Adil Yargılanma Hakkı Ve Makul Süre

Transkript

Adil Yargılanma Hakkı Ve Makul Süre
ADİL YARGILANMA HAKKI VE MAKUL SÜRE
Kenan ÖZDEMİR
Adalet Bakanlığı
KGM Yetkili Tet.Hak.
GİRİŞ
Çağdaş toplumlarda insanlar, haklarını yargı önünde ararlar. Devletin temelini
oluşturan toplumsal sözleşmede, insanların haklarını aramak için bizzat kuvvete
başvurmamaları, haklarını yetkili yargı mercileri önünde aramaları anlaşması vardır.
Yargılama ve bunun sonucunda adaletle uyuşmazlıkları çözme, bir devletin vatandaşlarına
verebileceği en büyük ve en önemli hizmettir. Bu husus “Adalet mülkün temelidir.”
Atasözüyle güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Adaletin dağıtılması sistemi düzgün işlemiyorsa
o devletin temelleri sağlam değil demektir. Bir vatandaşın uyuşmazlık sonucunda hakkını
doğru bir şekilde alabileceğine inanması gerekir. Haklı olanın mutlaka hakkını bulması ve
haksız olanın da beklediğini bulamaması hukuk devletinin temel özelliklerinden birisidir. Adil
yargılama, devletin adalet dağıtma görevinin özüdür. İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi‟nin 10 uncu maddesinde; insanların aralarında çıkan uyuşmazlıklardan dolayı,
bağımsız ve tarafsız mahkemelerce adil ve açık olarak dinlenmesi hakkına sahip oldukları
belirtilmiştir.
İnsan haklarının uluslararası düzeyde korunması için devletlerin tek taraflı olarak
ihlâl, edemeyecekleri uluslararası standartların saptanması gerektiğinden hareketle, Avrupa
insan hakları standardının sağlanması amacıyla hazırlanan en önemli belgeler, 4.11.1950
tarihinde Roma‟ da imzalanan ve 3.9.1953 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve ek protokolleridir. Türkiye‟de bu Sözleşmeyi ve eki protokolü 18.5.1954
tarihinde 6366 sayılı Kanunla, diğer ek protokollerin de çoğunu değişik zamanlarda
onaylamıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu‟ na bireysel başvuru hakkını,
22.1.1987 tarihli ve 87/11439 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca 28.1.1987 tarihli
beyanıyla¸ 3 yıl için kimi çekincelerle kabul etmiş; daha sonra da 24.1.1990 tarihli ve 90/82
sayılı Bakanlar Kurulu Kararına dayanarak bu kabulünü 3 yıl için yenilemiştir. Bakanlar
Kurulu, bireysel başvuru hakkını tanırken ileri sürdüğü çekinceleri 27.4.1992 tarihli ve
92/2982 sayılı kararıyla kaldırmıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‟nin bağlayıcı
yetkisini de 25.9.1989 tarihli ve 89/14563 sayılı kararnameyle tanınmıştır.
Adil yargılanma hakkı ve makul süre konusunun inceleneceği bu çalışmada
öncelikle, genel olarak adil yargılanma hakkına değinildikten sonra yargılamanın makul bir
süre içinde sonuçlandırılması, makul sürenin saptanmasındaki esaslar, makul süre ile ilgili
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin makul süre ile ilgili örnek kararları ve Türk
Hukukundaki durum başlıkları altında açıklamalar yapılacaktır.
I. ADİL YARGILANMA HAKKI
A. Genel Olarak
“ İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Korumaya Dair Sözleşme” kısa adı ile
“(AİHS) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‟nin 6 ncı maddesinde yargının işleyişine ilişkin
bazı usul kuralları yer almaktadır. Bu kuralların amacı kişinin hak arama özgürlüğünü ve adil
bir şekilde yargılanmasını güvence altına almaktır.
AİHS‟nin 6 ncı maddesi hükmü önceleri “sağlıklı adalet yönetimi isteme hakkı
olarak adlandırılan, sonraları “adil yargılanma” (hakkaniyete uygun yargılanma) kavramı ile
belirlenen hakkı güvence altına almaktadır. Adil veya hakkaniyete uygun yargılanma hakkı,
birden fazla ve çeşitli unsurları içeren bir bütündür. Bu unsurlardan bir kısmı maddede açıkça
belirtilmiş; diğer bazıları ise bu kavramın zorunlu sonuçları sıfatıyla, madde hükmüne
zımmen dahil unsurlar olarak Divan tarafından saptanmıştır. Maddede adil yargılanma
hakkının asgari koşulları gösterilmiştir.
Adil yargılanma hakkındaki “adil” sözcüğüyle, amaçlanan, adalete uygunluk olup,
yargılamanın adalete uygun bir biçimde yürütülmesi ve bitirilmesi gereklidir.
Maddenin genel kuralı koyan, 1 inci fıkrasında adil yargılanma hakkını oluşturan
unsurlardan bir kısmı açıkça sayılmış olup, bunlar davanın;
a) kanunla kurulan,
b) bağımsız ve tarafsız,
c) mahkeme önünde,
d) makul sürede,
e) açık duruşmada,
görülmesidir.
1 inci fıkranın 1 inci cümlesinde de davanın, aynı zamanda “hakkaniyete uygun
surette” dinlenmesi de hükme bağlanmıştır. Strasbourg denetim organları ve Divan,
içtihatlarında bu ibareden hareketle, adil yargılama kavramının fıkrada açıkça sayılanlar
yanında, “dava hakkı” (veya mahkeme önünde hak arama özgürlüğü), “taraflar arasında silâh
eşitliği”, “yargılamada çelişiklik” (vicahilik yahut yüzyüzelik) gibi, zımnî unsurları da
içerdiği sonucuna varmışlardır.
AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrası farklı boyutlarıyla ele alınarak; mahkeme
yargılamasında, yargılama hukukunun maddî haklar ve demokratik toplum için anlamının
önemi ortaya konulmaktadır. Bu suretle, yargılama hukuku içinde mütalâa edilen kuralların
etkin şekilde yürürlüğünün gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır.
Adil yargılama kavramının demokratik toplumda işgal ettiği önemli yer hem bu
hakkın pratik mülahazalara feda edilmesine, hem de genel kuralı içeren 1 inci fıkra hükmünün
dar yorumuna engeldir. Divana göre, 6 ıncı madde, aynı zamanda demokratik yönetimin temel
öğelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesini de içermektedir.
6 ncı madde hükmü bu maddenin kapsamına giren davalarda, olağan yargılama
makamlarınca verilecek kararların esasını etkilemeleri söz konusu ise anayasa mahkemelerini
de bağlamaktadır. Bu durumda, anayasa mahkemelerinin bakmakta oldukları davaların özel
niteliği gözönünde tutulmakta ve değerlendirme bu açıdan yapılmaktadır.
Söz konusu maddede hükme bağlanmış olan adil yargılanma hakkı, AİHS‟nde
öngörülen hakların kamu görevlileri tarafından ihlâl, edilmesi halinde, kişinin şikâyet hakkını
düzenleyen 13. maddesiyle de yakından ilgili olup, bu hakkın kapsamı 7 No lu Ek Protokolle
genişletilmiş ve kişiye yeni bazı haklar tanınarak adil yargılanma hakkı sağlam temeller
üzerine oturtulmuştur.
