Kimligin_dagilmasi

Transkript

Kimligin_dagilmasi
KİMLİĞİN DAĞILMASI: GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ BİR KİŞİSEL
VE TOPLUMSAL DÜZEN KAVRAMINA DOĞRU1
Edward E. Sampson, Wright Enstitüsü
American Psychologist, Kasım 1985, 40:11, 1203-1211.
ÖZET: Bu yazıda üç ana düşünce ele alınıyor. Birincisi, kültürümüzdeki ana tema düzen ve
tutarlığın kişisel kontrol ve ustalık aracılığıyla başarıldığı şeklindeki inançtır. Kültürümüzün kişilik
(kişi-lik: personhood) ülküsü, kontrol ve ustalığın mimarı olmaya yönelik bir karakteri çizerken, bu
temayı yansıtır. Bu ülküyü merkezileşmiş bir denge yapısı olarak tanımlıyorum. İkincisi, fizikte
dengesizlik (non-equilibrium) teorisindeki gelişmeler, edebiyat eleştirisindeki yapısızcılık
(deconstructionism) ve yönetimin yerelleşmiş, anarşik kavramı düzen ve tutarlığın varolduğu
araçların anlayışını getirir ve böylece gözden geçirilmiş kişilik ülküsü olasılığını ortaya koyar:
dağılmış, dengesizlik ülküsü; özünde sürekli olarak oluşmasına bağlı olan dağılmış, dengesiz bir
ülkü. Son olarak, gözden geçirilmiş anlayışın toplumsal problem çözmedeki bazı uygulamalarına
işaret edilmiştir.
***
Benlik teorisyenleri ile genel kanı, genellikle kültürel açıdan değer verilen kişilik
ülküsünde uzlaşırlar: kişilik terimini ego, ben-lik (self-hood), kimlik gibi daha özel kavramlar
için daha geniş bir terim olarak kullanıyorum (biraz benzer bir kullanım için, bakınız Smith,
1978). Erikson (1959) ve Greenwald (1980), benim kişiliğin merkezileşmiş bir denge kavramı
olarak işaret ettiğim şeyi tanımlarken, ülküsel durumun net bir resmini ortaya koyarlar; oysa
Geertz (1973, 1979) hem o resme eklemeler yapmış, hem de kültürlerarası bir alternatif
önermiştir.
Ülkü, kişisel kimliğin özel bir yapısının gerekli olduğunu öne sürer, çünkü bireyin
yaşamını kaostan çok düzen ve tutarlık karakterize eder; aynı yapının kişilerarası ve toplumsal
sistemlerin tutarlı ve düzgün işleyişinin temeli olduğuna inanılır (örn. başkalarının yanısıra,
Sampson, 1963, 1983a). O yapı çoğulcu bir "çok-luk"tan (örn. Ogilvy, 1979) çok,
bütünleşmiş bir birlik veya tekilliktir (örn. Gordon ve Gergen, 1968; Robinson, 1982) ve
denge sağlayıcı bir mekanizma olarak işlev görür.
Şimdiki Ülkü
Erikson, Greenwald ve Geertz'in düşüncelerinin gözden geçirilmesi sözkonusu ülküye
niye merkezileşmiş bir denge kavramı olarak işaret ettiğimi açıklığa kavuşturmaya yardım
edecek ve ayrıca, hem kişisel, hem de toplumsal düzenin doğası hakkında alternatif bir
perspektifi incelemenin temellerini ortaya koyacaktır.
Erikson
Erikson'un (1959) kişilik ülküsü kavramı onun kimlik (ego identity) kavramını
incelemesinde bulunmaktadır. Erikson'un tanımladığı gelişimsel kimlik krizine alternatifler,
sağlıklı bir çözüm -bir ben kimliğine ulaşma- veya sağlıksız bir kimlik çözülmesine (identity
diffusion) düşmeyi içerir.
Ben kimliği tüm önceki kimliklenmelerin bütünleşmesini temsil eder. O, kendi içinde
tutarlı bir bütün, "kendim"in arzu edilen birliği olan bir yapı oluşturur. Bir kimliğe sahip
olmak, süreklilik ve öz aynılığı (self-sameness) duygusuna ulaşmaktır.
1
Türkiye Günlüğü, 33, 206-217 (Mart-Nisan 1995)’te yayınlanmıştır.
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Erikson, kimlik çözülmesini kişilerin yaşama tutunmada ve yerleşmede yetersiz
kaldıkları tehlikeli bir durum olarak tanımlamaktadır: onlar, çok fazla şeyde odaklandıkları
için, varoluşlarına düzen getirecek bir merkezleri yoktur. Çözülme hem kişi içinde
(intrapsychic), hem de kişilerarası zorluklar doğurur; buna karşılık, sonunda senteze ulaşmış
bir kimlik duygusu hem kişisel, hem de toplumsal refahı artırır. Düşüncelerinin
karmaşıklığına ve zengin ayrıntısına rağmen, Erikson'un kişisel benlik kavramının, kişiye
karışık, kaotik bir durumdan çok, genelde durgun ve düzenli bir durum sağlamaya yönelik bir
denge yapısına benzediğini düşünmek mantıklıdır.
Greenwald
Kişiliğin merkezileşmiş bir denge kavramı anlayışı Greenwald'ın (1980) egoyu
totaliter bilgi sistemine benzeten makalesinde çok daha kesin bir şekilde ortaya konmuştur.
Ego (veya benlik -Greenwald bu terimleri birbirlerinin yerine kullanmıştır) ve totaliter devlet,
potansiyel olarak ayırıcı enformasyonun etkilerini azaltarak, kendilerini süregiden varlıklar
olarak sürdürme çabalarında birbirlerine benzerler. Greenwald, her ikisinin de bunu başardığı
üç sürecin veya bilişsel eğilimin anahatlarının çizmiş ve analizi lehte etkileyici
belgelendirmeler sunmuştur.
Greenwald devletler arasında totaliteryanizmin lehinde değil idiyse de, pozitif,
varkalma işlevlerinin totaliter bir ego tarafından sağlandığına açıkca inanmıştır ve örneğin,
şunu gözlemiştir: "bu eğilimleri kapsayan bilişsel sistemler, onlardan yoksun olanlardan daha
fazla yaşayabilirler" (s. 613). Greenwald totaliter egonun bilişsel eğilimlerinin, "kendim"
duygusunu sürdüren "koruyucu bir kemer" sağladığını da gözlemiştir. Bu duygunun kırılması
- örneğin, kişiliksizleşme, "kendim" duygusunun kaybı; veya çoğul kişilik, benliklerin aşırı
çokluğu- patolojiktir.
Greenwald'ın düşünceleri, özellikle "koruyucu bir kemer" kavramı, Freud'un (bakınız
Martin, 1968) organizmayı uyarıcıların aşırı yüklemesine karşı organizmayı korumada ego
süreçlerinin rolünün karşılaştırmalı analizini andırmaktadır. Greenwald'ın düşünceleri ayrıca,
nesne ilişkileri kuramındaki bireyleşme kavramlarıyla da bir bağlantı sağlamaktadır (örn.
