pdf olarak indirmek için tıklayınız

Transkript

pdf olarak indirmek için tıklayınız
Söz: Şenol Göka
Beste - Solist: Kerem Demircioğlu
Düzenleme: Murat Tunalı
Tulum: Volkan Arslan
Supervisor: Amber Türkmen
Şenol GÖKA
TRT Genel Müdürü
ZAMANIN BOYUTLARINDA MÜZİK...
Müzik bir değil birçok disiplinle ilişki halindedir; psikoloji, matematik, fizik, felsefe, tarih, dilbilim…
Bu çok yönlü terim haliyle etrafında da birçok cephe açmaktadır. Bu nedenle her bir dönem, her
yenileniş, müziği yeni bir boyuta taşımıştır. Müziğin diğer disiplinlerle olan ilişkisinin doğal bir
sonucu olarak yeni çalışma alanlarının doğuşu, toplumların üzerinde merak uyandıracağı bir zemin
hazırlamıştır.
Müzik bir zaman sanatıdır. Tıpkı tiyatro, opera, bale hatta şiir gibi var olmak için bir zamana gereksinim
duyar. Ancak müziğin zamanla olan ilişkisi daha çok zamanı doldurmasıyla ilgilidir. Diğer sanat
dallarında, örneğin resim, heykel, grafik veya plastik sanatları ele alırsak; zaman kavramı, bakan gözün
tercihiyle sınırlı kalırken, müzikte dinleyici ve icracı zamanın içinde, müziğin gösterdiği yolda hareket
eder. Her şey müziğin süresince yaşanmalıdır. Müziğin zamana, başka bir ifadeyle, geleceğe dönük
hali, özneyi sürekli olarak gelecek zamandaki müzikal beklentilere yönlendirir. Üstelik bu beklentiler
her zaman teorik bir bilgi alt yapısı da gerektirmez. Müzik eğitimi almamış, sıradan bir dinleyicinin
de müzikal beklentiler geliştirmesi pek tabiidir. Ancak müzik eğitimi almış bireylerin, müzik dinleme
etkinliği sırasında daha farklı tepkiler verdikleri görülmektedir. Burada beklentilere ait tepkilerin; ritim,
melodi ve armonide bir sonraki adımda neler olacağına dair şekillendiği gözlenir. Yalnız bu durum
tamamen duygusal beklentiler gibi anlaşılmamalıdır. Müziğin zamanla kurduğu ilişkinin matematiksel
boyutu, bir anlamda zamanın eşit aralıklara bölünmesi mantığından farksızdır. Müziğin zamanla
kurduğu diğer ilişki boyutları da belleğin taşıdığı geçmiş, deneyimlenen an ve beklenen gelecek
arasındaki kopmaz akış çizgisini gösterir. Her duygu, her ne kadar yalın olsa da onu deneyimleyen
varlığın, bütün geçmişini ve içinde bulunduğu zamanı taşır. Anın muğlak bir şekilde deneyimlendiği,
yani akışın içinde zamanın ve mekânın net olarak algılanamadığı bir durumda, geçmişin ve anın bir
birine kenetlenmesi kaçınılmazdır. Müzikal anların oluşumunda, geçmiş her türlü deneyim kendini
gösterir. Yani geçmiş şimdiki zamanda yaşar. O halde geçmişin şimdiki zamanda yaşadığı yer olan
bellek, zannedildiği gibi geride kalan bir deneyimin saklandığı yer değil, yeniden üretildiği, dolayısıyla
şimdinin kurgulandığı yerdir. Geçmiş, zihnimizde istenildiği her an tekrar tekrar üretilebilmektedir.
Bu üretilişte ise her müziksel deneyimin her defasında farklı sonuçlar verme eğilimi doğabilmektedir.
Dolayısıyla müzik ve zaman arasındaki algısal, duygusal, bilişsel ve fiziksel her türlü ilişkinin yarattığı
sonuç, müziğe biçilen anlama eşdeğerdir diyebiliriz.
Müziğin, yaşamınızdaki tüm kıymetli anlara eşlik etmesini temenni ediyorum.
Sevgiyle ve muhabbetle…
BİR DÜNYA KONU
EVİN İLYASOĞLU
12
“İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini
gürleştirmeyi başardığında müzik de tarihini
yazmaya başladı…” Müziğin tarihsel gelişimi ve
müzik akımlarına bakış… Tarihin her sahnesinde
insanoğlunun yaratıcı gücü o dönemin yaşama
biçiminden nasıl etkilendiği üzerine keyifli bir
sohbet…
TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON
KURUMU ADINA SAHİBİ ve
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Amber TÜRKMEN
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Birsen YÜKSEL TAYMAZ
EDİTÖRLER
Figen GÖKTAŞ
Ümit DİRİCAN
Nesri BÜYÜKTURAN
GRAFİK TASARIM
Birsen YÜKSEL TAYMAZ
YÖNETİM YERİ
TRT MÜZİK DAİRESİ BAŞKANLIĞI
TRT SİTESİ A BLOK KAT 9
Tel: (312)463 32 48
ISSN 2149-7982
SAYI 13 / AĞUSTOS 2016
YAYIN TÜRÜ
Yaygın/Süreli
YAYIN TARİHİ
1 AĞUSTOS 2016
YAYIN YERİ
www.trtmuzikdairesibaskanligi.com
TRT Bir Dünya Müzik
@birdunyamuzik
[email protected]
2
ZEKİ MÜREN
16
“Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama
napayım ki zamanı bize duyuran saatin iki
siyah parmağı, akreple yelkovan, bana ‘hadi
güle güle’ diye işaret ediyorlar.” Seyircilerine
her zaman en samimi duygularla hitap eden
sanat güneşimize ait muhteşem bir yazı
dosyası…
ŞARKILARDAN
FAL TUTTUM
22
Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde; pireler berber, develer tellal
iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar
iken diyerek başlayalım hem yazıya hem
söze… Nesrin Büyükturan’dan Tarihe Müzikle
Not Düşenlere dair duygu dolu satırlar…
ALİ BOZKURT
24
TRT’de müzik programları özellikle de Türk
Halk Müziği ve Türk folkloru ile ilgili programlar
denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri o…
TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana,
müziğe ve yaptığı programlara ilişkin
deneyimlerini bizlerle paylaştı…
GENEL YAYIN YÖNETMENİ’NDEN
Bir Dünya Selam,
İSMAİL
ALTUNSARAY
28
“Türküler şahit olduğu zaman diliminin
acılarını, aşklarını, gurbet gibi yaşanan
toplumsal gelişmeleri, bunların sonucunda
yaşananları en yalın haliyle bizlere sunar…”
SİNAN CANAN
32
“Beyin olmadan zaman diye bir şeyden
bahsetmek mümkün değil… Saat dakika,
günler geceler diye saydığımız, sürekli
hesapladığımız zaman algısı, beynimizin
dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi
aslında.” Beynimizin gizemleri üzerine tadına
doyulmaz bir söyleşi…
BİR SES USTASININ 36
ARDINDAN…
Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en önemli
sazendesi Tanburi Cemil Bey’in musiki
yolculuğunu yine bir tanburiden dinlemeye
ne dersiniz… TRT İstanbul Radyosu Tanbur
sanatçısı Refik Hakan Talu’nun kaleminden
etkileyici bir yazı…
BENİMLE OYNAR
MISIN?...
40
İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını alıp
kendisiyle harmanlayan ve folk müziğimizle
şiirsel bir anlatımı iç içe sıkıştırıp müziğin
en naif halini bizlere sunan, büyük ozan ve
sanatçı Bülent Ortaçgil’e dair… Rahmi Mert
Özcan’ın Müzik Kutusu’nda…
Yayın hayatımıza başladığımız ilk günden bu yana müziğin tüm zenginliklerini bir arada sunmaya çalıştığımız
yeni bir sayımızla daha siz değerli okuyucularımızla
birlikteyiz. Dergimiz adına dolu dolu geçen bir senenin
ardından, sizlerin de desteğiyle, adımlarımızı beraber
atmanın heyecanı ve mutluluğu bizlere doğru yolda
ilerlediğimizi hissettiriyor.
Her ay olduğu gibi Ankara Radyosu spikerlerinin gönüllü
olarak seslendirdiği, teknik personelinin de gönüllü katkılarıyla hazırladığımız sesli dergi CD’si bu ay da görme
engelli okurlarımızla buluştu.
Bu ay “Müzik Zaman İçinde” başlığıyla yola çıkarak, zamanın boyutları içerisinde müziğin gelişimini irdelemek,
zaman kavramının müzikle yan yana geldiğinde nasıl bir
etki yarattığını, farklı yönleriyle ele almak istedik. Zaman
mı müzik içinde, yoksa müzik mi zaman içinde akıyor?
Tarih hızla geçip giderken müzik nerede duruyor? Yoksa
hiç durmadan yol mu alıyor? Bu sorulara ve daha fazlasına cevaplar aradığımız, heyecanla okuyacağınız bir sayı
daha olacağına inanıyoruz. Müzik ve zaman ilişkisinin
yakınında olan bir isim; bir piyanist ve akademisyen Evin
İlyasoğlu, müziğin evrimleri ve müzik akımları üzerine
görüşlerini keyifli bir söyleşide Ümit Dirican’la paylaşırken,
Figen Göktaş bulunduğu zamana adını “Sanat Güneşi”
olarak altın harflerle yazdıran Zeki Müren dosyasıyla, sanatçının sanat yaşamına dair renkli hatıralarına götürüyor. Nesrin Büyükturan “Şarkılardan Fal Tuttum” yazısında
sizi zamanın ritminde, müziğin büyülü mısralarında dolaştırırken aynı zamanda Neşet Ertaş ekolünün yeni kuşak
temsilcilerinden ve Anadolu Halk Kültürü’nün mirasını
gelecek nesillere taşımaya çalışan TRT İstanbul Radyosu
THM sanatçısı İsmail Altunsaray’la da bir söyleşi yaptı.
TRT’de müzik programları, özellikle de Türk Halk Müziği ile
ilgili programlar denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri
olan TRT prodüktörlerinden Ali Bozkurt zamana, müziğe
ve programlarına ilişkin deneyimlerini keyifli bir sohbette
Nesrin Büyükturan’a aktardı. Türkiye’deki beyin ve sinirbilimleri araştırmalarının en renkli isimlerinden biri Prof.
Dr. Sinan Canan, etkileyici, bir o kadar da aydınlatıcı bir
sohbette Ümit Dirican’a beynimizin işleyişinden, zaman
algısından ve bunların müziğe olan etkilerinden bahsetti.
Müzik tarihimizin en önemli sazendesi Tanburi Cemil
Bey’in musiki yolculuğunu TRT İstanbul Radyosu Tanbur
sanatçısı Refik Hakan Talu kaleme aldı.
Radyo-3 Sesli Kütüphane köşemizde bu ay Kadir Özdemir
Kültürlerin Macerası programıyla konuğumuz oldu. Daimi yazarlarımızdan Rahmi Mert Özcan Müzik Kutusu’nda
Bülent Ortaçgil’le bizi karşılarken, Reşit Saraçoğlu “Aşk
Var” diyor ve yine zaman onunla keyifle akıyor… Murat
Örem Ümit Yaşar Oğuzcan’a dair duygulu yazısıyla,
Feridun Ertaşkan ise Zamanın Aynasından adlı hem
konumuza, hem de dergimizin ilk yılına özel yazısıyla
bizimleydi. Klasik albümler ve Albüm Ekşisi ile Murat
Ekşi’nin yeni yorumları bizimleydi. Gel Zaman Git Zaman
köşesinde ise Kubilay Dökmetaş Avni Özbenli’yi andı.
Cahit Cesur’la müzik tarihine yolculuk, haberler, konserler, kitaplar dergimizin sayfalarında sizleri bekliyor.
Eylül sayımızda görüşmek dileğiyle. Müzikle kalın…
Amber TÜRKMEN
3
Işıl German hayatını kaybetti…
Genç dansçılar
yarıştı…
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün iki yılda bir düzenlediği ve
genç dansçıların uluslararası platforma taşınmasına fırsat yaratan Uluslararası İstanbul Bale Yarışması ve Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu.
Festivalde sekiz bin euroluk büyük
ödül, Kazakistan’dan katılan Bahtiyar
Adamzhan’nın oldu. Kazakistan’dan
yarışmaya katılan Assel Askarova da
büyükler kategorisi kızlar birincisi,
Türkiye’den katılan Mehmet Batur
Büklü ise büyükler kategorisi erkekler
birincisi olarak dört bin Euro’nun sahibi oldular.
Küçükler kategorisi kızlar birincisi
Türkiye’den Katılan Oben Yıldırım ile
küçükler kategorisi erkekler birincisi
Rusya’dan katılan Dmitrii Vysubenko
ise üç bin Euro almaya hak kazandı.
“Türksoy Özel Ödülü” ise Türkiye’den
katılan Yılmaz Berkay Günay’ın oldu.
4
Biliyorum Sensin O, Aşkın Kaderi, Ağlıyorsam Sen Aldırma gibi 1970´li yılların
hit şarkılarına imza atan Işıl German, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi.
Ankara Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Bale Bölümü´nden mezun olan Işıl
German, müzik yaşamına 1972 yılında Ankara´da sahneye çıkarak başladı. Daha
sonra İstanbul’a gelen sanatçı, burada plak çalışmalarını tamamladıktan sonra
yine Ankara´ya döndü. 1975 yılında ilk plağını çıkaran sanatçı, bir yıl sonra Aşkın
Kederi adlı şarkısıyla çıkış yaptı. 1979 Eurovision yarışması elemelerine katıldı.
Sanatçı en son 1981 yılında bir filmde oyunculuk ve film müziği yaptı.
Sting Antalya’da esecek...
Müzik dünyasının efsanevi isimlerinden Sting, 9 Ağustos’ta Expo 2016
Antalya’da hayranlarıyla buluşacak. İngiliz müzisyen, şarkı yazarı, aktör ve
filantropist olan Sting, solo kariyerinde yaptığı “Englishman In New York”,
“Shape of My Heart”, “Mad About You” ve “Desert Rose” gibi klasikleşmiş
birçok parça ile müzikseverlerin kalbinde taht kurmuş sanatçı Türk müzikseverlerin de yakından takip ettiği müzisyenlerden birisi. Kariyeri boyunca
pek çok ödül alan şarkıcı, 16 kez Grammy Ödülü, 3 Brit Ödülü, 1 Altın Küre,
1 Emmy ve En İyi Orijinal Şarkı dalında 3 kez Akademi Ödülü sahibi...
BİR DÜNYA HABER
Bowie’nin özel koleksiyonu sergilenecek…
69 yaşında kansere yenik düşen efsanevi
İngiliz müzisyen David Bowie’nin 13 milyon sterlin değerindeki özel sanat koleksiyonu 20 Temmuz itibarıyla sanatseverlerle buluşuyor. Bir döneme damgasını
vuran unutulmaz şarkıları kadar olağanüstü kostümleri ile de her zaman konuşulan Bowie’nin, aralarında Damien Hirst
ve Henry Moore’un da işlerinin yer aldığı
sanat koleksiyonu Londra’dan başlayarak
Los Angeles, New York ve Hong Kong’ta
sergilenecek. Tasarıma dair ilgi alanlarını
yansıtan yüz parça mobilyanın da dahil
olduğu tüm koleksiyon Kasım ayında
da mezata çıkacak. Toplam meblağın on
milyon pound (yaklaşık kırk milyon lira)
olacağı tahmin ediliyor ancak takıntılı
Bowie hayranları düşünüldüğünde, bu
miktar çok daha yükseğe çıkabilir.
Genç
İletişimciler ödüllerini aldı…
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu TRT’nin iletişim fakültelerinde okuyan öğrenciler arasında düzenlediği ’TRT
Geleceğin İletişimcileri Yarışması 2016’ ödülleri sahiplerini buldu.
Arı Stüdyoları’nda düzenlenen törenle radyo yayıncılığı, televizyon yayıncılığı, sesli-görüntülü haber yayıncılığı
ve yeni medya yayıncılığı olmak üzere 4 ana dal ve 17 alt kategoride yarışan genç iletişimcilere ödülleri dağıtıldı.
Gripin konserinin yanı sıra TRT sanatçılarının da sahne aldığı geceye, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın yanı
sıra TRT Genel Müdürü Şenol Göka, milletvekiller ve çok sayıda davetli katıldı.
5
BİR DÜNYA HABER
Gece Yolcuları’ndan müjde!
Gece Yolcuları grubu eski şarkıları “Meyhaneler Sen” ile Türkiye’nin ilk emoji alt
yazılı klibini yayınladı. Grup sevenlerine yeni bir albüm müjdesi de verdi. Türkiye’de ilk kez yapılan bir uygulama olan emoji alt yazısı, akıllı telefon sahipleri
tarafından kullanılan ikonlarla yaratılan bir alt yazı dili. Emojiyi evrensel yeni bir
dil olarak tanımlayan grubun bir sonraki emoji alt yazılı klibini ise dinleyicileri
hazırlayacak. Grup başvuranlar arasından en çok beğeniyi alarak yarışmayı kazanan şanslı dinleyicisi için bir de turne sürprizi vadediyor.
Waits ve Prine’e PEN’den ödül
Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) tarafından iki yılda bir verilen Şarkı Yazarlığı
Ödülü’ne bu yıl Tom Waits ve John Prine değer bulundu. Daha önce Chuck Berry, Leonard Cohen ve Randy Newman’a verilen bu prestijli ödül ile ilgili olarak
PEN sözcüsü, “Bu isimler olmadan Amerikan müziğini düşünmek imkansız, ikisi
de bu ülkenin müziği için çok önemli şarkılar üretti,” dedi. PEN Şarkı Yazarlığı
Ödülü’nün jürisinde Elvis Costello, Peter Wolf ve Bono yer alıyorlar.
6
Genç
klarnetçiden
büyük
başarı…
Mersinli genç klarnetçi Sultan İpek
Çelik, Gürcistan’da düzenlenen
5. Uluslararası Müzik Festivali’nde Türkiye’ye birincilik kazandırdı.
Farklı uluslardan genç ve yetenekli
müzisyenleri desteklemek, onlar
arasında dostane ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesi amacıyla düzenlenen festivalde, ABD,
İtalya, Rusya, Türkiye, Azerbaycan,
Ermenistan, Kazakistan, Letonya
ve Litvanya’dan pek çok genç yetenek yer aldı. Festivalde Türkiye’yi
temsil eden Mersin Üniversitesi
(MEÜ) Devlet Konservatuvarı Klarnet Bölümü lise öğrencisi olan Sultan İpek Çelik, ‘En İyi Romantik Eser
Performansı’ dalında birinci oldu.
Festivalde, Camille Saint-Seans’ın
Klarinet Sonatı ve Michelle Mangini’nin Pagina D’Album eserlerini
seslendiren Çelik, birincilik sertifikası elde etti. Çelik’in bu başarısından dolayı MEÜ Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi George
Kovziridze’ye de ‘En İyi Öğrenci
Yetiştirme Sertifikası’ verildi.
BİR DÜNYA HABER
Monopoly müzikal
oluyor…
Hemen hemen tüm dünyada büyük küçük demeden herkes tarafından sevilen Monopoly oyunu
müzikal oluyor. Amerikalı oyuncak ve kutu oyunları firması Hasbro, Monopoly üzerine bir Broadway
müzikali yapmayı planlıyor.
Popüler kutu oyunun sahne uyarlaması, benzer
projeleri içeren bir serinin ilk ürünü olacak. Hasbro,
önümüzdeki dönemde Broadway ve ABD’nin çeşitli yerlerindeki eğlence parkları, tur gemileri ve
benzer sahneler için hazırlanan tiyatro prodüksiyonları için kendi oyuncaklarını ve oyunlarını kullanacak. Monoply müzikali ise sadece Broadway için
geliştirildi.
Firmadan yetkililer müzikalin “oturup Monoply oynamak ile ilgili” olmayacağını, bunun yerine tıpkı
“Lego Filmi”ndeki gibi oyunun dünyasını yaratıcı bir biçimde keşfedeceğini söyledi.
“Monopoly the Musical”in ilk gösterim tarihi ya da kadrosunda yer alacak kişiler açıklanmadı ancak şovun hazır
olması için üç ya da dört yıllık bir süreye ihtiyaç olduğu
tahmin ediliyor.
Trump’a
Pavarotti’nin ailesinden
itiraz…
2007 yılında hayatını kaybeden ünlü tenör Luciano Pavarotti’nin ailesi,
ABD’de Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump’ın, Pavarotti ile özdeşleşen
Puccini’nin aryası “Nessum Dorma”yı seçim çalışmalarında kullanmasına
karşı çıktı. New York Times’ın haberine göre, Pavarotti’nin eşi Nicoletta ve
üç kızı, bu aryanın kullanımının durdurulması için çağrı yaptı. Avukatlarının yaptıkları çağrıda, aryanın Trump’ın seçim kampanyasında kullanılmasının utanç verici olduğunu belirttiler. Giacomo Puccini tarafından bestelenen üç perdelik “Turandot” operasının bir parçası olan “Nessum Dorma”
adlı arya, 1990 Dünya Kupası sırasındaki “Üç Tenor” konserinde Pavarotti
tarafından seslendirilmiş ve geniş kitlelerce tanınmıştı.
Hollywood’un
“görünmez
sesi” hayatını
kaybetti…
Hollywood’un ‘görünmez sesi’ olarak
tanınan Marni Nixon, 86 yaşında hayata veda etti. Şarkıcı Hollywood’un
en önemli müzikallerinde oyuncuların sesi olsa da ismi jenerikte yer
almamıştı. Nixon, ‘My Fair Lady/Benim Tatlı Meleğim’de Audrey Hepburn’ün, ‘The King and I / Kral ve
Ben’de Deborah Kerr’in söylediği
şarkıları söyleyen isimdi. Ayrıca ‘Diamonds Are a Girl’s Best Friend’de
Marilyn Monroe’nun, ‘West Side
Story’de ise Natalie Wood’un söylediği şarkıları da onların yerine seslendirmişti. Nixon’ın kanser nedeniyle hayatını kaybettiği açıklandı.
7
BİR DÜNYA KONSER
İSTANBUL
Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesi bu ay yıldızlı gecelere 5 Ağustos’ta Funda Arar ile başlıyor. Göksel,
Hande Yener, Sibel Can, Berkay, Murat
Dalkılıç, Sertap Erener, Ferhat Göçer,
Şebnem Ferah, Ajda Pekkan ve Murat
Boz, diğer sahne alacak ünlüler arasında… İspanyol şarkıcı Buica ve 2016
Eurovision Şarkı Yarışması birincisi Ukraynalı Jamala da 7 ve 17 Ağustos’ta
sahne alıyor.
