siyaset ve demokrasi

Transkript

siyaset ve demokrasi
1
SİYASET-STRATEJİ
VE
SİYONİZM
AHMET AKGÜL
2
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
2
Kitabın Yazarı Kimdir?
4
Ahmet Akgül’ün Kitapları ve Konuları
5
ÖNSÖZ
7
I.BÖLÜM
SİYASET VE STRATEJİ
1. Siyaset ve Demokrasi
10
2. Kutsal Devlet mi- Sosyal Devlet mi?
14
3. Siyaset Mühendisliği
21
4. Siyaset ve Strateji
24
5. Seviyeli Siyaset
28
6. Siyaset ve Karakter
31
7. İktidar Hevesi ve Halifelerin Son Sözleri
35
8. Siyasetle İlgilenen Din Büyükleri
39
9. Bediüzzaman ve Siyaset
45
10. Siyaset ve Din İstismarı
52
11. Siyasi Liderin Özellikleri
58
12. Siyaset ve Hile Kavramı
61
13. Siyaset ve Takiyye
67
14. Siyasi Transfer veya Vicdan Pazarı
72
15. Siyaset ve Dış Güdüm
75
16. Siyasi Şuur ve Şer Medya
78
17. Siyasette Öze Dönüş
81
18. Siyasette İstikamet
85
19. Milli Siyasette Yenileşme mi, Değişme mi?
91
20. Siyasi Vahdet
94
21. Faziletli Siyaset
97
22. Siyaset ve Milli Görüş
100
23. Siyasi Münafıklık
105
II. BÖLÜM
SİYONİZM VE TÜRKİYE
1. Samimi Yahudiler Siyonizme Karşıdır
110
2. Siyonizmin Siyaseti
114
3. Siyonizm ve Birleşmiş Milletler
117
4. Siyonizm ve G-7’ler
120
5. Siyonizm ve Mafya
124
3
6. Siyonizm ve Şantajcılık
127
7. Siyonizm ve Teknoloji
133
8. Siyonizm ve Silah Sanayii
136
9. Türkiye’de Siyonist ve Antisemit Hareketler
139
10. Siyonizmin Türkiye Hesapları
143
11. Siyonizm ve Patrikhane Hıyaneti
149
12. Oyunlar ve Piyonlar
157
13. Siyonizm ve Masonluk
159
14. İsrail’de Panik
164
15. Firavun Düzeni ve Siyonizm Son Demleri
168
16. Fil Suresi ve Siyonist Filoların Akibeti
171
17. 11 Eylül-2001 Tarihin Dönüm Noktası
174
4
AHMET AKGÜL KİMDİR?
Araştırmacı-Yazar, Düşünür ve Siyaset Bilimci olarak tanınan Ahmet Akgül, Milli Görüş çizgisinde önemli
bir fikir adamıdır. Olaylara insan eksenli ve İslam endeksli yaklaşmaktadır.
2004 Ocağında, arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’da aylık olarak yayınlanan “Milli Çözüm” Dergisini
çıkarmaya başlamıştır.
Uzun süreli, ciddi ve çileli bir mücadele dönemi yaşamış ve bu duyarlı, tutarlı ve kararlı tavrını hiç
bırakmamıştır. Bu yüzden pek çok sıkıntı ve saldırılara uğramış, defalarca mahkeme açılıp tutuklanmış ve hapis
yatmıştır.
İnancımız ve ihtiyacımız olan evrensel hukuk kurallarının; bütün insanlığın ortak değeri ve hayat düzeni
haline getirilmesi, “Demokrasi, Laiklik ve özgürlükler” gibi çağdaş kurum ve kavramların; ilmi ve insani temellere
göre yeniden şekillenmesi… Ve Türkiye’nin yeni bir barış ve bereket medeniyetine öncülük etmesi konularında
yoğunlaşmıştır.
Üstadımızın, başta “İnsanın Yozlaşması”, ardından “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” ve yine “Barış ve
Bereket Nizamı İslam Davası ve Yozlaştırılan Cihat Kavramı” gibi birçok kitapları İngilizce’ye çevrilip merkezi
Londra’daki Cagaoglu Yayıncılık organizesiyle; Amazon ve Bornes&Noble (bn.com) gibi dünya genelinde
dağıtım yapan yüzlerce online sitesinde ve dijital (e-kitap) sayesinde 20 kadar ülkede yayınlanıp okunmaktadır.
Milli siyaset ve sorumluluk düşüncesini farklı bir boyutta ele alan ve yorumlayan Hocamız; yaklaşık 40 yıldır
Türkiye’mizin her yerinde, Avrupa’da ve İslam ülkelerinde, önemli seminer ve konferanslara katılmaktadır.
Mili Görüş’e çöreklenmiş bazı şaibeli kişilerin gizli niyet ve tertiplerini haber vermesi, uzun vadeli
hedefler ve stratejik tavizler sonucu Partiye girdiklerini sezmesi ve söylemesi nedeniyle, Ahmet Akgül’ün
teşkilatlarda ve Milli Görüşçü kuruluşlarda hizmet vermesi engellenmeye çalışılmış; Erbakan Hoca ise,
kendisinin daha bağımsız davranabilmesi ve nifak çarkı içinde körletilip kirletilmemesi için bu girişimlere
karşı çıkmamış, ama kendisini uzaktan destekleyip yönlendirmekten de geri durmamıştır. Erbakan’ın “Adil
Düzen” projeleri, AKP’nin siyasi hileleri ve karanlık ilişkileri, Fetullahçı Cemaatin gizli mahiyeti
konularında sayılı uzmanlardandır.
1949 Elazığ doğumlu olan, çeşitli konularda yayınlanmış ve hazırlanmış altmış kadar eseri bulunan
yazarımız, evli ve beş çocuk babasıdır.
Hocamız’ın Başlıca Kitapları:
■Milli Sorunlarımız ve Sorumluluklarımız. (2 Cilt) ■İnsan’ın Yozlaşması. ■İslam Davası ve Cihat Kavramı.
■Kur'an-i Kavramlar ve Yorumlar. (3 Cilt) ■Ruhlar, Sırlar ve Uzaydaki Yaratıklar. ■Dünyanın Değişimi ve
Erbakan Devrimi. ■Bizim Atatürk. ■AKP ve Akıbeti. ■AKP İntihara Gidiyor. ■Türkiye Uçuruma sürükleniyor.
■Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor. ■Cumhuriyet Türkiyesinde Nifak Hareketleri. ■Küresel Fesatçıklık ve
Fetullahcılık. ■Osmanlıdan Cumhuriyete Kripto Yahudiler ve Pakraduniler. ■Bir Devrim Yaşanıyor. ■Gönül
Seması ve Tasavvuf Kapısı. ■Mesaj ve Metot. (İletişim ve İşbirliği Sanatı). ■Dış Politikamız. (1. Cilt) BOP’un
Temelleri. ■Dış Politikamız. (2. Cilt) Tarihin En Talihli Değişim Süreci. ■Din, Devlet ve Demokrasi. ■Medeniyet
Mücadelesi ve Mehdiyet Müjdesi. ■Siyaset ve Strateji Dersleri. ■Başörtüsünün İnkârı ve İstismarı. ■Ergenekon
Senaryosu, “At Değiştirme” Operasyonu mu?. ■Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya. ■Ah-u Figan’ım (Şiir Kitabı).
■Cezaevinde Yazdıklarım. ■Din Dengedir, İslam İlericiliktir. ■Hikmet Çiçekleri (Şiir Kitabı). ■Milli Görüş’ün
Marazlıları. ■Refah-Yol'la Rantiye Savaşı. ■Tarikat Terbiyesi ve Ahlâk Tedavisi. ■Terör–Masonluk ve Mafia
Medeniyeti. ■Yakın Tarihimizde Yüceler ve Cüceler. (3 Cilt) ■Zafer Müjdeleri. ■Bir Devrin Bitişi ve Bir Devrimin
Gelişi. ■Osmanlı Sistemi ve Abdulhamit Siyaseti. ■Erbakan’a Son Darbe ve Milli Görüş’ün Parazitleri.
■Deccalizm: Siyonist Yahudi Şebekesi. ■Sözün Çözüme Dönüşmesi (Hazırlanıyor). ■BDP’nin Özerklik Ezanı ve
Türkiye’nin Cenaze Namazı ■Türkiye Tarihi Dönemeçte, Ya Yıkılacak, Ya Şahlanacak!. ■Sabah Yakın Değil mi?
■Rüyaların Öğrettikleri ve Yakın Çevremizden İlginç Örnekleri ■Tuz Kokarsa… ■Bilge Erdoğan’dan, İlkeli
Numan’a ■Dilin Düğümü Çözüldü (Şiir Kitabı) ■Türkiye Büyüyor mu, Bölünüyor mu? ■Katı Ulusalcıların ve
Ilımlı İslamcıların Din Tahribatı. ■Amik Ovası ve Armegedon Savaşı. ■Devrim Simsarları ve Din İstismarcıları.
■Dert Söyletir, Aşk İnletir. (Şiir Kitabı) ■Cemaatın Cılkı, Erdoğan’ın Çarkı, Erbakan’ın Farkı. ■Türkiye
Kuşatılırken, Kuklaların Kapışması. ■Yeni İstiklal Savaşında Milli Şuur ve Ordu. ■Türkiye Dağılacak mı,
Doğrulacak mı? (Ahmaklar Okumasın). ■İslamcı Münafıklar. ■Hayatın Gerçeği ve İnsanlığın Gereği (Hazırlanıyor)
5
AHMET AKGÜL’ÜN
KİTAPLARI VE KONULARI
İlginç görüş ve yaklaşımları, orijinal yorumları ve cesur tanımlamalarıyla başı sıkıntıdan
kurtulmayan, Sağcı, solcu, dinci, devrimci diye bilinen halkımızın her kesiminin ortak paydalar
etrafında buluşması ve dayanışması gerektiğini savunan. Hem din istismarcılarının, hem devrim
yobazlarının perde arkası işbirliğine projektör tutan Ahmet Akgül’ ün kitaplarının içeriğini ana
başlıklarıyla hatırlatmakta yarar görüyoruz!
1 - “İslam Davası”
(İman, ibadet, peygamberlik, dini hizmet ve ilahi adalet konularına orijinal yaklaşımlar ve
yeni yorumlar getiren, elinizden düşüremeyeceğiniz bir eser)
2 - “Mesaj ve Metot (İletişim ve İşbirliği Sanatı)”
(Aile ve komşuluk ilişkilerinden, cemiyet, şirket ve devlet münasebetlerine kadar... Her
kademede yöneticilik, iletişim, işbirliği sanatını ve hayatta başarı ve mutluluk yollarını prensipler
halinde, dini ve ahlaki temeller ve çağdaş gereklerle ortaya koyan bir başvuru kitabı)
3 - “Din Dengedir, İslam İlericiliktir”
(Dinin toplum hayatındaki yeri ve önemi, İslam’ın her asırdaki ve her konudaki ilericilik ve
öncelikleri, yozlaşmış ve yanlış anlaşılan İslami kavramların gerçek anlamını ve özelliklerini
anlatan bir eser. Tutucu ve gericilerin genel karakterlerini ve şartlanmışlık psikolojisini
bulacağınız bir kitap.)
4 - “Sorunlarımız ve Sorumluluklarımız”
(Güneydoğu ve anarşi sorunları, Milli eğitim çıkmazı ve irtica senaryoları, sömürü saltanatı
“din istismarı, Atatürk istismarı”, sağlık ve sigorta tıkanıklığı konularını ve diğer güncel sıkıntıları
ve çözüm yollarını içeren bir eser)
5 - “Mafya Medeniyeti”
(Mafyanın perde arkası ve dünya bağlantıları, Mafyanın, asker, siyaset, emniyet, iş
adamları ve medya ilişkileri ve Türk mafyasının çarpıcı örnekleri ve özellikleri. Masonluk,
Siyonizm ve mafya işbirliğini anlatan Türkiye’yi sarsacak bir kitap)
6 - “Siyaset ve Strateji”
(Tarihi birikimlerinden ve meşhur siyaset bilgelerinden yararlanarak hazırlanan çağdaş
devletçilik ve yöneticilik prensiplerini... Büyük siyasilerin stratejilerini... Siyonizm’le sade
Musevilerin farklı oldukları gerçeğini ortaya koyan bir eser. Siyasetçilerin ve her seviyedeki
yönetici ve eğiticilerin ve düşünen beyinlerin anahtar kitabı.
7 - “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya”
(Adil Düzen nedir? Hangi ihtiyaçların eseridir? Neleri içermektedir? Ekonomi, siyaset,
eğitim ve dini kurumların yeniden şekillenmesi... Demokrasi ve laikliğin güncelleştirilmesi ve
genişletilmesi... Dış politika hedefleri ile ilgili derli toplu tek eser)
8 - “Kur’ ani Kavramlar ve Yorumlar”
Kur' ana göre yönetim biçimleri, din-devlet ilişkileri, demokrasi, laiklik ve insan hak ve
özgürlükleri gibi çağdaş kurumların, “Kur’an, besmele, fatiha, Şeriat, Şeytan” gibi çok yaygın
olan ama yanlış anlaşılan ve yozlaşan Kur ‘ani kavramların asıl anlamını ve çok ilginç ve
çağdaş yorumlarını bulacağınız ve elinizden bırakamayacağınız bir eser)
6
9 - “Erbakan Devrimi”
(Erbakan’ın gerçek kimliğini, mücadele sahasını ve sürecini, Hedefini ve stratejilerini, iç
ve dış engellerini, belgelere dayanarak anlatan akıcı ve çarpıcı bir eser)
10 - “Refah-Yol’ la Rantiye Savaşı”
(Refah- Yol’ un oluşma şartlarını, başarılarını, başaramadıklarını, 28 Şubat sürecinin ve
Refah-Yolun yıkılışını ve bunların perde arkasını irdeleyen bir çalışma)
11 - “Nifak Hareketleri”
(Münafıklığın tanımını, tarih boyunca nifak oluşumlarını... Günümüzdeki şüpheli yaklaşım
ve yanlışlık örneklerini anlatan bir eser)
12 - “Zafer Müjdeleri”
(Yaratılış amacımızı ve sorumluluklarımızı ve Büyük İslam Medeniyetinin yeniden doğuş,
hazırlık ve muştularını ve “Mehdi ve Altın Çağ” la ilgili haber ve kavramları inceleyen ve
müjdeleyen bir eser)
13 - “Tarikat Terbiyesi”
(Tasavvuf ve Tarikatların anlamını ve amacını, insanımızın gerçek tasavvufa olan
ihtiyacını, Tarikat istismarı ve din sahtekarları konularını içeren önemli bir eser)
14 - “Dış Politikamız”
(Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi dış politika sorunlarını ve sonuçlarını, Türkiye üzerindeki
oyunları, piyonları ve perde arkasını inceleyen ve 20 yıllık yazıların birikimiyle meydana getirilen
çok önemli ve özellikli bir eser)
15 – “Ah-u Figanım (Şiir)”
(Yaratılış sırları, peygamber sevdası, insanlık davasıyla ilgili tatlı ve hakikatli dizelerini,
Bencil, beleşcil, hain ve zalim tiplere yazılan taşlama ve haşlamalarını ve yazarımızın uyarı ve
nasihatlerini içeren çok güzel ve özel bir şiir kitabı)
16- “Cezaevinde Yazdıklarım”
Yazarımızın 312,ye muhalefet bahanesiyle Malatya DGM.ce verilen 11 aylık cezanın
infazını çekmek üzere girdiği Keban Cezaevinde yazdığı, çeşitli konularla ilgili düşünce ve
değerlendirmelerinden oluşmaktadır.
17- “İnsan’ın Yozlaşması”
İnsanların ruhi yönden bozulmasının ve ahlaki yozlaşmasının sebep ve sonuçlarını ve
tedavi yollarını ortaya koyan bir eser.
18- “Ruhlar ve Sırlar”
Ruhun aslını, fonksiyonlarını ve uzaylılarla irtibatlarını anlatan ilmi ve ilginç bir araştırma.
19- “Din-Devlet ve Demokrasi”
Bu üç önemli kurum ve kavramın, bir arada ve çatışma değil barış ortamında olabileceği
gerçeğini anlatan bir kitap.
20- Milli Siyasette Kirli Hesaplar
21- Hikmet Çiçekleri (Şiir)
7
ÖNSÖZ
Siyaset; hem toplumu
yönetme ve yönlendirme sanatı, hem de devlet ve hükümet işlerini
yürütmek üzere, hukuki ve ahlaki düzenlemelere girişme sahasıdır.
Strateji ise, siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal projeleri hedefine ulaştırmak ve engelleri
kolayca ve en az kayıpla aşmak üzere belirlenen teorik, teknolojik, taktik ve lojistik imkanların
en etkili ve verimli şekilde programlanması ve uygulanmasıdır.
Lojistik; (Yeterli ve yetenekli eleman ve personelin, her türlü araç, gereç ve malzemenin,
ve bunların ikmal ve destek kuvvetlerinin hazırlanması),
Taktik; (Eldeki imkan ve fırsatların, en hayırlı ve başarılı sonuçları alacak usullerle ve
ustalıkla kullanılması),
Teknolojik; (O sahadaki teknik birikimlerden ve teknolojik gelişmelerden yararlanılması ve
daha ileri model ve metotların yaratılması)
Ve Teorik; (Geçmiş deneyimlerden de faydalanarak, daha yeni ve etkili program ve
projelerin tasarlanması)
Gibi bilgi ve becerilerden yoksun kurum ve kuruluşların başarıya ulaşma şansı zayıftır.
Bir teşkilat veya hükümet hedefine varmak istiyorsa:
a) Rakiplerinin gücünü, avantajlarını ve zaafiyet noktalarını,
b) Kendisi aleyhindeki tahdit ve tehdit (sınırlama ve korkutma) unsurlarını ve bunları
aşma yollarını,
c) Teknik, ekonomik, politik, psikolojik ve askeri
yönden her türlü
gücü
hazırlama
imkanlarını,
d) Bu gücü yerinde ve yeterince kullanma başarısını,
e) bu gücü sürekli geliştirme ve olgunlaştırma şartlarını,
f) Rakiplerinin:
1- Mevcut güçlerini ve yeteneklerini,
2- Görünen girişimlerini ve gerçek niyetlerini,
3- Kısa ve uzun vadeli siyaset ve stratejilerini, önceden
öğrenme ve karşı tedbirler
geliştirme (istihbarat) kurallarını bilmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır.
Tarih boyunca yaşanan bütün başarısızlıkların altında, bu stratejik anlayış ve atılımlardan
mahrum lider ve hükümetlerin hatası yatmaktadır.
Gerek bütün yeryüzünde, gerek kendi bölgesinde, gerek ülkesinde ve gerekse yakın
çevresinde, ekonomik ve sosyal gelişmeleri
menfi
yönde etkileyen ve toplum kesimlerini
manipüle eden merkezleri ve bunların yöntemlerini bilmeyen, bilse de baş edemeyen lider ve
hükümetlerin, olumsuz gelişmeler karşısında “ne yapalım, birileri
düğmeye basınca bunlar
oluyor!” cinsinden mazeretlere sığınması, kendi acizliklerinin ve çaresizliklerinin ifadesi ve
ispatıdır.
8
Türkiye’mizde gerçek bağımsızlığa ulaşmak ve başarılı hizmetler sunmak isteyen
siyasetçilerin ve hükümetlerin:
a) Yönetim çarkını kolaylaştırması ve yetkileri paylaşmaktan korkmaması,
b) Ülke çapında, her kurum ve kademede denetim ve kontrol mekanizmasını çalıştırması,
c) Her konuda ve herkese karşı adalet ve eşitliği sağlaması,
d) Toplumu manen disiplinize eden
dini değerlerin ve psikolojik dinamiklerin
güçlenmesine, inanç ve ifade özgürlüğünün yerleşmesine çalışması,
e) Demokrasiyi kurumsallaştırması, genel ve yerel yönetimlerin halk iradesini tam olarak
yansıtması, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki demokratik dengenin korunması,
f) Şeffaflık ve tarafsızlığın uygulanması, Milli Güvenliği ilgilendiren özel durumlar dışında
“gizlilik ve devlet sırrı” arkasına saklanılmaması,
g) Kurumlar arasında koordinasyon ve işbirliğinin oturtulması,
h) Sağlıklı ve sürekli istihbarat ve bilgi kaynaklarına sahip olunması
i) Evrensel (Avrasya-Yeni Dünya)
Bölgesel (Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu, Karadeniz ve Akdeniz Havzası)
Ve ülke çapında (Genel, bölgesel ve il bazında) gerekli ve yeterli siyaset ve stratejileri
hazırlaması gerekmektedir.
Bunun için, toplumu oluşturan bireylerin de, hem kendi haklarını
başkasının haklarına saygı duyacak ve sahip çıkacak
bir şuur
kullanacak, hem
olgunluğuna
ulaşmasıda
beklenir.
A- Negatif Haklar: Herkesin doğuştan sahip olduğu can, mal ve namus emniyeti, din ve
düşünce hürriyeti gibi tabii haklardır ki, bunları korumak devletin görevidir.
B- Pozitif Haklar: Her türlü ekonomik ve sosyal girişim ve gayretlerdir ki, bunları gözetmek
ve geliştirmek sivil toplum örgütlerinin ve kısmen siyasi partilerin görevidir.
C- Aktif Haklar ise, seçme ve seçilme hakları, yerel ve genel yönetimlere katılma
imkanlarıdır ki, bu hakları kullanmak ve sahip çıkmak da özellikle fertlerin görevidir.
Türkiye, Tarihi kültür ve medeniyet mirası, Tabii ve coğrafi yapısı, Temel yer altı ve
yerüstü kaynakları ve Talihli fırsatları bakımından, “dünya devleti=Süper Güç” olacak potansiyel
imkanlara sahip olmasına rağmen, maalesef bilinçsiz ve beceriksiz yöneticiler elinde perişan
edilmiştir.
Evet, Süper Güç olmak için,
Ekonomik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı Almanya süper güç
olurdu.
Bilim ve teknolojik güç gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Japonya süper güç
olurdu.
Jeopolitik konum çok önemlidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Türkiye süper güç
olurdu.
9
Askeri güç mutlaka gereklidir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı, Çin süper güç olurdu.
Nüfus yoğunluğu da önemli bir etkendir, ama yeterli değildir. Yeterli olsaydı Hindistan
süper güç olurdu.
Tüm dünyayı etkileyecek bir kültür ve yaşam biçimi (Mimari, müzik, moda, (giyecek,
yiyecek, içecek ve eğlence tarzı) önemli ve özellikli bir öğedir, ama yeterli değildir. Yeterli
olsaydı Fransa süper güç olurdu.
Süper Güç olmak için, gerekli olan bütün bu şartların hepsini hazırlamakla beraber,
bunları dünya dengelerini hayırlı yönde değiştirecek ve düzeltecek şekilde kullanacak büyük bir
beyine ve süper bir organizeye ihtiyaç vardır.
İşte bu beyin ve birikim, Türkiye’nin ve insanlık aleminin en büyük şansıdır.
Umuyoruz ki, yakın bir gelecekte;
İlim ve teknoloji üstünlüğünü ve öncülüğünü ele geçirmiş, bunun yanında yeni ve yaygın
kalkınma modelleri geliştirmiş,
Kendi öz kültürünü, dünyanın her yerinde özlenen ve özenilen hale getirmiş,
Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının sağlanması ve Dünya huzurunun
korunması açısından, siyasi ve askeri etkinliğini, herhalde ve her yerde hissettirebilen,
Farklı din ve kavimlerden bütün insanlığın refah ve hürriyetine hizmet eden, Yeni bir barış
ve bereket medeniyetinin merkezi ve motoru Türkiye olacaktır.
Bu kitapta siyaset ve stratejiyle ilgili genel kavramları, temel kurumları ve bunların çağdaş
yorumlarını, ilmi ve İslami esaslarla ortaya koymaya ve Siyonizm’in şeytani düzenlerine karşı
toplumu uyarmaya çalıştık.
Haksızlık ve ahlaksızlık üzerine kurulan bencil ve barbar bir sistem ve siyaset
anlayışından kurtulup, gerçek bir hukuk ve hoşgörü medeniyetinde buluşmak ve yeni bir saadet
sabahında bayramlaşmak ümidiyle.
Ahmet Akgül
10
SİYASET VE DEMOKRASİ
Eski Yunanca’da “demos-kratos” kelimelerinden türetilen
ve “halkın
kendi
kendisini
yönetmesi” anlamına kullanılagelen demokrasi, çağımızda en çok istismar ve suistimal edilen
kavramlardan birisidir.1
Uygulandığı her ülkede birbirinden oldukça farklı biçimlere bürünen, yani birbirine zıt
pekçok çeşidi gösterilebilen demokrasinin başlıca türleri şunlardır:
1-Doğrudan Demokrasi: Halkın hem anayasa ve kanunlarını, hem yönetim kurumlarını
bizzat kendilerinin hazırlaması ve uygulaması ve yine bütün mahkemelere doğrudan halkın
bakması şeklindeki bir demokrasi anlayışıdır ki, bu sadece 5-10 bin nüfuslu bir şehir-site
düzeninde uygulanabilecek bir yönetim şeklidir. Ve zaten Eski Yunan döneminde Atina ve
Sparta gibi tek bir şehir çevresinde yürütülebilmiştir. O dönemde bile şehir halkının hepsi
değil, sadece
“yurttaş” statüsüne girebilenler oy kullanma ve yönetime
katılma
hakkına
sahiptir. Önemli bir kitle oluşturan köleler ve kadınlara demokratik haklar verilmemiştir. Yani
genel insan hakları değil, özel yurttaş hakları gözetilmiştir.
Sonunda yurttaşlar öyle istiyor diye Atina’da kadın-erkek hamamları bile birleştirilmiş,
korkunç bir toplumsal kokuşma
başgöstermiş
ve Demokrasi deneyimi
medeniyetinin çöküşüyle neticelenmiştir. O dönem filozoflarından
kitabında,
Eski Yunan
Eflatun bile “Devlet” adlı
Demokrasiyi, “Tiranlık (zalim ve zorba yönetim)’den sonra, soysuzlaşmış siyasi
sistemlerin en kötüsü” şeklinde ifade etmektedir.
Günümüzde sadece New England’da ve bazı küçük İsviçre Kantonlarında doğrudan
demokrasinin, o da şeklen uygulandığını ve bunun bir devlet rejimi
halini almasının
imkansızlığını ziyaretlerimiz sırasında bizzat gözlemlemişizdir.
2-Temsili Demokrasi: Halkın siyasi
haklarını, kendi
seçtikleri
ve yetki
verdikleri
temsilcileri (milletvekilleri) aracılığı ile kullandıkları yönetim şeklidir. Ne var ki:
a)Partiler arası kör taassup ve inatlaşmanın başlaması, hatta partilerin ilahlaştırılması,
b)Seçilecek milletvekillerinin belli merkezler tarafından belirlenip
bunların halka
dayatılması,
c)Milletvekillerinin ve partilerin bazı güç odaklarınca satın alınması ve onların hizmetinde
kullanılması,
d)Halk, sunî gündemlerle oyalanıp etkin bir denetim ve değiştirme mekanizmasının
oluşturulmaması,
e)“Vatan kurtarıcı”ların ve “düzen koruyucu”ların özel ve yüksek yetkilerle donatılıp
demokrasinin yozlaştırılması gibi endişe ve etkenler en aza indirilebilse, “Temsili Demokrasi”
ideal bir yönetim şekli olabilir.
1
İstismar: Sömürme , Suistimal: Kötü amaca alet etme
11
İlk defa Eski Roma, kısmen temsili demokrasiyi andıran bir idarî yapılanmayı denemiş,
ama soylu ve zengin yurttaşlara
tanınan ayrıcalıklar ve yukarıda özetlediğimiz arızalar
yüzünden, sonunda dejenere edilmiş ve devrilmiştir.
3-Liberal Demokrasi: Ülkedeki “azınlık”ların temel hak ve hürriyetlerini garanti altına
alabilmek amacıyla, çoğunluk iktidarının anayasal düzenlemelerle kısıtlanması halidir. Ne var
ki ilk bakışta iyi niyetli ve insanî bir amaca yönelik görünen bu durum, pek çok ülkede istismar
edilmiş ve o ülkedeki “etnik, dini veya sosyal azınlıkların (Laikler, enteller, zenginler gibi)
çoğunluğa hükmettikleri, hatta zulmettikleri bir yapıya çevrilmiştir. Türkiye bu acı ve alçaltıcı
durumu fiilen yaşayan ülkelerden birisidir. Hatta bu asrın başlarında Amerika’da Yahudi
Lobisi’nin güdümündeki Kongre’ye hakim olan Federalist Parti (şimdiki Cumhuriyetçiler) ülke
çoğunluğunu oluşturan halk kesimini “kalabalık hayvan sürüleri” olarak görmekteydi.2
4-Hristiyan Demokrasiler: Hristiyanlık dininin inanç ve ahlak prensipleriyle demokratik
ilkelerin kaynaştırılması sonucu elde edilen program ve projelerin yönetimlere hakim kılınması
şeklidir.
Bugün gelişmiş batı ülkelerinde görülen Hristiyan Demokrat partiler ve hükümetler bu
düşüncenin tipik örnekleridir.
Bu konuda asla unutulmaması gereken şey, Demokrasilerin fantezi bir amaç değil,
faydalı bir araç olarak değerlendirilmesi gerçeğidir.
İngiltere’deki demokratik düşüncenin öncülerinden sayılan John
Locke “Of Civil
Goverment – Sivil Yönetim Hakkında” (1690) adlı riselesinde “can, mal ve namus emniyetinin,
din ve düşünce hürriyetinin, insanların temel ve tabii hakları olduğunu ve hükümetlerin bunları
sağlamak ve korumakla görevli bulunduğunu, demokratik seçimler ve biçimlerle de işbaşına
gelmiş olsa, bu hakları
çiğneyen hükümetlerin meşruiyetini yitireceğini ve halk tarafından
değiştirilmesi gerektiğini” söylemekte ve İslam’ın öngördüğü ve müslümanların asırlarca fiilen
yürüttüğü “evrensel insan hakları” prensiplerini 1000 (bin) sene sonra farkedebilmektedir.
İnsanların doğuştan eşit olduklarını, “asiller, orta seviyeliler, köylüler, köleler” gibi sınıf
ayrımının
yanlışlığını ve haksızlığın
Fransız
Düşünür Woltaire, peygamberimiz Hz.
Muhammed’den tam 1200 (bin ikiyüz) sene sonra dile getirebilmiştir.
Ya demokratik hileler veya despotik yöntemlerle iktidarı ele geçirip, bir yandan halkın
emeğini ve ülkenin kaynaklarını sömüren, bir yandan da milletin manevi değerlerine hücum
eden ve bütün bu zulüm ve zorbalıklarını da Demokrasi ve Laiklik adına yaptığını söyleyen
sahtekârlara 19. Yüzyıl
hümanistlerinden
gerekir:
2
Meydan Larousse, Demokrasi tarihi
Thomas Hill Green’in şu
tesbitini
hatırlatmak
12
“Demokrasi, insanların kendi manevi değerlerini, yine kendilerinin seçmesi hakkını
onlara vermek ve hayatlarını bu değerler doğrultusunda biçimlendirmek fırsatını ve ortamını
hazır hale getirmektir.3
Çağdaş İngiliz
olmayıcağını
düşünürlerden bazıları, haklı
ve ahlaki
olarak “Her hukuki olanın ahlakî
(vicdani) olmayan, kanun ve kararların uygulanmasının ise zulüm
olacağını” söylemektedir. Örneğin Meclisler, zencileri ikinci
çıkarsalar, veya Refarandumla
sınıf
insan sayan
bir ülkedeki çoğunluk “oradaki müslümanların
kanunlar
inançlarını
yaşama haklarını kısıtlayan kararları onaylasalar, bunlar her ne kadar demokratik ve kanuni de
olsa,
ahlaki
ve vicdani olmadığı için geçersizdir ve mutlaka değiştirilmesi ve düzeltilmesi
gerekir.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi
demokrasi
amaç değil sadece
bir araçtır ve onu
kullananların niyetlerine göre farklı mahiyetlere bürünmektedir.
Kötü niyetli ve zalim zihniyetli kimselere göre Demokrasi:
“Şeytanî çıkarlarını, halkın ihtiyaçları ve amaçları gibi gösterme bahanesi ve insancıl kılıf
geçirilmiş bu haksızlık ve ahlaksızlıkları, toplumun isteği ve desteği ile yürütme hilesidir.”
İyi niyetli ve insaniyetli kimselere göre ise demokrasi:
“Hakkın doğrularını, halkın arzuları haline getirebilme vesilesi... Ve temel insan haklarını
ve evrensel hukuk kurallarını, halkın ortak iradesi ile icra etme mesleğidir”
Hakka ve hayra değil,
nefs-ü
hevaya meyilli olan insanların nasıl bir yönetim
sergileyecekleri başından bellidir... Ve zaten “Her toplumun layık olduğu idareyi bulması”da
münasip ve mükadderdir.
Öyle ise, zulüm ve zorbalığın, ha bir sultan ve meşrutiyet tarafından, veya demokratik
seçimle işbaşına gelmiş bir başkan ve hükümet tarafından yapılmış olması ne fark edecek ve
neyi değiştirecektir?
Ve yine ülkede adalet, hürriyet ve emniyet ortamını sağlıyan, Refah, bolluk ve bereket
imkanlarını hazırlayan bir yönetimin, nasıl teşekkül ettiği çok mu önemlidir?
Sırası gelmişken seçmene ve delegeye taparcasına “Taban demokrasisi” diye tepinenlere
sormak lazım...
İçlerinde ki iyi niyetli ve memleket sever iş adamları hariç, genellikle sömürücü sermaye
baronlarının “kapalı karargahı” olan ve Demokrasiyi hiç dilinden bırakmayan şu TÜSİAD; acaba
kendi başkanını niye 400 civarındaki üyelerinin hür iradesiyle seçmezler? Niye kutsal
demokrasiyi kendileri için istemez ve işletmezler?
Partisinin ismini Demokratik Sol koyan, demogoji kahramanı Sn. Ecevit niye, DSP içinde
demokrasiye aslı geçit vermez? Niye kendisinden ve eşinden başkasına güvenmezler? Ve niye
marazlı Medyadaki demokrasi sahtekarları bu durumları asala dile getirmezler?
3
Lectures on the principles of political obligation –Siyasi sorumluluk ilkeleri üstüne dersler
13
Demokrasi
diye diye dilleri şişen Türk-İş ve DİSK’in başkanları, acaba niye sendikal
saltanatlarına son verecek demokratik seçimleri ve direk girişimleri asla hoşgörmez
ve
müsaade etmezler?
Artık herkes biliyor ki, Amerika’daki demokrasi, aslında başkanlık sistemi görünümlü bir
Lobiler diktatoryası”, Avrupa’daki demokrasilerin bir çoğu aslında birer Masonik bürokrasi
saltanatı” ve geri kalmış ülkelerdeki sözde demokrasiler ise ya bir “sömürücü sermaye
hegomonyası” veya “Kurtarıcılar ve kurucular krallığı” dır.
Seçmenlerin ve seçileceklerin birbirlerini rahatlıkla tanıyıp tartabilecekleri dar çerçevede
ve yakın çevrede “doğrudan seçim”, geniş dairede ve ülke genelinde ise “vekiller eliyle dolaylı
katılım” esasını benimseyen ve böylece doğrudan demokrasi ile temsili demokrasiyi birleştiren
ve Yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargı (mahkemeler) ya bir dördüncü kuvvet
olarak “Denetleme”yi
ekleyen... Her dinden,
her kavimden ve her düşünceden, bütün
vatandaşların temel insan haklarını korumayı, birlikte
şartlarını
hazırlamayı
hedefleyen
Milli Görüş
barış
ve bereket içinde
yaşama
Medeniyetindeki gerçek demokrasilerde
buluşmak ümidiyle... Zira bugünkü haliyle, çağımız İslam’ın çok gerisindedir. Türkiye ise,
maalesef çağın da gerisindedir!...
14
KUTSAL DEVLET Mİ, SOSYAL DEVLET Mİ?
Her şeyin mutlak yaratıcısı ve Rabbı olan Cenabı Hak, gezegenlerden atom zerrelerine,
beyin hücrelerinden sinir sistemine kadar, bütün alemlerin ve hadiselerin tek ve gerçek
hakimidir.
Her konuda en doğru ve değişmez kuralları bilen ve gönderen de Allah’ın kendisidir..
Ancak, imtihan gereği, istedikleri sistemi tercih ve tatbik etmek fırsatını insanlara
vermektedir. “Biz, (zafer ve hakimiyet) dönemlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz” 4 ayeti
bu duruma işaret etmektedir. Ve Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların, Firavunun tehdidine karşı
“Hükmün ne ise (ve elinden ne gelirse) yürüt... Zira senin hükmün sadece bu dünya hayatında
geçerlidir”5
ayeti de hakimiyetin, zahirde ve belli bir sürede insanlara verilebileceğini
göstermektedir.
Öyle ise bu anlamda “Hakimiyet Milletindir” sözü yerindedir. “Nasıl olursanız, öyle idare
edilirsiniz” hadisi şerifi de, “kendi iradenizle tercih ettiğiniz, istikamet ve gayretinizle liyakat
kesbettiğiniz yönetim biçimine ulaşırsınız”, mealindedir.
Sistemleri ilahi ve beşeri diye ayırmak ise münasip değildir. Zira bütün sistemler birer
insan olan ilim adamlarının içtihat ürünü oldukları için, hepsi “beşeri”dir.
Ne var ki, mesela Hanefi fıkhı, dayanağı vahiy ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Ama kapitalist veya sosyalist bir sistem, dayanağı nefis ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Devlet ise bir ülkede yaşayan insanların ortak nefsi ve iradesi yerindedir.
Bu nedenle, “millet devlet için değil, devlet millet için vardır” felsefesi güdülmelidir.
Öyle ise, “kutsal devlet” değil, “adil ve sosyal devlet” düşüncesi önemlidir.
Gardiyan devlet yerine, garson devlet prensipleri yürütülmelidir.
Despotik bir Kanun devleti değil, demokratik bir hukuk devleti gerekli ve geçerlidir.
Dünya tarihi boyunca her türlü insan topluluğunda olsun, çeşitli kültür ve inanç olgusunda
olsun, mutlaka devlete veya onun fonksiyonunu görecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmuştur.
Devleti oluşturan bu ihtiyaçları ise üç ana başlıkta toplamak mümkündür.
1-HUKUK VE ADALET : Sınırları belirli aynı coğrafyayı paylaşan topluluğun, temel inanç
ve ahlak anlayışına ve genel ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanmış, yazılı ve yazısız yasa
kurallarının belirlenmesi ve yürütülmesi.
2-HÜRRİYET VE EMNİYET: a -Dış tehditlere karşı ülkeyi savunmak için ordu, iç güvenliği
sağlamak ve kanunları uygulamak üzere ise polis teşkilatının kurulması ve güçlendirilmesi.
3-HÜKÜMET VE SİYASET:Toplumsal bir uzlaşma ve milletle devlet arasındaki anlaşma
metinleri olan anayasaları ve kanunları yürütmek, b- iç ve dış sorunları çözecek proje ve
stratejileri üretmek, c- kalkınma ve refahı artırma hamlelerine girişmek amacıyla sorumlu ve
selahiyetli bir idari mekanizmanın belirlenmesi.
4
5
Ali İmran: 140
Taha: 72
15
Bu üç temel ihtiyaç ne tarım toplumunda, ne sanayi toplumunda ve ne de bilgisayar
toplumunda asla değişmemiştir. Farklı dinlerin, farklı kavimlerin ve farklı ideolojilerin oluşturduğu
devlet modellerinde de bu üç ihtiyaç yine değişmeyecektir.
Herhangi bir devletin bu temel ihtiyaçları karşılamak ve asli fonksiyonlarını uygulamak için
de iki önemli kaynağı ve dayanağı vardır.
Birincisi: farklı kabiliyet ve marifetlere sahip nüfus potansiyelini ve insan mozayiğini;
a)Hem ahlaki ve psikolojik yönden,
b)Hem de fiziki ve teknolojik yönden eğitmek, yetiştirmek ve değerlendirmek.
İkincisi de: Çağın ihtiyaçlarına ve standartlarına uygun ekonomik şartları hazırlayacak zirai
ve sınai kalkınmayla ilgili metod ve modelleri geliştirmek, yani Maddi ve mali kapasitesini yeterli
hale getirmek.
Vatandaşlarının ahlaki değerleri yozlaştırılmış ve sefalete maruz bırakılmış, ekonomik
kaynakları da sömürülmeye başlanmış bir devlet, bu üç önemli fonksiyonu yürütemez hale gelir.
Artık o devlet, dış güçlerin gizli sömürgesidir. Hükümetleri, mason locaları ve sermaye patronları
belirler. Demokrasi ve seçim ise, “gizli güçlerce tayin edilen yerli sömürge valilerini, millete
onaylatma” hilesidir.
Ordu; Sömürü rejiminin nöbetçileri, polis ise mafya maliyesinin bekçileri konumuna getirilir.
Gayri milli eğitim sistemi, tektip ve demokrat köleler yetiştirir. Modern usullerle öğretilen bazı
maddi bilgiler de sadece bencilliği ve beleşçiliği pekiştirir.
Kendi ülkesinde teknik üniversite bitirmiş, Amerika’da, Avrupa’da uzmanlık eğitiminden
geçirilmiş, ama milli haysiyeti ve ahlaki hususiyetleri körletilmiş insanların ne türlü soygunlara ve
soysuzluklara girişebildikleri herkesçe bilinen bir gerçektir.
Masonik merkezler tarafından empoze edilen mukaddes ve muhalefet edilmez ideolojiler,
ilke ve inkılaplar .. Uydurulan ve topluma dayatılan yeni tanrılar ve tabular sayesinde, korkunç
bir sermaye diktatörlüğü hüküm sürmektedir.
Cahiliye Arabları yaptıkları putları para karşılığı sattıkları ve hatta acıkınca hamurdan
yaptıkları bu putları yiyip yuttukları gibi, günümüz müşrikleri ve münafıkları da, her türlü haksızlık
ve ahlaksızlıklarını, putlarının heykeline ve hatırasına sığınarak yürütmektedir.
Milli ve yerli düşüncenin, yeniden onur ve özgürlük ortamını gerçekleştirmek gayesi ve
gayretiyle;
1-Önce ahlak ve maneviyat,
2-Sonra mutlaka sanayi, teknoloji ve yaygın kalkınma
diyerek yola çıkması işte bu yüzdendir ve milli (imani ve insani) değerleri yeniden diriltmek
ve devletin dengelerini düzeltmek içindir.
Sömürge çiftliğindeki demokrat kölelerinin uyanmasından ve rantiye hortumlarının
koparılmasından endişe eden sermaye baronları ve bunların kahyası olan yazarlar, yorumcular,
bürokratlar, din istismarcıları, devletine ihanet eden siyasi satılıklar, bazı sivil ve askeri kiralıklar,
16
bu şerefli direniş ve diriliş hareketini ve onun liderini sindirmek ve tesirsiz hale getirmek için her
türlü hileyi ve hıyaneti denerler...
Ama çetin ve çetrefilli bir mücadele sonucu yenilir ve devrilirler.
Çünkü imani ve ahlaki hüviyetini ve insani haysiyetini henüz tamamen yitirmemiş olan her
sınıf ve seviyeden halk tabakaları, adım adım bu kurtuluş hareketine katılır ve kenetleşirler.
Sade vatandaşından seçkin aydınına, sivil memurundan asker komutanına, emekli ve
köylüsünden iş adamına ve öğrenci kesiminden ilim erbabına kadar herkes, bu asil ve adil
çağrıya er-geç kulak verir, kabullenir, silkinir ve dirilirler.
O zaman devlet yeniden devlet olur, hükümet mahkumiyetten kurtulur. Yeni bir dünya ve
yeni bir medeniyet kurulur.
Ama ne var ki, elbette zahmetsiz rahmet, külfetsiz nimet, feragatsiz fazilet, imansız ve
ibadetsiz cennet olmayacağı gibi, gayretsiz ganimet, hizmetsiz hürriyet ve siyasetsiz de
hükümet asla olmayacaktır.
Bu bakımdan toplumun ve özellikle şuurlu ve sorumlu bir grubun, huzur ve emniyete
kavuşmak ve insanları refah ve selamete ulaştırmak üzere mutlaka bir bedel ödemesi ve çok
ciddi bir gayret göstermesi kaçınılmazdır.
İslamcı diye partileri dışlanan.. İrticacı diye şirketleri suçlanan.. Çağdışı diye mektepleri
kapatılmaya çalışılan bir toplum!..
Sokak soytarılarının bikinisine karışılmadığı halde karısının kızının başörtüsüne el uzatılan
.. Papazın pelerinine, hahamın fötürüne ve smokinine selam çakıldığı halde dedesinin sarığına
hocasının cübbesine kem gözle bakılan bir toplum!
Mason locaları ve fuhuş yuvaları kollanırken edep ve irfan ocakları yasaklanan .. Hıyanet
merkezi yabancı okullar çoğalırken Kuran kursları kapatılan bir toplum!
Ve sonunda, nice yıldır bütün devlet imkanlarının bir avuç dönmeye ve mason dürzüye
peşkeş çekildiğini .. Alın terinin ve emeğinin sömürülerek kanının emildiğini .. Temel insan hak
ve hürriyetlerinin gasbedildiğini .. Ve özetle “hem sırtına binildiğini hem namusunun kirletildiğini”
fark edip uyanan bir toplum .. Şayet dirayetli ve ferasetli bir lidere sahipse, meşru zeminlerden
yürüyerek mutlu neticeye ve milli hükümete yönelecek ve bir sandık ihtilaliyle yönetimi ele
geçirecektir.
Böyle bir lidere ve organizeye sahip olmayan ezilmiş ve ezildiğini fark etmiş topluluklar ise,
içlerinde biriken kin ve nefreti intikam ateşiyle isyana dönüştürecek, çok kan dökülecek, her şey
tahrip edilecek, ama sonunda yine dikta rejimleri ve vatan hainleri mutlaka def edilecektir.
Öyle ise, sabır taşı çatlama noktasına varmış müslüman ve mazlum bir toplumun, mağdur
ve mahkum bir grubun, böylesine olumlu ve onurlu bir lidere, şuurlu ve huzurlu bir harekete
sahip bulunması, hem ezilenler hem de zulmedenler açısından büyük bir şans kabul edilmeli ve
kıymeti bilinmelidir. Tutundukları dalı kesmeye ve içinde bulundukları gemiyi delmeye kimse
yeltenmemelidir!
17
Siyaset bilimciler tarafından akılcı, kalıcı ve kucaklayıcı bir iktidarı kurmak ve korumak için
üç önemli unsur öngörülmektedir:
1-Otorite: İç ve dış güvenliği sağlayacak, caydırıcılık özelliği olan bir ordu ve polis gücüne
sahip olmak elzemdir.
2-Organize: İş çevrelerinden bürokrasiye, medyadan maarife kadar her sahada emin ve
ehil elemanları ve ekipmanları oluşturmak ve kadrolaştırmak ta elbette gereklidir.
3-Ortak İrade: Hükümetle halkın aynı inanç ve idealler etrafında anlaşıp kaynaşması da
iktidarını devamlı kılmak için kaçınılmaz bir ilkedir.
Halkının huzur ve hürriyetini sağlayacak, ekonomik, demokratik, sosyolojik ve psikolojik
tedbirleri alamayan hükümetlerin ve bunların dayandıkları rejimlerin, sonunda yozlaşıp
yıkılacağı ve sadece asker ve polis gücüyle iktidarların devamlı kılınamayacağı bir gerçektir.
Halkı demokratik köleler durumundan çıkarmak ve gerçekte “mason diktatörlüğü” olan
bugünkü zulüm ve sömürü rejimlerinden kurtarmak ve toplumu hürriyet kılıflı esaretten
uzaklaştırıp gerçek insanlık onuruna kavuşturmak için de yukarıda saydığımız bu üç unsur
mutlaka ele geçirilmelidir.
Yani önce “ordu” meselesi halledilmeli, Milli şuuru benimseyen vatanperver generaller
disiplinize edilmelidir.
Sonra basından bürokrasiye, iş çevrelerinden siyasetçilere kadar etkili ve yetkili
kesimlerden size bağlı ve de bağımlı birimler hazır hale getirilmelidir.
Bunlar da yetmez. Halkın çoğunluğunun da sizi
haklı görecek, güvenecek ve
destekleyecek bir konuma gelmesi gerekir.
Türkiye'mizde Milli hareketin, ilk iki unsuru, yani “otorite ve organize” meselesini
hallettiklerini, uzun yıllar özenle ve özveriyle bu konularda önemli mesafeler katettiklerini
biliyoruz.
Ancak, demek ki, halkımızın da bu köle rejiminin, sağcı ve solcu aktörlerin ve asıl perde
arkasındaki siyonist rejisörlerin gerçek yüzünü görmesi için, biraz daha sıkıntı çekmesi ve iyice
nefret etmesi gerekiyordu. Zira “(işsizlik, fakirlik, geçim sıkıntısı ve çaresizlik gibi) yoksulluklar ve
(anarşi ve ahlaksızlık gibi) sıkıntılarla iyice sarsılmadan ve gaflet içindeki inananların” Allah’ın
yardımı ne zaman gelecek? İslam’ın adalet düzenine ne zaman geçilecek?”1 diye yalvarmadıkça
batıldan hakka dönmeleri kolay olmuyordu. Ve sonunda mevcut düzenin ve mason yöneticilerin
hainliğini ve dengesizliğini görüp hakka yöneldikten sonra da Allah’ın nusreti yakında tecelli
edecek ve Milli İrade iktidara yürüyecektir.
İşte bu hikmetin gereği olarak batıl dördüzlerin son bir müddet daha hükümette kalması ve
halkın da rejimin rezaletini ve sefaletini iyice tatması takdir ediliyor, böylece despotik düzen
tamamen iflasa sürükleniyor ve sonunda Rahmani düşüncelere kapı açılıyordu...
Ve şimdi artık adım adım saadet medeniyetine doğru yol alınmaktadır.
Ve unutulmasın ki karanlığın en koyu olduğu zaman sabaha en yakın olduğu zamandır.
18
Ve tabi sular iyice bulanmadan durulmayacaktır.
Yani, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin kapışması kaçınılmazdır. Ve tarihi hesaplaşma
yakındır.
Evet, belki Amerika’nın elinde her birisi 6 milyar dolarlık dev uçak gemileri vardır. Ama
birilerinin elinde bin kilometrede hedefinden ancak bir iki metre sapan ve düşman radarlarına
yakalanmayan ve sadece bir milyon dolara mal olan “güdümlü füze”lerden bulunursa, Amerika
tek bir uçak gemisini yerinden kaldıramayacaktır!?
Ve, yakında tağutların taşlandığına şahit olacaksınız!..
Tabuların parçalandığı bayramlar yaşayacaksınız!
Umutların nasılda böylesine canlandığına şaşacaksınız ..!
Bizim
inancımızın
onların
Tanrılarından
üstün
ve
güçlü
olduğunu
yakinen
anlayacaksınız..!
Barış ve bereket medeniyetimizin, onların zulüm düzenlerini bir kağıt gibi nasıl yırttığına
ve tarihin çöplüğüne attığına hayran kalacak ve yeryüzünde hükümran olacaksınız ..! Daha
şimdiden heyecanlanıyorum ve mutluluktan uçuyorum !.. Sakın beni edebiyat yapmakla ve
hayalperest olmakla suçlamayın!
Aman dikkatli olun ve Allah’a karşı edepli bulunun .. Zira ben hayal görmüyorum, sadece
Kuran’ın müjdesini haykırıyorum!
Kehanette bulunmuyorum, sadece kainatın efendisinin sözlerini aktarıyorum ve sadece
inanıyorum, güveniyorum ve bekliyorum.
“Eğer siz gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran ışıklı çadırları görebilseydiniz!...
Ve o çadırların gizemli ve görkemli hayatına girebilseydiniz!
O zaman Kaderin “Küllü şey’in kadir’e bağlı olduğunu bilir, atom başlıklı füzeleri kuvvet ve
kıyamet sebebi görmezdiniz!..
Ve eğer “boşluk” olduğunu zannettiğiniz o sırlı ve gizemli göklerin dünyadaki “gizli
iktidarı”nı sezebilseydiniz. Kainatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve kendinizden
geçerdiniz!”
Ve o ezeli takdir programının, mehdiyet asrıyla ilgili taksimatını Kuran dürbünüyle gönül
ekranında okuyabilseydiniz, şeytanın en azim saltanatı olan siyonizmin yıkılışını ve Rahmanın
en kamil hakimiyetinin temellerinin atılışını fark ederdiniz ..! Evet, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine
kurulan, mazlumların alın terini ve emeğini sömürerek kuduran siyonizmin ve İsrail güdümünde
bulunan Amerika ve Avrupa ülkelerindeki zalim yönetimlerin “cezaen vifaka- suçlarına muvafık
ve münasip ceza” olarak, artık mutlu sona yaklaşan Hak-Batıl mücadelesinde yenilip dağılmaları
ve kendi akıttıkları kanların içerisinde boğulmaları kaçınılmazdır. Zira, kan üzerine kurulan,
sonunda kanla yıkılacaktır!,
Elbette Filistinlinin ahu figanı, Kosovalının acı feryadı, Boşnakların çaresiz duaları ve
Afrikalının açlık çığlıkları, Yahudi siyonistlerin ve Hıristiyan emperyalistlerin
sonunu
19
hazırlayacak ve “Aziz-ün züntikam” olan Allah c.c. mazlumların intikamını zalimlerden mutlaka
alacaktır. Ve mutlak hükümdarın yeryüzündeki halifesi olan mü’min insanın eliyle, insi
şeytanların şatosu yıkılacak ve masonluğun soysuz ve sorumsuz saltanatı parçalanmış
olacaktır!
Haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerinin yıkılacağını sezen bazı kesimlerin “Laiklik,
demokrasi, çağdaşlık elden gidiyor!” zırvalarına da kulak asmamalıdır.
Çünkü, bunlar Laiklik diye din düşmanlığı, çağdaşlık diye sosyete soytarılığı, demokrasi
diye “sahtekarlık saltanatı” yapmaktadır.
Evet, gerçekte mason diktatörlüğü olan “güdümlü ve göstermelik demokrasi”lerin , gözden
kaçan çok önemli bir özelliği daha vardır: Bu sistemin çarkları öylesine ayarlanmıştır ki, çeşitli
eleme ve denemelerden sonra, insanların en ahlaken ve vicdanen en kötülerini seçip, en üste
çıkarır. İyi ve istikametli kimseler ise, devamlı altta kalmaktadır.
Milli devlet düzenleri ise, kendi asil ve adil yapısı nedeniyle, insanları öylesine eğitir ve
eler ki, sonunda en layık ve sadık olanlar en üste çıkar. Kötüler ve kalleşler ise hep alta düşer!..
Buna rağmen, bazı istisnai durumlara da rastlanmakta, mesela birkaç asırda bir, batı tipi
demokratik sistem içindeki “çarpıtıcı ve çürüğe çıkartıcı” çarklardan, sağlam kalarak geçebilen
ve kendi asaletini yitirmeden devletin en üst makamlarına çıkabilen çok yüksek karakterli ve
deha çapında kabiliyetli ender şahsiyetlere de rastlanmaktadır.
Normalde ise, eğer masonik merkezli demokrasilerde, insanların ayarını ve değerini
öğrenmek istiyorsanız, onların işgal ettikleri makam ve mevkiye dikkat etmeniz kafidir. Yani,
ister siyaset ve bürokraside olsun, ister sanat ve şöhrette olsun, ister ticaret ve servette olsun,
etiketleri; yani “masonluk dereceleri” ne kadar yüksek ise, gerçek tiyniyetleri de o denli alçaktır!
“İstisnalar kaideyi bozmaz. Hüküm ekseriyete göre verilir” ölçüsü unutulmadan, siyaset, sanat,
ticaret ve memuriyet hayatında bozulmadan sağlam kalabilmiş insanlarımız elbette bu
genellemenin dışındadır.
Bakınız, ağzı ve ahlakı bozuk birileri, basit ve bayağı bir Bilderberg ajanı iken, şayet koca
bir ülkeye sadrazam yapılıyor, ama o makamda talan ve tahribattan başka bir işe yaramıyorsa!..
Hakikat nizamında, cuma kayyumu (cami bakıcısı) bile olamayacak bazı kart masonlar, bir
ülkenin en yüksek yerlerinde oturuyorsa!?..
Birileri İstanbul belediyesine şoför bile olamazken, maalesef üniversitelere rektör
yapılıyorsa!?..
En sulu soytarılar sanatçı diye alkışlanıyor ve sanat adına dini ve ahlaki değerler dejenere
ediliyorsa !..
En sahte solcular ve zavallı donkişotlar, Sosyal demokrat geçiniyor ve “İslam geliyor!..”
diye tepiniyorsa ..
İşte orada demokrasi yerine despotizm var demektir!..
İşte orada çağdaşlaşma değil çamurlaşma var demektir!..
20
Orada batılılaşma yerine barbarlaşma var demektir!..
Ama çok şükür ki şimdi dedikrasi barbarlarıyla din baronlarının ortaklaşa yürüttükleri
sömürü sisteminin temelleri çökmeğe başlamış ve Milli Görüş iktidarı şeytanları iyice
telaşlandırmıştır.
Ve tarihi hesaplaşma başlamıştır!
21
SİYASET MÜHENDİSLİĞİ
Herhangi bir düzeni ve düşünceyi,
zoraki
tedbirlere
başvurmadan topluma
benimsetmek... Halkı manipüle ederek, onları önceden belirlenen hedeflere yönlendirmek...
Kendi
amaçlarını,
çoğunluğun
arzuları
haline
getirip, hedeflerini tabanın desteği ile
gerçekleştirmek, “çağdaş siyasetçi”lerin başlıca görevleridir.
Bunları başarabilmek için de;
a) O toplumu oluşturan dini, etnik, kültürel ve ekonomik başlıca kesimler nelerdir?
b) Bunlardan toplum dengesi açısından en etkili olanlar hangileridir? Bunlar nasıl diriltilir
ve yönlendirilir?
c) Bu farklılıkları düşmanlığa değil, dayanışmaya çevirecek “ortak değer ve dinamikler”
nasıl harekete geçirilir?
ç) Ülkedeki haksızlık ve hırsızlıklardan, halk nasıl haberdar edilir, sorumluluk bilinci nasıl
yükseltilir?
d) Perde arkasında kalarak, uzaktan kumanda ile, hükümetler nasıl değiştirilir, yenileri
ne şekilde iktidara getirilir?
e) Rakip çevreler yanıltılarak, aslında kendimizin istediği neticeler, onların eliyle nasıl
gerçekleştirilir?
f) Suni kuşkular ve korkular nasıl “toplumsal panik atağa dönderilir? Ne şekilde kontrol ve
kanalize edilir? Sorularının cevabını bilmek gerekir.
Bu sorular ve cevapları ise “toplum mühendisliği”nin ilgi ve bilgi alanı içerisindedir. Evet
bu bilimin adı: SİYASET’tir. Ama siyasetin mutlaka bir güce (kuvvete) dayanması gerekir.
Kuvvetsiz siyaset “felçli bir dahi”ye,
siyasetsiz kuvvet ise
“pehlivan
yapılı bir deli”ye
benzeyecektir.
Demek ki, Dünya durdukça devam edecek olan Hak-Batıl mücadelesinde ve iyilerle
kötülerin bu hakimiyet kavgası sürecinde, her iki taraf için de neticeyi belirleyen ve zaferi
kesinleştiren iki önemli unsur vardır:
1-SİYASET
2-KUVVET
Siyaset mühendisliği, biraz da elindeki “gücü-kuvveti” doğru ve yerinede kullanabilme
mesleğidir. Psikolojik güce, ekonomik güce, teknolojik güce, stratejik güce, Lojistik güce sahip
olmayanların, sadece siyasi manevraları bir işe yaramayacağı gibi, bu güçleri etkili ve verimli
biçimde kullanma kabiliyeti, yani siyasi marifetleri olmayanların da netice almaları imkansız
gibidir.
Özetle
siyaset “bilgi ile
bilek
gücünü” birlikte
ve başarılı biçimde kullanabilme
kabiliyetidir. Çağımızda geçerli ve gerçekçi bir “değişim”e siyasal ve yasal bir “devrim”e
ulaşabilmek için, şu üç şey, mutlaka gereklidir. Bunlar;
1-Otorite, 2-Organize, 3-Ortak İrade’dir.
22
Otorite; psikolojik ve teknolojik yeterliliğe sahip, iç ve dış tehlikelere karşı caydırıcı
özelliği olan ordu ve polis gücünün desteğini sağlamış olmak, Organize: Gaye ve gayret birliği
yapmış şuurlu insanları ve yetişmiş elemanları toplumun farklı kesimlerinde teşkilatlandırmak...
Ortak İrade
ise, Halkın önemli bir kısmını aynı düşünce
ve değerler etrafında
toparlamaktır.
İşte “siyaset mühendisliği”, birinci
maddenin gizli, ikinci
maddenin gerçek desteğine
dayanarak, Medya ve sivil toplum örgütlerinden de yararlanarak, üçüncü maddeyi, yani “ortak
iradeyi” oluşturma ve toplumun önemli kısmını aynı görüş etrafında buluşturma bilgisi ve
becerisidir.
Bu neticeye giderken kaba kuvvete ve zoraki tedbirlere asla başvurulmaması gerekir.
Devrimleri, kaba kuvvetle ve askeri ihtilallerle gerçekleştirme girişimleri, artık çağdışı kabul
edilmektedir.
Doğrudan müdahale ve güç kullanarak işi halletme metodu, hem riskli hem de ilkel bir
yöntemdir.
Çağımızın en önemli beyinlerinden ve siyaset mühendislerinden olan bir zatın şu tesbiti,
bu konudaki gerçeğin ve gelişimin bir ifadesidir:
“Dış güçler ve Emperyalist devletler bir ülkeyi ele geçirmek ve sömürmek için, eskiden
silahlı ordularla hücuma geçer ve orayı işgal edip, yerleşirlerdi... Ama yerli halk zamanla
bilenir ve milli mücadelelerle işgalcileri defedip gönderirdi.
Daha sonra işgalciler girdikleri ülkelerinin başına birer sömürge valisi
bırakarak geri
çekildiler...
Zamanla bu yöntem de kaba gelmeye başlayınca bu sefer kendileriyle işbirliği yapan
masonik mahfilleri ve partileri iktidara getirerek sömürü sistemlerini devam ettirdiler...
Hatta, bu dış güdümlü hükümetleri şimdi, telefon diplomasisiyle yönlendirecek kadar ileri
gittiler.!
Halk, kısıtlı demokratik haklarından ve seçim imkanlarından yararlanarak, dış güçlerin
ve yerli işbirlikçilerin istemediği bir partiyi iş başına getirecek olsa, veya kendi getirdikleri bir
iktidar milli hedeflere yönelmeye kalksa, o zaman da, masonik merkezlerin kararı, medyatik ve
ekonomik güçlerin kışkırtmasıyla, ya askeri darbelere kalkışmaktan veya demokrasiye balans
ayarı yapmaktan çekinmediler.
Yani önce demokratik dayatmalar ve seçim hileleriyle güdümlü hükümetler kurdular...
Bu metod laçkalaşınca askeri darbeleri devreye soktular... Darbeler biraz kaba ve katı
gelmeğe başlayınca da bu sefer, meseleyi muhtıralarla halletmeğe koyuldular... Şimdi ise
“post
modern darbe” denilen, daha çağdaş bir
metot uyguluyorlar. Artık sahnede asker
görünmüyor. Kitabına ve kanununa uydurularak iktidar değişiklikleri yapılıyor. Yani
değil, her şey yasal yollarla hallediliyor.
silahsal
23
Postmodern
darbelerde, tanklar yerine
bilgisayarlar kullanılıyor. Tehdit ve tehlike
arzeden herkes fişleniyor. Toplumun gözünden düşürülmek istenenler
darbelerin gerisindeki “güç odakları”nın tetiğe değil, sadece
afişleniyor. Böylece
tuşlara basması
yetiyor. Eski
darbelerdeki gibi “yargısız infazlar” değil, artık “yargılı infazlar” dönemi başlıyor. İstenmeyen
kişiler ve hükümetler, sözde “yasal!” yollarla işbaşından uzaklaştırılıyor.
Toplum nazarında yıpranan ve kamu vicdanında yargılananlar ise “gizli güç odakları”
değil, sahnedeki taşaronlar oluyor... Yani “patron”lar değil, “piyon”lar hedef alınıyor. Masonların
yerine, maşaları taşlanıyor!
Peki bu “güç odakları”nı nasıl tesbit edeceğiz? Görünen olayların gizli yuları “Milli güçlerin
mi, masonik merkezlerin mi elindedir?” bunu nereden bileceğiz?..
Önce, ucuz ve geçici başarılar değil, uzun vadeli ve kalıcı sonuçlar önemlidir, bir...
İkincisi, görünürde ve geçici bir sürede yenilgi gibi zannedilen gelişmeler, gerçekte ve
gelecekte hangi sonuçları doğuracak? Bu sonuçlar asıl kime yarayacak? Ve bundan hangi
taraf karlı çıkacaksa, uygulanan proje ve staretjilerin arkasında
“o gücün” bulunduğu
anlaşılabilir...
Evet, yine o siyaset dahisinin dediği gibi:
“Siyaset; planlı ve programlı çalışmak ve hedeflenen sonuca ulaşmaktır.
Siyaset: Muhaliflerini, zor kullanmadan mükemmelce aşmaktır.
Siyaset: Farklı çizgileri kendi doğruların içinde kaynaştırmaktır.
Siyaset: Her düşünceye tahammül edip, adilce davranmaktır.
Siyaset: Beşeri zaaflarına gem vurmak, başkalarını da olgunlaştırmaktır.
Siyaset: Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak ve bilgece yaşamaktır.
Ve siyaset: Hain ve zalim
selamet sebebidir.”
olanların elinde felaket, Ehil ve emin olanların elinde ise
24
SİYASET VE STRATEJİ
Evet, siyaset; ehil ve emin olanların elinde sebeb-i selamet, cahil ve hain olanların elinde
ise sebeb-i felakettir.
Çünkü, Siyaset, Hak ve adaletle toplumu idare etme mesleğidir.
İnancımıza göre bu meslek, mukaddes ve mübarektir. Zira “Bir saat adaletle
hükmetmenin, yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı olduğu” hadisle bildirilmiştir.
Adaletle hükmetmek ve hayrı yürütmek için de mutlaka hükümet olmak gerekmektedir.
Hükümet ise, baştan sona siyaset işidir.
“Madem ki hepsine sahip olamıyorum, öyle ise hiç birini kabul etmiyorum” mantığı yerine
“Ne kadarını kurtarabilirim ve davama neler katabilirim” düşüncesi daha gerçekçidir. Asla
unutmayalım ki, Parti amaç değil, araç yerindedir. Asıl amaç ise Hak’kın rızası için halka
hizmettir. Öyle ise önümüze çıkan hizmet imkanlarını tepelemek ve fırsatları boşa vermek
vebaldir.
Hatta tek başına iktidar olma imkanı bulunsa bile;
a)Hem muhaliflerimizin şer ittifakını ve tahribatını önlemek,
b)Hem rakiplerimizin bazı kabiliyet ve kadrolarını hayır ve hizmette değerlendirmek,
c)Hem de daha geniş toplum kesimlerinin desteğini elde etmek üzere, onların bir kısmıyla
işbirliğine girişmek zaafiyet değil, kuvvettir, zillet değil, zaferdir!
İbret ve dikkatle bakınız! Sahabenin zillet zannettiği Hudeybiye Barışını Kur’an zafer
olarak nitelendirmiştir.6
Güçlü ve güvenilir liderlerin tavizi azizlik , zayıf ve çaresiz liderlerin tavizi ise acizliktir.
Ancak büyük oynayan ve tedbirini sağlam alan liderler büyük tavizleri göze alabilir!..
Siyaset, kuru kahramanlık sahnesinde, kabadayılık gösterisi yapmak değildir. Siyasetçi,
uzakdoğu sporcularına değil, santraç oyuncularına benzemelidir.
Basit liderler halkın ve olayların peşinden gider. Boş ve peşin alkışlarla yetinir.
Büyük liderler ise, halkı kendi peşinden sürükler ve olaylara yön verir.
Dış tehdit ve tehlikelere karşı, içteki barışı ve birliği sağlamaya yönelik tavizlerle, karanlık
merkezlerin bizim aleyhimize kullanmak için kışkırttığı “piyon” ları kendi lehimize değerlendirmek
üzere verilen tavizler, ilerde çok talihli sonuçlar doğurabilir ve tarihin akışını değiştirebilir.
Dünyayı yöneten şer güçlerin ve şeytani çevrelerin bizim aleyhimize hazırladıkları siyaset
ve stratejilerini önceden sezebilen ve karşı tedbirleri alabilen bir Liderin, milli menfaatler için yerli
kuruluşlara bazı tavizlerde bulunması, onlara tavır koymasından daha hayırlı ve daha yürekli bir
harekettir.
6
Fetih: 18
25
Her konuda olduğu gibi, siyasette de başlangıç değil sonuç önemlidir. Çünkü “Rağbet,
akıbete göredir” ve akıbet muttakilerin (dürüst ve değerli kimselerin) dir.
Geçmişte de, taviz sayılan ve karşı çıkılan bazı girişimlerin, hangi olumlu sonuçları
doğurduğunu hala göremeyen akıl fukaralarına, veya kasıtlı olarak ters gösteren nankör
münafıklara, laf anlatmak için vakit harcamak beyhudedir.
Bir milletin, hatta beşeriyetin tarihini ve talihini değiştiren büyük liderlerin hayatını
inceleyiniz! Bunların hepsinin de, kimlere ne kadar taviz vereceğini ve kimlere karşı nasıl inatla
direneceğini çok iyi bilen kimseler olduklarını göreceksiniz. Zira eşek arısına top atmak israf,
yaban ayısına taş atmak ise divaneliktir.
Zahirde korkusuzca ve kahramanca görünen bir tavır, şayet düşmanların işine
yarayacaksa, bunu gafletle yapmak hezimet, ama bile bile yapmak hıyanettir!..
Ve yeri gelmişken hatırlatalım:
“Süper güç” olmak için sadece ekonomik zenginlik yetmez. Eğer yetse idi Almanya süper
güç olurdu...
Süper güç olmak için sadece teknolojik üstünlük yetmez. Eğer yetse idi Japonya süper
güç olurdu.
Süper güç olmak için nüfus yoğunluğu yetmez. Eğer yetse idi Hindistan süper güç olurdu.
Süper güç olmak için tek başına askeri güç yetmez. Eğer yetse idi Çin süper güç olurdu.
Süper güç olmak için sadece stratejik konum ve potansiyel imkanlar da yetmez. Eğer
yetse idi Türkiye süper güç olurdu.
Halbuki süper güç olmak için, bütün bunları değerlendirecek ve dünya dengeleriyle
oynayabilecek bir "süper beyin” e ihtiyaç vardır!..
Ve işte Türkiye’nin, İslam aleminin ve tüm mazlum milletlerin şansı bu Süper Beyindir!?