Guntrip, 1969; Mahler, Pine ve Bergman, 1975; Shapiro, 1978). Hepsi de kişiliğin
merkezileşmiş bir denge kavramının varlığı kaybetmenin patolojilerine karşı birincil savunma
olduğu şeklindeki kültürel inancımızla uyuşmaktadır.
Geertz: İki Farklı Ülkünün Biçimlenmesi
Biraz farklı bir perspektiften bu aynı temaya eğilen kültürel antropolog Clifford Geertz
(1973, 1979) kişiliğin merkezileşmiş bir denge kavramını uygun kültürel bağlamına
yerleştirmemize yardımcı olmuştur. Geertz'in alan çalışması Bali, Java ve Fas'ta
gerçekleştirilmişti. O bu kültürlerin kişi kavrayışlarını Batılı görüşle karşılaştırmış ve Batılı
görüşü şöyle tanımlamıştı:
(birbirine) bağlı, biricik, az veya çok bütünleşmiş güdüsel ve bilişsel evren; ayrı bir bütün
oluşturmak üzere düzenlenmiş ve böyle başka bütünlerle ve sosyal ve doğal bir temelle
zıtlaştırılarak belirlenmiş dinamik bir farkındalık, duygu, yargı ve eylem merkezi. (Geertz, 1979, s.
229)
Geertz ayrıca, bunun dünyanın diğer kültürleri bağlamında "garip" bir kavrayış
olduğuna da işaret etmiştir.
Batılı görüşün garip özelliği başka kişilerden ve doğanın kalan kısmından ayrılık ve
ayırıcılığıyla tanımlanan özerk ve kendi içinde tamamen bütünleşmiş bir varlık arayışıdır. Bu
arada belirtmek gerekir ki, Gordon Allport (1960) yaşam bağlamlarından keskin ayrılışlarına
dayanarak, kişileri tanımlamadaki Batı tercihine işaret ederken benzer bir sonuca ulaşmıştı;
Gilligan'ın (1977) eseri bunun, Batıda bile genel bir düşünce ve tercihten çok, erkek-yönelimli
bir düşünce olabileceğini öne sürmektedir.
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Geertz'in sonucuna destek Weisz, Rothbaum ve Blackburn (1984), Azuma (1984) ve
Kojima (1984) arasındaki Amerika ve Japonya'da kontrol psikolojisi ile ilgili yeni
alışverişlerde olduğu kadar, Shweder ve Bourne (1982) ve Miller'in (1984) yeni kültürlerarası
çalışmalarında ortaya çıktı. Shweder ve Bourne, ve Miller Amerikalı ve Hintli deneklerden,
bir tanıdıklarını tanımlamalarını istemişlerdir. Açık-uçlu tanımların içerik çözümlemesi,
başkalarının bağlam-dışı anlaşılması yönünde bir Amerikan tercihi (buna Shweder ve Bourne
benmerkezci diyorlar) olduğunu, oysa Hintlilerin daha bağlamsal, grupmerkezci
(sosyosantrik) anlayışı tercih ettiklerini gösterdi. Örneğin, Amerikalılar bir kişiyi muhtemelen
dürüst olarak, yani dürüstlük özelliğine sahip olarak tanımlamak durumundaydılar; Hintliler
ise kişileri, onları tanımlayan özel bağlamlara yerleştirerek, kişinin komşunun domuzlarını
çalmadığını söylemek durumundaydılar.
Amerikalı ve Japonların kontrol kavramlarını karşılaştırmakla ilgili üç Amerikan
psikolog (Weisz, Rothbaum ve Blackburn, 1984) ve iki Japon psikolog (Azuma, 1984;
Kojima, 1984) arasındaki yeni alışveriş, Geertz'in ayrımlarına ve Shweder ve Bourne ile
Miller'in rapor ettiği araştırma bulgularına ek güvenirlik sağlamışlardır. Weisz ve arkadaşları
Amerikalıların, gerçekliğl doğrudan etkileme, birincil kontrole değer verme eğilimlerini ve
Japonların gerçekliğin biçimini değiştirmeye çalışmaktan çok, kendilerini gerçekliğe
uydurma, ikincil kontrolü beğenme eğilimlerini anlatmışlardır. Özerklik ve bireyselliği öne
sürerek Amerikalılar direnmeyi (stand out) vurgularlar, oysa Japonların "yakın sıralama"
eğilimleri onları uyma (stand in) konumunu tercih etmeye yöneltir: "kişinin bireyselliğine
önem verilmediği grupla fazla kimliklenmiş olmak" (s. 960).
Bu makaleye iki Japon psikologun yanıtlarının benim konumuma özel uygunluğu var.
Azuma birincil ve ikincil kontrol arasındaki ayrılığın kendisinin, eşyaya çok fazla Amerikan
bakış biçimi olduğunu öne sürmüştür - kontrol-baskın bir kültür, tüm eylemleri diğer
olasılıkların tasarlanmadığı bir kontrol açısından tanımlar. Kojima, "çevreden tamamen
bağımsız bir benlik kavramı çok yabancı olduğu için... Japonlar, kendilerini ne benlikten
tamamen ayrılmış bir çevre üzerinde, ne de çevreden ayrı duran bir benlik üzerinde kontrol
uygulayan kişi olarak düşünmezler" (s. 973), demektedir.
Kontrol Yoluyla Düzen Çabası
Yukarıdaki düşünceler, benmerkezci ve grupmerkezci metaforları dünyanın düzenli ve
tutarlı bir şekilde nasıl sürdürülebileceğini anlamanın farklı yollarını yansıtırlar. Farklı dünya
metaforlarını gösteren, düzenin kendisine ilgiden çok kişi içindeki düzenin merkezileşmesidir.
Bu ayrımları aydınlatmak ve konumu özetlemek üzere; Batı kültüründeki baskın görüş a)
merkezileşmiş, dengeyi sürdürücü bir yapı olarak karakterize edilen b) kontrol sağlamaya
yönelik bir kişi(lik) sistemi vasıtasıyla c) dünya üzerinde kontrol ve ustalık sağlamaya
çalışmakla d) düzen ve tutarlığa ulaşıldığını öne sürer. Karşıtı olan grupmerkezci ülkü a)
dağılmış, dengesiz bir yapı olarak karakterize edilen b) ben-başkası ayrımlarını azaltmaya
yönelik bir kişi(lik) sistemi vasıtasıyla c) şeylerin süregiden şemasına uymaya çalışmakla d)
düzen ve tutarlığa ulaşıldığını öne sürer. Ben bu yapı düşüncesini daha sonra ele alacağım.
