MİLATTarih Dergisi - KONYA / KARATAY / Konya Karatay Anadolu
Transkript
MİLATTarih Dergisi - KONYA / KARATAY / Konya Karatay Anadolu
Milat İÇİNDEKİLER MİLAT KARATAY LİSESİ Yayın Organıdır. Yıl: 1 Sayı: 1 Sahibi: Fehmi CEYLAN Okul Müdürü Yazı İşleri Sorumlusu: Şener ŞEKER Tarih Öğretmeni Yayın Kurulu: Şükran KIZILKAYA (Tarih Öğretmeni) İbrahim MEYDAN (Tarih Öğretmeni) Osman ÖNAL (Tarih Öğretmeni) Esran GÜN (11/C) Kevser BAL (10/E) Elif BİLGİÇ (10/E) Ümit KARADAĞ (10/B) Seçici Kurul: Ercan TAŞCI (Edebiyat Öğretmeni) Zeki ORHAN (Resim Öğretmeni) Mehmet AŞILI (Coğrafya Öğretmeni) Seda KARATAŞ (11/C) Feyza Nur KOÇAK (10/E) Ayşe NAS (10/D) Mehmet Özer (10/B) Kapak Tasarımı: Sedat BAŞER Başlarken ....................................................2 Medine Sözleşmesi ......................................3 Osmanlıda Harem-Kadın ve Saray ..............5 Steplerin Hakimi İskitler ..............................8 İşgal Yıllarında Konya ...............................10 Konyalı Ünlü Simalar ................................13 II. Osman (Genç) .......................................17 Mehmet Ali Paşa ve Mısır İsyanı ................19 Mesneviden Seçme Hikayeler ....................21 Yusuf Ağa Kütüphanesi .............................23 Hayata Nasıl Bakmalıyız ...........................24 Avrupayı Gezen Bir Osmanlı .....................25 Üç Dönem Üç Öğretmen ...........................27 Bir Mektup Bir Şiir .....................................30 Peygamber'e Naat ....................................31 Söyleşi ......................................................32 Türk Tarihinden Sayfalar ...........................35 Dünden Bugüne Karatay Lisesi ..................37 Tarihte Bu Ay .............................................38 Tarih Kitaplığı ............................................41 Fıkralar .....................................................43 Karikatürler...............................................45 Osmanlıda Minyatür Sanatı.......................47 Basım Yeri: Ünlem Ofset & Matbaa (Yeni Başarı Özel Eğitimcilik Tic. A.Ş.) Fevzi Çakmak Mah. Hacı Bayram Cad. No:41 Karatay/KONYA Tel: 0332 342 48 55 Mayıs / 2012 1 Milat Başlarken... Merhaba! Baharın tüm güzellikleriyle başladığı bu günlerde bizler de Karatay Lisesi Tarih Kulübü olarak hazırladığımız yeni dergimizle karşınızdayız. Evet, her bahar bir çiçekle başlar. Önemli olan karar vermek ve bu karar doğrultusunda hareket etmektir. Biz de yeni bir başlangıçla okulumuz ikliminde yeni bir soluk olmak ve çevremizin kültürel gelişimine katkıda bulunmak istedik. XXI yüzyılı yaşadığımız şu günlerde değişen dünyamızı daha iyi anlamak, algılamak ve yorumlamak için ihtiyacımız olan en önemli şey tarihi iyi okumaktır. Çünkü çok iyi biliyoruz ki tarihine vakıf olanlar içinde ki bulundukları durumu çok daha iyi anlayacaklardır. Geçmişi iyi okuyan milletler geleceği daha iyi göreceklerdir. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ama bununla beraber bilgi kirliliğinin artığı varsayılırsa doğru olanı doğru kaynaklardan temin etmek en önemli husustur. Nitekim M.Kemal ATATÜRK bu konuda çok hassas davranmış ve:'' “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”diyerek bu konunun önemine işaret etmiştir. Evet, objektif ve tarafsız bir tarih anlayışı elbette her açıdan çok isabetli olacaktır. Bu anlamda zengin bir tarihi geçmişe ve birikime sahip olan milletimiz bu engin denizden yeterli miktarda faydalanmalı ve bu zenginlikleri gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Özellikle son dönemlerde tarihi yapıtların yaygınlaşması kitap, belgesel, film ve benzeri eserlerin artışı tarihe olan ilginin artığını göstermektedir. Bununla beraber salt ilgi için yapılan eserlerde kaygıların yol açtığı bilgi eksikliği ve yanlışlıklar nedeniyle bu eserlerin doğru ve güvenilir ehil kaynaklardan beslenmesi ayrıca bir zorunluluk teşkil etmektedir. Bu anlamda güncel tarihi konularda bilimsel anlamda kendini geliştirmiş, kişisel etkilerden uzak, objektif bir tarih yazıcılığına kendisini adamış kişilere ihtiyaç vardır. Orta Asya'dan getirdiği kültürel birikimini, X yy da İslam Medeniyeti ile birleştiren Türkler asırlardır İslamın bayraktarlığını yapmış, Anadolu ve Rumeli'yi bir İslam diyarı haline getirmiştir. Müslüman Türkler Tuğrul Bey ile Doğunu ve Batının sultanı, Yıldırım Bayezid ile de Sulat-ı İklim-i Rum(Anadolu sultanı) olmuştur. Bugün tüm dünyanın hasret kaldığı kalıcı barışın ve huzurun mimarı olan Osmanlı izlediği siyasetin yanı sıra, geniş bir coğrafyada bıraktığı eserleri, medeniyeti ile adeta tarihe meydan okumakladır. Balkanların ve orta doğunun bu günkü coğrafyasında bu izler hala zamana inat, dimdik ayaktadır Sınırların kalktığı ve hızlı bir küreselleşmenin yaşandığı bu dönemde gençlerimize tarih şuurunu(milletin ortak hafızası) kazandırmak onlara tarihi sevdirmekle mümkündür. Tarih de milletin ortak hafızası olduğuna göre bu hafızanın sürekli canlı tutulması gerekmektedir. Kardeşliğimizin birlik ve beraberliğimizin teminatı olan tarihimizi daha iyi okumak, anlamak ve gelecek kuşaklara aktarmak başlıca gayemiz olmalıdır. Bu anlamda bizler de tarihimizden seçtiğimiz ayrıntılarla bir nebze olsun bu alanda katkı sağlamak istedik. İlklerin hep sancılı olabileceği varsayımıyla çıktığımız bu yolda bizlere ışık tutan herkese, özellikle emeği geçen öğrencilerime, teşekkürlerimizi sunar bu çalışmamızın okulumuz adına hayırlara vesile olmasını temenni ederim. Şener ŞEKER / Tarih Öğretmeni 2 Milat Medine sözleşmesi: MÜ'MİNLER ANCAK KARDEŞTİRLER. Medine'ye giderken hicret yolunda Hz. Ebubekire;'KORKMA ALLAH BİZİMLEDİR' diyerek; Doğup-büyüdüğü, evlendiği, malını ve akrabalarını geride bırakarak i'layı Kelimetullah davasını gerçekleştirebilmek için, hedefini hayatından önemli bilen Peygamberin yolculuğu ne muhteşemdir. Hicrette takip ettiği yolun bugünkü Mekke-Medine yolu olduğunu ve bu güzergâhta neredeyse hiç kum fırtınası olmadığını umre ziyaretimde duyduğumda çok etkilenmiştim. Medine'ye varınca kendisini misafir etmek isteyenlere karşı;'' deveyi çözünüz, varacağı yer ona emredilmiştir.'' buyurması teslimiyeti gösterir. Hicret Hz Ömer zamanında takvim başlangıcı kabul edilmiş, yöre ilk kez aynı takvimi kullanmıştır. Medine'de Hz. Ali'ye kardeşim demiş, Hz Hamza ile Zeyd .b. Sabit'i kardeş ilan etmiştir. O gün 186 Mekke ve Medineli aileyi kardeş ilan etmiştir. Medinelileri Mekkelilerle kardeş yapmanın amacı; dinleri uğruna yurtlarından ayrılanları desteklemek, mali sıkıntılarını bir nebze olsun hafifletmek, yurttan ayrılmanın verdiği hüznü ve garipliği azaltmak, aralarında uyum sağlamak ve Medine'ye intibaklarını sağlamaktı. Muhacirlerin; bir kısmı 'tarlanızı bize sadece kiraya verin, bir kısmı siz bana pazarın yerini gösterin' diyerek Medineli yeni kardeşlerine yük olmak istemediklerini, onurlu bir duruş sergilediklerini; Medinelilerin de o zamanın Bahreyn'inden gelen gelirleri muhacirlerle paylaşmak istemeleri dünya tarihine ışık tutacak bir davranıştır. Bu kardeşlikte hiç kimse sığıntı olmamış, herkes kendi ocak ve yuvasının efendisi olmuştur. Mekkeliler alış verişte hile yapmıyor, ölçüde tartıda pazarda tam bir güven oluşturuyorlardı. Ticaretleri de hemen kazanç getirdi. Yeni bir anlayış doğdu. Medine; müslümanlar, Yahudiler, çeşitli kabile ve aşiret topluluklarının birlikte yaşayacağı bir merkez olacaktı, ama Medine'de birlik yoktu. Medine'de o zamanlar Evs ve Hazrec kabileleri vardı bunlar önce iki kardeş iken hasım olmuşlar son savaşta Hazrec üstün çıkmıştı. Her iki kabilede Mekkelilerle ittifak yapmak istiyordu. Kanlı kardeş kavgaları hepsini usandırmıştı. Herkes bir çıkış yolu arıyordu. O zamanlarda Mekke'de bir kral yoktu, daha çok ithalat, yiyecek, tahıl satışı, nakit alışverişi yani bankerlik yapan Yahudiler dâhil her kabilenin kendine has hukuki bir statüsü vardı, hiç kimse başkasının siyasi otoritesini kabul etmek istemiyordu. Medine'de her grubun kabul edebileceği siyasi otorite, Mekkelilerin saldırısından korunma, Yahudilerin düşmanlığından emin olmaları gerekiyordu. Medine'de krallık makamı boştu. O makama peygamberimizin seçilmesi çok da kolay olmazdı. Medine'de yaşayan toplulukların birbirlerine olan güvensizliğinden dolayı peygamberimize boyun eğmek zorunda kaldılar. Peygamberimizin başkanlığında; aşağıda zikredilen maddelerde anlaştılar. Tarihteki ilk yazılı anayasa budur. Medine sözleşmesi diye meşhur olmuştur. Bazı maddeler şöyledir: Yahudiler din ve ibadetlerinde serbest kalmışlardır, savaş masrafları ortaklaşadır, Antlaşma yapılan Yahudi kabilelerinden birine haksız bir iş veya suç işleyen Müslüman Zararı kendisi ödeyecektir. Yahudilerden hiç kimse Hz.Muhammed'den(SAV) izin almadan müminlerle savaşa katılamayacaktır. Hiçbir mümin kâfir için başka bir mümini öldüremez, kâfire yardım edemez. Hiçbir kimse müttefikine karşı suç işleyemez, haksızlığa uğrayana yardım edilecektir. Himaye altındaki kimse himaye eden gibidir, suçlanamaz. Medine'ye yapılabilecek bir saldırıya karşı Yahudilerle birlikte savunma yapılacaktır. 3 Milat Müminler kendi aralarında başka bir mümin aleyhine antlaşma yapamaz, müminlerden biri kendi evlatları bile olsa müminler arasında karışıklık çıkarmaya kalkarsa hepsinin eli onun aleyhinde olacak, suçlu kayırılmayacaktır. Bir müminin bir katile yardım etmesi helal değildir. Kureyşliler ve onlara yardım edenler himaye altına alınmayacaklardır. Müslümanlar kendilerinden hiçbirini ağır borç yükü altında bırakmayacaklar, borç birlikte ödenecekti Bilindiği gibi tarihin her döneminde hayatı taklit edilecek, hayatı takip edilecek hükümdarlar, bilginler, komutanlar olur. Peygamberimiz yaratılmışların en güzeli olarak taklit ve takip edilecek en önemli kişidir, çünkü o peygamberdir. Yaşayışı ile dil, nesil, ırk, coğrafya farkı gözetmeksizin herkese huzur ve güven vermişti. İttifak herkese lazımdı. Bu Anayasanın; siyasi olduğu kadar dini bir topluluk meydana getirme işlevi vardı. Herkes son sözün peygamber(SAV) tarafından söylenmesini kabul etti. Hz. Muhammed'in Allahın Resulü olduğuna itiraz edemediler. Onu hakem kabul ettiler. Medine'de her kabile bir otonomiye kavuştu. Medine konfederal şehir devleti oldu. İlk kez harita çizilerek sınırlar belli oldu. Mekkeliler ise hicret eden müminlerin evlerini ve eşyalarını yağmaladılar, üstelik Medine'ye haber göndererek Müslümanların oradan çıkarılmaları tehdidinde bulundular. İlamda ırk ve sınıf ayrımcılığı yoktur. İslam herhangi bir çağ ve coğrafya ile sınırlı değildir.Hz. Muhammed (SAV kendisini diğer insanlardan üstün ve ayrıcalıklı görmemiş, namaz,oruç, hac, aile hayatı, günlük yaşam tarzı, devlet yönetimi ….bizlere örnek ve model olmuş, savaşta ve barışta adaletten ve doğruluktan asla ayrılmamıştır. Manevi değerlere özel önem vermiştir. Ruhi ve manevi değerlerden yoksun bir siyasi hayat, insanlığı materyalizme, materyalizm de yırtıcı hayvanların sahip olduğu alt düzey yaşam tarzına götürür. Düşmana bile adaletten ayrılmama ilkesi zamanımız insanlarına ne kadar da gereklidir. Çıkarılacak dersler; Hiç kimse isteğinin dışında din değiştirmeye zorlanamaz Müslüman, müslümanın kardeşidir, malı, canı, namusu, düşüncesi kutsal ve dokunulmazıdır. Toplumun huzurunu bozmak isteyen hiç kimseye izin verilemez. Siz özü, sözü, davranışı doğru olun, en uzağımız bile her şeyinle size güvensin. Gereksiz savaşlar tüm insanları etkiler, insanlar öldürülmek için değil kardeşlik içindir. İnsanlığın mutluluğu, huzur ve güveni için herkesle ittifak yapılabilir. 'Sen insanı yaşat ki devlet yaşasın 'sözü boşuna söylenmemiştir. İhtiyaç sahibi insanlara yardım edin, bir gün muhtaç duruma düşebilirsiniz. Başkasının sırtından geçinmemeye özen gösterin, bu onurluların davranış biçimidir. İnsanların size ihtiyacı varken kenarda durmayın, işe koyulun. Siz insanlara hizmet ederseniz Allah da sizin işinizi kolay eder. Allaha tam güvenin, çok çalışın, adaletli olun; dostunuz, düşmanınız size hayranlık duyar, zayıflar size tam bağlanır. Allahtan başkasından çekinmeyin, KORKMA ALLAH BİZİMLEDİR. Fehmi CEYLAN KARATAY LİSESİ MÜDÜRÜ 4 OSMANLIDA HAREM-KADIN VE SARAY Öğrencilerimiz tarafından Konya Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Eğitimi A.B.D Öğretim Üyesi Sayın Prof.Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ ile yapılan Osmanlı'da Saray- kadın ve Harem konulu söyleşi. 1 Osmanlı'da harem nedir? Harem padişahın eşleri, çocukları ve padişaha ait cariyelerle bir arada bulundukları evdir. 2 Osmanlı'daki harem hayatı nasıldı? Haremde kimler bulunurdu? Osmanlı'da harem, bir aile ortamı olduğu için oldukça önemliydi. Başta padişahın nikâhlı hanımları olmak üzere, annesi, cariyeleri ve çocukları burada belli bir kural çerçevesinde hareket ederlerdi. Haremde eğitime çok önem verilirdi. Padişahın çocuklarına üç-dört yaşına geldiklerinde dönemin en ünlü hocalarından ders aldırılırlardı. Ayrıca cariyelere de Enderun mektebinde olduğu gibi erkek kölelere benzer eğitim verilirdi. Başlangıçta cariyelere Türkçe öğretilir ondan sonra edebi, dini ve bir kadına gerekli olan bilgiler öğretilirdi. 3 Osmanlı'da hareme verilen önem nedir? Osmanlı padişahları ve cariyeler hakkında bilgi verir misiniz? Osmanlı sarayında padişahlar cariyelerle direkt muhattab olmazlardı. Valide Sultan haremin doğal reisiydi. Padişahla karı-koca hayatı yaşayacak olanları Valide Sultan belirlerdi. Bunu yaparken cariyenin eğitim sürecindeki performansı, zekâ seviyesi ve fiziki yapısını göz önüne alırdı. Bu nedenle Osmanlı soyundan gelenler arasında kısa boylu, oldukça fazla şişman kişiler çıkmamıştır. Hemen büyük çoğunluğu uzun boylu, ideal vücut ölçülerine sahip, kadınlar güzel, erkekler de yakışıklı olurdu. Saraya cariyeler değişik yollarla getirilirdi. Savaşlar sırasında elde edilen kadın ve kızlar arasından, köle pazarından veya üst düzey yöneticilerin hediye ettikleri olarak saraya alınırlardı. Padişahın birlikte kalacağı cariyeyi toplumda öyle sanıldığı gibi yüzlerce cariyenin dizilerek arasından padişahın seçmesi ile olmazdı. Valide Sultan oğluna münasip gördüğü kızı takdim ederdi. Padişah ile olan cariyelerin ilişkileri İslam kuralları çerçevesi, örf ve âdete göre olurdu. Yani padişahın annesinin takdim ettiği cariyenin dışındaki kızlarla padişah hiçbir zaman görüşmezdi. Bunlar doğal olarak Osmanlı ailesinin kızları yani evlatlarından kabul edilirdi. Padişah'ın ilişkisi olmayanlar üst düzey yöneticilere gelin edilirdi. Bu haremde yaşayan padişahın kızlarına yapıldığı gibi gelin edilir ve düğün yapılırdı. 5 SÖYLEŞİ Milat Milat 4 Harem hakkında yanlış bilinenler nelerdir? Bu konudaki eksikliklerden bahseder misiniz? Haremden olmayanların buraya girmesi hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Bu nedenle haremle ilgili bilgiler dışarı duyulan dedikodular ve avamın uydurmalarından başka bir şey değildir. Turistler İstanbul'a geldikleri zaman bu ortamı hep merak etmişler, eserlerinde halktan duyduklarını yalan-yanlış demeden almışlardır. Bu nedenle seyyahların eserlerine dayanılarak hazırlanan romanlar harem hayatını yansıtmaktan çok uzaktır. 