kriz ve istanbul - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi

Transkript

kriz ve istanbul - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
TMMOB
Şehir Plancıları Odası
İSTANBUL BULUŞMALARI
“KRİZ VE İSTANBUL”
Yayına Hazırlayanlar
Doç. Dr. Pınar Özden
Akif Burak Atlar
Saadet Tuğçe Tezer
Çare Olgun Çalışkan
Ekim, 2010
İSTANBUL
2
İletişim ve Sekretarya
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Adres
: Emirhan Cad. Bayındır Çıkmazı Sok. No: 1/1 Beşiktaş
Tel
: 0 212 275 43 67 – 0 212 288 99 60
Faks
: 0 212 272 91 19
GSM
: 0 533 372 84 32
e-post a
: [email protected][email protected]
Web adresi
: www.spoist.org – www.spo.org.tr
3
PROGRAM
1. GÜN
Yer: İTÜ Taşkışla Kampüsü 127 No.lu Salon
09:00-09:30 Kayıt İşlemleri ve Çay-Kahve Servisi
09:30-10:00 Açılış Konuşmaları
- Prof. Dr. Orhan HACIHASANOĞLU- İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı
- Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU - İTÜ Mim. Fak. Şehir ve Bölge
Planlama Bölüm Başkanı
- Erhan DEMİRDİZEN - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı
10.00-11:00 Davetli Konuşmacılar
- Erdoğan BAYRAKTAR – T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi
- Mustafa SÖNMEZ – Cumhuriyet Gazetesi
11:00 – 11:30 Çay/Kahve Arası
11:30 -13:00 I. Oturum: Sayılarla Kriz
Moderatör: Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU – İTÜ
- Prof. Dr. Hayri KOZANOĞLU – Marmara Üniversitesi
- Prof. Dr. Ümit ŞENESEN – İstanbul Teknik Üniversitesi
- Yrd. Doç. Dr. Şule NECEF - Marmara Üniversitesi
13:00-14:00 Yemek Arası
14:00-16:00 II. Oturum: Kriz ve Sektörel Yatırımlar – I
Moderatör: Yrd. Doç. Dr. P. Pınar ÖZDEN – Şehir Plancıları Odası
- Bahadır TEKER – İstanbul Mortgage Finansman A.Ş. CEO
- B. Gül DELİKTAŞ – Strateji ve Geliştirme Daire Başkanlığı
- Prof. Dr. Fulin BÖLEN - İstanbul Teknik Üniversitesi
- Ertan ŞİMŞEK – İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Planlama
- Doç. Dr. Azime TEZER – İstanbul Teknik Üniversitesi
4
16:00 – 16:15 Çay/Kahve Arası
16:15-18:15 III. Oturum: Kriz ve Sektörel Yatırımlar – II
Moderatör: Erhan DEMİRDİZEN – Şehir Plancıları Odası
- Firuz SOYUER - ULI Türkiye Yönetim Komitesi
- Prof. Dr. Cengiz GİRİTLİOĞLU - İstanbul Teknik Üniversitesi
- Alper AKSOY - Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği
2. GÜN
Yer: İTÜ / Taşkışla Kampusü / 127 No.lu Salon
10:30-12:30 IV. Oturum: Kriz Ortamında İstanbul’un Yönetimi
Moderatör: Doç. Dr. Fatma ÜNSAL - Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi
- Mevlüt UYSAL - Başakşehir Belediye Başkanı
- Fikret TOKSÖZ - Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı
-Ahmet TURGUT - Şehir Plancısı
-Asuman Yeşilırmak - Mimar
12:30-14:00 Yemek Arası
14:00-16:30 V. Oturum: Krizin Toplumsal Yansımaları
Moderatör: Prof. Dr. Ayşenur ÖKTEN – Yıldız Teknik Üniversitesi
- Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ - Hacettepe Ün.Emekli Öğretim Üyesi
- Prof. Dr. Çağlar KEYDER - Boğaziçi Üniversitesi
- Doç. Dr. Hatice KURTULUŞ - İstanbul Üniversitesi
- Özgür TEMİZ - Şehir Plancısı
16:30-17:00 Çay/Kahve Arası
17:00-18:00 Değerlendirme
Moderatör: Prof. Dr. Zekai GÖRGÜLÜ – Yıldız Teknik Üniversitesi
18:00-19:00 Kokteyl ve Müzik Dinletisi
5
SUNARKEN…
Dünyayı derinden etkileyen, sarsan ve son yüzyılın en ciddi krizi
olarak nitelendirilen ekonomik kriz, İstanbul’un gündemine de damgasını
vurdu. Ülkenin makro-ekonomik göstergelerinin paralelinde, İstanbul’da da
kriz birçok sektörü derinden sarsıyor; toplum üzerinde derin izler bırakıyor.
Uluslararası ağlar kadar yerel ağlar da krizden önemli ölçüde etkileniyor.
Kentte bir yandan sanayi, finans, sigorta, gayrimenkul, inşaat gibi sektörler
krize bağlı olarak kapasite küçültürlerken, bu sürecin toplumsal yansımaları
da farklı düzlemlerde kendini gösteriyor. Üretim ve yatırımlardaki yavaşlama,
işsizlik, gelir dağılımı dengesizliği ve yoksulluğun artması şeklinde kentsel
alanlara yansıyor. 2008 yılında 2 bin 345 aile ve 17 bin 489 kişi İstanbul`dan
göç etti. Plansız ve kontrolsüz bir şekilde yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin
ekonomik kalbi niteliğindeki İstanbul’un hâlihazırda da önemli ölçüde
darboğaz içinde olan kent mekânına ve kent yaşamına olumsuz etkiler
yapıyor.
2007 yılında düzenlenen İstanbul Buluşmaları, “Büyük Projeler”
konusunu gündemine almıştı. 2008 yılında düzenlenen İstanbul Buluşmaları
etkinliği ise “Belirsizlik Ortamında Planlama” teması etrafında gerçekleşti.
İçinde bulunduğumuz kriz dönemi, başta değişen planlama paradigmalarına
hazırlıksız yakalanan ülkemizde, kentlerimiz ve planlama açısından mevcut
bulunan belirsizliklere yenilerinin eklemesi düşüncelerini tartışma gündemine
taşıyor.
2009 yılı ile birlikte, birçok kesim için belirsizlik ortamı, yerini kriz
ortamına bıraktı. Bu kapsamda 19-20 Ekim 2009 tarihleri arasında
düzenlenen İstanbul Buluşmaları’nın ana teması “Kriz ve İstanbul” olarak
belirlendi. Dünya genelinde yaşanan ekonomik krizin, İstanbul’un farklı
sektörlerine, yatırımlarına, toplumsal yapısına etkilerinin iki gün boyunca,
planlama, yatırımlar, kent yönetimi ve toplumsal yapı zemininde oluşturulan
oturumlarda tartışılması hedeflendi. İstanbul Buluşmaları 2009, üçüncü kez,
sivil toplum, kent yöneticileri, meslektaşlar ve kent yöneticileri gibi ilgili
tarafları bir araya getirerek 2009 yılının gündemi olan ekonomik krizi,
planlama ortak paydası altında farklı sektörlerle birlikte masaya yatırdı.
Ekonomik krizin neleri ne ölçüde etkilediği ve bundan sonra bizleri nelerin
beklediği, bu ortamda planlamanın nerede durduğu cevap aranması gereken
temel sorular olarak karşımıza çıktı.
İstanbul Buluşmaları 2009, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama bölümü ev sahipliğinde, TMMOB Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan
6
Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge
Planlama Bölümleri işbirliği ile gerçekleştirildi.
İstanbul Buluşmaları 2009’un düzenlenmesinde emeği geçen değerli
akademisyenlere, oturumlarda yer alarak bilgi ve birikimlerini bizlerle
paylaşan konuşmacılara, katkılarını eksik etmeyen kurum temsilcilerine,
etkinliği katılımlarıyla zenginleştiren izleyicilere ve Düzenleme Kurulu’na
sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor, bu kitabın, okuyanlarına katkı koymasını,
eksikleri ve hatalarıyla, gelecek İstanbul Buluşmaları’nın düzenlenmesine
katkı sağlamasını diliyoruz.
İstanbul Buluşmaları 2009
Düzenleme Kurulu
7
TMMOB
ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ
İSTANBUL BULUŞMALARI 2009
“KRİZ VE İSTANBUL”
19–20 Ekim 2009
BİRİNCİ GÜN
AÇILIŞ KONUŞMALARI
----&----
EBRU KERİMOĞLU- Değerli katılımcılar; Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması
Bölümü, Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ve
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
işbirliğiyle düzenlenen “İstanbul Buluşmaları” bu yıl İstanbul Teknik
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ev sahipliğinde “Kriz ve
İstanbul” temasıyla gerçekleşmektedir. Hepiniz hoş geldiniz.
İstanbul Buluşmaları 2009’un açılış konuşmasını yapmak üzere
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Orhan
HACIHASANOĞLU’nu kürsüye davet ediyorum.
Prof. Dr. ORHAN HACIHASANOĞLU
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı)- Günaydın.
(İstanbul
Teknik
T.C Başbakanlık Toplu Konut İdaresi’nin Sayın Başkanı, Sayın
Öğretim Üyeleri, değerli meslektaşlarım, sevgili misafirler, sevgili öğrenciler;
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ve Taşkışla binasına hoş
geldiniz. Hepinizi, Mimarlık Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrencileri adına
saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
“İstanbul Buluşmaları 2009” İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık
Fakültesi ve Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü’nün ev sahipliğinde,
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi; Yıldız Teknik Üniversitesi;
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi
Şehir ve Bölge Planlaması Bölümleri’nin işbirliğiyle gerçekleştirilmektedir.
Bu yılki İstanbul buluşmasının teması “Kriz ve İstanbul”. Belki
Öğretim Üyelerimiz hatırlar; 8–9 Ekim 2009 tarihlerinde yine İstanbul Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi ev sahipliğinde, İstanbul Teknik Üniversitesi
8
Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü de, “Tasarım veya
Kriz” başlıklı bir toplantı düzenledi. Doğal olarak krizin olduğu dönemlerde
akademisyenlerin de krizle ilgili çalışmalarını paylaşıma açmak,
görevlerinden birisi oluyor.
Krizin, bu toplantının ana temasını açıklayan metinde belirtilen
olumsuz yönleri olduğu gibi, bir önceki tasarım ve kriz toplantısında belirtilen
bazı olumlu yönleri de olduğu söylenebilir. Bunların arasında en öne çıkan
herhalde krizdeki rekabet dolayısıyla özgün tasarımların, özgün işlerin
rekabette öne çıkmasıdır. Kişiler, gruplar veya organizasyonlar; özgün
işleriyle krizle rekabet şansına sahip olabiliyorlar.
Krizin aslında eğitimi de etkilediği düşünülebilir. Ancak, izlediğimizde
üniversitemizde ve diğer üniversitelerde lisans ve lisansüstü eğitiminde, kriz
dönemlerinde ciddi bir değişim, farklılık olmadığını görebiliyoruz. Gerek
2001’de, gerekse bu dönemde yaşadığımız krizde lisans öğrencilerimizde
artış olduğu gibi, bunun yanı sıra lisansüstü öğrenci sayımızda da belirgin
artış görülmeye devam ediyor.
Bugün, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde
Mimarlık Ana Bilim Dalı’ndaki Doktora programlarında 199(bu rakamın altını
özellikle çizmek istiyorum), Şehir ve Bölge Planlama Ana Bilim Dalı’ndaki
Doktora programında 60 doktora öğrencimiz var. Bunlar çok büyük rakamlar.
Mimarlık Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans programlarında 500 Yüksek Lisans
öğrencimiz, Şehir ve Bölge Planlaması Ana Bilim Dalında ise 79 Yüksek
Lisans öğrencimiz var. Bunlar da oldukça yüksek rakamlar.
Görüldüğü gibi, mezunlarımız uzmanlık almak ve bu uzmanlıklarını
gelecekte kullanmak için çaba sarf ediyorlar. Bunlar özellikle, krizde rekabet
için uygun sonuçlar oluşturuyor.
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen “İstanbul Buluşmaları”nın birincisi
“Büyük Projeler”, ikincisi “Belirsizlik Ortamında Planlama”, üçüncüsü ise
“İstanbul ve Kriz” şeklinde tanımlanmış. Bunların arasında olumlu ve
olumsuz başlıklar var. Genellikle İstanbul'u olumsuz yönleriyle ele alan
temalar olduğunu görüyoruz. Her şeye rağmen, her kesimin ilgisini çeşitli
şekillerde çekmeye devam eden İstanbul kenti için yapılacak daha çok
girişim olduğunu düşünüyoruz.
Yapılacak iş ve geliştirilecek politikaların geleceğin İstanbul
sakinlerine, en az bugünkü İstanbul sakinlerinin İstanbul'dan aldıklarına
eşdeğer olanaklar sağlayacak şekilde olması üzerinde durulmasının
faydaları, kaçınılmaz olarak çok büyüktür.
“İstanbul Buluşmaları 2009” toplantısını ortaklaşa gerçekleştiren
İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümleri’ne, organizasyonu
9
yapan Öğretim Üyeleri ve yardımcılarına, Türkiye Mühendis Mimarlar
Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi yetkililerine Fakültem
adına teşekkürlerimi sunarım. “İstanbul Buluşmaları 2009” toplantısının
verimli geçmesini diliyor, herkese sevgi ve saygılarımı iletiyorum.
Teşekkür ederim.
EBRU KERİMOĞLU- İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge
Planlaması Bölümü Başkanı Prof. Dr. Handan Türkoğlu’nu kürsüye davet
ediyorum.
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU (İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir
ve Bölge Planlaması Bölüm Başkanı)Günaydın.
Sayın T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanı, Sayın (Kartal
Belediyesi) Belediye Başkanı, Sayın Dekanımız, Sayın katılımcılar; “İstanbul
Buluşmaları 2009” kapsamında gerçekleştireceğimiz “Kriz ve İstanbul”
konulu, iki gün sürecek toplantıya hoş geldiniz.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, Yıldız Teknik
Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Şehir Plancıları
Odası İstanbul Şubesi işbirliğiyle gerçekleştirilecek olan bu etkinliğin amacı,
İstanbul'daki şehir planlama eğitimi veren üniversitelerimiz ve şehir plancıları
tarafından İstanbul'un güncel sorunlarının tartışılmaya açılmasıdır.
2007 yılında düzenlenen İstanbul Buluşmaları, “Büyük Projeler”
konusunu gündeme almıştı. 2008 yılında düzenlenen İstanbul Buluşmaları
etkinliği ise, “Belirsizlik Ortamında Planlama” teması çerçevesinde
gerçekleşti.
Bu yıl İstanbul Buluşmalarının ana teması ise söylediğim gibi, “Kriz
ve İstanbul”dur. Dünyayı etkileyen ekonomik kriz, ülkemizi de derinden
etkilemiştir. Sanayi sektöründe üretim kapasitesinin azaldığı, buna paralel
olarak tüm sektörlerde istihdamda daralma yaşandığı gözlenmektedir. Bu
gelişmelerin sonucunda işsizlik, fakirleşme, yaşam kalitesinde azalma
kaçınılmaz olacaktır.
İstanbul'un; sahip olduğu potansiyellerle dünyada finansal merkez,
lojistik merkez, kültür ve turizm merkezi olarak öne çıkmaya çalışırken, aynı
zamanda diğer ülkelerdeki benzer kentlerle bir rekabet içinde olduğu da
bilinmektedir. Gelecek için yatırım ve finans merkezi, lojistik merkezi, kültür
ve turizm merkezi olarak planlanan kentimiz, dünyada krizden en fazla
etkilenen şehirlerden birisidir.
İstanbul için belirlenen bu vizyonun yanı sıra kentte; göçün etkileri,
yoksulluk, yoğunluk, aşırı yoğunluk, çevresel riskler, yetersiz altyapı ve
kısmen düşük yaşam kalitesi gibi hassasiyetlerin olduğu da bilinmektedir.
10
Dünya genelinde yaşanan krizin İstanbul’un; farklı sektörlerine yapılan
yatırımlara, kentsel mekânına, toplumsal yapısına etkilerinin iki gün boyunca
planlama, yatırımlar, kent yönetimi ve toplumsal yapı zemininde
oluşturulacak oturumlarla tartışılması hedeflenmektedir.
Toplantının gerçekleştirilmesinde bizden desteğini esirgemeyen
Sevgili Dekanımız Prof. Dr. Orhan HACIHASANOĞLU’na, Düzenleme
Kurulu üyelerine; bizi kırmayarak, davetimizi kabul eden ve deneyimlerini
bizimle paylaşan değerli konuşmacılara teşekkürlerimi sunuyor ve toplantının
başarılı, verimli geçmesini diliyorum.
EBRU KERİMOĞLU- “İstanbul Buluşmaları 2009”un açılış
konuşmalarının ilkini yapmak üzere Sayın Erhan DEMİRDİZEN’i kürsüye
davet ediyorum.
ERHAN DEMİRDİZEN (Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Yönetim Kurulu Başkanı)- Sayın konuklar, Sayın Toplu Konut İdaresi
Başkanı, Sayın Dekan, Sayın Bölüm Başkanı, değerli meslektaşlarım,
hocalarım, sevgili öğrenciler; bu yıl İstanbul Buluşmaları’nın 3.’sünü
gerçekleştiriyoruz.
“Kriz ve İstanbul” teması ile gerçekleştirdiğimiz bu İstanbul
Buluşmaları’nda üstün çabalarıyla, emekleriyle bize ev sahipliği yapan
İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne ve özellikle Şehir ve Bölge
Planlaması Bölümü’ne, başta Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU olmak üzere
bölümün bütün üyelerine huzurlarınızda Şehir Plancıları Odası adına
teşekkür etmek istiyorum.
Değerli katılımcılar; üç yıldır İstanbul'un çeşitli güncel sorunlarını,
İstanbul'un planlanmasını güçleştiren sorunları bu salonlarda tartışıyoruz.
İstanbul'un geleceğe taşınması, potansiyellerinin, kaynaklarının kamu
yararına, toplum yararına planlama disiplini içerisinde nasıl geleceğe
taşınabileceğinin yolunu nasıl bulabiliriz? Bu salonlarda üç senedir bunları,
derinlemesine iki gün boyunca tartışıyoruz.
Bilim ve meslek insanlarımızın, uzmanlarımızın yoğun olarak katılım
gösterdiği bu toplantılarda, İstanbul’la ilgili belirlediğimiz bütün temel
problemlerin, temel sorun alanlarının bütün ilgililerinin katılımını amaçlıyor ve
gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu sorunların bütün tarafları bu toplantılara
katılacak ki, biz de şehir plancıları, meslek insanları, kent planlamasının
uzmanları ve akademisyenleri olarak, planlama mesleğinin doğasından
gelen görüşlerimizi, yaklaşımlarımızı taraflarla paylaşabilelim.
Burada çok farklı fikirler, yaklaşımlar; tavır ve duruşlar var. Şehir
Plancıları Odası olarak bizim nerede durduğumuz, bütün bu meselelere,
sorun alanlarına nereden baktığımız belli. Kayıtlara geçmesi için Şehir
Plancıları Odası’nın duruşunu, tavrını, görüşünü size hatırlatmak istiyorum.
11
Sevgili meslektaşlarım; biz planlama mesleğinin temel ilkelerinden,
şehirciliğin temel esaslarından, kamu ve toplum yararından bakıyoruz. Bu
uğurda böyle bakarken de bazen kurumlarla, bazen politikacılarla ters
düşüyoruz, ciddi tartışmalar yaşıyoruz; meslek odası olarak böyle bir
hedefimiz olmadığı halde. Biz bir siyasi kurum değiliz. Türkiye'de mesleğini
uygulamak isteyen meslek insanlarının üye olmakla yükümlü oldukları,
hepsinin mesleki çıkarlarını, çalışmalarını kolaylaştırmak üzere, yasayla
kurulmuş olan bir meslek kuruluşuyuz. Ancak, maalesef Türkiye'de bazen
kurumlarla, siyasetçilerle başka ülkelerde olmadığı kadar karşı karşıya
geldiğimiz oluyor.
Yasalardan gelen yetki ve görevlerimizi kullanarak; kendilerini
uyarıyoruz, yapılan yanlışları söylüyoruz, ikna etmeye çalışıyoruz. İkna
edemezsek, itiraz ediyoruz ve dava açıyoruz. Aslında olağan olarak olması
gereken bunlar değil.
Batı ülkelerinde meslek kuruluşlarının, meslek örgütlerinin
toplantılarına katıldığımızda görüyoruz ki; meslek odaları bu kadar itiraz
eden, tartışan, dava açan, bu yolla kurumları ikna etmeye çalışan, meslek
ilkelerini kamuoyunda hatırlatmaya çalışan kurumlar değil. Türkiye'nin
ulaşmayı hedeflediği Avrupa Birliği ülkelerinde bu böyle değil. Bu durumda
şunu tespit ediyoruz ki, meslek odalarıyla, meslek kurumlarıyla, özerk
meslek odalarıyla, meslek kurumlarıyla, özerk meslek odalarıyla bizde
olduğu gibi danışma mekanizmaları işliyor. İcrave uygulama kurumları karar
almadan önce etkin bir şekilde danışma mekanizmalarını hayata geçiriyor.
Zaman zaman bu ülkelerde, meslek odalarının yetkilileriyle o
ülkelerdeki bakanlık yetkilileri ortak konular etrafında konuşabiliyorlar.
Çünkü, çok uzun bir müzakereyi, tartışmayı, görüşmeyi muhakkak
arkalarında bırakmış oluyorlar.
Bizim meslek odalarımızın kuruluş yasası da bize bu görevleri, bu
yetkileri veriyor. Bu anlamda meslek odalarımızın yasaları, dünya
standartlarının gerisinde değil. Yasa bize şu görevi veriyor; muhakkak
Türkiye'de planlamayla, belediyecilikle, imarla ilgili uygulama yapan bütün
kurumlarla görüşlerinizi paylaşın, varsa bu kurumların yanlışlarını zamanında
uyarın, kurumların yanlış yapmasını önceden engellemeye çalışın.
Biz bunu yapmaya çalışıyoruz; kamuoyuyla görüşlerimizi
paylaşıyoruz, yanlışlar noktasında kurumlarımızı uyarıyoruz, çaresiz
kaldığımızda yargıya gitmek durumunda kalıyoruz. Tabii, Türkiye zaman
zaman söylemlerin sertleştiği bir ülke. Türkiye'nin kültürel atmosferi biraz
böyle.
Bu nedenle; bazen gerçekten anlamakta zorlandığımız, herhangi
mantığa, izana sığdıramadığımız açıklamalarla da, tepkilerle de
karşılaşıyoruz. Burada ben bir Meslek Odası’nın Başkanı olarak, geçtiğimiz
12
günlerde yapılan ve meslek odalarımızı yakından ilgilendiren bir tartışmaya
değinmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde bir tören sırasında Sayın Başbakan
bizim için “sizlere yazıklar olsun” demiş, niye; Galataport’u engelledik diye.
Arkasından da şunu eklemiş “Galataport nedir diye sorun, bilmezler”. Basına
Sayın Başbakan’ın bu sözleri aynen böyle yansımış.
Üç sene önce Galataport farklı boyutlarıyla gündeme gelip, bizler
Galataport’taki yapılaşmaları, kıyıyla ilgili Anayasa hükümlerine ve Kıyı
Yasası’na aykırı bulup, yargıya götürdükten sonra; Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi olarak gelin bu konunun tarafları olarak Özelleştirme İdaresi,
denizcilikle, turizmle, planlamayla, İstanbul ile ilgili kurumlar, kişiler, örgütler
dâhil olmak üzere bir araya gelelim çağrımız üzerine, tüm bu kurum ve kişiler
dahil olmak üzere bir araya geldik ve Galataport’un kitabını yazdık.
Türkiye'de bir kurvaziyer limanın içerisinde neler olması gerektiğini
ve neler olması gerekmediğini, Türkiye'nin Kültür ve Turizm Bakanlığı dahi
bilmiyorken, güncel bir tartışmaya açtık. Ben o nedenle burada bir kez daha
nazikçe söylemek istiyorum; Sayın Başbakan’ı yanlış bilgilendiriyorlar.
“Galataport” adı altında tarihi Galata Limanı’nın kıyı kesiminde yapılmak
istenen on binlerce metrelik alışveriş merkezine ve otel inşaatına karşı
çıkıyoruz.
“Galataport” olarak önümüze gelen Proje ile bunlar, kıyıda yapılmak
istenildi. 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bugüne kadar kıyıda bunları
yapabilmiş hiçbir yatırımcı yok. Galataport ile ilgili özel bir yasal düzenleme,
mevzuat düzenlemesi yapılmaya kalkışıldığında; bu ülkenin meslek
insanlarının tartışmaya açması kadar doğal bir durum olamaz.
O nedenle; Galataport’u biz engellemedik; hukuk, Türkiye'nin hukuku
engelledi. Çünkü, Türkiye'de kıyının hukuku çok açık, net, hiçbir yoruma
gerek yok. Anayasamız “kıyılar toplumun genel kullanımına açık olacak”
diyor, bunu biz söylemiyoruz, biz icat etmedik bu kavramları, bunu evrensel
hukuk söylüyor.
Bu nedenle; altını sürekli çizmeye çalıştığımız husus, hukuka uygun
planlar projeler. Bütün istediğimiz bu olduğu halde bazen kurumlarımızın
yöneticileriyle anlaşamıyoruz; ülkemizin kültürel atmosferi bir araya gelip
bunları etraflıca tartışmamıza izin vermiyor.
Bu nedenle, TC Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanı Sayın
Erdoğan BAYRAKTAR’a katılımı nedeniyle hepinizin huzurunda tekrar
teşekkür etmek istiyorum. Ancak, bu tartışmalardan birisini geçtiğimiz
günlerde maalesef Sayın Bayraktar da bizlere yönelik dile getirmiş, basından
takip ettiğimiz, kendisine atfedilen ifadelerden anladığımız kadarıyla.
Altını çiziyorum; bütün isteğimiz hukuka uygun planlar ve projelerdir.
O nedenle; Sayın Bayraktar’a atfen bir ulusal gazetemizin yazdığı gibi,
13
“meslek odaları olarak rüşvet istediğimiz” şeklindeki ifadeler bizi üzmüştür,
ama bunun hafif bir ifade olduğunun da farkındayım. Meslek odaları olarak
rüşvet istediğimiz basına yansıdı ve gazetede yer alan ifadelere göre,
Türkiye'nin en genci 50–60 yıllık bir geçmişe sahip olan ve yasal faaliyetlerini
yerine getirmeye çalışan meslek odalarımızla ilgili olarak kamuoyunda böyle
konuşuluyor.
Ben bir not olarak bunu huzurunuzda ifade etmek istiyorum. Bu
Geçtiğimiz hafta gündeme gelen bu konular; maalesef, Sayın Başbakan’ın
Galataport ile ilgili söyledikleri ve T.C Başbakanlık Toplu Konut İdaresi
Başkanı Sayın BAYRAKTAR’ın açtığımız davalarla ilgili olarak söylediği
sözler aynı gün basına yansıdı. Bu konuda fazlasıyla üzülüyoruz, fazlasıyla
tepkiliyiz; bunu meslek camialarımıza karşı bir haksızlık olarak
değerlendiriyoruz..
Sayın konuklar; bu nedenle bir kez daha “İstanbul Buluşmaları”yla
ilgili olarak altını çizmek isterim ki, biz burada kurumlar arasındaki
tartışmaları bu sözünü ettiğim düzeyde yapmamak için “İstanbul
Buluşmaları”nı yapıyoruz. Planlamayla, İstanbul’la, bu toplumla ilgili
konuların teknik ve bilimsel düzeyini koruyabilmek için bu salonlarda bir
araya geliyoruz.
Uzmanlık
ve
bilimin
rehberliğinden
ayrılmadığımızı,
ayrılmayacağımızı tekrar tekrar ifade etmek için bir araya geliyoruz. Bu
kavramları sadece deprem ve sel gibi acı olaylardan sonra hatırlamamak için
bir araya geliyoruz. Ne düşündüğümüzü birbirimizin yüzüne karşı doğruca
söyleyebilmek için; karşılıklı görüşlerimizi, yaklaşımlarımızı, sorun
tespitlerimizi ve çözümlerimizi paylaşmaktan bu ülke için bir fayda
umduğumuz için burada bir araya geliyoruz. Bu amaçlarla üç yıldır bir araya
geliyoruz, bunun için “İstanbul Buluşmaları”nı düzenliyoruz. Bunun için ilgili
her kurumu davet ediyoruz buraya.
Bakın, son günlerde bazı tartışmalar var bunlarla ilgili. Şehir
Plancıları Odası olarak buraya davet ettiğimiz kurumlar, , , planlamayla ilgili
akademik camia olarak hiçbir zaman özel olarak ilgi duyduğumuz, sempati
duyduğumuz için davet edilmiyor. Özel olarak düşmanlık beslediğimiz, kavga
etmek istediğimiz için de değil. Meslek kurumu olarak ve bir meslek örgütü
olarak buna benzer duygularla hareket etmemiz mümkün değil zaten.
Bu nedenle; kimseye karşı olumlu ya da olumsuz özel bir
duygumuzun olmadığını tekrar ifade etmek istiyorum ve huzurlarınızdan
ayrılırken bir kez daha; İstanbul Teknik Üniversitesi’ne, Düzenleme
Kurulu’nda görev alan Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi öğretim üyelerimize, Odamız’ın Yönetim Kurulu
üyelerine ve çalışanlarımıza, bütün arkadaşlarımıza tekrar teşekkür
14
ediyorum, sizlere de katılımlarınız için ayrıca çok teşekkür ediyorum; İstanbul
Buluşmaları’nın verimli geçmesini diliyorum.
EBRU KERİMOĞLU- "İstanbul Buluşmaları 2009"un davetli
konuşmacısı, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanı
Sayın Erdoğan Bayraktar’ı kürsüye davet ediyorum.
ERDOĞAN BAYRAKTAR (TC Başbakanlık Toplu Konut İdaresi
Başkanı)- Çok değerli hocalarımız, Kartal Belediye Başkanımız, Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanımız, çok değerli
katılımcılar, çok değerli öğrenciler; İstanbul Teknik Üniversitesi’nin, Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin ve Şehir
Plancıları Odası’nın müştereken hazırlamış olduğu "İstanbul Buluşmaları"
etkinliğinin İstanbul’umuza ve ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.
Konunun başlığı, “Kriz ve İstanbul” güzel bir başlık. Etkinliği organize
eden herkese ve katılımcılara teşekkür ediyorum. Efendim, ülkemizin
durumu, konumu belli, bunu biliyoruz; İstanbul’umuzu da biliyoruz. Tabii ki
biz yurtdışına; Çin’e, Endonezya’ya, Kore’ye, Japonya’ya ve Amerika’ya
gittiğimiz zaman, “neredensiniz, nereden geldiniz?” dediklerinde, biz
“Türkiye” dediğimiz zaman, “İstanbul’un Türkiye’sinden mi?” diye soruyorlar.
Bu çok enteresan bir şey, İstanbul Türkiye'den çok daha önde; Türkiye'nin
nüfusunun yüzde 20’sini, ekonomisinin yüzde 50’ye yakınını,
konfirmasyonunun ve tanıtımının büyük bir kısmını önde tutan bir dünya
kenti.
Türkiye'de krizden çıkmak için İstanbul’a çok iyi bakmak lazım.
Dünyadaki belli başlı krizler; düzenli ekonomiye geçtikten sonra 1929 Büyük
Dünya Ekonomik Buhranı, arkasından 2. Dünya Savaşı’ndan sonra olan bir
dizi kriz olarak ifade edilebilir. Yine geçtiğimiz yıllarda, 2001 yılında
ülkemizde yaşanan ekonomik kriz, 2008 ve 2009 yıllarında tüm dünyada
yaşanan büyük bir kriz ciddi şekilde dünyayı etkilemekte; yurdumuzu da.
Ben şunu özellikle ifade etmek istiyorum: Bugün Almanlar,
Fransızlar, İngilizler, Avrupa'nın birçok ülkesi, hatta Amerika, Brezilya,
Avrupa’nın kalkınmakta olan Romanya, Polonya gibi diğer ülkeleri
Türkiye'den yatırımcı çekmek için çok ciddi gayret içindeler. Yine 19681970’li yılların başından itibaren başta Almanya olmak üzere, Fransa,
Belçika ve diğer Avrupa ülkelerine giden yurttaşlarımızın ikinci üçüncü
nesilleri bugün o ülkelerdeki hayatlarını devam ettirmek için Türkiye'den para
talep etmekte. Türkiye'deki yakınlarından yardım alarak oradaki hayatlarını
idame ettirmektedirler.
Bunu ben bizzat yaşayarak biliyorum. Oradaki birçok insanımıza
burada iş vermek veya onları çeşitli yollardan desteklemek suretiyle oradaki
yaşam standartlarını artırmaya ve yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyoruz.
Böyle bir ortamdayız.
15
İstanbul'u Türkiye'den ayrı düşünemeyiz, ama biraz daha ileride
İstanbul’u Türkiye ile beraber düşünmek lazım. Diyarbakır’ı, Kayseri’yi,
Gaziantep’i, Denizli’yi kalkındırmadan, İstanbul'u kurtarmak; yalnızca
İstanbul'u geliştirerek, Türkiye'nin ekonomisini kurtarmak mümkün değil.
İstanbul'un çevresinde Çorlu’yu, Bandırma’yı bir çekim merkezi yapmadan,
Karasu’da yeni bir liman kenti kurmadan, Düzce’yi, Çanakkale’yi
geliştirmeden, İstanbul'u kurtarmak mümkün değil.
İzmir olmadan İstanbul olmaz. İzmir’in mutlaka Barselona’dan daha
ileriye geçmesi lazım. Bugün İspanya’da Katalan bölgesi İspanyollardan
daha zengin; çok daha zengin ve Barselona bugün bir çekim merkezi.
Madrid’in, İspanya’nın büyük ölçüde yükünü almakta. Biz de bugün
İstanbul'dan çok daha kötü durumda olan İzmir’i, geliştirmeden, bir cazibe
merkezi haline getirmeden İstanbul’un yükünü hafifletemeyiz. İzmir'de Küçük
Menderes, Büyük Menderes ovaları, arkasında Manisa, Denizli, Muğla,
Aydın; Balıkesir illeri İzmir’i çok ciddi şekilde beslemekte; adeta İzmir’e arka
banliyölük yapmaktadır. Bu bakımdan mutlaka İzmir’i, Bursa’yı İstanbul’la
beraber düşünmemiz şarttır.
Bütün bunların yanında, İstanbul'u kalkındırmamız, geliştirmemiz için
ulaşım problemini mutlaka çözmemiz lazım. İstanbul'da yeraltını ulaşım için
kullanmadan, İstanbul'u kurtaramayız. İnsanlarımızın, işlerine, okullarına,
sağlık tesislerine gidebilmek için kısa sürede ulaşımı sağlayacak yeraltı
sistemini kullanmaları lazım. Özel arabaları ile gitmeyi tercih edenler, o
zaman trafikte beklesin, alternatifini biz oluşturalım.
Bu büyük bir olgu. Diğer taraftan salt olarak bizim mesleğimize
geldiğimizde, İstanbul'un kentsel dönüşümü; yaşam kalitesinin, konut
kalitesinin artırılması, yılların birikimiyle gelişen bir olgu. Şimdi, burada çok
değerli hocalarımız, Şehir Plancıları Odamızın Değerli Başkanı, çok güzel
görüşlerini ifade ettiler.
Bugün İstanbul'da 3 milyonun üzerinde konut var. Bu konutların
yüzde 70’inin yaşanamayacak durumda olduğunu biliyoruz. Belki yüzde
80’ine yakını ya temel ruhsatı (inşaat başlama ruhsatı) ve iskân
müsaadesinden (yapı kullanma izni) yoksun, ama daha vahimi mühendislik
bilimine, mimarlık bilimine, şehir planlama kriterlerine uygun olmadan
yapılaşmış yapılar. Bunlar 1940’lı yıllarda başladı, 1950’li yıllardan itibaren
hızını artırarak devam etti. 1980’li yıllardan sonra ivme artırdı, 1990’lı yıllarda
İstanbul'un her tarafını kaçak ve çarpık yapılaşma, gecekondulaşma kapladı.
Bu yapılaşma İstanbul'un tarihi dokusunu, sit alanlarını, dere
yataklarını, yeşil alanlarını, orman alanlarını ciddi manada tahrip etti, şehrin
gelişmesini durdurdu ve bu yapılaşmalar şehrin ortasında kalmaya başladı.
Bugün ruhsatlı, iskânlı binalar olması gereken kalitede olmasa bile,
kentte esas vahameti oluşturan, ruhsatsız ve kaçak yapılardır. Bizim, bu
16
toplumun insanları, belli bir yaşa gelmiş insanlar olarak tabii ki
sorumluluğumuz var. Ama başta varlıklı, eğitimli, kültürlü, diplomalı
insanların daha çok sorumluluğu var. Kendi memleketinde aş, iş bulamayan,
kaliteli yaşam bulamayan insanlar büyük şehirlere göç ettiler. Diyarbakır’ın
köylüleri Diyarbakır’ın şehir merkezine, Diyarbakır’ın şehir merkezindekiler
İstanbul'a derken, bu böyle devam etti.
Bunu mutlaka engellememiz lazım. Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne
girme sürecinde, gelişme ve kalkınmada ciddi adımlar atarken, bugün G–20
zirvesinde Türkiye Cumhuriyeti artık eskisi gibi değil. Daha başı dik
konuşabilir bir duruma geldiyse, bu Türkiye'nin geliştiğini ve dünya milletleri
arasında daha iyi bir noktaya gelmeye çalıştığının bir göstergesidir.
Bugün gerek Avrupa'da, gerekse tüm dünyada Türkiye daha ciddi bir
duruş ve daha ileri bir pozisyona gelmiştir. Esas söylemek istediğim şu:
Türkiye'de gerçek manada kentsel dönüşüm sağlanmadan, insanlar kaçak
yapılardan, depreme dayanıksız evlerden kurtulmadıkça; gerçek
kalkınmadan, gerçek refahtan söz edemeyiz.
Bunu hep birlikte, beraberce halletmemiz lazım. Biz bugün TOKİ
olarak; gerek ekonominin gelişmesi, işsizliğin azalması, Türkiye'deki kaliteli
konut sunumunun artması, Türkiye'deki kiraların azalması, ev fiyatlarının
aşağıya çekilmesi, kayıtsız ekonominin kayıt içine alınması için, ev almak
için yeterli parası olmayan insanlarımızın ev alabilmesi için ciddi bir gayret
içerisindeyiz.
Şunu da ifade etmek istiyorum: Tabii ki, biz belki kendi haddini aşan
bir yapılanma içerisinde biraz çok açıldık. Ama biz Sulukule’deki kentsel
dönüşümü, Ankara kent girişi Protokol Yolu’ndaki kentsel dönüşümü
yapmasak, Odalarımız kimi eleştireceklerdi? Bugün Türkiye'de TOKİ 400 bin
konuta ulaştı. Bu, nüfusu 100 binden fazla 15 şehir demektir. Ama TOKİ
kesinlikle sadece konut yapmıyor. Modern hayatın gerektirdiği donatılarla
bezenmiş yaşam birimleri, kent parçacıkları yapıyor. Bunu yapmaya
çalışıyor, ama bazen çok yanlış da yapıyoruz.
Bilimsel kriterler, şehircilik kriterleri manasında, tarihten gelen
Selçuklu, Osmanlı ve daha eskilere giden mimari yapı tarzlarında, yöresel ve
klasik mimari yapı tarzlarında çok yanlışlarımız ve eksiklerimiz var. Ama, biz
burada teknik açıdan meslek erbapları olarak ortak bir dilde; krizle,
ekonomiyle daha çok bağlantılı olan görüşmeler yapıyoruz.
Biz kendi cephemizden baktığımız zaman, Türkiye'de büyük problem
başta İstanbul olmak üzere, hâlihazırda gelişmiş İzmir, Bursa, Adana,
Diyarbakır ile yeni gelişen Batman, Van, Samsun gibi şehirlerimizde çok
ciddi boyutlarda gecekondulaşma ve kaçak yapılaşmanın olması. Türkiye bu
kaçak yapılaşmadan, bu kaynak israfından kurtulmadan, bu şehir
birimlerinde yaşayan insanlarımızın devlete bakış açısını düzeltmeden,
17
devlete ve millete olan aidiyet duygusunu artırmadan; kalkınmadan
bahsedemeyiz, gerçek kalkınmayı yakalayamayız.
Yine aynı şekilde gerçekten barınmaya ihtiyacı olup da, ev alacak
parası olmayan, parasını beslenmeye, giyimine, sağlığına, eğitimine ancak
ayırabilen ve parası diğer ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyen insanlarımızın
konut problemini çözmeden, kalkınmadan bahsedemeyiz. Bu bakımdan,
sorumlu olan herkesin çok daha ciddi manada başını iki elinin arasına
koyarak düşünmesi, çalışması ve sorumluluğunun bilincinde olması lazım.
Bizler uygulayıcılar olarak mutlaka bilimin ışığında, bilimin
gereklerine göre hareket etmek, teoriye ve yasalara bağlı olmak zorundayız.
Ama, bir taraftan da üretimdir işin esası; , yatırım ve kaliteli üretim olmadan
kalkınmadan bahsedilemez.
Mühim olan sunum yapabilmek, kullanıma hazır bir eser meydana
getirmektir. Beslenmede de, sağlıkta da, barınmada da böyledir. Türkiye'nin
gerçek kalkınmayı yakalayamamasının sebeplerinden bir diğeri
ise
Osmanlı’nın 1500-1600’lü yıllardan sonra fabrikalarının, kağnılarının
çalışmaya, üretime dayalı sisteminin çökmesi, savaşa dayalı ekonomik yapı
sonucunda yurtdışından getirtilen hazır paralarla geçinmeye başlaması,
Avrupa’nın görece çok ileriye gitmesinden dolayı oldu. Durum böyle olunca,
tabii İstanbul'a ve İstanbul'da yaşayanlara çok görev düşüyor. İstanbul'a göç
getirmememiz gerekli. 12 milyonu aşan İstanbul nüfusunun, 5712
kilometrekarelik İstanbul yüzölçümünün, İstanbul'un ulaşımının, altyapısının,
elektriğinin, suyunun, telefonunun, doğalgazının, eğitiminin, sağlığının artık
İstanbul'u taşıyamadığını görüyoruz. İstanbul’un tarihinden gelen bu
özelliğini vitrine çıkarmak suretiyle; belki sağlık, eğitim, turizm özelliklerini
öne çıkarmak suretiyle, sanayiyi yakın bölgelere biraz daha desantralize
ederek daha sonra Türkiye'ye yaymak suretiyle bu krizden çıkacağız.
Kriz olunca para kendini koruyacak köşelere çekiliyor. O zaman,
devletin yatırımlarını artırması lazım. Türkiye'de bugün kriz gerçek manada
Avrupa’dan daha az etkili. Bizim gelir seviyemiz 7–10 bin dolarlar civarında,
Avrupa’nınki ise 30 bin dolar civarında. Onların kişi başına yıllık gelirleri 20
bin dolara düşüyor. Bizim kişi başına düşen yıllık gelirimiz ise 4 bin dolara
düşüyor. Tabii ki onlardan kötü durumdayız, ama krizden daha az
etkilendiğini söyleyebiliriz. Neden? Çünkü devlet yatırımları ve devlet
harcamaları arttı. Biz TOKİ olarak, krizin dünyayı kasıp kavurduğu dönemde,
yatırımlarımızı artırmaya devam ettik. Özellikle, inşaatlarımızda vasıfsız
elemanların çalıştığı; , yatırımlarımızın daha çok özel sektörün gitmediği
Doğu ve Güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere, Türkiye'nin 81 vilayetine,
650 ilçesine yayıldığı düşünüldüğünde, devlet yatırımlarının sosyal devlet
anlayışı içerisinde artarak devam etmesi gerekliliği de ortaya çıkmaktadır.
18
Bu bakımdan, bu bilimsel sempozyum ve toplantıların gençlerimizi
bilinçlendirmede, toplumumuzun sorumluluğunu artırmada ve üretime katkı
sağlamada daha cesur davranmalarını temin etmede çok önemli
fonksiyonlar içerdiğini görmekteyiz.
Ben özellikle çok yoğun olmama rağmen, aldığım davet üzerine
buraya katılmayı, sizlerle beraber olmayı bir görev bildim. Ben de
meslektaşınızım. Ayağımızda çizme, harcımızla, demirimizle inşaatlardayız.
Bugün Türkiye'nin her tarafına yayılan 1500’e yakın şantiyede işimizi
yürütmeye çalışıyoruz.
Şöyle ters bir olgu da var. İnşaat sektörü; altyapı, baraj yatırımları,
gölet yatırımları, seralar, havaalanları, demiryolları, konutlar ve çeşitli prestij
yapıları gibi çok geniş bir yelpazeye yayılmakta. Türkiye’ye bakıyoruz,
Ticaret Odası’na kayıtlı 200 bin yüklenici ve müteahhit var. Almanya'nın
nüfusu 85 milyona yakın ve dünya ekonomilerinde üçüncü büyük ekonomi; 4
bin müteahhitleri var. Bunların da mutlaka disipline edilmesi gerekli.
Bugün eğer Şehir Plancıları Odası çok ciddi eleştiriler yapıyorsa,
bizim konuşmalarımızda birtakım yanlış anlaşılmalar oluyorsa, diğer devlet
kademelerinde daha dikkatle konuşması gerekenlerin birtakım ifadelerinde
yanlış anlaşılacak sapmalar oluyorsa; bu Türkiye'nin genel pozisyonundan
kaynaklanıyor.
Bizim, Sulukule’de yaptığımız kentsel dönüşüm tartışılabilir. Roman
vatandaşlarımızın, bizim hakikaten o kültürü yaşatmamız lazım. Ama inanın,
orası çok kötü bir yerdi. Ben Fatih’te büyüdüm. Altyapı, su, tuvalet yok. Biz,
orada hak sahibi, tapu sahibi olan herkese yerinden konut verdik. Kiracılara
da Gaziosmanpaşa Taşoluk’tan ev verdik. Nasıl? Peşinatsız, evine
taşındıktan sonra ayda 180–220 bin lira arasında taksit ödeyerek; ama o
evlere gitmediler, kültürleri oraya uygun değil. Çoğu 30–40 bin lira devir
parası alarak bıraktılar, gitmediler. Tekrar “Biz Sulukule’de oturacağız”
diyerek geldiler.
Türkiye'de problemi çözebilecek kadro belki var, ama bu probleme
destek verecek ekonomik güç yok. İhtiyacı olanın parası yok. İşsizlik sorunu
bugün bütün dünyada var, ama Türkiye'de yüzde 14-15’ler seviyesinde.
Bunun aşağıya çekilmesi lazım.
Kentsel
dönüşümleri
mutlaka
Üniversitelerimizle,
akademisyenlerimizle, Mimarlar, , Mühendisler, Şehir Plancıları
Odalarımızla, sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte tartışarak yapmamız lazım.
Çağdaş ülkelerde olduğu gibi imar planlarını halkın katılımıyla yapmamız
lazım. Fakat, biz henüz o duruma gelemedik. O duruma gelmemiz için bir
defa bilimsellik, kültür, eğitim bakımından geçmemiz gereken aşamalar var.
19
Maddi bakımdan ulaşmamız gereken belli bir seviye var. Bu
bakımdan, bizim İstanbul'a olan göçü engellememiz, İstanbul'un ekonomisini
turizm ile geliştirerek, Türkiye ekonomisine katkı sağlamamız lazım.
Çanakkale’den Ege sahillerine geçiş için imkân sağlamamız,
Altınova’da şehir kurmamız, Karasu’da mutlaka bir liman kenti kurmamız,
Düzce’deki sanayiyi mutlaka artırmamız lazım. Bandırma’yı İstanbul'un
yükünü alacak düzeyde daha çok geliştirmemiz lazım. İzmir’i, Bursa’yı
geliştirmeden İstanbul’u kurtaramayız; İstanbul'u kurtarmadan Türkiye'nin
ekonomisini
geliştiremeyiz.
Türkiye'nin
ekonomisini
kalkındıracak,
geliştirecek olan İstanbul’dur. Biz bugüne kadar büyük ihale olarak ifade
edilebilecek 30 katrilyon tutarında 3500 ihale yaptık. Bugüne kadar
harcadığımız para; ödediğimiz hakediş rakamı bütün Türkiye'de 20 katrilyon
(eski rakamla), bugünkü rakamla 20 milyar TL.
Bu paranın yüzde 90’ını İstanbul'dan kazandık. Hazineden bir pay
almıyoruz, çağdaş ülkelerin, modern ülkelerin yaptığı gibi; yargı, güvenlik ve
denetimin dışında bütün ülkelerde, bütün kurumlar kendi kaynağını bularak
kendi çarkını döndürüyor; üniversiteler de buna dâhil. Devletten, hazineden
destek alabilir. Ama esas itibariyle kendi döner sermayesi ile çarkını
döndürecek durumda. Bilimsel açıdan gelişmiş ülkelerde böyle; Amerika,
Japonya, Almanya’da böyle, sadece hiç geri dönüşü olmayan yargı, güvenlik
ve denetim. Bu alanlarda kaynağı tamamen Devlet, Hazine verir. Bunun
dışındaki sağlık, eğitim dâhil tüm alanlarda devletin sübvansiyonu vardır,
mutlaka olacaktır; Türkiye'de daha fazla olacaktır. Ama tüm birimler kendi
çarkını döndürecek şekilde, kendi finansman sistemini de kurmak
zorundadır.
TOKİ olarak biz böyle yapıyoruz. Hazineden aldığımız arsaları
geliştiriyoruz ve bunlarla kazandığımız paralarla bugün ulaştığımız 400 bin
konut rakamının 300 bin adedi sosyal konuttur. Bu konutların 100 bin adedi,
taksitleri 250 liranın altında olan konutlardır. Evine taşındıktan sonra 100
lirayla, 250 lira arasında adeta aidat öder gibi bir aylık giderle ev sahibi
olması için çalıştığımız insanlarımızdır bu konutlarda yaşayanlar. Ama yine
ifade ediyorum; çok iş yaptık, çok yanlış yaptık, çok eleştiri alıyoruz, eleştiri
almamız, eleştiriye de açık olmamız lazım. Bilimselliğin bizim rehberimiz
olması lazım.
Biz Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile fiziksel olarak ve
çalışma olarak çok yakınız. Hocalarımız da gelip bize yanlışlarımızı
söylüyorlar, bizi uyarıyorlar. Yine geçtiğimiz altı aylık dönem içerisinde
dünyadan ve Türkiye'den akademisyenlerin de dâhil olduğu çok ciddi bir
mimari yarışma yaptık. 93 katılımcı oldu, bunlardan zannediyorum 12 proje
ödüle, değerlendirmeye layık görüldü. Bunları aldık, sergiledik, kitap haline
getirdik ve bunlar bize rehberlik yapıyor. Fakat o kadar yoğun bir çalışma
temposu var ki, çünkü Türkiye'de işsizlik, gecekondu had safhada.
20
Türkiye'de çok ciddi bir kentsel dönüşüm ihtiyacı var. Bugün İstanbul'da biz
Küçükçekmece, Ayazma, Tepeüstü, Kayabaşı, Gaziosmanpaşa, Tuzla,
Maltepe, Kadıköy, Fatih ve Bağcılar’da kentsel dönüşümler yapıyoruz; ciddi
bir gayret içerisindeyiz.
Küçükçekmece’de, Küçükçekmece Belediye Başkanı ile birlikte 3 bin
gecekondu yıktık. Gecekondu sakinlerinin hepsine anlaşma yapmak ve ikna
etmek suretiyle ev verdik. Kiracı olanlara uzun vadeli ödemek koşuluyla ev
temin ettik, ev sahibi olanları enkaz bedellerini peşinattan düşmek ya da arsa
bedelini vermek suretiyle ev sahibi yaptık.
Bugün Ayazma’da gecekonduların yıkılmasıyla boşalttığımız iki vadi,
rekreasyon alanı olacak şekilde düzenlenecek. Halkalı turnikeleri yakınında,
Başakşehir yolu üzerindeki gecekonduları yıktık, orasını çok güzel bir rant
alanı haline getirdik.
Trabzon’da
Zağnos
Deresi’ndeki
gecekonduları
kaldırdık,
rekreasyon alanı yaptık. Erzincan’da Çarşı Mahallesi’nde gecekonduları
yıktık; orada az katlı ve az yoğunluklu, yöresel mimariye de uygun konutlar
yaptık. Karabük’te, Denizli’de, Samsun’da, Diyarbakır’da, Ankara'da; ülkenin
birçok yerinde çok yoğun bir kentsel dönüşüm çalışması içerisindeyiz.
Gecekondu dönüşümü yaptığımız zaman, birçok kurum bize
yüklenerek, “Yapmayın” diyor. Gecekonduda yaşayan insan diyelim ki
masumdur; peki, Hakkâri’nin bir köyünde çok daha mağdur olan, gecekondu
yapamayan vatandaşımızın, ülkenin 781 bin kilometrekaresinin her
zerresinde daha çok hakkı yok mu? Bunları düşünürken, geleceğe ve
geçmişe yönelik muhasebesini yaparak, elimizdeki imkânlarla neyi daha
kolay ve pratik yapabiliriz? Ülkemizin menfaatine olan, vatan eksenli, millet
eksenli boyut nedir, vatanımızı, milletimizin yaşam seviyesini geliştirmek için
neler yapabiliriz?
Bizim hiçbir şeklide, bir devlet kurumu olarak siyaset yapmak gibi bir
hakkımız yok. Ama iş yaparken, şu anda iktidarda olan partinin, hükümetin
programlarını yürütüyoruz. Tabii ki, bu sefer siyasi kuruluşların hükümete
yönelik tepkisi, bize de yansıyor. Böyle zor bir dönem içerisinde, bütün bu
zorluklar içerisinde üretim yapmamız, kalkınmayı yakalamamız lazım.
Burada İstanbul'un konumunu, krizden çıkıştaki önemini vurgularken,
ülkemizin dünya içerisindeki, önemli bir köşe olma konumunu, ülkemizin
komşularıyla olan ilişkilerini, tarihinden gelen yükleri de düşünmek
zorundayız. Bugün ülkemiz hakikaten; Suriye, Irak, İran, Ermenistan,
Gürcistan, Ukrayna, Rusya, Moldovya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ile
çok ciddi bir yakınlaşma içerisindedir.
Bu düşünce ve gayretle çalışmak zorundayız. Biz burada
üniversitemiz, fakültemiz, akademisyenlerimiz ve siz gençler geleceğe teknik
açıdan bakan, üretim boyutunu öne çıkarmaya çalışan insanlar olarak bu
21
düşünceyle ülkemizde hangi siyasi yelpaze ve hangi düşünceden olursa
olsun, ülkenin kalkınmasına elbirliğiyle sarılmamız, birleşebildiğimiz
noktalarda alt ana eksenimizi kurarak, kalkınmaya daha çok destek
vermemiz lazım.
Biz TOKİ olarak 550 tane Ankara'daki merkezimizde 550, İstanbul
Uygulama Başkanlığı’mızda 100 arkadaşımız var. İki tanesi büyük şirketler
olmak üzere, toplam beş tane şirketimiz var yatırım yapan. Birincisi, Emlak
Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı, ikincisi ise Emlak Pazarlama
Projelendirme A.Ş. Çalışanlarımızın yüzde 85’i sosyal hayatından fedakârlık
yaparak, çok yoğun bir gayret içerisindedir.
Onun için, biz TOKİ olarak Ticaret Odaları ve Borsalar Birliği, Türkiye
Mimar Mühendis Odaları Birliği ve benzeri diğer kurumlar dâhil olmak üzere
meslek odalarımızdan; akademisyenlerimizden, üniversitelerimizden de
destek bekliyoruz.
İstanbul'un ulaşım problemini çözme mecburiyetimiz var. İstanbul'da
deprem olursa, İstanbul Türkiye 200 milyar dolar yükün altına girecek. Bu
tehdidi ortadan kaldırmak ve bir deprem dönüşümü gerçekleştirmek için şu
anda Kayabaşı’nda 65 bin konut yapıyoruz; bunun 25 binini özel sektör, 40
binini ise TOKİ yapacak. Biz diyoruz ki, bugün İstanbul'da deprem riski olan
70 bin hane var; ağır hasarlı veya hasarlı. Bunların içinde hala oturulan 17
bin tanesine biz yazı yazdık. “Gelin biz size Kayabaşı’ndan peşinatsız,
taşındıktan sonra ödemek ve oturduğunuz hasarlı evi de yeni evin
bedelinden düşmek suretiyle ev vereceğiz” dedik. Çok ciddi bir geri dönüş
alamadık buradan. Yasal destek gerekli. İstiyoruz ki, deprem riski olan
evlerde insanlarımız oturmasın.
Kayabaşı’ndaki planlara da çok ciddi itirazlar oldu. Net emsal 1,8’,
brüt emsal ise 0,60 civarındaydı. Emsali net üzerinden 0,90’a çektik; bu
kadar eleştiri almayalım, Şehir Plancıları Odamız, Mimarlar Odamız
işlerimize daha hoşgörülü baksın diye. Brüt üzerinden emsalimiz şu anda
Kayabaşı’nda 0,38 civarında. Taksim Meydanı’nın dört katı büyüklüğünde
meydanlar, kültür alanları, teknik altyapı alanları, ulaşım bakımdan çok
zengin alanlar yapıyoruz. Hakikaten, İstanbul'a alternatif yeni bir uydu kent
kurmaktayız.
Bir hocam beni uyardı; “Şehrin içerisindeki kentsel dönüşümlere
biraz daha hız verin, bu şehirlere nefes aldıralım”. Çok doğru bir tespit ve
uyarı. Ama inanın, bu, dünyanın en zor işi. İstanbul'da kentsel dönüşümleri
yapmak için; İstanbul'u kaçak ve depreme dayanıksız yapılardan, modern
hayatın gerektirdiği donatıları bulundurmayan yörelerden kurtarmak için
herkes biraz daha birbirine destek vermeli.
22
Burada birileri mutlaka mağdur olacak. Biz masum olan insanları
koruyalım derken, beş tane gecekondusu olan insanlara, gecekondu ticareti
yapanlara da ev veriyorsunuz.
Gecekondu bölgelerinde oturanların yüzde 40’ı kiracı. Bunların
hepsini iyi irdelememiz lazım. İstanbul'da tarihin verdiği çok büyük bir
zenginlik; Megaralılar’dan, Roma’dan, Bizans’tan gelme çok ciddi tarihi
derinliği var. Osmanlı’nın bu şehre vurduğu çok ciddi bir mühür var.
Bizim bu tarihi zenginlikle beraber İstanbul'u müstesna bir hale
getirmek için olanca gayretimizle çalışmamız gerekmektedir. Bu bakımdan,
“Kriz ve İstanbul” toplantısının özellikle İstanbul’umuza, Türkiye’mize ve
bütün insanlığa faydalı olmasını diliyorum. Katılımınız için herkese teşekkür
ediyor, saygılar sunuyorum.
----&----
23
TEMATİK KONUŞMA
“KRİZ VE İSTANBUL”
Konuşmacı: Mustafa SÖNMEZ (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı)
----&---EBRU KERİMOĞLU- “İstanbul Buluşmaları 2009” un tematik
konuşmasını yapmak üzere Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Sayın Mustafa
SÖNMEZ’i kürsüye davet ediyorum.
MUSTAFA SÖNMEZ (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı)- Değerli
konuklar; herkesi saygıyla selamlıyorum.
Size “Kriz ve İstanbul” başlıklı bir sunum hazırladım, onu takdim
edeceğim. Tabii, haliyle bu küresel bir kriz olduğu için, bir dış dünya
bağlamıyla başlayıp, oradan Türkiye'ye gelip ve oradan İstanbul'a
odaklanmayı düşünüyorum.
Şimdi, bu bir dünya krizi ve şu grafikte gördüğünüz gibi - bu Dünya
Bankası’nın bir çalışması- Dünya kapitalizmi son 150 yılda dönem çeşitli
krizler yaşamış. Biraz zayıf görünmekle beraber, silik gibi görünen çizgiler
dünya ekonomisinde önemli kriz dönemlerini yansıtıyor. Örneğin, 1870’lerde
bir kriz var, 1890’larda bir kriz var. Sonra arkasından 1910’lara doğru bir kriz
var ve dünya savaşı var. Arkasından 1929 krizi var ve İkinci Dünya Savaşı
24
var. Sonra 1950’lerden, 1980’lere kadar çok tarihe geçmiş kriz görmüyoruz,
ama 80’lerden sonra krizlerin sıklaştığına tanık oluyoruz.
80’lerde Latin Amerika borç krizi, arkasından Japonya’da yaşanan
kriz, 90’larda Asya ve Rusya krizi. Türkiye'nin yaşadığı 1994 ve 2001 krizleri
ile günümüzde yaşanan küresel kriz. Yani, bu 150 yıllık dönem içerisinde
dikkat çeken olgu, dünya ekonomisinin bu mavi çizgide görüldüğü gibi, bu
süreç içerisinde sürekli büyüyor olması. Sermaye birikimi bir şekilde ilerliyor,
krizler oluyor, krizleri aşıyor, hatta bazı dönemlerde savaşlarla bunu aşıyor.
Savaşlarla krizlerin yakın bağlantısı var. Aslında, savaş bir düzeltici unsur
olarak da kullanılıyor dünya krizlerini aşmada.
80’lerden bu yana bu krizlerin aralığının sıklaştığını görüyoruz.
Bugün geldiğimiz ve içinden geçmekte olduğumuz kriz de bu dünya tarihinin
en önemli krizlerinden birisi. Bu krizin ortaya çıkış nedenin çok fazla üzerinde
durmayacağım, ama bu sürece damgasını vuran bir gelişme var;
finansallaşma ve balonlaşma. Bu grafikte de görüldüğü gibi, 80’li yıllarda
gerçek mal ve hizmet üretimiyle, bu üretimin senetlere, kâğıtlara, yani
menkul kıymete dönmesi birbirine çok yakındı. 10 trilyon dolara, 12 trilyon
dolar.
GSMH-Finans:Balonlaşma;1980-2007
250
400
350
200
300
250
150
200
100
150
100
50
50
0
1980
1990
2000
GSYH (Trilyon Dolar)
10
22
32
55
Mali Stok (Trilyon Dolar)*
12
43
94
196
119
195
297
356
Derinlik (MS/GSYH) %
2007
0
Bakın, sonraki yıllarda ne oluyor? Milli gelir ve dünya hâsılası
büyüyor, fakat bu menkul kıymet stoku dediğimiz kâğıtlaşma olağanüstü bir
büyüme gösteriyor. Yani, gerçek hayattan çok daha fazla katlanarak bir
menkul kıymet stoku, finansallaşma, balonlaşma yaşanıyor ve bu durum,
krizde zirveye ulaşıyor. Bu krizde dünya kapitalizmi artık öyle bir yere gelmiş
25
durumda ki, gerçek mal ve hizmet üretiminden bağımsız olarak bir
kâğıtlaşma, balonlaşma, finansallaşma yüksek bir seviyeye ulaştı ve bu yolla
azami kârı elde etme saplantısına düşüldü, Sonuçta da Amerika'da
mortgage kredileri, senetleri üstünden izlenen balonlaşma patladı ve
Amerika'da finansta başlayan hareket, giderek bütün dünyada reel sektörü
de içerisine alacak şekilde bütün sektörleri kapsayan bir bunalıma dönüştü.
Bu grafik de yine IMF’nin son raporunda dünya ekonomilerinin
krizden nereye doğru yol aldıklarına dair sembolleri gösteriyor. Kırmızılar
krizin en şiddetli hissedildiği ayları gösteriyor, kırmızıdan pembeye doğru
geçiş etkinin hafiflemesi, sarı, giderek açık yeşil ve koyu yeşile geçişse
krizden çıkışa dair işaretleri simgeliyor.
Görüldüğü gibi, ekonomi özellikle mart ayına kadar çok diplerde
seyretmiş bütün dünyada. Sonra yavaş yavaş bazı ülkelerde daha az
iyileşme, “en kötü”yü geride bırakma, bazılarında biraz daha hızlı bir iyileşme
şeklinde görülmüş. İyileşmenin daha çok görüldüğü coğrafyaların Asya
olduğunu, özellikle Çin’in hızlı bir toparlanmayla iyileşmeye geçtiğini, onun
yanı sıra Hindistan’ın biraz daha toparlandığını, ama diğer bölgelerde
iyileşmenin görece daha yavaş seyrettiğini görüyoruz. Türkiye'ye dair IMF
gözlemine bakarsak, ocak ayından itibaren “en kötü” geride kalmış gibi
görünüyor. Giderek açık yeşile, yani iyileşmeye doğru bir toparlanma
gözlemi var. Bu, IMF’nin, dünya krizinin nereye seyrettiğine dair bir analizi.
Türkiye, IMF ve Dünya Bankası tarafından Avrupa'nın yükselen
ekonomileri içerisinde gösteriliyor. Yine IMF’nin tespitlerinden hareketle
26
baktığımızda, Türkiye'nin Avrupa'nın yükselen ekonomileri içerisinde krizi en
derinden yaşayan ülkelerden birisi olduğunu görüyoruz.
IMF; 2008 yılını yüzde 1 dolayında bir büyümeyle kapadıktan sonra,
bu yıl ekonominin yüzde 6,5 küçüleceğini öngörmüş. Ama 2010’a dair yüzde
3,7’lik bir büyüme öngörüsü var. Bölgenin diğer ülkelerine baktığımızda,
küçük Baltık ülkelerinin en şiddetli şekilde krizden etkilenerek yüzde 17
daraldığını, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya’nın da hatırı sayılır
küçülmeler yaşadıklarını görüyoruz. Ama Türkiye ekonomisinin 700 milyar
dolarlık bir ekonomi olması ve yüzde 7’yi bulabilecek bir küçülme öngörüsü,
bu bölgenin krizden en ciddi şekilde etkilenen ülkesi olduğunu söylememize
imkân veriyor.
Haliyle, Türkiye'de 2008’in son çeyreğinden bu yana üç mevsimdir
ekonomik daralma yaşanıyor. Önce kriz, özellikle Ekim 2008’den itibaren
Türkiye'de hissedilmeye başlandı. Yüzde 6 dolayındaki daralmanın
arkasından, ilk çeyrekte yüzde 14 gibi tarihi bir küçülme yaşandı. İkinci
çeyreğin küçülmesi de yüzde 7 civarında gerçekleşti.
Üçüncü çeyreğin küçülmesinin, -üçüncü çeyrek bitti, ama henüz
sonuçları açıklanmadı - yüzde 6–7 civarında bir küçülme olduğunu tahmin
ediyoruz. Dolayısıyla bakıldığında, Türkiye ekonomisi özellikle 2002–2007
döneminde
dünyadaki
likidite
bolluğunun,
bu
finansallaşmanın,
balonlaşmanın ortaya çıkardığı dünyadaki Lale Devri’nin etkisiyle 2001
krizinden sonra ardı ardına epey bir yüksek büyüme dönemi yaşadıktan
sonra, dünya kriziyle beraber bu Lale Devri’nin bitmesi sonucunda ciddi bir
daralma sürecine de girmiş oldu.
Kriz merkez ülkelerde finans krizi olarak başladı, hatta bu yüzden
Türkiye'de de 2001 döneminde finans krizi yaşandığını ve arkasından 20
küsur bankanın devlet eliyle kurtarıldığını, bunun da bedelinin ciddi ölçüde
IMF’den borçlanılarak gerçekleştirildiğini, bu borcun süreç sonunda topluma
ödetildiğini hatırlayalım.
Finans krizi, finans sektörü daha 2001 krizinden ayıklanmış olarak
çıktığı için, “Bu kriz Batı’da finans krizi olarak çıktı, bizim finans sektörümüz
sağlam olduğuna göre biz hiçbir şey olmaz” denildi. Galiba bundan dolayı da
birileri Başbakan’a “Kriz bizi teğet geçti, diyebilirsin” dedi. Dünya finans
sektöründen, krizi yaşamayan bütün coğrafyalar, bütün o kâğıtların finansına
bulaşmamış ülkeler krize dâhil oldular, kriz bulaştırıldı.
Bu, reel üretim üstünden dünya ekonomisiyle, reel ekonomi
üstünden bütünleşmelerinden dolayı gerçekleşti. Asya’dan, Latin Amerika’ya,
Doğu Avrupa’dan, Ortadoğu’ya kadar. İster sanayi ürünleri şeklinde, ister
enerji ve hammadde üstünden merkeze bu şekilde eklemlenmiş olan ülkeler
merkezdeki talep daralmasından dolayı kendilerini çok ciddi bir kriz
27
içerisinde buldular. İşte ne oldu? Her şeyden önce ihracatları düştü,
Türkiye'de olduğu gibi.
Türkiye özellikle son on yıldır sanayi üretimini ağırlıkla ihracata ve
Avrupa Birliği’ne odaklamıştı. Avrupa Birliği krize girdiğinde, finans ayağında
ne oldu? Öncelikle sanayi ürünlerine, yani Türkiye'den ve Türkiye gibi
ülkelerden temin ettiği sanayi ürünlerine talebi düştü. Talep düşünce,
Türkiye'de ihracatı tökezlediği için, sanayisi kapasite kullanımı da zorluğa
girdi ve kendisini krizin içinde buldu.
Bu grafikte gördüğünüz gibi, ihracat aydan aya çok ciddi kan
kaybetmiş ve yüzde 30’un üstünde bir daralma yaşamış. Keza, dış talepteki
bu daralma iç talepte de yaşandı. İç talepte de ihracattaki azalmayla beraber
fabrikalar kapasiteleri düşürdüler, tensikatlara başvurdular, ücretleri
düşürdüler. Bu alım gücünü, Türkiye için de düşürdü. Ayrıca, insanlar tabii
ne olur, ne olmaz diyerek taleplerini düşürdüler. Böylece bu dış taleple, iç
talep daralması sanayide git gide bir üretim kaybını ve üretim düşüşünü
getirdi.
Nitekim sanayi üretimi şubat ayında ciddi ölçüde dibe vurdu, ama
sonraki aylarda da çok fazla toparlanabildiği söylenemez. Kapasite kullanım
28
oranı bir ara düzelse bile, son iki ayda ciddi ölçüde düşüyor. Bu, toparlanma
iddiasını büyük bir soru işaretiyle karşılanması gerektiğini bize söylüyor.
Haliyle bu daralmanın, küçülmenin en önemli sonucu olan işsizlik,
büyüme döneminde, yani 2007 döneminde bile Türkiye için ciddi bir sorundu.
İstihdam yaratmayan bir büyüme yaşanıyordu. Burada yüzde 10’larda
kemikleşmiş bir işsizlik vardı. Bu yeni dönemle beraber bu eşik yüzde
10’lardan, yüzde 15’lere doğru seyrediyor. Bazı aylarda, özellikle mevsimsel
istihdamla beraber turizm, inşaat, tarım gibi bu biraz yumuşasa, yüzde 1314’e seyretse bile, yüzde 15’e doğru ilerleyen bir resmi işsizlik var. Bunun
resmi işsizlik olduğunun özellikle altını çizelim. Üç milyon küsuru aşan bir
resmi işsiz sayısı, ama bir de Türkiye'de sayılmayan işsizler var. Yani,
insanlar eğer iş aramıyorlarsa, iş aramaktan umutlarını kaybetmişlerse,
mevsimlik işçilerse, bunları TUİK işsiz, işgücü ve işsiz havasına katmıyor.
Hâlbuki bunlar dikkate alındığında işsizlik oranı yüzde 20’lere ve
işsiz sayısı da 6 milyona yaklaşıyor. Bunun çok önemli bir kısmının genç
işsizler olduğunu, hatta lise ve üniversite mezunu 1 milyonu aşkın bir işsiz
kitlesinin bulunduğunu da burada hatırlatalım. Tabii, bu kriz sürecinde esas
bu aşağıdan gelen iş bekleyen, krize işsiz olarak yakalanan insanlara ek
olarak kriz sürecinde işlerinden çıkarılan insanlar eklendi. Özellikle, krizin
şiddetle yaşandığı 2008 sonu ve 2009 başlarında çok ciddi tensikatlar söz
konusu oldu. Dolayısıyla, bu yedek işsizler ordusu krizin yaratmış olduğu
tensikatlarla beraber biraz daha büyüdü.
Dünyada tabii bu küresel bir kriz olduğu için, özellikle küresel
ekonomiye birebir eklemlenmiş bölgeler krizi daha yakından ve birebir
hissediyorlar. Haliyle, İstanbul da dünyadaki bu kentlere baktığımızda,
üçüncü kademe bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, dünyadaki bu
altüst oluştan hemen etkilenen, bütün etkilerini hisseden bir kent. Aslında,
daha önceki diğer bölgesel ya da kendi iç dinamiklerimizden kaynaklanan
krizlere baktığımızda, yine İstanbul'un ülke genelinde yaşanan krizi daha
derinden hissettiğine tanık oluyoruz.
Örneğin, 1994 krizinde Türkiye ekonomisi yüzde 5,5 küçülürken,
İstanbul'un yüzde 10,5 küçüldüğünü görüyoruz. Keza, 2001 krizinde ülke
genelinde yaşanan yüzde 7,5 oranındaki daralma İstanbul'da yüzde 10’u
aşmıştı. Yani, İstanbul'un dünya ekonomisiyle kenetlenmiş ve ülke
içerisindeki ağırlığının yüzde 20’leri aşıyor olmasından dolayı kriz şartları
İstanbul'u daha derinden vuruyor.
İstanbul özellikle 2001 krizinden sonra, 2002–2007 dönemindeki
büyümeden hatırı sayılır bir pay almıştı. Yani, bütün bu bölgesel
dengesizlikleri azaltma, İstanbul'u desantralize, Anadolu’yu ihya etme ve
böylece İstanbul'u nüfus baskısından kurtarma iddialarına rağmen büyüme
29
dönemlerinde de İstanbul çok önemli bir çekim merkezi ve yine yatırımları
kendisine topluyor.
2002–2007 döneminin yatırım teşviklerine baktığımızda, toplam
yatırımlardan İstanbul'un yine yüzde 25 pay aldığını görüyoruz. Yani, bütün
bu bölgesel denge iddialarına rağmen, kendi haline bıraktığımızda, sermaye
dönüp dolaşıp İstanbul'a geliyor. Hatta İstanbul'dan sanayiyi desantralize
edelim iddialarımıza rağmen, imalat sanayiine yapılan yatırımların yüzde
24’ünün yine İstanbul’a yöneldiğini görüyoruz.
Eğer planlama yoksa, bir iradi çaba, kararlı bir teşvik sistemi yoksa,
böyle küresel rüzgârlara terk ettiğimiz anda, sermaye nüfus dönüp dolaşıp,
mekânsal olarak neresi en yüksek kârı sağlıyorsa, oraya yoğunlaşıyor.
İstanbul'un başına da bu kriz öncesinde yine bu geldi. Yine yatırımların
önemli bir kısmı, nüfus İstanbul'da toplandı, hatta sanayi ciddi ölçüde yine
İstanbul'a akın etti.
Krizde ne oldu? Bu defa az önce bahsettiğim gibi Türkiye ve İstanbul
krizi reel sektörden yaşadı. İstanbul'da finans sektöründe herhangi bir darbe
yok. Ama konfeksiyon, tekstil sektörü -İstanbul'un en fazla yoğunlaştığı
alanlardan birisi -, inşaat sektörü, gıda dışındaki bir dizi sanayi sektörleri
krizden ciddi ölçüde yara almış durumdalar. Keza gayrimenkul rantına dönük
sektörlerde bütün bu alışveriş merkezleri, plaza yatırımlarında, konut
sitelerinde ve konut satışlarında ciddi bir durgunluk ve kriz yaşanıyor.
Türkiye'de bütün bu bölgesel denge iddialarına karşın hiçbir ters
rüzgâr yaşanmıyor. Türkiye'de özellikle 1980 sonrası bu planın iyice kulak
ardı edilmesiyle, liberalleşme ve küreselleşmenin yüceltilmesiyle birlikte
nüfus ve kaynakların mekânsal dağılımı daha Batı, İstanbul ve çevresi lehine
yaşandı.
İstanbul hiç durmaksızın, olağanüstü bir nüfus basıncı altına girdi.
İkinci bir eğilim kıyılaşmaydı, turizmin gelişmiş olduğu, gelişmekte olduğu
Antalya, Muğla yörelerine doğru bir nüfus akışı oldu. Bu da tabii bu
bölgelerin çok ciddi şekilde betonlaşmasına ve çevresinin ciddi ölçüde
tahribatına neden oldu.
Üçüncü bir eğilim; küresel ekonomiye dönük meta üretimi yapan
bazı Anadolu vahalarında; Kayseri, Antep, Denizli gibi şehirlerde küçük
yığılmalar oldu, ama genel eğilim aksi doğrultuda gerçekleşti. 1980’den bu
günlere baktığımızda, hiçbir dönemde bölgesel dengenin tersine seyrettiğini
ve Anadolu’yu yerinde tutacak bir sürecin hiçbir plan döneminde
gerçekleşmediğini görüyoruz. Bunda da yine en ağırlıklı unsur plana
inançsızlık; piyasayı, neoliberalizmi her şeyin önüne koyma ve onun her
şeye kadir olduğuna olan inanç. Bunun sonucunda da bu kıyılaşma ve
İstanbul'un üstüne olağanüstü bir yükün binmesi gibi sonuçlar ortaya çıkıyor.
30
Haliyle, İstanbul’da olan kriz onun çekim alanı içerisinde olan bütün
illere de yansıyor; örneğin Bursa ve Kocaeli, bugün krizi çok derinden
yaşayan bölgeler. Bu durum, zaman zaman Tekirdağ, Adapazarı, hatta
Bilecik ve Eskişehir’i bile etkisi altına alıyor. Yani, İstanbul esas olarak krizi
sadece kendi coğrafyasında değil, bütün bölgesiyle beraber yaşıyor, oralara
yansıtıyor.
Bir gösterge gerekirse, Sosyal Güvenlik Kurumu’na kayıtlı ücretli kişi
sayısına baktığımızda, krizin etkilerinin hissedildiği Ekim 2008’den, Haziran
2009’a kadar bırakın sigortalı sayısında artışı, aksine azalma yaşandığını
görüyoruz. Ama mevsimsel istihdamlarla beraber bugün bile Sosyal Güvenlik
Kurumu’nda 200.000’in altında bir sigortalı kaybı var.
İstanbul özeline baktığımızda, 157 bin sigortalı insan, yani kayıtlı
ücretli bu kriz döneminde işini kaybetmiş görünüyor. Bu, yüzde 5,5 oranında
bir kayıp anlamına geliyor. Yani, Türkiye genelinin üstünde; İstanbul bu
anlamda krizi derinden yaşıyor, bunun bir göstergesi olarak kayıtlı ücretli
sayısını gösterebiliriz.
Keza, bu 15 ilin tahliline baktığımızda, İstanbul'un konumsal olarak
etrafında bulunan Bursa, Kocaeli, Tekirdağ illeri yine çok ciddi kayıtlı ücretli
kaybı yaşayan illeri oluşturuyor. Bu 15 il içerisinde krizi atlatmış gibi görünen
ya da istihdam kaybını telafi etmiş olanlar, bekleneceği gibi, turizm ve
seracılıkta uzmanlaşmış olan, Antalya ve Muğla bölgeleri, bir de kamu
istihdamının ağırlıkta olduğu Ankara olarak görünüyor. Onun dışında,
Türkiye'nin istihdamında yüzde 70’e yakın payı olan bu iller dışında, bir de
Konya var. Onu dışarıda bıraktığımızda, tüm diğer illerin ciddi ölçüde kayıtlı
istihdam kaybına uğradığını ve krizi yaşadığını görüyoruz; ama bunu
özellikle İstanbul yaşıyor.
İstanbul'un küresel ve dünya ekonomisiyle bütünleşmiş bir kent
olmasına karşın, istihdam ve nüfus özellikleri henüz ciddi bir kapitalistleşme
ve kapitalist kent görünümünü vermiyor. 12,5 milyonluk nüfus içerisinde
istihdama katılabilenler İstanbul nüfusunun ancak 1/3’i; burada işgücüne
katılma oranı Türkiye genelinden farklı değil. Yani, İstanbul aslında
gerçekten kocaman bir köy.
Nüfusun önemli bir kısmının, özellikle kadın nüfusun işgücüne
katılım oranı hâlâ çok düşük. Kayıtsız istihdam da ona keza ağırlık taşıyor.
İstanbul'un bir diğer özelliği de, bir ücretli kenti olması; istihdam edilenlerin
yüzde 81’i ücretli. Ülke genelinde yüzde 62 olan ücretlilik oranı İstanbul'da
yüzde 81’e çıkıyor. Bu anlamda İstanbul bir proleter kenti ve giderek de
mülksüzleşen bir merkez.
Bu nüfusun bir kısmı kayıtlı, bir kısmı kayıt dışı; fakat önemli bir
kısmı kayıt dışı ve örgütlü bir ücretli kesim de değil.. Aynı şekilde,
31
sendikalılık oranı son derece düşük. Bu anlamda bölüşüm ilişkilerinde
İstanbul'da olağanüstü bir eşitsizlik var.
Sektörel olarak baktığımızda, İstanbul'un sanayiden arındırıldığı ya
da sanayinin desantralize edildiği iddialarına rağmen, hâlâ sanayinin
istihdamda yüzde 40 payı olduğunu görüyoruz. Bu küçük ve orta ölçekteki
işletmeler özellikle; tekstil, konfeksiyon, oto yan sanayileri, oto bakımla ilgili
sektörler ve deri sektörü. Bütün bunlar alt alta konulduğunda, İstanbul güya
otomotiv endüstrisini Bursa’ya, diğer bir dizi ana metal sanayisini Kocaeli ve
Tekirdağ’a desantralize etmiş görünmesine rağmen, hatrı sayılır bir sanayi
nüfusunu barındırmaya devam ediyor. Hâlâ organize sanayi bölgeleri ve
küçük sanayi sitelerinde büyük bir sanayi nüfusu yaşıyor.
İşsizlik gerçekten bu krizde İstanbul’un en önemli sorunlarından biri
haline geldi. TÜİK en son 2008 yılı bölgesel işsizlik rakamlarını vermişti.
Orada işsiz sayısı 2008 yılı sonunda İstanbul'da 493 bin görünüyor. Ama bu
sayılmayan işsizler, yani kayıt dışı işsizler de 115 bini buluyor. Bunlarla
beraber 68 bin işsiz var İstanbul'da. Bu, Türkiye işsizlerinin yüzde 14’ü
demek.
İşgücüne katılma oranı İstanbul'da Türkiye genelinden farklı değil.
Ancak, yüzde 46,5 oranında bir nüfus işgücüne katılıyor. Çok önemli bir
büyüklükte işgücü dışında kalan nüfus söz konusu. Krizin İstanbul'u nasıl
vurduğuna dair bir göstergeyi de ihracattan görebiliyoruz. İhracatın ilk dokuz
ayı şunu gösteriyor; İstanbul Türkiye ihracatında yüzde 55 gibi çok önemli bir
paya sahip.
2008’in 9 aylık sürecinde 51 milyar dolar ihracat yapılırken, bu kriz
döneminde İstanbul'un ihracatının 35 milyar dolara düştüğünü görüyoruz.
Dolayısıyla, ihracatta yüzde 30 oranında bir azalma var. Bu, Türkiye genelini
yansıtıyor. Aynı durumu ithalatta da görüyoruz. İthalatta yine İstanbul'un payı
yüzde 55 ve baktığımızda, ithalatın İstanbul'da yüzde 40 daraldığını tespit
ediyoruz. Dış ticaret merkezi sayılan İstanbul bu krizde yüzde 40’a yakın gibi
bir daralmayla çok ciddi bir küçülmeye gitmiş görünüyor. Bu hem istihdamda,
hem de dış ticarette görünüyor.