7 No‟lu Ek Protokol‟ün 2 nci maddesi bir yana AİHS, taraf devletleri çok dereceli bir
yargılama usulünü kabul etmeye zorunlu kılmış değildir. Ancak, ilk dereceyi izleyen sonraki
derece yargılamaları da sanığın durumunu etkileyecek olduğundan ve kesinleşmemiş bir
mahkûmiyet veya beraat kararının “işin esasanı” çözüme bağladığı söylenemeyeceğinden, bir
devlet istinaf ya da temyiz yargılamasını da öngörmüş ise, 6 ncı madde hükmüne bu merciler
önünde de bunların kendilerine has yargılama özellikleri hesaba katılmak kaydıyla
uyulacaktır. Diğer yandan, yargılamanın belli bir aşamasında ihmal edilen bir hususun sonraki
aşamalarda düzeltilmiş olması her zaman mümkün olduğundan, Komisyon veya Divan, 6 ıncı
madde hükmünün ihlâl olunup olunmadığını araştırırken ulusal hukuk düzeyinde
yargılamanın bütününü göz önünde tutmaktadır.
AİHS‟ nin diğer hükümlerine oranla sayı itibarıyla en fazla başvurunun 6 ncı madde
çerçevesinde yapılmış olması, bu hükmün yaşamsal önemini açıklıkla ortaya koymaktadır.
B. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı Maddesinin Kapsamı
AİHS‟ nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrası, özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin
belirlenmesi ve bir suç isnadı hakkında karar verilmesi gibi hem özel hukuka, hem de ceza
hukukuna ilişkin konuları, 2 ve 3 ncü fıkraları ise sadece ceza davalarını kapsamaktadır.
AİHS, kişinin adil yargılanmayı isteme hakkını “medenî hak ve vecibelerle ilgili
nizalar” ve “cezayı sahada serdedilen bir isnat” esasına, başka bir ifadeyle medenî hak
davaları ile ceza davalarına inhisar ettirmek suretiyle söz konusu hakkı kısmen sınırlı
tutmuştur. Örneğin, idari davalar yahut disiplin hukuku veya anayasaya aykırılık iddiaları,
kural olarak, bu madde uygulanmasının dışındadır. Bununla birlikte, Komisyon ve Divanın
“otonom kavramları” doktrini uyarınca, maddedeki “medenî hak” ve “suç isnadı” deyimleri
maddî kriter esas alınmak suretiyle geniş şekilde yorumlanmış ve bu nedenle, şeklen kamu
hukuku düzeyinde yer alan pek çok anlaşmazlık özü bakımından medenî haklara ilişkin niza
kabul edilerek madde kapsamına sokulmuştur.
Komisyon, ilk kararlarında söz konusu hükmün idarî tasarruflar ve davalar
konusunda uygulanmayacağı görüşünü savunmuştur. Divan ise aksi görüşü savunarak, özel
hak ve yükümlülüklere ilişkin bütün uyuşmazlıkların 6 ncı madde çerçevesinde
değerlendirilmesi gerektiğini kararlaştırmıştır. Divana göre, olay hakkında uygulanan
kanunların niteliği önemli olmayıp, bunlar ister hukukî, ister ticarî ve isterse idarî kanunlar
olsun ve olaya idarî bir makam veya mahkemeden hangisi bakarsa baksın, konu özel bir hak
ve yükümlülüğü ilgilendirdiği takdirde, 6 ncı madde uygulanmalıdır.
Divan, daha sonraki içtihatlarında bu görüşünü geliştirerek, kamulaştırma, inşaat
ruhsatı verilmesi; aynı şekilde bir meslek veya ekonomik faaliyetin yürütülmesi için yapılan
ruhsat başvuralarının geri çevrilmesine ilişkin kararlar dolayısıyla çıkan uyuşmazlıkları da 6
ncı madde kapsamına almıştır. Buna karşılık Komisyon ve Divan, seçme ve seçilme hakkı
gibi siyasî hakların, kamu görevinde istihdam edilme hakkının, iltica hukukunun, salınan
vergiye itirazın, şartlı salıverilme talebinin reddinin ve bu sayılanlar gibi salt kamu hukukuna
ilişkin konularda çıkan uyuşmazlıkların 6 ncı maddenin kapsamına alınamayacağı
görüşündedir.
Divan, önüne gelen davalarda kamu hukuku düzeyinde yer almasına rağmen bazı
tasarrufları, medenî hak ve yükümlülük niteliğinde niza sayarak 6 ncı maddenin uygulama
alanına sokmuştur. Divan içtihadında bir özel hukuk tasarrufunun, geçerlik için idarenin izin
yahut denetimine tabi tutulmuş bulunmasının bu tasarrufun özünü, yani medenî hak niteliğini
ortadan kaldırmayacağını karara bağlamış; ulusal hukukun “kamusal” saydığı bir tasarruf,
denetim organı Divan tarafından 6 ncı madde bağlamında değerlendirilirken, önce söz konusu
tasarruftan doğan hakkın içeriği veya bu tasarrufun sonuçları ele alınmış, “kamusal” veya
“özel” nitelikten hangisinin ağır bastığı araştırılarak bir sonuca varılmıştır.
AİHS‟nin 6 ncı maddesi hükmünün uygulanabilmesi için “hak” ve “niza” şeklinde
iki koşulun gerçekleşmesi gerekir. Ulusal hukukça “hak” olarak tanınmayan, başka bir
ifadeyle ulusal merciler önünde hak sıfatıyla ileri sürülüp “makul zeminde savunulamayan”
bir iddia, 6 ncı madde kapsamında ele alınamaz. AİHS‟nin, Fransızca metninde yer almakla
beraber, İngilizce metinde mevcut olmadığı noktasından hareket eden Divan, “niza”
kavramının yargılama hukukundaki şekli ve dar anlamda değil, geniş ve maddî anlamda, yani
“iddia” olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. “Niza” hakkın mevcudiyeti konusunda
olabileceği gibi kapsamı veya kullanımı yahut yararlanma şekliyle de ilgili bulunabilir.
6 ncı maddenin başka bir uygulanabilirlik koşulu da nizanın gerçek ve ciddi
savunulabilir olmasının yanında, sonucunun uzak ve dolaylı şekilde değil, dolaysız yani
doğrudan doğruya ilgilinin medenî hakkına ilişkin, başka bir ifadeyle, iddia konusu hak
bakımından belirleyici nitelikte bulunması gereklidir.
Komisyon ve Divan kararlarında, özel hukuk alanındaki hak ve yükümlülük
kavramlarının açık bir tanımı yapılmamış olup, kişiler arasındaki haksız fiilden kaynaklanan
tazminat talepleri, akdî ilişkilerden kaynaklanan hak ve yükümlülükler, aile hukuku
alanındaki uyuşmazlıklar gibi geleneksel özel hukuk uyuşmazlıkları, madde kapsamında
kabul edilmektedir.
