Cover Page

Transkript

Cover Page
Zindan
ZINDAN
Emre Şahin
1
Zindan
Copyright © 2016 Emre Şahin
All rights reserved.
ISBN:
ISBN-13:
2
Zindan
“İçmeye devam e im, bir şeyler iyileşecek mi diye görmek için. İyileşmedi.
Yine de içmeye devam e im. Akşamın erken saatleri boyunca bar sessiz kaldı.”
-Straw Men, Micheal Marshall
3
Zindan
Zehra
3 saat boyunca evde dolanıp durdum. Gecikmişti, telefonunu açmıyordu. Yoksa asmış
mıydı beni? Benimle birlikte kediler de volta atıyordu kuyruklarını bacaklarıma sürerek.
3 kedim var, onlar da gerginliğin farkında. Gündüz vakti gözleri faltaşı gibi açılmış
hepsinin, arada bakışıyoruz; tedirgince kuyruklarını titretip voltaya devam ediyorlar.
Veteriner’deki kızın biri uğrayacak bugün. Kızın biri derken sular seller gibi aşığım
ben buna ama haberi yok tabi. Neredeyse 30 yaşında adamım, çok canım yandı bu
işlerden. Bir kere daha bu tuzağa düşecek göz yok artık. Ama aşık olması gerekince de
aşık oluyor insan. Aşık olduğumu görüyorum, biliyorum. Ama ses etmiyorum. Zen. Kız
gelecek bir iki bişey bırakacak, o kadar. Hatta belki içeri sokmadan ayaküstü yalandan
gülüşüp gönderebilirsem ne alâ.
On bininci sigaramı söndürdüm, evi on bininci kez havalandırdım, on bininci kez her
odaya oda parfümü sıktım. Kediler oda parfümünden rahatsız olup kaçıştılar. Voltama
yalnız devam ediyorum. Kızı içeri hiç sokmama gibi bir opsiyonumun olmadığını fark
ettim; çünkü kedileri falan sevmek isteyecek. Zaten kedilerimden biri için karaciğer
yetmezliği ilacı getiriyor, eve davet etmezsem ayıp olur. Madem ki kaçış yok,
saçmasapan sessiz anlar yaşamamak için öylesine bir müzik açtım. Çekmeceden
kedilerin iplerini oyuncaklarını falan çıkardım. Lazeri bulamadım. Evde bir yerlerde
lazer anahtarlık var biliyorum. Aramaya koyuldum. Lazeri kovalayan üç kedi izleyen iki
insan arasında saçmasapan sessiz anlar yaşanması mümkün değil.
Kapı çaldı.
Kendime son bir kez daha bakıp, derin bir nefes aldım. Herhalde o gelmişti. Daha
kapıyı açmadan değiştiğimi hissettim. Kızın kapının arkasında olması kapının diğer
tarafındaki beni değiştirmişti. Daha birbirimizi görmemiştik bile. Az önce zincirleme
sigara içip volta atan benden eser yoktu. Çocuk gibiydim. Kız uğramayacak olsa
bambaşka işler yapıyor olurdum o an; gelmesini beklerken bambaşka bir haldeydim;
şimdi kapının arkasında ve her an her şey değişiyor. Belirsizlik.
4
Zindan
Kapıyı açtım.
Hiçbir şey demeden yanağımdan öptü beni.
Bir anda eridim. Kafamdaki binbir türlü tilki bir anda bu yeni olayın şokuyla
güzelliğinin zirvesindeki çiçeklere dönüştüler. Beklemiyordum, şaka gibiydi.
Vücudumun her bir parçası, ilk kez güneş tutulması gören ilk insanlar gibiydi. Bu ne
demekti? Şimdi ne olacaktı? Güneş geri gelecek miydi? Yanlış bir şey mi yapmıştım,
yoksa hep en doğruları mı seçmiştim? Ekstazi içinde bir kez daha titredim. Bu sonsuz
huzur ve ışık içinde her şeyi bir anda anladım. Babil’in binbir türlü yalanını gördüm; her
şeyin adı öpücük oldu. Her şeyin sebebi ve sonucu bu her ne ise buydu. Cennet; şimdi ve
buradaydı. Cehennem de buradaydı. Dertlerin, tasaların, depresyonun, faturaların,
trafiğin, ailemin, acının da bir önemi yoktu. Öpücükten başka hiç bir şey gerçek değildi.
Gözümü açtım, oradaydı, gerçekti. Gerçekten öpmüştü beni. Gülüyordu,
gülüyordum, gülüyorduk.