Yatırımlara bakıldığında, Türkiye genelinde 2008 ve 2009’un sekiz
aylık yatırımlarını karşılaştırdığımızda, Türkiye genelinde toplam yatırımlarda
yüzde 59’a yakın bir düşüş var, ama İstanbul'da bu oran daha fazla.
İstanbul’daki yatırımlarda geçen seneye göre yüzde 65 oranında düşüş var.
Birkaç yıl geriye gidip baktığımızda, İstanbul daha 2006 yılında
toplam yatırımların yüzde 26’sını yaparken, bugünkü küçülmeyle beraber
payı yüzde 13’e kadar gerilemiş. Bu yatırımlar da gösteriyor ki, İstanbul'da
kriz çok ciddi ölçüde ve derinden yaşanıyor. Bu durumu aynı zamanda vergi
tahsilâtında da görebiliyoruz.
32
Türkiye'nin vergi tahsilâtında İstanbul'un payı bazı yıllarda yüzde 35–
40 arasında değişir. Bu yılın ilk 9 ayına baktığımızda, İstanbul'da toplanan
verginin ancak yüzde 0,50 artış gösterdiği görülüyor. Ama unutmayalım ki,
bu cari rakamlarla enflasyonu dikkate aldığımızda, reel anlamda yüzde 5,5
oranında gerileme var. Yani, İstanbul Hazine’ye olan katkısında da geriye
gitmiş.
Buna karşılık giderler tabii Türkiye genelinde kamu harcamaları krize
rağmen durmadığı için, özellikle yerel seçimlerde krize biraz daha hafif
atlatmak için sürdürülen kamu harcamaları İstanbul'da da yüzde 14 artış
göstererek seyretmiş.
İstanbul'da kamu harcamalarının yapıldığı yerlere bakıldığında;
örneğin, emniyete yapılan harcamaların sağlığa yapılan harcamaların iki
puan üstünde olduğu; emniyet harcamaları yüzde 14’ü bulurken, sağlık
harcamalarının yüzde 12’de kaldığını görüyoruz.
Dolayısıyla, özellikle ekonomiye ilişkin yatırımlar toplam harcamalar
içerisinde önemli bir paya sahip değil. TOKİ yatırımları, tabii ki bunun içinde
değil. Çünkü biliyorsunuz TOKİ yatırımları denetim dışında olan yatırımlar
olduğu için kamu harcamaları ve yatırımları içinde görünmüyor. Bundan
dolayı TOKİ’nin bu harcamalar içerisindeki payını araştırırsanız, bir sonuca
ulaşamazsınız. Bunun demokratikleşme ve şeffaflık açısından nasıl bir
durum olduğu, ayrıca konuşulması gerek bir konu.
Şimdi, kriz döneminde olabileceklere bakalım. İstanbul çok ciddi bir
nüfus baskısı altında. 1980 yılında 5 milyonu bile bulmayan nüfus, 10 yılda
7,3 milyona, arkasından gelen 10 yılda 10 milyona ulaştıktan sonra, 2008 yılı
sonunda 12,5 milyon gibi bir rakama ulaştı. İstanbul, olağanüstü bir nüfus
baskısı altında. Bu nüfus baskısı altında bir kent tabii ki bunalır, kentin
altyapı yatırımı yetersiz kalır, kent her türlü çevre kirliliği ve tarihi mirası
koruyamama durumuyla karşı karşıya gelir. Dolayısıyla, yıllardır söylenen
iddialara rağmen, İstanbul bu nüfus baskısının, bu basıncın altında nefes
alıp vermeye çalışıyor, ne kadar nefes alabiliyorsa.
Baktığımızda, İstanbul hala net göç alan - yani biraz Antalya’ya,
Bursa’ya, İzmir’e doğru olan göçler artmış durumda - ve sonuçta
baktığınızda, 2008 yılında yine 27 bin net göç alan bir kent durumunda.
Buna karşılık tabii, İstanbul'a bu müthiş büyüklükteki nüfusla,
otomobilleşme, olağanüstü sermaye ve nüfusun mekânsal dağılımındaki
olağanüstü kutup olmaya bir altyapı gereksinimi ortaya çıkıyor. Buna altyapı
da yetişmiyor. İstanbul Türkiye genelindeki kamu harcamalarından da diğer
illerin aleyhine ciddi paylar alıyor, ama bunlar yine yetişmiyor ve gelin görün
ki, yapılan bütün bu kamu yatırımlarında yüzde 65-70’e yakını sadece
ulaştırmayla ilgili yatırımlar. Yani, tam bir keşmekeş, frenlenemeyen bir nüfus
33
ve olağanüstü bir otomobilleşme. Bütün bu otomobilleşme sürecine
yetişebilmek için durmadan ulaştırma yatırımı yapılıyor.
Dönüp baktığımızda, İstanbul'un yatırımlarının çok büyük bir kısmını
ulaştırma yatırımları olarak öngörüyoruz. Ama bu kriz döneminde bu
yatırımlara da tabii kaynak yetmeyecek, çünkü ister Büyük Şehir Belediye
aracılığıyla, ister muhtelif Bakanlıklar tarafından yürütülen projeler olsun,
bunların gerçekleşme oranları henüz çok gerilerde. Bakın, İstanbul ve
muhtelif iller kapsamındaki yatırımlarda gerçekleşme oranı ancak yüzde 41;
sadece İstanbul'da yüzde 20, muhtelif illerle birlikte bu yüzde 41, toplamda
yüzde 30 gibi. Yani, bir proje stoku var, bu proje stokunun ancak yüzde 30’u
gerçekleşebilmiş veya yüzde 70’i için kaynak gerekecek.
Bu daralan mali koşullarda azalan vergiler, bütçenin bu yıl 63 milyar
TL’yi bulması ve önümüzdeki yıllarda ortalama 50 milyar TL’yi bulacak
olması, İstanbul'un bu kaynak ihtiyacı ve yatırımları tamamlama ömrünün de
epey bir ileriye atılacağını, bunların aksayacağını bize gösteriyor.
Dolayısıyla, krizin yaratacağı en önemli olgulardan birisi, bu artan altyapı
ihtiyaçlarına karşılık olarak yapılacak yatırımların zamanında bitirilememesi
durumudur.
Bu süreç içerisinde büyük bir krizin yaşandığı İstanbul dünyanın
bölüşüm meselesinde en adaletsiz metropollerinden birisi. Türkiye, OECD
ülkeleri içerisinde gelirin bölüşümünde Meksika’yla beraber dünya birincisi,
İstanbul özelini alırsanız, İstanbul dağıtılan toplam gelirin yüzde 30’a yakınını
alıyor ve bunun içerisinde de yüzde 1’lik bir nüfus var ki, bu pastanın yüzde
30’una karşılık geliyor.
Kriz dönemleri, bu bölüşüm ilişkilerini daha da kötüleştirir. Çünkü
insanlar işsiz kalır, küçük ve orta işletmeler mülksüzleşir, ama birileri bu kriz
ortamında bile durumunu daha da iyileştirir. Bu günün İstanbul'unda durumu
iyileşen kesim, bankalara karşılık geliyor. Banka sistemi olağanüstü kâr
ediyor. Sadece sekiz ay itibariyle geçen yılki kârları 10 milyar TL’den, bu
sene 14 milyar TL’ye çıkmış; yani kârlarında yüzde 40 artış var.
Dolayısıyla, bu krizdeki İstanbul'da 2001 krizinden farklı olarak yüzü
gülen kesim, finans kesimi oluyor..Hatırlarsanız, 2001 krizinde finans sektörü
büyük ölçüde çökmüş, bankacılar işsiz kalmıştı. Buna bağlı olarak bir beyaz
yakalı işsizliği vardı. Ama bugünün İstanbul’unda yüzü gülen bankacılar
oluyor, kârlarını yüzde 40 artırarak.
Dış pazarla olan duruma baktığımızda, İstanbul'da ihracatta ve ona
bağlı olarak ithalatta bir daralma görüyoruz. İç ve dış talep iyileşmesinde bir
gecikme hem İstanbul'da, hem de Türkiye genelinde sanayide bir tahribat
yaratacak. Bu durum tabii İstanbul turizminde de bir tempo kaybına neden
oluyor. Aslında, İstanbul'a gelen yabancı sayısında hep artışlar gözleniyor,
ama İstanbul'a gelen yabancıların çok önemli bir kısmı çevre ülkelerdeki
34
yoksul ve işsiz insanlardan oluşuyor. Bugün turizm istatistiklerine
baktığımızda, ülkemize en fazla yabancının geldiği ülke Gürcistan. Hemen
yakınında Bulgaristan, arkasında İran, Irak, yani komşu ülkeler.
Buradan gelen yabancılar daha çok İstanbul'a ya akrabaların yanına
taşınmak, geçici işler bulmak, kaçak işgücü olarak çalışmak ve benzeri
alışverişler yapmak için, geliyorlar. Bu durum, İstanbul turizminde ciddi bir
canlanma gibi yansıtılıyor. Yanıltmasın, bu çevre ülkelerden gelen yabancı
trafiğiyle ilgili bir durum ve İstanbul aslında ancak kurvaziyer turizm ve kültür
turizmi için gelecek insanlarla katma değeri yüksek bir turizm yakalayabilir,
fakat henüz İstanbul'da böyle bir portföy yok. Keza, bu krizin transit trafiği
İstanbul'da azaltması gibi bir tehlike var. Yine gemi inşaatı ve lojistik gibi
sektörlerde bir daralmaya yol açması mümkün.
İç talepte de bir canlanma olmadığı için, bütün bu ciklet, oyuncak,
çiçek reklamlarıyla iç talebe “alın satın, verin, can verin” düşüncesini
aktaranlar, şunu anlamıyorlar. Özellikle bu son 20–30 sene içerisinde, ülke
içerisinde orta sınıf eritildi ve para harcayabilecek olan bir orta sınıf kalmadı.
Dolayısıyla, bugün iç talep canlanmıyor. Türkiye'de 72 milyon nüfus
olmasına rağmen, uygulanan dış pazar kaybı içeriden telafi edilemiyorsa,
bunun nedeni bu kutuplaşmanın yaratılması, bu bölüşümün bu kadar
insafsız bir duruma getirilmesi bu sınıfın bırakılmamasıdır. İnsanlar bugün
tüketmiyorlarsa, iç taleple dış talep kaybını telafi etmiyorlarsa, bu para
olmadığı içindir. Bu yoksullaşma da gerçekten bu son 30 yıllık neoliberal,
piyasacı, özelleştirmeci zihniyetin sonucudur.
Bu piramidin bu kadar dar tabanlı olması; sermayenin, varlığın,
servetin en yukarıdaki yüzde 1-5 oranındaki azınlığın elinde toplanmasından
kaynaklanır. Gidin o kesime harcayın deyin, ne kadar harcarlar ki? En lüks
arabaları alıyorlar, en lüks evleri kullanıyorlar, ama ceplerindeki parayı bir
türlü eritemiyorlar. Yapabileceğimiz şey o piramidi geniş tabanlı yapmak,
aşağıya doğru bastırmak. Bunu yapamadığınız sürece iç talebi de
canlandıramazsınız, kayıplarla da baş edemezsiniz.
Dolayısıyla, bu İstanbul’da da böyle sürüyor. Bu dış pazarlarda bir
açılma olmadığı takdirde, iç pazarda, iç pazarın bölüşümünde herhangi bir
dramatik politika değişikliği yapılmadığı takdirde, iç talebin canlanması ve
bunu tüketime dönüştürmesi oldukça zor. Bu da İstanbul içinde gayrimenkul,
, inşaat, ticaret ve finans dışı hizmetler sektöründeki durgunluğu, bunlara ek
olarak dakamu ve belediye yatırımlarındaki durgunluğu getirecek.
Bunun istihdama yansıması işsizlikte artış şeklinde olabilir. Özellikle
mevsimlik istihdamlar. Çünkü turizm ve inşaat sezonları bittiğinde, yeniden
bir işsizlik artışı olabilir. Bu küresel bir kriz olduğu için çevre ülkelerde
hissedilen işsizliğin kaçak işgücü girişi şeklinde İstanbul'a yansıması da söz
konusu, bundan da bahsettim. Bir süre sonra bu reel sektördeki kriz banka
35
finans sistemini etkilemeye başlayabilir ki, tahsile gecikmiş ya da batık kredi
oranı yüzde 5’i aştı. Bu beraberinde bir hizmet sektörü daralmasına ve beyaz
yakalı işsizliğine de yol açabilir.
KOBİ’ler düzeyinde gerçekten hem protestolu senetlerde, hem
karşılıksız çeklerde bir yaprak dökümünü İstanbul’da da yaşıyoruz. Bu süreç
İstanbul'a iç göçü yavaşlatır mı? Görünen o ki, henüz öyle bir şey yok. En
azından adrese dayalı nüfus sayımları 2008 yılında İstanbul'a hâlâ net 26 bin
kişinin geldiğini gösteriyor. Bunu yaşayarak göreceğiz tabii. Bir geriye göç
eğilimi olabilir mi?
Belediye özellikle bazı insanları teşvik ediyor, “köylerinize dönün”
diye, ama bunun sayısal boyutunu bilmiyorum. Çok da işe yaradığını
sanmıyorum. Çünkü gelenlerin çoğu gemileri yakarak geldiler. Yani, gidip
dönecekleri bir köy, barınacakları bir yer kaldı mı, emin değilim. Bu küresel
işsizlikten dolayı özellikle Türk kökenli vatandaşların Avrupa’dan, diğer
merkez ülkelerden Türkiye’ye gelip, Türkiye'de iş aramaları söz konusu
olabilir; böyle bir eğilim söz konusu olabilir.
Bu duruma uzun vadeli olarak baktığımızda, ters göçün olması
pozitif vasıflı bir elemanın gelecek olması iyi bir şey sayılabilir, ama burada
da vasıflı bir işgücü iş bulamazken, bir dibe doğru yarışı, rekabeti de
beraberinde getirebilir. Sosyal ve siyasal olarak ciddi bir yoksullaşma zaten
yaşanıyor. Bu artabilir, İstanbul özelinde. Dediğim gibi kamu ve belediye
yatırımları aksadığı takdirde, bu altyapı sıkışıklığı, bütün bu trafikte yaşanan
ıstırap, depreme karşı hazırlıksızlık, her tür sağlık koşullarından uzak bir
İstanbul; daha uzun yılların İstanbul'u olabilir.
Bildiğiniz gibi, İstanbul öteden beri bir küresel kent olarak takdim
ediliyor, vitrine konuluyor; dünya pazarına böyle satılmaya çalışılıyor. Bunun
sonucunda da İstanbul'un taşı toprağı daha rantı yüksek bir yer haline
getirildi. Hükümet de bütün bunları fırsat bilerek, sattığı onca KİT, kamu
kuruluşundan sonra İstanbul'un arsalarını paraya tahvil etmeye yöneldi ve bir
dizi kamu arsasını sattıktan sonra işte geriye kalan Galata projeleri,
Haydarpaşa projeleri hâlâ askıda duruyor. Ama yakın zamanlarda
yapacakları; tekrar 2B arazilerini veya başka rantı yüksek kamu arazilerini
satmak. Bu gözden bakılıyor İstanbul'a.
İstanbul’un rantı, arsası paraya tahvil edilecek bir varlık olarak
görülüyor. Onun ötesinde, başka bir değer atfedildiğini sanmayalım. Bu krizle
sıkışıklık şartları içerisinde İstanbul'a biraz daha kıyabilirler, onu söyleyeyim.
Bu yönde biraz daha fütursuz davranabilirler. O anlamda, İstanbul'a sahip
çıkalım. Bütün bu şartlar içerisinde İstanbul, daha otoriter ve daha
muhafazakâr bir yönetime maruz kalabilir. Bütün bunlara karşı da tetikte
olalım.
36
İstanbul'un 2010 yılında bir Avrupa kültür başkenti, bu kriz şartları
içerisinde ne kadar başarabileceğini yaşayarak göreceğiz. Çünkü, bu krizin
2010 yılında İstanbul'da bu kara bulutların dağılacağını da beklemeyelim.
Biliyorsunuz, İstanbul'u bir de finansal merkez yapma iddiası projeleri var.
Sermaye Piyasası Kurulu’nu, Halk Bankası’nı, Ziraat Bankası’nı, hatta
vazgeçmediler; Merkez Bankası’nı da alıp, İstanbul'a götürmek ve burayı
iyice içinden çıkılmaz hale getirmek niyeti var.
Bakalım şimdi, bu nasıl bir küreselleşme olacak; bu dünya finans
düzeni nasıl bir düzen olacak; bu finanstan, bu yıkıntıdan geriye ne kalacak?
İstanbul umulduğu ve sanıldığı gibi, küresel kent iddiasını taşımaya devam
edebilecek mi? Bütün bunları yaşayarak göreceğiz.
Şu kadarını söyleyeyim. İstanbul'u bütün bu dünya ekonomisi
içerisinde bir ülkenin bir küresel kenti tayin edip, oradan rant sağlama, orayı
satarak para kazanma, sermaye biriktirme fikri şu ana kadar değişmiş değil.
Yani, şu ana kadar hem ülke genelinde bu iktidarın, yaşanan krizden bir ders
çıkardığını, bir B planı hazırladığını gözlemleyemiyoruz.
Umulan şu ki; dünya ekonomisi bir kriz yaşadı. Film koptu, film tekrar
yapıştırılacak ve eskiden olduğu gibi her şey dünyada kendi seyrinde, kendi
yatağında akacak. Bu anlamda bir teslimiyetçilik söz konusu, bunun dışında
bir B planı yok. Yani, başka türlü uzarsa bu kriz, bu ülkede biz ne yapabiliriz?
Biz kendi dinamiklerimizi, kendi imkânlarımızı, potansiyel imkânlarımızı
kullanarak, nasıl bir rota izleriz yönünde bir B planı yok.
Bu, İstanbul için de yok. İstanbul hâlâ eski ezberle “dünya pazarına
pazarlanacak bir küresel kent”. Taşı toprağı ranta dönüştürülecek bir
coğrafya olarak görülüyor. Bunun dışında bir B planı üretilemediği için, bu
krizin uzamasıyla beraber hasar daha da uzayacak. Oysa bizim bu B planını
yapma imkânımız var, onu söyleyelim. Bu B planı; bu ülke 72 milyonluk bir
ülkedir; altyapısı itibariyle, hammaddesi, coğrafyası, iklimi, jeopolitik yapısı
ile çok önemli potansiyellere sahiptir.
30 yıldır sürüklendiği piyasalaşma, neoliberalleşme ve küresel
kapitalizmin bir tür çevre uydusu olması bir kader değildir. Aslında, buradan
farklı bir kurgu, farklı bir mimari mümkündür; bunu inşa etmek mümkündür.
Bu da kendi imkânlarımızı çok iyi kullanarak, daha kamusal hedefleri; kâr ve
sermaye birikimini değil, esas olarak insanın ihtiyaçlarını, sosyal ihtiyaçları
ön planda tutan yeniden bir planlama, ekonomide yeniden kamunun önemli
bir aktör olarak yer alması ve hem mekânı, hem nüfusu, hem sermayeyi
yeniden kurgulayarak, daha kamusal, daha insani ihtiyaçlara cevap veren bir
paradigmaya doğru yol almak mümkündür. Hem yeni bir İstanbul
mümkündür, hem yeni bir Türkiye mümkündür. Bu tamamen kendi elimizde,
kendi tercihlerimizdir.
Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
37
Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU- Konuşmacılarımıza ve tabii ki
sizlere değerli katılımlarınız için çok teşekkür ederiz. Şimdi, 15 dakika çay
kahve arası veriyoruz. 11.30’da “İstanbul Buluşmaları 2009”un Birinci
Oturumu’nda buluşmak üzere hoşçakalın.
-----&-----
38
BİRİNCİ OTURUM
Oturum Başkanı: Prof. Dr. HANDAN TÜRKOĞLU
----&---OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. Handan TÜRKOĞLU)- Hepiniz
tekrar hoş geldiniz.
Şimdi konuşmasını yapmak
KOZANOĞLU’na sözü veriyorum.
üzere
Sayın
Prof.
Dr.
Hayri
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Teşekkür ederim.
Değerli arkadaşlar; hepinize merhaba.
Zaman zaman böyle krizlerin pozitif bir dışsallığı iktisatta çok
kullanılır. Pozitif bir dışsallığın ilk anda öngörülmeyen bir faydası olduğunu
düşünmeye başladım. Çünkü farklı disiplinlerden arkadaşlarımızla,
dostlarımızla, meslektaşlarımızla bize iletişim olanağı tanıyor. Mesela, ben
geçtiğimiz hafta yine bu salonda, biraz daha kalabalıktı, endüstriyel
tasarımcılar ile beraber krizi tartıştım ve daha evvel gene size yakın bir
meslek grubu olan harita mühendisleriyle tartıştık.
Böylelikle, depremciler gibi olmasa da, bir vatandaş olarak zaten
depremcilere hiçbir zaman öne çıktıkları bir dönem yaşamayalım diye
temennide bulunalım, krizler olduğu zaman, iktisatçılar veya bu konu üzerine
kafa yoranlar biraz daha fazla hatırlanıyor. Belki de bu nedenle öyle bir espri
yapılıyor. “İktisatçılar her üç krizin beşini doğru biliyorlar” diye. Hele bizim
gibi iktisada soldan bakan, emekten yana bakan sosyalist iktisatçılara
gelince de her halde her üç krizin onunu doğru biliyoruz gibi bir projeksiyon
yapmak mümkün.
Şimdi, “sayılarla kriz” denildi. Ben kapsama uygun bir şekilde
sayılara biraz gireceğim, ama farklı bir disiplinden gelmemiz nedeniyle
sayılara her zaman çok fazla aldanılmaması gerektiğini de hatırlatayım.
Aslında, şehir plancıları bildiğim kadarıyla her konudan az çok anlayan
insanlar. Genel olarak kafa yapıları çok disiplinli olmaya yatkın. Zaten,
şehircilik ve mimariyle ilgili bir formasyonumuz, plancı bir özelliğimiz var.
Bunun için sosyoloji, politika bilimi ile antropolojik kültüre yatkınlık olması
gerektiğini biliyorsunuz.
Bu açıdan işiniz hem zor; çok farklı disiplinlerle iç içesiniz, hem bir
taraftan kolay; çünkü bildiklerinize cevap vermek, öne çıkmak, ama diğer
konularda da konuyu mimarlara bırakalım veya sosyologlara bırakalım deme
şansına sahipsiniz ve benim de böyle biraz farklı diplomalarım olduğu için,
bunun avantajlarımı ve dezavantajlarını bilirim.
39
Onun için, zaten ortak bir dil kurmamız çok zor olmayacak sanırım.
Ama rakamlara çok fazla aldanmamak gerektiğini bir kez daha
vurgulayayım. Şöyle ki; genel olarak ekonomileri büyüme hızlarıyla ölçeriz,
pastanın büyüdüğünden bahsederiz. Bu pastadan ortalama olarak insanlar
ne alıyorsa, kişi başına o karşılık gelir deriz. Bu pastanın ne kadar eşit
dağıldığından söz ederken, gelir dağılımı analizlerine başvurmamız gerekir.
Ama birçoklarınızın bildiği gibi, tek başına gelir bir şey ifade etmez. Bunun
satın alma gücüne indirgenmesi önemlidir. Yani, insanların o geliri ile nasıl
bir yaşam standardı sağladığı önemlidir.
Genel bir bilgi olarak şunu söyleyebilirim. Genellikle bizim gibi orta
gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde gelire satın alma gücü temelinde bakıldığı
zaman, gelişmiş ülkelerle aradaki farkın biraz kapandığını görürsünüz, ama
aşağı yukarı bütün ülkelerde benzer bir eğilim vardır. Mesela, benim bildiğim
bir tane de kişi başına geliri düşük olup, satın alma gücünde üst düzeyde
olan bir ülke yoktur. Türkiye diyelim ki, Meksika, Arjantin, Güney Afrika gibi
ülkelerin satın alma gücüyle ölçtüğünüz zaman, İsveç’e,Norveç’e ki, Norveç
dünyada geliri en yüksek olan ülke,Amerika Birleşik Devletleri’ne yaklaşır,
Özal bunu çok kullanırdı. “3 bin dolar deniliyor, aslında 8 bin dolar” derdi.
Güzel, doğru, ama diğer kişi de 40 bin dolar kazanıyor, yani aramızdaki fark
12–13 kat değil de, 3–4 kat. Onun için bir tarafıyla da kişi başına gelir, fikir
verecek bir istatistiktir. Keza, Avrupa ülkelerine baktığımız zaman, onlar da
bizle aradaki farkı biraz kapatırlar, ama hiçbir zaman alt gelir grubundaki bir
ülke gelişmişlik bakımından bir üst düzeye sıçrayamaz.
Dünyada da bu konu üzerine aslında bu aralar çok ciddi çalışmalar
yapılıyor. Belki izleyenleriniz olmuştur. Fransa’da Nobel iktisat ödülü sahibi
olan Amartya Sen’le, bu arada adı çok duyulan ve İstanbul'a da gelen, bir
dönem Dünya Bankası Başekonomisti olan Joseph Stiglitz’in de içinde
bulunduğu bir komisyon “Nasıl ekonomide neyi ölçüleriz?”i araştırıyor. İki
temel eğilim var.
Birincisi; “Gelirle ölçmeyelim, insanları mutluluğuyla ölçelim; insanlar
kendini nasıl mutlu hissediyorsa” diyorlar. Mesela, şöyle söyleyelim: Bir
toplumda mafya ilişkileri varsa; insanlar yaralanıyor, bıçaklanıyor,
dövülüyorsa; gidip ondan sonra hastanede de tedavi oluyorsa, bu geliri
artıran bir şey, böyle ilişkiler hiç olmadığı zaman; gelir düşük oluyor, ama
insanlar daha mutlu ve memnun oluyorlar.
Bu aşırı bir örnek, ama şu, en klasik örnek: Bir ülkede iklim çok
ılımansa eğer, kombi işine ihtiyaç duyulmuyor, evlerin özellikle çok korunaklı
yapılması gerekmiyor, Akdeniz iklimiyse, orada kişi başına gelirden öte,
insanların yaşam standardı biraz daha yüksektir. Ama, Afrika’da veya
kutuplarda insanların yaşam standardı düşer.
40
Mutluluk belki iyi bir ölçü. İnsanlar kendini rahat hissediyor mu,
içinde bulunduğu psikolojik durum nasıl, ihtiyaçlarını tatmin ettiğini
düşünüyor mu? Ama diğer taraftan da bunun tek başına yeterli olmadığı
düşünülüyor. Neden? Bir insan hiç okumadan, müzik dinlemeden, dünyada
ne tip gıdalar ve meyveler olduğunu bilmeden, kapalı bir toplumda kendi
köyünden dışarı çıkmadan, kendini mutlu hissedebilir. Sabah akşam buğday
çorbası, patates yer, kendisi türkü çağırıp, televizyon bile seyretmez, kendini
çok mutlu hissedebilir. Bu insanın kendini mutlu hissetmesi, mutsuz
hissetmesinden daha iyidir belki, ama böyle köyde yaşayan ve sınırlı bir
tüketim kapasitesi olan bir insan, her gün kocasından dayak yiyen bir
kadından kendini belki daha mutlu hissediyordur; bu da objektif ölçüde
vardır. “Bu tek başına geçerli olabilir mi?” denildiği zaman, o zaman Amartya
Sen’in çalışmalarını yoğunlaştırdığı, insanların becerilerini, yeteneklerini,
potansiyellerini ortaya çıkarma fırsatı devreye giriyor. İnsanlar kendi
becerilerini geliştirebiliyorsa, ülkeyi, dünyayı algılamalarında ilerleme
sağlayabiliyorsa, gerçekten bilgiye, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara
ulaşabiliyorsa; istenilen budur, yani insanın kendini geliştirmesi,
gerçekleştirmesi üzerinden ölçelim diyorlar.
Bunları niçin söylüyorum? Tek başına rakamlar aldatıcı olabilir. Bu
arada çok yaygın bir şekilde gündeme gelen bir istatistik var. Çin ekonomisi
2050’ydi, şimdi 2040’a, 2030’a çekildi. Projeksiyon yaptığınız zaman,
“Amerika’yı geçecek, dünyada bir numaralı ekonomi olacak” deniliyor.
Doğrudur, böyle bir olasılık var, ama bu olasılık, Çin’in 8–9-10’luk büyüme
hızlarını devam ettirmesine bağlı. Bu devam eder mi? Edebilir, etmeyebilir
de, burada kesin bir şey yok. Mesela, bir dönem Japonya için aynı şey
konuşuluyordu. Gerçekten, Japonya ekonomi büyüklüğü olarak Amerika’ya
çok yaklaştı ki, aşağı yukarı dörtte biri nüfusa sahip bir ülke.
Tam yakalayamadı, ama Tokyo Borsası New York Borsası’nı 1989
sonbaharında yakaladı. İşte “Japonya geriden geldi, Amerika'nın önüne
geçti” denildi. Sonra 2000’li yıllara gelirken, 2000’li yılların başında Amerikan
Borsası en yüksek noktaya geldiği zaman Japon Borsası, Amerikan
Borsası’nın yüzde 10’u. Tek başına borsanın bir gösterge olmadığını
biliyoruz, belki söylemeye gerek bile yok. Onun için bunlar, geleceğe yönelik
rakamlar. Projeksiyonlar da aldatıcı olabilir.
İlk olarak ben krizin o klasik Türkiye'den başlayarak, klasik ölçütler
içerisinde pasta, pastanın dağılımı, pastanın büyüme hızı ve ne durumda
olduğuna çok kısa değineyim. Zaten, Mustafa SÖNMEZ arkadaşımız gayet
güzel bir sunuş yaptı, ama ben buradaki aldatıcılıklar üzerinde de biraz
durayım. Üç çeyrek göz önüne alınırsa, yani 2008’in son çeyreği ve 2009’un
ilk altı ayı göz önüne alınırsa, ekonomi yaklaşık olarak yüzde 7 küçüldü; yani
pasta 100 iken, şu anda 93’e düştü.
41
Muhtemelen, bu eğilim üçüncü çeyrekte de devam edecek. Eksi
dörtlük (-4) bir büyüme, yıllık bazda olursa bu da pastanın 92’ye inmesine
neden olacak. Yani, bu toplam ekonomi büyüklüğüne baktığımız zaman,
gerçekten çok ciddi bir krizle karşı karşıya. Ama dediğim gibi, neresinden
baktığınıza bağlı. Mesela, bazı yorumcular var. Televizyonlarda en çok onları
görüyorsunuz. Hangi rakam açıklansa, nasıl bir gelişme olsa, hükümete bir
pay çıkartacak bir tutma noktası yakalıyorlar. O bakımdan başarılılar.
Dünyada kriz başladı. Bildiğiniz gibi, Tayyip Erdoğan bize “teğet
geçecek” dedi. “Bakın arkadaşlar, rakamlarla konuşun, Türkiye ekonomisi
yüzde 4 büyüyecek, diğer ekonomiler daralıyor, ekonomi büyürken, niye
rakamlara, Başbakan’a değil de, yurtdışındaki bir kısım olumsuzluklara
aldanıyorsunuz, bir kısım baykuşlara kulak veriyorsunuz?” diye.
Zaman ilerledi, görüldüğü gibi büyüme hızları gittikçe düşürüldü,
düşürüldü eksilere geçti. Şimdi, orta vadeli program açıklandı. Ekonominin
2009 yılında yüzde 6 küçüleceği açıklandı, bu sefer de “İşte örnek bir
hükümet var, yüzde 6 küçüleceğini şimdiden kabul ediyor. Daha birkaç ay
var, gerçekçi, dünya standartlarında bir hükümetle karşı karşıyayız” diye.
Zaten, büyüyecek diyen bu hükümetti; büyüyeceğini iddia eden Başbakan’dı.
Zaten bizim gibi insanlar, genel olarak iktisatçılar, özel olarak da
biraz daha soldan bakan, hükümete yaranmak ve hükümetin yüzünü
güldürmek için özel çabası olmayanlar zaten bu işin böyle olacağını
söylüyorlar.
Onun için, istatistikleri yorumlamanız çok önemli. Hava bültenlerinde
genellikle sıcaklıktan, bir de hissedilir sıcaklıktan bahsedilir. Rüzgâr
durumuna göre o daha aşağıya düşebilir, güneşin durumuna göre yukarı
çıkabilir. Bu Türkiye'de sade vatandaşın hissettiği kriz, gerçek krizin altında
gibi geliyor.
Burada bence birkaç neden var. Burada karşılaştırmayı 2001 kriziyle
yapıyorum. Şimdi, görüldüğü gibi, 2001 krizi kadar vahim bir tablo ortalıkta.
Pasta o zaman ne kadar küçülmüşse, o kadar küçülmüş. 2001 krizinde
küçülme bu noktaya geldikten sonra durmuştu, şimdi bunun ne kadar devam
edeceği de bilinmiyor. Ama neden bu kriz daha az etkili gibi bir izlenim
uyandırıyor? Bence konumuzun başlığı İstanbul burada etken. İstanbul’da
yaşayanlar, özellikle İstanbul'da orta üst sınıf gelirler elde eden ve bu tip
istihdamlara sahip olanların sesi her zaman daha fazla çıkıyor, onlar
medyaya daha yakınlar.
Mesela, 2001 krizinde en fazla darbe yiyen finans kesimiydi. Onlarda
işten çıkartmalar olduğu zaman, çok daha kolay seslerini duyurabiliyorlar.
Bunun objektif nedenleri de var. Siz bankacıysanız, reklamcıysanız, beyaz
yakalı bir iş yapıyorsanız, muhtemelen işten çıkartıldığınız zaman, sığınacak
bir yeriniz yok. Kiranızı ödemek zorundasınız, cep telefonu faturanızı
42
ödemek zorundasınız, yaşamınızı ancak böyle devam ettireceksiniz.
İnternete bağlı olacaksınız ki, işlere başvurabilesiniz falan.
O zaman bankacılık başta olmak üzere, reklamcılık ve medyaya
etkisi çok daha fazlaydı. Kriz o nedenle kamuoyuna daha fazla
yansıtılıyordu. Bunun başka nedenleri de var, ona da geleceğim.
Şimdiyse, Mustafa SÖNMEZ’in sunuşunda da vardı. İmalat sanayii
çok büyük bir darbe yedi. İmalat sanayiinin özellikle periferik şehirlerde
bulunan kesimleri, kırsal toplumla bağlantılarını daha fazla sürdürüyor.
Mesela, ben Denizli’ye gitmiştim birkaç ay öncesinde. Havaalanından şehre
geliyoruz, her iki işletmeden birisi kapanmış. Diğerlerinde işçi çıkartılmış,
kapasitenin çok altına düşülmüş, alışveriş merkezleri var; ya kapılarına kilit
vurulmuş ya da “burada 100 dükkân vardı, 15’i çalışıyor” falan gibi
istatistikler yapılıyor.
Günlük hayattaki yansıma, sosyal tepkinin daha sınırlı olduğunu
görürüz, nedeni şu: Hızlı bir büyüme olmuş, orada küçük-orta işletmeler
kurulmuş, onlar yurtdışından bazı tezgâhları oraya getirmişler, özellikle
tekstilde kırsal kesimler oraya gelmiş ve insanlar iş bulmuşlar, işlerini
kaybedince köylerine dönmüşler. O tip kesimlerde dayanışma ilişkileri daha
güçlü, bir nedeni bu.
Benim görebildiğim diğer bir nedeni de şu: O dönem hatırlanırsa,
2001 krizinde üçlü bir koalisyon vardı. Büyük sermaye veTÜSİAD çevreleri,
bu durumdan pek memnun değildi. Yani, böyle üç ayaklı bir koalisyon,
sürekli pazarlıklar, her ne kadar Dünya Bankası tarafından o dönem
ekonominin dümeni Kemal Derviş’e emanet edilmişse ve ondan
memnunlarsa da, krizin etkilerini gizlemek gibi bir düşünce yoktu, tam tersine
abartmak vardı. İnsanlara öyle sunulunca, ister istemez daha şiddetle
hissediyor insanlar bedelini. Şimdiyse, medyanın durumunu biliyorsunuz,
hükümeti de rahatsız edecek ve hükümetin şimşeklerini üstüne çekecek
hiçbir haber neredeyse yayınlanmıyor veya çok dikkatli bir şeklide, çok
dikkatli bir dille yayınlanıyor.
Mesela, bu IMF, Dünya Bankası toplantıları sırasında dikkatinizi
çekmiş olabilir. Muhalif iktisatçılar, IMF, Dünya Bankası’nı eleştirenler, neden
bu toplantı burada yapılıyor dersek, ilginç rakamlar var. Türkiye dünyada IMF
politikalarını en uzun süre uygulayan ülke. 51 yılın 27’si IMF’yla geçmiş,
dünyada böyle bir ülke daha yok.
Çok basit, iktisatçı olmaya gerek yok. Bir ülke IMF’yla bu kadar uzun
yıllar geçirmişse, dünyanın IMF başarılıysa, doğru reçeteler öneriyorsa,
dünyanın en başarılı ülkeleri arasında olması lazım veya başladığı yer ile
farkı kapatması lazım. Şimdi, böyle bir durumun olmadığını biliyoruz. Bunun
iktidarları aşan bir durum olduğunu da biliyoruz. Neredeyse, adını bildiğimiz
43
bütün siyasi partiler, Meclis’te grup kurabilmiş bütün siyasi partilerin, bütün
iddialı görünen liderlerin bir IMF dönemi, IMF flörtleri olmuş, bu birincisi.
İkincisi; bir medya ortamı. Üçüncüsü; şimdi bize deseler ki, “Kıyamet
geliyor, hepimiz yarın öleceğiz”. İnsanın hoşuna gitmez bir paniğe kapılır,
ama “Yarın sen olmayacaksın, diğer insanlar burada olacak veya yarın sen
yakınlarını kaybedeceksin, eviniz başınıza yıkılacak, ama başka kimseye bir
şey olmaz, olmayacak” denilirse, daha fazla etkilenir insan. Göreceli bir
şeydir; herkes ölürken ölmek, insan biraz da başkalarına göre akıbetinin
daha karanlık olmasından paniğe kapılır.
Şimdi bakıyoruz, dünyanın her yerinde kriz var. “Ne yapalım,
hükümetin de suçu değil, başka ülkelerin de tek tek suçu değil, dünyada kriz
gibi genel geçer bir olgu var, bize de ister istemez, bizim kapımızı da çaldı”
demek mümkün. Bu insanları daha az rahatsız eden bir durum.
Aslında, rakamlara çok fazla girmemiş oldum, ama bilmiyorum
bundan şikâyetçi misiniz? En çok verilen örnek, bu geçtiğimiz dönem
bankacılık krizi oldu. Bakın Türkiye bankacılık sistemi sapasağlam. Bu şuna
benziyor. Bir yemek yediğiniz zaman, fatura yüksek veya düşük, bir kere
faturaya ödersiniz. Aynı yemeğe iki kere fatura ödemeye zaten insanların
itiraz etmesi gerekiyor. Biz bu faturayı ödemiştik. 2001 krizi sırasında değişik
hesaplamalara göre 30–50 milyar dolar arasındaki bir faturayla, bankacılık
sistemini nispi bir istikrara kavuşturduk.
Zaten, şimdi Amerika’daki bankacılık sistemine, onların gayrı safi
milli hâsılasına baktığımız zamanki ilk paket 750 milyar dolardı. Bir benzer
paket daha eklenince, toplam ekonomiye oranı çok farklı değil. Biz bu krizle
zaten karşılaşmıştık. Bana sade vatandaşı sordu bir yerde, “Hocam,
Amerika’da da krizin büyük bir faturası var” diye. Bildiğiniz gibi, Amerika'da
henüz ödenmiş rakamlarından bahsettim. Verilen güvenceler, garantiler,
kamulaştırmalar, hepsini hesapladığınız zaman, 10 trilyon doları aşan bir
durum söz konusu. “Sade vatandaşla bunun ilişkisi ne, veya bizim bankacılık
kriziyle ilişkisi ne?” demişlerdi.
Benim aklıma şu fıkra geldi. Klasik bir fıkradır bilirsiniz. “Yine Milli
Piyango’dan kazanamadım.” demiş. “Bilet almış mıydın?” “Yok, bilet
almamıştım” denilir ve gülünür. Şimdi, burada benzer bir durum söz konusu.
“Kumarda kaybettim, Allah kahretsin” falan. “Kumar oynamış mıydın?”
“Oynamamıştım, ama kaybettim” “Nasıl kaybettin?” Bir sade vatandaşsam,
bir kere Mustafa SÖNMEZ de söyledi. Rakamlar ortada, bu yıl bütçe açığı 60
milyar TL olacak, seneye tahminler çıkarsa, 50 milyar TL’ye düşecek.
Bir kere bunu kapatmak için ileride ödeyeceğim yüksek vergilerle.
Sade bir vatandaşsam, kamudan her ne kadar Toplu Konut İdaresi
Başkanı’mız gece bekçisi devleti gibi bir devlet tanımladı İse de; sadece
güvenlikle, emniyet işleriyle, dış politikayla uğraşan; ama böyle
44
düşünmüyorsanız, kamudan ben sağlık, eğitim, sosyal güvenliğe ilişkin belli
hizmetler bekliyorsam veya bunların kalitesinde bir düşüş olacak ise, ben
kumar oynamadan kaybetmiş olacağım ki, bir de kumar oynayanlar var. O
kumar oynayanların durumu da şöyle.
Bunlar özellikle, bu türev piyasalardan bahseder, oradan bir örnek
verip, bunlar sıkı toplanma oyunlardır. Bunlar, şuna benzetilebilir.
Oturduğunuz zaman, masada poker oynuyorsa dört kişi, birilerinin
kayıplarıyla, öbürlerinin kazançlarını topladığınız zaman sıfır çıkar. Parasına
bir dolu tavla oynuyorsanız, gene sonuç sıfır çıkar. Birisi eve gidip de, maaşı
kaptırdık diyorsa, birisi de maaşını ikiye çıkartır. Genellikle maaş alanlar
kaybederler, onları kazananlar başka tiplerdir, ayrı durumlar ama aslında bu
da ona benziyor.
Birileri kaybediyorsa, birileri kazanıyor. Ama kimse dönüp de
kazananlara niye kumar oynuyorsunuz, verin o paraları demedi şimdiye
kadar. Zaten kriz dönemleri belli insanların, belli grupların arasında
sermayenin toplandığı, onların krizden sonra daha da güçlü çıkabildikleri
alanlardır. Zarar edenlere “Durun, aman ekonomi batar, biz sizin zararınızı
karşılayacağız” dediler. Yani, bilinen zararlar kamusal, kârlar özel durumu
ortaya çıktı bu da bizim hayatımızı karartan, önümüzdeki yıllarda da
muhtemelen bu krizi konuşmamıza neden olacak bir durum. Biraz da
Mustafa SÖNMEZ’in her ne kadar konunun başlığı rakamlarla, krizse de,
benim önümde bir dolu rakam varsa da, çok doyurucu bir sunum yaptığı için
rakamlarla çok detaya girmeyeceğim, ama sorularınız olursa, cevap
verebilirim.
Genel olarak şunu söyleyeyim: Bir rakam vererek, bütün dünyadaki
insanların gelirlerini bir araya, bir havuzda topladığınız zaman, dünya nüfusu
biliyorsunuz 6,5–7 milyar arasındadır, en yüksek gelir grubuna sahip yüzde
10, gelirlerin yüzde 90’ını elde ediyor. En düşük gelire sahip yüzde 90 da
gelirlerin yüzde 10’unu elde ediyor. Bunu çapraz olarak hesapladığınız
zaman, üst birimde yer alanlar, alt birimde yer alanların yüzde 81 ölçüsünde
bir kazanca sahip. Bu hesabı nasıl yapıyoruz? Mesela, Mustafa SÖNMEZ’in
söylediği Türkiye Meksika’nın, OECD’nin en bozuk gelir dağılımına sahip
ülkeleri olması olgusu bir yerde, ama sen tek başına, Türkiye tek başına
Meksika’dan da bu kadar vahim sonuçlar çıkmaz. Ne yapıyoruz? Dünyadaki
en zengin yüzde 10, yani Norveç’in nüfusunun yüzde 95’ini, Amerika’nın
nüfusunun yüzde 90’ını, İngiltere’nin yüzde 80’ini yüzde 10’da topluyoruz,
600 milyarı buluyoruz.
Bangladeş’in nüfusunu yüzde 99,09’unu, Güney Afrika’nın yüzde
90’ını, ülkeye göre Türkiye'nin yüzde 90’ını aşağı torbaya koyduğunuz
zaman 80 kat çıkıyor. Çünkü dünya krizi olduğuna göre, dünya çapında bir
değerlendirme yapmak daha doğru.
45
Buradan nasıl sıyrılabiliriz? Detaylarını konuşuruz, ama genel olarak
dünyada insanlar arasındaki gelir ve servet farklarını azaltmadan, toplumsal
müdahalelerde bunları eşitleyici, daha hakkaniyetli, daha dayanışmacı bir
hale getirmeden, bu işin içinden sıyrılmak mümkün değil.
Mustafa arkadaşın da söylediği gibi, “çiçek al, çiklet al” ile bu sorun
çözülmez. O “çiklet al, çiçek al” dedikleri insanlara işler zaten çok kötü değil,
daha iyiye gidiyor umudu veriliyor. İnsanlar gerçekten size kandılar, kıyıdaki
köşedeki paralarını harcadılar, yarın onların kim elinden tutacak? Siz bu
insanların gerçekten gelirlerini artırdığınız zaman, gelirlerini artırmasanız
bile, daha iyi kamusal hizmetlerle, toplumsal ücretlerini artırdığınız zaman iş
çözülmeli.
Zaten krizde şöyle bir sorun var. Son cümlelerim, “Bu krizden
dünyayı yoksullar kurtaracak” diyenler arasındayım. Bunun bir nedeni de şu:
En zenginler krizle karşılaşınca, zaten tüketimlerinin çok büyük bir kısmı lüks
tüketim olduğu için, tüketimlerini hemen kesebiliyorlar. Toplumdaki talep
daralıyor, neden? “Zaten yüzüme estetik yaptırdım, gözümün altını
toparlattım, boynumu toparlattım, şu yanaklar biraz kalsın. Zaten bu aralar
botoks işi biraz tartışmalı hale geldi, hemen gelen anlıyor, açığa çıktı.
Karayipler’e üç kere gittim, biraz da videodan gittiğim yerleri izleyeyim, zaten
şehrin en lüks lokantalarına gittim, bir iki yemek kitabı alayım da evde
pişireyim” diyor. Böyle olunca ne yapıyor? İçlerine kapanıyorlar,
harcamalarını düşürüyorlar. Ama yoksul insanlar “Benim çocuğun süt içiyor,
yarın süt içmesin, param var, ama süt içmese de olur bu çocuk, biraz kavruk
kalsın. Bu kışı ısınmadan geçiririz, gelecek kış ısınırız.” demezler veya “Bu
gece aç yatayım da, yarın tok yatarım.” demez insanlar. Eğer parası varsa,
demez insanlar, öyle yapmak zorunda olanlar oluyor.
O bakımdan yapılması gereken, geliri ve serveti büyük ölçüde aşağı
kesimlere, sınıflara doğru kaydırmamak, dünya ekonomisinin düzenini buna
göre yapmak.
Şimdilik teşekkür ediyorum. Dinlediğiniz için sorularınız olursa tekrar
tartışırız.
OTURUM BAŞKANI- Sözü Ümit Beye bırakıyorum, buyurun.
Prof. Dr. ÜMİT ŞENESEN- Ben, benden önce arkadaşlarıma
teşekkür ederek başlayayım. Ben burada bu küresel bunalım ile ne demek
istediğimi biraz sonra açacağım. Bu sözlerle başlamak istiyorum.
Biliyorsunuz, bu ayın başında IMF, Dünya Bankası’nın toplantıları
İstanbul'da. Oradaki toplantıda Uluslararası Para Fonu Başkanı, Gayri Safi
Yurtiçi Hasılayla ölçüyorlar. Ne kadar doğru, ne kadar yanlış, Mustafa
SÖNMEZ de; Hayri KOZANOĞLU da sözünü etti, daha fazla ayrıntıya
girmek istemiyorum- bu bir kere piyasaya çıkan mal ve hizmetlerin
toplamıdır. Piyasaya çıkmayan birtakım hizmetler varsa, yani parasız
46
görülen birtakım işler varsa onlar bu toplama girmez. Mesela, ev kadının
evde yaptığı çalışma, yaşlı bakımı, çocuk bakımı, yemek yapımı, gibi işler bu
toplama girmez.
Bunu yine Uluslararası Para Fonu’nun verilerine dayanarak
incelemek istiyorum. Orada 33 gelişmiş ülkeyle ilgili bazı veriler var. Türkiye
bunların arasında değil, Türkiye'yi ben kattım. Diğer ülkelerden de buraya
konulması gerekebilirdi, ama işsizlik rakamları diğer ülkeler için yok o
raporda, benim görebildiğim kadarıyla yok. Onun için sadece bu 33 ülke, artı
Türkiye'yi ele alacağım.
GSYH BÜYÜME ORANLARI, 2007-2010
10
5
%
0
0
-5
-10
2007
2008
2009
2010
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın büyüme oranlarını ele alıyorlar,
toparlanmanın başladığını göstermek için. Ben bunu biraz değişik bir çizimle
size sunmak istiyorum. Burada dört yıldaki durumu görüyorsunuz. Her bir
çizim bir yıla ait. 2007 yılından başlayalım isterseniz. Burada 34 ülkenin
Gayri Safi Yurtiçi Büyüme oranları var. Ortadaki kutu orta bölgedeki yüzde
50 ülkeyi gösteriyor; yani 34 ülkenin 17’si o kutunun içinde, 8 tanesi kutunun
üstünde, 8 tanesi de kutunun altında. Bazıları çizginin üzerinde olduğu için,
toplam 34 ediyor. Böyle bir büyüme oranı gösteriyorlar. Gördüğünüz gibi, en
aşağıdaki ülke bile pozitif bir büyüme oranı gösteriyor, 2007 yılında.
2008 yılına geldiğimizde bir düşüş var; bütün olarak bir düşüş var.
Tek tek ülkeleri ele almıyorum, bazılarında düşüş, bazılarında yükseliş
olabilir, ama çok büyük bir kısmında düşüş var. Gördüğünüz gibi, birtakım
ülkeler negatif büyüme oranına gidiyorlar ve hemen hepsinde aşağıya doğru
47
bir gidiş görüyorsunuz. Ayrık olarak, yıldız olarak gösterilen ülkeler diğer
ülkelerden biraz daha farklı konumda olanlar; bütüne pek uymayan, aykırı
durumda olan ülkeler.
2009’a geldiğimizde, bunlar artık IMF’nin tahminleri, neredeyse
bütün ülkeler negatif büyüme hızı gösteriyor. Pozitif olanlar da yüzde 1’in
altında neredeyse. Böyle bir aşağıya doğru iniş var, 2007’den, 2009’a; 2010
tahminlerine göre IMF’nin, bir “V” harfinin başlangıcı çıkıyor. İktisatçılar V mi
olacak, W mu olacak, yoksa başka bir şey mi olacak diye tartışıyorlar. Ben
de onun için harf kullanıyorum. “V” harfinin yukarı doğru çıkmaya başladığını
IMF tahmin ediyor. Büyüme hızları biraz daha sıfırın üstüne çıkmış. Hâlâ
negatif olanlar olmakla birlikte, bu ülkelerin büyük bir çoğunluğu yukarı
çıkmış.
Dikkatinizi çekmiştir, bu 33 ülkenin hepsi gelişmiş ülke sınıflamasına
giriyor. Burada Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya falan gibi ülkeler yok; büyük
ölçüde OECD ülkeleri ile Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’dan ülkeler
var burada. Şimdi, bu resme baktığımız zaman, hakikaten bir toparlanma
görünüyor gibi. Yalnız, buna aldanmamak lazım. Bunlar büyüme oranları,
doğrudan doğruya gelir rakamları değil. Büyüme oranları bizi yanıltabilir, çok
basit bir örnek vereyim Türkiye'den. 2008’de 100’ken, burada IMF’nin
tahmini yüzde 6,5 küçüleceği yolunda, Türkiye'nin 2009’da. Bu düştüğü
zaman, gelir 93,5’a iniyor toplam olarak. Ertesi yıl yüzde 3,7 büyüme tahmin
ediliyor Türkiye'de.
Dikkat ederseniz, 96–96 yani 100 lira hâlâ 3 liradan daha az geride;
buradakine göre 3 liradan, 6,5’la 3-7’nin farkını alarak bulamayız, yani onu
demek istiyorum. 6,5 büyüsek bile biz 2010’da, hâlâ 100 liranın altındayız.
Onun için, bu toparlanmayı çok da olduğu gibi algılamamak lazım. Basit bir
aritmetik işlemi bile bir kere aynı hızla küçülüp, aynı hızla büyürseniz bile,
eski düzeyinizi yakalayamayacağınızı gösteriyor.
48
D. Strauss-Kahn UPF Başkanı
2 Ekim 2009, İstanbul, Çırağan Sarayı:
“Neyse ki küresel ekonomi şimdiden
kendini toparlamaya başlamış
durumdadır.”
(Fortunately, the global economy has
already embarked on recovery.)
Bunu vurguladıktan sonra, Uluslararası Para Fonu Başkanı’nın ikinci
bir sözü daha var bu da işsizlikle ilgili. Burada işsizliğin kötüye gideceğinden
söz ediyor. Ben niye bu ikisini aldım? Ben de daha önce konuşan
arkadaşlarım gibi gelir dağılımının önemli olduğunu düşünüyorum. Gelir
dağılımı rakamları yok, böyle bir tahmin yok 2009–2010 için. Ancak, işsizlik
bunu dolaylı olarak gösterir diye düşünüyorum. İşsizlik arttıkça, gelir
dağılımının bozulacağı aşikâr.
D. Strauss-Kahn UPF Başkanı
2 Ekim 2009, İstanbul, Çırağan Sarayı:
“Ancak daha da kötüye gideceği kesin olan bir şey varsa o da
işsizliktir. Bu durum sadece talebi etkileyecek olan ekonomik bir sorun
değil, aynı zamanda aileler ve toplumlar açısından acı sonuçlar doğuran
sosyal bir sorundur.”
(What is certain to get worse, however, is unemployment.
This is not just an economic problem that will affect demand, but a serious
social problem, with painful consequences for families and communities.)
O nedenle; bir de işsizlik rakamlarına bakalım diyorum. Aynı 34 ülke,
33 gelişmiş ülke, artı Türkiye. Burada “V” harfi yok, işsizlikte herhangi bir
49
azalma yok tahminlere göre. 2009’da işsizlik artıyor, 2010’da da artıyor,
birçok ülkede artıyor. Çok az sayıda bir iki ülkede işsizlikte düşüş var, ama
birçoğunda hâlâ işsizlik artıyor.
Bir bütün olarak bu 34 ülkenin işsizliğinde 2010’da da yukarıya doğru
gidiş tahmin ediliyor. Bu şaşırtıcı görülebilir, hem ekonomi büyüyor, hem de
işsiz sayısı artıyor, bu nasıl olabilir? Buna şöyle birlikte bakarsak, belki daha
rahat görebiliriz. Gelir “V” harfi çizip daha rahat görebiliriz. Gelir "V" harfi
çizip, yükselmeye başladığı halde, işsizlik git gide büyüyor. İstihdam
yaratmadan büyüme.
Bu Türkiye'nin pek yabancısı olduğu bir şey değil. 80 sonrası Türkiye
ekonomisinin önemli bir özelliği bu. İstihdam yaratmadan büyüme. İthal
ikâmeciliğinden, ihracata dayalı bir büyümeye geçiş yapıldı Türkiye'de. Hem
dış ticaret işlemlerinde, hem mali işlemlerde, yani Türkiye'ye sıcak paranın
giriş çıkış işlemlerinde çok büyük serbestlikler tanındı, birçok gelişmiş ülkede
olmayan düzeyde serbestlikler tanındı.
Bu, 2000’lerde bir ihracat patlamasına yol açtı. Bu durum, ihracatta
özellikle imalat sanayi ürünlerinde oldu. Türkiye'de kapasite kullanımı ve
emek verimliliğinde bir artış oldu. Böylece başlıca ihracat kesimleri düşük
istihdam yaratmaya başladı. İhracat çok arttığı halde, istihdam artmıyordu.
Sıcak para girişi ve Türk parasının da aşırı değerlendirilmesinin yarattığı bir
ortamda ithalat da çok yaygınlaştı. Hem ara mallarda, hem nihai mallarda
ithalat çok arttı.
Az önce Denizli’den bahsetti Hayri KOZANOĞLU. Ben de Denizli’ye
gittim, “Denizli Basma” diye büyük bir firma vardı, Denizli’nin en önemli
firmalarından birisiydi DEBA. Onun patronuyla da konuştum hatta. Şöyle bir
şey söylemişti, bu söylediğim 5-6 yıl önce. “Biz artık bezi Denizli’den
almıyoruz, Çin’den alıyoruz, çünkü daha ucuz. Onlar basma sanayiini
öğrendikleri anda, basmayı da onlar yapacak, biz satamayacağız burada”
dedi. DEBA bugün iflas etmiş durumda. Geçenlerde haberlerde
görmüşsünüzdür, o aileden birisi intihar etti, böyle sonuçları da var.
Sürekli bir yüksek işsizlik oranı var Türkiye’de. Yüzde 10’un üzerinde
seyrediyor son yıllarda. En son açıklanan veriler Temmuz 2009’da 12–8 diye
açıklandı, ama Mustafa SÖNMEZ de söyledi, inşaat, turizm, tarım mevsimi
nedeniyle bu biraz aşağıda oldu. Tarım dışı işsizlik de yüzde 16,3 ve genç
nüfusta yüzde 23’ten fazla bir işsizlik. Bu, vahim bir durum.
Şöyle bir şey hatırlıyorum. Bundan 35–40 yıl kadar önce İngiltere'de
bazı madenler kapatılıyordu verimsizlik nedeniyle, orada çalışanlar işsiz
kalıyorlardı. Televizyonda röportaj yapıyorlar, böyle işsiz kalanlardan
birisiyle. Spiker işçiye soruyor. “İşsizlik yüzde 4’ü geçti, 5’e doğru tırmanıyor,
ne diyorsunuz?” diyor. Adamın cevabı şu: “Ben yüzde 100 işsizim, yüzde 4–
5 beni ilgilendirmiyor” diyor.
50
Peki, bu “istihdam yaratmadan büyüme” nasıl olabilir? Çeşitli şeyler
söylenebilir. “Boş kapasite var, yeni işçi almadan üretim artabilir” diye. Ama
bu aynı yerde kalmasını gerektiren işsizliğin artmasını değil. Bir başka
açıklama, “verimlilik artıyor, daha az işçiyle aynı üretim yapılabilir” deniliyor.
Bu hem üretimin artması, hem de işsizliğin artması için verimliliğin çok ciddi
boyutlarda olması gerekiyor.
Bir başka açıklama belki, “dış alıma bağımlılık artıyor”; dış alıma
bağımlılık artınca böyle bir şey oluyor. Üretim artarken, işsizlik de artabiliyor.
Bunu çok kısa olarak şöyle açıklamaya çalışayım. Bu girdi-çıktı analizleriyle
ilgilenenler bilirler. Bir ülkedeki toplam üretim ara malı üretimiyle, yine nihai
mal üretiminin bir araya gelmesinden oluşuyor. Nihai mal üretimi dediğimiz
şey aslında, teknik terim ile Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla. Yani, bu eşitliğin
sağındaki iki terimden Gayri Safi Yurtiçi Hasıla büyüyor. Bunu büyütürken,
siz ara malı üretimini yerli de kullanabilirsiniz, ithal de kullanabilirsiniz.
Şöyle bir örnek alalım. 100 liralık bir üretimin 20 lirası Gayri Safi
Yurtiçi Hasıla, 80 lirası ara malı üretimi olsun ve bunlar 40–40 paylaşılsın,
yerli ve ithal diye. Çalışan işçi sayısı da toplam 60 kişi olsun, 20’si Gayri Safi
Yurtiçi Hâsılayı oluşturan nihai malların üretiminde, 40 işçi de yerli ara malı
üretiminde çalışıyor olsun. Tabii, 40 liralık ithalat için, dışarıdaki işçileri
buradaki istihdama katmıyoruz.
Bir sonraki aşamaya geçelim. Verimlilik aynı kalsın, ama dış alıma
bağımlılık artıyor olsun. Yani, yerli ithal oranını biraz ithal lehine
değiştirdiğimizi düşünelim. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da da bir artış olsun.
20’den 21’e çıkıyor Gayri Safi Yurtiçi Hasıla. 40–40 olan bölüştürme,
verimlilik aynı kalınca, 40 işçi 38 işçiye düşecek, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla 21
işçiye çıkacak, toplam 59 işçi kalarak, işsizlik artacak, istihdam düşecek,
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla artacak. Böyle bir mekanizmayla istihdam
yaratmadan büyüme sağlayabilirsiniz, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da.
Toparlayacak olursak, küreselleşme bizim için dışa açılma gibi bir
anlam yaratıyor. Bu, yeni istihdam yaratmadan büyüme anlamına geliyor.
Bu, sıcak paraya bağımlılık demek; bu da yeni bunalımlardır.
İstanbul'a ilişkin hiçbir şey söyleyemedim, kusura bakmayın,
teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Üçüncü konuşmacımız Yrd. Doç. Dok. Şule NECEF, buyrun.
Yrd. Doç. Dr. ŞULE NECEF ŞENESEN- Herkese merhaba.
Aslında, benden önceki konuşmacılar gerekli tahlilleri yaptılar, bana
çok bir şey kalmadı. Ama şöyle bir şey yapmak istiyorum. Ufacık bir boşluğu
doldurmak anlamına gelebilir. Şimdi, dünya ekonomileri hasta. Ben dünya
51
ekonomilerini hasta olarak nitelendiriyorum ve böyle bir dünyayı, böyle
hastalıklı bir iktisadi, siyasi düzeni istemiyorum. Şimdi, bilim insanı olarak da
bunun tedavisinin yöntemlerini bulmak zorundayım. Yani, sadece sorun
tespit etmek değil, “Nasıl bir çözüm olacak, nedir bu iktisat denilen şey, biz
ne yapacağız?” Buraya hükümetin yetkilileri de geliyor, şöyle bir genel
çerçeve çiziliyor: “Krizler vardır, krizler olur, çok doğaldır ve tüm dünyada kriz
vardır; Türkiye'de de kriz vardır”, sonra söylenecek hiçbir şey kalmıyor.
İşte, özellikle iktisatla doğrudan ilişkisi olmayan insanların da kolayca
kapılabileceği bir söylem bu. “Demek ki çözümü yok bunun, tüm dünyada da
çıkınca bu kriz, Türkiye ne yapsın?” noktasına kolaylıkla gelebiliyor herkes.
Şimdi, sadeleştirmek burada çok önemli. Yani, iktisat dediğiniz şey
böyle karmaşık, çok zor anlaşılan bir şey de değil. Sadeleştirdiğimizde de
aslında ben buradaki kendi oluşturduğum tabloda gerek dünyadaki teknolojik
anlamdaki dönüşümler, gerekse iktisat teorilerindeki dönüşümleri şu
kadarcık resmin içine sığdırabildim. Aslında, dünyada tarihsel olarak iktisadi
anlamda yaşanan gelişmeler kısaca böyle. Yani, elimizde üç tane deney var.
Birincisi; liberal iktisat üzerinden yaşanan bir deney. İkincisi;
Keynesyen iktisat üzerinden yaşanan bir deney; üçüncüsü de “sosyalizm”
deneyimi olarak adlandırılabilir. Kapitalizmin gelişme dönemlerinden itibaren
1944 yılına kadar dünya ekonomileri liberal iktisadın önermeleri
doğrultusunda yönetildi. Daha sonra, daha doğrusu 1929 krizinin sonucunda
ortaya çıkan aşırı birikim ya da talep yetersizliği dediğimiz sorunu çözmek
üzere bir faaliyet geliştiği söylenebilir ve 1944 yılında dünya başka bir iktisadi
alternatifi denedi, dünya ekonomileri, yani kapitalist ekonomilerden
bahsediyorum.
1917’den sonra bir sosyalizm deneyimi oldu. Onu bir kenarda
bırakarak konuşuyorum. Kapitalist ekonomiler içerisindeki dönüşümler
bunlar. 1944’ten başladı bu dönüşüm, 1973 yılında bu iktisadi alternatife son
verdiler.
Bunların nedenlerini özellikle üretim sistemine de bakarak; yani hem
altyapıyı, hem de üst yapıyı analiz ederek, bu cevapları çok net biçimde
vermemiz mümkün.
Şimdi, “Keynesyen iktisat bitirildi ve tekrar neoliberal bir düzene
geçildi” dedik. Burada özellikle, “Hem dünyada, hem Türkiye'de, hem de
İstanbul'da nasıl daha insanca bir düzende yaşayabiliriz?” denilince aklımıza
gelen, liberal iktisat mekanizmalarının ortadan kaldırılması gerektiği. Şimdi,
biz liberal iktisatla barışık bir biçimde adım atmaya devam edersek, ne
İstanbul İstanbul'a benzeyecek, ne Ayamama Deresi’nin üzerine inşaatlar
yapmaya son verilecek. O zaman, bizim liberal iktisatla bir derdimiz olmak
zorunda, başka bir İstanbul istiyorsak. Yani, bu hastalığa tedavi yöntemlerini
bulmak zorundayız.
52
O anlamda, şöyle bir çerçevede bu iki farklı iktisadi alternatifi
anlatabiliriz. Keynesyen iktisat ve liberal iktisadın farkı nedir, ne yapar
bunlar? Üstteki, kâr oranları kutucuğu. Bir şekilde elinizdeki sermaye liberal
iktisat çerçevesinde iki tane yol ayrımına gelir. Yani, evdeki sermayeye o
iktisadi düzen iki ayrı yatırım olanağı sağlar. Bunun birincisi, finans kesimi
yatırımları, diğeri de reel sektör yatırımlarıdır.
Şimdi, liberal iktisatta iki tarafa da gitme özgürlüğüne sahip.
Keynesyen iktisat ne yapıyor? Keynesyen iktisat şunu yapıyor. Finans kesimi
yatırımlarına gidecek kanalı yasaklıyor, bunun başka yolu yoktur. Yani,
ekonomiye ortak aklın, ortak ahlâkın diyorum ben bir de ona, ortak ahlâkın
müdahalesi gerekir.
Finans kesimine gidecek parayı uluslararası düzeyde yasaklarsanız,
nereye gider bu para? Bu para, reel yatırımlara gider. Oradan nereye gider?
Üretim potansiyelinin genişlemesine, daha fazla üretime, daha çok gelir ve
istihdama gider. Daha sonra vergi adaletine gider. Üreten insanların,
üreticilerin vergi vereceği bir düzene gider. Sosyal devlet vergi toplayan,
kasası dolu devlettir. Daha sonra o sosyal devletin planlama fonksiyonlarını
yerine getirmesi söz konusu olur. O zaman, gerçek anlamda “şehir ve bölge
planlaması”ndan bahsederiz.
Kasası boş olan bir devlet hiçbir şeyi planlayamaz. O zaman haktan,
o zaman kamu hakkından bahsederiz. Şimdi, şu sahada gördüğünüz
sirkülâsyonun tamamlanması için sosyal devletin, mesela talebin
geliştirilebilmesinden bahsediyorlar. “Sakızdı, güldü” falan diye alay ediyorlar
insanlarla. Şimdi, bunun olabilmesi için dediğim gibi sahadaki döngünün
tamamlanması lazım. Bunu bir puzzle gibi düşünün, o puzzle’ın her parçası
birbirini tamamlıyor. Şimdi, siz bugün ne yapmışsınız? Bugün, o finans
kesiminin musluğunu açmışsınız.
Finans kesiminin yasaklanması; Dünya ekonomileri bunu yaptılar.
1944 yılında bütün dünya ülkeleri Bretton Woods diye bir anlaşma yaptı ve o
dediğim o kanalı yasakladılar. 1 ons altın 35 dolara eşitlendi, para üzerinden
para kazanma mekanizmalarını durdurdular. Ondan sonra da dünya altın
çağlarını yaşadı.
Bizim “şehir ve bölge planlaması” yapabileceğimiz, sosyal devletin
geliştiği, talebin sürekli arttığı, gelirlerin sürekli arttığı bir dönemi kapitalist
ekonomiler dahi yaşadı, biz bunun yollarını biliyoruz ve analiz ediyoruz.
Sonra ne oldu, Bretton Woods Anlaşması’nı 1973’te Amerika sona
erdirdi, süreci başlatan da Amerika’ydı. Bunun nedenleri için bir gün umarım
toplanırız, bunun nedenlerini de açıklıyoruz, biliyoruz, ama Amerika bu
anlaşmayı iptal etti ve dünya tekrar neolibarel düzene girdi. Neoliberal
düzene girmek ne demek: Reel sektöre giden yatırımlar diye bahsetmiştik,
bir de finans kesimi yatırımları demiştik. Bugün dünyada bir dolar reel sektör
53
yatırımlarına gidiyorsa, işte James Petras’a göre 35 dolar ya da 50 dolar
finans kesimi yatırımlarına gidiyor.
Biz bu yanlış gelişmenin üzerinde debeleniyoruz, istihdam
yaratmaya, işsizlikle mücadele etmeye, Ayamama Deresi’yle uğraşmaya
çalışıyoruz. O bir doların hastalıklı dolaşımı üzerinden çözüm bulmaya
çalışıyoruz. Güçler dengesinin; devletin doğrudan denetiminin finans
kesiminin eline geçmesi gibi bir süreç yaşıyoruz, uluslararası finans kapital
dünyayı yönetiyordur, Türkiye bunun en uyumlu, en iyi uyum sağlamış
ülkelerinden birisidir dünyada. Neoliberal politikaların özelliklerini
görüyorsunuz zaten.
Reel sektörün kâr oranları üzerindeki yoğun baskı; bunu ele almamız
lazım. Çünkü siz finans üzerinden kendi sermaye birikiminizi sağlamanın
yolunu açtığınızda, finans kesiminden elde edilen kârlara çok ciddi bir baskı
var, reel sektör kârları üzerinde. Reel sektörün kârları üzerindeki o baskı,
emek maliyetini zorluyor. Emek maliyetini bize “küreselleşme” adı altında
nasıl bir düzende dayatıyorlar?
Aslında, hepsi zincirli olarak birbirine bağlı faktörler. Dünyada finans
sektörünün nasıl etkili olduğunu, mal ve hizmetlerin durumunu görüyorsunuz.
Küreselleşme dedikleri boyutta da reel sektörün ürettiği ürünlerin uluslararası
düzeyde fiyatının belirlenmesi söz konusuydu. Liberalizm bu demek,
“Küreselleştik, dünyaya açıldık”. Dünyaya açılmak, şöyle bir adaletsizliğin
içerisinde gördüğünüz gibi dünyadaki aylık ücretler birbiriyle aynı değil. Siz
böylesine bir karmaşanın içine bir ürün atıyorsunuz. Herhangi bir metayı bu
pazara atıyorsunuz. O zaman, neden etkileniyor bu Pazar ve bu metanın
fiyatı? Bütün bu eşitsizliklerden etkileniyor.
Türkiye aşağı yukarı ortalarda bir yerde ve bu, daha da problemli bir
durum. Emek maliyetiniz düşükse, Çin ya da Hindistan’sanız uluslararası
pazarlarda rekabet etme şansınız daha da artıyor. Bizim gibi orta düzeyde
bir ülkeyseniz, pazarları hızla kaybediyorsunuz ve olan budur. İthalat bazlı
gelişme dedikleri, aslında biz Çin’in ara mallarını alıyoruz, üzerine bir şeyler
katıp, ihraç ediyoruz gibi bir gelişme var.
Bunu da doğuran, ücretler arasındaki büyük dengesizlik. Buradan
ticaret açıklarımız meydana geliyor. Devletin en hoş tanımını Joachim Hirsch
yapıyor; “Artık günümüzün devleti rekabet devletidir” diyor. Yani, uluslararası
pazarlara bu ülkeyi en iyi pazarlayan devlet. Artık sosyal devlet falan yok.
Ücretlerin çok farklı olduğu uluslararası pazarlarda bir küreselleşme
süreci yaşandı. Ondan sonra ülkelerin dünya bütçesinde ekonomik durumları
nasıl oldu diye baktığımızda, 1996’dan, 2006’ya kadar gelinen süreçte şöyle
bir tablo ortaya çıkıyor. Metropol ülkeleri 1936’da artı 36’yken, şu anda
metropol eksi 597; metropol içinde kimler yer alıyor, Amerikan ekonomisi.
1996’da eksi 118’deymiş, 2006’da eksi 812’de Amerikan ekonomisi.
54
Japonya artı 66’da iken, şu anda artı 170’te. Geri kalan Batı ülkeleri
88’de iken, sonra 45’e düşmüş. Ciddi bir biçimde ekside bir ekonomi var;
Amerikan ekonomisi karşımızda. Peki, bunu kim dolduruyor dünya
bütçesinde, kim karşılıyor bu eksiği diye baktığımızda, petrol ihracatçısı
ülkeler karşımıza çıkıyor. 1996’da artı 39’larken, şu anda artı 423’teler. Çin
1996’da 7’deyken, şu anda artı 250’de. Dünya piyasalarını dibe doğru yarış
ve yoksulluk üzerinden aldı götürdü. Emek maliyetinin ucuzluğu üzerinden,
ekolojik tahribat bedelini dünyaya ödeterek götürdü. Yani, dibe doğru
yarıştan bizim kastettiğimiz Çin’in bu artı 250’ye geçişi; dünyanın hem
sosyal, hem de ekolojik koşulları pahasına elde edilmiş bir avantajdır. Diğer
çevrede de böyle bir tablo var.
Şimdi, dünyadaki siyasetleri de belki yorumlarken, bu iktisadi
anlamdaki dünya bütçesi de bizi aydınlatıyor. Çünkü, “neden petrol
ihracatçısı ülkeler bu kadar önemli; ne oluyor bu bölgede?” dediğinizde de
durum çok aşikâr, bu bölge dünyaya çok ciddi bir artı sağlıyor, birilerinin
eksisinin tamamlayıcı unsurunu oluşturuyor.
Türkiye nasıl bir ülke diye düşündüğümüzde, çok tipik olarak faiz
ödeyen bir ülke olduğumuzu söyleyebiliriz. Yüksek reel faiz sunarak,
uluslararası spekülasyon oyunu içerisinde ayrıcalıklı bir konum kapma uğraşı
aslında, 2001 krizi sonrasında Türkiye'ye bizzat IMF tarafından telkin
edilmiştir. IMF programı Türkiye'yi, dünya ekonomisi içerisinde, yüksek reel
faiz sunan ve sıcak para girişleriyle ekonomisini istikrara kavuşturmaya
çalışan bir ülke olarak değerlendirmektedir.
Uluslararası finans sermayesi şebekesi Türkiye gibi yeni yükselen
piyasalarda reel faizlerin yüksek olmasından büyük bir rant elde etmekte ve
bu ülkelerin sunduğu spekülatif finansal getiriyi kaybetmemek için piyasa
dahili veya harici her türlü şantaja başvurarak, faiz getirisini yüksek
kılmaktadır.
Türkiye'de hükümet edenlerin bu bağlantısını gözden kaçıranlar ne
iktisattan, ne siyasetten anlamamaktadır diyebiliriz, gayet rahatlıkla.
Mustafa SÖNMEZ’in çalışmalarını ben derslerimde de çok
kullanıyorum. Burada da yine onun derlediği bir çizim var. Bizim
borçlarımızın nasıl geliştiğine dair çok anlamlı bir grafik. 2001’den itibaren
bizim ülkemizin borçlarının nasıl bir yukarıya doğru ivme izlediğini
görüyorsunuz. Alttaki borçlar da IMF’ye ilişkin borçlar. Yani, mesele IMF
borcu değil; IMF borcu 1/10’unu oluşturuyor Türkiye'deki borçların.
Toplam dış borcu vermiş; bir de burada özel sektörün borcunu
vermiş. Mavi ile işaretlenmiş toplam borçla birlikte yükselen kısım, aslında
özel sektörün borcu. Yani, biz bütün ülke olarak bu özel sektör borcunun
altına imza atıyoruz. Buradan sonra başımıza neler gelecek? Türkiye
ekonomisi dünyanın en kırılgan ekonomilerinden birisi olarak gösteriliyor. Bu
55
kadar borçla, üretimsizlikle; sanayisizleşmenin doruk noktalarına yaklaştığı
bir ülke olarak parlak bir tablo sergilemediğini söyleyebiliriz.
Ben şuna inanıyorum. Bir kere tedavi yöntemleri de bizim arzu ve
isteklerimize göre şekillenmiyor. Çünkü iktisat, güç ve iktidar demek. Yani,
güç ve iktidar odaklarının sergilediği bir tablo iktisat. O zaman, biz bu güç ve
iktidar odaklarının tümüyle ortadan kalktığı bir dünyayı tabii ki arzuluyoruz,
ben de o arzunun içerisindeyim. Ama bunun koşulları var. Bu güç ve iktidar
odakları böyle birdenbire ortadan kalkmıyor.
Ben şu aşamada iktisaden dünyanın kapitalist ekonomiler bazında
en azından bir urdan kurtulması gerektiğini düşünüyorum. O ur da dediğimiz
gibi finans kesimine akan o kaynakların durdurulması, yasaklanması. Dünya
çapında buna dair faaliyetler var. Yani, bunun arkasını o iktisat görüşünü
egemen kılmak için tabii ki bir siyasi, politik hareketlilikle dolduruyor
insanlar.,Ama karşımızda büyük bir canavar var. Yani, reel sektörün 50 katı
büyüklüğüne çıkmış bir finans sermayesi var. Bu müthiş güçle nasıl
savaşabiliriz? Bence bütün finans kesimi dışındaki beslenebilecek diğer
bütün kesimleri yanımıza alarak, topyekûn bir politik mücadele ve cephe
oluşturulabilir diye düşünüyorum. Başka da çıkış yolu görmüyorum.
Liberal iktisat kanserli bir hastanın, ur taşıyan bir hastanın varlığına
işarettir. Bu urun kendisi, finans kesimi yatırımlarıdır ve ortadan kalkması
gerekir. En azından hastanın dolaşımının sağlanabilmesi, kanserden
kurtulabilmesi için. Bunun dışında, bu hastanın beyninin iyileşmesi ve
özgürleşmesi tabii ki olması gereken bir şeydir, ama önce uru bir
temizleyelim, ondan sonra da beynini de özgürleştirmeye çalışırız diyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Şule Hanım’a çok teşekkür ediyoruz.
Sorular varsa, on dakika alabiliriz; bu arada benim de ekonomistlere
bir sorum var. Doğrusu hiç aklım almıyor, onun için sormak zorunda
hissediyorum kendimi. Tamam, finans sektörü yerine reel sektörü
geliştirelim, bu çok mantıklı, çok haklısınız. Ama reel sektörü de aslında
tanımlamak lazım. Mesela, üretimi artırmak demek, yeni sanayi açısından
bakıldığında, fabrikalar açmak demek veyahut hizmetler sektörüne
bakıyoruz. Yine ulaşım desteği artıyor, her taraftan uçaklarla oraya buraya
gidiş söz konusu.
Bütün bu gelişmeler aynı zamanda hem şehirleşmeyi, hem de çevre
kirliliğini yaratmıyor mu? Belki de istihdam konusunu yeniden düşünmemiz,
neyi üreteceğimizi, neyin üretilmesi gerektiğini, üretim denilirken neleri
kastettiğimizi netleştirmemiz gerekiyor. Durmadan tişört üretmek de
fabrikalarda, yine onları piyasaya salmak da uygun bir şey değil. Belki bu
istihdama ihtiyacı olan fakir kesimlere başka bir sistemle yaklaşmak da söz
56
konusu olur. Dünyayı tehdit etmeyecek bir sanayi, çünkü sanayiden de
üretim olmasına rağmen, aslında çok çektik. Üç bin yıllık dünyamız son
yüzyılda üç bin yıl kadar kirlendi.
Bu açıdan ne düşünüyorlar diye merak ediyorum. Yani, şehircilik
açısından reel sektörü bize tanımlayabilirler mi acaba?
Prof. Dr. HAYRİ KOZANOĞLU- Öncelikle dünyanın en önemli
sorunlarından birisinin yaklaşan ekolojik felaket olduğunu biliyoruz. Onun için
bütün ekonomik çözümler de ekolojik dengeleri gözeten, insanların
geleceğini, gelecek nesilleri gözeten bir yerden tasarlanmalı. Ekonomik kriz
şöyle bir avantaj da getirebilir. Her şey yeniden yapılandırılacaksa ki son
günlerde sanki bu krizin geride kaldığı, fazla bir düzenlemeye gitmeden
aşılabileceği gibi bir yanılgı var. Ben buna katılmıyorum, krizin devam
edeceği ve bu konuyu ciddi bir şekilde tartışmaya devam edeceğimizi
düşünüyorum.
Bu anlamda, ekolojik faktörler göz önüne alınmalı. Tabii ki, burada
şehircilerin, şehir plancıların da çok önemli bir görevi olacak. Mesela,
verdiğiniz örnek güzel. Dünyada ekolojik duyarlılığı olanlar bazen bir mal ve
hizmeti alırken, onun kalitesi kadar hangi koşullarda, nerede üretildiğine de
bakıyorlar. Hani nerede üretildiği denilirken; sendikalı, sosyal hakları bulunan
işçiler tarafından mı üretilmiş, yoksa insanları kölelik ücretiyleçalıştırarak mı
üretmiş? Bir kısmı bu, ama sizin sorduğunuzla en yakından ilişkili kısım şu;
armut alacağınızı farz edelim. Columbia veya Peru’dan 2800 mil yol kat
ederek İngiltere’ye gelmiştir. Fiyatı da işte diyelim ki 1 Pound’dur, diyor.
Ekolojik duyarlılığı olan bazı insanlar 1,25 Pound veya 1,5 Pound verip,
Avrupa’da veya İngiltere’de üretileni alıyorlar. Çünkü, Peru’dan gelen bir
armudu veya elmayı Peru’dan İngiltere’ye veya Hollanda’ya kadar taşırken,
ekolojik dengeleri çok fazla bozuyor. Tabii ki, bunlar çok detaylı bir şekilde
konuşulabilir, ama tek başına üretim fetişizmi yapmamak; bunu ekolojik
faktörleri göz önüne alarak, bugünkü nesillerle, yarınki nesillerin çıkarlarını
uzlaştırarak düşünmek gerekir. Yoksa yarın bizlerden sonra çocuklarımıza,
torunlarımıza, gelecek nesillere yaşanacak bir dünya kalmamış olur.
Prof. Dr. ÜMİT ŞENESEN- Bu ekoloji gerçekten çok önemli. Çok iyi
bildiğim bir konu değil, ama bu konularda çalışan bir arkadaşımın bulgularına
dayanarak bir iki şey söyleyebilirim. Alper GÜZEL ODTÜ’deydi, şimdi 19
Mayıs Üniversitesi’ne geçti. O bu konularda ciddi olarak çalışmalar yapıyor.
Onun önerisi de şu: Özellikle, ekolojik tarım için Doğu Anadolu’da hiç, suni
gübre görmemiş, ilaçlanmamış bir sürü arazi var. Buraların ekolojik tarıma
açılmasını, çünkü batı bölgelerinde ekolojik tarım yapılmasının pek mümkün
olmadığını söylüyor.
Teşekkür ederim.
57
Yrd. Doç. Dr. ŞULE ŞENESEN- Burada ekolojiye, liberal iktisat
çerçevesinde sahip çıkamayız, gibi bir önermenin altında durmak istiyorum.
Yani, liberal iktisatla ekolojik düzelme bağdaşmayan şeyler. Bunun farkı ne?
Çünkü birisi dibe doğru, öbürü yukarı doğru bir yarış. Yani, biz finans
kesimini durduramazsak, oraya giden sermayeye bir sınır koyamazsak, reel
kesimin kârları üzerinde çok müthiş bir baskı oluşmaya devam edecek. Bu
dibe doğru bir yarış olacak. O yarışı yukarıya doğru çekeceğiz.
