Çünkü imana sınır, yine
imanın kendisiyle çizilebilir.
Müslümanları, tasa ve kıvançlarını paylaşma, dertlerini dert edinme seviyesinde sevgi ve
ilgiye lâyık bulmanın tabiî sonucu onlarla selamlaşamaz hale gelmemektir. Selâm,
Müslümanlar arasında oluşacak sıcak ilgi ve alâkanın mukaddimesidir. Müslümanlar
selâm ile tanışır, bilişir ve sevişirler. Onları aynı inanç çizgisinde birleştiren, bir anda
kalbî duygularla birbirlerine bağlı olduklarını hissettiren sihirli kelime selâmdır.
Peygamber Efendimiz (asv), sadece tesbit ve teşhis ile kalmaz, mutlaka tedavî yollarını
da Müslümanlara gösterir. Bu hadîs-i şerîfte de onun böyle bir uygulamasını
görmekteyiz. Müslümanlar arası ilişkilerin sevgi düzeyine çıkarılabilmesi için nereden
başlanması gerektiğini, "Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey
söyleyeyim mi, aranızda selâmı yayınız!" sözleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır.
Artık sonuç belli, vâsıta belli, o vâsıtayı elde edebilmek için gereken sermâye (sevgi)
belli, o sermâyeye ulaşmak için atılacak ilk adım da bellidir. Ötesi Müslümanlara
kalmıştır.
Cennet-iman-sevgi-selâm irtibâtı, konumuz olan sevginin önem ve yerini göstermesi
bakımından başkaca hiçbir söze ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır.
Buna göre, imansız cennete girilmez. Birbirlerini sevmeyenler gerçek mânâda iman etmiş
sayılmazlar. Çünkü iman sevgiden doğar, sevgi ile kemâl bulur. Selâmlaşmak müminler
arasındaki sevgi bağlarının kuvvetlenmesine vesîledir. Müminlerin birbirlerini
sevmemeleri, iman zayıflığının işaretidir.
46
Cevap 2:
İman sahibi bir insanın, yani bir müminin hoş karşılanmayan hareket ve davranışları
olabilir. Bu durum hasta olan bir kimseye benzetilebilir. Hiçbir kimse hastaya düşman
olmaz; ancak hastalıklarını tedavi etmeye çalışır. Bunun gibi manen hasta olan müminleri
de imanlarından dolayı sevmemiz gerekir. Ancak manevi hastalıkları sayılan günahlardan
kurtulmaları için hem dua etmek hem de elimizden gelen bir şey varsa yardımcı olmak
gerekir.
Buna göre, müminleri sevmek, onun günahlarını, hatalarını, suçlarını ve verdiği zararları
da sevmek anlamına gelmez. Kendini zehirlemiş bir hastanın zehrini sevmeyiz, ancak
hastayı sevmeye devam ederiz. O zehirden kurtulması için de elimizden ne gelirse onu
yapmaya çalışırız. Necasete bulaşmış bir elmasın, bulaşan pisliğini sevmezsek de, elması
sevmeye devam ederiz. Bunun gibi, günah kirlerine bulaşmış bir mümini, günahlarını
sevmezsek de elmas gibi olan imanını sevmeye devam ederiz.
Diğer taraftan, nurani varlıklar ile onun zıddı olan kesif varlıkların yansımasında ve
temessülünde durumları farklılık arz eder, hükümleri başka başkadır; biri hakiki yansır
diğeri sadece görüntü olarak yansır.
Nurani bir varlık yansıdığı yere kendi aslındaki vasıfları da götürür, bir nevi yansıyan ile
yansımaya mahal olan şey aynı gibi olur. Mesela, aynada yansıyan güneş kendine özgü
vasıflarını aynaya da aksettirir, bir nevi küçük bir güneş o aynada oluşur. Aynı güneş gibi
o da güneşten aldığı kadarıyla ısı ve ışık verir. Nuranin temessülü temessül ettiği yeri,
yani yansıdığı yeri kendi gibi yapar.
Kesif şeylerde yani madde ve cismin hükmettiği şeylerde ise yansıma, temessül sadece
görüntü olarak vardır, vasıflar oraya aksetmez. Onun için yansıyan şey ile yansımaya
mahal olan şey farklıdır, aralarındaki tek ilişki görüntü naklidir. Mesela, maddi ve kesif
olan bir taş aynada yansısa, sadece görüntüsü oraya gider taşın kendine ait özellikler
oraya geçmez.