Ama olmadı. Bir anda on bininci kez daha savaştım kendimle. Yine kendim kazandı.
Kendimi bırakamadım. Korktum. Kaybetmekten korktum. Yine yenildik, yine dünyaya
geri döndük. Sanki öpüşmemişiz gibi “İçeri girsene!” dedim. O gülerek girdi. Kapıyı
kapattım. Hala korkuyordum. Kapkara soğuk bir korku fırtınası kopuyordu kalbimde.
Dayanamıyordum. En son Zehra’nın “Naber?” dediğini duydum arkamdan. Sonra..
Bayılmışım. Ambulans gelmiş, hastaneye gitmişiz. Bir tür kriz. Bir tür hafıza kaybı.
Bir süreliğine bir devlet kurumunda gözlem altındaymışım. Kedileri de annem almış,
üçüne de çok iyi bakılmış. Geri geleceklermiş, hafızalarım yani. Geliyorlar da. Bir kaç
yıl falan oluyor Zehra beni öpeli. Çoğu şeyi geri hatırladım; eski işimi, evimi ve
kedilerimi alacak kadar. O kadar da çok değil aslında. Doktorlar ve internet camiası beş
on yıl arası bir süre alır diyor. Görüyorsunuz, bu olan bir şeymiş yani. Bir sürü insana
durup dururken oluyormuş. Bu kriz bu “kısa” süreli hafıza kaybı, bu her neyse. Her an
her yerde olabiliyormuş. Nedenini de bilmiyormuşuz insanoğlu olarak. Benimki
Zehra’nın beni öpmesine denk geldi. Zehra işten ayrılmış, İzmir’e ailesinin yanına geri
dönmüş.
İlk geri hatırladığım şey Zehra beni öptükten sonra yaşadığım o sonsuz ve rahat
huzur. İlk hatırladığınız şey babanızın yanağınıza yapıştırdığı mermer gibi bir tokat
yerine Zehra’nın öpücüğü olunca daha değişik biri oluyorsunuz. Babamın tokadını da
şimdi hatırladım zaten. İyi ki atmış, canım babam. Görüyorsunuz daha rahatım yani.
Yavaş yavaş eski Adem’in anıları bana geliyor; ama bu sefer her şey Zehra’nın ışığından
geçip tekrar değerlendiriliyor. Hatırlanmaya değer görülürse hatırlanıyor, yoksa
boşverilip gidiyor. Eski Adem yazılım mühendisliği okumuş ve yarı zamanlı bir teknik
danışmanmış bir firmada. Baya iyi para kazanıyor aslında ama işte taksitler, krediler,
5
danışmanmış bir firmada. Baya iyi para kazanıyor aslında ama işte taksitler, krediler,Zindan
araba, kira falan derken bir tonla da borcu var sisteme. Nakit parası hep az. İstanbul
trafiğinden çıldıracak derecede nefret ediyor. Uzak bir yerde iş bulması gerekirse
tereddüt etmeden civar semte taşınıyor. Son 5 yılda 3 kere taşınmış. Kedileriyle yalnız
yaşıyor. Ciddi olan olmayan bir kaç ilişkisi olmuş. Tembel olduğundan, masabaşı işi
olduğundan, alkolle ve çeşitli uyuşturucularla birlikte yemek ve abur cubur yemeyi
sevdiğinden klasik bir göbeği var. Lakin evinde bir odasında -her taşınma sırasında
lanetler etse de- ağırlık çalışma istasyonları, sehpaları, aletleri falan var. Göbeğini falan
salladığından değil güçlü olma hissini sevdiğinden vakit buldukça ağırlık çalışıyor.
Kendisine hayvan gibi de güçlü diyebiliriz. Kardiyo ile alakası yok. Sigarası falan da
var; beş on dakikadan fazla koşabileceğini düşünmüyorum ölmeden.
Ben mesela sigarayı bıraktım. Bıraktım derken, yanımda taşıyorum hala ama Adem
gibi günde paket paket içmiyorum. En fazla 3 tane. Canım sigara içmek isterse içiyorum.
Rahatım, çoğunluklukla da içesim gelmiyor. İçtiğim 3 taneyi de keyiften içiyorum.
Adem’in Urfa’da bir büyükçe bir ailesi var. Babası ölmüş. Adem bütün ilişkilerini
koparmıştı ailesinden ve annesinden. Yılda bir iki kere zorla gider, kaçabildiği an
askerden terhis olmuş gibi mutlu olurdu. Bazı fikirlerinden ötürü sevmezdi annesini.