Dünyaca ünlü yıldızların sahne alıp
unutulmaz konserler verdiği MASSTIVAL geri dönüyor! 8 Ağustos’ta Küçük
çiftlik Park’ta gerçekleşecek MASSTIVAL 2016’nın yıldızı SIA… Sahne şovları da şarkıları gibi oldukça renkli ve
heyecan verici olan SIA’nın özellikle
dansçılarıyla süslediği enerjik performansları izleyicilere coşku dolu anlar
yaşatıyor.
8
AĞUSTOS
KONSERLERİ
İZMİR
2010 yılında Ezginin Günlüğü grubundan ayrılan sanatçı Hüsnü Arkan, 11 Ağustos’ta Volume Alsancak’ta sahne alıyor.
Türkiye’nin önemli sanatçılarından
Zuhal Olcay, “Başucu Şarkıları 3”
isimli yeni albümünün şarkılarını
seslendireceği konseri ile 10 Ağustos’ta Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda sevenleriyle buluşuyor.
Geçen sene Zorlu PSM’de 3 gece
üst üste kapalı gişe konser veren
efsanevi sanatçı Lara Fabian tekrar
Türkiye’de… Lara Fabian 26 Ağustos’ta Çeşme Açık Hava Tiyatrosu’nda müzikseverlerle buluşuyor.
ŞEHİR ŞEHİR
12. Uluslararası D-Marin Klasik Müzik Festivali, 8 güne uzayan güçlü
programıyla bu yıl 20-27 Ağustos
tarihlerinde müzikseverleri Bodrum’da buluşturuyor. Festival İdil
Biret’in Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası eşliğinde gerçekleştireceği açılışla başlayacak. Bu gecede,
müzik dünyasının en büyük piyano
virtüözlerinden biri olan Biret’in,
üstün yorumu ile Edvard Grieg’in
piyano repertuarına kattığı başyapıtı olan La Minör Konçerto’yu dinleyeceğiz.
BİR DÜNYA KONSER
Balıkesir’de
Dalyan
Sahili’nde
gerçekleşen, “Deniz, kum, güneş ve
%100 rock müzik” sloganı ile yola çıkan Zeytinli Rock Festivali, bu yıl da
rock ve alternatif müzik dünyasının
en iyi sanatçı ve gruplarını bir araya
getiriyor. Katılımcılarına yüzde yüz
müzik, eğlence ve unutamayacakları
bir rock tatili vaat eden Zeytinli Rock
Festivali’nde 25-28 Ağustos tarihlerinde 4 gün boyunca sahne alması
kesinleşen isimler ; Duman, Şebnem
Ferah, Athena, Pentagram, Teoman,
Mor ve Ötesi, maNga, Hayko Cepkin, Feridun Düzağaç, Model, Kurban, Cem Adrian, Ceylan Ertem,
Umut Kuzey, Ceza, Zakkum, Baba
Zula, Büyük Ev Ablukada Fırtınayt,
Metin Türkcan, The Ringo Jets,
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar,
Blacktooth, Marsis, Deniz Tekin, Piiz,
Gece, Fethi Okutan, Serkan Ferat, Seher Ahmetzade.
Sevilen sanatçı Ceylan Ertem, 20
Ağustos’da Kuşadası AVM Açık Hava
Tiyatrosun’da “Amansız Gücenik”
adlı albümünden şarkılarını seslendirecek. Kardeş Türküler ve Candan
Erçetin de Balıkesir’de sahne alarak
17 Ağustos’ta Altınoluk Açıkhava Tiyatrosu’nda sevenlerine birlikte seslenecek.
9
MÜZİK VE ZAMAN
Müzik Zaman İçinde
“Var edilen her şey ‘ol’ emri yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu betini önce ruhundaki gizli köşesinden çıkaracaksın, sonra
nedenle hepsinin özünde ritim ve ton yani müzik vardır.” da ağzından. Ruhundaki ritim, müziğin de ritmi olacaktır.
I. Khanx
Kendi çıkaramadığın sesler için de enstrüman yapacaksın
çeşit çeşit. Ama o enstrümandan çıkan ses de, senin ruhuBir sesle yaratıldı yaşam. Kâinat, ses ve titreşim üzerine nun sesi olacaktır.
kuruldu. Ritim, zaman boyunca devam eden yaşamın ta Tarih öncesi çağlara ait, belki de en saf müziğe dair ipuçkendisi oldu. Denizlerin, nehirlerin, dağların, ovaların, çi- larını, mağara resimlerinde görüyoruz. Müzikbilimciler, inmenlerin, çayırların, gökyüzünün bir ritmi, müziği var. Be- san kendi sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup
denlerin de, ruhların da. Bedenin ritmi de tıpkı hayatın rit- ses yaratabilmeyi başardığında müziğin de tarihinin başmi gibidir. “Müzik ve ritim, yollarını ruhun gizli köşelerinde ladığını söylüyor.
bulurlar.” Eflatun söylemiş. Müziği ve ritmi, ruhumuzun de- Toplumun düşünüşüne, inanışına paralel dönüşen müzik,
rinlerinde yolculuğa çıkan iki yol arkadaşı olarak görmüş. antik çağlarda davetlerin, şölenlerin baş konuğu oluyor.
Ritim kimi zaman düzenli, kimi zaman düzensiz olabilir. Ortaçağ’da eski pagan alışkanlıklarına, geleneklerine sıcak
Müzik de öyle. Hayat da öyle. Düzenli ya da düzensiz ama bakmayan kilisenin tavrı dönemin müziğini de belirliyor.
mutlaka ritmik. Ninni ile uyurken bir yandan da sağa sola Şenlikli, danslı, coşkulu ritimler yerini ilahi dokunuşlara,
ritmik olarak sallanarak başlayan şey, ilk müzik deneyimi abartısız ritimlere bırakıyor. Dünyevi coşkudan uzak bin
ve hatta ilk dans eğitimi değil mi? İnsan, müziği ve ritmi yıllık bir dönemden sonra gelen “yeniden doğuş” dönemi
tüm yolculuğu boyunca ruhunda taşır. Nefes alıp verir- yeryüzünün tamamını kucaklayan bir neşe, yaşamı tasdik
ken de bir ritim var, kalp atışlarımızda da… Uykunun da, eden bir coşkuyu ve umudu serpiştiriyor hayata da müaçlığın da, susuzluğun da ritmi var. Günün, güneşin, ayın, ziğe de. Yaşanan bu altın çağın hediyesidir bize opera.
kâinatın, mevsimlerin, saatlerin velhasıl kelam her anın bir Dünya savaşları, göçler, karabasanlar çağıdır sonraki. Bir
ritmi, bir düzeni var. Ritmik aralıkların her biri bir zaman. yandan da teknolojinin, hızlı gelişmenin çağıdır. Müziği de
Buradan bakınca, müzik bir yanıyla zamanın sese dönmüş yeni çağın dilini konuşur. Her türlü sınırın zorlandığı, eğilhali.
diği büküldüğü, birçok sanat dalının birbirinin içine girdiMüziği yaşayan bir organizmaya benzetiyor müzikolog ği yılların da başlangıcıdır. Her dönem “post”uyla devam
Filiz Ali: “Zamanın akışı müziğin nabzı ile ölçülür. Sürekli eder. Tüketim merkezli toplumsal pratikler aynen müziğe
atan bu nabız, sesleri düzene koyan bir çerçevedir aynı de yansır. Üretimi de tüketimi de piyasa koşullarına göre
zamanda. Sesler, o hiç şaşmayan nabzın ve ölçünün yol şekillenir.
göstermesiyle devinirler, dans ederler. Müziğin nabzının
hangi hızda atacağını ise insanoğlu düzene koyar. Besteci Bazen deltada başlayan bir müzik türü nehirle etrafa yayıburada işe karışır. ‘Presto’ çok hızlıdır, ‘Vivace’ ise canlı, nabız lır. Siyah bir çığlık olan o tür “beyaz” bir pazarda endüstriyel
‘Allegro’ atıyorsa neşeli ve hızlı demektir, oysa ‘Moderato’ olarak üretilir. Bazen döneminin en kalabalık dinleyicisine
mutedildir. ‘Andante’ yürüyüş temposunu simgeler, ‘Lento’ sahip bir tür, küçüle küçüle bir azınlığın müziği haline gelir.
ve ‘Adagio’da artık nabız iyice ağırlaşmıştır.”
Ama hepsinin de bize söylediği ortak cümle hayatın ileriMüzik, ruhun her duygusuna, her mevsimine bir ritmi olan ye doğru yaşanıp, geçmişe doğru anlam kazandığıdır.
bir güzel dil. Şairin dediği gibi; “dillerin tükendiği yerdeki
dil.” Duyguyu sese-söze dönüştüren, sonrasında bir baş- Biz bu sayıda müziğin geçirdiği evrimi ve müzik akımlakası dinlediğinde yeniden duyguya dönüşen sihirli bir dil. rıyla başladık işe ve uzağa gitmeden Anadolu halk kültüYüzlerce yıl öncesinden gelen bir müzik, hâlâ ruhumuzda rümüz üzerinden müziğin zaman içindeki seyrine bir göz
kendine yer ve de yol buluyorsa, Eflatun’un söz ettiği mü- attık. Bu toprakların yarattığı bir büyük usta “Sanat Güneşi”
zik ve ritmin birlikte yolculuğu devam ediyor demektir.
üzerinden dönemi ve müziğini anlamaya çalıştık. Sadece
Her kültür, müzik üretmiş. Ulaşılabilen tarihin her anın- zamanda yolculuğuna değil bu süreçteki zihinsel yolculuda müzik var. İnsanın bizatihi kendisi de bir enstrüman. ğuna da değindik. Son olarak da yakın tarihimizin rengini
Müzik yapmak için çok fazla bir şeye ihtiyaç yok. Derdini estetize eden “şarkılardan fal tuttuk.” Sıradaki şarkı size gelkederini, sevincini kıvancını, aşkını inancını, özlemini gur- sin…
10
“Var edilen her şey ‘ol’
emri yani bir ses ile yaratılmıştır.
Bu nedenle hepsinin özünde ritim
ve ton yani müzik vardır.”
I. Khanx
11
BİR DÜNYA SOHBET
Zamanın Sonsuz
Yolculuğunda
Röportaj: Ümit DİRİCAN
Müzik
“İnsanoğlu bir deniz minaresine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik de tarihini yazmaya başladı.”
Henüz yedi yaşındayken piyano çalmaya başlayan Evin
İlyasoğlu, müzik eğitimine; İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda, Robert Kolej’de ve ABD Michigan Devlet Üniversitesi’nde devam etti. Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde ve 1987’den beri Boğaziçi Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi olarak görev yapmakta olan İlyasoğlu,
aynı zamanda 1991’den bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nin
Albert Long Hall Klasik Müzik Konserleri’nin direktörlüğünü üstlenmekte ve Zehra Yıldız Kültür ve Sanat Vakfı’nın
da Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürütmektedir. Akademik
müzik kariyerinin yanı sıra; TRT İstanbul Radyosu’nda 19
yıl boyunca klasik batı müziği programları ve TRT televizyonlarında da müzik söyleşileri ve dizileri hazırlayıp sundu.
Sanatçı, 1968’de Yeni Dergi Eleştiri Yarışması’nda “Salkımsöğüt” şiirini müzik yapıtı olarak incelemesiyle Birincilik
Ödülü; 1978’de Türk Dil Kurumu Radyo ve TV Dil Ödülü;
2008’de Boğaziçi Üniversitesi “Senato Özel Ödülü”; 2013’te
Paris “Société d’Encouragement au Progrés” tarafından
meslekleriyle fark yaratanlara verilen “Médallie D’honneur”, 2014’te Polonya Dışişleri Bakanlığı’nın Polonya’nın
uluslararası alanda tanıtılmasına katkılarından ötürü
“Bene Merito” Şeref Nişanı ve 2015’te ise ODTÜ Senatosu’nun “Takdir Ödülü ”’nü almıştır.
12
EVİN İLYASOĞLU
Müzik de diğer
sanat dalları gibi çağın
akışıyla şekillenen bir
sanat dalıdır.
Önce ilkel kavimlerin
yaşamlarıyla ilgili olarak
ortaya çıkmış: ninniler,
haberleşme, savaşçıya
güç verme,
büyü yapma, hastaları
iyileştirme ve tapınma
gibi temel işlevler olarak
yer almıştır.
Tüm bu ödüllerin yanı sıra sanatçının;
10 adet CD ekiyle birlikte sunulan Zaman İçinde Müzik, Çağdaş Türk Bestecileri, 71 Türk Bestecisi gibi Türkçe/
İngilizce yayınları; yine CD’ler eşliğinde sunulan Cemal Reşit Rey, Necil
Kazım Akses, Zehra Yıldız, İlhan Usmanbaş, Ayla Erduran, Bülent Tarcan,
Nevit Kodallı, Yalçın Tura, Gürer Aykal
üstüne yazdığı biyografik kitapları da
bulunmakta. Yıllar boyu yazdığı söyleşiler, portreler, değinmeleri 2014’te
Salkımsöğütün Türküsü kitabında
toplanmıştır. Ayrıca Arnavutköy’deki
çocukluk yıllarını konu alan “Teodora’nın Düşmanları” başlıklı romanı ise
Yunanca ’ya çevrilmiş ve Atina’da yayımlanmıştır.
Yoğun konser çalışmaları arasında
dergimize vakit ayıran Evin İlyasoğlu
ile Zaman ve Müzik konulu keyifli bir
söyleşi yaptık...
Müziğin evrimlerinden ve değişen
zaman içerisinde nasıl bir gelişim
gösterdiğinden bahsedebilir misiniz?
Müzik de diğer sanat dalları gibi çağın akışıyla şekillenen bir sanat dalıdır. Önce ilkel kavimlerin yaşamlarıyla ilgili olarak ortaya çıkmış: ninniler,
haberleşme, savaşçıya güç verme,
büyü yapma, hastaları iyileştirme ve
tapınma gibi temel işlevler olarak yer
almıştır. Değişen zaman içinde daha
yerleşik toplumların gereksinimlerine
ve coğrafi yörelere göre çalgılar yapılmış, destanlar, marşlar, dini ezgiler
derken, Rönesansla birlikte ortaçağın
bağnazlığına karşı doğan yaşama sevinci, dansları, dünyasal şarkıları ve
giderek çalgısal müzikleri oluşturmuş.
Tanrısal aşk ve dünyasal aşk birbirini
tamamlarken müzik yapıtlarının konuları da bunu yansıtmış. 17.yüzyılın
Barok dönemiyle müzik ve tiyatro
birleşmiş, motet, kantat, madrigal ve
nihayet opera sanatı doğmuş. Çalgılar
artık yalnız şarkılara eşlik değil, kendilerine özgü anlatım kazanmışlar; vokal biçimlerin yanısıra sinfonia, sonat
gibi biçimler doğmuş. Çağ sonundaki Aydınlanma akımıyla Klasizmin öz
denge eşitliği, herkesin anlayacağı yalın anlatımı ortaya çıkmış. Sonra sanatın her dalında burjuvaya karşı 1789
13
BİR DÜNYA SOHBET
ihtilalinin yankıları yaşanmış. Sanatçı,
kalabalık kentlerden kaçıp kendi iç
dünyasına kapanmış ve karşısında
onu hemen takdir edecek bir kitle
için değil, elbet bir gün değerinin anlaşılacağı bir kitle için beste yapmaya
başlamış. Böylece 19.yüzyılda müzik
yapısı karmaşıklaşmış, müzik biçimleri de artık kalabalık orkestrayı içeren devasa ve uzun senfonik yapıtlar
olarak ilerlemiş. Modern çağlar ise
gelişen teknolojiyi müziğe de yansıtmışlar. Elektronik laboratuvarlarda
bestelenen müzik yeni efektlere yol
açarken elektronik donanımlı çalgılar
da senfonik müzikte yer almış. Bugün
müzik akımları teknolojik gelişmeler
sayesinde uzak coğrafyalara ve tarihin
derinliklerine uzanmakta; bir yandan
da içinde bulunduğumuz çağın dilini
konuşmakta.
Müzik akımları dediğimiz şey tam
olarak neyi ifade ediyor? Müzik
akımlarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Müzik akımları zaman içindeki diğer
sanat akımlarıyla aynı doğrultuda,
insanların yaratma gücü belli doyumlara ulaştığında, ortaya çıkmıştır. Rönesans resmi perspektifi getirdiyse,
Rönesans müziği de polifoniye adım
atmıştır. Barok mimarideki yüksek
kuleler, müzik dalında daha büyük
biçimlere yol açmıştır. Yeniçağlardaki
soyutlama, müzikte de belli bir tondan kaçış şeklinde yansımıştır. Tarihin
her sahnesinde insanoğlunun yaratıcı
gücü o dönemin yaşama biçiminden
etkilenmiş, sanat akımları da böylece
doğmuştur.
Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıklarının değişmesi söz konusu
mu? Ya da müzik dinleme alışkanlığı ve kültürü nasıl kazanılıyor. Bunun belli bir yaşı veya zamanı var
mıdır?
Müzik dinleme alışkanlığı, insanın doğup büyüdüğü en yakın çevresiyle
doğrudan bağlantılıdır. Evinizde piyano çalan bir anne varsa, sürekli müzik
yayını yapan radyo kanalları dinleniyorsa, CD’lerle zenginleştirilmiş bir
müzik kitaplığına sahipseniz, doğal ki
siz de yaşam boyu bu alışkanlığınızı
14
Rönesans’la birlikte
ortaçağın bağnazlığına
karşı doğan yaşama
sevinci, dansları,
dünyasal şarkıları ve
giderek çalgısal
müzikleri oluşturmuş.
sürdürürsünüz. Bu üst düzey kültürü
olan bir ev ortamı. Ama nota dahi bilmedikleri halde, kendi aralarında çalgı
çalan, dans edip şarkı söyleyenler de
bir kültür geliştiriyorlar. En azından
müziğin ritmini öğreniyor onların çocukları da. Ne kadar küçük yaşta ve ne
kadar “soylu” müzik dinletilirse çocukların kulağı da buna alışır. Dahası var:
Şimdilerde anne karnındaki bebekler
aylarca müzik dinletilerek geliştiriliyor. Bunların çoğunun müziğe yatkın
çocuklar olarak dünyaya geldiği kanıtlanmakta. Burada ne yazık ki ülke-
EVİN İLYASOĞLU
Klasik bir sandalye,
klasik bir araba, klasik bir ceket zamansızdır.
Onlar her devirde birer başvuru kaynağı gibi
yerlerinde dururlar. Pop müzik, gelip,
geçen, parlayıp çabuk sönen, geniş kitleleri bir
anda coşturan ve modası bitiveren bir daldır.
Klasik müziğin (buna Türk sanat
müziği de dâhil) adeta bir başvuru kaynağı
olarak saklanması ve değerinin
korunması gerekir.
mizin ilköğretim kurumlarında müzik
derslerinin ihmal edilmesine çok acıklı bir konu olarak değinmeliyiz. Müzik,
küçük yaştaki eğitimle çocukları yönlendiren bir sanat dalıdır.
Sorunuzun ilk bölümünü şimdi yanıtlıyayım: Yaşa göre müzik dinleme alışkanlıkları elbette değişir. Yaşama biçiminiz, birikiminiz, elinizdeki kaynaklar
sizi her evrede yeni arayışlara sürükleyecektir. Yalnız klasik müzik değil,
pop müzikte de, etnik müziklerde de,
dinledikçe daha derine inmek, benzer
örnekleri artırmak gerekecektir.
Zaman ve müzik ilişkisi içerisinde
ele alacak olursak; klasik müzik ve
diğer müzik türlerini birbirinden
ayıran özellikler nelerdir?
Klasik bir sandalye, klasik bir araba,
klasik bir ceket zamansızdır. Onlar
her devirde birer başvuru kaynağı
gibi yerlerinde dururlar. Pop müzik,
gelip, geçen, parlayıp çabuk sönen,
geniş kitleleri bir anda coşturan ve
modası bitiveren bir daldır. Klasik müziğin (buna Türk sanat müziği de dâhil) adeta bir başvuru kaynağı olarak
saklanması ve değerinin korunması
gerekir.
Bir müzik insanı için zaman kavramı diğer insanlardan farklılık gösteriyor mu?
Evet, zamana karşı koşmak, doğru
zamanlamayı bilmek, küçücük bir zaman diliminde yapacağınız hatanın
dünyayı başınıza yıkabileceğini düşünmek, müzisyeni diğer insanlardan
farklı kılar. Müziğin matematiksel hesaplarını da unutmamak gerek.
Bu arada küçük bir not eklemek isteriz. Müzik ve zaman kavramının birbiriyle olan bu müthiş etkileşimini konu edinmişken; zamanın en önemli
unsurlarından olan tarih sahnesinde müziğe dair neler yaşandığını merak ediyorsanız, Evin İlyasoğlu ‘nun müzik akımlarını derinlemesine işlediği “Zaman İçinde Müzik” kitabına da bir göz atmanızı öneririz. Zira
müziğin dönemlere göre nasıl geliştiğine ışık tutan kitapta; Mısır ve Babil
kazılarından Ortaçağ’a, oradan Gotik Çağ, Rönesans, Reform, Barok Dönem, Romantik ve Klasik Dönem aynı zamanda 20. Yüzyıl ve Türkiye’deki
müzik akımlarına kadar çağa damgasını vurmuş tüm ayrıntıları, akıcı ve
keyifli bir anlatımla bulabilirsiniz…
15
ZAMAN VE MÜZİK
Sahnelerin
Sık Ve Zarif
Beyefendisi…
Zamana Ve Mekâna Meydan
Okuyan Ses
Zeki Müren
Hazırlayan: Figen GÖKTAŞ
“Halk sanatçıyı yaratıyor ve
yaşatıyor, sanatçı da halkı
çok saymalı,
ben 30 yıldır henüz
sahnede izleyenlere
arkamı dönmedim”
16
“Size doyum olmaz sevgili dinleyicilerim. Ama napayım
ki zamanı bize duyuran saatin iki siyah parmağı, akreple
yelkovan, bana ‘hadi güle güle’ diye işaret ediyorlar. Gelecek hafta aynı vakitte inşallah yine görüşmek üzere, hadi
Allah’a ısmarladık…”
Muhteşem sesiyle radyodan böyle sesleniyordu… Pek
çok özelliğiyle kendi zamanına sığmayan, ne zaman
dinlesek sesiyle yüreğimizi titreten Zeki Müren.
Sadece icra sanatçısı olarak değil, besteleriyle, Türk
Sanat Musikisi üzerine derin kültürüyle, Türkçeyi mükemmel kullanışıyla ve dinleyicilerine gösterdiği nadide
özeniyle her daim andığımız “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i, bu ay konuk ettik sayfalarımıza.
Kaynaklarda doğum tarihi 1931 yılı olarak görünse de
zat-ı muhteremleri 1933 doğumlu olduğunu söyler…
Bursa’da dünyaya gelen sanatçı, liseyi İstanbul’da okur.
Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Süsleme Bölümünü birincilikle bitiren Zeki Müren, girdiği bir sınavla
sanat kariyerine adım atar. İstanbul Radyosunun 1951
yılında açtığı bu sınava 186 kişi girer ve sadece Zeki Müren kazanır. Radyoya başlar başlamaz mükemmel Türkçesi ve güzel sesiyle fark edilen sanatçıya solist olarak
Cumartesi günleri 45 dakikalık emisyonlar ayrılır. Sanatçı, İlk plağı “Muhabbet Kuşu” nu da aynı yıl okur.
ZEKİ MÜREN
Bu taş plak kaydı gramofondan hafif cızırtılı sesiyle sizin de
kulağınıza geldi mi?
“Kalbimi bezlederim minnet-ü zevk-e
Dilesen dilesen dilesen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum
Sev diye sen.
Sevgimin meltemidir
Şimdi şu ruhumda esen
Ah esen…”
Müren, 1954 yılında adından çok söz ettirecek ilk filmi
“Beklenen Şarkı” da arz-ı endam eder tüm zarafetiyle. “Son
Beste” filminde ise, beyaz frak giyerek şarkı söyler Zeki Müren, siyah smokinli saz heyetinin önünde… Sonradan öğreniyoruz ki, sahnede frak ve smokin kullanan ilk sanatçı
da kendisiymiş. Çünkü önceleri saz heyeti günlük kıyafetlerle çıkarmış. Bir sohbetinde bu konuyla ilgili “saz heyeti
smokin giyince sahnelere bir güzellik bir ciddiyet geldi”
der Zeki Müren.
1957 yapımı “Berduş” filminde ise Müren’i Taksim’de tramvayın arkasına takılmış şarkı söylerken görürüz. Omzunda
boyacı sandığı ile…
“Sokaklarda gezerim güzelleri severim,
Çok hoşuma giderse gözlerimi süzerim.
Sevdadır beni yakan, var mı bana yan bakan…”
Babasına diploma almadan sahneye çıkmayacağına söz
veren Müren, diplomasını aldığı 1955 yılı 26 Mayıs’ta Küçük Çiftlik Parkta sahne almaya başlar. 1961 yılında el değiştirerek adeta küllerinden doğan ve orada sahne alan
şarkıcının assolist unvanı aldığı “Maksim Gazinosu” da,
uzun yıllar Sanat Güneşini ağırlayacaktır. Zeki Müren, pullu, payetli, tüylü, pelerinli, işlemeli kendi tasarladığı kostümler ve aksesuarlarla gazino geleneğine bambaşka bir
boyut getirir.
Maksim Gazinosu’nda aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne alan Zeki Müren, 1976’da Londra’daki Royal Albert Hall’da konser veren ilk Türk sanatçı
olur. Burada verdiği muhteşem konser sonrasında, BBC
Türkçe’de Sabih Aykolar bir söyleşi yapar Zeki Müren ile…
Kusursuz Türkçesi ve muhteşem sesiyle olduğu kadar dönemi için marjinal sayılabilecek kostümleriyle de zamanın
evvelinde ve ebedinde yer alan Sanat Güneşi, bakın bu
söyleşide kostümleriyle ilgili neler söylemiş…
“Ben 1955 yılından bugüne bütün giysilerimi, normal hayatta olsun, sahnede giydiklerim olsun onlar fantezi oluyor malumunuz kendim çiziyorum efendim. Modellerini
kendim çiziyorum, renklerini kendim seçiyorum. Bu bir
yaradılış meselesi, birazda buna ilave edilen ekol meselesi oluyor. 1955’den bu yana her sezon her şarkı için hemen hemen değişik anlam taşıyan kostümlerimi çizdim
ve giydim. Beğenildiğini gördükçe de devam ettim. Ben
smokinle de okuyorum, fantezi kostümlerle de okuyorum,
eserine göre seçiyorum bunları. Ve zannediyorum ki bu
dünyada, benden sonraki yıllarda tatbik edildi. Bu da bana
17
ZAMAN VE MÜZİK
bahtiyarlık veriyor. Mesela Liberace’yi
“Ben 1955 yılından ken “Zehretme hayatı bana cananım”
(Amerikalı piyanist şarkıcı) bana benzemısrasıyla başlayan acemkürdi şarkıbugüne bütün
tirler giysi bakımından, ben şu noktada
sı bestelediği ilk eseridir. Sanatçının
hayır diyorum. Benim 1956’da giydiğimi
“Şimdi Uzaklardasın”, “Manolyam”, “Bir
giysilerimi,
normal
60’lardan sonra Liberace giydi. Bu bir ruh
Demet Yasemen”, “Gözlerinin İçine
benzerliği olabilir. Ama ben onu görüp
Başka Hayal Girmesin”, “Elbet Bir Gün
hayatta olsun,
de onu taklit etmedim.”
Buluşacağız” gibi eserler sık sık okusahnede
giydiklerim
Sunucu, Anadolu’da verdiği konserler
nan, en sevilen şarkılarıdır.
sırasında giysilerinin nasıl bir tesir bırakyazarken, apartman topuklu
olsun, onlar fantezi Bunları
tığını da sorar sanatçıya ve…
çizmeleri ve pelerinli göz alıcı kostü“Müspet tesir ediyor. Aksi zannediliyor
oluyor malumunuz müyle “Sanat Güneşi” podyumdan
ancak şöyle oluyor; Ben Anadolu’muzun
tüm zarafetiyle şarkı söyleyerek gelikendim çiziyorum
öz motiflerinden bazı pasajlar alıyor ve
yor gibi hissettim sevgili okuyucu…
tatbik ediyorum ve Türk motifli kostümYa siz?
efendim.
”
lerim de var, yerine göre onları yerine
göre fantezi olanları giyiyorum. Hatta bazı kostümlerimi Şimdi uzaklardasın /Gönül hicranla doldu
yalnızca içkili gazinolarda giyiyorum. Yani “helva” da diyoHiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu
ruz “halva” da naçizane…’’
Zeki Müren 600’ü aşkın plak ve kaset doldurdu, 1955’te Sevda bahçelerinin /Çiçekleri hep soldu
“Manolyam” adlı şarkısıyla Türkiye’de ilk kez verilen Altın
Hiç ayrılamam derken /Kavuşmak hayal oldu …
Plak Ödülü’nü kazandı.
“Uzun yıllar bekledim, hakikat oldu rüyam
Şarkı söylemekle kalmayan sanatçı resimle uğraşır, beste
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam
yapar ve şiir yazar. 1965 yılın da Çay ve Sempati adlı tiyatro
Nazlı çiçeğimsin sen, sevdana dayanamam
da başrolde oynayarak kariyerinde zirve yapan Zeki Müren
Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam…”
Sanat Güneşi, 1991 yılında Devlet Sanatçısı seçildi. 300 oyunculuk dışında 100’e yakın şiir de yazar ve şiirlerini ‘‘Bıldolayında bestesi olan Zeki Müren’in, on yedi yaşınday- dırcın Yağmuru’’ adlı şiir kitabında toplar… Şiirlerin bazıları;
18
ZEKİ MÜREN
Kazancı Yokuş ve Kendimi Arıyorum,
Alınyazım, Çim Makası, Son Kavga,
Bursa Sokağı vb.dir.
“Halk sanatçıyı yaratıyor ve yaşatıyor,
sanatçı da halkı çok saymalı, ben 30
yıldır henüz sahnede izleyenlere arkamı dönmedim” diyen Zeki Müren
zamanın ötesinde sevilen, sayılan bir
sanatçı olmanın sırrını da satır arasında veriyor öyle değil mi?
Bir döneme damgasını vuran arabesk
akımı için de sanatçı; “Arabeske karşı
değilim ama arabeskçi de değilim”
der… Zeki Müren, gazino programlarında zaman zaman arabesk şarkılara da, hafif müzik eserlerine de yer verir ve “Türk Sanat Müziğini hiç bir etki
yozlaştıramaz, arabesk bir modadır,
geçecektir, klasikler öyle değildir. Torunumuzun torunu da dinleyecektir”
sözleriyle duygularını ifade eder.
“Sanat Güneşi” iltifatı, her sanatçıya
nasip olmayacak dile kolay ama içerikte bir o kadar derin ve ağırlığı olan
bir benzetme… Bu sıfatı kabul edip,
ölene kadar taşıyabilmek de ayrı bir
maharet gerektirir sanırım. Bu anlamda Zeki Müren birçok ilke imza atarak
övgüleri hak ettiğini her zaman kanıtlamış…
Sahnede el mikrofonunu ilk kullanan,
ilk kez podyum yaptırıp hakkını veren
(“gazinoda arkada oturanlara da aynı
oranda ulaşmak istedim onun için
podyum istedim” diyerek), her zaman
konuşulacak kıyafetler giyen (onayladığınızı duyar gibiyim), sahne performanslarında koro ve renkli sahne
ışıklarını kullanan, yine sahnede dekor
kullanarak tiyatral bir hava yaratan…
Evet bütün bunları son derece incelikle ve güvenli duruşuyla, tane tane
ağzından dökülen sözcüklerle yapan,
sahneye damgasını vuran, imzasını
atan Zeki Müren…
“Bir sanatçı eskimeden
kendini yenilemesini
bilirse halk onu daha
çok seviyor”
19
ZAMAN VE MÜZİK
Maksim Gazinosu’nda
aralıksız 11 yıl
sahne alan Zeki Müren,
1976’da Londra’daki
Royal Albert Hall’da
konser veren ilk Türk
sanatçı olur. Konser
sonrasında, BBC
Türkçe bir söyleşi yapar
Zeki Müren ile…
Müren, hayatının son zamanlarında
kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığından dolayı sahne hayatından uzaklaşır. TRT İzmir Televizyonunda kendisi
için düzenlen tören sırasında kalp krizi geçiren Sanat Güneşi, 1996 yılının
24 Eylül Salı günü hayatını kaybeder.
Mekânın ötesine geçen Zeki Müren,
ölümünden sonra tüm mal varlığını
vasiyetle Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik Vakfına bırakarak zamanın da
20
ötesinde olduğunu son kez kanıtlamıştır. Zeki Müren’in bu bağışlarıyla
birlikte 2012’ye kadar 1900’e yakın
öğrenci okutulmuş.
Yaşamı boyunca çok sevdiği halkına tüm kalbini açan Sanat Güneşi
ölümüyle de bu toprakların insanına hizmet etti. Belki zor zamanlarında çekildiği inziva sırasında sıra bize
gelmeliydi. İhtişamından öyle büyülendik ki ışığı gözümüzü aldı. Duygu
dünyası bu kadar yoğun bir insanın
çalkantılarını, naifliğini ve yalnızlığını
görmedik. Biz onu hep Mesut Bahtiyar sandık…
‘Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim
Yalnızların yalnızıyım yalnızım
Dertlilerin dertlisiyim dertliyim
Aşıkların aşkıyım aşıkım
İsmim mesut göbek adım bahtiyar
Yıllarca hep böyle bildiniz siz
Mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz”
ZAMAN VE MÜZİK
Şarkılardan Fal Tuttum
Tarihe Müzikle Not Düşenler
Hazırlayan: Nesrin BÜYÜKTURAN
Masallar onunla başlar, zamanın evvelinde pireler
berber olur, develer tellal olur, annelerin beşiğini
çocuklar sallar, zaman hiç durmadan akar koca bir
nehir gibi. Masal değil anlatacaklarımız ama âdet
yerini bulsun, zaman denen beşikte herkes mutlu
olsun. Haydi o zaman; evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde; pireler berber, develer tellal iken,
ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken diyerek başlayalım hem yazıya hem söze.
Ezeli bir geçmişle ebedi bir geleceğin arası bugün.
Her nefes, geleceğe atılan bir adım. Zamanın içinde
önce yer sonra yol aldığımız şeyin adı da hayatın ta
kendisi. Ağlayarak başladığımız yolculukta hayat su
gibi akacak ve nasıl ki her nehir bir ummana karışır,
hayat da bir gün o sonsuz umman da yeniden başlayacak. Dualarla başlayan hayat yine dualarla ummana karışacak. Ol vakit kaybetmeden ninnilerle
başlayan hayatın içindeki müziğe, zamanın ritmine
bırakalım kendimizi Yahya
Kemal Beyatlı’dan yardım alarak; çünkü zaman, şairin de şiirin
de baş tacıdır:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
(Sessiz Gemi)
Her ne kadar ölümü hatırlatsa da, Ada’dan ayrılan
sevgilinin ardından yazılan bu şiir, 1970’li yıllarda Hümeyra’nın sesinden yerleşir kulaklarımıza. Fransızca bir
şarkının (Sans Toi Je Suis Seul) bestesine Yeşil Giresunlu
adapte eder sözleri, Hümeyra (Akbay) seslendirir.
Şiir önce bestecisini, sonra icracısını bulur. Bazen de
hepsi aynı isim olur.
Zamanın oyunlarını çözmeye çalışır dururuz. Peşinden
koştukça yetişme ihtimalimizin azalacağını biliriz. Dinleyecek ne çok şarkı, okunacak ne çok kitap, yaşanacak
ne çok zaman var deriz. Belki bu eli kalbinde koşturmacanın ilacı da oyunda, müzikte gizlidir. İşte o şarkılardan birinde Fikret Kızılok, zamanın sözcükleriyle
oynuyor.
Bir gün olsun unutunca
Dışımda kalıyorsun
Oysa seni düşününce
İçime sığmıyorsun
Zaman zaman o zaman
Zaman zaman o zaman.
Ömür dediğin şey hem çok uzun hem de çok kısa olunca, güfteciler de besteciler de zamanı durdurmak için,
daha doğrusu zamana bir iz bırakabilmek için sözcüklere, notalara sığınmışlar, tıpkı İlter Yeşilay güftesi, Bilge
Özgen bestesinde olduğu gibi. Zeki Müren ne güzel
söylerdi:
21
ZAMAN VE MÜZİK
Ne güzel sözleri okurken fark
etmeden şarkıyı mırıldanmaya başlamak. Ne güzel güfteler, besteler dolmuş içimize. Hem bir sevinç, hem
nezaket hem de biraz geç
kalmışlık yok mu sözlerde?
Müzik yaşayan bir organizmadır. Zamanın akışı da müziğin
nabzı ile ölçülür ya belki de ölçülen tam da yaşamın nabzıdır aslında.
Zamanın nabzı, yazın ritminde atar,
güzün, baharın ritminde, hem gençliğin hem yaşlılığın ritminde atar. Müzik
bu ritimleri tutar, yol gösterir, dilimize tercüme eder. Fuat Edip Baksı’nın
sözlerini, Selahattin Pınar bestelemiş.
Nesrin Sipahi’nin sesinden yer etmiş
kulaklarımıza. Yaşamın her mevsimidir
anlatılan.
Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz
İçimde uyanan eski bir arzu
Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler,
Olsun bana seninle geçen yıllarım yeter,
Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok
mu,
Ömür dediğimiz şey küsecek kadar
çok mu?
Geçmiş zamanı özlemle yâd edenler
de kâğıda kaleme sarılıp önce söz,
sonra sese dökmüşler zamanı. Geçmişin sitemi de özlemi de yer bulmuş o
şarkılarda.
Ağla çeşmim eski lezzet kalmamış
peymânede
Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede
Ey gönül âlem değişmiş gayrı feryad
eyleme
Nerde saki ehli dil yok meclis-i mesthanede.
Cahit Öney’in bu güftesini, udî Selçuk Kurt bestelemiş. Yeri gelmişken;
TRT’nin şarkı anonsları ne güzeldir, ne
22
özeldir. Söz yazarını, bestecisini, icracısını, makamını ince ince, nezaketle,
saygıyla anons eder sunucu. Sonra
radyodan içinize akar zamanın müziği.
Zaman bir şeyleri geride bırakırken,
bir yandan da geleceğin ümididir. O
umudu kanatlandırmak için de elbet
bir şarkı vardır. Sözlerin coşkusunu,
bestesinde sese çeviren muzip bir şarkı; ‘Bir Gece Ansızın Gelebilirim.’ Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirini, Rüştü Şardağ
bestelemiş. Yaşar Özel’in
eşsiz sesinden dinledik.
Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim.
Dedi ki yıllardır aradığın bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu ah
Daha önceleri neredeydiniz?
Şair dediğin hem korkusuz hem uykusuz olur. “Ve saatler gecikmiş
zamanları” çalarken, sevgilisini düşünür. Yine
bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiirini, yine
Rüştü Şardağ bestelemiş:
Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa
Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa
Bil ki seni düşünüyorum.
Zamana karşı bitmeyen aşkın sözünü
vermiş Enis Behiç Koryürek. Erol Sayan
da bestelemiş. Bizim hanemize de sevmek düşmüş bu şarkıları:
Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar /Zaman sanki bir rüzgâr ve bir
su gibi aksın / Sen gözlerimde bir renk
kulaklarımda bir ses / Ve içimde bir nefes olarak kalacaksın
Şarkıya türküye nefes verenlerden Allah razı olsun. Rahmeti bol olsun Kazancı Bedih’in sesine sığındığımız zamanlar çok olmuştur. İşte O’nun sesi,
tükenen bir ömrün ahı, yeni bir hayatın
başlangıcı:
Tükendi nakdi ömrüm,
Dilde sermayem bir ah kaldı
Derun-i derdimi lokman’a gösterdim
Dedi eyvah bu derdin defunine çare
Hakiki bir ilah kaldı.
Gözümüzün yaşı, gönlümüzün neş’esi,
aşkımızın başköşesi Neşet Ertaş, sevgisiz, sevgilisiz bir an yaşamadan türkülerini bıraktı zamana, evvelden ahire…
Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin.
Ahmet Rasim evden çıkarken, eşi hanımefendi, “sakın geç kalma, erken gel”
der eşine. Dostlarıyla muhabbet uzar
ve Ahmet Rasim karısının ricasını söyler muhabbet masasında. Sözler orada
yazılır, masada olan Tatyos Efendi besteler, hep beraber Ahmet Rasim’in evine gidilir. Saz takımıyla birlikte şarkı ilk
olarak evin pencerelerinin altında seslendirilir. Tuncel Kurtiz’den dinlemiştim
bu şarkının hikâyesini:
Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel.
Söz zamandan açılmışken Münir Nurettin besteleri unutulur mu? Yahya
Kemal Beyatlı’nın Rindlerin Akşamı
şiirini ölümsüzleştiren, yüreğimize kazıyan müthiş beste. İnsana şarkı söyleten şairler var ne güzel. O zaman hep
beraber:
Ah, dönülmez akşamın ufkundayız
Vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm
Nasıl geçersen geç.
İnsan yaşadıkça şarkı söyleyecek, müzik dinleyecek. Hep beraber söyleyelim
şarkılarımızı. O zaman Bir Dünya Müzik
okurları için gelsin bütün şarkılar.
23
BİR DÜNYA SOHBET
Anadolu’nun
Kadim Sesi
Ustalarının Yolunda Bir Büyük Usta:
Ismail Altunsaray
Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN
Duygular vardır bedene dar gelir. Büyür büyür de sanki tüm gökyüzünü
yutmuşsunuz gibi nefes alamaz duruma getirir. Bazen ruhunuz o kadar
kendi içine kapanır ki bedenin yılankavi sokaklarında kaybolur, gökyüzünü
görecek küçücük bir pencere arar durur. Bazen her şeye geç kalmışsınızdır.
Avcunuza bakarsınız parmaklarınızın
arasından kum gibi süzülürken zaman. O ara kardeşiniz İsmail Altusa-
24
ray’dan bir türkü paylaşır sosyal medya denen mektupla ta uzaklardan.
Dokunamadığınız saçları, annesinin
deyimiyle “ipek gibi savrulur”... Ruhunuz orta yerinden yırtılıverir... Ruhunuz yolunu bulmuştur. Çünkü kendini
anlatan dili bulmuştur. Bu öyle bir dil ki
kadim zamanlardan beri biriktirilmiş
tüm sesleri içerir işin ve ruhun ehlinin
elinde. İşte biz de Anadolu halkının diline tercüman olan, içinde birden çok
ustanın ruhunu, sesini taşıyan bir sanatçıyla İsmail Altunsaray’la konuştuk
bu kadim dili.
Bu ayki konumuz; “zaman ve müzik”. Bu doğrultuda türkülerde ‘zaman’ nasıl işler?
Zaman, her daim müziğe yön veren
ana unsurlardan bir tanesi olmuştur.
Ben bu konuya kendi alanım türküler
üzerinden değinmek isterim. Türküler,
yaşanılan çağa göre şekillenir. Türküler
İSMAİL ALTUNSARAY
şahit olduğu zaman diliminin acılarını, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş gibi Okullusunuz ama alaylı tavrı taşıaşklarını, gurbet gibi yaşanan toplum- büyük ustaların vârisi, abdal gele- yorsunuz. Bunları bir potada nasıl
sal gelişmeleri, bunların sonucunda neğinin günümüzdeki en iyi temsil- eritiyorsunuz, bu iki hâlin birbiriyle
yaşananları en yalın ve en derin haliyle cisi olarak görülüyorsunuz. Aradaki kaynaşması nasıl oluyor?
bizlere sunar. Dolayısıyla şahit olduğu bu kadar zaman farkına rağmen Bu soruya cevap vermeden evvel
doğduğum topraklara ve o yıllardaki
çağın yaşam iklimine göre gerçek ha- aynı ruh nasıl devrediyor?
yat hikâyelerinin ruhunu ortaya koyar. Öncelikle Muharrem Ertaş ve Neşet gelişimime kısaca değinmek isterim.
Bu nedenle “Müzik ve Zaman”ı birbirin- Ertaş gibi ruhunu dünyaya bâki kılmış 1980 yılında Kırşehir’de doğdum ve 17
bütün ustalarımı saygı ve rahmetle yaşıma kadar orada yetiştim. Marmara
den ayırabilmek mümkün değildir.
Kimisi yüzlerce yıl önce yakılmış anıyorum. Başlangıçta şunu söylemek Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nolan türküleri bugün aynı duygu- istiyorum, ismimin büyük ustalarla de okuduğu yıllarda (1992) ablam, İsbirlikte anılması benim için tarifsiz bir tanbul’da bir müzik mağazasına, bana
larla dinlememizi sağlayan nedir?
Türküleri diğer türlerden ayıran en be- onur ve mutluluk. Ancak bu “vâris”lik hediye etmek için bir keman almaya
lirgin ve en değerli özelliktir bu. Örne- konusuna değinmeden edemeyece- giriyor. Kendisine elindeki parayla sağin Karacaoğlan’ın 16. yüzyılda yazmış ğim. Kimse kimsenin “veliahtı”, “vârisi” dece bağlama alınabileceği söyleniyor
ve benim de bağlama ile tanışolduğu mısraların yaşadığımız
mam bu hikâyeyle başlıyor. 12
Türkülerin en önemli özelliği
çağda da aynı duygularla dinyaşımda kendi olanaklarımla
lenmesi ve sahiplenilmesi,
doğal
olmasıdır.