O zaman, ekolojik duyarlılık yükselebilecek. Yani, insanların alım
gücü, bilinçleri de artınca, insanların cebindeki para üzerinden bu kadar
müthiş bir rekabet yürütülürken, ekolojik ürünleri tüketin demek alay etmek
gibi oluyor. Ekolojik anlamda bir şeyleri tahrip etmeyi güya kontrol altına
almaya çalışıyorlar, ama bu çabalar liberal iktisat içinde mümkün değildir.
Bunu yaratan da, finans kesimi kârlarının reel kesim üzerinde
yarattığı müthiş baskıdır. İkisi arasında çok fark var. Biz ancak, Keynesyen
iktisat çerçevesinde bir düzen kurabilirsek, o zaman gerçek anlamda ekolojik
mücadeleyi verecek bir altyapıyı da bulabiliriz. Hem ürün kalitesi düzeyinde,
hem de ekolojik düzeyde, planlama düzeyinde, şu anda hiçbir şey
planlayamıyorsunuz, ama ortak akla, planlamaya ve denetime,
sınırlandırmaya, yasaklara ihtiyacı var dünya ekonomisinin.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
SALONDAN: Şule Hanım’a teşekkür ederiz. TOKİ Başkanı da çok
basite indirerek şöyle söyledi. “Küçükçekmece’de yaptığımız konutlarla orayı
bir rant alanı haline getirdik.” Şimdi, tabii bazı kentsel müdahalelerle o
bölgede rantı artırmak, sadece Küçükçekmece’de yapılmıyor..
Ben bunu sormak istiyorum. Reel yatırımlar ve finans sektörü
yatırımları dediniz. Bu rant, kentsel rant bunun neresinde?
Yrd. Doç. Dr. ŞULE ŞENESEN- Kentsel rant aslında toplumsal
anlamda kendi kentini denetleyen insanlarla beraber son verilebilecek bir
şey. Bu toplum ne kadar bilinçli, kendi hakkına, hukukuna sahip çıkacak bir
hale gelirse, o zaman bu rantlar üzerinde de daha fazla denetimde
bulunabilecek. Sosyal devlet dediğimiz mekanizma, aslında bunların hepsi
bir bütün oluşturuyor. Kamu yararının gözetilmesi, bunun için kaynak
ayrılması ve her şeyin bu kadar vahşi bir rekabet ortamında ve aslında
antidemokratik mekanizmalarla yok edildiği bir sürecin dönüştürülmesi; kente
sahip çıkacak bireylerin oluşmasını da engelliyor liberal iktisat.
Bunu her yerde görebiliyoruz. İşsizlik kentsel rantın denetlenmesinin
önündeki bir engel, çünkü işsiz insan hiçbir şeye sahip çıkamaz. İşsiz insan,
değersiz hisseder. Ne kentine, ne toplumuna, hiçbir şeye sahip çıkamaz.
Ama işte liberal iktisat sonucunda bütün dünyada ortaya çıkan insan
topluluğu, böyle hiçbir şeyine sahip çıkamayan bir insan topluluğu oldu.
58
Gerçekten sosyal devletin gelişmesi, tam istihdamın sağlanması, herkesin
nitelikli işe sahip olması, vasıflarını geliştirebilmesi, kendi kentine sahip
çıkmasını da beraberinde getirecek. Yani, bu rantın engellenmesi bir
toplumsal bilinç sorunu, bunu engelleyen bir şey oluyor, neoliberal iktisatın
yarattığı işsiz, eğitimsiz kesimlerle.
SALONDAN- Oturuma katılan hocalarıma çok teşekkür ediyorum,
bize çok önemli bilgiler verdiler.
Ben de aslında bu rant meselesine değinecektim. Bu finansın
gelişmesiyle, yani reel üretime 50 kat bir fark atmasıyla beraber, ne yazık ki
kentlerimizde daha çok metalaşıyor ve kentin kendisi bir rant alanı haline
dönüştürülüyor. Aslında, biz bunu biraz böyle görüyoruz. Yani, bugün
İstanbul'un ormanlarını, su havzalarını kaybetmesini, ulaşım sisteminin daha
özel bir biçimde sunulmasını, biraz da bu finansın iyice şişirilmesinin
tetiklediğini düşünüyoruz, ama şimdi İstanbul için biz bir Çevre Düzeni Planı
yaptık.
Plancılar olarak, meslek alanımızda bazı öğretilerle büyüdük.
Mesela, bundan bir 6-7 sene önce bizim projelerimizde dünyada finans
merkezleri ölçeğinde küresel kentleri incelediğimiz, “Alfa, Beta, Gama” olarak
bunları derecelendirdiğimizde, İstanbul'un en kötü durumdan Gama’dan,
Beta’ya nasıl yükselebileceğini, bunun için finansın, bunun için turizmin ne
kadar şişirilebileceğini bize öğrettiler aslında, bunlar önümüze ders olarak
geldi, hepimiz bu doğrultuda projeler yaptık.
Şimdi, yapılan Çevre Düzeni Planı’na baktığımız zaman da benzer
bir durum, sanayinin belirli bir oranda tasfiyesi, turizmle şişirilmesi ve finans
merkezi haline dönüştürülmesi Ortadoğu’da belirli bir payın, finans üzerinden
Ortadoğu’daki para akışı üzerinden belli bir payın alınması üzerine bir kurgu
var. Plan bu, ister çizili, ister kafamızda olsun, görünen bu. Ama sizin
çizdiğiniz tabloya ve rakamlara baktığımızda, aslında bu finans balonunun
artık bu kadar şişemeyeceğini anlıyorum.
Dolayısıyla, bizim plan ne oldu, ya da ne olur? Onu sormak
istiyorum. Yani, finansın üzerinde kentlerimiz daha ne kadar yaşayabilir, o
balonun içinde kentlerimiz ne kadar daha yaşayabilir? Ekonomiler bunun için
önemli bir etken. Onu sormak istiyorum, teşekkürler.
SALONDAN- Neoliberal sistemde İstanbul sizin, sistem bu, ama
diğer sistemler çok ideal çözücüdür demiyorum. Mutlaka, bir de hocama
şunu sormak isterdim, strüktürel, yapısal, optimum çözüm diye bir anlayış,
bir alan açılması var. Bu bana göre olumlu bir yaklaşım iktisatta.
Bu çerçevede çözümler olarak neoliberalizmin kaotik fırınını daha
fazla kızdırıyoruz. Ne yapıyoruz? Mesela, çok basit ve kısa bir örnek
vereyim, özgün bir şey. Mesela, raylı sistem, tüpgeçit diyoruz. Ben şahsen
59
bütün bunlara 15 yıldan beri karşı çıktım ve çıkıyorum. Çünkü bu, sistematiği
ve kaosu artırıcı bir çözümdür. Hız yerleşimi artırır, yerleşim hızı türev üsler
bir anlamda çoğaltır, bu da kaosu çoğaltır. Dolayısıyla, biz buna katkı
koymuş oluyoruz. Çözüm üretelim derken, ben bu anlayışın Türkiye bilimsel,
yani kent bilimi açısından yeniden ele alınmasını, yeniden gözden
geçirilmesini, kavramsal olarak incelenmesini istiyorum.
Yrd. Doç. Dr. ŞULE ŞENESEN- Birileri için, birilerinin kâr
mekanizmalarının sürmesi açısından bu istenilir bir şey olabilir, ama bütün
toplumun menfaati açısından korkunç bir şeydir. Bu konuda aslında doğa
bizi en azından uyarıyor, sürekli gözümüzün içine sokuyor, ama hâlâ aklımız
başımıza gelmiyor.
Bu şekilde bir İstanbul, hem de deprem kuşağında bir İstanbul'u çok
kötü günler bekliyor. Finans merkezi olma doğrultusunda, kendi
yapılanmasını geliştiren, ama işte bütün varoşlarıyla ve plansız kent
görüntüsüyle her türlü tahribata açık bir İstanbul; yani buradan çıkış yok
diyorum.
OTURUM BAŞKANI- Katılımcılara çok teşekkür ediyoruz.
----&----
İKİNCİ OTURUM
“KRİZ VE SEKTÖREL YATIRIMLAR”
Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. PINAR ÖZDEN
----&---OTURUM BAŞKANI (Yrd. Doç. Dr. Pınar Özden)- İkinci Oturumla
programımıza devam ediyoruz. İkinci Oturumumuzun konusu “Kriz ve
Sektörel Yatırımlar”. Biz aslında bu oturumu iki ayrı aşamada düzenledik.
Çünkü gerçekten de oldukça geniş kapsamlı bir konu. Dolayısıyla, biz “Kriz
ve Sektörel Yatırımlar -1” başlığı altında daha çok konut ve ulaşım konularını
ele almayı düşündük. Burada alt başlıklar olarak yazmasa da, İkinci
Oturumda da daha çok turizm ve merkezi iş alanları konusuna değinilecek.
Sorularımız var. Programda da zannediyorum inceleme şansı
buldunuz. Konut ve ulaşım konusunu çeşitli bakış açılarıyla, bulundukları
noktalardan,
bulundukları
konumlardan
bakarak
değerlendirmeye
çalışacaklar. Kriz ortamında konut ve ulaşım yatırımları nasıl etkilendi,
bunların kente, kent mekânına yansımaları nasıl oldu; üst ölçekli planlama
süreçleri bunun neresinde duruyor ya da bu yatırımların azalması, durması,
durağanlaşması ve üst ölçekli planlama ile arasındaki ilişkiler kenti hangi
60
noktaya götürecek, hangi noktalara taşıyacak? Biraz bunlara değinmeye
çalışacağız.
Ben izninizle, programdaki sırayla gitmek istiyorum, eğer bir itiraz
yoksa. İlk konuşmacımız Bahadır Teker, İstanbul Mortgage Finansman
AŞ’den katılıyor, buyurun.
BAHADIR TEKER (İstanbul Mortgage Finansman AŞ Genel
Müdürü)- Ben süreye bağlı kalmadan daha kısa tutmayı düşünüyorum bu
güzel İstanbul gününde öğleden sonra çok fazla sıkmamak adına.
Hem GYODER’de, hem de UAI’da Yönetim Kurulu Üyesiyim ve
Türkiye'deki ilk, aslında banka olmayan Mortgage Şirketi olan İstanbul
Mortgage’nin hem ortağı, hem de yöneticisiyim.
Bizim de ortağımızın çok büyük yabancı yatırımcı olması dolayısıyla
bu kriz ortamı hakkında hem uluslararası piyasada, hem de Türkiye'nin
durumu ve gayrimenkul yatırımları konusunda aslında kısa bir bilgi vermek
istiyorum. Sorularınız olursa daha detaya ineriz.
İlk olarak dünyadaki krizin geldiği aşama nedir? Hepimiz zaten takip
ediyoruz, ama şu anda hâlâ suni teneffüsle aslında ayakta durmak
ortamındayız. Birçok insan yavaş yavaş bu suni teneffüsün hastayı ayağa
kaldırabileceğine dair iyimser tahminlerde bulunmaya başladı ve onun için
gördüğünüz piyasalarda daha bir alım yönünde hareketlenmeler, biraz daha
yatırımcı yönünde iyimserlikler var. Ama geldiğimiz nokta itibariyle henüz
hiçbir şey bitmiş değil.
Özellikle, dünyadaki finansal sistem kendini toparlayabilmiş değil, en
az iki üç senede bir kâğıt devresi geçirmesi gerekiyor ve geçirecektir de.
Herkesin korktuğu bir ikinci çöküş olma olasılığı hâlâ gündemde, ama
zayıflayarak gündemde. Bunun olasılığını artık çok fazla piyasalar satın
almıyorlar. Bizim gördüğümüz daha çok bu yatay, böyle sıkıcı bir evreye
girip, yatırımların aslında durağan gitmesi, önümüzdeki birkaç sene boyunca.
Türkiye'ye gelince, Türkiye krize çok iyi girdi. Biliyorsunuz, mali
sektör itibariyle ve 5-6 senelik yüksek kârlı çalışma potansiyeli ve şirketlerin
birikimleriyle girdi. Ancak, kurulan set maalesef bu dalgaları etkilemeye ya
da engellemeye yetmedi. Hepiniz biliyorsunuz, derin piyasalarda ya da derin
denizlerde olan dalgalar aslında sığlığa gelince dalga boyu hem yüksek olur,
hem de tahribatı fazla olur.
Türkiye'de maalesef, diğer gelişmiş ülkelere nazaran her ne kadar
setler inşa etmiş olsa dahi, sığ bir piyasaya sahip olduğu için etkilenmesi de
bir o kadar kötü oldu. Bunu işsizlik rakamında da görüyoruz; yatırımların
anında kesilmesi açısından da görüyoruz ve birçok mal fiyatlarındaki ani
61
düşüşlerde de görüyoruz. Bunun aslında istisnası galiba biraz gayrimenkul.
Türkiye'de gayrimenkul fiyatları aslında diğer emtia piyasalarına nazaran
daha az etkilendi.
Şöyle bir bakarsanız, Amerika’daki konut fiyatlarında yaklaşık yüzde
30’lara varan bir düşüş var; geçtiğimiz bir sene içerisinde. Bu yaklaşık olarak
2001–2002 konut fiyatlarının tekrar bugün gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor,
özellikle Amerika için konuşursak.
İngiltere’de yine yaklaşık aynı rakamları görüyoruz. Türkiye dalga
boyunun daha yüksek olmasını beklerken, aslında sadece yüzde 10-15’ler
civarında konut fiyatlarında düşüş yaşadı. Bu da özellikle şehir merkezi
dışındaki şehrin çevre çeperlerinde yaşandı. Bunun da birkaç nedeni var.
Birincisi, hepimiz biliyoruz Türkiye potansiyel talep anlamında, yani konut
talep etme açısından çok bakir bir ülke. Hâlâ yaklaşık olarak yüzde 52’si
enformal yapılaşmaya sahip olan, binalarının yüzde 18’i ruhsatlı olan,
insanların sürekli konut talep ettikleri, nüfusun artığı, nüfusun artmasının
yanında insanların konut tercihlerinin değiştiği bir ülkede yaşıyoruz.
Bakarsanız, İstanbul özelinde konuşmak gerekirse, yaklaşık
konutların tamamının yüzde 19’u civarında bir ruhsatlı konut stoku ve eğer
bu stokları düzeltip, gelecek nüfus artışını ve sosyal değişimleri göz önüne
alırsak da 2015’e kadar 2 100 adet yeni konut ihtiyacı olan bir megakentten
bahsediyoruz. Şu andaki konut stokunun 3 200 olduğunu düşünürseniz,
önümüzdeki on yıl içerisinde İstanbul'da yaklaşık yüzde 70-80 daha fazla
konut yapmamız lazım ki, bizim şu anda içinde yaşadığımız kötü
yapılaşmayı bir şekilde ortadan kaldırıp, gelen talebi eritelim. İşin esas kısmı
zaten bundan sonra başlıyor. Bu yapılabilir mi, yapılabilirse nasıl yapılabilir
ve bu kriz ortamının bunun yapılabilirliğine etkisi nasıl?
Çok kaba bir hesapla söylemek gerekirse, sırf maliyet açısından
bakarsanız, -kusura bakmayın, ben finansçı olduğum için, hep maliyet
açısından konuşacağım, zaten burada çok değerli hocalarımız var,
şehirleşme açısından konuşurlar- bizim yaklaşık on senedir 170 milyar
dolara ihtiyacımız var, sırf konut stokunu yenilemek için. Bunun içerisinde
ulaşım yok, altyapı yok, hastaneler yok, sosyal donatılar yok, hiçbirisi yok.
“Bu miktarda parayı İstanbullu karşılayabilir mi; bu nasıl yapılabilir?” sorusu
var. İstanbul'un gelir dağılımına bakarsanız, her ne kadar Türkiye'den daha
zengin bir şehir olmakla beraber, nüfusun yüzde 60-70’i şu anda 100 bin
liralık bir evi dahi alabilecek tasarruf etme olanağına sahip değil.
İstanbul'daki nüfusun yüzde 65’i şu anki gelir yapısı itibariyle 100 bin liralık
bir evi sıfırdan başlayıp, alabilme şansına sahip değil. Bu bahsettiğim
rakamı, yaklaşık 20 sene tasarruflarını biriktirmekle ilgili olarak
bahsediyorum.
62
İstanbul'un nüfusunun yaklaşık yüzde 80’i eğer vadeler uzarsa, eğer
faizler düşerse, eğer arsa fiyatları da artmazsa, 50 bin liralık bir evi alma
şansına sahip. Bu birinci gerçektir. Demek ki, İstanbul'da gerçekten böyle bir
şey yapabilmemiz için çok ucuz maliyetli konutlar üretmemiz lazım ve uzun
vadeli tonlamalara ihtiyacımız var.
İkinci konu; İstanbul'da hep bahsettiğimiz arsa konusudur. Arsa
konusu kangren haline dönüşmüş, şehrin merkezinde, ama İstanbul'un
metrekare olarak bakarsanız, yaklaşık -yanlış hatırlamıyorsam- 5500
kilometrekare civarında bir alanı var. Bu alanın içerisinde yaklaşık 3 200
kilometrekaresi halen devlete ait. Şehir merkezi dışındaki alanları da
düşünürseniz, İstanbul Şehri’nin yaklaşık yüzde 60’ı hâlâ devlete ait. Bu
arsaların bir şekilde hayata geçmesi ve bunların uzun vadeli korunarak, daha
ucuz fiyatta evlerin yapılması gereği ve çözümü ortada duruyor.
Krizin etkisi nedeniyle maalesef şu anda uzun vadeli kaynak
Türkiye'ye giremiyor. Türkiye'de de uzun vadeli yatırım yapacak bir kaynak
yok. Burada da yapılması gereken iki tane şey var.
Birincisi; dıştan biraz sermaye çekmeye yine çalışacağız, belki daha
da önemlisi iç kaynakları harekete geçirmemiz lazım. Maalesef, Türkiye'de
de sermaye birikimi olan insanların sermayeleri toplulaştırıp, böyle büyük
yatırımlara girme şansı ya da ortamı şu anda yok, hatta isteği de yok, biraz
da.
Diğer yandan bakarsanız -özellikle geçen hafta da Exporial’deydik,
evvelki hafta Münih’te, daha önce de birçok yerlerde temaslarımız oldubütün yabancı yatırımcıların söylediği şey, önümüzdeki 10-15 sene
içerisinde Türkiye'nin çok büyük bir potansiyele sahip olduğu ve yatırım için
belki de dünyada gidilebilecek iki-üç ülkeden birisi olduğudur. Bunu yabancı
yatırımcılar söylerken, hâlâ bizim Türk yatırımcılar bu konuya inanmakta
zorluk çekiyorlar ama fandımentıllara bakarsanız, Türkiye'nin dinamiklerine
bakarsanız, Türkiye'de çok büyük bir büyüme potansiyeli var. Bu büyüme
potansiyeli de bir şekilde özellikle yabancı yatırımcıların harekete
geçireceğini ve Türk yatırımcıların önümüzdeki dönemde bundan
faydalanacakları aslında açıkça gözüküyor.
Kısaca toparlamak gerekirse, bu kriz Türkiye'nin ya da İstanbul'un
gelişimini aslında biraz duraklattı. Ama 2006 gibi bir senenin tekrar
yaşanması aslında zaman meselesi. Bir seneye kadar ya da üç seneye
kadar ya da dört seneye kadar tekrar çok canlı bir gayrimenkul piyasası ve
buna bağlı olarak da yatırımcıların çok rahatlıkla yatırım yaptığı bir piyasa
gelişecek. Çünkü, iç dinamikleri çok büyük bir ülke olması, büyüme
potansiyeli, nüfusunun geç olması, müteşebbis olması gibi birçok şeyi ark
arkaya eklediğiniz zaman ülkemizde bunun kaçınılmaz olduğu bir gerçek.
63
Ben bu noktada keseyim. Belki daha sonra sorularla beraber daha
detayda birkaç şey konuşmak mümkün olur, teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz de teşekkür ediyoruz. Eminim, bu konuda
epey soru alacaksınız. Çünkü hepimizin aklına takılan bu konuyla ilgili
gerçekten çok şey var.
İkinci sırada Sayın Gül Deliktaş var. Strateji ve Geliştirme Daire
Başkanlığından, buyurun.
GÜL DELİKTAŞ (Strateji ve Geliştirme Daire Başkanlığı)- Değerli
katılımcılar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bize iletilen sorulara
geliştirdiğimiz cevaplarla bir 20 dakikayı belki bulmayacak bir çerçeve
çizmek istiyorum.
Toplu Konut İdaresi Başkanlığını temsilen katıldığım için, ben bu
krizdeki kamunun aldığı pozisyon ve kamu-özel işbirliklerindeki etkilenme
düzeyi; kamu eliyle sunulan konutlardaki talep değişiklikleri ve müşteri
memnuniyeti; yatırımların azalması, şehirlerdeki yatırım oranlarımızla ilgili,
satış grafikleriyle ilgili size bilgi vereceğim ve bundan bizim gelecek
dönemdeki vizyonumuzun nasıl etkilendiğinden, stratejik planlamadaki ana
kararlarımızın nasıl etkilendiğinden bahsetmek istiyorum.
Öncelikle biliyoruz ki, kamu-özel işbirlikleri konut alanında oldukça
yaygın; kentsel altyapı alanında da oldukça yaygın. Bunun kriz sonrası
etkileri her ne kadar Amerika'da hepimizin şimdiye kadar gayet iyi öğrendiği
konut piyasasında başlayan, türev piyasalarda yoğunlaşan, daha sonra
Avrupa’ya sıçrayan, ülkemizde de gerek üretim sektöründe, gerekse de diğer
sektörlerde etkilerini yansıtan krizin konut alanındaki yansımaları yine –birazTürkiye özelinde kendisini gösterdi.
Türkiye hem konjonktürel gelişmeleri izleyen bir ülke; bunlardan
etkilenen bir ülke, hem de çok baskın bir konut talebi olan bir ülke. Bizde,
konut sektöründe devletin ve belediyelerin ciddi bir konut yatırımı var.
Belediye eliyle üretilen konutlar, gerek 775 sayılı Gecekondu Önleme Yasası
çerçevesinde, gerekse sosyal konut politikalarının uygulandığı dönemlerde,
kooperatiflere kamu kaynaklarıyla bir finansman önerildiği dönemlerde devlet
tarafından yapılarak ya da devlet tarafından finanse edilerek, konuta
aktarılan kamusal finansmanlar çok yoğun Türkiye'de.
Dolayısıyla, kriz dönemlerinde işsizlik, hane gelirlerinde azalma,
belirsizlik gibi etkilerle konut talebinin baskılandığını görüyoruz. Ancak,
gerçek konut ihtiyacının değişmediğini tespit edebiliriz.
Dolayısıyla, tüm bu faktörler göz önüne alındığında, Türkiye'deki bu
dominant konut talebi, konut ihtiyacı, konuta erişemeyen kesimlerin kriz
öncesinde ve kriz sonrasında da bu erişimlerinin hâlâ çok zor ve seçeneksiz
bir piyasada olması sebebiyle, biz konuta olan talebin azalmayacağını
64
düşünüyoruz. Azalmadığını da kendi hizmet verdiğimiz hedef kitlenin hareket
ve davranışlarından izleyebildik.
İnşaat sektörü tabii ekonomide çok önemli, çarpan etkisi çok fazla
olan bir sektör. İnşaattaki bir gelişme ya da inşaattaki olumsuz bir
dalgalanma diğer sektörlere de bu malzemeler, işçilik, yatırım yapılan
şehirlerdeki diğer sektörlerde ortaya çıkan talep ve arzlarla ciddi bir etki
yaratıyor. Hatta Türkiye Müteahhitler Birliğinin web sitesinde de güncel
olarak yayınlanan verilere baktığımızda, sektörün istihdama katkısı yüzde 15
gibi ciddi bir katkıdır. Gayri Safi Hâsıla içerisinde yüzde 8’lik bir payı var.
Diğer sektörler de işin içine katıldığında, inşaat sektöründeki
yatırımların durmaması kriz döneminde çok önemli. Çoğu ülkedeki siyasi
otoriteler kamu yatırımlarını kriz döneminde bir lokomotif olarak tercih
edebiliyorlar. Geçmiş kriz dönemlerinde yurtdışı örneklerinde de var. Şu
anda da kamu yatırımları hükümet politikalarında hâlâ çok gündemde.
Dolayısıyla, kamu yatırımları eliyle de ekonominin canlandırılması tercih
edilen bir metot şu anda.
İnşat sektörü tabii toplumların gelişmişlik seviyesiyle de gelişiyor.
Ama Türkiye özeline ve kriz dönemine baktığımızda, talep eden grupları
değişik kategorilerde incelediğimizde, biz toplu konut olarak bir köprü
finansman yapmaya çalışıyoruz. Hasılat paylaşımı dediğimiz, gelir paylaşımı
dediğimizde, iştiraklerimizle ilgili de genellikle metropol kentlerde yönetmeye
çalıştığımız üst ölçekli, üst gelir grubunu hedefleyen daha pahalı, daha
büyük, daha değişik finansman yöntemleriyle ve değişik satış teknikleriyle
belli gelir grubunu hedefleyen projelerimizle, gerek ihale sürecindeki talepte,
gerekse de bunların satış grafiklerinde çok dramatik olmasa da, olumsuz bir
gelişme oldu diyebiliriz.
Yani, bu bir beklenti, bir bekleme düzeyi. Bu talebin ertelenmesi, bu
konutların satışında bir bekleme süreci, bir tedirginlik oldu konut döneminde.
Bu fiyatlara da yansıdı. Ancak, diğer tarafta bu finansman havuzunu
aktardığımız alt gelir grubu ve fakir gruplarında konut ihtiyacı çok baskın ve
piyasa içerisinde ödenebilir seçenek oldukça az olduğu için, buradaki talepte
bir azalma yok.
İdare olarak illerde yaptığımız alt gelir, orta gelir ve fakir konutu
uygulamalarında bir talep azalması olmadı. Bunların tamamına yakını hâlâ
başvuru yöntemiyle değil, arz edilen konut sayısı talepten az olduğu için bir
kura yöntemiyle -2009’da da bu değişmedi- böyle bir çerçeve içerisinde
satılıyorlar. Çünkü uzun vadede düşük taksitlerle kimi zaman peşinatsız, kimi
zaman çok düşük peşinatlarla bir satış var ve bunun da çok fazla özel sektör
eliyle uygulanma seçeneği yok.
Şunu da gördük: İnsanlar üst gelir grubunda, lüks tüketimde
hocalarımızın da bahsettiği gibi, bu tercihlerini erteleyebiliyorlar,
65
vazgeçebiliyorlar, hayati bir şey yok, yalnız konut Türkiye'de insanlar için
hayati bir tercih gibi görünüyor hâlâ. Çünkü ne olursa olsun, biz o 200 lira
taksitlerin ödendiğini gördük. Ödeyememeden dolayı Toplu Konut İdaresi
iade oranı çok düşük, yüzde 1 ve 300 bin konut satıldı. Bunun da metrekare
bazında, 100 metrekare ve altındakilere baktığımızda, yüzde 78’i sosyal
konut ve yüzde 1 ödeyememe oranı olarak iade bize ne olursa olsun, bir
taksitin ödenmeye çalışıldığını, hedef kitlenin konuttan kopmamaya
çalıştığını gösteriyor.
Biz bu dönemde özellikle kentsel yenileme projeleri, yasal anlamıyla
kaçak yapılaşmış bölgelerin, gecekondu bölgelerinin tasfiyesi projelerinin de
zaman içerisinde daha çok gündeme geleceğini ve kamusal yatırımlar kadar,
özel sektör yatırımlarıyla gündeme geleceğini düşünüyoruz. Ancak, yine fakir
gruba ödeme güçlüğünde olan halka, ödeyebilir, erişilebilir taksitlerle konut
sunumu düşünüldüğünde ve diğer taraftan kente göç etmiş ve yine kiralık
sektörde bulunan konut mülkiyet talebinde bulunan insanlar için, alt gelir
grubu, orta gelir grubu, memurlar, ücretli çalışanlar. Bunların da talebi
düşünüldüğünde, biz bu kriz sonrası dönemde ve önümüzdeki 5–10 yıllık
periyotlar halinde kamusal yatırımların konut sektöründe hâlâ piyasada
baskın olacağını düşünüyoruz.
Türkiye'de eğitim aldığımız üniversitelerde gördüğümüz, sektörde
uygulayıcılar olarak dile getirdiğimiz gibi nitelikli konut talebi de var.
Türkiye'de bir “yap-sat”çılık gerçeği var. Tek parselde, tek bir konut üretimi
ve bunun yarattığı, bunların bir araya gelmesinden yaratılan konut çevreleri.
Bunun krizden etkilenmesi, kriz karşısında aldıkları önlemler daha farklı.
Toplu konut üretimi yapan, İstanbul'da örneğin gibi, Türkiye genelinde Toplu
Konut İdaresi gibi, burada ölçek maliyetleri, ölçek ekonomileri, yaratılan
çevre içerisinde hane halklarına sunulmaya çalışılan eğitim, sağlık, kültür
gibi hizmetler bir arada sunulduğunda, bunun maliyetlere çok fazla arttırıcı
etki yapmadığını ya da ilerleyen dönemde bu maliyetleri yine sineye çekerek,
toplu yatırımların devam edeceğini düşünüyoruz.
Özel sektör yatırımcıları için baktığımızda, biz şöyle bir hedef de
görüyoruz: Özel sektör yapısı gereği, prensibi gereği maliyetlerini dikkate
almak zorundadır. Dolayısıyla, buradaki piyasadaki dalgalanmalar ve fiyat
değişikliklerinin özel sektörün aldığı daha değişik imajlarda konut sunumu,
bunların pazarlanması, bunlarla ilgili satış politikaları, maketten satışlar, yapsatçılık değil de, “sat-yap”çılığa dönüşler. Bunlar kriz öncesi zaten başlatılan,
kriz sonrası da bir araç olarak kullanılan unsurlar. Ama kamusal alanda yine
kamu kaynaklarının özellikle bu erişimde sıkıntı duyan dezavantajlı gruplar
için konut açısından yine pazara aktarılacağını düşünüyoruz.
Üst ölçekli planlamaya gelince, üst ölçekli planlar tabii kentlerin
bölgesel ve yakın çevresiyle olan gelişimlerinde belli bir bütünlük
sağlanmasını hedefleyen planlar. Sadece plan yaparak kentsel ekonomilere
66
katkıda bulunmak işin bir noktası. Planlarımızı mevcut ekonomik, sosyal,
kültürel değişimlere uğrayan kentlerimizde ya da o kentin sebep olmadığı,
fakat maruz kaldığı değişiklikler için revize etme noktasında da plancılar
olarak belki yeni bir gündem tartışması yapabiliriz.
Burada sosyal adalet ve ekonomik verimlilik birbirlerine karşı gelen
ve sadece denge prensibiyle bir araya gelebilecek kavramlar. Eğer, kamu
kaynaklarının ekonomik olarak en verimli şekilde dağılmasından
bahsediyorsak, burada Türkiye'nin doğusunu görüyoruz. Sadece batısını
görüyoruz, sosyal adaletten bahsettiğimizde, o zaman Türkiye'nin doğusunu
da görür hale geliyoruz.
Kriz döneminde bence en önemli kamu politikalarından birisi ulaşım
konusunda da, eğitim konusunda da, sağlık konusunda da, yani bir
vatandaşa verilmesi beklenilen hizmetler konusunda baktığımızda, bu
dengenin kurulması için hem üst ölçekli planlarda, hem alt eylem planlarında
yeni politikaların geliştirilmesi olacaktır diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Prof. Dr. Fulin Bölen buyurun.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Teşekkür ederim.
“İstanbul Buluşmaları”nın bu üçüncü yılında tekrar bir arada
olmaktan dolayı çok mutlu olduğumu söylemek istiyorum ve bütün
düzenlemeyi yapan arkadaşları kutluyorum ve teşekkür ediyorum.
Ben de bu oturumda “global krizde konut sektörü ve biraz da
planlama ne oldu?” sorusu üzerinde duracağım. Ben belki biraz daha arka
planına bakmak istiyorum. Sonra krizin niteliğini biraz inceledikten sonra,
İstanbul'daki konutun krizden önceki durumu ve kriz sırasındaki durumunu
inceleyerek, belki sizin sorularınızı yanıtlamayı başarabilirim.
Global kriz diyoruz. Global kriz aslında böyle sayılarla ifade edildiği
zaman, finansman olayı gibi karşımıza çıkıyor. Aslında bunun arkasında
bütün dünyayı etkileyen çok politik şeyler de var ve onları da görmemiz
gerekiyor. Çünkü bunlar da bizim planlamamızı etkileyen dünya görüşlerini
içeriyor.
Globalleşmenin aslında geriye doğru gittiğimiz zaman, birtakım
temel taşları var. Onlardan birincisi; 1973’te petrol krizinden sonra,
İngiltere’de iktidara gelen Thatcher’le, Amerika'da iktidara gelen Reagan
arasında ve onların belki tesadüfen veya aynı görüşte oldukları için
geliştirdikleri birtakım neoliberal ekonomik politikaların ortaya çıkmasıyla da
başlıyor.
Bu olay sadece orada kalmıyor, dünyayı etkilerken, Türkiye'ye de ilk
defa o dönemde geliyor. Biz Türkiye'deki konut politikasını anlatırken, en
67
temel noktalardan birisi Özal’ın Toplu Konut Yasasıyla birlikte Türkiye'de
toplu konut üretimini desteklerken, aslında büyük sermayenin konut
üretimine girmesini ve aynı zamanda o sırada darboğazda bulunan
ekonomiyi canlandırması gibi hedefleri var. Bu aslında, Amerika’daki
tutumdan çok farklı bir şey değil. O dönemden beri biz aynı globalleşme
politikalarının içerisine girmiş durumdayız.
Gene o dönemde bizim açımızdan ilginç olan Thatcher yönetimi
Londra’daki planlama bürosunu kapattı; yani Londra Greater Land’ı kapattı,
yani “ben bütün bu işleri yapacağım” dedi. Bu da bence bize ders olması
gereken şeylerden birisiydi.
Sonra, 89’daki Doğu Bloku’nun da çökmesiyle belli bir olay ortaya
çıktı. Bu dönemde neoliberal, yaklaşımın aslında, arkasında belli birtakım
anlaşmalar var. O anlaşmalardan birincisi; Nixon’ın altına dayalı parayı
kaldırması, bu finans ortamına geçilmesiyle birlikte ve buna bağlı olarak
büyümenin, sürekli büyümenin önerilmesi. Bu politikanın geçerli olması için,
ülkelerin ekonomilerini sürekli genişletmeleri gerekiyor.
Bunun yapılması için, belli bir yaklaşım, bütün dünya ülkelerine
empoze edilmeye çalışılıyor bu da şu: Yüksek borç, bu yüksek borç önemli
bir şey. Yüksek borç, düşük ücret. Bütün dünyada büyümenin bu şekilde
gerçekleşmesi öneriliyor. Finans sisteminde düzenlemenin kaldırılması
serbesti, ticari engellerin kalkması, faizlerin serbest piyasada belirlenmesi
gibi bir durum.
Sonuçta, bu herkesin ekonomiyi son derece serbest bir şekilde
yönlendirmesi ve durmadan ve her şeye rağmen büyümek gibi bir yaklaşım
ortaya çıkıyor. Bunları incelediğimiz zaman, aslında son dönemde Türkiye'de
yaşanın bu ciddi bir açgözlü yaklaşımın aslında dünyadaki genel
konjonktürün bir parçası olduğunu ve bize birtakım güçler tarafından aslında
nasıl empoze edilmekte olduğunu daha kolay görebiliyoruz. Bunu görünce
de, bizim bundan kurtulmamızın, yani bunu değiştirmemizin ne kadar güç
olduğu da ortaya çıkıyor.
Sonuçta, global krizle beraber aslında global krizin küçük bir olayla
başlaması da enteresan. O da yine konutla ilgili bir olayla, Amerika'da küçük
bir konut sektöründeki geri ödemelerin gerçekleşememesinden kaynaklanan
banka sisteminin krize girmesi olayı. Orada bir küçük noktada başlayan
olayı, aslında bir virüsün yarattığı bir aksırmayla bütün dünyanın nasıl
etkilendiğini gördük. Bu, büyük bir güç olduğunu da böylece ortaya çıkardı.
Bizim mücadele planlı olarak yapmaya çalıştığımız zaman, neyle mücadele
ettiğimizi bilmemiz bakımından çok önemli.
Bir de şu var: Bir yandan bütün bunların olması sonunda bu gerçek
ortaya çıktı. Herkesin gözü önünde oldu. Hatta bunun savunucuları bile,
böyle bir bu neoliberal ekonomi sisteminde çok güçlü olduğunu düşündükleri
68
bu sistemin bir zayıf noktası olduğunu görmeleri ve bunu açığa vurmaları
enteresan ve yararlı bir sonuç oldu. Bu da umarım bize ders olacaktır.
Bu koşullar altında, yani böyle bir dünya ortamında Türkiye'deki
konut sektörü yine 1980’lerdeki bu liberal görüşün benimsenmesiyle, konutu
bir sektör olarak kabul edip ve bunu ekonominin bir parçası olarak görmesi,
konutun toplumun ihtiyaçlarını karşılaması gereken bir sosyal hizmet olması
yerine, bunun özel sektör tarafından, imkânları ve tercihleri çerçevesinde
geliştirilen bir sektör olmasının benimsenmesini sağlamış ki sonuçlarını
aslında biz bugün yaşıyoruz.
Aradan geçen 20 yıl içinde gerçekten inşaat sektörü Türkiye'nin
üçüncü sektörü haline gelmeyi başarıyor. Bu arada İstanbul'da ne oldu?
İstanbul'da krizden önce zaten konutla ilgili çok büyük problemler
yaşanıyordu. Yine sabahleyin de söylendi, şehrin yüzde 65’i uygun olmayan
konutlarda yaşıyor ve bunun değişmesi için hâlâ bir baskı altında şehir. Bir
yandan bu problemler ortadayken, bir yandan da biz plancılar şehrin
nüfusunun çevre düzeni planında belli bir sınırda tutmak, şehrin hassas
alanlarına gelişmeleri engellemek için birtakım kurallar geliştirmeye
çalışırken, diğer yandan şehrin üzerindeki nüfus baskısını, yatırım baskısını
artıran birtakım kararlar da alınıyor. 3. köprü kararı, İstanbul'un finans
merkezi olması kararı gibi kararlar da alınıyor ve de biraz evvel
arkadaşımızın söylediği “gayrimenkul sektörünün geleceği parlak” ifadesi
bence soru işareti.
Gayrimenkulde çok yatırımlar olacak, yabancı sermaye gelmek
istiyor. Bütün bunlar şehir üzerindeki baskıyı daha da artıran, biz plancıların
şehri tehdit eder gördüğümüz faktörler. Dünya global ekonomik sistemi
içinde daha çok İstanbul'u tehdit ettiğini gördüğünüz faktörler.
Bu krizde ne oldu; bu İstanbul'un durumu böyleyken krizde ne oldu?
Artış tabii ki nüfus artışındaki biraz hafifleme olmuştur, onu ben şahsen tam
bilemiyorum. Kesinlikle ekonomi daraldığı için konutların satışları durdu.
Satışları durduğu zaman, normal olarak fiyatlar biraz düştü, yüzde 25 gibi
düştüğü iddia ediliyor. Düştü, fakat satın alma imkânı çok fazla olmadığı için
üretim durdu. Normal olarak üretim durduğu zaman, bunun yan etkileri de
olacaktır. Ekonomiyi daha çok darboğaza sokabilir bir yandan, bir yandan da
üretim durduğu için fiyatlar uzun vadede tekrar artacaktır. Çünkü arz-talep
nedeniyle arz azalacağı için, ileride talep fiyatları da artacaktır.
Böyle bir durumdayken, bir yandan da şöyle bir gerçek ortaya çıktı.
Gayrimenkul üreten kurumlar, özel firmalar aslında bundan çok üretimlerini
düşürüyorlar, fakat çok da ekonomik olarak etkilendikleri söylenemez, gerçek
deneyimli gayrimenkul firmaları için söylüyorum. Krizin şu yararı da oldu: Bir
dönem konuta çok fazla talep olduğu düşünülerek, çok fazla ve deneyimsiz
69
firma sektöre girerek, yanlış üretimler de yapmış olabilirler. Bunlar, bu kriz
nedeniyle bu piyasadan çekilmek durumda kaldılar.
Deneyimli firmalarsa beklemeye geçtiler. Bir yandan da küçük
konutlar üreterek, hiç proje yapmadan, direkt kâğıt üzerinde satmayı da
başardılar. Belli bir süre, belli bir kitleye küçük konutlar satmayı başardıkları
da söyleniyor. Bu firmaların bizim açımızdan ilginç olan yönü ellerinde büyük
araziler var ve arazi değerlerini kendi isteklerine göre ayarlayabilecek
durumdalar. Aynı zamanda, bu arazilerin plan içinde konut olarak
belirlenmesi, belli yapılaşma katsayılarıyla belirlenmesi için de büyük bir
ihtimalle plana katkıda bulunuyorlardır.
Bir yandan da böyle bir durum var. Yani, İstanbul'daki konut
sorununun gelişmekte olan büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir
yönde konut üretme durumu var. Öbür tarafta da bu konutları alamayan,
büyük ölçüde yüzde 65’i bunları alamayan yüzde 65’i için konut hâlâ
üretilemiyor.
TOKİ'nin bunun yapması ümit ediliyordu, fakat incelediğimiz zaman,
TOKİ'nin ürettiği konutlar hem çok küçük -düşük gelirli ailelerin nüfuslarını
karşılayacak kapasiteler çok küçük- hem de gerçek fakir ailelerin, dar gelirli
ailelerin o 100–200 lirayı ödeme imkânları da olmadığını hesaplarımıza göre
tespit etmiş bulunuyoruz.
Böyle bir durumda, bir yandan İstanbul'un nüfusunu artıracak
birtakım yatırımları söz konusu, devam ediyor. Krizle birlikte bunların
durduğunu ümit ediyoruz. Fakat böylece şunu de ümit ediyoruz: Bize bir
düşünme fırsatı verecek. Yani, yöneticileri, plancılara, yatırımcılara bir
düşünme fırsatı verecek. Bu yatırımların acaba üst planlardan bağımsız
olarak yapılması doğru mudur? Üst planların yönlendirmesi, üst planlarda
yapılaşmaya açılmaması gereken yerlerin korunması, İstanbul'un hassas
noktalarının korunmasına imkân verecek bir duraklama olduğunu ümit
ediyorum ben bunun.
Böylece, biraz daha tartışarak, İstanbul'un ve İstanbul’la beraber
ülkenin bu koşullarda değerlerini birlikte düşünerek, nasıl çözümler
üretilmesinin daha doğru olduğunu, tartışma imkânını yaratacağı için bir
fırsat olarak değerlendirmeliyiz diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz.
Sırada Ertan Şimşek var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım
Planlama Dairesi’nden katılıyor aramıza.
Ertan Bey buyurun.
70
ERTAN ŞİMŞEK (İstanbul
Planlama Dairesi)- Teşekkür ederim.
Büyükşehir
Belediyesi
Ulaşım
Ben öncelikli olarak mezun olduğum okulda böyle bir toplantıya
katılmaktan da çok memnunum. O yüzden, Şehir Plancıları Odamızın
İstanbul Şube Başkanı Erhan Bey’e ayrıca teşekkür ederim.
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yatırımları açısından ve özellikle
ulaşım yatırımları açısından planlamayla ilişkilerini kurarak sizlere bazı
bilgiler vermek istiyorum. Büyükşehir Belediyesi Planlama Dairemiz 1/100
000 ölçekli bir plan yaptı. Bu planda nüfus 2023 projeksiyonu 16 milyon kişi
olarak tasarlandı ve buna göre bazı arazi kullanım kararları alındı.
Biz de bu planın kesinleşmesine müteakip Ulaşım Dairesi olarak bir
ulaşım ana plan çalışmasına başladık. Ulaşım ana planı çalışmasında
belirlenmiş olan arazi kullanım kararları doğrultusunda hareket ettik ve
belirlenmiş olan nüfus ve istihdam değerleri baz alınarak, bir çalışma ortaya
çıktı. Şu anda o çalışmanın son rötuşlarını yapıyoruz. Yakında
açıklayacağız.
Şu andaki mevcut duruma bir bakacak olursak, İstanbul'da Anadolu
ve Avrupa Yakası’nda yaşayan nüfus oranı yüzde 40–60 gibi ve çalışılan
taraf Avrupa Yakası, oturulan taraf Anadolu Yakası. 1/100.000 ölçekli plan,
16 milyonun, 6 milyonunun Anadolu Yakası’nda yaşayacağını, 10 milyonun
da Avrupa Yakası’nda yaşayacağını öngörüyor ve istihdamı da kendi içinde
çözmeye çalışıyor. Bunu da yeni gelişme alanları oluşturarak, özellikle Kartal
bölgesinde yeni çekim merkezleri oluşturarak ve MİA’lar, alt bölgeler
oluşturarak sağlamaya çalışıyor.
Biz şu andaki mevcut ulaşım sistemine bakacak olursak, raylı sistem
ve şu anda İstanbul'da 1 milyonun üzerinde yolcu taşıyoruz. Karayoluna
bağımlı bir şehiriz. Yüzde 88’i karayolu üzerinden ulaşımını sağlıyor İstanbul
halkının ve bu yüzde 88’in de yüzde 25’i özel araçlarıyla ulaşım sağlıyor.
Deniz payımız da maalesef çok düşük, yüzde 4 civarı kalıyor. Mevcut
durumda 1 milyon kişi de yüzde 8’e tekabül ediyor raylı sistem oranı.
1/100 000 ölçekli planda ortaya konulan raylı sistem kararları bizim
ulaşım ana planında da gösterdiğimiz gibi yaklaşık 600 kilometrelik bir raylı
sistem ağına ulaşmayı hedefliyor 2023 yılında. Şu anda inşaatı devam
edenlerle birlikte, inşaat ihalesi aşamasında olan beş hattımızın 2013
yılında, Marmaray’ın da biteceği bir tarihe denk gelen 2013 yılında
bitmesiyle, biz yaklaşık 7 milyon kişiyi raylı sistemle taşımayı ve bu oranı da
yüzde 18 gibi bir rakama çekmeyi düşünüyoruz.
Bizim hem ulaşım ana planı kararlarında, hem de şu anda dairemizin
yaptığı çalışmalarda toplu taşıma öncelikli olarak projelerimizi geliştiriyoruz.
Peki, bu kriz bizi nasıl etkiledi? Krizin etkilediği taraf bizim karayoluna olan
71
imalatlarımızı durdurmamız şeklinde oldu. Bu aslında bakacak olursak,
olumlu bir sonuç oldu. Şu anda yeni yönetimimizle birlikte, yeni seçimlerden
sonra ortaya çıkan yeni yönetimimizle birlikte önceliğimiz raylı sistemlere
yatırım.
Bunun için de raylı sistemleri geliştirmek için de şu anda her ne
kadar Büyükşehir Belediyemizin gelirinin yüzde 60’ı ulaşım yatırımlarına
ayrılmış olsa bile, bu raylı sistemlerin yapımı için yeterli bir bütçeye sahip
değil. Onun haricinde, İETT ve halk otobüslerinin sayısının artırılması gibi bir
hedefimiz de var. Bir de deniz ulaşımının payını bir miktar daha arttırmayı
hedefliyoruz. Fakat denizi öngörülen rakamlara çıkartmakta zorlanıyoruz. O
yüzden, biz daha çok yük taşımacılığını, lojistik taşımacılığı denize
kaydırmaya çalışıyoruz. Özellikle, boğaz köprülerini geçmemeleri için
Marmara Denizi’ni kullanmaya çalışıyoruz ki, bununla ilgili planlama
çalışmamız şu anda devam ediyor.
İstanbul’a lojistik gelişin ve gidişin 1/3’ü Akdeniz Belgesi’nden, 1/3’ü
Ege Bölgesi’nden, 1/3’ü de İç Anadolu’dan geliyor ve bunlar genellikle boğaz
köprülerini kullanarak geçiyor. O yüzden, sabahki konuşmacılarımızın
söylediği bazı şeyler var. Onu destekleyici çalışmalar yapıyoruz.
Bandırma kısmından, Mudanya’dan, İstanbul'un daha dış bölgelerine
Ambarlı Limanı’na bu yükü deniz yoluyla aktarıp, yine TEM ve bağlantı
yolları vesilesiyle hiçbir şekilde şehir içine girmeden, bu ulaşımı aktarmaya
çalışıyoruz.
Şimdi, ben özel araç kullanımıyla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Şu anda İstanbul'un merkezlerine kadar herkes kendi araçlarıyla gelmek
istiyor. Şu anda elimizde de bir raylı sistem ağı olmadığı için, bunları
engellemek veya bunları yasaklamak gibi bir lüksümüz şu anda olamıyor,
ama şöyle çalışmalarımız var. Raylı sistemlerimiz açıldıkça, özellikle 2013
yılını biz hedefliyoruz. Bu beş sene sonra otoparkla ilgili bir politikamız var.
İstanbul'un merkezlerine otomobilin girişini engellemeyi hedefliyoruz. Bunu
bir fiyatlandırma politikasıyla yapmayı düşünüyoruz.
Merkezi yerlerdeki otoparklar kapasitesi artırılmayacak, mevcut
otopark kapasiteleri korunacak, fiyatlar artırılacak ve dış çeperlere gittikçe bu
fiyatlar düşecek ki, raylı sistemlerle birebir herkes, hem çalışanlar, hem de
ziyaretçiler İstanbul'un merkezi yerlerine gelsinler. Bunların entegrasyon
noktalarında; bizim raylı sistemlerimizin entegrasyon noktalarında da transfer
merkezi dediğimiz alanlarımız var. İstanbul'da şu anda bu planların 600
kilometre uzunluğundaki raylı sistemlerin entegrasyon noktalarında yaklaşık
71 adet transfer merkezi kullanıyoruz.
Şimdi, bunların hepsinden bahsettikten sonra, finans kısmına
geçelim. Bunları ne şekilde gerçekleştireceğiz? Karayolu sistemine ve deniz
yoluna yaptığımız yatırımlarımız öz kaynaklarımızla. Raylı sistemlerimizin bir
72
kısmı da, şu anda inşaatı devam edenler de öz kaynaklarımızla sürüyor.
Bunlar herhangi bir şekilde -raylı sistemler açısından söylüyorum- sekteye
uğramaz ama karayollarının üzerinde yaptığımız bazı projeler durdu. Şu
anda toplu taşıma öncelikli olarak düşündüğümüzden dolayı, ilk hedefimiz
otoparkları bu belirlemiş olduğumuz politikalar doğrultusunda hayata
geçirmek, transfer merkezini hayata geçirmek. Biz hem otoparkları, hem de
transfer merkezleri için kamu arazilerini bulamadığımızda, özel mülklerle
bunları planlıyoruz.
Kamulaştırma bedellerini de ödememek, hatta bu tesisleri üzerine
inşa ederek teslim etmek üzere bazı özel sektörle işbirliği projelerimiz var.
Bunlar yap-işlet-devret de olabiliyor; kamu-özel sektör oraklığı olarak
adlandırılan farklı politikalar da olabiliyor. Fakat bunların ülkemizde yasal
zemini yok şu anda. Özellikle kamu sektörü, özel sektör işbirliği açısından
uygulamaya çalıştığımız projeler tamamen karşılıklı güven esasına dayalı.
Bunları yasal zemine oturtturmamız gerekiyor, böyle bir açılımımız var.
Raylı sistemlerimizle ilgiliyse, ihaleye çıkacağımızı belirtmiş olduğum
beş tane hattımızın yaklaşık maliyeti 7,5 milyar dolar civarı. Bunların
bazılarına kredi bulunmuş durumda, diğerlerinin de ihale sürecinde bu kredi
görüşmeleri yapılacak. Zaten ihaleler o şekilde hazırlanıyor. Yani, krediyi,
ihaleyi alacak olan firma kredisini de bulup getirip, bizim de masaya
oturtturmamızı sağlıyor, biz de toplam maliyet üzerinden hesaplıyoruz.
Peki, bu kriz döneminde bu kredi bulabilme durumu ne oldu diye bir
soru soracak olursak. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin kredilibitesi yüksek,
kredi bulmakta herhangi bir zorluk çekmiyor. Faiz oranlarında da çok fazla
bir yükselme olmadı. Bu libor (london interbank overnight rate) artışı, üzerine
konulan ülkenin ekonomik durumuna göre üzerine konular rakamlar
toplamda liboru da düştüğü için şu anda, aslında kriz öncesi rakamlarla
eşdeğer nitelikte, bir iki puan oynuyor.
İstanbul'a yaptığımız her yatırım da belli bir süre içinde maliyetini
çıkartıyor, özellikle raylı sistemler. Raylı sistemlerle ilgili bize yap-işlet-devret
modeline ilişkin bazı teklifler de geldi, fakat biz bunları hesapladığımızda,
kredi aldığımızdaki bize olan dönüşümüyle, yap-işlet-devret olarak bize
gelen tekliflerin bize dönüşümü açısından değerlendirdiğimizde, kredi
alımının borçlanmanın kamu adına daha faydalı olduğu sonuçlarına vardık.
Ama iyi bir teklif gelmesi halinde yap-işlet-devret modeline göre de
belediyemizin bu projeleri düşünebileceğini söylemek isterim.
Kamulaştırma maliyetlerinin de yüksek olmasından dolayı şu anda
söylemiş olduğum raylı sistemler üzerindeki ve karayolu sistemleri üzerindeki
entegrasyon noktaları olan transfer merkezlerinin bu yönde uygulamaya
dönük çalışmaları daha ağır basıyor.
73
Burada tabii belediyenin bazı güçlerini kullanıyoruz; plan yetkisini
kullanmaya çalışıyoruz, özellikle transfer merkezlerinde. Bu durumda yanlış
da yapabiliyoruz, yanlışlarımızı bize odalarımız da hatırlatabiliyor;
planlarımızı iptal ettirmek suretiyle. Ama biz onları tekrar düzeltiyoruz,
“haklısınız” diyoruz. O yönde tekrar çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Hedefimiz kamulaştırma ve imalat maliyetlerini minimize etmek suretiyle bu
ihtiyacımız olan yatırımları yaptırabilmek.
Mesela, ulaşım ana planından edindiğim bilgiyi sizinle paylaşmak
istiyorum. Şu anda İstanbul'da 750 bin araç otopark olmadan sokaklarda
arkadaşlar. Yani, İstanbul'un tüm ilçelerinde 750 bin araç sokakta. Bu neden
kaynaklanıyor? Daha önceki uygulamalardan kaynaklanıyor. Otopark
bedellerinin ödenmeye çalışması, otopark yapılmamasından kaynaklanıyor.
Belediyelerin bu paraları başka amaçta kullanmasından, otoparka
aktarmamasından kaynaklanıyor.
Kendi ilçeleri bunları topluyor. Büyükşehir Belediyesinin hesabına
yatırmamasından kaynaklanıyor. Yatırdıklarını zaten otopark bedeli olarak
alınan rakamlar, otopark yapmak için çok düşük rakamlar. Biz mesela,
geçmişten gelen sorunları da şu anda çözmekle ilgili çalışmalarımızı
yapıyoruz, ama tabii bu 750 bin araç gibi hedefimiz var, artı araç sahiplerinin
da artmasıyla, ekonomik duruma göre bu daha da üstüne çıkacak diye, yani
bunları hesaplayıp, bu kadar otopark yapmamız gerekiyor diye de bir şey
söylemiyoruz.
Genellikle 1/100 000 ölçekli planda yeni gelişme alanı, yeni konut
alanı olarak belirlenen yerlerde ve belediyemizin çıkartmış olduğu Otopark
Yönetmeliğinde bazı şeyleri artık mecbur bırakıyoruz. Yani, herkes kendi
alanında, kendi fonksiyon alanı içinde otopark ihtiyacının çözümü nedir
diyoruz ki, daha büyük büyüyen bir problemle karşılaşmayalım.
Bunlar şu anda denetleniyor aynı zamanda. Bizlerden de görüş
alınmak suretiyle ruhsat aşamasında yönetmeliğe koyduğumuz bir
maddeyle, Ulaşım Dairesinden de görüş alınmak suretiyle gerçekleştiği için,
denetleme şansımız da oluyor. Ama özel araç kullanımı ne olursa olsun,
ulaşım ana planında aldığımız sonuçları söylemek istiyorum. Düşürmekle
ilgili bir hedefimiz olmasına rağmen, en azından sabit bile tutsak bizim için
başarıdır diye düşünüyoruz. Çünkü merkezi iş alanlarının, planlanan merkezi
iş alanlarının oluşmaması, fakat planlanan konut bölgelerinin oluşması ya da
planda tarımsal niteliği korunacak alanlarla, havza alanlarında yeni
yerleşimler olmamakla birlikte, burada mevcut yerleşimler var.
Bunların kontrol edilememesi, büyümesi, bunların hepsi ulaşıma
ilave sorun olarak ortaya çıkıyor. Sektörel güç olarak bir MİA gelişimi, konut
alanının oluşmasından daha önce veya daha sonra olursa, bunların hepsi
74
yani 1/100000 ölçekli imar planının uygulanmasında oluşabilecek her türlü
sorun ulaşıma problem olarak yansıyor.
Onun haricinde, planda olmayan bazı arazi kullanım kararlarının
uygulanması bizim hedeflediğimiz yatırımların farklı yatırımlara dönüşmesine
sebep oluyor. Mesela, biz planda bir formüla alanını hiçbir zaman İstanbul
Büyükşehir Belediyesi planlarında göstermemişizdir. Çünkü o zaman, zaten
Büyükşehir Belediyesinin yetkisi dışında bir yeri planlamıştır. Fakat biz
Formula yollarına 100 milyon doların üzerinde bir para harcamak zorunda
kalmışızdır.
Aynı şekilde, Olimpiyat Köyü, İkitelli bölgesindeki Olimpiyat Köyü için
Büyükşehir Belediyesi yine yüzlerce milyon dolarlık bir yol harcaması
yapmak zorunda kalmıştır. Biz bunları üst üste koyduğumuz zaman, 15
kilometrelik bir tramvay hattı yapabiliyoruz bu paralarla. Bunlar
öngörülmeyen yatırımlar olarak ortaya çıkıyor. Maalesef, bunlar da hem
bütçemizi etkilemiş oluyor, hem de yatırımları geriye atıyor.
Bu durumda yapmamız gereken tek bir şey var. Plana uygun hareket
etmek. Yani, arazi kullanım kararlarını tamamen planlı bir şekilde gelişmesini
sağlamak. Lojistik alanlardan da bahsetmek istiyorum. Mesela, sanayi ve
lojistik alanı diğer fonksiyonları da beraberinde getirmesinden dolayı çok
önemli. İstanbul 100000 ölçekli imar planında, Avrupa Yakası’nda, Hadımköy
bölgesinde, Anadolu Yakası’nda Orhanlı bölgesinde bu alanlar belirlendi.
Şimdi, bunlar planlara da işlendi. Hadımköy’ün 1/5000-1/1000 planlarına da
işlendi. Fakat bu araziler kıymetlendi. Araziler kıymetlenince, biz lojistik şehir
içindeki lojistik alanlarını buraya göndermekte zorluk çekmeye başladık. Bu
durumdu bu zorladığımız kişiler daha kuzeyde tarımsal niteliği korunacak
alanlar için de bize getirmeye başladılar. Yani bunun çok büyük bir tehlike
olduğunu düşünüyorum.
Bunun gerekirse devlet eliyle arazinin elde edilmesinin devletin
gücünü kullanarak elde edilmesi ve bunlara sağlanması gerektiğini
düşünüyorum ki, eğer böyle bir durum olması durumunda, planlama hiçbir
ulaşım yatırımının şu anda planlandığı gibi olmayacağını belirtirim ve tekrar
bir ilave maliyetin çıkacağını düşünerek, ayrılmış olan ulaşım bütçesinin bu
tip şeylere gideceğini söylemek istiyorum.
Bunun haricinde, Büyükşehir Belediyesinin yatırımlarının haricinde
merkezi yönetimin de bazı ulaşım yatırımları oluyor. Biz bunları da test
ediyoruz. Ulaşım ana planında elde etmiş olduğumuz model vasıtasıyla test
etme imkânı buluyoruz. Bir karayolu tüp geçişi projesi, bir üçüncü köprü
projesi, biz bunların hepsini test etme şansına sahibiz ve şu anda bu
çalışmalarımız bitmek üzere.
Bu projelerin hepsinden neden bahsediyorum. Şöyle bir şey
söylemek istiyorum: Mesela, Marmaray, mesela Formula–1 bu projelerin
75
içinde bir ÇED raporu meselesi vardır. ÇED raporu genellikle bu projeler için,
büyük projeler için ÇED raporuna gerek yoktur raporu alınır. İlave bir
maddeyle 3. köprü için de aynı şey yapılmış.
ÇED raporunun içerisinde de sadece çevresel etkiler düşünülüyor.
Aslında, çevresel etkilerle birlikte, benim şahsi fikrim, bu yatırımın buraya
getireceği ilave maliyetler. Hem şehre maliyetleri, hem de ulaşım sistemine
maliyetlerinin de bu raporu geliştirerek, bu rapor içinde yer alması gerektiğini
düşünüyorum ve hiçbir büyük projenin de ÇED raporuna gerek yoktur
demeden yapılması, ÇED raporunun yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Marmara örneğini vereyim. Şu anda Anadolu Yakası’nda ve Avrupa
Yakası’nda toplam banliyö hattımızda-Marmaray’ın inşası sırasında bu
banliyö hattı kaldırılacak, yani çalışmayacak- bu 130 bin kişi nasıl gidecek?
Bu da hiç düşünülmemiş, hiç kimse bunu planlamamış. Bunların hepsini
planlamak, bunların hepsini çözmek İstanbul Büyükşehir Belediyesinin
görevi haline geliyor birdenbire. Denizde de çok fazla yükleyemediğiniz için,
yine karayolu sistemine bu yük yükleniyor. O yüzden, İstanbul'a ne karar
vereceksek, hem arazi kullanım kararı olsun, hem de ulaşım kararı olsun
hangisi olursa olsun çok dikkatli ve detaylı düşünülmesi gerektiğine
inanıyorum.
Projenin sadece kendi maliyeti değil, çevresine yaptığı diğer
maliyetler de göz önünde bulundurulmalıdır diye düşünüyorum. Ama bizim
Büyükşehir Belediyesi olarak bunların her bir yatırım içinde şehre ne getirip,
ne götüreceğini ulaşım açısından test ettiğimizi de söylemek istiyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz de teşekkür ediyoruz, verdiği değerli
bilgilerden ötürü Sayın Şimşek’e.
Azime TEZER buyurun.
AZİME TEZER- “İstanbul Buluşmaları”nı çok önemsediğimi
belirterek başlamak istiyorum. Çünkü meslek odamızın sekretaryasında ve
yönetiminde İstanbul’daki üç planlama okulunun birlikte düzenlediği,
İstanbul’la ilgili konuların tartışıldığı, çok önemli bir toplantı olduğunu
düşünüyorum ve burada katılan tüm öğrencilerimizi de tebrik ediyorum, iyi ki
buradalar. Ben de bu programın bir parçası olduğum için çok memnunum.
Tekrardan teşekkür ederim, beni de davet ettiğiniz için. Ben de İstanbul
ulaşımıyla ilgili açıklamalarda bulunacağım. Sevgili öğrencimiz Ertan
Şimşek’in açıklamalarından sonra, aslında kafamda bazı sorular oluştu.
Elbette bu anlatımdan sonra sorular kısmında sanırım bunları açıklığa
kavuşturmak mümkün olacaktır.
İstanbul'un ulaşımınına, kriz ortamındaki duruma programda
belirtilmiş sorular çerçevesinde açıklık getirmeye çalışacağım ve konuyu
76
“Kentsel
Ulaşım,
Sürdürülebilirlik
değerlendirmeye çalışacağım.
ve
İstanbul”
perspektifinden
Sürdürülebilirlik çok önem taşıyor hakikaten. Ulaşımın etkilerinden
bahsedildi, özellikle çevresel etkiler günümüzün ciddi kentsel çevre sorunları
arasında yer alıyor. Ama diğer taraftan sosyal yapı üzerindeki etkiler de çok
önemli doğrusu. O nedenle, yapılan yatırımların toplumun hangi kesimini
ilgilendirdiği konusu çok önem taşıyor bence. Özellikle, İstanbul’la ilgili
istatistiklere sabahki toplantılarda da değinildi. Planlamada değerlendirmeleri
belirli verilere dayandırarak yapmaya çalışıyoruz. Ben de bugün İstanbul’un
ulaşımıyla ilgili bazı rakamları sizinle paylaşacağım ve bazı şemalar
göstereceğim. Ve İstanbul’un resmini, farklı açılardan görmek için bu verileri
sizlerle paylaşacağım.
Sürdürülebilirlik neden günümüzde kentsel alanlar için çok önem
taşıyan bir konudur?
Bu soruya küresel perspektiften yaklaşmak mümkün. Birleşmiş
Milletler İnsan Yerleşmeleri Komisyonu’nun “eğer gerçekten sürdürülebilir
kalkınma olacaksa, bu ancak ve yalnız kentsel alanlardan gelecektir” diye bir
değerlendirmesi var. Bu nedenle, Türkiye'de sürdürülebilir kalkınma
açısından, en fazla kentsel nüfus barındıran bir alan olarak İstanbul da çok
önem taşıyor. Neden? Çünkü Türkiye'nin ekonomik yapısının ve
kentleşmesinin çok önemli bir ayağını oluşturuyor bu kent, bu metropoliten
alan. Bu nedenle, İstanbul'un sürdürülebilir kalkınması hassasiyetle üzerinde
durulması gereken konulardan biridir.
Şimdi, ulaşımla bu konuyu birleştirdiğimiz zaman, yine tabii dünyaya
bakmalıyız. Avrupa'da sürdürülebilirlikle ilgili kalkınma politikalarının giderek
önem taşıdığı 90’lı yılların ortalarında yapılan bir toplantı var. Büyük
Britanya’da Kardif kentinde yapılan bir toplantı. 1998’de burada Avrupa
Birliği ülkeleri ve ulaştırma bakanları ortak bir kararla AB Kentlerinde kentsel
ulaşımla ilgili göstergeleri ölçerek ve kentlerin sağlıklı ve sürdürülebilir
gelişimini bu göstergeler çerçevesinde değerlendirmeye ve karşılaştırmaya
yönelik girişimde bulunmuşlardır. Böylece, kentsel ulaşımın yapısal nitelikleri
ve etkileri açısından ne kadar sürdürülebilir bir yolda olduklarını
değerlendirmeyi hedeflemişlerdir. Bunu yapabilmek için bir uygulama aracı
ya da mekanizması gerçekleştirmişlerdir. Bu mekanizma kentsel ulaşımın
göstergelerle izlenebilir, kontrol edilebilir, ölçülebilir, karşılaştırılabilir
olmasına neden olmuştur ki, bu çok önemli bir konudur. Göstergelere yönelik
temel başlıklar altında ulaşımda kullanılan, tüketilen enerjiden tutun da,
ulaşım yatırımının kime hizmet ettiğine kadar tüm temel özelliklerin
karşılaştırılabilir, izlenebilir olması sağlanmıştır.
AB’de bu yaklaşım İstanbul'daki kentsel ulaşımla ilgili yatırımların
kime hitap edeceği, ne tür etkileri olacağı, ne tür enerjiler tüketeceği ve
77
nerelerde gelişeceği, bu yatırımların karşılaştırılabilir, gözlenebilir, izlenebilir
bir yapıda olup olmadığı konularının karar süreçlerine dâhil edilmesini
gerektiriyor ki bu günümüzde çok önem taşıyan bir konu.
Diğer taraftan coğrafik ve sosyo-politik konum olarak öyle bir
yerdeyiz ki, “İstanbul'un taşı toprağı altın” söylemi günümüzde de geçerliliğini
koruyor ve hâlâ taşı toprağı altın bir kent olması nedeniyle, çok önemli
yatırımlar buraya yöneliyor. Biraz evvel konutla ilgili açıklamalar yapıldı, bu
konuda da bizi hayrete düşüren ve bazen de ürküten hatta çoğunlukla da
ürküten yatırım kararlarının sürdürdüğüne tanık oluyoruz. Çünkü burada çok
yatırım yapılabilir, çok cazip, inanılmaz bir pazar, gibi ifadelerle İstanbul
cazip bir yatırım alanı olarak lanse ediliyor ve kısa vadeli etkilerle, orta ve
uzun vadeli etkiler göz ardı edilebiliyor. İstanbul bir taraftan yatırımlar için
çok cazip bir yer iken, diğer taraftan çok önemli bir bölümü (yüzde 65’i)
plansız gelişen bir yapı gösteriyor. Bu arada kentin ciddi, hassas bölgeleri,
hem planlı yatırımlarla, hem yukarıdan inme yatırım kararlarıyla, hem de
plansız gelişmelerle koruma/kullanma dengesi açısından taşıyamayacağı
kadar gelişme baskısına maruz bırakılıyor. İstanbul’un gönümüzde karşı
karşıya olduğu durum budur.
Ancak hâlâ yapılabilecek çok şey olduğunu da söylemek mümkün.
Çünkü İstanbul'un ulaşıma yönelik nitelikleri bir taraftan da bazı fırsatlar
sunuyor. Örneğin, İstanbul'da yolculukların büyük bir kısmı toplu taşımayla
yapılıyor. Bu çok önemli bir özellik, çünkü hâlâ İstanbul'daki araç sahipliliği
gelişmiş toplumlarla karşılaştırdığımız zaman, çok daha düşük düzeylerde.
Toplu taşımayla ilgili veya kitlesel ulaşımı kolaylaştıracak ve yaygınlaştıracak
altyapı yatırımlarıyla ilgili daha fazla gelişme sağlanması durumunda; zaten
koşulları, yani yolculuk nitelikleri, servis kalitesi açısından hayli düşük olan
koşullarda yolculuk yapmayı kabul edenlerin kolaylıkla yeni, daha nitelikli ve
verimli işleyen sistemlere kayabileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır.
Çünkü bunlar da yeterli düzeyde gelişmiş değil.
Eğer, İstanbul'daki ulaşım yatırımlarında çok daha etkin, çok daha
çevre duyarlılığı içeren toplu taşımaya yönelik projeler yaygınlaşırsa, bu
demek ki, zaten mevcutta pek çok dünya metropolünden daha yüksek
oranlarda olan toplu taşıma kullanımı, yeni altyapı iyileştirmeleri ile daha
yüksek düzeylere çekilebilecektir. İstanbul’un böyle bir potansiyeli
bulunmaktadır. Çünkü yolculukların büyük bir kısmı toplu taşıma ile
yapılmaktadır. Günümüzde motorlu araçlara bağlı olan toplu taşıma türleri,
örneğin servis düzeyi yüksek ve işletme açısından daha verimli raylı
sistemlere, kolaylıkla yer değiştirebilecektir. Bu değişimin hızla
gerçekleşmesi, uzun vadede kentsel yaşam ile çevre üzerindeki olumlu
etkileşim nitelikleri açısından kentsel alanda sürdürülebilir kentsel ulaşım
politikalarının yerleşmesini destekleyecektir.
78
Coğrafik konumuna ve kentleşme niteliklerine bağlı olarak
Türkiye’nin bir modeli gibi değerlendirilebilecek olan İstanbul, hızla büyüyen,
kontrolsüz büyüyen bir alan olmasının yanı sıra, çok yönlü ve çok değerli
kaynaklara sahip. Doğal, kültürel mirası küresel düzeyde önem taşıyor,
bunlar biliniyor. Ancak, İstanbul’da bir taraftan hızlı büyüme, bir taraftan
ulaşım altyapısının kentsel biçimlenme üzerindeki belirleyici etkisi kentsel
biçimlenme üzerinde ulaşımın etkisi tartışmasını gündeme getiriyor ve acaba
mevcuttaki kentsel biçimlenmenin ne kadarı ulaşım kararlarına bağlı olarak
gelişmiş, ne kadarı ulaşım kararlarından bağımsız olarak değerlendirilmelidir,
soruları ortaya çıkıyor. Acaba İstanbul özelinde ulaşım-kentsel biçimlenme
ve yayılma ne kadar birbirini etkilemiştir? Bu sorulara köprüler ve bağlantılı
yolların inşasından öncesindeki ve sonrasındaki mekânsal yapıya bakılarak
rahatlıkla değerlendirme yapılabilir.
Cumhuriyet Dönemi öncesinden bağlayarak hâkim olan ulaşım
türlerine bakalım ve kentin yerleştiği alanlara bakalım. Ardından ilk köprünün
inşasının söz konusu olmaya başladığı dönemleri düşünelim ki, bu
1950’lerdir ve bu tarihler ciddi olarak ilk köprünün fizibilite çalışmaları ve
ulaşım planları içinde tartışılmaya başlandığı dönemdir ve birinci köprünün
açılışı 1973’tür. Bu tarihlerden sonra İstanbul’un I. Köprü ve bağlantı yolları
(E–5) boyunca geliştiği ve kentin üst ölçekli planlarda da öngörüldüğü gibi
doğu-batı aksında lineer olarak büyüyen bir kent yapısına dönüştüğü
görülmektedir. 1960’larda yapılan bölgesel ölçekteki ilk mekânsal planlama
çalışmalarında İstanbul'un doğu-batı doğrultusunda gelişmesi, büyümesi
öngörülmüştü ve ulaşım bağlantıları da kentin bu yünde gelişimini destekledi.
Sonrasında, 1988’de ikinci köprünün açılmasıyla kent kuzeye doğru
da kaymaya başladı ve bu mekânsal yapıda burada sunulan haritalarda çok
bariz bir şekilde görülmektedir.
Şimdi, çok ciddi yatırımlar var İstanbul'da. Cumhuriyet tarihinde
baktığımızda, ulaşımla ilgili çok önemli projeler var. Örneğin Marmaray, çok
önemsiyoruz tabii ki bunu. Fakat şimdi onun önemini gölgeye düşürecek
kadar sakıncalı gördüğümüz başka altyapı yatırım projeleri de gündemde.
Bunlardan birincisi, karayolu tüneli, diğeri üçüncü karayolu köprüsü, İstanbul
Boğazı üzerinde. Bunlar da ulaşım mastır planı çerçevesinde
değerlendiriliyormuş. Sonuçları ne oldu, bilmiyoruz, henüz kamuoyuyla
paylaşılmış değil. Üçüncü köprünün fizibilite çalışmalarının tamamlandığını
duyuyoruz. Bu konuları sorular kısmında tartışmalıyız. Şuan mekânsal yapı
üzerindeki etkilerini değerlendirmeliyiz. Elbette nüfus artışının sebebi ulaşım
yatırımlarıdır diyemeyiz. Ama İstanbul örneğinde kentin mekânsal
biçimlenmesi ulaşım altyapısıyla etkileşimli bir şekilde gelişmiştir diyebiliriz.
İstanbul örneğinde köprüler ve bağlantı yolları mekânsal biçimlenmenin çok
önemli belirleyicisi olmuştur diyebiliriz.
79
Ulaşımda türel dağılımla ilgili olarak İstanbul’un durumunu gösteren
bu şemada da görülebileceği gibi, yolculukların büyük bir kısmı yaya olarak
yapılmaktadır ve bu oldukça önemli bir veridir. Neredeyse, yolculukların
yarısı yaya yapılan yolculuklardır ve bu çok önemli bir göstergedir. Kısa
mesafeli ya da ne olursa olsun, ilçeler bazında olsun, bu kadar büyük
metropoliten bir alanda ciddi oranda yaya yolculuklarının olduğu tespit
edilmiştir. Ancak, ulaşım ana planının yaya ulaşımı politikasının ne olduğunu
merak ediyorum doğrusu. Acaba bir yaya ulaşım politikası var mıdır ve bu
konuda bir planlama yapılmış mıdır? Çünkü yine sürdürülebilir ulaşım
politikaları çerçevesinde yaya ulaşımı dikkatle ve önemle ele alınan bir
konudur. Yurtdışındaki uygulamalarda kent bütününde, ulaşım mastır planı
içinde yaya ulaşım planları söz konusudur.
Yolculukların türel dağılımında bir diğer önemli bulgu da motorlu
toplu taşıma oranının oldukça yüksek olmasıdır. Bu da çok önemli bir grafik
bence. İstanbul’un mevcut durumunu gösteriyor. Eğer, İstanbul'da raylı
sistemlerde karayoluna bu kadar ağırlık vermeyen bir ulaşım altyapısı söz
konusu olsa, gerçekten bu fosil yakıtlara bağlı ulaşım sisteminden,
sürdürülebilir kentsel ulaşım türlerine geçiş çok kolaylıkla olabilecektir.
Şimdi, biraz evvel çok önemli bir açıklama yapıldı. “İstanbul'da
araçlarla merkeze kadar geliyoruz” denildi. Evet, geliyoruz çünkü mecburuz;
çünkü alternatif yok çok fazla. Bu nedenle; aslında araç sahipliliği ve toplan
yolculuklar içindeki payı bu kadar az olmasına rağmen, ulaşım sorunlarının
ve altyapı üzerindeki tıkanıklıkların temel kaynağıdır. İBB Ulaşım Planlama
Dairesi tarafından yapılan son araştırmaya göre İstanbul'da hanehalkı araş
sahipliliği oranı yüzde 35 düzeyindedir. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, bu
oran çok daha yüksek düzeylerdedir, ama buna rağmen, İstanbul ulaşımda
çok daha ciddi problemler yaşamaktadır. Çünkü İstanbul’un mevcut toplu
taşıma olanaklarının sınırlılığının yanı sıra, kentsel dokusunun tarihsel
niteliği ve doğal yapısının nitelikleri de ulaşım altyapısının zorlanmasına
neden olabilmektedir. Toplu taşıma olanaklarının sınırlılığı ve işletme
koşullarının nitelikli olmaması nedeniyle, özel araç kullanımı bir şekilde
desteklenmekte ve yolculukların etkin olarak gerçekleştirilmesinde hiç de
verimli olmayan özel oto kullanımı tercih edilmektedir. Bu nedenle
yolculukların gerçekleştirildiği araç sayıları içinde özel oto oranı oldukça
önemli bir yer tutmaktadır.
Diğer taraftan bir diğer önemli husus ta üçüncü köprü kararının
Çevre Düzeni Planı’nın parçası olmamasıdır. Yani üst ölçek plan kararları ile
örtüşmeyen bir ulaşım kararı olmasıdır. Oysa İstanbul’da günümüzde
deneyimlediğimiz başarı ile işleyen ve kentin farklı ulaşım türlerinin entegre
olarak işletildiği örnekler, çok rasyonel uygulamalar da var. Burada, üç farklı
tür entegre olarak işletilmektedir. Bu örnekte deniz yolu, demiryolu ve
karayolu ulaşım sistemleri entegre olarak birbiriyle ilişkilendirilmiştir. Bu
80
örnekte İETT otobüsleri, metro/füniküler ve deniz ulaşımı ile Boğaz geçişleri
entegre edilmiştir. Bence bu entegrasyon çok önemli bir ulaşım kararıdır ve
çok etkin, çok verimli kullanılan ulaşım türleridir. Oysa karayolu ulaşım
yatırımları içinde Köprü ve tüptünel kadar tartışmalı olabilecek bir diğer
Ulaşım Ana Planı kararı da Büyükdere hattındaki ulaşım bağlantısını dikeyde
kesecek karayolu tünellerinin planlanmasıdır. Oysa Kabataş hattındaki
füniküler başarılı deneyimi keşke, benzer şekilde Boğaz’ın farklı
noktalarında, bu tür denizyoluyla, demiryolunu ve raylı sistemi bütünleştiren
başka noktalarda da uygulanabilseydi. Karayolu tünelleri yerine, benzer
şekilde ve daha toplu taşıma ağırlıklı sistemlerin denendiği uygulamalar
olsaydı karayolu yerine.
Bütünleşik arazi kullanımı ve ulaşım planlaması uygulamaları
maalesef İstanbul'da çok uzun yıllar ele alınamadı. Belki 1995 yılında
yapılan ulaşım mastır planlaması çalışmasını, bunların ilki olarak sayabiliriz.
Çünkü 1997 yılında hazırlanan ulaşım mastır planının temeli yine 1/50 000
ölçekli çevre düzeni planına dayandırılmıştı ve veriler, değerlendirmeler ve
geleceğe yönelik model kalibrasyonları tamamen çevre düzeni planından
veri alarak hazırlanmıştı ki, bu son derece birbiriyle bütünleşikti. Şimdi, son
hazırlanan ulaşım ana planıyla, çevre düzeni planı 1/100 000 ölçekli
maalesef birbiriyle ortak kararları içermiyor. Bunun bütünleşik yapıda olması
gerekiyor oysa. Köprü açısından olsun, karayolu geçişi açısından olsun,
birbirleriyle tutarlı değil bu iki plan.
1978’lerde, Atilla Alpöge şöyle bir açıklama yapmıştı: “Boğaz’a
yapılacak bir köprü, köprüler tuzağının başlangıcı olacaktır”. Bu öngörüsü
gerçekleşmiştir. Son olarak sürdürülebilir kentsel ulaşım politikalarının kent
içinde özel oto hızını ve kullanım alanını arttırmayı hedeflemekten çok,
ulaşımın çevresel etkilerini en aza indiren teknolojileriyle, kent sakinlerinin
kontrollü, düzenli ve adaletli olarak hareketliliğini sağlamaya odaklandığı
bilinmektedir. Bu yaklaşımın İstanbuldaki uygulamalarda da benzer şekilde
algılanması gerekmektedir. İstanbul ile ilgili verilen istatistiksel verileri
hatırlarsak, ulaşımın ve yolculukların genel özelliklerinde yüzde 65’inin aracı
yok demiştik. Yüzde 65’inin aracı yok, ama en temel yatırımlar aracı olan
yüzde 35’lik hane halkına yapılıyorsa, bu kadar ciddi büyük yatırımlar
kamunun ne kadarlık bölümünü kapsıyor diye de sormalıyız. Bu da konunun
bir başka yönü bence, sürdürülebilir ulaşım politikalarında erişilebilirliğin
kimler için sağlandığı, ya da toplumun hangi kesimlerinin adil olarak bu
fırsattan yararlanacağı sorgulanmalıdır. Sonuçta, kamusal bir hizmet olan
kentsel ulaşımın, kamunun bütününe eşitlikçi bir yaklaşımla yaklaşması
gerekir. Hem çevreye, hem de sosyal yapıya adaletli şekilde yaklaşması
gerekir. Bunları söyleyerek, konuşmamı tamamlayabilirim.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
81
Zamanımızı da oldukça iyi kullandık. Sorulara oldukça vaktimiz
kalacak. Normalde aslında 4’te bitmesi gerekiyordu tabii bu oturumun, ama
biz yaklaşık yarım saat gecikmeli başlamak zorunda kaldık. Dolayısıyla,
biraz daha vaktimiz var zannediyorum.
Şimdi, soruları alırken, aslında benim de kafamda bazı -demin
aldığım notlardan yola çıkarak- sormak istediklerim vardı. Onları da bir
özetlemek istiyorum. Belki, sorulan sorulara veya verilecek yanıtlara ilave
bazı açılımlar getirilebilir bu notlar. Mesela, Bahadır Bey söylemişti, “halkın
yüzde 65’i 100 bin liralık konutu alamıyor. . Böyle bir istatistik var, ancak 50
bin liralık konutu alabilir” dedi. Gül Hanım da “talep azalmıyor krize rağmen”
dedi. Demek ki, bir talep var, istem var, ama bu konuta erişebilirlikle ilgili hâlâ
bir sıkıntı var.