Güçlü fikirlerdi bunlar. Ama yüzlerine karşı ya da telefonda falan kesinlikle saygıda ve
sevgide kusur etmezdi. Annesi sitem ettiğinde, gelemeyişine hep birşeylerle bahane
bulurdu. Gönlünü de alırdı kadının. Rol yapmayı, başka biri olabilmeyi çok iyi bilirdi.
Annesi aradığında telefonu kapatırken hep parasının olup olmadığını sorardı; parası hep
olmazdı Adem’in. Aileleri zengindi. Ama Adem asla istemedi onların paralarını. Ben
ilişkileri biraz düzelttim. Adem hala içimde. Becerebildiğim kadar düzelttim. Daha sık ve
istediğim için ziyaret ediyorum. Ufak meblalarda para tekliflerini de kabul ettim. Bir
katkıda bulunabildiği için inanılmaz mutlu oldu annem, ben de nakit ve borç dertlerimi
çözmüş oldum.
Adem yıllarca her şeye sinirlenip durdu. 28 yaşında aramızdan ayrıldı.
6
Zindan
Zehir
Cumartesi. Mayıs. Sabah erkenden dışarı çıktım. Önce sahile doğru çıkıp sonra da
Kadıköy’e kadar yürüyeceğiz. Kadıköy’den alacağımız şeyler var. Arabaya binip 15
dakikada işlerimi halledebilirim ama yürüyesim var bugün. Tertemiz çiçek ve sabah
kokulu hafif nemli havayı içime çektim. Daha saat o kadar erken ki E-5’in gürültüsü ve
egzos kokusu henüz başlamamış. Stresi de hissedilmiyor henüz. Ara sokaklardan birine
doğru daldım. Sahil şu tarafta olsa gerek. Daha önce geçmediğim yollardan yürümek
istiyorum. Bugün öyle de maceracıyız. Dar sokaklarda gördüğüm türlü kediyi sevmek
için yürüyüşüme uzun aralar vermekten çekinmedim. Buralarda hiç bir kedi sizden
kaçmıyor. Ne güzel.
Bir kaç saat böyle yürüdüm. Bakkalın birine girdim sigara almak için. Sigara içesim
yok ama bugün belli ki uzun olacak. Ne olur ne olmaz. Cebimde bulunsun. Bakkal
oturmuş duvara tutturduğu 37 ekran altus marka bir televizyonda bir şeyler izliyor.
Bakkal televizyon izlerken içeri girip de ne izliyormuş diye arkasını dönmeyip bir dört
beş saniye dalmayan insan; hayatta her şeyi yapabilir. Arkamı dönüp televizyona
bakmamak için bir hayli enerji harcadım. Dönmedim; ama duymak zorunda kaldım.
Cumhurbaşkanı ile ilgili yine bir şeyler. Bir muratti, bir çakmak, bir naneli sakız, bir de
su aldım. On üç buçuk milyon lira tuttu. Öyle çok yaşlı değilim, işim son teknoloji
şeyleri erken öğrenip insanlara satmak, hafızamın büyük bir kısmı kaybettim, ideolojik
bir takıntım da yok ama buna alışamadım işte: 13,5 lira değil 13,5 milyon lira tuttu. Para
üstünü aldım, çıkarken hayırlı işler dedim. Bütün alışveriş sırasında gözünü
televizyonundan hiç ayırmamıştı sanki. Sadece ben en son hayırlı işler deyince kendine
gelip bana baktı ve “güle güle” dedi uzaklaşan sırtıma doğru.
Sahile vardım. Yürüyen, koşan, kayan, bisiklet süren her yaştan insan. Daha
Kadıköy’e çok uzağız bu taraflara semaverlerden mangallara türlü renkli manzaralar da
mevcut. Keşke güneş gözlüklerimi alsaydım. Eski Adem ölse bir cumartesi sabahı burada
olmazdı. Yürümeyi ya da denizi sevmediğinden değil, kalabalıktan falan yüreği
tükenirdi. Bisiklet yolunda mangal yakanlara falan fena takardı mesela. Balık tutanlar
olta sallamadan önce bütün yürüme alanını bir iki saniyeliğine işgal ederdi Adem’in
sinirleri atardı. Bisiklet yolunda yürüyenlere, yaya tarafında bisiklet sürenlere, hızlı
7
sinirleri atardı. Bisiklet yolunda yürüyenlere, yaya tarafında bisiklet sürenlere, hızlı
Zindan
yürüyenlere, yavaş yürüyenlere, sürekli bir şey satmaya çalışanlara, ona buna her şeye
sinir yapardı. Sonra bunlara sinir yaptığını görüp hayatın tadını çıkaramadığı için de
kendine sinirlenirdi. Kendine sinirlendiği için de bir kez daha sinirlenirdi. Böyle güzel
havalardan dışarıda olmasa da nefret ederdi. Evine kapanmış sezon sezon dizi izlerken
bu güzel havada gidemediği güzel yerler aklının minik bi kısmından çıkmazdı hiç. Benim
hiç bir şey umrumda değil. İnsanları olduğu gibi kabul etmediğin sürece Kyoto’da bir
Zen tapınağında bile rahatsız edici uyuz bir Japon bulabilirsin.
