59.sayıya ulaşmak için tıkalayınız

Transkript

59.sayıya ulaşmak için tıkalayınız
CMYK
CMYK
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 6 • SAYI: 59 26 MAYIS 2012
Dün Taksim’i kazandık yarın
halklarımızı kurtuluşa ulaştıracağız!
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
2012 1 Mayısı, 1 Mayıs Şehitlerine ve onların hakkıyla anılmasının mücadele
koşullarını yaratan Proletarya Sosyalistlerine adanmıştır!
Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların
Yere Düşürmediği
Devrimci Mücadele Bayrağını
Kurtuluş Partililer Dalgalandırıyor!
Bu Şarkı Devrim Yiğitlerine Adandı
Kiralık tabancalar ateşlendi ansızın
Daha dün gibiydi, gencecik döküldüler
Aralı dudaklarında bir mutlu gülümseyiş
vardı
Çizgi çizgi özgürlüktü parıldayan yüzlerinde.
Gel bir bak, ta yakından
Daha dün gibiydi, ansızın vuruldular
Belki yirmi tetikti belki daha çok
Namlular utanmıştı insanlar değil
Namlular şaşkındı, bitkindi çaresiz.
Düştüler toprağa özgürce, korkusuz
Kurşun sesi değildi bir sevdalı gülüştü
Düştüler dimdik, özgürce, yalın
Öldüler ama çoğaldılar ölümsüz.
Gel bir bak yakından şu yiğitlere
Daha dün gibiydi acımasız devrildiler
Kan bir kara görüntüydü göğüslerinde
Ölüm çirkindi onlar güzelleştirdiler.
Yeniden yaratmak sesini orduların
Ufuklardan çizgi çizgi büyüyen
Savaşları çoğaltmak yüce düzen adına
Uykular bir daha kaçmasın diye
Sömürülmesin diye şu çocuk eller.
Gözyaşları yaraşmaz o ölülere
Onlar için en soylu örtüler gerek
Gerelim hıncımızı alev alev yeniden
Devrim şarkılarından haykıralım onlara.
Ölmediler onlar, ölmezler ki
Bu yadsınmaz gerçeği bilmedi satılmışlar
Onlar bir atardamardı halkların yüreğinde
Gecelerde yıldız yıldız tutuşan.
Unutma söz etmek yok gözyaşlarından
Yaylar şimdi daha güçle gerildi
Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede
Gecede en yenilmez güç bizde gönendi
Ölüler koştular ordu ordu dağlardan
Ölüler ansızın içimizde dirildi.
Luis ıeto (Perulu devrimci şair)
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
AÜ Bilimsel Düşünce Topluluğu Latin Amerika’dan esen
sol rüzgârları Ankara Üniversitesine taşıdı
Başka bir dünya mümkün!
Soykırım Yalanı
AB-D Planı
Devamı sayfa 16’da
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut
Tehdit ve Hakaret Suçlarından Beraat Etti
Hayvanseverlik mahkûm
edilemedi
Yüreği insan sevgisi kadar hayvan ve bitki sevgisiyle de
dolu olan Genel Başkan’ımız urullah AKUT, bu kez
Tayyipgiller’e veya Amerika’daki İblis Fettullah’a ya da
onların efendisi Obama’ya hakaretten değil; hayvan ve
doğa düşmanı gerici bir güruha yönelik tehdit ve hakaretten yargılandı.
enel Başkan’ımızın doğaya ve hayvana da düşapartman ve yakın mandır bunlar. Bunlar kedilebina komşuları, çoğun- ri tekmeler, sokak hayvanları
luğu birbiriyle akraba olan ve kuşlar için kıyı-kenara
gerici bir güruhtan oluşmak- bırakılan yemek ve su kaplatadır. İnsana olduğu kadar rını savurup atarlar, yolu
göreceğim diyerek güzelim ağaçları kökünden
keserler. Bunlar akraba
çoğunluğuna güvenerek
ve kendileriyle aynı
karakterde ve dünya
görüşündeki birkaç aileyi
de yanlarına alarak, diğer
mahalle sakinlerini terörize etmişlerdi. Bu yüzden
onların bu doğa ve hayvan düşmanlıklarını tasvip etmeyen insanlar,
hayvanlara ve doğaya
yaptıkları zulme karşı ses
çıkaramaz hale gelmişlerdi.
Haberi sayfa 6’da
Başyazı
Haberleri sayfa 14’te
Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı
19 Mayıs 1919
Unutturulamaz!
Haberleri sayfa 21’de
Ey Ebu Rigal!
İhanete doymadın mı daha?
G
Kurtuluş
Partisi
Gençliği’nden Yoldaşların da
içerisinde çalışma yaptıkları
Ankara Üniversitesi Bilimsel
Düşünce Topluluğu, yine görkemli bir etkinlik gerçekleştirdi.
15 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Merkez Kampusunda
(Tandoğan
Yerleşkesinde),
“Başka Bir Dünya Mümkün”
başlığıyla gerçekleştirilen etkinliğin konuşmacıları, Sosyalizmin bayrağını her türlü Emperyalist saldırganlığa, baskıya karşın inatla, kararlılıkla dalgalandıran Sosyalist Küba Halkının
Temsilcisi Büyükelçi Jorge
Quesada Concepcion Yoldaş
ile Bolivarcı Devrimi kararlılıkla ören yiğit Venezüella Halkının ülkemizdeki temsilcisi, Büyükelçi Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve AÜ Latin Amerika Araştırma Merkezi Müdürü
Prof. Dr. Mehmet ecati Kutlu
Hoca’mızdı.
Topluluk Başkanı Hasan
Saygın Tümkaya Yoldaş açılış
konuşmasına, Kahraman Gerilla
Che’yi, Komünist Şair Nazım
Hikmet’i, 68 Kuşağı’nın Gençlik Önderleri olan Denizler’i,
Türkiye Devrimi’nin Önderi
Devamı sayfa 17’de
Devamı sayfa 8’de
E
y gözü doymaz adam! Ey ABD’nin iktidara oturttuğu adam! Ey
elleri Irak’ta, AB-D’nin katlettiği
milyonlarca Müslümanın kanına bulanmış işbirlikçi! Ey Irak’ta on binlerce
Müslüman kadının ırzına geçen sapık
AB-D askerlerinin suç ortağı!
Ey elleri Kaddafi’nin kanına bulanmış
olan işbirlikçi hizmetkâr! Ey hizmetkârlığa doymamış yüreksiz adam! Ey Obama’nın emrini yerine getirmek için Beşar
Esad’ın da kanını içmek için yanıp tutuşan Yezid soyu! Ve ey Libya’da, Suriye’de Haçlıların katlettiği yüz binlerce
Müslümanın katillerinin işbirlikçisi! Onların sadık müttefiki!
Ey sahte Kasımpaşalı! Koftiden deli-
kanlı! Ey korkaklığını rüzgâra tutulmuş
selviler gibi sallanarak, yürüyerek gizlemeye çalışan korkak adam! Ey koruma
ordusu Obama’nın koruma ordusunu geçen korkaklar korkağı!
Ey babasını işsiz bıraktığın, kendilerini açlığa mahkûm ettiğin 13 yaşındaki
çocuğun “Allah cezanızı verecek” dediği
için boynuna saldırıp boğmaya çalışan
ruhu rahatsız adam! İhanete doymadın
değil mi?
Ey iktidara geldiği günden bu yana,
on yıldan beri, Müslüman kanı döken,
Müslüman kadınların namusunu kirleten,
Müslüman ülkeleri yerle bir eden AB-D
Devamı sayfa 12’de
2
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Kurtuluş Partisi’nden
Ü
Tayyipgiller Gericiliği,
28 Şubat İlerici Müdahalesinin intikamını alıyor,
Sahte “Sol”cu Soytarılar zil takıp oynuyor!
lke gündemi, iki gündür süren “28 Şubat
Operasyonu”na kitlenmiş durumda. Yine
emekli generaller apar topar evlerinden
alındı, evler didik didik aranıyor, Amerikancı
Goril (28 Şubat’ın içine ABD tarafından sızdırıldığı açık olan) Çevik Bir dahi gözaltında.
Özel Yetkili Mahkeme savcıları (gerçekte Fethullah’ın Hukuk Bürosu) 28 Şubat soruşturması başlatmış; “darbecilerden hesap soruluyor!”
Belki de partimizin görüşleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, başlık bile şaşırtıcı gelecektir. “Nasıl olur, 28 Şubat askerlerin
darbesidir, nasıl ilerici olur?”
Ne yazık ki, AB-D Emperyalistleri ve yerli
uşakları ile beyinlerini ve midelerini bunlara
satmış olan sahte “sol”cular tarafından öyle bir
iğdiş edildi ki halkımızın hatta iyi niyetli ama
gafil “aydın”ların algısı, asker ne yapmışsa kötü yapmıştır (!), ne zaman söz söylediyse demokrasiye (hangi demokrasiyse) müdahale etmiştir(!), gücünü kötüye kullanmıştır(!), asker
ülke meselelerine karıştırılmamalıdır(!), bunlara karşı geldiyse de, hesabı sorulmalıdır(!) vb…
düşüncesi yaygınlaştı...
Oysa bu yaklaşımın ne bilimsellikle, ne demokratlıkla, ne insancıllıkla, hele hele ne de
Marksizmle ilgisi vardır.
28 Şubat’ta ne yaşanmış, askerler ne yapmış, gelin önce buna bakalım...
“28
Haziran
1996’da
kurulan Refahyol hükümeti 8 Temmuz’da
güvenoyu aldı. Başbakan ecmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı da Tansu Çiller
oldu. 28 Şubat 1997’de MGK‘da alınan kararlar sonucunda 17 Haziran 1997’de hükümet
istifa
etmek
zorunda
kaldı”
(haberturk.com)
Peki, hangi kararlar alınmış ya da aldırtılmıştı, bu MGK toplantısında?
İşte bu kararların bazıları:
“28 ŞUBAT MGK KARARLARI
“- Laiklik ilkesi hassasiyetle korunmalı,
bunun için mevcut yasalar uygulanmalı, yasalar yetersizse yeni düzenlemeler yapılmalıdır
“- Tarikatlarla bağlantılı özel, yurt, vakıf
ve okullar denetim altına alınmalı ve MEB’e
devri sağlanmalıdır: Denetim konusunda
MEB uyarılmalı, bunların MEB’e devri için
gerektiğinde kamulaştırma yoluna gidilmelidir.
“- a) 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta
uygulanmalıdır.
“- b) Kuran kursları MEB sorumluluğu
ve kontrolünde olmalıdır.
“- Aydın din adamı yetiştirecek Milli Eğitim kuruluşları ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. Bu okulların açılması ihtiyaçla sınırlandırılmalıdır.
“- Yapılan dini tesisler siyasi istismar konusu yapılmamalıdır.
“- Tarikatların faaliyetlerine son verilmelidir: 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin
açılması yasaklanmıştır. Bu kanunun uygulanması için ilgililer uyarılmalıdır.
- Aşırı dinci kesimlerin kamu kurum ve
kuruluşları, özellikle üniversite, eğitim kurumları, bürokrasi ve yargı kuruluşlarına
sızması önlenmelidir.
“- Aşırı dinci kesimin toplumda kutuplaşmalara yol açacak faaliyetleri yasal ve idari
yollarla önlenmelidir.
“- Kıyafet Kanunu’na aykırı uygulamalar önlenmelidir.
“- Kurban derileri kanunda belirtilen ku-
ruluşlarca toplanmalıdır.
“- Özel üniformalı korumalar hakkında
yasal işlemler sonuçlandırılmalı, bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır.
“- Ülke sorunlarının çözümünü ümmet
kavramı ile sonuçlandırmayı amaçlayan girişimler önlenmelidir: İlgililer uyarılmalıdır.”
(agy)
Şimdi, bu kararların hangisi yanlıştır? Hangisi “demokrasi”ye müdahaledir? Aklı başında
bir solcu, bir demokrat, bir Marksist, bu kararların esasına-özüne karşı çıkabilir mi?
Ülkede Şeriatçılar cirit atmış, tarikatlar
örümcek ağı gibi her yeri sarmış, imam hatip liselerinin orta eğitim bölümleri kapanacak diye
tüm gericiler ayaklanmış -tabiî bazı sahte solcuların da gericilerin eylemlerine verdiği destekleülkenin başbakanı “millet şeriat istedikten
sonra gelecek ama, kanlı mı olacak kansız mı
o belli değil” minvalinde konuşmalar yapıyor,
bunların hiçbirisi “demokrasi”yi ortadan kaldırmıyor, hepsi ülkemiz ve halkımız için, hatta
“sol” için çok iyi gelişmeler, ama buna karşı
tedbir alınmasını sağlayan, kırıntısı kalan Laikliği kurtarmaya çalışan askerler “darbeci”, “faşist” bilmem ne(!)
Çok beylik söze gerek yok. Gerçekler öylesine kör gözlere dahi batacak katılıkta ki…
Olay, gericilikle; kısmen de olsa, sınırlı da olsa
ilericiliğin kapışmasıdır.
Tayyipgiller açısından amaçlanan, bu olayın
ters düz edilmesidir elbette… Gericiye, sivil ve
“demokrat”; ilericiye, “darbeci” ve “demokrasi
düşmanı” denilecek ki, kitleler uyutulsun, hatta
kitlelerin pasif de olsa desteği alınsın, bu hainane gidişat onaylansın, meşrulaşsın toplum nazarında.
Peki sözde “aydın”lara ne demeli?
Hadi bunların bir kısmı da Ilımlı İslam ve
BOP projelerinden medet uman hainler; en
AKP muhalifi görünen aydınlar, siyasetçiler,
yazarlar dahi “asker karışmasa, 28 Şubat olmasa, halkla olsa, her şey sandıkta çözülse daha iyi
olurdu” mahçup-ezik korosuna nasıl katılıyorlar?..
Çünkü bilmiyorlar ki: “Ordunun bu yapısı, küçükburjuva yapısı gözönünde tutulursa: Devrime de gider, Faşizme de gider.
Biz onun devrime giden yanını değerlendirmek, tutmak ve elimizden gelirse kazanmak
zorundayız. Ve bunun için ama, sadece ona
küfretmekle, yani Orduya karşı çıkıp aramızı bozmakla hiçbir şey kazanılmayacağını, tam tersine onu kazanmak için ayrıca
bir savaş vermek gerektiğini unutmayacağız. Yani bizim bilincimiz bunu emreder.”
(Hikmet Kıvılcımlı)
Ve yine bilmiyorlar ki, Anadolu’yu, Kürt
Halkı ve az sayıda da olsa Ermeni Halkına
mensup toplulukların desteğiyle yurt edinen
“Türkler “Çadır”dan, yani Orta Barbarlık
Konağından devlete geçmiştir. Türklerde
ve sonrasında Osmanlı’da, eli silah tutan
her fert aynı zamanda askerdir. Osmanlı’yı
kuran “Kayı Boyu bütünü ile bir savaş ordusudur. Ayrı bir ordu yoktur. Bu nedenle de
“Osmanlı Devletleşmeden önce Ordulaşmıştır. Çünkü önce Savaş vardı.” (Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Cilt I, s.
151, 152, 153, Derleniş Yayınları, 2. Baskı,
Nisan 2010)
Gerek ilk Türklerin, gerek Osmanlı’nın,
gerekse Birinci Kuvayimilliye’nin “Ordu Millet” kaynaşması, bu öz ve tözden kaynaklanır.
İşte bu son derece diyalektik, tarihsel ger-
çeklik, bizim dışımızdaki Türkiye Solu’nda
(Sosyal demokratıyla, Sosyalistiyle ve adına
sol diyemediğimiz Sevrcisiyle) bilinmez. Bilinmediği için de doğru-tutarlı-kalıcı bir tavır
alınamaz, soyut asker düşmanlarına karşı. Hatta askere karşı diye, gericiliğin yanında saf tutulur, bunların bir kısmı tarafından.
Evet, aynı ordudan Amerikancı, halk düşmanı, işkenceci komutanlar ve 12 Mart, 12
Eylül gibi Faşist Darbeler de çıkmıştır. Ee…
bunlar da onun NATO eliyle, Finans-Kapital
eliyle Faşizme giden (götürülen) yanıdır işte.
Onlar Faşizme giden yanını çekmekte kendileri açısından tutarlıdırlar şüphesiz. Tutarsızlık
bizim envayi türden “solcu”muzdadır.
Son söz yerine: Bakın bugün “sivil demokrasi”nin (gerçekte AB-D Emperyalizminin örümcek ağları demokrasisinin) en “dindar” geçinen, en “darbe düşmanı” görünen
temsilcisi, İblis Fethullah ne demiş 28 Şubat
günlerinde:
“Fethullah Gülen, 28 Şubat sonrasında
ecmettin Erbakan’ı sert şekilde eleştirenler arasında yer almış ve silahlı kuvvetlerin
müdahalesini demokratik bulduğunu ifade
etmişti.
“Gülen 29 Mart 1997’de Samanyolu
TV’de katıldığı bir programda silahlı kuvvetleri muhtıra vermekle eleştirenlere seslenerek, ”Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi” demişti:
“ Darbeciler iyi niyetlidir… Burada ‘Askeriye muhtıra verdi’ diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak
diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı
saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler.”
“Fethullah Gülen, 16 isan 1997’de Kanal D’den Yalçın Doğan’a verdiği röportajda ise askerlerin anayasanın kendilerine
verdiği yetkiyi kullandıklarını belirtmişti:
“Onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum,
onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat… Herhalde onların temsil ettikleri
kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı
bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf
ederler onun yerine otururlar.”
“Kuvvet ellerinde olduğu halde çok
mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli
davranıyorlar. Epey zamandan beri. His
öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside
daha dengeli geliyorlar, o açıdan.” (Vatan
Gazetesi, akt. Odatv.com)
Korku neler söyletiyor değil mi insana?
İşte bunlar, karşılarında azıcık örgütlü güç
görseler, korkak ruhları onları aynen böyle, saniyesinde teslim olmaya itecektir.
Ant olsun ki bu örgütlü gücü karşılarına çıkaracağız. Ama bu sefer İşçi Sınıfımız ve
onun Partisi önderliğinde mevzilenmiş Halk
Kurtuluş Cephesinin gücü olacak bu örgütlü
güç, Türküyle, Kürdüyle, Asker-Sivil Devrimci Gençliğimizle, tüm çalışan-ezilen üretmen
halkımızla.
İşte o gün, alayı nedamet getirecek bu korkakların. Buna inancımız her geçen gün artarak devam ediyor, edecek! 15.04.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Mehmet Taşdemir
1953-4.5.1978
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
Recep Vurmuş
İzmir’in işgalinin yıldönümünde alanlardaydık!
1
5 Mayıs 1919’da, İtilaf Emperyalistleri tarafından kararlaştırılan güzel İzmir’imizin
işgali, fiilen başladı.
İtilaf Emperyalistleri işgali gerçekleştirmek
üzere Yunanistan’ı görevlendirdiler. Zaten Yunan Parababaları da şovenizmden gözleri kararmış bir halde “Megalo İdea”yı gerçekleştirmek,
“Büyük Yunanistan”ı kurmak istiyorlardı ve bu
iş için İzmir onların birincil amacı idi. Tabiî daha sonraki, uzun vadeli amaçları ise İstanbul’u
yani Konstantinopolis’i ele geçirmek istiyorlardı.
İşte İzmir’in ve tümden vatan topraklarının
sömürgeleştirilmesi için emperyalistler tarafından başlatılan işgale karşı, ulusal onurunu her
şeyin üstünde tutan Kahraman Gazeteci Hasan
Tahsin, bu topraklarda yaşayan halkların teslim
olmayacağının sinyalini 15 Mayıs 1919’da atmış olduğu İlk Kurşun’la vermişti. Nitekim nice destansı kahramanlıklarla dolu 4 yıllık Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın sonunda emperyalistler ve yerli satılmışlar cephesi alt
edilmiş oldu.
Ancak ve İlk Kurşun’un 93’üncü yılında
AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi bir kez daha bu vatan topraklarını parçalama işine giriştiler.
Hem İzmir’in işgalini, hem Yeni Sevr amaçlı AB-D Emperyalist politikalarını protesto etmek hem de Hasan Tahsin’i anmak, için, 15
Mayıs Salı günü saat 18.00’da HKP İzmir İl Örgütü olarak bir eylem yaptık.
Gümrük’te bulunan Parti binasından Hasan
Tahsin’in Konak Meydanı’ndaki Anıtı’na kadar
önde Kahraman Gazeteci Hasan Tahsin’in resmi, arkasından ellerinde bayrakları, pankartları
ve sloganlarıyla Kurtuluş Partililer… Burada İl
Sekreteri Levent Çelik basın açıklamasını
okudu.
Eylem süresince sık sık; “Hasan Tahsin
Ölümsüzdür”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”,
sloganları atıldı.
İzmir’den Kurtuluş Partililer
İzmir’in İşgalinin 93’üncü yılında bir kez daha haykırıyoruz:
P
Emperyalistler, işbirlikçiler
geldikleri gibi gidecekler!
aris Barış Konferansı’nda AB-D Başkanı,
İngiltere ve Fransa Başbakanlarının aldıkları karar gereği Yunanlı işgal kuvvetleri
İzmir’e girdi. 13 Mayıs’tan itibaren İzmir Körfezini kirletmeye başlamıştı donanmaları. 14
Mayıs gecesi ise emperyalistlerin işbirlikçisi
Vali İzzet Paşa’ya bildirilmişti 15 Mayıs 1919
günü işgalin başlayacağı. Hainler bu haberi sessiz karşılamış ve halkı sükûnete davet etmişlerdi. Ama İzmir’in onurlu halkı, işgale karşı Maşatlık mevkiinde (Bahribaba Parkı) binlerce insanın katıldığı protesto mitingi düzenlemiş ve
sabaha kadar yaktıkları meşalelerle emperyalistlere kararlılıklarını göstermişlerdi.
İşgalci Yunan kuvvetleri İzmir’e girdiklerinde, Rum Metropoliti Hrisostomos tarafından takdis edilmişlerdi. “Büyük Yunanistan”a bağlanma
sevdasındaki Rumlar sevinç gösterileri yaparak
Türk Halkını tahrik ediyorlardı. İçten içe kaynayan ve Reddi İlhak Cemiyeti ile örgütlenen İzmir
Halkı ise sessizdi. İşgal kuvvetleri ilerlerken bir
onurlu yiğit silahına sarılıp işgal kuvvetlerine İlk
Kurşunu sıkmıştır. Bu onurlu insan bir gazetecidir, Hasan Tahsin’dir. Sabaha kadar gözünü
kırpmadan emperyalist donanmayı seyretmiş ve
hıncını
bilemiştir.
“Hukuku
Beşer”
Gazetesi’nin sahibi bu yurtsever gazeteci, emperyalistlere vatan topraklarını işgalin kolay olmadığını göstermiş ve sancaktarı yere yıkmıştır.
Hasan Tahsin’in sıktığı kurşun, emperyalistlere karşı direnişin bir kıvılcımıdır. Emperyalist
işgale karşı direniş ve protestolar, yapılan kongreler ve Anadolu’ya Mustafa Kemal ve arkadaşlarının çıkışı ile birlikte adım adım örgütlü
mücadeleye dönüşmüş ve halk emperyalistlere
karşı yiğitçe direnen öncülerine sahip çıkarak
Birinci Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır.
Yaklaşık dört yıl süren bir savaşın ardından
9 Eylül’de, gene İzmir’de Yunan maskeli emperyalist ordular denize dökülmüşlerdir. Bu defa onları karşılayan ve takdis eden Hrisostomos
gibi hainler kaçacak delik aramışlardır. Emperyalistlerin emrini yerine getirirken beyaz bayrak
sallayarak teslim olan Ali Nadir Paşa gibi hainler yerine, Birinci Kurtuluş Savaşı Önderleri İzmir’imize gururla girmişlerdir İzmir Halkının
zafer çığlıkları arasında. İzmir ve Anadolu kurtulmuştur. Emperyalistlerin oyunları bozulmuş,
Sevr Planları yırtılıp atılmıştır.
İşte İzmir Halkı bu acı günün 93’üncü yılında gene haykıracaktır; “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” diye.
Çünkü günümüzde AB-D Emperyalistleri, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini hain ortaklarıyla birlikte hayâsızca sömürmektedirler.
Uşaklıkta sınır tanımayanlar, ülkemizin şehit
kanlarıyla sulanmış topraklarını yabancılara satmakta ve çıkardıkları yasalarla 2,5 hektardan 30
hektara kadar arazi edinme hakkı vermektedirler yabancılara... Bakanlar Kurulu yetkisi ile bu
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
miktarı iki kat arttırabiliyorlar. Yani vatan toprakları emperyalistlere ikram ediliyor.
Emperyalistlerin vurucu gücü NATO, İzmir’deki üslerini komuta merkezi haline getirip
Libya Halkının direnişini kırma planında emperyalist uçaklara yön vermişlerdir. ABD Emperyalistleri Kürecik’te füze kalkanını korumak
için 300 coniyi yani Amerikan itini topraklarımıza yerleştirmiştir. Gene emperyalistlere koçbaşılık yapan Tayyipgiller, terörist “Özgür Suriye Ordusu” adı altında örgütlediği Suriyeli hainlere lojistik destek ve barınma hakkını vererek, Suriye Halkına karşı düşmanlık etmektedir.
Emperyalistlerin Ortadoğu’daki kirli planlarında İncirlik Üssü lojistik destek merkezi olarak
kullanılmakta ve yıllardır gizlemeye çalıştıkları
nükleer başlıklı füzeler bu üste bulunmaktadır.
Bu Türkiye için utanç verici bir durumdur.
ükleer silah cephaneliğine hayır demek bir
yurtseverlik görevidir.
Özcesi, bugünkü siyasi iktidar tarafından
emperyalistlerin her söylediği yapılmaktadır.
Emperyalistlerin Ortadoğu’da çizmeye çalıştığı
yeni haritanın şekillendirilmesinde görevlerini
yerine getirmekte kusur etmemektedirler.
Türkiye Halklarını dinle kandırmakta “CIA
Dini”nin gereğini yerine getirmekte ve halklarımızı aldatmaktadırlar. Paylaşmayı esas alan
Müslümanlığın hakkaniyetli yönünü ters yüz
edip emperyalistlere uşaklıkta sınır tanımayan
ve Müslümanlara tecavüz eden, işkence eden
ABD askerlerine alkış tutmaktadırlar. Ortadoğu’da sözde Müslüman “Müslüman Kardeşler”
vb. “CIA Dini”ni rehber edinmiş örgütlerle ve
savaşçılarla cephe oluşturmakta ve Müslüman
Arap Halkının katledilmesine yardım etmektedirler. AB-D’nin her istediğini kabul ederek
“Dinler Arası Diyalog” adı altında emperyalistlere yaranan din adamlarıyla işbirliği içinde ulusal ve sosyal kurtuluşun önünü kesmek istemektedirler. Yeni getirdikleri parçalanmış eğitim
sistemi ile de çocuk yaşta gençlerimizi Ortaçağcı politikaları için kurban seçmişlerdir. İşte İzmir’in İşgalinin 93’üncü yılında Türkiye’nin
durumu budur.
Ama bu oyun bozulacaktır. Bu ülkede Birinci Kurtuluş Savaşı’nın geleneğini sürdüren ve
onu bir adım daha ileri götürerek Sosyal Kurtuluşu sağlamaya kararlı kadrolarıyla Kurtuluş
Partisi vardır. Halk örgütlenmesini tamamlayıp
İkinci Kurtuluş Savaşı’nın gerekleri yerine getirilecektir.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin gerek
Türkiye’de gerekse Ortadoğu’daki kirli emellerine son verilecek ve Halklar eşit ve özgür yaşayacakları Demokratik Halk İktidarını kuracaklardır. 15.05.2012
HKP İzmir İl Örgütü
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller (II)
7 Ocak 2012 tarihinde Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü tarafından düzenlenen ve Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı
Yoldaş’ın sunduğu “BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” konulu Konferansı olduğu gibi yayımlıyoruz.
O
İsrail Devleti nasıl kuruldu?
rtadoğu meselesinin bir yanı da İsrail’dir. BOP’un bir önemli ayağı da İsrail’dir.
Neden?
Bildiğimiz gibi İsrail devleti Tarihsel olarak var olmuş bir devlet değildir. Yahudilik temelinde, Yahudiliği benimseyen insanların bir
araya geldiği bir devlettir esasında. Yani, Yahudilik dindir ve İsrail de bunun sonucunda
ortaya çıkartılmış bir din devletidir. Ortadoğu’dan 100 yıllarca, 1000 yıllarca önce Yahudiler sürülmüş. Tarihsel olarak Ortadoğu’da
ulus özelliği taşıyacak nicelikte ve nitelikte
bir Yahudi varlığı kalmamıştır. Yahudi dinini
benimseyen insanlar var, çok küçük bir bölgede. Yani nüfusa oranladığımızda 20’de, 30’da
1 oranında öbek öbek varlıklarını sürdürüyorlar. En çok oldukları yerler, Çarlık Rusyası,
Almanya ve Amerika. Bulundukları, nüfus
olarak en çok barındıkları yerler buralar. Ve
dünyanın her tarafına da Türkiye de dâhil, Osmanlı da dâhil her tarafa dağılmış durumdalar.
Latin Amerika, Avrupa yani dünyanın her yerinde var olan bir ırk.
Yani coğrafi bütünlüğü olmayan, ekonomik bütünlüğü olmayan, tarih birliği olmayan,
ortak bir kültürü kalmamış binlerce yıllık bir
ırkken, emperyalizm, İngiliz Emperyalizmi
getiriyor bu coğrafyaya Yahudileri ve onlara
İsrail diye bir devlet kurduruyor. Balfour
Deklarasyonu diye anılan bir deklarasyon sonucunda… David Fromkin kitabında, Balfour
Deklarasyonu’nun öncesini ve sonrasını ayrıntılıca anlatıyor. Getiriyor, Lübnan’a, Lübnan’ın bir bölgesine, İsrail diye bir devlet kuruyor. 1948 yılında da bunu meşrulaştırıyor,
Birleşmiş Milletler kanalıyla da devlete dönüştürüyor.
İsrail yapay bir devlettir. Ama işte şu iki
kitapta da anlatılıyor ki, İngiliz Emperyalistleri Arap gerici sınıflarından hainleri satın alıyorlar.
Hangi noktalarda satın alıyor?
Sadece Osmanlı’ya karşı isyan etmesi noktasında değil, İsrail’in oradaki yerleşimini de,
Yahudilerin o coğrafyada yerleşimini de kabul
etmeleri şartıyla 1000’lerce sterlin para veriliyor, altınlar veriliyor ki Arap Halkının o zamanki satılık önderlerine, İsrail’in bu coğrafyadaki yerleşmesine karşı çıkmasınlar. Ve satılık Arap liderleriyle Siyonist liderler bir araya getiriliyor, toplantılar yapılıyor. Avrupa’da,
Ortadoğu’da bir sürü toplantılar yapılıyor ve
bu satılık liderler kabul ediyorlar. Yahudilerin
Lübnan’a, bugün İsrail denilen bölgeye yerleşmesini kabul ediyorlar. Yahudilerden size
hiçbir zarar gelmeyecek, aksine sizin çöl halindeki topraklarınızı gelişmiş teknolojileriyle
işleyecekler, tarımı geliştirecekler, dolayısıyla
siz de ekonomik olarak güçlü bir ülke insanları haline geleceksiniz, aldatmacasıyla da Arap
Halkını, satılık önderleri aracılığıyla kandırıyorlar. Ve Arap liderlerinin büyük çoğunluğu,
halkın da bir kısmı, buna karşı çıkmıyor. Ama
büyük bir çoğunluk dinsel nedenlerle Yahudilerin o bölgeye gelmesine karşı çıkıyor. Fakat
yine bizzat Churchill antlaşmayı kabul ettirdiği anda Araplara:
“Biz İngiliz devleti olarak önümüze
koyduğumuz tarihsel görevi yerine getirdik. Ve ben İsrail Devleti’nin kurulmasına
giden yolda başarıya erişmiş birisi olarak,
tarihsel olarak görevimi yerine getirdiğimi
düşünüyorum. Hiçbir şey yapmadıysam bile Yahudileri buraya getirerek, bu topraklara yerleştirmekle ben görevimi yapmış
sayıyorum kendimi” diyor.
Böylesine de kendilerine hedef koymuş
durumdalar.
Niçin? İsrail’i neden kurmak istiyor, yani
Yahudileri Ortadoğu’nun bağrına getirip neden koyuyor?
Bir de nereye koyuyor, arkadaşlar?
Deminki haritayı gözünüzün önüne getirirseniz, Kızıldeniz’in orada, Ege’ye ve Akdeniz’e açılan bir sınır şeridinde kuruluyor İsrail. O sınır şeridini burada göstermeye çalışalım; şurada Kızıldeniz var, sol taraf Mısır, sağ
taraf Lübnan, Arabistan, Suriye, Irak diye gidiyor.
Şimdi petrol nerede?
Petrol Irak’ta, Arabistan’da, İran’da.
O petrol ne ile taşınacak?
Borularla.
Nereye gelecek?
Kıyıya gelecek, kıyıdan gemilere yüklenecek. Yani dolayısıyla da Batının, emperyalist
Batının ihtiyacı olan petrol, gemilerle, tankerlerle kendi ülkelerine götürülecek.
İşte o petrolün gideceği yer neresi?
Nereden geçirilecek o zaman?
Arabistan’dan, satın alınmış Arap topraklarından geçirilecek.
Nereye?
Kızıldeniz’e getirilecek ki gemilere yüklensin.
İşte orada İsrail Devletini kuruyor ki, o gelen petrol boru hatları güvenceye alınsın. Usta’mızın, “Filistin Kaynayan Petrol Kazanı” adlı yazısını arkadaşlar okumuşlardır. Gazetemizde de yayımladık, Devrimci Mücadele
dergilerinde de yayımladık, bağımsız broşür
olarak da var. Orada var olan 3 tane petrol boru hattını ayrıntılarıyla inceler. Ve o boru hatlarının, Irak’tan, Arabistan’dan çıkan petrol
boru hatlarının nasıl Akabe Limanı’na geldiğini ve oradan gemilere yüklendiğini ve bütün
savaşlara rağmen petrol boru hatlarına hiç zarar verilmediğini anlattığını, hatırlayacaklardır arkadaşlarımız.
Hiç kimse, ne İsrail, ne Arap devletlerinin
herhangi birisi, İsrail’le o kadar savaş yaptılar,
hiçbir zaman petrol kuyularına ve petrol boru
hattına en ufak bir zarar gelmedi.
Bakın, aynı şey… şimdi Irak petrolleri nereye geliyor?
Ceyhan’a geliyor.
Bakü petrolleri nereye geliyor?
Ceyhan’a geliyor.
Peki, o boru hattına en ufak bir sabotaj duyuyor musunuz?
Kaç on yıldır savaş var. Türkiye topraklarında da Kürt bölgesinde de savaş var. PKK
aktif bir biçimde Türk Devleti’ne karşı savaşıyor, savaş veriyor, yoğunluklu iç savaş var deniyor.
Peki, petrol boru hattına bir zarar veriliyor
mu, arkadaşlar?
Dişe dokunur tarzda bir zarar bildiğimiz
gibi verilmiyor.
Niye?
Çünkü herkes biliyor ki petrol boru hattına
dokunduğun anda, ABD’nin nasırına bastın
demektir. Dolayısıyla, affı yok, mesele bu…
Yani, petrol boru hatlarının geçiş güzergâhı ve İsrail’in kuruluş noktası tamamen budur.
Sadece petrol de değil. Dünyadaki petrol rezervinin yüzde 67’si hâlâ Ortadoğu topraklarında. Şu anda bilinen rezervlerin yüzde 67’si,
yüzde 70’i Ortadoğu topraklarında. Doğalgaz
aşağı yukarı, hakeza aynı oranda Ortadoğu’da
ve Kafkaslarda. Ve şimdi bir plan daha var biliyorsunuz, abucco Projesi var. Bakü-Ceyhan var. Geçtiğimiz günlerde Nabucco Projesi’ni imzaladılar. Burada Ceyhan’a gelen petrol de direkt Ceyhan’dan dağıtılmayacak.
Nereye gidecek?
İsrail’in Hayfa Limanı’na gidecek. Ve
Hayfa’nın yeni adı “Yeni Rotterdam”. İsrail
de yeni haritalarında Yeni Rotterdam diye yazıyormuş Hayfa’nın adını. Yani bütün bu boru
hatları Hayfa’ya gidecek ve dünyaya oradan
dağıtılacak.
Yani İsrail Devleti’nin kurulmak istenmesinin biricik amacı, o zaman için söylüyorum,
1920’li yıllar için söylüyorum, İsrail devletinin kurulmasının düşünüldüğü coğrafyanın
petrolün geçiş kaynakları üzerinde olmasıdır;
petrolün geçişinin garantiye alınmak istenmesidir. Biricik, tek amaç budur. Yoksa Yahudilere bir devlet kurmak, Yahudi ırkını korumak
asla değil.
Ve yine burada, bu yazarlar, Amerikalı
stratejistler (G. Friedman ve Z. Brzezinski)
diyorlar ki, “Okyanuslara hâkim olan, dünyaya hâkim olur”.
Ve şu anda ABD donanması, bütün dünya
devletlerinin donanmalarının toplamından daha fazlaymış sayıca. Ve şu anda dünyada ilk
kez bir tek ülke (ABD), bütün okyanuslarda
bayrak dalgalandırıyormuş, denizcilik deyimiyle. Gemileri varmış. Başka hiçbir ülkenin
ve şu zamana kadar hiçbir yerde bir tek ülkenin bütün okyanuslarda bayrağı dalgalanmamış, savaş gemileri yer almamış.
Konudan konuya geçmiş oluyoruz, demin
de söylediğim gibi konular çok bağlı, iç içe
geçmiş. Şu günün dünyadaki en önemli konularından bir tanesi nedir?
Hürmüz Boğazı’ndaki gerginlik, değil mi
arkadaşlar?
Hürmüz Boğazı ne?
İran’ın petrolünün gemilere yüklendiği
yer, ihracatın yapıldığı yer. Ayrıca Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan petrolünün
de Batı pazarlarına ulaştırılmak üzere tankerlerle geçiş yaptığı bir boğazdır.
İran liderleri ne diyor?
Bir daha ABD savaş gemisi gelirse, ikinci
kez tekrarlama alışkanlığımız yoktur uyarımızı diyor, Devrim Komuta Konseyi Başkanı.
Şimdi Hürmüz Boğazı’nda bir savaş havası
var.
Niye?
Aynı savaşın bir parçası, petrol savaşının.
Ve ABD savaş gemileri geliyor, Hürmüz Boğazı’na giriyor.
Gene bir sözleri var stratejistlerin, ki bu
eskiden beri söylenen bir şey, “Avrasya’ya
hâkim olan dünyaya hâkim olur”, diyorlar.
O da petrol bakımından.
Avrasya ve Ortadoğu’ya hâkim olan, dünyaya hâkim oluyor.
Neden?
Petrol ve doğalgaz yüzünden. Yani Ortadoğu’nun böylesine stratejik bir önemi var…
Emperyalistler Rus Çarlığı’yla zaman zaman işbirliği yapmış olsalar da esas olarak
Rus Çarlığı’yla, Ekim Devrimi’nden önceki
Rus İmparatorluğu’yla çelişki içindeydiler.
Şimdi de Rus Emperyalizmiyle çelişki içindeler.
Kendi aralarında da çelişkiler yok mu?
Var. Emperyalist dünya bir cöngül dünyası. Yani en güçlünün en fazla pay almaya çalıştığı bir dünya. İngiltere de, Fransa da, ABD
de, Kanada da, Japonya da emperyalist ülkeler
ama (o bakımdan ittifak içindeler; G8’ler,
G20’ler, üçlü ittifak anlaşmaları var, birlikte
dünyayı paylaşıyorlar) bir yandan da aralarında korkunç bir rekabet söz konusu.
Hangi rekabet?
Dünyanın yağmalanmasından, yeraltı ve
yerüstü servetlerinden en fazla payı kimin alacağı rekabeti hüküm sürüyor.
İşte o yüzden şimdi ABD Emperyalistleri
ve bütün olarak AB-D Emperyalistleri Rusya’ya diş biliyorlar, gösteri yapıyorlar. Ve Rus
topraklarını ele geçirmeye, Rusya’nın etrafını
çevirmeye çalışıyorlar, Letonya, Litvanya gibi
ülkeleri kendilerine yedekleyerek, Ermenistan’ı kendilerine yedekleyerek, Rusya’nın etrafını çevirmeye çalışıyorlar.
Rusya’nın sıcak denizlere en kolay çıkış
yeri neresi?
Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale Boğazları. Dolayısıyla, BOP’un eşbaşkanlığına Tayyip’in getirilmesi, tesadüfî bir şey değil. Yani,
savaşla alamadıkları Çanakkale’yi, Mondros
Ateşkes Antlaşması’yla ele geçirdiler. Biz
Montrö Sözleşmesi’yle kontrol altına alabildik Birinci Kuvayimilliye’nin sonucunda.
Ama ne yazık ki bu Tayyipgiller iktidarıyla
birlikte Montrö delinmiş oldu ve emperyalist
ülkelerin savaş gemileri Karadeniz’e rahatlıkla girip çıkıyor.
ABD elinden gelse Karadeniz’i ve Boğazları Rusya’ya kapatmayı bile ister.
Yani dolayısıyla BOP demek Avrasya demektir… BOP demek Ortadoğu demektir, adı
üstünde... O da doğalgaz ve petrol demektir.
Doğalgazın ve petrolün nakli demek, Avrupa ülkelerine gönderilmesi demek, İsrail demektir.
Kıbrıs emperyalistler için
neden önemli?
İsrail demek; petrol demek, Kıbrıs demek
aynı zamanda, arkadaşlar.
Neden Kıbrıs?
Kıbrıs bir küçücük ada. Yani 287 bin Türk
nüfus var, 803 bin Rum nüfus var, 9251 kilometrekare toprağa sahip bir ada. Yani böyle
bir adanın eti ne budu ne? Eti ve budu, coğrafi öneminden kaynaklanıyor.
Önemi nedir?
Akdeniz’in doğusunda yer tutan Kıbrıs,
Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Kızıldeniz-Hint Okyanusu hattını
denetleyebilecek coğrafi bir konumdadır. Yani
başta Rusya ve Türkiye olmak üzere Hint Okyanusu’na ulaşmak isteyen Karadeniz’e komşu ülkelerin yolu üzerinde, batmayan bir uçak
gemisi gibidir Kıbrıs.
Kıbrıs tümüyle (Türk ve Rum kesimiyle)
AB’nin bir parçası yapılmak isteniyor. AB’ye
bağlanmak isteniyor.
Niye?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, coğrafi konumu ve batmayan, batırılamayan bir uçak gemisi, bir üs özelliği taşıdığı için. Çok önemli
bir bölgenin denetimini garantilediği için.
Peki bizim için Kıbrıs nedir?
Başta da söylediğim gibi biz emperyalist
emeller peşinde değiliz. Kıbrıs’a, hakkımız
olmadığı halde, fethedelim, bizim de sömürgelerimiz olsun diye bakmıyoruz. Hayır! Mesele bu değil. Tarihen Osmanlı’nın 300 yılı aşkın hüküm sürdüğü bu topraklarda bir Türk
varlığı, Türk nüfusu oluşmuştur. Bu halkı yok
sayarak çözümler üretilemez. Bu halk ise biliyoruz Türk ulusunun bir parçasıdır. Üretilecek
en doğru çözüm de, Kıbrıs Türk Halkının anavatandaki halkla bütünleşmesi yani Kıbrıs’ın
bir Türkiye Cumhuriyeti ili olarak Türkiye’ye
bağlanmasıdır. Keza Rum kesim de hep özlemini çektikleri Yunanistan’la birleşmelidir.
Tek hakkaniyetli çözüm budur.
Oysa AB kanalı kullanılarak Türkiye’ye
dayatılmak istenen çözüm nedir?
Kıbrıs Türk kesimi, Rum kesimiyle birleşsin AB’ye üye olsun. Türkiye’nin bu topraklar
üzerinde hiçbir egemenlik hakkı kalmasın.
Böyle bir çözümü, emperyalistlerin bu dayatmasını kabul etmek; kendisine devrimciyim
diyen insanların kabul edebileceği bir çözüm
olamaz. Çünkü bunu çözüm olarak kabul etmek, emperyalistlerin emellerine alet olmak
demektir.
Dolayısıyla Kıbrıs meselesi de, işte böylesine önemli bir coğrafi noktada olduğu için,
önem arz ediyor hem emperyalistler bakımından hem de biz devrimciler bakımından...
O bakımdan bizim hep sorduğumuz gibi,
az önce de anlattığım gibi Ortadoğu’yu yeterince böldükleri yetmezmiş gibi, diyelim ki
30-40-50 parçaya bölmek istemelerine rağmen, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı o kadar ayrı
devletlere bölmüş olmalarına rağmen, bir tek
Yugoslavya’dan yedi devlet çıkarmalarına
rağmen ve hâlâ da bölmek istemelerine rağmen, emperyalistler Kıbrıs’ı neden birleştirmek istiyor?
Bu soruyu hep soruyoruz ve diyoruz ki bu
sorunun karşılığı olarak da; o batmayan uçak
gemisi (hava-deniz üssü), o stratejik noktayı,
Ortadoğu’ya, Kafkaslara, Rusya’ya ve Hindistan’a ve oradan tüm okyanuslara-tüm dünyaya geçişi denetleme imkanı veren o adayı
ele geçirmek için birleştirmek istiyor emperyalistler. Rum çoğunluğa dayanarak, Avrupa
Birliği’ne girmiş Rum Cumhuriyeti’ni dayanarak, Türk nüfusunu ona tabi kılarak, bir birleşik Kıbrıs devleti yaratıp onu da bir Avrupa
Birliği Devleti olarak kendi sınırları içine almak ve bir üs olarak kendi çıkarları için kullanmak istiyor. Kıbrıs’ın önemi de buradan
geliyor.
Yani o bakımdan Kıbrıs, Ortadoğu, İsrail
ve Filistin sorunu gerçekten birbirinden hiç
ayrılmaz zincirin halkaları biçimindedir. Bu
halkalardan birini devrim yönünde koparırsak, yani biz devrimciler bakımından bir halkayı koparabilsek, o zincir tamamen kopacak
ve emperyalist planlar boşa çıkıverecek.
O bakımdan Türk Devrimi’nin, Anadolu
Devrimi’nin Bolşevik Devrimi’nin önemi burada kendisini gösteriyor. Yani biz burada bu
rezil zincirin bir halkasını kopardığımız anda,
zinciri sürükleyecek halkayı ele geçirmiş olacağız, devrimciler olarak. Yani Türkiye’de
devrimi başarmak tüm Ortadoğu’da devrim
ateşi yakmak demektir. Tüm Ortadoğu’nun
devrimci rüzgarlarla dalgalanması, devrime
yönelmesi demektir.
Şimdi Kıbrıs’a dönersek, şu anda Kıbrıs’ta
emperyalistlerin üsleri yok mu?
Var, arkadaşlar. İngilizlerin iki tane çok
önemli üssü var.
Birincisi; Agratur askeri üssü, Kıbrıs’ın
güneydoğusunda,
İkincisi; Dikelya askeri üssü, Kıbrıs’ın güneybatısındadır.
Her iki üs de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu
yana faaliyette bulunuyorlar. İngiltere 24 Haziran 1954’te aldığı kararla Mısır’daki Ortadoğu hava ve kara karargâhını da Kıbrıs’a taşıyor. Üs toprakları 270 km2 kadardır ve Kıbrıs yüz ölçümünün de yüzde üçüne eşittir. Ve
bu üs denizaltı üssü olarak da faaliyet gösteriyor, komuta ve radar merkezi olarak da faaliyet gösteriyor ve bu üslerden ABD de yararlanıyor, İngilizlerle birlikte. Ve bu bölgeye yönelik dinleme faaliyetlerinin ana merkezi de
Kıbrıs’ta. Bu dinleme faaliyeti de İsrail’le birlikte yürütülüyor. Dolayısıyla İsrail’le eşgüdüm içinde çalışıyorlar. Kıbrıs’ın onlar tarafından tamamen ele geçirilmesi de, konumuzun içinde de yer alan füze savunma sistemi
de, batarya sistemi de İsrail’le bağlantılı olaylardır.
Yani, olayların hepsi zincirleme bir biçimde birbirlerine bağlı gidiyor ve emperyalistler
o zincirlerin tamamını, halkalarını birleştirmeye çalışıyorlar. Birinci Emperyalist Evren
Savaşı’nda, İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nda önemli başarılar kazanmalarına, mesafeler kat etmelerine rağmen, yetinmiyorlar,
çünkü tamamına hâkim olmuş değiller. İşte
Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi diyerek bunu hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Tayyipgiller, Suriye Halkına ölüm,
acı getirecek savaşın işbirlikçisi!
Bu arada, Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte, Sosyalist Kamp’ın dağılmasıyla birlikte bir
de Kafkasya kartı önlerine altın bir tepsi içinde sunulmuş oldu. Şimdi de onun planlarını
yapıyorlar.
Ortadoğu’nun bir parçası olan Irak, az çok
değinmeye çalıştım, üçe bölünmüş durumda.
Bu fiilen gerçekleşti, çok geçmeden resmen
de ilan edilecek. Düne kadar Tayyipgiller’in
ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yaptığı, vizelerin kaldırıldığı, tek devlet noktasına gittiğimiz, onların deyimiyle sürekli bir arada olduğumuz, yanı başımızdaki Suriye’yle de aramızda büyük bir çelişki var. Yani sıfır sorun
diyorlardı biliyorsunuz, bunu da döne döne,
ballandıra ballandıra anlatıyorlardı; sınırlarımızda sıfır sorun olacak diyorlardı. Hepimizin
de takip ettiği gibi, şu anda aramızda gerginliğin olmadığı hiçbir sınırımız yok. Bütün komşularımızla çelişki içindeyiz. Ve kimileriyle
savaş hali içindeyiz. Adı konulmamış bir savaş hüküm sürüyor.
Örneğin nerede?
Örneğin Suriye’yle şu anda adı konulmamış bir savaşın içinde Türkiye. Emperyalistler
kendilerine hizmet edecek her şeyi kullanıyorlar. Dil oluyor, kültür oluyor, coğrafya oluyor…
Ortadoğu’da en çok neyi kullanıyorlar?
Mezhepleri kullanıyorlar. Şiilik ve Sünniliği çok yaygın bir biçimde kullanıyorlar. Suriye’de de aynı yöntemi uyguluyorlar. Irak’ta
uyguladılar, İran’da uyguluyorlar. Dediğim
gibi, Bahreyn’de, Kuveyt’te uyguluyorlar. Her
yerde bunları kullanıyorlar.
Suriye’de, Suriye yönetiminin altı ay öncesine göre nitelikçe farklı bir uygulaması söz
konusu mu, arkadaşlar?
Yani, Suriye hükümeti, Beşar Esad yönetimi altı ay önce demokrat bir iktidardı da şimdi halkına şunları, şunları, şunları uyguluyor
dediğimiz bir iktidar mı?
Hayır, değil. İletişim çağı deniyor, iletişim
çağında yaşıyoruz. Hiçbir ülkede hiçbir şey
çok uzun süre gizli kalmıyor. Yani iletişim ağı
sayesinde ülkedeki bütün şeyler çok kısa sürede açığa çıkıyor. Bu iletişim çağında Suriye’nin görmediğimiz bir yanı var mıydı? Bilmediğimiz bir yanı var mıydı bizim, Suriye
yönetiminin ve uygulamalarının ve halkının
buna karşı gösterdiği tepkiler bakımından?
Yoktu.
Ama ne oldu?
Bir anda biz Suriye’ye karşı tavır aldık.
Ne oldu?
“Suriye bizim iç işimiz” oldu, Tayyip’in
deyimiyle.
Başka bir devlet, bağımsızlığı, parlamentosu, seçimleri, her neyse, ne varsa, kendisini
yöneten bir devlet, bir halk, bir ulus senin nasıl iç işin olur?
Ama emir nereden geldi?
Emir büyük yerden geldi, emir ABD’den
geldi.
Şimdi ABD, Afganistan ve Irak’ta bataklığa saplandı. ABD, Irak’tan, kendisinin de söylediği gibi, “gönül rahatlığıyla git”miyor.
Irak’ı böldü, parçaladı tamam, petrolü ele geçirdi, yağmalıyor, yurtseverleri katletti, dağıttı, halklara gözdağı verdi tamam, ama sonuçta
kendine bağlı, tamamen sıfır bir iktidar da kurabildi mi?
Kuramadı. Nihayet halk hareketleri var,
Sünni hareket var. En azından direniş hareke-
4
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Neyi kullanacak?
İşte bizim Tayyipgiller’i buluyor. Tayyipgiller bu işe teşne.
Niye?
“Yeter ki beni lağım deliğine süpürme”;
anlayışları bu. Bu anlayışla hareket ediyorlar.
Yeter ki devran sürsün, makam, koltuk, ün,
namımız, Kasımpaşalılık yürüsün, dünyalığımızı da vuralım, kükremeye devam edelim,
rib Hapishanesi’nde mahkûmlara yapılan
işkencelerin sorumlusuydu.” (Milliyet, 08
Aralık 2011)
Yani böylesine de açık, aleni oynuyorlar. O
bakımdan Suriye meselesini de kardeş Suriye
Halkıyla aramıza kan davaları sokmak için sonuna kadar kullanıyorlar ve ne yazık ki bunda
da şu an için başarılı gözüküyorlar.
Genel Başkan’ımızın da söylediği gibi,
Suriye’yi şu anda devirememelerindeki birinci etken ne oldu?
Rusya’nın ve Çin’in bu politikaya karşı
çıkması oldu. Çünkü Rusya da kendisine yönelen okun ucunu görüyor. Yani Ortadoğu’yu
tümüyle ele geçirmek (Irak’ı ele geçirdiler),
bir kez daha bölmek, parçalamak isteyen emperyalistler için hedef, önce Suriye’yi, arkasından İran’ı da ele geçirmektir. Daha sonra
da Rusya’nın alt karnı olan Kafkaslar’a sıra
gelecek. O bakımdan onu engellemek için, tamamen ele geçirmesini engellemek için Suriye’ye dokunmayacaksın, diyor, İran’a destek
veriyor. Dolayısıyla Suriye iktidarının şu anda
yıkılmayışının birinci nedeni Rusya’nın Suriye iktidarına sağladığı destektir. Rusya bu
desteği çektiği anda Hoca’mızın da söylediği
gibi Suriye iktidarının, iktidardan gitmesi çok
biz yiyelim, yanımızdakilere de yedirelim.
Bunun için halk çocuklarını Suriye Halkıyla
boğazlaştırıp harcamak gerekiyorsa bundan
da hiç geri durmayalım.
Şimdi, dünyanın neresinde gördük arkadaşlar? “Özgür Suriye Ordusu” diye bir ordu var, komutanı var ve o ordu Türkiye topraklarında, Yayladağ’da, Samandağ’da. Yayladağ’da kurulan, sözde Suriye’deki baskı rejiminden gelen Suriyelilerin konaklatıldığı
kampta “Özgür Suriye Ordusu” kuruluyor. Sadece Yayladağ’da değil, Kilis’te de yine geçtiğimiz günlerde gazetelerde vardı, yeni bir
kamp kuruluyor. Şu anda hazırlıkları sürüyormuş.
Niye kuruluyor bu kamp? diye CHP milletvekilleri soruyorlar.
Deniyor ki, Suriye’den mülteci akını olacak, ona hazırlık yapıyoruz.
Yahu sen nereden biliyorsun Suriye’den
mülteci akını olacak da şimdiden kamp kuruyorsun? Hangi devlet yapmış böyle bir şey şu
ana kadar?
Biz böyle bir şey görmedik şu ana kadar.
Ben elli beş yaşıma geldim, ben duymadım,
benden daha büyükler, yaşlılar da böyle bir
şey duymamışlardır.
Ve “Suriye Ulusal Konseyi” İstanbul’da
toplanıyor, yeri yurdu belli. Yeri var. Toplantılar yapıyor Suriye muhalefeti. “Özgür Suriye
Ordusu” Samandağ’da, Yayladağ’da örgütleniyor. Ve Tayyipgiller Hükümeti bunun en
başında, en içinde. Hangi hakla, hangi yetkiyle ve neye güvenerek?
İşte ABD’ye güvenerek, ABD’nin yönlendirmesiyle.
O bakımdan, ne yazık ki Suriye’yle bir savaş var aramızda ve Beşar Esad rejimini destekleyen Arap Halkı bakımından, o halkla aramıza artık en azından soğukluklar girdi, kan
davaları da giriyor. Bizim topraklarımızdan
“Özgür Suriye Ordusu”nun çeteleri Suriye’ye
geçiyorlar, savaşıyorlar, çatışıyorlar, bombalamalar yapıyorlar, geri dönüyorlar.
Nereye?
Yayladağ’a...
Yani fiilen bir savaş yürütüyor “Özgür Suriye Ordusu” denilen ordu. Ve o ordunun asıl
örgütleyiciliğini de Irak’taki işkenceci ABD
komutanlarından birisi yapıyormuş:
“ABD’li general muhalif askerleri yönlendiriyor
“Suriye gazetesi Al Thawrah, Beşar
Esad rejimine karşı mücadele eden taraf
değiştiren askerlerin oluşturduğu Özgür
Ordu’nun Amerikalı bir komutan tarafından yönetildiğini yazdı. Gazetenin Rus
kaynaklara dayandırdığı habere göre General Charles Vleveland Irak’taki Ebu Ga-
uzun sürmez.
Yine emperyalistlerin hep kullandıkları bir
şey var, hatırlayacağımız gibi.
Emperyalistlerin Irak’ı işgal sebeplerinden
biri neydi?
Nükleer silahlar var ve halkları tehdit ediyor, özgürlüğe ve demokrasiye tehdit oluşturuyor, güvenliği bozuyor. Şimdi savaşın sonunda çok açıklıkla görüldü ve açıklandı ki
nükleer tesis, nükleer silah aldatmacadır. Bu
şekilde hiçbir tesis bulunamamıştır.
Bir gazete haberi: “Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den yalan ifade
itirafı”.
Burada itiraf ediyor ki Irak’ta böyle bir tesis yoktur, yalan söyledik, diye. “Irak, İran
ve nükleer yalanlar” diye, yine nasıl yalan
söylediklerini anlatıyor, Irak’ta nükleer silah
var, kitle imha silahları var diyerek. Hakeza
yine “ABD’yi yakacak şok belge” diye bir
belge var. Savaşı nasıl başlatsak, nereleri vursak diye. Bunlar artık tarihen açığa çıkmış bilgiler. Yani Irak Savaşı yalanlar üzerine kurulmuş bir savaştı. O savaşta kitle imha silahı yalanıyla halkları kandırdılar. Saddam’ın hatalarından da yararlanarak Irak’ı bu hale, bu perişan, feci hale getirmiş durumdalar.
Oyunu planlayanlar aynı kişiler olduğu
için ister istemez aynı şeyleri yapıyorlar. Aynı
planlar hayata geçiyor. Karşılarında güçlü bir
direnç noktası olmadığı için de yeni planlar
hazırlamaya çok çaba sarf etmiyorlar. Son bir
ay, bir buçuk ay öncesine kadar Suriye yönetimi hakkında sadece “diktatörlük” dediler.
Esad, halkına zulüm uyguluyor, dediler. Bu
tutmayınca hemen bir başka yalana sıçradılar,
sınırlarımızdan 100 km ötede Suriye’nin nükleer tesisleri var, dediler. Haritalar yayınladılar, işte şu tesis aslında nükleer tesistir, diye.
Yine fotoğrafları falan da var burada. Şimdi,
Irak’taki yalan Suriye’de de tezgâhlanmaya
çalışılıyor. Nükleer silahlar var, kitle imha silahları var, dolayısıyla halklara zarar verecek,
bunu önlemeliyiz. Bu henüz tutmadı
Suriye’de. Irak’ta çok açık düştüğü için bu yalan, Suriye’deki bu yalan tutmadı ama bu yemi attılar. O sallanıyor şimdi. Bugün tutmazsa
yarın tutacak, diyorlar. Yani atılmış bir olta,
atılmış bir yem var nükleer konusunda.
Hakeza, aynı yalanı, aynı silahı nerede
kullanıyorlar?
İran’da kullanıyorlar. Nükleer silah elde
etti, atom silahı elde etmeye çok yaklaştı, yok
şurada şu parçayı üretirken yakaladık, şunu
satın alırken yakaladık, işte iki ay süresi kaldı
vb. gibi aynı yalanları orada da tezgâhlıyorlar.
Çünkü tezgâhlayanlar aynı. CIA patentli planlar, projeler bunlar, arkadaşlar. O bakımdan,
aynı yalanları uyduruyorlar. Halkları kandır-
tini tümüyle batıramadı.
Örneğin, El Kaide Hareketi ne yapıyor?
Varlığını sürdürmeye, savaşmaya devam
ediyor. ABD’nin kendisinin güdüp beslediği
El Kaide, bugün kendine karşı militanca savaş
veriyor. Ve örneğin Afganistan El Kaide’si ile
Pakistan Taliban’ı, El Kaide’si, geçen günkü
gazetede vardı, Pakistan’daki faaliyetlerini askıya alıyorlar, bütün güçlerini Afganistan’daki NATO güçlerine yöneltme kararı alıyorlar.
Yani kendi büyütüp beslediği hareketler bile
bir müddet sonra kendisine dönüveriyor.
Bu bakımdan burada da, Irak ve Afganistan’da da başarısız olduğu için, Suriye kestanesini ateşten kendi eliyle almak istemiyor.
Emperyalistlerin Suriye
Savaşı’nda Türkiye’ye biçtiği rol
maya çalışıyorlar, halkları bu yalanlara inandırmaya uğraşıyorlar, medyanın büyük gücünü kullanarak.
Nakliyat-İş Genel Başkanı da gitti Suriye’ye, okumuşsunuzdur. Heyet olarak, DİSK
heyeti olarak gittiler ve dönüşte açıklama yaptılar ki, herhangi olumsuz bir şey görmedik,
diye. Arap Heyeti gitti, biliyorsunuz, Arap
Birliği’nden heyet gitti, biz büyük bir facia,
büyük bir çatışma görmedik, dediler. CHP
milletvekilleri gitti, Birgül Ayman Güler açıklama yaptı ki, hiçbir çatışmaya şahit olmadık,
bize anlatılanlar yalan, dedi. Suriye yönetimi
medya mensuplarını götürdü, döndüklerinde
hiçbir çatışmaya şahit olmadık, dediler. Yani
medyanın büyük gücünü kullanıyor, ama bunlar ne yazık ki azınlıkta kalan görüşler.
İşte Başkan’ın görüşlerini, DİSK heyetinin
görüşlerini kim biliyor, ne kadar etkili oluyor?
Hayır, etkili olmuyor ne yazık ki.
Ama uluslararası medya ha bire Suriye yönetimi aleyhinde uydurma, aslı astarı olmayan
“katliam” haberlerini pompalıyor.
Tayyigiller’in işbirlikçiliği, Arap Halkıyla aramıza nifak tohumu sokuyor
Sınırlarımızda ise kardeş Suriye Halkına
karşı “Özgür Suriye Ordusu” denerek bir ordu
oluşturuluyor, “savaş veriliyor” “Suriye Ulusal Konseyi” denerek karşıdevrimciler topraklarımızda emperyalistlere hizmet amacıyla örgütlendiriliyor. Ve Suriye Halkıyla aramıza
kan davaları sokuluyor.
Arap halklarıyla ve komşularımızla aramıza bir nifak tohumu daha ektiler, bildiğimiz
gibi: “Füze Kalkanı Sistemi”.
Kime karşı?
Sözde kimseye karşı değil, hiç kimseye
karşı değil! Yani sözde iyi niyetli bilimsel
araştırmalar çerçevesinde kalkanlar kuruyorlar. Rusya’ya karşı, onu da söylemiyorlar gerçi netçe. İran’a karşı asla demiyorlar. Hepsinin döne döne söylediği şey bu; Füze Kalkanı
asla İran’a karşı değil. Bizimkiler (Tayyipgiller) de bastırıyorlar ki İran’a yönelik derseniz
biz karşı çıkarız filan… Yani İran’a karşı değildir bu kalkan. Beğenmediğimiz Sarkozy
dedi ki, “Biz kediye kedi deriz, bu kalkan
İran’a karşıdır.” Bu kadar açık, yani gerçekten
kediye kedi deniyor. Ve bu füze kalkanı İran’a
karşı kuruldu.
Kimin için, kimi korumak için?
İsrail’i korumak için.
Yine İsrail’e geliyoruz.
Niye İsrail?
Petrol ve doğalgazdan dolayı... Yoksa, Yahudi’nin kara kaşına kara gözüne hayran olduklarından, dini duyguları güçlü olduğundan
değil. Petrol için, değerli arkadaşlar.
Petrolün ana bekçisi, en güvenilir bekçisi
kim?
Tabiî ki İsrail Devleti.
İsrail’de zaten füze kalkanı, radar sistemi
varmış. Bir tanesi Amerika’daymış, bir tanesi
de Malatya Kürecik’te olacak. Ana merkez elbette Amerika’daki. İsrail’de de radar üssüne
ek olarak bilgileri değerlendirecek merkez de
zaten kurulmuş ve işliyormuş şu anda. Yani o
radar
görevini
yerine
getiriyormuş.
Kürecik’ten alınan bilgiler de İsrail’deki merkeze gidecekmiş, oradan Amerika’ya gidecekmiş. Amerika aynı yönlendirmeyle yaparsa
eğer füze kalkanını ateşleyecekmiş olası bir
saldırı anında. İsrail de kilit ülke. Hem bilgileri aktarma bakımından, hem emirleri uygulama bakımından İsrail kilit noktada.
Kürecik’in bir kilit nokta önemi var mı?
Hayır, sadece coğrafi önemi var. En yakın
nokta orada olduğu için Kürecik’te kuruluyor.
Coğrafi olarak en elverişli gözleyebilecek, en
kısa sürede algılayabilecek, diyelim ki İran’ın
attığı füzeyi saniyeler içinde algılayabilecek
coğrafi bölge Kürecik olduğu için orada kuruluyor. Yoksa orada bir şey olsun diye kurulmuyor. Lalettayin Kürecik olsun denmiyor.
Coğrafi olarak en yakın nokta, en iyi gözlemleyebilecek, algılayabilecek nokta Kürecik olduğu için orada kuruluyor…
Dolayısıyla ne oluyor şimdi?