Bireyler arasındaki veya özel kişi ile özel hukuka tâbi kamu tüzel kişileri arasındaki
özel hukuk ilişkisi ve nizalarının, medenî hak ve yükümlülüklerle ilgili nizalar olduğu
kuşkusuzdur. Mülkiyet hakkı, eşya, miras gibi hakların da medenî haklardan olduğu
hususunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
Komisyon ve Divan, somut bir olayda uygulanan yaptırımın, hukukî bir konuyu ceza
hukuku alanına intikal ettirilebileceği görüşüne de sahiptir. Örneğin, bir para cezasının
ödenmemesi, kişi hakkında bir ceza hükmü verilmesini gerektirebilir. Divana göre, bir suçun,
cürüm veya basit bir kabahat yahut düzen ihlâli olup olmadığının belirlenmesinin âkit
devletlerin takdirine bırakılması durumunda AİHS „nin temel hükümleri olan 6. ve 7 nci
maddelerin uygulanması bertaraf edilmiş olacağından böyle bir sonucun AİHS‟nin amacıyla
bağdaştırılmasına olanak bulunmamaktadır.
AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen ikinci konu, bir suç ithamı
hakkında karar verilmesi olup, bu hüküm suç ithamı altındaki kişinin tarafsız bir mahkemede
adil yargılanma hakkını güvence altına almaktadır. Divana göre, suç ithamı, bir makamın,
kişiye işlediği bir suç dolayısıyla resmî bildiride bulunmasıdır. İtham konusunun suç olup
olmadığı ulusal hukuka göre belirlenecektir. Ancak, somut bir olayda itham konusunun iç
hukuk tarafından suç değil, disiplin işlemini gerektiren bir ihlâl olarak nitelendirilmesi
halinde, olayın Sözleşme hükümlerinin ışığı altındaki kesin değerlendirmesi, Komisyon ve
Divana ait bulunmaktadır. Başka bir ifade ile Komisyon ve Divan her somut olayda suç
niteliğini kendisi belirleyerek yetkili olduğuna karar verdikten sonra, konuyu 6 ncı madde
çerçevesinde değerlendirmektedir.
AİHS‟ne taraf olan devletler herhangi bir fiili suç haline getirmekte serbest
bulunmakla birlikte ulusal mevzuatın suç saydığı fiil, AİHS ile koruma altına alınmış hak
veya özgürlüklerden birisinin normal kullanımını etkilemiş ise ulusal mevzuatın suç saydığı
fiil AİHS uygulamasında da suçtur. Buna karşılık, ulusal mevzuatın suç olarak nitelemediği
bir fiil, örneğin disipline ilişkin kabahat, AİHS anlamında suç oluşturabilecek ve bu sıfatla da
6 ncı maddenin uygulama alanına girebilecektir. Gerçekte AİHS organları bir fiilin 6 ncı
madde uygulamasında suç işlemi görüp görmüyeceğini, bu fiilin; ulusal hukuktaki, niteliğini
zatî niteliğini (örneğin disipline ilişkin kabahatlerde olduğu gibi sınırlı bir meslek grubunu
yahut toplumun bütününü ilgilendirmesini) ve son olarak da söz konusu fiil için öngörülen
yaptırımın niteliğini ve ağırlık derecesini, (örne-ğin hapis cezasının süresi gibi) gözönünde
tutarak bir sonuca varmaktadırlar.
Divana göre, bir suçlamanın varlığı konusunda suçlamanın şekli veya zamanı yahut
suçlayan makamın sıfatı değil, isnadın içeriği yani konusu önemlidir. Kişinin bir suç
işlediğinden şüphelenilmesi, böyle bir şüphe ile yakalanması veya tutuklanması, hakkında bir
polis ya da hazırlık soruşturması açımış bulunması ilgilinin durumunu etkileyeceğinden bu
durumlar “suç isnadı” niteliğindedir.
6 ncı madde hükmünün madde bakımından uygulama alanının sınırlı tutulduğunu,
adil yargılanma hakkının “medeni hak ve vecibelerle ilgili nizalar” ile “suç ithamı”na ilişkin
yargılamalara inhisar ettirildiği yukarıda belirtmişti. Bu kavramlar da, AİHS‟ndeki diğer
kavramlar gibi, ulusal niteleme ve değerlendirmelerden bağımsız otonom kavramlardır.
Strasbourg denetim organları, bu kavramları yorumlarken maddî kritere başvurmuş, yani
yargılamaya konu teşkil eden hak veya iddianın cevherini (dava konusunu) esas almış, Divan
söz konusu kavramları anlamlandırırken, bütün durum ve olasılıkları kapsayacak soyut ve
genel bir formül vermekten çok her somut olayı kendi özel koşulları içinde değerlendirerek
bir sonuca varmıştır.
II. YARGILAMANIN MAKUL BİR SÜRE İÇİNDE
SONUÇLANDIRILMASI
A. Genel Olarak
Cezayı gerektiren bir eylemin, belirli bir usul kapsamında değerlendirilerek
sonuçlandırılması, bu eylem için davanın başlaması, sona ermesi ve bunların makul süre
içinde yapılması, çerçevesinde gerçekleşir. Başvuruda bulunanın içinde bulunduğu somut
şartlar ile onun düşüncesinin yönlendirici etkisi ışığında, bu üç sorunun tümünde şeklî
anlayıştan maddî anlayışa doğru bir gelişme gözlenir.
Davaların yargılama makamları önünde zaman içinde uzayıp gitmesi, sürüncemede
kalması, birçok ülkede şikâyetlere neden olmaktadır. Adil yargılama taahhüdünde bulunmuş,
AİHS‟ne taraf olmuş devletlerin bu duruma çare bulmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Mahkemelerin özellikle çok sanıklı davalardan kaynaklanan veya uluslararası adlî
yardımlaşma kanalıyla bilgi ve belge sağlama zorunda olduğu bazı davalarda makûliyet
ölçüsü aşıldığında AİHS‟nin 6 ncı maddesinin ihlâli söz konusu olmaktadır.
AİHS‟nin 6 ncı maddesi, yargılamanın makul bir süre içinde tamamlanmasını
aramakta olup, bu hüküm esas itibarıyla 5 inci maddede yer alan ve yakalanan veya
tutuklanan kişinin “makul bir süre içinde yargılanması veya duruşmalar esnasında
salıverilmesi” hakkının bir görünümü niteliğindedir. Gerçekten 5 nci madde, özgürlüğü
yakalama ve tutuklama gibi geçici tedbirlerle kısıtlanmış kişiyi hedef alarak, bunun makul
süre içinde yargılanmasını veya salıverilmesini öngörmektedir. Buna karşılık 6 ncı madde,
özgürlüğü herhangi bir nedenle kısıtlanmamış kişinin davasının makul süre içinde
dinlenmesini hükme bağlamaktadır. Komisyon da sanığın tutuklanması ile hüküm verilmesi
arasında geçen sürenin makul olmasını aramaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, AİHS‟ nin 5
nci maddesinde düzenlenmiş olan “tutuklulukta makul süre” ile 6 ncı maddesinde
düzenlenmiş olan yargılamada makul süre birbirinden bağımsız hususlardır.(32) Bununla
beraber bu iki madde birbirlerini tamamlamakta ve birbirlerinin görünümü olmaktadır.
