55.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

55.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Parababalarının
Seçim dedikleri şey
bir Alicengiz oyunudur
YIL: 6 • SAYI: 55 24 TEMMUZ 2011
Burjuva demokrasisinin sihirli
kutusu: “Sandık”
1 Seçimler” yapıldı.
2 Haziran 2011 tarihinde Türkiye’de “Genel
Biçimsel bakımdan burjuva demokrasisinin
olmazsa olmazı: “iktidarlar sandıktan çıkmalıdır” demagojik formalitesi yerine getirildi. Sanki tüm sınıfların özgürce kitle örgütlerini, sendikalarını ve partilerini kurmaları ve eşit malî olanaklarla halklarımızın karşısına çıkmaları sağ-
lanmış gibi bir hava estirildi. Seçim yalanıyla
halklarımız kandırıldı. Zaten burjuva demokrasisinde (daha açık ifade edersek burjuva diktatörlüğünde, daha da net söylersek, burjuvaların
bile sınıf olarak tamamının değil, en zenginlerinin oluşturduğu Parababaları zümresinin diktatörlüğünde) seçim demek, halkı “Sandık” yalanıyla kandırmak demektir. Bu, bütün gelişmiş
Batılı Kapitalist ülkelerde de aynen böyledir.
Örneğin, ABD’de siyahî bir başkan adayının
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
sandıktan çıkması için Parababaları her şeyi
yaptı. Obama seçildi. Tüm halklara bu bir devrim olarak sunuldu. Demokrasinin ne kadar faziletli bir sistem olduğunun propagandası yapıldı.
Bush gitti, Obama geldi. ABD Emperyalistlerinin programlarında en ufak bir değişiklik,
bir aksama oldu mu?
Irak’tan, Afganistan’dan kuvvetlerini çekeceğini vaat ederek gelen Obama, tam tersine Afganistan’a yeni kuvvetler gönderdi. Bugünlerde
NATO maskesi altında Libya’yı bombalıyor.
Yani “Sandık” böylesine bir aldatma aracından
ibarettir, demokrasicilik oyununda.
Medya artık Birinci Kuvvettir
Türkiye’ye dönersek:
Ülkemizde yukarıda sözünü ettiğimiz eşitsiz
koşullar giderilse bile (ki bu mümkün değildir)
yine de seçimlerde eşitlik sağlanmış olmaz.
Çünkü yerli-yabancı Parababalarının onay
vermediği bir parti, medyada hiç yer almazken
Parababaları partileri, özellikle de iktidar partisi, tüm yazılı ve görsel medyayı ele geçirmişse
buna, halk özgür iradesiyle oy kullandı, denilebilir mi?
Elbette denilemez…
Devamı sayfa 14’te
2
Simon Bolivar’ın 200 yıl önce yaktığı
Özgürlük Meşalesi Hugo Chavez Yoldaş’ın
elinde dünyayı sarıp sarmalıyor
00 yıl önce Simon Bolivar ve öğretmeni General Miranda tarafından
yakıldı özgürlük meşalesi o
günkü sömürgenlere karşı.
Bugün o meşale Venezüella’da Chavez Yoldaş’ın ellerinde daha da harlanarak,
ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin ve yerli uşaklarının zulmüne karşı halklara
umut, moral, cesaret oluyor.
AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri ne yapsalar ne
etseler önleyemiyorlar Yiğit
Venezüella Halkının Yiğit
Önderi Chavez Yoldaş’ın önderliğinde yükselen Özgürlük
ve Sosyalizm mücadelesini.
Simon Bolivar’ın Latin
Amerika Halklarının birleşik,
güçlü, tek bir ülke idealinin
tüm Latin Amerika’yı sarıp
sarmalaması, çıldırtmakta
Emperyalistleri. Özgürlük ve
Sosyalizm Mücadelesinin önderlerine karşı girişilen karşıdevrimler, suikast girişimleri
Venezüella Halkı ve Ordusu
tarafından püskürtüldü, şimdi
de Chavez Yoldaşın kanser
hastalığından medet umuyorlar, emperyalist haydutlar.
Chavez Yoldaş, Kübalı
Doktorların mahir elleriyle bu
hastalığı da yeneceğini haykırdı tüm dünyaya ve Dünya
Halklarının umudu bir kez daha harlandı
“Kanser Düzeni”ne karşı
mücadeleye boylu boyunca
dalanları, insanlığın kurtuluş
mücadelesine tüm varlıklarını
adayanları, dünyada durduracak hiçbir güç yoktur. Marks,
Engels, Lenin, Kıvılcımlı,
Bolivar, Miranda, Che, bedence aramızda yoklar ama
onlar hâlâ insanlığın kurtuluş
mücadelesinde yol göstermeye, ışık olmaya devam ediyorlar. O yüzden AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler
boşuna sevinmesinler, Chavez Yoldaş’ın ve Venezüella
Halkının ellerinde harlanan
Özgürlük Meşalesi hiçbir zaman sönmeyecek.
Latin Amerika’da harlanan özgürlük meşalesinin sıcaklığını ve aydınlığını Halkın Kurtuluş Partisi taşıyor bu
topraklara. Venezüella’nın
önemli her gününde birlikteyiz Venezüellalı Yoldaşlarla.
Her türlü katkıyı sunmayı dev-
Devamı sayfa 6’da
FİYATI: 50 Kr
Kurtuluş Partisi Clinton’ın Türkiye’ye gelişini protesto etti
İnsanlık dışı emellerinize
ulaşamayacaksınız!
Ankara
A
BD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD’nin aşağılık planları için
ülkemize geldi. Onların bu planlarını ve işbirlikçilerini teşhir etmek için
Kurtuluş Partisi olarak eylemler gerçekleştirdik.
İstanbul’da 15 Temmuz’da saat
14.00’da Taksim Travmay Durağında,
Ankara’da ise 16 Temmuz’da saat
14:00’da ABD Büyükelçiliği önünde bir
basın açıklaması gerçekleştirdik.
Kurtuluş Partililer olarak haykırdık:
Libya, Ortadoğu ve Afrika Halklarının
zenginliklerini sömürmek için yaptığınız
tüm bu çabalar, katliamlar boşuna. Tarihin
akışını engelleyemeyeceksiniz ve yarattı-
Başyazı
ğınız bu kaosta boğulacaksınız!
Eylemde sık sık; “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri gibi gidecekler”,
“Libya Halkı Yalnız Değildir”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarımızı
haykırdık.
İstanbul ve Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Kurtuluş Partisi’nin “Halkların
kaderleri kendi ellerindedir!”
başlıklı Basın Açıklaması sayfa
2’dedir.
Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa
Paşa’nın torunlarından oluşan heyetleri;
hukukçu-adalet dağıtıcı-mahkeme sayanlar
ya gafildir ya hain!
P
eki kimdir bunlar? Bunun cevabını, yılNitekim H. Avcı, kitabının yayımından
larca emniyet istihbaratının başında bu- birkaç ay sonra dediğine uğradı. Ve hâlâ da
lunmuş, deneyimli, zeki polis şefi ya da içeridedir. Artık onun da kaderi, Silivri ve
emniyet müdürü Hanefi Avcı çok net biçim- Hasdal zindanlarında tutsak olan namuslu
de vermektedir, “Haliç’te Yaşayan Simon- yurtseverlerinkiyle birleşmiştir. Ve öyle görülar” adlı ünlü kitabında:
nüyor ki yıllarca yataBunların bir bölümü
caktır burada, yani Sidoğrudan cemaatin adalivri’de.
mıdır. Görev yaparken
H. Avcı’nın zindaemri yasalardan değil,
na tıkılmasına gerekçe
bağlı oldukları Cemaatin
gösterilen yani ona isimamından alırlar. Bir
nat edilen suça eşekler
bölümününse Cemaatin
bile güler. Ve onun bu
elinde görüntülü kaseti
işi yapacağına inanvardır. Dolayısıyla bunmaz.
lar da Cemaatin tutsağı
Adam, uzun mesdurumundadır. Ve Celek hayatının tamamını
maatin adamlarının dediantikomünist mücadeğini yapmak mecburiyeleyle-devrimci örgüttindedir.
lerle mücadeleyle geYine H. Avcı, Ceçirmiş. “Çiftehavuzmaatin emniyette ve adlilar Operasyonu” gibi
Fethullah Gülen
yede sıkıca örgütlendiğicaniyane katliamlara
ni, Ergenekon adı verilen bu davanın bunlar katılmış, onları yönetmiş biri. Üstelik de mesaracılığıyla yürütüldüğünü söylemektedir.
lek hayatının hemen tamamında (son birkaç
Üstelik şunu da söylemektedir: Bunları aylık bölümü hariç) Fethullah Gülen Cemaayazdığım için ben de aynı gücün saldırısına ti’nin örgütlerine katılmış, F. Gülen’in konfeuğrayacağım. Bunu da biliyorum. Fakat bunu ranslarını dinlemiş, onu her düzeyde önder
da göze aldım.
Devamı sayfa 12’de
2
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Halkların kaderleri kendi ellerindedir!
Emperyalistler! İşbirlikçiler!
Ne “Büyük Ortadoğu Proje”niz, ne
“Genişletilmiş Ortadoğu Proje”niz, ne de
“Yeni Sevr” planınız asla hayat bulmayacak!
BOP’unuz, GOP’unuz ve Yeni Sevr
Planınızla birlikte sizi er geç Tarihin çöplüğüne göndereceğiz!
Geçmişte planlarınızı, projelerinizi yırtıp
attık, tarihin çöplüğüne gömdük. Bugün de gömeceğiz. Bunu unutmayın!
Kardeşler!
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ülkemizde, güzel İstanbul’umuzda. Az ötemizde…
Niye geldi Clinton?
Görünürdeki neden: “Libya Temas Grubu
4’üncü Dönem Toplantısı”.
Yani Libya’nın seçilmiş yöneticilerini devirmek, Libya Halkının iradesini çiğnemek
için geldi.
Ama asıl neden, “Füze kalkanı Projesi”ni
Türkiye’ye kabul ettirmek, Suriye ve İran hakkındaki aşağılık planlarını hayata geçirmek
için Türkiye’ye yeni emirlerini vermek! Başka
hiçbir şey için değil.
Nedir bu emirler?
Bildiğimiz gibi BOP’un en büyük amacı,
Ortadoğu’yu ve hatta Afrika’yı bu Proje’yle
birlikte yeniden dizayn etmek, ABD’nin, dünyayı “bin devletli” bir hale getirmek amacının
bir parçası olarak işlev görmektir.
Emperyalistler bir yandan NATO şemsiyesi altında, kardeş Libya Halkını 118 gündür gece gündüz, asker sivil demeden bombalıyorlar.
Günlerdir süren bu bombalama esnasında şu
ana kadar 1.100’den fazla sivil hayatını kaybetti. Amaç yukarıda da söylediğimiz gibi,
Libya’nın seçilmiş yöneticilerini devirmek,
kendilerine bağlı ajanlaştırılmış Libya muhalefetini iktidara getirmek…
Hatırlayacağımız gibi, Başbakan Tayyip,
bir zamanlar Libya Lideri Kaddafi’ye
“Kardeşim” diye hitap ediyor, aralarından su
sızmıyordu. Ama ne zamanki ABD’den ve
NATO’dan emir geldi: Libya’yı bombalayın!
diye, anında çark etti Tayyip. Başlangıçta, “e
işimiz var Libya’da” diyen Tayyip ve emrindeki hükümet, daha Tezkere kararı çıkmadan
savaş gemilerini Libya’ya gönderdi. Ve şu anda da en büyük askeri güç Türkiye’nin, Libya
operasyonunda…
Bunlar böyledir!
Dün “Kardeşim” diye hitap ettikleri insanları bir çırpıda satıverirler. Aynen Libya’da
Kaddafi’ye, Suriye’de Beşar Esad’a, İran’da
Ahmedinejad’a yaptıkları gibi…
Niye satarlar, niye söylediklerini yalayıp
yutarlar bir anda?
Çünkü emir büyük yerden gelmiştir! Emir
ABD’den gelmiştir!
O ABD ki, kendilerini iktidara getirendir,
“kendilerini lağım deliğinden süpür”ecek olandır!
O yüzden onlar dün söylediklerini bugün
hiç ağızlarına bile almazlar-alamazlar.
Bildiğimiz gibi Tayyip ve Partisi AKP,
üçüncü kez seçim kazandı. Türkiye
Halklarının oylarının yüzde 50’sini alarak iktidara geldi.
İstanbul
Bu seçim “başarısı”nın sırrı nerede?
Bir; AB-D Emperyalistlerinin açık desteğinde;
İki; Mazlum, kandırılmış, saf halklarımızı
din iman sömürüsü yaparak, Allah’la aldatmayı başarmalarında.
Seçimi açık farkla kazandırılan Tayyip için,
artık o kazancın diyetini ödetmek zamanı geldi.
Clinton, tam anlamıyla teslim almaya geliyor Tayyip’i.
Libya’da
ajanlaştırılmış,
AB-D
Emperyalistlerinin uşağı, kölesi haline gelmiş
muhalefeti destekle;
Suriye’de Esad’ı gözden çıkardık, bunun
şartlarını oluşturmamda bana hizmet et;
Füze Kalkanı Projesi’ni hayata geçireceğim ve böylece İran’a karşı kesin hâkimiyetimi
sağlayacağım. Bu konuda da emirlerimi yerine
getir.
Ya sonuçları?
Onlar için Tayyip’in ve TC’nin düşeceği
onursuz durumun hiçbir önemi yoktur. Yeter ki
kendi aşağılık sömürü, vurgun, soygun, talan,
katliam planları hayata geçsin…
Vurulan ve vurdurulan, katledilen, yeraltı
ve yerüstü servetleri AB-D Emperyalistlerinin
eline geçen ülkeler Müslümanmış, din kardeşiymiş, Müslümanların kutsal Ramazan ayıymış, yapılan gerçekte bir Haçlı Seferi’ymiş;
bunların hiçbir önemi yoktur…
Füze Kalkanı Projesi demek, Türkiye’yle
İran’ın arasının kesin olarak açılması demektir.
Ama ne önemi var Emperyalistler için.
Emir yerine getirilecektir!
Yoksa?
Yoksa işte “lağım deliği!” Sen bilirsin!..
Bu
yüzden
Tayyipgiller,
AB-D
Emperyalistlerinin taşeronlarıdır, kuklalarıdır.
Onlar ne derse, o olur. Seçme hakkın, belirleme hakkın yoktur.
Değerli Basın Emekçileri! Kardeşler!
Milliyet Gazetesi bugünkü haberinin başlığı: “Libya’nın kaderi İstanbul’da”.
Oysa biz biliyoruz ki en temel haklardan
bir
tanesi,
ki
Birleşmiş
Milletler
Anayasası’nda da böyle yazar: “Ulusların
Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”dır.
Kim, hangi hakla bir başka ulusun kaderini
tayin etmeye çalışıyor?
Ama ne yazık ki, bugün içinde bulunduğumuz gerçeklik.
AB-D Emperyalistleri dünyayı babalarının
çiftliği gibi görüyorlar ve babalarının çiftliğini
yönetir gibi yönetiyorlar dünyayı.
ABD Planları bir bir uygulamaya konulmaya çalışılıyor: BOP, GOP, Yeni Sevr diyerek…
“Büyük Ermenistan Projesi” denerek…
“Büyük Kürdistan Projesi” denerek…
Bu “Proje”lerin hiçbirisi halkların çıkarlarına hizmet etmiyor etmeyecek! Sadece AB-D
Emperyalistlerinin aşağılık çıkarlarının hayata
geçirilmesine hizmet edecek.
Ama bu “Proje”ler, bu “Plan”lar sökmeyecek!
Tarih, mazlum ulusların, mazlum halkların
bir gün, ama mutlaka bir gün efendilerinin kölelik zincirlerini kırıp, kendi kaderlerini ellerine aldıklarının onlarca örneğiyle doludur.
İşte Latin Amerika, ABD’nin arka bahçesi
olmaktan çıktı. Şimdi orada Sosyalizm rüzgârları esiyor. Latin Amerikalı liderler, Başkan
Chavezler, Moralesler ABD’nin kâbusu olmaya devam ediyorlar.
Küba ve Halkı, Fidel’in ve Raul’un önderliğinde, Che’nin yol göstericiliğinde ABD’nin
ablukasına rağmen onlarca yıldır direniyor ve
kazanıyor.
Yarın Ortadoğu’da da, Afrika’da da ve dünyanın her yerinde de kazanan, Direnen Halklar
olacaktır!
AB-D
Emperyalistleri
Yenilecek,
Halklar Kazanacaktır!
Clinton! İşbirlikçi Liderler!
Halklar aleyhine kararlar almaktan vazgeçin! Halkları bombalamaktan, aralarına nifak
sokmaktan, bölüp parçalamaktan vazgeçin!
Tarihin hükmüne karşı duramazsınız.
Yenilmeye mahkûmsunuz!
Bizde zaman aşımı yoktur!
Bizde insanlığa karşı işlenmiş suçların
affı yoktur!
Bilin ve unutmayın!
15.07.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Selam Olsun Bizden Önce Geçene
Selam Olsun Savaşırken Düşene
Recep Vurmuş
1973-22.05.2007
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
Mehmet Eker
1957-20.07.2006
Tayyipgiller’in Yargı’yı teslim alma operasyonundan sonra AKP’nin
Hukuk Bürosu’na dönüştürülen HSYSK göreve devam ediyor…
Özel yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanı Köksal Şengün sürgün edildi0
S
öze girerken hemen belirtelim ki, “Özel gılananlarla ilgili tahliye kararı veren yargıçlarYetkili Ağır Ceza Mahkemesi” falan fi- dan Oktay Kuban, Ercan Çanak, Zafer Başkurt,
lan… Hepsi yalan… Bu mahkemeler, geç- M. Faik Saban, Yılmaz Alp, Tuncay Aslan da
mişin DGM’lerinin (Devlet Güvenlik aynı kaderi paylaşmıştı. Son günlerde, önüne
Mahkemesi) isim değiştirmiş halidir. Bir başka gelen dosyalarla ilgili Tayyipgiller’i rahatsız
anlatımla Tayyipgiller Hükümeti, Batılı eden muhalefet şerhleri yazan 11. Ağır Ceza
Emperyalistlerin halklarımızın gözünü boya- Mahkemesi’nin Başkanı Şeref Akçay’ın da
mak için başvurduğu bir hile ile eski DGM’lerin önümüzdeki günlerde aynı kaderi paylaşması
adını “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”ne kuvvetle muhtemeldir...
dönüştürmüştür.
Tabiî bu arada Anayasa’nın 138, 139 ve 140.
Bu mahkemelerde de (DGM’lerde olduğu maddelerinde düzenlenen ve Tayipgiller’in dahi
gibi) polis fezlekeleri iddianameye dönüşür... ileride işimize yarar düşüncesiyle dokunmadığı
Önce kişiler gözaltına alınır sonra kanıtlar top- “HÂKİMLİK VE SAVCILIK TEMİNATI”nın,
lanır… Daha doğrusu gözaltına alınan şüpheli- yani hakim ve savcıların serbestçe hukuka ve
lerin suçluluklarını kanıtlamak yerine şüpheli- vicdani kanaate göre karar vermesi ilkesinin
den suçsuzluğunu kanıtlaması istenir... Ceza yok edildiği malumdur. Diğer bir deyişle, söz
yargılamasının temel prensiplerinden olan “de- konusu AKP ise “Hukuk” da “Vicdan” da teferlilden sanığa gitme”
ruattır, yok edilmelikuralı yok sayılır,
dir!
“sanıktan delile” gidiBu sürgün bir kez
lir. Hatta yeri gelir,
daha göstermiştir ki;
delil
uydurulur.
Ta y y i p g i l l e r
Polisin takdiriyle “orH ü k ü m e t i ,
ganize-örgütlü suçBeşiktaş’ta kurduğu
lar” kapsamına sokuemrut
Mustafa
lup bir kez gözaltına
Paşa
Divanı’nda
alındın mı, artık 24
çatlak ses istemiyor.
saat kimseyle (avukaBunlar için hak-hutınla dahi) görüştürülkuk-adalet sadece
mezsin… Emniyette
kendileri için vardır.
“susma hakkını” kulEğer yargı kendilerilanacağım desen dahi
nin denetiminde degözaltı süresi savcı
ğilse; “kendini milli
tarafından uzatılır...
iradenin üstünde göKöksal Şengün
Gözaltında en fazla üç
ren, seçilmişlere kan
avukatın hukuki yardımından faydalanılabili- ağlatan bir kurum”dur. Geçmişte Anayasa
nir… Avukatlar ise dosyadaki “gizlilik kararı” Mahkemesinin, Danıştayın, Yargıtayın ve
nedeniyle genellikle dosyayı inceleyemeden HSYK’nın kararlarına karşı yaptıkları saldırgan
“savunma” yaparlar... Yargılamaların TUTUK- açıklamalar hatırlanacaktır. Yargıyı kendi hukuk
LU yapılması istisna değil kuraldır, bir kere tu- bürolarına dönüştürdükten sonra ise “bağımsız
tuklandın mı birkaç seneden önce tahliye olabi- yargının işine karışamayız” derler…
lirsen büyük “şans”lısındır. Yargılama aşamaBu son hamleler, AB-D Emperyalizmi ve
sında dahi, dosyadaki delillerin tamamı savun- yerli satılmışlar cephesinin, Yeni Dünya Düzeni
ma avukatlarına gösterilmez…
ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkemizdeki uyGeçmişte tüm bu hukuk katliamları gulanışında, kendilerine direnç noktası olabileDGM’ler eliyle, devrimcilere karşı onlarca defa cek, bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist,
işletilmişti.
laik, Mustafa Kemalci kesimlerin yıldırılması,
Daha pek çok hukuk gasplarını burada sıra- susturulması ve teslim alınması sürecinin birer
lamak ancak örnekleri çoğaltmak ve yerimizi parçalarıdır.
daraltmaktan başka bir işe yaramaz. Böylesine
Bu aşamaya gelene kadar yukarıdaki değerantidemokratik ve insan haklarını hiçe sayan bu leri savunan Basını, Üniversiteleri, Orduyu yılmahkemelerde hasbelkader göreve gelmiş ve dırıp teslim aldılar. Sıra, yargının teslim alınmaiktidarın beklentilerinin dışında kararlar veren sına gelmişti ve yine yukarıda belirtildiği gibi,
yargıçlar ise anında cezalandırılmaktadır. referandumdan sonra da Yargının teslim alınmaKöksal Şengün’ün başına gelenler de bunun bir sı süreci tamamlanmış oldu. Böylece geçmişte
parçasıdır.
kendileri ile ilgili iddianame hazırlamış, yargıBilindiği gibi, 12 Eylül 2010’da yapılan lama yapmış, ceza kararları vermiş yargıç ve
Anayasa değişiklikleriyle AKP’nin yargı, özel- savcılardan da intikam almaya geldi sıra. Örnelikle Yüksek Yargı üzerindeki denetimi iyice ğin AKP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla “irpekiştirildi. Biz buna YARGI’I AKP’İ ticai faaliyetlerin odağı haline geldiği” tescilleHUKUK BÜROLARIA DÖÜŞTÜRÜL- nen davanın iddianamesinin hazırlanmasında
MESİ demiştik. Süreç tam da bu tespit doğrul- katkıda bulunan Yargıtay Savcıları da sürgüne
tusunda gelişti. Yargı’yı ele geçirme (teslim al- gönderilmişti, Yaz Kararnamesi’yle.
ma) planı adım adım uygulanarak, ilkin
Bu teslimiyet o kadar ileri boyutlara vardıHSYK’nın yeni yapısı oluşturuldu ardından da rıldı ki, görevi yürütmenin işlemlerinin hukuka
kendi yandaşlarını Danıştay ve Yargıtay’a dol- uygunluğunu denetlemek olan Danıştayın yeni
durarak buraların Başkanlarını da ilk turda seç- seçilen Başkanı; “Bizim yürütmeyi incitecek
tirdiler.
bir kararımız olamaz” diyerek, yürütme ile
Sıra, yerel mahkemelerdeki, yargının (iktidarla) birlikte davranacaklarını açıklamakAKP’nin hukuk bürosuna dönüştürülmesine tan çekinmemektedir. Maalesef bu pervasız ve
karşı çıkabilecek namuslu, dürüst, insan hakla- bir hukukçu olarak utanılacak sözleri, önümüzrına saygılı yargıçlardan kurtulmaya geldi. deki günlerde yapılacak yeni Anayasa ile birlikKöksal Şengün ise AKP’ye karşı böyle bir mü- te daha da fazla duymaya başlayacağız.
cadele yürütmüyordu bile… Buna rağmen
Ancak Kurtuluş Partili Hukukçular olaBolu’ya sürülmüştür. K. Şengün. Bunlar için, rak, bir kez daha ilan ediyoruz: Toplumumuzu
kendilerine karşı doğrudan bir mücadele yürüt- hızla Ortaçağın karanlığına doğru çekmek istemek gerekli de değildir. Kendilerinden yenler erken bayram etmesinler...
(Cemaatten, Tayyipgiller’den) değilsen sürgün
Bu ülke, Batılı Emperyalistlerin ve onlarla
vb. cezalar için yeterlidir durumun…
işbirliği yapan Saltanat ve Hilafet özlemcisi
Peki, K. Şengün’ün suçu neydi?
Ortaçağcıların açık işgallerine karşı, (tam da işGörünürdeki, açıkladıkları suçu; yıllar önce lerini bitirdik dedikleri anda) verilen şanlı mügündeme getirilen, “Yargıtay üyeliği vaadiyle cadelelerle işgalden kurtarıldı. Hain, işbirlikçi
Ergenekon davasında çeşitli sanıkların tahliye Osmanlı yöneticilerine imzalattıkları Sevr
edilmeleri yönünde oy kullanma” iddiasıyla Antlaşması dört yıllık bir zorlu savaşın sonunda
açılmış bir soruşturma.. Yıllar önce ortaya atıl- parçalanıp yüzlerine nasıl fırlatılıp atıldıysa, aymış bu iddiadan dolayı şimdiye kadar bir karar nı güçlerin bugün de ülkemize dayattığı Yeni
verilmeyerek beklenmesi, uygun zamanın kol- Sevr hevesleri aynı kararlılıkla ve inançla kurlandığını açıkça göstermektedir. Nitekim tam da saklarında bırakılacaktır. Bunun adı da: İkinci
Tayyipgiller için en uygun zamanda bu karar Kurtuluş Savaşı’dır…
alınmıştır.
Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır.
Gerçekteyse O’nun suçu; “Ergenekon” Halklarımızı uyandıracak, örgütleyecek ve bu
Davası’ndaki bir kısım sanıkların tahliye edil- emperyalist hayâsızca akına karşı ordulaştırameleri, özellikle de milletvekili seçilen Mustafa rak, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıraBalbay ve Mehmet Haberal’ın tahliyesi yönün- rak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır.
de oy kullanmaktır.
15/07/2011
Benzer kararlar veren yargıçların da sonu
böyle olmamış mıydı?
Kurtuluş Partili Hukukçular
“Ergenekon” ve “Balyoz” davalarında yar-
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’nın Kocaeli Kitap Fuarı’ndaki Konuşması:
3
Güneş balçıkla sıvanamaz:
27 Mayıs Politik bir devrimdir!
Değerli konuklar,
. Kocaeli Kitap Fuarı’nda, Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu olarak düzenlediğimiz, “27 Mayıs Politik Devrimi’nden
Bugüne Türkiye ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu panelimize hepiniz hoş geldiniz.
27 Mayıs 1960 Politik Devrimi, nispi de
olsa demokratik kazanımlar getiren önemli
bir ilerici harekettir. Bugün biz 27 Mayıs’ı,
“Büyük Ortadoğu Projesi”ni ve ülkemizin
bugün içinde bulunduğu, götürülmekte olduğu Yeni Sevr’i gündem edeceğiz. Bununla ilgili konuğumuz, Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Sayın Gürdal Çıngı, ben
sözü daha fazla uzatmadan kendisine vermek
istiyorum. Buyurun Gürdal Yoldaş.
Değerli arkadaşlar,
Öncelikle hepiniz hoş geldiniz.
27 Mayıs dediğimizde, Türkiye’de farklı
bakış açılarını doğuran bir olayı hatırlıyoruz.
Bir kesim, “27 Mayıs aramızda hayalet
gibi dolaşıyor”, diyor. “Cumhuriyetin ilk
darbesi”, diyor.
AKP Milletvekili aday adayı Mümtazer
Türk’öne: “27 Mayıs, tarihimizde bir kara
leke. Hafızamızı kirleten bir sapkınlık hali.
Bu lekeden kurtulmak, bu ağır yükü sırtımızdan atmak, hesaplaşmakla mümkün.
Hesaplaşmak, çürüdüğü için kokusu her
tarafa yayılan cenazeyi, usulüne uygun bir
şekilde ait olduğu yere gömmekle bitecek.”, diyor Zaman Gazetesi’nin 30 Mayıs
2008 tarihli sayısında.
Taha Akyol, “27 Mayıs, kanlı bir utançtır, Türkiye’yi “meşruiyet krizi”ne atan siyasi bir cinnettir”, diyor Milliyet’teki köşesinde 27 Mayıs 2008 tarihinde, değerli arkadaşlar.
Özgür-Der adlı dernek, “27 Mayıs’tan
12 Eylül’e, 28 Şubat’tan Ergenekon’a tüm
darbecileri lanetliyoruz”, diyor.
Bunlar kendilerini 27 Mayıs Devrimi’nin
karşısında gören, demin de okuduğum gibi,
27 Mayıs’ı lanetleyen, çürümüş olduğunu kabul ettikleri için de ait olduğu yere gömmeye
çalışan bir siyasi zihniyet. Bir kesim bunlardan oluşuyor.
Bir kesim de kendine ilerici, devrimci,
halkçı diyor. Ama onlar da 27 Mayıs’a az önce bakanlar gibi bakıyor.
Örneğin “Atılım” adlı bir yayın organı,
Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nin görüşlerini
savunan bir yayın organı, az önce okuduğum,
“27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 28 Şubat’tan, Ergenekon’a tüm darbecileri lanetliyoruz” diyen Özgür-Der’le aynı sloganı atıyor:
“27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylülden
28 Şubat’a bütün darbeciler sanık sandalyesine”, diyor.
Kendisini ilerici, devrimci, solcu olarak
niteleyenlerin içinde de en çarpıcı bir biçimde, bu sloganı kullanan, bir anlamda hepsini
ifade eden bu sloganı kullanan, bu kesim var.
Dolayısıyla karşımızda iki farklı anlayış
gibi gözükse de, yani bir taraf sağda: Ortaçağcı, Şeriatçı; bir taraf solda: İlerici, Sosyalist gözükse de iki kesimin de olaylara yaklaşımları, hatta attıkları slogan bile tamamen
aynı, gördüğümüz gibi.
27 Mayıs’a sağdan bakanların tutumu zaten açık. Soldan baktığını söyleyenlerin de,
en azından büyük çoğunluğunun, tutumu da
bu. Dolayısıyla böyle bir tablo karşısındayız,
değerli arkadaşlar.
Peki 27 Mayıs’a farklı bakanlar var mı?
Evet var. Biz 27 Mayıs’a farklı bakıyoruz,
arkadaşlar.
27 Mayıs 1960, Demokrat Parti
İktidarı’na karşı yapılmış, Kurtuluş
Savaşı’ndan, Birinci Kuvayimilllye’den sonra Birinci Kurtuluşun getirdiği kazanımları
yok etmek isteyen ve geleceğini ABD Emperyalistlerine bağlamış olan Demokrat Parti
İktidarına karşı yapılmış bir harekettir. Demokrat Parti İktidarı, Amerikancı bir iktidardır. Bunun hiçbir tartışılır yanı yoktur. Adnan
Menderes, bizzat Amerikan Büyükelçisinin
anılarında da anlattığı gibi, herhangi bir Bakanı atamadan önce ABD’ye sorup, onay
alıp, atamamda bir mahsur var mıdır, diye
onay alıp, ondan sonra atama yapan bir iktidarın başbakanıdır. Bu, bizzat o dönemki
Amerikan Büyükelçisi George McGee tarafından anılarında açıklıkla dile getirilmiştir.
Ki, Adnan Menderes’in ve Demokrat Parti
İktidarının, bu şekilde yaptığı onlarca atama
vardır. Bakanların atamasında kesinlikle
ABD’nin onayı alınmıştır. Ve Demokrat Parti İktidarının Amerikancılığını sadece bu örnekle anlatmak yetmez. Yani örnekleri anlatmakla da bitiremeyiz zaten.
Türk Ordusu’nu NATO’ya sokabilmek,
NATO üyesi olabilmek için, bizden binlerce
kilometre ötedeki Kore Savaşı’na katılınmış-
münasip yerlere yerleştirdim. Saat 10.0011.00 arasında birkaç defa bölgeyi dolaştım, dikkat çekecek bir kalabalık yoktu.
Fakat Sultanahmet ile Beyazıt Meydanı
arasındaki anayola çıkan ara sokaklarda
gruplar görünüyordu. Örfi İdare, küçük
toplulukları dahi hemen dağıttığı için, önce ufak gruplar halinde ve sokak aralarında buluşmayı, sonra toplamayı planladıkları anlaşılıyordu.
“Öğlene doğru beklediğimiz emir geldi.
3. Zırhlı Tugay Kumandanı Refik Tulga,
telsizle şu emri verdi: “Tank Taburu ve
emrinizdeki motorlu piyade birlikleriyle,
derhal Beyazıt Meydanı’na hareket edin,
yolu açarak Sultanahmet Meydanı’na kadar bölgeyi kontrol altına alın.”
“Beyazıt Meydanı’na geldiğimizde gerçekten bir insan seli ile karşı karşıyaydık.
15, 16 yaşındaki liseliler çoğunluktaydı.
Çoğunun elinde de tarih kitapları vardı.
“Tarihten utanın, tanklarınızla bize değil
düşmana saldırın, zulmün uşakları olmayın, tarih sizi affetmez” gibi sözlerle kitapları yüzümüze atıyorlardı.
“Birliği durdurdum, ne yapacağımı düşünürken, bizi izlemekte olan Refik Tul-
bur olduğumuzu” anlatmaya çalıştım. Bu
arada görebildiğim ve üç günde çoğunu ismen tanıdığım üniversiteli talebe liderlerine de bize yardım etmelerini söyledim. Tutumları değişmeye başladı. Yüzlerindeki
nefret, kin ve korku belirtileri silindi. Biz
ağır ağır ilerlemeye devam ettikçe talebelerde daha dost ve güvenli bir hava meydana geldi. Bir ara benim bindiğim cipi havaya kaldırdılar ve “Yaşasın Ordu!” diye
bağırdılar. Bu hava içinde yolumuza devam ederken, korktuğumuz başımıza geldi. Arkadaki tankın kumandanı bir talebenin tanktan düşerek paletler altında kaldığını rapor etti. Ambulans istedik.
“Hepimizin asabı kopacak derecede gerilmişti. Elimizden gelse orada duracaktık.
Bindiğim arabayı kullanmakta olan Yzb.
S. Andaç, bir taraftan alnında biriken terleri silerken, gözlerimin içine bakarak:
“Binbaşım duralım. Bir sürü talebe çiğnenmesin. !e olursa olsun” diyordu.
“Ama durmamız imkânsızdı. Mutlaka
Sultanahmet’e kadar gitmemiz ve bu insan
denizini aşmamız gerekiyordu. Tepemizde
dolaşan helikopterde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun vardı. Yukarıdan gelişmeleri izliyordu. Durduğumuz
takdirde beni görevden alarak yeni bir kumandan vermeleri hiç de uzak bir ihtimal
değildi. Zaten hareketimizi yavaş ve etkisiz
bularak
helikopterden
Beyazıt
Meydanı’ndaki kumandana şu emri vermişti:
“- Süratle topluluğu dağıtın! Gerekirse
tanklar ateş etsin!”
“Emir, Tulga’nın Harekât Şubesi Müdürü tarafından bana ulaştırılmıştı.
“Tabiî emri uygulamadım. Ama Orgeneral Rüştü Erdelhun bu emir nedeniyle Yassıada’da yargılandı ve mahkûm oldu.
“Erdelhun’un emri, talebeler arasında
da yayılmıştı. Emri duyunca yaptıklarının
hatalı olduğunu anlayarak yolumuzu açmaya çalıştılar.
“Ama galiba iş işten geçmişti. Sultanahmet’e yaklaşırken bir cankurtaran yanımızdan siren çalarak
geçti. Cankurtarandaki, tank paletleri altında
ezilen
!edim Özpolat’tı. 30
!isan gününün şehidini
gözyaşları
içinde
selamladık.
“(…)
“Biz Beyazıt ile Sultanahmet arasındaki kanlı geçişi yaparken, Belediye Sarayı
civarında vazifeli olan Yzb. Özköker de sık
sık telsizle durumu bana rapor ediyordu.
Erdelhun’un helikopterle attığı emrin zorlamaları onu da bulmuş, fakat bildiği yoldan şaşmamıştı.
“Akşamüzeri yeni bir emir aldık; Vilayete giden yolları kesecektik. Artık vazifemiz, yol kesmek, kalabalık dağıtmak,
adam çiğnemekti! Çaresiz gittik ve isteneni yaptık. Tankları yolların açıldığı yerlere
yerleştirdim, kimse ile konuşmadım ve kati emir verdim.
“- Buralardan kıpırdamayacaksınız.
İcap ederse tankı terk edin, fakat benden
habersiz hiçbir emri yapmayın!”
“Arkadaşlarıma güveniyordum. (…)
Gece yarısı kıtaları kontrolden dönerken,
Vilayetten geçtim. Park yerinde birçok
lüks makam arabası vardı.
“Celal Bayar’ın arabası da bunlar arasındaydı. Yeni bir sürprizin bizi beklediği
belliydi.
ga’dan ikinci emri aldım: “!e duruyorsunuz, ilerleyin” diyordu.
“Bu duraklamadan faydalanan talebelerin çoğu, tankların üzerlerine atladılar
ve önümüz tamamıyla tıkandı. Talebelere
hitap ederek “Kendilerini tutuklamak için
değil, korumak için geldiğimizi, kimsenin
zarar görmeyeceğini, bu mitingi yapmakla
üniversiteli ağabeylerini desteklemelerinin
bizi memnun ettiğini, tank geldikçe yolu
açmalarını, Sultanahmet’e gitmeye mec-
“Ertesi gün meşhur tebliğ yayınlandı:
Beş kişiden fazla topluluklara ateş edilecekti! Gece yarısı Bayar’ın başkanlığında bu
tebliğ hazırlanmış ve Örfi İdare Kumandanlığı’nın haberi olmadan yayınlanmıştı…
“(…)
“30 !isan günü yaşadığımız olayları,
yayın yasağı bulunduğu için gazetelerimiz
yayınlayamadılar. Ama talebelerin tanklar
üzerindeki hali ve kardeşçe pozları yansıtan fotoğraflar yabancı gazetelerde, ordu-
tır. Ve Kore’de, bizim Kurtuluş Savaşı’mızda
yaptığımız gibi, birliğini korumaya, bölünmüşlüğünü engellemeye çalışan, bir Ulusal
Kurtuluş Savaşı veren halka karşı, ABD’nin
desteklediği işbirlikçileri iktidara getirme savaşında, mazlum ulusa karşı ABD’nin yanında yer alınmıştır. Ve savaşa katılan ordular
içinde 1350 kayıp vererek, sayıya oranla en
büyük kaybı Türk Ordusu ve Türk Mehmetçikleri vermiştir. Ve o savaşın sonunda da
Türk Ordusu, NATO’ya kabul edilmiştir. Türkiye NATO’ya girmiştir ve Türk Ordusu’nun
Başkomutanı, NATO Ordusu’nun Başkomutanı olan ABD’li bir General olmuştur.
Demokrat Parti İktidarı, özgürlük ve demokrasi vaatleriyle iktidara gelmiştir. Ama
yaptığı uygulamalar tamamen bunun tersi,
hakları ve özgürlükleri kısıtlayıcı, bir avuç
zengine olanak tanıyan (ki sloganları da “her
mahallede bir milyoner yetiştirmek”ti),
bunun için çalışan, ülkenin yeraltı ve yerüstü
zenginliklerini ABD’nin hizmetine açan, Batılı büyük emperyalist devletlerin hizmetine
açan bir politika izlemiştir. Bütün bunlar çok
açık ve kanıtlıdır.
Demokrat Parti’nin uygulamalarına karşı
ayaklanan, mücadele eden, haklarını talep
eden öğrencilere, işçilere ve memurlara karşı
acımasızca orduyu ve askeri sevk eden bir iktidardır Demokrat Parti İktidarı.
Ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile DP İktidarı, 27 Mayıs öncesi gösteri yapan gençlere “ateş açılması” emrini vermiştir, verebilmiştir.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylardan,
Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı
“Askeri Demokrasi” adlı anılarında, bu olayı şöyle anlatır:
“30 !İSA!
“ERDELHU! ATEŞ EMRİ VERDİ
“Talebelerin 30 !isan günü yeni ve büyük bir miting düzenleyecekleri haber
alınmıştı. Örfi İdare kumandanlığı gerekli
tedbirleri alıyordu, burada bizim tank taburuna da Laleli yokuşunda hazır bekleme
görevi verildi. Taburu Aksaray bölgesinde
nun işi ciddiye almadığı ve talebeleri desteklediği şeklindeki yorumlarla yayınlandı.
“Ancak bizim gözleri kararmış yöneticilerimiz, bunun manasını anlamadılar.”
(age, s. 29-30-31-32-33)
Celal Bayar, Menderes ve emirlerindeki
Genelkurmay Başkanı Erdelhun, Ordu Gençliği’nin “ateş” emrine uymayışı üzerine kendilerince önlem alırlar ve bu birlikleri yeni
birliklerle değiştirirler. Bu olayı da O. Erkanlı şöyle anlatır:
“27 MAYIS DEVRİMİ
“İSTA!BUL sıkıyönetim birlikleri 30
!isan’dan sonra değiştirildi. Trakya’dan
yeni zırhlı ve piyade birlikleri getirildi. Bizim tugay ihtiyata alındı, görevlerimizi yeni gelenlere devrettik. Bu devir esnasındaki bir olayı hiç unutmadım: Genelkurmay
Başkanı Erdelhun’un bizimle konuşacağı
bildirildi.
3.
Zırhlı
Tugay
ve
Lüleburgaz’dan gelen 1. Zırhlı Tugay subayları, Beyazıt Camii’nin önünde toplandık. Erdelhun geldi, 3. Zırhlı Tugay subaylarının ayrılıp, başka bir yerde topluca bulunmalarını emretti. Bizler sanki mağlup
bir ordunun subaylarıydık. 1. Zırhlı Tugay
subaylarıyla konuştu, sonra bizim olduğumuz yere geldi. “Görevinizi yapmadınız,
orduya leke düşürdünüz, sizi şimdilik ihtiyata alıyorum, bir dahaki sefere hepinizi
divanı harbe vereceğim!” diyerek bizleri
azarladı. Erdelhun gittikten hemen sonra
iki tugayın subayları bir araya gelerek konuşmaları birbirlerine anlattılar. Yeni gelen arkadaşlarımız bu konuşmalardan
sonra bizim gibi hareket edeceklerine söz
verdiler ve bu sözlerini de tuttular.” (age, s.
39)
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle
“tanklar ateş etsin!” diye emir vermiştir Erdelhun askerlere. Emir yerine getirilmemiş,
Ordu Gençliği, Sivil-Aydın Gençliğe silah
sıkmamıştır. Bu olay üzerine Bayar küplere
biner ve Ankara’da yeni bir toplantı düzenleyerek daha sert tedbirler alınmasını ister görevlilerden, arkadaşlar.
Bunun hikâyesini de (ilk döneklerden) Ş.
S. Aydemir’den dinleyelim. Olayı Aydemir’e
anlatan, bizzat bu toplantıda görüşü alınmak
(bir anlamda akıl vermek) üzere çağrılmış bulunan İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku
Profesörü Ali Fuat Başgil’dir. Zamanınızı daha fazla almamak için özetleyerek aktaracağım toplantıyı:
“BAYAR SERT KA!U!LAR İSTİYOR
“Zaten bu gizli toplantıya girilmeden
de vaziyet belli olmuştur. (Gizli toplantıya;
C. Bayar, A. Menderes, F. R. Zorlu, R. Koraltan ve A. F. Başgil katılmıştır. – K. Y.)
“Hocanın (Ali Fuat Başgil’in. – Kurtuluş Yolu) görüşü şudur:
“- Son derece ihtiyatlı davranmanızı
tavsiye ederim sayın reisicumhur. Önce,
anayasaya tamamen uymadığına göre, salahiyet kanununun hükümlerini tatbik etmemelisiniz. Bu bakımdan tekrar gözden
geçirilmesi için, kanunu derhal Meclise geri göndermelisiniz. Bilhassa gençliğe karşı
çok sert tedbirlere baş vurmamalısınız.”
“Ama Bayar, başka görüşlerdedir:
“- Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis, son derece sert davranmak
ve tahrikçileri, nümune-i imtisal olmak
(başkalarına misal teşkil etmek) suretiyle
cezalandırmak lazımdır. Hükümet makamlarının çalışma tarzı, şimdi böyle olmalıdır…”
“Hatta Başgil’e göre Bayar bu, “cezalandırmak” yerine, “tenkil” sözünü kullanmıştır. Ali Fuat Başgil, bu kelimenin taşıdığı mananın şiddetinden ürktüğü için,
acaba reisicumhur tenkil değil de tenkit mi
demek istedi? diye sorar. Çünkü tenkil, en
ağır şekilde bastırmak, ezmek, çiğnemek
manasına gelir. Ve Bayar’a bu tereddüdünü açıklar. Ama Bayar’ın cevabı kesindir:
“- Tenkit zamanı çoktan geçti. Şimdi
tahrikçileri tenkil zamanıdır.” (Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı, s. 379)
27 Mayıs,
12 Mart ve 12 Eylül’ün zıttıdır
Yani, Celal Bayar ve Adnan Menderes,
halkına karşı böylesine zalim, böylesine düşman yöneticilerdi.
Yaptıkları bütün uygulamalarla da Birinci
Kuvayimilliye’nin, Mustafa Kemalcilerin
kurduğu Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye, bağımsızlığı yok etmeye, ekonomik ve
kültürel olarak da Türkiye’yi Amerika’nın
hizmetine sunmaya çalışan bir iktidardır.
Dolayısıyla 27 Mayıs, bu iktidara karşı
yapılmış bir harekettir. 27 Mayıs, getirdikleri
kazanımlar itibariyle de bir avuç Parababasına ve onların siyasi iktidarlarına karşı gerçekleştirilmiş bir harekettir.
Biz olaylardan hareket ederiz. Olaylar ne
ise onu olduğu gibi görür ve değerlendiririz.
Duygularımızla hareket etmeyiz. Kendi sübjektif duygularımız burada hiçbir şey ifade etmez. Biz bir hareketi, kime karşı olduğuyla
ve getirdikleriyle değerlendiririz. 27 Mayıs;
zalim, vurguncu, soyguncu Demokrat Parti
İktidarına karşı yapılmıştır. Ve işçilerin, öğrencilerin, kamu çalışanlarının haklarını korumak için yapılmıştır. 27 Mayıs’ın sonucu
olarak hazırlanan 61 Anayasası, Türkiye
Cumhuriyeti Tarihinde gerçekleştirilmiş en
ilerici anayasadır. Bunda, bütün namuslu bilim adamları mutabıktır. Hiçbir tereddüde yer
vermeyecek denli ilerici, halktan yana bir
Anayasadır. Hak ve özgürlükler getiren bir
Anayasadır 61 Anayasası. Dolayısıyla 27
Mayıs’ın bu yanını, bu yüzünü görmezsek,
işin özünü görmemiş oluruz.
Şimdi, Türkiye’de gericiler ve Sevrciler
diye adlandırdığımız, kendisini sol diye adlandıran kesimlerin bir bakışları var 27 Mayıs’a ve darbelere karşı. Onlar aynen, yüzlerce yıl öncede kalmış Aristo mantığıyla düşünüp davranıyorlar, değerlendiriyorlar. Diyorlar ki bir ön kabul olarak, “Darbeler kötüdür”. Devam ediyorlar, “27 Mayıs da bir
darbedir. Dolayısıyla 27 Mayıs da kötüdür”.
Bu, tam da Aristo mantığıdır. Aristo mantığının da işleyişi tamamen böyledir. Biz
Marksist-Leninistler, Aristo mantığıyla düşünüp davranamayız. Biz diyalektik düşünüp
davranan insanlarız. Olaylara “hem, hem” diye bakan insanlarız. Bir şeyin, bir olgunun,
bir olayın her yanını görüp değerlendiren insanlarız. Saf, arı hareketler yoktur toplumsal
olaylarda. Her yanıyla iyi, her yanıyla doğru,
ya da her yanıyla kötü, her yanıyla yanlış hareket yoktur. Bir şeyin ağır basan yanı nedir,
buna bakmak durumundayız. Kime hizmet
ediyor, hangi sınıfa hizmet ediyor, buna bakmak durumundayız. Ama saf olamayacağı
için de ister istemez başka kesimler tarafından, kaçınılmazca, dolaylı etkiler olur. 61
Anayasası, Cumhuriyet Tarihindeki en ilerici
anayasadır. Ve yeni kazanımlar getirmiştir
Türk Toplumu’na.
O zaman ağır basan yanı nedir?
Budur. Bunu böyle görüp, kabul etmek
zorundayız.
Şimdi, 27 Mayıs demek aynı zamanda ve
kaçınılmazca Türkiye için Ordu meselesi demektir. Ordu meselesini anlamadan da 27
Mayıs’ı tek başına anlamak mümkün değildir.
Şimdi, yakın ve uzak tarihimize baktığımızda
Türkiye toplumsal olaylarında, Türkiye Devrimler ve Karşıdevrimler Tarihinde ordunun
bir rolü vardır.
Nedir bu?
27 Nisan, 28 Şubat, 12 Eylül, 12 Mart, 27
Mayıs, I. Ulusal Kurtuluş Savaşı, 1908 II.
Meşrutiyet, 1876 I. Meşrutiyet... Ana noktalar olarak bu hareketleri görüyoruz.
Bu hareketlerden 1876, 1908, 1923, 1960,
28 Şubat ve 27 Nisan; halktan yana, ilerici
hareketlerdir. Halkın sömürü ve zulme karşı
bir nebze de olsa nefes almasını sağlayan hareketlerdir. İrticacı hareketlerin gelişmesini
önlemeye çalışan hareketlerdir. Ve bunların
tamamını Ordu yapmıştır.
12 Mart ve 12 Eylül’ü de Ordu yapmıştır… Ve 12 Mart ve 12 Eylül karşıdevrim hareketleridir. Halka rağmen, halkın bütün hak
ve çıkarlarını gasp etmeye yarayan hareketlerdir, karşıdevrimlerdir.
Burada, bu hareketleri “Ordu yapmıştır”
ibaresini aslında düzeltmek gerekir:
27 Mayıs’ı Ordu Gençliği yapmıştır. 12
Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini ise ABD,
Ordu Gorillerine yaptırtmıştır. O yüzden 27
Mayıs Politik bir Devrim; 12 Mart ve 12 Eylül ise Faşist Darbelerdir. Biri halka, kısmî de
olsa, yetersiz de kalsa, demokratik haklar
4
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
getirirken, diğerleri bu hakları ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Yani böylesine akla kara kadar zıttırlar.
12 Mart, o zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın da söylediği; 27 Mayıs’ın sağladığı “Sosyal gelişme, iktisadi gelişmeyi aştı” gerekçesiyle ve “Bu elbise bize
bol geliyor” denerek 61 Anayasası’nın halkın bir nebze nefes almasını sağlayan hak
arama yollarını daraltmak amacıyla yapılmış
bir karşıdevrimdir.
12 Eylül ise, 12 Mart’ın eksik, yarım bıraktığını tamamlamak üzere gerçekleştirilmiş
harekettir.
12 Eylül’de bildiğimiz gibi (bizler bizzat
yaşadık, sonraki kuşaklar okudular biliyorlar,
televizyonlardan izliyorlar), bütün hakların
gasp edildiği, sendikaların, Partilerin, yığın
örgütlerinin kapatıldığı, işçilerin bütün hak
arama yollarının tıkandığı, grevin, toplusözleşmenin yasaklandığı, kamu çalışanlarının
örgütlenme hakkının elinden alındığı, yüz
binlerce insanın işkencehanelerden geçirildiği, binlercesinin onlarca yıl cezaevinde kaldığı ve daha 18’ini bile doldurmamış Erdal
Eren de dahil onlarcasının asıldığı, kanlı bir
darbedir. Kim bu gerçeklikleri inkar edebilir?..
Oysa yukarıda okuduğumuz gibi Taha
Akyol ne diyordu 27 Mayıs için?
“Kanlı bir cinnettir.”
Oysa 27 Mayıs’ta üç kişi ölmüştür. Bu üç
kişinin üçü de bizzat devrimi tutan; devrimin
ya doğrudan uygulayıcısı ya da kutlayıcısı
olan kişilerdir. Yani karşıdevrimcilerden tek
bir kişi bile ölmemiştir.
Bunlardan biri genç bir subay olan Teğmen Ali İhsan Kalmaz’dır, değerli arkadaşlar.
Teğmen Ali İhsan Kalmaz’ın görevi Ankara
Ulus’taki PTT Genel Müdürlük binasını almaktır. Bu görevini yerine getirirken 27 Mayıs 1960 Cuma günü 04.00 sıralarında paniğe
kapılan bir jandarmanın silahından çıkan kurşunla hayatını kaybetmiştir.
Diğeri ise Harbiye 1. sınıf öğrencisi Sökmen Gültekin’dir. O da 27 Mayıs gecesi askeri darbeye hazırlanırken silahının yanlışlıkla ateş alması sonucu hayatını kaybetmiştir.
Hayatını kaybeden üç kişiden birisi olan
küçük yaştaki Ersan Özey ise 27 Mayıs sabahı askeri darbeyi kutlamak için babasıyla sokağa çıkmıştır. Ancak sokağa çıkma yasağını
ihlal neticesinde yanlışlıkla vurularak hayatını kaybetmiştir. (Milliyet, 8-9-10-11-12 Haziran 1960)
27 Mayıs’ı gerçekleştiren genç subaylardan olan ve Milli Birlik Komitesi Üyesi Orhan Erkanlı, “Askeri Demokrasi” adlı Anılarının 66-67’nci sayfalarında topçu Teğmen
Ali İhsan Kalmaz’ı şöyle anlatır:
“27 Mayıs’ın unutulmaz şehidi, Harbiye’nin ölmez ruhunu Allah’a ulaştıran
Teğmen Ali İhsan Kalmaz, o gece Harb
Okulu talebelerinin duygularını eşsiz bir
samimiyet ve isabetle şöyle dile getirmiştir:
“Harp Okulu, 26 Mayıs, Saat 10:45
Ali İhsan Kalmaz
“Türk tarihinde yeni bir sayfa başlamak üzere. Saat 10:45…
“Memleketin mukadderatını emin ellere tevdi etmeye hazırlanan, tarihinde ikinci defa şerefli bir vazifeye çağrılan Harbiye’nin genç teğmenlerine yirmişer mermi
verildi. Kader gülerse memlekette yarın 27
Mayıs 1960 mübarek Cuma namazı, kalplerde huzur ve gönüllerde imanla kılınacak. Hepimiz daha bıyıkları yeni terleyen
harp okulunun en genç mensuplarıyla,
başta inandığımız kumandanlarımızla, şerefli sancağımızı Harp Okulu Kulesi’nden
Çankaya sırtlarına taşımaya hazırlanırken, kalbimizde, bütün benliğimizde en ulvi heyecanları duyuyoruz.
“Aldığımız
irfan,
kahraman
Atatürk’ün, Harbiye’nin girişindeki beyaz
mermer üzerindeki, kalbimizde hak ettiği
gençlik hitabesi, Harbiye’yi taşıyan sütunlar üzerindeki şehit ağabeylerimizden üstün olarak bir mazlum milletin hürriyetini
yadetmek için değil, asırlardır hürriyete
susamış, hürriyet aşığı aziz Türk
Milleti’ne huzur getirmeye memur etti.
“Parola: İnkılâp, İşaret: El Kaldırma.
“Şu anda saatler ilerlemekte. Kader gülerse satırlarıma yarın şafakla devam edeceğim. İnandığımız sancak altında yürürken, tarihin kadrine uğrarsam, inanarak
öleceğim. Kalbimde huzur var, arkamda
kalan annem, babam ve kardeşlerim; müsterih olun. Bugün için doğdum, severek gidiyorum.
“Ali İhsan Kalmaz
(Top. Tğm. 1959/2)”
ları kimse Türkiye Cumhuriyeti Tarihinden
ve insanların belleğinden çıkartıp atamaz. 27
Mayıs, bu halka eşitlik ve özgürlük yolunda,
birazcık daha insanca yaşayabilmesi uğrunda
nispi de olsa haklar getirmiştir. Ve 27 Mayıs
Anayasası bütün devrimciler tarafından gerçekten layıkıyla savunulmuştur. Örneğin örnek aldığımız, bugün ideallerinin bizde yaşadığını söylediğimiz ve onların ideallerini de
gerçekleştireceğimizi söylediğimiz Deniz’ler
ve Mahir’ler de 27 Mayıs’a aynen böyle bakıyorlardı. Bir Politik Devrim olarak adlandırıyorlardı. Şerefli olarak adlandırıyorlardı
ve 27 Mayıs Anayasası’nı savunuyorlardı,
27 Mayıs’ı halkımız büyük bir
Adalet Partisi İktidarına karşı ve gericilere
coşkuyla benimsemiştir
Bütün bu somut kanıtlardan sonra 27 Ma- karşı…
Bildiğimiz gibi Türkiye Devrimi’nin Önyıs’a hangi vicdan sahibi, “kanlı bir cinnet”
diyebilir? 27 Mayıs nasıl “kanlı bir cinnet” deri Hikmet Kıvılcımlı, daha 28 Mayıs sabahı, Türk Ordusu’na yayınladığı Açık Mekolabilir?..
Ama söylediğimiz gibi; insanda her şey- tup’la, 38 genç subayı, Milli Birlik Komiteden önce namus ve vicdan olmalı. O yoksa?.. si’ni kutluyor ve bu kutsal mücadelelerinde
diliyordu.
İşte
Hikmet
İşte o zaman bu söylenenler söylenir-söylene- başarılar
Kıvılcımlı’nın düşüncelerini bu yanıyla savubilir, değerli arkadaşlar…
Bu üç şehit ve 27 Mayıs öncesi yaşanan nan Deniz ve Mahir Yoldaşlar da, o kardeşleolaylar sırasında şehit düşen iki kişi; Turan rimiz de, o arkadaşlarımız da 27 Mayıs’a ayEmeksiz ve Nedim Özpolat, 27 Mayısçılar ta- nen böyle bakıyorlardı, değerli arkadaşlar.
rafından “Hürriyet Şehidi” ilan edilmişler ve Dolayısıyla da 27 Mayıs, Tarihimizde şerefle
beşinin de mezarları Ankara’da Anıt yer almış bir olgudur. Ve biz 27 Mayıs’ı soKabir’de toprağa verilmiştir. Şimdi bunun ay- nuna kadar savunmaya devam edeceğiz.
Türkiye’nin 27 Mayıs 1960’dan sonra yarıntılarını aktarmak istiyorum arkadaşlar, yine o zamanki Milliyet Gazetesi’nden:
şanan süreçlerine baktığımızda, bütün gelişen
“27 Mayıs askeri darbesinin ardından olayların 27 Mayıs’ın izini ve tozunu Tarihhayatını kaybetmiş olan Turan Emeksiz ve ten silmek olarak planlandığını görürüz, deedim Özpolat için, 9 Haziran’da İstanbul ğerli arkadaşlar. İşte en yakın örnek. 04 Nisan
Beyazıt Meydanı’nda bir tören düzenlendi.
2011 Pazartesi günü Bakan Egemen Bağış açıklama yapıyor ve: “Yassıada temizleniyor”, diyor.
Başbakan Erdoğan,
19 Mayıs günü gazetelerde: “Ayağa kalkmayan
General bedelini ödedi”,
diyor. “Başbakan anma
törenine gider de bir
Korgeneral ayağa kalkmaz mı? Çanakkale’de
anma törenlerine gidiyoruz, bu beyefendi ayağa
kalkmıyor. Gereği yapıldı, gideceği yeri buldu”,
Turan Emeksiz-edim Özpolat
diyor.
Nereye gitmiş?
Tören, üniversite rektörü Sıddık Sami
Silivri
Zindanı’na
gitmiş.
Onar ve sivil-asker devlet erkânının hazır
Yani Başbakana karşı bir hareket yaparsabulunduğu binlerce insanın eşlik ettiği geniş bir katılımla yapıldı. Rektör Onar, tö- nız yeriniz neresiymiş?
Silivri’ymiş.
rende “ iki şehidimiz için yapılan bu tören
Silivri neymiş?
sembolik mahiyettedir. Daha başka ölüle“Yassıada’nın temizlen”mesiymiş, değerli
rimiz de vardır. aaşlarını belki bulamaarkadaşlar.
yacağız. Ama onları da kardeşleri gibi
Yani o günden bu yana mücadele sürüAta’nın yanında kalplerimize gömeceğiz.”
yor…
diyordu. Rektörden sonra konuşan OrgeBakın ne diyor Başbakan Yardımcısı Bünaral Fahri Özdilek “Ankara’da da birkaç
lent Arınç.
yavrumuz öldü.” Birkaç haftadan beri geNe zaman?
ce gündüz çalışıldığını, fakat naaşlarının
14 Mayıs’ta.
bulunamadığını söyledikten sonra “ne
“Derslerini aldılar topuk selamıyla söze
olursa olsun onlar için de büyük merasim
başlıyorlar. Artık her şey normalleşti, köşe
yapılacağını” belirtiyordu.
kapmaca oynamaktan vazgeçtiler”, diyor.
“Yapılan törenin ardından kortej eşliDerslerini alan kim?
ğinde Sarayburnu’na getirilen naaşlar, buTürk Ordusu.
radan deniz kuvvetlerine ait bir gemi ile
Kimin karşısında almışlar?
Haydarpaşa’ya getirildi. Haydarpaşa’dan
Şeriatçıların karşısında.
da tahsis edilmiş bir trenle Ankara’ya doğKimmiş bu derslerini alan insanlar?
ru yola çıktılar. Ertesi sabah Ankara’da
ABD’ye, NATO’ya ve Türkiye Toplubüyük bir tören ile karışlandıktan sonra mu’nun Ortaçağa götürülmesine karşı çıkan
iki cenaze Cebeci Camii’nde bulunan diğer insanlarmış.
3 cenazenin yanına götürüldü. Kılınan ceAçıklıkla yazmışlar mı bunu? Yazmışlar
naze namazının ardından top arabalarına ve söylemişler mi?
yerleştirilen 5 kişinin naaşları, binlerce kiOkuduk, gözlerimizle gördük, kulaklarışilik kortej eşliğinde Anıtkabire doğru yo- mızla duyduk ki, NATO’ya karşılar, ABD’ye
la çıktı. Hava kuvvetlerinden uçakların al- karşılar, Ortaçağcılığa karşılar.
çak uçuş yaptıkları, top atışları ile selamlaO zaman bedeli ne?
maların yapıldığı törene neredeyse tüm
Silivri Zindanı’na tıkılmak, değerli arkadevlet erkânı katıldı. Cenazeler toprağa sı- daşlar.
rasıyla verildi. Her cenazenin toprağa veYani bu mücadele onlarca yıldır sürüyor.
rilmesinin ardından tören bölüğü havaya Bugün 27 Mayıs’ın üzerinden 51 yıl geçti. 27
üç el ateş ederek saygılarını sunuyorlardı.” Mayıs’ı baz alırsak, bu mücadele 51 yıldır kesintisiz sürüyor. Ama sadece 51 yıldır değil,
(agy)
12 Mart ve 12 Eylülcülerin kıydıkları on- Kurtuluş Savaşı’yla birlikte başlayan bu mülarca cana, 90 günü aşan gözaltılarda en vah- cadele kesintisiz bir biçimde sürüyor.
Bildiğimiz gibi CIA’nın sesi olan Taraf
şi, en aşağılık, en insanlık dışı işkencelerden
Gazetesi’nin,
Ergenekon operasyonları başlageçirdikleri yüz binlerce insana karşılık, 27
dığında,
Paşalar
ve Subaylar tutuklandığında,
Mayıs’ta halktan hiç kimsenin burnu bile kabilim
adamları,
aydınlar
tutuklandığında, attınamamıştır. Sadece ilk gün birkaç yüz kişi
gözaltına alınmıştır. Kaldı ki, onlar da özür ğı başlık şuydu, hatırlayan arkadaşlarımız
dilenerek serbest bırakılmıştır. Yalnızca geri- olacaktır: “1923’te kuruldu 2008’de arınıci iktidarın sorumluları tutuklanmış ve yargı- yor”.