İran ha bire füze denemeleri yapıyor. Ve
İstanbul dahil, Türkiye’nin her bir alanı, İran
füzelerinin kapsama alanı içerisinde. Suriye’nin bütün füzeleri de İstanbul dahil, Trakya dahil Türkiye’nin bütün bölgelerini vurabiliyor.
Ne için?
ABD’nin savaşı için, arkadaşlar.
Bizim Suriye Halkıyla, bizim İran Halkıyla ne alıp veremediğimiz var?
Aramızda bir çelişki var mı?
Hayır, yok. İşte kardeştik, ortak bakanlar
kurulu toplantısı yapıyorduk. Ama şimdi düşman olduk.
Ve kimin için düşman olduk?
ABD için düşman olduk, değerli arkadaşlar. İran’ın veya Suriye’nin füzeleri İsrail’i
vurmasın, petrol boru hatlarına zarar vermesin, onların ekonomileri çökmesin. Petrole bağımlı olan ekonomileri, doğalgaza bağımlı
olan ekonomileri çökmesin, askeri güçleri
ABD’nin Dışişleri Bakanı Clinton: “Partilerin kendilerini nasıl adlandırdıklarından çok, onların ne yaptığını önemsiyoruz”, diyor. (Milliyet, 09 Kasım 2011)
Türkiye’nin ve Tayyip’in yaptıklarına bakarsak, söylediklerinin önemi yok, bizim için
bir problem yok, diyor.
Bunu neden söylüyorum?
“One minute”in hiçbir önemi yok. Mavi
Marmara baskınından sonra “Akdeniz, Türk
gemilerini daha çok görecek” efelenmesinin
hiçbir önemi yok bizim için, diyor. “Biz söze
değil, işe bakarız”.
İşi ne?
İşi bu, arkadaşlar.
Mavi Marmara’dan sonra yine bağlı bir
mesele, İsrail ve Ortadoğu meselesi, Filistin
ve din meselesi.
Mavi Marmara nereye gidiyordu?
Filistin’e, Gazze’ye gidiyordu.
Ne götürüyordu?
İnsani yardım götürüyordu, başta ilaç olmak üzere. Giyim malzemesi, sağlık malzemesi götürüyordu.
İsrail izin vermedi, Müslümanları katletti.
Dokuz Türk vatandaşını acımasızca katletti.
Gazetemizde yazdık, başka bir sonuç beklenebilir miydi?
Beklenemezdi. Yani orada da “kediye kedi” denecekti. İsrail saldıracaktı ve hiç acımayacaktı. Aynen de öyle oldu.
Arkasından yeni filo hazırlandı, biliyorsunuz, iki ay önce, Kasım falandı. O filo giderken savaş gemilerimiz Akdeniz’de olacak ve
o filoyu koruyacaktı. O gemileri, donanmamız
koruyacaktı.
Ne yaptı donanma?
Hiç! Tık çıkmadı.
İsrail ne yaptı o yardım konvoyuna?
nuçta istediğimizi yap.
Ne yap?
Emirlerimizi yerine getir, Suriye’yle kötü
ol, Filistin’e destek olma, diyor. Mesele budur. ABD Emperyalistleri bunu hep başarıyorlar. Tayyipgiller’e de bunu hep yaptırıyorlar…
Biliyorsunuz, Filistin devlet değil. Birleşmiş Milletler’de gözlemci sıfatı var, UNESCO’da üyeliği var. Üyeliği de yoktu ama yeni
üye oldu biliyorsunuz, iki ay kadar önce.
UNESCO’da Filistin’in tanınması, asli üye
olarak kabul edilmesi oylandığında, karşı çıkan devletlerden bir tanesi ABD, bir tanesi İsrail, bir tane de daha küçük bir devlet var. AB
ülkeleri çekimser, birkaç tanesi çekimser, geri
kalan devletlerin tamamı UNESCO üyeliğini
kabul ediyor Filistin’in. ABD karşılığında ne
yaptı? Her yıl 80 milyon dolar UNESCO’ya
yardımda bulunuyormuş, ilk işi o yardımı kesmek oldu.
Tâ 1948’de İsrail Devleti’ni kuranlar, 2010
yılında ayrı ayrı devlet kuranlar, bir tek Yugoslavya’dan yedi tane devlet çıkaranlar, işte
sözde Kürdistan’a özgürlük veren, Şiilere özgürlük veren ABD Emperyalistleri Filistin
Devleti’ni tanıyamıyorlar. Ve konu Birleşmiş
Milletler’e gelirse yine karşı çıkacak ABD. İsrail zaten karşı çıkıyor, anlaşmalara aykırı olarak. İsrail ve Filistinlilerin, şu kitapta da (D.
Fromkin’in kitabında da) kanıtlarıyla anlatıldığı gibi, o zamanki Balfour Deklarasyonu gibi, işte bir sürü anlaşmalar var, Sykes-Picot
Anlaşması vs. var. O anlaşmaların tamamında
da Filistinlilerin ayrı bir devlet kurması kabul
edilmişken, bu anlaşma çiğnenip geçilip gidiliyor, 2010 yılına geldik, hala Filistin ayrı bir
devlet olarak varlığını sürdüremiyor.
En büyük engel kim?
ABD ve İsrail. Çünkü ABD veto ettiği anda o karar hayata geçmemiş oluyor.
Dolayısıyla, konuyu toparlamak istiyorum. İsrail meselesi Suriye meselesidir, Suriye
meselesi Kıbrıs meselesidir, Kıbrıs meselesi
Kafkasya meselesidir. Yani birbirine etle tırnak gibi geçmiş bu coğrafya, bir ulusun yirmi
iki parçaya fiilen bölündüğü, mezheplere bölündüğü, dillere, kültürlere bölündüğü bir
coğrafya haline getirildi. Hatta bununla da yetinmiyorlar; daha da ileri giderek bu coğrafyada ülkeleri atomlarına dek parçalamak istiyorlar. Yani emperyalistler dünyayı sonsuza kadar ellerinde tutabilmek, sömürebilmek için
bin devletli bir dünya kurmak yani şehir devletçikleri yaratmak istiyorlar. Ulusal orduları
kaldırmak, kendilerine bağlı, kendi askerlerinden oluşan konfederasyon ordusu oluşturmak
ve bütün o bin devletli dünyayı da gönüllerince sömürmek, yağmalamak, kendi aşağılık çı-
Yine bastı, yine el koydu, yine engelledi.
Bu sefer katliam uygulamadı. Yoksa gemiye
aynı şekilde uluslararası sularda el koydu, yardım malzemelerine el koydu.
Mavi Marmara’dan farkı ne nitelikçe?
Hiçbir farkı yok, arkadaşlar nitelikçe.
Müslüman Filistin’e insani yardım gidemedi.
Ama bizimkinin gıkı çıktı mı?
Çıkmadı.
Niye?
Niyesinin cevabı aşağıda okuyacağımız
haberde:
“ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria uland, Gazze’ye yola çıkan yeni filo konusunda Türk hükümetiyle temas kurarak, filoya Türk savaş gemilerinin eşlik
etmesini “çok kötü bir fikir” olarak gördüklerini belirttiklerini ve Türk hükümetinin de böyle bir durumun söz konusu olmadığı yönünde kendilerine güvence verdiğini bildirdi.”(www.haberturk.com, 04 Kasım 2011)
İşte bu kadar!
Halkımız ne yazık ki Allah’la aldatıldığı
için Tayyipgiller tarafından, “one minute”lere,
“Akdeniz gemilerimizi çok görecek” sözlerine aldanıyor. Ama içine baktığımızda, içi boş
arkadaşlar, kof sözler. Ama işte Tayyip’i de
konuşturan o. Emperyalistler, konuş, konuşmakta bir beis yok, istediğini söyle, ama so-
karlarını sürdürmek istiyorlar. Şu ana kadar
gördüğümüz bütün gerçeklikler, olaylar bunu
doğruluyor. Emperyalistler bu çıkarlarını sürdürme mücadelelerinde şu an için başarılı gözüküyor.
Ama başta da söylediğimiz gibi hiç beklemedikleri bir anda Latin Amerika’dan bir rüzgâr esiverdi. Ve emperyalistler için yaprak kımıldamazken, dikensiz gül bahçesi gibi görünen dünyayı bir anda devrimci soluğuyla sarstı.
Halklara
umut
kaynağı
oldu,
Venezüella’nın davranışı, yükselttiği devrim
bayrağı, Chavez’in o yiğit söylemleri, arkasından Morales’in mücadelesi…
Bugün de dünya halkları, Genel Başkanımızın da söylediği gibi yeni bir gericilik dönemine girmiş durumda. O rüzgâr şu an için
dinmiş, etkisi geçmiş gibi gözüküyor. Gerici
fırtına tekrar canlanıyor gözüküyor. Ama hep
söylendiği gibi, gecenin en karanlık olduğu
an, aydınlığın da en yakın olduğu andır. O bakımdan bizim biricik güvencemiz de budur.
Yani karanlık ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, aydınlığa da en yakın olduğu an demektir.
ABD Emperyalistlerinin bütün zulümleri,
baskıları, sömürüleri sonuna kadar gitmeyecek, değerli arkadaşlar.
Kurtuluş Partisi, Antiemperyalist-Antişoven-Antifeodal İkinci Kurtuluş Savaşı’nı mutlaka başarıya ulaştıracak. Tarihimiz bunun ör-
zaafa uğramasın diye…
Dikkat edersek olayları birbirine bağladığımızda, hepsi zincirin parçaları ve kopmaz
parçaları. Yani, inanın okuduğum konulardı,
okumadığım şeyler değildi ama bu kitabı (David Fromkin’in kitabını) yeni bitirmiş oldum.
Geç kaldığım için de kendime çok kızdım onu
da söyleyeyim, daha önce okumalıymışım diye. Bu kitabı okuyunca, gazeteleri önüne serince insan, televizyonu izleyince, başta da
söylediğim gibi aynı olayları bir kez daha yaşıyorsunuz ve görüyorsunuz. Yani emperyalistler bakımından bitmeyen bir hedef var, az
önce de söylediğim gibi; dünyanın bütün yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirmek, kendi aşağılık çıkarları için kullanmak.
Tayyipgiller’in İsrail’e karşı çıkışı
“sözde”dir
5
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
nekleriyle dolu. Yani yenildi dendiği anda
Kurtuluş Savaşı’nı başarmış bir halkız. ABD
Emperyalistlerinin iktidara getirdiği Demokrat Parti’nin ve onun “odunu aday göstersek
seçtiririz” diyen önderlerinden Menderes’in
ve Cumhurbaşkanlığı makamına oturtulmuş
bir diğer önderi olan Bayar’ın bir gecede alaşağı edildiğini gördük. Ve 12 Mart, 12 Eylül
faşist diktatörlüklerinden sonra 28 Şubat’ı, 27
Nisan’ı gördük. Yani 27 Nisan’daki bir bildiri
ile bile, Gül’ün, “Hanım eşyalarımı topla, çocuklar sana emanet” deyip kaçmaya yeltendiğini, saklanmaya yeltendiğini gördük. 28 Şubat’ta Tayyip’in tamam, bu iş bitti, dediğini
gördük. MGK’da benimsemedikleri ihraç kararlarının altına imzalarını attıklarını gördük
süngü zoruyla.
Yani biz bu Tefeci-Bezirgân Sermaye temsilcilerinin ve o sınıfın bizatihi kendinin yüreksizliklerini, çapsızlıklarını tarihsel olarak
biliyoruz. Onlar ne zaman bir güçlü hareket
ortaya çıkmışsa sinip yerin altına girmeyi bilmiş bir sınıfın temsilcileridir. 6 bin, 7 bin yıldır Ortadoğu’da etkin olmuş bir sınıfın temsilcileridir. Modern Finans-Kapitalistler de yine
hinlikleriyle onlara taş çıkarırlar. Onlar da elbirliğiyle düzenlerini sürdürmeye çalışıyorlar.
Son vurgunlara hiçbir milletvekili
ses çıkarmadı
Ekonomik olarak Türkiye, aslında çökmüş
durumda. Yani dikkatinizi çekiyordur, hep aynı şey oluyor. İhracatımız şu kadar arttı diye
televizyonlara çıkıp bas bas bağırıyorlar, işte
rekor kırmışız, 134 nokta bilmem kaç milyar
dolar olmuş ihracatımız. Bunu açıkladıkları
hiçbir toplantıda ithalat rakamlarını açıklamıyorlar. Oysa iki rakam da ellerinde. İhracatı
bilen iktidar, ithalatı bilmez olur mu? Biliyor,
ama hep neyi söylüyor?
İhracatımız şu kadar arttı, cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdık, diyor.
İşte o kırılan rekorlar rekor değil. Bizzat
Babacan da diyor ki; biz 2008 yılında da 132
küsur milyar dolar ihracat yapmıştık ve o günkü dolar kuruyla yapmıştık. 1400 küsur lirayken 132 küsur milyar dolar ihracat yapmıştık.
Bugün dolar 1.870-1.880 lirayken 134 milyar
dolarlık ihracat yaptık. Dolayısıyla ortada bir
rekor yok, diyor. Yani bunu itiraf etmek zorunda kalıyor. İkincisi, 132-134 milyar dolar
ihracata karşılık 222 milyar dolar ithalat yapmışız, değerli arkadaşlar. Ve bu yüksek dolar
kuruna rağmen bu kadar ithalat yapmışız. Demek ki dolar daha düşük olsa, belki 300-350
milyar dolar ithalat yapacakmışız.
Dolayısıyla, ihracatın böylesine fos olduğu, ithalatın bu kadar yüksek oranda arttığı,
doların geçtiğimiz yıla göre % 25 devalüasyona uğradığı, yani zamlandığı bir ülkenin ekonomisi çökmüştür.
Hepimizin bildiği, güncel bir konu, şu anda milletvekilliği yapan birisinin emekliliğe
hak kazandığı kabul ediliyor, çalışmadığı halde. Biliyorsunuz, iki yıl milletvekilliği yapan
kişi emeklilik hakkını kazanıyor. Şimdi girenler, 12 Haziran’da girenler iki yılı bile beklemeden emekli oldular. Ve şu anda aldıkları
toplam maaş 17 bin küsur TL. Üç tane sekre-
terleri var. Arabaları var, benzinleri, telefonları, bütün bu giderleri devletin kasasından çıkıyor. Komisyonlarda yaptıkları görevler karşılığında ücret alıyorlar. Bir ülkeye ya da şehre
gittiklerinde yol paralarını devlet karşılıyor,
orada harcaması için harcırah veriyor. Yani
nereden baksanız bir milletvekilinin maaşı 7080 binden aşağı gelmiyor.
Yani böylesine de zalim, acımasız bir iktidarın güdümünde yaşıyoruz. Ve ne yazık ki
BDP’li arkadaşlarımız da buna itiraz etmiyorlar. Yani bu gerçekliği de görmek zorundayız.
CHP’nin kayıkçı dövüşü şeklinde diyebileceğimiz itirazları kadar olsun BDP’li arkadaşlar
bir itirazda bulunmuyorlar.
Ya EMEP eski Genel Başkanı Levent Tüzel? Ya Ertuğrul Kürkçü?.. Ya Sırrı Süreyya
Önder?..
Tık yok, arkadaşlar!
Bakın bu konuda Güngör Uras ne yazıyor:
“Beyler Ayıp oluyor
“Beklerdim ki, yiğit bir milletvekili kürsüye çıksın da, ‘-Beyler ayıp oluyor…
Fransız meclisinde bizi üzecek bir yasa oylanırken, biz burada Ayşe hanım Teyze’nin
alacağı her bir kutu ilaca katkı payı bindiriyoruz. Sonra da, milletvekillerine 2 yılda
emekli maaşı bağlanmasına karar veriyor,
Ayşe Hanım Teyze’nin ödeyeceği paralara
el koyarak emekli maaşlarını 8.050 liraya
yükseltiyoruz. ‘Kıyak emekliliği’ ‘Kaymaklı emekliliğe’ dönüştürüyoruz. Yapmayınız.
Etmeyiniz’ desin
“Mutlaka vardır bir ‘beyler ayıp oluyor’ diyen de gazete haberlerinde yer almamıştır ümidi ile Milliyet adına TBMM’de
olan biteni izleyen Önder Yılmaz’ı aradım.
‘Hayır, tek bir milletvekili böyle bir tepki
göstermedi’ dedi.” (Güngör Uras, Milliyet,
26 Aralık 2011)
1915’te üç halk birbirine
kırdırılmıştır!
Yine BDP deyince, karşı çıkmıyorlar deyince çağrışımlar oldu, Ermeni meselesi geliyor insanın aklına ister istemez. Ortadoğu meselesinin bir yanı da ister istemez Ermeni meselesine geliyor. Ermeni Soykırımı’nın tanınmamasını cezalandıran yasa tasarısını da bildiğimiz gibi Fransa Parlamentosu kabul etti.
Senatodan da geçirecek. Ama atlanan bir şey
var. Burada sadece Fransa ve Sarkozy bu işleri yapıyormuş gibi görünüyor. Oysa 20072008 yılında AB’nin aldığı bir “Çerçeve Kararı” var. Ve Fransa Parlamentosu aslında
AB’nin aldığı o Çerçeve Kararını hayata geçiriyor. O Çerçeve Kararı hayata geçirmemek
suç olacakmış aslında. Yani AB üç yıl önce,
dört yıl önce bu kararın hukuki altyapısını
oluşturmuş. Ve dolayısıyla o Çerçeve Karara
uyulmadığı anda, yani Ermeni soykırımı tanınmadığı anda diğer ülkelere de zaten AB
yaptırım uygulayacakmış. Yani sadece Fransa’yla kalmayacak. Bütün AB üyesi ülkeler o
Çerçeve Kararın gereklerini yerine getirecekler ve Ermeni soykırımını tanımamayı cezalandırmayı parlamentolarından geçirecekler,
değerli arkadaşlar.
CUMHURİYET GAZETESİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ’NE
2
4 NİSAN 2012 (Salı) saat: 19.00-20.00
Taksim Meydanı. 2 ayrı olay, 2 ayrı eylem.
(1)- Saat 19.15 Taksim Tramvay Durağı: “Bu acı hepimizin” sloganıyla “DurDe
platformu” tarafından gerçekleştirilen kimi
grupların da katıldığı eylem. Sözüm ona “Ermeni Soykırımı”nın 97. yıl dönümünde anılması eylemi.
(2)- Saat 19.19 Taksim Anıtı Önü: Halkın Kurtuluş Partisi’nin “Ermeni Soykırımı Yalanı AB-D’nin Planı”,“Soykırım Yalanı Halkların(Kürt-Türk-Ermeni) Birbirlerinin Boğazlatılması Planıdır”,“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları ile gerçekleştirdiği karşı eylemi.
2 eylem de saat 20.00’da sona erdi.
25 Nisan 2012 (Çarşamba) tarihli Cumhuriyet Gazetesi:
1’inci Eylemin resimli haberini yaptı.
2’nci Eylemi görmezlikten geldi. Yok
saydı. Haber yapmadı.
!EDE!?
Bu davranışınız Habercilik, Basın ve Yayıncılık İlkelerine uyar mı? Basın Ahlâkına uyar mı?
Bence hiçbir şekilde uymaz.
Ama siz Cumhuriyet Gazetesi’ne uydu.
PEKİ, SİZ HA!Gİ TARAFTASI!IZ?
AB-D (ABD-AB) Emperyalistlerinin dayattığı Yeni Sevr’e karşı, Birinci Kurtuluş Savaşı’na, kazanımlarına ve önderi M. Kemal’e
sahip çıkan, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı sürdürenler tarafında mısınız?
Yoksa, Sevrci tarafta mısınız?
Bence, Sevrci taraftasınız. Çünkü, aynı
anlarda gerçekleşen iki olaydan birini yok
saymak tutumunuz, Sevrci tarafta olduğunuzun göstergesidir. 04.05.2012
YAZIKLAR OLSU! SİZE…
İstanbul İl Yöneticisi
Halil Arabulan
***
CUMHURİYET GAZETESİ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRLÜĞÜ’!E
24 Nisan 2012 günü saat 19.00-20.00 arası Taksim Meydanı’nda aynı anlarda gerçekleştirilen iki eylemden birinin haberini gazetenizin 25 Nisan 2012 tarihli nüshasında yapmıştınız. Ama, Halkın Kurtuluş Partisi’nin
gerçekleştirdiği eylemi görmezlikten gelmiştiniz.
Bunun üzerine kısa bir yazıyı faksla göndermiştim (hatırlatmak için yeniden gönderiyorum).
Ancak aynı tutumunuzu, kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak addeden
Denizler’i anma eylemlerinde de sergilediniz.
7 Mayıs 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, “Denizleri anma” eylemlerine katılan
grupların haberi yapılırken, Halkın Kurtuluş
Partisi’nin gerçekleştirdiği eylemden söz
edilmediği gibi ismi bile anılmıyordu.
!EDE!?
Kuruluşunuzun 88’inci yıldönümünü kutladığınız bugünlerde belki size ağır gelecek
ama, tutumunuza ilişkin söylenecek söz bulamıyorum. 10.05.2012
SİZLERİ ALLAH DÜZELTSİ!!
İstanbul İl Yöneticisi
Halil Arabulan
Ermeni meselesi, acılı bir mesele tabiî ki.
Yani üç halkın acımasızca birbirine kırdırıldığı, katlettirildiği, toplamında milyonlarca insanın hayatından olduğu, yurdundan olduğu
bir süreç. Yani acılar anlatılacak gibi değil.
Ama bu acılar tek yanlı yaşanmadı, ne yazık
ki. Arap Abdullah’ın da söylediği gibi kaderlerini nasıl Batılı Emperyalistlere, İngilizlere
bağladılarsa Arap şeyhleri, kralları, emirleri,
Burjuva Ermeni önderleri de Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nda aynı şekilde kaderlerini emperyalistlerin çıkarlarına bağladılar,
onların çıkarlarıyla birleştirdiler kaderlerini.
Ve o kader birliğinin sonunda da, Birinci Kuvayimilliye sonunda da bu haksız ve emperyalistlere hizmet eden savaşta yenildiler, yenilmeleri zaten kaçınılmazdı. Yani bu bir savaştı
ve bu savaşta haklı olan, antiemperyalist olan
bizim atalarımız galip geldi.
Ama hiçbir emperyalist devlet bizim halklarımızın yaşadığı acıları dile getirmiyor. O
Türk-Müslüman unsurların Balkanlar’dan göçünü hiç kimse aklına getirmiyor. Kafkaslar’dan göçünü kimse dile getirmiyor. Okuduk, o konudaki literatürü de okuduk… Orada
çekilen acıları da biliyoruz. Binlerce, milyonlarca insanın nasıl sürüldüklerini, onların da
nasıl Ermeni Halkı gibi o göç yollarında eridiklerini, çocuklarını, eşyalarını, bütün geleceklerini kaybettiklerini biliyoruz. Bunlar bize acı veriyor. Ama bu şuna gitmez; Ermeniler yenseydi de burada devlet kursalardı. Bizi
bu noktaya götürmemeli. Bundan rahatsız olmamalıyız, arkadaşlar. Yani kimse halklar
üzerinden demokratlık oynamaya kalkmamalı. Halkların kaderleri üzerinden demokratlık,
devrimcilik oynamak ahlaken devrimciliğe
yakışmaz.
Biz devrimciyiz; olay neyse olduğu gibi
görmek ve kabul etmekle mükellefiz. Gönlümüzün istediği gibi Tarihi ve olayları yorumlayamayız ve değiştiremeyiz de zaten. Tarih
yaşandı, o Tarih yaşandı ve bitti. Acılarıyla,
katliamlarıyla, belgeleriyle, her şeyiyle şu anda Tarih oldu. Ve o Tarih bilimsel araştırmalarla da şu anda aydınlanmış durumda. Yani
Emperyalist Batının çıkarlarıyla Burjuva Ermenistan önderlerinin çıkarları bir noktada
birleşti ve o noktada iki taraf da yenildi. O bakımdan biz bundan rahatsızlık duymuyoruz.
Eğer gerçek soykırımların hesabı sorulacaksa Avrupa devletlerinin Afrika’da, Avustralya’da ve Amerika’da yaptıkları soykırımların hesabını sormakla başlamalıyız işe. Bırakın insanları, Amerika’da yok edilen, katledilen bizonların hesabını sormakla başlamalıyız
biz.
Onların hesabını kim verecek?
Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da, Balkanlarda, Amerika’da katledilen insanların hesabını kim verecek?..
Bunların hesabını kim verecek?
Soykırıma uğratılan insanların hesabını
kim verecek?
Hiçbir demokrat geçinenimiz çıkıp da demiyor ki, AB-D de soykırımcıdır, bunun hesabını soralım. Hiçbirinden duydunuz mu bunu?
Onlarınki geçmiş oluyor, tarih oluyor. Bizimki canlı, yaşayan bir katliam oluyor, soy-
kırım oluyor…
Onlar bu yaklaşımlarıyla İngiliz Başbakanı Winston Churcille’le aynı anlayışta olduklarını söylemiş oluyorlar oysa. 1935 yılında
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın kara
bulutları ortalıkta dolanmaktadır. Almanya
hızla silahlanmakta ve yeni sömürgeler elde
etmek için çabalamaktadır. İtalya da aynı sevdanın peşindedir. Ve İtalya lideri faşist Mussolini, Habeşistan’ı işgalle tehdit etmektedir.
Churcill de buna karşı çıkmaktadır. Bu konunun konuşulduğu bir yemekli toplantıda şunlar olur:
“Orada bulunan bir Fransız kadın, İtalya’nın şimdi yapmaya kalktığı şeyi, yani
yeni topraklar işgal etmeyi İngiltere dahil
her ülkenin yaptığını söyleyerek itiraz edince, Churcill yemek masasının karşı tarafına
doğru müşfik bir şekilde gülümseyerek,
‘Ah, ama görüyorsunuz’ dedi, ‘bunların
hepsi günahkâr geçmişe aittir, eski kötü
günlerin belirsiz karanlığına kapatılmıştır.” (Martin Gilbert, Churcill-Bir Yaşam, İş
Bankası Yayınları, s. 643)
Yok buna kimsenin hakkı, arkadaşlar!
Adaletli olacaksak önce oradan başlayalım. Önce Amerika’dan başlayalım, Almanya’dan başlayalım. İngiltere’den başlayalım… “Günahkâr geçmiş” diyerek oralara gitmediğimiz müddetçe, o acıların hepsini lanetlemediğimiz müddetçe demokrat olamayız.
Kaldı ki onlarınki gerçek anlamda soykırımdır. Orada da bir yanılgıya düşmeyelim. Osmanlı bir soykırım yapmamıştır. Osmanlı, savaşta kaderlerini emperyalistlerin kaderleriyle
birleştirmiş Ermeni burjuvalarına karşı kendi
vatanını korumaktan başka bir şey yapmamıştır. Ve savaşın getirdiği acıların kaçınılmaz sonucu olarak iki taraf da birbirine karşı zulüm
uygulamıştır, katliamlar uygulamıştır. Ama bu
Osmanlı’nın soykırım uygulamak gibi bir niyetiyle, arzusuyla, isteğiyle, iradesiyle olmuş
bir şey değildir.
Daha
İkinci
Emperyalist
Evren
Savaşı’nda, Amerikalılar, Amerika’nın bir
bölgesindeki Japonları, Japon kolonisini orada tehlike noktası olarak görüp Amerika’nın
başka bir bölgesine taşımışlardır. Ve o kadar
gelişmiş teknolojilerine rağmen, o taşıma esnasında da zulme, haksızlığa uğramışlardır Japonlar. Yerlerinden yurtlarından edilmişlerdir.
Bunu söyleyen kim?
İngiliz Entelijans Servisi tarafından Birinci Emperyalist Evren Savaşı sırasında propaganda amacıyla hazırlattırılan ve “Mavi Kitap” adıyla yayımlanan ünlü raporu (Lord
Byrce ile birlikte) hazırlayarak Ermeni Soykırımı tezinin yaratıcısı, Entelijans Servis Ajanı
Arnold Toynbee, arkadaşlar!
Bakın ne diyor:
“Pearl Harbor’da Japonlar, Amerikan
donanmasına saldırdıktan sonra Amerikan
hükümeti Japon asıllı Amerikalıları Pasifik’ten çıkarıp Mississippi havzasına yerleştirmişti. O insanlar yeni bir yere yerleştirilirken bile bazı hatalar işlenmişti. Japon
asıllı Amerikalı insanlara hileler yapılmıştı
ve bu insanlar büyük ölçüde soyulmuşlardı.” (Arnold J. Toynbee, Hatıralar: Tanıdıkla-
AB-D Emperyalistlerinin ve Yerli İşbirlikçilerin
Soykırım Yalanına Karşı Alanlardaydık
Ü
İstanbul
lkemizde kendilerine “aydın” diyen
sahte demokratlar, birkaç yıldır 24 Nisan’da alanlara çıkarak atalarımızın
nasıl “soykırımcılar” olduğunu, Ermeni Halkını nasıl katlettiklerini anlatmak için anmalar düzenlemektedir. Aydın olmayı, demokrat
olmayı, ilerici olmayı atalarına küfretmek
olarak görmekte ve bu tavırlarıyla Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri hedeflerinden milim dahi şaşmamış olan AB-D
Emperyalistlerine hizmet etmektedirler. Yani
AB-D Emperyalistlerinin o zamanki Sevr
şimdi de Yeni Sevr özlemlerine alet olmaktadırlar.
İşte bu sahte demokratlara karşı biz Kurtuluş Partililer de tarihsel gerçeklikleri halkımızla paylaşmak için alanlardaydık. Özünde
Emperyalist canavarların sebep olduğu trajedinin yaşandığı 1915 yılına gönderme olarak
24 Nisan’da saat 19:15’te “soykırım yalanını”
anma programı bu yapan sahte aydınlara karşı biz de, o emperyalist canavarların inlerine
gönderileceği Antiemperyalist Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı yıl olan
1919’a gönderme yaparak saat 19:19’da sahte demokratlarla aynı yerde, Taksim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
Basın açıklamamızı İstanbul İl Başkanımız
Av. Pınar Akbina Yoldaş okudu.
Yoldaşımız yaptığı açıklamada soykırım
yalanının AB-D Emperyalistlerinin bir planı
olduğunu, emperyalistler işin içine girmeden
önce Türk ve Ermeni Halklarının 800 yıl boyunca kardeşçe, yan yana yaşadıklarını, soykırım yalanının savaş propagandası yapmak
için emperyalistlerce tezgâhlandığını, bu ya-
lana dayanarak bugün emperyalistlerin Yeni
Sevr’in önünü açmaya çalıştıklarını ifade etti.
Akbina Yoldaş konuşmasını, “kimse Osmanlı üzerinden demokratlık yapmasın,
atalarımıza küfrederek aydın da olunmaz,
demokrat da olunmaz, gerçek insan da
olunmaz” sözleriyle tamamladı.
Halkımızın ve basının yoğun ilgi gösterdiği açıklamamız sırasında sık sık “Soykırım
Yalanı AB-D’nin Planı”, “Asıl Soykırımcı
AB-D’dir”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Yaşasın
Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun AB-D
Emperyalizmi” sloganlarını hep bir ağızdan
haykırdık. 25.04.2012
***
İzmir
Bir kısmı gafil bir kısmı hainleşmiş sözde
aydınlar, Sevrci Soytarı Sahte Solcular, 24
Nisan günü İzmir’de de “Ermeni Soykırımı”nı protesto için Alsancak’ta Sevinç Pastanesi önünde bir eylem gerçekleştirdiler.
Biz Kurtuluş Partililer de görmek ve duymak istemedikleri gerçekleri bir kez daha onlara duyurmak ve göstermek için aynı alandaydık. AB-D Emperyalistlerinin planlarını
teşhir ve protesto ettik, gün gibi açık gerçekleri bir kez daha bu sözde aydınlara ve halkımıza anlattık.
Onlar gün gibi açık gerçekleri duymak istemediler ve biz alana gelince o alanın hemen
karşısına geçtiler önce. Sora da ayrıldılar. Biz
ise halkımıza gerçekleri anlatmaya devam ettik bildirimizle ve attığımız sloganlarla.
AB-D Emperyalistlerinin 100 yıldan bu
yana savundukları tezleri bugün gerçekmiş
rım, Klasik yayınları, s. 283-284)
Onlarınki tehcir oluyor da, güvenlik nedeniyle oluyor da Osmanlı’nınki neden soykırım
oluyor?
Biz bunu anlayamıyoruz. Ve biz bunu anlamayacağız da değerli arkadaşlar. Hakkaniyetli olacaksak, hak neyse onu söyleyeceğiz.
Demokratlık, sahte demokratlık bizim işimiz
değil. Soykırım vardır diyerek, biz Ermeni
Halkının gönlünü kazanamayız. Ermeni mazlum halkı da biliyor, işte Sovyetler varken
Sovyet
Ermenistan’ı
vardı.
Çarlık
Rusyası’nda uğradıkları katliamlardan neden
söz edilmiyor Ermenilerin?
Ve bizim, kendilerini Kürt hareketinin
temsilcisi olarak adlandıran arkadaşlar da Ermeni soykırımı tanınmalıdır, Ermenilerin hakları verilmelidir, diyorlar. Kitabımızda da
açıklıkla kanıtladığımız gibi, Genel Başkanımızın sürekli vurguladığı gibi, o zaman Vilayet-i Sitte denilen, Ermenistan denilen bölgeyi de Ermenilere vereceğiz.
Peki, Kürdistan nerede olacak? Kürt illeri
nerede kalacak?
Ermenistan denilen, “Tarihi Ermenistan
vatanı” denilen yerler, tarihsel olarak Kürt illeridir. Bugün de Türkiye sınırları içindeki
Kürdistan topraklarıdır. Yani arkadaşlar bunları görmeyecek kadar kör. Gözleri bağlanmış
ve ne yaptıklarını bilmez konumdalar. Gafil
konumdalar.
Az önce de söylediğim gibi, ekonomik
planda içler acısı durumdayız. İşte Asgari Ücrete verdikleri artış oranı ortada. İşte kamu çalışanlara verecekleri yüzde 3 mü, yüzde 5
mi?.. Hesap bu. 8 yıl için yüzde 45 artış oranını saptıyorlar milletvekillerine. Ve bir tek
milletvekili çıkıp da buna itiraz etmiyor, demokrat, sosyalist, devrimci, komünist geçinenler dahil… Yukarıda okuduk.
O bakımdan, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi hangi sorununa bakarsak bakalım ve dünyanın bütün sorunlarına baktığımızda bir avuç
emperyalistin halklara karşı uyguladığı zulmü, sömürgeciliği ve zalimliği görüyoruz.
Ama biliyoruz ki, halklar sonuna kadar
kandırılamaz, aldatılamaz. Başta Türk Halkı
olmak üzere bütün halklar er geç uyanacak ve
emperyalistlere karşı kurtuluş savaşlarını, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarını mutlaka başaracaklar.
Bizim halkımız da Partimizin önderliğinde, Türk ve Kürt Halkı, İkinci Kuvayimilliye
Savaşı’nı mutlaka başaracak değerli arkadaşlar. Yani adımızdan nasıl şüphe duymuyorsak,
o savaşın kazanılacağından da, o zaferin elde
edileceğinden de asla kuşku duymuyoruz. Bu
bakımdan da emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projelerini de, Sevr’i nasıl fırlatıp atmışsak
yüzlerine, parçalamışsak o Sevr haritasını,
BOP haritasını da parçalayıp atacağız. Ve
halklar eşit, özgür uluslar olarak bir arada yaşamaya devam edecekler, arkadaşlar.
Çok teşekkür ederim…
(Alkışlar…)
Devam edecek
gibi onlarla birlikte savunmanın devrimcilikle de, demokratlıkla da, aydın olmakla da zerre kadar ilgisi yoktur.
Biz, emperyalist “Soykırım” yalanını teşhir etmeye ve gerçekleri açıklamaya devam
edeceğiz.
***
Ankara
24 Nisan 2012’de saat 19:15’te Ankara
Sakarya meydanında toplandılar Soros’un
Temsilcileri. ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin bu toprakları en az üçe parçalama
planının bir parçası olan sözde “Ermeni Soykırımı”nı protesto etmekti amaçları.
Kurtuluş Partililer hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak, bilimsel bir gerçeklikle kanıtladılar ki, sözde “Ermeni Soykırımı” bir emperyalist oyunudur, AB-D Emperyalistlerinin bu
ülkeyi parçalama, yeni Sevr’e götürme ve Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşının intikamını alma planının bir parçasıdır. Yine ortaya çıkarıldı ki; 1915’de yaşanan acı olaylar Ermeni
Burjuvaların Emperyalistlerin oyununa gelmesiyle gerçekleşmiş, Türk, Kürt ve Ermeni
Halkından insanlar yok yere birbirlerine boğazlatılmıştır.
Halkın Kurtuluş Partililer, İkinci Kurtuluş
Savaşçıları, 24 Nisan 19:19’da Ankara Sakarya Meydanı’nda, Emperyalistlerin planına
destek olduklarını Halkımıza göstermek için,
meydanın boş olmadığını göstermek için toplandık. Dövizlerimizle, flamalarımızla, sloganlarımızla, pankartlarımızla alandaki yerimizi aldık.
Mücadele devam edecek. Şimdilik teşhir
ediyoruz yalanlarını. Açığa çıkartıyoruz planlarını. Bozuyoruz oyunlarını. Ama gün gelecek devran dönecek yalan söyleyemeyecekler, plan yapamayacaklar, oyun kuramayacaklar. Bundan adımız gibi eminiz.
6
İ
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Batılı Emperyalistlerin “ŞARK MESELESİ”nin nihaî çözümü
olarak hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan
“ERMENİ SOYKIRIMI” yalanının Türkiye’deki
yerli misyonerlerine!
çinizden bazıları, Antiemperyalist Birinci
Kurtuluş Savaşı’mızla kurtarılan Türklerin
ve Kürtlerin ortak vatanına, Birinci Kuvayimilliye’ye, onun önderi Mustafa Kemal’e,
Laikliğe, Türk Tarihine ve Türklüğe düşmanlığı meslek edinmiş, bunu, “Proje”cilik, “Taraf”çılık, “Zaman”cılık, “Cemaat”çilik, “Si
vil Toplum”culuk gibi yaftalar altında geçim
vasıtası haline getirmiştir. Bunlar Mary Hanım’ın hocası ya da öyle hocaların kurbanları
durumundaki kişilerdir. Bunlar için söylenecek bir sözümüz yoktur. İflah olmazlar. Düzelmezler… Çünkü onlarınki bilmezlikten
değil, çıkarlarının gereğidir. Onlara ancak Allah yardım edebilir. Bu kesim, küçük bir azınlığınızı oluşturur…
Ezici çoğunluğunuz “zahir demokratlık
böyle olur” sanarak bu emperyalist savaş ve
talan propagandasını savunmaktadır. Kandırılmıştır bu çoğunluğunuz. İşte onlara sesleniyoruz. Diyoruz ki: İnsansınız… İnsana yaraşan aklını kullanmasıdır. Aklı da doğru kullanabilmek için onu her türden önyargının tutsaklığından kurtarmak gerekir… Özgür kılmak gerekir… Tarihi ya da günümüz olaylarını işte bu özgürleştirilmiş akılla, oldukları
gibi yani gerçekte nasılsalar öylece, çarpıtmadan, bozmadan, ekleme ve çıkarmalar yapmadan kavramamız, işlememiz, değerlendirmemiz gerekir. Ancak böyle yaparsak doğru yargılara varabiliriz. Geçmişi ve bugünü doğru
görebiliriz, anlayabiliriz, değerlendirebiliriz.
Tabiî buradan hareketle de doğru yönelişlerde
bulunabiliriz…
Emperyalistler, nihai amaçları için
üç halkı birbirine kırdırdı
Türklerle Ermeniler, On Birinci Yüzyılın
başlarında, Çağrı Bey’in İran Yaylalarından
bu yana geçerek Anadolu’ya yaptığı ilk keşif
seferleri sırasında karşılaştı. Sonrasında, bildiğimiz gibi, Anadolu fethedildi. Bu sırada
hemen tüm Ermeni Krallıkları, Bizans tarafından yıkılmış, Ermeniler Anadolu ortalarına
kadar dağıtılmıştı. Bir iki küçük prenslik kalmıştı, yarı bağımsız durumda. Bizans, Ermeni Halkına etnik ve mezhepsel farklılığından
dolayı yoğun bir baskı ve zulüm uygulamaktaydı. Türkler Anadolu’yu fethetmekle Ermeni Halkını, Bizans zulmünden kurtardılar. Onları yaşayışlarında ve inanışlarında serbest bıraktılar. Kiliselerine, dinlerine saygılı davrandılar. Ayrıca da Ermeni Halkını, Anadolu’nun
diğer halklarını olduğu gibi, Bizans Derebeylerinin ekonomik zulmünden kurtardılar. Toprağı derebeylerin elinden aldılar, üretmen halkın kullanımına verdiler. Bu nedenlerden dolayı Ermeni Halkı, Türkleri ve onların yönetimini sevdi. İki Halk hemen anlaştı. Ve aralarındaki bu dostluk, 1877-78 Osmanlı-Rus
Harbi’ne gelinceye kadar sürdü. Bu harpte
Osmanlı yenildi. Ve Balkanlar’da, Kafkaslar’da büyük toprak kayıplarına uğradı. Bundan sonra Rus Çarlığı, İngiltere, Fransa başta
gelmek üzere tüm Batılı Emperyalistler, Ermeni Halkını ve Ermeni Burjuvalarını Osmanlı’ya ve onun Müslüman halklarına karşı
kışkırttı. Ermeni Burjuvaları bu oyuna geldi.
Ve bilindiği gibi ilk Ermeni İsyanı 1894’te
Sason’da patlak verdi. Ermeni Burjuvalarının
kışkırtıcıları, bölgenin Ermeni köylülerini, o
güne dek kardeşçe yaşadıkları Kürt köylülerinin üzerine saldırttı. Gafil avlanan yüzlerce
Kürt köylüsü katledildi. Malları yağmalandı,
köyleri yakılıp yıkıldı. Bunu onlarca Ermeni
İsyanı takip etti. Bu isyanlar İstanbul’da bile
görüldü. Osmanlı Bankası işgal edildi. Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid’e Cuma Selamlığında suikast düzenlendi. İkinci Abdülhamid, şans eseri kurtuldu.
Rus Çarlığı’nın ve Batılı Emperyalistlerin
oyununa gelen-kandırılan, kullanılan Ermeni
Burjuvaları, nüfusça ancak % 14 küsurunu
oluşturdukları topraklarda yani Mersin’le
Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan
tüm Anadolu ve Kürt illeri üzerinde (ki şu anki Türkiye’nin hemen hemen yarısına tekabül
etmektedir.) bağımsız bir Ermenistan Devleti
kurmak istiyorlardı. Biz nüfusça bu kadar
azınlık olmamıza rağmen burada bir devlet
kurarsak, buranın ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman Türk, Kürt Halkıyla, diğer
azınlıkları oluşturan Laz, Çerkez Halklarıyla,
Hıristiyan Rum ve Yahudi Halkı ne olacak,
onlar nereye gidecek, diye sormuyorlardı.
Hayaller âleminde yaşıyorlardı. Gözlerini
akıl almaz bir hırs bürümüştü. Rus Çarlığı ve
Batılılar, Osmanlı’yı çökertecek; buraları da
bize verecek, diyorlardı. Daha doğrusu öyle
sanıyorlardı.
Oysa Batılı Emperyalistlerin amacı bambaşkaydı. Onlar, kendilerinin dışında kimseyi
düşünmezler ve sevmezler. Hiçbir halk onların umurunda değildir. Tersine onlar, dünya
halklarının başdüşmanıdır. Bugün de Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da olduğu gibi, mazlum dünya halklarını katleden, ülkeleri işgal
ve talan eden onlardır. Doğayı mahvedenler
de onlardır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ünlü İngiliz temsilcilerinden biri olan
Lord Curzon, 16 Şubat 1920’de şöyle diyor:
“Müttefiklerin uğrunda savaştıkları
amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu
amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler
aynı derecede ant içmiş durumdadır.”
Ve bunun sebebini anlatıyor, gerekçesini
koyuyor Lord Curzon. Şöyle diyor gerekçesinde de:
“Büyük bir Panislam ya da Panturan
hareketi ortaya çıkabilir. Ve böyle bir halde, Londra Konferansı genellikle dünya
barışı bakımından Türkiye Müslümanlarıyla Doğudakiler arasına sokulmak üzere
bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.”
İngiliz Emperyalizmi, görüyor musunuz
1920’de meseleyi, kendi siyasi, emperyalist
çıkarları açısından nasıl görüyor…
Bu amacı sergileyen bir belge daha aktaralım:
“Ermeniler bir Türk zaferi karşısında
çok şey kaybedecekler, ama bir Müttefik
zaferinde de çok şey kazanacaklardı. Başkan Wilson ile diğer Müttefik liderleri Ermeniler’e, savaştan sonra çektikleri acıların tazminatı ve davaya sadakatleri nedeniyle doğu Türkiye’de bağımsız bir devlet
verilmesini istiyorlardı; İngilizler de böyle
bir tutumu kuvvetle destekliyorlarsa da,
onların başka özel çıkarları vardı. O sırada, (Aralık 1917) Savaş Kabinesi, savaşın
sona ermesi durumunda, Türk ve Almanlar’ın bölgedeki uzun vadeli emellerinin de
sona ereceğine pek inanmıyordu. Hükümet
gizli bir raporda Ermeni devletinin kurulmasını şöyle savunuyordu: “Bu devlet İstanbul’dan Çin’e kadar uzanacak ve Almanya’nın eline dünya barışını tehdit için
Bağdat Demiryolu’nun kontrolünden daha
fazla bir güç verecek olan Turancı bir hareketin gelişmesine karşı tek engel olacaktır.” (Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda
BİTMEYEN OYUN, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, s. 324)
İşte Ermeni burjuvaları, Batılı Emperyalistlerin bu niyetlerini doğru okuyamadılar.
Oyuna geldiler. Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz
binlerce masum insanın boş yere hayatını
kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Başaktörse bugün de olduğu
gibi AB ve ABD Emperyalistleriydi. Tabiî o
zaman Rus Çarlığı da bu aktörler arasındaydı.
Şimdi bu trajediye ilişkin o dönemin en
önde gelen üç Ermeni önderinin değerlendirmelerini görelim. İlkin Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Avetis Aharonyan’ın yaptığı değerlendirmeyi aktaralım:
“Milletimiz, savaşın başında, Çar idaresine karşı tüm şikâyetlerini unutarak,
Müttefiklerin dâvasını desteklemek amacıyla içtenlikle Ruslara katılmakla kalmamış, Türkiye’de ve tüm dünyadaki Ermeniler, Rus generallerinin kumandası altında, Rus birlikleriyle yan yana dövüşmek
için, masrafları kendileri tarafından karşılanarak Ermeni birlikleri kurulmasını ve
desteklenmesini Çar hükümetine önermiştir. Paris’teki Rus Büyükelçiliği arşivleri
bunu doğrulamaktadır.
“Çar hükümeti, Paris’teki Büyükelçiliği aracılığıyla, Ermenilerin kişisel olarak
Rus Ordusuna katılmasının tercih edildiğini bildirmiştir. Ermeniler derhal bunu kabul etmiş ve 1914, 1915, 1916 ve 1917 yıllarında dünyanın her yanından gelen Ermeni gönüllüleri, Rus Ordusunun muvazzaf
askeri olan Ermenilerle birlikte, Müttefiklerin dâvası için çarpışmışlardır;
180.000’den fazla Ermeni milletlerin özgürlüğünü savunmuş ve ortak davaya gösterilen bu bağlılık, iki yıl süren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vilâyetlerini
harap eden katliama neden olan Osmanlılar ve Genç Türklerden nefret edilmesini
Ermeni halkına aşılamıştır.
“1917’de Rus İhtilali bir Kurucu Meclis
oluşturunca halkımız tarafından özgürce
seçilmiş olan Ermeni milletvekilleri, parlamenter bir anayasaya ve federal kurallara
dayanan bir Rus Cumhuriyeti’nin meyda-
na getirilmesine sadık bir şekilde yardımcı
olmak ve bu uğurda sonuna kadar mücadele etmek görevini almışlardır. Kerensky
idaresinde Rusya’nın ne Avrupa ne de Asya’nın savaş alanlarında ne de Başkentin
veya eyaletlerin idari makamlarında bizden daha sadık müttefiki olmamıştır.
“1917 sonbaharında Rusya ve Ermenistan’ın ortak gayretleriyle kurtarılmış olan
tüm Ermeni toprakları ve Osmanlı vilayetleri ile Transkafkasya eyaletleri, Bolşeviklerin ihaneti nedeniyle Türk istilâsına açık
hale gelince, din adamı veya sivil olsun,
halkımızın liderleri, Rus resmi makamlarına ve Rus askeri kumandanlarına onları
yalnız bırakmamaları için yalvarmışlar ve
mücadeleye devam için kendilerine yardım
edilmesi önerilerini yenilemişlerdir. Fakat
bizzat Rus generalleri kendi askerleri tarafından terk edilmiş ve Brest-Litovsk Barış
Antlaşması, Kars kapısı dâhil, Kafkas Ermenistanı’nın batısının yarısını Türklere
bırakmış bu da tüm Transkafkasya’nın istilâya maruz hale gelmesi sonucunu vermiştir.
“Bu istilâya karşı koyabilmek ve hâlâ
Müttefiklerin dâvasına sadık kalabilmek
üzere, Kafkaslardaki Ermeni halkı, 20
Ekim 1917 tarihinde Milli Kongre’yi toplamıştır; Ermeni halkı tarafından usulüne
uygun olarak seçilen 125 delege bir Konsey, daha ziyade bir Milli Savunma Hükümeti atamıştır. Ben bu hükümetin başkanı
oldum. Hükümetin on beş üyesine verilen
görev tüm olanaklarla Türk istilâsına karşı koymak ve Asya’da çökmüş olan Rus
cephesinin yerine bir Ermeni cephesi oluşturmaktı.
“Benim idaremdeki bu hükümet 1917
Ekim’inden 1918 Haziran’ına kadar, sadece Ermeni kaynakların yardımıyla bir Ermeni ordusu kurdu ve devam ettirdi. Rusya’dan bir yardım gelmedi (o zamandan
beri Rusya’yı yabancı bir ülke olarak görüyoruz) Müttefikler de bize yardım etmedi; onlar bizi teşvik etmek ve vaatte bulunmanın dışında bir şey yapamayacak kadar
uzaktaydı. Avrupa cephesinde Rus ordularında bulunan Ermeni askerler bile bize
katılamadı ve Ermeni gönüllüleri Filistin’de Müttefik güçlerin bir parçası olarak
çarpışmaya devam ettiler.
“Fransız Hükümeti, Tiflis’teki Fransız
Konsolosluğu aracılığıyla, Ermeni Katolikos’un Müttefiklere gönderdiği heyetin
başkanı olan Ekselansları Boghos ubar
Avetis Aharonyan
Paşa’nın bir telgrafını bize ulaştırdı. Bu
telgrafta dünyadaki bütün yurttaşlarımız
ne olursa olsun, direnmemizi ve İtilaf Devletlerinin davasını terk etmememizi bizden
istiyorlardı.
“Milli Konsey adına, Tiflis’teki Fransız
Konsolosluğu aracılığıyla cevap verdim:
“1. Savaşın başından beri yaptığı gibi,
Ermeni Milletinin âli görevini yapmaya
hazır olduğunu
“2. Müttefiklerin maddî, manevî ve
mümkünse, askeri yardımına güvendiğini
(bildirdim)
“3. Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımalarını onlardan istedim.
“Bu telgrafa cevap olarak, yine Fransız
Konsolosluğu aracılığıyla, Boghos ubar
Paşa’dan, bize yardımcı olunacağı vaadini
yenileyen, ikinci bir telgraf aldım.
“Ermenistan’ın bağımsızlığı konusunda ise, İngiliz Avam Kamarası ve Fransız
Millet Meclisi’nin bildirgelerinin taleplerimizi karşılayacak nitelikte olduğu bize bil-
dirildi.
“Bu bildirgelerin metinlerini bilmememize rağmen Ermeni Milleti, Türklere
karşı yeniden savaşmak amacıyla, Milli
Konsey etrafında birleşti. Seferberlik ilân
edildi. Bazı Kafkas komşularımızın bize ve
İtilâf Devletlerine karşı gösterdiği husumetin yarattığı sonsuz güçlüklere rağmen,
1917 yılının son aylarında 50.000 kişilik bir
ordu kuruldu.
“Tatarlar
ve
Kürtler
açıkça
Türkiye’nin yanında yer alarak gerimizde
örgütlendiler ve bize engel olmak için her
şeyi yaptılar. Geçmişte ayni dini inançla ve
çekilen ızdıraplarla bağlı olduğumuz Gürcüler bizim tarafımızda yer almayı, görev
addetmediler. Müttefiklerden uzakta olmamıza, vaat edilen yardımların gelmemesine, yalnız ve terk edilmiş olmamıza ve
hatta komşularımız tarafından rahatsız
edilmemize rağmen kendimizi bu en yüce
mücadeleye bir kez daha attık. Amacımız,
Müttefiklerin hiçbir şekilde şüphe etmediğimiz zaferini beklerken, muzaffer olamasak bile, Türklerin Kafkasya’nın içine doğru ilerlemelerini durdurmaktı.”
Şimdi de Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerini temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Boghos Nubar Paşa’nın konuşmasını izleyelim:
“Bununla beraber, savaşın başında
Türk Hükümetinin Ermenilere bir tür
özerklik vermeyi önerdiğini ve karşılığında
da Kafkasya’yı Ruslara karşı ayaklandıracak gönüllüler istediğini hatırlatmak isterim. Ermeniler bu öneriyi reddettiler ve
kendilerini kurtarmasını bekledikleri Müttefiklerin yanında tereddüt etmeden yer aldılar.
“Ermeniler savaşın ilk günlerinden
ateşkes imzalanıncaya kadar tüm cephelerde Müttefiklerin yanında çarpıştılar.
“Ermenilerin Kafkasya’da neler başardıklarını tekrarlamayacağım. Ermenistan
Cumhuriyeti Başkanı olan Bay Aharonyan
biraz önce size, benim yapabileceğimden
çok daha iyi bir şekilde, geniş bir açıklamada bulundu.
“Bununla beraber, Suriye ve
Filistin’de, Müttefik devletler arasında anlaşma imzalandığı 1916 yılında, Fransız
Hükümeti’nin (Ermeni) Milli Delegasyonu’na yapmış olduğu davet uyarınca, Légion d’Orient’da toplanmış olan beş bin kadar Ermeni gönüllüsünün (o bölgedeki)
Fransız güçlerinin yarısından fazlasını
oluşturduğunu, Suriye’yi kurtaran büyük
Filistin zaferine parlak bir katkıda bulunduğunu ve General Allenby’nin kendilerine resmi bir tebrik gönderdiğini belirtmek
isterim.
“Son olarak Fransa’da, şanlı ve şerefli
bir birlik olan Légion Etrangère’de Ermeni gönüllüleri yiğitlikleri ve dayanıklı olmalarıyla temayüz ettiler. Savaşın başında
800 kadar olan gönüllülerden ancak 40 kişi hayatta kaldı. Geri kalanlar hepsi savaşta düşman karşısında öldü.
“(Ermenilerin) bu askeri katkısı Müttefik Hükümetler tarafından resmen ve hararetle takdir edildiği için bu konu üzerinde daha fazla durmama gerek yoktur. Belirtmek istediğim tek husus Ermenilerin
İtilâf Devletlerinin davasına bağlılığının,
maruz kaldıkları katliam ve sürgünlerin
saiklerinden biri olduğudur.
“Ermeniler bu nedenle savaşan taraf olmuşlardır. Sonunda Müttefiklerin tam bir
zafer kazanmaları Ermenistan’ı Türk boyunduruğundan kurtarmıştır. Bu bir gerçektir. Katliam ve sürgün kurbanlarına savaş alanındaki kayıplarımız da eklenince
Ermenistan tarafından yaşam olarak ödenen bedelin herhangi bir diğer muharip
milletin ödediği bedelden daha ağır olduğunun ortaya çıkacağını sözlerimize eklemek isteriz. Ermenistan’ın kaybı, 4,5 milyon olan toplam nüfusu içinde 1 milyonu
aşmaktadır, Ermenistan bağımsızlığını silahla ve çocuklarının kanıyla kazanmıştır.
“İki tür gözlemde bulunmak istiyorum.
Önce, bizim anladığımız şekilde, gelecekteki Ermeni devletinin sınırlarından bahsetmek istiyorum. Sonra sizlere nüfusa dair
bazı ayrıntılar vereceğim.
“ Sınırlar.
“Talebimiz bağımsız Ermenistan’ın
tüm Ermeni topraklarını içermesi ve şu
yerlerden oluşmasıdır:
“1. Kilikya (Maraş Sancağı dâhil), Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Karadeniz’e çıkış için Trabzon Vilâyeti’nin bir bölümü
“2. Halkı, Türkiye’deki kardeşleriyle
tek bir Ermenistan Devleti altında birleşmek isteyen Kafkasya’daki Ermenistan
Cumhuriyeti toprakları.
“Bu Devletin, gelecekteki Ermeni Devleti’nin, sınırlarına Ermeni olmayan
toprakları dâhil etmek istediğimiz bazen
söylenmiş ve yazılmıştır. Bu doğru değildir.
Böyle bir talebimiz olmadıktan başka, aksine, nihai sınırların tarafımızdan değil, tarihi, coğrafi ve etnik hakları esas alarak
çalışacak olan bir karma komisyon tarafından saptanmasını istiyoruz. Söz konusu
eyaletlerin veya Ermeni vilayetlerinin halen mevcut idarî sınırları keyfi ve yanlıştır.
Bu sınırlar, Âbdülhamit tarafından siyasi
amaçlarla, Müslüman (bir) çoğunluk yaratılabilmesi için, Ermeni olmayan bölgelerin de dâhil edilmesiyle keyfi olarak çizilmiştir. Talebimiz, bu dışarıda kalan, genellikle Kürt veya Türk olan bölgelerin, (Ermenistan’dan) ayrılmasıdır.
“Böylece, esas itibariyle Kürt olan Hakkâri’nin tamamı ve Diyarbekir’in güneyi
Ermenistan’ın dışında bırakılmalıdır; aynı
şekilde Türk bölgesi olan Sivas’ın batısı ve
birçok yer de... Trabzon’a gelince, ahalisinin çoğunluğunun Rum olduğunu kabul
ediyoruz, ancak Trabzon Limanı yukarı
(kuzey) Ermenistan’ın tamamı için Karadeniz’e tek çıkış yerdir. Talebimiz ayrıca
Venizelos’un bildirisine de uymaktadır.
Memnuniyetle belirtmek isterim ki Venizelos, Barış Konferansı’na sunduğu Muhtıra’da bu konuyu büyük bir adalet duygusu
içinde ele almıştır.
“Suriye ile sınırımıza gelince, son günlerde Suriyeli komşularımız kısa süre önce,
Suriye’ye dâhil etmek istedikleri Kilikya’nın büyük bir kısmı için, son derece
yersiz olan taleplerde bulundular.
“
Ermeni burjuvaları, Batılı Emperyalistlerin bu niyetlerini doğru okuyamadılar. Oyuna geldiler. Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da
yüz binlerce masum insanın boş yere
hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir
trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Başaktörse bugün
de olduğu gibi AB ve ABD Emperyalistleriydi. Tabiî o zaman Rus Çarlığı da bu aktörler arasındaydı.”
“Bunlara (taleplere) devam edilmemelidir. Kilikya esas itibariyle bir Ermeni bölgesidir. 1375 yılına kadar dört asır süreyle
burada son Ermeni Krallığı mevcut olmuştur. Zeytun bölgesi gibi bazı yerleri zamanımıza kadar Ermeni prenslerinin idaresinde yarı bağımsız durumunu korumuştur. Kilikya’nın Merkezi olan Sis’te, Türkiye’deki bütün Ermenilerin ruhani önderi
olan Katolikos, hatırlanamayacak kadar
eski zamanlardan günümüze kadar, dini
makamını korumuştur.
“üfusa gelince büyük çoğunluğu Ermeni ve Türk’tür. Suriyelilerin sayısı
önemsizdir. Savaştan önce Kilikya’da
20.000 Suriyeliye karşılık 200.000 Ermeni
vardı. Eski ve yeni dünyaya dair hiçbir atlas Kilikya’yı Suriye’ye dâhil göstermez.
Coğrafi, tarihî ve etnik bakımdan Kilikya
Ermenistan’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve
Akdeniz’e doğal çıkışıdır.
“Kilikya’yı Suriye’ye dâhil etmek amacıyla Suriye Komitesi yayınlarında gösterildiği gibi, Suriye’nin kuzey sınırı Toros
değil Amanos Dağları’dır.
“(…)
“Katliam ve sürgünlerden sonra Ermenistan’da Ermeni kalmadığı veya her hâl
ve kârda kalanların önemsiz bir azınlık
oluşturduğu iddia edilmiştir. Memnuniyetle söyleyeyim ki bu doğru değildir.
“Önce, bugün kimsenin tartışmadığı ilkelere göre, ölüler yaşayanlar gibi sayılmalıdır. Bütün bir ırka karşı işlenmiş tarifsiz
cinayetlerin faillerine yarar sağlaması hoş
görülemez. Fakat bütün bir halkı ortadan
kaldırma amacına erişilememiştir. Bu savaştan sonra Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi, Türklerden, hatta Türkler ve
Kürtlerin toplamından, bile, daha fazla
olacaklardır.
“Aslında, Ermeni kayıpları çok büyük
olmakla beraber, savaşta Türklerin kayıpları daha aşağı olmamıştır. Bir Alman raporu; savaş, salgın hastalıklar ve kıtlık nedeniyle, Türklerin kayıplarını 2,5 milyon
olarak vermektedir. Bu duruma tedbirsizlik, yeter sayıda hastane personeli ve ilaç
olmamasının yarattığı korkunç tahribat
neden olmuştur.
“Bu kayıpların en aşağı yarısı, Türklerin fiiliyatta sadece buradan askere aldığı
ve Rus ve Ermeni orduları tarafından istilâ edilmiş olan Ermeni Vilayetleri halkı tarafından verilmiştir. Böylece şayet Türk
halkının en az Ermeniler kadar ağır kayıplar verdiği kabul edilirse Ermeniler, daha
önce de olduğu gibi, halen de çoğunluktadır. Kafkasya ve Türkiye Ermenilerinin
hararetle istedikleri gibi Kafkasya’daki
Ermeni
Cumhuriyeti
Türk
Ermenistanı’yla tek bir devlet kurmak
üzere birleşirse bu çoğunluk daha da büyük olacaktır.”
Yine Boghos Nubar Paşa’nın Fransız Dışişleri Bakanlığına gönderdiği, olayı en özet
şekilde koyan bir mektubu vardır. Bu mek-
7
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
tup, Fransız Milli Arşivi Doğu Serisi Ermenistan Bölümü.Tarih: 3 Aralık 1918. Cilt 2,
sayfa 47’de kayıtlıdır. Belgenin tarihi, Osmanlı’nın teslimiyeti, kayıtsız şartsız kabul
ettiği 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden aşağı yukarı bir ay sonrasını işaret etmektedir. Şimdi bu mektubu görelim:
“Sayın Bakan,
“Ermeni Milli Komitesi adına, şu hususları hatırlatarak aşağıdaki bildiriyi arzetmekle şeref duyarım:
“Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, en büyük fedakârlıklar ve sürekli ıstıraplar pahasına, savaşın başından beri İtilaf Devletleri’nin gayesine sarsılmaz bağlılığımızın
bir nişanesi olarak;
“Ermenilerin fiili bir şekilde savaşan
taraf olduğunu;
“Fransa’da ilk günden itibaren hizmet
eden gönüllülerinin Fransız bayrağı altında Yabancı Lejyonu’nda zafer elde ettiklerini;
“Cumhuriyet Hükümeti’nin talebi üzerine Ermeni Milli Komitesi tarafından silah altına alınan Ermeni gönüllülerinin Filistin’de ve Suriye’de Fransız birliklerinin
hemen hemen yarısını teşkil ettiklerini ve
General Allenby’nin zaferinde büyük payları olduğunu, bunun da Allenby ve Fransız komutanlar tarafından resmen beyan
edildiğini,
“Kafkasya’da, Rus İmparatorluk ordusundaki 150.000 Ermeni’den ayrı olarak,
komutanları Antranik ve "azarbekoff’un
komutası altında, 40.000’den fazla gönüllünün bir kısım Ermeni vilayetlerinin kurtuluşuna katkıda bulunduğunu,
“Lütfen Sayın Bakan, üstün saygılarımın teminatı olarak kabul buyurunuz.
“Ekselans S. Pichon “Dışişleri Bakanı
Paris
“Başkan Boghos "ubar
“İmza
“Dışişleri Kayıt Damgası
“3 Aralık 1918”
Bu itiraflara bir örnek daha verelim. Burjuva Taşnaksutyun Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olan Hovhannes Kaçaznuni’nin sonradan kitap olarak da yayımlanan
Boghos ubar Paşa
uzun raporundan bir bölüm aktaralım:
“Türklere karşı barışçı dil kullanmalıydık. Onların gerçek güçlerine ilişkin bilgimiz yoktu; kendimize güveniyorduk. Temel yanlışımız buradaydı. Çatışmalar başlayınca, Türkler bize oturup konuşmamızı
önerdiler. Böyle yapmadık, onlara sırt çevirdik. Ordumuzun karnı tok, sırtı pekti…
Karadeniz’den Akdeniz’e ve Karabağ
Dağları’ndan Arabistan çöllerine koca bir
Ermenistan istiyorduk. Kâğıt üstünde sınırlar çiziyor, bunların gerçekten bize verildiğini düşlüyorduk. Bundan kuşku duymak ihanetti… Ama artık yapacak bir şey
yok!” (Aktaran Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 13 Mart 2007)
Gördüğümüz gibi, olayın ya da trajedinin
gerçeğini, aslını o günlerin Ermeni önderleri
çok net ve kesin ifadelerle ortaya koymaktadırlar. Biz de bu değerlendirmelere aynen katılmaktayız.
(Tabiî bir tek istisna dışında. O da Bogos
Nubar Paşa’nın hak iddia ettikleri topraklarda
Ermenilerin nüfusça çoğunlukta oldukları
şeklindeki uçuk, gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi olmayan iddiasıdır. Bu saçma iddiasıyla hiç kimseyi kandıramamıştır. Dönemin
dost düşman, askeri, siyasi, sosyal bilimci
gözlemcilerinin tamamının görüşleri, Ermenilerin Osmanlı topraklarında nüfusun dörtte,
beşten hatta altıda biri gibi bir azınlığını oluşturdukları şeklindedir.)