TOKİ'nin de şu anda hedef kitlesine baktığımızda, daha çok yoksul
gelir grubunun olduğunu da görüyoruz. Ama belki de konuta erişebilecek
kesim, onun ötesinde orta gelir grubu öncelikle. Mesela, kamu kaynakları
acaba üretilecek konutlar ya da özel sektör işbirliğiyle üretilecek konutlardan
böyle bir hedef kitleye yönelmek konut sektöründe ya da inşaat sektöründeki
krizi de aşmada bir alternatif yöntem olabilir mi; acaba ağırlığı biraz buraya
mı vermek gerekiyor ve bunun için de sosyal konut kavramı tabii çok sık
telaffuz edildi, ama bugünkü politikalara baktığımızda, düşük gelirli konut
eşittir sosyal konut demek midir, bunu da belki tartışmak gerekiyor. O
hedefleri koyarken, bu önemli bir nokta.
Biz ucuz konutu bugün sosyal konut olarak algılıyoruz, ama bu buna
eşit midir bu da o krizden çıkmada belirlenecek hedef kitlede belki önemli bir
soru olabilir diye düşünüyorum.
Yine, Fulin Hocam 100 000 plandan söz açmıştı. Burada şunu
aslında belki çok net koymak gerekiyor. Yani, kriz nedeniyle bazı yatırımlar
duruyor ya da durma noktasına geliyor ya da hızları azalıyor. Bu hızların
azalması ya da durma noktasına gelmesi üst ölçekli planın uygulanabilirliğini
büyük olasılıkla etkileyecektir ve uygulanamaz bir plan bugün İstanbul gibi
bir kente ne getirecektir, ne kazandıracaktır ya da bunu aşmanın yollarını
nasıl bulmak gerekir? Bu da önemli diye düşünüyorum.
Geleceğe yönelik hedefleri belirlemede önem taşıyor. Ertan Bey ve
Azime Hocanın söylediklerinden yola çıkarak da belki şunları da açmak
lazım. “Özel sektörle işbirliği kamunun karışlıklı güvenine dayanıyor, hukuki
bir zemini yok” dedi Ertan Bey. Belki var, ama yeterli değil, onu da söylemek
lazım.
Şimdi, bunun için de kendisi de belirtti, odalarda davalar açıyorlar
bazen. Böyle bir güven ortamı ya da güvensizlik ortamı ya da belirsizlik
ortamı, bunun adına ne derseniz deyin. Mesela, geçen sene de belirsizlik
kapsamında tartıştık, ulaşım projelerini. Birtakım büyük projeler yapılıyor,
82
ama bunlar aslında yeterince kamuoyu önünde zannediyorum tartışılmıyor
da, yani, biz başka konularda, başka kurumlarda zaman zaman bir araya
gelebiliyoruz ilgili çevreler olarak, ama belki de bunların en eksik kalan ayağı
ulaşım projeleri. Belki Büyükşehir Belediyesi ya da belediyelerle zaman
zaman, parça parça bunları görüşebiliyoruz, ama mesela karayollarıyla ya
da Ulaştırma Bakanlığıyla hiçbir şekilde bir araya gelemiyoruz ya da bu
kurumların hepsi bir araya gelerek, bu projeleri tartışamıyoruz.
Mesela, transfer merkezlerinden bahsettiniz. Onun parçası “parket
devam et” sistemleri bugün tartışılıyor. İçini de çok fazla bilmiyoruz veya o
transfer merkezlerinin işte bugün çok karşı çıkılan içinde yer alan birtakım
fonksiyonlar var. Bunlar yeterince tartışılmadan projelendirilmeye başlanıyor
ve çok haklı olarak birtakım toplumsal tepkilerle karşılaşılıyor. Bu
merkezlerin bazılarına iptal davaları açılıyor, itirazlar oluyor, ama bunlar da
aslında bir bütün değil mi? Transfer merkezleri bir bütün olarak
planlanmadığı sürece zaten işlerliğini kaybediyor, hepsi bir bütün olmadığı
sürece.
Dolayısıyla,
biz bunları
hep beraber konuşamıyoruz,
paylaşamıyoruz; paylaşmadan hayata geçirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla,
itirazlarla, tepkilerle karşılaşılıyor ve yatırımcı açısından da aslında bu büyük
bir belirsizlik. Önünü göremeyen sağlam da bir hukuki zemin olmadığı için ve
bu da o krizin bir parçası; krizi tetikleyen bir konu.
Alternatif ulaşım yöntemlerinden bahsetti Azime Hocamız. Evet,
bunlar aslında bu güvensizliği ve bu eksik müzakere süreçlerini aşmada birer
alternatif olarak öne mi çıkmalı? Bunları aslında konuşmak lazım. Yani,
ulaşım yatırımlarında mesela kamu ve özel sektör yatırımlarına
baktığımızda, bugün projelerde kriz süreci içinde kamunun ve özel sektörün
öncelikleri değişti mi, bazı şeylere dur mu denildi, bazı şeyler geri mi
bırakıldı? Yani, bundan bir iki sene önce Büyükşehir Belediyesinin birtakım
afişlerle sokaklara astığı şeyler vardı. Üç tane tünel, üstgeçit, altgeçit, kavşak
gibi şeyler vardı mesela. Bugün onlardan çok da fazla bahsetmiyoruz.
Acaba, önceliklerimiz nasıl değişti bu süreçte? Ben bunların tek tek cevabını
şu anda istemiyorum, ama gelecek sorularla da belki açarız diye bunlara
değinme gereği duydum.
Soruları şimdi alacağız, kayıtlara geçtiği için, çok kısa birer ikişer
cümleyle.
MAHMUT ATAMTÜRK- Biraz önce Azime Hocamın söylediği
İstanbul İnşaat Mühendisleri Odasının Ar-Ge üretimidir, o yıllardaki, geçmiş
yıllarda, yani köprüler olayı. Fakat ondan sonra Türkiye'de, yani mimar, şehir
plancısı veya inşaat mühendisi, üniversiteler, siyasi kurumlar aslında hiçbir
Ar-Ge olmamıştır ve bu söz burada kalmıştır. Ama bunun geliştirilmesi
gerekir. Bugün paradigma yok.
83
Dolayısıyla, üretilen her şeye saygı duymak. Hocam da çok güzel
şeyler söyledi, katılıyorum. Ama sonunda da dönüp dolaşıp kuyuya
düşüyoruz. Bir kere bilimsel yaklaşım nedir? Bilimsel yaklaşım mevcut
sistemin ana belirleyici, etkileyici faktörlerini belirlemektir, anlatmaktır, açıkça
nedir? Bir kere çılgınca ve şuursuz bir mülk edinme yarışı değil mi, bir mal
yani. Çılgınca bir proje üretimi var.
Fakat, benim bu söylediklerim de bir şey vaat etmeyecek. Ben
geçmiş yıllardaki, belki 15 sene önce çok net olarak söylediğim şeyleri bugün
yine tekrarlıyorum, aynen geçerli ve çıkmıştır. Bunları anlatmıyorum, fakat
şunu söyleyeyim: Şimdi, bugün söyleyeceklerim güzel şeyler de,
söyleyeceğim bilimsel kavramlar da bir şey vaat etmiyor. Çünkü ben sonuçta
bir makine mühendisiyim, bir kurum değilim, bir etken değilim. Beni
dinlemeyebilirler, dinlemek zorunda değiller. Hocam, siz üreteceksiniz, yani
sizler, bu kurumlar üretecek. Fakat benim üzülerek söyleyeceğim bir şey var.
Yani bakın, bu projeler, bunlar 30 sene önce konuşulmalıydı. Zaten bu
projeler yürürlüğe girmiştir, bitmiştir. Yani, şu anda eleştirseniz ne olacak,
yani ne olacak, ortada ne üretim var, iş işten geçmiş.
Şimdi bakın bu da yanlış: kriz ve İstanbul değil, kaotik bir ortamda,
kaotik bir alanda kriz olmaz. Kaosun kendi zaten krizdir. Ne demek yani,
düzenden kaosa gitmek, düzen varsa kriz denilir. Kaos varsa, kriz bilimsellik,
bilimsel yaklaşımlar, genel felsefe yok; yani yaklaşım felsefesi yok bir kere.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Soru var mı, sadece katkı düzeyinde mi?
MAHMUT ATAMTÜRK- Yani, bu konu, buralardan, yani bu
noktaların yarısına gelmiş, saygı duyuyorum. Verileri ben de alıyorum, ama
bu konular tamamlanmamış bir proje, anlaşılmamış bir paradigma.
Dolayısıyla, her üretilen şey tekrar dipsiz kuyuya düşüyor. Yani, sizin
ürettiğiniz o deniz ulaşımı, bilmem ne ağ sistemleri, bunların hepsi bence
genellikle çok olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Çünkü, kendi içinde zaten
rantı dahi aratacaktır, yoğunlaşmayı da aratacaktır, kaosu da tetikleyecektir.
Hocam ben mi çözeceğim diyeceksiniz, tabii ki siz çözeceksiniz. Ama bu
ülkenin sorunu, ülkenin makro ekonomik politikalarla yaklaşımdır. Halkın
sorunudur, yani halka popülist yaklaşmayınız. Halk ne güne duruyor, ne
yapıyor, halk burada rant yemiyor mu?
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Buyurun Cem Bey.
CEM BEYGO- Madem bir soru soracaktık, ben hakkımı TOKİ’yle
ilgili kullanmak istiyorum. Bu iki aylık, 200 liralık ödemeyle konutun herhalde
TOKİ arsayı bedavaya mal ettiğine göre, 30 bin liralık bir maliyeti vardır. Bu
aylık 200 liralık ödeme de onun yasal faizini bile karşılamaz. Burada kimin
84
parasıyla, kime konut üretiliyor veya illa yoksullara bir konut finansmanı
sağlanacaksa, bunların tapusu verilmezse, kaydı hayat şartıyla irtifak hakkı
verilse, yani kullanma hakkı verilse. Daha sonra 20–30 sene sonra bunlar
yenilenmek zorunda kaldığında da, mülkiyet problemleriyle karşılaşılmasa
diye düşünüyorum.
Bir de korsan bir yorum yapayım madem. Bu iki köprü yolu arasında,
1. ve 2. Çevreyolu arasındaki illegal alanların dönüşümüyle ilgili bir yasal
çerçeve oluşmadan, bizim kuzeydeki arazileri koruyabileceğimizi pek tahmin
etmiyorum.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Başka soru yoksa isterseniz
ben hakkımı kullanayım.
Sorduğum, biraz önce açılım yapmaya çalıştığım konularla ilgili
söylemek istedikleriniz var mı, belki oradan yola çıkarak, bir iki soru daha
gelebilir.
SALONDAN- Bu orta gelir grup hedef kitle olamayacağıyla ilgili
şimdi bizim ürettiğimiz konutların segmentleri olarak orta gelir grubu hane
halklarını, talep sahibi hane halklarını kapsar bir grubu da var. Fakat
ekonomik “beyefendinin de toparladığı gibi- gerçekler alt gelir grubu için ve
fakir hane halkları için zaten özel sektör-kamu işbirliğini pek mümkün
kılmıyor. Orta gelirliler için metropol kentlerde zaten belli bir ödeme takvimi
içerisinde Toplu Konutla, KİPTAŞ’la ya da toplu üretim yapabilecek
belediyelerle, özel sektör işbirliğinde yine bir sloganlaştırılmış haliyle kira
öder gibi konut üretimi yapılabilir. Fakat beyefendinin sorusuna gelince, tapu
hakkı engellenemiyor, insanlar sizin ödeme takviminizi karşıladıkları anda,
ben kurum olarak en azından şu andaki yasal çerçevede tapuyu vermeden,
onlara bir kullandırma hakkı verip, mülkiyet hakkını kamuda tutmak tabii bir
alternatif, ama Türkiye'de bildiğiniz gibi, hepimizin bildiği gibi kiralık konut
politikası yok. Bir mülk konut politikası üstüne kurulmuş yıllarca bir düzenimiz
var.
Aslında, bu mülke sahip olma hassasiyetimiz ya da hırsımız
yüzünden de biraz kentsel topraklarımızı fazlaca tüketmiş de olabiliriz. Şimdi,
bizimkilerin tabii bir sübvanse ayağı var. Çünkü, şöyle de bir paradigma var.
Ödeyebilirliğini kanıtlamasını istiyoruz insanlardan, bizim ödeme
takvimimizle, bizim peşinatlarımızla, bizim vademizle. Fakat yoksul ve fakir
grup olarak tanımladığımız grup için bir sosyal güvencesi olmaması da bizim
aradığımız şartlardan birisi. Yani, bu kimi zaman çelişebiliyor. Çünkü
ödeyebilirlikten çok, ihtiyaç sahibi böyle fakirliğini kanıtlayabilecek ya da
daha güzel bir ifadeyle belki yoksulluğunu kanıtlayabilecek bir ifade istiyoruz
onlardan; bunu beyan etmelerini istiyoruz.
Gerçekten kriz ortamının kayıtlarını da bizim Ar-Ge Şubesi tutmuş
durumda. Biliyorsunuz, Toplu Konut İdaresi banka ayağıyla öğrendiğimiz
85
anlamıyla, teorik anlamıyla bir mortgage işletmesi yapmıyor. Yalnız, tapuyu
vermiyor borç bitene kadar, borç bittiği zaman, tapular kişilere devrediliyor.
Bu dönemde ödeyememe sebebiyle, daha çok konutun döneceğini bekledik.
Çünkü insanların işsiz kalmaları, başka kentlere göçleri, hatta kimi zaman
“kıra geri dönüşler” diye gazetelerde ya da bazı araştırmalarda okuduğumuz
gelirden uzaklaşma durumu yaşandığından bunun bizim de satış
gruplarımıza yansıyacağını düşündük.
Bizdeki istatistikler, rakamlara göre alt gelir grubu ve fakir gruplar
dâhil, biraz önce de bahsettiğim gibi, 2009 Haziran ayına kadarki toplam
satışlarda yüzde 1’lik geri dönüş var. Bu da insanların buna finansman
ayırdıklarını bize gösteriyor. Çünkü bizim için bunu devretmeleri -alt gelir
grubunda devir yasağı var- yani, kim satın aldıysa onun ödeme zorunluluğu
var. Orta gelir grubunda belli bir dönemden sonra devredebiliyorlar. Yani,
burada kendi aralarında finansman yöntemi bulabiliyorlar.
Alt gelir grubunda Hocamın da bir eleştirisi vardı. Küçük konutlarla
ilgili bizim için de şöyle bir durum var, küçük konutlar gerçekten de geniş
hane halklarınca tercih edilmekte. Gerçekten çekirdek aile değiller. Bu tip ArGe araştırmaları da elimizde. Zaten kentlerimizde görüyoruz. Fakat, bizim
taraftan gerçeklerden birisi, en azından uygulamayı etkileyen durumlardan
birisi de ne kadar küçük olursa, o kadar ucuz oluyor; o kadar ucuz
olduğunda, o kadar çabuk, kolay edinebilir oluyorlar.
Şimdi, bir de müşteri memnuniyeti anketi yaptık. Bundan da
bahsedeyim. Bu da aslında kriz öncesi, kriz dönemi ya da kriz sonrasında
Türkiye'deki konut konusundaki bir profili gösterebilir. Bunu eğer isterseniz,
ilgi duyarsanız İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kütüphanesine de bir set
halinde gönderebiliriz, bunları araştırmalarınıza ya da ilgi duyduğunuz
konularda da kullanabilirsiniz.
20’ye yakın kent merkezinde TOKİ kullanıcılarından, yani TOKİ'den
konut alan ve TOKİ evlerinde oturan bir fiil kullanıcılara bir anket formu
dağıtıldı. Birebir, yüz yüze görüşmelerle anket yapıldı ve biz şunu öğrendik.
Mimarlar olarak neyimizi beğenmediler; parasal olarak neyimizi
beğenmediler, satış yöntemi olarak, kimi zaman Toplu Konut İdaresinin
Hazine arsalarını kullanma zorunluluğu sebebiyle ya da tercihi sebebiyle
toplu konut bölgesinin seçtiği yön kullanıcılar tarafından eleştirildi.
Kimi zaman, çevrelerin kentle etkileşim mesafesi eleştirildi. Yani, yön
olarak tamam, kentin gelişme aksından bu çok uzakta bir yer oldu ya da
kentle ilgili onların ulaşım maliyetlerini artıran bir yatırım kararı olduğu
söylendi. İçsel olarak malzeme konusunda bize eleştiriler, geri dönüşler
verdiler. Metrekare bazında bize geri dönüşler verdiler ve genelleme olarak
söylediğimde şunu söyleyebilirim. Kullanıcılar bunu satın almış olmaya bağlı
86
olmaksızın, Türkiye'de 3+1 konut almak istiyorlar, Türkiye genelinde ve hâlâ
bir oturma odası alışkanlığı var konut tüketim kalıplarında.
Dolayısıyla, elbette kullanıcılar da daha büyük konutu daha ucuza
almak istiyorlar. Bu kriz döneminde çoğu danışmanlık şirketinin gazetelerde
de okuyorsunuzdur: “Konuta yatırım yapmanın tam zamanı, şimdi konut
almak” gibi bunu destekleyen, cesaretlendiren yatırımcıların konuta
yöneldiğinde zararlı çıkmayacakları, uzun vadede kârlı çıkacaklarını
söyleyen yönlendirmeler var.
İhtiyaç sahibi gruba baktığımızda da, biz bunların yine ihtiyaçlarını
dile getirdiklerini, bundan vazgeçmediklerini, fakat alternatif ödeme seçeneği
peşinde olduklarını biliyoruz. Bize gelen talepler kimi zaman vadelerin
uzatılması, kimi zaman peşinatların yok edilmesi, içine taşındıktan sonra,
taksitlerin ödenmesi yönünde oluyor. Bunlar da yatırımı yapılan dönemin
bizim açımızdan ihale koşulları bizim için bağlayıcı maliyetler. Kamu eliyle bir
sübvanse politikası mutlaka oluyor. Ama hani özel sektör eliyle, orta gelir
grubunu da belki kapsayacak bir işbirliği yapıldığında, bu aradaki
sübvansiyon ya da köprü finansmanı nasıl çözülür, bunu iyice bir
değerlendirmek lazım.
Teşekkürler.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Ben yani üst ölçekli, daha doğrusu planla
ilgili yatırımların kalmasının ne gibi sorunlar yaratacağı konusuna konut
sektörüyle ilgili bir iki şey söyleyebilirim. Aslında planda İstanbul'da afet riski
olan konut alanlarının öncelikle ele alınarak çözümlendirilmesi gibi bir strateji
hedef vardı. Tabii, böyle bir kritik duruma girildiği zaman, bunun ne olacağı
konusu ki, acil bir durum olduğunu da hepimiz biliyoruz. O dere
yataklarındaki konutlardan, deprem riski olan ve teknik olarak depreme de
hiç dayanıklı olmayan inşaatlarla yapılmış konutların bir an evvel
çözümlenmesi gerekirken, bugün onların bu kriz nedeniyle durması bence
çok vahim bir durum olacağını düşünüyorum. O konuda, belediyenin ne
yaptığı konusunda benim bilgim yok maalesef.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. “
Bahadır Bey; söylemek istediğiniz bir şey var mıydı?
BAHADIR TEKER- Bu ulaşılabilir konut konusunda TOKİ'nin tek
başına bu mücadeleyi kazanması açıkçası mümkün değil. Yani, devletin
olanakları kısıtlı. Bütün dünyada bu konu özellikle terk edilen ve özellikle
sıcak olan bir konu. Bunu finansman tarafıyla da ele almak lazım mutlaka.
Birçok çözüm var, ara çözüm var, ama şu anda hiçbiri tartışılmıyor maalesef
Türkiye'de. Çok detayına girmeyeceğim, çok bambaşka konu, ama bir tek
87
birkaç konuda yorum yapıldı, onlarla ilgili bazı şeyler söylememde herhalde
fayda var.
İstanbul'un ya da Türkiye'nin yatırım açısından cazip olmasının
sakıncası nedir, ben çok bilmiyorum. Ama açıkçası Paris ve Barselona’da
yatırım açısından çok cazip ve güzel yerler. Onun için yatırım için cazip
olmasının rahatsız verici neresi var, onu anlayamadım.
Bir ikincisi; bu çarpık yapılaşmayı yatırımın gelmesine bağlamak da
çok hatalı. Çünkü, aslında çarpık yapılaşma yatırımın olmamasından, daha
doğrusu insanların konut yapacak parası olmamasının bir sonucu. 70’lerde
yaşadığımız, 60’larda yaşadığımız, İstanbul'a göçle beraber, ama sadece
İstanbul’la da kısıtlı değil bu. Yaklaşık Türkiye'nin hemen hemen her yerinde
gecekondu var ve dünyada Mısır’dan sonra en çok gecekondunun olduğu
ülke Türkiye. Aksine, eğer özelle yatırım yapılması gereken yerler gibi, eğer
şehir planlamanın kıblesi varsa, belki Barselona ya da Paris demekse buna
mümkün. O zaman, yatırım iyidir diye de düşünmek lazım gibi geliyor bana.
Bir diğer yandan da şehirler finanse edildikleri şekilde oluşuyor.
Bütün dünyada gördüğümüz örnekler. Rusya’daki şehirlere baktığımız
zaman, genellikle kamu ağırlıklı böyle toplu konut projeleri daha insanın
arkada kaldığı projeler. İşte azgelişmiş ülkelerde teneke evler, daha gelişmiş
ülkelerdeyse gerçekten insana değer veren, biraz da ekonomik gücün
etkisiyle herhalde oluyor bunlar. Daha insanın ön planda olduğu, kültürün ön
planda olduğu yapılaşmalardan söz etmek mümkün.
Açıkçası, çok fazla yatırımdan, yatırımcıdan da herhalde korkmamak
lazım gibi geliyor. Çok teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
AZİME TEZER- Buna cevap vermek istiyorum. Aslında, yatırım tabii
ki çok yararlı bir şey olabilir. Eğer doğru kullanılırsa, ama şu anda bizim
gördüğümüz, plancılar olarak yatırımlar tamamen plansız olarak uygulanıyor.
Planı kendileri belirliyorlar. Yani, kentin gelişme hedefleri çerçevesinde gelen
yatırımlara herkes el açacaktır. Ama bu bizim gördüğümüz ortamda,
bulunduğumuz ortamda durum öyle olmuyor. Planın tersine de olabilecek,
planla bağdaşmayan yatırımlar da söz konusu oluyor; daha doğrusu onlar
plansız olarak gelip, yatırımı yapıyorlar.
OTURUM BAŞKANI- Size yine bu konuyla ilgiliyse söz vereyim,
çünkü bir soru da var gene bu konuda.
GÜL DELİKTAŞ- “Plansız gelişen alanlarla ilgili çarpık yapılaşma”
denildi. Plansız gelişen alanlar artık eskisi gibi sadece konut ihtiyacı için
üretilmiyor. Bunu da göz önünde tutmak lazım. Eskiden evet, gerçekten
barınma için daha mütevaziydi ilk başlangıç örnekleri. Oysa son örnekler
hakikaten, yani yatırımcı olarak bu düşük gelir diye değerlendirdiğimiz grubu,
88
aslında bir miktar yatırım kabiliyeti de var, var ve bunu bu yönde kullandı,
kullanıyor. Bir şekilde bu plansız gidişte çok ciddi bir stok gelişti plansız ve
çok katlı yapılar olarak gelişti, bunu da göz önünde tutalım.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler.
YÜKSEL TÜRKİLİ (Beşiktaş Belediyesi)- Bahadır Bey
konuşmasının başlangıcında aslında çok iyi bir haber verdi. Yatırımcılar
Türkiye'ye gelmeye hâlâ istekliymiş. Gayrimenkul yatırımcıları özellikle üç
konuda geliyorlar ya ofis açıyorlar, ya ticari alanlara yatırım yapıyorlar ya da
az bir kısmı konuta yatırım yapıyor.
Alışveriş merkezi ve ticari alanlar açısından baktığımızda, kendisinin
örnek gösterdiği Paris’teki karşılaştırmayla soruma devam etmek istiyorum.
2015 yılında Paris’te merkeze 5 kilometre uzaklıktaki alanda 1000 kişi
başına ticari alan 157 metrekare olacakken, İstanbul'da bu rakam 630
metrekare olacak. Demek ki, alışveriş merkezi ve ticari alanlar anlamında
İstanbul'un çok çekiciliği kalmadı diye düşünüyorum.
Konut anlamında zaten son zamanlarda bütün yatırımlar konut
alanında oluyor. Geriye bir ofisler kalıyor. Bahadır Beyden şunu öğrenmek
istiyorum. Yabancılar acaba hangi konuda yatırım yapmaya gelecekler?
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
BAHADIR TEKER- Benim bildiğim istatistiklere göre alışveriş
merkezi konusunda metrekareye düşen, yani kişi başına düşen metrekare
alışveriş merkezi sayısı açısından şu anda hâlâ Paris’in yarısı civarındayız.
2015’de ne olacağını bilmiyorum. Ama yarısı ya da yarısından daha az
olduğunu biliyorum.
Bu konu çok tartışıldı, planlama yapılsın mı, yapılmasın mı,
hepimizin gündemin içerisinde olduğu birçok tartışmalar yapıldı. O konuda
çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Maalesef, yanlış yatırımlar yapılıyor.
Yanlış yatırımların yapılması, alışveriş merkezleri örneğinde, özellikle ihtiyaç
bulunan bölgelerde yatırım yapılmamayı, daha çok ihtiyaç olmayan
bölgelerde yan yana, 5-6 tane alışveriş merkezinin olması bunların doğal
olarak bir dönem sonra -bir kısmı şu anda başladı- hastaneye, bambaşka
fonksiyonlara yönelmeleri sonucunu getirecektir.
Bence o ilk başlangıçta bir acemilik ve sanki bir altın bulmuş gibi bir
saldırıyla yapılan bu tür yatırımlar zaman içerisinde dengeye kavuşacaktır.
Tahmin ediyorum ki, o rakamlara da 2015’te ulaşmayacaktır. Çünkü, hiç
kimse fizibıl olmayan, ihtiyaç olmayan bir yere bir ticari fonksiyon vermek için
para yatırmaz, para yatırmak istese bile, ona kredi veren de bulunmaz diye
düşünüyorum.
OTURUM BAŞKANI- Ertan Bey sizle devam edelim mi? Buyurun.
89
ERTAN ŞİMŞEK- Azime Hocamın söylediği şeyler vardı, onlara bir
tamamlama yapmak istiyorum. “Ulaşım ana planından sonra bir yaya
politikası var mı diye merak ediyorum” demişti Hocam. Yaya politikamız var,
hatta bizim bisiklet yolları diye bir planlamamız var, İstanbul genelinde.
Ulaşım ana planı netleştikten sonra, bu konuda bunun haricinde
lojistik ve toplu taşıma konularında da alt planlar yapacağımızı belirtmek
istedim. “Öncelikleriniz nasıl değişti” dediniz. Karayolu sistemleri, raylı
sistemler ve denizyollarına yatırımlarımız zaten krizden önce de varken,
bunların belirli bir payları varken, şu anda önceliklerimiz sadece raylı
sistemler konusunda. Ondan sonra denizyolları konusunda kaldı.
Karayollarıyla ilgili yatırımlarımızı bir nebze durdurmuş bulunmaktayız şu
anda.
Diğer bir konu da yine sizin belirtmiş olduğunuz transfer
merkezleriyle ilgili bilgi paylaşımı konusunda. Biz ona varız, hiç olmazsa
planlarımız iptal olmaz, bir defada yaparız, zaman kazanırız diye
düşünüyorum. Transfer merkezleri konusunda biz en kıza zamanda
Odamızla irtibata geçelim, o bizim eksiğimiz. Daha evvelden de bize şahsen
bana bu konuda bir talep gelmişti, fakat bizim önceliklerimiz o zaman
farklıydı. Şimdi, onu önceliğe alalım.
Ben beyefendinin de eleştirileri konusunda beyefendiyle kendi
çözüm önerileri konusunda, ben kendisini Büyükşehir Belediyesine davet
etmek suretiyle görüşmek istiyorum. Telefon, adresimi vereceğim, çözüm
önerinizle ilgili de sizden bir şeyler almak konusunda biz her zaman
işbirliğine varız.
MAHMUT ATAMTÜRK- O arkadaş daha ilerisini söyledi. “İstanbul
70 milyon olsun, niye rahatsız oluyorsunuz?” falan dedi. Ben bir şey
söyleyeceğim. Naçizane görüşüm, Türkiye'de gelişmiş kentler, kıyı kentler,
İstanbul ve büyük ana kentlerin terazi kefesi debgesiz. Hâlbuki Paris’te ABD,
yani teraziler dengededir, orada desantralizasyon vardır. Orada Paris’te tabii
ki yatırım olacak. Ama bir başka şehirde, orada çok farklı şeyler var. İnsanlar
gidiyorsunuz, ben burada Sivas’a gidiyorum, bomboş sanki aynı ülke ülkesini
terk etmiş, kendi ülkesi bir toprağına akın etmiş. Bunlar korkunç sosyal
olaylardır. Bunların nasıl önüne geçilir, bunlar da çok büyük bizi aşan şeyler.
Bunlara teslim mi olunacak? Bunlar, neoliberalizm bize uymuyor
yani, bizim gibi azgelişmiş toplumlara uymuyor. Bu model bizi buraya getirdi
anlatabiliyor muyum?
ERTAN ŞİMŞEK- Şu andan itibaren yapacak bir şey varsa…
MAHMUT ATAMTÜRK- Tabii ki yok yani. Fakat burada nasıl bir
iyileşme sağlanabilir, nasıl görüş, geriye dönüş sağlanabilir, bunlar da söz
konusu, ama bunları söylemiyorum. Daha sonra…
90
ERTAN ŞİMŞEK- Onları konuşuruz. Ben bir de yatırımcılarla ilgili
hep oradan konuşulduğu için, mesela bugün TOKİ ve KİPTAŞ bir bölgeyi
konut bölgesi haline getirirken, onunla birlikte ulaşım altyapısını da yapıyor;
altyapısını da getiriyor, okulunu da getiriyor, sağlık tesisini de getiriyor.
Bunlar devletin gücünü kullanarak yapıyor. Bugün kriz ortamında hiçbir dış
yatırımcı veya yerli yatırımcı ulaşımı kuvvetli olmayan yere yatırım yapmak
istemiyor. A-plas denilen projeler ve ilk şart ulaşımla ilgili. Hocamın da
söylediği doğru. Projesini de geliştirirken, açıp imar planında uygun yeri
gördükten sonra, imar planında orası eğer bir emsalse, bir emsal konut
alanıysa, ben bunu nasıl üç emsal alanına alırım şeklinde bir proje
geliştiriyor ve ona ilişkin plan yapmaya çalışıyor.
Burada ne oluyor? En önemli şey plan haline geliyor. Yani, bizim
yapmış olduğumuz planları, planları bir kere yapmış olduğumuz planları
öncelikli olarak sağlıklı planlar haline getirmemiz lazım. Planların sağlıklı
olması lazım, uygulanabilir olması lazım ve onların da kesinlikle korunması
lazım. Plan tadilatı yapılmaması lazım ki, tüm yatırımlar bunlara yönelik
olsun. Ama yatırımcının da önünü kesmemek lazım. Özellikle de kamuya
faydası olacak, kamuya aktarımı olacak yatırımcıların da önünü kesmemek
lazım, onlara da yardımcı olmak lazım diye düşünüyorum. Tabii, bazı ilkeler
ve politikalar doğrultusunda.
Bir şey daha söyleyeyim: Konut politikasının da yanlış kurulması
halinde bunun da ulaşıma olumsuz etkilerini gördük. Bundan sonra da konut
politikası kurulurken dikkat edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Mesela,
İkitelli bölgesi. İkitelli bölgesinde organize sanayi bölgemiz var, organize
sanayi bölgesinin kuzeyinde de yapılmış olan bir konut alanı var. Bu konut
alanı buradaki çalışanların yaşaması için yapılmış bir konut alanı olmasına
rağmen, yer yer kendi içinde bazı etaplarda ücret politikasının doğru
kurulmamasından dolayı dışarıdan da buraya oturmak için gelişe sebep oldu
ve şu anda sabah İkitelli’ye girişte ve akşam da çıkışta zorlanırsınız trafikte,
karayoluna bağlı kalırsınız. Şu anda oraya bir metro yapıyoruz ve metroyu
mecburen bu politikalardan dolayı önceliğe alıp, inşaatına başlamış
durumdayız. Bir sene sonra da o metromuz bitecek. O yüzden, planların
uygulanabilir planlar olması lazım ve plan tadilatlarının da mümkün
olduğunca plan tadilatlarına izin vermemesi gerekir diye düşünüyorum.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Azime Hocam, eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
AZİME TEZER- Halihazırda Ertan Bey buradayken ben de bir soru
sormak isterim. Acaba, son eğilim olarak üçüncü köprüyle ilgili ne olacak?
Karayolu yatırımlarına bağlı ve özellikle tüp tünellerle ilgili son gelişmeler
nelerdir?
91
ERTAN ŞİMŞEK- Onun ben sürecini söyleyeyim. İkisi de bizim
yatırımımız değil. Karayolu tüp tünelinin, tüp geçişinin ihalesi yapıldı. İhaleyle
ilgili bir süreç belirlendi. Bunun için de planlara işlenmesi süreci ve projenin
geliştirilmesi ve ilgili yerlerden onayların alınma süreci şu anda devam
ediyor. Konu şu anda Koruma Kurulunda, Koruma Kurulunun kararı
bekleniyor.
Üçüncü köprüyle ilgili tartışmalar devam ediyor. Biliyorsunuz, bir
güzergâh açıklandı. Altı tane alternatiften dört nolu güzergâh, dördüncü
alternatif açıklandı.
OTURUM BAŞKANI- Neresidir?
ERTAN ŞİMŞEK- İşte bu açıklanan. Ben fazla konuşmayayım,
bundan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesini temsilen gelmek istiyorum.
Toplantılara da, o yüzden onlarla ilgili çalışmalarımız devam ediyor.
OTURUM BAŞKANI- Son birkaç dakikamızda söz almak isteyen
kimseler var mı? Öğrencilerimiz de var, onlar da söz almak isterler,
bilemiyorum. Son bir iki soru varsa alalım, yoksa oturumu kapatacağım.
YÜKSEL TÜRKİLİ- Konunun iki tarafı da Beşiktaş’ın en temel
sorunlarından birisi biliyorsunuz, İstanbul'un en önemli merkezlerinden birisi.
İki önemli yatırım söz konusu. Hemen 1. Köprü’nün çıkışında birinci alan
karayolları, ikincisi de hemen onun yanında bir parsel. İkisinin de toplam 785
bin metrekarelik ticari alan yapılacak. Bir tanesinin ruhsat sorunu çözüldü,
diğeri ruhsat aşamasında.
İstanbul Metropoliten Planlama Ofisiyle yaptığımız görüşmelerde, bu
alanlar tamamlandığında, zirve saatte 10 bin araçlık artı bir trafik yükünün
geleceğini öğrendik. Şimdi, bir yatırımcı tarafı masada, bir de ulaşım
planlama tarafı masada. Bunu çevre düzeni planına, bunu 1/25 000 nazım
plana, bunu akıllı yatırıma, fizibıl yatırıma nasıl oturtabiliyorlar, onu bir
öğrenmek istiyorum. Sonucundan biz belediye olarak bir şekilde belki bir
çözüm yolu bulabiliriz, teşekkürler.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
ERTAN ŞİMŞEK- Ben şunu söylemeye çalışmıştım. Fizibıl olarak
gözüken parseller ilave ulaşım yatırımı yapılmasına gerek olmayan, mevcut
ulaşım sistemini kullanarak giriş çıkışları çözülen, hizmetlerini alabilen
parsellerdir demeye çalışmıştım. Ama özelde hangi parseldir sorduğunuzu
kaçırdım, hocamla görüştüğüm için. Zorlu’nun arazisinden bahsediyorsunuz
herhalde. İkincisi alt tarafta, Çiftçiler’in arazisi. Bunlar aynı fonksiyonlara
sahip, o konuda haklı. Fizibilitesini yapmadım.
BAHADIR TEKER- Ben yatırımcı taklidi yaparak size cevap
vereyim. Ben oraların yatırımcısı değilim ve yatırımcı da değiliz aslında.
92
Şimdi, sorunu Hocam çok güzel ifade etti. Sorun yatırımda falan değil,
şehirde bir ofis alan ihtiyacı var; iş merkezi ihtiyacı var ve doğru dürüst ofis
alanlarına ve doğru dürüst iş merkezlerine ihtiyaç var.
Bir yerde bir yer gösterilmemiş, orasının ulaşımı çözülmemiş, orayla
ilgili bir planlama yapılmamış. Yani, biz bir ... yaratamadık, ondan sora
herkes tabii doğal olarak bir ihtiyacı karşılamak üzere sıkıştırmaya başlıyor.
Burada ben ne yatırımcıyı, ne belediyeyi, ne de planlamacıları eleştiriyorum,
ama sorunun gelişine bakarsanız, ortada bir plan olması lazım. Bu planla
ilgili olarak atılmış birtakım adımlarla, bir ofis alanı, iş merkezleri ve bunların
ulaşım planı olması lazım ve yatırımcıları da oraya yönlendirmek lazım.
Bunun doğal süreci budur.
Maalesef, Türkiye'de hem merkezde, hem yerel yönetimlerin de
eksikliğinden, -hemen size de taş atayım biraz- bu planlamalar yapılmıyor ve
uygulanmıyor. Dünyada üç çeşit devlet var biliyorsunuz. Birincisi, devleti çok
küçük tutup, etkin çalışan, bunun en önemli örneği Amerika’dır. Devlet çok
küçüktür, ama çok etkindir. İkinci model Fransa modelidir. Devlet büyüktür,
ama gene etkin çalışır. Üçüncü model de bizim model. Devlet hem büyüktür,
hem de etkin çalışmaz.
14 sene ben de kamuda çalışmış bir insan olarak, buradaki hatayı
ne o arsayı geliştirene, ne o yatırımı yapana, ne de o problemi çözmek
zorunda olan kişilere atmadan önce, burada bir hatalar silsilesi sonucu böyle
çok kötü sonuçlarla karşılaştığımızı söylemek istiyorum.
AZİME TEZER- Aslında, plan yok değil, plan var. Fakat, planlar nasıl
hazırlanıyor sorusuna geniş katılımlı süreçlerle hazırlanamıyor cevabını
verdiğimizde, pek çok planlama sorunu ile karşı karşıya kalınıyor. Çünkü
planlar plancıların, planı yapanların ya da o planın kapsadığı tarafların
etkisiyle gelişmiyor. Bu süreçte baskılara maruz kalınması, plan kararlarının
değiştirilmesi gibi uygulamalar plana ve planlama sürecine olan inancı
zayıflatıyor ve planlar uygulanamıyor. Planlar uygulanamayınca, zaten çok
kolaylıkla etkileri görülen tepeden inme uygulama kararları çok rahatlıkla
hayat bulabiliyor ve böylelikle, kendi içinde bir çıkmaz döngü ortaya çıkıyor.
Bu nedenle de planlamaya inanç kalmıyor. Halbuki planlar çok önemli. Plan
kararları katılımlı ve şeffaf süreçlerle üretilmediğinden yargı yoluyla
durdurulmak durumunda kalınıyor. Biraz evvel Sayın Oturum Başkanımızın
da söylediği gibi, sürekli mahkemelerle bir şekilde planların yürütmesi
durduruluyor. Diğer taraftan bu son derece doğal bir süreç ve bir yasal hak.
Planlama ilkeleri ve toplumsal ortak çıkarlar açısından eğer rasyonel
olmayan kararlar içeriyorsa, olumsuz etkileri olacağı düşünülüyorsa, tabii ki
buna tepki gösterilmelidir ve bir şekilde uygulamanın yasal ortamlarda, yasal
zeminlerde etkilerinin sorgulanması mümkün olabilmelidir.
93
Sonuç olarak, bu süreçler hep birbiri üzerinde olumsuz etkiye sebep
oluyor. Bu nedenle plan yok demememiz gerekir sanırım, bunu söylemek
istedim.
ERTAN ŞİMŞEK- Söylemiş olduğunuz alan üst ölçekli planlardan
MİA alanı içinde diye biliyorum, cadde üzeri olan kısım. Geri planı da konut
alanının içinde. Şu andaki bölge planları da konut alanı, alt taraftaki alan. Biz
böyle durumda ne yapabiliyoruz? Ulaşım Dairesi olarak söyleyeyim. Bize
gelen bu projelerde MİA alanı içinde ne yapılabiliyor plan notuna göre?
Alışveriş merkezi yapabiliyor, ofis yapabiliyor, rezidans yapabiliyor, otel
yapabiliyor.
Biz burada ulaşıma daha az etkisi olan fonksiyonların daha fazla
inşaat alanı kapsayacak şekilde, projenin içinde geliştirilmesi yönünde
sadece bir görüş bildirebiliyoruz; yani otel fonksiyonunu, turizm
fonksiyonunun daha inşaat alanının büyük bir kısmını kapsayacak şekilde
yönlendirilmesini yapabiliyoruz; geri kalanları da sınırlamaya çalışıyoruz.
Ulaşıma en büyük olumsuz etkileri olan fonksiyon alışveriş merkezidir. Onu
de minimize etmeye çalışıyoruz. Belli oranlarda falan tutmaya çalışıyoruz.
Yapabildiğimiz şeyler bunlar, bunların hepsi de plan tadilatıyla olan
parseller, o söylediğiniz. Onlardaki görüşlerimizde aynen bunları belirttik.
Yani, belli bir yüzdelerle onları tutmaya çalıştık. Alışveriş merkezlerini,
ofislerini ve genellikle de turizm fonksiyonunun daha geniş bir alanda
kapsamasını sağlamaya çalıştık.
ZORLU’nun arazisinde yapılan plan tadilatını şöyle destekliyorum.
Bir kere kamunun bir arazisi ve kamu kurum görüşlerinin hepsine uydular.
Yani, bizim bu turizmle ilgili ve ticaretle ilgili, ofisle ilgili bütün görüşlerimize
uydular; Koruma Kurulunun kararlarına da uydular. Ama siz görüş verip,
meclislerden geçerken veya onama yetkisi olan yerlerden geçerken, bunlara
uyulmadığını da görebiliyorsunuz. Ama orası uydu.
Hocamın da dediği gibi ilk plan tadilatı onun karşısındaki parselde
oldu. Şimdi, bir bilgi daha vereyim. Daha altlarda da plan tadilatları var şu
anda. Onlar da kurum görüşü aşamasında.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler.
Peki, öyleyse gene süreyi biraz aştık. Oturumu burada kapatıyorum,
hepinize teşekkür ederim.
----&----
94
ÜÇÜNCÜ OTURUM
Oturum Başkanı: Erhan DEMİRDİZEN
----&---OTURUM BAŞKANI- Evet dışarıda kimse yok galiba, krizden en çok
bizim oturum etkilendi.
Evet, isterseniz küçük küçük başlayalım. Oturumumuzda krizin
sektörel yatırımlarla ilgili ve tabii planlamayla ilgili farklı boyutlarını
konuşmaya bir önceki oturumda olduğu gibi bu oturumda da devam
edeceğiz. Bu kez farklı sektörler açısından, bir önceki oturumdaki
sektörlerden biraz daha farklı olarak, çeşitli sektörel boyutlarını, yatırım
boyutlarını, İstanbul’daki projelerin krizden nasıl etkilendiklerini, büyük
yatırımların, hem kamu projeleri açısından, hem özel sektör projeleri
açısından İstanbul’un son 6 ay, 1 yıl içerisindeki ve önümüzdeki dönemdeki
beklentileri itibariyle durumunu konuşacağız.
Bugünkü
oturumumuzda,
bu
konuların
farklı
boyutlarını
değerlendirmek üzere, dört konuşmacımız yer alıyordu. Ancak biraz önce
İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyemiz Sayın Prof. Dr. Cengiz
Giritlioğlu’nun bir sağlık problemi nedeniyle bizimle birlikte olamayacağını
öğrendik. Sabahtan beri toplantıyı aslında takip ediyordu. Bir şekilde
programda görünen Yrd. Doç. Dr. Sayın Hülya Yakar, aynı zamanda
Odamızın Yönetim Kurulu üyesidir. Hülya Hanımla ilgili olarak da geçtiğimiz
günlerde, programın basımı aşamasında bir yanlış anlaşılma nedeniyle, şu
anda ismi burada görülüyor.
O nedenle de programdaki teknik hatalar nedeniyle sizlerden özür
diledikten sonra, günün son oturumu, son tartışması olarak, Sayın Firuz
Soyuer Türkiye Yönetim Komitesi Üyesi olarak aramızda. Bu son
oturumumuzda ve programda Sayın Alper Aksoy görünüyor. Türkiye Turizm
Yatırımcıları Derneği’nden. Derneğin başkanı Sayın Turgut Gür aramızda.
Bu toplantıda, önceki oturumlarda ortaya çıkan kimi değerlendirmeleri
de belki bir sentezleme olanağımız olacak. Özellikle, sektörel yatırımlar
açısından, bir kamu borçlanmasının belediye ölçeğinde ve merkezi hükümet,
merkezi yönetim ölçeğinde bir kamu borçlanmasının artmasını belki burada
bir son olarak değerlendirme olanağımız olacak. Ama onun ötesinde,
İstanbul gibi hızla büyüyen bir kentte yatırımların durmasının ya da çok ciddi
miktarda yavaşlamasının, kentin mekân organizasyonu açısından nasıl bir
sonuç doğuracağını tartışacağız burada belki.
Kentin böyle bir durağanlık döneminde; altyapı yatırımlarının
durağanlaşması döneminde, kendisini dengeli olarak, mekânsal bir zeminde
95
dengeli olarak organize edip edemeyeceğini, bunun mümkün olup
olamayacağını tartışacağız, konuşacağız. Tabii, yine kriz ortamının
planlamayla çok yakın ilişkisi var. Bugün oturumumuza katılamayan iki
değerli konuşmacımızın ikisi de şehir plancısı. O nedenle, belki onların
yokluğunu, hep beraber bu toplantıya katılan sizler ve bizler belki
gidereceğiz.
Bu oturumda bir anlamda kriz ortamının İstanbul’un planlanabilirliğini,
İstanbul’un planlı gelişmesini sürdürebilirliğini, nasıl etkileyip etkilemediğini
de konuşmak istiyoruz. Eğer dediğim gibi altyapı yatırımlarını
yapamıyorsanız, gelişmeleri bir üst plan, bir planlama anlayışı içinde nasıl
yönlendireceksiniz? Sorusuyla karşı karşıyayız.
Bu oturumda en fazla üzerinde durmak istediğimiz konulardan bir
tanesi, İstanbul kentinin çok sorunlu büyüyen, yoğunlaşan, merkezi iş alanı;
merkezi iş alanı üzerinde biraz konuşmak istiyoruz. Özellikle, krizin yarattığı
kimi talep ve yatırım durgunluklarının, merkezi iş alanı üzerindeki etkilerini
burada belki biraz açmak istiyoruz. Özellikle, geçtiğimiz yıllarda İstanbul’un
merkezi iş alanını yeniden yapılandıran yoğun bir alışveriş merkezi, ofis gibi
yatırımlar, projeler gündemimizdeydi. Hatta zaman zaman bir önceki
oturumda Bahadır Bey haklı olarak, belki bunun altını çizdi. Biz zaman
zaman bunların çok fazla olduğundan da şikâyetçi olduk. Belirli bölgelerde
özellikle aşırı yoğunlaşmalarının, planlanma açısından yarattığı handikapları
çok yoğun bir şekilde tartıştık. Acaba, kriz ortamında bütün bu yatırımların
durağanlaşması, merkezi iş alanında yeniden kamusal bir yaklaşımla,
yorumla, buraların yeniden ele alınmasını mümkün kılabilir mi? Bütün bu
stokumuz, merkezi iş alanındaki yapı stokumuz, yeniden değerlendirilebilir
mi ve nihayet tabii krizin özellikle İstanbul’daki kültür, turizm ve merkezi iş
alanı üzerindeki etkisini kıracak olan bir yasal çerçeve söz konusu olabilir
mi? Benzer krizden etkilenen dünyada büyük kentlerin, ülkelerin merkezi
kenti konumunda olan büyük kentlerin, krizleri sektörel olarak aşması
açısından yapılmış yasal düzenlemeler, yasal önlemler var mı? Yoksa,
bizdeki yasal düzenlemeler, özellikle kentin kültür sektörüyle ilgili, kentin
turizm sektörü ile ilgili; kentin merkezi iş alanını etkileyen sektörleriyle ilgili
olarak yapılan yasal düzenlemeler, yoksa bizde krizin etkisini daha da mı
arttırıcı özellikler gösteriyor? sorusunu belki bu oturumda ele alabiliriz.
Yine bu oturumda dediğim gibi özellikle şehir plancısı katılımcılarımız
olsaydı, yine belki hep beraber yapacağımız bir tartışma bu, bir yatırım ve
plan ilişkisini belki ele alabiliriz. Çünkü kriz bağlamında konuştuğumuz pek
çok konu, dönüp yatırım-plan ilişkisinin çerçevesi içerisinde dikkatimize
geliyor.
Burada özellikle biz plancılar olarak yatırımların, plan dışı alanlarda,
plan
tarafından
yatırım
amacıyla
düzenlenmemiş
alanlarda
gerçekleştirilmesinden çok şikâyet ediyoruz. Ama biliyoruz ki, masanın öbür
96
tarafından bakan uzmanlar, masanın öbür tarafından bakan ilgililer diyorlar
ki; “Türkiye’nin öyle bir planlama sistemi var ki, öyle bir planlama metodu var
ki, öyle bir yasal mevzuatı var ki, Türkiye’de herhangi bir alan
planlandığında, oranın arazi değerleri çok yükseliyor ve dolayısıyla aslında
Türkiye’de planlama yatırımın maliyetini yükselten bir unsur haline geliyor”
deniliyor.
O nedenle, bunu bir tartışma olsun diye söylüyorum. Dolayısıyla,
aslında bizim planın içerisine çekmeye çalıştığımız yatırımlar, maliyetleri
düşürmek adına planların dışına doğru taşmaya, çıkmaya başlıyor.
Dolayısıyla “bu sorun, bu çelişki nasıl çözülebilir, aşılabilir, dünyada bunun
örnekleri nasıldır?” diye bir planlama tartışmasını da bir kenardan belki
yapabiliriz, ama dediğim gibi bu oturumumuzun öncelikli konusu bütün bu
sonuçlara varabileceğimiz şekilde bir sektörler itibariyle bir değerlendirme
yapmak.
İsterseniz sözü bu kapsamda Sayın Firuz Soyuer’e vereyim öncelikle.
Bütün bu konu başlıkları itibariyle, sorgulamaya çalıştığımız konular itibariyle
İstanbul’da durum nasıl? Geçtiğimiz 1- 1,5 yıllık dönemi nasıl
değerlendiriyorsunuz? Önümüzde krizden çıkma senaryoları kapsamında
yakın geleceğimizi, uzak geleceğimizi, nasıl görüyorsunuz?
Buyurun Sayın Soyuer.
FİRUZ SOYUER- Çok teşekkürler, hepiniz hoş geldiniz!
Bu günün son oturumu olması nedeniyle, belki biraz yorgun
olabilirsiniz. Biz de o yüzden mümkün olduğu kadar özellikle ben kısa
tutmaya çalışacağım konuları. İstediğiniz zaman, herhangi bir soru olduğu
zaman, durdurup tekrar başlayabiliriz, bu sorun değil; süreklilik açısından
herhangi bir sorun yaratmıyor.
İlk önce kriz konusundan başlayalım. Beyefendi biraz evvelki
oturumda söyledi. “kriz ancak ve ancak bir düzen içinde olabilir; kaos içinde
kriz olmaz” dedi. Ben de katılıyorum hakikaten. İstanbul’un yapısına
bakarsanız, gerek planlama, gerek kullanım açısından bir kaos halinde
büyüme var. Kaos kendi içinde bir düzen midir? Bunu tartışabiliriz tabii. Bazı
noktalarda kaotik düzenlerden de söz edilebiliyor. Belki İstanbul’da en
azından son yüzyılda, kaotik düzenler içerisinde var olmaya çalışan, yegâne
demeyim, ama sayılı metropollerden birisi herhalde.
Konumum itibariyle, özellikle ben, işin sadece bir kısmından almak
istiyorum. Merkezi iş alanları, İstanbul’un merkezi iş alanları dedik esasında
başında. Ne zaman esasında merkezi iş alanı tanımı yapıldı, İstanbul’da? Bir
bunun tarihçesine bakalım. 1950’ler civarında merkezi iş alanı diye bir şey
pek fazla yok; ama 1950’de nüfusa zaten 500 000’den başlıyoruz. 500
000’de bir hizmet kentinden çok daha bir sanayi kentine dönüşmüş, ticaret
97
merkezi olmasına rağmen, bir sanayileşme politikasının da İstanbul’un içinde
var olduğunu görüyoruz.
1960’lara gelindiğinde, sermaye birikimlerinin yavaş yavaş başlaması,
finansla ilgili olan alanların yavaş yavaş İstanbul’a kaymasıyla bir istek
başlıyor, ama hâlâ bir merkezi iş alanı diye bir talep, daha doğrusu alan
talebi yok ortada görülebilen.
1960’ların sonuna doğru, artık yavaş yavaş servis alanlarının, Tarihi
Yarımada’dan çıkartılıp, başka alanlara, büyük alanlara kaymak istemesiyle
birlikte çok ufak bir aks oluşuyor. Eskiden de var olan bir aks belki bu, ama
daha belirginleşiyor. Bu şu anki Karaköy-Kabataş Hattı üzerinde dediğimiz
bir aks. Eskisi var mı, çok daha eskisi var. Yüzyıl evvel bu aks Bankalar
Caddesi üzerindeyken, biz onu unutup, tekrar başka bir taraftan başlatmaya
çalışmışız, devam eden bir şey bu.
1980’lerin sonuna gelindiğinde, yeterli talep artık oluşmaya başlıyor ve
servis sektörü, daha doğrusu hizmet sektörü için özellikle finans alanındaki
talepten, kullanım talebinden, kullanıcı talebinden olan bir faktörle, yavaş
yavaş bu sektörlerdeki çalışanlara yeni mekânlar gerekmeye başlıyor ve
çözümler aranmaya başlıyor.
Avrupa Yakası dışında başka bir çözüm düşünülemediği için, ilk akla
gelen şey, Büyükdere Caddesi üzerindeki alanların, eski endüstri alanlarının
yeniden, yeni fonksiyonları kazandırılarak bir hizmet alanı, merkezi iş alanı
haline getirilmek istenmesi, güzel bir istek. Benzer uygulamalar bir sürü
metropolde daha evvelden yapılmış, dolayısıyla bunun yapılmaması için
hiçbir neden yok.
İlk uygulamasını 1989’da görüyoruz. Levent’te başlıyor ve Yapı Kredi
Plaza bu A-sınıfı dediğimiz ofis alanlarının ilk örneklerindendir. Daha sonra
bu Levent alanından yavaş yavaş iki yönlü olarak çıkmaya başlıyor, 4.
Levent’e kadar. Diğer taraftan da Zincirlikuyu ve Şişli civarında bir yapılaşma
var. 1990’ların ortalarına doğru da Maslak’a sıçrıyor. Burada da sanayi
alanları var. Bu sanayi alanlarında, aynı şekilde yüksek yoğunluklu merkezi
iş alanlarına ait ofis alanları olarak düşünülmesi bu da yine olumlu.
Buraya kadar bir şey yokmuş gibi görünüyor. Tek düşünülmeyen veya
planlanmayan kısmı Büyükdere Caddesi’nin bu yoğunluğunu kaldırıp
kaldıramayacağını; trafik yoğunluğunu özellikle şehirlerde nasıl kaldıracağı
konusunda çok fazla bir planlama yok.
1990’lara geldiğimizde, esasında çok ilginç bir şekilde, aynı anda
ulaşım, raylı ulaşım sistemleri de bu alanda başlamış durumda.
Hatırlarsanız, 1992’de inşaat başlıyor. 2000–2001 civarında da bitiyor metro.
Bu zaman içinde de merkezi iş alanı dediğimiz alanlara yaklaşık olarak 300–
98
500 bin metrekare civarında da bir ofis alanı, kullanılabilir ofis alanı eklendi;
daha bu inşaat süresince.
Bugünkü noktaya gelmeden evvel, bu alanların tabii ki bir şeyini
yapmak gerekiyor. Acaba, yani bu plana uygun olarak imarı gerçekleştirilmiş
alanlarda hiç sorun olmadı mı, oldu; yani en büyük sorunu tabii ki ulaşımda
görüyoruz. Ama onun dışında merkezi iş alanı halinde kullanılmaya uygun
faktörleri de var mıydı, kesinlikle vardı. Özellikle, iki çevreyolu arasında
kalması, ulaşım olanaklarının nispeten çok daha Avrupa’daki diğer yerlere
göre uygun olması nedeniyle, burası esasında doğal bir merkezi iş alanı
olarak gelişti diyebiliriz. Son 20 senede ve bütün olumsuzluklara rağmen,
ulaşımda yaşanılan hâlâ en uygun yer olarak da ben düşünüyorum. Sorun
nereden kaynaklandı? Gecikmede. En büyük gecikme tabii ki, kopuk olan
merkez yaşamını yani, Levent’te biten alanın, diğer tarafta Maslak’ta tekrar
başlaması ve bu aradaki ilişkinin de raylı sistemlerle kurulamaması.
Bu gecikme çok esasında pahalıya mal oldu. Çünkü nereden
bakarsanız, bu eğer yapılsaydı, Maslak’taki girişimin daha düzgün
olabileceğini görecektik. Aynısını sadece İstanbul yaşamadı yalnız, bunu çok
daha gelişmiş boyutlarda Londra’da da gördük. 1990’ların başında Trade
World projesi yapıldığı zaman, ağırlıklı olarak yine bir ofis alanı projesiydi.
Buraya gelirken de her şey planlanmıştı. Belediye de o zamanki şeyde
sadece buraya bir metro hattının uzatılması kalmıştı.
Çok geç kaldılar, geç kaldıkları için de proje ciddi anlamda zarara
uğradı bu konuda. Demek ki; sadece bu hatalar burada yapılmıyor, yani
Türkiye’de veya başka şehirlerde aynı şekilde, gecikmeden dolayı olan
sorunlar hep yaşanıyor.
Şimdi 1989–2009, 20 yıl geçmiş durumda. 20 yıl süresi içinde,
yaklaşık olarak bu alanda, İstanbul’da merkezi iş alanı dediğimiz yerde de
toplamda 1–1,5 milyon metrekare A-sınıfı denilen ofis alanı gerçekleşti. Bu
noktada ne yapacağız? Şimdi, İstanbul’un çok merkezli bir şehir olduğunu
biliyoruz. Acaba, tek merkezli bir halde bunu tutabilir miyiz? Bunu nasıl
geliştirebiliriz? İşte bu noktada birtakım şeylerin yavaş yavaş ortaya
konması, daha detaylı olarak planlanması ve esasında planlamadan daha
önce analiz edilmesi gerekiyor.
İşin yatırım kısmını bir tarafa bırakalım, çünkü yatırım tamamıyla varlık
piyasasının bir sonucu olan bir şey. Kimin aldığı, kimin sattığı, yatırımcının
kim olduğu, o kadar çok önemli değil. Mühim olan kullanıcı piyasasının,
kullanıcı talebinin nereden geldiği. Hep A-sınıfı ofis piyasasını biz merkezi iş
alanı olarak kabul edip, bunun üzerine gidiyoruz. Ama diğer taraftan,
pastanın çok büyük bir payı olan diğer kısmını maalesef kaçırıyoruz. Bunlar
ne? Türkiye’deki boyuta baktığımız zaman, hizmet sektörünün esasında
genellikle KOBİ’lerden oluştuğunu görürüz.
99
Banka ve finans kurumlarını bir tarafa bıraktığımızda, diğer hizmet
şirketleri onların bir alt kullanıcısı şeklinde ve ufak şirketlerden oluşuyor.
Bunların hiçbirisi 150–200 kişilik şirketler değil. Genellikle 20–50 arasında
boyutlanan KOBİ diyeceğimiz şekildeki şirketler. Bu şirketlerin herhangi bir
şeklide A-sınıfı alanlarını kullanma lüksleri maalesef yok. Ne kalıyor geriye?
Daha az şekilde kalitelere sahip, ne bileyim mesela; bir lobisi olmayan,
otopark alanları, çok fazla alanları tutulmamış, ama yine de erişilebilir akslar
üzerinde olan B-sınıfı alanlar talebi ki, bu hiçbir zaman düşünülmeyen ve
maalesef de doldurulmamış bir talep. Hâlâ önümüzde bir büyük muamma,
bir soru işareti olarak kalıyor.
Onun yerine neyle biz bunu dolduruyoruz? Her zaman olduğu gibi,
tamamıyla karma kullanımdan olan aşağısı dükkân, yukarısı apartman
dairesi veya ofis alanına çevrilmiş alanlardan oluşan binalarla, maalesef biz
hizmet sektörünü doldurmaya çalışıyoruz ki, en büyük hatamızda bence
burada. Bu olmadan yani daha talebi tanımlamadan, kullanıcı talebini
tanımlamadan bunu yatırıma dönüştürmek, varlık piyasasına dönüştürüp
oradan tekrar bu kullanıcıları çekmek biraz zor. İlk önce talebi tanımlamamız
gerekiyor ki, kullanıcı piyasasında buna uygun ürünleri mümkün olduğu
kadar üretmek için geliştiricileri, developırları devreye sokalım, karşılığında
da yatırımcılar bu ürünleri, “ha bunlar doğru ürün, dolayısıyla bunların
kullanıcıları var, biz bunları alalım veya bunları yaptırmak için uğraşalım”
diyebilsinler. Bu noktadaki eksikliğimizi birazcık daha üzerine düşerek en
azından analiz etmemiz gerekiyor ki, daha sonra bize de yardımcı olsun
diye.
İkinci konu, yine bu bahsettiğimiz alanların merkezi iş alanlarının
çeşitlenip, İstanbul’un diğer taraflarında çok merkezli alanlara dönüştürülüp,
dönüştürülemeyeceği. Bu konu tabii ki daha geniş bir konu. Özellikle, Avrupa
Yakası’yla, Asya Yakası’ndaki farkların gittikçe azaltılmaya, sürdürülebilirlik
açısından azaltılmaya çalıştığı noktada da, önem kazandığı kesinlikle doğru.
Ama şunu da unutmamak gerekiyor, hizmet sektörü, diğer sektörlere göre
birazcık daha fleksibıl bir sektör. Yani dolayısıyla zorlayarak, biz burasını
merkezi bir iş alanı haline getireceğiz diyerek, insanları tekrar oraya
yönlendirmek kolay değil. Ağırlıklı olarak kalifiye işgücünün olduğu bir alan.
Dolayısıyla kalifiye işgücünün rahat erişebileceği, odaklanabileceği
noktalarda oluşuyor. Bunun göz önüne alınarak planlama yapılması lazım.
Sadece bir alan üzerinden planlaması, yani burası boş, en azından
geliştirilebilir, dolayısıyla buraya yüksek emsal vererek biz bunları merkezi iş
alanı haline getirelim demekle olacak bir şey değil. Kalifiye işgücü bütün
alanlarda daha önemlisi servis sektöründe, hizmet sektöründe oluştuğu için.
Onların bu noktalara ulaşımlarının muhakkak göz ardı edilmemesi lazım. Bu
açıdan bakıldığında, İstanbul’da, birden fazla merkezi iş alanı olması ve
bunların yapılmaması için, hiçbir sorun yok açıkçası. Biraz piyasa şartları ile
kullanıcı talebinin gerçeklerle planlama aşamasında tartışılması ve ona göre
100
yönlendirilmesi gerekiyor ki sonuçları da özellikle ona göre bizi olumlu
noktalara getirebilsin. Şimdilik bu kadar.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Soyuer’e çok teşekkür ediyoruz.
Bize konuşacak çok konu çıktı tabii, bu değerli konuşmadan. Hemen,
Turgut Bey’e dönmek istiyorum. Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği
Başkanı, buyurun Sn. Gür.
TURGUT GÜR (Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı)Erhan Bey çok teşekkür ediyorum.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki salonda çok değerli izleyiciler var.
Sürekli konferans ve toplantılara katılıyorum. Hep iki şeyden çok korktum.
Aslında korku diye bir fobim yok, ama şu var; özellikle öğleden sonraki ilk
toplantıda genellikle salon tıklım tıklım dolu olur fakat %90’ı uyur, %10’u
uyanıktır. Bazen de burada olduğu gibi son toplantıda, toplantının %10’u
vardır, %90’ı yoktur fakat bu da uyanıktır. Hangisini tercih edersiniz derseniz,
ben ikisinden bunu tercih ediyorum. Çünkü bu saate kalan izleyici meraklı ve
ilgilidir. Bu sebeple sizi neden, sizi içten ve gönülden kutlarım.
Bu bakımdan, bize bu %10 yetiyor. Ama sizden ricam, öteki %10’u
lütfen bilgilendirin. Bir de yerleşik düzen vardır hani. Çok önemlidir bu
yerleşik düzen. Hep hayatımızda da bu böyle geçmiştir. Hatta yaşantımızdan
başlar, ev ortamından aileye kadar, sınıfa kadar, iş dünyamıza kadar. Hep
bakarım, kenarda oturanlar kaçacakmış diye korkarım. Bu sefer de salonda
herkes kenarda ancak yine korkum yok, çünkü kenarı sıkı tutmuşsunuz.
Ortadan da zaten kaçacak yok. Üstad da orada sabahtan beri çok dikkatle
izliyor.
Ben bu toplantıya öğleden sonra katıldım, sebebi de yurtdışındaydım.
Dolayısıyla, burada çok değerli genç kadromuz var bizim. Türkiye Turizm
Yatırımcıları Derneği’nin İcra Kurulu üyesi Alper Aksoy. O sabahtan beri
takip ediyor, dikkatle notlar tutuyor, bana telefonla gönderiyor, mesajlar
atıyor, o kadar çok şeyler söyledi ki, inanın ben heyecanlandım ve korktum.
“Eyvah, bu kadar çok konu mu var?” diye.
Neticede, şimdi Firuz Bey de müthiş şeylerden bahsetti. Bana neyi
hatırlattı? İstanbul'un merkezi iş planlaması diye başladığı cümlede 60lı
yıllardan bahsetti. 1960 yılı benim hayatımda çok önemli bir yıl Firuz Bey.
Hatırlayacak mısınız, tabii salonda genç arkadaşlarımız var. Ama yaşı 50’nin
üzerinde olanlar hatırlarlar. O da zaten salonda yok gibi bir şey, benden
başka…
Bu nedenle, şunu söylemek isterim: Zannedersem, 1960 yıllarında
Devlet Planlama Teşkilatı Beş Yıllık Kalkınma Planlarını hazırlıyordu. O
101
planların hazırlık sırasında doğaldır ki Mecliste bütçe çalışmaları vardı.
Hükümeti temsil eden bakan çıktı, “Sayın Milletvekilleri; şimdi Türkiye olarak
biz bundan böyle Beş Yıllık Kalkınma Planları hazırlamak suretiyle ülkeyi
planlıyoruz” dedi. Yani sanayiyi tarımı, hizmetleri vesaire anlatırken, arkadan
bir el kalktı ve dedi ki: “Sayın Bakan; bize plan değil, pilav lazım”.
Bu söylem yıllarca Türkiye'de çok konuşuldu. Hatırlar mısınız,
bilmiyorum ama zannedersem değerli hocalarımız hatırlayacaktır. Şimdi,
olay böyleyken çok ilginç şeylerle karşılaştım hayatım boyunca. Çok gezme
imkanı bulduğum için, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun o geniş hudutları
içerisindeki ülkeleri gezdiğim zaman dehşet içinde kaldığımı size
söyleyebilirim. Her ne kadar hocalarım bize tarih okuttularsa da, edebiyat
okuttularsa da, bazen unutulur. Ama şunu gördüm ki Osmanlı’da, Fatih’ten
sonra, ll Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman
döneminde 1480-1510 yılları arasında planlama anlayışı çok iyiymiş. Aradaki
20 yıldan bu tarafa geldiğimiz zaman, 500 yıl boyunca ne yapılmış? Şehri
planlamış, önce İstanbul’u planlamış. İstanbul'a gelmiş, İstanbul'un
neresinde meydan, neresinde cami, neresinde okul, neresinde hastane,
neresinde medrese, üniversite; neresinde ne var? sorularına planlama ile
cevap bulmuş. İstanbul'un o planlamasında ciddi, bugüne gelen büyük
yapıtlar, gurur duyduğumuz yapıtlar var. Bunu kim yapmış? Osmanlı yapmış,
ne zaman yapmış? 500 yıl önce yapmış. 500 yıl sonra, 1960’ta bir
milletvekilimiz “bize plan değil, pilav lazım” demiş, onu da bu ülke demiş.
Şimdi, siz bana 1960’ı hatırlattınız. Bu bakımdan, bu bir anektod. Gençler
bunu bilsin diye anlattım.
Sevgili öğrenciler; eğer sizin yarın bir programınız yoksa, o programı
saat saat planlamadıysanız, akşama kadar eğer burada kiminle, nerede,
nasıl konuşacağınızı, nereye gideceğinizi, ne yapacağınızı, sizin için önemli
olan, dersleriniz için önemli olan, gelişmeniz için önemli olan konuları not
etmediyseniz, yani günün 8 saatini çıkartın, 16 saatini planlamadıysanız, işte
burada hata var demektir. Çünkü, bir defa kromozomlarımızdaki o
programcılık, plancılık bizde var, ama eğitim konusu bu. Hocalar anlatıyor:
“kendimizi de eğitmemiz lazım, günün gelişen teknolojileriyle, birlikte iletişim
sistemiyle birlikte” hafızalarımızı tekrar tazelersek, elinizde dünyaya hakim
olacağımız internet dediğimiz bilgi ağları var, iletişim ağları var. Ama, siz
kendinizi planlarsanız, o zaman siz üniversiteyi bitirdiğinizde, işinizi
planlarsınız. Belediyedeyseniz, belediyenin planlamasında, şirketteyseniz,
şirketin planlamasında eğer verimli, hedefe dönük çalışmalar yaparsanız,
önce siz, sonra şirket, sonra kuruluşlar, sonra devlet planlı olur.
Bizim bu tarafımızda ne var? Rekabet var, sakatlık var, eksiklik var.
Bunu, özümüzü bilelim, kusurumuzu görelim diye söylüyorum. Bu bakımdan,
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne konuyu tartışma imkanı
yarattığı için teşekkür ediyorum.
102
Bu anlamda ülkenin dinamikleri dediğimiz kuruluşlara, sivil toplum
örgütlerine, herkese görev düşüyor. Konuları gündeme getireceksiniz, özgür
ortamda ortak akılla tartışacaksınız. Ben Turgut Gür, öyle sanıyorum ki
benim aklım müthiş, neden? Çünkü, Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği
gibi, Türkiye turizm sektörünün 2/3’sine sahip olmuş olan bir patronlar
kulübünün başkanıyım. Hayır, aslında ben zeki bir adam değilim; o kadar
bilgili bir adam da değilim. Kuramsal bir adamım; yani nasıl yapılması lazım
geldiğini öğrendiysem öyle yapıyorum.
Bu oturumda çok değerli insanlar var; sizlerin isimlerini bildiğiniz
insanlar var. Onlarla çalışırken de planlı programlı çalışmak zorunda
olduğumu biliyorum, sonra Türkiye'yi planlayacağım. Ben kendimi
planlayamazsam, Türkiye'yi nasıl planlarım?
Hiçbir zaman unutmayınız ki program ve plandan önde hedef gelir.
Hedefiniz yoksa, o zaman siz daima geri kalacaksınız demektir. Bizim
ülkemiz de gelişmekte olan ülkeler arasındadır. Neden gelişmiş ülkeler
arasında değiliz? Neden G-8’de değiliz de, G-20’deyiz? Az önce belirttiğim
eksikliklerimiz sebebiyle değiliz. Konuyu İstanbul'a getiriyorum. Tasavvur
ediniz, İstanbul, dünyada üç imparatorluğa başkentlik yapmış, iki kıtanın
üzerinde yer alan bir şehir. Medeniyetlerin ve kültürlerin beşiği olmuş bir
şehir. Biz bu şehri çarpıklaştırmak için yarış yapıyoruz. Böylesine bir
saçmalık, böylesine bir gaflet olabilir mi?
Şimdi, bu tür toplantılar, konferanslar, sempozyumlar, workshoplarla
doğruları bulmaya çalışacağız. Bugün burada çok değerli belediye başkanı,
başkan yardımcıları, belediyenin değerli temsilcileri vardı. Üniversitemizin
değerli hocaları, öğrencileri, akademisyenler vardı. Tabii ki, bunlar tartışıldı,
birileri bir şeyleri duydu, cesaretle de gelip burada konuşmak gerekirdi,
konuştular.
Şunu demek istiyorum: olay tamamıyla odaklanmayla ilgilidir. 70
yaşındayım. Hayatım 40 küsur yıldır uluslararası kuruluşlarda çalışmakla
geçti. Aynı zamanda hesap uzmanıyım, yeminli mali müşavirim, vesaire
vesaire… Çok tecrübeden geçtim, çok dayak yedim. Burada ne demek
istiyorum size? Her gün bir şey öğrendim. Hâlâ her gün bir şey öğreniyorum.
Firuz Bey’den de, şimdi bir şey öğrendim. Erhan Hoca söylerken de not etti,
bir şey öğrendim. Öğrenmenin hududu ve sonu yok. Bu nedenle; hiçbir
zaman cebimizden not kâğıdını eksik etmemeliyiz.
İstanbul’da, İstanbul'un çevre yollarının hemen etrafına baktığınız
zaman, özellikle şu Boğaz Köprüsü ve Mecidiyeköy aksından giderken,
çevreye bakınız, gecekonduları göreceksiniz. O yol hangi tarihte açıldı? 20
yıl önce açıldı. Ne oldu? Şehir kontrol edilmedi, edilemedi.
Şimdi, şehrin sahibi kim? Şehrin sahibi ben değilim, ben bir bireyim,
siz bir bireysiniz. Şehrin sahibi, şehri yönetenler. Önce belediye, seçimle
103
gelmiş, şehri yöneten meclisleri var, organları var, bütçesi var, yönetim gücü
var, kanundan almış bu gücü, o yönetiyor.
Dolayısıyla, nasıl olur da İstanbul'un ana arterinde gecekonduya izin
verirsiniz? İşte bunlar yanlış, artık bundan sonra böyle uygulamalar
olmamalı. Olmayacağı yönünde içimde iyi bir his var. Son gelişmeleri
izlediğim için bunu söylüyorum.
Belediye Başkanımız Topbaş’a da söylüyorum, zaman zaman rica
ediyorum; “Başkan, bu hata, bunları yık, bu alanları düzgün hale getir,
İstanbul'a yakışsın, ama orada oturanları da mağdur etme; ama bundan
sonra fırsat da verme, çünkü bu şehir bizim. Sonra kimin? Yine bizim, biz
kimiz? Bizden sonraki yüzlerce nesiliz”.
Ben arkamda torunumu bırakıyorum, o da onun torununu bırakıyor.
Yüz yıllarca bu şehir bizim şehrimiz olduğuna göre, dünyanın 2010 Avrupa
Kültür Başkenti İstanbul değil, 2000 değil, 3000 yılı Avrupa Kültür Başkenti
İstanbul, 4000 yılın İstanbul Kültür Başkenti İstanbul'u düşünmeliyim.
Düşünün, o zaman çıtayı yüksek tutmak zorundayız.
Bu bakımdan, bir notum var, onu aldım sizlere söyleyeyim diye.
Biraz sonra sizi bilgilendirmek babında bir şey anlatacağım. Bundan bir ay
önce Bayındırlık ve İskan Bakanımız Sayın Mustafa Demir’le bir
toplantıdaydık. Sayın Bakan’a notlarım vardı, aynen notu aldım geldim.
“Sayın Bakanım, bazı notlarım var, sizden rica ediyorum, lütfen bunları çok
derli toplu toparlayın bitirin, bunlar böyle geriye kalmamalı” dedim. “Nedir
Başkan?” dedi. “İmar planları var, bu imar planlarının onayı, onaylanması bir
yıldan fazla, bir plan iki yıl bekler mi onaylanmak için? Bu kadar kadrolar var,
doğruysa doğru, yanlışsa yanlış, yanlışı reddet. Hata varsa, hatayı düzeltin
de, doğruysa doğruyu da onayla” dedim. “Tamam” dedi. Arkasından şunu
söyledim: “Sayın Bakan; 1/100000-1/50000 planlar var. Bu ölçekteki planları
belediyeler yapıyor, ediyor ama benim bir anlayışım var, dünyayı da
gözlüyorum. Metropollerin nasıl çalıştığını inceliyoruz. Buradan şunu gördüm
ki, bizde de öyle olması kanaatindeyim: Birincisi; şehir plancıları ve Devlet
Planlama Teşkilatı’nı da birlikte bu planları gözden geçirip, onaylayacaksınız,
doğrusu bu” dedim. O da aynen şöyle söyledi: “Biz de zaten bu konu
üzerinde çalışıyoruz” dedi. Sonra geldim, “Kıyılarda biz oteller yapıyoruz,
doğa tahrip oluyor. Kıyı kenar çizgisi diye bir konu var. Kıyı kenar çizgisi
zaman içerisinde değişiyor; iklimler de değişiyor. Dolayısıyla, kıyı kenar
çizgileri şekil değiştiriyor. Bundan 70 yıl evvel yapılmış olan bir kıyı kenar
çizgisinin haritadaki yerine baktığınız zaman o yok, denizin içinde kalmış
veya tersi olmuş. Bu çalışmaları yapın, bunları da bitirelim. Özellikle, turistik
bölgelerde kanalizasyon arıtma tesisleri bütünlüğünü sağlamadan, altyapı,
yolları bitirmeden tesise izin vermemek gerekiyor. Bu böyle olsun,
planlamalar böyle olsun” şeklinde notlarımı ilettim.
104
Biz devletle, hükümetle yakın çalışmak suretiyle hataları söylüyoruz.
“Doğal ve kültürel varlıklarımızı koruma ve kullanma dengesi içinde
fonksiyonlarımızı yaptığımız zaman bu turizm sektörü dünyanın gözbebeği
sektör olmaya devam eder. Burada hata yapmamalıyız, bunu nasıl
yapacağız, şöyle yapacağız” diye anlatıyoruz.
Bu bakımdan, Türkiye turizmi 1980 yıllarında başladı. 1980’li yıllarda
ülkeye baktığınız zaman, turizm hareketine resmi rakam Merkez Bankası
kayıtlarıyla 1 milyon, Devlet İstatistik Enstitüsü 1 milyon 300 bin turist ülkeyi
ziyaret etmiş, 300 milyon dolar döviz geliri elde edilmiş. Ülkedeki turizm
varlığımızı da yatak kapasitemiz 40 bin civarında. İstanbul merkez ve ağırlıklı
olmak üzere 40 bin yatağı olan bir ülkeyiz.
Dünya turizminde Türkiye ismi yok. Türkiye şu: Dünyada böyle bir
ülke yok ki, 15 bin yıllık yerleşim merkezleri olsun ve açık hava müzesi
olarak dünyaya sunulsun. Dünyada başka böyle bir ülke yok.
Şanlıurfa’daydık bundan 15 gün önce, Göbeklitepe’de, M.Ö. 13 bin yılında
yerleşim merkezi var. Bütün yerli - yabancı arkeologlar bunu tespit etmişler.
15 bin yıl siz geriye gidiyorsunuz. Açıkhava müzesi, var mı böyle bir şey?
Var mı dünyada bir Kapadokya? Var mı dünyada bir Şanlıurfa, Gaziantep,
Zeugma, Hasankeyf, Mardin, Midyat var mı böyle bir şey? Adıyaman,
meşhur görmüş olduğunuz o turistik krallık.
Dolayısıyla, şunu demek istiyorum: Bu ülke turizm varlığı
bakımından dünyanın en zengin ülkesi. Diğer taraftan ne? Diğer taraftan da
şu var. İnanç turizmi açısından da dünyanın yegane zengin ülkesi.
İslamiyet’in de, Hıristiyanlık’ın da, efendim diğer, yani Yahudiliğin de bu
ülkedeki kaynaklarına baktığınız zaman, kiliselere, ilk kurulan kiliselere, tarih
öncesine inanılmaz zenginlik.
Bu ülkeyi biz anlatamıyoruz. Yani ya kabiliyetimiz yetersiz ya da
bütçemiz yetersiz. Dolayısıyla, şimdi bunların üzerine düştük, anlatma
konusunda bir plan yaptık. Bu konuda şimdi size sabırlarınıza sığınarak,
şurada bakmak. İnanç turizmi dediğimiz Efes’te Meryem Ana var. Hz. İsa’nın
annesi. Sonra geliyorsunuz Tarsus’ta Hz. İsa’nın 12 Havarisi’nden Aziz Paul.
Sonra geliyorsunuz Antakya’ya, Antakya’da Hıristiyanlık’ın ilk kilisesi,
kiliselerinden birisi. Sonra geliyorsunuz, Süryani kilisesi Mardin, Midyat
civarı, Şanlıurfa üç semavi dinin peygamberler şehri.
Bu inanç turizmi bakımından dünyadan eğer bu ülkeye sadece bu
bağlamda 50 milyon turist alamıyorsak, onu planlanmış, düzgün
yerleşimlerle ağırlayamıyorsak, biz eksiğiz demektir. Bu farkı kapatmak için
şimdi ben Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği olarak uzmanlarımla,
mimarlarımla, mühendislerimle çalışarak planlama yaparken, hükümetin de,
devletin de çeşitli birimlerinden görüşler alıyorum.
105
Kültür ve Turizm Bakanlığı’mızdan, Devlet Planlama Teşkilatı’ndan,
İstatistik Enstitüsü’nden, Ulaştırma Bakanlığı’mızdan vesaire. Bunlardan
geliyorum ve burada harmanlayarak, şimdi size kısaca bilgi vereceğim.
Şurada şöyle bir bilgi var. Tabloda Türkiye'nin 30 yılı var. Biraz önce
konuşmama başlarken, değerli arkadaşlar eğer hedefin belli değilse,
programını yapamazsan, ben plan yapamam dedim. Şimdi, ben burada ne
yaptım? Geçmişi inceledim, analiz yaptım.
Türkiye'nin geçmiş sıfır noktasındaki turist bugün nasıl geldi diye
analiz yaptım. Bu analız devletin resmi rakamları yani. Ben sadece tablo
yaptım. Ama oraya baktığım zaman, o bana şimşekler çaktı. Bir şeyler
söyledi,
konuştu
tablo,
yani
oradaki
ekonomik
parametreleri
değerlendirdiğinde, geleceğe ışık tuttu.
Orada bakıyorum ki, şimdi şöyle baktığımız zaman değerli
arkadaşlarım, 1980 yılında Türkiye'ye yabancı turist gelmiş. 1 milyon 300 bin
civarında, 327 milyon dolar döviz girdisi var. İleri doğru tabloları biz çok
geliştirdik, çünkü bunu hükümete de sundum; Sayın Başbakana ve
Cumhurbaşkanına da bunu sundum, ekonomiden sorumlu Ali Babacan’a da
çok detaylı çalıştık, onun için tablo böyle. Tablo ileri doğru gittiğiniz zaman, iç
turizm hareketini gösteriyor. İç turizm hareketi de, dış turizm hareketinin ¼’ü,
sağ tarafta da vergisel destekler diyor. Yani, kurumlar vergisi, katma değer
vergisi, istihdam vergileri vesaire. Devlete de o yıl 87 milyon dolar kadar bir
katkıda bulunmuş.
Şimdi, tabloda üç bölüm var. Birinci on yıl, 80-90, ikinci on yıl 90-99,
üçüncü on yıl 2000-2009 birinci on yıla bakıyorum, Türkiye'ye birinci on yılda
25 milyon turist gelmiş, 12 milyar dolar döviz geliri elde etmiş. Ama turizm
hareketi 1984’te başlamış. Yani, Turgut Özal’ın turizm politikalarına destek
vermesiyle başlamış. Ondan sonra ikiye katlanarak gelişmiş.