Makul süre içinde yargılanma hakkı, AİHS nin 6 ncı maddesi uyarınca tutukluluk
hâline oranla daha geniş bir çerçeve içinde yorumlanmaktadır. Komisyona göre buradaki
makul süre, kamu davasının açılması ile hüküm arasında geçen süreyi kapsamaktadır.(34)
Bunun yanında 5 nci madde sadece ceza yargılamalarında; 6 ncı madde ise genel olarak tüm
hukuk ve ceza davalarında uygulama alanı bulmaktadır. İki maddenin koruduğu hukukî
yararlar da farklı olup; 5 nci madde geçici tedbir olarak özgürlüğün kısıtlanması süresini
kısaltmak amacını güder; buna karşılık 6 ncı madde ise “adil yargılanma hakkının” bir
sonucudur. Bununla beraber genellikle iki maddenin koruduğu yararlar iç içe bulunmaktadır.
Nitekim tutukluluk süresinin uzaması aynı zamanda yargılamanın süresini de uzatacaktır.
Hak arayanların hepsi için geçerli olan 6 ncı maddedeki hükmün amacını, kişileri
yargılama işlemlerinin sürüncemede kalmasına karşı korumak, özellikle ceza davalarında,
suçlanan veya herhangi bir nedenle mahkeme kararı bekleyen kişinin, uzun süre, davasının
nasıl sonuçlanacağı endişesi ile yaşamasını önlemek, şeklinde vurgulayan Divan, daha ilk
kararlarında, bu hükmün yargılamanın makul süre içinde tamamlanmasını emrettiğini açık bir
dille ifade etmiştir. (37)
Yargılama süresi uzadıkça, kişi özgürlüğü ve güvenliği için tehlike artmaktadır.
Makul bir süre içinde yargılanma hakkının iki yönlü yararı bulunmaktadır. Gerçekten makul
yargılama süresi, adaletin de erken belirlenmesi sonucunu doğuracaktır. Bunun sonucunda bir
yandan “gecikmiş adaletten daha ağır adaletsizlik yoktur.” sözünün söylenmesine neden olan
adaletin ağır işlemesi sakıncası ortadan kalkacak, diğer yandan sanık, istikbali için şüpheler
yaratan sanıklık statüsünden ve bu statüden kaynaklanan şüpheli durumdan kurtulmuş
olacaktır. Başka bir ifadeyle sanık olan bir şahsın uzun süre bir suç isnadı altında kalmaması
da sağlanmış olacaktır.
Yapılan açıklamalar da göstermektedir ki, yargılamada makul sürenin aşılmaması
hükmünün amacı; hakkın bir an önce teslimi yanında ilgilileri uzayan bir yargılamanın maddî
ve manevî sıkıntılarından korumaktır.
Kamu davasının “zamanaşımı” nedeniyle düşmesi veya kovuş-turmanın “takipsizlik”
kararıyla sonuçlanmış olması “makul süre” hükmünün ihlâline engel teşkil etmemekte olup,
yargılamanın sürüp gittiği durumlarda yani devam eden ihlallerde makul sürenin aşıldığı
iddiası ile Komisyona başvurulduğu zaman AİHS‟nin 26 ncı maddesindeki iç başvuru
yollarının tüketilmesi şartı aranmamaktadır.
B. Sürenin Başlangıcı
Davanın başlangıcının belirlenmesi, sonucunun belirlenmesinden iki nedenle daha
zordur. Bu zorluklardan birincisi, AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrasının iki dildeki
metinlerinin anlam farklılıkları göstermesi, ikincisi ise AİHS‟nin içerdiği suç isnadı kavramı
ile ilgilidir. Sözleşmenin otonom karakterine ve organlarının otonom davranmalarına karşılık
AİHS‟ne taraf olan devletlerin farklı yargılama düzenlemelerine sahip olduğu gerçeği inkar
edilemez. Bu sonuncu neden dolayısıyla suçlandırmanın başlangıcını, şekle dayalı olarak
tartışmaya yer vermeyecek bir tespitle belirlemek olanaklı değildir.
AİHM, daha önceki kararlarında uygulanmış olan tutuklama, suçlama, ön
soruşturmanın açılması gibi yargılama aşamalarını, suç isnadının başlangıcının ölçüsü olarak
kabul etmiştir. Mahkeme, daha sonra verdiği kararlarında ise, adil bir yargılamanın
demokratik toplumdaki öneminin 6 ncı maddenin 1 inci fıkrası anlamında suç isnadının şeklî
değil maddî esasa göre belirlenmesi gerektiği tespitini yapmıştır. AİHM daha sonraki
kararlarında ise, sadece suçlama duyurusuna bakarak değil, buna ek olarak bu suçlamanın
sanığın durumuna önemli etkilerinin olup olmadığını da araştırmak suretiyle, “başlangıcı”
tespit etmeyi daha uygun görmüştür.
Yukarıda da belirtildiği üzere “makul bir süre içinde” kelimeleri suçun işlenmesi ile
iddianame arasındaki süreyi değil, iddianame ile hüküm arasındaki süreyi ifade etmektedir.
Ceza davalarında 6 ncı maddenin 1 inci fıkrasındaki “suçlama” deyimi, Divanın
“otonom kavramlar” doktrini uyarınca teknik hukukî anlamda, yani kamu davacısının işi
yargıç veya mahkeme önüne götürmesi şeklinde değil, ilgilinin “suç işlediği şüphesi altında”
olması anlamındadır. Bu itibarla makul süre çoğu zaman olayın ceza yargıcı önüne
götürülmesinden belki çok önce, polis veya savcılık soruşturmasına başlandığı tarihten
itibaren işlemeye başlıyabilecektir.
Tutuklama kararı verilir verilmez makul süre içinde yargılanma hakkı da
doğduğundan, tutuklu olanlar için bu sürenin başlangıcını tayinde bir güçlük yoktur. Bu
nedenle, örneğin hazırlık soruşturması evresinde tutuklamaya karar verilmesi ile tutukluluğun
son soruşturma evresinde duruşma hâkimi tarafından verilmesi, süre açısından bir farklılık
göstermez. Makul bir sürede yargılanma hakkı ve davasının makul bir süre içinde
dinlenmesini isteme hakkı, sadece yargılamanın yapılmasını değil duruşmanın bitirilmesini de
ifade etmektedir. Bununla beraber duruşmanın bitirilmesi, son hükmün verilmesi olarak
anlaşılmalıdır. 5 ve 6 ncı maddelerin yazımı karşısında hükmün kesinleşmesini de makul süre
içinde kabul etmek mümkün değildir.
Medenî hak davalarında ise süre, ilke olarak, davanın yetkili yargılama makamı
önünde görüldüğü tarihte başlar. Mahkemeye başvurmadan önce, örneğin bir idarî makama
başvurarak bir karar alma gibi özel bir durum öngörülmüş ise, süre bu tarihten itibaren
işlemeye başlayacaktır.