Tüm kültürler düzen ve tutarlık sorunlarıyla ilgili iseler de, bizim kendi dünya
görüşümüzün açıkca garip bir özelliği, bu başarının mimarının birey olduğunda ısrar
etmesidir. Ben bu ana düşüncenin, insanların kaosu sıkıştırmak ve tutarlığa ulaşmak için
merkezileşmiş bir denge kişilik yapısı ülküsüne ulaşmasını gerektirdiğini ileri sürmüştüm. Bu
ana düşünce bireye uymadığı zaman, kişilik ülküsü oldukça farklıdır. Örneğin, Bali'de daha
büyük kozmik düzenle dengeyi sürdürme başka herhangi bir süreçten önce gelir; ve böylece,
onların kişilik ülküsü bu görüşe uygun, içkin, bağlamsal bir duyarlığı yansıtır. Biz, benzer bir
ülküyü, kontrol ve ustalığı (mastery) daha iyi başarmak için direnmeye yönelik Amerikan
ilgisinden önce "uyum iyiliğinin" (goodness-of-fit) geldiği Japonlar arasında görmüştük.
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Üç Meydan Okuma: Yeni Bir Düzen Kavramına Doğru
Bu noktada, hem kişisel, hem de toplumsal düzenin onlar aracılığıyla kurulduğu ve
kaosun sıkıştırıldığı kültürel anlayışımızın, kişiliğin merkezileşmiş bir denge ülküsü içerdiğini
öne sürüyorum. Düzenin farklı bir anlamını önermekte olan, kültürel ilgimizin üç merkezi
alanındaki (bilim, edebiyat ve politika) son gelişmeler, alternatif bir kişilik ülküsünü
biçimlendirmemize yardımcı olacaktır. Dengesizlik fiziğinden dağılmacı yapı kavramı,
sistemlerin doğası, onları oluşturan varlıkların türü ve düzen ve kaosun öz anlamının farklı bir
görüşünü ortaya koymaktadır (bakınız, Jantsch, 1980; Prigogine ve Stengers, 1984). Edebi
eleştiriden, metin ve yazarlık nosyonuna meydan okuyuş, kişinin hayatını kişisel olarak
yazılmış bir öyküye benzeten şimdiki metaforumuzun gücünü zayıflatır (bakınız, Bruns,
1982; Derrida, 1974, 1978, 1981; Ricoeur, 1970, 1979). Son olarak, dağılmış, anarşik yönetim
kavramlarına dönüş, sosyo-politik düzen hakkındaki şimdiki inançlarımıza pek benzemeyen
bir dengeli süreç ortaya koymaktadır (bakınız, Bookchin, 1982; Ogilvy, 1979; Taylor, 1982).
Dengesizlik Kuramı: İlk Meydan Okuyuş
Dengesizlik fiziği (örneğin, Jantsch, 1980; Prigogine ve Stengers, 1984) fiziksel
evrenin anlaşılmasının, meydan okuyan yeni bir yolunu getirmiş ve bunun gibi, insansal
olgulara yaklaşmanın farklı bir biçimini öne sürmüştür. Jantsch'ın klasik, denge ve
dengesizlik kuramı arasındaki farklılıkları gözden geçirmesi, bu analiz için yardımcı bir
başlangıç noktası sağlamaktadır.
Klasik Newtoncu anlayışta düzen ve tutarlık, evrenin mekanik, değişmez ve zamanda
tersinebilir (reversible)2 yapısına dayalı olarak anlaşılır. Yörünge düşüncesi Newton'un
anlayışının merkeziydi. Yörünge, bazı gelecek durumlara yönelen bir yol boyunca ilerleyen
başlangıç şartlarını tanımlar. Yörüngelerle zamanın oku yoktur; tersinebilirdir.
İlerleyebildiğimiz ve böylece tekrar başlama noktasına döndüğümüz aynı yörünge boyunca
rotayı geriye doğru izleyebiliriz.
Zaman, yörünge modelinde tersinebilir olduğu için, gelecek şimdide kapsanır. Analiz
edilmekte olan sistemin başlangıç şartları, bizi kaçınılmaz bir şekilde o sistemin gelecek
durumuna ve eğer seçersek, yeniden geriye yönlendirecektir.
Araştırmanın (inquiry) ikinci evresi, termodinamiğin buluşları ve entropi kurallarıyla
sahneye çıkmıştır. Zaman okunu kazanmıştır ve tersinemez süreçler ortaya konmuştur.
Entropi kuralı bir sistemin, sistem türdeşliğe veya termodinamik dengeye doğru
olgunlaşırken, artan bir düzensizlik durumu olarak tanımlanan daha yüksek entropiye doğru
hareket ettiğini ifade eder. Entropi sadece artabildiği için, 2. zamandaki bir sistem 1.
zamandakine sadece eşit veya yüksek entropiye sahip olabilir. Başka bir ifadeyle, zaman
tersinebilir değildir; geriye doğru hareket edemez ve başlangıç şartlarını tekrar elde edemeyiz.
Tersinemez süreçler klasik anlayışa meydan okumuş ise de, onun dünya görüşünün
merkezi bir özelliğini etkili bir biçimde zayıflatmamıştır. Düzenli ve kontrol edilebilir bir
evren isteği, bilim adamlarını, tersinemezliği insan bilgisizliğinin ve böylece daha ileri bilgi
ile zamanla düzeltilebilir bir şeylerin veya zamanın insansal anlayışın öznel doğasının bir
sonucu olduğunu düşünmeye yöneltmiştir. İddia (argument), başlangıç şartları belirlenince
geleceğin bilinebileceğinde ısrar etmiştir. Olasılıklar, gerçekliğin temel doğası nedeniyle
değil, sadece bizim bilgisizliğimiz nedeniyle, başlangıç şartlarından gelecek durumu
2
Burada "tersinmek" tersine çevrilebilmek anlamında kullanılmıştır.
Özellikle mantık alanında verilebilecek bir tersinme örneği A=B önermesi
olabilir. Burada B=A önermesi de doğrudur ve bu önerme tersinebilirdir.
Zaman yolculukları böyle bir anlayışın ürünüdür. (Çev.)
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
çıkarsamak için gerekliydi. Einstein'ın ısrarla belirttiği gibi, "Tanrı zar atmaz" (bakınız,
Pagels, 1982).
Dengesizlik kuramı evrenin temelde olasılıkçı (probablistic) ve tersinemez bir biçimde
işlediğini, yani bu işleyiş biçiminin insan bilgisizliği veya öznelliğinin bir sonucu olmadığını
göstererek önceki görüşe meydan okudu. Olasılık, artık bazı başka türlü katı, nesnel
gerçeklilere bir yakınlaşma olarak görülmüyordu: "Olasılık, dinamik bir sistemin temel
yapısını ifade eden... nesnel bir özelliktir." (Prigogine ve Stengers, 1984, s. 274). Evren açıkuçlu hale geldi. Şimdi, içinde kapsanmayabilen bir gelecek, ne öngörülebilen ne de önceden
düşünüldüğü gibi bağlı denge olan bir dünya ile karşı karşıya geldik.
Jantsch sadece, en azından varsayımsal olarak, sistemin çevresiyle alışverişinin
bulunmadığı (doğada seyrek bulunan ve canlı sistemlerde hiçbir zaman bulunmayan) kapalı
sistemlerde entropinin birikeceğini ve önceden tanımlanmış dengeye doğru geçişin
yaratılacağını not ederek önceki fikirlerini geliştirdi. Açık sistemler çevreleriyle süregiden bir
değişimi sürdürdükleri için, entropinin sistem içinde birikmesi gerekmez; çevreye ihraç
edilebilir.