Modern Çağ Ermeni Tarihinin en önemli
kahramanı kabul edilen kişi Antranik Paşa’dır: Antranik Ozanyan. Bu kişinin hayatını
da yine aynı ismi taşıyan Antranik Çelebyan,
yazdığı bir kitapta anlatmaktadır.
Antranik’in
27
Mart
1920’de “Ararat” adlı bir dergide yayımlanan, Amerikan hükümetine yazdığı bir mektup vardır. Burada diyor ki:
“Bizler başından beri kaderimizi Müttefiklerin davasına bağladık ve sonuna kadar da onlara bağlı kaldık. Örneğin benim
gönüllüler birliğim savaşın başından sonuna kadar aralıksız çarpıştı. Rusya’nın yıkılmasından ve Brest-Litovsk Antlaşmasından sonra biz yalnız başımıza yedi ay
Osmanlıların ilerleyişine engel olduk. Böylece Ortadoğu’daki İngiliz ordusuna büyük bir hizmet vermiş olduk. Buna Lord
Robert Sesi resmen tanıktır. Ve bunu Gürcülerin aldatmalarına ve cepheyi terk etmesi ve Tatarların hainliği şartları altında
başardık. Hatta ateşkes antlaşmasından
sonra bile biz göçmenlerimizi korumak
amacıyla savaşmaya mecbur kaldık. Şimdi
ise Hıristiyan olduğumuz için, ateşkesten
on sekiz ay sonra Türkler bizi Müslüman
olmadığımız için katletmek istiyor.” (Antranik Çelebyan, Antranik Paşa, s. 327)
Ve yine burada Antranik, “Şu anda Ermeni topraklarının altıda beşi Türklerin
işgali altındadır”, diyor. Yani altıda biri Ermenistan’da, altıda beşi Türklerin işgali altında, diyor. Ermeni toprakları dediği illerin neredeyse tamamı, Kürt illeri. Yani orası Ermeni vatanı, oranın kurtarılması için savaştık biz
Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri, diyor.
Yukarıda bahsettiğimiz, Antranik’in de
bağlı olduğu Burjuva Taşnak Partisi, 1907
Martı’nda Viyana’da 4’üncü Genel Konferansı’nı yapmıştır. Yine Çelebyan’ın kitabından
Antranik’in burada yaptığı konuşmaları içeren bir bölüm aktaralım:
“Antranik ise Kürtlerin en kötülerinin
tarımla uğraşanları olduğu cevabını verir.
“Genel Konferans’ın 21 Mart akşamında gerçekleşen 44’üncü oturumunda Antranik, Ermeni Devrimci Hareketi’nin en
büyük düşmanının Kürtler olduğunu söyler. Eğer Kürtleri bizlerle birleştirmeyi başarırsak, o zaman Osmanlı yönetimi istediği kadar üstümüze gelsin, korkumuz
yok.” der.” (agy, s. 138)
Antranik şöyle der, Genel Konferans’ın
13’üncü oturumunda:
“Eğer yönetim Kürtleri biraz sıkarsa, onların bize karşı olan tavırlarında elbette
iyileşme görülür. (Yani Osmanlı yönetimi
Kürtleri sıkarsa, diyor. - HKP) Çünkü dini
ayrılık bizim ilişkilerimizde kendiliğinden
önemli bir unsur değildir. Kaldı ki, Kürtler
koyu dindar da değildir. Ve o dinden de
çok şey anlamazlar. Üstelik onlar özgürce
talan edebilir, istediklerini kaçırabilir, öldürebilirken, niye kendi kurbanlarıyla birleşsinler ki?..” (agy, s. 138)
Bahsettiğimiz kitabın yazarı Çelebyan,
kendi düşüncelerini de şöyle ifade eder:
“(…) Oyunbaz Türkler, çoban Kürtlerin ırksal tabiatlarını çok iyi bildiklerinden, onların talancı iştahlarını kolayca kabartıyordu. Onlara, Ermeni çalışkan halkının bol ürünlerini, gıda ambarlarını, altın ve zengin mal varlıklarını talan etmeleri için işaret ederek, özgürce silah taşıma
hakkı vermişlerdi.
“Ermenileri yok etme politikalarında
Kürtler, Türklerin en etkili silahıydı.” (agy,
s. 138)
Şimdi bu yazara sormak gerekir, Türklerle
Kürtler ve Ermeniler 1071’den beri yan yana
yaşıyorlar, aynı topraklarda, komşu köylerde,
komşu kasabalarda.
Peki, Türkler Kürtlere Ermenileri katlettirmek istiyorlardı da neden 1071’den 1878’e,
1880’e kadar beklediler? Yani 800 sene niye
beklediler? Niye 800 sene bu halklar yan yana kardeşçe yaşadı?
Olay buyken bunu çevirip, tersyüz edip;
Osmanlı ve Kuvayimilliyeciler Ermenilere
soykırım yaptı, demek, gerçeklerle de, vicdanla da, adalet duygusuyla da, namus ve ahlâk anlayışıyla da yani insanî değerlerin tamamıyla da bağdaşmaz. Olayı böyle çarpıtarak ilk ortaya atan İngiliz Dışişleri Bakanlığının “Foreign Office” denen Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki “Savaş Propaganda Bürosu”dur. Bilindiği gibi, ünlü “Mavi Kitap”ı da bu büro yayımlamıştır. Bu kitabın iki yazarından biri olan İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile, ölümüne yakın yıllarda,
kaleme aldığı anılarında, o zamanki yaptıklarından pişmanlık belirtmekte ve onların “bir
savaş propagandası” olduğunu itiraf etmektedir.
Osmanlı’yı, 1915 Mayıs’ında aldığı Tehcir kararından ve bunun uygulanmasından dolayı haklı bulmaktadır. Bunun bir “savunma
tedbiri” olduğunu dile getirmektedir. Görelim:
“Dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki o da şudur: Üç kişinin kurduğu hükümetin Osmanlı’daki Ermenilere yaptığı
muamelede öne sürdüğü sebepler kişisel
değil, siyasi idi. Rusya ile Türkler arasında
1877-78 yıllarında meydana gelen savaştan
beri Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzeydoğusunda yaşayan Ermeni toplumu siyasi
ideallerinin peşine düşmüşlerdi. Anadolu’nun batısında yaşayan Yunanlılar gibi
Ermeniler de bir gün Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendilerine bir devlet koparabilecekleri ümidini taşımışlardı. Yunanlıların ve Ermenilerin siyasal amaçlarının
meşruiyeti yoktu. Çünkü her iki grup da
Türkler arasında azınlıktaydı. İstekleriyle
Türk İmparatorluğu’nu bölmeyi amaçlıyorlardı. Yalnız bu amaçları, Türk halkına
ciddi haksızlıklar yapılmadan gerçekleştirilemezdi. Ruslar, Kafkaslara saldırdıkları
zaman Türkleri yenerek Türkiye’nin kuzeydoğusunu başarılı bir şekilde işgal etmişlerdi. Türkler de ondan sonra Birinci
Dünya Savaşı’na katılmış ve böylelikle Ermeni sorunu ülkenin önemli bir problemi
haline gelmişti. Türk yetkilileri yerli Ermeni toplumunun Rus istilacılar için “beşinci kol” olarak çalışabileceğini keşfetmişlerdi. Bu nedenle de Ermenileri savaş bölgesinden çıkartma kararı aldılar. Bu da bir
güvenlik önlemi olarak değerlendirilebilir.
Benzer koşullar altında başka hükümetler
benzer kararlar almışlardır. Mesela Pearl
Harbor’da Japonlar, Amerikan donanmasına saldırdıktan sonra Amerikan hükümeti Japon asıllı Amerikalıları Pasifik’ten
çıkarıp Mississippi havzasına yerleştirmişti. O insanlar yeni bir yere yerleştirilirken
bile bazı hatalar işlenmişti. Japon asıllı
Amerikalı insanlara hileler yapılmıştı ve
bu insanlar büyük ölçüde soyulmuşlardı.
(…)” (A. J. Toynbee, Hatıralarım, Klasik Yayınları, 2005, s. 283-284)
Utah Üniversitesi Tarih Bölümü profesörlerinden Türk ve Ortadoğu Tarihi Uzmanı
Robert Farrer Zeidner, yine aynı üniversitenin yayınlarından olan, “The Tricolor over
the Taurus: The French in Clicia and Vicinity” kitabında, bu konuya da değinir. Neler
söylediğini Türk Tarih Kurumu Yayınlarından çıkan ve bir ekip tarafından hazırlanan “Ermeniler: Sürgün ve Göç” adlı kitaptan aktaralım:
“Robert Farrer Zeidner, 1957 Haziran
ayında, Beyrut’ta, ünlü tarihçi Arnold
Toynbee’ye
kendi
imzasıyla
yayınlanan, The Armenian Atrocities (London, Hodder and Stoughton, 1915) ve Turkey: A Past and A Future ("ew York, Geo.
H. Doran, 1917) ile The Treatment of the
Armenians in the Ottoman Empire 191516 (London, HMSO, 1916) adlı kitapları
hakkındaki görüşünü sorduğunda Toynbee’nin büyük bir mahcubiyetle (blushingly), bu erken dönem çalışmaların tümüyle birer savaş propagandası olduğunu
ifade ettiğini ve bundan büyük üzüntü
duyduğunu bildirmektedir.” (agy, s. 175176)
“Ermeni Soykırımı”nı savunmak
demokratlık değil emperyalistlerin
değirmenine su taşımaktır
Bu emperyalist savaş propagandasını bir
de
dönemin
ABD
İstanbul
Büyükelçisi Henry Morgenthau, yine o yıllarda ABD’de yayımlanan “Anıları”nda öne
sürer, savunur. Onun da bu yalanı savunmadaki amacı şudur: Morgenthau Amerikan Yahudisidir. Yalanlardan ibaret bu anılarıyla
Amerikan Halkını, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na itmeye çalışmaktadır. Yani
ABD’nin savaşa girmesini Amerikan Halkının desteklemesini istemektedir. ABD, müttefiklerin safında savaşa girecek, böylece de
Osmanlı daha kısa sürede ve kesin biçimde
çökertilecek, toprakları paylaşılacak; bu paylardan biri üzerinde de (Filistin’de) bağımsız
bir Yahudi devleti kurulabilecektir. Onun da
hesabı budur.
Morgentau’nun anılarında öne sürdüğü iddiaların hiçbirinin gerçek olmadığını, yine bir
namuslu Amerikalı Tarihçi Heath W.
Lowry Türkçede de yayımlanan “Büyükelçi
Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası” adlı kitabında; Morgenthau’nun, Büyükelçilik günlerinde ABD Dışişleri Bakanlığına
günü gününe yazıp gönderdiği raporlarına dayanarak kanıtlamaktadır.
İftira ve yalanlardan ibaret bu tezi, bir de
o yıllarda Alman Papaz Lepsius öne sürmüştür. O da Türk ve Müslüman düşmanlığıyla
kafayı bozmuş, bir dönem medyada gündemde olan bir benzeri–ABD’li Kur’an yakan,
ruhsatlı yarı otomatik silahıyla cami önlerinde İslam’a saldırmaya yeltenen Rahip Terry
Jones- gibi bir fanatiktir. Yani hastalıklı bir
ruh yapısına sahiptir.
Bu savaş propagandasını, hep bildiğimiz
gibi, AB-D Emperyalistleri bugün de aynı hararetle savunmaktadırlar. Hatta demagojinin
şiddetini ve büyüklüğünü ikiye üçe katlayarak… 1916’daki “Mavi Kitap” Osmanlı,
600.000 Ermeni’nin ölümüne neden oldu, diyordu. Bugünün AB-D Emperyalistleri, Osmanlı bir buçuk milyon Ermeni’yi katlederek,
Ermenilere soykırım uyguladı, diyor. AB-D
Emperyalistlerinin o günden bugüne amaçları
hiç değişmemiştir. Onların derdi Sevr’dir.
Onlar 1920’de çökkün Osmanlı’ya imzalattıkları Sevr’le “Şark Meselesi” adını verdikleri emperyalist talan sorununu nihaî çözüme
ulaştırdıklarını sanıyorlardı. Kısa bir süreliğine rahatlamışlardı. Fakat iki milliyetten (Kürt
ve Türk) oluşan halkımız, diğer azınlıklarımızla birlikte bu talan ve esarete karşı çıktı.
Onların Sevr Haritasını parçalayıp suratlarına
fırlattı. Emperyalistler, işte bu yüzden Birinci
Kuvayimilliye’ye ve onun önderine düşmandırlar. Onların derdi Yeni Sevr’dir. Yeni
Sevr’i hayata geçirebilmek için de dört elle
sarıldıkları araçlardan biri, “Ermeni Soykırımı” yalanıdır. Onlar kendi aşağılık emperyalist çıkarları açısından, davranışlarında tutarlıdırlar.
Fakat kandırılarak, bilgisizlikten, saflıktan
ve özgüven yokluğundan dolayı bu emperya-
Antranik Paşa
list yalana inananlar, büyük hata ediyorlar. Ve
fena halde yanılıyorlar. İşte biz, onları uyandırmak istiyoruz. Diyoruz ki, aklınızı kullanın. İnsana yakışan budur… Olayları, hiçbir
önyargı altında kalmadan görmeye, kavramaya çalışın…
Ermeni İsyanı haklıydı demek, bugün
Kürtlerin yaşadığı topraklar tarihi Ermeni
vatanıdır demektir.
Ve biz, 24 Nisan’da emperyalizmin “umut
kaynağı” ve “demokrasi güçleri” olarak adlandırdığı Soytarı Solcuları protesto ettiğimiz
zaman, bu harekete mensup Kürt arkadaşlar
bize karşı çıkıyorlar, yahu nasıl böyle bir şey
yaparsınız, diye. Bilmiyorlar ki tarihlerini…
Onlara şu soruları sormamız lazım:
Peki Ermeni İsyanı meşru muydu?
Meşruydu, diyorlar.
Haklı mıydı?
Haklıydı, diyorlar.
Peki talepleri nelerdi?
Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm topraklar, tarihî Ermeni
vatanıdır, biz burada bağımsız bir Ermenistan
kuracağız, diyorlar.
Peki Osmanlı verse miydi Ermenilere, bu
toprakları?
Emperyalizmin ürettiği soykırım tezini savunanların buna cevap vermeleri gerekir.
İyi, tamam, alın mı demesi gerekirdi Os-
“
Ermeni Meselesini çarpıtarak ilk ortaya atan İngiliz Dışişleri Bakanlığının BirinciEmperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki
“Savaş Propaganda Bürosu”dur.
Ünlü “Mavi Kitap”ı da bu büro yayımlamıştır. Bu kitabın iki yazarından biri olan İngiliz tarihçi Arnold
Toynbee bile, ölümüne yakın yıllarda, kaleme aldığı anılarında, o zamanki yaptıklarından pişmanlık belirtmekte ve onların “bir savaş propagandası” olduğunu itiraf etmektedir.”
manlı’nın?
Meşru olan, haklı olan bu muydu?
Doğru olan, yapılması gereken bu muydu?
Buna cevap vermelerini istiyoruz. Eğer
doğru ve haklıysa, Osmanlı o gün yanlış yaptıysa, bugün siz savunun o doğru ve haklı
olan talepleri! Açıkça savunun. Burası tarihi
Ermeni vatanı, Ermeniler gelsin, burada bağımsız devlet kursunlar, deyin.
Bunu diyemiyorsanız; ikiyüzlülük yapmayın, sahtekârlık yapmayın, düzenbazlık yapmayın…
Türklerin ve Osmanlı’nın sırtından kimse
demokratlık oynamasın!
Atalarımıza yok yere çamur atmayın. Atalarımız katildi demeyin!
Atalarımız çok doğru davrandılar. Türk ve
Kürt ortak vatanını, emperyalizmin maşalarına karşı canlarıyla, kanlarıyla savunarak bize
bu vatanı armağan ettiler. Onlar onu yapmasaydı, belki bugün bizler hayatta olmayacaktık. Belki olacaktık da adımız Ahmet, Mehmet, Süleyman olmayacaktı. O zaman siz,
evet verelim, deyin bakalım. Bakalım Kürt
Halkı sokuyor mu Kürt illerine… Bu tezin savunucuları düzenbazlık yapıyorlar. Devrimciye yakışmaz, insana da yakışmaz, aydına da
yakışmaz sahtekârlık. Bir tezi savunuyorsanız
sonuna kadar tutarlı olacaksınız.
Emperyalist yalanlara kanmakla ve onları
savunmakla iyi bir işi yaptığınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz… İnsan, atalarına iftira
atmakla, onları karalamakla, atalarım katildi,
demekle vicdanlı da olmaz, demokrat da olmaz, namuslu da olmaz, gerçek insan da olmaz! Yukarıda da söylediğimiz gibi, sadece
aklını özgürce kullanarak olayları oldukları
gibi görüp anlamakla, değerlendirmekle insan
olur, adaletli olur, hakkaniyetli olur…
Siz böyle yapmakla emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Belki farkına varmadan onların sözcülüğünü, hizmetkârlığını
yapıyorsunuz.
Bu emperyalist yalanlar, yeni nesil Ermeni Halkını da zehirlemekte; kin ve nefret duygularıyla doldurmaktadır. Örnekleyelim:
Hocalı, Azerbaycan’ın önemli bir bölgesi.
Ve Ermeniler, buraya saldırıyorlar, bir gecede
613 Azeri’yi katlediyorlar. Onu konu ediyor,
dile getiriyor; “Hocalı Soykırımı”na bizzat
iştirak eden Zori Balayan, “Ruhların Tekrar Dirilmesi” adlı kitabında:
“(...) sadece kalbi sökülerek ateşe atılan
Ermeni bu satırlardan gurur duyabilir ve
haz alabilir.
“Vatandaşlık ve erkeklik görevi olarak
ben de Moğol dölü olanlara (yani Türklere) işkence yaptım.
“Ben, Haçatur ile onların tutulduğu
bodruma girdiğimizde, bizim askerler fazla ses çıkarmaması için çocuğu tırnaklarından pencerenin camına çivilemişlerdi. Haçatur, çocuğun annesinin kesilmiş göğüslerini onun ağzına soktu. Daha sonra ben 13
yaşında bir Türkün dedelerinin bizim çocuklara yaptığı gibi göğsünü ve karnını
yardım. Çocuk 7 dakika sonra kan kaybından öldü. Benim ihtisasım doktorluk (hümanist) olduğu için çocuğa yaptığımdan
mutluluk duymadım. Ancak kalbimde büyük bir sevinç vardı. Çünkü ben halkıma
yapılanların yüzde birinin intikamını almıştım.
“Bir gün sonra Kiliseye giderek 1915’te
öldürülenler için dua ettik ve dün gördüğümüz manzaradan kalbimizin temizlenmesi için Allah’a yalvardık.
“Daha sonra Suren’in evindeyken karısı bardaklara Cermuk maden suyu doldururken, Haçatur yorgun bir sesle “Ermeniler ana topraklarını kurtarmalı ve Büyük
Ermenistan’ı kurmalıdır” dedi.” (Zori Balayan, Dirilme, Vanadzor, 1996, s. 260-262)
Dauda Heyriyan ise “Haç İçin” adlı kitabında Hocalı olaylarını şöyle anlatıyor:
“Bu sabah soğukta Daşbulak’a doğru
yaklaşık bir kilometrelik yolu geçmek için
cesetlerden yol yaptık. Ben cesetlerin üzerinden geçmek istemiyordum. Albay
Oganyan bana korkmamamı ve bunun savaş kanunları olduğunu söyledi. Ben 9-11
yaşlarında bir kız cesedine basarak ilerledim. Botum ve pantolonum kana bulanmıştı. Böylece yaklaşık 1200 cesedin üzerine basarak geçtim.” (agy, s. 26)
Aynı kitaptan:
“2 Mart’ta Gaflan Ermeni grubu (cesetleri yakmak için oluşturulmuş özel bir
grup) aptal Moğollara (yani Türklere) ait
2000 ceset topladı ve Hocalı’nın batısında
onları birkaç yere toplayarak yaktı. Son
kamyonda ben tahminen 10 yaşında bir kız
çocuğu gördüm. Kız boynundan ve elinden
yaralanmıştı. Dikkatle baktığımda yavaşça
nefes aldığını gördüm, soğuk, açlık ve aldığı yaraya rağmen çocuk halen yaşıyordu.
Hiçbir zaman ölümle mücadele eden bu kızın gözlerini unutmayacağım.
“Daha sonra Tigranyan adlı bir asker
çocuğun kulağından tutarak yakılması için
bir yere toparlanmış ve üzerlerine mazot
dökülmüş cesetlerin yanına getirdi ve daha
sonra onları yaktı.
“Bu sırada birisinin yardım seslerini
duydum. Ben daha ileriye gidemedim.
Çünkü Hocalıyı bu lanetlenmiş Türklerden kurtarmak istiyordum.” (agy, s. 62-63)
Dünyanın pek çok bölgesinde böyle insanlıktan çıkmış, canavarlaşmış katliamcılar bulunabiliyor ne yazık ki. İşte AB-D’nin yaptıkları… Onlar da İslam ülkelerinde masum sivilleri, çocukları katledip kurbanlarının başında gülerek fotoğraflar çektirebiliyorlar.
Kurbanlarının parmaklarını, kulaklarını kesip
hatıra diye saklayabiliyorlar. Ama o canavarlık kanıtlarını sadece kendi özellerinde tutuyorlar. Çok ender durumlarda o özeller patlayıp canilikler medyaya yansıyabiliyor.
Hocalı katliamının canileri ise yaptıklarını
kitaplaştırarak yayımlıyorlar ve tüm dünyaya
övünerek duyuruyorlar. Siz canilerin hiç böylesini gördünüz mü? Biz görmedik. Bilmiyoruz...
İşte söz konusu emperyalist yalanlar ve
sizlerin çoğunluğunu oluşturan insanlar gibi
kandırılmışların bu yalanları tekrarlaması
böyle sonuçlar yaratıyor. Hocalı Katliamı’nı
yapan bu Ermeniler işte bu yalanlar yüzünden
bu hale geldi, insanlıktan çıktı. Dolayısıyla
yaptığınız, insanlığa da, halkların kardeşliğine
de, barışa da hizmet etmiyor. Tam tersine hizmet ediyor. Yapmayın!.. Yazıktır!.. Ayıptır!..
Yakışmıyor!.. Yapmayın!.. 24.04.2012 8
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Hayvanseverlik mahkûm edilemedi
Baştarafı sayfa 1’de
Genel Başkan’ımıza ve onunla
aynı anlayışta olan, sokak hayvanlarına elinden geldiğince bakmaya
çalışan eşine önce diş geçirmeyi
denedi bu güruh.
Eşi de kendisi gibi emekli öğretmen olan ve kıt kanaat geçindikleri
gelirlerinin bir kısmını bu hayvancağızlarla
paylaşan
Genel
Başkan’ımız onların anlayacağı dilden konuşunca, bu insanlıktan çıkmış din tüccarları sağa sola şikâyetlere koşturdular. Bu güruhun başını
çeken ve Genel Başkan’ımızla aynı
apartmanı paylaşan kişi, Belediyede
Makam Şoförü olmanın nüfuzunu
da kullanarak önce belediyeye iki
kez
şikâyette
bulunuyor.
Belediyeden gelen yetkililerin
Genel Başkan’ımızı haklı bularak
çekip gitmesi üzerine bu sefer de
Üsküdar Savcılığına şikayette bulunuyor.
Genel Başkan’ımız hakkında,
tehdit ve hakaret suçlamasıyla
Üsküdar
1.
Sulh
Ceza
Mahkemesinde
açılan
dava
09.05.2012 tarihinde sonuçlandı.
Tehdit suçundan BERAAT eden
Genel Başkan’ımız hakkında hakaret suçuyla ilgili olarak da
Cezalandırılmasına
Yer
Olmadığına karar verildi.
Davanın bu şekilde sonuçlanmasında Genel Başkan’ımızın 10 sayfalık savunmasının önemli ölçüde
rolü
olduğunu
düşünüyoruz.
Hayvan
sevgisi
üzerine
Kur’an’dan, Hz. Muhammet’in
yaşamından örnekler, ünlü şairlerden alıntılar içeren savunma adeta
edebi bir metin zenginliğindedir.
İnsan sevgisiyle hayvan ve doğa
sevgisinin bir bütün olduğunun, eşit
kardeşlerden oluşan bir dünya için
zulme karşı mücadelenin hayvanlara ve doğaya karşı yapılan zulme
ÜSKÜDAR 1. SULH CEZA MAHKEMESİ
SAYI HÂKİMLİĞİ E
Dosya No: 2010/1475 E.
H
Sayın Hâkime Hanım,
er şey gibi hukukun da bir biçimi,
sureti, kabuğu, görünüşü; bir de
içeriği-muhtevası, özü, ruhu vardır.
Hiçbir şey görünüşü gibi değildir. Zaten
büyük, ünlü bir düşünürün söylediği gibi:
“Görünüşle gerçeklik aynı şey olsaydı
bilime gerek kalmazdı.” Hani bilinen bir
iki örneği tekrarlarsak; dünyayı biz düz bir
tepsi gibi görürüz, çıplak gözle. Nitekim
insanlık da binlerce yıl öyle görmüş, öyle
bilmiş, öyle sanmış. Yine gece ve gündüzün
oluşumunu, güneşin dünya çevresinde
dönüyor oluşundan kaynaklanıyor diye bilmiş. Yani gerçeğe tam aykırı bir biçimde…
Hz. Muhammed de dâhice bir sezişle
“Ameller niyetlere göre değerlendirilir”
der. Yani olayları sadece dış görünüşlerine
bakarak değil onların muhtevalarına göre,
onlara kaynaklık eden ruhiyata, değerler
sistemine göre değerlendirmeliyiz demek
ister...
Davamıza gelirsek, olayın biçimine ilişkin savunmamı yukarıda sözlü olarak yaptım. Şimdi özüne değmek istiyorum:
Olay ya da davamız, vicdan, merhamet,
his yoksunu, kendi şahsî çıkarının dışında
hiçbir değer tanımayan zalimlerle en yüce
insanî değerlere sahip olan insanlar arasındaki bir anlaşmazlık, bir mücadele, bir kavgadan kaynaklanmaktadır.
Davacı taraf-Morgül Sülalesi, hayvanlara düşmandır. Daha önceki duruşmalarda da
sözünü ettiğim gibi, müşteki müfteri, zavallı, çaresiz, korunmasız-savunmasız, nesillerini sürdürmesi vicdanlı insanların çabasına
kalmış sokak hayvanlarına akşam gıdalarını veren eşime bağırarak; “Anam avradım
olsun bu kedileri ya zehirleyeceğim ya da
bir köpek getirip boğduracağım. Bunlar
sokaktan yok olacak.” diyecek denli insanî duygulardan yoksun, canavarca bir ruhiyata sahip kimsedir. Zaten bu hayvan düşmanlığını polis ifadesinde de tevil yoluyla
itiraf etmektedir. “Kedi mekruhtur.”
diyor. Oysa İslam’da aşağıda da değineceğim gibi, böyle bir anlayış yok. Bu anlayış,
Ortaçağ Hıristiyan Kilisesinin, daha doğrusu Vatikan’ın ya da Papalığın anlayışıdır.
Müşteki, “Bu hayvanların buradan
gönderilmesi için değişik girişimlerim
oldu. Fakat davalı taraf bunların hiçbirini kabul etmedi ve engelledi.” diyor.
“ urullah Ankut bana; “bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni
görünce kaçıyorlar.” diyor. “Ben de yanıma gelmesini isteyen kim? dedim ona.”
diyor.
Yine “Bu kediler, arabamın üzerinde
ayak izlerini bıraktıkları için ben onları
kovaladım.” diyor. Bu yalanıyla ve yalancı
tanıklarıyla savcıları kandırarak hakkımda
iddianame hazırlatıyor. Oysa ilk mahkeme
ifadesinde, yani 2 Nolu Sulh Ceza
Mahkemesindeki ifadesinde, hayvan düşmanlığını gizlemek için, başka bir olay
uyduruyor. Diyor ki: “Elimde içinde
temizlik maddeleri olan poşet vardı.
Kedi bu poşetin kokusunu duyarak yanıma geldi ve arabamın içine girmek istedi.
Ben de buna engel oldum, kediyi oradan
uzaklaştırdım.” diyor.
Müşteki, burada yalancılığıyla birlikte
de “Aman Neriman
çöpe
atılır
mı
ekmek. Bana ver.
Ben ıslatıp çatıya
atarım” diyor. Bir
süre eşim yaptı bu
işi. Bu arada başka
komşular da aynı
şekilde ekmek artıklarını ıslatıp buraya
atıyorlardı. Müşteki,
buna da karşı çıkmış,
mahallede
gürültü
yapmış.
“Koku
yapıyor,
buraya
kimse
ekmek atmayacak.”
demiş. Tabiî akrabası Özcan Morgül de
ekmek
getirmez
oldu, onun bu isteği
üzerine. Diğer komşular da; uymayalım
şunlara, diyerek,
artık ekmeklerini
atmaz oldular kuşlaPartili Hukukçular ra.
Müşteki müfteri,
yalnızca hayvana
değil, yeşile ve ağaca da düşman. Dört sene
kadar önce benim evde olmadığım günlerden birinde gecekondunun bahçesinde
bulunan, bizim apartmandan 15 metre
kadar uzakta bir ceviz ağacının dallarını
manzaramı kapatıyor diye kesip atmış.
Evde olsaydım buna müdahale ederdim. Ve
belki de tâ o zaman bir “Ağaç Dava”sından
yargılanıyor olurdum.
Yine altı ay kadar önce, benim il dışında
olduğum bir Pazar günü, apartmanımızın
üst tarafında, hemen yanımızda değil de bir
sonraki apartmanda sülalecek oturan
Erzincanlılar, karşımızdaki metruk evin
bahçesinde bulunan bir erik ağacının tüm
dallarını sadece ortada 1-1,5 metrelik bir
cücük kalacak şekilde kesiyorlar. Bununla
karşı çıkmayı da gerektirdiğinin,
gerçek sosyalistlerin tüm canlıları
nasıl sevdiğinin eşsiz bir anlatımıdır Genel Başkan’ımızın bu savunması.
Ama ne yazık ki medya (Yurt
Gazetesi hariç) bu dava hakkında
tek satır bile yazmamış, hayvansever geçinen örgüt ve kişiler tüm
çağrılarımıza rağmen medyatik bulmadıkları için davaya hiç ilgi göstermemişlerdir.
Olay bir ana kedinin tekmelenmesine Genel Başkan’ımızın müdahale etmesinden kaynaklandığı için
“Kedi Davası” olarak adlandırdığımız bu dava vesilesi ile bir kez daha
tekrarlarız ki: tüm dünyanın tüm
canlılar için tüm güzellikleriyle
eşitçe paylaşılarak özgürce yaşanan
bir dünya olması uğruna verdiğimiz
mücadelenin bir gün zaferle sonuçlanacağından zerre kadar kuşku
duymamaktayız.
Kurtuluş
cehaletini de sergilemiş oluyor. Kediler ve
köpekler, kimyasal kokulardan nefret ederler. Parfümler dahi onlar için tiksindiricidir.
Onlar sadece gıda kokularına duyarlıdırlar
ve onları severler. İçgüdüleri ona göre
şekillenmiştir. Çünkü hayatta kalmalarını
bu tür güdüler sağlar. Bu nedenle veterinerler, kedilerin gelmesinin istenmediği yerlere parfüm sıkılmasını önerirler.
Bu son yalanının iler tutar yeri yok: Bir
kere anne kedi, bunun yanına gelse ve arabasına girmek istese ben ne diye; “Bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni
görünce kaçıyorlar.” diyeyim, ona.
Sonra bu zalimin arabasına kedi girmek
istese, bu da engel olsa, kediyi kovalasa ben
ne diye karşı çıkayım buna? Bu durumda
hayvan bir zarar görmez ki. Oradan uzaklaşır gider. Ama ya engellemeyip kedinin arabasına girmesine izin vermiş olsa ben asıl
ona karşı çıkarım. Çıkar o hayvanı arabandan, diye müdahalede bulunurum. Çünkü
böyle bir zalim arabasına giren kediye ne
yapar? Götürüp yaşam alanından çok uzaklara atar. O hayvan da bu yeni ortama uyum
sağlayamadığı için yaşamını sürdüremez.
Kaldı ki bu en iyiniyetli olasılıktır. Eşime
söylediği gibi, hayvanı zehirleyebilir de. Ya
da köpeklerin önüne atıp boğdurabilir de.
Çünkü bunları yapacağını yukarıda andığım iğrenç yeminiyle dile getirmişti.
Onun bu tür yalanları çok. O yalan
makinesi gibi. Mesela olay anında tanıklardan biri olan “Özcan Morgül’le birlikteydik,
kapının
önünde”,
diyor.
Birlikteliklerini de “beraberce cenazeden
gelmiştik”, şeklinde gerekçelendiriyor kendince. Sonra da “davalının bütün hakaret ve
tehditlerini de o da aynen benim gibi, işitti
ve gördü”, diyor.
Hâlbuki yalancı tanık Özcan Morgül,
“ben olay anında balkondaydım. Bunların
ikisini de görmedim. Sadece sesleri duydum”, diyor. Neyse geçelim…
Müştekinin eşi Serpil Morgül, daha önce
de belirttiğim gibi, geçen yaz Ağustos ve
Temmuz aylarında hararetin gölgede bile
30 dereceyi aştığı günlerde, eşimin kuşların
ve kedilerin içmesi için sokaktan yana olan
duvarın dibine şeffaf plastik kap içinde
koyduğu suyu, defalarca döküyor ve kabı
evin yanındaki metruk gecekondunun bahçesine fırlatıp atıyor. Kendisi de anne. Ve o
anda anne kediler ve kuşlar var, o suyla beslenen; yavrularına gıda üreten. Geldiği
nokta itibariyle o da böylesine zalimleşmiş
biri.
Müşteki müfteri, sadece ayaklarıyla
yürüyen sokak hayvanlarına değil, uçan
kuşlara da düşman: Ben o apartmana taşındığımda (4-5 sene önce), Özcan Morgül her
akşam eve dönüşünde bir poşet dolusu tost
ekmeklerinin kullanmadıkları kızarmış dış
yüzlerinden oluşan ekmek getiriyordu. Eşi
Neriman Morgül de (O da tanıklar arasındadır ve sülalenin tek iyi kalpli insanıdır.
Nitekim yalancı tanıklık yapmamıştır. Olay
hakkında bilgisinin ve görgüsünün olmadığını belirtmiştir, ifadesinde.) bu ekmek
dilimlerini suda iyice ıslattıktan sonra yan
taraftaki metruk gecekondunun çatısına serpiyordu. Bunları da martılar, kargalar,
güvercinler ve serçeler bir iki saat içinde
yiyip bitiriyorlardı. Ben bu olayı huzur
duyarak, haz duyarak izliyordum. Ve kendi
kendime de şöyle diyordum: “Ne güzel, iyi
kalpli komşularımız varmış…” Bir süre
sonra Neriman Morgül; su parasının yüksek
geldiğini, bu nedenle de ekmekleri artık
ıslatıp gecekondunun çatısına atmayacağını, çöpe bırakacağını söylüyor, eşime. Eşim
ler, ırmaklar, dağlar, ovalar, ağaçlar, tüm
bitkiler ve tüm hayvanlarla birlikte insanlardan oluşan ayrılmaz bir bütün olarak
görüyoruz. Bunlardan birinin eksikliği ya
da hastalığı tüm doğayı ve varlıkları olumsuz etkiler. Tüm bunları korumak da yaşamın biricik bilinç sahibi varlığı olarak biz
insanların sorumluluğudur. Kendi bedenimizi ya da en yakınlarımızı koruduğumuz
gibi, aslında bizim de bir parçamız olan
yaşam alanımızı ve genelde dünyamızı
korumamız gerekir.
Öğretmenliğim sürecinde görev yaptığım değişik il ve ilçelerin liselerindeki
öğrencilerim beni ağabeyleri, amcaları ya
da babaları gibi sevdikleri için (ki ben de
onları aynı şekilde severdim) bana çiçekler
getirirlerdi, demetler halinde. Ben teşekkürlerimle birlikte, onlardan demetlerin olabildiğince küçük olmasını, az çiçekten oluşmasını isterdim. Nasıl olsa azı da aynı
kokuyu verir, boşa vermeyelim çiçekleri,
derdim.
Yine kerpiç evimizin bahçesinde ve pencerelerimizde, rahmetli çilekeş anacığım
çiçekler yetiştirirdi. Ve ben onları dallarında koklardım. Koparmaya kıyamazdım.
Hayvanlara gelince:
1400 sene öncesinden verilen şu mesaja
bakar mısınız?
“Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki
kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki,
sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz
kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır.
Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, En’am Suresi 38’inci Ayet)
Çok açık olarak görüldüğü gibi Kur’an,
insanıyla hayvanıyla tüm hareket eden canlıları eşitliyor. Hepsi Rablerinin ümmetidirler ve yarın Rablerinin huzurunda
toplanacaklardır, diyor.
Böylesine yüce bir insancıl bakış açısına, anlayışına sahiptir Kur’an. Ve tabiî Hz.
Muhammed de bu anlayışı, düşüncede ve
davranışta içtenlikle benimsiyor.
Şu anda hayatta olmayan “Güzel Koca Anne” ve iki kızı...
(Öndeki siyah kedi de öksüz kaldığı için “Güzel Koca Anne”nin sahiplenip büyüttüğü
ve şu anda da hayatta olan kedidir.)
kalmıyorlar, dört tane de şeftali ağacını
kökünden, bütünüyle kesip atıyorlar. O
arada bu da yanlarına geliyor; kolaylıklar
diliyor, ağaç katliamcılarına. Aynı bahçede
üç meyve ağacı daha var, benim penceremin hemen karşısına düşen yerde. Bu, diyor
ki onlara; “Aslında bu ağaçların tümünü
kesip bu bahçeyi temizlemek lazım.” Ağaç
katliamı yaparak temizlik yaptığını sanmak
bunlara özgü bir anlayış… Bunların konuşmalarını penceremizden eşim duyuyor.
Eğer evde olsaydım buna da seyirci kalmaz,
müdahale ederdim. Ve yine bir “Ağaç
Davası” nedeniyle karşınıza çıkabilirdim.
O katliamcılardan bir kadını, on beş gün
kadar önce, insanım diyen herkese hüzün
veren, şeftali ağaçlarının toprakta kalmış
köklerinden çıkan filizlerini ve erik ağacının cücüğünün yan taraflarından çıkan filizleri koparıp atarken gördüm. Eşimle birlikte müdahale ettik ve yaptıkları zalimliğin
sebebini sorduk. Sokağın üst başından
geçen cadde daha iyi görünsün diye bunu
yaptıklarını söyledi. Yani bu his-duygu
yoksunu, yoksulu, vicdan fukarası insanlara göre yeşillikler, ağaçlar şehri kirletiyor.
Şehrin temiz olması demek, her yanın
beton, taş ve asfalttan oluşması anlamına
geliyor. İnsan, bunlara kızmak mı gerek,
yoksa acımak mı diye bir türlü karar veremiyor. İşte böyle bunlar…
Bize gelince, biz yaşamı, denizler, göl-
Arabistan’ın kavurucu sıcağında yaşama tutunmaya çalışan bir yavru sokak
kedisini kurtarıyor. Alıp evine getiriyor.
Ona Müezza adını koyuyor. Hz.
Muhammed’in birden fazla kedisi olduğu
fakat en sevdiğinin bu olduğu söylenir.
Rivayet edilir ki bir seferinde Müezza, Hz.
Muhammed’in giysisinin eteği üzerinde
yanıbaşında uyumaktadır. Fakat namaz
vakti gelir, Hz. Muhammed’in mescide
gitmesi gerekir. Hz. Muhammed, kedisini
uyandırmaya kıyamaz. Cebinden çakısını
çıkarır, elbisesinin eteğini keserek ayağa
kalkar ve mescide gider. Sahabe eteğinin
kesik oluşunun nedenini sorunca da olayı
nakleder. Tabiî bu davranışı yani eteği kesik
elbiseyle mescide gidişi sebepsiz değildir.
İster ki Müslümanlar da hayvanlara karşı
böyle merhametli olsunlar. Kendisini bu
konuda da örnek alsınlar. Hz. Muhammed,
sadece kedileri değil kuşkusuz; tüm hayvanları sever. “Hayvana gereksiz yere
eziyet etmeyin.” sözü de ünlü hadislerindendir.
Hz. Muhammed’in on bin civarında
sahih-güvenilir hadisi olduğu öne sürülür,
ilahiyatçılarca. Bunların 5300 küsurunu tek
bir Sahabe (Ebu Hureyre) nakleder. Esas
adı, Abdurrahman bin Sahr’dır.
Yemenlidir. Müslüman olduktan sonra
memleketini
terk
ederek
Hz.
Muhammed’in yanına gelir. Ve Hz.
Muhammed’in vefatından önceki son dört
yılında Ebu Hureyre hep yanında bulunur.
Der ki:
“Yemen’den bir grup İslamiyeti kabul
ettik. Ve bu kutsal topraklara geldik.
Birlikte geldiğim arkadaşlarım ticaretle
ve başka geçim işleriyle uğraştılar burada. Bense en değerli yaşam biçimi budur
diyerek,
tüm
zamanımı
Hz.
Muhammed’in yanıbaşında geçirdim.
Ona hizmetten başka hiçbir işle meşgul
olmadım. İşte bu nedenden Ahir Zaman
Peygamberi’nin her söylediğini belleğime kaydettim.”
Hz. Ömer zamanında bazı Sahabeler
tarafından Kur’an Ayetleriyle çelişen hadisler nakledilmeye başlanmış. Bunun üzerine
katı bir Halife olan Hz. Ömer, hadis nakledilmesini tümüyle yasaklamış. “Uydurma
hadisler öne sürülmeye başlandı. O yüzden
hiç kimse hadis söyleyemeyecek. Din sadece Kur’an’dadır. O esas alınacak.” demiştir.
Fakat yakınındaki bazı hatırı sayılır
Sahabeler, Ebu Hureyre’nin her bakımdan
güvenilir bir Müslüman olduğunu ve belleğinin de olağanüstü güçlü olduğunu dile
getirerek ona hadis nakletme konusunda
izin verilmesini teklif ederler. Hz. Ömer
buna ikna olur. Ve yalnızca Ebu Hureyre
hadis nakledebilir, der. Ebu Hureyre de
ömrünün Hz. Muhammed’den sonraki
tümünü (43 yıldır bu süre) yeni kuşaklara
hadis öğretmekle geçirir.
Hz. Muhammed, çok sevdiği yakınlarına lakaplar takmayı adet edinmiştir. Mesela
Hz. Ali’ye taktığı lakap: Ebu Türab
(Toprak Babası)’dır. Bu lakabı takışının da
bir hikâyesi vardır ama sözümüzü uzatmamak için ona girmeyelim.
Ebu Hureyre, bir gün Arap giysisinin
geniş yeni içine bir şey koyarak Hz.
Muhammed’in yanına gelir. Yeninde ne
olduğunu sorar Hz. Muhammed. Oradaki
yavru kediyi çıkarır Sahabe. Ve bunun üzerine Hz. Muhammed, “Ya Ebu Hureyre
(Ey Kedicik Babası)” diye seslenir ona.
Adı da böyle kalır.
Sevgili Hacı Halifemiz-Evliya Çelebi,
Ebu Hureyre’nin pek çok kedisi olduğunu
söyler…
Gelelim Hıristiyan Ortaçağına:
“Papa Üçüncü İnnocent’in (11601216) Müşavirlerinden Saint-Dominique
şeytanı siyah kedi şeklinde temsil etmiş
ve kediyi uğursuzluk ve musibet sembolü
saymıştır. O tarihten itibaren bu batıl itikat bütün dünyaya yayılmış ve memleketimize kadar gelmiştir. Bizde siyah kedi
insanların arasındaki dostluğu bozan bir
mahlûk gibi sayılmış ve iki kişinin arası
bozulduğu zaman aranızdan kara kedi
mi geçti, sualine maruz kalırlar.”
(Değişik Milletler Tarihlerinde Kedi, Ord.
Prof. Samuel AYSOY, Veteriner Fakültesi
İç Hastalıklar Kürsüsü ve Kliniği
Profesörü)
Demek ki bitki ve hayvan düşmanı olan,
hayvanlara saldıran ve bu nedenle bize
karşı dava yaratan Morgül familyası
Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve
Sahabelerinin yolundan gitmiyor. Onların
takipçisi
değil.
13’üncü
Yüzyıl
Vatikanı’nın yolunu izliyor.
Kaldı ki, bugünün Batı Dünyası bile bu
yolu terk etmiş durumdadır. Şu an Batı
ülkelerinde sokak hayvanları da dâhil
olmak üzere hayvanlara zarar verenler, bizdeki gibi, Kabahatler Kanununa göre değil,
tam tersine Ceza Kanuna göre, yani insanlara karşı suç işlemiş gibi yargılanmaktadır.
Bugüne gelirsek:
Yan apartmanda oturan komşumuzun
ilkokul üçüncü sınıfa giden Bekir adında
bir çocuğu var. Bekir de annesi babası gibi
hayvanları sever. Kedilere yiyecek veren
eşime bir gün şöyle der: “Hoca Teyze, bu
hayvanlara bakmak çok sevap. Bazıları,
bunları dövüyor, kovalıyor. Yarın öbür dünyada bu hayvanlar da aynı şekilde onları
dövecek. Değil mi Hoca Teyze?”
Hani yiğit şairimiz Hasan Hüseyin
“Akşam Delisi” adlı güzel şiirinde der ya:
bütün oyunlar bitti–bir sen kaldın
yalnızlığımda
bir başka dünyadayım artık –beni
çocuklar bile anlıyor”
Bizi çocuklar bile anlıyor. Ama bunlar
anlamaz. Morgüller anlamaz. Bunlarda vicdan sorunu var…
Çağrışım oldu, 900 yıl öteden şöyle der
Hayyam:
Bir yürek ki yanmaz, yürek mi denir
ona?
Sevmek haram yüreğinde ateş olmayana.
Bir günü sevgisiz geçirdinse yazık,
En boş geçen günün o gündür inan
bana.”
Bizim anlayışımız, bize uyan budur
işte…
9
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Birkaç günde bir sokaktan bir kamyonetle geçen Roman karı koca vardır.
Atılmış eşyalar ve çöpler arasından işlerine
yarayanları toplarlar. Geçimlerini öyle sağlarlar. Toplumun tümünde olduğu gibi,
Ahmet Arif
onlarda da erkek egemen bir anlayış söz
konusu… Erkek şoförlük yapar sadece;
kamyonetten inmez. Her seferinde kamyonetten inip gerekli öteberiyi alan ve kamyonetin arkasına yerleştiren kadındır. Bir
sabah eşim sokak hayvanlarına yiyecek
verirken Roman kadın da kamyonetten iner
ve işini yapmaya başlar. Eşimle selamlaşırlar, birbirlerine kolaylıklar dilerler. Roman
kadın; “Abla, bu sevap sana yeter.” der.
Üzerinde etek-bluz giymiş, başında ise halkımız kadınlarının bağladığı şekilde, saçlarının ön kısmını açıkta bırakan bir eşarp
vardır.
Bizimle uğraşanların şikâyetçi ve tanıklarının eşleri ise kimi türbanlı, kimi siyah
çarşaf benzeri pardösülüdür.
Ne yazık ki, tüm dünyada olduğu gibi,
ülkemizde de kadersizler kategorisinde
olan bu Roman insanlarımızdaki anlayışa
bakın, bir de bunlarınkine bakın… Hangisi
Hz. Muhammed’e ve insancıl olana daha
uygundur?
Eşim Konya’da öğrencilerinin hemen
yarısını, Roman mahallesine yakın olduğu
için, Roman çocuklarının oluşturduğu bir
okulda uzun yıllar öğretmenlik yaptı.
Bugün sokak hayvanlarını olduğu gibi, o
gün de Roman öğrencilerine hiçbir ayrımcılık yapmadan anne sevgisi ve sıcaklığıyla
yaklaştı. O nedenle bu öğrencileri de çok
severlerdi eşimi. Bayramlarda ilk ziyaretimize gelenler bu çocuklar olurdu.
İçlerinden okuyup öğretmen olanlar, astsubay olanlar oldu.
Ne yazık ki, o dönemde bazı öğretmenler mesleklerinin öngördüğü anlayıştan
uzaktılar. Roman öğrencilerini sevmezlerdi.
Onlara kötü davranırlardı. Bir iki şiddet
uygulayınca da çocuklar okulu terk edip bir
daha gelmezlerdi. Eşim, o öğretmenleri
uyarır; “İstemediğiniz çocukları benim sınıfıma gönderin. Onları ben okuturum.”
derdi.
Demek istediğim, biz (eşim ve ben)
ömrümüzün her döneminde hep ezilenlerin,
sömürülenlerin, acı çekenlerin, yerlerde
sürünenlerin, ayrımcılığa tabi tutulanların
yanında olduk. Onların acılarını dindirmeye çalıştık. Çünkü insan olmak bunu gerektirir.
Davacı zalimin küfrederek tekme attığı
anne kedi de (ki şu anda hayatta değil) çok
fedakâr, çok sevecen bir hayvandı. Sadece
kendi yavrularına bakmakla yetinmezdi.
Annesini kaybetmiş ya da annesi herhangi
bir nedenle ölmüş ve yolu bizim sokağa
düşmüş yavru kedileri de sahiplenir, onlara
da annelik ederdi. Onlardan biri şu anda da
sokağımızda hayatını sürdürmektedir.
Kendisi de çok güzel ve bir dişi için oldukça iri bir kediydi. O yüzden eşim ona
“Güzel Koca Anne” adını koymuştu.
O kedi, davacı zalim tekme attığında da
anneydi. Yavrularını büyütmekteydi. İşte
buna tekme attı acımadan. Yine burada
değerli yiğit şairimiz Ahmet Arif’in
“Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı
eserinden şu dizelerini anımsadık:
Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alaçakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Evet tövbeye getirir… Ama yine şairimizin dediği gibi “insanı”…
Anne kediler ve köpekler ki, ne zorluklara göğüs gererler, ne acılar çekerler…
Sokakların acımasızlığında, zalim insanların düşmanlığında tekmelenirler, kovalanırlar, arabaların altında kalır; ölürler, sakatlanırlar. Tüm bunlarla baş edebilirlerse çöplerden karınlarını doyururlar. Rahimlerine
düşen yavrularını büyütürler karınlarında.
Doğum vakti geldiğinde hem saatler süren
doğumlarını yapabilmek hem de küçücük
yavrularını koruyabilmek için açık kalmış
bir bodrum penceresi, bir merdiven altı ya
da metruk bir ev bulmaya çabalarlar. Ki,
bunları bulabilmek çok zordur. Bulunsa bile
bazen böyle zalimler hiç acımadan atar
onları oralardan. Bazen dağ başlarına götürüp bırakıyorlarmış. Medyaya zaman
zaman yansıdığına göre bu zalimane işi
bazı belediyeler bile yapıyormuş.
İşte bu şartlar altında hem kendi yaşamlarını sürdürüp hem de yavrularını büyütmeye çalışır anne kediler ve köpekler…
Şairimizin dediği gibi onlar sadece sütlerini
değil yüreklerini sağarlar yavrularına:
Bir kedi bile sağarken yüreğini
Telaş içinde yavrusuna
Ey acımasız acuze
Utan şu türbelerinden
Minarelerinden
utan
(Yusuf
Hayaloğlu, İstanbul Acılar Kraliçesi)
Şikâyetçinin tanıklarından bir Hatice
Hanım vardı. Polisteki ifadesinde diyordu
ki; “Ben olayı görmedim. Komşulardan
duydum. (Komşular dediği şikâyetçinin
eşidir.) Kedileri sevmediğim için buraya
geldim, ifade veriyorum.”
Evimizin aşağı yukarı 150-200 metre
aşağı tarafında idi. Eşimin yemek verdiği
kediler, hiçbir zaman onun evinin civarına
gitmezdi. Buna rağmen aleyhime tanıklığa
gelmişti. O da kara çarşaf benzeri siyah pardösü giyerdi. Yalnız yaşardı. O bölgedeki
hayvansever komşu kadınlarına saldırıp
hakaret ediyormuş. Onlar yaşlı diye ciddiye
almıyormuş. Yani şikâyetçi gibi o da hayvan düşmanlığını takıntı haline getirmiş.
Duruşmalar başlamadan önce öldü. O
nedenle mahkemeye gelemedi. Mirasçıları
evini paylaşamadı. Davalaştılar. Üsküdar
Cumhuriyet Savcılığı evi mühürledi, girişi
yasaklayan bir şerit astı kapısına. Evinin
penceresi açık… Yatağında, minderlerinde
kediler yatıyor şimdi. Kendisi de her ölen
gibi mezar kurtlarına ziyafet sofrası oluşturmuş durumda. Evine, sokaklara sığamıyordu Hatice Hanım… Şu olana bakar
mısınız?..
İşte biz, işin sonunun buraya varacağını
adımız gibi biliyoruz. Her gerçek insan da
bilir kuşkusuz. Alın size güzel bir örnek,
yine Hayyam şöyle seslenir bize:
iceleri geldi, neler istediler,
Kamu Emekçileri Tayyipgiller’in zam
ortaoyununa karşı alanlardaydı
T
ayyipgiller’de ve genel olarak yerli yabancı Parababalarında insaf yoktur. Modern
Finans-Kapitali de, Antika Tefeci-Bezirgânı da aynı toptan kesmedir.
Onlar sürekli olarak kendi aşağılık çıkarlarını düşünürler. Kendileri bir elleri balda bir elleri yağda yaşarlar, kârlarına kâr katarlar. Bu dünya onlar için cennettir.
Parababalarının iktidardaki uşakları da yerli
yabancı efendilerine bakarak, bize yok mu der-
ler ve onlar da halkların vurgun ve yağmalanmasına aracılık ederek, kendi dünyalıklarını
yapmaya, çoluk çocuk ve tüm sülalelerinin geleceğini kurtarmaya bakarlar. Makam, koltuk,
ün, maaş peşinde koşarlar.
Kendileri için zam yapmaya geldi mi, aynen
bu yılın başında yaptıkları gibi, bir gece yarısı
manevrasıyla maaşlarına ve bilumum gelirlerine (yan ödemeler, yolluklar, otomobiller, sekreterler vb. vb…) yüksek oranda yüzde 40-50 oranında zammı yapar geçer giderler…
İş Kamu Emekçilerine, İşçi Sınıfımıza ve
Köylümüze gelince; “bütçe gerçeklikleri, kamu
maliyesi ve disiplini, tüm halkı düşünmek gerek”, “hak edene vermek gerek” gibi binbir türlü yalanı dolanı söylemekten utanmazlar.
İşte Tayyipgiller’in cibilliyetini ortaya koyan güncel bir örnek daha. Yakın zamanlarda
Tayyipgiller’in Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın kayın biraderinin, Başbakanlık Tanıtım
Ajansı’nın Dubai Temsilciliğine tam 28 bin dolar maaşla getirildiği medyaya yansımıştı. Kendileri için bu kadar cömert davranan Tayyipgiller, bu sene başından itibaren yüz binlerce kamu
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.”
Müştekinin bir tanığı daha vardı Hacer
Tansarıkaya. O da kara çarşaf benzeri giysili… Polis ifadesinde; “Kediler buralarda
dolaşıyor. Sokakta evlerimizin önünde
oturamıyoruz. Şikâyetçiyim.” diyordu.
Aleyhimde bir yığın yalan beyanda bulunuyordu. 2 Nolu Mahkemedeki ifadesinde;
“Benim olayla ilgili bir bilgim, görgüm
yoktur.” dedi. Hâkime Hanım, polisteki
ifadesinin farklı olduğunu söyleyince de;
“Onu polis kendisi yazmış. Ben söylemiş
değilim, onları” deyip işin içinden çıktı.
Varsayalım ki polis uydurdu aleyhimdeki o
yalanları. Peki polis, bunların köylerde
olduğu gibi, evlerinin önünde oturup koyu
sohbetlere daldıklarını nereden bilsin?
Besbelli ki, Hacer Hanım’da vicdan tümden
ölmemiş. Hayvan düşmanlığının itmesiyle
yaptığı aşağılık işin muhasebesini yapmış,
vicdanında. Ve rahatsızlık duymuş, yalancı
tanıklıktan vazgeçmiş.
Bunun bir yalancı tanığı daha var: Ayşe
Morgül. Yaşı 70’in üstünde. Yaşça en
büyük olanları. Yalancı tanık Özcan
Morgül’ün de annesi. O da diğerleri gibi
hayvan düşmanı. Poliste başka yalan uyduruyor aleyhimde, mahkemede başka.
Benim sövdüğümü söylüyor. Şikâyetçiye;
“Buralardan gider misin?” dediğimi;
onun da; “Kiracı değilim ki niye gideyim?” diye cevap verdiğini söylüyor.
Diğerleri ise benim, şikâyetçiyi öldürmekle
tehdit ettiğimi iddia ediyor. Bir kısmı
“sövdü ve tehdit etti” diyor; bir kısmıysa
“sövdüğünü duymadım ama tehdit etti”
diyor. Yani âlem bu Morgüller…
Değerli ozanımız eşet Ertaş der ki:
“Herkes insan doğar ama insan olarak ölmez.”
Çok doğru bir belirleme… İnsan olarak
yaşayabilmek pek çok fedakârlığı, zorluğu,
çileyi, acıyı, zulmü, çabayı göze almayı
gerektirir. O cesarete, o sevgi dolu yüreğe,
o namusa, o yiğitlik ve bilgeliğe sahip
olmayı gerektirir. Biz yaşamımız boyunca
hep bunlara tümüyle sahip olmak istedik.
Ve bu uğurda her şeyi göze aldık. Bedeller
de ödedik. Biliyorduk ki, başka türlü bir
yaşam insanlığımızı korumaya yetmez.
Burada yine çağrışım oldu, değerli şairimiz Edip Cansever’in şu dizelerini hatırladık:
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi
yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak
güç iştir”
Biz bu güçlüğü yukarıda da belirttiğimiz
gibi, baştan kabullendik ve bedelini ödemeyi tereddütsüz göze aldık. Bugün yetmişimize merdiven dayadık. Bugüne dek hep
böyle yaşadık, sonrasını da (ne kadar olur
bilinmez) böyle yaşayıp öleceğiz. Bundan
da son derece gurur duyuyoruz. Aynalarda
yüzümüze, gözlerimizin içine hiç kaçamaksız bakıyoruz. Hiç sakınacağımız, utanacağımız bir şey yok geçmişimizde; içimizde,
dışımızda çok şükür… Daha ne isteriz ki?..
Hilekârlıklar, düzenbazlıklar, hırsızlıklar üzerine kurulu hanlar, hamamlar, mallar
mülkler, makamlar, ünler, pozlar bize göre
değil… Bize yakışmaz bunlar. İnsanım
iddiasında bulunan hiç kimseye de yakışmaz… Bize yakışan yukarıda andığımız
tutumdur.
Yine kulak verelim Hayyam’a:
Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
edir bu dükkânlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır bu sel yatağına?
Bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?
emekçisinin hakları olan maaş zammını yapmadılar, bildiğimiz gibi.
Tayyipgiller, yılın başında yapmaları gereken zamları çeşitli bahaneler ileri sürerek Haziran ayına kadar geciktirdiler ve böylece kamu
emekçilerini mağdur ettiler. Memur konfederasyonlarıyla yapılan “toplu oyalama” süreçleri ise
beklendiği gibi tam bir ortaoyunundan ibaret
kaldı. Tüketim maddelerinin ateş pahası olduğu,
elektrik, doğalgaz gibi zaruri ihtiyaçlara son altı ay içinde yüzde 50’ye yakın zam yapıldığı koşullarda Tayyipgiller; kamu emekçilerine 2012
yılı için % 3.5+4, 2013 yılı için ise % 3+ 3 gibi
komik oranlardaki zamları reva gördü.
Yapılan bu haksızlığa karşı sessiz kalmayan
Kamu Emekçileri, 23 Mayıs günü Türkiye’nin
dört bir tarafında bir günlük iş bırakma eylemi
yaparak alanlara çıktı. Meydanları dolduran on
binlerce kamu emekçisi, Tayyipgiller hükümetinin genelde tüm halkımıza, özelde ise kamu
emekçilerine reva gördüğü bu zam ve zulüm düzenini protesto etti.
Biz Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri de bulunduğumuz bütün bölgelerde Tayyipgiller’in
bu halk düşmanı tutumlarına karşı bayrağımızı
dalgalandırdık, sesimizi yükselttik.
Sadaka değil, insanca yaşayacak bir
ücret istiyoruz!
Kurtuluş Partili Kamu Emekçileri
Çocukluğumu ve ilk gençliğimi içinde
yaşadığım evimiz Konya’nın bir kenar
semtindeydi. Şehir merkezine ve o merkezin üst kısmında bulunan ortaokula, liseye
gidip gelirken toprak yollardan geçerdim.
Ve yazları bu yollarda karıncalar aynı izden
art arda giderek oluşturdukları zincir dizileriyle kışlık nafakalarını; ot tohumu ya da
benzeri yiyecekleri taşırlardı yuvalarına. Ve
ben o zincirlerin üzerine basmamak için
hep dikkat gösterirdim. Bisikletliyken bile
karşıya bakmam gerekirken tekerleğin
önüne bakardım; bir karınca zincirinin üzerinden geçmeyeyim, onlara zarar vermeyeyim diye. Düşme tehlikesi bile atlattığım
olurdu, böyle durumlarda. Ama düşmedim
hiç.
Evliliğimizin 40’ıncı yılını yaşıyor olduğumuz eşim ve ben örümcekleri bile asla
öldürmeyiz. Onları özenle tutar, bahçeye
bırakırız.
Köyden şehre göçünce babam ve
annem, ben ve diğer üç kardeşimin rızkını
hayvancılık yaparak sağladı. Onlar da çok
severlerdi hayvanları. Çok değerli, sevgili
rahmetli ilkokul öğretmenim Seniha Hanım
da çok severdi. Bunlar ve diğer öğretmenlerim öğretti, bize hayvan sevgisini, bitki sevgisini ve insan sevgisini… Sonra üniversiteye gidip Kur’an Mealini okuyunca, orada
da yukarıda andığımız gibi, aynı yüce anlayışla karşılaştık. Ve sevindik, mutlu olduk.
Geldik gidiyoruz… Her gelen de gidecek…
Gelip de eskiyenler, yeni gelenler,
Hepsi gider bugün yarın, birer birer;
Kimselere kalmamış bu eski dünya:
Kimi gitti gider, kimi geldi gider.”
Ömer Hayyam
Dal goncayı bir sabah açılmış buldu,
Gül melteme bir masal deyip savruldu.
Dünyada vefasızlığa bak; on günde,
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.”
(Ömer Hayyam)
Biz hep bu bilinç içinde olduk. O bakımdan mal, mülk, ün, poz, makam, koltuk
peşinde hiç koşmadık.
Ama bir şeyi yapmaktan da hiç geri durmadık: Bu dünyada insanlar da, hayvanlar
da acı çekmesinler, ezilmesinler; hep mutlu,
eşit kardeşçe yaşasınlar. Havası, denizleri,
gölleri, ırmakları tertemiz; dağları, ovaları
yeşilliklerle dolu güzel bir dünyada yaşasınlar. Yani bu dünya cennet olsun; hem
kendisi hem de içinde yaşayanlar için. Onu
anlattık, onu öğrettik, onun mücadelesini
verdik hep.
Fakat karıncayı bile ezmekten sakınan
ben, zalimler karşısında asla sessiz kalmam. Onlara, dur, ey zalim, derim.
Zalimlik etme, işini efendice gör, derim. Ve
zalimleri durdurmak için her şeyi göze alırım. Her bedeli, düşünmeden kabullenirim.
Diyoruz ya “insanca yaşamak güç iştir”
diye…
Bu zorlukların yanında güzellikleri de
vardır, insanca yaşamanın. Öğrencileriniz,
tanıdıklarınız, dostlarınız sizi hep sayarlar,
severler. Hep hatırlarlar, iyilikle yadederler.
Onlarca yıl görüşmeseniz bile, sizi gönüllerinde yaşatırlar. Siz bunu bilirsiniz. Ve bu
durum, çok büyük mutluluk verir insana.
Yeniden davamıza dönersek:
Şikâyetçinin şikâyeti üzerine Üsküdar
Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğünden
gelen görevliler iki gelişlerinde de bizi
haklı buldular. “Amca keşke herkes sizin
gibi yapabilse.” dediler.
Çengelköy Karakolundan ifademi
almak üzere çağıran görevli memur, ben
karakola gelip “Beni çağırmışsınız.” dediğimde, daha benimle hiç konuşmadan;
“Hocam, ben sizi çağıracağım. Siz o zamana kadar şu karşı odada oturun.” dedi, bana.
O anda ben tanımadım ama şikâyetçinin
eşinin ifadesini alıyormuş.
Beni “Hocam, buyur.” diyerek çağırdığında; odasında bana “oturun.” diye yer
gösterdi. Boğucu bir yaz sıcağıydı.
Terlemiştim. “Hocam, arkanızdaki pencereyi açalım, isterseniz; rahatlayın.” dedi. Ve
odadaki genç polislerden birine “Hocama
ve hepimize çay getir.” dedi.
Diyeceğim, daha ben tek kelime söylemeden, şikâyetçiyi ve tanıklarını dinlemiş,
olayı özünü kavramıştı. Davranışının nedeni buydu. İfademi yazmayı bitirince; “Ya
Hocam, herkes yapar sizin yaptığınızı. Ben
de yemek artıklarını, sokağımda hayvanlara
veriyorum.” dedi. Ve beni karakolun kapısına kadar uğurladı.
Geçen duruşmada karşı tarafın avukatı
olarak gelen genç, sevimli, altın kalpli avukat hanım, sizin de gözlediğiniz gibi, beni
dinleyince; haklılığımıza hemen kani oldu.
Ve benimle bu konuda konuşmaya başladı.
Siz, “Bunları dışarıda konuşun.” dediniz.
Duruşma da zaten bitmişti. Bu hanım kızın
dışarıda bana “Amca, siz çok iyi bir amcasınız. Ve haklı olan sizsiniz. Davanın
içeriğinin böyle olduğunu bilseydim,
kabul etmezdim, bu davayı.” dedi. Ve ben
onu kendi öz kızıma ve sayıları pek çok
manevi kızlarıma duyduğum sevgiyle
kucakladım. O da beni, babasını ya da
amcasını kucaklar gibi kucakladı.
Demek ki, dünyada sadece zalimler var
değil. İnsanlığının hakkını vererek, onun
bedelini ödeyerek yaşayan insanlar da var.
Ve bunlar çoğunlukta aslında. Ve sonunda
insanlık kazanacak. Bundan hiç kuşkum
yok.