Bir kaç saat daha düşüncelere dalmış bir halde yürümeye devam ettim. Yorulmuş ve
acıkmıştım ama keyfim son derece yerindeydi. Sıcaktı, öğleni geçiyordu ve Kadıköy’e
yaklaşmıştım. Bir banka oturdum, bir sigara yaktım. Sigarayı böyle günde 3 kereden
fazla içmeyince her biri bin sigara gücünde rahatlatıyor. Titredim, keyfim iyice yerine
geldi. Adamımı aradım.
“Günaydın.. Uyandın mı yerinde misin?”
Nefes alış verış sesleri, çeşitli sürtünme sesleri.
“Abiiii…. Hee.. Bi saniye”
Sessizlik, yürüyüş sesleri.
“Abi, akşama doğru geliyim mi abi?”
Sinirlendiğimi hissettim ama sallamadım.
“En erken ne kaça gelebilirsin?”
“Sen nerdesin abi?”
“Kadıköy’deyim. Seni bekliyorum şu an. Ne kadar çabuk gelirsen o kadar iyi. Dün
söyledim.”
Tekrar sessizlik, tekrar yürüme sesleri.
“Abi bir saat sonra geliyorum arıycam ben seni.”
Telefonu kapattım. Bu bir saat diyorsa iki saatte gelecek demektir. Öldürecek iki saat
daha var. Geldiğim yönde bir yerlerdeki tekel bayisine doğru yürümeye başladım. İki
tane 5cl’lik absolut aldım. İki tane de efes extra aldım. Bir sürü para verdim. Adem baya
içerdi. Alkolikti. İnsanlara tahammül edebilip gerçekten eğlendiği ve açıldığı zamanlar
hep içtiği zamanlardı. İyi içerdi. Sadece kendi çakır keyif olduğundan değil;
muhattaplarının da içip rahatlaması onu daha da çok mutlu ederdi. Zamanla insanlarla
içmekten de sıkıldı. Yalnız içmekten de keyif almayı öğrendi. Evde belgesel falan izleyip
kitap okurken de içerdi. Sonra o sıralar kızın birine fena aşık olmuştu sanırım. Kıza bir
iki hafta derdini anlatmaya çalıştı ama olmadı. Gerçek alkoliklik de o zamanlar başladı.
Sonra Allah’tan tecilini bozdurup askere gitti de karaciğeri süngere dönmeden kurtulduk
o girdaptan. Ama tabi bazı alışkanlıklar hiç geçmiyor. Bense aylardır alkol
sürmemişimdir ağzıma. Bıraktığımdan falan değil, denk gelmemişti. Şimdi hava güzel,
sahildeyim, keyfim yerinde falan: canım çekti.
Azıcık kuytu bir yer bulup oturdum. Birinci absolutü tek hamlede mideye indirdim.
Soğuk değildi. İçim kavruldu. Garip sesler çıkardım mümkün olabildiğince düşük
desibelde tutmaya çalışarak. Sonra biramı açtım, kocaman bir yudum alıp bu sefer de
8
desibelde tutmaya çalışarak. Sonra biramı açtım, kocaman bir yudum alıp bu sefer deZindan
keyif sesleri çıkardım. Adem böyle içerdi: bir shot sonra bir bira sonra bir shot sonra bir
bira daha. “Bu şekilde” diye anlatmaya başlardı soran olduğunda “Bu şekilde bira iki
shot arasında bir onbeş yirmi dakika kadar bir süre geçmesini sağlıyor ki, ideal sarhoşluk
için mükemmel bir seri. Hem sadece votka olursa zamanı ayarlayamıyorum, çok çabuk
sarhoş olup sızıyorum. Ayrıca yine önemli bir detay; biranın olabilecek en kötü ve acı
bira olması lazım. Güzel bira alırsanız çabuk içer yine çabuk sarhoş olursunuz. Bu
yüzden; efes extra ideal.” Pratik adamdı Adem, alkolün şişesine, fiyatına, markasına,
tadına, rengine takılmazdı. Yüzdesine bakardı sadece. Oran eşit olunca da bir bahane
uydurup yine canı ne istiyorsa onu aldırırdı. En çok cini severdi. “En azından” derdi
votka yerine cin aldırdığında “Cin’de ardıç, rezene, tarçın, kişniş falan var. Bu bitkiler
faydalı bile olabilir. Votkayla alkol oranları aynı, votka yerine Cin alalım bence” derdi.