Jantsch açık bir sistemin tüm entropi değişiminin iki ögesi arasında ayrım yapmıştır. İç
öge sistem içindeki tersinemez süreçlerin sonucudur ve entropi üretiminde bulunur. Dış öge
sistemle çevresi arasında entropi akışını sağlar. Entropi üretimi sadece pozitif veya sıfır
olabilirken, entropi akışı sıfır, pozitif veya hatta negatif (örneğin, 2. zamanda 1. zamandan
daha az) olabilir. Sonuncusu (entropi akımının negatif oluşu) sistem birikmiş entropiyi
çevreye ihraç ettiği zaman meydana gelir. Açık sistemler çevreleriyle alışverişe girdikleri için,
açık bir sistemin tüm entropisi değişmez bir şekilde artırılmaktan çok, azaltılabilir: örneğin,
entropi akışı negatif olduğu ve entropi üretiminin düşük veya duragan kaldığı zaman.
Bu yeni anlayışı geliştirmede sonraki adım, hem bize kuramın adını verir -dengesizlik
kuramı-, hem de evrenin tamamen gözden geçirilmiş bir görüşünü öne sürer. Jantsch "düzenli
bir açık durumun sadece dengesiz bir durumda sürdürülebildiğini" gözlemiştir. Başka bir
ifadeyle, açık bir sistem sadece, eğer dengesiz(lik)i sürdürürse korunabilir. Prigogine ve
Stengers bunu, kısaca, evrenimizde bilinen biçimlerinde varolan madde ve karşı-madde
arasındaki dengesizlik yüzünden olduğuna işaret ederek, kozmik bir örnekle göstermişlerdir.
Eğer iki nitelik eşit veya hemen hemen eşit olsaydı, düzensizlik ortaya çıkardı. Maddenin
karşı-maddeye üstünlüğü, dengeden uzak kalması dolayısıyla evrenimizin bildiğimiz gibi
varolmasına izin verir. Devran (devolution) dengede veya dengeye yakın görünür. Evrim,
sürekli bir dengesizliğin, sistemin hiçbir zaman son dinlenme durumuna ulaşmadan kendisini
yenilediği durumda sürdürülmesini gerektirir.
Bu görüşte düzen sürekli dalgalanmalarla yaratılır. Ama yayılmacı veya süreç-yapı
denen, ortaya çıkan düzenli yapı kendini sadece sürekli olarak üretme veya yayılmacı entropi
ile sürdürür. Yayılmacı yapılar aslında dengede veya dengenin yakınında düzensiz ve
kaotiktir; onlar sadece dengeden uzak oldukları zaman düzenli ve tutarlıdırlar.
Prigogine dengedeki bir yapının ögelerini hipnonlar veya uyurgezerler olarak
tanımlamıştır. Terim onların yalıtılmış ve yetkin, bağımsız ve monadımsı niteliklerini gösterir.
"Dengede, moleküller aslında bağımsız varlıklar gibi davranırlar; onlar birbirlerinden
habersizdirler. Herbiri bizim olduğumuz kadar karmaşık olabilirse de, birbirlerinden
habersizdirler. Bununla beraber, dengesiz(lik) onları uyandırır ve dengeye oldukça yabancı bir
tutarlılık getirir." (Prigogine ve Stengers, 1984, ss. 180-181).
Yayılmacı yapıların varlığı sürekli bir-hale-gelişlerine bağlıdır. Varlığın fiili gerçeği
olarak, bu bir-hale-geliş anlayışı kimliğin sosyal psikolojisinde bir zamanlar önemliydi:
örneğin, büyük ölçüde Whitehead'in (1969) süreç felsefesine dayanan G. H. Mead'in (1934)
yazılarında. Allport (1955, 1960) da benzer bir iddiada bulunmuş ise de, dengesizlik
kavramlarının önerildiği dramatik değişme türlerine doğru baskı kurmak açısından geleneksel
psikolojide sabit bir şekilde köklendi. Ayrıca, hipnon-olmayana benzer aidoluşu
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
vurgulamasında, dengesizlik kuramı, daha önce belirtilen birkaç Batılı-olmayan düşünceye
benzer bir görüş de sunar.
Kişilik için bazı ön uygulamalar.
Dengesizlik kuramı bize fiziksel dünyanın farklı bir görüşünü sağlar ve kişilik
hakkında ayırıcı bir şekilde farklı bir perspektife kapı açar. Özellikle bu sonuncu, tüm canlı
sistemlerin temelde açık olduğuna ve böylece yayılmacı, süreç-yapıları olarak işlemeleri
gerektiğine uygundur.
Şimdiki ülkümüz -merkezileşmiş denge yapısı- ile fiziksel dünyanın hem klasik, hem
de denge görüşleri arasında çekici bir paralellik bulunur. Şimdiki kişilik kavramımız
uyurgezer hipnonu anlatır. Ben, bu ülkünün düzen ve tutarlığın ortaya çıkması gerektiği biçim
anlayışıyla kültürümüzün uyuştuğunu öne sürdüm: yani, sadece denge-sürdüren bir yapı
olarak işlev gören hipnonumsu, yetkin, kendi içinde bütünleşmiş (yani tekil/üniter) bir varlık,
bir kontrol merkezi ve bu yüzden düzen ve tutarlığın mimarı olmaya gücü yeter. Dengesizlik
kuramında bu, canlı gelişen ve düzenli değil, ölü ve temelde tutarsız bir evreni tanımlar.
Kendimize gelişen, açık bir kişisel ve toplumsal dünya göstermek için, hipnonumsu
kişi görüşümüzü değiştirmeliyiz. Bu adım, bize yeni bir tür varlık getirir: süreç, açık-uçlu ve
dengeden uzak, sürekli kenarda duran (ortaya gelmeyen ve durgunlaşmayan- Ç.N.) şeklinde
kişilik. Biz, bir varlık olarak tutarlığı sadece sürekli bir-hale-geliş dolayısıyla sürdürülen
dağılmış, çok-yönlü bir bütünlük ile karşılaşıyoruz. Dengesizlik kuramına göre kişilik,
düzenini tamamen bütünleşmiş, tekil bir şey olmasından değil, daha çok, sürekli gelişen bir
süreç olmasından kazanır. Özü de "şey" oluşu değil, "gelişen" oluşudur.
Dengesizlik kuramı dengeyi sürdüren yapıların gerçekte varkalımları (bekaları) sürekli
karşılıklı alışveriş ve değişim gerektiren, dengeden uzak yapılardan daha az düzenli ve tutarlı
olduğu iddiasıyla şimdiki anlayışımıza meydan okur. Bu görüş, şimdiki kişilik ülkümüzün
ulaşacağını umduğumuz düzen ve tutarlığa ulaşmakla tutarsız olduğunu anlatır. Canlı
sistemler için olmak, sürekli bir-hale-gelmeye bağlı olduğu için, sadece kişisel kimliğin
dengesiz bir yapısının düzenli süreç yaratma gizilgücü vardır.