Sayın Hâkime Hanım,
Kararınız ne yönde olursa olsun, onu
alıp Kızılay’a fakülte hayatımdan başlayıp
65 yaşımı dolduruncaya kadar yaptığım kan
bağışları karşılığında aldığım takdirname
belgelerimin, rozetimin ve organ bağış kartımın yanına koyup çocuklarıma ve torunlarıma miras bırakacağım. Onların babaları
ve dedeleriyle gurur duymalarını sağlayacağım…
Takdir sizin…
08.05.2012
KONFERANS
Nurullah ANKUT
Sivil-Asker Gençliğimiz ve
27 Mayıs Politik Devrimi
Konuşmacı:
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı
Tarih: 03 Haziran 2012
Saat: 13.00
Yer: HKP Gaziantep İl Örgütü
10
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Bolivarcı Venezüella’nın Yiğit Halkı, Yiğit Başkanı
AB-D Emperyalistlerine meydan okumaya devam ediyor!
Baştarafı sayfa 24’de
Büyükelçi Yoldaş, Venezüella’da Bolivarcı
Devrimin gerçekleştirdiği ve Venezüella Halkının insanca yaşamasını ve çalışmasını sağlayan
kazanımları (misyonları) anlattığı konuşmasında, “Venezüella’yı Venezüellalılar yönetiyor,
yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda değil, Venezüella halkı yararına kullanılıyor artık” sözü
de salonda büyük bir coşkuyla alkışlandı.
İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak da konuşmasında özetle; AB-D Emperyalistlerinin tüm
dünyada olduğu gibi Venezüella’da da yaptıkları saldırılarının nedenlerini, çözüm yollarını
ve Venezüella’ya sahip çıkmanın, Sosyalizme
sahip çıkmak olduğunu, Venezüella’nın yiğit
halkının, AB-D Emperyalistlerini ülkelerinden
defederek tüm dünyaya bunun mümkün olduğunu gösterdiklerini anlattı.
İl Başkanımız; Raul Yoldaş’ın “Venezüella’yı Venezüellalılar Yönetiyor” sözüne dikkat çekerek, ülkemizi 1946’dan bu yana AB-D
Emperyalistlerinin yönettiğini, ülkemizin tüm
yeraltı ve yerüstü kaynaklarının AB-D Emperyalistlerinin çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, söyledi.
Ayrıca Ortaçağcı Tayyipgiller’in, AB-D tarafından Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde
kullanılarak Suriye’ye karşı nasıl savaş çığırtkanlığı yaptığını, 28 Şubat ilerici müdahalesinin intikamını nasıl aldıklarını, yine 12 Eylül’ün sözde yargılanmasına, Sahte “Sol”cu
Yönetici: ABD Emperyalizminin 2002
yılında Venezüella Halkının Yiğit Başkanı
Chavez’e yaptığı darbe sonucu Venezüella
Halkının Ordu Gençliği’yle el ele verip, ayaklanma başlatması üzerine emperyalizmin yenilgiye uğratılmasının 10’uncu yılındayız.
Venezüella’da “Cesur Halk” haftası olarak
kutlanan bu hafta kapsamında, yiğit Venezüella Halkı ve yiğit Başkanı Chavez ile dayanışmak bizim için bir görevdir. Şimdi ilk konuğumuzu buraya davet ediyorum. Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş…
(Alkışlar… Sloganlar… Viva Chavez,
Viva Venezüella…)
Davamız halkın kurtuluş davasıdır diyen,
İşçi Sınıfına sayısız işgal, grev ve direniş hediye eden, bulunduğu her yerde soluk almadan haksızlığa, zulme karşı mücadele eden,
boyun eğmeyen Halkın Kurtuluş Partisi İzmir
İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak’ı konuşmasını yapmak üzere buraya davet ediyoruz.
(Alkışlar... Sloganlar... Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…)
Venezüella Büyükelçisi
Raul Betancourt Seeland
Yoldaş’ın konuşması
Hepinize iyi günler.
Her birinize Devrimci ve Bolivarcı selamlarımı sunmak istiyorum.
(Alkışlar…)
Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Devrim ve bu devrimci süreci desteklemeyi ve kucaklamayı bilmiş cesur Venezüella
Halkı adına sizleri tekrar saygıyla selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Sözlerime başlamadan önce, bize bu şansı
verdikleri ve sizlerle buluşma şansını bana tanıdıkları için Halkın Kurtuluş Partisi’ne çok
teşekkür ediyorum.
Bu 11 Nisan günü, Cumhurbaşkanımız
Hugo Chavez Frias’a karşı düzenlenmiş olan
medyatik darbenin 10’uncu yılını tamamladık.
Cumhurbaşkanımız Hugo Chavez Frias,
1998 yılında oyların yüzde 57’sini alarak
Cumhurbaşkanlığı görevine geçtiği andan itibaren hem içeriden hem dışarıdan birçok saldırıya maruz kaldı.
Neden Chavez’e saldırılarda bulunuluyor?
Çünkü onun cumhurbaşkanlığını devralmasına, üstlenmesine kadar olan zaman zarfında, Venezüella’nın artık gelenekselleşmiş
partileri Copei ve Demokratik Aksiyon Partisi 5 yıllık sürelerle ve sırayla başa geçmekteydi.
Neden geleneksel partiler bu kadar saldırıyor ve neden Cumhurbaşkanı Chavez’i asla
affetmiyorlar?
Çünkü onlar gibi geleneksel bir süreçten
gelen bir politikacı değil, halkın fakir kesiminden gelen, bir insan olduğu için.
Cumhurbaşkanı Chavez, görevi üstlenir
üstlenmez, uzun yıllar boyunca cumhurbaşkanları tarafından, hükümetler tarafından
unutulmuş olan ve maalesef sefalet içinde bu-
soytarıların da nasıl alet olduklarını anlattı.
Nasıl ki bundan 10 yıl önce, Venezüella’da
halk, Yiğit Önderleri Hugo Chavez’in önderliğinde AB-D Emperyalistlerine meydan okuduysa, bizim de bunu başarmamızın mümkün
olduğunu örnekleriyle anlattı.
Coşkuyla başlayan söyleşimiz coşkuyla son
buldu. Söyleşi sonunda salonda bulunan konuklar İl Başkanımızın yanına gelerek tebrik
ettiler.
Söyleşimiz bittikten sonra, Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin standına geçildi. Burada Raul Yoldaş alkış ve sloganlarla
karşılandı. Sorulara cevap vermeye stantta da
devam eden Raul Yoldaş, aynı zamanda Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti Anayasası’nı
imzaladı.
Tüm dünya halkları örgütlenin ve
örgütlü hareket edin. O zaman, sizin bu
örgütlü gücünüz karşısında aslında kâğıttan
kaplan olan AB-D Emperyalistlerinin yok
olduğunu göreceksiniz. İşte o zaman nihai
kurtuluşunuza giden yolu da örecek, kazanan siz ezilen ve sömürülen tüm dünya halkları olacaksınız.
Venezüella’yla ilgili söyleşimizin bize bir
kez daha gösterdiği ve bizden gerçekleştirmemizi istediği sonuç budur. Bu görevi
mutlaka başaracağız!
İzmir’den Kurtuluş Partililer
lunan halka el uzattı. Bu halkın ne bedava
eğitim hakkı, ne bedava sağlık hakkı vardı.
Bütün bunlarla ilgilenmeye başladı.
Ve ülkenin yüksek gelir sahibi olan işadamları bir çeşit korkuya kapıldı çünkü Cumhurbaşkanı Chavez, daha fazla ihtiyacı olanlarla gücünü paylaşmayı seçmişti.
Bu darbenin oluşma süreci aslında şuna
dayanmakta; petrol alanında, toprak ve balıkçılık alanları daha doğrusu başta olmak üzere
kabul edilmiş 49 yasadan bahsediyorum.
09 Nisan 2002 tarihinde işçiler, daha doğrusu şöyle söyleyeyim, büyük işadamları, 24
saat sürecek bir greve çağırdılar çalışanlarını.
Bu 24 saatlik sürecin ardından bir 24 saat daha uzatılarak grev 48 saate çıkarıldı. Ve ardından grev süresi belirsiz bir şekilde uzatıldı.
Ve 2 gün sonra, 11 Nisan tarihinde muhalefet bütün bakışlarını ülkenin petrol şirketi
olan PDVSA’ya çevirmişti.
PDVSA’da başlatılan grev aslında Caracas’ta 2 nokta arasında başlatılmıştı. Bir yürüyüş düzenlendi. Bu yürüyüş sırasında, bu
iki nokta arasında yapılması planlanan yürüyüş, muhalefetin kışkırtmalarıyla birlikte çok
fazla bir volüm kazandı ve yürüyen kişiler,
Miraflores Sarayı’na kadar gitmeleri konusunda kışkırtıldı.
Bu yürüyen kalabalık Miraflores
Sarayı’na ulaştığı zaman, o anda Miraflores
Başkanlık Sarayı’nın etrafında bulunmakta
olan Chavez yandaşlarıyla karşılaştıkları vakit bir çatışma çıktı ve o zaman ilk ölümler
gerçekleşti maalesef.
Şöyle bir şey yaşandı: muhalifler Miraflores Sarayı’na çok yakın bir yerde kendi adamlarını konuşlandırdılar, demin de söyledim,
ateş etmeleri için. Elbette ki şöyle bir izlenim
verilecekti; muhalif kesim Miraflores Başkanlık Sarayı’na yürüdü, Chavez’in yandaşları onlara ateş açmaya başladı…
Bu esnada Cumhurbaşkanı Chavez’in bir
konuşması televizyon kanalında yayımlanmaya başladı ve kendisi konuşurken bir anda ekran ikiye bölündü, bir tarafta Cumhurbaşkanı
Chavez konuşurken, ekranın diğer tarafındaysa yaşanmakta olan olaylar gösteriliyordu.
Venezüella silahlı kuvvetleri üst düzey
yetkilileri ise bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Chavez’in istifasını istediler ve daha
sonrasında kabul edilmemesi durumunda,
kendisini teslim almak için saraya gideceklerini söylediler.
Cumhurbaşkanı Chavez, silahlı kuvvetlerde görev yapan bu üst düzey yetkililerine teslim olmayı kabul etti. Çünkü kendisi daha
fazla kan akıtılmasını, ülkenin çalışanlarını,
polis teşkilatının ve askerlerinin halka daha
fazla eziyet etmemesi, daha fazla kan akıtmaması için teslim olmaya karar verdi.
Ve ben bu olaylar yaşanırken büyük bir tesadüf eseri Dışişleri Bakanlığında bulunuyordum. İnanın o an sokaklara bakarken, sokakta yaşamanın, o an için hayatta kalmanın ne
kadar zor olduğunu düşünmüştüm.
Cumhurbaşkanı Chavez teslim olduktan
sonra bir askeri üsse, Fuerte Tuina’da bulunan bir askeri üsse sevk edildi, götürüldü.
Kendisi hiçbir şekilde bizlere, halka ulaşamadı. Yani halk ve cumhurbaşkanı arasında
herhangi bir iletişim kalmamıştı tam üç günlük süre boyunca.
Bu süreçler yaşanırken, şu an Venezüella
Bolivar Cumhuriyeti’nin Portekiz Büyükelçisi olan zamanın generali, Lucas Rincón Ro-
mero ismindeki general televizyona çıkıp
Cumhurbaşkanı Chavez’in görevinden istifa
ettiğini ve kendisinin bu istifayı kabul ettiğini
açıkladı. Yalnız bütün bu olayların daha sonradan aslında bir yalan olduğu, yani Başkan
Chavez’in istifa etmeyi reddettiği ortaya çıktı.
Tabii ki Lucas Rincón Romero’nun istifa
bana geldi, kabul ettim demesinin iyi sebepleri vardı. Yani o an halkın içerisinde bulunmuş
olduğu durumu sakinleştirmek, halkı yatıştırmak içindi bütün çabası.
Ve böylelikle hem yurt içinde hem yurt dışında Cumhurbaşkanı Chavez’in gerçekten
istifa ettiği konuşulmaya başlandı.
Cumhurbaşkanı Chavez, az önce de söylediğim gibi, Fuerte Tuina kışlasında tutulurken, son derece sadık bir asker kendisine gidip şöyle söyler: Cumhurbaşkanım ne yapabilirim? Size nasıl yardım edebilirim?
Ve Cumhurbaşkanı ona der ki: bana bir
kâğıt ve kalem getir.
Cumhurbaşkanı Chavez, kendi el yazısıyla kâğıdın üzerine şöyle yazar: “Halkın bana
bahşetmiş olduğu meşru görevimden istifa etmedim.” Kâğıdı buruşturur ve çöpe atar.
Ve bu asker elbette ki biliyordu Cumhurbaşkanı’nın böyle bir şey yapacağını, bunu
bir yerlere sıkıştıracağını. Cumhurbaşkanı
oradan, odasından, çıktıktan sonra asker içeri
girdi, çöp kutusundaki kâğıdı aldı ve tüm Venezüella’ya bu kâğıdı fakslamaya başladı.
Ve bütün bunlar olurken elbette ki Caracas’da halkın direnişi asla ve asla durmadı. 48
saat boyunca halk evlerine girmedi. Sokaklarda cumhurbaşkanlarını istediklerini haykırdılar, gösteriler düzenlediler.
Bu olaylar yaşanırken bir taraftan da
Cumhurbaşkanı Chavez’in kızlarından bir tanesi Küba’ya yolculuk etti ve havaalanında
Fidel Castro’yla görüştü. Ve kendisine, Fidel
Castro’ya, babasının hiçbir şekilde görevinden istifa etmediği bilgisini verdi. Böylelikle
yurt içinde olan baskının yanı sıra artık Küba’dan da Cumhurbaşkanının geri dönmesi
yönünde bir baskı oluşmaya başlamıştı.
Bu 12 Nisan yani darbenin gerçekleşmesinin hemen ertesi olan 12 Nisan 2002 tarihindeyse yeni cumhurbaşkanı olacak olan Pedro
Carmona’nın yemini gerçekleşti.
Pedro Carmona yeminini ettikten hemen
sonra görevinin ilk dakikalarında gerçekleşmesi uzun yıllar sürmüş olan şeyleri değiştirdi Venezüella’da. Örneğin ülkenin ismi, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti iken Bolivar’ı kaldırarak tekrar ülkenin ismini Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Meclisi tamamen fesh etti. Cumhuriyet başsavcısını, ülkenin üst düzey görevlilerini, büyükelçileri, başkonsolosların hepsini görevden aldı.
O gün, biz devrimci Venezüellalılar için,
muhalefetin bize duymuş olduğu nefretin, kinin bir göstergesiydi.
Bu yüzden diyoruz ki, asla bir daha ülke
başına geçemeyecekler. Çünkü o üç beş dakikalık dönemde, gücü ele geçirdikleri o üç beş
dakikalık anda bile ne olduklarını, gerçek
yüzlerini bütün halka gösterdiler.
Cumhurbaşkanı Chavez, görev yaptığı süre boyunca halka olan yardımlarıyla ve oluşturmuş olduğu sosyal misyonlarla tanınmaktaydı.
Cumhurbaşkanı Chavez, uzun yıllar sonra
Venezüella Halkına saygı gösteren bir cumhurbaşkanı olmuştur.
Der ki: Venezüella’da Venezüellalılar
hükmeder, Venezüellalılar yönetir. e
Amerika Birleşik Devletler’i ne de Avrupa
Birliği bu ülkeyi yönetemez!
(Alkışlar…)
Bu olayın bir ertesi günü yani 13 Nisan
2002’de halk hâlâ sokaktaydı. “Biz diktatör
Carmona’yı istemeyiz, Chavez’i isteriz, Chavezi isteriz” şeklinde bağırmaya, sokaklarda
haykırmaya devam ettiler.
Bu arada şunu ilave etmek istiyorum, Pedro Carmona cumhurbaşkanı olarak geldi fakat
saray muhafızlarında herhangi bir değişiklik
yapmadı. Yani saray muhafızları Cumhurbaşkanı Chavez’in zamanındaki aynı kişilerdi.
Ve Aragua Paraşütçüler Birliği’ne mensup
bu kimseler Raul Baudel önderliğinde Cumhurbaşkanını geri getirmek için organize olmaya başladılar.
Ve muhalefet bütün bu durumdan elbette
ki daha fazla yararlanmak istedi, Hükümetteki bütün bakanları, üst düzey yetkilileri evlerinden dayakla aldılar, çıkartmaya çalıştılar.
Söylediğim bu olaylarda, sokakta artık
baskı, daha doğrusu sokaktaki enerji gitgide
artmaya devam etti. Yalnızca Caracas Halkı
değil aynı zamanda ülkenin diğer kesimlerinden gelen dayanışmacı devrimle dayanışma
içerisinde olan kimseler Caracas’daki gösterilere destek verdiler. Ve elbette ki oluşan izlenim, askerler cumhurbaşkanını geri getirmediği sürece bu eylemlerin devam edeceğiydi.
Aynı zamanda bu olaylar gerçekleşirken
bir vali, Henrique Capriles ismindeki bir vali,
Venezüella’daki Küba Büyükelçiliğinin tahliyesi konusunda adımlar atmaya başladı.
Venezüella’nın bu muhalif kesimi, Cumhurbaşkanı Chavez’le dayanışma içerisinde
olduğu için Küba’ya ve Küba Halkına büyük
bir nefret besliyordu. Bu sebepten Küba Büyükelçiliğinin bulunmuş olduğu sokağı kapattılar.
Muhalif kesim, Küba Büyükelçiliğinin sokakta bulunan bütün araçlarını yaktırdı bu Valinin izniyle. Sularını kestiler büyükelçiliğin,
elektriğini kestiler. Herhangi bir gıda giriş çıkışını engellediler. Ve bütün bunları tek bir
amaçla yapıyorlardı: muhalif
kesim zannediyordu ki, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Diosdado Cabello Küba Büyükelçiliğine sığınmıştı, onun kendisinin
içeride olduğunu düşünüyorlardı.
Bu bütün olayların emrini
veren, bahsetmiş olduğum belediye başkanı, şu an hali hazırda
Venezüella’nın çok önemli eyaletlerinden bir tanesi olan Miranda eyaletinin valisidir. Aynı
zamanda bu yılın 7 Ekim’inde
gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de
Cumhurbaşkanı Chavez’e karşısındaki muhalif liderdir. Kendisi
Cumhurbaşkanı Chavez’in karşısında yarışacak.
13’ünü 14’üne bağlayan sabah saatlerinde, daha doğrusu gece saatlerinde, Cumhurbaşkanı Chavez Orchila
Adası’nda bir deniz üssünde tutulmaktaydı.
Ve serbest bırakıldı geri
getirilmek üzere.
Orchila Adası’nda bulunan bu Venezüella deniz
üssünde, N kuyruk numaralı bir uçak bekliyordu. N
kuyruk numaralı yani
Amerika Birleşik Devletleri’ne ait bir uçak Cumhurbaşkanı Chavez’i Venezüella’dan çıkarmak
için hâlihazırda bekletiliyordu.
Üst düzey yetkililer,
görevliler, bir helikopterle
birlikte Orchila Adası’nda
buluna bu deniz üssüne
ulaştılar, serbest bırakıldıktan sonra Cumhurbaşkanı Chavez’i helikopterle yurda döndürmek için, yurda getirmek için.
Biz geçen haftayı, daha doğrusu içinde
bulunduğumuz haftayı, 11-13 Nisan tarihlerini, “Cesur Venezüella Halkı Haftası” olarak
kutluyoruz. Çünkü bu bahsetmiş olduğum
olaylardan anladığınız gibi, bir halk ve asker
bütünleşmesi yaşanmıştır bu olaylar sürecinde.
Venezüella’da bulunan muhalefet, Cumhurbaşkanı Chavez’e karşı medyatik bir savaş
başlatmışlardı aslında. Çünkü basın Venezüella’da çok çok güçlü. Fakat bunu başaramadılar çünkü Cumhurbaşkanı Chavez, Venezüella Halkının yüreğinde yeni umutların oluşacağına dair tohumları çoktan serpmişti.
Günümüzde Venezüella’da katılımcı bir
demokrasi örneği bulunmakta. Demokrasi,
halkın yararına kullanılmakta. Bu yüzden biz
deriz ki; Venezüella’yı Venezüellalı yönetir.
Şimdi halkın Cumhurbaşkanı Chavez’e
karşı duymuş olduğu sevgiyi daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek vermek istiyorum.
2004 yılında Bolivarcı Anayasa’da bulunduğu üzere, cumhurbaşkanın görevi ile ilgili
olarak bir güvenoyu referandumuna gidilmesi kararı alındı halkın çoğunun oyuyla. Geri
kalan 3 yılını tamamlayıp tamamlamayacağını belirleyen referandumu.
Muhalefetin beklediğinin aksine Cumhurbaşkanı Chavez bu güvenoyu referandumunu
kaybetmedi. Aksine kazanarak daha güçlü bir
şekilde geri döndü mücadele alanına.
Cumhurbaşkanı Chavez’den önceki dönemlerde, cumhurbaşkanları halkı yalnızca
kendilerine oy vermeleri zamanı geldiğinde
hatırlardı.
Birçok öğrenci, birçok genç liseden mezun olduktan sonra paraları, mali durumları el
vermediği için üniversite öğrenimi göremiyorlardı Cumhurbaşkanı Chavez’den önce.
Kendisinin görevi devralmasından sonra şu
an neredeyse her eyalette Bolivarcı Üniversiteler kuruldu. Herhangi bir harç talep etmeksizin öğrenciler burada öğrenim görebiliyorlar.
Aynı zamanda, kimi mali sebeplerden,
yaşça büyük fakat üniversiteyi bitirememiş,
eğitim öğretimini tamamlayamamış yaşça büyük kimselerin de yeniden üniversitelere girip
öğrenimlerini tamamlama şansı verildi.
Günümüzde Venezüella’da 40’tan fazla
misyon bulunmakta. Bunlardan ilk aklıma gelen örneğin; büyük sevgi ya da büyük aşk olarak benim çevirebileceğim bir misyon. Hayatı boyunca herhangi bir şekilde yaşça büyük
ve emekli maaşı almamış kimselere şu an maaş tahsil edilmekte Venezüella’da.
Diğer bir misyon da şu an söyleyebileceğim; Venezüella Büyük Konut Misyonu.
Önümüzdeki 7 yıl içerisinde 2 milyon evin
inşası ön görülmekte bu misyonla.
Ve hâlihazırda bizim bilgimiz dâhilinde,
bu Venezüella Büyük Konut Misyonu’nda yer
alacak, bu misyona destek verecek 800 kişilik
bir Türk kafilesi bulunmakta. Bu 800 kişinin
içerisinde işadamından mühendislere, çalışacak kimselere kadar geniş bir yelpaze var.
Şu an Venezüella’da kazanılmış olan şey
Venezüella Halkının kendisine duymuş olduğu güven ve saygınlıktır. Artık Yankilerin etkisini üzerimizden çekip kopardık.
Burada sizlere, bizim için çok çok önemli
olan, içerisinde bulunduğumuz Cesur Venezüella Haftası ile ilgili olarak tarihte yaşanmış
olan, bizi bu sürece getirmiş olan olayları kısaca özetlemeye çalıştım.
Ve sözü Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl
Başkanı’na bırakmak istiyorum. Halkın Kurtuluş Partisi, her zaman, kelimenin her anlamıyla bizimle işbirliği içerisinde olmuştur.
Kendilerine sözü bırakıyorum ve sorusu olan,
bir şeyler sormak, danışmak isteyen var ise bu
konuşmalardan sonra memnuniyetle cevap
vereceğim.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Venezüella’ya hem ülkemiz içerisinde hem ülkemizin dışında uluslararası basında çok fazla saldırılmakta. İnanılmaz bir medyatik kampanya sürdürülüyor. Ben elbette ki size, bu
benim söylediğim her şeye gözü kapalı inanın
demiyorum. Lütfen araştırın, öğrenmeye çalışın, ne imiş ne değilmiş sadece benden duyduğunuzla kalmayın. Ama unutmayın ki bu
kadar yansıtıldığı gibi kötü bir durum yok Venezüella’da. Unutmayın ki Venezüella büyük
bir ülke. Latin Amerika çok büyük bir kıta.
Her zaman müttefik olabiliriz. Her zaman
kardeşçe ilişkilerimiz olabilir. Duyduğunuz
her şeyi eğer süzerek aklınızda tutarsanız ben
çok mutlu olacağım.
Çok çok teşekkür ediyorum hepinize.
(Alkışlar…)
Yönetici: Biz de size çok teşekkür ediyoruz. Viva Chavez, Viva Venezüella diyoruz.
Şimdi sözü, Halkın Kurtuluş Partisi İzmir
İl Örgütü Başkanı Avukat Tacettin Çolak’a
bırakıyorum.
11
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Halkın Kurtuluş Partisi
MK Üyesi İzmir İl Başkanı
Tacettin Çolak Yoldaş’ın
konuşması
Saygıdeğer konuklar,
Sayın Büyükelçi çok önemli bir şeyin altını çizdi. Bizde olmayan önemli bir noktanın
altını çizdi. Dedi ki, Chavez’in parolası, “Venezüella’yı Venezüellalılar yönetecek. ABD Emperyalistleri değil”.
Gerçekten işte tam da bu noktada, belki
sayın konukların arasında kafasına şu soru takılan olabilir, ülkenin o kadar yoğun gündeminde tâ bir Latin Amerika ülkesiyle ilgili nedir bu konu? şeklinde.
Ama Latin Amerika’dan, Chavez’den, Fidel’den, Küba’dan bu ülkenin, bu halkın öğreneceği çok şey var. Bu ülkenin, bu halkın,
bu ülkelerle, Latin Amerika’daki devrimci
rüzgârlarla dayanışmasını gerektireceği çok
şey var. Onun için gündem bu.
Peki, Türkiye’yi kimler yönetiyor, arkadaşlar?
Bizim ilk Genel Başkanımız Hikmet Kıvılcımlı’nın bir sözü var: “Türkiye’yi
1800’lerden beri Türkler yönetmiyor” diye. Biz bunu 1800’lerden almayalım,
1946’dan bu yana alırsak, arkadaşlar, gerçekten, yani İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki uluslararası emperyalizmin İngiliz
hegemonyasını saymazsak, 45’den sonraki
ağababaları Amerika’nın güdümüne nasıl girdiğimizi, zamanımız dar olmasa, sayısız örnekleriyle açıklayabiliriz.
Yakın süreçte yaşadığımız, içinde yaşadığımız süreçten bir örnek vereyim. Dün çıktı
gazetelerde. Melih Aşık yazıyor, arkadaşlar,
biliyorsunuz Malatya-Küreciğe NATO Kalkanı konuşlandırdılar. Belki hepimiz NATO’nun bu kalkanına karşı tepki duyduk, eylemler yaptık. Ama gerçekte neymiş bakın,
arkadaşlar. Uzatmayacağım, okumayacağım.
Radikal Gazetesi’nden bir gazeteci, Ezgi Başaran, ABD Savunma Bakanlığına başvuruyor. Bu füze kalkanının bulunduğu yeri ziyaret etmek istiyorum, diyor. Bizim ülkemizde
Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı,
Genelkurmay Başkanlığı izin vermiyor. Buraya girmek istiyorum. Size soruyorum, diyor.
Aynen verdikleri cevap: “Sayın Başaran.
Amerikan Ordusuna olan ilginizden dolayı
öncelikle teşekkür ederim. Maalesef sözünü ettiğiniz bölgeye ziyaretçi kabul edemiyoruz. İleride bu konudaki politikamız değişirse diye talebinizi bir dosyada bekleteceğim.”
Peki, bizi yönetenler, Ortaçağcı güçler,
Tayyipgiller nasıl yutturuyorlar?
Biz NATO üyesi bir ülkeyiz, NATO savunma paktıdır, biz bu konuda yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız.
Oysa gerçeklik ne, arkadaşlar?
Peki, Türkiye’yi kim yönetiyor o zaman?
Türkler yönetmiyor, hele hele başımızdaki
Tayyipgiller hiç yönetmiyor.
Dünyayı da, arkadaşlar, ezilen ülkelerin,
geri ülkelerin halkları, onların seçimlerle belirledikleri yöneticileri yönetmiyor. ABD
Emperyalizmi, 1945’ten bu yana Para-Ordu
ve Casus gücüyle dünyaya hükmediyor. Bizzat Amerikan yani CIA görevlilerinin verdiği
bilgidir, dünyanın bütün ülkelerindeki ABD
Büyükelçiliklerindeki görev yapan insanların
yüzde 75’i CIA ajanı, arkadaşlar. Ve bu CIA
ajanları eliyle provokasyonlar tertipliyor, katliamlar yaptırıyor, halkı canından bezer hale
getiriyor (bizim ülkemizde 32 yıl önce yaşandığı gibi) ve halkın cellâdına kurtarıcı olarak
yapışmasına, sarılmasına neden oluyor. Ve bu
işte CIA’yı kullanıyor.
Sayın büyükelçi anlattı, Venezüella’da biraz farklı davranıyor. Özellikle son süreçlerde
tabiî, bu farklılık başka ülkelerde de yansıyor,
klasik anlamda bir müdahale, darbe yöntemlerine girmiyor ABD Emperyalistleri.
Ne yapıyor?
Bizim ülkemizde de maalesef benimsendiği şekliyle, adına “Sivil Toplum Örgütleri” dedikleri, bizim “Sivil Örümcekler” dediğimiz güçleri parayla satın alıyor. CIA, bu
kurumlara nüfuz etmek için değişik örgütler
kuruyor. Adına da “Demokrasi İçin Ulusal
Yardım Kurumu”, diyor, “Uluslararası Gelişim Ajansı”, diyor, “Uluslararası Cumhuriyetler Enstitüsü”, diyor, diyor… Yani demokrasi, insan hakları, eşitlik, adalet sanki bu
örgütler eliyle gelecekmiş gibi, ülke içerisindeki yerli satılmışlar cephesinin, hainler cephesinin de bir üyesi haline getiriyor bu kurumları. Ve halkının her geçen gün ilgisini,
her geçen gün desteğini alan Chavez gibi
halkçı, devrimci bir önderden kurtulmak istiyor.
Başkan Chavez’in yaptıklarını Sayın Büyükelçi özetleyerek anlattı. (Hani Venezüella
Bolivar Cumhuriyeti diye ülkenin adını da
böyle değiştiriyor Başkan Chavez.) Biz aramızdaki sıcak ilişkiden dolayı o misyonların
hemen hepsini biliriz, Sayın Büyükelçi sadece birkaç tanesini söyledi. Ve bu söyledikleri
de (ki bunları çoğalta da biliriz) sosyalizmin
görevleri. Fidel de; “sizin orada Bolivarcılık
dediğiniz uygulamalara biz sosyalizm diyoruz.” diyor.
Gerçekten onlarla kaderimiz, onlarla ortaklığımız çok fazla.
Şimdi, arkadaşlar, bizim ülkemizde ne
oluyor?
Bizi yönetenler, Başbakan Tayyip, geçtiğimiz günlerde Kore’ye gidiyor ve … nükleer zirvesine katılıyor. E bizim şu anda bir
nükleer santralimiz yok. Nükleer silah elde
etme gibi bir planımız, programımız da yok.
Ne işi var bunun orada?
Ve dikkat edersek, ondan sonra da, dönüşte de Suriye’ye yönelik, İran’a yönelik efelenmeleri ortaya çıktı. Ondan öncekiler de
vardı ama Obama’dan almış olduğu talimatlar
doğrultusunda bu sataşmaların boyutunu iyice arttırmaya başladı.
ABD bizden ne istiyor, arkadaşlar?
ABD, o başta söylediğim Para-Ordu-Casus gücüyle dünyanın geri ülkelerine nüfuz
ettiği yöntemlerden bir tanesini, Ordu gücünü
biliyorsunuz Irak’ta hayata geçirdi. Afganistan’da hayata geçirdi. Ama orada bataklığa
saplandı. Her zaman istedikleri gibi yürümüyor işler. Irak Halkı, ABD’nin de yenilebilecek olduğunu milyonlarca şehit verme pahasına göstermiş oldu dünya halklarına. İşte buradan çıkardığı dersle Suriye’ye askercil bir
müdahaleyi göze alamıyor.
O zaman ne yapıyor, arkadaşlarım?
Daha önceden satın aldığı, daha önceden
iktidara getirmiş olduğu güçleri, bizim yerli
satılmışları, tetikçi olarak kullanıyor. Ve gerçekten bunlar da bizim öyle hayal hanemizden söylediğimiz şeyler değil.
Bakın geçtiğimiz seçimlerde Haziran seçimlerinde, birçok arkadaşımız okumuştur
basından, Tansu Çiller (hani biliyorsunuz yeni soruşturma açtılar, operasyon yapıyorlar,
28 Şubat’taki iktidarın ortağı Tansu Çiller),
Haziran seçimlerinden önce Demokrat Parti’nin başına getirilecekti. Basında yazıldı çizildi bu, arkadaşlar. Ama Tansu Çiller de,
Tayyip’den daha fazla (biliyorsunuz Amerikan vatandaşlığı da var) Amerikan uşağı ve
onların emir eri olduğu için, acele etmiyorum,
bununla ilgili araştırma yapılıyor değerli arkadaşlar. Daha geçtiğimiz günlerde bunu bir
gazeteci 20 Şubat 2012 tarihinde yazdı, bazı
arkadaşlarımız okumuş olabilir. Aktartan da
Hasan Ekinci. Hasan Ekinci’de o dönem ki
Doğru Yol Partisi’nin geçmişte Demirel’in en
yakın adamlarından, Orman Bakanlığı yapmış falan deneyimli bir siyasetçi.
Tansu Çiller bu teklif kendine gelince,
Hillary Clinton’la görüşme yapıyor. Anlatıyor böyle bir teklif
var, ne dersiniz?
Oradan izin alacak, arkadaşlar.
Aynen şu an Amerikan Dışişleri Bakanının söyledikleri değerli
arkadaşlar:
“Tayyip Erdoğan’ın
bize verdiği sözler
var. Önümüzdeki
günlerde bu sözlerini yerine getirmesini
isteyeceğiz. Dolayısıyla ABD olarak
Erdoğan’ın bir dönem daha Başbakan olarak kalmasını arzu
ediyoruz.”
Böyle olunca da tabiî Tansu Çiller Demokrat Parti’nin başına gelmekten vazgeçiyor.
İşte bizim hep söylediğimiz, Türkiye’yi
Türklerin yönetmediğinin çok yakın geçmişteki bir örneği, arkadaşlar.
Şimdi CIA, gerçekten artık eskisi gibi elini taşın altına sokmuyor. Yani geri ülkelerde
bu tür iktidarlar bahşettiği kişileri iktidara getiriyor, istediği zaman da iktidardan indirmesini biliyor.
Bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’nde yine
çok dikkat çekici bir haber var, arkadaşlar.
Öylesine pervasızca bizimkiler halklar arası
düşmanlığı körüklüyorlar ki, yani CIA’nın
bizzat kendisi bile böyle girişimleri biraz daha usturuplu yapar, Mustafa Kemal Erdemol,
Hatay’da, Yayladağ’daki “sığınmacılar” diyorlar ama onlar orada provokatör olarak tutuluyor, onlarla bir röportaj yapıyor.
Yayladağ, Suriye sınırına sıfır noktada.
Uluslararası kurallara göre de, uluslararası
hukuka göre de bu tür sığınmacıların sınırın
sıfır noktasında tutulması dahi doğru değil,
arkadaşlar. Bilerek yapılıyor ve oradaki röportajda adam hiç saklamıyor. Biraz yorgunmuş filan…
Niye yorgunmuş?
Şimdi Suriye’den geliyorum, diyor. İçeriye giriyoruz, eylemler yapıyoruz, işimizi bitiriyoruz geri dönüyoruz, biraz dinleniyoruz.
Teçhizatlanıyoruz tekrar Suriye’ye gireceğiz,
şeklinde açıklamalar yapıyor.
Şimdi bu durumda, daha dün yine gazetelerde okuduk ya da televizyonlarda izledik,
arkadaşlar, Ateşkese Suriye Devleti uyuyor
ama bilinçli bir şekilde bir çarpıtmayla; “her
ne kadar uyuyoruz sözünü verdiyse de çatışmalar kesilmedi” şeklinde yalan haberlerle
bizim kafalarımız bombardımana tutuluyor.
Oysa en meşru, en demokratik bir hak değil mi sınırdan sızmalara karşı ülkenin kendi
egemenlik hakkını kullanması? Bundan daha
doğal bir şey olabilir mi, arkadaşlar?
Bize yansıtıldığından çok farklı durum var
oysa. Ve bizimkilerin bu kadar Suriye karşıtı
kesilmeleri (geçmişte hep biliyoruz, tekrarlamaya gerek yok, ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapacak kadar yakınlaştıkları bir ülkeyle), bir anda düşman oluvermeleri de babalarının hayrına değil.
Dolayısıyla CIA’nın Suriye’de, Ortadoğu’da, ülkemizde uygulamaya koyduğu planlarının aşağı yukarı hemen hemen hepsi, Chavez’in ülkesinde, Venezüella’da da yaşanıyor,
arkadaşlar.
Tarihini biliyoruz, bakın Venezüella’daki
11 Nisan Darbesi’nden CIA, dolayısıyla
ABD, daha 6 Nisan’da haberdar. 11 Nisan’da
darbe olacağını biliyor. Ve 10 Nisan günü,
CNN muhabiri Otto Neustald isimli bir muhabiri, 1 gün sonraki darbede, darbe aşamasında yapılması gereken yayınların kaydını
yapmak üzere yanlarına çağırıyorlar. Ve darbe başarısızlığa uğrayınca, aynı muhabir bir
üniversitede, 2 Yüzyıl Üniversitesinde, “Kriz
Dönemlerinde Gazetecilik” adlı bir konferansta bu itirafını yapıyor. “İnsanlar ölecek.
10-12 kişi ölecek. Saraya inilecek, şunlar şunlar olacak şeklinde dikte ettirilen şeylerin
kaydını biz aldık ve bunun yayınına başladık”
diyor.
Aynı şeyler Suriye’de olmuyor mu, arkadaşlar?
Suriye’de biliyorsunuz, yine aynı CNN
muhabirleri, El Cezire muhabirleri, bizzat
dikte ettirilen haberleri vermiyorlar mı?
Aralarından bir iki tane de namuslusu çıkıyor, istifa ediyorlar. Diyorlar ki, artık bomba patlıyor onlardan öğreniyoruz. Bizim ülkemizdeki 2 tane ajan, gazeteci kisvesinde olan
2 tane ajan, bakın hâlâ Suriye yetkililerinin
elinde. Geçen gün Suriyeli bir enformasyon
müdürünün açıklamasını dinledim, ona da soruluyor: “Biz diyor yasal yollardan ülkeye giren gazeteci, turist ya da gözlemci, kim olursa olsun güvenliğinden devlet olarak sorumluyuz. Ama yasa dışı yollardan girenler artık
bizim hukuk sistemimizdeki cezaya çarptırılacaklar. Bunun için bir şey yapamayız”, diyor.
Gerçekten böyle olması da gerekiyor. Bu
kararlılıkta da olması gerekiyor Suriye’nin.
Ve gerçekten de aynı yöntemler değil mi,
arkadaşlar?
Geçtiğimiz aylarda DİSK’in Genel Başkan Yardımcısı, Nakliyatın-İş Sendikası’nın
Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu
Yoldaş’ımız, sendikacı arkadaşımız, DİSK
heyeti olarak İşçi Konfederasyonlarının davetlisi olarak Suriye’ye gittiler. Gözlemlerini
anlattı. Yayın organımızda da yayımladık
bunları. Yani abartıldığı gibi büyük çatışmaların olmadığını söylüyor. Ve tersine, şu anki
iktidarın savunucularının da binlerce, on binlerce, yüz binlerce kişilik kitlesel gösterilerinin de sık sık yaşandığını söylüyor. Ama biz
tam tersini öğreniyoruz.
Çok çarpıcı olması bakımından unutamadığım yine bir anı var. Kendisi, o da Ortaçağcı bir anlayışa sahip bir insan, Erbakan’ın yakın adamlarından Oğuzhan Asiltürk’ün konuyla ilgili bir açık oturumdaki görüşünü dinledim. Onlar da bir heyet olarak gitmişler,
Şam’da mı, Halep’te mi bir yerde görüşmeler
yapıyorlar ve kendi heyetleriyle birlikte götürdükleri gazetecilerden bir tanesi haber geçiyor şu anda çatışmalar var, diyor. Çatışmalar yaşanıyor filan diyerek, olayı dramatize
ederek anlatıyor.
“O anda”, diyor Oğuzhan Asiltürk, bunu
anlatıyor; “kızım niye böyle bir açıklama yapıyorsun? Normal bir açıklama yapıyoruz.
Burada bir çatışma falan yok. Niye böyle yapıyorsun? dedim. Anında müdahale ettim” diyor. “Üstadım bizden böyle haber istiyorlar.
Ben mecburum böyle haber geçmeye” diyor.
Dolayısıyla, arkadaşlar, CIA olayları dünya halklarının böyle görmesini istediği için
basını da istediği gibi yönlendiriyor. Bunun
da maddi bir zemini var.
CIA bakın neler yapıyor?
Bu da yine bir Amerikalı. Jim Keith isimli bir Amerikalı. O da 50’li yaşlarda öldürülüyor. Muhtemelen CIA tarafından öldürülüyor.
“CIA’dan Medyaya Kitlelerin Kontrolü”
başlıklı
bir
kitap yayımlıyor. Bakın CIA’nın kitlelerin zihinlerini nelerle kontrol ettiğini, aynen yaşadıklarımız, birer birer formüle etmiş.
Birincisi; doğru bilgileri gizliyor.
Anlattık, Venezüella’da da aynısı oluyor.
Chavez istifa etti, diyorlar. Hayır, Chavez is-
tifa etmedi sadece ve sadece daha fazla kan
dökülmesine neden olmamak için teslim oluyor. Ama Chavez şundan emin, ordunun içerisinden çıkmış bir komutan ve kendine bağlı
güçlerin varlığından emin. Nitekim de zaten
saraya bağlı yani Başkanlık Sarayına bağlı
muhafızlar onu tekrar koltuğuna oturtuyor.
İkincisi; yalan haber üretir diyor, arkadaşlar.
Bizzat Amerikalı, CIA’nın çalışma dönemini anlatıyor. Çok önemsiz olayları çok
önemliymiş gibi abartarak, bunları öne geçirerek kitlelere sunuyor.
Bunların dışında işte artık insanların kafadan gayrimüsallah hale getirilmesi açısından
da eğlence, spor ve din afyonuyla uyutmaya
yönelik girişimlerinin olduğunu söyler.
Gerçekten ülkemizde de bunların binbir
türlüsünü hâlâ yaşıyoruz. Güncel olması bakımından bir örnek daha sunmak istiyorum.
Biliyorsunuz “28 Şubat Operasyonu” başlatıldı birkaç gün önce. Öğlene doğru izlediğim haberlerde de 9 kişinin tutuklandığı söylendi. Şimdi biz sosyalistler, devrimciler herhangi bir hareketin nereden geldiğine, kimler
tarafından ortaya konulduğuna değil de ezilen
sınıflar, ezilen halklar açısından hangi sonuçlar doğurduğuna, neler getirdiğine bakmak
durumundayız. Ve özellikle bu son operasyon
döneminde, basında bir sürü açık oturumlar
oldu. Onlarda beyin yıkama yöntemlerinden
bir tanesi ortaya çıktı biliyorsunuz. Şöyle bir
bakıyorum, cesaretle 28 Şubat’ı savunanı ben
görmedim, arkadaşlar. Yandan çarklı, efendim ordudan gelmemesi gerekir de şudur budur falan…
Ali Sirmen’e üzüldüm. Karşısında Mehmet Baransu gibi bir CIA uşağı Fethullahçı
alçak, namussuzun karşısında korkarak, sinerek görüşlerini anlatıyor. Ben buna üzüldüm
gerçekten. Daha iki gün önce Habertürk’te izledim.
Şu anda demokratik, laik hukuk devleti
değil mi bu ülke?
Anayasamızda bu yazıyor. Şu anda maalesef Laiklik ilkesini savunmak cesaret istiyor.
Ve bazı yazarçizerlerimiz, aydınlarımız bu laiklik ilkesine sonunu düşündüğü için, kendi
sonunu düşündüğü için sahip çıkamıyor.
Ve günümüzde bakın “İrtica ile Eylem
Planı” diye bir dava başlattılar. “Ergenekon
davası” dosyalarının içerisine dahil ettiler.
Yani irtica ile mücadele etmek suç oldu.
28 Şubat kararları burada var, hepsini tek
tek okumaya hiç gerek yok. Ama bunların hemen hemen yüzde 90’ı, arkadaşlar, toplumun
Ortaçağın karanlığına götürülmesine karşı
alınması gereken önlemler dizisi.
“8 Yıllık Kesintisiz Eğitim”den bu ülkenin insanı ne zarar gördü?
Gericilerin o Kur’an kurslarında, camilerde, imam hatiplerde yaptıkları, küçücük beyinleri, o küçücük yaşlarda yıkadıkları dönemleri biz iyi biliyoruz. Onlara karşı zaten o
zamandan bu zamana yeterli önlemler alınmadığı için iş bu noktalara geldi.
Gerçekten alındı mı?
Hayır. 28 Şubat kararlarının esprisi bu. Ve
bunun altına imza atan kendileri. Niye imza
attınız? Ama, arkadaşlar, 15 yıl sonra koşullar
olgunlaştı. E tabiî işte Amerika’ya tetikçilik
yapmaları konusunda oradan aldıkları emri
yerine getirmeleri açısından da, bu tür öteledikleri, geride bıraktıkları operasyonları yeniden gündeme sokmaları gerekiyordu. Bakın
28 Şubat’ın kahramanlarından Müslüm Gündüz Malatya’da artık şimdi yürüyüşler yapıyor. Ama bu haberde diyor ki “Hiçbir istisnası yok. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir
istisna koymadan söylüyorum ilk defa bu
memleket laik olmayan bir hükümetle tanışıyor.”
Müslüm Gündüz bunu diyor ama gelmiş
geçmiş bütün hükümetler içerisinde en hain,
en halk düşmanı hükümet de bu hükümet bizim açımızdan. Biz de bunu diyoruz.
(Alkışlar…)
Kimse şunu demiyor; yazık, zavallı Fadime Şahin isimli kızımızı kullanıp attılar, paçavraya çevirdiler. Kendisi imam nikahlı falan yaşayalım, dedi.
Şimdi bu gariban ne yapıyormuş biliyor
musunuz, arkadaşlar?
Zavallı insan, işte ismini değiştirmiş, kendi izini de kaybettirmiş, bilinmeyen bir yerde
yaşıyor. Ama bununla imam nikâhı yaptığını
söyleyen Ali Kalkancı da, hâlâ şerefsizliğine,
uçkuruna düşkünlüğüne devam ediyor. Captogon ilacı kaçakçılığından en son mahkûm
ediliyor.
Yani 28 Şubat bunlara ve benzerlerine karşı yapılan bir hareketti.
Dolayısıyla, arkadaşlar, maalesef bizim
kafadan silahsızlandırılmış, bir kısmı hainleştirilmiş, bir kısmı da gafil durumunda olan
Türkiye Sol Hareketi de bu Ortaçağcılardan
ilerici, demokrat bir davranış, uygulama beklentisi içerisinde. Ve aynı tezgâha 12 Eylül
yargılamalarında da düşüyorlar.
Yani 12 Eylül’ü artık CIA’nın, ABD ve
AB Emperyalistlerinin örgütlediği, onların
uygulamaya koyduğu gün gibi açık. Bakın,
“12 Eylül 00.04” kitabını yazan adam da
şimdi aynı döneklik içerisinde. Mehmet Ali
Birand, geçmişte onun kronolojik anlatımını,
sunumunu yapan kitabı yazan adam…
Ama tabiî söyledik, hatta burada o Jim
Keith’in kitabında da gerçekten çok önemli
bilgiler var. 1970’li yıllarda yüzde 92’si, arkadaşlar basının, yüzde 92’si CIA’nın güdümünde Amerika’da.
E Türkiye’ye baktığımızda da aynı..
Kim kaldı yani şurada gerçekten devşirilmemiş, Tayyipgilleri iktidarına karşı, antiamerikancı, ABD ve AB Emperyalizmine karşı çıkan yurtsever kim kaldı?
Kalan çok az sayıda olanları da ha bire işten attırıyorlar.
Dolayısıyla, arkadaşlar, Chavez ile bizim
kaderimiz bir. Chavez devrildiğinde karşısında kimi buldu?
Kiliseyi, işverenleri ve sarı sendikasını,
Venezüella İşçi Konfederasyonu denen sarı
sendikayı. Hepsi de ABD işbirlikçisi ve onun
tarafından örgütlenen, var edilen gerici-karşıdevrimci, halk düşmanı örgütleri.
Biz de şu anda işte aynı durumdayız. Yani
AB-D’nin, yerli satılmışlarla birlikte, yerli
uşaklarla birlikte Ortaçağcı güçlerle birlikte
Türkiye Halklarına çektirdiği acı ve ızdırabı
yaşıyoruz. Maalesef öbür taraftan da halkımız
Allah’la, din afyonuyla kandırıldığı için…
Adamlar bir taraftan ekonomik anlamda
saldırılarını yapıyorlar. Doğalgaza yüzde 20
zammı, elektriğe yüzde 10 küsur zammı hiç
çekinmeden yapabiliyorlar.
Ama yine dün kamuoyu araştırmalarında
yine onların çoğu kümülatif bunu biliyoruz
ama kamuoyu araştırmalarında yüzde 52 küsur oy alabiliyor AKP. Yani şimdi de maalesef ülkemizde halkımız bu Allah’la kandırmaca yoluyla cellâdına kurtarıcı olarak sarılmış durumda…
Sonuç olarak, Venezüella’yı şu anda Venezüellalılar yönetiyor, Amerikalılar değil.
Chavez’in iktidara geldiği günden bu yana
kararlı, antiemperyalist, yurtsever duruşu,
Amerika’nın Latin Amerika ülkeleri üzerindeki ve dünyadaki dizginsiz gidişini bir nebze olsun engelledi-frenledi.
Maalesef doğanın bazı işleri ortaya çıktı
son süreçte. Fidel Castro’nun hastalığı ve
Chavez’in hastalığı, bu saldırganlığa karşı daha kararlı, daha etken karşı çıkışları biraz zayıflatmış oldu.
O nedenle Venezüella’yı şu anda Venezüellalılar yönetiyor ve Chavez, halkın bağrında, halkın gönlünde her geçen gün taht kurmaya devam ediyor. Yapılan her saldırıdan,
her türlü engellemeden güçlenerek çıkıyor. Ve
gerçekten onun savunduğu tezler, olaylara bakış açısı, şu bir cümlede kendini gösteriyor,
arkadaşlar. Aynen bunları biz de savunuyoruz. Chavez diyor ki:
“ Halkımızı sindiren tüm zincirleri, açlık, yoksulluk ve sömürgecilik zincirini kırmadan istirahata çekilmeyeceğiz. Ya bu ülke özgür bir ülke olacak ya da onu özgürleştirmeye çabalarken öleceğiz.”
(Alkışlar…)
Yani işte böylesine kararlı, böylesine davasına inanmış bir önder. E tabiî Chavez’in
genlerinde büyük kumandan Che’nin genleri
var. Bakın o da ne diyor, hepimizin dillerinde
dolaşan, hemen her eylemimizde kullandığımız sözü:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin,
savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele gezecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle savaş ve
zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa, ölüm hoş geldi sefa geldi.”
(Alkışlar…)
Büyük kumandan Che de Latin Amerika
ülkelerinin birliği için kendini bu uğurda feda
etti. Ve ideolojisinin devamcısı olduğumuz
ilk Genel Başkanımız Hikmet Kıvılcımlı da
doğanın vermiş olduğu kanser kanamaları
içerisinde ölüm döşeğinde iken bakın ne diyor:
“Görev başında ömür merdivenin son
basamaklarına geldik, kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil ela gözü için yaşamadık, kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine
göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil. Görev yapmada çok iyi biliyoruz
vurmakta vardır vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”
(Alkışlar…)
Evet, biz önderlerimizden, ustalarımızdan
bunu öğrendik bunu yaşama geçiriyoruz, görev yapıyoruz. Ortaçağcı güçlere, uluslararası
emperyalizme, AB-D Emperyalistlerine karşı
mücadelemiz ömrümüzün son nefesine kadar
devam edecektir.
Hepinize saygılar sunuyorum.
(Alkışlar…)
Yönetici: Venezüella halkıyla da, emperyalizme, feodalizme ve şovenizme karşı direnen ve savaşan tüm dünya halklarıyla da her
zaman bugün ki gibi dayanışma ve iş birliği
içerisinde olacağımıza söz vererek, programımızı burada bitiriyoruz. Zaman ayırarak katılım sağlayan herkese çok teşekkür ediyoruz. 12
Başyazı
Baştarafı sayfa 1’de
Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki en önde
gelen iki üç hizmetkârından biri! Ey iktidardaki tüm icraatı gerçek İslamiyete ve
Müslümanlara karşı suç işlemekten ibaret
olan gözü doymaz sahte Müslüman! Ey din
alıp satmayı en önemli siyasi enstrüman
olarak kullanan münafık!
Bak Ebu Rigal’i anlatalım sana. Fakat
önce Fil Suresi’ni ve sureye konu olan “Fil
Olayı”nı anlatmamız gerekir. Ebu Rigal ya
da Regal bu olayın içinde geçen senin benzerlerinden biridir.
Önce Fil Suresi’ni okuyalım:
“Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın
adıyla…
“1. Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine neler etti?
“2. Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?
“3. Onların üstüne ebâbil kuşlarını
gönderdi.
“4. O kuşlar, onların üzerlerine pişkin
tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.
“5. Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”
Şimdi de yorumunu okuyalım:
“Adı: Surenin adı, birinci ayetteki
“ashab-ı fil”den alınmıştır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe’nin fillerle hücumunu konu edindiği için bu adı almıştır.
“!üzul (İniş) zamanı: Bu surenin
Mekkî olduğu konusunda görüş birliği
vardır. Surenin tarihî arkaplanı üzerinde
düşünülürse Mekke döneminin başlangıcında nazil (inmiş) olduğu anlaşılır.
“Tarihî arka plan: MS 525’te bütün
bölge Habeşistan’ın eline geçmişti. Bu
hareket, Bizans Konstantinopolis hükümeti ve Habeşistan’ın işbirliğiyle gerçekleşmişti. Çünkü Habeşistan hükümeti
deniz kuvvetlerine sahip değildi. Bu nedenle Bizans İmparatorluğu kendi donanması aracılığıyla Habeşistan’ın
70.000 askerini Yemen sahillerine çıkarmıştı. Söz konusu savaşı tam olarak anlayabilmek için, bunun sadece din için
yapılan bir savaş değil, iktisadî ve siyasî
hesapların da var olduğu bir savaş olduğunu vurgulamak gerekir. Galiba asıl
muharrik (hareket ettirici güç) de bu faktörlerdi. Hristiyan mazlumların intikamının alınması, bir bahaneden ibaretti.
Bizans İmparatoru’nun, Mısır ve Şam
üzerinde hâkimiyet sağladıktan sonra,
Doğu Afrika, Hint kıtası ve Endonezya
gibi ülkelere yönelmesinin nedeni, Bizans
ile bu ülkeler arasındaki ticarette asırlardır rol alan Arapların aradan çıkarılarak ticaret yoluna hâkim olunmak istenmesidir.
“Böylece, Arap tacirlerin aradan çıkarılması ile bu ülkelere doğrudan ticaret yapma imkânı doğuyordu. Bu gaye
için MS 24 ve 25’den önce Kayser Augustus, Alies Gallus emrindeki büyük bir
orduyu Arabistan’ın batı sahillerine göndermişti ki, güney Arabistan’da Şam’a
giden deniz yolunu ele geçirebilsin. (Bkz.
Enfal, harita 3, s. 414) Ancak, zor coğrafî şartlar nedeniyle bunu başaramamıştır. Daha sonra Rumlar donanmalarını
Kızıldeniz’e göndererek Arapların deniz
yolu ile olan ticaretlerine son vermişlerdi. Araplar için sadece kara yolu ile ticaret yapabilme imkânı kalmıştı. Bizans,
kara yolunu da ele geçirebilmek için Habeşistan’la işbirliği yapmış ve Habeşistan’a donanma göndererek Yemen’e hâkim olmasına yardım etmişti.
“Tarihçilerin, Habeş Ordusu’nun Yemen’e hücum etmesi konusundaki açıklamaları çeşitlidir. Hafız İbn Kesir, bu
ordunun iki komutanı bulunduğunu ve
bunlardan birinin Ariat, diğerinin ise
Ebrehe olduğunu yazmaktadır. Muhammed b. İshak ise bu ordunun komutanının Ariat olduğunu, Ebrehe’nin de ordu
içinde bulunduğunu belirtmektedir. Ancak Ebrehe ile Ariat’ın ihtilafa düştüğünü ve aralarında kavga çıktığını, bu kavgada Ebrehe’nin Ariat’ı öldürdükten
sonra Yemen’e hâkim olduğunu ilave etmektedir. Ebrehe daha sonra, kendisini
Yemen’e vali tayin etmesi için Habeşistan kralını ikna etmişti. Buna karşılık
Yunan ve Suriyeli tarihçiler, Yemen fethedildikten sonra Habeşistan Ordusu’na
karşı çıkan bütün Yemenli ileri gelenlerin katledilmeye başlandığını belirterek,
Yemenlilerin bir reisi Sumiofiaşvah’ın
(Yunanca’da Esymphaeus) Habeşlilere
itaatı ve cizye vermeyi kabul ettiğini, ayrıca Habeşistan kralından Yemen’in valiliği için kâğıt aldığını yazmaktadırlar.
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Ama Habeşistan Ordusu ona karşı ayaklanarak yerine Ebrehe’yi seçmişlerdi.
Ebrehe, Habeşistan’ın Audulis limanında bir Yunan tacirinin kölesiydi. Zekası
ile Yemen’e hâkim olan Habeşistan Ordusu’nda çok etkili bir kişi olmuştu. Habeşistan kralı onun üzerine ordu göndermiş ancak gönderdiği ordu ya yenilmiş
ya da Ebrehe’ye katılmıştır. Sonunda,
Habeşistan kralının ölümü üzerine onun
yerine geçen yeni kral, Ebrehe’yi Yemen’de naibi olarak kabul etmişti. (Yunanlı tarihçiler Ebrehe’nin ismini Abramis, Suryanî tarihçiler ise Abraham olarak belirtmişlerdir. Ebrehe galiba bunun
Habeşçe söylenişidir. Çünkü Arapça telaffuzda bu kelime İbrahim’dir.)
“Bu şahıs yavaş yavaş Yemen’de müstakil bir kral olmuştu. Ama formalite gereği Habeşistan kralını otorite olarak tanımaya devam etmişti. Mektuplarda
kendisini “mufavvazu’l melik” (Padişahın naibi) olarak yazıyordu. Onun etkisi,
MS 543’te Sedd-i Mağrib’i tamir ettirdikten sonra düzenlediği törene Rum
Kayseri’nin, İran Şahı’nın, Hire ve Gassan şahlarının elçilerinin katılmasından
anlaşılabilir.
“Bu olayın ayrıntısı, Ebrehe’nin tamir ettirdiği Sedd-i Mağrib üzerindeki
kitabede mevcut bulunmaktadır. Bu kitabe halen vardır ve Glayser onun bir
kopyasını çıkarmıştır. (Bkz. ayrıntılı bilgi için Sebe an: 37)
“Ebrehe, Yemen’de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Bizans’ın ve onun
müttefiki Habeşistan hükümetinin planları doğrultusunda gerçek amacını uygulamaya koymak üzere harekete geçti. Yani bir taraftan Arabistan’da Hıristiyanlığı yaymak, diğer taraftan Arapların elinde bulunan doğu ülkeleri ile Bizans arasındaki ticareti Araplardan almak için
çalışmaya başladı. İran-Sasanî saltanatı
ile Bizans arasındaki iktidar kavgası nedeniyle Bizans’ın doğu ülkelerine olan ticaret yollarını kapaması, Bizans’ın acil
ihtiyacı için bu yolun önemini artırmıştı.
“Ebrehe bu amaç için Yemen’in başkenti San’a’da büyük bir kilise inşa ettirmişti. Arap tarihçiler bunun ismini elkalis, el-kuleys veya el-kulleys olarak zikretmişlerdir. (Bu kelime Yunancadaki
eklisia kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir. Aynı kelime Yunancadan Urducaya
kilise şeklinde geçmiştir.) Muhammed b.
İshak rivayet ediyor ki, bu kilisenin yapımından sonra Habeşistan kralı, Arapların hac için Kabe’ye gitmeleri yerine bu
kiliseye gitmeden rahat etmeyeceğini
söylemiştir. Hristiyanlar Yemen’de siyasî
iktidar elde ettikten sonra sürekli olarak,
Kâbe’nin yerine başka bir Kâbe inşa
ederek Araplara merkez haline getirebilmek için uğraşıp durdular. Bu nedenle
!ecran’da da bir Kâbe yapmışlardı. (Bunu Buruc suresi an: 4’te anlatmıştık.)
İbn Kesir, Ebrehe’nin Yemen’de bu niyetini ve planını açıkçca ilan ettiğini yazmaktadır. Bize göre bu hareketin amacı,
Arapları kışkırtarak tahrik etmek ve bunu bahane ederek Kâbe’yi yıkmaktı.
Muhammed b. İshak, Ebrehe’nin niyetini açıkça ilan etmesine kızan Arapların
bir ara o kiliseye giderek orayı kirlettiklerini rivayet eder. İbn Kesir, bu fiili, Kureyş’ten bazı gençlerin giderek bu kiliseyi ateşe verdikleri şeklinde nakleder. Bu
olaylardan birisinin meydana gelmiş olması garip değildir. Çünkü Ebrehe, niyetini açıkça ilan ederek onları kışkırtmıştı. Cahiliye döneminde bir Kureyşlinin
ya da birkaç gencin kiliseyi kirletmesi
veya ateşe vermesi mümkün olmakla birlikte, Mekke’ye hücum edebilmek için
bahane olsun diye Ebrehe’nin kendi
adamları aracılığıyla bu olayları çıkarmış olabileceği de ihtimal dahilindedir.
Ebrehe’nin bu yolla Kureyş’i ezerek diğer Araplara gözdağı vermek istemesi,
iki maksat için de olabilir. Her halükârda, iki şekilden hangisi olursa olsun, Kâbe’ye inananların kiliseye saygısızlık
yaptığı haberi Ebrehe’ye ulaşınca, o, Kâbe’yi yıkmadan rahat etmeyeceğine yemin etmiştir.
“Daha sonra Ebrehe MS 570 veya
571’de 60.000 asker ve 13 fil (bazı rivayetlerde 9 fil) ile Mekke’ye hareket etti.
Yolda önce, Yemen’in reislerinden biri
olan Zünefer, Araplar’dan bir ordu toplayarak Ebrehe’ye karşı koydu. Ancak
yenilerek esir düştü. Daha sonra Hısm
bölgesindeki bir Arap reis olan !ufeyl b.
Habib Hasemî, kabilesi ile birlikte Ebrehe’ye karşı koymaya çalıştı ama o da ye-
nilerek esir düştü. Canını kurtarmak için
de Ebrehe’nin ordusuna rehber olarak
hizmet etmeyi kabul etti. Taif’e ulaştıklarında, Benî Sakif bu büyük güce karşı
koyamayacaklarını anlayınca, hem tehlikeyi atlatmak için, hem de tanrıları
Lat’ın mabedini yıkılmaktan kurtarmak
için reisleri Mesut aracılığıyla Ebrehe ile
görüştüler. Mesut, Ebrehe’ye, yıkmaya
gittikleri mabedin kendilerine ait olmadığını ve Lat mabedine dokunmazsa onlara rehberlik yapabileceğini söyledi. Ebrehe bu teklifi kabul etti. Benî Sakif de
Ebu Regal isimli şahsı onun maiyetine
verdi. Mekke’ye yaklaşık olarak 3 km.
kala el-Mugammis (veya el-Muğammes)
isimli yerde Ebu Regal öldü. Araplar
uzun zaman bu adamın mezarını taşlamışlardır. Benî Sakif de, Lat’ı kurtarmak uğruna Beytullah’ı yıkmak isteyenlerle işbirliği yaptıkları için yıllarca kötülenmiştir.” (www.kuranvakti.com)
Ebrehe’nin ordusu Ebu Rigal’in ölümünden sonra zaten Mekke’ye 3 km. kadar
yaklaştığı için başka bir rehbere gerek duymaksızın yoluna devam etmiş ve Mekke kıyısına kamp kurmuştur. Burada Mekkelilerle, ki bunlar arasında Hz. Muhammed’in
dedesi Abdulmuttalib de vardır, görüşmelerde bulunmuştur Ebrehe.
Ebrehe’nin ordusu Yemenlilerden ve
Habeşlilerden oluşmaktadır. Yani dağ insanlarıdır. Çöl ortamına ve kavurucu çöl sıcağına alışkın değildir bedenleri. Bu nedenle ortama uyum sağlayamamış, bu arada orduda bir salgın hastalık da baş göstermiştir.
Çok hızlı ilerleyen bu hastalık sonucu askerler kitleler halinde ölmeye başlamışlardır. Bunun üzerine Ebrehe, orduyu Kâbe’yi
yıkmadan Yemen’e geri götürmeye karar
verir. Ve ordu dönüş yolunda ilerlemeye
başlar. Bazı rivayetlere göre Ebrehe de burada-Kâbe yakınında ölmüştür. Ama ağırlıklı olan rivayetlere göre yani üzerinde daha çok araştırıcının ittifak ettiği görüşe göre Ebrehe burada ölmemiştir. Ordusunun
geriye kalanlarını Yemen’e götürebilmiştir.
Ve bir süre sonra orada ölmüştür. İşin bu
yönü konumuzla doğrudan ilgili değildir.
Bu nedenle biz burayı geçeceğiz.
Günümüze gelirsek; bugünün Ebrehe’si
Obraha’dır yani dünyanın başhaydut devleti ABD’nin Başkanı olan Obama’dır. Birkaç yıl önce ise Bush’tu hatırlayacağımız
gibi.