Şimdi, 1923 ne?
lanmıştır. Bunlar dışında kimse tutuklanmaCumhuriyet’in kuruluş tarihi.
mış ve bu tutuklulardan hiçbirisinin burnu biYani Cumhuriyet ne yapmış?
le kanamamıştır. Hiç kimsenin, değerli arka“Ergenekon” diye “darbeci” bir örgüt kurdaşlar…
muş,
değerli arkadaşlar. Dolayısıyla 2008’de
Dolayısıyla bu gerçekleri görmez ve Ordu
gericidir, dolayısıyla da Ordunun yaptığı bü- AKP İktidarı ve ABD-AB Emperyalistleri,
1923’te kurulan “Ergenekon” örgütünü
tün darbeler gericidir, 27 Mayıs da bir darbe2008’de temizliyor, arındırıyorlarmış.
dir. Dolayısıyla o da kötüdür anlayışıyla yakYani bütün dert ve dava, Amerika da dâlaşmak, Tarihimizi bilmemek, gaflete düşhil, Batılı Emperyalist devletlerin ülkemizden
mek, ihanete düşmek olur.
kovulduğu, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk
Biz Türkiye’nin yurtseverleri, namuslu
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kötülemek, ülkenin
savunucuları, halkseverleri olarak olayları ne
bağımsızlığa, onura, özgüvenine kavuştuğu
iseler olduğu gibi görmek zorundayız. 27 Ma1923’ü kötülemek ve karalamak. 1923’te kuyıs tarihe mal oldu. Ne yapsak değiştireme- rulmuş Ergenekon… Gülerler buna. Ama ne
yiz. 27 Mayıs’ın halkımıza getirdiği kazanım- yazık ki bunu bilinçli bir şekilde, düzenli bir
şekilde sürdürüyorlar, değerli arkadaşlar.
O bakımdan biz, olayı, demin de söylediğim gibi, olduğu gibi görmezsek, olaylardan
yanlış şekilde etkilenirsek gerçeğe gözlerimizi kapar ve Türkiye kurtuluş mücadelesinde
yanlış yollara saparız, az önce okuduğum arkadaşların yaptığı gibi, yani Şeriatçı ÖzgürDer’le aynı sloganı atar konuma geliriz. Niyetimiz ne olursa olsun, kendimize ne dersek
diyelim; yaptığımız, objektif olarak AB-D
Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in savunduğunu savunmak olur. Ve biz o yüzden bu
arkadaşlara “Sevrci Soytarı Sahte Sol”, diyoruz. Bir hakaret olsun diye değil, kötülemek amacıyla söylemiyoruz, kızgınlıkla söylemiyoruz. Biz sadece olayın adını koyuyoruz.
O bakımdan, biz Türkiye’de gerçek devrimci hattı sürdüren biricik Partiyiz. Bugün
için etkimiz fazla olmayabilir, Parababaları
medyasının ablukası yüzünden sesimiz fazla
duyulmayabilir, kitleleri etkilemek konusunda yeterli gücümüz olmayabilir, ama biz teorik olarak biricik doğru hattı savunan Partiyiz. Ve yaptığımız eylemlerimizde de bu hattı sonuna kadar savunan ve hattı geliştirmeye,
yığınlarla bütünleştirmeye çalışan bir Partiyiz.
Geçtiğimiz yılı hatırlayalım. 27 Mayıs’ın
50’nci yılında bizim dışımızda (ve 27 Mayıs’ı
gerçekleştirenlerden hayatta olan birkaç kişi
dışında), 27 Mayıs’ı başkaca savunan oldu
mu, değerli arkadaşlar?
Hayır. Bir tek Partimiz bu mücadeleyi
verdi ve bütün Parababalarına ve onların siyasi partilerine ve Sevrci Sahte Solcularına
karşı, 27 Mayıs’ı kararlıca
savundu. İşte bu mücadele
böylesine sürmeye devam
ediyor.
göstermiştir.
İşte yanı başımızdaki Irak ve Mısır’da
hangi partiler iktidardaydı yakın zamana kadar? Ve şimdi Suriye’de hangi parti iktidarda
bütün gericiliğine rağmen?
BAAS Partisi.
BAAS Partisi’nin1950’lerdeki kuruluş
amacı neydi, değerli arkadaşlar?
Arap Halkının birliğini sağlamak, Sosyalist bir Arap Cumhuriyeti kurmaktı. Ve tek
tek ülkelerdeki parçalar bu hedefe hizmet
eden partilerdi. Suriye’deki, Irak’taki, Mısır’daki… Yani BAAS Partisi Sosyalist bir
Arap Cumhuriyeti kurmayı hedeflemiş düşüncenin ürünüydü. İşte dikkat edersek orada
da Ordu Gençleri halkın yanında, halkı desteklemek ve sosyalist bir toplum kurmak, birleşik bir Arap toplumu kurmak için mücadele
ediyorlardı.
Mısır’da Cemal Abdülnasır, bir darbeyle
iktidara geldi. Bakarsanız, şeklen baktığımızda, darbeyle iktidara geldi.
Ama Krallığın tasfiyesini, Millileştirmeleri vb.lerini yapan kim oldu?
Cemal Abdulnasır oldu, öyle değil mi, değerli arkadaşlar?
Şimdi
burada,
Şevket
Süreyya
Aydemir’den biraz uzunca bir aktarma yapmak istiyoruz sabrınıza sığınarak:
“İhtilal, 22/23 Temmuz gecesi başlamıştı. Aktif unsur, Cemal Abdülnasır ve diğer
arkadaşlarıydı. Cemal, Albay rütbesindeydi. 15 Ocak 1918’de İskenderiye’de doğdu.
“(…)
“İlkokulu 1928’de tamamlandı. 8 yıl sü-
Değerli arkadaşlar,
Yine Parababalarının,
özellikle ABD’nin darbe
karşıtı geçinmesi ve halkları
kandırışı var son yıllarda.
Ve o kandırışa uyan, kendisini devrimci olarak adlandıran kesimler bile var.
Öylesine bir gaflet
uykusundalar ki (kimileri
için ihanet içindeler ki dememiz gerekiyor); 28 Haziran 2009 tarihinde HonCelal Bayar-Adnan Menderes
duras’taki Faşist Darbeyi bile
kimin yaptırdığını görmüyorren Orta ve Lise öğrenimini, Kahire’deki
lar, ya da gözlerden kaçırıyorlar:
Elmada okulunda yaptı. O yıllar, karışık
“2006 yılında Liberal Parti üyesi olarak
yıllardı. Milliyetçi Vafd Partisi iktidarda
devlet başkanı seçilen, ancak 2008 yılından
olmakla beraber, Anayasa 1930-1935 araitibaren sol bir çizgiye yönelen, politikasını
sında feshedilmiş ve Kral, yetkileri elinde
“sosyalist liberalizm” olarak tanımlayan,
toplamıştı. İşte genç Cemal, bu hava içinde
Küba ve Venezüella ile yakınlaşan ve
kendini, milli meselelere ve siyasi düşünceülkesini Latin Amerika’daki anti-emperyalist ülkelerin ittifakı olan ALBA’ya lere, tam manası ile verdi. Kültürü genişliüye yapan Manuel Zelaya, Honduras or- yordu. Mesela asır, Fransız İhtilali’ni hadusu tarafından tutuklandı.” (29 Haziran zırlayan düşünürlerin eser ve fikirlerini iyi
kavramış, aydın bir insan olarak bilinir.
2009 tarihli Gazeteler)
Bu darbe şu an için dünya çapındaki son Yabancı dillere de önem veriyordu. Bunlardan başka, Mustafa Kamil ve Muhamdarbedir. Yaptırıcısı da AB-D’dir.
Dünyada ilk faşist darbeleri gerçekleşti- met Abde gibi, hem Vatanperver, hem Din
ren; İran (bu karşıdevrim hareketinde elbette meselelerinde ileri görüşlü Mısır düşünürİngilizler de rol almıştır ama darbeyi fiilen leri ile, İslam dininde yetkili bilginleri de
ABD gerçekleştirmiştir) ve Guatemala’dan incelemişti. İskender, Sezar, apolyon gibi
tarihî şahsiyetleri de incelemeye düşkünbaşlayarak bu süreci başlatan kimdir?
Çok açık ve net: ABD Emperyalistleridir. dü.
“Önce Sosyalist Partisi’ne ve cereyanlaVe ondan sonra da dünyanın değişik bölgelerinde onlarca faşist darbe tezgâhlamıştır rına sempati duydu. 1930’larda klasik sosABD Emperyalistleri. Şimdi bu faşist darbe- yalist cereyanlardan hayal kırıklığına uğleri gerçekleştiren, Endonezya’da olduğu gibi rayarak, bir Faşist sosyalizmini savunan
yalnızca birkaç hafta içinde, çoğu tüyler ür- Ahmet Hüseyin Partisine girdi. Bunlara,
pertici biçimde 500 bin ila bir milyon arasın- Yeşil Gömlekliler de denilir. Ama bir süre
da Endonezyalıyı katleden, on milyonlarca sonra, bu hareketin de, Mısır’ın beklediği
insanı gözaltılarda işkencehanelerden geçi- hareket olmadığı kanısına vardı. (…)
ren, onlarca yıl cezaevlerinde tutan-tutturan
“(…)
ABD Emperyalistleri, şimdi darbe karşıtı ge“Hulasa, Mısır’ın bir takım problemleçiniyor. Darbelere karşı çıkıyor gözüküyor. ri vardı. Ve daha niceleri gibi bir genç
Ve bizim Sevrci Solcular da ne yazık ki ina- adam, kendini ve misyonunu arıyordu.
nıyorlar ve alkışlıyorlar...
1935-1936’da asır, genç öğrencilerle İnÖrneğin Türkiye’de, ne diyor ABD ve AB giliz polisi arasındaki, bazı çatışmalara da
Emperyalistleri?
katıldı. Bunların birinde, bir tabanca kur“Ergenekon davasında sonuna kadar gidil- şunu, alnını sıyırıp geçti. Ölümle arasındasin.”
ki mesafe, bir santimden azdı. Ama kader,
Ne diyor bizim Sevrci Arkadaşlar?
asır’ın yaşamasını istiyordu. Ve bir mis“Ergenekon davasında sonuna kadar gidil- yon adamı, büyük bir tarihi vazife için sesin”!
çilen bir Fellah torunu, hayat yolunda yüYani aynı görüşteler. “Ergenekon” dava- rüyüşüne devam etti.
sında aynı düşünceleri savunuyorlar.
“1936’da, bir İngiliz-Mısır Anlaşması
Oysa bildiğimiz gibi, bir CIA Operasyonu imzalandı. Bunu Vafdist liderler başardı,
olan “Ergenekon” davası, yapılacak bir dar- fakat genç Milliyetçiler yetersiz olarak
beyi engellemekle uzaktan yakından ilgisi ol- karşıladılar. Ama ortada gene de bir kamayan; Antiemperyalistlerin, Mustafa Ke- zanç vardı. Ve bu madde, asır ve arkamalcilerin, Yurtseverlerin, Antiamerikancıla- daşlarının, bir gün atılacakları ihtilale zerın, NATO karşıtlarının sindirilmek istendiği min hazırlayacaktı. Bu madde, Mısır orbir davadır.
dusunun İngilizler için artık bir sömürge
Demin de söylediğim gibi, biz bir toplumteşekkülü değil, bir müttefik olduğu esasını
sal olayı değerlendirirken kime, hangi sınıfa
getiriyordu. Gerçi Dünya Savaşında bu
hizmet ettiğine bakarız, kime karşı, kimin yakayıt yürümeyerek İngilizler, Mısır ordunında olduğuna bakarız. Sadece Ordudur,
sunu silahsızlandıracaktı. Ama ne de olsa
darbe yapmıştır diye bakarsak yanılgıya düartık Mısır Ordusu’nun varlığı ve kadrosu
şeriz. Bizim Ordu Gençliği dediğimiz kesimikabul olunuyordu. İşte bu Anlaşma uyamizin, Osmanlı’dan gelen bir Devrimci Gelerıncadır ki, İngilizlerin de desteği ile Mıneği vardır, bildiğimiz gibi. O gelenek sadece
sır’da, halktan gençler için bir Askeri AkaTürkiye topraklarında değil, Osmanlı’nın hâdemi açıldı. asır ve arkadaşları bu Akakim olduğu toprakların hepsinde de etkisini
demi’de yetişecek, hem ihtilalde, hem bu-
5
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
gün, Mısır’ın kaderini ellerinde tutacaklardır. Mesela, bugün asır’ın yerini alan
Enver Sedat ile ihtilalin bütün öncüleri, bu
okulun yetiştirmeleridir. Göze çarpan da
şuydu ki, bu Akademiyi çoğunlukla Halk
çocukları doldurdu. Soylulardan olanlar
azınlıktaydı. Kaldı ki bunların da bir kısmı
bugün de adları geçen İhtilalcilerdir. Şimdi
tutuklu olmasına rağmen, Mustafa Sabri
gibi…
“asır, Akademi’ye 1937’de girebildi.
Arada 6 ay kadar da Kahire Üniversitesinde Hukuk’a devam etmişti. Temmuz
1938’de Teğmen olarak Üniversiteyi bitirdi. Ondan sonra ve İhtilale kadar devam
eden askerlik hayatı normal terfilerle geçti. Önemli olan, onun Akademide, gelecek
ihtilalin öncüleri olan asker arkadaşları ile
tanışması, yakınlaşmasıydı. Bu arkadaşlık
Ordu hayatında da devam etti. Bu suretle
Kahire Askeri Akademisi’nin, bizdeki Erkânı Harbiye Mektebi (Kurmay Okulu) gibi, memleketin siyasi hayatında önemli vazifeler alanlara kaynak olması gibi bir vasfı vardır. Daha ilk ordu günlerinden başlayan ordu içi örgütlenmede asır, aktif rol
oynadı. Onun ilk vazife yeri olan Sudan’da
çalışırken, Kahire’de gizli örgütlenmeye
Cemal Abdülnasır
rehberliği Enver Sedat yapıyordu. Bu tür
Reform veya İhtilal örgütleri ise Mısır’da,
artık çeşitli ve yaygındı. asır, İhtilalin
Felsefesi isimli eserinde, İhtilalci özlem ve
teşebbüslerini de anlatır, ama kan dökülmesine karşı da çıkar.
“15 Mayıs 1945’te İngilizler, Filistin’in
bağımsızlığını tanıdılar. Yahudiler, İsrail
devletini kurdular. Bu hadise, Arap ihtilal
ve milliyetçiliğinde de bir dönüm noktası
oldu. Araplar için artık, Ebedi denilebilecek bir mücadele hedefi doğmuştu. asır,
12 Mayıs’ta Kurmay sınıfını bitirmişti.
Binbaşılığa terfi etti. 16 Mayıs’ta da müstakbel İhtilal Öncülerinden, arkadaşları
Zekeriya Muhittin ve Abdülnakim Amr ile
beraber Sina cephesinde, İsrail sınırında
Gazze’ye atandılar. Gazze, Birinci Dünya
Savaşı’nda Osmanlı ordusunun, İngilizlerle, ciddi, kanlı, ama zaferle biten muharebelerinin hatıralarını yaşatan bir yerdir.
Ondan sonra İsrail’le savaş, Mısır milliyetçi subayları için de bir mektep oldu. Yüzyıllar, yani Mısırlıların en az 2.000 yıldan
beri yaşadıkları yabancı hâkimiyetleri,
milletin, daha doğrusu, bir taraftan yeni
yeni Milletleşmekte olan Mısırlıların, savaş
istidadını eritmişti. İsrail’in kurulması
üzerine Mısır devleti ordusuna, İsrail’e
girmek emrini verdi ama, savaş başarısızlıkla sonuçlandı. Ve neticede, Mısır-İsrail
“Ateşkes!” Anlaşmasının imzalandığı
Ocak 1949’a kadar her şey, Mısırlılar ve
genç subaylar için, haysiyet kırıcı geçti. Ve
bu subaylar, bütün başarısızlıkların suçunu, Krala, Hükümete, hatta işi ihanete kadar vardıran bazı kral adamlarına yüklediler. İşte 1952 İhtilalinde bu İsrail yenilgisi de, genç subayların kafalarında, İhtilalin
ve Krallığa karşı nefretin, ayrı ve sürükleyici bir nedeni oldu…
“İhtilal için 5 Ağustos tarihi kararlaştırılmıştı. Ama bazı sebeplerle ihtilalin 22-23
Temmuz gecesi Kahire’de başladığını kaydetmiştik. Genç subaylar arasında en yüksek rütbeli olarak, ancak albaylar ve Cemal Abdülnasır vardı. Fakat hiç olmazsa
General rütbesinde biri lazımdı. Bu sebeple, adı o zaman az duyulmuş olan ve daha
sonra asır tarafından tasfiye edilen General ecip akla geldi. ecip, başlangıçta ihtilalcilerin dışındayken, 23 Temmuz sabahının erken saatlerinde vazifeye çağırıldı.
ecip, daveti kabul etti. Bizde Cemal Gürsel’in davet edilişinde olduğu gibi. O andan
itibaren de General ecip, İhtilalin yahut
Milli Birlik Komitesi’nin ve dolayısıyla
Devletin Fiilen başkanı oldu. Cemal Abdülnasır, onun yardımcısı olarak belirdi.
Hükümetin kuruluşu ve Kralla ilk temaslara, sivil bir politikacı olan Mahir Sit Paşa memur edildi.
İşlerin ondan sonrası, artık İhtilalin ve
Reformların gelişmesinin tarihidir. Bunlar
üzerinde ayrıntılarıyla durmasak da olur.
Çünkü hedefler, daha önce kaydettiğimiz
gibi, zaten belliydi:
“- Krallığın tasfiyesi,
“- Toprak reformu,
“- Zaten gayri milli olan Soylular, Paşalar saltanatının ortadan silinmesi,
“- İngilizlerin Mısır’dan (Süveyş Kanalından) çekilmesini sağlamak,
“- Kanalın millileştirilmesi,
“- Ordunun yeniden teşkili ve orduda savaş, ruh ve heyecanının yaratılması, Halk
yaşantısında değişiklikler,
“- ihayet, İsrail’le savaş ve İsrail’in çökertilmesi…vb.
“Bunların üzerinde durmayacağız.
Yalnız şu kadarını kaydedeceğiz ki İsrail’le
savaş ve İsrail’in çökertilmesi bahsi, tamamen ve daima Mısır’ın aleyhine işlemişti.
Çünkü aslında, Mısır halkının, bu gibi savaşlar için olgunlaşması, daha doğrusu
milletleşmesi gerekiyordu. Diğer alanlarda
başarılar sağlandı. Bir süre sonra da General ecip’in tasfiyesiyle Şeflik, asır’ın
elinde toplandı. Ve iktidar, ilk kadrosunu
uzun yıllar muhafaza edebilmek kudretini
gösterdi. Makul ve kademeli aşamalarla
yürütülen Reformlarla, Yarı Sömürgelikten Milli İstiklale geçiş, bütün Arap ülkeleri arasında, bilinçli, fakat ihtilale sadık bir
evrimciliğin, en başarılı misalini Mısır’da
vermiştir. asır, ilk günden ölümüne kadar, şahsi hayat ve yaşantısında, kaynağına
ve halkına titizlikle bağlı kalan bir üstün
insan olarak görünür. Kendini ilahlaştırmayan bir Halkçılığın, övünülecek misalini
verir. Bu arada onun, 1956’da İngiliz ve
Fransızların, Süveyş Kanalı’nın devletleştirilmesi gibi, en meşru bir hakka karşı
yaptıkları tipik emperyalist saldırıya- ki,
buna İsrail de katılmıştır- karşı davranış
ve direnişi, büyük bir karakter vasfıdır”
(Ş. S. Aydemir, İhtilalin Mantığı, s. 87-88-8990-91-92)
Ordu Meselesi’ne
Diyalektik Metotla yaklaşmalıyız
1974’te Portekiz’de “Karanfil Devrimi” diye bir devrim gerçekleşti. Ve faşist Salazar diktatörlüğüne karşı Genç Subayların
gerçekleştirdiği o devrimle birlikte, Portekiz
sömürgeciliğine son verildi. Portekizli Genç
Subaylar, gerçekleştirdikleri devrimle birlikte
Mozambik’ten, Angola’dan ve diğer Portekiz
sömürgelerinden Portekiz Ordusu’nu çekti ve
halklara özgürlük getirdi. Ve halk bu devrime
“Karanfil Devrimi” dedi. Ve bugün de o Devrim, bir zamanlar Türkiye’de 27 Mayıs’ın
“Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak
kutlandığı gibi (12 Eylül Faşizmi bu Bayram’ın kutlanmasını 12 Eylül Anayasası’yla
birlikte ortadan kaldırmıştır), bir bayram olarak kutlanmaya devam ediyor hâlâ. Oysa o da
şeklen bir darbeydi. Ama bilimsel adıyla söylersek bir Politik Devrimdi.
Çok daha yakına gelelim. Venezüella’da,
Latin Amerika’dan sol rüzgârlar estiren Venezüella’da Başkan Chavez kimdir?
Bir Genç Subay değil midir, değerli arkadaşlar? Ordu Gençliği’nden arkadaşlarıyla
darbe girişiminde bulunmuş, başarılı olamamış, sonrasında yaşanan süreçlerde siyasi
partisiyle seçimlere katılarak iktidara gelmiş
bir asker değil midir?
Ve 2002’de bir karşıdevrimle gözaltına
alındığında, ABD’nin emriyle gerçekleştirilen karşıdevrimle gözaltına alındığında, Venezüella Parababalarının başkan olarak atadığı Carmona’nın, Başkan Chavez’in Venezüella Halkına kazandırdığı bütün kazanımları bir
kararnameyle elinden aldığı Venezüella’da,
devrimi gerçekleştirenler kimdir? Kökenleri
nedir? Başkan Chavez’i ve Bolivarcı Venezüella Devrimi’ni kurtaran kimdir-kimlerdir?
Gericilerin karşıdevrim girişimini alt
eden, alaşağı eden askerler, Ordu Gençliği değil midir, değerli arkadaşlar?
Hepimiz bunu yaşadık. Gözlerimizle canlı olarak izledik televizyonlarda.
Şimdi dolayısıyla nasıl karşı çıkabiliriz
Venezüella Ordusu’ndaki Genç Subayların
devrimin kazanımlarını korumasına? Karşıdevrimcileri alt etmesine?..
Karşı çıkabilir miyiz?
Bunun neresinde mantık olabilir? Bunun
neresinde, yurtseverlik, halkseverlik olabilir?
Kime hizmet etmiş oluruz?
O zaman karşıdevrimciler başarılı olsaydı,
Chavez ve yönetimi iktidardan gitseydi, Parababaları iktidarı ve darbeciler Venezuela’da
halka zulmetmeye devam etselerdi, Venezüella’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini başta
ABD olmak üzere, bir avuç Parababasına peşkeş çekselerdi… Bu mu doğruydu, değerli arkadaşlar?
Yani toplumsal olaylara böyle Aristo mantığıyla bakamayız.
Ya nasıl bakarız?
Marksist-Leninistler olarak Diyalektik
Metodla bakarız.
Hangi sınıfın yararına ve hangi sınıfa karşı yapılmıştır eylem?
Ölçümüz, biricik ölçütümüz budur.
O bakımdan, konumuza dönersek; 27 Mayıs, halk için ve özellikle Sivil Asker Gençliğimiz tarafından gerçekleştirilmiş Politik bir
Devrimdir.
Her devrim, sosyal değişikliğe neden olmaz. Yani o ülkenin ekonomik yapısını değiştirmeyebilir. Ekonomik altyapının kökten değiştiği toplumsal olaylara bildiğimiz gibi, bilimsel olarak Sosyal Devrim denir. Ama bir
de üstyapıda değişiklikler yaratan toplumsal
olaylara da Politik Devrimler denir ki, işte 27
Mayıs, bu Politik Devrimlere birebir örnektir,
değerli arkadaşlar.
O bakımdan 27 Mayıs’ı bir Politik Devrim
olarak alkışlıyor ve 27 Mayıs’ın kazanımlarını ve amaçlarını savunmayı sonuna kadar sürdüreceğimizi belirtmekten gurur duyuyoruz.
Çünkü 27 Mayıs, yerli-yabancı Parababalarına karşı yapılmıştır.
Çünkü zalim Demokrat Parti İktidarına
karşı yapılmıştır.
Çünkü gençliğe acımasızca ateş emri veren Bayar’lara, Menderes’lere karşı yapılmıştır.
ğerli arkadaşlar.
Dolayısıyla Ermeni Meselesi’nin çözümünü, emperyalistlerin yüzyıldan beri savundukları tezin aynısını savunarak çözmeye
kalkmak, emperyalistlerin planlarına, oyununa gelmek, planlarının savunucusu olmak anlamına gelir. Bu bakımdan Partimiz asla bu
oyuna düşmeyecektir. Ve Parababalarının,
yerli-yabancı Parababalarının bu oyunlarını
bozmak için her cepheden açıkça mücadele
edecektir, değerli arkadaşlar.
Emperyalistler,
Ermeni Meselesini kendi
çıkarlarına uygun kullanmaya
devam etmektedir
Türkiye’nin bunun yanında birçok sorunu
var, bildiğimiz gibi değerli arkadaşlar. Kıbrıs
Meselesi, Ermeni Meselesi, Kürt Meselesi gibi çok önemli, çok temel sorunlarımız var ve
bu sorunlarda da ne yazık ki AB-D Emperyalistlerinin çabalarını, girişimlerini, örgütlendirmelerini ve adım adım mesafe almalarını
görüyoruz.
Daha 24 Nisan’da, yirmi gün kadar önce,
İstanbul, Ankara ve İzmir’de eylemler gerçekleştirdik.
Kime karşı ve ne için eylemler gerçekleştirdik?
AB-D Emperyalistlerinin tezlerini birebir
savunan, “Ermeni soykırımı olmuştur” diyen
Sevrcilere karşı Tarihsel gerçekleri açıklayan
ve bu planın Emperyalist plan olduğunu, ABD planı olduğunu açık eden eylemler gerçekleştirdik.
Başkaca gerçekleştiren oldu mu, değerli
arkadaşlar?
Hayır.
Yani Kurtuluş Partisi bir kez daha net,
açık bir tavır aldı. Tutum aldı. AB-D Emperyalistlerinin planlarına cepheden, yekten karşı çıktı.
Ama kendisine solcu, devrimci diyen arkadaşlar, AB-D Emperyalistlerinin planlarını
sokaklarda haykırdılar. Sanki Türk Halkına
hakaret etmek, geçmişimize hakaret etmek bir
marifetmiş gibi...
Emperyalistlerin tezlerini savunmak devrimciliğin gereğiymiş, demokrasi zahir buymuş sandıkları için emperyalist tezleri savunmaya devam ediyorlar.
Tarihsel gerçeklikler çok açık. Ermeni
Burjuvaları, kaderlerini Batılı Emperyalist
devletlerin kaderleriyle birleştirmişlerdir.
Ermeni burjuvaları kaderlerini Batılı Emperyalistlerin kaderlerine bağladıkları için
Osmanlı’nın bölünmesi, yok edilmesi, tarihten silinmesi planlarında Batılı Emperyalistlerle işbirliği yapmışlardır, ortak olmuşlardır.
Ve Batılı Emperyalistleri Birinci Kurtuluş Savaşı’yla nasıl yendiysek, Ermeni Burjuvalarını da aynı şekilde yenmiş olduk.
Evet, bir savaş yaşandı, evet karşılıklı katliamlar oldu. Bunlar yadsınamaz… Burada
emperyalistlerce saptırılmış sayıların etkisinde kalamayız. Çünkü tarafsız, hatta bizzat Ermeni Önderlerin verdikleri rakamlara göre
Müslümanların kaybı Ermenilerden çoktur.
Her savaşta masumlar ölür. Her savaşta, savaşan askerler ölür. Ölmeyen ve savaşlardan
kârlı çıkan bir tek kesim vardır: Emperyalistler, büyük silah tüccarları, silah sanayicileri
savaşlardan para kazanırlar. Savaşlardan tek
kazanan, bir anlamda onlar olur.
Onlar kimdir?
Uluslararası Parababalarıdır.
Dolayısıyla savaşlarda masum insanlar
ölür, halk çocukları ölür. Parababalarının çocuklarının öldüğünü hiçbir savaşta, yani Birinci, İkinci Emperyalist Savaşlarda olsun,
yerel savaşlarda olsun, savaşların aşağı yukarı hiçbirisinde Parababaları çocuklarının öldüğünü görmedik ve duymadık. Bütün savaşlarda masum halk çocukları ölür. Onlar kurban olurlar.
Kimin için?
Bir avuç Parababası ve onların kâr hırsı
için. O Parababalarının dünyayı sömürme,
yağmalama, talan etme hevesleri için kurban
olurlar.
İşte Ermeni Meselesi’nde, mazlum Ermeni Halkıyla birlikte Müslüman Halklar Türkler ve Kürtler, Ermeni Burjuvalarının ve Batılı Emperyalistlerin kurbanı olmuştur, değerli
arkadaşlar.
Ama Sosyalist Sovyetler Birliği İktidarı,
yani Sosyalizm ne yapmıştır?
Bir Ermeni Sosyalist Cumhuriyeti kurarak, Ermeni Halkını, Ermeni İşçi Sınıfını,
mazlum Ermeni insanlarını, eşit, özgür yaşayabilecekleri bir devlette bir araya getirmiştir.
Yani Ermeni Meselesi’ni de kim çözmüştür?
Sosyalistler, Devrimciler çözmüştür, de-
Hugo Chavez
Ülkemizin bir de Kıbrıs Meselesi var bildiğimiz gibi ve şu gazete kupüründe, çok çarpıcı bir başlık var.
Geçtiğimiz Nisan ayındaki Kıbrıs görüşmelerinde, Rum lider Hristofyas, Kıbrıs’taki
“Türklerin sayısının dörtte biri geçmemesi
gerektiği” sözlerini bir Türk yetkili, “Hristofyas açık açık bize doğurmasın, diyor”
şeklinde değerlendirdi.
Gerçekten de öyle, değerli arkadaşlar.
Türk nüfusun dörtte biri geçmemesi için
ne yapılacak?
Ya katledeceksiniz, öldüreceksiniz ki çoğalmayacak, ya da analar doğurmayacak ki
Türk nüfus artmasın. Anlayışları bu. Yani ellerinden gelse bire dek kıracaklar. Aynen geçmişte Amerika’nın birçok ülkede yaptığı gibi…
Ordu’nun devrime giden yanını
tutup geliştirmeliyiz
İşte yalanlar üzerine kurulan savaş: Irak
savaşı.
İşte Afganistan’da yaptıkları… İşte Libya’da yaptıkları… İşte Fildişi Sahili Cumhuriyeti’nde yaptıkları…
Bildiğimiz gibi şu anda İspanya’da, İspanya’nın en büyük meydanında, gençler çadırdalar. Kaç gündür çadırlarda, daha fazla özgürlük için mücadele ediyorlar.
Libya’da da muhalefet çadırlardaydı.
NATO askerleri ne yaptılar?
ABD ile birlikte geldiler ve vurdular Libya’daki yönetimi ve yönetimi destekleyen
masum insanları. Kaddafi’ye karşı olmak, özgürlük ve demokrasiyi savunmak gerekçesiyle.
Eğer “muhalefetin çadırlarda olması” bir
ülkeye silahlı müdahale için yeterli gerekçe
ise buyurun İspanya’ya da müdahale edin. Ve
nitekim Büyük devrimci, Küba Devrimi’nin
efsanevi lideri Fidel son makalesinde bu ikiyüzlülüğü teşhir eder: “Hadi İspanyol yönetimini de vurun bakalım.” diye. Fidel böyle
söylüyor. “Hadi vurun” diyor. Yani onlar
ikiyüzlüdür, onlar alçaktır, onlar kendi çıkarlarına hizmet etmeyen kim olursa olsun onun
karşısındadır ve ona düşmandır.
Arap dünyasında gerçekleşen ayaklanmalar oldu bildiğimiz gibi. Aynen 27 Mayıs’ta
olan gibi. Bir bakıma olan gibi... 27 Mayıs da
dediğimiz gibi, politik devrimdir, ne yaptı?
Gerici iktidarı bir gecede vurup devirdi.
İlerici bir anayasa yaptı. Halka özgürlükler
getirdi. Nispi de olsa özgürlükler getirdi. Yeterli olmasa da özgürlükler getirdi.
Tunus’ta ne oldu, arkadaşlar?
Halk isyan etti kırk yıllık ABD diktatörüne ve devirdi değil mi?
Mısır’da da ne oldu?
Kırk yıllık Mübarek’i devirdi. Ama örgütsüz ve programsız olduğu için o devrim ne
oluyor şimdi?
Tekrar kontrol altına alınıyor. Tekrar Parababaları, hâkimiyeti ele geçiriyorlar. O devrimin, Politik Devrimin getirdiği kazanımları
geri almaya çalışıyorlar.
Bildiğimiz gibi, Mısır’daki bu halk hareketinin başarılı olmasındaki en büyük etken,
Ordu Gençliği’nin halka hiçbir zaman silah
doğrultmaması, dolayısıyla bu hareketin bir
parçası olmasıydı. Şimdi ise yönetim Mübarek’in kadrosundan oluşan bir “Askeri konsey”e devredilerek, yani Ordu eliyle bu Politik Devrim piç edilerek, yeniden Parababalarının düzeni korunmaya çalışılıyor.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Türk Ordusu için
söylediği: “Ordu devrime de gider, faşizme
de gider. Biz devrime giden yanını tutmalıyız.” Veciz sözü, Mısır gerçeğinde de bir kez
daha kanıtlanmaktadır. Biz devrimciler böyle
bir olayda Ordu Gençliği’nin halktan yana
olan tutumunu elbette tutmalı ve geliştirmeliyiz. Diğer yandan da Ordu’nun Amerikancı
Goriller eliyle gericiliğin kasap satırı olabileceğini hiçbir zaman göz ardı etmeksizin mücadele etmeliyiz.
Venezüella’da nasıl Ordu Gençliği’nin bu
yanını, ilerici, devrime giden (Bolivarcı Devrimi savunan) yanını tutuyor ve destekliyorsak, Türkiye’de 27 Mayıs’ı desteklemişsek,
destekliyorsak, eğer bir başka ülkede de böyle bir gelişme olursa, biz o devrimin o ilerici,
halktan yana olan ve Parababalarına karşı
olan yanını tutacağız ve geliştirmeye çalışacağız, değerli arkadaşlar. Bizim bilimsel mantığımız, diyalektik mantığımız, bize bunu emreder. Yoksa biz Aristo mantığıyla hareket
edemeyiz.
Dolayısıyla
değerli
arkadaşlar,
Türkiye’nin önünde çok önemli üç tane görev
var:
1- Antiemperyalist savaşı yükseltmek,
2- Antifeodal savaşı yükseltmek,
3- Antişovenizmi yükseltmek.
İşte yeni yapılan bir araştırma var. Bir
Amerikan araştırma şirketinin yaptığı araştırmaya göre, iki gün önce yayınlandı bu araştırma, dünyada ABD karşıtlığının en yoğun
olduğu ve en yüksek olduğu ülke Türkiye
imiş. Ve ABD karşıtlığının en yoğun olduğu
halk Türk Halkıymış. ABD’nin dünya halklarına zalimlik yaptığını, demokrasi ve özgürlük götürmediğini savunan yine en yüksek
oranda Türk Halkıymış.
İşte biz bu halkla gurur duyuyoruz. Bütün
kandırılmışlığına, bütün aldatılmışlığına, bütün örgütsüzlüğüne rağmen, ABD Emperyalistlerinin iğrenç içyüzünü gördüğü için, o geleneklerine, Birinci Kuvayimilliye geleneklerine sahip çıktığı için biz bu halka sonuna kadar güveniyoruz ve biz bu halkla birlikte
İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başaracağız.
(Alkışlar…)
Türkiye’yi gerçek kurtuluşa
biz ulaştıracağız
Dört yıl süren Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, nasıl ki Batılı Emperyalistleri yenmiş ve
onları inlerine göndermişsek, İkinci Kurtuluş
Savaşı’nı da aynı şekilde başarıya ulaştıracağız. Biz Türkiye Halkına inanıyor ve güveniyoruz.
Değerli arkadaşlar, bir de bildiğimiz gibi
Kürt Meselesi var. Her gün onlarca gencimizin can verdiği, anaların, babaların, kardeşlerin acı çektiği acıklı bir süreç var. Ve ne
yazık ki bu süreç de ABD planı doğrultusunda işlemeye devam ediyor.
ABD Emperyalistlerinin biz hiçbir zaman, halklar yararına iş yaptığını, bir eylem
gerçekleştirdiğini görmedik. ABD Emperyalistleri, büyük Batılı Emperyalistler, nereye
gitmişlerse, hangi ülkeye gitmişlerse ölüm
meleği de onlarla birlikte gitmiş, binlerin ve
yüz binlerin katliamcısı olmuşlardır.
Örneğin yanı başımızdaki Irak’ta da aynı
şekilde olmuştur. Meşru, seçilmiş BAAS
Partisi ve Saddam İktidarı devrilmiş ve kukla iktidar işbaşına getirilmiştir. Ve o kukla iktidarın bileşenlerinden olan Kürt burjuvaları
da Kürt dağlarında “Thank you Amerika”
sloganlarıyla ve Amerikan bayrağıyla çocukları dolandırıyorlar. Ve şu anda da, Amerika
Irak’tan gitmesin diye, karar değiştirmeye
çalışıyorlar Irak parlamentosunda, değerli
arkadaşlar.
ABD, Irak’ta Kürt Halkına bir şey vermedi. Başta Irak’taki Sünni ve Alevi kesimle, Araplarla olduğu gibi, diğer ülkelerdeki,
diğer Ortadoğu coğrafyasındaki Arap halklarıyla, Kürt Halkı arasına kan davası soktu,
halklar arasına düşmanlık soktu. Zaten hep
bunu yapıyorlar. İşte bu bakımdan da ABD
Emperyalistlerinin planı budur, değerli arkadaşlar.
Bizim ülkemizde de aynı planı hayata geçirmeye çalışıyor AB-D Emperyalistleri.
Türk ve Kürt Halkını birbirine düşürmeye,
aralarına kan davası sokmaya çalışıyor.
Biz gerçek devrimciler olarak bu oyunlara gelmeyeceğiz. ABD’nin alçakça planlarını bozacağız. Türk ve Kürt Halkının kardeşçe birliğini sağlayacağız. Eşit, özgür, Demokratik Halk İktidarında birlikte yaşayacağız.
1071’den bu yana birlikteyiz, yüzlerce yıl da
birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Birliğimizi bozmaya hiçbir emperyalist devlet, hiç
bir emperyalist plan yetmeyecek, değerli arkadaşlar.
O yüzden yolumuz zor, yolumuz uzun.
Sarp bir yolda ilerliyoruz. Etrafımız sağdan
ve soldan kuşatılmış durumda. Ama Hikmet
Kıvılcımlı gibi bir Usta’nın savunucuları,
onun yol göstericiliği ışığında mücadele
eden gerçek devrimciler olarak, gerçek hattımızdan, devrimci hattan bir milim bile sapmaksızın, Türkiye Halkının gerçek kurtuluşunu sağlayacağız. Demokratik Halk İktidarını mutlaka kuracağız.
Sözlerimi daha fazla uzatmak istemiyorum, beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
6
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza...
Simon Bolivar’ın 200 yıl önce yaktığı
Özgürlük Meşalesi Hugo Chavez Yoldaş’ın elinde dünyayı sarıp sarmalıyor
Baştarafı sayfa 1’de
rimci bir görev, enternasyonalist bir dayanışma
olarak görüyoruz. Venezüella Halkının mücadelesini kendi mücadelemiz olarak görüyoruz. Bütün
yoldaşlarımız
haberdar
Bolivarcı
Devrim’den, Yiğit Önderi Hugo Chavez’den ve
Venezüella Halkının AB-D Emperyalistlerine
karşı verdiği mücadeleden…
Bu anlayışla 2 Temmuz 2011 Cumartesi günü Bolivarcı Devrim’in 200’üncü Yılını kutlamak üzere Ankara’da Genel Merkez binamızda
Venezüella Halkının ülkemizdeki temsilcisi,
Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland
Yoldaş’ımız ve elçilik görevlisi Berna Talun
Üğüten Arkadaş ile birlikte bir etkinlik düzenledik.
Raul Yoldaş, 200 yıl önce özgürlük meşalesinin nasıl yakıldığını, Simon Bolivar’ın, O’nun
öğretmeni Miranda’nın Sömürgecilere karşı
verdikleri mücadeleyi, verilen o mücadelenin
200 yıl sonra Chavez Yoldaş’ın önderliğinde
daha da büyüdüğünü anlattı. Bolivarcı Devrim’in Venezüella Halkına kazandırdıklarını aktardı, devrimci coşkusu Partili Yoldaşlarımızı da
coşkulandırdı.
Etkinliğimiz, Büyükelçi Raul Yoldaş’ın,
Chavez Yoldaş’ın sağlık durumuyla ilgili bilgilendirmesiyle devam etti. Büyükelçi Raul Yoldaş, Chavez Yoldaş’ın sağlık durumunun iyiye
gittiğini, ülkedeki 5 Temmuz kutlamalarına ka-
Halkın Kurtuluş Partisi Ankara
İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın
Açılış Konuşması
H
oş geldiniz. Bugün 5 Temmuz 1811’de
Venezüella’nın Simon Bolivar önderliğinde bağımsızlığının ilanının 200’üncü
yıldönümü nedeniyle Partimizde düzenlediğimiz etkinliğe hoş geldiniz.
Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş bu konuda, Bolivarcı Devrim’in gelişimi hakkında bize kısa bir sunum yapacak. Kendisine şimdiden
huzurlarınızda teşekkür ediyoruz.
Venezüella Büyükelçisi
Raul Betancourt Seeland
Yoldaş’ın Konuşması:
Ç
ok teşekkür ediyorum sevgili dostum,
kardeşim ve birçok etkinlikte vermiş olduğumuz savaşlardan dolayı, Yoldaş’ım.
Hepinizi teker teker Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez Frias adına, Bolivarcı Cumhuriyet ve tüm Venezüella Halkı adına selamlamayı bir borç biliyorum.
Sevgili dostumuz, Partinin Genel Başkanı
Nurullah Ankut Hoca’mıza da geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz, en kısa zamanda tekrar
bizlerle olur inşallah.
O’nun yokluğunda naçizane bir müjdem olsun, bugün bizlerle değil ama sanıyorum o yüzden de altı saatten önce tamamlayabileceğiz bugünkü faaliyetimizi. Her zaman biliyorum ki
kendisinin söylediği şeyler çok çok önemli, çok
çok özel ama hani ben onların sadece bir kısmını anlayabiliyorum, çeviri mevzubahis olduğundan dolayı. O yüzden Berna, sadece en önemli
noktalarını, önemli olanlarını çevirip söylediği
için O’nun söylediği kadarını anlayabiliyorum.
Benim için de tabiî ki sizlerle buradan tekrar
bir günü paylaşıyor olmak çok önemli, Halkın
Kurtuluş Partisi’nin değerli üyeleriyle. Ki Partiniz benim için son derece kardeş ve önemli bir
yapı, kuruluş.
Dönemin, üzerimizde baskı kuran İspanya’nın zincirlerini kırdığımız 5 Temmuz tarihini
anmak ve bağımsızlığımızın 200’üncü yılını
kutlamak için Venezüella şu anda tüm hazırlıklarını tamamlamış durumda.
Bu 5 Temmuz’da imzalanan bir Bağımsızlık
Akdi’miz var ve bu Bağımsızlık Akdi’ne göre,
dönemin, o dönemde Venezüella’nın adı Venezüella Kral aipliği olarak geçiyor ve Güney
Amerika’nın en önemli kral naipliklerinden bir
tanesi ve burada yer alan 5 tane eyalet var; bu 5
eyalet, İspanya Krallığı’na karşı bağımsızlıklarını ilan eder; bunu içeren bir metindir bu Akit.
Bu bahsetmiş olduğumuz metin başlıca olarak Juan German Roscio adında bir kişi tarafından kaleme alınıyor ve Venezüella, bildiğiniz
gibi 5 Temmuz 1811 tarihinde Carakas’taki
Santa Rosa Lima Şapeli’nde imzalanıyor. Tabiî
ki bu imza süreci hemen olup biten bir imza süreci değil. 5 Temmuz’da başlıyor ve aynı yılın
18 Ağustosu’na kadar devam eden bir tartışma
süreci yaşanıyor.
Bu yüzden de biz kendi bağımsızlık sürecimizi, 19 Nisan 1810’da başlayıp 5 Temmuz
tılacağını söyledi.
Ayrıca Chavez Yoldaş’ın sağlık durumuyla
ilgili partimizce yapılan açıklama için: “Böyle
günlerde dostlarımızın yanımızda olduğunu
görmek çok güzel. Bu açıklamanızı ben gerekli kanallar aracılığıyla Chavez’e ilettiğimi
de bildirmek isterim.” dedi.
Ankara İl Başkanımız Av. Sait Kıran Yoldaş da, Simon Bolivar’ın önderliğinde verilen
Özgürlük mücadelesiyle Mustafa Kemal önderliğinde verilen Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Mücadelesi arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları aktardı. Ve Chavez Yoldaş önderliğinde Venezüella Halkının verdiği mücadelenin zaferle
taçlanacağını, emperyalistlerin hezimete uğrayacağını belirtti ve konuşmasını “Zafere Kadar Daima! Kazanacağız!” sloganlarıyla tamamladı.
***
5 Temmuz 2011 Salı günü Simon Bolivar’ın
Büstünün karşısında yeniden bir araya geldik
Venezüellalı Yoldaşlarla, 5 Temmuz Özgürlük
Günü’nü kutlamak üzere.
Latin Amerika Ülkelerinin Büyükelçilik
Yetkilileri, Ankara Üniversitesi Rektörü, Çankaya Belediye Başkanının katıldığı tören saygı
duruşuyla başladı.
Yapılan konuşmalardan sonra ilk olarak
Çankaya Belediye Başkanı ve Raul Yoldaş tara1811’de sonuçlanan bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Bu süreç içerisinde İspanya Krallığı’na
bağlı bulunan eyaletlerin bağımsızlıklarını kazanması ve diğer eyaletlerin de gönüllü olarak
bize katılmak istemesi süreci bir arada işleniyor.
Venezüella’daki bağımsızlık kıvılcımını ilk
kim ateşledi sorusuna vereceğimiz cevap, General Francisco de Miranda’dır.
Kendisi çok genç yaşta Venezüella’dan çıkıyor ve İspanyol Ordusu’na katılıyor. İspanyol
Ordusu’na katılışı, ne yazık ki yüzbaşı rütbesini
İspanya’dan satın almak sureti ile oluyor. Aldığı bu rütbe ile birlikte Fransız Devrimi başta olmak üzere, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlığı ve daha sonra da kendi ülkesi Venezüella’nın bağımsızlığı olmak üzere birçok savaşta başroller üstleniyor.
Kendisi Avrupa’dan döndükten sonra Venezüella topraklarına girmek için birçok askeri harekât girişiminde bulunuyor. Bu arada askeri harekâtlarla Venezüella’yı bir şekilde bağımsızlığına kavuşturmak istiyor. Kendisinin en büyük
şanssızlığı, düşündüğünün ortaya çıkmaması.
Çünkü Venezüella kıyılarından anakaraya ayak
Miranda
bastığında, Venezüella Halkı kendisini görünce
ve kendi söylediği bağımsızlık düşüncelerini
duyunca beni desteklerler, diye umuyor, fakat
bunun tam aksi cereyan ediyor.
O yüzden biz diyoruz ki; Venezüella bağımsızlığının mimarı, sadece mimarı, Francisco de
Miranda’dır.
Bu iki önemli Venezüellalı şahsiyet, daha
öncesinde de İzmir’den, o dönemin Konstantinopolis olan, İstanbul’undan da geçmiştir, oraları ziyaret etmiştir.
Sizlerin de bazılarının bildiği gibi
Ankara’da onun onuruna dikmiş olduğumuz bir
büst, onun adını taşıyan bir park mevcuttur.
Bundan birkaç sene sonra ise General Miranda, genç Bolivar ile tanışıyor. O zaman teğmen rütbesi var Bolivar’ın ve ilk diplomatik
misyonu olan Londra görevine gitmiştir. Bu görüşme sırasında Bolivar, Francisco De Miranda’yı ikna etme yoluna gider ve kendisinin varlığının Venezüella bağımsızlığı için son derece
vazgeçilmez bir unsur olduğunu söyler. Bütün
bu olan bitenle birlikte tarih 18 Nisan 1810 olur.
O tarihte de hâlâ Venezüella İspanya
Krallığı’nın bir Kral Naipliği olarak devam etmektedir.
O tarihte, Venezüella’da tarihindeki ilk bağımsızlık hareketi gerçekleşir. Hani bugünkü tabirlerle, bir darbe diyebiliriz buna. O dönemin
valisi Emparan’ın yetkilerine karşı yapılan bir
fından Bolivar’ın Büstüne çelenk kondu. Ardından Partimiz tarafından hazırlanan “Bolivarcı
Devrim 200 Yaşında Halkın Kurtuluş Partisi” yazılı çelenk Genel Başkan Yardımcımız Av.
Metin Bayyar ve Ankara İl Başkanımız Sait
Kıran tarafından Simon Bolivar Anıtı’na kondu.
Sonrasında Venezüellalı ve Partili Yoldaşlar
ve Büyükelçilik görevlileriyle birlikte Miranda’nın Büstünün bulunduğu parkta General Miranda’yı selamladık.
Raul Yoldaş ve Metin Bayyar Yoldaş’ın yaptıkları kısa konuşmalarla 5 Temmuz etkinlikleri
tamamlanmış oldu.
Simon Bolivar’ın, Miranda’nın, Che’nin,
uğruna mücadele verdikleri idealleri, eninde sonunda yaşam bulacak. Eninde sonunda Latin
Amerika’dan esen sol rüzgârlar dünya halklarını sarıp sarmalayacak.
Bilimsel Sosyalizmin Kurucuları Marks-Engels, Bilimsel Sosyalizmi ete kemiğe büründüren Devrimler Kartalı Lenin Usta’nın, Bilimsel
Sosyalizmin 20’nci Yüzyıldaki en büyük geliştiricisi Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın,
İnsanlığın Kurtuluşunu gösteren teori ve pratikleri doğrultusunda tüm dünya insanlığı, tek bir
sosyalist aile olacak!
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
darbe. Çünkü kendisi o kadar fazla ikna olmuştur ki bahsettiğimiz Vali, diyelim, Vicente Emparan, Venezüellalı vatandaşların kendisine olan
desteğine, bir gün balkona çıkar ve der ki:
“Beni destekliyor musunuz?”
Ve tabiî ki desteklemedikleri cevabını alır.
Hatta bu çıktığı balkonlar bugünkü Venezüella
dışişleri Bakanlığının Merkez Binasındaki balkonlardan bir tanesidir.
Bugünkü adıyla Bolivar Meydanı’na bakar
ve şu soruyu yöneltir:
“Beni bir sonraki valiniz olarak kabul ediyor
musunuz”?
Bu sormuş olduğu soru karşısında da “Hayır” cevabı alan Vali, Kral Naibi:
“Siz beni istemiyorsanız ben sizi hiç istemiyorum” diye cevap verir.
O yüzden diyebiliriz ki, halkın toplu olarak
vermiş olduğu bu cevap ve bunun sonrasında
Venezüella’daki ilk toplu Halk Hareketi, Özgürlük Hareketi başlamış olur.
Venezüella, Amerika Kıtası’nın tamamındaki bağımsızlığını kazanan üçüncü ülkedir. Haiti
ve Amerika Birleşik Devletlerinden sonra…
Önümüzdeki 5 Temmuz’da, sizlerin de haberi olduğu üzere, gerek Bolivar Parkı’mızda
gerek Miranda Parkı’mızda bir dizi etkinliklerimiz olacak ve bu tarihe benzer bir tarihte, Carakas’ta ilk defa olarak kesin ve kesin artık biz
özgürlüğümüzü elde edelim yönündeki hareketin temeli atılmış olacak.
Tabiî ki bu tarihte başlayan bağımsızlık süreci, arkasından birçok savaşı da beraberinde
getiriyor ve kati olarak milli egemenliği, 24 Haziran 1821 Carabobo Savaşı ile kazanılıyor.
O savaşın yapılacağı gün, General Simon
Bolivar tarafından tayin ediliyor ve karşı kuvvetlere, İspanyol kuvvetlerine, bu tarihte savaş
yapmak istediği bildiriliyor ve bir saati aşmayan
bir sürede, tüm krallık kuvvetleri bertaraf ediliyor.
Her ne kadar, Tarihte bu savaş, bağımsızlığı
elde ettiğimiz son savaş olarak bilinse de, bundan iki sene sonra, 24 Temmuz 1823’te bir deniz savaşı yapılıyor. Maracaibo Deniz Savaşı
olarak geçiyor ve ülkemiz topraklarındaki İspanyol hâkimiyeti tamamen ortadan kalkmış
oluyor.
Carabobo Savaşı’nın ardından, birçok krallık kuvvetine mensup savaşçılar farklı noktalara
kaçıyorlar ve daha sonrasında bu deniz savaşını
yapmak zorunda kalıyorlar ve bununla da tüm
İspanyol baskısı kırılmış oluyor.
30 Mart 1845 tarihinde ise İspanya resmi
olarak Venezüella’nın bağımsızlığını tanıyor.
Carlos Soublette, Venezüella Devlet Başkanı
ve İspanya Kraliçesi 2’nci Isabel arasında bir
Barış Antlaşması imzalanıyor.
Bu son söylemiş olduğum cümle ile bu Tarihi kısmı tamamlamış oluyoruz.
Bolivar sadece Venezüella’nın
değil tüm Latin Amerika’nın
Kurtarıcısıdır
Biraz da Bolivarcı Devrim’den bahsetmek
istiyorum.
Tüm bu anlattıklarımıza özet olarak şunları
söyleyebiliriz ki, bu seneki 5 Temmuz’un önemi
bağımsızlığımızın 200. yıldönümü olmasıdır.
Şunu da bilmekte fayda var, Simon Bolivar sa-
Venezüella Büyükelçisi
Raul Betancort Seeland Yoldaş’a
Hugo Chavez Yoldaş’a geçmiş olsun dileğimizdir
Şahsınız aracılığıyla, Latin Amerika’dan sol rüzgârları estiren, ABD ve AB
Emperyalistlerinin son yıllardaki en büyük kâbusu, Dünya Halklarının umudu Hugo Chavez Yoldaş’a geçirmiş olduğu ameliyat nedeniyle, Halkın Kurtuluş Partisi
olarak geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Hugo Chavez Yoldaş’ı ABD ve AB Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerinin
komploları, darbe girişimleri, suikast teşebbüsleri durduramadı, bir diz ameliyatı
hiç durduramayacaktır.
Hugo Chavez Yoldaş birkaç günlüğüne ara verdiği çalışmalarına yeniden dönüp, dünya halklarına umut aşılamaya, Sosyalizmi Venezüella’da örmeye, Emperyalizmin oyunlarını bozmaya, insanlığın başındaki kara bulutları dağıtmaya devam edecektir.
Biliyoruz ve inanıyoruz ki, Chavez Yoldaş, Kübalı Doktorların mahir elleriyle
sağlığına çok kısa bir sürede kavuşup, Sosyalist Güneşin pırıltısını ve sıcaklığını
Dünya Halklarına hissettirecektir.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ın sağlığına bir an önce kavuşup
görevlerinin başına çok daha sağlıklı bir şekilde dönmesi temennilerimizle, Size
ve sizin şahsınızda Venezüellalı Yoldaşlarımıza en içten Devrimci selamlarımızı
gönderiyor, Chavez Yoldaş’a acil şifalar diliyoruz. 14.06.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
dece Venezüella’nın
kurtarıcısı değil aynı
zamanda; Kolombiya’nın, Ekvator’un,
Bolivya’nın ve Panama’nın kurtarıcısıdır.
Bu da demek oluyor ki, bu Venezüella’nın sadece kendi
halkının özgürlüğü ile
yetinmemiş, diğer 5
ülkenin de halklarına
özgürlük getirmiştir,
bu yüzden de 6 milletin birliğini temsil
eder.
Uh! Ah! Chavez Başkan Chavez, Simon Bolivar’ın portresi önünde halka hitap ediyor.
no se va!..
söylediğini bilmek isterseniz, Berna güzel şarkı
söyler üç dilde. Olur da isterseniz aklınızda bu(Berna Arkadaş: Baktım hepiniz biraz sıcaktan dolayı mayışmış durumdasınız, o yüzden lunsun diye…
Berna Arkadaş: Şimdi benden devam edibir sloganla harekete geçelim istedim, diyor Büyoruz.
Haberiniz olsun, diye söylüyor Büyükelyükelçimiz.)
Raul Yoldaş: Çok merak duymayın, zaten çimiz. Böyle anons ediyor. Yaklaşık 4,5 aylık
kısa konuşacağım. Bugün başka bir faaliyetiniz hamileyim. Kendisinin sağ kolu olduğumdan
daha olduğunun bilincindeyim. Adnan Bey ve dolayı kendisi biraz endişeli olduğunu söylüyor.
Sait Bey, Büyükelçiliğe ziyarete geldiklerinde Allah izin verirse Aralık ayından itibaren 5 ay
de zaten konuştuk. O yüzden çok öz konuşacağımı söyledim, sizlerin de, olur da soracağınız
bir şey olursa, tabiî ki seve seve cevaplayacağım ama bu demek değil ki, yani ben bütün gün
öğleden sonra sizleri burada çakılı tutacağım,
bundan yana müsterih olabilirsiniz…
Bir dinleyici: Raul Yoldaş’ı dinlemekten
zevk alıyoruz.
Raul Betancourt Seeland: Bir dahaki haftaya da şöyle yapalım o zaman; öğleden sonra
5’te başlayalım ertesi güne kadar devam edelim.
Sait Yoldaş: Genel Başkanı da getirsek olur.
Raul Yoldaş: Gelirse evet bunu yapabiliriz.
Şöyle de yapabiliriz, arkadaşımız çok güzel şarkı söylüyor. İsmini hatırlayamıyorum kusura
bakma. Türk isimleri konusunda hafızam birazcık yetersiz. Sen de o gün bol bol şarkı söylersin, faaliyeti tamamlamış oluruz. Ben sadece
dinlemekle yetinirim tabiî ki, şarkı söylemekte
oldukça kötüyüm. Olur ki şimdi davet etmek isterseniz diye söyleyeyim: kimin daha iyi şarkı
süreyle sizlerle olamayacağım.
Raul Yoldaş: Kendisi yokken benim de
umudum yok. Ben ne yaptıysam bugüne kadar,
sağ kolum olarak Berna yaptı. Ben bundan sonra ne yapacağım?
Berna Arkadaş: Döneceğim İnşallah.
Raul Yoldaş: Ben baştan pazarlığımı yapmıştım. Ben burada görevimi bitirene kadar hamile falan kalmak yok, dedim ama beni dinlemedi. Ne yapalım…
Raul Betancourt Seeland: Evet Bolivarcı
Devrim…
Sizlerin de bildiği gibi, geçtiğimiz Şubat
ayının ikisinde 12’nci yılımızı kutladık Bolivarcı Devrim’imizin de. Tabiî ki liderimiz, komutan, devlet başkanımız Hugo Chavez Frias liderliğinde.
Tabiî ki kendisinin varlığı, bugüne kadar
olan devlet başkanlarının varlığından tamamen
farklı bir olgu oldu bizim için. Daha önce konuştuğumuz konularda bahsettiğimiz gibi, o ge-
7
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza...
lene kadar hep beşer yıllık dönemlerde milliyetçi hareket ve demokratik hareket partilerinin hükümetlerini görüyorduk.
O dönemdeki hükümetlerin yaptığı tek şey,
kendini dünyanın sahibi sanan Amerika Birleşik
Devletleri’nin vermiş olduğu talimatları yerine
getirmek. Tabiî ki kendini dünyanın sahibi sanan onlar.. Ben hiçbir şekilde onlar dünyanın
sahibi olsun diye kalkıp da bir yerde oy kullandığımı hatırlamıyorum. Ama bu da bir gerçek ki
kendilerini dünyanın en süperi zannediyorlar, en
güçlüsü zannediyorlar. O yüzden şöyle bir tespitte bulunabiliriz; günümüzde Başkan Chavez’e gelene kadar her zaman ve her zaman sağcı hükümetler görev yaptı. O yüzden biz Venezüella Halkı olarak, hiçbir zaman, olur da yarın
bir gün yeni bir devlet başkanı gelir de tüm devlet yapısını baştan aşağı değiştirirse diye hiç düşünmemiştik.
Başkan Chavez’le 21’inci Yüzyıl
Sosyalizmi’ne yöneldik
Başkan Chavez’in gelişiyle biz Venezüellalılar, aslında sahip olduğumuz, varlığını bile hatırlamadığımız birçok şeyi geri aldık. Biz milli
egemenliğimizi geri kazandık. Uluslararası kamuoyunun saygınlığını kazandık. Ensemizde
duran ve bizi ezen Yankee çizmesini de üstümüzden söküp attık. Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti’ne gerekli şeyleri söyledik ve dedik
ki; eğer ki bizden saygı bekliyorsanız, önce siz
bize saygı duyacaksınız. Daha fazla iç işlerimize müdahalenizi kabul etmiyoruz, dedik. Daha
öncesinde kardeş cumhuriyet Kolombiya’dan
kaynaklanan uyuşturucu satışlarını engellemek
amacıyla Venezüella hava sahasının ihlal edilmesine, daha fazla bunları yapmalarını asla ve
asla izin vermedik. Ve daha sonrasında da ülkemizi kesin ve radikal değişikliklerle 21’inci
Yüzyıl Sosyalizmine yönelttik.
Ve biz daha sonra ne yaptık?
Tüm insanî şartlarda hizmetlerden uzaklaştırılmış Venezüella Halkı için çalıştık. Sağlık,
eğitim imkânları verdik. Chavez Hükümeti’nin
başlıca amacı bu sosyal misyonlardır. Yıllar boyunca dışlanmış olan Venezüella Halkı, Chavez
sayesinde bugün bir şeylerin sahibi olmaya başladı. Daha öncesinde lise eğitimini tamamlamış
birçok genç, maddi güçleri yeterli olmadığından
dolayı üniversitede okuyamıyordu. Şu anda
devletin Bolivarcı üniversiteleri, ülkenin her
bölgesinde çalışmaktadır. 2005 yılında herkes
okuryazar olmuştur, bunu anayasa onayladı ve
Küba’dan aldığımız tekniklerle, “Robinson
Bir” ve “Robinson İki” sosyal görevlerimizle;
“Ben okuyabiliyorum” ve “Ben okumaya devam edebiliyorum” görevleriyle birçok insanımıza okuma yazma öğrettik.
Venezüella oligarşisi de tabiî ki, doğal olarak, Başkan Chavez’in karşısındaki yerini aldı.
Çünkü kendilerinin yıllardır veremediğini Venezüellalılara çok kısa sürede vermeye çalışan
bir Başkan, hiçbir şekilde işlerine gelmedi.
Biz Venezüella Halkı, başkanımızı, liderimizi derin bir sevgiyle seviyoruz ve ona gerçekten
çok bağlıyız. Son derece karizmatik ve son derece insancıl bir liderimiz var. Öyle çok seviyoruz ki liderimizi, siz de biliyorsunuz; 2002 yılının 11 Nisanı’nda olan darbedeki tutumumuzu.
Bu darbe, oligarşi temelli ve ABD destekli idi.
Ve dönemin önemli ülkelerinin silahlı kuvvetleri başta olmak üzere, bu darbeyi doğrudan tanıdılar.
Biz ne yaptık 47 saat boyunca sokaklarda?
Başkanımızı geri verin, diye protestolarda
bulunduk. Ve kendisini bu süre boyunca, biliyorsunuz, tamamen iletişimden yoksun olduğu
bir adada ve ABD kuyruk numaralı bir uçakla
ülkeden çıkarmak üzere hazır bir şekilde tutuyorlardı.
Darbenin başındaki isimler de çok iyi biliyorlardı ki, eğer çok kısa sürede Başkan Chavez
görevine iade edilmeseydi, Venezüella’da sivil
savaş çıkacaktı. 47 saati aşkın süredir sokaklarda protesto hâkimdi.
Şöyle diyebiliriz Venezüella Halkı için; Başkan kendilerine ne kadar sevgiyle yaklaşıyorsa
onlar da o sevgiyle sahip çıktı Başkanlarına.