Sonra 90-99 yılına bakıyorum, o on yılda 24 milyon olan 75 milyon
olmuş. Yani, on yılda yüzde 300 büyümüş. On yıl öncekine göre ve döviz
geliri 50 milyar dolar olmuş. Tekrar tablo yürüyor, 17 milyar devlete katkıda
bulunmuş.
2009 yılına geldiğimizde, bu yılki 8 aylık ekonomik verileri aldık.
Oradan da bakıyoruz ki, burada 2009 yılına geldiğimiz zaman, kriz
ortamında küçülmüş. Giriş sayısı yüzde -3 olmuş, gelirde de yüzde 7 olmuş,
olacağını tahmin ediyoruz. 183 milyon turist 154 milyar dolar döviz girdisi
var, dış döviz girdisi. Ne olmuş? İkinci on yılı da 2,5’a katlamış, yüzde 250 bu
gelişmeye baktığınız zaman, şurada 1980-2009 Türkiye'yi 282 milyon turist,
216 milyar dolar döviz girdisi sağlamak suretiyle ekonomiye katkıda
bulunmuşuz ve de dış ticaret açığımızı yüzde 33,5 oranında kapatmış.
Türkiye ekonomisinin ayakta kalmasının bir nedeni krizler, daha
evvel de krizler olmuş. Orada bu hizmetler sektöründeki turizm sektörü
106
olmuş. Yine sonuca bakarsak, 68 milyar dolar devlete katkı sağlayan bir
sektör olmuş. Bu bir analiz, bunun içerisinden biz yatırımcılar olarak, yatırım
uzmanları olarak çok dersler çıkardık. Kriz dönemlerinde nasıl olmuş,
krizden sonra nasıl büyümüş. Mesela, orada kriz olmuş, diyelim ki yüzde 10
küçülmüş, kriz sonrası yüzde 20 büyümüş, ondan sonraki yıl yüzde 30
büyümüş, sonra yüzde 46 büyümüş. Bir kriz daha olmuş, yüzde 10
küçülmüş. Kriz devam etmiş, artı üç olmuş, ondan sonra yüzde on beş
olmuş, yirmi büyümüş.
Demek ki, krizden sonra bir büyüme sonra bir atak var. Ben yine
bunu bekliyorum yalnız Erhan Bey. Bu yani, 2010 sonrasında Türkiye'de
büyük bir atak olduğunu bekliyorum. Şimdi, bundan sonra yürütürsek,
tabloya baktığımız zaman şunu görüyoruz. Bölgesel olarak burada İstanbul'u
size göstereyim. Burada 2008 yılında 26 milyon 336 bin turist Türkiye'yi
ziyaret etti, 22 milyar dolar döviz girdisi sağladık.
Ona bakıyorum, Antalya, Antalya derken Akdeniz anlamına geliyor,
yalnız Antalya sahilleri. Antalya Şehri değil, Akdeniz sahillerine 8,5 milyon
turist gelmiş, Türkiye'nin 1/3’ü. İstanbul'a 7 milyon 50 bin gelmiş, yüzde 27’si.
Sonra, Ege Bölgesi’nde Muğla, İzmir, Aydın topladığınız zaman yüzde 18 ve
diğer. Diğeri de Trakya kapısından gelen, Gürcistan kapısından gelen ve
güneyde Arap ülkelerinden Suriye, Irak kapısından, İran kapısından giren
önemli olmuş.
Ağustos ayı sonu itibariyle kriz döneminde olmamıza rağmen,
İstanbul'a gelen turist sayısı yüzde 3 artmış. İstanbul'a gelen turist sayısı 5
milyon, ama ağustos itibariyle. Biz bu gelişmeyi Aralık’a kadar götürdüğümüz
zaman, şunu görüyorum, gittikçe de artıyor. Yüzde 6 civarında artacağını
görüyoruz, yani 7,5 milyon yabancı turist İstanbul'u ziyaret ediyor.
Genele baktığım zaman, Türkiye'ye, Türkiye'de de artı 0,08 yani
başa baş diyelim biz buna. Bu çok büyük başarı, Türkiye'nin başarısı. Ne
demek? İspanya yüzde 23, Portekiz yüzde 24, Fransa yüzde 19, Yunanistan
yüzde 16, Mısır yüzde 20 küçüldüler, sayısal. Türkiye sıfır, ağustos sonu
itibariyle. Hızlı girişler var güneyden Suriye’den vize kalktı; geçen hafta vizeyi
kaldırdık. Bu nedenle hızlı girişler orada sayıyı artırabilir.
O bakımdan, İstanbul'a 7,5 milyon turist kendimizi ayıplarım.
İstanbul'a 15 milyon turist gelmeli; 20 milyon gelmeli. Ancak, turizmin
olmazsa olmazı olan doğal ve kültürel varlıklarımızı koruma kullanma
dengesi içerisinde yeni yapılaşmaları plan ve program içerisinde yapmam
koşuluyla İstanbul'u dejenere ederek değil.
Onun için, sayın yöneticiler, sayın belediyeciler, sayın şehirciler;
bunları bizi yatırımcı olarak bunu bekliyoruz. Bunlar çok önemli, eğer yanlış
yerde planı onaylıyorsanız, yanlış yapıyorsunuz. Yanlış yerde tabii ki
107
onaylamamak lazım. Bu bakımdan, bu sayılar önemli. Sizlere bunu
hatırlatmak için söyledim.
Bununla birlikte, şimdi ben düşünüyorum ki, koskoca Türkiye biraz
önce anlattım, dünyanın turizmde gözbebeği olacak bir ülke. 30 yıl önce
yoktuk, sıfırdık. Bugün neredeyiz? Dünyanın 7. büyük ülkesiyiz. Aklınızdan
çıkarmayınız, dünyanın 7. büyük ülkesiyiz. Biraz sonra göreceksiniz, ama
şimdi size buradaki malvarlığımızdan bahsetmek istiyorum. Türkiye
genelinde konaklama tesisimiz nitelikli yatak kapasitemiz 1 milyon, 600 bini
Turizm Bakanlığı belgeli, 400 bini belediyeler belgeli olmak üzere.
Marinalarımızın sayısı geçenlerde açılan D-Marina’yla, Port’la birlikte
25 adet oldu. 10 bin yat bağlama kapasitemiz var. 15 tane golf tesisimiz var.
Son üç yılda yapılan 7 taneyle birlikte 15 tane oldu. Uçak sayımız 250 Türk
Hava Yolları dahil, özel şirketler. Koltuk kapasitemiz 40 bin. Şimdi, ben ne
yapmak istiyorum? Dünyanın yedincisiyim, ne olmak istiyorum? Dünyanın
dördüncüsü olacağım. İddia ediyorum, hedefim ona göre, 25 yıl sonrayı
planladım. Planlarken, ben yatırımı planladım. Şimdi, birileri de beni
planlayacak. Yani, birileri planlarken, o birileri kimler? Tabii ki, şehir
plancıları, belediyeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı, belge verenler vesaire.
Şimdi, burada arkadaşlar; ben hedefe ulaşmak için araçlarımı
artırmam gerekiyor. Bir milyon yatağa 500 bin ilave edeceğim, 1,5’a
çıkartacağım, toplam yatırım 14 250 milyon dolar. Marina sayımı 40 tane
artıracağım, 65’e çıkartacağım, 2 milyar dolar. Çünkü, yat bağlama
kapasitem Ege’de çok zayıfım, Yunanistan’a kaptırıyorum, o bakımdan 20
bini ilave ederek, 30 bin yat kapasitesine ulaşmam lazım, bugün 15 bin yat
dolaşıyor. Onların çoğunu çekmem lazım ve konaklamalarını da artırmam
lazım, ben de konaklamalarını istiyorum.
Türk karasularında, benim limanlarımda bakım yapmak istiyorum,
bakım paralarını ben almak istiyorum, Türkiye olarak dövizimi artırmak
istiyorum.
Golf tesislerim benim 15 tane. Buna 35 ilave ederek 50’ye
çıkartacağım. Karadeniz, İstanbul bölgesi, Marmara, Ege, Akdeniz, Doğu
Anadolu dâhil. Dünyanın zenginlerini, özel uçaklarıyla bu bölgelere getirip,
onları hem Türkiye'yi tanıtmak açısından, hem de aynı zamanda golf
turizmini çekmek açısından zengin sınıfı buraya çağırmam lazım; golf sayımı
artırmam lazım. Onun için, 525 milyon dolarlık bir yatırımım var.
Uçak sayım 250, 250 daha ilave edeceğim. Niye? Çünkü,
kapasiteler artacak, yanı sayılar artırılınca daha fazla adam taşıyacağım. Bu
bakımdan, nitelikle, yeni modern teknoloji ihtiva eden 250 uçakta 55 bin
koltuk ilavesiyle 100 bine çıkartacağım. Toplam benim kongre ve fuar
merkezlerimle beraber yatırımım 24 milyar dolar. Devletin de buna altyapı
olarak havaalanları, limanlar, kuruyuz limanları vesaire 15 milyar dolar
108
civarında da yatırımı gerekiyor. Zaten yapıyorlar, biz de bunları zaten
birçoğunu başladık, yapıyoruz.
Peki, bunu yaparsak ne olur? Ona bakacağız. Bunu yaparsak değerli
arkadaşlarım şu olur. Kriz ortamında Erhan Bey, tedbirli olmaya çalıştık. Ne
demek? Baktık, 1929–30 dünya ekonomik krizi yıkılmış, dünyada neler
olmuş? Finans merkezleri çökmüş, ülke bütçeleri çökmüş, hatta savaş
unsuru olmuş. Bütün bunları dikkate aldığımız zaman, baktık ki, krizden
sonra nasıl toparlanılmış, analizler yapmak suretiyle uzmanlar geldik şimdi,
bizim tahminimiz şöyle. Sayısal olarak biraz önce sayıda eksiklik yok dedim,
ağustos sonu itibariyle. Ancak, ben tutmuşum yüzde 3 küçülürüm demişim;
gelirde de yüzde 7 küçülürüm demişim.
Geliri tutturmuşuz, yüzde 7 gerçekten küçüldük, fakat sayıda başa
baş sıfırız. Daha başarı, ancak şöyle bir tedbir yaptık. Ancak, şöyle bir tedbir
yaptık. Biz “bundan böyle büyümelerimizi 2010’da kriz devam ediyor,
hafifledi, .yüzde 5 büyütelim. Fakat, sonraki üç yılda 9 büyütelim, geliri 10
büyütelim” dedik. Bu sefer de ben gittikçe indirdim, yüzde 8 büyütelim beş
yıl, geliri 11 büyütelim, sonraki beş yılda yüzde 7 neden? Doyma noktasına
gelebilir düşüncesiyle böyle bir parametreleri yerine oturttuk, öyle bir
projeksiyon yaptık ki, tedbirli olalım düşüncesiyle.
2023 yılında Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlarken, bu ülkeye 71
milyon turist ziyaret edecek. 80 milyar dolar döviz geliri gelecek, ama biraz
önce söylediğim yatırımları yaparsa, o plan ve program içerisinde yaparsam
ve yarından itibaren, 2010’dan itibaren, 2023’e kadar 655 milyon turist, 640
milyar dolar ekonomiye katkıda bulunacağım.
O halde, ben bu projeksiyonları madem ki yapıyorum, Türkiye
Turizm Yatırımcıları Derneği uzmanlar olarak, hükümetle de bunu
tartışıyorum. O zaman, ben bu yatırımları nerede yapacağım, nasıl
yapacağım? O zaman, olay ona geldiği zaman, işte orada ben bunu şurada
burada yapacağım, ama dünya turizmiyle burada karşılaştırmışız. Bakınız,
burada Fransa, Fransa 80 milyon turist almış, ABD 58 milyon turist almış,
İspanya 67 Milyon turist almış, Çin 53 milyon turist almış, İtalya 42 milyon,
İngiltere 30 milyon, Ukrayna ve Türkiye başa baş, ama Ukrayna’nınki biraz
yanlış, çünkü onlar günübirlik girdikleri de sayıyorlar. Yani, Sovyetler Birliği
döneminden kalma akrabalar girdiği zaman, onu sayıyorlar, hâlbuki biz
saymıyoruz. Biz Dünya Turizm Örgütünde sayılar şöyle. Bir gece
konaklarsanız, o turist olur; öteki günübirlikçi olur, geldi çıktı olur. O
bakımdan, bizim sayımız doğru, Dünya Turizm Örgütü de onayladı. Bu
listede dünyanın 7.’siyiz.
Bu nedenle; şimdi bunu daha da ileriye götüreceğiz madem, gelir
bakımından da burada gördünüz. Orada da 22 milyar dolarla çok önemli bir
yerdeyiz. Peki, bu dünya ve Türkiye turizmini karşılaştırdığımız zaman,
109
gördüğümüz manzara ne, onar yıllar itibariyle? Şöyle: Burada bakıyoruz ki,
yüzde oranları itibariyle baktığımız zaman, biz Türkiye olarak 10 yılda şu
ikinci tabloya bakınız, turist sayısında birinci on yılda yüzde 4 büyürken
dünya, Türkiye yüzde 12,7–13 büyümüş. Gelirde dünya 9 büyürken, biz 29,
üç misli büyümüşüz. İkinci on yılda dünya 4,7 büyürken, biz 6,5 büyümüşüz,
turizm gelirinde 6’yken, biz 9–10 büyümüşüz. Ondan sonra dünya gittikçe
küçülmüş, 3,8 biz 13,7 büyümüşüz. Onlar 7’yken, biz 15 büyümüşüz. 20142023’te biz mütevazı rakamları kullandık. Onlar eskisi gibi kullandılar, onlar
yine 4–4,5 büyürken, biz yüzde 8 ve gelirde de yüzde 10 büyüyeceğiz.
İşte Türkiye'nin atak yaparak, gerilerden koşup da bu maratonda
diğerlerine tur bindirmesinin sebebi büyüme hızımızdaki büyümenin büyük
oluşundandır. Bu nedenle, Türkiye işte bu rakamları yakalayabilmek için
bizim şunu ihtiyacımız var.
Birincisi; bu programa inanmamız lazım. Şimdi, ben buna çok
inanmışım Hocam, Firuz Hocam. Ben öyle inanmışım ki, buna yani öyle bir
dersimi çalışmışım ki, genç arkadaşlarım, uzmanlar öyle bir inanmışız ki, bak
bundan geriye dönüş yok. Neden? 30 yıl önce şu gördüğümüz rakamları da
hazırlayanlardan birisi yine benim. O nedenle; 30 yıl önce de oradan buraya
ben bunu yaşadığım için inanıyorum. Yani, o bana bir yerden okudum değil,
o bakımdan Erhan Hoca bu çok önemli.
Gençlere bunu özellikle sesleniyorum. Sizler inanmanız lazım,
inanırsanız başarırsınız. Başarmanın yolu inanacaksın, hedef koyacaksın,
programlayacaksın, planlayacaksın ve ona uyum sağlayacaksın, o zaman.
Türkiye işte bu bireylerden meydana geldiğinde, bizim yapamayacağımız
hiçbir iş olamaz, geri kalmış iş olamaz. Onun için ben size diyorum. 2023
yılında sizler göreceksiniz, ben görmeyebilirim. O zaman, siz bana bir dua
okursunuz, o da şöyle ki: 2023’te Türkiye dünya turizminin en büyük
4’üncüsü olacak. 70 milyon turist 80 milyar dolar planlı ve programlı büyüme
ve turizmi büyütürken de tekrar doğal ve kültürel varlıkları koruma, kullanma,
dengesi içerisinde projeksiyonları yapmak suretiyle ancak böyle başarılı
oluruz.
Bu bakımdan, bu anlayış içerisinde biz çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Zamanı biraz fazla kullandım, ama bunu da anlatmak durumundaydım.
Sabrınıza teşekkür ediyorum, hepinize sevgiler sunuyorum.
OTURUM BAŞKANI- Turgut Beye biz de bu içerikli sunumu
nedeniyle teşekkür ediyoruz.
İsterseniz hızla bazı soruları alalım. Biraz saatimiz ilerledi, ama
konular gerçekten çok önemli. Ben özellikle Turgut Beyin konuşmasının son
kısmında geldiği verilerle beraber, getirdiği nokta itibariyle bizim de üzerinde
tartıştığımız konu olması açısından dikkatleri çekmek istiyorum. Turizm hem
İstanbul açısından, hem Türkiye açısından son 20–25 senedir önemli bir
110
sektör. Sektörün yarattığı katma değerin hepimiz çok farkındayız. Ancak,
özellikle İstanbul açısından baktığımızda, turizm yatırımlarının yer seçimi
konusunda çok ciddi tartışmalar olduğunu, hem otel, yatırımlar açısından,
konaklama yatırımları açısından son yıllarda özellikle kongre turizmi
yatırımları açısından ki, şu an toplantı yaptığımız binaya çok yakın bir
noktada bir kongre turizmiyle ilgili yine bir altyapı yapıldı.
Turizm ulaşımının altyapısı açısından kurvaziyer limanlar, marinalar.
Özellikle, İstanbul açısından bunu söylüyorum. Çok ciddi bir tartışmayla biz
de karşı karşıyayız son yıllarda. Tabii ki Turgut Bey çok doğal olarak turizm
sektörünün dinamikleri ve eğilimleri açısından konuya baktı.
Biz de İstanbul açısından, İstanbul'un sürdürülebilirliği açısından,
İstanbul'un geleceği açısından ne yapabiliriz en doğru olarak? Biz son birkaç
yıldır İstanbul’un bir turizm mastır planına ihtiyacı var diyoruz. İstanbul'un üst
ölçekli planlarıyla uyumlu bir şekilde, İstanbul'un çevre düzeni planıyla,
ulaşım mastır planıyla uyumlu bir biçimde İstanbul'da önümüzdeki yıllarda
yapılacak turizm yatırımlarının doğru yerlerini belirleyecek bir turizm mastır
planına ihtiyacı var diyoruz, hâlâ yok.
Bugün turizm yatırımları ne yazık ki, Turizm Teşvik Yasasının bazı
mekanizmaları nedeniyle her bir yatırımcının tek tek Ankara'da sorununu
çözdüğü bir mekanizma olarak bugüne kadar geldi. Turizm yatırımları derli
toplu bir çerçeve metin içerisinde değerlendirilemedi bugüne kadar. İstanbul
turizmi dediğimizde, bir strateji belirlenemedi. İstanbul turizmi, kültür
turizmine dayalı olacaksa, kültür turizminin nasıl bir konaklama stratejisi
gerektirdiği, bunun Antalya’daki, Muğla’daki kıyı turizminden ne kadar farklı
bir altyapı gerektirdiği konularını turizmciler, belediyeler, plancılar
tartışamadık. Bunu İstanbul'un turizm master planı hazırlığı çerçevesinde
tartışmak isteriz doğrusu.
Öte yandan, tabii turizmle ilgili krizden çok fazla etkilenmediği
anlaşılıyor turizmin. En azından turist sayısı itibariyle, ama Firuz Beyin
anlattığı merkezi iş alanı, onun içerisindeki sektörel bileşenler, özellikle ofis
kullanımları açısından baktığımızda, dünya kentlerinde olduğu gibi,
İstanbul'da da bir ciddi krizle karşı karşıya olduğumuzun altını çizmek lazım,
her halde. Herhalde diyorum, çünkü belki bir krizi de bağlamak lazım. Çünkü,
özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde, bazı Batı Avrupa kentlerinde ofis
alanlarının krizden sonra şirketlerin küçülmesiyle beraber ciddi miktarda
boşalmaya başladıklarını gözlemliyoruz.
Dolayısıyla, böyle son bir değerlendirme belki sizden da alabilirsek,
toplantıyı öyle toparlayalım.
FİRUZ SOYUER- Şimdi, bu yine aynı şekilde MİA içinde yer alan
alanları göz önüne alırsak, bunların yaklaşık olarak yüzde 50’si finans
kurumları tarafından paylaşılıyor. Dolayısıyla, finans kurumlarımız eğer
111
krizden etkilendilerse, doğal olarak bunu etkileyecek diye düşünmemiz
lazım. Ama baktık, daha evvelki finans alanı Türkiye'de krizden en az
etkilenen alan.
Diğer global piyasalara baktığımızda, dolayısıyla onların kullanımla
ilgili olan sorunları esasında burada yansımadı, bu alanlarda. Ama ne
yansıdı? Biraz evvel de bahsettiğim gibi, yapı olarak daha çok ufak
şirketlerin oluşturduğu bir piyasadayız. Kullanım açısından, dolayısıyla sınırlı
bir arzımız olduğunu ve sınırlı bir talep olduğunu da lütfen unutmayalım.
Piyasa karşılaştırmalarına ben başta pek girmek istemedim, şehirler
arasında, ama çok basit olarak birkaç piyasayı gördüm. Mesela, Almanya’yla
kıyaslayalım en azından. Berlin’de bugün ofis alanı toplam olarak 16 milyon
metrekare, kullanılabilir ofis alanı. Münih’te bu rakamlar 8-10 milyon
metrekare, İstanbul'da toplam olarak 2 milyon metrekareleri ancak buluyor.
Çok dar bir arzımız var. Talep de buna göre oldukça dar. Yüzde
5’leri toplam stokun yüzde 5’i civarında falan bir talep olduğu görülüyor. Bu
da tabii ki, piyasanın darlığı açısından, kullanım darlığı açısından başka bir
gösterge. Karşılığında ne oluyor? Bu tür global krizler veya yerel ekonomik
krizler dahi olduğunda, ilk gördüğümüz olay ofislerin boşalmasından çok,
mevcut olan boşluklardaki kira taleplerinin, kira rakamlarının düşmesi ki, biz
bunu şu anda sebep ne? Büyük boşluk oranları yok. Özellikle, merkezi iş
alanında çok büyük boşluk oranlarımız yok. Krizden önce de yoktu, krizden
liste de oluşmadı. Çünkü, hakikaten dar bir piyasadan ve dar bir emilimden
bahsediyoruz.
Buna karşılık, hızla yükselen değerler, kira değerleri aynı hızla
düştü. Bu gerçek anlamda finans merkezlerinde böyle değil. Birincisi; piyasa
derinliğinin sağlandığı yerlerden bahsederken, bu oranlar çok daha yavaş
oynuyor. Gerçek anlamda Londra piyasasında bir yüzde 3 küçülme, binlerce
metrekareden bahsediliyor. Türkiye piyasasında, daha doğrusu İstanbul
piyasasındaki yüzde 3’se, toplam olarak sadece belki bir iki binadan
bahsedilen olay.
Dolayısıyla, çok farklı boyutlarda konuşuyoruz. Onu da göz önüne
almamız lazım. Kriz doğru, önemli bir noktayı belki insanlar düşünme
açısından getirdi. Ama, her piyasada olduğu gibi, bizim ofis piyasamızın da
dar olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Turizmde belki bağlanmakta yarar da var esasında bu sektörlerin,
yani kendisine ilişkisi yoktur gibi görünüyor, ama esasında var. Turizm
alanında da aynı şeyi hissediyoruz, büyük ölçüde ürünlerin gruplarını
ayırdığımız zaman, yani kendi içlerindeki darlık, özellikle talep darlığı
hepsinde hissediliyor. Derin piyasalarda oluşulan dengeler çok daha kalıcı
ve uzun dengeler oluyor. Biz bu noktaları henüz daha gelişemedik. Kendi
piyasalarımızı derinleştirmek için çalışmamız gerekiyor.
112
OTURUM BAŞKANI- İsterseniz, sorular varsa onu alalım.
Yüksel Bey buyurun.
YÜKSEL TÜRKİLİ- Önce girişte biraz bilgi vermek istiyorum. Sonra
sorumu yönelteceğim, her iki konuşmacıya. Planlama anlamında aslında
İstanbul'da birçok çalışma yapıldı. Onların bir tanesinin içinde ben de yer
aldım. Büyükdere Caddesi’nin uluslararası iş merkezi olarak geliştirilmesi
üzerine bir plan hazırlanmıştı. Bir iki konucundan size bahsedeyim. O tarihte
daha 29 tane imar hakkı verilmişti ve kullanılmamıştı.
Onlar da kullanıldığı zaman ki, şu anda ondan çok daha öte imalatlar
verildi. Büyükdere Caddesi’nin iki katlı olması gerektiği ve sadece bu
bölgeye hizmet eden bir raylı sistemin, hafif raylı sistemin bu bölge için özel
olarak yapılması gerektiği ortaya çıkmıştı. Şimdi, bu tür çalışmalar aslında
var. Buna benzer bir çalışma İstanbul metropoliten planlama tarafından da
başlatıldı. Maslak’tan Zincirlikuyu’ya kadar bir alanı içeren bir bölgede
uluslararası bir kentsel tasarım yarışmasıyla ilgili bir hazırlık yapıldı, bunun
şartnamesi hazırlandı. Sonra nedense 1 milyon TL gibi bir bütçesi olmadığı
gerekçesiyle bu şey iptal edildi.
Bunun sonucu olarak gelinen noktayı size söyleyeyim. Büyükdere
Caddesi eğer o zaman planlandığı gibi olsaydı, Büyükdere Caddesi’ndeki
bütün parseller birleştirilecekti, oradaki zemin, kentin zemini kamuya
bırakılacaktı. Buradaki bütün alanlarda yaşayacak insanlara, çalışacak
insanlara uygun konut stoku hemen onun yanında çevresinde sağlanacaktı.
Buradaki binalara temel birtakım özellikle gelecekti. Uluslararası bütün iş
merkezlerindeki binaların temel özellikleri buraya taşınacaktı. İşte, yeşil
banlar, kültür sanat aktiviteleri olacaktı çevresinde. Bunların hepsi
planlanmıştı. Ama bu planlananlara rağmen, öyle şeyler yapıldı ki, bugün İş
Bankasının blokları tamamlandı ve kanalizasyonu önündeki lagara bağlandı.
Bu ne kadar vahim bir şeydir, mühendisler bunu çok iyi bilirler.
Buradan şöyle bir noktaya gelmek istiyorum. Turizm yatırımlarına da
geçeyim isterseniz. Beşiktaş bölgesinde vahim bir gelişme yaşıyoruz son
zamanlarda. Özellikle, tarihi yapılarımızı turizm yatırımları gerekçesiyle
eğitim amaçlı kullanımlardan çıkartıp, turizm yatırımına dönüştürüyoruz.
Bunun en son örneğini Yıldız Teknik Üniversitesinde yaşıyoruz. Yıldız Teknik
Üniversitesi boşaltılıyor ve onun yerine bir turizm yatırımının geleceği
söyleniyor.
Şimdi, İstanbul'un turizm vizyonunda, çevre düzeni planında, nazım
planda 20 milyon turist gibi bir hedef var ve bu 20 milyon turist hedefinin en
önemli nedeni de kültür turizmi olarak tanımlanıyor. Kültür turizmi olarak bu
kapasitenin yaratılabilmesi için A sınıf 5 yıldızlı, 7 yıldızlı oteller yerine, daha
butik otellerin ve kültür turistine uygun nitelikte otellerin yapılması gerekiyor.
113
Beşiktaş ki, tarihi yapılar anlamında ve kültür anlamında, İstanbul'un
en önemli merkezlerinden birisi olmasına rağmen, eğer turizm yatırımları
tamamıyla 5–7 yıldıza dönecekse ve içindeki kültürel niteliklerini
üniversitelerinin taşınmasıyla boşaltılmasıyla kaybedecekse, o zaman
İstanbul'un hedefini nasıl yakalayabileceğiz? Buradan şöyle bir soruya
gelmek istiyorum. Acaba, yatırımcılar bu yatırımın yapılacağı mülk sahipleri,
bu kenti yönetenler ve muhtemel işleticileri bir araya gelerek, bunları birlikte
konuşarak, çözebilirler mi, bunun dünya üzerinde örneği var mı; yoksa biz bu
sorunları hep bilerek, tekrar tekrar tartışacak mıyız?
Ben tekrar söylemek istiyorum. Bu yatırımlarla ilgili, İstanbul'un
geleceğiyle ilgili yeterince planlama yapılmıştır, ama ne yazık ki, bugün ve
diğer önceki seansta da tartıştığımız gibi, her yere müdahaleyle, alınan
kararlar, planlar değiştirilmekte ve geleceğimizi kaybetmekteyiz.
OTURUM BAŞKANI- Başka sorular varsa, isterseniz hepsini topluca
alalım.
TURGUT GÜR- Yüksel Bey, söyleyeyim. Dediğiniz çok doğru tabii
ki, aklın yolu bir. Ama eğer bir plan yapıldıysa, o plan tartışıldıysa, uzmanlar
buna uygun dediyse, şehri yönetenler buna makro seviyede bakıp, evet
dedilerse, ondan sonra iki de bir de bu niye değişir? O zaman, zaten o plan
değil. Bu ülkede plan yapılıyor, sonraki değiştirip, uygulamıyor, dejenere
oluyor.
Onun için, bugün bunları konuşmamızın nedeni Yüksel Bey zaten
bunlar, 30 yıl önce de bunu konuşuyorduk, yine bunu konuşuyoruz.
“Endişem var” diyorsunuz, benim de var. 30 yıl sonra da aynı şeyi mi
konuşacağız? Galiba konuşacağız. Tabii ki, böyle olmamalı. Nasıl olmalı?
Erhan Beyin söylediği konu, zannedersem, hep beraber, hepimizin ittifakı,
nedir o? Bir işin bir defa mastır planı olur. Mastır planı olunca, makro
seviyede tespit edilmiştir nerede neyin yapılacağı; yani altyapısıyla,
ulaştırmasıyla, haberleşmesiyle. Ondan sonra gelir, burada yatırımını
yaparsın. Çünkü, ne yapacağın belli.
O bakımdan, aslında bu şehri yönetenler bu konuda artık
savsaklamamalı bu konuyu, bu çok ciddi bir konu. Türkiye geneline
geldiğimiz zaman, mastır plan evet orada da yok. Yanı, söylüyorum, olur mu
kardeşim, artık ayıptır, mastır plan denilen plan var. Onu yapacaksınız,
neden? Şöyle. Bilmediğimiz için vaktiyle yanlış şeyler yapıldı. Neden? Birisi
diğerine özendi. Turizmi bilmiyoruz ki, böyle bir kültür de yok, bilgi de yok.
Avrupa’ya gitmişiz, otelde yatmışız, fotoğraf çekmişiz, tamam aynısını
yaparsak iyi olur demişiz veya gitmişiz tekne almışız vesaire.
Zaman içerisinde bu işin içine girdikten sonra, dünyayı gezdikten
sonra, yanlışları gördükten sonra, işletirken hataları, hay Allah bunu niye
böyle yaptık dedikten sonra…
114
OTURUM BAŞKANI- Katılımınız için teşekkür ederim, iyi günler
dilerim.
----&----
115
İKİNCİ GÜN
BİRİNCİ OTURUM
“KRİZ ORTAMINDA İSTANBUL’UN YÖNETİMİ”
Doç. Dr. Fatma ÜNSAL
---&--OTURUM BAŞKANI (Doç. Dr. Fatma Ünsal)- Değerli katılımcılar;
İstanbul buluşmalarının “Kriz Ortamında İstanbul’un Yönetimi” konulu 2.
günün ilk oturumunu açıyorum.
İzninizle önce konuşmacıları davet etmek istiyorum; onun öncesinde
program değişikliği ile ilgili bir açıklama yapmam gerekiyor. Programımız
baskıya girdikten sonra, müsteşarımız Önder Kıraç Bey’in katılamayacağını
öğrendik. Dolayısıyla, elinizdeki programla buradaki konuşmacılar birebir
örtüşmüyor.
Bu arada teyidinde bir tereddüt olması nedeniyle, sekretaryanın ufak
bir hatası olduğu için Prof. Dr. Ülkü Azrak Beyefendinin de katılımını
duyuramadık üyelerimize. Dolayısıyla, bugün elinizdeki programdan farklı bir
konuşmacı listesiyle karşınızdayız.
Sırayla kendilerini davet ediyorum; Prof. Dr. Ülkü Azrak, Başakşehir
Belediye Başkanı Mevlüt Uysal, TESEV Vakfı’ndan Fikret Toksöz, serbest
şehir plancısı Ahmet Turgut, mimar ve bürokrat Asuman Yeşilırmak.
Değerli konuşmacılarımıza söz vermeden önce oturumun tematik
açılımına ilişkin birkaç şey söylemek istiyorum izninizle.
Dünden beri tartışıyoruz; bu ekonomik krizin birincisi küresel ölçekte
yaşanıyor olması, ikincisi de kapitalist işleyişin olağan bir kesiti olması
nedeniyle adeta kolay geçeceğine dair birtakım optimist yorumlar olmasına
rağmen bu İstanbul’da kentsel yaşam kalitesini ne derece derinden
etkilediğini ve mevcut eşitsizlikleri de daha derinleştirmekte olduğunu
görmezden gelmemiz anlamına gelmiyor kuşkusuz.
Bu tabii bir bakıma rekabetçi liberal ekonomik yapının gerekleriyle,
sosyal devlet olabilmenin ilkelerini de karşı karşıya getiren, çatışmasına
neden olan bir süreç. İstanbul bu süreci, ekonomik krizi aynı zamanda
işlevsel dönüşümle paralel olarak yaşıyor. Bu da tabii İstanbul için konuyu
daha özellikli ve daha tartışmaya değer kılıyor.
Çünkü İstanbul biliyoruz ki, özellikle son plan döneminde mekânsal
artık kararlarıyla da tescil olan bir işlevsel dönüşüm yaşamakta. İstanbul üst
düzey hizmet sektörüne yönelen, sanayiden üst düzey hizmet sektörüne
116
doğru bir dönüşümün yaşandığı bir kent ve bu ekonomik krize paralel olarak
İstanbul bir yandan üst düzey hizmet sektöründeki hedeflerinin gerisine
düşüyor, diğer yandan da sırtını dönmekte olduğu sanayi ve üretici
sektörlerdeki sosyal sorunlarla, sosyal sarsıntılarla mücadele etmek
durumunda kalıyor.
Tabii bu mekânsal kararlar olarak meslek alanımızı ilgilendiren
mekansal kararlar olarak bu dönüşümü, işlevsel dönüşümü değerlendirmeye
çalıştığımız zaman, ortada desantralize edilen sanayi alanları ve bunun
yerini yeni işlevlere terk ettiği ve planda karşımıza yeni alt merkez oluşumları
olarak çıkan bazı odaklar var.
Tabii bu mekânsal odakları sadece plan üzerinde işte kodlanmış,
birer numara verilmiş alt merkez olarak görmek mümkün değil. Çünkü o
bahsettiğimiz sanayi odakları, çok uzun bir dönemde oraya o odak için, o
sanayide çalışmak için gelen ve çoğu yasadışı süreçlerde yapılanmış alanlar
ve bu alanlarda yaşayan nüfusu çok yakından ilgilendiren bir konu.
Bu yeni işlevsel yapı içinde talep edilen, farklı bir işgücü yapısı söz
konusu. Burada yaşayan, bu daha önce yasadışı yapılaşmış ve çeşitli
süreçlerde imar hakkı elde etmiş ve burada bir şekilde tutunmaya çalışan
toplulukların da özellikleriyle, profilleriyle çok uyumlu olmayan bir işgücü
talebi söz konusu. Dolayısıyla, aslında bu alanlarda bir yandan biz bu
kişilerin çalışma haklarını baskı altına alıyoruz plan kararlarımızla, öbür
taraftan da orada yaşanmakta olan kentsel dönüşüm projeleriyle barınma
haklarını da baskı altına alıyoruz.
Dün eminim dikkatli dinleyicilerin kaçmamıştır dikkatinden; burada
TOKİ Başkanımız Sayın Erdoğan Bayraktar bir ifade kullandı dedi ki, “bu
alanlar zaten %40 oranında kiracıların yaşadığı alanlar.” Dolayısıyla bu
alanlardaki o %40’ın sahibi olan mülk sahiplerini bir tür rant peşinde olan bir
kesim olarak takdim etti. Bu bir saptama, fakat bu saptamaya oradaki o %40
kiracı olarak yaşamakta olan ve mülk hakları, mülkiyet hakları olmadığı için
kentsel dönüşüm projelerinde muhatap dahi kabul edilmeyen kişilerin bakış
açısıyla değerlendirmesine ihtiyacımız var.
Kamu yönetiminin oradaki o %40’ı gasp edilmiş bir rant hakkının
yanı sıra kiracılık hakları ve kiracı olarak yaşayanların barınma hakkı olarak
da acilen değerlendirmesine ihtiyacımız olan bir kamu yönetimi arayışı içinde
aslında İstanbul buluşmaları bu oturumunda.
Öbür taraftan, sadece barınma ve çalışma hakları değil tabii baskı
altında olan, kentsel hizmetlere erişimde de kent yönetimlerinin yaşadığı
bütçe açıkları, onları özelleştirme sürecine katıyor. Dolayısıyla, bu
özelleştirme eğilimleri yani kentsel hizmetlerin giderek özelleştirilmekte
olması, yine kentsel yaşamı doğrudan etkileyen hatta bir tür dolaylı ücret
117
olarak kabul edilebilecek kentsel hizmetlere erişimde de birtakım sorunların
yaşanmasına neden oluyor.
Öbür taraftan yine kent yönetimlerini çok yakından ilgilendiren bir
konu, kent yönetimlerinin meclis yapılarını baskı altına alan rant ekonomisi.
Çünkü, bu rant ekonomisi ve rantla yaratılan değerin tekrar topluma
kazandırılması yönünde politik bir takım uygulamalar ve araçlar
tanımlanacağına, maalesef kamu yönetimlerinin bu rant sürecinde paydaş
olmaya çalıştığı bir takım tavırlara da şahit oluyoruz.
Yine yanlış duyduğumu veya yanlış anlamlandığımı diliyorum, ama
dün yine Sayın Bayraktar’ın konuşmasında bir alanı tarif ederken, “o
alandaki gecekonduları yıktık ve biz orada bir rant alanı yarattık” gibi bir
ifadesi oldu. Dolayısıyla, ben tekrar ediyorum yanlış anladığımı ümit
ediyorum, ama TOKİ’nin böyle bir rant alanı yaratma gibi bir misyonu var da
bizim mi haberimiz olmadı.
Ya da yine başka bir cümlesinde, “Türkiye’nin bütününe yönelik işte
Düzce’de yapılması gerekenler, Çanakkale’de yapılması gerekenler, liman
kentleri nerede olmalı” gibi aslında akademik çevrelerde çok uzun yıllardır
eleştirdiğimiz, Türkiye’de makro ekonomik planlarla fiziki kararların
buluşmadığına dair yönelttiğimiz eleştirinin bir tür cevabını aldık. Ama
Türkiye’de böyle bir fiziki plan yapma yetkisi TOKİ’ye verildi de bizim mi
haberimiz olmadı gibi de bir soruyu ister istemez akla getiriyor.
Yani yıllardır DPT bünyesinde eksikliğini hissettiğimiz ve çeşitli
vesilelerle dile getirdiğimiz böyle bir eksiklik konusunda, şu anda devletin
kurumsal yapısı içinde gerçi hocamın yanında kamu yönetimi konusunda bir
şey söylemek haddim değil, ama bu kadar bütün yasalarıyla, kurumlarıyla
devletin beslediği, büyüttüğü böyle bir yapının bizden habersiz böyle bir
misyon edindiğine dair bir izlenim edindik.
Ben bütün bunları yanlış duyduğumu ve yanlış değerlendirdiğimi,
umarım bu şekilde tekzip edilirim diye de açıkçası umut ediyorum.
Dolayısıyla, bugün bu çerçevede konuyu ele almaya çalışacağımız
birbirinden değerli katılımcılarımız var. Ben daha önce yaptığımız bir
hazırlıkta değerli konuşmacılara konuyu belli bir çerçeve içinde tutabilmek
adına bazı sorular yönelttim. Tabii ki mutlak bu sorulara sadık kalmak ya da
illa bu soruların yanıtını duymak zorundayız diye bir şey yok, ama bir
çerçevenin köşe taşları gibi düşünürsek eğer, aslında kamu yönetimi
alanındaki iki tane çok meselemiz var biliyoruz hepimiz.
Bunlardan bir tanesi katılım süreçleri; çünkü eğer bizim mesleğimizin
mottosu sosyal adaletin sağlanmasıysa, gerçek anlamda sosyal adaletin
sağlanabilmesi ancak katılımcı demokratik süreçleri içselleştirebilmiş
118
yönetim yapılarıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla, bu katılım meselesinde
sürecin neresindeyiz, neler yapabiliyoruz, neler yapmalıyız gibi bir soru.
Başka bir sorumuz yine kamu yönetimi alanındaki sistemik bir
problemle ilgili; o da eşgüdüm meselesi. Çünkü ortada özellikle kamu
yönetiminin kendi kademeleri arasında ciddi bir eşgüdüm problemi olduğuna
dair bilgiler mevcut. Yani yaklaşık hemen hemen aynı bölge için, devletin
aynı çatısı altında iki farklı kurumun bölge planı yapmasından tutun da,
İstanbul’daki konut arzı fazlalığına varan geniş bir açılımda bu devletin
kurumları arasındaki eşgüdüm eksikliğini tartışmak mümkün. Dolayısıyla, bir
de bir eşgüdüm problemi etrafında konuşabiliriz.
Diğer bir konu, aslında planlamanın son derece habis olarak tarif
edebileceğimiz bir yanı; o da kentsel rant meselesi. Yani belediye
meclislerinden hızla geçen plan tadilatlarının, planlama sisteminin
bütünlüğünü bozan, plan kademelenmesini yok eden ve maalesef bu
kazanımlar nedeniyle de katılımcı süreçleri baskı altına alan bir kentsel rant
meselesini artık ivedilikle masaya yatırması ve çözmesi gerekiyor. Bu
konuda kamu yönetimi alanında ne tür aşamalardan geçildi, onu duymaya
çalışacağız.
Bir diğer konu da tabii ki, bu krizden en çok etkilenen alt gelir
grupları için gerek çalışma haklarını teslim etmek üzere işgücünün
kapasitesini yükseltmelerine yönelik, gerekse de barınma koşullarını
güvence altına almak üzere örneğin kiralık devlet mülkiyetinde kiralık konut
üretmek gibi, konut ve çalışma yönünde onları destekleyici politikalar
konusunda bazı şeyler duymaya çok ihtiyacımız var.
Ben eşinin rahatsızlığı nedeniyle ilk konuşmayı Ülkü Hocama
vermek istiyorum ilk sözü. Çünkü bir süre sonra aramızdan ayrılacak
sanıyorum. Dolayısıyla, buyurun hocam.
Prof. Dr. ÜLKÜ AZRAK- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Şöyle bir başlık düşündüm buradaki konuşmam için: ekonomik kriz
döneminde İstanbul’un yönetim sorunları ve çözüm önerileri. Sayın
Başkan’ın demin yaptığı ve çok isabetli görüşleri ve saptamaları içeren
konuşması ve yönelttiği sorular çerçevesinde ben de konuyu böyle
sınırlamayı doğru buldum.
Şimdi burada ele alacağım konuda 3 başlık var. Bir tanesi İstanbul
için krizin anlamı ve İstanbul’da kriz ne zaman başladı? Bu çok önemli.
Gerçekten bugünkü toplantıda görüşülen ya da görüşülecek olan konuların
merkezinde ağırlıklı olarak ekonomik kriz yer alıyor. Fakat ekonomik kriz her
bakımdan sadece ekonomik süreçlerden kaynaklanmaz. Daha doğrusu
ekonomik krizin doğuşu ve etkileri, ülkelerin siyasal, toplumsal ve kültürel
yapı ve özelliklerine bağlı olarak kendisini gösterir.
119
Bu açıdan bakıldığında. İstanbul’un ekonomik krizi için sözünü
ettiğim bakımlardan çok elverişli bir mekân olduğunu açıkça görmek
mümkün. Gerçekten İstanbul, kırsal kesimlerde insanca yaşama imkânını,
olanağını bulamayan kitlelerin daha 1950’li yılların başlarından itibaren,
özellikle İstanbul’a göç etmesiyle kendisini gösterdi. Başka bir söyleyişle
İstanbul bir göç için çekim merkezi haline gelmiş ve bu süreç çok hızla
devam etmiştir. Bugün de devam ediyor.
Yeni değil, onu söylemek istiyorum yani 50’li yılların başlarına
gidiyor. O amiyane tabir herkesin artık bildiği, kullandığı “İstanbul’un taşı
toprağı altındır” kastedilen oydu zaten. Gelenler başlangıçta İstanbul’da iş
bulabilmişlerdir. Ama tabii madalyonun arka yüzü de şu: bu gelenler
gecekondu sürecini başlatmışlardır. Çünkü, İstanbul’da onları barındıracak
kadar konut yoktu şehirde ve böylece bir zamanlar Batı dillerine çevrilmekte
güçlük çekilen ve sonra bütün dünyanın da gördüğü, anladığı, bildiği bir
süreç başlamıştır; yani gecekondu süreci.
Bu, İstanbul’un karşılaştığı bir krizin ta kendisidir ve o tarihlerden bu
yana ortaya çıkan yerel ve küresel tüm ekonomik krizlerden önce ortaya
çıkmış ve gelip geçici ekonomik krizlerin aksine, süreklilik kazanan bir kriz
olmuştur. Bu krizin boyutlarını bugüne kadar doğru dürüst saptayabildiğimizi
sanmıyorum. 250 000 hektarın üzerinde 12 milyonu bulan çılgın bir
yerleşmenin cereyan ettiği alanda saptanamaz da.
İlk gelenler İstanbul’un kenar semtlerinde yeni oluşan sanayileşme
sürecinde işçi olarak geçim kapısı buldular. Ama yerleşecek konut
bulamadılar; çünkü İstanbul fabrikatörlerin işçilerine lojman yaptığı 19.yy
Liverpool’u değildi. Böylece İstanbul’a göç eden eski çiftçi yeni işçiler kamu
alanlarında kırık dökük konutlar inşa ederek yerleştiler. Sonra onlar
yakınlarını da İstanbul’a çağırıp, onlara da gecekondu yapmayı öğrettiler
böylece vahşi bir kentleşme aldı başını gitti. Bu sürecin ortaya çıkmasında
yatırım yapacak fabrikatörlere işçilerine lojman yapma yükümlülüğü
yüklemeyen kent yönetimlerinin payı yadsınamaz.
Şimdi kent ekonomisinin nasıl spekülatif amaçlara yöneldiğini kısaca
burada açıklamaya çalışacağım. Şu ana kadar anlatılanlara paralel bir süreç
de kent toprağını spekülatif amaçlara uygun düşecek biçimde planlayan ve
yakın çevrelerine dağıtan kent yöneticilerinin bu davranışıyla ortaya
çıkmıştır.
Bu süreç 16 Haziran 2005 tarihli ve 5366 sayılı kanunun kabulüyle
daha da güçlenmiş ve genişlemiştir. Bir zamanların Batı ülkelerindekinden
daha katı ve daha radikal davranan, Anıtlar Yüksek Kurulunun yerini alan
bugünkü Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları ve Yüksek Kurulu
kontrol gücünü büyük ölçüde yitirerek merkezi ve yerel politik çevrelerin el
ulağı haline gelmiştir. Yapısı itibariyle de üzerlerindeki baskılar nedeniyle de
120
artık eski görevini yerine getiremez birer kurul olmuştur. Aralarında çok
istisnai olarak görevlerini yerine getiren kurullar vardır, ama çoğunluğu
aslında politik ve spekülatif amaçlarla ortaya çıkan süreçlere büyük ölçüde
yardımcı olmaktadır.
Böylece ortaya çıkan tabloyu üstadımız Doğan KUBAN’ın çok
beğendiğim şu sözleriyle betimlemek istiyorum: “Toplum kültürü, İstanbul’a
gelen göçün kırsal karakteri, kent toprağı üzerinde spekülatif baskı ve
Türkiye’de halkın genel politik bilinçsizliğinde bugüne kadar demokrasinin
şirketi ele geçirmek için hisse senedi toplamak gibi oy satın almak olarak
gelişmesi ve cehalete ve yasa dışılığa taviz vererek iktidar yollarını açması
gibi, kent yapılaşmasını doğrudan etkileyen sosyal, ekonomik ve kültürel
parametreleri doğru değerlendiremedik.”
Bir de bugünkü ekonomik krize elverişli ortamın nasıl ortaya çıktığını
gösteren şu sözlerini, üstadın şu sözlerini bence güncel ağırlık taşıdığı için
burada yine aktarmak istiyorum. Diyor ki Doğan Kuban Hocamız: “Biz kent
toprağına petrol kuyusu gibi muamele yaptık. Ne kadar yoğun kullanırsak o
kadar para getiriyordu. Üretimi yetersiz bir ülkede en kolay kazanç kaynağı
idi. Öyle olmakta da devam ediyor.” Diye bitiriyor sözlerini.
Kim bu sözlerin yanlışlığını ileri sürebilir? Altına bir tane değil, on
tane bile imza atmaya hazırım bu sözlerin. Şimdi bu sözlerin, en son
zikrettiğim sözlerinin altında esasen ekonomik krize açıklık yatıyor. Onu izah
eden sözlerdir bunlar. Çünkü bakın tekrar edeceğim: “üretimi yetersiz bir
ülkede en kolay kazanç kaynağı” yani sanayiyi, reel ekonomiyi geliştirecek
yerde toprak spekülasyonuna yönelmiştir insanlar.
Şimdi bankalarda mevduatı olanların faizlerini durmadan düşüren,
bunu inşaata yöneltmek için halkı inşaat kredilerinin de faizini indirmek
suretiyle, mevduat sahiplerinin paralarını çekip inşaata yatırmalarını
sağlamaya çalışıyorlar. Yani ekonomik canlılık gelecek. İnşaata yatıracak da
ne olacak? İşte dün ben maalesef burada değildim TOKİ Başkanı’nın
konuşmasını izleyemedim, keşke burada olsaydım da kendisine bir iki tane
ciddi soru sormak isterdim.
Yaptıkları koca koca binaları, insan silolarını şöyle bir gözden geçirin
çevre yollarında, otoyolların kenarındaki o TOKİ’nin yaptığı binaları. Ancak
üçte biri müşteri bulabilmiştir. Boş, o binalar boş. Koca koca insan siloları
inşa ediyorlar. Böyle insan silolarını Avrupa, Batı bundan 40 sene önce, 50
sene önce yaptı, sonra ondan vazgeçti; Doğu Berlin ile Batı Berlin’i ayıran
duvar yıkıldıktan sonra Berlin büyüyünce büyük Berlin şehri ortaya çıktı,
orada o insan siloları büyük ölçüde vardı. Şimdi Berlin yönetimi yavaş yavaş
o insan silolarını yıkıyor, ortadan kaldırıyor ve insanca, kültüre daha yakın bir
yaşam standardını sağlayıcı yapıları oralara yerleştirmek için çaba harcıyor.
121
Demin zikrettiğim Doğan KUBAN hocanın geçerlilik taşıdığı en tipik
mekan aslında İstanbul’dan başkası değildir. İstanbul’da plan bütünlüğünü
bozan ve rant elde etmeye yönelik plan değişiklikleri sözü edilen krize
elverişli ortamı mükemmel bir biçimde yaratmıştır. Rant ekonomisi bizzat
kent yönetiminin de yöneldiği bir amaç niteliğine bürünmüştür. Bu suretle
kamu yararını gerçekleştirme misyonunu yüklenmiş olan, böyle bir yüklenmiş
ama yerine getirmiyor; kent yönetimi de spekülatörlerin arasında yer almıştır,
hala da yer alıyor.
İstanbul’da plan var mı? Bana sorarsanız yok. İstanbul’da plan yok,
çünkü 6 ayda bir değiştirilen mevzii planlarla plan bütünlüğü bozulduktan
sonra, artık o şehirde bir planlama sürecinden söz etmek kadar abes ve
anlamsız bir şey olamaz. İstanbul plansızdır; durmadan Büyükşehir Belediye
Meclisi’ne gelen plan değişikliği önerilerini hemen büyük çoğunlukla kabul
eden, çünkü o çoğunluk zaten bu spekülasyonları çok isteyen bir
çoğunluktur, bir kent yönetiminde artık plandan bahsetmek mümkün değildir.
Bu herkesin malumu biliyorsunuz, belediyelerde seçimler yapıldıktan
sonra komisyonlar oluşturulur, eğitim komisyonu vardır efendim sağlık
komisyonu vardır vs. hepsini burada saymanın anlamı yok. Ama aralarında
bir tanesi var ki o komisyon çok kritik bir komisyon, İmar Komisyonu.
Şimdi kim hangi komisyona seçilecek diye sorulduğunda belediye
meclisinde, bütün eller imar komisyonu için kalkıyor. Belediye meclisinin
yapısına bakıyorsunuz, o meclisin içerisinde müteahhitler, inşaatçılar
çoğunlukta. Onlar imar komisyonlarına giriyorlar ve ondan sonra durmadan
plan değişikliği önerilerini hazırlıyorlar. Öneriyi hazırlıyor, mecliste kendisi
kabul ediyor sonra öneriyi; ben yaptım oldu şeklinde. Onun için İstanbul
maalesef giderek artan bir tempoda plansızlığın içine sürüklenmektedir. Bu
spekülasyonu çok güzel kolaylaştıran, onun için çok verimli bir toprağı
oluşturan bir süreçtir.
Onun için de zaten, ekonomik kriz buralarda kendisini gösterdi önce.
Çünkü Amerika’dan buraya o Mortgage denilen canavar geldi uzantıları.
İnşaat sektöründe bu sıkıntı ortaya çıkınca hemen yüklendiler ekonomiyi
yani ekonomik kriz şimdi teğet geçecek ya; daha geçti mi geçmedi mi
bilmiyorum, ama o teğetin inşaat sektörünün uzağından geçmesi için
ellerinden geleni yaptılar, demin anlattığım şeyler yapıldı. Yani mevduatlara
göz diktiler, faizleri düşürdüler, affedersiniz bu tabiri kullanacağım enayi
yerine koydukları mevduat sahiplerinin paralarını çekip taşlara yatırmalarını
istediler. Tabii bu büyük ölçüde de olmuyor, onu da burada ifade etmek
istiyorum. Çünkü ekonomi canlanıyor filan dedikleri süreçler aslında çok
minimal biçimde o sözlerine uygun bir yol izliyor.
Biraz önce sözünü ettiğim 2005’te çıkarılan 5366 sayılı Yıpranan
Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve
122
Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, ne kadar gösterişli, tumturaklı bir
ismi var değil mi kanunun böyle upuzun bir başlık. Ama buna rağmen,
kentsel dönüşüm uygulamalarıyla birlikte yaşam alanlarının dışına çıkarılan
kitlelerin ekonomik kriz ortamında, çok ağır ekonomik ve toplumsal
sorunlarla karşı karşıya bıraktığını burada açıkça görebiliyoruz.
Bu bağlamda işaret etmek istediğim önemli sorun şu: 5366 sayılı
kanunun uygulamasında yık, yenile, sat formülüyle bir yandan kentin tarihi
yapısı yok ediliyor bir yandan da kentin yoksul kitleleri çaresizlik içerisine
itilerek etik bakımdan asla savunulamayacak bir şey yapılıyor. Şimdi bu
nerden geldi bu yıpranan yapıları korumak, yaşatmak? Korumak hiç söz
konusu değil, demin söylediğim gibi yık, yap, sat süreci işletiliyor.
Nerden geldi bu ilham, bu akıl nereden geldi bu kanunu yapanlara?
Bunu çok öncelerden tavsiye eden bir takım spekülatörler var Türkiye’de,
sayısı da az değil bunların. Bunlar bir şey öğrenmişler, o da Almanya’daki bir
süreç; yani şehir yenilenmesi süreci, Almanların “stadzanirung” dedikleri.
Ama başka şey; şehirlerin sağlığa kavuşturulmasıdır stadzanirung. Yoksa
tarihi yapıları da yık, yerine kuleler dik ve onları yeni moda tabiriyle en üst
katlarını “rezidans”; bu da nereden geliyor ne snopluktur. Rezidans çünkü
Batı’da prenslerin, kralların tatil bölgelerinde oturdukları mekânlara verilen
addır. Ama biz tabii şimdi büyüdük ya, onun için “rezidans” diyoruz koşuyor
millet de, çok parası olanlar var. Zaten onun için Türkiye’deki ekonomik yapı
böyle. Bir üsttekiler var, bir alttakiler var. Alttakiler çoğunlukta, ama üsttekiler
onlara egemen. Onlar işte rezidansta oturuyorlar o 30. katta oturuyorlar,
şehre gitmelerine inmelerine de hiç gerek yok, çünkü hanımların berberleri
de orada, alışveriş merkezleri de içinde o binaların. Her şey onun içinde,
bütün yaşam alanları öyle.
İşte o insan silosu aslında. Altında büyük büyük alışveriş merkezleri
de yapılıyor, kocaman garajları da var. Yani her biri bir şehir bir kent onların;
kent içindeki kentler bunlar ve onlar izole, onlar ayrışmış, onlar yoldaki
insanlara böyle pireler gibi sokaklarda dolaşan bu yukarıdan bakıldığında,
insanlara yukarıdan bakıyorlar. Bakmıyorlar bile aslında, tamamen kendi
yaşamlarını sürdürüyorlar ayrışmış bir kitle.
İşte şehir plancılığı ve şehrin ekonomisi İstanbul’da böyle bir yapıyı
ortaya çıkarmıştır. Sosyal ve kültürel bakımdan hiç savunulamayacak bir
yapıyı ortaya çıkarmıştır. Şimdi ne yapılıyor? Bu kanunun uygulamasında
eski strüktürü kentin, tarihi strüktürü yok ediliyor, yıkılıyor. Sulukule’den
başladı Suriçi’ne kadar geldi, şimdi Pera bununla karşı karşıya biliyorsunuz.
Oradaki eski yapıyı ortadan kaldırıp oralara da belki de Arap emirleriyle
işbirliği yaparak yüksek binalar dikme yoluna gidecekler ve buna da bu 5366
sayılı bir canavarlık sürecine kapıları açan bir kanunun uygulamak suretiyle
ulaşacaklar bu sonuçlara.
123
Şimdi bu bağlamda söylemek istediğim bir iki şey var. Sayın
Başkanın demin değindiği işin sosyal tarafı, sosyal adalet tarafı. Burada
1982 Anayasasını yapanların unuttuğu ya da unutturduğu diyelim, sosyalist
bir renk taşıdığını düşünerek anayasa metnine kasıtlı olarak almadıkları,
sosyal adalet kavramı böylece İstanbul’da sığınacak bir yer bulamamıştır.
Anayasada değiştirilemez maddelerden birinde yani 2. maddede yer alan
sosyal devlet ilkesi ise özelleştirmelerin devreye sokulduğu ve çalışanların
kaderinin IMF’nin insafına terk edildiği dönemlerden bu yana çoktan
unutulmuştur.
Özelleştirmeleri ekonomik kriz bağlamında söz konusu etmemin
nedeni şu: özelleştirmeler üç farklı sonuç yaratmıştır; bir özelleştirilen kamu
işletmelerinden çoğu kârlı ve verimli çalışan ve kamu sektörüne yüksek gelir
sağlayan kuruluşlardı. Bunların özelleştirilmesiyle kamu sektörü bu yüksek
gelirden yoksun kalmıştır. Tabii hemen burada ileri sürülen bir demagojiye
değinmek istiyorum, “efendim özelleştirildi ama devlet bunlardan elde ettiği
kazançtan tamamıyla da yoksun kalmadı. Çünkü özelleştirildikten sonra özel
kuruluşların elinde geçen bu şirketler, bu işletmelerden vergiler alıyor devlet.”
Devletin nerelerden nasıl vergi aldığını ya da alamadığını hepimiz biliyoruz,
onun üzerinde fazla durmama ihtiyaç yok. Bugünlerde çok popüler bir konu
haline geldi o vergi meselesi. Onun için bunun üzerinde hiç durmaya da
gerek duymuyorum. Bu sadece bir demagojidir başka hiçbir şey değildir.
İkincisi özelleştirilen işletmelerden kimileri, bunların satın alan
kişilerce hizmet dışı bırakılarak üzerindeki toprağın spekülatif amaçlarla
değerlendirilmesi yoluna gidilmiştir. Bu da işte İstanbul’da spekülasyonu
artıran bir süreç niteliği kazandırmıştır bu çalışmalara. Bunlardan bazıları
tipik kamu hizmeti gören kuruluşlardı. Bunun sonucunda halkın kolektif
ihtiyaçlarının tatmini de bir yana bırakılmış olmaktadır. En tipik örneği
Sümerbank’tır. Çünkü Sümerbank kurulduğunda da çok açık söyleyeceğim,
çulsuz Türk Halkını o zaman gerçekten çulsuz Türk Halkıydı. Savaştan
çıkmış bir Türkiye’nin çulsuz halkıydı. O çulsuz halkı giydirmek için
kurulmuştur o.
Ama devam ediyor yani şimdi çok mu ortadan kalktı bu çulsuzluk
Türkiye’de? Yani tabii büyük kentlerde merkezlerinde yaşayanlar bunun pek
farkına varmayabilirler, ama özellikle kırsal kesimlerde yaşayan halkın nasıl
bir sıkıntı içinde olduğunu oralara giderek ben görüyorum. İşte Fikret
TOKGÖZ dostumla birlikte biz Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu üyeleri
olarak kırsal kesim belediyelerinin davetiyle gidiyoruz oralara ve bugüne
kadar çok geziler yaptık, oralarda çok çalışmalar yaptık. Gördüğümüz
manzara bize bu sürecin devam ettiğini yani kırsal kesim halkıyla büyük
kentlerdeki halkın arasında nasıl bir uçurumun hala devam ettiğini gösterdi.
Üçüncü husus şu: Özelleştirilen kuruluşlarda kitle halinde işçi
çıkarma yoluna gidilmesi, ekonomik kriz sürecinde işsizliğin hızla artmasına
124
ciddi bir katkıda bulunmuştur. Şimdi bizim bir istatistik yapan bir kuruluşumuz
var. Daha doğrusu istatistikleri siyasi iktidarın görüşü doğrultusunda yapan
ve sonuçları da o görüşlere uygun biçimde açıklayan bir kuruluş bu. İşsizliği
3 milyon diye açıkladı, yapılan araştırmalar aslında 5 milyon olduğunu açıkça
ortaya koyuyor. Yani orada da artık gerçekleri saptırma ve samimiyetsizlik
egemen.
Şimdi özelleştirilip kapatılan bu şirketler İstanbul’da çok var bunların
şubeleri filan, bu kuruluşlar özelleştirmeden yararlanarak bunları elde eden
kişiler tarafından biraz önce söylediğim gibi büyük ölçüde kapatılıyor,
ortadan kaldırılıyor, başka türlü kullanılıyor. Onun üzerinde olduğu araziler
satılarak spekülatif amaçlara hizmet ediyor bu. Böyle olunca tabii kapatılan
kuruluşlardan kitle halinde işçi çıkarmak mecburiyetinde kalacaklar. İşsizliğe
çok ideal biçimde katkıda bulunuyor bu özelleştirme süreci. Bu itibarla bu
süreçlerin de ekonomik kriz ortamında İstanbul’da etkilerini görmek mümkün.
Özelleştirmeler bağlamında değindiğim bütün bu hususlar İstanbul
için de geçerlilik taşıyor. Ekonomik krizin İstanbul’da yarattığı etkilerden biri
de kent yönetiminin özellikle büyük ulaşım projelerine yaptığı yatırımlarda
ortaya çıkan yavaşlamadır. Gözle görülür biçimde böyle bir yavaşlama
ortaya çıkmıştır.
Peki, ekonomik krizin İstanbul’daki etkilerini azaltma yolları ne
olabilir? Sona geldim işte çarelere biraz değineceğim burada. Bir, enerji
alanında üretimi artırıcı ve maliyeti düşük ve havayı kirletmeyen üretim
yöntemlerine yer veren yatırımlara yönelinmesi önemli bir çözüm olarak
görülmektedir. Bu bağlamda ilk akla gelen, güneş ve rüzgâr enerjisinden
yararlanılmasıdır. Bunun yanı sıra enerji tüketimini azaltıcı yöntemlerin de
geliştirilmesi gerekir.
İkincisi, kentsel atıkların değerlendirilmesi de ekonomik açıdan
büyük yararlar sağlayabilir. Özellikle çevre kirliliğine büyük ölçüde neden
olan kentsel katı atıkların modern sistemlerle toplanarak depolanması,
sınıfına ayrılarak yeniden kullanılması, “recievcleaning” dedikleri Frenklerin.
Bu şekilde kullanılması suretiyle bir yandan ekonomik bakımdan
değerlendirilmesi, bir yandan da ekolojik dengenin sağlanması gibi yararlar
elde edilebilecektir.
Sanayi odaları ve birliği daha şimdiden çok ilginç bir isim verdikleri
atık borsasını kurma yolundadırlar. Kendi katı atıklarını, sanayinin katı
atıklarını bu borsada değerlendirmek suretiyle hem kentin temizliğine hem
de kendi çalışmalarının verimliliğine katkıda bulunmaktadırlar. Hele bu katı
atıkların enerji üretiminde de kullanılması sağlanırsa ekonomiye ciddi katkıda
bulunulabilecektir.
Şunu da hatırlatmak isterim: Adapazarı Fatih Endüstri Meslek
Lisesi’nden üç öğretmenin bu konuda hazırladığı proje bir yarışmada ödül
125
kazanmakla birlikte Avrupa Birliği’nden de bu projeye onay çıkmıştır. Bunun
anlamı şudur: bu projenin uygulanması yolunda gidildiği takdirde Avrupa
Birliği’nden mali destek elde etme imkânı da mevcuttur.
Üçüncüsü şu: Bir yandan TOKİ’nin, bir yandan da özel kuruluşların
yoğun biçimde konut yapımı faaliyetleri dolayısıyla bu alanda ortaya çıkan
arz fazlalığına rağmen konut sorunu çözümlenememektedir. Bunun nedeni
üretilen konutların ödeme gücü düşük olan kimselerin ihtiyacını
karşılayamamasıdır. Şu da var ki, kiracılık oranının yüksek olduğu
mekânlarda kentsel dönüşüm uygulamaları, kiracıların barınma haklarını
ciddi bir biçimde baskı altına almaktadır.
Bu konuda Batı’nın bulduğu birtakım çözümler var. Bunlardan en
önemlisi sosyal konut projelerinin uygulanmasıdır. Almanya’da bu ta 40’lı
yıllardan ortaya çıkmış ve çok gelişmişti, Avusturya’da bu sektör gelişmiş bir
sektördür, fakat her şeyden önce New York City’de; ki New York City
fevkalade konutların da çok pahalı olduğu bir mekan. Orada 3 milyon konut
üretilmiş ve bunlar kiraya verilmiştir.
Benim kastettiğim şu: 2008’de Nika adını alan bu kuruluş, yani
sosyal konutların üretimi ve halkın ihtiyacına tahsis edilmesi işini yürüten
kuruluş gittikçe büyümekte ve fonksiyonu yaygınlaşmaktadır. Bunun
yöneldiği kesim neresi? Bunun yöneldiği kesim demin sözünü ettiğim,
mülkiyet hakkı sahibi olma imkânına sahip olmayan, yani konut sahibi
olamayan kiracılara konut ihtiyaçlarını karşılamaları için destek olmak,
yardım etmektir. Bu fevkalade yaygındır.
Türkiye’de böyle bir şey yok, TOKİ’nin yaptığı bu değil. Demin
söyledim işte TOKİ’nin ne yaptığını. İşte gidin bakın şimdi Ataköy’de pahalı
konutlar üretiyorlar. Hemen cevabı var bunun “efendim biz pahalı konutlar
üretip bunlardan elde ettiğimiz büyük kârla daha ucuz konutlar inşa
ediyoruz.” Bu da bence bir demagoji, çünkü o konutlar da aslında diğer
konutlar da öyle ucuz konutlar değil. Yani halkın satın alabilmesinin
sınırlarının üstünde olan maliyetler ortaya çıkıyor ve işte o kiracı olarak
yaşamak mecburiyetinde kalan insanlar sokakta kalıyorlar. Bu ekonomik
krize çok mükemmel bir katkı oluşturan bir süreçtir. Onun için bu sürecin
herhalde bu şekilde ortadan kaldırılması mümkün.
Yani sosyal adaletin sağlanması için, demokratik katılım ne olabilir?
Bu da sorular arasında; onun cevabını vereyim, onun cevabını vermeden
bitirirsem eksik kalır. Bir ayağı meslek kuruluşları, öbür ayağı ikinci ayağı ise
kent konseyleri olabilir. Ama o kent konseyleri geliştirilmedi maalesef,
söyledikleri de onların ortaya koydukları eskilerin tabiriyle “Varakı mihri vefa
kim okur kin dinler” onun için kale alınmıyor.
Meslek odalarına gelince, işte gördünüz üç gün önce Devlet
Denetleme Kurulu bir tespit yaptı ama bir tehdit yaptı tehdit. Meslek
126
kuruluşlarını tehdit etti “siyasetle uğraşıyorsunuz, eğer buna devam
ederseniz işte kanundaki yaptırımlarla karşı karşıya gelebilirsiniz.” Neymiş
siyasetle uğraşmaları? Ben size söyleyeyim siyasetle niye uğraşıyorlar
onların nazarında. Siyaset filan değil, belki işte kent politikasıyla uğraşıyorlar.
Her şeyden önce Mimarlar Odası durmadan dava açıyor o şehir planlarına
karşı, spekülasyonlara yönlenmiş planlara karşı ve uygulamaya karşı dava.
Bu şeyi iktidarı fevkalade rahatsız ediyor. Onun için bunun icabına bakmaya
çalışıyorlar şimdi. Kapı açıldı durup dururken Devlet Denetleme Kurulu ne
diye bunu ortaya atsın ki?
Yani Tabipler Odası da sağlık politikalarının yanlış yürütülmesine
karşı itiraz ettiği zaman siyaset mi yapıyor? Siyaseti yapan iktidar; onlar o
siyaseti eleştiriyorlar. Siyaset yapmak değildir o. Her vatandaşın eleştirme
hakkı var. O meslek kuruluşlarının içindeki üyelerin de bir araya gelerek
oluşturdukları o kuruluşların da eleştiri yapma hakları var.
Kentsel rantın topluma mal edilmesinin çözümleri olabilir. Eskiden
vardı yani benim hukuk fakültesinde öğrenci olduğum dönemde yürürlükte
olan bir kanun vardır; Yapı Yollar Kanunu. Bu Yapı Yollar Kanunu çok
enteresan bir hüküm içermekteydi; kamulaştırmalar ve imar uygulamaları
dolayısıyla rantlara sahip olan, rantları kazanan kimselere uygulanan
şerefiye denen bir vergi vardır. Bu neydi? Ben oturuyorum, bir yerde
oturuyorum birdenbire çevrede bir gelişme ortaya çıkıyor, yollar açılıyor,
parklar yapılıyor işte mağazalar, satış yerleri filan yakınıma geliyor ve benim
gayrimenkulümün değeri sihirbaz değneği dokunmuş gibi birdenbire üç
katına çıkıyor. Bunda benim bir katkım yok ki, o gayrimenkulün maliki olarak
hiçbir katkım yok.
Oysa bu yapılan imar hareketlerinin yükü halka yükleniyor. Ben
yararlanıyorum, ama halk bunun yükünü çekiyor. İşte bu çok adaletli bir
çözümü şerefiye denen o vergiyle bulmaya çalışmıştır o zamanların kanun
koyucusu. Fevkalade adaletli bir çözümdü, ama Yapı Yollar Kanunun
kaldırıldı, bu adaletli çözüm de ortadan kalktı. Buna yakın bir çözümü yeni
mevzuatın içerisine sokmaktan başka çaresi yoktur. Topluma bu rantların
kazandırılmasının tek yolu budur.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Hocaya teşekkür ediyoruz.
Erken ayrılacağı için hocam uygun görürseniz soru varsa salona
şimdi dönelim, daha sonra diğer konuşmacılara.
Doç. Dr. ÜLKÜ AZRAK- Eğer bu yapılabilirse memnun olurum tabii.
OTURUM BAŞKANI- Bir yandan da bir süre kısıtımız var
biliyorsunuz; onun için çok hızlıca alacağız soruları diğer konuşmacılarımıza
dönebilmek için.
127
MAHMUT ATAMTÜRK (Makina Yüksek Mühendisi)- Şimdi bütün
değerlendirmenize kabul etmemek, saygı duymamak mümkün değil tabii.
Ama bilimsel, bilim felsefesi açısından baktığımızda her şey çok güzel
olmakla birlikte, yani bir alan açılımı yaptığımız zaman o alandaki bütün
değerlendirmeler terk edilebiliyor.
Demek istiyorum ki, şimdi rantı siz bölüştürürseniz bu şehri daha da
kaotik bir alanın devinimlerini daha da hızlandırmış olursunuz. Dolayısıyla,
ben rantın halka bölüştürülmesini sosyal adalet açısından belki hümanist
açıdan bir geçerliliği olmakla birlikte, bunun yeni bir kavram koymak
istiyorum ben, kent dinamiği kavramı açısından çok büyük sakıncalar
getireceğini hatta üstel fonksiyon yaklaşımıyla, üstel fonksiyonun
paradigması açısından bunun kenti daha da kaotik duruma sokacağına
inanıyorum. Dolayısıyla, çözüm ne diye soracak olursanız, bütün bu
düşüncelerin terk edilmesi gerektiğine inanıyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sorudan ziyade bir katkı gibi düşünebilir
miyiz?
MAHMUT ATAMTÜRK- Yani katkının içinde soru da var. Katkının
kendisi soru zaten.
OTURUM BAŞKANI- Hocam eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Prof. Dr. ÜLKÜ AZRAK- Kusura bakmayın, ama iyice anlayabilmiş
değilim söylediğiniz şeyleri. Yani ben bilim felsefesi yapmadım burada.
İkincisi bu halka döndürülmesi, rantların halka döndürülmesinin nasıl bir
sakınca yaratacağını göremiyorum, anlayamıyorum.
OTURUM BAŞKANI- Hocam bilim adamının ben ismini bilmiyorum,
fakat benim düşüncelerimin doğrultusunda geçenlerde bir panelde ismi
zikredildi, uluslararası çapta bir insan. Şunu demiş, yani benden aynı şeyi 15
yıl önce düşünmüş. “Hız yani yoğunluk kent dinamiği açısından yoğunluk
hızı getirir. Hız da yoğunluğu getirir. Bunlar birbirini üstsel fonksiyon
biçiminde artırırlar, birbirini tahrik ederler. Rant da onların tahrik edici
faktörüdür. Dolayısıyla, siz bu alanı kızıştırırsanız, yani bu rantı halka
dağıtırsanız bu işi daha çıkmaza sokmuş olursunuz.”
Yani yaklaşım kent dinamiği, kentin gelişimi.
OTURUM BAŞKANI- Şimdi şöyle isterseniz bu çok derin ve çok
uzun tartışılması gereken bir konu. Diğer konuşmacılarımıza da süre
tanımak açısından kayıtlara geçti, bunlar yayına dönüşecek; hepimize
düşünmek için önemli bir konu açtınız. Çok teşekkür ederek ben hızla diğer
konuşmacılara dönmek istiyorum.
Çok hızlıca tanıyorsunuz ama Başakşehir Belediyesini ve Başkanını
belki çok kısaca tanıtmakta yarar var. Kendisi hukukçu, 15 yıldır aktif
128
siyasetin içinde yanlışım varsa Sayın Başkan düzeltin; ama aynı zamanda
da bir sivil toplum örgütçüsü. Siyaset öncesinde etkin olarak sivil toplum
kuruluşlarında çalışmış kendisi.
Başakşehir’de biliyorsunuz 2008 yılındaki yeniden yapılanma
kapsamında Çekmece, Esenler ve Bahçeşehir’den ayrılarak tanımlanmış
yeni bir belediyemiz, fakat belediyenin içinde de, belediyenin alanında da
diyelim çok sayıda toplu konut projelerinin olduğu, bugün yaklaşık 190
binlerdeki nüfusun resmi olmayan birtakım kaynaklarda 750 binlere kadar
yükseleceğine dair birtakım öngörülerin olduğu, içinde Olimpiyat Köyünün
olduğu, içinde İkitelli Sanayi Bölgesinin olduğu ki 300 bin gibi bir istihdam
kapasitesi sanıyorum şu anda 175 bin gibi bir kapasiteyle çalışıyor, ama bu
derece önemli odakların bulunduğu bir belediyeden söz ediyoruz.
Tabii bir genel çerçeve en başta, oturumun en başında koydum, ama
özellikle de belli katılımcılara yönelik spesifik konuları da merak etmeden
geçemiyoruz. Dolayısıyla, Sayın Başkana benim burada ek olarak sormak
istediğim konulardan biri de şu: Şimdi Ankara’nın, merkezi yönetimin, Sayın
Başbakanın İstanbul’un gelişmesine yönelik ilgisi hepimizce malum. İşte
kendisi helikopterle gezmeyi de seviyor. Dolayısıyla, belli bir merkezi
yönetimin İstanbul’un gelişmesinde tırnak içinde söylüyorum dikte ettiği
birtakım karar süreçleri olabiliyor. Yerel yönetimlerin, yerel inisiyatifin ve
yerel gelişme dinamikleriyle bu merkezi karar süreçleri ki, sizin alanınız
bunu çok kapsamlı toplu konut projeleri olarak görmek mümkün; bu konuda
ne derece eşgüdüm sağlanabiliyor? Yoksa bunlar de facto planlara
eklenmesi gereken kararlar gibi algılanmak durumunda kalıyor? Bunlar hep
merak ettiğimiz konular, eğer uygun görür yanıt verebilirseniz çok
sevineceğiz.
Buyurun.
MEVLÜT UYSAL (Başakşehir Belediye Başkanı)- Tabii öncelikle
değerli hocalarım ve siz değerli katılımcıları saygıyla selamlıyorum.
Biz tabii özellikle belediyeciler fiili olarak işte bütün bahsedilen
problemlerin birebir halkla birlikte yaşayanı veya halkın ilk problemi
taşıdıkları kişiler, makamlar konumundayız. Bu manada herhalde bugün
benim özellikle konuşacağım konular teorik, bilimsel konulardan daha
ziyade, fiili yaşadığım, karşılaştığım veya benzer türde meslektaşlarımın
fiilen karşılaştıkları konular olacak. Bu tespitlerimi ortaya koyacağım. Bu
tespitleri ortaya koyduktan sonra belki bu 2 günlük toplantının belki bilimsel
olarak, teorik olarak açılımını sağlama konusunda katkım olur diye
düşünüyorum.
Tabii Başakşehir yeni bir ilçe. Daha öncesinden ilçe başkanlığım vs.
var, ama belediyede ilk görevim. Yaklaşık işte bir 6 aylık belediye
başkanıyız; 6 aylık bir ilçenin belediye başkanıyız yeni bir ilçe. Tabii
129
geldikten sonra öncelikle bazı tespitlerimi yapıp, ondan sonra da özellikle
bizden beklenen bu eşgüdüm konusunda biraz daha teferruatlı bilgileri
aktarmaya çalışacağım.
İlçemiz enteresan bir ilçe, herhalde Türkiye’de örneği azdır. Üç tane
şehir isminden bir ilçe oluşturuldu; Bahçeşehir, Altınşehir, Başakşehir. ve bu
3 bölge de birbirinden tamamen ne diyelim kopuk, ayrı bir dünya.
Bahçeşehir’i hepiniz tanıyorsunuz, biliyorsunuz 90’lı yıllarda kurulmaya
başlanan Türkiye’nin ilk banliyö sistemi olarak işte şehre uzak, ayrı bir
yaşam merkezi olarak kurulmuş bir bölge.
Altınşehir 70’li yıllardan itibaren vatandaşların gelip yerleştiği, daha
sonraki dönemde hizmet alamadığı veya yeterli alamadığı işte çok genel bir
tabir var, varoş tabirine uyabilecek bir bölge.
Başakşehir bölgesi de yine 97-98’lerden itibaren oluşan Bahçeşehir
benzeri ama o kadar pahalı satılmayıp, biraz daha çok elitlerin olmamakla
birlikte yine buna rağmen belirli bir gelir seviyesinin üstünde olan insanların
oturduğu bir bölge.
Şimdi tabii belediye başkanı olarak seçim döneminde gezdiklerimiz
var, seçimden sonra söylenenler var, vatandaşın talepleri var. Bir kere ilk
başlangıçta çizilen çerçevede işte demokratik katılımdan bahsedildi, bu
manada şunu söylemek istiyorum: Türkiye’de herhalde en iyi demokratik
katılım, dar bölge sistemiyle seçilen veya seçim uygulanan muhtarlık ve
belediye başkanlığında fiilen oluyor. Birebir, yüz yüze görüşmek durumunda
aday olan seçilen kişiler birebir oy verenlerle.
Bu insanlara şu rahatlığı veriyor, her konuda sıkıştığı, problem
yaşadığı anda oy verdiği kişiye gelme imkânı tanıyor. Çünkü
Başakşehirdekiler insan Mevlüt Uysal’a oy vermiştir. Her zaman kendisinde
şu hakkı buluyor doğru da bir şey bence yaşadığı her problemi aktarıyor. Bu
belediyeyle ilgili bir problem olmasına gerek yok; yani ailevi problemler dahil
olmak üzere evde eşiyle kavga etse dahi, bu muhtarlar için de aynı şey böyle
belediye başkanları için de aynı şey.
Ancak, tabii büyük şehirlerde özellikle nüfusu büyük olan ilçelerde
belediye başkanlarına ulaşmak o kadar kolay olmayınca seçim sürecinde bu
demokratik katılım olsa bile, seçimden sonra demokratik katılım nerede
kalıyor, o ayrı bir mesele.
Şimdi seçim esnasında böyle olmakla birlikte, seçimden sonra
demokratik katılım nasıl olabilir? Tabii bunun oturup belki bilimsel
tartışmalarını yapmak, uzun uzun tartışmak gerekebilir. Yani belediye
alacağı kararlarda, 5 yıl içerisinde yönetim esnasında alacağı kararlarda
vatandaşların taleplerini nasıl kararlarına yansıtabilir? Bunun bir sürü
alternatifleri vardır, ama maalesef her birinin ayrı problemi vardır. Bir de
130
diğer bir problem de şudur: gerçekten vatandaşın talebini kararlara yansıttığı
zaman doğru bir şey yapmış olur mu, bu da ayrı bir tartışmadır.
Şimdi bizim özellikle Altınşehir bölgesi dediğimiz bölgemiz,
nüfusumuzun yarısını oluşturuyor. 210 bin nüfus var, 110 bin civarı o
bölgede, 4 mahallede Altınşehir, Şahintepe, Güvercintepe. Anadolu’dan
biraz önce hocamın bahsettiği sebeplerden dolayı İstanbul’a göç etmiş ve
hemşericilik bağlarının onları oraya taşıdığı, ağırlıklı olarak oraya oturma
sebepleri belki o tür şeylerden kaynaklanan bir yapı.
Orada bir kere oraya gelen vatandaş aldığı arsaya kaç çocuğu varsa
o kadar kat yapmayı düşünüyor. 9 çocuğu varsa 9 kat, 2 çocuğu varsa 2 kat.
Sebep şu: ben aynı binada oturayım ki, işte oğlum, kızım, gelinim yani
İstanbul’un bu kötü ne bileyim işte ne tür ifade edilir, kötü yola düşmek tabiri
vardır ya, o tür şeylere kapılmasın. Anadolu’dan gelirken böyle saf ve temiz
bir duyguyla, bu düşünceyle geliyor ve o bölgede gerçekten seçimlere
gittiğimiz zaman görürüz, binaların en az %25’ine, 5 katlı binaların en dış
kapısından itibaren ayakkabı çıkarılıp merdivenlerde o şekilde ayakkabısız
girilir. Çünkü dış kapıdan itibaren artık mekân kabul ediliyor. İçerde aynı
aileden akrabalar oturuyor.
Şimdi böyle bir ortamda vatandaş eğer işte 12 çocuğu varsa 12 kat
talep ettiği zaman ne yapacağız veya vatandaş orada çocuklarını okula
göndermekte vs’de başka talepleri var; bunu belediye kararlarına yansıttığı
zaman sadece vatandaşın talebini yansıttığı zaman ne olur? Bu ayrı bir
tartışma, ama herhalde olması gereken o insanların da İstanbul kültürü diye
bir kültür oluşturulup bu kültüre yaklaştırılması konusunda belediyeler bir şey
yapmalı diye düşünüyorum.