Obraha’da tıpkı tarihteki benzeri gibi bu
bölgeyi ekonomik bakımdan yağmalamak,
insanlarını köleleştirmek ve pazarlarını ele
geçirmek için başta Ortadoğu olmak üzere
Asya, Afrika ve bölgemizdeki tüm İslam
ülkelerine savaş açmış durumdadır. Tıpkı
Ebrehe gibi o da Hıristiyan inancına sahiptir, yaptığı savaş da bu nedenle bir anlamda
Haçlılar Savaşı’dır. Zaten yine hatırlayacağımız gibi 11 Eylül sonrasında Bush İslam
âlemine karşı bir Haçlı Savaşı başlatacaklarını açıkça ifade etmiştir.
İşte bu nedenle Irak’a 1990’da Birinci
Körfez Savaşı’nı başlatmıştır baba Bush.
Yine aynı dönemde Afganistan’a savaş başlattı ABD. Ve Afganistan’ın altını üstüne
getirdi. On binlerce masum insanı katletti.
Hâlâ da katletmeye devam etmektedir. Hatırlanacaktır, yine buralardaki savaşı yönetmiş bir ABD generali insan öldürmenin çok
zevkli olduğunu söylemiştir:
“ABD’Lİ GEERALDE TÜYLER
ÜRPERTE AÇIKLAMA:
“İSA ÖLDÜRMEK ÇOK ZEVKLİ
!”
“Amerikalı General Mattis’in bu sözleri tüyleri ürpertecek cinsten.. Mattis
Irak’ta öldürülen insanlar için “İnsanları
kurşuna dizerek onları zımbalamak inanılmaz zevkli” açıklamasını yaptı.
“ABD’nin San Diego kentinde Irak
İşgali konulu bir panele katılan ve savaşmaktan büyük keyif aldığını belirten
Amerikalı General, yaptığı açıklamalarla katılımcıları hayrete düşürdü.
“Geçen salı günü düzenlenen panelin
konuşmacılarından olan General James
Mattis’in insanları kurşunla ‘zımbalama’nın çok eğlenceli bir şey olduğunu
söylemesi salondaki 200 dinleyiciyi şaşkına çevirdi. !BCSandiego.com sitesinde
yer alan haberde, General Mattis’in,
Irak’taki direnişçilerle yaptığı çatışmalarını aktarırken, “Gerçekten de savaşmak
çok eğlenceli bir şey. İsrafil’in suru gibi.
İt dalaşını seviyorum” şeklinde sözler
sarfetmesinin dinleyiciler üzerinde soğuk
duş etkisi yarattığı aktarıldı.
“Irak’taki ‘savaş eğlencelerinden’
sonra Afganistan’daki anılarına geçen
General Mattis, şöyle konuştu: “Eğer Af-
ganistan’a giderseniz, erkeklerin örtünmediği için 5 yaşındaki kız çocuklarını
bütün güçleriyle tokatladığını görürsünüz. Ben bu gibi adamlarda zerre kadar
insanlık olmadığı düşüncesindeyim. Bu
yüzden de böylelerini öldürmek çok eğlenceli oluyor.”
“200 kişinin katıldığı San Diego Toplantı Merkezi’ndeki konuşmada asker
kökenli bazı dinleyiciler yapılan esprilere ve açıklamalara gülerken, !BC televizyonun görüştüğü askeri bir uzman
anlatılanları “küstahlık” olarak yorumladı. (…) Irak’taki 1. Piyade Tümeni’nde
görev yapan Mattis, şu an Quantico’daki
Deniz Piyade Kolordusu’na muharebe
eğitimi veriyor.” (www.delikanforum.net)
Emperyalistler kendi çıkarları
için hiçbir insanî değer
tanımazlar
Emperyalist cellât, zevkle öldürdüğü insanların, 5 yaşındaki kız çocuklarını bile
başlarını örtmediği için tokatladığını ileri
sürmektedir. İşin bu yönü yani 5 yaşındaki
kız çocuklarının bile Burka denilen kara
çarşaflara sokulduğu doğrudur Afganistan’da. Fakat bunun sorumlusu da AB-D’li
emperyalist alçaklardır. Çünkü bu ülkede
1978 yılında Sosyalist Devrim olmuştur ve
devrimciler iktidara gelmiştir. Ve bu iktidar
1992 yılına kadar varlığını korumuştur. Bu
iktidara karşı emperyalist alçaklar derebeyleşmiş kabileleri Ortaçağcı bir ideoloji çerçevesinde örgütleyerek ve tekniğin son sözü olan silahlarla donatarak sosyalist iktidara karşı savaştırmışlardır. Sosyalist
Kamp’ın yıkılmasından sonra yiğit, namuslu önder Muhammed Necibullah liderliğindeki sosyalist iktidar tek başına bu Ortaçağcı güçlerle savaşmak zorunda kalmıştır.
Yıllarca da devrimci iktidarı korumuştur.
Fakat kendisi savaş araçları ve geçim araçları yönünden tümüyle kuşatıldığı için yani
hiçbir yardım alamaz duruma geldiği için
Batılı emperyalist güçlerin ve gerici İslam
devletlerinin, Suudi Arabistan başta gelmek
üzere, her türden yardımını sınırsız bir biçimde alan Ortaçağcı Şeriatçı güçler adım
adım ilerleyerek sosyalist iktidarın başşehri
olan Kabil’i de kuşatmışlar ve sonunda orayı da ele geçirerek sosyalist iktidara son
vermişlerdir. Yiğit Başkan Necibullah ve
kardeşi, canice katledileceklerini bile bile
ısrarlı tekliflere rağmen ülkeyi terk etmeyi
reddetmişlerdir. Ve canilerin elinde kardeşiyle birlikte yiğitçe son nefesini vermiştir.
Tabiî devrimin diğer kadroları da aynı
onurlu yolu izlemiştir. Daha önce de aktarmıştık: Bu devrimci saflarda savaşan bir
kadın, “Bir erkeğin dört karısından birisi olmak istemediğim için savaşıyorum.”
demişti. Sosyalist İktidar döneminde kadınlar ikinci sınıf cinsiyet olmaktan kurtulmuşlar, özgür ve gerçek anlamda eşit insanlar
haline gelmişlerdi. Toplumun her alanında
erkeklerle eşit haklara ve statüye sahiptiler.
Yiğit Başkan Muhammed ecibullah
Karşıdevrimin iktidara gelmesinden
sonra Afganistan her bakımdan cehenneme
dönmüştür halklar için. Ve bu durum hâlâ
da sürmektedir. Bu cehennemde en çok yanıp kavrulan da kuşkusuz kadın olmuştur.
Kadının her türlü hakkı elinden alınmış, eve
hapsedilmiştir. Burkalar içindeyken bile sokağa çıkması, yanında bir erkeğin varlığı
şartına bağlanmıştır.
Yukarıdaki konuşmasında alçak emperyalist cellât, bu sonucu kendileri yaratmamış gibi güya eleştiriyor. Ve cellâtlığını bu
sonuca dayandırarak gerekçelendirmek istiyor. Kaldı ki şu anda da Türkiye’de Birinci
Kuvayimillye’nin yadigârı olan eksik gedik
de olsa var olan Laikliği yok etmek için
olanca gücüyle saldırılarda bulunan AKPTayyipgiller iktidarı yine kendi ürünleridir.
Yani bir AB-D projesidir AKP ve iktidarı.
Yine, “Mustafa Kemal’in ve laik devletin
modası geçmiştir. Türkiye için şu an en
iyi sistem Ilımlı İslamdır” diyen ABD casus örgütü CIA’nın Ankara ve Ortadoğu
James Mattis
masası Şefliğini yapan Paul Henze ve Graham Fuller’dir. İçinde yaşadığımız şu günlerde de yaşayıp gördüğümüz gibi, AKP ve
Pensilvanyalı İblis (Fethullah) bütün güçleriyle Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşı’nın
kazanımlarını ve laikliği tümden yok etmek
için saldırmaktadırlar.
ABD’li faşist general herkesi kör ve aptal yerine koymaktadır sözde laikliği savunuyor görünürken.
Tabiî biz biliyoruz ki bu emperyalist
haydutlar için laikliğin, demokrasinin, hukukun, insan haklarının, özgürlüğün, bağımsızlığın hiçbir önemi yoktur. Hiçbir değer taşımaz bu kavramlar onlar için. Onlar
için bizim gibi mazlum ülke halkları zaten
sürüleştirilmesi, köleleştirilmesi gereken
aşağı ırktan yaratıklardır. Onlar için değer
taşıyan tek şey, emperyalist çıkarlarıdır.
Kendi haydut devletlerinin dünyayı yönetmesidir, istediği gibi sömürmesi, talan etmesidir. Onlar işte bu alçakça, insanlık dışı
niyetlerini gizlemek için bazen laiklik bazen demokrasi bazen özgürlük savunucusu
maskesi takınırlar. İğrenç içyüzleri ise hiç
değişmez. Sabahattin Önkibar’ın aşağıdaki
satırlarına bir bakar mısınız?
“CIA, The Economist ve yerli işbirlikçilerine ‘dur’ diyen adam!
“Dünyaca ünlü The Economist’in son
sayısından bir alıntı:
“- Sünni - Şia savaşı eşikte!
“Sadece The Economist değil, !ew
York Times’dan, Le Monde’a kadar Batının marka değeri olan medyasında bu
aralar benzer haber ve yorumlar var!
“Hayır, bu bir enformasyondan ziyade projeye dayalı dezenformasyon yani
zemin inşası ki bunun perde gerisini ya
da amacını bizzat CIA’nin önceki Ortadoğu Bölge Direktörü Robert Bear, “Yeni Süper Güç İran” isimli kitabında şöyle açıklıyor: “Ön Asya ile Ortadoğu’nun
yeniden dizaynı sürecinde artık Amerikan askerleri ölmeyecek. Bunun yerine
Müslümanlar Sünni-Şia diye birbirini öldürecek ve biz amacımıza ulaşacağız.”
“Evet bu kadar aşikar ve gündemde
olan Müslümanı Müslümana katlettirme
projesini ne acıdır ki İslam dünyası eli
kolu bağlı seyrediyor!
“Pardon sadece seyretmiyor, Haçlının
işbirlikçisi olan sözde bazı Müslümanlar
bu ihanete mezhepçilik yaparak omuz
veriyor!
“Hiç abartısız yazıyorum tablo Müslümanlar ve İslam adına zifiri karanlıktır ve bu durum yapılan karartmalarla
pek fark edilmiyor!” (Sabahattin Önkibar,
Gerçek Gündem, 16.05.2012)
Emperyalist caniler gördüğümüz gibi artık sadece mazlum ülke halklarını kendileri
öldürmekle yetinmeyeceklermiş. Ki Birinci
Körfez Savaşı’ndan yani 1990’dan bu yana
da olan budur, Sünni-Şia diye mezhep temelinde İslam âlemini bölecekler ve birbiriyle savaştıracaklarmış. Savaştırıyorlar da
zaten, dediğimiz gibi.
Tabiî kazanan kim oluyor?
Kazanan hep kendileri. İşte Afganistan’da öyle oldu, Irak’ta öyle oldu, Libya’da öyle oldu. Şimdi sıra Suriye ve İran’a
geldi. Ondan sonra da eğer bu iki ülkede
başarılı olabilirlerse yani alçakça planlarını
hayata geçirebilirlerse sıra Türkiye’ye gelecek. Türkiye’yi de etnik ve mezhep temelinde bölecekler. Ve birbiriyle çatıştıracaklar.
Bunların sadece generalleri zevk almaz
insan kanı içmekten. Her rütbeden askerleri de zevk alır. Çünkü öyle yetiştirilir bunlar. Öyle eğitilir. Öyle şartlandırılır. Ve sonuç olarak da insanlıktan çıkarılır. Canavarlaştırılır. İşte alt rütbeden canavarlara birkaç örnek:
“ABD askerleri cesede işedi
“Afganistan’da görev yapan dört
ABD askerinin, öldürdükleri Taliban militanlarının cesetlerine işerken gösteren
bir video görüntüsü ortaya çıktı.
“Yaklaşık bir dakika uzunluğundaki
13
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
video görüntüsünde askeri üniformalı
dört kişi, üç Taliban militanının cesetlerinin üzerine işerken görülüyor. Askerlerden biri işerken bir yandan da cesede
söylenerek, “İyi günler dostum!” diye
bağırıyor. Afganistan’da, çoğu Kandahar ve Helmand vilayetinde olmak üzere
yaklaşık 20 bin donanma askeri görev
yapıyor.” (Radikal, 12.01.2012)
“ABD’li çavuş: Sivilleri zevk için öldürdük
Afganistan’da görev yapan Amerikalı
çavuş Jeremy Morlock, 3 sivili zevk için
öldürdüklerini
kabul
etti.”
(ntvmsnbc.com, 24 Mart 2011)
“ABD’li sniper 255 Iraklıyı öldürmüş
“Irak’ta 255 kişiyi öldüren ABD’li
keskin nişancı!
“Amerikalı asker Chirs Kyle, Irak’ta
direnişin en yoğun yaşandığı bölgelerde
255 kişiyi öldürdüğünü iddia etti. Iraklılar’ın başına ödül koyduğu sniper, itiraflarını kitap haline getirmiş.
ABD’nin Irak’ı işgali süresince 4 kez
görev yapan Amerikan askeri Chris
Kyle’ın 255 kişiyi bizzat öldürdüğünü iddia etmesi tartışmalara neden oldu. Keskin nişancı olarak gözünü kırpmadan
Iraklıları vurduğunu anlatan Kyle’ın, silahlarıyla çekilmiş fotoğrafları da yayımlandı. İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre, Irak’ta direnişin en yoğun
yaşandığı bölge olan Ramadi’de görev
yapan ve keskin nişancı olarak Iraklı direnişçileri hedef seçen Kyle’a “Ramadi
Şeytanı” adı verilmişti. Uzun bir süre
kimliği ortaya çıkarılamayan ABD Donanması mensubu Kyle’ın başına Iraklılar 20 bin dolar ödül koymuştu. Daily
Mail’e konuşan Kyle, Amerikan Deniz
Kuvvetleri’ne katılmadan önce iyi bir nişancı olduğunun farkına varamadığını,
ancak ordudaki aktif görevi sırasında bu
yeteneğini keşfederek, Iraklı direnişçilerin ortadan kaldırılmasında kullandığını
açıkladı. Chris Kyle, “Çocukken babamla geyik avına çıkıyorduk. "işan almayı
ve hedefimi isabetle vurabilmeyi babamdan öğrendim” dedi. Şimdiden, ABD tarihinin en çok insan öldüren keskin nişancısı olarak tarihe geçen Chris Kyle
tecrübelerini anlattığı bir kitap da yayımladı. Kyle, “Amerikan Sniper” adlı
kitapta en ünlü atışını da gururla anlattı.
Irak’ın başkenti Bağdat’ın Sadr bölgesinde, ABD askeri konvoyunu hedef alan
bir intihar bombacısını 920 metreden
vurduğunu kaydeden Kyle, sadece Felluce kentinde 40 kişiyi öldürdüğünü belirtti. Kitaba göre, Kyle, keskin nişancılık
deneyimi sırasında yalnızca bir defa, bir
kadını öldürürken tereddüt ettiğini de
itiraf ediyor.” (Sabah, 04.01.2012)
Kur’an, “muhakkak ki insan çok zalimdir” (Ahzab Suresi 72’nci Ayet) derken
işte böylelerini ve onların bizdeki Tayyipgiller gibi, Suudiler gibi, vb. gibi hain işbirlikçilerini kastetmektedir.
Ve yine şunu da belirtelim ki, Kur’an’ın
ve Hz. Muhammed’in düşmanı zalimlerdir.
AB-D’nin insanlık dışı
katliamlarının suç ortağıdır
Tayyipgiller
AB-D Emperyalistleri Irak’ta 5 milyon
civarında masum Müslüman kanı içtiler. On
binlerce Müslüman kadının namusunu kirlettiler. Ülkenin ekonomik altyapısını tümüyle çökerttiler. Ülkeyi cehenneme çevirdiler. Bununla da yetinmediler üçe böldüler
Irak’ı.
Bu canavarlıklar, tecavüzler, işgaller,
yağmalar olurken sen ne yaptın Tayyip? Siz
ne yaptınız Tayyipgiller?
2003 1 Mart Tezkeresi’ni hazırlayıp imzalarınızla bezeyip Meclise sevk ettiniz.
Ne diyordu o Tezkere?
ABD Ordusu tüm ağır silahları ve personeliyle birlikte İskenderun Limanı’ndan
girip tüm güneydoğu illerini kat ederek Irak
sınırına varacak ve orada katliamlarına, işgaline başlayacak. Ha bu arada 70 bin ABD
askeri
de
Türkiye’de
üstlenecek.
Türkiye’nin tüm liman ve havaalanları
ABD’nin emrine sunulacak.
Bilindiği gibi Tezkere Meclisten geçmedi. Ama siz sanki Tezkere geçmiş gibi,
ABD askerlerinin hizmetine ve emrine verdiniz Türkiye limanlarını ve topraklarını.
İskenderun Limanı’ndan yine ABD silahları ve personeli geldi Irak’a girdi. Irak’ı vurdu. İncirlik’ten kalkan ABD savaş uçakları
Irak’ı vurdu.
Siz “hizmette sınır yoktur efendimiz
AB-D’ye” diyerek, üstüne üstlük ABD askerlerinin katliam ve Müslüman kadınlara
tecavüzlerini daha başarılı şekilde yapabilmeleri için, ““Ben kahraman Amerikan
askerlerinin sağ salim vatanlarına dönmeleri için Allahıma dua ediyorum” diyen açıklamalar yaptınız ABD’nin medya
organlarına.
O zamanki Dışişleri Bakanı, bugünün
devlet başkanı Abdullah Gül, 15 Mayıs
2006 tarihinde
Takvim Gazetesi’nde yayımlanan röportajında
aynen şöyle diyordu:
“Dünya barışı için, barışı
korumak, barışı
yapmak için,
son 50 senede
dünyada en çok
Amerikalılar
kendi çocuklarını feda etmişlerdir.”
Böyle mi?
Böyle!
Ümmet-i Muhammed’e karşı bu kadar
ihaneti, bu kadar büyük bir suçu, günahı
Ebu Rigal bile etmemiştir, işlememiştir. Siz
ihanette, tarihteki benzerini bile fersah fersah geçtiniz Tayyip ve Gül. Tabiî tüm şürekânız da…
Ne için yaptınız bunu?
Koltuk için, makam için, ün için, poz
için ve hepsinden daha da önemlisi küpünüzü doldurmak için, kamu mallarını yağmalamak için.
Tayyip!
Sen değil misin altı tane yüz kızartıcı
suçtan yargılanan. Bunlar bildiğimiz gibi
kalpazanlık-ihaleye fesat karıştırma-görevi
kötüye kullanma-rüşvet-zimmet gibi hepsi
de yüz kızartıcı tabir edilen suçlar kategorisine girmektedir. Yine bildiğimiz gibi, sen
dokunulmazlık zırhına girdiğin için, bu suçları kovuşturan mahkemeler seni yargılayamaz olmuştur. Tabiî sen hince şöyle düşünüyorsun: Yargıyı nasıl olsa ele geçirdim
büyük ölçüde. Bir süre sonra tümüyle yani
en alt düzeydeki mahkemeler de dahil olmak üzere ele geçireceğim. Artık hepsi benim memurlarım olacak bu mahkemelerde
görev yapan savcıların, yargıçların. Tabiî o
zaman da benim dokunulmazlık zırhına ihtiyacım kalmayacak. Otomatikman böyle
olacak. İşte o zaman ben o zırhtan çıkacağım. Benim mahkemelerim de beni beraat
ettirecek. Mecburen ettirecek. Çünkü onların sahibi ben olacağım. Böyle düşünüyorsun aynen değil mi?
Tabiî vurguncu olan sadece sen değilsin.
Hemen tüm bakanların, milletvekillerin, il
ve ilçe yöneticilerin, belediye başkanların,
belediye meclis yöneticilerin hepsinin senin
gibi. Vurgun, yağma peşinde. Hep söylediğimiz gibi siz aslında AB-D’nin hizmetinde
çıkar amaçlı bir suç örgütüsünüz. Hem kendiniz soyuyorsunuz Türkiye’yi ve Türkiye
insanlarını, hem de efendiniz AB-D Emperyalistlerine peşkeş çekiyorsunuz.
Sizin gibilerin İslam dininde yeri yoktur.
Tabiî gerçek İslam dininde. Yani Kur’an’ın,
Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin bildirdiği, uyguladığı, örnek olduğu İslam dininde. Gerçek İslamda sizin gibilerin cenaze namazı bile kılınmaz:
“ALLAH’ı, Kuran’ı, İslamı, Peygamber’i kimselere bırakmazlar....
“Peki, Hazreti Muhammed’in kamu
haklarına, mallarına el uzatanların cenaze namazını kılmadığını bilir miyiz?
“Ya da daha açık yazalım, şöyle bir
cümle:
“Hz. Peygamber, kamunun haklarına, mallarına musallat olanların Kuransal deyimle, gulul (kamu malı talanı) suçu işleyenlerin cenaze namazlarını kılmaz. Bu Muhammedi tavır, Türkiye’yi
yönetenlere, siyasetçilerimize, kamu
mevkilerinin su başlarında bulunanlara,
ibadetleri şov aracı yapanlara ithaf olunur.”
“Kim söylüyor bunu?
“Prof. Dr. Yaşar "uri Öztürk...
“Yedi yıl önce bunu yazıyor...
“Başbakan’ın sık sık “Onlara sorma-
lı” dediği ulemanın buna tavrı, tepkisi
ne?
“En azından çekimserlik, “acaba” diye kuşku...
“* * *
“OYSA Yaşar "uri Öztürk, sağlam,
ciddi, bilimsel kaynaklar gösteriyor ve
örnekleri sıralıyor.
“Hz. Peygamber, kamu malından iki
dirhemlik bir miktarı çalan Eşcalı sahabisinin cenaze namazını kılmamıştır.”
“Bir harp sırasında Hz. Peygamber’e
filanca falanca şehit oldu diye tekmil verdiler. O bunlardan biri için şöyle dedi:
Hayır! İşte o dediğiniz kişi şehit olmamıştır. Ben onu cehennemin içinde görüyorum. Sebebi de kamu mallarından çaldığı bir giysidir.”
“Hayber seferi sırasında ölen birinden söz ettiklerinde Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: Arkadaşınızın cenaze namazını siz kılın. Bu sözü duyan sahabilerin
yüzü renkten renge girdi. Bunu gören
Hz. Peygamber dedi ki: O arkadaşınız
kamu mallarından bir miktar aşırmıştı.
Sebep işte budur. Bunun üzerine sahabiler ölen adamın eşyasını karıştırıp baktılar; bir de ne görsünler, Yahudilerden
ganimet olarak ele geçmiş, bir deri pabucu aşırmış.” (Yaşar Nuri Öztürk’ten Aktaran: www.turkish-media.com)
Prof. Yaşar Nuri Öztürk, bu düşüncelerini katıldığı tv programlarında da açıkça dile getirmiştir. O programların videoları internetteki sitelerde bulunmaktadır.
Demek ki Hz. Muhammed, Yahudilere
karşı verilen bir savaşta yani cihatta şehit
olan bir Müslümanın cenaze namazını bile
bir çift deri pabucu gizlice aşırıp torbasına
koydu diye kılmıyor. Ya sizin aşırdığınız
kamu malları Tayyipgiller? Milyarlarca dolar değil mi? Daha da gözünüz doymuş değil. Hâlâ da aşırmaya devam ediyorsunuz.
Allah sizi ıslah eder mi acaba? Pek sanmıyoruz biz. Siz o noktayı çoktan geçmişsiniz. Hani siz, Kur’an’ın şu veciz söyleyişinde dile geldiği gibi “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar.
Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler.
Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (Elmalılı Hamdi Yazır
Meali) kategorisine girmişsiniz çoktan. Sizi
ıslah etmek o nedenle ölüyü diriltmekten
farksızdır. Üstelik sizin bu duruma gelmeniz daha doğrusu düşmeniz bilmezlikten
değil, kesinkes bilerek ve isteyerektir.
Tayyip, Kaddafi ve Esad’a nasıl
ve neden düşman oldu?
Libya’ya gelelim Tayyip: Libya lideri
yurtsever ve halksever Muammer Kaddafi’nin elinden 28-30 Kasım 2010’da “İnsan
Hakları Ödülü” aldın. “Kardeşim” diye hitap ederek Kaddafi’yle kucaklaştın. Aradan
bir yıl kadar zaman geçti, efendin Obraha,
Libya’ya NATO aracılığıyla savaş açacağını
ilan etti. Sen boş bulundun. “NATO’nun
Libya’da ne işi var yahu?” dedin. Efendin
buna çok kızdı. “Uslu çocuk ol, söz dinle”,
dedi. Sonra kanalizasyonun deliğini gösterdi. “Oraya süpürülmek mi istiyorsun?” dedi.
Sen aman diledin hemen. “Boş bulundum,
bağışlayın efendimiz, beni kullanmaya devam edin”, dedin.
Ve hemen başladın: “Kaddafi diktatördür. NATO askeri bir operasyonla bu diktatörü yok edip Libya’ya demokrasi getirmelidir. Biz savaş gemilerimizle bu operasyonda
yer alacağız. Bu askeri harekatın merkez üssü de İzmir olsun” dedin. Efendin de “aferin” dedi enseni sıvazladı. “Tamam, dediğin
gibi olacak”, dedi. NATO, sekiz buçuk ay
Libya’yı havadan vurdu. Silahlandırdığı
Libyalı lümpenleri de eğiterek içeriden Kaddafi’ye karşı kara savaşına sürdü. Ve sonunda bazı kabileleri de kandırarak safına çekmeyi başardı. Kaddafi, en sonunda yenildi
ve memleketi Sirte’de ele geçti. Lümpenler
her türlü insani duygularını yitirmiş oldukla-
rı için Kaddafi’yi linç ettiler. Tabiî efendin
AB-D ettirdi.
Bu insanlık dışı katliamı sen, Abdullah
Gül, Ahmet Davutoğlu ve diğer şürekân alkışladı. Hiç vicdanınız sızlamadan. Hiç
utanmadan… Ama bu duygular yok ki sizde.
Tabiî bu süreçte 50 bin masum Libya insanı da hayatını kaybetti. Şu anda da 70 bin
siyasi tutuklu var Libya zindanlarında. Şu an
Libya’da yönetimi ele geçirmiş bulunan çakalların insafına terk edilmiş durumda. Bu
70 bin insana işkence ve tecavüz edildiği
medyaya yansıyan bazı haberlerden öğrenilmektedir. Ve üstüne üstlük Libya da parçalanmanın eşiğindedir. Yani Libya da şu an
cehenneme döndürülmüş durumdadır. Tabiî
bu arada Libya’nın doğal zenginliği olan
petrol ve doğalgaz da Libya pazarlarıyla birlikte tamamıyla AB-D’li Emperyalist haydutların eline geçmiş durumdadır.
Yani ey Tayyip! Muammer Kaddafi’nin
ve 70 bin Libyalı masum insanın kanlarına
da bulanmış durumdadır ellerin. Ve ellerini,
ellerinizi hiçbir nehrin suyu yıkamaya, temizlemeye yetmez. Sizi sadece toprak kurtarabilir. Toprak temizleyebilir…
Ama orada bile gerçek Müslümanlar sizi
rahat bırakmayacaklardır. Sizi ve sizin gibileri hep lanetle anacaklardır. Tıpkı Ebu Rigal gibi…
Tüm bu ihanetler gözünü doyurmadı senin. Hâlâ ihanet, ihanet diye bağırıyorsun
kürsülerden, mikrofonlardan. Beşar Esad
diktatördür. Devrilmelidir, diyorsun. Efendin Obraha’nın ezberlettiği cümleleri papağanca tekrarlıyorsun durup dinlenmeden.
Tabiî sadece sen değil tüm Tayyipgiller de
aynı işi yapıyor.
Oysa ne yapmıştın iki
sene önce: Beşar Esad’ı
Türkiye’ye davet etmiştin.
Ankara’yı,
İstanbul’u,
Boğaz’ı
gezdirmiştin.
“Biz kardeşten de ileriyiz
Beşar Esad’la” demiştin.
Şam’a bakanlarınla gidip
Suriyeli mevkidaşlarınızla
ortak toplantılar yapmıştınız. Kararlar almıştınız
ekonomik, siyasi planda.
Antlaşmalar yapmıştınız.
Kardeşlik mesajları vermiştiniz.
Ne oldu, ne değişti?
Efendin Suriye’yi düşman ilan etti değil
mi? Sana da “haydi saldır” komutunu verdi.
Sen de başladın saldırmaya. Ayıptır ya…
Utanır insan. Ama sizde nerede utanmakmış, ayıpmış. Bunlar yok sizin lügatinizde.
Siz satarsınız. Her şeyi satarsınız. Yeter ki
çıkarınız öyle gerekli kılsın.
Gelelim İran’a.
İran’dan ne istiyorsun? Ne zararı var
sana? Ama bunu da
efendin emretti değil
mi?
“Benim bölgedeki
çıkarım ve stratejik
müttefikim İsrail’in
güvenliği için İran’ın
vurulması gerekir,
nükleer silaha asla
sahip olmaması gerekir. Ayrıca da gelişkin savaş araçlarına
sahip olmaması gerekir. O nedenle İran’ı vuracağız. Sen de bu saldırıya dahil olacaksın.”, dedi sana değil mi?
Sen de hemen “emret sahip!” dedin. Ve
Kürecik’e getirdin AB-D’nin radar üssünü
kurdun. ABD askerlerini yerleştirdin buraya.
Bu radar üssü ve askerleri kimi koruyacak?
İsrail’i değil mi?
Ve sen, İsrail’in koruyuculuğunu yapacaksın. Şu düştüğünüz duruma bak. Cüppeli
Ahmet Hoca namıyla maruf Ahmet Ünlü bile Kur’an ayetleriyle yaptığının İslama iha-
net olduğunu gösterince tuttun onu da bir
bahaneyle Silivri zindanına tıkıverdin değil
mi?
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost
edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır Meali, Maide
Suresi, Ayet 51)
Bak Kur’an apaçık tarif ediyor sizi. Uyarıyor ilkin. Ama sizin gibi uyarıyı dinlemeyenlere de artık onlardansınız, diyor. Zalimlerdensiniz, diyor. Ahmet Ünlü de bu apaçık
gerçeği söyledi. Ama tahammül edemediniz.
Edemezsiniz değil mi?
Burada işin şu noktasına da değinmeden
geçmeyelim. Ahmet Ünlü’nün bu konudaki
dürüstlüğü ve namusluluğu da kısa sürdü ne
yazık ki. Silivri zindanında 6 aylık bir mahkumiyet onun da size teslim olmasına yetti.
Ona da diz çöktürdünüz. Bu konuda yine Sabahattin Önkibar’dan şu satırları aktaralım:
“Cübbeli cezaevinden çıkmak için Suriye’ye sövüyor
“Cübbeliyi biliyorsunuz malum seks
kasetleri ve şantaj iddialarından ötürü
hapsedilen şahıstır.
“İşte bu Cübbeli hiç utanmadan cezaevinden cihat fetvalarını veriyor ve Suriye’ye hücum diyor.
“Ona sorarsanız Şiası, Alevisi kâfir ve
onları öldürmek cihat!
“İslam’ı cübbe ve sarığa hapseden bu
şahıs evet açıktan Müslümanlar arası bir
savaşa yani yeni bir Kerbela faciasına hiç
utanmadan çığırtkanlık yapıyor.
“Peki, bunun arkasında ne mi var?
“Cübbeli cemaatinin eski bir mensu-
buna göre Ahmet Hoca F Tipi ile Tayyip
Erdoğan’a bu demeç ile selam gönderip,
“Beni cezaevinden çıkarırsanız bu konuda size hizmet ederim” mesajını veriyor.”
(Sabahattin Önkibar, Gerçek Gündem,
17.05.2012)
Cüppeli ve benzeri tarikat şeyhlerinin en
namuslu geçinenin bile ya da hasbelkader
bir konuda İslama uygun bir tutum benimseyenin bile namusluluğu bu kadar oluyor işte… Bunlar daha önce de defalarca söylediğimiz gibi birer din derebeyi. Bunların gerçek İslamı ve Muhammed’i anlamaları, benimsemeleri mümkün değil. Kendisi de bir
Ortaçağcı irtica taraftarı olan İsmail Nacar
bunlar hakkında en doğru tanımlamayı yapıyor bizce. Diyor ki, “tüm tarikatlar birer yılan yuvasıdır…” Geçelim.
Evet. İhanetinizi gösterenlere her kim
olursa olsun tahammülünüz yok. Tüm hainlerin ve zalimlerin de olmaz zaten.
Size ne demeli bilmem ki. İnsan kızmalı
mı yoksa acımalı mı size?
Bunu uzun uzun düşününce şu yön daha
ağır basıyor: Size acımak gerek aslında. Sizler acınası yaratıklarsınız. Her şeyinizi sattınız ve boylu boyunca ihanete battınız. Hâlâ
da doymuyorsunuz. Size Allahtan başka kim
yardım edebilir?..
Sanmayın ki yaptıklarınız yanınıza kalacak. Tarihte Ebu Rigal’in, Suudilerin, Kuveytli El Sabah’ların, Damat Ferit’lerin, Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin yanında yerinizi alacaksınız. Bunu adınız gibi bilin. Hiç
kurtuluşunuz yok bundan…
14
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların
Yere Düşürmediği Devrimci Mücadele Bayrağını
Kurtuluş Partililer Dalgalandırıyorlar
H
er geçen gün artan bir sevgi ve özlemle anılan, 40 yıldır unutulmayıp çoğalan, tüm mücadele alanlarında devrimcilerle birlikte olan, Deniz-Yusuf-Hüseyin
Yoldaşlar; Halklarımızın bilincinde, gönlünde ve hak alma mücadelelerinde yaşamaya
devam ediyor.
6 Mayıs 1972 tarihinde asarak katlettiler 3
Fidan’ımızı. Tıpkı Şeyh Bedrettin’in Serez
Çarşısı’nda asılarak katledilmesi gibi. Tıpkı 1
Mayıs’ın yaratıcısı dört yiğit işçi önderi;
Albert PERSOS, Adolph FISCHER,
George EGEL ve August SPIES’in asılarak katledilmesi gibi.
Sandılar ki Tefeci-Bezirgânlar, Şeyh
Bedrettin’in kesilirse nefesi, dalgalandırdığı
bayrak yere düşer. Halkların soluduğu, içine
çektiği Bedrettin’in nefesindeki gül kokuları,
Bedrettin asılırsa artık yayılmaz olur, insanlar
soluksuz kalır sandılar sömürgenler. Ama
bugün Bedrettin, Halkların Devrimci
Mücadelesinde yol göstermeye, o gül kokularını halklara yaymaya devam ediyor.
Halklarımız o gül kokularıyla yaşam buluyor,
nefes alabiliyor, umutlarını devam ettirebiliyorlar. Tefeci-Bezirgânların yaydığı o pis
kokular bastıramıyor gülün kokusunu.
Sandılar ki egemenler, dört yiğit işçi önderinin kesilirse nefesi, İşçi Sınıfının hak alma
mücadelesi sona erer. Dört yiğit işçi önderinin
gül kokuları yayan nefeslerini kesersek, uğruna yaşamlarını feda ettikleri mücadeleleri
milyonlara örnek olmaktan çıkar dediler, o
gül kokularını milyonlar koklayamaz sandılar
bir avuç sömürücü asalak. Ama dört yiğit işçi
önderinin önderlik ettiği mücadeleyi, tüm
dünyadaki milyonlarca emekçi, İşçi Sınıfının
Birlik Mücadele Dayanışma Günü olarak
kutluyor. Milyonlar alanlara akıp azlık
sömürgenlere karşı çokluğun öfkesini, kinini
haykırıyorlar. 126 yıl önce dört yiğit işçi
önderinin yaydığı gül kokularını tüm dünyada
emekçiler solumaya, o gül bahçesinin kokularıyla hayat bulmaya devam ediyorlar.
Emperyalistlerin tüm dünyaya yaymaya çalıştıkları lağım kokularının arasında o gül kokularını milyonlar hâlâ hissedebiliyorlar.
Sandılar ki kanlı zalim ABD beslemesi 12
Martın faşistleri, 3 Fidan’ın kesersek nefesini,
koparırsak gövdesinden dallarını Devrimci
Mücadele sona erer. 3 Fidan’ın gül kokuları
yayan nefeslerini kesersek Türkiye Halkları o
kokuları artık koklayamaz, “Tam Bağımsız
Türkiye”, “İkinci Kurtuluş Savaşı”,
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist
mücadele sona erer sandılar, ABD ve AB
Emperyalistleri ve yerli satılmışlar.
Ama yanıldılar 12 Mart Faşizminin yaratıcıları AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar. Önce mahkeme süreçlerinde teslim alabileceklerini düşündüler 3 Fidan’ı, olmadı. 3
Fidan dar ettiler mahkeme salonlarını AB-D
Emperyalistlerinin güdümündeki insan görünümündeki yargıç ve savcılarına. Gül kokularını mahkeme salonlarında da yaymaya
devam ettiler. İdam kararları yüzlerine okunduğu zaman sararmadı, solmadı o güzelim
yüzleri; normal temposunun üzerinde çıkmadı yürek atışları. Tıpkı her gerçek devrimci
gibi… Tıpkı Hikmet Kıvılcımlı gibi, “İçerde,
dışarıda, derste, sırada” mahkeme salonlarında, cezaevinde, üstüne üstüne yürüdüler,
tükürdüler “yüzüne celladın, fırsatçının,
fesatçının, hayının”.
O fırsatçılardan, o hainlerden, o cellâtlardan, o yüzüne tükürülenlerden, hani Deniz,
Yusuf, Hüseyin darağacında can verirken
keyiften sigara içen Ali Elverdi, bir lokma
yutarken nefesi kesilip pis canını yitirirken,
Üç Fidan’dan yayılan o hoş kokular herkesi
sarıp sarmalamaya devam ediyor. Bu insan
müsveddesinin cenazesi bir avuç insanla kaldırılırken, her 6 Mayıs’ta kurtuluşları için
mücadele eden Üç yiğide unutulmadıklarını
göstermek için gidiyor binler…
Üç Fidan, kısacık yaşamlarına büyük
mücadeleler sığdırdıkları, teslim olmadıkları,
yargılanan değil yargılayan oldukları, son
nefeslerinde “Yaşasın Türk ve Kürt
Haklarının
Kardeşliği”,
“Yaşasın
Marksizm-Leninizm” sloganlarını haykırdıkları, mücadelelerini, ideallerini satmadıkları içindir ki her geçen gün artan bir özlemle
anılıyorlar. Binler, her 6 Mayıs’ta alanlara
akıyorlar; 40 yıl önce yayılan gül kokularının
yayılmaya devam ettiğini kanıtlamak, ne
kadar yaymaya çalışırsanız çalışın pis kokularınızı, bakın gül kokularını bastıramıyorsunuz
demek için…
40 yıl önce Üç Fidan’ın yaydığı gül kokularını bugün, Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri Kurtuluş Partililer yaymakta.
Kurtuluş
Partililer,
1
Mayıs
Mücadelesinin her zaman en ön safında
mücadele yürüttüler ve Taksim’i yeniden 1
Mayıs Alanı yaptılar. 1 Mayıs 2012 1 Mayıs
Alanı’nda Denizler’le, Mahirler’le birlikte
saf tuttular.
Kurtuluş
Partililer, ülkemizi
Yeni Sevr’e doğru
götürmeye çalışan
A
B
D
Emperyalistlerine
ve yerli satılmışlara karşı mücadele
yürüttüler, hainlerin planlarını ortaya çıkarttılar, hainlerin dümen suyuna girmiş gafilleri
kendilerine getirdiler.
Kurtuluş
Partililer, Şeriata,
bayrağı Türbana, siyasi plandaki temsilcisi
Tayyipgiller’e karşı militan bir mücadele
yürüttüler. Türbana kılık kıyafet özgürlüğü
çerçevesinde bakan “Devrimcilere” karşı da
uyarı görevlerini yerlerine getirdiler her platformda.
Kurtuluş Partililer, ülkemizi en az üçe
bölme, bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliğini
parçalama projesinin bir parçası olan sözde
Ermeni Soykırımı’nın olmadığını en kör gözlere batarcasına tüm kanıtlarıyla ortaya
çıkarttı. Rahatsız etti Sorosçuları ve peşlerinden giden şaşkınları.
Kurtuluş Partililer, Kürt Sorunu’ndaki
Emperyalist Çözümü, daha doğrusu çözümsüzlüğü teşhir etti. Köklerini Kıvılcımlı
Usta’mızdan alan, Kürt Sorunu’nun gerçek
çözümü demek olan, Devrimci Çözümün,
bin yıllık kardeşliği çok daha ilerilere taşıyacağını, Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti’nin
emperyalizme karşı yıkılmaz bir kale olacağını savundu.
Kurtuluş
Partililer,
Denizler’in,
Mahirler’in uğruna yaşamlarını feda ettikleri
ideallerini, mücadelelerini savunmaya, bu
uğurda kanlarının son damlalarına kadar
mücadele etmeye devam ediyorlar, devam
edecekler. Bugün Denizler’in, Mahirler’in
gerçek savunucuları biz Kurtuluş Partililerdir,
diyorsak,
Onların
ideallerini,
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist
mücadelelerini en militanca biz savunduğumuz, bu uğurda mücadele ettiğimiz içindir.
O yüzden 6 Mayıs’ta Ankara’da
Karşıyaka
Mezarlığı’nda
Denizler’le,
Mahirler’le buluşmaya, Onlarla söyleşmeye
gittik. Dedik ki onlara; 40 yıl önce sizin yaydığınız gül kokularınızı bugün biz yayıyoruz,
sizin ideallerinizi biz yaşama geçireceğiz;
bugün “İkinci Kurtuluş Savaşı’nı” biz yürütüyoruz; AB-D Emperyalistlerine, Ortaçağcı
Şeriatçılara karşı mücadele bayrağını biz dalgalandırıyoruz, demek için buluştuk Deniz,
Hüseyin, Yusuf’la. Rahat uyuyun, bu bayrak
çok daha yükseklerde dalgalanacak, emperyalistlerin ellerindeki tüm kalelere bu bayrak
dikilecek demek için. Sizlerin mücadelesi
boşa gitmedi demek için haykırdık “Yeni
Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş
Savaşımız”, “Faşizme karşı Ya Birleşmek
Ya Ölüm”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” ve onların çok sevdiği “Hoşt Hoşt
Amerika Puşt Puşt Amerika” sloganlarını.
Partimizin gençlik komitesinden Hasan
Yoldaş’ımız okudu basın açıklamasını. Dicle
Yoldaş’ımız da “Bizi mahvetmek isteyen
Emperyalizme, ve bizi yok etmek isteyen
Faşizme karşı, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan, bıkmadan, yılmadan, Proletarya Partisini yeniden örgüt-
leyip, Demokratik Halk Devrimini gerçekleştireceğimize, Sosyalizmi Zafere ulaştırmak için, kanımızın son damlasına kadar
mücadele edeceğimize” dair Andımızı içirdi.
Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşların mezarı
başındaki anma etkinliğinden sonra, bu Üç
Fidan’ı kurtarmak için, ayrı örgütten olmasına rağmen kendini feda eden Mahir Çayan
Yoldaş’ın mezar başına gittik, Kurtuluş
Partililer olarak. Mezar başında, Kıvılcımlı
Usta’nın öğrencisi olarak militan bir mücadele yürüten, mücadeleden bir an bile olsun geri
durmayan, faşizmin zindanlarında 10 yılını
geçiren, işkencelerden ustaları ve önderleri
gibi alnının akıyla çıkan, o dönemdeki yayın
organımız Devrimci Derleniş Gazetesi’nin
Yazı İşleri Müdürü Ayhan Erkan Yoldaş’ın
coşkulu konuşmasıyla Mahir Yoldaş’ı da
selamlamış olduk.
Sonrasında Şentepe’yi Faşistlerden temizleyen, faşistlerin korkulu rüyası, Şentepe
Halkının Kahramanları Mahmut-Sadi-İbo
Yoldaş’ın mezar başına gittik.
Üç Şehitler’in mezar başında Şentepe
İPSD’nin açılışında yer almış, gerek öğrenci
gençlik mücadelesinde, gerek İşçi Sınıfı
mücadelesinde, gerek faşistlere karşı mücadelede her zaman en ön safta kavga vermiş
Partimiz Genel Sekreteri Ali Serdar Çıngı
Yoldaş’ımızın coşkulu konuşmasıyla da Üç
Şehitlerimizi de anmış olduk.
Sonrasında daha 16 yaşında kalleşçe
faşistler tarafından arkadan vurularak katledilen Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın mezar
başına gittik.
Mezar başında, gerek öğrenci gençlikte
verdiği mücadelesiyle, gerek fabrika cehennemlerinde verdiği sendikal mücadelesiyle
hep en önde yer almış, işkence tezgâhlarında
çözülmemiş Ankara İl Başkanımız Sait
Kıran Yoldaş’ın coşkulu konuşmasıyla
Engin Yoldaş’ımızı da anmış olduk. Engin
Yoldaş’a rahat uyu Yoldaş, “Yoldaşlarım
mücadelemi devam ettirsinler” vasiyetini
yerine getiriyoruz ve her alanda mücadeleyi
yükseltiyoruz, yükselteceğiz, sözünü verdik.
(Tüm konuşmaları aşağıda yayımlıyoruz.)
Denizler, Mahirler, Mahmutlar, İbolar,
Sadiler, Enginler, daha hayatlarının baharlarındayken katledildiler. Tarih kanıtlamıştır ki
Devrimciler asmayla, kesmeyle, vurmayla
yok olmazlar, bitmezler, tükenmezler.
İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde insanlığından başka her şeyini bu mücadeleye adayanlar bir düşerler ama bin doğarlar. Onlar sadece bedence düşerler toprağa. Ama o devrimciler binlere, milyonlara tohum olurlar, yeniden gelirler dünyaya. Yeniden gelirler ki dünyaya gül kokuları yayılabilsin…
İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesinin Teorik
ve Pratik önderleri Marks-Engels-LeninKıvılcımlı Ustalarının Teorik ve Pratik
Hazinelerini insanlık bir bütün olarak eninde
sonunda sahiplenecek. Tarihin akışı o yöne
doğru. Bu geriye çevrilemez, çevrilemeyecek. İnsanlık sosyalist bir aile olduğu zaman
tüm yeryüzü, işte o zaman gül kokularıyla
kaplanmış olacak. Unutulup gidecek zamanında pis kokuları yayanlar. Ama unutulmayacak o güzel kokuların tüm dünyaya hâkim
olması için mücadele yürütenler.
Unutulmayacak Devrimciler!
Unutturulmayacak!
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’ya saygısını her zaman dile getirmiştir.
Daha henüz MDD Hareketi’nden
koparken, Kurtuluş Dergisini çıkarmanın ön günlerinde yayımladıkları
bir yazıda, Mahir Çayan Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı için, “O dağlarca teorik ürünü üreten en eski ve
en yılmaz bir savaşçıdır” diye saygısını belirtmiştir.
Yine 12 Mart’ın faşist mahkemelerinde savunmalarında, “Hikmet
Kıvılcımlı, Türkiye Devrimci
Hareketinin her zaman saygıyla
anacağı bir devrimcidir” diye saygısını belirtmiştir.
***
Ayhan Erkan Yoldaş’ın Mahirler’in mezar
başındaki konuşması:
Mahirler,
kahramanlıklarıyla
bilincimizde ve yüreğimizde
yaşıyor
Yoldaşlar,
Az önce Denizler’i andık. Şimdi Mahir’i
ve dokuz yoldaşını yani On’ları anacağız.
Biraz sonra da 3 şehidimizi; Mahmut-İboSadi’yi anacağız.
Ne mutlu bu Devrimcilere, ne mutlu bu
Yoldaşlara ki, savaşırken düştüler!
Yoldaşlar,
Mahir Çayanlar’ın, On’ların anmasında
iki nokta her zaman en öne çıkacaktır:
Birincisi
bu
yoldaşların
Kahramanlıklarıdır.
Mahirler o günün en zeki gençleri, en
militan gençleri idiler. Kurulan ölüm tuzağını
bile bile, göre göre, ama inançları uğruna
gözlerini kırpmadan ölümü göğüslediler.
Kahramanca, silahı elinden bırakmadan,
damarlarındaki son kana kadar çarpışa çarpışa, dövüşe dövüşe, şehit oldular…
İkinci özellik olarak da Devrimci
Kardeşlik ilkesini bize unutulmaz bir şekilde
miras bıraktılar.
Bildiğimiz gibi On’lar Kızıldere’ye,
Denizler’i kurtarmaya gittiler, Denizler başka
bir siyasetin önderleriydi. Kızıldere eyleminde, Mahirler’in içinde, On’ların içinde,
Denizler’in iki yoldaşı vardı. Yani iki siyaset,
Denizler’i kurtarmak için kahramanca ölüme
gidip, devrimci kardeşliğin altını ölümle
imzaladılar. Bu iki özelliği biz de sürekli
hatırlayacağız ve kavgamızda yaşatacağız.
Yoldaşlar,
Denizler
olsun,
Mahirler
olsun
Türkiye’yle ilgili birçok konuda, birebir
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi, bizim gibi
düşünüyorlardı.
Onlar
da
Kurtuluş
Savaşı’na
Antiemperyalist bir savaş diyorlardı ve
Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal’i
(Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek
Okulu’nun -yaşı müsait olan arkadaşlar hatırlarlar- duvarı aynı şekilde duruyor mu bilmiyorum, upuzun bir
duvarı vardır, oraya Mustafa
Kemal’in büyük bir resmini)
nakşetmişlerdi. Altına da gene
Mustafa Kemal’in: “Ya İstiklal
Ya Ölüm!” sloganını, en altına
da “Dev-Genç” imzasını atmışlardı.
Yoldaşlar,
27 Mayıs konusunda da
Mahir
Çayan
ve
Deniz
Gezmişler,
tıpkı
Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı gibi, bizler
gibi düşünüyorlardı: 27 Mayıs’ı
bir Politik Devrim olarak görüyorlardı.
Şimdiki
“Yetmez
ama
Evetçiler”, Sorospu çocukları
gibi, 27 Mayıs’ı da; 12 Mart ve
12 Eylül Faşist Darbeleriyle aynı
kefeye koymuyorlardı.
Ve Mahir Çayan Yoldaş,
Yoldaşlar,
Demin
bahsettiğim
Basın
Yayın’ın
duvarında,
Mustafa
Kemal’in o portresinin yanında, bir
yazı daha vardı. Che Guevara’nın,
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse
gelsin savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle savaş
ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş
geldi sefa geldi” sözleri yazılıydı.
Che Guevara için, Mahirler için ölüm hoş
geldi sefa geldi.
“Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye! Yaşasın
Marksizmin Leninizmin yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kurtuluşu”
diyerek, idam sehpasına kendi ayağıyla tekmesini atan Deniz Gezmiş için, ölüm hoş
geldi sefa geldi…
70 yaşındayken ve kanserin ağır kanamaları içindeyken, boynunda 3 tane idam fermanıyla 12 Mart Faşizmine hesap sormaya gelen
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı için, ölüm hoş
geldi sefa geldi!
Az sonra anacağımız 3 şehidimiz için
ölüm hoş geldi sefa geldi!
Spartaküsler, Bedrettinler ve tüm devrim
şehitleri için ölüm hoş geldi sefa geldi!
Yoldaşlar,
Ve hepsinin acısı yüreklerimizde büyüyor.
Bizden önce savaşarak düşenlerin acısı
yüreklerimizde büyüyor ama bu acıyla birlikte öfkemiz de büyüyor!
Öfkemizle birlikte bilincimiz de büyüyor,
azmimiz, kararlılığımız da büyüyor, cesaretimiz de büyüyor.
Sözlerimi, Usta’mızın veciz sözüyle bitirmek istiyorum:
“Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız
gelir ve de gelmelidir.”
Biz Halkın Kurtuluş Partililer için vurulmak da var vurmak da var, yoldaşlar.
Evet bugün cenazelerimiz savaş sloganlarıyla kaldırılıyor, ama ne yazık ki mitralyöz
seslerimiz çok cılız geliyor. Fakat elbette o
gün de gelecek yoldaşlar.
Türkiye Proletarya Partisini, gerçek
Proletarya Partisini hayata geçirip, Halk
Kurtuluş Ordusu’nu kurduğumuzda, cenazelerimiz savaş sloganlarımızla ve mitralyöz
sesleriyle kaldırılacaktır.
Hepinize saygılar sunarım.
***
Kurtuluş Partisi Genel Sekreteri Ali
Serdar Çıngı Yoldaş’ın 3 şehitlerin mezar
başındaki konuşması:
Üç Kızıl Yıldız
parlamaya devam ediyor
Sevgi ve saygı değer yoldaşlarım,
1978 1 Eylül şafağında, tam da bu gökyüzünde, tam da bu noktada 3 yıldız kaydı.
Bu yıldız, kızıl yıldızdı. Üç Kızıl Yıldız
tam da bu gökyüzünden kaydı.
Çünkü bu gökyüzünün altında Şentepe
vardı…
O Şentepe ki, Üç Şehitler’in ilmik ilmik
antifaşist mücadeleyi ördüğü topraklardı.
Bu Şentepe ki, lağımlarından açıktan akan
suları vardı. Su yoktu, ancak sabaha karşı bir
iki saat su gelebiliyordu. Şentepe Halkı yoksul bir halktı.
Ve bir dönem, Partimizin militanları Şentepe’ye özgürleştirene kadar, Mahmut-İboSadi Yoldaşlar bayrağı devralana kadar, bu
topraklarda faşistler kısa bir süre etkili oldular ama fena halde yanıldılar. Çünkü Üç
Şehitler, işkencede direnmeyi en büyük
erdem sayan, bu topraklardan bir saniye uzaklaşmayan, Türkiye Devrimi’nin Önderi,
Dünya Halklarının ustalarından olan Hikmet
15
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Kıvılcımlı’dan bayrağı devralmışlardı. Onun
içindir ki, yılmadan usanmadan, faşistlere
karşı, devlete karşı, işsizliğe pahalılığa karşı,
bu zulme karşı bayrağı devraldılar.
Ve onlar daha çocuk denecek yaştaydılar.
İki Yoldaş’ımız henüz 18 yaşındaydı. Bir
Yoldaş’ımız da sadece 21 yaşındaydı. Ama
onlar Türk ve Kürt Halklarının kurtuluşuna
yürekten inanmışlardı. Demin dediğim gibi,
Onların önderi Hikmet Kıvılcımlı’ydı.
Yoldaşlar,
Üç Şehitler’imiz, Yoldaşlarımız, daha
gencecik yaşta, yine Usta’larından aldıkları
öğütle, “başta İşçi Sınıfı gelmek üzere” şiarına uygun olarak fabrikalarda çalışıyorlardı.
Çünkü, anaları babaları yoksulluktan onları
okutamamıştı. Onlar fabrika cehennemlerinde sömürülüyorlardı, sabaha kadar, çalıştırılıyorlardı ama demin dediğim gibi nasıl ki bu
semtte mücadele bayrağını yükselttilerse,
fabrikalarda da yükselttiler.
Yoldaşlar,
Üç Şehitler, akşama kadar fabrikada çalışıyorlardı, işçi kardeşlerini örgütlüyorlardı.
Akşam fabrikadan gelince de bu semtte, bu
mahallede gerektiğinde silah elde, bayrak
elde, en önde savaşıyorlardı. Bunlar, mezarları başında sadece ajitasyon olsun diye söylenen sözler değildir. Bunlar, bire bir yaşananlardır, tanımayan, bilmeyen yoldaşlar için
söylüyorum.
Yoldaşlar,
Onlar vatan sevmenin ustası idiler. Onlar
Hikmet Kıvılcımlı’nın, az önce dediğim gibi;
düşünce oğulları idiler ve onlar, bu vatan
için, bu yurt için ölümü hiçe sayıyorlardı.
Ama Onlar insanca yaşamak için, buralardaki yoksul kardeşlerinin yoksulluktan kurtulması için, bu düzenin, bu kahrolası düzenin
yıkılması için mücadele ediyorlardı. Ve
Onlar biliyorlardı ki Yoldaşlar, Hikmet
Kıvılcımlı Usta’mızın dediği gibi, “görev”
yapıyorlardı ve biliyorlardı ki “muhallebi”
yapmıyorlardı”. Ve “Görev yapmada çok
iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak
da. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” diyorlardı…
Onlar, Türk ve Kürt Halkının kurtuluşu
için, bu ülkede gerçek bir Proletarya Partisi,
gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi ve gerçek bir
Halk Kurtuluş Cephesi kurulması için mücadele ediyorlardı. O dönem Devrimci
Derleniş bayrağı altında savaşıyorlardı.
Yoldaşlar,
Partimizin bugünkü şiarları o gün de
geçerliydi.
Onlar, emperyalizmin yok olmasını istiyorlardı, Dünya Halklarını sömüren AB-D
Emperyalizmin yok olmasını istiyorlardı.
Yani Onlar, Antiemperyalistlerdi. Ama
şimdiki kimi sol geçinenler gibi, kimi Sevrci
Sahte Solcular gibi, sadece göstermelik,
soyut, ne idiği belli olmayan bir antiemperyalizm değildi onlarınki. Onlar Amerikan
Emperyalizmi başta olmak üzere, her türden
emperyalizmin,
Avrupa
Birliği
Emperyalizminin yıkılması için de çalışıyorlardı.
Onlar, Antifeodal mücadelenin
en önünde savaşıyorlardı. Onlar,
Amerikan İslamı’nı, CİA İslamı’nı
yok etmek için, bu ülkede halklarımızın Allah adıyla kandırılmasına
son vermek için dövüşüyorlardı.
Onlar Şeriatçılara, şeriat ideolojisine ve onların örgütlerine karşı yılmadan en önde dövüşüyorlardı.
Ve Onlar, Antişovenisttiler.
Üç Yoldaş’ımız arasında Kürt
olan Yoldaşımız da vardı, Türk
Yoldaşımız da vardı. Hiçbir zaman
bu durum Onları, Halkların
Kardeşliği uğrunda dövüşmekten alıkoyamadı. Bir saniye bile birbirlerinden ayrılmadılar
ve aynı şekilde silah silaha, omuz omuza, bu
topraklarda yaşayan iki halkın kurtuluşu için
ölümü kucakladılar.
Yoldaşlar,
Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar, gerçekten
insan severdiler. Bu vatanı sevmenin ustası
idiler ve halkı sevmekte ustaydılar. Onlar
semtlerinde komutandılar, faşistlerin gördükleri yerde, bütün içtenliğimle söylüyorum,
gerçek olarak söylüyorum, faşistlerin, tâ
kilometrelerce öteden, geldiklerini haber
aldıklarında, kaçacak delik arayıp, Şentepe’yi terkedip Ankara’nın başka bölgelerine
kaçırtan insanlardı.
Bu yoldaşlar çocuktular belki ama işte
böyle militandılar… Mahallerinde komutandılar ama örgütlerinin, ama Partilerinin birer
neferiydiler… Önderliğin anlayışı onları bu
denli kararlı ve korkusuz kılmıştı.
Onlar fabrika cehenneminde yüksünmeden işçi örgütlediler dediğim gibi. İşte onların bu meziyetleri bizlerin de meziyetleri,
özellikle genç arkadaşlarımın örnek alması
gereken meziyet olması gerekir.
İkinciKurtuluşSavaşı’mızdaDenizlerolmak*
MARE OSTRUM
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de
Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan
fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
(Can Yücel)
68 Kuşağı devrimci mücadelesinin
gençlik önderleri olan Üç yiğit kızıl Fidan’ımızın ölümsüzlüğe ulaşmasının üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen onlar devrimci mücadeleye yol göstermeye devam
ediyorlar.
Korkmadan inançları uğurunda mücadele edip Türkiye Halklarına canlarını feda
eden, vatanın bağımsızlığından başka bir
şey istemeyen 3 yiğit devrim neferiydiler
onlar.
Yaşamlarının baharında insancıl olmayan bu sömürücü Parababaları düzenine
karşı mücadele ederek can verdiler. Sadece
bedence aramızdan ayrıldılar, düşünceleri
bugün Kurtuluş Partililerin
devrimci kavgasında halen
canlıdır.
Bu bilinç ışığında Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü
olarak bir anma etkinliği düzenledik.
Anma programımız Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan,
Yusuf Aslan şahsında tüm
Devrim Şehitleri için saygı
duruşuyla başladı.
Daha sonra Partimizin
Antalya İl Başkanı Hikmet
Yılmaz Yoldaş’ın açış konuşmasıyla devam etti.
Kurtuluş Partisi Genliği’nden Atakan
Yoldaş Parti bildirisini okudu ve konuya
ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Ana konuşmayı Yaşar Ali Avcu
Yoldaş’ın yapmasıyla anma devam etti.
Yaşar Ali Avcu Yoldaş, Türkiye’de dünden bugüne Devrimci Mücadelenin tarihi
ve bu tarih içindeki Denizler’in önemine
değinerek, bugün Deniz Gezmiş adına yola
çıkanlarının yaptıkları pratikleriyle Deniz
Gezmiş’in adını bile anmaya haklarının olmadığını ve Denizler’i anlamanın ve savunmanın nasıl olduğunu ortaya koyan bilgilendirici bir seminer verdi.
Denizler’in, kararlıca ABD ve Avrupa
Birliği (o dönemde Ortak Pazar diye adlandırılıyordu) karşıtı yani Antiemperyalist ol-
Yoldaşlar,
İşin ilginç bir yanı, büyük bir tesadüf,
onlar da bizim (nasıl ki Deniz-YusufHüseyin Üç Fidandılar), onlar da bu toprakların Üç Fidanıdırlar.
Onlar da tıpkı ağabeyleri; Denizler,
Mahirler gibi omuz omuza burada yatmaktalar.
Onlar da şuna inanmıştır ki, bu topraklarda Türk ve Kürt Halkının Demokratik
İktidarı, Cumhuriyeti kurulacaktır. Bunda hiç
ikircikliğe düşmediler.
Onlar da ağabeylerinin yolunda namludan ilk çıkanlardır.
Yoldaşlar,
Onların bu inançlarıyla, bu bilinciyle,
onların bayrağı yukarılarda tutma kararlılığıyla kendimizi donatmalıyız. İşte bu önderlerimiz sayesinde, tüm baskılara rağmen hiçbir zaman karamsarlığa düşmüyoruz.
Ve inanıyoruz ki, bu ülkede deminki söylediğim üç ilke de hayata geçecek ve bu ülkede mutlaka Sosyalizm gelecektir.
Hikmet Kıvılcımlılar, Denizler, Mahirler,
Sadiler, Mahmutlar, İbolar önderlerimiz
oldukları sürece bu topraklar mutlaka sosyalizme kavuşacaktır.
Onlar, bu Üç Kızıl Yıldız gökyüzünde…
Üç Şehitler, bizim yüreğimizde, bizim
bilincimizde yüzlerce yıl yaşayacaktır.
Onlar, Kahraman Gerilla Che’nin dediği gibi “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin savaş sloganlarımız kulaktan kulağa
yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle
savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize
ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi sefa
geldi” kabulümüz dediler ve yüreğimize
gömüldüler, bilincimize girdiler, üç kızıl yıldız olarak parlamaya devam ediyorlar.
Ve şuna inanın; silahları ve bayrakları
yerde kalmadı.
Bedence, sadece bedence aramızdan ayrılan yoldaşlarımız, bizlere de bir görev bırakıp gittiler.
Bu görev nedir?
Silahları, bayrakları daha daha yukarı kaldırmak görevidir.
Bu görev kabulümüzdür ve onlara sözümüzdür: bu görev başarılacaktır!
Eski adıyla Şentepe, onların katledilmesin sonra Üç Şehitler Tepesi’nde o bayraklar
sonsuza dek, bir kez daha sonsuza dek dikilecek ve sonsuza dek dalgalanacaktır.
Bundan en ufak bir şüphemiz yoktur.
Hepinizi; Mahmutları, İbolar’ı, Sadiler’i,
Denizler’i,
Mahirler’i
ve
Hikmet
Kıvılcımlı’yı unutmadan, yılmadan, sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan
savaşmaya devam etmeye çağırıyorum.
Bu çağrı hepimizedir ve bu çağrının
gerekleri yerine getirilecektir.
Teşekkür ederim Yoldaşlar.
duklarını, oysa bugün Denizler’in devamcısı olduğunu iddia eden grupların bu bakış
açısı ile çeliştiklerini somut örneklerle gösterdi. Bu grupların, bugün Laikliği de savunmadıklarını ve Şeriatın simgesi olan
Türbanı, “İnanç Özgürlüğü” diyerek savunduklarını anlattı. Onların Antifeodal olamadıklarını da dile getirdi.
2. Kurtuluş Savaşı’mızın Modern Finans-Kapital Zümresine ve müttefikleri
Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına
karşı Demokratik Halk Devrimi şeklinde
verileceğinin altını çizerek, Denizler’in de
1. Kurtuluş Savaşı’mızı desteklediklerini,
“Tam Bağımsız Türkiye” şiarı ile de İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı savunduklarını anlattı Yaşar Ali Avcu Yoldaş.
Denizler’in, Kıvılcımlı Usta ile tanışmalarının 1969 yıllarında olduğunun, Kıvılcımlı’nın öğrencisi İsmet Demir’in Başkanı
olduğu Yapı İşçileri Sendikası (YİS)’in binasının bir bölümünün, Denizler’in kurduğu Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) tarafından kullanıldığının ve buralarda Usta’mızla
da ideolojik bilgi akışı seminerlerine katıldıklarını, o günün tanıklarının bu konularda
detaylı anılarının basında yer aldığının altını çizdi. Ve Denizler’in ideolojik olarak Usta’mızdan olumlu yönlerde etkilendiklerini
dile getirdi.
Daha sonra seminer soru-cevap şeklinde
ve yakın gündem değerlendirmeleriyle devam etti.
Yoldaş’ımız son olarak; Halkın Kurtuluş
Partisi olarak inancımız tamdır: bizden önce Devrim yolunda can verenlerin bayrağını yere düşürmeyeceğiz, sözümüzdür!
Tarihe, İşçi Sınıfına ant olsun! diyerek
konuşmasını sonlandırdı.
Antalya’dan
Kurtuluş Partililer
***
Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait
Kıran Yoldaş’ın Engin Yüzbaşıoğlu’nun
mezarı başındaki konuşması:
Engin Yoldaş’a
sözümüzdür:
Devrim Bayrağını asla yere
düşürmeyeceğız!
Yoldaşlar,
Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş, Partimizin
Devrim Şehitlerinden, Kızıl Karanfillerinden
biri.
Hani biraz önce Deniz Yoldaş’ın mezarı
başında, yoldaşlarımız basın açıklamasında
Deniz’den bir alıntı yapmışlardı: “Bir insanın ne kadar yaşadığı önemli değil, önemli olan yaşadığı sürece ne yaptığıdır”, diye.
Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın tüm yaşam
süresi 16 yıl, arkadaşlar. Öldüğünde henüz
17 yaşını doldurmamıştı ama Engin
Yüzbaşıoğlu Yoldaş bu kısacık süreye bir
devrim savaşçısını sığdırdı.
Engin Yoldaş, kararlı, mücadeleci, faşizme karşı, emperyalizme karşı mücadeleden
bir an bile geri durmayan, bu uğurda ölümden korkmayan, geri durmayan
çekinmeyen
bir
Yoldaş’tı.
Hareketimizle tanıştığı ilk günden
itibaren kararlıca mücadele etmiş
ve Karşıyaka bölgesinde faşistlerin korkulu rüyası haline gelmiştir
bu küçücük yaşında.
O kadar korkutmuştu ki faşistleri,
faşistler
bu
genç
Yoldaş’ımıza cepheden, karşıdan
saldırma cesaretini gösteremediler. Siyasi ve kişisel tabiatlarına
uygun bir biçimde kancıkça, kalleşçe, düşmanca arkadan yanaşarak kurşunladılar. Yoldaş’ımız bir süre hastanede ağır yaralı kaldıktan sonra devrim şehitleri kervanına katıldı.
Ve Yoldaş’ımızın şu bilincine, şu kararlılığına bakar mısınız, son soluğunda, son anda
ağzından çıkan son söze bakar mısınız?
“Yoldaşlarım bayrağımızı, devrimci
bayrağımızı yerde bırakmasınlar, sonuna
kadar yükseltsinler.”
Ve Yoldaşları, Halkın Kurtuluş Partililer,
Engin Yoldaş’ın devrim şehitleri kervanına
katıldığı, devrim bayrağını bize teslim ettiği
14 Eylül 1970 tarihinden bu yana, O’nun
bayrağını bir an bile yere düşürmediler. 12
Eylül Faşizminin en karanlık günlerinde
bile…
12 Eylül’den önce yüz binleri yürüttüğünü iddia eden, yarın, öbür gün devrim yapacağım büyük afra tafralarla gezinen siyaset-
ler bir bir çökerken faşizmin zindanlarında,
polis tezgâhlarında ya da dışarıda olanlar
postu Avrupa kapılarına, emperyalizmin topraklarına atarken;
Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’ın savaş arkadaşları, devrim savaşçıları Halkın Kurtuluş
Partililer, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi
bu ülke toprağını terk etmediler. Faşizmin
zindanlarında, polis tezgâhlarında direnmeyi
en büyük erdem bildiler. Ve dost da düşman
da kabul eder ki, 12 Eylül Faşizmi döneminde işkence tezgâhlarında en büyük direnme,
her zaman Halkın Kurtuluş Partililerindedir.
Yine düştükleri faşizm zindanlarında onurluca, Ustalarına layık bir biçimde, o zindanları
birer üniversiteye çevirerek, direnen, mücadele eden devrim önderleri, devrim savaşçıları yarattı Halkın Kurtuluş Partisi.
Engin Yüzbaşıoğlu Yoldaş’a sözümüzü
bir kez daha tekrarlıyoruz:
Yoldaş,
Senin yükselttiğin bayrak, Devrimci
Derleniş bayrağı bugün Halkın Kurtuluş
Partisi saflarında, Halkın Kurtuluş
Partililerin ellerinde, Halkın Kurtuluş Partisi
savaşçıların ellerinde yükseliyor, yükselmeye devam edecek!
Bu bayrak er geç, yerli yabancı
Parababalarının ellerindeki, yönetimindeki
bu emperyalist kalenin burcuna mutlaka dikilecek!
Ve bu Halklar, bu topraklar, gerçekten
Demokratik Halk İktidarını, bir Sosyalist
İktidarı yani insanın insanca yaşadığı, birlikte üretip birlikte paylaştığı bir düzeni mutlaka görecek.
Yoldaşların o güne kadar, bu devrim bayrağını, senden devraldığı bu devrim bayrağını bir an bile yere düşürmeyecekler. Bu sana
karşı sözümüzdür, sözümüzü sonuna kadar
yerine getireceğiz!
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği
gibi; “Görev yapmakta vurmakta var
vurulmakta hepsi vız gelir ve de gelmelidir”.
Sen bunu kanınla ispatladın. Bütün
Yoldaşların, senden bayrağı devralan bütün
Yoldaşların, bu uğurda gerektiğinde kanlarını dökmeye, vurmaya da, vurulmaya da her
an hazırdırlar.
Yattığın yerde rahat uyu Engin Yoldaş!
6 Mayıs Şehitleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan
Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından anıldı
6
Unutmadık, Unutturmayacağız!
Mayıs 1972’de darağacında
can veren ama düşüncelerinden ve kararlılıklarından
ödün vermeyen devrimci gençlik
önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan, Hüseyin İnan’ı, bedence
kaybedişimizin 40’ıncı yılında İzmir Karşıyaka’da yürüyüş ve basın açıklamasıyla andık.
6 Mayıs günü Karşıyaka İZBAN önünden çarşı boyunca yürüyüş
yapıp
Karşıyaka
İskelesi’nin önüne geldik ve halkımızın da desteğiyle basın açıklamamızı yaptık.
Yürüyüşümüz boyunca “Deniz Gezmiş”,
“Yusuf Aslan”, “Hüseyin İnan” çağrısına coşkulu bir şekilde “Yaşıyor” diye cevap vererek “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganını attık.
Bayraklarımızla, pankartlarımızla “Emperyalistler, İşbirlikçiler geldikleri Gibi
Gidecekler”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler
6. Filo’yu Unutmayın”, “Gençlik Gelecek
Gelecek Sosyalizm”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm” “Şeriat Ortaçağdır”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”
sloganlarıyla devam eden yürüyüş kolumuz,
Kurtuluş Partisi Karşıyaka İlçe Örgütü’nün
önünde durdu.
Burada Parti binasından sarkıtılan, üzerinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin
İnan’ın resimleri bulunan pankarta doğru
yumruklar sıkılarak bir dakikalık saygı duruşunda bulunduk.
Yürüyüşümüz İş Bankası’nın
önünde yaptığımız basın açıklamasıyla son buldu.
Genç bir Yoldaş’ımız tarafından okunan basın açıklaması sırasında da sloganlarımızı haykırdık. Hep birlikte söylediğimiz
Gündoğdu
Marşı’yla
3
Fidan’ımızla ilgili eylemimiz sona erdi.
İzmir’den
Kurtuluş Partisi Gençliği
16
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Dün Taksim’i kazandık yarın halklarımızı
kurtuluşa ulaştıracağız!
Baştarafı sayfa 1’de
Ne güzel demiş şair, devrim şehitleri için
değil mi: “Öldüler ama çoğaldılar ölümsüz”…
Bu topraklarda da Devrim Davası için,
İnsanlık Davası için ve bu davanın belki de
en önemli mihenk taşı olan özgür-devrimci
1 Mayıs’lar için nice şehit verildi: Kanlı 77
Mayıs’ında 34 şehit verdik, Mehmet Akif
Dalcı’yı 1989’da şehit verdik, Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı, Levent Yalçın,
Akın Rençber’i 1996’da…
lenin önü açılır, işçilerin emekçilerin gözleri alanlara dikilir, hesap sorulur zalimliklerinden… Bu bilinç ve arayış artarak yoğunlaşır, örgütlenme-derlenme gerçekleşir,
halk cephesi kurulur, siyasal hedef netleşir,
iktidarları sallanıverir… Hatta yıkılıverir…
İşte böylesine bir “Devrim Provası”dır 1
Mayıs, işçi-emekçilerin, devrimcilerin gücünü hem kendileri, hem dost-düşman görür. Buna göre sınıflar mücadelesinde mevzilerini gözden geçirir hem devrimciler,
hem egemenler.
“Uykular bir daha kaçmasın diye, Sömürülmesin diye şu çocuk eller” nice şehitler verdik. Baskı, zulüm, sömürü son
bulsun diye, “insanın hayvan yerine konması” son bulsun diye, nice yiğitler “düştüler toprağa, özgürce, korkusuz”…
İşte 1 Mayıs’lar, baskıya-sömürüye-zulme karşı verilen mücadelenin sınandığı, bilendiği, devleştiği günlerdir. Yıllarca yasaklı olmuştur 1 Mayıs kutlamaları, gerek
Tek Parti İktidarı döneminde, gerek Demokrat Parti-Adalet Partisi’nin “sivil” baskı ve
zulüm düzenlerinde, gerekse 12 Mart ve 12
Eylül Faşizmi dönemlerinde. 1 Mayıs’lar
kutlanabilsin diye ne bedeller ödenmiştir…
Ancak Proletarya Sosyalistleri, önce
Devrimci Derlenişçiler, sonra Devrimci
Mücadeleciler ve en sonu Halkın Kurtuluş
Partililer, bu “icazetli 1 Mayıs” oyununun
kırılması görevini başardılar, bilimli-bilinçli-kararları mücadeleleriyle… Oya işler
gibi ördüler Taksim’de özgür-devrimci 1
Mayıs kutlanmasının stratejik yolunu.
Yıllarca İstanbul’da Türkiye merkezlibirleşik-tek 1 Mayıs’ı savundular kararlılıkla. Malum, “güçlerin en büyüğü”nü, “düşmanın en zayıf yeri”ne -ya da en zayıflayacağı yere- yığma gerekliliğini öğrenmişlerdi Usta’larından, “Halk Savaşının
Planı”ndan. Bu savunularını stratejiden taktiğe, “kuvveden fiile”
geçirmek için Devrimci
1 Mayıs Platformları
kurdular bulundukları
şehirlerde. Önceleri biriki derken giderek daha
çok yapıyı 1 Mayıs’ta
İstanbul’a gitmeye ikna
ettiler. Bu gidişlerine
yıldan yıla siyasi-sendikal zafer ve kazanımlarla muştulanan sayısal
artışları eklendi. Giderek 1 Mayıs’ın kaderini
belirleme güçlerini nitelikçe ve nicelikçe arttırdılar.
DİSK içerisindeki
Proletarya Sosyalizminin temsilcisi, DİSK
Genel Başkan Yardımcısı, Nakliyat-İş Genel
Başkanı, İşçi Sınıfı Önderi Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve yoldaşları
da, ilmek ilmek bu noktaya çektiler DİSK’i.
Onların yanı başında
ikircikleyeni hayat çarpardı. Ya ikircikleyemez
hale geldiler, ya çarpıldılar, DİSK içindeki diğer sendikacılar.
2004 yılına gelindiğinde yükselttikleri
Taksim ısrarı ile belirli oranda devrimci
güçler ve sendikal güçlerce de dillendirilmesini sağladılar bu hedefin. 2004’te Taksim
açılamadı belki, ama Taksim’de 1 Mayıs mücadelesinin pratik-kaçınılmaz
yolu açılmış oldu. Yıllar
sonra ilk özgür 1 Mayıs
kutlandı ve yasaklı olan
bir başka alan Saraçhane
Meydanı açıldı işçilereemekçilere-devrimcilere.
Ve kitlenin gücü ile kararlılık birleştiğinde alanların kazanılabileceği gerçeği bilinci bir kez daha yer etmişti devrimci bilinçlerde. Tabiî aynı oranda da korku
salmıştı egemenlerin yüreklerine.
Bu bilincin durulaşmasından sonra vazgeçilemezdi Taksim hedefinden. Bu bilincin devrimci pratikte mutlak ve yakın bir
uğrak noktasıydı artık Taksim. Başarılırsa
sınıf mücadelesi gelişecek, başarılamazsa
gerileyecekti. Proletarya Sosyalistleri için
görev bu kadar açık ve belliydi.
2007 yılına gelindiğinde, Taksim’in “di-
Çünkü şu gerçeği Parababaları da gayet iyi
bilmektedirler: 1 Mayıs’lar büyürse, devrimci mücadele de büyür!
Bilincimizi bir yoklayalım, yoklayalım
ki sönmesin Parababalarına karşı öfkemiz:
Daha 2010 yılı 1 Mayısı’na kadar 1 Mayıs
fiilen yasaktı. Daha doğru söylemiyle, bu
toprakların 1 Mayıs alanı olan Taksim’de 1
Mayıs yasaktı. Bu yasakla Parababaları,
“bizim istediğimiz ölçüde ve sınırlarda kutlanabilir 1 Mayıs, başka türlüsünde provokasyon çıkar(tırız)”, demiş oluyorlardı.
Korkularındandı bu yasakları, yıllardır sürdürdükleri ihanetlerindendi. Öyle ya hain
korkak olur! Maazallah ülkede sol mücade-
renç” kapısı açıldı. Taksim’e izin vermemek için son yıllarda görülmemiş bir Burjuva Terörü estirdi Tayyipgiller’in eline
geçmiş olan devlet ve kolluk gücü. Kurtuluş Partililer, denizden, karadan, gidebildikleri her yerden işgaller, direnişlerle karşılık
verdi bu teröre, vapurlar zaptedildi denizden gelen yoldaşlarca, otoyollar işgal edildi
Anadolu bağlantılı İstanbul yollarında. İstanbul otoyol gişesi girişinde, polisin ilk
gazlı coplu saldırısında sağa sola savrulan
sol güçler, bizzat Kurtuluş Partili avukatlarca toparlandı, polisin elinden alındı, yeniden gruplarına emanet edildi. İlk saldırıdaki direngenliğimiz ve etkin oluşumuz sayesinde, en azından fire vermeden (gözaltı olmadan) ricat (geri çekilme) yaptırılabilmişti sol güçlere. Ankara’ya kadar geri dönmekte olan sol güçlerin şefleri tarafımızdan
tek tek aranarak, Anadolu’nun diğer şehirlerinden gelen güçlerle buluşulması ve otobanın bir kez daha katbekat kitlesellikte işgali sağlanmıştı o 1 Mayıs’ta. Ankara Platformu’nda bulunan “sol” ya da bazı Sevrci
Sahte Solcular, henüz aldıkları “HKP ile
ilişkilerini askıya alma” kararını yalayıp
yutmuşlar, pratik-taktiksel önderliğimizi
açık-zımni kabul etmişlerdi.
İstanbul’da da Taksim, karşıdevrimci
güçler tarafından çepeçevre aşılmaz gibi
gözüken bir ablukada tutulmasına rağmen,
abluka orasından burasından aşılarak, zaman zaman 1000 kişiye ulaşan kitlelerle
Taksim’e çıkabilmişti çeşitli sol güçler,
2007 1 Mayısı’nda.
Halkın Kurtuluş Partisi ise Genel Başkanı, Başkanlık Kurulu ve Genel Yönetim
Kurulu’yla birlikte ve belirli sayıda bir öncü güçle Taksim’de ünlü 1 Mayıs Afişi’ni
açmış, sloganlarını haykırmıştı biber gazlarına, polis ve panzer saldırılarına rağmen…
2008 yılı 1 Mayısı’nda, DİSK Genel
Merkezi önünde yükseltilerek başlamıştı
Taksim Direnişi. Devlet güçleri bu kez Taksim’e çıkan tüm sokak ve caddeleri tutmuştu. Proletarya Sosyalistleri, Kurtuluş Partililer, DİSK önündeki amansız gaz bombası
ve basınçlı-boyalı su saldırısına karşı bir
pankartlarını ve bayraklarını dahi hiç indirmeden direndiler. Tâ ki yaklaşık 50 kişilik
temsili bir grupla Taksim-1 Mayıs Alanı’na
çıkıp burada basın açıklamasını gerçekleştirene kadar. Buna izin vermek zorunda kalmıştı devlet güçleri. Çünkü bu 50 kişinin
binlerce kişilik kolluk gücüne karşı kaçmadan-dağılmadan gösterdiği direniş destansıydı. 2008 yılı 1 Mayısı’na, ertesi günün
hemen tüm gazetelerinin manşetine yansıyan bu fotoğraf damgasını vurmuştu, bir de
DİSK önünde “Yaşasın 1 Mayıs” sloganı
dindirilemeyen dönemin DİSK Örgütlenme
Sekreteri Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş’ın yılın emekçisi seçilmesi. Bu 1 Mayıs, bizim damgamızın vurulduğu ve Taksim’in de surlarına çıkıldığı 1 Mayıs olmuştu. Artık Taksim’in fethi durdurulamazdı.
2009 1 Mayısı’nda Taksim fethedilmişti. Kurtuluş Partililer bu Fethin de en önünde ve en görkemli karelerindeydi. Kıran kırana bir mücadeleyle girilmişti Taksim’e…
Öyle kolay olmamıştı Kızıl Bayrak ve Pankartlarımızla Taksim’i kızıla bürümek…
Kurtuluş Partisi’nin üç militanı yaralanmıştı plastik mermiyle… DİSK aracındaki Yoldaşları da, “bir an önce olsun bitsin” telaşesindeki sendikacıları etkisizleştirerek, Polis
barikatlarının ardındaki binlerce emekçinin
alana girişini sağlamak için sokak sokak direnmiş ve 10 dakikalık yolu tam 2 saatte
aşabilmişti DİSK aracı… 2010 1 Mayıs çalışmalarında, bunun ödülünü almıştık. Ankara’daki 1 Mayıs standımızda tanıştığımız
orta yaşlı bir yurttaşımız da bize; “Taksim’i
Kurtuluş Partililer kazandı, siz kazandınız!” diyerek hakkımızı teslim etmişti. Tek
kişi de söylese, dışımızdan birinin söylediği bu doğru sözle tarihe not düşülmüştü ve
doğru sözün “rahmet”i (bereketi) garantiydi: “Daim doğru sözü söyle, kovarlarsa
da meclisten, mutlak rahmet göreceksin;
doğru söylersen halıktan (yaratıcıdan).”
(Hz. Muhammed). Bunu doğru sözün yaratıcıdan (İşçi Sınıfından) bereketini mutlaka
göreceği şeklinde de okuyabiliriz.
2010 1 Mayıs’ı ise, ilk kez bu sürecin
sonunda, izinli ve tatil olarak kutlandı Taksim’de. Haber kanalları “çıktık açık alınla”
altyazısıyla veriyordu, 1 Mayıs otobüsü üstündeki Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş’ı
daire içinde göstererek. Bu çabanın kiminkimlerin ürünü olduğunu dost-düşman herkes biliyordu zira.
Dost-düşman biliyordu derken, dostlar
biliyordu da söylüyor, o sıradan yurttaş gibi
veriyor muydu hakkımızı?
Hayır! Türkiye siyasal ortamını, gruplar
ortamını, Küçükburjuvalıktan Sevrciliğe
sıçrayan kimi grupçuklarımızı tanıyan Kurtuluş Partililer için bu da şaşılası değil elbette. Onlar için de Mark Twain’in şu veciz sözü söylenebilir: “Doğru söz etkili
olabilir, ama hiçbir söz vakitli bir suskunluk kadar etkili olmamıştır.”
Özetle onların “vakitli suskunluğu” hem
ikrardan gelir, hem de yeğdir. Taksim’in 1
Mayıs’a açılması zorlu mücadelemiz boyunca, bunların karşı propagandaları olmuştu bu yıllar içinde. Bizlerin çabasını,
kal Güç Birliği Platformu, TÜRK-İŞ konfederasyonu içinde oldukları halde, zamanenin TÜRK-İŞ kuyrukçusu Sahte Sosyalistleri gibi yapmamış, Taksim 1 Mayıs’ındaki
yerini almıştır ya da böyle yapmak, davranmak zorunda kalmıştır. Her iki halde de sonuç, Devrimci 1 Mayıs’ın ve bunun için verilen mücadelenin gücünü, meşruluğunu
gösterir.
Bizim açımızdan, Halkın Kurtuluş Partisi açısından da bugün için anlamlı bir eşiğin
kesin olarak aşıldığını söyleyebiliriz. Taksim mücadelesine paralel olarak, bizim de 1
Mayıs’taki sayımız son üç yıldır binin altına düşmemekte ve giderek yükselmektedir.
devrimci mücadelenin ivmelenmesi olarak
görecekleri yerde, “alan fetişizmi”, “kitleden kopukluk”, “hayalcilik” vb. biçiminde
eleştiren, “alternatif alan”lara “izinli 1 Mayıs” için başvuru yaparak, Taksim mücadelesi verenleri polise hedef gösteren, “kitlecilik” yalanıyla sarı TÜRK-İŞ’in bölücübozguncu sözde 1 Mayıs’larına kuyrukçuluk yapanları unutmadık. Şimdi bunlar,
geçmişlerinin hiçbir özeleştirisini yapmadan “gerine gerine” geliyorlar 1 Mayıs’ta
Taksim’e. Proletarya Sosyalistlerinin övgü
bekledikleri yok… Taksim’i onlara da açtık. Onlar ancak zaferlerin kutlamasında
olabilecek kadar devrimcilerdi zaten. Bizse
o zaferleri yaratanız… Kıymetimizi bu tatlısu “balık”ları bilmese de “halik” (İşçi Sınıfı diyelim) bilir. Amacımız eski defterleri
açmak değil… Dedik ya Devrim
Yıllar içinde yüzerle ölçülen sayımızı binlerle ölçülür hale getirebildik. Her 1 Mayıs’a yeni işçi örgütlenme-direniş-işgal ya
da grevi ile girmeyi başarabildik. Ağır ama
emin adımlarla büyüyor, gelişiyoruz.
Ama yetmiyor… Yetmiyoruz… On binlerle ölçülür hale gelmeliyiz. Asıl görevimiz de budur. Ancak o zaman, teorik ve
pratik gücümüz kitle gücümüzle birleştiğinde öncü grup olarak Derleniş İhtilalini başarabileceğiz. Bu topraklardaki tüm iyi niyetli sosyalist gruplar, bugünkü teorik-stratejik-taktiksel açmazları ne olursa olsun, iyi
niyetli kaldıkları sürece, öncülüğümüzde
gerçekleşecek bu ihtilalde yer alacaklar ve
Proletarya Partisi Reorganize olacak.
İşte o zaman, geçmiş tüm provalardan
alınmış derslerin önderliğinde, düşümüz
gerçek olacak… Bu ülke halkları Devrimci-
Provası’dır 1 Mayıs diye, provada yapılan
hataları not düşelim de, aslını yaparken yanılmasın gelecek kuşaklar diyedir hesabımız… Geçelim…
Bu 1 Mayıs’ta önceki iki yılda olduğu
gibi yüz binler akmıştır Taksim’e… Bu ölçek düşmez bundan gayrı. Devrim cephesinin bileşenleri ve müttefikleri artık yüz binlerle ölçülür. Amaç bu cepheyi milyonlara
çıkartmaktır. Bir görev budur.
Sarı-Gangster TÜRK-İŞ’in; AKP’nin
arka bahçesi HAK-İŞ’in, Memur-Sen’in;
faşist Kamu-Sen’in devrim cephesinden ayrılarak kendi yalandan 1 Mayıs’larını Taksim dışında kutlama numaraları da hayra
alamettir bizce. Bir yandan dost-düşman
safları netleşir, diğer yandan bu sendikalardaki gerçek işçi-emekçi sınıf bileşenleri de
karamıkla buğdayı ayırmayı öğrenir zamanla. Gerçek devrimcilerin-sendikacıların
kimler olduğunu görür, kavrar ve zamanla
terk eder yanlış safları. Dolayısıyla buralardaki kitleler de zamanla devrim cephesinin
saflarına geleceklerdir, bundan eminiz.
TÜRK-İŞ içindeki Sendikal Güç Birliği’ni oluşturan 9 sendikanın tavrı, bu durumu özetleyen göstergelerden biridir. Sendi-
Demokratik Halk İktidarı ile ve ardından
Sosyalizmle tanışacak. Önderliğimiz, kararlılığımız, kesin teorik ve pratik üstünlüğümüz bu yolu gösteriyor, bu yolu aydınlatıyor…
Nasıl Taksim 1 Mayıs’a kazanılmışsa,
bundan nasıl emin olduysak, bu yolun öncülüğünü nasıl ilmek ilmek ördüysek; Devrime giden yolu da aynı şekilde, aynı niteliklerle öreceğimize adımız kadar eminiz.
İşte o gün, 1 Mayıs Şehitleri de, tüm
Devrim Şehitleri de aramızda olacak, anılarıyla gücümüze güç katacak.
Yaylar şimdi daha güçle gerildi
Yarın adına göğüs göğüs kuşandık gecede
Gecede en yenilmez güç bizde gönendi
Ölüler koştular ordu ordu dağlardan
Ölüler ansızın içimizde dirildi…
17
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Başka bir dünya mümkün!
Baştarafı sayfa 1’de
Hikmet Kıvılcımlı’yı anarak başladı.
Küba
ve
Venezüella’daki halk yararına bilimsel, laik, parasız eğitim sistemleri ile
Türkiye’deki gerici, paralı
eğitim sistemlerini kısaca
karşılaştıran Yoldaş’ımız,
ardından konuşmacıları
davet ederek kendilerine
söz verdi.
Necati Kutlu Hoca’mız
etkinliğe katılan herkesi
gerçekten çok etkileyen
konuşmasında,
Latin
Amerika’da geçen yaşamından verdiği örneklerle, bizlere Latin Amerika’yı anlattı, Latin Amerika Halklarının sıcaklığını
getirdi o küçük salona.
Küba Halkının Yiğit Önderi Fidel Yoldaş’ın Dünyanın en mütevazı, en ilgili ve bilgili önderlerinden
olduğunu aktardı. Simon
Bolivar’ı, Jose Marti’yi
anlattı bizlere Necati Hoca’mız.
Küba Büyükelçisi Yoldaş, Küba’da Sosyalizmin inşası sürecini anlattıktan sonra,
Emperyalizmin baskıları karşısında Sosyalist uygulamalarda yaşanan sıkıntıları anlattığı konuşmasında, tek kutuplu dünyada
ayakta kalmanın zorluklarını paylaşarak,
gelinen noktada iyi bir alternatif olmak ve
Sosyalizmi temsil etmek için çok çaba sarf
ettiklerini anlattı.
Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş ise,
hazırlamış olduğu sinevizyon sunumu eşliğinde yaptığı konuşmasında, ayrıntılarıyla
Venezüella’da Bolivarcı iktidarın geliştirdiği eğitim sistemini anlattı. Çoğu katılımcı
için ayrıntılı bilgiler edinilmesini sağlayan
bu sunumdan, Venezüella’daki eğitim
“misyon”larını, küçük Simon, Robinson,
Ribas ve Sucre misyonları ile her Venezüellalı birey için henüz ana karnına düştüğü
anda eğitim sisteminin işlemeye başladığını, bu misyonlar çerçevesinde Küba’dan
örnek alınan “yapabiliyorum” ve “devam edebiliyorum” sloganlarıyla simgeselleştirilen okuma-yazma seferberliğinin
hayata geçirildiğini öğrendik. Raul Yoldaş
konuşmasını, “Artık Küba Asla Yalnız
Değildir” vurgusuyla sonlandırdı.
Katılımcıların soruları ve konuşmacıların cevaplarıyla devam eden konferans, Hasan Yoldaş’ın kapanış konuşmasıyla sona
erdi.
Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt
Seeland Yoldaş konuşmasının başında her
zaman alışık olduğumuz devrimci sıcaklığıyla Partimize, Halkın Kurtuluş Partisi’ne
dayanışmalarımızdan dolayı teşekkür etti.
Bizler de ülkemizin Aydın Gençliği olarak, Latin Amerikalı Yoldaşlara, bayrağı
bizden önce burçlara diken Yoldaşlara ve
halklarımıza söz veriyoruz: İnsanın insana
kulluk etmediği, insanca yaşanabilir “Başka Bir Dünya” için, Sosyalizm bayrağının
dalgalandırılması için, mücadelenin en ön
saflarında yer almaya devam edeceğiz. “Bilimsel Düşünce”, gerici-ezberci-skolâstik
düşünceyle olan mücadelesini kazanacak.
Ankara Üniversitesinden
Kurtuluş Partisi Gençliği
BDT Başkanı
Hasan Saygın Tümkaya
Yoldaş’ın konuşması
“Başka bir dünya” için
Aydın Gençlik ne yapmalı?
Değerli konuklarımız,
“Başka bir dünya mümkün Küba ve
Venezüella örnekleri” adlı etkinliğimize
hoş geldiniz.
İnancın kararlılığın simgesi sayın Fidel
Castro’nun ülkesi Küba Büyükelçisi Sayın
Jorge Quesada Concepcion aramızda, hoş
geldiniz.
Latin Amerika’nın ABD tarafından sömürülmesine başkaldıran Antiemperyalist,
yurtsever, halkçı mücadelesini tüm Latin
Amerika’ya yayan ve dünyanın ezilen uluslarıyla dayanışmaktan bir an bile geri dur-
mayan Sayın Hugo Chavez’in ülkesi Venezüella’nın Büyükelçisi Sayın Raul Betancourt Seeland aramızda, hoş geldiniz sayın
büyükelçi.
Ve bu etkinliğin sizlerle buluşmasına
çok önemli katkılar sunan üniversitemizin
demokrat, ilerici bilim insanı, Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama
Merkezi Müdürü’müz Sayın Prof. Dr.
Mehmet ecati Kutlu aramızda, hoş geldiniz. Hocam katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ediyoruz. Bugün bu etkinliği yapabiliyorsak, büyük bir katkısı vardır Mehmet
Hoca’mızın. Çok teşekkür ediyoruz.
Arkadaşlar,
Ben Bilimsel Düşünce Topluluğu Başkanı Hasan Saygın Tümkaya. Kimya Mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiyim. Topluluğun Başkanlığını yürütüyorum ve bu etkinliğin sunumunu da sizlere yapacağım.
İlk önce Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu
Hoca’mızdan bir açılış konuşması dinleyeceğiz. Daha sonra Küba Büyükelçimiz sizlere hitap edecek ve daha sonra, Sayın Venezüella Büyükelçisinin sizlere bir hitabı
olacak. Ve kendi ülkelerini anlatacaklar, o
“başka bir dünyayı” sizlerle buluşturacaklar.
Tabiî söz konusu Küba ve Venezüella
olunca bir ismi atlamadan geçemeyeceğiz.
Mutlaka ve mutlaka anmamız gereken bir
isim; her antiemperyalist, devrimci, ilerici
mücadelenin isyan bayrağı ve ezilen her
halkın mücadelesinde yaşamaya devam
eden ölümsüz Kahraman Gerilla Che
Guevara’ya bin selam olsun, diyoruz buradan.
Değerli konuklar,
Aydın olmanın yani demokrat, yurtsever, ilerici bir aydın olmanın, ülkemizde,
coğrafyamızda bedelleri çok ağırdır ve ülkemizde pek çok demokrat, aydın, ilerici ve
devrimci, bu bedeli canıyla, kanıyla, işkencehanelerde gördüğü işkencelerle ödemişlerdir.
Fakat bu aydınlar bugün hâlâ yaşıyorsa,
bugün hâlâ mücadele ediyorsa, kendilerine
yöneltilen bu saldırılardan bir an bile geri
durmayarak, korkmayarak mücadele etmesinden dolayıdır. Düşüncelerinden dolayı
uzun yıllar hapis yatan ve memleketinden
çok uzakta yaşamak zorunda bırakılan halk
şairi azım Hikmet gibi.
Daha 17 yaşında, elinde silah Kurtuluş
Savaşı’mızda Antiemperyalist Mücadelenin bayrağını yükselten, yüzlerce eseri ülkemize kazandıran ve pratik çalışmalarıyla
da Türkiye Halklarına yol göstermiş, 22,5
yılını Türkiye zindanlarında geçirmiş büyük Önder Hikmet Kıvılcımlı gibi.
Ve tabiî ki katledilen şairimiz, yazarımız
Sabahattin Ali’yi de unutmadık.
Arkadaşlar biliyorsunuz, bundan 9 gün
önce, yine aydın olmanın bedelini darağacında ödeyen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan
ve Hüseyin İnan’ı da unutmadık, unutturmayacağız.
Ve kaderi, Venezüella Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nın Önderi Simon Bolivar’la ve
Küba Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Önderi
Jose Marti’yle ortaklaşmış olan Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızın Antiemperyalist Lideri Mustafa Kemal’i de unutmayacağız,
arkadaşlar.
Değerli konuklar,
Biliyorsunuz ki ülkemizde bir gerici eğitim sistemi hâkim. Antiemperyalist ve ulusal bağımsızlıkçı bilinç yok edilmek isteniyor. Devrimci ve ilerici değerlerin içi boşaltılmakta ve her geçen gün daha geriye
doğru giden bir eğitim sistemiyle karşılaşmaktayız.
Daha ilkokula adım attığımızdan beri ailelerimizin sırtına yüklenen bir maddi külfetle karşı karşıyayız. Liselerde, özellikle
üniversiteyi kazanabilmemiz için, binlerce
lirayı dershanelere vermek zorundayız. Hele meslek lisesi öğrencisiysek staj adı altında ucuz işçi gücü olarak kullanılmakta ve
sömürülmekteyiz.
Üniversiteye bu engelleri aşıp geldiğimizde ise sorunlar maalesef bitmemektedir.
Sorunlar büyüyerek devam etmektedir. Önce harç karşımıza çıkar. Daha sonra, memleketimizden çıkıp geldiğimizde, barınma
sorunuyla karşı karşıya kalmaktayız. Barınma sorununu bir şekilde halledebilrsek artık
bizi çetin bir yaşam koşulları beklemektedir. Arkadaşlar eğer barınacak yer bulamazsak, maalesef ülkemizde adım adım örgütlenmiş; her şehirde, her mahallede, her sokakta hatta her apartmanda örgütlenmiş cemaat evlerine ve cemaat yurtlarına mahkûm
bırakılmaktayız.
Fakat “başka bir dünya mümkün”, biz
bunları yaşamak zorunda değiliz.
Burada sizinle karşılaştıracağımız iki örnek var. Bunlardan biri Küba, diğeri de Venezüella.
Biz bilmekteyiz ki, Küba’da her kademede eğitim parasızdır ve üniversite öğrencilerinin barınma sorunu çözülmüş, herhangi bir masraf yaptırılmamaktadır. Üstelik
100 Küba pesosu da burs verilmektedir.
Peki bizim ülkemizde durum nedir, arkadaşlar?
260 lira veriliyor. Burs değil, kredi olarak ve mutlaka geri ödememiz isteniyor. Ve
bir iki yılda da, verdikleri sürenin yarısı sürede de, geri ödememizi istiyorlar. Şu an
verdikleri süre kadar bir süre vermiş oldular
bize.
Arkadaşlar, peki bizlerin yapması gereken nedir? bunu düşünmemiz gerekiyor.
Aslında bugün bu salonun bu kadar boş
olması, burayı dolduranlar tarafından bir
kere daha düşünülmeli. Biz biliyoruz ki,
son zamanlar içerisinde, belki de insanların
bilincini geliştirebilmek için yapılabilecek
en güzel etkinliklerden birine imza attık,
atıyoruz ve ne yazık ki, bu etkinlik böylesine boş bir salonla gerçekleşiyor.
Biz öncelikle, bu ülkeyi yöneten, bu ülkenin gelişimini zehirleyen Ortaçağcı İrticaya ve Emperyalizme karşı mücadele etmemiz gerektiğini bir kere daha bilincimize
çıkartalım. Küba gibi, Venezüella gibi olabilmenin yolu ancak bu bilince eriştiğimizde açılacaktır.
Teşekkür ediyorum ve konuşmalarını
yapmak üzere konuklarımızı kürsüye davet
ediyorum.
AÜ Latin Amerika Araştırma
ve Uygulama Merkezi
Müdürü Mehmet Necati
Kutlu Hoca’nın konuşması
Sesim duyuluyor herhalde değil mi yukarıdan? Duyuluyor mu?
Ben ayakta konuşacağım müsaadenizle.
Zaten ben daha kısa konuşacağım diğer konuşmacılara göre.
Öncelikle çok teşekkür ediyorum tüm
katılımcılara.
Sevgili öğrencimiz, ki bu etkinliğin düzenlenmesi için çok çalıştı, salonumuz boş
gibi, dedi. Yani bakış açısına bağlı. Salonumuz boş değil, salonumuz kısmen boş. Salonumuz dolu, beklenen insanlar gelmişler,
vakitlerini ayırmışlar ve konuşmacıları dinleyecekler.
Dediğim gibi, ben konuşmacılardan biri
değilim esasında, kendisi çok nazik bir şekilde ifade etti; benim küçük bir katkım oldu. Ben bürokratik, nasıl diyelim, bürokratik açıdan bir iki telefon ettim bu etkinliğin
gerçekleşebilmesi için.
Çünkü ben üniversitenin öncelikle öğrencilerin olduğunu biliyorum. Düşünüyorum falan demiyorum, çünkü gerçeği bu zaten. Üniversite esasında öğrencilerindir, sayısal olarak daha kalabalıklar, bir de üniversitenin varoluş nedeni öncelikle öğrencilerin burada eğitim görmesi, öğrencilerin
hayata hazırlanması.
O halde öğrencilerin yapacağı bir etkin-
lik benim için kıymetlidir. Ha ben kendilerini hiç tanımazdım, geldiler çok açık yürekli bir şekilde, biz Küba Büyükelçisini,
Venezüella Büyükelçisini davet ettik, siz bize kefil olur musunuz? dediler.
Ya olmam, dedim. Ben sizi tanımıyorum. Peki nedir konu? dedim.
Ya işte onlarla, “Başka Bir Dünya
Mümkün” konulu, onların düzenlerini, onların yapmış olduklarını birazcık üniversitelilerle paylaşacakları bir etkinlik.
Ha olur, dedim o zaman, ben de size yardımcı olmaya çalışırım…
Bu fakültenin dekanını aradık, dekan
yardımcılarıyla görüştük, dekanıyla görüştük. Kendileri de gayet doğru ve iyi bir yaklaşımla bu salonu sevgili öğrencilerimize
tahsis ettiler.
Şimdi benim konuyla ilgim; ben üniversitemizin Latin Amerika Çalışmalarını
Araştırma ve Uygulama Merkezinin Müdürlüğünü yürütüyorum üç senedir, dördüncü senenin içindeyiz. Üç seneyi yakın
zamanda bitirdik.
Bizim görevimiz; Latin Amerika’yı
multidisipliner bir bakış açısıyla incelemek,
araştırmak, araştırmalarımızın sonuçlarını
kendi kamuoyumuzla paylaşmak, Türkiye’nin oradaki tanınırlığını artırmaya çalışmak, aynı şekilde onların ülkemizdeki, toplumumuzdaki tanınma düzeyini artırmaya
çalışmak. Dolayısıyla o açıdan bizim çalışma alanımıza da giriyor.
Ha bunun ötesinde, Küba nedir? Venezüella nedir? Tabiî bir ülkeden, o ülkelerin
halklarından, insanlarından, geçmişlerinden
bahsetmek, hiç şüphesiz bir açılış konuşmasının çok ötesinde zaman ve oldukça da
önemli hazırlık gerektirir. Ancak ben müsaade ederseniz Küba’yla Venezüella dendiğinde ben ne hatırlıyorum, benim için
oralar ne ifade ediyor, onu paylaşayım. Nasıl olsa en üst düzeyle siz Küba’yla Venezüella’nın ne olduğunu, ne olmadığını doğrudan doğruya devlet başkanlarını temsil
eden büyükelçiler aracılığıyla öğreneceksiniz.
Ben çok şanslı bir çocuktum, ben çocukluğumu ve gençlik dönemimin bir kısmını
Latin Amerika’da geçirdim. Şanslı olmamın sebebi, birincisi çok güzel ülkelerdi,
çok güzel yani hem kulağa hoş gelmesi açısından güzel hem de içeriği açısından, zenginliği açısından. İşte dünyadaki geçerliliği
açısından çok önemli bir lisanı yerinde öğrenme imkânı bulmuştum.
Çocukluğum ve gençliğimin bir kısmı
Venezüella’da geçti. Venezüella benim için,
o hepimizi her zaman mutlu edecek, çocukluk ve gençlik anılarımızın geçtiği yer. Bir
kere başlı başına insanı mutlu ediyor ve insan açısından oranın önemini artırıyor.
Venezüella dünyanın en güzel iklimine
sahip ülkelerinden bir tanesidir. Onların
içinde Caracas, yani işte bu kadar tropik iklime yakın olup da serin, bu kadar güzel,
çünkü arada dağ vardır denizle, rutubet,
nem de gelmez, son derece güzel bir şehir böyle.
Bir eski Vakanüvis yazıyor bunu, krala yazıyor,
İspanya Kralı sömürdü ya
onları 1492den sonra, İspanya Kralı’na anlatıyor
oraları: “Sonsuz baharlar
şehri efendim”, diyor burası. Hakikaten sonsuz baharlar şehri… Ve tropik,
biliyorsunuz. Büyükelçi,
bunların hepsini ayrıntılı
anlatabilecek.
Çok çok zengin bir ülke Venezüella aynı zamanda. Dünyada petrol
üreten, petrol ihraç eden,
petrol rezervleri açısından bakıldığında birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü gibi. İşte ihracatlarına göre farklı, rezervlerine göre
farklı ama çok çok önemli, OPEC’in Kurucu Üyesi olan bir petrol ülkesi.
Dolayısıyla hani bizde şey vardır, Latin
Amerika ülkelerine bakarsınız, nasıl yerler
diye, işte küçük, çok fazla üretimin olmadığı, ondan sonra işte sorunlu, ezilen…
Bu ülkeler küçük falan değil bir kere,
bunda anlaşalım. Bunlar coğrafi açıdan oldukça büyük ülkeler. Örneğin Venezüella,
ki en büyüklerinden değildir, Arjantin, Brezilya falan, Türkiye’den yüzölçümü büyük.
Görece nüfusları bazılarının düşük, Venezüella bunlardan biridir, yüzölçümü Türkiye’den büyüktür, ama nüfusu Türkiye’den
oldukça azdır ve çok çok sevimli bir ülkedir.
Başka ne denilebilir?..
Venezüella, Simon Bolivar’ın ülkesidir.
Venezüella bir şekilde Latin Amerika’ya
çok çok önemli liderler, yazarlar, şairler kazandırmış bir ülkedir. O onların büyük şan-
sı olmuştur. Bunların en başında da biliyorsunuz hangi ülkelerin kurtarıcısıdır?
Venezüella’nın kurtarıcısıdır değil mi
Simon Bolivar?
Başka?
Kolombiya’nın kurtarıcısıdır.
Başka?
İsmini ondan alan bir ülke var, Bolivya’nın kurtarıcısıdır.
Ekvator’un, Peru’nun bir kısmının ve
Panama, o zaman yoktu ama, sonuç olarak
And Ülkeleri dediğimiz ülkelerin birçoğunun kurtarıcısı olarak önümüze çıkmaktadır
Simon Bolivar.
Ve Bolivarcılık diye de bir akım var. Tabiî Bolivar’ın bugünkü durumunu bize ve
yahut bugünkü düşüncelerini bize, Büyükelçilerimiz anlatacaktır.
Bir başka Caracaslı vardır çok önemli,
1810 yılında İlk Bağımsızlık Ateşini yakan, Bolivar’dan da önce ortaya çıkan,
Francisco de Miranda’dır.
Ve günümüzde de Chavez’in ülkesini,
Chavez’i artık biz de tanıyoruz, bütün dünya da tanıyor, kendi insanları en yakından
tanıyorlar ama Amerika Birleşik Devletleri
de tanıyor ve dünyanın dört bir yanında
Chavez’in adı duyuluyor.
Miranda dediğimizde, Miranda 1810 yılında ilk bağımsızlık ateşinin İspanya’ya
karşı yandığında, orada bunun önderliğini
yapan,
günümüzdeki
Venezüella
Bayrağı’nın renklerinin bile sarı, lacivert ve
kırmızı şeklinde şekillenmesine önayak
olan, onu tasarlayan kişidir.
Bizim açımızdan da çok önemlidir Francisco de Miranda. Türkiye’ye gelmiştir, Osmanlı İmparatorluğu’nda üç ay yaşamıştır,
seyahat etmiştir. Osmanlı’yla ilgili bir seyahatnamesi vardır Francisco de Miranda’nın.
1786 yılında Türkiye’ye gelmiştir, İzmir tarafından karaya çıkmıştır, ondan sonra İzmir’de bir süre kaldıktan sonra, Çanakkale
üzerinden İstanbul’a da gelmiştir Francisco
de Miranda.
Bir başka ünlü, oldukça ünlü Venezüellalı şahsiyet, Türk tarihine geçmiştir, Rafael de ogales Méndez. Birinci Dünya Savaşı’nda bir Venezüellalı yüzbaşı. İnanılır
gibi değil ama böyle, bir Venezüellalı yüzbaşı…
Kalkıp, sırf, o kendisi öyle yazıyor kitabında, macera dürtüsüyle bu Cihan Harbi’ne katılmak istemiştim, diyor. Diğerleri
paralı asker olmasını öneriyorlar, Fransızlar
vesaireler. Önce karşı tarafa müracaat ediyor ama en sonunda Bulgaristan’a geldiğinde, Türk Büyükelçisine başvuruyor. Zaten
eğitimini Almanya’da almış, Alman askeri
heyeti var Türkiye’de o zaman, onlarla beraber geliyor, ifadesinde, bir anda, diyor
kalpağı başıma geçirmiş ve dilini, dinini,
adetlerini, göreneklerini bilmediğim bu insanların subayı olmuştum, diyor. Ama bunu
çok sevdim ve bu bayrağa her zaman sadık
kaldım, diyor. “Hilal Altında Dört Yıl” diye bir kitabı vardı. Çok değişik cephelerde
savaşıyor, Sina Cephesi ve Van’da-Doğu
Cephesi’nde savaşıyor. İstanbul’da görev
yapıyor. Ve o da “Hilal Altında Dört Yıl”
diye, “General ogales’in Hatıraları” diye iki ayrı kitapta toplamış. Bunlar Türkçeye de çevrildi, bu kitaplar, isteyenler alıp
okuyabilirler.
Dolayısıyla şey algısı yanlış, çok uzakta,
alışverişimiz olmayan küçük ülkeler… Küçük de değiller, önemsiz de değiller evet,
uzaktalar, ama yüz yıl önce de bu uzaklığı
yakın yapan insanlar olmuş.
Küba nedir peki, benim için tabiî?..
Küba’ya genç bir araştırmacı olarak gittim, Yüksek Lisans, Doktora çalışmaları sırasında. Her gittiğim sefer kitap aldım. Son
derece ciddi, son derece iyi insanlarını tanıdığım ülke benim için.
1997 yılında bir resmi heyetle gitmiştim
ve şimdi Küba’ya gidenlerimiz varsa, muhtemelen bunu teyit edeceklerdir, Küba çok
zengin bir ülke değil, hatta Küba birçok yönüyle çok orta halli bir ülke, ama herkes
için orta halli. Şeyi hatırlıyorum; Allah rah-
18
met eylesin İsmail Cem gittiğinde, biraz
sonra dışişleri bakanı gelecek, demişler,
ben bunu kendisinin koruma müdüründen
öğrenmiştim, o anlatmıştı. Hocam şaşırdım,
diyor. Dünyanın dört bir yanını gezdik, diyor, dışişleri bakanı gelecek dediler, diyor,
biraz sonra bizim bir Murat 124 geldi, diyor, kapının önünde durdu. Adama diyorum
ki, çek kardeşim, şimdi bakan gelecek diyorum, diyor. Çekmiyor adam arabayı. Ya
arkadaşım çek şu arabayı, dedim artık, sinirleniyorum falan diyor… En sonunda ben
İngilizce konuşunca, şoförün yanında biri
oturuyordu, o indi, ben dışişleri bakanıyım,
merak etme, dedi diyor. İsmi Felipe. Roque
soyadı da. Çok gençti, çok genç bir adamdı
kendisi de. O zamanlar 40 yaşında falandı.
Evet, çok orta halli bir ülke. Hani büyük
lükslerin yaşanmadığı (artık yaşanmadığı,
1959’dan sonra) bir ülke ama hiç kimse yaşamıyor. Ve aynı eğitim, aynı insanlar ve
ciddiyet. Ciddiyet var, eğitim var, araştırma
var…
Bu konuda bir deneyimimi daha anlatayım. Rüştü Kazım Yücelen adında siyasetçimiz vardı Devlet bakanlığı yaptı. Ben daha gençken, araştırma görevlisiyken, resmi
heyetlere tercümanlık da yapardım, işte
onunla gittik. Böyle arabayla Devrim Sarayı’na gittik.
Orada da o zaman, Carlos Lage idi, işte
bizim başbakana benzer bir konumda, bakanlar kurulunda koordinatör bakan konumunda, çok önemli bir bakandı, işte onunla
görüştürdüler. Bizi Devrim Sarayı’na kadar
çıkarttı. Bir araba tahsis etmişler, orta yaşlı
bir şoförümüz var, onunla da sohbet ediyoruz, falan… Tam kapının önünde çıktı Carlos Lage, bize iyi günler dedi. Bizim arabayı kullanan bey indi, ne haber Lage? dedi.
İyidir senden ne haber? dedi. Valla iyidir.
Çoluk çocuk işte, dedi. Görüyorsun, dedi.
Ya görüşelim, bu aralar, dedi. Tamam, hafta sonu müsait misin? Yaparız bir şeyler,
hadi görüşürüz, filan dedi, gitti…
Şimdi bu bizim bakan için inanılmaz bir
durum değil mi? Böyle mavi kırmızı ışıklar
olacak, sağdan soldan herkes çekilecek, çekilmeyenlere omuz atılacak filan. Öyle bir
şey yok… Ya, dedi, çok çok huzursuz oldum. Sizden rica ediyorum, bir sorun ne
olur, dedi. Akrabası mıymış sayın başbakanın, dedi. Oraya gittik, sorduk; yo, bizim
mahallede oturuyor, dedi.
Başbakanla aynı mahallede oturuyor ve
arkadaşlar…
Tabiî bunlar düşündürücü şeyler. Öte
yandan da böyle bir yer Küba.
Peki, başka neyi hatırlatır bize?
Devrimi hatırlatır, değil mi?
Hasan çok güzel anlattı burada, Che
Guevara’nın ülkesi, dedi.
Che Guevara esasında Kübalı değildir,
değil mi?
Nerelidir Che Guevara?
Arjantinlidir ama Kübalılarla beraber
kader birliği yapmıştır ve Küba Devrimi’ne
katılıp dünya tarihinde yerini almıştır.
Fidel Castro’yu hepiniz tanıyorsunuz.
Şimdi Raúl Castro var. Ben çok konuştum,
konuşmacılar beni affetsinler, en azından
bu coğrafyada çok dünya lideri görme imkânı buldum. Tercüme yapıyordum çünkü
daha gençliğimde. Ne bileyim ispanya Kralı’nı gördüm… En mütevazısı derseniz, en
ilgilisi, hakikaten ciddi bir bu mütevaziliğin
içinde, o ilginin içinde muazzam bir karizma olduğu, bunu herkes görmüyor. Esasında devlet adamının da, işte hangi mevkide,
hangi makamda olursanız da olun, mütevazısı daha makbul galiba. O insana hakikaten
çok yüce bir insanî değer katıyor.
Castro’yla karşılaştığımızda, sadece ben
değil, Yıldırım Aktuna’ydı yanımızdaki,
Sağlık Bakanıydı hatırlayacaksınız, o da
rahmetli oldu şimdi, o vardı yanımızda ama
herkes bakandan, işte bakanın özel kalem
müdürüne kadar, bu ne kadar kibar bir
adam, ne kadar ilgili bir adam, diye konuşmaya başladı.
Ben çeviriyorum, işte bakan bir şey, dedi. Dur, dedi, Castro, sen kimsin? dedi. İşte
efendim, ben Ankara Üniversitesinden
araştırma görevlisi, falan filan. Araştırma
görevlisi ne demek? dedi. İşte asistan demek, şöyle böyle, falan filan. Ne yapıyorsunuz? Master falan…
Şimdi bakan, gene aynı lacivert ışıkların, kırmızı ışıkların adamı ya, benle nasıl
konuşur koskoca Fidel Castro? Kesin ona
bir şeyler söylüyor, ben çevirmiyorum. Çevirsenize, diyor. Efendim, benle konuşuyor
şimdi dedim. Size çevirecek bir şey yok.
Bana soruyor. Allah Allah, falan dedi, bekledi.
Castro, bir on dakika falan önce benimle konuştu. Çok güzel İspanyolca konuşuyorsunuz, nerede öğrendiniz? İşte Şili’de
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
öğrendim, Venezüella’da öğrendim. Sizin
ülkenize ilk gelişim, üniversite sistemini
bana anlatın, dedi. Nasıl araştırma görevlisi
olunuyor? Maaş mı alınıyor? Sonra ne oluyor, falan on, on beş dakika sürdü ve heyetteki herkesle konuştu. Siz gazetecisiniz.
Hangi gazetedensiniz? Siz avukatsınız. Peki Baro sistemi nasıl? Baro seçimlerini nasıl yapıyorsunuz? Avukatlık nasıl gidiyor?..
Herkesle tek tek ilgilendi. Castro’dan hatırladığım bu.
Jose Marti’den bahsetti. Jose Marti bir
dâhidir. Bunu burada Küba Büyükelçisi
var, falan diye söylemiyorum. Aranızda benim öğrencilerim de var. Ben, Latin Amerika Edebiyatı dersi veriyorum. Hakikaten
Jose Marti bir dâhidir.
Kim midir Jose Marti?
Gazetecidir Jose Marti. Yazardır, çevirmendir. Çevirmenden kastım, kitapları vardır, çevirilmiş kitapları vardır. Oyun yazarıdır. Denemeleri vardır. Gazete makaleleri
yazmıştır. Araştırmacıdır. Hukukçudur.
Sürgüne uğramıştır 16 yaşında yazdığı bir
tiyatro oyunu ve yazıları yüzünden.
O zaman henüz İspanya’dan bağımsızlığını kazanmamış Küba. Küba, en son bağımsızlığını kazanan sömürgesidir İspanya’nın, 1898 yılında. Ve bunun mücadelesini de Jose Marti ve arkadaşları başlatmıştır.
Küba Devrimci Partisini kim kurdu? Diye, bir “Kim 500 milyar ister?” sorusu olsa,
çoğu kişi Castro, der, değil mi?
Hayır, Jose Marti kurmuştur. Jose Marti
ve arkadaşları kurmuşlardır. 1895 yılında
da, bu şair, bu dünya çapındaki şair, elinde
silah İspanyollara karşı mücadele ederken
vurularak ölmüştür, yaşamını kaybetmiştir.
Ha niye mi dâhidir?
Çünkü 42 yıllık yaşamına 25 cilt sığdırıyor. Dil Tarihin Kütüphanesinde var, Küba
Büyükelçiliği hediye etmişti Külliyatı, tüm
eserleri 25 cilt tutuyor.
Ha başka mı ne yapmış?
Başka, Küba Devrimci Partisi’ni kurmuş Jose Marti. Ülkesini İspanyollardan
kurtarmaya çalışmış. Bunun hem önderi olmuş, hem elde silah önde savaşmış. Ömrü
boyu sürgünde yaşamış. Guatemala’da yaşamış, Meksika’da yaşamış, ABD’de yaşamış, Fransa’da yaşamış, İspanya’da yaşamış… ama her yerden, Latin Amerika için
ne yapabilirim? onu düşünmüş.
Bunun yanında çok da iyi bir baba olmuş. Ailesi var, çocuklarını çok seven, onlarla çok ilgili bir baba olmuş. Devlet adamı olmuş, gazeteci olmuş.
Ve çok ciddi, çok iyi, çok modernist bir
şairdir. Ben, dünyadaki bütün şairleri tabiî
ki bilmem, çoluğu çocuğu için şiir yazmış,
bütün şairleri de bilmem, ama benim gördüklerim içinde, bir babanın çocuğuna, oğluna duyduğu sevgiyi en iyi anlatan şair, Jose Marti’dir. Ben daha ötesini görmedim.
Müsaade eder misiniz, çok kısa bir şiirdir.
Ataol Behramoğlu da çevirmiş, Fransızcadan çevirmiş. Birkaç sene önce biz İspanyol
dilinde derste çevirdik bu şiiri. Müsaade
ederseniz ben size okuyayım; Jose
Marti’nin bir başka yönünü görelim. Şiirin
ismi Mi Cabalerro: Şövalyem anlamına
geliyor.
Mi Cabalerro
Sabahları küçüğüm
Kocaman bir öpücükle uyandırırdı beni
Oturup göğsüme bir atlı gibi
Kavrardı saçlarımı dizgin misali
O sarhoş mutluluktan
Mutluluktan ben sarhoş
Mahmuzlardı benim küçük şövalyem
e yumuşak mahmuzlardı onlar
O körpecik ayaklar
e güzeldiler küçük şövalyem
Ben öperdim doyasıya
Tek bir öpücüğe sığan o minicik ayakları
Çocuğu olanlar beni daha iyi anlayabilecekler, çocukluğunu unutmayanlar da hatırlayacaklar. Bebeklerin küçücük ayakları
olur, değil mi? Çok çok güzel ayakları vardır. Ve biz o ayakları hep alırız ve sevgimizi onların ayaklarıyla göstermeye çalışırız.
Böyle bir adam Jose Marti. Hem bir ülke kurmayı, hem bir imparatorluğu ülkesinden atma iddiasında, ömrü sürgünlerde geçmiş. Hukukçu, şair, yazar. Ama bunlardan
önce, bir babanın oğluna duyduğu sevgiyi
bu kadar iyi ifade eden bir şair…
Peki bizimle ilgili neler var?
azım var tabiî ki değil mi?..
“Sen bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”, diyor, değil mi?
Sonra ne diyor, bilen var mı? Mutluluğun resmi neymiş, bilen var mı?..
Evet birisi söylesin. Kim söyleyecek?
Evet, lütfen söyler misiniz? (Dinleyicinin cevabı anlaşılamadı)
“Çok şükür, çok şükür bu günleri de
gördüm demektir”, diyor.
“1959 yılında Havana’da olmaktır”,
diyor.
O şiiri okuyun yahu!
O şiirin başını hepimiz biliyoruz da, sonunu… Hani biraz sonra okuruz, burada
vardır, açarız, eğer isterlerse büyük elçilerimiz de, okuruz.
Biliyorsunuz, azım Hikmet, Küba
Devrimi olduktan sonra, 1961 yılında, o
devrimi tanımak üzere davet ediliyor. Gidiyor, orada bir ayı aşkın süre, iki aya yakın
kalıyor Nazım. Fakat Nazım, ne o aileden,
ne o ülkeden, yani bizim ülkemizden, oraya
giden ilk kişi değil. Önemli bir görevle veyahut da önemli bir seyahatle, Nazım’ın dedesi de gitmiş.
Nazım’ın dedesini bilen var mı aranızda?
Hasan Enver Paşa.
Hasan Enver Paşa, bu Birinci Dünya Savaşı’na girişte, hani Kaizer Wilhelm gibi
bıyıkla dolaşan Enver Paşa değil. Ondan
daha kıdemli. Bu, Leh asıllı olan, hani Nazım başka bir şiirde diyor ya: “Atalarımın
bir kısmının Lehistan’dan olmasından
gurur duydum bugün”, diyor, tam Naziler’den bahsederken, Polonya’nın işgalini
anlatırken dizelerinde… Hah o Lehlilerden
biri olarak, bir çocuk … (bir sözcük anlaşılamadı – Kurtuluş Yolu) olarak Türkiye’ye
gelen, adını Enver’e çeviren, sonra general
olan kişiyle Abdülhamit (2. Abdülhamit),
bizde Girit İsyanı var, çünkü Küba da İspanya’ya isyan etmiş, Nazım’ın dedesi bir
şekilde Küba’ya gidip olayları yerinde gözlemiş. Bunun belgeleri var. Nazım da dedesinden çok sonra, kaç yıl sonra? 1961…
1898 yılında gittiğine göre, 63 yıl sonra gidiyor. Fakat garip bir şekilde, Nazım galiba
dedesinin de orada bulunduğunu bilmiyor.
Çünkü ben konuyu araştırdım, bir şeyler
yazdım, internete bakanlar görecektir, hiç
Nazım’ın eserlerinde, benim dedemin de
bulunduğu topraktayım, falan diye bahsetmemiş…
Son:
Tabiî ki “bir başka dünya” mümkün.
Ütopya mıdır başka bir dünya?
Evet ütopyadır.
Eduardo Galeano’nun adını duyanlarınız var mı?
Eduardo Galeano, Uruguaylı bir yazar.
Yaşayan en iyi yazarlarından Uruguay’ın.
En iyi yazarı. Dünya çapında. Türkçeye de
çevrilmiş eserleri var. “Latin Amerika’nın
kesik damarları”, diye bir kitabı var. Latin
Amerika’ya gideceksiniz o kitabı okuyacaksınız. Türkçeye de çevrildi.
Ne olmuş, fetihten, keşiften bu yana, her
şey var o kitapta. Mükemmel bir kitap…
Chavez, hatırlarsanız, onu Bush’a hediye
etmişti. Siz bizden bahsediyorsunuz, Latin
Amerika’dan bahsediyorsunuz, eh sayın
Başkan, buyurun bir okuyun, deyip verdiği
kitabın yazarı.
Ütopyalar konusunda ne mi diyor?
Şöyle diyor: Efendim, diyor, ütopyalar
ufuk gibidir. Eduardo Galeano. Siz üç adım
atarsınız, ufuk da üç adım geri gider. Siz on
adım atarsınız, ufuk da on adım geri gitmiştir, diyor. 50 adım atarsınız, ufuk da sizden
50 adım uzaklaşmıştır.
Peki neye yarar efendim bu ufuklar, ya
da ütopyalar?
Yürümeye yarar, efendim diyor. İlerlemeye yarar, diyor...
Biz de bunu anlamaya çalışalım, yürümeye, ilerlemeye çalışalım, diyorum ve sözü, esas mikrofonun sahiplerine bırakıyorum. Teşekkür ediyorum…
Küba Büyükelçisi
Jorge Quesada Concepcion
Yoldaş’ın konuşması
Küba,
özlemini çektiğimiz dünya için
ilerlemeye devam edecek!
Üçüncü Dünya Halklarının büyük
bölümünde olduğu gibi Küba’nın gerçekliği de, ülke içindeki işbirlikçilerini ve
müttefiklerini hakim ekonomik sektörlerde
bulan sömürgeciliğin ve yenisömürgeciliğin varlığı tarafından belirlendi.
Ezilenlerin direnişi, beş asırdır kıtada
hüküm süren ve hepimizin maruz kaldığı az
gelişmişlik sorununun temel kaynağı olan
kapitalizmin dayattığı egemenlik sistemine
meydan okudu. Emperyalizm bu direnişe
her türden saldırı ile karşılık verdi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin devrimci Küba’ya karşı uyguladığı abluka ve sistematik saldırıları az önce anlattıklarımın
bir örneğiydi ve tüm bu yıllar boyunca Küba’daki durumu doğrudan etkiledi.
Küba’nın bugünkü durumunun kökleri
1959’da gelen devrimci çözümde yatmaktadır. Bu devrimci çözüm, yabancı hakimiyetine geçit veren sömürü sisteminini
değiştirme ihtiyacının doğurduğu isyanın
zafere ulaşması ile elde edildi.
1959’dan itibaren Devrim ülkede gerçekleşecek olan büyük değişikliklerin aktörlerini yarattı, bu değişiklikleri hayata geçirdi,
devrimci bir iktidarın kalıcılığını ve kuvvetini güvence altına aldı ve de insanların hayatında ve toplumsal ilişkilerde derin
dönüşümlerin elde edilmesini sağladı.
Küba’da halk, tüm devrimci dönüşümlerin öncüsü oldu ve olmaya devam ediyor.
Bu, ülkemdeki insanların sosyal gelişimini
anlatabilmek için belirtilmesi gereken temel bir bilgidir.
Devrimci iktidar, eylemleriyle temel kazanımlarımızın sürekliliğini koruyan ve
Devrim’in kalıcılığını güvence altına alan
halkımızın büyük eseridir.
Bu iktidarın iki temel özelliği var:
İktidarımız, bir yandan Küba Halkının
mücadele tarihinin, İsyan Ordusu, Tarım
Reformu, Okuma Yazma Kampanyası, Ulusal Ekonomi Üzerinde Kontrol ve tüm
Halkın Ordusunun yaratılması gibi Devrimin büyük eserlerinin bir meyvesidir;
Diğer yandan, devrimi gerçekleştiren
kuşağın çok öncesine uzanan bir kurtuluş
projesinin rehberliğinde ilerlemektedir. Bu
nedenle Devrimci bir Halk İktidarıdır.
Ekonomi söz konusu olduğunda bu iktidar, Küba toplumunun diğer sektörlerinde
olduğu gibi, egemen bir ülkenin ulusal stratejisi bağlamı içerisinde gelişen ekonomik
ilişkileri temel alan sosyalist planlar
aracılığıyla tüm halkın refahını sağlamayı
gözetir.
Bunlar bugünkü Küba’nın temellerini
teşkil etmekte ve yaşadığımız karmaşık
dünya içinde kalıcılığını sağlamaktadır.
90’larda Küba’da yaşadığımız büyük
kriz şu iki sürecin sonucuydu:
1- 20’nci Yüzyılın ikinci yarısı boyunca
Üçüncü Dünya ülkelerinin güçlenme ve
kalkınma ideallerinin herhangi bir başarıya
ulaşamaması.
2- Dünya ölçeğinde büyük sermaye tarafından başlatılan yenisömürgeleştirme.
Kübalılar olarak bizler ülkemizin sahipleriyiz, uluslararası ilişkilerimizi kendimiz
belirlemeyi sürdürüyoruz; ancak aynı zamanda “azgelişmiş” bir ülkeyiz; bizim kontrolümüz dışında gelişen pek çok değişkenle karşı karşıya kalıyoruz.
Bunun bir sebebi, ekonomik sistemimizin büyük bölümünün ilişkili olduğu Sovyetler Birliği ve onun müttefiki olan ülkelerle iktisadi ilişkilerimizi kaybetmiş olmamızdı.
Bu Küba gibi bir ülke için büyük bir
darbe idi. Ama zaman içinde tek kutuplu bir
dünya düzenine geçişi de hesaba katacak
olursanız, bu kadar zorlu iki sürecin çakışmasına rağmen yeni toplum ve Kübalıların
iktidarı ayakta kaldı.
Emperyalizmin, enformasyon üretimi ve
günlük olarak kamuoyu oluşturma üzerindeki ideolojik hegemonyasının önemli bir
yönü, hangi konuların gündeme getirileceğine ve yaygınlaştırılacağına karar vermesidir. Bu karar, konuların nasıl anlaşılacağı, hangi fikrin hakim fikre dönüşeceği
ve hangi kamuoyunun tüketimine sunulacağı gibi noktaları da içerir.