Doğayla
hemhâl
ilerlemeye başladığım enstrühatta asla sahiplenilme kaygısı
manım ile 17 yaşıma kadar “alaytaşımadan üretilmiş olması, bu
olmamış bir insanın doğal
lı” diye adlandırdığımız yetişme
kadim ve bekasından asla ödün
modelinin içinde bulundum. Bu
vermeyen geleneğin ne denli olabilmesi ve türkü yakabilmesi
süre içerisinde abdallık gelenegüçlü olduğunu bizlere açık bir
mümkün
değildir.
ğinin içinden gelen birçok usta
biçimde göstermektedir. Muhtevasını yaşanılmış hikâyelerden alan, asla olamaz. Herkesin kendine ait bir ile meşk etme olanağı buldum. Hâlâ
bünyesinde yalan barındırmayan, kök- tavrı, lezzeti, rengi, dokusu vardır. Dola- da performans alanlarının en değerlisi
lü edebi geçmişini geleneksel ögeler- yısıyla kimsenin bu kıymetli ustalarımı- olduğuna inandığım düğünlerde, bu
den ödün vermeden güncelleyen bu zın yerini doldurması mümkün değil- ustaların gönüllerinden faydalandım.
kadim kültür, varlığını dünya var olduk- dir. Merhum büyük usta Neşet Ertaş’ın Gerek icra, gerek gönül, gerekse vücut
ça sürdürecektir. Türküler, bu toprağın bu konuyla ilgili çok yerinde bir sözü dili olarak onların derinliklerine şahit
vardır. “Gölgeye girenin gölgesi olmaz” oldum. Daha sonra 1997 yılında kulakinsanının ta kendisidir.
Toplumun belleğini oluşturmada, der büyük usta. Bizler daima bu büyük ları çınlasın saygıdeğer müzik öğretkültürümüzün dünden bugüne ak- ustaların yakmış olduğu ışıktan yolu- menim Adil Yenidünya’nın emekleriyle
tarılmasında türkülerin işlevi nedir? muza devam etmeliyiz, edeceğiz de konservatuvar sınavlarına hazırlandım
Aslında geçmiş yüzyıllarda türkülere ancak gölgesinde kalmadan. Aynı ru- ve aynı yıl İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet
konu olmuş kavramlar hâlâ değişmiş hun devrettiği bu kültür, usta-çırak iliş- Konservatuvarı Temel Bilimler Bölüdeğil. Belki günün şartlarına göre nasıl kisinin ne yazık ki geçmişteki gücünü mü’nü kazandım. İşin bilimsel tarafına
yaşandığı değişiyor olabilir ama teme- koruyamamasıyla beraber, eski gücü- yeni bir adım atmıştım ve okuldaki
linde duygular aynı… Aşk, acı, hasret, nü yitirmeye başlamış ve bu işe gönül birçok öğretmen ve özellikle öğrenci
gurbet, göç gibi kavramların hâlâ var veren insanları sosyal medya unsurla- arkadaşlarımın bilgilerine nail oldum
olduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanoğlu rına mecbur bırakmıştır. Ben ve benim ve kendimi akademik ve bilimsel olavar oldukça da bu kavramlar yaşamaya çağdaşım meslektaşlarım Neşet Ertaş’ı rak geliştirmeye çalıştım. Lisans eğitidevam edecek. Dolayısıyla geçmişte algılayabilecek akil baliğ çağlarımızda mim bittikten sonra Haliç Üniversitesi
yakılmış olan bu türküler, toplumda ustanın gönlüne şahitlik ettik. Bizler Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Müziği
zaten sağlam bir bellek oluşturmuş ve kadar şanslı olmayan nesiller kapıda. Anasanat Dalı yüksek lisans eğitimimi
oluşturuyor. Ancak bunun sürekliliği- Dolayısıyla şartların eski olgunluğunda tamamladım. Bu yılların tamamını sahnin sağlanabilmesi için, küreselleşen olmamasını ve birçok riski göz önün- ne ve stüdyo ortamlarında enstrümadünya şartlarında bu devamlılığı sağ- de bulundurduğumuzda, geleneksel nist olarak birçok sanatçıya eşlik edelayacak sağlam devlet politikalarına çalıştayın elzem bir şekilde hayata ge- rek geçirdim. Arkadaşlarımın ve çok
ihtiyaç duymaktayız. Ben kendi adıma çirilmesinin, bu kültürün menfaatine kıymetli öğretmenlerimin baskısıyla
acilen bu gibi durumlar adına çalıştay- atılacak en sağlam adım olacağını dü- albüm yapma kararı aldım. O zamana
kadar kulağıma ve gönlüme dolmuş
şünüyorum.
lar başlatılmalı diye düşünüyorum.
25
BİR DÜNYA SOHBET
olan her ayrıntıyı sizin de değindiğiniz
gibi aynı pota içerisinde eritmeye çalışıp insanlara sunmaya kendimi hazırlamıştım artık. Konservatuvar eğitimim,
alaylı geçmişimi bilimsel anlamda analiz edebilmeme ve müziğe başka bir
pencereden bakmama yardımcı oldu.
Bilimin ışığında, geleneğin derinliğinde yeni bir yol çizmeye çalıştım kendime ve bu zorlu yolculuk, yaşadığım
müddetçe bana yeni şeyler öğretmeye devam ediyor.
Zaman içinde hareket etmeyen, zamana uymayan bir müzik türünün
yaşaması mümkün müdür? Eskinin
ve yeninin dengesi ne olmalı?
Türü ne olursa olsun, sanatsal derinliğe
erişmiş bir eserin yaşamaması mümkün değildir. Bu tür eserler popüler
26
olma kaygısı taşımadan üretilmiş ve
kendini zaman, madde, popülizm gibi
kavramlardan bağımsız kılmış, soyutlamışlardır. Hatta bu bahsettiklerimizi
dahi düşünmemişlerdir... Bana göre bir
eserin ölümsüz olabilmesi için iki şeye
ihtiyacı vardır; “doğruluk ve derinlik”. Bu
iki özellik eseri her çağda kıymetli kılar.
Bu noktada da eski ve yeninin bir önemi yoktur.
Yaşam şartları değişiyor, algılar değişiyor, zevkler değişiyor ama sizi
dinleyenler arasında çok genç müzikseverler de var bunu neye bağlamalıyız?
Yaptığınız işi sahiplenen birçok insan
modeli var ve bu insanlar olgunlaştıkça daha derin sanat anlayışına yöneliyor ve benimsiyor. Gençleri derin
Bu kadim kültür,
varlığını dünya var
oldukça sürdürecektir.
Türküler, bu toprağın
insanının ta kendisidir.
muhtevaya sahip bir sözlü kültür alanına çekmek gerçekten çok zor bir iş.
Hem onların beğenisine hitap etmek
hem de yaptığın iş adına doğruyu yapmak gerekiyor. Aslında burada sonuç,
sizin neyi tercih ettiğinize bağlı olarak
ortaya çıkıyor. Az önce bahsettiğim ve
benim de benda fark edilmesi sadece
ustalarımızın başarısıdır. Bize düşen de
bu devraldığımız geleneği yozlaştırmadan, sadakatle sürdürmektir. Eserde
verilen duygu derin ve doğruysa, geçmişte de şimdi de hedefine ulaşıyor ve
yaşı da olmuyor.
Türküleri besleyen toplumsal koşullar değiştiği için mi yeni türküler
üretilmiyor?
Türküleri besleyen en önemli unsurlardan bir tanesi de doğadır. Küreselleşen dünya şartlarında, bütün dünya
ülkelerinin ekonomik ve sosyal olanaklarını büyütebilmek adına yaptığı girişimlerin tamamı doğaya ve Dünya’ya
geri dönüşü olmayan zararlar veriyor,
vermeye de devam ediyor. Örneğin bir
kutup ayısını çölün ortasına koyduğunuzda orada yaşamasının imkânı yoktur. İnsanoğlunu doğadan ne kadar
ayırır, onu kendi ikliminden ne kadar
uzaklaştırırsanız, onu kendinden ve
dünyadan o denli uzaklaştırırsınız. Böyle bir atmosferde aşk, sevgi gibi türkülerin yakılmasına konu olmuş kavramlar da yok olup gider ne yazık ki...
Dolayısıyla bizim türkü yakabilmemiz
için kendi iklimimizde ve doğamızda
olmamız şarttır. Türkülerin en önemli
özelliği doğal olmasıdır. Doğayla hemhâl olmamış bir insanın doğal olabilmesi ve türkü yakabilmesi mümkün
değildir.
Müzik, kültürel bir miras. Bu mirası
korumanın ve aktarmanın yanı sıra
çoğaltarak, zenginleştirerek aktar-
İSMAİL ALTUNSARAY
“Doğruluk ve derinlik”
kavramlarını tercih eden
ve özünde barındıran
genç nesillerin artması,
ışığından yürüdüğümüz
ustaların ruhlarını şâd
edecektir.
mak da müzisyenin sorumluluğu
değil mi? Mirası aktarmanın ötesinde zenginleştirme konusunda
neler yapılmalı ve siz neler yapıyorsunuz?
Öncelikle bizim bu mirası koruyabilmemiz için çok sağlam devlet politikalarına ihtiyacımız var. Bu kültürü korumak adına TRT ve Kültür Bakanlığı gibi
kurumlar, şimdiye kadar birçok uygulamayı devreye sokmuş, birçok girişimde bulunmuştur. Bunların bir kısmı etkili ancak büyük bir kısmı da beyhude
olmuştur. Ancak günümüz şartlarında
birçok farklı tedbirlere ihtiyaç duymaktayız. Bununla ilgili yapılacak geleneksel çalıştay, bu kültürü korumak ve
yeni nesillerin üretimlerini bu kültüre
kazandırmak adına, devrim niteliğinde
bir girişim olur, İnşallah da olur. Tabii ki
bu kadar problemi devlet politikalarının eksikliklerine yormak yerine kişisel
çabalarımızı arttırmaya çalışmak yerinde olacaktır. Yeni üretimler yapıp bu işi
daha da zenginleştirebilmek için ise yineleyerek söylüyorum, bilimin ve aklımızın ışığında geleneğin derinliklerine
uzun yolculuklar yapıp, gönlümüzü,
dimağımızı bu zenginliklerle doldurmalıyız. Aksi takdirde bir hapishane avlusunda volta atan mahkûmlar misâli
aynı avluyu döner döner dururuz.
Yeni denemeler konusunda ne düşünüyorsunuz?
Geleneksel değerlere ve derinliklere
bağlı kalınmalı ancak, geleneğin etik,
edebi ve müzikal ögelerine dair sınırların ihlâl edilmediği, yoruma ve özgürlüğe açık bir icra gelişmeli diye düşünüyorum. Gelenek kelimesi ismini
nereden almıştır diye araştırdığımızda,
“gelene ek” anlamını taşıdığını görürüz.
Kendinden önce gelen Usta’nın ürettiğine katkıda bulunmak, gerçeğe yeni
bir bakış kazandırmak gibi anlamlara
ve derinliğe sahip olan ismiyle müsemma bu kelime, geçmiş ile geleceği
harmanlayarak, yeni, kalıcı ve kadim bir
gücün varlığını ortaya koyuyor.
Buna bağlı olarak, müziğin ticari bir
faaliyet konusu olması, bir bozulmaya-yozlaşmaya yol açıyor mu?
Aslında dejenerasyon maalesef kültürümüzün her alanında mevcut. Anadolu halk kültürünün bütün unsurlarına sirayet etmiş bu tehlikeye elzem bir
şekilde “dur” demek zorundayız. Bütün
yörelerimizdeki türkülerimizden tutun da halk oyunlarına, giyimimizden
tutun da dilimize ve hatta bir kısmını
kaybetmenin eşiğine kadar geldiğimiz halk şairleri, töre ve törenler gibi
sayısız folklor unsurunu bu tehlikeden
kurtarmak bizim vatani görevlerimizin
başında geliyor. Ben özellikle kendi
yörem için de buna bir örnek vermek
istiyorum. Orta Anadolu’nun tamamında, varlığını tüketime dair ürünler
sunarak sürdüren, hiçbir edebi değere
ve alt yapıya sahip olmayan, yakışıksız
dost meclislerinden etrafımıza kontrolsüzce saçılan, ayrıca geniş kitleler tarafından kabul görmesi, ticari getirisi ve
kamu denetiminin yoksunluğundan
aldığı cesaretle kültürümüze yaptığı
her türlü müdahaleyi kendine hak gören, müzikal olaraksa icra, entonasyon
ve geleneksel form bilgisi vb. ögelerden olabildiğince uzak bir “müzik türü”
empoze edilmek isteniyor. Üstelik de
kültürümüzün bir parçası denilerek.
Birçok değerli ustaya kucak açmış olan
başkentimiz Ankara; büyükşehir olması, kozmopolitleşen yapısı, Orta Anadolu geleneksel kültürünün yeşerdiği
ve saflığını koruyan birçok iline komşu olması ve aldığı sosyal-ekonomik
tabanlı göçlerin sonrasında ne yazık
ki bu dejenerasyon halkasının da başkenti olmuştur. Yüzyıllardır “Hakikât Elçileri” ustalarımız tarafından dilden dile
aktarılmış ve gönülden gönüle köprüler kurmuş ve bugünlere taşınmış türkülerimize yapılan bu pervasız girişimleri, Anadolu halk kültürüne yapılmış
bir ihanet olarak görüyorum.
27
BİR DÜNYA SOHBET
Hisler Âleminin Tercümanı:
Ali Bozkurt
Röportaj: Nesrin BÜYÜKTURAN
Urfalı Kel Hamza’nın “Aşkın ne derin yâreler açtı sinemde” türküsünü
ve hikâyesini biliyor musunuz? Biz
TRT yapımcısı Ali Bozkurt’tan öğrendik. Söyleşi sonrasında türküyü
dinledikçe sözcükler hükmünü yitirdi. Soluduğumuz duman gibi daha
derinlere sızdı Kel Hamza’nın sesini
çatallandıran keder. Hisler âleminin
diliyle anlaştık. Anladık ki sohbetten çıkaracağımız en temel mesaj da
buydu. Sevilen birçok müzik programında imzası olan Ali Bozkurt’u
aslında izleyiciler çok yakından tanıyor. 1988’de ilk programını yaptığı
heyecan ve titizlikle üretmeye devam
eden TRT yapımcısı Bozkurt, yaptığı
işlere yüreğini koymakla kalmamış
hep bir adım daha ileriye taşımış, imzası olacak kadar özgün programlar üretmiş. Geçen yirmi sekiz yılda
Bergüzar, Çalsın Davullar, Ezgileri
Yurdumun ve Senfonik Dokunuşlar
28
gibi unutulmayan müzik programlarını türkü severlerle buluşturmuş.
Müdürünün; “bildiğin işi yap, bir işi
bilen adam ol” öğüdü, meslek hayatı boyunca yol göstermiş. Bu öğüde
uyup hep daha iyi işlerle izleyicisinin
karşısına çıkan Ali Bozkurt, müziğin ve müzik programı yapımcısının
zaman içindeki değişimini anlattı.
Okurken TRT tarihinde bir yolculuk
yapacaksınız.
TRT’deki yolculuğunuz nasıl başladı?
1987 yılında sınava girdim ve 1988
yılında yardımcı prodüktör olarak göreve başladım. Öncesinde 6 yıllık bir
devlet memuriyetim vardı. Bir buçuk
yıl Haber Dairesi’nde çalıştım. Sonrasında TRT’nin açtığı sınavla yardımcı
prodüktör olarak Müzik ve Eğlence
Programları Müdürlüğü’nde göreve
başladım. Bu 28 yıllık süreçte müzik ve
eğlence programları üretmeye devam
ediyorum.
Neden türkülere yoğunlaştınız?
Göreve başladığımda, Müzik Eğlence
Programları Müdürü Âdem Gürses’ti.
Odasında kendisiyle görüştüğümde “ne yapmak istiyorsun” diye sordu
bana. Ben de program yapmak istediğimi söyledim. Benim otuz yıla yakın
süreçte hep kılavuzum olan şunları
söyledi: “Sevdiğin işi yap, bildiğin işi
yap ve bir işi bilen adam ol.” Benim türkülere özel ilgim vardı ve bu ilgimi geliştirmeye karar verdim. O günden bu
yana da Türk halk müziği programları
yapıyorum büyük bir keyifle. Türklerimizi öğrenmek için büyük çaba harcadım. Plak toplamaya başladım. Binlerce türkü plağından oluşan ciddi bir
arşivim var. Çocukken, babamın verdiği, saman kâğıttan yapılmış bir defterim vardı. Radyoda yayınlanan türkülerin sözlerini yazardım ben bu deftere.
Defterin adı da Türkü Defteri’ydi. Yıllar
sonra bu isimde bir proje yapmak iste-
ALİ BOZKURT
dim ama İstanbul Televizyonu’ndan bir
yapımcı arkadaşım daha önce yapmış
olduğu için proje olarak kaldı sadece.
Türküler çok önemli kültürel ürünlerimiz ve ben türküleri layıkıyla öğrenmek için önemli bir süreç yaşadım.
Plağın yanında eski radyo ve müzik cihazlarını da toplamaya başladım. Türküye dair ciddi bir mekân oluşturdum.
Âdem Gürses’in öğütleri her zaman yol
gösterici oldu. Oluşturduğum kültürel
hafıza ve birikim sayesinde projeler
üretebildim. Türküleri bildikten sonra
proje üretmeniz mümkün oluyor çünkü ne yapacağınızı biliyorsunuz. Proje
üretme noktasında dağarcığınız sizi
yönlendiriyor. Bilmeden yaptıklarınız
özgün olmaz. Ancak bir yapımcının
en önemli ayırt edici özelliği, özgün
olabilmesidir. Yoksa yaptıklarınız, daha
önce yapılmış olanların tekrarından
öteye geçmez. Kalıcı olabilmek için bu
şarttır.
Aynı zamanda vizyon sahibi olabilmek gerekiyor sanırım.
Toplum değişiyor, dolayısıyla talepler
de değişiyor zamana göre. Yapımcı
hassasiyetlerinizi muhafaza ederek
proje üretebilirsiniz. İlk başladığım yıllarda playback malzeme kullanırdık.
Aynı kayıt defalarca kullanılırdı. Playback, duygu kaybına yol açar. Okur
gibi yapmakla, gerçekten okumak çok
farklı. Toplum bunun farkına vardıktan sonra, artık bu talebe uygun proje
üretmek zorundasınız. Zaman noktasında bir basamak daha ileri gittik.
Programlar, ufak tefek müzikal hatalara rağmen daha sıcak olmaya başladı.
Hem sanatçı hem de yönetmen daha
dikkatli olmak zorundaydı artık. İhtiyaca göre kendinizi yenilemek, geliştirmek zorundasınız. Televizyonculukta,
daha seri üretilebilen ürünler, müzik
ve eğlence ürünleridir. Programınız
prime timeda yer alır. Riski çok yüksektir. Yüksek bütçeli programlardır.
O yüzden sizin zamanın ihtiyaçlarına
uygun fark yaratmanız gerekir. Bu noktada da öncelikle yapımcının farklı olması gerekir. Yapımcı biraz aykırı olmalı. Herkes aynı şeyi düşünürse, ortaya
çıkanlar da birbirinin aynı olur. Kuru-
Televizyonculukta, daha
seri üretilebilen ürünler,
müzik ve eğlence
ürünleridir.
Programınız prime
timeda yer alır.
Riski çok yüksektir.
Yüksek bütçeli programlardır. O yüzden sizin
zamanın ihtiyaçlarına
uygun fark yaratmanız
gerekir. Bu noktada da
öncelikle yapımcının
farklı olması gerekir.
mun da bunun önünü açması gerekir.
Kurumsal motivasyon çok önemli.
Dönemsel talepler programlarınıza yansıyor mu?
Toplumsal gelişmelere ilk ayak uydurması gereken Kurum’un makro
politikasını oluşturan üst yönetimdir.
Onlar, talebi değerlendirip uygulama
noktasındakilerden bu talebe uygun
üretim isterler. Siz de mesleki ilkeleriniz doğrultusunda üretim yaparsınız.
Sizin yaptığınız program, bir yazarın
kitabı gibidir. Programı yaparsınız ve
seyircinin beğenisine sunarsınız. Burada esas olan sizin mesleki doğrularınıza ne kadar bağlı kaldığınızdır.
Çok popüler de olsa hiç çalışmadığım
insanlar olmuştur. Dönemsel talebe
göre programınızda revize yaparsınız.
Talep yönlendiricidir. Ama sizin meslek doğrularınıza aykırı bir içerikle de
ortaya çıkmanız doğru değil. Kendinize olan saygınızı kaybedersiniz. Konjonktür gereği bir içeriğe yer vermem.
Bir kamu yayın kurumu olarak bizim
bu toplumsal talebin şekillenmesinde
rol almamız gerekir. Sektörün lokomotifi TRT olmalı.
Günümüzde rekabetçi bir yayıncılık ortamı var. İzleyicinin çok fazla
seçeneği var. Siz bugünün ihtiyaçlarına nasıl karşılık veriyorsunuz?
Kanal sayısı arttı, müzisyen sayısı arttı,
teknoloji gelişti ve tüketim arttı. Ben
bu noktada biraz daha seçici olmaya ve bilerek tüketen izleyiciye hitap
eden programlar yapmaya gayret ediyorum. Genel beğeniden uzak durmaya çalışıyorum. Popüler olanın peşinden gitmiyorum. Seçici bir içerik inşa
etmeye çalışıyorum. Bergüzar böyle
bir ihtiyaçtan doğmuştur. Altı yıllık bir
projeydi ve kalıcı oldu. Çalsın Davullar,
biraz daha dinamik ve neşeli içeriğe
sahipti. O da talep gördü ve izleyiciyle
buluştu. Talebi doğru değerlendirdiğimi düşünüyorum.
29
BİR DÜNYA SOHBET
Yapımcı olmanız yanında iyi bir türkü dinleyicisiniz bu işinizi kolaylaştırıyor mu?
Bir türkü sever olarak, kendi beklentilerim yol gösterici oluyor. Bu beklentileri
paylaşacak insanlar olduğuna inanıyorum. Kurum benden her türlü talepte
bulunabilir. Ben de her türlü müzik
programı yapabilirim. Ama klasik müziği ya da Türk Sanat Müziğini seven,
bilen bir yapımcının programı, benim
yapacağımdan daha iyi olur. Ben bir
gün, bir operayı çekmekle görevlendirildim. Bir yapımcı olarak genel prensipleri biliyorum tabii. Gittim çektim
ama eminim operayı seven, bilen birisi çekse çok daha iyi olurdu. İdarenin
bunu gözetmesi gerekir. Yapımcı bir
konuda ihtisas sahibi olmalı. İhtisasınız
olan bir alanda iş üretirseniz, bu mutlaka programa yansır. Seyircinin nabzını
da daha kolay tutarsınız.