Biz, bazan kişilerin grup veya birliktelik (kollektivite) lehine kişisel kazancı
"terketme"sini gerektiren toplumsal sorunlarla başa çıkmada üstesinden gelinemez güçlükler
olarak ortaya çıkan şey(ler)den yakınıyoruz (örneğin, Hogan, 1975; Sampson, 1977, 1981,
1983a, 1983b; Smith, 1978). Sadece otokratik yönetimin, insanların kendilerinin üzerinde
grubu seçmelerine yol açabildiğinden endişeleniyoruz. İnsanların, kişisel dünyalarından daha
geniş birimlerde veya daha karşılıklı, bağımlı bir şekilde düşünmelerini teşvik edecek yollar
tasarlamaya çalışıyoruz (örneğin, bakınız Edney, 1980; Kramer ve Brewer, 1984). Bununla
beraber, tüm durumumuz şimdiki kişilik ülkümüz çevresinde kuruludur ve bu yüzden
dengesizlik kuramının tavsiye ettiği ve birçok Batılı-olmayan kültürün benimsemiş olduğu
görüşü ele alıp inceleyemiyoruz.
Dengesiz dinamikler, şimdiki kişilik ülkümüzde olduğu gibi, ögeler denge-sürdürücü
yapılar olduğu zaman, otokratik araçlar -yani, dış kontrol- olmaksızın düzenli sürecin pek
olası olmadığını öne sürer. Başka bir ifadeyle, ulaşmayı umduğumuz demokratik politik ülkü,
benimsediğimiz kişilik ülküsüyle çatışıktır (zıttır). Hipnonlar tutarlı ilişkilerle uğraşmazlar;
tutarlı ilişkinin gerçekleşmesi için hipnonların ürettikleri düzenli sürecin gerektirdiği sıkı dış
kontrol ne olursa olsun.
Şimdiki ülkümüz, kişisel ve toplumsal düzeni yükseltmekten çok, düzensizlik,
karışıklık ve kaosu teşvik eden tüm koşulları temsil etmektedir. Daha tamamen karşılıklı
etkileyici ve yayılmacı veya süreç-yapılara daha benzer olan varlıklar canlı sistemler için
düzenin kaynağını sağlarlar. Düzen ve tutarlık bulma adına parçaları çıkarıp atmak, sadece bu
parçalar bütünle yeni tutarlıkları kendiliğinden geliştirmeye girişmeye açık oldukları zaman
ortaya çıkabilen bir düzen ve tutarlık olasılığını tehdit etmektir.
Yazarsız Metinler: İkinci Meydan Okuyuş
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Kültürümüzün kişilik ülküsünü tanımlamak için en çarpıcı metaforlardan biri yazarlık
nosyonundan gelir. İnsanların kendi yaşam öykülerinin yazarlığını üstlenmeleri ve yazarı
olmaları teşvik edilir. Başka birinin öyküsünde bir karakter olmak, kendi yaşamı üzerinde
otoriteyi kaybetmiş olmaktır.
Yeni meydan okuyuşlar hem metin, hem de yazarlıkla ilgili egemen anlayışa karşı
yapılmıştır (örneğin, Bruns, 1982; Derrida, 1974, 1978, 1981; Ricoeur, 1970, 1979). Yazarlık
ve metin metaforlarıyla ilgili ciddi sorunlar ortaya atarken, bu meydan okuyuşlar bu
metaforların, özellikle metaforlar tarafından biçimlendirilmiş olan kişilik ülküsü hakkında,
tanımlama anlamına geldiği gerçeklik hakkında şüpheler de getirmektedir.
Metinler ve metinsellik.
Bir metnin sonuç olarak, çözümlenebildiği tekil bir anlamı olan sabit bir varlık olduğu
düşüncesi nisbeten yeni bir kültürel yenileşmedir. Baskı kültürleri yazıyı teknik olarak
çoğaltmadan ve böylece sabitliğin görünüşünü taşıyan metinler sağlamadan önce, elyazması
kültürlerdeki katipler metinler sürüp giderken, onları süsleyerek, her metni elle, zahmetle
kopya etmişlerdi (bakınız, Bruns, 1982). Her nüsha (versiyon) yeni bir orijinal gibiydi. Eserler
açık-uçlu kaldı ve sadece bir ferman (örneğin, Kral James'in fermanı) meşhur metinlerden
birine, Kitab-ı Mukaddes'e nihai bir son verdi.
Baskı kültürleri bilincimize sabitliğin ve yetkilendirmenin görünüşünü işlemiştir. Bir
metni ele aldığımız zaman, onun katı bir şekilde sabit bir döküman olduğunu varsayarız: onun
çoklu anlamları olan açık-uçlu bir şey olmasını düşünmeyiz. Bununla beraber, Derrida, Bruns
ve diğerleri bu sabitlik görünüşünün, tüm metinlerin temelde açık belge oldukları gerçeğini
yalanladığını iddia etmişlerdir. Onların, açılmış ve okunmuş oldukları zamanlar ve yerler
kadar çok anlamları vardır. Derrida'nın sözcükleriyle, her metin, O'nun metinlerin içkin olarak
versiyonel niteliğini tanımlamada kullandığı, metinsellikten acı çeker.
Böylece, okumanın tek bir gözlemleme eyleminden daha çok, bir diyalog gibi
olduğunu düşünmemiz daha iyi olabilir. Bu durumda diyalog, Garfinkel'in (1967)
etnometodolojik perspektifi geliştirirken tanımladığı, Meacham'ın (1977) bellek kavramını
yeniden biçimlendirmeyi önerdiği ve Taylor'un (1979) hermenötik konumunu geliştirirken
sunduğu türdendir. Örneğin, Garfinkel iki aktör (eylemci) arasındaki etkileşim anlayışının
harfi harfine olmadığı, etkileşimlerinin yayılmış hızlarıyla değiştiğini iddia etmiştir. Daha
önceki parçaların anlamı, konuşma sürdükçe değişir. Kastedilen, şimdi söylenen şey
tarafından sürekli yeniden biçimlendirilmedir. Dahası, hem Garfinkel (1967), hem de
Cicourel'in (1974) gösterdiği gibi, önceden tanımlanmış bir etkileşimin sesli veya yazılı
kayıtları olan daha sonraki etkileşimler, orijinal katılımcılar arasında bile, yeni anlamlar
üretir. Derrida metinlerin ayrıca, bu aynı harfi-harfine-olmayan açık-uçluluğa da sahip
olduklarını iddia etmiştir.
Bu metinsel gerçekliğin altında yatan doğayı anlama yaklaşımı birçok yönden
dengesizlik kuramının fiziksel gerçeklik görüşüne benzerdir. Her iki durumda da, herhangi bir
tek yorum tarafından kapsanamayacak bir karmaşık çoğulluk keşfedilir. Ne fiziksel, ne de
metinsel gerçeklik katı, mutlak bir temele sahip değildir.