İşte insanın mahiyeti ve kalbi de bir ayinedir, bu aynaya nurani şeyler de yansıyor kesif
şeyler de yansıyor.
Kalp aynasına nurani ve hayırlı bir şey yansıdığı vakit kendine ait vasıfları da oraya
taşıdığı için, kalbe nuraniyet ve hayır getiriyor. Adeta o kalbi hayır ve nura
çeviriyor,onun içindir ki hayırlı ve nurani şeyler ile meşgul olmak gerekiyor.
Bu örnekten hareketle, bir kişiye imanından ve iyiliklerinden dolayı muhabbet etsek, o
muhabbet nurani olduğu için iyilik eden şahsın dostlarına da aynı ile temessül edip
yansır. Madem imanı var, o yönüyle onu sevmek gerekir.
Ayrıca, bir kalpte muhabbet hakiki anlamda yerleşmiş ise, onun zıddı olan düşmanlık yol
bulup içine giremez. Zira bir yerde iki zıddın aynı anda bulunması mümkün değildir.
Birisi var ve yerleşmiş ise, zıddını def eder. Nasıl ışık ile karanlık bir odada aynı anda
bulunamıyor ise, bir kalpte de muhabbet ile düşmanlık beraber bulunamazlar. Muhabbet
kalpte hakiki bir şekilde yerleşmiş ise, düşmanlık olamayacağı için, düşmanlık hissi
acımak ve şefkat manasına dönüşür. Yani kişiye düşmanlık yerine acımak hükmeder.
47
Durum tersinde de aynıdır. Şayet bir kalpte düşmanlık hakikati ile yerleşmiş ise, bu kez
de muhabbet riyaya dönüşür. Yani suni ve yapmacık bir şekilde seviyormuş gibi görünür.
Böyle yapmasının sebebi de ya menfaati içindir ya da zarardan korunmak içindir. İnsan
aynı anda bir kişiye hem düşmanlık edip, hem de muhabbet besleyemez.
Buna göre, bir mümin diğer müminlerin hatalarına acımalı, onun o yolda gitmesine razı
olmamalıdır. Keşke hakta ve doğruda gitse de bu fenalığı yapmasa, diye hayıflanmalıdır.
Bununla beraber, küfür ve zulümden lezzet alan ya da ikaz ve uyarılara rağmen severek
yanlışa gidenlere de acınmaz. Evet dalalet ve sefahat yolunda gidenlere acıyıp, onun o
halden kurtulması için dua etmemizde bir sakınca yok. Yalnız tavır alıp ikaz ettiğin halde
"Dalalette gitmek bana daha zevkli geliyor." gibi müstehzi bir şekilde olanlara acınmaz.
Yoksa dalaletin ve sefahatin içine düşmüş, çıkmak istediği halde çıkamayan çok insanlar
vardır ki onların elinden tutmak ve onlara acımak gerekir.
Konunun diğer bir boyutu yapılan kötülüklere iyiliklerle karşılık vermektir. Bu açıdan,
bizden nefret edenlere sevgiyle karşılık vermek gerekir. Düşmanlık yapanlara karşı
fenalık ve kötülük ile karşılık verip, onları düşmanlıkta daha da zarar verici bir hale
getirmek yerine, iyilik ve güzellik yapıp, hem onun şerrinden kurtulmak hem de onun
pişman olup samimi bir dost olacağını ümit etmek en kolay, en selametli ve en karlı bir
yoldur.
Özetle, meallerini vereceğimiz ayetlere uygun bir yaşam, imanımızın derecesini
gösterecektir:
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10)
“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık
bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussılet, 41/34)
“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları
ve iyi kullukta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)
48
Bir kadında dokuz tane nefis var sözü doğru mudur?
Bu manada sahih bir hadis rivayetine rastlayamadık.
Bir rivayette “Hayanın onda dokuzu kadınlara, onda biri de erkeklere verildiğine” dair
bilgi vardır. (bk. Kenzu’l-ummal, h. No: 5800).