C. Sürenin Sonu
Yargılamada sürenin sonunun ve onun kabul edilebilir olmasının da
değerlendirilmesi tartışma konusu olmuştur. Bu tartışma 6 ncı maddenin 1 inci fıkrasının
metninden ve buna dayanan farklı yorumlardan dolayı yargılamada sürenin sonunun ve onun
kabul edilebilir olmasının da değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Esas duruşmanın
açılması, ilk derece veya son derece mahkeme hükümleri ile cezanın saptanması kararı,
tartışma doğrultularını oluşturmuştur.
Yukarıda da belirtildiği gibi, makul süre son soruşturmanın bir hükümle
sonuçlanmasına kadar devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, temyiz incelemesi bu süreye
dahil edilmemelidir. Bu husus, 6 ncı maddenin lafzından kolaylıkla anlaşılmaktadır. Makul
sürede dinlenme hakkının “İsnadın esası hakkında karar verecek mahkemede” geçerli olacağı
maddede açıkça belirtilmektedir. İsnadın esası hakkında karar verecek mahkemenin ise ilk
derece mahkemesi olduğu açıktır. Ancak, bu hususta, Komisyon ve Divan kararları arasında
bir birliğin bulunmadığı gözlenmektedir.
Makul sürenin sonu olarak ilk derece mahkemesinin son karar tarihini esas almak
AİHS‟nin sistemine daha uygundur. Kanun yollarına başvurma halinde, gerçekte ilk derece
mahkemelerinden verilen kararların hukuka uygunlukları incelendiğinden, işin temeli
tartışılmamaktadır. 6 ncı madde hükmünün uygulanmasında dikkate alınacak süre, hüküm
istinaf mahkemesinden alınsa bile berat veya mahkûmiyetin verildiği zamana kadar geçen
süredir. Ağır yürüyen muhakeme usulüne karşı ilgiliyi korumanın bu devrede durdurulması
için haklı bir neden yoktur.
III. MAKUL SÜRENiN SAPTANMASINDAKi ESASLAR
A. Genel Olarak
Dava konusu her olay için geçerli, bütün ihtimalleri kapsayan standart bir “makul
süre”nin tespiti imkânsızdır. Davanın niteliği, kanun yollarına başvurulup başvurulmadığı,
dava taraflarının ve adlî makamların davayla ilgili tutum ve davranışları, her olayın
özelliklerine göre farklılıklar gösterdiği ve bu nedenle dava süresini etkilediği için, bu konuda
kesin bir süre belirlemek mümkün ve doğru değildir. Bu nedenle Komisyon ve Divan, bu
konuda kesin bir süre vermeksizin, her olayın özelliğine göre ve olay bazında inceleme
yaparak makul sürenin aşılıp aşılmadığını değerlendirmektedir.
Yargılama süresinin makul olması kuralı, gerek tutuklama ve gerek davanın
dinlenmesinde geçerlidir. Bu nedenle her iki konuda da makul sürenin belirlenmesi için
geçerli olan esaslar aynı olmaktadır. Bununla beraber, bu esasların değerlendirilmesi,
tutuklama süresi açısından daha daraltıcı olmaktadır. Hükümle tutuklama arasındaki sürenin
ve yargılama süresinin makul olup olmadığını belirleyebilmek için, soyut, (in abstracto) değil,
her davanın somut verileri gözönünde tutularak bir sonuca varılması gerekir.
Bunun yanında Komisyonun, dava süresi ile tutuklama süresinin saptanması ve
değerlendirilmesi konusunda aynı ölçüleri kullanmadığını da belirtmek gerekir. Komisyon,
tutuklamanın sanık yönünden daha sakıncalı sonuçları nedeniyle soyut dava süresine oranla
daha dar ölçüler içinde değerlendirilmesi görüşünü ileri sürmüştür. Bu nedenledir ki, davanın
dinlenmesi konusunda makul sayılabilecek bir süre, tutuklama süresi için makul olarak
nitelendirilmeyebilir.
Komisyonun bu uygulaması doğru bir uygulamadır. Gerçekten de, kişilerin
özgürlülerinin kısıtlandığı yakalama ve tutuklama gibi durumlarda bu tedbirler nitelikleri
itibarıyla geçici olsalar bile, söz konusu tedbirlere konu olan kişiler, kesin hükümle mahkûm
olana kadar masum sayılacaklarından, bu tedbirlerin davanın bitimine kadar devamı zorunlu
değildir. Bu süreler, olayın oluşu ve yargılamanın yapılışındaki koşullar göz önünde tutularak
“makul” sayılabilecek sınırlar içinde tutulmalıdır. Bir sürenin “makul” olup olmayacağı
konusunda karar organı doğal olarak AİHM‟dir. Bu nedenledir ki AİHM, her somut olaya
göre bu süreyi takdir ve tayin edecektir.
Makul sürenin değerlendirilmesinde davanın sonucu önemli ve etkili değildir. Başka
bir ifadeyle, dava makul süre içinde bitirilmiş olsaydı dahi sonucun değişmeyeceği hususu
devlet lehine bir def‟i oluşturmaz.
Yargılama süresinin bir bölümünün ratione temporis bakımından Divanın yetkisi
dışında kalması durumunda, Divan yalnızca 46 ncı madde uyarınca yapılan beyandan sonraki
süre bakımından yetkili olduğu dilimi hesaba katmakta ise de, makul süreyi değerlendirirken,
beyan tarihinde yargılamanın ne durumda bulunduğunu da gözönünde tutmaktadır; başka bir
ifadeyle, beyan tarihinden önceki sürenin uzunluğu “makul süreyi” etkilemektedir.
Davada uygulanacak kanun hükmünün anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa
Mahkemesi önüne götürülmüş olması nedeniyle geçen süre, Anayasa Mahkemesi tarafından
dava veya suçlamayı konu alan bir karar verilmeyeceğinden ilke olarak hesaba
katılmayacaktır. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin kararı asıl davanın esasını
doğrudan etkileyecek nitelikte ise, bu mahkeme önünde geçen sürenin de “makul süre”
hesabında göz önünde tutulmaması için sebep bulunmamaktadır. Zira, 6 ncı madde,
yargılamanın türü ve niteliği göz önünde tutulmak koşuluyla, hiçbir ayırım gözetmeden, tüm
yargılama mercilerini bağlamaktadır.
AİHM, 1981 yılında vermiş olduğu Buchholz - Almanya davasıyla ilgili kararında,
haksız yere işe son verilmesi iddiasında, başvurucu ile işvereni arasındaki davada Anayasa
Mahkemesinin uyuşmazlığı çözme yetkisine sahip olmadığını gerekçe göstererek, bu
mahkeme bakımından 6 ncı maddenin uygulanabilir olmadığına karar vermiştir. Daha sonra
1989 yılında vermiş olduğu Bock - Almanya davasıyla ilgili karararında ise, Anayasa
Mahkemesi önündeki yargılamanın makul sürenin hesabında göz önünde tutulması gerekip
gerekmediği hususunun, bu mahkemenin vereceği kararın yerel mahkeme önündeki davayı
etkileyip etkilemediğine göre belirlenmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Komisyona göre, dava sonunda verilen kararın yorumu için mahkemeye yapılan
başvuruda mahkemece yapılacak inceleme süresinin “makul süre”nin hesabına dahil edilmesi
gerekir.