Yakınlık (immediacy) ve Aracılık (mediation).
Meydan okuyucu fikirlerini daha ileri düzeye geliştirirken, Derrida yazmayla
konuşmayı zıtlaştırmıştır. Konuşma, bir yazarın, zihnindeki anlamlara varsayım olarak
doğrudan girişini anlatmak için bir metafordur; yazma asla bir orijinal değil, sadece bir kopya
olarak düşünülen her şey için bir metafordur. Derrida'nın iddialarının tüm ayrıntılarına
girmeden, diyebiliriz ki, onun temel düşüncesi şudur: konuşmayı yazma (orijinal yerine
bulunan aracı kopya) üzerine kültürel olarak ayrıcalıklı kılıyoruz. Çünkü yazarlığın yetkisi
aracılığıyla ustalık arıyoruz.
Örneğin, Aristo'dan alıntı yaparak, Derrida sesin, işlerlikteki zihnin doğrudan ve hazır
(yani kendini ortaya koyan) anlamlarını taşıdığını, oysa yazmanın, aracı bir kopya olduğu için
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
aşağılandığını ifade etmiştir. Aracılık yoruma izin verir. Yorum metinselliği ima eder ve
böylece kültürel projenin kalbinde yatan kontrol ve ustalığı tehdit eder.
Derrida'nın eserleri, yazmanın (yani aracılığın) her zaman, hazır olduğu görünen şey
ne olursa olsun, halihazırda bulunduğunu göstermeye yönelik idi. Bu yüzden, yorum tüm dil,
düşünce ve iletişimin ayrılmaz bir parçasıdır. Başka bir ifadeyle, düşüncelerimize daima
kontrol ve yönetimimizin tamamen ötesinde bulunan süreçler aracılık eder (benzer bir süreç
için, bakınız, Lakoff ve Johnson, 1980).
Derrida'nın iddialarının ayrıntılarını belirtmek veya onun tezi lehinde aktardığı birçok
edebi, felsefi ve psikolojik referansları saçıp dökmek bizi çok konu dışına götürecek ve çok
fazla yer gerektirecektir. Bununla beraber, onun çabalarının ve kendiminkilerinin merkezi
olan nokta bizim yazarlık ve otorite (yani ustalık) anlayışımıza meydan okumadır. Eğer,
yazmak için kalemi elimize aldığımızda her zaman halihazırda yazılmış oluyorsa, o zaman,
kendimizin iş başındaki yazar olduğumuzu hangi hakla iddia edebiliriz? Ve eğer biz
yazdıktan, metin başkalarının dialojik etkileşimlerine girdikten sonra, o zaman anlamı
oldukça açık-uçlu birşeylerin anlamının nihai hakemi olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz?
Önceki tartışmamızdan kavram ödünç alacak olursak, metinler canlı, gelişen süreç-yapılardır.
Ve eğer metinsel yazarlık kişilik ülkümüzün merkezi kabul edilirse, ya daha iyi (daha emin)
bir metafor bulmaya, ya da iyi olacak hayatımızın daha açık-uçlu ve bundan sonra, kabul
edilebilir bulduğumuzdan daha açık-uçlu ve akıcı olduğunu kabul etmeye gereksinim duyarız.
Hem Prigogine, hem de Derrida'ya göre, hem kesinliği, hem de ustalığı sorunsal
yaparak, altta yatan gerçekliğin herhangi bir mutlak veya nihai anlamda kavranamayan açık
bir süreç olduğu gerçeği dünyamızı ve yaşamlarımızı ya kaotik, ya da tutarsız yapmaz. Şimdi
onu, bağlayan bağlardan kurtararak tutarlık anlayışımızı gözden geçirmeye gereksinim
duyuyoruz. Bizim sağduyulu, düzenli ve tutarlı bir dünya yaşantımız, gerçekleşmek için
şimdiki baskın kişilik ülkümüzü gerektirmez. Gerçekten, o ülkü, başka türlü ulaşılabilir olan
gerçek tutarlığı maskeleyebilir.
Anarşik bir Kişilik Kavrayışı: Üçüncü Meydan Okuyuş
Şimdiki baskın kişilik ülkümüze üçüncü meydan okuyuş olarak politika ve yönetimin
seçilmesi, Greenwald'ın (1980) ben-lik ile totaliter devlet arasında paralellik çizen tezine
dayanıldığında, doğal görünür. Bununla beraber, Greenwald'ın konumundaki güçlük, yönetim
metaforunu seçmesidir. En uç merkezileşmiş devlet biçimini, totaliterliği seçerek, şimdiki
kültürel kişilik ülküsünü sürdürmeye yardım etmiştir. Merkezileşmiş devlet, merkezileşmiş
bir kişi kavramına çekici bir paralellik arzederse de, alternatif dağılmış ve anarşik politik
biçim kişilik nosyonuna başka bir bakış olasılığı getirecektir.
Genelde düzensiz yönetimi anarşi ile bağdaştırsak da, kişilikteki anarşi kaotik bir
kişisel yaşamı öne sürer. Bu görüşteki güçlük, kaosla anarşiyi bağdaştırmasıdır. Anarşi
hakkındaki incelemeler, merkezileşmiş kurala tutarlı (yaşayabilir) bir alternatif olma
gizilgücünün oldukça sevecen görüşünü benimseyerek yazılmışlardır (örneğin, Bookchin,
1982; Ogilvy, 1979; Taylor, 1982). Bu kuramcılar, terimin kendi kültürümüzde temsil etmeye
başladığı kaostan çok, anarşi altında ortaya çıkan farklı bir toplumsal düzen görmüşlerdir.
Taylor'un eseri (ayrıca, bakınız, Bookchin, 1982) toplumlaşmanın (sociation) tutarlı
bir biçimi olarak anarşinin yararlı bir raporunu sağlar. Yönetimde dağılma (yerelleşme), bize
düzen ve tutarlığın doğasının gözden geçirilmiş bir anlayışını getirerek, fizikteki dengesizlik
kuramı ve edebi eleştiride yapısızlaşma ile yanyana yer alır.
Dağılmış Yönetim.
Taylor sosyopolitik dağılmanın, devletlerden çok toplulukların işlediği kurallara göre
halkla bağdaştırıldığı için, kaostan çok düzeni kurduğunu iddia etmiştir. Sonra, devlet
aygıtının, devlet bir kez baskın hale gelince, onu toplumsal kontrolün tek tutarlı aracı
olduğunu ortaya çıkararak topluluğun bu kurallarının temellerini sarstığını öne sürmüştür.