Herkes de bu öneriyi haklı bulup o akşam cin içilmesini onaylardı.
Biraz çakır oldum. İkinci shot ve birayı içmek istemedim. Herkesin bir zehri ve
bağımlılığı var. Çay, kahve, yeşil çay, ıhlamur, sigara, alkol, hız, şeker, korku, adrenalin,
başarı, kafein, esrar, nikotin, kokain, risk, para. Bu saydıklarım ve benzerleri bence aynı
kümedeler. Adem’in bağımlılığı alkoldü, en çok onu severdi. Diğer türlü uyuşturucuları
yeri gelince ya da bir yerde biri teklif edince denerdi. Ne yaptığını da dozajından
çekinmeden görürdü mutlaka. Ama alkolün yeri bambaşkaydı onun için. Alkol ve alka
seltzer; kutsal ikili. Ben alkolden nefret ettim. Sebebim binbir türlü zararı olması falan
değil. Sevmiyorum sadece. Ama benim de günahlarım var. Sevdiğim başka bir şeyin
olduğunu farkettim. Bugün burada olma sebebimiz esrar. Saatime baktım, telefonumu
kontrol ettim. Kalktım. Yavaş yavaş buluşma noktasına doğru yürümeye başladım.
Buluştuk. Alışverişi yaptık. Torbacıları Adem de sevmezdi ben de sevmiyorum.
Nursuz çehreli tekinsiz gençler, türlü türlü tripler, sürekli geç kalmalar, hep “şunu da
dener misin” “bak bu da var abi” falan. Çok muhattap olmadan parasını verip gönderdim.
Görüyorsunuz, Zehra’dan bu yana bir çok kötü alışkanlığımı bıraktım. Ama bedeli esrar
oldu. Olsun. Esrar eskisi gibi mayıştırmıyor krizden sonra. Daha farklı, daha uyanık
olmamı sağlıyor. Daha değişik bir şeyler. Ve daha az acı çekiyorum. Söylemeyi unuttum;
krizden sonra kafamın neresinde olduğunu bilemediğim bir yerinde bir ağrıya uyandım.
Şu anda bir hayli azaldı ve alıştım ağrıya. Ama geçmiyor, geçeceğe de benzemiyor.
Esrarın bir hayli faydası oluyor ağrıya. Üstelik binbir türlü başka şifası da var vucüda.
Ama kendimi kandıracak değilim faydaları olmasa da içerdim. Adem de içerdi esrarı.
Evet alkolikti. Ama gerçek alkolikti Adem. Haftada sadece 2 gün içebiliyordu. Çünkü
ertesi günü tamamen iptal oluyordu inek gibi içtiğinden. İş falan yapıp para kazanması
gerekiyordu. Ayrıca aptal değildi; karaciğerine kötü davransa da kıymetini bilirdi. Ama
ayık da yatamazdı Adem. Bir şeyle uyuşması gerekiyordu uyuyabilmesi için yoksa
kafasındaki sirk uyutmazdı onu. Bu sebeplerden ötürü haftanın 5 akşamı cigara içerdi
Adem.
Zaten iri yarı adam, bilinen her türlü pisliğe toleransı var. Bir hayli ot tüketirdi Adem
9
Zaten iri yarı adam, bilinen her türlü pisliğe toleransı var. Bir hayli ot tüketirdi Adem
Zindan
sadece uyuyabilmek için. Nakit parasının çoğunu buna harcardı. İstanbul’un türlü
yerinde binbir torbacı tanırdı. Hep aynı cigarayı içmezdi değiştirirdi belli periyotlarda.
Öyle orda burda anlatmazdı, cigara muhabbetlerine pek girmezdi. Belki
duymuşsunuzdur, Istanbul’daki her üç kişiden biri aktif olarak içiciymiş derler.
Gerçekten de öyle diyebilirim kişisel tecrübelerime göre. Ama Adem’in derdi kafa olmak
ya da muhabbet olsun falan değildi; uyuyabilmekti sadece. Uyku ilacı uyutuyordu ama o
da ertesi günü zombi olmanıza sebebiyet verip çalışılmaz yapıyordu. Cigara doğaldı,
cigara her yerdeydi, cigara ucuzdu, cigara faydalıydı, cigara ertesi gün daha enerjik
yapıyordu, cigara ottu günah bile değildi.