Zaman çok hızlı akıyor ve ihtiyaçlar
değişiyor. Yüzlerce yıllık türkülerimizi zamanın bu değişimine karşın
koruyabilmek, aktarabilmek, dinletebilmek gittikçe zorlaşıyor mu?
Ben türkülerin, müzikal mirasımızın
otantikliğinden uzaklaşmaması gerektiğini düşünüyorum. Çağa ayak uydur-
30
Oluşturduğum kültürel
hafıza ve birikim
sayesinde projeler
üretebildim. Proje
üretme noktasında
dağarcığınız sizi
yönlendiriyor. Bilmeden
yaptıklarınız özgün
olmaz. Ancak bir
yapımcının en önemli
ayırt edici özelliği,
özgün olabilmesidir.
Yoksa yaptıklarınız,
daha önce yapılmış
olanların tekrarından
öteye geçmez.
mak adına yapmanız gereken şeyler
var. Günün ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler yapabilirsiniz ama türkü tadını
kaybedemezsiniz. Yapımcının da bu
konuda dikkat etmesi gerekir. Örneğin
Neşet Ertaş türküleri senfoni orkestrası
eşliğinde seslendirildiğinde, siz o icranın içinde Acem Kızı’nı ya da Gönül
Dağı’nı duyarsınız. Bu tür bir sunumda
bir sıkıntı yok çünkü onun da bir alıcısı
vardır. En azından klasik müzik alıcısına
da ulaşmış olursunuz. Ama o icranın
içinde Neşet Ertaş’ı kaybederseniz, o
artık Neşet Ertaş değildir. Tehlike burada. Klasik müzik dinleyicisinin algısını
da bozarsınız.
Müzik programlarında müzikle
birlikte görüntü de sunumda çok
önemli bir hale geldi.
Müzik programlarında, yönetmen olarak tarzınızı yerleştirmeniz çok önemli.
İçerik ve üslup sizin imzanızdır. Işığından dekorunu, kamera geçişinden
resim seçimine kadar size ait bir şey
olmalı. Bunun için de yönetmenin müziği bilmesi gerekir. Hangi ölçülerde
nerede resim değiştirilir, estetik bilgisine sahip olmanız gerekir. Altta türkü
varken, resimde pop müzik tarzı bir
akış varsa bu olmaz.
ALİ BOZKURT
Türkülerin farklı enstrümanlar eşliğinde, örneğin senfoni orkestrası
eşliğinde icra edilmesi, türkünün
ruhunda bir kayıp yaratmıyor mu?
Ben evimde türküleri mahalli sanatçıların icrasından dinlemeyi tercih ediyorum. O icralarda ayrı bir duygu, ayrı
bir lezzet var. Müziğin en saf halini
sunuyor size. Siz bunu, tüketime uygun hale getirmek için otantikliğinden
uzaklaştırdığınızda, müzikal bir kayba
uğramaması düşünülemez. Burada
dengeyi iyi kurgulamak lazım. Kaybettiklerinizle kazandırdıklarınızı tartmanız lazım. Zenginleştirme hanesi ağır
basıyorsa tercih edebilirsiniz. En sevdiğim uzun havalardan biridir, “aşkın ne
derin yaralar açtı ciğerimde.” Urfalı Kel
Hamza okumuş. Kızı ölmüş ve kızının
mezarı başında yakmış türküyü. Masa
başında oturup böyle bir şey yapabilir
misiniz?
Kel Hamza gibi değerlerimizin zamana direnebilmesi için yapımcının katkısı ne olabilir?
Popüler kültür ve onu getirdiği talep o
kadar baskın ki, hızla üretilip hızla tüketilmeli ki yeni ürünler satılabilsin. Bu
döngüyü kırmak çok güç. Bir yapımcının ya da bir kurumun kendi dina-
Müzik programlarında,
yönetmen olarak
tarzınızı yerleştirmeniz
çok önemli. İçerik ve
üslup sizin imzanızdır.
Işığından dekorunu,
kamera geçişinden resim
seçimine kadar size ait
bir şey olmalı.
Bunun için de
yönetmenin müziği
bilmesi gerekir. Hangi
ölçülerde nerede resim
değiştirilir, estetik
bilgisine sahip olmanız
gerekir.
mikleriyle bunu geri çevirmek çok zor.
Devletin kültür ve eğitim politikasıyla
desteklenmesi gerekiyor. Her şey kolay üretim hızlı tüketim üzerine kurulu.
Ama Urfalı Kel Hamza’yı dinlemek için
zaman ayırmanız, emek harcamanız
gerekiyor.
Bir atmosfere dâhil olmanız gerekir.
Ama bugünkü hayat koşulları, sizi hızlı
tüketmeye zorluyor ve yönlendiriyor.
İhtiyaçlarınız ve algınız sizin dışınızda
şekillendiriliyor. Ama kaliteye her zaman talep var. Sayısal olarak değerlendirmemek gerekiyor. Bu talep var
olduğu sürece de üretmeye devam
edeceğiz.
Yakında yeni bir programınızı izleme şansı bulacağız.
Aşina isimli bir program. Ankara Radyosu’ndan Muzaffer Ertürk’le birlikte
yapıyoruz. Aşina olduğumuz ama biraz üzeri tozlanan bir repertuvar anlayışımız var. Özel bir repertuvarla izleyicilerimizin karşısına çıkacağız. İcrası zor
eserleri tercih ettik. Muzaffer Ertürk,
bugüne kadar pek seslendirmediği
gazelleri icra etti. Sadece türkü değil
şarkı icraları da var. İyi sanatçılarla iyi
bir müzik programı yaptığımıza inanıyorum.
31
BİR DÜNYA SOHBET
Müzik Ve Zamanın
Beyinsel Gizemleri
Röportaj: Ümit DİRİCAN
“Hayat tek bir işle uğraşmak için fazla
uzun; insan ise, tek bir işle ömrünü tüketmek için fazla karmaşık”
Sinan Canan
Prof.Dr. Sinan Canan bilim yolculuğuna Hacettepe Üniversitesi Biyoloji
bölümüne girerek başlamış, ardından
tıbbi fizyoloji ve psikoloji eğitimleri
almış. Çeşitli üniversitelerde öğretim
görevlisi olarak nice bilim neferi yetiştiren Canan, bir yandan da kendini
zihin, beyin, psikoloji ve sinirbilimleri
araştırmalarına adamış… Kendi söylemiyle; amatör parantezinde müzik,
fotoğrafçılık, dijital sanat gibi işlerle
vakit dolduran, “kaotik ve fraktal”
olan her şeye tutkun, içindeki çocuk
büyümesin diye elinden geleni yapan
ve insanoğlunun tek bir işle ömür tü-
ketmek için fazla muazzam olduğuna
inanmış, renkli bir sima… “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” ve “Değişen
Be(y)nim” adlı kitapları da bulunan
Canan, 2013 yılında bir bilimsel anlatı
ve araştırma merkezi olan [n]Beyin‘i
kurmuş ve halen [n]Beyin’de Bilimsel
Kurul Başkanlığı görevini sürdürmektedir... Bu ayki konumuz olan müzik ve
zaman ilişkisiyle ilgili, tüm yoğunluğu
Zaman dışarıda fiziksel olarak mevcut olmayan bir
hadise. Beyin olmadan zaman diye bir şeyden
bahsetmek mümkün değil çünkü şu saat,
dakika, günler geceler diye saydığımız,
içimizden sürekli hesapladığımız zaman algısı,
bizim beynimizin ve zihnimizin dünyadaki olayları
sıraya koyma yöntemi aslında.
32
SİNAN CANAN
içerisinde bize zaman ayıran sevgili
Prof. Dr. Sinan Canan’ın, zihnimizde
açacağı pencerelere gelin heyecanla
tanıklık edelim…
Öncelikle beynimizin saati nasıl
işliyor diye sormak isterim? Zihnimizdeki zaman algısından biraz
bahsedebilir misiniz?
Öncelikle zaman denen şeyi bir tanımlayalım. Zaman dışarıda fiziksel
olarak mevcut olmayan bir hadise.
Beyin olmadan zaman diye bir şeyden
bahsetmek mümkün değil çünkü şu
saat, dakika, günler geceler diye saydığımız, içimizden sürekli hesapladığımız zaman algısı, bizim beynimizin
ve zihnimizin dünyadaki olayları sıraya koyma yöntemi aslında. Fizikte de
malum zaman 4. bir boyut. Nasıl en,
boy, yükseklik gibi 3 boyut var, zaman
da bunun gibi bir boyut. Bir yerden
bir yere doğru akıyor olması algısı bizim beynimizin yarattığı bir illüzyon.
Hatta birçok fizikçi bu boyutu olduğu
için teorik olarak zamanda ileri geri
gidebileceğini iddia ediyor. Neticede
beyin yoksa zaman da yok diye söylemek lazım. Bizim zamana bağlı olarak değişen biyolojik ritimlerimiz var.
Beynimizin şuursuz olarak çalışan ve
iç otomatik mekanizmalarını yöneten
hipotalamus diye bir bölgesi ve burada da biyolojik bir saatimiz var, suprakiazmatik çekirdek. Böyle havalı da bir
ismi var… Bu çekirdek moleküler bir
saat içeriyor. Biz bu moleküler faaliyetlerin sonucunda içsel bir saat ritmi
yaşıyoruz aslında. İnsanı tamamen güneşten, dış şartlardan izole bir yere kapatırsanız, yaklaşık birkaç gün içinde,
25 saatlik bir günlük döngüye uymaya
başladığını görürsünüz. Bizim içsel saatimiz 25 saat ama dış işaretlerle bunu
sürekli 24 saate ayarlıyoruz. Bu neyi
sağlıyor. Uyku, üreme, yumurtlama
döngüleri bunların hepsi bu içsel saatin orkestrasyonunda cereyan ediyor.
Biz ritmik canlılarız zamansal açıdan.
Sadece biz değil dünyada yaşayan
bütün organizmalar, dünya bir gündüz gece döngüsünden geçtiği için,
biz bunlara uygun ritimlere sahip ola-
cak şekilde ayarlanmışız. Bir de günlük
hayatta zaman dediğimiz şey var. Çok
meşhur bir deyiş var, Einstein’ın söylediği görecelik kavramı. Sevgilinizin yanında geçirdiğiniz bir dakika ile sobanın üzerinde oturduğunuz bir dakika
birbirinden çok farklıdır diye. Gerçekten de öyle, dışsal zaman ile algıladığımız zaman birbirinden çok farklı olabiliyor. Beynimizin ön kabuk bölgesinde
frontal korteks dediğimiz bölgede, gelecek bir dakikayı, bir saati, bir ayı, bir
yılı ya da bir yüzyılı hayal edebilen bazı
devreler var. Bu devrelere baktığınızda
bu devrelerin en gelişmiş şekli biz insanda. İnsan beyninin hangi özelliği,
diğer canlılara göre gelişmiştir derseniz ben size bunu zamansal tahmin
yeteneği olarak söylemeyi seviyorum.
Bu konuda o kadar iyiyiz ki sadece bir,
iki, beş sene sonrasını değil, yüz sene
bin sene sonrasını, ölümümüzden
sonrasını, 1-2 milyar sene sonra bu
dünyanın ne hale geleceğini falan bilmek zorunda hissediyoruz kendimizi.
Einstein’ın bir varsayımı olan zaman algısının göreceliğinden bahsettiniz. Bu algının bulunduğumuz
zamana, harekete, koşullara göre
değişebileceği düşünülürse, bunu
müzik için de söyleyebilir miyiz?
Müzik için de zaman algısı değişken ve göreceli midir?
Tabii şimdi müzik zaten kendisi duygusal içerikli bir aktarım olduğu için zaman algımızı doğrudan etkiliyor. Mesela ölümcül araba kazaları geçirmiş
insanlar ortak bir şey deneyimliyorlar
genellikle. Böyle zaman algısının anormal yavaşladığı bir şekilde hatırlıyorlar
o hadiseyi. Bu tehlikeli durumlarda
beyin bir çözüm bulmak için, algı çözünürlüğünü çok fazla arttırıyor. Duygusal sistem sizin zaman algınızı çok
değiştiriyor. Bir de 60-70 yaşına gelen
insanlar diyor ya; kendimi 20 yaşında
hissediyorum falan diye. Beyin, zamanı biraz deneyime göre hesaplıyor.
Bunları niye söyledim; müzik, insana
has bir faaliyet ve duygu aktarımında
mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı,
14 tane aralığı kullanarak insanlara
her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz,
onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz. Hatta Farabi için bir şey söylenir. Farabi elinde enstrüman olduğu
33
BİR DÜNYA SOHBET
Beyin, zamanı biraz deneyime göre hesaplıyor.
Bunları niye söyledim; müzik, insana has bir faaliyet ve duygu
aktarımında mucizevi bir etkisi var. 7 tane notayı, 14 tane
aralığı kullanarak insanlara her türlü duyguyu aktarabiliyorsunuz,
onların ruh durumunu değiştirebiliyorsunuz.
zaman, bir meclistekileri istediği zaman
güldürür, istediği zaman ağlatır, makam
ve müzik ilmine hakim birisiymiş. Müziğin
böyle bir etkisi var. Bu etkilerden önemli bir
kısmı da zaman üzerine. Zaten müziğin 2
temel bileşeni var; birisi ritim diğeri melodi
ya da armoni. Dolayısıyla ritim arkada zamanlamayı veriyor. Mesela dünyadaki neredeyse tüm insanların hoşuna giden ritimler
kalp ritmine yakın ritimler. Anne karnında o
sesle oluşup büyüdüğümüz için. Çok yavaş
ve hızlı ritimler de duruma göre eğlenceli
ya da depresif olduğumuz durumlara göre
tercih ediliyor. İşin melodik kısmı da işin
içine girdiği zaman aslında tamamen bize
duygusal bir paket iletilmiş oluyor. Bu paket, bütün zaman algımız üzerine doğrudan oynayabilme yeteneğine sahip. Birkaç
dakikalık bir zamanda onlarca yıllık anıları
düşünebilir bir hale geliyoruz.
Buradan yola çıkarsak; bir müzik eseri düşünelim, bu müzik eseri belli bir
zamanda dinlediğimizde bize çok güzel gelirken, ondan çok farklı hisler almışken, aynı müziği farklı bir zamanda
dinlediğimizde o kadar etkilenmeyebiliyoruz. Bu da böyle bir özellikten mi
kaynaklanıyor? O an yaşadığımız durum ve yaşanan deneyimlerimizle mi
ilgili?
Tabii ki çoğu zaman müzik parçaları insanlarda bazı anlarla doğrudan ilişkili. Eğer yoğun duygusal bir şeylerle ilişkilendirmişseniz ve o parçayı nadiren duyuyorsanız, her
duyduğunuzda aynen koku gibi o deneyimi hemen aklınıza getiriyor. Bizim zihnimizin şöyle bir özelliği var; duygusal olarak
önemli her şeyi çok kolay ulaşılabilir yerlere
kaydediyor önemli addediyor bunu. Dolayısıyla böyle bir uyaran aldığınızda hemen
o hatıralar tetikleniyor, nasıl ki kokulu silgi
koklayan ilkokul günlerine dönüyor öyle
34
SİNAN CANAN
bir etkisi oluşuyor. Ama çok sık olarak,
farklı ortamlarda aynı şarkıyı dinlemeye devam ettiniz diyelim, işte o zaman
beyninizde duygusal bağlantı ölmeye
başlıyor. O yüzden şimdi müziği de
çok hızlı tüketiyoruz. Müzik sadece
uğraştığım için söylemiyorum ama
insan beyni açısından gerçekten ciddi
bir uğraş. Şu anda müzikle tedavilerin eskisi kadar işe yaramamasının en
önemli nedeni müzik gürültüsü çok
fazla. Her yerde müzik kaliteli, kalitesiz
bir birine karışmış vaziyette. Eskiden
Osmanlıda şifahanelerde, müzikle terapi yapılırmış ama insanların o zaman
müzik duyabileceği tek yer ya oralar ya
müzikhollermiş, yani dışarıda sokakta
bangır bangır müzik dinleme şansınız
yok. Dolayısıyla müziğin gerçekten
beyni böyle yakalayabileceği bir etkisi
olabiliyor. Bir de müzik dinleyen beyne
baktığınızda, müzik beynin her tarafını
meşgul eden bir aktivite. Sadece dinlemek bile bir sürü beyin alanının devreye girmesini gerektiriyor. Hele ki dikkatli dinliyorsanız, müziği okuyorsanız
ve duyguyla senkronize olmuşsanız o
zaman işiniz daha zor. Yani beyin bayağı bir efor harcıyor buna. Fakat müzik
sürprizlerle dolu bir şey. Hele ki dinlediğiniz daha doğrusu size dinletilen
ortamdaki parçaların duygusal içerikleri bugün oldukça çelişkili olabiliyor.
Sözlerde ah ölüyorum, yandım, bittim
derken, arkadaki ritim düğün müziği
gibi şenlikli olabiliyor. Bunlar bizim sistemimizi hakikaten yoran şeyler. Hâlbuki müziği, insanı diğer canlılardan
ayıran ve insanın zihinsel melekelerinin en üst düzeydeki tezahürlerinden
biri olarak ele alacak olursak, müziğe
biraz daha ciddi yaklaşmanın faydalı
olacağını düşünüyorum. Günümüzde
anne babalar çocuğumuz müzisyen
olsun diye kurslara falan ha bire gönderiyoruz. Neredeyse herkesin evinde
bir piyano olmaya başladı. Ben anne
babalara şunu soruyorum; evde sizler
aile olarak müzik dinlemeye ne kadar
özel zaman ayırıyorsunuz diyorum.
Nasıl bir şey o falan diyorlar. Bu kültür
bitmiş. Hâlbuki düşünün siz bir çocuk-
Müziğin böyle bir etkisi
var. Bu etkilerden önemli
bir kısmı da zaman
üzerine. Zaten müziğin 2
temel bileşeni var; birisi
ritim diğeri melodi ya da
armoni. Dolayısıyla ritim
arkada zamanlamayı
veriyor. Mesela dünyadaki neredeyse tüm
insanların hoşuna giden
ritimler kalp ritmine yakın
ritimler.
sunuz, bir enstrüman öğrenmek son
derece zor. O zorluk içerisinde bakıyorsunuz arka planda milleti eğlendirecek bir şey öğreniyorsunuz aslında,
özel dikkat gerektirmeyen. Bunların
hepsi birleştiği zaman çocuk diyor ki:
Ben niye uğraşacağım, takarım mp3
çalarımı keyfime bakarım. Bu yetenekli
çocuklarımızı da müzikten uzak tutan
bir kıyıma dönüşüyor aslında. Dolayısıyla müzik hediyedir, ciddiye alınması
gerekir, zaman ayrılması gerekir. Müziğe zaman ayıran, buna zaman yatıran
ödülünü de ciddi olarak alır.
Çocuklardan bahsetmişken aklıma
şu geldi. Siz müziğin bir kültürel
kod taşıyıcısı olduğunu söylüyorsunuz. Bulunduğumuz yaşa göre
müzik dinleme alışkanlıklarımız ve
algılarımız nasıl gelişiyor ve değişiyor?
Şimdi müzik zaten kültürel bir şey. Belli
temel müzik kalıpları var, mesela bazı
temel gamlar değişik kültürlerde algılanıyor, müziğin temelini oluşturuyor
zaten. Özellikle Ortadoğu, Uzakdoğu
müziğinin baz aldığı bazı nota dizgeleri var. Onlar bütün kültürler tarafından bir şekilde tanınıyor. Muhtemelen
insanın ana vatanından gelmiş olma
ihtimali yüksek olduğu için. Fakat daha
sonra anne karnından, özellikle hamileliğin son dönemlerinden başlayarak,
kabaca 10 yaşına kadar karşılaştığımız
müzikal ortam ve kompozisyon bizim
müzik zevkimizi belirleyen şeyi oluşturuyor. Müzik bizim beynimiz için neden bu kadar önemli çünkü biz sesle
iletişim kuran canlılarız ve sesimize
duygu yükleyebilmek için aslında konuşurken müziği kullanıyoruz. Yani
bizim ses dalgalanmalarımız, yükselip
alçalmalar gibi… Müzik aslında bir iletişim aracı. Fakat biz bunu bir tık daha
üste taşımış müzik dediğimiz garip bir
icat da yapmışız. Doğar doğmaz anneyle bebeğin etkileşimi ile başlayan,
çocuğun sesleri tanıması, o seslerin
aralıklarından duygusal yorumlar yapabilmeyi öğrenmesi için birkaç sene
geçmesi gerekiyor. Bu dönemde de
hem insan sesi, hem etrafta karşılaştığı müzikal dizgeler çocuğun beyninde bazı bağlantılar oluşmasına sebep
oluyor. Şu çok önemli; beyin doğduğu
zaman ne iş yapacağını bilmeyen tek
organ olduğu için, dış ortamla karşılaşması, onunla bir interaksiyona girmesi
gerekiyor. Müzik bunun en üst noktası. Çocuk hangi tür müzikle, hangi tip
nota dizgeleriyle karşılaşır, bu nota
dizgeleriyle insanların neler yaptığını
nasıl gözlemlerse, ona göre bir etki
geliştirmeye başlıyor. Mesela ben işte
o dönemlerde bir şekilde nasıl oldu
bilmiyorum, Ankara’da yaşayan bir
Türk ailesinin çocuğu olarak, bol miktarda rock müziğe maruz kalmışım. Şu
anda rock müzik dışında çok fazla müzik dinleyemiyorum. 30’lu yaşlarımda
Türk Sanat müziği ve Türk Halk müziğinin çok enteresan bir şey olduğunu
öğrendim ama onu istemli olarak dinlemem gerekiyor. Yani, araştırıp bakıp
zaman ayırıp dinlemek gibi. Kulağım
onu doğrudan üretmiyor ya da beste
yaparken o ezgiler benden çıkmıyor.
Genellikle rock, blues ya da heavy
metal müzik dedikleri yarım aralıklara
benim kafam daha çok çalışıyor, çünkü
erken dönemde kafa biraz buna göre
kurgulanmış vaziyette.
35
RADYO
Bir ses ustasının ardından
‘‘Tanburi Cemil Bey’’
Nice üstatlar, nice sesler, nice sazlar geçti
radyonun koridorlarından.
Hala yankılanır sesleri bu duvarlarda.
Öyle derin ki izleri, silinmez, silinemez.
Kimler geldi kimler geçti
radyo koridorlarından.
Hazırlayan: R.Hakan TALU
Müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en
önemli sazendesi olan Tanburi Cemil
Bey hakkında bildiklerimizin büyük bir
çoğunluğunu oğlu Mesut Cemil Bey’in
1947 yılında Sakarya Matbaası tarafından basılan babasının hayatını anlattığı
kitaptan öğrenmekteyiz. Geriye kalan
küçük kısım ise çeşitli hatıratlarda ve
gazetelerde yazılmış makalelerde karşımıza çıkıyor.