5 Günümüz medyasının harem algısını nasıl yorumluyorsunuz? Özellikle dizi ve filmlerin Osmanlı haremini yansıttığını düşünüyor musunuz? Bu gün romanlarda anlatılanlarla filmlerde gösterilenler harem hayatını yansıtmaktan çok uzaktır. Hayal ürünü olduğu için saray hayatını çarpıtarak vermektedir. Sarayda hiçbir zaman padişahın çocuklarını ne kendi annesi ne üvey anneleri emzirir, bakar, altını değiştirir, hastalandığı zaman ilacını verir. Bu işlerle ilgili görevli cariyeler dışında annesi, babaannesi veya kardeşleri küçük çocuğa bakma durumunda değildir. Osmanlı döneminde üst düzey yöneticilerin haremlerinde de durum aynıdır. Bu kültürü bilmeyenler harem hayatını halktan olanların çocuklarına yaptıklarını padişahın hareminde de yapmış gibi göstermektedirler. Mesela Muhteşem Yüzyıl dizisinde Hürrem Sultan'ın üvey oğlu Şehzade Mustafa'nın küçüklüğünde hastalandığında ilaç vermesi buna en iyi örnektir. Küçük şehzadeye haremde görevli sağlık işlerine bakan kadınlar ilacını verirdi. Üstelik doğuran anne de çocuğu emzirmezdi. Bunun için görevli cariyeler vardır. Padişahın hanımlarının işi sadece padişahı mutlu etmektir. 6 Günümüzde tarihe, özellikle Osmanlı tarihine karşı gittikçe artan ilginin temel nedeni nedir? Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren Anadolu halkı üzerinde etkili olmuştur. Hele Fatih'in İstanbul'u fethi İslam dünyasının hayalini gerçekleştirmiştir. Osmanlı'ya hayranlık uyandırmıştır. II.Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde Osmanlı Devleti başta Vezir-i Azam Piri Mehmet Paşa olmak üzere Fatih Medreseleri'nden yetişen üst düzey yöneticiler sayesinde süper güç olmuştur. Bu yapının yansımaları XVII. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür. Özellikle Yavuz ve Kanuni dönemlerinde Osmanlı Devleti'nin izni olmadan Avrupa'da hiçbir şey yapılamamıştır. Çöküş dönemi Osmanlı toplumunun zihninde tahribat yapmıştır. Hele XX. yüzyılın başında Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı yenilgileri bu tahribatı üst düzeye getirmiştir. Milli Mücadele'de Anadolu insanı düşmanı yurttan atmakla bir nebze olsun kendine gelmiştir. Ancak Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı Devleti'ne yönelik mirasın reddi Türk toplumunda ikinci bir şok tesiri yapmıştır. 1950'lerden sonra Türk demokrasisindeki gelişmeler hele son 8–10 yıllık dönemdeki Türkiye'nin kat ettiği yol genç nesilleri kendini tanımaya, geçmişini araştırmaya ve okumaya yöneltmiştir. Yani bir nevi Osmanlı'nın yükseliş dönemindeki süper güç olma ideali belirmeye başlamıştır. 6 Milat 7 Eğitim kurumlarında ve toplumda tarih bilincini arttırmak için yapılması gerekenler nelerdir? Başta üniversite olmak üzere Osmanlı tarihine yönelik arşiv belgelerine dayalı olarak önemli projelere imza atmalıdır. Öğretmenler klasik kasaba öğretmeni zihniyetini terk etmelidir. Öğretmenler en az yüksek lisans yapmış seviyede eğitimden geçirilmeli, akademik zihniyet kazandırılmalıdır. Gazeteciler akademik çalışmaları halka indirgeyecek şekilde kitaba dönüştürmeliler. Romancılar romanlarını hayalle süsleme yerine biraz daha kendilerini sorgulayarak araştırmacı romana ağırlık vermelidirler. Gençlerin daha ilköğretim sıralarında anlayacağı tarzda, Ömer Seyfettin hikâyelerine benzer hikâyeler yazılmalıdır. 8 Son olarak gençlerimize tarih konusunda vermek istediğiniz bir mesaj var mıdır? Her millet genç neslinin tarih bilinciyle yetiştirmekte, bu sayede kültürünü korumaktadır. Tarih bilincini ihmal şakaya gelmez. Bir noktadan sonra gençler kişiliklerini kaybederler. Daha sonra yaygınlaşan hastalık toplumu buhranlara sokar. Bu nedenle başka bir millette olmayan geçmişimiz gençlere değişik yollarla, gerçekçi çizgiler dâhilinde öğretilmelidir. Bu durumda geleceğimiz aydınlık olacaktır. Hocam bizlere değerli vaktinizi ayırdığınız ve bizleri bu güncel konularda aydınlattığınız için hem kendimiz hem de okulumuz adına teşekkürlerimizi sunarız. İyi çalışmalar diler,hayırlara vesile olmasını temenni ederim. Yusuf KÜÇÜKDAĞ kimdir? Yusuf Küçükdağ, 1949 yılında Beyşehir'e bağlı imrenler kasabasında doğdu. İlkokulu doğduğu kasabada, ortaokulu ve liseyi Konya'da okudu.1976'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Tarihi Kürsüsü'nden mezun oldu. Sekiz sene değişik liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra 1984'de Selçuk Üniversitesi'ne girdi. Yeniçağ Tarihi Bilimi dal'ından 1986 da Yüksek Lisans, 1989'da Doktora yaptı.1991'de S.Ü. Türkiyat Araştırmaları enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı'nda Yardımcı Doçentliğe atandı. Aynı enstitüde Ekim 1996'da Doçentliğe,2002'de Profesörlüğe yükseltildi. Halen Konya Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı'nda öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 7 Kevser BAL (10/E) Elif BİLGİÇ (10/E) ARAŞTIRMA Milat STEPLERİN HÂKİMİ ''İSKİTLER'' Tarih Sahnesine Çıkışları: Kavimlerin tarih sahnesine çıkışlarında başka kavimlerle karışıp, kaynaşmalarında ve bazen bir devlet olarak ortaya çıkmalarında göçlerin büyük bir etkisi olmuştur. Bu göçlerin önemli bir kısmı Asya içlerinden olmuştur. Asya'nın bu iç kısmı Türklerin anavatanı olarak kabul edilir. M.Ö 8. yüzyılda Asya steplerinde Çinlilerle yapılan otlak mücadeleleri sonucu birçok kabile batıya doğru çekilmiş ve burada bulunan komşuları yerlerinden oynatmıştır. Bu göç dalgası çok geçmeden bozkırda müthiş bir göç hareketinin başlamasına zemin hazırlamıştır. İskitler de yukarıda bahsedildiği gibi doğudan batıya doğru yapılan göçler sonucunda tarih sahnesine çıkmıştır. İskitlerin Adı: İskitler doğuda Çin Seddi'nden batıda Tuna nehrine kadar yaklaşık 7000 kilometreden fazla bir sahaya yayılmışlardır. Bu geniş coğrafyada bir çok kavimle kaynaşmış ve bunların yazılı belgelerine girmişlerdir.İskit adı gerek, Pers, Asur ve Çin kaynaklarında görmekteyiz. Grek kaynaklarında İskit adı ''Skythai''olarak geçmektedir. Asur kaynaklarında İskit adı m.ö 680 tarihli belgede ''Aşguzai'' diye geçmektedir. Pers kaynaklarında İskitlerin adı''Saka'' olarak geçer. Ünlü tarihçi Heredotos, Sakalar olarak adlandırılan İskitleri başlarına yüksek, yukarıya doğru sivrilerek yükselen başlıkları giyen, pantolonları bulunan ve ülkenin şartlarına göre yay, hançer ve balta taşıyan insanlar olarak tarif eder. İskitlerin Yayıldığı Coğrafya: Arkolojik buluntular İskitlerin M.Ö.1.bin yıl içerisinde Tuna nehrinden Çin'in batı sınırlarına kadar geniş bir sahaya yayıldıklarını göstermektedir. Bu geniş düzlük doğal bir otlak görünümündedir. Ayrıca güneye Anadolu içlerine kadar giden İskitler Fırat ve Dicle dolaylarında hüküm sürmüşleridir. Daha da güneye inen İskitlerin karşısına Suriye'de Mısır Kralı Psammatikos çıkmış armağanlar vererek onların ilerlemelerini durdurmuştur. Fakat İskitlerin bu bölgede asıl izleri Doğu Anadolu'da görmek mümkündür. İskitlerin Kökeni: İskitlerin kökenleri hakkında antik kaynaklarda ve arkeolojik çalışımlarda yeterli bilgiler bulunmamaktadır.18.yüzyıldan günümüze kadar çalışmalar yapılarak bu mesele hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı otoriteler İskitleri İrani, bazıları Slav ve bazıları da Ural-Altay ırkına mensup olduklarını belirtmişlerdir. Gerek dini motifleri ve dillerinde kullandıkları kelimeleri ileri süren bazı tarihçiler onları İrani bir kavim olduklarını hatta Perslerle yakın akrabalık bağlarından söz ettiler. Fakat bu çok büyük coğrafya ya yayılmış olan İskitlerin sadece dinsel motifleri ve kullandıkları bazı kelimelerden yola çıkarak onlara İran'i demek haksızlık olacaktır. Bazı Rus tarihçiler de İskitlere ait vazolardaki resimlerden hareketle İskitlerin Slav olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak bu görüşü destekleyecek hiçbir yazılı kaynak yoktur. Bu ilmi temeli en tutarsız olan görüştür. İskitlerin kökenleri meselesine bilimsel açıdan yaklaşan ve onların Ural-Altay soyuna mensup olduğunu ileri süren B.G Niebuhr İskitlerin Tatar veya Moğol olduklarını söyler. Dayandığı esas, İskitlerle Tatarların örf ve adetlerindeki benzerliklerdir. İskitlerin gelenek, göreneklerinin göçebe hayat tarzına uyduğunu belirterek İskitlerin Moğol ya da Türk-Tatar olduklarını ileri sürer. 8 Milat Filolok Mordmann ise İskitlere ait yazılı metinlerle Türklerin çivi yazılı metinleri karşılaştırmış ve:''Artık belgelerin bolluğu İskitlerin kollektif adının farklı Türk soylarını içerdiğini açıkça gösterir ''demiştir. 20 yüzyılda araştırmalarda bulunan Minns ve Franke gibi tarihçiler de İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup olduğunu ve İskitlerin Türklüğü fikrindedirler. Sakaların dilleri ile ilgili olarak Sus ve civarında bulunan yazılı metinler dilinin Türkçe olduğunu göstermektedir. Oldukça dağınık olan yazılardan Sakaların Türklüğü anlaşılmaktadır. Kazakiztan Alma-Ata yakınlarında Esik kurganından üzeri yazılı küçük bir kap bulunmuştur. Sakalara ait olan ve 26 harften oluşan bu yazıyı Süleymanov ''Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu.(Halkın) adı da yok oldu.''şeklinde okumuş ve günümüz Türkçesine aktarmıştır. İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup olduklarını dile getiren Türk Bilim adamaları da vardır. Bunlar da Molla Mehmed El'abeşi ,''Türk uruğlarından ve dünyanın büyük eski kavimleri zümresinden biri İskit Türkleridir'' diyerek, İskitlerin bir Türk kavmi olduğunu kabul eder. Zeki Velidi Togan ise,''Zamanımızda İskitlerin menşei ve kültürleri meselesi nazara alındığında ben de bu kavmin hâkim tabakasının Türk olduğu kanaatindeyim''.der. Tarihçi Yılmaz Öztuna da Sakaların geniş ölçüde Ari unsurları karışmış Türkler olduğunu, Hanedanın hâkim unsurun Türlüğünü kabul etmektedir. İskitlerin dinsel motiflerinde yer alan Gök ve Toprak tanrıları, eski Türk inancında yer alan Gök-Tanrı(Tengri) ve yer tanrısı(yersup) ile benzerlik göstermekledir. Ayrıca İskitlerdeki ruh inanışında Türklerdeki Şamanizm'e ait unsurlar bulunmaktadır. İskitlerin inandıkları ruhlar ve Tanrılar âleminin eski Türk dininde bulunan motiflerle olan benzerliği tesadüfle açıklamak mümkün değildir; aksine bu benzerlikler ve bağların İskitlerin Türklüğüne işaret olarak kabulü akla yatkın gelmektedir. İskitlerin Ural-Altay ırkına mensup bir kavim olduğu ve hatta Türk oldukları tezi gitgide bilim âleminde daha çok taraftar bulmaktadır. Herodotos'un İskitleri Asyalı bir kavim olduğunu bildirmesi ve arkeolojik buluntularla batıda Sibiryalı unsurların ortaya çıkması ve Orta Asya olarak tanımlanan coğrafyanın da en eski devirlerden bu yana Türklerin anayurdu olarak bilinmesi, geldikleri coğrafya itibariyle göçebe İskitlerin Türk kökenli bir kavim olabileceğini düşünmemizi mümkün kılıyor. Günümüzde Türk topluluklarından Kent Türklerinin, Kaşgarların,Tarnçıların,Kuzeyde bulunan Yakut Türklerinin atalarının Sakalar olabileceği kabul edilmektedir. Sonuç: Yaklaşık olarak M.Ö 8yüzyılda tarih sahnesine çıkan İskitler(sakalar) bu tarihten M.S. 2 yüzyıla kadar hâkimiyetlerini sürdürmüş, doğuda Çin sedi'nden batıda Tuna ırmağına kadar uzanan geniş bir coğrafyada varlılarını, yaklaşık olarak 1000 yıl gibi oldukça uzun bir zaman korumuşlardır. Pers kaynaklarında geçen Saka kelimesi bu kavmin tarih içinde zikredilen bir diğer adıdır. İskitlerin dinlerinin, dillerinin, sanatlarının, gelenek ve göreneklerinin eski Türklerinkiyle bağlantıları ve bu kadar çok yönlü benzerliklerin olması, İskitlerin büyük çoğunluğunun, özellikle hâkim tabakanın Türk olduğu kanaatini doğurmaktadır. Bu topluluk Orta Asya da kurulan Türk devletlerinin ve günümüz Orta Asya Türklüğünün oluşumunda temel teşkil etmiştir. İpek TAŞ (9/E) - Dilek TAŞ (9/E) 9 YEREL TARİHİMİZ Milat İŞGAL YILLARINDA KONYA I. Dünya Savaşı'nın başlarında tarafsızlığını ilân eden İtalya savaşın gelişimini yakından izledi. İtalya için savaşa girmede amacı, ekonomik ve siyasal beklentilerini mümkün olduğunca fazla tatmin etmektir. Bu bakımdan İtalya savaşa, hangi taraf beklentilerini daha fazla karşılarsa o blokla birlikte girecektir. Fakat savaşın başlamasından 1 yıl sonra başlayan kamuoyu baskısı ve Çanakkale Savaşları'nın İtilâf Devletleri tarafından kazanılacağı endişesi ile İtalya savaşa Fransa ve İngiltere yanında girmeye karar vermiştir. İtalya, İngiltere ve Fransa ile yaptığı antlaşmalarla savaştan sonraki beklentilerini garanti altına almıştır. 1915 Londra ve 1917 St.Jean de Maurienne gizli anlaşmalarıyla İtalya'ya Anadolu'da, İzmir'den Antalya'ya kadar geniş bir bölge vaat edildi. Savaş, İtalya'nın da yer aldığı İtilâf Devletleri tarafından kazanılmışsa da, İtalya'nın kendisine vaad edilmiş bölgelere yerleşmesinde bir takım zorluklar vardır. Her şeyden önce İtalya'ya vaad edilmiş olan İzmir, daha sonra, savaşa kendi yanlarında girmesi şartıyla Yunanistan'a da vaat edildi. Savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda İtalya ile Yunanistan arasında İzmir'e sahip olma konusunda büyük bir mücadele başladı. Bu mücadelede İngiltere, güçlü İtalya'ya karşı Yunanistan'ı destekledi. Konferansta, İzmir konusunda İngiltere'yi ve Amerika'yı karşısına alan İtalya, müttefiklerinden bağımsız bir Türkiye politikası izlemeye başladı. İtalya'nın Mondros Mütarekesi'nden sonra Osmanlı Devleti'ne karşı izlediği politikanın temel özelliği işgallere zemin hazırlamak olmuştur. Bu politika ve İtalyan faaliyetleri gizli antlaşmalarla kendisine vaat edilen bölgelerde yoğunlaşmıştır. Barış Konferansı'nda müttefikleriyle ilişkilerinin kopma noktasına gelmesinden ve yapılan hazırlıklardan sonra İtalya, Antalya'dan başlayarak geniş bir bölgeyi işgal ederek Anadolu'ya Yunanistan'dan önce girdi. Antalya'yı işgal etmekle Anadolu'da bir üs kazanmış olan İtalyanlar yeni işgaller için cesaret de kazandılar. İtalya, 500 mevcutlu ve makineli tüfeklerle donatılmış bir taburu Albay Titelli komutasında, Haydarpaşa istasyonundan trenle Konya'ya sevk etti. Bu kuvvet 24/25 Nisan 1919 gecesi Konya'ya vararak şehri işgal etti. İtalyan karargâhı Eski Gazi Lisesi'nin içerisindedir. İtalyanlar gönderdikleri yeni kuvvetlerle bu sayıyı 1500'e çıkardılar. İtalyanlar, Çifte merdiven mahallesi gibi Rum ve Ermenilerin çokça bulunduğu mahallelerde dolaşmayı tercih ederler. Yeni bir tepkiden korktukları için bu bölgenin dışına çıkmayı düşünmezler. Konya'da İtalyan işgali 1 yıl sürer. İtalyan işgalini Arıkoğlu hatıratında şöyle anlatır. "İtalyanlar Konya'yı işgal ederken Konya halkı onları dikkatle izliyordu. Şehir içine ilerleyen İtalyan birliklerini izleyen halk üzerinde bunlar en küçük bir korku yaratmıyorlardı. Halk, bunların asker değil, "maskara" olduklarını dahi söylüyordu. Buna karşın İtalyanların bakışlarında Konyalılara şirin görünmek ve yeni çevreyi yadırgadıklarını görmek mümkündü. İtalyanlar yerleşmeye başladıkları erkek öğretmen okulunu bir kale gibi tahkime çalışıyorlardı. Karargâhlarının bulunduğu yer ıslık sesinden, şakalarından geçilmiyordu. İtalyan karargâhı bir işgal alayının garnizonu değil de, meşk eden musiki okulları gibiydi." 10 Milat İtalyanların Konya'yı işgali esnasında genç bir zabit olan M.Şevki Yazman, İtalyanların şehre gelişini şöyle anlatır.''