Cigara illegaldi.
Adem kadar çok ve farklı kişilerle alışveriş yapıp da bir şekilde yakalanmayan biri
çok şanslı biri olsa gerek. Bir şekilde sürekli üzerindeydi ve hiç aranmadı ve hiç dikkat
çekmedi bile. Eli yüzü düzgün gözlüklü akademik bir tipim var. Belki de ondandır. Ama
Adem korkardı. Üzerindeyken içinde fırtınalar kopardı. Ödü bokuna karışırdı polis falan
görünce. Çok paranoyaktı elektronik ortamları mümkün olduğunca kullanmaz, hele bu
mevzudan açık açık hiç bahsetmezdi. Ben de şu anda farklı sebeplerden ötürü belki de
Adem’den daha fazla esrar tüketiyorum. Şimdi bile üzerimde baya var. Bir yakalansam
satıcı olarak yargılanırım anında paketlerler. Üstelik terör olayları yüzünden her yer
polis dolu. Yoruldum da, eve metroyla dönmeye karar verdim. Adem’deki yakalanma
korkusundan bende eser yok. Adem suç işlediğini biliyordu, yakalanırsa ne olacağını
gayet iyi biliyordu. Korkması gayet normal. Her alışverişinde korktu ama her seferinde
cesur olduğu için evin kapısından çıkabildi, korkmadığı için değil. Ben korkmuyorum.
Yakalanırsam yakalanırım. Hapse atılırsam Adem gibi hayatı kaçıracağım bir durum
oluşacağını düşünmüyorum. Kaçıracak bir şey yok. Nefes alıp verebiliyor olmak yeterli
bir mucize; hapiste onu da yapabilirim. Zaten kötü bir şey yaptığımı da düşünmüyorum,
hatta tıbbi olarak buna ihtiyacım da var. Dünyanın yarısında da şu anda legal. Ama
bunlar politik olaylar. Politikacıları Adem de sevmezdi ben de sevmem. Hem aptalca
hem de uygulanamayan yasalarına diretirsen halkın, polisin ve devletin birbirine olan
saygısını yok edersin. Benim de polisin de hiç bir suçu yok. Yazık. Ya da zaten belki de
esrarı sallamıyordur polis bilmiyorum. Sonuçta kağıt üzerinde illegal ve Adem korkardı.
Ama belki kokain ya da ne bileyim bonzai falan arıyor olsak şimdiye yakalanmıştık.
Velhasıl, nasıl her an ölebileceğini bildiğin halde delirmeden günlük hayatının peşine
düşebiliyorsan; yakalanmaktan da yakalanmadığın sürece korkup durmanın bir alemi
yok.
10
Zindan
Zevk
Hava aydınlığını yitirmeye yavaştan başladı. Metroya girdim. Her yer insan dolu ama
aşırı kalabalık değil. Güvenlik görevlilerini görünce içimdeki Adem esrar yüzünden
kokuyor muyum acaba diye korktu. Ben umursamadım. İnsanlara yoğunlaşarak
yürümeye devam ettim. Bir sürü kalabalığın akışını bozan tip var. Klasik Türk halkı.
Adem dayanamazdı metrolara falan ama kullanmak zorundaydı da. Kulaklıklarını takar,
okuyabildiği bir şeylere gömülürdü kimseleri görmemek için. Ben uzun uzun insanları
inceliyorum. Üstelik keyfim inanılmaz yerinde, üzerimde bir dolu kaliteli ot var ve
birazdan huzur içinde ve yalnız içmek için evimde olacağım. Anne sevgisi gibi bir his bu,
yaşamayan bilemez.
Kızlar çok güzel. Yanımdan geçtiklerinde parfümleri başımı döndürüyor. Adem
kadınlarla ilgili ne yapması gerektiğini tam olarak hiç öğrenemedi. Çok kişiyi sevdi, en
azından bir kaç tanesine gerçekten aşık olduğunu ben biliyorum. Ama sevgisi büyüdükçe
korkusu da artardı. Ne kadar zeki de olsa eninde sonunda sahiplenme duygusu yüzünden
işler karışırdı. Kadınlarla ilgili ne yapılması gerektiğini ben de bilmiyorum. Akışına
bırakırsam her şey yoluna girer diye düşündüm ama birincisi tam olarak akışına
bırakamıyorsun hiçbir şeyi; ikincisi de bilemiyorum, din adamı gibiler, kuralları falan var
ve çok kendilerinden emin ve sert bir havaları var kadınların. Hayatta bu kadar emin ve
sert olacak bir şey göremiyorum ben. Tren geldi, bir yere oturdum, her yer kız, hepsi
birbirlerinden güzel. Rahatsız oldum, beynim bulandı, kesinlikle düşünmem gereken bazı
şeyleri düşünemiyor gibiydim. Baş ağrım da arttı. Akşam bu konu hakkında bir aksiyon
almak gerekecek artık.