Yani sadece vatandaşın taleplerinin karara yansıtılmasının çok
doğru olmadığını düşünüyorum. Bu şu manada değil, “evet kazandıktan
sonra vatandaşı da çok umursamayalım” manasında değil, ama İstanbul’a
gelen vatandaşın da artık her ne kadar ilk gelen anne-baba köyle kendisini
kıyasladığı zaman İstanbul’da bir mesafe alsa bile, burada doğup büyüyen
çocukların artık o yaşantıdan uzak olması gerektiğini düşünüyorum. Oralarda
yaşayıp hala İstanbul’da denizi görmeyen insanlar var, Boğaz’ı görmeyen
insanlar var. O aile için belki önemli bir şey değil, ama çocuklar için önemli
olduğunu düşünüyorum.
Devamında tabii bu demokratik katılımı bu şekilde izah ettikten
sonra, filen neler gördüm ve nerelerde sıkıntı yaşıyoruz onu kısmen
aktarmak istiyorum. Bizim o bölgemizde bir Şahintepe’miz var İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin araştırmasına göre İstanbul’un en
fakir mahallesi ve Bahçeşehir tarafına en yakın mahalle. Arada herhalde 1
km-1,5 km var. Bahçeşehir ise İstanbul’un zaten malum hem böyle elit
kesiminin oturduğu bir yer.
131
Bahçeşehir’de okullar ağırlıklı olarak kolej, sınıflar 10-12 kişi en fazla
maksimum 20 kişi. Ailelerin çoğu birden fazla dil öğrensin diye zaman zaman
çocuklarına yurtdışında 1 sene 2 sene eğitime gönderiyor, bu şekilde bir
eğitim anlayışı; devlet okulları da buna paralel, devlet okulları da en fazla 20
kişi, tam gün eğitim yapan, belirli bir rahatlığı sağlayan yapıda. Ama hemen
yan tarafta Şahintepe’de bir okulumuz var, ilk emlakçı oraları satarken boş
araziye yaptığı bir okul, daha iyi arsa satmak adına. 24 derslikli bir
okulumuzdu, 3200 öğrencisi, ikili eğitim, ikili eğitimde de ortalama sınıflar 7075 kişi, 80 kişiye çıktığı var. Hiçbir sınıfının kapısının olmadığı, kapılar yok
tam şeffaf yönetim ve maalesef 5.6. sınıfta çocukların okumasının,
yazmasının olmadığı bir okul.
Tabii geldiğimiz zaman manzara bu. Vatandaş oy verirken hiçbir
zaman benden yol, yani oy verme şartı olarak yol istemedi. Belediyenin
yapması gereken su istemedi, altyapı istemedi, okul istedi. Biz de tabii
belediye başkanı olduktan sonra ilk işimiz o okulu yıkmak ve yapmak. Tabii
okulu yıkıp yapmak sürecini de biraz anlatırsam herhalde fiilen
yaşadıklarımızı daha iyi bu salondakiler algılar diye düşünüyorum.
Evet, gerçekten insani açıdan da baktığımız zaman o okul birinci
derecede problem olan ve çözülmesi gereken bir şey. Tabii aynı siyasi
partideyiz merkezi hükümetimizle, Başbakanımıza o bölgenin durumunu izah
edip acilen oraya okul yapılmasını talep ettik ve söylediği aynen şu: “Başkan
arsa problemini hemen çöz, ben Milli Eğitim Bakanımıza talimat veriyorum
hemen okulu başlatıyoruz.” Yine Milli Eğitim Bakanımızla görüştüğümüz
zaman “Başkanım sen başkansın arsayı getir, ertesi gün ben okula
başlatıyorum.”
Arkadaşlar arsa problemini çözmenin de siz çoğunluğunuz herhalde
şehir plancı, az buçuk arsanın, planın ne olduğunu biliyorsunuz. 1670
dönüm tek parsel bir yer, 4500 kişiye yaklaşık 20 yıl önce satılmış. Onların
içerisinde ölenler var, şu anda 8 bin-10 bin hissedarının olduğu bir arsa. Arsa
problemini çözebilmek, boş bir yer bulmak ve 10 bin kişiden olur almak.
Şimdi evet bu konuda bir çalışma başlattık ama bu çalışma herhalde 3-5
sene. Pekala okulun durumu ne olacak bu 3-5 sene içerisinde?
Yani vicdanen doğru, ama kanunen yanlış iş yapmak burada
başlıyor işte. Yani belediyelerin birebir yaşadığı şey burada ortaya çıkıyor.
Bölgemizde iş yapan müteahhitlerin birisi tabii bizden önceki belediyeden
ruhsatını almış, inşaat yapıyor; değerli bir bölge ve iyi paraya satıyor. Para
kazanacağını biliyoruz ve bu müteahhidimizi çağırdık dedik ki yani ruhsatı
veren makamın ruhsatı iptal etme yetkisi de vardır. Avukatı ile beraber geldi
“dava açarız” dedim “açabilirsiniz ben de 15-20 sene avukatlık yaptım. Ama
bir 10 sene sonra burada ben olurum, olmam” “E ne yapacağız?” “Buradaki
okulu yapacaksınız”
132
Tabii kayda geçiyor belki, ama biz bizeyiz ve Kaymakamımızla
görüştük; dedik ki, “Bir hafta öncesinden bu okulu tatil edip yıkmaya
başlarsak yaz sezonunda yetiştirme ihtimaliz var.” Neticede Kaymakamımız
da bu işe razı oldu, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz de tabii Kaymakam razı,
Belediye Başkanı razı, İlçe Milli Eğitim Müdürünün de çok itiraz edeceği bir
şey yok, o da bu işe taraftar. İl Milli Eğitim Müdürüne iş gittiği zaman protokol
yapmamız gerekir.
Protokol nasıl olacak? Belediye, müteahhit, İl Milli Eğitim Müdürü
protokolü hazırlayacak, Valilikten onay çıkacak ondan sonra okula
başlanacak. Şimdi Hukuk İşleri Müdürümüz geldi “Başkanım acilen meclisi
toplamamız gerekir” Niye? “protokole imza atmak için yetki almanız
gerekiyor.” Dedim “ben de avukatım, sen hemen şu protokolü getir” İki
protokol yapıyoruz bir ikili protokol, bir üçlü protokol. İki protokol aynı
maddeleri içeriyor, sadece tarafları farklı. İkili protokolde müteahhitle ilçe
belediyesi olarak biz, üçlü protokolde müteahhit, ilçe belediyesi, il milli eğitim
müdürlüğü.
Hemen onu hazırlattı ben imzayı attım. Dedim şu anda da sence ben
ne yaptım? Yetkisiz olarak okul yaptırmak için protokol imzaladım, daha
ötesi var mı yok. Hukuken bunun cezası var mı? O da yok. Olsa olsa bunu
geçersiz sayarlar dedim zaten o manada bir sıkıntımız yok ve o zaman
dedim gerçekten de o doğru çıktı, biz öbür protokolü gönderelim okul
bittikten sonra o gelir dedim ve şu anda okul bitmek üzere hala o protokol
dönmedi.
Şimdi tabii böyle şeylerle karşılaştığınız zaman ne yapabiliriz, nasıl
aşarız? Ben şu anda merkezi hükümet aynı siyasi partideniz, belki geçmişte
avukatlık yapmamızdan dolayı birebir hapis yolu görünmeyen, gayrikanunî
yolları zorluyoruz. Ama her belediye başkanından bu beklenebilir mi?
Beklenemez.
Diğer bir konu, her belediye başkanı görevi olmayan bir şeyi yapmak
zorunda mı? Ona da baktığımız zaman, evet orası bir okul ve Milli Eğitim
Müdürlüğü, Bakanlık bununla ilgilenmesi gerekiyor veya Özel İdare. Ama
bizim için bir öncelikli problem.
Tabii bu tür şeyleri her ilçede bulmak mümkün, şimdi ilave olarak
bizim diğer yapmamız gereken bir şey şu: Bahçeşehir’de bir göletimiz var,
daha önceden belediye etrafını çevirmiş ve Bahçeşehirde oturan herkese
kart vermiş, kartla giriliyor. Bahçeşehirli diyor ki, “biz ilçe olduk, büyük
haksızlık yapıldı. Şahintepe’deki insanlar buraya hafta sonu çıkıp gelip
kasaptan 1 kilo tavuk kanadı alıp, buraya mangalı açıp mangal mı yapacak?”
bunun telaşında. Beri taraftakiler de “biz o bölgeye geçebilecek miyiz” onun
telaşında.
133
Bu iki kutup birbirini sanki Seferoğulları hikâyesi vardı ya eski Türk
filmi. Tabii bundan bu bölgeyi kurtarmak gerekiyor. Yaz döneminde yaz spor
okulları ile ilgili bir çalışma yaptık 4200 öğrenciyi yaz spor okuluna
yönlendirdik, ağırlıklı olarak da o orta bölgede. Düşüncemiz de şuydu yani
zaten okul harici dönemde çocuklar boşta kaldığı zaman evin içinde
durmuyor, duramıyor, meşgul olacağı bir şey yok. Dışarılarda oluyor,
dışarılarda da gerçekten ciddi sıkıntı. En azından sporla meşgul olsun ve o
bölgede bulamadığı spor yapma imkânını bir başka bölgeye aktararak
yaptırabilelim.
Orada Bahçeşehir kısmında tabii basket kulübü var Baskent 34 diye.
NTV’de yorumculuk yapıyor, Murat Murathanoğlu; gerçekten de iyi bir kulüp,
orada elit, zengin kesimin veya fabrikatörlerin çoğunlukta olduğu bir tenis
kulübü var. onlara dedim ki: “Siz bu aradaki insanlarla barışmak
durumundasınız.” Orada 5.-6. sınıfta okuması yazması olmayan çocuk
herhalde buradan ayrıldıktan sonra veya yaşı 25-30 olduktan sonra camii
imamı olmaz yani.
Yani şu anda da orada gerçekten ciddi bir problem var emniyet
açısından, tinerci, bali bağımlılarından vs’den. Kendi mahallesindeki
insanların gece belirli bir saatten sonra dışarı çıkamama problemi var. O
insanlar, oradaki o çocuklar o problemi buradan Kadıköy’e taşımazlar.
Birisini yolda bali bağımlısı, tiner bağımlısı olduğu zaman gasp edecekse
gidip de Kadıköy’de, Tuzla’da birisini gasp etmeyi düşünmeyecek, en yakın
mahallesindeki birisinden para alma hesabı yapacak. O zaman bu sizin
probleminiz aynı zamanda dedik ve o bölgeden biz o kulübe yaz spor
okuluna öğrenciler getirdik ve kış döneminde de o kulüpte devam etti ve
devam ediyor. Yine tenis kulübüne, elit bir kesimin belki sporudur tenis, ama
150 öğrenciyi o yaz döneminde devam ettirdik, kışın da devam edecek bir
yapıyı oluşturduk. Yani aradaki bu uçurumu kapatmanın hesabını yapıyoruz.
Şimdi bu nasıl yapılabilir? Bunun sebepleri nedir, nasıl çözülür?
Onlar çok farklı bir şey belki, ama maalesef yaşadıklarımız bunlar. Bunlar
beraberinde birçok problemi getiriyor tabii özellikle de rant meselesini
getiriyor. Yani rant önce varoş olan yerlerin böyle planlanması, planlı hale
dönüşmesi ve onunla birlikte değerinin astronomik artması. Bu rantın belirli
bir ayağı, diğer bir ayağı büyük sermayedarların gelip bir bölgede bir yatırım
yapması. İkisi de şart mı? Ben şart olduğuna inanıyorum, bu eleştirilebilir.
Yani Etiler’de Akmerkez yapılmalı mı, yapılmamalı mı tartışılabilir,
ama ben Akmerkez’in Etiler’e bir değer kattığını, Türkiye’ye bir değer
kattığını düşünüyorum. Ama Akmerkez oraya geldiği zaman sadece
yapanların cebine para aktarmakla da kalmamalı. Hocam ayrıldı ama en son
söylediği bir şey vardı, orada tabii ben de öğrenciydim ama o döneme
yetişemedim; herhalde bu şerefiye vergisi dönemine. Bu tür bir şeyle bir
şekliyle yerel yönetimlere o ranttan para aktarılmalı ve o ranta uygun altyapı
134
orada oluşturulmalı. Akmerkez yapıldıysa önündeki kavşak 10 sene sonra
yapılmamalı o projeyle birlikte yapılmalı. Veya Bakırköy’de Capacity
yapıldıysa o Capacity’nin işte gereği olan altyapı yapılmalı. Ama Capacity
yapılıyor belediyenin aldığı ne? Çok cüzi bir miktar; draya yapılan yatırım
ne? Çok ciddi bir yatırım. O zaman ne oluyor? O zamana bırakılıyor veya
işte farklı şekillerde yapılıyor.
Belediye başkanlarının tabii şöyle bir sıkıntısı var, tabii süremiz
dolmak üzere; özellikle arkadaşlar seçilen belediye başkanlarının kaynak
yetersizliğinden dolayı seçenekleri çok fazla değil, birkaç tane. Bir tanesi
merkezi hükümetin kapısında yatıp kalkıp, kendi kaynakları yetmediği zaman
merkezi hükümetten kaynak almak. Merkezi hükümet de tabii onun da her
belediyeye aktarmak gibi bir imkânı yok, belirli kapısında yatıp kalkan
belediyelere aktarma gibi bir şeye dönüşür; seçeneklerden birisi bu.
Biz ilçe belediyelerinin diğer bir seçeneği, Büyükşehir’in kapısında
yatıp kalkmak, Büyükşehir’in kaynaklarıyla yatırım getirmek. Diğer bir
seçenek biraz önce okul hadisesinde anlattığım gibi, zoraki vicdanen doğru
ama kanunen yanlış olan usullerle kaynak oluşturmak. Diğer bir seçenek de
tabii bu maalesef Türkiye’de çok konuşulan, ama az uygulanan,
uygulanması çok nefret ve tepki çeken bir şey; “Bir sefer seçildim; kendimi,
ailemi kurtarayım, boş ver milleti” deyip 5 yıl boyunca ona bakmak. Diğeri de
hiçbir şey yapmamak ve öbür seçime nereden bulaştım bu işe deyip kendi
kendine dövünmek.
Herhalde ilk 3 seçenekten birisini uygulayıp bir şekilde bir gelir
oluşturup hizmet üretmek muhakkak ve hizmet üretmek en doğrusu diye
düşünüyorum. Kalıcı olmanın yolunun da buradan geçtiğini düşünüyorum.
Şu anda bir tasarı var; eğen o kanunlaşırsa özellikle bu rant vergisi
diyebileceğimiz bir yerde planlama, imar, yol geçtiyse ilk defa özellikle imar
planı yapılan yerlerde tek seferde alınmak kaydıyla tapuya işlenip, alınmak
kaydıyla bir vergi oluşturuluyor. Kanun tasarısı Meclise gelmek üzere diye
ümit ediyoruz. Eğer o çıkar ise, belediyelerin bu gelir durumu da biraz
düzelir, şeffaflaşmak daha hızlı olur. Özellikle belediyelerdeki şeffaflaşmanın
önüne geçen tek etkenin vicdanen doğru kanunen yanlış olabilen şeyleri bir
şekle toplumun zorlaması, şartların zorlamasından kaynaklandığını
düşünüyorum. O beraberinde bir sürü şey getiriyor.
Ben süremi biraz aştım galiba, teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Başkan teşekkürler. Bu arada
Düzenleme Komitesinden bir uyarı aldım, saat 1’de toplantıyı bitirmemiz
gerekiyor. Onun için gerçi bundan sonra konuşmacılara bir haksızlık gibi
görünüyor, ama 15 ile 17-48 dakikada sınırlamaya çalışırsak belki cevap da
alabiliriz.
135
Sayın Fikret Toksöz zannediyorum kürsüyü kullanacak, ben bu
arada hızlıca onu tanıyorsunuz ama tanıtayım. Kendisi hem lisans hem
yüksek lisans düzeyinde mektepli siyasetçi; şu anda da Sabancı Üniversitesi
İstanbul Politikalar Merkezinde ve TESEV Vakfında danışman ve en son
2009 yılında henüz daha mürekkebi kurumayan bir çalışması var yerel
yönetim sistemlerini karşılaştıkları.
Krize de aslında bu oturumla ilgili hazırlık yaparken bir parça optimist
bir bakışını çalışmaları arasında yakaladım ki, o da ekonomik büyümenin
çevresel değerler üzerinde yarattığı baskıyı en azından durdurması ve
yeniden bir yapılanmayı tetiklemesi açısından da ekonomik krize bir pozitif
bakış açısı var, duymaya ihtiyacımız var aslında.
Buyurun Sayın Toksöz.
FİKRET TOKSÖZ (TESEV)- Teşekkür ederim.
Şimdi iki konuşmacıyı dinleyince şöyle bir gerçekle karşı karşıyayız:
bir tanesi her şeyden yakınan, alışıldığınız tip bir eski yaklaşım, öbürü de
gerçekler karşısında ne yapacağını bilemeden bir takım yöntemler bulmaya
çalışan bir şey. Aslında çok önemli bir dönemde yaşıyoruz, 20. yy’da
dünyaya egemen olan iki sistem arka arkaya sona erdi. Birincisi reel
sosyalizm 1990’da sona erdi, 20 yıl sonra da serbest piyasa ekonomisi sona
erdi.
Bütün benim için öğrendiklerim çöpe gitti. Belki gençler bu işten
kurtarabilir, ama orada da bir tehlike var; eski sisteme göre yetişmiş
hocalardan alacakları derslerle ne kadar çözüm üretirler onu bilemiyorum.
Bu hepimiz için bir eleştiri. Dolayısıyla, bu alışılmış şeyleri bir tarafa bırakıp
çok daha yaratıcı, çok daha dinamik bir şeyler yapmak durumundayız diye
düşünüyorum.
Ben böyle bir sunum hazırladım, ama bu sunum da çok önemli değil.
Bazı şeyleri sizinle paylaşmak istiyorum sadece. Sonra da ne olduğunu
göstermek istiyorum. Tam burada anlaşılmıyor ama kalkınmanın olduğu
dönemlerde, 2006 yılında bir grafik bu. Bu grafikte Türkiye de gözüküyor.
Türkiye şöyle tam ortada bir yerde duruyor. Bu grafik neyi anlatıyor? Şunu
anlatıyor: özellikle krizin ortaya getirdiği şey yoksulluktur. Yoksulluk krizden
önce de vardır, ama keskinleştiren şey yoksulluğun yaygınlaşmasıdır ve sayı
olarak da çoğalmasıdır.
Şimdi Türkiye gibi ülkeler ekonomi büyüdükçe, pasta artınca
pastadan fakirler de pay alır diyor. Başkaları ise burada çok ekstrem bir
örnek var en solda, o da dünyada yeni kurulan bir yığın dertten sonra
kurulan, burada görülen Brezilya ve Burkina Faso’ya bakalım. Brezilya’da
önemli şeyler yapıldı arkadaşlar. Brezilya’da zenginlik yeniden dağıtıldı.
Şimdi ekonomik kalkınma denen şeyin öteden beri alışılan 3 boyutu vardır.
136
Bir tanesi ekonomik kalkınma, öbürü sosyal içerme, üçüncüsü de ekonomik
sürdürülebilirlik olarak söyleniyor. Buna şimdilerde dördüncü bir boyut
eklendi, o da kültürün gelişmesi.
Şimdi Brezilya bu sosyal içermeyi ekonominin yarattığı zenginliği
yeniden dağıtarak sağladı. Yoksullukla mücadeleyi böyle sağladı. Bu son 15
yılda Brezilya bir takım şeyler yaptı. Türkiye ise ciddi biçimde Türkiye’de
sosyal hizmetler, sosyal yardımlar çok büyük çapta arttıysa, 2002’ye göre 3
kat arttı bu dönemde. Buna rağmen ekonomik zenginlik dağılıma baktığınız
zaman eşitlikçi değil çok kötü bir durumda. Sadece ekonomik kalkınmaya
bağlı bir yani büyümeye bağlı bir iyileşme mümkün gözükmüyor. Krizde
Türkiye’de ne oldu? %13,6 gözüküyor 2009 Mayısında.
Tabii Türkiye’de krizle birlikte olan başka bir şey var; hepimizin bildiği
işte IMF, Dünya Bankası, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ekonomide %6
daralma diyor, aslında %6 değil daralma daha büyük bir daralma. Çünkü
krizden önce Türkiye %7 kalkınıyordu sıfıra indi, sıfırdan 6’ya düştü. Yani
%13’lük bir daralmayla karşı karşıyayız. Çok ciddi bir daralma ile karşı
karşıyayız.
Peki, kriz kentleri nasıl etkiledi? Çok yeni bir araştırma yapıldı 5
büyük kentte İstanbul içinde bunun. Bu araştırma bir ay önce bitirildi ve
yayınlandı. Burada da görüyorsunuz insanlar ne yapıyorlar? Gıda
harcamalarını azaltıyorlar, çocukları için ayırdıkları gıda masraflarını mesela
süt içirmiyor, içiriyorsa süt de içirmiyor. Sağlık harcamalarını azaltıyor, eğitim
harcamalarını azaltıyor. Özellikle bundan en çok etkilenen kız çocukları tabii
kızlar. Kızı okula göndermiyor. İlköğretim mecburi ortaöğretim de
göndermiyor. Böyle bir sorunla karşılaşıyoruz.
Şimdi ankete katılanların %10’u ayni ve nakdi sosyal yardım aldığını
söylüyor. Bu aslında işsizlik aylığından yararlanabilenler, ancak işsiz nüfusun
sadece %7’lik kısmı. İŞKUR’un İş Eğitim Programından yararlananlar işsiz
nüfusun %7’si. Burada tabii İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hakkını
yememek lazım; İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSMEK aracılığıyla ciddi
sayıda öğrenciye veya işsize iş edindirme kursları açmaktadır. Ama orada da
çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Bu yapılan büyük gayretin bir
değerlendirmesi yapılmamıştır; acaba bu eğitimden geçen kişiler iş
bulabiliyorlar mı? Yaratıcı bir şey oluyor mu, kendi işlerini kurabiliyorlar mı
bunu hiç bilmiyoruz. Bunlar evlerinde oturuyorlarsa bu iş üretmek, iş
yaratmak değil olsa olsa boş zamanları değerlendirme faaliyeti olarak
görülebilir. Zaten çoğu da yapılan şey gördüğümüz gibi, yapılan çalışmalara
baktığınız zaman aşağı yukarı bir boş zamanları değerlendirme anlayışı
içinde yapılıyor. İşte yamalı bohça yapmak ya da ebru kursları gibi kurslar
var. Öbürlerini küçümsediğim için söylemiyorum, ama yeniden düşünmek
gerektiğini gördüğüm için söylüyorum.
137
Şimdi başta da söylediğim öğrendiğimiz her şeyi bir tarafa atıp
yeniden düşünmemiz gerekiyor, yeniden üretmemiz gerekiyor. Bir yığın para
harcıyoruz, bu paraların doğru dürüst harcanması gerekiyor. Tabii ki
Büyükşehir de bundan yeniden bu sistemi düşünmesi lazım. Asıl Büyükşehir
bir şeyler yapabilir krizde diye düşünüyorum. Burada da şimdi şehirlerde
kayıtlı ve kayıt dışı güvenlik ağlarına baktığınız zaman, bunun bir kısmı
İngilizce kusura bakmayın; çünkü bu öneri bize geçen hafta çarşamba günü
geldi başka bir hazırlık yapıyorduk oradan bazılarını buraya aktardık.
Tabii bu tür toplantılar yapılırken ben de çok toplantı düzenlediğim
için arkadaşlara da bir eleştirim çok konuşmacı almayın, 2-3 tane konuşmacı
alın. Buradaki oturanlar da sadece dinlemesin, soru sorsun, biraz katkıda
bulunsun. Yani böyle 5 kişi, 6 kişilik grup olmaz. 1 kişi 2 kişi öbür tarafı bu
tarafı konuşmalı. Aslında daha önce yaptığınız şey “round table” ya da
yuvarlak masa toplantıları daha elverişli gözüküyor bu iş için.
Şimdi burada da görüyoruz genel olarak insanlar yakınlarından para
alıyorlar. Yani kamu kaynaklarından yararlanmıyorlar. Yakınlarından yardım
görerek krizin etkilerini azaltmaya çalışıyorlar. Ama son zamanlarda şöyle bir
değişme var Türkiye’de: 2003-2008 bu TÜİK’in yaptığı bir araştırmanın
sonucu, belediyelerin sosyal yardımlarında ciddi bir artış olduğunu
görüyorsunuz. %8’den %21’ çıktı. Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Genel
Müdürlüğünde de bir yükseliş olduğunu görüyoruz.
Yine de ama en çok şey akraba ve tanıdıktan gelen bir yardım var ve
belediyelerin giderek sosyal refah devletini işlevini devletin üstünden
aldıklarını görüyoruz. Yani belediyeler çok zor işler yapıyorlar bir de şimdi de
işsizlikle ve de yoksullukla uğraşmak durumunda kalıyorlar. İşte demin Sayın
Başkan kendi bölgesindeki sorunları söyledi görüyor.
Peki, İstanbul nereye gidiyor? Bunu hepiniz biliyorsunuz, ama işte 18
senelik sonuç bu, 375 bin kişi 2008 yılında İstanbul’a göç etmiş, bunun
%10’u Güneydoğu ve Doğu Anadolu’dan geldi. Aslında 3 şehirden geldi
böyle dediğime bakmayın, Erzurum, Diyarbakır ve var galiba 3 şehirden
geldi. Şimdi size İstanbul’un gelişmişliği ile ilgili bizim yaptığımız bir çalışma
bu şimdi İstanbul’da büyük bir Avrupa Birliği projesinin ortağıyız, o da şu:
İstanbul, Bursa, Ankara ve İzmir’de göçün meydana getirdiği sorunların
azaltılmasına ilişkin bir proje yürütüyoruz, Avrupa Birliği projesi. Burada da
büyükşehrin iki amacı var projenin; büyükşehrin göç problemini odak olarak
üstlenmesi ve göçün meydana getirdiği sorunlarla baş edebilmek için özel bir
eylem planı yapması ve belediyenin kapasitesinin artması.
Şimdi tabii çok bilim adamlarının da en çok, bilim kadınlarının da en
çok şikâyet ettiği bir nokta var. Türkiye’de çok veri var, ama bilgi yok. Verileri
bir araya getirmek çok zor, ayrı ayrı toplamak çok zor. Maalesef bir yanlış
adım attı Türkiye; nüfus sayımını ortadan kaldırdı şimdi tamamen Türkiye’nin
138
nerede olduğunu kimse bilmiyor. Hâlbuki Türkiye gelişmiş olarak bugüne
kadar dünyada en iyi istatistikleri olan, güvenilir istatistikleri olan nüfus
açısından bir ülkeydi. 2000 yılından sonra istatistik sayım yapılmadığı için
yapılmadı, ama dün gazetelerde gördüm Sayın Devlet Bakanı açıklıyor
“2011 yılında tekrar nüfus sayımı yapacağız” diyor.
Tabii onların da eski alışkanlıklarını bırakıp 50 sayfalık soru
sormamaları lazım; 2-3 sayfa içinde temel bilgileri almaları lazım. Böylece de
insanları uzun süre evlerinde tutmanın da anlamı yok. Ama şimdi bu 2000
nüfus sayımına göre ekonomik gelişmişlikle ilgili bir haritayı gösteriyorum.
Ekonomik gelişmişlik zaten Boğaz’ın kenarında ve Kadıköy’de, biraz da işte
sahillerde Bakırköy’de olduğunu görüyorsunuz diğer bölgelerde ekonomik
gelişmişlik bu.
Peki, bu 2007’de ne olmuş? Tam karşılaştıramıyoruz çünkü 2007’de
2000’deki gibi gelişkin endeksler yok elimizde. Bu kendi oluşturduğumuz bir
ekonomik gelişmişlik endeksidir. Burada da Sayın Belediye Başkanının
bulunduğu yerde yeni gelişmiş zenginlikler görüyoruz işte Bahçeşehir gibi,
üstteki ormanın içindeki Kemerburgaz gibi alanların oluştuğunu görüyoruz.
Biraz da işte İstanbul’un içinden zenginler sağa sola doğru kaymaya
başladılar, onu da burada görüyoruz.
Bir başka harita ortalama gelire göre yapılan bir harita. Şu yeşil
noktalar, koyu yeşiller aylık kazancı 2100 lira ile 6400 lira arasında olanlar.
Yoksulluğun nerelere gittiği gözüküyor burada. Şimdi bütün bunları niye
yaptık? Bütün bunları bu çok yeni bir çalışma henüz bitiremedik yani
İstanbul’la ilgili bir resmi ortaya koymak için yaptık bu çalışmayı. Yoksulluk
nerelerde toplanıyor ve buralarda belediyeler ne yapabilir acaba? Yoksulluk
istatistiklerde göründüğü zaman pek bir şey ifade etmiyor, ama görsel olarak
baktığınız zaman karar vericiler için daha kolay bir şey oluyor.
Şimdi buradan ne yapmalı diye bir soru sormak lazım. Bunlar benim
sınırlı bilgimle ve geçmiş kültürümle söyleyeceklerim, ama dediğim gibi
bunları hep bir daha düşünmemiz, bir daha yorumlamamız gerekiyor. Şimdi
çok acayip bir sistemle karşı karşıyayız, o da şu: Valilik var, belediye var,
vakıflar var, Büyükşehir Belediyesi var, belediyeler var hepsi ayrı ayrı
İstanbul’da para dağıtıyor. Şimdi biz bu paralar ne kadardır diye bakalım
dedik, Valilikten zor bela bilgileri aldık ama Belediyeden bilgileri alamadık.
Büyükşehirden alsak bu sefer alttaki belediyelerin tamamından bilgi almak
lazım. Herkes ayrı ayrı dağıtıyor aralarında bir kriter yok ve ciddi paralar
dağıtıyorlar.
Bu İstanbul’da bu ikilemi, üçlüğünü filan ortadan kaldırmak lazım.
İstanbul’da Valiliğin yani İl Özel İdaresini kaldırmak lazım, Valilik durabilir.
Ama İl Özel İdaresini kaldırmak lazım. Böylece İl Özel İdaresinin bütçesi
arkadaşlar 880 milyon lira yani 1 milyar liraya yakın bir para. Şimdi devlette
139
üç türlü sağlık müdürü var; Büyükşehir Belediyesinin sağlık müdürü var, İl
Özel İdaresinin sağlık müdürü var bir de devletin sağlık müdürü var. Yani
böyle karmaşık bir sistemle karşı karşıyayız.
Derhal 2003’te başlayan desantralizasyonun devam etmesi
gerekiyor. Ciddi biçimde merkezi yönetimin ilişkilerini yeniden koymak,
merkezi hükümetin görevlerini yeniden düşünmemiz gerekiyor.
İstanbul’da şimdi şöyle bir şey söylenmişti “üst düzey hizmet sektörü
gelişiyor.” Peki, üst düzey hizmet sektörü için insan kalitesini nasıl
artıracağız? Şimdi Sayın Başkan bir örnek verdi arkadaşlar İstanbul’da 1
milyon 800 bin ilköğretim çağında öğrenci var. 1 milyon 200 tanesi ikili
öğretim görüyor. Özel okullarda okuyan çocuk sayısı da 100 bin, yani hiçbir
şey değil. Bu eğitim düzeyiyle İstanbul, İstanbul’un da bir de büyük hedefleri
var hepimizin de çok beğendiği işte dünya kenti olacak diye düşünüyoruz,
ama bu hedefe varamaz.
Tabii şimdi bu kriz zamanlarında en çok ihmal edilen işlerden bir
tanesi de çevre meselesidir. Çevrenin hiç ihmal edilmeden daha da üzerine
gidilerek yapılması gerekiyor. Bir de sosyal politikaların gerçekten
denetlenmesi ve verimliliğinin takip edilmesi için belki bağımsız bir şey
kurmak lazım. Bu belki Türkiye’deki üniversitelere, İstanbul’daki
üniversitelere düşüyor. Ya da başka bir şey kurmak lazım, çünkü kime
paranın gittiği belli değil, nasıl dağıtıldığı belli değil. İstihdamı yaratıcı
projelere mutlaka ağırlık verilmesi lazım; şimdi belediyeler bu konuda önemli
rol oynayabilir. Şimdi bizim ilkokullarımızda hemen hemen temizlik hizmeti
hiç görülmüyor. Velilerden para toplanabilen yerlerde yapılıyor, bunları
mesela belediyeler geçici istihdamla şimdi 100 bin kişilik bir geçici istihdam
paketi çıkardı hükümet. Bunlar İstanbul’da sosyal hizmetler, çevre, kültür,
sanat ve eğitim sektöründe hemen yapılabilir, geçici işçi yaratmak lazım
İstanbul’daki çöküşü önlemek için bu gerekiyor.
Şimdi bu katılım meselesi bir sorun olarak söylemişlerdi, hocam
başlangıçta böyle bir soru sordu. Aslında katılım meselesinde yasal altyapı
aşağı yukarı oluşturulmuştur. Ancak Türkiye’de bu yerel yönetim reformu
yapılırken özellikle Türkiye Mimar Mühendis Odalarına bağlı bütün birlikler,
bütün odalar o kadar karşı çıktılar ki kanunu hiç incelemediler. İki tane siyasi
şeyle karşı çıktılar; biri Türkiye’nin bütünlüğü bozulacak, ikincisi laiklik
tehlikeye girecek diye.
Ama kanunun orijinalinde çok müthiş katılımcı önermeler vardı, ama
özellikle Türkiye’de Mimar Mühendis Odaları işte Çevre Mühendisleri Odası
ya da Şehir Plancıları Odaları bu işlere katılmayınca o katılımcı
mekanizmaları yok etmek görevi Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’e
düştü. Melih Gökçek her gün Meclisteydi, ama sivil toplum dışarıda hayır
dediği için kanun geçti, kanunu Anayasa Mahkemesi döndü bu sefer CHP
140
boykot etti, kanun hiç muhalefete uğramadan hükümetin orijinalinde
öngördükleri bile çıkarılarak yasalaştı.
Ama buna rağmen şimdi kanunda odaların imar komisyonuna ve
diğer komisyonlara katılma hakkı vardır bunu talep etmek lazım, bunu
yaratmak lazım, bunu üretmek lazım. Talep ediyorsunuz hayır diyor.
Mahkemeye gideceksiniz, dava açacaksınız; bunu gerçekleştirmek lazım. Bu
konuda aslında Başbakanlıkta bekleyen bir de kanun tasarısı var. İstanbul
Hukuk Fakültesi hazırlamıştı; İdari Usul Kanunu diye bir kanun var. Adalet
Bakanlığı web sitesine girerseniz görebilirsiniz. İdari Usul Kanunun her türlü
idari işlem ve eylemde, ilgili tarafların görüşünün alınmasını zorunlu hale
getiriyor. Bu kanunun çıkması için yine odalarımızın ve üniversitelerimizin
hükümet üzerinde baskı kurması lazım.
Kaldı ki, Avrupa Birliği’nin ilerleme raporu 5 senedir aynı cümleyi
yazıyor; belediyelerde reform yaptınız, 3 hususta eksiklik vardır, birincisi
katılım, ikincisi hesap verebilirlik, üçüncüsü şeffaflıktır. Bunu sağlayamadınız
diyor ve bunun hemen çözülmesini istiyor, ama bu konuda çok cılız bir
hareket olduğunu söylemek lazım. Erke sahip olanlar kendi gönülleriyle
hiçbir şeyi paylaşmazlar, paylaştırmak zorundayız yeni demokrasi anlayışı
da budur zaten, böyle yapmak lazım.
İkincisi kentsel rantla olarak Sayın Belediye Başkanı da söyledi;
İçişleri Bakanlığı bir kanun tasarısı hazırlamış durumda. Başbakana da
sundular ve bu konuda şunu söylemek istiyorum tabii Türkiye’de hiç bellek
oluşmadığı için, aslında 1978-80 dönemi arasında Türkiye’de Yerel Yönetim
Bakanlığı diye bir bakanlık kuruldu. Bendeniz de bu bakanlıkta üst yönetici
olarak görev aldım ve benim başkanlığımda hazırlanan bir kanun tasarısı
Meclisten geçti, ama Cumhurbaşkanının vetosuyla geri döndü. O kanun
tasarısı neyi getiriyordu? Kentsel rantı getiriyordu, rantın vergilendirmesini
getiriyordu. Hazırladığımız kanun tasarısı beyefendinin de söylediği gibi şehir
plancıları ve mimarlar tarafından da tabii eleştirilebilir. Çünkü o kanunda
şimdi aynı maddeyi bu hükümet de koyuyor; belediyenin herhangi bir
kararıyla kat yükseltilmesi, imar yapı alanının genişletilmesi ya da yeni imar
alanlarının açılaması durumunda ortaya çıkan değer artışının %30’unun
belediyeye ödenmesi koşulu vardı.
1979’da bu kanun o günün politik atmosferinde son derece güç
koşullarda çıkmıştı. Eğer o kanun o gün çıksaydı bükün aksaklıklarına
rağmen 1999’da 100 bin ev yıkılmamış olacaktı, 24 bin kişi ölmemiş olacaktı,
100 bin kişi yaralanmamış olacaktı. Çünkü rantı vergilendirmediğimiz zaman
ne oluyor? Rüşvet olarak dönüyor, bir kısım da kamu hizmetlerine geri
dönüyor.
İstanbul’daki rüşvetin bütün kaynağı kentsel ranttan doğmaktadır. Bu
kentsel rantın şimdi İçişleri Bakanlığı böyle bir kanun tasarısı hazırlamış
141
durumda ve hükümetin yatırım planında da var, 3 yıllık mali planında da var.
Önümüzdeki günlerde Meclise getirmelerini bekliyorum. Meclise getirirlerse
geç de olsa kentsel rant vergilenecektir, bunu çok önemli ve olumlu bir adım
olarak görüyorum. Tabii kentsel rantı vergilediğiniz zaman şöyle bir şeyle de
karşılaşacaksınız: spekülatörler “bu sefer belediyelere şuradaki kat alanını
artırma artır” diye bir takım şeyler de çıkabilir, bir şeyi de bozabilir. Ama ona
karşı da yapılacak şey, bugünkü imar düzeninin demokratikleştirilmesidir. Bu
imar
düzeni
demokratikleştirilmedikçe
bu
çözülemeyecek
gibi
gözükmektedir.
Eşgüdüm meselesinde de, İstanbul’da böyle parçalı yönetimi bırakıp
tek bir yönetim kurmanın artık zamanı gelmiştir. İl Özel İdaresi ile İstanbul
Büyükşehir Belediyesi birleştirilirse sanıyorum ki, büyük çapta tabii İstanbul
Belediyesi’nin içinde yüzlerce daire var, onların arasındaki koordinasyonu
kurmak falan çok zor. Ama çağımızda etkin bir bilgisayar gibi çok iyi önemli
bir araç var. Etkin bir bilişim sistemiyle bunu çözebiliriz diye düşünüyorum.
Çok teşekkür ediyorum. Yeni şeylere ihtiyacımız var,
düşüncelere ihtiyacımız var diye; umudumuz gençler.
yeni
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz Sayın Toksöz.
Hızla dördüncü konuşmacımıza geçiyoruz.
Asuman Yeşilırmak, kendisi mimar kimliğiyle katılıyor, ama aslında
Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir bürokrat. İstanbul’un son üç üst ölçek
plan çalışmasında, 1980, 1995 ve 2006 planlarının üçünde de yer almış çok
az sayıda kişiden biri ve bu kentsel dönüşüm alanlarında alt gelir grubunun
mağduriyeti konusunu çok uzun süredir bürokrasi çevrelerinde sıklıkla
tartışan bir bürokrat.
Buyurun Asuman Hanım sizi dinliyoruz.
ASUMAN YEŞİLIRMAK (Mimar)- Ben bütün katılımcıları saygıyla
selamlıyorum.
İstanbul tarihi boyunca üstlendiği roller gereği hep önemli
dönüşümlere sahne olmuş bir kent. Ülke ekonomisinin başkenti, kültür
başkenti, birçok bakımdan bir çekim merkezi. Diğer yandan hızlı, plansız,
altyapısız kentleşme sorunları ile afetler karşısında dayanıksız bir kent.
Deprem bekleyen, şiddetli bir yağmurda bile canlar kaybettiğimiz bir kent.
Bugün kendisine biçilen yeni roller, yeni işlevler söz konusu. Doğal
olarak, sanayiden arındırılıp hizmet kenti, finans kenti, kültür kenti, turizm
kenti, lojistik kenti gibi yeni roller biçilirken ve bunlara uygun düşmeyen
142
istihdam yapısı, altyapı eksiklikleri, düşük yaşam kalitesi, kentsel kaynakların
hesapsız tüketimi vb. sorunlarla karşı karşıya. Dünkü oturumda bu kentin
küresel ölçekteki ekonomik krizden önemli ölçekte etkilendiği rakamlarla da
açıklandı ve dolayısıyla İstanbul’un yönetimi bu anlamda gerçekten önemli
bir konu.
Aslında İstanbul’un bu fiziki ve sosyal sağlıklaştırılması, işte doğal,
kültürel değerlerinin korunması yönünde bir dönüşüme ihtiyacı olmadığı da
söylenemez. Ama doğal ve kültürel değerlerini daha fazla tüketmeden, içinde
yaşayan insanı yok saymadan bu dönüşümü planlamak, yönetmek bu
dünyanın belki de en zor, en karmaşık, en hassas, en çok boyutlu
düşünülmesi gereken işlerinden biri; ama şu ana kadarki gelişmelere ve
uygulamalara baktığımızda da çok hafife alındığı görülebilir.
Ben Sayın Belediye Başkanının da affını dileyerek şöyle bir şey
söylemek istiyorum. Bu kenti yönetmeye, planlamaya, dönüştürmeye
soyunan siyasetçiler ya da siyasetçilerin seçtiği bürokratlar, siyasi tercihlerle
gelen bürokratlar genellikle “kervan yolda düzülür” mantığıyla geliyorlar ve
belli bir politikaları olmadan, derinlemesine bilgileri olmadan, yüzeysel
bilgilerle birçoğu “en iyi plancılar” haline geliyorlar.
Tabii bu yolda düzülen kervan İstanbul gibi devasa sorunları olan bir
kent olduğunda kararların ve bu denemelerin yani gerçekten vahim
denilecek yanılmaların da ortamı oluyor ve bu hep de böyle devam ediyor
nedense.
Kent planlaması, kent yönetiminin önemli bir aracıdır. Bugün kent
planlaması yalnızca kentsel alanın belli işlevlere tahsis edilmesinden ibaret
değildir. Planlamanın gözetmesi gereken birçok önemli faktör ve yönetmesi
gereken süreçler vardır. İstanbul artık sanayi kenti olmasın; turizm kenti
olsun, hizmet kenti olsun, bilgi kenti olsun. Ama bunu demek de yeterli değil;
büyük oranda vasıfsız işgücüne dayalı İstanbul sanayii. Sanayi gitti, işgücü
beraberinde gitmeyecek.
Planlama işsizlik ve sosyal patlamanın yaratacağı etkileri ve bu
istihdam yapısının nasıl dönüştürüleceğini hesaba katmak zorunda.
Sanayiden boşalan alt merkezler, üst düzey yönetim alanları küresel
ekonominin gerektirdiği alanlara dönüşecek; peki bunların etrafındaki
yerleşme alanlarında sürmekte olan yaşam nasıl dönüşecek? Bundan nasıl
etkilenecek? Mülkiyet sorunları nasıl çözülecek? Planlama, kiracılık sorunu,
toplumsal ayrışma gibi sorunların tümünü hesaba katmak durumunda.
Sayın moderatörümüzün de çizdiği çerçevede belirttiği gibi, kamu
eliyle konut stoku yaratılması, Batıda 2. Dünya Savaşından sonraki kriz
ortamında başvurulmuş uygulama ve İstanbul da bugün itibariyle kriz
ortamını yaşamakta. Birçok konu da kriz ortamında ve bu durum, özellikle
ele alınması gereken bir konu. Ayrıca tabii bütün bu dönüştürülen alanlarda
143
sosyal ayrışmanın etkilerini düşünmek, karma toplumsal yapının tesisini
sağlamak üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Bütün bunları eğer dert
ediyorsanız çözümler vardır, ama bunlar dert edilmiyorsa ve bir kiracılık
sorunu yokmuş gibi davranılıyorsa, bu tür sonuçlar beklenmiyorsa, böyle bir
teşhis, böyle bir tespit, böyle bir endişe yoksa çözüm arama gayreti de doğal
olarak olmaz.
Diğer taraftan planlar, erişilebilirlik sınırlarını aşan ve ekolojik alanları
tahrip ederek yayılan bu kentin büyümesinin durdurulmasının,
kompaktlaştırılmasının gereklerini, araçlarını gözetmek durumunda. Dünkü
oturumda Mortgage Finansman A.Ş. CEO’su şöyle söyledi; “%60 kamu
arazisinin imara açılması.” Yani İstanbul’un çevresinde hala %60 oranında
kamu arazisi bulunduğunu ve birkaç yıl içinde krizin etkileri bittikten sonra bu
alanların da yeni yerleşim alanlarına açılabileceğini söyledi.
Bazen aynı dili konuşmadığımızı da düşünüyorum. Yani Londra’nın
yeşil kuşağında, ekolojik alanlarında kalan kamusal alanların imara
açılmasını oradaki Mortgage A.Ş’nin CEO’su söyler mi, böyle bir öneride
bulunur mu bilmiyorum.
İstanbul’da bugün bu büyük ve güçlü aktörler tarafından yürütülen
dönüşüm yönetilemiyor. Bir planlama dâhilinde yürütülemiyor. Bir Büyükşehir
belediyesi ve ilçe belediyesi modelimiz var. Prensip olarak Büyükşehir
belediyesi üst ölçek planları yapar, ilçeler arasında eşgüdümünü, denetimini
sağlar vs. ama şimdi bir taraftan üst ölçek planlama dönemi yaşanıyor,
ancak yani bakıyorsunuz bir taraftan da karayolu tüp geçişi, ulaşım projeleri
plandan bağımsız devreye sokuluyor. Diğer taraftan plan-proje bağlamını
koparan yenileme, dönüşüm, TOKİ yasalarıyla ve güçlü aktörler eliyle parça
parça kent bütününe etkisi hesaba katılmadan yürütülüyor.
Burada şöyle bir şey de var: sanayileşme döneminde kentler teker
teker yapılarla, teker teker gecekondulaşmalarla büyüdü. Gecekonducular
çokluklarından güç aldılar. Sonrasında yine teker teker apartmanlaştılar
büyük bu dönüşümün aktörleri de küçük yap-satçı müteahhitlerdi; şimdi kent
büyük parçalar halinde dönüşüyor. Yani büyük parçalar halinde konut
siteleri, sanayi siteleri, devasa kuleler, alışveriş merkezleri, eğitim-sağlık
kampusleri ile yapılaşıyor. Doğal olarak bu büyük parçalarla gerçekleşen
yayılma ve dönüşümün aktörleri de büyük ve güçlü. Gücünü devletten alan,
geniş planlama ve imar yetkileriyle donatılmış TOKİ gibi, ulusal veya uluslar
arası müteahhit firmaları gibi güçlü aktörler.
Son yenileme yasası ile ilçe belediyeleri de güçlerini TOKİ ile ya da
günümüzün güçlü müteahhitlik firmaları ile birleştirerek bu dönüşümün
önemli aktörlerinden biri haline geldi. İstanbul’da şu anda 7-8 ilçe belediyesi,
dönüşüm projeleri uygulamak amacıyla TOKİ ile aralarında protokoller yaptı
ve bir o kadarı da hazırlık halinde. Bazıları başladı, bazıları ekonomik krizin
144
aşılmasını bekliyor. Şimdi Erdoğan Bayraktar’ın belirttiği “Küçükçekmece’yi
rant alanı yaptık.” Müdahale ettiğiniz alanda zaten ortaya bir rant çıkar,
çıkmaması da mümkün değil, beklenir de. Ama şöyle bir sonuç yaratıyor:
Küçükçekmece’yi rant alanı haline getireceğiz, dönüşünce kent
merkezlerinde yüksek rantlar ortaya çıkacak. Küçükçekmece’yi rant alanı
yapalım. Kartal’daki dönüşüm, Tozkoparan’daki dönüşüm, Tuzla’daki
dönüşüm ve bu alanların hepsi rant alanı haline döndükçe orada bu rantın
bedelini ödeyemeyen düşük ve alt gelir grupları sorunlar yaşamaya
başlıyorlar. Bu rantın bedelini ödeyemeyen nereye gitsin? Kiracı hak sahibi
değil, o nereye gitsin?
Tamamen değerleme esaslı bir yaklaşım söz konusu. Bu değerleme
hesaplarına ne kadar güveniriz? Bugünkü değeri 5,10, 20 katına çıktığında
bu aradaki değer farkı nereye gider? Kente nasıl döner? Birçok konuşmacı
buna değindi. Yani planlama, sonuçta rantın ortaya çıkmasını da planlamak
durumunda ve bunun kente dönmesini, yoksul kesimlerin, alt gelir gruplarının
Tabii öneriler istedi moderatörümüz birçok alanda. Demin de söylediğim gibi,
eğer bunları problem ediyorsak çözümleri bulunur. İstanbul için dönüşüm
sürecini yönetebilecek bir planlama yönetiminin bulunması ve bunun sağlam
bir kurumsal yapısının olması gerekiyor sanırım. Sağlam derken kastettiğim,
tabii bir yasası olan ama ondan daha önemlisi karar süreçlerine demokratik
katılımın örgütlendiği, özerk sürekliliği olan ve gerekli işbirliklerini kurabilme
kabiliyetine sahip bir yapı. Bunu bugünkü koşullarda sağlamak artık nedense
ütopya gibi oldu. Ama başka şansı yok; geniş bir uzlaşma ve sahip çıkmayı
gerektiriyor. Planın gücü ne kadar çok sahip çıkılırsa, ne kadar çok paylaşılır
ve ne kadar çok katılımda bulunur ve sahiplenilirse o kadar artıyor.
Yeni bir planlama dönemi geçirdi İstanbul, bir çevre düzeni planlama
deneyimi yaşadı. Çok detayına girmeyeceğim, ama orada ilk plan yani
İMP’de hazırlanan plan meclise gönderilmesine bir ay kala hala şu tartışma
vardı: “bu plan stratejik bir plan mı olsun, arazi kullanım planı mı olsun?”.
İstanbul kendi planlama yöntemini bulmak zorunda ve bunun için de gerekli
birikimi var. Hem Büyükşehir Belediyesinin ilgili birimlerinde bu birikim var,
hem aslında İMP’de yaşanan planlama süreci bir birikimi de, bir deneyimi de
sağladı. Bu planla ilgili olarak iptal ya da yürütmeyi durdurma sürecine
girildiğinde bu konuyu yeniden düşünmek için bir fırsat vardı. O zaman da bu
düşüncemi paylaşmıştım Büyükşehir Belediyesinin bazı yöneticileriyle.
İstanbul’da üst ölçek planı planlama çalışmalarını geçmişten,
Bayındırlık İskân Bakanlığı dönemlerinden bugüne kadar taşıyan ve bir
nazım plan bürosu gibi işlev gören bir şehir planlama müdürlüğü var. Bir
yandan şöyle bir şey var: aslında bizim en büyük sıkıntımız, işbirliği yapmak
ve eşgüdüm sağlamak. Bu ne kamu kurumlarıyla sivil kurumlar arasında
sağlanabiliyor, ne de kendi birimleri arasında sağlanabiliyor. Büyükşehir
Belediyesinin bir şehir planlama birimi var, ulaşım planlama birimi var,
145
kentsel dönüşüm birimi var, stratejik planlama birimi var; bunların her biri ayrı
hiyerarşik sistemler içerisinde görevlerini yapıyor. Ayrı yönetim, ayrı genel
sekreter yardımcılıklarına bağlı, ayrı hiyerarşileri var. Onların bile bir işbirliği
kurması sorun.
Ama bir yandan da bu her bir birimin birikimleri var. Mesela, şehir
planlama müdürlüğü bir üst ölçek deneyimine sahip, bir kentsel dönüşüm
müdürlüğü var; uygulama deneyimi olmasa bile dünya deneyimlerini takip
etmiş, pilot projeler üretmiş. Kanun gereği kurulmuş bir strateji planlama
müdürlüğü var; kurumsal stratejik planı yapıyor. Ama bu kurumsal stratejik
plan mekânsal stratejik planın dışında gelişiyor.
Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman bu 3 birimin ve yine İMP
sürecinden deneyimlerle çıkmış olan kesimlerin, üniversitelerin, meslek
odalarının gerçek katılımı sağlanarak böyle bir plan elde edilebileceğini
konuştuk. Ama sonuçta yine olmadı plan; belediyenin ilgili birimi tarafından
hazırlandı, yeniden onaylandı. Ama daha sonra görüyoruz ki o da, plan
dışında alınacak bazı üst ölçekte planlama kararlarının, ulaşım kararlarının
altlığı görevini görecek.
Bu ortamda çok fazla öneriler hep yapıldı yapılıyor, yasa çıkarmak
da önemli. Yasa olmadan yapamayız, ama yasaların dışında niyetler de
önemli. Bunların ancak kentin yöneticileri tarafından fark edilmesi, dert
edilmesi durumunda çözümlerinin bulunacağını düşünüyorum. Bunun için
yeterli bilgimiz ve potansiyelimizin olduğuna inanıyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz Sayın Yeşilırmak’a.
Son konuşmacımız Ahmet Turgut serbest şehir plancısı kimliği ile
katılıyor, ama kendisi aynı zamanda İstanbul Buluşmaları etkinliğinin de fikir
babası ve onun yanı sıra teori ile pratiği buluşturmaya kendini vakfetmiş bir
şehir plancısı diyelim. Asıl benim kendi meslek alanımız açısından bir
kazanım olarak gördüğüm şey de, Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı
süresince de mesleğimizi daha görünür, toplum tarafından daha benimsenir
hale getirmiş olması ki, bunu ben ideolojiler üstü bir katkı olarak görüyorum.
Buyurun, asıl en zor maharet de çok kısa bir sürede konuyu
toparlamak.
AHMET TURGUT (Şehir Plancısı)- Teşekkür ederim Hocam. Ben
çok kısaca bazı konulara değineyim.
İstanbul Buluşmalarının bu yılki teması konusunda bize Odadan bilgi
geldiğinde krizle İstanbul’u nasıl birleştiririz diye önce bir düşündüm doğrusu.
Nasıl ele alırız dedim, ama moderatörlere de çok teşekkür ediyorum, çok
açıklayıcı ve güzel ifade etmişsiniz onları. Özellikle kendi moderatörümüze
146
de ayrıca teşekkür edeyim; bizim için başlıklar çok net olarak tariflenmişti,
ama biraz dağıldık, kente indirgeyemedik.
Dün Mustafa Beyin tematik sunuşunu da çok bilgilendirci bulduğumu
ifade etmek isterim. Ben de biraz o çerçevede kriz, İstanbul ve planlama
başlıkları neyi ifade etmeye çalışıyor, önümüzdeki günler bize neyi getirecek
konularına girmek istiyorum. Plancıların işi zor, ben bunu yerel seçim
döneminde gördüm. Çok şeye vakıf olduğunuz için her şeyi de çözmek gibi
bir arayışa ya da çabaya girişiyorsunuz.
Özellikle Fikret Bey söyledi tedrisatçı okulları. Ben konuşmalarımda
eğitimi çok öne çıkarıp anlatınca bazen gazeteci arkadaşlarımız da belediye
başkan adaylığına mı Milli Eğitim Bakanlığına mı talip olduğumu
soruyorlardı, ama eğitim önemli bir konu gerçekten. Yani konuşacağımız her
konunun içerisinde mutlaka Türkiye’de eğitim var. Bugün krizden çıkış
noktasında da eğitimin rolü çok önemli. Çünkü dünyada yeni bir düzen
kurulacak; bunu kabul etmek lazım. Yaşanan bu kriz sonuçta tek kutuplu bir
dünyanın ve onun çok yakın müttefiklerinin oluşturduğu bir piyasa krizi
olarak, yani mali piyasalardaki kriz olarak ortaya çıktı.
Ama özellikle ABD’deki bu mali piyasaları yönlendiren uluslararası
kuruluşların hacimlerinin ve boyutlarının dünyanın birçok ülkesindeki yatırımı
yönlendirdiğini fark ettik bu bir buçuk yıl içerisinde. Onun için de bir anda çok
hızlı şekilde reel sektöre sıçradı. Ama burada tabii İstanbul açısından bence
çok dikkat çekici bir konu, Türkiye’de krizin teğet geçmemiş olması; ben de
dünkü konuşmalara o anlamda katılıyorum.
Türkiye 2001 krizini çok büyük çaplı yaşayınca ve yaklaşık 10 yıldır o
krizin etkileri siyasal alana da yayılınca, siyaset de o krizle şekillendi bence
Türkiye’de. Tabii 2001’de bir mali piyasa krizi olarak başladı; sonrasında çok
ciddi etkilendik. Hükümetin elindeki veriler de büyük ölçüde sağlıklı; bunu
kabul etmek lazım. 2001’den itibaren yani hemen hemen 2000’den itibaren
sağlıklı kurulmuş bir mali piyasa sistemi mevcut. Süreci 1984’ten itibaren ele
almak lazım; ama 90 ile 99 arasındaki siyasal kadrolar bence bu mali
piyasalarda Türkiye’deki 2001 krizinin yöneticileridir; başlatanlarıdır. Çok
çirkin bir tablo oluşturulmuştur Türkiye’de. Bu maalesef 2001’de patlak
vermiştir o düzenlemeler içerisinde, ama ondan sonra kurulan düzen Türk
bankacılık sisteminin ve diğer mali piyasalarla ilgili özel sektörün hem
düzgün davranmasına, hem dinamik olmasına, hem de dengeli bir politika
izlenmesine sebep olmuştur.
Türkiye’de çok ciddi bir reel sektör kriziyle karşı karşıyayız.
İstanbul’da da bunu çok fazla hissetmemek mümkün değil; hepimizin bildiği
rakamlar. Ama bakarsanız kentin gayrı safi yurt içi hâsılasının %27’si diyor
İstanbul; toplam sanayi hâsılatının %38’i bu kentte. Ülkedeki toplam ticaret
147
hacminin %60’lara yakını bu kentte gerçekleşiyor, vergilerin de %40’ı bu
kentte toplanıyor.
Şimdi bu tablo içerisinde kentin kaçak yapı, göç, işsizlik, plansızlık,
kentsel dönüşüm vb. gibi boyutlarını ortaya çıkaran meseleye bakarsınız,
işin bir de bu tarafında rakamlar var. Bu rakamlarla da İstanbul kentinin krizi
hissetmeme şansı yok, şu anda da bana göre en sert şekilde krizin
hissedildiği metropol İstanbul. Zaten şunu da kabul etmek lazım, ciddi
boyutlarda bir kent yoksulluğuyla karşı karşıyayız. Yani bu kentteki yoksul
kesim, büyük oranda ülkenin de en yoksul kesimini oluşturuyor ve bu kentte
son 20 yıldır göç sürekli azalma gösteriyor. Bugün yıllık nüfus artışı ortalama
290 binlere düşmüş, bunun içerisinde doğal nüfus artışı da var.
Artık insanlar İstanbul’da yaşamak tercihlerini kullanmıyorlar;
bildiğiniz o çok klasik ulaşım, pahalılık, konut sorunu vb. sorunların getirdiği
faktörlerle beraber. Bu kentte aş ve iş sahibi olsalar da buraya gelmek
öncelikli tercihleri değil. Zaten Anadolu’da baktığınızda Gaziantep,
Kahramanmaraş, Denizli, Manisa, Kayseri, Konya gibi kentlerin öne
çıkmasının temel faktörü de öncelikle oraları tercih etmeleri Türkiye’de göç
etmek zorunda kalan kesimin.
Şimdi bu noktada da şunu görmeliyiz ki İstanbul’da kriz bence
önümüzdeki günlerde daha ağır hissedilecek. Çünkü reel sektör çok ciddi bir
sorunla karşı karşıyla. Bakın rakamlar şunu gösteriyor ki, krizden en çok
etkilenen sektör tekstil, konfeksiyon, sonra inşaat. Bakın bu kentte de toplam
istihdamın yaklaşık elimizdeki rakam %37’si konfeksiyon, tekstil ve yan
sanayinde istihdam ediliyor. Bunun için işsizlik önümüzdeki günlerde kentte
daha büyük sorunlar yumağı oluşturacak, birçok sosyal problemleri peşinden
getirecek.
Bunun çaresi nerede? Bunun çaresi kamuda. Yani kamu bir,
yatırımları teşvik ederek, iki, kendisi yatırım yaparak, istihdam oluşturarak,
üç, sosyal projeler uygulayarak halkın bu yoksulluk ve işsizlik sürecine
destek olmak durumunda. Kamu ne durumda? Kamu bizim 2008’in ikinci
çeyreğinden itibaren hissetmeye başladığımız krize 2007’den itibaren girdi
İstanbul’da; bunu kabul etmek lazım. İstanbul’da bugün için belediyeler
büyük borçlarla karşı karşıyalar. İl Özel İdaresinin yatırımlarının, Fikret Bey’in
de söylediği gibi ben de birleştirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Yani
örgütsel yapı birleştirilmemeli, ama şu kriz ortamında bugün Samsun,
Antalya, Mardin, Urfa aklınıza hangi şehir geliyorsa, İstanbul ve İzmit’in
dışında ağırlıklı olarak özel idarenin görev alanları çok sınırlıdır. Türkiye’de
ayrı bir yönetim tartışması konusu açmak istemiyorum, ama özel idarenin
diğer kentlerde özellikle köylere hizmet anlamında yaptığı şeyleri burada
İstanbul Büyükşehir Belediyesi hem ulaşım, hem altyapı yatırımları
anlamında yapmaktadır. O zaman özel idarenin kaynaklarının nasıl
kullanılacağı konusunda bence İstanbul Belediyelerinin söz hakkı vardır. Bu
148
çok açık ve nettir; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve 39 ilçe belediyesiyle
özel idare bütçe anlamında koordine olmak zorundadır.
Burada belki kaynağa ihtiyacımız var, ama İstanbul Belediyeleri şu
anda memur maaşlarını kamudan İller Bankası payıyla ödüyorlar, işçi
maaşlarını 3 ya da 4 taksitte ödüyorlar. Şimdi siz hangi kamunun istihdam
oluşturmasından bahsedebilirsiniz. Yani benzer şeyler çok seslendirilebilir,
ama özellikle İstanbul’da altyapı, özellikle eğitim ve sağlık konularında bence
belediyeler eliyle, yerel yönetimler eliyle istihdam oluşturulması gerektiğini
düşünüyorum. Ama belediyelerin mevcut koşullarında istihdamı nasıl
oluştururuz, çok ciddi bir açmazla karşı karşıyayız.
Bakınız, 2008’den önce de işsizlik bu kentte %10-11’ler mertebesinin
altına düşmemiş, ama 2009’da Mart ayında bence %16’ları gördü. Ama bu
kayıtlı, kayıtlı olmayan söylemini kesinlikle kabul ediyorum; özellikle genç
kesimde de çok ciddi bir işsizlik olduğu bir vakadır kentimizde. Şu anda
özellikle 18-30 yaş arasındaki yaş grubu için işsizlik oranı %25’ler
mertebesindedir.
Bunların nasıl ortadan kaldırılacağını konuşmak lazım, İstanbul’da
bazı sektörlere ağırlık vermek lazım. Şu anda bence kamunun elindeki bütçe
imkânlarıyla öncülük yapma şansı yoktur. Onun için özel sektörün önünü
açacak yöntemleri denemek lazım. Burada da dünyayla entegre olabilecek
İstanbul’un zaten potansiyel olan fonksiyonlarını öne çıkarmak lazım.
Bunlardan bir tanesi çok açık bir şekilde turizmdir. İstanbul’da kamu, turizmi
geliştirme konusunda hiç olumlu bir şey yapmamıştır. Hatta ben de Hocanın
söz ettiği rezidans tanımını böyle alacağım, rezidans hukuki bir terim
değildir. TDK’nın sözlüğünde karşılığı yoktur.
İstanbul’da turizm konusunda kamunun öncülüğü yoktur. İmar
meselesi de kötü niyetli kullanılmıştır. Ben buradan bir kere daha çağrı
yapayım, İstanbul’da turizm adı altında yapılan plan değişikliklerinin kaç
tanesinde otel bulunduğunu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamak
boynunun borcudur. Yani geçtiğimiz 5 yıl içerisinde yaklaşık 4 binlere ulaşan
plan tadilatlarının kaç tanesinde turizm lejandı vardır? Kaç tanesinde
İstanbul’da turizm tesisleri yönetmeliğine uygun otel, motel, apart otel ya da
benzeri tesisler yapılmıştır?
İstanbul’da böyle bir durumla karşı karşıyayız, kamunun yapması
gereken şudur:-buna bütün kamu kurumlarını katıyorum-, Belediye, Özel
İdare ve merkezi hükümetin elindeki arsa stokunu doğru şekilde
kullanmalıdır. İstanbul açısından hem de en potansiyelli turizm alanını,
örneğin Ataköy’deki arsa stokunu Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ve Turizm
Bakanlığı yani turizmi yönetmekle görevlendirdiğiniz bir bakanlık konut
kullanımına tahsis ederse, kentte turizmi geliştirmekten bahsedemeyiz.
Elimizde kamu kaynağı var. Turizmin geliştirilmesi İstanbul için çok
149
önemlidir. İstanbul’da bir sanayisizleştirme süreci yaşanacaktır. Ama
İstanbul’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ya da İstanbul 100 Gün
Raporunu tarifleyen değerli meslektaşlarımın söylediği gibi, İstanbul
Belediyesi, ortaya çıkacak işsizliği hangi sektörlerde karşılayacağını
yönetememektedir. Yönlendirici olamamaktadır.
Ülkedeki politikalara paralel. bir sanayisizleşme süreci tabii ki
yaşanacak bu kentte. Ama bunun hangi sektörlere yönlendirileceği
önemlidir, burada turizm çok öne çıkıyor. Kamu ne yapabilir? Arsa tahsis
edebilir örneğin; İstanbul’da bu çok net yapılabilir. İkincisi ben size bir evrak
göstereceğim. Sayın Başbakan Yardımcısı, ekonomiden sorumlu, IMF
toplantılarının başlangıcında bununla ilgili bir sunum yaptı. “İstanbul
Uluslararası Finans Merkezi Strateji Belgesini biz Yüksek Planlama
Kurulunda kararlaştırdık” dedi. Benim elimdeki belgede de 2 Ekim 2009
tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmış gözüküyor.
İstanbul için çok da önemli bir konudur finans merkezi meselesi, ama
finans merkezi, Halkbank’ın, Ziraat Bankası’nın ya da Merkez Bankası’nın
Ataşehir’deki arazilere gelip, TOKİ’nin nakit açığının karşılanması için, seçim
öncesinde satılmasıyla yapılamaz; bunu kabul etmek lazım. Yer seçimi,
lokasyon çok ciddi konuşulması gereken bir konudur. İstanbul’da bence
daha uygun alanlar vardır. İstanbul’da nitelikli işgücü oluşturması, istihdam
etmesi açısından bu konuyu önemsiyorum.
Türkiye Bankalar Birliği Başkanının 2007 yılında hazırlayıp 2009’da
da yine Başbakanlığa revize ederek sunduğu raporda minimum 150 bin
nitelikli işgücünden bahsediliyor; bu çok önemli bir rakam. Yani mutlaka
etrafında yan sektörleri olacaktır.
Ama ben İstanbul’un açmazını size bir örnekle bitirmek istiyorum. Bu
eylem planında 2010-2011’e kadar hangi sektörlerde düzenleme yapılacağı,
kimlerin görevli olduğu, ne tür yasal düzenlemeler yapılacağı tariflenmiş.
Mesela ben size oradan herhangi bir sayfadan örnek göstereyim. Mesela
raporun 26. sayfasında diyor ki, eylem öncelik 18 diyor, eylem planı 50:
uluslararası finans merkezi organizasyon yapısının hukuk içerisinde
oluşturulması. Burada görevliler var, burada bakın çok net takvim var, hangi
kanunların düzenleneceği var, böyle belgeler var. Başlıklardan bir tanesi
İstanbul’un finans merkezi olarak hazırlanmasının teklif boyutu, öncelik 16
raporda da ağırlıkla yer alıyor: İstanbul’da yaşam kalitesi, güvenlik, ulaşım
imkanları artırılacak, finansal kuruluşların altyapı ihtiyaçlarını karşılayacak
fiziksel koşullar sağlanacaktır.
Altına bakarsanız, hangi süre içerisinde bunlar sağlanacak, hangi
kurumlar yetkili, İstanbul’da bunun için hangi fiziksel düzenlemelerin
yapılacağına dair süreci tarihleyememiş durumdayız. Bu tablo içerisinde
gerçekten karmaşık bir kentteyiz, zor bir kentteyiz; ama bu yapının altından
150
kalkmak lazım. Bir ikinci çok net önerim: bu kentte kaçak işçi var. İstanbul
Belediyesi, İstanbul Valiliği, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bu kaçak işçileri
göremiyorlar. Göremiyorlar, şeffaf bu işçiler. Bakın 300 binle 500 bin
arasında rakamı seslendiriyoruz şu anda. Böyle bir kaçak işçi sorunu var bu
kentin. Kaçak işçiler acilen ülke dışına çıkarılmalı. Bu kaçınılmaz bir durum
yani bizim insanlarımızın istihdam edilmesi gereken sektörlerde ben
işadamlarına da bu çağrıyı birkaç aydır hep yapmıştım; yazıklar olsun
demiştim buna, bu yöntemi deneyenlere, tenezzül edenlere gerçekten
yazıklar olsun.
Bir diğer önemli konu, kentimizdeki toplam istihdamın yaklaşık
%30’unun bu süreçte artacağını tahmin ediyorum. Bu kesim, bir sosyal
güvence kurumuna bağlı olmaksızın istihdam ediliyor. Bunun kamuya
oluşturduğu çok ciddi bir yük var; bu yükü de ortadan kaldırmak lazım.
Burada bence İstanbul Valiliğine ve İstanbul Belediyesine, merkezi
hükümetin İstanbul’daki kuruluşları ile beraber şu sorumluluk düşüyor: bu
sektörleri denetlemek… Kaçak konut yaptırmazsanız kentlerin iyileştirilmesi
konusunu daha az konuşursunuz.
Tabii ki önlemlerini almadan bunu yapma şansına sahip değilsiniz.
Başkan biraz önce mahallenin kuruluşunu anlattı, bir okul sorununun ne
kadar önemli olduğunu gördük. Ama burada önemli konu bir, nüfus
hareketlerini İstanbul’u yönetenler, yöneten kurumlar denetlemeli; iki
istihdamı denetlemeli. Yani bu kentte merdiven altı ekonomisi diye tarif
edebileceğiniz kaçak işletmeler açılıyorsa, bunun sorumlusu kamu
kurumlarıdır. Açılmamalı ve güvencesiz insanımız çalıştırılmamalı, kaçak
işçiler de bir an önce Türkiye sınırlarına konmak durumundalar.
Hepinize çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz Sayın Turgut’a.
Hızla salona dönüp katkı ve soruları alıp oturumu kapatmak
durumundayım. Buyurun Sayın Erhan Demirdizen.
ERHAN DEMİRDİZEN- Ben de o zaman hızla sorumu Fikret Bey’e
sorayım. Kentsel rantın kamuya döndürülmesi ile ilgili bir kanun tasarısından
söz ettiniz. Kanun tasarısının detaylarını henüz bilmiyoruz galiba değil mi?
Yani tam olarak ne şekilde döndürüleceği, eski şerefiye modelleriyle ne
kadar benzeşip benzeşmeyeceği, daha da önemlisi Asuman Hanım’ın altını
çizdiği gibi, buradan oluşturulan kaynağın kamu tarafından hangi amaçlarla
kullanılacağı konularında bizim gördüğümüz kadarıyla belirsizlikler var.
Eğer burada kentsel rantın bütçe açıklarını kapatmak için
kullanılması gibi bir hedef varsa ki, ben Maliye Bakanı’nın basına yansıyan
görüşlerinden biraz öyle algıladım; çok ciddi bir sıkıntı söz konusudur. Sizin
hani en son söylediğiniz, “imar sistemi demokratikleştirilmezse bu suiistimal
151
edilir” dediğiniz suiistimal şimdiden görünecek demektir; birinci boyutu bu.
İkincisi de bu imar komisyonuna meslek odalarının katılımı konusunu ben ilk
defa doğrusu sizden duydum, bununla ilgili bir kanun tasarısının olduğunu
bilmiyordum itiraf edeyim.
Şimdi şunu söyleyeceğim: Meslek odalarının icra organlarıyla birlikte
karar alması sizce bir sakınca yaratmaz mı Türkiye konjonktüründe? Meslek
odalarının doğrudan doğruya bir icra organı olarak anlaşılması, algılanması
bir risk değil midir Türkiye şartlarında? Çünkü Türkiye’de icra ile ilgili,
uygulama ile ilgili sorunlar var, ama esas sorun denetimle ilgili. Yani meslek
odaları eğer icra yapısının içerisine, imar komisyonlarının içerisine, belediye
meclis yapılarının içerisine, belediye mekanizmalarının içerisine doğrudan
girecekse zaten kamusal denetimle ilgili kurumları oluşmamış bir toplumda
hangi kurum bu yapıyı denetleyecek? Onu da bir kısaca açarsanız sevinirim.
Teşekkürler.
FİKRET TOKSÖZ (TESEV)- Öncelikle bu kentsel rantla ilgili olarak,
şimdi hazırlanan tasarı bunun belediyeye aktarılmasını öngörüyor. Maliye
Bakanlığının böyle bir çalışması oldu, ama kanun tasarısını hazırlama görevi
İçişleri Bakanlığına verildi. Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü kanun tasarısını
hazırladı ve Başbakana da sundular hazırladıkları tasarıyı. Başbakanın
onayını aldılar.
Zaten orta vadeli planda, 3 yıllık plan yayınlamak durumunda bu
sene 4 ay geriden gidiyoruz. Mahalli Yönetim Kanununa göre, hükümetler 3
yıllık bir mali program yayınlamak durumunda. Bunu 4 ay gecikmeyle
yayınlayabildiler aslında bunun bütçeden önce yayınlanması gerekiyordu,
yayınlanamadı.
Bu orta vadeli planda da bunun belediyelerin finansmanı için
kullanılması öngörülüyor. Bu iyi bir adım tabii. Bu bir şekilde eski şerefiyenin
değerlenme resminin yeniden geri getirilmesidir. Ama mekanizmanın ne
olduğunu ben de tam bilmiyorum, çünkü sızmasını istemiyorlar bunun için
paylaşmadılar bilgileri. Ama hazırlığın Başbakana sunulduğunu ve kanun
tasarısının son hallerine getirildiğini biliyorum. Tabii böyle çıkarsa
belediyelere aktarılacak çok önemli bir kaynak olacak. O nasıl belediyeler
arasında paylaştırılacak o da bir sorun tabii, o konuda ne düşünüyorlar
bilmiyorum. Tabii bu yerelde olduğu için, yerel belediyeye aktarılması ya da
Büyükşehirlerde Büyükşehir ile yerel belediye arasında bir dağıtım yapılması
söz konusu olacaktır.
İkinci konuya gelince, imar komisyonunda ya da komisyonlarda
meslek odalarının bulunması. Oy hakkı olmadan bulunuyorlar. Siyasi
demokraside tabii seçimle gelen mekanizmaya hesap sorulur, başkasına
hesap sorulamaz. Onun için zaten komisyonlarda görev almak değil,
152
komisyonlara katılmak, uzman görüşlerini belirtmek için bu madde konmuş
durumda.
Aslında Avrupa’daki uygulamada buna benzer bir uygulama var.
Zaten Amerika’da bunu düzenleyen kanunlar da aynen böyle öngörüyor.
Hatta Amerika’da Senato’nun katılma meselesi mecburidir. Yani Senato’da
konuşulan, Amerikan Parlamentosu’nda konuşulan bir kanun konusunda
Senato falan sivil toplum kuruluşunun görüşünü isterse ben katılmıyorum
diyemez. Polis zoruyla getiriyorlar, görüşünü açıklayacaksın diyorlar. Sistem
bu kadar ileri götürülmüştür, İngiltere’de de benzer yöntemler
uygulanmaktadır.
Dolayısıyla, burada icraya karışmaktan değil, ama karar alınmadan
önce bir karar alma mekanizmasına katılmaktan söz ediyoruz.
Antidemokratik değil, ayrıca uzmanlık kuruluşlarının çok önemli bir
fonksiyonu var. Bağımsız bir uzmanlık kuruluşundan söz ediyoruz burada.
Onun görüşünün aktarılmasından söz ediyoruz. Aynı şekilde üniversitelerin
de zaten katılma hakkı var. Mesela şimdi stratejik plan Belediye Meclisine
sunuldu İstanbul’da; hangi üniversitenin haberi var? Kimse bilmiyor. Hâlbuki
kanun “üniversitelerin, kamu kurumlarının ve sivil toplumun birlikte
hazırlaması gerekiyor” diyor. İstanbul’da kimse sesini çıkarmazsa bu tüm
Türkiye’de böyle olur. Mesela görüşü alınmadı diye İTÜ dava açıp planı iptal
ettirebilir, görüşü alınmadığı için. Mekanizmalar konulmuştur ama
çalışmamaktadır.
MUSA AĞACIK-. Şimdi Sayın Başkan, Başbakan daha önce 3.
köprüyle ilgili havadan daha doğrusu helikopterle gezdi. Ne dedi Anakent
Belediye Başkanı; “Başbakanımızla gezeceğiz, 3. Boğaz Köprüsünün yerini
saptayacağız.” Bu durumda meslek odaları bu icraat toplantısına katılsa ne
olur, katılmasa ne olur. Kim kimi kandırıyor, saygılar.
FİKRET TOKSÖZ (TESEV)- Şimdi bu dünyada uygulanan katılımla
ilgili kanunlar şöyle bir şey getiriyor; benim söz ettiğim kanun tasarısı da
odur: İdari Usul Kanunu tasarısıdır. Amerika ve Avrupa’daki uygulamalarla
benzer hükümler taşımaktadır. İlgili tarafların görüşünün alınması
zorunludur. İlgili tarafların görüşü alınmadan karar verilmesi şunu getiriyor:
Mahkemeye gidildiği zaman, usulüne uygun davranılmadığı gerekçesiyle
sade vatandaş da dava açabiliyor.
Mesela Belediye benim sokağımın adını değiştiriyor; haberim
olmuyor. Ben bunu değiştiremezsiniz diyebieceğim ve bu ciddi bir katılım
sürecini getiriyor. Belediye Kanunundaki, İl Özel İdaresi Kanunundaki
yetmedi, çünkü o kanunlar sulandırıldı demin söylediğim gibi. Kanun görüş
alma mecburiyeti diyordu, onu değiştirdiler. “Görüş alır, alabilir” dediler.
Şimdi yeni kanun bunu getiriyor, “ilgili tarafların görüş alma mecburiyeti
vardır” diyor. Durum bu.
153
MUSA AĞACIK- Sayın Başkan sorumun yanıtını alamadım. Sayın
Başbakan helikopterden Anakent Belediye Başkanı ile beraber filanca yerde
liman yapılacak, filanca yerde köprü yapılacak, filanca yerde yeni bir hastane
yapılacak derse, bu durumda bu meslek odalarının o toplantıda
bulunmalarının anlamı nedir efendim; ona yanıt veriniz?
FİKRET
TOKSÖZ
(TESEV)Belediyedeki
komisyondan
bahsediyorum, nihayet Başbakanın söylediği de yasal olarak İstanbul
Belediyesinin komisyonlarına gelecek. O komisyonda “hayır burada
yapamazsınız” diyeceksiniz. Başbakan böyle bir şey söylediği zaman meslek
odaları da zaten herhalde bir şeyler söylediler, ama yasal prosedürün içinde
olacaksınız. Yasal prosedürün içinde, orada görüşlerinizi söyleyeceksiniz.
Onlar yaparsa yapacak.
ÖZGÜR TEMİZ- Yapamazsınız dedikten sonra ne olacak? Asuman
Hanım iyi bilir, birkaç tane belediyede planın katılımlı yapılması hükmü vardı
üst ölçekte; bizim belediyeler onu şöyle yapıyordu: Mahalleliyi çağırıyor
toplantıya, resmini çekiyor, katılımın gerçekleşmiştir diyerek, mahallelinin
neye gittiğini, niye gittiğini, ne konuşulduğunu açıklamadan, onun nerede
kullanılacağından haberi bile olmadan “katılım gerçekleştirilmiştir” diye
dosyanın içine koyuyordu.
FİKRET TOKSÖZ (TESEV)- Bu söylediğinize şunu söylüyorum:
Demokrasi tabii tartışılabilir veya bir yığın yöntemin de zayıf noktaları vardır.
Ama demokrasi sadece kurumlar isteyerek bunu yapsın ile olmaz. Öyle
vatandaş yaratmamız lazım, öyle birey yaratmamız lazım. Öyle bir birey
yaratılmadan bu olmaz. Buradakiler öyle bireylerdir. Türkiye’de üniversiteler
de böyle bir birey yaratmıyorsa, o zaman umudumuzu tamamen kaybedelim.
Ama Türkiye’de birey olarak, vatandaş olarak bununla bizim tek tek
uğraşmamız gerekiyor. Uğraşıyor muyuz uğraşmıyor muyuz buna bakmamız
lazım.
Batı’da demokrasi böyle gelişmiştir. Batı’daki demokrasi, kurumlar
kendiliklerinden istediği için gelişmemiştir. Yani insanlar demokrasiyi istediği
için gelişmiştir. Dolayısıyla, taraf yine biziz. Önce birey olarak biziz, kurum
olarak biziz, sivil toplum olarak biziz.
ÖZGÜR TEMİZ- Sorunun birinci kısmı hala duruyor.
FİKRET TOKSÖZ (TESEV)- Hayır, bu soru demokrasinin tartışması
olur. Demokraside “çoğunluk karar verir” uygun değildir, çeşitli yöntemler
vardır; mahkemeye gidersiniz iptal ettirirsiniz. İptal ettirilemezse seçim vardır,
öbür seçimde oy vermezsiniz bu işin yöntemi bu.
PINAR ÖZDEN- Konu yayılmadan, başka yere gitmeden ben de
söylemek istiyorum; Fikret Bey biraz önce hem katılımın öneminden dem
vurdu, hem de stratejik plandan bahsetti. Tarihlerle aram çok iyi değildir,
154
ama zannediyorum 2005 yılıydı ve biz oda olarak İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin stratejik planlama çalışmalarına davet edildik ve katıldık.
Bütün bir gün boyunca da çok büyük emeklerle çalıştık; katkı koyduk ve o
gün hakikaten önemli ürünlerin çıktığını düşünüyorum. Epey de kalabalık bir
toplantıydı. Fakat ondan sonra ne oradan bir bilgi geldi, ne sonrasında bir
davet geldi, ne de o ürünün nasıl ortaya çıktığı konusunda bir bilgilendirme
oldu.
Şimdi diyeceğim şu: katılım tabii ki önemli ve bu anlamda bilinçli
vatandaşa, bilinçli sivil topluma çok ihtiyaç var, bilinçli kesimlere ihtiyaç var
ve bilinçli bir kent yönetimine de ihtiyaç var. Ama burada her iki tarafın da
aslında görevini en iyi şekilde yerine getirmesi gerekiyor.
Yani bugün bir sürü belediyede biz katılım toplantılarına gidiyoruz ve
orada ne kadar yanlış yöntemlerle katılım ortamları yaratılmaya çalışıldığını
görüyoruz. Farklı kesimler, farklı diller konuşarak bir şeyler söylemeye
çalışıyorlar ve kimse birbirini anlamıyor. Yani iki taraf da görevini iyice yerine
getirmediği sürece bu işi çözmek çok zor. Bir tarafın bilinçli olması yetmiyor.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz.
