pdf olarak indirmek için tıklayınız
Transkript
pdf olarak indirmek için tıklayınız
Söz: Şenol Göka Beste - Solist: Kerem Demircioğlu Düzenleme: Murat Tunalı Tulum: Volkan Arslan Supervisor: Amber Türkmen Şenol GÖKA TRT Genel Müdürü ZAMANIN BOYUTLARINDA MÜZİK... Müzik bir değil birçok disiplinle ilişki halindedir; psikoloji, matematik, fizik, felsefe, tarih, dilbilim… Bu çok yönlü terim haliyle etrafında da birçok cephe açmaktadır. Bu nedenle her bir dönem, her yenileniş, müziği yeni bir boyuta taşımıştır. Müziğin diğer disiplinlerle olan ilişkisinin doğal bir sonucu olarak yeni çalışma alanlarının doğuşu, toplumların üzerinde merak uyandıracağı bir zemin hazırlamıştır. Müzik bir zaman sanatıdır. Tıpkı tiyatro, opera, bale hatta şiir gibi var olmak için bir zamana gereksinim duyar. Ancak müziğin zamanla olan ilişkisi daha çok zamanı doldurmasıyla ilgilidir. Diğer sanat dallarında, örneğin resim, heykel, grafik veya plastik sanatları ele alırsak; zaman kavramı, bakan gözün tercihiyle sınırlı kalırken, müzikte dinleyici ve icracı zamanın içinde, müziğin gösterdiği yolda hareket eder. Her şey müziğin süresince yaşanmalıdır. Müziğin zamana, başka bir ifadeyle, geleceğe dönük hali, özneyi sürekli olarak gelecek zamandaki müzikal beklentilere yönlendirir. Üstelik bu beklentiler her zaman teorik bir bilgi alt yapısı da gerektirmez. Müzik eğitimi almamış, sıradan bir dinleyicinin de müzikal beklentiler geliştirmesi pek tabiidir. Ancak müzik eğitimi almış bireylerin, müzik dinleme etkinliği sırasında daha farklı tepkiler verdikleri görülmektedir. Burada beklentilere ait tepkilerin; ritim, melodi ve armonide bir sonraki adımda neler olacağına dair şekillendiği gözlenir. Yalnız bu durum tamamen duygusal beklentiler gibi anlaşılmamalıdır. Müziğin zamanla kurduğu ilişkinin matematiksel boyutu, bir anlamda zamanın eşit aralıklara bölünmesi mantığından farksızdır. Müziğin zamanla kurduğu diğer ilişki boyutları da belleğin taşıdığı geçmiş, deneyimlenen an ve beklenen gelecek arasındaki kopmaz akış çizgisini gösterir. Her duygu, her ne kadar yalın olsa da onu deneyimleyen varlığın, bütün geçmişini ve içinde bulunduğu zamanı taşır. Anın muğlak bir şekilde deneyimlendiği, yani akışın içinde zamanın ve mekânın net olarak algılanamadığı bir durumda, geçmişin ve anın bir birine kenetlenmesi kaçınılmazdır. Müzikal anların oluşumunda, geçmiş her türlü deneyim kendini gösterir. Yani geçmiş şimdiki zamanda yaşar. O halde geçmişin şimdiki zamanda yaşadığı yer olan bellek, zannedildiği gibi geride kalan bir deneyimin saklandığı yer değil, yeniden üretildiği, dolayısıyla şimdinin kurgulandığı yerdir. Geçmiş, zihnimizde istenildiği her an tekrar tekrar üretilebilmektedir. Bu üretilişte ise her müziksel deneyimin her defasında farklı sonuçlar verme eğilimi doğabilmektedir. Dolayısıyla müzik ve zaman arasındaki algısal, duygusal, bilişsel ve fiziksel her türlü ilişkinin yarattığı sonuç, müziğe biçilen anlama eşdeğerdir diyebiliriz. Müziğin, yaşamınızdaki tüm kıymetli anlara eşlik etmesini temenni ediyorum. Sevgiyle ve muhabbetle… BİR DÜNYA KONU EVİN İLYASOĞLU 12 “İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik de tarihini yazmaya başladı…” Müziğin tarihsel gelişimi ve müzik akımlarına bakış… Tarihin her sahnesinde insanoğlunun yaratıcı gücü o dönemin yaşama biçiminden nasıl etkilendiği üzerine keyifli bir sohbet… TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON KURUMU ADINA SAHİBİ ve GENEL YAYIN YÖNETMENİ Amber TÜRKMEN SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Birsen YÜKSEL TAYMAZ EDİTÖRLER Figen GÖKTAŞ Ümit DİRİCAN Nesri BÜYÜKTURAN GRAFİK TASARIM Birsen YÜKSEL TAYMAZ YÖNETİM YERİ TRT MÜZİK DAİRESİ BAŞKANLIĞI TRT SİTESİ A BLOK KAT 9 Tel: (312)463 32 48 ISSN 2149-7982 SAYI 13 / AĞUSTOS 2016 YAYIN TÜRÜ Yaygın/Süreli YAYIN TARİHİ 1 AĞUSTOS 2016 YAYIN YERİ www.trtmuzikdairesibaskanligi.com TRT Bir Dünya Müzik @birdunyamuzik [email protected] 2 ZEKİ MÜREN 16 “Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama napayım ki zamanı bize duyuran saatin iki siyah parmağı, akreple yelkovan, bana ‘hadi güle güle’ diye işaret ediyorlar.” Seyircilerine her zaman en samimi duygularla hitap eden sanat güneşimize ait muhteşem bir yazı dosyası… ŞARKILARDAN FAL TUTTUM 22 Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diyerek başlayalım hem yazıya hem söze… Nesrin Büyükturan’dan Tarihe Müzikle Not Düşenlere dair duygu dolu satırlar… ALİ BOZKURT 24 TRT’de müzik programları özellikle de Türk Halk Müziği ve Türk folkloru ile ilgili programlar denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri o… TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana, müziğe ve yaptığı programlara ilişkin deneyimlerini bizlerle paylaştı… GENEL YAYIN YÖNETMENİ’NDEN Bir Dünya Selam, İSMAİL ALTUNSARAY 28 “Türküler şahit olduğu zaman diliminin acılarını, aşklarını, gurbet gibi yaşanan toplumsal gelişmeleri, bunların sonucunda yaşananları en yalın haliyle bizlere sunar…” SİNAN CANAN 32 “Beyin olmadan zaman diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil… Saat dakika, günler geceler diye saydığımız, sürekli hesapladığımız zaman algısı, beynimizin dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi aslında.” Beynimizin gizemleri üzerine tadına doyulmaz bir söyleşi… BİR SES USTASININ 36 ARDINDAN… Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en önemli sazendesi Tanburi Cemil Bey’in musiki yolculuğunu yine bir tanburiden dinlemeye ne dersiniz… TRT İstanbul Radyosu Tanbur sanatçısı Refik Hakan Talu’nun kaleminden etkileyici bir yazı… BENİMLE OYNAR MISIN?... 40 İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını alıp kendisiyle harmanlayan ve folk müziğimizle şiirsel bir anlatımı iç içe sıkıştırıp müziğin en naif halini bizlere sunan, büyük ozan ve sanatçı Bülent Ortaçgil’e dair… Rahmi Mert Özcan’ın Müzik Kutusu’nda… Yayın hayatımıza başladığımız ilk günden bu yana müziğin tüm zenginliklerini bir arada sunmaya çalıştığımız yeni bir sayımızla daha siz değerli okuyucularımızla birlikteyiz. Dergimiz adına dolu dolu geçen bir senenin ardından, sizlerin de desteğiyle, adımlarımızı beraber atmanın heyecanı ve mutluluğu bizlere doğru yolda ilerlediğimizi hissettiriyor. Her ay olduğu gibi Ankara Radyosu spikerlerinin gönüllü olarak seslendirdiği, teknik personelinin de gönüllü katkılarıyla hazırladığımız sesli dergi CD’si bu ay da görme engelli okurlarımızla buluştu. Bu ay “Müzik Zaman İçinde” başlığıyla yola çıkarak, zamanın boyutları içerisinde müziğin gelişimini irdelemek, zaman kavramının müzikle yan yana geldiğinde nasıl bir etki yarattığını, farklı yönleriyle ele almak istedik. Zaman mı müzik içinde, yoksa müzik mi zaman içinde akıyor? Tarih hızla geçip giderken müzik nerede duruyor? Yoksa hiç durmadan yol mu alıyor? Bu sorulara ve daha fazlasına cevaplar aradığımız, heyecanla okuyacağınız bir sayı daha olacağına inanıyoruz. Müzik ve zaman ilişkisinin yakınında olan bir isim; bir piyanist ve akademisyen Evin İlyasoğlu, müziğin evrimleri ve müzik akımları üzerine görüşlerini keyifli bir söyleşide Ümit Dirican’la paylaşırken, Figen Göktaş bulunduğu zamana adını “Sanat Güneşi” olarak altın harflerle yazdıran Zeki Müren dosyasıyla, sanatçının sanat yaşamına dair renkli hatıralarına götürüyor. Nesrin Büyükturan “Şarkılardan Fal Tuttum” yazısında sizi zamanın ritminde, müziğin büyülü mısralarında dolaştırırken aynı zamanda Neşet Ertaş ekolünün yeni kuşak temsilcilerinden ve Anadolu Halk Kültürü’nün mirasını gelecek nesillere taşımaya çalışan TRT İstanbul Radyosu THM sanatçısı İsmail Altunsaray’la da bir söyleşi yaptı. TRT’de müzik programları, özellikle de Türk Halk Müziği ile ilgili programlar denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana, müziğe ve programlarına ilişkin deneyimlerini keyifli bir sohbette Nesrin Büyükturan’a aktardı. Türkiye’deki beyin ve sinirbilimleri araştırmalarının en renkli isimlerinden biri Prof. Dr. Sinan Canan, etkileyici, bir o kadar da aydınlatıcı bir sohbette Ümit Dirican’a beynimizin işleyişinden, zaman algısından ve bunların müziğe olan etkilerinden bahsetti. Müzik tarihimizin en önemli sazendesi Tanburi Cemil Bey’in musiki yolculuğunu TRT İstanbul Radyosu Tanbur sanatçısı Refik Hakan Talu kaleme aldı. Radyo-3 Sesli Kütüphane köşemizde bu ay Kadir Özdemir Kültürlerin Macerası programıyla konuğumuz oldu. Daimi yazarlarımızdan Rahmi Mert Özcan Müzik Kutusu’nda Bülent Ortaçgil’le bizi karşılarken, Reşit Saraçoğlu “Aşk Var” diyor ve yine zaman onunla keyifle akıyor… Murat Örem Ümit Yaşar Oğuzcan’a dair duygulu yazısıyla, Feridun Ertaşkan ise Zamanın Aynasından adlı hem konumuza, hem de dergimizin ilk yılına özel yazısıyla bizimleydi. Klasik albümler ve Albüm Ekşisi ile Murat Ekşi’nin yeni yorumları bizimleydi. Gel Zaman Git Zaman köşesinde ise Kubilay Dökmetaş Avni Özbenli’yi andı. Cahit Cesur’la müzik tarihine yolculuk, haberler, konserler, kitaplar dergimizin sayfalarında sizleri bekliyor. Eylül sayımızda görüşmek dileğiyle. Müzikle kalın… Amber TÜRKMEN 3 Işıl German hayatını kaybetti… Genç dansçılar yarıştı… Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün iki yılda bir düzenlediği ve genç dansçıların uluslararası platforma taşınmasına fırsat yaratan Uluslararası İstanbul Bale Yarışması ve Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu. Festivalde sekiz bin euroluk büyük ödül, Kazakistan’dan katılan Bahtiyar Adamzhan’nın oldu. Kazakistan’dan yarışmaya katılan Assel Askarova da büyükler kategorisi kızlar birincisi, Türkiye’den katılan Mehmet Batur Büklü ise büyükler kategorisi erkekler birincisi olarak dört bin Euro’nun sahibi oldular. Küçükler kategorisi kızlar birincisi Türkiye’den Katılan Oben Yıldırım ile küçükler kategorisi erkekler birincisi Rusya’dan katılan Dmitrii Vysubenko ise üç bin Euro almaya hak kazandı. “Türksoy Özel Ödülü” ise Türkiye’den katılan Yılmaz Berkay Günay’ın oldu. 4 Biliyorum Sensin O, Aşkın Kaderi, Ağlıyorsam Sen Aldırma gibi 1970´li yılların hit şarkılarına imza atan Işıl German, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Ankara Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Bale Bölümü´nden mezun olan Işıl German, müzik yaşamına 1972 yılında Ankara´da sahneye çıkarak başladı. Daha sonra İstanbul’a gelen sanatçı, burada plak çalışmalarını tamamladıktan sonra yine Ankara´ya döndü. 1975 yılında ilk plağını çıkaran sanatçı, bir yıl sonra Aşkın Kederi adlı şarkısıyla çıkış yaptı. 1979 Eurovision yarışması elemelerine katıldı. Sanatçı en son 1981 yılında bir filmde oyunculuk ve film müziği yaptı. Sting Antalya’da esecek... Müzik dünyasının efsanevi isimlerinden Sting, 9 Ağustos’ta Expo 2016 Antalya’da hayranlarıyla buluşacak. İngiliz müzisyen, şarkı yazarı, aktör ve filantropist olan Sting, solo kariyerinde yaptığı “Englishman In New York”, “Shape of My Heart”, “Mad About You” ve “Desert Rose” gibi klasikleşmiş birçok parça ile müzikseverlerin kalbinde taht kurmuş sanatçı Türk müzikseverlerin de yakından takip ettiği müzisyenlerden birisi. Kariyeri boyunca pek çok ödül alan şarkıcı, 16 kez Grammy Ödülü, 3 Brit Ödülü, 1 Altın Küre, 1 Emmy ve En İyi Orijinal Şarkı dalında 3 kez Akademi Ödülü sahibi... BİR DÜNYA HABER Bowie’nin özel koleksiyonu sergilenecek… 69 yaşında kansere yenik düşen efsanevi İngiliz müzisyen David Bowie’nin 13 milyon sterlin değerindeki özel sanat koleksiyonu 20 Temmuz itibarıyla sanatseverlerle buluşuyor. Bir döneme damgasını vuran unutulmaz şarkıları kadar olağanüstü kostümleri ile de her zaman konuşulan Bowie’nin, aralarında Damien Hirst ve Henry Moore’un da işlerinin yer aldığı sanat koleksiyonu Londra’dan başlayarak Los Angeles, New York ve Hong Kong’ta sergilenecek. Tasarıma dair ilgi alanlarını yansıtan yüz parça mobilyanın da dahil olduğu tüm koleksiyon Kasım ayında da mezata çıkacak. Toplam meblağın on milyon pound (yaklaşık kırk milyon lira) olacağı tahmin ediliyor ancak takıntılı Bowie hayranları düşünüldüğünde, bu miktar çok daha yükseğe çıkabilir. Genç İletişimciler ödüllerini aldı… Türkiye Radyo Televizyon Kurumu TRT’nin iletişim fakültelerinde okuyan öğrenciler arasında düzenlediği ’TRT Geleceğin İletişimcileri Yarışması 2016’ ödülleri sahiplerini buldu. Arı Stüdyoları’nda düzenlenen törenle radyo yayıncılığı, televizyon yayıncılığı, sesli-görüntülü haber yayıncılığı ve yeni medya yayıncılığı olmak üzere 4 ana dal ve 17 alt kategoride yarışan genç iletişimcilere ödülleri dağıtıldı. Gripin konserinin yanı sıra TRT sanatçılarının da sahne aldığı geceye, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yanı sıra TRT Genel Müdürü Şenol Göka, milletvekiller ve çok sayıda davetli katıldı. 5 BİR DÜNYA HABER Gece Yolcuları’ndan müjde! Gece Yolcuları grubu eski şarkıları “Meyhaneler Sen” ile Türkiye’nin ilk emoji alt yazılı klibini yayınladı. Grup sevenlerine yeni bir albüm müjdesi de verdi. Türkiye’de ilk kez yapılan bir uygulama olan emoji alt yazısı, akıllı telefon sahipleri tarafından kullanılan ikonlarla yaratılan bir alt yazı dili. Emojiyi evrensel yeni bir dil olarak tanımlayan grubun bir sonraki emoji alt yazılı klibini ise dinleyicileri hazırlayacak. Grup başvuranlar arasından en çok beğeniyi alarak yarışmayı kazanan şanslı dinleyicisi için bir de turne sürprizi vadediyor. Waits ve Prine’e PEN’den ödül Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) tarafından iki yılda bir verilen Şarkı Yazarlığı Ödülü’ne bu yıl Tom Waits ve John Prine değer bulundu. Daha önce Chuck Berry, Leonard Cohen ve Randy Newman’a verilen bu prestijli ödül ile ilgili olarak PEN sözcüsü, “Bu isimler olmadan Amerikan müziğini düşünmek imkansız, ikisi de bu ülkenin müziği için çok önemli şarkılar üretti,” dedi. PEN Şarkı Yazarlığı Ödülü’nün jürisinde Elvis Costello, Peter Wolf ve Bono yer alıyorlar. 6 Genç klarnetçiden büyük başarı… Mersinli genç klarnetçi Sultan İpek Çelik, Gürcistan’da düzenlenen 5. Uluslararası Müzik Festivali’nde Türkiye’ye birincilik kazandırdı. Farklı uluslardan genç ve yetenekli müzisyenleri desteklemek, onlar arasında dostane ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesi amacıyla düzenlenen festivalde, ABD, İtalya, Rusya, Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Kazakistan, Letonya ve Litvanya’dan pek çok genç yetenek yer aldı. Festivalde Türkiye’yi temsil eden Mersin Üniversitesi (MEÜ) Devlet Konservatuvarı Klarnet Bölümü lise öğrencisi olan Sultan İpek Çelik, ‘En İyi Romantik Eser Performansı’ dalında birinci oldu. Festivalde, Camille Saint-Seans’ın Klarinet Sonatı ve Michelle Mangini’nin Pagina D’Album eserlerini seslendiren Çelik, birincilik sertifikası elde etti. Çelik’in bu başarısından dolayı MEÜ Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi George Kovziridze’ye de ‘En İyi Öğrenci Yetiştirme Sertifikası’ verildi. BİR DÜNYA HABER Monopoly müzikal oluyor… Hemen hemen tüm dünyada büyük küçük demeden herkes tarafından sevilen Monopoly oyunu müzikal oluyor. Amerikalı oyuncak ve kutu oyunları firması Hasbro, Monopoly üzerine bir Broadway müzikali yapmayı planlıyor. Popüler kutu oyunun sahne uyarlaması, benzer projeleri içeren bir serinin ilk ürünü olacak. Hasbro, önümüzdeki dönemde Broadway ve ABD’nin çeşitli yerlerindeki eğlence parkları, tur gemileri ve benzer sahneler için hazırlanan tiyatro prodüksiyonları için kendi oyuncaklarını ve oyunlarını kullanacak. Monoply müzikali ise sadece Broadway için geliştirildi. Firmadan yetkililer müzikalin “oturup Monoply oynamak ile ilgili” olmayacağını, bunun yerine tıpkı “Lego Filmi”ndeki gibi oyunun dünyasını yaratıcı bir biçimde keşfedeceğini söyledi. “Monopoly the Musical”in ilk gösterim tarihi ya da kadrosunda yer alacak kişiler açıklanmadı ancak şovun hazır olması için üç ya da dört yıllık bir süreye ihtiyaç olduğu tahmin ediliyor. Trump’a Pavarotti’nin ailesinden itiraz… 2007 yılında hayatını kaybeden ünlü tenör Luciano Pavarotti’nin ailesi, ABD’de Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın, Pavarotti ile özdeşleşen Puccini’nin aryası “Nessum Dorma”yı seçim çalışmalarında kullanmasına karşı çıktı. New York Times’ın haberine göre, Pavarotti’nin eşi Nicoletta ve üç kızı, bu aryanın kullanımının durdurulması için çağrı yaptı. Avukatlarının yaptıkları çağrıda, aryanın Trump’ın seçim kampanyasında kullanılmasının utanç verici olduğunu belirttiler. Giacomo Puccini tarafından bestelenen üç perdelik “Turandot” operasının bir parçası olan “Nessum Dorma” adlı arya, 1990 Dünya Kupası sırasındaki “Üç Tenor” konserinde Pavarotti tarafından seslendirilmiş ve geniş kitlelerce tanınmıştı. Hollywood’un “görünmez sesi” hayatını kaybetti… Hollywood’un ‘görünmez sesi’ olarak tanınan Marni Nixon, 86 yaşında hayata veda etti. Şarkıcı Hollywood’un en önemli müzikallerinde oyuncuların sesi olsa da ismi jenerikte yer almamıştı. Nixon, ‘My Fair Lady/Benim Tatlı Meleğim’de Audrey Hepburn’ün, ‘The King and I / Kral ve Ben’de Deborah Kerr’in söylediği şarkıları söyleyen isimdi. Ayrıca ‘Diamonds Are a Girl’s Best Friend’de Marilyn Monroe’nun, ‘West Side Story’de ise Natalie Wood’un söylediği şarkıları da onların yerine seslendirmişti. Nixon’ın kanser nedeniyle hayatını kaybettiği açıklandı. 7 BİR DÜNYA KONSER İSTANBUL Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesi bu ay yıldızlı gecelere 5 Ağustos’ta Funda Arar ile başlıyor. Göksel, Hande Yener, Sibel Can, Berkay, Murat Dalkılıç, Sertap Erener, Ferhat Göçer, Şebnem Ferah, Ajda Pekkan ve Murat Boz, diğer sahne alacak ünlüler arasında… İspanyol şarkıcı Buica ve 2016 Eurovision Şarkı Yarışması birincisi Ukraynalı Jamala da 7 ve 17 Ağustos’ta sahne alıyor. Dünyaca ünlü yıldızların sahne alıp unutulmaz konserler verdiği MASSTIVAL geri dönüyor! 