Evet, siyasetin ehil olmayanların elinde felaket, ehil olanların elinde ise selamet sebebi
olduğunu yukarıda söylemiştik. Önemine binaen tekrar belirtelim ki:
Siyaset; hesaplı ve programlı davranmak ve planlanan sonuca ulaşmaktır.
Siyaset; Muhaliflerini zor kullanmadan ve kendisi de zarara uğramadan onları
mükemmelce aşmaktır.
Siyaset; Çizilen Haklı çizgi içine farklı çizgileri de yerleştirme, yani kendi doğruları içinde
başkalarının eğrilerini eritebilme ustalığıdır!
Siyaset; Her düşünceye tahammül edip, adilce davranma uygarlığıdır!
Siyaset; Bütün beşeri zaaflarına gem vurmak ve bağlılarını da manevi disiplin altında
tutmak başarısıdır!
Siyaset; Bilgece düşünmek, bilgece konuşmak, bilgece davranmak ve bilgece yaşamaktır!
Siyaset; İktidar tuvalinde 7 toplum tablosuna en uygun rengi hazırlayabilme sanatıdır!
7
Tuval: Yağlıboya resim yapılan çerçeveli bez zemin
26
Siyaset ilmi, Allah’ın ender kişilere lütfettiği çok önemli bir armağandır.8
Velhasıl bazen “Büyük ve kalıcı menfaatlere ulaşmak için, küçük ve geçici zararları ve
tavizleri göze almak gerekebilir Bunu yapamayan siyasiler ağır bir sorumluluk ve tarihi bir
suçluluk altındadır.”9
“Hem insanın kıymet ve mahiyeti himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve
meşguliyetinin (yüksekliği) nispetindedir. 10
Siyasi şuuru olmayanların, insani onuru da bulunmayacaktır. Bu nedenledir ki,
Siyaset, gerçek ayarımızı ortaya koyan en hassas bir terazi konumundadır.
Siyasette, batılların yanında ve zalimlerin yardımında olanların, ibadetleri de sadece “adet
ve gösteriş”ten ibaret kalacaktır.
Evet, siyaset,, “hikmet ve feraset” ister. Yoksa körün şoförlüğüne benzeyecektir!..
Siyaset, “sabır ve metanet” ister. Yoksa hoş ama boş gösterilere dönüşecektir.
Siyaset “kadro ve kuvvet” ister. Yoksa Donkişot’un maceralarından farksız hale gelecektir.
Siyaset “iman ve istikamet” ister. Yoksa, Firavunluğa ve fırsatçılığa özenecektir.
Velhasıl insani siyaset Peygamber mesleğidir. Şeytani siyaset ise menfaat meselesi ve
mason hizmetçiliğidir.
Siyasette başarı ve bereket ise şu beş şeye bağlıdır:
1-İnanç ve irade:Davasının haklılığına ve mutlaka zafere ulaşacağına inanmayan ve bu
inancın gereği olan azim ve iradeyi ortaya koyamayanlar; siyasi müflis olmaya mahkumdurlar.
Kendileri inanmadıkları bir davaya başkalarını ise asla inandıramaz ve halkın güvenini ve
desteğini sağlayamazlar.
2-Bilgi ve beceri:Davasının esaslarını, ülke insanın sorunlarını ve çözüm yollarını, değişen
ve gelişen dünya şartlarını bilmeyen, takip etmeyen, kendisini devamlı yenileyip yetiştirmeyen
siyasiler, bu yarışta saf dışı kalırlar.
3-Plan ve proje:Uzun ve kısa vadeli hedefleri ve projeleri bulunmayan... Bunları dikkatle
belirleyip, titizlikte tatbike koyamayan siyasiler zaman, imkan ve eleman israf edeceklerinden,
asla başarıyı yakalayamazlar.
4-Eleman ve ekip: Her işi tek başına yapmaya kalkışan .. Ekip çalışmasına yanaşmayan
ve alışmayan ..Danışma ve dayanışma içinde olmayan... Yeterli ve yetenekli elemanlardan
kendi marifet ve mesuliyetleri sahasında yararlanamayan siyasiler, sonunda yenilmekten ve
bitip tükenmekten kurtulamazlar.
5-Koordine ve organize:Aynı inancı ve aynı amacı paylaşan kurum ve oluşumlar arasında,
gerekli ve ahenkli bir iletişim ve işbirliğini sağlayamayan siyasiler, hayallerini hakikate çeviremez
ve arzulanan hedefe yanaşamazlar.
8
M. Muhtar Han Siyasi Siyaset s. 66
a) Mecelle b) Muhakemat Bediüzzaman s. 23
10
Muhakemat s. 114
9
27
6-Takip ve değerlendirme:Ekip ve elemanlarını, onlara emanet ettiği görev ve
programlarını sık sık takip ve teftiş etmeyen... Aksaklıkları ve tıkanıklıkları vaktinde fark edip
gidermeyen... Yanlışlık ve yamukluklarını düzeltmeyen siyasiler, zafer bayramını kutlayamazlar
7-Varılan netice:Kısa ve uzun vadeli hedeflerine ne ölçüde yaklaşıldığını .. Hangi
başarıların, hangi plan ve elemanlarla kazanıldığını... Bundan sonra hangi engellerin hangi
taktik ve stratejilerle aşılacağını...Hem rakiplerini hem de işbirliği yapması gerekenleri hangi
önem ve öncelik sırasına göre nasıl konuçlandıracağını bilmeyen siyasiler de mutlu sona
ulaşamazlar.
28
SEVİYELİ SİYASET
Siyaset,sadece güzel konuşmaktan ve bir takım yanlışlıkları ve haksızlıkları ortaya
koymaktan ibaret değildir. Her şeyde olduğu gibi siyasette’de netice önemlidir. Şikayet ettiğiniz
yanlışlıkları düzeltecek ve kendi doğrularınızı yürütecek iktidar ve imkanları ele geçiremedikten
sonra,bütün sözleriniz havai ve hayali duruma düşecektir. Zira “adaletsiz siyaset zulmet,
kuvvetsiz siyaset ise zaafiyet ve zillettir.”
“Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bu Allah katında büyük
bir günahtır,nefretle karşılanır ve sizi Allah’ın kahrına ve gazabına uğratır.”11 Ayetinde geçen
“Ma-la tef’alun”fiili,geçmiş,şimdiki ve gelecek üç zamanı birden kapsadığından “geçmişte
yapmadığınız, şu anda da başarmaya çalışmadığınız ve gelecekte de yapamayacağınız ve
yapmaya niyetli ve gayretli olmadığınız şeyleri nasıl söylüyorsunuz? Etrafınızı niçin
aldatıyorsunuz? Ve niye riyakarlık ve ucuz kahramanlık yapıyorsunuz?” ikazlarını içermektedir.
Yani sadece alkış toplamak ve içini boşaltmak için yapılan konuşmalar siyasette gereksiz
ve geçersizdir.
Siyaset, bozuk sistemin halkta oluşturduğu yamuklukları, hakkın doğruları içinde
eritebilme, daha doğrusu haklı ve hayırlı olanı, halka benimseterek ve onların isteğini ve
desteğini elde ederek bunları yürütebilme becerisidir. Demokrasiyi de bu anlamda
değerlendirmelidir.
Bazı gerçekleri, kahramanca ve korkusuzca konuşmamız değil, bunları yürütmemiz ve
yerleştirmemiz emredilmektedir.
Üstad Bediüzzaman “Konuştuğun her şey doğru olmalıdır. Ama her doğruyu her yerde
söylemek doğru değildir.” tesbitine uygun hareket etmelidir.
Bakınız, bugün,mecliste milletvekili ve grubu bulunmayan,seçimlerde bile yüzde 1-2 şans
tanınmayan bazı parti başkanlarının,televizyon ekranlarındaki ve miting meydanlarındaki
konuşmaları alkışlanır. Cesaretli ve isabetli sözleri takdir edilir. Ama bütün bunlar maalesef su
üzerine yazılan yazılar gibidir .Kendi partisinden
haksızlıkları
önlemeye
en
yakın
gördüğü
ve
ziyade başkalarına yaramakta ve halkı,
hizmetlerine
şahit
olduğu
partiye
yönlendirmektedir.
Siyasette, Milli ve Manevi değerleri istismar etmek de oldukça çirkin ve tehlikelidir.
Çünkü bu değerlere sadece saygı gösterilir ve hizmet edilir. Siyaset ise istismar değil,
bir hizmet mesleğidir.
“Biz daha çok dindarız. Biz herkesten takvayız” diye milletten oy istemeğe yeltenmek
elbette ve herhalde yanlıştır. Zira o takdirde, partiler arasında “biz daha çok dindarız” yarışı
başlayacak ve tabi riyakarlığa ve sahtekarlığa kapı açılacaktır.
11
Saff: 2-3
29
İslam’ın istismarında ise,
müminler hiçbir zaman münafıklarla başa çıkamayacaktır.
Çünkü münafıklar dünyalık servet ve şöhret için,
her türlü
mukaddeslerini satabilecek bir
yapıdadır.
“İyilik ve takvada yardımlaşma
(Muavenet) vardır”12 ama, nefisleri ve dünyalık
menfaatleri öne çıkaracak biçimde bir “Yarışma ve kapışma “ yasaktır.
Üstelik Allah bize
“Mü’min
ve Muttaki olun” diyor... “Mü’min
ve muttaki görünün”
demiyor. Çünkü “imaj” başkadır. “İman” başkadır. Müslüman rolü oynamakla mü’min olmak
elbette farklıdır. Çağrı filminde Hz. Hamza rolün oynayan Amerikalı artistle, Hz. Hamza’nın
farkı ortadadır.
Birisi sözde şeriatçı, diğeri de görünüşte Atatürkçü ve sosyal demokratçı geçinen iki
sahtekarın, aslında ayarı da değeri de aynıdır. Ve bu tiplerin yapmacık kavgaları ve ağız
dalaşları
dışında
biri birleriyle çok rahat
uyuştukları da bilinen
ve izlenen
bir olaydır.
Müslüman müşterileri tuzağına çekmek için havraların yanına minare dikip ezan okuyanlarla,
Mason Locasındaki hahamların “iman”ları ve ayarları aynı, ama “imaj”ları “kamuflaj”ları ve
“ambalaj”ları farklıdır.
Dini vecibelerini gayet tabii ve samimi bir şekilde yerine getirmek ise ayrı bir olaydır ve
lazımdır. Çünkü
başkalarının kınamasından ve aleyhinde
konuşmasından korkarak dini
kimliğini ve görevlerini terketmek de bir nevi riyakarlıktır. Halbuki olgun ve onurlu siyasilerin
mitinglerinde, demeçlerinde ve Meclis kürsülerinde dindarlık numarası yapmaya
kalkıştığı
görülmemiştir. Onların konuşmalarının ağırlık merkezi halkı açlıktan, ülkeyi geri kalmışlıktan
nasıl kurtaracağı? Temel insan haklarının nasıl korunacağı? Mevcut zulüm ve sefaletin nelerden
kaynaklandığı? Bu konularda parti olarak bugüne kadar nelerin yapıldığı ve gelecekte hangi
hedef ve hizmetlerin amaçlandığı? gibi konulardır. Çünkü hem inancımıza hem de insanımıza
etkili hizmet verebilmek için bu konularda başarılı olmamız şarttır.
Öyle ise artık, özellikli Milli Görüş davetçilerinin kahvelerde ve mitinglerde, cami vaazı
üslubuyla konuşma kolaycılığını ve alışkanlığını terk etmeleri lazımdır.
Ülkemizin sorunlarını ve çözüm yollarını canlı örnekleriyle ve halkın anlayacağı bir dilde
ortaya koymalı, belediyelerimizdeki ve bir yıllık hükümet dönemindeki önemli başarıları ve
bunları engellemeye çalışanları anlatmalıdır.
Tarih,
dökebilmiş,
doğru projelerini ve değerli prensiplerini iktidara getirebilmiş, bunları icraat
haksızlık
ve ahlaksızlık temellerini sökebilmiş,
yeni bir medeniyete öncülük
edebilmiş ender siyasilerin örnek mücadelelerini ve yüksek meziyetlerini anlatmakta ve bunlar
gelecekte nesillere de ışık tutmaktadır.
12
Maide: 2
30
Fiiliyata dökülememiş, uygulanma şansı ve şartları elde edilememiş beylik ve gönül
eğlemelik sözler ise sadece edebiyat kitaplarında kalmıştır.
Ve işte bakınız... Bir yıl gibi kısa bir dönemde devrim niteliğinde başarılı hizmetler
gerçekleştiren Refah-Yol hükümeti, sonunda bu hizmetleri kesintiye uğratmadan, Hocanın
tabiriyle “havada ikmal yaparcasına”, daha önce protokolde kararlaştırıldığı gibi, bir erken
seçime gitmek üzere başbakanlık değişimi için 3 parti ortak karar almış, bunu bir basın
toplantısıyla halka açıklamış ve yazılı bir ittifak belgesiyle köşke çıkılmıştır.
Ama, siz, ANAP’ta içinde
olmak
üzere sözde demokrat geçinen
şu sol partilerin
patavatsızlığına ve tutarsızlığına dikkat ediniz!
Hiç sıkılmadan, Refahı dışarıda bırakacak bir hükümet modelini ısrarla savunmaları bile
bunların niyetini ve tiyniyetini
ortaya
koymaktadır. Bunlara alet olan yetkililer de kamu
vicdanında mahkum olacaktır.
Oysa,
milletin seçip
birinci
yaptığı partiye düşmanlık millete düşmanlıktır,
milleti
dışlamaktır ve hatta milletle savaşmaktır. Çünkü bu parti milletin bağrından çıkmıştır.
Milletle savaşmak ise saçmalıktır, şaşkınlıktır ve tabi sonu pişmanlık ve perişanlıktır. Ey
karanlık güçlerin kiralık zavallıları! Daha ne zaman anlayacaksınız ki “ARTIK MASONLUK
SALTANATI YIKILMAKTADIR!” yerli burjuvazi ve solcu dikta rejimi önümüzdeki ilk seçimde
baraja takılacak ve bu köhne zihniyet tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Bundan sonraki tüm girişimler ve gelişmeler, sonuç olarak bu gerçeğin biraz daha gün
yüzüne çıkmasından başka hiçbir işe yaramayacaktır...
Ve bunları, Amerika’da ki siyonist merkezler ve İsrail bile kurtaramayacaktır!
Çünkü kul, köle oldukları bu şeytani güçler bile, değil başkalarını korumak ve kollamak,
şimdi artık kendi yarınlarını ve yarenlerini kurtarma telaşındadır.
Biraz daha bekleyelim!... Ne günler doğacaktır.
31
SİYASET VE KARAKTER
Akıl, çok büyük nimettir ve akıl, bir işin sonunu düşünerek ve sorumluluğunu yüklenerek
hareket etmektir. Akılla iman her zaman beraberdir. Akıl, iman etmeyi,imanise akıl yürütmeyi
gerektirir.
İmanın meyvesi ibadet, ibadetlerin meyvesi ise ahlak ve istikamettir. İslam’ın temel amacı
da karakterli ve kaliteli insan yetiştirmektir. Zira “Bir insanın şerefi dinidir. Asaleti ahlak ve
karakteridir. Kıymet ise aklı(‘nı kullanması) nispetindedir.”
İnsanlarda, iyi veya kötü bir takım arzu ve düşünceler o yöndeki amaçları doğurur. Bu
amaçlar, haliyle bazı davranışlara dönüşür. Bu davranışlar ise zamanla çeşitli alışkanlık ve
bağımlılıkları oluşturur. Bu tür alışkanlık ve bağımlılıklarımız ise, sonunda ahlak ve karakterimizi
belirler.
Her şeyin bir fiyatı vardır. Nimet-Külfet dengesi esastır. Rahmet sarayına ancak zahmet
yolundan varılacaktır. Öyleyse yüksek bir şeref ve haysiyet sahibi olmanın da elbette bir faturası
olacaktır. Sayılmak ve saygı duyulmak için; ahlak, anlayış ve asalet aranır. İstikamet, adalet ve
iyi niyet sahibi olmak mutlaka lazımdır. Bunun için mertlik ve cömertlik şarttır. İnsanın kıymeti
himmeti kadardır. Yoksa yağcılık ve riyakarlık yaparak, ona buna hava atarak ve reklamını
yaptırarak elde edilen şöhret ve hürmet ise sahte ve geçici olacaktır.
Karakterli insan, her şeyden önce kendi kendisine inanan ve güvenen ve vicdanıyla
barışık yaşayabilen insandır. Zora ve zahmete talip olmayan, ucuz ve kolay işler peşinde koşan
kimselerde yüksek karakter oluşmaz. Büyük adamlar mutlaka zahmet ve mihnet ustasına
çıraklık yapmışlardır. Büyük hedeflere büyük hilelerle değil, ancak büyük çilelerle ulaşılacaktır.
Asla unutulmasın ki her başarının bir bedeli vardır. Ve başarıların büyüklüğü de ona ödenen
bedel oranındadır.
Aciz insanlar ucuz insanlardır. Kolaycılık kalitesizliği, kalitesizlik ise, karakter hamlığını
doğuracaktır ve karaktersizlik çok acı ve alçaltıcı bir köleliktir. Basit menfaatlerin kölesi, bayağı
duyguların kölesi... Korkaklığın ve kötü alışkanlıkların kölesi olanlar, değersiz ve dengesiz
kimselerdir. Evet herhangi bir konuda başkalarının kendisini yüceltmesini ve yönlendirmesini
bekleyen insan, onların kölesi değil midir? Kendi ayakları üstünde yürümek ve düşmanlarına
minnet etmemek ve muhtaç düşmemek ise, gerçek hürriyettir. İşte, batılılar karşısındaki
ezikliğimiz ve acizliğimiz tam bir esaret örneğidir.
Ve hele kendi beyni, kendi bileği ve kendi yüreği ile yürümek ve yükselmek yerine,
kendisini piyon olarak kullanmak isteyenlerin reklam edip gündeme getirmesiyle horozlanmak...
Ve başkalarının emeğini ve başarısını kendisine mal etmesi sonucu şımarmak ve nankörlüğe
kalkışmak ve hıyanete varan bir vefasızlık ortaya koymak ta, haysiyet hamlığının ve karakter
kısırlığının çağdaş ve çirkin örnekleridir.
İğne ile kuyu kazar gibi, yarım asrı aşan bir mücadele ve mücahede sonucu nice granit
zülüm dağlarını delerek ve nice küfür karanlıklarını geçerek davasını ve cemaatını biiznillah bu
32
günlere taşıyan ve asıl bundan sonra yüksek bilgi birikim ve becerisine ihtiyaç duyulan önder
şahsiyetleri devre dışı bırakmayı düşünenler, vefa ve vicdan duyguları kadar, akıl ve izan
nurundan da mahrum demektir.
Nice meydan muharebelerini kazanarak mareşallik rütbesine ulaşmış kahramanların
elbisesini ve apoletlerini çalarak general olacaklarını zannedenler, zavallı kimselerdir!
Saltanat ve baş olma sevdasına, babasını öldürüp mirasına ve makamına konmak isteyen
sefillerin haleti ruhiyesiyle hareket eden gafiller, sonunda dizini dövecektir. Bu gaflet ve
enaniyeti bırakıp nefislerimizi ve nefsine yenilenleri uyarmamız gerekir.
Çünkü gerçek başarıların ve büyük bayramların önündeki en önemli rakiplerimiz
nefislerimizdir... En tehlikeli engelimiz, kendi nefislerini yenemeyenlerimizdir.
Çünkü tüm batıl düzenlerin ve zalim yönetimlerin hepsi nefsine köle olanların eseridir.
Öyle ise önce nefis engellerini geçemeyenler bozuk dengeleri değiştiremez ve saadet
sistemini kuramazlar!
Benliğini ve bencil beklentilerini Mevlâsı ve davası yolunda feda edemeyenler fazilet
ufkuna kavuşamazlar!
Ben feragat ve fedakârlık yaparak bu hayırlı harekete ne katabilirim? diye düşünmeyip “bu
davanın ve camianın sırtından dünyalık neler kazanabilirim?” diye hesap edenler... Yani hasbi
değil, hesabi davranan kimseler hakikat rıhtımına yanaşamazlar !
Cüce adamalar yüce davaları omuzlayamaz, omuzlasalar da uzun zaman taşıyamazlar!
Sefere çıkamayanlar, ve özellikle uzun seferlerin sıkıntılarına katlanamayanlar kesin
zafere ulaşamazlar!
Geçici ve küçük hevesler peşinde olanlar, büyük ve ciddi hedeflere asla varamazlar! Ne
tabana tapanlar, ne tavana yaltaklananlar değil, sadece Hakka inanan, yalnız Hakka sığınan ve
herhalde Hakkı savunan sadıklar mutlu sona kavuşurlar!
İnandığı ve gönülden bağlandığı doğruları, tek başına da kalsalar, sonuna kadar sabır ve
samimiyetle savunamayanlar, zaten inanmış sayılamazlar!
Herkes tarafından dışlansalar, en yakınları kendilerine bile düşman olsalar, hatta horlanıp
divanelikle suçlansalar dahi, yine de Hak bildiklerine sahip çıkamayanlar asrın sahibine sırdaş
olamazlar!
Heyecan yelkenlerini başkalarının üfleme havasıyla dolduranlar, ya onların istikametinde
yol alıp şeytanın yükünü taşımaktan ya da batıp boğulmaktan kurtulamazlar. Başkalarının
dolmuşuna binenler ve dolduruşa gelenler sıratı müstakimde tutunamazlar.
Evet nefislerini aşamayanlar rakipleri ile başa çıkamazlar... Hakka ve halka hizmet
yolunda önce kendi kedilerini yenebilenlerin karşısında ise, artık şeytanlar ve düşmanlar
tutunamazlar!
Uzun mesafeli maraton yarışları kısa vadeli koşular ve ucuz kahramanlıklarla
kazanılamazlar!
33
Dayatmalar veya önüne yem atmalar sonucu değişime başlayıp, davasından ve
değerlerinden tavize yanaşanlar, bir nevi tecavüze uğramışlardır ve artık gebe kalmaktan
kurtulamazlar!
Başkanlık ve başbakanlık gibi makamları ma’bud edinenler .. Şöhret ve etiketi maksut
edinenler... Ve bunlar için mukaddeslerini rüşvet verenler... Medyada ve meydanlarda sivrilseler
bile asla zirveye yaklaşamazlar!
Bunlar hiçbir zaman, sivrilmekle zirveleşmenin farkını da kavrayamazlar!
Şeytanın saltanat şatosuna kazık yapılmak üzere başkaları tarafından sivriltilmekle, sabır
ve sadakat dayanağı, hikmet kanadı ve hizmet ayağıyla, kulluk köşküne ve mutluluk zirvesine
yetişmenin farkını anlamayan ve doğru tercih yapamayanlar ise şanlı tarihler yazamazlar!
Öyle ise gelin dostlar, zalimlerin ekmeğine yağ, ezilenlerin ayağına bağ olmayalım.
Nefislerimizin hevalarını putlaştırmayalım... Zira nefsin arzuları sınırsızdır ve hepsini tatmin
etmek imkansızdır. Gelin önce bu imtihanı kazanalım ve iştahımızı sonsuzluk diyarına
saklayalım.
Ulvi davamıza süfli hevamızı karıştırıp safiyet ve sevabımızı boşa çıkarmayalım.
Kolay başarıların ve kukla makamların değil, zorluklara talip olup kutsal amaçların peşinde
koşalım ..
Unutmayalım ki zafer güneşi, zirveye güreşenlerin üzerine doğacaktır.
Batılın karanlığını sadece Hakkın nuru boğacak, Kur’anın saadet ve hakimiyet sarayı
nefsin köleliğinden kurtulup Rahmana kul olan kahramanların eliyle kurulacaktır.
Öyle ise bu denli bencillik ve benlik herkes için de yanlış ve yakışıksızdır. “Her şey benim
için... Herkes benim için... Hepsi benim için” diye düşünmemiz .. En ileri makam ve mertebelere,
en değerli menfaatlere sadece kendimizi layık görmemiz... “Bir ben varım bir de bendelerim”
gururuna ve kuruntusuna düşmemiz açıkça nefislerimizi ilahlaştırmaktır.
Milyonlarca dava adamının ve nice isimsiz kahramanların gayret ve hizmetini kendimize
mal etmemiz... “Külfeti başkaları yüklensin, keyfini ben süreyim... Zahmeti başkaları çeksin,
nimeti ben devşireyim... Riske başkaları girsin, rantına ve rahatına ben erişeyim” hevesini ve
hesabını gütmemiz, İslama da insanlığa da aykırıdır.
Her şeyden önce kul olduğumuzu ve kusurlu bulunduğumuzu unutmak... Allah'ın bizlere
ikram ettiği ve imtihan için verdiği bazı marifetleri ve cemaatimizde
bize karşı oluşan
muhabbetleri, iki de bir pazarlık konusu yapmak ve bunu bir koz olarak kullanmak... Şahsi
kapris ve kuruntularımız yüzünden davamızı da dünyamızı da sıkıntıya sokmak... İnsani
kurallara ve siyasi sorumluluklara rağmen kendi başımıza buyruk davranmak, mutlaka tövbe ve
tedavi edilmesi gereken bir tavırdır.
Ve zaten bu tür nefsi hesap ve hileler aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ezelde tayin
takdir ve taksim edilenden başka hiçbir sonuç ortaya çıkmayacak ve herkes kendi niyetiyle ve
nefsinin hıyanetiyle başlaşa kalacaktır.
34
Öyle ise artık hedefe iyice yaklaşılan ve birlik ve bütünlüğe her zamankinden daha çok
ihtiyaç duyulan bir ortamda, ayrı baş olma sevdasına düşmekten ve fesatçılara fırsat vermekten
sakınmamız, hem davamız, hem de dünyamız açısından mutlaka lazımdır...
Aklı selime ve vicdanın sesine kulak verme zamanıdır. Selamet, sağduyudadır.
35
İKTİDAR HEVESİ VE HALİFELERİN SON SÖZLERİ
“Başa geçme” arzusu ve “hükmetme” duygusu ve özellikle böyle bir şansı ve fırsatı
olanlar
için çok tehlikeli ve tahrik edici
bir dürtü ve düşüncedir. Tarih boyunca
pekçok
ihtilallerin ve hıyanetlerin arkasında iktidar hırsının bulunduğu görülecektir. Nice komploların,
kardeş kavgalarının ve kanlı savaşların en önemli sebeplerinin başında yine bu “hükümet ve
hakimiyet” sevdası gelir.
Evlatla babanın, karı ile kocanın bile arasına giren, özkardeşleri birbirine düşüren, sadık
dostlukları düşmanlığa çeviren ve devamlı kin ve intikam ateşini körükleyen hep bu iktidar
hırsı ve hevesidir.
Halbuki herşey ezelde tayin ve takdir edilmiştir. Kıskançlıklar, komplolar ve her türlü
kulis oyunları aslında hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan
Allah, kimilerinizi ötekilerinizden (mal, mevki, marifet yönünden) derece derece üstün kılarak,
size verdiği (nimet, fazilet ve fırsatlarla) sizi imtihan etmektedir.13
“Nasıl davranacağımızı görmek ve bizi denemek üzere, başkalarının ardından bizleri
yeryüzüne iktidar mevkiine getirmektedir”14
Evet, Hakkı ve adaleti yürütmek, halka hizmet, hayra rehberlik etmek ve bu yolla Allan’ın
rızasına erişmek maksadıyla Allah’tan imkan ve iktidar istenebilir.15 Ama bunun için gayrı
meşru yollara tevessül etmek ve kendisinden çok daha layık kimselerin ayağını kaydırmayı
düşünmek ise en azından ğaflettir.
Sonu da mutlaka hasaret ve mahrumiyettir. “O (hain kişi) yönetmeğe geçtiği zaman,
ülkede fesatçılığa çalışır,
ziraati
ve zürriyeti
gelişmesini ve ekonomik
dengeleri
boşa çıkarmaya uğraşır. (Tarım ve sanayi
bozar, zinayı
ve ahlaksızlığı yaygınlaştırır)” 16 ayeti,
kabiliyet ve karakteri müsait olmayanlar işbaşına geçtiğinde meydana gelecek acı sonuçları
haber vermektedir.
Evet, “Her toplum layık olduğu şekilde idare edilecektir” (Hadis) Bazen, belaya müstahak
olmuş toplumların başına, cenabı Hak, mücrim ve zalim kimseleri getirmek suretiyle onları
tecziye ve terbiye edebilir.17
Hatta “Ülkenin servetini ve milletin emeğini sömürecek, her tarafı talan edecek ve halkın
ileri gelenlerini ve iyilerini ezecek ve küçük düşürecek işgalcilere” fırsat verebilir. 18
Türkiye böyle bir süreçten geçmiştir ve geçmektedir. Ama
ümit ediyoruz ki yeni
ve
haysiyetli bir dönem yaklaşmaktadır. Ve işte bu çok hassas dönemde, oldukça tecrübeli ve
tedbirli beyinlere ihtiyaç vardır. Acemi ve aceleci davranışlar her yönüyle zarardır.
13
14
15
16
17
18
En’am: 165
Yunus: 14
Sad: 35
Bakara: 205
En’am: 123
Neml: 34
36
“Ey Davud! Biz seni
yeryüzünde halife (Devlet ve hükümet reisi ve ümmetinin
peygamberi) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle
hükmet... Sakın
hevaya ve nefsi
arzulara uyma! (Zira heva ve heves) seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, hesap günün
unutarak Allah’ın yolundan sapanlara çok çetin bir azab vardır”19 Ayetide nefsi heva ve
hesaplarla iktidara talib olanların, korkunç akıbetini bizlere hatırlatmaktadır.
Şeytanı dahi isyana ve tuğyana sevkeden asıl sebep, yine onun iktidar hırsı ve hesabı
olduğu unutulmamalıdır.
Yeryüzünde hilafetin (yönetim mevki ve mesuliyetinin) kendisine değil de Hz. Adem’e
verilmesi”20 Onu çileden çıkarmış, ihtiras ve intikam hırsı ve kıskançlık damarıyla itiraz edip
lanete uğramıştır.
Şimdi hepimize ibret ve örnek olacak şekilde büyük halifelerin son sözlerine ve
vasiyetlerine kulak verelim:
Hz. Ebubekir”in (R.A)hastalığı ağırlaşınca Hz. Ömer”i çağırdı ve şunları vasiyet etti:
Bil ki Allahın gündüzleyin bir hakkı vardır ki, onu geceleri kabul etmez. Allahın geceleyin
bir hakkı vardır ki, onu da gündüzleri kabul etmez. Çünkü farz eda edilmedikçe nafilelere önem
vermez. (Halifenin ve hükumet yetkilililerinin gündüz görevi: farz ibadetleri yerine getirdikten
sonra, hak ve adeleti yürütmek, halkın sorunlarını dinlemek ve bunlara çözümler üretmektir.
Geceleyin ise, drurum değerlendirmesi ve nefis muhasebesi yapmak ve ibadete vakit ayırmak
gerekir. Bunun tersi, geceleri ve eğlenceye dalarak, gündüzleri de takva numarası ve ibadet
gösterisi yaparak hilafet ve hükümet işleri yürütülemez)
Biliniz ki, kıyamet günü terazileri ağır basanların asıl sevap ve sermayeleri; (fazla ibadet
ve hizmetlerinden ziyade) herhalde ve her yerde Hakka tabi ve taraf olmalarından ve Hakkı
üstün tutmalarından ibarettir.
Kıyamet günü, terazileri hafif gelenlerin gerçek kabahatı ise, Batıla meyletmeleri ve
zalimlerle işbirliğine girişmeleri nedeniyledir.
Allah’ım! Sen kullarını fırka fırka yarattın.. Her birisini kendi fıtratına göre ayırdın... Ne
olursun, günahlarımdan dolayı beni şakilere katma!...
Allahım! Sen her nefsin ne işleyeceğini ve neyi kasbedeceğini biliyordun. Senin bilginden
ve takdirinden kurtuluş çaresi yoktur. Ne olursun beni, itaatten ve istikametten ayırma! Allahım!
Ölümümden sonra da beni kendine yaklaştır ve rahmetinden uzaklaştırma!
Allahım! Her, kim ki
ümidi ve korkusu senden başkası
olduğu halde
sabahlar ve
akşamlarsa, o kimse şakidir ve şirk ehlidir. Doğrusu benim güvenim de ümidim de yalnız
sensin... Günahtan dönüş ve ibadete yöneliş te ancak senin kudretinledir...”
Hz. Ömer’in son vasiyetti:
19
20
Sad: 26
Bakar: 30
37
İran asıllı ve sözde dönme bir mecusi köle olan Ebu Lü’lü, zehirli harçerle kendisini ağır
şekilde yaralayınca ve artık yaşama ümidi kalmayınca, Hz. Ömer’e vasiyetini bildirmesi ve
halife tayin etmesi istendi. Bunun üzerine şunları söyledi:
“Ben hilafet ve hükümet işini, Resulullahın kendilerinden razı olarak vefat ettiği şu altı
kişiden daha iyilerine bırakabileceğimi zannetmiyorum ve göreve herkesten ziyade bunları
müstehak görüyorum: Bunlar Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Saad ve Abdurrahman’dır (RA)”
“Benden sonra halife olacak zat’a Muhacirin’e hürmet etmelerini, Ensarın faziletini
gözetmelerini, diğer Ashabın (RA) ve tüm
müslümanların hakkına
ve hukukuna riayet
etmelerini vasiyyet ediyorum ve herkese ve her hususta sadece güçlerinin yettiği şeyleri teklif
etmelerini hatırlatıyorum”
Hz. Osman’ın (RA) son sözleri:
Hakaret ve hıyanetle şehit edilmesinin ve başına gelenlerin biraz da, bazı ictihad
ve
icraatlarının sebep olduğunu ima ederek, Yunus peygamberin balığın karnında iken söylediği
ayeti kerimeyi tekrar etti “Senden başka ilah yoktur. Sen her türlü eksiklikten münezzehsin.
Muhakkak ki ben zalimlerden oldum”21
Allahım! Canıma kasteden bu hainleri kahretmeni istiyorum. Bütün işlerimde sadece
senden yardım diliyorum ve bu düçar olduğum musibet ve felakete karşı senden sabır taleb
ediyorum”22
Hz. Ali’nin (RA) son sözleri:
Mu’ezzinleri evine gidip sabah namazı için Hz. Aliyi çağırdılar. O gün üzerinde bir ağırlık
vardı, üçüncü hatırlatmada evinden çıktı ve şu şiiri okudu:
“Ölüm için, itikadını pek sağlam bağla
Zira ecel oku, mutlaka sana ulaşacaktır.
Ağlarsan, Dosttan ayrı geçen günlere ağla!..
Belki ölüm kemendi boynuna , bugün dolanacaktır.”
Hz. Ali, caminin küçük kapısına vardığında, ibni Mülcem adlı harici kendisine hücum
ederek hançerle şehit etti.
Bıçak darbelerini yerken Hz. Ali’nin ağzından şu sözler döküldü:
“Kâbenin Rabbine yemin ederim ki, zaferi ben kazandım!..23
Kimbilir, belki de bu sözleriyle, hilafetten önce maruz bırakıldığı mahrumiyetlere ve sonra
en yakınları tarafından uğradığı hıyanet ve hakaretlere rağmen, nefis davası gütmediğini ve
kendisini İslam’ın hatırına ve hakikatına feda ettiğini anlatmak istiyordu.
Hz. Muaviyenin son sözleri:
21
22
23
Enbiya: 87
Tirmizi ve Nesei
İhya-i Ulum
38
Ölüm döşeğinde iken
abdest alıp bir müddet zikir
ve ibadetle uğraştı. Sonra kendi
kendisine şunları söyledi:
“Ey Muaviye! Üzerine ihtiyarlık ve düşkünlük çöktüğünde ve şimdi ölüm döşeğinde mi
Rabbini hatırlıyorsun? Neden gençlik dalların yeşil ve canlı ve damarların kanlı iken bunları
yapmıyordun?
Sonra sesli olarak ağlamaya başladı ve şöyle yalvardı:
“Ya Rabbi! Şu asi ve kalbi katı ihtiyara rahmet et!.. hatalarını azalt ve günahlarını
affet!.. Senden başka ümidi ve güvencesi olmayan bu ihtiyara “halim” sıfatınla muamele et”
Ve etrafına dönerek:
Acaba dünya dedikleri şu bizim yaşadığımızdan başka bir şey midir? Dikkat edin ve iyi
dinleyin!.. Biz neş’emiz ve hevesimizle dünyanın çiçeklerine ve meyveli bahçelerine sahip
olmayı ve maişet ve gayretimizle onlardan lezzet almayı başardık zannediyorduk... Eyvah ki
aldandık ve dünya bizi değirmeninde öğüttü ve çürüttü.. Yuf olsun dünyaya ve yazıklar olsun
bu dünyaya aldananlara!... dedi ve son olarak şunları söyledi:
“Keşke ben “Zİ TUVA” (Mekke yakınında bir vadi) da basit hayat yaşıyan bir Kureyşli
olsaydım. Ve ah keşke şu hilafet ve hükümet işlerine asla bulaşmasaydım”24
24
İbni Ebi Dünya
39
SİYASETLE İLGİLENEN DİN BÜYÜKLERİ
Siyaset: Hak ve adaletle hükümet etme, devlet ve millet işlerini yüklenme ve yürütme
işidir.
Bu nedenle, siyaset: Kutsal bir meslek, yüksek bir meziyet ve pek hayırlı bir hizmettir.
“Bir saat adaletle hükmetmenin “yetmiş yıl nafile ibadetten hayırlı sayılması” 25 bunu
içindir. Çünkü “İnsanların hayırlısı ve efendisi, insanlara menfaat veren ve onlara hizmet
edendir”26
Siyaset, en başta ve bizzat Hz. Peygamber Efendimizin meselğidir ve O (SAV) her
hususta
bize
en güzel ve en mükemmel örnektir. Aleyhissalatüvesselam Efendimiz Asr-ı
Saadet boyunca devlet ve hükümet işlerini de üstlenmiş ve ilahi adalet hükümlerini tatbik
etmiştir. Hulefa-i Raşidin Hazretleri de Peygamberlerimizin izinden gitmiş, din ile devlet işlerini
birlikte yürütmek suretiyle siyaset etmişlerdir.
İmamı Şafiinin 5 ci Raşit halife saydığı ve bütün ulemanın Hicri 1. Asrın müceddidi
olarak tanıdığı Ömer bin Abdulaziz Hazretleri de Hilafet ve siyaset işlerini bizzat yürüten bir
şahsiyettir.
Bunlardan sonra gelen bütün müctehid, müceddit ve mürşitleri ve büyük din ve dava
önderleri, ya doğrudan veya dolaylı olarak siyasetle ilgilenmişler, devlet ve hükümetle ilgili
kurum ve kuralların islamiyete
ve insaniyete uygun
konusunda gayret göstermişlerdir. Gerçek
ve örnek
olarak
islam
şekillenmesi ve yürütülmesi
alimlerinin hiçbirisinin,
batıl
sistemlere ve zalim yönetimlere müsamaha ettikleri ve hele bunlarla işbirliğine giriştikleri asla
görülmemiştir. Böyle davrananlar sadece Bel’amın temsilcileridir.
Şimdi Adil devlet düzenin yerleşmesi ve İslami siyasetin yürütülmesi yolunda hem fikri
hem de fiili hizmet gören din büyüklerimizin başlıcalarını arz edelim.
İMAM CA’FER-İ SADIK
Hilafet talebiyle ortaya çıkan amcası Zeyd bin Ali Zeynelabidin ve diğer ehl-i beytin,
Emevi hükümdarları tarafından nasıl gaddarca
katledildiklerine
ve kendilerine
bağlılık
gösterisi yapan Şiilerin dönekliklerine ve hıyanetlerine bizzat şahit olan İmam Cafer-i Sadık
Hz.’leri, fiili
siyaset yolunun tıkandığını ve zahiri bütün
imkanların tükendiğini
görünce,
talebelerine ve yakın çevresine “fikri siyasetin” prensiplerini ve geleceğe dönük projelerini
öğretmeye başlamıştır.
Halife El-Mansur’la karşılaştığı yerlerde ise, Onu ikaz ve irşad etmekten asla geri
durmamıştır. Hatta yine beraber bulundukları bir mecliste, bir sinek Mansur’un yüzüne konup
kalkarak rahatsızlık verince, Mansur, Cafer-i Sadık’a dönüp: “-Allah bu sineği, acaba niye
yaratmış?” diye sormuş.
25
26
Hadisi Şerif
Hadisi Şerif
40
Cafer-i Sadık da
“Büyüklük taslayanları küçültmek ve acizliklerini
göstermek için!”
cevabını vermiştir.
Halife Mansur, “Ey İmam, niçin meclisimize katılmıyorsun ve yanımızda bulunmuyorsun?
Şeklinde mektup yazdığında ise, Ona:
“Bizim sizden
ne bir
korkumuz ne de dünyalık bir umudumuz yoktur ki,
yağcılık
yapalım. Sizin ise, ahiret derdiniz ve adalet düşünceniz yoktur ki size nasihatta bulunalım.
Öyle ise, dünya peşinde olanlar sana Hakkı ve hayrı söylemezler. Ahiret peşinde olanlar ise,
senin gibilerle arkadaşlık etmezler”27 diyerek teklifini reddetmiştir.
İMAM-I AZAM EBU HANİFE
Büyük Mezheb imamımız ömrünün 52 senesini Emeviler, 18 senesini ise, Abbasiler
döneminde geçirmiştir.
İmam-ı Azam Hz’leri “Devlet ve hükümet eliyle tatbik edilmeyen ilmin faydasız olacağını”
peygamberimizin ise, “Faydasız ilimden Allah’a sığındığını” çok iyi biliyordu. Bu nedenle İslami
Kurallara ve ilmi kararlara uyacak bir hükümetin kurulmasını istiyor ve işte bu maksatla Emevi
zorbalarına karşı Ehl-i Beyti destekliyor ve halkı bu yolda teşvik ediyordu.
Hatta Emevi hükümdarı Hişam bin Abdülmelik’e karşı Kufe’de ayaklanan Ehl-i Beytten
Zeyd bin Ali Zeynelabidin için: “Zeyd’in bu çıkışı, Resulullah’ın Bedir’deki çıkışına benziyor”
demiştir. Ve yine “eğer Kufelilerin ve şiilerin dedesi Hz. Hüseyin’i terk edip kaçtıkları gibi, şimdi
de Zeynilabidin’i yalnız ve yüzüstü bırakacaklarından korkmasam ve yanımda duran halkın
emanetlerini teslim edecek birini bulsam, gidip Onunla birlikte savaşırdım” buyurmuştur28.
Bu durumu farkeden Emevi valileri, İmamı Azam’ı tesirsiz hale getirmek ve zulümlerine
ortak etmek için O’na resmi vazife teklif etmişler, kabul etmeyince de hapse atıp ölesiye
dövmeye başlamışlardır.
Bu zulümden kurtulan İmam-ı Azam Hz.’leri, mecburen Hicaz’a dönmüş ve Beytullah’a
sığınmıştır.29
Daha sonra Abbasiler döneminde tekrar Bağdat’a dönen ebu Hanife Hz.’leri bu sefer de
İmamı Malik Hz.’lerinin “Bu çıkış meşrudur” fetvasıyla H. 145 yılında Medine’de ayaklanan, Ehl-i
Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyye ve Irak’ta ayaklanan kardeşi İbrahim’i desteklemeğe
ve hatta Abbasi hükümdarı Mansur’un bazı komutanlarını ikna edip, İbrahim’in tarafına
geçirmeğe başlayınca, yani yeniden ve fiilen siyasete karışınca, tekrar takip ve tehdit altına
alınmıştır.
Abbasi halifesi Mansur imam-ı Azam’ı etkisiz hale getirmek, O’nu halkın gözünden
düşürüp iki yüzlü gibi göstermek ve zulümlerine alet etmek amacıyla kendisine başkadılık
Baahuddin El- Amili El-Keşkül C.1 s. 129. Bulak Mısır
İbnü’l Bezzazi, Menakıbi Ebi hanife C.1 s. 55
29
Hicri : 130
27
28
41
(şimdiki Diyanet İşleri ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı) teklif etti. Büyük imam bu oyuna
gelmedi ve Mansur’a: “Bu göreve atanacak insan gerekirse senin, çocuklarının ve
komutanlarının aleyhine bile olsa, doğru hüküm vermek zorundadır. Halbuki siz, buna
katlanamazsınız. Bana gelince Allah’ın rızasını sizlerin hatırına feda edemem” diyerek bu rüşvet
makamını reddetmiştir.
Bunun üzerine hapse atıldı ve her gün artırılamak suretiyle kırbaçlanarak işkenceye tabi
tutuldu. Sağlık durumu kötüleşince serbest bırakılmış, ama göz hapsine alınarak ders ve fetva
vermesi yasaklanmış ve zaten çok geçmeden H. 150 yılında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve
o işkencelerin tesiriyle şahadet şerbetini içmiştir.
Ve şimdi açıkça İslâm düşmanlığı yapan ve Kur’an hükümlerini savunanları zindanlara
tıkan Mason ve münafık siyasilerle uzlaşan, ama Hakkı temsil ve tebliğ eden hareket ve
liderinden ise, devamlı uzaklaşan ve buna rağmen kalkıp “Biz İmam-ı Azam’ın Mezhebi ve
mesleki üzerindeyiz” iddiasında bulunan birtakım hocalar bundan ibret alsınlar ve utansınlar!..
İMAM MALİK
Bu büyük imam da Kur’an ahkamına ve İslam ahlakına riayet etmedikleri ve sünneti ve
adaleti gözetmedikleri için Emevi ve Abbasi yönetimlerini açıkça tenkit etmiş, Muta nikahının
haram sayıldığını ve ikrah ile (istemeyecek zorla) alınan biatın geçersiz olacağını söylemiş ve
özellikle Ehli Beytten Muhammed En-Nefsü-z Zekiyyenin zulüm yönetimine karşı Medine’deki
ayaklanmasına fetva vermiş olduğundan, ikinci Abbasi Halifesi El-Mansur’un emriyle hapse
atılmış, çok ağır işkenceler yapılmış ve hatta bir kolu ta omuzundan çıkarılmıştır30.
İMAM ŞAFİİ
İmamet ve Hilafetin ve İslami ölçüler içerisinde şekillenecek bir hükümetin kurulmasının
Müslümanlar üzerine yerine getirilmesi gereken bir farz olduğunu savunan İmamı Şafii, üstünlük
bakımından Hz. Ebubekir”den sonra geldiğini kabul ettiği ve çok özel bir muhabbet beslediği Hz.
Ali evladının, haklı ve hayırlı çıkışlarını devamlı desteklemiş ve 34 yaşında iken “şiilik
propagandası yapıyor” iftirasıyla Yemende hapsedilmiştir. Kendisi ile birlikte tutuklanan 9
arkadaşı öldürülmüş İmamı Şafii ise bazı hatırlı taraftarlarının iltimasıyla son anda
salıverilmiştir.31
İmam Şafii Siyasette tarafsız kalmak gibi bir kolaycılığa ve hele makam ve menfaat için
zalimleri desteklemek gibi bir yanlışlığa asala tenezzül etmemiştir.
İMAM HANBEL
“Kur’an mahluktur ( sonradan yaratılmıştır)” gibi sapık bir düşünceyi siyasi saltanat ve
sömürü aracı yapan ve bu batıl düşünceye bağlı olanları yüksek görevlere atayarak
hükümdarlığını garantiye alacağını hesaplayan Abbasi halifelerinden Me’mun
30
31
M. Ebu Zehra Fıkhı Mezhebler Tarihi
Ehli Sünnetin Önemi sh. 37, Vural Yayıncılık
ve sonra
42
Mu’tasım dönemlerinde, İmam Ahmed bin Hanbel bu zülüm ve haksızlıklara karşı çıktığı için çok
büyük sıkıntılara maruz bırakılmıştır.
Önce Halifenin emriyle Bağdatta tutuklanmış, hergün bayılıncaya kadar işkence yapılmış,
ama bazı sapıkların siyasi ihtirasları için dinin yozlaştırılmasına asla razı olmamıştır.
Daha sonra ayaklarına zincir vurularak ta Tarsusta bulunan Me’mun’un yanına götürülmek
üzere yola çıkarılmış, ama halifenin ölüm haberi gelince yarı yoldan geri çağırılmıştır.
Yeni halife Mu’tasım da yine İmam Hanbeli hapse atmış, yıllarca zulüm ve işkence altında
bırakmıştır.
“Kur’an mahlukmudur, değilmidir” münakaşaşı işin zahiri kılıfıdır. Zalim hükümdarların asıl
korkusu İmam Hanbelin, halkı adil bir yönetim için şuurlandırması ve her yönüyle İslami bir
düzen ve dönem için çalışmasıdır.
Tarihler O’nun 14 yılının zindanlarda ve geri kalan ömrününde göz altında geçtiğini
yazmaktadır.
Akidevi ve ahlaki sapıklığa ve siyasi sultaya karşı çıktığı ve İslami adalet ve istikamet
düzenini yerleştirmeye çalıştığı içindirki, bu denli hıyanet ve hakaretlere uğratılmış, ama O asla
hainleri ve zalimleri alkışlamamıştır.
İBN HAZM
İspanyada Kurulan Endülüs Emevi Devletinin başkenti ve islam Medeniyetinin önemli
merkezi olan Kurtuba’da dünyaya gelen ve Ehli sünnetin Zahiri mezhebinin kurucularından olan
bu büyük müctehid, Endülüs Emevi hükümdarlarından hem Murtaza Abdurrahman bin
Muhammed’in, daha sonra da Abdurrahman En-Nasır’ın veziri olarak bizzat hükümet ve siyaset
işlerine karışmıştır. Dönemindeki alimler onu kıskandığından, amirler ise siyasi feraset ve
cesaretinden korktuğundan dolayı pek büyük sıkıntı ve sürgünlere uğramış, ama bu zat İslami
adalet için siyasi ve ilmi çalışmalarından asla yılmamış ve usanmamıştır.
İMAM NESEİ
Hicri 225.te Horasan’da doğan bu büyük muhaddis, çağının önemli ilim merkezlerini ve
islam beldelerini dolaşmış, Mısır’dan Şam’a geldiğinde “Hain ve zalim yöneticilerin ve bidat ehli
kimselerin peşinden gidilmemesi gerektiğini” anlatan hadisleri öğrettiği ve halkı hükümete karşı
isyana sevkettiği gerekçesiyle Emevi iktidarınca tutuklanmış ve işkence ile şehid edilmiştir.
İMAM-I RABBANİ
Hindistan ve Pakistan ikliminin islamlaşmasında ve tasavvufi hayatın saflaşmasında çok
önemli bir payı olan bu büyük mürşid ve müceddid, dönemin Hint-Türk hükümdarı olan Ekber
Şah
ile
“dinin özünü
bozmaya,
İslam
inancını yozlaştırmaya ve şeriat ahkamından
uzaklaşmaya” başladığı gerekçesiyle, çok sert ve net tenkitlerde bulunduğu için, arası açılmış
ve Miladi 1619 yılında Gvalior’da bir kaleye hapsedilmiştir.
43
Çağdaş alimlerden:
BEDİÜZZAMAN
Eserlerinde “siyaset
dairesinde çok hayırlı
ve hakikatlı
hizmetlerin yapılacağını
sezdiklerini” ve kendilerini önce bu vazifeyle görevli zannederek İttihat Terakki partisine
girdiklerini, ama
sonradan, “asıl görevlerinin Risale-i Nur yoluyla
İmanı
tahkik hizmetini
yürütmek olduğunu fark ettiklerini” ve ileride siyaset aleminde yapılacak mutlu ve muhteşem
gelişmelere zemin hazırlamakla istihdam edildiklerini” beyan eden üstat Bediüzzaman Hz.leri
“Müslümanlar arasında tefrika çıkaracak, zalim yöneticilere kuvvet katacak ve din istismarıyla
makam ve menfaat sağlayacak” şeytani bir siyasetten, özellikle CHP’nin tek parti diktatörlüğü
döneminde uzak durmuş ve “Euzübillahi mineşşeytani ve siyaset” – şeytani siyasetten ve
şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” sözünü kendisine düstur edinmiştir.
Ancak 1950 den sonra Demokrat partinin işbaşına gelmesi üzerine Üstat Bediüzzaman,
Menderes ve hükümetine açıkça sahiplik etmiş, bizzat başbakana çeşitli mektuplar yazarak
tebrik ve temennilerini iletmiş, çevresine ve talebelerine de Demokrat partiyi desteklemelerini
özellikle öğütlemiştir.
Hatta bu Mektuplarında Menderes’e “Ezanı Arabca aslına dönderdikleri gibi, Ayasofyayı
yeniden ibadete açmalarını, Dini eğitim kurumlarını çoğaltmalarını, Milli ve manevi değerlere
sahip çıkmalarını” önemle tavsiye etmiş, aksi halde “ırkçılarla halkçıların birleşip kendi
başını yiyeceklerini” söylemiş ve bu dedikleri aynen zuhur etmiştir.32
Üstad
Bediüzzaman Hz leri “Ümmetce
beklenen O zatın “siyaset aleminde” görev
yapacağını33 haber vermiş ve “(İman ve İslam) öylesine kökleşmiş ki inşallah hiçbir kuvvet
Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Ta ahir zamanda hayatın geniş (siyaset) dairesinde
asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirdleri, Cenabı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve
tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz” demiştir.34 Bu zatın
siyasete bakış açısını ileride ayrı bir başlıkta anlatmaya çalışacağız.
MEVDUDİ
Adil devlet ve hükümet şuurunun yeniden uyanmasında çok önemli emeği olan bu büyük
İslam alimi Pakistan’ın zahiri bağımsızlığını kazanmasından sonra
ilmi,
ahlaki, siyasi
ve
iktisadi benliğine ve bağımsızlığına da yeniden ulaşması yolunda pek kıymetli hizmetleri ve
projeleri olan bir şahsiyettir.
Pakistan’da Cemaati İslami partisini kurmuş ve seçimlere girmiş ve çetin mücadeleler
vermiştir.
32
33
34
Tarihce-i Hayat sh. 512-515 Sinan Matbaası 1960 İstanbul
Sikke-i Tasdiki Gaybi sh. 42
Bediüzzaman Aynı Eser sh. 140-141
44
“Önce İmani, ilmi ve ahlaki inkilab mı, yoksa siyasi ve içtimai inkılab mı yapılmalıdır?
Sorusuna bir makalesinde şöyle cevap vermektedir:
Siz imani ve ahlaki inkılabı gerçekleştirmek ve içtimai hayatı düzeltmek ve düzenlemek
istiyorsanız, evvela
bu
neticeye
nasıl ulaşacağınızı
ve hangi vasıtaları
kullanacağınızı
düşünmeniz gerekir.
Bu vasıtalar ise eğitim ve öğretim kurumları, basın ve yayın organları, gibi şeylerdir.
Bütün bunların hakkın ve hayrın hizmetinde kullanılması
ise ancak
hükümet eliyle
mümkün olabilmektedir.
Hükümet olmak için de siyasi faaliyetlere girişmek ve kendi doğrularımızı halka kabul
ettirip onların desteğini elde etmek şart görülmektedir”35
SAİD HAVVA
Çağımızın yetiştirdiği büyük İslam alimlerinden birisi olan Said Havva “İslam Erinin Ahlak
ve Kültürü” adlı eserinin “siyasi
cihad” başlığının “Zalim
devlet düzeninde siyasi
cihat”
bölümünde aynen şunları söylemektedir:
“Bugün, her İslam ülkesinde birlik ve dirliğin ve adalet düzeninin kurulmasını sağlayacak
ve evrensel hukuk
kurallarını
uygulayacak ve bütün insanların temel hak ve hürriyetlerini
koruyacak bir hükümetin oluşturulması şarttır.
Kalbinde
zerre
kadar imanı
bulunan her
müslümanın da bu amaçla çalışması (ve bu yoldaki hizmetlere katılması) farz-ı ayındır.
Bütün bu hizmetlerin ve mutlu neticelerin ise ancak siyaset çatısı altında yapılabilme ve
yürütülebilme imkanı vardır. Bu nedenle siyasetten kaçan veya ilgilenmek istemeyen kimseler,
haliyle bu imkanlardan mahrum kalacaktır.”
“Öyle ise siyaset düşüncesinden ve hizmetlerinden uzaklaşmaya çalışan bir müslüman,
ya İslam’ı anlamayacak kadar şuursuz ve sorumsuz bir insandır. Veya İslam’ın hükmünü
savunamayacak kadar korkaktır.”36
Sonuç: “Siyaset büyüklerin mesleğidir, küçükler büyüklerin işlerini beceremezler! Çünkü
Siyaset, dünyaya hangi zihniyetin hükmedeceğin karar meselesidir.
Ve Hak ile Batılın en hassas mücadelesidir.
tercümanül Kur’an Dergisi Zilkade 1367 Aralık 1948 Ayrıca Bak. İslam’da Hükümet Ali Genceli tercümesi
Hilal Yayınları Ankara son sayfa
36
Said Havva Allah Erinin Ahlak ve Kültürü
35
45
BEDİÜZZAMAN VE SİYASET
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kendi asrının müceddidi olan37 çok önemli bir
şahsiyettir. Ülkemizdeki din tahribatına karşı verdiği örnek ve yüksek mücadelesi ve özellikle
“iman, ihlas, takva, nefsani duygu ve dünyalıklardan uzak durma ve insanlığa faydalı olma”
esaslarını ders veren
Risale-i Nur
kulliyatını meydana getiren çok güzel
ve mükemmel
eserleri, değerini her zaman muhafaza edecektir. Ve zaten ümmetin hasretle beklediği ve
kendisinden sonra geleceğini müjdelediği ZAT, için de “Sonra gelecek O mübaret zat; Risale-i
Nur’u bir programı olarak neşr ve tatbik edecek”38 demekte ve böylece Risale-i Nurun bütün
ülkelerde inşallah bozuk felsefe dersleri yerine iman, hakikatları ve İslam ahlakı olarak
okutulacağı ve pek çok ilmi ve insani hükümlerinin devlet eliyle resmen tatbikata koyulacağını
haber vermektedir.
Hz. Üstadın siyaset anlayışına gelince: 1- Bediüzzaman siyaset kavramını bazan “Adil
bir devlet ve hükümet modelinin tarifi...”
2- Bazan da “ilahi ve evrensel saadet kanunlarının tatbiki”, Olarak ifade etmektedir.
“Hak ve adaletle halkın yönetilmesi” anlamında ki “ Siyaset “ için, zaten mücadelesinin bir
amacı olduğunu, “İslam’ın bir hakikatına hergün bin başımı vermeğe razıyım” anlamındaki
sözleriyle dile getirmektedir.
Zira bu gerçek anlamıyla siyaset; “İslamın tatbikini , Hak ve adalet hükümetini, Efendimizin
(SAV) Sünnetini ve Raşit Halifelerin hayat sistemini” içermektedir.
Ancak:
A-Dünya hesabına ve sadece plavra ve politikayı esas alan particilik:
a)Devlet ve hükümet imkânlarını ve iktidarını, Küfür ve zulüm hesabına kullanmak ve
böylece ülkede ve yeryüzünde haksızlığı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırmak,
b)Müslümanların dini duygularını ve İslam’ın yüce değerlerini dünyalık makam ve
menfaatler için istismara kalkışmak.
c)Müslümanlar arasında vahdet ve uhuvveti (Birliği ve kardeşliği) bozucu kısır kavgalara
ve kutuplaşmalara sebep olmak ve zalimlere tabi ve taraftar bulunmak şeklindeki, batıl ve
bozuk siyasi anlayış ve davranışlardan
ise, Bediüzzaman şiddetle sakınmakta ve bu tür
siyasetler için “Euzü billhiminşeytani ve siyaseh-Şeytandan ve onun razı olduğu siyaset
anlayışından Allah’a sığınırım” buyurmaktadır.
B- Dava adına, siyaset ve partiyi bir araç olarak kullanıp, İslamî ve insanî amaçlara
ulaşmayı ve bu yolla dine ve millete hizmette bulunmayı hedef alan bir siyaset için ise, üstadın
iki temel prensibi vardır:
37
38
Sikke-i Tasdik-i Gaybi 2. Mektub
Sikke-i Tasdiki Gaybi
46
1-İnancımıza ve insanımıza hizmet adına ortaya çıkacak olan bir partinin kurucularının ve
kurmaylarının en az yüzde 60-70’i mü’min ve mütedeyyin (dindar ve dürüst) olmalı, yani o
parti mason ve münafıkların güdümünde bulunmamalıdır. Çünkü:
“Hakikatı
İslamiye
bütün
siyasetin fevkinde (üstünde)dir. Bütün siyasetler ona
hizmetkâr olabilir. (Ama) Hiçbir siyasetin haddi değil ki İslamiyeti kendine alet etsin”.39
2-Üstad ayrıca “Şimdilik bu vatanda dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri
Millet diğeri de ittihadı İslam’dır.
İttihadı İslam Partisi (idarecileri) yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla
şimdiki siyaset (te görev) başına geçebilir. Dini siyasete alet etmek değil, belki siyaseti dine
alet etmeğe çalışabilir. Fakat çok (uzun bir) zamandan beri (halkımız arasında maalesef)
terbiye-i İslamiye (nin) zedelenmesiyle ve mevcut (hakim zihniyet ve) siyasetin cinayetine karşı
dini alet etmeğe mecbur kalacağı cihetiyle, şimdilik o parti (siyasete girişmemek ve) başa
geçmemek lazımdır”40 buyurarak siyaset cephesinde İslami bir hizmet ve hareket için zaman
ve zeminin de müsait olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Zira dünya siyonizminin iki kolu gibi davranan ve ülkemiz de sağ-sol diye ortaya çıkan
“Masonluk ve Koministlik gibi... sonunda anarşi ve ahlaksızlığı doğuran ve her tarafı ele geçiren
zındıklık ve dinsizlik hareketlerine karşı41 yeterli ve tutarlı olamayacak ve başarısızlıkla
sonuçlanacak siyasi girişimler elbette gereksiz ve bereketsizdir.
Bu gerçeği çok iyi farkeden Üstad, bütün gayret ve himmetini “tahkiki iman”(Temel imani
gerçekleri ve islami prensipleri yerleştirmek) hizmetine hasretmiş, ilim ve medeniyet adına
yapılan ve moda gibi yaygınlaşan dinsizlik felsefesine ve inkarcılık düşüncesine karşı iman
hakikatlarını izah ve isbat eden eserleri ders vermiş ve neşretmiştir.
Bu çok kıymetli hizmetlerinden ve pek kerametli hallerinden dolayı kendisine beklenen
mehdi
olduğunun söyleyen
bir kısım talebelerine ise
“(Hayır
benim
için sadece belki
müceddittir, onun pişdarı (mehdiyetin ön hazırlıklarını yapan) dır denilebilir.42 buyurmuş ve “Bu
hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risalei Nur’u bir programı olarak neşr
ve tatbik edecek.
O zatın ikinci vazifesi ise Adelet nizamını icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife (Bize
verilen imanı tahkik hizmeti) maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikat, ihlas ve sadakatle
(mümkün) olduğu halde, bu ikinci (Hukuk nizamını icra ve tatbik) vazife(si ise) gayet büyük
maddi (ekonomik ve askeri) bir kuvvet ve (siyasi) hakimiyet lazım (dır) ki o ikinci vazife tatbik
edilebilsin.
(Beklenen ve bizden sonra gelecek olan) o zatın üçüncü vazifesi (ise) Hilafeti İslamiyeyi,
ittihadı İslam’a bine ederek, İsevi Ruhanileriyle de ittifak edip din-i İslama hizmet etmektir.
39
40
41
Hutbe-i Şamiye: 50
Emirdağ lahikası 2-132
Emirdağ Lahikası: 2:24
47
(Yani beklenen Zat
müslümanlarını
İslam Birliğini ve hakimiyetini sağladıktan sonra
organize
bir güç
halinde
bütün
toparlayacak ve bir kısım Hristiyan
dünya
ülke
ve
liderleriyle bile irtibat ve ittifak kuracak ve sonunda siyonizmin zulüm saltanatını yıkmış
olacaktır)
Bu bakımdan bize o gelecek zatın
ismini vermek ve mehdi demek yanlış olur. Hem
üstelik “Ehli siyaset evhama (korku ve telaşa) bir kısım hocalar ise itiraza başlar”.43 Üstadın
bu ifadelerinden de anlaşılıyor ki, kendisinden sonra geleceğini müjdelediği “o zat” hem
siyasetten çıkacak, hem de bilinen klasik manada bir Hoca-din adamı olmayacaktır.
Zira siyasilerin korku ve telaşı, kendi metot ve meslekleriyle onlara rakip çıkacağı ve
şeytani saltanatlarını yıkacağı içindir.
Hocaların itirazı ise, O zatın mollalar ve müderrisler içinden çıkacağını beklemeleri
yüzündendir.
Üstad Bediüzzaman
Hazretleri siyaset ve particilikle
İslam’a hizmet
etmeğe karşı
değildir. Ancak kendi yaşadığı zaman ve zeminin siyasetle uğraşmaya müsait ve münasip
olmadığını söylemekte
ve siyaset sahasındaki
mutlu
ve mesut halet ve hareketlerin
kendisinden sonra gelecek Zat tarafından yürütüleceğini müjdelemektedir:
“Ve bu nurdur ki, eskiden de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede ve siyaset aleminde
gelecek Mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddimesi ve müjdecisi iken bu
muaccel (peşin ve hazır) ışığı O müeccel (ileride gelecek) sa’adet (olduğunu zan ve) tasavvur
ederek
eski
zamanda
siyaset kapısıyla
onu
arıyordum”.44 İtiraf ve ifadeleriyle siyaset
sahasında çok bereketli hizmetlerin yapılacağına dair bazı manevi ışık ve işaretler gördüğünü
ve bu hevesle İttihat ve Terakki saflarında siyasete girdiğini, ancak sonradan kendisinin
Risale-i Nur yoluyla iman hakikatlarını yaymak ve yerleştirmek suretiyle ileride gelecek ve
siyaset cephesinde zuhur edecek mutlu ve mübarek hizmetlere zemin hazırlamakla vazifeli
olduğunu fark ettiğini, beyan etmektedir.
Zira “Bu zamanda ehli İslam’ın en mühim tehlikesi fen ve felsefeden gelen bir dalalet
(sapıklık)la kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun yegane çaresi ise. Nurdur,
nur göstermektir ki, kalbler islah olsun, imanlar kurtulsun.. Eğer siyaset topuzuyla hareket
edilse, galebe çalınsa (ve hakim gelinse o taktirde) kâfirler münafık derecesine iner. Münafık
(ise) kâfirden daha fenadır. Demek (ki) topuz böyle bir zamanda kalbi islah etmez. O vakit
küfür kalbe girer saklanır (açık inkar, gizli) nifaka inkilab eder.
HEM NUR NEM TOPUZ.. İKİSİNİ BU ZAMANDA BENİM GİBİ BİR ACİZ YAPAMAZ!..
Onun için bütün kuvvetimle nur’a sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu (na) ne
şekilde olursa olsun, bakmamak lazım geliyor.
42
43
44
Sikke-i Tasdiki Gaybi: 8
Sikke-i Tasdiki Gaybi: 8
Kastamonu Lahikası : 20
48
Amma maddi cihadın muktezası (icap ve ihtiyaçları) ise: O vazife şimdilik bizde değildir.
Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için (siyasi güç ve) topuz
lazımdır. Fakat (bizim) iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa (şimdilik ancak nur’a kafi gelir.
Topuzu tutacak limiz (ve bu şartlarda siyasetle uğraşacak ve başarılı olacak halimiz) yok!...45
diyerek, üstad, haklı olarak, iman hizmetinde bulunanların ve başta nurcuların özellikle kısır
siyasi
çekişmelerin dışında
etmelerini” ve en
kalmalarını ve çok
azından İslami
mecbur kalsalar da “siyaseti
gaye ve gayretler içinde
olan partiyi
dine
alet
desteklemelerini
öğütlemiştir.46
Bediüzzaman
genelinin
Hazretleri “Risale-i Nur (ve iman hakikatları) mal-ı umumi (toplumun
ortak malı ve ihtiyacı) olduğundan, hizmet-i Kur’aniyede
bulunan nur şakirdleri
tarafgirliklere giremezler”.
“Hem milletin her tabakasının (iktidara) muvafıkı ve muhalifi(nin), (devlet) memurunun ve
amisinin (sade vatandaşın) o hakikatlarda hisseleri var ve onlara (Risale-i nura) muhtaçtırlar.
(Bu bakımdan) Risale-i nur şakirtleri tam tarafsız kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi
(menfaat çekişmesini) tam (amiyle) bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş...” 47 diyerek o
dönemde, Nurcuların kesinlikle partiler dışında kalmalarını istediği halde, maalesef bu talimat
ve tavsiyesine pek uyulmamış ve “şimdi (ülkemizde ve yeryüzünde) hükmeden (masonluk ve
koministlik gibi Siyonizmin güdümünde) öyle kuvvetli cerayanlar içinde, siyasete girenlerden
hiçbir kimse istiklâliyetini ve ihlasını (vicdani bağımsızlığını ve Allah rızasını) muhafaza
edemez... Her halde (masonluk gibi hakim ve zalim) bir cereyan Onun (hizmet ve) hareketini
kendi hesabına alacak, dünyevi maksatlarına alet yapacak. O hizmetin kutsiyetini bozacak”48
diyerek ikaz
ve işaret buyurduğu
ve korktuğu
bu duruma
düşmekten pekçoğu
kurtulamamıştır.
Hz. Üstat: “Dindar demokratların hususan
Adnan Menderes gibi zatların
hatırı için,
otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete (sadece) bir iki gün baktım.”49 Dediği halde pek çok
nurcu kardeşimiz Demokratın devamı olmak iddiasında ve aslında masonların komutasında
bulunan partilerin, bir zaman gençlik kolları ve sanki yan kuruluşları gibi çalışmış ve çirkin
siyaset oyunlarına bulaşmışlardır.
Üstad
bütün himmetini ve hizmetini Risale-i Nur’un okunmasına
ve yayılmasına
hasrettiği ve talebelerine de ısrarla bunu emrettiği ve hatta Eşref Edib’in Sebiürreşat dergisinde
Risale-i Nur’u öven yazılar yazmasını bile hoş görmediği halde, zamanla bir kısım nurcular
tamamen gazeteciliğe başlamış ve Risaleleri ikinci üçüncü plana atmışlardır.
45
46
47
48
49
Lem’alar: 96
Emirdağ Lahikası 2: 138
Şualar: 325
Şualar: 325
Emirdağ Lahikası 2: 132
49
Hz. Üstad, “Bu onsekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım.
Üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim. Ta ki Kutsi hizmetimize manevi bir zarar
gelmesin. Bunun sebebi şudur ki iman hizmeti, iman hakikatları bu kainatta her şeyin
fevkindedir, hiçbir şeye tabi ve alet olamaz.”50 Dediği halde, bazı nurcu
kardeşlerin açtığı
radyo ve televizyon kanallarında, Risale-i Nur’dan bir cümle duymak için maalesef saatlerce
beklemek bizleri üzen ve düşündüren bir olaydır.