Mesut Cemil Bey kitabına şöyle bir
cümle kurarak başlıyor; “Zapt edilmiş
büyük bir şikâyetin tükenmez kederini taşıyan dargın bakışlarıyla bu adam
bir esir ve bir kral gibi tecessüsümün
önünden gelir geçerdi. Kimin esiri ve
neyin hâkimiydi? Ogün gibi bugünde
bilmiyorum.”
Yine aynı kitabın ilerleyen sayfalarında
Mesut Bey’e yazdığı mektupta Tanburi
Cemil’i anlatan Mahmut Demirhan şu
satırları yazıyor: “Fakat bizim musikimiz
için benim tefekkür tarzım ve seziş hislerim başkadır; bence bizimki ne Türk
musikisi, ne şark musikisi, ne de hududu ve mefhumesi içine dergâh, enderun ve meyhane giren Osmanlı musikisidir. Bu benim görüşüm ve ihtisasımla
ancak İstanbul musikisidir. Kökleri ve unsurları ile melodilerini bu güzel şehrin cennetpare İstanbul’un o emsalsiz
şafaklarından, mehtaplarından, tuluğ ve guruplarından ve
her tarafı saran aşk ve zarafet tecelliyatından alıp bizi esiri bir
istiğrak içinde bayıltan bir musikidir ki bunu da halk eden
büyük Tanburi Cemil’dir. Daha kati bir ifade ile diyebilirim
36
ki İstanbul musikisi ancak Tanburi Cemil’dir.”
Mahmut Demirhan’ın bu satırlarını okuduğumuzda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz Tanburi Cemil Bey İstanbul musikisinin esiri ve yine İstanbul musikisinin
hâkimidir. Mahmut Demirhan’ın kısaca
anlattığı İstanbul musikisi makam müziğinin merkezinde yer almaktadır ve makam müziğinin kullanıldığı Selanik’ten
Bağdat’a Bakü’den Kahire’ye kadar uzanan büyük coğrafya içinde en çok tanınan, peşinden gidilen, saygı ile anılan
sazendelerin başında Tanburi Cemil Bey
gelmektedir.
Tanburi Cemil Bey 1871 yılında Babası
Tevfik Bey ve Annesi Zihniyar Hanımın
dördüncü çocukları olarak İstanbul’da
doğmuştur. Babası Tevfik Bey Rumeli’de,
İşkodra’da devlet memurluğunun çeşitli
kademelerinde çalışmış yedi yıl Tahran
sefirliği görevinin ardından İstanbul’a
dönmüş ve son olarak Beyoğlu ceza
mahkemesi azalığında bulunmuştur.
Annesi ise Sultan II. Mahmud’un kızı
Adile Sultan’ın yanında yetişmiş Çerkez
cariyelerindendir.
Erken yaşta babasını kaybeden Cemil
Bey çocukluk yıllarını amcası Refik Bey’in himayesinde yaşamıştır. İlköğretiminin ardından rüştiyeye başlamış, amcasının vefatından sonra dört yıl kadar amcasının oğlu Mahmud
Bey’in gözetiminde dönemin lisesi olan idadiyi bitirmiş, bir
yıl Mekteb-i Mülkiye’de okumuş ondokuz yaşında Harbiye
nezaretinde kâtip olarak çalışmaya başlamış ancak kısa bir
İSTANBUL RADYOSU
süre sonra bu işinden ayrılmıştır. Yirmi bir yaşında eşi Side
Hanım’la evlenen Cemil Bey’in bu evlilikten 1902 yılında
oğlu Mesud Cemil Bey doğmuştur.
1916 yılı 28 Temmuz’da vefat eden Cemil Bey’in Fatih Camii’nden kalkan cenazesi Merkezefendi Mezarlığına defnedilmiştir.
Çocukluk yaşlarında tanbur çalmaya başlayan Cemil Bey’e
amcasının oğlu Mahmud Bey’e keman dersi vermeye gelen Aleksan Efendi Hamparsum ve batı notasını öğretmiştir.
Yine amcasının kızlarının piyano hocalarından genel müzik
bilgilerini öğrenen Cemil Bey’in Horhor’daki amcasına ait
olan konakta sesler ile olan ilişkisi başlamıştır. Cemil Bey on
sekiz yaşına geldiğinde İstanbul’da Tanburi olarak tanınmıştı. Bir iki sene sonra şehirdeki müzik camiası içinde sadece
Tanbur değil kemençe, lavta ve viyolonsel sazlarında da
önde gelen icracılar arasında adı geçecekti.
Ahmet Hamdi Tanpınar bir makalesinde Hammamizâde İsmail Dede için “zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan
tek ses, onun sesidir” şeklinde bir cümle kullanmıştır.
Eğer bu cümle üzerinden Cemil Bey’i anlatmak istersek o
kendi devrinde ve ölümünden bugüne kadar süren yüz yıl
boyunca daima zirvede olan tek sazendedir.
Cemil Bey’in Tanbur, Kemençe, Lavta, Viyolonsel veya Yaylı
tanbur icralarının ulaşılamaz bir seviyede olduğu gerçektir. Sanırım bugün bizim için önemli olan konu bu icraları
dinleyerek onun bize gösterdiği yoldan yürüyerek müzik
yapmaktır.
Buradaki ince detayında Cemil Bey’in icralarının aynısını çal-
mak yani onu kopya etmek olmayıp kullandığı sesler arasındaki ilişkiyi anlamak olduğu inancındayım.
Tanburi Cemil Bey’in plak kayıtlarına 1905 yılında başlamıştır. Daha öncesi için çeşitli hatıratlarda Fonograf kayıtlarından bahsedilse de şu ana kadar bu kayıtlara tam olarak içeriğini bilememekteyiz.
Büyük bir çoğunluğu Cemil Bey tarafından tek başına yapılan bu kayıtlarda zaman zaman ona eşlik eden isimler Tanburi Kadı Fuad Efendi, Kemani Bülbüli Salih Efendi, Udi Şevki, Fethi ve Nevres Beyler, Piyanist Cemal Bey’dir. Gazellerin
kayıtlarında ise Hafız Osman, Hafız Sabri, Hafız Yakub, Hafız
Aşir ve Hafız Yaşar Cemil Bey’e eşlik etmişlerdir.
Tanburi Cemil Bey’den günümüze kalan sözlü eserler birer
Gülizar, Hüseyni, Şehnaz, Muhayyer, Sultanı yegâh, Müstear,
Suzinâk, Nihavend ve ikişer Eviç, Hicaz, Kürdîlihicazkâr, Segâh, Mahur makamlarında şarkı ile bir Hicaz makamında
ninni olmak üzere on dokuz adettir.
Cemil Bey’in bütün bu şarkılarının arasında sadece Şehnaz
makamındaki “Feryad ki feryadıma imdat edecek yok” mısralı şarkısının güfte sahibi Nigâr Hanım belli olup diğer hiçbir şarkısının güfte yazarı bilinmemektedir.
Ayrıca bu güfte Musullu Hafız Osman Efendi tarafından Nihavend makamında Sengin semai usulünde ve yine Cemil
Bey’in Eviç makamındaki şarkısındaki “Nazirin yok senin ey
mah yerde” mısralı güftede Selânikli Ahmet Efendi tarafından Karcığar makamında Devrihindî usulünde bestelenmiştir.
Cemil Bey bu on dokuz sözlü eserde birer defa semai, sofyan, yürük semai, aksak semai- curcuna (beraber) usullerini,
devrihindî usulünü iki, ağır aksak usulünü üç, sengin semai
usulünü dört ve aksak usulünü altı kez kullanmıştır.
Günümüze sekiz adet peşrevi kalan Cemil Bey bu peşrevlerinde Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Kürdîlihicazkâr, Mahur,
Muhayyer, Neva, Şedaraban makamlarını ve usul olarak
dört kez muhammes, üç kez devrikebir, bir defa fahte usullerini kullanmıştır.
Cemil Bey’in yedi adet saz semailerinin hepsi Aksak semai
usulünde olup Bestenigâr, Ferahfeza, Hicazkâr, Isfahan, Muhayyer, Suzidilâra, Şedaraban makamlarında bestelenmiştir.
Tanburi Cemil Bey’in klasik anlamdaki bu saz eserleri dışında longa, sirto, zeybek formlarında bestelediği veya ona
atfedilen Hüseyni, Rast, Nihavend, Nikriz makamlarında
eserleri de mevcuttur.
37
SESLİ KÜTÜPHANE
Kültürlerin Macerası
Her Kültürün bir müziği
vardır her müziğin
bir macerası ve
her maceranın kendi
zamanına uygun
eskimeyen bir tadı...
Nereden baktığın ile
ilgilidir ya yaşam
kültürlerin macerası da
öyle.
Hazırlayan: Kadir ÖZDEMİR
TRT Radyo-3 Dünya Kuşağında yer
alan “Kültürlerin Macerası” gözden
düşmüş bir avluda kaybolmuş yankıların izlerini sürüyor. Her Kültürün
bir müziği vardır her müziğin bir
macerası ve her maceranın kendi
zamanına uygun eskimeyen bir
tadı.
Dünya müziğinin geçmişle ve yaşamla canlı diyaloğundan her zaman söz edebiliriz. Bu yönüyle de
38
onları döneminin hikâyelerinden
kopartamayız. Kültürel yaşam benzerlikleri gerçekliğinden yola çıkarak sunulan program, çok kültürlü
dünyanın müziğine “adeta bir macera” olarak bakmakta ve her kültürün müzikal hikâyesini dinleyicilere
ulaştırmakta.
Nereden baktığın ile ilgilidir ya yaşam kültürlerin macerası da öyle;
her program bambaşka yerlerden
bambaşka bakışlar ile buluşturuyor
bizi. Bazen Kuzey kutup dairesinde
arktik kıyılardan seslenmekte bazen
de sahra çölünden binlerce yıllık
kültürlerin müzikleri ile bize ulaşmakta.
Programın yapımcısı ve sesi Kadir
Özdemir yaşamını hem Almanya’da
hem de Türkiye’de sürdürmekte.
Her bölüm için bir gerçeklikten yola
çıkarak yazdığı kısa keyifli metinler
RADYO-3
Program içeriği,
dünyadaki müzik
topluluklarının,
festivallerin, konserlerin
yapımcı tarafından
takip edilmesi ve
gözlemlenmesi ile
oluşturuluyor.
ile sunmakta olduğu programı ile
çok kültürlü dünyanın binlerce yıllık “eski” müziğine “yenilenen” olarak
bakmakta.
Müziğin temelini hislerin ve hayal
gücünün oluşturduğunu bunun
için de müziğin eskimeyeceğini
vurgulayan Özdemir “Farklı kültürel yaşam formlarının ürettiği eski
müzik, günümüzün müziğidir,
yani eskiyen müzik değildir. Çünkü her zaman yeniden derlenerek
ve yorumlanarak günümüze kadar
gelir. Ancak yazılı olmadan gelişen
yaşam alanları bizlere onların hep
eskiye dönük olduğunu çağrıştırır. Oysa tarihsel süreç göz önüne
alındığında bestelerin yer yer doğaçlamayla yer yer de hissiyat ve
hayal gücü ile geliştiğini söyleyebiliriz. Belki de yüzyıllardır dillendirilmeyen bu müziklerin yeniden
keşfedilmesi ve adeta dinleyicide
bir duyma alışkanlığı oluşturulması
gerekiyor. Aslında onlar hep yanımızdaydı ve biz onları tavan aralarındaki sandıkların küflü kokuları
arasında bıraktık.” diyor.
Farklı kültürlerin maceralı müzikleri
bize aynı zamanda ilginç hikâyeler
çağrıştırır. Bildiğimiz gibi, eski dönemlerde akşamları ocağın başında, gezginin anlatılarını, kocaman
açılmış gözleriyle dinleyen sadece
çocuklar değil aynı zamanda yetişkinlerdi.
Hangimiz hikâye dinlemek istemeyiz ki?
İşte bu kışkırtıcı sorunun cevabı
“Kültürlerin Macerası” programının
derinliklerinde saklı…
Programın yapımcısı, dinleyicilerin
damaklarında kalan bu hikâye tadının hiç çıkmamasını, onların küçük,
masum anılar ile donanmalarını
ve programın uzun yıllar boyunca
anılarda kalmasını istiyor. “Bir kuşun kanadında hatta kepenklerin
açılışında ses verir yaşam bize. Bu
sesleri tıpkı bir orkestranın çaldığı
senfoninin melodileri gibi tek tek
içimize akıtırız ve kolayca karışırız
yaşamın izlerine” diyor yapımcı ve
tüm dünyadan melodilerin peşine
düşüyor. Program içeriği, dünyada
ve özellikle Avrupa’daki müzik topluluklarının, festivallerin, konserlerin
yapımcı tarafından bire bir yerinde
takip edilmesi ve gözlemlenmesi
ile oluşturuluyor.
Ve işte size adeta bir hikâye tadında TRT Radyo 3 Dünya Kuşağında sunuluyor. Her Çarşamba saat
22.05’te bu tadı sizlerle paylaşmak
dileğiyle…
39
KENT HİKAYELERİ
Reşit SARAÇOĞLU
[email protected]
Aşk Var!
Zaman herkes için akar. Bir gün 24 saat, bir saat 60 dakika, bir dakika 60 saniye çeker herkes için. Saatler ileri gider,
saatler geri gelir, takvimler coğrafyadan coğrafyaya değişir
ama güneş hep doğar, güneş hep batar… Zaman, herkes
için akar.
Zamanın akışını durdurmak, zamanda ileri sıçramak insanoğluna bahşedilmemiş bir yetenektir. Yine de, insanoğlu
doğası gereği bunun hayalini kurar.
Becerebilir mi sıçramayı zamanda ileri? Becerir. Hem de nasıl becerir. Nasıl becerir? Yaratarak.
Kanadalı yönetmen François Girard’ın 1998 senesinde çek-
40
tiği “Kırmızı Keman” (The Red Violin) filmi, en başarılı anlatılarından biridir insanın zamanda ileri gitme becerisinin.
Film, zamanda yolculuk eden bir kemanı konu eder kendisine. Devrinin namlı ustalarından olan Nicolo Busotti’nin
17. yüzyılda yarattığı kemanın özelliği, ustanın yaptığı en
başarılı keman olması ve hasretle bekledikleri çocuklarını
doğururken can veren eşinin kanıyla verniklenmesidir. Elleriyle emek emek yarattığı kemana tüm becerisini, tüm acısını, kaybettiği karısına duyduğu tüm aşkı katan Busotti, bu
kemanla zanaatının doruğuna çıkar. Ve film, o kemanın 300
yıllık hikâyesini sunar izleyicisine. Ve izleyici, kemanın elden
iyi müzisyen Kaan Tangöze bu
ele gezindiği o 300 yıllık hikâgerekli duyguyu layıkıyla
yeyi soluksuz takip eder. İnsan
Mesele zaman denen makinenin şiire
verir.
Nicolo Busotti zamanın çarkları
Şair-müzisyen işbirliği daha
arasında kaybolup gitmiştir ama
dişlilerinden ezilmeden
geniş zaman aralıklarında da
yarattığı keman, beraberinde
geçmekse, galiba bunu en iyi,
gerçekleşir bazen. Misal, iyi müyaratıcısını da taşıyarak zamanzisyen Nadir Göktürk, iyi şair Wilda ileri sıçrar.
müzik yapar.
liam Shakespeare’in bir sonesini
Mesele zaman denen makişarkı haline getirir ve iki ustanın
nenin dişlilerinden ezilmeden
yüzyılları aşarak kurduğu köprü
geçmekse, galiba bunu en iyi,
ortaya müthiş bir şarkı çıkartır.
müzik yapar. Bunu en iyi, “iyi
Ezginin Günlüğü grubunun mümüzik” yapar. “İyi müzik” nedir?
zikal yolculuğunda mütevazı faİşte o… Bilinmez. İyi müzik nekat ağır bir yeri olan şarkı gerek
dir? Aslında gayet iyi bilinir.
sözleri, gerek bestesi, gerek düİnsanı yüreğinden yakalayan,
zenlemesi, gerekse söylenişiyle
kendisinden büyük, kendisintokat gibi çarpar insanın suratıden kudretli bir hadiseye baktına:
ğını anlatan müzik iyidir. İnsanın
“Yas mas tutma sevgilim, öldüen temel dürtülerini harekete
ğüm zaman.
geçirir, insanı kendisinden alıp
Toprakta böceklere güldüğüm
bambaşka yerlere götürür. İyi
zaman.
müzik… iyidir… derindir… zorDuyurunca paslı sesiyle, ölüp
layıcıdır… kalitelidir.
gittiğimi bir çan,
İsimler? Konu “iyi müzik” olunca
Yas mas da tutma sevgilim öldübambaşka zamanlardan, bamğüm zaman.
başka coğrafyalardan isimler
Çürüyen gövdem gibi, yitip gityan yana gelir, kardeş olur. İnsin aşkın da.
san, Wagner ile Âşık Veysel’in,
Ne bir mektup kalsın bizden, ne
Sezen Aksu ile Andrew Llyod
bir söz, ne bir eşya.
Webber’in isimlerini yan yana
Unut gitsin adımı, arkamdan da
yazabilir rahatlıkla. Fikret Kızıağlama.
lok’un ismi hiç sönük durmaz,
bilakis pırıl pırıl parlar Beethoven’in adının yanında zira “iyi Gözyaşınla da eğlenir, onu da alıp satar bu dünya.”
müzik” yapan ustalar, dünyevi olmasa da manevi olarak kar- Almanın ve satmanın ziyadesiyle muteber hale geldiği bir
dünyaya daha 17. yüzyılda ağır bir eleştiri çivisi çakar Shadeştir.
Sanatın tüm dalları gibi müziğin de merkezi duygudur. As- kespeare usta çarpıcı dizeleriyle ve Nadir Göktürk usta da
lolan hissetmektir, aslolan hissettirebilmektir. İnsana kendi 21. yüzyılda incelikli notalarıyla hayat verir bu delici sözlere.
hikâyesini anlatır ya iyi müzisyenler aslında, belki de bu Almak ve satmak dünya düzeninin odağı haline gelirken,
yüzden, birçok iyi müzisyen şarkılarını iyi şairlerin kıymetli alış-veriş hadisesinin sosyal düzende yarattığı etkiden müzik de nasibini alır. Forma aşkına yapılan maçların bittiği bir
satırlarına yaslar.
Misal, Duman grubunun solisti olarak nam kazanan Kaan döneme girilirken yaratıcı akıl ve kâlp giderek müziğin odaTangöze 2015 yılında çıkardığı solo albümünde Türk dilinin ğından uzaklaşır. Müzik bir endüstridir artık ve piyasa odaklı
büyük ustası Özdemir Asaf’ın ölümsüz dizelerine hayat ve- sanayi tipi üretim ile beslenir. Vasatın “piyasa” ile gerekçerir. Sadeliğin dilidir konuşan ve ezgiyle sözün müthiş uyu- lendirilmesi midir aslında olan? İşte ona, her zaman olduğu
mu, çarpıcı ve zamanın ötesine sıçraması muhtemel bir gibi en büyük usta “zaman” karar verir.
Ve büyük usta Bülent Ortaçgil zamanın ötesine şimdiden
şarkı çıkartır ortaya:
uzanan şarkısında sakin sakin seslenir:
“Bekle dedi gitti,
“Paranın esiri olduk,
Ben beklemedim,
Ne kadar iktisat, o kadar mutluluk.
O da gelmedi.
Birer birer yeniliyorduk,
Ölüm gibi bir şey oldu,
Önce adalet, sonra güzellik
Ama kimse ölmedi.”
Tutulmayan sözlerin kısacık destanıdır Asaf ustanın şiiri ve Ama aşk var.
Bir tek aşk var.”
41
MÜZİK KUTUSU
Rahmi Mert ÖZCAN
[email protected]
“Yüzünü dökme küçük kız
Bırak üzülmeyi.
Yalnız sen misin bir düşün.
Unutan sevilmeyi...”
(Yüzünü Dökme Küçük Kız)
Her şeyin başlangıcı olan bu samimi
dizeler... Yıl 1970... 20 yaşında kimya
mühendisliği okuyan bir üniversite
öğrencisi tüm dünyayı kasıp kavuran
İngiliz pop-rock müziğinin temel taşlarını alıp kendisiyle harmanlıyor ve
folk müziğimizle şiirsel bir anlatımı iç
içe sıkıştırıp müziğin en naif halini bizlere sunuyor. Bu kişi hayatın her alanında
egolarını bir kenara bırakıp mütevazı duruşuyla kalplere
seslenen, sanatın pek çok noktasından geçmiş, Türk müziğinin yetiştirdiği büyük ozan ve gerçek bir sanatçı Bülent
Ortaçgil.
“Mavi kuş sanki bir düş,
Kaşla göz arasında.
Geceyle gündüz arasında.”
(Mavi Kuş)
İlk olarak okul yıllarında davul ve gitarıyla topluluklar oluştururken diğer yandan da tiyatroya merak saldı ve bu
alanda da çeşitli başarılar yakaladı. Sanatın çeşitli kollarından tutan, bence en önemlisi de müzikal samimiyet kavramını yaratmış Ortaçgil, o büyük hayranlıkla dinlediğimiz
The Beatles, Cat Stevens, Bob Dylan gibi müzisyenlerin
42
karşısında bizim
de batıya açılan
ve gurur duyduğumuz önemli
bir kapı olmuş
ve
herkesin
adından
söz
edeceği, Türk
müziği
için
vazgeçilmeyecek bir kimlik
oluşturmuştur. Şarkıcılığı, besteciliği, aranjörlüğü ve söz yazarlığı ile müziğin temel taşlarını gerçekleştirmiş, zaman içerisinde de pek çok değerli
müzisyeni bizlere kazandırmıştır.
“Su olsam, ateş olsam,
Göklerdeki güneş olsam.
Konuşmasam taş olsam,
Yine de oynar mısın benimle?”
(Benimle oynar mısın?)
Bu dizeler 1974 yılına götürüyor bizleri. Sanırım Türk
pop-rock tarihinin en önemli albümlerinden biridir. Onno
Tunç ve Ergun Pekakcan ile çalıştığı bu albümde “Olmalı
mı olmamalı mı”, “Şık Latife”, “Suna Abla” gibi herkesin diline dolaşan, zamana meydan okuyan şarkılar da ortaya
çıkmıştır. Albüm tam 40 yıl sonra folk-rock ve psychedelic
tınıların yoğun olmasının etkisiyle de ABD’ de de piyasaya
BÜLENT ORTAÇGİL
sürülmüştür. Folk, pop, rock ve hatta 2003 yılındaki “Gece
Yalanları” albümünü de dâhil ettiğimizde caz tınılarını da
bizlere fazlasıyla hissettiren Ortaçgil psychedelic tavrını da
müziği ile karıştırmış, zengin ama bir o kadar da kendisine
ait bir karakter yaratmayı başarmıştır.