Ve biz Venezüella’da şöyle tanımlıyoruz;
sevgi, sevgi ile ölçülür. Siz de biliyorsunuz Bolivarcı Anayasayı. Türkçeye Berna tarafından
çevrildi, Partiye de gönderildi sanıyorum. Bir
gözatılmasını isterim.
Bana işaret yapıyorlar, biraz daha çabuk
olun diye. O yüzden başka konuya geçeceğiz.
Sait de Berna da beni iyi tanıyorlar, nasıl konuştuğum konusunda. Eğer onların işaretlerine
aldırmazsam, nerelere kadar götürebileceğimi
ben bile bilmiyorum.
Sizler de bunu haberlerde duymuşsunuzdur,
gazetelerde okumuşsunuzdur. Amerika Birleşik
Devletleri’nin Venezüella’nın başlıca petrol şirketi PDVSA’ya yapmış olduğu yaptırımlar, uygulamış olduğu yaptırımlar var. Amerika Birleşik Devletleri, Venezüella petrolünü neden İran
gibi ülkelere satıyor türünden bize çeşitli yaptırımlar uygulamaya kalktı. Yapmış oldukları
yaptırımların başında ise PDVSA şirketinin diğer Amerikan petrol şirketleri ve hükümetlerle
yapacağı anlaşmalarının, bunun sonunda elde
edilecek finans kaynaklarının bir şekilde ortadan kaldırılmasına yönelikti.
Ben bunu her zaman söyledim. PDVSA
Başkanımız ve Petrol Bakanımız Rafael Ramirez de birçok konuşmasında dile getirdi: Petrol
bizim ülkemizde çıkıyor, petrol bize ait. Kime
satmak istiyorsak ona satarız. O yüzden de
ABD ya da hangi ülke olursa olsun, bizim topraklarımızda Venezüella Halkına ait olan bir doğal kaynağın satışını yapmak için kimseden izin
alacak değiliz. Eğer yaptırım uygulamak istiyorlarsa buyursun yapsınlar…
Yani ne bizim uykularımızı kaçırıyor, ne bizi korkutuyor, ne de bizi herhangi bir yükümlülük altına sokuyor.
Başkan Yardımcınızın bana yöneltmiş olduğu bir soru vardı, Başkanın sağlığı ile ilgili.
Gerek Venezüella’da, gerek dünyada, Başkan Chavez, asla dinlenmeyen, asla tatile çıkmayan, resmi bayramlardan yararlanmayan, hep
çalışan bir makine olarak bilinmektedir.
Hiçbir zaman şöyle bir haber duymazsınız:
Başkan Chavez falanca sahil şeridindeki yazlığında dinleniyor… Çiftlik evinde şunları şunları yapıyor… Asla böyle bir şey olmaz.
Başkan her zaman devletinin yanındadır. Tabiî ki insanoğlunun başına gelebilir. Bu vücut
dediğimiz şey, makine gibi tekleyebilir. Kendisi, Brezilya’yı, Ekvador’u ve en son Küba’yı
kapsayan bir başkanlık gezisinde, en son Küba’ya geldiği zaman, general Fidel Castro ile
yapmış olduğu konuşma sırasında, Fidel Castro
kendisine soruyor: “Chavez, hayırdır kendini
kötü mü hissediyorsun?”, diyor. O da, “Çok iyi
değilim komutanım”, filan deyince, bir grup
Kübalı doktor ve Chavez’in doktorları, Chavez’i muayene ediyorlar. Ve kalça kemiğinin
oralarda bir sorun olduğu gözlerine çarpıyor.
Küba’ya yapmış olduğu resmi ziyaret sırasında aslında birçok anlaşmaya imza atıyor, oldukça verimli geçen bir program tamamlanıyor.
Ve kendisinin tabiî diz sorunu var ve bu sorunun
sürekli koşturmadan kaynaklanan bir nedene
bağlı olduğunu düşünüyor, ama hiçbir zaman
kalça kemiğinin orada yerleşen bir olgunun buna sebebiyet verdiğini tahmin etmiyor.
Tabiî ki bu özel medya kuruluşları, hiçbir
fırsatı kaçırmadığı gibi, başkanın Küba’da olmasını da fırsat bildiler. “Devlet başkanı devletinin başında olur. Bu süreli olarak görevi bırakmaktır”, diyorlar. Ama unuttukları bir şey
vardı: Başkan Chavez sağlık sorunları yüzünden Küba’daydı. Kendisinin yerine vekâleten
bıraktığı Devlet Başkanı Yardımcısı vardı. Baş-
kan Yardımcısı’nın görevi de kendisine verilen
emirleri doğrudan uygulamaktı tabiî ki.
Kendisini ilk başta 10 Haziran’da ameliyat
ettiler. Bu ameliyatın ardından, kendisine yönelik yapılan incelemeler devam etti. İncelemeler
sonucunda kendisinin kalça kemiği bölgesinde
apse yapmış bir tümör olduğu ve bu tümörün de
kanserojen yapıda hücreler içerdiği ortaya çıkıyor. Bu yüzden kendisini ikinci kere ameliyata
aldılar.
Şu an kendisi Küba’da. Bakanlar kendisini
Küba da sürekli ziyaret ediyor, gerekli direktifleri de telefon aracılığı ile iletiyor.
Kendisinin geçirmiş olduğu ikinci ameliyatın ciddiliğinden doktorları yerinden kalkmamasını tavsiye etmiş olmasına rağmen Başkan geçtiğimiz günlerde televizyon kameralarının karşısına çıkıp sağlık durumu ile bilgi verdi. Hâlâ
yönetiminin başında olduğunun söyledi.
Hakikaten de yönetmeye halen devam ediyor, sadece geçici olarak Carakas’ta değil, Küba’da. Bu size bahsetmiş olduğum dedikodular
çok fazla ayyuka çıkınca, gerçekten ülkenin iç
huzurunu etkileyecek rahatsızlıklara sebebiyet
verince, 30 Haziran’da devlet televizyonunda
bir konuşma yaptı. Artık bu dedikodular, boş
konuşmalar gerekli cevabı aldı. Çünkü hepimiz
insanız, hepimiz o dönemlerden geçebiliriz.
Gerek Başkan, gerekse Venezüella Silahlı
Kuvvetleri Başkanı, sahip olduğu görevlere bir
gün için arkasını dönmemiştir.
Bu fırsattan istifade, Sait Bey şahsında tüm
Partililere teşekkürleri bir borç biliyorum. Başkanımızın sağlığı ile ilgili endişelerini bize yazılı ilettiklerinden ve geçmiş olsun dileklerini
sunduklarından dolayı.
İlk toplantıda Sait’e de söyledim. Gerekli
çevirisi ile birlikte Başkan’a iletilmek üzere
Dışişleri Bakanlığına gönderilmiştir.
Aynı zamanda Amerika ve Karayipler Zirvesi düzenleniyor. Bu, Margarita Adası’nda düzenlenecek, ancak Başkan’ın sağlığından dolayı
5-6 Temmuz’a ertelenmiş durumda.
Kendisinin resmi olarak ülkeye ne zaman
döneceği bilinmiyor, ama yaptığı konuşmada
“geliyorum, bekleyin” dedi. Büyük bir ihtimalle bu 5 Temmuz’da olacaktır. Ülkede yapılan
kutlamalara başkanlık etmesi hususunda. Ama
çok kısa süre içerisinde ülkenin başına geçecektir.
Her ne kadar şu anda doktorların tavsiyeleri
çok fazla hareket etmemesi yönünde olsa da,
kendisini biraz bilen bir insan olarak, kendi kararını kendi alır. 5 Temmuz sonrası ne zaman
dönmeye karar verirse döner.
İnşallah size verdiğim sözü tutmuşumdur.
Az konuşacağım dedim, sizlerin sormak istediği bir şey varsa, bildiğim bir şeyse seve seve cevap veririm. Sizlerin söylemek istediği şeyleri
dinlemek çok hoşuma gidiyor. Çünkü Türkiye’de sizler tarafından Venezüella’nın ne şekilde göründüğünü bilmek benim için çok önemli.
Basın yayın kuruluşlarından Venezüella’nın takip edildiğini biliyoruz ama… Sizlerin söylemek istediğiniz bir şey varsa seve seve cevap
veririm.
Siz karar verin…
Kurtuluş Partisi Genel Başkan
Yardımcısı Metin Bayyar:
Ben söz alayım. Türkiye ile Venezüella’nın
ilişkileri son dönem artmışa benziyor. İran olgusunu biliyoruz. İran ile Venezüella biraz samimi. Bu konuları biraz bilgi verebilir misiniz?
Raul Yoldaş:
Sayın Başkan Yardımcısı’nın da söylemiş
olduğu gibi, Venezüella ile Türkiye arasındaki
ilişkiler son dönemde, geçtiğimiz yılın Kasım
ayında Venezüella Dışişleri Bakanı’nın yapmış
olduğu geziyle birlikte, onun sayesinde fazlası
ile hatırı sayılır bir biçimde artmış bir durumda.
Bu ziyaret sırasında işbirliği anlaşması imzalandı. Türk tarafının imza atan ismi Taner Yıldız,
Enerji Bakanı. Tabiî ki yapılan bazı diğer anlaşmalar da var, yapılması beklenenler de var. Ve-
nezüella’nın petrolüne karşılık Türk altyapı sanayinin Venezüella’da hizmet vermesi gibi...
Tabiî ki diğer bir husus da Türk yapı sektörünün
son derece gelişmiş olması.
Biz, Türklerin ne kadar iyi müteahhitler olduğunu biliyoruz. Çok kısa sürede çıkarmış oldukları işlerin yakın takipçisiyiz. Venezüella
Halkının yaşamakta olduğu çok kötü şartlardaki
evleri daha düzgün evlere çevirmek gibi görevimiz var. Ve Türk işçilerinin Venezüella’ya gidip
bu işleri yapması bekleniyor. Ama şu an halen
istişare aşamasında.
Diğer sormuş olduğunuz soruya istinaden,
yani Türkiye egemen bir ülkedir. Venezüella da
egemen bir ülkedir. Venezüella’nın İran ile olan
ilişkileri sadece kendisini bağlayan bir olaydır.
Türkiye için de bu geçerli. İki egemen ülke kendi arasında ticaret yapmak istiyorsa, üçüncü arabuluculara gerek olduğuna inanmıyorum. Ve
bunu bir kez daha söyledim. Biz ticaret yapmak
istiyorsak, bunu yaparız.
Ne Amerika Birleşik Devletleri, ne de başka değişik ülke bunu engelleyebilir, bunu etkileyebilir.
Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl
Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın
Konuşması
Türkiye ve Latin Amerika’nın
Ulusal kurtuluş Mücadelesi
benzerdir
Yoldaşlar,
Raul Yoldaş da belirtti. Aslında aynısını
söyleyecektim, ama bunu tekrarlamaya gerek
yok. Yalnız, Latin Amerika’daki sömürge kurtuluş savaşı dönemini değerlendirdiğimizde, bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız ile çok benzer
nitelikte. Bizim Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ın
askeri önderi nasıl Mustafa Kemal ise, Latin
Amerika Devrimi’nin önderi de simon Bolivar’dır. Simon Bolivar da, biraz önce Raul Yoldaş anlattı, altı Latin Amerika ülkesinin kurtuluşunu sağlayan önder. O yüzden, kurulan meclisin kararıyla Kurtarıcı unvanı veriliyor kendisine. Bizde de Mustafa Kemal’e, biliyorsunuz
Atatürk adı verildi daha sonra, ulusal kurtuluş
savaşındaki rolünden dolayı.
Ama Latin Amerika’daki Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nın verdiği bir ders daha var ki, bugün
Fidel Yoldaş, Raul Yoldaş, Chavez Yoldaş bu
dersi almış durumda ve ona uygun politik mücadele yapıyorlar.
Nedir bu ders?
Tek başına sömürge kurtuluşu veya ulusal
kurtuluş yetmez. Bu bir toplumsal kurtuluşla sonuçlanmadığı takdirde mutlaka yerel Oligarşilerin, Parababalarının eline iktidarlar geçer. Halk,
gerçek anlamda özgürlük ve demokrasiden yararlanamaz. Yine uzun vadede, mutlaka bu ülkeler, emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasi
bağımlılığı altına girer.
Latin Amerika süreci de bunu bir kez daha
kanıtladı. Daha düne kadar, 1998’de, işte Hugo
Chavez Yoldaş’ın Venezüella’da iktidara gelişi
sürecine kadar, biliyorsunuz, Latin Amerika,
ABD Emperyalizminin arka bahçesi olarak nitelendirilirdi. Tek istisnası vardı; 1959’da Sosyalist Devrimi’ni başaran Küba. O da küçücük
bir ada. Yoldaş biraz önce anlattı. Gerek nüfus
bakımından, gerek ekonomik zenginlik bakımından, siyasi bakımdan baktığımızda, Latin
Amerika’yı çok da etkilemeyen bir ülke konumundaydı. Askeri gücü sınırlı, ekonomik gücü
sınırlı bir ülke. Latin Amerika’nın geri kalanının tamamı ABD Emperyalizminin uşağı, ABD
Emperyalizmine satılmış yerli iktidarlar tarafından yönetiliyordu.
Şimdi, bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız ile
Latin Amerika’daki Simon Bolivar önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın benzerliği bir
noktada değişir.
Biliyorsunuz, biz de özellikle karşıdevrim
diye nitelendiriyoruz 1950’deki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini. Parababaları, tümüyle
Mustafa Kemalciler önderliğinde gerçekleştirilen, ya da Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde elde edilen özgürlüklerimizi emperyalistlere
1950’lerden sonra tam anlamıyla sattılar, gerçek
anlamda ihanetçi iktidarlar kurdular. Mustafa
Kemal’in sağlığında yine burjuva iktidar kurulmuştu, elbette tercih kapitalist bir devletten yana yapılmıştı. Fakat Mustafa Kemal’in bir özelliği de, özellikle o dönem, Lenin Usta’nın önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin Ulusal Kurtu-
luş Savaşı’mıza verdiği büyük desteğin de getirdiği siyasi ve sosyal iklimden dolayı, 1950’deki
kadar açık biçimde, Parababaları ülkeyi emperyalizme teslim edemiyorlardı. Mustafa
Kemal’in ölümünden sonra İsmet İnönü iktidarı
ile başlayarak adım adım yol aldılar ve 1950
Demokrat Parti İktidarı ile (biz karşıdevrim diye nitelendiriyoruz) tam anlamıyla iktidarı ele
geçirdiler.
Simon Bolivar’ın bir talihsizliği de (yine Tarihe baktığımızda, Raul Yoldaş’ın belirttiği 6 ülkeyi Kolombiya adı altında tek bir çatı altında
birleştiriyor ve hedefi tüm Latin Amerika’yı birleştirmek, tek bir konfedere devlet adına birleştirmek. Fakat yerli oligarşiler, Simon Bolivar’ın
sağlığında, Venezüella’da, Kolombiya’da, Ekvador’da ve Peru’da yer yer başkaldırılar gündeme getirdiler. Ve maalesef Kurtarıcı sağlığında, bir anlamda kendi eliyle kurduğu ülkesinin,
devletinin parçalandığını, yerel Parababaları tarafından bu ülkelerin yeniden dağıtıldığını gördü. Fakat Simon Bolivar’ın kendisi son nefesine kadar buna karşı mücadele etti. Yani artık
ölümcül hasta yatağındayken bile teslim olmadı, her zaman onlara karşı mücadele etti. Fideller’in, Hugo Chavezler’in sahip çıktıkları siyasi
mirası da, tam da budur. Bolivarcı Devrim’in
ana esprisi; emperyalizme karşı güçlü bir mücadele verebilmek için Latin Amerika Halklarının
bütünleşmesi, birleşmesidir.
Chavez Yoldaş, Bolivarcı Devrim’in bu ana
halkasından yararlandığı için Venezüella’da
halkı nezdinde başarılı oldu, halkına önemli kazanımlar sundu. Yoldaş bazı toplantılarda ayrıntılı şekilde bunları anlattı. Misyonlar sayesinde
sosyal ve ekonomik anlamda bir sürü kazanımlar sağladı.
Biraz önce petrol şirketini anlattı (biliyorsunuz PDSVA deniyor), Hugo Chavez Yoldaş Bolivarcı Devrim’le iktidara gelene kadar, büyük
bir gelir, dünyanın petrol kaynağı anlamında beşinci büyük gücü olan Venezüella’daki bu kaynak, bir avuç Parababasına ve başta ABD Emperyalizmine olmak üzere, emperyalist devletlerin kasasına akardı. Venezüella Halkının bu gelirden hiçbir kârı olmazdı. Hugo Chavez Yoldaş, bunu tersine çevirdi. Bugün oradan elde
edilen gelirin büyük bir kısmı Venezüella Halkına, daha önemlisi Latin Amerika Halkının birleşmesi için harcanmakta.
Küba’yla devamında Bolivya, bugün Paraguay, Ekvador vesaire bir sürü Latin Amerika
Halkı, Küba ve Chavez Yoldaş önderliğindeki
Venezüella Bolivar Cumhuriyeti’nden güç alarak, adım adım ABD Emperyalizmini Latin
Amerika’dan söküp atıyorlar.
Bugün Latin Amerika artık ABD’nin arka
bahçesi değil. Tek bir ülke var halen kendisine
koşulsuz köpeklik yapan; Kolombiya. O da süreç içerisinde Latin Amerika Halklarının mücadelesi ile ve kendi halkının uyanışı ile gerçekten
demokratik, sol, ilerici iktidarın eline geçecek.
Buna inancımız tam.
Değerli Yoldaşlar,
Hugo Chavez Yoldaş, insanlık için bir toplumsal kanser demek olan ABD Emperyalizminin Latin Amerika’dan sökülüp atılmasında büyük bir rol oynadı. ABD Emperyalizmini, bir
anlamda yenilgiye uğrattı. Biz inanıyoruz ki,
kendi vücudunu sarmak isteyen biyolojik kanseri de mutlaka yenecek. Halkının başında, Bolivarcı Devrim’i daha nice yıllara uzatmak için
yeniden görev başına gelecek, buna inancımız
tam. Şimdiden Chavez Yoldaş’a geçmiş olsun
diyoruz.
Sözlerimi, Chavez Yoldaş’ın (demek çok seviyor ki, kanser olduğunu açıkladığı 30 Haziran
tarihindeki basın açıklamasını bu sözlerle bitiriyor. Che nin meşhur ettiği, biliyorsunuz) “Hasta La Victoria Siempre! Venceromos! Zafere
Kadar Daima! Kazanacağız!” diyerek bitirmek istiyorum.
(Viva Chavez… Viva Venezüella…)
8
İ
Kurtuluş Partisi’nden
İstanbul’un Fethi bir büyük
Tarihsel Devrimdir
stanbul’un Fethinin 558’inci yıldönümünü
kutluyoruz.
stanbul’un Fethi’ni kutlamak son derecek
haklı ve hatta gereklidir de.
Neden?
Çünkü İstanbul’un fethiyle İnsanlık Tarihinin gelişimi önünde bir engel olan derebeyileşmiş Bizans İmparatorluğu ortadan kaldırılmıştır.
Bu yüzden ne kadar kutlasak yeridir.
Peki, Ortaçağcı-gerici Tayyipgiller neden
kutlamaktadır, Ortaçağcı söylemlerle?
Tayyipgiller’e ve tüm Şeriatçı güçlere göre
İstanbul’un Fethi bir Müslümanlık-Hıristiyanlık
çarpışmasıdır. Onlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın 1953’te kaleme aldığı “Fetih ve Medeniyet” adlı eserinde de belirttiği gibi, İstanbul’un Fethi’ni bir dinin öteki dine karşı zaferi
olarak görürler. Hâlbuki din, kadim savaşlar için
sadece bir bayraktır. Yani savaşın sebebi değil,
ancak sembolü olabilir. Ancak Medeniyet Tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar İstanbul’un
Fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler. Bugün Ortaçağcı Tayyipgiller ve şürekâsı da din sömürüsüyle halkımızı ve ülkemizi vurgun ve talan
cennetine çevirdikleri için onların işine gelen de
budur.
“Fetih” güzel bir tesadüfle “açmak” anlamına gelir. İstanbul’un kapıları da hem içeriden
hem de dışarıdan açılmıştır. Yani sadece İlkel
Sosyalist bir toplum düzeninde yaşayan Osmanlı’nın, Müslüman halkın zoru ile değil, Hıristiyan ve Musevi halkın da gönlüyle fethedilmiştir
İstanbul. Çökkün, derebeyileşmiş Bizans Medeniyetini ortadan kaldırarak Medeniyete yeni
ufuklar açmıştır, İnsanlığı bir çıkmazdan kurtarmıştır. İşte bu yüzden bir büyük Tarihsel Devrimdir.
Derebeyileşen Bizans İmparatorluğu’nda alt
tabakalar alabildiğine ezildiler. Köylülerin toprakları mütegallibenin, kilisenin-rahiplerin imtiyazına geçti. Halk ağır vergiler altında inim
inim inliyordu. Artık Bizans İmparatorluğu halk
için çekilmez olmuştu. Diğer yandan üst sınıflar
arasında da tepişmeler başlamıştı. Osmanlı’nın
eşitlikçi ve adaletli toprak düzenini-dirlik düzenini, yani fethettiği yerlerdeki toprakları çiftçiler arasında Taksim ettiğini bilen Bizans Halkı
İstanbul’un kapılarını gönüllüce açtı. Bu taksim, bir çift yani her yıl ekilen ve ürün veren iki
öküzlük arazi demekti.
“Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları
hayata geçiveriyordu.” (H. Kıvılcımlı, agy)
Üstelik Dirlikçilerin yani bu düzenin eşit ve
adaletli olarak sürmesinden sorumlu olanların
sayısı da çok azdır. Bu yüzden Dirlik düzeni
ucuz bir devlet şeklidir. Halkın sırtında yük değildir. İşte Hıristiyan halka İlkel Sosyalist bu ilk
Osmanlı İlblerini cazip kılan da bu eşitlikçi ve
adaletli toprak düzeni ile ucuz devlettir.
Osmanlı, barışla fethettiği İstanbul’daki halkın inancına, ibadet yerlerine karışmadı. Yine
bu fetihçi ilk Türk İlbleri savaşlarda kazandıkları ganimetleri kendilerine ayırmadılar yurt imarına ayırdılar.
İstanbul’un Fethi Dünya Ticaretinin de
açılmasını sağlamıştır.
“Boğazların “İtalyanlardan” ve “hasseten Venedikliler”den kurtarılması, Boğazlar
üzerine tıkayıcı ve fonksiyonsuz bir ağırlık
gibi çökmüş bulunan Bizans derebeyliğinin
kaldırılması demektir. Bu sayede Boğazlar,
Uzak ve Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretine engelsiz ve şartsız kayıtsız serbestlikle
açıldı.” (H. Kıvılcımlı, agy)
İstanbul’un Fethi ayrıca bu vesileyle Batı
Medeniyeti’nin doğuşu sonucunu da vermiştir.
Bizans’ta mahpus kalmış olan kültür tohumları
bütün Batı Avrupa’yı kaplamıştır.
İşte İstanbul’un Fethi İnsanlık Tarihi’nin
önünde bir engel olarak duran molozlaşmış-derebeyileşmiş Bizans İmparatorluğu’nu Barbarlık akınıyla yıkarak Medeniyetin gelişiminin
önünü açmıştır. Fethi yapanlar İlkel Sosyalist
Toplum geleneklerini sürdüren Osmanlı Atalarımızdır. Fethedilen ve İlkel Sosyalist Osmanlı’nın Barbar akınıyla yıkılan, çürümüş Bizans İmparatorluğu’dur.
Antika Tarih’te ölüleri kaldırmanın yolu
yordamı buydu. Modern Tarihte, artık Sosyal
Devrimlerle İnsanlığın gelişiminin önünde engel olan sınıflar, zümre ve tabakalar ortadan kaldırılıyor. Bugün bu görev biz Modern Sosyalistlere düşüyor. İlkel Sosyalist Atalarımız gibi,
halkları işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde inim inim inleten çürümüş, köhne Parababaları İktidarını ve onların en büyük müttefiki Ortaçağcı Tayyipgiller’i Tarihin çöplüğüne
göndereceğiz. Ama bu sefer tek gerçek eşitlikçi
düzen olan Modern Sosyalizm’i kuracağız. İnsanlığa huzur ve mutluluk getireceğiz.
29.05.2011
Kurtuluş Partisi
İstanbul il Örgütü
ÖDP Genel Merkezi’ne
Bir gidip bin geleceğiz halklarımıza sözüBu yüzdendir Devrimcileri birer birer kırmüzdür...
maları.
Çektirdiğiniz acıların hesabını da eninde
Devrimcilerde görürler kendi ölümlerini, bu
sonunda soracağız...
yüzden azgınca saldırırlar savunmasız insanlaep dediğimiz gibi, Tayyipgiller’de en ra, gazla, bombayla, kurşunla, panzerle…
ufak insani kırıntı yok. Bunların sadece
Artvin Hopa’da “Su Haktır Satılamaz” diye
suretleri insan. Dünyaya insan olarak haykıran, sularımızın Parababalarına peşkeş çegeldiler ama insan olarak ölemeyecekler. İnsan- kilmesine isyan eden insanlara karşı saldırıları
lık tarihinde kara bir leke olarak anılacaklar bu insanlık dışı oldu Tayyipgiller’in. Bu insanlıkinsan müsveddeleri. İnsanlık bunları hak ettikle- tan çıkmış güruhun saldırıları sonucu Partiniz
ri yer olan tarihin çöplüğüne fırlatıp atacak.
üyesi bir yoldaş da şehitler kervanına katıldı:
Bu söylemlerimizin hiçbiri abartı değil, hep- METİ LOKUMCU.
si gerçeği yansıtmakta. HaEmekli Öğretmen. Ama
karet olsun diye söylenmiş
köşesine çekilip emekliliğin
sözler değil. İçinde en ufak
tadını çıkaranlardan, keyif
bir acıma duygusu olan, insürenlerden değil. Örgütlü
sani duygulara sahip olan,
mücadeleye inanan bir devkısacası insan olan insan,
rimci. Parababalarının zulölen bir insan için “Tabiî
müne karşı mücadele veren
bu arada bir tanesi de kalp
onurlu bir insan. Metin Lokrizi geçirerek, kimliğini
kumcu, insan doğup insan
bilmiyorum, üzerinde durölenlerden.
maya da gereğini duymuMetin Lokumcu Devrim
yorum kalp krizi sonucu
Şehidi olarak anılacak inölmüş” demez. Ölen Taysanlardan.
yipgiller’in zulmüne karşı
İnsanlığın Kurtuluşu
mücadele yürütmüş ise, İnMücadelesinde düşen insanlığın Kurtuluşu için
sanlar insanlık izin vermeMetin Lokumlu
mücadele etmiş ise, “Su
diği sürece unutulmazlar.
Haktır Satılamaz” diye haykırmış ise ve ölen
Metin Lokumcu’da insanlığın unutmayacağı
Devrimci ise, İnsanlık düşmanı Tayyipgiller insanlar kervanına katıldı.
için böyle ölümler sevinilecek ölümlerdir.
Ne mutlu O’na.
Çünkü bu insanlık düşmanları bilirler ki,
Tüm ÖDP’li Arkadaşların başı sağ olsun.
kendilerinin sonunu getirecek olanlar DevrimciÖDP Üyesi Metin Lokumcu hepimizin şehilerdir. Kendilerini insanlığın kurtuluş davasına di. Tüm Devrimcilerin başı sağ olsun.
adayan Devrimcilerin, Halklarımıza kan kustuAnt olsun ki bu acıların, bu ölümlerin hesaran, acılar çektiren, işsizlik ve pahalılık cehen- bı sorulacak.
nemine mahkûm eden, Parababalarını ve onlaParababaları ve O’nların iktidarları bu herın gerici iktidarlarını alaşağı edeceklerini çok saptan kurtulamayacaklar. 02.06.2011
iyi bilirler.
Halkın Kurtuluş Partisi
İşte bu yüzdendir Devrimcilere olan düşBaşkanlık Kurulu
manlıkları.
H
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Korkulan oldu: Kütahya’da siyanür suya karıştı
Kütahya’da Mayıs ayında Eti Gümüş İşletmelerinde seddenin yıkılması üzerine siyanürün suya karışma ihtimaline karşı halk isyan etmiş,
meslek odaları ayağa kalkmış, ama Tayyipgiller umursamaz bir şekilde
seçim çalışmalarına devam etmiş, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu korkulacak bir şey olmadığını söylemişti.
Beklenen oldu, Kütahya Eti Gümüş İşletmelerindeki siyanürün karıştığı Dulkadir Köyü’nde su şebekesini kullanan hayvanlar telef oldu, 7 kişi suyu içmedikleri, sadece ellerini yüzlerini yıkadıkları halde zehirlenerek hastaneye kaldırıldı. Bu köylülerin zehirlenmesi kader değildir. Bu
konuda önlem almayanlar suçludur.
Eti Gümüş İşletmesi Müdürü utanmazca “Ortada bir sabotaj var”
dedi. Kılıç şöyle konuştu: “Dulkadir Köyü’ne giden bir su hattı var.
Dün öğleden sonra nasıl olmuşsa biri gitmiş, fabrikanın özelleştirilmesinden bu yana gerektiğinde Dulkadir Köyü’ne su verilen ve 2 aydır tamamen kapalı olan hattın vanasını açmış. O hatta bizim içme
suyu hattımızın dışında, özelleştirmeden önce devletin yaptığı bir şebeke suyu var. O vanayı kim açmış bilmiyoruz. Oraya gönderdiğimiz
bir içme suyu yok. Regülatör suyu ile bir bağlantımız yok. Depolar boş, hiçbir şekilde depoda su yok. Bunlar İl Sağlık Müdürlüğü tarafından tespit edildi. Durup dururken havuzdaki siyanürlü suyu, vanayı açıp köye verir
miyiz? e olduğunu araştırıyoruz.”
“ŞÜPHELEDİĞİMİZ KİŞİLER VAR”
“Bunun bir “suikast” olduğunu savunan
Eti Gümüş A.Ş. Genel Müdürü Ergun Kılıç,
“Hem güvenlik güçlerinin, hem de bizim şüphelendiğimiz kişiler var. Bu suyun kesinlikle
Dulkadir’e gitmemesi gerekiyor. Fabrika dışından olması muhtemel kişi veya kişilerce vana açılmış. Bu su, işletme içerisinde kullanılıyordu ve bu olay meydana geldi” diye konuştu.
“BAZI KİŞİLERİ BİZDE PARA
KOPARMAK İÇİ YAPTIĞI BİR İŞ”
“Kılıç, devlet kurumlarının kendilerinden Dulkadir Köyü’nün
bulunduğu alanın satın alınmasını istediğini, aksi takdirde kamulaştıracaklarını söylediklerini, bunun üzerine köylülerle görüştüklerini
belirtti. Kılıç, “Orada dağdan gelen arsenik sorunu var ve bizimle
hiçbir ilgisi yok. Köylüler, köyü terk etmek istediklerini söyledi.
100’den fazla dönümlük bir alan söz konusu. Köylülere, burayı alabileceğimizi söyledik. Ancak bize geldiler ve aile başı yüklü miktarlarda para istediler. Bu sabotaj, bazı kişilerin bizden para koparmak
için yaptığı bir iş” ifadelerini kullandı.” (Star Gazetesi, 15.06.2011)
İşveren, yıldırmak ve ucuza kapatmak için köy arazilerinden halkı
uzaklaştırmak istiyor. İnsanlar bıksın, orada yaşamaktan korksun, arazileri ucuza kapatayım, diye düşünüyor. Bu sabotajı, işyeri alanını ve vananın yerini iyi bilen kişi yapmışsa bu neden işverenin bilgisi içinde yapılmış olmasın?.. İşverenin gerekçeleri, daha doğrusu çıkarı var; insanların
köyden soğuması için bu yola başvurabilir. Nitekim yukarıda görüldüğü
gibi işveren, farkına varmadan, vanadan zehirli suyun verilmesinin kendi
yararına olduğunu itiraf ediyor.
MUHTAR: “BU SUYU YILLARDIR KULLAIYORUZ”
“Bu şebeke suyunu yıllardır kullandıklarını söyleyen Muhtar Se-
G
lim İlhan ise, köyden kimsenin vananın yerini bilmediğini, zaten su
hattının da kapalı olmadığını iddia etti.” (Star Gazetesi, 15.06.2011)
Biz de soruyoruz sayın müdüre: tel çitlerle çevrili maden sahasına girip de hangi insan köylüsünü ve geçim kaynağı hayvanların zehirlenmesini ister?
Bu akıl almaz görüş; önlem almayan, uyarıları dikkate almayan işverenin panik içindeki suçu başkasına at, kurtul mantığıdır.
Atık devridaim suyu köye verilince önce dana ölüyor. Sonra onunla
temas eden çocuklar mide bulantısıyla hastaneye kaldırılıyor, sonra da abdest almak için suyu kullanan kadınlar hastalanıyorlar. Temiz su yerine
atık devridaim suyunu, yani regülatör suyunu köye içme suyu olarak verenler, köylüyü bu arazilerden uzaklaştırmak, yıldırmak isteyenlerdir.
Çünkü işveren Eti Gümüş İşletmesine çok yakın olan bu köyün arazilerini ucuz fiyata kapatmak istemekte, köylü de bunu kabul etmemektedir.
Kullanılmayan ve açılması sabotaj olarak değerlendirilen vana, Eti
Gümüş İşletmeleri içindedir ve güvenliğini sağlamak Eti Gümüş işverenindir.
Yeterince önlem almayan, kâr hırsıyla üretimi çoğaltan, çevre köylülerin arazilerine el koymak için oyunlar düzenleyen, siyanürlü gümüş üretiminde çalışan işçilerin sağlıksız koşullarda çalışmasına göz yuman işveren yargılanmalı; teknik önlem almayan ve halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen vali ve bakanlık yetkilileri hakkında soruşturma açılmalıdır.
Seçimlerde % 65 oy da verseler Kütahya Halkı burayı güllük gülistanlık gösteren Tayyipgiller’in gerçek yüzünü yaşayarak görecektir. Siyanürle zehirlenmek Kütahya Halkının kaderi değildir. Kütahya Halkının
Temiz Çevre–Yaşanabilir Doğa ve Sağlıklı Yaşam’a ihtiyacı vardır.
Devlet yetkililerinin görevi bunu yerine getirmektir. Yoksa o koltuklarda
oturmaya hakları yoktur.
Türkiye Halkları bir gün mutlaka bu sağlıksız gidişe dur diyecek, başta Kütahya Halkı olmak üzere toplumun Temiz Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Sağlıklı Yaşam’a kavuşması için Halk İktidarını kuracaktır. Bunu
başarabilmek, yazgısını değiştirebilmek için halkımız Kurtuluş Partisi etrafında kenetlenmelidir. Birleşik Örgütlü Halkların yenemeyeceği hiçbir
güç yoktur. 16.06.2011
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi
5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde
Parababaları doğayı katletmeye devam ediyor
özlerini kâr hırsı bürümüş yerli-yabancı Parababaları, çıkardıkları
yasalardaki boşluklardan yararlanarak oksijen deposu ormanlarımızda maden arayarak ağaçları katlediyorlar. Özgür akan derelerimizin üzerine kurdukları binlerce HES ile doğanın dengesini altüst ederek, derelerin kurumasına, balık türlerinin yok olmasına neden olan suyun
ticarileşmesini isteyen de uluslararası sermayedir.
Maden yasasında yapılan değişikliklerle gayrisıhhî müessese ruhsatı
alma işini İl Özel İdare Memurlarına bırakan anlayış, maden şirketlerinin
birtakım düzenbazlıklarla özellikle altın ve gümüş maden şirketlerinin
doğayı katletmeleri için ruhsat almalarını kolaylaştırıyor.
İstedikleri yerlerde ÇED Raporu’na muafiyet getiren anlayış taşocaklarının açılmasına, ağaçların kesilmesine ve vatandaşların mağdur olmasına yol açıyor.
Tayyipgiller’in “Çılgın Proje” ismini verdikleri rant projesi ile doğal
dengeyi altüst edecek ve Karadeniz’le Marmara’yı birleştirecek
Kanal’dan petrol tankerlerinin geçişi ile emperyalistlere hizmet edecek ve
yandaşlara arazileri peşkeş çekecekler, su havzalarını kirleteceklerdir.
Tayyipgiller, uşaklıkta sınır tanımıyor, çevreyi kirletme konusunda
kararlı adımlar atıyorlar. Meraları yasak bölgeler ilan ederek hayvancılığı yok etmekte, uyguladığı politikalarla insanların sağlıklı beslenmesine
engel olmaktadırlar.
Hasankeyf gibi, Allioni gibi tarihi eserleri yok saymakta, onları sular
altında bırakmaktadır. Doğa, Çevre ve Tarih düşmanı politikalarını halka hizmet gibi göstermekte ve oy avcılığı yapmaktadır.
En ilkel ve insan sağlığına zararlı yöntemlerle maden çıkarılmakta ve
çevreye verdiği zararlarla insanlar kanser olmakta ve köylerini terk etmek
zorunda kalmakta, ürettiklerini pazarlarda satamaz duruma gelmekte ve
ekonomik olarak gerilemektedirler.
Bugün Kütahya’da Eti Gümüş’te yaşananlar dün Turgutlu’da,
Uşak Kışladağ’da yaşanmış, hayvanlar şekil değiştirmiş, ölmüşler, kanserli insanlar çoğalmıştır. Emperyalist tekeller para kazansın diye siyanür
atık depoları açık alanda oluşmuş ve kentleri besleyen su havzaları ve barajlar tehlikeye sokulmuştur. Halkımız yakın zamanda temiz içme suyu
yerine zehirli su içmek zorunda kalacaktır. Gördes Barajı yakınında çıkarılmak istenen nikel madeni doğayı kirletecek, İzmir Halkı ya zehirli su
içecek ya da susuz kalacaktır. Tayyipgiller’in söyledikleri gibi “Gâvur İzmir”, bu madenler hayata geçirilirse “Susuz İzmir” olacaktır.
İnsanlar, sağlıklı ve güvenilir yapılarda barınma hakkına sahip olmaları gerekirken, en küçük bir depremde panik halinde sokağa dökülmekte, deprem korkusuyla çadır kentlerde yaşamlarını sürdürmektedirler. İşte Kütahya Simav’ın durumu budur ve içler acısıdır. Kütahya Halkı ise
deprem olmasın, Eti Gümüş Madeni’ndeki setler yıkılmasın diye dua eder
hale gelmişlerdir. Bu Kütahya Halkının kaderi değildir. Parababaları teknik önlemleri alsalardı, insanlar sağlıklı yapılarda yaşarlar ve yarınlarına
güvenle bakabilirlerdi. Ama şimdi korku içinde yaşıyorlar. Tayyipgiller
ise çözümü bulmuş, yeni yerleşim birimleri kuralım, Kütahya Halkı oraya yerleşsin, diyorlar. Hem insanların deprem sigortası alacaklarını ödeme, hem insanları sağlıksız yapılarda yaşamaya mahkûm et, şimdi de Kütahya Halkı taşınsın diye palavralar sık… Buna kargalar güler. Kime rant
kapısı açmayı planlıyor Tayyipgiller, incelemek gerekir. Depremin üzerinden haftalar geçmiş Tayyip oraya adımını atamazken, seçim bölgelerinde nutuklar atmaya devam ediyor. Deprem bölgelerinde yaşayanlar şunu iyi biliyor ki, ne deprem sigortasından paraları ödeniyor, ne de devlet
görevlileri görevlerini yerine getiriyorlar. Tepkileri de bundan. Ne Kütahya Halkının ne de Türkiye Halklarının yazgısı bu değildir. Herkesin temiz bir çevrede, yaşanabilir doğada ve sağlıklı evlerde yaşama hakkı vardır ve de olmalıdır. Bunu istemek ve bu uğurda mücadele etmek zorunludur.
Emperyalist tekeller nükleer santral dayatarak enerji kaynaklarımızı
da sömürmek gayretindeler.
Türkiye Halkları, emperyalistlerin oyununu bozacak sorumluluktadır.
Çünkü antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başardıkları gibi, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı da başarıp mantıkî sonucuna ulaştıracaklar, Demokratik Halk İktidarını kurarak emperyalistleri bu ülkeden bir daha gelmemek üzere kovacaklardır.
Parababalarının dayattığı biçimde, AB-D Emperyalistlerinin istekleri
doğrultusunda peşkeş çekilen yeraltı ve yerüstü servetleri derhal kamulaştırılmalı ve kamu yararına çevreye zarar vermeden, doğayı kirletmeden, insan sağlığına önem vererek, fen ve sanat kurallarının en son tekniği uygulanarak işletilmelidir. Bunu başaracak olan Halk İktidarıdır. İnsanların insanca yaşayacağı, özgür ve mutlu bir aile olarak, yarınlarını düşünmeyecekleri bu düzen mutlaka kurulacaktır.
Kurtuluş Partisi bu konuda; TEMİZ ÇEVRE, YAŞAABİLİR
DOĞA, TEMİZ TOPLUM yaratma mücadelesinde yapması gerekenler
konusunda sorumluluk sahibidir. Mücadele etmektedir, toplumun bu konuda bilinçlendirilmesi ve kavganın paydaşı olması için çalışmaktadır. Bu
5 Haziran’da da görev omuzlarımızdadır. Bu karanlık çemberi kıracak
olan bizleriz. Mutlaka başaracağız. 04.05.2011
Haklıyız Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi
9
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Tayyipgiller’in Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa
Paşa Divanı saldırılarına devam ediyor/
A
B-D
Emperyalistlerinin
ve
Tayipgiller’in, Fethullahçıların; ABD,
AB, NATO karşıtı Yurtsever-Laik-Mustafa Kemalci sivil-asker güçlere; Ergenekon,
Balyoz vb. isimler altında sürdürdükleri saldırılara bir yenisi daha eklendi. Harp Akademileri
Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı ve emrindeki subaylar, Menzil Tarikatı’na ait olan Eskişehir’deki Bilvanis Çiftliğini havadan ve
karadan takip etmek ve burayı havadan bombalamak üzere hazırlık yapmak ve Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmayı
planlamak gerekçesiyle gözaltına alındılar.
Harp Akademileri komutanı Orgeneral Bilgin
Balanlı, 30 Mayıs 2011 günü tutuklanarak cezaevine gönderildi. Parababaları medyasının da
yazdığı gibi, bu tutuklama, bu süreçteki en yüksek rütbeli muvazzaf subay tutuklamasıydı.
Çok kısa bir süre önce, azılı şeriatçılardan ve
Tayyipgiller’in akıl hocalarından Bülent Arınç
şöyle kusuyordu askere karşı öfkesini:
“28 isan sabahı derslerini aldılar. Sen
benim emrimde bir memursun. Anayasaya,
babayasaya karışma. Cumhurbaşkanını parlamento seçecek. Sen oturduğun yerde oturacaksın. İş bitti. 4 ay gecikmeyle Cumhurbaşkanını seçtik. Hanımefendinin elini sıkmaktan kaçtılar. Şimdi aradan 3 yıl geçti. Her şey
normalleşti. Artık topuk selamı verip, ’Cumhurbaşkanım’ diye söze başlıyorlar. Köşe
kapmaca oynamaktan vazgeçtiler. Şimdi
hepsi sırada. ’Hoş geldiniz’ diyorlar.” (13
Mayıs tarihli gazeteler)
Bu üslup ve cüret, Tayyipgiller’in nasıl bir
TSK düşmanlığı içinde olduklarını, kendi ülkelerinin askerine nasıl pervasızca saldırmaktan
keyif aldıklarını ispata yetiyordu. Ve bir itiraf
barındırıyordu açıklamaları: 27 Nisan’ın (ve 27
Mayıs, 28 Şubat vb. ilerici hareketlerin) rövanşı
alınıyordu Türk Ordusu’ndan ve Ordu Gençliği’nden.
Yine geçtiğimiz günlerde Tayyip ise, ayağa
kalkmayan generali nasıl tutuklattığını ballandıra ballandıra anlatıyordu şu sözlerle:
“Başbakan anma törenine gider de bir korgeneral orada ayağa kalkmaz mı?
Çanakkale’de anma törenlerine gidiyoruz,
bu beyefendi ayağa kalkmıyor. Gereği
yapıldı, bedelini ödedi. Şimdi gideceği yeri
buldu.”
Gittiği-gönderildiği yer neresi?
Silivri Zindanı!
İşte bunların insanlıktan, hukuktan, “ileri
demokrasi”den anladıkları budur. Kendilerine
kul köle olmayan, el etek öpmeyen herkesi emrindeki mahkemelere tutuklat, bununla da
böbürlen.
Şimdi soruyoruz: Nasıl güvenilir bunların
iktidarına, yönetimine? Açıkça itiraf ettikleri
üzere emrindeki mahkemelere, hâkimlere
savcılara nasıl güvenilir? Bunların kararlarına,
tutuklamalarına, Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarının adaletine, hukuka uygunluğuna
nasıl güvenilir?
Bu operasyonlar, Parababaları Medyasındaki bitmek bilmeyen dizilere döndü. Ne zaman
gündem değiştirmek isteseler, dizinin yeni bir
bölümünü vizyona sokuyorlar… Böyle hukuk,
böyle adalet olur mu?..
Ama onların hukuku da, adaleti de budur!
Bu son tutuklamayla Tayyipgiller pek çok
mesaj vermiş olmaktadır.
Başta Ordu Gençliği olmak üzere, namuslu,
yurtsever, halksever, antiemperyalist, Ortaçağcılığa karşı olanlara:
Türk Ordusu tümüyle bizim irademize girmiştir. Anayasamıza, babayasamıza (Ilımlı İslam ve Yeni Sevr projelerine) karışamaz, karşı
çıkamaz!
Herkes ayağını denk alsın. 12 Eylül
Referandumu’ndan sonra artık bu ülkede (yüksek mahkemeler de dahil) mahkemeler tümüyle
bizden sorulur. Biz her istediğimizi, istediğimiz
zaman gözaltına aldırır, tutuklatırız! demektedir.
AB-D’li efendilerine de; sadakatimizi ve
hizmetkârlığımızı görün, bizi kanalizasyon
deliğine süpürmeyin, kullanmaya devam edin!
demektedirler.
Kendi müritleştirilmiş, meczuplaştırılmış
taraftarlarına; bakın geçmişte bizi yenen, iktidardan uzaklaştıran Halifeliği kaldıran, Laikliği, Cumhuriyeti getiren, Birinci Kuvayimilliye’yi, 27 Mayıs’ı, 28 Şubat’ı ve 27 Nisan’ı yapan, Türbanı yasaklayan Mustafa Kemalcileri,
Mustafa Kemalci Ordu Gençliği’ni dize getirdik. İşte gördüğünüz gibi “Artık topuk selamı
verip” emrimize girdiler, diye moral vermektedir.
Tayyipgiller bir yandan da, “darbecileri
yargılıyoruz” diyerek, 12 Eylül’ün Faşist gorilleri Kenan Evrenleri ifade vermeye çağırmakta,
böylece, yıllarca 12 Eylül Faşizminin zulmü altında inleyen Türk ve Kürt Halkının ağzına bir
parmak bal çalarak kandırmaya, aldatmaya
çalışmaktadır.
Kim inanır buna?..
Bunlar bir de böyle operasyonlar yaparak,
12 Haziran seçimlerinde halklarımızın oylarını
avlamak istemektedirler…
Bunlar CIA’nın yönetimindeki gerçek Kontrgerillacılarla etle tırnak gibi kaynaşmışlardır.
Bunlar CIA’nın Kontrgerilla operasyonunun
uygulayıcıları, emireridirler.
Bunlar kendilerine karşı olan herkese karşı,
bir caninin acımasızlığı içindedirler. İşte daha
dün Hopa’da, ÖDP Üyesi emekli öğretmen
Metin Lokmacı’yı bunlar katlettiler. Hopa
Halkına acımasızca saldırdılar, onlarcasını
gözaltına aldılar.
Bu ülke AB-D Emperyalistlerine ve Ortaçağcı Fethullahçılara-Tayyipgiller’e bırakılmayacaktır.
Gerici-işbirlikçi-vatan haini iktidarlar
(Vahdettinler, Damat Feritler, Ali Kemaller,
Rıza Tevfikler, Dürrüzadeler vb.leri) geçmişte
boylarının ölçüsünü almışlardır. Bunlar da mutlaka alacaklardır. Bundan adımız gibi eminiz!
Birinci Kuvayimilliyecilerin, Mustafa Kemalcilerin parolası belliydi. Bugün da parola
bellidir:
Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!
Kahrolsun Emperyalizm!
Kahrolsun Ortaçağcılar!
02.06.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
2
2011 Yaz Kararnamesiyle HSYK, AKP’nin Hukuk Bürosuna
dönüştüğünü bir kez daha kanıtlamıştır!
0 Haziran 2011 günü “Yeni” HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu)’nun jet
kararnamesi yayımlandı. Neydi bu kararnamenin içeriği?
Bakalım:
“Anayasa değişikliği ile yapısı değiştirilen
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, göreve
başladığı günden bu yana en kapsamlı kararnamesini hazırladı ve 1816 kişilik adli yargıç
ve savcı, 254 kişilik idari hâkimin görev yerini akşam saatlerinde açıkladığı yaz kararnamesiyle değiştirdi.
“Ergenekon” davasında hukuksuz tutuklamalar ve insan hakları ihlali yapıldığını savunan “Beşiktaş” savcılarından Kasım İlimoğlu Büyükçekmece savcılığına tayin edildi.
“Habur ve Mahmur’dan gelen PKK mensupları ve mültecilerin ünlü “Habur” çadır
mahkemesinde sorgulanarak serbest bırakılması nedeniyle eleştirilen Diyarbakır Başsavcısı Durdu Kavak ise İzmir Başsavcılığı’na
atandı.
“AKP aleyhindeki kapatma davasının iddianamesini yazan savcı olarak bilinen Yargıtay Savcısı Zekeriya Sevimli Üsküdar Savcılığı’na atandı. Yargıtay Başsavcılığı’ndaki
kritik isimlerden Savcı Mahir Kara da İstanbul Savcılığı’na atandı.
“Başbakan Erdoğan aleyhinde ağır sözlerin dile getirildiği ses kaydındaki isim olduğu
iddiasının ardından Ankara Özel Yetkili Savcılığı’ndan alınarak düz savcı yapılan Salim
Demirci de Kahramanmaraş’a savcı olarak
atandı.
“Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı’yken hakkında ilk iddianame hazırlayan Ömer Faruk Eminağaoğlu’nu ise Yargıtay savcılığından İstanbul hâkimliğine atadı.” (Basından)
Tabiî Yargıtay Savcısı Eminağaoğlu’nun
“tek suçu” bu da değildi. Daha büyük “suç”lar
işlemişti Eminağaoğlu!
Önce, Demokrat-İlerici-Yurtsever Hâkim ve
Savcıların ilk demokratik örgütlenmesi olan
YARSAV’ın (Yargıç ve Savcılar Birliği) Kurucu Başkanı olmuştu. YARSAV kurulur kurulmaz, Hâkim ve Savcılık sınavının mülakat aşamasının Tayyip’in Adalet Bakanlığınca yapılmasına karşı davalar açtı, bu uygulamanın bir
süreliğine de olsa durdurulmasını sağladı. Bunun üzerine Tayyipgiller, konu henüz mahkemede görülürken Anayasa suçu işleyerek “Hâkimler ve Savcılar Yasasında değişiklik Yapan
5720 Sayılı Yasa”yı Meclisten geçirdiler. YARSAV buna karşı da mücadele etti.
Daha sonra, Yargının nasıl ele geçirileceğine
ilişkin AB Emperyalistlerine sunulan bir başka
Tayyipgiller operasyonu olan “Yargı Reformu
Strateji Taslağı”na karşı da YARSAV sert eleştirilerde bulundu.
Bu da yetmedi, “Ergenekon” maskeli saldırının tüm hukuksuzluklarına dikkat çekerek, oldukça sert açıklamalar yaptı YARSAV. Hatta bu
nedenle dönemin YARSAV Başkanı olan Ömer
Faruk EMİNAĞAOĞLU “yargıyı etkilemek”
suçundan yargılandı.
Yine bu süreçte demokrat-yurtsever-laik-namuslu Erzincan eski Başsavcısı İlhan CİHANER’e de sahip çıktı YARSAV. Bir hukuk fa-
Bağımsız Değil! CIA Güdümlü Fethullahçı Yargı İş Başında!
ler.
Önce Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürdü-
Neymiş?
Kesinleşmiş hapis cezası varmış... Yargıtay
Dicle hakkındaki kararı 22 Mart’ta, yani 12 Haziran seçimlerinden yaklaşık 3 ay önce kesinleştirdi. Hatip Dicle, milletvekilliği adaylık
başvurusunu 11 Nisan 2011’de, kararın kesinleşmesinden 20 gün sonra yapmıştı.
YSK, Hatip Dicle’ye, “terör örgütü üyeliği
mahkûmiyeti”ni gerekçe göstererek “hayır” dedi önce. Dicle mahkemeden, “memnu”, yani
“yasaklanmış” haklarının iade edildiğine dair
karar alınca “milletvekilliğine aday olabileceğine” hükmedilmişti.
Daha sonra, H. Dicle’nin kesinleşen dosyası mahkemesine gelmiş, mahkeme bu hükmü
H. Dicle’nin adli siciline kaydettirerek infaz
için dosyayı 2 Haziran’da İnfaz Bürosuna göndermiş. İnfaz Bürosu da 9 Haziran da YSK’ye
H. Dicle hakkında bildirimde bulunuyor. Yani
YSK, seçimden 3 gün önce H. Dicle’nin kesinleşen mahkûmiyetini öğrenmiş bulunuyor, ama
bir şey yapmıyor.
Seçilmiş Vekiller Cezaevlerinde...
YSK, H. Dicle 77.709 oyla seçildikten 9
gün sonra 21 Haziran’da, “milletvekili seçilme
yeterliliği yok” diyerek milletvekilliğini düşürüyor.
YSK’nin ilk engelini aşan H. Dicle, seçimi
kazandıktan sonra çıkartılan ikinci engeli aşamayarak cezaevinde yatmaya devam ediyor.
Şimdi bu sürecin hukuk neresinde? Bırakın
koca koca yargıçları, profları, ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuk bile önüne konan bu “hukuk”u
kaldırıp çöpe atacaktır.
Ha bir de, YSK’nin H. Dicle’den aldığı
mazbatayı, apar topar AKP’den seçilememiş
bir adaya vermesi var!.. Hangi yetkiyle, hangi
teamülle?.. Bunu artık ilkokulu bitirmemiş çocuğa bile yutturamazsınız.
Hukuk sadece yazılı metinlerden mi ibarettir? Yazılı metinlerin hayatın akışıyla çeliştiği
durumlarda çelişki, hayatın akışı yönünde giderilmez mi?
Dünyanın her yerinde her çağda ve her sistemde üstyapı kurumu olan hukuk altyapıdaki
değişimlere er veya geç kendini uydurmak zorunda kalmıştır. Ama sınıflı toplumlarda hukuk
ve yargı emekçilerin boyunduruk altına alınmasını sağlamak içindir son tahlilde. Tâ ki zor
oyunu bozana kadar.
Seçim öncesi YSK, AKP’nin emriyle bazı
adayların başvurusunu geri çevirince Kürt Halkı bu oyunu bozmuştu. Şimdi de ya aynı şekilde zor oyunu bozacak, ya da defalarca olduğu
gibi AKP ve AB-D ile pazarlık/uzlaşı arayışları uğruna yapılanlar sineye çekilecektir. Biz birici yolu tercih etmelerini dileriz.
Sanırız seçimi kazanan 6 KCK tutuklusunun tahliye talepleri de ret olunacak, aynı sözde savcı-yargıç güruhu tarafından...
Balbay ile Haberal’in tahliye talepleri de
hukuka aykırı bir şekilde reddedildi.
Onların kesinleşmiş mahkûmiyetleri de
yoktu.
Zaten hukuka, vicdana, insanlığa aykırı bir
şekilde cezaevinde tutuluyorlar.
Yargılandıkları “Ergenekon” adı takılan dava süreci de; değil yasayla, hukukla, değil en
temel insan haklarıyla, en ufak bir insanî değerle, en ufak bir ahlâkla, en ufak bir namusla,
en ufak bir onurla, en ufak bir vicdanla zerre
ciası olan CİHANER’in tutuklanma ve yargılanma sürecindeki hukuk gasplarını teşhir etti.
Ve son olarak, Tayyipgiller’in yargıyı bütünüyle ele geçirmek üzere hazırladığı Anayasa
değişikliğine karşı da aktif mücadele etti, mevcut Anayasa değişikliği için “yargının siyasal
iktidar
tarafından
ele
geçirilmesi,
demokratik hukuk devletinin yok edilmesi”
tespitinde bulundu YARSAV, “Yargı-sız İnfaz
Olmasın” isimli broşüründe ve pek çok basın
açıklamasında...
İşte YARSAV’ın, dolayısıyla EMİNAĞAOĞLU’nun büyük “günahları” bunlardı! Bu nedenle Tayyip “en yakın zamanda halletmem lazım” diyordu YARSAV için. Ancak YARSAV
üyelerince bu tehdide de boyun eğilmeyerek
“gücün yetiyorsa YARSAV’ı kapat” diye cevap verilmişti, yine dönemin onurlu bir diğer ismi olan Emine Ülker TARHAN tarafından.
TARHAN milletvekili seçilemeseydi, eminiz
ona da bu “günah”larının bedeli ödettirilirdi.
Ve son olarak, bir devrimci çıkış daha yapan
EMİNAĞAOĞLU, 2010 yılında bu kez YARGI-SE’i (Yargıç ve Savcılar Sendikası) kurdu, arkadaşlarıyla beraber ve Kurucu Başkanı
oldu.
İşte böylesine ağır, taammüden “suç”lar işlemişti EMİNAĞAOĞLU. Tabiî Tayyipgiller
için “suç” kabul edilen bu davranışlar, biz devrimci hukukçular için en demokratik, haklı,
onurlu mücadele ve örgütlenme örnekleridir. Bu
çabalar Cumhuriyet Hukukunun kazanılmış ilkelerine sahip çıkmanın en doğal sonuçlarıdır.
Peki ya Zekeriya SEVİMLİ?
O da YARSAV’ın eski Genel Başkan Yardımcısıydı. Yani yukarıda sayılan “suç”lara iştirak etmişti. Yine AKP’nin kapatılması istemli
davada İddianameyi hazırlayan savcı olarak da
“sanık” sıfatı kazanmıştı Tayyipgiller için!
Onun “suç”unun sübutu açısından başkaca bir
delil aramak da safdillik olurdu!
Liste böylece uzayıp gitmektedir.
İşte böylece, AKP’nin 2010 tarihinde “Referandum” aldatmacasıyla, sağlı-“sol”lu, “Yetmez
Ama Evet” Sorosçusu bilimum vatan ve halk
düşmanının ve “Boykot” Sevrcisi gafillerin
açık-gizli, doğrudan-dolaylı desteğiyle hayata
geçirdiği son Anayasa Değişikliği’nin amacı
gerçekleşmiş oldu. Bu anayasa değişikliği ile
HSYK’nin düzenlendiği 159. madde de değiştirilmişti hatırlanacağı üzere. Buna göre, sözde
yerel mahkeme hâkimlerinin seçtiği, gerçekte
bir grup “F Tipi” militanın Adalet Bakanlığı
müsteşarlarınca hazırlanan blok listeye oy verdirtilmesiyle yeni HSYK oluşmuştu. Ve her vesileyle Yüksek Askeri Şura kararlarına karşı
yargı yolunun kapalı olmasını antidemokratik
bulduğunu iddia eden AKP, bu anayasa değişikliği kapsamında Anayasa’nın 125. maddesinde
yaptığı değişiklikle YAŞ kararlarına karşı (terfi
ve emeklilik hariç) yargı yolunu açarken,
HSYK’nın düzenlendiği 159. maddesindeki değişiklikte HSYK’niın meslekten çıkarma dışındaki kararlarına karşı yargı yolunu kapalı tutmuştur!
Şimdi soruyoruz: Bu mudur ileri Demokrasi? Yandaş olmayanları cezalandır, yandaş
olanları ödüllendir ve yargı yolunu kapat, bu
mudur adalet? Bu mudur Yargı Bağımsızlığı?
kadar alakası olmayan; tamamen düzmece,
sahte delillere dayanan, insanların mahremiyetlerine el atan ve bunları Fethullahçı medya ve
Parababalarının pezevenkler medyası vasıtasıyla çarşaf çarşaf teşhir eden ahlâksız, vicdansız bir CIA operasyonudur.
AB-D (ABD ve AB) Emperyalistlerinin Yeni Sevrci saldırılarının önündeki en ciddi direnç
noktası olan Kuvayimilliye gelenekli, Mustafa
Kemal’in antiemperyalist, laik değerleriyle yetişmiş Ordu Gençliği’ni, namuslu aydın, yazar
ve yargıçları etkisizleştirmek için hukuk kılıfı
giydirilmeye çalışılan bir operasyondur “Ergenekon”, “Balyoz” vb. gibi davalar.
Son anayasa referandumunun birincil amacının yargıyı AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürmek olduğunu söylemiştik, haykırmıştık. Ne
kadar haklıymışız…
Referandumda boykotçuluk yapanlar... Hiç
sızlanmayın şimdi. Herkes ektiğini biçermiş...
Bir söz de “Yeni CHP”ye... Halkın oyu namusunuz olmalı. Hukuksuz, vicdansız bir şekilde CIA beslemesi Fethullahçı savcılar, yargıçlar vasıtasıyla esir tutulmaya devam olunan
Vekilleriniz onurunuz olmalıdır. Ya türban açılımı, Yeni Sevrci diğer açılımlar ve 27 Mayıs
Devrimi düşmanlığıyla kanıtladığınız gibi ABD Emperyalizmin dümen suyunda seyretme
Sonuç olarak; Referandum sürecinde Kurtuluş Partililerin, bu değişikliklerin esas amaçlarından birisinin de YARGI’YI AKP’NİN HUKUK BÜROLARINA DÖNÜŞTÜRME olduğu
öngörüsü maalesef gerçekleşmiş oldu.
Biz yıllardır söylüyoruz, Laiklik yoksa Bilim de, Özgürlük de, Demokrasi de yoktur diye.
Tayyip ve şürekâsının Şeriatçı ideolojisi, her
toplumsal alana Şeriatın yüzde yüz egemenliğini gerektirir. Bu anlamda siyasi iktidar da, Şeriatın uygulayıcısı olarak tüm bu alanlara hâkim
olmalıdır. Yargıya da basına da eğitim kurumlarına da hatta halk örgütlerine de… Dolayısıyla
Tayyipgiller, bağımsız yargı-demokratik hukuk
yerine monarşik devletin Şerri hukukunu ister,
Yargıç yerine Kadı ister. Bağımsız yargı istemediği gibi; dernek, sendika gibi İşçi Sınıfı ve
emekçilerin yüzyılları aşkın mücadeleleri sonucu ortaya çıkmış örgütlenme araçlarına da saygı
duymaz. Hem sonra, örgütlenme hakkı da neymiş! Ya Tayyipgillerin örgütündensindir, onun
güdümündesindir ya da hiçbir hakkın yoktur!
Parababaları iktidarlarının genel tahakküm
biçimiyle örtüşen bu durum, söz konusu Tayyipgiller olduğu zaman daha da perçinlenir.
Çünkü onlar Ortaçağdan kalma Antika Parababasıdırlar. Modern Parababalarına kıyasla demokrasiye, laikliğe, bilime ve özgürlüğe on kat
daha düşmandırlar.
Biz bu konuda, mevcut Anayasa’da dahi henüz ortadan kaldırılmayan 138, 139 ve 140.
maddelerde düzenlenen Hâkimlik ve Savcılık
Teminatının açıkça çiğnendiğini görüyoruz. Zira Anayasanın 138. maddesinde “Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar… Hiçbir organ,
makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere
emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz” denmektedir.
Tayyipgillerin hukuk bürosuna dönüşmüş
olan HSYK (Hâkimler Ve Savcılar Yandaşlık
Kurulu olarak okunabilir), anayasanın istediği
maddesini uygulamakta, istemediği maddesini
uygulamamaktadır. Önümüzdeki günlerde ise
Tayyipgiller, henüz ortadan kaldıramadıkları bu
ve benzeri maddeleri yok edecekleri yeni bir
anayasa yapma sürecine gireceklerdir. Ve yine
her türden gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde
olan yandaş bulacaklardır. Tabiî, Yargının bütünüyle AKP’nin Hukuk Bürosu’na dönüştürülmesinden sonra da dokunulmazlıkları kaldıracaklar ve başta Tayyip olmak üzere yüz kızartıcı onlarca suçtan dosyası bulunanların hepsini
beraat ettirecekler. Böylece “Yargı” tarafından
da “aklanmış” olarak geçmiş suçlarının hesabını vermekten kurtulmuş olacaklardır. Hesapları
budur.