8 Ağustos’ta Küçük çiftlik Park’ta gerçekleşecek MASSTIVAL 2016’nın yıldızı SIA… Sahne şovları da şarkıları gibi oldukça renkli ve heyecan verici olan SIA’nın özellikle dansçılarıyla süslediği enerjik performansları izleyicilere coşku dolu anlar yaşatıyor. 8 AĞUSTOS KONSERLERİ İZMİR 2010 yılında Ezginin Günlüğü grubundan ayrılan sanatçı Hüsnü Arkan, 11 Ağustos’ta Volume Alsancak’ta sahne alıyor. Türkiye’nin önemli sanatçılarından Zuhal Olcay, “Başucu Şarkıları 3” isimli yeni albümünün şarkılarını seslendireceği konseri ile 10 Ağustos’ta Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda sevenleriyle buluşuyor. Geçen sene Zorlu PSM’de 3 gece üst üste kapalı gişe konser veren efsanevi sanatçı Lara Fabian tekrar Türkiye’de… Lara Fabian 26 Ağustos’ta Çeşme Açık Hava Tiyatrosu’nda müzikseverlerle buluşuyor. ŞEHİR ŞEHİR 12. Uluslararası D-Marin Klasik Müzik Festivali, 8 güne uzayan güçlü programıyla bu yıl 20-27 Ağustos tarihlerinde müzikseverleri Bodrum’da buluşturuyor. Festival İdil Biret’in Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde gerçekleştireceği açılışla başlayacak. Bu gecede, müzik dünyasının en büyük piyano virtüözlerinden biri olan Biret’in, üstün yorumu ile Edvard Grieg’in piyano repertuarına kattığı başyapıtı olan La Minör Konçerto’yu dinleyeceğiz. BİR DÜNYA KONSER Balıkesir’de Dalyan Sahili’nde gerçekleşen, “Deniz, kum, güneş ve %100 rock müzik” sloganı ile yola çıkan Zeytinli Rock Festivali, bu yıl da rock ve alternatif müzik dünyasının en iyi sanatçı ve gruplarını bir araya getiriyor. Katılımcılarına yüzde yüz müzik, eğlence ve unutamayacakları bir rock tatili vaat eden Zeytinli Rock Festivali’nde 25-28 Ağustos tarihlerinde 4 gün boyunca sahne alması kesinleşen isimler ; Duman, Şebnem Ferah, Athena, Pentagram, Teoman, Mor ve Ötesi, maNga, Hayko Cepkin, Feridun Düzağaç, Model, Kurban, Cem Adrian, Ceylan Ertem, Umut Kuzey, Ceza, Zakkum, Baba Zula, Büyük Ev Ablukada Fırtınayt, Metin Türkcan, The Ringo Jets, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Blacktooth, Marsis, Deniz Tekin, Piiz, Gece, Fethi Okutan, Serkan Ferat, Seher Ahmetzade. Sevilen sanatçı Ceylan Ertem, 20 Ağustos’da Kuşadası AVM Açık Hava Tiyatrosun’da “Amansız Gücenik” adlı albümünden şarkılarını seslendirecek. Kardeş Türküler ve Candan Erçetin de Balıkesir’de sahne alarak 17 Ağustos’ta Altınoluk Açıkhava Tiyatrosu’nda sevenlerine birlikte seslenecek. 9 MÜZİK VE ZAMAN Müzik Zaman İçinde “Var edilen her şey ‘ol’ emri yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu betini önce ruhundaki gizli köşesinden çıkaracaksın, sonra nedenle hepsinin özünde ritim ve ton yani müzik vardır.” da ağzından. Ruhundaki ritim, müziğin de ritmi olacaktır. I. Khanx Kendi çıkaramadığın sesler için de enstrüman yapacaksın çeşit çeşit. Ama o enstrümandan çıkan ses de, senin ruhuBir sesle yaratıldı yaşam. Kâinat, ses ve titreşim üzerine nun sesi olacaktır. kuruldu. Ritim, zaman boyunca devam eden yaşamın ta Tarih öncesi çağlara ait, belki de en saf müziğe dair ipuçkendisi oldu. Denizlerin, nehirlerin, dağların, ovaların, çi- larını, mağara resimlerinde görüyoruz. Müzikbilimciler, inmenlerin, çayırların, gökyüzünün bir ritmi, müziği var. Be- san kendi sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup denlerin de, ruhların da. Bedenin ritmi de tıpkı hayatın rit- ses yaratabilmeyi başardığında müziğin de tarihinin başmi gibidir. “Müzik ve ritim, yollarını ruhun gizli köşelerinde ladığını söylüyor. bulurlar.” Eflatun söylemiş. Müziği ve ritmi, ruhumuzun de- Toplumun düşünüşüne, inanışına paralel dönüşen müzik, rinlerinde yolculuğa çıkan iki yol arkadaşı olarak görmüş. antik çağlarda davetlerin, şölenlerin baş konuğu oluyor. Ritim kimi zaman düzenli, kimi zaman düzensiz olabilir. Ortaçağ’da eski pagan alışkanlıklarına, geleneklerine sıcak Müzik de öyle. Hayat da öyle. Düzenli ya da düzensiz ama bakmayan kilisenin tavrı dönemin müziğini de belirliyor. mutlaka ritmik. Ninni ile uyurken bir yandan da sağa sola Şenlikli, danslı, coşkulu ritimler yerini ilahi dokunuşlara, ritmik olarak sallanarak başlayan şey, ilk müzik deneyimi abartısız ritimlere bırakıyor. Dünyevi coşkudan uzak bin ve hatta ilk dans eğitimi değil mi? İnsan, müziği ve ritmi yıllık bir dönemden sonra gelen “yeniden doğuş” dönemi tüm yolculuğu boyunca ruhunda taşır. Nefes alıp verir- yeryüzünün tamamını kucaklayan bir neşe, yaşamı tasdik ken de bir ritim var, kalp atışlarımızda da… Uykunun da, eden bir coşkuyu ve umudu serpiştiriyor hayata da müaçlığın da, susuzluğun da ritmi var. Günün, güneşin, ayın, ziğe de. Yaşanan bu altın çağın hediyesidir bize opera. kâinatın, mevsimlerin, saatlerin velhasıl kelam her anın bir Dünya savaşları, göçler, karabasanlar çağıdır sonraki. Bir ritmi, bir düzeni var. Ritmik aralıkların her biri bir zaman. yandan da teknolojinin, hızlı gelişmenin çağıdır. Müziği de Buradan bakınca, müzik bir yanıyla zamanın sese dönmüş yeni çağın dilini konuşur. Her türlü sınırın zorlandığı, eğilhali. diği büküldüğü, birçok sanat dalının birbirinin içine girdiMüziği yaşayan bir organizmaya benzetiyor müzikolog ği yılların da başlangıcıdır. Her dönem “post”uyla devam Filiz Ali: “Zamanın akışı müziğin nabzı ile ölçülür. Sürekli eder. Tüketim merkezli toplumsal pratikler aynen müziğe atan bu nabız, sesleri düzene koyan bir çerçevedir aynı de yansır. Üretimi de tüketimi de piyasa koşullarına göre zamanda. Sesler, o hiç şaşmayan nabzın ve ölçünün yol şekillenir. göstermesiyle devinirler, dans ederler. Müziğin nabzının hangi hızda atacağını ise insanoğlu düzene koyar. Besteci Bazen deltada başlayan bir müzik türü nehirle etrafa yayıburada işe karışır. ‘Presto’ çok hızlıdır, ‘Vivace’ ise canlı, nabız lır. Siyah bir çığlık olan o tür “beyaz” bir pazarda endüstriyel ‘Allegro’ atıyorsa neşeli ve hızlı demektir, oysa ‘Moderato’ olarak üretilir. Bazen döneminin en kalabalık dinleyicisine mutedildir. ‘Andante’ yürüyüş temposunu simgeler, ‘Lento’ sahip bir tür, küçüle küçüle bir azınlığın müziği haline gelir. ve ‘Adagio’da artık nabız iyice ağırlaşmıştır.” Ama hepsinin de bize söylediği ortak cümle hayatın ileriMüzik, ruhun her duygusuna, her mevsimine bir ritmi olan ye doğru yaşanıp, geçmişe doğru anlam kazandığıdır. bir güzel dil. Şairin dediği gibi; “dillerin tükendiği yerdeki dil.” Duyguyu sese-söze dönüştüren, sonrasında bir baş- Biz bu sayıda müziğin geçirdiği evrimi ve müzik akımlakası dinlediğinde yeniden duyguya dönüşen sihirli bir dil. rıyla başladık işe ve uzağa gitmeden Anadolu halk kültüYüzlerce yıl öncesinden gelen bir müzik, hâlâ ruhumuzda rümüz üzerinden müziğin zaman içindeki seyrine bir göz kendine yer ve de yol buluyorsa, Eflatun’un söz ettiği mü- attık. Bu toprakların yarattığı bir büyük usta “Sanat Güneşi” zik ve ritmin birlikte yolculuğu devam ediyor demektir. üzerinden dönemi ve müziğini anlamaya çalıştık. Sadece Her kültür, müzik üretmiş. Ulaşılabilen tarihin her anın- zamanda yolculuğuna değil bu süreçteki zihinsel yolculuda müzik var. İnsanın bizatihi kendisi de bir enstrüman. ğuna da değindik. Son olarak da yakın tarihimizin rengini Müzik yapmak için çok fazla bir şeye ihtiyaç yok. Derdini estetize eden “şarkılardan fal tuttuk.” Sıradaki şarkı size gelkederini, sevincini kıvancını, aşkını inancını, özlemini gur- sin… 10 “Var edilen her şey ‘ol’ emri yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu nedenle hepsinin özünde ritim ve ton yani müzik vardır.” I. Khanx 11 BİR DÜNYA SOHBET Zamanın Sonsuz Yolculuğunda Röportaj: Ümit DİRİCAN Müzik “İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik de tarihini yazmaya başladı.” Henüz yedi yaşındayken piyano çalmaya başlayan Evin İlyasoğlu, müzik eğitimine; İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda, Robert Kolej’de ve ABD Michigan Devlet Üniversitesi’nde devam etti. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ve 1987’den beri Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yapmakta olan İlyasoğlu, aynı zamanda 1991’den bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nin Albert Long Hall Klasik Müzik Konserleri’nin direktörlüğünü üstlenmekte ve Zehra Yıldız Kültür ve Sanat Vakfı’nın da Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürütmektedir. Akademik müzik kariyerinin yanı sıra; TRT İstanbul Radyosu’nda 19 yıl boyunca klasik batı müziği programları ve TRT televizyonlarında da müzik söyleşileri ve dizileri hazırlayıp sundu. Sanatçı, 1968’de Yeni Dergi Eleştiri Yarışması’nda “Salkımsöğüt” şiirini müzik yapıtı olarak incelemesiyle Birincilik Ödülü; 1978’de Türk Dil Kurumu Radyo ve TV Dil Ödülü; 2008’de Boğaziçi Üniversitesi “Senato Özel Ödülü”; 2013’te Paris “Société d’Encouragement au Progrés” tarafından meslekleriyle fark yaratanlara verilen “Médallie D’honneur”, 2014’te Polonya Dışişleri Bakanlığı’nın Polonya’nın uluslararası alanda tanıtılmasına katkılarından ötürü “Bene Merito” Şeref Nişanı ve 2015’te ise ODTÜ Senatosu’nun “Takdir Ödülü ”’nü almıştır. 12 EVİN İLYASOĞLU Müzik de diğer sanat dalları gibi çağın akışıyla şekillenen bir sanat dalıdır. Önce ilkel kavimlerin yaşamlarıyla ilgili olarak ortaya çıkmış: ninniler, haberleşme, savaşçıya güç verme, büyü yapma, hastaları iyileştirme ve tapınma gibi temel işlevler olarak yer almıştır. Tüm bu ödüllerin yanı sıra sanatçının; 10 adet CD ekiyle birlikte sunulan Zaman İçinde Müzik, Çağdaş Türk Bestecileri, 71 Türk Bestecisi gibi Türkçe/ İngilizce yayınları; yine CD’ler eşliğinde sunulan Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses, Zehra Yıldız, İlhan Usmanbaş, Ayla Erduran, Bülent Tarcan, Nevit Kodallı, Yalçın Tura, Gürer Aykal üstüne yazdığı biyografik kitapları da bulunmakta. Yıllar boyu yazdığı söyleşiler, portreler, değinmeleri 2014’te Salkımsöğütün Türküsü kitabında toplanmıştır. Ayrıca Arnavutköy’deki çocukluk yıllarını konu alan “Teodora’nın Düşmanları” başlıklı romanı ise Yunanca ’ya çevrilmiş ve Atina’da yayımlanmıştır. Yoğun konser çalışmaları arasında dergimize vakit ayıran Evin İlyasoğlu ile Zaman ve Müzik konulu keyifli bir söyleşi yaptık... Müziğin evrimlerinden ve değişen zaman içerisinde nasıl bir gelişim gösterdiğinden bahsedebilir misiniz? Müzik de diğer sanat dalları gibi çağın akışıyla şekillenen bir sanat dalıdır. Önce ilkel kavimlerin yaşamlarıyla ilgili olarak ortaya çıkmış: ninniler, haberleşme, savaşçıya güç verme, büyü yapma, hastaları iyileştirme ve tapınma gibi temel işlevler olarak yer almıştır. Değişen zaman içinde daha yerleşik toplumların gereksinimlerine ve coğrafi yörelere göre çalgılar yapılmış, destanlar, marşlar, dini ezgiler derken, Rönesansla birlikte ortaçağın bağnazlığına karşı doğan yaşama sevinci, dansları, dünyasal şarkıları ve giderek çalgısal müzikleri oluşturmuş. Tanrısal aşk ve dünyasal aşk birbirini tamamlarken müzik yapıtlarının konuları da bunu yansıtmış. 17.yüzyılın Barok dönemiyle müzik ve tiyatro birleşmiş, motet, kantat, madrigal ve nihayet opera sanatı doğmuş. Çalgılar artık yalnız şarkılara eşlik değil, kendilerine özgü anlatım kazanmışlar; vokal biçimlerin yanısıra sinfonia, sonat gibi biçimler doğmuş. Çağ sonundaki Aydınlanma akımıyla Klasizmin öz denge eşitliği, herkesin anlayacağı yalın anlatımı ortaya çıkmış. Sonra sanatın her dalında burjuvaya karşı 1789 13 BİR DÜNYA SOHBET ihtilalinin yankıları yaşanmış. Sanatçı, kalabalık kentlerden kaçıp kendi iç dünyasına kapanmış ve karşısında onu hemen takdir edecek bir kitle için değil, elbet bir gün değerinin anlaşılacağı bir kitle için beste yapmaya başlamış. Böylece 19.yüzyılda müzik yapısı karmaşıklaşmış, müzik biçimleri de artık kalabalık orkestrayı içeren devasa ve uzun senfonik yapıtlar olarak ilerlemiş. Modern çağlar ise gelişen teknolojiyi müziğe de yansıtmışlar. Elektronik laboratuvarlarda bestelenen müzik yeni efektlere yol açarken elektronik donanımlı çalgılar da senfonik müzikte yer almış. Bugün müzik akımları teknolojik gelişmeler sayesinde uzak coğrafyalara ve tarihin derinliklerine uzanmakta; bir yandan da içinde bulunduğumuz çağın dilini konuşmakta. Müzik akımları dediğimiz şey tam olarak neyi ifade ediyor? Müzik akımlarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Müzik akımları zaman içindeki diğer sanat akımlarıyla aynı doğrultuda, insanların yaratma gücü belli doyumlara ulaştığında, ortaya çıkmıştır. Rönesans resmi perspektifi getirdiyse, Rönesans müziği de polifoniye adım atmıştır. Barok mimarideki yüksek kuleler, müzik dalında daha büyük biçimlere yol açmıştır. Yeniçağlardaki soyutlama, müzikte de belli bir tondan kaçış şeklinde yansımıştır. Tarihin her sahnesinde insanoğlunun yaratıcı gücü o dönemin yaşama biçiminden etkilenmiş, sanat akımları da böylece doğmuştur. Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıklarının değişmesi söz konusu mu? Ya da müzik dinleme alışkanlığı ve kültürü nasıl kazanılıyor. Bunun belli bir yaşı veya zamanı var mıdır? Müzik dinleme alışkanlığı, insanın doğup büyüdüğü en yakın çevresiyle doğrudan bağlantılıdır. Evinizde piyano çalan bir anne varsa, sürekli müzik yayını yapan radyo kanalları dinleniyorsa, CD’lerle zenginleştirilmiş bir müzik kitaplığına sahipseniz, doğal ki siz de yaşam boyu bu alışkanlığınızı 14 Rönesans’la birlikte ortaçağın bağnazlığına karşı doğan yaşama sevinci, dansları, dünyasal şarkıları ve giderek çalgısal müzikleri oluşturmuş. sürdürürsünüz. Bu üst düzey kültürü olan bir ev ortamı. Ama nota dahi bilmedikleri halde, kendi aralarında çalgı çalan, dans edip şarkı söyleyenler de bir kültür geliştiriyorlar. En azından müziğin ritmini öğreniyor onların çocukları da. Ne kadar küçük yaşta ve ne kadar “soylu” müzik dinletilirse çocukların kulağı da buna alışır. Dahası var: Şimdilerde anne karnındaki bebekler aylarca müzik dinletilerek geliştiriliyor. Bunların çoğunun müziğe yatkın çocuklar olarak dünyaya geldiği kanıtlanmakta. Burada ne yazık ki ülke- EVİN İLYASOĞLU Klasik bir sandalye, klasik bir araba, klasik bir ceket zamansızdır. Onlar her devirde birer başvuru kaynağı gibi yerlerinde dururlar. Pop müzik, gelip, geçen, parlayıp çabuk sönen, geniş kitleleri bir anda coşturan ve modası bitiveren bir daldır. Klasik müziğin (buna Türk sanat müziği de dâhil) adeta bir başvuru kaynağı olarak saklanması ve değerinin korunması gerekir. mizin ilköğretim kurumlarında müzik derslerinin ihmal edilmesine çok acıklı bir konu olarak değinmeliyiz. Müzik, küçük yaştaki eğitimle çocukları yönlendiren bir sanat dalıdır. Sorunuzun ilk bölümünü şimdi yanıtlıyayım: Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıkları elbette değişir. Yaşama biçiminiz, birikiminiz, elinizdeki kaynaklar sizi her evrede yeni arayışlara sürükleyecektir. Yalnız klasik müzik değil, pop müzikte de, etnik müziklerde de, dinledikçe daha derine inmek, benzer örnekleri artırmak gerekecektir. Zaman ve müzik ilişkisi içerisinde ele alacak olursak; klasik müzik ve diğer müzik türlerini birbirinden ayıran özellikler nelerdir? Klasik bir sandalye, klasik bir araba, klasik bir ceket zamansızdır. Onlar her devirde birer başvuru kaynağı gibi yerlerinde dururlar. Pop müzik, gelip, geçen, parlayıp çabuk sönen, geniş kitleleri bir anda coşturan ve modası bitiveren bir daldır. Klasik müziğin (buna Türk sanat müziği de dâhil) adeta bir başvuru kaynağı olarak saklanması ve değerinin korunması gerekir. Bir müzik insanı için zaman kavramı diğer insanlardan farklılık gösteriyor mu? Evet, zamana karşı koşmak, doğru zamanlamayı bilmek, küçücük bir zaman diliminde yapacağınız hatanın dünyayı başınıza yıkabileceğini düşünmek, müzisyeni diğer insanlardan farklı kılar. Müziğin matematiksel hesaplarını da unutmamak gerek. Bu arada küçük bir not eklemek isteriz. Müzik ve zaman kavramının birbiriyle olan bu müthiş etkileşimini konu edinmişken; zamanın en önemli unsurlarından olan tarih sahnesinde müziğe dair neler yaşandığını merak ediyorsanız, Evin İlyasoğlu ‘nun müzik akımlarını derinlemesine işlediği “Zaman İçinde Müzik” kitabına da bir göz atmanızı öneririz. Zira müziğin dönemlere göre nasıl geliştiğine ışık tutan kitapta; Mısır ve Babil kazılarından Ortaçağ’a, oradan Gotik Çağ, Rönesans, Reform, Barok Dönem, Romantik ve Klasik Dönem aynı zamanda 20. Yüzyıl ve Türkiye’deki müzik akımlarına kadar çağa damgasını vurmuş tüm ayrıntıları, akıcı ve keyifli bir anlatımla bulabilirsiniz… 15 ZAMAN VE MÜZİK Sahnelerin Sık Ve Zarif Beyefendisi… Zamana Ve Mekâna Meydan Okuyan Ses Zeki Müren Hazırlayan: Figen GÖKTAŞ “Halk sanatçıyı yaratıyor ve yaşatıyor, sanatçı da halkı çok saymalı, ben 30 yıldır henüz sahnede izleyenlere arkamı dönmedim” 16 “Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama napayım ki zamanı bize duyuran saatin iki siyah parmağı, akreple yelkovan, bana ‘hadi güle güle’ diye işaret ediyorlar. Gelecek hafta aynı vakitte inşallah yine görüşmek üzere, hadi Allah’a ısmarladık…” Muhteşem sesiyle radyodan böyle sesleniyordu… Pek çok özelliğiyle kendi zamanına sığmayan, ne zaman dinlesek sesiyle yüreğimizi titreten Zeki Müren. Sadece icra sanatçısı olarak değil, besteleriyle, Türk Sanat Musikisi üzerine derin kültürüyle, Türkçeyi mükemmel kullanışıyla ve dinleyicilerine gösterdiği nadide özeniyle her daim andığımız “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i, bu ay konuk ettik sayfalarımıza. Kaynaklarda doğum tarihi 1931 yılı olarak görünse de zat-ı muhteremleri 1933 doğumlu olduğunu söyler… Bursa’da dünyaya gelen sanatçı, liseyi İstanbul’da okur. Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Süsleme Bölümünü birincilikle bitiren Zeki Müren, girdiği bir sınavla sanat kariyerine adım atar. İstanbul Radyosunun 1951 yılında açtığı bu sınava 186 kişi girer ve sadece Zeki Müren kazanır. Radyoya başlar başlamaz mükemmel Türkçesi ve güzel sesiyle fark edilen sanatçıya solist olarak Cumartesi günleri 45 dakikalık emisyonlar ayrılır. Sanatçı, İlk plağı “Muhabbet Kuşu” nu da aynı yıl okur. ZEKİ MÜREN Bu taş plak kaydı gramofondan hafif cızırtılı sesiyle sizin de kulağınıza geldi mi? “Kalbimi bezlederim minnet-ü zevk-e Dilesen dilesen dilesen Bir muhabbet kuşu da ben olurum Sev diye sen. Sevgimin meltemidir Şimdi şu ruhumda esen Ah esen…” Müren, 1954 yılında adından çok söz ettirecek ilk filmi “Beklenen Şarkı” da arz-ı endam eder tüm zarafetiyle. “Son Beste” filminde ise, beyaz frak giyerek şarkı söyler Zeki Müren, siyah smokinli saz heyetinin önünde… Sonradan öğreniyoruz ki, sahnede frak ve smokin kullanan ilk sanatçı da kendisiymiş. Çünkü önceleri saz heyeti günlük kıyafetlerle çıkarmış. Bir sohbetinde bu konuyla ilgili “saz heyeti smokin giyince sahnelere bir güzellik bir ciddiyet geldi” der Zeki Müren. 1957 yapımı “Berduş” filminde ise Müren’i Taksim’de tramvayın arkasına takılmış şarkı söylerken görürüz. Omzunda boyacı sandığı ile… “Sokaklarda gezerim güzelleri severim, Çok hoşuma giderse gözlerimi süzerim. Sevdadır beni yakan, var mı bana yan bakan…” Babasına diploma almadan sahneye çıkmayacağına söz veren Müren, diplomasını aldığı 1955 yılı 26 Mayıs’ta Küçük Çiftlik Parkta sahne almaya başlar. 1961 yılında el değiştirerek adeta küllerinden doğan ve orada sahne alan şarkıcının assolist unvanı aldığı “Maksim Gazinosu” da, uzun yıllar Sanat Güneşini ağırlayacaktır. Zeki Müren, pullu, payetli, tüylü, pelerinli, işlemeli kendi tasarladığı kostümler ve aksesuarlarla gazino geleneğine bambaşka bir boyut getirir. Maksim Gazinosu’nda aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne alan Zeki Müren, 1976’da Londra’daki Royal Albert Hall’da konser veren ilk Türk sanatçı olur. Burada verdiği muhteşem konser sonrasında, BBC Türkçe’de Sabih Aykolar bir söyleşi yapar Zeki Müren ile… Kusursuz Türkçesi ve muhteşem sesiyle olduğu kadar dönemi için marjinal sayılabilecek kostümleriyle de zamanın evvelinde ve ebedinde yer alan Sanat Güneşi, bakın bu söyleşide kostümleriyle ilgili neler söylemiş… “Ben 1955 yılından bugüne bütün giysilerimi, normal hayatta olsun, sahnede giydiklerim olsun onlar fantezi oluyor malumunuz kendim çiziyorum efendim. Modellerini kendim çiziyorum, renklerini kendim seçiyorum. Bu bir yaradılış meselesi, birazda buna ilave edilen ekol meselesi oluyor. 1955’den bu yana her sezon her şarkı için hemen hemen değişik anlam taşıyan kostümlerimi çizdim ve giydim. Beğenildiğini gördükçe de devam ettim. Ben smokinle de okuyorum, fantezi kostümlerle de okuyorum, eserine göre seçiyorum bunları. Ve zannediyorum ki bu dünyada, benden sonraki yıllarda tatbik edildi. Bu da bana 17 ZAMAN VE MÜZİK bahtiyarlık veriyor. Mesela Liberace’yi “Ben 1955 yılından ken “Zehretme hayatı bana cananım” (Amerikalı piyanist şarkıcı) bana benzemısrasıyla başlayan acemkürdi şarkıbugüne bütün tirler giysi bakımından, ben şu noktada sı bestelediği ilk eseridir. Sanatçının hayır diyorum. Benim 1956’da giydiğimi “Şimdi Uzaklardasın”, “Manolyam”, “Bir giysilerimi, normal 60’lardan sonra Liberace giydi. Bu bir ruh Demet Yasemen”, “Gözlerinin İçine benzerliği olabilir. Ama ben onu görüp Başka Hayal Girmesin”, “Elbet Bir Gün hayatta olsun, de onu taklit etmedim.” Buluşacağız” gibi eserler sık sık okusahnede giydiklerim Sunucu, Anadolu’da verdiği konserler nan, en sevilen şarkılarıdır. sırasında giysilerinin nasıl bir tesir bırakyazarken, apartman topuklu olsun, onlar fantezi Bunları tığını da sorar sanatçıya ve… çizmeleri ve pelerinli göz alıcı kostü“Müspet tesir ediyor. Aksi zannediliyor oluyor malumunuz müyle “Sanat Güneşi” podyumdan ancak şöyle oluyor; Ben Anadolu’muzun tüm zarafetiyle şarkı söyleyerek gelikendim çiziyorum öz motiflerinden bazı pasajlar alıyor ve yor gibi hissettim sevgili okuyucu… tatbik ediyorum ve Türk motifli kostümYa siz? efendim. ” lerim de var, yerine göre onları yerine göre fantezi olanları giyiyorum. Hatta bazı kostümlerimi Şimdi uzaklardasın /Gönül hicranla doldu yalnızca içkili gazinolarda giyiyorum. Yani “helva” da diyoHiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu ruz “halva” da naçizane…’’ Zeki Müren 600’ü aşkın plak ve kaset doldurdu, 1955’te Sevda bahçelerinin /Çiçekleri hep soldu “Manolyam” adlı şarkısıyla Türkiye’de ilk kez verilen Altın Hiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu … Plak Ödülü’nü kazandı. “Uzun yıllar bekledim, hakikat oldu rüyam Şarkı söylemekle kalmayan sanatçı resimle uğraşır, beste Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam yapar ve şiir yazar. 1965 yılın da Çay ve Sempati adlı tiyatro Nazlı çiçeğimsin sen, sevdana dayanamam da başrolde oynayarak kariyerinde zirve yapan Zeki Müren Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam…” Sanat Güneşi, 1991 yılında Devlet Sanatçısı seçildi. 300 oyunculuk dışında 100’e yakın şiir de yazar ve şiirlerini ‘‘Bıldolayında bestesi olan Zeki Müren’in, on yedi yaşınday- dırcın Yağmuru’’ adlı şiir kitabında toplar… Şiirlerin bazıları; 18 ZEKİ MÜREN Kazancı Yokuş ve Kendimi Arıyorum, Alınyazım, Çim Makası, Son Kavga, Bursa Sokağı vb.dir. “Halk sanatçıyı yaratıyor ve yaşatıyor, sanatçı da halkı çok saymalı, ben 30 yıldır henüz sahnede izleyenlere arkamı dönmedim” diyen Zeki Müren zamanın ötesinde sevilen, sayılan bir sanatçı olmanın sırrını da satır arasında veriyor öyle değil mi? Bir döneme damgasını vuran arabesk akımı için de sanatçı; “Arabeske karşı değilim ama arabeskçi de değilim” der… Zeki Müren, gazino programlarında zaman zaman arabesk şarkılara da, hafif müzik eserlerine de yer verir ve “Türk Sanat Müziğini hiç bir etki yozlaştıramaz, arabesk bir modadır, geçecektir, klasikler öyle değildir. Torunumuzun torunu da dinleyecektir” sözleriyle duygularını ifade eder. “Sanat Güneşi” iltifatı, her sanatçıya nasip olmayacak dile kolay ama içerikte bir o kadar derin ve ağırlığı olan bir benzetme… Bu sıfatı kabul edip, ölene kadar taşıyabilmek de ayrı bir maharet gerektirir sanırım. Bu anlamda Zeki Müren birçok ilke imza atarak övgüleri hak ettiğini her zaman kanıtlamış… Sahnede el mikrofonunu ilk kullanan, ilk kez podyum yaptırıp hakkını veren (“gazinoda arkada oturanlara da aynı oranda ulaşmak istedim onun için podyum istedim” diyerek), her zaman konuşulacak kıyafetler giyen (onayladığınızı duyar gibiyim), sahne performanslarında koro ve renkli sahne ışıklarını kullanan, yine sahnede dekor kullanarak tiyatral bir hava yaratan… Evet bütün bunları son derece incelikle ve güvenli duruşuyla, tane tane ağzından dökülen sözcüklerle yapan, sahneye damgasını vuran, imzasını atan Zeki Müren… “Bir sanatçı eskimeden kendini yenilemesini bilirse halk onu daha çok seviyor” 19 ZAMAN VE MÜZİK Maksim Gazinosu’nda aralıksız 11 yıl sahne alan Zeki Müren, 1976’da Londra’daki Royal Albert Hall’da konser veren ilk Türk sanatçı olur. Konser sonrasında, BBC Türkçe bir söyleşi yapar Zeki Müren ile… Müren, hayatının son zamanlarında kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığından dolayı sahne hayatından uzaklaşır. TRT İzmir Televizyonunda kendisi için düzenlen tören sırasında kalp krizi geçiren Sanat Güneşi, 1996 yılının 24 Eylül Salı günü hayatını kaybeder. Mekânın ötesine geçen Zeki Müren, ölümünden sonra tüm mal varlığını vasiyetle Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik Vakfına bırakarak zamanın da 20 ötesinde olduğunu son kez kanıtlamıştır. Zeki Müren’in bu bağışlarıyla birlikte 2012’ye kadar 1900’e yakın öğrenci okutulmuş. Yaşamı boyunca çok sevdiği halkına tüm kalbini açan Sanat Güneşi ölümüyle de bu toprakların insanına hizmet etti. Belki zor zamanlarında çekildiği inziva sırasında sıra bize gelmeliydi. İhtişamından öyle büyülendik ki ışığı gözümüzü aldı. Duygu dünyası bu kadar yoğun bir insanın çalkantılarını, naifliğini ve yalnızlığını görmedik. Biz onu hep Mesut Bahtiyar sandık… ‘Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim Yalnızların yalnızıyım yalnızım Dertlilerin dertlisiyim dertliyim Aşıkların aşkıyım aşıkım İsmim mesut göbek adım bahtiyar Yıllarca hep böyle bildiniz siz Mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz” ZAMAN VE MÜZİK Şarkılardan Fal Tuttum Tarihe Müzikle Not Düşenler Hazırlayan: Nesrin BÜYÜKTURAN Masallar onunla başlar, zamanın evvelinde pireler berber olur, develer tellal olur, annelerin beşiğini çocuklar sallar, zaman hiç durmadan akar koca bir nehir gibi. Masal değil anlatacaklarımız ama âdet yerini bulsun, zaman denen beşikte herkes mutlu olsun. Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diyerek başlayalım hem yazıya hem söze. Ezeli bir geçmişle ebedi bir geleceğin arası bugün. Her nefes, geleceğe atılan bir adım. Zamanın içinde önce yer sonra yol aldığımız şeyin adı da hayatın ta kendisi. Ağlayarak başladığımız yolculukta hayat su gibi akacak ve nasıl ki her nehir bir ummana karışır, hayat da bir gün o sonsuz umman da yeniden başlayacak. Dualarla başlayan hayat yine dualarla ummana karışacak. Ol vakit kaybetmeden ninnilerle başlayan hayatın içindeki müziğe, zamanın ritmine bırakalım kendimizi Yahya Kemal Beyatlı’dan yardım alarak; çünkü zaman, şairin de şiirin de baş tacıdır: Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. (Sessiz Gemi) Her ne kadar ölümü hatırlatsa da, Ada’dan ayrılan sevgilinin ardından yazılan bu şiir, 1970’li yıllarda Hümeyra’nın sesinden yerleşir kulaklarımıza. Fransızca bir şarkının (Sans Toi Je Suis Seul) bestesine Yeşil Giresunlu adapte eder sözleri, Hümeyra (Akbay) seslendirir. Şiir önce bestecisini, sonra icracısını bulur. Bazen de hepsi aynı isim olur. Zamanın oyunlarını çözmeye çalışır dururuz. Peşinden koştukça yetişme ihtimalimizin azalacağını biliriz. Dinleyecek ne çok şarkı, okunacak ne çok kitap, yaşanacak ne çok zaman var deriz. Belki bu eli kalbinde koşturmacanın ilacı da oyunda, müzikte gizlidir. İşte o şarkılardan birinde Fikret Kızılok, zamanın sözcükleriyle oynuyor. Bir gün olsun unutunca Dışımda kalıyorsun Oysa seni düşününce İçime sığmıyorsun Zaman zaman o zaman Zaman zaman o zaman. Ömür dediğin şey hem çok uzun hem de çok kısa olunca, güfteciler de besteciler de zamanı durdurmak için, daha doğrusu zamana bir iz bırakabilmek için sözcüklere, notalara sığınmışlar, tıpkı İlter Yeşilay güftesi, Bilge Özgen bestesinde olduğu gibi. Zeki Müren ne güzel söylerdi: 21 ZAMAN VE MÜZİK Ne güzel sözleri okurken fark etmeden şarkıyı mırıldanmaya başlamak. Ne güzel güfteler, besteler dolmuş içimize. Hem bir sevinç, hem nezaket hem de biraz geç kalmışlık yok mu sözlerde? Müzik yaşayan bir organizmadır. Zamanın akışı da müziğin nabzı ile ölçülür ya belki de ölçülen tam da yaşamın nabzıdır aslında. Zamanın nabzı, yazın ritminde atar, güzün, baharın ritminde, hem gençliğin hem yaşlılığın ritminde atar. Müzik bu ritimleri tutar, yol gösterir, dilimize tercüme eder. Fuat Edip Baksı’nın sözlerini, Selahattin Pınar bestelemiş. Nesrin Sipahi’nin sesinden yer etmiş kulaklarımıza. Yaşamın her mevsimidir anlatılan. Bir bahar akşamı rastladım size Sevinçli bir telaş içindeydiniz Derinden bakınca gözlerinize Neden başınızı öne eğdiniz İçimde uyanan eski bir arzu Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler, Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter, Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu, Ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu? Geçmiş zamanı özlemle yâd edenler de kâğıda kaleme sarılıp önce söz, sonra sese dökmüşler zamanı. Geçmişin sitemi de özlemi de yer bulmuş o şarkılarda. Ağla çeşmim eski lezzet kalmamış peymânede Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede Ey gönül âlem değişmiş gayrı feryad eyleme Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede. Cahit Öney’in bu güftesini, udî Selçuk Kurt bestelemiş. Yeri gelmişken; TRT’nin şarkı anonsları ne güzeldir, ne 22 özeldir. Söz yazarını, bestecisini, icracısını, makamını ince ince, nezaketle, saygıyla anons eder sunucu. Sonra radyodan içinize akar zamanın müziği. Zaman bir şeyleri geride bırakırken, bir yandan da geleceğin ümididir. O umudu kanatlandırmak için de elbet bir şarkı vardır. Sözlerin coşkusunu, bestesinde sese çeviren muzip bir şarkı; ‘Bir Gece Ansızın Gelebilirim.’ Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirini, Rüştü Şardağ bestelemiş. Yaşar Özel’in eşsiz sesinden dinledik. Bu kadar yürekten çağırma beni Bir gece ansızın gelebilirim Beni bekliyorsan uyumamışsan Sevinçten kapında ölebilirim. Dedi ki yıllardır aradığın bu Şimdi soruyorum büküp boynumu ah Daha önceleri neredeydiniz? Şair dediğin hem korkusuz hem uykusuz olur. “Ve saatler gecikmiş zamanları” çalarken, sevgilisini düşünür. Yine bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiirini, yine Rüştü Şardağ bestelemiş: Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa Bil ki seni düşünüyorum. Zamana karşı bitmeyen aşkın sözünü vermiş Enis Behiç Koryürek. Erol Sayan da bestelemiş. Bizim hanemize de sevmek düşmüş bu şarkıları: Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar /Zaman sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk kulaklarımda bir ses / Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın Şarkıya türküye nefes verenlerden Allah razı olsun. Rahmeti bol olsun Kazancı Bedih’in sesine sığındığımız zamanlar çok olmuştur. İşte O’nun sesi, tükenen bir ömrün ahı, yeni bir hayatın başlangıcı: Tükendi nakdi ömrüm, Dilde sermayem bir ah kaldı Derun-i derdimi lokman’a gösterdim Dedi eyvah bu derdin defunine çare Hakiki bir ilah kaldı. Gözümüzün yaşı, gönlümüzün neş’esi, aşkımızın başköşesi Neşet Ertaş, sevgisiz, sevgilisiz bir an yaşamadan türkülerini bıraktı zamana, evvelden ahire… Cahildim dünyanın rengine kandım Hayale aldandım boşuna yandım Seni ilelebet benimsin sandım Ölürüm sevdiğim zehirim sensin Evvelim sen oldun ahirim sensin. Ahmet Rasim evden çıkarken, eşi hanımefendi, “sakın geç kalma, erken gel” der eşine. Dostlarıyla muhabbet uzar ve Ahmet Rasim karısının ricasını söyler muhabbet masasında. Sözler orada yazılır, masada olan Tatyos Efendi besteler, hep beraber Ahmet Rasim’in evine gidilir. Saz takımıyla birlikte şarkı ilk olarak evin pencerelerinin altında seslendirilir. Tuncel Kurtiz’den dinlemiştim bu şarkının hikâyesini: Bu akşam gün batarken gel Sakın geç kalma erken gel Tahammül kalmadı artık Sakın geç kalma erken gel. Söz zamandan açılmışken Münir Nurettin besteleri unutulur mu? Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin Akşamı şiirini ölümsüzleştiren, yüreğimize kazıyan müthiş beste. İnsana şarkı söyleten şairler var ne güzel. O zaman hep beraber: Ah, dönülmez akşamın ufkundayız Vakit çok geç Bu son fasıldır ey ömrüm Nasıl geçersen geç. İnsan yaşadıkça şarkı söyleyecek, müzik dinleyecek. Hep beraber söyleyelim şarkılarımızı. O zaman Bir Dünya Müzik okurları için gelsin bütün şarkılar. 23 BİR DÜNYA SOHBET Anadolu’nun Kadim Sesi Ustalarının Yolunda Bir Büyük Usta: Ismail Altunsaray Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN Duygular vardır bedene dar gelir. Büyür büyür de sanki tüm gökyüzünü yutmuşsunuz gibi nefes alamaz duruma getirir. Bazen ruhunuz o kadar kendi içine kapanır ki bedenin yılankavi sokaklarında kaybolur, gökyüzünü görecek küçücük bir pencere arar durur. Bazen her şeye geç kalmışsınızdır. Avcunuza bakarsınız parmaklarınızın arasından kum gibi süzülürken zaman. O ara kardeşiniz İsmail Altusa- 24 ray’dan bir türkü paylaşır sosyal medya denen mektupla ta uzaklardan. Dokunamadığınız saçları, annesinin deyimiyle “ipek gibi savrulur”... Ruhunuz orta yerinden yırtılıverir... Ruhunuz yolunu bulmuştur. Çünkü kendini anlatan dili bulmuştur. Bu öyle bir dil ki kadim zamanlardan beri biriktirilmiş tüm sesleri içerir işin ve ruhun ehlinin elinde. İşte biz de Anadolu halkının diline tercüman olan, içinde birden çok ustanın ruhunu, sesini taşıyan bir sanatçıyla İsmail Altunsaray’la konuştuk bu kadim dili. Bu ayki konumuz; “zaman ve müzik”. Bu doğrultuda türkülerde ‘zaman’ nasıl işler? Zaman, her daim müziğe yön veren ana unsurlardan bir tanesi olmuştur. Ben bu konuya kendi alanım türküler üzerinden değinmek isterim. Türküler, yaşanılan çağa göre şekillenir. Türküler İSMAİL ALTUNSARAY şahit olduğu zaman diliminin acılarını, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş gibi Okullusunuz ama alaylı tavrı taşıaşklarını, gurbet gibi yaşanan toplum- büyük ustaların vârisi, abdal gele- yorsunuz. Bunları bir potada nasıl sal gelişmeleri, bunların sonucunda neğinin günümüzdeki en iyi temsil- eritiyorsunuz, bu iki hâlin birbiriyle yaşananları en yalın ve en derin haliyle cisi olarak görülüyorsunuz. Aradaki kaynaşması nasıl oluyor? bizlere sunar. Dolayısıyla şahit olduğu bu kadar zaman farkına rağmen Bu soruya cevap vermeden evvel doğduğum topraklara ve o yıllardaki çağın yaşam iklimine göre gerçek ha- aynı ruh nasıl devrediyor? yat hikâyelerinin ruhunu ortaya koyar. Öncelikle Muharrem Ertaş ve Neşet gelişimime kısaca değinmek isterim. Bu nedenle “Müzik ve Zaman”ı birbirin- Ertaş gibi ruhunu dünyaya bâki kılmış 1980 yılında Kırşehir’de doğdum ve 17 bütün ustalarımı saygı ve rahmetle yaşıma kadar orada yetiştim. Marmara den ayırabilmek mümkün değildir. Kimisi yüzlerce yıl önce yakılmış anıyorum. Başlangıçta şunu söylemek Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nolan türküleri bugün aynı duygu- istiyorum, ismimin büyük ustalarla de okuduğu yıllarda (1992) ablam, İsbirlikte anılması benim için tarifsiz bir tanbul’da bir müzik mağazasına, bana larla dinlememizi sağlayan nedir? Türküleri diğer türlerden ayıran en be- onur ve mutluluk. Ancak bu “vâris”lik hediye etmek için bir keman almaya lirgin ve en değerli özelliktir bu. Örne- konusuna değinmeden edemeyece- giriyor. Kendisine elindeki parayla sağin Karacaoğlan’ın 16. yüzyılda yazmış ğim. Kimse kimsenin “veliahtı”, “vârisi” dece bağlama alınabileceği söyleniyor ve benim de bağlama ile tanışolduğu mısraların yaşadığımız mam bu hikâyeyle başlıyor. 