Üstad
Bediüzzamanın
insanlığa hayat ve huzur
verecek derslerini
ve düsturlarını
anlamak ve uygulamak ise, hepimiz için gereklidir ve görevimizdir.
Ancak ve ne var ki hem peygamberlere hem de böylesi müceddid ve rehberlere
özellikle kendi sağlığında yeterli ve gerekli ilgi gösterilmemiştir. Vefatından sonra da istismar
edilmek istenmiştir.
Bakınız, bir uyarıcı ve kurtarıcının geleceğini bildikleri ve bekledikleri ve bunu zaten
Allah’tan ısrarla istedikleri halde özellikle “Kitap ehlinin ve dindar çevrelerin” tavrını şu ayetler
ne güzel izah etmektedir:
“(Onlar) Şayet kendilerine inzar (ikaz ve irşad) edici (bir peygamber ve önder) gelirse,
diğer milletlerden daha önce hidayete tabi olacaklarına (ve o davetciye sahip çıkacaklarına)
dair bütün güçleriyle
Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat (ne yazık ki) Onlara
bekledikleri
(Peygamber) gelince,
uyarıcı
bu
(istedikleri
ve
durum onların haktan uzaklaşmalarını
artırmaktan başka işe yaramadı.
(Bunun sebebine gelince) Çünkü onlar yeryüzünde (bulundukları ülkede ve mevcut batıl
düzende haketmedikleri makam ve menfaatlerle) büyüklük taslıyor ve (bu sömürü sistemleri
yıkılmasın diye Hakkı hakim kılmak isteyenlere karşı müşriklerle beraber) kötü tuzaklar
kuruyorlardı. Halbuki (eninde sonunda mutlaka) bu kötü tuzaklar onu kuranların başına
geçecek ve herkes kendi kazdığı kuyuya düşecektir. Bu Allah’ın değişmez sünnetidir.”51
Evet işte tarih.. Hz. Musa’nın şeriatını ihya ve icra etmek için geldiği halde, Hz. İsa’ya
(AS) ilk düşmanlığı maalesef Yahudiler yapmışlardır.
Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin geleceğini ve hatta ismini ve işaretlerini bildikleri ve
bekledikleri halde “ehli kitap” Ona haset, hakaret ve hiyanette bulunmuşlardır.
İslam tarihindeki mücedditlerin durumunda aynıdır:
Bir İmam-ı Azam Hz. lerine en büyük sıkıntıyı, taklitçi ve taassubcu alimler açmışlardır.
Zalim
idareciler tarafından dövülerek şehit
edilmesi
karşısında
bile
maalesef suskun
kalmışlardır.
Ve asrımızda bir Bediüzzaman Hazretlerine ilk sahip çıkması gereken medrese ve
tekke ehli, maalesef “nur’lardan” yararlanmaya ilgi ve ihtiyaç duymamışlar ve Hz. Üstadı
şanlı mücadelesinde yalnız bırakmışlardır.
50
51
Kastamonu Lahikası: 99
Fatır: 42-43
50
Ve yine Risale-i Nur pekçok yerde Milli Görüşü işaret ettiği ve açıkca müjdelediği halde,
maalesef nurcu kardeşler bu davaya gerektiği gibi sahip çıkamamışlardır...
İşte “taasup inadı ve haset damarı psikolojisini” izah ve ifade eden ayeti kerime:
“Kitap ehlinden çoğu, “Hak” (Hakikat) kendilerine apaçık bir şekilde belli olduktan sonra,
sırf nefislerini
(kuşatan içlerindeki) kıskançlıktan dolayı, sizi
imanınızdan (ve inandığınız
davadan) döndürmeye çalışırlar.”52
Evet, şahsen Milli Görüş Hareketinin ve muhterem liderinin, Haklı ve hayırlı bir yolda
olduklarına kanaat getirmemiz ve bu sahada çalışmaya karar vermemiz hususunda Risale-i
Nur’un işaret ve beşaretleri en büyük dayanağımız ve fikir kaynağımız olmuştur.
Çünkü Üstat Hz. lerinin “Batı (alemi) Fen ve Sanayi silahı ile bizi istibdad-ı manevi
(baskı ve esaret) altında eziyor. Onlara karşı maddeten terakki etmek ve sanayileşmek
şarttır.”53
“İ’la’yı kelimetüllah ise şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıftır. (İlahı kelamın ve
adalet nizamının hakimiyeti ekonomik yönden kalkınmaya bağlıdır)54
Diye haber verdiği, ağır sanayi ve ekonomik kalkınma hamlesini başlatan Milli Görüştür.
Risale-i Nur’larda “Nev-i
beşeri (insanlık alemini) umumi
felaketlere
sürükleyen ve
bolşevikliğe (koministliğe ve anarşistliğe) sevk edip terakkiyatı
ve asayişi
(çok
yönden
gelişmeyi ve genel huzuru ve emniyeti) mahveden (her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın) kökünü
kesecek iki şeydir: 1-Vücub-u zekat 2-Hurmet-i Riba” (Zekatın mecbur tutulması ve faizin
yasaklanması) diye anlatılan gerçeği:
1-Sermaye ve üretimden alınacak tek cins verginin (zekat) uygulanacağı
2-Ve faizin her türlüsünün
kaldırılacağı Adil
Ekonomik Düzen programları ile ortaya
çıkan, Milli Görüş’tür.55
Bediüzzaman’ın
(RA) “İnşallah ileride, Cemahir-i müttefika-i Amerika
gibi, Cemahir-i
müttefika-i İslami’ye de meydana gelecektir.”56 (Yani 50’ye yakın ülke bir araya gelip
Amerika
Birleşik Devletlerini kurduğu gibi, inşallah
ileride müslüman ülkeler birliği de
oluşacaktır.) diye işaret ettiği “İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı” gibi vahdet ve
kuvvet unsurlarını savunan, İslam’ın ittihad ve ittifak şartlarını amaçlayan ve hazırlayan, Milli
Görüştür.
İşte bunun gibi
hüccet
Bediüzzaman Hz. lerinin “ileride
52
53
54
55
56
Bakar: 109
Hutbe-i Şamiye
Münazarat sh. 30
İşaretül İcaz sh. 48
Hutbe-i Şamiye
derecesine ulaşan
pek çok işaret gösteriyor ki, Üstad
geniş dairede ve siyaset aleminde gelecek
mesudane
51
vaziyetler...”57 diye müjdelediği ve O mutlu ve mes’ut gelişmelere zemin hazırlamakla görevli
olduklarını söylediği hareket, Milli Görüştür.
Evet tarih boyunca ehli kitabın ve dindar grupların yakasını bırakmayan “haset, inat ve
taassup” damarı terk edilip, izan ve insaf ölçüleriyle dikkat edilse, bizim söylediklerimizin ne
kadar haklı olduğu görülecektir.
Bu konuyu Üstadımızın çok önemli bir tesbit ve teşhisiyle kapatalım:
“Hiçbir fasık (günahkar) yoktur ki (kendisinin) salih olmasını (kötülükten kurtulmasını)
temenni etmesin. Ve (hele) amirini ve reisini (yöneticilerini ve hükümet yetkilerini) mütedeyyin
(dindar ve dürüst ) görmek istemesin. (Kalbinde imanı bulundukça fasık bile olsa bunların
mutlaka arzu eder) İlla ki, eliyazübillah, irtidat ile vicdanı tefessüh edip yani (ancak Allah
korusun, gizli
bir dinsizlikle vicdanı bozulmuş olup) yılan gibi başkalarını zehirlemekten zevk
alan kimseler ancak, zalimleri destekleyebilir, içkiyi, kumarı, faizi ve fuhşu yaygınlaştıran,
islamiyetsiz zihniyetleri
ve istikametsiz şahsiyetleri idareci
seçip
milyonlarca insanımızın
ekonomik ve ahlaki yönden sefalete sürüklenmelerine sadece münafıklar razı olabilir)58
57
58
Kastamonu Lahikası sh. 20
Lem’alar: 122
52
SİYASET VE DİN İSTİSMARI
Sömürü ve zorbalığa dayanan, askeri
ve ekonomik üstünlüğünü zulmetmek için haklılık
sebebi sayan, bugünkü emperyalist ve kapitalist dünya sistemine (siyonizme) başkaldıracak ve
yeni bir güç merkezi oluşturacak her türlü hizmet ve hareketleri-çok mecbur kalmadıkça-zorla
bastırmak ve dağıtmak yerine, “bu tür teşkilat ve cemaatların beynine sızarak, hedefinden
saptırmak” yöntemi daha çok tercih edilmekte ve asırlardır yapıla gelmektedir.
Zaten tarih boyunca süregelen Hak-Batıl mücadelesinde, şeytani güçler, Rahmani
hareketleri hep içten yıkmanın ve yıpratmanın yollarını aramışlardır.
Özellikle bugün, siyonist güçler ve masonik çevreler, müslümanları kontrol altında tutmak
ve kendilerine zarar vermeyecek hizmet ve ibadetlerle oyalamak için, İslami gerekçe ve
görüntülerle, yeni bir hizmet ve teşkilat kurmak yerine, “daha önce müslümanların iyi niyetle
kurup geliştirdiği hareketlerin içine ve beynine sızarak, onu hedefinden saptırmayı ve kendi
çıkarları doğrultusunda kullanmayı”, daha pratik ve daha ekonomik bulmaktadırlar.
Çünkü, açık vermeden, İslam kılıflı bir teşkilatı uzun zaman yürütmek hem zordur, hem
çok zaman almaktadır, hem de kendilerine pek pahalıya mal olmaktadır!..
Avcılar, yabani keklikleri tuzağa çekmek için, özel yetiştirilmiş evcil keklikler kullandıkları
gibi... Eroin ve esrar kaçakçılarını yakalamak için, polisleri esrarkeş kılığına soktukları gibi,
karanlık ve şer güçlerde, İslami hizmetlerde isim yapmış, kendisini her bakımdan çevresine ve
cemaatine ispatlamış ve artık her yerde keramet ve kemalatı anlatılmaya başlanmış Hoca
Efendileri, Şeyhleri, Ağabeyleri tavlamanın yollarına başvurulur.
Bunun için böylesi şahsiyetlerle önce dostluk kurulur, onların karşısına çıkmak ve
yollarını tıkamak
yerine, uzun müddet yanlarında
ve arkalarında koşulur... Onların İslami
gayretlerine, yurt ve kurs hizmetlerine maddi ve siyasi yardımlarda bulunulur...
Hizmetlerinin kolaylaştığını ve yaygınlaştığını gören ve bununla haklı olarak sevinen ve
övünen önder konumundaki şahsiyetler, kendilerine bu imkan ve fırsatları sağlıyanlara
minnet borcu altına girerler... Ve bu hayırlı hizmetlerin daha da gelişmesi ve güçlenmesi için
yardımların devamını gerekli görürler... Ve bu maksatla, yardım merkezlerinin bir iki ricasını
kıramaz hale gelirler ve istek üzerine “müritlerine
ve çevrelerine ya siyasetin dışında
kalmalarını veya bozuk zihniyetli bir mason partisini desteklemelerini öğütlerler!..”
Tabi bu açık hatalarına bir takım gerekçeler göstermek lüzumunu hissederler!..
Önceleri, hizmet aşkına ve halis amaçlarla verilen bu masum tavizler, giderek geri
dönülmez bir noktaya doğru sürüklenir...
İslami değerleri bir bir yıkmaya çalışan dış güçlerin, içimizdeki sömürge valileri gibi
davranan, Eğitim, basın, televizyon gibi kurumları ve devlet imkanlarını haksızlık ve ahlaksızlık
yolunda kullanan partilere ve mason şahsiyetlere taraf olmaktan dolayı duyulan mahcubiyet
duygusunu ve kınanma korkusunu yenmek için, uydurdukları asılsız gerekçeleri, zamanla
53
“gerçekmiş” gibi
savunmaya çalışırlar.
Yani,
inandıkları
gibi
davranamadıkları
için,
davrandıkları gibi inanmaya başlarlar.
Zaten dış güçler ve masonik çevrelerde bu kadarına razıdırlar:
“Bazı İslami gruplar her türlü dini hizmet ve ibadeti yapsınlar, sadece müslümanların
devlet
şuuruna
varmalarına ve siyasi birlik kurmalarına
ve hükümet olmalarına
mani
olsunlar!..
“Onlar ki (bile bile) dünya hayatı (makam, şöhret ve menfaatı)nı ahirete tercih ederler.
(Dünyalık arzularına kavuşmak için insanları) Allah’ın yolundan çevirir ve onun (İslam’ın)
eğrilmesini (sadece bir ibadet ve ahlak dini haline getirilmesini) isterler...”59 ayeti bu tiplerin
halini haber vermektedir.
Giderek, masonik medya bu gibi şahsiyetlerin devamlı reklamını yapar ve şöhretlerini
yaygınlaştırırlar. Ya bir kısım dindar görünümlü gazeteler eliyle bunu bizzat yaparlar, veya
açıkça İslam düşmanı olan gazetelerde sık sı bu gibi şahıslara sataşarak ve onlara atıp
tutarak, dolaylı yoldan yaparlar! Çünkü “filan din düşmanı gazeteler madem ki bu şahsı
hedef alıyor, demek ki ondan korkuyorlar. Öyle ise asıl kahraman odur” fikrini müslümanlara
aşılamaya çalışırlar...
Bu gibi dini ve manevi şöhreti olan bazı kişiler ve çevreler önce “siyaset kötü ve bayağı
bir iştir. Biz böyle basit şeylerle uğraşmayız” derler...
Bu söz tutarlılığını ve geçerliliğini yitirince bu sefer “Biz asıl büyük cihat olan nefis
terbiyesiyle uğraşmalıyız. İnsanlar tek tek ıslah olunca, zaten tabiatıyla, toplumun da devletin
de düzeleceğini” söylerler...
Bu iddia da yalama olunca bu sefer “Solcu komünistler gelmesin diye faizci kapitalistleri
desteklemek zorundayız” safsatasıyla İslami siyasetin güçlenmesini önlerler!..
Bu tiplerin her vasıta ve vesile ile devamlı reklâmları yapılır. Her tarafta kerametleri
anlatılır. “Mehdi, müceddit ve kutbuzaman” oldukları kanaatı yayılır. Ve bir nevi tabulaştırılır.
Bunlara karşı çıkanlar, çarpılmakla ve sapıklıkla suçlanır.
Bunların İslama aykırı söz ve
davranışlarını görenler bile, kınanmak ve dışlanmak korkusuyla, susmak zorunda bırakılır...
Artık bu gibi şahıslar tevazu ve teslimiyet perdesi altında, tam bir enaniyet heykeline
dönüşürler. Kendilerinden başkasına tahammül edemezler. Bu yüzden İslam ve insanlık adına
başarı sağlayacak ve kendilerini gölgede bırakacak kimseleri asla çekemezler. Ve onların
hizmet ve gayretlerini devamlı kötüler ve kösteklerler. Özellikle Hakkın hakimiyeti için yapılan
manevi ve siyasi cihat hareketine katılıp hizmet etmeyi asla içlerine sindiremezler.
59
İbrahim: 3
54
“Hicaz halkı ve özellikle kitap ehli, Kasemlerin en güçlüsüyle “Şayet kendilerine bir
uyarıcı (ve Hakka çağırıcı gelirse diğer cemaatlerden daha önce (ona uyacak) ve Hak yolda
olacaklar” diye Allah’a yemin ettiler. Fakat (ne yazık ki) kendilerine böyle bir uyarıcı (Batıldan
Hakka çağırıcı) gelince, bu onların Haktan uzaklaşmalarından başka işe yaramadı.
(Bunun asıl sebebi de) Yeryüzünde (Bulundukları ülkede) kibirlenip büyüklük taslamaları
ve kötü niyet ve hileler kurmalarıydı. Halbuki kötü tuzak
ve kuruntular ancak sahibinin başına
geçecektir. (İşte bu yüzden o davetçiye tabi olmak, enaniyet ve menfaatlerine uygun
düşmüyordu.55 Ayetleri bunların iç yüzünü göstermektedir.
Bu tür insanların bir kısmı alet edildiği hıyanetin ağırlığına ve vicdani sorumluluğuna daha
fazla dayanmayıp, zamanla hatalarını itiraf etmekte ve Hakka dönmektedir. Tabi benlik taşını
düşürmek, böbrek taşını düşürmekten daha kolay değildir.
Diğer bir kısmı ise, mürit ve talebelerinin şuurlanması ve masonik oyunların farkına
varması sonucu, kendilerini zorlamaları ile mecburen yanlışlardan vazgeçmektedirler.
Diğer bir takımı da, Milli iradenin kesin zaferine ve Hakkın hakimiyetine şahit olacakları
güne kadar, batılın yanında kalacağa ve ancak o zaman çaresiz teslim olacağa
benzemektedirler.
Öyle ise hem bozuk düzenden kurtulmanın, hem de bu insanları nefsin tuzağından
kurtarmanın tek yolu, Adil bir Düzenin kesin iktidarını çabuklaştıracak gayret ve hizmetlerimizi
artırmaktır.
Bu arada nefsin iki yönü bulunduğu unutulmamalıdır.
1-Şehvet ve lezzet arzuları 2- üstünlük ve enaniyet duygularıdır.
1-Yemeye, içmeye, rahatına ve menfaatine düşkün olmak, cinsi münasebet zevkine ve
dünya ziynetlerine kapılmak gibi durumular, nefsin “şehvet ve lezzet arzularıdır”.
2-Ama, gurur, kibir, haset, benlik gibi huylar ise nefsin “üstünlük ve emaniyet
damarlarıdır”.
İnsanların işledikleri bütün günahlar, hem sebepleri hem de neticeleri bakımından da iki
kısımdır.
1- Şehvet ve lezzet arzularının yol açtığı günahlar: İçki, kumar, faiz, fuhuş gibi
ahlaksızlıklardır.
2- Üstünlük ve emaniyet duygusunun doğurduğu günahlar ise benlik, kendini beğenmişlik,
gurur ve kibir yüzünden düşülen firavunluk ve şeytanlık durumlarıdır.
Birinci sınıf günahlar genellikle açığa çıkar. İnsanı ele verir ve toplumun zahiri hayatını
kirletir. Genel ahlakın korunması ve sosyal hayatın disiplin altına alınması için, zina, içki, iftira,
hırsızlık ve cinayet gibi günahlar için dinimizde ağır ve caydırıcı cezalar ön görülmüştür.
55
Fatır 42-43
55
Buna karşılık enaniyet ve firavunluk duygularının sebep olduğu günah ve kötülükler ise,
genellikle gizlidir ve kalbi hayatı körletir. Daha büyük zulümleri netice verir, ama İslam, bunlar
için bu dünyada herhangi bir ceza tayin
mümkün değildir. Zira hüküm
temizlenecek
cinsten
etmemiştir. Çünkü hem bu tür günahların ispatı
zahire göredir. Hem de bunlar, öyle dünyalık
günahlar
olmayıp, ancak
cezalarla
ahiret aleminde ve cehennemde hesabı
görülecek çok büyük kötülüklerdir.
Allah dostunun buyurduğu gibi “Şükrediniz ki her günah, içki gibi hemen sarhoşlukla
sahibini ele verip rezil etmiyor. Yoksa içimizden ayık gezen pek az insan kalırdı.”
Şehvet ve lezzet arzularına dayanamıyarak hata işleyenlerin ilk örneği Hz. Adem AS.
dır.
Cennet hayatı ve rahatı ortamında ve her türlü nimet ve lezzetler arasında ebedi
kalmak arzuları ve özellikle Hz. Havva’ya olan tabii ve cinsi duyguları ile şeytan onları aldattı.
“(Şeytan bu suretle) Onları aldattı ve derecelerini alçalttı. Ağacı tadınca, çirkin yerleri
kendilerine göründü ve (o çıplak vaziyetlerinden utanarak hemen) cennet yapraklarıyla
üzerlerini örtmeye başladılar.60 ayetinde
geçen “Ağaç”ın
şehvete
işaret
olduğu ve cinsi
münasebetten kinaye bulunduğunun ayetin son kısmındaki ifadelerden anlaşıldığı yolundaki
görüşler de haklı olabilir. Ve zaten bundan bir önce ki ayette de “(şeytan) biribirinden gizli
kalan çirkin yerlerini (edep ve avret mahallerini) kendilerine göstermek için onlara vesvese
verip (akıllarını bulandırdı)61 ayeti de bu kanaatı kuvvetlendirmektedir.
Ayette geçen “Sev’a” kelimesi insanın açığa çıkmasından utandığı ve insan fıtratının gizli
kalmasını arzuladığı, “cismani lezzetlerin, ahlaki rezaletlerin ve behimi fiillerin” her birine ithaf
olunur.62
Ayrıca yine aynı surenin 27 ci ayetin de “Ey Adem oğulları, şeytan ana babanızı (Adem
ile Havvayı) çirkin yerlerini onlara göstermek için nasıl elbiselerini soyarak cennetten çıkardı
ise, sizi de böyle bir fitneye düşürmesin.” buyrularak Hz. Adem’le Havva anamızın böyle bir
maksatla ve şeytanın aldatması ile elbiselerini çıkardıkları, bunun sonucu tabiatıyla avret
yerlerinin açık kaldığı ve birbirine baktıkları ifade edilmektedir ki, bu ayette yine geçen
“Sev’a” kelimesinin “insanı sonunda
pişman ve perişan
eden gizli
kötülük ve çirkinlikler”
manasına geldiği bildirilmektedir.63
Gerçi Cenab-ı Allah, Havva anamızı Hz. Adem’in helali olmak üzere yaratmış ve ikisini
birlikte Cennete bırakmıştı. Ama imtihan sırrıyla belli bir müddet ona yaklaşmayı yasaklamıştı.
60
61
62
63
Araf: 42
Araf: 20
H. Basri Çantay Araf: 20
Kamus C.1 Sh. 29
56
Evet şöyle veya böyle, Hz. Adem’i günaha sevkeden şey, geçici bir gaflet duygusu ile
nimet, lezzet ve ebediyyet arzusuydu. Şeytan ise onların bu damarlarını ve duygularını
tahrik ediyordu.
Bu tür günahlar imandan ziyade
ahlâka zarar veriyordu ve peşin cezalandırılması
gerekiyordu ve öyle oldu. Cenab-ı Hak Hz. Adem’le Havva’yı cennetten çıkardı, birbirinden
ayırdı ve Dünyanın farklı bölgelerinde nice yıllar zahmet mihnet ve hasret dolu bir hayat
yaşamaya mahkum bıraktı.
Ama onlar affedilecekti... Çünkü
bu
günahlarını
uzun zaman hesaplayarak ve
planlayarak değil, ani bir şehvet ve gaflet galebesi sonucu işlemişlerdi ve hemen arkasından
hatalarının farkına varmış ve ciddi bir pişmanlık duyarak Allah’a dönüp şöyle yalvarmışlardı:
“Rabbimiz! Biz kendi nefislerimize zulmettik. Eğer bizi, mağfiret edip bağışlamazsan ve
bize acıyıp merhamet buyurmazsan, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz”64
Gurur, kibir, haset, benlik ve bencillik havasıyla
ve enaniyet damarlarıyla
günah
işleyenlerin ilk örneği ise, İblistir.
Cenab-ı Hak O’na, Hz.
emretmekle imtihan etti.
Adem’e secde
Direk kendi zatına
etmesini, O’na hürmet ve itaat göstermesini
secde
etmesini isteseydi, Şeytan hiç
itiraz
etmeyecekti. Ve zaten bunu devamlı yapıyordu. Ama Rabbımız (CC) O’nun “Allah’tan sonra
birinci olmak ve en üstte bulunmak” gibi üstünlük davasını ve enaniyet damarını biliyordu ve
bunu açığa çıkarmak için Hz. Adem’e secde etmesini emrediyordu.
Ama İblis bu ilahi hükmü hazmedemiyordu. Hz. Adem’in kendisinden üstün olmasını
çekemiyordu. Haset ve enaniyet damarı, onu isyana sevkediyor ve bu yüzden Hz. Adem’e
secde etmiyor ve şeytan oluyordu. Bunun sebebi sorulduğunda ise “Ben ondan hayırlıyım.
Çünkü beni ateşten O’nu çamurdan yarattın”65 diyor ve kendi hatasını itiraf edeceğine, yanlış
bir kıyas yaparak ve haşa haksız karar verdiğini ima ederek, Allah’a itiraza yelteniyordu!
Şeytan, önce ateşi topraktan kıymetli zannederek hata ediyordu, oysa toprağın her
bakımdan ateşten kıymetli olduğunu bilmiyordu.
İkincisi, kendisinin Hz. Adem’den önce yaratılmasını bir üstünlük sebebi sayıyordu ve
tabii bunda da yanılıyordu.
Üçüncüsü,
kendisinin o güne kadar pek çok ibadet ve hizmet yaptığını
düşünerek
bundan dolayı üstün olması gerektiğini ileri sürüyordu ve yine aldanıyordu.
Dördüncüsü bütün ibadet ve hizmetlerinin, sadece Allah rızası ve kulluk düşüncesiyle
değil, üstünlük sevdasıyla yapıldığı anlaşılıyordu.
Beşincisi, Şeytan bu emri ilahiye iman ve imtihan düşüncesiyle bakmıyor, akıl ve mantık
ölçüleriyle yaklaşıyordu.
64
65
Araf: 23
Araf: 12
57
Ne var ki bu küstahça
itiraz ve isyanına rağmen, Cenabı Hak
hemen onu
cezalandırmıyor, hatta kıyamete kadar fırsat veriyordu!..
Bu bakımdan bütün günahkarları iki sınıfa ayırmak mümkündür.
1-Hz. Adem gibi, beşeriyet galebesi ve gaflet neticesi işlenen ve hemen arkasından
pişmanlık duyulup tevbe edilen günahların sahipleri...
2-Şeytan gibi, benlik, bencillik ve birincilik duygusu, haset, inat ve enaniyet damarıyla
işlenen ve ardında bu kabahatinden dolayı kendilerini haklı ve mazur gösteren günahların
sahipleri!...
Birinci tür günahlar genellikle açıktır ve anlaşılır. Ama ikinciler ise gizlidir. Dünyevi cezası
bakımından birinciler, uhrevi cezası bakımından ise ikinciler daha tehlikelidir.
Gerek tarikat ocaklarında, gerek cihat
ordularında, gerekse
hayır
ve hizmet
kurumlarında olsun, daha ziyade ikinci tür günahlara rastlanır ve asıl bunlardan sakınmalıdır!
İşte bugün milli siyasete ve liderine itaat etmeyi ve bir başkasının emrine girmeyi nefsine
yediremeyenler!... Bazı hesap ve heveslerle, sözde bizden göründüğü halde davamıza itibar
ve itimat
etmeyenler!.. Bir başkasına, kendisinden
hazmedemeyenler!..
İleride
fazla
hürmet
ve rağbet edilmesini
benim makamıma oturabilir ve menfaatıma ortak olabilir,
endişesiyle dava arkadaşlarını kötüleyip köstekleyenler!..
Parti oluşumunda ve hizmet yolunda kendisine verilen imkan ve yetkileri, nefis hesabına
istismar ve suistimal edenler!...
İlimde, ibadette ve hizmette kendisini geçenleri çekemiyenler!.. Evet bunların tamamı,
hep enaniyet ve haset yüzünden böyle hareket etmektedirler!
İçki, kumar, zina gibi açık günahları ve haramları bırakmak, namaz, oruç, hac, zekat ve
cihatın zorluklarına katlanmak “küçük cihat”, ama üstünlük ve enaniyet damarlarıyla oluşan,
benlik, bencillik, kendini beğenmişlik duygularını yenmek, bazı fazilet ve meziyetleri, başka
kardeşlerine de reva görmek ve icabında onların emrine girebilmek... En azından, her hakkı
sahibine verebilmek ise "Büyük cihat”tır. Aleyhissalatüvesselam Efendimizin “küçük cihattan
büyük cihada dönüyoruz” buyururken işte bu gerçeği ifade ettiği kanaatindeyim.
Ve ikincisi, birincisinden çok daha
zordur. Çünkü niceleri, birinciyi
ikincisine takılıp kalmıştır. Nasıl ki böbrek taşı kireçli
ve kirli sulardan
kazanmış, ama
ve vücuttaki
artık
maddelerden oluşuyorsa “Ben”lik taşı da, bir kısım meziyet ve marifetleriyle böbürlenmek,
ibadet ve hizmetler sonucu ulaşılan şöhretine güvenmek ve kendini üstün görmekle oluşur.
Ve maalesef yukarıda da belirttiğimiz gibi
benlik taşını düşürmek
böbrek taşını
düşürmekten daha kolay olmamaktadır. Benliğini putlaştıran çağdaş Bel’am’ların, dinimize ve
davamıza verdiği zarar ise maalesef deccallardan aşağı kalmamaktadır.
58
SİYASİ LİDERİN ÖZELLİKLERİ
Lidersiz bir teşkilat,başsız ve itaatsiz bir cemaat ve Komutansız bir ordu ve cihat
düşünülemez. Bütün nakli ve akli deliller .. Yani, hem vahye dayanan Kitap, sünnet, icma ve
içtihat esasları ve hem de bütünüyle insanlık tarihi ve tecrübeleri gösteriyor ki, devletlerin
kurulmasında ve yıkılmasında olsun... Milletlerin yükselmesinde ve yozlaşmasında olsun...
Sistemlerin
ve
medeniyetlerin
oluşmasında
ve
olgunlaşmasında
olsun.
Savaşların
kaybedilmesinde ve kazanılmasında olsun, bütün bunların hepsinde Lider ve komutanların rolü
pek büyük olmuştur.
Lider ve komutanların başarılı veya başarısız olmalarında ise, kendi şahsi kabiliyet ve
cesaretleri yanında, askerlerinin ve cemaatlerinin gayret ve sadakatlerinin de önemli bir etkisi ve
katkısı olduğu inkar edilemez.
Bu nedenledir ki Cenabı hak: Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz (Kurana uyunuz)
Rasul’e itaat ediniz (Sünnetine ve Hayat sistemine tabi olunuz) ve sizden olan Ulu’l-Emre
(yetkililere ve yöneticilere) de (itaat edip Haklarını koruyunuz)” buyurmaktadır.66
İlim adamlarının ittifakıyla, devlet ve teşkilat lideri olabilmenin dört tane şartı sayılmıştır:
1-İlim ve dirayet,
2-Liyakat ve ehliyet,
3-Siyasi kabiliyet,
4-Sıhhat ve selamet.67
Şimdi önemli değişmelere ve yeni devrimlere öncülük yapacak bir lider de bulunması
gereken bu vasıfları izah edelim:
1-İLİM: Temel altyapı ilimlerine sahip olarak yeterli ve tutarlı bir bilgi birikimine erişmek...
İnsani hedefler gözetilerek ülkenin ve toplumun sorunlarına gerekli ve gerçekçi çözümler
üretebilmektir.
Mutlaka ihtiyaç duyulan Adil bir Dünya Düzeninde;
a)Değeri değişmeyen sağlam para, faizsiz banka ve kredi ve adil vergi konularını içeren
EKONOMİK şartların,
b)Demokrasi ve hukuk kurallarına dayalı, siyasi ve idari yapılanmanın
c)Farklı inançların, huzur ve hoşgörü içerisinde kendilerine hizmet sunacak dini ve ahlaki
kurumların
d)Çağdaş eğitim ve öğretim sistemi ve ilim nizamının .. nasıl oluşacağını ve ne şekilde
uygulanacağını? Bilmeyen ve beceremeyen kimseler de ilim sıfatı yok demektir.
Bu konulardan anlayan ve bu sorunları aşacak program ve projeler ortay koyan kimseler
ise, ilim sahibi seçkin insanlardır.
66
67
Nisa: 59
İbni Haldun – Mukaddime C.1 Sh. 30
59
Çünkü ilim rasgele bilgi toplama veya diploma işi değil, özel bir anlayış, feraset ve dirayet
meselesidir.”68
Öyle ise sadece nutuk çekmek ve sloganlaşmış bazı sözleri ezberlemekle, büyük
değişimlere öncülük etmek mümkün değildir.
2-EHLİYET: Sorumluluğunu üstlendiği toplulukların ve tüm insanlığın lehine ve aleyhine
olan durumları çok iyi bilmek... milli menfaatlerimiz açısından yararımıza veya zararımıza
sonuçlanacak hususları önceden tahmin ve tespit etmek... Mevcut şartları ve imkanları yerinde
ve yeterince değerlendirmek. Ve böylece her bakımdan Liderliğe liyakat kesbetmektir.
Bugün İnsanlığın baş belası olan Siyonizm’in beynelmilel teşkilat ve tuzaklarını
bilmeyen.... Masonik çevrelerin ülke yönetimindeki etki alanlarını ve gizli araçlarını fark
edemeyen... Ve bunlara karşı yeterli tedbirleri alabilme feraset ve cesaretini gösteremeyen
kimselerin, “liderlik ehliyeti” yok demektir.
“Filan iyi göz dolduruyor, filan vitrine çok yakışıyor” gibi sözler ise aklen de, ilmen de
geçersizdir.
3-SİYASİ KAABİLİYET: Haklı hedefler ve hayırlı hizmetler için yola çıkan teşkilat ve
cemaatini, başarıyla sevk ve idare etme yeteneğidir. Toplumu en az zararla ve en emin
yollardan hedefe ulaştırmasını bilmek ve becermek özelliğidir. Herkesi kendi ayarında ve kendi
diyarında idare edebilme mesleğidir. İnsanlardan şahsi kabiliyetleri ve özel marifetleri
doğrultusunda yararlanabilme ferasetidir. Düşmanlarının ve rakiplerinin hile ve hücumlarını bile,
onların aleyhine çevirebilme gayret ve cesaretidir.
Ve tabi masonik merkezler böylesi seçkin kabiliyetleri körletmekte ve kötülemekte,
kullanabilecekleri tipleri istemekte ve reklam etmektedir.
4-SIHHAT VE SELAMET: ise, Liderlik görevini yürütmeye mani olacak şekilde,
Dengesizlik ve geri zekalılık, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi bir sakatlık ve ağır hastalık gibi
arızalardan, esirlik ve hapislik gibi durumlardan uzak bulunma halidir.
Şimdi bir hareketin ve cemaatin başında, ilmi, ahlaki, siyasi ve ekonomik “Adil Yeni Dünya
Düzeni” projelerini üretecek ve yürütecek bir İLM’e
Siyonizm’i ve zulüm sistemini ve diğer düşmanların stratejisini en iyi tanıyacak ve karşı
tedbirleri alacak bir EHLİYETe
Yüzlerce farklı teşkilatı ve cemaatı başarıyla sevk ve idare edecek üstün bir SİYASİ
KABİLİYETe
Ve yine kusursuz sağlam bir fiziğe ve güçlü bir enerjiye sahip, mükemmel bir Lider
dururken, oturup yeni lider arayışlarına girişmek, ya anlayış kıtlığına veya insaf noksanlığına
alamettir.
68
İbni Haldun – Mukaddime C.1 Sh. 30
60
Kaldı ki bizler kendimizi değiştirmedikçe ve
Allah yolunda hizmet ve mesuliyet
yüklenmedikçe ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmedikçe, her gün yeni bir Lider gelse
bile, yine durumumuz değişmeyecektir.
İtaat yerine itiraz eden, emir dinleyeceğine devamlı eleştiren, istenmeyen neticelerin
sebebini kendi tembelliğinden değil, liderinden zanneden kimseler iflah olmazlar.
Nasıl ki liyakatsiz ve istikametsiz yöneticileri değiştirmek ve düzeltmek için demokratik
düzlemde gayret ve cesaret göstermeyen toplulukların iflah olmadıkları gibi.
Hem bütün ulemanın ittifakına göre bir Lider ancak 1-Ya dinden dönmesi ve hıyanetinin
kesinleşmesi 2- Veya kendi eceliyle ölmesi
3- Yahut başaramayacağını itiraf edip vazgeçmesi. Veya Ehl-ül hal vel akd”in
(milletvekillerinin ve yetkili mercilerin) çoğunlukla böyle bir kanaat üzerinde ittifak etmesi. 4- Ya
da sıhhat şartlarından birinin yitirmesi durumunda yerine başka birini getirilmesi düşünülebilir.
Bunun dışında dava önderleri, tabii ve daimi liderdir. Bazı teşkilatların başına resmiyette
kimlerin getirileceği konusunda da elbette herkesten ziyade tabii Lider söz sahibidir. Üstelik tabii
Liderler, o makama kendi gayreti ve marifetiyle gelen ve yine şahsi feraset ve faziletiyle o görevi
yürüten kimselerdir. Başkalarının gündeme getirmesi ve desteklemesiyle bir yere gelenler, tabii
Lider değil, sadece “tabi- bağımlı ve güdümlü” Lider olabilir.
Dinimize ve davamıza düşmanlıkları öteden beri bilinen malum ve melun kesimlerin,
içimizden bazı isimleri öne çıkarmaları ise oldukça düşündürücü bir durum değil midir?
Ve şimdi Liderlik hevesine kapılanların kendi kendilerine sormaları lazım! İNANCIMIZIN
VE İLİM ADAMLARIMIZIN, BİR LİDERDE ARADIĞI BU ŞARTLARDAN BİZDE BULUNAN
HANGİSİDİR?
Öyle ise, ismimizin sahtekar medyanın ağzında sakız yapılmasına fırsat verilmemelidir.
Birlik ve bütünlüğümüze asla gölge düşürülmemelidir.
Reklama değil, hakikate önem verilmelidir. Resmiyetten ziyade samimiyetle düşünüp
değerlendirmelidir.
Çünkü, inançlı ve dürüst kimseler için karar verirken, gündelik kavramlar değil, imani ve
insani kurallar önceliklidir.
Nefis atına binenlerin, hangi kayalıklara çarpacağı ise belli değildir.
61
SİYASET VE HİLE KAVRAMI
Hile yapmak, Kur’an’da
“Keyd” ve “Mekr” kelimeleriyle ifade
edilir.
Keyd; tuzak
hazırlamak ve hileye kalkışmak, düzen kurmak69, gizli savaş ve hileli mücadele yapmak70
manalarını içerir. Genel anlamıyla “keyd/hile”; bir şeyi elde etmek ve amaçlanan neticeye
gitmek için kurulan tuzak ve hazırlanan plân demektir.71 Bu kelime Kur’an’da otuz kadar yerde
geçmektedir. Kırk kadar yerde ise “Mekr” kelimesi zikredilmektedir.
Keyd/hile kavramı, kafirler ve zalimler için; mümin ve mazlum insanlara mekir ve
münafıklık etmek, hile ve hıyanet düzenlemek, suret-i haktan görünüp zarar vermek, nefsi
arzular ve şeytani amaçlar için desise ve dubara düşünmek anlamında kullanılmıştır.72
Cenabı Hakkın kendisi ve hayırlı kimseler için “Keyd-Mekr-hile” kavramı ise: Zalimlerin
hile
ve hıyanetle hazırladıkları tuzaklara kendilerini
kendimizi zarara
uğratmadan,
siyasi
düşürmek. Zora başvurmadan
ve stratejik yollarla
düşmanlarımızı
ve
yenmek”,
manalarını taşımaktadır.
73
Şimdi bu konuların daha iyi anlaşılması için Kur’an’da anlatılan bazı hayırlı ve hikmetli
“HİLE” örneklerine bir göz atalım.
Hz. YUSÜF AS’ın HİLESİ:
Bilindiği gibi, sonunda Mısır’da önemli ve resmi bir makama yükselecek, sorumlu ve
yetkili birisi olarak İslama ve insanlara hizmet verecek olan Hz. Yusuf (AS): halkın her
kesiminin halini bilsin ve ona göre adalet ve merhamet göstersin diye, zahmetli ve ibretli bir
maceraya mecbur edilmişti.
Önce, üvey kardeş kıskançlığına uğramış, ıssız çöllerde ve derin çukurlarda ölümle
başbaşa bırakılmış, arkasından köleliğin ve hizmetçiliğin bütün sıkıntılarını yaşamış, derken,
Saray ve sosyete hayatının içine atılmış, Şehvet ve şöhret ihtiraslarıyla karşılaşmış, iftira ve
isnatlara maruz kalmış, sahipsiz ve savunmasız olarak zindanlara tıkılmış, ama sonunda
mazhar olduğu bir mucize ve marifet dolayısıyla “isabetli rüya tabirleri” ve Mısır halkını
kıtlıktan koruyan tedbir ve tavsiyeleri”
bereketiyle, bugünkü
maliye,
tarım ve ticaret
bakanlıklarının karşılığı sayılabilecek “Hazine Nazırlığı”na atanmıştı.
O sırada bütün civar ülkeler kuraklık ve kıtlık içinde kıvranırken, Mısır, Hz. Yusuf’un
tedbirleri sayesinde bolluk ve bereket içerisindeydi. Bu nedenle her taraftan ihtiyaçlarını
karşılamak üzere Mısır’a akın edilmekteydi. Hz. Yusuf’un öz kardeşi Bünyamin hariç Hz.
Yakub’un diğer oğulları da-ki bunlar Hz. Yusuf’a hıyanet ve hakaret eden üvey kardeşleriydibu maksatla Mısır’a gelmişlerdi. Hz. Yusûf onları tanıdı, ama Onlar kendisini tanıyamamıştı.
Çünkü aradan uzun yıllar geçmişti. Hz. Yusûf öz kardeşi Bünyamini onların elinden kurtarmak
69
70
71
72
73
Ahteri Kebir
Kamus C.1 Sh. 689
Mehmet Vehb-i Hulasatül Beya
Yusuf 5, 52, Enbiya 70, Nuh 22
Ali İmran: 54, Yunus: 21
62
ve özlemine
kardeşinizi
kavuşmak
için
“Bir dahaki
gelişinizde,
o evde
bıraktığınızı
söylediğiniz
de birlikte getirirseniz, size çok daha büyük ikram ve ihsanda bulunurum. Aksi
halde sizler eli boş dönersiniz!” anlamında bir teklif ve tehditle, ve de farkına varıp geri gelirler
ümidiyle sermayeleri olan paralarını
da yüklerinin içine
bırakarak, onları memleketine
gönderdi.
Bunlar, daha
sonra, üvey
kardeşleri Bünyamini’de
yanlarına
alarak tekrar Mısır’a
geldiler. Hz. Yusûf öz kardeşini tanıdı ve bir kenara çekip kim olduğunu Bünyamin’e de
açıkladı.74
Hz. Yusûf kardeşini yanında tutmak ve beraber olmak istiyordu. Ama bu duruma iki
önemli engel bulunuyordu.
Birincisi, Bünyamini alıkoymak için babaları Hz. Yakub’tan emanet olarak alıp getiren
üvey kardeşlerine karşı geçerli ve yeterli bir mazereti yoktu.
İkincisi, bakan olmasına rağmen, hala uymaya ve uygulamaya mecbur olduğu- Mısır
Firavunlarından birisi olan o günkü - Melik’in kanunlarına göre, “başka ülkelerden ticaret ve
seyahat için gelenlerin Mısır’da yerleşmelerine asla izin verilmiyordu.”
Bugün gelişmiş Batı ülkelerinin, vizesiz gelenlere sınırlarını kapattığı ve belirli şartları
taşımayanları dışarı attığı gibi bir durum söz konusuydu.
İşte bu sırada Cenabı Hak Hz. Yusûf’un aklına bir plan (Keyd/hile) getirdi. Kralın
hazinesine ait kıymetli bir kabı, Bünyaminin yükü içine saklayarak, Onu hırsızlıkla suçlayacak
ve bunu sarayda tutsak kalmasına
bahane yapacaktı. Ama bir sorun daha vardı. Melik’in
kanunlarına göre böyle bir suçun cezası ağır şekilde dövülmek ve çaldığını iki misli tazminata
mahkum edilmekti.75 Bu tehlikeli akıbetten kurtarmak için de, Cenabı Hak yine bir hile/keyd
hatırlatıyor ve Hz. Yusuf Babası Hz. Yakub’un şeriatında böyle bir suçun cezasının “esir
olarak tutulmak ve tevbe edip ıslah oluncaya
kadar hapsolunmak”76 olduğunu
bildiği için
kardeşlerine;
“İçinizden birinin suçlu olduğu kesinleştiği takdirde, haydi size son bir iyilik daha yapmış
olayım ve kardeşinizi Kralımızın kanunlarına göre değil de sizin ülkenizdeki kurallara göre
yargılayalım. Şimdi söyleyin bakalım, diye soruyordu:
“Siz (kaybolan kıymetli kapla yakalanırsanız ve) yalancıysanız (size göre) bunun cezası
nedir?
“(Cevaben dediler ki) onun cezası (çalınan şey) yükünde bulunan kimsenin, kendisi (nin
esir edilmesi)dir. Biz zalim hırsızları böyle cezalandırırız” 77
74
75
76
77
Yusûf: 58-69
İbni Kesir, Taberi
Safvetüttefasir, Hulasatül beyanYusuf: 74-75
63
“Bunun üzerine Hz. Yusuf kardeşi (Bünyamin)nin yükünden önce, (bu danışıklı döğöş
anlaşılmasın diye) diğerlerinin yüklerini (aramaya) başladı. Sonunda (kaybolan eşyayı öz
kardeşi (Bünyamin) yükünden (bulup) çıkardı. (Böylece hem Bünyamini yanında alıkoymak için
geçerli bir gerekçesi vardı, hem de
öz kardeşini Kralın kanunlarına göre feci
şekilde
dökülmekten ve ağır tazminata mahkum edilmekten kurtarmıştı. “İşte biz, Yusûf’a bu şekilde
bir “Keyd” (hile-tedbir, plan) öğretmiştik. Aksi halde melikin dinine (Kralın Kanunlarına) göre
kardeşini tutamayacaktı. Biz, dilediğimiz kimsenin derecesini ve şerefini yükseltiriz. Zira her
ilim sahibinin üstünde, (ondan) daha iyi bilen birisi vardır”78
Görüldüğü gibi Hz. Yusûf öz kardeşi Bünyamini, resmi görevine ve gücüne dayanarak
zorla alıkoymak yerine, Allah’ın izni ve ilhamıyla planladığı bir hile ile bunu başarmıştır.
Bunu, emirle ve yetki gücüyle yapmaya kalkışması halinde ise, hem kralın kanunlarını
çiğnemiş ve suç işlemiş olacak, hem de üvey kardeşlerine karşı zorbalık ve kabalık etmiş
olacaktı. Halbuki “planlanan hayırlı bir neticeye, kolay ve hikmetli yöntemlerle varma” imkanı
varken, zoru ve zahmeti tercih etmek, elbette yalnıştır. Ayrıca bu ayeti kerimeden
“Dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz” buyurularak
hıyanet
ehli rakiplerini, kendi
başını belaya sokmadan, hileli ve hikmetli yollarla oyuna getirmenin, aynı zamanda, “takdir
edilecek bir meziyet ve fazilet” olduğu da anlaşılmaktadır.
Ve yine bu olay emin ve ehil şahsiyetlerin, kesin imkan ve iktidara kavuşuncaya kadar,
beşeri
kanunlara uymasının ve mevcut düzenin
davasına hizmette
bulunmasının caiz
boşluklarından yararlanarak dinine
ve gerekli olduğunu da
ortaya
ve
koymaktadır. Hz.
Yusuf’un Mısır Melikenin İslami olmayan kanun ve kurallarına uyarak görev alması ve
yapması da bunu ispatlamaktadır.79
Bu gerçeği hazmedemeyenlerin “Hz. Yusûf’un tam yetkili hükümdar olduğunu” ve yine
bazılarının “Mısır melikenin zaten müslüman,
kanunlarının ise
islam nizamına uygun
bulunduğunu” öne sürmeleri asılsız bir iddiadır. Bu sureyi baştan sona dikkatle okuyan ve bir
bütün
halinde
anlamaya
zorlanmayacaklardır.
çalışanlar
Hz. Yusûf, böylece
bu
iddiaların
yanlış
olduğunu
hem tahmin ettiği bir tehlikeden öz
sezmekte
kardeşini
kurtarmış, hem “maşa varken elini yakmamıştır”.
Üstelik, ibretli bir intikam almıştır. Zira, hem üvey kardeşleri de kendisine bir çok hile ve
hıyanette bulunmuşlardı.80 Ayrıca vezirlerden birinin hanımı olan Züleyha da, ona şehvet
tuzakları hazırlamıştı.81
78
79
80
81
Yusuf: 76
Kadı Beyzavi – M. Vehbi Hula satül Beyan C. 7 Sh. 2541
Yusuf: 8-17
Yusuf: 23-29
64
-HZ. İBRAHİM’İN (AS) HİLESİ
Putlara tapan
ve bu
cansız heykellerden medet
uman
kavminin
sapıklığını ve
akılsızlığını onlara göstermek üzere Hz. İbrahim, yaptıkları putlarına bir keyd/hile ve oyun
hazırladı.82 Bir bayram şenliği için kasaba dışına çıktıkları bir sırada, puthaneye gidip hepsini
kırdı, baltayı ise en iri putun boynuna astı.
Geri geldiklerinde şaşkına döndüler ve zaten şüphelendikleri ve tahmin ettikleri için Hz.
İbrahim’e sordular:
“Bunu ilahlarınıza sen mi yaptın? Hz. İbrahim ise cevaben:
“(Hayır) Belki de bu işi şu büyüklükleri yapmıştır! Haydi, (kırılan putlara) sorun, eğer
konuşabiliyorlarsa (kimin yaptığını söylerler) dedi.”83
Hz.
İbrahim A.S. zahirde yalan gibi görünen bu ifadeleriyle, aslında kavmini “akıllıca
düşünmeğe ve vicdani bir değerlendirmeye” yönlendirmek istiyordu. Öyle ya, kendilerini
kırılmaktan bile koruyamayan bu cansız taş ve ağaç parçaları nasıl ilah olabilirdi?
Ve ilk etapta bu keyd/ hayırlı hile tesirini gösteriyor ve
“Onlar kendi vicdanlarına dönüp (İbrahim haklı), asıl zalim (ve sapık) olan sizlersiniz!”
diyorlar,ama maalesef sonunda yine ski şaşkınlıklarına dönüyorlardı.84
Buraya kadar çıkardığımız anafikir şudur: Mü’minlere karşı olsun, insaf ve insaniyet ehli
zimmilere (gayri müslimlere) karşı olsun, mertlik, merhamet, muavenet (yardımlaşma) ne kadar
gerekli ve güzel ise, Harbi (hain ve saldırgan) düşmanlara, zalim ve marazlı münafıklara karşı,
daima tedbirli ve teminli olmak ta, o kadar yararlı ve yerindedir.
Hain zalimlere , düşman keferelere ve münafık kimselere karşı mertlik ve dürüstlük ise,
ğaflet ve ahmaklık olup, bunların belasını defetmek ve tuzaklarını tesirsiz hale getirmek için,
hile yapmak ve onları atlatmak ise elbette caizdir ve bizzat Cenabı Hak kendi zatını “Hainlerin
hilesini boşa çıkaranların hayırlısı” olarak vasfetmektedir.85
Keyd/ hile, zalim rakiplere karşı bir nevi islami siyaset ve stratejidir. Ancak mü’min ve
mazlum kimselere,din ve dava kardeşlerine hile ve hıyanet yapanlar ve onların iyi niyetini ve
teslimiyetini istismara kalkışanlar ise, bunun cezasını mutlaka çekecek ve kazdıkları kuyuya
kendileri düşeceklerdir.
Son olarak Kur’an
ayetlerine ve hadis-i şeriflere dayanarak, Münafık kimselere ve
düşman rakiplere karşı, dava ve devlet adamlarının uygulayacağı Keyd/ hile ve islami siyasetle
ilgili bazı tespitleri sıralayarak bitirelim.
82
83
84
85
Enbiya: 57
Enbiya: 62
Enbiya: 64-65
Enfadl: 30 Ra’d: 42
65
1-Düşman kesimlere ve münafık rakiplere karşı hile yapmak ve onların belasını atlatmak
ve aldatmak caizdir.86
Ve zaten Efendimizin buyurduğu gibi (S.A.V.) “Harp hiledir”
2-En geçerli hile ise, düşmanların,bizim aleyhimize kurdukları tuzaklara onları
düşürebilmek, yani kendi silahlarıyla kendilerini saf dışı edebilmektir.87
3-Acele etmeden ve rakiplerimize renk vermeden,adım adım, dikkat ve siyasetle Planımızı
yürütmek, kontrollü şekilde bir müddet yularlarını uzatıp düşmanlara fırsat vermek, sabır ve
sükunetle sonucu beklemek gereklidir.88
4-Bize karşı hazırlanan hile ve hıyanetler karşısında asla paniğe kapılmadan, Allaha karşı
takva ve tevekkül gösterir ve gelişmeleri sabır ve soğuk kanlılıkla göğüslersek, düşmanların
hilesi bize zarar veremiyecektir.89
5-Hainlerin hilesi-bazı zararlar ve sıkıntılar verse de uzun zaman ve devamlı başarılı
olamayacağı ve “hayırlı sonucun mazlum ve muttakilere ait bulunacağı” bilinmelidir.90
6-Haset ve hıyanet ehlinin,hile ve hakaretleri, hakkın inayetini ve Müslümanların zaferini
engelleyemeyecektir.91
7-Kafir ve zalimlerin,işi gücü hilekarlık,riyakarlık ve münafıklıktır. Bunların huyu çifte
standarttır. Mert ve dürüst davranmazlar. Bunların kötü niyetlerini “Barış, kardeşlik, demokrasi,
insan hakları” gibi yaldızlı, kılıflarla gizlemektedir.92
8-İşte bu düşmanları,dostsuz, yardımsız ve yalnız bırakmak ve hainleri biri biriyle
boğuşturmak büyük bir marifet ve önemli bir siyasettir.93
9-Düşman rakiplere karşı yapılan bu hile ve hud’a, nefsi heves ve hesaplar için değil,
islam ve insanlık adına yapılmalı, bu maksatla gerekli ve yeterli imkan, eleman ve planlara
sahip olunmalı ve asla istismara ve süistimale izin verilmemelidir
Ve “şeytanların hilesinin zayıf olduğu” bilinmeli ve Allah’a güvenmelidir.94
SONUÇ: İslami ve insani amaçlarla yola çıkan lider şahsiyetlerin, münafık ve masonik
rakiplerine karşı takındığı bazı tavırları değerlendirirken “Harb hiledir” hadisi ve bu konudaki
Kur’anın
hüküm ve hikmetleri
hatırlanmalı, din
ve devlet düşmanı
,
mert
ve dürüst
davranmayı istemenin ahmaklık olduğu unutulmamalı ve asıl sonucu beklemelidir. Çünkü
önemli olan, neticedir.
Tarık: 15-16
Enbiya: 70 Tur: 42
88
Gafır: 37 Araf:182-183 Kalem:45
89
Ali-İmran: 120
90
Yusuf: 52
91
Hac: 15
92
Mürselat: 39
93
Tur: 45-46
94
Nisa: 76
86
87
66
Bu konuyu, uzakdoğu ziyaretine katılan bir gazetecinin Singapurda tanıştığı Lübnan
asıllı bir Hristiyanın, Milli Görüş Lideri hakkındaki şu ilginç tesbitleriyle kapatalım:
“(O çok) zeki birisidir. Çünkü sinsi (ve siyonist) Yahudi ile bağırtı çağırtı ile, kuru gürültü
yaparak mücadele edilmeyeceğini bilmektedir. Çünkü düşman çok kurnaz ve uyanık hareket
etmektedir. Öyle ise gerekirse onlarla el bile sıkışacağız. Ama (bu arada) en az onlar kadar
da uyanık olmak ve planlı çalışmak zorundayız. Bu tıpkı bir satranç oyunu gibidir.
Satrancı,
masanın tam ortasına bir balta
indirerek
kazanamazsınız.
Sükünet, zeka ve
manevra kabiliyeti lazımdır.”95
Evet, özellikle günümüzde çok daha gerekli ve geçerli olan bu “hile ve strateji”nin
önemli bir prensibi de asıl “beyin”lerin perde arkasında bulunup “piyon”larla plânlarını
yürütmesidir.
Öyle ya, masonları kullanan siyonist merkezler ortada gözükmüyor ve konuşmuyorsa,
Milli hareketlerin gerçek beyinleri de bazen perde gerisinde kalabilir. Çünkü, özellikle geçiş
sürecinde, sahnede rejisorler değil, aktörler görünecektir.
95
Milli Gazete 31 Ağustos 1996, Sh. 5 Ali Murat Güven –Asya’yı Yeniden Keşfetmek
67
SİYASET VE TAKKİYE
Kur’an’ın kullandığı “anahtar kavramları” yine Kur’an’ın kendi asli (orijinal) ifade ve
izahları çerçevesinde
anlamaya
ve değişen şartlara
ve sorunlara uygun
yeniden
yorumlamaya ihtiyaç vardır.
Yoksa sadece lügat manalarıyla veya tarif ediyorum derken farkında olmadan yapılan
tahrifatlarla Kur’anî kavramları anlamak zorlaşmaktadır.
“Onlardan öyleleri vardır ki, kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar”96 ayeti bu gerçeğe
işaret buyurmaktadır.
Kur’anı doğru anlamanın ise birtakım kuralları vardır:
1-Önce tüm ön yargılardan ve yanlış algılardan sıyrılıp, Kur’an’ın Allah kelamı ve mutlak
hakikat ve hikmet kaynağı olduğunu bilerek okunmalıdır.
2-Kur’an’ı yine Kur’an’la anlamaya çalışmalıdır. Bunun için de anlatılan her hangi bir
konu ve kavramla ilgili tüm ayetleri bir araya getirmeli, sadece bir iki ayetle hüküm vermeye
kalkışmamalıdır.
“Kur’an parça
parça
indirilmiştir.”97 Bize
düşen
ise
bu
parçalardan bir bütün
oluşturmaktır.
3-Kur’anî gerçekleri, “Hikayedeki hikmet” espirisine uygun
Kur’an’ın, bazı
gerçekleri
ya
yaşanmış
bir olayı
anlamaya
naklederek veya
çalışmalıdır.
bir flim
senaryosu
şeklinde tasvir ederek anlatması bundandır.
“Kur’an’ı tertil ederek oku”98 ayeti “onu anlamaya çalışarak ve tane tane oku” anlamı
yanında “ayetleri ve sureleri tasvir ve tahayyül ederek oku” manasını verenler de vardır.
4-Kur’an’ı doğru anlamak ve yorumlamak için genel ve yeterli bir Kur’an kültürüne de
sahip olunmalıdır. Bunun için de Kur’an- Hiç değilse bir mealden baştan sona dikkatle birkaç
sefer okunmalıdır.
Çünkü “Kur’an şüphesiz en doğru yola ve en sağlıklı sonuca ulaştıracaktır.”99
Ve “Kur’an öğüt almak ve gerçeği bulmak için kolaylaştırılmıştır.”100
5-Kur’an’ın ilk tefsiri ve canlı tatbiki olan sünneti ise, o günün şartları ve standartları
içerisinde hangi amaçlara hangi araçlarla ulaşılmaya çalışıldığı ve özellikle hangi siyaset
stratejilerin uygulandığı noktasında anlamaya çalışmalıdır.
TAKİYYE
İşte Kur’anî bir kavram olarak “takiyye” konusu da, yukarıdaki genel kurallar çerçevesinde
ele alınmalıdır.
96
Nisa: 46
İnsan: 23
98
Müzemmil: 4
99
İsra: 9
100
Kamer: 17-40
97
68
Takiyye: Geçerli ve yeterli bazı mazeret ve mecburiyetler karşısında, mevcut tehditleri
ve muhtemel
tehlikeleri atlatmak amacıyla, asıl
niyetini ve hedefini gizlemek, olduğundan
başka türlü görünmek, yürürlükteki düzeni ve değerleri istismar ve istifade etmek manalarını
taşımaktadır.
“Mü’minler (Kur’an’a inanan ve uygulayan) mü’minleri bırakıp, sakın (İslami hükümleri
inkar ve itiraz eden) kafirleri dost edinmesin ve idareci seçmesinler. Kim bunu yaparsa, artık
Allah’la hiçbir alakası kalmış değildir. Ancak (kafir ve zalimlerden) gelecek bazı korku ve
baskılardan sakınmak ve (tehlikeleri atlatmak) durumu hariçtir”101 mealindeki pekçok ayet ve
kıssada “ takiyye” anlatılmaktadır.
Bu özel ve önemli ruhsatı Peygamber efendimiz (SAV) ve Ashab-ı Kiram yanında Hz.
İbrahim, Hz. Yusuf gibi birçok nebiler kullandığı gibi, Firavun, Nemrut ve Ebu Cehil benzeri
zalimler de sık sık bu yola başvurmuşlardır.
Yani “Takiyye” bir araçtır. Bu araç, hedef alınan amaca göre kıymet kazanır. İyi araçları
kötü amaçlar için kullanmak da bir takiyyedir. Kötü araçları iyi amaçlar için kullanmak da bir
takiyyedir. Ama bu ikisinin hedefleri de, hükümleri de tabi ki farklıdır.
Bütün inkılab liderleri özellikle hazırlık döneminde ve geçiş
sürecinde takiyye
yapmışlardır. İçten içe çürümeğe, çözülmeğe, önemini ve özelliğini yitirmeğe başlamış...Çağın
şartlarına ve standartlarına ayak uyduramamış...Ve ülke sorunlarına çare ve çözüm üretemez
hale gelip, artık tükenmiş ve tıkanmış bulunan Osmanlı sistemi ve hükümeti de bu akıbetten
kurtulamamıştır.
Bakınız, Mustafa Kemal Laiklik ve Cumhuriyet gibi devrimleri gerçekleştirmeyi ve Batılı
değerleri yerleştirmeyi yıllar öncesinden tasarlamıştır.
Ta, 1907 yılında, meşhur Türkolog Bulgar Manolov’la yaptığı bir söyleşide Mustafa
Kemal şunları söylüyordu:
“Hilafeti ilga etmeliyiz. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı ve ülkeye laikliği getirmeliyiz.
Doğu uygarlığından benliğimizi
değiştirmeli, Latin
alfabesine
sıyırmalı, batı
geçmeliyiz.
uygarlığına dönmeliyiz.
Arap harflerini
Şeriat kanunlarını kaldırmalı, Medeni
hukuku
yerleştirmeliyiz.
Şimdilik hayal zannedilen ve hiç kimse tarafından ihtimal verilmeyen bu hedefleri, bir
gün mutlaka gerçekleştirdiğimi göreceksiniz...”102
Ama aynı Mustafa Kemal, Milli Mücadeleyi başlatan Erzurum ve Sivas Kongrelerinin
ardından oluşan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin ana gayesini “Her ne şekil ve
suretle olursa olsun düşmanların, Hakimiyeti Osmaniyeyi, Hukuk-u İslamiyeyi ve mevcudiyeti
Milliyeyi ihlal etmelerine katiyyen müsaade edilmeyecektir.”103 şeklinde açıklıyordu.
101
102
103
Ali İmran: 28
Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri C.1 –GirişTarih Vesikaları Dergisi 15. Sayısına ek.
69
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi,
Kur’an’larla, kurbanlarla ve Hacı Bayram
Camiindeki dualarla açılıyor ve ilk Meclis’in mebusları da özellikle, sarıklı cübbeli alimlerden
seçiliyor ve İstiklal Savaşı, vatanı kurtarmak, Şeriatı ve Hilafeti korumak gayesiyle yapılıyordu.
18 Kasım 1922’deki meclis kürsüsünde ise Mustafa Kemal, Yeni halifenin seçimiyle ilgili
şu konuşmayı yapıyordu: “Türkiye’nin vazifesi, makam-ı Hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir
dava-yı mahsusadır (Özel ve önemli bir davadır) Hilafet, Türkiye’yi alemi İslam nazarında
fevkalede takviye eden manevi bir makamdır. Bunu sarsmak asla doğru olmayacaktır!...”
Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği bu olayla ilgili İsmet Paşa ise: “Türk Milleti İslam’ın
kolu ve kılıcıdır. Bu bakımdan hilafet kutsal bir emanettir. “Kanımızın son damlasına kadar
hilafeti tutup yaşatacağız. Çünkü Hilafet, bütün müslümanlar arasında büyük bir dayanışma
ve yardımlaşma kaynağıdır...” diyordu.
Ve elbette
bütün bunlar “Takiyye” gereği yapılıyordu. Amaca ulaştıracak araç olarak
değerlendiriliyordu. Ve tabi eski düzenin korunması asla hedeflenmiyordu.
Ancak;
1-İktidar imkanlarını bütünüyle ele geçirmek,
2-Muhtemel muhalefeti tesirsiz hale getirmek,
3-Bazı kesimlerin tepkisini ve tedirginliğini önlemek,
4-Şeriat ve hilafet bağlılarının gayret ve kabiliyetlerini kendi hesabına ve amacına hizmet
ettirmek,
5-Ve kendilerini
halka
beğendirmek
ve boyun eğdirmek için, bir müddet
böyle
davranılması ve Takiyye yapılması gerekiyordu.
Evet aslında değiştirilmesi ve düzeltilmesi gereken bazı
kurum ve kurallara, belli bir
zaman sahip çıkıyor görünmek ve gerçek amacını gizlemek takiyyedir ve bu her zaman ve
zeminde geçerlidir.
Önemli olan kişinin niyeti ve ulaştığı neticedir. Öyle ise, ülkemizin ve halkımızın
hayrına olacak
bir sonuca
ulaşmak için, mevcut kurum, kural ve kavramlardan
istifade
edilebilir.
Haksızlık ve ahlaksızlık
temeline dayanan batıl ve bozuk bir düzeni
korumak için,
bazılarınca islamî ve insanî değerlerin istismar edildiği de zaten bilinen birşeydir.
Günümüzde gerçekte Kur’an ahkamına ve İslam ahlakına düşman olduğu halde, bunu
toplumdan gizleyen ve dindarlık gösterilerine girişen sivil
kesimler açık bir takiyye
içinde
oldukları gibi, mevcut kurum ve kuralları, Hakkın hayrın ve halkın hizmetinde kullanmaya ve
Adil bir Düzene ulaşmaya çalışanları “Dini İstismar ediyor. Takiyye yapıyor!” diye suçlamaları
ve saldırmaları da, münafıklık psikolojisinin ve masonik köleliğin bir alametidir.
Bu arada şu noktayı da özellikle hatırlatmamız gerekir. Bir insan kendi şahsı adına
takiyye gibi
bir ruhsatı
kullanmayıp, azimeti ve takvayı tercih edebilir. Fedakârlık ve
70
kahramanlık gösterebilir. Ancak cemaat ve teşkilat adına
şahsiyetler, davasını
ve tabanını tehlikeye sokacak
hareket eden lider konumundaki
biçimde
ucuz cesaret numaralarına
kalkışmaları yanlış ve yersizdir. “el-Harbu hud’a Harb Hiledir” hadisine ve hükmüne göre
hareket edilmelidir.
Bu arada eğer şeriat diye:
Yönetim babadan oğula geçen,
halkı güdülmesi gereken sürüler ve köleler şeklinde
düşünen... Ne ülke yönetiminde ve ne de milletle devlet arasında ortak bir konsensüs ve
uzlaşma metni
ve toplumsal sözleşme
kaideleri sayılan anayasa
ve kanunların
düzenlenmesinde, topluma ve temsilcilerine söz ve tercih hakkı vermeyen... Müsbet ilimlere
ve çağdaş gereksinimlere ters düşen... Sadece sözde din adamlarının indi fetvalarıyla idare
edilen bir sistem kastediliyorsa, böyle bir şeye taraf olmayı değil bir ilim adamlığına hatta
insanlığımıza bile yakıştırmayız. Böyle bir düşünceyi esasen İslama da aykırı bulmaktayız.
Halbuki
biz Kur’an inancının
ve evrensel kuralların en güzel ve mükemmel şekilde
Cumhuriyet idaresi, demokrasi ve laiklik prensipleri içerisinde yaşanabileceğini savunmaktayız.
Ancak Laiklik adına yapılan İslam düşmanlığına ise elbette karşıyız.
Atatürk’ün
de, Laiklik diye,
din düşmanlığı veya toplum hayatından dini tamamen
dışlamayı düşünmediğini, bizzat Balıkesir hutbesi, İslam dini ve yüce peygamberi hakkındaki
hürmet ve hayranlık ifade eden sözleri ve TBMM açılışındaki hassasiyetleri, açıkça ortaya
koymaktadır.
Atatürk, savaştan yeni çıkmış, sağlıklı ve starejik bir küçülme ile korunabilir sınırlar
içerisine çekilmek durumunda kalmış bir Türkiye’yi, o gün için teknoloji üstünlüğüne sahip
birleşik haçlı zihniyetlerinin taarruzundan kurtarmak ve Emperyalist güçleri oyalamak üzere,
Lozan’ın gizli dayatmalarından olan Laiklik maddesini, Halk Partisinin tüzüğüne koydurmuş...
Ancak bu maddenin ileride millete haksızlık ve din düşmanlığı biçiminde uygulanabileceğini
yüksek zekasıyla sezdiğinden,
1928’de ki Kanun-i Esasi değişikliği sırasında, hatta İsmet
İnönü’nün bütün ısrarına rağmen, anayasaya yazdırmamıştır.
Yıllar sonra 1936’da
Atatürk’ün maalesef hasta
yorgun ve yalnız bulunduğu...
Derneklerini bizzat Kapattığı Masonik Merkezlerin hıyaneti ile adım adım sıhhatına ve hayatına
kastedildiğini anladığı içindir ki “Beni sadece Türk hekimlerine emanet ediniz” ikazına mecbur
kaldığı bir
ortamda
ve kendisine
rağmen, Laiklik maddesinin anayasaya
girmiş olduğu
yolundaki tarafsız tarihçilerin beyanlarına biz de katılmaktayız.
Biz, Demokrasiyi: Halkın her kesiminin en etkin biçimde yönetime katılımının
sağlanması... İnsanımıza kendi hür iradesi ve inancı istikametinde birlikte ve barış içerisinde
yaşama şartlarının hazırlanması... Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının
ülkemizde ortak bir konsensüsle hakim kılınması şeklindeki bir fazilet rejimi olarak düşünüyoruz.
Laikliği ise; Dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine müdahale etmediği... Dini inanış
ve yaşayışından dolayı hiç kimsenin horlanıp hakaret görmediği... Farklı din ve mezhepten
71
bütün
vatandaşların
manevi ve ahlaki eğitim hizmetlerine saygı ve kolaylık gösterildiği...
Herkesin hiçbir kayıt ve kısıtlama olmadan dinlerini olduğu gibi yaşıyabildiği... Kısaca dinle
devletin çatışma değil, barışma sürecine girdiği ve herbirinin kendi sahasında hizmet verdiği
bir huzur ve hoşgörü sistemi olarak istiyor ve sahip çıkıyoruz.
72
SİYASİ TRANSFER VEYA VİCDAN PAZARI
Bir yıl süren Refah-Yol iktidarı sonunda, Sn. Cumhurbaşkanının üç parti tarafından
ortaklaşa kamuoyuna açıklanan ve imzalı bir belge olarak önüne konulan 282 lik bir çoğunluğu
hesaba katmayıp 250 lik bir azınlığa Hükümeti kurma görevi vermesi, o dönemde siyasi
transfer pazarlıklarını yeniden gündeme getirmişti.