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Dağılmış topluluklarda toplumsal kontrol sadece nisbeten küçük ortamlarda etkili bir
şekilde işleyebilen mekanizmaları gerektirir. Taylor, çapraz bağlar ve çokyönlü ilişkiler
dediği, dağılmış kuralın iki biçimini vurgulamıştır. Önceki (çapraz bağlar) her bireyin, çoklu
bağlılıkların gündelik yaşamın rutin bir parçası olduğu, başkalarıyla ilişkilerin çeşitliliğiyle
tamamen çapraşık olduğu bir durumu tanımlar. Örneğin, karısının ailesiyle yaşayan, ana-yerli
(matrilocal) bir toplumdaki erkek kendi ailesine ve karısınınkine bağlılıklarla çapraşıktır. Bu
birkaç bağlılık, düzensizlik yaratmaktan çok, toplumsal düzenin temel kuruluşudur. Her kişi
basitçe bir grubun sadık bir üyesi olmadığı, aynı zamanda (eş zamanlı olarak) başka bir gruba
-da- bağlı olduğu için, topluluk çatışmaları azalır. Böyle bir durumda, herhangi bir gruba
karşı savaşmak kişinin yakınlarına karşı savaşmaktır.
Birilerinin yöneteceği, öncelik verilecek bütünleşmiş bir merkez bulunmadıkça çoklu
bağlılıkların sakatlanacağı düşüncesi, bizim kendi düzen anlayışımızdan türer. Taylor'un
raporu çoklu bağlılıkların, halkı dar tanımlanmış herhangi bir üyelik grubundan daha geniş
birşeylere bağladıkları için zorlukları azalttığını öne sürer. Öyle görünüyor ki, çoklu
bağlılıklar Kramer ve Brewer'in (1984), deneklere dar kişisel çıkarlarından çok bir ortak
(collective) olarak davranmaya ikna etmek için bir üst-düzen (superordinate) kimliği
yaşatmaya yönelttikleri zaman deneysel olarak yaratmaya çalıştıkları şeyi, dağılmış toplumsal
biçimlerde doğal olarak yaratır. Yer sınırlılıkları bu noktayı daha fazla geliştirmeme izin
vermiyorsa da, Taylor'un raporu ile, Deutsch'un (1949a, 1949b, 1969) işbirliği hakkındaki
çalışması kadar, Şerif ve Şerif'in (1953) üst-düzen hedeflerin grup çatışmasını azaltmadaki
rolü hakkındaki araştırması ile arasında bazı zorlayıcı paralellikler de var gibi görünmektedir.
Çoklu bağlılıklar değişmez bir şekilde kaotik değildir; onlar bireyin referans noktasını
genişletebilir ve toplumsal grupta bağlanmaya yardım eder.
Çok-yanlı ilişkiler Taylor tarafından tartışılan dağılmış yönetimin ikinci özelliğini
tanımlar. Bu kavram, devletsiz (non-state) topluluklarda kişinin birçok yönünün, başka
herhangi bir kişiye de büyük ölçüde görünür olduğu basit gerçeğine işaret eder. Görünürlük
perspektiflerin daha büyük paylaşılmasını sağlar ve toplumsal kontrol aracı olarak genel
"ayıbı" belirler. Devletsiz topluluklarda halkın temelde çokyanlılıklarıyla bilindikleri gerçeği,
toplumumuzdaki birçok benliğimiz arasındaki tercih edilen ilişkiyi (örneğin, evden işe
ayrılma) tanımlayan. bölünme ve ayrılmayı (fragmentation and segregation) yadsır.
Dağılmış Kişilik.
Dağılmış bir kişilik ülküsünün yapıştırıcıları, Taylor'un çapraz bağlar ve çokyanlı
ilişkiler kavramlarında bulunur. Her bireyin birçok yönü bölünmemiş ve birbirlerinden
uzaklaşmamış veya yönetici bir kural adına hiyerarşik olarak düzenlenmemiştir, ama tam
karşılıklı bağımlılık ve iletişim içinde kalır. Bu anlayış Greenwald ve diğerleri tarafından
oldukça iyi formüle edilmiş merkezileşmiş ülküsüne olduğundan daha fazla, Geertz, Miller ve
Schweder ve Bourne tarafından tanımlanan Batılı-olmayan görüşe benzer, akıcı bir kişilik
nosyonunu ortaya koyar.
Yönetimin dağılmış biçimleri altında varolan karşılıklı bağımlılık, görünürlük ve
yüksek iletişim düzeyleri hakkındaki Taylor'un raporu, Prigogine'nin uyanan hipnonlar
nosyonuna paraleldir. Her iki durumda da, kaostan çok düzen, sadece bir kere karşılıklı
ilişkilerin "farkına" varınca, hiyerarşik olarak düzenlenmiş elemanlar arasında yayılmış bir
karşılıklı bağımlılık bulunduğu zaman ortaya çıkar. Şimdi totaliter ego kişisel düzenin canlıolmayan veya gelişmeyen bir sistemini tanımlıyor görünür, oysa dağılmış ego insan kimliği
kavramının gelecek durumunun olası bir gerçek alternatifi olarak yerini alır.
Kendini-düzenlemenin Temelinin Sarsılması.
Taylor'un temel tezi şudur: çokyanlı ilişkiler ve çapraz bağlar dağılmış topluluk için
bağlayıcı işlevleri yerine getirir ve kaostan çok düzen için bir temel oluştururlar. Devletin
üstünlüğü, bu biçimlerin etkililiğinin temelini sarsar ve düzeni sürdürmek için dışsal bir
hiyerarşik kural gerektirir.
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
Bu noktada, Taylor'un konumu içsel olana karşı dışsal ödül'ün birkaç psikolojik
raporuna olduğu kadar, Titmuss'un (1971) özgecilik (alturizm - diğergamlık) raporuna
benzerdir (örneğin, Deci, 1975; Lepper ve Greene, 1978). Titmuss, alınan kanın bedelinin
ödendiği kan bağışı sistemlerinin hediye ilişkilerinin anlamını bulandırarak gerçek özgeciliği
sarstığını iddia etmiştir: bağış özgürce vermek mi, yoksa parayla değişerek vermek midir?
Kişileri, halihazırda ilgi çekici gelen birşeyler hakkında çalışmaya güdülemede dışsal
etkenlerin rolü hakkındaki araştırma, bu etkenlerin içsel güdülemeyi sarstığını belirtmektedir.
Bir ödül yapısının, başka türlü içsel ilgiden yola çıkarak yapacakları şeyi yapmaları için
kişileri ikna etmesine bir kez alışılınca, kişilerin ödülün sürekliliği olmaksızın görevlerini
sürdürmeleri pek olası değildir.
Biz, öncekinden mantıklı bir şekilde, o sistemin içindeki davranışı yönetmek için ona
dışsal birşeylerin süregiden sisteme empoze edilmesinin, gelişmiş olan kendini-düzenleyici
mekanizmaları işletmediği, böylece başka türlü kendini-sürdürücü olabilecek şeyi sürdürmek
için çok daha büyük dışsallık gerektirdiği sonucunu çıkarabiliriz. Devlet topluluk ruhunu
zayıflatır, ödeme özgeci vermeyi zayıflatır ve dışsal ödüller içsel güdülenmeyi zayıflatır.
Buna, aşırı nüfus (populasyon) büyüklüğüne sahip davranış ortamlarını karakterize eden
dışsal kuralın gerekliliğiyle zıtlaştırılmış olarak, küçük davranış ortamlarının kendinidüzenleyici niteliği hakkındaki Barker'in (1960) inandırıcı kuramını ekleyebiliriz.