Buyurun Ahmet Bey.
AHMET TURGUT (Y. Şehir Plancısı)- Türkiye’de iyi bir kamu
yönetiminin olmadığını iddia edenlerdenim. Onun için de dedim ya eğitim çok
önemli bir konu; her başlıkta Türkiye’de önemli bir konu. Bütün Türkiye’de
genel bir kamu yönetimi sorunu var zaten bu anlamda baktığınızda.
Ben Erhan Bey’in sorusuna cevap vermek istiyorum, hükümet bu
tasarıyı kamuoyuyla paylaşmak zorundadır, boynunun da borcudur. Yani
eğer siyaset belediyelerden, belediyeler de imar rantından finanse ediliyor
ise, hükümet bunu açıklamak zorundadır. Çünkü bu Türkiye açısından çok
önemli bir tasarıdır, ama gördüğüm kadarıyla kamuoyundaki tartışmalar
paralelinde belediyelerin kılavuzluğunda yürüyen bir tasarıda mesele, imar
artışlarından kaynaklanan rantın bir kısmının kamuya nasıl döndürüleceğine
odaklanmıştır. Mesele bu değildir, bu bir “yasa dışılığın yasalaştırılmaya
çalışılması”dır. Ya da başka bir tabirle 80’li yılların başından 90’lara kadar
hükümet bunu çok yapmıştır.
----&----
155
İKİNCİ OTURUM
“KRİZİN TOPLUMSAL YANSIMALARI”
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayşenur ÖKTEN
---&--OTURUM BAŞKANI (Prof. Dr. Ayşenur Ökten)- Merhabalar,
İstanbul Buluşmalarının son oturumuna hoş geldiniz.
Bu oturumda gördüğünüz gibi çok değerli konuşmacılar var.
Herkesin hocası Sayın Bozkurt Güvenç Hocamız. Sayın Çağlar Keyder ve
Şehir Plancısı Sayın Özgür Temiz.
Bu oturumun konusu “Krizin Toplumsal Yansımaları” olarak
belirlenmiş. Tabii krizin toplumsal yansımaları deyince sanki ilk anda şöyle
bir izlenim edinebiliyor insan, ortalık güllük gülistanlıkken bir kriz çıkmış, o
kriz nedeniyle de birdenbire ortalık karışmış gibi. Oysa galiba daha uzun
dönemli ve daha geniş kapsamlı bakmak gerekiyor işe. Çünkü kriz nedeniyle
belki akutlaşmış, belki biraz daha ölçeği büyümüş ya da göze çarpar hale
gelmiş sorunlar aslında epeydir var olan büyümekte olan bir buzdağının
görünen kısmı gibi.
Dolayısıyla, bu oturumla ilgili konuşmacılara düşüncelerimizi,
kaygılarımızı, sorularımızı aktarırken ben doğrusu böyle bir pencereden
bakabiliriz diye düşündüm. Her şeyden önce nasıl bir köklü sorunun su
üzerine çıktığını düşünüyoruz; öyle bakmak mümkün.
Bir de, ama daha alt ölçekte, daha reel bir şeylere bakmak mümkün.
O anlamda da özellikle de İstanbul söz konusu olduğu için son yıllarda peş
peşe gelen kentsel operasyonlar aklıma geldi. Çünkü bu kentsel
operasyonlar küçük küçük, bazen kamuya yansıyan, bazen yansımayan,
bazen şöyle bir değinilip geçilen bir takım yaraları daha belirgin hale getirdi
ya da yaralar açtı. Var olan yaraları büsbütün tahammül edilmez hale getirdi.
Dolayısıyla, aslında kentsel operasyonların çerçevesinde de bu
toplumsal sorunlara bakmak mümkün gibi geliyor bana. Bu operasyonlar
belli bir bakış açısının, belli bir dünya görüşünün, belli bir ekonomi
politikasının ürünü olan operasyonlardır. İstanbul için belli bir kimlik, işlev
tanımlamasıyla birlikte gelen, İstanbul için belli bir toplum mekân ilişkisiyle
birlikte gelen operasyonlar. Dolayısıyla, bu operasyonlar bu kriz yaşandıktan
sonra devam edecek midir, nasıl bir yöne doğru gidebilir, başka bir biçim
alabilir mi bir de böyle konuya bakmak mümkün diye düşünüyorum.
Buna olumsuz da bakılabilir, bir de bir umutla acaba kriz toplumsal
sorunlara bakarken yeni ufuklar açabilir mi? Özellikle yöneticilerin sorunlara
156
biraz daha başka türlü bakmasına, anlamasına yol açabilir mi? Yeni bir
sosyal politika arayışı ortaya çıkabilir mi diye de bakılabilir diye
düşünüyorum. Benim sorduğum sorular aşağı yukarı bu çerçeve içindeydi.
Şimdi sözü önce Bozkurt Güvenç Hocamıza bırakmak istiyorum.
Konuşmalardan sonra da sorular, tartışmalar için bir süre ayıracağız.
Prof. Dr. BOZKURT GÜVENÇ- Teşekkür ederim Sayın Başkan,
konuyu ve sorunları hatırlattığınız için.
Benim sunuşumun odağında İstanbul yok, ama içinde yer yer
İstanbul’u bulacağınızı ümit ediyorum.
Bir handikabım var ki, ben İstanbul’dan gelmiyorum, Ankara’dan ara
sıra buraya geliyorum ve çoğu zaman da şu Boğaz’ı aşma fırsatını bulmadan
geri dönüyorum. Onun için İstanbul krizlerini yakından yaşadığımı
söyleyemem; belki çok çok medyada izlediğimi söyleyebilirim.
Yalnız ben konuyu bir kent ölçeğinde değil de dünyada kriz olarak,
mekanda kriz ve zamanda kriz olarak biraz genel boyutta almaya çalıştım ve
onu günümüze getirmeye çalışacağım.
Sunuşumda biraz hız ve ivme kavramları üzerinde çok kısa
duracağım. Çünkü bizi rahatsız eden hız değildir, ivmedir. Yaşadığımız
değişme de hızın değişmesidir. Biraz lise fiziğinden uzakta kalanlar için
küçük bir hatırlatma yapayım, üzerinde az duracağım için.
Dünyamızın etrafında dolaşan uydular 24-25 bin km. hızla giderler.
Herkes içinde ağırlıksız olarak yer, içer, konuşur. Sorun o roketin o hıza
ulaşması veya dünyaya dönerken yavaşlaması yani hızın, ivmenin artması
veya azalmasıdır. Burada biz sorunlarla karşılaşıyoruz.
Bir çağdaşlık sorunuyla karşı karşıyayız. Çünkü çağdaşlık hemen
çağ dışılığı gündeme getiriyor ve çağdaşlıkla çağ dışılık ikilemlerinin
çatışması türlü krizlere yol açıyor. Türkiye’nin geleneğinde böyle bir kriz
ortaya çıktığı zaman, basında, yayında ilgili birimler hemen bir kriz masası
kuruyorlar konuyu inceliyorlar, ama bize sonucu öğrenme fırsatını
vermiyorlar. Bu kriz masası ne yaptı, nasıl hareket etti, sorunu nasıl çözdü
bilmiyoruz.
Teknoloji ile kültürün yarattığı bir sorun var. Bugünkü kültürümüz
teknolojinin yarattığı bir sanayi kültürüdür. Ama teknoloji almış başını gidiyor,
kültür onun gerisinde kalmıştır. Böyle bir sorun aslında bir krizdir, sürekli bir
krizdir; artık o kadar sürekli hale gelmiş ki kriz bile demiyoruz. Bir bilgi ve
bilişim sorunumuz var. Dünyamızın geleceği ile ilgili belki iyimser kehanetler
dışında karamsar kehanetler var. Krizin türleri var; o bakımdan benim
sunuşumun başlığında hangi kriz vardı. Krizlerde öncelikler var,
çözebileceğimiz çözemeyeceğimiz krizler var. Küreselleşen dünyada bir
157
dünya köyü krizi var. Dünyamız belki köyleşiyor, ama köylerimiz dünyanın bir
parçası olamıyor.
En büyük sorun kanaatimce tükenen bir dünyada sürdürülebilirlik
sorunudur; yani “sustainability.” Hangi bilimsel yayını açsanız hemen bir
yerinde “sustainability”, yani büyümenin sürdürülmesi, refahın sürdürülmesi,
şehir hayatının
sürdürülmesi, mimarlığın sürdürülmesi,
eğitimin
sürdürülmesi, demokrasinin sürdürülmesi gibi bir tema var. Bu başlı başına
bir sorun. Ben de bunu şöyle alacağım, tükenen bir dünyada sürdürülebilirlik
mümkün mü?
Şöyle bir ikilem karşısındayız, dünya bugün ikiye bölünmüş; krizi
yönetenler veya krizden çıkmayı umut edenler, planlayanlar büyümeyi
öneriyorlar. Aman alın, aman almaya devam edin ki sistem devam etsin.
Bunun karşısında olan bir görüş var; yaşamayı ön plana çıkarmışlar.
Büyümeyi bırakalım, yaşamayı sürdürelim. Çünkü insan ve toplumlar
yaşamıyorsa büyümenin bir anlamı kalmayabilir. Buradan bir sorun çıkıyor;
acaba bugünün dünyasında yaşamı sürdürmek mümkün müdür?
Büyüme iflas etti, ama sorun; yaşam sürdürülebilir mi? Benim önerim
teknoloji evcilleştirilebilir, evcilleştirilmelidir. Çünkü teknoloji evcilleştirilmezse
dünyanın sonu çok yakındır. En azından önümüzdeki bir iki kuşaklık
dönemde çok büyük kırılmalar beklenmektedir. Benim fikrim değil, bu
konuda daha uzman kişilerin kanaatlerini size yansıtıyorum.
Bir de özetle krizler ve bir iki önlemim olacak. Seçilmiş kaynakları
size dağıtılan izleme notlarında bulacaksınız, üzerinde pek fazla
durmayacağım. Herakleitos’tan bu yana Eski Yunan’dan bu yana filozoflar,
düşünürler, yazarlar değişim sorunları üzerinde çalışıyorlar. Herakleitos’u
hatırlayın “aynı suya iki defa giremezsiniz, siz ve su ikiniz de değiştiniz ilişki
yeniden kurulamaz.” Yani sürekli bir değişim süreci içerisindeyiz. Değişim ve
dönüşüm evrensel bir süreçtir, ancak süreklilik değişmezlik değildir. Süreklilik
kararlı bir değişimdir, hazmedilebilen, özümsenebilen bir şeydir. Sürekli
gördüğümüz şeylerde bizim fark etmediğimiz kadar küçük sürekli değişimler
var.
İşte burada sorun hız değil, hızın değişmesidir. İnsanlar hızdan
rahatsız olmuyorlar, insanlar hızın değişmesinden. Otobüs hareket ettiği
zaman arkaya kaykılırız, ani fren yaptığımız zaman hepimiz şoförün
ensesindeyiz. Hızın değişmesi toplumları, insanları etkiliyor. Bu fizik örnek
toplumlarda da geçerli; büyüme veya daralma, durgunlaşmanın hızı değiştiği
zaman toplumlarda rahatsızlık ve kriz var. Artı veya eksi ivme büyüdükçe
tepkilerimiz de orantılı olarak büyüyor.
İdeal bir değişim stratejisi yok. Türkiye’de hep kendimizi eleştiririz,
“biz büyümeye çalışıyoruz, ama stratejimiz, planımız yok.” Bizde yok, ama
158
dünyanın hiçbir yerinde de yok. Dünyada hangi ülke değişmiş ise, inanın
hepsinde değişim sorunları yaşanmış ve halen de yaşanıyor.
Bir başka kişisel görüşüm belki sandığım kadar kişisel değil, her
devrim karşı devrimini yaratıyor. Yani her devrim sorunlarını yaratıyor ve
bunları yaşıyor. Klasik devrimler ve karşı devrimler, bir iki örnek vereyim,
klasik çağların felsefi, çok tanrılı akılcılığı Ortaçağ Hıristiyanlığının
taassubuna yol açmıştır. Yani insana benzeyen tanrılar yerine insanı yaratan
bir Tanrı. Burada Hıristiyan Kilisesinin büyük kurucu babalarından Aziz
Augustine’in şu fikri var, bugün dünyaya diyor imparatorluklar, dünya
devletleri egemen, ama er geç diyor Tanrı Devleti, tanrının tasavvur ettiği
devlet dünyaya egemen olacaktır. Son günlerde çıkan işte Tanrı geri döndü,
geri dönüyor kitapları da belki bunun bir yansıması. Vatikan Kilisesinin
taassubu belki Akıl Çağını hazırladı; Luther’in tepkisi, Bruno’nun yakılması
belli bir çağın sonuydu. Ortaçağ ne zaman bitti, belki Bruno Roma’da
yakıldığı zaman. Ondan sonra Kilise biraz derlenip toparlanmaya
başlamıştır.
Fakat daha önemlisi akılcılık ve bilimsel aydınlanma devrimlerine yol
açmıştır akılcılık-rasyonalizm. Bilim ve aydınlanma devrimleri İngiliz,
Amerikan, Endüstri, Fransız devrimleri kapitalizm ve insan hakları bildirilerine
doğru yöneltti insanları. Biz hep gelişmeden ve büyümeden, geleceğe
bakmaktan yanayız. Hep moderniteye karşı çıkan sorunlarla, krizlerle
uğraştık. Ama modernitenin kendisini sorgulamadık, onu iyi olarak kabul
ettik. Alain Tourain 1995’lerde yeniden, yayınlanan kitabında bunu gündeme
getirdi. Bir de şu modernite dediğimiz, çağdaşlaşma dediğimiz, olaya
bakalım, onun kendisinde bir sorun olabilir.
Sorokin’in unutulmuş bir tezi vardır, bir sinüzoid. Biraz böyle
döngüsel bir toplum felsefesi yahut sosyal felsefe diyelim. Toplumlar akıl,
ideal, duyu, inanç şeyini böyle sinüzoidal olarak izliyorlar. Bugün belki
akıldan sonra gelen idealizm ve duyudan sonra toplumlar yeni bir inanç
dönemine girmiş olabilir. Tabii bütün bu geçişlerde toplumlar bir takım krizleri
yaşıyorlar. Büyük kriz ve sürekli kriz, ilerici-gerici ikilemidir. Sorunun çözümü
yok; siz ne kadar iyisini ve güzelini deneseniz buna karşı bir takım frenler, bir
takım karşı görüşler, eleştiriler olacaktır. Mesela sekülerizm, onun da
peşindeyiz, ama iyidir diyoruz. İnanç ile devletin, devleti yöneten aklın ve
gücün ayrılması güzel bir fikir. Ama gerçekte ayrılıyor mu? President
Cumhurbaşkanı Bush’un Amerika gibi bir ülkede bir bilgi toplumundaki
sözünü hatırlayın, kendisini şöyle savunuyordu: “Yaptıklarımı eleştirmeyin,
çünkü ben emirleri Tanrıdan alıyorum. Gece rüyama giriyor, bana böyle yap
diyor ben de onu yapıyorum” Bu Ortaçağdan kalmış bir söz değil, geçen
yıllarda gündeme gelmiş bir söz.
Şimdi bu durumda toplum ve kültürün değişip yenilenmesi,
modernleşmesi çağdaşlık ve iyi bir şey kabul ediliyor. Acaba iyi dediğimiz
159
şey bu tür bir çağdaşlık mı? Veya bu çağdaşlığa karşı çıkan çağdışılık
sandığımız, söylediğimiz, inandığımız kadar kötü bir şey mi? Sanayi devrimi
başladıktan 100 belki 100-120 yıl sonra, 1920’lerde Amerika’da pek fazla adı
duyulmamış Ogward adında bir kişi 1922’ler culter lag’den bahsetti. Yani
dedi ki “sanayi devrimi bize bir teknoloji sundu. Bu şimdi teknoloji almış
başını gidiyor, kültür geri kalıyor” dedi. Adamın bu sözleri 1950’lerde,
60’larda tekrar hatırlandı ve bunun üzerinde yazılar, denemeler yapıldı
yazıldı. Snow’un İki Kültür Denemesini hatırlayın.
Halen geçerli olan bir ikilem var, bir kriz biz akademisyenler, fenciler
ve sanatçılar, edebiyatçılar aynı fakülte çatısı altında çalışıyoruz, fakat
birbirimizin dilinizi anlamıyoruz. Bugün bir anket yapılsa Fen-Edebiyat
Fakültelerine ne istiyorsunuz diye, bizi ayırın derler. Biz birbirimizle
anlaşamıyoruz. Mclauhen 1960’larda ünlü kitabında “medyanın kendisi
mesajdır. Medya bize mesajları aktarmıyor, yorumlamıyor; medyanın bizatihi
kendisi mesajdır” dedi ve dediği bugün doğrudur. Yalnız Türkiye’de değil
bütün dünyada bu durum toplumları çok yakından ve derinden etkiliyor; başlı
başına bir kriz. Türkiye’de yaşadığımız krizlerin yarısından fazlasının
takriben düşünüyorum, medyanın yarattığı; haber yapıyorlar, haber
aktarmıyorlar. Adına da haber yapmak diyorlar saklamıyorlar yaptıkları işi.
Onun için her olay onlar için bir başlık olmaya, bir manşet olmaya aday bir
haberdir.
“Ellil” adında yine adı sanı duyulmamış bir Amerikalı araştırmacı
1960’larda teknolojik düzeni yazdı ve şöyle yazdı Ogward’ı hatırlayarak: “bu
düzen kültürü boş verdi, kendi yönünde, kendi amaçlarıyla, kendi araçlarıyla
gelişiyor. Bu dünyayı tehdit eden bir tehlikedir.” Toffler’i hatırlayacaksınız
1970’lerde geleceğin şokları dedi. Pek şoke olmadık, çünkü bizi medya
hazırlamıştı. Hâlbuki Toffler diyordu ki “daha siz hiçbir şey görmediniz, neler
göreceksiniz” ve bahsettiklerini 1990’larda 2000’lerde gördük.
Krizlerden bir tanesi sessiz sedasız geldi; biz hiç ondan haberdar
olmadık, sonra Stiglitz adındaki bu ekonomist bunu yazdı ve ödül kazandı.
“ABD gücü ile politikası ile üye ülkelerin kurduğu IMF’nin ve Dünya
Bankası’nın politikasını değiştirdi 1980’de. Biz bundan sonra ulusal
devletlere değil, serbest liberale bağlı toplumlara yardım edeceğiz” dedi.
Amerika politikasını değiştirdi, sanıyorum Özal bu politikanın değişikliğini
yakından izledi ve Türkiye’ye bu yönde hizmet etti ve bu politikaya uygun
ulusal politikalarla Türkiye’de bir hareket yarattı.
Bunların arasında benim en çok dikkatimi çeken, az tanıdığımız çok
dürüst bir ekonomist Galbreys. Kendisini 88 Seul Olimpiyatlarında tanıdım,
şöyle diyordu kitabında da aynı şeyi söylüyor: “kapitalizm ve sosyalizm iki
büyük düzen olarak ikisi de başarısızdır, vaatlerini yerine getirememiştir.
Yalnız sosyalizm, komünizm değil kapitalizm de vaatlerini yerine
getirememiştir. Dünyanın yeni bir düzene ihtiyacı var.” bu düzen nedir
160
söylemiyor, ama bunların yetersizliğini vurguluyordu. Bir sene sonra da
biliyorsunuz Sovyetler Birliği dağıldı.
Dünyadaki temel sorunlardan bir tanesi karmaşıklıktır, complexity.
Brezinski isimli Amerika Başkanlık Danışmanı, birkaç Başkana danışmanlık
yapmış kişi, kanaatimce bunun adını koydu 1993’te Türkçeye çevrildi.
Karmaşıklık global bir sorundur kitabın adı zannediyorum Türkçesi “Çivisi
Çıkmış Dünya” diyor. Dünya bu karmaşıklık sorunu veya krizi içerisindedir.
Olay bizim bireysel olarak veya ortak aklımızla kavrayamayacağımız kadar
bir karmaşık düzene girdi. Bütün bunlar arasında en anlaşılır mesajı
Wallerce verdi, “bildik dünyanın sonu fakat sorun veya kriz nereden çıkıyor,
geleceği bilmiyoruz. Gelecek belirsizliği belki dünyanın ortak kriz konusudur.”
Şimdi bilim, bilgi, bilişim güzel bir evrim çizgisi gibi. Ama ben burada
şunu vurgulamak istiyorum, bu enformasyon teknolojisinin, iletişim
teknolojisinin bize sağladığı bu imkânlar bize bilgi verirken dezenformasyon
da veriyor. Yani Türkiye’deki işte 48-50 kanalı izlediğim zaman işte kendi
kanaat, kendi gücümle buradaki doğru, geçerli bilgiler yanında ne kadar
yanıltıcı bilgilerin, izlenimlerin verilmeye çalışıldığını görüyorum. Yani işin
tümüyle iyi veya kötü olması, güzel veya çirkin olması mümkün değil. İkisi
beraber yürüyorlar. Bir taraftan bilgi verirken bir taraftan da bizim aklımızı
karıştıracak her şeyi yapıyorlar.
Burada Türkiye’de dikkatimizden kaçan iki tane gelişmeye değinmek
istiyorum. Bir tanesi Oscar Lange bir Polonyalı filozof, matematikçi
1975’lerde bir kitap yayınladı “Bütünler ve Parçalar” Bu kitapta gayet net
olarak bütün dediğimiz sistemlerin neden parçalandığını ve parçalanmak
zorunda olduğunu gösterdi. Aynı yıl biraz da esprili, nükteli bir şekilde bir
İngiliz araştırmacı zannediyorum sistemlerin çalışmadığını söyledi. Çünkü
sistemler, varlığın sürekliliğine dayanır, hâlbuki toplumlar sürekli değil,
sürekli değişiyor. Kurduğunuz sistemi uygulama aşamasına geldiğinizde bir
de bakıyorsunuz ki sistem çalışmıyor. Hâlbuki biz bütün çözümlerimizi
sistemlerden alıyoruz. Alın size bir kriz sorunu.
Karamsar kehanetler bugünün kehanetleri değil. Rousseau’nun
tezini hatırlarsınız “medeniyet ya bugün yaşadığımız sorunların, kötülüklerin
kaynağıdır.” Medeniyete karşı, ama bunu geri çeviremeyeceğini biliyor.
Spengler’in “Batı’nın Çöküşü” eseri 1926. 56’da Almanlar bunu yeniden
yorumladılar, 2006’da Amerika’da yeniden basıldı. Dünya bir arayış
içerisinde acaba Spengler’in dediği gibi dünya bir Sezarizm dönemine mi
girdi? Yani medeniyet bitti şimdi Sezarizm, yani yakıp yıkıcılık mı başladı?
Polanyi’nin büyük eseri Türkçeye çevrildi, fakat literatürde adına az rastlanır,
Büyük Dönüşüm adlı eserinde diyor ki: “serbest piyasa serbest bırakılamaz.
Bırakılırsa önce kendisini yok eder.” Kitabı dikkatle okursanız bunu söylüyor.
Amerikalılar desteklediler fakat bu sonuçtan pek hoşlanmadılar.
161
Fukuyama Tarihin Sonu dedi, sonra kendisiyle İstanbul’da bir
toplantıda karşılaştık. Dedim ki “çok iddialı bir şey, bakın Tarihin Sonu
dediniz siz; ama tarih bitmedi insan da bitmedi.” Dedi ki o benim lafım değil,
onu yayıncı öyle koymuş. Sonradan hatasını anladı “ulusal devletler var
olmalı ki, bu dünya yönetilmeli” dedi. Yani ulusal devletlerin sonu geldi
demek istemedi. Wallerstein’in eserinden sözettim. Hıristiyanlar ya da ona
paralel bazı aşırı Müslüman gruplarından sürekli bana mesaj geliyor, sizlere
de gelir, en yakında 9 Eylül 2009’da geldi. “9.9.9 dünyanın sonu haberin
olsun”. O gün biraz bekledim bir şey olmadı, ama tahmin ediyorum gelecek
yıl, 10.10.10’da yani Ekim ayının 10’unda bir tane daha gelecek, dünyanın
sonu geldi. Belki o kurtuluş olacak; onu ümit ediyorlar.
Zelzan adındaki bir antropolog Türkiye’ye geldi, kitaplarını irdeledi;
basında hiç yer almadı. Şöyle diyor: Gelecekteki İlkel kitabında: eğer
medeniyet buysa diyor bana ilkeli verin. Onu tercih ederim. Yani mükemmel
bir dünyada yaşamıyoruz. Huntington kendi eseriyle toparlanıp gitti, adı kaldı
yadigâr. Çok ciddi bir araştırmacı Rees, “Dünyanın Sonu: Son Saat”
eserinde diyor ki, “Dünyayı bu hızla tüketmeye devam edersek 20-25 yıl
sonra dünya medeniyetinde çok büyük kırılmalar olacaktır. Neden? Sürekli
yaşadığımız biyosferi çok hızlı bir şekilde tüketiyoruz. Dünya büyük, ama
bizim yaşam çevremiz bir portakalın kabuğu kadar kalın değil.”
Greenspan görevden ayrıldıktan sonra Çalkantılar Çağı’nı yazdı ve
dedi ki: görevde 20 sene kaldım, 18-20 sene ve enerjiyle para akışını
sağladım. Ekonominin yaşaması için enerji ve para lazım, ikisini de sağladım
ve başardım. Kriz çıktıktan sonra galiba dedi krizden ben de sorumluyum.
Yani, büyüme politikası bir yerde bir kaza yaptı çalışmıyor.
Benim bir küçük kitabım çıktı, ama hiçbir yerde duyulmadı, Dünyanın
Sonu mu Acaba? Krugman ciddi bir kitap yazdı fakat doğru çeviremedik
Vicdanlı Krugman dedik, hâlbuki Bilinçli Krugman. Bu bize Ziya Gökalp’ten
bir mirastır, conscience’ı vicdan diye tercüme ediyoruz, hâlbuki conscience
aynı zamanda bilinçtir. Orada vicdanını açıklamıyor, adamın vicdanı temiz.
Ben diyor 10 senedir bu krizi haber veriyorum, ama kimse beni dinlemedi.
Dawkins’in eserini hatırlayacaksınız, Tanrı Yanılgısı, Belki de Tanrı Yoktur.
Ama son bir kitap çıktı 2009’da. Micklethwait diyor ki, “God İs Back.”
Nerede, dünyada. Ama kitabı okuduğunuz zaman, eleştirilere baktığınız
zaman görüyorsunuz ki dünyada değil Amerika’da. Amerikalılar diyorlar ki,
bu zat dünyadaki durumu değil Amerika’yı anlatıyor. Amerika’da Tanrı geri
dönmüş.
Şu kriz türleri doğal afet krizleri var; deprem, volkan, çığ, taşkın,
tayfun, heyelan vs gibi, güneş fırtınaları, radyasyonlar; bunlar pek bizim bir
şey yapabileceğimiz şeyler değil. Ama bunların bir kısmını tetikleyebiliriz.
Kelebek kanatlarını hatırlayın. Meteorologlar söylediler Tayland’da bir
162
kelebeğin kanatlarının yarattığı dalgalar Meksika Körfezi’nde bir tayfuna
sebep olabilir. Yani dünyada her şey her şeye bağlı, doğada da bağlı, ama
biz bunun pek farkında değiliz.
Sosyal kültürel krizler esas bizim konumuz. Savaş, tüketim, değişim,
paylaşım, ulaşım, iletişim, yönetişim, sonuna -şim ekleyebileceğiniz her fiilin
sonunda bir kriz var. Eğitim krizi yalnız bizde değil, bütün dünyada. Bütün
dünya nasıl eğitim yapmalı? Geleceğe nasıl hazırlanalım bilinmiyor ve bir
kriz, sağlık krizi domuz aşısı ya da domuz gribi aşısı, olalım mı olmayalım mı
diye, dünya ikiye bölünmüş durumda.
Bir de insanla doğanın çelişkilerinden doğan küçük krizler var. O
konuda bir şey yapamayız, ama onları da kriz olarak algılıyoruz. İklim
değişmesi, çevre kirlenmesi, yangın, cinsler arası tartışma veya kavga veya
besin zincirinin kırılması. Ben balıkçılara soruyorum: falanca balığın mevsimi
neden çıkmıyor? Diyorlar ki: şimdi denizanaları bizim denizlerimizi istila etti,
bazı balık türleri artık çıkmıyor. Demek ki yalnız bizim yaşam düzenimizde
değil, biyosferde yani bütün yaşam çevresinde büyük krizler yaşanıyor ve
yaşanmaya da devam edecek.
Efendim, krizlerin öncelikleri acil afet benzeri doğal krizlerde pek
fazla bir şey yapamayız. Ama planlamayla belki bazı kayıpları azaltabiliriz.
Mesela biz tarihten ders almıyoruz; Japonya’dan ders almıyoruz. Ama bakın
büyük bir kriz yaşadık İzmit’te ve siyasetin Türkiye’deki genel yorumu şuydu:
“Tanrı bize bu cezayı vermiş, ne yapalım katlanacağız.” Tanrı bütün dünyaya
bu cezayı veriyor, ama bazı yerde 6 kişi ölüyor, bazı yerde 6 bin, bazı yerde
60 bin. Demek ki burada insanın yapabileceği bazı şeyler var, bazı
kayıplarımızı azaltabiliriz.
Sosyal, kültürel ve müzmin krizler var. Bunlar sürekli yenilenmeyi
gerektiriyor. Krizlerin kaynağında teknolojinin yanlı ve yanlış kullanımı var.
Bakın tarihte teknoloji daima üretimi artırmak, refahı artırmak, hayatı
kolaylaştırmak için kullanıldı. Günümüzde teknolojinin kullanımı tüketimi
artırmaya yöneliktir. Akşam televizyonda bakınız değişmeyen mesaj nedir?
Sıkılıp bir kanaldan öbürüne atladığınızda başka bir malın tüketim reklâmı ile
karşılaşıyorsunuz. Bugün televizyon yalnız bizim ülkemizde değil, bütün
dünyada bizde biraz daha aşırı olarak belki tüketimi size tavsiye ediyor;
yaşamak için fazla tüketin.
Şimdi bu eğer, teknolojideki bu gelişimi, bu eğilimi, bu mesajı
denetim altına alamazsak hakikaten korkulacak dünya bizi beklemektedir.
Artık korkar mıyız, kurtulur muyuz pek bir şey bilemiyorum. Ama bunun
evcilleştirilebileceğini
düşünüyorum.
Yani
teknolojiyi
ortadan
kaldıramazsınız, durduramazsınız, teknolojiye muhtacız; enerji için, toplum
için, eğitim için, konuşma için. Mesela şu anda elektrik kesilse ben ne
yaparım, düşünmek bile istemiyorum. Ama bu teknoloji evcilleştirilebilir. Şu
163
anlamda, insana ve topluma daha yararlı hale getirilebilir, zararları bir miktar
daha azaltılabilir; bu anlamda evcilleştirilebilir. Tıpkı bitkileri ve hayvanları
evcilleştirdiğimiz gibi.
Ama kavramsal ikilemlere bir şey yapamayız. İnsan-doğa, idealgerçek, doğru-yanlış vs. gibi. Hatırlayacaksınız birkaç yıl önce bir Hollandalı
edebiyat Nobel’i kazandı. Dünyaya verdiği mesaj şudur: “her doğruda
yanlışlar var, her yanlışta doğrular var.” Hâlbuki insanların tartışmalarına
bakınız, birisi doğru diyor öbürü yanlış diyor. Hâlbuki bu iki argümanda da
doğruların yanında yanlışlar, yanlışların yanında doğrular var. Yalnız Batı’nın
bir dezavantajı var; Batı medeniyeti hem demokrasiler, hem totaliter ülkeler,
hatta komünizm medeniyeti insanın doğaya egemen olması olarak
tanımlamıştır. Burada biraz eğer Uzakdoğu’ya kulak verirseniz şöyle derler:
“medeniyet doğaya egemenlik değildir, doğayı tanıyıp onunla uyum içinde
yaşamaktır.” Bu çok büyük bir devrim olur eğer bunu insanlık kabul
edebilirse. Biz hala kendimizi aldatıyoruz. Medeniyet, medeni vasıtalarla biz
doğaya egemeniz. Hayır, bir yağmur, bir kar, bir rüzgâr görüyorsunuz
koskocaman bir Avrupa kenti ne gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor.
Şimdi burada belki bilimsel bir mesajı size iletmek istiyorum. Şu
grafikte dünya Bin Yıl İzleme Komitesi’nin yayınladığı bir belgede geçen
sene bakın dünyadaki ısınma 1900’lere kadar böyle geliyor, sonra bir
kıpırdanma var ve ondan sonra bir yükseliş dönemi 2000-2005’ten sonra
başlıyor. Projeksiyonlar böyle yüksek projeksiyonlar, alçak projeksiyonlar.
Yani bugüne kadar yaşanmış bir pattern kendini tekrarlamıyor, bir patlama
oluyor. Tabii bu patlama biliyoruz ki, parabolik olarak böyle sonsuza kadar
devam etmez, bir kırılma noktasından sonra tekrar bir eş eğrisine lojistik bir
eğriye dönüşecektir. Sorun biz o noktaya gelinceye kadar acaba dünyadaki
varlığımızı sürdürebilecek miyiz? Dünyayı inceleyenler yazdıkları raporlarda
diyorlar ki: “olanaklarımızın ötesinde yaşamaya devam edersek, dünyanın
geleceği belki 40-50 yılla sınırlıdır. Belki en büyük kriz bu dünyanın sona
ermesi olabilir.
Şimdi böyle bir dünyada acaba neler sürdürülebilir? Böyle bir
dünyada kanaatimce büyüme sürdürülemez. Artık bizim biraz ayağımızı
yorgana göre, biz derken insanlığı kastediyorum; ayağımızı yorgana göre
uzatıp, büyümekten vazgeçip yaşamayı seçmemiz gerekiyor. Tıpkı işte
Greenpeace Yeşil Barışçıların bize önerdiği gibi.
Gelişmiş ülkelerde herkes büyümeyi hedef alıyordu. Çağdaşlık,
gelişmişlik, refah büyümeyle mümkündür. Hatta bugün Çin ve Hint başarılı
gözüküyor, onlar da büyümeden yana. Dünya kuruluşları, IMF, Dünya
Bankası, işte finansal kurumlar, New York Times, Financial Times herkes
büyümeden yana. Basın yayın organları da bu büyümeyi bize sürekli
anlatıyor. Büyüyelim daha güçlü olacağız. Hâlbuki daha hızlı ve daha büyük
büyüme daha güçlü olmak değil, kanser hücreleri de hızla büyüyor ama
164
sağlıklı değil. Acaba küreselleşen dünyayı büyüme mi kurtaracak, yoksa
tüketimi kısma mı? Yaşamı savunanlar başka bir felsefeyi savunuyorlar.
Diyorlar ki çevreciler, Greenpeace Yeşil Barışçılar, AR-GE kurumları, yer ve
gökbilimcileri Habitat Zirveleri diyorlar ki: “büyümeyi bırak, yaşamı
sürdürelim.” Çünkü yaşamı sürdürmezsek Kyoto Protokolünü ciddiye
almazsak, büyümenin bir anlamı kalmayacaktır.
Tabii artan nüfusu beslemek için üretimi artıracaksınız, ama üretim
artışı bir amaç olmamalı. Siz Batı’da üretimi artırırken bakın bugün birkaç ay
önce Afrika’dan döndüm, toplumun %40’ı sanitasyonu olmayan, suyu,
elektriği olmayan, çevresi sınırlanmış rezervasyonlarda yaşıyor. Afrikalı
araştırmacılar önümüzdeki 20 yılda bu oranın %60’a çıkacağını söylüyorlar.
Böyle bir Afrika bombası dünyanın başında çok büyük bir tehlikedir. Bu
büyümeyle halledilecek bir şey değil, belki dünya kaynaklarının daha iyi
dağılmasıyla mümkün olabilir. Ancak izlenen, dayatılan serbest pazar
politikasında zenginler biraz daha zengin, belki fakirler biraz daha
durumlarını düzeltiyorlar, ama aradaki makas açılıyor; bu benim görüşüm
değil uzmanların söylediklerini tekrarlıyorum.
Ve bu arada esas sorun, dünya büyük fakat bizim yaşamamıza
elverişli olan biyosfer, hidrosfer veya atmosfer o kadar büyük değil. 6 bin km
büyüklüğündeki dünyamızın yarıçapı bizim yaşam kabuğumuz, yaşadığımız
alanın genişliği 20 km. 20 km’yi 66 bin km’ye bölün, ne kadar sınırda
yaşadığımızı görebileceksiniz.
Evet, işte burada teknolojiye büyük iş düşüyor. Çok büyük bir yolu
açtılar, müthiş bir ivme yarattılar şimdi bu ivme nasıl büyük sarsıntılara,
büyük krizlere yol açmadan dönebilir? Şunu tarihten biliyoruz ki, krizler
tamamen ortadan kalkmıyor, ancak unutturuluyor. Artık bir kriz olmaktan
çıkıp doğal karşılanmaya başlıyor.
Bu arada eğer bugüne kadar keşfetmedinizse küçük bir kaynak
önereyim, dünya saati. Dünyamızda şu anda olup biten bütün değişmeleri
rakam olarak göreceksiniz. Ölenler, doğanlar, hasta olanlar, delirenler,
çıldıranlar, hapse girenler, çıkanlar, yananlar, yıkılanlar sayısal olarak
veriliyor. Gerçek bir enformasyon toplumunda bu dünya saatinin bir kanal
tarafından 24 saat verilmesi lazım. Dünyanın ne olduğunu görmek için bu
dünya saatini izleyiniz lütfen. Bu arada nereye doğru gittiğimizi, dünyanın
ısındığını görüyorsunuz; günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak. 14 dereceden,
15 dereceye doğru gidiyor dünyanın ortalama ısısı.
Biz ne yapıyoruz? Ekodiyalog uzmanları bakkal veya satıcı kılığına
girmişler “aman alın verin” diyorlar. Aman alın, verin. Alıp verirseniz Türkiye
ve dünya kurtulur. Aman otomobilinizi yenileyin. Kredi bizden, ÖTV bizden,
KDV bizden. Yani ben tüketimin bu kadar pompalandığı bir başka yer
bilmiyorum. Fakat bir şeye dikkat ediyor musunuz, geçen sene bu aylara
165
kadar bütün televizyon programları küreselleşen dünyadan bahsediyordu,
bugün küreselleşen dünya bitti. Neyi konuşuyoruz? Onun yarattığı krizden
nasıl çıkabiliriz. Birdenbire bitti, kesildi. Kimse artık küreselleşen dünyadan
ümitli değil.
Efendim teknolojiden bahsettim, o kadar karmaşık bir olay değil.
Malzemeyle, metot bilgisi bir araya geldiği zaman teknolojidir. Bir kalem en
basit bir teknolojidir, şu biraz daha karmaşık bir teknolojidir. Ama hepsinde
bir malzeme ve bir metot var. Fakat göze çarpmayan bir husus, bütün
teknolojiler enerjiyle çalışıyor ve biz bugün neredeyse nefes alışımızı bile
enerjiyle yapacağız. Enerjiyle sevişiyoruz, enerjiyle uyuyoruz, enerjiyle
düşmanlık yapıyoruz, enerji olmadan hiçbir şey yapamayız. Ama enerji
tükeniyor ve enerji çevre kirlenmesinin büyük bir unsuru ve dolayısıyla
medyada bir medya savaşları var; enerji ile parayı nasıl aktarmaya,
döndürmeye çalışacağız.
Efendim sürdürülebilirlik ikilemini söyledim, tekrarlamayayım.
Büyüme mi, yaşama mı? Benim tercihim yaşamadan yana. Ancak yaşarsak
belki bir büyüme veya var kalma ümidi olabilir. Yaşamayı dikkate almayan bir
büyüme herhalde dünyayı, ülkeleri ve İstanbul kenti dâhil bütün yerleşmeleri
felakete doğru götürecektir.
Küreselleşme söylemi bitti, şimdi krizden çıkış şeyi başladı. Çözüm
tasarruf mu, tüketim mi burada bir ikilem var. Kimileri diyorlar ki, “belki
tasarruf yaparak ikilemden çıkabiliriz” bunun karşısında bir başka ekol “aman
tasarrufu bırakın yastık altındaki birikimlerinizi de piyasaya çıkartın. Bol bol
alın ki sistem devam etsin.” Amaç sistemin devam etmesi mi yoksa yaşamın
devam etmesi mi? Sistem insanların varlığı için var, insanlar sistem için yok.
Ekonomide yeni bir düzene ihtiyaç var. Dünyadaki bütün ileri gelen
ekonomistler burada birleşiyorlar. Fakat nasıl bir düzen olduğu konusunda
tam bir fikir birliği yok. Daha çok kapitalist ekonominin eksiklerini dile
getiriyorlar, bunun için çözüm arıyorlar.
Kanaatim vahşi teknoloji, vahşi ekonomi gibi durmaz, durdurulamaz
ama belki bilinçle evcilleştirilebilir. Brezinski de şunu söylüyor kitabında:
“dünya sadece Amerika’nın yönetebilip yönlendirebileceği bir ölçeği çoktan
aşmıştır. Dünya insanları bu karmaşıklığı görürse ve işbirliği yaparlarsa belki
dünyamız kurtulur” diyor. Evcil bir teknoloji mümkün mü? Mümkündür, tarihte
insanlar bitkileri, hayvanları evcilleştirerek, endüstri devriminde onların
fosillerini kullanarak bu hale getirdiler bilgileriyle ve teknolojiyle. Şimdi bilinç
ve teknolojileriyle belki teknolojiyi bilgi teknolojisini, enformasyon teknolojisini
kullanarak belki teknolojiyi evcilleştirebiliriz diye düşünüyorum.
Evet, yazgımız ve de geleceğimiz kanaatimce buradaki başarımıza
bağlı görünüyor. Söylediğim gibi acil afetler, özetle afetler konusunda pek
166
fazla bir şey yapamayız, belki bazı kayıplarımızı azaltabiliriz eğer yeteri
kadar cesur ve planlı davranabilirsek, bilinçli davranabilirsek.
Sosyal-kültürel konularda kriz masası kurmakla sorunlar çözülmüyor,
çünkü sonucunu bilemiyoruz. Kriz masası çözüm değil; krizlerin sayısını
azaltmak ve oradaki çığırtkanlığı biraz azaltmak. Çünkü bütün bu
çığırtkanlıklar insanları bilinçdışı davranışlara eğilimlere yöneltiyor. Kimse
teknolojiyi evcilleştirmiyor, hatta tersine eğitim sorunun nasıl çözeriz?
Diyorlar ki: eğitim teknolojisiyle. Peki, ama eğitim teknolojisi kendi kendini
kullanmıyor, insanlar onu kullanıyor; demek ki teknoloji bir araç. İyi mi kötü
mü; doğru kullanılırsa iyi, kullanılmazsa kötü.
Kavramsal krizleri biz yaratıyoruz. Aslında bunlar suni krizler.
Doğanın yaptığı bir şey yok, doğa bize sürekli ders vermeye çalışıyor, ama
bu dersi almazsak bir krize doğru yöneltiyor. Bazı ikilemler kriz değil Batı
felsefesinin yanılsamalarıdır.
Efendim arz ettim süremi belki aşmış olabilirim, beni ikaz etmediniz.
Teşekkür ediyorum, burada sözüme son veriyorum. Saygılar sunuyorum
efendim.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz.
En önemli, en temel krizi konuşarak başladık; varlığımızı sürdürme
krizinden söz ederek başladık.
Şimdi söz Sayın Çağlar Keyder’in.
ÇAĞLAR KEYDER- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Benim konuşacağım konular biraz daha banal konular. İstanbul ve
kriz üzerine odaklanmak istiyorum. Birkaç noktası var bu konuşmanın; birkaç
satır başlığı var.
Birincisi, bu yepyeni tür bir kriz; gerçekten global bir kriz. O nedenle
İstanbul ve kriz anlam kazanıyor bir konu başlığı olarak. İkincisi bu krizin
niteliği tabii global olması bir ölçek sorunu, ama bir de niteliği var. Niteliği de
şu: Görünürde finansal olan bir kriz, yani finansal düzeyde kendisini gösteren
bir kriz. Bunun bir anlamı da kredi mekanizmasının yani para olayının çok
önem kazanması, İstanbul’da da bunu göreceğiz. Üçüncüsü ise İstanbul’un
özellikle 2001’den beri geçirdiği dönüşüm bu krizle olan ilişkisini çok
somutlaştırıyor, derinleştiriyor. Onu anlatmak istiyorum.
Şimdi birinci olay şu, hatırlarsanız 2001‘de bir kriz söz konusuydu.
Fakat 2001 krizi çok bildiğimiz 3. dünya krizlerinden bir tanesiydi Türkiye
açısından. Türkiye’nin borçlanması söz konusuydu, borcunu ödeyememesi
söz konusuydu. İçeride Türkiye’deki bütçenin çok önemli bir kısmının borç
faizlerine gitmesi söz konusuydu ve de bütün Türkiye’deki iktisat denkleminin
dışarıdan gelen sıcak parayla ayakta tutulması söz konusuydu. Ayrıca
167
hatırlarsınız, 2001’den önce kendisini tam olarak küreselleşmeye
uyarlamamıştı henüz ekonomi. O nedenle Kemal Derviş ve onu takiben
birçok yeni olay ortaya çıktı.
Şimdi o 2001 krizi ile bugünkü kriz arasındaki fark bu. Bugünkü krizi
küreselleşmeye bakmadan anlamaya imkân yok. 2001 krizi lokal bir krizdi,
Türkiye’de oluşmuş olan bir krizdi; bugünkü kriz dünya krizi. Şimdi 2001
krizinden farklı olduğunu söylüyorum bugünkü krizin. Ama bugünkü kriz
bundan önceki bütün krizlerden de epey farklı. Yine hatırlayacaksınız
1990’ların sonunda bir dizi kriz oldu. Bir tane Asya’da oldu, Doğu Asya’da
ondan sonra Rusya’da oldu, ondan sonra Latin Amerika’da oldu vs. Fakat
bunların hepsi yine yerel krizlerdi. Yani birtakım dengesizliklerin yerel
düzeyde ortaya çıkması ve ondan sonra bu yerel olayın çok dolaylı bir
şekilde bütün dünyayı etkilemesiydi; ama çok dolaylı bir şekilde. Bugünkü
krizin farkıysa şu: Merkezde çıktı bu kriz ve merkezde çıkar çıkmaz da bütün
dünyayı çok hızlı bir şekilde sardı. Dolayısıyla, gerçekten ilk global kriz
nitelemesi çok da yanlış değil.
2001’deki krizde yine hatırlayacaksınız İstanbul’da çok şeyler oldu.
Bu arada ben ve meslektaşım Ayşe Buğra bir yazı yazmıştık İstanbul’daki
krizin yaşama etkileri diye. Nasıl bir yoksullaşma olduğunu, nasıl insanların
işlerini kaybettiğini, bütçelerinin ne kadar değiştiğini ve buna karşı ne
yaptıklarını vs. anlatmaya çalışmıştık orada. Bugünkü krizde olayı bu kadar
somut olarak inceleyecek veri yok elimizde, yalnız ortalıkta dolaşan birtakım
sözler var. Mesela geçenlerde bu krizden beri 30 bin kişinin İstanbul’u terk
ettiği söyleniyordu. Belki hatırlayacaksınız geçen sene krizin başında aynı
şekilde bir takım rakamlar Şanghay için, Bangkok için çıkmaya başladı.
İnsanların nasıl işsizlikten dolayı köylerine geri döndükleri üzerine birtakım
hikâyeler. Bu dediğim gibi krizin global boyutuyla ilgili.
Şimdi ikinci noktaya gelmek istiyorum. Krizin niteliği, yani ölçeğinden
çok, yahut da mekânsal küreye yayılmasından çok, nasıl bu kadar hızlı
yayılabildiği sorusu. Şimdi burada İstanbul’a özgü değil bu söyleyeceğim
şeyler fakat İstanbul’da da yansıması çok açık bir şekilde gözüküyor. Olay
şu: biraz ekonomi politik bilenleriniz hatırlayacaktır, ekonomi politik içinde
“eksik tüketim” diye bir laf vardır. Eksik tüketim şu demek: ortada muazzam
bir üretim kapasitesi var; fakat bunu tüketecek düzeyde bir gelir dağılımı yok.
Daha doğrusu şu anlama geliyor bu gelir dağılımın niteliği ortalıkta olan
malların tüketilmesi için yeterli değil. Bunun da çok basit bir nedeni var. Geliri
az olan insanlar daha çok tüketim yaparlar. Yani çok yoksul birisi tabii ki
alacağı paranın %100’ünü tüketecektir. Buna karşılık zengin insanlar normal
olarak gelirlerinin daha düşük bir oranını tüketirler. Eğer gelir dağılımı
bozulursa, geneldeki tüketim düzeyi de düşmeye başlar. Yani gelir
dağılımının niteliği kapasite anlamında üretilebilecek malların tümünün
satılıp satılamayacağını da belirleyen bir şeydir.
168
Şimdi eğer düşünürseniz son 20 senede gelir dağılımı bütün
dünyada her bakımdan bozulmakta. İstanbul’un içine bakın bunu rahatlıkla
görebilirsiniz gözlem olarak yani sadece sokakta gördüğünüz şeyden söz
ediyorum. Bütün ülkelerde, Amerika ve İngiltere başta olmak üzere bu gelir
dağılımını ölçen ölçeklerin hepsinde bozulma var. Hepsinde görülen şu:
yukarıdaki %1, yukarıdaki %0,5, yukarıdaki %0,1 sürekli olarak yükseltmişler
aldıkları payı gelirden, buna karşılık ortadaki çok büyük gruplar %80, %90;
hiçbir şey olmamış bunlara, aşağıdakiler de sürekli kaybetmişler. Yani son
15-20 senenin fakat özellikle son 10 senenin bütün gelir artışı yukarıdaki çok
ufak bir zümreye gitmiş.
Şimdi bu ülkelerin kendi içindeki olay; bütün dünyaya baktığınız
zaman aynı şeyi görüyorsunuz. Eğer ülkelerin ortalamasını alırsanız Çin’i
hariç tutarsanız, ülkelerin ortalamasından giderek yaptığınız bir hesaplama
gelir dağılımının çok önemli bir şekilde bozulduğunu gösteriyor. Çin’i işin
içine kattığınız zaman biraz sorun çıkıyor, çünkü Çin’de bir yükselme var.
Ama bir de şunu düşünün, dünyadaki bütün bireylerin sanki tek bir
ortamdaymış gibi gelirlerini hesapladığınız takdirde şöyle bir şey çıkıyor,
Çin’in kendi içinde gelir dağılımı bozulduğundan dolayı bütün dünyada gelir
dağılımı çok fazla bir şekilde bozulmuş, ama bayağı yüksek bir şekilde
bozulmuş oluyor.
Şimdi bu ne anlama geliyor? Biraz önce söylediğimi hatırlarsanız
kötü bir gelir dağılımı eksik tüketime götürüyor. Çünkü çok zengin insanlar
sonunda tüketemezler her şeyi. Yani kaç tane şampanya alacak, kaç tane
Rolls Royce alacak, kaç tane Armani’den elbise alacak. Bütün bunları
düşündüğünüz zaman şöyle bir şey çıkıyor, çok zengin insanlar yani
yukarıdaki binde 1 diyelim, aldıkları gelirin önemli bir kısmını hiçbir şey
yapamadan ellerinde tutuyorlar. Niye hiçbir şey yapamıyorlar? Çünkü
yatırdıkları takdirde, eksik tüketim sorunu daha da kötüleşecek. Çünkü
satamayacaklar yaptıkları yatırımı neticesinde. Dolayısıyla ne yapıyorlar? Bu
paraları, finans sektöründe değerlendirmeye çalışıyorlar.
Şimdi bunun çeşitli dolaylı göstergeleri var. Mesela bakın size bir
gösterge, son 10 yılda finans sektörü Amerikan ekonomisindeki finans
sektörü bütün artı yaratılan değerin %15’ini alırken, şimdi %40’ını alıyor. Bu
ne demek? O kadar çok para finans sektörüne gelmiş, o kadar çok para
finans sektöründe değerlendiriliyor ki, finans sektörü bir şekilde olmadık
yollara girerek bu parayı değerlendirmeye çalışıyor. Derivatif diye bir laf var
belki duymuşsunuzdur; kimsenin anlamadığı birtakım finansal araçlar bunlar.
Sadece finans doktorası olanlar ve matematikçiler biliyor bunun ne
olduğunu, başka hiç kimse anlayamıyor. Bu finans, bu derivatifler toplam
olarak dünya gelirinin yani dünya gayrisafi hâsılasının, yahut net hasılasının
10 misline çıktı.
169
Düşünebiliyor musunuz bu kadar çok para ortalıkta sirküle ediyor,
sürekli dönüyor. Yani bu tamamen finansın o kadar büyük bir balona girmesi
ki, reel ekonomiyle ilişkisi neredeyse sıfır.
Şimdi bu olayın bir boyutu; ikinci boyutu şu: yine eksik tüketim
meselesini ve kötü gelir dağılımını düşünürseniz, kötü gelir dağılımının bir
neticesi de şu: hadi yoksulları bir kenara bırakalım, ama orta sınıfın ayakta
kalması çok gerekli olduğu için, bir anlamda ideolojik ve siyasi olarak orta
sınıfa sürekli kredi akımı başlıyor. Türkiye’de 1980’lerin sonuna kadar kredi
kartı kullanılmıyordu, şu anda 40 milyon kredi kartı var. Türkiye’de ipotek
olayı yoktu yakın zamana kadar, şimdi 2 yıldır ipotek olayı var; ondan önce
de şahsa verilen kredi söz konusuydu gayrimenkul satın almak için.
Bütün bu olaylar dünyada aynı hızla gelişen şeyler. Yani bu finans
olayının bir yanı eğer zenginlerin böyle hiç anlamadığımız enstrümanlara
para yatırmasıysa, diğer boyutu da orta sınıfta olan insanların yani tüketim
yapmaya geliri yetmeyen olan insanların kredi vasıtasıyla yapay bir şekilde
tüketici olarak ortaya çıkarılmaları. Şimdi bu iki boyuttan da baktığınız
takdirde bunun sonucu çok açık. O bahsettiğim finansal enstrümanlar biraz
önce söylediğim gibi dünya gelirinin 10 misline kadar çıkıyor ise volüm
olarak, en basit bir getiri dahi sağlasalar dünya gelirinin çok büyük bir kısmını
alacaklar demektir. Buna da imkân olmadığını biliyoruz. İmkân olmadığı için
bir noktada patlayacak. Yani tam bir saadet zinciri olayı; tek bir insanın veya
tek bir kötü niyetli adamın yaptığı bir şey değil; bütün sistem saadet zinciri.
Şimdi bu bir yandan, ikinci yandan bu biraz önce sözünü ettiğim
kredi verme, kredi kartı kullanma, ipotek kullanma vs. konusu; hatırladığınız
gibi esas kriz buradan çıkmıştı. ABD içinde kredi kullanımı, o kadar krediyi
hiçbir şekilde geri ödeyemeyecek insanlara kadar kaydı ki, o insanların
ödeyemeyeceği çok belliydi ve nitekim ödeyemediler; sonuçta oradan patladı
her şey. Aynı şey birçok ekonomide söz konusu, Türkiye’de biliyorsunuz
sürekli gündemde olan bir şey. Kredi kartlarının ne kadar maliyetli olduğu,
bankaların ne kadar bu işten para kazandığı, ne kadar insanların zorla kredi
kullanmaya mecbur edildikleri ve sonra bir şekilde çeşitli iflaslara gitmeleri
vs.
Şimdi bu dünyadaki krizin niteliğiyle ilgili bir hikâye. Bu hikâyenin
İstanbul’a nasıl artikle edildiğini şimdi anlatmaya çalışacağım. Şimdi bu
finans olayı tabii ki bir spekülasyon sonuçta. Yani nasıl ki 17. yüzyılda lale
soğanları üzerine spekülasyon yapılmış, 18.yüzyılda saçma sapan birtakım
hisse senetleri üzerine spekülasyonlar yapılmış, günümüzde de yapılan
spekülasyon bu finans varlıkları üzerine oluyor. Ama finans varlığı biraz
geniş bir laf, çünkü bu sonuç olarak şu anlama geliyor, gerçek anlamda
kullanıma değil de sonradan değerinin artması beklenen şeye yapılan
yatırım. Yani bu bir lale soğanı da olabilir, bir sanat eseri de olabilir, bir
ressamın bir tablosu olabilir bunun üzerine spekülasyon yaparsınız,
170
derivatifler olabilir, bonolar olabilir, tahviller olabilir, hisse senetleri olabilir.
Fakat son zamanlarda gördüğümüz şu: yapılan spekülasyonların çok önemli
bir kısım gayrimenkul üzerine yapılmaya başlandı.
İngilizcede kullanılan flip diye bir kelime var. Flip demek alıp tekrar
dağıtmak demek. Amerika’da böyle bir şey çıktı bizde de aynısı söz konusu.
Olay şu: sürekli emlak alıyorsunuz, çünkü biliyorsunuz ki 1 sene sonra onun
fiyatı %50 artacak. Alıyorsunuz satıyorsunuz, tekrar alıyorsunuz tekrar
satıyorsunuz, tekrar alıyorsunuz tekrar satıyorsunuz; ta ki bir noktada saadet
zincirinin koptuğu ana kadar. Şimdi bu her yerde söz konusu, bütün büyük
şehirlerde söz konusu, özellikle de tabii küresel şehirlerde söz konusu.
Çünkü şöyle bir düşünüş var, bu küresel şehirlerdeki emlak fiyatları zaten
doğal olarak artacaktır. Küreselleşme arttığı müddetçe ve de küresel
ekonomi büyüdüğü müddetçe küresel şehirlerde Barselona olsun, Londra
olsun, New York olsun, ama tabii İstanbul da aynı şekilde buralardaki emlak
fiyatları da artmaya mecburdur. Dolayısıyla alıyorsunuz emlakı; biliyorsunuz
ki 1 sene sonra değeri daha yükselecek, tekrar satacaksınız, başkasını
alacaksınız vs.
Şimdi bu olayı İstanbul’la birleştirelim. İstanbul’daki emlak olayının
nasıl bir noktada olduğunun farkındasınız herhalde. Muazzam bir şişme var,
muazzam bir fazla kapasite var vs. Bu nasıl oldu? Olayın tarihini herkes
biliyor aşağı yukarı fakat birtakım noktaların altını çizmekte fayda var.
Bildiğimiz gibi İstanbul’da toprak yakın zamana kadar tam anlamıyla özel
mülkiyet sayılamıyordu; çünkü Hazine toprağının ne olduğu tam belli değildi.
Hazine toprağının üzerine oturan insanlar işte bildiğimiz gibi gecekondu
kuruyorlardı, ondan sonra o yavaş yavaş mülkiyetleşiyordu. Ondan sonra bir
noktada ruhsat alınıyordu, bir noktada tescil ediliyordu, tapu oluyordu vs.
Gecekondulaşma süreci bir yerden sonra yavaşlamaya başladı.
Yavaşlamasının nedeni dışarıdan İstanbul’a gelip de kendisine ev yapmak
isteyen insanların azalması değildi, İstanbul’daki yöneticilerin kararının
değişmesiydi bu konuda. İstanbul’daki alt kademe belediyelerin 1990’ların
ortasında aşağı yukarı Tayyip Erdoğan’ın belediye reisi olduğu zamandan
itibaren, bir isteksizlik var bu gecekonducuları akomode etmek açısından.
İsteksizlik şöyle, çünkü toprağın farklı kullanımları ortaya çıkıyor, bu da tabii
İstanbul’un küreselleşmesiyle ilişkili. Farklı kullanım derken mesela bir iş
merkezi yapma veyahut da bir site yapmak imkanı çıkıyor veyahut da bir
hastane, bir kampus yapma imkanı çıkıyor.
Dolayısıyla toprağa böyle gelip de oturan gecekondu yapmak
isteyen insanlar eskiden çok makbuldü, çünkü onlar geleceklerdi; onlara
patronaj ilişkisi konulacaktı, onlar size oy vereceklerdi. Şimdi artık o önem
kaybediyor. Onun yerine vergi verecek ve de o ilçenin, o toprağın, o yerin
küreselleşmesini, bir anlamda ticarileşmesini sağlayacak yatırımlar daha çok
tercih edilmeye başlandı. Yani yavaş yavaş o toprağın İstanbul’da
171
metalaşmamış halinden çıkarak, yavaş yavaş hızlı bir metalaşmaya doğru
gidilmeye başlandı.
Biraz önce anlattığım toprağın üzerinde spekülasyon yapma
ihtimalini ortaya çıkaran bir süreç bu. Bu sürecin esas hızlanmasını da ben
2002 diye düşünüyorum. Çünkü biliyorsunuz AKP iktidara geldikten sonra
Erdoğan direkt olarak neredeyse Ankara’dan yönetmeye devam ediyor
İstanbul’u. Dolayısıyla, İstanbul’un yönetiminde yepyeni bir şey çıktı ortaya, o
da şu: Ankara ile İstanbul arasındaki o gerilim, her zaman olmuş olan gerilim
ki daha önce ben yazmıştım belki hatırlarsınız, 1999’larda 2000’lerde hala
baktığımızda o gerilimden dolayı İstanbul’un küreselleşmesinin çok da
doğrudan, çok da direkt olmadığını, hala böyle enformel bir küreselleşmeden
söz edebileceğimizi söylemek mümkündü. Ama 2002’den sonra artık
AKP’nin siyaseti bu küreselleşmeyi, İstanbul’u satma olayını, İstanbul’un
bütün global network’lere açılması olayını tam bir politika edindiğini
görüyoruz.
Yani İstanbul bir anlamda AKP’nin neoliberal yaklaşımının bir
göstergesi ve bir kanıtı olmaya başladı. İstanbul ne kadar başarılı gözükürse,
neoliberalizm o kadar başarılı gibi algılanmaya başlandı. Dolayısıyla
İstanbul’un küreselleşmesi Ankara’dan da iteklenmeye başlandı ve bunun bir
göstergesi de şu: İstanbul’daki burjuvazinin yani bu kent sosyolojisinde
kentsel ittifaklar denilen olayın çok güçlenmesi. Yani bir yandan işte Koçlar,
Sabancılar, İKSV’ler, şunlar bunlar bilumum inşaat şirketleri, bilumum büyük
site yapan insanlar vs. bir yandan siyasetçiler artık bunlar aynı plandalar,
aynı kâğıdın üstündeler, aynı noktalara doğru uğraş veriyorlar.
Dolayısıyla, toprağın metalaşması ile bu urban coalition’ların ortaya
çıkması 2002’den sonra özellikle İstanbul’u tam anlamda bütün bu küresel
finans şişmesine çok aday, çok hazır bir şehir haline soktu. 2002’den sonra
özellikle TOKİ’nin vasıtasıyla, İstanbul’un bir mekânsal yayılması söz
konusu. Mekânsal yayılma derken İstanbul’un mahallelerinin artık hiç
olmayacak yerlere kadar taşmasından söz ediyorum. Bunun yapılmasının
çeşitli yolları oluyor. Bir tanesi TOKİ’nin artık her şeyin üstünde tamamen bir
dikta rejimi kurmuş olması, Hazine topraklarını istediği gibi kullanması vs. Bir
yandan kentsel dönüşüm ve de kültürel hazineleri vs. olayları çerçevesinde
İstanbul’un esas merkezini temizleyip onu turistler için çok daha cazip bir
şehir haline getirmek. Bir yandan da bu insanları dışarı atmak.
Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları ile il sınırları da aynı oldu şimdi.
Şehrin tam anlamıyla ile doğru yayılmasından söz ediyoruz ve bu doğru
yayılma küresel networklerin işin içine girmesiyle çok daha hızlanıyor. Yani
bir yandan spekülatif inşaat, bir yandan krediler vasıtasıyla spekülatif alıp
verme vs., bir yandan da içeriden dışarıya doğru yayılma ivmesi. Bu
Ankara’dan desteklenen İstanbul’daki burjuvazinin de gayet rahat içine
monte olduğu bir olay olarak gözükebiliyor.
172
Şimdi bunun sonucunda ne oldu? Bunun sonucunda bugünkü krizin
bence en belirgin neticesi, İstanbul’un muazzam bir fazla mekân stoku ile
kalmış olması. Ortada çok fazla mekân potansiyeli var, konut var ve bu
konutlara gelmesi gereken insanlar eskiden şehrin çeşitli yerlerinde, merkez
mahallelerinde daha önce gecekondu olan sonradan apartmanlaşmış
mahallelerde oturan insanlar. Onların bir kısmı gerçekten geçtiler bu
konutlara fakat o içerideki mahallelerde çok boş yer kaldı. Ama bir kısmı da
daha geçmedi. Duymuşsunuzdur gazetelerde; şu kadar alışveriş merkezi var
ortalıkta, henüz bitmemiş veya açılmamış. Şu kadar alışveriş merkezi var
içinde müşteri dolaşmayan vs. Şu kadar iş merkezinde aynı durum söz
konusu. Pazar günkü gazeteleri açıp baktığınız zaman, bu konutları yapan
insanların acilen bunları satmak için ne tür reklâmlar yaptığını da
görüyorsunuz.
Dolayısıyla, şu andaki krizin göstergesi bu fazla stok, emlak stoku,
konut stoku, iş merkezi stoku, alışveriş merkezi stoku. Bunların nasıl bir
etkisi olur İstanbul’un orta dönemdeki dönüşümü açsından; o soruyu
sorabiliriz. Bence şu etkisi: İstanbul son 50 senedir, 1950’den beri nüfus
artışı, nüfus artışının getirdiği inşaat faaliyeti, inşaat faaliyetinin getirdiği
ekonomik faaliyet, iş bulma, istihdam olsun, inşaat malzemeleri olsun vs. bu
dinamikle gelişen bir şehir. Sadece bununla demiyorum, ama bu çok önemli
bir dinamik İstanbul için. Eğer hakikaten bu tespit doğruysa yani şu anda çok
büyük bir fazlalık varsa İstanbul’da, o zaman bu fazlanın mas edilebilmesi
için yani tekrardan absorbe edilebilmesi, pazara çıkabilmesi için epey bir
zaman geçecek.
İstihdam krizi veyahut da inşaat malzemeleri vasıtasıyla ortaya çıkan
kriz herhalde daha bir müddet devam edecektir. Yeni bir 3. köprü yolları dahi
bunu kolay kolay kompanse edecek durumda değil gibi gözüküyor.
Dolayısıyla bu kriz küreselleşmiş bir ekonominin etkisi ve yansıması olduğu
için, bu krizin etkisinin İstanbul açısından 2001 ile filan kıyas edilebilecekten
çok daha büyük olduğunu tahmin ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Krizin gelir dağılımı ve tüketim profili, tüketici profili yönünü dinledik.
Sayın Özgür Temiz ile devam edeceğiz.
ÖZGÜR TEMİZ- Merhabalar.
Şimdi ben gelmeden önce şöyle düşündüm o programa bakınca, iki
ay önce arkadaşlar teklif ettiğinde “gider konuşuruz ne olacak” dedim. Sonra
programa bakınca hani bu kadar ağırlığın ortasında ben ne yapacağım diye,
elim ayağım dolandı. Amma velâkin ben buraya seyyar plancılık vazifemden
dolayısıyla çağrılmış durumdayım. Seyyar plancılık vazifem dolayısıyla
çağırılmış olmam nedeniyle de benim meseleyi başka türlü okuma,
paylaşma şansım var.
173
Birincisi, şimdi bütün bu konuşulanların elbette durumu arttırılan
tarafı olsa bile, çeşitli eskiye dönük olaylardan yeniye gelmeye çalışacağım.
Bir emperyalizm çağında krizler süreklidir diye, tarihin bir tarafında kalmış bir
laf vardı; şimdi bizim oralarda bu sizin kriz diye yaşadığınız şey zaten
sürekliydi.
Bizim orada zaten bu kriz sürekliydi, bizim orada işsizlik rutindi. Eğer
sigortalı, asgari ücretle iş bulursanız hayattaki en torpilli, en kıyak insan
sizdiniz. Dolayısıyla da mesela bu krizin konuşulması aslında daha çok şöyle
gözüküyor bizim oradan baktığımızda “ya bu orta sınıfların hayatında bir şey
değişmiş.” Bu orta sınıfların hayatında bir şey değişmiş, onların hayatına
çeşitli riskler ve olasılıklar girmiş; o riskler ve olasılıklar dolayısıyla bunu
konuşabilir hale gelmişiz. Bizim krizimiz öyle yeni başlamış bir kriz değil,
çeşitli krizler karşısında, hayata karşı çeşitli direnme, karşı çıkma ya da hani
o hayata uyum sağlama deneyimlerini geliştirme alışkanlıklarına sahibiz.
Şimdi son dönemdeki yaşananlarsa, mesela Kemal Derviş dediler az
önce, Kemal Derviş memlekete geldi, dedi ya bu memlekette benim kriz
karşısında en büyük güvencem Türk aile yapısıdır diye bir laf etti. Son
dönemde yaşananlara bakın mesela arkadaşların elinden o güvenceleri
alınıyor. Çünkü bizim mahallelerimiz dağıtılıyor. Gidin Ayazma’ya bakın,
TOKİ Başkanı dün övünmüştür herhalde Bezirganbahçe Konutlarıyla.
Bezirganbahçe’de bugün yaşayanların anlattığı şeylerden biri şu; diyor ki,
“ben eskiden kalkardım; haftada bir gün iş bulsam da işe rahat giderdim.
Niye, çünkü çocuğumun sokağa çıktığında nereye gideceğini bilirdim. Şimdi
çocuğum sokaktan aşağıya indi miydi kaçırıldı mı, kaçırılmadı mı bunu
bilemiyorum.”
Şöyle bir şeyi dayatıyorsunuz tabii bu insanlara kentli alışkanlığı
olarak; sabahleyin götürsün kreşe bıraksın sonra da işten dönünce alsın.
Kentleştiriyorsunuz,
kreşe
bırakmak
zorunda
bırakıyorsunuz,
güvencesizleştiriyorsunuz, güvensizleştiriyorsunuz o hayatı.
Gelgelelim daha başka tür yansımalarına; bizim TOKİ Seyrantepe’yi
kurtarmak için kırk tane takla attı. Bezirganbahçe’de yaşayan insanlar
eskiden de taksit ödeyemezlerdi, kriz sonrasında işsizlikleri dolayısıyla
taksitleri hiç ödeyemez oldular. Dönüp de bir tane yeniden ödeme planı diye
bir şey hazırladığını görmedim ben. Şimdi eski programda devam ediyor.
Şimdi Eren Talu için şartlar değişti, kriz oldu onun için koşulları değiştiren
TOKİ burada işsiz kalan insan için ya da diyelim ki işsiz kalmasa bile daha
az paraya çalışmaya mahkûm olan insan için herhangi bir şey düşünme
ihtiyacı bile hissetmemektedir.
Dolayısıyla şimdi başka sonuçları da var. Örneğin kriz bahanesiyle,
bizim mahallelerdeki sağlık ocaklarındaki hizmet kalitesi düştü. Bizim
mahallelerdeki suların kalitesi düştü. Yani kentsel hizmetlerden yararlanma
174
kapasitemiz daha da azaldı. 2981 sayılı kanun der ki, tapu tahsis belgesi
olanlardan ecri misil bedeli alınamaz. Ecri misili bilmeyen varsa
anımsatayım, Hazine arazileri üzerindeki kiradır. İstanbul’u gezin Pendik’ten
Avcılar’a kadar her mahallede gördükleri her yere ecri misil bedeli
yolluyorlar. Biz de gücümüz yettiğince gidiyoruz; millete anlatıyoruz itiraz
edin diye.
Şimdi biz kaç kişiye anlatabiliyoruz? Bütün bu alanda konuştuğumuz
hane sayısı kaç? Hiç değilse beş yüz bin. Seçim de geçti; Devletin kasası da
boşaldı; bu milletin sırtından kasasını dolduracak. Ama zaten 2981 sayılı
kanuna göre bunu alamazi. O zaman şöyle hesap yapıyor olmalı: “Ben 500
bin kişiye yollarım bunu, bunun en fazla 5 bin tanesi itiraz eder, geriye kalan
495 bin tanesinden alırsam kardır”. Geriye kalan 5 bin tanesi için de biz
diyelim ki gönüllü gideriz itiraz dilekçesini yazarız, dava açılacaksa gönüllü
yazarız, ama dava açmak, maliyet demek. Yani bütün bu hayatın zorlukları
içerisinde bir de ecri misil dolayısıyla dava açma maliyeti çıkar. Peki, bu
devletin kamu arazilerinde barınmak için yaşayan, barınmak için o araziyi
kullanan insanla Koç’tan, Sabancı’dan aynı düzeyde kira bedeli isteyen
kamu aklı, hak ve adalete sahip bir kamu aklı mıdır acaba?.
Bir tarafta orayı kar etmek için kullanan birinin kullandığı arazi var bir
tarafta da orayı yaşayan insanların kullandığı arazi var. Dolayısıyla ecri misil
bedeli bu krizin ikinci yaygın etkisi olarak çıktı. Üçüncüsü hepimizin
konuştuğu bildiği şey, işsizlik meselesi. Şimdi ben aynı zamanda işsizlere iş
bulma dayanışması sürdüren, daha sonrasında da o insanların işyerindeki
hakkını, hukukunu takip eden bir gönüllü faaliyette, Bir Umut faaliyetinde yer
alırım. Bize eskiden ayda 100 tane insan kanallarımızla iş talebinde
bulunurdu. Biz de onların diyelim ki 30- 40 tanesini işe yönlendirirdik. Şimdi
ayda 400 tane insan geliyor, biz onların 20 tanesini ancak
yönlendirebiliyoruz. Ama bu ara artan şey şu, daha fazla sayıda insan
sigortasız çalıştırıldığı için, işten atıldığı ve hakkını alamadığı için, anlaştığı
ücretin, anlaştığı bedelin altında bedelle maaşı ödendiği için hukuki haklarını
öğrenmek üzere bizlere başvuruyor. Bizim faaliyetimizde bu sıralar artan
etkisi gösteren, böyle bir şey.
Az önce Çağlar Hocam bahsetti, memlekette eskiden şöyle bir şey
vardı: bu gecekondu, hazine arazileri ve hazine arazilerinin böyle
kullanılması meselesi, aynı zamanda çok para getirmediği için hem kentin
yoksulları, hem orta sınıfları, hem zenginleri, hem de devlet tarafından göz
yumulan bir şeydi. Dolayısıyla ortada yine eski tabirle suni bir denge
oluşmuştu kentteki sınıflar içerisinde. Şimdi bu suni denge artık yok. Bu
dengenin taraflarından en az üçü eski dengeyi terk ettiler. Diyelim ki kamu
idaresi, kentin zenginleri ve diyelim ki kısmen orta sınıflar bu dengedeki
yerlerini terk ettiler, geriye yoksulların hayatı kaldı. Şimdi suni dengenin
böyle dağıldığı ve İstanbul’u nasıl satmak lazım diye 90’larda yol verdiği,
175
sorumluluğunu paylaştığı hayat oraya dönerken geriye herhalde bize şöyle
bir şey kalıyor: Bir dayanışma haliyle bir direniş halini beraber düşünmek.
Şimdi bu dayanışma halini çoğaltamazsak şöyle tartışmalar yapılır:
İran mı olacağız, Malezya mı olacağız, şimdi bana gözüken şu ki, İran da
Malezya da olmayacağız, biz hızlıca Tayvan olmaya gidiyoruz. Hızlıca
affınıza sığınarak yılda 400 milyar dolar seks sektörünün, seks turizminin
para kazandığı, bütün değerlerin, bütün alışkanlıklarımızın yerle bir olduğu
bir hayata gidiyoruz hızlıca. O en muhafazakâr görünen mahallelerde
özellikle.
Dolayısıyla, eğer hani biz içerde bir dayanışmayı bütün bu koşullar
karşısında güvencesizleşen, güvencesizleştikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça
da şahsiyetsizleşen ve daha fazla eğilen yoksul kesimlerin içerisinde onların
birbirine dayanacağı, onların birbirine güveneceği ve zenginler karşısında
direneceği şeyleri icat edemezsek, memleket hızlıca Tayvan olmaya gidiyor.
Bizlere gözükense bugün bir dayanışmayı ve direnmeyi, dayanışmanın
içerisinde direnmeyi başka tür yaşama, başka tür düşünme, başka tür nefes
alma, kenti, sokağı, mahalleyi, komşuyu başka tür algılama ve onun
içerisinde başka tür bir nefes alma olanaklarını çoğaltırken, gözüken o ki, bir
direnişi çoğaltmak bize kalan. Hani bütün bu krizden çıkış yolumuz böyle bir
şey olacak herhalde.
Dün akşam arkadaşlarla sohbet ediyorduk, bu kriz için ben ne
diyeyim diye. Bir miktar dost sohbeti, bir miktar şaka, bir miktar gerçek,
derken birisi şunu dedi: “şimdi bunlar alın verin, ekonomiye can verin
diyorlar. Bizse şöyle diyelim: yakın, kırın, ekonomiye can verin. Eğer
kırarsanız bankalar camları değiştirmek zorunda kalır, camcı kazanır. Camcı
kazanırsa ona mal veren fabrikatör kazanır, işçileri işten atamaz. O bankada
işler yavaşlayacağı için oradaki çalışanlara daha fazla ihtiyaç olur yine
işsizlik sorununu halleder. Üstelik de bir banka camının kırılması bir
sakızdan daha fazla hareket ettirecektir memleketteki ekonomiyi. Dolayısıyla
yakın, kırın, ekonomiye can verin; gül gibi bir ekonomimiz olsun”. Bize kalan
herhalde böyle bir şey.
OTURUM BAŞKANI- Çok teşekkür ederiz.
Gerçekten çok ilginç ve birbirini bence tamamlayan konuşmalar
izledik. Krizin ne kadar köklü, ne kadar asal yaşamsal bir mesele
olduğundan hareketle yola çıktık, analizini dinledik ve katı gerçek, acı
gerçeklerden de çok net yansımalar izledik.
Şimdi epey bir süremiz kaldı sorular katkılar için. Evet buyurun. Kayıt
yapıyorlar onun için kendinizi tanıtmanızı rica ediyoruz önce.
POLAT SÖKMEN- Teşekkür ederim, ismim Polat Sökmen. XX
176
Bu toplantıdan haberdar olduğumda, ismi bana çok ilginç geldi.
Çünkü şöyle bir izlenim var bende, sanki İstanbul krizle karşılaşıncaya kadar
İstanbul’da işleyen bir planlama sistemi varmış, bu sistem bugünün çağdaş
birtakım stratejik planlama yaklaşımlarını da içeriyormuş, sanki kentin dörtte
üçü kaçak yapılaşmamış, vb. bir tablo varmış da, şimdi kriz ortaya çıktıktan
sonra ortaya çıkan bu sorunlarla nasıl baş edilecek gibi bir izlenim doğuyor
insanda.
Bunun böyle olmadığını biliyoruz tabii. Dünyada planlama ve
yönetim literatürüne e örneklere baktığınız zaman, böyle bir tabloda en kritik
nokta özellikle planlama bağlamında bilgi ile güç arasındaki ilişkide
düğümleniyor. Gücü temsil eden siyasal taraf ile bilgiyi temsil eden meslek
mensupları, üniversiteler vs.
Bu İstanbul örneğinde işlemiyor. İşlememesinin tabii birtakım yapısal
nedenleri var, bunlar kolay aşılabilir şeyler değil. Fakat ortaya şöyle bir şey
çıkıyor, özellikle çok saygıdeğer hocalarımın anlattığı şeyler beni gerçekten
daha da zenginleştirdi. Fakat bu sözünü ettiğim güç ve bilgi ilişkisinin
işlememesi, tıkanıklığı bağlamında mantıksal olarak gittikçe şöyle bir durum
ortaya çıkıyor, bilgiye sahip olan taraflar yani biz meslek mensuplarının
bilgisi gittikçe daha şişiyor, fakat bu hiçbir zaman sonuçta bir pratik olan
planlamayı ve yönetimi etkileyebilecek bir akış sağlamıyor.
Bu aslında bizim planlama çevrelerinin ve bu çevrelere uzman
yetiştiren üniversitelerin düzenlediği bu tür toplantılarda daha yıllar önce
ifade edilmiş olan bir havlu atma olayını akla getiriyor. Bu çevrelerin duayeni
düzeyinde çok saygıdeğer bir isim, daha yıllar önce “arkadaşlar havlu
atmayalım” şeklinde sunuşlar yapmak zorunda kaldı. Havlu atmayı
gerektirecek durumda bir değişme yok aslında. Yani dolayısıyla böyle bir
çıkmaz tablo karşısında böyle bir toplantı düzenleniyor. Ben de yıllar boyu
durmadan bildiriler verdim, beni tanıyan çevreler arkadaşlar bilirler. Pek çok
şeyler söyledik. Bunlar bildirilerin ciltlenerek yayınlandığı kitaplar şeklinde
bütün rafları doldurdu vs. fakat pratiğe hiçbir şey yansımıyor.
OTURUM BAŞKANI- Bunun devamında bir sorunuz da var mı
herhangi bir konuşmacıya yönelen yoksa bu konuşmacıların görüş
belirtmesini mi istiyorsunuz?
POLAT SÖKMEN- Bozkurt hocama sormak istiyorum: Bütün bunlar,
bir pratik olan planlama ve yönetime, -planlama ve yönetim diyorum çünkü
bugünkü stratejik planlamada artık yönetimle büyük ölçüde örtüşme var-;
nasıl yansıtılacak? Bunun yansıtılamadığını görüyoruz, biz bunun
yansıtılamadığını ben şahsen 30-40 yıllık pratik hayatımda yaşadım.
Bugünkü düzeyi biliyorum hala yönetimler içindeki. Yani burada büyük bir
sorun var.
177
Prof. Dr. BOZKURT GÜVENÇ- Özetle siyaset ve akademi veyahut
siyaset-bilim ilişkisi yalnız bizim ülkemizde değil, bütün dünyada bir sorun.
Bir kopukluk var.
Son 10 ay içerisinde Dünya Bilim Vakfı’nın önce Güney Afrika’da,
sonra birkaç ay önce de Oslo’da yaptığı iki toplantıya katıldım. İkisinde de
dünyadaki kriz, krizin türleri, ne yapılabilir sorusu, bilimin katkısı, bilimin
verileri, bilimin bu konuya bulduğu çözüm nedir konuları tartışıldı. Varılan
sonucu şöyle özetleyeyim: Bilim, gerekli verileri üretiyor, ortaya koyuyor,
yayınlıyor, dosyalanıyor, iletişim ağı bunları dünyaya yayıyor. Fakat siyaset
yapanlar, siyasi kurumlar sanki bu tür bilgiler, bu türlü uyarılar yokmuş gibi
davranıyorlar. Onu etkileyemiyoruz bunu kabul ettiler.
Hatta şöyle bir mutlu gelişmeye de tanık oldum son 9-10 ayda.
Biliyorsunuz fenciler biraz sosyal bilimleri, hatta biraz da ekonomiyi “çok
konuşurlar ama fazla üretmezler” gibi sözlerle hafife alırlar. İlk defa olarak
son 10 ayda bilimle ilgili kurum ve vakıfların sosyal bilimlere iltica ettiğini
gördüm. “Biz üretiyoruz, fakat siyaseti etkileyemiyoruz. Şimdi sosyal
bilimlerden şunu bekliyoruz, siz iletişim sürecine daha yakınsınız, bunun
dinamiklerini biliyorsunuz. Lütfen bizim verilerimizi belki direkt olarak
siyasete değil, ama siyasetin duyarlı olduğu kamuoyuna iletebilirseniz,
kamuoyu belki toplumdan gelecek olan taleplere daha duyarlı olabilir”. Böyle
bir yaklaşımla, sosyal bilimlere bugüne kadar düşünülmeyecek yeni bir görev
ve sorumluluk biçtiler, bunu tekrarlıyorlar, bunu yazıyorlar, broşürlerle de
yayınlıyorlar.