Ancak bu hesap Bağdat’tan dönecektir. Bugün sahte sandık demokrasisiyle, her türlü devlet imkânıyla, tarikatlarla kandırılmış, meczuplaştırılmış kitlelerden, AB-D Emperyalizminin
ve Sorosçuluğun maddi-manevi desteğinden ve
dahası milyonlarca sahte oydan aldıkları geçici
bir üstünlükleri olabilir. Ancak son sözü de, son
hükmü de örgütlü-bilimli-bilinçli Emekçi Halk
kitleleri verecektir. Bundan hiç kuşkumuz yoktur. 21.06.2011
Kurtuluş Partili Hukukçular
“yeni”liğinize devam edeceksiniz, ya da Mustafa Kemaller’in, İnönüler’in Kuvayimilliyeci
CHP’sine dönüp Vekillerinizle birlikte onur ve
namusunuzu koruyacaksınız.
Ya yumuşak mızıldanmalarla onur ve namusunuzu çiğnetecek ya da parlamentoyu boykotla, % 26 seçmen tabanınızla her türlü meşru
militan direnişlerle onurunuza ve namusunuza
el uzatanlara gereken karşılığı vereceksiniz.
Son söz de AB-D Emperyalistleriyle onların yerli uşaklarına: Anayasa Referandumundan evetle çıkmış, seçimlerde % 50 oy almış
olabilirsiniz. Hatta yapacağınız yeni Anayasayı
da, belki CHP ve BDP’nin de yardımlarıyla istediğiniz gibi sonuçlandırabilirsiniz.
Ama hiç kuşkunuz olmasın! Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başaran bu halklar, sizin tüm bölme çabalarına rağmen, el-ele, omuz-omuza
Halkın Kurtuluş Partisi önderliğinde İkinci
Kurtuluş Savaşı’nı da başarıya ulaştıracak, bir
daha gelmemek üzere sizi yerli uşaklarınızla
birlikte inlerinize dek kovalayacak, İşçi Sınıfı
ve tüm Dünya Halklarla birlikte ininizi başınıza yıkacaklardır. 25 Haziran 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
10
1
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Suriye’de yaratılmaya çalışılan kaos ve yıkımın tetikçileri
“Büyük Ortadoğu Projesi”ni (BOP’u) gerçekleştirmeye
çalışan ABD ve AB Emperyalistleridir!
5 Mart’tan bu yana komşu ülke Suriye’de başlayan iç kargaşalığın boyutu göstermektedir ki, ABD-AB emperyalistleri,
Sorosçular Suriye’deki bu karışıklıkların tetikçisidir. Halk
düşmanı, insanlık düşmanı Barak Obama, Suriye’yi tehdit ediyor.
“Ülkede demokrasi yok diye reformlara gitmesi gerekiyor”.
(Kendilerinin insanlığa yaşattığı yağma ve talanı, acıları demokrasi olarak görüyor olsa gerek.)
Şimdi bütün bunları AB-D Emperyalistleri niçin yapmakta,
neyi neden kaşımaktadır?
İnsanlık, ortalama dokuz yüz yıldan beri (Haçlı Seferleri’nden
beri), bu Batılı haydutlardan çektiğini hiçbir şeyden ve hiç kimseden çekmemiştir.
Buna son bir örnek, 10 Mayıs tarihli gazetelerde yayımlandı.
Milliyet’in manşet üstü haberi şöyle:
“İnsanlık Akdeniz’de öldü”
Bu başlığın hemen önünde de NATO amblemi var. Bu işaretle, insanlığı öldürenin NATO olduğunu kendince belirtmiş oluyor, Milliyet’in sayfa hazırlayıcısı. Başlığın
hemen altında da gazetedeki haberin bir paragraflık bir özeti verilmekte. Şöyle deniyor:
“Libya’dan kaçan mültecileri taşıyan
teknenin yakıtı bitti. Ama ATO güçleri
göz göre göre yardım etmedi. Denizde
geçen 16 günün bilançosu ağır oldu: 61
insan açlık ve susuzluktan öldü.” (agy)
Haberin ayrıntısı da aşağısında verilmekte. Mülteci dolu bir teknenin resmi de
var, haberde. Milliyet’in yönetmeni, NATO
adlı saldırgan askeri örgütün, insanlıkla falan hiç ilgisi olmadığını söyleyemediği
için, lafı dolandırıyor. Gargara yapıyor.
“İnsanlık Akdeniz’de öldü” diyerek olayı
tekilleştiriyor.
Suçu
seyreltiyor…
NATO’nun karakterinin hep bu olduğunu
söylemekten kaçınıyor…
AB-D haydutlarının, Suriye’deki muhalefeti kışkırtmaları da aynı amaca yöneliktir. Bu alçaklar Libya’da amaçlarına ulaşır
ve kucağa aldıkları muhalefeti iktidara getirip Kaddafi Yönetiminin işini bitirirlerse, Suriye’ye de aynı şekilde saldırmayı planlamaktadırlar. Suriye’de muhalefeti yanına çekerek yaptırdıkları
eylemler, yapmayı düşündükleri saldırının ön hazırlığı kapsamındadır.
Libya ve Suriye’deki muhalif hareketler, AB-D Emperyalistlerinin doğrudan yönetimine girdikleri, hatta yalnızca ittifaka girdikleri andan itibaren meşruiyetlerini tümüyle yitirmişlerdir. O
nedenle bunlar, artık ihanete karmış ve AB-D güçleri durumuna
gelmiş hareketlerdir. Bunların başarılı olmaları o ülke halklarının
zararınadır. O nedenle bunlar, karşı çıkılması gereken hareketlerdir artık…
İşin bir diğer acı yönü de şu anda Libya’yı vuran NATO uçaklarının komuta merkezi, İzmir’deki NATO Karargâhı’dır. Yani ülkemiz de Libya’da Müslüman kanı akıtan, kadın çocuk demeden
cana kıyan bu modern Haçlılar Seferi’ne ev sahipliği yapmaktadır.
Şimdi de Ordumuzun Suriye’ye müdahale etmesini istiyorlar! NATO’nun Suriye’ye saldırması (ki, bu Türkiye’nin de
saldırının içinde yer alması anlamına gelir), iki ülke arasındaki
tüm barışçıl ve kardeşçil bağların ortadan kalkması demektir. Suriye’nin İran’la Stratejik İşbirliği Anlaşması var. Yani bunlardan birine saldıran devlet diğerini de karşısına almış olacak! ABD’nin gönlünü yapmak uğruna komşumuz İran’la da
ilişkilerin bozulması demektir Suriye’ye ordunun müdahalesi…
Emperyalistlerin Suriye’ye yönelik tehdit ve müdahaleleri,
haksız ve meşru olmayan bir girişimdir. Türkiye’nin buna alet olması ise tesadüfî değildir. Bizim gibi ülkelerde iktidara kimin geleceğini ABD–AB Emperyalistleri belirlerler. Onların tüm pis işlerini yapmayı kabul edenler başa getirilir. Bugün gelinen noktada ise İnsanlık düşmanı Obama, Suriye’nin sınırdaki askerine
karşılık Türk askerlerini yığmakla tehdit etmektedir. Suriye’deki
gelişmeler olumsuzluğa doğru gitmeye başlarsa Büyük Ortadoğu
Projesi (BOP)’un Türkiye ayağı başlatılacak. Aslında emperyalistlerin Suriye’ye yapacakları müdahale, kaçınılmazca ülkemize
sıçrayacak, bundan nasibini Lübnan ve İran da alacaktır.
Biz gerçek devrimcilerin kabul ettiği bir yasa vardır: “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”.
Suriye halkının iç işlerine Suriye halkları karar verir. Tüm
emperyalistler ve Tayyipgiller bunu böyle bilmelidirler. AB-D
Emperyalistlerinin “demokrasi” götürdükleri ülkelerin durumlarını görmekteyiz. İşte Yugoslavya, işte Irak... Tek ulus olan Arap
Ulusu’nu İngiliz Emperyalizmi 22 parçaya böldü ama BOP için
bu kadarı da yetmiyor. Daha da küçücük devletçiklere ayırmak
istemektedirler Arap Ulusunu, planlarını uygulamak için.
Yugoslavya’da kardeşçe bir arada yaşayan halkların arasına
nifak tohumlarını AB-D Emperyalistleri ekti; Yugoslavya’yı kan
gölüne çevirdi. Sonra da kurtarıcı rolüne büründü. Çünkü Emperyalistlerin alçak emellerinin uygulanması için Yugoslavya’nın
bölünmesi, yönetimlerinin değişmesi gerekirdi ve onların istediği yönetimler gelmeliydi. Lenin Usta’nın dediği gibi “emperyalistler bir ülkeye girdiklerinde o ülkedeki en gerici güçlerle ittifak kurarlar”. Bugün Suriye’ye baktığımızda da halkları birbirine düşürmek için mezhep ve ırk çatışmalarını gerici unsurlarla ittifak kurarak yapmaktadır. Suriye halkının iç sorunları vardır.
Olabilir. Ancak bu sorunları Suriye Halkının kendisi çözmelidir.
Suriye’den kaçan mültecilerin çadırlarını Angelina Jolie’ye
ziyaret ettirdi CIA. CIA görevlisi Angelina Jolie’yi barış meleği yaptılar! Angelina Jolie’nin ilk mülteci kampı ziyareti değildi. O da CIA emrinde çalışan bir insanlık müsveddesi. Angelina
Jolie ziyaretinden sonra şöyle konuştu:
“Gezdiğim mülteci kaplarından en mutlu, neşeli, gülen
yüzleri bu kampta gördüm. Türkiye’yi bundan dolayı kutluyorum.”
Bu söylemle Türkiye’nin gururu okşandı. Angelina Jolie’nin
bu ziyareti, Hatay valisini cuşa getirmiş ki:
“Angelina Jolie’ye hediyeler vermek istedik izin verilmedi.
Angelina’nın gelmesiyle bölgemizi tüm dünya tanıdı. Turizm
açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirmekteyiz”
şeklinde demeçler verdi.
Güler misiniz ağlar mısınız?..
Komşu Suriye Halkı, emperyalist alçaklar tarafından tehdit altında, bu durumdan Türkiye de nasibini alacak, bizimkiler de turizm açısından iyi oldu demektedir.
Milliyet yazarı Güngör Uras da, Jolie’nin, bu ziyaret sırasında
kolundan hiç çıkarmadığı zembile (örgü-sepet çantaya) dikkat çekiyor. Çünkü Bu çanta Louis Vuitton markaymış. Lüks eşya meraklılarının gözleri bu çantada! Angelina bir yıl boyunca bu çantayı kolunda taşımak için bu firmadan 10 milyon dolar almış!..
Dünya ve Türkiye basınında satılmış kalemşorlar, Suriye hakkında durmadan emperyalistlerin emellerine çanak tutan haberler
yayınlamakta, kamuoyunu yanıltmakta ve kafalar bulandırılmaktadır. Gerçekler hasıraltı edilmektedir. Hatay Yayladağı’nda Suriyeli mültecilerin bulunduğu çadır kente gittik. Olayları orada bulunan mültecilerle de paylaşmak istedik. Çadır kentteki insanların dışarıyla teması kesinlikle yasak edilmiş ve perde ile tamamen
izole edilmişlerdi. Görüşme isteğimiz güvenlik güçlerince engellendiği için teller üzerinden görüşme yapabileceğimiz birilerine
bakındık. Bu esnada konuşmalarından akrabası olduğunu anladığımız, mesleği doktorluk olan Suriyeli vatandaşın teller üzerinden akrabalarıyla konuşmaları sırasında: “Büyük hata yapıyorsunuz, kandırılıyorsunuz geri dönün!” şeklindeki konuşmalarına şahit olduk. Daha sonra biz bir yeri yırtılmış perdenin altından birkaç yetişkinle konuşma fırsatı bulduk. Kafalar karışık ve korkmuş insanlar bulduk karşımızda. Suriye ile ilgili Arap televizyonlarında memleketlerine dönen ve hiçbir sorunla karşılaşmadıklarını anlatan insanları da izlemekteyiz
aynı zamanda. Bölge insanlarımız Suriye
Halkının yanında olmakla beraber olayları
tedirginlik içinde izlemektedirler.
Bölge halkımız başta olmak üzere Suriye Halkını AB-D Emperyalistlerinin provokasyonlarına karşı uyanık olmaya çağırıyoruz. Emperyalistler BOP’u uygulamanın
taşlarını yavaş yavaş döşeyecekler; bizler
de o günlere her anlamda hazır olmalıyız.
Saldırıları bertaraf etmek için gücümüzü
halk örgütleriyle birleştirmeliyiz.
Suriye Halkı Yalnız Değildir!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Samandağ İlçe Örgütü
Kurtuluş Partisi Sivas Katliamı’na karşı alanlardaydı
Baştarafı sayfa 24’te
İstanbul
Her sene gerçekleştirdiğimiz anma etkinliğini
bu sene de 2 Temmuz akşamı saat 19.30’da Sancaktepe İlçemizin Veysel
Karani Mahallesi’nde halkımızın yoğun katılımıyla
gerçekleştirdik.
Anma etkinliğimiz açılış konuşması ve saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Sivas’ta yakılan ilerici
insanlarımızın isimleri teker teker okundu, okunan
her isimden sonra “burada” diyerek, Sivas şehitlerinin ölmediğini, bizlerin
yanında olduklarını haykırdık.
Sancaktepe İlçe Başkanı’mız Durmuş Pala
yapmış olduğu basın açıklamasında; “Sivas Katliamı’nı unutmadığımızı ve
katliamı yapan Ortaçağcı
Şeriatçılardan hesap soracağımızı” dile getirdi.
Anma
etkinliğimiz
genç bir arkadaşımızın
okuduğu şiir ve arkadaşlarımızın hazırlamış olduğu
müzik dinletisiyle sona erdi.
Ankara
İzmir
İstanbul
Bursa
Sivas şehitleri Bursada yapılan yürüyüş ve basın açıklaması ile anıldı.
Kent Meydanı’ndan başlayan yürüyüş Fomara Meydanı’nda yapılan basın
açıklaması ile sona erdi.
Basın açıklamasına siyasi Bursa
partiler, demokratik kitle
örgütleri katılarak destek
verdiler.
Eyleme Halkın Kurtuluş Partisi İl Örgütü de
bayrak ve flamaları ile katılarak, Şeriatçı güçlere ve
onların ağababası AB-D
Emperyalistlerine olan öfkelerini haykırdılar. Eylem boyunca sık sık “Gün
Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek”, “Şeriat
Ortaçağdır” , “Kahrolsun Şeriat Yaşasın Sosyalizm”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Sivas’ı Unutma Unutturma”, “Sivas Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları atıldı.
Kurtuluş Partililer
Ne Zaman Aşımı, ne de Mahkemeleriniz
Sivas Katliamı’nı unutturamaz, yapanları ve
yaptıranları aklayamaz!
B
undan 18 yıl önce Sivas’ta 33 aydın insanımız, 2 otel çalışanı insanımız göz göre
göre vahşice katledildi. Katliamı yapanlar
yıllardır halkımızı Allah’la kandıran-korkutan
Tayyipgiller zihniyetindendi.
Bu vahşi katliamı gerçekleştiren sanıkların
bir kısmı hâlâ firarda, kalanlar ise zaman aşımından paçayı sıyıracaklar. Öyle sansınlar…
Bu katliamı yapanların avukatlarının bir kısmı Tayyipgiller tarafından ödüllendirilerek 12
Haziran seçimlerinde milletvekili seçildiler.
Böylesine bir vahşetin savunuculuğunu yapanlar
insanlıktan nasibini almamış kimselerdir. Bunlar
Kerbela’da Hz. Hüseyin’i, Banaz’da Pir Sultan
Abdal’ı, Serez’de Şeyh Bedreddin’i, Menemen’de Kubilay’ı, Çorum’da, Maraş’ta yaşlıgenç, kadın-erkek çoluk-çocuk demeden, yüzlerce insanı hunharca katledenlerin soyundandır.
Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden devrimci
gençliğe saldıranlar da bunlardı. Ülkemizi AB-D
Emperyalizminin boyunduruğuna sokanlar da
bunlardır. Bunların Müslümanlığı Yezid’in Müslümanlığıdır. Hz. Muhammed ve Dört Halife’nin
Müslümanlığı ile uzaktan, yakından hiçbir ilgisi
yoktur. Bunlar halklarımızın temiz din duygularını sömüren din bezirgânlarıdır. Siyasette ve ticarette dini kullanırlar.
Her türlü ilerici hareketin karşısında oldukları için karşıdevrimcidirler. Mustafa Kemal’e ve
onun geleneklerini sürdüren Ordu’ya da bu yüzden düşmandırlar. “Ergenekon”, “Balyoz” adı altında CIA patentli operasyonlarla, Nemrut Paşa
Divanı Mahkemelerle Ordu’yu (özellikle Ordu
Gençliği’ni) ve Laik aydınları, Bilim insanlarını
dolayısıyla halklarımızı baskı altına almak iste-
mektedirler. Bu amaçlarında kısmen de olsa başarılı olmuşlardır.
Kısmen diyoruz, çünkü bu topraklarda yaşayan halklar, her türlü gerici ve emperyalist kuşatmaya rağmen dünyadaki başarıya ulaşmış ilk
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın mimarlarıdır.
Bu ikinci kuşatmayı da bir daha geri gelmemek üzere Tarihin çöplüğüne atacaktır.
Gün; Sivas’ta diri diri yakılan 33 yurtsever
aydınımızın katledilmesinin hesabını sormak
için Şeriatçı-Ortaçağcı güçlere ve AB-D Emperyalistlerine karşı mücadeleye gözü kara, ikircikliğe düşmeden atılma günüdür.
Gün; sadece yitirdiğimiz onurlu, namuslu,
yurtsever, laik insanlarımızı ağıtlarımızla anma
değil, onların anılarını ve özlemlerini mücadelelerimizle yaşatma günüdür.
Gün;
Halkın
Kurtuluş
Partisi
öncülüğünde, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp emperyalistleri, yerli satılmışları ve Ortaçağcı Şeriatçıları ülkemizden ikinci ve
son kez geri dönmemecesine kovup Demokratik
Halk İktidarını kurup, dünya halklarına yeniden
umut olma günüdür. Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır. 02.07.2011
Şeriat Ortaçağdır!
Sivas Katliamı’nı Unutmadık Hesap Soracağız!
Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş
Savaşı’mız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
11
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Kurtuluş Partisi, karalayanlara inat, 27 Mayıs’ı kutladı
İstanbul
İstanbul
27 Mayıs 1960 Politik Devrimi‘nde Kurtuluş Partisi 27 Mayıs günü İstanbul Taksim’de
eylemler yaptı. Eylemde 27 Mayıs’ın, 12 Mart
ve 12 Eylül Amerikancı Faşist Darbelerden
farklarının altı çizildi.
Eylemde sık sık “Yaşasın 27 Mayıs Politik
Devrimi”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın
Sosyalizm”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı.
Ankara
Sakarya Meydanı’nda gerçekleştirilen
eylemde, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza getirmiş olduğu ilerici yenilikler vurgulan-
dı ve bu devrime sırt çeviren ihanet içerisindeki
çevrelerin tutumu teşhir edildi.
Eylemde; “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”,
“Yaşasın 27 Mayıs Devrimi”, “Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi” sloganları atıldı.
Bursa
27 Mayıs’ta saat 19.00’da Kent
Meydanı’nda gerçekleştirilen basın açıklamasını İl Başkanı Av. Halil Ağırgöl yaptı. Basın
açıklamasında sık sık; “Yeni Sevr’e Karşı
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka
Hesap Verecek”, “İşsizliğe, Pahalılığa, Zama,
Zulme Son”, “Davamız Halkın Kurtuluş
Davasıdır” sloganları atıldı.
İzmir
27
Mayıs
Politik
Devrimi’nin
Yıldönümünü, Karşıyaka Çarşı girişinde kutladık. Kutlama eyleminde İl Başkanı Av.
Tacettin Çolak, Parti Genel Merkezi tarafından
hazırlanan bildiriyi okudu.
Eylem anında Çarşı’da bulunan halktan
birçok insanımız, eylemimizin içeriğinden ve
cesaretimizden dolayı bizleri kutladılar ve
eylemimize candan alkışlarıyla katıldılar.
Basına ve Halk Örgütlerine
1
27 Mayıs; Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’nin
“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu
kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak”
gerçekleştirdiği Politik bir Devrimdir
2 Mart ve 12 Eylül ise fosilleşmiş generallerin “emir komuta zinciri içinde ve emirle” yaptıkları AB-D ve dolayısıyla CIA
destekli faşist darbelerdir.
Bu her üç hareketin de Ordu tarafından gerçekleştirilmiş olması, özellikle son yıllarda,
hepsinin eşitlenmesine ve hatta “darbelerin başlatıcısı, darbelerin anası” denerek, 27 Mayıs’a
Partimiz 27 Mayıs’a sahip çıkmaya devam etmektedir, edecektir de…
27 Mayıs’a gelmeden önce ülkemizde halk
düşmanı bir iktidar vardı: Demokrat Parti (DP).
Bu iktidar; Bakanlarını dahi ABD’nin onayını
almadan atayamazdı… Meclis kararı almadan,
Kore’ye ABD’li generaller komutasında savaştırılmak üzere asker gönderdi ve ABD Emper-
İzmir
daha çok küfredilmesine yol açmaktadır. Kendisine “sosyalistim” diyen bazı gafillerin dahi 27
Mayıs’a saldırdığını, 27 Mayıs’ın devirdiği
Amerikancı Bayar-Menderes’i “demokrasi kahramanı” ilan ettiklerini görmekteyiz.
Öyle ki, CIA, MOSSAD ve Fethullah operasyonuyla CHP’nin Genel Başkanlık koltuğuna oturtulan K. Kılıçdaroğlu bile 27 Mayıs
2010’da yaptığı açıklamada; “27 Mayıs’ı yapanlar bugün utanıyorlar.” diyebilmiştir.
Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere
savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı”
olarak kutladığı 27 Mayıs’a, O’nun topluma kazandırdıklarına sahip çıkmak günümüzde neredeyse kahramanlık yapmakla eş anlamla hale
gelmiştir. Geçmişte 27 Mayıs’ı sahiplenen bazı
Kemalist çevreler dahi bugün bu sahiplenmeyi
bırakmış durumdadırlar. Bütün bunlara karşın
Bursa
yalizminin pis çıkarları için 1350 gencimizin
hayatını kaybetmesine neden oldu. 1952’de
Türkiye’yi NATO’ya sokarak Türk Ordusu’nu
yine ABD’li generallerin komutasına verdi...
Türk parasının değerini yüzde 320 oranında düşürdü. Parababalarının sömürüsü ve talanları
akıl almaz boyutlara ulaştı.
Milletvekillerinden oluşan “Tahkikat
Komisyonu” eliyle her türden muhalefeti susturmaya, direnenleri hapislere doldurmaya başladı... ‘‘Vatan Cephesi’’ adlı uyduruk bir sözde
“cephe” kurarak toplumu Demokrat Partililer ve
diğerleri diye ikiye böldü… Dönemin Başbakanı A. Menderes, meydanlarda; “ben odunu
aday göstersem o da seçilir”, Meclis Grubunda da; “Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz” diyerek nutuklar atıyordu. Kısacası bu iktidar, halkla hiçbir ilgisi olmayan, tamamen bir
avuç yerli yabancı Parababası ile Antika TefeciBezirgânın çıkarlarını savunan ABD kuklası ve
Ortaçağ özlemcisi bir iktidardı…
Bayar-Menderes iktidarının bu halk düşmanı saldırılarına karşı başta Asker-Sivil Gençliğimiz olmak üzere yurtsever-namuslu aydınların
direnişleri yaşanıyordu. Bu direnişlere de azgınca saldırıyorlar, Turan Emeksiz, edim Özpolat gibi devrimci gençlerimiz şehit ediliyordu.
Ankara’da iktidarı protesto eden Harbiye Öğrencileri ise okuldan atılmak ve zindanlara tıkılmak isteniyordu. En küçük bir demokratik tepki
dahi zulümle bastırılıyordu. Artık bu zulme daha fazla sabredilemezdi…
Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’miz, 27
Mayıs gecesi bir vuruşta, Amerikancı Parababaları iktidarını kendini en güçlü zannettiği bir
günde alaşağı etti... Bir gecede bütün “Vatan
Cephe”leri, “Tahkikat Komisyon”ları, “isterlerse hilafeti dahi getirecek olan” milletvekilleri,
bakanları tuzla buz oldular. Başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere geniş halk kitleleri ise derin bir
nefes aldı. Ülkeye sınırlı da olsa Demokrasi ve
Özgürlük ortamı geliverdi.
61 Anayasası ile Düşünce ve Örgütlenmenin
önündeki engeller kaldırıldı. Bu Anayasa ile ilk
kez iktidarların kanunsuzluklarını, keyfi davranışlarını yasal kılıfa büründürme girişimlerini
engellemek için Anayasa Mahkemesi kuruldu… 1963’te yeni bir İş Kanunu ile buna uygun
Sendikalar Kanunu, Toplusözleşme ve Grev
Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve
hak arama özgürlüğüne kavuştu.
Sosyalizm serbest bırakıldı. Marksist klasikler Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu,
benimsendi… Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. 1967’de DİSK kuruldu. İşçi Sınıfımız içinde hızla örgütlendi. DİSK öncülüğünde İşçi Sınıfımız grevler, direnişler yapıyor, patronlara karşı kıran kırana hak mücadelesi yürütüyordu.
27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük ortamında
eğitim emekçileri de kendi örgütlerini, Türkiye
Öğretmenler Sendikası (TÖS)’ü kurdu. Ülke
çapında grevler yaptı. Köylüler de yer yer ayaklanarak ağa zulmüne başkaldırıyor, ürününün
hakkını almak için fındık, tütün mitingleri, toprak işgalleri yapıyordu.
İşte bunları hazmedemedikleri için AB-D
Emperyalistleri, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini yaptırttı. Bu darbeler CIA’nın ”Bizim
Oğlanlar” adını verdiği Amerikancı generaller
eliyle ve yine CIA’nın yönetiminde gerçekleştirildi.
Peki, 12 Mart ve 12 Eylül ne getirdi?
12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle, 27
Mayıs’ın getirdiği tüm özgürlükler ortadan kaldırıldı. 61 Anayasası 12 Mart’ta kolları kanatları kesilerek budandı, 12 Eylül Faşist Darbesinde
de tamamen ortadan kaldırıldı.
12 Mart Faşizmi ile Deniz, Yusuf ve Hüseyin idam sehpasında katledildiler, Mahir’le
İskenderun
Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere
savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı”
olarak kutladığı 27 Mayıs’ı kimse sahiplenmemiş hatta ihanet ediyor olsalar bile! Her
yerde olduğu gibi biz HKP İskenderun İlçe
Örgütü olarak 27 Mayıs’ta alanlardaydık.
Parti binamızdan Atatürk Anıtı Meydanı’na
kadar sloganlarımızla gerçekleştirdiğimiz yürüyüşün ardından basın açıklamamızı yaptık.
Eylemde “27 Mayıs Politik Devrim’dir”,
“Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi
Gidecekler”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı.
28 Mayıs Cumartesi günü, HKP Mersin İl
Başkanı Arif Çakır’ın katılımıyla “27 Mayıs
Politik Devrimi” başlıklı bir seminer gerçekleştirdik.
Arif Çakır Yoldaş, akıcı anlatımıyla gerçekleştirdiği seminerde; 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza getirmiş olduğu ilerici yenilikleri anlattı. Denizler’in, Mahirler’in 27
Mayıs’ı nasıl değerlendirdiklerini bizzat onların
sözleriyle vurguladı. 27 Mayısın neden Politik
Devrim olduğunu, bu devrime sırt çeviren, ihanet içerisindeki çevrelerin nasıl savrulduklarını
belirtti. Ayrıca Yoldaş’ımız 27 Mayıs’ın, 12
Mart ve 12 Eylül Amerikancı Faşist Darbelerden ne denli farklı olduğunu da örneklerle kanıtladı.
İskenderun
birlikte On devrimci genç de Kızıldere’de…
Ki onlar (Denizler ve Mahirler), son sözlerinde bile 27 Mayıs’a ve onun getirdiği Anayasaya sahip çıktılar. 27 Mayıs’ı “Politik Devrim”
olarak niteliyor ve selamlıyordu Mahirler
“THKP-C Savunmaları”nda. Savunuyorlardı
Denizler “THKO Savunmaları”nda…
Yüz binlerce devrimci-demokrat zindanlara
tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Ziverbey Köşkü
12 Mart’ın işkencehanesi olarak ünlendi. İşçi
Sınıfımızın ve emekçi halkımızın örgütlenme
özgürlüğü elinden alındı, devrimci sendikalar
kapatılmak istendi. Şanlı 15-16 Haziran Direnişi 100 bin işçinin ekonomik haklarına sahip çıktığı ve DİSK’i kapatmak isteyen Parababaları
iktidarını dize getirdiği eylemdir.
Ancak AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi 12 Mart’ta yarım bıraktıklarını
12 Eylül’de tamamladılar. Bu kez darbeye zemin hazırlamak için 5 binin üzerinde masum insanı katlettirdiler. Sözde “can güvenliğini ve huzuru sağlama” amacıyla faşist darbelerini oturtunca yine devrimci avına çıktılar. Bu kez Mamak, Metris, Diyarbakır Cezaevleri başta olmak
üzere ülkenin her yeri işkencehaneye çevrildi.
Hikmet Kıvılcımlı kırk yıl önce, “FinansKapital kanlı bir öç almak istiyor. 27 Mayıs’ı
yaralayanlar onu öldürmek istiyor.” demişti.
Bu öngörüsü gerçekleşti ne yazık ki…
Günümüzde ise Sosyalist Kamp’ın çökmesinden bu yana dünyanın dengesi değişti. AB-D
Emperyalistleri, ezilen halklara Project Democracy’sini dayatıyor artık. Dünyayı 1000 parçalı
eyalet devletçikler şekline bölerek daha kolay
yutulur lokma haline getirmek istiyorlar. Bu
amaçları doğrultusunda her geçen gün yol almaktalar. Başta Ortadoğu olmak üzere Dünya’nın birçok yerinde açık işgaller yaparak,
kukla devletler kurmaktalar. Her iki Körfez Savaşı’nda da masum Irak Halkını çoluk-çocuk,
yaşlı-genç, kadın-erkek demeden katlettikleri
yetmiyormuş gibi, Arap Halkının kukla iktidarlara karşı başlattığı programsız halk hareketlerinin de başını bağlamaktalar.
AB-D Emperyalistleri, ülkemizde tezgâhladıkları bu her iki faşist darbeyle gelişip güçlendirdikleri “Siyasal İslam” eliyle toplumumuzu
Ortaçağın karanlıklarına götürmek istemektedir.
Hain, işbirlikçi iktidarlar eliyle Birinci Kuvayimilliye’nin kazanımlarının neredeyse tamamı
ortadan kaldırılmakta, kamu malları yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çekilmektedir.
Ekonomik, siyasi, askeri, hukuki, kültürel ve sanatsal vb. alanlarında tam bir emperyalist işgalle karşı karşıyız.
Bu işgale karşı çıkan, tam bağımsızlıkçı,
yurtsever, laik, ilerici, demokrat, devrimci kim
varsa zindanlara tıkılmakta... Yani, AB-D Emperyalistleri tarafından iktidara getirilmiş olan
Tayyipgiller Hükümeti efendilerine kusur etmeden hizmete devam etmektedir.
AB-D uşağı yerli satılmışlar cephesinin vurgun ve talanına karşı İkinci Kuvayimilliye
(Kurtuluş Savaşı) seferberliği 27 Mayıs 1960’ta
olduğu gibi bugünün de meselesidir. Emperyalizm aynı emperyalizmdir ve dünün Bayar’ıMenderes’i bugünün Tayyipgiller’idir. Bu nedenle 27 Mayıs Politik Devrimi ile 12 Mart ve
12 Eylül Faşist Darbelerini birbirine karıştırmadan, karşıdevrim cephesi ile devrim cephesinin
sınırlarını bulanıklaştırmadan inançlıca, kararlıca, yılmadan mücadele etmeliyiz.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı “Açık Mektup”ta belirttiği şekilde görevimiz; Birinci Kuvayimilliye seferberliğinde olduğu gibi: yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa: Ucuz Devlet - Bilinçli Ticaret - Toprak Reformu uğruna, İkinci Kuvayimilliye
seferberliğine çıkmaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi, Partimiz; işte bu
kutsal İkinci Kuvayimilliye Hareketi’nin Partisidir. Er ya da geç bu kutsal insanlık davası başarı kazanacaktır. 27 Mayıs 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Ankara
12
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Başyazı
Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan
heyetleri; hukukçu-adalet dağıtıcı-mahkeme sayanlar ya gafildir ya hain!
Baştarafı sayfa 1’de
bilmiş ve desteklemiş bir polis şefidir, H. Avcı.
Kitabının birinci bölümünde de, F. Gülen örgütünün elemanlarınca sürdürülen “Ergenekon
Davası” adlı CIA operasyonunu savunmaktadır,
H. Avcı. Ne zaman ki kendisinin de CIA’ca yönetilen bu örgütçe izlemeye, kendi deyimiyle
“teknik takibe” alındığını öğreniyor, işte o zaman şafak atıyor, H. Avcı’da. Çünkü evli olmasına rağmen bir kadınla gayrimeşru bir ilişkisi
vardır. Cemaatin bunu öğrenince, kullanarak
kendisini bir kukla gibi oynatmak isteyeceğini;
hep öyle yaptıklarını tanık olduğu birçok olay-
Hanefi Avcı
dan bilmektedir. H. Avcı, her ne kadar F. Gülen’i ve Cemaatini desteklese de anarşist bir ruh
yapısına sahiptir. Yani başına buyruk olmaya
aşırıca düşkündür. İşte bu nedenden F. Gülen
hareketiyle bir hesaplaşmaya girişir. Kitabının
ikinci bölümünü bu işe ayırır. Onlar benim işimi
bitirmeden ben onların işini bitirmeye çalışayım, en azından içyüzlerini açığa çıkarayım,
der.
Kitabını dikkatle okuyanlar iki bölüm arasındaki 180 derecelik karşıtlığı, çelişikliği göreceklerdir.
İşte bu hesaplaşma işinden dolayı, F. Gülen
Cemaati ve onun “Emniyet-Beşiktaş-Silivri”
üçgenindeki, sacayağındaki Emniyetçi, Hukukçu (Savcı-Yargıç) görünümü ya da maskesi ardındaki kadroları hemen davranışa geçmişler,
bebelerin bile inanmayacağı bir kulp takarak,
suç icat ederek H. Avcı’yı Silivri Zindanı’na tıkıvermişlerdir. “Madem öyle, işte böyle” diyerek.
“Emniyet, Mahkeme” adı verilen bu Cemaat organlarındaki kişiler, “H. Avcı, Devrimci
Karargâh adlı illegal terör örgütüne yardım ve
yataklıkta bulunmaktadır. Bu nedenle suçludur,
tutuklanmıştır”, diyorlar, Parababalarının emrindeki siyasiler ve medyacılar da bunları tekrarlıyorlar. “Konu yargıya intikal etmiştir. Yargının bileceği iştir. O karar verecektir”, diye
ciddi ciddi açıklamalarda bulunuyorlar. Hiçbiri
de kalkıp “Yahu güldürmeyin bizi, buna bebeler
bile inanmaz”, demiyor, diyemiyor. Çünkü onlar da AB-D’nin, CIA’nın dolaylı veya dolaysız
emrindedir, hizmetindedir.
Demek istediğimiz, sadece bu H. Avcı olayı
bile, söz konusu kurumların ve buradaki görevlilerin kimler olduğunu kanıtlamaya yeter de artar bile…
Daha böyle yüzlerce kanıt kolayca ortaya
konabilir, bu kurumların yasalara bağlı devlet
kurumları değil de birer Cemaat Yuvası, buralarda çalışanların da hangi kimlik altında olurlarsa olsunlar, aslında Cemaatin adamları olduğunu gösteren.
F. Gülen’e dokunan
kim olursa olsun yanıyor!
edim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanıp
Silivri’ye tıkılmaları da başlıbaşına bir hukuk
cinayetidir. Bu insanlar yıllarca bu CIA operasyonunun arkasında olmuşlar, onu savunmuşlardır. Fakat kendilerinin her konuyu yazabileceklerini sanarak, F. Gülen Cemaati’nin de bir illegal örgüt olduğunu ve karanlık ilişkilerini açığa
çıkaran yazılar, kitaplar yazmaya girişmişlerdir.
Biz yıllardır bu “Dava”yı savunuyoruz, nasıl
olsa bunu yürüten polis şefleri, Beşiktaş ve Silivri’deki savcılar, yargıçlar bize bir şey yapmaz, diye düşünmüşlerdir. Oysa işin aslını bilmemekteydiler. Bu meşru bir “Dava” değildi.
Bir CIA operasyonuydu, Türkiye’deki namuslu,
yurtsever, laik, Mustafa Kemalci, tam bağımsızlıkçı güçlere (askerlere, yargı mensuplarına, bilim insanlarına ve medyadaki aydınlara) karşı.
Onları tasfiyeye yönelikti. Onları ezecek, korkutacak, sindirecek ve ortadan kaldıracaktı. Bu
amaca ulaşınca da Yeni Sevr’i uygulamasının
önünde hiçbir engel kalmayacaktı AB-D Emperyalistlerinin. Amaç, hedef buydu…
F. Gülen Cemaati-Tarikatı da tıpkı Tayyipgiller, Satılmış Parababaları Medyası ve FinansKapitalistler (TÜSİAD’çılar, MÜSİAD’çılar,
TİSK’çiler, TOBB’çular) gibi bu hainane gidişte, bu İblisçe oyunda vazgeçilmez aktörlerdi. Bu
satılmış, AB-D hizmetkârı kadrolar aracılığıyla
yürütüyordu CIA, Yeni Sevr planını. Bunların
iğrenç içyüzlerinin açığa çıkmasına izin vermezdi. O nedenle bunlar (A. Şık ve N. Şener) de
hemen içeri tıkılmalıydı. Ve öyle oldu. Kurunun
yanında yaş da yanar özdeyişinin kapsamı içine
giriyordu durumları. E… AB-D kadroları da
böyle fire verebilirdi. Görev zayiatıydı bu tür
şeyler.
Nedim Şener ve Ahmet Şık yıllarca
ABD’nin “Project Democracy” diye adlandırdığı çizgide gazetecilik ve yazarlık yapmışlar,
dolayısıyla da AB-D’ce makbul insanlar sayılmışlar, AB-D’nin “Demokrasi Güçleri” dediği
Yeni Sevrci güçler arasında yer almışlar fakat
sonunda Fethullah Gülen Cemaati’ne dokunmuşlardı. İşte onların affedilmez suçu buydu.
Çünkü bu Cemaat, AB-D’nin Türkiye’deki en
önemli dayanaklarından biriydi. Bu nedenle de
Ahmet Şık’ın iş işten geçtikten sonra anladığı
gibi, ona “Dokunan Yanar”dı…
Bu iki gazetecinin başına getirilenle sadece
onlar cezalandırılmış olmuyordu. Dışarıdaki bu
türden yazarçizerlere de açık ve kesin bir mesaj
verilmiş oluyordu: F. Gülen ve Cemaatine asla
dokunmayacaksınız. O bizim için dokunulmazdır. AB-D’nin dediği buydu.
İşte bu nedenden Tayyipgiller’in her türden
temsilcileri belli aralıklarla, ABD’nin kucağında dincilik eden, din alıp satan; böylelikle de insanları “Allah’la Aldatan” bu “Büyük Aldatıcı”ya, İblis’e saygılarını sunarlar.
Müteveffa B. Ecevit bile aynı şeyi yapardı.
İnsan sefaleti Deniz Baykal, “kaset skandalı”yla
vurulup koltuğunu yitirmekle yüzyüze kalınca
hemen bu İblis’e saygı ve teşekkürlerini sundu.
Oysa adı gibi biliyordu vuranın o ve ardındaki
ABD casus örgütü olduğunu. D: Baykal, artık
teslimim, ben ettim siz etmeyin, diyordu F. Gülen’e. Çünkü kasetin tahrip gücü yüksek ikinci
bölümünün piyasaya sürülmesinden korkuyordu. F. Gülen de nedameti ve aman dilemeyi kabul edip gerisini ortaya çıkarmadı. Onun amacı
zaten insanları teslim almaktı. Amaç da hâsıl
olmuştu.
CHP’nin Yeni Başkanı AB-D’nin yeni uşağı
Kemal Kılıçdaroğlu da “cemaatlerin topluma
faydası”ndan boşuna dem vurmuyor. O da aynı
güce barış sinyalleri gönderiyor…
Hatırlanacaktır, Yeni CHP’nin Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu “Tekke ve zaviyelerin
kapatılması yanlıştı, bunlar açılmalıdır” diyecek
kadar işi ileri götürmüştü. Adam, Mustafa Kemal’in, 30 Ağustosta Mustafa Kemal’in Kastamonu’da söylediği: “Ölülerden medet ummak,
medeni bir toplum için, şindir (lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.“ Sözleri yanlıştı, diye reddediyor. Türkiye yeniden “şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi” olsun diyor. Yine
Mustafa Kemal’in önerisiyle 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren “677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” gereksizdir, boştur, diyor. Özetçe
Türkiye’yi yeniden Ortaçağa götürelim, diyor.
Bilim de neymiş? demek istiyor.
Özetçe dersek, burjuva siyaseti, partileri, insanî yön açısından tümüyle çürümüştür. İler tutar yerleri kalmamıştır. Dışarıda AB-D’ye kölece, kulca uşak, içeride de yerli Finans-Kapitale
ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına, o Antika
asalak sınıfın dünya görüşünü savunan tarikatlara tam anlamıyla bağımlı hale gelmiştir. Tabiî
hepsi. Eskiden Sosyal Demokrat CHP tarikatlardan uzak durabiliyordu. Şimdiyse Yeni CHP artık uyum içindedir bu Ortaçağ örgütleri ile.
Operasyonla yapılan saldırı
tam bir Ortaçağ
Engizisyonudur
Tarikatlar büyük şehirlerimiz dahil olmak
üzere bütün Türkiye’yi kuşatmışlardır, örümcek
ağı benzeri örgütlenme yapılarıyla. Bu ağın
merkezindeyse ABD, Pensilvanya’daki “Büyük
Aldatıcı-İblis” F. Gülen oturmaktadır. Bu alçak,
AB-D Emperyalistlerinin İslam Ülkelerine yönelttiği “Haçlı Seferleri”ni, verdiği dini fetvalarla, dinen meşrulaştırmaktadır. Yani Yirminci
Yüzyılın ilk çeyreğinde, Şerif Hüseyin’in ve
Şeyhülislam Dürrizade’nin yaptığını yapmaktadır çeyrek asırdan beri.
Yeni Sevr’i hedefleyen ABD ve CIA da “Ergenekon Davası” adını verdiği Yeni Sevr’i hedefleyen alçakça ve namussuzca operasyonunu,
bu Muaviye ve Yezid soyunun örgütü-cemaati
aracılığıyla yapmaktadır. Fethullahçı polis şefleri ve sözde savcılar, yargıçlar eliyle yaptırtmaktadır bu saldırıyı.
Emniyet, Beşiktaş ve Silivri karargâhlarına
dönersek; bunların hakla, hukukla, adaletle hiç
ilgileri bulunmadığını gösteren bir diğer olay da
Ahmet Şık’ın daha yayınlanmamış kitabı yüzünden şafak vakti operasyonlarıyla apar topar
gözaltına alınması, kitabın kayıtlı olduğu bilgisayar sabit diskine ve çıktılarına el konulmasıdır. Yine hatırlanacağı gibi A. Şık’ın yazmakta
olduğu bu kitabı, F. Gülen örgütlenmesini konu
ediyordu. Ve “İmamın Ordusu” adını taşıyordu. Fethullah’ın tarikatının tüm toplum kesimleri ve kurumlarındaki örgütlenmesini bir kez daha açık ediyordu. İşte buydu suçu A. Şık’ın…
Bu gazetecilere, yazarlara yapılan saldırı
tam bir Ortaçağ Engizisyonudur. Saldırıyı yapanlar da Ortaçağcı Güçlerdir. Yani AB-D’nin
emrindeki tarikatlardır. Tarikatlar bilindiği gibi
Ortaçağın ürünüdür. Din Derebeylikleridir. Tabiî Tayyipgiller de bu saldırıların siyasi plandaki düzenleyicileridir.
Emperyalizm de Lenin’in dediği gibi, yağmalamak için girdiği bir ülkede en gerici güçlerle ittifak etmektedir. ABD Emperyalistleriyle
başta Fethullahçılar gelmek üzere Ortaçağcı Tarikatlar ve Tayyipgiller ve bunların sınıf temeli
olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı etle tırnak
gibi kaynaşmıştır. Modern Finans-Kapitalistler
yani TÜSİAD’çılar zaten kaynaşıktır, AB-D
Emperyalistleriyle. Onlarla şirket ortaklıkları
kurmuşlardır ve onların montajcısı durumundadırlar. Modern ve Antika gerici güçler tümüyle
AB-D’yle kaynaşıktırlar ve onların iş ortağı aynı zamanda da hizmetkârı durumundadırlar.
Yayımlanmamış, yazılmakta olan bir kitaptan dolayı insanları şafak baskınlarıyla alıp zindana tıkmak, yazı ve yazı malzemelerine el koymak 12 Eylül Faşizminin en azgın günlerinde
bile görülmedi. 12 Eylül Faşistlerinin haberi olmazdı yazılmakta olan kitaplardan. O zamanlar,
böylesi gelişkin “Teknik Takip” adı verilen insanların yatak odalarına varıncaya dek dinleme,
gözetleme, izleme, görüntüleme işleri yoktu. O
nedenle bu tür davalar da yoktu.
Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Nedim Şener, Ahmet Şık, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay gibi gazetecilere yapılan bu saldırı ve zulümler düşünce yasakçılığıdır. Düşüncelerinden, kanaatlerinden dolayı insanları suçlamak
ve cezalandırmaktır.
Hep dediğimiz gibi bu sözde davanın hukuk
açısından hiçbir ciddi tarafı yoktur. Yani hukukla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Hukuk kılıfı
giydirilerek insanların cezalandırılmasıdır, zulme uğratılmasıdır.
Bu davanın hukuk açısından iler tutar yeri
olmadığını kesince kanıtlayan daha onlara örnek verilebilir.
Kuddisi Okkır’ın “Ergenekon’un Kasası”
olduğu suçlamasıyla alınıp tutuklanması ve ada-
Ahmet Şık
mın içeride kahrından, üzüntüsünden kansere
yakalanıp ölmesi, daha doğrusu öldürülmesi de
bu örneklerden biridir. Sapasağlam adam içeride kanser oluyor, eriyip kuruyor, üzeri deri kaplanmış iskelete dönüyor kanserden. Yataktan
kalkamaz hale geliyor, buna rağmen salıverilmiyor-tahliye edilmiyor. Ancak ölümünden beş
gün önce bırakılıyor. Tabiî sedyeyle taşınarak
alınıp hastaneye götürülüyor.
Gözaltılar, tutuklamalarla
muhaliflere susun mesajı
verilmek istenmektedir
Beşiktaş ve Silivri’deki hukukçu postuna
bürünmüş, “savcı-yargıç” adlı Fethullahçılar da,
tıpkı Ortaçağ Engizisyoncularında olduğu gibi
adalet duygusunun da, vicdan ve merhametin
de, acımanın da, velhasıl insancıl değerlerin de
zerresi yoktur. Onlar Ebu Sufyan-Muaviye-Yezid’in torunlarıdır. Onların anlayışının devamcılarıdır. Yani insanları, saf Müslümanları “Allah’la aldatan” İblis’in memurlarıdır, görevlileridir. Yezid, Kerbela’da Hz. Muhammed soyundan-ailesinden 23 kişinin de aralarında olduğu
72 temiz, inançlı gerçek Müslümanı günlerce aç
susuz bıraktıktan sonra katlettiyse, Beşiktaş ve
Silivriciler de vatana, halka, yurtseverlere, tam
bağımsızlıkçılara, laiklere ve M. Kemalcilere
savaş açmışlardır. Bu namuslu insanları zindanlarda çürüterek öldürmek istemektedirler. Bu insanlar saf dışı edilince AB-D Emperyalistleri
Yeni Sevr projelerini gönüllerince uygulayabileceklerdir. ABD ve CIA işte bu nedenle bu
“Dava”yı daha doğrusu saldırıyı planlamış ve
uygulamaya koymuştur. Fethullahçılar ve Tayyipgiller, ABD’nin, AB’nin ve casus örgütü
CIA’nın taşeronu rolünü oynamaktadır bu saldırıda…
Kuddusi Okkır öldü, öldürüldü. O zaman
görüldü ki, K. Okkır Ailesinin, bırakalım zengin
olmayı, cenaze kaldıracak kadar bile parası yokmuş. Adamlar cenaze giderlerini bile eşin dostun yardımıyla karşılayabiliyor. Bu da netçe
gösterdi ki K. Okkır’ın namuslu olması dışında
bir suçu yokmuş. Dediğimiz gibi Beşiktaş-Silivriciler namusa, insancıl olan tüm değerlere düşmandır.
Bir melek kadar saf, temiz, sevecen, fedakâr
Türkan Saylan’a, ÇYDD’ye yapılan saldırı da
yine bu Ortaçağcı örgüt aracılığıyla yapılan hukuksuzluğun, zalimliğin, gaddarlığın, acımasızlığın bir diğer örneğidir. Ölümün eşiğindeki bu
kanser hastası Eğitim ve Sağlık Meleği’nin bir
şafak operasyonuyla evi basıldı, arandı, sorgulandı. Başında bulunduğu ÇYDD, bir suç örgütü gibi gösterildi. Bu zulümle, bu yüce insanın
ömründen en az birkaç ay çalındı. Eser miktarda insanlık olan biri bu zulmü reva görmezdi bu
melek kadına…
Bir başka Sağlık ve Eğitim Meleği olan
Mehmet Haberal da aynı zulüm uygulanarak
öldürülmek istenmektedir. Bilindiği gibi o da
ağır kalp hastasıdır. Cezaevinde tutulması, hastalığı dolayısıyla ölümcül risk oluşturmaktadır.
Fakat Silivricilerin isteği de zaten bunu sağlamaktır. Onlar ellerinden gelse Yezid’in Kerbela’da yaptığını yapacaklar tüm namuslulara…
Fakat Yirmi Birinci Yüzyılda ancak bu kadarını
yapabiliyorlar: Zindanda çürüterek öldürme…
Dışarıdaki namuslulara da şu mesajı veriyorlar:
Namuslu olsanız bile namuslu davranmayın.
Namusluluğunuzun emrettiği şekilde davranmayın. Susun, sessiz olun, hareketsiz olun ve
bize tabi olun! Yoksa başınıza aynısı gelebilir…
AB-D Emperyalistlerinin ve yerli taşeronların ilk saldırılması gereken hedefi, Ordu’ydu.
Çünkü Ordu (en azından Ordu Gençliği baz-temel alındığında), hem Devrimci Geleneği sürdüren bir direnç noktasıydı hem de örgütlü ve
silahlı güçtü. O yüzden Yeni Sevr’e karşı en etkili direnişi koyabilecek kurumdu. Ordu’yu bertaraf etmeden Yeni Sevr’i hayata geçirmek imkânsızdı.
İşin bir diğer önemli yanı, Ordu, özellikle
Ordu Gençliği, 1991’den yani Sosyalist
Kamp’ın yıkılışından itibaren dünyayı daha
doğru okumaya başlamıştı. Bilindiği gibi, bu tarihten sonra AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye olan tutumu bütünüyle değişmiştir. 1991
öncesinde Türkiye ve Türk Ordusu, Sovyetler’i
alttan kucaklayan ve olası bir savaşta Sovyetler’in ilk vuruşlarını göğüsleyecek, böylece de
AB-D Emperyalistlerine karşı saldırıda bulunabilmek için, tabiî gerekli savunma tedbirlerini
alabilmeleri için de, yeterli zamanı kazandıracak bir piyon ülke ve onun ordusuydu. Bu nedenle Türkiye’nin, her ne kadar gelişkin bir kapitalist ülke olmasına izin verilmese de, en azından ordusunun orta düzeyde bir askeri güce, yani savaş gücüne, sahip olması gerekiyordu. Sovyetler’i bir süre meşgul edebilmesi için bu gerekliydi.
1991 sonrasındaysa artık böyle bir olasılık
ortada yoktu. O zaman Yeni Sevr’i hayata geçirmenin zamanı gelmiş sayılırdı. Bunun için
de, buna tepki gösterecek antiemperyalist, tabiî
yurtsever, laik, Mustafa Kemalci namuslu güçlerin saf dışı edilmesi gerekiyordu. Sistemli darbelerle bu güçlerin sindirilmesi, korkutulması,
itibarsızlaştırılması, özgüvenden yoksun bırakılması; böylece de Yeni Sevr uygulaması karşısında ses çıkaramaz, tepki gösteremez hale düşürülmesi gerekiyordu.
Yurtsever güçlerdeki uyanışı
engellemek için düzenlendi
bu operasyonlar
Bu antiemperyalist güçler, 1991 sonrasında,
AB-D’nin bu alçakça planını sezmeye başlamıştı. Ve başta Ordu Gençliği gelmek üzere, her
geçen gün AB-D’ye karşı bir öfke biriktirmeye
başlamıştı.
Hatırlanacağı
gibi,
Ordu
Gençliği’nin ruhunu ve psikolojisini taşıyan bazı namuslu generaller bile ATO’dan çıkmalıyız, yönümüzü Doğu’ya çevirerek Avrasya
Birliği’ni düşünmeliyiz, Türkiye’nin ulusal çıkarları, NATO’da değil, buradadır; diye yurt
içinde ve dışında açıklamalar yapmışlar, konferanslar vermişlerdir.
Yurtsever güçlerdeki bu uyanışı anında izleyen AB-D Emperyalistleri, ellerini çabuk tutmalarının önemini hemen kavramışlardır.
Şimdi, şu Wikileaks belgesine bir bakalım:
“WIKILEAKS BELGELERİDE ASKER
“Wikileaks belgeleri TARAF’ta yayımlanıyor ve yankılar yapıyor.
“Sızıntının izlerini sürmek de ilginç oluyor.
“Dünkü Wikileaks belgeleri ABD Ankara
Büyükelçiliği’nin Genelkurmay Başkanı Özkök ve dönemin komutanlarıyla ilgiliydi.
“Özetle...
“XXX” diye gösterilen ve açık isimleri verilmeyen “duyarlı” kaynaklardan ABD diplomatlarına, asker için oluk oluk bilgi akıtılmış.
“Komutanların 3 bloka ayrıldığı...
“Katı kemalistlerin Org. Özkök üzerine
ağırlık koymaları, Özkök’ün tereddütlü olduğu...
“O komutanların büyük kısmının Amerika karşıtı oldukları ve Türk halkının ABD
karşıtı psikolojiye zemin hazırladıkları...
“Dünyaya daha açık, daha iyi yetişmiş,
daha esnek zihniyette subayların gelmesi gerektiği...
“Daha önceki Wikileaks belgelerinde 1
Mart tezkeresinin TBMM‘den geçmemiş olmasında komutanlar sorunlu gösteriliyordu.
“Dost bildiklerimiz, ABD’nin geleneksel
müttefiki asker” gibi söylemlerle yapılıyordu
bu sorumluluk göndermeleri.
“ABD’nin Kuzey Irak‘a Türkiye üzerinden girmesini öngören tezkerenin geçmemesi
askerle olan makası açmıştı.
“TARAF’ın yayımladığı Wikileaks belgesindeki bu satırlar kafalardaki bazı sorulara
cevap eskizleri çiziyor. Ama...
“ABD faktörü” tek başına cevap değil.
“Sadece bir yerlere “yalnız değilsiniz”
mesajı olabilir.
“Ama ya askerin içinden kimilerinin “Allah’ım aklım sana emanet” dedirten “kendi
küpüne zarar keskin sirke üreticileri!” (Güneri Cıvaoğlu, Milliyet, 29 Mart 2011)
ABD Emperyalistlerinin kendi aralarındaki
gizli yazışmalarında, gördüğümüz gibi, Türk
Ordusu’ndaki bu değişim süreci, onlarda büyük
rahatsızlık yaratıyor.
On yılların AB-D uşağı, dönek Güneri Cıvaoğlu bile bu gerçeği köşesine taşıyarak dile
getirmek ihtiyacı duyuyor. O bile “Ergenekon
Davası” adlı operasyonla varılmak istenen hedef, acaba bu belgelerde görülen ABD Emperyalistlerinin işaret ettiği hedef mi? diye, sormak
durumunda kalıyor. Kendi deyimiyle; “kafalardaki bazı sorulara cevap eskizleri çiziyor.” Tabiî
ondan netçe bir namuslu tutum beklemek saflık
olur. O şu anda yapabileceği en dürüst tavrını
koymuş oluyor. Daha fazlası, ihanetle dolu geçmişinden dolayı, mümkün olmaz.
Yazısının son satırında, yine kişiliğine uygun pis tutumuna geri dönüyor. “Ama ya askerin içinden kimilerinin “Allah’ım aklım sana
emanet” dedirten “kendi küpüne zarar keskin
sirke üreticileri!” diyerek, askerlerin de akılsızca işler yaparak, bu davaya haklı gerekçeler verdiğini, iddia ediyor. Yani ABD her ne kadar
böyle söylemiş olsa da askerlerin de suçları var,
demiş oluyor. Onların kişiliği bu!..
Biz, “Ergenekon Davası” adlı saldırının bir
CIA operasyonu olduğunu söylerken, bu saldırının ilk günlerinde bu tür belgelerden, bilgilerden haberdar değildik. Olayları, teorimizin gücüyle, yani ışığıyla görüp değerlendirerek böyle
edim Şener
bir sonuca ulaşmıştık. Hayatı diyalektik mantık
ve metotla izlersek yanılma payımız en aza iner.
Ve genelde doğru görür, doğru değerlendiririz.
AB-D Emperyalistleri şu anda Ordu’ya saldırırken “katı Kemalistler” diye adlandırdıkları ordu
kesiminin sembol isimlerinin önemli bir bölümünü Silivri ve Hasdal Zindanına tıkmış durumdadırlar. Tabiî saldırıları durmayacak, hep
sürecek bundan sonra da. Sonunda sıra “katı”
olmayan “Kemalistlere” yani ikinci plandaki
yurtseverlere, Mustafa Kemalcilere de gelecektir. Tâ ki Ordu’nun komuta kesiminin tamamı
Hilmi Özkök benzeri Amerikancı, Fethullahçı
yüreksiz ordu fosillerinden oluşuncaya dek. Ordu’nun komuta kesimini bu şekilde oluşturdular
mı, giderek gövdesini de buna uyumlu hale getirmeye çalışacaklardır. Gidiş budur. Zaten Wikileaks Belgelerinde de böyle olması gerektiği
açıkça önerilmektedir, yukarıda da görüldüğü
gibi.
Hep söylediğimiz gibi, en önde gelen düşmanları Ordu olmakla birlikte, alçakların tek
düşmanları bundan ibaret değil; tüm namuslu
13
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
antiemperyalist, yurtsever, laik, Mustafa Kemalci güçler, bunlar için yok edilmesi gereken
güçlerdir. Yeni Sevr için bu gereklidir. Önlerinde engel-set oluşturacak bir şey kalmamalıdır.
Ancak o zaman projelerini rahatlıkla uygulayabilirler. O yüzden Ordu’nun ardından namuslu
güçlerin tümüne karşı genel bir taarruz başlattılar.
Yılların AB-D uşağı, Bilderbergci ve Ortaçağcı satılmış Fehmi Koru (şu anda yazdığı Ortaçağcı gazete ve devlet televizyonlarında yaptığı meşrebine uygun çalışmaları karşılığında elde ettiği toplam gelirinin aylık 110.000 TL olduğu basında ve televizyonlarda birçok kez yazıldı ve söylendi.), Taha Kıvanç müstear ismiyle (takma adıyla) 30 Nisan ve 01 Mayıs
2001 tarihli (yani bugünden on yıl önce, Ergenekon saldırısının başlatıldığı 12 Haziran
2007’den ise altı yıl önce) Yeni Şafak’ta yazdığı iki yazıda bu konuyu ele alıyor. Yani “Ergenekon” saldırısının ilk sinyallerini veriyor:
“Yeniden kurulsun” diye hakkında rapor
hazırlanan Ergenekon çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan ‘devleti yapılandırma’ amaçlı bir örgüt...” (agy, 01 Mayıs 2001)
Satılmış AB-D uşağı, elimizi çabuk tutmazsak yurtseverler hepimizin çanına ot tıkayacak,
efendilerimizin vurgun ve soygun düzeniyle
bizlerin ondan çöplenme işimiz sona erecek. O
yüzden acilen hukuki bir kılıf uydurarak bunların işini bitirelim. Yılanının başını küçükken
ezelim, diyor.
Fethullah’ın yazılı medyadaki önemli organlarından biri olan “Aksiyon Dergisi”nde ise aynı satılmışlar güruhunun bir temsilcisi olan Harun Odabaşı, Fehmi Koru’dan 10 gün sonra bu
konuyu ele alıyor. Belli ki efendilerinden aynı
talimatı almışlar. Koro halinde ürümeye başlıyorlar:
“Ergenekon ile alakalı ilk ciddi çalışma
Can Dündar ve Celal Kazdağlı’ın ‘40 dakika’
belgeselinde ve programın kitap versiyonu
olan Ergenekon’da ortaya kondu. Ancak kitap belki bilgi yanlışları olmamasına rağmen
son derece ciddi değerlendirme eksikliğine
sahip.
“Ergenekon’u netice itibarı ile Alparslan
Türkeş, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Korkut
Eken, Mehmet Ağar gibi çoğu ülkücü kökenlilerin kurduğu bir mekanizma olarak ortaya
koyuyor. Ve filmin perde arkası kahramanları çok iyi saklanıyor! Örneğin MİT’teki iktidar kavgası anlatılırken siyasilerin MİT’i ele
geçirme mücadelesi sanki illegal bir hareketmiş gibi ortaya konuyor. Askerin ise Başbakanlığa bağlı MİT üzerindeki hâkimiyeti de
normal kabul ediliyor! Bizce (haksızlık ettiğimizi düşünecek ama) Can Dündar, Ergenekon’un asıl unsurlarına hiç dokunmadan figüranlar üzerinden yorumlarla işi geçiştiriyor. Celal Kazdağlı’ya Ergenekon’un sol
ayağının eksik olduğunu söylediğimizde, bu
eleştiride haklılık payı bulunduğunu belirterek, “Ergenekon ismini bize Erol Mütercimler verdi. Dört seneden beri bu örgütü ortaya
çıkarmak için uğraştığını anlattı. Örgütün
sağ ayağı olduğu gibi sol ayağı da vardı ama
biz eldeki belge ve bilgiler ışığında ancak sağ
tarafını ortaya koyduk. Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da yazardık ama olamadı.” diyor.” (Harun Odabaşı, Aksiyon, Sayı:
336, 12 Mayıs 2001)
Bugünkü “Ergenekon”un
gerçek Ergenekon’la yani
Kontrgerilla’yla bir ilgisi yoktur
Bu hain de bugünkü saldırıda hedef alınan
namuslu yurtseverlerle 1952 Eylülü’nde, Türkiye’nin NATO’ya girişinden 6 ay sonra kurulan,
CIA yönetimindeki Süper #ATO-Kontrgerilla, Türkiye’deki adıyla da “Ergenekon” yani
gerçek Ergenekon arasında bir bağlantı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Ama koyamıyor
tabiî… Çünkü böyle bir bağlantı olmadığı gibi,
bu namuslu yurtseverlerle eski Kontrgerillacıların kişilikleri, ideolojileri, amaçları birbirinin
tam karşıtıdır. Eski gerçek Ergenekoncular ya
da Kontrgerillacılar, ABD ve CIA uşağıdır. Haindir, uşaktır, satılmıştır… Bunlar yurtseverlere,
antiemperyalistlere, Mustafa Kemalcilere ve
devrimcilere düşmandır. Ve hep bu namuslu
güçlerle savaşmışlardır. Hem de en alçakça, en
İblisçe yöntemlerle… Bu şerefsizler, 12 Mart ve
12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlayabilmek, onlara meşruiyet kılıfı uydurabilmek için
5000 masum Türkiye insanını katletmişlerdir.