Bu gibi ifadelerin, bazı ehl-i tasavvuf tarafından kullanması söz konusu olabilir. Burada
kullanılan nefis, bildiğimiz “nefis” kavramının kendisi değil, nefse bağlı olarak ortaya
çıkan “şehevî duygu” anlamındadır. Buna göre, kadınların şehevî duygularının erkeklerin
dokuz katı olduğunu söylemek zor görünmektedir.
49
İnsana vaadedilen ebedi cennet diyarı aşırı büyük bir lütuf
değil mi? Beka sıfatının Allah´a özgü olması
cennetliklerin sonsuza kadar yaşayacak olmaları
durumuna ters düşmüyor mu?
Cevap 1:
Cennet, Allah'ın mü'min kullarına verdiği bir mükafattır. Elbetteki rahmeti ve hazinesi sonsuz
olan Rabbimizin mü'min kullarına va'dettiği mükafat eşsiz olacaktır.
Esmasının cüz-i tecelligahı olan bu dünya misafirhanesinde bu kadar harika eserler
sergilenirse, elbette esmasının azamî tecelligahı olan cennet diyarında harikalar gösterip
kullarına her türlü nimetleri lütfedecektir.
Mü'min kulları için ebedi saadet yurdu ve esmasının azami tecelligahı olan Cennet yurdunda
lütfünü kemaliyle göstermesi hikmete ve rahmete ne kadar münasiptir
anlamında... Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle:
"Bu misafirhane-i dünyada yolcuların için böyle rahmet havuzların bulunması ve
insanın seyr ü seyahatına ve gezmesine ve istifadesine müsahhar olması işaret eder
ki; böyle yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz
hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebedisinde öyle ebedî
rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük
nümuneleridirler."(Lem'alar, s.364).
Cevap 2:
Allah’ın ebedi olması kendi zatının bir özelliğidir. Cennet, cehennem ve içindekilerin ebedi
olması ise Allah’ın ebediyen var etmesiyle devam edecektir.
Mesela güneşin ışığı, ısısı ve renkleri kendindendir. Dünyadaki ısı, ışık ve renkler
güneştendir. Güneş bu özelliklerini dünyada devam ettirdiği müddetçe, bu güzellikler var
olmaya devam edecektir. Ama bu güzellikler dünyanın kendine ait değildir; güneşe aittir.
İşte bunun gibi bizatihi ebedi olan Allah’tır. Cennet, cehennem ve içindekilerin ebediliği
ise Allah’ın ebediyen var etmesi ve devam ettirmesiyle olacaktır. Bu sebeple aralarında
bir zıtlık söz konusu değildir.
Allah’ın ebediliği zatidir, kendine aittir, insanın ve diğerlerinin ebediliği arizidir.
Allah’ın devam ettirmesi ve ebediyen var etmesiyledir.
50
Allah’ın bana "Maşallah, ne abid, ne alim, ne cömert insan,
desinler diye bunları yaptın." demesinden çok
korkuyorum. Müslim, İmâre 152 hadisinde belirtilen
insanların durumuna düşmemek için ne yapmalıyım?
İlgili hadis rivayeti şöyledir:
“Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah
Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder.
Cenâb-ı Hak:
"Peki, bunlara karşılık ne yaptın?" buyurur.
"Şehit düşünceye kadar senin uğrunda cihad ettim." diye cevap verir.
"Yalan söylüyorsun. Sen, "Babayiğit adam." desinler diye savaştın, o da denildi."
buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.
"Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur‘an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da
verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da:"
"Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?" diye sorar.
"İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızân için Kur'an okudum." cevabını verir."
"Yalan söylüyorsun. Sen "Âlim." desinler diye ilim öğrendin, "Ne güzel okuyor."
desinler diye Kur'an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi." buyurur. Sonra
emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır."
"(Daha sonra) Allah'ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir.
Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder."
"Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?" buyurur.
"Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı
kazanmak için verdim, harcadım." der.
"Yalan söylüyorsun. Halbuki sen, bütün yaptıklarını "Ne cömert adam." desinler
diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi." buyurur. Emrolunur bu da yüzüstü
cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre 152)
Bu konuya destek veren iki rivayet de şöyledir:
"Kim işlediği hayrı şöhret kazanmak için halka duyurursa, Allah onun gizli işlerini
duyurur. Kim de işlediği hayrı halkın takdirini kazanmak için başkalarına
gösterirse, Allah da onun riyakârlığını açığa vurur." (Buhârî, Rikak 36, Ahkâm 9;
Müslim, Zühd 47-48)
"Azîz ve celîl olan Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya yarayan bir ilmi, sırf dünyalık
elde etmek için öğrenen kimse, kıyamet günü cennetin kokusunu bile alamaz." (Ebû
Dâvûd, İlim 12; İbni Mâce, Mukaddime 23)
51
İlgili hadislerde yer alan dehşet verici hallere düşmemek için, bütün ibadetlerinde Allah’ın
rızasını esas almaktan başka çare yoktur.