12 Türkülerin en önemli özelliği çağda da aynı duygularla dinyaşımda kendi olanaklarımla lenmesi ve sahiplenilmesi, doğal olmasıdır. Doğayla hemhâl ilerlemeye başladığım enstrühatta asla sahiplenilme kaygısı manım ile 17 yaşıma kadar “alaytaşımadan üretilmiş olması, bu olmamış bir insanın doğal lı” diye adlandırdığımız yetişme kadim ve bekasından asla ödün modelinin içinde bulundum. Bu vermeyen geleneğin ne denli olabilmesi ve türkü yakabilmesi süre içerisinde abdallık gelenegüçlü olduğunu bizlere açık bir mümkün değildir. ğinin içinden gelen birçok usta biçimde göstermektedir. Muhtevasını yaşanılmış hikâyelerden alan, asla olamaz. Herkesin kendine ait bir ile meşk etme olanağı buldum. Hâlâ bünyesinde yalan barındırmayan, kök- tavrı, lezzeti, rengi, dokusu vardır. Dola- da performans alanlarının en değerlisi lü edebi geçmişini geleneksel ögeler- yısıyla kimsenin bu kıymetli ustalarımı- olduğuna inandığım düğünlerde, bu den ödün vermeden güncelleyen bu zın yerini doldurması mümkün değil- ustaların gönüllerinden faydalandım. kadim kültür, varlığını dünya var olduk- dir. Merhum büyük usta Neşet Ertaş’ın Gerek icra, gerek gönül, gerekse vücut ça sürdürecektir. Türküler, bu toprağın bu konuyla ilgili çok yerinde bir sözü dili olarak onların derinliklerine şahit vardır. “Gölgeye girenin gölgesi olmaz” oldum. Daha sonra 1997 yılında kulakinsanının ta kendisidir. Toplumun belleğini oluşturmada, der büyük usta. Bizler daima bu büyük ları çınlasın saygıdeğer müzik öğretkültürümüzün dünden bugüne ak- ustaların yakmış olduğu ışıktan yolu- menim Adil Yenidünya’nın emekleriyle tarılmasında türkülerin işlevi nedir? muza devam etmeliyiz, edeceğiz de konservatuvar sınavlarına hazırlandım Aslında geçmiş yüzyıllarda türkülere ancak gölgesinde kalmadan. Aynı ru- ve aynı yıl İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet konu olmuş kavramlar hâlâ değişmiş hun devrettiği bu kültür, usta-çırak iliş- Konservatuvarı Temel Bilimler Bölüdeğil. Belki günün şartlarına göre nasıl kisinin ne yazık ki geçmişteki gücünü mü’nü kazandım. İşin bilimsel tarafına yaşandığı değişiyor olabilir ama teme- koruyamamasıyla beraber, eski gücü- yeni bir adım atmıştım ve okuldaki linde duygular aynı… Aşk, acı, hasret, nü yitirmeye başlamış ve bu işe gönül birçok öğretmen ve özellikle öğrenci gurbet, göç gibi kavramların hâlâ var veren insanları sosyal medya unsurla- arkadaşlarımın bilgilerine nail oldum olduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanoğlu rına mecbur bırakmıştır. Ben ve benim ve kendimi akademik ve bilimsel olavar oldukça da bu kavramlar yaşamaya çağdaşım meslektaşlarım Neşet Ertaş’ı rak geliştirmeye çalıştım. Lisans eğitidevam edecek. Dolayısıyla geçmişte algılayabilecek akil baliğ çağlarımızda mim bittikten sonra Haliç Üniversitesi yakılmış olan bu türküler, toplumda ustanın gönlüne şahitlik ettik. Bizler Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Müziği zaten sağlam bir bellek oluşturmuş ve kadar şanslı olmayan nesiller kapıda. Anasanat Dalı yüksek lisans eğitimimi oluşturuyor. Ancak bunun sürekliliği- Dolayısıyla şartların eski olgunluğunda tamamladım. Bu yılların tamamını sahnin sağlanabilmesi için, küreselleşen olmamasını ve birçok riski göz önün- ne ve stüdyo ortamlarında enstrümadünya şartlarında bu devamlılığı sağ- de bulundurduğumuzda, geleneksel nist olarak birçok sanatçıya eşlik edelayacak sağlam devlet politikalarına çalıştayın elzem bir şekilde hayata ge- rek geçirdim. Arkadaşlarımın ve çok ihtiyaç duymaktayız. Ben kendi adıma çirilmesinin, bu kültürün menfaatine kıymetli öğretmenlerimin baskısıyla acilen bu gibi durumlar adına çalıştay- atılacak en sağlam adım olacağını dü- albüm yapma kararı aldım. O zamana kadar kulağıma ve gönlüme dolmuş şünüyorum. lar başlatılmalı diye düşünüyorum. 25 BİR DÜNYA SOHBET olan her ayrıntıyı sizin de değindiğiniz gibi aynı pota içerisinde eritmeye çalışıp insanlara sunmaya kendimi hazırlamıştım artık. Konservatuvar eğitimim, alaylı geçmişimi bilimsel anlamda analiz edebilmeme ve müziğe başka bir pencereden bakmama yardımcı oldu. Bilimin ışığında, geleneğin derinliğinde yeni bir yol çizmeye çalıştım kendime ve bu zorlu yolculuk, yaşadığım müddetçe bana yeni şeyler öğretmeye devam ediyor. Zaman içinde hareket etmeyen, zamana uymayan bir müzik türünün yaşaması mümkün müdür? Eskinin ve yeninin dengesi ne olmalı? Türü ne olursa olsun, sanatsal derinliğe erişmiş bir eserin yaşamaması mümkün değildir. Bu tür eserler popüler 26 olma kaygısı taşımadan üretilmiş ve kendini zaman, madde, popülizm gibi kavramlardan bağımsız kılmış, soyutlamışlardır. Hatta bu bahsettiklerimizi dahi düşünmemişlerdir... Bana göre bir eserin ölümsüz olabilmesi için iki şeye ihtiyacı vardır; “doğruluk ve derinlik”. Bu iki özellik eseri her çağda kıymetli kılar. Bu noktada da eski ve yeninin bir önemi yoktur. Yaşam şartları değişiyor, algılar değişiyor, zevkler değişiyor ama sizi dinleyenler arasında çok genç müzikseverler de var bunu neye bağlamalıyız? Yaptığınız işi sahiplenen birçok insan modeli var ve bu insanlar olgunlaştıkça daha derin sanat anlayışına yöneliyor ve benimsiyor. Gençleri derin Bu kadim kültür, varlığını dünya var oldukça sürdürecektir. Türküler, bu toprağın insanının ta kendisidir. muhtevaya sahip bir sözlü kültür alanına çekmek gerçekten çok zor bir iş. Hem onların beğenisine hitap etmek hem de yaptığın iş adına doğruyu yapmak gerekiyor. Aslında burada sonuç, sizin neyi tercih ettiğinize bağlı olarak ortaya çıkıyor. Az önce bahsettiğim ve benim de benda fark edilmesi sadece ustalarımızın başarısıdır. Bize düşen de bu devraldığımız geleneği yozlaştırmadan, sadakatle sürdürmektir. Eserde verilen duygu derin ve doğruysa, geçmişte de şimdi de hedefine ulaşıyor ve yaşı da olmuyor. Türküleri besleyen toplumsal koşullar değiştiği için mi yeni türküler üretilmiyor? Türküleri besleyen en önemli unsurlardan bir tanesi de doğadır. Küreselleşen dünya şartlarında, bütün dünya ülkelerinin ekonomik ve sosyal olanaklarını büyütebilmek adına yaptığı girişimlerin tamamı doğaya ve Dünya’ya geri dönüşü olmayan zararlar veriyor, vermeye de devam ediyor. Örneğin bir kutup ayısını çölün ortasına koyduğunuzda orada yaşamasının imkânı yoktur. İnsanoğlunu doğadan ne kadar ayırır, onu kendi ikliminden ne kadar uzaklaştırırsanız, onu kendinden ve dünyadan o denli uzaklaştırırsınız. Böyle bir atmosferde aşk, sevgi gibi türkülerin yakılmasına konu olmuş kavramlar da yok olup gider ne yazık ki... Dolayısıyla bizim türkü yakabilmemiz için kendi iklimimizde ve doğamızda olmamız şarttır. Türkülerin en önemli özelliği doğal olmasıdır. Doğayla hemhâl olmamış bir insanın doğal olabilmesi ve türkü yakabilmesi mümkün değildir. Müzik, kültürel bir miras. Bu mirası korumanın ve aktarmanın yanı sıra çoğaltarak, zenginleştirerek aktar- İSMAİL ALTUNSARAY “Doğruluk ve derinlik” kavramlarını tercih eden ve özünde barındıran genç nesillerin artması, ışığından yürüdüğümüz ustaların ruhlarını şâd edecektir. mak da müzisyenin sorumluluğu değil mi? Mirası aktarmanın ötesinde zenginleştirme konusunda neler yapılmalı ve siz neler yapıyorsunuz? Öncelikle bizim bu mirası koruyabilmemiz için çok sağlam devlet politikalarına ihtiyacımız var. Bu kültürü korumak adına TRT ve Kültür Bakanlığı gibi kurumlar, şimdiye kadar birçok uygulamayı devreye sokmuş, birçok girişimde bulunmuştur. Bunların bir kısmı etkili ancak büyük bir kısmı da beyhude olmuştur. Ancak günümüz şartlarında birçok farklı tedbirlere ihtiyaç duymaktayız. Bununla ilgili yapılacak geleneksel çalıştay, bu kültürü korumak ve yeni nesillerin üretimlerini bu kültüre kazandırmak adına, devrim niteliğinde bir girişim olur, İnşallah da olur. Tabii ki bu kadar problemi devlet politikalarının eksikliklerine yormak yerine kişisel çabalarımızı arttırmaya çalışmak yerinde olacaktır. Yeni üretimler yapıp bu işi daha da zenginleştirebilmek için ise yineleyerek söylüyorum, bilimin ve aklımızın ışığında geleneğin derinliklerine uzun yolculuklar yapıp, gönlümüzü, dimağımızı bu zenginliklerle doldurmalıyız. Aksi takdirde bir hapishane avlusunda volta atan mahkûmlar misâli aynı avluyu döner döner dururuz. Yeni denemeler konusunda ne düşünüyorsunuz? Geleneksel değerlere ve derinliklere bağlı kalınmalı ancak, geleneğin etik, edebi ve müzikal ögelerine dair sınırların ihlâl edilmediği, yoruma ve özgürlüğe açık bir icra gelişmeli diye düşünüyorum. Gelenek kelimesi ismini nereden almıştır diye araştırdığımızda, “gelene ek” anlamını taşıdığını görürüz. Kendinden önce gelen Usta’nın ürettiğine katkıda bulunmak, gerçeğe yeni bir bakış kazandırmak gibi anlamlara ve derinliğe sahip olan ismiyle müsemma bu kelime, geçmiş ile geleceği harmanlayarak, yeni, kalıcı ve kadim bir gücün varlığını ortaya koyuyor. Buna bağlı olarak, müziğin ticari bir faaliyet konusu olması, bir bozulmaya-yozlaşmaya yol açıyor mu? Aslında dejenerasyon maalesef kültürümüzün her alanında mevcut. Anadolu halk kültürünün bütün unsurlarına sirayet etmiş bu tehlikeye elzem bir şekilde “dur” demek zorundayız. Bütün yörelerimizdeki türkülerimizden tutun da halk oyunlarına, giyimimizden tutun da dilimize ve hatta bir kısmını kaybetmenin eşiğine kadar geldiğimiz halk şairleri, töre ve törenler gibi sayısız folklor unsurunu bu tehlikeden kurtarmak bizim vatani görevlerimizin başında geliyor. Ben özellikle kendi yörem için de buna bir örnek vermek istiyorum. Orta Anadolu’nun tamamında, varlığını tüketime dair ürünler sunarak sürdüren, hiçbir edebi değere ve alt yapıya sahip olmayan, yakışıksız dost meclislerinden etrafımıza kontrolsüzce saçılan, ayrıca geniş kitleler tarafından kabul görmesi, ticari getirisi ve kamu denetiminin yoksunluğundan aldığı cesaretle kültürümüze yaptığı her türlü müdahaleyi kendine hak gören, müzikal olaraksa icra, entonasyon ve geleneksel form bilgisi vb. ögelerden olabildiğince uzak bir “müzik türü” empoze edilmek isteniyor. Üstelik de kültürümüzün bir parçası denilerek. Birçok değerli ustaya kucak açmış olan başkentimiz Ankara; büyükşehir olması, kozmopolitleşen yapısı, Orta Anadolu geleneksel kültürünün yeşerdiği ve saflığını koruyan birçok iline komşu olması ve aldığı sosyal-ekonomik tabanlı göçlerin sonrasında ne yazık ki bu dejenerasyon halkasının da başkenti olmuştur. Yüzyıllardır “Hakikât Elçileri” ustalarımız tarafından dilden dile aktarılmış ve gönülden gönüle köprüler kurmuş ve bugünlere taşınmış türkülerimize yapılan bu pervasız girişimleri, Anadolu halk kültürüne yapılmış bir ihanet olarak görüyorum. 27 BİR DÜNYA SOHBET Hisler Âleminin Tercümanı: Ali Bozkurt Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN Urfalı Kel Hamza’nın “Aşkın ne derin yâreler açtı sinemde” türküsünü ve hikâyesini biliyor musunuz? Biz TRT yapımcısı Ali Bozkurt’tan öğrendik. Söyleşi sonrasında türküyü dinledikçe sözcükler hükmünü yitirdi. Soluduğumuz duman gibi daha derinlere sızdı Kel Hamza’nın sesini çatallandıran keder. Hisler âleminin diliyle anlaştık. Anladık ki sohbetten çıkaracağımız en temel mesaj da buydu. Sevilen birçok müzik programında imzası olan Ali Bozkurt’u aslında izleyiciler çok yakından tanıyor. 1988’de ilk programını yaptığı heyecan ve titizlikle üretmeye devam eden TRT yapımcısı Bozkurt, yaptığı işlere yüreğini koymakla kalmamış hep bir adım daha ileriye taşımış, imzası olacak kadar özgün programlar üretmiş. Geçen yirmi sekiz yılda Bergüzar, Çalsın Davullar, Ezgileri Yurdumun ve Senfonik Dokunuşlar 28 gibi unutulmayan müzik programlarını türkü severlerle buluşturmuş. Müdürünün; “bildiğin işi yap, bir işi bilen adam ol” öğüdü, meslek hayatı boyunca yol göstermiş. Bu öğüde uyup hep daha iyi işlerle izleyicisinin karşısına çıkan Ali Bozkurt, müziğin ve müzik programı yapımcısının zaman içindeki değişimini anlattı. Okurken TRT tarihinde bir yolculuk yapacaksınız. TRT’deki yolculuğunuz nasıl başladı? 1987 yılında sınava girdim ve 1988 yılında yardımcı prodüktör olarak göreve başladım. Öncesinde 6 yıllık bir devlet memuriyetim vardı. Bir buçuk yıl Haber Dairesi’nde çalıştım. Sonrasında TRT’nin açtığı sınavla yardımcı prodüktör olarak Müzik ve Eğlence Programları Müdürlüğü’nde göreve başladım. Bu 28 yıllık süreçte müzik ve eğlence programları üretmeye devam ediyorum. Neden türkülere yoğunlaştınız? Göreve başladığımda, Müzik Eğlence Programları Müdürü Âdem Gürses’ti. Odasında kendisiyle görüştüğümde “ne yapmak istiyorsun” diye sordu bana. Ben de program yapmak istediğimi söyledim. Benim otuz yıla yakın süreçte hep kılavuzum olan şunları söyledi: “Sevdiğin işi yap, bildiğin işi yap ve bir işi bilen adam ol.” Benim türkülere özel ilgim vardı ve bu ilgimi geliştirmeye karar verdim. O günden bu yana da Türk halk müziği programları yapıyorum büyük bir keyifle. Türklerimizi öğrenmek için büyük çaba harcadım. Plak toplamaya başladım. Binlerce türkü plağından oluşan ciddi bir arşivim var. Çocukken, babamın verdiği, saman kâğıttan yapılmış bir defterim vardı. Radyoda yayınlanan türkülerin sözlerini yazardım ben bu deftere. Defterin adı da Türkü Defteri’ydi. Yıllar sonra bu isimde bir proje yapmak iste- ALİ BOZKURT dim ama İstanbul Televizyonu’ndan bir yapımcı arkadaşım daha önce yapmış olduğu için proje olarak kaldı sadece. Türküler çok önemli kültürel ürünlerimiz ve ben türküleri layıkıyla öğrenmek için önemli bir süreç yaşadım. Plağın yanında eski radyo ve müzik cihazlarını da toplamaya başladım. Türküye dair ciddi bir mekân oluşturdum. Âdem Gürses’in öğütleri her zaman yol gösterici oldu. Oluşturduğum kültürel hafıza ve birikim sayesinde projeler üretebildim. Türküleri bildikten sonra proje üretmeniz mümkün oluyor çünkü ne yapacağınızı biliyorsunuz. Proje üretme noktasında dağarcığınız sizi yönlendiriyor. Bilmeden yaptıklarınız özgün olmaz. Ancak bir yapımcının en önemli ayırt edici özelliği, özgün olabilmesidir. Yoksa yaptıklarınız, daha önce yapılmış olanların tekrarından öteye geçmez. Kalıcı olabilmek için bu şarttır. Aynı zamanda vizyon sahibi olabilmek gerekiyor sanırım. Toplum değişiyor, dolayısıyla talepler de değişiyor zamana göre. Yapımcı hassasiyetlerinizi muhafaza ederek proje üretebilirsiniz. İlk başladığım yıllarda playback malzeme kullanırdık. Aynı kayıt defalarca kullanılırdı. Playback, duygu kaybına yol açar. Okur gibi yapmakla, gerçekten okumak çok farklı. Toplum bunun farkına vardıktan sonra, artık bu talebe uygun proje üretmek zorundasınız. Zaman noktasında bir basamak daha ileri gittik. Programlar, ufak tefek müzikal hatalara rağmen daha sıcak olmaya başladı. Hem sanatçı hem de yönetmen daha dikkatli olmak zorundaydı artık. İhtiyaca göre kendinizi yenilemek, geliştirmek zorundasınız. Televizyonculukta, daha seri üretilebilen ürünler, müzik ve eğlence ürünleridir. Programınız prime timeda yer alır. Riski çok yüksektir. Yüksek bütçeli programlardır. O yüzden sizin zamanın ihtiyaçlarına uygun fark yaratmanız gerekir. Bu noktada da öncelikle yapımcının farklı olması gerekir. Yapımcı biraz aykırı olmalı. Herkes aynı şeyi düşünürse, ortaya çıkanlar da birbirinin aynı olur. Kuru- Televizyonculukta, daha seri üretilebilen ürünler, müzik ve eğlence ürünleridir. Programınız prime timeda yer alır. Riski çok yüksektir. Yüksek bütçeli programlardır. O yüzden sizin zamanın ihtiyaçlarına uygun fark yaratmanız gerekir. Bu noktada da öncelikle yapımcının farklı olması gerekir. mun da bunun önünü açması gerekir. Kurumsal motivasyon çok önemli. Dönemsel talepler programlarınıza yansıyor mu? Toplumsal gelişmelere ilk ayak uydurması gereken Kurum’un makro politikasını oluşturan üst yönetimdir. Onlar, talebi değerlendirip uygulama noktasındakilerden bu talebe uygun üretim isterler. Siz de mesleki ilkeleriniz doğrultusunda üretim yaparsınız. Sizin yaptığınız program, bir yazarın kitabı gibidir. Programı yaparsınız ve seyircinin beğenisine sunarsınız. Burada esas olan sizin mesleki doğrularınıza ne kadar bağlı kaldığınızdır. Çok popüler de olsa hiç çalışmadığım insanlar olmuştur. Dönemsel talebe göre programınızda revize yaparsınız. Talep yönlendiricidir. Ama sizin meslek doğrularınıza aykırı bir içerikle de ortaya çıkmanız doğru değil. Kendinize olan saygınızı kaybedersiniz. Konjonktür gereği bir içeriğe yer vermem. Bir kamu yayın kurumu olarak bizim bu toplumsal talebin şekillenmesinde rol almamız gerekir. Sektörün lokomotifi TRT olmalı. Günümüzde rekabetçi bir yayıncılık ortamı var. İzleyicinin çok fazla seçeneği var. Siz bugünün ihtiyaçlarına nasıl karşılık veriyorsunuz? Kanal sayısı arttı, müzisyen sayısı arttı, teknoloji gelişti ve tüketim arttı. Ben bu noktada biraz daha seçici olmaya ve bilerek tüketen izleyiciye hitap eden programlar yapmaya gayret ediyorum. Genel beğeniden uzak durmaya çalışıyorum. Popüler olanın peşinden gitmiyorum. Seçici bir içerik inşa etmeye çalışıyorum. Bergüzar böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur. Altı yıllık bir projeydi ve kalıcı oldu. Çalsın Davullar, biraz daha dinamik ve neşeli içeriğe sahipti. O da talep gördü ve izleyiciyle buluştu. Talebi doğru değerlendirdiğimi düşünüyorum. 