Sn. Mesut Yılmaz’ın kuracağı bir hükümetin
Aydın Doğan gibi
Medya patronlarının,
Vehbi Koç gibi tekelci sermaye baronlarının, Masonların ve mafya babalarının ve diğer bir
takım karanlık odaların güdümünde değil de, gerçekten milletin hizmetinde olacağına, ülke
sorunlarına çözüm bulacağına ve ülkeyi salimen sandığa taşıyacağına inanan, bu niyetle ve
kendi vicdani kanaatiyle bu hükümete güvenoyu verecek olan Sn. milletvekillerine, elbette
hiçbir sözümüz olamaz...
Ancak, kurulacak Mesut Yılmaz hükümetinin, hiçbir hayırlı icraat yapamayacağını, dış
güçlerin ve masonik merkezlerin emrinden çıkamayacağını ve mevcut sorunları ve sıkıntıları
katbekat arttıracağını bildikleri
halde, sadece “bakanlık hevesi ve seçimlerde milletvekilliği
garantisi” gibi bir makam veya trilyonlarla ifade edilen maddi menfaat karşılığı, transfer
pazarlıklarına oturanlar
ise,
maalesef “KENDİLERİNİ
SATMIŞ VE VİCDANLARINI
KİRALAMIŞ” demektir.
“Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kadar kötüdür. Keşke bunu anlasalardı!”104
ayeti bunların durumunu ne güzel ifade etmektedir.
Halkın emanetini, insanlık haysiyetini ve vicdani kanaatini paraya dönüştürmek üzere
piyasaya çıkarmak!.. Dünyalık
makam ve menfaat karşılığı satılmak
ve kiralanmak üzere
pazarlığa oturmak... Aslında kişinin “Kendi öz nefsini harcaması”105 ve ahseni takvimden esfeli
safiline yuvarlanmasıdır.106
Allah’ın rızasını kazanmak, insanların duasını almak ve devamlı hayırla ve hürmetle
anılmak için, bir takım nefsi çıkarlarımızdan fedakarlık yapmamız107 gerekirken tam tersine,
şahsi makam ve menfaat hatırına, bile bile millete ve memlekete zarar verecek tercihlerde
bulunmak, insanı vicdan azabına ve mazlumların gazabına uğratacaktır.
İmamı Gazali Hz. lerinin “Şayet bir insanın, helal – haram düşünmeden bütün himmet ve
gayreti, sadece kesesine ve midesine giren şeyler içinse, onun kıymeti de midesinden çıkan
şeyler gibidir” tesbiti ne kadar anlamlıdır.
Ve hangi partide
olursa
olsun, özellikle dindarlığıyla temayüz eden, İmam Hatip ve
İlahiyat kökenli bilinen, bir meşreb ve tarikat ehli geçinen milletvekillerinin, bu konuda çok
daha duyarlı ve tutarlı olmaları lazımdır.
104
105
106
107
Bakara: 102
Bakara : 90
Tin: 4-5
Bakara: 207
73
Halk ve Hak düşmanı kesimlerin emrinde olacak bir hükümetin oluşumuna, şu veya bu
bahane ile katkıda bulunmak, mason ve marazlı siyasilerin hıyanetlerine dini kılıf ve mazeret
hazırlamak, “Allah’ın ayetlerini az bir dünyalığa satmaktır.”
Zalim ve hain yöneticilerin ve kan emici sermayenin sağladığı bazı menfaatler karşılığı,
din adamı kimliği ile halkı, Hak yoldan ayırmaya ve aldatmağa çalışanlar, zahiren servet ve
şöhret sahibi olsalar da, ruhen alçalmaktadır.108
Para karşılığı etini satan kadınların fahişeliği yanında, vatandaşın emanet ettiği temsil ve
tercih yetkisini ve vicdani kanaatini satanların “siyasi fahişeliği” çok daha beter ve bayağıdır.
“Kendi kendilerini ve insanlık haysiyetlerini satlığa çıkaranlar”109
“Hidayete ve hakikate karşılık değersizi ve dalaleti satın alanlar”110
“İmanı ve İslam’ı verip, inkarcılığa ve şeytanlığa müşteri olanlar”111
“Ebedi olan Ahireti ve cenneti bırakıp şu geçici dünya hayatını satın alanlar”112 sonunda
mutlaka pişman ve perişan olacaklardır.
Şayet bir hükümet kurulurken eksik kalan güven oyları, rüşvet makamları ve transfer
pazarlıklarıyla
tamamlanmaya çalışıyorsa, o düzen demokrasi
kılıflı bir sermaye
diktatörlüğüdür.
Demokrasi edebiyatı
yapanlar, eğer milletin
hür iradesiyle seçip
birinci
yaptığı ve
iktidara taşıdığı bir partiyi dışlıyor ve yok sayıyorsa, bunların sıfatı sahtekârlıktır.
Bu düzen tıkanmış ve tükenmişse, çare kendi yanlışlarını bırakıp gerçeği görmek ve
Hakk’a dönmek iken, bundan
Refahı
ve milletin inancını
ve uyanışını suçlu ve sorumlu
saymak, tek kelime ile saçmalıktır.
Bu sahtekârların demokrasi dedikleri, kendi saltanatları, insan hakları dedikleri bir
avuç burjuvazinin kendi çıkarları ve sermaye diktatörlüğünün devamıdır.
Yıllardır,
demogoji yapmayı ve despotizmi uygulamayı
demokrasi diye yutturmaya
çalışanların artık maskeleri yırtılmış ve bütün çirkinlikleri ve art niyetleri ortaya çıkmıştır.
“Refah –Yolun yasal çoğunluğu var
ama, siyasal çoğunluğu kalmamıştır” Sözleri’de
bunların safsatasıdır ve kendi demokrasi anlayışlarını yansıtmaktadır.
Yani bu ülkede inanan, inancını yaşıyan, tarihine ve töresine sahip çıkan insanların ve
onların temsilcisi olanların oyları 1 (bir) sayılacak, solcuların, soyguncuların, sosyetenin ve
soysuzların oyu 2 (iki) sayılacaktır... Çünkü onlar imtiyazlı vatandaşlardır! Çünkü onlar sıradan
halk değil, birinci sınıf seçkin ve seviyeli insanlardır(!?..) Çünkü onlar hakikat düşmanlarıdır!...
Çünkü onlar maneviyat düşmanlarıdır! Çünkü onlar islami hayat düşmanlarıdır!... Çünkü
108
109
110
111
112
Tevbe: 9
Bakara: 102
Bakara: 16
Ali İmran: 177
Bakara : 86
74
onlar, aslında
Kur’an
hükümlerine inanmadıkları
halde, milletin
korkusundan müslüman
geçinen münafıklardır!..
Ve şimdi bu din ve demokrasi münafıklarına geçici ve aldatıcı bir ışık yakılmış, sunî
bir fırsat tanınmıştır. Ama bunların sevinci ve şımarıklığı kursaklarında kalacaktır.
Şu ayetler bunların durumunu ne güzel anlatmaktadır:
“O münafıkların hali (korkular ve karanlıklar içinde) bir ateş yakan kimseye benzer. O
ateş yanıpta etrafını biraz aydınlattığı (ve zavallıların sevinip ferahlandığı) bir sırada, Allah
aniden onların ışıklarını söndürür ve kendilerini eski korkularına ve karanlıklarına döndürür.”113
Yeniden hükümet olma ve sömürü saltanatlarına kavuşma ümidi ve hevesiyle şımaran
ve Refah’ın şahsında aziz milletimize ve milli değerlerimize saldıran solakların ve salakların bu
son çırpınışı olacaktır.
Evet,
“Görelim mevla neyler
Neylerse güzel eyler”
Ha, sahiden siz, demokrasinin beşiği ve batılı değerlerin merkezi sayılan İngiltere
partemantosunda, muhalefete bağlı milletvekillerinin, iktidarın ve özellikle mason localarının
istediği kanun ve kararları çıkarmak üzere, her parmak kaldırıştan sonra, meclisteki özel bir
veznenin önünde kuyruğa geçip para çeklerini aldıklarını biliyormuydunuz.?!.
İşte dejenere olmuş demokrasi!. İşte sahte şeffaflık idaresi!. Ne lûzüm var gizli
pazarlıklara...
Bir de, Türkiye’de hiç beklenmedik bir anda ve tarzda gelişen bu hükümet krizinin, acaba
o sene ABD’nin Atlanta Kenti yakınlarında ve 12-15 Haziran 1997 tarihleri arasında- Yani tam
da ülkemizde D-8 zirvesinin yapıldığı bir sırada- toplanan 45. Bilderberg Dünya masonları gizli
toplantısının hemen arkasından gündeme gelmesi ve eski yeminli Bilderbergcilerden olduğu
söylenen114 S. Demirel, M. Yılmaz ve B. Ecevit arasında cereyan etmesi, sadece bir
tesadüfmüdür? Ve yine aynı yıl Türkiye’den Sabah grubu Patronu dönme Dinç Bilgin, Enka
Holdingten Sinan Tara, Boğaziçi rektörü Prof. Üstün Ergüder ve Merkez Bankası başkanı Gazi
Erçel ve Kıdemli Mason Selahattin Beyazıtın katıldığı, “islamî gelişmelerin ve Türkiye’nin
özellikle ele alındığı” ve başkanlığını eski NATO genel sekreteri Lord Carrington’un yaptığı
Bilderberg toplantısından bir hafta sonra ülkemizde başgösteren bu demokrasi dışı sivil devrim
ve davranışların acaba hiçbir ilişkisi yokmudur?
113
114
Bakara: 17
24 Haziran 1997 Zaman: Kulis
75
SİYASET VE DIŞ GÜDÜM
“Dikkat; Bir konu üzerinde düşünceyi yoğunlaştırma, ayrıntılar içindeki gizlilik ve
inceliklerin farkına varma, konuşulana önem verme ve hesaba katma” anlamına gelir. Ve
maalesef bugün insanımızın en çok kaybettiği haslet ve hususiyetlerden birisi de, dikkattir.
Günümüz ve geleceğimizle ilgili hayati önem taşıyan bilgiler ve belgeler gözümüzden
kaçmakta, üzerinde gereği gibi durulmamakta ve hemen unutulmaktadır. Dikkatsizlik ve beyin
tembelliği yaygın bir hastalıktır. Ve tabi ğafil ve unutkan beyinlerin ve vurdumduymaz ve
sorumsuz bireylerin oluşturduğu kalabalıkların peşin cezası ise, gözü açık zalimlere köle ve
kukla olmaktır.
Daha önce Kanal 7 de halkımıza gösterilen “gizli mason ayinleri ve şeytana tapma
törenleri” filmi yüzünden, Fransız Mason Locaları Büyük amiri Paul Veyset’in, Türkiye Masonları
Üstad-ı Azamı Necip Arıduru’ya gönderdiği tehdit dolu talimatın ele geçirilip 17. Mart 1997tarihli
Milli Gazete de yayınlanması da yine tarihi bir olay olmasına rağmen maalesef gerekli ilgi ve
yankıyı bulmamıştır. Refah-Yol’un yıkılmasıyla sonuçlanan sunî hükümet krizi birazda bu olayla
bağlantılıdır.
Bu önemli belgenin kendilerine de gönderilmiş olmasına rağmen, foyalı ve boyalı basın
yayınlamamışlar, hatta bizden bilinenlerin bir kısmı dahi, masonları üzmeye ve ürkütmeye
yanaşmamışlardır.
Bu belgenin özetini ve özelliklerini tekrar hatırlatalım:
1- İsrail siyonist kurmaylarının tahrik ve telaşıyla Fransız Mason Localarının Türkiye’deki
birader uşaklarına gönderdiği talimat belgesidir. Asıl hedef Erbakan ve Refah
partisidir. O hükümet krizi de bu güçlerin marifetidir.
2- Türk basınındaki ve diğer kurum ve konumlardaki (Dışişleri, bürokrasi, partiler, sivil
örgütler, sendikalar, iş adamları vs.) masonların organize edilerek R.P.’nin mutlaka
iktidardan uzaklaştırılması emredilmektedir. Ve maalesef şimdilik bu gerçekleşmiştir.
3- R.P.’ye giderek artan ilgi ve sevgiyi önlemeye ve Millî Görüşü kötülemeye yönelik her
türlü iftira ve karalama kampanyasının hızlandırılması öngörülmektedir. İrticacı diye
şirketlere bile savaş açılması bu yüzdendir.
4- R.P.’yi destekleyen, haklı ve hayırlı hizmetlerini takdir eden ve ülkemiz alehindeki
hıyanet hareketlerini millete gösteren tüm milli basın ve yayın kuruluşlarının, hatta
Kuran Kursu ve dini okulların her yola başvurularak, kötülenmesi, kösteklenmesi ve
körletilmesi gerektiği söylenmektedir.
5- İkinci bir emre kadar masonik faaliyetlerin askıya alınması, gizli bilgi ve belgelerin
ortadan kaldırılması, masonluğa müracaatların şimdilik dondurulması ve mason
sırlarını ifşa edenlerin-şeytan yasalarına uygun-cezalandırılması istenmektedir.
Hatırlanacağı gibi 1995 13 Haziranda da İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman Türkiye’ye
gelmiş, genel seçimler öncesi, “Refah Partisinin ve İslamî gelişmelerin İsrail’i rahatsız ettiğini ve
76
Erbakan tehlikesine karşı tüm laiklerin birleşmesi gerektiğini” ifade etmiş ve hatta daha ileri
giderek –sanki kendisinden talimat alıyorlarmış gibi, “Cumhurbaşkanı Demirel ve komutanların
da Refahlı bir iktidara izin vermeyeceklerini” söylemek küstahlığını göstermiştir.
Ve maalesef Siyonist ve baş anarşist Weizman’ın talimatı yerli masonlar ve medya
tarafından aynen uygulanmış, Refah’a karşı korkunç bir kampanya başlatılmış ama hamdolsun
birinci parti olmasına ve sonunda hükümeti kurmasına mani olunamamıştı.
Şimdi aynı Siyonist merkezler Fransız masonlarının eliyle Türkiye’deki uşaklarını kışkırtıp,
Refah-Yol’lu yıpratmak ve yıkmak hesapları yapılmış ve sonunda başarılmıştır.
Hayrettirki, bir kısım dindar ve muhafazakar çevreler bile, “Bunalımın atlatılması ve
istikrarın sağlanması bahanesiyle” Erbakan başbakanlığı bırakmalıdır!” diyerek, dolaylı da olsa
siyonist Weizman’ın ve Fransız Masonlarının amacına, bilerek veya bilmeyerek katkıda
bulunmuşlardır.
Halbuki;
a) MGK.’nun başkanı Sn. Demirel’dir. Bu kararların birinci derecede mes’ulü de, bir
bakıma mimarı da kendisidir. Ve Sn. Demirel’i yıllar boyu oylarıyla bu makamlara
taşıyan acaba kimlerdir?
b) MGK.’lunun onbir üyesi içinde Refah’ı temsilen Erbakan tek kişidir. Yani çok zor
şartlarda direnmiştir.
c) R.P.’yi bir koalisyon şartlarına mahkum eden, ve oylarıyla batıl partileri destekleyen
kesimler, asıl suçlu ve sorumlu değil midir?
d) Erbakan bu kararları imzalamadan önce bütün siyasî partileri ve sivil örgütleri tek tek
ziyaret edip, demokratik tepkilerini ve desteklerini isterken, hem dindar hem de
demokrat kesimler, oy verdikleri ve çıkar ilişkilerine girdikleri bu partilere baskı
yapmayı düşünmüş ve denemişler midir?
e) Erbakan Hoca’nın Başkanlıkta kalarak bu kararları Millî ve manevi manevi
menfaatlerimizin lehine yumuşatması ve yavaşlatması imkanını ve diğer ekonomik ve
sosyal reformları başarıya ulaştırması fırsatını değerlendirmesi gerekirken, masonların
ve maneviyat düşmanlarının arzusunu istikametinde “Erbakan çekilsin!” demek acaba
sadece basit bir haset ve gaflet ifadesi midir? Yoksa kasıtlı bir hiyanete alet olmanın
alemeti midir?
f)
Dinî gayret ve hizmet perdesi altında yapılan çirkin istismar ve suistimallerin mutlaka
önlenmesi lüzumu da izan ve insaf ehli tarafından kabul edilmesi gereken acı bir
gerçek değil midir?
Evet, evet... Saflar giderek daha bir belirginleşiyor. Siyonizmin uşağı Masonlar bir tarafa,
insanî düşüncelerin aşığı müslümanlar bir tarafa...!
Şeytanın çocukları bir tarafta, Rahmanın, yolcuları bir tarafa...!
Velhasıl, renkler netleşiyor ve milletimiz Milli Görüşte kenetleşiyor!
77
Çok kısa bir dönemde, anarşinin beli kırılmışken, ekonomik dengeler kurulmuşken,
velhasıl yıllardır hasretle beklenen barış ve bereket ortamı yakalanmışken, sadece sömürü
saltanatları yıkılan Mason-Medya ve Mafya şebekesinin keyfi için “Erbakan çekilsin”
demek,şeytana askerlik değil de nedir?
Acaba bu şer cephesi, Refahlı bir iktidarı, Milli çıkarlar için mi, yoksa şahsi ve şeytani
ihtiraslar için mi yıkmak istemiştir? Ve biraz daha bekleyelim, kazdıkları kuyuya bakalım kimler
düşecektir. Ve unutulmasın ki, Orduyu millete karşı kışkırtanlar ise kendi tuzaklarını eşmektedir.
Ve hele görelim, önce Mesut Yılmaz hükümeti, sonra MHP ortaklı Ecevit hükümeti, 28
Şubat kararlarını ne derece uygulaya bilecektir? İrtica ile mücadele perdesi altında bu millete
daha ne eziyetler çektirecektir?
Ve kimbilir, kendilerini ve zulüm düzenlerini nasıl bir sonuç beklemektedir?
78
SİYASİ ŞUUR ve ŞER MEDYA
Aslında hayırlı ve yararlı da olsa; suistimal edildiğinde ve meşru amacının dışında
kullanıldığında, normalde fayda vermesi gereken herşey zarar verir, tahribat yapar. Hiçbir şey
bundan müstesna değildir. “Din” dahi tarih boyunca maalesef bazı kesimlerce kötüye
kullanılmış, hem dinde tahrifat yapılmış, hem de toplumlar sıkıntı ve zararlara uğratılmıştır.
Bunun gibi “Devlet” kurumu, tarih boyunca kötüye kullanılmıştır. Bu yüzden hem devletin
çöküşüne neden olunmuş, hem de toplumlar büyük acılara, zulümlere uğratılmıştır. “İlim” bile
kötüye kullanılmıştır, örneğin ilmi bir buluş olan atom bombası yüzbinlerce insanın kitlesel
ölümüne neden yapılmıştır. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Hiçbir değer bunun dışında
kalmaz; kötüye kullanıldığında her şey felaket getirir, ızdırap çektirir... Buna karşılık tabiatın da
zararlı ve tehlikeli durumdaki şeyler bile, iyi kullanıldığında faydaya, hayra dönüştürülebilir.
Ateş, su, rüzgâr gibi...
Günümüzde medya; topluma hizmette ve hayırda kullanılması ve insanlığın iyiliği için çok
önemli bir araç olması gerekirken, özellikle ülkemizde alabildiğine kötüye kullanılmakta, devlet
ve toplum için başbelası bir faktör olmaktadır. Hatta o kadar ki bu şer medya yüzünden huzur,
barış, sevgi ve saygı ortadan kalkmakta ve ÜLKE YAŞANMAZ VE YÖNETİLEMEZ DURUMA
GELMEKTEDİR. Toplumda ne kadar kötülük, uğursuzluk, yanlışlık ve çarpıklık varsa uzun
uzun, ballandıra
ballandıra gözler önüne serilmekte ve iyilik adeta gizlenip saklanarak ve
gözden kaçırılarak, her türlü karamsarlık ve yılgınlık duygusu kara bulutlar gibi üzerimize
çökertilmektedir. Artık “iyiliğe destek ve katkı gayreti; kötülüğe ise engel olma ve karşı koyma
mecali” hiç
kimsede
bırakılmamaktadır. Böylece mutsuzluk, umutsuzluk, nemelazımcılık,
bencillik... toplumun genelini sarmakta; ümit ışıkları sönmekte, mutluluk çığlıkları azalmakta,
toplum adına tepkiler sinmekte ve fedakârlık duyguları zayıfladıkça zayıflamaktadır. Medyanın
körüklediği bu uğursuz akıntı karşısında hiçbir toplumsal kurum ve oluşum artık ciddi ve etkili bir
direniş göstermemektedir. Peki toplum; şer medyanın kendisine çizdiği bu yaşam tarzı önünde
sürüklenmeğe mahkûm mudur? Yapabileceği hiçbir şey yok mudur? Tek kelime ile çaresiz
midir? Biz diyoruz ki, hayır; toplum asla çaresiz değildir, aksine yapılabilecek önemli işler vardır.
Yüce Rabbimizin ihsan ettiği aklımızı kötüye değil de iyiye kullanırsak, yapılacak çok şeyin
varlığı anlaşılacaktır. Demek ki “akıl” nimeti bile, kötüye kullanıldığı zaman muzır bir şey
oluverir. Aklını iyiliğe kullanan ve de iyi kullanan bir toplum için önce, “nelerin iyi, nelerin kötü?”
olduğunu ayırmak, başarılması gereken ilk meseledir. İyilerle kötüleri birbirine karıştıran ve
hepsini bir sayan
bir toplum, elbette iflah olamaz. Ve hele “kötülere iyi, iyilere
de kötü”
nazarıyla bakan bir toplum ise, asla huzura ulaşamaz. Haydi iyilik ile kötülüyü ayırdık diyelim;
yeter mi? Hayır, bununla iş bitmez. Hastalığı teşhis edip de tedavi etmemek neye yarar? İyi ve
güzel şeyleri tanıyıp, ama bunlara sahip olmazsak ne anlamı var? Demek ki iyileri tanıdık mı,
yapılacak ilk iş, onların tarafında olmak, onlara katılmak, destek çıkmak ve katkıda
bulunmak... olmalıdır. Kötüleri de tanıdık mı, yapılacak ilk iş, onların karşısına çıkmak, engel
79
olmak, mücadeleye başlamak ve ıslahlarına çalışmak... olmalıdır. Aksi halde sadece kötüleri
tanımakla onların zararlı etkisinden kurtulamayız. Mutlaka ve imkânlarımız oranında birşeyler
yapmamız lazımdır.
Bakınız; şu 65 milyonluk büyük milletin başına iki tane medya patronu, eşkıya gibi
musallat olmuştur. Kendi sömürü saltanatına engel gördüğünde, bu medyanın saldırmadığı ve
sataşmadığı bir kurum ya da kişi yoktur. Ne parti başkanı diyor, ne başbakan takıyor, ne iş
adamı tanıyor, ne din adamı sayıyor, ne devlet yetkilisi dinliyor! Önüne geleni karalıyor, iftira
ediyor, küçük düşürüyor!.. Milletin değer verdiği, saygı gösterdiği hiçbir kurum ve kuruluşu
hesaba katmıyor; İmam-Hatib’e saldırıyor, Kur’an Kursu’na saldırıyor, tarikata saldırıyor...
Kendi dışında olan medyaya, medya mensuplarına da göz açtırmıyor, saldırıyor, karalıyor,
sindirmek ve susturmak için her yola tevessül ediyor. İş dünyasına da saldırmaktan geri
kalmıyor. İrticacı firmalar diyor, genellikle Anadolu’da boy atan birçok holdingi hedef haline
getiriyor,
karalıyor, iftira
zorlanmıyor.
atıyor. Bunları
Bu kötülükleri herkese
yaparken
yapıyor ama,
de
her seferinde yandaş bulmada
hiç kendisinin alakası
yokmuş gibi
kötülüklerine paravan buluyor! Genellikle bütün zulümleri de “ordumuz böyle istiyor” şeklinde
gösteriyor. Yani bu şer medya yaptıklarını orduya mal etmeye çalışıyor. Peki bunlar 12 Eylül
ihtilalinin güçlü bir generaline “DÜNYANIN EN ZENGİN ADAMI” diye iftira atamadılar mı?
Hani ne oldu o zenginlik? Yere mi battı, yoksa buharlaştı mı? Yine bir Genelkurmay
Başkanı’na etek giydirmediler mi? Evet,
etmeyeceği,
bu
şer medya, eğer işine
gelmedi mi; rezil
gözden düşürmeyeceği ne bir kişi bırakır, ne bir kurum bırakır, ne bir değer
bırakır... Bütün bunları da “biz gerçekleri halka
duyuruyoruz” yalanı altına gizlemekte de
oldukça ustalaşmıştır. Öyle ki kendi çalışanlarını bile mağdur etmekten çekinmez bu şer
medya; sendika kurdurmaz, sigortalı yapmaz, özgürce vicdanı ile çalışmasına ve yazmasına
fırsat tanımaz!. Bu menfi (olumsuz ve uğursuz) medya, Firavunların Sihirbazları gibi, toplumun
gözünü boyayarak, fareyi fil, akı kara, sahtekarı kahraman ve masonları başbakan yapmaktadır.
Ve tabi onlar da, pijamalı patronlarının karşısında el pençe divan durmaktadır.
Peki bu “Ali kıran baş kesen” şer medyasına bu geniş meydanı kim veriyor? Elbette ve
maalesef “TOPLUM OLARAK BİZ VERİYORUZ”. Önce para ile alıyoruz, beğenmesek bile
merakla okuyoruz, kanallarını izliyoruz, yani canavarlaşsın diye biz bunlara can katıyoruz.
Daha da beteri, bunların desteklediği partilere oy verip, başımıza bela ediyoruz... Sonra da
kalkıp sızlanıp duruyoruz. Bugün şu kesime saldırıyorsa ve de işimize geliyorsa “oh olsun”
deyip
kıs kıs gülüyoruz. Başka
zaman bize,
bizim ait olduğumuz kesime yöneltiyor
saldırılarını, bu sefer öncekilerin işine geliyorsa onlar “oh olsun” deyip kıs kıs gülüyorlar.
Böylece bizi birbirimize kırdırıyor ve iki tane medya patronu 65 milyonla, kedinin fare ile
oynadığı gibi oynuyor. Belki arkalarında dış güçler de var ama, bu fırsatı asıl biz onlara
veriyoruz, bilinçsiz katkılarımızla, tepkisizliğimizle, neme lazımcılığımızla!..
80
Öyle ise artık bir şeyler yapalım. Önce pasif bir tepki
gösterip onları okumayarak,
izlemeyerek, ilgisizliğe mahkum edelim. Sonra da alternatif olarak milli medyaya destek olalım.
Eğer aklımızı iyi kullanıp iyilerle kötüleri ayıklayabilmişsek, iyilere destek olalım. Ülkemiz için.
Milletimiz için, devletimiz için, maddi ve manevi değerlerimiz için faydalı şeyler yapan basılı
ve görüntülü medyamıza destek olmak için bir şeyler yapalım. Ve hepsinden önemlisi milli
siyaset ve hizmet ehline sahip çıkalım. Yoksa BU TOPLUM ÇÖKERSE BERABER ÇÖKERİZ,
BU DEVLET BİTERSE BİZ DE BİTERİZ, BU MİLLET SÜRÜNÜRSE BİZ DE SÜRÜNÜRÜZ
VE BATAN GEMİDEN SAĞ KURTULAN YA HİÇ OLMAZ, OLSA BİLE, KÖLELİKTEN BAŞKA
İŞE YARAMAZ!
Dememiz o ki, şer
medya
karşısında
toplum çaresiz değildir ve eli kolu
bağlı
seyretmemelidir. Peygamberimiz’in bir Hadis-i Şerifi bize ışık tutmaktadır: “kim bir yanlışlık ve
yaramazlık görürse eliyle engellesin, yapamazsa diliyle tepkisini göstersin, bunu da yapamazsa
kalbiyle buğz etsin (nefret etsin). Bu da imanın en alt sınırıdır.”
Demek ki haksızlığı ve ahlaksızlığı hoşgörü ile karşılayanlar; imanın asgari sınırının bile
altına kaymaktadır!
81
SİYASETTE ÖZE DÖNÜŞ
Her sahada olduğu gibi
siyasette de ciddi bir öze dönüş başlamıştır. Bize
düşen
savunduğumuz bu eskimez güzellikleri ve insani özellikleri, çağın şartlarına ve standartlarına
uygun kalıp ve kavramlarla anlatmaktır. Geçmişin birikimi, günümüzün gerçekleri, geleceğin
ise gerekleri ve muhtemel gelişmeleri mutlaka hesaba katılmalı, yeni ve yeterli projeler ortaya
koyulmalıdır. Elbette
bütün
bunlar kolay
olmayacaktır. Zira
öteden
beri
yerleşmiş ve
benimsenmiş olan mevcut durum ve düşüncelerin aksine, yeni ve orijinal gerçekleri insanlara
anlatmak ve kabul ettirmek çok zor ve zahmetli bir olaydır.
Çünkü insan zihni,her şeyi “peşin hükümler ve yerleşik kabuller” çerçevesinde
değerlendirmeye meyillidir. Değil sade ve sıradan insanlar, hatta ilim ve fikir ehli bile, o güne
kadar doğru zannedilin bazı yanlışların aksi iddia edildiğinde, buna karşı çıkmışlar ve sonunda
teslim olacakları bu gerçeklere, önceleri savaş açmışlardır.
Hatta, ilmi ve fikri araştırmalar sonucu, bilinenlerin aksine yeni bir durumla karşılaşan ve
insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseler dahi, ilk önce bu yeni gerçeğe inanmakta
kendileri bile zorlanmış ve kendi kendilerini aşmak için bir hayli uğraşmışlardır.
Ancak asıl zorluk bu yeni gerçekleri ve orijinal fikirleri, başka insanlara anlatırken ortaya
çıkmaktadır.
Çünkü belirli bir çizgide şartlanmış ve klasik kalıplara göre düşünmeye alışmış
topluluklar,düşünce sistemlerini ve değer ölçülerini altüst eden bu yeni iddiaların sahiplerine
önceleri aldırmayacaklar, ama sonraları saldırmaktan da geri durmayacaklarıdır.
Bütün Peygamberlerin, mücedditlerin, müçtehidlerin, ilmi keşifler yapan mucitlerin
başlarına gelen belaların ve halk tarafından yapılan saldırıların gerçek nedenini işte buruda
aramak lazımdır.
Böyle herhangi bir gerçeği bulan ve bilen kimselerin “başkaları beni kınar ve karşı çıkar”
düşüncesiyle bunları saklaması, hem ilim ve insanlık adına işlenen bir haksızlıktır, hem de
korkaklıktır.
Elbette bir insanın “benden başka herkes yanılıyor, doğrusu yalnız benim söylediğidir”
demesi çok zor ve risklidir. Ancak, gerçekten herkes bu konuda yanılıyorsa ve doğrusunu da
sadece kendisi biliyorsa, o halde ne yapacaktır?
Bu kişi şahsiyetli bir ilim adamıysa ve hele bir Müslümansa “kınamak ve ayıplamak
korkusuyla” asla gerçeği gizlemeyecektir. Taşlanmayı ve dışlanmayı göze alarak doğru bildiğini
söyleyecek, sabır ve metanetle beyinlerdeki buzların çözülmesini bekleyecektir.
Çünkü bu gibi zatları önceleri “Deli” diye horlayan kalabalıklar bir gün “Veli” diye tutup
ellerini öpecektir.
Astronominin üstatlarından KEPLER, gezegenlerin güneş etrafında daire şeklinde değil,
elips şeklinde bir yörüngede seyrettiğini ve yine meşhur GALİLE, dünyanın düz değil yuvarlak
82
olduğunu ve döndüğünü iddia ettikleri için başlarına gelmeyen kalmamıştı.Ancak ne var ki
söyledikleri ve savundukları konuda, herkes yanıldığı halde onlar haklıydı...
Hz. Meryem, Allah tarafından bir hikmet ve ibret olarak, hiçbir erkek dokunmadan Hz.
İsa’ya hamile kalmıştı. Bu durumun kendisi için büyük bir nimet ve fazilet olduğunu, Allah’ın
muradı ve mucizesi bulunduğunu elbette o da anlamıştı. Ancak bu gerçeği insanlara anlatmak
ve inandırmak çok zor ve zahmetli olacaktı. Belli
bir zaman yalanlanacak, ayıplanacak ve
dışlanacaktı. İşte bu yüzdendir ki “Keşke bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim (ta ki
korkunç sıkıntıları çekmeseydim, iftira ve isnatlara uğradığımı görmeseydim)” diyordu.115
Yani sabrın meyvesi tatlı, ama kendisi çok acı oluyordu.
Hz. Yakup, Filistin’de oturduğu halde, ta Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un (AS) kokusunu
duyuyor, onun yaşadığını biliyor, ama yine
de, kesinlikle inandığı bu gerçeği açıklarken
“kendisine bunak denmesinden korkuyordu”116
En başta yakın çevresinin ve duyan herkesin, peşinen karşı çıkacağı ve aleyhinde
kullanacağı bazı gerçekleri ilan ve isbat etmek , olgun bir şahsiyet, sağlam bir teslimiyet ve
tam bir cesaret ister.
Ham karakterli
ve zayıf
metanetli
insanlar,
kınanmak ve dışlanmak korkusuyla,
inandıkları gerçekleri söyleyemez ve savunamazlar. Çünkü insanların çoğu, haklılığa değil,
kalabalığa bakarlar. Yani bir nevi “Hakka değil, halka taparlar” Bu ülkede çağımız şartlarına
ve sorunlarına uygun bir hizmet düzeni... Ve hareket disiplini ile ilgili esasları bundan 20-25
sene önce açıkladığımız ve yazdığımız zaman, niceleri karşımıza çıkmış ve aleyhimize
çalışmıştı?!.. Bugün aynı gerçeklere sahip çıkan niceleri,
o zaman bizi susturmak ve
suçlamak için iftira kampanyaları bile başlatmıştı...
Metot olarak siyasi hareketin ne denli Sünnetüllaha ve mevcut standartlara uygun
olduğunu, ilmi gerekçelerle anlattığımızda, önceleri karşı çıkanlar sonunda kabul etmek
zorunda kaldılar. İşte bunlar gibi... İslam’ın medeniyet ve Mehdiyet dönemiyle ilgili olsun.
Davamızın başarı ve bereketiyle ilgili olsun... Dava önderinin ve ona sadakat ve teslimiyet
gösterenlerin mutlu ve muhteşem
akıbetleriyle ilgili olsun.
Milli Görüşün ülke
ve dünya
çapındaki plan ve projeleriyle ilgili olsun... Resmi ve sivil kurumlar oluşturarak şeytanları
şaşkınlığa ve çaresizliğe uğratan
gizli
ve açık çok
önemli tedbir ve teşkilatların
hazırlanmasıyla ilgili olsun... bildiklerimiz ve beklediklerimiz de bir gün mutlaka gerçekleşecek
ve Rabbimiz Kur’an’da vaat ettiklerini bize gösterecektir!...
Asırlar boyunca ezilmenin ve üzülmenin karşılığı, nihayet kader bizi de sevindirecek ve
“son gülen iyi gülecektir”.
115
116
Ali İmran : 140
Nebe: 26
83
Kimisi aklı yatmadığından, kimisi kıskandığından dolayı, hatta en yakınlarımızdan ve
en yetkililerimizden gördüğümüz hakaret ve haksızlıklar yüzünden Hz. Meryem misali ölümü
özlediğimiz günler yaşarız!.
Hz. Yakub’un korktuğu başımıza gelir: Bunamış derler, deli derler, casus derler, cahil
derler!...
Ama sonunda hakkın hatırına ve davasının aşkına sabredenler kazanır. “İnnallahe
meassabirin. Vel akibetü lil müttakin...” Allah sabredenlerle
beraberdir. Ve akibet
müttakilerindir.
Evet, hayatla beraber, Hak ile Batıl mücadelesi de devam etmektedir.
“Biz (galibiyet ve hakimiyet) günlerini (ve dönemlerini) insanlar (toplumlar) arasında
dolaştırıp dururuz.”117 Ayetinin hükmü ve hikmeti gereği, Hakka ve adalete dayanan İslam
medeniyeti ile
zulüm ve sömürüyü
esas
alan Batıl medeniyetler arasındaki hakimiyet
çekişmesi, Hz. adem’den kıyamete kadar sürüp gidecektir.
Son İslam Medeniyetinin merkezi ve mümessili olan Osmanlı Devletinde de, cihat ve
içtihat ruhunun körlenmesi sonucu, bir takım zafiyet ve zillet alametleri belirmeye başladı.
Fıtratları haline gelen fitne ve fesatlıkları nedeniyle, hatta hayır ve hizmet gördükleri
ülkelere bile sonunda hıyanete kalkışmaları yüzünden, her taraftan kovulan ve Osmanlının
merhamet
ve müsamahası
ile Selanik ve çevresine sığınan bazı Yahudilerin ifrit
takımı
“Siyonizm’in dünya hakimiyetini kurmak ve büyük İsrail İmparatorluğu hayaline kavuşmak”
üzere, Önce Osmanlı’nın yıkılması gerektiğini bildikleri için, bu amaçla faaliyetlere giriştiler.
Başta iç ve dış ticaret, ithalat ve bankacılık gibi ekonomik faaliyetleri ele geçirdiler...
Basın ve yayın organlarını ve önemli köşe yazarlarını ve kolejler gibi bir takım eğitim
kurumlarını kontrollerine alıverdiler.
Paranın
ve basının gücü ve öteden beri Osmanlıya düşman devletlerin desteği ile
mekteplilerden, medreselilerden,
mülkiyelilerden ve askeriyeden etkili ve yetkili
kişileri
masonluk marifetiyle yanlarına çektiler...
Daha sonra bu gizli faaliyetlerine hem resmi kılıf hazırlamak, hem de daha geniş tabana
yayılmak üzere İttihat ve Terakki Partisini kurdular ve siyasete atıldılar. Böylece hem hükümet
olma imkanına kavuştular, hem de ülke çapında taraftar bulmaya ve kendi düşünce ve
düzenlerine uygun bir topluluk oluşturmaya başladılar...
Derken Osmanlı’yı
yine Siyonistlerin başlattığı I. Dünya Savaşına sokarak,
koca
İmparatorluğu yıktılar ve parçaladılar. Ve çok dikkat çekici bir durumdur ki, Siyonistler ikinci ve
üçüncü sınıf adamlarını, Talat, Enver ve Cemal Paşa gibi masonları, Osmanlının yıkımında
kullandılar ve işleri bitince de bunları gözden çıkardılar. Ama asıl has ve sadık adamlarını
117
Ali İmran : 140
84
Cumhuriyet dönemine sakladılar ve bu gibileri erken ortaya çıkarıp yıpratmadılar ve ucuza
harcamadılar.
Kurtuluş Savaşının başına geçen, daha doğrusu getirilen Mustafa Kemal, hem Sultan
Vahdettin’le hem de İttihat ve Terakki ile irtibat halindeydi. Sultan Vahdettin, strateji gereği
zahiren aleyhte görünüyor ama gizlice Onu destekliyordu. Zaferden sonra Mustafa Kemal
Sultan Vahdettin’i ve onun temsil ettiği zihniyeti devre dışı bıraktı. Belki bununla dış güçleri
oyalamayı ve stratejik bir küçülme ile
tabii sınırlar içine çekilen Türkiye’yi
korumayı
amaçlamıştı.
Ama ne var ki bütün yeryüzünde olanca vahşet ve dehşetiyle yaklaşık bir asırdır hüküm
süren Siyonist saltanatı artık başlamıştı... Ama bu elbette böyle sürüp gidemezdi.
“(O yaptıklarına) uygun karşılık olarak”118
“Kim bir kötülük yaparsa, onun aynen misliyle karşılık görür”119 gibi ayetlerinde ifade ve
işaret buyurduğu gibi, Siyonizm’in sömürü saltanatını yıkacak ve yeryüzünde Hakkı Hakim
kılacak hareketin de, tamire, tahribatın yapıldığı yerden başlaması ve aynı türden karşı
tedbirleri alması gerekiyordu. Hem sünnetullah ta böyle istiyordu.
Önce, Türkiye’de, İslam ülkelerinde ve tüm yeryüzünde etkili ve yetkili kesimlerle çok
özel ve önemli ilişkiler kurulmalı ve uzun vadeli bir plan hazırlanmalıydı...
Yüksek bürokratlardan generallere, köşe yazarı ve televizyon yorumcularından iş
çevrelerine kadar, çeşitli seviye ve statüdeki insanlara kendi konumlarına uygun roller ve
projeler dağıtılmalıydı.
Zira, kale içten işgal edilmiş ve yine içten kurtarılmalıydı...
Daha sonra bütün bu hazırlık ve hizmetlere resmiyet ve meşruiyet kazandırmak ve
davayı halk tabanına yaymak üzere parti kurulmalı ve giderek işçileri öğrencileri ve tüm halk
kesimlerini kapsayacak ve kucaklayacak şekilde, her sahada teşkilatlanmalıydı...
Sonunda,
toplumu inandırarak
ve desteğini alarak demokratik yollarla
hedefe
varılmalıydı. Ama iktisadi, askeri, siyasi ve fikri yönünden caydırıcı bir güce sahip olmadan,
sadece halk desteğinin bir işe yaramayacağı da asla unutulmamalıydı...
Ve derken... yıllardır beklenen ve özlenen mutlu ve muhteşem
değişim ve tarihli
hesaplaşma çoktan başlamıştı...
Her din ve düşünceden
bütün insanların
barış
ve bereket içerisinde
yaşayacağı,
haysiyet ve hürriyet güvencesinde olacağı, “lider ülke Türkiye” sevdalıları artık yola çıkmıştı...
Dejenere edilmiş demokrasinin de, laçkalaşmış Laikliğin de gerçek rayına oturacağı
günler yaklaşmıştı...
118
119
Nebe: 26
Gafir (Mumun) : 40
85
SİYASETTE İSTİKAMET
Kur’an’ın ilk muhatabı Efendimiz (SAV) ve asahabı kiram dır. (RA)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti gelince Hz.
Peygamberimiz “Hud Süresi beni
ihtiyarlattı” buyurmuşlardır.
“Ey iman edenler (hakkıyla) iman ediniz!”
“Şeytan büyük düşmandır, peşine gitmeyiniz!”
“Sakın islam düşmanlarını dost edinmeyiniz ve onlara güvenmeyiniz!”
“Sizden olan (ve başınızda bulunan) emir ve yetki sahiplerine mutlaka itaat (ve irtibatlı
hareket) ediniz!” mealindeki ayetler gelince ve Aleyhissalatü vesselam Efendimiz onları sık sık
ikaz edince, Ashabı Kiram “Allah ve Rasullü bize güvenmiyor mu? Biz hiç böyle şeyler yapar
mıyız?” dememişler, bütün
bunlardan ders
çıkarmaya
ve dikkatli
olmaya gayret
göstermişlerdir. Zira şeytan büyük düşmandır, nefis ondan taraftır ve zaten insan zaafiyetlerle
müpteladır.
“Akıllı insan başkalarına hitap edilirken kendisi ibret alandır.”
Çok kritik ve tehlikeli bir dönemeçten
geçtiğimiz şu
ortamda, genel olarak İslami
camiada sivrilen şahsiyetlere bir takım hatırlatmalarda bulunmamız, zannediyorum yerinde ve
yararlı olacaktır.
Evet dost acı söyler, ama ilacı söyler!.. Allah korusun, nefsine uyarak, Haklı bir davaya
yan çizen ve gizli hıyanete yeltenen, üstelik kendisine yapılan hayırlı uyarı ve davetleri de
küçümseyen
kimselere,
ceza
olarak cenabı
hakkın kahır ve intikam okları, bunların ya
mallarını, ya canlarını veya imanlarını hedef alır.120
Dünyayı ahirete tercih edip her türlü hile ve hıyanete tenezzül eden... Davalarını ve
dostlarını tepeleyip karanlık mahfiller ve münafık kesimlerle irtibat ve işbirliğine girişen... Ve
nefsü hevalarını ilahlaştırıp şahsi heves ve hesaplarını her şeyin üstünde gören kimselerin
yavaş yavaş imanları çürümeye ve basiret gözleri körleşmeye başlar. Sureti Haktan görünen
Şeytanın şaşırtmasıyla, Gündüz müslümanlarla, gece masonlarla olmayı...Cumaları hocalara,
pazarları Localara yakın dolaşmayı... Görünürde dava adamlarıyla gizlide dünya adamlarıyla
buluşmayı... Bugün dervişlerle yarın keşişlerle kucaklaşmayı “gözü açıklık” sananlar...
Kendi akıllarınca milletimizin ve Milli Görüşçülerin “Nüfus”unu (oy potansiyelini ve seçim
imkanlarını), ABD ve İngiltere gibi dış güçlerin ise “nufuz”unu (yani medyatik ve masonik etkinlik
ve ağırlıklarını) birlikte kullanmayı amaçlayanlar, devamlı aldanır ve harcanırlar!..
Oysa bizzat yaşadığı acı ve alçaltıcı tecrübelerini konuşturan İsmet İnönü’nün dediği gibi
“Büyük devletlerle ilişkiler, ayılarla aynı yatağa girmeğe benzemektedir”
120
En’am: 42-43
86
Süper şeytanlarla, fert olarak değil, ancak cemaat ve teşkilat adına mücadele edilebilir
veya münasebet kurulabilir. Çünkü bir kişi ne kadar zeki ve becerikli de olsa, siyonizm gibi
şeytani organizelerin çarkları arasında kolayca ezilebilir.
Aleyhissalatü vesselam Efendimizin “Bu tür teşebbüs ve temaslara girişenler ya yetkili
AMİR, ya onun tayin ettiği MEMUR değilse, o kişi mutlaka kendi heva ve hesabına çalışan bir
MÜRAİ’dir (Makam ve menfaat düşkünü bir riyakardır)”121 ikazına dikkat edilmelidir.
Bu
tür ilişkiler şayet toplumdan gizli ve cemaatımızın haberi
Teşkilatımızdan ve karargahımızdan gerekli izin
olmadan yapılmışsa...
önceden alınmamışsa... Ve görüşmeler
sonunda edinilen bilgi ve intibalar kurmaylarımıza aktarılmamışsa... Bu yapılan hem çok
yanlış hem de oldukça tehlikelidir.
Unutmayalım ki; davamız ve devletimiz üzerine
asla vazgeçmeyecek
düşmanlıkları
bulunan dış güçlerin diplomatları, şayet birilerimizin yüzüne gülüyor ve onu öne çıkarmaya
gayret ediyorsa, bunun altında mutlaka bir şeytanlık aramamız lazım gelir.
Kara sineklerin hep “yara”lar üzerine konduğu da ayrı bir gerçektir. Öyle ise bize
düşen,
herhalde sağlam
ve sağlıklı
kalabilmektir. Düşman
güçlerin, herhangi birimizi
kullanabilecekleri ve bizden yararlanabilecekleri ümidini taşımaları bile, bizim ya safiyetimizin
veya iman zaafiyetimizin bir eseridir.
Bakınız Sahabe-i Kiramdan Ka’b bin Malik Hz.leri, hem Akabe biatında bulunmuş hem
de Uhud, Hendek, Hayber savaşlarına katılmış ve münkir ve münafıkları rezil eden ve
peygamberimizi öven etkili şiirleriyle, efendimizin özel iltifatına mazhar olmuş bir şahsiyettir.
Ama şeytanın
hilesine ve nefsin dünyalık heveslerine
kapılıp, biranlık tembellik ve
gevşeklik sonucu Tebük seferinden geri kalmış ve bu yüzden durumu kendisi gibi olan üç
sahabiyle birlikte “selam alınıp verilmemek, kendileriyle küsmek ve alakayı kesmek” şeklindeki
bir ceza ile, haftalar ve aylar boyu ilgisizliğe mahkum edilmişlerdi.
Ve nihayet “(Rahata ve menfaata meyletmeleri yüzünden cihattan) Geri bırakılan o üç
kişiye, olanca genişliğine rağmen yeryüzü dar gelmeğe başlamış, vicdani (sorumluluk ve
rahatsızlıkları) kendilerini sıktıkça sıkmış ve ‘artık) Allah’tan başka sığınacak hiçbir makam
ve melce olmadığını (iyice) anlamışlardı. Sonunda (hatalarını terkedip yeniden hayra ve
hizmete) yönelmeleri için Allah onların tevbelerini kabul etti”122 ayetiyle bağışlanmış ve cezaları
sona ermişti.
İşte bu zat ‘RA) anlatıyor: Aradan tam 52 gün geçmişti. Dünya bana zindan haline
gelmişti. Cihattan geri kalmanın ve suçlanmanın utancı ve başta Efendimiz, tüm yakınlarımız ve
arkadaşlarımız tarafından dışlanmanın kıskacı içinde, acaba hayırlı bir haber duyabilir miyim?
ümidiyle Medine sokaklarına çıktım. Şam’dan Medine’ye mal satmaya gelen bir tüccar
121
122
Hadis: Süneni İbni Mace
Tevbe: 118
87
Bizansın Suriye eyaleti durumundaki Gassan hükümdarından bana bir mektup getirmişti. Şöyle
yazıyordu:
“Duydum ki, sahibin sana zahmet ve hakaret
etmekteymiş... Halbuki
sen ilgisizliğe
mahkum edilecek ve eziyet çekecek birisi değilsin. Bu nedenle, gel bize katıl ki, layık
olduğun makam ve mevkii, şeref ve izzeti göresin...”
Bunları okuyunca “işte asıl bela budur!” dedim ve bütün dünyamın kökten karardığını
hissettim. Zira demek ki “Terbiye ve tecziye için aylar değil, yıllar boyu böylesine suçlansam ve
dışlansam bile, yine de asla dinimden ve davamdan dönmeyeceğim ve müşriklere sığınmak
şerefsizliğine düşmeyeceğim
kanaatini
onlara verememiştim ki, bana böyle bir
teklifte
bulunma cesaretini gösterebilmişlerdi”123
Evet, “sürüden ayrılanı
kurt kapar” Teşkilat ve cemaat disiplininden ayrılıp
kendi
kafasına ve kendi hesabına iş yapanları, siyonist kurtlar tez parçalar... Bu duruma düşmekten
şiddetle sakınmalı ve Allah’a sığınmalıyız.
Miting ve konferans için geldiği Malatya’da misafir kaldığı bir evde, Selamet döneminde
bizim idare heyetimizde bulunup sonra ANAVATAN’a geçen birisi “Ben gafil insanlarımızı
şuurlandırmak ve kurtarmak maksadıyla oradayım” şeklinde bir mazeret ileri sürünce, Erbakan
Hoca şunları söylemişti:
“Sele kapılarak boğulma tehlikesi geçirenleri kurtarmak isteyenlerin, önce kopmaz bir
urganla sağlam bir kulpla bağlanmaları gerekir. Aksi halde sadece yüzme becerisine
güvenip azgın sulara atlayanlar, kendi canlarını bile tehlikeye atıp boğulabilir.”
Velhasıl sadakat ve samimiyetle gösterilecek bir bağlılık gereklidir ve değerlidir. Ama
şahsi ve nefsi girişimler her zaman tehlikelidir ve unutulmasın ki –haşa- Allah’ı atlatmak ve
aldatmak asla mümkün değildir.
“Yoksa (her türlü) kötülük (ve nankörlük)leri
yapanlar, bizi atlatacaklarını mı
zannediyorlar?”124 ayetine kulak vermelidir. Zira Allah “imhal eder ama ihmal etmez” Yani belli
bir zaman
mühlet verip insanın yularını uzatır, ama sonunda, Onun hesabı kesindir ve
intikamı çetindir.
Evet, uçurumun kenarına yaklaşıldığı bir noktada bile, yanlış gidişatını fark edip geri
dönmek, yine de bir fazilettir ve faydalıdır.
Ancak, artık uçurumdan aşağı düşerken, pişmanlık göstermek ve feryat etmek ise, çok
geç kalınmış ve yararsız bir çırpınıştır.
Nefsi arzularına ve şeytani duygularına kapılanların sonu hüsran ve pişmanlıktır.
İnsana yakışan her konuda sorumlu ve şuurlu davranmak ve tuttuğu yolun sonunu
akıldan çıkarmamaktır. Yanlış ve zararlı bulduğumuz davranışları elbette uyarmalı, hayırlı ve
yararlı fikirler üretip anlatmalı, ama pire için yorgan yakmamalıdır.
123
124
Bak: 1-Sahihi Buhari – Ka’ab hadisi, 2- Tevbe 118 ayetinin tefsiri Hak Dini Kur’an Dili – Elmalı Hamdi Yazır)
Ankebut: 4
88
Çünkü, kendi sorumluluk sahamızda “hüküm”lerle amel etmek, ama bütün gelişmeleri ve
özellikle neticeleri “hikmet”le değerlendirmek, insana manevi bir huzur veriyor... İlahi kudretin
kader programını nasıl icra ettiğini ibret nazarıyla seyretmek gerekiyor.Bu arada iradesi cüz’i,
kendisi
aciz, ama
gaflet
ve hıyaneti nihayetsiz “nefis”lerimizin nasıl
imtihanlardan
geçirildiklerini ve elendiklerini görmek ise insanı ürkütüyor!..
“Rağbet, akibetedir” yani, “sonuç”lar önemlidir. Bugünkü sıkıntılı gelişmelerden ziyade,
yarınki tatlı neticeleri düşünmelidir. Ve asla acele etmemeli ve ümitsizliğe düşmemelidir.
Zira dünya genelinde insanlığın hayrına çok ciddi ama tedrici değişme ve gelişmeler
gözlenmektedir. Türkiye’de ise, can çekişen bir canavarın son çırpınışlarına benzer hırçınlıklar
sergilenmektedir.
Rantiye rejiminin rotu kırılmış, raylardan çıkmak üzeredir... Soygun ve sömürü sisteminin
artık sonuna gelinmiştir... Despotizm
düzeninin direkleri
çok yakında devrilmek üzere
temelinden çürümektedir.
Aman Allah’ım bu
gidiş,
cahiliyye dönemi İran’daki
Kisranın saray
sütunlarınn
çöküşüne ne kadar da benzemektedir.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin eserlerinden büyük ölçüde etkilenen Nostradamus’un
bir
kehaneti daha
yaşanacak,
tutmuş “1996-2001 ve sonrası yıllarda Amerika’da önemli skandallar
karanlık sırlar ifşa olacak ve çok
ilginç geçişler ve değişimler yaşanacak”
şeklindeki tahminleri zuhur etmektedir.
Zira Amerikan tarihinde ilk defa Yahudi Lobisi’nin adayı olan Dole başkanlık seçimlerini
kaybetmiş, Clinton masonik mahfillere rağmen ikinci kez Beyaz Saray koltuğuna yerleşmiş,
Siyonist senaryosu olan uçkur skandalları bile para etmemiş ve yine Birleşmiş Milletler ilk defa
Amerika’ya, Irak’a tek başına müdahale izni vermemiştir. Kısaca ABD’deki Siyonist hakimiyeti
şimdi
bir hezimete doğru
sürüklenmektedir. Ve yine Yahudi Lobilerine karşı Bush’un
kazanması önemli bir gelişmedir. Ve hele 11.Eylül saldırıları, süper güç efsanesini bitirmiştir.
İsrail, sonunu sezmiş olmanın telaşı içinde, mazlum Filistin halkına çılgınca saldırmak ta
ve bütün bir dünyayı yeni bir maceraya sürüklemektedir... İsrail halkının önemli bir kesimi,
saldırgan Şaron Hükümeti’ni Siyonist maceralarından vazgeçirmek için harekete ve muhalefete
geçmiştir.
Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye, Orta
Asya dirilmeye ve İslam Alemi kendine
gelmeye başlamış görünmektedir.
Türkiye’deki bugünkü karanlık ve karmaşık tabloda, aydınlık yarınlara bir nevi, manevi
hazırlık mahiyetindedir. Zira “zalimler Allah’ın adalet kılıcıdır” denmiştir. Ekonomik talan ve
ahlaki tahribatlar yetmiyormuş gibi, şimdi irtica ile mücadele perdesi altında hazırlanan vahşet
projeleri bile umuyoruz çok hayırlı neticeler verecektir.
Evet bu tür dayatmalar müslümanlara müslümanlığını hatırlatacak, maalesef baygın
bulunan İslami ruhun dirilmesine vesile olacaktır.. Çünkü haliyle, etki tepkiyi doğuracaktır.
89
Bu tür zulüm ve zorbalıklar, münafıkların maskelerini düşürecek,sahtekarları ve din
istismarcılarını ortaya çıkaracaktır...
Demokrasi ve Laiklik adına, koyu bir despotizmin ve La-diniliğin (Dinsizliğin) hüküm
sürdürülmek istendiği herkes tarafından kesinlikle anlaşılacaktır.
Bu barbarca baskılar sonucu, Müslüman halkımız inşallah bilenecek, bilinçlenecek ve
daha bir hız ve heyecan kazanacak ve demokratik bir intikamla tarihi sandık ihtilaline
hazırlanacaktır.
Ve tabi her şeyden önce insanımız düşünmeye başlayacak ve bu tür haksızlıklara
müstehak olmadığımızı anlayacak ve sorumluluk duygusuyla kendi sorunlarımıza sahip
çıkacaktır.
Şu ortamda bize düşen sakin ve sabırlı olmak ve asla aceleci davranmamaktır.
Ama
ne var ki “İnsan aceleci
(bir tabiatla) yaratılmıştır. (Oysa
Cenab-ı Hak)” size
ayetlerini (ve vaat ettiklerini mutlaka) göstereceğim. Benden acele istemeyin” diye ikaz
buyurmaktadır.125
Buna rağmen “İnsan hayra dua ettiği gibi şerre de dua eder (kendisi için iyi mi olur, kötü
mü olur, bilmeden her şeyi ister). Zira insan pek acelecidir”.126
Halbuki
“sevdiğimiz ve acele istediğimiz pek çok şeyin hakkımızda
şerli ve zararlı,
hoşlanmadığımız pek çok şeyin ise hakkımızda hayırlı ve yararlı olabileceği bir gerçektir”.127
Ancak yine
umduklarına
de insan “Hazır ve peşin olan
kavuşmak
hususunda acele ediyor
menfaat ve makamları
istiyor, dünyalık
ve maalesef ahireti ve ebedi
cenneti
terkediyor”.128
Oysa “Şayet Allah insanlara, hayrı hemen istedikleri gibi, şerri de acele varseydi,
elbette onların eceleri bitirilmiş (kökleri kesilmiş) olurdu. Fakat (işledikleri küfür ve kötülükler
yüzünden) Allah’a kavuşmayı “O’nun vadine ulaşmayı) arzulamayan kimseleri (bir müddet)
kendi sapkınlıkları içinde ve şaşkın bir vaziyette bırakmak”129 Allah’ın takdiridir.
“Öyle ise (irtica diye islamla savaşan) inkârcı zalimleri ve onları azdıran şeytanları (ve
mason locaları) hakkında acele
sayıyoruz”
130
etme! Biz onlar için (vadedilen hezimet günlerini) tek tek
buyuran Cenab-ı Hakk’a güvenmelidir.
“O halde, azim sahibi peygamberler gibi sen de sabret. Zalimler ve hainler hakkında
acele etme! Onlara vadedilen azabı (yakında) gördükleri gün, sanki dünyada çok az bir
zaman kalmış gibi düşünecekler (başlarına gelen beladan ve kötü sondan dolayı yaşadıkları
saltanat dönemleri kendileri için zillete ve nedamete dönüşecetk) tir.131
125
126
127
128
129
130
131
Enbiya: 37
İsra: 11
Bakara: 216
Kıyamet: 20-21
Yunus: 11
Meryem: 83-84
Ahkaf: 35
90
Velhasıl dünya bir değişime hazırlanıyor. Türkiye güzel günlere doğru hızla akıyor!
Siyonist şeytanların şatoları bir bir yıkılıyor. Milli Görüş’ün mühteşem medeniyeti yaklaşıyor!
Bütün bunlar iyi de “benim şahsi beklentilerim nasıl ve ne zaman gerçekleşecek? Özel
intikam duygularım ne
zaman dinecek?” diye acele
edenlere cevap olacak şu
ayetleri
hatırlatalım:
“De ki, acele istediğiniz şey eğer benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızdaki
iş hemen bitirilmişti. (Ne var ki) gaybın (bütün) anahtarları Allah’ın indindedir. Onları Allah’tan
başkası asla bilemeyecektir. O, karada ve denizde (büyük küçük) ne varsa hepsini bilir. Onun
ilmi (ve iradesi) dışında bir yaprak bile dalından düşmemektedir. O, yerin (derin ve gizli)
karanlıkları içindeki (en küçük bir tohum) tanesini bile bilir... Yaş ve kuru (DNA hücrelerinden
galaksilere kadar alemde) ne varsa her şeyin
(plân ve programı) bir Kitabı Mübin’dedir.
(Allah’ın sonsuz ilminde ve İlahî bilgi merkezindedir).132
Konumuzu bazı Hadis-i Şeriflerle bağlayalım:
“Acelecilik şeytandan, teenni
(dikkat ve sükunetle iş görmek ve sabırla sonucu
beklemek) Rahman’dandır”.
“Ey nas! Ağır ve sakin olunuz! Hayır ve başarı acele etmekle elde edilmez”133
132
133
En’am: 58-59
Sahih-i Buharî Muhtusurı: C.6, No: 815
91
MİLLİ SİYASETTE YENİLEŞME Mİ, DEĞİŞME Mİ?
Bizim inancımız ve anlayışımız açısından daha güzele ve daha mükemmele doğru bir
“Gelişme ve Yenileşme” tabiidir ve gereklidir. Ama zihniyet ve hedef terketmeyi ifade eden bir
“Değişim” ise kesinlikle yanlıştır ve asla yararlı değildir. Zira biz Hakka tabiiyiz ve hayırlı bir
davayı temsil etmekteyiz... Hak ise asla “değişmeyen doğrular” demektir. Zamanın ve şartların
başkalaşmasıyla değişebilen şeyler, Hak olma özelliğini kaybedecektir.
Evet, daha yeni ve yumuşak söylemlere, daha kuşatıcı ve kurtarıcı eylemlere girişilmelidir.
Toplumun farklı kesimlerini temsil yetkisi ve yeteneği olan şahsiyetlerle vitrin
ve vizyon
zenginliğine elbette gidilecektir... Velhasıl, toplumu özlenen ve gözlenen huzur ve hürriyet
ortamına kavuşturacak kutlu bir hedefe ulaşmak üzere, yeni siyaset ve stratejiler geliştirilebilir
ve denenmelidir. Ancak ilmi ve insani prensip ve projelerden asla vazgeçilmeyecektir.
Bir hareket, tıpkı bir meyve gibi, veya kelebek gibi, tekamüle doğru giderken farklı
şartlarda farklı biçimler alabilir. Yani şekli değişebilir, ama aslı değişmez. Metot ve manevralar
değişebilir, ama maksat ve mahiyet değişmez. Farklı kesimleri kucaklamak ve toplumun her
tabakasına ulaşmak üzere vitrin ve vizyon değişebilir, değişmelidir. Ama beyin ve misyon
değişmez.
Kabuk ve kemiyet (sayı çokluğu ve nicelik) değişebilir, değişmeli ve gelişmelidir. Ama
karakter ve keyfiyet (Öz kalite ve nitelik) mutlaka muhafaza edilmelidir.
Şimdi mutlu sona yaklaşırken, yeni bir evreden ve devreden geçmekte olan Milli Görüş
cephesinde de, elbette daha kapsayıcı ve daha kucaklayıcı yeni bir vitrin ve vizyon değişikliğine
gidilecektir. Bu durum tabiidir ve gereklidir. Ancak bunu fırsat bilen bazı fesatçılar vizyonuyla
beraber misyonunu da değiştirmeye, camiamızı ilke ve ideallerinden de vazgeçirmeye
çalışıyorlar ki buna asla müsaade edilmeyecektir ve zaten mümkün de değildir. Zira bu Milli
Görüş’ün kendi kendisini inkarı ve intiharı demektir.
Refah kapatıldıktan sonra
kurulacak yeni partinin : “a)Temel zihniyetinden ve tabii
zemininden saptırılması, b)Genç ve yenilikçi bir ekibe bırakılması, c)Eski imaj ve söyleminden
uzaklaşması, d) Böylece hem Türkiye gerçekleriyle uzlaşması, e)Hem de dünya ile
entegrasyonun kolaylaşması, f)ve bütün bu aşamalardan sonra da kendisine iktidar vizesinin ve
garantisinin sağlanması gerektiği” yolundaki teklif ve telkinler, hem malum garazlı medyada hem
de maalesef marazlı basında gündemde tutulmuş, Fazilet döneminde daha da yoğunlaşmıştır.
Acı ve alçaltıcı sonuç ortadadır.
Demek istiyorlar ki “
Yeni oluşum” milli ve manevi değerlerinden, ahlaki ve hukuki
hedeflerinden, ilmi ve insani görüşlerinden, Dünya sömürü düzeni ve emperyalizm aleyhindeki
söylemlerinden vazgeçsin. Yeryüzündeki hakim ve zalim zihniyetin ve ülkemizdeki işbirlikçilerin
hoşuna gidecek suni bir vitrin ve vizyonla ve mutlaka dava kurmaylarının kontrolü dışında
yeniden şekillensin!?.
92
Ey zavallılar bu dava, “Dünya Düzeni” dediğiniz siyonizmin ve “ülke gerçekleri” dediğiniz
sömürü sisteminin uyumlu bir parçası ve payandası olmak için değil, tam aksine, bu batıl ve
barbar zihniyetin panzehiri olmak, Hak ve adalete dayanan Yeni Bir Dünyayı kurmak üzere yola
çıkmış ve artık hedefine yaklaşmışken, onu yozlaştırmaya ve yolundan saptırmaya gücünüz
yeter mi zannediyorsunuz?
Öyle “Küreselleşmek”, “Dünya ile bütünleşmek”, “Türkiye gerçeklerini benimsemek” gibi
uyduruk sözlerin, “Siyonist
sömürü düzenini ve şeytanın Dünya hakimiyetini kabullenmek”
anlamına geldiğini bilmiyor muyuz?
Milli Görüşün yerine, ikide bir “Yenileşme, gençleşme, değişme” diye geveledikleri şeylerin
ise aslı şudur: “Dünya siyasetinde Siyonist Lobilere, ekonomide ise IMF ’ye teslim olun... Bu iki
tavize asla yanaşmayan Erbakan faktöründen kurtulun...” Ondan sonra isterseniz demokrat
Müslüman partisi kurun,hatta isterseniz Suud gibi şeriat düzeni oluşturun!..
Çünkü IMF ve Dünya Bankası marifetiyle Siyonizm’in tüm insanlığı sömürerek kazandığı
kirli para 4 trilyon dolardır. Ayrıca Yeşil Kağıt (Dolar) yoluyla 1 trilyon, Sarı kağıt (Tahvil) yoluyla
1 trilyon ve Beyaz kağıt (rezerv) yoluyla ayrıca 1 trilyon olmak üzere, toplam her sene tüm
dünyanın sırtından 7 trilyon dolar, yani 6 milyar insanın her birisinden yılda 1200 dolar kazanan
Siyonizm’e ve dünya siyasetini yönlendirdiği paravan kuruluş BM’re tabi ve teslim olursanız,
“Dünya ile uzlaşmış ve Türkiye gerçeklerini kavramış” sayılacaksınız.!
Daha açıkçası, “yenileşme” perdesi ve bahanesi altında, yıllık geliri Türkiye’nin ulusal
gelirinden fazla olan Ford , yıllık geliri Endonezya’dan fazla olan General Motor, yıllık geliri
Pakistan’dan fazla olan Uni Lever ve yıllık geliri Mısır’ın yıllık ulusal gelirinden fazla olan Nestle
çikolata gibi, çok uluslu Siyonist şirketlerin ve ABD’li Rockefeller ve İngiliz Rotshild gibi Yahudi
ailelerin kurduğu Gizli Dünya Devletine ve Şeytanın hakimiyetine hazır ve razı olacaksınız!...
Ama bununla beraber biraz İslamcılık, biraz çağdaşçılık, biraz demokratçılık rolü oynamaya da
hak kazanacak ve iktidar olma şansını yakalayacaksınız!.
İyi de eğer bütün bunları kabullenir ve yaparsak, Siyonizm’in bir alt kümesi olmaz mıyız?
Masonik merkezlerin bir yan kuruluşu sayılmaz mıyız? Biz nice yıllık bir emeği ve birikimi, kendi
elimizle suya atacak kadar saf mıyız? Hayır. Zayıf iradeli beş-on kişiyi ayartıp koparabilirsiniz...
Ama bu hareketi milli hüviyetinden ve hedefinden ayıramazsınız!..
Bu arada, daha düne kadar bizleri “Taviz vermekle, ürkek hareket etmekle” suçlayan,
“daha net ve sert söylemlerle ortaya çıkmalıdır” iddiasında bulunan ve hatta kendi gerçeklerimizi
“demokrasi, laiklik, insan hakları” gibi çağdaş kurum ve kavramlarla ifade etmemizi bile küfür
sayacak kadar saçmalayan, entel geçinip bilgiçlik bulutlarında dolaşanların da bugün “Değişim
olgusundan” ve “Dünya ve ülke gerçekleriyle uyuşmadan” bahsetmeleri ve davanın kurmaylarını
“katılık ve kapalılık”la itham etmeleri de oldukça dikkat çekicidir ve hayret vericidir!...
Bu davayı tabii liderinden ve temel zihniyetinden uzaklaştırmayı amaçlayan “Değişim”
girişimleri de aslında bayatlamış ve kokuşmuş bir numaradır...Daha önce ve tabi masonik
93
mahfillerce kaç kere denenmiş fakat başarılamamıştır. Çünkü Milli Görüş davası, kiminle
başlamıştır? Kiminle nice engelleri aşmış ve bu günlere taşınmıştır ve yine ancak kiminle
olgunlaşacak ve mutlu sona ulaşılacaktır? Sorularının cevabı açıktır. Zira genç bedenler, olgun
beyinlere muhtaçtır. Şayet, “Yenileşme”den maksat Milli Görüş bünyesinde, farklı kadro ve
kademelerdeki kan ve kabuk değişimi ise, bu zaten gereklidir ve devamlı yapıla gelmektedir. Ve
bu tür değişiklikler ve yenilikler bundan sonra da sürecektir. Yok eğer yenileşmeden maksat
“görüş ve hedef değişikliği” ise, bu aslını inkar etmekten başka bir şey değildir.
Zira Milli Görüş; eskimeyen yeniyi, pörsümeyen güzelliği, değişmeyen gerçeği ve asla
vazgeçilemeyen değerleri temsil etmektedir. Milli Görüş çağlar üstü bir hakikat nizamını
kurmakla görevlidir ve yalnız Müslümanların değil, tüm insanlığın sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ve hamdolsun ki tüm Milli Görüşçüler sorumluluklarının ve imtihan olduklarının
bilincindedir.
Özal’sız bir ANAP’ın, Demirel’siz bir DYP’nin ve Türkeş’siz bir MHP’nin başına
gelenlerden ibret alacak bir şuur seviyesindedir.
Evet, başkalarının tecrübelerinden ders çıkarmak ve tedbir almak en ucuza kazanılan bir
hayat bilgisidir.
Ama aynı acı tecrübeleri bizzat yaşamaya mecbur bırakacak bir gaflet ise, sonu pişmanlık
ve perişanlık olan çok pahalı bir ibret dersidir.
Ve bizim inancımıza göre “görev istenmez verilir”.