Niyet, aslında kişiyi yönlendiren bir saiktir. Bu saikin ne olduğunu kişi çok iyi bilir.
“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155) hadisi
hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Aslında amelin değer ölçüsü olan niyet, kişinin kalbinden kopup gelen, o andaki
arzusunu tatmin etmeye yönelik olarak ortaya çıkan itici güçtür. Bu sebeple, niyet aslında
insanın iradesini bileyen bir unsur olduğu gibi, ilgili arzuya bağlı olarak ortaya çıkan ilk
iradenin kıvılcımını tetikleyen bir faktördür. Bu açıdan konuya bakılırsa, kişinin herhangi
bir sebep altından ortaya çıkan bu fıtrî temayülü ikinci bir niyetle kanalize etmeye
çalışması pek fazla bir değer ifade etmez. Örneğin, çok sıcak bir günde elinizi, yüzünüzü,
ayaklarınızı yıkamak arzusu, -serinleme adına- ortaya çıktıktan sonra, bu arzuyu ikinci
bir düşünce ve iradeyle abdest almaya dönüştürmek, samimî bir abdest için yeterli
değildir. Görünüşe göre elbette abdest niyeti getirdikten sonra ebdesti de olur. Ancak,
gerçekte böyle bir abdest ile baştan itibaren o niyetle alınan abdest arasında çok fark
vardır. Bu, işin bir yönü.
Diğer bir yönü de, şeytanın vesvesesidir. Kişi baştan itibaren Allah rızası için yapmak
istediği bir konuda, şeytan onu tedirgin etmek, o kesin ve samimi niyetine şüphe
görüntüsünü vermek için “Senin içinden aslında buda geçiyor... Bu işi sadece Allah
rızası için yapmıyorsun...” şeklindeki telkinlerde bulunabilir. Eğer biz yaptığımız işte
baştan itibaren Allah’ın rızasını gözetlemişsek, içimize doğan bu tür vesveselere
asla itibar etmemek gerekir. Bizim bilerek sahip çıkmadığımız ve kalbimizle
hoşlanmadığımız hiç bir telkin ve düşünce bizim malımız değil ve biz onunla mesul
olmayız.
Müslüman, her içinde Allah rızasını gözetmeli, ibadetlerini Allah emrettiği için
yapmalıdır. Gösteriş yapmak ve birilerine duyurmak maksadıyla ya da desinler diye
ortaya konan işlerin Allah katında hiç bir değeri yoktur. Böyle davrananların eline
neticede sorumluluktan başka olumlu hiç bir şey geçmeyecektir. Değişik örnek ve
anlatımlarla bu gerçekleri ortaya koyan bu dört rivayet, riyâ konusunda akla
takılabilecek hemen bütün soruları cevaplamaktadır.
Birinci hadis bize şunu anlatmaktadır: Samimi bir niyete dayanmayan amel ve
hareketler -ne kadar önemli ve faydalı gözükürse gözüksün- sonuçta azap ve
pişmanlıktan başka bir işe yaramaz. Şehitlik, âlimlik ve zenginlik gibi meziyet ve
imkânları sırf gösteriş ve desinler uğruna kullananlar, ilâhî huzurda yalanlanarak yüzüstü
cehenneme atılacaklardır. Bu demektir ki, dini istismar eden, onu dünya çıkarlarına âlet
etmeye kalkışan kişiler, kimlikleri ve yaptıkları ne olursa olsun, âhirette "yalan
söylüyorsun" diye azarlanmak ve cezaya çarptırılmaktan yakalarını kurtaramayacaklardır.
Bu hadîs-i şerîf, bir anlamda ikinci hadiste dile getirilen ikaz ve tehdidin nasıl
gerçekleşeceğini misalleriyle anlatmaktadır. Hatta "ilmi dünyevî çıkarlarına âlet
edenlerin cennetin kokusunu bile alamayacaklarını" bildiren üçüncü hadisi de
açıklamaktadır.