…Konya'ya önde şapkalarında parlak tüylü Karabinyeriler, arkadan pelerinlerin sağ eteği Sezar gibi sol omzuna atmış at üstünde ordu kapitonlar bunun ardından da etrafa sırıtan pencerelerden kendilerine bakanlara yılışa yılışa bakan bir sürü çelimsiz mülazımlar ve neferlerden ibaret bir alay girdi''. Dönemin Konya valisi Cemal Bey (Artin Cemal) 11 Kasım 1918 de Teyfik Paşa hükümeti tarafından Konya valiliğine atanır. Cemal beyin valiliği döneminde İtalyanlar Konya'da rahat hareket ediyorlardı. İşgalden sonra, daha önce buradan ayrılan Ermeniler de Konya'ya geri dönmeye başladılar. Ermenilere yakın durması nedeniyle Konya halkı Vali Cemal beye 'Artin' unvanı vermişlerdi. Bu arada Konya'ya yerleşen İtalyan birliği sürekli günlük emirler yayınlıyordu.Bu emirlerden birisi de İtalyan Askerleri ile karşılaşan Türk askerlerinin rütbesi ne olursa olsun tüm İtalyan subaylarına selam vermesidir. Bu bildiri adeta Türklüğe ve Türk odsusuna bir hakaretti. Her gün mühim yol kavşaklarında ve hükümet konağı önlerinde sürekli İtalyan bandoları zafer marşları çalıyordu. Cemal Paşa Konya'dan Harbiye Nezareti'ne 26 Nisan 1919'da gönderdiği telgrafta, "İtalya askeri temsilcisi Miralay Titelli'nin Konya'ya geldiğini, taburun Konya'da kalacağını ve tümen komutanı Miralay Desinpo için bina tedarik etmek gerektiğini söylediğini" bildirdi. Antalya'dan sonra beklenmedik bir anda İtalyanların Konya'yı da işgal etmeleri artık İtilâf Devletleri'ni kanıksamış olan İstanbul Hükûmeti'nde fazla bir reaksiyon yaratmadı. Harbiye Nezareti durumu usulen Sadarete arz ederken, Konya'daki Yıldırım Kıtası Müfettişliği'ne, "İtalyanların şiddetle protesto edilmesini, gerek ikamet, gerekse iaşe hususunda kendilerine hiç bir yardım yapılmamasını ve Mütareke hükümlerine aykırı hiç bir hareketlerinin protestosuz bırakılmamasını" emretti. Fakat sonradan Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın arzusu üzerine" İtalyanlar hakkında da İngiliz ve Fransızlara karşı ittihaz edilen tarz-ı hareketin tatbik edilmesi gerektiği" bildirildi. Mustafa Kemal Paşanın 19 Mayıs 1919 da Samsuna çıkmasından sonra başlayan milli mücadele hareketi Konya'ya da yansımış ve Konya'da hızla kuvay-i milliye örgütlenmesi başlamıştır. 11 Milat Konya Kuvay-ı Milliye örgütlenmesinde büyük rolü olan Müderriz Ali Kemal Efendiyi rahmetle anıyoruz. İtalyanlara karşı miting fikri ilk ondan çıkar. “Koca Konya 1600 İtalyan'a boyun eğerse bu vatan nasıl kurtulur!” diyerek hareketin ateşini yakar. Hükümet meydanında büyük mitingler yapılır. Bir İngiliz generalinin isteği üzerine “Öğüt Gazetesi” kapatılır. Bu gazete, ekipmanlarını Söylemez Konağı'nın yanındaki Söylemez Türbesi'ne taşır. Konya'nın dünya ve Türk tarihindeki ilklerinden biri, bir gazetesinin türbe içinde çıkarılmış olmasıdır. Türbenin 3–5 metrekarelik alanında matbaa kurulur. Türbe, Kuvay-i Milliyeciler tarafında olduğundan İtalyanlar buraya ilişemezler. 1920'ye kadar günlük olarak çıkan “Öğüt Gazetesi”, Konyalılara müthiş bir bilinç aşılar. O yılların diğer bir gazetesi “Babalık” da üzerine düşeni layıkıyla yapar. Konyalı kadınlar, “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”nin Konya Şubesi”ni kurarlar. Büyük bir “Kadınlar Mitingi” yapılmasını sağlarlar. Şehrin muallime ve diğer okumuş kadınları bu cemiyette örgütlenirler. 8 Ocak 1920 tarihinde 5000 Konyalı kadın, (1923'te şehrin merkez nüfusu 53.000'dir) şehitler için Şerafettin Camii'nde mevlit okuturlar. Alâaddin Tepesi'nde miting ve konuşmalar yapar, işgalci güçlerin komutanlıklarına telgraflar çekerler. Yabancı devletlere de protestolarını ulaştırırlar.Bu arada 12 Ocak 1920 de açılan son Osmanlı Mebusan Meclisine yapılan seçimler sonucunda Konya'dan Hadimli Mehmet Vehbi Efendi, Yalvaçlı Ömer Vehbi, Musa Kazım, Hacı Bekir, Kazım Hüsnü seçilir. Ancak Misak-ı Milleyenin mecliste kabulü ve İngilizlerin Meclisi dağıtması üzerine yeniden Konya'da yapılan seçimlerle bu sefer Ankara'da ki yeni meclise üyeler seçilir. Meclisin açıldığı gün 23 Nisan tarihinde Konya'da büyük sevinç gösterileri yapılır. Sabah erken saatlerde Kapı Camii'nde toplanan halk Cuma namazını kıldıktan sonra mevlit okutur. Konya düşman işgalinin sınırı olarak, cephe gerisini tutan en önemli şehir olur. Başkent İstanbul, Marmara ve Ege şehirleri işgal altındadır. Cumhuriyeti kurma işi bozkırlara düşer, Afyon cephesi, Akşehir ve Polatlı sınırdır Konya'ya. Cihanbeyli'nin Böğrüdelik Köyü yakınlarına kadar gelir Yunanlılar. Konya bu haliyle, cephelere asker sevk eden en önemli şehirdir. Kasaba ve köylerinden tabur tabur asker toplanır ve Batı cephelerine buralardan asker sevkiyatı yapılır. Asker elbiseleri halktan temin edilir. Cami önlerinden toplanan gençler “Hey On Beşliyi” söyleyerek giderler. Bu türkü bir ağıttır aslında. ( Bu “on beşliler”, 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdir.) Okullar kapanmıştır. Sadece kız çocukları kalmıştır buralarda. Konya içinde top atışı, Alaaddin'de talimler yapılır. Yaralılar Konya hastanelerine getirilir. İstasyon insanlarla dolup taşmaktadır. Konya, Milli Mücadelede, Cumhuriyetin kuruluşunda ve vatanın kurtarılmasında çok büyük katkılarda bulunmuştur. Şehir ve ilçeler genelinde şehit sayısı 26.000'dir. Konya Milli Mücadele en çok şehit veren ildir. Leyla GÜRBÜZ (10/D) 12 Milat AVLONYALI FERİT PAŞA VE CAMBAZ DELİ OSMAN AĞA vali ilk olarak Konya'da öğretmen okulunu açtı. Avlonyalı Ferit Paşanın Konya valiliği döneminde en büyük ve faydalı eserlerinden biri olan Çayırbağı memba suyunu Konya'ya getirmiş olmasıdır. 20 km den Konya'ya bu suyu getirmesi halkı ihya etmiştir Bir gün Aziziye Camii şadırvanından abdest alan Konya'nın tanınan eşrafından Cambaz Osman Ağa suyun akmaması üzerine dönemin Konya valisi Ferit Paşa ya giderek bu su sorununa bir çare bulunmasını rica etmiştir. Ferit Paşa bu isteği olumlu bulur fakat hazırda bir projesi yoktur. 1913 yılına kadar Konya halkı Meram Deresi'nden Havuzhaneye döktürülen çay suyunu küplerde dinleterek içerlerdi. Mikroplu olan bu su, birçok hastalıklara sebep olmaktaydı. Zamanın ünlü Valisi Ferit Paşa, Konya'ya temiz bir su getirmenin açık bir ihtiyaç olduğunu hissetmiş ve Saray nezdinde de hatırı sayılır kişilerden olduğu ve bir müddet sonraya Sadaret mevkiine gelecek kadar kuvvetli bir şahsiyet olduğundan Mısır tahsilâtından elde edilen 18 bin altın lirayı bu iş için temin etmiştir. Avukat M. Ali APALI bu olayı şöyle aktarmaktadır.“Aramaları sonunda Bilecik'teki suyun, Konya'ya getirtilmesi için teşebbüse geçilmek üzereyken, bizim eskiden Kavaklı Medrese, şimdiki İsmet Paşa İlkokulu karşısındaki evimizin hariciyesinde bir Cuma günü toplanan nüfuzlu ve Vali Ferit Paşa'ya yakın kimseler bu su hakkında konuşurlarken Osman Ağa gelir, atı sokak kapısının sol demirine bağlayıp hariciyeye girer. Dedeme hitaben, Avlonyalı Ferit Paşa 1851 tarihinde Yanya'da doğmuştur. Avlonyalı Mutasarrıf Mustafa Nuri Paşa'nın oğludur. Yanya Rum Lisesinde okumuş, özel öğretmenlerden yedi yıl Arapça, Fransızca, İtalyanca ve Rumca dersleri aldı. 1867 yılında babasının Resmo Mutasarrıflığında, Resmo Meclisi Başkâtipliği görevi ile memuriyete başlamıştır. Avlonyalı Ferit Paşa 1889'da vezirlik rütbesi ile Konya Valiliğine atanmıştır. Vali Ferit Paşa bu görevi 4 yıl yapmıştır. zamanında Konya belediye başkanlığı görevinde Burhanzade Seyit Rıza Efendi bulunmaktadır. Bu dönemde Konya eyaletinde 30 kaza,35 nahiye ve 2058 köy mevcuttur.. Konya valisi iken projesini çizdirdiği Beyşehir sulama şebekesini yaptırdı. Ferit Paşa Konya ovasını kuraklıktan ve çöl olmaktan kurtardı. Aynı zamanda eğitim işlerine de büyük önem veren 13 Milat AVLONYALI FERİT PAŞA VE CAMBAZ DELİ OSMAN AĞA şey sanma, sen yine eski hayvan otlattığın günlerin Osman'ısın diye nefsimi terbiye ediyorum.” demesine çok içlenen Ferit Paşa, "Osman Ağa, suyu beğenip Konya'ya getirmeye muvaffak olursak, senin hayrın için buraya bir çeşme yaptıracağım, ebediyen hayırla ismin anılacak.” demiş ve nitekim su gelmiş. Böylece Cambaz Osman Ağa Konya'ya ilk defa şebeke suyunun getirilmesine vesile olmuştur. Vali beyin söz verdiği gibi adına çeşme yapılmış. Bu çeşme halen Pamukçu'da "Deli Osman Ağa Çeşmesi" olarak akmakta ve Osman Ağa hayırla anılmaktadır. "Ne konuşuyorsunuz, Hacı Ethem?" der; Dedem de "Dayı, artık çay suyu içilmeyecek, Ferit Paşa iyi su getirtecek." demesi üzerine "Nereden getirmek istiyor?" diye sorar. Bilecik'ten cevabını alınca, "O su hem iyi değil hem de uzaktır. Çayırbağı'nda çok güzel bir su var, hem de çok tatlı ve güzeldir." demesi üzerine "Dayı, Paşa seni çok sever, git kendisine anlat" demişler. Paşa o zaman Nakiboğlu'nda Sulu Konak denilen konakta oturur ve bizim eve çok yakındır. Osman Ağa hemen ata atlar, konağa gider. Paşa'ya durumu anlatır. Paşa, "Hemen gidelim suyu görelim, muvafık bulursak bu suyu getirelim." der. Ve kavaslara, arabanın hazırlanmasını emreder. Atlı kavaslar önde, Osman Ağa, Paşa'nın yanında yola düşerler. Pamukçu civarına geldikleri zaman Paşa "Osman Ağa, bir mola yapalım" der. Osman Ağa da arabadan inerek eli arkasında dolaşmaya, bir şeyler söylemeye başlar. Bu hali Paşa'nın dikkatinden kaçmaz. "Ne söyleniyorsun Osman Ağa?" der. Osman Ağa "Paşam, ben vaktiyle pek fakir bir kimseydim, burada çok hayvan otlattım, şimdi nefsimi terbiye ediyorum ve kendime Osman bugün Paşa'nın arabasına bindin diye kendini bir 14 Milat Piri Mehmet Paşa (Öl. 939/1532) Konya'lı olarak bilinen Piri Mehmet Paşa'nın doğum yeri hakkında çeşitli fikirler ileri sürülür. Kimisi onun Aksaray'da, kimisi Amasya'da doğduğunu ileri sürer. 1937 Konya İl Yıllığı'nda Konya'da doğduğu kaydedilir. Piri Mehmet Paşa'nın yaşadığı dönemlerde hatta Osmanlı'nın son zamanlarına kadar Aksaray, Konya'nın bir kazası durumundadır. Bu değerli ilim ve devlet adamının Konya'da bir mescid, imaret hangah yaptırdığı da herkesce bilinen bir gerçektir. Piri Mehmet Paşa, Cemaleddin Aksarayı ahfadından ve ulemadan olan Muhyiddin Mehmet Çelebi'nin oğludur. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra, mahkeme-i şeriyeye katip olarak girer, bir süre sonra baş katipliğine yükselir. II. Beyazıd'ın cülusünden sonra İstanbul'a giden Piri Mehmet Paşa Silivri, Siroz ve Galata kadılıklarında bulunur. Daha sonra ilmiye sınıfından ayrılarak hazine defterdarlığına tayin edilir. Yavuz Selim'in Çaldıran seferine baş defterdar olarak katılır. Çaldıran savaşı öncesinde kurulan divanda ileri sürmüş olduğu fikirlerle padişahın takdirini kazanır. Yavuz :"İşte yegâne rey sahibi adam, fakat yazık ki vezir olamamış, vezir eyledim." diyerek, Piri Çelebi'yi paşa yapar. Yunus Paşa'nın katlinden sonra da, sadrazam tayin edilir. Sadareti Kanuni döneminde de devam eder. Yavuz, Mısır seferine çıktığı zaman, İsatanbul'un idare ve muhafazası Piri Mehmet Paşa'ya havale edilir. Paşa, Yavuz döneminde iki defa tutuklanıp zindana atılırsa da bu durumu birincisinde üç, ikincisinde bir gün sürer ve görevine yeniden iade edilir. Kanuni döneminde Belgrad ve Rodos'un fethinde büyük hizmetleri geçer. Piri Paşa, büyük bir alim ve idareci olduğu kadar, savaş konularında da iyi bir askerdir. Savaş öncelerinde savunduğu fikirlerin ne derece isabetli olduğu da, savaş sonralarında hep ortaya çıkmış ve karşı fikri savunanları mahcup etmiştir. Yavuz'un takdirini kazanması da bu yüzden olmuştur.. 15 Milat Piri Mehmet Paşa 5 yıl 5 ay devam eden sadaretinden sonra 1523 yılında 200.000 akçelik vezaret hasları ile emekliye sevk edilir. Silivri'deki çiftliğine çekilen Paşa bundan sonra sakin hayat yaşamaya başlar. Vaktini ibadetle geçirir. Bu dönemde de Kanuni Sultan Süleyman Han'dan yine iyi kabul görmeye devam eder. Şehzadelerin sünnet düğünlerine davet edilir. Paşa'nın itibar görmesi karşısında Sadrazam İbrahim Paşa, onun yeniden sadrazam yapılabileceği endişesine kapılır. O tarihlerde Piri Mehmet Paşa'nın oğlu Mehmet Efendi, Edirne kadısıdır. İbrahim Paşa, Mehmet Efendi'yi, babasını ortadan kaldırdığı takdirde, kendisini kazasker yapacağı vadiyle kandırır. Kanuni Alman seferi dönüşünde Edirne'de karşılanacaktır. Piri Mehmet Paşa da bu karşılamaya katılmak ister. Edirne kadısı Mehmet Efendi, babasını padişaha karşı dinç görünmesi için bir kuvvet şurubu içmesi gerektiğine ikna eder ve hazırladığı zehirli şerbeti ona içirir. Çok geçmeden acılar içinde kıvranmaya başlayan Piri Mehmet Paşa, oğlu tarafından zehirlendiğini anlar. Onun :" Yaktın beni oğul. Allah da seni yaksın " sözü meşhurdur. Çok geçmez Mehmet Efendi, babasının bedduasına uğrayarak perişan bir vaziyette gerçekten yanarak hayatı son bulursa da, bir büyük devlet adamı da oğlunun ihaneti ile şahadet şerbetini içmiş olur. Bu olay, tarihin ibret sayfalarından birisi olarak hafızalarda yer eder. Vefat tarihi 1532 sonbaharıdır. Dini bir terbiye ile yetişen Piri Mehmet Paşa Mevlevi tarikatına mensuptu. Türkiye'de ilk defa Piri Mehmet Paşa ve cemali ailesi ile ilgili geniş bir araştırma yapan Konya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ şu tespiti yapar: Piri Mehmet Paşanın mensubu bulunduğu cemali ailesi çok büyük mutasarrıf, âlim ve devlet adamları yetiştirmiş Osmanlı devletinin bir dönemine adeta cemaliler damgasını vurmuştur. Paşanın Mısırda İstanbul da, Aksaray ve Konya'da yaptırmış olduğu hayır eserleri hala ayaktadır. Konya'da kendi adıyla anılan Piri Mehmet Paşa Camii ve Çarşısı da mevcuttur. Esra GÜN (11/C) - Seda KARATAŞ (11/C) 16 II. OSMAN(GENÇ) Doğum tarihi = 03.11.1604 Ölüm tarihi = 20.05.1622 Doğum yeri = İstanbul Ölüm yeri = İstanbul-Yedikule Ölüm sebebi = Boğduruldu Babası = I.Ahmet Annesi = Hatice Mahfirüze Sultan Tahta çıktığı tarih = 26.02.1618 Tahta çıktığı yaşı =14 Yaş Saltanatının sonu = 19.05.1622 Saltanatı = 1618–1622 Saltanat süresi = 4 Yıl Mahlas ve lakapları = Faris, Genç, Şehit Gömülü olduğu yer = İstanbul,Sultanahmet I. Ahmet Türbesi Genç Osman 14 yaşında amcası Sultan I.Mustafa'nın tahttan indirilmesiyle Osmanlı tahtına oturdu. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca öğrendi. Binicilik, avcılık, silahşorluk ve yiğitlikte emsalsizdi. Genç Osman heyecanlı, gururlu ve hırslı bir insandı. Islahat hareketlerine girişen ilk padişahtı. Askeri alanda değişiklik yapmak istemişti. Kapıkule ocağını kaldırıp yeni bir askeri kuvvet meydana getirmek istemişti. Devletin başkentini İstanbul'dan Anadolu'ya nakletmeyi düşünmüştü. Sultan Osman, tahtta geçtiği andan itibaren ordusundan bilhassa ”Kapıkulu Ocakları”ndan memnun değildi. Kanunsız şekilde, şuuru bozuk amcası Sultan Mustafa'yı üç ay içinde tahta çıkartıp indirenleri affedemiyordu. Bu olaylarla Kapıkulu Ocakları, iki defa cülus bahşişi almış ve hazine büyük zarar görmüştü. Lehistan seferinde orduda olan düzensizlikler ve gayretsizlikler padişahı Kapıkule Ocaklarına düşman etmişti. Genç hükümdar bu arada Ömer Efendi'ye kanun dışı olarak meşihat payesi vermişti. Bu paye, o tarihe kadar yalnız şeyhülislama mahsustu. Şeyhülislamı'nın eski yetkilerinden bir kısmı geri alınmıştı. Genç Osman, Kapıkulu Ocaklarından hayır gelmeyeceği fikrindeydi. Devlete ve padişaha, keyfinin istediği emrini dinleyip, işine gelmeyen askerin lüzumu yoktu, zararı vardı. Anadolu, Suriye ve Mısır'a bizzat kendisi gitmek istiyordu ama saray halkı bu isteği engelledi. Bu defa da Sultan Osman, hacca gideceği bahanesini söyledi. Şimdiye kadar hiçbir padişah hacca gitmemişti. Bir padişah, devlet işlerini bırakıp, aylar süren bir seyahati göze alamazdı. Yeniçeriler ise padişah aleyhinde birçok dedikodu çıkarıyor, bunları halk arasında süratle yayıyorlardı. 