Haydi artık! yeni bir hız ve heyecanla, sessizlerin nefesi, çaresizlerin tepkisi, kimsesizlerin
sesi ve 70 milyonun temsilcisi olmak ve ülkemizde;
1-Gerçek demokrasinin tesisi,
2-İnsan haklarının kamilen yerleşmesi,
3-Kişi ve kurumlara tam özgürlüğün verilmesi,
4-Hukuk devleti kavramının mutlaka hayata geçirilmesi,
5-Ve milletimizin refah seviyesinin hızla yükseltilmesi
amacıyla yola çıkan “Saadetli oluşumda” buluşmak, kucaklaşmak ve birlikte hedefe ulaşmak
üzere... Her dinden, her kavimden ve her düşünceden insanımızla birlikte barış içinde ve
karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde yaşanacak bir Türkiye’yi yeniden oluşturmak gayesi ve
gayretiyle...
94
SİYASİ VAHDET
Herhangi bir ülkedeki
milli ve manevi gelişmeleri, kendi
içinde bölmek ve birbirine
düşürmek veya onun benzerini ve sahtesini karşısına çıkarıp tabanını parçalamak suretiyle
önünü kesmek, bu da olmazsa, kanun dışı sayıp, kapatmaya yeltenmek, Siyonizmin ve dış
güçlerin en çok kullandığı şeytani metotlar halini almıştır.
Bu maksatla, çıktığı ülke şartlarına münasip ve müsait metodlarla başlayan ve adım
adım hedefine yaklaşan Milli hareketlerin kendi içinden, güya “daha takva liderler ve daha
tavizsiz yöntemler” ortaya atarak, kısır tartışmalarla
müslümanların
birbiriyle
uğraşması
amaçlanmıştır.
Bakınız, Aliya İzzet Begoviç, tam 50 yıla yakın bir zamandır, İslami şuurun uyanması
ve Bosna Hersek Devleti’nin ortaya çıkması için amansız bir mücadele vermektedir.
Ta
1949 yılında
“Genç Müslümanlar” oluşumu içindeki
faaliyetlerden ötürü, Tito
rejimince 5 yıl hapse mahkum edilmiştir.
1970 yılında meşhur “İslam Bildirisi”ni hazırlamış, 1980 “Doğu ve Batı Arasında İslam”
kitabını yayınlamıştır. Ve bu yüzden yine Kominst rejimin hışmına uğramış, 14 yıl mahkumiyet
cezasına çarptırılmış ve en çetin zindanlarda 9 yıl hapis yatmıştır.
Arkasında Demokratik Hareket Partisini (SDA) kurmuş ve Milli Görüş’ün Aziz liderinin
telkin ve tavsiyelerini esas alarak yaptıkları seçim çalışmaları
sonucu 1. Parti
konumuna
çıkmış ve nihayet Yugoslavya’nın dağılması üzerine, kurulan Bosna-Hersek İslam Devleti’nin
Cumhurbaşkanlığı makamına ulaşmıştır.
Aliya İzzet Begoviç gibi iman ve cihat ehli birisinin başında bulunduğu “Bosna Hersek
İslam Cumhuriyetinin” ortaya çıkışı, Avrupalıların kin ve düşmanlığını kabartmış ve bunu
“İsrail’in rövanşı ve intikamı” olarak algılamışlardır. Daha önce, nasıl kendileri dünyanın
dört bucağından Yahudileri toplayıp gemilerle Filistin’e taşımış ve İslam aleminin göbeğinde
bir çıban
başı olarak
İsrail’i kurdurmuş iseler, Avrupa’nın ortasında Bosna-Hersek İslam
Devleti’nin ortaya çıkışını da buna benzetmişlerdir. Tabi ki bu yanlış ve haksız bir kıyastır.
Çünkü Boşnak müslümanlar, başka yerlerden toplanarak oraya getirilmiş değildir. Asırlar
boyu kendi öz yurtlarının sahibidir. Ama buna rağmen, Sırp kafirinin bütün Avrupa’ya verdiği
mesaj şudur;
“Eğer Avrupa’nın
göbeğinde
İsrail’e rövanş olacak bir İslam Devleti’nin kurulmasını
istemiyorsanız, bizim bu askeri hareketimizi direk veya dolaylı yollardan destekleyiniz.”
İşte dış güçler, Bosna Hersek’teki İslami dirilişi boğmak ve Boşnak müslümanları bir
birine karşı
kullanmak ve kırdırmak için,
Pasiç ve Abdiç gibi sahte
kahramanları İzzet
Begoviç’e karşı kışkırttılar.
Pasiç’e “Bosna Müslüman Organizasyon (MBO) partisini” kurdurdular ve SDA’yı güya
pasif hareket etmek ve İslamdan taviz vermekle suçlayarak Begoviç’in karşısına çıkardılar.
95
Abdiç ise bir batı ajanıydı ve mazlum Bosna halkına gönderilen yardımları zimmetine
geçirecek ve kendi adına İsviçre bankalarına bloke edecek kadar alçak bir adamdı.
Sözde barış meleği(!) Lord Owen bile, Cenevre barış görüşmelerine özellikle Abdiç’in
katılmasını savunmaktaydı.
Aynı şeytan planı daha önce Pakistan’da, Afganistan’da, Sudan’da... Velhasıl İslami bir
hareketin geliştiği ve güçlendiği her yerde uygulandı.
Ve şimdi, gelelim Türkiye’ye... İnsanımızın cemaat ve teşkilat şuurundan... Huzur ve
hürriyet ortamından mahrum bulunduğu bir dönemde, özlenen ve gözlenen bir lider ortaya çıktı.
Parti, vakıf, dernek, sendika, gazete gibi gerekli ve çeşitli teşkilatlar kurdu... “İslam Birleşmiş
Milletleri, Askeri
Savunma Paktı, İslam Ortak Pazarı” gibi
unsurlarının önemi üzerinde durdu. Yalnız müslümanları
evrensel
vahdet ve kuvvet
değil, bütün insanlığı kurtaracak ve
kuşatacak “Adil Düzen” projelerini ortaya koydu. Ve adım adım mutlu ve mübarek hedeflere
doğru koşulurken, önce bazı hastalıklar ortaya atıldı. Neymiş Efendim;
“Bu iş partiyle olmazmış!. Rabbani metodlar kullanılmalıymış!.. Tavizsiz olunmalıymış!..
Daha takva birisi bulunmalıymış?” gibi dışı hoş-içi boş lafları ortalığa yaymaya ve müşteri
bulmaya başladılar.
Bu maksatla, dış güçler ve malum çevreler, milli iradenin kesin iktidarını önlemek için,
Milli Görüşü içten yıkmaya ve hatta kapatma yolunu aramaya koyuldular.
Ve ardından, bu milli hareketin yerine, karanlık odayla uyuşacak yeni çıkışlar oluşturmaya
çalıştılar. Ama kirli kanın vücuttan atılması dışında kendilerine aldanan tek bir kişi
bulamayacaklar. Yani Mescid-i Dıranın çağdaş örneklerini deniyorlar. Şöyle ki, Asrı Saadette
Medine’li
Dubaya Oğullarından Ebru amir Bin Sayfi adında birisi vardı. Cahiliyye devrinde
Rahipliğe özenir, sahte peygamberlik taslardı. Aleyhisseletü vesselam Efendimiz Medine’ye
hicret edince, Ebu Amir beş-on müridiyle birlikte Mekke’ye kaçtı. Bedir’de müşriklerle beraber
İslam’a karşı savaştı. Uhud ve Hendek’te müşrik ve münafıkları kışkırtmaya çalıştı. Mekke
fethinde yine gizlice firar edip Taife sığındı. Taifte alınınca da Şam’a kaçtı.
Efendimiz ve Ashabı, Tebük seferine hazırlandıklarında çeşitli bahanelerle cihattan
kaytarıp Medine’de kalan münafıklar, çok iyi bir hatip olan Ebu Amir’i Şam’dan Kuba’ya
çağırdılar. Sözde Ebu Amir Müslüman olacak ve münafıkların başına geçecekti.
Ebu Amir, Kuba’da ayrı bir mescid kurmalarını önerdi.
Münafıklar ileride Efendimizin bir nevi genel merkezi durumundaki mescidine rakip olacak
şekilde, Kuba’da yeni bir mescid yapmaya başladılar.
Hz. Resulullah bu girişimdeki şeytani amaçları sezdi ve elebaşlarını ikaz etti. Onlar “bizim
kötü bir niyetimiz yoktur” diye yemin ettiler.
Ebu Lübabe gibi safdil sahabeler bile, mescidin yapımına yardımcı oldular.
Peygamberimiz (SAV) tam Tebük seferine çıkarken, münafıklardan bir heyet gelip “Biraz
uzak olduğu ve özellikle hasta ve sakatların, yağmurlu karanlık gecelerde, Kuba mescidine
96
gitmelerinde zorluk bulunduğu için, yeni bir mescid açtıklarını ve Efendimizin burada namaz
kılmasını arzuladıklarını” bildirdiler.
Asıl niyetleri bu şeytani planlarına resmiyet ve meşruiyet kazandırmaktı.
Hz. Resulullah (SAV), “sefere çıkmak üzere olduğundan şimdilik gelemeyeceğini, belki
dönüşte ziyaret edebileceğini” söyledi.
Tebük Seferi dönüşünde , Efendimize Medine yakınlarındaki Zi Ervan mevkiinde
konaklamışken, yine münafıklar gelip, yeni mescitlerine götürmek istediler. İşte bunun üzerine
şu ayeti kerimeler vahyedildi.
“(Yapılan bütün davete rağmen Tebük için umumi seferberliğe katılmayanlar arasında) Bir
de ( (İslam cemaatine ve teşkilatına) zarar vermek ( Hz. Peygamberin ve İslam liderinin hakkını)
inkar ve nankörlük etmek, müminlerin arasını açmak ve nifak çıkarmak ve daha evvel Allah ve
resulüyle devamlı savaşmış olan (Ebu Amir gibi adamların işbaşına gelmesini) sağlamak üzere,
yeni mescid açanlar ve (münafıklarını gizlemek için) “iyilikten başka bir niyetimiz yoktur.” Diye
yemin edecek olanlar da vardır.”134
Bunun üzerine Efendimizin emriyle, münafıkların yaptığı mescid-i Dırar yıktırıldı.
Şimdi, Milli İradeyi iktidara taşımak, devlet ve hükümet imkanlarını Hakkın emrinde ve
halkın hizmetinde kullanmak üzere yeniden kurulan ve artık hedefine yaklaşan, hazır bir parti
varken, kalkıp aynı arsada ve aynı amaçlarla yeni partiler kurmak elbette aynen mescid-i
dırardır.
Milli Gençliğe yönelik vakıflar dururken, tutup aynı sahada ve nefsi hesaplarla başka
vakıflar açmanın sonucu hüsrandır.
Avrupa’da aynı camiada, Milli Görüş Teşkilatına rakip teşkilatlar kurulması ve ikilik
çıkarılması, mutlaka fitne ve fesattır.
Bunun gibi, inancımızın ve insanımızın dili, gözü ve kulağı hükmünde olan Milli cephedeki
gazetelerimiz hala bulunması gereken noktaya çıkaramamışken, kalkıp aynı kimlikle ve aynı
kesime hitaben, izinsiz ve istişaresiz başka gazeteler çıkarılması her yönüyle zarardır, ziyandır...
Çünkü, her türlü itaatsizlik ve irtibatsızlık manevi bir marazdır. Merkezden kopuk ve kendi
başına buyruk hareketler, nifak ve tefrikaya açılan bir kapıdır.
“Onlar’a (Teşkilat ve cemaat düzeninden ve cihat disiplininden kaçan ve kendi başına
buyruk davranan fasık ve münafıklara) güven veya korku verici (Müslümanları tedbirsizliğe veya
endişeye sevk edici) bir haber gelse, onu hemen yayarlar... Halbuki o haberi peygambere veya
aralarındaki emir sahibi yetkililere iletip sorsalardı, aralarında anlayış ve akıl sahibi olanlar, onun
ne olduğunu (bu haberin yalnışlığını veya doğruluğunu, yayılıp yayılmaması hususunu) bilip
öğrenirlerdi. Eğer size Allah’ın lütfu ve merhameti olmasaydı (böyle teşkilattan kopuk rast gele
haber ve yorum yazmaktan ve yaymaktan dolayı) pek azınız hariç, şeytana uyup gitmiştiniz.
134
135
Tevbe: 107
Nisa: 83
135
97
ayeti kerimesi de özellikle geçiş döneminde basın ve yayın hizmetlerinin mutlaka izinli istişareli
ve irtibatlı yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
98
FAZİLETLİ SİYASET
“Siz insanların (iyiliği) için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz”136 ayetinde işaret
buyurulan iman ve anlayış olgunluğuna mutlaka ulaşmalıyız.
Sadece kendi yandaşlarımızın ve dindaşlarımızın değil, farklı din ve dünya görüşlerine
mensup insanların ve özellikle mazlumların, yani her ne sebeple olursa olsun zulme
uğrayanların ve temel insan haklarından mahrum bırakılanların sesi ve hamisi olmak
durumundayız.
Kabadayılık veya kahbelikle başkalarına hakaret ve haksızlık yapan kimseler, şiddete ve
kaba kuvvete başvurup saldırganlaşan tipler hariç, herkesin ve her kesimin, bize ters düşen ve
hoşumuza gitmeyen söylemlerine ve eylemlerine de katlanmalı ve saygı duymalıyız.
Değişiklik ve çeşitlilik, hayatın ve fıtratın kaçınılmaz bir parçasıdır ve artık buna
alışmalıyız.
İnsanların ekonomik,sosyolojik ve psikolojik özlemlerini,-demokratik düzlem içerisinde
kalmak koşuluyla- ifade etme özgürlüğünü kısıtlar ve kıskanırsanız, haliyle bu, kırgınlıklara ve
kutuplaşmalara yol açacaktır. Evet dışladıklarımızın, sonunda bize düşman olacaklarını
unutmamalıyız.
Bize göre yanlış ve yararsız da olsa, doğru ve hayırlı zannederek herhangi bir görüşe
samimiyetle sahip çıkan ve savunan insanlara, onların ilgi ve bilgi seviyesinden yaklaşarak
gerçeği anlatmalı, kabullenmeseler dahi, medeni ve insani davranışlar içinde olmalı; ama bazı
düşünce ve değerleri sadece istismar eden münafıkları da iyi tanımalı ve her kesimi bu
sahtekarlara karşı uyarmalıyız.
Saadet Partisinden, sömürü saltanatları yıkılacağı, haksızlık ve ahlaksızlık fırsatları
tıkanacağı için korkup kaçan kesimler olduğu gibi,Milli Görüş iktidarının kendilerine hayat ve
hürriyet hakkı tanımayacağı propagandasına kapılan kesimler de vardır...Ve bunların durumu ve
tutumu birbirinden oldukça farklıdır.
Öyle ise bizden boşuna ürken bu kesimlere zannettikleri gibi olmadığımızı ispatlayacak
duyarlı ve tutarlı yaklaşımlar içinde olmalıyız.
Asıl bizleri birbirimize kışkırtan münafıkları ortaya koymalı ve onları devre dışı
bırakmalıyız.
Laiklik ve demokrasi simsarlığı yapan sahtekarları da...İslam’ın edebiyatını yapan ama
masonlarla anlaşan din istismarcılarını da...Milli Görüş davasına makam ve menfaat aracı
olarak bakan, eline verilen fırsatları ve makamları yıllardır çile çeken vatan evlatlarına reva
görmeyip masonlara miras bırakan marazlıları da aradan çıkarıp, toplum olarak asgari
müştereklerimiz
kucaklaşmalıyız.
136
Ali İmran:110
olan
“huzur
ve
refah
içinde
birlikte
yaşama”
noktasında
anlaşıp
99
Daha doğrusu hem zorbalara, hem istismarcılara ve hem de münafıklara karşı, ortak ve
onurlu bir cephe açmalıyız. Evet, biz kendimizi Türkiye’nin geleceği ve garantisi sayan Milli
Görüşçüler olarak, farklı kesimlerin haklı taleplerine de sahip çıkmalıyız.
İmam-Hatipliler
kadar,çevrecilerin
girişimlerine
de,tarikat
ehli
kadar
milliyetçilerin
hassasiyetlerine de... Başörtü meselesi kadar, memurelerin beklentilerine de,Güneydoğu
sorunları kadar,gençliğin isteklerine de biz tercüman olmalıyız.
Kendi değerlerimiz ve doğrularımız içerisinde, başkalarının yanlışlarını eritebilmek için,
onlara samimiyet yaklaşmalı ve gönül kapılarımızı herkese açmalıyız...Farklılıklardan korkup
kaçmamalı, tam tersine onlardan yararlanmalıyız.
Hiçbir dönemde ve hiçbir şekilde robot gibi tek tip insan yetiştirilemeyeceğini
unutmamalıyız.
Başkalarına saygı gösterdiğimiz kadar saygınlığımız artacak, insanları bağışladığımız ve
kötülüklerine iyilikle karşılık verdiğimiz kadar dostlarımız çoğalacaktır.
Bütün bunları yaparken de, kendi kimliğimizden ve kişiliğimizden taviz vermeğe ve siyasi
görüşümüzü gizlemeğe de gerek kalmayacaktır.
Mertlik ve netlik şiarımız olmalıdır. Özgürlük ve demokrasiyi yalnız kendimiz için değil,
herkes için istememiz lazımdır.
Şiddete ve anarşiye başvurmadan, başkalarının huzuruna ve haysiyetine tecavüze
kalkışmadan, her kesime inandığı gibi yaşama ve düşüncelerini konuşma, yazma ve yayma
hakkı sağlanmalıdır.
Bu gibi temel haklarını kısıtladığınız ve yasakladığınız grupların yeraltına çekileceğini ve
hepten kontrolden çıkıp anarşi ve teröre dönüşeceğini aklımızdan çıkarmamalıdır.
Üstelik, insanları yanlış ve zararlı istikametlere yönlendiren, başta batıl ve bozuk sistemler
ve özellikle çoğu gizli masonik merkezlerdir. Perde arkasındaki hain patronları bırakıp, aldatılan
piyonları düşman bilmek ve onlara hücum etmek, aslında şeytanların ekmeğine yağ sürmektir.
“Ey iman edenler hep birlikte barışa girin. Sakın şeytanın peşine gitmeyin”137
“Müslümanlar! Aranızda selamı yaygınlaştırın!(Hadisi Şerif)mealindeki ayet ve hadisler de
bize, herkesle hoş geçinmeyi öğütlemektedir.
Zaten “İslam” kelimesi “Silm” kökünden barış anlamını içermektedir.
Öyle ise, Saadet iktidarından asla korkulmaması gerektiğini sözle değil, fiilen göstermemiz
Milli Görüşçülere düşmektedir.
Farklı düşünen kesimlerle sadece sıcak ilişkiler kurmayı ve kucaklaşmayı değil, hatta
onlarla ortak hizmet ve faaliyet sahaları tespit edip işbirliği yapmayı ve yardımlaşmayı bile
düşünmeli ve gerçekleştirmelidir.
137
Bakara: 208
100
Kısaca, artık “tepkici ve dar çerçeveci” durumdan çıkıp, “etkili ve geniş daireli” bir konuma
geçmelidir.
Sağcısı, solcusu, şehirlisi, köylüsü, hayırlısı, suçlusu...Velhasıl toplumun her kesimi kendi
arzularının Saadette yankılandığını görmelidir. Erbakan Hoca’nın olumlu ve ılımlı yaklaşımları
prensip haline getirilmelidir.
Madem Türkiye’de, bu cennet ülkede birlikte yaşayacağız...Öyle ise birbirimize
katlanmaya ve bazı nimetleri paylaşmaya alışacağız!..Hepimiz buna mecburuz, buna
mahkumuz!..
“Müslüman, başka müslümanların, onun elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.
Mü’min ise diğer insanların, canı ve malı hususunda kendisinden emin oldukları
kimsedir”hadisi şerifi, müslüman olsun olmasın, fitne çıkarmamak ve anarşiye karışmamak
şartıyla, herkesin hakkına saygı göstermeyi emretmektedir.
Uğraşılacak kesimlerle uzlaşılacak kesimleri iyi belirlemelidir. Uzlaşmamız gereken
kesimlerle kavgalı olmak, ama uğraşılması ve mücadele yapılması gereken masonik
merkezlerle barışmak ise, gaflet ve ahmaklık belirtisidir.
Velhasıl Adil bir Düzen’e ve yeni bir medeniyete yürüyen Milli Görüşçülerin artık barış
fedaileri gibi hareket etmeleri ve kapalı gönülleri fethetmeleri gerekmektedir.
İnsanlar genellikle, kendi arzu ve ihtiyaçlarını dile getiren, duyguları ve değerleri
doğrultusunda yaşama fırsatı veren şahsiyetleri ve sistemleri putlaştırırlar. Bazı münafık
mihraklar da bu putlara sahip çıkarak,bir sömürü ve istismar saltanatı oluştururlar.
Ve insanlar bu putlara saldıranları kendi öz çıkarlarına ve benimsedikleri hayat tarzlarına
saldırmış sayarlar.
Öyle ise
ihtiyaçlarını
Donkişot gibi taşlara ve tağutlara sataşmak
dile getirip seslendirmek ve onların
üretmek suretiyle, onların ümidi
ve güveni
yerine , insanların arzu
dertlerini sahiplenip sorunlarına
haline gelmek, toplumları
sahte
ve
çözüm
tanrıların
tuzağından kurtarmanın en emin ve etkili yoludur.
Onların
putlarına
sövmek
ise hem dinen, hem de
siyaseten
yanlıştır. Hem
kolaycılıktır ve ucuz kahramanlıktır.
Biz ise kolaycılığı değil, kalıcı ve yapıcı olanı tercih etmek zorundayız vesselam...
de
101
SİYASET VE MİLLİ GÖRÜŞ
Cenabı Hakkın biz kullarına, biri ayetle diğeri hadisle sabit olan, iki önemli garantisi
vardır:
1-İyi niyet ve samimiyetle Hakkı
arayan, doğru ve hayırlı
olanı bulmaya çalışan
kimselere, er veya geç hidayet edecek ve gerçeği gösterecektir.
2-Bildiği ve becerdiği kadar helal ve haram çizgisinde ve istikamet üzerinde gidenler, yani
ilmiyle amel edenlere
de, Allah bilmediklerini ve bilmesi gerekenleri öğrenmeyi nasip ve
müyesser edecektir.
Ve tabi bunların tersi de geçerlidir. Yani niyeti halis olmayan, inandığı için değil,
makam ve menfaat için haklı bir hareketin içinde bulunan kimselerin, eninde sonunda ayağı
kayacak ve ayrılıp gidecektir!
Bunun gibi ilmiyle amel etmeyen, doğru bildiklerinin tersine hareket eden kimselerden
de, Allah ilmin izzetini ve bilgisinin bereketini giderecek, onları bilgisiz ve seviyesiz kimseler
durumuna düşürecektir!
Bugün
sağcısından solcusuna, mankeninden, futbolcusuna, Batılısından Doğulusuna
ANAP’lısından Doğruyolcusuna, sade vatandaştan üniversite hocasına kadar her kesimden
ve herkesin artık Saadete yöneldiğini görmek ne büyük bahtiyarlıktır. Askeri sivili, Alevisi
sünnisi, dindarı sosyetesi, eğer kurtuluşu Milli Görüşte arıyor ve aramıza katılıyorsa, elbette
buna sevinmek ve kendilerini tebrik etmek gerekir.
Ama içimizden bazılarının bu mutlu gelişmelerden rahatsız olduklarını ve aramıza yeni
gelen kardeşlerimize soğuk baktıklarını görüyoruz.
Eski meslekleri artistlik veya askerlik olan, belki
daha önce inkarcı
ve ateist olan
kimselerin şimdi gerçeği görüp aramıza gelmelerini “Saadetin saf suyunu bulandırmak, Milli
Görüş’ü amacından ve anlamından uzaklaştırmak” şeklinde düşünenleri ve böylesi yersiz ve
gereksiz endişelere düşenleri asla haklı bulmuyoruz... Evet bazı durumlarda özellikle dikkatli
olmamız gerektiğine inanıyoruz ve bu konudaki hassasiyete katılıyoruz.
Ama unutmayalım ki, ta Mekke Fethine kadar Efendimize ve Ashabına olmadık hakaret
ve hıyanetleri reva gören insanların bile, o gün iman etmeleri ve İslam’a girmeleri kabul edilmiş
ve her birisi zahirde sahabe şerefine yükselmiştir.
Bunların bir kısmının zamanla
bazı
sıkıntılara
sebep oldukları elbette göz ardı
edilmemelidir! Ve özellikle stratejik noktalara, elbette sadakati defalarca denenmiş kimseler
getirilmelidir.
Bugün de Saadete yeni katılan kardeşlerimiz arasında öyle özel marifetler ve öyle güzel
kabiliyetler bulunacaktır ki, bunların başarılı
sevindirmelidir.
hizmetleri ve samimi gayretleri elbette
bizleri
102
Yok eğer “Bu yeni gelenler yerimizi daraltır, makam ve menfaatlerimizi elimizden alır” diye
düşünenler varsa, merak etmesinler, herkesin hakkı ezelde tayin ve takdir edilmiştir. Ve mutlu
son, muttakilerindir.
Bu konuda şu ayetin ikazına kulak verilmelidir.
“Ey iman edenler! Allah yolunda çarpışırken, iyice araştırıp anlamaya çalışın. Dünya
hayatının
geçici menfaatlerini
gözeterek, size
söyleyene) : “Hayır, sen mümin
selam verene (ve müslüman olduğunu
değilsin!” demeyin (Bizi
gölgede bırakır, köşemizi
koltuğumuzu elimizden alır düşüncesiyle onları dışlamayın ve karalamayın) Çünkü Allah’ın
yanında daha çok ganimetler (ve tükenmez hazineler) vardır... (İnsafla düşünün) önceden siz
de
onlar gibiydiniz. Allah size lütfetti de (İman ettiniz ve hidayete erdiniz) Öyle ise iyice
araştırın (Anlayıp dinleyin ve peşin hüküm vermeyin) Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.”138
Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz:
“Tevbe
eden bir kimseyi
geçmişteki
günahlarından dolayı
kınamak onu
manen
katletmek gibidir” buyurmaktadır.
“İnsanlara gönül alıcı güzel bir söz söylemek (tatlı bir nasihat etmek, daha önce yaptığı
ve yapacağı kötülükleri örtmek ve) affetmek, peşinden başına kakılacak maddi bir iyilik ve
sadakadan bile hayırlı sayılmıştır.”139
“Yalan yanlış yemin edip duran bayağı kimselerin, herkesi kınayan ve söz taşıyan
kişilerin, hayırlara engel olan, saldırgan ve günahkar kimselerin, kaba, kırıcı kişilerin...” Allah
yanında kıymeti yoktur.”140
Unutmayalım ki Milli Görüş Hak ve hayır kapısıdır ve herkese açıktır... Elbette ilklerin
önemi ve önceliği olacaktır, kıdem hesaba katılacaktır... Ama yeni gelenleri dışlamaya ve
“Niye şimdiye kadar gelmediniz?” diye suçlamaya asla hakkımız olmayacaktır.
Bizi seven, bizi beğenen, bize gelen elbette bizdendir... Çünkü kişi sevdikleriyle
beraberdir (Hadis)
Peygamberimize
gelip “Kıyamet ne zamandır Ya Resulullah? diye
soran bir zata,
Efendimiz: “O gün için ne hazırladın (sen ona bak) buyurdular. O da: “Hiçbir hazırlığım yok.
Fakat ben Allah’ı ve Onun Resulünü gerçekten seviyorum” dedi. Bunun üzerine Efendimiz
(SAV) Ona şu müjdeyi verdiler: “öyle ise sen sevdiklerinle berabersin...”141
İnsana yakışan hem davranışlarıyla hem de düşünceleriyle İslam’a uymaktır.
Ancak, zahiri davranışlarıyla İslam’a uygun görünüp, düşünce ve düzen olarak Batılı ve
zulmü destekleyen kimselerden ise, Dış görünüşü ve davranışları hala eksik ve yanlış olsa
da, zihniyet ve sistem olarak Hakkı seven ve savunan kimseler, elbette daha kıymetli ve
138
139
140
Nisa: 94
Bakara: 263
Kalem: 11-13
103
daha hayırlıdır. Öyle ise Batıldan bunalıp Hakka dönenlere, geçte olsa gerçeği görenlere ve
aramıza gelenlere ve de geleceklere:
“Erenler,
hoş sefa Geldiniz!..
Safımıza şeref
verdiniz” diye
karşılamalı ve kucak
açılmalıdır.
Ve unutulmasın ki, Milli Görüş hayır ve hizmet yarışıdır. Saadet ise şimdilik bunun kabuğu
ve kılıfıdır. Belirli bir süreç içerisinde kabuğun ve kılıfın giderek değişmesi ve daha da
güzelleşmesi ise kaçınılmazdır ve bu durum gayet doğal karşılanmalıdır.
Öyle ise
son zamanlarda
entel bilinen kesimler ve Milli
Görüşçü bazı
meşhur
şahsiyetler arasında “Saadet Partisi din değildir” sözünün çok sık kullanılmaya başlanması da
hatalıdır.
Çünkü, bir gerçeğin eksik ifade edilmesi, yanlış anlaşılmasına neden olacağından,
yanlıştır ve zararlıdır.
Evet “Saadet Partisi elbette din değildir. Ama hem millete hem de manevi değerlere
hizmeti
hedeflemiştir. Yani
Saadet Partisi, gayesi, gayreti
ve asli
inancımızın çizgisindedir ve İnsanımızın hizmetindedir. Velhasıl, asla
hüviyeti bakımından
İslam’ın dışında
ve
karşısında değildir.
Ve bu iddiayı maalesef her siyasi
parti
için
söylemek
mümkün
ve münasip
düşmeyecektir. Ve zaten herkesin böyle bir iddiası ve ideali de gösterilemeyecektir.
Milli Görüş, faizsiz bir ekonomik düzeni kurmaya çalışıyor. Bu dinimizin emri olduğu
kadar, aklı selimin de gereğidir.
Milli Görüş, servet ve üretim
vergisi
amaçlıyor. Bunu dinimiz istediği gibi,
vicdani
kanaatin de gereğidir.
Milli Görüş, İçki, fuhuş ve kumardan toplumu kurtarmak istiyor. Bu dinin hedefi olduğu
kadar, müsbet ilmin de gereğidir.
Milli Görüş, İslam Birliği kurulsun diye
çırpınıyor. Bu
dinimizin gayesi olduğu kadar
insanlığın da menfaatinedir.
Milli Görüş,
Her din ve düşünceden
bütün insanların temel hak ve hürriyetlerini
koruyacak ekonomik, askeri ve siyasi yönden güçlü ve güvenilir bir dünya düzenini savunuyor.
Bu da yine, hem dinimizin hem de insani değerlerin gereğidir.
Saadet Partisi’nin aklın, vicdanın ve insanlığın gereği olarak savunduğu gerçekler, İslami
kurallara da uygun düşüyor diye, “Saadet Partisi Din Partisidir” demek yanlıştır ve yersizdir.
Öyle ise bu sözü “Saadet Partisi din değildir. Ama dinin ve de tüm insani değerlerin
hizmetindedir. Bu bakımdan sahip çıkmamız gereklidir” şeklinde ifade etmezsek, o takdirde
“Saadet Partisi de diğer partilerden birisi gibidir. Öyle ise ona destek ve değer vermek ve farklı
görmek yersizdir” manası çıkar ki, bu açıkça haksızlık demektir.
141
Buhari, Tecridi Sarih: 1495
104
Bu konuda “Parti araçtır, amaç insandır” sözü daha değerli ve gerçekçidir.
Bakınız Cenab-ı Hakkın, kamil manada kendisine ait olmakla beraber, ismen ve kısmen
insanlarda ve diğer canlı varlıklarda da bulunabilen “Hayat, İlim, İrade (dilemek), Kudret (gücü
yetmek), Semi (işitmek), Basar (görmek), Kelam (söylemek)” gibi Subutî sıfatları için ulema
“Bunlar Allahû Zülcelal Hz.’lerinin “aynı” sı
değildir ama “gayrı”sı da değildir” hükmünü
vermişlerdir.
Bunun gibi hem geçmişte, hem de günümüzde, İslami gaye ve gayretler ve de duyulan
bazı ihtiyaç ve mecburiyetler neticesinde ortaya çıkan haklı ve hayırlı mezhep, meşrep,
meslek ve tarikatler için de benzer bir ölçüyü kullanmak yerindedir.
Evet, Hanifilik ve Şafiilik mezhepleri Dinin aynısı değildir, ama gayrısı da değildir.
Kadrilik ve Nakşilik tarikatleri, dinin aynısı değildir, ama gayrısı da değildir.
Nurculuk ve Süleymancılık meşrepleri Din’in aynısı değildir, ama gayrısı da değildir.
Kaldı ki Milli Görüş daha farklı ve kuşatıcı bir konum arz etmektedir. Ülkemizde bir
müslüman, mezhep bakımından hem hanifi hem şafii olamaz. Tarikat bakımından hem kadri
hem nakşi olamaz. Meşrep bakımından hem Nurcu, hem Süleymancı olamaz... Kavmiyet
bakımından hem Türk hem Kürt olamaz. Zaten olması da gerekmez. Ama hem Hanifi hem
Saadetli olabilir. Hem Nakşi hem Saadetli olabilir. Hem Nurcu hem Saadetli olabilir. Hem
Süleymancı hem Saadetli olabilir. Velhasıl Sünni de, alevi de, mü’minde, gayri müslimde
Saadetli olabilir ve oluyor.
Çünkü Saadet Partisi bir mezhep, bir meşrep bir tarikat veya bir kavmiyet hareketi
değildir. Birisinin Saadetli olması için kendi mezhebini, meşrebini, tarikatını ve kavmiyetini
terketme mecburiyeti de yoktur.
Bilindiği gibi İslam hem Hak Din dir, hem de Adil bir Düzen önermektedir.
İslam’ın iman ve ibadet kısmı özeldir. Sadece inananlar için geçerlidir.
İslam’ın “Adalet” kısmı ise geneldir ve tüm insanlar için gereklidir.
Saadet ise, “Adil Düzen”e talip
müslüman
ve sahiptir. Öyle ise Saadetli
olmak bile gerekli değildir. Başka
bir ifade
ile
olmak
için ille
de
Saadet; insan olan herkesi
kucaklamak ve korumak mevkiinde ve mecburiyetindedir.
Evet bir tarikat şeyhi müritlerini seçebilir. Belli sıfatları ve standartları taşımalarını şart
koşabilir.
Bir meşrep sahibi kendi müntesiplerini seçebilir. Beğendiklerini tercih edebilir.
Ancak bir devlet
ve hükümet reisinin veya iktidara
talip siyasi
partilerin kendi
mensuplarını seçme hakkı yoktur. Zira bütün vatandaşların sorumluluğunu yüklenmek ve
istisnasız herkese ve herkesime hizmet götürmek mecburiyetindedir.
Yani
Saadet
Partisi
ve hükümeti, bu ülkedeki müslümanın da,
inançsızların da haklarını ve hürriyetlerini gözetecektir.
Hristiyanın da,
105
Hem, Milli Görüşün çok önemli bir özelliği de
manevisi”dir. Ve onlar
şudur: O tüm mazlumların “Şahs-ı
adına mücadele veren organize
bir hareket ve siyasi bir
parti
hüviyetindedir. Bu partinin ismi ve resmi değişse de, hedefi ve mahiyeti asla değişmeyecek ,
Milli Görüş Medeniyeti mutlaka gerçekleşecektir.
Dünya siyonizminin güdümünde organize edilen yeryüzündeki haksızlık ve ahlaksızlık
düzenine karşı, mazlumların da mutlaka bir merkez etrafında toparlanıp ortak ve organizeli
bir güç oluşturmaları kaçınılmaz bir gereksinimdir. Ve işte Milli Görüş bu ihtiyacın neticesi ve
meyvesidir.
Bu konuyu Üstad Bediüzzamanın şu çok önemli tesbitleriyle bitirelim:
“Hem
ehl-i dalalet ve haksızlık
(Sapıklık ve zulüm
ehli)- tenasüd
(dayanışma ve
yardımlaşma) sebebiyle- cemaat suretindeki (teşkilat şeklindeki) kuvvetli bir Şahs-ı manevinin
dehasiyle (Şeytani
zekavet
ve siyasetiyle
müslümanlara ve mazlumlara)
hücumu
zamanında, (Bir merkezi beyin etrafında teşkilatlanmış organize güç olan) o şahs-ı maneviye
karşı, en kuvvetli
ferdi
olan mukavemetin
(bile) mağlub
düştüğünü (şahsi
ve dağınık
hareketlerin başarılı olmayacağını) anlayıp, ehl-i Hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevi
çıkarıp
(Hizmet ve Hakikat ehlinin Emin ve ehil bir
şahsın
liderliğinde toparlanıp ve
teşkilatlanıp) o müthiş şahs-ı manevi-i dalalete (Deccalizme ve siyonizme) karşı, hakkaniyeti
mahafaza (ve mudaafa) ettirmek... (Hem ihlasa kavuşmanın, hem de zillet ve esaretten
kurtulmanın çok önemli bir şartıdır)”142
Bu sözlerin özet anlamı şudur:
Tüm Dünya çapında, ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel yönden biri birine bağımlı ve
bağlantılı
bir
organizeyi
gerçekleştiren zulüm ve sömürü saltanatı olan siyonizme ve
deccalizme karşı,
Ülkemizde de her seviyeden, her statüden ve her kesimden şuurlu insanları bir
merkezi
otorite
etrafında
organize
eden ve yer yüzündeki
diğer
İslami
ve insani
hareketlerle irtibat ve işbirliğine girişen ve böylece bütün mazlumların “Şahs-ı manevisi” yani
mümessili ve hamisi konumuna yükselen- ki bu tarife en uygun oluşumlardan birisi de Milli
Görüştür- bir harekete
ve başındaki
insanlığın gereğidir.
142
Bediüzzaman, Lem’alar. İhlas Risalesi
şahsiyete tabi
ve taraf olmak hem ihlasın, hem de
106
SİYASİ MÜNAFIKLIK
Türkiye, “Çaldığım düdük, dinlemeyen hödük”
güdümünde ve çifte
standartlı bir zihniyetin elinde
143
havasında ve kafasında
perişan edilmektedir. İlmi
olanların
ve insani
değerlere dayanan evrensel hukuk kuralları yerine, “Kanunları biz koyarız, karşı çıkanın
gözünü oyarız” düşüncesinin geçerli olduğu bir “kanun devleti” görünümündedir. Demokrasi ise
bunlar için sadece bir demogoji aletidir. “Yani “hukukun kuvveti” değil “kuvvetin hukuku”
yürütülmektedir.
Geliniz yakın geçmişte Milletimizin hür iradesiyle seçip birinci parti yaptığı ve iktidara
taşıdığı Refah’ın ve Fazilet’in haksız ve dayanaksız gerekçelerle kapatılması karşısında, bu
demokrasi
kılıflı kabadayılık
rejiminin, resmi
temsilcileri
konumundaki
yetkililerin çifte
standartlı tavır ve tepkilerine bir göz atalım.
Bakıyoruz, daha önce 60 ihtilalini ve Yassıada mahkemelerini şiddetle eleştiren, uzun
yıllar, Menderesin mirasını istismar eden ve 7 kere indirilip 8 kere bindirilen Sn. Demirel:
şimdi : “Bir parti kapatmakla kıyamet kopmaz... Yargı kararları tartışılmamalıdır. Herkes
bundan ders çıkarmalı, ayağını denk atmalıdır!” iddiasında ve dayatmasında!..
Şimdiye
kadar,
millet tarafından seçilerek ve hak ederek o makama
gelmeyi asla
becerememiş olan, hep hile ve hıyanetler sonucu başbakanlığa oturan Sn. Mesut Yılmaz “Oh
be, Refah, Fazilet kapandı. Meydan bize
kaldı. Artık siyasetin başaktörü
ben olacağım,
böylece figüranlıktan kurtulacağım” havasında.
Demokrasiyi kendi
partisine
bile
sokamıyan, demogoji kahramanı
sn.
Ecevit,
antidemokratik ve despotik bir tavırla, Refahın ve Fazilet’in kapatılması karşısında nerdeyse
zil takıp oynayacak “Anayasa mahkemesine toz kondurtmayız. Bu yılı, hukuk yılı olarak
kutlamalıyız” demeleri bundan. Kendilerine göre en büyük tehdit ve tehlikeden kurtulduk,
hesabında...
Dört ayaklı D-ANA-SOL hükümetinin yedek lastiği ve sosyete sosyalisti sn. Deniz Baykal
“Kapatılan Refahlılarla demokrasi yararına ve ülke hayrına da olsa, herhangi bir konuda
işbirliği yapmayı” bile içine sindiremiyecek kadar katı ve kavgacı.. Değişimci değil statükocu
ve koyu
bir anayasacı.. O da... “Refah ve Fazilet zaten
kapanacak... Tansu’nun
kellesi
koparılacak... Ecevit iyice yıpranacak... Sağa Mesut, sola Deniz patron olacak?” rüyasında...
Demokrasiye ve demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilere herkesten
önce sahip çıkması ve savunması gereken bazı kimseler ve kesimler, sahtekarlıklarını ve
istismarcılıklarını ilan edercesine, sessiz ve tepkisiz... Timsahın gözyaşları cinsinden beylik
laflarla zevahiri kurtarma sevdasında...
Bizzat anayasa Mahkemesi, anayasayı çiğniyor, hukuku guguka çeviriyor. Zira 103.
maddeye rağmen bir parti kapatılamaz. Bu sefer tutup o maddeyi iptal ediyor. Oysa 103.
143
Hödük: ahmak ve görgüsüz
107
Madde, anayasanın 15. Maddesiyle sözde garanti altına alınmış bulunuyor. Kısaca “sanığın
idamına, suçun ve kanunun ise, daha sonra icadına” karar veriliyor.
Ve yine anayasanın 95. Maddesi görmezlikten gelinip ihmal ediliyor...
Velhasıl Refah Partisini kapatmak ve milli iradeyi safdışı bırakıp “karanlık oda” sistemini
ve sömürü düzenini ayakta tutmak üzere, rejimin bütün rejisörleri ve aktörleri hizmet yarışında.
Ama çok şükür ki millet bütün bu olanları görüp uyanıyor, dikkatle takip edip
değerlendiriyor, Fesatçıları da, fırsatçıları da artık farkediyor ve bunları tarihin çöplüğüne
gömmek üzere seçimleri dört gözle bekliyor!..
Ve tabi bu arada, hakkını yememek lazım. DYP özellikle sn. Tansu Çiller Refah’ın
kapatılmasında gerekli hassasiyeti ve haysiyeti gösterdikleri halde, Fazilet’in kapatılmasında
yan çiziyor!
Ya Erbakan!?.
Kendisine ve partisine reva görülen bunca zulüm ve tahakküm karşısında bile asla telaş
ve tedirginliğe düşmemesi.
Herhalde ve herşeyden önce milletini ve memleketini düşünerek tahriklere ve tahriplere
meydan vermemesi.
Örnek bir cesaret ve ciddiyetle... Yüksek bir feraset ve metanetle. Bunca zorbalık ve
barbarlığa rağmen, yine de hukuki ve ahlaki zeminde mücadeleyi kararlıkla sürdürmesi.
Bir hasta hücre için bütün organı ve bir pire için bütün yorganı gözden çıkaran ve şahsi
makam ve menfaatleri için ülkeyi kaç kere ateşe yakan cılız ruhlu cambazlara karşılık, hayatını,
rahatını, ve her türü menfaatini inancının ve insanlığının hatırına feda etmesi.
Evet bunun takdirini iz’an ve vicdan sahibi milletimiz elbette yapacaktır.
Biz, çifte standart rejiminin ve sözde demokrat geçinenlerin rezaletlerini anlatmaya devam
edelim.
Bunlar, bölücü ve PKK’nın sözcüsü bir parti kapatılırken kıyamet koparırlar, ama Refahı,
Fazileti kapatanlara alkış tutarlar.!
Bizzat silahlı eyleme bulaşmış ve nice masum canlara kıymış birisi hapse atılırken ortalığı
birbirine katarlar, ama İslamcı bir yazar “Kahrolsun İsrail” dediği için mahkum edilirken sessiz
kalırlar.
Erbakan çoğu resmi diyanet görevlisi olan seçkin bir ilim ve irfan erbabına başbakanlıkta
iftar verince, bu olayı partisini kapatmaya gerekçe yaparlar, ama Demirel, düzenin Hocalarının
ödül gecelerine katılır ve kucaklaşırsa bunu keramet sayarlar!.
Bir köylümüz kışın donmamak için dağdan beş kök meşe kesince, katırına ve traktörüne el
koyup kendisini hapse atarlar, Ama Boynuzlu Holdingin ve bazı mason siyasilerin arazi rantı
hatırına İstanbul’un ciğerleri olan Sarıyer ormanları ve İzmit SEKA arsaları tahrip ve talan
edilirken sahip çıkmazlar!.
108
Refahlı bir belediyenin grayderi yol yapım sırasında bir çınar ağacının iki dalını koparınca
Hayrettin Karacanın TEMA vakfı ayağa kalkar, ama kuzen belediye başkanları, kaçak villa
yaptırmak için ormanları kökten ateşe verirken vurdumduymazlar!.
Sosyete ve sosyalist bir feminist hanım uyuşturucu kontrolü için karakola götürülürken yer
yerinden oynar, ama binlerce kızımız başörtüsü zulmü nedeniyle aylarca üniversite kapılarında
kan ağlarken ve 13 yaşındaki imam-hatip kızları coplanırken “bu sözde insan hakları
savunucuları ve demokrasi donkişotları” oralı bile olmazlar!..
On tane Müslüman bir yerde toplanıp “Allah, Allah” diye zikir yaparsa veya Kur’an tefsri
okursa, hemen gericilik hortlar ve tarikat tehlikesi ortalığı kaplar, Ama Siyonist Moon tarikatı
davet edince dörtnala koşarlar!..
Başbağlarda köyü basıp çocuk çoluk demeden 40 kişiyi katleden ve evleri ateşe veren
caniler serbest dolaşırken, Sivas davasında hiç alakası olmayan insanlara 33 idam çıkınca
intikam hırsıyla sevinç çığlıkları atarlar!
Tarih boyunca hıyanet ve gizli cinayet merkezi olmuş Heybeli Papaz okulu açılsın diye
yırtınanlar, 700 imam-hatip okulunun kapatılması karşısında gıkını çıkarmazlar!..
İşte bu iki yüzlü ve şeytan özlü kimselere göre:
Mukaddesata sövmek serbest, ama tağutları yermek ve eleştirmek suçtur.
Mason locasına girmek şeref, bir manevi eğitim ocağına girmek suçtur.
Çıplaklık ve fuhuş moda ve medeniyet, başörtüsü takma ise yobazlık ve suçtur.
Maymundan türediklerini iddia etmek ilim ve ilericilik, Allah tarafından yaratıldığımızı ve
Hz. Ademle Havvadan çoğaldığımızı söylemek ise gericilik ve suçtur!.
Onaltı yaşından sonra Kur’an-ı Kerimi okumak serbest, ama manasını açıklamak suçtur.
Ve hele “Kur’anın emir ve hükümleri uygulansın” diye çalışanlar ise idama mahkumdur!..
Ve acaba, bugünlerde, “namaz ve ibadetler Türkçe yapılsın” diyenler, vatandaşlarımıza,
Kuran ayetlerinin Türkçe meallerini okutup, hepsini birden “Düzenin temel ilkelerini dini esaslara
uydurmak” suçuyla hapishanelere doldurmak için komplo mu hazırlıyorlar?
Öyle ya, biz namaz kılarken, mesela Maide suresinin Arapça aslı yerine şu Türkçe
meallerini okursak acaba ne yapacaklar?
“kim Allah’ın indirdiği (adalet kanunları) ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin, zalimlerin,
fasık ve facirlerin ta kendileridir”144
Ey iman edenler. Yahudi ve Hıristiyan (kafalıları, ve onların şeytani kurum ve kanunlarını)
sakın dost ve yönetici edinmeyin. İçinizden her kim bunları kendine örnek ve yönetici seçerse, o
da artık onlardandır.”145
144
145
Maide: 44-45-47
Maide: 51
109
Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili putlar ve şans oyunları, şeytan işi olan murdar
davranışlardır. Bunlardan (ve bu rezaletleri ülkenize bulaştıranlardan) uzak durunuz ki,
kurtuluşa ulaşasınız”146
Evet, Kur’an yerine Türkçe meali okunsun diyen, çifte standartlı sahtekarlar, söyleyin
bakalım, bunları, hem de bir Cuma günü onbinlerin ağzından koro halinde dinlemeye ve içinize
sindirmeğe hazır mısınız? Yoksa, bugüne kadar bütün şeytanların ve Seddatların yapamadığını,
yani Kur’anı ve anlamını değiştirmeye mi kalkışacaksınız?
Sonuç;
Eğer demokrasi, sandıkta tecelli eden Milli iradeye saygılı olmak ve halkın hür tercihine
razı olmaksa, bu malum ve mel’un kafalar hiçbir zaman demokrat olamazlar. Aslında bunlar en
çok demokrasiden korkarlar. Çünkü milletten ve bu milleti millet yapan değer ve dinamiklerden
kopukturlar.
Milletten kopuk olan, Milli değerlerle kavgalı bulunan ve milli iradenin tercihinden korkan
bu köksüzler, zaten demokrasinin değil despotizmin gayri meşru sonuçlarıdırlar.
Gerçek demokrasilerde buluşmak ümidiyle...
146
Maide: 90-91
110
2. BÖLÜM
Siyonizm ve Türkiye
111
SAMİMİ YAHUDİLER SİYONİZME KARŞIDIR
Hz. Musa’ya inen Tevrat'ın bazı bölümlerini tahrif eden (bozan) ve kendi elleriyle
yazdıkları yalan- yanlış şeyleri "Allah kelamıdır" diye insanları aldatan ve bütün bunlar dünyalık
makam ve menfaat karşılığı yapan147 bazı sapık yahudilerin, New Age gibi Hristıyan tarikatlarını
da yanlarına alarak "bütün dünyaya hakim olma ve İsrail imparatorluğunu kurma "hevesine ve
siyasetine SİYONİZM denilmektedir.
Ancak, yeryüzündeki yahudilerin hepsi siyonist değildir. İnsaf ve itidal ehli yahudilerin de
bulunduğu ve bunların siyonist düşünceye karşı olduğu da bir gerçektir. Öyle ise yahudileri ikiye
ayırmamız gerekmektedir.
1- Siyonist Yahudiler
2- Samimi Yahudiler
1- Siyonist Yahudiler, kendilerin dünyanın hakimi ve efendisi kabul ederler. başka bütün
milletlerin kendilerine köle olmak üzere yaratıldığını düşünürler. Siyonist Haham
Cohen'in
hazırladığı Telmut adlı kitapta şöyle denilmektedir. "Dünya insanları ikiye ayrılır: 1-İsrailoğulları
2- Diğerleri
İsrail seçkin bir millettir ve bu tabii gerçektir"148
Bir başka siyonist Prof. Andre Neher ise şunları söylemektedir.: "İsrail, ilahi adaletin
yeryüzündeki en büyük tecellisidir ve insanlık tarihinin en kutsal meyvesidir. Çünkü İsrail,
dünyanın ekseni, merkezi ve kalbidir"149
2- Samimi Yahudilere gelince: Bunlar bulundukları ülkenin halklarıyla karışık ve barışık
yaşamayı amaçlayan ve siyonist düşünceyi tehlikeli sayan ve karşı çıkan kimselerdir. Bunlar
dindar ama dengeli yahudilerdir. Kur'an'ın işaret ettiği:
“Kalpleri Allah'a karşı saygı ile ürperen ve Allah'a dönüp hesap vereceklerini düşünen"
kimselerdir150
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve salih amel işleyenlerdir"151
"Tevrat'ı tahrif etmeksizin ve hakkını gözeterek okuyan ve hükmünü uygulayan
kimselerdir.152
Evet "Ehli kitabın hepsi aynı değildir. Bunlar içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki,
gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.
Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten men ederler. Hayırlı
işlere koşuşurlar, ve bunlar salihlerdendir.153 "Hz Musa'nın kavminden Hak ile doğru yolu bulan
ve onunla adil davranan bir topluluk buluna gelmiştir"154
147
148
149
150
151
152
153
154
Bakara: 79
Bak: Telmud_Paris: 1986 Sh. 104
Peygamberliğin özü, Levy- 1972 Sh. 311
Bakara: 46
Bakara: 62
Bakara: 121
Ali –İmran: 113-114
Araf: 159
112
İşte bu ılımlı ve olumlu yahudiler, sapık ve saldırgan siyonistlere karşıdırlar. Tabiatıyla
siyonist yahudiler de bu samimi yahudilere düşman gözüyle bakmakta ve kendileri için bir engel
saymaktadırlar.
Asıl amaçları Filistin’de bir İsrail devleti kurup dünya hakimiyetini resmileştirmek olan
siyonist Liderlerden Ben Gourion 1938 de şöyle diyordu:
"Avrupa’daki ve özellikle Almanya’daki yahudileri, şayet İngiltere’ye taşırsam hepsini
kurtaracağımı, ama İsrail’e taşırsam yarısını kurtaracağımı bilsem, ben ikinci tercihi seçerim.
Çünkü bizim için asıl önemli olan yahudilerin hayatını kurtarmak değil, İsrail Devletini
kurmaktır"155
Diğer bir siyonist Tom Segev ise şunları söylüyordu:
"Siyonist düşüncede olan 10 bin yahudi, bizim için yürüyen cenazelerden farksız olan ve
sadece kuru bir yük sayılan bir milyon asimilasyoncu yahudiden önemlidir"
Hatta İsrail’e göç etmek istemeyen ve siyonist anarşistlere destek vermeyen yahudileri
korkutmak ve İsrail’e göçe zorlamak için siyonist Liderlerin Hittlerle ve nazilerle anlaştığı
bilinmektedir.
Hatta İsrail başbakanı İzak Rabin'i öldüren Yigal Amir adlı genç ne bir deli,nede bir serseri
değildir. O bir haham çocuğudur ve siyonist eğitimin sadık bir öğrencisidir. Kendisi Telaviv
Hahamlık üniversitesinin seçme bir talebesi ve Golan işgalinin gözü kara bir askeridir. Ve işte
Yigal Amir, İzak Rabini güya Filistinlilerle anlaşıp Siyonizm idealine ihanet ettiği gerekçesiyle
öldürdüğünü söylemiştir.156
İşte böylesi batıl ve barbar siyonizm safsatasına karşı çıkan eski ABD Yahudi Birliği
başkanı Haham Elmer Berger, şu gerçekleri dile getirmektedir:
"Ey Yakup ailesinin Liderleri ve İsrail evinin yöneticileri! Beni dinleyiniz! Sizler iyilikten
nefret ediyor ve kötülüğü seviyorsunuz. Siyon'u kan'la ve Kudüs'ü cinayetle kuruyorsunuz. Ama
unutmayınız bu zulüm ve sapıklığınızdan dolayı,sonunda siyon bir tarla gibi sürülecek ve Kudüs
bir moloz yığını haline gelecek ve mabedin dağı putçuluğun merkezine dönüşecektir"157
Siyonizmi çok iyi tanıyan ve yazdığı kitap Fransa'da yasaklanan Müslüman Prof. Roger
Rodi Garaudi ise şu gerçekleri ifade etmektedir: " Tevratta anlatılan Nil ile Fırat arası topraklar
kutsal bir İsrail Devleti için vaad edilmiş vatan olmayıp sadece o devirdeki Peygamberlerin
ümmeti içi bir geçim ve yerleşim bölgesi olarak gösterilmiştir. Yoksa ne dini ne de hukuki açıdan
siyonist Yahudiler için, Allah tarafından imzalanmış bir bağış belgesi mevcut değildir."158
5 Eylül 1921'deki 12.ci siyonist kongreye hitabeden Buber ise şöyle seslenmektedir:
Yivon Geibner, Kudüs C. 12, Sh. 199
Roğer Garaudy İsrial ve Terör Sh. 69
156
Le monte Gazetesinden alıntı, 8 Kasım 1995
157
Hollanda Le iden üniversitesinde, 20 Mart 1968 de verdiği bir konferanstan
158
İsrail –Mit’ler ve Terör, İst. 1996 Sh. 36-37
155
113
"Gerçek Yahudiler ırk'tan önce, dini ve ahlaki bir ahlaka sahiptirler. Yahudiler bir iman ve
maneviyat cemaatinin üyeleridir. Ama siyonist düşünce, ırkçılığı putlaştırmış ve yahudiliği aslı
hüviyetinden uzaklaştırmış gözükmektedir."159 ve yine 1987 yılında Amerika'daki Montrealde
yapılan bir konferansta konuşan Haham İzak Meyer Wies'e şunları söylemektedir:
"Bizler bir Yahudi devletinin kurulmasına ilişkin her türlü girişimi temelinden reddediyoruz.
Böylesi girişimler Yahudi Peygamberlerinin öğretisinden sapmaktan başka bir şey değildir. Zira
gerçek yahudiliğin hedefi siyasi ve milli olmayıp, tam aksine manevi ve ahlakidir."
Ayrıca Almanya Hahamları Birliği, Fransa evrensel İsrail ittifakı, Avusturya İsrail gönüllüleri
ve Londra Yahudi Birlikleri gibi, pek çok Yahudi kuruluşu siyasi ve sömürgeci siyonizmi tasvip
etmemiştir.
Zira Siyonizm, zan ve iddia edildiği gibi dini temellere ve insani hedeflere sahip bir hareket
değil, zorla sindirme ve sömürme esasına dayanan, çok katı ve kötü bir ırkçılık düşüncesidir.
Yani Siyonist yahudiler dini değerlerini, vahşi ideolojilerine sadece alet etmektedir.
Öyle ise siyonizmi 3 başlık halinde özetlemek mümkün görülmektedir.
1- Siyonizm dini, ahlaki ve hukuki bir dava olmayıp sinsi, siyasi ve şeytani bir doktrindir.
Dini siyasete alet etmektedir.
2-
Yahudilikten
değil,
Kabbalistlerden
ve
Avrupa’daki
milliyetçi
hareketlerden
kaynaklanmış, koyu ırkçı ve faşist bir düşüncedir.
3- Başka milletleri sindirmek ve sömürmek hedefine yönelik vahşi ve acımasız bir
harekettir.
Ülkemizdeki PKK hareketi de siyonizmin bir alt kümesi ve küçük bir örneğidir. PKK ile
siyonizmin benzerliklerine , düşünce ve eylem paralelliklerine dikkat çekip bu konuyu bitirelim:
1- Hem siyonizm hem PKK, her ikisinin de amacı, insani değil siyasidir. Rahmani değil
şeytanidir.
Siyonistler için amaç yahudileri kurtarmak ve korumak değil, hedefleri sömürgeci İsrail"i
kurmaktır.
PKK için de asıl hedef, mazlum kürtleri kurtarmak ve huzura kavuşturmak değil, büyük
İsrail'in altyapısını oluşturacak bir Kürdistan'ı kurmaktır.
2- Her ikisi de ırkçı bir temel dayanır. Siyonistler yahudilerin üstün ve seçilmiş ırk
olduğunu iddia etmekte, PKK ise Kürtlerin mağdur ve mazlum olmalarını istismar etmektedir.
3- PKK ve siyonizm her ikisi de asimilasyona şiddetle karşıdırlar. Yani siyonistler
yahudilerin başka ülke haklarıyla karışmasını, PKK'da Kürtlerin diğer müslümanlarla karışmasını
asla istememektedir.
4- Her ikisi de hedeflerine varmada terörü mübah saymaktadır. Ve hatta bu maksatla
siyonistler gerekirse yahudileri, PKK ise kürtleri öldürmekten bile sakınmamaktadır.
159
Martin Buber – İsrail and the World-New York, 1948 Sh. 263
114
Örneğin, Hitlerin tehdidiyle Almanya'dan ayrılıp İsrail'e gitmek yerine, İngiltere'nin elindeki
Maurice adasına yerleşmek üzere Patria adlı yük gemisiyle yola çıkan ve İsrail’in Hayfa
limanına uğrayan yolcu vapurunu, içindeki 252 yahudiyle birlikte havaya uçuran "Naganah"
adlı siyonist terör örgütüydü.
Yine bunun gibi PKK terör örgütü de, sözde kürtlerin kurtuluşu adına devamlı masum ve
mazlum kürtleri katletmeğe devam etmektedir.
5- Aklı selim sahibi yahudiler siyonizme karşı olduğu gibi, büyük çoğunluğu saf ve sadık
müslüman olan Kürtler de PKK'ya karşıdırlar.
6- Hem siyonistler hem de PKK, dini değerleri sinsi ve siyasi emelleri için istismar ve
suistimal etmektedirler. Ve PKK'yı da, son lideri öldürülen Ermeni Sulhaddin Ürük olan
Hizbullahı da, siyonist merkezler desteklemektedir.
Sonuç: Her din ve düşünceden ve her kavimden herkesle olduğu gibi, siyonist amaçlar
taşımayan yahudi vatandaşlarımızla da birlikte ve barış içinde yaşamaya, aynı dünyayı ve aynı
ülkeyi paylaşmaya elbette razıyız ve hazırız.
Ama İslam’ın olduğu kadar, insanlığın da düşmanı ve başbelası olan siyonist düşünceye
karşı ise birlikte savaşmalıyız.
2001 yılı yaz aylarında Güney Afrika’da yapılan Irkçılıkla mücadele Konferansında Kolkola
yürüyen Müslüman ve Yahudi bilginlerini örnek almalıyız.
115
SİYONİZMİN SİYASETİ
Rejimin adı
: Siyonizm
Devletin adı
: Gizli Dünya Devleti
Hükümetin adı
: Bilderberg
Senatonun adı
: Trileteral Commisyon
Dış ilişkiler Konseyi
: CFR
İştigal (meşguliyet) alanı: Bütün dünya
İşgal alanı
: Filistin ve İsrail
İştah Sahası
: Türkiye ve Ortadoğu
(Arz-ı Mev'ud)
Patronları
: Rockefeller (Yahudi Şirketi AB), Rotschild (İngil.)
Karakolları
: Mason Locaları
Devşirme ocakları
: Lions ve Rotary Kulüpleri
Merkez üsleri
: Amerika Birleşik Devletleri
Eyaletleri
: Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan
Sömürgeleri
: Güney Amerika, Avustralya, Japonya, Afrika ve
Asya (özellikle islam ülkeleri)
İşte size, özellikle son bir asırdır, şeytani heves ve hesaplar uğruna dünyayı perde
arkasından yöneten... İnsanlığı anarşi ve savaşların tuzağına iten... Açlığın ve ahlaksızlığın
girdabında inleten... İnsafsızca ezen, sömüren ve sömürdükçe semiren... Ya demokratik hileler
veya despotik ihtilalllerle ve istedikleri kukla hükümetleri iş başına getiren SİYONİZM'in kimliği...
"Gizli Dünya Devleti" dediğimiz siyonizmin, "Görünmeyen hükümeti" gibi çalışan
bilderberg'in asıl üyeleri, seçkin siyonist yahudilerden, yedek üyeleri ise başka ülkelerden ve
farklı din ve kavimlerden devşirdikleri mason kişilerden meydana gelmektedir.
Şimdi Bilderberg'ciler, dünya hakimiyetlerinin garantiye alınması ve kalıcı bir statü
sağlanması için:
1- Tek merkezli, uluslararası Finans ve Banka kuruluşlarının yaygınlaştırılması...
2- Ürünlerin serbest dolaşımı ve tüm gümrük engellerinin kaldırılması.
3- Uluslararası Ekonomik birlikteliğin sağlanması
4- Milli orduların dağıtılması ve savunmanın ortak barış Gücüne bırakılması
5- Tüm emniyet ve kolluk kuvvetlerinin merkez bir polis teşkilatına bağlanması
6- Uluslararası ortak bir Parlemantonun (merkezi Dünya Hükümetinin) kurulması,
gibi nihai hedeflerini gerçekleştirecek projeler üzerinde çalışmalar yaptıkları bilinmektedir.
Geçen seneler İstanbul'da gerçekleşen "Yeni Atlantik girişimi" adlı uluslararası Kongrede
de bu tür gelişmelere alt yapı hazırlamaya çalışıldığı tahmin edilmektedir.
Cengiz Çandar'ın (2 Mayıs 1998 Sabah) haber verdiğine göre "Trileteral Commisyon" u
andıran bu toplantıya, meşhur mason ve siyonistlerden Henry Kissinger, Richard Perle, Morton
116
Abromovitz, Helmut Schimidt, George Shultz, Margaret Thatcher, Zbıgnıev brezinski,
Netanyahu'nun sağ kolu Dore Gold yanında, Türkiye'den de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel,
Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel, Orgeneral Çevik Bir, Milliyetten Sami Kohen, ANAP'lı Bülent
Akarcalı gibi isimlerin katıldığı öğrenilmiştir. Bu toplantıya katılan üst düzey yabancı
siyonistlerin, “Milli Görüşü kendi amaçları istikametinde manipüle etmeye yönelik bazı gizli
görüşmeler yaptıkları” da söylenmektedir.
Türkiye'nin Bilderberg temsilcileri olarak, Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Mesut Yılmaz,
Rüştü Saraçoğlu, Selahattin Beyazıt, Jak Kamhi, nejat Eczacıbaşı, Bülent ecevit ve Kamuran
İnan gibi isimler dikkat çekmektedir.160
1997’de Bilderberg'in bir alt kuruluşu olan ADL tarafından ödüllendirilen Mesut Yılmaz, 5
sene evvel NevYork yakınlarındaki bir sayfiye kasabasında yapılan bilderberg toplantısına
katılıp döndükten hemen sonra, önce ANAP genel başkanlığına, ardından başbakanlığa
getirilmiştir.
Erdal İnönü ise, Bilderbergciliğin avantajıyla katıldığı Sosyalist Enternasyonal'in
2.başkanlığına ve Türkiye'de kurulan DYP-SHP komisyonunda başbakan yardımcılığına
seçilmiştir.
Bilderberg'ci Ecevit'in ise perde arkası manevi destekçilerinin ve ilham perilerinin kimler
olduğu zaten bilinmeyen bir şey değildir.
Yukarıda "Gizli Dünya Devleti"nin Dış ilişkiler konseyi olarak tanıttığımız CFR teşkilatı,
yine siyonist yahudilerin güdümündeki
ülkelerden seçtikleri siyaset mensuplarından, iş
dünyasından, Din adamlarından, istihbarat ajanlarından, köşe yazarı ve yorumcularından
oluşan 1400 kişilik bir kadroyla çalışmakta, Ford vakfı, Rockefeller Vakfı, Carnogie vakfı gibi,
uluslararası dev şirketlerin mali desteğiyle işlevini sürdürmekte ve "Hoşgörü" "Dinlerin
Birlikteliği" "Ulusların kardeşliği" "küreselleşme" gibi kavramları istismar ederek, insanlığı
yozlaştırmaya çalıştığı gözlenmektedir.
Bilderberg'in bir alt kuruluşu olan ve bir nevi askeri kanadını oluşturan "IIF" adlı teşkilatın
görevi ise, yabancı ülkelere "devlet adamı" yetiştirmektir. siyonizmin güdümündeki ülkelerden
ABD'deki IIF merkezine seçme öğrenciler gönderilmekte, burada geleceğin devlet adamları ve
kuvvet komutanları eğitilmektedir.
Örneğin, Bilderberg'e bağlı II'F (Devlet Adamı Yetiştirme Merkezi)’nin kurulduğu 1954
yılında, Ortadoğu’nun çok önemli bir ülkesinin başkentinden genç birisi yüksek mühendis olarak
Amerika'ya gönderildi. Orada tam 4 yıl sıkı bir eğitimden geçirildi. Ülkesine döndükten ve önemli
mevkilere getirildikten sonra "kendisini yetiştiren ve yücelten merkezlere nasıl hizmet edeceği
de " gösterildi. Daha sonra ülkesine geri geldi ve sular idaresinin başına getirildi. Bu arada
siyaset bilgisi ve masonluk makanizmasının nasıl işlediği öğretildi. Sonra bütün ülkeyi idare
edeceğine bile inandırıldı, güven verildi. Ve derken siyonist morrison firmasının finanse ettiği ve
117
Amerikancı albayların başını çektiği bir askeri idareyle milli bir hükümet saf dışı edilmişti. Ama
askerlerle bu işi yürütmek mümkün değildi. Onlar kaba ve kısa vadeli işler için gerekliydi!
Masonik merkezler hem devirdikleri ve idam ettikleri milli şahsiyetlerin manevi mirasına sahip
çıkıp istismar etmek, hem de kendi projelerini yürütmek üzere, IIF merkezinde eğitip
yetiştirdikleri kişiyi, demokrasi kahramanı ilan edip, önce partisinin, sonra hükümetin başına
getirdiler... Yani ihtilali yaptıran da, arkasından kendi adamlarını mazlumların mirasına oturtan
da, aynı merkezlerdi!?
Siyonistler bir asırdır bütün zulümlerini ve sömürülerini büyük bir gizlilik içinde
yürüttüklerinden, insanlar, uzun zaman perde gerisindeki patronlara değil, görünürdeki
"piyon"lara hücum edip durdular. Ama çok geç de olsa insanlar uyanmaya, masonluğun
içyüzünü anlamaya ve siyonizmin esaretinden kurtulmak için çareler aramaya başladılar... ve
sevinerek söyleyelim ki, önemli mesafeler de aldılar.
Özellikle Milli Görüş hareketi ve onun muhterem lideri bu "karanlık oda'yı ve kiralık
adamlarını” topluma tanıtmak ve insanlığı siyonizmin kıskacından kurtarmak amacıyla, tarihi ve
talihli bir çığır açtı... ve artık mutlu hedefine de çok yaklaştı...
Bu davayı içinden karıştırmak, tabii liderlerinden ve temel dinamiklerinden ayırmak ve asıl
hedefinden saptırmak için, bütün şeytani gayretleri ve girişimleri de, devamlı boşa çıktı.
Velhasıl, siyonizm artık can çekişmektedir. ve şeytanın şahane şatosu çökmek üzeredir...
Bundan 100. yıl önce siyonist lider Theodor Herzl'in "İsrail'in kurulması ve siyonizm'in
dünyaya hakim olması" planlarını hesaba katmayanlar nasıl aldandı ise, şimdilik Milli Görüş
hareketini ve hedefini hayalcilikle suçlayanlar da, yakında aldandıklarını göreceklerdir.
160
Bak: Strateji Dergisi Sayı: 6, s. 67
118
SİYONİZM VE BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Tüm yeryüzünde ve insanlık aleminde barış ve güvenliği sağlayacak, temel insan hak ve
hürriyetlerini koruyacak, evrensel bir oluşuma ihtiyaç vardır. Yani kuruluş gayesinin ve
prensiplerinin açıklandığı şekilde bir "Birleşmiş Milletler Teşkilatı" aslında lazımdır. Ancak
mevcut B.M Teşkilatı, bu haklı ve hayırlı ihtiyacı istismar etmek ve böyle bir oluşumu zulüm ve
sömürü amacıyla kullanabilmek isteyen Siyonist merkezler tarafından ortaya çıkarılmıştır ve
maalesef hala onların güdümünde bulunmaktadır. Yıllarca İsrail'in Filistin işgaline ve
cinayetlerine, Sırpların Bosna vahşetine seyirci kalan bu teşkilatın, ikide bir basit bahanelerle
Irak'a ve Afganistan’a saldırı kararı çıkarması, işte bu iddiamızın açık bir kanıtıdır.