Kişiyi, -her üç hadiste de haber verilen- acı sonuca sürükleyen ortak nokta, Allah için
olması ve yapılması gereken iş ve amellere, başkalarının görmesi ve beğenmesi, duyması
ve alkışlaması gibi maksatların katılması, bir anlamda Allah'ın bilmesi ve razı olması ile
52
yetinilmemesidir. Bu ise, kişiyi Allah'ın değil, çevrenin ve çevredekilerin kulu kölesi
yapar. Her şeyi ifsât eder. Bu açıdan baktığımız ve her üç hadisi bir arada
değerlendirdiğimiz zaman, riyâkârlığın ve gösteriş hastalığının, özellikle âhiretteki
mahrumiyetler açısından, ne kadar fena bir hastalık olduğunu kolaylıkla anlarız.
Müslümanlar ibâdet ve amellerinde gösteriş ve desinler kaygısından sıyrılıp yaptıklarını
Allah'ın bilmesini yeter görme seviyesine gelmedikçe, kaliteli bir iman ve amel hayatı
yaşamaları mümkün olmayacaktır.
Burada akla gelebilecek şöyle bir soru olabilir:
Bir Müslüman tarafından Allah rızâsı için yapılmış olan herhangi bir iyilik veya hayır,
yapanın niyet ve isteği dışında diğer Müslümanlar tarafından takdir edilebilir ve onu
yapan sevgi ve övgü ile karşılanabilir. İnsanlar tarafından böyle takdir edilmek, acaba o
kimsenin o işi gösteriş ve desinler diye yaptığı anlamına gelir mi?
İnsanların yapılan iyiliği ve hayrı takdirle karşılamaları kendi adlarına elbette güzel bir
şeydir. Hizmet ve iyilikler takdir edilmezse, hizmet ve iyilik yapacak adam bulmak son
derece zorlaşır. İyiyi, iyiliği ve güzeli takdir etmek, hatta ödüllendirmek bir toplumun
olgunluk göstergesidir.
Ancak işin öbür tarafı, yani takdir edilen ve övülen kişi yönü acaba nasıldır? Toplumun
övgüsü o iyilik sahibinin elde edeceği yegâne sonuç mudur, yoksa onun Allah katında bir
ecri de var mıdır?
İşte bu kuşkudan kaynaklanan bir soruya Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv), çok nefis bir
cevap vermiştir:
"Bir kimse, bir hayır yapar da halk bu sebeple onu överse, buna ne buyurursunuz?" dediler. O
da:
"Bu, mü'min için peşin bir müjdedir." buyurdu. (Müslim, Birr 166; İbni Mâce, Zühd
25)
"Bu, mü'min için peşin bir müjdedir." ifadesi, onun yaptığı iyilik ve hayrın Allah katında
hüsnü kabulle karşılandığının peşin göstergesi anlamına gelir. Çünkü o, bu işi yaparken
toplumun beğenisini hedeflemiş değildir. Reklam ve propaganda yapmayı hiç aklından
geçirmemiş, bu konuda herhangi bir teşebbüs ve müdahalede de bulunmamıştır. Allah
rızâsı için yaptığı işi, Allah'ın sevdirmesi sonucu toplum kendiliğinden sevmiş ve
övmüştür. İnsanların ona yönelttikleri takdir ve övgü, o güzel işin dünyadaki peşin
ödülüdür. Âhiretteki sevabının müjdecisidir.
O halde riyâ ve sum'a düşünce ve niyetinden uzak olarak yapılmış bir hizmet, hayır ve
iyilik, sırf millet tarafından övgü ve takdirle karşılandı diye, aslî niteliğini kaybetmez,
Allah katındaki değerinden de bir şey eksilmez. Önemli olan, o işi yapanın neyi niyet
ettiği ve hedeflediğidir.