18 Mayıs günü Kapıkulları At meydanı'na doğru toplandılar. Amaçları isyan çıkarmak değildi silahsızlardı. Padişahın Anadolu'ya gitmesini engellemekti. Yeniçeriler de Genç Osman'a bir şikâyet hazırlayıp gönderdiler. Ama padişah o kâğıdı yırttı ve yanına gelenleri kovdu. Sultan Osman'ın kâğıdı yırttığını duyan asiler bazı devlet adamlarının evlerine girdiler, saraylarını yağmaladılar. 17 BİYOGRAFİ Milat Milat Asiler silah almak için yollar denediler ama bulamadılar Akşamüstü Genç Osman durumun yatışması için Anadolu'ya gitme kararından vazgeçtiğini açıkladı.19 Mayıs sabahı başta Yeniçeriler olmak üzere on binleri aşan bir kalabalık Fatih Cami'nde sabah namazını kıldı. Padişahtan altı kişinin başını istemek için saraya gittiler. Bu altı kişi; Sadrazam Dilaver Paşa, Hace-i Sultani meşihat, payesine haiz Ömer Efendi, Kapıkullarından nefret etmesiyle tanınan Nişancı Vezir Ahmet Baki Paşa ve Yeniçeri Ocağından Sekbanbaşı Nasuh Ağa bunu söyleyen ulemayı hapse attırdı. Asilerse saraya giremiyorlardı. Çünkü kendilerini silahlı bostancıların beklediğini sanıyorlardı. Daha sonra saraya silahlanıp saldırdılar. Genç Osman'la konuşmak istediler ama padişah kabul etmedi ve son hatası oldu. Asiler Sultan Mustafa'yı II. Kez tahta çıkarmıştı. Sultan Osman yanına sadrazam Hüseyin Paşa'yı, Bostancı başı Sadrazam Mahmut Ağa'yı ve daha birkaç kişiyi alıp Topkapı Sarayı'ndan çıktı. Ağa kapısı'na vardığı zaman, gece yarısı yaklaşmıştı. Orta Cami'ne Sultan Mustafa ve annesi Valide Sultan'ın yanında olan yeniçeri Ağası Kırk çeşmeli Ali Ağa, Sultan Genç Osman'ın Ağa Sarayı'nda olduğunu duyunca koştu. Sultan Osman asileri yatıştırmak için askerlere, Yeniçerilere, Kapıkule sipahilerine büyük zam verecekti, Ali Ağa 20 Mayıs 1622 sabahı padişahın vaatlerini bildirdi. Ama askerler ona güvenmedi, inanmadılar. Ali Ağa daha konuşurken onu şehit ettiler. Ve Osman Han'ın Ağa Kapısı'ndan aldılar. Orta Cami'ne götürdüler. Orada Sultan Mustafa ve annesi Valide Sultan'da vardı. Kalabalık Genç Osman'ı görmek istedi. Genç Osman pencereyi açtırdı. Ve dokunaklı bir konuşma yaptı. Osman Han, bu durumda vaziyete hâkim olamayacağını anladı Sadrazam Davut Paşa Sultan Mustafa'yı ve validesini Topkapı Sarayına gönderdi. Daha sonra Sultan Osman'ı Yedikule'ye götüren emrini verdi. Tahtan indirilmiş Padişah'ın Yedikule'ye bir mahkûm gibi hakaret ve eziyetlerle götürülüşünü kalabalık olan halk üzüntü içinde izliyordu. Sadrazam Dilaver Paşa, Cebeci başı ile Kalenin doğusu'na sekiz cellâtla beraber Osman Han'ı öldürmelerini emretti. Ama Osman Han güçlü ve yiğit bir padişahtı. Cellâtlarla uzun vuruşmalardan sonra onların üçünü yere sermiş, onu silahsız alt edemeyeceklerini anlayınca cellâtlardan biri balta alarak omzuna indirdi. Fena halde yaralanan Osman Han, nefes almak için bir an durdu. Cebeci başı kement attı. Birkaç cellât kemende asıldılar ve Osman Han şehit oldu. Osman Han'ın cenazesi 21 Mayıs 1622 cumartesi günü, Topkapı Sarayı'ndan kaldırıldı. Cenaze mahşeri bir kalabalıkla Sultanahmet Camii avlusuna getirildi. Babası Ahmet Han'ın türbesine gömüldü. Osmanlı tarihi böyle bir vahşet görmemişti. Osmanlı tarihinde, ilk kez hükümdar katli görülüyordu. Ataları gibi şiire meraklı olan Genç Osman Farisi mahlası ile yazdığı bir şiirinde; Gülşen içre bitmedi bir gonce cana harsız Dünyada hâsıl değil nev-cüvan ağyarsız Bir şahı aliş Kim ol yarı benüm der kimisi dahi benüm an Gayretli gen iken şahı cihana kıyd Orta yerde ''farisi''avere kaldı yarsız. ıla ç Gazi bahad arslan iken şahı cihan r Diye dizelerini sıralar. a kıydılar ır han idi âli nesep sulta Namıyla Os Genç Osman'ın şahadetinden sonra n idi man han id i N iy e t id ip onu sevenlerden Nevi mahlası ile şiir yazan şair hacı olmağa şahı cihana kıydılar komadı kulla Kulak gerek yazdığı şiir dilden dile dolaşır, durur… r gidmeğe işitmeğe ş Kübra BAKIM (10/E) 18 ahı cihana k Hükmetmey ıydılar e Haccitmeğe kaaidir iken emr-i hak' a nazır iken hazır iken ş a Ol bir şan-ı ala iken hep hı cihana kıydılar cümleden e Şer'i şerif ic vla iken ra Esrat-ı saatd iken şahı cihana kıydıl ar ür bu dem d Bize nedam e etdür bu de vr-i kiyametdür bu dem m Ciğerler old u hun derdin şahı cihana kıydılar Kan ağladı b ehli fünun ş ir iken odu bin ahı cihana k ıydılar. MEHMET ALİ PAŞA ve Mısır İsyanı 1183 (1769) yılında Bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Kavala'da doğdu. Ailesinin menşei hakkinde kesin bir bilgi yoktur Bazı tarihçiler onun Arnavut kökenli olduğunu ileri sürerlerse de oğlu İbrahim paşa tarafından kaleme alınan bir belgede Mehmet âli'nin babası İbrahim ağa ve dedesi Osman ağa'nın bir kan davasından dolayı Konya'dan Kavala'ya göç ettikleri açıkça ifade edilmektedir. Babası kavala'da bekçi başı amcası ise kasaba mütesellimi Tosun Ağadır. Babasının yanında tütün ticaretiyle uğraşan Mehmet Ali 1787 yılında askerliğe intisap etmiş ve vergileri ödemek istemeyen bazı köylülere karşı giriştiği birkaç çarpışmada ön plana çıkarak dikkatleri üzerine toplamıştır. Mısır'ı işgal eden Fransızlara karşı hazırlanan kuvvetler arasında kavala'dan yola çıkarılan 300 asker içinde yer alan Mehmet Ali'nin mısır topraklarına geliş tarihi 8 Mart 1801'dir.Aynı yıl Fransız kuvvetleri karşısında elde ettiği başarılardan; cesur ve çalışkanlığından dolayı Mısır Valisi Mehmet Hüsrev Paşa Tarafından binbaşılığa yükletildi ve kısa sürede Mısır'daki Osmanlı kuvvetlerinin esasını teşkil eden Arnavut birliklerinin ikinci kumandanı oldu. Napolyon'un Fransız işgalinden sonra anarşi ve kargaşa içine düşen Mısır'da Osmanlılar ve memluklar kontrolü ele geçirmek için mücadele ediyorlardı. Osmanlı kuvvetleri ise kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdi. Hüsref Paşa'ya tabi kuvvetlerle Tahir Paşa ve Mehmet Ali kumandasındaki Arnavutlar arasında uzlaşmazlık hüküm sürüyordu. Memlüklar arasında da anlaşmazlık mevcuttu. Bu gruplar arasında süregelen mücadele halkın mağduriyetine ve ülkenin ekonomik durumunun tamamen batmasına sebep olmuştur. Mehmet Ali Paşa bu durumdan istifade etmesini bildi. Memlükler'i Osmanlılara, muhalif memluklu grupları birbirine, yeni vali Hurşit Paşa'yı Memlüklüler'e ve son olarak da Kahire halkını Hurşit Paşa'ya karşı kışkırtarak meydana gelen kargaşadan faydalandı. Memlük'ler üzerinde tam bir hâkimiyet kurarak idareyi eline aldı. Kurduğu düzenle Mısır'a tayin edilen Osmanlı paşalarını bir bir mahkûm ederek bölgenin tam bir hâkimi oldu. Napolyo'nun Mısırdan çekilmesinden sonra Osmanlı Devletinin zayıflığından da faydalanan asi lider, Medine de meydana gelen Vehhabi isyanını bastırmak şartıyla Mısır valiliğini Baba-ı Âliden adeta zorla aldı. Kazanılan bu zafer ile hac yollarının emniyeti de sağlandı. Mehmet Ali Paşa böylece İslam âleminde itibarını da artırdı. Bunun neticesinde isminin değişmez unvanı olan paşa'lık rütbesini de alır.1881 de kendisine ayak bağı olan Memluk beylerini verdiği bir ziyafetle öldürerek 600 yıllık Kölemen soyuna Mısırda son verilmiştir. Kavalalı döneminde Mısır da gözle görülür bir ekonomik gelişme olur. Açtığı kanallarla sulama işleri hayli gelişir, ziraat hızla ilerler. Bu esnada İstanbul'a da vergi vermeye devam ediyordu. Fransız subay ve teknisyenleri ile modern bir ordu kurdu. Bu ordu ile Arabistan ve Suriye de Osmanlıya karşı yapılan tüm isyanları bastırdı. Mora'da Rum isyanın bastırılmasında Osmanlı Devletine büyük yardımlarda bulundu. Buraya gönderdiği ordu kısa sürede büyük başarılara imza attı. Ancak Mora'da ki kayıplarına karşılık devrin padişahı II. Mahmut'tan Anadolu ve Rumeli seraskerliğini ister. Ancak bu istek padişah tarafından red edildi. Bu olay üzerine o da Osmanlı-Rus savaşında asker göndermez. Bu olaydan sonra paşa ile II. Mahmut hanın arası açıldı. Mehmet Ali paşa bu durum üzerine Sur,Sayda,Beyrut ve Trablus'u işgal etti.Bunun üzerine Padişah II.Mahmut Han Mehmet Ali Paşayı görevinden azletti.(1832) Ayrıca ulema tarafından çıkartılan bir fetva ile onu asi ilan edildi. 19 BİYOGRAFİ Milat Milat Mehmet Ali Paşanın mısır ordusu kumandanlığına görevlendirdiği oğlu İbrahim Paşa bölgedeki nüfusunu artırdı. Osmanlı devletinin çöküşünü hızlandıran bu isyan üzerine Padişah istanbu'ldan bir ordu gönderdi bu odu Şam yakınlarında yenilgiye uğradı. Ardından Çukurova'yı ele geçirerek Maraş ve Urfa'yı aldıktan sonra Torosları aşarak Konya'ya ulaştı. Telaşa kapılan Sultan, Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında bir Osmanlı ordusunu üzerlerine gönderdi. Ancak bu ordu da Mısır ordusuna yenilince İbrahim Paşa Kütahya'ya kadar geldi. Bu durum İstanbul için tehlike arz edince Padişah II. Mahmut büyük devletlerden yardım istemek zorunda kaldı. Yoğun bir diplomatik faaliyet içine giren Osmanlı padişahı bir yandan da Mısır'a gönderdiği heyetler ile Mehmet Ali Paşa ile anlaşma zemini oluşturmaya çalışıyordu. İngiliz ve Fransız devletlerinin de devreye girmesiyle Mehmet Ali Paşa ile Osmanlı Devleti arasında Kütahya anlaşması imzalandı. (5 Mayıs 1833) Bu anlaşma ile Adana valiliği de Mehmet Ali paşaya verildi. Bu esnada M.Ali Paşa yeni isteklerde de bulunuyordu. Bunlar kabul edilmediği takdirde Rumeli' deki halkı da Osmanlıya karşı ayaklandıracağını söylüyordu. Bu durum bölgede çıkarları olan devletler için bulunmaz bir fırsattı. II. Mahmut bu beladan kurtulmak için çağırdığı Ruslarla İstanbul da Hünkâr iskelesi anlaşması imzalamak zorunda kaldı. Denize düşen yılana sarılmıştı. Yıllardır savaştığımız Rus donanması elini kolunu sallayarak boğazları geçmişti. Bu arada Osmanlı devletinin Batı ile ittifaka girmesi Mısır'da ordunun giderleri ve askere alma konusunda yeni tedbirlerin alınmasına neden oldu. Vergilerin artırılması Mısır'da yer yer isyan hareketlerine sebep oldu. Bu arada Mehmet Ali Paşa Batılı devletlerin temsilciliklerine tekrar bağımsızlığını ilan etme niyetinde olduğunu bildirdi. Avrupa devletlerinin tepkisi üzerine geri adım atmak zorunda kaldı.1833 de Osmanlı Devleti ile Yapılan Kütahya anlaşması her iki tarafı da memnun etmemişti. Sultan II. Mahmut meseleyi silah zoruyla haletmeye karar verdi. Hafız Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu İbrahim paşa 1839 da Nizip de Yapılan savaşta büyük bir yenilgiye uğradı. Savaştan sonra Sultan II. Mahmut ölünce, Osmanlı padişahının yerine oğlu Sultan Abdülmecit tahta geçti(1838). Zor durumda kalan sultan Abdülmecit han yayınladığı bir ferman ile Mehmet Ali Paşayı affettiğini açıklayarak ona Mısır valiliğinin miras yoluyla soyuna bırakılacağını vaad etti. Bu ferman ile Mısır'ın idaresinin Mehmet Ali Paşa soyunda gelen en büyük erkek evlada verileceği ilan ediliyordu. Böylece Mısır meselesi nihai bir çözüme kavuşmuş oldu. Bundan sonra Kavalalı 1848 de İstanbul'u ziyaret etti. Ancak kısa bir süre sonra hastalanınca oğlu İbrahim Paşa Mısır valiliğine geçti. Mehmet Ali Paşa 2 Ağustos 1849 tarihinde İskenderiye de vefat etti. Mehmet Ali Paşanın kültürel olarak takip ettiği çizginin bir Osmanlı çizgisi, konuştuğu dilin Türkçe ve dünyaya bakış açısının tipik bir Osmanlı bakış açısı olması önemlidir. Mısır krizinin mimarı olan Mehmet Ali Paşanın nihai amacı idaresi altındaki bölgelerin siyasi geleceğini garanti altına almaktı. Mevcut politikaları bir bütün olarak ele alındığında kendisinin Mısır tarihinde yeni bir dönemin başlatıcısı olarak kabul edilmesi gerekir. Ümit Karadağ (10/B) 20 Milat MESNEVİDEN SEÇME HİKÂYELER FARE İLE DEVE Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı. Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular. Fare: - Sana kılavuzluk etmeliyim! dedi...Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!... Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar. Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi... - Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla... Deve:-Ne bekliyorsun? Diye çıkıştı. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya... - Ama... Diye kekeledi Fare, görmüyor musun su çok derin? Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti... - Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su diye inledi. Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim. - Evet, dedi Deve, yumuşak bir sesle, herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı... KAYIKCININ DERSİ Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve kurumla oturdu yerine. Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu. Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu: -Sen hiç gramer okudun mu?.. Dil biliminden anlar mısın? Kayıkçı: -Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam. -Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!.. Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgâr şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı. Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu: -Efendim, yüzme bilir misiniz? Bilgin: -Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi. O zaman kayıkçı: -Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız. 21 Milat ÖĞÜT Akıllı bir adam yolculuğa çıkacak arkadaşlarına: "-Geçeceğiniz ormanda birçok tehlike var dedi. Karnınız acıktığında sakın kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıp da fil yavrularını avlamayın, anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler!.. Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz. Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra, karınları acıkmaya, susuzluktan dudakları kurumaya başladı. Tam o sırada yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar... Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Aç adam ise sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı. Akşama doğru kızgın bir fil çıkıp geldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolanıp, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca, birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil ona hiç dokunmayıp ormanların derinliğine çekilip gitti... İşte böyle... "Kibir, hırs ve şehvet kokusu da fil yavrusunu yiyenlerin ağızları gibi kokar durur. Bu yüzden dualar kabul olmaz ve insan bin türlü bela ile karşılaşır... En iyisi bilge insanların öğüdünü tutup, ağızları ve gönülleri kokutmamak, öyle değil mi?. KUM HESABI Çöllerde avare dolaşan bir filozof, devesi ile yolculuk yapan bir köylüye rastladı. Nereden gelip nereye gittiğini öğrendikten sonra, devenin iki yanına sarkmış çuvallarda neler olduğunu sordu. Köylü: -Onların birine buğday, diğerine kum doldurdum... Diye cevap verdi. Filozof: - Buğdayı anladım ama kumu niçin doldurdun? Diye sorunca Köylü: -İkinci çuval boş kalsaydı denge bozulurdu! Dedi. Filozof gülmeye başladı: - Denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala, diğer yarısını da öbürüne doldursaydın herhalde daha akıllıca davranmış, zavallı devenin yükünü de azaltmış olurdun dedi. Köylü şaşırmış, bu bilge adama hayranlıkla bakmaya başlamıştı. — Sen, dedi, padişah yahut vezir olmalısın! Bu kadar akıl ancak onlarda bulunabilir. — Hayır dedi filozof, ben ne padişahım, ne de vezir. — Öyleyse dükkân sahibi zengin birisin... — Ne gezer, cebinde mangırı bile olmayan bir adamım ben! Bunca bilgi ve hikmetin karşılığı olarak elimdeki şu deynek ve hırpani kıyafetlerimle gezip duruyorum çöllerde... Köylü bu cevap karşısında hiç memnun olmamıştı: -Çekil git yanımdan! Diye bağırdı. Senin bilgi ve hikmet dediğin şeyin bir faydası bulunsaydı, önce sana yarardı. Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin içi boş bilgi ve felsefenden çok daha iyidir!. Kevser BAL (10/E) 22 Yusuf Ağa Giritlidir. İstanbul da yeniçeri ağası Süleyman efendinin mühürdarı olur. Sonra III. Selim döneminde kethüdalığa getirilir. Yusuf Ağa bir kütüphane yaptırmağa karar verdikten sonra bir yer arıyordu. Asırlardan beri ilim merkezliğini muhafaza eden Konya'nın nadir ve kıymetli kitaplara son derece muhtaç olduğunu gördü. Ve burada bir kütüphane yaptı. Yusuf Ağa, Darphane Emini ve Valide Sultan Kethüdası olduğu sırada bu kütüphaneyi yaptırmıştır Bina emini Mehmet Sadık'tır. Dış ve iç yüzünde bulunan 6 kitabeden anlaşıldığına göre bina 17 Ocak 1795 (25 Cemaziyelahir 1209) yılında inşa edilmiştir. Üç adet vakfiyesinden kütüphanede bir tanesi mevcuttur. Civar mahallesinde Sultan selim Camii'nin sağ batı köşesinde ve bitişiğindedir. Bu kütüphane; Konya'da kütüphane olarak yapılan ve bize kadar gelebilen yegâne yapıdır. Bugün pencereden bozma bir kapıdan içeri girilmektedir. Asıl kapısı Selimiye Camii'ne açılmaktadır. Bina Gödene Taşı'ndan inşaa edilmiş ve üzeri kurşunlu bir kubbe ile örtülmüştür. Altlı üstlü 22 penceresi vardır. İçinin uzunluğu ve genişliği 10.80 metredir. Kütüphane tek katlı olup kubbeyle örtülü bir salonu bulunmaktadır. Toplam kullanım alanı 110 m2'dir. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet vermektedir. Evvelce yere hasır ve kilim serilir ve okuyucular diz çökmek suretiyle kitap okurlardı. Sonraları bu usul değişmiş, ortada geniş bir kerevet ve kerevetin üstünde büyük bir masa ve sandalyeler konmuştur. (1922). Kütüphane 1927 yılından sonra Mevlana Müzesi kitaplığı ile birleştirilmiş ve bina Memurlar Kooperatifi'ne tahsis edilmiştir. Tekrar 1946 yılından sonra Maarif Vekâleti Kütüphaneler Müdürlüğüne geçen Kütüphane 1949 yılında yeni tesis ve modern usuller ile hizmete girmiştir. Araştırmacılar, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürlüğü'nde uygulanan prosedür doğrultusunda kütüphaneden faydalanabilirler. Ayrıca, araştırmacılar Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphanesi'nin CD çekimleri yapılmış olan kitaplarından, oluşturduğumuz koleksiyondan özel bir program vasıtasıyla Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'nde bilgisayar ortamında da faydalanabilirler. Yusuf Ağa Kütüphanesi'nde 3.185'i yazma 8.631'i de matbu olmak üzere toplam 11.816 adet kitap mevcuttur. Kütüphanedeki el yazması eserlerin tamamı dijital ortama aktarılmış durumdadır. Bu rakam da 666.013 poza, yani 1.332.026 sayfaya tekabül etmektedir. Ayrıca 216 eserin de mikrofilmi vardır. 23 MİMARİ Yusuf Ağa Kütüphanesi Milat Milat HAYATA NASIL BAKMALIYIZ Çocuklarımıza Hayatı Nasıl Öğretmeliyiz? Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, 'Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum' dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım: Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını... Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden... Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini, çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini ve harcananın bir sonu olduğunu, Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret. Kitaplardan keyif almasını, Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını, ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı. Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona, sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını. Doğayı sevdir ona, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla. Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar, bunu öğrenmemiş diğer sevgililerin aksine... Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona. Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret. Alın terine saygıyı öğret ona. Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret. Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret, başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı. Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret. Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat. Hayatı sorgulamayı öğret ona... Bilginin en büyük güç olduğunu öğret. Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını. Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret. Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı... 'İstemiyorum', 'hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi, Sevdiğinde ise 'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını... Sorgusuz sevmeyi... El yazısı ile notlar yazmayı... Lafı dolandırmamayı... Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını, İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret... Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini… Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini… Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını... Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona... Evet, hayatta her şeyden önce bizler önemliyiz. Kendimizi değerli kılan bizim kendimize bakış açımızdır. Her zaman kendinizi değerli ve önemli hissetmeniz dileğiyle… Ayşen TOPBAŞ Psikolojik Danışman ve Rehberlik Öğretmeni 24 AVRUPAYI GEZEN BİR OSMANLI SULTAN ABDÜLAZİZ HAN Babası: İkinci Mahmud Annesi: Pertevniyal Valide Sultan Doğumu: 8 şubat 1830 Vefatı: 4 Haziran 1876 Saltanatı: 1861 - 1876 Sultan Abdülaziz 8 Şubat 1830'da İstanbul'da doğdu. Çok kuvvetli bir tahsil gören padişahın edebi kültürü de gayet genişti. Uzun boylu, değirmi yüzlü, kumral sakallı ve geniş omuzluydu. Cihan pehlivanları ile güreşebilecek kuvvete sahipti. Aynı zamanda bestekâr, şair ve ressamdı. Memleketin imarı için birçok çalışmalar yapmıştır. Yaptırmış olduğu savaş gemilerinin planlarını çoğu zaman kendisi çizmiştir. Tahta geçtiğinde 31 yaşındaydı. 1863'de Mısır ve 1867'de Avrupa seyahatlerine çıktı.1868 'de Şurayı Devlet kuruldu. 1869'da Süveyş Kanalı açıldı. 1871'de Mithat Paşa sadrazam oldu. Fakat iki ay sonra, bütçede açık olduğu halde açık olmadığını söyleyip yalanı meydana çıkınca, sadrazamlıktan azledildi.1874'de Hüseyin Avni Paşa sadrazam oldu. Bir yıl sonra azledilince, bu kindar adamın kini padişaha karşı son haddine vardı. Abdülaziz çok büyük bir adam kıtlığı ile karşı karşıya bulunuyordu. Kime vazife vereceğini bilemiyordu. Hiç bir işe yaramadıkları alenen ortaya çıkmış olan Mithat Paşa, Mahmut Nedim ve Hüseyin Avni Paşaların teşvikleriyle başlayan bir nümayiş ihtilâle döndü. Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Tahttan indirilmekle de kalmayarak intihar süsü verip zorla öldürdüler. Hâlbuki bu büyük padişah, zamanında Osmanlı Devletini, askeri bakımdan Dünyada ikinci veya üçüncü duruma getirmişti. Çok çalışkan, gayretli, dindar ve ilerisi için büyük ümitler taşıyan bu büyük Hakan, şahsiyetleri çok düşük olan bazı siyasiler tarafından, tahttan indirilmesi devletin bu kritik günlerinde felâket oldu. Bütün mal varlığı çapulcular tarafından yağma edildi. İşte biz bu yazımızda bu büyük sultanın belki de saltanatındaki en ilginç ve tarihi olaylardan biri olan Avrupa seyahatini ele alacağız. Sultan Abdülaziz'in Avrupa Seyahati: Aslında Avrupa Türk hakanlarına hiç yabancı değildi. Birçok Osmanlı Sultanı gibi Sultan Murat Hüdavendigar kosova'yı, Kanuni Sultan Süleyman belgrad'ı fethetmişti. Ama birçoğu sadece seferler ve savaşlar için oraya gittiler. Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayan ve II. Viyana kuşatmasına kadar devam eden Avrupa'yı fethetme ülküsü belki tam anlamıyla başarılamamıştı. Ama fetihler sadece savaşlarla yapılmaz. Bilim ve fen'in, sanat ve kültürün de fethi bir o kadar önemlidir. Osmanlı artık yeniden toparlanma, eski kudretine, şanına yakışır bir duruma gelmesi gerekiyordu. Yeniden büyük olması için değişen dünyayı daha iyi takip etmesi değişimleri gözlemlemesi gerekiyordu. Aslında bu değişim Lale devri diye tabir edilen dönemde başlamış birçok müessesede değişimler yaşanmıştı. Rönesans ve reform ile birlikte Avrupa'da başlayan yenilikçi hareketler artık yeni bir dünya düzenine de işaret ediyordu. Birçok Osmanlı sultanı bunları yakından takip ediyor hatta Avrupa'da elçilikler bile açılıyordu. Amaç değişimleri yakinen görmekti. Batılılaşma diye tabir edilen Avrupa'ya yönelme bazen ilim ve fende bazen kültür ve edebiyatta bazen de siyasette kendini göstermiştir. Sultan Abdülaziz dönemi de bu değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. O da Batıyı yakından takip etmiştir. 25 ARAŞTIRMA Milat Milat Bir yabancı devleti ziyaret amacıyla giden tek Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz'dir. Paris'te açılacak beynelmilel bir sergi münasebetiyle II. Napolyon İstanbul'daki sefiri vasıtasıyla Abdülaziz Hanı Paris'e davet etti. Osmanlı içinde bulunduğu durum nedeniyle Avrupa da dostluklar kurma durumundadır. Bazı tarihçiler buna denge politikası der. Ama bir gerçek vardır o da artık uluslar arası ilişkilerin seyri değişmiş birçok bölgesel ittifaklar kurulmaya başlamıştı. Fransa karalının davetini duyanlar o muhteşem sultanı kendi ülkelerine davet etmek için adeta yarışırlar. Bu davetin peşi sıra İngiltere Kraliçesi Viktorya da Sultanı İngiltere'ye davet eder. Bu durum karşısında Sadrazam Ali paşa ve Hariciye nazırı Fuat paşa'nın teşviki ile padişah bu davetlere evet der ve Avrupa'ya gitmeyi kabul eder. Böylece ilk defa bir Türk padişahı savaşmaya değil dostluğa Avrupa'ya gidecekti. Bu nedenle Avrupa tarihinde misli görülmemiş bir hadise başlamıştır. 21.06.1867'de Ortaköy'de Mecidiye Camii'nde cum'a selamlığından sonra saat 4'de sultaniye yat-ı hümayunu, Pertev-piyale 2. yat-ı hümayunu, Aziziye ve Osmaniye zırhlıları, Fransa sefirinin Forbin yatı ile beraber hareket edildi. Padişah gösterişli bir merasimle çıktığı Avrupa seyahatine kalabalık bir heyetle gidiyordu. ona aileden veliahdı Murat Efendi, Şehzade Abdülhamit ve büyük oğlu İzzettin Efendi eşlik ediyorlardı. Bu seyahatin başlattığı bir yenilik vardı. Devletin tarihinde ilk defa Naib-i Saltanat olarak Sadrazam Ali Paşa padişaha vekâlet edecekti. Yani Padişah arkasından sadrazamını kendisine vekâlet etmek için İstanbul'da bırakmıştı. Padişahı taşıyan vapur Messina, Napoli ve Toulan'dan sonra 20 Haziranda Paris'e varır. Uğradığı limanlarda törenle Coşkuyla karşılanan Sultan Abdülaziz mutludur. Patis'te de şanına yakışan merasimler yapılır.10 gün kaldığı Paris'te gezilmesi gereken tüm yerleri gezer. Sergiden alış-veriş yapar, tiyatro temsillerini izler. İmparator Üçüncü Napolyan'la sohbet eder. Sohbetin bir yerinde söz dönüp dolaşıp Girit'in Yunanistan'a kaça satılacağı sorulunca heyetten Fuat paşa o meşhur cevabı verir: - Aldığımız fiyata veririz. Napolyon da anlar ki Girit'in fiyatı en az dökülen Türk kanları kadardır! Bunu duyduktan sonra soğuk bir sessizlik olur ve konu kapanır. 10 Temmuzda İmparator tarafından Paris'ten trenle uğurlandı Sultan Abdülaziz Paris'ten. Sonra ki durağı olan Londra'ya geden Sultan Abdülaziz Han 11 gün kaldığı Londra da yine layığı veçhile itibar görür. Londra dan 23 Temmuz da hareket eder.28 Temmuz da garda Avusturya imparatoru ve Macaristan kralı Franz Joseph tarafından karşılandı. Viyana'dan Tuna üzerinden yatla hareketle nehir yoluyla 31 Temmuzda Budapeşte geçer. Burada Tuna eyaleti valisi Midhat Paşa tarafından karşılanır. Gittiği yerlerde ecdadının bıraktığı izlerle karşılaşır. İstanbul da ayrılışı ve dönüşü arasında 47 gün geçmiştir. Dönüşe 2. veliahdı Abdülhamit Efendi katılmadı. Rahatsızlandığı için 15 gün Viyana'da kaldı. Bu muhteşem seyahatinde iki önemli neticesi vardır. Avrupa'ya nispetle Osmanlı devletinin geri kalmışlığı ve Avrupa müesseselerinin bizzat sultan ve mahiyeti tarafından yakından gözlemlenmesidir. Sultan Abdülaziz'in Avrupa'ya trenle seyahati. Mehmet ÖZER (10/B) Sultan Abdülaziz 1867'de Fransa'ya yaptığı seyahat Avrupa'da çok ilgi çekti 26 Milat ÜÇ DÖNEM ÜÇ ÖĞRETMEN Eğitim, insanın aldığı bilgi ile meydana getirdiği davranış değişikliğidir. Öğretim de belli kurumlarda belli bir süre, belli amaçlar için verilen eğitimdir. Bu iki deyim kişide bir hedef belirleme zorunluluğunu da ortaya çıkarır. Hedefi olan birey aynı zamanda o hedefin temsilcisidir de. Burada anlatmaya çalışacağım hedef kitlemiz olan siz öğrencilerimizin amacınıza ulaşmanızda hedef temsilcisi olan bizlere yani anne, baba ve öğretmen mefhumuna bir bakış açısı oluşturmaya çalışmak ve kendinize rol model olarak alabileceğiniz tarihi kişiliklerin nasıl güçlü insanlar ve başarılı kişiler olduğunu göstermektir. Bu bağlamda üç ayrı dönemden üç ayrı kişiliği anlatmaya çalışacağım sizlere… Anadolu'da; Anadolu Selçuklu Devleti hüküm sürüyordu. Tahtta dönemin en güçlü hükümdarlarından I. Alaaddin Keykubat vardır. Orta Asya'dan başlayıp hızla Türkistan'a yayılan Moğol tehlikesinden kaçan birçok âlim, mutasavvıf, edip ve sanatkârlar Anadolu'ya gelmiş ve âlimlerin koruyucusu Selçuklu hükümdarlarına sığınmıştı. 1207 doğumlu Mevlana Celaleddin de 18. yaşında yine bir alim olan babası Bahaeddin Veled ve ailesi ile Konya yakınlarında Larende'ye yerleşir. Sultan'ın daveti ile babası 1229'da oğlunu da yanına alıp Konya'ya gelir. Bahaeddin Veled iki yıl sonra vefat edince Celaleddin'i yerine geçirmek isteseler de eğitimini sürdürmek ister. Tasavvuf ilminde hızla adı duyulan bir âlim olan Celaleddin 9 yıl daha çok değerli hocalardan ders alır. 1240'da dini ilimlerde öğretmenlik yapmaya ve halkı irşat etmeye başlar. Fıkıh ve hadis ilminde çok ilermiş, hızla isim yapmaya başlamıştır. 1244'de orta yaşın çok üstünde 59 yaşında bir âlim gelir. Adı Tebrizli Şemsettin (Dinin Güneşi)'dir. Çok küçük yaşlarda manevi ilimlerde çok ilerlemiş, birçok âlim zata mürit olmuş, ilim öğrenmek, feyz alabilmek için şehir şehir dolaşmıştır. Bu yüzden kendisine parende (uçan) lakabı verilmiştir. Hz. Muhammed'in ahlakını örnek alan Şemseddin-i Tebriz-i devamlı bir arayış içinde olmuş, bu arayış onu Konya'ya ve Mevlana'ya getirmiştir. Dünyaya, kılık kıyafete önem vermeyen Şems Mevlana ile buluşunca hayat da bulmuştur. Yeni öğrencisi 37 yaşında iyi yetişmiş, halkın saygı duyduğu bir velidir. İki âlimden hangisi mürşit, hangisi mürit tam belli olmasa da bu buluşma Mevlana'ya yeni bir ufuk kazandırır. Bu Âşık ile Maşuk'un buluşmasıdır. Büyük bir âlim olan babasından, devrin önemli fakih ve mutasavvıflarından aldığı eğitim ona güçlü bir kişilik ve ilmi bir kariyer kazandırmıştır. Fakat alışılmış öğretmen anlayışından çok uzak, geleneksel tasavvuf âlimlerinin sakinliğinden yoksun bir hocadır; Tebrizli Şems. Aynı zamanda Mevlana'ya aşkı bulduran âlimdir de... 16 aylık beraberlikten sonra geldiği gibi ansızın gidiverir Şems. Ardından gözü yaşlı, gönlü kırık kalmıştır Mevlana ''Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım, sadece taş duvarlarda; O elinde yay ile vurmazdan önce tellerime; hep aynı nağmeyi çalıp söyleyen, kendi sesine yabancı bir kuru rebaptım. Ben onun avcunda bağlar, bahçeler görürüm; deryalar gibi geniş, deryalar kadar berrak sular görürüm. Onun avcunda çıkan ağaçların gölgesinde dinlenirim lakin siz bunların hiçbirisini görmezsiniz.'' diye seslenmişti Konya halkına. Şam'da olduğunu öğrendiği hocasına yazdığı mektupta kendisini Hamuş (suskun) olarak adlandırmış; hocasına, mürşidine özlemini kalbine gömmeye çalışmış, İlahi aşkını yaklaşık 45,000 beyitten oluşan didaktik nazım eseri Divan-ı Kebir'e nakşetmiştir. Hocasına vefa borcunu satır aralarına gizleyen Mevlana eserinde İlahi sembollerle aşkı anlatırken düğün adetlerinden tutun da, toplumun genel özelliğini bozan konulara kadar birçok konuya değinerek sosyal sorumluluğunu da yerine getirmiştir. 