Önceki perspektif ayrıca, şimdiki kavramlarımızın değişmeye o kadar dirençli
oluşunun bir nedenini de ortaya koyar. Merkezileşmiş bir biçim herhangi bir alternatifin
gücünün üstesinden gelip onu bir kez sarsınca, onun yönetici eli olmaksızın düzenli ve tutarlı
bir yaşam tasarlayamayız.
Sonuç
Hermann Hesse (1963), Bozkırkurdu Harry'yi tanımlarken bu makaledeki kendi
çabalarımın yönelmiş olduğu sonuca ulaşmıştı. Harry, ikili (düalistik) karakterli, hem adam
hem kurt oluşunu kötü görürse de, Hesse ona, hepimizin basitçe iki-katlı değil, ama "çok-katlı
bir dünya, takımyıldızlı bir gök, biçimlerin, durum ve evrelerin bir kaosu" olduğumuzu anlatır
(s. 59).
Bu duygu, Ogilvy'nin (1979) oldukça yerinde olarak, temelde olduğumuz benliklerin
panteonu dediği şeyi bize getiren üç meydan okuyuş boyunca yankılandı. Bir panteona veya
kaosa atıflar, bize hem kişisel, hem de toplumsal düzenin doğasına alternatif bir anlayış kadar,
kişiliğin çok farklı bir nosyonunu getirdi.
Hiyerarşik bütünleşme ve birliğin baskın olduğu bir kültürde, kişiliğe dağılmış,
dengesiz bir yapı, tekil bir bedende benliklerin panteonu olarak atıfta bulunmak, özdeki
direnci belirtmek değil, yanlış anlamaları ve karışıklıkları davet etmektir. Biz birey olarak
kişiyi bireysel bedenle bağdaştırıyor, çokluğu da kaosla bağlantılandırıyoruz; budala veya deli
olmaya bizim aziz (cherished) merkezileşmiş, denge yapıları dışında bir alternatif
görmüyoruz. Ama üç metdan okuma, sistemlerin sadece dağılmış, dengesiz yapılara benzer
oldukları için etkili bir şekilde canlı ve tutarlı olduğunu; tamamen kendine-yeten, üniter
ögelerden oluşan sistemlerin canlı, büyüyen ve gelişen değil, ölü veya ölmek üzere olduğunun
söyleneceğini öne sürer.
İnanıyorum ki, şimdiki uygarlığımız hem gelişmektedir, hem de ciddi güçlük
içindedir. Kişilik anlayışımızda yatan, güçlüğümüzün sadece küçücük bir kaynağı değildir.
Kapalı bir kişi görüşünü destekleyen bir anlayışa rağmen, uygarlık olarak canlıyız ve
gelişmekteyiz. Herbirimiz, aslında kültürel olarak değer verilen bir tür kişi isek, o zaman
uygarlığımız türdeşleşme ve tutarlık eksikliğinden bozulmaya doğru sabit bir şekilde
yönelmiş olsa gerektir.
Kökleri, eşit şekilde değer verilen özgürlük ülkümüze zıt olan bir kişilik ülküsünde
ısrarımızda yatan kültürel bir çelişki tarafından ele geçirilmiş (bir halde) yaşıyoruz. Şimdi
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15
tanımladığımız gibi, onlar gerçekleştirilemezdir de. Ve her zaman diğerinin lehine diğerinin
kaybıyla karşı karşıya kalacak iki olanaksızlık arasında ileri geri koşuyoruz. Bireyin grup
üzerindeki önemini vurguluyor ve bizi bireyi kontrol edecek ve değer verdiğimiz özgürlüğü
de sınırlandıracak zorlayıcı ölçümlere doğru zorlayan bir grup ortak sorun keşfediyoruz. Asla
ulaşılamayan ve böylece biz ulaşmaya çalışırken, her zaman yadsınması gereken biçimlerle
görüşümüzü sınırlamış durumdayız.
Kişilik ülkümüz ne bireyselliğe, ne de özgürlüğe yöneltir; bizi sadece engellenme
üreten ve bizi kaçınılmaz bir şekilde toplumsal olarak kendini-yıkıcı bir örüntüye sürükleyen
bir çelişkiye götürür. Kendini-düzenleyen sistemlerin temsil ettiği özgürlüğe, kişilik hakkında
kendinden-memnun bir tutumla asla ulaşılamaz. Sadece, çokluğumuza ve karşılıklı
bağımlılığımıza yaşayacak bir zaman sağlayan, dağılmış, dengesiz bir kişilik anlayışı, olasıdır
ki, bizi paylaştığımız ütopya rüyayı başarmak için gereken sorun çözmeye güdüleyebilir.
Bununla beraber, bunun hepsine ödenecek bedel, alışılmış anlamda ustalıktır; yani,
kişisel kontrol ve yazarlık. Birlikte yaşamlarımız açısından evrimci bir perspektife açık
olmak, katıldığımız, ama üzerindeki kişisel kontrolümüzün sınırlı olması gereken bir sürece
açık olmaktır. Ama bu, başka bir zaman için başka bir öyküdür.
Şimdiki öykü dünyadaki yeni bir tür karakter, dağılmış bir kimlik hakkındadır. Bunun,
sadece tutarlı bir kişilik tanımlaması olmadığını, ayrıca -şimdiki kendinden-memnun
formülleştirmelerden oldukça farklı bir şekilde anlaşılan- hem bireysellik, hem de özgürlük
içeren, geniş ölçüde paylaşılan kültürel değerleri başarmak için temel bir tanım olduğunu öne
sürdüm. Paradoksal olarak, aradığımız yeni varlık, olduğumuz, ama hem görmeyi, hem de
güdülemeyi başaramadığımız eski varlıktır. Böylece evimizden uzakta aradığımız büyük dar
kaplardan kurtulma gücü içimizde bulunmaktadır.
Bilim profesyonelleri olarak, şimdi farklı bir çamurdan dökülmüş, bir deneysel
araştırma topluluğuna gereksinimimiz var. Dağılmış bir dengesiz yapı olarak çeşitli
biçimlerini ve birlikte yaşamamız için sonuçlarını daha iyi anlayabileceğimiz şekilde, kişiliğe
yeni bir bakışı yakalamaya gereksinim duyuyoruz. Buradaki amacım, şimdi gereksinim
duyduğumuz araştırma programlarını güdülemek umuduyla, alternatif bir anlayışın taslağını
çizmek olmuştur. Yapılacak daha çok iş vardır, ama şimdiye kadar çok az şey başarılmıştır.
Ve, korkarım ki, bekleyecek pek fazla zaman yok.
KAYNAKLAR
Allport, G.W. (1955) Becoming. New Haven, CT: Yale University Press.
Allport, G.W. (1960) The open system in personality theory. Journal of Abnormal and Social Psychology, 61,
301-310.
...
(Orijinal metinde tümü vardır.)
KİMLİĞİN
DAĞILMASI
Sayfa:1/15

Benzer belgeler