29 BİR DÜNYA SOHBET Yapımcı olmanız yanında iyi bir türkü dinleyicisiniz bu işinizi kolaylaştırıyor mu? Bir türkü sever olarak, kendi beklentilerim yol gösterici oluyor. Bu beklentileri paylaşacak insanlar olduğuna inanıyorum. Kurum benden her türlü talepte bulunabilir. Ben de her türlü müzik programı yapabilirim. Ama klasik müziği ya da Türk Sanat Müziğini seven, bilen bir yapımcının programı, benim yapacağımdan daha iyi olur. Ben bir gün, bir operayı çekmekle görevlendirildim. Bir yapımcı olarak genel prensipleri biliyorum tabii. Gittim çektim ama eminim operayı seven, bilen birisi çekse çok daha iyi olurdu. İdarenin bunu gözetmesi gerekir. Yapımcı bir konuda ihtisas sahibi olmalı. İhtisasınız olan bir alanda iş üretirseniz, bu mutlaka programa yansır. Seyircinin nabzını da daha kolay tutarsınız. Zaman çok hızlı akıyor ve ihtiyaçlar değişiyor. Yüzlerce yıllık türkülerimizi zamanın bu değişimine karşın koruyabilmek, aktarabilmek, dinletebilmek gittikçe zorlaşıyor mu? Ben türkülerin, müzikal mirasımızın otantikliğinden uzaklaşmaması gerektiğini düşünüyorum. Çağa ayak uydur- 30 Oluşturduğum kültürel hafıza ve birikim sayesinde projeler üretebildim. Proje üretme noktasında dağarcığınız sizi yönlendiriyor. Bilmeden yaptıklarınız özgün olmaz. Ancak bir yapımcının en önemli ayırt edici özelliği, özgün olabilmesidir. Yoksa yaptıklarınız, daha önce yapılmış olanların tekrarından öteye geçmez. mak adına yapmanız gereken şeyler var. Günün ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler yapabilirsiniz ama türkü tadını kaybedemezsiniz. Yapımcının da bu konuda dikkat etmesi gerekir. Örneğin Neşet Ertaş türküleri senfoni orkestrası eşliğinde seslendirildiğinde, siz o icranın içinde Acem Kızı’nı ya da Gönül Dağı’nı duyarsınız. Bu tür bir sunumda bir sıkıntı yok çünkü onun da bir alıcısı vardır. En azından klasik müzik alıcısına da ulaşmış olursunuz. Ama o icranın içinde Neşet Ertaş’ı kaybederseniz, o artık Neşet Ertaş değildir. Tehlike burada. Klasik müzik dinleyicisinin algısını da bozarsınız. Müzik programlarında müzikle birlikte görüntü de sunumda çok önemli bir hale geldi. Müzik programlarında, yönetmen olarak tarzınızı yerleştirmeniz çok önemli. İçerik ve üslup sizin imzanızdır. Işığından dekorunu, kamera geçişinden resim seçimine kadar size ait bir şey olmalı. Bunun için de yönetmenin müziği bilmesi gerekir. Hangi ölçülerde nerede resim değiştirilir, estetik bilgisine sahip olmanız gerekir. Altta türkü varken, resimde pop müzik tarzı bir akış varsa bu olmaz. ALİ BOZKURT Türkülerin farklı enstrümanlar eşliğinde, örneğin senfoni orkestrası eşliğinde icra edilmesi, türkünün ruhunda bir kayıp yaratmıyor mu? Ben evimde türküleri mahalli sanatçıların icrasından dinlemeyi tercih ediyorum. O icralarda ayrı bir duygu, ayrı bir lezzet var. Müziğin en saf halini sunuyor size. Siz bunu, tüketime uygun hale getirmek için otantikliğinden uzaklaştırdığınızda, müzikal bir kayba uğramaması düşünülemez. Burada dengeyi iyi kurgulamak lazım. Kaybettiklerinizle kazandırdıklarınızı tartmanız lazım. Zenginleştirme hanesi ağır basıyorsa tercih edebilirsiniz. En sevdiğim uzun havalardan biridir, “aşkın ne derin yaralar açtı ciğerimde.” Urfalı Kel Hamza okumuş. Kızı ölmüş ve kızının mezarı başında yakmış türküyü. Masa başında oturup böyle bir şey yapabilir misiniz? Kel Hamza gibi değerlerimizin zamana direnebilmesi için yapımcının katkısı ne olabilir? Popüler kültür ve onu getirdiği talep o kadar baskın ki, hızla üretilip hızla tüketilmeli ki yeni ürünler satılabilsin. Bu döngüyü kırmak çok güç. Bir yapımcının ya da bir kurumun kendi dina- Müzik programlarında, yönetmen olarak tarzınızı yerleştirmeniz çok önemli. İçerik ve üslup sizin imzanızdır. Işığından dekorunu, kamera geçişinden resim seçimine kadar size ait bir şey olmalı. Bunun için de yönetmenin müziği bilmesi gerekir. Hangi ölçülerde nerede resim değiştirilir, estetik bilgisine sahip olmanız gerekir. mikleriyle bunu geri çevirmek çok zor. Devletin kültür ve eğitim politikasıyla desteklenmesi gerekiyor. Her şey kolay üretim hızlı tüketim üzerine kurulu. Ama Urfalı Kel Hamza’yı dinlemek için zaman ayırmanız, emek harcamanız gerekiyor. Bir atmosfere dâhil olmanız gerekir. Ama bugünkü hayat koşulları, sizi hızlı tüketmeye zorluyor ve yönlendiriyor. İhtiyaçlarınız ve algınız sizin dışınızda şekillendiriliyor. Ama kaliteye her zaman talep var. Sayısal olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bu talep var olduğu sürece de üretmeye devam edeceğiz. Yakında yeni bir programınızı izleme şansı bulacağız. Aşina isimli bir program. Ankara Radyosu’ndan Muzaffer Ertürk’le birlikte yapıyoruz. Aşina olduğumuz ama biraz üzeri tozlanan bir repertuvar anlayışımız var. Özel bir repertuvarla izleyicilerimizin karşısına çıkacağız. İcrası zor eserleri tercih ettik. Muzaffer Ertürk, bugüne kadar pek seslendirmediği gazelleri icra etti. Sadece türkü değil şarkı icraları da var. İyi sanatçılarla iyi bir müzik programı yaptığımıza inanıyorum. 31 BİR DÜNYA SOHBET Müzik Ve Zamanın Beyinsel Gizemleri Röportaj: Ümit DİRİCAN “Hayat tek bir işle uğraşmak için fazla uzun; insan ise, tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık” Sinan Canan Prof.Dr. Sinan Canan bilim yolculuğuna Hacettepe Üniversitesi Biyoloji bölümüne girerek başlamış, ardından tıbbi fizyoloji ve psikoloji eğitimleri almış. Çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi olarak nice bilim neferi yetiştiren Canan, bir yandan da kendini zihin, beyin, psikoloji ve sinirbilimleri araştırmalarına adamış… Kendi söylemiyle; amatör parantezinde müzik, fotoğrafçılık, dijital sanat gibi işlerle vakit dolduran, “kaotik ve fraktal” olan her şeye tutkun, içindeki çocuk büyümesin diye elinden geleni yapan ve insanoğlunun tek bir işle ömür tü- ketmek için fazla muazzam olduğuna inanmış, renkli bir sima… “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” ve “Değişen Be(y)nim” adlı kitapları da bulunan Canan, 2013 yılında bir bilimsel anlatı ve araştırma merkezi olan [n]Beyin‘i kurmuş ve halen [n]Beyin’de Bilimsel Kurul Başkanlığı görevini sürdürmektedir... Bu ayki konumuz olan müzik ve zaman ilişkisiyle ilgili, tüm yoğunluğu Zaman dışarıda fiziksel olarak mevcut olmayan bir hadise. Beyin olmadan zaman diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil çünkü şu saat, dakika, günler geceler diye saydığımız, içimizden sürekli hesapladığımız zaman algısı, bizim beynimizin ve zihnimizin dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi aslında. 32 SİNAN CANAN içerisinde bize zaman ayıran sevgili Prof. Dr. Sinan Canan’ın, zihnimizde açacağı pencerelere gelin heyecanla tanıklık edelim… Öncelikle beynimizin saati nasıl işliyor diye sormak isterim? Zihnimizdeki zaman algısından biraz bahsedebilir misiniz? Öncelikle zaman denen şeyi bir tanımlayalım. Zaman dışarıda fiziksel olarak mevcut olmayan bir hadise. Beyin olmadan zaman diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil çünkü şu saat, dakika, günler geceler diye saydığımız, içimizden sürekli hesapladığımız zaman algısı, bizim beynimizin ve zihnimizin dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi aslında. Fizikte de malum zaman 4. bir boyut. Nasıl en, boy, yükseklik gibi 3 boyut var, zaman da bunun gibi bir boyut. Bir yerden bir yere doğru akıyor olması algısı bizim beynimizin yarattığı bir illüzyon. Hatta birçok fizikçi bu boyutu olduğu için teorik olarak zamanda ileri geri gidebileceğini iddia ediyor. Neticede beyin yoksa zaman da yok diye söylemek lazım. Bizim zamana bağlı olarak değişen biyolojik ritimlerimiz var. Beynimizin şuursuz olarak çalışan ve iç otomatik mekanizmalarını yöneten hipotalamus diye bir bölgesi ve burada da biyolojik bir saatimiz var, suprakiazmatik çekirdek. Böyle havalı da bir ismi var… Bu çekirdek moleküler bir saat içeriyor. Biz bu moleküler faaliyetlerin sonucunda içsel bir saat ritmi yaşıyoruz aslında. İnsanı tamamen güneşten, dış şartlardan izole bir yere kapatırsanız, yaklaşık birkaç gün içinde, 25 saatlik bir günlük döngüye uymaya başladığını görürsünüz. Bizim içsel saatimiz 25 saat ama dış işaretlerle bunu sürekli 24 saate ayarlıyoruz. Bu neyi sağlıyor. Uyku, üreme, yumurtlama döngüleri bunların hepsi bu içsel saatin orkestrasyonunda cereyan ediyor. Biz ritmik canlılarız zamansal açıdan. Sadece biz değil dünyada yaşayan bütün organizmalar, dünya bir gündüz gece döngüsünden geçtiği için, biz bunlara uygun ritimlere sahip ola- cak şekilde ayarlanmışız. Bir de günlük hayatta zaman dediğimiz şey var. Çok meşhur bir deyiş var, Einstein’ın söylediği görecelik kavramı. Sevgilinizin yanında geçirdiğiniz bir dakika ile sobanın üzerinde oturduğunuz bir dakika birbirinden çok farklıdır diye. Gerçekten de öyle, dışsal zaman ile algıladığımız zaman birbirinden çok farklı olabiliyor. Beynimizin ön kabuk bölgesinde frontal korteks dediğimiz bölgede, gelecek bir dakikayı, bir saati, bir ayı, bir yılı ya da bir yüzyılı hayal edebilen bazı devreler var. Bu devrelere baktığınızda bu devrelerin en gelişmiş şekli biz insanda. İnsan beyninin hangi özelliği, diğer canlılara göre gelişmiştir derseniz ben size bunu zamansal tahmin yeteneği olarak söylemeyi seviyorum. Bu konuda o kadar iyiyiz ki sadece bir, iki, beş sene sonrasını değil, yüz sene bin sene sonrasını, ölümümüzden sonrasını, 1-2 milyar sene sonra bu dünyanın ne hale geleceğini falan bilmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Einstein’ın bir varsayımı olan zaman algısının göreceliğinden bahsettiniz. Bu algının bulunduğumuz zamana, harekete, koşullara göre değişebileceği düşünülürse, bunu müzik için de söyleyebilir miyiz? Müzik için de zaman algısı değişken ve göreceli midir? Tabii şimdi müzik zaten kendisi duygusal içerikli bir aktarım olduğu için zaman algımızı doğrudan etkiliyor. Mesela ölümcül araba kazaları geçirmiş insanlar ortak bir şey deneyimliyorlar genellikle. Böyle zaman algısının anormal yavaşladığı bir şekilde hatırlıyorlar o hadiseyi. Bu tehlikeli durumlarda beyin bir çözüm bulmak için, algı çözünürlüğünü çok fazla arttırıyor. Duygusal sistem sizin zaman algınızı çok değiştiriyor. Bir de 60-70 yaşına gelen insanlar diyor ya; kendimi 20 yaşında hissediyorum falan diye. Beyin, zamanı biraz deneyime göre hesaplıyor. Bunları niye söyledim; müzik, insana has bir faaliyet ve duygu aktarımında mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı, 14 tane aralığı kullanarak insanlara her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz, onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz. Hatta Farabi için bir şey söylenir. Farabi elinde enstrüman olduğu 33 BİR DÜNYA SOHBET Beyin, zamanı biraz deneyime göre hesaplıyor. Bunları niye söyledim; müzik, insana has bir faaliyet ve duygu aktarımında mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı, 14 tane aralığı kullanarak insanlara her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz, onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz. zaman, bir meclistekileri istediği zaman güldürür, istediği zaman ağlatır, makam ve müzik ilmine hakim birisiymiş. Müziğin böyle bir etkisi var. Bu etkilerden önemli bir kısmı da zaman üzerine. Zaten müziğin 2 temel bileşeni var; birisi ritim diğeri melodi ya da armoni. Dolayısıyla ritim arkada zamanlamayı veriyor. Mesela dünyadaki neredeyse tüm insanların hoşuna giden ritimler kalp ritmine yakın ritimler. Anne karnında o sesle oluşup büyüdüğümüz için. Çok yavaş ve hızlı ritimler de duruma göre eğlenceli ya da depresif olduğumuz durumlara göre tercih ediliyor. İşin melodik kısmı da işin içine girdiği zaman aslında tamamen bize duygusal bir paket iletilmiş oluyor. Bu paket, bütün zaman algımız üzerine doğrudan oynayabilme yeteneğine sahip. Birkaç dakikalık bir zamanda onlarca yıllık anıları düşünebilir bir hale geliyoruz. Buradan yola çıkarsak; bir müzik eseri düşünelim, bu müzik eseri belli bir zamanda dinlediğimizde bize çok güzel gelirken, ondan çok farklı hisler almışken, aynı müziği farklı bir zamanda dinlediğimizde o kadar etkilenmeyebiliyoruz. Bu da böyle bir özellikten mi kaynaklanıyor? O an yaşadığımız durum ve yaşanan deneyimlerimizle mi ilgili? Tabii ki çoğu zaman müzik parçaları insanlarda bazı anlarla doğrudan ilişkili. Eğer yoğun duygusal bir şeylerle ilişkilendirmişseniz ve o parçayı nadiren duyuyorsanız, her duyduğunuzda aynen koku gibi o deneyimi hemen aklınıza getiriyor. Bizim zihnimizin şöyle bir özelliği var; duygusal olarak önemli her şeyi çok kolay ulaşılabilir yerlere kaydediyor önemli addediyor bunu. Dolayısıyla böyle bir uyaran aldığınızda hemen o hatıralar tetikleniyor, nasıl ki kokulu silgi koklayan ilkokul günlerine dönüyor öyle 34 SİNAN CANAN bir etkisi oluşuyor. Ama çok sık olarak, farklı ortamlarda aynı şarkıyı dinlemeye devam ettiniz diyelim, işte o zaman beyninizde duygusal bağlantı ölmeye başlıyor. O yüzden şimdi müziği de çok hızlı tüketiyoruz. Müzik sadece uğraştığım için söylemiyorum ama insan beyni açısından gerçekten ciddi bir uğraş. Şu anda müzikle tedavilerin eskisi kadar işe yaramamasının en önemli nedeni müzik gürültüsü çok fazla. Her yerde müzik kaliteli, kalitesiz bir birine karışmış vaziyette. Eskiden Osmanlıda şifahanelerde, müzikle terapi yapılırmış ama insanların o zaman müzik duyabileceği tek yer ya oralar ya müzikhollermiş, yani dışarıda sokakta bangır bangır müzik dinleme şansınız yok. Dolayısıyla müziğin gerçekten beyni böyle yakalayabileceği bir etkisi olabiliyor. Bir de müzik dinleyen beyne baktığınızda, müzik beynin her tarafını meşgul eden bir aktivite. Sadece dinlemek bile bir sürü beyin alanının devreye girmesini gerektiriyor. Hele ki dikkatli dinliyorsanız, müziği okuyorsanız ve duyguyla senkronize olmuşsanız o zaman işiniz daha zor. Yani beyin bayağı bir efor harcıyor buna. Fakat müzik sürprizlerle dolu bir şey. Hele ki dinlediğiniz daha doğrusu size dinletilen ortamdaki parçaların duygusal içerikleri bugün oldukça çelişkili olabiliyor. Sözlerde ah ölüyorum, yandım, bittim derken, arkadaki ritim düğün müziği gibi şenlikli olabiliyor. Bunlar bizim sistemimizi hakikaten yoran şeyler. Hâlbuki müziği, insanı diğer canlılardan ayıran ve insanın zihinsel melekelerinin en üst düzeydeki tezahürlerinden biri olarak ele alacak olursak, müziğe biraz daha ciddi yaklaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Günümüzde anne babalar çocuğumuz müzisyen olsun diye kurslara falan ha bire gönderiyoruz. Neredeyse herkesin evinde bir piyano olmaya başladı. Ben anne babalara şunu soruyorum; evde sizler aile olarak müzik dinlemeye ne kadar özel zaman ayırıyorsunuz diyorum. Nasıl bir şey o falan diyorlar. Bu kültür bitmiş. Hâlbuki düşünün siz bir çocuk- Müziğin böyle bir etkisi var. Bu etkilerden önemli bir kısmı da zaman üzerine. Zaten müziğin 2 temel bileşeni var; birisi ritim diğeri melodi ya da armoni. Dolayısıyla ritim arkada zamanlamayı veriyor. Mesela dünyadaki neredeyse tüm insanların hoşuna giden ritimler kalp ritmine yakın ritimler. sunuz, bir enstrüman öğrenmek son derece zor. O zorluk içerisinde bakıyorsunuz arka planda milleti eğlendirecek bir şey öğreniyorsunuz aslında, özel dikkat gerektirmeyen. Bunların hepsi birleştiği zaman çocuk diyor ki: Ben niye uğraşacağım, takarım mp3 çalarımı keyfime bakarım. Bu yetenekli çocuklarımızı da müzikten uzak tutan bir kıyıma dönüşüyor aslında. Dolayısıyla müzik hediyedir, ciddiye alınması gerekir, zaman ayrılması gerekir. Müziğe zaman ayıran, buna zaman yatıran ödülünü de ciddi olarak alır. Çocuklardan bahsetmişken aklıma şu geldi. Siz müziğin bir kültürel kod taşıyıcısı olduğunu söylüyorsunuz. Bulunduğumuz yaşa göre müzik dinleme alışkanlıklarımız ve algılarımız nasıl gelişiyor ve değişiyor? Şimdi müzik zaten kültürel bir şey. Belli temel müzik kalıpları var, mesela bazı temel gamlar değişik kültürlerde algılanıyor, müziğin temelini oluşturuyor zaten. Özellikle Ortadoğu, Uzakdoğu müziğinin baz aldığı bazı nota dizgeleri var. Onlar bütün kültürler tarafından bir şekilde tanınıyor. Muhtemelen insanın ana vatanından gelmiş olma ihtimali yüksek olduğu için. Fakat daha sonra anne karnından, özellikle hamileliğin son dönemlerinden başlayarak, kabaca 10 yaşına kadar karşılaştığımız müzikal ortam ve kompozisyon bizim müzik zevkimizi belirleyen şeyi oluşturuyor. Müzik bizim beynimiz için neden bu kadar önemli çünkü biz sesle iletişim kuran canlılarız ve sesimize duygu yükleyebilmek için aslında konuşurken müziği kullanıyoruz. Yani bizim ses dalgalanmalarımız, yükselip alçalmalar gibi… Müzik aslında bir iletişim aracı. Fakat biz bunu bir tık daha üste taşımış müzik dediğimiz garip bir icat da yapmışız. Doğar doğmaz anneyle bebeğin etkileşimi ile başlayan, çocuğun sesleri tanıması, o seslerin aralıklarından duygusal yorumlar yapabilmeyi öğrenmesi için birkaç sene geçmesi gerekiyor. Bu dönemde de hem insan sesi, hem etrafta karşılaştığı müzikal dizgeler çocuğun beyninde bazı bağlantılar oluşmasına sebep oluyor. Şu çok önemli; beyin doğduğu zaman ne iş yapacağını bilmeyen tek organ olduğu için, dış ortamla karşılaşması, onunla bir interaksiyona girmesi gerekiyor. Müzik bunun en üst noktası. Çocuk hangi tür müzikle, hangi tip nota dizgeleriyle karşılaşır, bu nota dizgeleriyle insanların neler yaptığını nasıl gözlemlerse, ona göre bir etki geliştirmeye başlıyor. Mesela ben işte o dönemlerde bir şekilde nasıl oldu bilmiyorum, Ankara’da yaşayan bir Türk ailesinin çocuğu olarak, bol miktarda rock müziğe maruz kalmışım. Şu anda rock müzik dışında çok fazla müzik dinleyemiyorum. 30’lu yaşlarımda Türk Sanat müziği ve Türk Halk müziğinin çok enteresan bir şey olduğunu öğrendim ama onu istemli olarak dinlemem gerekiyor. Yani, araştırıp bakıp zaman ayırıp dinlemek gibi. Kulağım onu doğrudan üretmiyor ya da beste yaparken o ezgiler benden çıkmıyor. Genellikle rock, blues ya da heavy metal müzik dedikleri yarım aralıklara benim kafam daha çok çalışıyor, çünkü erken dönemde kafa biraz buna göre kurgulanmış vaziyette. 