Bu darbelerden sonra da durmamışlar 3000 insanı daha katletmişlerdir, Kontrgerilla şeflerinden olan Mehmet Ağar’ın döneminin sonuna
kadar. Ağar’dan sonra da katliamlarını sürdürmüştür bu örgüt. 12 Eylül öncesi ve sonrası
için verilen bu 8000 masum insan sayısı resmi
ifadelerdir, medyada sürekli dile getirilen rakamlardır. Bizce katliamların gerçek boyutu
bundan çok daha fazladır. Onun sayısını ancak
Allah bilir…
Bu namussuz, “Ergenekon’un sol ayağının
eksik olduğunu” öne sürüyor, Can Dündar’la
Celal Kazdağlı’nın yaptıkları araştırmalar so-
nucu ulaştıkları bilgi ve belgelerle yazdıkları kitaplarında. Buna göre “Can Dündar, Ergenekon’un asıl unsurlarına hiç dokunmadan figüranlar
üzerinden
yorumlarla
işi
geçiştiriyor.”muş. Celal Kazdağlı ise bunun anlatımına göre, sol ayağının da olduğunu kabul
etmiş.
Peki, sonra ne olmuş?
Sonra da şunu demiş C. Kazdağlı: “(…) biz
eldeki belge ve bilgiler ışığında ancak sağ tarafını ortaya koyduk. Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da yazardık ama olamadı.”
Açıkça ne diyor Kazdağlı?
“Sol kesimin bulgularına ulaşsa idik onu da
yazardık ama olamadı.”
Olamaz tabiî… CIA’nın kurup yönettiği,
CIA ideoloğu David Galula’nın yazıp kitaplaştırdığı ve tüm Kontrgerilla şubelerine dağıtıp
burada yazılanları ezberlettiği bir örgütte; Süper
NATO ya da Kontrgerilla adlı bir örgütte hiç sol
yan ya da ayak, bacak bulunur mu?
Örgütün amacı zaten, dünyanın neresinde
olursa olsun solu ortadan kaldırmak, kazımak,
yok etmek. Böyle bir örgütte nasıl sol olabilir?
Bu ne yaman çelişkidir?.. Ne namussuzca bir
anlayıştır?..
Ama açık konuşmaz bu alçaklar tabiî. Biz
bugün Türkiye’deki namusluları, yurtseverleri
tasfiye edeceğiz; sindirip korkutarak bertaraf
edeceğiz, yok edeceğiz demezler. Diyemezler
böyle bir şey… İblisçe oyun oynayacaklar. Buna mecburlar. Diyecekler ki, bu yurtseverler,
CIA’nın deyişiyle; bu “katı Kemalistler” “Ergenekon’un sol ayağıdır”, onun uzantısıdır, onun
bir parçasıdır. Dolayısıyla da bu da onun gibi bir
illegal terör örgütüdür. Böyle diyor işte alçaklar.
Hani kurdun kuzuya “suyumu niye bulandırdın”
deyişi…
Demek ki AB-D Emperyalistleri 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’deki namuslu yurtseverleri yok etmek için çalışmalara başlamışlar. Zaten hatırlayacağımız gibi, özellikle Ordu içindeki namuslu, yurtsever Mustafa Kemalcilerin,
AB-D’ye ve NATO’ya karşı tavır alışları ve Avrasya’ya yönelmeliyiz, Türkiye’nin çıkarları bu
yöndedir hükmüne varışları ve bu yönde davranışlar ortaya koymaları 90’lı yılların ikinci yarısından sonraya denk gelir. Demek ki AB-D Emperyalistleri, Ordu’daki bu uyanışı anında görüp
değerlendirmişler ve İblisçe planlarını yapmaya
başlamışlar.
“Ergenekon” saldırısını başlatmak için 7-8
yıllık bir ön çalışma, hazırlık, zemin oluşturma
uğraşına girmişler. Emniyeti, en tepesinden başlamak üzere, bu saldırıya uygun hale getirmişler. Tabiî özellikle de Ankara’daki merkezini ve
İstanbul Emniyetini. Çünkü bu saldırının polis
ayağını, bu iki merkez yürütmektedir. Sonra da
başta İstanbul Beşiktaş’taki Özel Yetkili Mahkemeler olmak üzere, bütün Özel Yetkili Mahkemeleri, savcısıyla, yargıcıyla bu saldırıyı yapacak kadrolarla donatmışlar.
Bir de Ordu içinde yetiştirdikleri Fethullahçılarla yapılacak göreve uygun eğitim çalışmaları yapmışlar. Bunlar, bir yandan ajanlık faaliyeti yürütürken diğer yandan da kışlalardaki,
tüm askeri birimlerdeki uygun noktalara suç unsuru olabilecek bomba, lav silahı vb. türünden
askeri malzemeleri gömmeye başlamışlar.
Söz buraya gelmişken “Zir Vadisi” rezaletinden söz etmeden geçmeyelim:
Hani kimliği belirsiz muhbir vatandaş telefonlarıyla şurada burada gömülü “Ergenekon
Terör Örgütü”ne ait silahlar olduğu gerekçesiyle kazılar yapılıyordu ya… İşte “Zir Vadisi” de
bunlardan biri… Burada bir polis ekibi kazıyı
yapmış, onları da gözlemci olarak bir binbaşı ile
başçavuş izlemiştir. Bu olay görüntülü olarak
kaydedilmiş, kayıt da “Oda TV”de yayımlanmıştır. Bu yayımlama, Beşiktaş-Silivri Çetesinin “Oda TV”ye; bunlar artık tahammül sınırlarımızı aştı diyerek saldırmasına neden olmuştur.
O tarihten beri de “Oda TV”nin sorumluları Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul içeridedir. (Silivri’de…) Görüntülerin çözümü şudur:
“Konuşmalar: Sincan J. Bl.K.’nı Tuncay
Bnb. İle Bçvş. Alpaslan Keleş arasında 07
Ocak 2009 tarihinde Zir Vadisi’nde geçmiştir.
“- Sıfır malzeme mi bunlar (Bnb.)
“- Sıfır malzeme… (Bçvş.)
“- Kutular da sıfır… Malzemeler de sıfır.
(Bnb.)
“- Kar.., Falan görmemiş! Komutanım.
(Bçvş.)
“- Kesinlikle…, İki günlük… (Bnb.)
“- Evet… Komutanım. (Bçvş.)
“- Çünkü ıslanmamış! Üstünde gazeteler
vardı. Ve ben onları aldım. (Bçvş.)
“- Aldın mı? (Bnb.)
“- Aldım… Aldım (Bçvş.)
“- Tarihi Kaçtı? Gazetenin üzerine bak!
Tarih yazıyor mu? Projektör ile bakalım!
(Bnb.)
“- Eski kitap tekrarı bunlar da..! (Bçvş.)
“- Tabiî.. yaa.. #e çıkacağını da biliyor
bunlar! Sana söyleyeyim. (Bnb.)
“- Kesinlikle biliyorlar Komutanım.
(Bçvş.)”
Gömüden çıkan malzemeleri bir Emniyet biriminde sergileyen polislerin arasında geçen konuşmada ise şöyle denmektedir:
“- Dün, evvelki gün Amerikalı uzmandan
kurs aldık.
“- İki gün önce kurs aldık…”
Rezaleti görüyor musunuz?..
Adamlar, neler yapılacağına dair Amerikalı
uzmandan iki gün önce kurs alıyorlar… Aynı
anda “Zir Vadisi”ne bir miktar askeri malzeme
gömülüyor; sonra da kimliği belirsiz şahıs ihbarını yapıyor; filan yerde gömülü silahlar vardır,
diye… Gidiyor oraya bir polis ekibi, yukarıda
anlatılan işi yapıyor. Ondan sonra da Ordu’nun
en namuslu, en yiğit birkaç subayı daha şafak
baskınlarıyla gözaltına alınıp Hasdal’a tıkılıyor.
Yat bakalım yıllarca da akıllan! deniyor.
Gömülü silah olaylarının hemen hepsi bu
türden namussuzluklardır.
Şimdi yukarıdaki silahlar benzeri silahların
bin mislini toplasanız, bırakalım darbe yapmayı, bir bölüğü bile yenip teslim alamazsınız. Yani yukarıdaki sözde silahlar askeri açıdan hiçbir
işe yaramaz. Onları gerçekten bir yerlere gömen
insanların, bırakalım asker olmasını, normal sivil bir insan bile olması mümkün değildir. Ancak aklından zoru olan yani akıl sağlığını yitirmiş, halkımızın “Deli” diye adlandırdığı insanlar yapabilir bu tür anlamsız işleri.
Fakat AB-D’nin, CIA’nın ve yerli işbirlikçi
hainlerin aşağılık amaçları için çok işe yaramaktadır, bu tür provokatif düzenbazlıklar. Namuslu, yurtsever, Mustafa Kemalci subaylara
saldırmak, onları zindana tıkmak ve bilinçsiz
halk kitleleri gözünde itibarsızlaştırmak için
fevkalade işe yaramaktadır. Onlar bu oyunu oynamakta, satılmış Parababaları medyası da günlerce ekranlarından, radyolarından, gazetelerinden “Ergenekon Terör Örgütü”nün şurada da silahları çıktı diye, bu şerefsizce yalanları haykırmaktadır. Tam bir Nazi Propaganda Yöntemi…
Hani yukarıda dedik ya, maksat,
Türkiye’deki namusluları tasfiye etmek…
Amaçları doğrultusunda yol alıyorlar da işte…
Azılı kaşar, Ortaçağcı, Mustafa Kemal düşmanı
Bülent Arınç boşuna mı diyor: “Dünün darbecileri, bugün artık topuk selamı veriyorlar.”
diye. Arınç, birkaç yüreksiz fosil generali korkuttuk diye erken bayram ediyor, bizce… Ordu
Ertuğrul Özkök
Gençliği, bu olanlar karşısında kin ve nefret biriktiriyor ve diş gıcırdatıyor.
***
Ordu’daki namuslu, yurtsever unsurlar tek
tek belirlenmiş. Bu saldırıya malzeme oluşturabilecek askeri dokümanlar, bulundukları yerlerden gizlice alınarak cemaatin uzman birimlerinin eline ulaştırılmış. Bu dokümanlarda suç unsuru oluşturabilecek bir unsur bulunmadığı için,
bunlara, cemaatçe, daha doğrusu cemaat uzmanlarınca sahte belgeler yani suç unsuru olacak bölümler eklenmiş. Dokümanların kayıtlı
olduğu bilgisayarlara, disklere ve yazılara
CIA’nın yönlendirmesiyle cemaatin uzman
ekipleri tarafından yeni bölümler konulmuş.
Hani deniyor ya; “Balyoz Darbe Planını hazırlayanlar, Fatih Camii’ni bombalayacaktı, Ege’de
kendi F-16 savaş uçağımızı düşüreceklerdi.
Böylece karışıklık yaratıp yönetime el koyacaklardı” diye. İşte böyle bölümler her gerçek belgeye sonradan eklenmiştir. Bu eklenmiş sahte
belgelerin gerçek olduğuna bir çocuk bile inanmaz. Hatta bırakalım çocuğu eşekler bile inanmaz. Ama işte böylesine trajikomik gerekçelerle Ordu’nun şu anda 43 muvazzaf general ve
amirali zindandadır. Ve katmerli ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezası istemleriyle sözüm ona
yargılanmaktadır.
Bu uydurma belgeler öylesine inandırıcılıktan uzak ve komiktir ki, AB-D Emperyalistleri
ve bu işin taşeronu olan Beşiktaş ve Silivri’deki
sözde hukukçular, insan mantığıyla ve vicdanıyla alay etmektedirler.
“Balyoz Darbe Planı” diye adlandırdıkları
metinlerin ekleme bölümleri 2005’te piyasaya
sürülen bir yazılım programıyla kaleme alınmıştır. Oysa “darbe planı” diye adlandırdıkları
askeri seminerin yapılış tarihi 2003’tür. Bu ekleme planda adı geçen pek çok komutan o yıllarda başka yerlerde ve başka görevlerde bulunmaktadır. Yine bu ekleme planda yer alan bazı
savaş gemileri ancak 2006 yılında Deniz Kuvvetlerinde hizmete sokulmuştur. Daha buna
benzer onlarca komik iddia, suçlama vardır bu
eklemelerde. Ama bunları kime anlatırsın…
Adamların derdi namuslu unsurları yok etmek.
Gerekçenin şöyle ya da böyle olması onların
umurunda bile değil. Adamlar “yersen lokantası” açmışlar. Bizde böyle diyorlar… Tayyipgiller de aynı şeyi diyor. Arkalarında da AB-D
var. Bu İblisçe saldırıyı onlar yönetiyor. Türkiye Halkının yüzde 50’sini de zaten kandırıp
“Allah’la Aldatarak” yanlarına çekmişler. Artık
istediğimizi yaparız. Namuslulara, yurtseverlere, laiklere, Mustafa Kemalcilere bu ülkede yer
yok, diyorlar. AB-D karşıtlarına, tam bağımsızlıkçılara yer yok, diyorlar. Devir bizim devrimiz, istediğimizi yaparız, diyorlar.
Şimdi dönek, AB-D uşağı Ertuğrul Özkök’ün 19 Şubat 2011 tarihli Hürriyet’teki köşesinde şu yazdıklarına bir bakalım:
“Merak böceği ısırınca kanatıyor
“BİLİYORUM, hafta sonu cuma sabahı
başlar.
“Bugün size çok daha keyifli şeyler yazabilirdim.
“Üstelik öyle pek anladığım, bildiğim şeyler de değil.
“Ama merak böceği ısırınca, ısırdığı yer
de durmadan kanıyorsa, duramıyorsunuz.
“Yazıyorsunuz.
“* * *
“Balyoz Davası’nda komutanların tutuklanmasına karar veren mahkemenin açıklamasında bir cümle dikkatimi çekti.
“Mealen şöyleydi:
“Askeri bilirkişi tarafından hazırlanan
bir rapor varsa, bunun İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığından istenmesine.”
“Cümle bana tuhaf geldi.
“Böyle bir bilirkişi raporu var mı, yok
muydu?
“* * *
“Araştırdım.
“Gerçekten varmış.
“Raporun üzerindeki tarih “14 Ocak
2011”.
“Hazırlayan kişiler, yüzbaşı, binbaşı ve
tuğamiral rütbesinde 5 subay.
“Bu kişiler, 6 Aralık 2010 günü Gölcük’te
bulunan belgelerle ilgili askeri bilirkişi heyetinin üyeleri.
“Belge askeri kaynaklı olduğu için, ben
de
“Teenni”
ile
yaklaşıyorum.
Ama, raporun sonuna 8 sayfalık bir “Manipülasyon” bölümü eklemişler ki, insan okuyunca “#e oluyor” demeden geçemiyor.
“* * *
“Yerim sınırlı olduğu için, bilirkişi raporunda yer alan daha 5-6 sayfalık somut yanlışı koyamıyorum.
“Ben bu konularda uzman bir insan değilim. Ama bunca hatayı görünce ister istemez
şüpheye düşüyorum.
“O yüzden merak ediyorum. Tutuklama
kararı veren hâkimler acaba bu raporu okudu mu?
“Okuduysa, doğruluğunu inceledi mi?
“Canım ne var bunda. İşin aslını ilgilendirmeyen küçük hatalar” diyebilirsiniz.
“Hatırlatırım.
“Amerikan tarihinin en ilgi çekici davasında O. J. Simpson, olay yeri inceleme memurlarının yaptığı çok basit bir hatadan dolayı beraat etmişti.
“Bu kadar “sehven”i olan bir davada da
bu bilgilerin doğruluğunun ciddi olarak incelenmesi gerekir.
“2003 tarihli darbe planında 2008 tarihli
banka alındısı
“- SUGA Harekât Planı’nda, görevi icra
edecek ast birlikler, Gölcük Birlik Komutanlığı, Ankara Birlik Komutanlığı, İzmir Birlik
Komutanlığı, İstanbul Birlik Komutanlığı
şeklinde sıralanmış. Dz. K.K.’lığı teşkilat yapısında bu isimde ast birlikler yoktur.
“- Özden Örnek’in ilk harfleri olan ÖÖ
kullanılarak verilmiştir. Ancak Oramiral
Özden Örnek görevi süresince ÖÖ kısaltmasını kullanmamıştır.
“- (2003 tarihli darbe belgesinde) Dz. Kur.
Yb. Durhan Mertcan’ın yanına yazılan kadro, ilk kez 1 Temmuz 2004 tarihinde kurulmuş ve kendisi bu kadroya 15 Ocak 2005 tarihinde atanmıştır.
“- Dz. Pb. Kd. Bnb. Levent GÜLME# ve
İda. Kd. Bçvş. Cem KAYA, ele geçirilen listede “Piyade ve İdari sınıflarında” görülmektedir. Oysa her ikisi de 2003 yılında istihbarat sınıfında yer almaktaydı ve piyade ve idari sınıflarına 2007 yılı içerisinde geçirilmişlerdi.
“- İşçi Tanju Veli Aydın ve Turgut Sörmez’in görev yeri “Donanma Komutanlığı”
olarak belirtilmiştir. O dönem görev yaptıkları yer “Gölcük Tersanesi K.’lığı”dır.
“- Listede “Tls. Kd. Üçvş. Engin Çetin”
isimli personelin birliği “Karadeniz Bölge
K.’lığı” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin adı “TCG
Fİ#İKE K.’lığı/Erdek”tir.
“- “Sey. Üçvş. Murat AKYAZI” isimli
personelin birliği “TCG E-6” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “TCG S.MEHMETPAŞA
K.’lığı/Tuzla-İstanbul”dur.
“- “Dz. Kur. Kd. Alb. Zahit Oğurlu” isim-
li personelin birliği “#AVSOUTH” olarak
belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “CI#CSOUTH
STRIKFORSOUTH PL .ve PRE#.Ş.MD#APOLİ”dir.
- Dz. Kur. Alb. “Olcay Uyar” isimli personelin birliği “JHQ SOUTHCE#TER” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem
görev yaptığı birliğin ismi “JHQ SOUTHWEST HRK. BŞK.TAT ve EĞT. Ş.MD.MADRİD”dir.
“- 2003 tarihli darbe planında adı yer
alan Tuğa. “Burhan Durcan” isimli personel
05 Temmuz 2000 tarihinde vefat etmiştir.
“- Aynı tarihli listede ismi yer alan Tuğa.
#evzat “Hilmi Sertel” isimli personel 03 Kasım 1998 tarihinde vefat etmiştir.
“- (Gölcük’te ele geçirilen listede) Albay
“Fahri Ekşioğlu” şeklinde bir isim mevcuttur. Dz. K.K.’lığından emekli böyle bir personel bulunmamaktadır.
“- (Darbe planı olduğu iddia edilen belgede) Dz. K.K.’lığının 07 Kasım 2002 gün ve
İSTH.: 3200-27-02 sayılı “Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu yazısı” ifadesi
bulunmaktadır. İlgi yazılırken konu kullanımı “MY 75-1B”, Karargâh Hizmetleri Yönergesi’nin 2008 yılında yürürlüğe girmesi
ile başlamıştır.
“- (2003 tarihli) Dz. Kur. Yb. A. Durhan
MERTCA#’ın “Birliği” hanesinde “CC
MAR #APLES HRK.BŞK.” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte “#AVSOUTH”tu. Bu isim,
01 Temmuz 2004 tarihinde “CC MAR #APLES” olarak değişmiştir.
“- Aynı listede yer alan Dz. Kur. Alb. “Zahit Oğurlu’nun “Birliği” hanesinde “#AVSOUTH” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte
kendisi “STRIKEFORSOUTH” emrinde görevlidir.
“- 2002 tarihli olarak gözüken “Hrp. Ak.
Plan Çalışma Grubu.doc” isimli bilgi notunun imza hanesinde “Z. Erdim İ#AL, Dz.
Kur. Yb. Dz. Plan Subayı” ifadesi bulunmaktadır. Anılan personel 2002 yılında Yzb. rütbesindedir. 2006 yılında Yb. rütbesini almıştır.
“- Dz. Kur. Kd. Alb. R. Cem GÜRDE#İZ’in Gölcük bölgesinde görevli olduğu ve
İstanbul-Gölcük arasında özel kurye hizmetinin koordinatörü olarak tefrik edildiği belirtilmektedir. Anılan personel o tarihte Dz.
K.K.’lığı PI.P. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir.
“- Yine aynı yazıda Gölcük’te görevli olduğu ve İstanbul-Gölcük arasında özel kurye
olarak tefrik edildiği belirtilen Dz. Kur. Bnb.
O.G. Bora OĞURLU yazı üzerinde yazan tarihte Gn. Kur. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir.
“- Ocak 2003 tarihli “Aksaz” isimli dosyanın imza hanesinde “Dz. Kur. Alb. F.Can
Yıldırım” yazmaktadır. Ancak anılan personel 2005 tarihinde albay olmuştur.
“- Ocak 2003 tarihli “sıkıyön.doc” isimli
dosyanın imza hanesinde “As. Hak. Alb. A.
Cengiz Şirin” yazmaktadır. Ancak anılan
personel 2005 tarihinde albay olmuştur.
“- Tümamiral Deniz Cora yazan Ekim
2007 ve Ağustos 2007 tarihli yazıların üst
başlığında “TC Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Donanma Komutanlığı, Gölcük/İstanbul”
yazmaktadır. Doğrusu Gölcük/KOCAELİ olmalıdır.
“- Dosyada, İsth. Bçvş. Erdinç Yıldız’ın
eşi Yasemin Yıldız’ın “Bireysel Emeklilik ve
Hayat Sigortasına” ait 2 adet “Banka alındı”
belgesi bulunmaktadır. Bu iki belge, Temmuz
ve Ağustos 2008 tarihlerine aittir. Son kaydetme tarihleri 20 Ağustos 2003 olarak görünen kasette, 5 yıl sonrasına ait belgeler nasıl
yer almıştır?
“- Dosyada, Deniz Kurmay Yarbay “#uri
Alacalı” tarafından yazıldığı iddia edilen
“Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu
bilgi notu bulunmaktadır. Kurmay Albay
#uri Alacalı 29 Temmuz 2002-20 Haziran
2003 tarihleri arasında ABD’de War College’da eğitim görmekteydi. Bu nedenle belirtilen yazıyı söz konusu tarihte hazırlamış olması mümkün değildir.
“- 02 Ocak 2003 tarihli bir toplantı tutanağı imza blokunda Dz. Kur. Kd. Binb. Barbaros Büyüksağnak ismi yer almaktadır. Oysa kendisi 04 Kasım 2002-31 Ağustos 2003 tarihleri arasında “EUROMARFOR Gözlemci
Subayı” olarak İtalya’da bulunmakta olduğundan toplantıya iştirak etmiş olması mümkün değildir.” (Hürriyet, 18 Şubat 2011)
Gördüğümüz gibi, on yılların kaşar döneği,
AB-D ve Tayyipgiller uşağı Ertuğrul Özkök bile demeye getiriyor ki, böylesine inandırıcılıktan uzak, düzmece belgelerle operasyon yapılmaz. Davalar açılmaz. İnsanlar tutuklanmaz…
Yani onu bile isyan ettirecek trajikomiklikteki
sözde belgeler bunlar. Ama yukarıda da söylediğimiz gibi meydan bizim, diyor adamlar. İster
inan ister inanma. İster ye ister yeme. Biz sizi
tasfiye edeceğiz. Sizin işinizi bitireceğiz. Fırsat
bu fırsat. Biz on yıllardır bugünlerin gelmesini
bekledik…
14
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Parababalarının Seçim dedikleri şey bir Alicengiz oyunudur
Baştarafı sayfa 1’de
Çünkü medya günümüzde öylesine gelişmiştir ki, artık Dördüncü Kuvvet değil, Birinci Kuvvet olmuştur. Bu Antika+Modern Parababalarının (Tefeci-Bezirgân+Finans-Kapitalin)
tekelindeki medya, öyle bir propaganda bombardımanı yürütür ki, halkın doğru bilgilenmesi,
gerçek çıkarının nerede olduğunu anlaması
mümkün olmaz. Bu beyin yıkama da yalnızca
seçim günlerinde değil; yıl 365 gün, 24 saat kesintisiz yürütülür. Tek taraflı beyin yıkamayla
halk, kendi çıkarına tam anlamıyla karşı cepheyi oluşturan Antika-Modern Parababaları partilerine oy verir hale getirilir. Bunun adı da “Hür
Seçimler” olur. Oysa bu Alicengiz oyununun
“Hür”lükle de “Seçim”le de bir ilgisi yoktur.
Bu 4 yılda bir oynanan sandık oyunuyla,
Halklarımıza denilmek istenir ki: “İşte sandık,
oyunu kime vereceksen ver, çoğunluğu alan iktidar olsun, seni 4 yıl yönetsin.” Halk, böyle
gelmiş hükümetlerin icraatından memnun olmazsa: “E, ne yapalım, kendin seçtin.” denir ya
da halkın böyle algılaması sağlanır. Ayrıca halka şu telkin de yapılır ya da kendiliğinden bu
sonuç elde edilir: “Bu hükümetin icraatından
memnun değilsen çaresiz de değilsin. Gelecek
seçimde bu iktidarı değiştirirsin. Daha iyisini
seçersin. Bu senin elinde.”
Oysa yukarıda anlattığımız düzenden (daha
doğrusu düzenbazlıktan) dolayı hiçbir şey halkın elinde değildir. Eğer halklarımızın elinde olsaydı; gelmiş geçmiş tüm Parababaları hükümetlerince ezilen halklarımız, Parababaları partilerinin tümünü tarihten silmiş olurdu. Yani seçim oyunuyla halka her şey senin elinde denirken, gerçekte halkın elinden bütün iradesi alınır.
Halkımıza reva görülen yaşam
Parababaları iktidarlarından birinin gitmesi,
diğerinin gelmesi halkımızın derdine deva değildir. Bunların hiçbir derde deva olmadığı, yüzde 50’ye yakın oy alan AKP’nin halkımıza reva
gördüğü yaşam tarzından bellidir. Bizzat devlet
kurumu olan TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu)
“2009 YOKSULLUK ÇALIŞMASI SOUÇLARI”nı açıklıyor. İşte verdiği rakamlar:
“Türkiye’de yoksulluk oranı % 18,08’dir
“2009 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık % 0,48’i yani 339 bin kişi sadece gıda
harcamalarını içeren açlık sınırının, %
18,08’i yani 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve
gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
“(…)
“2009 yılında, 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 287 TL, aylık yoksulluk sınırı ise
825 TL olarak tahmin edilmiştir.” (T.C. Başbakanlık İstatistik Kurumu Haber Bülteni, sayı:
3, 06 Ocak 2010)
TÜİK’e göre, “sadece gıda harcamalarını
içeren açlık sınırı” 287 TL’dir. Yani 288 TL geliri olan 4 kişilik bir aile “açlık sınırını” aşmıştır TÜİK’e göre.
Parababalarının ve tabiî Tayyipgiller hükümetinin emrindeki TÜİK’in vicdanına bakar
mısınız: “2009 yılında, 4 kişilik hanenin aylık
açlık sınırı 287 TL” imiş. Yani eğer bir ailenin
aylık geliri 288 liraya çıkmışsa, o aile açlık sınırından çıkmış, argo deyişle yırtmıştır…
Bunları yazan insanlar hiç mi çarşıya pazara
çıkmazlar? Türkiye’nin gerçeklerinden bu kadar mı kopuklar?..
“Yalnızca gıda harcamaları” için belirlenen
bu gelirin altında bir gelirle yaşamaya çalışan
339 bin insanımız var, deniyor.
Baştarafı sayfa 13’te
“Ergenekon “Davası” adlı bu CIA operasyonunun cezası, sonucunda değil sürecindedir.
Sureti haktan görünen ana muhalefet lideri
Kemal Kılıçdaroğlu, CHP Grup Başkan Vekili
Akif Hamzaçebi gibi koftiden bazı siyasi önderlerin bile söyledikleri “Yargı sonunda doğru kararı verecektir”; Tayyipgiller ise zaten bu İblisçe planın tüm ayrıntısını bildikleri için; “Bu yargının işidir, biz ona müdahale etmeyiz”, diyerek, Beşiktaş-Silivricilerin arkasında olduklarını
açıkça tekrar tekrar belirtiyorlar belli aralıklarla.
Tabiî kazmanın ruh yapısı hasta olduğu için bazen kendini tutamayarak ağzından kaçırıyor işin
aslını.
Şöyle
deyiveriyor
bazen:
“Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tören alanına geldiğinde ayağa kalkmayan general yaptığı saygısızlığın bedelini ödedi. Şu anda Silivri’de yatıyor.” Kastettiği
emekli general Engin Alan’dır. Bu sözüyle gördüğümüz gibi Beşiktaş-Silivri divanlarının hukuki değil ideolojik, siyasi kararlar aldıklarını
açıkça ağzından kaçırmış oluyor, o.
Eğer eski HSYK ve Yargıtay olsaydı, muhakkak ki, bu sözde mahkemelerin çok uzun
yıllar sonra da olsa verdikleri kararlar tümden
bozulacaktı. Fakat onun da çaresini buldu AB-D
Emperyalistleri ve işbirlikçisi Tayyipgiller. 12
Eylül Referandumu sonrasında yaptıkları yasa
düzenlemeleriyle HSYK, Yargıtay ve Danıştay
da dahil olmak üzere tüm yargıyı avuçları içine
aldılar. Artık yargı, referandum öncesinde de
İyi de “yalnızca gıda harcamaları”yla geçinen bir aile tasavvur edilebilir mi?
Bu, burjuva iktisatçılarının çok sevdiği Robinson Crusoe hikâyesinin bir başka versiyonudur. 4 kişilik bir aile, adı üstünde ailedir. Bir
evde oturması, yiyip içmesi, giyinmesi, çocuklarını okula göndermesi vb. vb. ihtiyaçlarını
karşılaması gerekir.
Halkımızın deyimiyle “ağaç kovuğunda yaşayan” bir aile düşünülebilir mi, böyle bir durumu vicdanı olan kabul edebilir mi?
288 lirayla bir aile, yoksulluk sınırında da
olsa, gıda harcamalarını, barınma, giyinme gibi
zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamaz. Bu paraya
kiralık ev bile bulamaz.
Nasıl olur da açlık sınırından kurtulur ve
onun bir üst basamağı olan “yoksulluk sınırı”na
terfi(!) eder?
“Yoksulluk sınırı” tespiti ise bir başka faciadır: TUİK’in pek değerli yöneticilerinin incisi
şudur: “2009 yılında, 4 kişilik hanenin (…)
aylık yoksulluk sınırı ise 825 TL olarak tahmin edilmiştir.”
İyi de sen TÜİK’sin, senin görevin “tahmin”
etmek değil ki… Piyasaları araştırarak somut
rakamlarla gerçekliği ortaya koymakla görevlisin. Ama sen sokaktaki adam gibi “tahmin” yürütüyorsun. Sokaktaki adam sözü, sözün gelişidir. Yoksa sokaktaki hiçbir adam, gerçeklerden
bu kadar kopuk bir “tahmin” yürütmez, yürütemez. Çünkü halkımız işsizliği ve pahalılığı bu
Parababaları sözcüleri gibi, “tahmin”en değil;
etinde kemiğinde duyarak yaşıyor. 825 TL, büyük şehirlerimizde sağlıklı-hijyenik bir evin kirası bile değildir. Bu para, aslında gerçek “açlık
sınırı”nı temsil edebilir ancak.
Sekiz buçuk yıldır iktidar olan AKP Hükümetlerinin Türkiye’yi getirdiği nokta işte budur.
Böyle bir partinin iktidardan tekerlenip gitmesi
gerekmez mi?
İşleyen gerçek bir demokrasi olsa elbette bir
gün bile iktidarda kalamaz. Ama gelin görün ki,
bu parti 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde %
50’ye yakın oy almıştır.
Asgari ücret mi, rezalet mi?
Yukarıda andığımız gerçeklerin yanı sıra
AKP Hükümetlerinin en belirgin icraatlarından
biri de asgari ücrettir:
Asgari ücret, 01 Ocak 2011 tarihinden itibaren 16 yaşından büyükler için brüt asgari
796,50 lira, net asgari ücret 629,96 liradır. 2011
yılının ikinci yarısında 16 yaşından büyükler
için brüt 837 lira, net 655,57 lira olarak belirlenmiştir.
Net asgari ücretleri kalın harflerle yazdık.
Çünkü bir işçi ailesinin geçinmesini sağlayacak
olan gelir budur. Bilindiği gibi gerisi vergi ve sigorta primi olarak kesilir. AKP Hükümetinin
Parababalarıyla el ele vererek 2011 yılı için belirlediği rakamlar bunlardır.
Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4’üncü maddesinin d bendi asgari ücreti şöyle tanımlar:
“Asgari ücret: İşçilere normal bir çalışma
günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut,
giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu
ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret.”
Bu ihtiyaçları karşılayacak olan asgari ücret
(haydi ikinci altı ayın rakamını verelim) 655,57
TL’dir.
Oysa yukarıda gördük; TÜİK’in bizzat kendisi “yoksulluk sınırı 825 TL” diyordu değil mi?
Demek ki asgari ücretle çalışan milyonlarca
işçimiz yoksulluk sınırının çok altında yaşa-
söylediğimiz gibi, Tayyipgiller’in “Hukuk
Bürosu”na dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla
da yargı olmakla da hukukla da bir ilgisi kalmamıştır artık, tepeden tırnağa tüm “yargı kurumları”nın.
Bu sebepten Beşiktaş-Silivri mahkemelerinin verdiği cezalar bunlar tarafından da büyük
olasılıkla bir iki küçük-detay değişikliğin dışında onaylanacaktır. O küçük değişiklikler de:
“Bakın biz aynen oralardan gelen kararları
onaylamıyoruz.” diyebilmek için olacaktır.
Beşiktaş 13’üncü Ceza Dairesi Başkanı
Köksal Şengün, geçen sene: “Bu dava 30 yıl
sürer.” demişti. Cemaatçilerin ve arkalarındaki
AB-D’nin niyetinin de bu olduğu görülüyor.
Çünkü adamların amacı bu süreçte yukarıda andığımız namuslu güçleri ortadan kaldırmaktır.
En diri unsurlarını yıllarca zindanda çürüterek
öldürmek, sakat bırakmak ve saf dışı etmektir.
Geriye kalanları da terörize ederek-korkutup
sindirerek pasifize etmektir. Böylece de namuslu, yurtsever, tam bağımsızlıkçı, laik ve Mustafa Kemalci güçlerden kurtulmaktır. Onları, önlerindeki engel olmaktan çıkarmaktır. Başka
türlü ifade edersek yok etmektir. Bu şekilde Yeni Sevr’in yolunu temizlemektir. Yol üzerinde
bulunan engelleri ortadan kaldırmaktır.
Bu aşağılık iş, bu alçaklık olduktan sonra,
yapılan davadan ceza çıksa ne olur çıkmasa ne
olur… Alçaklık bir defa yapılmış, puşt puştluğunu etmiş, amaç hâsıl olmuştur…
Farz edelim ki bu davaların tümü beraatla
sonuçlandı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta
kesimi, kaybettiği onurunu yeniden kazanabile-
maktadır. Bu hükümetin ve Parababalarının halkımıza reva gördüğü yaşam tarzı budur.
Halk bu rezalete nasıl razı ediliyor?
Pekiyi nasıl oluyor da halka bu zulmü yapan
bir parti, oyların yüzde 50’ye yakının alabiliyor?
Bunun cevabını kısmen yukarıda verdik.
Gerçekliğin tam anlaşılabilmesi için bir şeyi daha göze batırmak gerekiyor. O da Cemaatler,
Tarikatlar gerçeği ya da tuzağıdır.
Tüm Cumhuriyet Tarihi boyunca çalışamadıkları kadar serbestçe ve saldırgan bir çalışma
yürütmektedir, bu örgütlenmeler. CIA tarafından planlanmış operasyonlar, AKP Hükümetleriyle el ele veren Fethullah Cemaatinin, daha
doğrusu tarikatının poliste ve yargıda köşe başlarını tutmuş elemanları tarafından; “Ergenekon Davası”, “Balyoz Davası” maskeli olarak
yürütmektedir. Uyduruk belgelerle, düzenlenmiş delillerle, monte edilmiş telefon dinlemeleriyle, video kayıtlarıyla antiemperyalistleri,
yurtseverleri, NATO karşıtlarını (kafa bulandırmak için iki-üç eli kanlı Kontrgerillacıyla bir
araya toplayarak) hiçbir haklı delil göstermeden, üç yıla yakındır tutuklu bulundurmakta, sözüm ona yargılamaktadırlar.
AB-D Emperyalistleri ve onların yerli ortağı
AKP İktidarı ve Fethullahçılar, bu operasyonlarla özellikle Türk Ordusu’nu, genelde Üniversiteleri, namuslu Basını ve Yargı’yı sindirmek
ve ele geçirmek istemektedirler. Bu amaçlarına
varmak için çok da yol kat etmişlerdir. ABD’nin
Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP’u), Eşbaşkan
Tayyip aracılığıyla hayata geçirirken hiçbir çatlak sesin çıkmamasını arzulamaktadırlar.
İşte bu nedenle hem açıkça örgütlenmeleri
için yolları açılmış hem de Türkiye’deki ilerici,
yurtsever, antiemperyalist güçlere saldıracak cesaret verilmiştir AB-D Emperyalistlerince, tarikatlara, cemaatlere…
Cemaatlerin halkımızı kafadan nasıl gayrimüsellah hale getirildiğini (yani kafadan nasıl
silahsızlandırdığını) anlamak için son bir örnek
yeterince açıklayıcıdır:
“Hakan Şükür’den güldüren yorum
“(…)
“Kendisine Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve Emek, Demokrasi ve
Özgürlük Bloku’nun desteklediği bağımsız
milletvekillerinin Meclis’e gitmeme kararları
hakkında görüşleri sorulan Şükür, gündemi
takip edemediğini, böyle bir karar varsa bunun yargının ve YSK’nın aldığı bir karar olduğunu söyledi.
“Şükür, değerlendirmesine şöyle devam
etti.
“Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur. Ben bu konuda henüz erken
olduğu için bir şey söylemek istemiyorum.”
(Gazeteler)
Hakan Şükür, herkesin çok iyi bildiği gibi,
Fethullahçıdır. Ve belli ki onun kontenjanından
AKP Milletvekili olmuştur. Sorulunca bu zat-ı
şahane; “gündemi takip edemediğini” söylüyor.
Bu kaçamak cevabı tam olarak anlamak istedik
mi şu sonuç çıkar: “Gündemi takip etmiyorum.
Çünkü gündemi takip etmem de gerekmiyor zaten. Çünkü: Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur. Daha da doğrusu dini önderimmürşidim Fethullah Gülen her şeyin en doğrusunu bilir. Onun söylediklerini yapmam yeter.”
İşte asıl söylemek istediği tamı tamına budur.
cek mi? Hayır. Şu anda, AB-D Emperyalistlerinin ve onların uşağı Tayyipgiller’in önünde diz
çökmüş, şamar oğlanına dönmüş durumdadır.
Bu dava beraatla sonuçlansa bu durumdan çıkabilecek mi? Hayır. Zaten Tayyipgiller de bunu
bildikleri için tüm yazarçizer ve siyasetçileri
“Ordu vesayetinden kurtulduk. O dönem bitti”
diyorlar kendi dilleriyle. Yani bizim için amaç
hâsıl oldu, diyorlar.
Köksal Şengün, sadece yukarıdaki sözü etmedi. Duruşmalarda da hep sanıkların tahliyesi
yönünde görüş belirtti, o yönde oy kullandı. Fakat hep hatırlanacağı gibi, tahliye başvuruları
bire karşı iki oyla (iki Fethullahçı sözde yargıcın oyuyla) reddedilmişti. Köksal Şengün bu
namuslu tutumunun bedelini ödedi. Artık sen
haddini aştın, tahammül edilmez noktaya geldin
denilerek; Tayyipgillerci Yeni HSYK tarafından
13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığından
alınarak Bolu’ya düz yargıç olarak atandı. Yani
tenzil-i rütbeye uğratıldı.
Yine çok iyi hatırlayacağımız gibi, Şeref
Akçay diye bir namuslu yargıç daha vardır Beşiktaş’ta. Bu davadaki namuslu tutumundan dolayı hep AB-D’nin, Tayyipgiller’in ve Cemaatin
hedefi olmuştur. Daha geçen haftalarda 7’si general 8 asker hakkında verilen yakalama kararına yapılan itiraz, kendisi izinden dönmeden Cemaatin yargıçları tarafından karara bağlanarak
reddedilmişti. Hem de Cuma gecesi saat 24’ten
sonra. Yığınla klasörden oluşan dosya, Cemaatçi yargıçlar tarafından 45 dakikada incelenmiş
görünerek, karara bağlanmıştı. Çünkü Şeref Akçay, o günü izleyen Pazartesi göreve başlaya-
Cemaatlerin halkımızın büyük bir çoğunluğunu getirdiği nokta da tamı tamına budur. İşin
özeti, cemaatler eliyle meczuplaştırılmış insanlarımıza şu empoze ediliyor; ya da insanlarımız
şu tarzda doktrine ediliyor:
“Bizim sınırlı zekâmız ve kavrama yeteneği-
Büyükler ve küçükler...
miz, gerçeği, doğruyu bulmamıza yetmez. Yanlıştan sakınmak, dinen yanlış yapıp günaha girmemek için mürşit ne derse tartışmasız yerine
getirmek gerekir.”
Türkiye çapında durup dinlenmek nedir bilmeden, ev kadınlarıyla yapılan mukabelelerde,
camilerde, yurtlarda, Işık Evleri’nde, dershanelerde, okullarda, hatta cenazelerde yapılan propagandanın, doktrine etmenin özeti budur. Bunun somut örneği de milletvekili Hakan Şükür’dür. Bu Hakan Şükür ki Futbol Milli Takımının kaptanıyken diğer
oyuncuların (kendi deyimleriyle) karizmatik lideridir. O bile bu haldeyse
gerisini anlatmaya hacet
kalır mı?..
Hikmet Kıvılcımlı’nın
tekrar tekrar belirttiği gibi, bir taraftan Parababalarının pezevenkler medyası, bir taraftan tarikatların bu bombardımanı, halkımızda düşünme yeteneği bırakmamakta, onları
kafadan gayrimüsellah
hale getirmektedir. Böylece halkımız cellâdını kurtarıcı sanmakta, % 50’ye
varan oranda oy vermektedir.
“One minute” ya da
ikiyüzlülüğün zirvesi
Bu inanç sömürüsüne bir de “one minute”
(bir dakika) sömürüsünü katmak gerekiyor.
ABD Emperyalistlerine elçiler göndererek;
“Beni lağım deliğinden süpürmeyin, kullanın” diye yalvaran Tayyip, Davos’ta danışıklı
bir dövüşle İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e cevap vermek için panel yöneticisine “one
minute” diyerek, söz alıp eleştirince; başta Filistin Halkı olmak üzere Müslüman halklara şirin göründü. Bu tutum kafadan gayrimüsellahlıkta bizden aşağı kalmayan diğer Müslüman
halklarda bir sempati yarattı. Bu sempatinin
Türkiye kamuoyuna yansıyan kısmı da oya tahvil edildi tabiî ki.
Oysa bu öylesine kof bir İsrail karşıtlığıdır
ki…
İsrail’le yapılmış bütün antlaşmalar yürürlüktedir. İsrail’in en büyük koruyucusu olan,
başta ABD olmak üzere, tüm AB-D ülkeleriyle
her türlü uşaklık antlaşmaları yürürlüktedir.
Türkiye toprakları, ABD ve NATO üsleriyle doludur. Bu üsler gerektiğinde başta Müslüman
caktı. Eğer itiraz başvurusu Pazartesiye kalırsa
adları gibi biliyorlardı ki, Mahkeme Başkanı
Şeref Akçay bu tutuklamaların hukukla da mantıkla da vicdanla da adaletle de uzaktan yakından ilgisi olmadığını görecek ve bu sebeple de
itiraza olumlu yönde yani yakalama kararının
kaldırılması yönünde oy kullanacaktı. İşte bundan kurtulmak için Cemaatçiler gece yarıları 45
dakika içinde işleri kılıfına uyduruyorlardı. Şeref Akçay bunu gördü ve açıkladı. Bunun hukukla uyuşmazlığını dile getirdi haklı olarak.
Şeref Akçay, geçen yıl Balyoz Davası’ndaki aralarında Birinci Ordu eski komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 162
subayın tutuklanmasına isyan ederek, bu tutuklamaların hiçbir mantıkî ve hukukî gerekçesi
yoktur, demişti. Bizce Köksal Şengün gibi,
onun cezalandırılıp kıyıma uğratılması da yakındır…
Eninde sonunda Demokratik
Halk İktidarı Kurulacaktır
Fakat AB-D Emperyalistleri ve yerli uşakları, fena halde yanılıyorlar. Onlar sanıyorlar ki
namuslu yurtseverlerin işi bitti. Bundan sonra
biz, onlarla oyuncakla oynar gibi oynarız. Yeni
Sevr’in yolu artık dümdüz açık...
Onların korkuttuğu ve sindirdiği sadece
Türk Ordusu’nun tepesindeki bir avuç ordu fosilidir. Devrimci Gelenekli, Mustafa Kemalci
Ordu Gençliği korkutulamaz… Sindirilemez…
Jöntürk Gelenekli Gençliktir o… Yüzyıllarca
süren Devrimci Geleneği tüm dünyaca bilin-
Halklar olmak üzere, mazlum halklara karşı
kullanılmaya hazırdır. Birinci ve İkinci Körfez
Savaşlarında, bugün Libya’da olduğu gibi…
Bu koftiden kahramanlığın son tezahürünü
Libya’ya NATO’nun müdahalesinde gördük.
Önce çok havalı bir biçimde; “ATO’nun ne
işi var Libya’da” dedi, BOP’un Eşbaşkanı Tayyip, en kabadayı tavrıyla.
Sonra ne oldu?
NATO’nun Libya’ya müdahalesine Türkiye,
daha doğrusu BOP Eşbaşkanı Tayyip olur verdi.
Sonra?..
Başbakan Erdoğan imzasıyla TBMM’ye
gizli oturumda görüşülmek üzere bir Tezkere
sunuldu.
Niçin gizli?
Çünkü bu tezkerenin amacını, ne Türkiye
Halkına ne de diğer Müslüman Halklara anlatmak mümkün değildir. Ve sonuç:
“Tezkere Kabul Edildi
“Libya`daki ATO deniz gücünde Türkiye’nin de görev almasını öngören Başbakanlık Tezkeresi Meclis Genel Kurulu’nda kabul
edildi.
“Şu an 5 ülkede askeri bulunan Türkiye,
Libya’ya da askeri güç gönderiyor.
“Hükümet, Libya’daki uluslararası güce
katılmak üzere Meclis’ten 1 yıllığına izin aldı. Bu konudaki tezkere, Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi.
“Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, tezkerenin ardından, “Muhalefetin tavrı olum-
Ve ATO Libya’da...
luydu” dedi.
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzalı
tezkerede Türkiye’nin katkısının çok boyutlu olacağı vurgulandı.
“Ayrıntılar ise tezkerenin gerekçesinde
açıklandı.
“Uluslararası
güce
katılmanın
Türkiye’nin çıkarına olduğu, silah ambargosunun uygulanmasına ve insani yardım çabalarına vurgu yapıldı. “Sınırlı harekât uygun
görülmüştür, kara harekâtı söz konusu değildir” denildi.” (24.03.2011 tarihli Gazeteler)
Yani bir kez daha emperyalistler emretti,
Tayyip topuk selamına durdu.
Muîn-i zalimin dünyada erbab-ı
denaettir
Köpektir zevk alan
sayyad-ı bi-insafa hizmetten
amık Kemal’in Hürriyet Kasidesi şiirindeki bu beyitin bugünkü Türkçeyle anlamı:
Dünyada zalimin yardımcısı alçaklık erbabıdır.
İnsafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan
köpektir.
Eşbaşkandan bir inci daha:
“Türkiye asla ve asla Libya halkına silah
mektedir. Tabiî Sivil Gençliğimiz de aynı gelenek ve ruhiyata sahiptir.
Bu alçakça saldırılar karşısında Gençliğin
tepkisi ve öfkesi, her geçen gün artmakta, bilenmektedir.
Ortalama 60-65 yıldan bu yana sürdürülen
psikolojik harekâta, toplumun Ortaçağın karanlıklarına götürülme çabalarına rağmen halklarımızın yüzde 50’si 12 Haziran Seçimlerinde görüldüğü gibi, Tayyipgiller iktidarına karşıdır.
Yani AB-D Emperyalistlerinin yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri “Yeşil Kuşak Projesi” adını verdikleri; toplumu Ortaçağa geri götürerek
tümden uşaklaştırma çalışmalarına rağmen kafasını, mantığını yitirmemiştir.
AB-D Emperyalistlerinin hayâsızca saldırıları, işbirlikçilerinin ise ihanetleri sürdükçe, arttıkça buna paralel olarak halklarımızdaki uyanış
ve bilinçlenme de artacaktır. Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, kamu emekçilerimiz, köylülerimiz, esnaflarımız, aydınlarımız, bilim insanlarımız uyanacak ve örgütlenecektir. Ve bu halk
kitlesi kendinin bir parçası olan Ordu Gençliği’yle de kaynaşacak, aynı saflarda bir araya gelecektir.
Bu devrimci halk güçleri, eninde sonunda
Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist
Halk Devrimini zafere ulaştıracak; Demokratik Halk İktidarını kuracaktır.
İşbirlikçi hainler de yaptıkları ihanetin bedelini kesinkes ödeyeceklerdir…
15
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
doğrultan taraf olmayacaktır.” (22 Mart 2011
tarihli Gazeteler)
Oysa gerçeklik ne?
Türkiye en geniş biçimde Libya Harekâtına
katılan NATO ülkesidir.
“Toplam 16 geminin bulunduğu ATO filosuna en büyük katkıyı, 5 gemi ve 1 denizaltı
ile Türkiye veriyor.” (24 Mart 2011 tarihli Gazeteler)
NATO harekâtının Komuta Merkezi de İzmir’dir. Önce Tayyipgiller bunu da yalanladılar.
Ama mızrak çuvala sığmadı, bu gerçeklik de ortaya çıktı.
Bütün bunlar neyi gösteriyor?
Libya denen safaride, avı avlayacak olan
avcıların arasında Türkiye yoktur. Zaten olamaz
da. Libya olayı petrol olayıdır. Bu petrolü, emperyalistlerin Tayyipgiller’e yedirmesi beklenemez. Ama öbür yandan bu safaride asıl avcı
olan AB-D Emperyalistlerinin, kendilerine
yardımcı olacak unsurlara (hele de Müslüman
bir ülkenin yardımına) ihtiyacı vardır. Tıpkı basit bir safaride olduğu gibi, taşıyıcılara (silah,
mühimmat, yiyecek, içecek taşıyacaklara), avın
yerini gösterecek rehberlere vb. ihtiyaç duyarlar. İşte Tayyipgiller’e biçilen rol budur. Safariciliğin kendisi yeterince insanlık dışı, iğrenç bir
iştir. Ama o av, tuzağa düşürülsün diye rehberlik, yardımcılık etmek, ondan daha da iğrenç,
aşağılık bir iştir.
Yıllar önce TRT’den izlediğimiz bir programdan çağrışım oldu: Dünyada nesli tükenmek
üzere olan ve yalnızca Türkiye’de Toros Dağları’nda bulunan bir yaban koyunu türüne karşı
yapılan bir kıyım, ne yazık ki, devlet kanalından
ballandıra ballandırıla anlatılıyordu: Uluslararası üne sahip avcılar, devlete belli bir miktar
dolar ödeyerek av izni alıyorlar. Devlet, onlara
hayvanların yerini gösterecek bir rehber veriyor.
Bu rehber, yalnızca yol göstermekle kalmıyor.
Hayvanların hangi saatte, hangi dereye su içmek için geldiklerini de biliyor. Hayvancıkların
en çaresiz, en savunmasız anlarında onları bu
insanlıktan çıkmış (çünkü bu avlar bir ihtiyaca
binaen yapılmıyor, sırf zevk için yapılıyor) avcıların tuzağına düşürüyor. Sonrası daha kusturucu: Bu avlanan hayvanın boynuzunun uzunluğu
ölçülüyor ve boynuzun uzunluğu oranında devlet bir miktar daha dolar alıyor. Yani toplamda
birkaç yüz dolar için bu rezalet yaşanıyor.
O programı izlediğimizde nasıl bir nefret
duygusuyla dolduğumuzu aynı yoğunlukta bugün de duymaktayız. İnsanlıktan çıkmış avcıya
duyduğumuz nefreti bastıran ise bu rezalete sebep olan devlet yöneticilerine duyduğumuz nefretti… Ve, acıma ve nefret duygularının birbirine karıştığı duygularla rehbere yönelen tepkimiz… Rehbere acıdık, çünkü ailesini geçindirebilmek için alacağı üç beş kuruş karşılığında
böyle rezil bir görevi yapmaktaydı. Ama asıl
duygumuz kızgınlıktı. Çünkü insan, hiçbir şey
için onurunu bu kadar ayaklar altına almamalıydı… Bu derecede onurdan yoksun olmamalıydı…
Libya konusunda Tayyipgiller’in, sözünü ettiğimiz ava izin veren devlet görevlilerinden ve
rehberden ne farkları var?
Küpünü doldurmak karşılığında Emperyalistlere hizmet etmek, masum halkların kanını
dökmelerine aracı, yardımcı olmak, zavallı rehberden çok daha aşağılara düşmek değil midir?
Öyledir…
Ama gel gör ki kafadan gayrimüsellah hale
getirilmiş halkımız, bunları mazlum halkların
dostu, Siyonizm’in ve emperyalizmin düşmanı
sanabilmektedir. Ya da dinci propagandanın etkisiyle öylesine uyuşmuş ki, tekrardan çekinmeyelim, cellâdını kurtarıcı sanmaktadır.
Halkımız işte böylesine oy davarı haline getirilmiştir. Ama insanın hayvandan bir farkı var:
Düşünür. Bu yüzden insanlık sürgit sürü yerine
konulamaz. Bu gidiş elbette bir gün tersine dönecektir. İşçi Sınıfının Gerçek Partisi önderliğinde halkımızı örgütlediğimiz gün her şey tersine dönecek, bu Parababaları uşakları kaçacak
delik bulamayacaklardır.
“Balkon konuşması”
kime ne mesajıdır?
Tayyip, seçim sonuçları kesinleşir kesinleşmez bir balkon konuşması daha patlattı. Konuşmanın boş cümlelerini geçelim, yalnız birkaç
cümlesi üzerinde durulmaya değer:
“Bugün küresel ölçekte mazlumların mağdurların umudu kazanmıştır. İnanın bugün
İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır.
İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Ankara kadar Şam kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır. Bugün Türkiye kadar Orta Doğu,
Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır.”
Tayyip, yukarıdaki cümlelerle “one munite”
çağrışımı yaparak, kendisine inananlara dünya
lideri olduğu havası vermek istemektedir. Kendisine inanlar da bu cümleleri böyle okumuşlardır.
Fakat bu okuma, yanlış okumadır.
Doğru okuma Emperyalistlerin yapacağı
okumadır. Bildiğimiz gibi, tekrar hatırlatalım,
Tayyip BOP’un Eşbaşkanıdır. (Diğer Eşbaşkan
İspanya Başbakanıdır.) AB-D Emperyalistleri,
kendisine BOP Eşbaşkanlığını vermiş, hizmet
beklemektedirler. Bu hizmetlerin içeriği de Em-
peryalistlerin Afganistan, Libya müdahalesindeki gibi koşulsuz uşaklıktır. Ve tıpkı Mısır
olaylarında olduğu gibi, Suriye’nin de içişlerine
karışmaktır; o ülke liderlerine ve halklarına emperyalistlerin projelerini empoze etmeye çalışmak, onların suflörlüğünü yapmaktır. Bilindiği gibi, Mısır olaylarında ABD henüz ne yapacağını açıklamak için zamanı erken bulmuş,
düşüncelerini Tayyip’in ağzından duyurmuştu.
Yani ateşe elini sokmak yerine maşayla (Tayyip’le) tutmuştu, ateşi Obama.
Suriye’de de süreç aşağı yukarı benzer bir
seyir izlemektedir. Ve gerektiğinde Suriye’de de
Libya’da olduğu gibi, emperyalistlerin
yardımcılığını, uşaklığını yerine getirecektir.
CHP’nin durumu
Yüzde 26 oyu başarı sayan Genel Merkez ile
yenilgi sayan “Baykalcı, Savcı” ekipler yeni düellolara hazırlanıyorlar. Fakat burjuva partilerinde yönetimdeki ekibi devirmek olağanüstü
durumlar dışında mümkün değildir. Bu olağanüstü durumlarsa Baykal’ın bir kasetle devrilmesi gibi durumlardır. Yoksa, parti yönetimini eline geçireni devirmek mümkün değildir. Baykal’ın yıllardır hiçbir başarı göstermemesine rağmen iktidardan devrilemeyişi (kaset olayına
kadar) bunun en belirgin göstergesidir. Bilindiği
gibi, CHP’yi barajın altına düşürünce zevahiri
kurtarmak için istifa etmiş, fakat tamamen kontrolünde olan örgüt; “Baba bizi kurtar.” diyerek
çağırmış, o da kurtarıcı edalarıyla konfeti yağmuru altında merdivenlerden inerek, tıpkı bir
pop sanatçısı gibi arzı endam etmişti.
Kemal Kılıçdaroğlu
Yani sözün kısası, AB-D Emperyalistlerince
Kemal Kılıçdaroğlu önderliğinde dizayn edilen
“Yeni CHP” yola devam edecektir. AKP’nin
tek başına beceremeyeceği emperyalistlere hizmet programı, “Yeni CHP”nin katkılarıyla aksamadan yürütülecektir. Buna örnek de “Libya
Tezkeresi”nin TBMM’den geçişinde CHP’nin
takındığı “olumlu” tavırdır. Kim için olumlu olduğunu söylemeye gerek yoktur.
Şimdilerde Mecliste Yemin Protestosunda
bulunmak gibi tepkiler, demokrasicilik oyununun gerekleridir. Sonunda “uzlaşma sağlanır.
MHP’nin başarısı(!)
Kürt düşmanlığını körükleyerek şoven duyguları ayağa kaldırmak ve bunu oya tahvil etmekten başka bir becerisi olmayan MHP’nin
aldığı yüzde 13 oyu gerçekten başarı saymak
gerekir. Türk Halkının bir açmazı da MHP’dir.
Irkçı, şoven söylemlerin bu denli prim yapması
ayrı bir beyin yıkamanın sonucudur. Bu beyin
yıkamanın zehirli meyveleri 53 milletvekilidir.
Tabiî daha da kötüsü MHP’nin şoven, ırkçı söylemleri Türk Halkını zehirlemekte, halkların
kardeşliğine büyük zarar vermektedir.
Uluslararası sözleşmelere göre ırkçı, faşist
partiler yasaktır. 1952’de NATO’ya girerken
ABD’ye verilen sözün gereği olarak CIA eliyle
Türkiye’de Kontrgerilla (Süper NATO) kurulmuştur. Kontrgerillanın partisi ise MHP’dir. 12
Mart, 12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlamak için bu partinin elemanları kullanılmış;
devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere karşı
hunharca cinayetler işlettirilmiştir, bildiğimiz
gibi. O yüzden ırkçı bir parti olmasına rağmen
açık açık faaliyet gösterebilmiştir. Bu da emperyalistlerin nasıl ikiyüzlü olduklarının bir başka
kanıtıdır.
Bu partiye oy veren kitle öylesine bağnazlaşmıştır ki, seçim sürecinde su yüzüne çıkan
kaset rezaletlerine ve istifalara rağmen yüzde 13
oy alabilmiştir bu parti.
Yeri gelmişken söz etmeden geçemeyeceğimiz bir konu da Türkiye’de neredeyse vak’ayı
adiyeden (sıradan olaylardan) sayılacak hale gelen “kaset skandalları”dır. CIA’nın ve MOSSAD’ın koordinatörlüğünde, AKP-Fethullah
işbirliğiyle; yıpratılmak istenen hangi antiemperyalist kişi, kuruluş varsa, haklarında dinleme
kasetleri, videolar piyasaya sürülüyor. Bu kayıtlarla ya koca koca davalar açılıyor (Ergenekon,
Balyoz Davaları gibi) ya da kişiler istifaya zorlanarak etkisizleştiriliyor (Baykal gibi)…
Bunun istisnası MHP kasetleridir. Çünkü
sıfır numara ABD-CIA’nın örgütü olan MHP,
antiemperyalist olduğu, gerçek yurtsever olduğu için bu muameleye tabi tutulmamıştır. Bu
olaydaki amaç, MHP’yi barajın altına iterek,
AKP’nin 367’den daha fazla milletvekili çıkarmasını sağlamaktır. Böylece AKP’nin, AB-
D’nin ve Fethullahçıların ve tabiî tüm dinci örgütlerin istediği tarzda bir anayasa yapabilmek
kolaylaşacaktı.
Bir yanılgıdan da kaçınmak gerekiyor: ABD
çok isterse MHP’ye istediğini çok kolay
yaptırır. A. Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasındaki
MHP rolünü hatırlamak bunun için yeterlidir.
Fakat normal koşullarda, MHP de kendi tabanını yıllarca milliyetçilik edebiyatıyla uyuttuğu için, göstermelik de olsa anayasa değişikliklerine direnecektir. Oysa 367’nin üzerinde
milletvekili çıkarmış bir AKP, başkanlık sistemi
de dahil, tüm gericilikleri barındıracak tarzda
bir anayasa çıkarabilecekti. MHP kasetlerinin
ortaya dökülmesinin sebebi budur.
Dediğimiz gibi, bu kasetler bile mecnunlaşmış MHP tabanını, MHP’ye oy vermekten alıkoyamamıştır. Yani halkımızın bir başka kesimi de milliyetçilik edebiyatıyla oy davarına dönüştürülmüştür, MHP eliyle. Parababalarının
olanakları bitmez. Ellerindeki tek silah dincilik
değildir. Milliyetçi-Mukaddesatçı, Milliyetçi
Toplumcu (yani Nasyonal Sosyalist) beyin yıkama tröstü de çok yönlü işlerine yaramaktadır.
Yeri gelince devrimcilerin, yeri gelince Kürt hareketinin, yeri gelince antiemperyalist uyanışın
önünü kesmek için; arada bir dile getirilen milliyetçilik sosuna bulandırılmış, antiemperyalist
söylemlerle, kitleler gerçek uyanıştan uzak tutulmuş olur. Yani MHP ağababalarına hizmette
berdevamdır.
BDP’nin becerisi ve bağımsız
adaylarla yakaladığı başarı
BDP, geçen seçimde olduğu gibi, bu seçimlerde de barajı aşamama tehlikesini göze alamadığı için bağımsız adaylarla seçime gitti. Geçen seçimlerden çıkarılan derslerin ışığında yürütülen bir çalışmayla ve çok başarılı bir organizasyonla 36 milletvekili çıkardı. Bu milletvekillerinden Hatip Dicle’nin milletvekilliğini Yüksek Seçim Kurulu (YSK), mazbatasını almış olmasına rağmen, düşürdü. Diyarbakır’da boşalan
yere de AKP’li bir bayanı milletvekili olarak
atadı. Bunun dışında KCK Davasından yargılanan 5 milletvekiline de tahliye vermedi, Özel
Yetkili Mahkeme. Yani eski Devlet Güvenlik
Mahkemelerini bile aratan AKP ve Fethullahçıların güdümündeki mahkeme… Bunun üzerine
BDP’li bağımsızlar, TBMM’yi boykot kararı
aldılar. Yemin etmiyorlar. Grup toplantılarını da
Diyarbakır’da yapıyorlar. Bu gerilimler, birçok
pazarlığın yapılacağını, bu sorunların çözülmesi karşılığında kimin kime ne kadar ödün vereceğini belirleyecektir. Ama bilinen bir şey varsa
artık Kürt Sorunu, yeni bir aşamaya geçmiştir.
Ve ne yazıktır ki, tarafların çözümleri Devrimci
bir çözüm değil hep burjuva çözümlerdir.
Türkiye solunun acıklı hali
Belirli prensipler çerçevesinde (asgari müştereklerde) bir araya gelip Gerçek Proletarya
Partisini hayata geçirse Türkiye’de hiç de yabana atılmayacak bir gücü olan Sosyalist Hareket, ne yazık ki yine darmadağınıktır. Kimileri
de Kürt Burjuvazisinin temsilcisi olan BDP’ye
şirin görünmek için sosyalist değerleri bir kenara bırakıp Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nda yer aldı. Bunların başında gelenler de
EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel ve Sosyalist Yeniden Kuruluş Parti Girişimi içinde yer
alan Ertuğrul Kürkçü’dür. Ertuğrul Kürkçü,
Mersin’de seçime girmiş; 92.017 oy, yani oyların % 9,54’ünü alarak milletvekili seçilmiştir.