Çıktım metrodan. Bir sigara yakmam gerekti. Bu tamamen alışkanlıktan, keyiften
falan değil. Bu şehirde bir toplu taşıma aracından çıktığında lanet olası bir sigara içmen
gerekiyor. Keyfim hala yerindeydi ama moralim biraz bozuktu. Güneş batıyordu,
maceranın sonuna gelmiştik, öyle çok maceralı bir gün de olmamıştı. Olsun. Bugün
Cumartesi. Akşam daha güzel olacak.
Eve girdim. Kediler kapıda karşıladı. Mamalarına mama ekledim, sularını tazeledim,
kumlarını temizledim. Kedi kadar güzel bir şeyin bu kadar korkunç bir şey sıçmasına hep
11
kumlarını temizledim. Kedi kadar güzel bir şeyin bu kadar korkunç bir şey sıçmasına hep
Zindan
hayret etmişimdir. Bebeklere de. Hafif ılık bir duş aldım, kurulanırken bilgisayarı açıp
bir müzik buldum. Müziği duyunca şenlendim. Ev gözüme dağınık göründü, biraz bi
temizlik yaptım müzik eşliğinde kıvırarak. Kediler ayaklarımın altında dolanıyor sürekli.
8 yıldır 3 kedi bakıyoruz Adem’le şu güne kadar birini ezip öldürmememiş olmamız
mucize.
Müziği falan kapattım. Salonun ortasına, Adem’in 65inç televizyonunun karşısına
otrudum. Kediler de bir süre sonra ayin eder gibi etrafıma dizildi. Küçük bir cigara
sardım. Sessiz sakin içtim onu. Sigara iyiydi. Bu sefer daha büyük bir cigara sardım.
Dinlene dinlene içtim onu da bir taraftan etrafımdaki kedileri severken. Adem
televizyonları çok severdi. Alkol mevzusundaki gibi pratik fikirleri vardı televizyon
konusunda da. Led, lcd, plazma, oled, smart, internetli, kameralı, ıvır zıvırlı olsun falan.
Bunlarla ilgilenmezdi. Alabileceği en büyük ama en ucuz televizyonu alırdı. Cigara
malzemelerini ve küllüğü kendimden uzaklaştırdım. Baş ağrım tamamen yok olmuştu.
Öğrendiğim meditasyon pozisyonlarından biri aldım. Bir saate yakın bir süre orada
oturdum. Sadece gözlemlemeye çalıştım hiç bir şeye karışmadan. Her şeyi olduğu gibi
kabul ederek. Olmadı. Her şey başka bir şey oluyor. Düşüncelerim berrak ama daha
derinlere yükselemiyorum. Her şeyi olduğu gibi kabul edemiyorum. “O zaman” dedim
kendi kendime “Her şeyi olduğu gibi kabul edemediğimi kabul ediyorum; siktir et.”
Kalktım televizyonun karşısındaki kanepeye oturdum. Bir miktar daha esrar kırptım,
bu sefer sarmadım, bongu hazırladım. Alabildiği kadar doldurdum bir metrelik bongun
ağzına. Yavaş yavaş, uzun uzun çekerek yaktım. Duman suyun içinden köpük köpük
kaçarak bongun içini kaymak kıvamındaymış gibi tamamen doldurdu usul usul. Durdum,
derin bir nefes verdim. Sonra asıldım boğaz parçalayan dumana. Dumanı tutabildiğim
kadar içimde tuttum, yavaş yavaş geri verdim. Hafiften öksürdüm. Saat sekiz, her şey
çok net. Yarınki mevzudan herhangi bir haz almayı planlıyorsam arınabildiğim kadar
arınmış ve rahat olmam gerek. Bugün kızlar kafamı çok karıştırdı. Bu akşam hayvansı
tarafımızla yüzleşmemiz sonsuz faydamıza olacak. Ama şimdi oturup porno izleyip
otuzbir çekecek değilim. Pratikte işi çözer, enerjileri dengeler. Gelgelelim otuzbir çok
sıkıcı ve rezil bir iş ve bugün keyfim yerinde ve param da var ve arada kendini
ödüllendirmiyorsan öl daha iyi. Cep telefonumu elime aldım. Whatsapp.