27 Milat Konya'ya gelmeden önce bazı kaynaklarda hocası tarafından söylenen bazı kaynaklarda ise rüyasında ölümünü gören Şems 15 ay Şam'da kaldıktan sonra tekrar döner Konya'ya. Şems ile Mevlana yeniden İlahi aşkın manevi dairesinde buluşurlar. Şems'ten aldığı derslerle ufku geniş, tasavvuf ilminde deha haline gelen Mevlana, devlet adamından Gayr-ı Müslim'e, pek çok kişinin sevgisine mazhar olmuş ama Şems'in rüyasının hayata geçmesini engelleyememişti. I. Alaaddin Keykubat'ın ölümünden sonra artan Moğol tehlikesi toplumdaki huzuru bozmaya başlayınca Mevlana ölünceye kadar halka bir sığınak olmuş, bütün gücüyle birlik, beraberlik mesajları vermiş; vefatından sonra da fikirleri ile halkı teselli etmiş ve 21.yüzyıla kadar hocasından aldığı ışığı yansıtmaya devam etmiştir. İkinci öğretmen örneğimiz 15. yüzyılın ortalarından… Osmanlı Devleti'nin en güçlü döneminde yaşamış, devletin gücüne güç katan II. Mehmet'in Fatih olmasında en büyük etkenlerden biri ; Akşemsettin'dir. II. Mehmet 1432'de doğar,1437'de eğitimi başlasa da ciddi eğitimi on bir yaşında ünlü bilim adamı Ahmet Kurani başta olmak üzere Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemsettin'den ders alması ile başlar. Başta pozitif bilimler olmak üzere felsefe, Yunan Edebiyatı ve İslami bilimlerde köklü bir eğitim almıştır. On dokuz yaşında tahta çıktığında ana dili Türkçe'nin yanında Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İbraniceyi kusursuz şekilde konuşuyordu. Acaba çok zeki olmasından mı kaynaklanıyordu çok yönlü bir kişiliğe sahip olması, yoksa onu yetiştiren hocaların donanımlı, dirayetli insanlar olmasından mı kaynaklanıyordu? Ya da hocalarının her sözünü mutlak doğru gören sabırla ve itaatle onların yolunda yürüyen sebatlı bir öğrencinin rol model olmasından mıydı çağ açan, çağ kapatan Fatih olması? Fatih yani II. Mehmet haylaz, yaramaz, hareketli bir çocuktur; bir o kadar da zeki… Padişahın oğlu yani şehzade olduğunun ve konumunun farkındadır. Hocasının sözünü dinlemediği gibi bir de hocası Molla Gürani'yi babasına şikâyet eder. II. Murat oğlunun elinden tutar hocasının yanına götürür; padişah el pençedir hocasının karşısında ben kimim der içinden, itaati öğrenir. O'nun üzerinde büyük etkisi olan hocası Akşemseddin'in acaba yolu nasıl Edirne'ye düşmüştür? 1389'da Osmancık(bazı kaynaklarda doğum yeri Şam olarak geçer)'da doğan ve küçük yaşta ailesi ile birlikte Göynük'e yerleşen Mehmet Şemşeddin, hekimlik alanında derin bilgi sahibi olmuş, ruh hastalıklarının tedavisinde çok başarılı olduğu için kendisine “Tabib-ül Ervah” yani ruhların doktoru denmiştir. Bembeyaz kıyafetler giymesinden, temiz ve titiz mizacından dolayı Akşemseddin diye anılan büyük âlim pozitif ilimlerde çok ilerlemiş, eğitimi tamamlanınca da Osmancık'a müderris olarak atanmıştır. Öğrencilerine bir şeyler öğretirken kendi içinde hissettiği eksiklik onu rahatsız ediyordu. Onun da ruhu kendisinden iki asır önce doğmuş adaşı gibi arayış içindeydi. Arayışı onu Ankara'ya getirdi ve Hacı Bayram Veli'nin öğrencisi oldu. Ne o alışılmış öğrencilerdendi, ne de hocası Hacı Bayram Veli alışılmış öğretmenlerdendi. Zamanı geldiğinde tarlada ırgatlık eder, zamanı gelince de bağdaş kurar ders verirdi. Eğitimin sadece sınıflarda olmadığını 15.yüzyılın ortalarında, Orta Anadolu'da bir Müslüman-Türk âlim göstermişti O'na ve tüm dünyaya. Bir yandan hocasından manevi dersler alan Akşemseddin bir yandan da pozitif ilimlerle uğraşmış, Pastuer'den dört yüz yıl önce ”Hastalıklar insandan insana bulaşır, bu bulaşma ise gözle görülmeyecek küçük tohumlar vasıtasıyla olur.“ diyerek mikrobu tanımlamıştır. Araştırmalarını, bulduğu tedavi yollarını ve hastalıklara iyi gelen bitki ve formülleri Maddet-ül Hayat adlı kitapta toplamıştır. 28 Milat Bu sırada ünü Edirne'ye ulaşmış II. Murad'ın daveti ve Hacı Bektaş-i Veli'nin isteği üzerine payitahta gitmiş ve küçük yaştaki şehzade II. Mehmed'e ders vermeye başlamıştır. Küçük şehzade ona sonsuz güvenmiş, her sözüne yürekten itaat etmiştir. Şehzade Manisa'ya sancakbeyi olarak atandığında hocasıyla birlikte gitmiş, öğrencisinin eğitiminde ve devlet tecrübesi edinmesinde büyük rol oynamış onu tahta ve büyük fethe maddi, manevi bütün yönleri ile hazırlamıştır. Öğrencisi de en olmaz zamanlarda hocasına itaatini göstermiştir. Nasıl mı? 6 Nisan Cuma günü İstanbul'un kuşatması başlamış tüm çaba ve önlemlere rağmen beş yardım gemisi Haliç'i geçerek Bizans'a ulaşmış, ordunun maneviyatı bozulmuş, genç padişah soğukkanlı kalamayarak sinirle atını denize sürmüş; bu durumu gören asker arasında huzursuzluk çıkmıştır. Akşemseddin bir taraftan II. Mehmet'i yüreklendirerek.''ya ben İstanbul'u fethederim ya da o beni''demesini sağlamış, bir taraftan da Eyyüb El Ensari'nin mezarını İstanbul'un surları dibinde bularak askerin maneviyatını arttırmıştır. Günümüzde bürokratların, sanatçıların yaşam koçlarının olduğunu ve eğitmenlik ile öğretmenlik görevini üstlendiklerini görüyoruz. Beş yüz yıl önce aynı görevi üstlenen hocasını II. Mehmet 29 Mayıs Salı günü yanından ayırmamış, İstanbul'a birlikte girmiş, camii haline getirilen Ayasofya'da ilk Cuma namazını birlikte kılmışlar ve ilk hutbesini hocasına okutmuştur. Çağ açan, çağ kapatan büyük cihan hükümdarı, cennetle müjdelenerek fatih unvanını alan öğrencisi kadar mütevazi olan büyük hoca öğrencinin kendisine ihtiyacı olmadığını görünce mürşitliği, öğretmenliği, doktorluğu yeniden icra edebilmek için Göynük'e dönmüş 1459'da vefat edinceye kadar ilim öğretmeye, insanlara yardım etmeye devam etmiştir. Üçüncü örneğimiz ise cumhuriyetin ilk yıllarında on yılı aşkın sürede cepheden cepheye koşmuş, kadınlı erkekli mücadele etmiş genç ve aydın nüfusunu yine cephede vatan uğruna kaybetmiş bir milletin küllerinden doğan zümrüdü Anka gibi yeniden hayat bulmaya çalıştığı yıllarda öğretmenlik- annelik yapan idealist bir öğretmeni anlatmaya çalışacağım 1901 doğumlu Sıdıka Avar 1925'de İzmir'de öğretmenliğe başlamış.1939'da Bolu'dan Elazığ'a tayini çıkmıştır. Onun macerası da işte bu olayla başlar. O diğer hocalarımız gibi âlim değildir derin bir ilme de sahip değildir ama Elazığ, Tunceli ve Bingöl'de 1959'a kadar yaptığı Türkçe öğretmenliği sırasında cahillikle, yoklukla, ayrımcılıkla mücadele etmiş bir kadın kahramandır. En yeteneklisinden en cahiline tüm kız çocuklarını Elazığ'daki yatılı okula almış, hatta jandarmanın çocukları toplamasına karşı çıkarak at sırtında dağ köylerini tek tek dolaşarak çocukların ailelerini ikna etmiş, yaz tatilinde de tek tek ailelerine de teslim etmiştir. Avar yapılan nohut yemeğinin içindeki etin tüm kızlara birer parça düşmeyeceğini görünce tencerenin başına geçip her tabağa bir parça koyabilecek kadarda yüce gönüllü bir öğretmendir. Kendi kızını bırakıp dağ çiçeklerini evlat edinebilen idealist öğretmendir. Anılarını topladığı dağ çiçekleri adlı kitabın son sayfasında yazdığı '' …. Elazığ, Tunceli ve Bingöl'ün çetin dağları, boynu bükük ormanları, zümrüt vadilerin çileli yiğit çobanları ve mert insanları, dertlerine gözyaşı kattığım vefalı kızlarım! Uğrunuza serdiğim kahırları, dertleri, cefaları ananızın ak sütü gibi helal olsun. Saadet ve bereket dileklerim köyünüze Allah'ın rahmeti gibi yağsın ve mesut olun ''sözleriyle öğretmenliğe yeni bir yol ve boyut kazandırmıştır. Cep telefonunu bırakın, mektubun ulaşmasının günler aldığı, bir kitaba ulaşmak için kuryelere müracaat edildiği, kitapların elle yazıldığı dönemde üç-dört kitap yazabilen âlimlerin öğretmen olarak ders verdiği için mi acaba Selçuklu ve Osmanlı Devletleri devrin en güçlü devletlerinden biri haline gelmişlerdir. Yoksa bizim emeklilik hayalleri kurduğumuz yaşlardan çok daha ileri yaşlarda yeni bir başlangıç enerjisiyle dolup taştıkları için mi çağ açan çağ kapatan, hala adları rahmetle anılan öğrenciler yetiştirmişlerdir. Bunu sanırım hepimiz kendi süzgecimizden geçirdikten sonra sadece doğru cevabı verebileceğiz. Fakat bu üç öğretici ve eğitici kardeşlik anlayışının, insan sevgisinin ve Allah rızası için mücadele ettikleri yadsınamaz bir gerçektir. Diğer taraftan Ayşeler , Fatmalar, Aliler yerine Celaleddinler ya da Fatihler yetiştirmek de belki bir şans belki de dikenli bir yol…. 29 Şükran KIZILKAYA - Tarih Öğretmeni Milat BİR MEKTUP, BİR ŞİİR Okulumuzda Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen Peygambere Mektup ve Şiir yarışmasında birincilik ödülü alan eserler. NUR YÜZLÜ SULTANIMA Ey güzeller güzeli, Rabbimin sevgilisi! Ey gül kokulu sultan! Sana hasret bir gönülle kaleme alıyorum bu mektubu. Az önce Veda Hutbeni okudum bana yazdığın bir mektupmuşçasına… Peygamberimden mektup almak heyecanlandırdı beni… Cevap yazmaksa ağlattı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük insanına mektup yazmak bambaşka bir duygu… Cümle cümle, kelime kelime hafızama kazındı o sözlerin, nasihatlerin. Yüreğimden kopup gelen damlalar gözlerimde sel oldu, taştı. Ne güzel bir hitapdı o Allah'ım! Öylesine güzel seslenmişsin. Öyle muhteşem nasihatler vermiştin ki bana, ümmetine… İnan düşünceler dünyasına dalmaktan alamadım kendimi… Duyguların ve düşüncelerin içime derin derin işledi. Sendeki o güzel ahlakı tüm gerçekliğiyle gördüm, veda hutbende. Verdiğin emirleri uygulasalar, dünya bir çırpıda değişiverir. O müthiş düşüncelerini, emirlerini, isteklerini yaymak istedim tüm dünyaya. Tüm gönüllere aşkını taşımaya, aşkın gözyaşlarıyla talibim. Dünyanın en kuytu yerindeki umutsuz çiçeklerle dahi olsa, sevdanı yüreğimle taşımaya talibim… Ey güzeller güzeli bizleri seyretmektesin. Ümmetinin halini bilmektesin. Senden dua bekliyoruz. Medine'nin sıcak meltemleriyle nur ve ışık saçarak rahmet bulutlarını gönderiver. Allah'tan gelen her şeye teslimiz, sabır ediyor ve şükrediyoruz, ama artık bu sıkıntılarımız bitsin istiyoruz. Bu nisan ayının güzelliği kadar güzel, şu parlayan ayın ışığından daha parlak, şu kırmızı güllerin güzelliğinden de güzel ve zarafetinden de zarif, ey tüm insanların sevgilisi! Ey Ebubekir'in dostu, Ömer'in yoldaşı, Ali'nin kılıcı, Osman'ın hayâsı, selam olsun sana! Keşke senin tozun toprağın olabilseydim efendim. Sorma bizleri ne olursun, bizler ne haldeyiz. Senin bıraktığın yerde ne yazık ki değiliz. Senin ümmetin makam, mevki, mal, itibar peşinde. Hiç kimse sormuyor artık zenginin malı helalden mi, haramdan mı? Mevki ve makam sahipleri o yerleri hak ediyor mu? İnsanları ağlatanlar ağlatmaktan zevk duyar oldu. Fakir fukara ne halde hiç kimse sormaz oldu. Mevki ve makam sahipleri bulundukları yerleri kaybetmemek için haksızlığa göz yumuyor. Senin zamanında böyle değildi, sultanlar sultanı. Diyeceksin ki belki de sizler bunları hak ediyorsunuz. Benim sünnetime Rabbimin emrine karşı geliyorsunuz. Beni gerçek anlamda sevmiyorsunuz. Hayır! Efendim seni gerçekten çok seviyoruz. Baktığımız her yerde seni görmeye çalışmaktayız. Ama beklide bizler nefislerimizin kurbanıyız. Bir çiçeğe senin gibi bakmayı bilmediğimiz için, toprağın yeşermesini, ağacın yeşillenmesini, bir ananın çocuğunu sevmesinden ibret almayı bilmediğimiz için böyleyiz. Efendim! Bir soru sormuşsun ya ümmetine sözlerinin sonunda görevimi yerine getirdim mi demişsin. Ey Âlemlerin Efendisi! Tüm dağlar taşlar şahit olsun ki sana canı gönülden EVET diyorum. Tüm evren şahit olsun yüce Rabbim şahit olsun ki sen anlının akıyla yerine getirdin görevini. Ve buna ben de şahitlik ediyorum. Ey nebi! Sana ve senin yolunda olan tüm bahtiyarlara selam olsun! Ayşenur GÖRÜCÜ (10/D) 'Ey kupkuru çölleri cennetlere çeviren gül Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül! Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül.' 30 Milat Peygamber'e Naat Aşkından divane olmuş nice şairler, Görmedi senin gibisini kậinat-ı kậfirler Senin için hangi kulun zikir edip ağlamaz, Sen varsan eğer, görülmez dağlar kadar safirler. Her ne kadar kıymetim varsa feda olsun yoluna, Canım da cananım da olsun sana esir. Zaman fayda etmez ki gönül yarasına, Aşkından yollara düşüp de, olsun başım kir. Deryalar toplanıp gelse de üstüme üstüme, Canımı veririm, olmam yine sana mütevvir. Biliyorum, Duyuyorsun haykırışlarımı, Ama her ne olursa olsun ALLAH her şeye kadirdir. Dervişler yollarına düşmüş, bastığın toprak uğruna. İsmini duyunca kalmamış ậşıkta ne akıl ne fikir. Kimse bilmesin diye boşaldı kanlarım içime, Sevdamı herkesten her şeyden üstün tuttum ama yapamadım kibir. Mehmet Ali NAS (10/D) 31 Milat SÖYLEŞİ Tarih Kulübü olarak bu yılki dergimiz için okulumuz öğretmenlerine öğretmenlik mesleğindeki ilk günlerini sorduk. Bakalım bu sorumuza hocalarımız nasıl cevaplamışlar. ŞÜKRAN KIZILKAYA - Tarih öğretmeni 5 Ocak 1987'de Artvin Gazi İ.Ö.O'da göreve başladım. Göreve gittiğim gün pazartesiye rastlamıştı. Okula gittiğimde herkes birkaç gün sonra başka bir okula gideceğimi düşünüyor ve açıkça söylüyorlardı. Benden sonra en kıdemsiz öğretmen 10 yıllık deneyime sahipti. Artvin'in en iyi okuluydu diyebilirim. İlk yılımı Fen Bilgisi'nden-Beden Eğitimi'ne, raporlu ve izinli öğretmenlerin dersini doldurmakla geçirdim. İlk dersim de göreve başlamamdan 10 gün kadar sonra girdiğim Fen Bilgisi dersiydi. Öğrencilerle sohbet ederek geçirdiğim bu dersler, derse hakim olmam konusunda bana çok deneyim kazandırdı. Ertesi eğitim-öğretim yılı kendi derslerime girmeye başladım. BULDUK SARI - Matematik öğretmeni Ekim 1992. Erzincan ili Tercan ilçesi Kök pınar köyü İ.Ö.O'da göreve başladım. Okula ilk gittiğimde okulda yalnızdım. Hem müdür hem öğretmendim. 3 sınıfa aynı anda bakıyordum. Çocukların derslere olan ilgisi çok hoşuma gitmişti, ama heyecanları da hala gözümün önünde. Ayrıca aileleri ile de iletişimim çok iyiydi. ERCAN TAŞÇI - Edebiyat öğretmeni 21 Mart 1998 tarihinde Cihanbeyli'nin Gölyazı kasabasına hareket ettim. Cihanbeyli'ye vardığımda ulaşımın zor olduğundan bahsettiler. Okula ulaştığımda öğretmenler bir sobanın etrafında sohbet ediyorlardı. Ben de 1 saat onlarla konuştuktan sonra müdürle görüştüm. Bir tane daha edebiyat öğretmeni varmış, ama son sınıf öğrencileriyle sorun yaşadığından dolayı bana ağırlıklı olarak son sınıfları verdiler. Sınıfa girdiğimde öğrencilerin 24-25 yaşlarında olduğunu öğrendim. Aynı gün başka bir sınıfa girdiğimde bütün öğrenciler ayağa kalkarken, en önde oturan bir öğrenci ayağa kalkmadı. 'Sen bu sınıfta öğrenci misin?' diye sordum. 