Levent Tüzel ise İstanbul 3’üncü Bölgeden aday
olmuş ve 137.725 oyla milletvekili seçilmiştir.
Bu iki milletvekili, Bloka kattıkları oylarla seçilmiş değillerdir. Örneğin EMEP’in bağımsızlar dışında tüm Türkiye’de aldığı oy 31.414’tür.
Yani İstanbul 3’üncü Bölge’de Levent Tüzel’e
verilen oylar, tüm Türkiye’de EMEP’in aldığı
oyları aşağı yukarı dört buçuk misline katlamaktadır. Yani ne Ertuğrul Kürkçü’nün ne de
Levent Tüzel’in aldıkları oylarda kendilerinin
bir payı yoktur. O oyların tamamına yakını Kürt
seçmenlerin oyudur. BDP’nin yönlendirmesiyle
verilmiş oylardır. Yani sosyalist oldukları için
bu oyları aldıkları gibi bir tezi ileri sürmeleri
mümkün değildir.
Diğer yandan Yeni Sahte TKP’nin tüm Türkiye’de aldığı oy 60.914’tür. Yüzdesini hesap
etmeye gerek bile yoktur. Zaten kendileri de bu
hezimeti kabul etmişlerdir. Üzerinde fazla durmaya gerek yoktur.
Pekiyi yıllardır biriken sosyalist potansiyel
nereye gitmiştir? On yıllar boyu meydanları
dolduran, Türkiye’yi sarsan eylemler koyan
sosyalistler, ilericiler, yurtseverler buhar olup
uçtu mu?
Hayır. O güçler, büyük oranda yerli yerinde
duruyor. Ama artık hiç kimsenin, bu darmadağınık soldan bir başarı beklentisi yoktur. O
yüzden, bir ankete dayanmıyoruz ama, şu açıkça söylenebilir: Türkiye’nin AKP eliyle götürülmek istendiği “Ilımlı İslam” gericiliğine karşı
sosyalist oylar, CHP’de birleştirilmiştir.
Bunda da şaşılacak bir yön yoktur.
Gerçek bir Proletarya Partisini örgütleyip
kitlelerin karşısına çıkamadığımız sürece bu
böyle olacaktır. Suçlu, bu grup partilerine oy
vermeyen sosyalistler değildir. Suçlu olan, objektif olarak grup olmalarına rağmen kendilerini Proletaryanın biricik partisi sanan zavallı sö-
züm ona önder kadrolardır.
1969’larda Hikmet Kıvılcımlı
tarafından atılmış olan “Anarşi
Yok! Büyük Derleniş!” şiarı, bir
kez daha en kör göze bile göstermiştir ki: Derleniş yoluna girilmez, belirli prensipler çerçevesinde Birleşilmez ve Proletarya Partisi Yeniden Örgütlenmez ise yenilgiler kaçınılmazdır.
Türkiye’deki Seçim ve
Yunanistan olaylarının
öğrettiği
Biz Marksist-Leninistler, elbette halkla en geniş buluşma,
programımızı kitlelere anlatma olanağı sağlayan seçimleri ve burjuva parlamentolarında yer almayı prensip olarak reddetmeyiz.
Fakat bütün çalışmamızı da buna bağımlı
kılmayız. Devrimciler için aslolan devrim yapmaktır. Tabiî biz devrim yapmak istedik diye
devrim olmaz. Bunun için devrimin objektif ve
sübjektif şartlarının oluşması gerekir.
Kısaca söylemek gerekirse bir ülkede devrimin objektif şartlarının oluşması, o ülkenin derin ekonomik bunalıma girmesi, bunun bir sonucu olarak politik bunalımların (hatta savaşlara varacak kertede) alıp yürümesidir. Devrimin
sübjektif şartları ise: “(…) aynı zamanda hem
PARTİ’nin, hem devrimci SIIF’ın hem de
KİTLELER’in devrime elverişli bir psikoloji
ve ideoloji tesiriyle hazır bulunmaları demektir. Bu üç başlı kuvvetlerden ve şartlardan birinin eksikliği, devrimin sübjektif şartlarının yerine gelmediğini gösterir.” (Hikmet
Kıvılcımlı, Devrim Nedir, Derleniş Yayınları,
2008, Üçüncü Baskı, s. 104)
Bu partiden kasıt, elbette cılız grup partileri
değildir. Ülke çapında örgütlenmiş biricik Proletarya Partisidir. O olmayınca hiçbir şey yok
demektir. Çünkü Devrimler Kartalı Lenin Usta’nın özdeyişiyle: “Proletarya partiliyse heptir. Partisizse hiçtir ya da sıfırdır.” O yüzden
seçimlerde gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi yokken
sınıfın ve kitlelerin seçimlerde bir varlık göstermesi, ölü gözünden yaş ummaktır.
Bu bağlamda bir öğretici örnek de Yunanistan’da yaşanıyor. Yunanistan çok derin bir ekonomik ve politik kriz içindedir. (Tıpkı 2001
yılında Arjantin’in içine düştüğü kriz gibi.) Yani devrimin objektif şartları oluşmuştur. Kitleler
ayaktadır. Kazanımlarını AB’ye ve IMF’ye yeyim etmemek için genel grevler koymaktadır.
Fakat bu genel grevler, iktidarı almak için
konulan siyasi genel grevler değildir. Ekonomizmin ve anarkosendikalizmin öngördüğü, ik-
Yunanistan’da kriz...
tidar talep etmeyen grevlerdir. Böylesi grevlerin
İşçi Sınıfına ve kitlelere gerçek bir yararı olmaz.
Nitekim Yunanistan Parlamentosundan “Ekonomik Önlemler Paketi” geçti ve uygulanacak. Zaman zaman bu uygulamalara karşı da
kitlelerin tepkisine tanık olacağız. Fakat Devrimin sübjektif şartları olmadığı için yerli ve yabancı Parababaları, bu krizden de istediklerini
alarak çıkacaklardır. (Tıpkı 2001 Arjantin’deki
krizden çıktıkları gibi. Arjantin Krizi, çok daha
gürültülü olduğu için özellikle ondan söz ediyoruz. Yoksa 2001’de ülkemizin yaşadığı ekonomik kriz de ondan pek aşağı kalmazdı. Fakat
bizde sübjektif şartlar Arjantin’den de geri olduğu için Parababaları tarafından daha kolay atlatılmıştır. AKP’yi yaratan da bu kriz şartlarıdır.
Sosyalistler ise yaya kalmışlardır. Niçin yaya
kaldıklarını bile bilince çıkarıp gereğini yapamamışlar, örgüt problemini kavrayamamışlardır.)
Oysa 2001’lerde Arjantin’de, bugünse Yunanistan’da sübjektif şartlar mevcut olsa devrim
an meselesidir.
Yani Marksist-Leninistler için Gerçek Proletarya Partisi yoksa devrim de yoktur. Kaldı ki
Proletarya Partisinin tek başına varlığı da yetmez. Bu partinin İşçi Sınıfını ve tüm halk kitlelerini örgütleyip devrime inandırması gerekir.
Büyük Ekim Devrimi’nin, teori olmaktan
çıkarıp her yönüyle doğruluğunu kanıtladığı
devrim anlayışı, demek ki bugün de yolumuzu
aydınlatıyor.
Ama Ekim Devrimleri’ni başarmak için Leninler’in yaptığını yapmak gerekir. Yani her
şeyden önce Gerçek Proletarya Partisini yaratmak, daha da doğrusu Türkiye pratiğinde,
1920’lerde kurulmuş olan Proletarya Partisini
(Gerçek TKP’yi) Reorganize etmek (Yeniden
Örgütlemek) gerekir.
Görev böylesine canalıcı ve acildir.
06.07.2011
Orhan Şimşek Yoldaş’ı kaybettik,
Mücadelemizde yaşayacak!
Orhan Şimşek Yoldaş’ı
20.07.2011 tarihinde kaybettik.
Orhan Şimşek, genç yaşlarında Türkiye İşçi Partisi (TİP)
saflarında İşçi Köylü Gönüllüsü olarak çalışmış bir işçi arkadaştı. Kanlı Pazar’da İstanbul’da Şeriatçıların hain saldırısına direnen Orhan Şimşek’i,
İsmet Demir ve ecmettin
Giritlioğlu ile birlikte omuz
omuza İzmir-Aliağa PETKİM
Direnişi’nde görüyoruz.
1970 yılındaki İPSD İzmir
Mitingi’nin düzenleyicilerinden olan Orhan Şimşek, bir Proletarya Sosyalistiydi. 12 Mart ve 12 Eylül Faşizminin işkenceli sorgularından onuruyla çıkmıştır.
Örgütlü mücadeleye inanan, alçakgönüllü,
bilinçli, kararlı bir devrimciydi. Kurtuluş Yolu’nu okur ve okutur, Eneski Sosyalistlerin
Kurtuluş Partisi’nde örgütlü
mücadele vermesi gerektiğini savunurdu.
21.07.2011 tarihinde Karabağlar Mezarlığı’nda toprağa verdiğimiz Orhan Şimşek Yoldaş’ın cenazesinde,
HKP İzmir İl Sekreteri Levent Çelik Yoldaş bir konuşma yaparak, Orhan Yoldaş’ın devrimci kişiliğini,
mücadelesini, yaşamından
kesitlerle anlattı.
Söz veriyoruz; Türkiye
Halklarını örgütleyerek Demokratik Halk Devrimini başararak, göremediğin o Güzel Gün’de birlikte seni anacağız.
Orhan Şimşek Yoldaş Mücadelemizde
Yaşayacak!
İzmir’den Kurtuluş Partililer
Selam Olsun İşçi Sınıfına!
Selam Olsun Mas-Daf İşçilerine!
D
İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için kıyıma uğrayan Mas-Daf İşçilerinin Düzce’den
Ankara’ya 19.07.2011 günü başlatacakları yürüyüşleri işveren tarafından Polis marifetiyle
engellendi. Yöneticileriyle birlikte gözaltına
alındılar. Gece yarısı serbest bırakıldılar.
İşçilerin örgütlenmesine tahammül gösteremeyen Mas-Daf patronu, 4 Nisan 2011 günü
pervasızca 120 işçiyi kapının önüne attı. İşçileri İşsizlik ve pahalılık cehennemine mahkûm
ederek cezalandırmak istiyor işveren, her zaman olduğu gibi.
Ama onlar 4 Nisan’dan itibaren her türlü
baskıya ve olumsuz şartlara karşın, İş, Aş, Ekmek ve Onur mücadelelerini sürdürüyorlar-direniyorlar yiğitçe sendikaları DİSK/Birleşik
Metal-İş’le birlikte.
Yiğit Mas-Daf İşçilerinin saldırıya uğraması, Parababalarının ve Tayyipgiller’in Halklarımıza ve İşçi Sınıfımıza yönelik zulmünün
bir parçası, bir örneğidir.
İşçi Sınıfımızın kanı canı pahasına kazandığı en önemli haklarından biri olan Kıdem
Tazminatı hakkının gasp edilmeye çalışıldığı,
işçileri tam bir köle haline getirecek olan istihdam büroları, esnek çalışma ve bölgesel asgari ücret uygulamalarının Tayyipgiller tarafından yeniden gündeme getirildiği bugünlerde Mas-Daf İşçilerinin (ve Direnişte olan diğer işçilerin) mücadelesi daha da önem kazanmaktadır.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Mas-Daf
İşçilerini selamlıyoruz. Sendikaları Birleşik
Metal-İş öncülüğünde verdikleri mücadeleden
dolayı bir kez daha kutluyoruz. 20.07.2001
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
16
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Tayyipgiller, TMMOB’u da Tayyipgiller’in MühendisMimar Odaları Birliği’ne dönüştürmek istiyor
T
ayyipgiller Hükümeti, 12 Haziran seçimleri öncesinde Meclis’ten geçirdiği
Yetki Yasası kapsamında çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK),
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
(TMMOB) ve bağlı odaları Tayyipgiller
meslek örgütüne dönüştürmek istiyor.
Nedir bu KHK’ler?
Resmi Gazete’de 8 Haziran 2011’de yayımlanan KHK’lerle bazı bakanlıklar kapatılarak yeni bakanlıklar oluşturulmuştur. Bunlardan biri de yazımızın konusunu oluşturan,
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ve Çevre ve
Orman Bakanlığının birleştirilerek 636 sayılı KHK ile kurulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığıdır. Önce bu iki bakanlığı
birleştiren AKP, seçimlerden sonra söz konusu bakanlık henüz oluşturulmadan 4 Temmuz
2011’de yayımladığı yeni bir Kanun Hükmünde Kararnameyle, Bakanlığı “Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı” ve “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” olmak üzere ikiye böldü.
636 sayılı KHK, 3 Mayıs 2011 gün ve
27923 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
“6223 Sayılı, Kamu Hizmetlerinin Düzenli,
Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile
Kamu Görevlerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu” kapsamında çıkarılmıştır. Kanun, bakanlıklar arasındaki dağılımın yeniden
belirlenmesi konusunda Bakanlar Kuruluna 6
aylık bir süre için yetki vermiştir. Tayyipgiller’in Bakanlar Kurulu da jet hızıyla “çalışmış” ve 8 Haziran 2011’de, genel seçimlere
günler kala alelacele bakanlıkların yeniden
oluşturulmasına ilişkin bir dizi KHK çıkarmıştır.
Tayyipgiller’in
burada yapmak istediği bir taşla iki kuş
vurmaktır. Asıl amaçları, Parababalarına,
yandaşlara sağlanacak rant için çevre
mevzuatının uygun
hale getirilmesi, orman arazilerinin imara ve şehirleşmeye
açılması için orman
mevzuatının uygunlaştırılmasıdır. Bunu
yapabilmek için de
seçime günler kala
yaptıkları hukuksuzluğu hukuk kılıfına
sığdırabilmek için bu
Kanun Hükmünde
Kararnameleri çıkarmışlardır.
Seçim döneminde ortaya attıkları “çılgın
proje”lere en büyük tepkiyi bilim insanları,
TMMOB ve bağlı odalar göstermiştir. Tayyipgiller bu “çılgın vurgun”larını hayata geçirebilmek için önünde engel olarak gördükleri mevzuatları ve meslek örgütlerini bertaraf
etmenin yolunu yeni bakanlıklar oluşturmakta, onların görev alanlarını genişlemekte bulmuştur.
Ardından çorap söküğü gibi devamı gelecektir: Özelleştirmeler… Özelleştirilecek
neyimiz kaldı demeyin, memleketimizin her
karış toprağı Tayyipgiller’in iştahını kabartıyor. Su kaynaklarımız olan akarsularımız,
tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz bir bir
Parababalarına peşkeş çekilecek, yağmalanacaktır. Galataport, Haydarpaşa, Kanal İstanbul, 3’üncü Köprü gibi doğanın ve tarihsel mirasın tahribatına sebep olacak projelere
karşı çevre ve orman mevzuat engellerini,
meslek örgütlerinin muhalefet engellerini kaldırma çabasıdır bu.
Bu doğa ve çevre talanını rahat rahat yapabilmek için de önünde bir engel olarak gördüğü TMMOB’yi hedef almıştır. Tayyipgiller
Hükümeti her zaman yaptığı gibi bu olayda
da hukuku hiçe saymaktadır. Meclis’ten kendilerinin geçirdiği Yetki Yasası’na bile aykırı
davranmıştır. Yetki Yasası hükümete, bakanlıklar ve onlara bağlı kuruluşlarla ilgili düzenleme yapma yetkisini tanırken, Tayyipgiller bu çerçevenin dışına çıkmıştır. Bakanlıklarla hiçbir hiyerarşik bağı bulunmayan, ayrı
yasası olan meslek odalarının yetkilerine müdahale etmek, AKP’ye karşı muhalif bir cephe olan TMMOB ve bağlı meslek odalarını da
kendi güdümüne almak ya da işlevsizleştirmek istemektedir.
Mühendis ve mimarların en önemli çalışma alanları olan Bayındırlık ve İskân Bakanlığıyla Çevre ve Orman Bakanlığının birleştirilmesiyle kurulan “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nın yapısı içinde oluşturulacak Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü-
nün görevleri içinde mühendis ve mimarların
meslek alanları ile TMMOB ve bağlı odaların
yetkilerini “düzenlemeye” yönelik maddeler
yer almıştı.
Daha sonra bu bakanlığı yani “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nı da ikiye böldüler. Birini, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı”, diğerini ise “Orman ve Su İşleri
Bakanlığı” diye adlandırdılar.
Yeni kurulan “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı”nın amaç bölümünü ise yeni bir anlayışla düzenlediler. Yani bölünmezden önceki
“Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”nın
amaç bölümünden farklı olarak “meslek odalarının mevzuatını düzenleme” ifadesi çıkarılmıştır. Onun yerine amaç bölümü, bakanlığın görev alanıyla ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamak, geliştirmek, uygulanmasını sağlamak ve ilgililerin
kayıtlarını tutmakla sınırlı tutulmuştur. Burada sanki bir geri adım atılmış gibi görünse de
bu bakanlık bünyesinde oluşturulan Mesleki
Hizmetler Genel Müdürlüğünün görev tanımı, mühendis-mimarlar ve meslek örgütleri aleyhine daha da genişletilmiştir.
Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğünün
görevleri daha detaylı bir şekilde tanımlanırken; önceki kararnamede yer alan “Ülkenin
planlama, projelendirme ve yapım işlerinde faaliyet gösterenlerin rekabet gücünü
artırmak için inceleme ve araştırmalarda
bulunmak, stratejiler geliştirmek, meslek
odaları ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmak ve koordinasyonu sağlamak”
ifadesi yeni KHK’de kaldırılmıştır.
KHK’nin 12’nci maddesindeki Mesleki
Hizmetler Genel Müdürlüğünün görevlerini
kısaca özetlediğimizde, meslek odalarının ka-
yıtlarının Bakanlıkça tutulacağı, mimarlık ve
mühendisliğe ait hizmet alanlarında çalışan
kişilerin görev, yetki ve sorumluluklarının
Bakanlıkça belirleneceği, Odaların hali hazırda üyelerine vermiş olduğu belgelerin bundan
sonra Bakanlıkça verileceği, eğitimlerin Bakanlıkça düzenleneceği öngörülmektedir. Sayılan görevler hâlihazırda TMMOB ve bağlı
meslek odalarının yapmakta olduğu ve
TMMOB’nin yasasıyla düzenlenmiş görevlerdir. KHK’de ayrıca, “Bakan tarafından
verilen diğer görevleri yapmak.” şeklinde
de ucu açık bir hüküm bulunmaktadır.
Bu KHK’yle TMMOB ve bağlı odalar
bertaraf edilerek Tayyipgiller’in çevre, doğa
ve orman üzerindeki her türlü yağmacılığının
denetimi yine Tayyipgiller’e emanet edilmek
isteniyor. Kuzuyu kurda emanet etmek olur
bu. Ve nerede görülmüş işi yapan-yapmak isteyenle denetim mekanizmasının aynı el olduğu? Bunun neresinde hukuk ve adalet olabilir?
Bu durum TMMOB’yi ve bağlı Odaları
işlevsiz hale getirecek ve Kamu Kurumu niteliğindeki yapısından uzaklaştıracaktır. Tayyipgiller’e “dokunan yan”ıyor. TMMOB’a
gözdağı vererek, ya sen de yargı vb. gibi Tayyipgiller meslek örgütü olursun ya da böyle
defterini dürerim mesajını veriyor Tayyipgiller.
“Anayasa’nın 135’inci Maddesi’nde
meslek örgütlerinin kanunla kurulacağı ve
organlarının da kendi üyeleri tarafından
kanunda gösterilen usullere göre seçilecek
kamu tüzel kişilikleri olduğu belirtilmektedir.
Yine
Anayasa’nın
124’üncü
Maddesi’ne göre kamu tüzel kişilikleri kendi alanlarıyla ilgili yönetmelik çıkarma
yetkisine sahip kılınmışlardır. Bu çerçevede bir kamu tüzel kişisi olan TMMOB ve
bağlı odalar kendi mesleki düzenlemelerini
yapma konusunda Anayasal olarak yetkilidir. Anayasa’nın yerinden yönetim kuruluşu olarak tanımladığı meslek örgütlerine
yönelik olarak iktidara tanıdığı sınırlı yetki sadece “idari ve mali denetime ilişkin”
olup, onu da yasama organının yapacağı
kanun düzenlemesi ön koşuluna bağlamıştır. Anayasa’dan aldıkları yetkiye dayanarak meslek örgütlerinin tüm düzenleme,
karar ve işlemlerinin hukuka uygunluk denetimi yine Anayasa’nın 125’inci Maddesi
gereği yargı organı tarafından yapılmaktadır.” (Elektrik Mühendisleri Odası,
29.06.2011 tarihli açıklama)
Anayasaya
dayanarak
oluşturulan
TMMOB’nin mevcut yasası hâlâ yürürlüktedir. Çıkarılan KHK ile TMMOB ve bağlı odaların yetkilerinin gasp edilmeye çalışılması
bir çelişki oluşturmaktadır. Bu da uygulamada ciddi sorunlar yaşatacaktır.
Tayyipgiller’in seçim öncesi yangından
mal kaçırırcasına çıkardığı bir başka Kanun
Hükmünde Kararname de Tarım Orman ve
Köyişleri Bakanlığını kaldırarak Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığını oluşturan
639 sayılı KHK’dir.
Yeni kurulan bakanlığın isminden de anlayacağımız gibi, Köyişleri artık tamamen saf
dışı bırakılmıştır. Köyler ve hâlâ nüfusumuzun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan “memleketin efendisi” köylümüz Allah’a emanet…
Bu KHK’de de Bakanlık bünyesinde oluşturulan kurumların görev ve yetki tanımlarının yetersiz, birbirine girmiş olmasından dolayı uygulamada sıkıntılar yaşanacağı aşikâr.
Yine bakanlık, kooperatifçiliği teşvik etmekten vazgeçmekte, tam tersine bakanlık
bünyesinde varlığı korunan Tarım Reformu
Genel Müdürlüğünün ilk görevleri arasında
“rekabetçi bir tarım sektörünün oluşturulması” yer almaktadır.
Tayyipgiller’in yeniden, üstelik oylarını
artırarak hükümeti kuran parti olmasıyla birlikte önümüzde zor
günler bizi bekliyor.
Peki kimin için zor
günler?
Elbette ki İşçi Sınıfımız ve Emekçi Halkımız için. Tıpkı halkımız gibi, doğa ve tarihsel miraslarımız da bu
zor günlerden payına
düşeni alacak ne yazık
ki. ABD-AB Emperyalistleri, onların yerli
uşakları içinse, bir süreliğine de olsa vurgun
ve sömürülerini artıracakları günler. Ama
onlar için Türkiye, dikensiz gül bahçesi olmayacak. Çünkü önümüzdeki günler zor olduğu kadar İşçi Sınıfımız, Emekçi Halkımız ve onların partisi olan
Partimiz için de mücadeleyle dolu günler olacak. Karanlıkları yara yara aydınlıklara varacağımız günler…
Elbet işler tersine dönecek. Rüzgâr bugün
için Tayyipgiller’den yana esiyor olabilir ama
Latin Amerika’yı saran sol rüzgârlar gibi ülkemizde de sol rüzgârlar esecek, fırtınalar kopacak. İşte o zaman biz doğaya, tarihe, insana
saygılı bir düzen kuracağız:
“Kurtuluş Partisi, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte,
doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmektedir. Bunun için
doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara
zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanadır. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacaktır.
“(…) Parababaları yalnız insana değil,
Tarihe ve Tabiata da hiç saygı duymamaktadır. Sevgi beslememektedir. Bu sebeple
de şehirlerimizin Tarihi dokusunu, yeşil
alanlarımızı, kıyılarımızı acımasızca tahrip etmekte, yok etmektedir.
“(…) Oysa bilime göre, şehirlerin Tarihi dokusu korunur, yeni ilaveler, genişletmeler, çevredeki boş araziler üzerine yapılır. (…)
“Kıyılarımız, koylarımız, yeşil alanlarımız, göllerimiz, nehirlerimiz ve denizlerimiz de gözümüz gibi korunur. Kirletilmez,
bozulmaz.
“(…) Partimizse, Parababalarınınkinin
tam tersi bir tutumla, bütün bu konularda
sadece bilimin emrettiği şekilde davranacaktır. Yapılması gerekenleri, bedelini
umursamaksızın, hızla yerine getirecektir.” (Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve Programı, s.114-116)
İyi sendikacı nasıl olunur?..
Aklı olmayan kişi hayvan misali kim binerse onun olur.
İmam Cafer-i Sadık, Buyruk- S-38
“B
ir işçi, işgücünü emeğe dönüştürdüğü sürece yani çalıştığı ve ürettiği sürece işçidir.
Ve bir işçinin işgücü de ne denli hünerli
ise ve bu hünerini kullanarak ne kadar
çok değer yaratabiliyorsa o işçinin değeri o kadar çoktur. Kısaca en iyi işçi en
çok değer yaratan işçidir. En iyi doktor
hastalarını en iyi tedavi eden doktordur.
En iyi öğretmen öğrencilerini en iyi yetiştiren öğretmendir.”
En iyi sendikacı da en çok işçi örgütleyip bilinçlendiren sendikacı olmalıdır. Ve
böyle örnekler devam eder gider.
“Arının iyisi çok bal yapandır. Arının bal yapmayanına “Eşek Arısı” der
halkımız. Ona iyi gözle bakmaz.” (Devrimci Derleniş, Mart 1981)
Saygıdeğer arkadaşlar, geçen günlerde
bir sendikacı işyerimizi ziyarete gelmişti.
Kendisiyle sohbet ederken, övünerek, bana: “20 yıldır sendikanın başındayım” dedi. Bu arada etrafımızda bizi dinleyen işçi
arkadaşlarım kendi aralarında mırıldanarak, “helal olsun be! Demek ki 20 yıldır
sendikanın başındaymış vay be!” diyerek,
bu “abimize” övgüler sıralayarak, “sendikacı dedin mi böyle olur” diyerek, aralarında konuşarak, bizleri dinlemeye devam
ettiler.
Tabiî bende bir işçi olarak, kısa bir süreliğine de olsa işçilerin hür iradesiyle seçilip sarı gangster sendikacıların bitmez tükenmez ayak oyunlarıyla ya da “hür iradeleriyle” uzaklaştırılmış bir işçi olarak, bu
sendikacı “abimizin” 20 yıldır bu sendikanın başında nasıl durduğunu tahmin edebiliyorum.
Neden sendikacılık ülkemde bir meslek
yani bir geçim kapısı haline dönüşmüş?
Tabiî bu işi hakkıyla yapan gerçek sendikacıları ya da İşçi Sınıfı önderlerini ve
bu mücadelede yaşamını yitiren herkesi
bunun dışında tutuyor ve o onurlu, namuslu insanların önünde saygıyla eğiliyorum.
Tekrar konumuza dönersek, şimdi değerli arkadaşlar, baştan başlarsak, ülkemizin nüfusu son sayımlara göre 75 milyon
olarak tahmin ediliyor. Bunu baz alırsak,
çalışanlarımızın sayısı ise 23 milyon olarak biliniyor ya da ben öyle biliyorum.
Mevcut Sendikalar Yasasına göre bir işkolunda toplu iş sözleşmesi yapabilmek için,
o işkolunun en az % 10’unda örgütlü olmak gerekiyor.
O zaman 23 milyonun % 10’u, 2 milyon 300 bin eder. Ülkemdeki meşhur sendikacılara sorarsak, değil diyerek 2 kere
2’nin nasıl 4 olmadığını anlatırlar. Çünkü
bunlar diyalektiğin “olanı olduğu gibi görmek, anlatmak” şaşmaz prensibini tersine
çevirmiş; “olanı olduğu gibi” anlatmamaya
yemin etmişlerdir. Şimdi bu on yıllık, yirmi yıllık sendikacılarımız, hesabı yuvarlayarak, aşağı yukarı 23 milyonun yüzde
onunun 650 bin ettiğine bize inandırırlar.
Tabiî kendileri de inanır.
Mademki sendikacıdan başladık, o zaman bütün matematikçilerin hesaplarını altüst eden “iyi bir sendikacı nasıl olunur?”un formülünü sizlere anlatayım. Ancak peşinen söyleyeyim, ben iyi bir sendikacı olamadım, tüm işçi arkadaşlarımdan
özür dilerim.
KURAL 1: Öncelikle “demokrasiye”
inanacaksın.
KURAL 2: Bu demokrasiye inanacaksın ki attığını vuracaksın.
KURAL 3: Anlatırken sararacaksın ya
da kızaracaksın, olmadı rengârenk olacaksın o meşhur hayvancağız gibi. Gerçi hayvancağız yaşamda kalmak için böyle oluyor ya; neyse kusura bakmasın bukalemun… İyi bir sendikacı olmak için o koltukta kalmak için hayvanlaşacaksın, eline
sazı alacaksın. Diyeceksin ki, sınıf mücadelesinde, pardon sendikacılıkta siyaset olmaz. Ey ne olacak? Suçlu bulmak lazım. O
da hazır. Nitekim bu yasanın suçu. 12 Eylül yasası işçiye, memura, öğrenciye, bilim
adamlarına, askere, fakire siyaseti yasakladı, diyerek, bu besteni günde 5 vakit Arapça okuyacaksın ki kimse anlamasın.
Yeter mi?
Yetmez. Dersimize devam edeceğiz.
Demokrasi var dedik ya, onu kendimize uygun hale getirerek uygulayacağız. İşçinin örgütsüz hür iradesiyle seçim yapacağız. Önce temsilcilerini seçtireceğiz (tabiî dilediğimiz temsilciyi seçmek koşuluyla), sonra istediğimiz, sözümüzden çıkmayan delegeleri, onların oylarıyla başkanları
ve tabiî ki genel-büyük başkanları seçtireceğiz. Bütün bunları da sanki işçi kendisi
seçmiş sanacak.
Tabiî bu seçim nasıl olur?
Ortaya sandığı koyacaksın. Pardon, ondan önce, rakip mi var, o sandığa gelmeden
binbir iftirayla, yalanla dolanla işverene şikayet edeceksin, huzura çağırtacaksın,
baktın ki korkmuyor, sen de bıkmadan, yılmadan, “demokratik” oyunlarına devam
edeceksin.
Şimdi sandığı ortaya koyacaksın, sandığın sağına eli telsizli çavuşlar, soluna satılmış onbaşılar, karşısına işçiyi kucaklayan
müdürler, amirler koyacaksın. Rakibin listelerini isteyeceksin. Getirmeyenleri işsizlikle ve sürgünle korkutacaksın. Baktın
korkmuyorlar, o zaman oyları çalacaksın
ama yakalanmayasın. Yakalanırsan, pardon de, ne yapayım, huyum dersin. Baktın
ki bunlar çetin ceviz çıktı, o zaman en dokunaklı besteni söyleyeceksin:
Önce işçileri ikiye böleceksin; sağcılar
ve solcular, diye. Ondan sonra bir daha böleceksin; Kürtler ve Türkler, diye. Bir daha; Aleviler ve Sünniler… Olmuşken iyicene bölünsün; şuralılar buralılar, kısalar
uzunlar, siyahlar beyazlar… Baktın ki daha da geliyorlar; Yunan, Ermeni diyeceksin… Öyle bir dokunaklı söyleyeceksin ki
bu besteni, paramparça olmuş işçi birbiriyle uğraşırken, seni de hizmet ettiğin efendini de unutsun…
Baktın yine de olmuyor, o zaman koltuk için her yol mubahtır, efendine hizmette sınır yoktur, diyeceksin. Adalet mülkü
olanındır, diyeceksin. Baldırı çıplak işçinin
haddine mi sendikacılık deyip hukukun üstünlüğünü devreye koyacaksın. Seçimi iptal etmek için, haraca bağladığın işçinin aidatlarıyla bir yolunu bulup, iptal edeceksin.
Sonra çok hızlı bir şekilde eş, dost, akraba, ölmüş kalmış, mezar taşındaki isimlerle seçim yapacaksın. Tabiî “demokratik”
bir şekilde seçileceksin. Mazbatanı alacaksın, İşverene göndereceksin. İşçi o zaman
duyacak. İşçiye de; yasaya, hukuka uygun,
demokratik bir seçim yaptım. Sen gelmedin, diyeceksin. O da, haberim yoktu, dediğinde, o da senin sorunun, diyeceksin.
Baktın ki yine de işçi yemiyor, o zaman işi
kökten halledeceksin. Sendikayı çok para
verene satacaksın ve hamdolsun, diyeceksin.
E, itiraz var… Hocam o itiraz, 12 Eylül
netekim yasası, Evren Paşa yasası, geçti,
diyerek artık 12 Eylül Tayyip Paşa (padişah) yasası geldi. Bu yasada işçiyi torbaya
koyacaksın, kadını çarşafa dolayacaksın,
öğrenciyi tazyikli suyla iyicene yıkayacaksın, üzerine limon ve acı biber gazı sıkacaksın, bilim adamını, askeri, yurtseveri,
gazeteciyi hapse tıkacaksın, ne yapayım,
Tayyip Paşa yasası böyle, diyeceksin…
Tabii ki mırıldanmalar olacak, ümitliydik, e yetmez ama evet dedik, açıldık, saçıldık, göbek attık, ne oldu? Onlar için Evren Paşa yasaları daha iyiymiş… Neyse
konumuza dönersek, tüm bunları yaptıktan
sonra tabiî ki yıpranırsın, o zaman da mebus olup çıkacaksın…
İşte “iyi bir sendikacı” olmak için böyle mücadele edeceksin. Ya da iyi bir işçi
yani işgücünü emeğe dönüştüren bir işçi
olarak, bir sınıfa yani İşçi Sınıfına dönüşeceksin. Bu, koltuğa ve efendisine sevdalı,
sarı gangster hırsız sendikacılar kadar kendi sınıfsal çıkarın için mücadele edeceksin
ki, Tarihine, Direnişlerle, İşgallerle, Grevlerle ve gerektiğinde kellesini ortaya koyarak bedeller ödemiş İşçi Sınıfı önderlerine
layık olasın. Aksi halde bu “iyi sendikacı”lardan kurtulamazsın. 12.03. 2011
İzmir’den
Bir İşçi Yoldaş
17
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
İ
Edebiyat ve Yaşam
nsan ya da insanlık, doğuşundan beri
hep daha güzele ulaşmak için mücadele
eder. Her alanda… Toplumsal, insancıl
gerçeklikten kaynaklanan ve öyle olduğu
için de zaman aşımına uğramayan bir sanat
ise sınıf savaşımının güçlü bir aracıdır.
Devrimin sanatı etkilemesi kaçınılmaz olduğu gibi, çöküşün kötü biçiminin yarattığı
tahribattan kurtulup tekrar mücadele azmi
göstermek de sanatla mümkün olabilir.
Devrim sanata bir ruh, sanat da devrime kalıcılık sağlar. Böylece devrimle sanat arasındaki karşılıklı bağları, etkileri görmek
mümkündür.
Evet, giriş bölümünden de anlaşıldığı
gibi sanat oldukça güçlüdür. Kötü gidişatı
fırçayla, kalemle, dansla vb. değiştirmek
mümkündür ya da en azından bu alanda büyük kazanımlar elde edilebilir. Sanat dallarından en güçlü silah ise kalem, kullanıcısı
da bir edebiyatçıdır. Çünkü edebiyat evrenseldir, dünyanın her yerinde sesini duyurabilir, çok geniş kitlelerce okunabilir. Dünya
edebiyatının en iyi örneklerinden biri Rus
Edebiyatı’dır. Devrimi ayakta tutan, devamını sağlayan elbette toplumdur.
Doğru, SSCB dağılmıştır. Şimdi diyeceksiniz ki, hani sanat devrimin kalıcılığını
sağlardı? Haklısınız, yazının girişinde öyle
demiştim. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Ama
devrimlerin kalıcı olmasında takdir edersiniz ki birçok etken var. Bunlardan en önem-
lilerinden birisi de sanat-“edebiyat”tır.
SSCB’nin çöküşünde de sanatın gerçek işlevini yerine getirememesinin mutlaka büyük önemi olmuştur. Ama şundan eminim
ki, dünyadaki bütün devrimleri, olumlulukları ve olumsuzluklarıyla, edebiyatla öğrenmek mümkün. Belki de kalıcılık derken bunu da kastediyor olabilirim.
Evet, gelelim Rus Edebiyatı’na… Rusya’da birçok realist yazar, köleliğe, Çarın
dayanılmaz baskısına ve zorbalığına karşı
açılan mücadeleye katılmış, türlü yollardan
sanatlarında bunu ifade etmişlerdir. Bu eylem, edebiyatta çok ilginç çizgilerle işlenmiştir. Böylece edebiyatla insan uyandırılmaya çalışılmıştır. Bu büyük uyanış bütün
dünyaya eserlerle duyurulmuştur. Yazarlar
hem toplumsal yapıyı eleştirmiş hem de yeni fikirleri kökleştirme gayretinde bulunmuşlardır.
Puşkin, Gogol, Herzen, Dostoyevski,
Turgenyev… Sanatçıların eserlerini okuduğunuzda, ki okumuşsunuzdur, devrimin
ve devrim öncesinin izlerini görmek mümkündür. Puşkin, despotluğa, köleliğe ve
Çarlığın hükümranlığına etkili darbeler indiren keskin bir silah olmuştur. Gogol, ülkeyi kımıldatıp uyandırmış ve toplumsal
yerginin eşsiz ustası olmuştur. Gorki’ye ve
onun muhteşem eseri, topluma mal olmuş,
“AA”sına değinerek söyleyeceklerime
devam etmek istiyorum:
Edebiyatçı; çağına, geleceğin insanına
yolu açmak için her şeyi yapmalıdır. Edebiyatta ideolojiye de bağlanmalıdır. Sanatçı,
çağının ilgilerini, düşüncelerini, özlemlerini en geniş biçimde yansıtmalıdır. Ezilenin
yanında olmalı, kötü düzeni, bozuk düzeni
eleştirmeli, değiştirmek için kalemini oynatmalıdır.
Hikmet Kıvılcımlı, “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi” kitabında şöyle der:
“Cedideciler, kendi çağlarında mensup oldukları sınıf ve zümrelerin içinden
gelme en orijinal, en aslına uygun örneklerinden başka bir şey değildirler. Eğer
bir hastalıkları, kusurları varsa, bunu
sırf kişiliklerinde değil, edebi kişiliklerini
gerektiren sosyal köklerinde, ortamlarında, çevrelerinde aramak ve bulmak
gerekir ve elden gelir.”
Usta’mızın dediği gibi, yapıtlar sanatçıların, çevrenin, toplumun birer aynası gibidir. Ve gerçekliğe ancak eserlerle ulaşabiliriz.
Edebiyatta sözcük, imge, biçim, içerik
bir bütünlük gösterir. İçerik ne kadar güçlü
ve etkili, coşku ne kadar kuvvetli ve tutarlı
olursa, edebiyat eseri de doğal olarak o kadar güçlü ve etkili olacaktır. Bir eser, toplumun sınıf yapısına, sınıfı yöneten kitlelere
incelikle bağlanmıştır. Sınıfsal içerik yapıtın ideolojik ve gerçek dayanağında yansımalıdır. Her yapıt, elbette içerikçe zengin
olanlar, kitlelere ulaşacak
biçimde düzenlenmelidir.
Edebiyatçı, eserin ideolojik
içeriğini ortaya çıkarmalıdır. Şüphesiz, sadece tematik açıdan bir esere yaklaşmak, kısır bir tutumdur.
Marksizmin ince çözümleme yöntemine uygun düşmez. Marksizm, edebiyata
değişik açılardan yaklaşabilir. Sanat yapıtlarını, belirli
yaşam koşullarını az ya da
çok gerçekçi bir tutumla
yansıtmaları açısından inceleyip çözümler. Eserin yazarını da sözcüsü olduğu sınıfı da tanıtır.
Edebiyatımız, evriminin
en belirleyici dönemlerinden birinde bulunuyor. Edebiyatımız, bu dönemi değişken çizgileriyle yansıtmayı
gitgide daha iyi öğreniyor.
Toplumcu, köylü ve işçi
edebiyatlarındaki değişik
eğilimler dışında, ülkemizde hâlâ eski tutumlarını sürdüren kimi yazarlar var.
Bunlar, proletaryanın iktidarını benimsemedikleri gibi sosyalizmin temel ilkeleriyle de uzlaşamıyorlar.
Günümüz sanatının, burjuva sanatının
temel özelliği, içerikten yoksun oluşudur.
Sanatsal alanda hiçbir duygu ve düşünce
ortaya koyamamıştır.
Devrim, olağanüstü boyutta geniş ve derin düşüncelerin doğuşunu sağlar, kahramanca ve karmaşık duygular uyandırır, onları körükler. Bununla birlikte sosyalizmi
gerçekleştirecek olan İşçi Sınıfı bütün sanat
biçimleriyle donanacaktır. Afişlerin, dövizlerin yanında derin düşünceleri, güçlü duyguları kapsayan eserler katıksız bir şekilde
Sosyalist Gerçekliğin kavranmasına yardım
edecektir. Bolşevik Devrimi’nin ardından
Blok’un “Duz” ve Mayakovski’nin “Gülünç Gizler”inin sosyalizmin kavranmasında, özellikle edebi çizgide önemli katkıları
olmuştur.
Marks Usta ne demiş?
“Filozoflar sadece dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindi; oysa
asıl mesele onu değiştirmektir.”
Edebiyatçıların kalemleri bir kerte de olsa dünyayı değiştirmelidir, değiştirecektir
de.
Kocaeli’den
Kurtuluş Partili
Bir Eğitim Emekçisi
Şafak Öğretmen’i Kaybettik,
Sorumlusu Parababaları Düzenidir!
Ş
afak Bay… Ataması yapılmayan
meslektaşlarıyla birlikte Parababalarının zulüm düzenine kafa tutuyordu.
Yıllarca onca emek sarf edip, öğretmen
olma yeterliliğine kavuşmalarına rağmen,
KPSS gibi bir sınavı geçemediği için işsizlik cehennemine atılan, bütün hayallerini,
ideallerini süresiz biçimde ertelemek
zorunda kalan, sayıları 350 bini çoktan
geçmiş “Ataması Yapılmayan Öğretmenler”in sesiydi Şafak Öğretmen.
Şafak Bay, toplumumuzdaki en büyük
yaralardan biri olan işsiz öğretmenler
faciasını kamuoyuna duyurmak için insanüstü bir gayret gösterdi. Dağınık ve örgütsüz olan binlerce işsiz öğretmeni bir araya
getirebilmek için Ataması Yapılmayan
Öğretmenler Platformu (AYÖP)’ün
kuruluşunda yer aldı. Yürütülen mücadele
kısmen de olsa ataması yapılmayan öğretmenlerimizin sesini kamuoyuna duyurdu.
Binlerce ataması yapılmayan öğretmenin
katıldığı eylemler yapıldı, bu eylemler
TBMM’ye gündem olacak kadar ses getirdi.
Ne var ki Şafak Öğretmen’in önünde
birbirinden hain iki kahpe düşman vardı.
İlki bedenini saran sinsi kanser illetiydi.
Kemik kanserine yakalanmıştı Şafak
Öğretmen. Bu zalim hastalık bedenini iyiden iyiye sarmış, günden güne onu yiyip
bitirmekteydi. İkinci illet de kanserden
daha beter Parababaları düzeniydi. Sinsi
kemik kanseri sadece Şafak Öğretmen’i
yiyip tüketiyordu, ancak Parababaları
düzeni hem ona, hem yüz binlerce işsiz
meslektaşına, hem de İşçi Sınıfımız başta
olmak üzere bütün emekçi halklarımıza
cehennem azabı yaşatıyordu. İşte Şafak
Öğretmen bu iki cellâda da meydan okuyarak mücadelesini yükseltti, sesini duyurdu.
Başta Tayyipgiller olmak üzere Parababaları düzeninin sahipleri Şafak Öğretmen’e hayatı zindan etti. Şafak Öğretmen’in tek istediği şey, en büyük ideali
olan öğretmenlik mesleğini icra etmek,
öğrencilerine kavuşmaktı. Bir röportajında
“Hep rüyamda ders zilinin çaldığını,
benim de sınıftan içeri girdiğini
görürdüm, son zamanlarda o rüyaları
da görmez oldum” diyordu. Bir taraftan
tarifi imkânsız kanser ağrılarına katlanırken diğer taraftan da Ankara’da
eylem yapmak için bir araya gelen ataması
yapılmayan öğretmenlere destek için Abdi
İpekçi Parkı’na gelmişti, yürümeye bile
mecali yokken.
Ve en sonunda iki kahpe düşmanın zulmüne yenik düştü Şafak Öğretmen’in
bedeni. Şafak Öğretmen’i kaybettik. Tıpkı
daha önce intihar eden 21 öğretmen gibi
Şafak Öğretmen’in ölümünün sorumlusu
da Parababaları düzenidir. Bir taraftan
kamuya ait ne varsa kendilerine ve yandaşlarına peşkeş çekerken, diğer taraftan
öğretmen atamalarını çeşitli bahanelerle
yapmayan Tayyipgiller yaratmaktadır bu
trajediyi. Bunlarda insanlıktan zerre eser
yoktur. Daha dün Hopa’da bir emekli
öğretmeni, bir devrimci öğretmeni, Metin
Lokumcu’yu alçakça katlettikten sonra
“Tabi bu arada bir tanesi de kalp krizi
geçirerek ölmüş, kimliğini bilmiyorum,
üzerinde durmaya da gerek duymuyorum” diyen alçaklar sürüsüdür bu
katliamları yaratanlar.
Şafak Öğretmen’i 11 Haziran günü
Mersin’de toprağa verdik. Kurtuluş Partisi
Mersin İl Başkanı ve Yöneticileri olarak
son yolculuğunda onu yalnız bırakmadık.
Sen rahat uyu Şafak Öğretmen’im.
Elbet bir gün sana ömrünün son günlerini
zindan edenlerden hesap soracağız. Demokratik Halk İktidarını kurarak Parababalarının kanser düzenini ortadan kaldıracağımız gibi Sosyalizmi kurarak halk için nitelikli ve bedava sağlık hizmetini tesis edip,
seni genç yaşta ölüme götüren illetleri,
örneğin kanseri önleyebileceğimiz, sağlıklı bir toplum inşa edeceğiz. Mücadelen biz
devrimciler tarafından sürdürülecek ve
zafere ulaştırılacaktır.
Şafak Öğretmen Ölümsüzdür!
Kurtuluş Partili
Kamu Emekçileri
Şafak Öğretmen Ölümsüzdür!
11
Haziran Cumartesi günü omuzlarımızda toprağa verdik
Şafak Öğretmen’i, Mersinli Kurtuluş Partililer olarak.
Daha sonra ailesine başsağlığı ziyaretine gittik.
Ataması Yapılmayan Öğretmenler mücadelesinde tanışmıştık Şafak Öğretmen’le. Ve aynı amaç uğruna mücadele
ederken yoldaşlaşmış, kardeşleşmiştik. Bu yüzden sadece bedence aramızdan ayrılabilirdi Şafak Öğretmen.
Başsağlığı ziyaretimizde de ailesine de Şafak Öğretmen’i
öldüren bu kanser düzenini yok edene kadar, onun ideallerinin
mücadelemizde yaşayacağının sözünü verdik. Şafak Öğret-
men’in sadece onların evladı olmadığını Türkiye halklarının
bir evladı olduğunu söyledik. Ve bu halklarla sonsuza dek yaşayacağını söyledik...
Kahrolsun Şafak Öğretmeni Öldüren Kanser Düzeni!
Şafak Öğretmen Ölümsüzdür!
Mersin’den
Kurtuluş Partililer
Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Kocaeli Kitap
Fuarı’nda Kocaeli Halkıyla buluştu
D
erleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği, bu yıl üçüncüsü yapılan
Kocaeli Kitap Fuarı’ndaydı. 14 Mayıs-22
Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen fuara 315 yayınevi katıldı.
Kitapevleri sayısının ve kitap çeşitliliğinin azlığı sebebiyle, aradığınız her kitabı bulamadığınız Kocaeli’de böyle bir fuar okuyucular için iyi bir fırsat olmuştur. Derleniş
Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak,
Kocaeli Halkına Partimizi ve Partimizin ilk
Genel Başkanı, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtmak amacıyla katıldık bu Fuara. Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı’nın kitaplarını ve Partimiz Önderliği’nin gelişen süreci değerlendirdiği-çözüm ürettiği diğer yayınlarını sergiledik
standımızda. Standımızı Usta’mızın posteriyle ve Partimizin ideolojisini ifade eden afişlerimizle süsledik.
Fuarda siyasi bir duruşu olan tek stanttık.
Ziyaretçilerin standımıza ilgisi bizi memnun
etti. “Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarının bulunduğu bir stant bulduğu için koşa koşa gelenler”, “standımızı tanıdıklarına tavsiye
edenler”, amacımıza ulaştığımızı gösterdi.
Fuarın son günü, 22 Mayıs Pazar saat
12.00’da bir Panel düzenledik. “27 Mayıs
1960 Politik Devrimi’nden Bugüne Türki-
ye ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu panelin konuşmacısı Halkın Kurtuluş Partisi
Başkanlık
Kurulu
Üyesi
Gürdal
Çıngı’ydı.
Dikkatle ve ilgiyle izlenen Gürdal Çıngı’nın konuşması sık sık alkışlarla desteklendi.
(Bu konuşmanın tamamını Gazetemizin
diğer sayfalarında yayımlıyoruz.)
Kocaeli’den
Kurtuluş Partililer
Kuzeyden Güneye her yerde biz varız!
S
eçimler dolayısıyla ülkenin tüm topraklarını babasının çiftliğiymiş gibi
görerek dört bir yanda yarattıkları
gürültü, çevre vb. kirlilikler yetmezmiş
gibi kendilerine kimsenin ses çıkarmasını,
kimsenin “Su Haktır Satılamaz, Çaykur
Metin Lokumcu
Özelleştirilmesin” diye haykırmasını
istemiyorlardı. Artvin Hopa’da da gönderdiler kolluk güçlerini ve METİ
LOKUMCU’yu öldürdüklerini düşündüler. Fakat bizler bir ölür bin doğarız. Öyle
de oldu.
Biz HKP İskenderun İlçe Örgütü olarak, Tayyipgiller’in ve onların kolluk kuvvetlerinin METİ LOKUMCU’ya ve
her yerde tüm devrimcilere göstermiş
oldukları insanlık dışı muamelelere karşı
KESK’in düzenlediği eylemde yer almayı görev bildik. Partimizin flamalarını alarak toplanma alanına doğru yola çıktık.
Kortejdeki yerimizi alarak İnönü Meydanı’ndan AKP İlçe Teşkilatı önüne kadar
sloganlar eşliğinde yürüdük. Burada yapılan basın açıklamasının ardından tekrardan Parti binamıza döndük.
İskenderun’dan
Kurtuluş Partililer
18
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Bunlar insan sefaleti!
S
ınıflı toplumda yaşıyoruz. Yani yalanın,
hilenin, dümenin, düzenbazlığın, köşe
dönmek ya da bir makama, koltuğa, üne,
poza sahip olmak için insanlığından ödün vermenin, insanlığını bir kuruş paraya satmanın erdem sayıldığı toplumda yaşıyoruz. Elbette, bu
toplumu Parababaları bu hale getirmiştir. Biliyoruz, İlkel Komünal toplumda insanlar yalan,
hile, düzenbazlık bilmezlerdi. Çünkü insanlar
eşit kankardeşleri halinde yaşıyorlardı. Oysa sınıflı toplum, insanın insanı ezdiği, soyduğu, sömürdüğü düzendir. Dolayısıyla da ezenler ve
ezilenler, soyanlar ve soyulanlar, sömürenler ve
sömürülenler diye ikiye ayrılmıştır. O yüzden
de ezenler, soyanlar, sömürenler safında yer almak isteyen kişiliksizler, karaktersizler çıkıyor
bu toplumda bolca…
İşte bunlardan bir tanesi de Ölçme, Seçme
ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanı Ali
Demir.
Biz insanlara, sırf siyasi görüşlerinden ötürü
kötü gözle bakmayız. Asla hakaret etmeyiz.
Olaylara bakarak ve olaylar karşısındaki tutumlarına bakarak değerlendirmelerde bulunuruz.
Yusuf Ziya Özcan
Ali Demir’e de öyle bakıyoruz. Ancak baktığımızda kişiliksiz, karaktersiz, onur yoksunu, güvensiz, bencil, kişicil çıkarlarını önde tutan biri
bir insan sefaleti görüyoruz.
Niye mi?
Kendisi hakkında söylenen şu sözlerden ve
o sözler karşısında takındığı tutumdan ötürü.
Üstelik de bu sözleri söyleyen, aynı yolun yolcusu oldukları Tayyipgiller’den YÖK Başkanı
B
Yusuf ziya Özcan...
YÖK Başkanı Y. Z. Özcan, 29 Mayıs’ta Ali
Demir için bakın ne dedi:
“Maalesef ÖSYM’ye güven erozyonu oldu. Ali Demir’in krizi idare edişiyle bu noktaya geldik. Ali bey çıkıp her şeyi anlatsaydı
bu noktaya gelmezdik. Deneyimsiz olması
eleştirilebilir doğrudur. Ama zor bir iş. Kopya çekilmemesi için abarttı, paranoyaklık
yaptı. Hatta ölçüyü fazla kaçırdı. Tuvalet iznini kaldırmak saçmaydı. İnsan nikâh yüzüğüne bluetooth nasıl koysun? İmtihan için
yıllardır taktığım yüzüğü niye çıkartayım ki.
(…) İdari hatası var. (…)” (Abbas Güçlü, Milliyet, 29.05.2011)
Türkçe sözlüğe göre de Paranoya: “Abartılı gurur, kuşku, sanrı, güvensizlik ve bencillikle belli olan bir ruh hastalığı”dır.
Y. Z. Özcan bu değerlendirmeleri hangi
olaydan ötürü yaptı?
Yüz binlerce öğrencinin geleceğinin söz konusu olduğu Yükseköğretime Geçiş Sınavı
(YGS) sonrası yaşanan şifre ve kopya olayının
açığa çıkmasından ötürü...
Binlerce öğrenci, Fethullahçı-Tayyipci-Şeriatçı öğrencilere verilen şifre ve kopyaya karşı,
şehirlerden ilçelere ülkenin her yanında gerçekleştirdikleri eylemlerle geleceklerinin göz göre
göre karartılmasına karşı en haklı, en insanî tepkilerini dile getirip, Halk Kurtuluşçu Liseliler
başta olmak üzere “Emek Hırsızı ÖSYM” adı
altında örgütlenerek “A, B, C, D, E Kopyacı
Şifreci AKP” diye haykırdılar eşitlik ve adillik
talebini. Bütün bunlar olurken hiç sesi çıkmayan, aksine ÖSYM Başkanı Ali Demir’in şifre
ve kopya iddiaları karşısında yaptığı ilk açıklamadan hemen sonra “tatmin olduk” diye açıklama yaparak, Ali Demir’e ve ekibine kol kanat
geren Y. Z. Özcan yapıyor bu açıklamayı…
Bu açıklama karşısında A. Demir ne yaptı?
Hiçbir şey! Tık demedi.
Niye?
Çünkü kendisini o koltuğa getirenler onlardı. Koltuk elden gitmesin de varsın ne derlerse
desinlerdi…
Şimdi bu insana insan sefaleti denmez de
başka ne denir?..
***
Hatırlayacağımız gibi YÖK Başkanı Özcan,
başlangıçta hararetle savundu Demir’i. Şöyle
söyledi 14 Mayıs’ta:
“Böyle bir sınavda Ali Bey’in istifa etme-
si için öğrencilerin hakkaniyetine zarar veren bir icraatı olması lazım. Bugüne kadarki
tecrübelerimizden ve yargının incelemesi sonucunda böyle bir husus ortaya çıkmadı.
Hiçbir öğrencinin hakkı yenmedi. Kimse
kimsenin önüne geçmedi veya arkasında kalmadı. Hak yenilmedikçe Ali Bey’in istifasını
istemenin bir anlamı olmadığını düşünüyoruz.” (t24com.tr)
14 Mayıs’ta bunları söyleyen Özcan, sonra
Ali Demir
bu düşüncesinden vazgeçti. 29 Mayıs’ta yukarıdaki değerlendirmeyi yaptı. 29 Haziran’da ise
istifa etmesi gerektiğini söyledi Demir’in. Açıklaması şuydu:
“Çok iyi ve çalışkan bir bilim adamı. Bence tek eksiği, iyi idareci olamaması. Cumhurbaşkanı da Başbakan da söyledi. Riski iyi yönetemedi. Kendisinden daha iyi performans
beklerdik. İyi performans gösteremedi. Eğer
iyi bir idareci olsaydı bunların hiçbiri yaşanmazdı. (…)
“(…)
“YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan bu kadar aksaklığın kendi olduğu kurumda yaşanması durumunda istifa edeceğini açıkladı ve Ali Demir’in istifasını neden istemediğini şöyle açıkladı ” Ön soruşturma
sonucunda ‘suçludur’ diye gelseydi alınacaktı zaten. “Suçu yoktur” denince biz de almadık. Kendisine kalmış bir şey. Kendisi isterse
istifa edebilir, engel yok.” (internethaber.com)
Sadece Özcan mı savundu Demir’i?
Hayır. İlk önce A. Gül savundu ve A. Demir’in yaptığı ilk açıklamadan sonra “Ben tatmin oldum” dedi. Tayyip de sahip çıktı Demir’e. Çünkü bizzat kendisi atamıştı.
YGS’deki şifre skandalı o kadar ayyuka çıkıp öğrenciler gerçek anlamda ayaklanınca ve
Konyalı bir öğrenci sınavın iptali için dava açınca mızrak çuvala sığmadı ve konu mahkemelik
oldu. Ankara Cumhuriyet Savcılığı yaptığı so-
ilindiği üzere, Partimiz
Kurtuluş Partisi Gençliği’ne Başbakana hakaretten dava üzerine imzalarımızı teslim
Gençliği tarafından,
ettiğimiz 9 Eylül 2009 gü2008-2009 döneminde,
nü, YURTKUR önünde
1 yıl süren ve Üniversite öğyaptığımız eylemi fırsat bilrencilerinin neredeyse tamamiş; hep yaptığı gibi kolluk
Parti binamızda yaptığımız basın açıklamasınmını ilgilendiren Barınma Sorunu ile ilgili dan kısa bir süre sonra, basın açıklamasını güçlerini kullanarak 44 arkadaşımızı kelepolarak “YURTKUR Uyuma Öğrenciye Yurt okuyan Yoldaş’ımız Konya Cumhuriyet Savcı- çeler takarak gözaltına aldırmıştır.”
Kur” konulu bir imza kampanyası başlatılmış- lığının talimatıyla Güvenlik Şube Müdürlüğü
İddianamedeki iddia ise oldukça komik ve
tı.
tarafından ifadeye çağrılmış, ifadesi alındıktan gülünçtür. “Tayyipgiller” kelimesindeki “gil7-8-9 Eylül 2009 tarihinde, topladığımız bir süre sonra hakkında dava açılmıştır.
ler” eki, “söz konusu mağdur sıfatındaki kibinlerce imzayı teslim etmek için İstanbul Takİddianame’de mağdur olarak Türkiye şinin onur, şeref ve saygınlığını aşağılamaya
sim Meydanı’nda başlattığımız yürüyüşümüz, Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Er- yönelik hakaret” olarak ileri sürülmektedir.
Ankara’da YURTKUR Genel Müdürlüğü doğan şeklinde bir bölüm geçmekte ve “KaGörmek isteyen herkes tarafından bilinönünde sonlanmıştı.
mu Görevlisine Görevinden Dolayı Haka- mektedir ki, ne Tayyip’te, ne şürekâsında, ne
YURTKUR önünde yaptığımız eylemde, ret” suçlaması yöneltilmektedir. Basın açıkla- de onların efendileri AB-D Emperyalistleri ve
kolluk güçleri tarafından 44 arkadaşımız ke- mamızdaki şu cümleler nedeniyle suçlama ya- yerli işbirlikçilerinde yukarıda belirtilen değerlepçeler takılıp gözaltına alınmış, ikisi avukat pılmaktadır:
lerin hiçbirisinin zerresi yoktur.
olmak üzere 43 arkadaşımız hakkında 2911 saSomut olarak kampanyamızdan örnek ve“Tayyipgiller bir yıl boyunca polis, savcı,
yılı yasa uyarınca “kanuna aykırı toplantı- belediye gibi her türlü olanağıyla bizi engel- recek olursak; eğer bunlarda insanî bir değer
yürüyüş yapmak” suçlamasıyla dava açılmış- lemeye çalışmıştır. Bunu somut olarak kam- olsaydı, binbir zorluklarla üniversiteye yerletı.
panya afişlerimizin İstanbul, Bursa, İzmir şen halk çocuklarının barınacağı devlet yurtla8 Nisan 2011 günü Ankara Adliyesinde gö- gibi illerde yasaklanmasıyla gördük. Yine rı yaparak gençlerimizi cemaat yurtlarının ve
rülen davanın ilk duruşması öncesi ortak basın bunu somut olarak Hüseyin Çelik’i YURT- tarikat evlerinin eline bırakmazlardı.
metniyle Ankara, İstanbul, Eskişehir, Konya KUR salonunda protesto eden arkadaşlarıBunlarda insanî bir değer olsaydı, paran
varsa oku, yoksa ne halin varsa gör demezlerdi.
Eğer bunlarda insanî bir değer olsaydı,
gençler, gerici ve baskıcı eğitim sisteminin
pençesinde olmazdı.
Bunların halkımızın deyimiyle ar damarı
çatladığı için kendilerine karşı yükselen her sesi susturmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Ama bizi tanımıyorlar. Tanısalardı, ömrünün 22,5 yılını Parababalarının zindanlarında
geçiren ve oraları “Kızıl bir Üniversite” haline
getiren Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olduğumuzu ve Usta’mızın deyimiyle
“Yıldırılamaz Gençlik” olduğumuzu bilirlerdi.
Bu tür baskılar ve saldırılar bizim için birer
onur nişanıdır. Hiçbir zaman yılmadan, usanmadan mücadelemize devam edeceğiz. Ve er
geç biz kazanacağız. Ellerinden geleni arkalarına koymasınlar. 21 Kasım tarihinde Konya 4.
Sulh Ceza Mahkemesinde görülecek duruşmada yine başımız dik, alnımız açık bir şekilde
olacağız.
Baskılar bizi yıldıramaz!
gibi illerde bu durum protesto edilmiş ve kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.
Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği olarak
duruşmadan bir gün önce, 7 Nisan tarihinde
mızın yurttan atılmaya çalışılmasında,
burslarının kesilmesinde gördük. Tüm yasaklamalara, yıldırma ve korkutma çabalarına rağmen yılmadık. Tayyipgiller bunun
Biz Kurtuluş Partisi Gençliğiyiz, Biz
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
Konya’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
ruşturma sonucunda “şifre ve kopya yoktur”
dedi ve sınavın iptaline gerek görmedi ama Ali
Demir hakkında “görevi ihmal ve görevi kötüye kullanma gerekçeleriyle YÖK Genel Kurulu’ndan soruşturtma izni talep” etti.
“Şifre ve kopya yok”sa, “görevi ihmal ve
görevi kötüye kullanma” nedeniyle “soruşturma
izni tale”bi niye?
Bu sorunun yanıtını Savcılıktan almak
mümkün olmadı. Ama o da Tayyipgiller’in hukuk bürosunun bir elemanı olduğu için, yaptığı
şey mantıklı değil ama normaldi… Zaten onlarda mantık aramak gerekmiyor.
Gereken ne onlar için?
Cemaatin çıkarına mı değil mi? Biricik ölçüt
bu onlar için…
Zaten “soruşturma izni” de vermedi YÖK ve
Başkanı Özcan. YÖK Genel Kurulu’nun 22 Haziran’da gerçekleştirilen toplantısında yapılan
oylamada Özcan, başsavcılığın talebinin reddedilmesi yönünde oy kullandı.
E ne oldu şimdi Özcan?
Hani Ali Demir paranoyaktı, hatalıydı. İstifa
etmesi gerekirdi?..
Bunlar gün oğlanı. Rüzgâr ne yönden eserse
o yönde eğilmeyi marifet sayıyorlar. Dün söylediklerinin bugün tam tersini söyleyebiliyorlar.
O zaman bu sözleri niye söyledi Özcan?
Çünkü o günlerde başta Liseli Gençlik olmak üzere toplumun büyük bir kesiminde “kopya ve şifre” olayına çok büyük bir tepki vardı. O
yüzden Liselilerin ve toplumun gazını almak
gerekiyordu. Tepkiyi azaltmak gerekiyordu. O
yüzden böyle sureti haktan göründü…
Bunların ustası, Demirel’dir, Özal’dır, Tayyip’tir…
Hatırlayacağımız gibi, Demirel de “dün
dündür bugün bugündür” diyerek tarihe geçmişti.