Bu nedenle, on yıllar boyunca Küba’nın
kendi kendini yönetemeyeceği varsayımına
dayanan bir yalanlar sistemi varlığını korudu. Bununla, Avrupa Sosyalizminin
çöküşüyle imajı zayıflamış olan bir sisteme
saldırılmak isteniyordu.
Böylece sosyopolitik ve ekonomik bir
sistem olarak Sosyalizmin ülkeye ve çerçevesini oluşturan sosyal ve tarihsel bağlama
göre farklı parametrelerle gelişeceği
gerçeği yok sayılıyordu.
1- Hayatta kalmayı başarmak,
2- Ekonominin kendi ayakları üzerinde
durmasını sağlamak,
3- 90’lı yıllarda yaşanan krizin sonucu
ortaya çıkan modelin doğasının nihai olarak
ne olduğunu belirlemek.
Ancak, krizin en ağır anında bile biz Kübalılar olarak egemenlik ve sosyal adaleti
tavizsiz bir biçimde savunmakta kararlıydık
ve bunları ancak devrimci iktidarın savunabileceğine ikna olmuştuk.
Bu zor dönemden faydalı dersler çıkardık. Sosyalizmin ne olmadığı, kendi ilkelerimize ve gücümüze güvenme gereği, Küba
Sosyalizmini sürdürme ve geliştirmenin
doğruluğu, bizim için açık hale geldi.
Son yirmi yılda Küba’da önemli değişimler meydana geldi.
Uluslararası kriz ve krize karşı uygulanan önlemlerin, yeni toplum ve yeni toplumu kurmak için geliştirdiğimiz projeler açısından geciktirici bazı etkileri oldu.
Ama genel strateji, alınan önlemlerin
büyük bölümü ve bunların yarattığı değişim
iradesinin, Küba’nın gelişim süreci açısından kritik önem taşıdığı ortaya çıktı.
Halkın siyasi birliği ve kendisini temsil
eden hükümete sağladığı destek, siyasi
alanda en önemli faktördür. Devrimci siyasi iktidar değişmeksizin korundu ve bu sebeple ulusal ekonomiyi ve uluslararası ekonomik ilişkileri kontrol etmeye devam ediyor.
Strateji ve bu kapsamdaki eylemler bu
iktidar tarafından yürütülüp, kontrol ediliyor. Kaynakların kullanımı devrimci politika tarafından yönlendiriliyor.
Karşı karşıya kaldığımız çok sayıda
güçlüğe rağmen, Küba Sosyalizminin temel
sosyal hizmetleri sürdürülüyor.
Zenginliğin çoğunluk lehine sistematik
olarak yeniden dağıtımı da bu sebeple hayati önemini koruyor.
Devlet tarafından
uygulamaya konan ve
kontrol edilen farklı
araçlar ve inisiyatifler
aracılığıyla herkes için
fırsat eşitliğinin sürdürülmesi için mücadele
ediliyor.
Kişilerarası ve sosyal ilişkileri geliştirmek
için, kişileri daha özgür
kılarak onları dönüştürmeyi hedefleyen bu
adımların pozitif etkileri
açık olsa da, bir sistem
olarak sosyalizm henüz
kapitalizme karşı mücadelesinde etkili ve kendi lehine yeterli kültürel kuvvet biriktirememiştir.
Kapitalizm, azınlıkları dışlayan, antidemokratik, militarist, saldırgan ve gezegenimiz için zararlı olan kendi doğasından kaynaklı olarak çıkmaz bir sokağa varmışsa da,
dünya ölçeğine yaydığı kültürel modelden
büyük fayda sağlamaktadır.
Bununla, Küba da dâhil olmak üzere
tüm halklara karşı bir kültürel savaş yürütmektedir. Bu savaşla, her birimizin hayatını, kişisel olarak kendimizi gerçekleştirme
biçimimizi ve yaşadığımız çevreyi kontrol
etmeyi hedeflemektedir.
Devrimci bir iktidarı olan ve sosyalist
bir dönüşüm gerçekleştiren her ülkede olduğu gibi, Küba’da da sosyalizmin ilişki ve
değerleri ile kapitalizmin ilişki ve değerleri
arasında sürekli bir mücadele yürümektedir.
Devrimci iktidar ve halkın bizim toplum
biçimimizi savunma kararının ötesinde,
Küba’da barışçı bir varoluşumuz vardır, kişiler ve ailelerden başlayıp komünite ve
ulus ölçeğine varıncaya kadar. Siyasi gerilimler söz konusu değildir. Bu durum, devrimin en büyük zaferlerinden biridir.
Ancak, yaşama ve algılama biçimi açısından sosyalizmin ilişki ve değerleri ile
kapitalizminkiler arasında büyük bir mücadele mevcuttur. Son yirmi yılda kapitalizm
kendini tahkim etmiş olsa da, Küba Sosyalizminin insanlara daha üstün bir hayat biçimi sunduğu bilinmektedir ve esas alanlarda üstünlüğünü sürdürmektedir.
Küba zor bir ödevle karşı karşıyadır ve
biz Kübalılar bunun farkındayız. Devrimci
hükümet sorunları çözmeye yönelik, aynı
zamanda en yüksek değerimiz olan sosyalist karakterimizi muhafaza eden adımlar
atmaktadır. Güncel mücadelemizin aşkın
bir öneme sahip olduğunu biliyoruz. Ayrıca, mücadelemiz Latin Amerika’nın kaderinde de rol oynamaktadır.
Küba, Latin Amerika’da açılan yeni mücadele etabında önemli bir rol oynamakta-
19
Yıl: 6 • Sayı: 59 /26 Mayıs 2012
dır. Ve bunu, ilkelerinden vazgeçmeden direnmesini bilen; maddi olanaklarının çok
ötesinde nitelik, beceri ve siyasi bilinç sahibi bir halk yaratan; hayatı ve toplumu, refah
ve saygınlığını artırarak değiştiren devrimin büyüklüğü sayesinde yapabilmektedir.
Küba, dünyanın sömürgeleştirilen ve
ezilen halkları için müstesna bir örnektir ve
Küba’nın prestiji ona moral açıdan ayrıcalıklı bir konum vermektedir. Ancak, aynı
zamanda, sağlık ve eğitim alanındaki katkılarında olduğu gibi, kıtamızın mütevazı insanları için etkili bir biçimde harekete geçebilme becerisine güven duymaktadırlar.
Bununla birlikte, ülkeleri için kendi kaderini tayin hakkı talep edenlere ve halkları için
zenginliğin yeniden dağıtımını isteyenlere
siyasi desteğine de güven duymaktadırlar.
Büyük devrimler büyük yükümlülükler
altına girerler. Küba, özlemini çektiğimiz
daha iyi, barışçıl ve saygıdeğer bir dünya ve
insanlığın iyiliği için en uygun olduğuna
inandığı sistemi savunarak ilerlemeye devam etmektedir. Azınlığın bencilliğini kesin olarak defettiğimiz ve nihayet eşitlik ve
adalete yaklaştığımız bir dünya için.
Venezüella Büyükelçisi
Raul Betancourt Seeland
Yoldaş’ın konuşması
Bolivarcı Eğitim Sistemi
Yeni İnsanı yaratmayı hedefliyor
İyi Günler!
Her birinizi Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet Başkanı Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Hükümetimiz, Türkiye’deki Büyükelçiliğimiz ve 2 Şubat 1999
günü Venezuelalıların çoğunluğunun desteği ile göreve gelişine müteakiben Başkan
Chavez tarafından liderlik edilen ülkemizdeki siyasi ve sosyal sürece sahip çıkmasını daima bilmiş Venezuela Halkı adına sizleri selamlıyorum.
Bu vesile ile Halkın Kurtuluş Partisi’ne
ve Ankara İl Başkanı ve sevgili dostum
Avukat Sait Kıran’a ve Bilimsel Düşünce
Topluluğu’na, kardeş ülke Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi Sayın Jorge Quesada Concepsion ve Ankara Üniversitesi Latin Amerika Araştırmalara Merkezi Müdürü Sayın
Prof. Dr. Mehmet Neceti Kutlu ie birlikte
“Başka Bir Dünya Mümkün İsimli” bu
söyleşiye davet ettiklerinden dolayı şükranlarımı sunarım.
Bu çok sevdiğimiz eğitim kurumu çatısı
altında bugün sizlere, halkın sosyal entegrasyonu ve gelişminin temel taşı olan ve
1999 yılından itibaren Bolivarcı Hükümet
tarafından ele alınan hem Bolivarcı Eğitim
Sisteminden hem Bolivarcı misyonlardan
söz etmeye çalışacağım.
***
Bolivarcı Eğitim, Venezuela Bolivar
Cumhuriyeti Anayasası tarafından belirlenmiş bir haktır ve insanın entegre gelişimini
desteklemektense bizi teslimiyete hazırlayan 40 yılllık geleneksel ve emperyalist
eğitim sistemi hakimiyeti altında kalmış bir
halkın dışlanmışlığı ve sosyal ihtiyaçları
karşısında doğan borçları karşılamak ve
ödemek amacıyla Milli Gelişim Planın’nında tasarlanmış bir stratejidir.
Bolivarcı Eğitim Sistemi, Venezuela
Devleti’nin yeni bir cumhuriyet vücuda getirme yolunda yeni vatandaş yaratma amacıdır, ki böyle de olmuştur.
Okul, aile ve toplum, Anayasada betimlenen gelişim modeline uygun olarak, yeni
vatandaşın oluşturulmasında, birey, bilgi,
yapma ve paylaşma öğelerini birleştirmek
suretiyle önemli roller üstlenirler.
Bolivarcı Eğitim Sistemi, bebeğin ana
rahmine düşmesinden itibaren Küçük Simon Programıyla başlar ve Bolivarcı okullar, Bolivarcı Liseler, Robinsoncu Teknik
Liseler, Bolivarcı Üniversiteler veya diğer
üniversitelerle devam eder. Bunlara kırsal
okullar ile iki dilli kültür okulları ve özel
okullar da dahildir.
Yeni devlet-toplum ilişkisinde Bolivarcı
Eğitim, saygıdeğer bir yaşama ulaşma yolunda dengesizliklerin düzeltilmesi ve düzeltilenlerin sürdürülebilirliği ve sosyal
üretimin büyümesi vasıtasıyla endojen ve
egemen bir gelişim modelini kuvvetlendirmek için gerekli kurumsal ve kültürel değişiklikleri başarmak için katılımı destekler.
Yeni eğitim uzmanları, Bolivarcı Eğitim
Sistemi ile bağlantılı olmalıdır. Bu sebeple,
Milli Eğitimci Yetiştirme Programı ile Bolivarcı Üniversite ve Sucre Misyonu, üç
eğitim süresi boyunca öğrenim projeleriyle
katılımcılarının kişisel ve profesyonel gelişimi için gereken teorik ve pratik temelleri
oluşturmakla mükelleftir.
Genel Amaç:
* Gelişimci odaklanma ile Bolivarcı
Eğitim Sisteminin farklı seviyelerinde öğrenme sürecini kolaylaştıracak didaktik
strateji ve eylemleri planlamaktır.
Özel Amaçlar:
* Farklı seviyelerde ve türlerde Bolivarcı Eğitim Sistemini oluşturan temelleri
açıklamak.
* Değişimci profesyonel tavır ortaya koyarak, eğitimde karşılaşılan sorunlar karşısında alternatif çözümleri değerlendirmek.
* Başlangıç eğitimi, Bolivarcı okullar,
Bolivarcı liseler, Robinsoncu teknik okullar, yetişkinlerin eğitimi, kırsal kesim, yüksek öğrenim yani Bolivarcı üniversiteler gibi Bolivarcı eğitim sisteminin farklı seviye
ve türlerinde öğrenim gören öğrencilerin
gelişim özelliklerini karşılayacak eğitimöğretim sürecini kolaylaştırmak.
KÜÇÜK SİMO PROJESİ:
Venezuela Eğitim ve Spor Bakanlığı tarafından çocuklara ana rahmine düştüklerinden itibaren 6 yaşına kadar, ailenin ve
toplumun da katılımıyla, başlangıç eğitimi
vermek amacıyla oluşturulmuş bir projedir.
Başlangıç eğitimi odaklı projenin bir
parçası olarak gerçekleştirilen eğitim ve
stratejiler şunlardır:
Eğitim sürecinin temeli olarak sosyokütürel çeşitlilik odaklı katılım.
Farklı kurum ve kuruluşların katılımıyla
çocuk entegre bakım ağları.
Sosyal katılımın daimi ve gelişimci süreci içinde kaliteyi arttırmak amacıyla çocuk, ebeveyn, yönetici, yardımcı ve toplum
bireylerinin oluşturduğu temel rollerin de
desteği ile aile, toplum ve okul bütünleşmesi.
Eğitim sürecine katılımda temeli olan ve
çocukların sosyalleştiği ilk kurum olan ailenin eğitimi.
Aile gelişimi için uygun ortam oluşturacak eğitim eksenli toplum.
Proje, dağıtım ve kapasitasyon faaliyetlerinin gerçekleştirilmesiyle desteklenir. Bu
amaca binaen eğitim amaçlı Görsel Medya
Vakfının da yardımlarıyla, temel aile, hamilelik süreci, emzirme, 0-6 yaş arası çocukların oynadıkları oyunların önemi, aile değerlerinin öğretilmesi, evde okuma-yazma,
çocuk davranışları, başlangıç eğitimi ve aile eğitimi üzerine konunun uzmanı kişilerce hazırlanmış yazılı materyallerin, görsel
ve işitsel olarak kitlelere dağıtımını gerçekleştirmek amacıyla bir kampanya düzenlenmiştir.
Programın birinci kısmında, milli basında yer alan, ailelere başlangıç eğitimi için
tavsiye ve yönlendirmeler içeren broşürler
dağıtıldı. Bununla beraber yine aynı içeriğe
sahip televizyon spotları ve haftalık radyo
programları düzenlendi. Projenin ikinci kısmında ise konunun uzmanlarına ailelerin
eğitimi için yardımcı kaynak olması ve ülkenin farklı sosyal ve kültürel seviyelerine
hitap etmesi amacıyla tüm bu broşürlerde
anlatılanları içeren bir kitap yayımlandı.
ROBISO 1 ve 2 MİSYOLARI
ROBISO 1 “Evet Yapabiliyorum”: Bu misyon ile bilginin ışığı Venezuela’nın her köşesine götürülür ve hâlâ daha okuma yazma bilmeyen Venezuelalılara
eğitim verilir. Bu seviyede “Evet Yapabiliyorum” adı Küba Eğitim metodu kullanılır.
Buna göre harfler ve rakamlar arasında bir
ilişki kurulur; daha önceden verilen ses dizisi eğitimiyle yani fonem ile her harf bir
rakamla eşleştirilerek okuma yazma bilmeyen yetişkinin sezgisel olarak rakamları ta-
nıması sağlanır.
Bu ilişki bilinen rakamlarla bilinmeyen
harflerin ilişkilendirildiği bir karteladır ve
eğitimin kitleselleşmesine yardımcı olarak
televizyon, video gibi görsel ve işitsel materyallerden de faydalanılır.
ROBISO 2 Altıncı Sınıf İçin Mücadele: Robinson 2 Misyonu, 15 Eylül
2003 tarihinde gerek Robinson 1 Misyonundan çıkışlılara gerekse herhangi bir nedenle eğitimlerini sonlandırmış kişilere altıncı sınıfı tamamlatmak güvencesi vermek
amacıyla oluşturulmuş bir misyondur. Bu
seviyede “Evet Devam Edebiliyorum” metodu kullanılır, bu noktada da televizyon,
video-ders ve broşürler eğitim startejisi olarak kullanılır.
Misyonun Kazanımları:
* 28 Ekim 2005 tarihinde Venezuela
Bolivar Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler
UESCO tarafından herkesin okuma
yazma bildiği ülke ilan edilmiştir.
* Robinson Misyonu ile Amazonas,
Anzoátegui, Apure, Bolívar, Amacuro
Deltası, Monagas, Sucre ve Zulia’da yaşayan ve toplumun en az hizmet alan kesimlerinden biri olan Yerli üfusa okuma yazma öğretilmiştir. Yerli nüfusa
okuma yazma öğretmek misyonun en
büyük başarılarından biri olmuş bu sayede Jivi, Ye’kwana, Kariña ve Warao
yerli dillerindeki metinlerin çevirisi elde
edilmiştir.
* Robinson Misyonu en başından itibaren tutukevi ve cezaevlerinde bulunan
vatandaşları da içermiş ve onların Bolivarcı eğitim sistemine katılmasını hedeflemiştir. Böylece okuma yazmayı talep
ederek Ribas ve Sucre misyonlarına devam etmek isteyen tutuklu ve hükümlülere altıncı sınıfa kadar olan ilköğretim
hizmeti verilmektedir.
* Ve engelli nüfus için “Yapabiliyorum” kartelâları Braille Tekniğinde hazırlanmış ve özel dizayn edilmiş kitapçıklarla birlikte sunulmuştur. Böylece bu
nüfusun ihtiyaçlarına cevap verebilecek
bir yenilik getirilmiştir.
RİBAS MİSYOU
Adını Venezuela Bağımsızlık Süreci
Kahramanlarından José Félix Ribas’tan
alan Ribas Misyonu, Başkan Chavez Hükümeti tarafından 2003 yılında yürürlüğe konulan ve orta öğrenimlerini tamamlayamamış kişilere bu fırsatı sunan bir eğitim programıdır.
Ribas Misyonunun asıl amacı, yaş engeline takılmaksızın orta öğretimini tamamlamayı arzu eden Robinson Misyonu çıkışlılara ya da örgün eğitimden ilkokulu bitirmiş
olanlara altıncı sınıf ya da lise diploması
vermektir. Venezuela Halkına hiçbir dışlanmaya mahal tanımadan kaliteli eğitim hakkı sunulur ve milli üretime ve yüksek öğrenime katılması kolaylaştırılır. Kısa ve orta
vadede hayat kaliteleri arttırılan kişilerin
ülke hakkında verilecek kararlarda katkı sahibi olmaları sağlanır.
Bu bağlamda, orta öğretimini tamamlamak isteyen ancak maddi olanakları yetersiz olan kişiler için 100 bin adet burs verilmektedir. Orta öğretimin tamamlanmasının
ardından katılımcıların enerji, maden veya
petrol alanlarına yönelmeleri ya da okumaya Sucre Misyonu ile devam etmeleri planlanır.
SUCRE MİSYOU
Sucre Misyonu, lise mezunları için üniversite eğitimini güvence altına almak ve
yüksek eğitimden dışlanmış olanların şartlarını iyileştirmek için kurumsal sinerjiyi ve
toplumsal katılımı desteklemeyi hedefler.
Vizyonu sürdürülebilir entegre kişisel gelişimin stratejik unsuru ile sosyal adalete,
milli egemenliğe ve demokratik ve katılımcı bir toplumun inşasına dayanır. Bu sebeple, tüm toplumun bilgi gelişimi, dönüşümü,
dağıtımı ve yaratıcılık öğelerine katılımını
güvence altına almak zaruridir.
XX. Yüzyılın son yıllarında, Venezuela
Devleti, eğitim alanında ve özellikle de
yüksek öğretim alanındaki sorumlulukları
yavaş yavaş asgariye indirmişti.
1989-1998 yılları arasında yüksek öğrenime yapılan yatırımların düşmesi, sosyal
alanlarda bütçe kısıtlamalarına gidilmesi ve
en önemlisi yüksek öğretimde gerçekleştirilen özelleştirme projeleri bunun kanıtıdır.
Büyük bir sosyal borç birikimine neden
olan bu durum üniversite kayıtları esnasında dar gelirli gençlerin sıkıntı çekmeye başladığı ve dışlandığı durumlar yaratmıştır.
Birçok alanda yapılan çalışma, yüksek öğretimin maddi gücü yüksek, büyük şehirlerde yaşayan ve özel okul mezunlarının çıka-
rına dönüştürüldüğünü göstermiştir. Kısacası yüksek öğrenim kamudan çıkarak özel
öğrenime dönüşmüştür.
Milli Hükümetimiz 1999 yılından bu yana, herkes için ülkedeki kaliteli eğitim fırsatlarının garantörü olan Devlet girişimini
kurtarmanın gereklilik arz ettiğinin bilincinde olarak Venezuela eğitim sistemini
güçlendirmek için çalışmaktadır.
Yüksek öğrenime erişimle ilgili olarak
Milli Hükümet Enstitülere ve Yüksek
Okullara ve diğer Milli Üniversitelere kayıt
başvurularını genişletmiştir. Bu konuda gerek yöneticilerden gerekse bu kurumlardan
yardım alınmıştır.
Bununla birlikte 1999 yılından bu yana
5 yeni üniversite faaliyete geçirilmiştir.
Bunlar: Milli Yaracuy Üniversitesi (Rafael
Caldera döneminde kara bağlanmış ancak
Başkan Chavez döneminde hayata geçirilmiştir); Karayipler Denizcilik Üniversitesi;
Milli Bolivarcı Silahlı Kuvvetler Politeknik
Üniversitesi; Milli Sur del Lago Üniversitesi ve elbette Bolivarcı Üniversite. Yine Bolivar, Apure, Barinas ve Tachira Eyaletlerinde Üniversite Teknoloji Enstitüleri açılmıştır.
Bu kurumlar, orta öğrenimini tamamlamış lise mezunlarına yeni eğitim imkânları
sunmakta ve Sosyal ve Ekonomik Gelişim
Planı tarafından belirlenen Toprak Eşitliği
kurulmasındaki coğrafi dağılım konusunda
yüksek öğrenimin dönüştürülmesi ve değiştirilmesi gerekliliğine cevap vermektedir.
Sucre Misyonu, Milli Bilişim Sistemleri
Eğitim Programları sunmaktadır. Profili ise
şöyle tanımlanabilir: “Yeni Bilişim Sistemleri uzmanlarından teknolojik bağımlılığı
azaltmak için software free kullanarak bilgi
ve iletişim teknolojilerindeki öğrenme sorumluluğunu üstlenmeleri beklenmektedir.”
VEEZUELA BOLİVARCI
ÜİVERSİTE
Venezuela Bolivarci Üniversite ya da
UBV, son 10 yıl zarfında, Başkanlık kararnamesiyle kurulan ve 2003 yılında faaliyete geçirilen ilk devlet üniversitesidir. Aynı
yılın eylül ayında ders verilmeye başlamıştır. Bolivarcı Üniversite, Sucre Misyonunun
eylem aracı olarak yüksek öğrenimden dışlanmış sektörlere hizmet amacıyla kurulmuştur.
Eğitim programlarının şehir düzeyinde
işlemesi sebebiyle bugün tüm ülkede en
fazla öğrenci kaydı bulunan üniversite Bolivarcı Üniversitedir. Bu üniversitenin ve
Sucre Misyonunun kurulmasıyla Venezuela, UNSCO tarafında hazırlanan son raporda Latin Amerika ve Karayiplerde üniversite eğitimi düzeyinde ikinci sırada yer almıştır. Bu rakamlara göre Venezuela’daki
yüksek öğrenim Küba, Çin, Kore, Finlandiya ve Yunanistan’ın ardında dünyada beşinci sıradadır. Yani, teoride Meksika ve Filipinler gibi ülkelerin önüne geçmiştir.
Bolivarcı üniversitenin eğitim programı,
ülkenin, Venezuela Halkının, ihtiyaç sahiplerinin ve halkın sosyal gerçekliklerinin gereksinimlerine cevap verebilecek profesyoneller yetiştirmek amacıyla devrimci ve değişimci bir vizyona sahiptir.
Üniversite şu bölümlerde eğitim vermektedir:
Agroekoloji, Mimarlık, Toplumsal İletişim, Politik Ekonomi, Eğitim, Hukuk Araştırmaları, Siyasi Araştırmalar, Gaz, Çevre
Yönetimi, Sağlık Yönetimi, Sosyal Yönetim, Sosyal, Bütünleyici Tıp, Petrol, Radyoterapi, Rafineri ve Petrokimya için Bilgi
Yönetimi.
Yerleşkeler:
Üniversite ülkenin belli başlı eyaletlerinde yerleşkelere sahip olması öngörülmüştür ve günümüzde Barinas, Barquisimeto,
Ciudad Bolívar, Ciudad Guayana, Caracas,
Maracaibo, Monagas, Maracay, San Cristóbal, Valencia, Punto Fijo, Porlamar ve Sucre’de eğitim vermektedir.
Üniversiteye giriş:
Bolivarcı Üniversitedeki bir bölümde
okumak isteyen öğrencilerin illa Sucre Misyonu çıkışlı olmaları şartı aranmaz yani
özel ya da devlet her hangi bir liseden mezun olmuş öğrenciler üniversiteye girebilirler. Kayıtlar Üniversite yönetiminin temel
planları doğrultusunda yapılır.
***
Sizlerin de tüm bu anlattıklarımda tahlil
edebileceği gibi Bolivarcı Devrim çok şey
başarmış ve başarmaya da devam etmektedir. Sözlerimi, Bolivarcı Devrim’in 13 yıl
zarfında elde ettiği, Venezuela oligarşisini
ve neoliberalizmi dehşete sürükleyen bazı
kazanımlarına değinerek tamamlamak istiyorum. Elbette ülkeyi yıllar boyunca yönetmiş ve sefalet ve ölümden başka bir şey su-
namamış Venezuela muhalefetinin bunları
takdir etmesi zordur.
Venezuela oligarşinin canını en çok yakan şey, başında daima unutulmuşlar için
yasal olan her şeyin mücadelesini veren
Devlet Başkanımız Hugo Chavez’in bulunduğu Bolivarcı Devrim çerçevesinde, yeni
ve olgun devrimle, sosyal ve ilerici iyileştirmeler kazandırılarak eski sömürücü sefalete ait istatistikleri yerle bir etmesidir. İşte
kazanımlarımızdan bazıları:
* Venezüellalıların öz güvenlerinin yeniden tesisi.
* Ülkenin egemenliğinin tesisi.
* Petrol endüstrisinin kurtarılması.
* Venezüela’nın dünyada hak ettiği yere
gelmesi.
* Barrio Adentro misyonu: Entegre tanı
merkezleri, rehabilitasyon salonları, yüksek
teknoloji merkezleri ve halk kliniklerinin
açılması.
* Cojedes Eyaletinde spor üniversitesinin açılması.
* Venezüela’nın Asya, Afrika ve Avrupa
ile olan ilişkilerinin genişletilmesi.
* Hastanelerin ekipmanlarının Arjantin,
Almanya, Uruguay ve diğer ülkelerden getirilmek üzere üst düzey cihazlarla donatılması.
* Venezüela havayolları Conviesa’nın
kurulması.
* Tarım alanlarının kurtarılması.
* Bu toprakların köylülere verilmesi.
* Ülkenin Uluslararası Para Fonu
IMF’den kurtulması.
* Ülke ticaretinin farklı ülkelere yönelmesiyle çeşitlilik kazanması. Bugün Amerika Birleşik Devletleri, Küba, Jamaika, ve
tüm Karayipler’e ve aynı şekilde Arjantin,
Uruguay, Hindistan, Çin, Litvanya ve diğer
birçok ülkeye satış yapıyoruz. Önceden bu
ülkelerle çalışmıyorduk ve doğrudan Amerika Birleşik Devletleri pazarına bağımlıydık.
* Petrokimya alanının genişletilmesi.
* Uluslararası rezervlerin artırılması.
* MERCOSUR’a giriş.
* Yüzde seksenlerde gezen fakirliğin
yüzde otuza indirilmesi.
* Bugün insanlara içilebilir su, elektrik
hizmetlerinin götürülmüş olması.
* Negra Hipolita misyonu ile birlikte sokaklarda yaşayan yüzlerce insana yardım
edilmesi.
* Sokak çocuklarına yardım edilmesi.
* Latin Amerika ve Karayip’teki en
yüksek asgari ücret.
* Evsiz barksız kalan yüzlerce insana
yardım edilmesi.
* Yaşlı kimselerin aldığı emekli aylıklarının artırılması.
* Gerek atalarımızdan aldığımız
derslere binaen, gerekse anayasamızın
bize öngördüğü temelde tüm kardeş
halklarla olan dayanışmamızı artırmak.
* PETROSUR’un kurulması.
* PETROCARİBE’nin kurulması.
* TELESUR kanalının açılması.
* Güney bankasının açılması.
* Bolivarcı haber ajansının oluşturulması.
* 10 binden fazla okulun kotarılması
* 58ç236 yeni okul yapılması
* ABD tarafından kurulan ALCA’ya alternatif olarak Amerika Halkları için Bolivarcı Alternatif’in yani ALBA’nın kurulması.
* Mucize misyonu sayesinde görme sorunu yaşayan birçok insana yardım edilmesi ki bu misyon aynı şekilde venezüela sınırlarını aşarak tüm kıta seviyesine yayılmış bir misyondur.
* Milli Silahlı Kuvvetlerimizin Kuzey
Amerika ekolünden uzaklaşması.
* Fuerte Tiuna karargâhında bulunan
Amerika Birleşik Devletleri misyonunun
çıkışının verilmesi.
* Milli Silahlı Kuvvetler Garnizonlarında ajanlık yapan Amerika Birleşik Devletleri teknik ekiplerinin çıkışının verilmesi.
* INAMUJER adıyla Milli Kadın Enstitüsü’nün açılması.
* Simon Bolivar Uydusu’nun fırlatılması.
* Venezüela Devlet Kanalının kurtarılması, modernizasyonu.
* Çocuk ölümlerinin % 27 oranında azaltılması.
* Halkımızın kültürel seviyesini yükseltmek amacıyla elli milyonu aşkın bedava
kitap dağıtılması.
* Gereksiz işten çıkarmaların önüne geçilmek üzere geçici iş görmezliğin konulması.
* Gecekonduların evlere dönüştürülmesi.
* Ülkemiz tarafından Amerika Devletle-
20
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
ri Örgütüne sunulan sosyal amaçlı yapılacakların kabul edilmesi.
* İlk yerli kanalın açılması.
* Tüm felaketlerde zarar görmüş olanlara devlet elinin uzatılması ki Venezüela tarihinde bunu yapan tek hükümet Chavez
Hükümetidir.
Çok teşekkürler…
(Alkışlar…)
Soru-cevap bölümü
Hasan Yoldaş: Değerli konuklar, büyükelçimizin konuşması burada sonlanmıştır. Sorunuz varsa, sorularınızı yönlendirebilirsiniz. Soru sorulmadığı takdirde etkinliğimiz burada sonlanmış olacak. Evet, soru
sormak isteyen arkadaşlarımız var mı?
Evet, buyurun…
Bir dinleyici: Benim Venezüela Büyükelçisine soracağım bir soru var. Üniversitelerin durumu nedir?
Raul Betancourt Seeland: Tabiî ki, elbette bu başlangıç sürecidir ve şu anda hemen hemen her eyalette Bolivarcı üniversiteler eğitim hizmeti vermektedir. Tabiî ki
bölümlerin çeşitliliği de önümüzdeki dönemlerde arttırılacaktır. Bunu da unutmamak lazım hala günümüzde Venezüella’da
gerek devlet, gerekse özel üniversiteler çalışmaktadır. Ve tabiî ki uzmanlık dallarının
arttırılması da gündemde olan bir konudur.
İkinci Dinleyici: Benim Venezüela Büyükelçisine soracağım bir soru var. Ülkedeki işsizlik oranı, şu andaki durumu nasıldır
ve devrimden önceki durumu nasıldı?
Küba Büyükelçisine de sorum; 90’larda
oluşan siyasi krizin sebepleri tam olarak ne
idi?
Betancourt Seeland: Venezüella’da
Bolivarcı Hükümet, işsizlik oranını elinden
geldiğince azalttı fakat hala istediğimiz rakamlara ulaşmış değiliz ama Hükümet iş
kaynaklarını ve istihdamı son derece destekleyecek projeler yapıyor. Bunlara örnek
olarak da halkı toprağa, köylerine geri dönmeye teşvik ediyor.
Aynı zamanda büyük konut misyonu diye bir proje yürütülmekte Venezüella’da ve
gerçekten yüz binlerce insana ekmek kapısı
olmuş durumda bu konut projesi ki Türkiye’den de yaklaşık sekiz yüz tane taahhütlü
firması şu anda Venezüella’da bize bu konuda yardımcı oluyorlar.
Venezüella’da gerçekten çalışmak isteyene her zaman iş kapısı var. Fakat Bolivarcı Hükümetin şanssızlığı biraz da oldukça kötü bir muhalefete sahip olması. Gerçekten aslında verebileceği çok fazla şey
varken bu muhalefetin politikaları sayesinde istediği kadar veremiyor ve elbette ki
bunun karşısında çalışmaya devam ediyor
Bolivarcı Devrim. Ve bir gün gelecek tüm
vatandaşlarına sahip olmayı hak ettikleri
mutluluk seviyesini vermeyi başaracaktır.
Jorge Quesade Concepcion: Sizlerin
de bildiği gibi Küba’da Devrim öncesinde
ülkenin ekonomik üretimi tarıma dayanmaktaydı. Çok az sanayileşme vardı. Ve genelde tarım da şeker kamışı üretimine bağlı
olarak yürümekteydi. Şeker kamışı üretimi
de her istediğinizde olmuyor ne yazık ki,
yılın belli dönemlerinde gerçekleşiyor. Bu
şeker kamışının ekim ve hasat dönemlerinde tabiî ki istihdam son derece yükseliyordu fakat yaklaşık altı ayı içine alan bir ölü
sezon vardı ki bu dönemde işsizlik rakamları korkunç seviyelere yükseliyordu.
Aynı şekilde o dönemde var olan, kültürel seviyesi oldukça düşük ve kaliteli iş
standartlarını tanımayan bir genç nüfustan
bahsediyoruz. Tabiî devrimin gelmesiyle
birlikte devrimi gerçekleştirenlerin eğitim
sisteminde ve hazırlık süreçlerinde yapmış
olduğu büyük dönüşümler sayesinde Küba
Halkı’nın gerek yeni kurulan sanayileşme
sürecinde iş elde edebilmelerinin aynı zamanda da kalifiye işçi olarak çalışabilmelerinin önündeki engeller yavaş yavaş kaldırılmaya başlanmıştır. Hatta bundan çok kısa bir süre öncesine kadar hemen hemen
Küba’da herkesin bir işi vardı. Ki Küba bu
süreç zarfında dünyada çok az ülkede rastlanılan işsizliğin yüzde birden daha az olduğu ülkelerden bir tanesiydi.
Tabiî ki son zamanlarda yaşamış olduğumuz bu Küba ekonomik modelindeki değişiklikler ve işgücünün yeniden ele alınması konularıyla bu yüzde yaklaşık ikiye,
yüzde ikiye falan yükseldi. Şu anda elimde
özet bir şey yok.
Tabiî ki bu neden, sırf ortadan bu işyerlerini kaldırıp bunların ortadan işyerlerinin
kaldırılması idaresidir bu. Yeniden yapılanma sürecinde ülke ekonomisinin yönlendirilmesinin gerekliliğine inandığımız alanlarda da yeni istihdama açılabilmek amacıyla ortaya çıktı. Venezüella Büyükelçisinin dediği gibi Küba’da da herkes için iş
mevcut. Tabiî ki bu biraz da kişinin seçimlerine bağlı; kişi nerede çalışmak istiyorsa,
özellikle tarım alanında çok fazla iş imkânı
var. Eğer insanlar tarımla uğraşmak istiyorlarsa imkanlar sonsuz. İstihdam dediğimiz
unsur aynı zamanda kişinin eğitim süreci
ile doğru orantılı olarak ilerleyen bir durum. Çünkü kişilerin eğitimi üretimi etkiliyor.
(Dinleyicinin sorduğu ikinci soruya cevap olarak- Kurtuluş Yolu) İki tane unsur
vardı. Önce kendi iç meselelerimizden bahsetmek istiyorum, 90’lardaki krizle ilgili
olarak. Küba Hükümeti tarafından ekonomide yapılmış hatalar vardı. Yanlış ekonomik proje birikimleri vardı. Bunlar inşa süreci için genel geçer şeylerdi. Ki bunu da
kabul etmek lazım, Küba’daki devrim hala
bir ilerleme sürecinde.
Elbette ki bu süreç zarfında birçok kazanımlarımız oldu ve dünya da gayet hayranlıkla karşılıyor bunu. Ve biz hala başlangıç
sürecindeyiz, olmak istediğimiz toplum
için daha önümüze yol var.
Bu hükümetin yapmış olduğu en büyük
yanlışlardan bir tanesi de ekonomimizi tamamen daha önceki Sosyalist Blok’la ilişkilendirmesiydi. Bu bizim isteye isteye seçtiğimiz bir şey de değildi, çünkü önümüzde
çok az seçenek vardı. Elbette ki bu, devrimi
son derece etkileyen ve geliştiren bir süreç
oldu ve devrim gerçekten buna çok şey
borçlu.
Biz Kübalılar asla Avrupa Sosyalist ülkelerinin bize verdikleri yardımları ve desteği hiç unutmayacağız. Ama elbette ki bizim kendi modelimizi oluşturmamız gerekiyordu. Ve 90’lı yıllar geldiğinde, Avrupa’da Sosyalist devletler ortadan kalktığı
zaman Küba ne yazık ki bu sürece hazır olmadığını fark etti.
Ve böyle olunca da yapmış olduğu ticaretin, mevcut ticaretinin yüzde 80’inin karşı tarafı ortadan kalkmış oldu. Ve biz de dış
ticaretimizi yeniden yapılandırmak zorunda
kaldık. Gerçekten bizim ekonomimiz dış ticaretimize bağımlı.
Ve ABD ambargosu altında yaşamak zorunda olan bir ülkeden bahsediyoruz ki bunu hiçbir zaman unutmayalım. Her tarafımızdan gırtlağımıza basılmaya çalışılan bir
dönemde yaşarken, Küba bir şekilde geçmişi arkasında bırakarak yeni bir çıkış yolu
bulmaya çalışmalı. Çünkü artık Sosyalistler
ortada yok.
Stratejik olarak tüm dünya tek kutuplu
bir yöne doğru gidiyor. ABD egemen kılmaya çalışıyor kendini. Ve tabiî ki Küba’yı
bloke altına alan da ambargo altına alan da
ABD. Gerçekten tüm bu saymış olduğumuz
öğeler Küba’yı sınır noktasına kadar getirdi. Ve tabiî ki biz bu sınıra geldik ama bu sınıra dayanmayı bir şekilde aşabiliriz. Çünkü biz içeride halkımıza zaten olacağını tezahür ettiğimiz bir kurgu içerisinde hazırlamaya başlamıştık, halkımızı hazırlamıştık.
Bizi yönlendirdiğine inandığımız değerlerimizi koruyarak her şeyi yeniden yapılandırmaya çalıştık.
Ve gerçekten bu döneme ait çok fazla
deneyim elde ettik. O andan itibaren neyin
yapılamayacağını ve neyin yapılabileceğini
bilir olmuştuk. Küba’daki bu yeni ekonominin aktüalize edilme süreci de o zamanlardan gelen deneyimlerimize bağlıydı.
Hasan Yoldaş: Evet, son bir soru alabileceğiz, buyurun.
Üçüncü Dinleyici: Venezüella Büyükelçisinin de Küba Büyükelçisinin de katkılarını almak isterim. Bugün emperyalizm boş
durmuyor. Ortadoğu kan gölü içerisinde.
Venezüella’da bir çıkış var emperyalizme
karşı, özellikle ALBA’dan kaynaklı. Hani o
kıtadaki o yükseliş emperyalizmin açık bir
saldırısını bekliyor muyuz? Yani önümüzdeki günlerde? Şanlı Küba, ambargoya baş
kaldırıyor. ALBA çıkışı da emperyalizme
karşı güçlü bir çıkış. Kıtada değişim ve dönüşüm oluyor. Bu değişim- dönüşüm emperyalizm açısından yani ABD tarafından
açık bir saldırı olarak, bir tehdit olarak geldiği zamanları görüyorlar mı?
Çevirmen: Yani ALBA mı ABD’ye
karşı tehdit oluşturuyor?
Üçüncü Dinleyici: Mesela Chavez…
Chavez’in çıkışı. Chavez’i devirebilmek
için her türlü şeyi deniyorlar. Suikastlar, işte hastalıklar, Kolombiya’yı saldırtmalar vs
gibi. Ama bunlar başarılı olmazsa yakın bir
zamanda silahlı ya da işte Kolombiya tarafından ya da direkt emperyalizm tarafından
silahlı bir saldırı, yıkılması için Sosyaliz-
min ya da alt yapının çökmesi için bekliyorlar mı?
Raul Betancourt Seeland: Önceden tek
başına olan Küba artık yalnız değil her şeyden önce. Bugün Bolivarcı Devrim’imiz
var. Ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde
ilerici hükümetler işbaşındalar. Daha önceki döneme baktığınızda yalnız başına duran
bir adayı işgal etme cesaretine dahi kalkışamayan bir ABD bugün, genelinde birleşmiş
bir Latin Amerika Kıtası karşısında böyle
bir şeye teşebbüs edeceğine biz inanmıyoruz. O yüzden ABD tarafından ülkelerimize
karşı gerçek anlamda bir tehdit olacağına
da ihtimal vermiyoruz. Ben hiçbir ülkenin ABD de buna dahil- resmi yollarla savaş çıkarıp da Venezüella’yı işgal edeceğine
inanmıyorum.
Onların her zaman yaptığı şey, bildiğimiz gibi. İçeriden kendi adamlarını, kuklalarını bulmak, bir şekilde hükümeti devirmeye çalışarak ülkenin istikrarını alt üst etmek olmuştur. 11, 12 ve 13 Nisan tarihlerinde 47 saat süren ve devlet başkanı Hugo
Rafael Chavez Frias’a karşı gerçekleştirilen
bir hükümet darbesi olmuştur. Bu darbe, bu
hükümet darbesi, Venezüella oligarşik
zümrelerinin, ABD başta olmak üzere ve
diğer birçok ülkenin de desteği ile meydana
gelmiştir. Bu esnada Venezüella kıyılarında
demirlemiş ABD’ye ait bir donanma gemisi bulunmaktadır. Ve orada bulunan ABD
subayları Venezüella subaylarına neyi yapıp neyi yapmamaları konusunda talimatlar
vermiştir. Ve halk 47 saat boyunca, 48 saat
boyunca sokaklara dökülerek liderleri Hugo Chavez Frias’ın geri getirilip görevine
iade edilmesi için son derece ısrarlı olmuştur.
Elbette günümüzde de Venezüella’yı bir
kaos ortamına sürüklemek isteyen dahili ve
harici insanlar bulunmaktadır. Böyle bir süreç dâhilinde de 7 Ekim’de Venezüella’da
seçimlere gideceğiz. Venezüella muhalefeti
de son derece mevzunun bilincinde, onlar
da yasal yollardan, seçim yoluyla, sandık
yoluyla hiçbir şekilde başkan Chavez’i alt
edemeyeceğini anladılar. Çünkü onlar da
Başkan Chavez’in on yıllar boyunca unutulmuş bir halkla ilgilenen ilk Venezüellalı
devlet başkanı olduğunun gayet bilincindeler. Şu anda Venezüella’nın her şehrinde bu
devrimci ateşi görmemiz mümkün. Daha
önce hep unutulmuş insanların olduğu yerdi. Venezüella Halkı olarak Bolivarcı Devrim’in elimizden kolay kolay alınmasına
mahal vermeyeceğiz.
Bizim için tehdit oluşturan unsurların
başında Kolombiya topraklarına kurulan
sekiz tane Amerikan üssü gelmekte. Biz
Venezüella hükümeti olarak gerçekte Kolombiya Hükümeti’nin ne amaca binaen bu
askeri üslerin topraklarında yerleşmesine
müsamaha gösterdiğini anlamış durumda
değiliz. Sanıyoruz ki bunlar Latin Amerika’nın ilerici ülkelerine karşı kullanılmak
üzere yerleştirildi. Daha önce söylediğimi
tekrarlayarak son vermek istiyorum sözlerime. Küba artık yalnız değil; Küba’nın yanında Bolivarcı bir Venezüella var ve gerçekten bizler halklarımızın en iyisine sahip
olmasını isteyen iki kardeş ülkeyiz.
Jorge Quesade Concepcion: Ne yazık
ki düzen değişti ve ABD de bunun farkında.
Kıtamızda ilerici görüşlere sahip devletlerin sayısı artmakta. Ve her şeyden önce bir
Venezüella var. Kıtamızdaki ağırlığı tartışılmaz bir ülke olan Venezüella var ve orada da var olan bir Bolivarcı sistem var. Ben
Venezüella Büyükelçisine bu bağlamda katılıyorum. Ne kısa ne orta ölçekte ülkelerimize yapılacak bir askeri işgalden korkum
yok. Tabiî böyle bir olasılığı da hiçbir zaman göz ardı etmiyoruz. Ve gerçekten ülkelerimizin herhangi birine yapılacak olan bu
tarzda askeri bir işgal zaten Amerika’ya
çok pahalıya mal olur.
Zaten onların kullanmış olduğu usuller
de böyle değil. Bizi içeriden yıkmaya çalışırlar, içeriden istikrarı bozmaya çalışırlar.
Bize tuzaklar kurarlar. Bizi zayıflatmaya
çalışırlar, bizi bu şekilde bölmek isterler.
Bu sebeptendir ki Latin Amerika’nın birleşmesi zaruridir. Bu yüzden de bu güçlenme
her seferinde onların işine biraz daha gelmemektedir.
Hasan Yoldaş: Latin Amerika’dan esen
sol rüzgârları kampusumuzda bizlerle buluşturan Büyükelçilerimize teşekküre ediyoruz. Ayrıca anlaşmamızı sağlayan Berna
Hanım’a ve katkılarını bizden esirgemeyen
Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu Hoca’mıza
çok teşekkür ediyoruz.
Etkinliğimiz burada sona ermiştir. Katıldığınız için teşekkür ederiz.
(Alkışlar...)
Partimiz İzmir İl Başkanı Av. Tacettin ÇOLAK’ın
Bürosunu Basarak Yoldaşlarımıza Saldıran
Tayyip ERDOĞAN’ın Korumalarına
Mahkemeden Ceza!
2
009 yılının 30 Eylül’ünde, AKP İzmir İl binasının açılışı bahanesiyle, kendisi
ve yandaşlarının “gâvur” diye niteledikleri
İzmir ilimize gelen Tayyip için, İzmir İl polisi
alarma geçirilmiş, yollar tutulmuş, uçan kuştan kimlik sorulur hale
getirilmişti, Tayyip’in
geleceği bina ve çevresi.
Kaderin cilvesi bu ya,
Partimiz İzmir İl Örgütü
de, MK üyesi ve İzmir İl Başkanı Av. Tacettin ÇOLAK’ın avukatlık bürosu da, açılışı yapılacak AKP binasının tam yanındaki
binada bulunmaktaydı.
Tayyip’in korumalarının gün boyunca
estirdikleri terör öylesine azgındı ki, diğer
yerel polisler bile bu durumdan usanmışlardı. Girişi tamamen ayrı olan bu iki binanın
tamamının giriş çıkışlarını tutan polisler,
Av. Tacettin ÇOLAK Yoldaş’ımızın ofisine
gelen müvekkillerinin ve hatta eşinin dahi
binaya girmesini engellemişlerdi. Bunun
üzerine yoldaşımız, bürosunun camından
seslenerek polisin bu tutumunu eleştirmiş
ve “Başbakan geldi diye hayatı durdurdunuz, halkından böylesine korkan biri
başbakan olamaz” şeklindeki tepkisini
haykırmıştı. Efendilerine kimsenin söz söyleyemeyeceğini sanan Tayyip’in 15-20 koruması bunu duyunc,a biraz da ezberlerinin
bozulmasının verdiği hışımla yoldaşımızın
bürosunu basmışlar, o an büroda bulunan
bir diğer avukat yoldaşımız da dâhil olmak
üzere iki avukat yoldaşımıza saldırmışlar,
küfürler etmişler, yere yatırarak ve darp
ederek kelepçe takmışlardı. Yoldaşlarımız,
hem avukatlıktan kaynaklanan hem de
HKP’li olmanın verdiği inançla, haklı-meşru ve yasal dirençlerini gösterdiklerinde, bir
süre sonra geri adım atarak olay yerinden
ayrılan Tayyip’in bu pervasız korumaları
hakkında aynı gün suç duyurusunda bulunmuşlardı.
Tayyip’in korumaları hakkında “Zor
Kullanma Yetkisinin Aşılması Suretiyle
Kasten Yaralama” ve “Hakaret” suçlarından açılan davanın İzmir 18. Sulh Ceza Mahkemesi’nde süren yargılaması 24
Mayıs 2012 günü sona erdi.
Sanıklardan Başbakanlık Koruma
Müdürü Zeki BULUT ve diğer sanıklar
İsmail DALKIRA, Refik FARSAKOĞLU ve Aydın AKGÜL her iki suçtan da
suçlu bulundular. Haklarında verilen hapis cezaları paraya çevrilerek hükmün
açıklanması geri bırakıldı.
Verilen cezanın sonuçları Ceza Usul Yasası uyarınca yumuşatılmış olsa da, şimdiye
kadar yaptıkları hep yanlarına kâr kalan bu
saldırganlar, artık meydanın boş olmadığını
gördüler. Yasa-hak-hukuk tanımaz bu güruhun bundan sonra suç işleyeceği zaman ellerinin titremesini sağlayacak bu kararı
olumlu karşılıyoruz. Yargının, Tayipgiller
tarafından AKP’nin Hukuk Bürosuna dönüştürüldüğü bugünlerde verilen bu kararı
Partili avukatlarımızın ve davayı bizlerle
takip ederek destek sunan İlerici Avukatlar
Grubu’ndan dostlarımızın bir hukuk mücadelesi zaferi olarak addediyoruz.
Tayipgiller ve şürekâsı hakkında cezalandırmanın tam müeyyidesiyle uygulanacağı Halk Mahkemelerinin ve Demokratik
Halk İktidarının kurulacağına inancımızla
bir kez daha yineliyoruz: GÜ GELECEK, DEVRA DÖECEK, TAYYİPGİLLER HALKA HESAP VERECEK!
24.05.2012
Kurtuluş Partili Hukukçular
Kocaeli Kitap Fuarı’nda HKP Başkanlık Kurulu Üyesi
Gürdal Çıngı’dan Konferans:
“ABD, AB (AB-D) Emperyalistlerinin Suriye’deki
Oyunları ve Görevlerimiz”
1
2-20 Mayıs tarihleri
arasında
Kocaeli’de
Uluslararası
Fuar Merkezi’nde düzenlenen
4’üncü
Kocaeli Kitap
Fuarı’nda,
Derleniş Yayınları olarak stant
açtık. Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı’nın her
biri birer teorik hazine olan kitaplarıyla
Partimizin günümüz siyasi ve ekonomik sorunlarını aydınlatan kitaplarını halkımızla
buluşturmak üzere fuardaki yerimizi aldık.
Kocaeli Belediyesi tarafından düzenlenen fuarda, tahmin edebileceğimiz gibi gerici, Ortaçağcı yayınevleri çoğunlukta olmasına rağmen, Kocaeli halkına yayınevimizi ve Partimizi tanıtmak amacıyla fuardaki yerimizi aldık. 9 gün boyunca 10.3021.00 saatleri arasında arkadaşlarımız fedakârca ve heyecanla standımızı açtılar. İnsanlarımız standımıza ilgi gösterdi. Fuarda
“böyle bir başka stant daha yok” diyenler,
“sizi görmek yüreğimizi ferahlattı” diyenler
de bizim yüreğimizi ferahlattı. “Tayyipgiller’in Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı kitabımızı görüp geri dönen ve “Tayyipgiller ismi
harika, çok iyi bulmuşsunuz” diye tebessüm gösteren pek çok insanımız oldu.
Fuarın son günü olan 20 Mayıs Pazar
günü, “ABD, AB (AB-D) Emperyalistlerinin Suriye’deki Oyunları ve Görevlerimiz” konulu bir de panelimiz oldu. Panele
Derleniş Yayınları Editörü ve Halkın
Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı konuşmacı olarak katıldı.
Gürdal Çıngı, Suriye’nin AB-D Emper-
yalistlerinin yeni hedefi olmasının gerçek
sebebine değinerek, aslında iddia edilenin
aksine Suriye’de sürekli bir kargaşa ortamı
olmadığını, insanların günlük yaşamlarına
her zamanki gibi devam ettiklerini belirtti.
Tayyipgiller’in geçmişte Suriye’yle ve
Beşar Esad’la içli dışlı olduklarını, ancak
ABD’nin emriyle bir anda diğer uca giderek Beşar Esad yönetiminin en azılı karşıtlarından biri olduğunu, iplerin ABD’nin
elinde olduğunu ve iktidarda kalabilmek
için Tayyipgiller’in bu iplere sıkı sıkı tutunduğunu ifade etti.
AB-D Emperyalistlerine meydan okuyan, ülkesini ve halkını emperyalistlere
peşkeş çekmeyen Beşar Esad yönetiminin
bugünkü mücadelesinin son derece haklı ve
doğru olduğunu söyledi.
Gürdal
Çıngı,
emperyalistleri
Suriye’den ve tüm Ortadoğu’dan defetmek
için bir an önce örgütlenmek gerektiğini belirterek, halkımızı Partimiz çatısı altında örgütlenmeye çağırdı.
Panel sonrası topluca standımızı ziyaret
eden katılımcılara çay ikramı yapıldı. Önümüzdeki yıl yine Kocaeli Halkıyla kitaplarımızı buluşturmak dileğiyle kapanışı yaptık. 21.05.2012
21
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı
19 Mayıs 1919 Unutturulamaz!
T
ürk ve Kürt Halklarının emperyalizme
karşı, omuz omuza zafere ulaştırdıkları Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın İlk Kıvılcımı 19 Mayıs’ı özellikle
bugünlerde kutlamak son derece anlamlıdır.
CIA İslamcıları olan Tayyipgiller’in ülkemizi adım adım “Ilımlı İslam” adı altında
Şeriata götürmeye çalıştıkları, 19 Mayıs’ın
ve Mustafa kemal ve Birinci Kuvayimilliyecilerin ruhunun ve izinin silinmeye çalışıldığı, emperyalistlerin ve yerli ortaklarının Yeni Sevr’i dayattıkları bugünlerde, İlk
Kıvılcım olan 19 Mayıs’ı kutlamak çok daha fazla anlam taşımaktadır.
Bu nedenle Kurtuluş Partililer birçok ilde 19 Mayıs’a ilişkin eylemler yaptılar. Antalya’da, Ankara’da, İzmir’de, İstanbul’da,
Bursa’da Seydişehir-Konya’da alanlara çıkarak emperyalistlere karşı kazanılan zaferin unutturulamayacağını belirterek “Emperyalistler geldikleri gibi gidecekler” diye haykırdılar.
İstanbul
19 Mayıs’ları unutturmayacağız!
Emperyalist “Yedi düvel”in zulmüne
dur demek için, Dünyanın başarıya ulaşmış
ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın kıİstanbul
Ankara
İzmir
vılcımıdır 19 Mayıs 1919.
O savaşladır ki, tarih sahnesine çıkış
amacı halkları kan ve gözyaşına boğmak
olan emperyalizmin kâğıttan kaplan olduğu, Çanakkale Zaferi’nden sonra bir kez daha görülmüştür, gösterilmiştir.
O savaştır ki, çökkün Osmanlı’nın hain
yöneticilerinin tüm ihanetlerine karşın, bir
ulusun küllerinden yeniden doğuşunun destansı hikâyesidir.
O savaştır ki, mazlum dünya halklarına
zulme karşı başkaldırıda ilham kaynağı olmuştur.
O savaştır ki, dünyanın ilk İşçi-Köylü
Devletini, ilk Sosyalist Devrimini hayata
geçiren Bolşevik Parti’nin önderi, Devrimler Kartalı Lenin Usta tarafından hararetle
selamlanmış ve desteklenmiştir.
Ve işte o bağımsızlık mücadelesidir ki,
bugün Türkiye tarihinin en işbirlikçi, en
halk düşmanı iktidarı tarafından halklarımıza unutturulmaya çalışılıyor.
O bağımsızlık savaşının kazanımları teker teker ortadan kaldırılıyor.
O bağımsızlık savaşının ruhunu dipdiri
yaşatan, o bağımsızlık savaşının önderlerinin “İstiklal-i Tam Türkiye” idealini benimseyen ne kadar antiemperyalist, ne kadar yurtsever, ne kadar
laiklik yanlısı insan varsa susturulmaya, sindirilmeye çalışılıyor, o da
olmazsa
Silivri’lere
Hasdal’lara tıkılıyor.
O önderlerin insani
ve askercil namusunu
taşıyan Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’miz
lejyoner askerlere, antiemperyalist, yurtsever,
laik ordu komutanlarımız tören paşalarına
dönüştürülmek isteniyor.
Velhasıl Birinci Kuvayimilliyecilerin kanları, canları pahasına
kurtardıkları vatan toprakları AB-D Emperyalistleri ve onların sadık
kulları Tayyipgiller eliyle parça parça satılıyor.
Biz Kurtuluş Partililer, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Savaşı’mızın halklarımıza kan, can pahasına
armağan ettiği değerleri
savunmak gerektiğinin
bilinciyle 23 Nisan’lara,
19 Mayıs’lara, 30 Ağustos’lara, 29 Ekim’lere
sahip çıkıyoruz, çıkacağız.
Bu anlamda Tayyipgiller’in bu sene daha
yoğun biçimde saldırdığı 19 Mayıs’ın önemini
bir kez daha vurgulamak, “Tam Bağımsız
Gerçekten Demokratik
Türkiye” özlemimizi ve
bu ideale ulaşmak için
verdiğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı kitlelerle buluşturmak için Tak-
MKÜ’de Soruşturma Terörü devam ediyor:
Yoldaşlarımıza ceza/
H
atay Mustafa Kemal
Üniversitesi (MKÜ)
Mühendislik Fakültesinde geçtiğimiz Mart ayında, aralarında Kurtuluş Partisi Gençliği’nden arkadaşlarımızın da bulunduğu 65
kişiye soruşturma açılmıştı.
8 Mart günü, MKÜ Mühendislik
Fakültesinde,
okulumuzun bir öğrencisine, poşu taktığı bahanesiyle
faşistler silahla tehdit ederek saldırmış, bu faşist saldırı tüm devrimci-ilericiyurtsever gençliğin tepkisini çekmişti.
Bizler de bu olaya seyirci kalmayıp, olayın ertesi
günü devrimci demokrat
öğrencilerin ortak kararıyla
Mühendislik Fakültesinde
sloganlarla, dövizlerle faşizm ve uzantılarını bir ba-
sın açıklamasıyla teşhir ettik.
Eylem sırasında Dekan
Yardımcısının “Demokratik
ve haklı tepkinizi gösterdiniz” şeklindeki beyanlarına
rağmen; olaydan birkaç gün
sonra aralarında Kurtuluş
Partisi Gençliği’nden 3 arkadaşımızın da olduğu 65
kişiye soruşturma açılmıştı.
Soruşturmalar 23 Mayıs
günü sonuçlandı. Sadece
anayasal demokratik protesto hakkını kullandığı için
soruşturma açılan öğrencilerden 7’si okuldan atılırken,
aralarında
bir
Yoldaş’ımızın da bulunduğu
birkaç arkadaşımız bir yıl,
bir kısmı bir dönem, yine
yoldaşlarımızın da bulunduğu diğer arkadaşlarımız ise
bir ay gibi okuldan uzaklaş-
tırma cezalarına maruz kaldılar. Buna karşılık olayın
faili silahlı saldırıda bulunan faşist hiçbir cezaya
çarptırılmadı.
24 Mayıs günü, Soruşturma Terörüne karşı MKÜ
Öğrencileri olarak Hatay
Eğitim-Sen’de bir basın
açıklaması gerçekleştirerek
kamuoyunu bilgilendirdik
ve karalılığımızı bir kez daha belirttik.
Bütün bu baskılara, yıldırma politikalarına karşı
Kurtuluş Partisi Gençliği
olarak yılmayıp, pes etmeyip doğru bildiğimiz yolda
yürümeye, haksızlıklarla
mücadele etmeye devam
edeceğiz.
Yaşasın Demokratik,
Laik, Anadilde Eğitim
Mücadelemiz!
İskenderun
Kurtuluş Partisi
Gençliği
sim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
Saat 13:00’da başlayan basın açıklamamızın açılış sunumunu, İl Sekreterimiz
Ramazan Kap Yoldaş gerçekleştirdi. İl
Sekreteri’mizin yaptığı etkileyici konuşmadan sonra basın açıklamamızı İl Başkanımız Av. Pınar Akbina Yoldaş okudu.
Pınar Yoldaş açıklamasında; Birinci Kuvayimilliyecilerin hayatları pahasına kurtardıkları bağımsızlığımızı, bugün yerli işbirlikçiler eliyle AB-D Emperyalistlerinin
yok etmeye çalıştığını, Tayyipgiller’in bu
amacı gerçekleştirme niyetlerinin en bariz
göstergesinin, 19 Mayıs kutlamalarını değersizleştirmek ve bir süre sonra da tümden
kaldırmak için yerel yönetimlere devretmesi olduğunu ifade etti.
Mustafa Kemal’den, tam da bugünün
koşullarını niteleyen alıntılarla açıklamasına devam eden Yoldaş’ımız; Birinci Kuvayimilliyecilerin kazandıkları zaferin İkinci
Kuvayimilliyeciler eliyle tekrarlanacağını,
yani İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın da
Kurtuluş Partisi öncülüğünde başarıya ulaşacağını söyleyerek açıklamasını sonlandırdı.
Çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalık
bir kitle tarafından ilgiyle takip edilen basın
açıklamamız sırasında sık sık, “Yaşasın 19
Mayıs, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi, Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları atıldı.
Ankara
İkinci Kurtuluş Savaşçıları Kurtuluş
Partililer, bu anlamlı günü Ankara’da Kızılay Meydanı’nda kutladılar.
ABD ve AB Emperyalistlerinin ve işbirlikçileri Tayyipgiller’in ülkemize yönelik
politikaları da teşhir edildi bu kutlamalarda.
Mustafa Kemal-Lenin, Deniz GezmişMahir Çayan Pankartlarımızla, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün
Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller
Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla gerçekleştirdik kutlamamızı.
Güne damgasını vuran ABD ve AB Emperyalistleri, sefa süren yerli yabancı Parababaları. Kendilerini ülkeyi “yönetme” rolü
biçilen Tayipgiller de kalan kırıntılarla günlerini gün etmekteler. Ama bütün bunlar gelip geçici. Eninde sonunda Türkiye Halkları bu zulme yeter artık deyip başkaldıracaktır.
İşte o zaman Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı, İkinci Kurtuluş Savaşı’yla nihai sonucuna ulaştırılacak, Demokratik Halk İktidarı Kurulacak, emperyalist güruhun tamamı,
yerli ortaklarının takım taklavatı Tarihin
çöplüğüne bir daha geri gelmemek üzere
gönderilecektir.
İzmir
19 Mayıs’ın ışığı sönmeyecek!
Tayyipgiller’in, 19 Mayıs kutlamalarını
daraltarak, Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın
ve Mustafa Kemal’in aşama aşama unutturulması ve değersizleştirilmesi, oluşan ulusal-manevi bilincin yok edilmesi çabalarına
inat, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımı olan 19 Mayıs’a sahip çıkmak için, her ilde olduğu gibi İzmir’de de
çıktık sokaklara.
Karşıyaka İzban durağının önünden,
“Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi!”, “19 Mayısın
Işığı Sönmeyecek!”,
“Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş
Savaşımız!”, “19 Mayıs Engellenemez!”,
“AKP Gençlikten Elini
Çek!”, “Şeriat Ortaçağdır!”, “Gün Gelecek Devran Dönecek
Tayipgiller Halka Hesap Verecek!”,” Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganlarıyla
yürüyüşümüze başladık.
Halkımızın da büyük
desteğiyle yol boyunca
sloganlarımıza devam
ederek Karşıyaka İskelesi’nin önünde basın
açıklamamızı yapmak
üzere toplandık.
Basın açıklamamızı
genç bir yoldaşımız
okudu.
Antalya
Bursa
Antalya
Antalya’da 19 Mayıs coşkusu
Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımı olan 19
Mayıs 1919, bugün Tayyipgiller tarafından hazmedilemese de halen kıvılcımı ateş olmuş yanmaktadır. Eninde sonunda ateşiyle Tayyipgiller’le birlikte AB-D
Emperyalistlerini
de
İkinci Kurtuluş Savaşı’nda yakacaktır. Bu
inançla mücadele eden
İkinci Kurtuluş Savaşçıları Kurtuluş
Partililer, bulundukları her alanda 19 Mayıs 1919’u kutladılar.
Halkın Kurtuluş Partisi Antalya İl
Örgütü olarak özenle hazırladığımız dev
pankartı, 19 Mayıs günü parti binasına asarak başladığı eylemimiz. Ve büyük ilgi gördü halkımız tarafından. Bunun ardından
Cumhuriyet Meydanı’nda toplanarak bir
basın açıklaması gerçekleştirdik.
Basın açıklamasına olan ilgi büyüktü.
Basın açıklamamızı, İl Örgütü Yöneticimiz
Yaşar Ali Avcu Yoldaş gerçekleştirdi.
Yaşar Yoldaş, Birinci Kuvayımilliyecilerin Kurtuluş Savaşı için verdikleri mücadelenin değerini anlatarak, bu verilen mücadelenin kazanımlarını Tayyipgiller’in
yok etmeye çalıştığına, bunun için kurduğu
senaryolarla aydınlarımızı, bilim insanlarımızı cezaevlerine kapattığına, Antiemperyalist her kıvılcımın kendisini yakacağının
korkusuyla bu tezgâhı çevirdiğine değindi.
Basın açıklamamız daha sonra sloganlarla son buldu.
Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız!
e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye!
Bursa
Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü
Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıç
günü olan 19 Mayıs 1919’un unutturulmak
istenmesine karşı alanlardaydı.
Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız!
B
izler “Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz” sloganı etrafında bir araya
gelmiş Mustafa Kemal Üniversitesi
öğrencileriyiz. Aynı isimle açtığımız bir de
facebook grubumuz bulunmakta.
Bizler üniversitemizin bu döneminin
başlangıcında uygulamasına başlanan akıllı
kart sistemine ve kartın öğrencilere 10 lira
karşılığında verilmesine karşı imza kampanyası başlatmıştık. Çünkü üniversitelerin
öğrencilerden harç dışında para toplamasının hiçbir yasal dayanağı yoktu.
Diğer yandan akıllı kart ile öğrencilerin
lehine değil aleyhine olan uygulamaların
kolayca devreye sokulduğunu başka üniversitelerdeki deneyimler göstermişti. Bu
uygulamayla öğrenciler sabıkalı durumuna
getiriliyor.