'Evet, öğrenciyim, 2 tane de çocuğum var. Benim amacım liseyi bitirip Avrupa'ya gitmek.' dedi. Daha sonra öğrencilere yavaş yavaş alıştım. Onlara üniversiteye hazırlık dersleri verdim 32 Milat SEHER KARAÇUR - Fizik öğretmeni Daha dün gibi… Ama mesleğimin 22. yılındayım. Göreve başladığım ilk yıl, kaçıncı yılınızı çalışıyorsunuz? Sorusuna aldığım 6 yıl cevabı bile bana çok uzun yıl var 6'ya dedirtmişti. Gerçekten zaman çok hızlı geçiyor. Her neyse, göreve ilk başlama zamanı. Zarfı açtım, aman Allah'ım! Şanlıurfa yazıyor. Çok uzak ben oraya gitmem desem de, annem ve nişanlım ile yola çıktık. Sabaha karşı Urfa'daydık. O da ne! Mağaradan bozma evler. Otobüsün koltuğuna sımsıkı sarıldım, hiçbir kuvvet beni indiremez geri dönüyoruz dedim. Kısa bir konuşmadan sonra aşağıya indim. Bir araba ile misafirhaneye gitmek için yola koyulduk. Aman Allah'ım! Bu ne güzellik, karşımızda bu kez harika bir şehir duruyor. İlerledikçe daha da güzelleşiyor. Kahvaltı ve dinlenmeden sonra İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeydik. Hangi okul sorusuna aldığım cevap, Urfa'ya 30–40 dakika uzaklıkta bir ilçede, Hilvan Lisesi'ydi. Derse ilk başladığım günü hatırlamıyorum. Ama öğrencilerimin hepsini çok iyi hatırlıyorum. Hepsini çok sevmiştim, içlerinde benden yaşça büyük olanlar olsa da. Onlar beni hiç kırmadılar, yaşadığım en sıkıntılı anlarımda beni hep güldürdüler. Aile özlemi, tecrübesizlik, yalnızlık hepsi birbirine karışsa da okula girdiğim an hepsi siliniyor, öğretmen oluyordum. Öğretmenlik; sınıfa girdiğiniz zaman her şeyi dışarıda bırakıp öğrencilerinizle olmak. Onlarla sevinmek, onlarla üzülmek, bir nevi tiyatrocu olmak… Veysel ŞAHİN - İngilizce Öğretmeni Şair Hayali'nin geçmişe özlemi anlatan, beğendiğim bir sözü vardır. Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer… Hatırlayabildiğim en eski anılarım arasında hep öğretmen olmak isteği vardı. 2006 Şubat ayında Malatya ili Yazıhan ilçesinde bir liseye atandım. Öğretmenliğin ilk günümde hayalilerimi gerçekleştirmenin tatlı gururu vardı üzerimde. Ne de olsa kaç kişi vardı, istediği işi yapabilen bu dünyada. Uzun süren yolculukta düşündüm neler yapmalıyım ilk günde diye, birçok şeyi kafamda tasarladım ama ilkokul bahçesine girdiğimde hepsini unutmuştum. Her ne kadar belli etmemeye çalışsam da anlatıyordu beklide eğrelti duruşum yeni olduğumu. İlk temas okul bahçesinde hemen başlamıştı. Arka arkaya birçok soru. ''Yeni misiniz, ne öğretmenisiniz, nerelisiniz, evli misiniz, ne yer ne içersiniz, bizim derse de girecek misiniz?'' Öğretmen arkadaşlarla tanışma, okulu tanıma, ders programını alma derken birden kendimi sınıfta buldum. Dikkatle bakan gözlerden yorulmuştum ki aklıma yapacak ilk iş geliverdi hemen, bir klasik, hadi tanışalım etkinliği. O ilk ürkeklik sonradan öğrencilerin- hocam ilk gün çok utangaçtınız, vay be evrim geçirdiniz resmen- diye hatırlattığı tatlı bir anıya dönüşüverdi.Haklılardı ama sonuçta her işin acemiliği zordur değil mi… Şimdi kendimi şanslı insanlardan sayıyorum, çünkü öğretmenlik en yorgun olduğun zamanlarda bile gülümsetebiliyor seni. Bir öğrencinin gözlerinize bakıp ilk defa bu kadar güzel İngilizce anlıyorum demesi ise tüm olumsuzlukların üstesinden gelebiliyor. Yedi yılımı doldururken ilk günümü dün gibi hatırlıyor ve bazen kendi kendime demeden geçemiyorum ''Öyle bir geçer zaman ki…'' FATMA BETÜL AKINCI - Resim Öğretmeni 2001 Ekim. Kadınhanı Musa Uğur İ.Ö.O ilk görev yerim, ayrıca taşımalı ilköğretimdi. Okulun bahçesinden ilk adımımı attığım anda çocuklar etrafımı sardılar ve baştan ayağa incelediler. Sonra da sonu gelmeyen binlerce soru… Okul müdürünün yanına gidip kendimi tanıttım ve ilk dersime, ilk öğretmenlik günüme merhaba dedim. Heyecanlıydım. Önce sınıftaki bütün öğrencileri tek tek inceledim. Kısa bir konuşma yaptım. Ve o gün anladım ki ben doğru bir meslek seçmiştim.'' 33 Milat Orhan TANIŞMA - Matematik öğretmeni Öğretmenlik deneyimimin ilk gününü bir dershanede yaşadım. Yıl 1997. Öğretmenliğimin ilk gününde beni alıcı konumdan, verici konuma götüren süreç hala bir film şeridi gibi gözümde canlanıyor. Birilerine bir şeyler verebilmenin, öğretebilmenin ve bilgiyi paylaşmanın heyecanı tüm benliğimi kaplamıştı. Vermeye hazırdım, almayı isteyenler karşısında... Bu heyecan ancak yaşanabilir, anlatılamaz. Öner ŞAHİN - Matematik öğretmeni 15 Haziran 1980 tarihinde Konya Selçuk Üniversitesi'nden mezun oldum. 1-2 ay içerisinde atamamızı beklerken, 12 Eylül darbesi olunca atamalar durduruldu. Tam 2 yıl sonra 21 Şubat 1982 yılında, okulumuzun müdürü Fehmi Ceylan'ın da bulunduğu otobüsten 30'a yakın öğretmen Doğu'ya göreve başlamak üzere gittik. Müdürümüz Gaziantep'te göreve başladı. Ben de Van Kazım Karabekir Lisesi'nde göreve başladım. Duvardaki bağlamayı gördüm ve çalmaya başladım. 20 gün kadar o okulda bekletip ilçelere dağıtacaklardı ama çalarken okul müdürü gördü ve bana okulda böyle bir öğretmen lazım diye beni kendi okulunda bıraktı. Stajerliğim bitince de müdür yardımcısı olarak göreve devam ettim. Güzel bir 3 yıl Van'da geçti. Fatih SOYDEMİR - Matematik Öğretmeni Öğretmenliğe başladığım ilk günümü, aynı zamanda hayatımın akışının farklı bir yöne doğru yöneldiği, tabiri caizse hayatımın bir kırılma noktası olarak tarif edebilirim. Konya ili Akören ilçesinde göreve başlamak benim için farklı bir deneyim olacaktı. Okulun ilk günü oldukça heyecanlı bir şekilde okula girdiğimde karşılaştığım öğrenci profili beni her ne kadar tedirgin etse de, bazı öğrencilerimin gözlerindeki pırıltı beni mutlu etmişti. İlk dersime girdiğimde öğrencilerin heyecanlı tavırları dikkatimi çekmişti. Şimdi o günlerin üzerinden yıllar geçerken bendeki matematik öğretme heyecanı katlanarak büyüyor. Şeyda SERTBAŞ KIRCI - İngilizce Öğretmeni 2006 yılının şubat ayında Muş-Kırköy Yatılı İlköğretim Bölge Okuluna atandığımda Gelibolu'da görev yapmaktaydım. Üç yıldır öğretmenlik yapmaktaydım ancak kadroya geçmemiştim. Maş'ta görev sürem 1,5 yıl oldu. Doğu Anadolu bilgesinde hiç görev yapmamıştım. İlk gidişimde her yerin bembeyaz olduğunu hatırlıyorum. Sonrasında ise on ay kar altında yaşamak nasıl olur öğrendim. Zor ama çok da keyifliydi. Çok iyi öğrencilerim de oldu. Doğuda görev yapmak bayanlar için askerlik yapmak gibidir. Çok sağlam dostluklar kurarsınız. Hayatınızda öğrencileriniz önemli yer tutar. Ben de öğrencilerim ve öğretmen arkadaşlarımla çok keyifli zamanlar geçirdim, aynı zamanda çok şey de öğrendim. Beni zenginleştirdiğine de inanıyorum. Biz vatanın her bölgesinde göre yapabiliriz. Yapıyoruz da. Ancak umalım da yaydığımız ışık vatanımızın her bölgesindeki fidanımız için yeterli aydınlanmayı sağlasın. 34 Milat TÜRK TARİHİNDEN SAYFALAR GERİ VERİLEN YEMİN Yıldırım Bayezid üzerine gelen Haçlı ordusunda en mükemmel cinsten on bin Fransız süvarisi vardı ve bunlara Burgondiya dukasının henüz yirmi iki yaşındaki oğlu gayet mağrur Prens Korkusuz Jean kumanda ediyordu. Fransızlar: ”Gök düşecek olsa mızraklarımızın ucunda tutarız!” diyorlardı. Korkusuz Jean da Yıldırım Bayezid'i esir edeceğini söylüyor; ona neler yapacağı hakkında yüksekten atıp tutuyordu. Niğbolu Muharebesi Türk ordusunun zaferiyle bitti. Korkusuz Jean ve daha birçokları esir düştüler. Yıldırım, onlara iyi davrandı. Memleketlerine gönderirken bir daha kendisine karşı silah kullanmayacakları yemin ettirdi. Bununla beraber Korkusuz Jean' dedi ki: ”Bu yeminini sana geri veriyorum. Eğer şerefli bir adamsan silahını yeniden ve mümkün olduğu kadar çabuk eline al; benimle harp için bütün hükümdarlarla birleş. Bu hoşuma gider, zira bana parlak bir zafer daha kazanmak fırsatını vermiş olursun.” HACI BAYRAM VELİ VE SULTAN MURAT Sultan 2.Murat zamanında vezir, Ankara' da bulunan Bayram Veli'yi sultana şikâyet eder:— Ankara' da biri çıkmış etrafına birçok mürid toplamış, sizin makamınıza göz dikmiş, der. Padişah iki asker gönderir: —Eline kelepçe vurun getirin, der. İki asker Edirne' den yola çıkarlar. Hacı Bayram Veli bundan manen haberdar olur. Yanına bir müridini alır ve Ankara dışında askerleri karşılar. Hacı Bayram Veli sorar: —Nereye gidiyorsunuz? Onlar da: —Ankara' ya. Orada biri çıkmış sultanın makamına göz dikmiş. Onu alıp padişaha götüreceğiz, der. Bunun üzerine Hacı Bayram Veli: — O benim. Buyurun elime kelepçe vurun, gidelim, der. Askerler: —Aman efendim, biz sizin gibi bir zatı götüremeyiz. Onu bulamadık diyelim, der. Hacı Bayram Veli: —Hayır, padişahın emrini yerine getirmelisiniz, der. Beraberce Edirne' ye gelirler. Padişahın huzuruna çıkarlar. Padişah onun konuşmalarından, hal ve hareketinden söylendiği gibi biri olmadığını anlar. Bu sırada kötü niyetli vezir, Hacı Bayram Veli' yi zehirlemek ister. Hacı Bayram Veli'nin şerbetine zehir koyar. Şerbeti sıra ile verir. Hacı Bayram Veli şerbeti alır, yanındaki müridine verir: —Oğlum, bunu vezir niyetine iç, der. Mürid içer ve vezir ölür. Bunun üzerine Hacı Bayram Veli der ki: —Padişahım, şerbeti ben içseydim siz ölecektiniz, mürid içince vezir öldü. Padişah Hacı Bayram Veli' ye sorar: —Babam İstanbul u fethetmek için çok çalıştı, nasip olmadı, acaba bize kısmet olacak mı? Hacı Bayram Veli cevap verir: —Şu beşikteki yavruya nasip olacak. Beşikte henüz altı aylık olan Fatih Sultan Mehmet vardır. 35 Milat YAVUZ SULTAN SELİM' İN HEDİYESİ Yavuz Sultan Selim han zamanında, İran şahı kıymetli mücevherlerle süslü bir sandığı Yavuz'a hediye gönderiyor. Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat bir de pis bir koku yayılıyor. Dehşet bir koku, herkes burnunu tıkıyor. Neyse en alttaki bohçadan hayvan pisliği çıkıyor. Yani Osmanlıya bir hakaret! Cihan padişahı emir veriyor, herkes düşünsün, buna ince bir şekilde cevap vermemiz gerekir. Ve cihan padişahı yine çözümü kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. İçine o zamanın Osmanlı İstanbul' unda imal edilen gül kokulu en nadide lokumlardan bir kutu hazırlatıyor, en altına da küçük bir satır yazı gönderiyor. Şah sandığı açıyor. Açtıkça güzel bir koku ve en altta bir kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elçi yiyor önce, sonra oradakilere ikram ediyor. Kutunun içindeki pusulayı Şah okuyor: ” Herkes yediğinden ikram eder !” PADİŞAHIN ŞAKASI Sultan 4. Murat, düzeninden çıkan devlet idaresini yeniden yoluna yordamına koymak için pek sert davranmış, bu arada da halkının selameti için pek çok adam da öldürmüştü. Bir keresinde, halkın sokaklarda birbirine çarpmadan, itip kakmadan, dürtükleyip rahatsız etmeden gidip gelmesi için bir ferman çıkardı, buna uymayanları ağır şekilde cezalandırmaya başladı. İşler enikonu yoluna girmişti. Bir gün olan biteni gözüyle görmek için bir hamal kılığında Üsküdar' a geçti. Karşıdan gelen iriyarı bir yeniçeriye kasten ve hızla yüklendi. Adamın öfkelenip kendisiyle hırlaşmasını bekliyordu; fakat dev yapılı yeniçeri neferi büyük bir saygıyla yana çekildi: “Bağışlayın padişahım, görmedim!” Diye özür diledi. Sultan Murat şaşırmıştı: “Sen benim padişah olduğumu nereden anladın?” diye sordu ve şu cevabı aldı: “Aman hünkârım; çıkarmış olduğunuz fermana uymamak kimin haddine? Hemen anladım ki buna uymayan kimse, olsa olsa Sultan Murat olur.” ÇANAKKALE' DE NE İŞİ VARMIŞ? Cumhuriyet' in ilanından sonra İstanbul' da bir kabul töreni verilir. Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ataşeleri de davet edilir. Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ataşesi olan binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz. Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir. Ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir. Yaver Mustafa Kemal' e şöyle der: —Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana Mustafa Kemal' in Çanakkale' de babasını öldürdüğünü söyledi. Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der: —Git sor bakalım babasının Çanakkale' de ne işi varmış? Kübra BAKIM (10/E) Yüksel KÜÇÜKMALAS (10/B) 36 Milat DÜNDEN BUGÜNE GERİ VERİLEN YEMİN KARATAY LİSESİ Konya'nın en köklü liselerinden olan Karatay Lisesi, ilk olarak 1968 yılında eğitim öğretime açılmıştır. Şimdi İl Genel Meclisi olarak hizmet veren ve Kayalı Park mevkiinde yer alan binanın Karatay Lisesi olmadan önceki ismi Sanayi Mektebi'dir. Karatay Lisesi, 1978 yılında Milli Eğitim Bakanlığının yaptırdığı, Mevlana Kültür Merkezinin yanındaki şimdiki binasına taşınmış ve yaklaşık 30 yıldan beri bu binada eğitim öğretim vermektedir. İdareci, öğretmen ve yardımcı hizmetler olarak yaklaşık 38 personel görev yapmaktadır. Okul 19 sınıflı, 3 laboratuarlı,1 resim atölyesi, Konferans salonu, idari odalar, öğretmenler odası, kantin, misafir bekleme salonu gibi müştemilatı ile 3 katlı iki bitişik bloktan oluşmaktadır. Okul bahçesinde oyun sahaları mevcut olup bazı tanıtıcı resimler aşağıya aktarılmıştır. Okulumuzun toplam arsası 10.043 metre kare olup binanın oturduğu alan 791 metre kare, bahçe alanı 9.252 metre karedir. Okul binasının batı tarafı 4 kat, doğu tarafı 3 kat olan bir bloktur. Karatay ismi Anadolu Selçuklu Devlet adamlarından Celaleddin Karatay'dan gelmektedir. Celaleddin Karatay 1254 yılında Kayseri'de ölmesine rağmen Konya'da yaptırmış olduğu Karatay Medresesinin yanına gömülmüştür. Bugünkü Karatay Lisesi'nin adını oluşturan "Karatay" kelimesi buradan gelmektedir. Ayşe NAS (10/D) 37 Milat TARİHTE BU AY 3 Mayıs 1481'de Fatih Sultan Mehmet vefat etti. 3 Mayıs 1920'de TBMM'nin ilk kabinesi kuruldu. 3 Mayıs 1944'de Türkçülük-Turancılık olayı. 4 Mayıs 1421'de Çelebi Sultan Mehmet vefat etti. 6 Mayıs 1955'te Bestekar ve müzik bilgini Hüseyin Sadettin Arel öldü. İstanbul'da doğan Arel, Mehmet Emin Efendi'nin oğlu, adliye nazırlığı yapan kazasker Ali Haydar Arsebük'ün kardeşidir 7 Mayıs 1943'te, Fethi Okyar vefat etti. 10 Mayıs 1795'te Halıcıoğlu'nda ilk topçuluk okulumuz Mühendishane-i Berri Hümayun” açılmıştır. Bu okul, III. Selim devrinin en hayırlı teşebbüslerinden biridir. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Mühendishane daha çok önem kazanmıştır. 10 Mayıs 1799'da Fransızlar Akka Kalesi'ne saldırıya geçtiler. 11 Mayıs 1876'da Sadrazam Mahmut Nedim Paşa'nın vükela meclisinden çıkarttığı bir kararla İstanbul'da ve taşrada basılan gazetelere sansür konmuştur. Bizde basına konan ilk sansür budur. 11 Mayıs 1897'de Gazi Ethem Paşa'nın Yunanlıları mağlup ettiği zafer yaşanmıştır. 11 Mayıs 1920'de Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul Hükümeti tarafından idama mahkum edildiler. 38 Milat 11 Mayıs 1954'te Sait Faik Abasıyanık öldü. Adapazarı'nda doğdu. Türk öykücülüğünün en önde gelen kişilerinden birisidir. Liseyi İstanbul ve Bursa'da okudu. Babasının isteği üzerine Lozan'a iktisat öğrenimi için gitti (1931), daha sonra Grenoble'a (Fransa) geçerek 3 yıl orada kaldı. Dönüşünde öğretmenlik ve muhabirlik yaptı. Hatta bir ara ticarete bile atıldı; ama yaşamı boyunca hep edebiyatla uğraştı. 12 Mayıs 1868'de Galatasaray Lisesi kuruldu. 12 Mayıs 1881'de Bordo Antlaşması ile Tunus, Fransızların hakimiyeti altına girmişti. Uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olarak yaşayan bu Müslüman ülke, 19. yüzyıl içinde pek karışık bir tarih yaşamıştır. Fransa, Tunuslu bazı kabilelerin Cezayir topraklarına girerek beş Fransız askerini öldürmesini bahane ederek 30000 kadar bir kuvvetle yürüyerek Tunus Beyini bu antlaşmayı imzaya mecbur etmiştir. 13 Mayıs 1915'te Seddülbahir (2. Kirte) savaşları olmuştur. 