“Pencerenin önünde arkadaştan ayrı
Porselen saksıda bir süs çiçeği.
Pencere önü çiçeğine,
Ne ansızın yağmur ne gök kuşağı. “
(Pencere Önü Çiçeği)
Ortaçgil 1976 yılında yeni bir albüm yayınladı ve plak başarısız oldu. Başarısızlığın getirdiği moral bozukluğu onu
yaklaşık on yıl müzikten uzaklaştıracaktı. Bundan sonraki
süreçte mühendisliğe devam eden sanatçı verdiği bir röportajda; “mühendis oldum çünkü korktum. İstemediğim
müziği çalarak kendime kurduğum müzik dünyasını yok
etmek istemedim” diyerek verdiği kararın duygusal tavrını
da bu şekilde dile getiriyordu. Ortaçgil 80’li yılların başına
doğru Fikret Kızılok ve Erkan Oğur ile tanıştı ve bu buluşma sonrası birlikte canlı kaydedilmiş iki albüm yaptılar ama
yayınlamadılar. Aynı dönemde TRT için çocuk şarkıları da
kaydettiler. Asıl olarak Fikret Kızılok ile 1986 yılında “Pencere Önü Çiçeği” adlı bir albüm yayınlamış ve yarım bıraktığı
müzik yolculuğuna da kaldığı yerden devam etmiştir.
“Yarım gün uzakta Ankara
Sokaklarda uslu kentliyi oynamak için.
Yine gazeteleri okumak, yine gece bıkkınlığı...
Yine sabah telaşlarına alışmak için
Deniz kokusu getiriyorum.”
(Deniz Kokusu)
Türk pop-rock müziğinin
en önemli isimlerinden biri olan Ortaçgil şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu ve verdiği huzurla
her zaman adından bir şekilde
bahsettirmeyi başarmıştır.
90’lı yıllarda müzikte daha aktif olan, 1998 yılında o muhteşem “Light” albümüne tanık olduğumuz Ankaralı müzisyen, Türk müziğinin o dönemki “La minör” esaretinden de
kendisini sıyırmış, farklı introlarla bizleri büyülemiş, kişisel
olarak devrik cümleler ve prozodi hatalarıyla da kendisini daha çok sevdirmiş ve yine kendine has bir müzisyen
olduğunu herkese göstermiştir. Hayatı iyi anlayan ve iyi
anlatan, hemen hemen her şarkısında ondan bir şeyler
bulup ruh haline yansıtabileceğimiz dünyanın en sakin ve
huzur verici müzisyenidir Ortaçgil.
“Hiç bir neden yokken ya da bilmezken
Tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur...
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken,
Hiç bir şey yapmamış ve susmuşuzdur...
Olamaz mı? Olabilir...”
(Eylül Akşamı)
Türk pop-rock müziğinin en önemli isimlerinden biri
olan Ortaçgil şarkılarıyla, yazdıklarıyla, duruşu ve verdiği huzurla her zaman adından bir şekilde bahsettirmeyi
başarmıştır. Onun için söylenenlerin hiç birisi abartılmış
değildir aksine görmesi gereken değeri de çoğu zaman
görememiştir. Ha bir de sahnede oturuşuna takanlar var
günümüzde hala... Kendi gibi, olması gerektiği ve kendisine yakıştığı gibi müziğini icra eden bir değerdir Ortaçgil.
Hiç bir neden yokken ya da biz bilmezken veya onca neden varken ve tam sırası gelmişken siz de kendinizi Bülent
Ortaçgil şarkıları dinlerken bulabilirsiniz.
Olamaz mı? Olabilir...
45
BİR DÜNYA İNSAN
.
..
ir
a
Ş
n
la
o
lı
k
a
c
la
a
n
Her Sevdada
Murat ÖREM
[email protected]
“Ben acılar denizinde boğulmuşum,
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını,
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni,
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını…”
Bundan tam 90 yıl önce, 1926 yılının 22 Ağustosunda doğmuştu Ümit Yaşar Oğuzcan… Şairdi… Hakkıyla şairdi…
Hayatıyla, düşüp kalkmalarıyla, acılarıyla umutsuz aşklarıyla da şairdi. Çok dalgalı bir hayat yaşadı. Evlat acısını
da gördü, 60 yıla bile ulaşamayan ömründe Ümit Yaşar…
1984 yılı Kasımında öldüğünde 58 yaşındaydı. Geride yüzlerce şiir, taşlama ve bestelenmiş onlarca eser bıraktı.
Münir Nurettin Selçuk bestesi ve Timur Selçuk yorumunda unutulmazlar arasına girmiş şiirinde de şunları demişti
Ümit Yaşar;
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı,
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.”
Herkes bu dizeleri bir aşk şiiri sansa da, Galata Kulesi’nden
atlayan oğlu Vedat’ın ardından yaktığı ağıttı bu dizeler
Ümit Yaşar’ın…
Türkçenin en güzel şiirlerinde, şarkılarında Ümit Yaşar’ın
44
imzası vardır dedik ya işte bir örnek daha;
“Bir gün gelir de unuturmuş insan,
En sevdiği hatıraları bile,
Bari sen her gece yorgun sesiyle,
Saat on ikiyi vurduğu zaman,
Beni unutma...”
Yıllar sonra Selda Bağcan’ın sesinde bu şiir de unutulmazlar arasına girmiştir… Bir dinlerseniz ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız. Sevgili okur, bir gün birileri size, “Türk
Şiirinde marazi aşkın, mazoşist acının ve bitmeyen özlemin delidolu, naif şairi kim” diye sorarsa hiç düşünmeden
Ümit Yaşar Oğuzcan yanıtını verebilirsiniz.
Yaşarken küçümsenen bir isim de oldu Ümit Yaşar… Parasızlığın getirdiği çaresizlikle vasat politik taşlamalar,
çalakalem şiirler de yazınca eleştiriler kaçınılmaz oldu…
Kendisine yönelik eleştirilerin belki farkındaydı Ümit Yaşar
Oğuzcan ama uyarılara çok da kulak asmadı… İçinden
geldiği gibi yaşamayı seçerken hayatının iniş çıkışları şiirlerine de yansıdı.
Türk edebiyatı ve gazeteciliğinin kadri kıymeti maalesef
hiç bilinmemiş ve artık aramızda olmayan ismi Halit Çapın’ın da yazdığı gibi, neredeyse iki ayda bir intihar giri-
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
şiminde bulundu Ümit Yaşar… Bu girişimlerin altında
ölmek istemekten çok yaşarken farkına varılmak, kendini
değerli hissetmek, sevilmek duyguları vardı oysa…
Sözün başında anlattığımız gibi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın evladı Vedat, Galata Kulesi’nden başka bir dünyaya atlarken
babasına da adeta “öyle olmaz böyle olur bu işler...” dedi.
Yalnızca sıradan güzellikleri ister görünse de, sanki derinlerde bir yerlerde hep yeni duygular aradı Ümit Yaşar… Bir
İstanbul sevdalısıydı hakkıyla.
Matematik dersini sevmeyip
Matematik öğretmeninin
Güzellik ve zarafetine vurgun
Yeniyetme bir genç öğrenci gibi
Hep kırık, hep isyan dolu, hep uzaktan
Ve hayalindeki haliyle sevdi o şehri...
İstanbul’u...
Tevfik Fikret’in, “Bin kocadan arta kalan bakire…” diye tanımladığı İstanbul’un da verebileceği bir şeyler yok muydu Ümit Yaşar’a diye bir soru yöneltecek olursanız, “Hayat”
deriz sana ey okur...“Hayat, biraz da yanıtsız sorular, sorusuz yanıtlardır” işte…
Bestelenmiş hali milyonlarca kere dinlenen bir başka unutulmaz şiirinde de şunları söyledi Ümit Yaşar;
“Yollarımız burada ayrılıyor,
Artık birbirimize iki yabancıyız,
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa,
Her şeyi evet her şeyi unutmalıyız,
Her kederin tesellisi bulunur, üzülme,
İnsan ne kadar sevse unutabilir,
Mevsimler, gelir geçer, yıllar geçer,
Sen de unutursun bir gün gelir,
Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine,
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi,
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi,
Her şeyi evet her şeyi unutabilirsin,
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır,
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır...”
Gittiğiniz yerlerde “Ayrılanlar İçin’i, Beyaz Güvercin’i, Beni
Unutma’yı, Kum şarkısını dinlemek isteriz” diye tempo tutarken bu şarkıların bestelenmiş Ümit Yaşar şiirleri olduğunu unutma değerli okur...
Hayatında resim sanatı da olan ve tabloları bulunan Ümit
Yaşar Oğuzcan’ın Rıhtımda şiiri de adeta hüzünlü bir tablo
kadar sahihtir.
“Bir beyaz gemiydi ayıran onları,
Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda,
Şimdi unuttum yüzünü kadının,
Adamın gözleri aklımda,
Kana bulanmış bıçaklar gibi,
Uzun kirpikleri ıslaktı,
Adam dertli, adam darmadağın,
Dokunsalar ağlayacaktı,
Adam bitkindi, adam seviyordu,
Kalan kederdi, giden gemiyse,
Taş olduğu içindir dedim,
Rıhtım taşları erimediyse,
Derken bir düdük öttü ansızın,
Bembeyaz gemi gitgide ufaldı,
Korkunç yalnızlığıyla baş başa,
Rıhtımda bir adam kaldı…”
Üstüne titrediği oğlu Vedat’ın, Galata Kulesi’nden yokluğa
atlayışını yaşamış bir babadır Ümit Yaşar Oğuzcan. Bunca
dramdan önce de sonra da sevginin ve aşkın üvey evlat
muamelesi gördüğü bir çağda “Aslolan daima aşktır” diyerek yollara düştüyse Ümit Yaşar Oğuzcan, biraz da hayat,
ölüme teslim olmasın diyedir.
Kötü yazdığı, çalakalem yazdığı şiirler ve taşlamalar için ne
kadar borçluysa insanlara Ümit Yaşar Oğuzcan, sonu keyif
ya da hüzünle biten her sevdadan da bir o kadar alacaklıdır… Çünkü;
Sevda gençlerin işi değildir
Sevda gençleştiren bir iştir...
Ne diyordu yine bestelenmiş bir şiirinde Ümit Yaşar;
“Süzülüp mavi göklerden yere doğru,
Omuzuma bir beyaz güvercin kondu,
Aldım elime, usul usul okşadım,
Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım…”
Türk Şiirini Türk Müziğiyle bin yıllık dost kılan Ümit Yaşar
90 yaşında…
Ümit Yaşar öldü mü diyorsunuz, siz öyle sanın… Bazı isimler hiç ama hiç ölmez.
( Murat Örem / Temmuz 2015 / Ankara...)
45
BİR DÜNYA ZAMAN
Zamanın Aynasından
Feridun ERTAŞKAN
Cazkolik.com
“Bir Dünya Müzik” dergisi ilk yılını tamamladı. Karınca
kararınca bendenizin de bu ilk yılın önemli bölümünde yazılarımla katkım oldu. Özellikle müzikle soluk
alıp veren bir kalem sahibi olarak şunu söylemeliyim
ki hem müzikte hem yayıncılıkta ilk yıl gelecek yılların en önemli basamağıdır. Buna, müsaade ederseniz
yine müzikten bir örnek vereyim, oradan esas konuya
geçerim... Müzisyenlerin kendini ispat etme aşamasındaki en önemli sınavı ilk albümleridir. O ilk albüm
hayatlarının kalanını belirleyecek, gelen övgüler veya
eleştiriler genç sanatçıların yaşamını tayin edecek,
dahası, profesyonel hayatına yön verecektir. Bu nedenle, hem tüm yaratıcılıklarını göstermeye çalışırlar
hem içtenliklerini, orijinalliklerini yansıtmak isterler.
Kendinden önceki sanatçıların ürettiklerine bakarak
yeni bir şeyler söylemek zorunda olduklarını bilirler.
“Bir Dünya Müzik” önemli bir ihtiyaca cevap veriyor.
Zaman ve değişen teknoloji bildiğimiz tüm alışkanlıkları altüst ediyor. Zamanın böyle yıkıcı bir akışı var
ama yeniden yapmanın, yeni olanı inşa etmenin de
fırsatını sağlıyor. Ayakta kalmanın zorunluluğunu
insanoğluna yeniden hatırlatıyor. Bundan otuz, kırk
yıl önce gündemi yönlendiren basılı medya, günlük
gazeteler ve dergilerdi. Basılı medya hâlâ etkisini korumaya çalışsa da internet ve sosyal medyanın karşısında giderek zorlanıyor. Medya artık herkesin cep
telefonunda, bir tık uzağında. Ama bütün bu kaçınılmaz gerçekliğin yanında basılı medyanın hâlâ yoğun
bir iknâ kabiliyeti var. Basılı medya eski gücünden kaybetmeye ilk dergilerle başladı. Haftalık, aylık dergiler
ama daha da çok tematik dergiler, müzik dergileri. “Bir
Dünya Müzik” gibi dergilerin önemi bu açıdan artık
daha büyük ve kıymetli. Buralarda kaleme aldığımız
notların, cümlelerin okuyucuyla buluşmasının değeri
ve önemi kapanan her dergiyle biraz daha artıyor.
Birinci yaşın zaman ve müzik ilişkisinde hatırlattıkları.
Zaman, yapılan işin kıymetini ve önemini doğruluğu tartışılmaz biçimde tesciller. Karşı konulmaz bir
doğruluk süzgecidir zaman. Beethoven veya Mozart,
46
Bach ya da Itrî veya Dede Efendi niye çağları aşan
güce sahip? Zaman bu insanların ürettiği müzikleri
niye eskitemedi? Batı literatüründe ‘contemporary’
denen kavram sanatın güncel olanını kasteder ama
o sanatın on yıl sonra hatırlanacak kadar güçlü olduğuna dair ipucu vermez, bu cevabı sadece zaman
verebilir.
Müzik ve zamanın karmaşık görünen ilişkisi aslında basit bir formüle mi dayanıyor?
Klasik müziğin yüzyıllara uzanan bir gelişim ve olgunlaşma süreci var ama sanayileşme ve teknolojinin hızlanmasıyla paralel zamanın da adeta hızlanması caz
müziği gibi geçmişi sadece bir yüzyılı henüz aşan
ömrü kendi klasikleşme sürecini çoktan tamamladı
bile. Eğer bu formülle hesaplarsak, klasik müziğin yüzyılları, cazın yüzyılı bulan sürecini pop ve rock elli yıla
sığdırmayı başardı. Bugün ellili, altmışlı yıllara damga-
sını vuran Elvis Presley, The Beatles gibi ikonların kendi tarzlarının klasikleri olmadığını kim iddia edebilir?
Kimse edemez ama bu isimlerin şarkıları henüz bir
insan ömrü süresini aşmadı bile. Bu demek ki, müzik
ve zamanın ilişkisi insanoğlunun ürettiği teknolojinin
dayattığı bir telaş ve acelecilikle ilerlerken bir yandan
kendi normlarını ve klasiklerini üretiyor. Yani, anlaşılan, zaman aralıkları daraldıkça kıymetlendirmenin
süresi de kısalıyor. Bugün, Hip Hop gibi geçmişi otuz
yılı bile bulmayan bir müzik kendi klasiklerini kabul
ettirmeye başladı bile.
Nasıl ki müzik zamanın akışına kendini adapte etmeyi
başarıyorsa müziğin zaman içinde dinleyiciyle buluşma yolları tıpkı bugün medyanın kendini yenileme
ve değiştirme hızıyla aynı seyrediyor. Müzik de, medya gibi artık internet üzerindeki anlık aktarım hızıyla
kendini ifade ediyor. Günümüz insanının yayınlanan
bir müziği ya da yeni bir haberi öğrenmek için sabahı
ya da bir saat sonrasını beklemeye tahammülü yok,
hemen, o an müzik ve haber eşit hızla dolaşıma sokuluyor ve tüketilmeye başlanıyor. Böyle
bir dönem kendi
klasiklerini sizce
ne kadar sürede
üretir?
İşte, bu sebeplerle “Bir Dünya Müzik” gibi dergilerin
önemi (tıpkı geçen
sayıda radyolar için
söylediğimiz gibi)
daha da artıyor. Yaşadığımız hızı, değişimi
ve tüketimi sorgulayacak daimî mecralara ihtiyacımız var.
Bugün artık Snapchat gibi bir
anda yüzbinlerce kişiye ulaşan
ama bir kaç saniye sonra yok
olan anlık iletimler insanoğlunun ortak hafızasını alzheimer
benzeri bir hastalığı dönüştürmeden böylesi dergilerin sayfalarında hayatın ve kültürün
akışını analiz eden yazılar ve görüşlerle kendimizi aynada daha
sağlıklı görmeye ihtiyacımız var.
Bu yüzden, birinci yaşın bininci
yaşına ulaşsın “Bir Dünya Müzik”
diyorum.
47
BİR DÜNYA ALBÜM
Murat EKŞİ
[email protected]
80’lerin İngiliz pop yıldızı olarak isim yapmış Kim Wilde’ın
1981 yılındaki çıkış albümü “Kim Wilde”. Kendi adını taşıyan
bu albümün aslında Kim Wilde’ın ileride yapacaklarının da
ötesinde bir albüm olduğunu hemen belirtelim ve ekleyelim: Ah şu ticari müzik endüstrisi.
29 Temmuz 1981 çıkışlı albümün ilginç bir yanı var. Albüm
aslında bir aile albümü. Albümdeki tüm şarkılar Kim’in
babası olan ve eski bir rock’n roll’cu Marty Wilde ile Kim’in
kendisinden 1 yaş küçük kardeşi Ricky Wilde tarafından
yazılmış. Eh, Kim de o farklı ve yakalayıcı ses rengi ile zamanında gereğini yapıyor ve albüm oluşuyor.
KIM WILDE – Kim Wilde
48
KİM WILDE
“Kim Wilde” genel geçer bakıldığında 70’leri uğurlayan ve
fakat 70’lerin müzik dünyasını sonsuza dek değiştiren ve
etkileyecek olan punk akımından etkilenmiş bir albüm.
New-wave olarak nitelediğimizde bir eksiklik varmış gibi
hissettiren albüm aslında ileride yapılacak pop-punk
albümlerinin atalarından da pekala sayılabilir. Proto-poppunk desek yeridir bu kayıda. Ara ara –“Evereything We
Know” gibi şarkılarda olduğu gibi- reggae/dub- etkisinin
de görülebildiği albüm new-wave’in gitarlardan da nasibini almış, parlak syntler’den geri kalmayan, yakalayıcı pop
yönü kuvvetli, Wilde’ın ses karakterinin şekil verdiği güçlü
bir kayıt.
Albümün ve özellikle de “Kids in America”nın hem listelerde hem de ticari olarak gösterdiği olağanüstü başarı bu
albümü klasik yapan en önemli öge değildir. “Kim Wilde”ı
klasik yapan en önemli şey, punk’ın evrilebileceği ve etkileşebileceği yerler noktasında sınırının bulunmadığının en
önemli kanıtlarından birini oluşturmasıdır. Punk ruhunun
pop’un tam merkezine bile yerleşebileceğinin, popüler
kültürün tam aksi istikametinde bulunan bir alt kültürün
uzak yakın demeden etki alanının ne olabileceğinin erken
dönem bir uyarısıdır “Kim Wilde”. Ama bunu yaparken sert
elini değil de eline geçirdiği yumuşak eldiveniyle size dokunarak bunu yapar. Popu pop yapar, yumuşak ve anlaşılır.
Albümdeki şarkılar sırası ile şu şekilde:
Hemen herkes bu albümün adı geçince “Kids in America”
der, evet. Fakat albümün asıl ağır topu tartışmasız “Falling
Out”dur. Britanya kokan, mesafeli insanların hissiyatının
ısısına ait ve seri ve kesik ritimlerin içine serpiştirilmiş kalp
parçalarını içerir “Falling Out”.
1 – Water On Glass
2 – Our Town
3 – Evereything We Know
4 – Young Heroes
5 – Kids in America
6 – Chequered Love
7 – 2-6-5-8-0
8 – You’ll never Be So Wrong
9 – Falling Out
10 – Tuning In Tuning On
İmkanı olanı albümün plağına, benim gibi plağına sahip
olmayanları popüler video izleme sitelerine davet ederek yazıyı noktalayalım. İster albümün tamamına ister de
benim gibi “Falling Out”un hızlı romansına...
49
BİR DÜNYA ALBÜM
Murat EKŞİ
[email protected]
KENAN DOĞULU
İhtimaller
Albümde Doğulu’nun yıllar içerisinde müzikseverlere sunduğu bir çok hit parçasının, Ercüment Orkut, Can Çankaya
ve Bulut Gülen tarafından caz müzik formlarında yeniden
düzenlenmiş versiyonlarının yanı sıra söz ve müziği Doğulu’ya ait ‘‘İhtimal’’ adında yepyeni bir şarkı da yer alıyor.
Türkiye’de ve dünyada farklı caz sahnelerinde yer alan
birbirinden önemli Türk caz müzisyenlerinin oluşturduğu
orkestraya Doğulu da yorumu ve gitarıyla eşlik ediyor. Albüm, Kenan Doğulu ve caz severlere keyifli dakikalar yaşatacak.
IŞIL YÜCESOY
Zamansız
Dile kolay tam tamına 37 yıl sonra yeni bir kayıt Yücesoy’dan! Albümün giriş parçası olan “Büyümedim” yeni
yazılmış bir şarkı. Geride kalan şarkılar ise sanatçının kalbi
hedef alan yerel pop şarkılarından seçerek oluşturmuş olduğu bir sıralama içeriyor. Elbette bu şarkılar Yücesoy’un
kendi yorumuyla yeniden hayat buluyor. Türk pop müziğinde yer edinmiş Sezen Aksu, Nilüfer, Mithat Körler, Işın
Karaca, Yeşim Salkım gibi isimlerin müzik dünyasına hediye
ettiği şarkıları Işıl Yücesoy şaşırtıcı bir teatral tatta yorumlamış. Sanatçının oyunculukla alakasının bu etkide payı olduğu yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan yıllanmış bir ses
ve eskiye öykünen bir vokal stilinin de bunda payı büyük.
Sakinlik, romantizm ve kalp yarası ile ilgililerin bu topraklara alakası oranında tat alabilecekleri bir kayıt “Zamansız”.
HANDE YENER – Hepsi Hit Vol 1
Sanatçının 12. albümünün adına baktığınızda Yener’in önceden ün kazanmış
şarkılarından oluşmuş bir toplama ile
karşılaşacağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hande Yener, sayıları 3
haneyi bulan yeni şarkıların arasından
hemen hepsi “hit” potansiyeli taşıma
özelliği çerçevesine bir atıfta bulunarak böyle bir albüm oluşturmuş. Sözlerde ve bestelerde Mert Ekren, Ersay
Üner ve Altan Çetin dikkati çekiyor.