Makul sürenin aşılıp aşılmadığına, her somut olayın ayrı ayrı incelenmesi sonucunda
karar verildiği yukarıda belirtilmişti.(63) Bununla beraber, gerek Komisyon ve gerek Divan
bazı kararlarında konuyu açıklayıcı ilke kararları vermişlerdir.(64) Divan, yargılamada makul
sürenin aşılıp aşılmadığını araştırırken üç ölçüt kullanmaktadır. Bunlar; dava konusunun
niteliği, yargılama sırasında şikayetçinin veya sanığın tutumu ile yetkili makamların
tutumudur. Bu üç ölçütten her birinin değerlendirilmesindeki etki derecesi, somut olaylara
göre değişebilmektedir.
B. Dava Konusunun Niteliği
Dava konusunun niteliği, gerek hukukî sorunun çözümündeki güçlük, gerek dava ile
ilgili delillerin toplanmasında karşılaşılan engel ve karmaşık durumlar gerek hastalık ve
tutukluluk gibi ilgilinin özel durumuna ilişkin hususlardır. AİHM, işin niteliğini
değerlendirirken, davanın hızla sonuçlandırılmasının ilgililer yönünden önemini, işin
karmaşıklık derecesini, tanık ya da sanığın sayısal miktarını, delillerin toplanmasında
karşılaşılan güçlüğü göz önünde tutmaktadır.
Yargılamaya konu olan olayın, çok karmaşık olması ve bu karmaşıklık nedeniyle
soruşturma dosyasının çok yüklü bulunması, makul sürenin tayininde ilk nedendir. Bu
nedenle Komisyon, dava dosyasının 1200 sayfa ve yüzlerce kilo gelen parçayı içermesinin
makul sürenin belirlenmesinde etken olması gerektiğine karar vermiştir.
Tanık ve diğer delillerin coğrafi dağılımı nedeniyle davanın normal sürenin dışına
taşması, makul süre ilkesini zedelemektedir. Gerçekten bu durumda mahkeme zorunlu olarak
delilleri değerlendirebilmek için, bunları toplayacaktır. Delillerin toplanması ise, bunların
coğrafi dağılım açısından ülkenin çeşitli bölgelerine, hatta ülke dışına taşmış olabileceğinden
zaman alabilecektir. Adil bir yargılama için zorunlu olan bu işlemler makul süre ilkesini ihlal
etmeyecektir.
Komisyon, sanık sayısının fazlalığını ve tıbbî incelemelerin yapılması zorunluluğunu
da makul sürenin aşılıp aşılmadığını belirlenmesinde dikkate almaktadır.
C. Sanık veya Şikâyetçinin Tutumu
Komisyon ve Divan, şikâyetçinin davadaki tutum ve davranışını da özel olarak
değerlendirmekte ve yerine göre makul sürenin aşıldığına ilişkin şikâyeti reddetmektedir.
AİHS organları önünde şikâyetçi durumundaki kişinin - bunlar davacı, davalı veya
sanık olabilir - yargılamadaki davranış ve tutumu da makul sürenin aşılıp aşılmadığının
belirlenmesinde Divan tarafından dikkate alınmaktadır. Hukuk davalarında, işin takip
edilmesi taraflara ait bir sorun ise de, Divana göre bu husus mahkemenin davayı gerekli
süratle yürütmesi yükümünü ortadan kaldırmaz. Bununla beraber, ilgilinin de yargılamada
sürati sağlamak için kendine düşeni yaptığını kanıtlaması gerekmektedir.
Sanığın, ceza davasında adllî makamlarla aktif bir işbirliği yapmak zorunda
bulunmaması; şikâyetçinin kendisine açık kanun yollarını sonuna kadar kullanması ve bu
yüzden yargılamanın uzaması halinde, makul sürenin aşılmasından şikâyetçiyi sorumlu
tutmak mümkün değil ise de Divan, benzeri durumlarda sanığın kötü niyetli manevralarını da
hesaba katmaktadır.Bu nedenle, sanığın gereksiz taleplerle soruşturmanın uzamasına bizzat
sebebiyet vermesi durumunda makul süre ilkesinin zedelenmeyeceği görüşü egemendir.
Özellikle, sanık soruşturma ve yargılamanın yürütülmesinde yetkili organlara yardım etmeyip,
aksine geciktirici davranışlarda bulunmuşsa, sürenin uzaması, 6 ncı maddeye aykırılık
oluşturmamaktadır. Şayet sanık, kendisine tanınan yasal hakları kullanmakta ise, bu hakların
kullanılması halinde sürenin uzamasının makul süre ilkesini zedelemeyeceğini kabul etmek
gerekir. Örneğin, susma hakkı, belirli kararlara itiraz etme hakkı, sanığın yasal haklarındandır.
Sanığın bu hakları kullanması elbette ki yargılama süresini uzatacaktır. Susma hakkını
kullanan sanık hakkındaki delillerin araştırılması ve tespiti zaman alacaktır. Bunun yanında
itirazların incelenmesi de zaman sürecini uzatacaktır. Bütün bu süre uzamaları, olağan ve
yasal nedenlere dayandığından yargılamanın makul süre içinde sonuçlandığını kabul etmek
gerekir.
D. Yetkili Makamların Tutumu
Yargılamanın, yetkili makamların hatalı davranışları nedeniyle uzamış olması da
makul süre kavramı ile bağdaşmaz. Buna göre, yargılamada yetkisi olanların kusurlu
davranışlar yargılamayı uzatmışsa, makul süre aşılmış sayılır. Ancak, yetkili makam
tabirinden mutlaka hâkimleri ve bunların doğrudan sebep oldukları hataları anlamamak
gerekir. Örneğin, mahkeme kaleminde bazı evrakların bulunmaması, resmî mercilere sorulan
sorulara zamanında cevap verilmemesi gibi durumlar da bu süreyi makul olmaktan çıkarır.
Divan, yetkili makamların tutumu konusunda gecikmeden dolayı Devleti ancak
ihmal veya kusuru nedeniyle sorumlu tutmaktadır. Bununla beraber, yargılama makamlarının
kendilerinden bekleneni yapmış olmasına rağmen görev dışı başka nedenlerle makul sürenin
aşılması halinde, devlet yine sorumlu tutulmaktadır. Zira devlet, 6 ncı madde gereklerinin
yerine getirilmesini sağlayacak tüm tedbirleri almakla yükümlüdür.
Adil yargılama kavramı, adli mekanizmanın yalnız işleyişini değil bunun, aynı
zamanda, organizasyonunu da kapsadığından, hâkimlerin sayısının yetersiz olması, bazı
hakimlerin iş dağılımı nedeniyle işlerinin çok fazla olması sürenin uzatılması için haklı bir
neden olarak kabul edilmemektedir.Bu nedenle, AİHS‟ne taraf olan devletler yargı
teşkilâtlarını davaları makul sürelerde bitirecek şekilde örgütlemek ve düzenli olarak
çalışmalarını sağlamak yükümlülüğü altındadır.