Evet bugünkü Birleşmiş Milletler:
1- Önce İslam'ın temsilcisi ve Dünyanın dengesi konumunda olan Osmanlı Devletini
yıkmak,
2- Sonra da bu örgüt eliyle dünya hakimiyetini kurmak üzere, Yahudi Siyonistler tarafından
oluşturulmuş bir teşkilattır.
Bugünkü İsrail'in manevi kurucusu olan Siyonist Lider Theodor Hertzel, Osmanlının
yıkılışını hazırlamak ve hızlandırmak için Sultan Abdülhamidi tahttan uzaklaştırmayı ve bu
maksatla Jön Türkler'le ve ittihat Terakkicilerle irtibat kurmayı planladı. 161
Bu hedefe ulaşmak üzere son Osmanlı Meclisi'nde Selanik mebusu olan Emmanuel
Karasso, İzmir Milletvekili Nessim Mazliyah, Selanik’teki eczanesi Jön Türklerin buluşma
merkezi olan Rafael Benuziyar gibi yahudilerle temasa geçildi ve Sultan Abdülhamidin hall'i için
kampanya başlatıldı.162
Siyonist Lider Theodor Hertzel önce Abdülhamid'den Filistin'de yahudiler için bir yerleşim
bölgesi istemiş, ama çok cazip teklifler ve rüşvetler karşılığı bile sultanı ikna edememiş ve "Şehit
kanıyla kazanılan vatan toprakları parayla satılmaz" cevabıyla defedilmiştir. Bunun üzerine
"Russo, Mazliyah, Ahmet Rıza, Enver, Talat ve Nazım beyler gibi İttihat ve Terakki masonlarını
kullanarak Filistin'e Musevi göçmenler gönderme işini denemeye girişmiştir."163
Bütün bu şeytani heves ve hesaplarına asla müsade etmeyen Abdülhamid Han'ı, bu
siyonist tasarılara mecbur etmek amacıyla, Theodor Hertzel bu sefer ortaya Birleşmiş Milletler
planını çıkardı.
Amaçları sözde dünya barışı ve birliği adı altında, her ülkedeki siyonist bir Yahudiyi o
ülkenin temsilcisi olarak Amerika'ya toplamak ve "görüyorsunuz işte, bütün dünya devletleri
böyle istiyor" diye Sultan Abdülhamid'i İsrail'in kurulmasına mecbur bırakmak ve İslam vatanı
olan Filistin'in Osmanlı'dan koparılmasına zemin hazırlamaktı.
161
162
163
Türkler ve Yahudiler, Avram Galante Sh. 61
Türkler ve Yahudiler, Avram Galante Sh. 91
Türkiye ve Siyonizm, Süleyman Kocabaş Sh. 192
119
Bu durumu hemen fark eden Sultan Abdülhamid, kendisi hayatta kaldıkça Birleşmiş
Milletleri kurdurmamıştı.
Dünyadaki siyonist hakimiyetine kavuşmak için başlattığı 1. Dünya savaşı ile hem
Avrupa’yı mahveden, hem de Osmanlıyı tarihe gömen Siyonistler, yine kendilerinin kışkırttığı 2.
Dünya savaşı sonunda da, sözde yeryüzünde barışı ve huzuru korumak bahanesi altında asıl
yeryüzü hakimiyetini yürütmek amacıyla Birleşmiş Milletleri kurdular.
Önce Roosevelt (ABD) ve CHURCHİL'in (İng) Almanlara karşı 1941'de yaptıkları Atlantik
anlaşmasını, ardından 1 Ocak 1942'de Rus, İngiliz ve Amerikan temsilcilerinin Washington'da
imzaladıkları "Birleşmiş Milletler" beyannamesi" takip etti. 30 Ekim 1943'te Çin'i de yanlarına
alarak, sözde bütün barışçı ülkelerin katılımına açık "Moskova bildirisi" ni hazırladılar.
1945 Şubatında Kırım'daki Yalta şehrinde, Dünya Siyonistlerinin Kongresindeki gizli
kararın hemen arkasından, 25 Nisan- 26 Haziran 1945'te San Fransisko'da, her ülkeyi temsilen
gelen Yahudi ve Masonların toplandığı konferans sonunda, Birleşmiş Milletler Anayasası ve
Adalet Divanı statüsü hazırlandı ve imzalandı.
Birleşmiş Milletler teşkilatı içinde kurucu rolü oynayan ve kendilerine "daimi ve değişmez
delegelik" ve ayrıca "veto" hakkı sağlayan beş ülke (Amerika, Rusya, İngiltere, Çin ve Fransa)
siyasi ve Ekonomik yönden siyonistlerin en etkili ve yetkili bulunduğu yerler olması da, oldukça
dikkat çekicidir.
Ve bu arada Rusya'daki ve Çin'deki Komünist ihtilali yapanların, hem fikir babalarının,
hem de eylem planlarının Yahudi ve Masonlar olduğunu hatırlatmak gerekir.
İşte Yahudi Siyonizminin sömürü ve zulüm saltanatını gerçekleştirmek için meydana
getirilen ve "adalet ve hürriyet" kılıfı geçirilen Birleşmiş Milletler teşkilatı, görünürde ABD’nin,
gerçekte ise siyonizmin güdümündedir.
Kendi anayasasında öngörülen şartlar bile göstermeliktir ve bunlara uyulmamaktadır.
Üye ülkelerin birer temsilcilerinden oluşan Genel Kurul, gölge ve göstermelik bir organdır.
Asıl kararı veto hakkı bulunan 5 daimi üye ve diğer altısı genel kurulca iki yılda bir seçilen ve 6
kişiden oluşan Güvenlik Konseyi alır ve uygular.
Kofi Annan'dan önce koyu İslam Düşmanı bir Hıristiyan ve Yahudi damadı olan Butros
Galinin temsil ettiği Genel Sekreteri ise, ancak Güvenlik Konseyi'nin önereceği isimlerden birini,
yine Genel Kurul seçmekte ve ne hikmetse devamlı siyonizme hizmet edecek mason tipler bu
makam getirilmektedir.
Yüzlerce ülkenin ortaklaşa alacağı bir kararı tek başına "veto etme" ve geçersiz hale
getirme yetkisi olan 5 daimi üyenin ve onlarında arkasındaki siyonizmin, sadece oyuncağı ve
zulüm aracı olan böyle bir teşkilatın, yeryüzünde barışı değil savaşı kışkırttığı ve hatta başlattığı
yüzlerce tecrübeyle sabit olmuş bir gerçektir.
Önce Saddam’ı kullanarak ve Kuveyt'e karşı kışkırtarak Körfez Harbine zemin hazırlayan
bunlardır... Somali’yi işgal eden ve sömüren bunlardır. İsrail'i kurdurtan ve kudurtan bunlardır.
120
Ve şimdi "elinde kimyasal silah var" bahanesiyle yeniden Irak'a saldırıya ve bölgede nükleer
bombalar kullanmaya hazırlanan bunlardır. ABD'yi yöneten gizli ve gerçek güç olan Siyonist
CFR'nin kararlaştırdığı bu Afgan savaşının asıl hedefi de 100. yıl dönümü kutlamalarını ve
büyük İsrail'in kurulması planları yapılan Basel Konferansı'nı amacına ulaştırmaktadır.
İşte bu BM, Kıbrıs hareketinde ve Azerbaycan işgalinde aleyhimize tavır almış ve
saldırganları alkışlamışlardır. Bosna'da, Çeçenistan'da ve Kosova’da zalim saldırganların
yanında yer almışlar ve cinayetlerine göz yummuşlardır.
Biz bütün ülkelerin ve milletlerin insani değerler etrafında birleşip barışacağı, her türlü
zulme ve tecavüze karşı ortak cephe oluşturacağı bir teşkilatı elbette istiyor ve destekliyoruz.
Ne var ki, dünyayı süper güçlerin ve onların arkasındaki Siyonistlerin çiftliği haline
getirmeyi amaçlayan, Çin ve Rusya gibi seküler yönetimleri, ABD, Fransa ve İngiltere gibi
Hıristiyan milletleri temsilen veto hakkı bulunan ülkelere karşılık, 1.5 milyarlık İslam alemini ve
50 müslüman ülkeyi temsil edecek tek bir devlete bile veto hakkı tanımayan, bu art maksatlı ve
çifte standartlı teşkilattan hiçbir hayır beklemiyoruz. Ve tabi Rusya ve Çin’in, Siyonizmin vahşi
çehresini görmeye ve tepki vermeye başlamasını da hayırlı bir gelişme olarak değerlendiriyoruz.
Tabii ve tarihi şartların bölgesel ve hatta evrensel bir güç merkezi ve kuvvet dengesi
olmaya mecbur ettiği Türkiye'miz, böyle bir teşkilatta, ya etkili ve yetkili bir konuma gelerek, bu
kuruluşu insanlığa ve Dünya barışına hizmet eder hale getirmeli, veya işte son Bosna ve
Kosova vahşeti ve Afganistan dehşeti gibi sorumlulukları artık yüklenmemeli ve bir an evvel
İslam Barış Milletlerinin kurulmasına öncülük etmelidir.
Çünkü bu haliyle ve geçmişteki tatbikat örnekleriyle BM, anlaşıldı ki dışı hoş, içi boş bir
konumdadır. Ve maalesef Müslümanlara karşı devamlı çifte standartlıdır. Kıbrıs Barış
harekatımızda 3 saatte toplanıp ateşkes kararı çıkaran BM. Maalesef İsrail’in katliamına seyirci
kalmaktadır.
Bu giderek azgınlaşan ve canavarlaşan mikrobun ilacı ise, İslam Birleşmiş Milletleridir...
Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan... Hak ve adalete dayanan Barış
ve Bereket Medeniyetidir.
121
SİYONİZM VE G-7 LER
Bütün insanlığ ı Yahudi hakimiyetine alma ve yer yüzünde rakipsiz İsrail
imparator luğunu kur ma gayesine ve siyasetine "siyonizm" dendiğini belirtmişt ik.
"Yedi kollu şamdan"ı kendisine kutsal simge edinen siyonizm, oluşturduğu Gizli Dünya
Devletini özellikle "7 gelişmiş ülke" de güçlendirip, bunları Ahtapotun 7 kolu gibi
değerlendirmektedir.
Kendi şeytani siyaset ve stratejilerini bu 7 gelişmiş ülke eliyle gündeme getiren ve bunların
sözde dünya barışı ve refahı adına aldığı kararları kamuoyuna allayıp pullayıp kabul ettiren
Siyonizm, her ne hikmetse, her yıl bir kere yaptığı 7 büyükler zirvesini 1997’de hem de çok kısa
aralıklarla iki sefer yaptı!?
Acaba Erbakan'ın Türkiye'de başbakan olması, patronlar piyasasını karıştırmış ve bu
ikinci toplantının yapılmasına sebep teşkil etmiş olabilir miydi?!..
Fransa’daki bu ikinci toplantıda alınan tavsiye kararı gereği, ABD'nin “İran’la doğalgaz ve
petrol arama konusuna anlaşma yapan ülkelere yatırım uygulama kararını onaylaması” Türkiyeİran yakınlaşmasını önlemeye yönelik miydi?
Evet 7 Gelişmiş Ülke toplantısı 1997’de Fransa’da hem de iki sefer yapılması dikkat
çekiyor. Bilindiği gibi İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Kana’daki Siyonist uşağı
masonlar, dünya hakimiyetini sömürmek ve insanlığı sürdürmek amacıyla her yıl toplanıyor...
bilderberg'in
bir kolu olan
TRILATERAL Teşkilatı ise, Kuzey Amerika, Japonya ve Batı
Avrupa'dan oluşuyor. Bu siyonist kuruluşun Yahudi komisyon üyesi: Fred Bergsten:"Liberal
Enternasyonalizm bizim dinimiz ve imanımızdır" diyerek gerçek ayarlarını ve amaçlarını ortaya
koyuyor. Bu komisyonun 3 merkezi Newyork,Paris ve Tokyo'da bulunuyor. Eski ABD
başkanlarından Mason C.Carter: Bizim için Kuzey Amerika (ABD-Kanada) Avrupa (Almanyaİngiltere-Fransa-İtalya)ve Japonya arasında bir ortaklık kurma zamanı gelmiştir. Bu yedi ülkenin
temsilcilerinin mutlaka Yahudi ve masonlardan seçildiği de biliniyor. Bunlar istediği ülkede:
1-Ekonomik krizler çıkarmak,
2-Sanayi ve Ticaret kartelleri oluşturmak, ve
3-Dünyayı sömürü sahalarına ayırmak için her yıl biraraya gelmektedir.
Dünyanın en büyük bankalarından Japonya'daki: Bank of Tokyo ve yine meşhur Japon
firmalarından Sony, Toyota ve Mitsubishi'nin temsilcileride "Trilateral" üyesidir.
Siyonist Yahudilerin "Gizli Dünya Devleti"nin genel başkanlık konseyi konumunda bulunan
ve Amerika'da yaşayan meşhur Rockefeller ailesi de, bu 7'ler grubunun organizatörü ve gizli
direktörü gibidir.
ABD Merkez Bankasını kontrolünde tutan ve Dolar basarak ABD hükümetine satma
yetkisinde bulunan bu siyonist Rockefeller ailesinin, sadece ABD hükümetine verdiği borçlardan
aldığı faiz geliri yıllık 500 milyar dolardır.
122
Ayrıca 500 milyar da , diğer ülkelere verilen borçlardan alınan faizlerle birlikte sadece faiz
gelirleri , 1 trilyon doları bulmaktadır.
Bu yedi gelişmiş ülke:
a) Nerede hangi firmaların batırılacağı?
b) Hangi ülkede hangi krizlerin başlatılacağı?
c) Hangi hükümetlerin devrilip, yerine kimlerin konulacağı?
d) Hangi merkez bankalarının başlarına kimlerin atanacağı?
e) Hangi bölgede hangi savaşların çıkarılacağı ve hangi silahların, kimlere satılacağı?
konusunda karar almaktadır.
Zahirde bu 7 gelişmiş ülke diye görünen, ama gerçekte siyonist hakimiyetinin üst düzey
temsilcileri olduğu bilinen bu kan emici vampirler, her yıl bütün dünyadan yaklaşık 7 trilyon dolar
sömürmekte ve bu para yeryüzünde fert başına düşen milli gelirden çok daha yüksek
bulunmaktadır.
90’lı yılların ortalarında Suudi Arabistan'ın Dahran kentindeki Amerikan üssüne yapılan ve
yüze yakın ABD askerinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırıdan hemen sonra, petrol
fiyatlarının hızla yükselmesi sonucu siyonist kartellerin bir anda milyarlarca dolar kazanması
da, bu tür saldırıların CIA ve MOSSAD tarafından gerçekleştirdiği
ihtimaline kuvvet
kazandırmaktadır. Halbuki bu olayın suçu İran’a yüklenerek yeni bir saldırıya bahane aranmıştır.
Fransa'nın Lion şehrinde
Gelişmiş 7'lerin bu toplanmasına tepki gösteren oldukça
kalabalık halk yığınlarının haykırdığı "Dünya bu 7 ülkeden mi ibarettir?"
"177 ülke 7 ülkenin kölesi midir?" şeklindeki slogan ve pankartlar da, artık insanların
siyonizme karşı uyandığını göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır.
Eski ABD başkanından Yahudi asıllı Theodore Roosevelt'in "Dünya politikasında hiçbir
şey tesadüfi değildir. Birşey meydana geliyorsa, emin olunuz ki, o hadisenin daha önce, öylece
planlandığı ve karalaştırıldığı içindir" sözü oldukça
manidardır. ve işte Fransa'da toplanan
"Gelişmiş Yediler" orada siyonizim adına bütün dünyayı 1 yıl boyunca nasıl sömürüp
ezeceklerini konuşup kararlaştırmışlardır.
"Ekonomi yarışı-Dünya barışı" gibi kadife kılıfların altında toplanan Gelişmiş 7'lerin, asıl
gündeminin "İslami
verilmemesi"
için
gelişmelerin önlenmesi” ve özellikle Türkiye de "Milli Görüş"e fırsat
alınacak
etkin
önlemlerin
oluşturduğunu
söylemek,
sayılmamalıdır.
Çünkü Milli Görüş, Adil ve Yeni Bir Dünyanın kurulmasını amaçlamaktadır.
Bu ise zalim ve sömürücü güçlerin huzurunu ve uykusunu kaçırmaktadır.
Ama " korkunun ecele faydası yoktur"
Artık vakit tamamdır. Hak Gelecek, Batıl Zail Olacaktır!
Siyonistlerin Mili Görüş düşmanlığı ise, şunlardan kaynaklanmaktadır:
- Siyonistlerin bu zulüm ve sömürü saltanatını nasıl kurduklarını?
bir
kehanet
123
- Bu vahşet düzenini, hangi kurum ve kurallarla koruduklarını?
- İnsanlığın bu "Gizli Dünya Devleti"nin esaretinden nasıl kurtulacaklarını?
- Fertlerin ve devletlerin hürriyet şuuruna ve insaniyet onuruna nasıl kavuşacaklarını?
öğreten ve gösteren lider şahsiyetlerin başında Erbakan bulunmaktadır.
Erbakan, İnsanlık bünyesini insafsızca kemiren, ekonomik, siyasi, ahlaki hastalıkların
görünmeyen gizli virüsünün "Siyonist Vampirler" olduğu gerçeğini anlatmakta, ispatlamakta ve
insanlığı uyarmaktadır.
Dünyayı avucuna alan
tek merkezli siyonist saltanatına karşı, Milli Görüş, ayrı bir
selamet/barış cephesi oluşturmakta, sadece müslümanların ve mazlumların değil, Almanya ve
Japonya gibi 1. ve2. Dünya harbinde ve akabinde ABD eliyle siyonist hainlerden gördüğü
hakaret ve hıyanetlerin intikamını almak için fırsat kollayan ülke halklarının bile, gönüllü
katılacakları bir "Adil Dünya Düzeni" ortaya koymaktadır.
Ve işte her yıl üst üste yapılan ve "7 Gelişmiş Ülke" diye yutturulmaya çalışılan, bu
toplantılara ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, kanada ve Japonya'nın gerçek halk
temsilcileri değil, siyonist merkezlere uşaklık yaptığı için, üst yönetim makamlarına getirilen
"mason maşalar"katılmış, kan ve kin üzerine kurdukları dünya sömürü saltanatını nasıl
koruyacaklarını tartışarak karanlık kararlar alınmıştır. O sırada okyanusa düşen bir uçak
kazasının sorumluluğunu İran'a yükleyerek, körfezde yeni savaşlar çıkarmak ve özellikle
Türkiye'nin başını belaya sokmak üzere ortadoğuyu karıştırmak planları da bu toplantıların
sonunda ortaya çıkmıştır.
ABD'deki "Banking Commite"nin başkanı ve kongre üyesi olan ve bazı gerçekleri
açıkladığı için bu görevinden atılan Wright Patman şu iftiralarda bulunmaktadır.
"Amerika'da aslında iki hükümet vardır. Birisi sözde demokratik seçimlerle ve bilinen
usullerle oluşan görünürdeki hükümet... Diğeri ise "Federal Reserve" (Amerikan Merkez
Bankası)nın sahibi olan (yahudi) Rockfeller ve Rotchild gibi uluslararası şirketlerin güdümündeki
gizli ve etkili hükümet !..
Bu durum İngiltere, İtalya ve Japonya için de geçerlidir. Özellikle bu ülkelerdeki devlet
başkanı, başbakan ve üst düzey bürokratların bir çoğu ya bizzat yahud,i veya 33. derece mason
olduğu zaten bilinmektedir.
ABD'deki Benjamin Franklin, Abraham Lincoln, Nilson Rocfeller gibileri bizzat yahudidir.
Hatta bir ara İngiltere başkanı olan Benjamin Disraeli, İngiltere'nin isminin "İsrail" olarak
değiştirilmesi teklifini bile İngiliz parlamentosuna getirebilmiştir.
Yani Amerika, aslında 2. İsrail, İngiltere 3. İsrail, Fransa 4. cü İsrail yerindedir.
IMF, Dünya bankası, Birleşmiş Milletler, NATO gibi teşkilatların yanında Kapitalizm veya
Komünizm gibi nizamların perde arkasında da hep siyonist parmağı vardır ve Erbakan’ın şansı
ve şerefi "görünürdeki piyonlarla uğraşmak yerine perde gerisindeki patronları hedef almak"
cesareti ve ciddiyetidir.
124
Yani, insan hakları adına hareket ve hizmet ederken, siyonist senaryonun bir parçası ve
piyonu olmak gafletine düşmeyen, yüksek ve örnek bir feraset göstermesidir.
Bize düşen ise, hem dünyadaki hem ülkemizdeki bütün gelişmeleri "siyonizm" gerçeği
dikkate alarak takip etmek ve değerlendirmektir.
Ve Milli Görüş hareketini ülke için tarihi bir şans olarak görmeli ve mutlak sahip çıkıp
kıymetini bilmelidir.
Bu arada özellikle belirtelim ki, hem ülkemizde hem de Dünyanın başka yerlerinde
yaşayan ve "Dünyayı bir İsrail imparatorluğuna çevirmek ve kendilerinden olmayan herkesi
ezmek ve sömürmek amacına yönelik" Siyonist düşünceler taşımayan, bütün Yahudi asıllı
insanlarla Milli Görüşün hiçbir düşmanlığı söz konusu değildir.
Dinimize, devletimize, milli menfaatlerimize ve manevi değerlerimize saygı gösteren ve
hıyanet düşünmeyen herkesle barış ve bereket içinde yaşamak, zaten İslam’ın emridir ve
insanlığın gereğidir.
Ama siyonizmin varlığı ve bütün dünyayı kıskacına aldığı da bir bir gerçektir ve insanımızı
siyonizme karşı uyarmak da görevimizdir.
Bu arada G-7'lerin hiç alakası yokken Rusya'yı da aralarına katarak G-8'lere dönüşmesi
ise, herhalde Erbakan Hoca'nın D-8'ler oluşumuna karşı bir tepkiye ve Türkiye'yi çembere alma
girişimine benzemektedir.
Ayrıca, Siyonizm’e karşı yeni oluşumlara koyma eyilimi gösteren Rusya’yı elde ve
kontrolde tutma gayretidir.
125
SİYONİZM VE MAFYA
MAFİA'lar, kapitalist sistemlerin ve güdümlü demokrasilerin tabii bir sonucu olarak ortaya
çıkan “karanlık işler ve yeraltı örgütleridir.”
Zira, kapitalizm, bir ülkeyi büyük sermaye sahibi patronların yönetmesinden başka bir şey
değildir.
Beynelminel Siyonist sermayenin uzantısı olan ve yerli etiketli bölge temsilcileri
durumunda bulunan bir kaç zengin patronun çıkarlarını korumak için kurulan kapitalist
rejimlerdeki "demokrasi ve seçim" gibi kurum ve kavramlar da, tamamen halkı uyutmaya ve
aldatmaya yöneliktir. Kısacası bunlar, masonluk diktatörlüğüne demokrasi demektedir.
Çünkü, bu türlü "uzaktan kumandalı" demokrasilerde:
a) Hem halkı yönlendiren basın ve televizyon gibi etkili propaganda araçları sermaye
babalarının elinde ve emrinde olduğu için, kamuoyunu istedikleri şekilde oluşturmakta ve
sandıktan işlerine gelen neticeyi çıkarabilmektedirler.
b) Hem de çoğunluk sitemine dayanan demokratik hilelerle örneğin seçime katılıp %7,
%13, %26, %30 oy alan 5 partiden %30 alan hükümet olmakta ve en az 5 yıl iktidarda kalarak
kendi çıkar çevresini ve seçmenini kayırmakta, halkın %70’inin hak ve özgürlükleri ise hesaba
katılmamaktadır. Yani çoğunluk sistemi, giderek bir parti diktatörlüğüne yol açmaktadır. Milli
Görüşün gerçek katılımı ve konsensüsü sağlamaya çalışması, uygar ve uyumlu bir koalisyon
ortaya koyması ise, sahte demokratların uykusunu kaçırmaktadır.
Masonik yöntemlerin
hakim olduğu ülkedeki devlet, zamanla birkaç zengin patronun
çıkarlarını korumak üzere kurulan bir kurum halinde dönüşmektedir. Asker ve polis ise, halkın
dış ve iç güvenliğini sağlamak için değil de, sanki mevcut sömürü ve zulüm sistemini ayakta
tutmak için vardır.
Bu tip demode demokrasilerde her on yılın en az yarısının sıkıyönetimlerde geçmesi
düşündürücüdür.
İşte ekonomik dengelerin vatandaş aleyhine giderek bozulduğu, can, mal ve namus
emniyetinin kalmadığı, din ve düşünce hürriyetinin kısıtlandığı ülkelerde yaşayan insanlar,
kendi haklarını aramak ve almak için, devlete ve resmi organlara güven duygusunu
yitirdiklerinden, bu sefer, kaçakçılık, zorbalık, tehdit ve yolsuzluk gibi gayrı resmi ve gayrı meşru
yollardan hak arama ve haysiyetlerini koruma mecburiyetini duymakta ve işte bu durumu
değerlendirmek ve istismar etmek için fırsat kollayan MAFİA'lara sığınmak zorunda kalmaktadır.
Rüşvet ve tehditle, hem ordu ve emniyet mensupları, hem de yüksek bürokrat ve bakanlar
arasında dost ve yandaş bulan mafya babaları ise ortalığı kasıp kavurmaktadır.
Ülkemizdeki Çek-Senet (Alacak tahsili) MAFİA'ları, ihale ve rüşvet MAFİA'ları bunun tipik
örnekleridir.
Günümüzde fuhuştan, spor yarışlarına, karaborsadan kumar oyunlarına kadar çok çeşitli
sahalarda faaliyet gösteren değişik MAFİA'lar türemiştir.
126
Beynelminel silah, uyuşturucu, altın, borsa ve hisse senedi MAFİA'larının yahudi tekelinde
olduğu bilinmektedir.
Hatta Amerika'nın bir ara, Panama'yı işgalinin asıl nedeni, eski CİA ajanı Noriega'nın
Amerikan, yahudilerinin kontrolü dışında oluşturulan bir uyuşturucu MAFİA'sına yataklık ettiği
içindir.
Başta ABD, birçok kapitalist ülkede MAFİA örgütleri öylesine gelişmiş ve güçlenmiştir ki,
artık bunlarla başa çıkamayan devlet güçleri, çaresiz MAFİA örgütleri ile uzlaşmaya, hatta
işbirliği yapmaya mecbur kalmıştır. Daha doğrusu beynelminel siyonist çevrelerle sermaye
sahipleri, kendilerine karşı etki ve yetki alanlarını daraltmak için, milli devlet güçlerini böyle
davranmaya ve yıpranmaya mecbur bırakmışlardır
Bugün Amerikanın CİA, Rusya’nın KGB, İsrail'in MOSSAD gibi beynelminel casusluk ve
terör örgütlerinin, yeraltı dünyasının MAFİA teşkilatları ve mason locaları ile işbirliği yaptıkları bir
gerçektir. Artık kiralık ajanların, çoğu zaman kimin hesabına çalıştıklarının farkında bile
olmadıkları söylenmektedir.
Sömürü ve zulüm düzeni olan kapitalizmin, çikolata kılıfı sayılan demokratik rejimlerin
perde arkası diyebileceğimiz MAFİA örgütleri, Kolombiya ve İtalya gibi bir çok ülkede devletten
çok daha güçlü ve etkili hale gelmiştir.
Öyle ki siyonizmin dünya sömürü sistemine alet olmayan veya kullanılıp yıpratıldıktan
sonra harcanması gereken bir çok devlet ve hükümet başkanının ihtilallerle devrilmesinde ve
üst düzey yönetici ve diplomatların öldürülmesinde, bu MAFİA şebekelerinin parmağı olduğu
bilinmektedir.
Bu acı gerçeğin farkına varan ama, milli haysiyet ve cesaretten de mahrum bulunan birçok
hükümetler de, siyasi ve ekonomik kanunlar çıkarırken, veya önemli kararları uygulamaya
koyarken, maalesef bu MAFİA ve MASON örgütlerini hesaba katmak zorunda kalmaktadırlar.
Çünkü MAFİA örgütleri genellikle ANARŞİ ve TERÖR odaklarıyla da işbirliği içinde
çalışmakta
ve
vücuttaki
gizil
virüsler
gibi,
devlet
yapısını
içeriden
çürütmekte
ve
çökertmektedirler.
Hakka inanmayan, halka da dayanmayan batıl bir düzende ve kapitalist sömürü
sisteminde:
1- Huzur ve emniyetin garantisi olması gereken devlet çarkı maalesef zulüm ve sömürü
mekanizmasına dönüşmekte,
2- Halkına hizmet etmesi, adalet ve emniyeti gözetmesi gereken bazı devlet adamları, bir
nevi süper güçlerin genel hapishanesine çevrilen ülkelerdeki, mason baş gardiyanlarına
benzetmekte,
3- Hak ve adalet dağıtıcısı olması gereken mahkemeler rüşvet, ve tehditle, “güçlüyü ve
suçluyu kayırma” şebekelerine çevrilmekte,
127
4- Halkın ve hakkın koruyucusu olması lazım gelen ordu ve polis, sömürü sisteminin
bekçileri durumuna getirilmek istenmektedir.
Hakkı değil kuvveti üstün tutan, sömürü ve menfaati esas alan, çıkar çatışmasına
dayanan. Kavram kargaşası ve kanun kalabalığıyla beyinleri bulandıran, adalet ve emniyet
sağlayamadığından, vatandaşlarını MAFİA'ların tuzağına ve kucağına atan bu kapitalist
sistemlerin ve bu güdümlü ve göstermelik demokrasilerin, yegane alternatif çözüm önerisi ve
insanlığın kurtuluş reçetesi ise, barış ve bereketi prensiplerini ortaya koyan, ilme dayanan ve
evrensel hukuk düşüncesinden kaynaklanan Adil Düzen’ dir.
İşte asker ve polis içinde bile örgütlenen söylemez çetesi, İşte Çakıcı-Ağansoy
hesaplaşmasında yine ortaya çıkan, emniyet bürokrasi ve yer altı dünyası ilişkisi bu dejenere
olmuş düzenin ve laçkalaşmış laik demokratik rejimin acı ve alçaltıcı meyveleridir.
Manevi ve ahlaki değerlerin tahrib edildiği, içki, uyuşturucu, kumar, faiz ve fuhuş gibi
kötülüklerin yaygın hale getirildiği, rüşvetin ve rantiyeciliğin herkesime yerleştirildiği bir bataklık
düzeninde, haliyle MAFİA mikropları türeyecektir.
Bunların çaresi ise "Laiklik nutukları ve çağdaşlık çığlıkları" değildir.
Halbuki Milli Görüş ve Adil Düzen her derdin reçetesidir!
128
SİYONİZM VE ŞANTAJCILIK
Sağ veya sol terör örgütleri, tuzağına düşürdükleri gençleri, kendilerine bağımlı kılmak ve
devamlı kullanmak üzere, bunlara ağır suçlar işletiliyor ve resmi makamlara belgeletiyorlardı.
Öyle ki bu gençler ileride pişman olup örgütten ayrılmak istemeleri halinde, devlet hemen
yakalarına yapışacak, ömürlerini zindanlarda geçirmek durumunda kalacaklardı. Bu yüzden,
istemeseler dahi terör örgütlerinde kalmak ve çalışmak zorundadırlar.
Aynen bunun gibi, dünyanın en gizli ve tehlikeli terör örgütü olan Siyonist Yahudi
merkezleri ve onların kalesi konumundaki Amerika birleşik Devletleri de:
a) kendi güdümlerindeki medya yoluyla, kamuoyuna reklam ve lanse ettikleri,
b) Kendi emirlerindeki masonik mahfillerce parti örgütlerinde ön sıralara geçirdikleri,
c) Seçim kampanyaları boyunca maddi ve moral yönünden destekledikleri,
d) Ve sonunda devlet reisi, başbakan, belediye başkanı, bakan, milletvekili ve yüksek
bürokrat olarak ülkelerin başına bela ettikleri şahsiyetleri: 1- Devamlı kendilerine bağımlı kılmak.
2- Her türlü emirlerini yaptırmak. 3- Ve söz dinlememeleri ve milli politikalar izlemeleri halinde
ise, şantaj olarak kullanmak üzere,
a) Bunları gayrı meşru yollarla, devlet kesesinden astronomik biçimde mal mülk sahibi
yaptıkları ve belgeledikleri,
b) Çeşitli artistler, fahişeler ve hatta erkeklerle çirkin ilişkilere ittikleri ve filmlerini çektikleri,
c) Uluslararası güçlü firmalar ve bankalar eliyle, büyük çaplı rüşvetler verdikleri ve bunları
resmi kayıtlara geçirdikleri,
d) Hatta şehvet budalası bazılarını, köpekler gibi hayvanlar ve çocuklarla cinsi ilişkilere
teşvik edip, bu iğrenç görüntüleri yine gizli fotoğraflar, hatta kameralarla tespit ettikleri
bilinmektedir.
Siyonistlerin, önce mason, sonra meşhur ettikleri ve ülkelerin başına getirdikleri ve birçok
huysuzluk ve haksızlıklarını tespit ve tescil ettirdikleri bu önemli kişiler, kendi güdümlerinden
çıkmaları durumunda ise, bu gizli belgeleri gazete ve televizyonlara sızdırmakta, hatta resmi
kanallarla haklarında meclis soruşturmaları ve mahkemeler açtırılmakta ve kamuoyunda hain ve
hırsız durumuna sokulmakta ve bir paçavra gibi kullanılıp sonra terk edilmektedir.
Örneğin, siyonist merkezlerin ve masonik mahfillerin o, makama seçtirdiği bir devlet ve
hükümet başkanı:
* Amerika, İngiltere veya Fransa hükümeti adına (aslında buralardaki Siyonist Yahudi
bankalar ve fabrikalarla) kendi devletinin aleyhine bile olsa, bir ticari ve askeri anlaşmaya "hayır"
derse
* Siyonist merkezlerin (süper güçlerin) izni ve isteği dışında,
yerli ve milli girişimlere
yeltenirse,
* Bu Masonik merkezlerden habersiz, komşu ve bölge ülkeleriyle yararlı anlaşmalara
teşebbüs ederse ,
129
* Teklif ve tavsiye edilen masonları, önemli memuriyet ve makamlara getirmezse,
Hemen o eski belgelerle tehdit ve şantajcılık başlamakta, bu etkili olmazsa kaza, suikast
ve intihar işe yaramakta, Veya "İhtilal ve iç savaşlar" devreye sokulmaktadır!
Süper güçlerin (siyonist merkezlerin) bu şekilde kullandığı ve sonunda gözden çıkardığı
devlet ve hükümet başkanlarından bazıları ise şunlardır:
* Eski Panama Devlet Başkanı Manuel Noriega
* Eski zahire diktatörü Sese Mobutu
* Eski sudan devlet başbakanı Cafer Numeyri
* Devrik Filipin diktatörü Ferdinnat marcos
* Haiti devlet başkanı Jean Clande Duavalier
* Japon başbakanı Hiro Hito
* İran şahı ve bazı devrim kurmayları
* Amerika'nın Yahudi olmayan bütün başkanları ve en son karı-kocalar Clintonlar
Bunlar sadece tipik birer örnek olarak seçilmiştir ve Siyonistlerin kahramanlaştırılıp
kullandığı devlet yöneticileri bunlardan ibaret değildir. maalesef, İttihat terakkiden bu yana,
yaklaşık bir asırdır, Türkiye'de de Siyonist dış güçler ve masonik merkezler oldukça etkilidir. Ve
bir çok üst düzey Siyaset adamlarının ve bürokratların dizginleri de bunların elindedir. Nice parti
başkanlarının ve başbakanların, yukarıda hatırlattığımız usullerle önce mason, sonra meşhur
edildikleri ve ardından partilerin ve hükümetlerin başına geçirildikleri ve pek çok hıyanete ve
rezalete bulaştırılıp belgelendikleri ve bu yüzden, yani masonik merkezlerin şantajı nedeniyle,
onların her emrine mecburen "evet" dedikleri bilinmektedir.
Özellikle yakın siyasi tarihimizde bunun çok açık ve acı örnekleri sergilenmiştir.
Şimdi bu örnekleri biraz daha açalım:
Manuel Noriega:
Panama ordusunda Yüzbaşı olduğu 1967 yılından beri CIA ile irtibatı bulunan Nuriega,
Baba George Bush'un başkanlığı döneminde Panama gizil servislerinin başına getirilmiş ve
kendisine CİA eliyle 110 bin dolar ödenmiştir. Carter döneminde 185 bin dolar, 1985 yılında ise
200 bin dolar aylık verilmiştir.
1983-1989 arasında ABD tarafından panama genel kurmay başkanlığına getirilen
Noriega, ardından panama devlet başkanlığını ele geçirmiş, ama "siyonist yahudilerin kontrolü
dışında uyuşturucu mafyasıyla irtibat kurması ve karapara aklaması ve buradan kazandığı
milyonlarca doları kendi kasasına aktarması" üzerine, hatırlanacağı gibi Amerikan giriştiği bir
operasyonla devrilmiş ve tutuklanmıştı.
Tutuklandıktan sonra, ABD hükümeti Noriega'nın hırsızlık ve hıyanet belgelerini dünya
kamuoyuna açıklamış, ardından gazete ve televizyonlarda Amerika'nın Panama'yı böyle bir
zalim diktatörden nasıl kurtardığı (!) günlerce anlatılmıştı!? Amerika sanki bir merhamet meleği
ve adalet kahramanıydı!?
130
MOBUTU:
Zaire diktatörü Sese Mobutunun, Yahudi William casey başkanlığındaki CIA ile çok iyi
ilişkilerinden dolayı, IMF Zaireye her yıl yüz milyonlarca -1987 yılında 370 milyon- dolar kredi
vermiş, bunlara karşılık Zaire'nin zengin altın ve maden ocaklarının yok pahasına ABD (Yahudi)
şirketlerine kiralanması gerçekleşmiş ve zaire halkı açlık ve sefalet içinde kırılırken, Mobutu
İsviçre bankalarına ve kendi adına tam 5 Milyar dolar para istiflemiştir.
Cafer NUMEYRİ:
Sudan'daki İslami Hareketi engellemek, tarımsal kalkınmayı ve yerli yatırımları önleyip
ABD sömürgeciliğini sürdürmek üzere bu ülkenin başına bela edilen Cafer Numeyri, devlet
kesesinden çaldığı ve yabancı şirketlerden rüşvet olarak aldığı milyonlarca dolarlık paralarını,
Pakistanlı Ağa Hasan Ebedi'nin kurduğu BCCI (Uluslararası kredi ve ticaret Bankası) yatırmış,
Siyonist Yahudilerin özellikle müslüman ülke liderlerini ve zenginlerini tuzağına düşürmek üzere
paravan bir banka olarak kurdurduğu ve karapara aklama merkezi olarak kullandığı bu banka,
sonunda iflas edince, Numeyri'nin fakir sudanlının ekmek parasından çaldığı milyarları da,
böylece elden çıkmış ve suya atılmıştır.
İRAN ŞAHI:
Eski İran şahı, Amerikanın bölgedeki Jandarmasıydı ve siyonizmin en has adamıydı. Şah,
İran halkını eziyor, sömürüyor ve onların sırtından bir Firavun saltanatı sürüyor, Amerika ise
şahın sırtından geçiniyordu!
Şah pembe dizilerde seyrettiği ve hoşuna gittiği için Çarli'nin Melekleri filminde oynayan
güzel kızları, özel uçakla ve bir geceliğine ve milyonlarca dolar ödeyerek Tahrana getirecek
kadar cömertlik (!) gösteriyordu
Ama şah zamanla, Siyonizme ve Amerika'ya karşı diklenmeye ve söz dinlememeye
başlamıştı. Petrol fiyatlarını tespit konusunda olduğu gibi, bazen açıkça kafa tutuyordu!..Ve bu
yüzden şahın biraz dizginlenmesi ve ders verilmesi gerekiyordu!..?
İşte tam bu sıralarda giderek hız ve heyecan kazanan İslami muhalefet iyi bir fırsat olarak
görülüyordu. ABD, İran’daki bu halk devrimini ve mollalar hareketini destekleyerek, şahın
burnunu kırmak ve kendilerine tam bağımlı ve mecbur hale sokmak istiyordu.
Ama evdeki pazar çarşıya uymadı. İran’daki İslami hareket Amerikanın kontrolünden çıktı.
Şah kaçtı ve saltanatı yıkıldı. Fakat Amerika ve siyonizm için önemli olan dostları değil, sadece
çıkarlarıydı... Bu nedenle Yeni İran İslam Cumhuriyetiyle de ilişkiler kurulmalı ve alışverişler
yapılmalıydı.
Bunun için de İsrail Gizli Servisi MOSSAD elemanlarından Ari Ben Menaşe'den
yararlanılacaktı.
Ari Ben Menaşe 1952 İran Doğumluydu. Babası Tahranda deri ve kürk ticaretiyle uğraşan
ve ayrıca Daimler-Benz ve Bosch markalarının İran genel dispansörlüğünü yapan bir Yahudiydi.
131
Ari, diğer Musevi çocukları gibi Tarhan Amerikan Lisesini bitirmiş, İngilizce ve Fransızca
öğrenmişti. Evlerinde Arapça konuşulmaktaydı ve farisiceyi zaten bilmekteydi. İyi bir siyonist
olarak yetiştirilen Ari Ben Maşe, Liseyi bitirince İsrail’e göç etti, Kibbuz teşkilatına girdi ve Bar
ilan üniversitesi siyaset
bölümünü bitirdi. 1974'te 3 yıllık askerliğini yapmak üzere İsrail
ordusuna yazıldı ve 1977 yılında, özel İran uzmanı olarak, İsrail ordusu dış ilişkiler servisindeki
görevine başladı.164
Ari Ben Menaşe, Humeyninin yakın adamlarından ve devrim yüksek konseyi
kurmaylarından Ayetullah Ebul Kasım Keşaninin oğlu olan ve Avrupa'da yaşayan Seyyid mehdi
Keşani ile de irtibat kurarak, İsrail'in İran'a silah ve askeri malzeme satması konusunda akıl
almaz başarılar sağladı. Öyle ki İsrail İran'a en fazla silah satan ülke konumuna geldi ve
aralarındaki silah ticareti şah dönemine nazaran katbe kat artış gösterdi. Özellikle İran Irak
savaşı boyunca, İran önemli savaş ihtiyacını İsrail'den temin etti.
Şöyle ki,
* İsrail kendi elindeki eskimiş silahları ve tankları "imha edilmiş" gösterip, hem
Amerika'dan bunların yenisini bedava alıyor,
* Hem de bu eski silah ve malzemeleri, biraz elden geçirip çok yüksek fiyatlarla İran'a
satıyordu.
* İsrail, Amerika'nın Vietnam savaşı sırasında kullanıp terkettiği C.130 tipi askeri nakliye
uçaklarını, hurda fiyatına alıp boyadıktan sonra İran'a gönderiyordu.
* Yine Ben Menaşe'nin marifetleriyle Polonya ve Kuzey Kore'den Sovyet tipi saha
füzelerini,
* Bulgaristan'dan Sam-7 savunma füzelerini ve kaleşnikof AKU7 silahlarını,
* Çin'den, gemilerden fırlatılan Sılkworm füzelerini,
* Ve yine NATO ülkelerinde kullanımdan kaldırılan 25 yaşındaki F-4 ve F-5 savaş
uçaklarını, çok ucuz fiatlara toplayıp en az 5 misli daha fazlasıyla İran'a sattığı,
* Ve bu maksatla çok yüksek kademeli asker ve sivil yetkililere rüşvetler dağıttığı,
* ve Mehdi Keşaninin aynı zamanda dünya çapında bir uyuşturucu mafyasının içinde yer
aldığı biliniyordu.165
Şimdi ister istemez akla şu soru gelmektedir: Acaba, iki müslüman ve komşu ülkenin
harap olmasından başka hiçbir işe yaramayan Irak-İran savaşı, İsrailli silah tüccarlarının para
kazanması için mi çıkarılmıştı?
Karı Koca CLİNTON'lar:
Amerika Birleşik Devletleri, aslında 2. İsrail demektir ve perde arkasında ekonomik siyasi,
askeri ve kültürel yoldan siyonist Lobilerin güdümündedir.
164
165
Bak: Ben-Menashe- rofits of War, Sheridan Sguare New York 1992
Bak: Bilgi Mafyası Çev: Kaan öten sarmal yayınları. Sh. 168-179
132
ABD'nin dünya çapında giriştiği haksızlık ve hıyanetlerden doğrudan suçlu ve sorumlu
tutlmasınlar diye, bu ülkenin başına genellikle Yahudi olmayan Masonlar getirilmekte ve devamlı
Siyonizme mecbur ve mahkum olsunlar diye de, bunlara pek çok haksızlık ve ahlaksızlık
işlettirilmekte ve bunlar tesbit ve tecil edilerek bir tehdit unsuru ve şantaj olarak
değerlendirilmektedir.
İşte eski, sözde ABD başkanı Bil Clinton'da aslında "Yüksek Payeli bir Piyon" olarak bu
göreve getirilmişti.
Bill Clinton önce iyi bir mason olarak yetiştirilmiş, ardından Arkansas valiliğine seçtirilmiş
ve derken ABD başkanlığına getirilmiştir. Hem valilik, hem başkanlık seçimlerinde kendisine
milyonlarca dolar yardım edilmiştir.
Clintona bu yardımları yapan Yahudi Stephens ailesidir.
Bu aileye ait Stephens inc. Bankası, "Rose Law Firm" adındaki hukuk bürosuyla çok yakın
ilişkiler içindeydi ve bayan Hillary Rod'ham Clinton ise, bu büronun gözde avukatlarından
birisiydi.
Yukarıda bahsettiğimiz Pakistanlı Ağa Hasan Ebedi'nin karapara aklama bankası olan
BCCI'nin, Amerikan bankalar piyasasına girebilmek için bir ameriken bankası satın alaması
gerekmiş ve bu amaçla "Financial General Bank- Shares"i ele geçirmek üzere bayan Hillary
Clinton devreye girmiş, sonunda haksız ve hileli yollarla bu banka BCCI'nın eline geçmiş ve
bayan Clintona ise milyonlarca dolar ödenmişti.
Tabi hem bay hem de bayan Clintonların, bu ve benzeri marifetleri Siyonist mahfillerce
belgelenmiş sonra bir şantaj unsuru olarak aleyhlerinde kullanılmış ve başkan Clintona bazı
siyonist projeler zorla yaptırılmak istenmiştir. Clinton, Amerikan halkının milli menfa atlarına
aykırı olan bu dayatmaların bir kısmına diretince bu sefer sex skandalları ve yolsuzluk
iddialarıyla yıpratılmaya ve devre dışı bırakılmaya tevessül edilmiştir.
Barsaklarımızda yaşayan bazı parazitler gibi, hem bütün insanlığın kanını emerek
geçinen, hem de onlara zarar ve zahmet veren bu siyonist solucanlarla, vücuda zarar vermeden
tesirsiz hale getirecek ve
sömürü saltanatlarına son verecek bir dehaya sahip olmak ise,
sadece Türkiye'nin ve müslümanların değil, bütün insanlığın ortak şansı gibidir.
Sırası gelmişken özellikle hatırlatalım ki, siyaset ve devlet adamları da;
1- Etiket, rütbe ve şöhret,
2- Menfaat, mülkiyet ve servet
3- Kadın, eğlence ve şehvet
konularında mutlaka dikkatli ve disiplinli bulunmalı, helal ve meşru olanla yetinmelidir.
Aksi halde masonların maskarası ve şeytanın soytarısı olacakları kesindir.
Bu arada, teknik arıza ve hava muhalefeti gibi herhangi bir sebeple yere çakılan bir
uçağın, veya okyanuslarda batan bir geminin suçlusu ve sorumlusu hazırdır: İran, Sudan, Libya,
Irak, Pakistan!..
133
Niye mi? çünkü Amerika'ya köleliği kabul etmeyen, Siyonizme sömürülmek istemeyen ve
İslam adına hareket eden herkesin haddinin bildirilmesi ve sindirilmesi gerekir!.?
Bu nedenle önce "İslamcı teröristleri(!)" destekledikleri iddia edilir. Sonra hayali senaryolar
üretilerek bunlar belgelendirilir. Ardından "Libya'ya hava saldırısı,Irak'a ambargo uygulaması,
İran'a dünya kamuoyu baskısı, ve Türkiye'ye insan hakları suçlaması için harekete geçilir!?
Ne zamana kadar mı?
Müslümanların, siyasi, askeri ilmi ve iktisadi birliği yeniden kuracakları ve her türlü "güç"e
sahip olacakları ve saygınlık ve caydırıcılık kazanacakları güne kadar!..
Ve şunu da belirtelim ki, siyonizm, asla yenilmez ve karşı gelinmez bir değildir. Yegane
kuvvet ve kudret sahibi Cenabı Hakk’ın kendisidir.
Ve siyonizmin saltanatı çökmek üzeredir. Birinci dönem, Clinton’u kendileri aday gösteren
siyonistler, ikinci sefer, Clinton’a karşı Dole’ü desteklemişler ve Amerikan tarihinde ilk defa,
Yahudi lobilerine rağmen, Clinton kazanmış onların adayları kaybetmiştir.
Şimdi George Bush’ta yine, siyonistlerin desteklediği Al Gore’a rağmen ABD Başkanlığına
gelmiştir.
Anlayacağınız siyonist canavar, artık gücünü yitirmiştir ve can çekişmektedir.
134
SİYONİZM VE TEKNOLOJİ
Teknolojiyi tanrılaştıran ve bütün insanlığı bu çağdaş tanrıya taptıran siyonizm, artık İsrail'i
yeryüzünün tek hükümdarı yapmak üzere Irak’a karşı "gazab üzümleri" vahşetini, şimdi
Afganistan’a karşı “Haçlı Seferleri” dehşetini başlatmış bulunuyor. Hatta, Irak’a karşı yeni bir
saldırı hazırlığı içinde olan ABD başkanı, bu savaşta nükleer silahları kullanabileceklerini
açıklıyor!
Siyonist İsrail yalnız müslümanlıkla ve bütün insanlıkla değil, aynı zamanda Allah'la (cc)
savaştığına ve bu savaşı kazanacağına inanıyor.
Ve zaten Hz. Yakuba atfedilen "İsrail" ismi "Allah'la boğuşan" manasını taşıyor.
Ve muharref tevratta "Ve dedi ki: Artık sana Yakup değil, İsrail denilecek,, Çünkü sen
Allah ile ve insanlar ile uğraşıp onları yendin..." ifadeleri yer alıyor.166
Yıllarca Hizbullah mevzilerini çökertmek bahanesiyle Beyrut, Lübnan ve Suriye üzerinde
ölüm kusan, hergün Filistin’e bomba yağdıran, Yahudi olmayan herkesi öldürmeyi amaçlayan
şeytani güçler, tüm Rahmani değerleri devirmeyi planlıyor.
"Tanrılar, kendi yarattığımız şeyler olup, bizim onlara sunduğumuz saygı sayesinde
yaşarlar"167
"Bazen bizi kurtarması için tanrıya değil, şeytana yalvarmamız gerekir"168 düşüncesinde
olan Türkiyeli masonlar ve onların güdümündeki hükümet ve kurumlar da, taptıkları tanrıları olan
Şeytan İsrailin bu vahşet ve cinayetlerini destekliyor ve hatta haklı göstermek için kılıf
hazırlıyor!.. MHP ortaklı şu uğursuz Ecevit hükümeti,c mazlum Filistin halkını vahşice katleden
İsrail’e, bir milyar dolarlık tank tamir ihalesini veriyor!
"Yahudi olmayanın kanını akıtmak Allah'a (İsraile) kurban sunmaktır"
"Yahudiliğin amaçları uğruna işlenen her günah (gizli kalmak ve kılıf uydurmak şartıyla)
mübahtır"
"Yahudi olmayan herkes, Yahudiye hizmet için yaratılmış insan suretli birer hayvandır"
169
Düşüncesinde olan siyonist İsrail, şeytanlığının ve teknoloji tanrısı olmanın verdiği
şımarıklığın gereğini yapıyor, acımasızca saldırıyor, bombalıyor, öldürüyor....!
Geçen seneler Mısır’da yapılan ve Türkiyeli dostlarınca da onaylanan "terör zirvesinden"
aldığı destekle, İsrail bu gün en kanlı terörist havasını estiriyor.
Amerikanın ve Avrupa’nın siyonizmin hizmetine sunduğu tüm teknolojik imkanları ve son
sistem silahları korkusuzca kullanıyor...!
Teknolojiyi tanrılaştıran ve bunu özellikle büyük şeytanın (siyonizmin) hizmetine sunan
“vahşi batı”, farkında olmadan kendi sonunu hazırlıyor...!
166
167
168
169
Tekvin 32. Bölüm Sh. 24-30
Mimar Sinan Dergisi, Sayı:11, Sh. 7
Mimar Sinan Dergisi, Sayı:17, Sh. 16
Tevrat –Telmud-Hoşem Hamişpat Sh. 117
135
Çünkü teknoloji tanrısının, bir gün"Tanrının teknolojisine" yenileceğini ve bütün gücünü ve
güvencisini yitireceğini bilmiyor...!
Hz. Musa'nın asası Firavun sihirbazlarının canavarlarını yuttuğu gibi, Allah'ın kudret delili,
adalet görevlisi ve yeryüzünde gölgesi ve halifesi olan bir zatın hazırlayacağı ve mazlumların
hizmetinde kullanacağı üstün marifet ve medeniyetlerin de, Teknoloji tanrısını ve İsrail
Tabu'sunu yıkıp tarihin çöplüğüne atacağını gafiller düşünmüyor..!
Herhalde anladınız. Tanrının teknolojisi dediğim, elbette Allah’ın görünmeyen güçleri yani
meleklerden ve ruhanilerden oluşan askerlerdir...
Allah'ın kuvvet ve kudretinin eserleri olan bu görünmeyen güçler170 bulunduğu gibi, Hz.
Süleyman ve benzeri Nebilerinin ve Resullerinin hizmetine verdiği "İnsanlardan, cinlerden ve
uçanlardan düzenli ordularda "her an emir beklemektedir"171 Ve Allah'ın orduları şeytanın
ordularını mutlaka yenecektir.
İsrail tabusuna ve teknoloji tanrısına kulluk yapan gafiller ve hainler grubu da
gavurcuklarıyla birlikte geberecektir.
"Onlar yardım göreceklerini umarak Allah'tan gayri ilahlar edindiler. Oysa ilah edindikleri,
onlara yardım etmeye güç yetiremeyecektir. Aksine kendileri ilahlarına yardım için hazır
bekleyen (ahmak ve alçak) askerler gibidir."172
Çağımızdaki teknoloji tanrısına, Allah'ın görünmez ordularının ilk intikamı Titanik Faciası
sayılabilir.
Hatırlanacağı gibi bir İngiliz Yahudi vapurculuk şirketi tarafından 271 m. uzunluğunda ve
60 bin toniato ağırlığında "Titanic" adlı muhteşem bir yolcu gemisi (transantlantiği) yapılıyor ve
adeta süper lüx bir otel gibi donatılıyor ve teknolojinin en son harikası olarak tanıtılıyordu.
Titanic; bir dudağı yerde bir dudağı gökte bulunan ve dağ gibi dalgaları hiçe sayan ve asla
batmayacağı sanılan ve savunulan bir "deniz devi" anlamına geliyordu ve bir nevi Allah'a
meydan okuyordu. Bu şeytani gaflet ve cesaretle 14 Nisan 1919'da çoğu siyonist zenginlerden
oluşan binlerce yolcusuyla okyanuslara açılıyor ve içinde fuhuş ve rezaletin her türlüsü
yaşanırken daha ilk seferinde, görünüşte bir buz dağına gerçekte ise ilahi kudretin görünmeyen
ordularına çarpılıyor ve 1500 yolcusuyla birlikte parçalanıp batıyordu.!..
Ve yine bir kaç sene önce Amerika'nın Challenger (Çilicır) adlı uzay aracı, fırlatıldıktan
kısa bir süre önce bütün dünyanın gözü önünde ve yine "görülmeyen güçler" ve hala bilinmeyen
nedenlerle parçalanıyordu!..
Zira Challenger ("Çilincır"): göklerden ve gizemli güçlerden asla korkmayan, manevi ve
ruhani varlıkları hiçe sayan bir "feza canavarı" anlamına geliyordu ve tıpkı Titanic gibi Allah'a
meydan okuyordu!..
170
171
172
Tevbe: 26-40 Ahzab: 9
Nem: 17
Yasin: 74-75
136
Ve o da, inkar ve isyan ettiği yüce kudretin kahrından kurtulamıyordu!..
Ve şimdi yeryüzünün tanrısı olmayı ve dünyayı siyonistlerin cenneti yapmayı amaçlayan
ve bu maksatla kudurmuş katiller gibi etrafına saldıran İsrail’in de batacağı ve Allah'ın gazabına
uğrayacağı günler yakındır. .
Ve zannediyorum kabbalist
bilginler de bu akibetin farkındadır ve milli Görüşün
iktidarından ve Erbakan'dan işte bu yüzden korkmaktadır.
Ama korkunun ecele faydası olmayacaktır.
137
SİYONİZM VE SİLAH SANAYİ
Siyonist güçlerin tezgahladığına artık kesin gözüyle bakılan körfez savaşlarında;
1- Bölgede İsrail’in aleyhine tehdit oluşturan tüm girişim ve gelişmeleri sindirmek,
2- Müslüman ülkeleri birbirine düşürüp, sun'i düşmanlıkları körüklemek ve böylece İslam
Birliğini önlemek,
3- Özellikle Türkiye'yi ekonomik ve siyasi sıkıntıların içine itmek ve ABD'ye her bakımdan
mahkum ve mecbur hale getirmek,
4- Bölgenin petrol kaynaklarını ve diğer imkanlarını rahatlıkla sömürmek,
gibi hedefler yanında, ayrıca yeni üretilen silah ve bombaların müslüman ırak halkı
üzerinde denenmesi amaçlanmıştır.
Evet, Pentegon yetkililerinin itiraf ettiğine göre Amerika'nın basit bahanelerle başlattığı Irak
saldırısının asıl nedenlerinden birisi de yeni ürettikleri son teknoloji harikası silahları, masum ve
mazlum müslümanlar üzerinde denemek ve başka ülkelere satarken etkili reklam imkanı
kazanmaktır.
Günahsız ve savunmasız insanları kobay diye kullanıp, üzerlerinde silah denemesi
yapacak kadar vahşileşen bu siyonist saldırganlar, maalesef müslüman ülkelerin gafil ve hain
yöneticileri yüzünden fırsat bulmakta ve kudurmaktadır.
Eldeki bilgilere göre, dünya silah üretiminin üçte ikisini ABD ve Rusya gerçekleşmektedir.
Bu miktarın çok önemli bir kısmı da siyonist patronların tekelindedir.
ABD'nin yıllık silah satışından elde ettiği resmi net gelir 14 milyar dolar (3 katrilyon),
Rusya'nın yıllık silah geliri ise 9 milyar dolar (2 katrilyon) dur.
Türkiye silah alımında, Hindistan, Japonya ve Suudi Arabistan'dan sonra, 1.5 milyar
dolarla 4.cü sırada bulunmakta, Yunanistan ise 1.3 milyar dolarla 5. sıraya oturmaktadır.
Dünya silah ihracatının 5te 2sinin ortadoğuya aktarıldığı ve özellikle Türkiye'nin çevresine
yığınak yapıldığı ise çok önemli bir noktadır.
Başta ABD ve Rusya olmak üzere, tüm silah satıcı ülkeler ve perde arkasındaki dev
siyonist şirketler, yukarıda verilen resmi rakamların en az on misli kadar daha fazlasını da yine
kendi güdümlerindeki MAFİA’lar eliyle kaçakçılık usulüyle satmaktadır. Çekiç Güç ve PKK'da
uzun süre bu maksatla kullanılmıştır.
Bu yolla elde dilen kara paraları ve kirli dolarları aklamak için de sözde bağımsız İsviçre
bankalarını ve hatta Papalığı ve Vatikan’ı kullanmaktadır.
Emperyalist ülkeler ve siyonist merkezler, bu korkunç silah üretimlere pazar bulabilmek
için de:
a) Bazen sınır komşusu olan ülkeler arasında suni sorunlar çıkarmakta ve savaşları
kışkırtmaktadır.
b) Sık sık, ülkeler arasındaki geçmiş sorunları ve eski düşmanlıkları kaşımaktadır.
138
c) Bir yandan da ülke içindeki etnik ve dini farklılıkları körükleyerek, anarşik olayları
kızıştırmakta ve devamlı terörü tırmandırmaktadırlar.
CIA, MOSSAD ve KGB ajanları ise bu işlerde çalıştırılmaktadır. Bunlar bazen bir
büyükelçi, bazen bir diplomat, bazen bir misyoner Papazı bazen bir köşe yazarı, bazen bir parti
başkanı, bazen bir din adamı, bazen bir gönüllü yardım uzmanı, bazen de bir barış gücü
komutanıdır.
a) Hem silahlarını satmak, b) Hem yeni silahlarını deneme ve geliştirme fırsatı yakalamak
c) Hem yıkılan kentlerin ve ülkelerin yeniden imarı için yeni ihaleler kazanmak d)Ve hem de bu
kavga ve kargaşa içinde bunalan dünyayı daha rahat sömürme imkanı bulmak amacıyla, bu
şeytani güçler için savaş ve terör ortamı hazırlamak sanki de kaçınılmazdır. Çünkü siyonist
sömürü canavarı kan içmeden duramamaktadır.
Yani bunlar bir nevi masum ve mazlum insanların kanı ve canı pahasına şeytani bir
saltanat hayatı yaşamaktadır.
Osmanlıyı yıkmak ve büyük İsrail İmparatorluğunu kurmak amacıyla 1. ve 2. Dünya
savaşını çıkaran milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına sebep olan bunlardır.
Vietnam savaşını, Irak İran savaşını, körfez çıkarmasını, Bosna, Çeçenistan ve Kosova
katliamını yapan bunlardır. Tüm terörist hareketlerin ve MAFİA örgütlerinin arkasında bunlar
vardır. 11 Eylül New York faciasını ve Afganistan saldırısını hazırlayan da yine bunlardır.
Bunlar barışa ve huzura düşmandır. Bunlar barış ve bereket dini olan İslam’a düşmandır.
Bunlar, her dinden, her düşünceden bütün insanların birlikte ve barış içinde yaşanmasını
amaçlayan Adil Düzene düşmandır.
Bunlar, Hakkı ve hürriyeti esas alan, sömürümüz ve saldırısız bir dünyayı amaçlayan yeni
bir medeniyeti merkezi olmayan aday bulunan Türkiye’ye düşmandır.
Bunun için ülkemiz dört yanında ateş çemberine alınmakta, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs ve
Ermenistan Başta Olmak üzere çerçevemizdeki düşman ülkelere silah sağlamaktadır.
Terör, Türkiye'yi içten yıkmak için desteklemekte ve Çekiç Güç PKK'yı beslemek için
Kuzey Irak'ta tutulmaktadır.
Aynı siyonist mahfiller, İsrail'in işini kolaylaştırsınlar ve sömür düzenlerine bekçilik
yapsınlar diye zaten D-ANA-SOL'u kurdurmuşlar ve işte bu yüzden Refah'ın birinci parti olması
ve hele hükümeti kurma karşısında kudurmuşlar ve despotik dayatmalarla kapatmışlardır.
Ardından Fazilet’in de kapatılması ve Milli Görüş’ün parçalanmaya çalışılması da bunların
planıdır.
İşte bunun için baş terörist İsrail'in güvenliği ve geleceği hatırına Akdeniz tatbikatına
katılmışlar ve İslami diriliş hareketlerini sindirmenin yolların aramışlar ve maalesef Türkiye'nin
en üst yöneticilerini de bu çirkin emellerine bulaştırmışlardır.
Kuzey Irak'ta Kürdistan markalı yeni bir çıbanbaşı oluşturmak, arkasından Türkiye'yi de
parçalayıp asıl büyük İsrail'e zemin hazırlamakla görevli bulunan ABD'nin körfez saldırısını ve
139
Afganistan katliamını utanmadan haklı görecek ve destek verecek Solcu Ecevit’lerin, sağcı
MHP’nin ve binlerce müslümanın katiline fetva veren bazı dincilerin bu tavırları tek kelime ile
çifte standart yani ikiyüzlük olmayacak mıdır?
Çünkü Amerika'ya evet demek PKK'ya evet demektir.
Amerika'ya evet demek, Kuzey Irak Kürdistanına evet demek, İsrail İmparatorluğuna evet
demektir.
Amerika'ya evet demek, siyonist saltanatına evet demektir.
Amerika'ya evet demek, Afganistan’da akacak kanlara, yanacak canlara yıkılacak
yuvalara ve yapılacak beddualara ortak olmaktır.
Zira artık herkes biliyor ki PKK ve Çekiç Gücün önemli görevlerinden birisi de ülkemizdeki
ve bölgemizdeki kaçak silah satışını ayarlamak ve silah mafiasına yatakçılık yapmaktır. ve işte
Amerika yahudi silah fabrikatörlerinin çıkarları ve ısrarı üzerine Irak'a saldırmıştır. Ve yine silah
sanayi canlansın diye 11 eylül faciası ve Afganistan savaşı planlanmıştır. Ve şimdi, asıl
Türkiye’nin başı belaya sokulmak üzere, Irak’a saldırı hazırlığı yapılmaktadır.
Milletvekilliği hatırına ve maddi menfaat hesabına böyle bir suça ve sorumluluğa ortak
olmak hangi imanla, hangi vicdanla ve hangi insanlıkla uyuşmaktadır?
Bu millet sizi, uluslararası silah kaçakçılarına üs hazırlamak, Mafiaya resmiyet
kazandırmak ve kolaylık sağlamak ve siyonist saldırganları haklı çıkarmak için mi omuzları
üzerinden Meclise taşımıştır?
Muhalefette iken ve daha dün seçim meydanlarında Dış güçler ve terörist örgütler
aleyhine söyledikleriniz nerede kaldı?
Ve asıl bizi düşündüren; Bir toplum yakın geçmişini hatırlamıyor ve hemen unutuyorsa
vekillerinde ise "arlanmak" yoksa, bilmem ki bunlar beladan nasıl kurtulacaktır?
Ve hala Milli Görüş’ün farkını anlamayanlar acaba çok saf mıdır, yoksa sıfır insaflı mıdır?
Evet, Türkiye Siyonist Lobilerinin kışkırtısıyla Irak'ta, Libya’da, Sudan’da, Afganistan’da
yeni
katliamlara hazırlanan Amerika'yı durduracak bir konumda ve sorumluluktadır. Ama
maalesef İncirlik Hava Üssünün Irak'a ve Afganistan’a karşı kullanılmasına izin vermekle, BM ve
NATO’da ağırlığını hissettirmekle bu vahşetleri dizginlemek fırsatını iyi kullanamamıştır.
Birinci körfez savaşının hem vicdani ve psikolojik sorumlulukları hem de ekonomik ve
stratejik zorlukları ve sıkıntıları hala omuzlarımızda dururken ABD'nin yeni bir katliamına ortak
olan yöneticiler ve yetkililer bu hiyanetin altından kalkamayacaktır.
Ne Amerika’dan, ne Avrupa’dan, hiçbir zaman bize hayır dokunmamıştır. MGK Genel
sekreteri Org, T. KILINÇ paşa’nın çıkışları, yerden göğe haklıdır ve Türkiye komşularıyla yeni
işbirliği girişimlerine öncülük yapmalıdır.
140
TÜRKİYE'DE SİYONİST VE ANTİSEMİT HAREKETLER
Antisemitizm: Yahudi düşmanlığını açığa vuran ve siyonistlere karşı etkin önlemler
alınması gerektiğini savunan, düşünce ve davranışlardır.
Antisemit hareketlerin bir kısmi gerçekçidir. Bir kısmı ise sun'i ve sahtedir.
a) Samimi ve gerekli olan antisemit hareketler, topyekün yahudi kavmini değil, sadece
siyonist düşünceyi hedef alır.
“Yahudi olmayan herkesi ezmek ve sömürmek, bütün ülkeleri İsrail hakimiyetine boyun
eğdirmek, bu amaçla terör, savaş ve ahlaki tahribatı, her türlü hıyanet, cinayet ve rezaleti
mübah görmek” esasına dayanan vahşi siyonizme karşı yürütülen siyasi, kültürel ve ekonomik
faaliyetler, elbette takdire şayandır ve insanlığın hayrınadır.
Ancak siyonist olmayan, başkalarının hak ve hürriyetlerine tecavüz amacı taşımayan
yahudilere karşı herhangi bir düşmanlık, ise elbette yanlıştır ve haksızlıktır.
b) Sun'i antisemit hareketler ise, topyekün yahudileri hedef alır ve genellikle bizzat siyonist
yahudiler tarafından organize edilir.
“Siyonizm aleyhtarlığının” sivil ve milli hareketler olarak çıkmasına karşılık, “Yahudi
düşmanlığı” kasıtlı ve resmidir.
Bu bizzat siyonist ve masonik merkezler tarafından organize edilen sun'i ve sahte
antisemit hareketler, pek çok sinsi ve şeytani amaçlara yöneliktir:
1- Dünyanın farklı ülkelerinde ve rahat içerisinde yaşayan Yahudileri ürkütüp İsrail'e göçe
mecbur bırakmak.
2- Saldırgan, sapık, zalim ve şiddet yanlısı psikopat tiplere ve çevrelere Yahudi
düşmanlığı yaptırıp, siyonistleri mazlum ve mağdur bir konuma sokarak, bunu bir propaganda
amacıyla kullanmak.
3- Böylece siyonist yahudilerin işledikleri fitne ve fesatlıkları saklamak ve meşrulaştırmak
4- Siyonizmi haklı olarak eleştirecek Milli hareketleri de, haksız gösterip dayanıksız ve
taraftarsız bırakmak.
5- Yahudileri asimile olmaktan koruyup, milliyetçi duygularını diri ve dinamik tutmak, sun’i
antisemitizmin başlıca hedefleridir.
Yapay (suni ve resmi) antisemitizmin ilk önemli örneği Hitler ve Nazi hareketidir.
İlk bakışta yahudi soykırımı gibi görünen bu hareket, hem siyonist düşüncenin haklılık
kazanmasına, hem de Yahudilerin Avrupa'yı bırakıp İsrail'e göçe zorlamasına yaramıştır.
Bu gerçeği çok iyi bilen Siyonist Hannah Arendet şöyle demektedir. "Hitlere teşekkürler.
O olmasaydı, Yahudiler hiçbir surette bu kadar popüler olamazlardı. Bu bakımdan antisemitik
hareketler siyonist felsefesinin en etkili ideolojik faktörleri sayılmalıdır."173
173
Eichmann in Jerusalem Sh. 8
141
Ve yine meşhur siyonist yazar Emil Ludwig şunları söylemektedir. "Hitlerin adı belki
birkaç yıl sonra unutulabilir. Ama İsrail'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim.