Ancak burada bir hususa işaret etmekte fayda vardır. Bazen faydalı olmak düşüncesi ve
endişesi ile beğenilmek arzusu birbirine karışır. Meselâ, bir proğramda herhangi bir
konuda konuşma yapmak için davet edilmiş bir ilim veya din adamı, orada kendisini
dinleyecek olanları ciddiye alıp onlara faydalı olabilmek için araştırır, hazırlanır, plânlar
yapar. Ama bu arada yapacağı konuşmanın veya vereceği bilginin beğenilmesini de arzu
eder. İşte bu arzu, onun faydalı olma düşünce ve gayretlerini gölgeler mi? Herhalde
burada verilecek hüküm, faydalı olma niyeti ile beğenilme arzusundan hangisinin baskın
olduğuna göre belirlenecektir. Bu konuda en iyisi kişinin "kalbine danışmasıdır."
53
Öte yandan yapılan hizmetlerin kimler tarafından takdir edildiği çok önemlidir. Bir şâir,
"Şiirin kıymetini iki şey düşürür" diyor ve ekliyor: "Şiirden anlamayanların alkışı,
şiirden anlayanların sükûtu." Yapılan sohbet ve konuşmaları, ortaya konan hizmet ve
hayırları, o işlerden anlayanlar takdir ediyorsa, bu ayrıca şükür vesilesi yapılmalıdır. Yok
eğer o işlerden anlamayanlar takdir ediyorsa, tövbe ve istiğfar edilmelidir. Bu sebeple,
bilhassa tebliğ ve irşad hizmeti veren din görevlilerinin, kendi kendilerinin doktoru ve
denetleyicisi olmaları, gönül ve duygularının daima Allah'ın rızâsına dönük olmasını
sağlamaya çalışmaları gerekmektedir. Bu konuda onlara yardımcı olacak yine ancak
kendileri, kendi iç olgunluklarıdır.
54
Necm suresi toplu olarak indiği halde, neden bir kısmı
Garanik (Şeytan ayetleri safsatası) hadisesinden bir
kısmı da Miraç olayından bahsediyor? Garanik
hadisesinde Miraç hadisesi zaten bilinmiyor muydu?
Bilindiği üzere, Garanik (Şeytan ayetleri safsatası) hadisesi -zayıf ya da mürsel- rivayetlerde
yer alan bir kıssadır. Muhakkik alimler tarafından bunun uydurma bir kıssa olduğu kabul
edilmiştir (bk. Razî, Hac, 22/52-54. ayetlerin tefsiri) İbn Atiyye de “Buharî ve
Müslim’de yer almayan bu kıssa, -bildiğim kadarıyla- hiç bir meşhur tefsir
kaynağında da zikredilmemiştir.” demek suretiyle görüşünü ortaya koymuştur.(bk. İbn
Atiyye, Hac, 22/52-54. ayetlerin tefsiri).
Ebu Hibban, İbn İshak’dan “bunun zındıklar tarafından uydurulduğunu” nakletmiştir.
Alusî de aynı kanaattedir. Ve İmam Maturîdî’nin de bu görüşte olduğunu belirtmiştir.
Beyhakî ve İbn Kesir de “garanik olayının sahih hiç bir hadis kaynağında yer
almadığını” belirtmişlerdir.
Elbanî bu konuda “Nasbu’l-mecanik fi nesfi kıssati’l-garanîk” adında bir eser yazmış ve
topladığı bütün rivayetleri incelikten sonra bunun uydurma olduğunu söylemiştir.
(Yukarıdaki bilgiler için bk. İbnu’l-Cevzî, Zadu’l-mesîr, Hac, 52. ayetin tefsiri
konusunda yazılan muhakkikin dipnotu- İbn Cevzî’nin kendisi de “Muhakkik alimler
tarafından bu kıssanın doğru olmadığının belirtildiğini” ifade etmiştir. a.g.e).
Necm suresinin başından 18. ayete kadar Hz. Muhammed (asv)’in nübüvvetini tasdik
eden ifadelere yer verilmiştir. 19. ayetten itibaren de bir peygamberin ilk başlaması
gereken tevhit konusuna yer verilmiştir. Şirkin reddedilmesi, tevhidin ispatı manasına
gelir.(bk. Râzî, Necm suresi 19-20. ayetlerin tefsiri).
Bu kıssanın yaygın bir hal almasındaki sebebi şu olabilir: Hz. Peygamber (asv) Mekke’de
inen Necm suresini bitirdikten sonra (oradaki secde ayetinden ötürü) secdeye varmış,
orada bulunan müşrikler de -kuvvetli bir ihtimalle- surede “Lat-Uzza-Menat” putlarından
da söz edildiği için onlar da onlar namına secde etmişlerdir.