Makul sürenin belirlenmesinde, şikâyetçinin davadaki kötü niyetli manevraları
dikkate alınmaktaysa da, yasal hakların kullanılmasında yetkili organların geciktirici
davranışlarda bulunması da ilkeyi zedeleyebilecektir. Örneğin itirazın hemen incelenmesi
olanağı varken, bu konuda uzun bir süre geçirilmesi, haklı bir neden olarak kabul edilemez.
Gerek Komisyon gerek Divan kararlarında da böyle bir eğilimin bulunduğu görülmektedir.
IV. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN
MAKUL SÜRE iLE İLGİLİ ÖRNEK KARARLARI
Komisyona, makul süre konusunda en çok başvurunun İtalyan Hükümeti aleyhine
yapıldığı gözlenmektedir. Örneğin, 1985-87 yılları arasında yapılan 30 başvurudan 22 tanesi
haklı bulunmuş ve İtalyan Hükümeti şikayetçilere çeşitli miktarlarda tazminat ödemek
zorunda kalmıştır.
Gerek Komisyon gerek Divan, dava ve tutukluluk süresi ile ilgili olarak değişik
kararlar vermişlerdir. Ancak bu sürelerin değerlendirilmesinde somut olayların etkisi açıkça
gözlenmektedir.
Komisyon ve Divan içtihatlarından, hangi sürenin makul süre olduğu konusunda
kesin bir sonuç çıkarmanın mümkün olmadığı yukarıda belirtilmiş olmakla beraber, makul
süre ile ilgili AİHM kararlarından bazıları, bu konuda bir fikir verebileceğinden aşağıya
alınmıştır.
Gıancarlo Lombardo - İtalya davasında AİHM, hâkimlikten emekli olan
başvurucunun, aynı dereceye ve aynı hizmet süresine sahip olan kişilerin farklı emekli
maaşları almalarının anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Adalet Bakanlığına yaptığı
başvurunun reddedilmesi üzerine hesap mahkemesine açtığı davanın 8 yıl 4 ay sürmesini
makul sürenin ihlâli olarak kabul etmiştir.
Komisyon bir kararında hırsızlıktan altı yıl hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum olan
kişinin 1 yıl tutuklu kalmasını makul bir süre olarak kabul etmiştir. Yine Komisyon başka bir
kararında eşcinsellikten 4 yıl 3 aya mahkûm olan kişinin, 2 yıl tutuklu kalmasının makul süre
içinde olduğunu belirtmiştir. Bir diğer kararında ise 12 aya mahkum olan kişinin 17 ay tutuklu
kalmasını; 10 Marktan az bir miktar için dolandırıcılıktan sanık olan kişinin, daha önce 12 kez
çeşitli suçlardan mahkûm olmuş olması, tutukluluk sürecinin uzamasına neden olmuşsa da,
Komisyon davaya konu olan olayın özelliğini de göz önünde tutarak, AİHS‟ne aykırı
bulmamıştır.
Dobertin-Fransa davasında, casusluk yapmakla suçlanan şikâyetçinin davasına,
Fransa‟ da Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1982 yılında kaldırılmasından sonra adlî yargıda
bakılarak 12 yılda sonuçlandırılması; Kemache-Fransa davasında kalpazanlık suçundan
hakkında dava açılan şikayetçinin davasının 8 yıl 6 ay sürmesi; Abdoela-Hollanda davasında
cinayete azmettirmek suçundan yargılanan şikâyetçi hakkındaki davanın dört yıl dört ay
sürmesi, AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrasına aykırı bulunmuştur.
Pizzet-İtalya davasında, şikayetçi ve dört arkadaşının hizmet ilişkisinden
kaynaklanan alacakları ile emekli ve sakatlık aylıklarına ilişkin uyuşmazlıkların, 4 ila 16 yıl
arasında sonuçlandırılması;Scuderi-İtalya davasında, terfide maaş hesaplanması dolayısıyla
memurla-Maliye Bakanlığı arasında çıkan uyuşmazlığın 4 yıl 5 ay sürmesi; Massa-İtalya
davasında aynı işi gören kadın ve erkeğin emekli maaşları arasındaki farklılık dolayısıyla
açılan davanın Sayıştay„da 6 yıl sürmesi; Vallec-Fransa davasında kan hastası olan
şikayetçiye kan nakli sırasında AİDS virüsü bulaştırılması ve bu yüzden açılanlan tazminat
davasının 4 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen henüz sonuçlandırılmamış olmasıda
AİHS‟ne aykırı bulunmuştur.
Komisyon, bir başka kararında ise tutuklama tarihinden itibaren 33 ay sonra
yargılamanın başlamasını makul süre olarak kabul etmemiştir. Divan ise, hileli iflas ve güveni
kötüye kullanma suçundan sanık olan bir kişinin 2 yıl 4 ay tutuklu kaldıktan sonra,
dolandırılıcıktan 3 yıla mahkum olmasını AİHS‟ne aykırı bulmamıştır.
Wiesinger-Avusturya davasında, bir arazi toplulaştırma işleminin 9 yıl sürmesinde
Divan, olayın karmaşıklığını ve şikayetçinin tutumunu değerlendirdikten sonra, gecikmenin
belediye ve yerel arazi komisyonları arasındaki bürokratik işlemlerden kaynaklandığını tespit
ederek, 6 ncı maddenin ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır. Aynı şekilde, Silva Pontes-Portekiz
davasında bir trafik kazası dolayısıyla açılan tazminat davasının 10 yılda sonuçlandırılması;
Darnell-İngiltere davasında, görevine son verilen bir işçinin iş mahkemesine yaptığı
başvurunun 9 yılda karara bağlanması AİHS‟ne aykırı bulunmuştur.
V. TÜRK HUKUKUNDA DURUM
1982 Anayasasında, “adil yargılanma hakkı”nı düzenleyen bir hüküm
bulunmamaktadır. Bu durum 1961 ve 1924 Anayasaları için de geçerlidir. Kişilerin adil
yargılanma hakkının varlığı isanların ortak aklının ve değerlerinin ve evrensel nitelikteki
temel hukuk ilkelerinin bir gereği olduğu için bu hakkın ayrıca Anayasada düzenlenmesine
gerek görülmemiştir.
Ülkemizdeki uygulamada, davaların makul veya belirli bir sürede
sonuçlandırılmasına ilişkin herhangi bir somut hüküm bulunmadığından, özellikle hukuk
davalarının yıllarca sürdüğü bilinen bir gerçektir. Buna karşın usûl kanunlarında zaman
zaman yapılan değişiklikler dışında etkin önlemler alınamamıştır. Aynı şekilde ceza
davalarının da çok uzun sürmesi ve bunun tutuklu yargılanan sanıkların mağduriyetine sebep
olması karşısında, CMUK‟ nda değişiklik yapan 18.11.1992 tarihli ve 3842 sayılı Kanunla,
ceza yargılamasının hızlandırılmasına yönelik bir önlem olarak tutukluluk süresine tavan
getirilmiştir. Söz konusu Kanunun 7 nci maddesinde, hazırlık soruşturmasının 6 ay içinde
bitirilerek dava açılması ve davanın da ilke olarak 2 yıl içinde sonuçlandırılması
öngörülmüştür.