Çünkü yahudiliklerini yitirmiş onbinlerce yahudi, onun sayesinde kendi kimliklerine geri
dönmüşlerdir. İşte bu yüzden ben şahsen ona büyük bir minnettarlık beslemekteyim."174
Sahte antisemitizmin son bir örneği de, Rusya'nın sözde aşırı milliyetçi parti liderlerinden
Vladimir Jirinovski'dir. Koyu bir Rus faşisti gibi davranan ve yahudilerin de aleyhinde konuşan
bu adam, aslında 1946 da Kazakistan'da Yahudi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. 1989
yılında kültürel yahudi derneği olan Şapoma girdi. Bu örgüt bütün Rus yahudilerini tek bir çatı
altında ve aynı bölgede toplamayı amaç edinmişti.
Aralık 1991'de Liberal Demokrat Partiyi kurup Rus Milliyetçiliğinin önderliğine soyunan
Jirinovski'nin sahte Yahudi aleyhtarlığı kampanyası başarılı olmuş, bunun sonucu telaş ve
tedirginlik içine düşen binlerce Yahudi İsrail'e göç etmiştir.
Ayrıca, başta ABD ve Avrupa ülkeleri olarak dış dünyanın sıkıştırması nedeniyle
Rusya'daki Yahudilere de bu yüzden yeni ve önemli imkanlar ve güvenlik garantisi verilmiştir.
Türkiye'de antisemit hareketlere gelince:
Türkiye'de ilk resmi ve sunni antisemit hareketleri, Yahudi dönmesi gazeteciler üstlendi
ve pekçok yahudi İsrail'e göçe mecbur edildi.
"İki Yahudi çocuğu Türk Hava Kurumu için satılan rozet paralarını çaldı" 175
"Bir Yahudi Firması mahkemeye verildi".
"İhtikar suçundan 4 Yahudi
tüccar tevkif edildi"176 gibi manşetlerle, Yahudi azınlık
tedirginliğe ve telaşa sürüklendi.
Ve yine 1942 yılında aslında mason olan Başbakan Refik Saydam, yine Locaların
talimatıyla Anadolu Ajansındaki 26 Yahudi personelin görevine son verdi.
Yahudi dönmesi olan A. Emin Yalman, Zekeriya Sertel gibi gazetecilerin, İsrail'in
kuruluşuna zemin hazırlamak ve Yahudileri göçe zorlamak için yürüttükleri ürkütme projesi
meyvesini vermiş ve Türkiye'deki 80 bin kadar Yahudi’nin 30 bini 1948-49 yıllarında İsrail'e göç
etmiştir.
Hata daha sonraları, özellikle Yahudi zenginlerine yönelik "varlık vergisi" kanunu
çıkarılmış, 12 Kasım 1942'de Başbakan mason Şükrü Saraçoğlu tarafından yürürlüğe konulan
bu kanun, pek çok yahudiyi Türkiye’yi terke mecbur etmiştir.
Halbuki bu kanunun imza eden bakanlardan Hakkı Ülkümen, İzzet Akosman ve Fuat
Sirmen bizaat Yahudi dönmesi, Hasan Ali yücel, Ali Fuat Cebesoy ve Behçet Uz ise mason idi.
15 gün içinde yatırma şartı getirilen bu çok ağır vergileri ödeyemeyen yaşlı ve hasta
yahudiler ise, sırf panik oluşturmak için kamplara gönderildi.
174
175
176
Metin Toker Milliyet 31 Ocak 1993
Cumhuriyet 31 Ağustos 1942
Cumhuriyet 29 Ağustos 1942
142
Daha sonraki yıllarda bütün üyelerin Yahudilerden oluşan Göztepe Kültür Merkezinin
kundaklanması ve özellikle 7 Eylül 1986'da hem de açılış töreninde Neve Şalom sınagokunun
bombalanması ve her ne hikmetse Hamambaşı David Aseo ve İsrail konsolosunun, hem de
basit bahanelerle törende bulunmaması, yine bu işlerin Siyonistler tarafından tertiplendiği
göstermekteydi.177
Ve en son 28 Ocak 1993'te gerçekleştirilen yahudi işadamı Jak Kamhi suikastı da, suni bir
antisemit girişimdir.
Prof Mahir Kaynak gibi istihbarat uzmanlarının ve pek çok yorumcu ve köşe yazarının
"İslamcı kesimleri suçlamak ve Yahudilerin tehdit ve tehlike altında bulunduğu imajını yaymak
için, acemice hazırlanmış basit bir komplodur" dediği bu ve benzeri olayların pek çoğu bizzat
siyonist çevrelerin tertibidir.
Dünyanın her yerindeki ve özellikle Afrika ve Asya İslam ülkelerindeki diktatörlüklerin ve
terör örgütlerinin arkasında da, bizzat İsrail ve Mossad’ın bulunduğu artık bilinmektedir.
Örneğin Cezayir’deki zalim askeri Cuntanın ve İslamcılara yüklenen bütün katliamların
arkasında İsrail, Mossad ve CIA'nın olduğu kesinleşmiştir. Hatta müslüman Cezayir halkının
Fransızlara karşı yürüttüğü Kurtuluş mücadelesinde, Fransız askerlerine gerilla eğitimi veren iki
İsrail generalinden birisi,
öldürülen eski başbakan Vitzhak Rabin, diğeri de bir önceki İsrail devlet başkanı Haim
Herzog idi.
Özel konkord uçağı ile Amerika'dan berber getirten ve kendi halkı acımadan ölürken 4
Milyar doları ülke dışına kaçıran eski Zaire diktatörü Mobutu da, Mossadla ilişki içinde ve
İsrail’in emrinde idi. Hatta bu zalim diktatöre, 1979'da Zaire'ye giden o zaman ki savunma
bakanı şimdiki devlet başkanı Ezer Veizman, halkını ezmesi için devamlı askeri destek ve
stratejik bilgi vermiş ve hain polis teşkilatını eğitmiştir.
Ülkemizdeki 12 Eylül öncesi kanlı sağ sol hareketlerinin daha sonraki vahşi PKK
terörizminin, Alevi sünni gerginleşmesinin, Laik-dindar sürtüşmesinin, masonluk-mafya ve
gladyo ilişkilerinin perde arkasında da hep siyonist merkezler, MOSSAD-CIA ve İsrail parmağı
olduğu artık kesinleşmiştir.
Bunun gibi suni hükümet krizinin ortaya çıkmasında ve Refah-Yol'a savaş açılmasında ve
yıkılmasında ve ardından şikeli ve şaibeli hükümetlerin kurulmasında da, yine aynı şeytani
mahfillerin bulunduğu bir gerçektir.
Siyonist sömürü sermayesinin Türkçe kılıfı olan, bir takım TÜSİAD baronlarının, ayrıca
dönme masonların elindeki bir kısım medya patronlarının bu hükümsüz hükümetin hem
kuruluşundaki hem de icraatlarındaki etkinlikleri bunun açık bir göstergesidir.
Ama bu şeytan şövalyelerinin son gösterisidir.
177
Terörün Perde Arkası Harun Yahya Vural Yayıncılık
143
Özellikle son bir asırdır yeryüzündeki hemen bütün savaşların, katliamların, isyanların,
inkılapların,sefalet açlık ve kıtlıkların fuhuş ve kumar gibi ahlaki bozulmaların arkasında mutlaka
siyonist şeytanların payı ve parmağı vardır.
Deccalizmi temsil eden Siyonizm ve onun terör karargahı İsrail, bu korkunç cinayet ve
rezaletlerin hesabını mutlaka verecek ve hak ettiği şekilde cezasını çekecektir.
İnsanlığın bünyesine yerleşen ve ameliyattan başka bütün tedavi ve ıslah yolları imkansız
hale gelen bu kanser urunu temizlemek ise, sevapların en büyüğü ve şereflerin en yücesidir.
Bu durum siyonist olmayan Yahudilerin de menfaatinedir.
144
SİYONİZMİN TÜRKİYE HESAPLARI
Avrupa ve Amerika, Türkiye'yi bölmek ve tarihe gömmek üzere hazırlanan 10 Ağustos
1920 tarihli Sevr antlaşmasını uygulamaya koymak niyetiyle ve ülkemiz aleyhinde savaş
senaryoları peşindedir. Peki Sevr nedir?
ABD 1.Dünya savaşında İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan itilaf devletlerinin yanında
yer alınca, İttifak Devletleri olan Almanya, Avusturya ve Macaristan cephesi gerilemiş.
İttihhatçıların macera hevesleri yüzünden bunların safında savaşa katılan Osmanlı devleti de
haliyle yenilmiştir.
Bunun üzerine önce 30 ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalanmış, ardından Paris’in
Banliyösü olan Sevr'de Türkiye'yi parçalamayı amaçlayan bir konferans tertiplenmiş, Osmanlı
Hükümetinden de bir heyet davet edilmiştir.
Bu heyetin çağrılmasından 8 gün sonra, Mustafa Kemal 23 Nisan 1920 Tarihinde
Ankara’da TBMM'ni ve hükümetini kurup dünyaya ilan etmiştir.
Osmanlı Heyeti başkanı Tevfik Paşa, çok ağır şartlar içeren Sevr Antlaşmasını kabul
etmeyip geri dönünce, 22 Haziran Yunan kuvvetleri itilaf devletleri himayesinde saldırıya
geçmiş, Balıkesir, Muğla ve Uşak yöreleri işgal altına girmiştir. Bazı tarafsız tarihçi ve
araştırmacılara göre, daha önce, işgal güçlerini avutmak ve Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini
başlatmak üzere- Mustafa Kemal paşayı gizilce görevlendirdiği ve 500 bin altınla ve özel bir
fermanla Samsun'a gönderdiği söylenen Sultan Vahdettin, bu sefer Bağdatlı Hamit paşa
başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderip, düşman devletlerini bir müddet daha oyalamak ve
Milli mücadeleye vakit kazandırmak amacıyla, Sevr Antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde
bırakılmıştır. Ancak bundan önce Ankara Hükümeti bu anlaşmayı tanımadığını zaten açıklamış
ve artık Milli mücadele çoktan başlamış bulunmaktadır.
Sevr Antlaşmasına göre:
1- İstanbul dışındaki Trakya bütünüyle Yunanlılara bırakılacak,
2- Sevrin şartlarına uyulursa, İstanbul Türklere kalacak, aksi takdirde ellerinden alınacak,
3- Boğazlar ve Marmara bölgesi, bayrağı, bütçesi ve organizesi ayrı olan bir komisyonun
yönetiminde kalacak.
4- Güney Sınırları Osmaniye, Antep, Urfa ve Mardin'e dayanmak üzere doğuda bir
Ermenistan Devleti kurulacak.
5- Silifke, Ulukışla, Niğde, Aksaray, Akşehir, Afyon, Tavşanlı ve Balıkesir İtalyan nüfuz
bölgesi sayılacak.
6- Diyarbakır, Harput, Malatya ve Sivas civarı Fransız nüfuz bölgesi sayılacak.
7- Bu antlaşmadan 1 yıl sonra Güneydoğudaki Kürtler, isterse ayrı bir devlet kuracak ve
Türkiye buna razı olacak.
8- İzmir, Ödemiş, Söke, Tire, Akhisar dolayları resmiyette Osmanlı'ya kalacak, ama
buraların fiili yönetimi Yunanlılara bırakılacak.
145
9- Türkiye, İstanbul'da muhafız birliği olarak 700 asker ve diğer tüm ülkede 35 bin
jandarma ve 15 bin takviye kuvvet dışında ordu bulundurmayacak ve bu birlikler top ve benzeri
ağır silahlardan arındırılacak.
10- Her türlü uçak kullanımı ve askeri tahkimat hazırlığı yasaklanacak.
11- 1600 ton ve daha büyük gemiler işgal kuvvetlerince teslim alınacak.
12- Bütün mali ve ekonomik kararlar, işgal kuvvetlerince tespit edilecek bir komisyonun
elinde bulunacaktır.
Evet, kurtuluş savaşıyla boşa çıkarılan bu oyunlar, şimdi sinsi yöntemlerle ve yeniden
sahneye koyulmak ve Türkiye parçalanmak istenmektedir.
Bunun için de ülkemiz önce PKK marifetiyle adım adım bir iç savaşa doğru sürüklenmek
istenmiştir.
* 29 Mayısta Fransız meclisinin sözde "Ermeni Soykırımı" tasarısını oybirliği kabul etmesi,
*
Avrupa
konseyinin
"Kürt
Tasarısı"
ile
Türkiye'yi
bölen
bir
haritayı
Avrupa
Parlemantosunun gündemine getirmesi,
* S300 füzelerinin Kıbrıs’a yerleştirilmesi projelerine hız verilmesi,
* Morton Abromovitz (Siyonizm Ortadoğu ve Türkiye strateji kurmayı) , Graham Fuller (Üst
düzey CIA elemanı, Ortadoğu ve Türkiye İslami hareketleri yönlendirme uzmanı), Hanri Barkey
(ABD dışişleri siyasi planlama başdanışmanı, karısı üst düzey CIA elemanı) gibi karanlık
kişilerin 1998’de Berlin’de “Türkiye'nin geleceği” konulu çok özel ve gizli bir toplantı
tertiplenmesi178
Ve özellikle 31 Mayıs 1998’de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon'a bağlı "National
Defence University" (Milli Savunma Akademisi)'nde "Türkiye'de şeriatçı ayaklanması sonucu
patlayacak iç savaş senaryoları ve sonuçlarının tartışıldığı gizli toplantılara yine Prof. Hanri S.
Barkey ve Graham Füllerin ev sahipliği etmesi.179
Sevr'i gerçekleştirmek üzere Türkiye'nin, dış güçler tarafından bir iç savaşa hazırlandığını
göstermektedir. PKK gibi, Hizbullah örgütü de bu amaçla kurulup desteklenmiştir.
Üst düzey bir CIA görevlisi ve Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki islami hareketleri
yönlendirme yetkilisi, finansörü ve teorisyeni olan Graham Fuller bir yandan "Kürt
Sorunu"kitabında PKK'ya resmiyet ve siyasi hürriyet verilmesi ve her türlü dış desteğin devam
ettirilmesi" gerektiğini söyleyen... Diğer yandan Türkiye'de meşhur bir dini cemaat liderinin
Amerika ve Avrupa ziyaretlerini ve farklı ülkelerdeki faaliyetlerini organize eden... Öbür yandan
Milli Görüşü tabii liderinden ayırmaya ve hedefinden saptırmaya yönelik girişim ve gelişmelerde
Abromowitz'le birlikte başrol üstlenen180 çok tehlikeli birisidir. Evet hem PKK'nın, hem bazı dini
178
179
180
Sedat Sertoğlu, 10 Haziran 1998, Sabah
Aydınlık, 7 Haziran 1998, Sh. 8
Strateji Dergisi 15. Sayı, Sh. 35, ayrıca bkz. Güngör Mengi, Sabah Diyor ki, 13 Haziran 1998
146
oluşumların, hem de Milli Görüş'ü Erbakan'dan koparma hazırlıklarının, hep aynı güçler ve
kişiler tarafından organize ve finanse edilmesi cidden hayret verici değil midir?
Yukarıda belirttiğimiz pentagon Akademisi'nin Türkiye özel gündemli gizli toplantısının
ikinci gününde şu senaryoların sahneye konması kararlaştırılmıştır:
"Alevi-Sunni, Kürt-Türk, vatandaşların birlikte yaşadığı Sivas, Maraş, Kayseri, Çorum,
Erzincan, ve Elazığ'da cuma namazlarında bombalar patlayacak... Alevi-Sünni çatışması
başlatılacak... Halk resmi kurumlara saldıracak... Polis sünnilerin ve antilaik kesimin tarafını
tutacak... Asker-Polis çatışması kızıştırılacak... Halk polisin yanında yer alıp orduya tavır
takınacak... Ordu kendi içinden ikiye parçalanacak ve birbirine cephe açacak...!?
Kontrolden çıkan radikal-şeriatçı gruplar PKK ile de işbirliği yapıp,dış desteklerin de
yardımıyla yoğun biçimde silahlanacak ve iç savaş böylece tüm ülkeyi kapsayacak... Ve bu iç
savaş yüzünden iyice yıpranan ve yıkılan ülkede Sevr'i tatbike koymak kolaylaşacak."
İşte zerre kadar imanı,izanı ve insafı bulunan her insanımızın tüylerini ürpertecek bu
şeytani senaryolar, sözde dostumuz olan Amerika'da tezgahlanıyor ve bundan haberdar olan
Türk dışişleri ve Genelkurmayı ABD'den resmi bilgi istiyor.
Acaba dini inançları ve en tabii insan hakları gereği başörtüyle okumak isteyen Üniversiteli
kız öğrencilerimize, emir kulu polislerimizi saldırtan, hatta müsamahakar davranan polisleri
takibe alan ve irtica ile fişlemekle korkutan hükümet ve yetkililer, insanı çileden çıkaran bu
vahşet görüntüleriyle halkımızı sokağa dökmek ve Pentagon patronlarının amacına hizmet
etmek mi istiyorlar? Allah korusun, bir iç savaşla perişan olacak ve sonunda parçalanacak bir
Türkiye'den bu hainlerin eline ne geçecek zannediyorlar?
Geliniz, bu cennet ülkede yaşayan her din ve düşünceden, ama herkesin ortak paydası
olan demokrasi, Laiklik, insan hakları ve hukuk kuralları ilkelerine sahip çıkalım.
Demokrasiyi, halkın her kesiminin en etkin biçimde yönetimine katılımının sağlanması,
insanımızın kendi hür iradesi ve inancı istikametinde, birlikte ve barış içerisinde yaşama
şartlarının hazırlanması... Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarının ülkemizde
ortak bir konsesüsle hakim kılınması, şeklindeki bir fazilet rejimi olarak değerlendiriyoruz.
Laikliği ise; dinin devlet işlerine, devletin ise din işlerine müdahale etmediği... dini inanış
ve yaşayışından dolayı hiç kimsenin horlanıp hakaret görmediği .. Farklı din ve mezhepten
bütün vatandaşların manevi ve ahlaki eğitim hizmetlerine saygı ve kolaylık gösterildiği ..
herkesin hiçbir kayıt ve kısıtlama olmadan dinlerini olduğu gibi yaşayabildiği bir huzur ve
hoşgörü sistemi olarak istiyor ve savunuyoruz.
Ve Atatürkçülük adına ortaya koyulan bazı şeyler, eğer akıl ve mantık kuralları ve temel
insan haklarıyla çatışıyorsa, bu durumda değiştirilmesi ve düzeltilmesi gereken şeyin temel
insan hakları ve hukuk kuralları değil, Atatürk'e rağmen uydurulan tabular ve dayatmalar
olduğunu düşünüyor ve Atatürkçülüğün bir korku ve baskı aracı olarak istismar edilmesinden
artık vazgeçilmesini istiyoruz.
147
Polisimizi,
huzur
ve
emniyetimizin
bekçisi,
ordumuzu
ise
ülke
varlığımızı
ve
bağımsızlığımızın garantisi olarak görüyor, iç ve dış güvenliğimizin bu iki kahraman kurumunu
milletimize ve birbirine karşı kullanmak isteyenleri ise gafil değil, hain olarak değerlendiriyor ve
lanetliyoruz. Ordumuzun din düşmanı olmadığını ve başörtüsü zulmünü onaylamadığını yetkili
ağızlardan duyacağı günleri milletimizin dört gözle beklediğini ise özellikle belirtiyoruz.
Karanlık oda zihniyetinin şeytani prensibi ise şöyle özetlenebilir:
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, masonik mahfillerin ve rantiyecilerindir.
Rantiyeciler ise egemenliği, kiralık medya ve karanlık mafya güçleri marifetiyle
yürütmektedir."
Eski Cumhurbaşkanı Sn Süleyman DEMİREL'in bir müddet önce; "bir kısım medya bugün
birinci kuvvet olarak iddiasında ve peşindedir" şeklindeki ifadeleri de bu acı gerçeği itiraf
etmekten başka bir şey değildir.
Siyonizmin üst kurumlarından olan "ADL"nin de Türkiye ile gizil ve tehlikeli ilişkiler
içerisinde olduğu bilinmektedir.
Daha önce kendisine mason diyenleri mahkemeye veren Mesut Yılmaz, 1997 de
Amerika’ya davet edilerek, masonların en üst kuruluşlarından birisi olan ADL tarafından "yılın en
iyi devlet adamı" plaketiyle ödüllendirildi. Peki kimdir bu ADL neyin nesidir.?
"Anti- Defomatıon League"in baş hareketlerinden oluşan ADL örgütü, güya "Yahudileri
iftiraya uğratmaktan ve aşağılatmaktan korumak ve Yahudi düşmanlığına mani olmak" üzere
Amerika’da kurulmuştur. Ancak bu masum gerekçe ve görüntüler arkasındaki asıl görevi,
Yahudilerin geçmişte ve günümüzde işledikleri hile ve hıyanetleri fark edip konuşanları ve
yazanları "neo-nazi, ırkçı faşist, psikopat" gibi kötü sıfatlarla damgalamak ve güdümündeki
medya marifetiyle bu insanları suçlamak ve toplumdan dışlamaktır.
Amerika’daki Yahudi lobisinin etkisini kırmak ve Amerika'yı siyonizmin güdümünden
kurtarmak amacıyla kurulan "Liberty lobby-bağımsızlık lobisinin" yayınladığı "White paper on the
ADL" adlı kitapçıkta, ADL'nin, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD'ın Amerika’daki gayrı resmi
temsilcisi olduğu yazılmakta ve belgeleriyle ispatlanmaktadır.181
JDL (Jewish Defence Leağue- Yahudi Savunma Birliği) adlı son derece tehlikeli ve terörist
bir örgütün de, bu ADL'nin vurucu gücü olduğu ortaya çıkmıştır.
Amerika'da haham Meir kahane tarafından kurulan ve İsrailde ise "Kach" adıyla organize
olan JDL cinayet örgütü, "en iyi arab, ölü arabtır" sloganıyla yola çıkmış ve 1994 yılında El-Halil
kentindeki İbrahim camiinde namaz kılan müslümanları toplu katliama maruz bırakmıştır.
181
Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya Sh. 449
148
JDL denen bu korkunç cinayet örgütünün, üçlü bir komite tarafından yürütüldüğünü,
bunların şu andaki isimleri ise, 1- Eski İsrail başbakanlarından ve MOSSAD operasyon şefi
Yitzhak Şamir, 2- İsrail sağcı parlamenter Geula Cohen ve 3- ADL'nin üst düzey yöneticilerinden
Bernart Deutch olduğu'nu insaflı ve itidallı bir Yahudi gazeteci olan Robert I.Freidman ortaya
çıkarmıştır.182
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, siyonizmin zulüm sömürü düzenine karşı çıktığı için
"tesirsiz hale getirilmesi" gereken kişi ve kuruluşlar, ADL tarafından belirlenmekte ve hedef
gösterilmekte, JDL ise bu talimatları yerine getirmekte ve infazı gerçekleştirmektedir.
Sn Mesut Yılmaz’a, kimbilir hangi hizmetleri karşılığı, ödül veren ve gazetelerin yazdığına
göre, Türkiye'de dini bir cemaat liderinin bir kitabını İngilizceye çevirip dağıtmayı üslenecek
kadar iyi ilişkiler geliştiren bu siyonist ADL örgütünün marifetlerini anlatmaya devam edelim...
Bu, ADL örgütü Siyonist sömürü saltanatına karşı çıkan ve toplumu şuurlandıran gazeteci,
yazar, din adamı, siyasetçi vb, gibi etiketli ve yetkili herkesi fişleyerek, bunları etkisiz hale
getirmenin yöntemlerini hazırlar ve uygular. Bu maksatla CIA ve FBI ajanlarını ayarlar ve
kullanır.
8 Nisan 1993 tarihinde, bunlarla ilgili bir ihbarı değerlendiren California Eyalet Polisi,
ADL'nin Los Angeles ve San Fransisko şubesine baskın düzenlemiş ve ele geçirdiği belgelerde,
yüze yakın sivil ve siyasi kuruluşun ve 10 bin kadar ABD vatandaşının fişlendiğini ortaya
çıkarmış, hazırladığı 800 sayfalık soruşturma raporunu tüm basın ve yayın organlarına dağıtmış
ama, hayrettir ki hiçbir gazete bu önemli olayı haber bile yapamamıştır. Acaba bizdeki BÇG'nin
fişleme girişimleri de bu tip bir amacı mı taşımaktadır.?
Sn Mesut Yılmaz'ın ve dini bir cemaat liderinin de irtibat halinde bulunduğu bu "ADL"
örgütünün bir diğer görev sahası da hem Hristiyanları, hem de müslümanları "Hoşgörü ve
hümanizm" perdesi altında yozlaştırmak ve dini gayretten uzaklaşmaktır.
Özellikle büyük İsrail hayalini ve Siyonist Dünya Hakimiyetini benimseyen, hoşgörü ve
hümanizm adına dini hamiyyetini ve milli hassasiyetini yitirmiş gayesiz ve gayretsiz kalabalıklar
oluşturmayı amaçlamıştır. Bizdeki Anayasa Mahkemesi işlevini gören Amerika’daki Yüksek
mahkemenin (Supreme Court) Devlet okullarında sabah dualarının yasaklaması, Kamu
kuruluşlarında dini sembollerin kaldırılması...Dini bayramların resmen kutlanmasının laikliğe
aykırı sayılması, Devlet okullarında
kutsal kitapların bulundurulmaması, mahkemelerin dini
yemin, dua ve merasimle açılmaması gibi, toplumları ve resmi kurumları dini atmosferin dışına
çıkarmayı hedef alan kararları çıkarmasında da ADL'nin önemi etkisi olmuştur.
Kısaca, bir yandan "Siyonist Hristiyanları" bir yandan""Hoşgörü müslümanlarını çoğaltarak
ve bu amaçla çalışacak kimseleri her bakımdan destekleyip ve reklam edip kullanarak, Büyük
İsrail hayaline ve siyonizmin Dünya hakmiyetine hizmet eden bir karanlık kuruluşudur, ADL
182
The False Prophet. Newyork- Lawrence Hill. 1990 Sh. 105-125
149
Daha önce Clinton’u başkan seçtirip kendi hizmetlerinde kullanmaya çalışan, Ama Beyaz
Saray'ın Yahudilerce bir nevi işgal edildiğini ve ingilizceden ziyade İbranice konuşulur hale
geldiğini ve "good morning, günaydın yerine artık "şalom" Yahudice günaydın) sözlerinin
yükseldiğini fark edip, Amerikan Halkının ve hükümetinin çıkarına bazı Milli Girişim ve
değişimlere başvurunca, bu sefer "dol"ü aday yapan ve destekleyen, kaybedince de ardından
Clinton’u yıpratma ve yıkma faaliyetlerine girişen siyonist kurumların başında yine bu ADL
gelmektedir.
Ve şimdi merak edip soruyoruz:
Bunca marifet ve melanetlerin sahibi olan siyonist ADL teşkilatı, acaba hangi hizmet ve
gayretlerin karşılığında, Mesut Yılmaz'a "Yılın Devet adamı” ödülünü vermiştir?
Anti demokratik ve despotik usuller ve hilelerle kurulan bu şikeli ve şaibeli hükümetin
atanmış başbakanı, kendi milletini her bakımdan inim inim inletirken, acaba siyonist ADL
teşkilatını memnun eden hangi icraatları işlemiştir?
Ve acaba ülkemize milletimize ve manevi değerlerimize düşmanlıkları öteden beri bilinen
“farklı görünüşlü ama masonik görüşlü” kimseleri biraraya toplayıp bu cıvık ve yapmacık
görüntünün altına "Biz bir aileyiz"cümlesini yazdıranların!..
Müslümanlardan esirgenen hoşgörü adına imanın "Allah için buğz ve nehyi anil münker"
temellerini yok sayanların ve İslam düşmanlarına yılışanlar’ın..
Ve, uzlaşma adına giderek uyuzlaşan ve islami haysiyet ve hassasiyetten uzaklaşanların,
bu ADL ile sıkı fıkı ilişkilerinin sebebi ve hedefi nedir?
Başbakanları ve din adamları, böylesine gizli ve kirli işler çeviren karanlık merkezlerle
ilişkisi olan bir milletin vay haline!..
Yoksa, bütün bu gizli gerçeklere ve kirli ilişkilere projektör tuttuğu ve halkı uyandırdığı için
mi, bütün masonik ve münafık çevreler, Erbakan'a savaş ilan etmiştir?
150
SİYONİZM VE PATRİKHANE HIYANETLERİ
Yunanistan, İstanbul
Fener Rum Patrikinin Türk vatandaşlığından çıkarılması
için
girişimlere başladığını ve Türkiye’den talepte bulunduğunu yıllar önce 26 Mayıs 1996 tarihli
Milli Gazeteden öğrenmiştik.
Bu
talep
ve teklifin
altında
hangi şeytani
heves ve hesaplar yattığını daha iyi
kavrayabilmek için, patrikhanenin kirli ve karanlık tarihçesiyle konuya girmek istiyorum.
Takdiri ilahidir, tarih boyunca devamlı Doğu; İmanın ve hikmetin kaynağı, Batı ise
nefsani akılcılığın ve felsefenin vatanı olmuştur... İslam’ın zuhurundan sonra Doğu ile Batı
arasındaki Hak-Batıl mücadelesi bu sefer İslam –Hıristiyan çatışmasına büründürülmüş,
Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin tarih sahnesine çıkışından sonra da, bu savaş Haçlılarla
Türklerin kavgasına dönüştürülmüştür.
Çünkü
Osmanlı İslam’ın
merkezi
ve mümessili
konumuna gelince, Türk ismi ile İslam özdeşleşmiş, Batıdaki İslam korkusu Türk fobisine
çevrilmiştir.
Sultan Fatih İstanbul’u almadan 4 yıl önce patrik III. Gregorius İtalya’ya kaçmış
bulunuyordu. Yani Rum Patrikhanesi Kilise hukukuna göre resmen kapanmış sayılıyordu.
Buna
rağmen Fatih 1453’te
İstanbul’u alınca,
bu
makama
II. Gennadios’u getirdi ve
kendisine dini ve idari yönden geniş imtiyazlar sağlayan bir ferman verildi. Ve Osmanlının
kilise politikası Fatih’ten Meşrutiyete kadar aynı çizgide devam etti.
Ancak Rum Patrikhanesi ve kilise teşkilatı, bu hoşgörüye asla layık olamadılar ve sadık
kalamadılar. Osmanlıyı içten yıkmak için çalışan bir fesat ve hıyanet merkezi olmaktan
kurtulamadılar... Bu hıyanetleri yüzünden Patrik III. Partenios 1657’de, V. Gregorius 1821
yılında idam edilmişlerdir...
Bunlardan III. Partenios Eflak Voyvodası Kostantin’e gizlice mektup yazıp İslamiyet ve
Osmanlı aleyhine Hıristiyanları kışkırttığı ve yeniçeri kılığına soktuğu Rumları yağma, soygun
ve fuhuş işlerinde kullandığı, V. Gregorius’un ise, 1821 Yunan isyanının tertip ve teşvik ettiği
anlaşıldığı tespit edilip cezalarını çekmişlerdir.
Osmanlı
Devleti, Balkan savaşında
yenilgiye uğradıktan sonra İstanbul’daki
Rum
Patrikhanesi Türkiye aleyhine açıkça faaliyetlere başlamış, I. Dünya savaşı sonunda İtilaf
devletleri yurdumuzu paylaşırken, Yunanlıların Anadolu’yu işgallerinde Patrikhane başrolü
oynamıştır.
Osmanlının ekmeğini yiyen ve himayesinde gelişen Rum ve Ermeni patrikhaneleri ve
Yahudi Hahamhanesi, sonunda tam bir hıyanet şebekeleri gibi çalışmış, işgal kuvvetleriyle
işbirliği yapmışlardır.
İşte
bu
patrikhane, Ortadoksluğu bütün
Grek’ler için
adeta
ulusal bir din haline
getirmiş, Cumhuriyetten sonra da Türk-Yunan ilişkilerinde birinci derecede etkili olmaya
devam etmiştir.
151
Hatta Türk-Amerikan münasebetlerinde ve Türk dış politikasının şekillenmesinde Rum
Patrikhanesi gizli bir düşman lobisi rolünü üstlenmiştir.
Em. Tümg. Celil Gürkan 1986 yılındaki
3. Askeri
Tarih seminerinde şu
hatırasını
nakletmektedir:183
1964 yılında Cento Konsey toplantısı için Washington’dayız. Kıbrıs bunalımı devam
ediyor. Fener Rum Patrikhanesinin Kıbrıs’la ilgili bazı kirli ve karanlık ilişkilerinden ötürü,
hükümetimiz patrikhane hesaplarını tetkik ve teftiş için bir heyet görevlendirdi.
O sırada Türkiye’nin ABD’den
2 tane
muhrip alma
talebi
vardı. Ama
bir türlü
vermiyorlardı... Nihayet bu talebimizin neden geciktirildiğini ve bu muhriplerin ne zaman
verileceğini sorduğumuzda, o zaman ki Amerikan Genel Kurmay Başkanı olan Dean Rusk,
bizim Genel Kurmay Başkanımız Cevdet Sunay’a dönerek “Siz
Türkiye olarak, Patrikhane
hesaplarını tetkik işinden vazgeçerseniz, o iki muhribi hemen alabilirsiniz!?...” demişti.
Sonuçta aradan bir müddet geçti. Yıl 1967 Amerika o iki muhribi verdi...”
Acaba o günkü Türk hükümeti ve başkanı Amerika’ya neler verdi? Neler vadetti?
İşte şimdi Yunanistan, belki aynı kafaların etkili ve yetkili makamlarda bulunmasını da
fırsat bilerek, “patriğin Türk vatandaşlığından çıkarılması ve Patrikhaneye muhtariyet hatta,
İstiklaliyet kazandırılması için
girişimlerde
bulunmaktadır”... Roma’daki
Vatikan misali,
İstanbul’da da müstakil bir patrikhane devleti kurmaya hazırlanmaktadır.
Bu çok sinsi ve şeytani hesaplar 24 mayıs 1995 tarihli Milli Gazetede ve Erbakan Hoca
tarafından gündeme getirilmiş ve milletimizin dikkati çekilmiştir.
Alman Başbakanı
kesimleri
sindirmesi
Helmut Kohl’e, ülkesindeki İslami
gelişmeleri önlemesi
ve dinci
teklifinde bulunan Mesut Yılmaz’ın, Yunanistan’ın Patrikhaneye
bağımsızlık kazandırmak ve Vatikan misali devlet içinde devlet kurmak girişimlerine sessiz ve
ilgisiz kalması sadece düşündürücü değil, aynı zamanda endişe vericidir.
Lozan’da koparamadıkları (çünkü çok daha önemli tavizler peşinde koşmuşlardı) ve
eski hükümetlere yaptıramadıkları bu alçakça planı Yunanlıların tam bu sırada gündeme
getirmeleri de sadece bir tesadüf değildir...
İstanbul Fener Rum Patriğinin Türk vatandaşlığından çıkarılması teklifi, patrikhanenin
bağımsızlığına ve 2. Vatikan Devletinin kurulmasına ilk basamak demektir.
İstanbul Sarıyer’deki binlerce
dönüm orman alanını yağmalayıp
kurutarak, Fabrika
atıklarıyla havamıza, suyumuza ve toprağımıza zehir katarak, çevre düşmanlığı yapan Vehbi
Koç’un da
katıldığı, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un
Liderliğindeki
hıyanet heyetinin,
sözde barış ve çevre sempozyumu bahanesiyle “Karadeniz bölgesinde Bizans’ı diriltme” gezi
ve girişimlerine sessiz ve seyirci kalan hükümetler de bunun hesabını veremeyecektir.
183
Türk-Yunan İlişkileri Genel Kurmay Yayınları Sh. 207
152
Bartholomeos’un Yunanistan’da resmi devlet töreniyle ve bağımsız bir devlet başkanı
gibi karşılanması da Rumların gerçek niyetlerini göstermektedir.
Kıbrıs’a nükleer başlıklı ve uzun menzilli S-300 füzeleri konuçlandıran, Ege adalarını
ağzına kadar silahlandıran, Fener Rum Patriğini Bizans hayaliyle kışkırtan, PKK’ya eğitim
kampları ve zehirli saldırı bombaları hazırlayan Yunanistan’ın, bütün bunlar yetmiyormuş gibi
Cumhurbaşkanı ve Dışişleri bakanlarının terbiyesiz ve talihsiz sözlerle ülkemize saldırmaları
karşısında Türk Ortadoks Kilisesi temsilcisi Sevgi Erenerol’un bile onurlu ve olumlu çıkışlar
yapmasına rağmen ve O’nunda hayret ettiği gibi, İslamcı
bir
Meşrebin başındaki
hoca
efendinin, Bartholomeos’u hala hoş görmesi ve tebrik etmesi ise anlaşılır gibi değildir.
Hatırlanacağı gibi eski Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Butros Gali’nin İstanbul’da
Habitat’ın açılışında, Cumhurbaşkanı Demirel’i takdim ederken “Türkiye Federal Cumhuriyetinin
Başkanı” diye ilan etmesi, mason medyanın örtmeye çalıştığı gibi, bir “dil sürçmesi” değil,
Türkiye’yi bölme planlarının bir ifadesidir. Ve belli kesimleri bu neticeye hazırlama girişimidir.
İslam
alemine liderlik konumuna
yükselecek
ve giderek bölgesel
ve Evrensel bir
medeniyet merkezine dönüşecek, güçlü ve güvenilir bir Türkiye, Siyonist İsrail’in en büyük
rakibidir. Bu
rakipten
kurtulmanın en
emin yolu
da
“Türkiye’nin parçalanması” olarak
görülmektedir.
Ve işte bu maksatla, daha önce ertelenmiş olan “Sevr”in tatbikata koyulması ve
Yugoslavya misali Türkiye’nin de dağıtılması planları, şimdi siyonistlerin gündemindedir.
Bir zamanlar eski Ankara büyükelçisi Yahudi Morton Abromowitz’in başbakanlığını
yürüttüğü, şimdiler de yine George Harris adlı başka bir Yahudi’nin yönettiği, ABD dışişleri
bakanlığına bağlı, uzun vadeli politikalar üreten “INR” (İstihbarat ve Analizler) bürosunun “çok
gizli” damgalı
bir raporunu
yayınlayan, Yunanistan’daki “Stohos” gazetesi şunları
söylemektedir:
“CIA’nın çok gizli ve özel planları, uluslararası bir İSTANBUL öngörüyor. Yugoslavya
sorunu
kapanır kapanmaz CIA ve INR’nın yıllardır üzerinde çalıştığı gibi, “Türkiye’nin
federasyonlara ayrılması” düşünülüyor. Bunun ana unsurunu ise “Kürt”ler oluşturuyor!”
Yunan istihbarat
örgütü KYP’ye
çok yakın olduğu bilinen Stohos
gazetesinin bu
haberini, dış politika yazarı Özcan Buze ise şöyle değerlendirmektedir:
“İstanbul’un başkent olmaması, “özel statü” planlarını bayağı kolaylaştırmaktadır. Bu
plan, Yunanistan ve Ortodoks kilisesi ve Ortodoks cephesi (Rusya, Sırbistan, Yunanistan ve
Ermenistan) da çok sıcak bakmaktadır. Bugünkü İstanbul sermayesinin bu oluşumu karşı
çıkacağı da
sanılmamalıdır. ABD, “İstanbul’u finans merkezi
azınlıklardan oluşan zenginler buna razı olacaktır”184
184
Yeni Masonik Düzen-Harun Yahya Sh. 580
yapacağız” deyince
çoğu
153
Bu şeytani hesaplara göre;
1-Doğu ve Güneydoğuda GAP’I kapsayacak bir Kürdistan federasyonu oluşturulacaktır.
2- İstanbul merkez olmak üzere, Trakya ve Marmara bölgesi bağımsız ve özel bir statüye
kavuşturulacaktır.
3- Geri kalan bölgeler ise Ankara’ya bırakılacak ve Butros Gali’nin sözünü ettiği
federasyon gerçekleşmiş olacaktır.
Bu neticeyi kolaylaştırmak ve ülkemizin yıkılışını çabuklaştırmak için de “yeni bir yöntem”
uygulanmaktadır.
“Türkiye Yapmaması Gereken İşlere Yönlendirilecek, Ama Yapması Gereken İşler İse –
Amerikan Usulü – Engellenecek!...”
İşte örnekleri: Amerikalılarca daha rahat sömürülmesi ve Müslümanların sindirilmesi için,
Somaliye asker gönderilecek, ama Türkiye Bosna Hersek’e askeri yardım yapmayı
düşündüğünde, özel Yahidi subayların kontrolündeki “Uyarı gemisi” Saratoga, Muavenet
muhribimizi – Amerikan usulü – ikaz edecektir!185
Türkiye, Türki Cumhuriyetlere sadece turistik ziyaretlerle yetinecek, ama İsrail’e ekonomik,
teknolojik ve askeri işbirliğine mecbur edilecektir! Ve İsraille yapılan anlaşma metni tam bir
hıyanet belgesidir. Ve Refah-Yol bu belgeyi askıya aldığı ve uygulamaya koymadığı için
devrilmiştir.
Türkiye’nin yapması gereken, genel seçimlerden birinci parti olarak çıkan RP’nin iktidarını
değerlendirmek iken, yine Amerikan usulü yöntemlerle DANAYOL kurularak ve milletin başına
bela edilmiştir!...
Türkiye’deki Cumhurbaşkanının yapması gereken milli iradeye dayanmayan ve millete
savaş açan bir başbakanı azletmek iken, tam tersine bu “gayrı meşru”hükümete destek
verilmiştir!..
Türkiye,Mossad-Barzani ilişkilerini,APO-CIA işbirliğini gündeme getirdiği için, İsrail’in
Hayfa limanından yola çıkarılın Mossad ajanlarınca öldürüldüğü, MİT raporuyla tespit edilen
Uğur Mumcu’nun gerçek katillerini millete göstermek yerine, yine mason medyanın ve karanlık
odaların tertip ve teşvikleriyle “İslamcı teröristler” uydurulmasına ve müslümanların ve
mukaddes kavramların hücuma uğramasına fırsat ve ruhsat verilmiştir!..
Güneydoğu yöreleri hala kurtlu kuyu suyu bulamazken, Toros köylüleri sarnıç sularıyla
yaşamaya mecbur durumdayken, manavgat suları İsrail’e gönderilmek istenmiştir!..
Türkiye Amerikanın hatırına Irak’a uygulanan ambargo yüzünden uzun yıllar KerkükYumurtalık boru hattındaki petrole el sürülmezken, bir milyon dolar borç bulabilmek için
dilenciliğe mahkum edilmiştir!...
185
Yahudi Şalom Gazetesi 5 Eylül 1990
154
Bir
Türk köylüsü, ormandan yakacak
hapsedilirken, sömürü
Yahudi
odun kestiği için traktörü
sermayesinin Türk kılıflı
Koç
gasbedilip
Üniversitesi
kendisi
kurulsun diye,
hektarlarca orman telef ve talan edildiğinde, Cumhurbaşkanı ve başbakanlarla temel atma
törenine gidilmiştir!..
Velhasıl Türkiye’yi
Türkler değil, maalesef perde
arkasındaki “sözde Türkleşmiş
siyonistlerle, siyonistleşmiş
Türkler” yönetmektedir ve “Karanlık oda diktatörlüğü” bütün
vahşetiyle
Ve
süregelmektedir.
ülkemiz
adım
adım
Yogoslavya’nın
akıbetine
doğru
sürüklenmektedir!..
Yugoslavya’nın, Sırbistan, Hırvatistan diye parçalandığı gibi Türkiye de “Kürdistan” ve
“İstanbul Dükalığı” şeklinde dağıtılmaya karar verilmiştir. Bu hıyanette en önemli piyonlardan
birisinin de Fener Rum Patriği Bartholomeos olduğu bilinmektedir. Amerika’dan gönderilen özel
bir uçakla gidip Bush’la görüşen Bartholomeos’un son girişimleri de endişe vericidir.
Bu korkunç hıyanetin önündeki en büyük engel ise RP ve Erbakan görülmüş, Ve bu
yüzden ne pahasına olursa olsun RP’siz hükümetlerle neticeye varmak istenmiştir. Ve artık
anlayın ki, Milli Görüşe karşı olanlar, kimlere hizmet etmektedir!..
Ama güçleri yetmeyecek, hevesleri kursaklarında düğümlenecektir.
Millet kendi iradesiyle, memleket idaresini ele geçirecektir.
Ve Türkiye, yeni bir barış ve bereket Medeniyetine öncülük edecektir. Ayet ve hadislerin
ve önemli şahsiyetlerin işaret
ve beşaretlerinden anlaşılıyor ki “Çok yakında tarihin seyri
değişecektir!”
İsrail Deccalizmiyle, İslam Mehdiyetinin kozlarını paylaşma süreci bitmek üzeredir.
Kabbalist ve Siyonist kahinlerin güdümünde bulunan ve göstermelik bir demokrasiyi
kanıtlamak için kurulan partilerden, sağcı ve şiddet yanlısı Likud Partisinin İsrail’de seçimi
kazanarak hükümet olması
Netanyahunun
ve fanatik Yahudilerin “beklenen mesih” kabul ettikleri
başbakanlığa oturması
da İsrail’in
kıyamet savaşına hazırlandığının bir
işaretiydi. Ardından Sabra ve Şatilla kamplarındaki binlerce masum Filisitinlinin katili terörist
Şaro’nun başbakanlığı, hiçte hayra alamet değildir.
Türkiye’yi kendi öz sahiplerine teslim etmektense, parçalayıp dağıtmayı ve hatta bir iç
savaşa sürükleyip batırmayı düşünen Siyonist merkezlerin ve yerli mason işbirlikçilerin bu
son hıyanetleri de kendi aleyhlerine dönecektir.
Ülkemizde sivil halkla kendi askerini birbirine vuruşturmayı ve hatta güvenlik birimlerini
kendi aralarında birbirine karşı kullanmayı
planlayan bu
şeytani
hevesler hiçbir
vermeyecektir. Türk askerini, Amerika’nın Afganistan ve Irak emellerine
netice
alet edenlerin de
hesabı görülecektir.
Türkiye’mizde, “Siyonist sermaye
patronlarının,
sağcı
ve solcu
parti
piyonlarının,
kiralık ve devşirme masonların, marazlı medya baronlarının ve düzenin uşağı bazı dinci
münafıkların” ortaklaşa temsil ettiği şeytan cephesi çökmek üzeredir!...
155
Ve bizim söylediklerimiz, sadece “Nasrün minallahi ve fethün garip, ve beşşiril mü’mininMü’minleri
müjdele... Yardım Allah’tandır ve zafer yakındır” ayetine
iman
ve tercümanlık
etmektir.
Sırası
gelmişken Lobi
Faaliyetleri ve Türk-Yunan
ilişkileri üzerinde
de durmamız
gerekir.
“Lobi” Fransız kökenli amerikanca bir kelime olup, “Koridor ve küçük salon” anlamındadır.
Önceleri haksız çıkarlar sağlamak için siyasetçilerin meclis koridorlarında, iş çevrelerinin özel
localarda oluşturdukları “etkili menfaat kümeleri” için kullanılırken, daha sonra bir devletin
veya cemaatin, önemli ülkelerde kurdukları ve oranın kamuoyunu ve yönetim kurumlarını
etkilemeği amaçladıkları “özel nüfuz merkezleri ve tanıtım faaliyetleri” için de kullanılmaya
başlanmıştır.
“Lobi”cilik faaliyetleri günümüzde daha da bir önem kazanmıştır. Türkiye bu sahada da
maalesef geri
kalmış
ve eline geçen çok tabii fırsatları
bile
kullanamamıştır.
Örneğin
Avrupa’da ve özellikle Almanya’da bulunan üç milyondan ziyade insanımızı-ki işçiler dışında
bunların arasında önemli sayıda öğretmen, ilahiyatçı, mühendis, doktor, sanatkar, sanatçı
ve işadamı bulunmaktadır- Organize ve koordine ederek ve her konuda onlara sahiplenerek,
o ülkeler nezdinde hem tanıtıcı, hem de caydırıcı lobi hizmetlerinde bulunmamız mümkün
iken, bu bile yapılamamıştır. Hatta Avrupa’da kendiliğinden oluşan ve giderek olgunlaşan ve
kendi kimliğimizi ve manevi değerlerimizi korumak yanında, ülke menfaatlerimizin de gönüllü
savunuculuğunu yapan Milli Görüş gibi teşkilatlara devlet olarak arka çıkmak yerine, malesef
düşmanca tavırlar takınılmıştır.
Son birkaç yıldır Amerika’da ve Avrupa’da sözde yapılmaya çalışılan Lobi faaliyetlerin
de, astronomik paralar ödenerek İsrail’e ihale edildiği gerçeği ise, geçmiş hükümetlerin gaflet
ve teslimiyet kanıtıdır.
Halbuki Yunanistan, özellikle
son bir asırdır bu lobi
faaliyetlerini çok iyi yürütmüş,
önemli ölçüde yararlanmış ve özellikle Türkiye’ye karşı büyük avantajlar sağlamıştır.
Ta
Osmanlı
Devleti
dağıldıktan sonra
Türkiye Balkanlardaki, adalardaki, ve
Kafkaslardaki soydaşlarını ve dindaşlarını, çok yanlış bir siyasetle Türkiye’ye
Yunanistan
tam tersine
Anadolu’daki, İstanbul’daki
ve Trakyada’daki
toplarken,
Rumların yerinde
kalmasını istemiş ve tarihi süreç içerisinde “Megolo İdea”yı gerçekleştirmeğe çalışmış ve
komşu ülkelerde kalan rumları “Lobicilik” faaliyetlerinde kullanmıştır.
Osmanlının yıkılmasında ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasında bile, bu Lobicilik
faaliyetleri çok önemli rol oynamıştır. 1908 yılında, Takvim-i Vekayi’deki bilgilere göre, o gün
Türkiye’de yayınlanan
355 gazetesinin
109 tanesi
Rumca, 46 tanesi
ise Ermenice
çıkmaktadır.
Hatta bizde okutulan uydurma tarih kitaplarında I. Dünya savaşının sebepleri, yok
Alman İngiliz rekabeti,
yok bir sırp
prensinin
katledilmesi
olarak gösterilirken, o günkü
156
Avrupalılar Amerikalılara “Batı uygarlığına yabancı olan Osmanlı Türklerinin Avrupa’dan
ve Balkanların müslümanlardan
kovulması
kurtarılması” için savaş
başlattıklarını
söylüyorlardı.
Özellikle Amerika’daki Yunan Lobilerinin etkisinde kalan o günkü ABD, Cumhurbaşkanı
Roosevelt ise “Türkleri Avrupa’da bırakmak, uygarlığa karşı işlenmiş bir suçtur” diyebiliyordu.
Savaş sonrası Türkiye
Balkanlardaki
ve başta
Kıbrıs olmak üzere diğer Ege
adalarındaki soydaşlarını Anadolu’ya çekerken Yunanlılar buraları hızla rumlarla dolduruyor ve
özellikle İstanbul’daki Rumların yerinde kalmasını istiyor ve başarıyordu.
Resmi yetkisi
olmamasına rağmen, Lozan
Konferansının ağırlıklı
bir unsuru
olan
Amerikan Gözlemcisi Richard Child, Lord Curzon’la birlikte İsmet Paşaya “Türkiye’nin iç ve dış
ticari faaliyetlerinin ve bankacılık hizmetlerinin yanında, sanatta ve sosyal hayatta batılılaşma
etkinliklerinin de özellikle Yahudi, Rum ve Ermeniler tarafından yürütüldüğünü, bunların sınır
dışı edilmesi halinde Türk ekonomisinin felce uğrayacağını ve bu kadar büyük bir kitleyi sınır
dışı etmeye Türkiye’nin hakkı olmadığını” söyleyip ikna ediyor ve İstanbul’da kalmalarını
sağlıyordu.
10 Ocak 1923 tarihinde Lozan Konferansı’nda Patrikhane sorununu da ele aldılar. Bütün
delegeler, siyasi kimliğinden arındırılmak şartı ile ve sözde sadece dini hizmetleri görmek
üzere, Patrikhanenin İstanbul’da kalması gerektiğini savundular. Halbuki Patrikhanenin tam bir
fesat merkezi
olduğu ve hıyanetleri
biliniyordu. İsmet Paşa istese ve biraz diretse idi,
Patrikhane İstanbul’dan taşınacaktı. Ama İsmet Paşa maalesef diğer delegelerin arzusuna
uyarak, patrikhanenin İstanbul’da kalmasına göz yummuştu. Ve hele bir Hoşgörü gecesinde
Fethullah Gülen Hoca’nın Fener Rum Patriğine “Cihan Patriği” diye hitap ve hürmet etmesi
izleyenlerde derin bir hayret uyandırıyordu.
“Hilafetin kaldırılması, tekke ve tarikatların kapatılması” gibi
İslam birliğini ve
müslümanların manevi dirliğini sağlayan kurumlar yıkılırken, hıyanet merkezi patrikhanenin
İstanbul’da bırakılması herhalde İsmet paşanın ve cumhuriyet kurmaylarının çok anlamlı ve
önemli bir başarısıdır. (!)
Evet Onbeş yıl İstanbul’da yaşamış olan Amerikalı Amiral Colby Mehester “O tarihte
çoğu İstanbul’da
yaşayan
ve patrikhane
tarafından korunan
30 bin
casus
Türkiye’de
bulunuyordu” diyerek bu acı gerçeği ortaya koymaktadır.
Başta Yunanistan olmak üzere, Amerika
Birleşik Devletleri, Rusya ve diğer Avrupa
ülkeleri özellikle Türkiye’de yaşayan azınlıkları kullanılarak, lobicilik ve casusluk faaliyetlerini
rahatlıkla
yürüttükleri, Türkiye’nin hem
ekonomi
ve ticaretinde,
hem dış
politika ve
siyasetinde, hem de basın sinema ve TV yoluyla genel ahlakın tahribinde, bu azınlıkların etkili
ve yetkili görevler üstlendikleri bilinen bir olaydır.
Türkiye
ise bugüne kadar Balkanlarda, Kafkaslarda, Suriye ve Irak’ta
Osmanlı
döneminden kalan müslüman Türklerin her türlü haklarını güvence altına alacak ve bunları
157
ciddiyet ve cesaretle takip edip savunacak
ve bu
topluluklardan
milli
menfaatlerimiz
açısından tabiatıyla yararlanacak sorumlu ve onurlu bir dış politikayı uygulamak bir tarafa, ya
bir kısmının malını mülkünü terkedip Türkiye’ye kaçmasına razı olmuş veya “Yurtta sulh
cihanda sulh” ilkesine sığınarak bunlara sahip bile çıkmamıştır.
Başta Orta Asya Cumhuriyetleri olmak üzere, bütün Sovyetler bünyesinde ve özellikle
Kafkas ülkelerinde ve yine Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yogoslavya’da bulunan ve
çoğu Türk asıllı olan Müslüman topluluklara, Türkiye tarihi ve tabii sorumlulukları bakımından
sahip çıkabilse ve yeterli lobicilik faaliyetlerini yürütebilse, hem bölgedeki hem de dünya
devletleri nezdindeki ağırlığı ve saygınlığı birkaç
misli
artacaktır. Ve hele Almanya başta
olmak üzere, Avrupa’nın hemen her ülkesinde yoğunlukta bulunan işçilerimizi, işadamlarımızı
sanatçı
ve bilim adamlarımızı
organize
ve koordine ederek
lobicilik faaliyetlerinde
yararlanması, Amerika’da ve Avustralya’da bile örgütlenen Milli Görüş gibi teşkilatlarla işbirliği
yapması ve bunlara gerekirse özel diplomatik statü ve yetkiler sağlanması beklenirken tam
tersine, şimdiye kadar onlara cephe açması ve en hayırlı ve yararlı hizmetlerine bile mani
olmaya çalışması ise, nasıl bir zihniyetin bu aziz milletin başına bela edildiğinin ispatıdır.
Ama çok şükür ki Milli Görüşle artık yeni bir dönem başlatılmıştır.
Bir büyüğümüz şunları
söylemişti: “Türkiye’yi
bizzat, kendileriyle kurtuluş savaşı
yapmaya mecbur kaldığımız düşman güçler yönetseydi, bu kadar tahribat yapabilirler miydi,
bilemiyorum?...”
Refah’ın hükümet kurmasına ve iktidar olmasına bazı kesimlerin niçin böylesine şiddetle
karşı çıktığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Ama bütün çırpınmalar boşunadır, pek yakında gerçekleşecek olan Milli Görüş iktidarı ve
Adil Düzen projeleriyle tarihte yeni bir dönem başlayacaktır.
158
"OYUN" LAR ve " "PİYON"LAR
Lozan antlaşmasına göre sadece İstanbul'daki Ortadoks Rumların dini temsilciliği olan
Fener Rum Patriği Bartholomeos, 1998’de bir ay sürecek ABD gezisine başlamıştı. Ortadoks
Patrikleri içerisinde "Eşitler arasında ilk” sıfatını taşıyan Bartholomeos, önce Amerikadaki
dağınık Ortadoks cemaatlerini birleştirmeyi, daha sonra da Rus, Arnavut, Bulgar, Ermeni,
Ukrayna
ve
Yunan
Ortadokslarını
bütünleştirip,
Fener
Rum
Patrikhanesini
Dünya
Ortadoksluğunun merkezi ve mümessili yapmayı amaçlıyordu.
Patrikhaneye özerklik statüsü sağlayıp, İstanbul'da Vatikan misali, bağımsız bir devletçik
oluşturarak Bizans’ın temellerini atma senaryoları uygulanıyordu.
ABD başkentinde devlet başkanı gibi karşılanan Beyaz Sarayda kongre salonunda ve
Dışişleri bakanlığında resmi ve görkemli törenlerle ağırlanan Bartholomeos'u başkan Clinton,
evrensel lider anlamına gelen 'Ecumenic' sıfatıyla takdim ediyor ve "300 milyonluk Ortadoks
Hristiyan Dünyasının Ruhani Lideri" olarak tanıtıyordu.
Bizans hayallerini diriltmeye ve Türkiye'yi bölmeye yönelik bu şeytani girişim ve gelişmeler
karşısında, hükümetin ve dışişlerinin suskunluğu ise halkımızda hayret ve nefret uyandırıyordu.
ABD gezisi sırasında İstanbul'dan "Costantinople" ve Ortadoks İmparatorluğunun başkenti
olarak söz edilmesi, patriğin ise "Ecumenic" yani evrensel lider şeklinde övülmesi ve Rumlar
tarafından dağıtılan İstanbul kartpostallarında Ayasofya minarelerinin silinmesi, Türk ve
müslüman düşmanı olarak bilinen Arlen Specter ve Frank Wolf gibi Cumhuriyetçi senatorlar
tarafından her türlü yardım sözünün verilmesi ve geçmişte fesat yuvası olan Heybeliada
Ruhban okulunun yeniden açılması için Mesut Yılmaz hükümetine baskı yapılması kararının
desteklenmesi ise, kaygılarımızı iyice artırıyordu.
Bütün bu sinsi gelişmeler yaşanırken işadamı Rahmi KOÇ ve Şarık TARA gibi TÜSİAD
üyelerinin ortak yatırımlar yapmak üzere Yunanistan’a gitmeleri ise oldukça düşündürücü bir
olaydır. Ve hele Rahmi Koç'un Yunanlı işadamlarına "Siyasilerimize karşı, bir araya gelerek
sorunlarımızı çözmeleri için baskı yapmalıyız"!?.. teklifi üzerinde dikkatlice durulmalıdır.
Rahmi Koç “bizim parlamento buna hazırdır” derken acaba "Fener Rum Patrikhanesine
bağımsızlık verilmesine ve Kıbrıs'ın Rumların insiyatifine terk edilmesine Mesut Yılmaz
Hükümetini ikna edebilirim".
mesajını mı vermek istiyordu.. Ve acaba bu sözlerin hemen
arkasında Mesut Yılmaz'ın Şarık Tara tarafından okunan mesajı bu
yüzden mi yunanlılar
tarafından hararetle alkışlanıyordu?!..
Ve acaba Bartholomeos Amerika'da, onun has müridi ve meraklısı Rahmi Koç ise
Yunanistanda ortak hedef ve hesaplar peşinde koşarken, Barzani güçlerine teslim olan Suriye
uyruklu 2 PKK militanının ifadelerine göre, PKK kamplarını teftiş için Kuzey Irak'a giren Yunanlı
general de, “bölge barışı ve halkların kucaklaşması" için mi çalışıyordu?
Yunanistan tarafından PKK'ya verilen yüzlerce SA-7 füzeleri kime karşı kullanılıyordu?
159
Ve bütün bu olup bitenler karşısında ilgili ve yetkililerden şu soruların cevaplarını hala
bekliyoruz:
1- Lozan antlaşmasına ve Türkiye'nin bütünlüğüne ve bağımsızlığına ters düşecek
biçimde patrikhaneye "Evrensellik ve özerklik" statüsü kazandırma girişimlerine karşı bu
hükümetler neden suskun ve seyircidir?
2- Yakavos gibi, her birisi birer Türk düşmanı anarşist ve casus yetiştiren Heybeliada
Ruhban Okulunun, hem de Milli Eğitimin ve Türk denetiminin dışında, yeniden açılması
hususundaki ısrarın sebebi nedir?
3- Bizans’a temel teşkil edecek bu "site devlet" projelerine Rahmi Koç ve Şarık Tara gibi
TÜSİAD patronlarının dolaylı destek sayılacak girişimleri sadece bir gaflet eseri midir?
4- Bir kısım marazlı medyanın bütün bu sinsi ve şeytani gelişmelerin asıl mahiyetini
halkımızdan gizleyip "Patrik, Papa gibi karşılandı" "Patrik Devlet töreniyle ağırlandı" gibi övgüler
yağdırması "gizli işbirliğinin" bir alametimidir?
5- Hoşgörü hatırına Bartholomeosla "Muhterem dünya Patriği" diye kucaklaşan, PKK'nın
hem üreticisi hem de destekçisi olan Siyonist Abromovitz gibilerle Amerika’dayken sık sık
buluşan Hocaefendiler, acaba Türkiye üzerindeki bu hıyanetlerden gerçekten habersiz midir?
6- Ve bütün bu kesimlerin Milli Görüş ve Erbakan aleyhinde ittifak etmeleri ve şer
cephesinde birleşmeleri sadece tesadüfle ifade edilecek bir talihsizlik midir?
7- Vatan haini Bartholomeos'un ABD gezisi sırasında en büyük desteği veren ve şeytani
stratejisini belirleyen Yahudi Lobisinin ve Siyonist merkezlerin olduğuda erbabınca bilinmektedir.
Acaba, halkımızın İslami diriliş hareketinin merkezi ve mümessili konumundaki Milli
Görüş'e karşı bu Yahudi ve Hristiyan ittifakının farkında olamayacağı ve bunun hesabının
sandıkta sorulmayacağı mı zannedilmektedir? Bartholomeos'un, boynuzlu holdingin sahibi
Rahmi Koçla birlikte gittiği Karadeniz gezisinin hemen arkasından, o’ bölgede PKK terörünün
azması, sadece kuru bir rastlantı neticesi midir?
Ve tabi hem masonların hem de
münafıkların, hepsinin Milli Görüş'e karşı birleşmelerini
de aslında tabii görmelidir. Zira bu onların fıtratının gereğidir.
Ama çaresi yok, Hak batıla galip gelecektir.
160
SİYONİZM VE MASONLUK
Yahudi siyonizmin’in uşağı ve maşası durumundaki MASON LOCALARI, ve ağırlıklı
masonların söz sahibi olduğu malum sanayici ve işadamları ve onların güdümündeki bazı
MEDYA MÜNAFIKLARI kendi hakimiyetlerinde ve hizmetlerinde olacak bir hükümet kurdurmak
için çok çırpınırlar. Bunun için olanca hırsları ve hınçlarıyla çalışırlar.
Halkın hür iradesine karşı orduyu kışkırtmaya kalkışan "sivil cuntalar" bile oluştururlar..
Ancak bunların en fazla karşı çıktıkları ve gocundukları şeylerden birisi de bazı patronlar,
köşe yazarları ve yorumcuları ve parti başkanlarıyla ilgili “masonluk” iddialarıdır.
Her şeyden önce , bizim asıl hedefimiz, bir takım nefsani heves ve hesaplarına kapılarak
tuzağa düşürülen "mason"lar değil, bizzat masonluğun kendisidir. Ve onunda arkasındaki
şeytani güçlerdir... Evet, kendilerine mason deyince sinirlenen ve bunu isbata davet eden
kesimlerin hırçınlığını anlıyoruz...
Şimdi kabul edelim ki bazı sermaye baronlarının, siyaset kodamanlarının ve üst düzey
bürokratların masonluğuyla ilgili bilgiler eksik, belgeler yetersiz, iddialar mesnetsiz! İyi de adama
demezler mi, öyle ise bilderberg toplantılarında ve Amerikan Localarında ne arıyordunuz, bre
meymenetsiz?, Hani mason değildiniz? Hani masonların değil, Milletin istediğini yerine
getireceksiniz?
Hani
milletin
tercihine
ve
demokratik
teamül
(gelenek)
lere
saygı
gösterecektiniz? Öyle ise niye Erbakan’a karşı tek cephesiniz? Niye Fransız mason localarının
talimatıyla Refah-Yola karşı birleştiniz? Niye dış güçlerin ve karanlık mahfillerin emriyle hareket
etmektesiniz?
Hem sizlere mason denilmesine kızıyorsunuz...Bunu bir iftira sayıyorsunuz...öyle mi?
Demek ki masonluk, dinimize, ahlaki değerlerimize, milli menfaatlerimize ve insanlık
haysiyetimize asla uygun olmayan, gizli ve tehlikeli bir dernektir... bir hıyanet şebekesidir. Bir
siyonist hareketidir!.
Yok eğer, hayırlı ve yararlı bir kuruluş olsaydı, herhalde böylesine gizli saklı tutmazdınız
ve size mason denilmesine de bu kadar da kızmazdınız. Tam tersine şeref duyardınız!..
Madem ki masonluk bu denli karanlıktır ve iftira sayacağınız kadar bir ayıptır!... Öyle ise
sayın baylar, bir basın toplantısı yapıp veya televizyon ekranlarına çıkıp, Bütün halkımızın
huzuruda:
"Masonluk, karanlık güçlere uşaklıktır!... Masonluk, milli menfaatleri satmaktır!.. masonluk,
ülkemiz için, çok tehlikeli bir tuzaktır!.. İşte şimdi hükümette ve fırsat elimizde olduğu için bu gizli
ve şaibeli kuruluşların üzerine varacağız... bu şeytani merkezleri kapatacağız! milletimiz ve
memleketimiz aleyhindeki faaliyetlerine asla imkan tanımayacağız!.." şeklinde bir açıklama
yapabilirmisiniz.? Haydi görelim, bunları yaptıktan sonra, sizlerin mason olmadığınıza biz de
inanacağız ve sizi alkışlayacağız!
Değil mi baylar! kendiniz inanmadığınız şeye başkalarını nasıl inandıracaksınız?..
Sırası gelmişken, çok önemli bir tesbitimizi de arz etmek istiyorum.
161
Kur'anı Kerim'de sıfatları anlatan "münafıklar" la bugünkü "masonlar" arasında çok büyük
bir benzerlik vardır. Bakınız:
"(Münafıklar) mü'minlere karşılaştıkları zaman: "(Biz de) iman ettik (sizlerden birisiyiz)"
derler. (Ama) Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: "Biz sizinle beraberiz. Biz onlara
(müslümanlara sadece alay ediyoruz) derler" (Bakara: 14)
Bugünkü masonlar da aynen böyle değil mi? parti başkanları olsun, milletvekili adayı
olsun, miting meydanlarında ve televizyon ekranlarında halkın karşısına çıkınca "Elhamdülillah
bizde müslümanız!... Ezana, Kur'ana saygılıyız... Hacı-hoca torunlarıyız!.." derler...
Ama Mason Locarında siyonist üstatları ve Yahudi patronlarıyla baş başa kalınca "Bizim
asıl düşüncemiz ve değerimiz masonluktur... Gafil müslümanları idare etmek ve sömürü
saltanatımızı sürdürmek için, İslamcılık ve dindarlık rolü yapıyoruz!" derler.
Bunlar, en büyük günahları bile, adlarını değiştirerek işlemeğe devam ederler...
Zinanın adını Flört koyarlar ve mübah sayarlar. Fahişeliğin reklamını yapar, ahlaksızlığı
yaygınlaştırırlar.
Başörtülü kızları okula sokmazlar. Namaz kılanları gerici sayarlar... Ve hele "İslam
ahlakına ve Kur'an ahkamına şeytan gibi düşmandırlar!.. İmam-Hatipleri ve Kuran Kurslarını bu
yüzden kapatırlar.
Ama lafa gelince, herkesten daha çok müslümandırlar!...
Ve hele içlerinin dışa dökülmesinden ve kendilerine "Mason" denilmesinden, çok kızarlar...
Hatta hırçınlaşırlar!...
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Milletvekili olduğu dönemde yaptığı bir meclis
konuşmasında: "Bu milletvekillerinin yarısı hırsızdır!." demiş. Tabi meclis hemen ayaklanmış,
özür dilemesini ve sözünü geri almasını istemiş... Rahmetli çaresiz kürsüye gelmiş ve şunları
söylemiş: "Deminki sözüm şöyle düzeltiyor ve değiştiriyorum: Bu milletvekillerinin yarısı hırsız
değildir!.."
Şimdi biz de "İslam düşmanlarının çoğu Masondur" sözümüzü değiştiriyoruz "İslam
düşmanlarının bir kısmı Mason değildir!.."
Bu arada, merhametimizden dolayı, masonlara da bir mesajımız var. Şimdiye kadar belki
de ekonomik, siyasi ve sosyal prestij kazanmak hatırına masonluğa kaydınız. Belki çoğunuz
hala vicdanen rahatsız durumdasınız... Ama Loca'ların artık eskisi kadar etkili ve yetkili
olmadıklarını unutmayınız. Artık dünyanın her yerinde milli ve yerli güç merkezleri ağırlık
kazanmaktadır. Özellikle Türkiye’mizde artık Milli Görüş dönemi başlamaktadır. Hatanızı itiraf
edip dönmeniz menfaatınız icabıdır.
Sözün özü: Milli Görüş ve Adil Düzen her türlü haklarınızı koruyabilecek güçtedir. Ama
masonların bundan böyle sizlere sahip çıkabilmesi şüphelidir... Siyonist Yahudiler sıkılmış limon
gibi, sizleri kullanıp atabilir. Bizden söylemesi!..
162
Ve sakın Masonluk hayranı Ahmet Güner'in 4 Ocak-97 tarihli Yeni Günaydındaki Eşkenar
üçgen başlıklı yazısında: "Fakat kesin olan bir şey var: Türkiye'de demokrasi içinde hiçbir güç,
ne Ayasofya’yı cami yapabilir, ne mason dernekleri kapatabilir, ne de Patrikhaneyi yurt dışına
sürebilir." sözlerini ciddiye almayın.
Bekleyin göreceksiniz, inşallah bir gün Ayasofya cami olacak, Mason dernekleri
kapanacak ve Patrikhane de hıyanet merkezi olmaktan çıkarılacaktır!..