35 RADYO Bir ses ustasının ardından ‘‘Tanburi Cemil Bey’’ Nice üstatlar, nice sesler, nice sazlar geçti radyonun koridorlarından. Hala yankılanır sesleri bu duvarlarda. Öyle derin ki izleri, silinmez, silinemez. Kimler geldi kimler geçti radyo koridorlarından. Hazırlayan: R.Hakan TALU Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en önemli sazendesi olan Tanburi Cemil Bey hakkında bildiklerimizin büyük bir çoğunluğunu oğlu Mesut Cemil Bey’in 1947 yılında Sakarya Matbaası tarafından basılan babasının hayatını anlattığı kitaptan öğrenmekteyiz. Geriye kalan küçük kısım ise çeşitli hatıratlarda ve gazetelerde yazılmış makalelerde karşımıza çıkıyor. Mesut Cemil Bey kitabına şöyle bir cümle kurarak başlıyor; “Zapt edilmiş büyük bir şikâyetin tükenmez kederini taşıyan dargın bakışlarıyla bu adam bir esir ve bir kral gibi tecessüsümün önünden gelir geçerdi. Kimin esiri ve neyin hâkimiydi? Ogün gibi bugünde bilmiyorum.” Yine aynı kitabın ilerleyen sayfalarında Mesut Bey’e yazdığı mektupta Tanburi Cemil’i anlatan Mahmut Demirhan şu satırları yazıyor: “Fakat bizim musikimiz için benim tefekkür tarzım ve seziş hislerim başkadır; bence bizimki ne Türk musikisi, ne şark musikisi, ne de hududu ve mefhumesi içine dergâh, enderun ve meyhane giren Osmanlı musikisidir. Bu benim görüşüm ve ihtisasımla ancak İstanbul musikisidir. Kökleri ve unsurları ile melodilerini bu güzel şehrin cennetpare İstanbul’un o emsalsiz şafaklarından, mehtaplarından, tuluğ ve guruplarından ve her tarafı saran aşk ve zarafet tecelliyatından alıp bizi esiri bir istiğrak içinde bayıltan bir musikidir ki bunu da halk eden büyük Tanburi Cemil’dir. Daha kati bir ifade ile diyebilirim 36 ki İstanbul musikisi ancak Tanburi Cemil’dir.” Mahmut Demirhan’ın bu satırlarını okuduğumuzda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz Tanburi Cemil Bey İstanbul musikisinin esiri ve yine İstanbul musikisinin hâkimidir. Mahmut Demirhan’ın kısaca anlattığı İstanbul musikisi makam müziğinin merkezinde yer almaktadır ve makam müziğinin kullanıldığı Selanik’ten Bağdat’a Bakü’den Kahire’ye kadar uzanan büyük coğrafya içinde en çok tanınan, peşinden gidilen, saygı ile anılan sazendelerin başında Tanburi Cemil Bey gelmektedir. Tanburi Cemil Bey 1871 yılında Babası Tevfik Bey ve Annesi Zihniyar Hanımın dördüncü çocukları olarak İstanbul’da doğmuştur. Babası Tevfik Bey Rumeli’de, İşkodra’da devlet memurluğunun çeşitli kademelerinde çalışmış yedi yıl Tahran sefirliği görevinin ardından İstanbul’a dönmüş ve son olarak Beyoğlu ceza mahkemesi azalığında bulunmuştur. Annesi ise Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan’ın yanında yetişmiş Çerkez cariyelerindendir. Erken yaşta babasını kaybeden Cemil Bey çocukluk yıllarını amcası Refik Bey’in himayesinde yaşamıştır. İlköğretiminin ardından rüştiyeye başlamış, amcasının vefatından sonra dört yıl kadar amcasının oğlu Mahmud Bey’in gözetiminde dönemin lisesi olan idadiyi bitirmiş, bir yıl Mekteb-i Mülkiye’de okumuş ondokuz yaşında Harbiye nezaretinde kâtip olarak çalışmaya başlamış ancak kısa bir İSTANBUL RADYOSU süre sonra bu işinden ayrılmıştır. Yirmi bir yaşında eşi Side Hanım’la evlenen Cemil Bey’in bu evlilikten 1902 yılında oğlu Mesud Cemil Bey doğmuştur. 1916 yılı 28 Temmuz’da vefat eden Cemil Bey’in Fatih Camii’nden kalkan cenazesi Merkezefendi Mezarlığına defnedilmiştir. Çocukluk yaşlarında tanbur çalmaya başlayan Cemil Bey’e amcasının oğlu Mahmud Bey’e keman dersi vermeye gelen Aleksan Efendi Hamparsum ve batı notasını öğretmiştir. Yine amcasının kızlarının piyano hocalarından genel müzik bilgilerini öğrenen Cemil Bey’in Horhor’daki amcasına ait olan konakta sesler ile olan ilişkisi başlamıştır. Cemil Bey on sekiz yaşına geldiğinde İstanbul’da Tanburi olarak tanınmıştı. Bir iki sene sonra şehirdeki müzik camiası içinde sadece Tanbur değil kemençe, lavta ve viyolonsel sazlarında da önde gelen icracılar arasında adı geçecekti. Ahmet Hamdi Tanpınar bir makalesinde Hammamizâde İsmail Dede için “zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan tek ses, onun sesidir” şeklinde bir cümle kullanmıştır. Eğer bu cümle üzerinden Cemil Bey’i anlatmak istersek o kendi devrinde ve ölümünden bugüne kadar süren yüz yıl boyunca daima zirvede olan tek sazendedir. Cemil Bey’in Tanbur, Kemençe, Lavta, Viyolonsel veya Yaylı tanbur icralarının ulaşılamaz bir seviyede olduğu gerçektir. Sanırım bugün bizim için önemli olan konu bu icraları dinleyerek onun bize gösterdiği yoldan yürüyerek müzik yapmaktır. Buradaki ince detayında Cemil Bey’in icralarının aynısını çal- mak yani onu kopya etmek olmayıp kullandığı sesler arasındaki ilişkiyi anlamak olduğu inancındayım. Tanburi Cemil Bey’in plak kayıtlarına 1905 yılında başlamıştır. Daha öncesi için çeşitli hatıratlarda Fonograf kayıtlarından bahsedilse de şu ana kadar bu kayıtlara tam olarak içeriğini bilememekteyiz. Büyük bir çoğunluğu Cemil Bey tarafından tek başına yapılan bu kayıtlarda zaman zaman ona eşlik eden isimler Tanburi Kadı Fuad Efendi, Kemani Bülbüli Salih Efendi, Udi Şevki, Fethi ve Nevres Beyler, Piyanist Cemal Bey’dir. Gazellerin kayıtlarında ise Hafız Osman, Hafız Sabri, Hafız Yakub, Hafız Aşir ve Hafız Yaşar Cemil Bey’e eşlik etmişlerdir. Tanburi Cemil Bey’den günümüze kalan sözlü eserler birer Gülizar, Hüseyni, Şehnaz, Muhayyer, Sultanı yegâh, Müstear, Suzinâk, Nihavend ve ikişer Eviç, Hicaz, Kürdîlihicazkâr, Segâh, Mahur makamlarında şarkı ile bir Hicaz makamında ninni olmak üzere on dokuz adettir. Cemil Bey’in bütün bu şarkılarının arasında sadece Şehnaz makamındaki “Feryad ki feryadıma imdat edecek yok” mısralı şarkısının güfte sahibi Nigâr Hanım belli olup diğer hiçbir şarkısının güfte yazarı bilinmemektedir. Ayrıca bu güfte Musullu Hafız Osman Efendi tarafından Nihavend makamında Sengin semai usulünde ve yine Cemil Bey’in Eviç makamındaki şarkısındaki “Nazirin yok senin ey mah yerde” mısralı güftede Selânikli Ahmet Efendi tarafından Karcığar makamında Devrihindî usulünde bestelenmiştir. Cemil Bey bu on dokuz sözlü eserde birer defa semai, sofyan, yürük semai, aksak semai- curcuna (beraber) usullerini, devrihindî usulünü iki, ağır aksak usulünü üç, sengin semai usulünü dört ve aksak usulünü altı kez kullanmıştır. Günümüze sekiz adet peşrevi kalan Cemil Bey bu peşrevlerinde Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Kürdîlihicazkâr, Mahur, Muhayyer, Neva, Şedaraban makamlarını ve usul olarak dört kez muhammes, üç kez devrikebir, bir defa fahte usullerini kullanmıştır. Cemil Bey’in yedi adet saz semailerinin hepsi Aksak semai usulünde olup Bestenigâr, Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Muhayyer, Suzidilâra, Şedaraban makamlarında bestelenmiştir. Tanburi Cemil Bey’in klasik anlamdaki bu saz eserleri dışında longa, sirto, zeybek formlarında bestelediği veya ona atfedilen Hüseyni, Rast, Nihavend, Nikriz makamlarında eserleri de mevcuttur. 37 SESLİ KÜTÜPHANE Kültürlerin Macerası Her Kültürün bir müziği vardır her müziğin bir macerası ve her maceranın kendi zamanına uygun eskimeyen bir tadı... Nereden baktığın ile ilgilidir ya yaşam kültürlerin macerası da öyle. Hazırlayan: Kadir ÖZDEMİR TRT Radyo-3 Dünya Kuşağında yer alan “Kültürlerin Macerası” gözden düşmüş bir avluda kaybolmuş yankıların izlerini sürüyor. Her Kültürün bir müziği vardır her müziğin bir macerası ve her maceranın kendi zamanına uygun eskimeyen bir tadı. Dünya müziğinin geçmişle ve yaşamla canlı diyaloğundan her zaman söz edebiliriz. Bu yönüyle de 38 onları döneminin hikâyelerinden kopartamayız. Kültürel yaşam benzerlikleri gerçekliğinden yola çıkarak sunulan program, çok kültürlü dünyanın müziğine “adeta bir macera” olarak bakmakta ve her kültürün müzikal hikâyesini dinleyicilere ulaştırmakta. Nereden baktığın ile ilgilidir ya yaşam kültürlerin macerası da öyle; her program bambaşka yerlerden bambaşka bakışlar ile buluşturuyor bizi. Bazen Kuzey kutup dairesinde arktik kıyılardan seslenmekte bazen de sahra çölünden binlerce yıllık kültürlerin müzikleri ile bize ulaşmakta. Programın yapımcısı ve sesi Kadir Özdemir yaşamını hem Almanya’da hem de Türkiye’de sürdürmekte. Her bölüm için bir gerçeklikten yola çıkarak yazdığı kısa keyifli metinler RADYO-3 Program içeriği, dünyadaki müzik topluluklarının, festivallerin, konserlerin yapımcı tarafından takip edilmesi ve gözlemlenmesi ile oluşturuluyor. ile sunmakta olduğu programı ile çok kültürlü dünyanın binlerce yıllık “eski” müziğine “yenilenen” olarak bakmakta. Müziğin temelini hislerin ve hayal gücünün oluşturduğunu bunun için de müziğin eskimeyeceğini vurgulayan Özdemir “Farklı kültürel yaşam formlarının ürettiği eski müzik, günümüzün müziğidir, yani eskiyen müzik değildir. Çünkü her zaman yeniden derlenerek ve yorumlanarak günümüze kadar gelir. Ancak yazılı olmadan gelişen yaşam alanları bizlere onların hep eskiye dönük olduğunu çağrıştırır. Oysa tarihsel süreç göz önüne alındığında bestelerin yer yer doğaçlamayla yer yer de hissiyat ve hayal gücü ile geliştiğini söyleyebiliriz. Belki de yüzyıllardır dillendirilmeyen bu müziklerin yeniden keşfedilmesi ve adeta dinleyicide bir duyma alışkanlığı oluşturulması gerekiyor. Aslında onlar hep yanımızdaydı ve biz onları tavan aralarındaki sandıkların küflü kokuları arasında bıraktık.” diyor. Farklı kültürlerin maceralı müzikleri bize aynı zamanda ilginç hikâyeler çağrıştırır. Bildiğimiz gibi, eski dönemlerde akşamları ocağın başında, gezginin anlatılarını, kocaman açılmış gözleriyle dinleyen sadece çocuklar değil aynı zamanda yetişkinlerdi. Hangimiz hikâye dinlemek istemeyiz ki? İşte bu kışkırtıcı sorunun cevabı “Kültürlerin Macerası” programının derinliklerinde saklı… Programın yapımcısı, dinleyicilerin damaklarında kalan bu hikâye tadının hiç çıkmamasını, onların küçük, masum anılar ile donanmalarını ve programın uzun yıllar boyunca anılarda kalmasını istiyor. “Bir kuşun kanadında hatta kepenklerin açılışında ses verir yaşam bize. Bu sesleri tıpkı bir orkestranın çaldığı senfoninin melodileri gibi tek tek içimize akıtırız ve kolayca karışırız yaşamın izlerine” diyor yapımcı ve tüm dünyadan melodilerin peşine düşüyor. Program içeriği, dünyada ve özellikle Avrupa’daki müzik topluluklarının, festivallerin, konserlerin yapımcı tarafından bire bir yerinde takip edilmesi ve gözlemlenmesi ile oluşturuluyor. Ve işte size adeta bir hikâye tadında TRT Radyo 3 Dünya Kuşağında sunuluyor. Her Çarşamba saat 22.05’te bu tadı sizlerle paylaşmak dileğiyle… 39 KENT HİKAYELERİ Reşit SARAÇOĞLU [email protected] Aşk Var! Zaman herkes için akar. Bir gün 24 saat, bir saat 60 dakika, bir dakika 60 saniye çeker herkes için. Saatler ileri gider, saatler geri gelir, takvimler coğrafyadan coğrafyaya değişir ama güneş hep doğar, güneş hep batar… Zaman, herkes için akar. Zamanın akışını durdurmak, zamanda ileri sıçramak insanoğluna bahşedilmemiş bir yetenektir. Yine de, insanoğlu doğası gereği bunun hayalini kurar. Becerebilir mi sıçramayı zamanda ileri? Becerir. Hem de nasıl becerir. Nasıl becerir? Yaratarak. Kanadalı yönetmen François Girard’ın 1998 senesinde çek- 40 tiği “Kırmızı Keman” (The Red Violin) filmi, en başarılı anlatılarından biridir insanın zamanda ileri gitme becerisinin. Film, zamanda yolculuk eden bir kemanı konu eder kendisine. Devrinin namlı ustalarından olan Nicolo Busotti’nin 17. yüzyılda yarattığı kemanın özelliği, ustanın yaptığı en başarılı keman olması ve hasretle bekledikleri çocuklarını doğururken can veren eşinin kanıyla verniklenmesidir. Elleriyle emek emek yarattığı kemana tüm becerisini, tüm acısını, kaybettiği karısına duyduğu tüm aşkı katan Busotti, bu kemanla zanaatının doruğuna çıkar. Ve film, o kemanın 300 yıllık hikâyesini sunar izleyicisine. Ve izleyici, kemanın elden iyi müzisyen Kaan Tangöze bu ele gezindiği o 300 yıllık hikâgerekli duyguyu layıkıyla yeyi soluksuz takip eder. İnsan Mesele zaman denen makinenin şiire verir. Nicolo Busotti zamanın çarkları Şair-müzisyen işbirliği daha arasında kaybolup gitmiştir ama dişlilerinden ezilmeden geniş zaman aralıklarında da yarattığı keman, beraberinde geçmekse, galiba bunu en iyi, gerçekleşir bazen. Misal, iyi müyaratıcısını da taşıyarak zamanzisyen Nadir Göktürk, iyi şair Wilda ileri sıçrar. müzik yapar. liam Shakespeare’in bir sonesini Mesele zaman denen makişarkı haline getirir ve iki ustanın nenin dişlilerinden ezilmeden yüzyılları aşarak kurduğu köprü geçmekse, galiba bunu en iyi, ortaya müthiş bir şarkı çıkartır. müzik yapar. Bunu en iyi, “iyi Ezginin Günlüğü grubunun mümüzik” yapar. “İyi müzik” nedir? zikal yolculuğunda mütevazı faİşte o… Bilinmez. İyi müzik nekat ağır bir yeri olan şarkı gerek dir? Aslında gayet iyi bilinir. sözleri, gerek bestesi, gerek düİnsanı yüreğinden yakalayan, zenlemesi, gerekse söylenişiyle kendisinden büyük, kendisintokat gibi çarpar insanın suratıden kudretli bir hadiseye baktına: ğını anlatan müzik iyidir. İnsanın “Yas mas tutma sevgilim, öldüen temel dürtülerini harekete ğüm zaman. geçirir, insanı kendisinden alıp Toprakta böceklere güldüğüm bambaşka yerlere götürür. İyi zaman. müzik… iyidir… derindir… zorDuyurunca paslı sesiyle, ölüp layıcıdır… kalitelidir. gittiğimi bir çan, İsimler? Konu “iyi müzik” olunca Yas mas da tutma sevgilim öldübambaşka zamanlardan, bamğüm zaman. başka coğrafyalardan isimler Çürüyen gövdem gibi, yitip gityan yana gelir, kardeş olur. İnsin aşkın da. san, Wagner ile Âşık Veysel’in, Ne bir mektup kalsın bizden, ne Sezen Aksu ile Andrew Llyod bir söz, ne bir eşya. Webber’in isimlerini yan yana Unut gitsin adımı, arkamdan da yazabilir rahatlıkla. Fikret Kızıağlama. lok’un ismi hiç sönük durmaz, bilakis pırıl pırıl parlar Beethoven’in adının yanında zira “iyi Gözyaşınla da eğlenir, onu da alıp satar bu dünya.” müzik” yapan ustalar, dünyevi olmasa da manevi olarak kar- Almanın ve satmanın ziyadesiyle muteber hale geldiği bir dünyaya daha 17. yüzyılda ağır bir eleştiri çivisi çakar Shadeştir. Sanatın tüm dalları gibi müziğin de merkezi duygudur. As- kespeare usta çarpıcı dizeleriyle ve Nadir Göktürk usta da lolan hissetmektir, aslolan hissettirebilmektir. İnsana kendi 21. yüzyılda incelikli notalarıyla hayat verir bu delici sözlere. hikâyesini anlatır ya iyi müzisyenler aslında, belki de bu Almak ve satmak dünya düzeninin odağı haline gelirken, yüzden, birçok iyi müzisyen şarkılarını iyi şairlerin kıymetli alış-veriş hadisesinin sosyal düzende yarattığı etkiden müzik de nasibini alır. Forma aşkına yapılan maçların bittiği bir satırlarına yaslar. Misal, Duman grubunun solisti olarak nam kazanan Kaan döneme girilirken yaratıcı akıl ve kâlp giderek müziğin odaTangöze 2015 yılında çıkardığı solo albümünde Türk dilinin ğından uzaklaşır. Müzik bir endüstridir artık ve piyasa odaklı büyük ustası Özdemir Asaf’ın ölümsüz dizelerine hayat ve- sanayi tipi üretim ile beslenir. Vasatın “piyasa” ile gerekçerir. Sadeliğin dilidir konuşan ve ezgiyle sözün müthiş uyu- lendirilmesi midir aslında olan? İşte ona, her zaman olduğu mu, çarpıcı ve zamanın ötesine sıçraması muhtemel bir gibi en büyük usta “zaman” karar verir. Ve büyük usta Bülent Ortaçgil zamanın ötesine şimdiden şarkı çıkartır ortaya: uzanan şarkısında sakin sakin seslenir: “Bekle dedi gitti, “Paranın esiri olduk, Ben beklemedim, Ne kadar iktisat, o kadar mutluluk. O da gelmedi. Birer birer yeniliyorduk, Ölüm gibi bir şey oldu, Önce adalet, sonra güzellik Ama kimse ölmedi.” Tutulmayan sözlerin kısacık destanıdır Asaf ustanın şiiri ve Ama aşk var. Bir tek aşk var.” 41 MÜZİK KUTUSU Rahmi Mert ÖZCAN [email protected] “Yüzünü dökme küçük kız Bırak üzülmeyi. Yalnız sen misin bir düşün. Unutan sevilmeyi...” (Yüzünü Dökme Küçük Kız) Her şeyin başlangıcı olan bu samimi dizeler... Yıl 1970... 20 yaşında kimya mühendisliği okuyan bir üniversite öğrencisi tüm dünyayı kasıp kavuran İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını alıp kendisiyle harmanlıyor ve folk müziğimizle şiirsel bir anlatımı iç içe sıkıştırıp müziğin en naif halini bizlere sunuyor. Bu kişi hayatın her alanında egolarını bir kenara bırakıp mütevazı duruşuyla kalplere seslenen, sanatın pek çok noktasından geçmiş, Türk müziğinin yetiştirdiği büyük ozan ve gerçek bir sanatçı Bülent Ortaçgil. “Mavi kuş sanki bir düş, Kaşla göz arasında. Geceyle gündüz arasında.” (Mavi Kuş) İlk olarak okul yıllarında davul ve gitarıyla topluluklar oluştururken diğer yandan da tiyatroya merak saldı ve bu alanda da çeşitli başarılar yakaladı. Sanatın çeşitli kollarından tutan, bence en önemlisi de müzikal samimiyet kavramını yaratmış Ortaçgil, o büyük hayranlıkla dinlediğimiz The Beatles, Cat Stevens, Bob Dylan gibi müzisyenlerin 42 karşısında bizim de batıya açılan ve gurur duyduğumuz önemli bir kapı olmuş ve herkesin adından söz edeceği, Türk müziği için vazgeçilmeyecek bir kimlik oluşturmuştur. Şarkıcılığı, besteciliği, aranjörlüğü ve söz yazarlığı ile müziğin temel taşlarını gerçekleştirmiş, zaman içerisinde de pek çok değerli müzisyeni bizlere kazandırmıştır. “Su olsam, ateş olsam, Göklerdeki güneş olsam. Konuşmasam taş olsam, Yine de oynar mısın benimle?” (Benimle oynar mısın?) Bu dizeler 1974 yılına götürüyor bizleri. Sanırım Türk pop-rock tarihinin en önemli albümlerinden biridir. Onno Tunç ve Ergun Pekakcan ile çalıştığı bu albümde “Olmalı mı olmamalı mı”, “Şık Latife”, “Suna Abla” gibi herkesin diline dolaşan, zamana meydan okuyan şarkılar da ortaya çıkmıştır. Albüm tam 40 yıl sonra folk-rock ve psychedelic tınıların yoğun olmasının etkisiyle de ABD’ de de piyasaya BÜLENT ORTAÇGİL sürülmüştür. Folk, pop, rock ve hatta 2003 yılındaki “Gece Yalanları” albümünü de dâhil ettiğimizde caz tınılarını da bizlere fazlasıyla hissettiren Ortaçgil psychedelic tavrını da müziği ile karıştırmış, zengin ama bir o kadar da kendisine ait bir karakter yaratmayı başarmıştır. “Pencerenin önünde arkadaştan ayrı Porselen saksıda bir süs çiçeği. Pencere önü çiçeğine, Ne ansızın yağmur ne gök kuşağı. “ (Pencere Önü Çiçeği) Ortaçgil 1976 yılında yeni bir albüm yayınladı ve plak başarısız oldu. Başarısızlığın getirdiği moral bozukluğu onu yaklaşık on yıl müzikten uzaklaştıracaktı. Bundan sonraki süreçte mühendisliğe devam eden sanatçı verdiği bir röportajda; “mühendis oldum çünkü korktum. İstemediğim müziği çalarak kendime kurduğum müzik dünyasını yok etmek istemedim” diyerek verdiği kararın duygusal tavrını da bu şekilde dile getiriyordu. Ortaçgil 80’li yılların başına doğru Fikret Kızılok ve Erkan Oğur ile tanıştı ve bu buluşma sonrası birlikte canlı kaydedilmiş iki albüm yaptılar ama yayınlamadılar. Aynı dönemde TRT için çocuk şarkıları da kaydettiler. Asıl olarak Fikret Kızılok ile 1986 yılında “Pencere Önü Çiçeği” adlı bir albüm yayınlamış ve yarım bıraktığı müzik yolculuğuna da kaldığı yerden devam etmiştir. “Yarım gün uzakta Ankara Sokaklarda uslu kentliyi oynamak için. Yine gazeteleri okumak, yine gece bıkkınlığı... Yine sabah telaşlarına alışmak için Deniz kokusu getiriyorum.” (Deniz Kokusu) Türk pop-rock müziğinin en önemli isimlerinden biri olan Ortaçgil şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu ve verdiği huzurla her zaman adından bir şekilde bahsettirmeyi başarmıştır. 