Benzer hükümler başka ülkelerde de bulunmaktadır. Örneğin Federal Alman Ceza
Mahkemesi Kanununun 112. maddesi belirli koşullar dışında tutuklamayı 6 ay ile
sınırlamaktadır. Yunan Anayasasının 6. maddesinin 4 ncü fıkrasında yasaların tutuklunun
yukarı sınırını saptayacağı ancak bunun cürümlerde bir yılı, cünhalarda ise altı ayı
geçmeyeceği, fevkalâde hâl ve durumlarda yetkili makamların kararı ile bu sürelerin altı ve üç
ay olarak uzatılabileceği hükmü yer almaktadır.(91) Tutuklama kararının da zaman içinde
sınırlanması bazı ülke yasalarında yer almış ve öğretide de bazı yazarlar tarafından
savunulmuştur. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 9.4.1965 tarihli kararında tutukluluk
süresinin yasa ya da hâkim tarafından sınırlanmasını üye devlet hükümetlerine tavsiye
etmiştir.
Tutuklama için sınırlayıcı bir süre getirmenin çifte yararı bulunmaktadır. Öncelikle
geçici bir koruma tedbiri olan tutukluluğunun “geçicilik” niteliği korunmuş olacaktır. Bunun
yanında yargılama süresinin de uzamasına engel olacaktır. Örneğin, tutuklama süresi içinde
kalmak zorunda olan hâkim yargılamayı bitirecek veya tutukluyu salıverecektir.
3005 sayılı Meşhud Suçların Muhakeme Usulü Kanununun 9 uncu maddesinin 2.
fıkrası “Mahkemece duruşmanın bir celsede bitirilmesi lazımdır” hükmünü içermekte ise de,
aynı fıkranın 2 nci cümlesinde bu ilkeden ayrılmanın mümkün olduğu belirtilmektedir.
Uygulamada ise bir celsede bitirme hemen hemen hiç mümkün olmamaktadır.
Bu hükümlerin yanında yargılama sürecinin kısaltılmasına yardımcı olabilmesi ve
sanıklar için teminat oluşturabilmesi amacıyla bazı Kanunlar hazırlık soruşturmasının
Cumhuriyet savcısı tarafından bizzat yapılması zorunluluğunu getirmiştir.Bu Kanunlara 2802
sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve
Yargılama Usûlleri Hakkında Kanun, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu, 2845 sayılı Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun ile 1136 sayılı
Avukatlık Kanunu örnek olarak gösterilebilir. Anılan Kanunlardaki bu düzenlemeler
yargılamanın makul sürede bitirilmesine kolaylık sağlayıcı niteliktedir.
SONUÇ
AİHS‟ nin 6 ncı maddesi, tutuklama konusundaki 5 nci maddeden farklı olarak,
yargılamanın makul süreyi aşmayacak şekilde sonuçlanmasını sağlamak için herhangi bir
tedbir içermemektedir. Bunu bir yargılama engeli saymak gerektiği şeklinde bir müeyyide
konulmasını isteyen görüşler bulunmakla birlikte bunlar isabetli değildir. Zira yalnız bu
nedenle davanın düşmesine karar verilmesi sonuçta beraat edecek olan suçsuz bir kimsenin
aleyhine olacaktır. Bu itibarla, sürenin uzunluğu sadece cezanın belirlenmesinde dikkate
alınabilir.
Türkiye AİHS‟ne katıldığı ve bu sözleşmeyle kurulan ulusalüstü organların
yetkilerini kabul ettiği için, Avrupa Devletlerine karşı vatandaşları için Avrupa İnsan Hakları
Standardını tanıma yükümlülüğü altına girmiştir.
Ülkemizde yargılamanın uzamasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden
bazıları tüm ülkelerde şikâyet edilen gecikme nedeni olarak mevcut bulunmaktadır.
Gerçekten, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna yapılan başvuruların önemli bir kısmı
yargılama süresinin uzunluğu ile ilgilidir.
Davaların sonuçlanmasının gecikmesini dokuz neden altında toplamak mümkündür.
Bunlar,
- Toplumda yaşayan kişilerin hukuka karşı sosyalleşmemesi,
- Mahkemelerin yeterli şekilde personel ve cihazla donatılmaması,
- Yeterli önsoruşturma yapılmaması,
- Mahkemelerin gereksiz iş yükü altında olmaları,
- Hâkim ve Cumhuriyet savcılarındaki meslekî eksiklikler,
- Hâkimlerin bu konuda yeterince denetlenmemesi,
- Avukatların davanın geciktirilmesindeki rolleri,
- Üst mahkemelerin çabukluğu önleyici içtihatları ve bazı usûl kurallanın gereksiz
olarak davaları, geciktirilmeleridir.
Ülkemizde yargı ile ilgili temel şikâyet konusu, adaletin geç tecelli ettiği, davaların
uzadığı, mahkemelerin iş yükü altında ezildikleridir. Bu şikâyetleri ortadan kaldırmak için
hemen her dönemde “Adalet Reformu” adı altında bir tedbirler paketi ortaya konulmakta ve
sorunun bu şekilde çözümlenmesi düşünülmektedir. Bunun için de Usûl Kanunlarında
yapılacak değişikliklerden çare beklenmektedir. Bu çözüm tarzı sorunu tamamen çözmeye
yeterli görünmemektedir.
Ceza yargılamasının çabuk sonuçlanması ne kadar gerekli ise gerçeğin araştırılması
da bir o kadar gereklidir. Hatta asıl amaç gerçeğin araştırılması olduğundan yargılamanın
çabuk sonuçlanmasından daha da önemlidir. Bu nedenle ceza yargılamasının çabuk
sonuçlanmasından değil, gerçeğin araştırılması bakımından mümkün olduğu kadar çabuk
sonuçlanmasından söz etmek gerekir. Bu itibarla, çabuk değil, makul bir süre içinde yapılacak
yargılama AİHS‟nin bir gereğidir. Yine bunun için, ceza yargılamasını çabuklaştırmak
amacıyla ileri sürülen çarelerin gerçeğin araştırılması amacına zarar verip vermediği
araştırılmalıdır. 1982 Anayasasının 141 nci maddesinin davaların mümkün olan süratle
sonuçlandırılmasından söz etmesi, gerçeği arama yönönden bu imkâna bakılacağını belirtmesi
bakımından yerinde bir ifade tarzıdır.

Benzer belgeler

10-TAMAM-MERYEM GÜNAY

10-TAMAM-MERYEM GÜNAY polis ya da hazırlık soruşturması açımış bulunması ilgilinin durumunu etkileyeceğinden bu durumlar “suç isnadı” niteliğindedir. 6 ncı madde hükmünün madde bakımından uygulama alanının sınırlı tutul...

Detaylı

makul süre içerisinde yargılanma hakkı

makul süre içerisinde yargılanma hakkı devleti kavramının ilk akla getirdiği çağrışım, genellikle devlet gücünün hukuk ile bağlılığıdır. Ancak sıklıkla unutulan bir husus vardır ki, o da hukuk devletinde kanunkoyucunun kanun hazırlarken...

Detaylı