Tayyip de, İsrailli MOSSAD ajanı Sami
Ofer’e Galataport’u peşkeş çektiği ortaya çıkınca önce “görüşmedim” demişti. Arkasından
görüştüğü kanıtlanınca “görüştüm, görüşürüm, görüşeceğim” diyerek, suçluluk telaşıyla
sözde efelenmişti.
O Sami Ofer ki, İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu’nun “(…) gerçek bir Siyonistti ve
diğer Siyonistlere olan bağlılığını hiç unutmadı. Zirveye çıktığı günlerde bile” diyerek
göklere çıkardığı biriydi.
Tayyip, Özcan, Demir: Yani Tayyipgiller.
Böyledir bunlar… Ar damarları çatlamıştır.
***
Ya Y. Z. Özcan’ın kendisi?..
YÖK Başkanlığı’na atandıktan sonra 15
Aralık 2007 tarihinde TBMM Başkanı Köksal
Toptan ile görüşen Y. Z. Özcan arasında şöyle
bir diyalog geçmişti:
“Köksal Toptan: YÖK ile ilgili söyleyeceğiniz varsa...
“Y. Ziya Özcan: Hayır, yok hocam. Mümkün olduğu kadar bu işten kaçınıyorum.
“Köksal Toptan: Arada sırada bu konularla ilgili katılım için cevap da vermek lazım.
“Y. Ziya Özcan: Hem Sayın Cumhurbaşkanı tavsiye etti hem de Sayın Başbakan.
‘Aman hocam’ dedi, ‘Bir şey söylersin ipimizi
çekerler’ dedi...” (Gazeteler)
Yani Tayyipgiller, Özcan’a güvenmiyorlar.
Boşboğaz biri olarak görüyorlar. Kendi Ortaçağcı amaçları için yanlış, zamansız bir açıklama yapabilir diye düşünüyorlar.
Peki o zaman o makama niye getiriyorlar?
O an için en güvenilir eleman o da ondan…
Hatırlayacağımız gibi Y. Z. Özcan, YÖK
Başkanlığına atandığı günlerde, dönemin Maliye Bakanı K. Unakıtan ile bir bakanlık bürokratı arasında (açık unutulan bir mikrofondan duyulan) şöyle bir konuşma geçmişti:
“Bürokrat: Yeni YÖK Başkanının havası
değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor?
“Bakan Unakıtan: İsterse söylemesin...
“Bürokrat: Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak Sayın Bakanım çok ciddi başarı olur.
“Bürokrat: 300 milyona yakın üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar. Daha sesleri çıkmaz. Tarifeyi de ufak bir
rötuşla geçiştiririz böylece... (23 Ocak 2008,
Gazeteler)
Bir insan ancak böylesine aşağılanabilir…
Bu, üç kuruş para karşılığında üniversiteleri satma değil de nedir?..
Peki Özcan ne yaptı bu konuşmalar ve değerlendirmeler karşısında? Tepki gösterdi, “beni
parayla satın alamazsınız” dedi mi? Diyebildi
mi?
Hayır! Aynen Demir’in yaptığını yaptı. Hiçbir şey söylemedi-söyleyemedi.
Çünkü onu da oraya Tayyipgiller getirmişti…
Yani al birini vur ötekine… Ha Tayyip ha
Demir ha Özcan...
Bunlar yukarıda da söylediğimiz gibi aynı
yolun yolcuları. Yolları hangi yol dersek; ün,
poz, çalım, makam, koltuk peşinde koşma, vurgun vurma, soygun yapma deriz…
Tayyipgiller İstanbul Halkının Ekmeğine Göz Dikiyor
T
ürlü yöntemlerle elde ettikleri sözde
“seçim başarısı”nın ardından iyice pervasızlaşan Tayyipgiller, halklarımızı işsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehennemine atmaya devam ediyor. Koltuğunu bir süreliğine
de olsa garantiye alan Tayyipgiller işe; “Ulusal İstihdam Stratejisi” adını verdikleri soygun stratejisiyle, başta Kıdem Tazminatı ödemelerini kuşa çevirme, esnek çalışmayı yürürlüğe koyma gibi halk düşmanı tedbirleri içeren
planıyla başladı, bildiğimiz gibi.
Tayyipgiller’in bu halk düşmanı uygulamaları sadece sözde “Ulusal İstihdam Stratejisi”yle sınırlı kalmayacaktır. Yerellerde, yani
Tayyipgillerce yönetilen belediyelerde de bundan sonra vurgunun, soygunun, sömürünün
şiddeti daha da artacaktır. Bunun ilk işaretini
İstanbul’da halk ekmeğe yaptıkları yüzde
25’lik zamla verdiler. Sessiz sedasız yapılan
bu zamla İstanbul Halkı artık
ekmeği daha pahalıya yiyecek.
Dedik
ya,
Tayyipgiller iyice pervasızlaşmaya başladı diye. Önceden en
azından yapacakları ekmek
zammında daha
usturuplu davranırlardı. Bir örnek verelim buna dair: Bir süre
önce 300 gramı
40 kuruştan satılan İstanbul Halk Ekmeğinin
önce gramajını 175 grama düşürdüler. Tayyipgiller bu 175 gramlık halk ekmeğe 25 kuruş fiyat biçtiler. Yani ekmeğin fiyatıyla gramajı
orantılı biçimde değişmedi. Oysa eski gramaja göre orantılanınca 175 gramlık ekmeğin fiyatının 23 kuruş civarında olması gerekiyordu. Böylece Halk Ekmeğe gizli bir zam yapmış oldular. Hatırlanacağı gibi, bu Alicengiz
oyununu daha katmerli biçimde ulaşıma yap-
tıkları zamda uygulamışlardı.
Yapılan son ekmek zammında ise hiçbir
şeyi gizlemeye gerek görmeyen Tayyipgiller,
40 kuruşa satılan halk ekmeğin fiyatını doğrudan 50 kuruşa yükselttiler. Yani yüzde yirmi
beşlik bir zam yaptılar Halk Ekmeğe. Varlık
sebebi halkları soyup soğana çevirmek olan
Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisi Tayyipgiller, bu zamla halkımızın “ekmeğine göz
diktiğini” bir kez daha fiilen göstermiş oldu.
İnsanlarımız mevcut koşullarda zaten kuru
ekmekten başka doğru düzgün bir şey yiyememektedir, sağlıklı biçimde beslenememektedir. Hele hele halkımız açısından son derece
önemli olan Ramazan Ayı öncesi Tayyipgiller’in yaptığı bu ekmek zammı tam bir zalimliktir. Ramazanda zaten zar zor kurulan sofralar artık daha zor kurulacaktır. Dindar geçinen
Tayyipgiller, zam yapmak için Ramazan ayı-
nın geçmesini bile bekleyemediler…
Ama bu böyle gitmeyecektir. Elbette ezilen, sömürülen, dincilik gösterileriyle (hele
Ramazan ayındaki gösterişli “İftar Çadırları”yla) uyutulan halkımız, partisi öncülüğünde, Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde
Tayyipgiller’i eninde sonunda layık oldukları
yere, gönderecektir. 19.07.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
19
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi:
Ortak Düşmana Karşı... (V)
BELGE 158
IX. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi
Başkanı’nın,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Gönderdiği Telgraf(1)
3 Ocak 1922
Telgraf kanalı ile
IX’uncu Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tarafınızdan
gönderilen kutlama mesajını (2) ve bu mesajla
birlikte iletilen Türk ulusunun Rusya halklarına
bağlılık işareti olan köklü ve sağlam dostluk
duygularıyla sempatilerini içten bir sevinç ve
şükran duygularıyla öğrenmiş bulunuyor.
Düşmanın Rusya’yı kapitalist hükümetlerin
boyunduruğuna sokmak ve emekçi kitleleri
devrim başarılarından yoksun etme yolundaki
sürekli eylemlerine karşı mücadele veren
Rusya’nın işçi ve köylüleri, düşman istilasına
karşı savaşan Türk ulusuyla kopmaz dostluk
bağlarıyla bağlıdır. Bu bağlar Rusya ile Türkiye
arasında Moskova’da imzalanmış dostluk ve
kardeşlik anlaşmasında son şeklini almıştır. Bu
anlaşma ile Rusya ve Türkiye, Doğu halklarının
özgürlük ve bağımsızlık haklarını resmen tanıyarak, bu halkların millî kurtuluş hareketlerinin
Rusya emekçilerinin yeni toplumsal düzen
uğruna mücadeleleriyle doğal bağlarla bağlı
olduklarını açıkladılar.
Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi, Rusya ile
Türkiye’nin zorlu sınavlara göğüs gerdikleri şu
anda, halkları arasındaki her geçen gün daha da
artan bağlılığın her iki ulusun kendilerini hâlâ
tehdit eden tehlikelere karşı bundan sonraki
mücadelelerinin başarıya ulaşmasında paha
biçilmez bir güvence olduğunu belirterek, tüm
düşmanların yenileceği, zafer günlerine yakın
bir gelecekte kavuşulacağına olan inancını bildirir.
IX’uncu Tüm Rusya Sovyetleri
Kongresi Başkanı
M. Kalinin
Sekreter A. Yenukidze
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 2.
(2) Belge 150.
BELGE 160
Tüm Ukrayna
Merkez Yürütme Komitesi Başkanı’nın,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Gönderdiği Telgraf(1)
4 Ocak 1922
Telgrafınız(2) Harkov’da Vl’ncı Ukrayna
Sovyetleri Kongresi bittikten sonra alınmıştır.
Yeni seçilen Tüm Ukrayna Merkez Yürütme
Komitesi prezidyumu yaptığı ilk toplantısında,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gerek kutlama
mesajından dolayı teşekkürlerini, gerekse
Ukrayna temsilcileri ile Türkiye temsilcileri
arasında Ankara’da başlanan görüşmelerin tez
ve olumlu sonuçlara varacağına olan inancını
bildirmeyi görev sayar.
Halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi ilkesini ilan edip gerçekleştiren devrimci
Ukrayna, candan dostluk duyguları ile Türk
milletinin bağımsızlığı uğruna kahramanca
savaşını izlemektedir. Uluslarımızı bağlayan
sadece dostluk bağları değil, aynı zamanda,
mücadelelerini zaferle bitiren milletleri tekrar
boyunduruk altına almak ve birbirlerine karşı
kışkırtmak için her türlü canice yollara başvuran emperyalist vahşi saldırganlara karşı savaşmada sağlam dayanışma bağlarıdır. Dünyada
zincirlerini koparıp atmak isteyen halkların iradesini kıracak hiçbir güç yoktur. Bu nedenle,
düşmanlarımızın tüm komplolarının yıkılmasının an meselesi olduğuna kuvvetle inanıyoruz.
Ukrayna emekçi halkı adına Türk ulusunu
ve onun tek temsilcisi Büyü Millet Meclisi’ni
kutluyoruz.
Tüm Ukrayna Merkez Yürütme
Komitesi Başkanı
G. Petrovski
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No.
(2) Belge 150.
BELGE 166
Tüm Ukrayna
Merkez Yürütme Komitesi Başkanı’nın,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Telgrafı(1)
2 Şubat 1922
Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Hükümeti büyük bir memnunlukla Ankara’dan
dönen Olağanüstü Yetkili Temsilcisi Yoldaş
Frunze’nin raporunu dinledi ve Türkiye-Ukrayna Anlaşması hakkında bilgi edinerek, anlaşmanın imzalanması sırasındaki tüm görüşmelerin
dostça geçtiğini öğrendi.
Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi
adına, şahsımızda Türkiye Millet Meclisi’ne
büyük memnunluğumuzu iletmek isterim.
Ukrayna Halkı ve Hükümeti üstlendiğimiz
yükümlülüklere ve Türkiye’ye karşı besledikleri kardeşlik duygularına bağlı kalınmasını onur
ve şeref meselesi biliyorlar. Tüm Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi her alanda Türkiye’ye
yakınlaşmayı sağlamaya çalışarak ve böylece
sonuna kadar dost ve kopmaz bir bağlaşığı olarak kalacaktır.
Başkanı olduğunuz Millet Meclisi’nin, ülkesini içinde bulunduğu tüm zorluklardan ve tehlikelerden çıkarmaya gayret ettiğini yakından
biliyor ve ülkenizin verdiği kayıpların ve tüm
çabalarının en kısa bir zamanda büyük zaferler
ve başarılarla sonuçlandığını görmenizi diliyorum.
Tüm Ukrayna Merkez Yürütme
Komitesi Başkanı
G. Petrovski
Harkov, 2 Şubat 1922
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 37.
BELGE 171
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri
Yardımcısı’nın,
Türkiye’nin RSFSC deki Büyükelçisi
Ali Fuat’a Notası(1)
4 Mart 1922 No. 482
Sayın Büyükelçi,
RSFSC’nin Türkiye Büyükelçisi yoldaş
Aralov’la, Ukrayna ve Kırım Kara Kuvvetleri
Başkumandanı yoldaş Frunze’nin bana bildirdiğine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Eğitim Komiseri bir grup Türk gencini
Rusya’ya, Rus yüksek okullarında eğitimlerini
tamamlamak üzere göndermek istemektedir.
Rusya Hükümetimin, iki dost ulusun yakınlaşması yolunda atılan bu ilk adımlara ilişkin haberi büyük bir mutlulukla karşıladığını ve bu
andan itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti emrine Rus yüksek okullarında 100
kişilik burs ayrıldığını ve ileride bu sayının daha
da artırılacağını bildirmekten kıvanç duymaktayım.
Yukarıdaki açıklamamı Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin bilgisine sunarsanız
ve Türk gençlerinin özellikle hangi yüksek
okullarda eğitilmesinin tercih edileceğini bildirirseniz, size çok müteşekkir olurum. Dolayısıyla, en derin saygılarımın kabulünü dilerim,
sayın Büyükelçi.
Karahan(2)
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 76.
(2) L. M. Karahan, Cenova Konferansına
gitmiş olan Çiçerin’e vekâlet etmekteydi
BELGE 172
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri
Yardımcısı’nın,
RSFSC’nin Türkiye Büyükelçisi
S. İ. Aralov’a Telgrafı(1)
7 Mart 1922
Türklere derhal üç buçuk milyon altın Rublenin teslimine karar verildi. Bunu Mustafa
Kemal’e iletiniz. Paranın, Karabekir’in aracılığı
ile değil, sizin elinizle teslim edilmesinde karar
kıldık. Derhal parayı teslim alacak kişiyi Tiflis’e gönderiniz. Türk topraklarında kendisinin
çok sağlam muhafızlar eşliğinde hareketini sağlayınız, Türk topraklarında altının nakli ve
güvenliği için tüm sorumluluk Türk tarafına ait
olacaktır.
L. Karahan
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 78.
BELGE 174
Mustafa Kemal Paşa’dan V. İ. Lenin’e(1)
Ankara, 10 Nisan 1922
Lenin Yoldaş’a
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
Hükümeti
Halk Komiserleri Kurulu Başkanı
Aziz Başkan,
Rusya ile vardığımız hayırlı anlaşmayı,
bizimle Kafkasya ve sonra da Ukrayna Cumhuriyetleri arasındaki anlaşma izlemiş olup Türkiye Büyük Millet Meclisi bu sonuncu anlaşmayı
onaylamış bulunmaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından seçilmiş olağanüstü bir heyet, Sağlık ve
Sosyal Yardım Komiseri Doktor Rıza Nur
Bey’in başkanlığında onay belgesinin karşılıklı
alışverişinde bulunmak üzere Ukrayna’ya hareket etmiştir.
Moskova anlaşmasında hazır bulunan temsilcilerden birisi olan Rıza Nur Bey ayrıca özel
bir görevle sizi ziyaret edecektir(2).
Rus dostluğu geçmişte olduğu gibi her
zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin temel politikası olacaktır.
Bugün emperyalist ve kapitalist devletlerin
ortaya attıkları yeni yöntemler karşısında ülkelerimizin her zamankinden daha sıkı bir blok
oluşturma zorunda olduklarına inanıyorum.
Rusya’nın birçok kez bize yaptığı yardım bizce
özel bir önem taşımaktadır.
Kuşkusuz Rıza Nur Bey konuşmaları sırasında bu konuya değinecektir. Her halükârda,
içinde bulunduğumuz koşullarda bu yardımın
bizden esirgenmeyeceğine büyük inancım vardır.
Aziz Başkanım, en ciddi ve en derin bağlılık
duygularımla, en iyi niyetlerimi sunarak bitiririm.
Mustafa Kemal
(1) “Atatürk’ün...”, Belge No. 425.
(2) Rıza Nur hatıralarında bu görevin askerî
ataşe olayını yatıştırmak olduğunu yazar.
(“Hayat ve Hatıratım”, s. 906 - 907). Oysa sözü
geçen olay 22 Nisan’da olmuştur, bu mektubun
tarihi ise 10 Nisan’dır. Gene Rıza Nurdan
(“Hayat ve Hatıratım”, s. 920-921) ve belgenin
son paragrafından anlaşıldığı gibi görev, para ve
malzeme istemektir.
BELGE 180
RSFSC Dışişleri Halk Komiseri
Yardımcısı’nın,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal’e Mektubu(1)
27 Mayıs 1922
Sayın Başkan,
Sovyet düzeninin birleştirdiği halkların ve
millî bağımsızlık uğruna mücadele eden Doğu
halklarının ortak çıkarları bu son derece sorumlu ve karmaşık tarihsel anda önümüze dikilen
birtakım somut görevleri de birleştirmiştir.
Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti
candan bir ilgi ile önderliğinizde büyük Türk
ulusunun sürdürdüğü kahramanca mücadeleyi
izlemektedir. Türk ulusunun bugüne kadar bu
mücadelede elde ettiği büyük başarılar bundan
sonraki zaferlerinin de güvencesi oluyor ve
Türk ulusu ile onun Büyük Millet Meclisi’nin
Avrupa ve Asya halklarının barış ve ilerlemeye
doğru olumlu hareketinde hayati önem taşıyan
bir etken olmuştur. Avrupa devletlerince Cenova’da uluslararası konferansın düzenlenmesi
sorunu ortaya atılınca, RSFSC, bu konferansın
amaçladığı işlere ve hedeflere, bunların
çözümlenmelerine Türkiye de çağrılmadıkça
ulaşılamayacağını bildiği için, Ankara Hükümeti’nin de Cenova Konferansına çağrılması sorununu ileri sürmüştür. Her ne kadar bu öneri
yürürlüğe geçmemişse de, RSFSC, Türkiye’nin
Cenova Konferansına katılmasının genel Avrupa sorunlarının çözümlenmesi için ve Anadolu’da barışın kurulması için hayati önem taşıdığını vurgulamaya devam etti, ancak RSFSC
Hükümeti ile Ankara Hükümeti’nin arasının
açılmasından çıkar uman hükümetler, Cenova
Konferansı sırasında Sovyet heyetine, Anadolu’da barışın kurulmasına var gücü ile yardım
edilmesi yükümlülüğünden vazgeçilmesi ve
savaşan iki tarafa karşı kesin bir tarafsızlığın
kabul edilmesini önerdiler. Bu öneriye karşı
Sovyet heyetinin verdiği cevap aynen şöyledir:
“Rusya heyeti, Rusya’nın, Türkiye’nin de
konferansa çağrılması önerisine rağmen, memorandumda Anadolu’da barışın yeniden kurulması sorununun, Türkiye konferansa çağrılmadığı
halde, gündeme konmasına karşı duyduğu
büyük şaşkınlığı bildirir. Oysa özellikle Türkiye’nin konferansa katılması, Anadolu’daki barışın yeniden kurulmasına yardım edecektir.
Rusya da, kendi açısından, Türkiye ile sıkı dostluk bağlarına dayanarak bu hedefe ulaşılmasına
yardım edebilirdi. 2 Mayıs tarihli memorandum
ile Rusya’dan, Türk topraklarında süren savaşta
tarafsızlığın korunmasına gelince, bu tarafsızlık, zaten uluslararası hukuk ve anlaşmalarla
başka devletlerden istenilen tarafsızlıktan başka
türlü olamaz.”
Bu durumu bilginize sunarken, Rus Hükümeti adına, sıkı dostluk ilişkilerinin ulusal
çıkarlarımızı sürekli olumlu yönde etkilediğini,
ileride de bugüne kadar olduğu gibi kalacağına
ve içtenlik taşıyacağına olan umudumu da
belirtmek isterim.
Bu vesileyle İşçi-Köylü Hükümetim adına,
gerek bizzat sizin gerekse Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin Türk ulusunun çıkarına ve her iki
Hükümetin ve ulusların dostluk ilişkilerinin
pekiştirilmesine büyük yararı olan çalışmalarına
duyduğumuz hayranlığı belirtmek isterim.
Rusya Sosyalist Federatif Sovyet
Cumhuriyeti
Dışişleri Halk Komiseri adına
L. Karahan
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 173.
BELGE 182
RSFSC Dışişleri Halk Komiser
Yardımcısının, RSFSC’nin Türkiye’deki
Büyükelçisi
S. İ. Aralov’a Telgrafı(1)
17 Haziran 1922
Maslahatgüzar Zeki Hakkı Bey bize başvurarak, hükümetinin Fransız otomatik tüfekleri
için 30.000 şarjör teslim edilmesi ricasını
iletmiştir. Bu dileğin yerine getirilmesine karar
verdik.
L. Karahan
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 186.
BELGE 183
RSFSC Hükümeti’nin
Büyük Britanya, Fransa ve İtalya
Hükümetlerine Notası(1)
19 Temmuz 1922
Rus Hükümeti, Yunan gemilerinin Anadolu
kıyılarının muhafızlığını yaptıklarını ve aslında
askeri ablukayı gerçekleştirdiklerini hayretle
öğrenmiş bulunmaktadır. Bu arada gemilerimiz
durduruluyor, bu gemilerle Türk limanlarına
taşman yüklere el konuluyor. Yunanlıların Samsun’u bombalamaları gerçeği(2) de ortadadır,
bunun sonucu olarak, Samsun’da bulunan Rus
mallarının antrepolarının tahrip edilmesi olayı
da Rusya Hükümeti’nin en az bu olay kadar
hayretine yol açtı.
Yunan gemilerinin bu eylemlerine dikkati
çeken RSFSC Hükümeti, İstanbul’da bulunan
ve Çanakkale geçidinden sorumlu olan İtilâf
deniz kumandanlığının Yunan filosunun Karadeniz’deki yasadışı hareketlerini hiçbir şekilde
engellemediğini ve Yakın Doğu’daki barış
davasının böylelikle çiğnenmesine de aldırış
etmediğini görüyor.
Sovyet heyetine Cenova’da sunulan memorandumda, İtilâf hükümetleri Rusya Cumhuriyeti Hükümeti’ne ve ayrıca Ankara Hükümeti’ne, Anadolu’da barışın yeniden kurulmasına
yardım etmelerini öneriyor. Sağlam bir barışın
gerçekleşmesini candan isteyen Rus Hükümeti,
bir barışın gerçekten kurulması için var gücü ile
çalışıyor. Ama bunun tam tersine, bu öneriyi
yapan İtilâf hükümetleri, İç Anadolu’daki barış
davasına gelince, gerek bizim çıkarlarımızı gerekse Ankara Hükümeti çıkarlarını zedeleyen
Yunanlıların keyfi hareketlerini engellemiyor.
Bu durumu protesto eden Rusya Sovyet
Cumhuriyetleri Hükümeti, İtilâf hükümetlerinden, ileride Yunanlılar tarafından tekrarlanabilecek bu tür saldırgan hareketlere son verilmesi
için köklü önlemlerin alınmasını bekler. Çünkü
böyle bir saldırının tüm sorumluluğu bugün
Çanakkale ve Boğazların kontrolünü ellerinde
tutan İtilâf hükümetlerine ait olacaktır.
Dışişleri Halk Komiseri Y.
L. Karahan
(1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 215.
(2) Samsun 7 Haziran 1922’de bombalanmıştır.
BELGE 184
İngiltere Dışişleri Bakanı Vekili
A. J. Balfour’dan(1) L. M. Karahan’a(2)
29 Temmuz 1922
Britanya Hükümeti 19 Temmuz tarihli telgrafınızı(3) aldı ve Karadeniz’deki Yunan filosu
hareketlerini protesto ettiğinizi büyük bir hayretle öğrendi. Cenova’daki İtilâf hükümetlerinin
Rusya Sovyet Hükümetiyle Yakın Doğu’da
barışın kurulması amacıyla işbirliği yapmaları
gerçeği, savaş durumunun var olduğunu kanıtlıyor ve bu savaş durumu gerçekten Yunanistan
ile Ankara arasında devam ettiği gibi, deniz
savaşı eylemleri, abluka önlemleri ve düşmanın
elinde bulunan cephane depolarının yok edilmesini içermektedir ve bu cephaneler, protestoda
ifade edildiği gibi, barışçıl bir amaç taşıyan biri
tarafından teslim edilmiş olsa bile, yasadışı
sayılmaz. Britanya Hükümetinin bildiği kadarı
ile, Yunanlılar, Karadeniz’deki harekât sırasında
hiçbir savaş kuralına karşı gelmemiş ve savaş
hali devam ettikçe kendi harekâtına devam edecektir.
Yunan savaş gemilerinin Boğazlardan geçmelerine gelince, bu, Boğazların tarafsızlığı
hakkındaki savaş öncesi anlaşmalar hükümlerini kaybetmiştir, bunun nedeni 1914’te “Goben”
ile “Breslau” kruvazörlerinin Boğazlardan geçmesi ve Türkiye’nin gönüllü olarak müttefiklere karşı savaşa girmesi olmuştur, bunun için
yeni bir uluslararası anlaşma imzalanıncaya
kadar Boğazlar, Türkiye’nin 1918 yılında imzaladığı ateşkes anlaşması ile bağdaşmayan olaylar dışında, her milletin savaş gemilerine açıktır.
Bundan dolayı Karadeniz’e serbest çıkış hakkı
doğmuş oluyor.
Sözlerimi bitirirken şunu da belirtmek iste-
rim ki, söz konusu telgrafınız Sovyet Hükümeti’nin bir yandan müttefiklerin Yunanistan’ın
düşmanca hareketine engel olamadıklarını protesto ederken öte yandan kendisinin Ankara’nın
askerî harekâtını sürdürmesine engel olmak için
herhangi bir çaba harcadığını da göstermiyor.
(1) Lord Balfour hastalık izninde bulunan
Lord Curzon’a vekâlet ediyordu.
(2) “Dokumenti Vneşney...” Cilt V, Belge
No. 215’e Ek.
(3) Belge 183.
BELGE 185
RSFSC Dışişleri Halk Komiser
Yardımcısı’nın,
Türkiye Komiserler Şurası Başkanı Rauf
Bey’e Telgrafı(1)
3 Eylül 1922
Türk ulusunun Yunan ordusunu kesin bir
biçimde yendiği haberini aldım. Bundan dolayı
en samimi tebriklerimizin kabulünü dilerim.
Ordunuzun zaferlerinin yalnız Türk ulusunu
sevindirmekle kalmayıp, Rus ulusunu da aynı
derecede sevindirdiğini bilmenizi isterim.
Önderi Mustafa Kemal’in olağanüstü askeripolitik dehası ile yönetilen Türk halkı, birkaç
yıldan beri Avrupa emperyalizmine karşı yağma
edilmiş Türkiye, yine de Avrupa devletlerinin
zorbalıklarına karşı direnecek gücü bulabilmiştir. Ölüm kalım kavgasını sürdürerek bağımsızlığını savunan Türkiye’nin bu savaşta kaybetmesi de düşünülemezdi.
Savaştan henüz zaferle çıkan Rusya hemen
hemen tüm dünyanın devletlerinin saldırısına
uğradığı için böylesi çetin bir mücadelenin tüm
zorluklarını çok iyi bilmektedir. Bu ilk başarılar,
Türkiye’nin, Yunanistan’ın üstlenmiş olduğu
Avrupa emperyalizmi saldırısından tamamen
kurtulması yolunda ilk adımlardır. Rusya işçi ve
köylüsü, Türk halkının kuzeye doğru uzanmış
elini kardeşçe sıkan ilk halk oldu, çünkü emperyalizme karşı savaşın ne demek olduğunu onlardan daha iyi bilen yoktu. Türk ulusu şunu iyice
bilmelidir ki, sürdürdüğü savaşın her adımını
Rusya son derece büyük bir dikkatle izlemektedir ve kendisi ile Türkiye’yi tam bir zafere yaklaştıran her başarıyı sevinçle karşılamaktadır.
Bu zaferler Türkiye’yi adım adım barışçıl hayata ve huzur içinde çalışmaya kavuşturacaktır.
Son yıllarda bunca felakete, yağmalara,
yıkımlara, acılara dayanan Türk milleti en kısa
zamanda barışa kavuşmaya ve savaşın açtığı
yaraların sarılmasına layıktır.
Türkiye’yi selamlayan Rusya, bugünün
yakın olmasını ümit ediyor.
L. Karahan
(1) “Documenti Vneşney…” Cilt V, Belge
No. 243.
BELGE 186
Rauf Bey’den L. M. Karahan’a(1)
5 Eylül 1922
Yunanlıları yenmemizden dolayı göndermekle şeref verdiğiniz tebriklerinizi kabul
etmekle büyük bir bahtiyarlık duyarım ve Türk
ulusuna barışçıl hayata dönmek ve huzur içinde
çalışmak imkânı verecek olan acil barış temennilerinizden son derece duygulandığımı da bildirmek isterim. En kara günlerimizde dost elini
ilk uzatan hükümet olan Rus Hükümeti’nin kutlama mesajını cevaplamaktan ne denli büyük bir
mutluluk duyduğumu bildirmekten kendimi alamıyorum. Türkiye ani ve yıkıcı bir saldırıya
hedef olduktan sonra, çok doğru belirttiğiniz
gibi, kendi halkının bitmez tükenmez enerjisinden, erlerinin olağanüstü kahramanlıklarından
ve Büyük Millet Meclisi başkanının olağanüstü
yeteneklerinden yeterli gücü bularak saldırgana
karşı direnebildi ve onu en sonunda ülkemizden
kovabildi.
Zaferimizden ve çok uzakta olmayan barış
anlaşmasından sonra, ülkelerimizi birleştiren
dostluk ve kardeşlik bağlarının daha da pekişeceğinden hiç kuşkum yoktur. Telgrafla belirttiğiniz duygularınızdan dolayı en içten şükranlarımın kabulünü burada bir daha tekrarlamak
isterim.
(1) “Documenti Vneşney…” Cilt V, Belge
No. 243’e Ek.
Devam Edecek
20
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Tarihî mirası sahiplenmeden sosyalist olunamaz
Ü
lkemiz, “Yeni Sevr”in hayata geçirilme
çabalarının hızlandığı bir süreçten geçiyor. Bu süreç haliyle sınıflar savaşımının
bazen körün gözüne batırırcasına açık, çoğu zaman da bırakın at izinin it izine karışmasını, tüm
hayvanlar âleminin tozu dumana kattığı karışık
politik gündemleri pişirip halkın önüne getiriyor. Kürt, Ermeni, Kıbrıs Meseleleri, “Ergenekon” Operasyonu vb… Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal’ın (Ortadoğu konusunda
uzman sayılabilir ve yıllarca Irak büyükelçiliği
yapmıştır) bir sohbet esnasında Genel
Başkan’ımıza söylediği gibi; “Türkiye çok karışık bir ülke”. Hal böyle olunca Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels Ustaların, Devrimler Kartalı Lenin’in vasiyetini hayata geçirmek, belki de hiçbir ülke devrimcisi için olmadığı kadar zor ve zorunlu hale geliyor biz Türkiye devrimcileri için.
Nedir o vasiyet?
Tarihî mirası sahiplenmek, kendi ülkemizin
orijinal ilişki-çelişkilerini ortaya koyarak ayağı
toprağa basan devrimciler olmak…
Lenin’den; Marks-Engels’in vasiyetini hayata geçiren gerçek önderden okuyalım Tarihî
Miras’ın ne olduğunu:
“Kişi, insanlığın biriktirdiği bilgi haznesini hazmetmeden de sosyalist olabilir derseniz, çok büyük bir hataya düşmüş olursunuz.
Sosyalizme yol açan o bilgilerin tümünü elde
etmeden sosyalist sloganları ve Sosyalist bilimin sonuçlarını öğrenmeyi yeterli bulmak
hatalı olur. Marksizm, Sosyalizmin insan bilgisinin tümünden ortaya çıktığını gösteren
bir örnektir.
“Esas olarak Marks-Engels tarafından
yaratılan Sosyalizm Biliminin, Sosyalist kuramın -yani bu Marksist öğretinin- kendileri
birer deha olmakla birlikte, artık sadece
19’uncu Yüzyılda yaşamış iki sosyalistin eseri olmaktan çıktığını,
dünya üzerindeki milyonlarca, on milyonlarca proleterin, kapitalizme karşı verdiği
savaşta uyguladığı bir
öğreti durumuna geldiğini okumuş ve duym u ş s u n u z d u r.
Marks’ın öğretilerinin
neden en devrimci sınıfın milyonlarca, on
milyonlarca insanının
akıllarını, yüreklerini
kazandığını soracak
olursanız, bir tek cevap alırsınız: Çünkü
Marks eserini, kapitalizm döneminde elde
edilen insan bilgisinin
sağlam temeline dayandırmıştı. İnsan toplumunun gelişmesini
etkileyen yasaları araştırdı Marks. Ve ardından kapitalizmin kaçınılmaz bir şekilde sosyalizme dönüşeceğini gösterdi. En önemli
olanı ise, bu görüşünü, kapitalist toplumu en
doğru, ayrıntılı ve derin bir şekilde araştırarak, kendinden önceki bilimin yarattığı her
şeyi iyice hazmederek tanıtladı. Bir tek ayrıntıyı dahi göz ardı etmeden, insan toplumunun yarattığı her şeyi eleştirerek yeni bir
biçim verdi. İnsan düşüncesinin yarattığı her
şeyi, emekçi sınıf hareketi açısından yeniden
ele aldı, eleştirdi. Bunlardan sonuçlar çıkardı, burjuva sınırlamaları içinde kalmış ya da
burjuva önyargılarıyla bağlanmış kişiler bu
sonuçlara varamazlardı.
“Sözgelimi, proleter kültürden söz ettiğimiz
zaman bunu aklımızdan çıkarmamalıyız. İnsanlığın bütün gelişmesinin yarattığı kültürün
değişmesini bildiğimiz takdirde, proleter kültürü yaratacak duruma gelebiliriz. Bunu açıkça
anlamadan soruna çözüm yolu bulmak
mümkün olmayacaktır. Proleter kültür ne
havadan kapma bir şeydir, ne de kendilerine
proleter kültür uzmanları süsünü verenler
tarafından yaratılmıştır. Bütün bunlar saçmalıktır. Proleter kültür, insanlığın, kapitalist,
bürokrat, toprak ağalarından oluşan toplumun boyunduruğu altında biriktirdiği bilgi
haznesinin mantıksal gelişmesi olmak durumundadır. Bütün bu yollardan proleter kültüre gidilmiştir ve gidilecektir. Aynı şekilde
Marks’ın yeniden biçimlendirdiği ekonomi
politik de insan toplumunun nereye ulaşması
gerektiğini sınıf kavgasına geçişi, proleter
devrimin başlangıcını göstermiştir bize.
“Gençlik temsilcileri ve yeni bir eğitim
sisteminin taraftarlarının sık sık eski okullara hücum ettikleri, eski okulların sınavdan
önce ezbercilik sistemini uyguladıklarını iddia ettikleri zaman kendilerine şöyle söylüyoruz: Eski okullardan iyi olan şeyleri almalıyız. Gençlerin kafalarını bir sürü bilgiyle
dolduran sistemi almamalıyız. Bu bilgilerin
onda dokuzu yararsızdı, geriye kalan onda
biri de yanlış. e var ki bu, kendimizi sosyalist sonuçlarla sınırlayabileceğimiz ve sadece
Sosyalist sloganlar öğreneceğimiz anlamına
gelmez. Sosyalizm’i bu şekilde yaratamazsınız.
Kafanızı, insanlığın yarattığı hazineleri öğrenerek zenginleştirdiğiniz zaman ancak Sosyalist olabilirsiniz.
“Sınavdan önce ezberleme yöntemini uygulamamız gerekmiyor. Ama her öğrencinin
kafasını temel verilere ilişkin bilgilerle geliştirmek ve mükemmelleştirmek zorundayız,
öğrenci elde ettiği bilgileri hazmetmeyecek
olursa, sosyalizm anlamsız bir sözcük, sadece
bir yafta olarak kalır; Sosyalist kişi de bir palavracı olmaktan öteye gelemez. Bu bilgileri
sadece hazmetmekle yetinmemeli, bunu eleştirmelisiniz: Böylelikle kafalarınızı gereksiz
safsatalarla doldurmak yerine, bugünün iyi
eğitilmiş insanı için vazgeçilmez olan verilerle
zenginleştirmiş
olursunuz.
Eğer
Sosyalist’in biri —ciddî ve sıkı bir şekilde çalışmadan, eleştirili bir şekilde araştırması gereken verileri anlamadan, belirgin birtakım
sonuçlar elde etti diye— Sosyalizmiyle övünmeyi kafasına koymuşsa, ona gerçekten acımak gerekir. Bu gibi yüzeyde kalan davranışlar kesinlikle zararlıdır. Eğer çok az şey bildiğimi anlamışsam, daha çok şey öğrenmeye
çabalamalıyım. Ama adamın biri kalkar da,
ben Sosyalistim, her şeyi en iyi şekilde bilmem
gerekmez derse, Sosyalist falan olamaz asla.”
(Lenin, Gençlik Birliklerinin Görevleri, Rus
Gençler Komünist Birliğinin Üçüncü Rusya
Kurultayında Yapılan Konuşma 2 Ekim 1920,
Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, Arkadaş Kitabevi Yayınları, s. 114-116)
Che Yoldaş’ın da sıkça söylediği, ama söylediğinden daha çok örneğini kendi davranışlarında gösterdiği gibi, devrim için mücadele
eden herkes, komünist toplumun “yeni insanı”nın örneklerini kendinde yaratmak için
mücadele etmek zorundadır. Bizler söylediklerimizden çok yaptıklarımızla, yani “aslında
olduğumuz kişiyle” anlatıyoruz sosyalizmin ne
olduğunu insanlara. Aslına bakarsanız; biz neredeysek parti orada olduğuna göre, yine öyle; biz
kim isek “sosyalist insan” da, sosyalizm de
odur. Daha farklı bir şekilde ifade edelim, bir insana (diyelim ki bu da ilgilendiğimiz, partili
yapmaya çalıştığımız bir arkadaşımız olsun)
ben sosyalistim dediğimizde, onun bizde göreceği insanda somutlaşacaktır sosyalizm kelimesi.
Eğer “Sosyalizme yol açan o bilgilerin tümünü elde etmeden, sosyalist sloganları ve
Sosyalist bilimin sonuçlarını öğrenmeyi yeterli bulu”yorsak yanlış yoldayız demektir.
Burjuva biliminin tüm olanaklarından faydalanmanın yollarını aramıyorsak ve insanlığın bilgi
hazinesine kattıklarına tam bir kayıtsızlık içindeysek, eğer bildiklerimiz arasında sebep-sonuç
ilişkileri kuramıyorsak ve eğer hiçbir öğrenme
isteği-merak uyandırmıyorsa bu eksikliklerimiz,
o zaman doğru yolda değiliz demektir. Çünkü
burjuva toplumun bir ürünü olarak onun bizde
yarattığı insanı temsil ediyoruz demektir o arkadaşımızın karşısında, sosyalist insanı değil.
Çünkü Sosyalist İnsan, başka bir deyişle geleceğin insanının (Yeni İnsanın) örneği böyle
davranma hakkına sahip olamaz. Nasıl her yeni
toplum biçiminin olanakları, içinde yaşanılmakta olan toplumun içinde filizleniyorsa (sosyalist
üretimi-üleşimi olanaklı kılacak olan üretim biçiminin kapitalizmle doğuşu) yine öyle gelecek
toplumu müjdeleyecek insanlar da (ki onlar sosyalistlerdir) kapitalist toplumun içinde yetişeceklerdir. Bu nedenle, Sosyalizm adına kapitalist toplum başta olmak üzere, insanlığın biriktirdiği tüm hazineden yararlanmayı sosyalistliğinin birincil görevi sayacak insanlar olmalıdır
Partili yoldaşlarımız. Doğal olarak bu görev,
kütüphanecilik mantığıyla hımbılca bilgi bi-
riktirmek için değil, bir savaş örgütü olan
Partimizin bu işlevini hakkıyla yerine getirmesine yarayacak anlayışla yapılmalıdır.
Belki çok bağlantısız ve kopuk gelmiş olabilir Lenin Usta’nın söyledikleriyle bizim burada
dikkat çekmeye çalıştığımız konu, o nedenle örneklerle destekleyelim düşüncelerimizi. Bugün
çoğu “sosyalist”, Türk Ordusu’nun “Devrimci
Geleneğini” göremiyorsa, bunu içinden çıktığımız ve aslında çıkamadığımız Osmanlı Toplum
Yapısı’nda aramayı gereksiz bulduğu içindir. Ve
eğer o “sosyalist”, Kadın Sorunu’na burjuvaca
çözümler öneriyorsa (Sosyalist-Feministliği icat
etmek gibi) bugünün burjuva aile yapısını ve
yarının sosyalist-komünist toplumunda ailenin
ne olup ne olmayacağını Engels Usta’nın “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”
eserinde yaptığı gibi Barbar Toplumlardan bu
yana Yazılı ve Yazısız Tarih içinde aramasını
gereksiz bulduğu içindir. (Ama eklemek gerekir
ki, o “sosyalist” okumamış ya da anlamamış olsa da Kıvılcımlı Usta’nın emeğini gereksiz bulurken, Engels Usta hakkında açıktan böyle bir
söylemde bulunmayacaktır). Konumuza dönersek, bu topraklarda devrimcilik yapma iddiasında olanlar bugün bir CIA operasyonu olan “Ergenekon Davası”yla amaçlananın Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’ne vurmak olduğunu göremiyorsa, “Kontrgerilla temizleniyor, bir
ucundan başlandı ama sonuna kadar gidilsin” naralarıyla alkış tutuyorsa, işte “onlar”
“vasiyeti” yerine getirmeyerek “mirasa” da
sahip çıkamayanlardır. Sovyetler ayaktayken
eklektik ve ezbere de olsa teorileri, esen gerici
rüzgârlar bunların savrulmasına neden olmuyordu. Ama şimdi tek kutuplu dünyanın Katrinaları karşısında bin parçaya bölünüp, molozları kilometrelerce alana yayılanların, aslında derme çatma kulübeler olduğu ortaya çıktı. Onlar
yıllardır sürdürdükleri yanlışlarının bedelini,
AB-D’ye maskara olarak ödüyorlar şimdi.
Yukarıdaki cümlelerden yanlış bir anlam
çıkarılmasını istemeyiz, bu yazı “Sevrci,
Soytarı, Sahte Solcular”a değil, yoldaşlarımıza ve devrimci olma
iddiasında olan samimi
insanlara yönelik kaleme alındı. Belki sadece
Lenin’in söyledikleri
dahi tek başına yeterli
olabilirdi gerekli sonuçları çıkarmak için.
Onun sözüne söz katmak değil buradaki
amacımız, bugün “ben
bu işte varım” diyenler
için her daim önümüzde duran görevlerin daha da somutlaşmasına
yardımcı olmaktır.
Partide teori yapıcılığı herkesin görevi-işi
değildir, olamaz da. Ama bu durum, “tarihi
miras”a duyarsız kalmak anlamına da gelmez. Hatta tam tersi, Partinin ortaya koyduğu teoriyi anlayabilmek-hazmedebilmekdövüştürebilmek için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir o teoriye yol açan
bütün gelişmelerin öğrenilmesi. Bu yapılmadığı ölçüde her gelişen yeni süreçle, Partinin
gelişen-derinleşen teorik mirasının yanında
kendi durumumuz daha da sığ kalacaktır.
Partili-örgütlü olmak devrimci olmanın ön
koşuludur, ancak bu bizi her şeyden korunaklı kılmaz. Teorik bilincimizi-yetkinliğimizi,
devrimci olmak için gerekli olan tüm yetilerimiz için de olduğu gibi, her gün yeni şeyler katarak geliştirmeli ve bilemeliyiz. “Bilgi sonsuzdur ve her şey bilinemez.” Bu doğru, ama bu
gerçek hiçbir şekilde “her şeyi bilmem gerekmez” düşüncesini beslemez. O ancak sosyalist
olmanın, partili olmanın, devrimci olmanın gerektirdiği görevlerden kaçmak için bulduğumuz
bahanelerden biridir ve olsa olsa ancak tembelliğimizi besler.
“Bilim, bilinç, tecrübe eksikliği giderilebilir”, önemli olan, Parti görevlerinin peşinden
kararlıca koşturmamızı sağlayan devrimci
heyecanımızdır evet ama “devrimci teorimiz
varsın eksik olsun, nasıl olsa heyecanımız
var” yaklaşımıyla o heyecanımızı sürekli kılamayacağımızı da bilmeliyiz.
Eğer teorik hazinemizi, devrimciliğimizin
gerektirdiği tüm yetilerimiz için gerekli olduğu
gibi, her gün geliştirmiyorsak, bu hatamızın bedelini bir gün savrularak ödeyebiliriz. Ancak ne
acıdır ki o zaman da “Sevrci, Soytarı Sahte
Solcular” gibi, sığlığımızdan savruluşumuzu
“haklı olduğumuz” perdesiyle örtmeye çalışırız.
Ankara’dan
Genç Bir Yoldaş
Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız!..
P
Halkların kardeşlik pikniği
artimizin geleneksel pikniğini bu yıl Çukurova bölgesi olarak; Mersin, Adana, Antakya, İskenderun ve Samandağlı konuklarımızın
ve yoldaşlarımızın katılımıyla, kardeşleşmenin
ve paylaşımın en güzel ve coşkulu örneklerinin
yaşandığı bir biçimde gerçekleştirdik.
Bizim her adımımızda söylediğimiz “Halkların Kardeşliği” şiarı, Çukurova Bölgesi’nden
katılan insanlarımızın; Türküyle, Kürdüyle,
Arabıyla, Lazıyla Çerkeziyle vb.nin bir araya
gelmesi ve bu yoldaşların halaylarıyla, yarışmalarıyla, sohbetleriyle, farklı bölgelerden insanlarımızın birbirleriyle kaynaşmasıyla, Partimizin
geleneksel pikniğinde bir kez daha hayat buldu...
Halkımızın pikniğimizde gösterdiği coşku,
ilgi, bir kez daha, örgütlü olmanın; nasıl yokları
var ettiğini, zorları kolaylaştırdığını göstermiştir. Bu bir piknik olsa bile böyledir. Bir plan yapılmadan, toplanmadan, bilgilendirilmeden, örgütlemeden bir pikniğin bile eylemi olamazdı…
Bu pikniğimizde halkımızın bir arada olması,
planlı bir şekilde yine halkımızın katkısıyla,
yardımıyla, dayanışma içinde olmamız şenliğimize şenlik kattı, pikniğimizin hareketli, canlı
devam etmesini sağladı. Hepimizin bir iş yapması, işbölümü yaparak hareket etmenin yararını hissettirdi.
Eğlenceli geçen bilgi yarışması ve spor yarışmaları, genç arkadaşlarımızın yaptığı şiir ve
müzik dinletisi, liseli genç yoldaşlarımızın kendilerinin eseri olan protesto niteliğinde kısa rap
şarkılarıyla pikniğimiz devam etti.
Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı ve
Merkez Komite Üyemiz Sait Kıran Yoldaşlarımızın, Partimizi tanıtan ve Türkiye ile dünya
gündemindeki sorunlara yönelik çözümleri, bilgilendirici konuşmaları beyinlerimizi, düşüncelerimizi besleyip doyurdu.
Hataylı dostlarımız da sağlıklı ve leziz yemekleriyle midelerimizi doyurdular. Aynı sofrada beraber paylaşmanın hazzını yaşadık. Gün bittiğinde ayrılırken, piknik
alanımızı bulduğumuzdan da temiz bıraktık.
Kısaca Çukurova Bölgesi olarak, gelenekselleştirdiğimiz bu pikniğimize gelen konuklarımızın katkılarıyla eğlenceli bir şekilde gerçekleşen, hayatımızda
kaybolmayacak biçimde anılar bırakacak olan ve halklarımızın ritmi ve müziğinin bize verdiği tempoyla adımlarımızı aynı anda eşit bir biçimde atarak çektiğimiz halaylar; ellerimizin, bütünleşmiş yüreklerimizin birleştiği gibi kenetlenmesini sağladı.
Pikniğimiz sona erdiren “Yaşasın Halkın
Kurtuluş Partisi” sloganımız ise coşkumuzun
doruğuydu…
Piknik alanından ayrılırken, ellerimizi ayırmış olsak bile, aynı amaç uğrunda vuran yüreklerimizin hiçbir zaman ayrılmayacağını, bir kez
daha, ellerimize yansıyan yüreklerimizin sıcaklığında hissettik.
Hatay’dan Genç Bir Yoldaş
***
Gebze ve Kocaeli’den
Kurtuluş Partililer
kardeşlik sofrasında buluştu
3 Temmuz 2011 Pazar günü, Gebze ve Kocaeli’den Kurtuluş Partililer, Sapanca’da bir kez
daha yaz pikniğinde buluştu. Bizim için pikniklerimiz, bu Parababaları düzeninde bir gün olsun tüm
günümüzü kardeşçe paylaşmak, kardeşçe soframızı kurmak, oyunlarımızla
hep beraber eğlenmek ve
söyleşimizle aynı zamanda bilgilenmek için özel
bir etkinliktir.
Bu piknik de böyle oldu. Ortak sofranın kurulmasıyla, ortak soframızın
paylaşımıyla, oyunlarımızla, sohbetlerimizle, daha bir yakınlaştığımız,
kaynaştığımız pikniğimizde yapılan söyleşinin konuşmacısı Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina’ydı. 12 Haziran seçimlerini değerlendiren Av. Akbina, seçimlerle bağlantılı olarak ülkemizde yaşanan son gelişmelere de konuşmasında yer verdi. Tayyipgiller’in ülkemizi
adım adım Yeni Sevr batağına sürüklediğini,
“SErgenekon” ve “Balyoz” Operasyonlarının,
özünde bu planın önünde engel olarak gördükleri Yurtsever, ulusalcı, Mustafa Kemalci unsurları temizleme operasyonu olduğunu belirtti.
Önümüzdeki günlerin biz işçi ve emekçiler
için daha zor günler olacağını, Tayyipgiller’in
İşçi Sınıfı ve Emekçi Halkımızın hak gasplarını
daha da arttıracağını, memleketimizin her karış
toprağını “pazarlama”ya çalışacağını bildiren
Av. Akbina, “tabiî Halkın Kurtuluş Mücadelesi
de aynı oranda artmak-güçlenmek zorundadır.
Biz de bunun için mücadele ediyoruz, bu mücadeleyi büyütmeliyiz” dedi.
Piknikten aldığımız moral ve enerjiyle, Demokratik Halk İktidarı’nı kurma mücadelesini
büyütme kararlılığıyla pikniğimizi sonlandırdık.
Gebze ve Kocaeli’den
Kurtuluş Partililer
***
Kurtuluş Partililer,
Seydişehir Pikniğinde buluştu
Konya ve Seydişehir’den Kurtuluş Partililer
olarak geleneksel Seydişehir Pikniği’mizi 3
Temmuz Pazar günü Taşağıl Beldesi
Mağmanda bölgesinde gerçekleştirdik.
Etkinliğimiz Pazar sabahı saat:
08.30’da yola çıkmamızla birlikte başladı. Büyük bir coşku içinde şarkılar ve
marşlar söyleyerek ulaştığımız piknik
alanında her zaman olduğu gibi yine
Seydişehirli Yoldaşlarımız bütün yoldaş
sıcaklıklarıyla karşıladılar bizleri.
İlk olarak ortaklaşa bir şekilde hazırladığımız kahvaltı soframıza oturduk.
Kahvaltıdan sonra çevreyi tanımak maksatlı geziler yaptık. Ardından görevli arkadaşlarımız tarafından hazırlanan öğle
yemeğimizi yedik. Öğle yemeğimizin
ardından etkinliğimizde sohbet bölümüne geçtik.
Sohbet bölümümüz ilk olarak Seydişehir İlçe Başkanımız Hasan Çatlı’nın açış konuşması ile başladı.
Yoldaş’ımız konuşmasında; Pikniğimizin
yoldaşlarımız arasındaki beraberliği artırmada
büyük bir araç olduğunun vurgusunu yaparak,
pikniğimize katılım gösteren tüm arkadaşlara
teşekkürlerini sundu.
Ardından aramızda bulunan Partimizin
Merkez Komite Üyesi ve İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak söz aldı.
Tacettin Yoldaş’ımız; AB-D Emperyalistleri
ve onların yerli işbirlikçileri tarafından Türkiye
ve Dünya Halklarına yapılan zulüm politikala-
rından ve insanlık dışı uygulamalarından bahsetti. Ayrıca Yoldaş’ımız, Türkiye ve Dünyada
gelişen güncel olaylardan ve Partimizin bu olaylar karşısındaki bakış açısından da söz etti.
Yoldaş’ımızın doyurucu konuşmasından
sonra söz alan Partimizin İl Saymanı aynı zamanda DİSK İl Temsilcisi ve akliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik ise; İşçi Sınıfımızdan,
İşçi Sınıfımızın sorunlarından ve İşçi Sınıfı içinde gerçekleştirilen örgütlenmelerden bahsetti.
Daha sonra söz alan İsmail Durna
Yoldaş’ımız ise; Gençliğin sorunlarından, Parti
Gençliğimiz tarafından gerçekleştirilen çalışmalardan ve bu çalışmalardan kaynaklı Parti
Gençliğimize yönelik baskılardan söz ederek bu
baskılar karşısında hiçbir zaman yılmayacağımızı çünkü, bizlerin büyük bir Devrim Ustası
olan Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olduğumuzun altını çizdi.
Konuşmalardan sonra
müzik dinletisi, söylenen
türküler, okunan şiirler
çok güzel bir ortam yarattı. Daha sonra yarışmalar
bölümüne geçtik. Coşku
içinde geçen yarışmalarda
sırasıyla halat çekme, çuval yarışı ve yumurta yarışı gerçekleştirdik. Küçükten büyüğe herkesin katıldığı yarışlar çok güzel ve
eğlenceli bir hava yarattı,
doyasıya eğlendik.
Pikniğimiz sonunda
çevremizi temizleyip, arkadaşlarımızla vedalaştıktan sonra Konya’ ya doğru
yola çıktık.
Bir etkinliğimizi daha
başarıyla noktalamak bizleri çok mutlu etti ve
gururlandırdı.
Konya ve Seydişehir’den
Kurtuluş Partililer
21
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Aydın-Çine–İbrahim Kavağı Köylüleri rüzgâr enerji
santrali kurmak isteyenleri koruyan jandarmayla çatıştı
G
ünümüzde sürdürülebilir enerji kaynağı
olarak kabul gören Rüzgâr Enerji Santrali (RES) bu kez Çine’de şirket ile köylüyü karşı karşıya getirdi.
Tüm santraller için dikkat çektiğimiz en
önemli olgu, santralin kurulacağı yerin doğru
seçimidir. Eğer siz santralleri köyün merasına,
köylünün yaşam alanına yapmaya kalkarsanız
köylüyü karşınıza alırsınız. Çünkü meralar köylünün ortak kullandıkları ve hayvanlarını otlattıkları alandır. Rüzgâr santralinin çıkardığı gürültüden köyde yaşayanlar ve merada otlayan
hayvanlar rahatsız olurlar. Bu köyün bir özelliği
de su kaynaklarının verimli oluşudur. Madran
Suyu Ege Bölgesi’nde kabul gören şişe suyudur. Kaynakları bu bölgedir. Madranbaba Dağı’ndadır.
İbrahim Kavağı Köylüleri, meralarında
Kıroba şirketi tarafından kurulmak istenen rüzgâr enerji santraline karşı çıkmakta ve çeşitli kanallardan mücadele yürütmektedirler. Aydın Valiliği, Çine Kaymakamlığı, Aydın milletvekilleriyle çeşitli görüşmeler yapıp sorunlarını anlatmışlardır. Sonuç alınamamıştır. Kıroba şirketine
eski Çine Belediye Başkanı ve CHP Aydın Milletvekili Osman Aydın da ortaktır.
Şirket yetkilileri köy merasında kurulmak
istenen RES için çalışmaya başlamak istemiştir.
100 Jandarma eşliğinde komşu Kavşit Köyü’nden 60 işçiyle ölçüm yapmak için köye gelen
firma yetkilileri, karşılarında İbrahim Kavağı
Köylülerini buldular. Yolu kapatan köylüler firma yetkililerini ve yanında getirdikleri komşu
köyden işçileri köylerine sokmadılar. Meşru savunma yapan köylülerden yolu açmalarını isteyen Çine İlçe Jandarma Komutanına “Yaşam
alanımızı kimselere vermeyiz” diyerek cevap
veren köylülere, ilçe jandarma komutanının emriyle biber gazı sıkılarak müdahale edildi. Savaş
alanına dönen olayda kadını erkeği, genci, ihtiyarıyla İbrahim Kavağı Köylüleri ile jandarma
çatıştı. Jandarma ve köylülerden yaralıların olduğu olaylar sırasında jandarmanın orantısız
güç kullanması ortamı gerdi. Olaylardan sonra
üçü İbrahim Kavağı Köyü azası olmak üzere yedi köylü gözaltına alındı, firma yetkilileri ve işçiler jandarma eşliğinde santral kurulacak bölgeye girdiler.
Köylülerin avukatı Kasım Demirtaş’ın köye gelmesiyle görüşmeler yapılmış ve uzlaşma
sağlanmıştır ve jandarmayla birlikte işçiler çekilmişlerdir.
“Olay yerine köylünün vekili Avukat Kasım Demirtaş geldikten sonra gerginlik yerini uzlaşıya bıraktı. Köylünün yaptığının kanunsuz bir eylem olmadığını belirten Demirtaş, “Bu sadece bir sivil itaatsizliktir, köylülere yapılan müdahalede orantısız güç kullanmadır” diyerek Jandarmadan köylüyü serbest bırakmasını istedi. Bunun üzerine Jandarma köylülerin dağılmasını istese de göz-
lem altındaki 7 kişi bırakılmadan köylü dağılmak
istemedi. Bu sırada şirket
ekiplerinin çalışma yaptığı alana çıkan Demirtaş,
burada şirket vekili Avukat Kaan Akın ile bir süre
görüşme yaptı. Akın, ölçüm çalışması yapmak
için çıktıklarını, cihazları
olmadığı için henüz çalışmaya başlamadıklarını,
çalışmak için cihazların
gelmesini beklediklerini
söyledi. Köylünün vekili
Demirtaş, “Burada bir uzlaşmazlık söz konusu, burada yapılacak olan herhangi bir ölçüm çalışmasını birlikte yapmamız gerekir. Ben, siz, şirket yetkilileri ve köy temsilcileri
ile bu ölçümler beraberce
olmalı. Ayrıca şu an çalışmak için içinde bulunduğunuz alan meradır. Bir
an önce inmenizi istiyoruz” dedi. Demirtaş’ın talebini yerinde bulan Jandarma, şirket elemanlarını dağdan indirdi” (Madran Gazetesi, 21.06.2011)
Köylüler meşru haklarını kullanmış, yaşam
alanlarını terk etmemişlerdir. Şirket yetkilileri
köylünün ortak kullanım alanları olan meraya
kanunsuz şekilde girmek istemiş, jandarmayı
da kendi istekleri doğrultusunda yanlarına almışlardır. Köylüyle jandarmayı karşı karşıya
getirdikleri yetmezmiş gibi komşu Kavşit Köylüleri ile İbrahim Kavağı Köylülerini de karşı
karşıya getirmiştir. Özünde köylülerin çıkarı ortaktır, işsizlik cehennemindeki Kavşit Köylüleri, iş bulduk düşüncesiyle Kıroba şirketi çalışanları olarak işe gelmişlerdir. Ortada ölçüm cihazı bile yokken 100 askerle 60 işçiyle santralin
yapılacağı yere girmek istemeleri şirketin art niyetini ve provokasyonunu gösteriyor. Bunu
açıkça şirketin avukatı itiraf etmektedir. Cihazın
gelmediğini, cihazın gelmesini beklediklerini
söylemiştir.
“Yaşam alanlarına kesinlikle RES kurdurmayacaklarını söyleyen köylüler, bir daha şirketin Madranbaba Dağı’na çıkmasını
istemediklerini, radyasyon yayacak, dayanılmaz biz gürültü çıkaracak, muhtemel yangın
ve kaza tehlikesi bulunan Rüzgâr Enerjisi
Santrallerinin köy sınırlarında kurulmasına
asla müsaade etmeyeceklerini söylediler.
Köylüler, “Osman Aydın’ın asıl hedefi bu
alandaki kaynak sularıdır. e havamızı, ne
de suyumuzu çalmasına izin vermeyeceğiz”
diye sloganlar attılar.
“Jandarmayla bir sorunu olmadığını belirten köylüler, asker bizim evladımız. Askerle bizi birbirimize kırdıranlar ve komşu köyümüz Kavşit halkıyla bizi karşı karşıya getirmek isteyenler utansın” diye konuştu.”
(Madran Gazetesi, 21.06.2011)
Gördüğümüz gibi İbrahim Kavağı Köylülerinin tek isteği, yerleşim alanlarına ve meralarına RES’in kurulmamasıdır. Köylüler, içme suyu
kaynaklarının da ellerinden alınacağına dikkat
çekerek, mücadele edeceklerini kararlı bir şekilde ifade ediyorlar. Köylünün kafası ayıktır, derdi ne komşu köylülerdir, ne de askerlerdir. Askerlerin özünde şirketin değil, halkın yanında
olması gerekir. Dipçik vurdukları kendi köylüsüdür, kendisi de halk çocuğudur.
Kurtuluş Partisi, meşru hakları için mücadele veren İbrahim Kavağı Köylülerinin haklı mücadelesinin yanındadır.
Meraları gasp ederek santrallere, maden işletmelerine peşkeş çeken Tayyipgillerin yasaları bir gün mutlaka çöplüğe atılacaktır. İbrahim
Kavağı Köylülerinin onurlu mücadelesi, Sağlıklı Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Temiz Toplum için verdiğimiz haklı mücadelenin bir parçasıdır. Halk iktidarı kurulana kadar mücadele
bitmeyecek, sürecek ve zafere ulaşacaktır.
İzmir’den Bir Yoldaş
Dostların arasındayız! Güneşin sofrasındayız!.
K
Partimizin Pikniğini gerçekleştirdik
urtuluş Partisi Bursa İl Örgütü olarak, bu yılki geleneksel pikniğimizi
5 Temmuz Pazar günü gerçekleştirdik. İşçi, sağlık çalışanı, eğitimci ve genç
arkadaşlarımızla yılın yorgunluğunu hep
birlikte attık. Aynı sofradan yemenin zevkini, konuşamadıklarımızı birbirimize anlatmanın, dostlarımızla paylaşmanın rahatlığını yaşadık.
Antika Greklerin “Asya Olimpi” adını verdikleri, eskilerin “Keşiş Dağı” dedikleri Uludağ’ın eteklerinde gerçekleşen
pikniğimizde, Partimizin Başkanlık Kurulu Üyesi Ali Serdar Çıngı ve Merkez
Yönetim Kurulu Üyemiz Halil Arabulan bizleri yalnız bırakmadılar.
Ali Serdar Çıngı yaptığı konuşmasında
dünyada ve ülkemizde yaşanan sorunlara
değinirken, yaşadığımız işsizlik ve pahalılık düzeninin ancak örgütlü mücadeleyle
yok edilebileceğini vurguladı.
Halaylarla oyunlarla devam eden pikni-
ğimiz, yapılan değerlendirmeyle sona erdi.
1971’in 1 Temmuz gününde Partimizin
Kurucusu Hikmet Kıvılcımlı “Yol Anıları”nda Sofya’ya benzettiği Bursa için şöyle demişti:
“O daracık Bursa çeyrek
tepsi ovacığı da, son çeyrek
yüzyılın “Demir Kırat” uygarlığı ile kemirile kemirile
uyuza döndürülüyor. Şehrin dağ eteklerinden Bursa’nın uçsuz bucaksız gibi
gelen şeftali bahçelerine inilir, kaybolunurdu. Son yıllar bütün şeftali bahçeleri,
göçmen gecekonduları, Cezaevi, Oto Terminali ile kelleştirildi. Yetmedi. Önüne
gelen “Şirket” vurgunu ile
adı “fabrika”, kendisi ucuz
arsa kapatma yerleri olarak yozlaştırılıyor, çölleştiriliyor.” (age,
Derleniş Yayınları, s. 228)
Hikmet
Kıvılcımlı’nın
1971’de dediği gibi hem insanı hem doğası talan edilen,
sömürülen Bursa’da Partimizle yaşadığımız bu güzel
anlar örgütlülüğün, birlikte
mücadele etmenin önemini
bizlere bir kez daha öğretti.