90’lı yıllarda müzikte daha aktif olan, 1998 yılında o muhteşem “Light” albümüne tanık olduğumuz Ankaralı müzisyen, Türk müziğinin o dönemki “La minör” esaretinden de kendisini sıyırmış, farklı introlarla bizleri büyülemiş, kişisel olarak devrik cümleler ve prozodi hatalarıyla da kendisini daha çok sevdirmiş ve yine kendine has bir müzisyen olduğunu herkese göstermiştir. Hayatı iyi anlayan ve iyi anlatan, hemen hemen her şarkısında ondan bir şeyler bulup ruh haline yansıtabileceğimiz dünyanın en sakin ve huzur verici müzisyenidir Ortaçgil. “Hiç bir neden yokken ya da bilmezken Tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur... Onca neden varken ve tam sırası gelmişken, Hiç bir şey yapmamış ve susmuşuzdur... Olamaz mı? Olabilir...” (Eylül Akşamı) Türk pop-rock müziğinin en önemli isimlerinden biri olan Ortaçgil şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu ve verdiği huzurla her zaman adından bir şekilde bahsettirmeyi başarmıştır. Onun için söylenenlerin hiç birisi abartılmış değildir aksine görmesi gereken değeri de çoğu zaman görememiştir. Ha bir de sahnede oturuşuna takanlar var günümüzde hala... Kendi gibi, olması gerektiği ve kendisine yakıştığı gibi müziğini icra eden bir değerdir Ortaçgil. Hiç bir neden yokken ya da biz bilmezken veya onca neden varken ve tam sırası gelmişken siz de kendinizi Bülent Ortaçgil şarkıları dinlerken bulabilirsiniz. Olamaz mı? Olabilir... 45 BİR DÜNYA İNSAN . .. ir a Ş n la o lı k a c la a n Her Sevdada Murat ÖREM [email protected] “Ben acılar denizinde boğulmuşum, İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını, Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni, Duyarım yosunların benim için ağladıklarını…” Bundan tam 90 yıl önce, 1926 yılının 22 Ağustosunda doğmuştu Ümit Yaşar Oğuzcan… Şairdi… Hakkıyla şairdi… Hayatıyla, düşüp kalkmalarıyla, acılarıyla umutsuz aşklarıyla da şairdi. Çok dalgalı bir hayat yaşadı. Evlat acısını da gördü, 60 yıla bile ulaşamayan ömründe Ümit Yaşar… 1984 yılı Kasımında öldüğünde 58 yaşındaydı. Geride yüzlerce şiir, taşlama ve bestelenmiş onlarca eser bıraktı. Münir Nurettin Selçuk bestesi ve Timur Selçuk yorumunda unutulmazlar arasına girmiş şiirinde de şunları demişti Ümit Yaşar; “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın, Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı, Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.” Herkes bu dizeleri bir aşk şiiri sansa da, Galata Kulesi’nden atlayan oğlu Vedat’ın ardından yaktığı ağıttı bu dizeler Ümit Yaşar’ın… Türkçenin en güzel şiirlerinde, şarkılarında Ümit Yaşar’ın 44 imzası vardır dedik ya işte bir örnek daha; “Bir gün gelir de unuturmuş insan, En sevdiği hatıraları bile, Bari sen her gece yorgun sesiyle, Saat on ikiyi vurduğu zaman, Beni unutma...” Yıllar sonra Selda Bağcan’ın sesinde bu şiir de unutulmazlar arasına girmiştir… Bir dinlerseniz ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız. Sevgili okur, bir gün birileri size, “Türk Şiirinde marazi aşkın, mazoşist acının ve bitmeyen özlemin delidolu, naif şairi kim” diye sorarsa hiç düşünmeden Ümit Yaşar Oğuzcan yanıtını verebilirsiniz. Yaşarken küçümsenen bir isim de oldu Ümit Yaşar… Parasızlığın getirdiği çaresizlikle vasat politik taşlamalar, çalakalem şiirler de yazınca eleştiriler kaçınılmaz oldu… Kendisine yönelik eleştirilerin belki farkındaydı Ümit Yaşar Oğuzcan ama uyarılara çok da kulak asmadı… İçinden geldiği gibi yaşamayı seçerken hayatının iniş çıkışları şiirlerine de yansıdı. Türk edebiyatı ve gazeteciliğinin kadri kıymeti maalesef hiç bilinmemiş ve artık aramızda olmayan ismi Halit Çapın’ın da yazdığı gibi, neredeyse iki ayda bir intihar giri- ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN şiminde bulundu Ümit Yaşar… Bu girişimlerin altında ölmek istemekten çok yaşarken farkına varılmak, kendini değerli hissetmek, sevilmek duyguları vardı oysa… Sözün başında anlattığımız gibi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın evladı Vedat, Galata Kulesi’nden başka bir dünyaya atlarken babasına da adeta “öyle olmaz böyle olur bu işler...” dedi. Yalnızca sıradan güzellikleri ister görünse de, sanki derinlerde bir yerlerde hep yeni duygular aradı Ümit Yaşar… Bir İstanbul sevdalısıydı hakkıyla. Matematik dersini sevmeyip Matematik öğretmeninin Güzellik ve zarafetine vurgun Yeniyetme bir genç öğrenci gibi Hep kırık, hep isyan dolu, hep uzaktan Ve hayalindeki haliyle sevdi o şehri... İstanbul’u... Tevfik Fikret’in, “Bin kocadan arta kalan bakire…” diye tanımladığı İstanbul’un da verebileceği bir şeyler yok muydu Ümit Yaşar’a diye bir soru yöneltecek olursanız, “Hayat” deriz sana ey okur...“Hayat, biraz da yanıtsız sorular, sorusuz yanıtlardır” işte… Bestelenmiş hali milyonlarca kere dinlenen bir başka unutulmaz şiirinde de şunları söyledi Ümit Yaşar; “Yollarımız burada ayrılıyor, Artık birbirimize iki yabancıyız, Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa, Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız, Her kederin tesellisi bulunur, üzülme, İnsan ne kadar sevse unutabilir, Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer, Sen de unutursun bir gün gelir, Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine, Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi, O günlerce gecelerce sevişmelerimizi, Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin, Hatta bütün yazdıklarımı satır satır, Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır...” Gittiğiniz yerlerde “Ayrılanlar İçin’i, Beyaz Güvercin’i, Beni Unutma’yı, Kum şarkısını dinlemek isteriz” diye tempo tutarken bu şarkıların bestelenmiş Ümit Yaşar şiirleri olduğunu unutma değerli okur... Hayatında resim sanatı da olan ve tabloları bulunan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Rıhtımda şiiri de adeta hüzünlü bir tablo kadar sahihtir. “Bir beyaz gemiydi ayıran onları, Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda, Şimdi unuttum yüzünü kadının, Adamın gözleri aklımda, Kana bulanmış bıçaklar gibi, Uzun kirpikleri ıslaktı, Adam dertli, adam darmadağın, Dokunsalar ağlayacaktı, Adam bitkindi, adam seviyordu, Kalan kederdi, giden gemiyse, Taş olduğu içindir dedim, Rıhtım taşları erimediyse, Derken bir düdük öttü ansızın, Bembeyaz gemi gitgide ufaldı, Korkunç yalnızlığıyla baş başa, Rıhtımda bir adam kaldı…” Üstüne titrediği oğlu Vedat’ın, Galata Kulesi’nden yokluğa atlayışını yaşamış bir babadır Ümit Yaşar Oğuzcan. Bunca dramdan önce de sonra da sevginin ve aşkın üvey evlat muamelesi gördüğü bir çağda “Aslolan daima aşktır” diyerek yollara düştüyse Ümit Yaşar Oğuzcan, biraz da hayat, ölüme teslim olmasın diyedir. Kötü yazdığı, çalakalem yazdığı şiirler ve taşlamalar için ne kadar borçluysa insanlara Ümit Yaşar Oğuzcan, sonu keyif ya da hüzünle biten her sevdadan da bir o kadar alacaklıdır… Çünkü; Sevda gençlerin işi değildir Sevda gençleştiren bir iştir... Ne diyordu yine bestelenmiş bir şiirinde Ümit Yaşar; “Süzülüp mavi göklerden yere doğru, Omuzuma bir beyaz güvercin kondu, Aldım elime, usul usul okşadım, Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım…” Türk Şiirini Türk Müziğiyle bin yıllık dost kılan Ümit Yaşar 90 yaşında… Ümit Yaşar öldü mü diyorsunuz, siz öyle sanın… Bazı isimler hiç ama hiç ölmez. ( Murat Örem / Temmuz 2015 / Ankara...) 45 BİR DÜNYA ZAMAN Zamanın Aynasından Feridun ERTAŞKAN Cazkolik.com “Bir Dünya Müzik” dergisi ilk yılını tamamladı. Karınca kararınca bendenizin de bu ilk yılın önemli bölümünde yazılarımla katkım oldu. Özellikle müzikle soluk alıp veren bir kalem sahibi olarak şunu söylemeliyim ki hem müzikte hem yayıncılıkta ilk yıl gelecek yılların en önemli basamağıdır. Buna, müsaade ederseniz yine müzikten bir örnek vereyim, oradan esas konuya geçerim... Müzisyenlerin kendini ispat etme aşamasındaki en önemli sınavı ilk albümleridir. O ilk albüm hayatlarının kalanını belirleyecek, gelen övgüler veya eleştiriler genç sanatçıların yaşamını tayin edecek, dahası, profesyonel hayatına yön verecektir. Bu nedenle, hem tüm yaratıcılıklarını göstermeye çalışırlar hem içtenliklerini, orijinalliklerini yansıtmak isterler. Kendinden önceki sanatçıların ürettiklerine bakarak yeni bir şeyler söylemek zorunda olduklarını bilirler. “Bir Dünya Müzik” önemli bir ihtiyaca cevap veriyor. Zaman ve değişen teknoloji bildiğimiz tüm alışkanlıkları altüst ediyor. Zamanın böyle yıkıcı bir akışı var ama yeniden yapmanın, yeni olanı inşa etmenin de fırsatını sağlıyor. Ayakta kalmanın zorunluluğunu insanoğluna yeniden hatırlatıyor. Bundan otuz, kırk yıl önce gündemi yönlendiren basılı medya, günlük gazeteler ve dergilerdi. Basılı medya hâlâ etkisini korumaya çalışsa da internet ve sosyal medyanın karşısında giderek zorlanıyor. Medya artık herkesin cep telefonunda, bir tık uzağında. Ama bütün bu kaçınılmaz gerçekliğin yanında basılı medyanın hâlâ yoğun bir iknâ kabiliyeti var. Basılı medya eski gücünden kaybetmeye ilk dergilerle başladı. Haftalık, aylık dergiler ama daha da çok tematik dergiler, müzik dergileri. “Bir Dünya Müzik” gibi dergilerin önemi bu açıdan artık daha büyük ve kıymetli. Buralarda kaleme aldığımız notların, cümlelerin okuyucuyla buluşmasının değeri ve önemi kapanan her dergiyle biraz daha artıyor. Birinci yaşın zaman ve müzik ilişkisinde hatırlattıkları. Zaman, yapılan işin kıymetini ve önemini doğruluğu tartışılmaz biçimde tesciller. Karşı konulmaz bir doğruluk süzgecidir zaman. Beethoven veya Mozart, 46 Bach ya da Itrî veya Dede Efendi niye çağları aşan güce sahip? Zaman bu insanların ürettiği müzikleri niye eskitemedi? Batı literatüründe ‘contemporary’ denen kavram sanatın güncel olanını kasteder ama o sanatın on yıl sonra hatırlanacak kadar güçlü olduğuna dair ipucu vermez, bu cevabı sadece zaman verebilir. Müzik ve zamanın karmaşık görünen ilişkisi aslında basit bir formüle mi dayanıyor? Klasik müziğin yüzyıllara uzanan bir gelişim ve olgunlaşma süreci var ama sanayileşme ve teknolojinin hızlanmasıyla paralel zamanın da adeta hızlanması caz müziği gibi geçmişi sadece bir yüzyılı henüz aşan ömrü kendi klasikleşme sürecini çoktan tamamladı bile. Eğer bu formülle hesaplarsak, klasik müziğin yüzyılları, cazın yüzyılı bulan sürecini pop ve rock elli yıla sığdırmayı başardı. Bugün ellili, altmışlı yıllara damga- sını vuran Elvis Presley, The Beatles gibi ikonların kendi tarzlarının klasikleri olmadığını kim iddia edebilir? Kimse edemez ama bu isimlerin şarkıları henüz bir insan ömrü süresini aşmadı bile. Bu demek ki, müzik ve zamanın ilişkisi insanoğlunun ürettiği teknolojinin dayattığı bir telaş ve acelecilikle ilerlerken bir yandan kendi normlarını ve klasiklerini üretiyor. Yani, anlaşılan, zaman aralıkları daraldıkça kıymetlendirmenin süresi de kısalıyor. Bugün, Hip Hop gibi geçmişi otuz yılı bile bulmayan bir müzik kendi klasiklerini kabul ettirmeye başladı bile. Nasıl ki müzik zamanın akışına kendini adapte etmeyi başarıyorsa müziğin zaman içinde dinleyiciyle buluşma yolları tıpkı bugün medyanın kendini yenileme ve değiştirme hızıyla aynı seyrediyor. Müzik de, medya gibi artık internet üzerindeki anlık aktarım hızıyla kendini ifade ediyor. Günümüz insanının yayınlanan bir müziği ya da yeni bir haberi öğrenmek için sabahı ya da bir saat sonrasını beklemeye tahammülü yok, hemen, o an müzik ve haber eşit hızla dolaşıma sokuluyor ve tüketilmeye başlanıyor. Böyle bir dönem kendi klasiklerini sizce ne kadar sürede üretir? İşte, bu sebeplerle “Bir Dünya Müzik” gibi dergilerin önemi (tıpkı geçen sayıda radyolar için söylediğimiz gibi) daha da artıyor. Yaşadığımız hızı, değişimi ve tüketimi sorgulayacak daimî mecralara ihtiyacımız var. Bugün artık Snapchat gibi bir anda yüzbinlerce kişiye ulaşan ama bir kaç saniye sonra yok olan anlık iletimler insanoğlunun ortak hafızasını alzheimer benzeri bir hastalığı dönüştürmeden böylesi dergilerin sayfalarında hayatın ve kültürün akışını analiz eden yazılar ve görüşlerle kendimizi aynada daha sağlıklı görmeye ihtiyacımız var. Bu yüzden, birinci yaşın bininci yaşına ulaşsın “Bir Dünya Müzik” diyorum. 47 BİR DÜNYA ALBÜM Murat EKŞİ [email protected] 80’lerin İngiliz pop yıldızı olarak isim yapmış Kim Wilde’ın 1981 yılındaki çıkış albümü “Kim Wilde”. Kendi adını taşıyan bu albümün aslında Kim Wilde’ın ileride yapacaklarının da ötesinde bir albüm olduğunu hemen belirtelim ve ekleyelim: Ah şu ticari müzik endüstrisi. 29 Temmuz 1981 çıkışlı albümün ilginç bir yanı var. Albüm aslında bir aile albümü. Albümdeki tüm şarkılar Kim’in babası olan ve eski bir rock’n roll’cu Marty Wilde ile Kim’in kendisinden 1 yaş küçük kardeşi Ricky Wilde tarafından yazılmış. Eh, Kim de o farklı ve yakalayıcı ses rengi ile zamanında gereğini yapıyor ve albüm oluşuyor. KIM WILDE – Kim Wilde 48 KİM WILDE “Kim Wilde” genel geçer bakıldığında 70’leri uğurlayan ve fakat 70’lerin müzik dünyasını sonsuza dek değiştiren ve etkileyecek olan punk akımından etkilenmiş bir albüm. New-wave olarak nitelediğimizde bir eksiklik varmış gibi hissettiren albüm aslında ileride yapılacak pop-punk albümlerinin atalarından da pekala sayılabilir. Proto-poppunk desek yeridir bu kayıda. Ara ara –“Evereything We Know” gibi şarkılarda olduğu gibi- reggae/dub- etkisinin de görülebildiği albüm new-wave’in gitarlardan da nasibini almış, parlak syntler’den geri kalmayan, yakalayıcı pop yönü kuvvetli, Wilde’ın ses karakterinin şekil verdiği güçlü bir kayıt. Albümün ve özellikle de “Kids in America”nın hem listelerde hem de ticari olarak gösterdiği olağanüstü başarı bu albümü klasik yapan en önemli öge değildir. “Kim Wilde”ı klasik yapan en önemli şey, punk’ın evrilebileceği ve etkileşebileceği yerler noktasında sınırının bulunmadığının en önemli kanıtlarından birini oluşturmasıdır. Punk ruhunun pop’un tam merkezine bile yerleşebileceğinin, popüler kültürün tam aksi istikametinde bulunan bir alt kültürün uzak yakın demeden etki alanının ne olabileceğinin erken dönem bir uyarısıdır “Kim Wilde”. Ama bunu yaparken sert elini değil de eline geçirdiği yumuşak eldiveniyle size dokunarak bunu yapar. Popu pop yapar, yumuşak ve anlaşılır. Albümdeki şarkılar sırası ile şu şekilde: Hemen herkes bu albümün adı geçince “Kids in America” der, evet. Fakat albümün asıl ağır topu tartışmasız “Falling Out”dur. Britanya kokan, mesafeli insanların hissiyatının ısısına ait ve seri ve kesik ritimlerin içine serpiştirilmiş kalp parçalarını içerir “Falling Out”. 1 – Water On Glass 2 – Our Town 3 – Evereything We Know 4 – Young Heroes 5 – Kids in America 6 – Chequered Love 7 – 2-6-5-8-0 8 – You’ll never Be So Wrong 9 – Falling Out 10 – Tuning In Tuning On İmkanı olanı albümün plağına, benim gibi plağına sahip olmayanları popüler video izleme sitelerine davet ederek yazıyı noktalayalım. İster albümün tamamına ister de benim gibi “Falling Out”un hızlı romansına... 49 BİR DÜNYA ALBÜM Murat EKŞİ [email protected] KENAN DOĞULU İhtimaller Albümde Doğulu’nun yıllar içerisinde müzikseverlere sunduğu bir çok hit parçasının, Ercüment Orkut, Can Çankaya ve Bulut Gülen tarafından caz müzik formlarında yeniden düzenlenmiş versiyonlarının yanı sıra söz ve müziği Doğulu’ya ait ‘‘İhtimal’’ adında yepyeni bir şarkı da yer alıyor. Türkiye’de ve dünyada farklı caz sahnelerinde yer alan birbirinden önemli Türk caz müzisyenlerinin oluşturduğu orkestraya Doğulu da yorumu ve gitarıyla eşlik ediyor. Albüm, Kenan Doğulu ve caz severlere keyifli dakikalar yaşatacak. IŞIL YÜCESOY Zamansız Dile kolay tam tamına 37 yıl sonra yeni bir kayıt Yücesoy’dan! Albümün giriş parçası olan “Büyümedim” yeni yazılmış bir şarkı. Geride kalan şarkılar ise sanatçının kalbi hedef alan yerel pop şarkılarından seçerek oluşturmuş olduğu bir sıralama içeriyor. Elbette bu şarkılar Yücesoy’un kendi yorumuyla yeniden hayat buluyor. Türk pop müziğinde yer edinmiş Sezen Aksu, Nilüfer, Mithat Körler, Işın Karaca, Yeşim Salkım gibi isimlerin müzik dünyasına hediye ettiği şarkıları Işıl Yücesoy şaşırtıcı bir teatral tatta yorumlamış. Sanatçının oyunculukla alakasının bu etkide payı olduğu yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan yıllanmış bir ses ve eskiye öykünen bir vokal stilinin de bunda payı büyük. Sakinlik, romantizm ve kalp yarası ile ilgililerin bu topraklara alakası oranında tat alabilecekleri bir kayıt “Zamansız”. HANDE YENER – Hepsi Hit Vol 1 Sanatçının 12. albümünün adına baktığınızda Yener’in önceden ün kazanmış şarkılarından oluşmuş bir toplama ile karşılaşacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hande Yener, sayıları 3 haneyi bulan yeni şarkıların arasından hemen hepsi “hit” potansiyeli taşıma özelliği çerçevesine bir atıfta bulunarak böyle bir albüm oluşturmuş. Sözlerde ve bestelerde Mert Ekren, Ersay Üner ve Altan Çetin dikkati çekiyor. 