Geçen gün gazetede küçük bir haber vardı. İngiltere Kraliçesi
meşhur Londra Ekonomi Okulu’nu ziyaret etmiş, ziyareti sırasında kendisine
okulun öğretim üyeleri tanıtılmış. Kraliçe de her zamanki saygınlığıyla
sormuş, “bu kadar bilgin, bu kadar saygın, bu kadar bilge kişileri bir araya
getirdiniz de bu krizin geldiğini göremediniz mi? Cevap çok basit. Ne demek,
gördük yıllardır bunu yazıyoruz, uyarıyoruz, ama kimse bizi dikkate almıyor.
Krugman yazdığı Bilinçli Ekonomistin İtirafları kitabında da aynı şeyi
söylüyor. Diyor ki: “Bana bu Nobel veriyorlar, ama ben yeni bir şey
söylemiyorum”. Çağlar 2002 dedi, ben dedi 2000’den beri, New York
Times’taki köşemde bu krizin geldiğini, geleceğini ve bunun bugüne kadar
yaşadığımız krizlerden daha büyük bir kriz olduğunu söyledim, yazıyorum.
Ama ben ancak New York’taki köşemi muhafaza edebildim, pek fazla
kimseyi etkileyemedim.
Yani bu tür örnekler çoğaltılabilir. Şimdi mesele siyaseti veya siyaset
kurumunu bu konuyla ilgilendirmek, konuya uyarlı hale getirmek. Siyaset ilke
olarak bilimle ilgilidir, ama bilim ve bilimsel kurumları, bilim adamlarını nasıl
kullanacağını, onlardan nasıl yararlanacağını düşünür. Onun için bir taraf
yaratmaya çalışır. Yani her şeyde bir ikilem, bir dualite, bir karşı görüş
178
mevcut olduğuna göre bilim alanında da vardır. Bugün dünyada izlenen
siyaseti destekleyenler, besleyenler vardır. Bunları toplayıp bunlar bana
hizmet etsin diye düşünür. Yani bilimden bu şekilde yararlanmayı düşünür.
İkisi arasında bir şey var, işte belki bugün dünyada ve Türkiye’de tartışılan
özerklik sorunu da budur.
Yani devlet adamı, siyaset şöyle düşünür: “Ben parayı veriyorum,
düdüğü çalarım. Ben üniversiteyi destekliyorum, üniversite de beni
desteklesin”. Seni mi desteklesin, yönetimi mi desteklesin, gerçeği mi
desteklesin? Yani burada bir etik sorunu da var. Eğer siz gerçeği
araştırıyorsanız veya siyaseti soruşturuyorsanız, siyaset nezdinde pek
makbul kişi değilsiniz. Siz bir muhalifsiniz ve dikkat edin günümüzdeki güncel
politikada manşetlerde sürekli olarak sataşmalar vardır. İşte bu “kara
cübbeliler, bu sırça köşkte kendi kendilerine düşünenler, yazanlar, bunların
gerçeklerle bir ilgisi yok, bunlar kendi kendilerine muhalefet üretirler” gibi.
Gerçek böyle değil. Bu türlü olanlar da vardır, ama bunların
içerisinde gerçekleri arayan, soruşturan kimseler de vardır. Mesela
İstanbul’un yaşaması muhtemel bir deprem konusunda sürekli uyarılar
yapılıyor. Bu üniversitenin hocalarından da geliyor. Şimdi mesela siyaset,
siyasi toplantılarda şöyle tepkiler duyuyorum: “canım Allah’ın depremine
nasıl karışacağız kardeşim yani Allah bu depremi vermişse sonuçlarına
katlanacağız. Bu takdiri ilahi.” Takdiri ilahi mi, yoksa bilim mi? Tabii bilim
takdiri ilahiye karışamaz, ama bunun zararlarını nasıl azaltabiliriz, nasıl
tedbirler alabiliriz; bilim bize bunu söyler.
Çok basit bir örnek, belki Teknik Üniversiteli mimar ve mühendis
arkadaşlarıma ilginç gelebilir. Dikkatinizi çekmişse bir Japon deprem uzmanı
geldi. Dedi ki: siz kolonlarınızı duvarın içerisinde gizliyorsunuz. Kolonlarınıza
bakıyorum 22 cm. halbuki depreme dayanıklı kolon dikdörtgen değil, karedir.
Bırakın kolonun bir parçası duvarın dışına taşsın. O kolon depremde
kırılmaz. Tabii dikdörtgenin bir yönden gelecek depreme karşı bir direnci
vardır, ama yandan gelecek bir depreme karşı bir şeyi yoktur, kolon kırılır.
Yani çok basit bir ilke, bunu mühendisler bilirler. Fakat işte mimarlar böyle
çiziyor, onlar da böyle yapıyorlar.
Uygulama, siyaset bilimin verilerine açık değil özetle ve orada
seçiyor, bu bana yakın, bu bana karşı. Karşıt olanlar muhalif, ben bana yakın
olanları düzeltirim. Ben bunu beslerim, öbürünü beslemem. Ama tabii şurada
toplumun şu gerçeğe uyanması lazım, siyaset adamı bilim kurumlarını
desteklerken verdiği parayı babasının çiftliğinden mi getiriyor? Nereden
getiriyor, toplumun kaynaklarından bir şey ayırıyor.
Mesela Türkiye’de biz pek çok şey için kaynak buluyoruz, ama
eğitime gelince diyoruz ki devletimiz fakir, maalesef yeterli kaynak
bulamıyoruz. Onun için toplum eğitime kaynak ayırmalı, desteklemeli, özel
179
kurulları desteklemeli. Güzel destekledik, bugün binlerce kontenjan boş
kaldı. Kurumu kurduk, destekledik özel kurumlarla, özel yasalarla,
yönetmeliklerle. Fakat bu sefer de öğrenci gelemiyor. Yani bir dönem de
düşündük ki adam dışarıya gideceğine burada 10 bin lira verir, özel okulda
İngilizce öğrenir. Ama gerçi o piyasa da doydu herhalde, şimdi artık öğrenci
de bulamıyor.
Yani mevcut düzeni hep devam edecekmiş gibi kabul edip siyaset
yaparsanız, sonunda o bir yerde çıkmaz sokağa giriyor. İşte o zaman ne
yapalım, acaba siyasetle bilim arasındaki bu köprü başka türlü nasıl
kullanılabilir? Benim görebildiğim, sezebildiğim siyaseti doğrudan etkilemek
mümkün değil. Siyaset adamı, siyaset yapanların olaya bakışı bilim
adamından çok farklı; o çözüm üretiyor, hem de acil sorunlara çözüm
üretiyor. Yani bilim adamı ise diyor ki, bu sorun nereden geliyor, sorun
nereden kaynaklanıyor? Dikkat ediniz, biz hep sonuçlarla uğraşıyoruz. Ama
o sonuçları yaratan karmaşık nedenler ağına pek bakmıyoruz, çünkü orası
çok karmakarışık bir olay.
Şöyle özetleyeyim dediğinizi, bir İtalyan Tiyatrosu vardır Comedia De
La’Arte; bu tiyatronun bir mottosu var, her şey çok basit gidiyor, çok basit tek
kelimeyle karmakarışık. Tek kelime, gerçeğin ta kendisi diyor. İşte o çok
karmakarışık alanda bilim adamları bir küçük alan tanımlayıp bir şeyler
bulmaya çalışıyorlar. Siyaset adamının o işle uğraşacak vakti yok, o güncel
çözümler üretecek. Bir soruna benim çözümüm budur diyecek. Böyle olduğu
sürece belki sorunların öncelikleri, sırası, büyüklüğü, küçüklüğü değişebilir,
ama çözüm pek kolay gözükmüyor.
Bakın yalnız bizde değil, bütün dünyada bu sorun var. Amerika’da bu
sorun var, Amerika gibi Japonya’da bu sorun var. Bakın Japonya’da
1950’den beri iktidarda olan parti son krizden sonra iktidardan düştü. Bir
partiler ittifakıydı; Japon ekonomisi bu krizi o kadar derinden yaşamadı, ama
bu parti tekelini kaybetti. Demek ki ancak yaşadıktan sonra öğreniyoruz.
Şununla bitireyim, insanlar tarihten bir şey öğrenmiyor, yaşamaları lazım. O
yaşadıktan sonra bir şey öğrenmeleri için de düşünmeleri lazım. Bunu
sağlamak siyasetin işi değil, belki bu bir kültürel gelişme düzeyi. Teşekkür
ederim.
OTURUM BAŞKANI- Bir soru daha vardı. Buyurun.
YÜKSEL TÜRKELİ- Ben önce Sayın Keyder’e sormak istiyorum.
Kendisinin ulusal kalkınma modelinin içine düştüğü sıkıntıyla birlikte
Türkiye’nin çıkışı için İstanbul üzerine önemli bir çözümlemesi vardı. Bu
çözümleme bir anlamda İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından da
herhalde benimsendi ki, ona çok uygun bir çevre düzeni planı hazırlandı.
Geldiğimiz noktada ben araya biraz da kendi görüşlerimi de
sıkıştırmak istiyorum; ben şu anda dünyada bir ekonomik kriz olduğuna
180
inanmıyorum. Bence dünyada çok ciddi bir şekilde bir yeniden yapılanma
var. Sermayenin toparlanması, sermayenin daha rahat kontrol altına
alınmasıyla ilgili bir süreç yaşıyoruz diye düşünüyorum.
Bununla bağlantılı olarak Sayın Keyder’e ilk sorum şu: ilk
önermesinde hala duruyor mu, onu kabul ediyor mu çözümlemesini?
Eğer onu kabul ediyorsa ikinci sorum şu: oradaki önermesi,
temelinde şunu içeriyordu, İstanbul’un bir iş ve hizmet merkezi olarak, bir
dünya metropolü olarak geliştirilmesi ve böylece bir ekonomik yoğunluğun
yaratılması, sadece İstanbul ve yakın çevresini değil tüm Türkiye’nin
buradan bir yarar sağlayacağı yönündeydi. Ama bunun yapılabilmesi için de
birtakım fiziki altyapıların, fiziki koşulların yerine getirilmesi gerekiyor.
Özellikle bu işte İstanbul’un gayrimenkul sektörünün toplantılarında
yoğun olarak konuşulan konu şuydu son senelerde: Avrupa’nın gelişme aksı
genellikle 10 milyon nüfuslu bölgeler üzerinde olur, bu anlamda İstanbul’un
rakibi Moskova’dır. Ofis alanları anlamında bir karşılaştırma yapmak
gerekirse, A sınıfı ofis alanı olarak İstanbul’un 1 milyon m2lik bir arzı vardır,
buna karşılık Moskova’nın 5 milyon m2 arzı vardır. O anlamda İstanbul’da
daha çok ciddi miktarda bir A sınıfı ofis alanı ihtiyacı ve talebi ortadadır.
Şimdi Sayın Keyder’in söylediği gibi, aslında İstanbul’da bir sürü
mekân patlaması yaşandı, ama bunlar gerçek anlamda İstanbul’un o kendi
önerdiği pazarlanması çerçevesinde bir potansiyel yarattı mı, onu da
kendisine sormak istiyorum. Ben şu anda İstanbul’un sıkıntısının fazla
mekân arzı olduğunu değil, kalitesiz mekan arzı olduğu kanısındayım.
Bir de Sayın Güvenç’e bir sorum var. İletişim ve tüketim
teknolojilerinin kültürün yönetimi altında ehlileştirilmesinden söz etti çözüm
olarak Sayın Güvenç. Ben hangi kültürün altında diye sormak istiyorum.
Teşekkürler.
ÇAĞLAR KEYDER- Teşekkür ederim.
Bu tabii zor bir soru, çünkü siz de işaret ettiniz sanki bir yol yapmışlık
gibi bir suçlama var. Evet, anladım ama ben kendi açımdan suçlama olarak
algılıyorum. Çünkü biraz teknokratik bir şapkayla yazılmış bir yazıydı o.
O yazının konteksini yani bağlamını hatırlamak gerekirse, 1992’de
esas olarak Türkiye’de devletin hala dönüşememesinden herkesin çok
şikâyet ettiği bir dönemdi bu. Ve dünyada küreselleşme oluyor, Türkiye’de
devlet elimizi ayağımızı bağladı, hiçbir yere gidemiyoruz ve sonunda “işte
BAAS’laşacağız, bir Ortadoğu ülkesi olacağız” gibi bir korku içinde.
O argüman şuydu esas olarak, dünyada bir küreselleşme olayı var
ve küreselleşme olayı için de bu küreselleşmeyi ülkeye getirecek bir kapı
gerekiyor. Bu kapı da küresel şehirler. Nitekim küresel şehirler vasıtasıyla
181
bütün dünyadaki networkler, bu küresel sermaye, küresel kültür vs. ancak o
şekilde gelebiliyor. Yoksa doğrudan doğruya ufak bir şehirle yahut da bir
taşra şehriyle ilişki kurmak çok zor. Ancak İstanbul’un altyapısı bu şekilde
büyürse dediğiniz gibi iş merkezleri vs. açılırsa, ancak İstanbul vasıtasıyla
Türkiye’de bu şekilde küresel ekonomiye, küresel dünyaya monte edilebilir
gibi bir argüman vardı.
Bunu hala düşünüyor muyum? Yani küreselleşmenin aslında yanlış
bir şey olduğunu düşünmüyorum hiçbir zaman. Kanımca önümüzdeki 10
sene değil, ama herhalde 50 senede küresel dünya olarak
düşünebileceğimiz bir mekanizmanın yerleşeceğini ve de siyasi anlamda da
bir dünya devletine doğru gidileceğini düşünüyorum. Buna hiç hazır
olmamak ile hazır olmak arasında biraz bir fark var ülkenin geleceği ve
toplumun geleceği açısından.
Olaya karşı değilim, fakat konuşmada da söylemek istediğim gibi, bu
olayın birtakım fazlalıkları, bu krize yol açan birtakım gelişmeler söz konusu.
Bunlar da tabii ki devletler tarafından ancak dengelenebilir. En önemlisi de
zaten biraz önce sözünü ettiğim küreselleşmenin ortaya çıkardığı muazzam
bir gelir dağılımı bozukluğu olması ve bu gelir dağılımı bozukluğu eğer buna
karşı bir politika yapılamazsa bu krizleri birbirinin üstünden yeniden
getirecektir.
Yani biraz önce beyefendinin de sorduğu yahut yaptığı comment
yani sosyal bilimcilerin bunları söylemesinin ne kadar faydası var, ondan da
emin değilim. Tabii ki söyleriz, gelir dağılımı olmazsa boyuna kriz olacak
diye. Fakat yani bir iktidar hırsı ve bir kapitalizm söz konusuyken bunu
kompanse edecek güçlerin oluşması da o kadar kolay değil.
Diğer söylediğiniz yani iş merkezi fazlası var mı, bir A sınıfı ofis olayı
fazlası var mı, yoksa mekân, kalitesiz mekân hangisi? Muhakkak ki
haklısınız bu her zaman olan bir şeydir. Ortalama rakamlara baktığınız
zaman fazlalık var denilebilir de, tabii ki çok kaliteli bir mekândan söz
ediyorsanız, belki kâfi değil. Ama olay şu: eğer bu fazlalık diye
nitelendirdiğimiz şeyler kalkamayacaksa ortadan, o zaman yenilerini yapmak
çok zor gibi geliyor bana. Ortalıkta boş alışveriş merkezleri varsa, boş iş
merkezleri varsa bunların yenisini yapmaya kim girişebilir, kim o cesareti
alabilir, hangi ekonomik ortam bu yeni yatırımları teşvik edebilir? Yani sorular
böyle, ama dediğiniz muhtemelen doğru, daha kaliteli şeyler yapılması da
gerekecektir.
Prof. Dr. BOZKURT GÜVENÇ- Biraz önceki soruya devam eder gibi
cevap vermeye çalışacağım.
Siyaset belki biraz daha gerçekçi, bilim biraz daha sorgulayıcı; eğer
bilim inanmaya başlarsa biraz dine dönüşüyor, inanca dönüşüyor. İnanç
eğer sorgulamaya başlarsa inanç kalmıyor, kurup dağılıyor.
182
Şimdi şunu hatırladım sizin sorunuzdan, 1730’lar yani John
Locke’dan aşağı yukarı 30 yıl sonra İngiltere’de yaşayan bir filozof vardır,
şair-filozof Alexander Pope. Adı Pope ama Papa değil, 9 köyden kovulmuş
bir şair. Bir yerde şikâyet ediyor toplumdan diyor ki: bana beni veren eğitim
acaba bu topluma ortak bir akıl verebilir mi? Böyle bir soru var.
Soruyu sormuş, ben de bu soru üzerinde düşünüyorum, tarih
okurken, tarihi kaynakları, biyografileri okurken. Bizde yok, ama acaba
dünyanın hangi ülkesinde bir egemen ortak akıl var? Hiçbir yerde yok. Yani o
umut o zaman gerçekleşmemiş, hala da gerçekleşmiyor. Fakat iletişim
devrimi adlı, bize şu oyuncakları veren ve bizi oyalayan devrimi yaşarken bir
umut vardı. Bu iletişim devrimi bir iletişim toplumu yaratacak, yani insanlar
olup bitenlerden haberdar olacaklar.
Acaba iletişim devrimi böyle bir iletişim toplumu yarattı mı? Bizde
yarattığı kanısında değilim. Bizde iletişim teknolojisi birbirimizi bölen, her şeyi
politize eden bir sürecin aracı oldu diye düşünüyorum. Şimdi iletişim
teknolojisinin evcilleştirilmesi dediğim zaman belli bir kültürü değil de,
insanoğlunun varlık bilincini düşünüyorum, tarih bilincini düşünüyorum. Ben
insanım ve bir insan olarak, insanlık ailesiyle beraber şu dünyanın
geleceğine egemen gözüküyorum. Benim verdiğim kararlarla, davranışlarla
dünyamız bir yere doğru gidiyor. Ben bu gidişe evet mi diyeceğim, bu gidişi
sorgulayacak mıyım?
Güç olmakla beraber ben bunu sorguladığım zaman bu teknolojinin
bu şekildeki kullanımı ancak toplumsal bir bilinçle, yani kim iletişim
teknolojisinin mesajlarına muhatap oluyorsa, onun müşterisi kimse bu
insanların, bu toplulukların, bu toplumların göstereceği bir tepki ile bu
evcilleştirme sağlanabilir.
Bakın bir örnek verdim konuşmamı bitirirken. Bilmem farkında
mısınız, yeterince farkında mıyız diye sormam belki daha doğru olur. Bir
yıldan beri bu şey bitti, katılıyorum ben de küreselleşmenin eğer dünyanın
ömrü yeterse bir dünya devletine, bilincine doğru gitmek zorunda olduğunu
ben de görüyorum, bunu umuyorum. Ama acaba oraya doğru gidiyor muyuz,
yoksa başka türlü bir şey mi oluyor, yoksa daha mı çok bölünüyoruz?.
İletişim veya teknoloji bir araç. Bu bizatihi iyi veya kötü değil. Şu kalemle şiir
de yazarsınız, bir bilimsel araştırma da yazarsınız, çok sıkışırsanız birisinin
gözünü de çıkartabilirsiniz. Bu aracı nasıl kullandığımızı ben gündeme
getirmeye çalışıyorum. Hangi toplum, hangi kültür, hangi insanlar, hangi
gruplar, hangi varlıklar bunun bilincindeyse, bu tepkiyi gösterirsek bir umut
yaratabiliriz?. Yoksa biz dinliyoruz ve tepki göstermiyoruz.
Benim vaktim olsa ben size Türkiye’deki kamu yayın araçlarının,
medyanın nasıl insanları uyuttuğu konusunda ben onlarca diyeyim, en
azından yüzlerce dememek için örnek verebilirim. Araç kötü kullanılıyor,
183
istenirse iyi de kullanılabilir. Bunu söylemeye çalıştım. Bu bilinci
kazandırmak topluma; yani sorgulamak; bilimin görevi de burada,
sorgulamak nokasında başlıyor. Ama sorguladığınız zaman da, güç
çevrelerine pek sempatik gelmiyorsunuz.
Üniversite özerkliği zaman zaman YÖK dolayısıyla gündeme gelir.
Türkiye’de üniversite özerkliğini savunan Alman hoca şöyle açıklar özerkliği:
devlet üniversitesini destekler, denetler, ama yapacağı işe karışmaz.
Türkiye’de bir türlü bu noktaya gelemiyoruz, hala Türkiye’de üniversiteyi kim
yönetecek, rektörün seçimi tek sorun. Boğaziçi’nde de böyle, özel
üniversitede de böyle. Rektör kim olacak? Hâlbuki eğer üniversitede sistemi
kursanız, rektörün kim olacağı o kadar önemli değil. Eğer üniversite öğretim
üyesi yeterli güvenceye kavuşursa, rektörün kim olduğu önemli değil.
Gelişmiş ülkelerde rektör değişir, üniversitede hiçbir şeyin değiştiğini
hissetmezsiniz bile, birisi gider birisi gelir. Ama orada bir kurum var,
kurumsallaşmadığınız sürece ve rektöre gereğinden fazla yetki verdiğiniz
zaman, üniversite çalışmıyor veya sorunlar oluyor. Mesela, yeni bakan geldi
o zaman ne olacak? Yeni bakan bir şey yapamaz ki. Niçin yapamaz? Ben
size bakın çok basit bir örnek vereyim, bir bilinç örneği. Milli Eğitim
Bakanlığı’nda 50 tane Genel Müdürlük var. Bunlar küçük mini genel
müdürlükler. Bir genel müdür, bir yardımcı, bir sekreter, bir kapıcı, bir odacı,
bir araba, bir de genel müdürün masasının arkasında kocaman bir pano. Bir
Bakan düşünün her hafta bir genel müdürlüğü tanımaya kalksa bir senede
anca genel müdürlükleri tanıyabilir. Ama zaten ömrü yetmez birkaç ay sonra
onu değiştirirler. Son dönem hariç, şimdi bir süreklilik var.
Bakın ayrılan Milli Eğitim Bakanımız şöyle bir gerçeği dile getirdi:
ben gidiyorum diye sevinmeyin, beni buraya getiren güç bana benzeyen bir
başkasını Bakan yaptı. Şimdi toplumun buna bir tepki göstermesi lazım,
böyle bir tepki yok. Yalnız Milli Eğitim Bakanı değil, Maliye Bakanı dedi ki:
babalar gibi satarım, ne olmuş yani? Banka yerinde, çalışanlar yerinde, vs.
İyi ama yani bu bankanın kârı nereye gidiyor? Siz 4 milyara sattınız, ama o
bankayı 4 milyara geri alabilir misiniz? Bu hesabı sorun, medyada sorulmadı
ve sorulmuyor. Bu türlü sorular sorulmuyor. Ama medya bunları sürekli
tekrarladıkça, artık biz bunu böyle kabul etmeye başlıyoruz. İşte bunu böyle
kabul ettiğimiz zaman zannediyorum ki umutsuzluk başlıyor, çözümsüzlük
başlıyor.
Bunu söylemeye çalışmıştım efendim. Yani evcilleştirme, olup
bitenlere karşı insanın bir başkaldırması değil, bir sorgulama yapması. Eğer
bunu vatandaş bilincine mal edemezsek bu sorumluluğu o zaman kim
yapacak bunları. Yani bizim oy verdiğimiz, yani şimdi mesela Türkiye’deki
dinlerseniz vatandaşı işsizlik, yolsuzluk, her gün yeni krizler. Ben Milliyet
Gazetesi okuyorum, en azından baş sayfada on tane kriz konusu var. Krizler
azalmıyor, krizler sürekli artıyor ve medya bunu kullanıyor. Peki, bunu nasıl
184
azaltacağız? Bunun çözümü yok. İşte burada bir bilinçlenmeyi kim
sağlayacak, yine medya sağlayabilir. Çünkü bugün artık sözlü ve görüntülü
basın yazıların önüne geçti. Kimse artık okumuyor; izliyor; ekranı izliyoruz.
Yani ana kaynağımız ekran. Ekranda nasıl bir görüntü veriyorsunuz,
kravatınız güzeldi, mendiliniz şöyleydi. Yani ekranda insanların
söylediklerine değil de nasıl bir görüntü verdiklerine bakılıyor. Bu tehlikeli bir
gidiş.
Bakın 2000’lere yaklaşırken Umberto Eco güzel bir şey söyledi
“acaba zamanların sonu mu?” “Hayır, zamanların sonu değil ama ben size
bir geleceği şöyle haber vereyim” dedi. “Çok yakın bir gelecekte artık seçim
meçim kalmayacak . İnsanlara adayların görüntülerini ekranda
gösterecekler, insanlar bu reytinge göre cumhurbaşkanlarını, yöneticilerini
seçecekler” dedi. Görüntü, esas haline geliyor. Bunu söylemeye çalışmıştım
efendim.
OTURUM BAŞKANI- Evet buyurun bir soru daha.
PINAR ÖZDEN- Teşekkürler.
Aslında bir soru değil, az önce Polat Hocanın söylediklerinin üzerine
ve Bozkurt Hocanın söylediklerine bir katkı yapmak istemiştim, ama o araya
giremedim maalesef şimdi söylemek istiyorum.
Aslında Çağlar Hoca da az önce söyledi konuşmasında. Tabii yerel
halkın tercihlerinin yerini giderek son 20 yılda, ama belki de en çok da son
yılda küresel sermayenin tercihleri almaya başlıyor ve bu süreçte yerel
halkın pek de fazla söz söyleme şansı ne yazık ki yok. Ortam yaratılamıyor
ve bu sürecin içinde siyasetin de giderek daha çok o küreselleşmenin içini
daha fazla doldurduğunu görmeye başlıyoruz.
Biz belki bunu 80’lerde yaşadık, ama o zaman siyaset bu kadar
küreselleşmenin içinde kent mekanlarına müdahale etmiyordu, yapmak
istediklerini daha yerel ölçekte, daha popülist politikalar üzerinden
gerçekleştiriyordu. Ama 90’larla birlikte başlayan süreçte ve özellikle
2000’lerde siyaset bu küreselleşmenin içinde son derece bir güç unsuru
olarak yer almaya başladı.
Bu noktada aslında o bilim ve siyaset ilişkisine de biraz girmek
istiyorum. Çünkü siyasetin zamanı yok, ama bilimin zamanı çok. Ne yazık ki
böyle bir ayrım var ve siyaset bunu çok güzel kullandı ve kullanmaya devam
ediyor. Ne yapıyor, 90’lardan beri bazı şeyleri tembihliyor. Mesela bilim
dünyasına diyor ki: siz şu kavramlarla uğraşın. Mesela yerelleşmeyi çalışın
diyor, ama ben o arada yol almam lazım küreselleşiyorum kusura bakmayın
diyor.
Bunu yaparken birtakım değerleri göz ardı ediyor. Mesela 60’lı
yıllardan sonra dolabın içine tıktığı o sosyal politikaları bu sürecin içinde
185
değerlendirmiyor. Şimdi çok hızla yol almaya bakıyor. Şimdi böyle bir sürecin
içinde siyaset nasıl davranıyor, bir tür mafya gibi davranıyor. O küresel
sermayeyi, küresel kararları çok güzel kendi lehine kullanarak ve yerel halkı
hiç de göz önüne almayarak kendi kararlarını veriyor, kendi ortamlarını,
kendi mekânlarını yaratıyor ve bu arada bilim dünyasının önüne de
oyalanacağı bazı kavramlar atıyor, “siz bunlarla uğraşın” diyor. Böyle bir
yaklaşım var ve ne yazık ki bu çok acı.
Bilim dünyası bazı kavramları açmaya çalışırken, analiz etmeye
uğraşırken bu arada çok yanlış bir şekilde yol almaya devam ediyor ve bazı
sorunlara çözümler bulunduğunda artık çok geç kalmış oluyoruz. Yani
ekonomik kriz geçebilir, toplumlar çok çabuk kendini düzeltebilir, parasal
durumunu düzeltebilir; ama bunun toplumlarda çok büyük deformasyonlar
yaratacağını, psikolojik anlamda, sosyal anlamda çok büyük yaralar
bırakarak geçeceğini de -ister teğet geçsin, ister tam ortasından geçsinhatırlamak gerekiyor diye düşünüyorum.Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Birkaç dakika daha vaktimiz olabilir. En
arkadan bir el kalktı.
MİNE BORA- Merhaba.
Ben belki bir nevi ezber bozacak bir şey söylemek istiyorum Prof.
Bozkurt Güvenç’in Japonya ile ilgili ya da Japonların bir saptamasıyla ilgili.
Son derece akıllı oldukları kesin, ahlak konusu da son derece sağlam, ama
kendi içlerinde gibi geliyor bana.
Çok özür diliyorum buradaki meslek mensuplarından, ama ben kendi
adıma bir Türk vatandaşı, bir İstanbullu olarak tüp geçidin son derece
anlamsız olduğunu düşünüyorum. Boğaz’dan biz çocukluğumuzda
biliyorsunuz arabalı vapurlarla geçerdik, saatlerce beklediğimiz olurdu
bayram arifelerinde filan. Ama onun da bir kültürü vardı, bir keyifli tarafı
vardı. Bu tüp geçit beni gerçekten çok meşgul ediyor; neden bu kadar acil,
bu kadar gerekli? Dört buçuk milyar doları denize mi gömüyoruz?.
Bir ekolojist olarak zeminin kaygan olduğunu da biliyorum, yani
Boğaz’ın. Marmara’nın altyapısının ne kadar kırılgan olduğunu da biliyoruz,
bunu sağlamlaştırmak için milyon dolarların denize döküldüğünü biliyoruz.
Bu anlamda bu kadar hızlı yaşamaya hakkımız var mı, son derece
ekonomisi bozuk bir ülke olarak?.
Ve ben bunu şöyle öğrendim, çalışan yeni mezun bir mühendisle
tanıştım geçenlerde; şöyle dedi: Bize empoze ediyorlar, krediyi veriyorlar ve
olağanüstü güzel süsleyip püslüyorlar yöneticiler. Özellikle bizim gibi
toplumlarda bir Japon hayranlığı var. Ama onlar kendi içlerinde çok tutarlılar,
kaynakları yok, nasıl bu kadar zenginler? Doğal kaynakları yokken, petrolleri
yokken nasıl bu kadar zengin olabiliyorlar? Bu kültürleri tanımamız ve bize
186
empoze edildiği şekilde bize bir nevi ezber yapıldığı şekilde olmadıklarını
bilmemiz gerekiyor. Biz kentte inşaat baskısıyla, bu kadar gereksiz köprülere
yatırımlar yaparak, doğayı elden kaçırıyoruz, kültürümüz mahvoluyor,
ekonomimiz mahvoluyor. Ancak Japonlar kendi içlerinde çok tutarlılar. Yani
bir Bakan geçenlerde daha intihar etti hatalı çalıştığı için ya da başarısız
olduğu için. Ama dışarıya geldikleri zaman bir kapalı kutular ve çok güzel
para kazanmayı biliyorlar.
Bunu belirtmek istedim, teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkürler.
Evet, son bir söz daha verelim, ondan sonra da kapatacağız.
ÖZCAN BİÇER- Ben Özcan Biçer, şehir plancısıyım ben de.
Bozkurt Hocama bir sorum olacak. Sunuşu sırasında bir Batı
medeniyetinin yanılsamasından bahsetti hocam. Orada doğruyla gerçek gibi
birtakım kavramlara dayanan Batı medeniyetinin aslında bu krizin sebebi
olduğunu söyledi.
Biraz felsefe merakım da olduğu için soruyorum. Burada bu krizin
aslında Batı kaynaklı olduğu, Batı’nın bu dünyayı yaşama şeklinden ve
toplumlara empoze etme şeklinden kaynaklandığı, materyalist düzen
dediğimiz bu düzenin kaynağı olan Batı’nın bu işin sorumlusu olduğu
söyleniyor.
Siz de burada bir yanılsamadan bahsedince, ben şunu merak ettim;
sizin gözünüzde bu tür bir yanılsama reel olarak var mıdır şu anda
yaşadığımız haliyle?
Bunun karşılığı Doğu gibi gözüküyor şu andaki dünyada;
gördüğünüz toplumlar arasında buna sebep olmayacak bir davranış biçimini
benimseyebilmiş, böyle bir sistem kurabilmiş bir toplum var mıdır? Sizin
kendi kişisel gözlemlerinize dayanarak soruyorum bunu.
Prof. Dr. BOZKURT GÜVENÇ- Sanıyorum bunlardan bir tanesinin
örneğini verdim; insanın doğayla ilişkisi. Batı dünyası yani kapitalistler,
komünistler ortak olarak medeniyeti, insanın doğaya egemen olması, ne
kadar çok kontrol ediyorsanız o kadar medenisiniz gibi öğretirler. Biz de onu
tekrarlarız; medeniyet insanın doğaya hâkimiyetidir.
Bunun tam tersi Uzakdoğu’da geçerlidir. Alternatif, doğaya egemen
olmak değil, doğayı daha iyi tanıyarak onunla daha uyumlu yaşamak. Bakın
Taoizmden, Konfüçyüs’ten, Buda’dan bu yana bu 3 düşünür insanın doğayla
ilişkisini böyle yorumlamıştır. Yani bununla uyum içerisinde olmak
zorundayız, doğaya egemen olmak değil. Doğaya egemen olmuyoruz,
doğayı tahrip ediyoruz ve kendimizi aldatıyoruz. Yani mesela bir arkadaşımız
haklı olarak dedi ki bilim adamının vakti çok. O kadar çok vakti yok. Bakınız
187
neden, siz bilim adamı olarak sorunu alıp, tanımlayıp, araştırıp, sonucu
ortaya koyuncaya kadar ülkenin gündemi değişiyor. Yani burada bir
şanssızlığımız var.
Geçen gün bir tez öğrencim geldi, dedi ki; ben bir araştırmada
1940’larda Amerika’da ünlü Crobber’den bahsettim, benim genç hocam dedi
ki: canım bırak onu onlar tarih oldu. Şimdi bu çok yanlış; adam 50 sene önce
söylemiş olabilir, ama söylediği hala geçerli olabilir. Yani adam 50 sene önce
söylediği için onu siz dışarıda bırakamazsınız.
Söylemek istediğim şu; siz olaya el atıp orada bir gerçeği aramaya
başladığınız zaman, biraz zamanın gerisinde kalıyorsunuz. Zaten Batı’da
bunu eleştirenler diyorlar ki, “teknoloji sürekli atılım yapıyor, yeni araçlarla
bizi oyalıyor, ama bilim bunun arkasından nefes nefese yetişirken gündemin
çok arkasında kalıyor.” Krizin de belki ana nedenlerinden bir tanesi bu ve
ben olayı sunarken olayı yalnız Türkiye’ye mahsus veya Türkiye’ye benzer
ülkeler değil, bizden çok daha gelişmiş ülkelerde krizin daha büyük olduğunu
da ortaya koymak istedim.
Çünkü bakınız, son yıllarda bir gözlemim var; ben postmodernizmi
bir mimar olarak anlamakta çok sıkıntı çektim. Yıllardır sordum, acaba
postmodern dedikleri şey nedir? Yani modern zaten en son demek, ama
onun daha sonrası nedir? Bana dediler ki ”valla postmodernizmin en
kestirme cevabı her şey olabilir.” Yani mesela bir binayı tersinden veya böyle
biraz yatık yapabilirsiniz veya önünü arkasına, içini dışına, dışını içine
çevirebilirsiniz, her şey olabilir.
Dünyadaki büyük problem bana son soruları yönelten iki kişiye
birden söylüyorum, biz olup bitenleri olağan karşılamaya başladık, her şey
olabilir. Postmodernizmin en kolay tanımı, en kötü tanımı fakat en kolay
tanımı her şey olabilir. Her şey olabilir dedikten sonra artık soru sorma fırsatı
ve zamanı kalmıyor. Her şey olabilir o zaman bu panellere, bu araştırmalara,
bu üniversitelere ne gerek var. Her şey olabilir, olacak olacaktır. Kötülük de
olabilir, iyilik de olabilir, ama önemli olan iyi veya kötü olmasından ziyade,
insanların her şeyin olabilirliğini olağan karşılamasıdır. İnsan tepki veren bir
varlıktır. İnsan sadece etkilere tepki veren değil, etkileyen de bir varlıktır,
soran bir varlıktır; yanılmak pahasına…
Bakın Alain Tourain’den bahsettim. Diyor ki, “bu modernite dediğimiz
olay belki Bruno’nun Roma’da yakılmasıyla başladı.” Bir felaket, ama bu
felaket bir yeniçağın başlangıcı olmuştur ve ondan sonra da Katolik Kilisesi
biraz daha toparlanmak ihtiyacı duymuştur. Yani, kötülüklerden de iyilikler
doğabilir. Ama insanlık buna tepki gösteriyor mu? Galiba sorunumuz burada.
Yani niçin bilime, bilim adamlarına, üniversiteye ihtiyacımız var? Niçin
düşünme, niçin araştırma? Belki bu olup bitenleri olduğu gibi kabul etmek
yerine belki onlara bir tepki göstermek. Belki burada bir ümit var. Eğer o
188
tepkiyi de göstermezsek, ne yapalım postmodernizm her şey olabilir diyor.
Kabul edelim, o zaman bütün bu tartışmaların anlamı, değeri kalmaz diye
düşünüyorum.
Tartışabildiğimiz sürece alternatif yani demokrasi özgürlüktür,
özgürlük seçimdir. Neyi seçeceksiniz, eğer bilim, sanat bir seçenek
yaratmıyorsa özgürlük olabilir mi? Yani bir yöneticiyi düşünün diyor ki:
efendim bizim politikamız, bizim programımız tek seçenektir. Eğer biz
bugünkü yönetimi değiştirirsek bu idareyi yürütecek bir başka seçeneğimiz
yok. Herhalde bu Baykal değildir diyorlar; ben söylemiyorum böyle
söyleyenler var. Politika yapmayalım, ama bir olay tek seçenektir, bu yol tek
yoldur dediğiniz zaman özgürlük kalmıyor.
Özgürlük
alternatif
yaratma
sanatıdır.
Eğer
alternatif
yaratamıyorsanız özgürlük de yok. Belki bütün bu çabalarımızın,
sorularımızın arkasında böyle bir varsayım var. Pek bunu dile getirmiyoruz,
ama alternatif yaratmak zorundayız. Düşünürlerin şu gerçeği tespit etmesi
beni çok etkilemiştir: Her toplumda ideal ve gerçek üst üste böyle kayıp yer
değiştiren iki tane perde diyelim. Her toplumda her zaman yalnız Türkiye
değil, ideal ve gerçek böyle üst üste kayıp duruyor. Bazen tam örtüşüyorlar
nadiren, ama çok az bir şey, hemen ayrılıyorlar bazen de kopuyorlar. İşte
koptuğu zaman toplum ikiye bölünüyor. İyi bir şey değil, ama bu oluyor.
Bazen de bundan hayırlı sonuçlar da çıkabiliyor.
Yani ideal ve gerçeği ortadan kaldıramazsınız. 1970’lerden beri
insanbilimde bir formüldür ideal ve gerçek her toplumda her zaman olmuştur.
Siz ne kadar iyi bir çözüm önerseniz, ben onun bir adım daha iyisini
düşünebilirim. Fransızlar derler ki, “en iyi iyinin düşmanıdır” ama biz yine de
onu aramaya devam edelim.
Harold Pinter’den de bahsetmiştim, Nobel ödülünü alan. Diyor ki: “20
seneden beri yazılarımda her doğruda yanlış olduğunu, her yanlışta doğru
olduğunu biliyorum. Ama yine de doğruyu aramaya devam ediyorum”. Bu da
bizim görevimiz, aramaya devam edeceğiz. Çünkü doğru dediğimiz şey sabit
değil, o da değişiyor.
Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
OTURUM BAŞKANI- Efendim, böylece oturumumuzu kapatıyoruz.
Hem değerli konuşmacılarımıza teşekkür etmek istiyorum, hem sizlere
dinleyenlere teşekkür etmek istiyorum, hem de bu toplantıyı düzenleyenlere
ve ev sahipliği yapanlara.
İyi akşamlar diliyorum.
----&----
189
ÜÇÜNCÜ OTURUM
DEĞERLENDİRME SUNUŞU
----&---AYŞENUR ÖKTEM- Değerli katılımcılar; İstanbul Buluşmaları
2009’un değerlendirme sunuşunu ve kapanışını yapmak üzere Yıldız Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zekai Görgülü’yü
huzurlarınıza davet ediyorum.
Prof. Dr. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Efendim iyi akşamlar.
Günün ilerleyen saati bir hayli azalmış bir sayıyla biraz sohbet
edelim, değil mi? Ama ben tabii öncelikle yine de Oda Başkanımız ve
temsilcilerimize burada teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bu toplantı
üçüncü oldu; İstanbul Buluşmaları geleneğini bulma yolunda hızla ilerliyor.
Önemli tabii ki, bu nedenle hem Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne,
hem de katkı koyan üç üniversiteye içtenlikle teşekkürlerimi sunmak
istiyorum. Ayrıca bana yaptıkları nazik davet için de teşekkürlerimi sunmak
istiyorum.
Ama ardından da tabii genel değerlendirmede ismim gözükürken,
yaklaşık 2 saat önce okulda olmam adına da gerçekten özür diliyorum. Bunu
telefonda da paylaştım Başkanla. Ancak, yöneticilik yapan arkadaşlarım
bilirler, kimi zaman çok anlamlı işlerle uğraşırsınız, tabirimi bağışlayın kimi
zaman absürd işlerle uğraşırsınız. Bu iki günüm inanın böyle geçti, hala da
telefonlar bitmiyor. Onun için bir türlü izleyemedim, o nedenle de bu
oturuumu bir genel değerlendirme gibi hiçbir şekilde düşünmedim. Zaten
böyle bir şeyi baştan sona izleseydim de mutlaka kaçınırdım, en azından
tekrarlardan arınmak adına ondan kaçınırdım. Çünkü baktığınız zaman
programa gerçekten alanlarında son derece yetkin, yaptıkları her çalışmaya
derinlik ve genişlik kazandıran insanlar var katkı koyan. Hem profesyoneller
var, hem bilim insanları var.
O nedenle ben biraz şöyle düşündüm, mesleğimizin de o çok
genişliği ve zengin hali bize bu fırsatı tabii ki yaratıyor. Kriz ve İstanbul
kuşkusuz bildiğimiz konular. Acaba bu bağlamda biraz İstanbul’a mı baksam,
ama biraz planlama da konuşur hale gelsek? Kriz bu son oturumda da
özellikle birçok yönüyle ortaya konulup vurgulanmaya çalışıldı. Planlamanın
da tabii ki etkisi var ya da krizin de planlaması var. Biraz bunun örneklerine
bakıp, İstanbul üzerinden birlikte bu doğrultuda sohbet edebiliriz diye
düşünüyorum.
Ama şunu da tabii söylemek isterim. Ayşenur Hocanın yönettiği bu
son oturumda özellikle Polat Sökmen Hocanın “40 yıldır yapıyoruz da
190
pratikte hiçbir şey yok” biçimindeki yorumuna bir söz söylemek istiyorum.
Tabii ki o onun yorumu; ona söylenecek bir şey yok. Böyle baktığımız
zaman,Türkiye’nin bu alandaki güçlü yönlerinin değerlendirilmemesi
meselesini de hepimiz biliyoruz doğrusu. Ama böyle oluyor diye de alandan
çekilmek, maçı terk etmek gibi bir şey de hiçbir şekilde söz konusu olmak
zorunda değil.
Bozkurt Hocanın buna bir anlamda yanıt ya da katkı olarak söylediği
bir konuyu hatırlatmak istiyorum; “Batı ülkelerinde de aynı sorun var, bilimle
yönetimler gereği biçiminde ilişki içerisinde olamıyorlar, birbirlerini gereği
biçimde besleyemiyorlar” dedi. Bunu birazcık bize indirgediğiniz zaman,
bizde de bilim insanlarının ürettiklerinin yönetimler tarafından yıllardır bir
tehdit gibi algılanması sorunu var.. Onun için bizde de bu ilişki daha hızlı ve
çabuk kopuyor. Kriz, konuşurken, işin parasal yönleri konuşuldu. Bugün
sizler de görmüşsünüzdür belki yeni bütçe rakamları da açıklanmaya
başladı. YÖK’ün bütçesi %40 oranında düşürülmüş.
İyi olmuş da denebilir, ama tabii konuştuğumuz yönüyle
baktığımızda YÖK, üniversiteler, bilim dediğimizde, konuyu direkt hayata
aktarmak, pratiğe dökmek gibi baktığınızda, durumun nasıl algılandığı ya da
bu tehdit algısının ne kadar somut bir biçimde ortaya çıktığı çok net bir
biçimde açıklanıyor zaten.
Bilerek şuraya geliyor muyuz acaba, bunun için de tartışır mıyız,
bunun içinde olur mu olmaz mı onu da bilemeyeceğim. Hepinizin yorgun
olduğunu biliyorum, ama bizler adına da artık başka bir şey ortaya çıkıyor,
bunu Özgür çok net dile getirdi. Hani biz hep şunu söyleriz; kentler ya da
başka şeyler adına konuştuğumuzda, yarışma evet de, esas olarak
dayanışma çok önemlidir. Ama bizler kendi içimizde de çok net bir biçimde
ayağımıza kurşun sıkan insanlarız. Bu anlamda belli bir bütünlüğü ve siyasi
irade beyanına ilişkin bir tavrı da çok net bir biçimde koyabilen bir
yapılanmaya sahip olduğumuz söylenemez doğrusu. Biraz bu yönüyle
bakmamız lazım. Biraz da galiba şu yönüyle bakmamız lazım: Hakikaten
Habermas’ın belirttiği baştan beri müzakereci tutum meselesi bizim için
yetiyor mu, yoksa gerçekten paylaşma, tartışma, uzlaşma gibi kültürleri
oluşturma adına bizim içtenlikle ve samimiyetle ortaya koyduğumuz
irademiz, acaba son dönemlerde özellikle giderek ciddi bir biçimde kullanılır
hale mi geldi? O zaman biz duruşumuzu günün moda deyişiyle nasıl
ayarlamalıyız, eğer bu böyleyse bunu nasıl dengelemeliyiz sorusuna da
herhalde bir bakmamız gerekiyor. Bu ortamları da onun için önemsememiz
ya da önemsemememiz buradan kaynaklanıyor diye sizlerle paylaşmak
istiyorum.
Ama bunu hakikaten son dönemlerde çok önemsiyorum, sıkça da
dile getirmeye çalışıyorum. Ortaklıklar mı artık hakikaten çok önemli? Birçok
191
kez bu ortaklıklar kullanılıp ondan sonra bütün kararlar alınıp, “bakın onlar da
vardı bu kararların içerisinde” gibi söylemlerle de karşılaşıyoruz.
Şimdi burada ben şöyle yapmaya çalıştım, biraz önce söylediğim
gibi biraz İstanbul’a bakalım, biraz planlamaya, biraz politikalara, bu kriz
dönemlerinde başından beri ne olmuş, çok kısa bir tarihsel süreç içerisinde
birkaç şeyi de size okuyarak yürüyelim istiyorum.
Tabii burada aktörler meselesi çok önemli. Yani günümüzde de bu
çok önemli, geçmiş anlamında da çok önemli. Çünkü tek başına böyle bir
dönemi “Hocam bırakalım, o dönem dış ve iç dinamikler, koşullarla şimdikiler
karşılaştırılır mı” dediğimiz zaman, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına
baktığımızda şunlarla karşılaşıyoruz. Biz 1934 yılında uçak imal etmişiz,
Kayseri’de fabrika kurmuşuz. Biliyor musunuz? İşte bugün çökme noktasına
gelen tarım, iktisat kongreleri ve satılan fabrikalarımız, bir süre sonra ortaya
çıkan KİT’ler…
1923-38 yılları arasında hepimizin aklına şu geliyordur, 29 bunalımı,
buhranı, krizi dünyada etkin ve kademeli olarak 1950’lere kadar devam
ediyor. Bu ülke iki savaştan çıkmış, genç nüfusunu yitirmiş kentleri var ve o
dönemde kalkınma hızı bakımından Rusya ve Japonya ile birlikte Türkiye ilk
3 ülkeden birisi, bütün bu koşullara rağmen.
Şimdi onu da kendi içinde değerlendirdiğimizde bunu görürüz zaten.
Başka yere doğru sonrasından bağlayacağız, oradaki kalkınma hızı acaba
şimdi günümüzde birilerini kalkındırma hızına mı dönüştü gibi bir tabloyla
karşılaştığımız halde geldik planlama meselesini konuşuyoruz, bildiğiniz
resimler bunlar. Ama bütün bu yatırımlar bir yandan bilinirken ondan sonra
Ankara Planı somut Ankara’nın planlanması meselesi, yarışmalar, Jansen’in
çağırılması, uzmanlarla kafa deneyimlerinden yararlanmak gibi arayışlar var.
Bugün Ankara için neler tartışıldığını biliyoruz değil mi hepimiz. Hem
Ankara’da yapılanları, hem Ankara’nın planlaması adına da nelerin
tartışıldığını hep birlikte biliyoruz.
Şöyle bir şey oluyor mesela bunu bilirsiniz bu siyasi tarihte de çok
önemli bir nottur. 1920’lerde ilk milletvekillerinin aylıkları 100 lira, 30’larda bu
rakam 500 liraya çıkıyor ve çok güç koşullarda Ankara’ya geliyorlar, çok kötü
yerlerde kalıyorlar. Sonra milletvekillerinin kendileri önerge veriyorlar, 500
lira değil de 350 lira olsun; 150 liralar mutlaka belli bir yerde katkı sağlamak
adına devlet bütçesinde kullanılsın diyor ve oy birliğiyle kabul ediyorlar. Bir
başka anlayışı ortaya koyabilmek açısından bunların önemli olduğunu
hepimiz biliyoruz.
Bakın burada da altı sıkça çizildi, ama isminin önünde şimdi çok çok
unvanlar olan, yaşanan süreç içerisinde en azından orta ve geçmiş adına
söylüyorum, kısa vade adına ortada var olan olumluluklar, olumsuzluklar,
ürünler, sonuçlar adına hepsinin payının olduğu, belki de birçoğunun imzası
192
olan birtakım ünlü isimler, şimdi televizyonlarda sakız alın, çiklet alın, onu
verin diyorlar; buada da konuşuldu.
Bu tabii hakikaten gerçekten dehşet bir şey. Son değerlere
bakıldığında şu anda Türkiye’de 16 milyon civarında kişi açlık sınırında gibi
bir rakamla karşılaşıyoruz. Ama işte simitle, karanfille ya da birçok
tanıdıklarımızın yurt dışı eğitim burslarıyla filan meseleleri çözmeye
çalışıyoruz. Ya da bazı çok ünlü büyüklerimiz, yöneticilerimiz de diyor ki,
“canım biraz sermaye yaptım oğlumun düğününden, kızımın takılarından”.
Böyle şeylerle bir şekilde avutulmaya çalışıldığımız da, kandırıldığımız da
son derece açık ve net bir biçimde ortada.
İşte o dönemin sonlandığını biliyoruz, burada böyle çok kısa kısa
geçiyorum. Resim hemen de birçok şeyi açıklıyor değil mi? Yani Türkiye’nin
krizlerle tanışmaya başladığı dönem 1950’ye gelmeye başlamışız. Sistemde
dünya politikalarını değiştiren, sosyal algılarını değiştirmeye çalışan ya da
buna başlayan bir ülke Türkiye. Tabii bu alanlarla karşılaşmaya başlıyoruz.
Bunların ayrıntılarına, neden-sonuç ilişkilerine girmeden söyleyeceğim;
birçoğunuz zaten biliyorsunuz.
Ama yavaş yavaş Türkiye’de yönetimler açısından çok pahalı olan
bir ucuzluk sergilenmeye başlıyor bu noktaya doğru. Türkiye 50’lerden
itibaren başta İstanbul olmak üzere tanışıyor. O dönemde yapılan planlar bu
dönemde yapılan noktasal operasyonlar, Marshall Planlarının girmesi,
zenginleşiyoruz söylemleri, her mahalleye bir milyoner söylemleriyle
Türkiye’nin kurduğu ilişkilerle, tercih ettiği ekonomik ve siyasi sistemler
kendini ifade etmeye başlıyor.
Sonrasında ne oluyorsa 60’larda bir başka kırılma noktası yaşıyor
Türkiye. Acaba tekrardan biz bu üretimsizliğimizi giderecek bir şeyler
yapabilir miyiz arayışında. Son dönemlerde filmi de çok güncel oldu Devrim
Arabaları diye izlemişsinizdir belki. Şimdi bir tanesi Eskişehir’de sergileniyor,
Cemal Paşa da o arabanın içinde. Ama Türkiye özellikle planlı kalkınmayı
tercih ettiği bu dönemde işte sahada gördüğünüz DPT ile planlı kalkınmayı
benimseyen, gerçekten buna inanan, aynen 23’te olduğu gibi ama bunu
ruhuyla, gücüyle, temposuyla, bütün motivasyonuyla, yani samimiyetiyle,
yani inancıyla, tekrardan buna sarılmaya çalışıyor. Yaptığı anayasa bunu
yüceltiyor. Biliyorsunuz bir süre sonra bu bize iki numara çok deyip ortadan
kaldırılacak bir anayasasını hazırlıyor Türkiye.
Ardından bir süre sonra çok bir süre daha böyle… Bir de “GAP’ı
gaptırmam” dönemi, ama bu anlamdaki yatırımlarıyla birlikte başka bir
Türkiye karşımıza çıkmaya başlıyor. Böyle sermayenin hareketleri, yavaş
yavaş küresel söyleme doğru yol alışlar, kapitalizmin kendi içindeki
kıpırdanmaları ve değişim hazırlıkları gibi konular bizi de tetikliyor. Tabii o
dönemde yine de baktığınız zaman aslında bütün yanlışlarına rağmen bir
193
ithal ikameci politikanın varlığı, bir şeylerini koruyor olması gibi Türkiye’nin
kendi adına üretme çabalarından da bahsetmek lazım, geçmemek lazım.
İşte ilk köprü örneği; soldaki resim 1973; burada başlıyor, sağdaki 2009.
Köprünün üstünde sol taraflara bakarsanız kendi mesleğimiz açısından biraz
daha başka şeyleri algılama şansına sahip olup ya da üçüncü olduğu zaman
ne olacağını değerlendirmek daha mümkün olabilecek diye düşünüyorum.
Bu dönem artık yavaş yavaş küresel söylemin merkez ülkeler
tarafından iyice dünyaya enjekte edilmesi, kabul ettirilmeye başlanmasıyla
birlikte ve bizim neden, nasıl, niçin, nerede, kimdi falan gibi sorulara da çok
doğru yanıtları veremeden bunları hiç tartışmadan, hatta bir ara bu işin çok
sosyal yönünün güçlü olacağı savıyla Özal’a verilen dehşet desteklerin
ortaya çıkmasıyla birlikte devam ediyor. Bizim önümüze de böyle birtakım
yeni kavramları atıp, bizi onunla oyalarken başka bir şeyler oluyor. İşte bu
yönetişim meseleleri ortaya çıkmaya başlıyor, planlamada yeni anlayışlar
tartışılmaya başlıyor. Bölge plancılarımız iyi bilir, düşey parçalanma
kavramları ortaya gelmeye başlıyor, bölge, kent bölgeler, bölge kentler gibi
bir sürü kavramla hakikaten uğraşmaya başlıyoruz, bunları çok da
yadsımıyoruz. Onların zaman zaman bize getirdiği avantajları da fark
ediyoruz, ama Türkiye ikinci önemli büyük kriz döneminde ve kırılma
döneminin içerisine girmeye başlıyor. Ağır bir enflasyonist ortam bir yandan,
müthiş bir patronaj sistemi, sıkı bir popülizm dönemi, o şimdiki popülizmden
çok daha güçlü ve ucuz, ama o dönemde de bu var ve Türkiye artık bu
noktada bütün anlayışlarını değiştiren o sorgulamaları hiç yapmaksızın,
aslında o an, o dönemdeki gerilimleri almak adına da toplumun her
kesiminde var olan ya da sorun yaşayan her kesime belli primleri sunan,
altın tepside bir şeyleri ileten bir anlayışa geliyor.
O anlayışta bu üretimsizlik meselesiyle, sanayisizleşme süreciyle
karşılaşıyorsunuz. O düşey parçalanma bir anda sizi değil de başka ülkeleri
Çin gibi, Hindistan gibi başka ülkeleri öne çıkarmaya başlıyor. Bunun tek
gerekçesi “e ne yapalım orada işgücü çok ucuz, ama bizde değil” gibi yani
bize onun için gelmiyorlar gibi açıklanır hale geliyor. Oysa altına
baktığımızda böyle bir şey çok belirleyici ya da somut bir neden durumunda
da kalmıyor ya da durmuyor. Ama biz gene o birikimlerimizi gayrimenkule
doğru yönlendiren bir yapılanmanın içerisine hem ülkeyi, hem ülke mekânsal
organizasyonunu, hem kentleri, hem de tabii ki insanı ve orada yaşayan
kentlileri sokmaya başlıyoruz. Kırılma noktası burada ortaya çıkıyor.
Ardından aynı politikaların devamı, ama ilişkileri daha farklı
kurulmuş, daha farklı bir ideolojik temele doğru yaslanan, ona doğru oturma
çabası içerisinde olan düzen, yani üretimsizlikle de eşanlamlı olan bir düzen
Türkiye’de 2002’den itibaren devam etmeye başlıyor. Bunların ortaklıklarını
anlatıyor, bunların ilişkilerini anlatıyor. Ama bir dönemde mesela ilk defa
İstanbul gayrimenkul yatırım haritası diye bir şeyle karşılaşıyoruz. Bugüne
194
kadar çok fazla yok; birtakım fizibiliteler, analizler yapılır ama biz onu böyle
çok somut belgelenip de “gelin bakın burası böyle” dediğimiz noktada, biraz
önce o çok özetle geçtiğim bir politikanın içerisinde Türkiye yoğrulmaya
başlıyor; dolayısıyla planlama da. Ve o dönemde hani işte bu sarf meselesi,
krizi aşma meselesi, Derviş planı üzerinde oturan bir hükümet var. Yeniden
yapılanma sürecinde hangisi hangisini tetikliyor bilmiyoruz. O konuda çok
detaylı bilgimiz yok ama herhalde en yakın süre içerisinde ortaya çıkacak.
Ama böylesine bir anlayış içerisinde yine tercih edilen, daima kur sermayesi
haline gelmeye başlıyor ve de Özal’ın bile bu kadar sert ve vahşi bir biçimde
uygulamadığı özelleştirme politikaları çok güçlü, sert ve vahşi bir biçimde
egemen olmaya başlıyor.
2003’ten bu tarafa doğru sürece bakalım. Taşucu Tersanesi,
Merinos Halı, Sümer Holding, SEKA, Türk Hava Yolları, TEKEL bunlar öyle
parça parça gidiyor. Eti Bakır, Bursa Gaz, Amasya Şeker, Eti Gümüş, Eti
Krom, Çayeli Bakır, Kütahya Şeker, TEKEL, THY; bunlar hep yıllar içinde
gidiyor; parça parça satışlar var. Ataköy Turizm, Ataköy Otelcilik, Eti
Alüminyum, Kıbrıs Türk Havayolları, Türk Telekom, Erdemir, TÜPRAŞ,
Karadeniz Bakır, Başak Sigorta, TEDAŞ, PETKİM, en son 2009’un ilk
aylarında da Başkent ile Sakarya Elektrik satılmış.
Fransa’da en önemli sanayi kuruluşlarından bir tanesi dehşet bir
direniş içerisinde; direndiler ve özelleştirilmesine izin vermediler, yönetim de
bu karara uydu. Şimdi bunları belli ölçülerde yapabilirsiniz. Bu bir noktadan
sonra küresel olur mu olmaz mı; kimse bunu tartışmıyor, ama hep
söylediğimiz gibi, bunun neresindeyiz bir, ikincisi merkez ülkeler bu kadar
plana inanarak hareket ediyorlarsa hala, sen niye bütün bunlardan
vazgeçiyorsun, bu kadar mı çok dinlemek zorundasın ya da bizim başka tür
geçişlerde, başka türlü çözümlerle bunları aşma şansımız hiç yok mu?
Üçüncü konu, küreselleşmenin sonuçlarını daha insan yararına, daha sosyal
olma adına acaba nasıl kanalize edebiliriz meselesi. Ama olmayacağını da
biliyoruz.
Bu özelleştirmeler Özal döneminden başlayıp, size böyle özetle
saydığım noktalarda böyle bir yere kadar geliyor. Sonra bakıyorsunuz belli
dirençler ortaya çıktıkça kentte olup bitenlere, yapılanlara karşı çok aktörlü
yapı, oradan beslenmek, uzlaşmak, tartışmak, paylaşmak… Ama baktığınız
zaman o aktörler, bir süre sonra karşınıza çok sınırlı ve güdümlü aktörler
olduğu olarak çıkmaya başlıyor.
Şimdi bu noktada bir şey söylemek istiyorum. Çağlar Hoca burada
yok aslında olsaydı o bir tespit getirdi, tabii buna katılmamak mümkün değil.
Hem göç devam ediyor ama artık niye gecekondu yok, yapmıyorlar? Çünkü
yöneticiler bunu istemiyor. Çünkü o alanları işte bu anlayışın getirdiği yeni
alışveriş merkezleri, ulaşım tesisleri, iş merkezleriyle donatmak istiyorlar.
Onun için de bu işte biraz dirençliler gibi yani bu bir bölümüyle doğrudur;
195
belki gecekondu alanları için bu söylenebilir, ama şu alanlara baktığımızda
tablo başka.
Gecekondunun hem kendi içinde olan dönüşümü açısından, hem de
sonradan yeni bir olguya dönüşmüş olması açısından iki tane konu ortaya
çıktı. Yani bir göçün gelişinde birilerinin büyük köşe dönme hesabı varsa,
onlarda da bir küçük köşe dönme hesabı oldu ki, bu hiç yadsınacak ve
yadırganacak bir şey değil. Bir başka sorun da şu; artık siyasetin odağı oldu
bu hisseli bölüntülü alanlardaki yapılaşma. Bu yönetimler de geçmişteki
yönetimler de bundan çok kolay vazgeçemediler geçemeyeceklerdir.
Çünkü bu tür alanları biz artık baktığımız zaman cemaatleşmeyle
açıklıyoruz; bu son derece açık. Zaten oy dağılımını mekâna yansıttığımızda
da bu tablo hemen örtüşüyor; sarı renklerde kırmızı renklerde son seçimlere
baktığımızda bunu da yakalamak çok mümkün. Bunu da unutmamak lazım,
onun için mesela dikkat ederseniz dönüşüm meselesi sadece mülkiyetin,
tapu tahsis belgesinin getirdiği zorluklardan ötürü değil, ama bu sorunların
şüphesiz hukukta uygulanmamasının nedenini aslında önce burada bir
yönde aramak gerek. Yani gerçekten sağlıksız yaşam koşulları varsa, ışığı
görmüyorsanız, altyapı yoksa, sadece konutlara gelen ulaşım sağlayan
küçücük yollar donatı diye kabul ediliyorsa, o zaman burası olmalı.
Baktığınızda o Melih Gökçek’in yıktığı gecekondu alanları şimdi herkesin
trilyonlar harcayıp satın almaya çalıştığı yerler. Nereye gidiyor?
Özelleştirmenin sonucunda da yapılanlara baktığınızda ağırlıkla bunları
görüyorsunuz. İşsizlik oranının da son değerlerde %12,3’e çıktığını
görüyorsunuz. Yani 2002’den şu dakikaya kadar %2,3 civarında bir artış var
işsizlikte de ve ülke genelinde böyle bir tablo var. Peki, bu para nerede
sorusu geliyor tabii doğal olarak arkasından.
Bu gecekondu alanları sonra ne oldu? Ondan sonra güdümlü
aktörlerin, sınırlı aktörlerin bir başat aktörü ortaya çıkıyor: TOKİ. Bunları
yapıyor. Mimari olarak bakın, planlama olarak bakın; anlaşılmaz
uygulamalarla geliyor. Çok konuşmayalım, çok yazdım, çok söyledik, çok
çizdik bunları değil mi? Dün de herhalde Başkan buradaydı, ama TOKİ niye
alanlarda yok, çok merak ediyorsunuz.
Bu dehşet kaynaklar niye buradaki insanların yoksun bulunduğu,
yaşam koşullarının iyileştirilmesi adına kullanılmıyor? Artık sürdürülebilirlik
kavramına baktığınızda sürdürülebilir gelişmenin bizde iki kavramla çok
örtüşüyor: Bir, yaşanabilirlik, iki, yaşam kalitesi; sürdürülebilirliği artırmayı
böyle test etmek gerekiyor. O bu alanlar için çok önemliyken hiç ortada yok,
bunlar var. Ama bundan tabii yararlanmanız son derece kolay; %1’i
ödememiş dışarıda öyle bir şey söyledi arkadaşlarım. Bu konutlara
yerleştirilen gecekondunun göçle gelen kesiminin %1’i ödemiyor.
196
Müteahhit marifetiyle yaptığınız zaman iki aktörle bunu çözerseniz, o
%1 ödenir. İki tane aktör var, onlar aktör değil; en son işte belli bir pazarlık
aşamasında varlar bu kentsel dönüşüm sürecinde. Kamu ve müteahhit, onlar
üstleniyorlar. Ama öbür alanlarda öyle değil biraz önce gösterdiklerimde.
Devam edelim bir tarafta da bunlar var. Peki, bu da mı çok aktörlü
yapıdan filan besleniyor, bu da mı gerçekten bir plan kararına vs. bürünüyor?
Anlatıldı; onları söylemek istemiyorum tekrardan kaçınmak istediğim için.
Niye iş merkezleri var, niye bunlar yapılıyor, niye bu kadar sert yapılıyor diye.
Bir arkadaşımız gayrimenkulcüler aslında çoğu bunu söylüyorlar dedi; buna
İstanbul daha doymadı. Matematiksel olarak
bu çok doğrudur, ama her
kentin, her kişinin ruhu vardır, özeli vardır, özgünü vardır. Yani bir kapasitesi
vardır, nereye kadar götürebilir, nereye kadar kaldırabilir?
Son gelişmeyi biliyor musunuz? Swiss’le, Conrad Otelleri
biliyorsunuz Emekli Sandığına ait araziler; yani devletin alanları. Onlar şimdi
şirketlerin mülkiyetine geçiriliyor, arkasından ne olacak sizce? Conrad
yıkılacak, Swiss yıkılacak yeni imar hakları gelecek. Başka bunu nasıl
açıklayabilirsiniz? Yani şu anda mülkiyet dursa, kiracı orada değil mi, yani
gidip şimdi Swiss Otel’i birisi yıkacak mı? Belgeler imzalanmış vs olmuş,
Conrad aynı durumda… Tamam bunlar olabilir, onları bizler bilmeyiz, ama
ben çok yakın bir süre içerisinde değişeceğini seziyorum; çünkü bunlara
baktığım zaman, onların artık o çok önemli yerlerde çok düşük imar
haklarıyla kaldığını görüyorum bir plancı olarak.
Planlama sistemi bu denli bu ülkede bütün bu politikaların
sonucunda, bu denli talebe dayalı, kişiye dayalı, onun istediği haklara dayalı
hale geldiyse o zaman neyin… Plancı sistemden bu denli dışlanıp, bu kadar
dışlanıp ve çok üzülüyorum zaman zaman bazı akademisyenlerden de bunu
duyuyorum, “efendim plancı teknik elemandır, siyasetle ne işi var?” Planlama
ve plancı da siyasetin ta göbeğindedir. Ama ABC siyasetinin o partinin, bu
partinin ortasında değildir, o başka bir siyasettir. O başka etik kuralları vardır,
başka ilkeleri vardır; bu böyle bir siyasettir. Bir yandan bunu söylüyorlar o hiç
beğenmediğimiz imar planları artık günümüzde hala hazır haritaların tekniği
biraz daha geliştirilmiş ve güncellenmiş haline geldiyse planların olması da
çok da aykırı, çok da şaşırtıcı gelmiyor mu, ya da olabileceğini düşünmek de
gelmiyor.
Özgür söyledi, Tayvan diye. Yani bana çok aykırı gelmedi o başka
bir örnekle vermişti ama şu sağ alt köşedeki resme ve yeni yapılanlara
baktığınızda bunların her biri -mimarlık dergilerini açarsanız, planlama
dergilerini açarsanız- gerçekten Uzakdoğu’da hazırlanmış mimari örnekler.
Bu kadar eklektik ama bunların hepsi satıyor, ciddi paralarla satıyor.
Seyrantepe meselesi geçti bir an. Bu temalı yapılaşmaya da otellerle
başladık; yani turizm sektörüyle başladık. Şimdi hem otellerde devam ediyor,
197
hem de konutlara dönmeye başladı. Mesela Seyrantepe, davalık. Kartal
Projesi, tartışmalı.
Biraz önce yaşanılabilir ve yaşam kalitesini anlatmaya çalıştım.
Mesela bazı mimarlarımız İstanbul’da şunu savunuyorlar;“efendim
gökdelenler de sürdürülebilir.” Peki nasıl? İşte onunla ilgili bu Fransa’dan bir
karikatür, okuyorsunuz galiba “merak etmeyin gökdeleni şeffaf yapacağız”.
Eğer bu yapılsaydı Dubai Kuleleri şimdi yapılacakları bilmiyorum, ama böyle
olacaktı.
Bu kadar dış söyleme açık olup, sermaye getireceğim diye, krizi
böyle aşacağım diye bir ülkeye, bir kente, o kentteki insanlara bu denli eziyet
edemezsiniz. Bundan vazgeçildi biliniyor, şimdi ne oluyor bilmiyorum ama ilk
Haydarpaşa çıkışı buydu, böyle bir şeydi. Sonra geriye çekildiler.
Şimdi geliyorum bu krizin hangi kesimi en çok etkilediğine. Sol
taraftaki resim herhangi bir yer olabilir, Sulukule de olabilir, ama sağda
Zeytinburnu’nda yapılanlar, yani yapılmak istenenler bu 99 depreminden bu
yana, sağ üst köşede de işte buradan çıkartılan boşaltılan insanların
yerleştirildiği yerler. Bu soldakiler de Sulukule’den. “Burada insan yaşıyor”.
Evin üstüne böyle yazmış görüyor musunuz? Bu insanlara eziyet sürüyor.
Gökdelenler sürdürülebilir diyorlar, bence bu sürdürülemez mi, sizce
sürdürülemez mi?
Son bir slayt göstereceğim size bütün şu konuşulan, hızlı özetle
geçtiğim konu bağlamında. Bizim planlama anlayışımız olduğu sürece yani
daha doğrusu siyasi erk planlamadan yana tavrını günümüzde yaşanır
biçimde koyduğu sürece, biz şu puzzle’ı bile arayacağız. Çünkü mesela son
dönemlerde açılan alanlar daha büyük bir biçimde açılıyor. Noktasal
operasyonlar, parsel bazlı operasyonlar var da, daha büyük açılıyor.
Ve bütünsel planlamadan anlayışımız da bu olduğu sürece, böyle
baktığımız sürece, elmayla armudun toplandığı bir bütüncül planlamanın
ötesine geçemiyoruz. Bizim de anlayışımız bu olduğu sürece İstanbul’da, ama kriz var, ama kriz yok- süreçleri diğer benzer kentlerde de farklı bir
biçimde götüreceğini düşünemiyorum.
Biz birlikteliklerimizi doğru bir biçimde kurup, bütün bu sentezlere
ulaşıp ortak tavırlar içinde olamayacaksak, o zaman bu süreç bu kentlere
karşı bu kadar sığ, acımasız, sorgulamayan bir toplum yapısını devam
ettirmekte ısrar eden anlayışlar egemenliğini sürdürecek diye aklımdan
geçiriyorum. Bunu hepimiz geçiriyoruz ama tabii ki hem uğraşlarımız, hem
çabalarımız, hem mücadelelerimiz hiçbir şekilde de bitmeyecek.
Ama genellikle çok doğaldır, olumsuzlukları konuşuyoruz. Bu
buluşmanın temalarına baktım. Bütün oturumları yöneten hocalarımız
yazmışlar, altında birtakım sorular var çok hoş, müthiş derinlikleri var. Bir
198
oturumu izlediğimde olumsuzlukları gördüm; geçmişten de zaten biliyoruz.
Sanıyorum dün de olumsuz yanıtlarla geçti dediğim gibi, kazandırılan
yenilikler, öneriler değil mi, ortaya konan çözümler, yapılan saptamalar,
onların kavramsal ve kuramsal tabanlarını kurabilme becerisi; bizim
böylesine çok güçlü yönlerimiz var.
Her sektörde var ama bir noktada hep tıkanıyoruz, elimiz ayağımız
bağlı; dinlenmiyor, yapılmıyor diye. Bununla ilgili iki şey söylemek istiyorum,
aslında bu hem siyasi irade adına, hem bizlerin sahip çıkabilmesi adına ben
bu Kentleşme Şurasını önemsiyorum arkadaşlar. Yani oradaki çalışmaları,
orada yapılanları, orada dile getirilenleri, yani bir şeyleri karşı söylemle
ortaya koyabilmek açısından. O Şura’ya ve onun sonuçlarına sahip
çıkmalıyız. En azından bilim adına sahip çıkmamız gerekir diye
düşünüyorum bir kere.
İkincisi de olumlulukları artırmak gerekiyor, ama isterseniz
konuşmamı bu doğrultuda bir fıkrayla sonlandırayım. Yani hep
olumsuzluklardan konuştuk, konuşuldu kaç gündür, ama çoğu toplantılarımız
da zaten böyle geçiyor. Bu doğal, ama yani zaman zaman hiç mi olumlu bir
şey yok, hiç mi doğru bir şey yok? Var tabii bir sürü şey var, bakın ben size
bununla ilgili bir fıkra anlatacağım.
Zengin bir adam seyahate çıkmış, 15-20 gün yok. Dönüyor,
havaalanında evini arıyor, telefona bahçıvan çıkıyor. “Ne yapıyorsun oğlum,
geldim ben” diyor. Bahçıvan, “hoş geldiniz, bir şey yapmıyorum efendim”
diyor, “küreğin sapı kırılmıştı da onunla uğraşıyorum”. Adam, “Ne oldu, niye
küreğin sapı kırıldı diye soruyor. Bahçıvan, “efendim köpeğiniz öldü de ona
mezar kazıyordum, o arada küreğin sapı kırıldı” diyor. Adam üzüntüyle, “Ne,
köpeğim mi öldü” diye soruyor. Bahçıvan, “Evet, efendim, maalesef” diye
cevap veriyor. Adam şaşkınlıkla bağırıyor, “Nasıl olur, çok sağlıklı bir
hayvandı, nasıl öldü?” “Efendim” diyor bahçıvan, “havuza atladı onun için
öldü”. Adam, “Oğlum benim köpeğim çok iyi yüzerdi, nasıl ölür, olamaz” diy
eitira ediyor. Bahçıvan, “Efendim haklısınız ama suyu boşaltmıştık, onun için
betona çakıldı köpekcik” diyor; biraz mahçup. Adam giderek sinirlenerek,
“Yahu niye boşalttınız suyu?” diye sesini yükseltiyor. Bahçıva, “Eviniz yandı
da” diyor “itfaiyenin suya ihtiyacı oldu, onun için havuzu boşaltmak zorunda
kaldık”. Adam artık çileden çıkmış bir şekilde bağırıyor: “Ne evim mi yandı?”.
“Evet, efendim” diyor bahçıvan, “sigaradan çıktı yangın”. “Nasıl yani?” diyor
adam. “Efendim anneniz eve gelmişti, bir anda o çok yakın arkadaşınızla
eşinizi beraber yakaladı yatak odasında. Bu üzüntüyle bir sigaar yaktı. Ama
o anda sinirden sigarayı içerken kalp krizi geçirdi. Maalesef annenizi
kaybettik, bu arada anneniz kalp krizi geçirirken sigara da elinden düşüp evi
yaktı” diyor. Adam tabii çıldırıyor, 15 gün içerisinde neler olmuş evinde.
“Yahu kardeşim senin bir tane söyleyecek iyi bir şeyin yok mu” diyor.
Bahçıvan mutlulukla, “var efendim, olmaz mı” diyor. Adam heyecanla “nedir
199
çabuk söyle” diyor. Bahçıvanın cevabı: “Gitmeden önce yaptırdığınız AIDS
testi pozitif çıktı efendim”.
Şimdi biz tabii böyle olumluluklar yaşamayalım, ama bunun dışında
bir sürü daha iyi şeylerde, daha olumlu konuları konuşmak üzere biraraya
gelelim. Çok teşekkür ediyorum ilginize, sağ olun.
YÜKSEL TÜRKELİ- İdari konumunuzla da bağlantılı sormak
istiyorum; Sayın Büyükşehir Belediye Başkanı bir açıklama yapmış
geçenlerde; üstelik de Beşiktaş Meydanı’nda bir canlı yayında. Beşiktaş
Meydanı’nı düzenliyorlarmış; 4 yıldır peşinde olduğumuz proje nihayet
gerçekleşecek bu arada.
Ama bunun yanı sıra bir de şöyle bir girişimleri var: Kente meydan
kazandırmak güzel de; o meydanı kimler kullanacak ve o meydan nasıl
yaşayacak diye düşündüğümüzde, meydanın çevresindeki bütün tarihi
yapıları düşünürseniz, kamu yapılarını, okulları düşünürseniz Yıldız Teknik
Üniversitesi var, aşağıda Kabataş Lisesi var, Beşiktaş Lisesi var, eski
Yüksek Denizcilik var.
Bunların hepsi bu şekilde satılma aşamasında. Onları boşaltıp
bunları 5 yıldızlı, 7 yıldızlı otel yaptığımızda o meydanı kim kullanacak diye
çok merak ediyorum.
Bir de Yıldız Teknik Üniversitesi’nin taşınması konusunda nasıl bir
politikanız var? Bu konuda ne düşünüyorsunuz, bizden bir beklentiniz var mı
Beşiktaş Belediyesi olarak merak ediyorum.
Prof. Dr. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Beşiktaş Belediyesi’nden tabii
beklentilerimiz var, yönetici kimliğimle bakıldığında sıkıntılı bir soru, ama
içtenlikle yanıtlarım her zaman olduğu gibi.
Beşiktaş Belediyesi tabii bizim belediyemiz; o destek her zaman
önemli. Şöyle bir şey söyleyeyim belki burada başka üniversitelerde olan
hocalarım da bilebilir. YÖK şimdi bir danışma kurulu oluşturuyor
üniversitelerle ilgili. Sanki ucu mütevelliye gider gibi bir hali var, ama orada
bir takım aktörleri saptamış, mesela ilçe belediyeleri hiç yoktu. Bizim fakülte
olarak böyle bir önerimiz oldu, yani üniversitenin ait olduğu ilçe belediyesinin
de bulunması şeklinde. Büyükşehirlerde sadece Büyükşehir Belediyesi
Başkanı veya önereceği temsilci diyor. Biz ona bu doğrultuda bir görüş
verdik, bu çok önemli.
Bizim üniversite özelinde sorduğunuz konuya bir fakültemizin
taşınması gündemde. Sanat Tasarım Fakültesi oldukça da kamuoyunu tabii
meşgul eder hale geldi; sanat tasarımı Davutpaşa’da mı yapılır burada mı
yapılır diye. Bu hadiseye girmek istemiyorum, çünkü beni de aşan bir şeydir.
200
Çünkü burada da yapılır diye çok farklı görüşler ortada dolaşıyor zaten. Ama
gönderme olabilir, tabii ki tartışılabilir.
Ama şunu söyleyeyim; kendi açımdan da ben üniversitenin tüm
kurullarında da, Senato’da da dile getirdim; burada da rahatlıkla dile
getirebilirim. Model doğru değil, yani bu kadar çabuk, bu kadar erken, bu
kadar hazırlıksız bunların yapılmaması lazım. Ama sadece Sanat Tasarım
Fakültesi değil, mesela geçen sene de aynı yöntem ve modelle İnşaat
Fakültesi de taşınmıştı. İşte önümüzdeki sene Eğitim Fakültesi taşınacak.
Şimdi biz burada hep şöyle baktık üniversitelere, bir üniversite var
branşlar var, hocam da burada. Evet Yıldız’ın kampusu yani Yıldız
Yerleşkesi artık bu yükü taşıyamıyor; ne altyapısı ne de üstyapısıyla da
taşıyabiliyor. Bu sorundan ötürü de zaten yıllar önce Davutpaşa yerleşkesi
kuruldu ve parça parça bazı fakültelerin oraya gitmesi söz konusu. Ama
bizde şu vardır ya sevgili arkadaşlarım, her yerde vardır; gelen her yönetici
kendisini milat zanneder ve geçmişe hiç bakmazdı. Geleneklerinizi reddeder,
alışkanlıklarınızı reddeder, varsa yoksa kendi varlıkları. Bu ne yazık ki böyle,
yani merkezi yönetimde de böyle başka yerlerde de böyle. Bunu yapmamak
lazım; çünkü biz bundan 8-10 yıl önce Davutpaşa’yı planladığımızda -içinde
ben de vardım-, belli ilkeleri koymuştuk. Bir önceki rektör de bunu bozdu,
şimdiki rektör de bozdu.
Dolayısıyla bu işin cılkı çıkmaya başladı. Ama bu kendi işinin
sonrasında çözülür; yani oturur. Ancak ben bununla ilgili Senato’da dile
getirdim, ben bu konuda birazcık büyük okumak istiyorum. Yani basınla
üniversitedeki toplantıda bununla ilgili ben de bir konuşma yaptım, yarışma
jürisinde. Fotoğrafı biraz büyük okumak lazım yani bu konuştuğumuz,
konuşulan siyasalar egemenliğini Türkiye’de yapılacak genel seçim
sonrasında da sürdürecek ise ya da sürdürür ise, o zaman bu işten sadece
Yıldız Kampusu, Beşiktaş Kampusu etkilenmez. O zaman İTÜ de etkilenir,
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi de etkilenir, İstanbul Üniversitesi de
etkilenir. Çünkü artık bu bir üst yönetimin politikasıdır ve bu çok somut bir
biçimde zaten açığa çıkmıştır; şu anda gayet açıktır. Yani ilkokullarla
başlamıştır; şimdi Çapa, Cerrahpaşa vs. konuşuluyor.
Böyle meseleler başladı, ama dediğim gibi; egemenlerin bu
politikaları sürdüğü takdirde, bu olacak. Biliyorsunuz ki şu anda Yıldız’ın bu
kampusu terk etmesi diye bir şey söz konusu değil.
Özal döneminin benzeri gibi yani aynı şeyleri sürdüren bir yönetimle
karşı karşıyayız, ama o daha farklı ilişkilerle ve daha güçlü konsensüslerle
şu anda başka bir şeyi getirmeye çalışıyor. O nedenle bu bence daha
toptancı bir anlayışla oluşacaktır. O zaman da tabii kentte buna karşı çıkacak
olan bütün kesimler tavırlarını koymak durumundadır. Ama şu anda
üniversiteler açısından böyle bir tehlike yoktur. Yani Yıldız’daki sadece bir
201
fakültenin kampus değişikliği meselesidir. Bizim açılışımıza Başbakan geldi,
ben de oradaydım. Yani hem Rektör, hem Başbakan hiçbir şekilde bunun
olmayacağını, sonrasında da olmayacağını, hükümetin Dolmabahçe’de
yerinin bulunduğunu bugünlük kendilerine yettiğini net olarak söyledi. Ama
“gerekiyorsa ben çadırda yatarım, Yıldız Teknik Üniversitesi buradan
çıkmaz” diyerek konuşmasını bitirdi. Bu anlamda da dehşet bir şekilde
angaje oldu diye düşünüyorum, kısacası şu anda böyle bir tehlike yok.
Efendim çok teşekkür ediyorum. Herhalde Başkanımız bitirecek
toplantıyı.
AYŞENUR ÖKTEM- Teşekkür ediyoruz.
----&----

Benzer belgeler