Bursa’dan
Kurtuluş Partililer
Kurtuluş Partililer,
Geleneksel Parti
Pikniğinde buluştu!
A
nkara Çamlıdere’de gerçekleştirdik
bu yılki pikniğimizi. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine baş koyan
yoldaşların, bu uğurda kavgayı paylaşan
devrimcilerin, eğlenmeyi de paylaşabileceklerinin en güzel örneğiydi pikniğimiz.
Ortak oyunlar, bilgi yarışması ve Ankara İl
Başkanı’mızla; seçimler ve seçimlerden
çıkaracağımız sonuç üzerine yaptığımız
söyleşi ve beraber çekilen halaylarla sonlandırdık piknik etkinliğimizi.
Bu etkinlikten ve hazırlık çalışmalarından başka bir özet daha çıkarılabilir:
Piknik gibi basit ya da eğlence amaçlı bir
etkinlik bile gerçekten örgütlü ve planlı bir
şekilde yapıldığında tadından yenmiyor.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Recep Vurmuş Yoldaş,
Kurtuluş Partililerin bilincinde, yüreğinde yaşıyor
Baştarafı sayfa 24’te
Ankara
İşçi Sınıfı davasına inanmış, bu uğurda
ölümü göze almış yiğit Yoldaş’ımız Recep Vurmuş, bedence aramızdan ayrılışının dördüncü yılında Ankara’da yoldaşları, dava arkadaşları tarafından anıldı.
Anma etkinliği 23 Mayıs’ta Parti binasında gerçekleştirildi. Recep Vurmuş Yoldaş nezdinde tüm Devrim Şehitleri adına
yapılan saygı duruşunun ardından Genel
Başkan Yardımcısı Av. Metin Bayyar,
Recep Yoldaş’ın mücadele hayatını anlatan bir konuşma gerçekleştirdi.
Konuşmasında Recep Yoldaş’ın öğrencilik hayatındaki önderleşme sürecini, İşçi Sınıfı Davasına olan inancını, işçi örgütlenmelerinde gösterdiği başarıyı vurgulayan Metin Bayyar, böylesine yiğit bir
devrim neferini kaybetmenin Partimiz
açısından büyük bir kayıp olduğunu, ancak her bir Kurtuluş Partilinin Recep Yoldaş’ın mücadelesini örnek alması gerektiğini söyledi.
Av. Metin Bayyar’ın konuşmasının ardından, özellikle onu yakından tanıyan,
aynı dönemlerde omuz omuza mücadele
ettiği yoldaşları Recep Vurmuş’u anlattı.
Konuşmalardan çıkan ortak görüşler
şöyleydi: Recep Yoldaş girdiği her ortamda önderleşen, kendini davaya adamış, insanlarla kolaylıkla iletişim kurabilen, sosyalizm mücadelesine yürekten inanmış
gerçek bir devrim neferiydi.
İzmir
Recep Vurmuş Yoldaş, bir dönem mücadele yürüttüğü İzmir’de, yoldaşları tarafından 22 Mayıs günü anıldı.
İPSD İzmir Şubesi’nde yapılan anmada Recep Yoldaş’ın mücadelesini anlatan
sinevizyon gösterimi yapıldı.
Ardından yaşamı ve mücadelesinin ışı-
İstanbul
Ankara
İzmir
ğında bir devrimcide olması gereken niteliklerin anlatıldığı bir konuşma yapıldı.
Konuşmanın ardından birlikte mücadele ettiği yoldaşları ve Abisi söz alarak
Recep Yoldaş’ı anlattılar. Ve mücadelenin
her geçen gün artarak devam ettiğini, onu
anmanın mücadeleyi zaferle taçlandırmak
olduğunu söylediler.
İstanbul-Kocaeli-Ankaraİzmir’den Kurtuluş Partililer
Bir Kitap:
Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum
B
ulgaristan… Bizim ülkemize birçok yönüyle benzeyen Meriç Nehri’nin sınırımızı çizdiği Balkan ülkesi. Dünya devrim tarihine adını altın harflerle yazdıran;
Dimtrov önderliğinde çok büyük bir mücadele
vererek ülkesini hem Hitler Faşizminden hem
de burjuva iktidarından kurtaran ülke aynı zamanda…
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlılarla aynı cephede savaşa katılan Bulgaristan, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na da
Almanya saflarında katılarak her iki savaştan
da yenilgiyle çıkmıştır. Bulgaristan II. Dünya
Savaşı’nın ardından Balkanlar’da ilerleyen
Sovyet Ordusu’nun da yardımıyla Georgi
Dimitrov önderliğinde sosyalist rejime geçmiştir.
01 Mart 1941’de Bulgar hükümeti, Bulgaristan’ı Faşist Blok’a katan
Üçler Paktı’nı açık
olarak imzaladı. Savaşın
yıkıcı etkisiyle artan sefalet ve işsizlik, kapitalist
bunalımın etkisiyle katlanarak büyüdükçe, emekçi
halk ve İşçi Sınıfı Bulgaristan İşçi Partisi (BİP)’in
öncülüğünde 1942’de kurulan Vatan Cephesi
komitelerinde yer alıyor, kentlerde Partizanların
öncülüğünde mitingler ve
grevler düzenliyor, işgaller gerçekleştiriyor,
köylüler de yine Partizanlara yardım ve yataklık
dahil her türlü açık
desteklerini sunuyorlardı.
1944 yazına gelindiğinde Bulgaristan’da 11
Partizan Tugayı, 43 Müfreze ve çok sayıda
küçük savaş grupları silahlı mücadelenin
başını çekiyordu.Savaş ve sabotaj grupları
hariç bu savaş örgütlerinde on sekiz binden fazla Partizan yer alıyordu.
1943 yılı başlarında gerçekleşen büyük
Stalingrad Zaferi’nin Bulgaristan’daki antifaşist mücadeleye etkisi büyük oldu. Doğu
cephesinde Sovyet Kızılordusu’nun kazandığı
bu zafer cephe gerilerinde Almanlara karşı
savaş yürüten tüm antifaşist mücadelelere hız
kattı. Bundan dolayı Bulgaristan’da silahlı
mücadelenin gittikçe artan bir şekilde yoğunlaşıp hızlanacağı bir döneme giriliyordu.
BİP’in yönetiminde Bulgaristan Halkının kapitalizme, faşizme ve faşist işgalcilere karşı üç
yıl boyunca yürüttüğü silahlı mücadele ile tarihinin en büyük fedakârlık sayfaları
yazılmış oluyordu.
Eşsiz ve büyük bir fedakârlıkla ve kahramanlıkla emperyalizme ve faşizme karşı
savaşan Bulgar proletaryası 9 Eylül 1944’de
zafer kazandı.
İşte aşağıda tanıtacağımız kitap da yukarıda bahsettiğimiz gibi bir partizan tugayında
yer alan, bilinçsiz bir fabrika işçisi iken yiğit
bir savaşçıya dönüşen bir Kadın Partizanın ağzından Bulgaristan Devrimi’ni anlatıyor:
“azi Ordusu’nun zulmünün doruğa
ulaştığı 1940’lı yıllar. Halk günlük gereksinimlerini bile karşılayamaz bir durumda.
Büyük bir acı ve önlenemez bir yoksulluk
yaşanıyor. Tüm kötü koşullara ve olanaksızlıklara karşı halk, kadını erkeği, genci
yaşlısıyla direniyor. Faşizme karşı direnenler Vatan Cephesi’nde birleşerek faşizmin
en karanlık günlerinde özgürlük için umut
ışığı oluşturuyor.”
Romanın Yar Yayınları’ndan çıkan baskısının arka kapağında yer
alıyor bu sözler.
Mitka Gribçeva, Bulgaristan’ın yoksul bir köyünde doğar. Baba baskısından kurtulmak için Sofya’ya gelir. Fabrikada işe
başlar ve burada tanışır Vatan Cephesi’yle ve mücadelenin yılmaz savaşçısı
olur. İllegalitenin zor şartlarında faşizme karşı yılmadan mücadele eder.
Mitka Gribçeva’ya bir
faşist mahkeme başkanını
öldürme görevi verilir.
Görevi başarıyla bitirdikten sonra komutanı onu
Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) adına tebrik
eder ve bunun üzerine kahraman şunu söyler:
“Beni (Mitka Gribçeva), Radomirtsi köyünden Çıplak Baço’nun kızı Mitka Gribçeva’yı birkaç yıl öncesine kadar el yazısı
harflerini zor okuyabilen, kimsenin tanımadığı tekstil işçisini bu akşam saatinde
parti tebrik ediyor.” (agy, s. 216)
Hepimiz birer Mitka Gribçeva olursak Vatan Cephesi’nin yaptığını yapmamak için hiçbir sebep yoktur. Tabiî ki burada Bulgaristan
Komünist Partisi (BKP)’den de bahsetmek gerekiyor. İllegalitenin zor şartlarında İşçi Sınıfını örgütlüyor, 1 Mayıslar kutluyor ve aynı zamanda gerilla savaşı da veriyor.
Bu kitapta önemli iki husus var.
Birincisi; Marksizm-Leninizmin öğretilerini doğru kullanan bir örgütün mutlaka başarıya ulaşacağını gösteriyor.
İkincisi; bu kitap hem zor şartlarda verilen
ama başarıya ulaşan bir mücadeleyi anlatıyor,
hem de örgütlenme noktasında ufkumuzu genişletiyor.
Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği
22
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
Sağlıkta dönüş ne tarafa?
Baştarafı sayfa 24’te
“Sağlıkta Dönüşüm Programı”
alth just before the general election? British
Medical Journal, 21 Mart 2011)
OECD belgelerinde yatan hastalarda hâlâ kamu kuruluşları ağırlıklıysa da, özel
hastanelerin yatak sayısının 2004’ten beri
her yıl % 15 arttığı belirtiliyor. (Gönenç R,
Sahinöz S, Tuncel O., Turkey’s Improving
Integration with the Global Capital Market:
Impacts on Risk Premia and Capital Costs”,
OECD Economics Department Working
Papers, No. 812, OECD Publishing, 2010.
http://dx.doi.org/10.1787/5km4nf492j0ren)
Bu uygulamalar sonucu uluslararası tekellerin iştahını kabartan 75 milyonluk Türkiye Pazarının zaten aralık duran kapısı ardına kadar dışa açılıverdi. Bir yandan da
popülist politikalarla pazar daha da büyütüldü ve daha cazip hale getirildi.
Rakamlara baktığımızda bu durum açık
seçik görülüyor: Sağlıkta Dönüşüm Programı sonucunda sağlık harcamaları 2001’deki
10 milyar dolar düzeyinden dört katı artarak 2009’da 40 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. Bu miktarın üçte biri ilaç harcamalarına gitmektedir. Bir o kadar da özel hastanelere aktarılmaktadır. Bu eğilimin devam
edeceği, ilaç harcamalarının toplam sağlık
harcamasının yarısını geçeceği öngörülmektedir. (Kilic B., Turkish health system,
From socialisation to privatisation, British
Medical Journal, 14 Nisan 2011)
27 Mayıs Politik Devrimi, sağlık alanında da Türkiye için bir dönüm noktası oldu. Türkiye’de sağlık hizmeti 27 Mayıs
Devrimi sayesinde esas olarak kamu eliyle
ve herkese parasız şekilde yürütülür hale
geldi. Bundan 50 yıl evvel, Devrim daha
bir yılını doldurmamışken, Milli Birlik
Komitesi 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun”
ile herkese eşit, parasız sağlık hizmeti hakkını sağlamıştı halkımıza (12 Ocak 1961).
Bu sayede ülke Sağlık Ocaklarıyla donatılmış (yaklaşık 6400 sağlık ocağı ve 12.000
ebe ve hemşire), sağlık hizmeti basitten
karmaşığa basamaklandırılmış, basamaklar
arasında sevk zinciri ve bağ kurulmuş, koruyucu sağlık hizmetlerine büyük önem verilmiştir. Sistem öylesine mantıklı ve pratikti ki, Türkiye bu modelle İsveç, Norveç,
Finlandiya gibi ülkelere örnek oldu. Ancak,
zamanla Türkiye’yi yöneten gerici iktidarlar sağlıktaki bu eşitlikçi, halkçı “Sosyalizasyon Modeli”ni bozmak için ellerinden
geleni yaptılar. Altyapıyı modele uygun geliştirmediler, gerekli mali desteği sağlamadılar, politik kararlarla ve kötü yönetimle
modeli bozdular, iyi çalışmaz hale getirdiler.
Faşist 12 Eylül Darbesinden hemen
önce Ecevit Hükümeti’nin Sağlık Bakanı
Mete Tan tarafından getirilen Tam Gün
uygulamasıyla (Haziran 1978) sistem diriltilmeye çalışıldıysa da, 12 Eylül bu uygulamayı ortadan kaldırarak sisteme en büyük
darbeyi vurdu. Bununla da kalınmadı.
Özallı yıllarda ve 1990’larda sistemin yönü
tam zıttına çevrildi. Bakanlığın adı bile de-
Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında Sağlık Ocakları (birinci basamak) bitirildi, yerine Aile Hekimliği uygulaması getirildi, koruyucu tıp göz ardı edilerek sadece
tedaviye odaklanan bir tıp yaklaşımı be-
ğiştirildi. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adı, bir anda, sessiz sedasız Sağlık Bakanlığı’na dönüştürülüverdi. Bir yandan
Dünya Bankası kredileriyle özel sağlık kuruluşları mali teşvik kapsamına alınırken,
diğer yandan bütçeden sağlığa ayrılan pay
düşürüldü, var olan kamu sağlık kuruluşları kendini yenileyemez, gittikçe köhneyen
ve kısır kuruluşlar haline getirildi. Öyle ki,
sistemin temel taşı olan sağlık ocaklarının
kira, elektrik, su, telefon gibi masrafları bile devlet tarafından karşılanmaz duruma
getirildi. Türkiye nüfusunun yarısının kayıtlı olduğu Sosyal Sigortalar Kurumu
(SSK) sağlık kuruluşları için de benzer süreç işledi, SSK açıkları yıldan yıla arttı. Yapılan yanlışlar kaçınılmaz olarak sağlıkta
piyasalaşma/özelleşme rüzgârlarını şiddetlendirdi. AKP ile birlikte uluslararası finans
kuruluşları da işin içine girdi. AKP’nin
“Sağlıkta Dönüşüm Programı”, Dünya
Bankası tarafından ve Dünya Bankası aracılığıyla Dünya Sağlık Örgütü tarafından
teşvik edildi ve 2003’te başlatıldı. Amaç
1961’de temelleri atılan sosyalizasyon
modelini tamamen ortadan kaldırarak
sağlığın piyasalaşmasını-özelleşmesinitaşeronlaştırılmasını sağlamaktı.
Artık hedef halk sağlığı değil kâr idi.
Yabancılarla elele vermiş yandaş özel sağlık kuruluşları pıtrak gibi çoğaldı. Özel
hastanelerin oranı AKP’nin iktidara geldiği
2002 yılında % 8 idi; bu oran 2009’da %
40’a yükseldi. Elde ettikleri geri ödemeler
ise toplam geri ödemelerin üçte birini oluşturuyor. (Terzi C., Can authors or editors
publish an article as gift to a minister of he-
nimsendi. Bu, dünyada ilaç tekellerinin öteden beri savunduğu, dikte ettiği bir politikaydı. Çünkü böylece dünya pazarına ilaç
üreten ilaç tekellerinin ürünleri daha çok
satılacaktı. Böylece Türkiye, Sağlıkta Dönüşüm Programı sayesinde OECD ülkeleri
içinde ilaç harcamasındaki artışın en büyük
ülke olduğu şanına ulaşmıştır. Bugün Avrupa ilaç pazarında Türkiye; Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’dan sonra altıncı sıraya yerleşmiş durumda. (Terzi C.,
Can authors or editors publish an article as
gift to a minister of health just before the
general election?, British Medical Journal,
21 Mart 2011)
Dünya piyasasında yıllık getirisi 1 milyar doların üzerinde olan ilaçlara Amerikalılar “Blockbuster” diyor. “Blockbuster”,
havadan atılan çok etkili bomba anlamını
taşıyor. Blockbuster ilaç, piyasada çok tutulan, üretici firmaya çok büyük gelir getiren
ilaç anlamında kullanılıyor. Büyük ilaç tekelleri, belki araştırma geliştirmeye büyük
paralar harcıyorlar ama kısa zamanda da
acısını dünya halklarından çıkarıyorlar. İlacın piyasada tutması için her türlü etik olmayan (ahlâk dışı) yola başvuruyorlar. Kesinkes objektif olması gereken bilimi de etkiliyorlar, kendi çıkarları uğruna yönlendiriyorlar bilimi. İlaçlar, sözde “bilimsel” çalışmalarla, kullanılması kesinlikle gerekli,
olduğundan daha etkili, yan etkileri daha az
gösterilerek sunuluyor dünya piyasasına.
“Blockbuster” ilaçların başında kolesterol düşürücü ilaçlar geliyor. Atorvastatin
(piyasada Lipitor adıyla pazarlanıyor) üreticisi Amerikan ilaç tekeli Pfizer’a 2010 yı-
İlaç kullanımındaki artış
ilaç tekellerine bayram ettiriyor
lında 13 milyar dolar getirmiş bir ilaç. Bu
firma yıllık kazancının yaklaşık dörtte birini bu ilaçla elde ediyor (Pfizer firmasının
yıllık kazancı 50 milyar dolar). Başka bir
kolesterol düşürücü ilaç olan Rosuvastatin
ise (Crestor adıyla pazarlanıyor) üreticisi
İngiliz sermayeli Astra Zeneca firmasına
yılda 6 milyar dolar kazandırıyor. “Blockbuster” ilaçlarla böylesine büyük kârlar elde eden ilaç tekelleri aynı amaca yönelik
başka ilaç olsun istemiyorlar. Kendileri geliştirmedikleri gibi, başkaları tarafından
üretilenleri de büyük ekonomik güçleriyle
satın alıp kendi patentlerine geçiriyorlar.
Yirmi yıl olan patent hakkı dolup ilaç üretiminde patent hakları gidince ancak yeni
arayışlara girme eğilimindeler. Böylece
sağlıktaki teknik gelişmeyi geciktiriyor ilaç
tekelleri. Çünkü bu durumda aynı ilaç başka ilaç şirketleri tarafından da üretilebilir
hale geliyor. Bu da pazarın nispeten küçülmesi demek ilaç tekelleri için. Bu alandaki
“bilimsel” yanıltmacalardan biri, karar verme durumunda olan, ciddi bir kuruluşun
(The Cochrane Collaboration) hazırladığı
bir bilimsel çalışma ile bu yılın başında ortaya konuldu. (Statins for the primary prevention of cardiovascular disease.
http://www.thecochranelibrary.com)
Buna göre, düşük riskli insanlarda kolesterol düşürücü ilaçlar yok yere kullanılıyordu. İngiliz Daily Mirror Gazetesi bu
çalışmayı “Statinler Aşırı Kullanılıyor”
başlığıyla verdi. Yazıda milyonlarca insanın gereksiz yere kolesterol düşürücü ilaçları kullandığı belirtildi. (D. Fletcher, “Statins overused”, Daily Mirror, 19 Ocak
2011)
Bu önemli bilgiler bizim basında yer almadı, nedense.
Pekiyi, TayyipGül bu işin neresinde, denecek. TayyipGül, sıcak para politikasıyla
ithalatı özendirerek ülkede zaten cılız, montaja (ambalaja) dayalı ilaç sanayiini bitirdi.
Daha da önemlisi, eski SSK’nın yerli milli
ilaç üretim tesislerini tasfiye etti. Bugün uyguladığı ilaç politikası da ilaç şirketlerinden
yana. Hem popülist politikalarla ilaç tüketiminde çok büyük artışlara yol açtılar, böylece Türkiye ilaç pazarını büyüttüler, ilaç
tekellerinin iştahını kabarttılar; hem de uyguladıkları fiyat politikasıyla ilaç şirketlerini memnun ettiler. Görüş olarak AKP’ye
yakın bir dergi olan Medimagazin’in 25
Nisan 2011 tarihli nüshasında, Alman kökenli Boehringer Ingelheim firmasının
Yönetim Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk
Willink ile yapılan bir söyleşi yer aldı. “Fiyatlandırmada hükümetle ortak yol bulmaya hazırız” başlıklı bu söyleşide şöyle
deniyor:
“Türkiye’de ilaçta patent ve veri münhasıriyetinin dünya standartlarına taşınması gerektiğini ve orijinal ilaçlar ile jenerik ilaçların ayrılmaz bir ikili olduğunu
belirten Boehringer Ingelheim Yönetim
Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk Willink,
‘Türkiye’de jenerik ilaç fiyatları dünya
standartlarının çok üstünde’ dedi.” (Medimagazin, 25 Nisan 2011)
Pekiyi, fiyatlandırmada hükümetle ortak
yol bulma arayışı nedir? Bu da henüz patent
altındaki ilaçlara daha yüksek fiyat biçilmesi arayışıdır. Yazı şöyle devam ediyor:
“Dünya ilaç devlerinden Boehringer
Ingelheim Yönetim Kurulu Üyesi Engelbert Tjeenk Willink şirketin İstanbul’daki Genel Müdürlüğünü ziyaret sırasında,
ilaç şirketi olarak kendilerinin ve hükümetin ortak hedefinin insanlara daha
fazla sağlık ve bakım hizmeti sağlamak
olduğunu söyledi. Dolayısıyla fiyatlandırma konusunda da hükümetle ortak
paydada buluşulması gerektiğini belirten
Willink, ‘Bildiğim diğer tüm ülkelerle
karşılaştırdığımda yenilikçi ilaçlarla jenerik ilaç fiyatlarının bu kadar yakın olduğu
başka bir ülke yok. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) patent süresi
bitiminde piyasaya sürülen jenerik ilaç fiyatları orijinalinin yüzde 10’u civarındadır, oysa Türkiye’de bu oran yüzde 50’lerdedir…’ dedi” (Medimagazin, agy)
İleride AKP bu kıyağı da yapar, patent
altındaki ilaçların fiyatlarını da kısa sürede
tekellerin istediği düzeye getirir sanıyoruz.
Bir dediklerini ikiletmediklerine göre…
Sonuç: başarı var mı?
AKP “Sağlıkta Dönüşüm Programı”
kapsamında popülist politikalar uygulamış,
halkımızı kandırmayı becermiştir. Bu onlar
için başarıdır. Ama gerçekte sağlık hizmeti
bakımından bir başarı yoktur. Başta sağlığa
ayrılan pay açısından Türkiye tüm OECD
ülkelerinin gerisindedir. Aşağıdaki grafik
bu durumu ortaya koymaktadır:
Şekil 1. Grafikte sağlığa ayrılan pay bakımından
OECD
ülkeleri
içinde
Türkiye’nin yeri görülmektedir: Sondan birinci! (Kaynak: Gönenç R, Sahinöz S, Tuncel O., Turkey’s Improving Integration with
the Global Capital Market: Impacts on Risk
Premia and Capital Costs”, OECD Economics Department Working Papers, No. 812,
OECD
Publishing,
2010.
http://dx.doi.org/10.1787/5km4nf492j0ren)
Sağlıkta temel alınan yaşam süresi, çocuk ölüm oranı gibi bazı göstergeler açısından da aslında başarı yoktur. Bundan birkaç
yıl önce hazırlanan bir OECD raporunda
şunlar belirtilmektedir:
“Türkiye’de sağlığın durumu son onyıllarda bazı açılardan hızla iyileşmekte
ve OECD ortalamalarına yaklaşmaktadır (görüldüğü gibi sadece AKP dönemi
değil, öncesi de belirtilmektedir onyıllar denerek - Kurtuluş Yolu) e var ki, tüm
OECD ülkelerine göre Türkiye’de ortalama yaşam süresi kısa, çocuk ölüm oranı yüksektir. Sağlıkta Dönüşüm Programı altındaki son gelişmelere rağmen
Türkiye’de sağlığın OECD içindeki ve
dışındaki üst orta gelir düzeyindeki ülkeler ile kıyaslandığında biraz daha aşağıda olduğu görülmektedir.” (OECD Reviews on Health Systems: Turkey, 2008,
ISBN 978-92-64-05108-9)
Bu denilenlere göre ortada başarı değil,
tersine başarısızlık vardır. Türkiye’nin kendi ekonomik durumundaki ülkelere göre
(sadece OECD ülkeleri değil, dünyadaki
tüm ülkeler) daha geri bir noktada olduğu
belirtilmektedir.
Sağlık sisteminde birinci basamak sağlık hizmetleri tasfiye edilmiş, koruyucu
sağlık hizmetleri göz ardı edilmiş, sadece
tedaviye yönelik sağlık hizmeti esas alınmıştır. Sağlık ocakları yerine Aile Hekimli-
ği Kurumu getirilmiş ama aile hekimleri de
sağlık hizmetinden çok performans peşine
düşen küçük taşeronlar konumuna getirilmiştir. Genel olarak sağlıkta özel sektör teşvik edilmiş, özel hastanelerin gelişmesi için
AKP tarafından elden gelen yapılmış, kamusal sağlık hizmetleri bilinçli olarak sınırlanmış ve geriletilmiştir.
Sağlık çalışanları “Performans” denerek halka hizmet hedefinden uzaklaştırılmış, tek hedef daha çok performans göstermek olarak sunulmuş, böylece sağlık hizmeti daha çok gelir elde etmeye indirgenmiştir. Üstelik elde edilen gelir kalıcı değildir, özlük haklarına yansımamaktadır. Ayrıca, daha fazla performans, daha çok gelir
hedefiyle sağlık çalışanları birbirine düşürülerek sağlık ortamında iş barışı bozulmuştur.
Ülkenin sağlık harcamaları kat kat artmış, AKP açığı kapatmak için arayışlara
girmiştir. Türkiye’de zaten dünyanın en
yüksek dolaylı vergileri uygulanmakta,
dünyanın en yüksek akaryakıt fiyatları
ödenmektedir. Yoksul sayısı resmi rakamlarla 20 milyona dayanmıştır. Bu ortamda
açıkların kapatılması için halka yeni külfetler getirilecektir. Nitekim, sağlık kuruluşlarına başvuranlardan sessiz sedasız, alıştıra
alıştıra “katkı payı” alınmasına başlanmıştır. İlaç geri ödemeleri zorlaştırılmış, halk,
cebinden harcayarak ilaç alma yoluna yönlendirilmiştir. Ama bunlar da yetmemektedir. Yeni vergiler, katkı paylarının artışı kaçınılmazdır. Yukarıda belirttiğimiz OECD
raporunda şunlar denilmektedir:
“Gelir Toplamayı Artırmaya Gerek
Vardır
“Sosyal Güvenlik Kurumu için sağlık
sigortası amaçlı ve katkıları toplamaya
yönelik kayıtları artırma yolları izlemek
önemlidir. Ancak, devletin Türkiye’de
uyguladığı kayıt dışı sektörü azaltma politikası göz önüne alındığında sağlıktaki
kamu harcamasını sürdürebilmek için
katkıları artırmak gerekir; çünkü katkılar
işgücü
üzerindeki
“vergi
tamponu”nu yükseltiyor ve böylece kayıtdışılığı cesaretlendiriyor. Kayıtdışılık
azalırsa genel geri dönüşleri artırmak
daha kolay olabilir. Vergi yönetimini geliştirerek ve varolan vergilerde reformlar yaparak geri dönüşleri artırma yolları vardır.” (OECD Reviews on Health
Systems: Turkey, 2008, ISBN 978-92-6405108-9)
Özetle, açığın var, sağlıktaki bu durumu
sürdürebilmen için gelir elde etmen gerek;
primleri, katkı paylarını artır; kayıtdışı çalışmayı önle, deniyor Türkiye’ye. Sosyal
Güvenlik Kurumu (SGK)’nin kendi rakamlarıyla 9 milyon kayıtsız işçi var
Türkiye’de. Ve de özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırma teşvik ediliyor
TayyipGül iktidarınca. O halde seçenek
zam-vergi-katkı payı uygulamaları… Şimdi
seçim de bitti, yakın gelecekte bu seçeneklerin uygulamaya konması kaçınılmaz görünüyor.
Bu uygulamalar sağlığın bir temel insan
hakkı oluşunun yok sayılması anlamına gelir. Sağlık metalaştırılmış, alınır satılır mal
haline getirilmiştir.
Çözüm: Herkese parasız sağlık hakkıdır. Bunu sağlayacak olansa kuşkusuz sosyalizmdir.
Elli yılı aşkındır ABD ablukası altındaki
Küba’nın kişi başına geliri ABD’nin 20’de
biri olduğu halde çeşitli sağlık göstergeleri
açısından ABD’yi yakalaması, hatta geçmesi başka nasıl açıklanır?
23
Yıl: 6 • Sayı: 55/ 24 Temmuz 2011
15–16 Haziran yolumuzu aydınlatıyor!..
Baştarafı sayfa 24’te
kadar süregelen mücadelenin anlatıldığı
sinevizyon gösterimi yapıldı.
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Küçükosmanoğlu yaptığı konuşmada, bu Direnişin şartlarını, günümüzdeki İşçi Sınıfı
mücadelesinin geldiği durumu anlattı.
HKP İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak
ise günümüzde 15-16 Haziranlar yaratmak
için Uyanış-Derleniş-Birleşi yoluna girip
Proletarya Partisi etrafında örgütlü mücadeleyi yükseltmek gerektiğine vurgu yaptı.
İstanbul
Etkinlik, okunan şiirlerin ve marşların eşliğinde sona erdi.
Konya
Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler olarak; 15-16 Haziran 1970 Şanlı İşçi Direnişi’nin 41’inci yıldönümünde bir seminer
düzenledik. 14 Haziran Salı günü saat
19.30’da Nakliyat-İş Sendikası binasında
düzenlediğimiz etkinliğe, çoğunluğunu
Ambar İşçilerinin oluşturduğu, yaklaşık 80
kişilik bir kitle katıldı.
Etkinliğimiz ilk olarak DİSK Konya İl
Temsilcisi ve
Nakliyat-İş
Bölge Temsilcisi Ali Özçelik’in
açış
konuşması ile
başladı.
A ç ı ş
konuşmasının
ardından
15–16 Haziran ile ilgili
hazırlanan
sinevizyon gösterimi yapıldı.
Sinevizyon gösteriminin ardından söz alan Ali Özçelik konuşmasına; İşçi Sınıfının nasıl doğduğunu, gelişim
sürecini, bu süreçte yaşananları örneklerle
anlatarak başladı.
Daha sonra Türkiye’deki geçmişten
günümüze kadar gelişen, özellikle 27 Mayıs
Politik Devrimi sonrası ivme kazanan İşçi
hareketlerinden, İşçi Sınıfımızın temel
örgütü olan DİSK’in kuruluşundan,
DİSK’in kuruluşundan bu yana geliştirdiği
sayısız işgal, grev ve direnişlerden örneklerle bahsetti.
15–16 Haziran Direnişi’nin nasıl geliştiğini ayrıntılı ve net olarak da anlatan Özçelik, Parababaları düzenine karşı mücadelenin örgütlü bir şekilde sürdürülmesi gerektiğinin altını çizerek, İşçi Sınıfımızın da
örgütlü bir şekilde hareket etmesinden
başka bir çıkar yolu olmadığını belirterek,
bu duygu ve düşüncelerle konuşmasını noktaladı.
Daha sonra söz alan Halkın Kurtuluş
Partisi Konya İl Örgütü Başkanı Av. Orhan
Özer ise; o dönemin canlı bir tanığı olarak,
15–16 Haziran Direniş sürecinde yaşananları örneklerle anlattı.
İşçi Sınıfımızın Parababaları düzeninde
Şanlı 15–16 Haziran İşçi Direnişi kanıtlamıştır ki:
Örgütsüz İşçi Köle İşçidir, Örgütlü İşçi Yenilmez!
Ü
İşçiler, Emekçiler, Kardeşler!
lkemizde halklarımız çok zor günlerden
geçiyor, siyasi ve ekonomik zulüm altında adeta kan ağlıyor. Sadece bizim ülkemizde değil, dünyayı babalarının çiftliği gibi
gören ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin
elini attığı ülkelerdeki çalışan ve ezilen tüm
halklar kan ağlıyor. AB-D Emperyalistleri siyasi planda, bu sömürü ve soygun düzenine başkaldıran, direnen ülkeleri bölüp parçalıyor. Bir
devletten üç, dört, beş, altı hatta Yugoslavya
örneğinde olduğu gibi yedi devlet çıkarıyorlar.
Böylece dünyayı “bin ülkeli” bir hale getirmek
amacında adım adım ilerliyorlar…
Ülkemizde ise halklarımızı Yeni Sevr planları ile birbirine düşürmek, Türkiye’yi en az üç
parçaya bölmek istiyorlar. Bunu pek öyle saklı
gizli de yapmıyorlar. Haritalar yayınlayarak
ilan ediyorlar. Adına kısaca BOP denilen
“Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmek istiyorlar. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi, yeniden bölüp parçalamayı amaçlıyorlar. Ve ne acınacak durumdur ki bu projenin eş
başkanlığını İspanya’yla Türkiye Başbakanı
yapıyor. Yani Türkiye’yi Yeni Sevr’le bölüp
parçalama, Ortadoğu’ya ABD’nin istekleri
doğrultusunda yeniden şekil verme projesinin
Eş başkanı Tayyip’tir.
Halklarımıza ve ülkemize böylesine ihanet
içinde olan Tayyipgiller, aynı zamanda Ortaçağcı, Şeriatçı bir düşünceye sahiptirler. Halkımızı din afyonu ile uyutarak, nihai amacı olan
Şeriat düzenini gerçekleştirmek için, bazen
açık, ama çoğunlukla sinsi bir biçimde, fakat
şaşmaz bir kararlılıkla çalışmakta ve Mustafa
Kemal’in önderliğindeki birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızdan sonra kazanılmış
olan laikliği yok etmek istemektedirler.
Ekonomik planda ise gelinen durum daha
da vahim. İnsanlar, açlık ve sefaletten bunalmış
durumda. Özgürlük ortamının kısıtlı olmasının
da etkisi ile Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da 40
yıllık diktatörler devriliyor. Ve açlık o boyutlara vardı ki, insanların, çamurdan pasta yapıp
yedikleri haberlerini okuyoruz gazetelerde...
Halklar böylesine giderek yoksullaşırken,
hayatta kalabilmek için çamur yeme noktasına
gelmişken Parababaları ne âlemde, ne yapıyor?
Forbes Dergisi’nin 2011 yılı için açıkladığı
zenginler listesine göre, dünyanın milyarderleri listesinde yer alan 1225 milyarderin toplam
serveti 4.5 trilyon dolara çıktı. Her bir milyarderin “ortalama servetinin” geçen yıla göre 250
milyon dolar yükseldiği belirtildi. Türkiye’den
de listeye bu yıl 10 yeni isim girmiş. Böylece
de listedeki en zengin Türk sayısının 38’e yükseldiği belirtiliyor. Tüm bunlar karşısında ülkemizde işsizlik aldı başını gidiyor. Yüzde 20’leri
aştı. Gençlerimizin büyük bir bölümü işsiz.
Üniversiteli gençlerimizin 4’te 1’i işsiz… Gerçek enflasyon temel gıdada yüzde 50’lerde…
Bildiğimiz gibi kara halk yığınları gelirinin
yüzde doksanını konut kirasına ve temel gıdaya
verir. Pahalılık insanlarımızı işte böyle cehennem ateşi içinde kavuruyor. Bu cennet vatan,
çalışan, ezilen, sömürülen, soyulan insanlarımız için bir cehennem. Ama yetmiyor AB-D
Emperyalistlerine! Tayyipgiller’e emir veriyorlar ve ruhunu, vicdanını, insanlığını satmış
iktidar jet hızıyla halk aleyhine olan yasaları
çıkarıyor. Çanka Noteri A. Gül de onaylıyor.
Buna son Örnek Torba Yasa olarak bilinen 6111
sayılı yasadır.
Bu zulüm ve sömürü yasasıyla, çalışanların
sağlık, emeklilik, işsizlik sigortası ve daha
sayamayacağımız haklarını kökünden buduyorlar. Kıdem tazminatını da ortadan kaldıracaklar.
Onlarca yıllık mücadelelerle elde ettiğimiz,
haklarımızı ortadan kaldırıyorlar. Mezarda
Emeklilik Yasası, Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Yasaları yetmemiş gibi…
AB-D Emperyalistlerine uşaklıkta sınır
tanımayan, zorda kalınca “Beni lağıma süpürmeyin, kullanın” diye yalvaran Tayyip; işçilere,
emekçilere en utanmaz şekilde çemkiriyor.
Alın teriyle geçim sağlayan, çalışan, onuruyla yaşayan İşçi Sınıfımıza, emekçi halkımıza “ayaktakımı”, köylümüze ise “ananı da al
git” vb. ağza alınmayacak küfürler ve hakaretlerle, küçümsüyor, aşağılıyor Tayyip.
MASDAF ve CASPER işçilerinin mücadelelerinde de gördüğümüz gibi; yıllarca 12-13
saat canını dişine takıp çalışarak Masdaf ve
Casper Parababalarına artıdeğer üreten sizlerin
anayasadan ve yasalardan kaynaklanan Sendikaya üye olma hakkınızı kullandığınızda üzerinize arabaları sürerek, işçi adı altında fabrikaya
silahlı kişileri sokarak tehditler yağdırmak,
hatta halkımızın en saf, temiz dini duygularını
ranta dönüştürerek sömürülerini katmerlendirmek için müftülüğe “iş yavaşlatarak, grev
yaparak işvereni zarara uğratmanın haram
olduğu” fetvasını verdirerek biz işçilerin örgütlenme mücadelesini yani ekmeğimizi büyütme
mücadelemizi dağıtmaya çalışır Parababaları.
Ve Parababaları bu inanç sömürüsünü bizim
gibi Kapitalizmce geri kalmış Doğu toplumlarının hepsinde uygular. Yani hep Allah’la kandırır halklarımızı. Casper’da yaşanıldığı gibi
örgütlülüğü dağıtmak için basına sansür uygulamak, 15 yıldır çalışan, Casper’ı Casper
yapan işçileri hiçbir haklarını vermeden işten
çıkarmak ve atılan işçilerin yerine, işten anlamayan hemşerilerini işbaşı yaptırmak gibi daha
nice saldırılar yapar gözünü kâr hırsı bürüyen
Parababaları.
Parababalarının siyasi iktidardaki temsilcileri; son örneğini Hopa’da gördüğümüz gibi
kendilerine karşı mücadele eden demokratik
halk örgütlerine, devrimcilere ve yurtseverlere
de gaz bombaları, tazyikli sular ve coplarla saldırtırlar güvenlik güçlerini, hatta öldürtürler
onlara.
Kardeşler!
Peki, nasıl oluyor da, AB-D Emperyalistleri, dünyada sayısı milyarları bulan emekçileri böylesine sömürebiliyor?
Örgütsüzlüğümüzden…
Bizler darmadağın, örgütsüz olduğumuz
için, AB-D Emperyalistleri, istedikleri gibi at
koşturuyorlar ülkemizde ve dünyanın birçok
yerinde.
Bu gidişe karşı duracak biricik güç İşçi
Sınıfımızdır!
1970 15–16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi
de, ülkemizde varlığının bile tartışıldığı bir
dönemde İşçi Sınıfının yükselen onurlu bir
sesidir.
Ordu Gençliği’nin ilerici geleneği ile yapılan 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği
kırıntı kabilinden de olsa demokrasi, İşçi Sınıfımızın örgütlenmesinin önündeki engelleri
kaldırmış, İşçi Sınıfımız hızla bilinçlenmeye
başlamıştı. Böylece 1967’de DİSK kuruldu.
Ancak bundan rahatsızlık duyan Parababaları,
1961 Anayasası’nın getirdiği kazanımları
budamak için 1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi
Grev ve Lokavt Yasalarında değişiklikler yaparak İşçi Sınıfının örgütlenmesini engellemek
istedi. Yapılan değişiklikler ile İşçi Sınıfının
başı, tâ 1952 yılında ABD tarafından kurdurulan sarı sendika Türk-İş ile bağlanmak isteniyordu ve Türk-İş dışındaki sendikalara yaşama
hakkı tanınmıyordu. Nitekim o dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk “çok yakında
DİSK’in çanına ot tıkayacağız” demiştir.
yaşadığı sorunlara da değinen Özer; bu
sömürü düzenini değiştirmede başta gelecek olan İşçi Sınıfımızın örgütlü bir şekilde hareket ettiği zaman önünde ne polisin,
ne askerin, hiçbir kuvvetin duramayacağının vurgusunu yaparak, sözlerini noktaladı.
Yapılan bu doyurucu konuşmaların
ardından etkinliğimiz soru-cevaplarla ve
karşılıklı sohbetlerle son buldu.
İzmir
Bursa
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi
41’inci yılında Halkın Kurtuluş Partisi
Bursa İl Örgütü tarafından yapılan bir
eylemle ile anıldı.
15 Haziran Çarşamba günü saat
17.00’da Kent Meydanı’nda yapılan basın
açıklamasını HKP Bursa İl Yöneticisi Ali
Ekber Gültepe okudu.
Basın açıklamasında sık sık; “İşsizliğe
Pahalılığa, Zama, Zulme Son”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın 15-16 Haziran Direnişimiz”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi, Yaşasın
İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları
atıldı.
Bursa
Kurtuluş Partili İşçiler
Türkiye İşçi Sınıfı, örgütlenme haklarının
elinden alınmasına, sendikaları DİSK’in kapatılmasına karşı mücadeleye girişti. “DİSK
kapatılamaz” sloganları ile 168 fabrika ve
150 bine yakın işçiyi kapsayan direnişte, işçiler İzmit ve Gebze’den Kadıköy’e, Levent’ten
Mecidiyeköy ve Taksim’e, Bakırköy’den Topkapı ve Edirnekapı’ya kadar yürüdüler. Öyle ki
İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin bir araya
gelememesi için vapur seferleri bile iptal edildi; Galata Köprüsü açılarak geçişe kapatıldı.
İşte Şanlı 15-16 Haziran İşçi Direnişi böyle
yaratıldı. Devrimci bir yapıya bağlı devrimciler
arasında yalnızca Eneski Sosyalizmin savunucuları vardı, tutuklananlar içinde. Çünkü Eneski Sosyalizmin temsilcisi Usta’mız Hikmet
Kıvılcımlı ve O’nun önderliğindeki öğrencileri,
İşçi Sınıfının Sosyal Varlığını ve Devrimci
Potansiyelini bilinçlice kavrayan tek Devrimci
Hareketti. O yüzden 15–16 Haziran’da İşçi
Sınıfının kendiliğinden hareketine, bilinçlice
katılıp; o eylemlere Sosyalist bir içerik vermek
için öncülük edenler de yalnızca onlar oldular.
Bunun doğal sonucu olarak da, tutuklanalar
arasında devrimci bir hareketi temsil eden yalnızca onlardı.
İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği
(İPSD)’nin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve
iki üyesi (ki bunlardan biri, o günlerin gençlik
önderlerinden, bugün Partimizin Genel Başkanı olan #urullah Ankut’tur) tutuklandı.
Tutuklanma sebepleri: o günkü Polis Siyasi
Büro
Şefinin
deyişiyle:
“İşçileri
kışkırtmak”tı. “Genel Direniş diye diye işçileri kışkırttınız, işin varacağı yer burasıydı.”
demişti, aynı şahıs. Çünkü bugün olduğu gibi,
o gün de İşçi Sınıfının, devrimin özgücü-öncüsü olduğuna inanan bizler, eylemler başlamadan önce İşçi Sınıfı içinde çalışmalar yapmış,
halk içinde bilinçlendirme faaliyetleri yürütmüş; halkımızı, getirilmek istenen gerici yasalara karşı harekete geçmeye çağırmıştık. Nitekim 17 Haziran günü dağıtmak üzere teksir
makinesiyle bastığımız 10.000 bildiriyi de ilan
edilen sıkıyönetim ve tutuklamalar yüzünden
dağıtamamıştık. Eylemler başlayınca da bilinçli ve sonuç alıcı bir yönde yürümesi için
önderlik etmeye çalışmış, elimizden geleni
yapmıştık. İşçilerle birlikte polisin ve askerin
kurduğu barikatları aşanlardandık.
16 Haziran 1970 tarihinde İstanbul ile
Kocaeli Merkez ve Gebze ilçesinde sıkıyönetim ilan edildi. 3 ay süren sıkıyönetim sonunda
işten çıkarılan işçi sayısı 5 bini aştı. Sonraki
süreçte DİSK yöneticileri ve arkadaşlarımız
açılan davalardan beraat etmişlerdir. Söz konusu yasa değişikliklerini içeren hükümler ise 2
yıl sonra, Anayasa Mahkemesince Anayasaya
aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Parababaları o
dönem yapmak istediklerini, ancak 12 Eylül
1980 Faşist Darbesinden sonra DİSK’i kapatıp, yasaları işverenler lehine değiştirerek, İşçi
Sınıfını yalnızca sarı-gangster sendika Türkİş’e mahkûm ederek uygulayabildiler.
Bugüne baktığımızda ise İşçi Sınıfımız yeni
15-16 Haziranlar yaratmak için, mücadelelerine, direnişlerine, grevlerine devam ediyorlar.
Ptt’de, Ontex’de, Burger King’de, Desa
Deri’de, Limak’da, GEA Klima’da, 115 gündür işi ekmeği onuru için direnen Casper’da,
işte burada küçük sermaye sahiplerinin yaşadığı bölgenin tam göbeğinde, tabanları patlarcasına yapılan, 9 gün süren yürüyüşlerini ve 73
gündür soğuk sıcak demeden onlarca baskıya
karşı direnişlerini onurluca İşçi Sınıfı mücadele tarihine geçecek şekilde yürüten Masdaf’da
15-16 Haziran geleneği yaşıyor, yaşayacaktır da…
Partimizin üyeleri, yöneticileri de sizler gibi
Direnişlerden, Grevlerden, İşgallerden gelen
kişilerdir. Yakın tarihimize baktığımızda Partimiz onlarca direnişi; Şanlı Aras Kargo Direniş, İşgal ve Grevini, Pirelli Ekolas Direnişi-
ni, Rozi Kağıt Direnişini; yine aynı bölgede
Dudullu’da bulunan, Dünyanın en büyük
emperyalistlerinden olan Coca Cola’ya karşı
yürütülen Direniş ve İşgalimizi Türkiye’nin en
büyük Parababalarından olan KOÇ’a karşı
yürüttüğümüz Arçelik Direnişi’ni ve İşbankası’na karşı yürütülen #emtrans Direnişi’ni,
Ünsa Çuval Direniş ve İşgali’ni, LC WaikikiMeha Tekstil Direnişi’ni başarıyla sonuçlandırmış ve İşçi Sınıfı Tarihinde yerini almasını
sağlamıştır.
Şanlı 15–16 Haziran Direnişi ile İşçi Sınıfımız büyük deneyler kazanmış, varlığını ve
Demokratik Halk Devriminin özgücü olduğunu çok net bir şekilde dosta da düşmana
da kanıtlamıştır. Ancak bu eylemler; kendiliğinden denen türdendir. Başka deyişle
örgütten yoksundur. Bu örgütü kuracak
olan Devrimciler ise darmadağınıktır. İşçi
Sınıfını örgütleyecek olan gerçek Proletarya
Partisini, ancak Partimizin ilk Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı’nın “Anarşi Yok!
Büyük Derleniş!” parolasını gerçekleştirerek, birleşerek kurabiliriz.
Bizler Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Ustalardan aldığımız bilinç ile Tarihimizden aldığımız güç ile gerçek İşçi Sınıfı Partisini kurmak
için öncü grup olacak; İkinci Kurtuluş Mücadelemizi başaracağız ve halkımızı açlığa, yoksulluğa ve sefalete mahkûm eden Parababaları
iktidarını yıkacağız. Ve bu mücadeleyi Demokratik Halk Devrimi ile taçlandıracağız. Bundan adımız gibi eminiz. Burada, sizlerin huzurunda bir kez daha söz veriyoruz! 15.06.2011
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız!
Şan Olsun 15-16 Haziran’ı Yaratanlara!
Şan olsun İşçi Sınıfının Tek Kurtuluşu
Yüce Sosyalizme!
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
Selam Olsun 15–16 Haziranı Yaratanlara!
Selam Olsun 15–16 Haziranı Yaşatanlara!
D
İSK Konya İl Temsilciliği ve Nakliyatİş Bölge Temsilciliği olarak; 15–16
Haziran Şanlı İşçi Direnişi’nin 41. yıldönümünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. 15 Haziran Çarşamba günü saat 12.30’da
Konya Bölge Çalışma Müdürlüğü önünde gerçekleştirdiğimiz eylemde basın metnini, DİSK
Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Bölge
Temsilcisi Ali Özçelik okudu.
Özçelik konuşmasına, 1970 yılında direnişlerle geri püskürtülen 274–275 sayılı
yasalardaki değişikliklerin, 12 Eylülcüler
tarafından 2821ve 2822 sayılı yasalara
büründürülerek İşçi Sınıfımıza dayatıldığını, böylelikle hak ve özgürlüklerin kısıtlandığını belirterek başladı.
Daha sonra, Türkiye’nin, sendikal hak
ihlallerinin en yoğun biçimde yaşandığı 25
ülke arasında olduğunu, sendikasız, grevsiz
ve toplusözleşmesiz demokrasinin olamayacağını belirterek devam etti.
güçlerinin de yetkilerinin de olduğu vurgusunu yaparak;
* Yıllardır sürüncemede bırakılan 2821
ve 2822 sayılı yasalar ILO standartları çerçevesinde yeniden düzenlenmeli, %10 işkolu, %51 işyeri ve işletme barajları, #oter
Şartı ve grev yasakları kaldırılmalıdır,
* Evrensel standartlarda bir iş güvencesi getirilmelidir,
* Asgari ücret insanca yaşanacak bir
ücret düzeyine çıkartılmalıdır,
* Kurallı bir çalışma yaşamı sağlanmalıdır,
* Çalışma süreleri ücret kaybı yaşanmaksızın kısaltılmalıdır,
* Taşeron uygulaması son bulmalıdır,
* İşsizlik Sigortası Fonu, amacı doğrultusunda işsizler için kullanılmalıdır!
gibi taleplerle konuşmasını noktaladı.
Basının yoğun ilgisinin olduğu eylemde
sık sık; “Boyun Eğmedik Eğmeyeceğiz”,
Konuşmasını, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğunu, iş cinayetleri ve kazaların ardı arkasının kesilmediğini, taşeronlaşma, kuralsız, güvencesiz çalışmanın yaygınlaştığını belirterek sürdüren Özçelik; Seçimi kazananların yaptıkları balkon konuşmasında söylediği “74 milyonun her bireyinin yaşam tarzı bize bir emanettir”,
“#amusumuzdur” ifadelerini hatırlatıp, eğer
gerçekten emekçilerin hayatlarını karartan
sorunları çözme niyetleri varsa, bunun için
“İnadına Sendika İnadına DİSK”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın
Örgütlü Mücadelemiz” sloganları atıldı
Yaklaşık 75 kişilik bir kitleyle gerçekleştirilen eyleme DİSK/ Birleşik Metal-İş, Sosyal-İş, Eğitim-İş, HKP ve TKP de destek
verdi.
Basın açıklamamız bittikten sonra kortej
halinde sendika binamıza kadar yürüdük.
Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler
CMYK
CMYK
Sağlıkta dönüş ne tarafa?
Kurtuluş Partisi Sivas Katliamı’na karşı alanlardaydı
B nımız yakılarak katledildi.
undan 18 yıl önce Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından katledilen 35 insa-
Her 2 Temmuz’da yapılan mitingler, gösteriler yüreğimizi soğutmuyor, öfkemizi dindirmiyor. Ankara’da 400 bin kişi öfkesini haykırdı katillere. Sokaklara çıkamadılar, kendilerini gösteremediler Parababaları
Hükümetlerinin güvenlik güçleri.
Ankara
2 Temmuz 2011’de Toros Sokak’taki yürüyüşle başlayan Kolej Meydanı’ndaki mitinge katıldık. Yapılan mitinge katılım artık en iyimser rakamla 5 bin. Acı bir durum. Daha önceki yıllarda yapılan mitinglerin bir
tekrarıydı 2011 2 Temmuz Mitingi. Halkın Kurtuluş Partisi olarak “Şeriat Ortaçağdır” pankartıyla katıldık mitinge. “Sivas’ın Katili MİT, CIA,
Kontrgerilla” ve “Faşizme
Karşı Ya Birleşmek Ya
Ölüm” sloganlarını haykırdık. Sloganlarımız günü yakalıyor, katillerden hesabın
nasıl sorulacağını gösteriyordu.
İzmir
İzmir’de de 18 yıl önce
Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından kaldıkları otel ateşe verilerek katledilen 33 aydın,
yurtsever, ilerici insanımızı
her yıl olduğu gibi bu yıl da
andık.
Anma etkinliği için afişler yapıldı, el ilanı dağıtıldı,
sesli anons yapıldı. Halkımızın bu ve benzeri katliamla-
ra karşı örgütlü olması gerektiği vurgulandı.
Etkinlik için, Yamanlar Mahallesi’nde bulunan İşsizlik ve Pahalılıkla
Savaş Derneği (İPSD) İzmir Şubesi’nin önünde toplanıldı. Saat 20.30’da
etkinliğin yapılacağı alan olan Nazım Hikmet Meydanı’na doğru yürüyüş
başlatıldı.
Önde Sivas Şehitlerinin resimleri, meşaleler, pankartlar, parti bayraklarımızın olduğu kortej, sloganlarla Kubilay Caddesi’nden meydana kadar yüründü. Halkın yoğun ilgisinin olduğu yürüyüş boyunca, Sivas Katliamı’nı, Tayyipgiller’i, ABD ve AB Emperyalizmini protesto eden sloganlar atıldı. Nazım Hikmet Meydanı’nda son bulan yürüyüşün ardından,
anma programı açılış ve saygı duruşu ile başladı.
Şair Münir Gençer’in okuduğu şiirlerin ardından genç ozan Seyrani
sazı ve sözü ile halkı coşturdu.
Ardından İPSD İzmir
Şube Başkanı ve HKP Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf
Gençer bir konuşma yaptı.
Konuşmanın ardından
genç yoldaşımız Doğan Kaya’nın hazırlamış olduğu
sinevizyon izlendi.
Sinevizyonun ardından
HKP İl Başkanı Av. Tacettin
Çolak coşkulu ve halkın beğenisini kazanan bir konuşma yaptı.
Konuşmanın ardından
devrimci ozan Aliyar’ın
konseri ile Anma sona erdi.
Devamı sayfa 10’da
Recep Vurmuş Yoldaş, Kurtuluş Partililerin bilincinde, yüreğinde yaşıyor
İ
İstanbul-Kocaeli
şçi Kardeşlerinin Recep Başkanı bedence aramızdan ayrılalı 4 yıl olmuş. Zaman
geçiyor. Ama acısı yüreğimizde taptaze
duruyor.
Kimdi Recep Yoldaş?
Kurtuluş Partisi’nin bir neferi. Bir
devrimci önder…
23 Mayıs 2007’de Malatya’ya işçi örgütlenmesi için giderken geçirdiği trafik
kazasında hayatını kaybetti, bedence aramızdan ayrıldı. Ömrünü İşçi Sınıfı mücadelesine, halkların kurtuluşu, sosyalizm mücadelesine vakfetmişti. Ne yazık ki çok erken
ayrıldı aramızdan. Daha bu mücadelede yapacağı-yapabileceği öyle çok şey vardı ki…
Ölüm yakışmadı Recep Başkan’a, erken
gidenlere hiç yakışmadığı gibi.
Bedence aramızdan ayılışının 4’üncü yı-
lında Recep Yoldaş’ımızı Kurtuluş Partisi
Gebze İlçe Örgütü’nde düzenlediğimiz bir
programla andık.
Program sinevizyon gösterimiyle başladı. Ardından İşçi Sınıfı mücadelesinde Recep Yoldaş’la omuz omuza mücadele eden
Ayhan Erkan Yoldaş, Recep Yoldaş’ın
devrimci kişiliği nezdinde Partimizin gelişen mücadelesini anlattı. Ülkemizde ve
dünyada yaşanan gelişmeleri kısaca değerlendirdi.
Anmaya, Partimizin Genel Başkanı
urullah Ankut Yoldaş da katılarak, duygu ve düşüncelerini kısaca dile getirdi.
Tüm yoldaşları, Recep Yoldaş’a verilmiş, “mücadeleni zafere ulaştıracağız”
sözünü inanç ve kararlılıkla tekrarladı bir
kez daha.
Devamı sayfa 21’de
15–16 Haziran yolumuzu aydınlatıyor!..
İstanbul
Kurtuluş Partililer, 15–16 Haziran’ı özüne uygun olarak 65
gündür direnişte olan DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş-Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan MAS-DAF işçileriyle 15
Haziran’da kutladılar.
Kurtuluş Partisi adına konuşan iki genç işçi arkadaşımız,
15–16 Haziran’ın İşçi Sınıfı mücadelesinde önemli bir yere sahip
olduğunu ve Parababalarının işçilerin ekonomik örgütü olan
DİSK’i kapatma isteğini geri püskürtmek için 15–16 Haziran
1970’de iki günlük direniş ve yürüyüş yaparak Parababalarının
heveslerini kursaklarında bıraktığını anlattı. Parababalarının
15–16 Haziran 1970’de yapamadığını 12 Eylül 1980 darbesiyle
gerçekleştirdiğini vurguladılar.
Şu an iktidarda olan Tayipgiller’in de AB-D Emperyalistlerine uşaklıkta sınır tanımadığını ve son çıkardıkları Torba Yasanın
işçilerin ve emekçilerin aleyhine Parababalarının lehine olduğunu
belirttiler. Buna rağmen halkımızın temiz din duygularını sömürerek üçüncü kez iktidara geldiklerini belirttiler.
İşçileri temsilen söz alan Ali Rıza Arkadaş, Direniş sürecinde
yaşadıklarını anlattı.
Daha sonra Birleşik Metal İş-Sendikası Genel Örgütlenme
Sekreteri Özkan Atar söz alarak, Mas-Daf ve Casper işverenlerinin hukuk dışı davranışlarını anlattı.
Konuşmanın ardından Partili arkadaşlarımızın hazırladığı müzik dinletisi sunuldu ve halaylar çekildi.
Alkışlar ve sloganlar eşliğinde etkinlik sonlandırıldı.
İzmir
16 Haziran Perşembe günü saat 19.00’da yapılan etkinliğe;
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası
Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, HKP İzmir İl Başkanı Avukat Tacettin Çolak konuşmacı olarak katıldı.
Etkinliğe sazıyla-sözüyle Ozan Aliyar katkı sundu.
Etkinlik, açılış konuşması ve 15-16 Haziran Direnişi’nde Şehit olan işçiler için saygı duruşu ile başladı.
Ardından 15-16 Haziran Direnişi’nin öncesinden günümüze
Devamı sayfa 23’te
E
mperyalist uşağı Amerikancı sırtlanlar, 12 Haziran’da halkımızı demokrasi oyunu ile bir kez daha
kandırmayı başardılar. Başarılarında en
büyük rolü din bezirgânlığı oynadı kuşkusuz. Camiler, imam hatip okulları, resmi veya resmi olmayan Kur’an kursları,
tarikatlar, cemaatler, vakıflar, dernekler,
resmi okul görünümlü dinci merkezler,
yurtlar, kurslar, “ışık evleri” vb. bu “başarı”nın altyapısını oluşturuyor. Bu sayede AKP Gönüllüleri organize olarak
tüm yurtta en ücra köşelerdeki insanlarımıza ulaşabildiler. Seçimde bu şekilde
çalışan 1.200.000 (bir milyon iki yüz)
AKP gönüllüsünün görev yaptığı belirtiliyor. Tabiî, “sosyal yardım” oyunu da
halkımıza ulaşmak ve insanımızı kandırmakta bir manivelaydı. Elbette sırtlanların arkasındaki devlet gücünü ve yandaş medya desteğini de etkenler içinde
saymamak olmaz. Ayrıca, devrimcilerin
örgütsüz
olup halka
ulaşamaması
da din bezirgânlarının
işini kolaylaştırdı kaçınılmaz olarak. Sonuçta
beklenen oldu: Yerli ve
yabancı Parababalarının
politikalarını
en başarılı,
en fütursuzca uygulayan, bugün için Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân ittifakının has partisi olan AKP seçimi aldı götürdü.
Din bezirgânlarının “seçim başarısı”nda etkili “hizmet”lerinin başında ise
sağlık alanındaki kandırmacalar geliyor.
AKP’nin sağlıkta uyguladığı popülist
politikalar halkımızın gözünü boyadı ne
yazık ki… Hem 2007, hem de 2011 seçimlerinde oy avcılığında en etkili kandırmaca oldu AKP’nin sağlık politikası.
Aslında AKP’nin sağlık politikası diyerek AKP’ye değer vermiş oluyoruz bir
bakıma… Sağlık alanındaki bu politikalar da, diğer alanlarda olduğu gibi, emperyalistlerin çizdiği politikalardır özünde. AKP sadece uygulayıcıdır…
Sağlıkta neler oldu, oluyor?
Bin dokuz yüz doksanların başında
Sosyalist Kamp’ın çöküşü başka pek çok
alanda olduğu gibi (emperyalist sömürü
ve savaş, silahlanma, sendikal haklar,
eğitim, kültürel gelişim, insan hakları
vb.), sağlık alanında da Uluslararası Fi-
nans-Kapitalin elini rahatlattı. Çünkü
sosyalist ülkelerde, olması gerektiği gibi,
tüm halka parasız sağlık hizmeti veriliyordu. Bu durum emperyalist-kapitalist
sistem için rahatsız ediciydi. Sosyalizmin önünü kesmek, halklarda sosyalizmin cazibesini azaltmak için emperyalist-kapitalist sistemin metropollerinde,
özellikle Kara Avrupası’nda çok ucuza
kaliteli sağlık hizmeti veriliyor, hatta, İngiltere, Kanada gibi emperyalist sistemin
ana halkalarında bile sosyalist sistemi
aratmayacak ölçüde, kaliteli ve parasız
sağlık hizmeti veriliyordu daha doğrusu
verilmek zorunda kalınıyordu. Hepsi bir
yana, paralı ve pahalı sağlık hizmeti verilen ABD’de bile 1965 yılında çok yoksullar için Medicaid adıyla, 65 yaşın
üzerindekiler için Medicare adıyla kalitesiz ama parasız sağlık hizmeti verilir
oldu.
Sosyalist Kamp çöküp sosyalizm tehlikesi pratik
olarak ortadan kalkınca,
sağlık hizmetlerinde
paralı ve pahalı Amerikan Sistemi
bir anda hâkim güç oldu. ABD, en
gelişmiş kapitalist ülke
olmanın yanı
sıra en gelişmiş sağlık hizmetinin sunulduğu ülke
olarak da sunuldu dünya halklarına. Bunun için “Kanıta Dayalı Tıp” (Evidence-Based Medicine) denerek “bilimsel”
destekler de sağlandı. “Gereksiz sağlık
harcamalarını kesmemiz gerek” denildi.
Bu gerekçelerle sosyalizm sayesinde
1948 yılında İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin 25. maddesi ile “temel
insan hakkı” olarak kabul edilen sağlık,
Sosyalist Kamp ortadan kalkınca kapitalist sistemin dişlilerinden biri haline getirildi, metalaştırıldı, üzerinden para kazanılan bir hizmet alanı oldu. Kamusal
olan ve öyle kalması gereken sağlık hizmeti özelleştirildi. İnsanlara paran varsa
sağlığın olur, yoksa temel hakkın ölmektir, sağlık = para, denildi bir bakıma…
Sağlık hizmetleri ise ucuzlamak bir yana
daha da pahalandı. Özellikle büyük ilaç
tekelleri devasa “promosyon harcamaları” ile bilimi de etkileyerek bilimsel
bilgiyi kirletip kârlarını büyüttüler. Bu
rüzgârın Türkiye’deki sağlık hizmetini
etkilemesi kaçınılmazdı.
Devamı sayfa 22’de

Benzer belgeler

65.sayıya ulaşmak için tıklayınız

65.sayıya ulaşmak için tıklayınız Buna ‘modern sömürgeleştirme’ diyoruz, en sonuncusunu Irak ve Afganistan’da yaşadık. Suriye’de yaşanan, güvenliği tehdit eden olaylar değil, kelimenin tam anlamıyla bir savaştır. Amerika’nın başkan...

Detaylı