50 Dikkatinizi bu müzik adamlarına çekmişken söyleyeyim: Albümde dikkat çekecek hemen hiç bir yenilik yok, farklı bir yaklaşım, devrimci fikir denebilecek hemen hiç bir an mevcut değil. Ve fakat “Kavuşabilir miyiz?” de olduğu gibi yerel pop seven dinleyicileri, radyo istasyonlarını, kalp acısı çeken bazı kesimleri tam 12’den vuracak şarkılar da yok değil. Hande Yener bildiğiniz gibi. Ne bir eksik, ne bir fazla... ALBÜM EKŞİSİ THE AVALANCHES Wildflower Yıl 2000. “Since I Left You”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi. Sonuç: Bir Plunderphonics başyapıtı... Yıl 2016. “Wildflower”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi. Sonuç: Bir Plunderphonics başyapıtı... MAXWELL black SUMMERS’night R&B ve soul’un soğuk ve entelektüel kısma yakın tarafından Maxwell’in 5. Stüdyo albümü ile karşı karşıyayız. Nu-soul’un zaman içerisinde en önemli birkaç isminden biri haline gelen sanatçının bu albümü de aynı rotasından sapmıyor: Afro-Amerikan kökenlerden gelen rhythm and blues’un şık gece kulüplerinde yerinde hareketsiz dinlenebilir bir hale getirilmiş hali, ama en şık hali. Soğuk, enerjisini aktarmaktan öte kişinin içerisinde oluşturmaya çalışan, Maxwell’in boşu olmayan organik şarkılarıyla bir yandan da gerçeklik hissini sıkı verebilen bir müzik. Tam bir usta işi… Yılın en iyi albümlerinden birini takdim edelim ve ekleyelim: “blackSUMMERS’night” baştan sona ışıldıyor; siz koşarken yerde en küçük pürüzü olmayan satıh gibi parlak ve akıcı. THE AMAZING – Ambulance İsveçli beşlinin bu 5. albümleri. Psikedelik-rock / indie rock’ın dallanıp budaklanması ile jazz’a bile bulaşabilen grubun yeni albümünde –belki zamanın önlenemez ilerlemesinin getirdiği yaş ilerlemesi ile- kendini belli eden bir dream-pop durumu mevcut. Elbette bu psikedelik hissiyatın önüne henüz- geçmiş değil ama ilerleyen albümlerde olur ise- bizi neyin bekleyeceğine emin olamayız. Albümle aynı adı taşıyan fantastik “Ambulance” olsun, sizi alıp bulutlara çıkaran “Floating” olsun, içerisinde belli bir ortalamayı çok aşan şarkıların olduğu albüm, yeni nesil psikedelik grupları sevenlerden dream-pop sevenlere, oradan organik-indie seven güruhtan sakinleştirici etkisi olan tını takıntılılarına kadar geniş çerçevede kendine yer bulabilir. Çok iyi demeye az var, iyiden daha iyi. ‘‘The Amazing’’ ilgiyi kesinlikle hak ediyor. 51 YURTTAN YURTTAN SESLER’İN SESLER’İN UNUTULMAYAN UNUTULMAYAN SESİ SESİ “AVNİ ÖZBENLİ”… Kubilay DÖKMETAŞ [email protected] (TRT Türk Halk Müziği Müdürü) Yurttan Sesler’in ilk kuşak sanatçılarından (bir diğer ismiyle çekirdek kadro) Avni Özbenli, 23 Haziran 1919’da Kastamonu’da doğdu. Babası Hüseyin Rüştü Bey, annesi ise Emine Hanımdır. Henüz çocuk yaşlarında iken saza ilgi duymuş ve yöresinin ünlü sanat ustalarından, Âşık İhsan Ozanoğlu, Yorgansız Hakkı Âşık Mümin Meydani ve Sarı Recep Giray’dan büyük ölçüde yararlanmıştır. O günleri şöyle anlatır Özbenli: “Kastamonu’da iki evli bir köyde dahi genellikle saz çalan olur. İlgimi saz çektiği için ben de saza heves ettim. Saza 1935’te başladım. İnsan gözünden öğrenirmiş. Ustalar bize saz vermezlerdi. Verseler bile düzenini, akordunu bozarlardı. Çabuk öğrenmemizi istemezlerdi. Onun için ben bağlamayı satın alır almaz çalmaya başladım. Okul müsamerelerinde görev aldım. Artık, okula dışardan bağlamacı getirmediler.” İlk orta ve lise öğrenimini Kastamonu’da tamamlayan Avni Özbenli 1941 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümünü kazandı. 1945 yılında bu okuldan mezun oldu. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında hemşehrisi Sarı Recep’in önerisi, Mesud Cemil ve Muzaffer Sarısözen’in onayı ile Ankara Radyosu’nun halk müziği çalışmalarına ve yayınlarına katıldı. Bu olay şöyle gelişti; Sarı Recep 1941 yılında hastalandı ve 55 gün kadar hasta yattı. O yıllarda Ankara’da okuyan öğrencisi Avni Özbenli’yi yerine önerdi. Avni Özbenli bu olayı Süleyman Şenel’e 3 Mart 2000 tarihinde şöyle anlatmıştır: “1941 yılında bana Ankara Radyosu’ndan bir telefon geldi. Telefon eden Mesut Cemil idi. Radyoevi’ne kadar gelmemi rica etti. Hemen heyecanla bir koşu Radyoevi’ne gittim. Bana, ustam Sarı Recep’in hasta olduğunu, Yurttan Sesler’in yürümesi için beni tavsiye ettiğini söyledi. Ben o cesaretle derhal kabul ettim ve 55 gün Yurttan Sesler Topluluğu’nda tek saz olarak çaldım. Kimse de ‘Sarı Recep nerede’ demedi. Sarı Recep iyi olup Radyoya dönünce Mesut Cemil 52 AVNİ ÖZBENLİ Bey’den izin istedim. O sırada odasında olan Muzaffer Sarısözen ile birlikte bana ‘sizi bırakmayacağız’ dediler. Böylece 4 yıl sürecek olan radyo yıllarım başladı.” Ankara Radyosu’nda çalışmalara katıldığı yıllardaki topluluğu, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği diye ayrılmayıp; Ankara Radyosu Türk Musikisi adıyla icraatlar da bulunan bir topluluktu. Vedat Nedim Tör’ün isim babalığını yaptığı “Yurttan Sesler” topluluğunun henüz oluştuğu yıllardı. Memleketi Kastamonu’nun duyulmadık türkülerini derleyip notaya alarak Radyo repertuvarına kazandırdı. Fakülteden mezun olduktan sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. Askerliğini yaptıktan sonra tekrar aynı görevine tayin edildi. 1950 yılında Mukaddes Hanım ile evlendi. Gölköy Enstitüsü’ndeki öğretmenlik görevinden sonra eğitim başı görevine yükselen Avni Özbenli, öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinin yanı sıra oluşturduğu korolarda repertuvar çalışmaları yaptırıp sanatsal faaliyetlerini öğrencileriyle birlikte pek çok kez Kastamonu’da halka sergiledi. Kısa sürede 120 öğrenciye ulaşan halk müziği topluluğuyla ilgili anılarını şöyle anlatmıştır: “Az zamanda büyük ilerleme kaydettik. Öyle ki okulun kendilerine verdiği mandolinleri, bazı öğrenciler iade etmeye başladılar. Zaten, mandolini de saz gibi bütün tellere vurarak çalıyorlardı.” Sadece öğrencilerine bağlama ve halk müziğini sevdirmekle kalmamış Özbenli. Kastamonu merkezindeki Tekeli Kardeşlere nasıl iyi bağlama yapılacağını tarif ederek, onların iyi birer bağlama ustaları olmalarını sağlamıştır. 1949 yılında İstanbul Radyosu yeni binasında faaliyete ge- çince “Yurttan Sesler” ve “Memleket Havaları Ses ve Tel Birliği” adlı programlarda çalışmalara katıldı. 1951 yılına kadar sürdürdüğü bu çalışmalarının ardından bu görevinden istifa ederek yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki eski görevine döndü. 1952 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıllığına Amerika’ya gönderilen Avni Özbenli, gittiği yerlerde radyo ve üniversitelerde sazı ve sesiyle konserler vermiştir. Avni Özbenli için, Türk halk müziği alanında yurt dışında müziğimizi duyuran ve temsil eden ilk sanatçılarımızdan birisidir diyebiliriz. 1953 yılında Amerika’dan döndükten sonra Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ne müdür olarak atandı. 4 yıl süren bu görevinden sonra, bakanlık müfettişliği görevine atandı. Avni Özbenli, eğitim kurumlarındaki görevini sürdürürken bir yandan fırsat buldukça Radyo çalışmalarına katılıp, diğer yandan ise görev yaptığı okullarda korolar kurup Türk halk müziğini sevdirme gayreti içerisindeydi. Bir dönem Milli Folklor Enstitüsü Müdürlüğü görevinde bulunan Avni Özbenli görevi gereği bir baştan bir başa dolaştığı ülkemizin çeşitli yörelerinden derlediği türküleri derleyip notalayarak TRT repertuvarına kazandırmıştır. Derlediği türkülerden bazıları şunlar: Yaş Nane Kuru Nane, Sepetçioğlu, Ördeğisen Göle Gel, Su Çırdaktan Gece Geçtim, Bülbül Olmuş Gülistanı Beklerim, Asmaların Üzümü. Başta eğitim, folklor ve müzik olmak üzere birçok konuda çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda makalesi yayınlanmıştır. 26 Temmuz 2007 tarihinde Samsun’da hayata gözlerini yuman Yurttan Sesler‘in güzide evladına Allahtan rahmet diliyoruz. 53 Cahit CESUR [email protected] SEMİHA BERKSOY İlk Türk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy 1913’te İstanbul’da doğdu. Küçük yaşlarda annesinden mimik ve jest dersleri aldı. Ortaokuldan sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Namık İsmail Atölyesi’nde resim çalıştı. 1928 yılında sınavla tiyatro okuluna alındı. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit’in şan öğrencisi oldu. 1931 yılında “İstanbul Sokakları” adlı filmde rol aldı. Tiyatro okulunu bitirdikten sonra Süreyya Opereti’nde “Asaletmeab” oyununda oynadı. 1932 yılında Darülbedayi’e (İstanbul Şehir Tiyatrosu) girdi. Cemal Reşit ve Ekrem Reşit Rey’in “Lüküs Hayat”, “Deli Dolu”, Saz-Caz”, “Adalar Revüsü” operetlerin ilk temsillerinde başarılı oyunculuğu ve sesiyle dikkati çekti. Paul Lohmann’ın İstanbul’da açtığı yarışmayı kazanarak öğrenim görmek üzere Almanya’ya gitti. 1936 yılına kadar Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümünde Clemens Schmalstich ve Paul Lohmann’ın şan ve sahne öğrencisi oldu ve okulu birincilikle bitirdi. Opera kariyerine 1934’de başlayan Semiha Berksoy, Türkiye, Almanya ve Portekiz’de sahneye çıktı. 19 Haziran 1934 tarihinde ilk Türk operası olan Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy Operası’nda Ayşim başrolünü oynadı ve Atatürk tarafından takdir gördü. Richard Strauss’un doğumunun yetmiş beşinci yıldönümü dolayısıyla sahnelenen “Ariadne auf Naxos” operasında Ariadne rolü ile Avrupa’da sahne alan ilk Türk opera sanatçısı oldu. 2. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine yurda döndü. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 50. yılında, TBMM tarafından ilk kadın opera sanatçısı olarak ‘Atatürk Opera Ödülü’ne layık görüldü. 1942 yılında Türkiye’ye gönderilen bir belge ile Berlin Yüksek Müzik Akademisi’nin sahne olgunluk diplomasına hak kazandı. Yurda döndükten sonra orkestra eşliğinde konserler verdi. Bunlar arasında, Ernst Praetorius yönetimindeki Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde verdiği konserler önemlidir. Karl Ebert’in sahneye koyduğu operalarda oynadı. 1943 yılında Berlin’de konserler verdi. 1946’da Ankara’ya dönerek Madam Butterfly başrolünde başarı kazandı. 1949’da Viyana’da konser verdi. “Kadınlar Arasında” ve “Figaro’nun Düğünü” operalarında roller aldı. 1950 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi solist sanatçısı oldu. 1951 yılından sonra rol aldığı başlıca eserler şunlardır: Cavallerie Rusticana, Yanlışlıklar Komedisi, Tosca, Köşebaşı, Elektra, Lady Frederick, Dünkü Çocuk, Bu Gece Başka Gece, Dışardakiler, Cadı Kazanı, Karayar Köprüsü, Felsefe Doktoru, Kanaviçe, Büyük Jüstinyen, Macun Hokkası, Çalıkuşu. Berksoy, ayrıca 1961 yılından başlayarak Türkiye ve yurtdışında birçok resim sergisi açtı. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. 1999’da New York City Lincoln Center’da Robert Wilson’ın The Days Before: Death, Destruction and Detroit III isimli operasında sahneye çıktı. 2003 yılında Viyana’da Samlung Esly Modern Müze’de sergiye katıldı. Türk sahne sanatlarında yarım yüzyıl boyunca başarılar kazanan ve bu alanda kültürümüze büyük hizmetler veren Berksoy 15 Ağustos 2004’de 94 yaşında hayata gözlerini yumdu. 54 ZAMAN TÜNELİ 27 Ağustos 1892 9 Ağustos 1942 New York Metropolitan opera binası yandı. J. Cleaveland Cady’nin tasarımı olan ve 22 Ekim 1883’te “Faust” ile perdelerini açmış olan eski New York Metropolitan opera binası (old met) henüz dokuz yaşındayken bir yangınla harap olmuştu. Batı 39 Cadde ile 40. Cadde arasındaki tüm bloğu işgal eden Opera Evi 1903 yılında Carrera ve Hastings tarafından orijinal çizgisinde yeniden tasarlanarak inşa edilmiş ve açılmıştı. Opera binasının salonu 3625 kişilikti ve buna ek olarak 224 adet de ayakta izlenilebilen kabin vardı. Eski Metropolitan Opera binası 16 Nisan 1966 tarihinde Soprano Zinka Milanov’un katıldığı bir jübile galası ile kapılarını kapatmış, korunması için yürütülen kampanyalara rağmen 1967 yılında da tamamen yıkılmış ve yerine 1970 yılında 40 katlı bir ofis binası inşa edilmişti. 2 Ağustos 1921 İtalyan tenor Enrico Caruso hayata gözlerini yumdu. Güçlü ve lirik bir tenor olarak tanınan Caruso, müzik yapıtlarının teknik olanaklarla çoğaltılması, konser ve opera gösterisinin özgünlüğünü kısmen yitirmesi döneminin bağladığını ilk fark eden opera sanatçısıdır. Yaptığı kayıtlarla operanın dünya çapında popülerleşmesinde önemli katkısı olmuştur. Belirgin bir sahne korkusu olan ve gereğinden fazla heyecanlanan sanatçı, bu korkusunu yenmek için aşırı miktarda içki ve sigara tüketirdi. Bu yüzden son dönemde sesi eski yumuşaklığını kaybetti. 15 Ağustos 1944 Fransız sinemacı ve soul, caz, pop şarkıcısı Sylvie Vartan Sofya’da dünyaya geldi. Dimitri Şostakoviç’in “Leningrad” isimli 7. Senfonisi Nazi kuşatması altındaki Leningrad şehrinde ilk kez seslendirildi. Do Majör Senfoni No. 7, op. 60, Dmitri Şostakoviç’in bestesini 27 Aralık 1941’te tamamladı. Leningrad şehrine adadığı eseri “Leningrad Senfonisi” olarak da bilinir. II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 900 gün Alman kuşatması altında kalan Leningrad şehrindeki direnişin sembolü olan eser, Sovyet yönetimi tarafından propaganda aracı olarak kullanılmıştı. Senfonini 9 Ağustos 1942’de kuşatma altındaki Leningrad kentinde seslendirilişi, tarihin en sıra dışı konserlerinden biri olarak kabul edilir. Gerçek adı Sylvie Georges Vartanian olan sanatçı, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, kocası Johnny Hallyday’le birlikte, Olympia ve Palais des congrès de Paris’de verdiği konserlerle dünyada adından çok söz ettirdi ve ülkemizde de geniş bir hayran kitlesine ulaşmayı başardı. Müziğe 1961 yılında Frankie Jordan ile seslendirdiği “Panne d’essence” şarkısıyla başladı ve İlk albümü “Sylvie” 1962 yılında piyasaya çıktı. Kariyeri boyunca 50’den fazla albüm yapan sanatçı ayrıca “Pod Igoto”, “Un Clair de Lune à Maubeuge”, “Cherchez l’idole”, “D’où viens-tu, Johnny?”, “Patate” gibi birçok filmde rol aldı. 7 Ağustos 1955 İlk Transistörlü Radyo satışa çıktı. Günümüz radyoları her ne kadar transistörlü olsa da geçmişte radyoların hepsi transistörlü değildi. Bu yüzden radyoyu açar açmaz çalışmaz biraz beklemek gerekirdi. Transistörün keşfiyle radyolar hemen çalışmaya başladı ve radyolar çok büyük bir teknik özelliğe kavuştu. Bu özelliğe sahip radyoların üstünde “Transistörlü Radyo” yazardı. Günümüzde çok büyük bir anlam ifade etmeyen bu özellik radyolar için yeni bir çağın başlangıcıydı. 1955 yılında Sony firmasının öncül kuruluşlarından “Tokyo Telecommunications Engineering” tarafından üretilen ilk transistörlü radyonun satışına Japonya’da başlandı. 55 ZAMAN TÜNELİ 7 Ağustos 1962 “Aşkı fısıldayan ses” Neveser Kökdeş geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Babasının sürgünde olduğu yıllarda 1904’de Drama’da doğan sanatçı Fransız okulunda piyano çalmasını öğrendi. Daha çok ağabeyi Muhlis Bahaddin Ezgi’nin yanında sanatını ilerletmek fırsatını buldu. Sesi de güzel olduğu için, aynı zamanda solistlik de yaptı. Kendine has bir tekniği olan sanatçımız Türk müziğinin geleneklerine bağlı kalmamış, kendine özgü eserler vermiştir. Bu nedenle Mesud Cemil, onun eserleri için “Neveser Musikisi” demiştir. 15 Ağustos 1969 Woodstock Müzik ve Sanat Festivali, New York yakınlarında bir mandırada 400 bin kişinin katılımıyla başladı. İnsanların kendilerini ifade etmek ve bir özgürlük düşünü gerçekleştirmek amacıyla, New York eyaletinin Woodstock kasabası yakınlarındaki geniş bir kırsal alanda bir konser düzenlenir. Festivalin ilk gecesi sahneye, Richie Havens, Country Joe McDonald, Bert Sommers, Tim Hardin, Ravi Shankar, Melanie, Arlo Guthrie ve Joan Baez çıkar. Gece yarısını geçtikten sonra müthiş bir yağmur başlar. Ertesi gün şiddetli rüzgâr ve yağmur yüzünden sahne bir süre boş kaldıysa da, gelenlerin coşkusu ve müzisyenlerin içindeki durdurulamaz özgürlük aşkıyla konsere devam edilir. Üç günlük bu festival, müzik tarihinde asla unutulmadı ve dünya tarihi bir daha böylesine kalabalık bir coşku görmedi. 20 Ağustos 1990 Amerikalı siyahi sanatçı Isaac Hayes öldü. 20 Ağustos 1980 Şarkıcı ve söz yazarı Joe Dassin geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. 1960’larda ve 1970’lerde Fransızca şarkılarıyla tanınan ABD’li şarkıcı ve söz yazarı Joe Dassin, 1950’li yıllarda ailesiyle birlikte Avrupa’ya yerleşti. 1970’larin başlarında Dassin’in şarkıları Fransa’da meşhur oldu. Fransızca ve İngilizce dışında 5 ayrı dilde şarkıları tanındı. Annesi ve çocuklarıyla tatil yaptığı Tahiti’de geçirdiği kalp krizi nedeniyle 42 yaşında hayata gözlerini yumdu. L’été indien, Et si tu n’existais pas, Le chemin de papa, Salut, A Toi, Siffler sur la colline sanatçının unutulmaz şarkılarından bazılarıdır. 56 10 Ağustos 2008 Pop Müzik şarkıcısı Ayla Dikmen kansere yenik düştü. Parla Nur takma adıyla müzik hayatına başlayan Ayla Dikmen, 1965 Balkan Melodileri Festivali’nde “Niksar’ın Fidanları” ile birinci oldu. 1970’li ve 1980’li yıllar boyunca TRT’de pek çok müzik programında yer alan sanatçı piyasaya çıkan tüm 45’likleriyle büyük başarılara imza attı. Niksar’ın Fidanları, Yanan Mum, Anlamazdın, Nereye, Aşk Defteri, Yolcu Yolunda Gerek, Çoban Pınarı, Onu Bunu Bilmem Kararlıyım ve Zehir Gibi Aşkın Var sanatçının unutulmaz şarkılarından bazılarıdır. Müzik kariyerine 1960’lı yılların ortalarında söz yazarı ve prodüktör olarak başlayan sanatçı, 60’lı yılların sonunda kendi albümlerini çıkarmaya başladı. Hot Buttered Soul (1969) ve Black Moses gibi albümleri ile şöhret kazandı ve stüdyosunun en önemli sanatçılarından biri haline geldi. 1971’de yazdığı Shaft filminin müzikleri ile Oscar, iki Grammy Ödülüne layık görüldü. Üçüncü bir Grammy Ödülü’nü de Black Moses albümü ile aldı.