Daha sonra Medine’de nazil olan Hac suresinin
“Senden önce hiç bir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret
gösterdiğinde, Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek, ümidini kırmak
istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini
sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir.”
mealindeki 52. ayetinin ifadesine başka bir sebep bulunmadığı için, Necm suresinin sonunda
yapılan secde ile bir ilişki kurulmuştur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Necm Suresi.
Şeytan ayetleri ya da Garanik olayı diye anlatılan iddianın aslı nedir?
55
Yavuz Sultan Selim'e, rüyasında Dört Halife gelerek Mekke
ve Medine'nin hizmetlerinin kendisine veridliğini
söylemişler midir? Bunun kaynağı var mıdır?
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi öncesi Nedimi Hasan Can'a bir sabah bir rüya görüp
görmediğini sormuş, o da bir rüya görmediğini belirtmiştir. Aynı gün rüyayı kapı ağası
Hasan'ın gördüğü belli olmuştur.
Bundan sonrasını Hasan Ağa şöyle alatır:
"Bu gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip
kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam
sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi, başlarında
sarık bulunan Arap simâsında nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve
başka âletler ile hazır vaziyette duruyorlardı. Kapı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi
duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın
elindeydi. O zât, bana dedi ki: "Biz neye geldik, bilir misiniz?" Ben de "Buyurun."
dedim. Dedi ki: "O gördüğün kişiler, Resûlullah Efendimiz (asv)'in ashâbıdır. Bizi
dahi Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv) gönderip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve
buyurdu ki: "Haremeyn'in (Mekke ve Medîne'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp
gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk
ve bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn'dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî
Tâlib'im. Bunu hemen varıp Selîm Hâna söyle!" dedi ve gözümün önünden gittiler.
Bana dehşetli bir hâl oldu. Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir vaziyette
yatıp kalmışım. Oğullarım, teheccüd namazına alışa geldiğim üzere kalkmadığımı
görünce, hasta olduğumu sanmışlar. Sabah namazı vakti geçmek üzere iken gelip beni
uyarmak için vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya düşüp ıslanmış gibi
yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini getirip, o sırada beni uyandırmışlar.
Aklım başıma gelince, acele gelip namaza yetiştim. Fakat aklım hâlâ tam başımda
değildi." diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.
Ben, Pâdişâhın buyurduğu hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makâmına gelince, bu
hizmeti sormadan, yine rüyâmdan sorup buyurdular ki: "Şu senin, bu gece sabaha
kadar uyuyup, hiçbir rüyâ görmediğine şaşılır!" Bunun üzerine ben de: "Pâdişâhım,
rüyâyı bu Hasan kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasan kulunuz görmüş. Emriniz
olursa arzedeyim." dedim. Emirleri üzerine Hasan Ağanın rüyâsını aynen naklettim.
Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayanamayıp, mübârek
gözlerinden yaşlar boşandı. Rüyâyı tamamlayınca; "Demek ki, o dert sâhibinin safâ-i
meşrebi, temiz bir hâli varmış. Sen onu bize medhettikçe; "Zâten, ibâdet ederken
gördüğün her kimseyi velî sanırsın zannederdik. Meğer sevmediğini medhetmez imişsin."
diye buyurdular ve arkasından:
"Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket
etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice
kerâmetleri vardır. İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik."
diyerek tevâzuunu dile getirdi ve hâlini gizlemeye çalıştı. Bu rüyâdan sonra, Arabistan
seferinin hazırlıklarına başlayıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp tedârikini temin
ettikten sonra sefere karar verdi.
56
Meşhur târihçi Solakzâde, bu konuda diyor ki: "Pâdişâha dahi o gece rüyâsında, Hasan
isminde bir şahıs vâsıtasıyla kendisine bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber
verilmişti."
Böyle bir rüya görülmüş olabilir. Çünkü Allah bazı şeyleri insanlara sadık rüyalarda
gösterebilmektedir.
Konunun kaynakları için şu kitaplara bakılabilir:
- Hoca Saadeddin, Tâcu't- Tavârih, II, 602 vd.
- Sicill-i Osmani, II, 119.
- Lütfi Paşa Tarihi, s. 284.
- Hyadikatu'l- Cevami', I, 272.
- İslam Ansiklopedisi, XIV, 272.
57