14 Mayıs 1560'ta Türk donanması Celbe önlerinde büyük bir deniz savaşı kazanmıştır. Sabahın erken saatlerinde Piyale Paşa merkeze, Kurdoğlu Ahmet Paşa sağ kanada, Midilli Beyi Mustafa Bey sol kanada kumanda ederek adaya doğru yürümeye başlamıştı. Türk denizcilerinin her zamanki kahramanca savaşı karşısında düşman kuvvetleri tarumar olmuştu 15 Mayıs 1812'de Ruslarla Bükreş Antlaşmasını imzalamıştık. Eflak ve Buğdan işlerini bahane eden Ruslar, Tuna üzerine yürümüşler ve Bükreş'e girmişlerdi. Alemdar Mustafa Paşa, Tertköy'deki meydan muharebesini kazanmış, fakat bu sırada iç işlerimiz karışmış ve padişahlar değişmiş ve Alemdar da şehit olmuştu. İmzaya mecbur olduğumuz bu antlaşma ile Prut suyu hudut sayılmıştır. 15 Mayıs 1919'de İzmir işgal edildi. 16 Mayıs 1919'da 9.Ordu müfettişi Mustafa Kemal Samsun'a hareket etti. 17 Mayıs 1880'de Devlet adamı şair Ziya Paşa öldü. 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Samsun'a çıktı. 39 Milat 20 Mayıs 1878'de 16. Osmanlı padişahı II. Osman tahtan indirilmiş ve Yedikule zindanlarına götürülerek feci bir şekilde öldürülmüştür. Tarihe adı Genç Osman diye geçen bu talihsiz hükümdar inkılap ve yenileşme hareketlerine bir başlangıçtır. Henüz 18 yaşında iken, ileri düşüncelerinin kurbanı olmuştur. 20 Mayıs 1878'de Çırağan Sarayı olayı oldu ve Ali Suavi bu olayda öldü. 21 Mayıs 1556'da Zigetvar kuşatması yapıldı. 22 Mayıs 1955'te Nene Hatun öldü. Kadın kahramanlarımızdan birisidir. 1877-1878 Türk-Rus savaşı sırasında Erzurum şehrinin savunmasına katılmış, Aziziye Tabyası'nda, diğer kadın ve erkeklerle beraber kahramanca çarpışmıştır. 1955 yılında Yılın Annesi” seçilmiştir. 23 Mayıs 1944'te Ressam Şevket Dağ öldü. Şevket Dağ, daha çok cami resimleriyle tanınmıştır. Birçok uluslar arası ödül kazanmıştır. 25 Mayıs 1807'de Kabakçı Mustafa isyanı meydana gelmiştir. Osmanlı tarihinde padişah III. Selim'in tahttan indirilmesiyle sonuçlanmış bir isyandır. III.Selim'in başlattığı Nizam-ı Cedit ıslahatı, çıkarları elden giden bazı kimselerin ve Yeniçerilerin işlerine gelmemiştir. 28 Mayıs'ta III. Selim Nizam-ı Cedit'i resmen kaldırmak zorunda bırakıldı. 29 Mayısta da Topal Ataullah Efendi'nin fetvasıyla tahttan indirildi ve sonra da öldürüldü. 25 Mayıs 1895'te Ahmet Cevdet Paşa öldü. Ünlü Tarih-i Cevdet” ve Kısas-ı Enbiya” eserlerinin yazarı olan Türk devlet adamı, bilgini ve tarihçisidir. İlk adliye nazırıdır. Fuat Paşa ile birlikte yazmaya başladıkları Kavaid-i Osmaniye” adlı ilk Osmanlı grameri ni daha sonra tek başına tamamlamıştır. 25 Mayıs 1957'de Mahmut Kemal İnal öldü. Tanınmış bir tarihçimizdir. 26 Mayıs 1512'de Sultan II. Bayezid öldü. Sekizinci Osmanlı Padişahıdır. Fatih Sultan Mehmet'in Gülbahar Hatun'dan olan oğludur. Fatih'ten sonra Osmanlı padişahlarının en bilgini olarak bilinir. 29 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u feth etti. 31 Mayıs 1799'da Akka Meydan Savaşı'nı kazandık. Serkan BAŞBÖĞER (10/B) 40 Milat Tarih Kitaplığı Devlet-i Aliyye, Osmanlı tarihçiliğinin çağımızdaki en büyük isimlerinden Halil İnalcık'ın yarım yüzyılı aşan çalışmalarının bir ürünü. Eserin bu ilk cildi Osmanlı Devletinin bir beylikten Orta-Doğu ve Balkanları hükmü altına alan güçlü ve köklü bir imparatorluk haline odaklanıyor. İnalcık, Osmanlı Klasik Dönemini sadece siyasi bir tarih olarak ele almıyor.Siyasi tarihin ötesinde toplumsal ekonomik alt yapıyı, yani nüfus hareketleri, göçler, kitlelerin temel ihtiyaçları,tarım ve ticaretin bu ihtiyaçları karşılama şekilleri ve şehirleşme konularında da analizler yapıyor.Tarihsel sorunları açıklamada ,geçmişten gelen geleneksel zihniyet ve kurumlar çerçevesinin tespitine geçiyor. İnalcık'ın geç Selçuklu döneminden I.Ahmet'in saltanatının başlangıç yıllarına uzanan üç yüzyıllık süreye dair araştırmalarını elden geçirerek bütünleştirdiği bu cilt, Osmanlı Devleti'nin bir parçası olduğu Avrupa Devletler Sistemi'nin girdiği büyük ekonomik bunalımla sonlanıyor. (Basım yılı :2009,Yayın evi: Kültür Yayınları, Sayfa : 355, Yazar: Halil İNALCIK.) Birinci dünya savaşı sırasında birçok süreli yayın neşredilmiştir. Fakat bunlar arasında hem görsel yönüyle hem de muhtevasıyla en fazla dikkat çeken Harp Mecmuası'dır. Zira bu mecmuada savaşın askeri, siyasi, sosyal, edebi çok yönlü akislerini bulmak mümkündür. Harp Mecmuası zamanın Harbiye Nezareti tarafından yayınlanmıştır. İlk sayısı Kasım 1915 tarihinde çıkmıştır. Anafartalar komutanı Miralay Mustafa Kemal Paşa bu mecmuanın iki sayısında kapak konusu olmuştur. Eserde bu dönemde yayınlanan bu mecmuanın değişik detayları derlenmiş ve okuyucuya sunulmuştur. Harp tarihi ve Çanakkale savaşları için faydalı bir araştırma niteliğindedir. (Basım yılı: 2006, sayfa: 360,yayın evi: Kaynak Kitaplığı, Yazar: Dr. Ali Fuat BİLKAN) 41 Milat Tarih Kitaplığı Büyük başarılara imza atan M.Kemal ATATÜRK hakkında birçok kitap ve makale yazıldı. Atatürk hakkında her şey etraflıca tartışıldı, hala tartışılıyor. Bu yazıların birçoğu ancak ATATÜRK'ÜN ölümünden sonra yazıldığı için, onu tanıyanların ilk elden verdiği bilgilerin kıymet-i harbiyesi daha önemlidir. Falih Rıfkı Atay 1923'den 1938'e kadar Atatürk'ün yanında bulunmuş, onun yaşadıklarını bizzat kendisinden dinlemiş ve hatta birçoğuna şahit olmuştur. Devrin önemli gazetecilerindendir. Çankaya, Atatürk'ü doğumundan okul yıllarına, savaştığı cephelerden yaptıkları inkılâplara tartışma sofralarından insani yönüne kadar her detaya yer vererek anlatan muazzam bir çalışma. Tarihe özellikle cumhuriyetin ilk yıllarına merak duyanlar için temel bir kaynak. (Basım yılı: 2004, Sayfa : 653,Yayın evi: Pozitif yayınları, Yazar :Falih Rıfkı Atay) İlber Ortaylı bu kitabında; gelenek kavramından edebiyata, tarihçiliğimizin eleştirisinden tiyatroya demokrasi tarihimizden Mimar Sinan'a birçok alanda geleneğimizin geleceğimize eklemleneceği mihverleri tespite yöneliyor. Osmanlı mirası, modernleşme ve batılılık konularının ele alındığı eserde son dönem Osmanlı kültürel değişmeleri ustaca bir kalemle ele alınıyor. Gelenekle geleceği bir arada düşünmek için okunması gereken bir eser. (Basım yılı: 2008,sayfa adedi:192.Yayın evi: Timaş Yayınları. Yazar İlber Ortaylı.) Recep ERCAN (10/D) 42 Milat Fıkralar Hangisi daha muhteşem; Vezir Makbul İbrahim Paşa'nın, çocuklarının sünnet törenine Kanuni Sultan Süleyman'da gelmişti. Daha sonra, Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelerini gayet tantanalı bir düğünle sünnet ettirmişti. Bu münasebetle Kanuni, vezirine sormuş: - Paşa, senin düğünle bizimki nasıl? Hangisi mükemmel oldu? Paşa cevap vermiş: - Benimki. Padişah kızmış ve sebebini sormuş. Paşa da cevabını vermiş: - Benim düğünüme zamanın koca bir padişahı geldi. Sizin düğününüze o rütbede bir zat gelmedi ki… Yemin Edeceğim; Koca Ragıp Paşa sadrazam iken bir gün ahbaplarına hitaben “Rüşvet almadığınıza yemin edebilir misiniz?” dedikten sonra, oradakiler yemini billâh ederek rüşvet almadıklarını söylerler. Mecliste meşhur Haşmet de vardı ve bir köşeye çekilmiş sessizce duruyordu. Ragıp Paşa, - Haşmet, Rumeli de hayli mansıplarda bulundun. Sessizce durup yemin edemediğine bakılırsa bir hayli rüşvet almışa benzersin” deyince, Haşmet - Sultanım, Müslümanlarda, yalan yere yemin edenler çatlar diye bir itikat vardır. Şimdi ben efendilere bakıyorum. Eğer çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim” demiş. Adama Göre Adam; İncili Çavuş, Osmanlı elçisi olarak Fransa Kralına gönderildiğinde, elbiselerinin bazı yerlerinde yama varmış. Kral, bunları görünce dayanamayıp: - Bana senden başka gönderecek adam bulamadılar mı? Diye sorunca, İncili Çavuş: - Osmanlılar, adama göre adam gönderirler, cevabını vermiş. Beni de sana göndermelerinin hikmeti bu olsa gerek. 43 Milat Kara Ali Osmanlı döneminde, liman cüzdanını kaybeden kaptan yenisini çıkarmak için Liman Reisliğine gitmiş... Memur başlamış sormaya: "Adın ne?" "Kara Ali!" "Nerelisin?" "Karabigalı!" "Geminin adı ne?" "Kara Yunus!" "Nereden geliyorsun?" "Karadeniz'den!" "Yükün ne?" "Kara lahana!" "Nereye gideceksin!" "Kara mürsele!" Memur, ya sabır demiş: "Dönüşte bizim limana uğrayacak mısın? "Hayır. Orada gemiyi karaya çekeceğim, Karamanda Karadağlı, Kara Mustafa'yı gördükten sonra, karadan Mekke - i Mükerremeye gidip, Baytullaha yüz süreceğim!" Memur lahavle çekmiş: "İnşallah oradan yüzünün akıyla dönersin!" "Yüzümüz ak mı kara mı çıkar, bu ancak kara toprağa girdikten sonra belli olur!" Memur dayanamamış: "Zift mi kesildin be mübarek! Ak Sakallı Varna Savaşı'nda muharebe meydanında gezen II. Murad, düşman askerlerinin hep genç olduğunu görür. Komutanlarından birine sorar. “Garip değil mi? Bu kadar ölünün içinde hiç ak sakallı görmedim. Hepsi genç, hepsi taze!” Komutan şu cevabı verir: - Padişahım! İçlerinde bir ak sakallı olsaydı, başlarına bu felâket gelir miydi? Aldığımız Fiyata Keçecizâde'nin Rusya'da bulunduğu sıralarda Rus Çarı, Keçecizâde Fuad Paşa'ya takılır: - Paşa şu Girit'i satsanız! - Hay hay, satalım ekselans - Kaça satarsınız? - Aldığımız fiyata Girit'in yirmi seneyi aşkın bir zamanda ve binlerce şehitle alındığını bilen Çar sararır,susar. İsmail KOYUNCU (10/D) 44 Milat KARİKATÜRLER 45 Milat KARİKATÜRLER İsmail KOYUNCU (10/D) 46 Milat OSMANLI'DA MİNYATÜR SANATI Batı dillerinde bir nesnenin küçük boyutlardaki örneğini belirten "Minyatür" sözcüğü, zamanla kitap resmi için kullanılan bir terim halini almıştır. Eski Türk kaynakları ve İslam sanatında kitap resmi için "Nakış", "Tasvir"; minyatür ressamı için de "Nakkaş", "Musavvir" gibi sözcüklere yer verilir. Metni açıklamak amacıyla kitap sayfalarına veya albüm içinde toplamak için tek yaprak halinde suluboya ve altın, gümüş yıldızla yapılan minyatürler, ışık –gölge oyunlarıyla derinlik duygusu kazandırılmayan küçük boyutlu resimlerdir. 8. ve 9. yüzyıla ait olan ve günümüze gelmiş Türk resim sanatının örnekleri arasında, duvar resmi ve figürlü işlemelerin yanında minyatürler de bulunmaktadır. Türklerin eski yurtları Orta Asya'da, Türkistan'da yaşadıkları döneme ait olduğu düşünülen minyatür örnekleri hala Topkapı Sarayı arşivlerinde bulunmaktadır. İslam minyatür sanatı VII-VIII. yüzyıllarda İslam dünyasına katılan orta Asya, Uzakdoğu sanatlarının etkisiyle oluşmuştur. İlk İslam fetihleri sonucu İran'da Zerdüşti rahiplerinin elinde bulunan bazı resimli yazmaların Müslüman sanatçılara örnek teşkil etmiş olabileceği düşünülmektedir. Selçuklu Türklerinin İran'dan Mezopotamya, Suriye ve Anadolu'ya yayılmasıyla ilk Türk-İslam minyatür üslubu doğmuştur. Osmanlı Devletinin ikinci başşehri olan Edirne'de XV. yüzyılın üçüncü çeyreğinde hazırlanmış Dilsüzname, Külliyat-ı Katibi ve Ahmedi'nin İskendernamesi erken Osmanlı Minyatür üslubunu temsil eden eserlerdir. Fatih Sultan Mehmed döneminden, 19. yüzyıla uzanan döneme ait ise çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini göstermektedir. Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıtırlar. Döneminin önemli ressamlarından Matrakçı Nasuh II.Bayezid han döneminde fethedilen kalelerin tasvirini yapmıştır.Yavuz'un Tebriz seferini konu alan birçok tasviri de bulunmaktadır. XV. yüzyılın ikinci yarsında doğan klasik üslubun en büyük ustası Nakkaş Osman'dır.1569 tarihli Kanuni'nin Zigetvar seferini ve ölümünü konu alan eseri ise Nakkaş Osman'ın ilk eseridir. Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı minyatür sanatında pek çok yeniliğin denendiği bir dönemdir. Bu yenilikler arasında, tarihi olayları saptama anlayışının "şehnamecilik" adıyla resmi bir görev halini alması da vardır. Bu anlayış içinde tarihi olaylar yazma olarak kayda geçirilirken, bir yandan da resimleniyordu. İmparatorluğun doğu ve batısındaki savaşlar, fetihler ve seferler, tahta geçişler, yabancı elçilerin kabulü, bayram kutlamaları gibi önemli olayların yanı sıra, bazen sultanın yalnızca tek bir seferi de ele alınabiliyordu Bab-I Hümayun, Şehinşehname'den, Nakkaş Osman Ulema (Alimler) ve öğrenciler (Levni, Surname-i Vehbi) 47 Milat II. Osman döneminde klasik Osmanlı minyatür üslubundan ayrılan ve kendisine has bir uslüp geliştiren Ahmet Nakşî'nin resimlediği eserler dikkat çeker. Sonraki dönemlerde tarihi olayları gerçekçi bir tavırla saptama anlayışı, artık Türk minyatür sanatının değişmez bir özelliği olarak gelenek haline gelecektir. Topkapı Sarayı'nı gösteren minyatürler, önemli özellikleri ve genel görüntüsüyle sarayın bu dönemdeki durumunu yansıtan birer belge değerindedir. Şematik bir biçimde ele alınmış olan saray sahnelerini gösteren minyatürlerde birçok olay tasvir edilmiştir. Kâtipler, öteki görevliler ve toplantı halindeki vezirler resmedilmiştir. Kubbealtı revağının altında, köşede maaş olarak dağıtılacak altın ve gümüşler tartılmakta, keselere konup, mangalda eritilen balmumu ile mühürlenmektedir. Öte yandan minyatüre bakanların olayların bütününü anlayabilmesi için binalar açık bir kesit halinde gösterilmiştir. Sultan'ın Topkapı Sarayı ikinci avlusunda tahta çıkma töreni de yalın düzenleme şemasına bir örnektir. Bu kompozisyonda yeni sultana bağlılıklarını sunacaklar yarımay biçiminde çizilmişlerdir. Bu kompozisyonda olayın bütün ayrıntıları tam olarak ele alınmış, eser böylelikle resimli bir belge niteliği kazanmıştır. Kanuni döneminde başlayan tarihi konuların işlenmesi ve şehnâmecilik'e bağlanıp devletin resmi tarihini belgeleme niteliği alması, klasik döneminde Türk minyatürüne ana karakterini kazandıracak, İslam ülkelerinde gelişen minyatür sanatı içinde ötekilerden ayrılan bir okul oluşturacaktır. 17. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır. Hiçbir metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili konuların işlendiği örneklerden oluşur. Çeşitli tipte insanlar giyim özelliklerini belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir. Batı'ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri'nde minyatür sanatında Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur. III. Ahmet, şair ve hattat bir padişah olması sebebiyle, kitap ve minyatür sanatına ilgi göstermiştir. Bu dönemin veziri İbrahim paşa'nın sanata düşkünlüğü de bu olguda payı büktüktür. Bu dönemin en önemli ve yetenekli minyatür ustası Levni'nin(Nakkaş Abdullah Çelebi) yaptığı bir dizi padişah porteleri Batıllılaşma dönemi Osmanlı tasvir üslubunun ilk örnekleridir. II. Mustafa zamanında sarayın baş nakkaşlığına getirildi. III. Ahmet döneminde de bu görevini sürdürdü. Lale Devri'nin insanı olmasından dolayı, minyatürlerinde daha çok eğlence sahnelerini işledi. Osmanlı minyatür üslubuna yeni ifade biçimleri kazandıran Levni 'nin bu gün Topkapı sarayında bulunan ve 1710-1720 yıllarını kapsayan tek figür erkek ve kadın tasviri özellikle önem taşır. Perspektif, resmettiği insanların kişisel özelliklerini yansıtmaya verdiği önem, resimdeki renk ve kompozisyon uyumu Osmanlı Minyatür sanatı için oldukça önemli yeniliklerdi. 19. yüzyıl boyunca minyatür sanatı güncelliğini yitirmiş ve yavaş yavaş yerini Batı resim tekniğiyle yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır. Bu dönemde Osmanlı sarayının hizmetinde bulunan Refail ve Kostantin Kapıdağlı gibi ressamlar tuval üzerine yaptıkları padişah portrelerinin dışında kâğıt üzerine de çalışan son sanatçılardır. Mohaç Savaşına katılan süvari birlikleri (Hünername) Kanuni Sultan Süleyman'ın Cülus Töreni, Matrakçı Nasuh,) Kevser BAL - Elif BİLGİÇ (10/E) 48 Küresel Isınma Konulu Sunum Ağaç dikme Faaliyetimiz Ermeni Meselesi Konulu Konferans Fizik, Kimya ve Biyoloji Sergisi Sigaranın Zararları Konulu Tiyatro