Maalesef, Tanzimat'tan bu yana ülkemiz, Erbakan Hoca'nın tabiriyle "Karanlık Oda"nın
"Kiralık Adamlarıyla yönetilmek istenmiştir.
Aşağılık kompleksine kapılmış bu uşak ruhlu figüranların en belirgin özelliği de
"Türkiye'nin mutlaka gelişmiş batılı ülkelerin himayeside ve güdümünde ayakta kalabileceği,
aksi taktirde kendi kendisini yönetemeyeceği" düşüncesidir.
Hem ahlaki değer ve dinamiklerimize, hem de halkımızın hür iradesine asla saygı
göstermeyen bu "Karanlık Oda" ve figüranları, "demokrasi"yi de, sömürü ve tahakkümü
amaçlayan arzularını, toplumun tercihiymiş gibi göstermek için sadece bir kılıf gibi kullana
gelmişlerdir.
13 Mat 1996'da İsrail'in organizesi ile Mısır'da yapılan ve gerçekte "İslami hareketi
sindirmek ve ezmek" amacını taşıyan terör zirvesine katılıp, Siyonist Weizman'ın "köklerini
kurutuncaya kadar onlarla mücadele etmeliyiz!" direktiflerini dinleyen ve şimdi sanki bilmiyormuş
gibi İmam-Hatip okullarının ve Kur’an kurslarının kapatılması karşısında tepkilerini ve
üzüntülerini dile getiren halkımızın "niye böyle davrandığına
bir türlü akıl erdiremediğini"
söyleyen Sn. Demirel’e, millete rağmen bu kararları imzalatan güç nedir?
Daha önce, gerçekte "kendisine mahkum ve mecbur bırakmak ve tamamıyla avucuna
almak " için, görünüşte de, "demokrasi kahramanı yapmak ve halka yutturmak" için, ihtilal ve
muhtıralara, önce şapkasını eline verip gönderen, sonra da geri getirip tekrar başbakanlık ve
Cumhurbaşkanılığı konuğuna yerleştirilen kimlerdir?
Rahmetli Özal'a savaş açılması, direnince kurşunlanması ve bir nevi kaçıp Çankaya'ya
sığınmaya mecbur bırakılması ve Yıldırım Akbulut'un ANAP'ın başından aşağı alınması ve
Türkiye'nin karanlık çehresini oluşturan kumar dünyasının tanıdığı "etkili ve önemli" kişilerin özel
gayretiyle, Mesut Yılmaz'ın önce ANAP'ın başına sonra da başbakanlığa taşınması, sadece
tesadüflerin eserimidir?
Özal'ın %40'larla iktidar yaptığı bir partiyi şimdi %10'ların altına düşüren, kendisine, hak
etmediği halde 3 sefer ikram edilen başbakanlık fırsatını milletle savaşarak geçiren, buna
rağmen bir işadamının özel uçağı ile gittiği Budapeşete'deki kumarhanelerde burnu kırılması
olayı bile kahramanlık destanına dönüştürülen, Mesut Yılmaz'ın bu "karanlık oda" ile ilişkisi
varsa, hangi düzeydedir?
Milletin seçip 1. parti yaptığı halde, Erbakan'ı başbakan yapmamak için tezgahlanan bütün
oyunlara rağmen kurulan Refah-yol hükümeti, her sahada hayırlı ve başarılı hizmetler yaparken
163
ve devrim niteliğindeki girişimleri sürdürürken, Kasıtlı olarak oluşturulan sahte gündemler ve
sun'i krizler sonucu iktidardan
uzaklaştırılmasında ve ülkenin yeniden Demirel takviyeli D-
ANASOL'un tahribatına bırakılmasında ve eski Halk partisi zihniyetinin yeniden horlatılmasında
bu "karanlık oda" nın etkinliği ne derecedir?
Partisinin adı Demokratik Sol olmasına rağmen, delegelerine ve milletvekillerine bile söz
hakkı vermeyen ve teşkilatını sadece hanımıyla birlikte
derhal ihraç
eden eski
kominst
mumyalayıp -pudralayıp yeniden
yeni
vitrine
sosyalist
koyan
yöneten ve demokrasi isteyenleri
Ecevit, siyasi
ve demokrasi
bir
mevta iken, O'nu
kahramanı yapıp
iktidara
taşıyan... Şimdiye kadar aslında görüşleri aynı olduğu halde rol icabı farklı görünüşlerde
oynayan
Demirel, Ecevit, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal ve Hüsamettin
Cindoruk'u aynı
hükümette buluşturan bu güç neden başından beri Erbakan'ı dışlamakta ve düşmanlık
göstermektedir?
Evet, seçim sandıklarında yarışamadıkları ve demokratik kurallarla başa çıkamadıkları
Refah Partisi'ni, sonunda dayatmacı ve despotik yollarla kapatmanın hevesi ve hesabı içine
girmişlerdir. kendi yaptıkları ve taptıkları Anayasa'yı ve kanunları bile açıkça çiğneyerek eften
püften gerekçelerle Refah'ı kapatma gayretlerine kargalar bile gülecektir! Önce Başsavcı'nın,
Anayasa Mahkemesine
verdiği iddianamesi, "Refah'ı kapatmanın şerefli bir görev olacağı"
tavsiyesi gibidir.
Sonra, RP'nin
200 sayfalık
savunma
dosyasını
okumaya
bile gerek görmeden
hazırladığı ve Anayasa Mahkemesi'nden önce bir takım marazlı basına postaladığı ve Sabah
Gazetesi'nde
tefrika edilen
kısmında, hakimlere değil okuyuculara hitaben yazıldığının
anlaşıldığı 100 sayfalık mütalaası, okuyanları ve hele birazcık hukuktan anlayanları hayrete
düşürecektir.
Başsavcının
mütalaasında, "Kur'an bu konuda şunları söylüyor... Öyle ise Refah
kapatılmalıdır?! İslamiyet şöyle şöyle emrediyor... Müslümanlar şunları amaçlıyor... Öyle ise
Refah Partisi
kapatılmalıdır?!" şeklindeki
görüşleri, perde arkasındaki "karanlık
oda"nın,
aslında RP'nin ve Erbakan'ın şahsında bu milletin inancıyla savaştığı gerçeğini gündeme
getirmiştir.
İmam-Hatip Okulları'nın ve Kur'an Kursları'nın "RP'nin arka bahçesi ve oy çiftliği" olduğu
gerekçesiyle kapatılması da işte bu yüzdendir.
"Karanlık Oda"nın figüranlığını yapan bu yerli kiralıklar, batılı Hristiyanlar kadar bile
dürüst ve demokrat değildir.
Çünkü
Finlandiya'nın
Türkiye'de
başkenti
Demokrat Partisi
bu
hile ve hıyanetler sergilenirken 5-6 Ağustos 1997 tarihinde
Helsinki'de
tarafından
toplanan
organizesi
ve İsveç'te
Sosyalist
yapılan "97 Hiristiyan Bloku" kongresinin sonuç
bildirgesinde, ülkemizi ve islam alemini yakından ilgilendiren
konulara yer verilmiştir.
iktidarda bulunan
tarihi
kararlara
ve hayati
164
"Globalleşen dünyada, her türlü ilişkilerin arttığı ve karşılıklı diyaloğun büyük önem
taşıdığı” vurgulanan bildiride de "İslam alemiyle önyargılara dayanmayan, sağlıklı ve insancıl
münasebetler kurulması gerektiği" özellikle dile getirilmiştir.
"Erbakan Hükümetinin “Refah Partisi Laik rejimi tehdit ediyor” iddiasıyla ve Çevik Bir
gibilerin de yardımıyla, gizli bir darbe ile düşürülmesinin ardından kurdurulan Mesut Yılmaz
Hükümetinin, RP'yi kapatmak
için çeşitli
hazırlık ve haksızlıklar içine girdiklerini, Oysa
RP'nin hem yerel yönetimlerdeki, hem de 1 yıllık iktidar dönemindeki başarılı icraatlarını
bütünüyle demokratik kurallara ve temel insan haklarına uygun yürüttüklerini" ifade eden
bildiride, "Cezayir halkının hür iradesiyle seçtiği Selamet Partisi"ni, zorla ve silahla iktidardan
indirmeye ve müslümanları sindirmeye çalışan askeri cuntaya karşı batının sessiz ve tepkisiz
kaldığı da" itiraf edilmiştir.
"İlmi ve insani değerler istikametinde kurulan ve hayırlı hizmetleriyle halkın beğenisi ve
hür tercihiyle seçimleri kazanıp iktidara ulaşan İslami hareketleri, siyasi arenadan zorla
uzaklaştırmanın,onları haliyle yeraltına iteceği ve anarşiye dönüşüp ülke ve dünya barışını
tehdit edeceği" uyarısında bulunan "97 Helsinki Hiristiyan Bloğu" toplantısında, bu bloğun
dışişleri bakanı olan bayan Lena Hjelm Wallen ise "Avrupa Birliği ve İslam" projeleri
çerçevesinde "demoratik İslami hareketlerle biran evvel diyaloğa ve dayanışmaya başlanması
gerektiğini ve bunların kendi ülkelerinde her türlü siyasal haklarına ve sorumluluklarına
kavuşması için yardım edilmesi ve desteklenmesi lazım geldiğini" savunmuş, "ülkeler ve
kültürler arasındaki düşmanlığın dostluğa ve dayanışmaya, savaşların ise barış ve birlikte
yaşamaya dönüşmesi için bunun şart olduğunu" söylemiştir.(2)
Batılıların ifade ve itiraf ettikleri bu gerçekleri elbette bizim halkımız da farkedecek ve
"Karanlık Oda" Saltanatı ve masonluk diktatoryası çökecektir.Ve tarihi hesaplaşma kaçınılmaz
görünmektedir.
Milli çizgisinden koparılarak kurdurulan bir partinin kurucu üyelerinden, biri profesör, öteki
iş adamı ve diğeri spor kökenli 3 kişinin sicilli mason olduğunu farkeden ve genel başkana gidip
bunun düzeltilmesini isteyen önemli bir kimseye: “Bizi böyle kabul edersen kal, yoksa sen
bilirsin!...” diyerek kapının gösterilmesi de, hem masonların marifetini, hem de yeni oluşumların
gerçek mahiyetini gözler önüne sermektedir (Bak: 18 Ekim 2001. Milli Gazete Kulis Ankara. Bir
kopuşun perde arkası)
165
İSRAİL'DE PANİK
İsrail halkının önemli bir kısmı ciddi bir telaş ve tedirginlik içinde bulunuyor. Hatta bazı
kesimlerde açık bir panik havası gözleniyor. Eski Başbakan Benjamin Netanyahu’nun başını
çektiği saldırgan siyonistlerin sorumsuz siyasetleri ve şimdiki katil Şaron’un yüzünden İsrail
yahudilerinin büyük bir tehdit ve tehlike altında bulunduğu, artık yüksek sesle dile getiriliyor.
Hatta Netanyahu'nun Likut partisinden seçilen Kudüs Belediye başkanının bile "Netanyahu
ekibinin, şeytani heves ve hedefler uğruna tüm yahudilerin ve İsrail’in geleceğini riske soktuğu"
gerekçesiyle muhalefet bayrağı açtığı biliniyor. Velhasıl son günlerde İsrail'de toplumsal bir
"panik-atak" yaşanıyor. Eski Cumhurbaşkanı Weisman'ın ve İsrail Genel Kurmay Başkanının
Netanyahu'ya erken seçim uyarıları ve ardından Şaron’un çılgınlıkları da bu paniğin diğer bir
sebebi sayılıyor. Hatta Kudüs’te, binlerce Yahudinin, Filistin katliamına kınama mitingi
yapmasının ve Şaron aleyhine sloganlar atmasının, üzerinde durulması gerekiyor.
Bu kuşku ve korku ortamının oluşmasında:
a) Son bir asırdır, siyonistlerin tüm ülkelerde ve özellikle 50 yıldır Filistinde işledikleri
vahşet ve Cinayetlerden dolayı, şuuraltına yerleşmiş bulunan suçluluk psikolojisinin,
b) Mağdur ve mazlum Filistin Halkının, özgürlük mücadelesinin ve haklı taleblerinin artık,
tüm dünyada kabül görmesinin,
c) Yahudi Lobisine rağmen ikinci kez ABD başkanlığını kazanan Clinton'un ve Amerikan
yönetiminde masonlar dışında giderek önemli bir ağırlığa ulaşan Milli Cephenin, ve Bush
yönetiminin, İsrail’e kayıtsız ve şartsız desteği artık vermeyişlerinin,
d) Bu bağlamda, o dönemde gerçekleşen bir ABD ziyaretinde Clinton'un Netanyahu'ya
yüz vermeyip Arafat'a ilgi ve iltifat göstermesinin,
e) Ve yine Clinton'un eşi Hillary Clinton'un "Bağımsız Filistin Devletinin kurulmasını
desteklediğini" söylemesinin ve Ariel Şaronun buna cevaben "ABD"nin Filistin devletini tanıması
bir talihsizlik olur" şeklinde endişelerini dile getirmesinin,
f) İsrail'in işgal ettiği ve daha önce çekilmeyi vadettiği Filistin topraklarından ve özellikle
batı Şeria’dan ayrılmak istememesi üzerine çıkmaza giren ve Arafat’a tavize ve teslimiyete
zorlamaya yönelen barış girişimlerinde
- Hem yahudi asıllı ABD dışişleri
bakanı Bayan Madeleine Albright'ın Londra
görüşmelerinin;
- Hem İsrail'in 50.Kuruluş kutlamalarına katılan ABD Başkan Yardımcısı ve siyonist uşağı
Al-Gore'nin gayretlerinin,
Hem de özel temsilcisi Dennis Ross'un tüm temas ve tekliflerinin sonuçsuz kalmasının ve
boşa gitmesinin,
g) Clinton'un "Arafat gereken ödünü vermiştir ve barış istediğini göstermiştir. Halbuki
Netanyahu hepsinden çekilmesi gerektiği halde, batı şerianın yüzde onüçünden bile
vazgeçmeyerek barış sürecini tehlikeye
sokmuştur. Şimdi ödün
sırası
kendisindedir"
166
şeklindeki sözlerinin, Yahudilerin ağırlıklı olduğu ABD Kongre üyelerince "Clintonun İsraile
karşı kabadayılık gösterisi yaptığı" şeklinde değerlendirilmesinin,
h) Clinton'dan iyice ümit kesen Netanyahu’nun İngiliz başbakanı Tony Blair'den destek
dilenmesi ve Clinton’un "Arafat’la
birlikte Washington
zirvesine
katılma" davetini
reddetmesinin,
i) Ve 1993'te Oslo’da imzalanan geçici barış anlaşması gereği, Yaser Arafat’ın 4 Mayıs
1999'da
Tam Bağımsız Filistin Devletinin ilan etmeğe hazırlandıklarını bildirmesinin, payı
olduğu anlaşılıyor.
j) Bu arada İslam ülkelerindeki ve özellikle Türkiye'deki ekonomik ve askeri gelişmelerin
ve Türk ordusunun, hem moral ve psikolojik
yönünden, hem
de silah
yönden,
ve savunma teknolojisi
hem
yönden,
manevra
ve pratik kabiliyet
üstünlüğü ele
geçirmesinin,
İsrail’deki bu paniğin artmasına neden olduğu söyleniyor.
Zira Şer dünyasının her türlü desteğine rağmen PKK'yı bitiren, tüm baskılara ve
santaj’lara rağmen Kıbrıs'tan taviz vermeyen ve önce Bosna'ya şimdi Balkanlara barış gücü
gönderen ve Afganistan’da komutanlığı isteyen bir "ordu"nun varlığı İsrail'in
uykularını
kaçırıyor.
k) Bu arada, 2002 Şubat’ında İstanbul’da toplanan AB-İKÖ Dışişleri Bakanları zirvesinde,
İsrail vahşetinin durdurulmasını ve bağımsız Filistin Devletinin tanınmasını öngören ortak bir
karara varılmasıda, siyonistlerin telaşını arttırdığını gösteriyor.
Bilindiği gibi Filistin'le İsrail arasında 1993 tarihinde Oslo'da imzalanan geçici barış
anlaşmasına göre 1999 yılında Filistin devletinin bağımsızlığını ilan etmesi gerekiyordu.
Ancak Netanyahu "Bağımsız Filistin Devletinin yeni bir İran veya Irak olacağını" öne sürerek
bu anlaşmadaki taahhütlerini ertelemiştir. Şaron ise Filistin’in tamamını işgal peşindedir.
Arafat ise, Filistin Haber Ajansı WAFA'nın da haberine göre, 4 Mayıs 1999 tarihine
kadar "barışı bozan taraf" olmamak için, gerekirse bazı tavizler de vererek, Oslo anlaşmasının
nihai hedefine ulaşmayı amaçladı. 1999'dan önce İsrail'in 50. Kuruluş Yıldönümünde Büyük
İsrail İmparatorluğunu mutlaka kuracaklarına güvenerek, Oslo'da Filistin’i Oyalamak için bu
anlaşmayı imzalayan Siyonist yöneticiler, şimdi hayallerinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca,
yan çiziyorlar... Ve Yaser Arafat'a baskı yaparak yeni bir ihanet anlaşmasına zorluyorlar.
Bu gizli anlaşmaya göre;
1-Filistin Kurtuluş örgütü, İsrail’i
resmen tanıyacak,
buna
karşılık
Gazze ve Eriha
bölgelerinde geçici ve göstermelik bir özerk Filistin hükümetine izin verilecek,
2-FKÖ, İsrail’e
karşı
basında ve Dünya
Kamuoyunda her türlü
aleyhtarlığa son
verecek, Siyasi ve askeri faaliyetlerini bitirecek,
3-Yahudi yerleşim birimlerinin yapımına müsaade edilecek,
4-Buna
destekleyecek,
karşılık İsrail Filistin geçici Özerk hükümetine siyasi
ve ekonomik yönden
167
5-Filistin Özerk hükümeti, tüm dış ilişkilerine son verecek ve diğer ülkelerdeki Filistin
elçilik ve temsilcilikleri kapatılarak, İsrail elçiliklerinde bulunacak birer Filistinli memurla bu
ilişkiler yürütülecek,
6-Filistinliler, müstakil bir
hükümet, pasaport
ve paraya geçmeyecek... Herkes İsrail
pasaportu ve parası kullanacak, ama kimliklerinde Filistinli oldukları belirtilecek,
7-Beş yıl boyunca
Ürdün, Suriye, Lübnan ve Mısır'daki
Filistinli Mültecilerin ülkeye
dönmelerine müsaade edilmeyecek,
8-Filistinliler özel ordu kurmayacak, sınırlar İsrail tarafından korunacak,
9-İsrail birlikleri Özel Konuma sahip bölgelere konuşlanacak
10-Filistin özerk hükümeti ateşli silahlara ve patlayıcı maddelere sahip olamayacak,
11-Filistin polis teşkilatı İsrail İçişleri Bakanlığının emrinde görev yapacak,
12-Filistinliler, güvenlik bürolarından özel izin almadan
İsrail'e bölgelere
girip
çıkamayacak,
13- Bölgedeki ve dünyadaki terörist ve kökten dinci hareketlere karşı birlikte tavır
alınacak
Filistin’i tamamıyla
İsrail'e katmaya ve şanlı diriliş ve direniş hareketini akamete
uğratmaya yönelik bu ihanet belgesinin Arafat tarafından asla imzalanmayacağını umuyoruz.
Önce Siyonist Netanyahu'nun, şimdi de Katil Şaron’un biraz da kendi halkını avutmaya
yönelik bu şeytani girişimlerinin asla başarılı olamayacağına inanıyoruz. Çünkü, yukarıda da
belirttiğimiz gibi
İsrail
yahudilerinin önemli
bir
bölümü, kendi
geleceklerinden ümitlerini
kesmiş vaziyettedir ve saldırgan siyonistlerin kirli hesaplarına ve karanlık maceralarına alet
olmak istememektedir.
Zaten çoğu, dünyanın değişik ülkelerinden bin türlü hile ve hayallerle İsrail'e getirilmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında, Hitler gibi siyonistlerin güdümündeki hükümetlerin kasıtlı ve planlı
baskıları sonucu İsrail'e göçe mecbur edilmişlerdir. Rusya'dan, Amerika'dan, Avrupa'dan ve
özellikle Almanya'dan, hatta Yemen'den ve Afrika'dan, gemilerle ve uçaklarla İsrail’e taşınan
Yahudiler,
"vadedilmiş
mukaddes
topraklarda" ne umdukları
rahatı, nede
maneviyatı
bulamadıkları gibi, şimdi top yekün tarihe gömülmenin telaşı ve tedirginliği içerisindedir.
Hatta geçen yıllarda Neve Şalom Sinagok'unun açılışı
Yahudinin ölümüyle
sonuçlanan bombalı
merasimine yapılan ve 21
saldırının bile, İsraile göçmek istemeyen Türk
yahudilerine gözdağı vermek üzere MOSSAD tarafından gerçekleştirildiği kuvvetle muhtemeldir.
Çünkü;
I. Bu
saldırıdan bir müddet önce, Yitzak
Rabin bir radyo
konuşmasında
"Türkiye
Yahudilerinin İsrail’e göçmenlerinin, en azından İsrail'e yardım etmeleri gerektiğinin kendileri
açısından çok önemli olduğunu, bunu gerçekleştirmek için
başvuracağını" söylemiştir.
İsrail
hükümetinin her çareye
168
II. Uzun zamandır kapalı bulunan Neveşalom Sinagok'unu açılışına, hahambaşı David
Aseo ile 500. Yıl Vakfı Başkanı Jak Kamhi, acaba niye gelmemiştir?
III. Ve yine
500. Yıl Vakfı üyelerinin ve Türk Yahudi cemaatının ünlü
isimlerinin
hiçbirisinin bu açılışta bulunmaması sadece tesadüf eserimidir?
IV.Ve yine
böylesine anlamlı
ve önemli
bir günde, İsrail Konsolosunun Nevşehir
Kapadokya'ya geziye çıkmasının bahanesi nedir?
V. Katliam sırasında ve yaz aylarında zengin ve saygın Yahudilerin Büyükada
ve
Cihangirdeki Sinagok’lara gittiği bilindiği ve hatta bir gün sonra Sinagokta büyük ve görkemli
bir düğün yapılacağı önceden ilan edildiği halde, teröristlerin sadece orta direk ve yaşlı, 21
Yahudi’nin bulunduğu bir tören gününü tercih etmeleri nasıl izah edilecektir?
Anlaşılıyor ki, sözde ve zahirde Yahudilere karşı girişilen saldırılar bile, çoğunlukla yine
İsrail ve Siyonistler tarafından gerçekleştirilmektedir.
Ama her şeye rağmen İsrail halkı panik içinde bulunmaktadır. Kahredici bir kuşku ve
korku içinde yaşamaktadır. Saldırgan Siyonist Netanyahu'ya olduğu gibi, şimdi de Şaron’a
karşı
ciddi bir muhalefet kesimi
oluşmaktadır ve İsrail, mukadder akıbetine doğru
yuvarlanmaktadır.
Oysa biz, ülkemiz, devletimiz ve milletimiz aleyhinde düşmanca düşünceler taşımayan,
İsrail'in dünya hakimiyeti gibi siyonist faaliyetlere karışmayan Yahudiler dahil, her din ve
düşünceden bütün İnsanlarla Türkiye'yi ve dünyayı paylaşmaya, herkesle birlikte ve barış
içinde yaşamaya razıyız ve hazırız.
Ama zalimleri bekleyen mutlak ve mukadder akibetten ise, hiç kimseyi kurtaramayız!
169
FİRAVUN DÜZENİ VE SİYONİZMİN SON DEMLERİ
Kur'an'ın firavundan çok sık bahsetmesinin bir hikmeti de, kıyamete kadar gelip geçecek
bütün küfür ve zulüm düzenlerinin "orjinal bir örneği" olduğu içindir. Kur'an'da anlatılan Firavun
sisteminin nasıl kurulduğunu, hangi unsurlardan oluştuğunu kavramadan, günümüzdeki batıl ve
barbar dünya düzenini, yani siyonizm’i tanımak ve ondan kurtulmak imkansız gibidir.
Firavunla ilgili Kur'an kıssaları dikkatlice okunduğunda, Firavun sisteminin genellikle şu
beş unsurdan oluştuğu görülecektir: KARUN, FİRAVUN, HAMAN, BEL'AM ve SİHİRBAZ'Lar.
1.KARUN:
Rüşvet ve torpil yoluyla devlet güçlerini de arkasına alarak faiz,
ihtikar,
karaborsa, rantiye, kumar, ihale gibi haram ve haksız yollarla, vurgun ve soygun yaparak
zenginleşen, servet ve sermayeyi tekelleştiren ve milyonların emeğini ve alın terini sömüren
KAN EMİCİ ZENGİN tipidir. Günümüzdeki TÜSİAD üyesi bazı patronlar ve baronlar klübü
bunun birer örneğidir. Faiz ve sömürü sonucu artık fabrikalar, piyasalar, bankalar bunların
elindedir. Etkili televizyon kanalları, büyük trajlı gazeteler bunların emrindedir. Böyle olunca
da iktidar hevesi taşıyan siyasi partiler de bunların güdümüne girmektedir. Ayeti kerimede
Cenabı Hakkın, Firavundan önce karun’u zikretmesi de işte bunun içindir. Yani görünürde
ülkeleri hain Firavunlar, onları ise zengin Karunlar yönetmektedir.
2.FİRAVUN: Bazen despotik devrimler, bazan demokratik hilelerle ve çoğu kez karunların
reklamı
ve yardımıyla iktidara
gelen
ZALİM İDARECİ tipidir. Bunlar milletin haini
ama
masonların hizmetçisidir. Görevleri memleketi daha rahat sömürmeleri için karunlara resmi ve
siyasi bekçiliktir. Şaşaalı dünya hayatı ve iktidar hırsı bunları bu yola sürüklemiştir.
3.HAMAN: Sözde müslüman olmalarına ve mazlum halkın içinden çıkmalarına rağmen
milletvekilliği, bakanlık, genel müdürlük ve müsteşarlık hatırına
Karunlara ve Firavunlara
Katiplik ve kölelik yapan BÜROKRAT tipidir. Bunlar, kendi halkına ve yakınlarına "Biz sizlere
hizmet etmek için bazı makam ve memuriyetleri istiyor ve bu yüzden masonların partisine
giriyoruz!" demektedir.
4.BEL'AM: "Bu dünya kafirlerin meydanı, mu'minlerin zindanıdır. Bu dünyanın zahmeti,
ahiretin mükafatıdır. Siyasetle uğraşmak ve iktidar
olmak sevdası başbelasıdır. Öyle ise
ahiret ve Cennet bizim, ama dünya ve hükümet Firavunlarındır." diyerek müslümanların
gayret ruhunu ve devlet şuurunu körleten, mazlum halkı yanlış bir kaderciliğe ve köleliğe sevk
eden ve böylece Firavun düzeninin devamına dolaylı destek veren, tabi buna karşılık bol bol
dünyalık servet ve şöhret edinen DİN BARONLARI ve bazı Üniversite HOCALARI'dır.
5.SİHİRBAZ'lar: İnsanları hayret ve hayranlığa sevk eden göz boyama gösterileriyle,
Firavun saltanatını sürdürmeğe çalışan HOKKABAZ
mensuplarının, kiralık köşe
buna açık bir örnektir.
tipidir. Bugünkü
masonik
medya
yazarlarının ve satılık televizyon yorumcularının maskaralıkları
170
Aslanı arı, fareyi fil gibi gösteren, masonların hatırına müslümanlara hakaret eden,
ahlaksız yayınlarla
şehveti körükleyen
günümüzdeki bazı
medya
soytarıları,
Firavunun
sihirbazlarından daha terbiyesiz ve daha tesirlidir.
Ve zaten
bugünkü
DİNSİZ VE DENGESİZ DÜNYA DÜZENİ
OLAN SİYONİZM VE
DECCALİZM, Firavun döneminden ve Asrı saadet öncesi CAHİLİYEDEN milyon kere daha
güçlü, gelişmiş ve organize edilmiş vaziyettedir.
Üstad Bediüzzaman Hz.leri "Kurun-u Ulada işlenen bütün rezalet ve cinayetleri hali hazır
medeniyet defaten Kustu-Yani
Geçmiş Kavimler döneminde işlenen
ve onların helakiyle
neticelenen içki, kumar, faiz, fuhuş ve zulüm gibi her türlü haksızlık ve ahlaksızlığın hepsi,
bugün her yerde görülmektedir" buyurarak bu acı gerçeği dile getirmektedir. Ve zaten "Adem
Aleyhisselam'dan beri
hiçbir peygamber DECCAL fitnesinden daha büyük bir
felaketle
ümmetini korkutmuş değildir" hadisi şerifi de, bugünkü siyonist dünya düzeninin dehşetini
haber vermektedir.
Yani
bugünkü
çağdaş karunlar, Firavun dönemindekilerden daha güçlü
ve daha
zalimdir.
Bugün yeryüzünde, resmi ve sivil kurumlardaki bazı üst düzey bürokratlar, Haman'lardan
daha şımarık ve daha haindir...
Bugünkü bazı din adamı ve hoca takımı, Bel'amlar dan daha münafık ve daha bilgiçdir...
Ve bugünkü bazı medya mensupları da Firavunun sihirbazlarından daha etkili ve daha
tehlikelidir.
Öyle
ise bir yandan bazı TÜSİAD üyesi
gibi haram para patronu Karunlarla, bir
yandan, ABD'deki siyonist Firavunların ülkemizdeki mason ve Bilderberg’ci kuklalarıyla, bir
yandan Atatürkçülük maskesine sığınan ve her fırsatta İslama saldıran ve salyasını akıtan
Hamanlarla, bir yandan düzene koltuk değneği olan Bel'amlarla, bir yandan
da Firavunun
sihirbazlarından daha seviyesiz ve daha sorumsuz davranan marazlı Medya mensuplarıyla
boğuşmak zorunda kalan Milli Görüş, anlaşılıyor ki çok ağır bir görevi üstlenmiştir!..
Ama "Allah'ın izniyle, nice az topluluklar pek çok kalabalık (düşman)ları yenmiştir" 186
ayetinin işaret ettiği gibi, 1 yıllık Refah-Yol iktidarı döneminde siyonist Amerika, Erbakan
hükümetine tam yedi kere yenilmiştir:
1-Önce Hocayı iktidar yapmamak
için bütün imkanlarını kullanmış ama buna mani
olamamıştır.
2-Dış ve iç bütün tertip ve tahriklere rağmen İran-Pakistan-Endonezya ziyareti başlamış
ve başarıyla sonuçlanmıştır.
186
Bakara: 249
171
3-Kuzey Irak'taki gelişmelerle Çekiç Güç bölgeden çıkarılmış, binlerce peşmerge ajan
kaçırılmış ve en önemlisi Kürdistan hayali tarihe karışmış ve Amerika bölgede yalnız ve
yardımsız bırakılmıştır.
4-Promosyon kanunuyla çağdaş sihirbazların (Medya mensuplarının) sömürü hortumları
tıkanmış, Bedelsiz Oto ithali
düzenlenmesiyle
karunların burnu kırılmış, Kumarhanecilerle
Kerhanecilerin mel'anet kapıları kapanmıştır.
5-Mısır, Libya ve Nijerya'yı
kapsayan şanlı ve şahsiyetli Afrika seyahatine
mani
olunamamıştır. Böylece müslüman 8'ler birliğinin fiili temelleri atılmıştır. Yani İMF saltanatı
sarsılmıştır.
6-Amerika'nın ve içimizdeki amigolarının ihtilal provaları boşa çıkarılmış ve sonuçsuz
bırakılmıştır. İç savaş senaryolarına ve kardeş kavgalarına fırsat tanınmamıştır.
7-Ve nihayet muhalefetin oluşturduğu MASON CEPHE'nin
gensoru
gevezelikleri
fiyaskoyla sonuçlanmış ve Erbakan iktidarı yeni bir güven sağlamışken, sonunda haksız ve
hileli yöntemler ve suni krizlerle Refah-Yol yıkılmış ve arkasından bir hukuk intiharıyla RP
kapatılmış, FP kapatılmış ama bütün bunlar Milli Görüş’ü daha da güçlendirmiş, davamıza hız
ve heyecan katmıştır. Koalisyonun diğer Ortağı DYP ve özellikle Tansu Çiller ise, yakaladığı
bu tarihi ve talihli fırsatı millet ve memleket yararına
çok iyi
kullanamamıştır. Bir hile ve
haksızlık sonucu Erbakan’ın iktidardan uzaklaştırılması, antidemokratik ve despotik dayatmalar
sonucu partisinin kapatılması ise, toplumun uyanmasına ve büyük bir sandık ihtilaliyle kendi
iktidarına ulaşmasına vesile olacaktır.
bundan sonrası mı?
"(Zalimlerin başlarına
gelecekleri) Bekle!.. (Zira) onlarda (korku ve endişe içinde)
beklemektedirler"187
"(Ey Hainler) gözleyin. Zaten bizde (yakında olacakları) gözlemekteyiz"188
"(Ve artık) sabah yakın değil mi?"189 dir.
Evet: Firavunun finoları ürecek, ama kutlu kervan hedefine yürüyecektir. Ve unutulmasın
ki, her Firavun'un bir Musa'sı ve Medya sihirbazlarına karşı da O'nun bir asa'sı buluna
gelmiştir.
187
188
189
Duhan: 59
En’am: 158
Hud: 81
172
"FİL" SURESİ VE SİYONİST "FİLO"LARIN AKİBETİ
Fil suresi, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin doğumundan bir müddet önce, Kabe’yi
yıkmaya gelen Yemen Valisi Ebrehe ve askerlerinin acı ve alçaltıcı sonlarını anlatan beş
ayetten ibarettir. Olay şöyle gelişmiştir.
Dönemin süper gücü sayılan Bizans'ın himayesini arkasına alan Habeşistan Kralı Necaşi,
Himyerilerin yaşadığı Yemen’deki karışıklıkları bastırmak üzere Ebrehe adındaki bir komutanı
görevlendirdi. Ebrehe bölgeye giderek isyancıları bastırdı ve bağımsızlığını ilan etti. Hristiyan
olan Habeşistan Kralı Necaşi’ye ve Şam (Bizans) hükümdarı Kayser'e hoş görünmek için de
Yemen'in Sana şehrinde görkemli ve gösterişli bir kilise inşa edip, burayı bütün Arapların
ziyaretgahı yapacağını ve Mekke'deki Kabe'yi, manevi, ticari ve siyasi bir merkez olmaktan
çıkaracağını söyledi.
Ancak bütün çabalarına ve zorlamalarına rağmen, Sana'daki bu yeni kilise binası rağbet
görmemiş ve insanları Yemen'e çekememişti. Bunun üzerine Ebrehe Kabe'yi yıkmaya karar
vermişti. Bu maksatla yirmi bin kişilik, seçme savaşçılardan oluşan muazzam bir ordu ile
Mekke'ye doğru taarruza geçti. Ordunun önünde "Mamut" denilen özel eğitilmiş ve büyüklükte
benzeri görülmemiş bir fil'le, onu takiben ayrıca on iki tane güçlü savaş fil'i yürümekteydi. Bu
filler kalın zincirlerle Kabe'nin duvarlarına bağlanacak, farklı yönlere sürülmek ve bir anda
ürkütülmek suretiyle, Beytullah'ı yıkıp yerle bir edeceklerdi.
Ne var ki Efendimizin dedesi Abdulmuttalib'in Ebrehe’ye dediği gibi "Kabe sahipsiz değildi"
ve Beytullah tevhidin simgesi ve vahdetin merkeziydi. Onu yıkmaya kimsenin gücü
yetmeyecekti.
Ebrehe ve askerleri her hücuma geçmek isterken filler bir türlü yürümemiş ve yere yığılıp
kalmak suretiyle direnmişti. İşte tam bu sırada göklerden sürü sürü kuşlar gibi, manevi ve
mucizevi uçaklar zuhur etmiş, küçük füzeler ve atom tesirli mermiler gibi "maden çamurundan
pişirilmiş sert taşlar" fırlatarak fil sahiplerini perişan etmiş ve çiğnenmiş ekin tarlasına
döndermişti.
Ve işte fil süresi bu ibretli hadiseyi haber vermektedir.
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla;
"1- Görmedin mi Rabbin, Fil sahiplerine neler yaptı?
2- Onların (bütün) planlarını boşa çıkarmadı mı?
3- Üzerlerine bir sürü "uçan"lar yolladı,
4- ve onlara (maden) çamurundan pişkin (mermi gibi) taşlar atıyorlardı.
5- Ve derken (Allah) onları biçilmiş ve tepelenmiş ekin tarlası gibi (çöplük haline) getirdi.
Kur'an surelerinin ve ayetlerinin önemli bir özelliği de, kıyamete kadar hem geçerli hem de
gerekli olmasıdır. Her bir surenin ve ayetin gelip geçecek bütün asırlara ve nesillere ayrı ayrı
işaret eden, ibretli ve hikmetli dersler ve prensipler öğreten bir yanı vardır.
173
Üstad Bediüzzaman'ın da ifade buyurduğu gibi, Fil suresi ve ayetleri Kabe'yi yıkmaya ve
tevhidin zahiri temellerini dağıtmaya gelen Ebrehe’nin fil ordularının, gözle görülen mucize
uçaklardan atılan özel bombalarla mahvedildiği gibi, bugün de siyonist barbarların dünyayı
sömürerek kazandıkları servetlerle yaptıkları, karada, denizde ve havada oluşturdukları tank,
gemi ve uçak filoları da, teknoloji harikası pilotsuz uçakların atacağı güdümlü füzelerle
darmadağın olacak ve Osmanlının varisi ve İslami dirilişin merkezi olan Anadolu hareketini
yıkmaya kalkışanlar da, yerin dibine batıracaklardır.
Bu ayetlerdeki harflerin ebced ve cifir toplamlarının içinde yaşadığımız şu yıllara tevafuk
etmesi de oldukça anlamlıdır.190
Şimdi fil suresinin ayetlerindeki kelime ve kavramlar üzerinde daha dikkatle duralım ve
siyonizmin emrindeki filoların batırılacağına nasıl işaret olunduğunu anlamaya çalışalım:
"1- Senin Rabbin, fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?
2- Onların şeytani hile ve hıyanetlerini boşa çıkarıp planların alt üst etmedi mi?
Öyle ise kıyamete kadar İslam’ın ve insanlığın aleyhine olacak ve tevhid dininin temellerin
ve temsilcilerini ortadan kaldıracak bütün faaliyetleri de, Allah c.c sonuçsuz bırakacak ve
maksatla oluşturulacak en güçlü ordular ve filolar bile bozguna uğrayacaktır.
3- (Nasıl ki Allah) onların üzerlerine "Tayren Ebabil-sürü sürü uçan 'lar" gönderdi.
4- Ve (o fil sahiplerinin) üzerlerine pişkin çamurdan taşlar döktüler di..
5- Ve böylece onları çiğnemiş ekin tarlası gibi çerçöp haline getirmişti.
3. Ayette geçen "Tayr" kelimesi: kanatlarıyla havada uçan demektir. "Ebabil" ise İbni
Abbas R.A göre, “arka arkaya gelen öbek öbek sürüler" anlamına gelmektedir.191 "Siccil"
kelimesi ise farsça taş anlamında senç (seng) ile, çamur anlamındaki cill (Kill) kelimelerinin
birleşmesinden oluşmuş, arapça'da "çok sert" anlamına kullanılan bir kelimedir.
"Üzerlerine balçıktan yapılmış ve pişirilmiş taşlar yağdırdık"192 ayetinden de anlaşılacağı
gibi, "siccil" kelimesi maden çamurlarının özel fırın ve fabrikalarda pişirilip sert mermiler ve
füzeler haline getirilmesini ifade etmektedir.
Birçok güvenilir kaynakların riayetine göre Ebabil uçaklarının, kimisi insan başı
büyüklüğünü bulan "siccil" mermileri, Ebrehe ve askerlerini sadece delip geçmekle kalmamış,
çiçek hastalığı cinsinden bütün vücutlarını ve iç organlarını delik deşik eden tahrip edici etkiler
de göstermiştir.193
Sanki, biyolojik zehirler de taşıyan, nükleer başlıklı füzelerden bahsedilmektedir.
Evet, Cenabı Hak beytullah’ı yıkmaya gelen güçlü ve görkemli Fil ordularını Ebabil
uçaklarından attığı siccil mermileriyle mahvu perişan ettiği gibi, bugün İslam’ın medeniyet
190
191
192
193
Bak. Said Nursi. Sikke-î Tasdik-î Gaybi. Sh. 47-48. Doğuş Matbaası 1959 ANK.
İbni Kesir, C. 15, Sh. 8663
Hud: 82
Hak Dini Kur’an Dili Elmalı Hamdi Yazır
174
merkezini yıkmaya yönelik siyonist Filoları da, pilotsuz uçaklardan ve gizli rampalardan
fırlatılacak güdümlü füzelerle yerle bir edilecek ve tarihin çöplüğüne gömülecektir.
Bundan hiç kimse şüphe etmemeli, siyonist kafirlerin, masonik ve münafık işbirlikçilerinin
bütün hile ve hazırlıklarının boşa çıkacağını herkes bilmelidir.
Peki ama, Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehenin filleri ve askerleri böylesi ilahi bir gazapla
mahvedilirken, neden Beytullah’ı yüzlerce putla dolduran ve her türlü ahlaksızlığı meşrulaştıran
müşriklere bu tür bir ceza verilmemişti?
Fahrettin Er Razi bu soruya şu cevabı vermektedir.
"Beytullahın içini putla doldurmak Allah'ın hukukuna, tecavüzdür. Beytullahı yıkmak ise
insanların hukukuna tecavüzdür.
İslam hukukunda, harbi olmayan kafirleri ve müşrikleri öldürmek caiz olmadığı halde,
müslüman dahi olsa katil ve eşkıyaların öldürülmesi de bu nedenle gerekmektedir.194
Buna ilaveten, Beytullah her ne kadar müşriklerce putlarla doldurulmuş ve şeklen
kirletilmiş olsa da, mana olarak ve fiilen tevhid dininin mümessili ve merkezi konumundaydı ve
öyle kalmalıydı.
Bugün de başta Anadolu kıtamız ve diğer islama mekan olmuş topraklarımız da, her ne
kadar zahiri planda müşrik düzenlerin ve tağuti güçlerin tasallutu altında ise de, mana ve
mefahir olarak İslam’ı temsil ve tehattur ettiği ve mehdiyet medeniyetinin merkezi olmak şerefini
üstlendiği içindir ki, tüm şeytani taarruzlardan ve siyonist saldırılardan mucizevi bir şekilde
korunması ve süper filoların bastırılması lazımdır.
Bu konuyu Adiyat suresinin ilk beş ayetinin mealiyle bitirelim:
"1- Yemin olsun, harıltı ve gürültü çıkararak koşanlara (ve hücuma kalkanlara)!
2- O (mermi ve füzelerini atarken) çarparak ateş çıkaranlara !
3- sabahın erken saatlerinde (düşman üzerine) ani baskın yapanlara!
4- Derken orada toz duman koparanlara!..
5- Ve böylece (Gafil ve kibirli) bir topluluğun (iktisadi, askeri ve siyasi yoğunluluğunun) tam
ortasına dalanlara!..
Ve ...Helal olsun...Selam olsun...Tüm insanlığın kurtuluş savaşını başlatanlara...ve
başaracak olanlara!...195
194
195
Fil Suresi Tefsiri Kebir
Bu yazı 1992 yılında hazırlanmıştır.
175
11.EYLÜL, TARİHİN DÖNÜM NOKTASIDIR
11 Eylül 2001 tarihinde New Yorkta’ki, sömürücü siyonist sermayenin ve kapitalizmin
sembolü olan ticaret kuleleri ve Pentagon (ABD’nin askeri merkezleri) sivil yolcu jetlerin
saldırısıyla yıkıldı. On binlerce insanın hayatına ve milyarlarca dolarlık tahribata mal olan bu
saldırıyı, kimler ve niçin yapmıştı?
Bu olaydan hemen sonra Usame bin Laden bağlantısın ve İslam’i terör iddialarının ısrarla
gündemde tutulması; sözde Arap asıllı korsanların ve güya uçaklara binmeden önce
havaalanlarında unuttukları çantalarda Kur’anın ve uçak kullanma kılavuzlarının ortaya
çıkarılması ve ardından Başkan Bush’un “yeni bir haçlı savaşının başladığını “açıklaması ve
derken “teröre yardım ve yataklık” bahanesiyle önce Afganistan , sonra Irak ve Sudan gibi
İslam ülkelerine saldırı hazırlıklarının yoğunlaşması!... Amerika’nın terörle mücadele çağrısını
fırsat bilen Rusya’nın Çeçenistan’da, Hindistan’ın Keşmir’de müslüman katliamına başlaması ...
Acaba bütün bunlar şeytani bir senaryonun bilinen ve beklenen sonuçlarımıydı?
1- Yeni bir haçlı ruhuyla Hıristiyan, Müslüman çatışmasını kızıştırmak ve 3. Dünya
savaşını başlatmak.
2- İslam ülkelerini askeri ve ekonomik yönden zayıflatıp Büyük İsrail hedefini
kolaylaştırmak... Nijerya’da olduğu gibi, karşıt grupları kışkırtıp İslam ülkelerinde iç savaşlar
çıkarmak.
3- Bütün dünyayı savaşa sokarak, Amerikalı siyonist sermayedarların tekelindeki silah
stoklarına Pazar imkanı hazırlamak
4- Yeni üretilen silahlarını deneme ve reklam fırsatı yakalamak ve mazlum Müslümanları
kobay olarak kullanmak
5- Afganistan’a yerleşip hem madenlerini sömürmek hem de , üs olarak kullanıp orta
Asya’yı ve özellikle Çin ve Pakistan’ı kontrol altına almak .
6- Nükleer güce ve hatırı sayılır bir askeri ve teknoloji birikimine sahip olduğu bilinen
Pakistan’da iç karışıklıklar çıkarıp istikrarı bozmak ve bölgesel tekinliği kırmak
7-İslam alemine ve Türk Cumhuriyetlere lider ve motor olabilecek potansiyel imkanlara
sahip Türkiye’yi, Amerikanın kuklası gibi kullanıp itimat ve itibarını zayıflatmak
8- Siyonizmin ve batı emperyalizminin sömürme ve sindirme düzenine karşı bilenen ve
bilinçlenen kesimleri ve ülkeleri ve özellikle İslami diriliş hareketlerini bastırmak ve ABD’nin tek
süper güç imajını ve dünya jandarmalığını ayakta tutmak
9- Amerika’da içten içe kabaran katolik protestan çekişmesini ve özellikle eğitim ve medya
marifetiyle beyinleri uyuşturulan ve sadece üretim ve tüketim robotları haline sokulan halk
yığınlarının giderek gözünü açmasıyla, Amerika’yı çiftliği gibi kullandıklarını farkettikleri siyonist
lobilere duyulan nefreti unutturup, ortak dış düşmanlar ve İslam korkusuna karşı, ABD’ye hakim
siyonist düzeni ve dirliği korumak.
10-Yahudi Lobilerine rağmen seçimi kazanan Bush yöntemini zora sokmak ve devre dışı
bırakmaya çalışmak.
176
İsteyen kimseler mi bu vahşeti planlamış ve başarmıştı?!..
New York Times’in de dikkat çektiği gibi, bu olaylardan önce Bush yönetiminin, “bağımsız
Filistin Devletinin kurulmasına ve resmen tanınmasına yardımcı olacaklarını” açıklamasından
oldukça rahatsızlık duyan İsrail’in ve siyonist mahfillerin, MOSSAD, CIA ve FBI’daki
elemanlarına yaptırdığı bir saldırı mıydı?
İkiz Kulelere ve Petnogon’a çarpan üç uçağın pilotunun da, Vietnam gazisi olması ve
savaş karşıtı radikal bir örgütün üyesi bulunması, çok önemli bir ayrıntı olmasına rağmen niye
bu konu dikkatlerden kaçırılmıştı?
Saldırıdan bir gün önce kulelerde çalışan dört bin Yahudi’nin 11 Eylülde işe gitmemeleri
yolunda uyarıldıkları haberleri üzerinde niye durulmamıştı?
Halbuki, 2 ekim 2001 tarihli Haaretz Gazetesi
bir
haberinde, 5 İsraillinin, 11 eylül
saldırısı öncesinden itibaren, çalıştıkları yüksek katlı şirket binasının balkonundan, Kameralarla
ikiz kuleleri görüntülemeye başladıklarını ve bu
durumdan şüphelenen komşularının polise
başvurması üzerine, “Yoksa bunlar eylemleri önceden biliyor muydu?”
gerekçesiyle FBI
tarafından yakalanıp, 11 eylülden beri tutuklu bulunduklarını ve bu “oldukça kafa karıştırıcı”
durumu çözmeye çalıştıklarını yazmıştı.
Aynı gazete, George W. Bush’un atadığı yeni CIA Başkanı George Tanet’in, CIA’da
çalışan Yahudi kökenli ajanları, “İsrail’e bilgi sızdıkları ve Amerikan milli çıkarlarını sattıkları”
gerekçesiyle açığa veya kızağa aldığını ve Jonathan
yıllardır çok özel bir
Pollard adlı yahudi CIA elemanının,
cezaevinde yattığını ve İsrail’in tüm baskılarına
rağmen serbest
bırakılmadığını da açıkladı.
Özellikle Bush’un başkan seçilmesinden sonra CIA ve FBI’daki Yahudi kökenli ve etkili
ajan ve bürokratların devre dışı
bırakılmaya çalışıldığına ve İsrail’e
karşı giderek tavır
alındığına dikkat çeken gazete, Şaron hükümetinin bu gelişmelerden oldukça tedirgin ve telaşlı
olduğunu da vurguladı.
Amerika’yı 2. Dünya savaşına sokmak ve Japonya’ya atom bombası atılmasına gerekçe
hazırlamak ve siyonizmin Dünya hakimiyetini sağlamak üzere, Por Harbir baskınını
tezgahlayanlarla, 11 Eylül saldırısını
planlayanların, eylem benzerliği ve strateji birliği niye
araştırılmaya değer bulunmamıştı?
Muharref Tevratın “Senin adın bundan sonra Yakup değil, İsrail olacak. Çünkü sen
Tanrıyla ve insanlarla savaştın ve onlara galip geldin” (Tevkin: 32-39) ifadesiyle Allah’la ve tüm
insanlıkla savaşmayı ve dünyaya hakim olmayı amaçlayan İsrail’in: “Şimdi git... Onların hepsini
ve herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana
kadar hepsini öldür!...” (Tevrat, 1, Semue bölümü 15/3)
“Ve Rabbin sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin ve gözün onlara acımayacak)
(Tevrat, Tesniye 7/16)
“Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz... Sarhoş oluncaya
kadar kan içmeyi sürdüreceksiniz!” (Tevrat. Hazekie Bölümü 39/18-20) şeklindeki, terörü din
177
edinmiş siyonist zihniyeti niye hiç sorgulanmamış ta, Merhamet ve muhabbet dini olan İslam’a
savaş açılmıştı?
Oysa Üsame bin Ladeni, keşfedip eğiten, besleyip büyüten kendileriydi...
Afganistan’da Rusları yendikten sonra kurulan Rabbaninin Koalisyon hükümetini yıkmak,
ülkeyi kardeş kavgasına ve kaosa sokmak ve dünyaya çok katı ve kötü bir İslam imajı yaymak
üzere, Talibanı destekleyip iktidara getiren kendileriydi...
Hem Üsame bin Laden’in hem Taliban hükümetinin, 11 Eylül saldırısını yapacak bilgiden,
birikimden, ekipten ve teknolojiden yoksun olduklarını en iyi bilen, yine kendileriydi...
Ama Taliban ve Bin Laden kendi ürettikleri birer günah keçileriydi... Hatta Amerikalı yazar
James Hatfield 3 Temmuz 2001 de yazdığı bir makalede, Üsame bin Ladenle, ABD başkanı
George W. Bush’un önceden ortak yatırımlar yaptıklarını, sonradan bu
durum anlaşılırsa
başları ağrımasın diye “İtalya’daki G.8 zirvesi sırasında, CIA ajanlarının, Üsamenin adamları
rolüyle Bush’u
ve diğer başkanlara karşı başarısız olacak bir
kamikaze
uçak saldırısı
planladıkları ve güya önceden haber ve tedbir alındığı için bu girişimin akim kaldığı, şeklindeki
bir senaryonun gizli bilgi olarak basına sızdırıldığını, bütün bunlarında İslam alemine karşı bir
savaşa gerekçe yapılmak üzere hazırlandığını yazmış, ama bundan 15 gün sonra “Online
Journal”ın trajik bir ölüm dediği biçimde, ortadan kaldırılmıştı. (Umur TALU 1-10-2001 Star)
Evet ABD halkını, hatta hükümetlerini yönlendiren ve Amerikanın derin devletinin de
ötesinde kümelenen bir şeytani güç, dünyayı karıştırmaya çalışmaktadır.
Son ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat partiden aday adayı olarak gösterilen Lyndon
La Rouche, 11 Eylül’den tam 48 gün önce, İsrail Başbakanı Şaron’un ve bazı siyonist
oluşumların Batı-İslam savaşını başlatmak üzere çeşitli planlar ve provakasyonlar hazırlığı
içinde olduklarını hatırlatmıştır.
Şu hale bakın... ABD’nin 11 eylül saldırısıyla ilgili olarak zanlı terörist ilan ettiği 19 kişiden
bir kaçının yıllar önce öldüğü, bazılarının çoktandır ülkeyi terkettiği, sadece bir ikisinin, sözde
bin Laden’le ilişkisi tahmin edilen bazı örgütlerle, bağlantıları tesbit edilmiş!?
Bunlar Amerika’da yıllarca pilotluk eğitimi
almışlar. Böylesine korkunç bir saldırıyı
planlamışlar, aynı günde ve aynı saatlerde uçakları kaçırıp hedeflerine dalmışlar. Ama, uzaydan
kol saatini okuyan, Çin’den kalkan uçakları hassas radarlarla yakalayan Amerikan istihbaratına
hiç çaktırmamışlar!?.
Ve daha da enteresan olanı, çelik blokların ve karakutuların bile eridiği o müthiş patlama
ve yangınlardan sonra, teröristlerin cebindeki kimlik kartlarını
ve vasiyet kağıtlarını hiç
bozulmadan bulup çıkarmışlar!
İşte Muhammet Atta’nın vasiyetnamesi: “Cenazemin önünde
kurban kesilmesin...
Kefenim üç parça ucuz kumaştan biçilsin. Beni yüzüm Kabeye dönük defnedin...”
Böyle bir
vasiyeti
yazanın manyak
olması lazım... Çünkü her mümin bilir ki, İslam
dininde hiçbir cenazenin önünde kurban kesme emri ve geleneği yoktur. Zaten bütün kefenler
178
3 parça bezden ibarettir. 9-10 parçalı ve pahalı kumaştan kefen yapılmaz. Ve her müslüman
zaten mezarına yüzü kıbleye karşı gelecek şekilde konur...
Daha da ilginci, Korsan terörist diye ilan edilen ve saldırıda öldüğü söylenen Mısırlı bir
gencin ailesi, bütün dünyanın izlediği TV ekranlarında “Yalan söylüyorlar... Çünkü oğlumuz
hem dini disiplinden uzak, keyfine düşkün birisiydi. Hem de saldırıdan 2 gün sonra bizi aradı
ve sağ olduğunu bildirdi... Sonra hiçbir haber alamadık... Yakalanıp öldürülmesinden endişe
ediyoruz” diye haykırıyordu.
Ama
bütün bu
gerçeklere rağmen, “Zanlının idamına, delillerin
daha
sonra
toplanmasına karar verildi” mantığıyla, Üsame bahane edilerek bütün İslam’a savaş ilan edildi.
Siyonist tuzağına takılan Bush, “bu savaşta kendilerine taraf olmayanların, teröristlerin yanında
sayılacağı” tehdidini gündeme getirdi.
Siyonist Henry Kısinger’in M. Ali Birand’la yaptığı röportajda dile getirdiği “Bu savaş
Hristiyanlarla müslümanlar arasında değil, Ilımlı müslümanlarla radikal İslamcılar arasında
olacaktır.
Bu saldırılara hak ettiği bir karşılığı vermek mutlaka lazımdır. Yoksa kökten dincilerin
kahramanca
bir zaferi sayılacak ve cevapsız kalacaktır” sözlerindeki şeytani
taktikler de
uygulamaya koyuldu.
ABD, hemen ve doğrudan Afganistan’a girmek yerine, uçaklar ve füzelerle saldırmak ve
özellikle kuzey ittifakını kışkırtıp müslümanı müslümana kırdırmak niyetindedir.
Türkiye’nin, Pakistan’ın, Özbekistan’ın, Tacikistan’ın, Arabistan’ın üslerini hatta askerlerini
kullanıp Afganistan’ı harabeye çevirmek istemektedir.
Pakistan’ı, ABD’nin yanında olmazsa, Hindistan’ı üzerine saldırmakla ve iç savaş
çıkarmakla tehdit etmektedir.
Pervez Müşerref, hem ülkesini ABD’nin direk hedefi olmaktan kurtarmak, hem de bu
fırsattan bazı ekonomik ve askeri tavizler koparmak için, oyalayıcı ve uzlaşmacı bir tutum
göstermektedir.
Ecevit Hükümeti ise tam bir teslimiyet ve acziyet içindedir.
ABD, henüz beklentilerini dahi bildirmeden, Ecevit Hükümeti mektup yazıp “emrindeyiz!”
mesajını vermiştir.
Amerika’nın tutarsız ve dayanaksız uydurmalarının kendisine kanıt diye aktarılması
üzerine bunları inandırıcı bulup bulmadığını soran gazetecilere “ABD için inandırıcı ise bizim
içinde inandırıcıdır”diyerek, kendi irade ve insiyatifini yitirmiş bir köle tavrı sergilemiştir. Ve
Ecevit, ikide bir PKK terörüne karşı bizim yanımızda olduğundan ve bu nedenle ABD’ye vefa
borcumuzdan bahsetmektedir.
Allah aşkına, hangi yardım?
ABD’nin CIA ajanı olarak eğittiği ve PKK’ya yardım ettiği ortaya çıktığı ve daha sonra
Erbakan Hoca’nın ferasetli ve cesaretli girişimleri sonucu bunları uçaklarla Guama adasına
taşıdığı peşmergeler mi?
179
Yoksa, ABD subaylarının Körfez Savaşında, Türk gazetecileri Arabistan kampına toplayıp,
güneydoğumuzu da içine katan Kürdistan haritasını göstermeleri mi?
Veya, Çekiçgüç helikopterlerinin Cudi Dağlarındaki PKK teröristlerine silah ve erzak
yetiştirmeleri mi?
Yahut, Körfezde 3 gün savaşıp gelip Antalya’da 4 gün tatil yapan şımarık ABD
askerlerinin, Atatürk heykeline çıkıp kirletmeleri mi?
Yoksa, Silopi kaymakamımızı tokatlayıp dövmeleri mi? Hangi yardım?
Sn Ecevit!
Sizin Amerika’ya vefa borcunuz, olsa olsa masonik merkezlerin ve içimizdeki
işbirlikçilerinin sayesinde, şahsi makam ve menfaatlere kavuşmanız sebebiyledir.
Marmara depreminde ağladığını görmediğimiz, ama New Yorkta yıkılan kulelerin enkazını
gezerken tutamadığı göz yaşlarıyla izlediğimiz İsmail Cem ise, zaten görevinin bilincindedir...
Maalesef Türkiyemiz, göz göre göre bir batağa sürüklenmektedir .
Genelkurmay 2.Başkanı Yaşar BÜYÜKANIT ve Ege Ordu Komutanı Hurşit TOLON’un
onurlu çıkışları ve uyarıları göz ardı edilmektedir.
Genelkurmay Başkanı Hüseyin KIVRIKOĞLU’nun
1- Kuzey Irakta bir Kürdistan oluşumuna asla fırsat tanınmamalıdır.
2- Türkiye’nin Körfez harbi ve sonrasında uğradığı zararlar karşılanmalıdır.
3- Türkiye kendi ulusal çıkarlarına aykırı davranmamalıdır .
şeklindeki haklı talep ve tedirginleri es geçilmektedir.
Halbuki bu savaşı çıkaran siyonistlerin asıl hedefi Irak’ı ve Türkiye’yi bölmektir. Ve zaten
ABD Dışişleri Bakını bir iki aşamadan sonra Irak’ı vuracaklarını açıkça dile getirmiştir.
Kuzey Irak’taki İslamcı grupların içine 400 kadar Bin Laden militanı sızdığı yalanları ise,
Irak’ı vurmaya ve Kuzey Irak’tan Kürdistan’ı oluşturmaya yönelik bir hazırlık mahiyetindedir.
Ve Kuzey Irak’taki CIA peşmergelerinin bir kısmına, “Ladin komandoları” rolü verildiği
haberleri gelmektedir.
Daha da beteri, İran sınırımıza yakın bölgelerde keşif görevi yapıyor bahanesiyle ABDİngiliz komando birliklerinin konuçlandığı söylenmektedir.
Oysa, İran-Türkiye doğalgaz boru
hattının, İran-Türkiye
demiryolu
bağlantısının ve
Kapıköy sınır kapısının bulunduğu bu stratejik bölgede, kışkırtıcı savaş ajanlarının dolaşması
oldukça tehlikelidir. Ve her an başımız, belaya sokulabilir.
Başımızdaki beceriksiz ve bereketsiz hükümetin elinde iflasa sürüklenen Türk ekonomisi,
bu yeni kriz ve savaş beklentisiyle tamamen çökme noktasına gelmiştir.
ATO Başkanı Sinan Aygün’ün çarpıcı tesbitiyle, dolar terörü nedeniyle “Türkiye her iki
günde bir kule
yitirmektedir” Yani New Yorkta yıkılan kulelerin zararı
bizim dört günlük
kaybımıza eşittir.
Ülkemizde onbinlerce
sebep
insanımızın ölmesine
olan PKK terörüne karşı, defalarca
yüzbinlerin göç etmesine
talebimize
rağmen 5.ci
ve sefaletine
maddeyi harekete
180
geçirmeyen, tam tersine teröristlere her türle desteği veren NATO’nun ve tüm Avrupa ve
Amerika’nın, şimdi yine bazı terör örgütlerinin finans kaynaklarına dondurmalarına karşın, hala
PKK’nın mal varlıklarına ve banka hesaplarına
müdahale etmemesi de tam bir
kahbelik
örneğidir.
Amerikaya şakşakçılıkta
ve siyonistlere
uşaklıkta yarışan
bazı
organlarının ve kiralık yazar ve yorumcularının bu tiksindirici tavırları
basın ve yayın
da ibret vericidir.
“Türkiye’nin Bosna’ya ve Balkanlara asker göndermesini ve buralardaki Amerikan müdahalesini
haklı görenler, şimdi Afganistan’a ve Irak’a asker göndermemize niye karşı çıkıyorlar?” diyecek
kadar hainlik içerisindedir. Ve Türkiye Refah-Yol hükümetinin ve Erbakan döneminin hasretini
çekmektedir.
Ancak bunca
olumsuz gelişmelere rağmen şu
gerçeği de
unutmayalım ki, bütün
insanlığı zorla sömürmek ve sindirmek üzerine kurulan siyonizmin şeytani saltanatı da artık
çatır çatır sallanmaktadır.
İşte gördünüz... Asla
yaklaşılmaz, başa
çıkılmaz ve karşı
koyulmaz zannedilen
Amerikan efsanesi bir anda yıkılmış... Süper Güç denen kartondan kaplan yırtılmıştır.
Sanki, Tevbe
suresi
40. ayeti gibi Kuran da
görünmeyen askerleriyle, yani
birçok yerde haber
FBI’nin da “Hayalet adamlar” dediği, ruhani
verilen, Allah’ın
ve nurani gizli
güçleriyle, Amerika’nın askeri ve ticari merkezleri yerin dibine batırılmıştır.
Amerika, nice yıldır kahrından kan kusturduğu Fjilistinli, Keşmirli, Çeçenistanlı, Bosnalı,
Libyalı, Irak’lı ve Sudanlı mazlum müslümanların bedduasına uğramıştır.
Elbette, insani yönüyle oldukça ürkütücü ve üzücü olan bu ibret verici felaketi bahane
ederek, bütün İslâm dünyasını düşman ilan eden... Hiçbir ilgisi yokken mağdur ve mazlum
müslümanları ezmeyi düşünen çağdaş Firavunlara ve onların içimizdeki uşaklarına da Kamer
suresinin 41-46 ayetleriyle cevap verilmektedir.
“Andolsun ki, Firavun ailesine ve destekçilerine de (böylesi) uyarılar gelmişti.
Ama onlar (ders alıp tevbe edecekleri yerde), bizim ayetlerimizin hepsini yalanladılar.
Biz de onları izzet ve iktidarımıza yakışır şekilde yakalayıp (sistemlerini ve saltanatlarını
yıkıverdik)
Şimdi
sizin (bugünkü) kafirleriniz, Firavunlardan daha mı hayırlıdır veya sizin için
kitaplarda bir kurtuluş beratı mı vardır ki (Ey çağdaş firavunlar, bunca zulüm ve hıyanetlerinizi
bağışlayıp, sizi yerin dibine batırmayalım)?
Yoksa “Biz, birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan ve asla karşı konulmayan bir topluluğuz”
diye mi güveniyorlar?
(Halbuki) Yakında, o birleşik güçleri, büyük bir bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp
kaçacaklardır” Sadakallahülazim. Allah doğru söylemektedir.
Yanlış anlaşılmasın, Biz
Kendi ülkesinde bile birliği ve barışı sağlayamayan...
Halkına huzur ve hürriyet sunamayan
181
Özlenen ve insanlığa örnek bir medeniyetin temellerini atamayan
Vatandaşlarının önüne kandan, kinden ve fakirlikten başka bir şey koyamayan
Baskıcı ve bağnaz bir yönetimi, İslam diye dayatan
Din adına oldukça itici ve ürkütücü bir imaj ortaya çıkaran bazı yönetimlerin yanlış
uygulamalarını beğeniyor ve savunuyor değiliz.
Ancak biz, çaresiz ve sahipsiz Afgan halkının imhasına... Afganistan’ın istilasına ve tüm
müslümanlara karşı başlatılan intikamcı Haçlı savaşına ve haince saldırılarına karşıyız.
Bakınız ABD ve yandaşları Ladin ve adamlarını dağlarda ve mağaralarda aramak yerine
şehirlere ve yerleşim bölgelerine bomba yağdırmakta, hergün yüzlerce masumun ölümüne
sebep olmaktadır. Amerika, Afgan halkını yıldırmaya ve göçe zorlamaya çalışmaktadır. Terörist
bahanesiyle camileri bombalamaktadır. Kızılhaç yardım depoları, hastaneler ve göç konvoyları
vurulmaktadır.
Amerika’da, seçilmiş ırk düşüncesine ve dünya hakimiyetine şartlanmış Siyonist
Hıristiyanlarla, Yahudi ve masonların üye olduğu New Age (Yeni Dönem-Yeniden Doğuş)
tarikatının gizli öğretilerine ve şeytani beklentilerine göre de 2001 ile 2007 arası, Ortadoğu
merkezli kıyamet savaşının çıkacağı ve tüm insanların öldürülüp dünyanın birkaç bin Siyoniste
kalacağı bir dönem olarak inanılmaktadır. (Gizli Dünya Devleti sh. 214, Milli Gazete Yayınları,
1996)
Ve yine, Tevrat’ın gizli şifrelerine göre 2000-2006 yılları arasında İsrail merkezli bir nükleer
savaşın çıkacağı ve Armageddon dehşetinin yaşanacağı savunulmaktadır. (Michael DrosnınTevrat’ın Şifresi sh. 109-121) Cep Kitapları, 1999, 3. Baskı İstanbul)
Bu arada ABD Başkanı Bush’la, Rusya lideri Putin arasında 23 Eylül’de yapılan bir telefon
konuşmasında, gerektiğinde kullanılmak üzere Afganistan’a yakın bölgelere “taktik nükleer
başlıklı füzeler ve bombalar” yerleştirilmesi konusunda anlaştıkları, 7 Ekim’de CNN Türk
haberlerinde dile getirildi.
Güya, Üsame bin Ladin militanlarının Amerika’ya karşı biyolojik ve kimyasal bombalar
kullanması durumunda, bu dar bölgede etkili hafif nükleer silahların devreye sokulabileceği,
buna karşılık, Rusya’nın da Çeçenistan’a karşı aynı silahlarla başvurabileceği ihtimali ifade
edildi. Hatta sanki “Afganistan sana, Kafkasya bana” şeklinde gizli bir anlaşma yapılmış gibi,
Rusya Gürcistan sınırına asker yığmaya girişti.
Görünen o ki, Amerika’yı kışkırtıp kullanmak için bu olayı tezgahlayan Siyonistler, dünyayı
karıştıracak... Barbar batı, mazlum müslümanlara saldıracak... Ama sonunda mutlaka mahv-u
perişan olacaklardır. Çünkü topyekün İslam Dünyası hedef alınmıştır. Tüm ılımlı ve olumlu
İslami hareketler dahi Ladin ve Taliban’la benzeştirilmeye ve özleştirilmeye çalışılmaktadır.
Ecevit’in Mecliste, Saadet Partisine yönelik, “Siz Taliban rejimine yakınlık duyuyorsunuz... O
nedenle Afganistan’a karşı başlatılan hareketi içinize sindiremiyorsunuz!” şeklindeki sözleri de
bu yaklaşımın bir ifadesidir.
182
İnşaallah yakın bir gelecekte, Türkiye’nin önderliğinde ve Adil bir Düzen özlemiyle Yeni Bir
Dünya kurulacaktır. Siyonistlerin istediği Hıristiyan-Müslüman savaşı, sonunda sömüren
zorbalarla, ezilen halkların kapışmasına ve hesaplaşmasına dönüşecek ve Yeni Medeniyetin
merkezi Asya, yıldızı Türkiye olacaktır.
Evet artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. 11 Eylül 2001 tarihi bir dönüm noktasıdır.
Öyle ise sen-ben kavgasını ve basit çıkar hesaplarını bırakıp İslam’ın ve insanlığın
hatırına, Haklı ve hayırlı bir davada ve ortak doğrularda birleşmek zamanıdır.
Yakında ağlayacak
Saltanatının yıkılışına büyük Şeytan...
Ve kırılacak
İki kolu Kudüs’te, iki kolu Moskova’da
Ve üç kolu Washington’da bulunan
“Yedi Kollu Şamdan”
Ve bir akın başlayacak Filistin’e
Kahire’den, Ankara’dan ve Şam’dan
Ölüm kusan nükleer silahlar
Kendi soysuz sahiplerini haşlayacak
Ve tekbir sesleri yükselecek
Mescid-i Aksa’da
Nur yağacak yeryüzüne
Huzur yağacak...
Artık açlık ve ahlaksızlık yaşanmayacak
Bereket doğacak sabahtan
Barış türküleri çağrılacak akşamdan...
Zulüm ve zillet geberecek
Ve yakında ağlayacak
Sömürü saltanatının yıkılışına
Baş terörist ve Siyonist Şeytan!..

Benzer belgeler