50
Dikkatinizi bu müzik adamlarına çekmişken söyleyeyim: Albümde dikkat
çekecek hemen hiç bir yenilik yok, farklı
bir yaklaşım, devrimci fikir denebilecek
hemen hiç bir an mevcut değil. Ve fakat
“Kavuşabilir miyiz?” de olduğu gibi yerel
pop seven dinleyicileri, radyo istasyonlarını, kalp acısı çeken bazı kesimleri tam
12’den vuracak şarkılar da yok değil.
Hande Yener bildiğiniz gibi. Ne bir eksik,
ne bir fazla...
ALBÜM EKŞİSİ
THE AVALANCHES
Wildflower
Yıl 2000. “Since I Left You”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi.
Sonuç: Bir Plunderphonics başyapıtı...
Yıl 2016. “Wildflower”. Sistematik ve planlı kolajı, müziği
kullanarak prestijli bir sanat eseri haline getirme işlevi. Sonuç: Bir Plunderphonics başyapıtı...
MAXWELL
black SUMMERS’night
R&B ve soul’un soğuk ve entelektüel kısma yakın tarafından Maxwell’in 5. Stüdyo albümü ile karşı karşıyayız.
Nu-soul’un zaman içerisinde en önemli birkaç isminden
biri haline gelen sanatçının bu albümü de aynı rotasından sapmıyor: Afro-Amerikan kökenlerden gelen rhythm
and blues’un şık gece kulüplerinde yerinde hareketsiz
dinlenebilir bir hale getirilmiş hali, ama en şık hali. Soğuk,
enerjisini aktarmaktan öte kişinin içerisinde oluşturmaya
çalışan, Maxwell’in boşu olmayan organik şarkılarıyla bir
yandan da gerçeklik hissini sıkı verebilen bir müzik. Tam
bir usta işi… Yılın en iyi albümlerinden birini takdim edelim ve ekleyelim: “blackSUMMERS’night” baştan sona ışıldıyor; siz koşarken yerde en küçük pürüzü olmayan satıh
gibi parlak ve akıcı.
THE AMAZING – Ambulance
İsveçli beşlinin bu 5. albümleri. Psikedelik-rock / indie
rock’ın dallanıp budaklanması ile jazz’a bile bulaşabilen
grubun yeni albümünde –belki zamanın önlenemez ilerlemesinin getirdiği yaş ilerlemesi ile- kendini belli eden
bir dream-pop durumu mevcut. Elbette bu psikedelik
hissiyatın önüne henüz- geçmiş değil ama ilerleyen albümlerde olur ise- bizi neyin bekleyeceğine emin olamayız. Albümle aynı adı taşıyan fantastik “Ambulance” olsun,
sizi alıp bulutlara çıkaran “Floating” olsun, içerisinde belli
bir ortalamayı çok aşan şarkıların olduğu albüm, yeni nesil psikedelik grupları sevenlerden dream-pop sevenlere,
oradan organik-indie seven güruhtan sakinleştirici etkisi
olan tını takıntılılarına kadar geniş çerçevede kendine yer
bulabilir. Çok iyi demeye az var, iyiden daha iyi.
‘‘The Amazing’’ ilgiyi kesinlikle hak ediyor.
51
YURTTAN
YURTTAN SESLER’İN
SESLER’İN
UNUTULMAYAN
UNUTULMAYAN SESİ
SESİ
“AVNİ ÖZBENLİ”…
Kubilay DÖKMETAŞ
[email protected]
(TRT Türk Halk Müziği Müdürü)
Yurttan Sesler’in ilk kuşak sanatçılarından (bir diğer ismiyle
çekirdek kadro) Avni Özbenli, 23 Haziran 1919’da Kastamonu’da doğdu. Babası Hüseyin Rüştü Bey, annesi ise Emine
Hanımdır.
Henüz çocuk yaşlarında iken saza ilgi duymuş ve yöresinin
ünlü sanat ustalarından, Âşık İhsan Ozanoğlu, Yorgansız
Hakkı Âşık Mümin Meydani ve Sarı Recep Giray’dan büyük
ölçüde yararlanmıştır. O günleri şöyle anlatır Özbenli: “Kastamonu’da iki evli bir köyde dahi genellikle saz çalan olur.
İlgimi saz çektiği için ben de saza heves ettim. Saza 1935’te
başladım. İnsan gözünden öğrenirmiş. Ustalar bize saz vermezlerdi. Verseler bile düzenini, akordunu bozarlardı. Çabuk öğrenmemizi istemezlerdi. Onun için ben bağlamayı
satın alır almaz çalmaya başladım. Okul müsamerelerinde
görev aldım. Artık, okula dışardan bağlamacı getirmediler.”
İlk orta ve lise öğrenimini Kastamonu’da tamamlayan Avni
Özbenli 1941 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümünü kazandı. 1945 yılında
bu okuldan mezun oldu. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında hemşehrisi Sarı Recep’in
önerisi, Mesud Cemil ve Muzaffer Sarısözen’in onayı ile Ankara Radyosu’nun halk müziği çalışmalarına ve yayınlarına
katıldı. Bu olay şöyle gelişti; Sarı Recep 1941 yılında hastalandı ve 55 gün kadar hasta yattı. O yıllarda Ankara’da okuyan öğrencisi Avni Özbenli’yi yerine önerdi. Avni Özbenli
bu olayı Süleyman Şenel’e 3 Mart 2000
tarihinde şöyle anlatmıştır:
“1941 yılında bana Ankara Radyosu’ndan bir telefon geldi. Telefon
eden Mesut Cemil idi. Radyoevi’ne
kadar gelmemi rica etti. Hemen heyecanla bir koşu Radyoevi’ne gittim.
Bana, ustam Sarı Recep’in hasta olduğunu, Yurttan Sesler’in yürümesi
için beni tavsiye ettiğini söyledi. Ben
o cesaretle derhal kabul ettim ve 55
gün Yurttan Sesler Topluluğu’nda
tek saz olarak çaldım. Kimse de ‘Sarı
Recep nerede’ demedi. Sarı Recep iyi
olup Radyoya dönünce Mesut Cemil
52
AVNİ ÖZBENLİ
Bey’den izin istedim. O sırada odasında olan Muzaffer Sarısözen ile birlikte bana ‘sizi bırakmayacağız’ dediler. Böylece
4 yıl sürecek olan radyo yıllarım başladı.”
Ankara Radyosu’nda çalışmalara katıldığı yıllardaki topluluğu, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği diye ayrılmayıp;
Ankara Radyosu Türk Musikisi adıyla icraatlar da bulunan
bir topluluktu. Vedat Nedim Tör’ün isim babalığını yaptığı “Yurttan Sesler” topluluğunun henüz oluştuğu yıllardı.
Memleketi Kastamonu’nun duyulmadık türkülerini derleyip
notaya alarak Radyo repertuvarına kazandırdı.
Fakülteden mezun olduktan sonra Kastamonu Gölköy Köy
Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. Askerliğini yaptıktan
sonra tekrar aynı görevine tayin edildi. 1950 yılında Mukaddes Hanım ile evlendi. Gölköy Enstitüsü’ndeki öğretmenlik görevinden sonra eğitim başı görevine yükselen Avni
Özbenli, öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinin yanı sıra
oluşturduğu korolarda repertuvar çalışmaları yaptırıp sanatsal faaliyetlerini öğrencileriyle birlikte pek çok kez Kastamonu’da halka sergiledi. Kısa sürede 120 öğrenciye ulaşan
halk müziği topluluğuyla ilgili anılarını şöyle anlatmıştır: “Az
zamanda büyük ilerleme kaydettik. Öyle ki okulun kendilerine verdiği mandolinleri, bazı öğrenciler iade etmeye başladılar. Zaten, mandolini de saz gibi bütün tellere vurarak
çalıyorlardı.” Sadece öğrencilerine bağlama ve halk müziğini
sevdirmekle kalmamış Özbenli. Kastamonu merkezindeki
Tekeli Kardeşlere nasıl iyi bağlama yapılacağını tarif ederek,
onların iyi birer bağlama ustaları olmalarını sağlamıştır.
1949 yılında İstanbul Radyosu yeni binasında faaliyete ge-
çince “Yurttan Sesler” ve “Memleket Havaları Ses ve Tel Birliği” adlı programlarda çalışmalara katıldı. 1951 yılına kadar
sürdürdüğü bu çalışmalarının ardından bu görevinden istifa
ederek yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki eski görevine
döndü. 1952 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıllığına Amerika’ya gönderilen Avni Özbenli, gittiği yerlerde
radyo ve üniversitelerde sazı ve sesiyle konserler vermiştir.
Avni Özbenli için, Türk halk müziği alanında yurt dışında
müziğimizi duyuran ve temsil eden ilk sanatçılarımızdan birisidir diyebiliriz. 1953 yılında Amerika’dan döndükten sonra
Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’ne müdür olarak atandı. 4 yıl
süren bu görevinden sonra, bakanlık müfettişliği görevine
atandı.
Avni Özbenli, eğitim kurumlarındaki görevini sürdürürken
bir yandan fırsat buldukça Radyo çalışmalarına katılıp, diğer
yandan ise görev yaptığı okullarda korolar kurup Türk halk
müziğini sevdirme gayreti içerisindeydi. Bir dönem Milli
Folklor Enstitüsü Müdürlüğü görevinde bulunan Avni Özbenli görevi gereği bir baştan bir başa dolaştığı ülkemizin
çeşitli yörelerinden derlediği türküleri derleyip notalayarak
TRT repertuvarına kazandırmıştır. Derlediği türkülerden bazıları şunlar: Yaş Nane Kuru Nane, Sepetçioğlu, Ördeğisen
Göle Gel, Su Çırdaktan Gece Geçtim, Bülbül Olmuş Gülistanı
Beklerim, Asmaların Üzümü. Başta eğitim, folklor ve müzik
olmak üzere birçok konuda çeşitli dergi ve gazetelerde çok
sayıda makalesi yayınlanmıştır. 26 Temmuz 2007 tarihinde
Samsun’da hayata gözlerini yuman Yurttan Sesler‘in güzide
evladına Allahtan rahmet diliyoruz.
53
Cahit CESUR
[email protected]
SEMİHA BERKSOY
İlk Türk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy 1913’te İstanbul’da
doğdu. Küçük yaşlarda annesinden mimik ve jest dersleri aldı. Ortaokuldan sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. Namık İsmail Atölyesi’nde resim çalıştı. 1928 yılında sınavla tiyatro okuluna alındı. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit’in şan öğrencisi oldu.
1931 yılında “İstanbul Sokakları” adlı filmde rol aldı. Tiyatro okulunu
bitirdikten sonra Süreyya Opereti’nde “Asaletmeab” oyununda oynadı. 1932 yılında Darülbedayi’e (İstanbul Şehir Tiyatrosu) girdi. Cemal
Reşit ve Ekrem Reşit Rey’in “Lüküs Hayat”, “Deli Dolu”, Saz-Caz”, “Adalar
Revüsü” operetlerin ilk temsillerinde başarılı oyunculuğu ve sesiyle
dikkati çekti.
Paul Lohmann’ın İstanbul’da açtığı yarışmayı kazanarak öğrenim görmek üzere Almanya’ya gitti. 1936 yılına kadar Berlin Devlet Yüksek
Müzik Akademisi Opera Bölümünde Clemens Schmalstich ve Paul
Lohmann’ın şan ve sahne öğrencisi oldu ve okulu birincilikle bitirdi.
Opera kariyerine 1934’de başlayan Semiha Berksoy, Türkiye, Almanya
ve Portekiz’de sahneye çıktı. 19 Haziran 1934 tarihinde ilk Türk operası olan Ahmet Adnan Saygun’un bestelediği Özsoy Operası’nda
Ayşim başrolünü oynadı ve Atatürk tarafından takdir gördü. Richard
Strauss’un doğumunun yetmiş beşinci yıldönümü dolayısıyla sahnelenen “Ariadne auf Naxos” operasında Ariadne rolü ile Avrupa’da sahne alan ilk Türk opera sanatçısı oldu. 2. Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine yurda döndü. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin
50. yılında, TBMM tarafından ilk kadın opera sanatçısı olarak ‘Atatürk
Opera Ödülü’ne layık görüldü. 1942 yılında Türkiye’ye gönderilen bir
belge ile Berlin Yüksek Müzik Akademisi’nin sahne olgunluk diplomasına hak kazandı. Yurda döndükten sonra orkestra eşliğinde konserler verdi. Bunlar arasında, Ernst Praetorius yönetimindeki Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde verdiği konserler önemlidir.
Karl Ebert’in sahneye koyduğu operalarda oynadı. 1943 yılında Berlin’de konserler verdi. 1946’da Ankara’ya dönerek Madam Butterfly
başrolünde başarı kazandı. 1949’da Viyana’da konser verdi. “Kadınlar
Arasında” ve “Figaro’nun Düğünü” operalarında roller aldı. 1950 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi solist
sanatçısı oldu.
1951 yılından sonra rol aldığı başlıca eserler şunlardır: Cavallerie Rusticana, Yanlışlıklar Komedisi, Tosca, Köşebaşı, Elektra, Lady Frederick,
Dünkü Çocuk, Bu Gece Başka Gece, Dışardakiler, Cadı Kazanı, Karayar
Köprüsü, Felsefe Doktoru, Kanaviçe, Büyük Jüstinyen, Macun Hokkası, Çalıkuşu.
Berksoy, ayrıca 1961 yılından başlayarak Türkiye ve yurtdışında birçok
resim sergisi açtı. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı aldı. 1999’da
New York City Lincoln Center’da Robert Wilson’ın The Days Before:
Death, Destruction and Detroit III isimli operasında sahneye çıktı.
2003 yılında Viyana’da Samlung Esly Modern Müze’de sergiye katıldı.
Türk sahne sanatlarında yarım yüzyıl boyunca başarılar kazanan ve
bu alanda kültürümüze büyük hizmetler veren Berksoy 15 Ağustos
2004’de 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.
54
ZAMAN TÜNELİ
27 Ağustos 1892
9 Ağustos 1942
New York Metropolitan
opera binası yandı.
J. Cleaveland Cady’nin tasarımı olan ve
22 Ekim 1883’te “Faust” ile perdelerini
açmış olan eski New York Metropolitan
opera binası (old met) henüz dokuz yaşındayken bir yangınla harap olmuştu.
Batı 39 Cadde ile 40. Cadde arasındaki
tüm bloğu işgal eden Opera Evi 1903 yılında Carrera ve Hastings tarafından orijinal çizgisinde yeniden tasarlanarak inşa
edilmiş ve açılmıştı. Opera binasının salonu 3625 kişilikti ve buna ek olarak 224
adet de ayakta izlenilebilen kabin vardı.
Eski Metropolitan Opera binası 16 Nisan
1966 tarihinde Soprano Zinka Milanov’un
katıldığı bir jübile galası ile kapılarını kapatmış, korunması için yürütülen kampanyalara rağmen 1967 yılında da tamamen
yıkılmış ve yerine 1970 yılında 40 katlı bir
ofis binası inşa edilmişti.
2 Ağustos 1921
İtalyan tenor Enrico Caruso
hayata gözlerini yumdu.
Güçlü ve lirik bir tenor olarak tanınan
Caruso, müzik yapıtlarının teknik olanaklarla çoğaltılması, konser ve opera gösterisinin özgünlüğünü kısmen yitirmesi
döneminin bağladığını ilk fark eden
opera sanatçısıdır. Yaptığı kayıtlarla operanın dünya çapında popülerleşmesinde önemli katkısı olmuştur. Belirgin bir
sahne korkusu olan ve gereğinden fazla
heyecanlanan sanatçı, bu korkusunu
yenmek için aşırı miktarda içki ve sigara
tüketirdi. Bu yüzden son dönemde sesi
eski yumuşaklığını kaybetti.
15 Ağustos 1944
Fransız sinemacı ve soul, caz,
pop şarkıcısı Sylvie Vartan
Sofya’da dünyaya geldi.
Dimitri Şostakoviç’in
“Leningrad” isimli 7. Senfonisi Nazi kuşatması altındaki
Leningrad şehrinde ilk kez
seslendirildi.
Do Majör Senfoni No. 7, op. 60, Dmitri
Şostakoviç’in bestesini 27 Aralık 1941’te
tamamladı. Leningrad şehrine adadığı
eseri “Leningrad Senfonisi” olarak da bilinir. II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık
900 gün Alman kuşatması altında kalan
Leningrad şehrindeki direnişin sembolü
olan eser, Sovyet yönetimi tarafından
propaganda aracı olarak kullanılmıştı.
Senfonini 9 Ağustos 1942’de kuşatma
altındaki Leningrad kentinde seslendirilişi, tarihin en sıra dışı konserlerinden biri
olarak kabul edilir.
Gerçek adı Sylvie Georges Vartanian olan
sanatçı, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca, kocası Johnny Hallyday’le birlikte, Olympia
ve Palais des congrès de Paris’de verdiği
konserlerle dünyada adından çok söz
ettirdi ve ülkemizde de geniş bir hayran
kitlesine ulaşmayı başardı. Müziğe 1961
yılında Frankie Jordan ile seslendirdiği
“Panne d’essence” şarkısıyla başladı ve
İlk albümü “Sylvie” 1962 yılında piyasaya çıktı. Kariyeri boyunca 50’den fazla
albüm yapan sanatçı ayrıca “Pod Igoto”,
“Un Clair de Lune à Maubeuge”,
“Cherchez l’idole”, “D’où viens-tu,
Johnny?”, “Patate” gibi birçok filmde rol
aldı.
7 Ağustos 1955
İlk Transistörlü Radyo satışa
çıktı.
Günümüz radyoları her ne kadar transistörlü olsa da geçmişte radyoların hepsi
transistörlü değildi. Bu yüzden radyoyu
açar açmaz çalışmaz biraz beklemek gerekirdi. Transistörün keşfiyle radyolar hemen çalışmaya başladı ve radyolar çok
büyük bir teknik özelliğe kavuştu. Bu
özelliğe sahip radyoların üstünde
“Transistörlü Radyo” yazardı. Günümüzde çok büyük bir anlam ifade etmeyen
bu özellik radyolar için yeni bir çağın
başlangıcıydı. 1955 yılında Sony firmasının öncül kuruluşlarından “Tokyo
Telecommunications Engineering” tarafından üretilen ilk transistörlü radyonun
satışına Japonya’da başlandı.
55
ZAMAN TÜNELİ
7 Ağustos 1962
“Aşkı fısıldayan ses” Neveser
Kökdeş geçirdiği kalp krizi
sonucu vefat etti.
Babasının sürgünde olduğu yıllarda
1904’de Drama’da doğan sanatçı Fransız okulunda piyano çalmasını öğrendi.
Daha çok ağabeyi Muhlis Bahaddin Ezgi’nin yanında sanatını ilerletmek fırsatını buldu. Sesi de güzel olduğu için, aynı
zamanda solistlik de yaptı. Kendine has
bir tekniği olan sanatçımız Türk müziğinin geleneklerine bağlı kalmamış, kendine özgü eserler vermiştir. Bu nedenle
Mesud Cemil, onun eserleri için “Neveser
Musikisi” demiştir.
15 Ağustos 1969
Woodstock Müzik ve Sanat Festivali, New York yakınlarında
bir mandırada 400 bin kişinin katılımıyla başladı.
İnsanların kendilerini ifade etmek ve bir özgürlük düşünü gerçekleştirmek amacıyla,
New York eyaletinin Woodstock kasabası yakınlarındaki geniş bir kırsal alanda bir
konser düzenlenir. Festivalin ilk gecesi sahneye, Richie Havens, Country Joe
McDonald, Bert Sommers, Tim Hardin, Ravi Shankar, Melanie, Arlo Guthrie ve Joan
Baez çıkar. Gece yarısını geçtikten sonra müthiş bir yağmur başlar. Ertesi gün şiddetli rüzgâr ve yağmur yüzünden sahne bir süre boş kaldıysa da, gelenlerin coşkusu
ve müzisyenlerin içindeki durdurulamaz özgürlük aşkıyla konsere devam edilir. Üç
günlük bu festival, müzik tarihinde asla unutulmadı ve dünya tarihi bir daha böylesine kalabalık bir coşku görmedi.
20 Ağustos 1990
Amerikalı siyahi sanatçı
Isaac Hayes öldü.
20 Ağustos 1980
Şarkıcı ve söz yazarı Joe
Dassin geçirdiği kalp krizi
sonucu öldü.
1960’larda ve 1970’lerde Fransızca şarkılarıyla tanınan ABD’li şarkıcı ve söz yazarı
Joe Dassin, 1950’li yıllarda ailesiyle birlikte Avrupa’ya yerleşti. 1970’larin başlarında Dassin’in şarkıları Fransa’da meşhur
oldu. Fransızca ve İngilizce dışında 5 ayrı
dilde şarkıları tanındı. Annesi ve çocuklarıyla tatil yaptığı Tahiti’de geçirdiği kalp
krizi nedeniyle 42 yaşında hayata gözlerini yumdu. L’été indien, Et si tu n’existais
pas, Le chemin de papa, Salut, A Toi,
Siffler sur la colline sanatçının unutulmaz şarkılarından bazılarıdır.
56
10 Ağustos 2008
Pop Müzik şarkıcısı Ayla Dikmen kansere yenik düştü.
Parla Nur takma adıyla müzik hayatına
başlayan Ayla Dikmen, 1965 Balkan Melodileri Festivali’nde “Niksar’ın Fidanları”
ile birinci oldu. 1970’li ve 1980’li yıllar
boyunca TRT’de pek çok müzik programında yer alan sanatçı piyasaya çıkan
tüm 45’likleriyle büyük başarılara imza
attı. Niksar’ın Fidanları, Yanan Mum,
Anlamazdın, Nereye, Aşk Defteri, Yolcu
Yolunda Gerek, Çoban Pınarı, Onu Bunu
Bilmem Kararlıyım ve Zehir Gibi Aşkın
Var sanatçının unutulmaz şarkılarından
bazılarıdır.
Müzik kariyerine 1960’lı yılların ortalarında söz yazarı ve prodüktör olarak başlayan sanatçı, 60’lı yılların sonunda kendi
albümlerini çıkarmaya başladı.
Hot Buttered Soul (1969) ve Black
Moses gibi albümleri ile şöhret kazandı
ve stüdyosunun en önemli sanatçılarından biri haline geldi. 1971’de yazdığı Shaft filminin müzikleri ile Oscar, iki
Grammy Ödülüne layık görüldü. Üçüncü bir Grammy Ödülü’nü de Black
Moses albümü ile aldı.

Benzer belgeler