Başlatmış olduğumuz bu kampanya sürecinde sizlerin de destekleriyle yaklaşık
1000 dilekçe toplamış ve bu dilekçeleri rektörlüğe yollamıştık. Rektörlük bu süreçte,
bizim temsili olarak daha erken bir tarihte
Seydişehir
19 Mayıs günü saat 14.00’da Bursa
Kent Meydanı’ndaki basın açıklamasını İl
Başkanı Halil Ağırgöl okudu.
Yağmur altında Bursa Halkına seslenen
Partililer sık sık, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “19 Mayıs
Sürüyor Sürecek” sloganlarını attılar.
Tayyipgiller tarafından 19 Mayıs ve 30
Ağustos kutlamalarının iptalinin ve sonra
da Gençliğe Hitabe’nin kaldırılmasının
planlandığının, İzmir’de artık 15 Mayıs
1919’da işgale karşı ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’in bile anılamadığı vurgulandı.
Basın açıklaması sloganlarla sona erdirildi.
Seydişehir
Seydişehir’de; ADD, Eğitim-Sen, Eğitimiş ile birlikte ortak bir eylem yaptık.
Basın açıklamasında, 19 Mayıs’ların
unutturulmaya çalışıldığı, bunun emperyalist politikanın bir parçası olduğu belirtilerek, “buna asla izin vermeyeceğiz” denildi.
Açıklamada ayrıca, “ADD, Eğitimsen,
Eğitim İş ve Halkın Kurtuluş Partisi olarak
anımsatıyor ve uyarıyoruz:
“Ulusal bayramların içini boşaltmaya,
ulustan soğutmaya, koparmaya çalışan zihniyet amacına ulaşamayacaktır.” denildi.
Pankartlarımız ve sloganlarımızla eyleme coşku ve heyecan aktık. Seydişehir’de
antiemperyalist mücadeleyi yükseltmeye
devam edeceğiz.
karşılığında toplanan paranın iptal edilmesi
ve toplanan paranın iadesi istenmiştir.
Dava sürecini aşağıda adresini verdiğimiz facebook sayfasından takip edebilirsiniz.
Biz “Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz” grubu olarak; Mustafa Kemal Üniversitesi’nin daha demokratik, bilimsel ve
öğrencilerin rahatça yaşayabileceği bir üniversite olması için çapa harcıyoruz ve hakkımız olanı almak için gereken her türlü
meşru ve hukuki mücadeleyi vereceğiz.
vermiş olduğumuz dilekçeye cevap vermişti. Bu cevabı facebook sayfamızda aynen
yayınlamıştık.
Son süreçte davanın açılabilmesi için
gereken, dosya masraflarını okulumuz mühendislik fakültesinde topladık. Mayıs ayının 11’i itibariyle de davayı açmış bulunmaktayız. Avukatlarımız aracılığıyla açtığımız dava tam olarak şu argümanlara dayanSende sayfamıza üye ol, destek ver.
makta ve aşağıdaki talepleri içermektedir:
* Mustafa Kemal Üniversitesi’nin, öğrenci kimlik kartını “akıllı kart” adı altında facebook.com/ogrencikimligihaktirsatiaynı zamanda Halk Bankası müşteri kartı lamaz
haline getirmesi,
* “Akıllı kart bedeli” adı altında 10 TL
ÖĞRENCİ KİMLİĞİ HAKTIR
tutarında ücret tahsil etmesi işlemlerinin
SATILAMAZ!
yetki, şekil, sebep, konu, amaç yönlerinden hukuka aykırılığı sebebiyle öncelikle
yürütmesinin durdurulmasına ve iptaline karar verilmesi istenmektedir.
Böylece dava ile öğrenci kimlik kartının
banka kartına dönüştürülmesi işleminin iptali istenmiş; hem de öğrenci kimlik kartı
22
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Uludere Katliamı’nın düşündürdükleri
Baştarafı sayfa 24’te
“Little, “Biz Wall Street Journal’ın verdiği haberin farkındayız. Bu haber üzerine
söyleyebileceğim şudur: Türk müttefiklerimizle istihbarat paylaşımı konusunda yorum
yapmayacağım, Türkiye ile sürekli ve çok
güçlü askeri ilişkimiz var” dedi. Savunma
Basın Sekreteri şunları ekledi: “Türkiye ile
ulusal güvenlik alanında çok geniş kapsamlı bir çalışma içindeyiz. Ayrıca, kuşkusuz
Türkiye önemli bir ATO üyesidir”.
“(…)
“Gazeteciler sorunun peşini bırakmak
niyetinde değildi ve haberin ‘bir sızıntı’
olup olmadığını sordular:
“Little şöyle cevapladı: “Bu bir sızıntı
mı? Bu raporun nereden geldiğini bilmiyorum, haber türü konusunda yorum yapmayacağım. Sızıntı olabilir mi? Maalesef oluyor.”” (Wall Street Journal, 18 Mayıs 2012)
Durum açık. ABD’li yetkili olay hakkında
yun yeri işaretlendi ve hemen arkasından savaş uçakları devreye girdi. Bombalanan konvoyun Kürt kaçakçılardan oluştuğu yerel askeri kuvvetler tarafından biliniyordu. (Askerlerle birlikte çalışan korucuların, askeri yetkililere konvoyun sivillerden oluştuğunu bildirdiği belirtiliyor.) Nitekim, Hava Kuvvetlerinin durumu şüpheli görerek veya inandırıcı
bulmayarak “bombalayın” emrini yazılı olarak istediği ve bu yazılı emir geldikten sonra
uygulamaya geçildiği bildiriliyor. Malum,
“Emir demiri keser!”
Öte yandan, kaçakçılık o coğrafyada on
yıllardır süren bir ekonomi biçimidir. Bölgede
işsiz gençlerin yapacağı başka bir iş, geçim
kaynağı yoktur. Askerler veya Devlet, bu kaçakçılığa ekonomik nedenlerden bilinçli olarak göz yummaktadır. Kaçakçılığı yapılan
maddeler bellidir: Benzin veya mazot, sigara,
şeker. (Uyuşturucu kaçakçılığı varsa da başka
organizasyonlar gerektirir.) Katledilen kaçak-
Katliamın Anatomisi. Uludere katliamı sürecinde harita üzerinde olayların akışı ve
katliam yeri. Buna göre akşam saat 9.30-10.00 arasında konvoy Türkiye’ye giriş yapmak
üzereyken durdurularak bombalanıyor (Kaynak: Wall Street Journal, 16 Mayıs 2012).
“yorum yok”, “sızıntı olabilir” diyerek haberi doğruluyor. TayyipGül bunun üzerine
gerçeği kabul edip, “Hata olmuştur, hatayı
yapandan gerekirse hesap sorulur” demeye
başladılar ve böylece kendilerini sıyırarak hedefe bir kez daha Türk Ordusunu oturttular.
Olay aslında tam bir katliamdı. Haritada
görüldüğü gibi (bakınız Resim 1) bombalama
konvoy hemen sınırdan geçmek üzereyken
yapıldı. Önce top ateşiyle konvoyun yerinde
kalması, Türkiye’ye doğru ilerlememesi sağlandı. Sonra aydınlatma fişekleriyle konvo-
çıların yükleri de bunlardır.
Olayda TayyipGül’ün yaptığı, hasından
Amerikan Uşaklığıdır. ABD ne kadar “Biz sadece görüntüleri verdik, ötesine karışmadık”
diyerek kendini sıyırmaya çalışırsa çalışsın,
katliamın tamamen içindedir. İstihbaratın nasıl yürütüldüğü bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
“ABD insansız uçaklarının Türkiye’ye
destek verişi Kasım 2007’ye dek uzanır. Bu
tarihte Bush Yönetimi, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan yönetimi ile bağları güç-
Vatandaş can, AKP para derdinde
G
eçen yıl ilaç sanayicileri, eczacılar, doktorlar ve Sağlık Bakanlığı yetkililerinin
konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda;
bir ilaç sanayi yetkilisi “siyasi iktidarın Sağlık
ve ilaç konusunda 2005’ten sonra yürürlüğe
koyduğu uygulamaları iktidara en az % 12–15
oy desteği sağlamıştır.” söyleminde bulunmuştu. Doğrudur. Çünkü her boy ve cinsten AKP
şakşakçıları, yazılı ve görsel yayın araçları, açık
oturumlar ve panellerde görevlerini yerine getirip bu uygulamaları alkışladılar. Sade vatandaş
bu söylemlere inanmak zorunda bırakıldı. Çünkü günlük yaşamı olumlu yönde etkileyen uygulamalar söz konusu idi. “Yarın Allah kerim”di. Öyle de oldu. Bir iki gün önce, güya halkın, iktidarın hangi uygulamalarından ne ölçüde
memnun olduklarına ilişkin yapılan anket sonucunda, giderek azalsa da % 65’le sağlık uygulamaları açık ara birinci gelmiş.
Aynı dönemde geleceği doğru okuyan başta
doktorlarımızın örgütlü gücü Türk Tabipleri
Birliği ve diğer bazı sağlık örgütleri, sendikalar,
gene kimi aydınlarımız ve namuslu sosyalistlerimiz bu uygulamaların kandırmaca olduğunu
anlatmak için ellerinden gelen ne varsa yaptılar.
Soruşturmalar geçirdiler, haklarında davalar
açıldı. Mutlaka AKP’nin gerçek yüzü açığa çıkacak, “yalancının mumu yatsıya kadar” misali
bir kez daha doğrulanacaktı. Ve beklenen oldu.
Mum sönmeye başladı.
Önce, 224 sayılı Sosyalizasyon Yasası gereği faaliyete bulunan sağlık ocakları iptal edilerek buralar Aile Sağlığı Merkezi (ASM) haline
getirildi. Bu ASM’ler de orada çalışan doktorlara kiraya verildi, yani bir nevi özelleştirildi. Aynı zamanda, çalışan işçilerimizin emekleri ile
kurulan SSK sağlık tesislerinin tümü bir gecede
Sağlık Bakanlığına devredildi.
Cicim yıllarında vatandaşın hekime ulaşmasını kolaylaştırmak adına bürokratik işlem denen sağlık karnesi, sevk kâğıdı gibi tüm evraklar ortadan kaldırıldı ve nüfus cüzdanı ile sağlık
kuruluşuna başvurulabileceği ilan edildi. Sağlık
çalışanlarına performans uygulaması getirildi.
"e kadar hasta bakarsan o kadar para şeklinde özetlenebilecek ücretlendirme başladı.
Sağlık çalışanları geçimlerine katkı uğruna tatillerinden vazgeçmeye başladılar, hasta olmaktan
bile korkar
hale getirildiler.
Öte yandan bu muayene ve tedavilerin neredeyse ücretsiz olduğu reklâm edilerek, vatandaşın, istediği
özel ve kamu sağlık tesislerine sevk zinciri gerekmeden başvurmasının yolu açıldı. Sigorta
hastanelerindeki hasta ve ilaç kuyrukları kaldırılmıştı ya, sağlık için başka neye gerek vardı…
Koş vatandaş koş( Sağlık hizmeti
bedava, hem de kuyruksuz
Ama siyasi iktidarın asıl niyeti tüm sağlık
hizmetlerini özelleştirmekti. Bunun için ise önce sağlık arzını arttırmak, otel hizmetlerini geliştirmek ve aynı diğer özelleştirmelerde olduğu
gibi bu kuruluşların kârlı işletmeler olduğunun
gösterilmesi gerekecekti. Sonuç: tüm bu kampanyalar neticesinde 2004 yılında insanlarımız
ortalama yılda iki kez doktora başvururken,
2011 yılında bu sayı 8’e çıktı. 2008 yılında,
ASM’ler hariç sadece hastanelere başvuru sayısı toplam 216.930.107 iken, bu sayı 2011’de
316.500.000’e çıkmış. Vatandaşlarımız SGK
yetkilerinin başka bir söylemi ile 72.000.000
(ülkemiz nüfusu) x 8 = 576.000.000 kez hekime
başvurmuş. Alan memnun, satan memnun,
AKP’ye gelen oylar şahane: % 50.
Takke düştü kel göründü
Tüm bunların sonucu 2004 yılında SGK’nin
16.185 milyar TL olan tüm sağlık harcamaları,
2010 yılında 32.8 milyar TL’ye, 2011 yılında ise
yaklaşık 37 milyar TL’ye çıkarken, 2012 beklentisi 43 milyardır. Bu rakama, SGK’nin 2010
yılında emeklilerine ödediği 92 milyar TL’nin
2012’de 105 milyar TL olması bekleniyor. Tahmini açık 25 milyar TL. Bu açık nasıl kapanacak? Sıkıntı başladı. Çünkü mutlaka yabancı
sermayeye hoş gözükmek, bütçe dengesini sağlıyormuş görüntüsü vermek gerek ki, dışarıdan
sıcak para akışı devam edebilsin. Bunun için
önerilen yol, sağlık giderlerini azaltmak, katılım
payını arttırarak vatandaşın cebinden daha çok
para almak.
lendirmek amacıyla Ankara’da adına Birleşik İstihbari Füzyon Odası denilen bir birim kurdu. Burada ABD ve Türk subayları yan yana oturarak (diz dize diyebiliriz –
KY) loş ışık altında Predatör’lerden gelen
netliği düşük, karmaşık gerçek zamanlı video görüntülerini değerlendirirler.” (Wall
Street Journal, 16 Mayıs 2012)
Olay açık! Predatörler kimin uçağı?
ABD’nin!
Predatör görüntülerini kim daha iyi değerlendirir?
ABD subayları!
Kaldı ki, bu birim bizce sadece Predatör
görüntüleriyle veya Kürt sorunu ile ilgili değildir. Çok daha önemlisi var. İlk kez gazeteci Yavuz Donat’ın Sabah Gazetesi’nde verdiği bir haber ile bu bilgileri birleştirmek gerek. Yavuz Donat, bundan yaklaşık 10 yıl önce, AKP iktidarının başlangıç döneminde
“Erdoğan’ın Özel Timi” başlığıyla şöyle
yazmıştı bu istihbarat birimi hakkında:
“Doğrudan Başbakanlığa bağlı bir organizasyon. İçişleri ve Adalet Bakanlarının
bilgisi dâhilinde. Bütün ‘iç güvenlik birimleri’ bu organizasyonun içinde. Çalışmaları gizli. Çalışmaları yürütenler ise en az beş
yıldır yolsuzluk dosyaları üzerinde çalışan,
operasyonel yeteneği yüksek, tribünlere
oynamayan bir takım. Bu işlerin yürütüldüğü karargâha gelince. O da gizli. Bir bakanlık binası değil. Ankara’nın göbeğinde,
fakat ‘gözlerden uzak, kulaklara kapalı,
dış
etkilenmelerden
arındırılmış,
TBMM’ye yürüme mesafesinde’ bir yer.”
(Sabah, 11 Temmuz 2003)
İşte Füzyon Odası’nın çekirdeğini bu
örgüt oluşturmuştur. Daha sonra, 2007’de
Bush-Tayyip görüşmesi (Kasım 2007) sonrasında 35 kişilik CIA ajanı getirilerek bu istihbarat odasının fonksiyonu genişletilmiştir.
Dememiz o ki, 2007’den beri karşılaştığımız
bütün bomba ve silah bulma, sözde belge, yalan haber, psikolojik savaş, kaset operasyonları vb. operasyonların (kısacası Ergenekon
Operasyonları diyebiliriz), hatta Suriye ile ilgili girişimlerin kaynağı bu Füzyon Hücresidir. Öyle anlaşılıyor ki, Uludere Katliamı’nın
kaynağı da burasıdır. Predatör’den gelen görüntüler CIA ajanları ve onların emrindeki
sözde Türk subayları tarafından çarpıtılarak
değerlendirilmiş, bütün uyarılara rağmen
bombalama (katliam) düğmesine basılmıştır.
dirme peşinde. Yeni Sevr’in stratejisinin en büyük parçasını ise Kürt Sorunu’nun emperyalist
çözümü oluşturur. Buna göre Kürt ve Türk
Halklarını birbirine düşürüp ayrıştırarak bölmek, tümüyle emperyalizm güdümlü bir kukla
Kürt Devleti kurmak stratejik hedef. Bunu zaten belli ölçüde hayata geçirdi emperyalizm.
Irak’ın kuzeyinde Barzani her şeyi ile bir
devlet niteliğindedir. Amaç, Barzani odaklı bu
kukla Kürt Devletini kararlı hale getirmek, tanıtmak ve Türkiye Kürtlerini de Barzani’ye
yaklaştırmaktır. Katliamın başlıca amacı budur.
Ancak, Kürt ve Türk Halkları yüzyıllardan beri birlikte yaşayagelmişler, iç içe geçmişlerdir.
Bu sayede bütün bu provokasyonlar halklarımızı birbirine düşürmekte başarılı olamamaktadır. Gene de olumsuz etkileri yabana atılamaz. Kürtler ve Türkler son zamanlarda daha
az ortak işe yapmakta, daha az kız alıp vermekte, daha az komşuluk yapmaktadır. Bazı
bölgelerde küçük çaplı da olsa çatışmalar ola-
pılmak isteniyor. Birlikte değerlendirelim:
kullanılan raporlu ilaçlardan katılım payı
alınmaya başlanıyor:1 Mart 2012 gecesi kabul
edilen memur intibak yasasını kuyruğuna takılan bir madde ile ilaçta katılım payı % 1’e düşürüldü şeklinde kamuoyuna da duyurusu yapılan bir karar alındı. Ancak gerçek tam tersi. İşin
doğrusu bu tarihe kadar kronik hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlardan hiç alınmayan
ilaç katılım payı en az % 1-10 aralığında ek olarak alınmaya başlanacak.
Neden?
Pekiyi, katliam neden yapıldı? denecek.
Çeşitli nedenleri var. En başta Kürt ve
Türk Halklarını birbirine düşürme stratejisinin bir parçasıdır bu katliam. Dökülen kan,
özellikle de ulusal bir soruna dayanıyorsa, yüzyıllar boyu unutulmaz ve hep daha sonraki
olayları etkiler, tırmandırır. Emperyalizm uzun
süreden beri Yeni Sevr’i Türkiye’ye kabullen-
A-İnsanımız, hekimin yazdığı reçeteyi aldığı eczaneye 5 ayrı isim altında para ödemek zorunda bırakıldı:
1- Muayene katılım payı: Kamuda 5 TL.
Özel kuruluşlarda 12 TL. Bu rakam 2005 yılında SSK devredildiğinde 80 kuruştu. Yeni sistemde bir muayene fişin karşılığı doktorun istediği tahlil, tetkik vb. yetmeyecek durumda ise 2.
ya da 3’üncü muayene fişi almak zorunda kalırlar.
2- İlaç katılım payı: Ayaktan tedavilerde
çalışanlardan % 20, emekli olanlardan % 10
olarak alınan katılım payı.
3- İlaç fiyat farkı: SGK birbirinin eşdeğeri
gözüken ilaçların piyasadaki en ucuzu üzerinden ödeme yaptığı için hemen, hemen tüm ilaçlardan çıkan fiyat farkı.
4- Reçete katılım payı: Reçetede yazılı 3
kalem ilaç için 3 TL. 3’üncü kutudan fazla yazılan her kutu ilaç için 1 TL.
5- Sağlık Primi: Asgari ücretle çalışan işçi
adına bile 106,40 TL olarak başlanan ve diğer
SGK’lilerin (devlet memuru, bağ-kur, isteğe
bağlı) emekliliğe esas aylık brüt ücretlerinin %
12’si tutarında alınan sağlık primi.
B- Sağlık kuruluşlarının acil polikliniklerine başvurusu ücretli hale getirildi: Kamu ve
özel sağlık kuruluşlarının acil polikliniklerine
başvuru halinde hiçbir şekilde ücret alınmayacağının reklamı yapılarak, tüm vatandaşların
acil servislere başvurması teşvik edildi. Ancak,
acil servislere başvuru sayısı tüm hastaların 1/3
seviyesine yükselince, bu durumun önüne geçmek, masraftan kısmak için, acil hal durumunun
tarifi yeniden yapılarak, birçok hastadan acil
muayenelerden para alınmaya başlandı. Bunu
tutarı da yine kamu için 5 TL özel için 12 TL
olarak belirlendi.
C- Aynı branşa 10 gün içinde yeniden
başvuru ücretine % 100 zam yapıldı: Kulaklarınızdan rahatsızlandınız ve KBB’ye başvurdunuz, kamu hastanesine 5 TL muayene ücreti
karşılığı muayene oldunuz ve tedaviniz başladı.
Ancak 7–8 gün sonra bu kez boğazınızdan raNe kadar para, o kadar sa l khatlandınız ve yine KBB’ye başvurmak durumunda kaldınız. Bu kez ödemeniz gereken mud nemi resmen ba lad
AKP yönetimindeki SGK, vatandaşın sağlı- yene ücreti 10 TL olarak tahsil edilmesi uygulağını kesintiye uğratmak için adeta yapmadığını ması başladı.
bırakmıyor. Bu uğurda neler yapıldı, neler yaD- Bazı kronik hastalıkların tedavisinde
Suriye Kürt lideri Marshaal Tammo: 7
Ekim 2011’de öldürülerek, suç Esad Yönetimine atıldı. Kürtler suikastı Türk İstihbaratının yaptığını belirtiyor. Ancak zarar
gören Esad Yönetimi oldu.
bilmektedir.
Amaç tabiî ki sadece halklarımızı birbirine
düşürmek değildir. İkinci büyük amaç Türk
Ordusu’nu hem Kürt Halkının, hem de
Türk Halkının gözünde küçük düşürmektir.
ABD, yapılan açıklamalarla biz işin içinde yokuz demiştir. Böylece, katliam Türk
Ordusu’nun beceriksizliğine veya acımasızlığına bağlanmaktadır. Nitekim başta TayyipGül,
siyasetçiler de hemen benzer bir tutum takınmışlar ve orduyu suçlamaya başlamışlardır. İçişleri Bakanı İdris, kısaca “Emri ordu verdi”
açıklamasını yapmış, BDP’li Hasip Kaplan
ise “Emri hangi hayvan verdi?” diyerek suçlamayı sürdürmüştür (Gazeteler, 24 Mayıs
2012).
Oysa, sınır dışında operasyona hükümet
onayı olmadan ordu tek başına karar veremez. Hüseyin Çelik ise savcıları göreve davet
etmiştir, göstermelik olarak. Genelkurmayda
Tombalak Paşa olunca, askerin hiyerarşik yapı
içinde gerçekleri dile getirmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, soruşturma bile açılmaksızın,
açılsa bile ya zamana yayarak veya güdükleşti-
E- Yeşil Kart sahipleri ile 65 yaşını doldurmuş bakıma muhtaç kimseler SGK kapsamına alındı: İlk başta kulağa hoş gelen bir
söylem. Ancak gerçek; bu grup vatandaşlarımız
gelir tespiti şartına tabi tutularak gelirleri asgari
ücretin üçte birini geçenlerden 35 TL aylık sağlık pirimi, 886,50 TL olan brüt asgari ücret düzeyinde geliri olan vatandaşlardan aylık 106.38
TL sağlık pirimi ödenme şartı getirildi. Devlet
ancak kişi başı aylık geliri asgari ücretin 1/3’ü
olan 295 TL’den aşağı olanların sağlık primini
üstlenmeyi kabullenebildi.
Ancak bu grup vatandaşlarımız 2’nci sınıf
vatandaş olarak değer bulup bunların üniversite
ve vakıf üniversitelerinin hastanelerine başvuruları diğer kamu kuruluşlarından sevk şartına
bağlandı. Ayrıca bu vatandaşlarımızın özel sağlık kuruluşlarına gitmelerine de yasak getirildi.
Başka bir deyişle “Ne kadar para o kadar sağlık
“dönemi resmen başladı.
F- Birinci basamak sağlık hizmeti paralı
hale getirildi: Şeytanın aklına gelmeyecek uygulamayı AKP yürürlüğe koydu. İlgili yasa gereği 1’inci basamak sağlık hizmetleri güya ücretsizdi. İlk uygulama başladığında 2 TL olarak
alınan Aile Hekimlerine başvuru ücreti, Türk
Tabipleri Birliği’nin açtığı dava sonucu iptal
edilmişti. Padişahlık anlayışı bunu hazmedemedi. Ve karar alındı. Bundan böyle muayene katılım payının adı değiştirildi ve ikiye bölündü:
Muayene Katılım Payı ve Reçete Katılım Payı.
Bunlar güya birinci basamaktan muayene katılım payı almayacaklar ama reçete katılım payı
almaya devam edecekler.
İlacın başına gelmedik kalmadı
AKP iktidarının bu sağlıkta dönüşüm palavrasının en önemli malzemesi ilaç oldu. En
önemli insan hakkı sağlıktır. Ülkemizde bu sağlık hakkı güya anayasa ile teminat altına alınmıştır. Devletin en önde gelen bu görevini göz
rerek ya da ilerici subayları suçlayıp tasfiye
ederek ilerleyecek bir süreç izlenebilir önümüzdeki günlerde. Sonuçta Türk Ordusu suçlanacak, etkisiz kılınacak, belki tasfiyeler yapılacak, Tombalak Paşa güçlendirilecek, Türk Ordusu tümüyle Amerikan Uşağı haline sokulacaktır. Ordunun stratejik bakışı zaten AKP dönemiyle birlikte değişmiştir. Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığının ilk dönemlerinde, ordu için Türkiye’ye karşı en büyük tehdit Barzani yönetiminin devletleşmesi iken,
bugün bu tehdit olmaktan çıkmıştır. Barzani
TayyipGül tarafından Devlet Başkanı olarak
ağırlanmakta ve muamele görmektedir.
Katliamın diğer bir nedeni Suriye olaylarıdır. ABD Emperyalizmi, Suriye’ye karşı
TayyipGül’ü daha da saldırgan hale getirmek
için arada bir böyle sıkıştırmaktadır. Oslo görüşmeleri, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a soruşturma açılması, katliam bilgilerinin sızdırılması hep bu çerçevede düşünülmelidir. Bu saldırılardan Feto da olumlu yönde nasibini almakta, iktidar alanını genişletmektedir.
Wall Street Journal, katliamla ilgili bu bilgileri açıklamasa belki de olay kapanıp gidecekti. Ama bu bilgiler sızıp, olayın bilinçli bir
katliam olduğu ortaya çıkınca TayyipGül güç
duruma düştü. Bu bakımdan zorda. Tombalak
Paşa sayesinde suçu orduya yükleyerek sıyrılma çabasında. Bu arada ABD’nin sopasını yedikçe Suriye’ye karşı daha saldırgan bir tutum
sergilemek durumunda kalıyor. Nitekim, Suriye Yönetimi resmen, silahlı birliklerin Türkiye’den giriş yaptığını açıkladı. Bu çok net. Ayrıca, 7 Ekim 2011’de Suriye Kürt lideri Marshaal Tammo’ya yapılan ve ölümle sonuçlanan
suikastı da Türkiye yönetiminin yaptığı belirtilmektedir (bizce CIA da yüzde yüz olayın
içindedir). Amaç, suikastı Esad Yönetimine
yükleyerek Esad’a karşı pasif kalan Suriye
Kürtlerini daha da keskin muhalif hale getirmekti. Bu oyun kısmen tuttu, kısmen tutmadı
denebilir.
Sonuç olarak Uludere Katliamı bilinçli
yapılmıştır; CIA-Pentagon ve Tayyipgil
boylu boyunca işin içindedir; amaç Kürt Sorunu’nun emperyalist yoldan çözümüne,
emperyalist kuklası Kürt Devletinin oluşumuna yöneliktir; Türk Ordusu, bu saldırının ikincil hedefi durumundadır; iyice kullaştırılan Türk Ordusu emperyalist politikalara daha kolay çekilebilecektir böylece;
TayyipGül emperyalist politikaların uygulanmasında daha da cesurca davranmaya
itilmiştir; bu süreçte ABD destekli Feto ekibi daha da güçlenecektir.
Emperyalizm ulusal soruna hiçbir yerde
çözüm getirmez, getiremez. Tersine yaraları
daha da deşer. Uludere katliamı bunun göstergesidir. Bu gelişmeler karşısında Kürt ve
Türk Halklarının oynanan oyunları görerek
emperyalist politikalara dur diyeceğini düşünüyoruz.
boyayarak insanımızın günlük yaşamını kolaylaştıran tedbirlerle ilacın serbest eczanelerden
alımının önü açıldı. Bunun için de ilaç sektörünün tüm bileşenlerinden indirim istendi. Kamu
Fiyatı denen bir fiyat yaratılarak ilaçta çifte fiyat uygulaması başlatıldı. Bu uygulama başlarken ilaç sanayinden % 12, eczanelerden % 3
olarak kabul edilen toplam % 15 kamu ilaç alım
indirimleri sürekli arttırılarak % 40-43 (sanayiden % 40, eczanelerden % 3) seviyesine yükseltilmiştir.
Bugün etiket fiyatı 100 TL olan bir ilaç için
siz eczaneye 100 TL öderken, devlet bu ilaca 57
TL ödemektedir. Böylelikle ilaçta çifte fiyat uygulamasının mucidi olarak sahne alan SGK, ilaç
sanayisine gücü yetmediğinden ilacın etiket fiyatını düşüremedi ve bu yükü eczanelerin üstüne attı. Bu uygulama sonucu başlangıçta eczanesinde 100.000 TL stoku olan bir eczanenin
stoku bedelsizce bir nevi zor alımla 57.000
TL’ye düştü.
Bu zoralıma tepki gösteren eczacılar, ilaç fiyat indirimine karşılarmış gibi lanse edildi. Eczacılar bir türlü kendilerini anlatamadılar bile.
Bu da yetmedi AKP vatandaşın cebinden çaldığı katılım paylarını tahsildarlığını da eczacılara
yaptırmaya başladı. Eczaneler adeta SGK bayisi durumuna getirildi.
Geldik bugüne. Bugün tüm bu tedbirlere
rağmen ilaç ve tedavi giderlerini aşağı çekmeyi
beceremediler. Artışlar devam etmektedir ve
edecektir. Artık ok yaydan çıkmıştır. Sağlık ve
ilaç tamamen özelleştirme yoluna girmiştir ve
kapitalizmin acımasız kuralı gereği fiyatlar arztalep ilişkisine göre belirlenecektir.
Son örnek; AKP iktidarı “SAĞLIK SERBEST BÖLGELERİ” oluşturma kararı ile dünya sağlık pazarından pay alma savaşına girmektedir.
Önümüzdeki günler, halkımızın sağlık hakkından faydalanabilmesi için cebinden daha çok
para vereceği günler olacağı apaçık ortadadır.
Sonuç:
Ne Sağlığımız, ne Sosyal Güvenliğimizi Allaha emanet edilecek kadar ucuz değildir. Gelecek Halkımızın kendi elindedir…
Eczacı Mesut Küçükosmanoğlu
23
Yıl: 6 • Sayı: 59 / 26 Mayıs 2012
Dr. Ersin Arslan cinayetinin sorumlusu
Tayyipgillerdir!
Baştarafı sayfa 24’te
bulunmaya başladı. Recep beylerin söyledikleri, “Bu doktorlar iğne yapmasını bilmezler”,” doktor efendi”, “tuzu kuru doktorlar”
gibi sözler, vatandaşın gözünde sağlık çalışanına şiddet uygulamanın meşru olduğu gibi
bir ortamı doğurdu, anlayışı getirdi. Hâlbuki
sağlık çalışanları da halkın bir parçasıdırlar.
Gaziantep’te saldırı sonucu hayatını kaybeden Dr. Ersin Arslan, Gaziantep’in yoksul
semtlerinden Karşıyaka’da büyümüştü. Babası fırıncılık yapıyordu. Dr. Ersin, sekiz çocuklu ailenin okuyarak meslek sahibi olan tek çocuğu idi.
Tayyipgiller hükümeti sağlıkta dönüşüm
programının son hamlelerini yapıyor. KamuÖzel ortaklığı ile büyük kampus hastaneleri
ihaleye çıkarılıyor. Bu yöntemle tüyü bitmemiş yetimin hakkı üç-beş yerli ve yabancı Parababasına peşkeş çekiliyor. Son çıkarılan
663 sayılı KHK ile Kamu Hastane Birlikleri Yasası çıkartıldı. Anayasaya aykırı olarak
çıkartılan bu yasa ile kamu hastaneleri özel
şirketler gibi CEO’lar eliyle yönetilecek.
Amaçları kâr etmek olacak, müşteri memnu-
Baştarafı sayfa 24’te
niyeti esas olacak. Kölelik düzeni diyebileceğimiz bu düzende, sağlık emekçilerinin karşı
karşıya kalacağı şiddetin daha çok artacağı
şimdiden görünüyor. Daha önce sağlık alanında yaşanan şiddet konusunda adım atmayan Sağlık Bakanı Bay Recep Akdağ, olayın
ertesi günü Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı ile görüştü. TTB’nin şiddet konusundaki
önerilerini aldı.
Sağlık Bakanlığı ve hastane yöneticilerinin, sağlık emekçilerinin yaşadıkları şiddet
konusundaki tavırları oldukça ibret vericidir.
Sağlık alanında yaşanan olumsuzlukları bakanlığa doğrudan bildirmek için kurulan Alo
184 SABİM Hattı ile yaşanan herhangi bir
olumsuzluk hemen bu hatta şikâyet ediliyor.
Genellikle sağlıkçılardan değil de kurumdan
kaynaklanan şikâyetleri, yalnızca kişisel olarak değerlendiren hastane yöneticileri de olayı hiç araştırmadan sağlık çalışanından savunma istiyorlar. Sağlık alanında şiddet özellikle acillerde ve gece yaşanmaktadır. Daha
çok da kadın sağlık emekçileri şiddetle karşı
karşıya kalmaktadır. Şiddet gören pek çok
sağlık emekçisi durumu, hastane idaresine
bildirdiği halde genellikle hiçbir önlem alın-
Yusuf Ziya Özcan’ı
Konya’da rahat bırakmadık
Necmettin Erbakan Üniversitesi ve Fethullah
Gülen İblisi’ne doğrudan bağlı Türkiye
Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin ortaklaşa
gerçekleştirdiği “Şehircilik ve Üniversite”
konulu konferansa konuşmacı olarak davet
edilmişti. Konya Ticaret Odası’nda gerçekleşen bu konferansa Konya Kurtuluş Partisi
Gençliği olarak biz de katıldık. Amacımız
tabii bu zatı dinlemek değil, onu protesto
etmek, Tayyipgiller’e Konya’nın dahi dikensiz gül bahçesi olmadığını göstermekti.
“Türbanı üniversitelere sokan YÖK
Başkanımız” diye kürsüye davet edilen
Özcan sözlerine başladığı anda bir arkadaşımız ayağa kalkarak “sizin üniversitelerle
ilgili söz söylemeye hakkınız yok, ben
Kurtuluş Partisi Gençliği adına konuşuyorum, üniversitelerin ticarethanelere dönüştürülmesi ve tüm üniversitelerin laiklikten
yoksunlaşması sizin döneminizde gerçekleşmiştir.” dedi. Genç arkadaşımız sözlerini
tamamlayamadan sivil polisler ve güvenlik
görevlileri tarafından grubumuza müdahale
edildi. Salondan çıkarılırken bir arkadaşımızın “bu mu sizin ileri demokrasi anlayışınız?” demesi üzerine salondan destek alkışları aldık. Salondan çıkarken de moral gücümüzü elimizde tuttuk: “Gün gelecek devran
İşçi Sınıfı, başına musallat olmuş eli kanlı sarı sendikacılardan elbet kurtulacaktır!
Bosch İşçisi artık DİSK üyesidir!
B
ursa Organize Sanayi Bölgesi’nde faaliyet gösteren Alman kökenli Bosch firmasında çalışan işçiler, bir ay önce kayıtlı oldukları sarı-gangster Türk-Metal Sendikası’ndan istifa ederek DİSK Birleşik Metal- İş
Sendikası’na üye olmuşlardı. İşçilerin, Birleşik
Metal-İş
Sendikası’nı tercih etmelerinin
önüne geçmek isteyen işveren destekli Türk
Metal Sendikası, şiddet başta olmak üzere çalışanlara karşı her türlü yönteme başvurmuştu.
Başlangıçta, sendikal tercihleri açısından
çalışanlara karşı tarafsız kalacağını açıklayan
Bosch işvereni ise kendisine taşeron olarak kullandığı Türk Metal Sendikası’nın başarısızlığın-
dan sonra bir aylık süreç içinde
asıl rengini açıktan belli ederek, Birleşik Metal-İş’ten istifa
etmeleri için işçilere baskı yapmaya başladı.
Daha önce, işçilerin işe
alınmadan bir gün önce işveren
tarafından masrafları bizzat
ödenerek Türk Metal Sendikası’na zorla üye kaydedildikleri
düşünüldüğünde,
firmanın
bu sendikayla nasıl iç içe geçtiği daha iyi anlaşılacaktır. İşverenin açık desteğiyle fabrika
içerisinde dolaşarak işçileri baskı altına almaya çalışan Türk
Metal Sendikası yöneticileri,
yasalara aykırı olmasına rağmen, işyeri önüne
Noter getirerek işçileri zorla sendikalarına üye
yapmaya dahi kalkıştı. Ancak işverenin ve ona
bağlı taşeron sarı-gangster sendikanın tüm çabalarına rağmen Bosch İşçisi sendikal tercihine
sadık kalarak, Birleşik Metal-İş Sendikası’ndan
ayrılmadı.
16 Nisan 2012 tarihinde, işçilere yönelik
baskıları kınamak ve yetkili sendika olunduğunu açıklamak amacıyla aralarında DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun da bulunduğu, Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri ve üyeleri, Nakliyat-İş Sendi-
Antalya’da “Tam Bağımsız Türkiye ve Suriye’de
Müdahaleye Hayır” eylemi.
A
B-D Emperyalistlerinin, Ortadoğu’yu
kendi çıkarları doğrultusunda yeniden
yapılandırma ve tamamen hakimiyeti altına alma projesi olan BOP çerçevesinde; halklar birbirine düşürülmeye ve aralarına nifak tohumları ekilmeye çalışılıyor. Tayyip’in, daha
düne kadar “Kardeşim” dediği Libya, Suriye,
İran gibi yönetimleri, emperyalist efendilerinin
emri doğrultusunda bir anda sattığı ve aldığı direktifler sonucunda hakkı olmadığı halde komşumuz Suriye’nin iç işlerine karıştığı ve savaş
kışkırtıcılığı yaptığı ortadadır.
Suriye’de CIA eliyle hareket eden Müslüman Kardeşler Örgütü’nün ajanlarını Hatay’da
güvence altına alarak Beşar Esad’a karşı ordulaştıran, bu hainlere en iyi imkânları sağlayan
Tayyipgiller Hükümeti, aynı duyarlılığı Van’da
yaşanan deprem sonucu mağdur olan Kürt Hal-
kına göstermemiştir.
Aynı Tayyipgiller, Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Kuvayimilliyecilerin emperyalistlere karşı kazandıkları Ulusal Bağımsızlığımızı da yok etmişlerdir.
Ülkemizde ve Ortadoğu’da oynanan bu
oyunlara karşı Kurtuluş Partililer olarak bulunduğumuz her yerde sesimizi yükseltiyoruz.
Antalya’da “Tam Bağımsız Türkiye ve Suriye ile Savaşa Hayır” sloganı çerçevesinde 20
Nisan’da saat 17.30’da bir eylem gerçekleştirildi. Eylem, Büyükşehir Belediyesinden Saat Kulesi önüne yapılan yürüyüşle başladı.
Antalya ADD’nin çağrısı üzerine bir araya
gelen, aralarında Partimizin de yer aldığı siyasi
partiler, dernekler, sendikalar, odalar yaşananlara karşı tepkilerini ortaya koydu.
Eylemde Halkın Kuruluş Partisi’nin taşıdığı
mamakta, olay basite indirgenmekte “iyi ki
canına bir şey olmadı” denmektedir. Bu da
sağlık emekçisinde çalışma isteği bırakmamaktadır.
Aynı durumun benzeri eğitim alanında da
yaşanmaktadır. Alo 147 denilen hat ile öğretmenler, veliler tarafından doğrudan bakanlığa şikâyet edilmektedir. Bu durumda, olay
araştırılmadan anında öğretmen hakkında soruşturma açılmaktadır.
Sağlık emekçisini, öğretmenini korumak
yerine olur olmaz iddialarla onları itibarsızlaştırmaya çalışan Tayipgiller hükümetinin,
halka nasıl düşmanca bir tavır aldığı son olaylar ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
Yerli-yabancı Parababalarının bir dediğini iki
etmeyen Tayyipgiller, emekçileri işsizlik ve
yoksulluk cehenneminde ezmektedir. Vatandaşı ahmak yerine koyan bu Tefeci-Bezirgân
iktidarına cevabı, Halkın Kurtuluş Partisi’nde
örgütlenen emekçi halkımız verecektir.
Dr. Ersin Arslan’ın ailesine ve tüm hekimler adına Türk Tabipleri Birliği (TTB)’ne,
Sağlık Emekçileri Sendikası (SES)’e baş sağlığı dileklerimizi iletiyoruz. 24.04.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
dönecek Tayyipgiller halka hesap verecek”
sloganı ile çıktık.
Ana haber bültenlerinde ve basın bültenlerinde geniş yer tutan protestomuz amacına
ulaştı. Halkın Kurtuluş Partisi var olduğu
sürece Tayyipgiller’e rahat nefes almak
haramdır. Bu böyle biline!
Yaşasın Demokratik Laik
Anadilde Eğitim Mücadelemiz!
Yaşasın Gençliğin
Devrimci Mücadelesi!
Yaşasın Kurtuluş Partisi Gençliği
Konya’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
kası Yöneticileri, basın açıklaması yapmak üzere işyeri önünde toplandılar. Ancak Bursa Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan işyeri önüne
eli işçi kanına bulaşmış Türk-Metal Çetesi gelerek, işverenden aldığı desteğin güveniyle, Birleşik Metal-İş Sendikası üye ve yöneticilerine
taş, sopa ve kesici aletlerle saldırdı.
Bu hain saldırgan güruh, kalabalık ve silahlı
olmasına karşın DİSK’liler tarafından püskürtüldü ve basın açıklaması işyerinin önünde gerçekleştirildi. Böylelikle gangster Türk Metal
Sendikası’nın bu saldırısı da Bosch İşçisinin kararlı tutumuyla boşa çıkarılmış oldu.
Ülkemizdeki İşçi Sınıfı mücadelesinin, sendikal hak ve özgürlüklerin önündeki en büyük
engellerden biri, hiç kuşkusuz ki işverenlerle
kaynaşmış bu tür sarı-gangster sendikalar ve
sendikacılardır. Ancak Bosch İşçisi, kararlı tutumla bu aşağılık ittifakın da üstesinden gelinebileceğini dosta da düşmana da göstermiştir.
İşçi Sınıfı için değil, Parababalarına hizmet
için var olan bu aşağılık sarı sendikalar ve sendikacılar, bu saldırının ve diğer tüm ihanetlerinin hesabını er ya da geç vereceklerdir. Biz Kurtuluş Partililerin, işçilerimizin er ya da geç en
devrimci hatta doğru yöneleceğine inancı tamdır. Yeter ki devrimci mücadeleci sendikal anlayışla İşçi Sınıfımız tanışsın.
İşçi Sınıfımıza, Birleşik Metal-İş Sendikası’na ve DİSK’e yönelik bu alçakça saldırıyı kınıyor, mücadelelerinin mücadelemiz olduğunu
bir kez daha belirtiyoruz. 18.04.2012
Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
M.Kemal ve Lenin pankartı ilgi gördü. Saat Kulesi’ne kadar, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi”, “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye”,
“Türkiye-Suriye Kardeştir” sloganları eşliğinde yürüyen kitle, Saat Kulesi önünde yapılan
basın açıklamasıyla dağıldı.
Akdeniz Üniversitesinden
Kurtuluş Partisi Gençliği
AKP’nin bir başka Rant Küpü olan
“Okul Sütü”nde daha ilk günden fiyasko
Baştarafı sayfa 24’te
Edirne’de 30, Antalya’da ise en az 50 çocuk çeşitli hastanelere kaldırıldı. Adana’da
da 24 Kasım İlköğretim Okulunda ücretsiz
dağıtılan sütten içen yaklaşık 200 öğrencide karın ağrısı, mide bulantısı ve baş dönmesi görüldü. Yine aynı şekilde, Kırıkkale
ve Sivas’ta da öğrenciler benzer rahatsızlıklarla hastanelere kaldırıldı. Toplamda 6 ilde
500’den fazla çocuk, dağıtılan sütlerden zehirlendi. Olay bununla da bitmedi. Kamuoyundan gelen süt dağıtma kampanyası sonlandırılsın tepkilerine rağmen süt dağıtımına devam edildi ve yine çocuklar aynı rahatsızlıklarla hastaneye kaldırıldı. Bu arada
örneğin İstanbul’da basına yansımayan zehirlenmeler de meydana geldi.
Diyarbakır ve Edirne valileri zehirlenmelerle ilgili yaptıkları açıklamalarda, bazı
öğrencilerin psikolojik olarak da etkilenmiş olabileceğini iddia etti. Ayrıca durum
bu vahamette olunca Tayyipgiller’in konuyla ilgili 3 bakanından açıklamalar geldi.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker ve Milli
Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, aslında sütlerin bozuk olmadığını, sorunun süte karşı
hazımsızlıktan kaynaklandığını, kampanyanın aralıksız devam edeceğini söylüyorlar.
Bir yandan da Bakan Eker, şüpheli sütlerin
piyasadan toplatıldığını belirtiyor.
Peki bay bakan, sütlerde bir sorun yok
ve sorun süt hazımsızlığıysa neredeki,
hangi şüpheli sütleri toplattınız? Hangi
şüpheyle toplattınız; bu şüphelenme nereden çıktı, çocukların yaşadığı zehirlenmenin kesinlikle süt hazımsızlığı olduğunu iddia ediyorsanız?
Diğer taraftan da konuyla ilgili olabilecek bazı kurumların temsilcileri, ODTÜ
Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Haluk Hamamcı ve Ankara Üniversitesi Süt
Teknolojileri Bölümü Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Emel Sezgin de öğrencilerin yaşadığı dramla ilgili, zehirlenme değil, süt
şekerinin sindirilememesinden kaynaklanan bir durum olduğu açıklamasını yaptılar.
Açıklamalarda dikkat çeken nokta ise, bilimsel kuruluşlar olması gereken bu kurum
temsilcilerinin bilimselliği tartışılır ifadeleri. Hamamcı, duyduğu kadarıyla çocuklarda şişkinlik, gaz ve ishal gibi belirtilerin
olduğunu, bunun da laktoz intoleransı denilen süt şekerinin sindirilememesinden kaynaklanan bir durum olduğunu söylüyor.
“Duyduğu kadarıyla”… Ciddi olması gereken bir kurumun temsilcisi olacaksın,
ama yorum ve açıklamalarını duyumlara
göre yapacaksın. Bu ne acele yahu?.. Yangından mal mı kaçırıyorsun?.. Çocukların
hayatının söz konusu olduğu bir konuda,
kamuoyunu bilgilendirmek için açıklama
yaparken duyumdan başka veri yok mu?
Emel Sezgin ne demiş?
“Verilen sütler UHT sütler. Ben bu
sütlerden zehirlenme yapabilecek bir şey
olabileceğine inanmıyorum.”
Öyle mi? Niye?
AKP size fazlasıyla güven veriyor anlaşılan. Evet, UHT süt uzun ömürlü süt,
yüksek ısıda içindeki mikroorganizmaların
öldürüldüğü süt. Ama bu sadece kutuda yazan. Sen sütün içeriğine baktın mı? Bir bilim adamı olarak çocukların zehirlendiği
sütlerden herhangi birini alıp çeşitli analizlerle bu sütün gerçekten mikroorganizmalardan arındırılmış, sağlıklı ve güvenli bir
süt olup olmadığına baktın mı? Neye, hangi veriye dayanarak-güvenerek, böyle kesin
bir yargıda bulunuyorsun?
Kusura bakmayın ama burada aklımıza
tek bir şey gelebilir, sen-siz Tayyipgiller’e
fazlasıyla güveniyorsunuz. Çünkü ortada
sütlerin ve çocukların durumuyla ilgili analiz-inceleme sonuçları olmadan kesin bir
yargıya varıyorsunuz: “Zehirlenme değil,
süt hazımsızlığı…”
Tayyipgiller’in bakanlarının aynı içerikteki açıklamalarını bir nebze anlayabiliriz.
Onlar suçüstü yakalanmanın telaşıyla her
zaman en iyi yaptıkları şeyi yapıyorlar, halkı kandırıyorlar. Ama bilim insanı olarak
siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Laktoz intoleransı diye bir rahatsızlık
vardır, evet. Süt ile alınan süt şekeri laktozun bağırsaklardan emilebilmesi için laktaz
enzimi tarafından parçalanması gerekir.
Laktaz ince bağırsak yüzeyinde bulunur.
Kimi az süt tüketen insanlarda bu enzim az
bulunabilir ya da hiç bulunmayabilir. Bu
durumda da süt sindirilemez ve sindirilmeden kalan laktoz osmotik dengeyi bozarak
bağırsak içinde sıvı ve elektrolit birikmesine neden olur. Genişleyen bağırsaklarda hareketlilik artar ve ishal ortaya çıkar. Öte
yandan serbest halde yakılmadan kalın bağırsaklara ulaşan laktoz buradaki bakteriler
tarafından fermantasyona uğratılır ve ortaya hidrojen gazı çıkar. Fazla miktardaki
hidrojen hem ishali arttırır hem de gaz ve
şişkinlik başta olmak üzere diğer sindirim
sistemi yakınmalarına yol açar.
Kısaca tanımladığımız laktoz intoleransında, yani süt hazımsızlığında en önemli
belirtilerden biri ishal gördüğümüz gibi.
Ama hastaneye kaldırılan çocuklarda ishal
olduğuna ilişkin bir bilgiye rastlamadık. İlk
gün hastaneye kaldırılan çocuklarda ateş
görüldüğü tespiti var. Ateş demek mikrop
var demektir. Vücut mikroplara karşı savaş
açar, ateş yükselir.
Zehirlenmenin bazı belirtileri, mide bulantısı, karın ağrısı gibi, laktoz hazımsızlığının bazı belirtileriyle benzeşiyor diye, ortada hiçbir analiz-inceleme sonucu olmadan bu çocuklarda zehirlenme yoktur, süt
hazımsızlığı vardır demek, bilimsel midir?
Aynı anda yüzlerce çocukta süt hazımsızlığı olması ne kadar mantıklıdır?
Bu çocuklar daha önce hiç mi süt içmemişlerdir, bilmezler mi süt içtiklerinde
karınlarının ağrıdığını?
Evet, karşınızdaki daha bir çocuktur
ama her süt içtiğinde karnının ağrıdığını,
hastanelerdeki o perişan duruma düştüğünü
hiçbir çocuk unutmaz ve süt verildiğinde en
azından, öğretmenim ben süt içtiğimde karnım ağrıyor, süt içemiyorum, diyebilir-der.
Hiçbir çocuk mu bunu dememiş? Bu kadar
çok süt hazımsızlığı yaşayan çocuk var ve
bir tanesi bile kalkıp, süt bana dokunuyor
öğretmenim dememiş ve hepsi sütü bile bile içmiş öyle mi?
Bu yersen lokantasından ancak yukarıda
adlarını zikretmek durumunda kaldığımız
sözde bilim insanları yerler.
Televizyonlarda izlediğimizde yüreklerimizi sızlatan o görüntülerdekiler, koca insanlar değildi, hepsi daha çocuktu. Bir kez
daha gördük ki, Tayyipgiller’de insan
sevgisinin, insana-çocuğa değer vermenin zerresi yokmuş. Çocuklar zehirlendikten sonra bile yaptıkları açıklamalarla kendi postlarını kurtarma derdindeler hâlâ. Çocuklar umurlarında bile değil. Onlarda süt
hazımsızlığı var nasılsa, o da geçer beyim
boş ver aldırma, milyonlarca çocuk var onlarla mı uğraşacağız, bozuk mozuk süt veriyoruz ya. İşte onların anlayışı bu…
Zehirlenmeye yol açan süt numunelerinin analizleri-incelemeleri bağımsız ve tarafsız bir kurum tarafından yapılmalı ve sonuçları kamuoyuyla paylaşılmalıdır. Rant
için çocukların sağlığını tehlikeye atanlar,
en alttakinden en tepedekine kadar cezalandırılmalıdır.
Çocuklarımızı da zehirlediniz… Bu ilk
değil, anlaşılan siz var olduğunuz sürece
son da olmayacak. Ama bizde zaman aşımı
yoktur. Acılar içinde kıvranan halk çocuklarının her bir gözyaşı damlasının hesabı
sorulacaktır. 07.06.2012
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Selam olsun Direnen Togo İşçilerine
Baştarafı sayfa 24’te
hep bir ağızdan attık.
Otoyoldan geçmekte olan
vatandaşların korna çalarak
ve el sallayarak destekleri
de görülmeye değerdi…
Çankaya İlçe Başkanı
Bayram Yoldaş’ımız, bir
konuşma yaparak, 27
Nisan’dan bu yana direnen
işçilerin sendikalı olmasının
yasal bir hak olduğunu
belirtti. Bayram Yoldaş,
direnen işçilerin örgütlü ve
bilinçli olduğunu, örgütlü
işçilerin asla yenilmeyeceğini
söyledi.
Bayram
Yoldaş, Hz. Ali’nin “Doğru
ile savaşan yenilir” sözünü
anımsatarak, işçilerin de
doğru olduğunu, işçiyle
savaşan Togo Patronlarının
da yenileceğini belirterek
konuşmasına devam etti.
Bayram Yoldaş, Togo’lu
işçi kardeşlerimizin yürüdüğü bu yolda da her zaman
yanlarında
olacağımızı
belirterek, başarılar dileyerek konuşmasını tamamladı.
Konuşmanın ardından
İşçilerle birlikte tek sıra
kortej
oluşturarak,
Togo’nun önünden duraklara doğru sloganlar eşliğinde
yürüdük.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
CMYK
CMYK
Uludere Katliamı’nın düşündürdükleri
G
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
Bolivarcı Venezüella’nın Yiğit Halkı, Yiğit Başkanı
AB-D Emperyalistlerine meydan okumaya devam ediyor!
A
AKP’nin bir başka Rant Küpü
olan “Okul Sütü”nde
daha ilk günden fiyasko
Milli Eğitim Bakanlığı ve
Sağlık Bakanlığının ortaklaşa
düzenlediği ve yaklaşık Türkiye
genelinde 7 milyon 200 bin öğrenciyi kapsayan “Okul Sütü
Akıl Küpü” adı altındaki süt da-
ğıtma projesi tam bir
fiyaskoyla başladı.
Aynı fiyaskoyla sürmeye devam ediyor.
2 Mayıs’ta Türkiye genelinde başlatılan süt dağıtımından
sonra, Diyarbakır’da
en az 3 okulda yaklaşık 200 çocuk zehirlenme şüphesiyle hastanelik oldu. Okul
yetkilileri, ilk olarak
birkaç çocuğun bayıldığını, ardından ateş,
karın ağrısı şikâyetleriyle öğrencilerin hastaneye kaldırıldığını bildirdi.
Antalya’da da çok sayıda öğrenci zehirlenme şüphesiyle
hastanelere
kaldırıldı.
Devamı sayfa 23’te
Selam olsun
Direnen Togo İşçilerine
2
7 Nisan’dan bu yana kararlı bir direniş sergileyen,
ekmekleri ve onurları için
mücadele eden Togo İşçileri er
ya da geç kazanacaktır.
TÜRK-İŞ’e bağlı Deri-İş
Sendikası’na üye olan Togo
İşçileri, daha onurlu bir yaşam
için yasal haklarını kullandılar.
Ama gel gör ki, Parababaları
kendi yasalarına dahi aykırı
davranarak işçileri işten attı.
Sendikalı oldukları için işten
çıkarılan işçiler, ODTÜ’nün
karşısındaki işyerlerinin önünde mücadelelerini sürdürüyorlar. Çevik kuvvet ekipleri, her
zamanki gibi, işyerinin önünde
hakkını arayan emekçilere
karşı, işçilerin attığı slogandan
durduğu yere kadar müdahale
ederek, Parababalarının hizmetlerinde olduklarını bir kez daha
gösteriyorlar. Direnişin başladı-
ğından 18 Mayıs tarihine kadar,
çeşitli bahanelerle işçiler üç kez
gözaltına alınmış durumda.
İnsanın hayvan yerine
konulmasına karşı çıkanların,
başta İşçi Sınıfımız gelmek
üzere diyerek kavgaya koşanların ve İşçi Sınıfı içinde sayısız
Direniş-İşgal-Grev örgütleyenlerin Partisi, Kurtuluş Partisi,
onurlu Togo İşçisini de yalnız
bırakmadı.
18 Mayıs günü, “Togo işçisi
yalnız değildir” sloganıyla
işçileri ziyarete giden biz
HKP’lileri, işçi kardeşlerimiz
coşkulu ve mücadeleyi özetleyen sloganlarıyla karşıladılar.
“Togo İşçisi Yalnız Değildir”,
“İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “Sendika Yoksa
Üretimde Yok”, sloganlarını
Devamı sayfa 23’te
B-D Emperyalistlerinin
Venezüella’da, 2002 yılında tezgâhladıkları karşıdevrim hareketinin yenilgisinin 10’uncu yılı anısına, Venezüella Halkının, dünyanın her
yerinde kutladığı “Yiğit Halk
Haftası”nı, Halkın Kurtuluş
Partisi İzmir İl Örgütü olarak,
15 Nisan 2012 tarihinde İzmir
TÜYAP Kitap Fuarı’nda düzenlediğimiz söyleşiyle kutladık.
İzmir
TÜYAP
Kitap
Fuarı’nda Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland
ve İl Başkanımız Av. Tacettin
Çolak’ın katılımı ile düzenlediğimiz “Yiğit Halk Yiğit Başkan AB-D Emperyalistlerine
Meydan Okuyor” konulu söyleşiye ilgi büyük oldu, 300 kişi-
lik salon doldu ve ayakta kalan
konuklar oldu.
Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland, kendileriyle her
zaman dayanışma içerisinde
olan Halkın Kurtuluş Partisi’ne
ve üyelerine teşekkür ederek
başladığı konuşmasında; Venezüella’nın Yiğit Halkı ve Yiğit
Başkanı’nın el ele vererek Emperyalist çakalları nasıl bozguna uğrattıklarını ve bununla birlikte Venezüella’nın uluslararası alanda kazandığı saygınlığı
ve bu zaferle birlikte dünya çapında tüm halkların yol göstericisi ve umudu olduklarını aktardı.
Devamı sayfa 10’da
Sağlıkta Dönüşüm, sağlıkta şiddeti azdırıyor…
1
Dr. Ersin Arslan cinayetinin
sorumlusu Tayyipgillerdir!
7 Nisan günü Gaziantep
Devlet Hastanesinde, Göğüs
Cerrahı Dr. Ersin Arslan,
17 yaşındaki bir genç tarafından
bıçaklanarak hayatını kaybetti.
Cinayeti işleyen gencin 80 küsur yaşındaki dedesini Dr. Ersin Arslan geçen ay içinde
ameliyat etmişti. Ciddi bir
operasyon başarıyla tamamlamasına rağmen, hastanın
genel durumu daha fazla yaşamasına olanak tanımadı.
Bu saldırı olayı Sağlık
alanında yaşanan şiddeti daha
gözle görünür hale getirdi.
Son on yıldır Tayyipgiller hükümetlerinin uygulamaya çalıştıkları sağlıkta dönüşüm
politikaları, sağlık alanında
şiddeti artırdı. Sağlık alanın-
da yaşanan tüm olumsuzlukları,
sağlık emekçilerine yükleyen hükümet, sağlıkçıları halkın gözünde küçük düşürücü söylemlerde
Devamı sayfa 23’te
Yusuf Ziya Özcan’ı
Konya’da rahat bırakmadık
Tayyipgiller’in
YÖK’teki
temsilcisi Yusuf Ziya Özcan’ı
geldiği Konya’da protesto ettik.
O Yusuf Ziya Özcan ki, YÖK
Başkanlığı yaptığı dönemde türbanı üniversitelere sokan zattı.
Harçlara yüzde 500 zam yapmak
istemiş, kamuoyunun baskısı
nedeniyle yapamamıştı. Bunun
yerine 2014-2015 eğitim-öğretim
yılında geçerli olmak üzere kredi
başına katkı payı uygulaması ile
yüzde 300’lere varan zamlı harç
sistemini kabul etti. Yani alttan
3’ten fazla ders bırakana veya
okul uzatanlara yüzde 300 zam
geliyor.
O Yusuf Ziya Özcan ki, üniversiteye hazırlanan binlerce
öğrencinin ve onların velilerinin
emeğinin, parasının, hakkının
gasp edildiği şifre skandalında
emrindeki ÖSYM Başkanını
görevden almayarak, hırsızlığa
sahip çıktı.
O Yusuf Ziya Özcan ki “fırsat
eşitliği” adı altında kat sayı farkını yok seviyesine getirerek İmam
Hatip Liselilerin (İHL) bütün
üniversitelere girmesini sağlayan
zattı. Hangi bir suçunu sayalım…
Efendileri gibi bu ülkeyi
Ortaçağın karanlığına götürmek
için canla başla çalıştı. Başarılı
da oldu. Bu başarılarının ödülünü
de Polonya Büyük Elçiliğine atanarak aldı. Hem de Dışişleri
Bakanlığının teamüllerini bozarak. Teamül olarak Dışişleri
Bakanlığı, diplomatları bakanlık
personeli içerisinde çekirdekten
yetiştirir. Yusuf Ziya Özcan dışişleri bakanlığı personeli olmamasına rağmen, efendileri tarafından büyükelçi yapıldı.
Yusuf
Ziya
Özcan’ın
Konya’ya gelmesine dönecek
olursak; Yusuf Ziya Özcan
27.04.2012 tarihinde Konya
Büyükşehir
Belediyesi,
Devamı sayfa 23’te
eçen yıl sonunda 28 Aralık’ta 34
Kürt vatandaşımız hava akınıyla
katledilmişti, malum. Bu Katliam’ın
sorumlusu bir türlü ortaya çıkmamıştı. Ancak genel gidiş neyin ne olduğunu bizce
ortaya koyuyordu zaten. TayyipGül durumu gizlemek için ıkınıp sıkınıyordu. Bu
hallerinden bazı önemli bilgileri sakladıkları besbelliydi. Bizce yapılan katliam,
uzun süreden beri uygulanan Türk ve Kürt
Halkları arasına nifak sokma çabalarından
biriydi. İstihbaratsa, tabiî ki ABD tarafından verilmişti. Elde yeterli bilgi olmadan
böyle düşünmüştük.
Nihayet, Amerikan Wall Street Journal gazetesi durumu bir nebze aydınlığa
kavuşturdu. İlk bilgiyi ABD’nin insansız
uçağı Predatör aktarmıştı buna göre. Şöyle deniyordu gazetede:
“Resmi yetkililer, insan ve yüklü
Uludere güneyinde sınır ötesinde meydana gelen olayda, ilk görüntünün ABD
İnsansız Hava Aracından (Predatör) verildiği iddia edilmektedir.
“2. Haber gerçeği yansıtmamaktadır. Olayda grubun ilk görüntü tespiti
Türk Silahlı Kuvvetlerine ait İnsansız
Hava Aracı tarafından yapılmıştır. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiler olayı inceleyen
makamlara
gönderilmiştir.”
(http://www.tsk.tr/3_basin_yayin_faaliyetleri/3_1_basin_aciklamalari/2012/ba_03.h
tm)
Tayyip ise işi sulandırıp bulandırıp kafalarda karışıklık yaratmayı düşünmüş olsa
gerek, gazete tarafından aktarılan bilgiyi
yalanlayarak, “Uydurmadır”, “Bu açıklama seçime girecek Obama’yı zora sokmak için yapılmıştır” dedi (ABD sevgisine bakın!).
Uludere Katliamı sonrasında yaşanan acı… İçişleri Bakanı idris’in deyişiyle
“Figüranlar”ın yanık bedenleri battaniyelere sarılı...
hayvanları saptayanın ABD Predatör
insansız uçağı olduğunu ve ABD’li subayların Türkiye’yi uyardığını söylediler.”
“ABD Savunma Departmanı (Pentagon– Kurtuluş Yolu) tarafından The Wall
Street Journal’a yapılan iç değerlendirmeye göre ABD uçağı grubun hareketlerini rapor ettikten sonra saldırı yapıp
yapmama kararını Türk askeri yetkililerine bırakarak uzaklaştı.” (Wall Street
Journal, 16 Mayıs 2012)
ABD, saldırı ile ilgili istihbaratın kendileri tarafından verildiğini açıklıyordu.
Bu açıklamanın aslında ABD’yi aklamak
için yapıldığı ortada. Buna rağmen TayyipGül bu açıklamadan aşırı rahatsız oldu.
Çünkü yalanları, zaten ortada olan Amerikan Uşaklıkları, bu kez böyle kanlı bir
olayla ortaya çıkmıştı. TayyipGül önce
olayı Tombalak Paşa’ya yalanlattı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından 17 Mayıs
2012’de yapılan açıklama şöyleydi:
“1. Bazı basın yayın organlarında,
bir yabancı gazeteye dayanarak verilen
haberlerde, 28 Aralık 2011 tarihinde
Kamuoyu bu yalanları yutmadı tabiî.
Taraf Gazetesi bile “Zorda olan sensin
aslanım” manşetiyle Tayyip’i makaraya
aldı ve “Asıl zorda olan katliamın hesabını hâlâ veremeyen kendisi” diyerek
sürdürdü yazısını. (Taraf, 19 Mayıs 2012)
Taraf’ın dayanağı ABD’li yetkililerin
yeni açıklamalarıydı. Wall Street Journal
da haberinin arkasında duruyordu. Wall
Street Journal’ın haberi ve Genelkurmay
ile Tayyip’in gerçekleri yalanlaması üzerine Pentagon Basın Sekreteri George E.
Little sahneye çıkarak şu açıklamalarda
bulundu (Wall Street Jornal’dan aktarıyoruz):
“Washington –28 Aralık 2011’de
Türk savaş uçaklarının Roboski köyünü
(Ortasu köyü – KY) bombalaması sonucunda 34 sivil Kürt’ün öldürülmesi olayında Wall Street Journal’ın Türk Ordusu’na istihbaratın Amerikan insansız
uçakları tarafından aktarıldığını bildirmesi üzerine, ABD Savunma Bakanlığı
Basın Sekreteri George E. Little soruları cevapladı.
Devamı sayfa 22’de

Benzer belgeler

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız İşte o gün, alayı nedamet getirecek bu korkakların. Buna inancımız her geçen gün artarak devam ediyor, edecek! 15.04.2012

Detaylı