İstanbul’da altı adet telefon numarası ile istediğiniz her şeyi anında elde etmeniz
mümkün. Şaka yapmıyorum. Her türlü cinsel fantaziniz için gerekli boy kilo yaş ve
cinsiyette insana doğru telefon numarasını biliyorsanız ulaşabilirsiniz. Doğru numarayı
biliyorsanız istediğiniz uyuşturucuyu ya da illegal maddeyi saat kaç olursa olsun trafiğe
göre yarım saat ile iki saat içerisinde elinizde tutuyor olabilirsiniz. Bu numaraların
seviyesinde paranız ya da verecek bir şeyiniz olması gerekmez. Sadece numaraları
bilmeniz yeter. Cennet, şimdi ve burada. Sizi temin ederim; öyle bir telefon numarası
mevcut ki, aradığınızda 15dk içerisinde size hayatın gerçek ve yegane anlamını
anlayabileceğiniz bir şekilde anlatabilir. Anlamamakta ısrar ederseniz size başka bir
12
anlayabileceğiniz bir şekilde anlatabilir. Anlamamakta ısrar ederseniz size başka bir
Zindan
numara verecektir. O numarayı aradığınızda da evinize kırmızı bir hapla gelip sizi
sistemden geri dönüşü olmayacak şekilde çıkartabilirler. Tabi bu numaraları
öğrenebilmeniz için sonsuz inisiasyondan ve testten geçmeniz gerekir. Çünkü bazı sırlar
kapalı kalsa daha iyi. Bazı sırları bildiğinizde size zarar verir. Bazı sırları öğrendiğinizde
ne yapacağınız hiç belli olmaz. Hele ki kitlelerin ne yapacağı hiç belli olmaz. O yüzden,
bu numaralar size verilmeden önce, binbir testten geçirilirsiniz test edildiğinizin farkında
bile olmadan. Neyse. Bizim işimiz bunlar değil. Biz kendimizi arıyoruz, kendi yolumuzu
çiziyoruz. Ben basit adamım, acıktığımda yemek yer susadığımda da su içerim.
Bugün bize bir güzel bir kadın lazım.
Whatsapp. Maria. Saat on gibi bir kız istediğimi yazdım. Hayhay, bu gece özel bir
tercihimin olup olmadığını sordu; Türk, Azeri, Rus, Romanya’lı, Ukrayna’lı, Lüblan’lı
falan vesair. Her zamanki gibi kendisine güvendiğimi söyledim, sürpriz yapmasını
istedim. Gülücük işareti gönderdi. Sonra ben de aynısını gönderdim. Üç dakika sonra
saat onda evimde olacağını teyit eden bir mesaj geldi. Telefonu bıraktım. Orospular
torbacılar gibi değildir, tam dedikleri zamanda gelirler. Bir buçuk iki saat kadar zamanım
var. Evi azıcık daha toparladım. Üstüste bir kaç derin nefes daha cigara aldım. Kediler
dumandan rahatsız olup yatak odasına kaçıştılar. Çok mutluydum, bugün cumartesiydi,
gece daha yeni başlıyordu, ağrıyı hissetmiyordum, düşüncelerim çok netti, birazdan
Allah bilir dünyanın en güzel kadını evime teşrif edecekti. Ev tertemizdi, halılar,
koltuklar, masalar bile mutluydu. Duman dağılınca kediler tek tek geri geldi salona.
Onların da keyfine diyecek yoktu doğrusu. Duş almak için yerimden kalktım. Banyonun
kapısının önünde, iki hamlede üzerimdeki her şeyi çıkardım. Bir yarım saat akan sıcak
suyun altında durdum.
Kurulandım. Salonda bir tütsü yaktım. Ademin koca 65inç’lik televizyonu herhangi
bir tv servisine kayıtlı değildi görüyorsunuz. Direkt olarak köşedeki bilsiyarından 15
metrelik bir HDMI kablosu vasitasıyla görüntü alırdı. Bir de kablosuz klavye ve faresi
vardı kanepenin önündeki sehpasında. Köşedeki bilgisayar hep açık oluyordu, çalışacağı
zaman köşedeki bilgisayar masasının üzerindeki ekrana görüntüyü verirdi, bir şeyler
izleyeceği ya da oynayacağı zaman 65inç televizyona verirdi görüntüyü. 4 milyarlık bir
ekran kartı vardı, hala da var. Kutsal emanet. Televizyonu ve bilgisayarı açtım.
Youtube’dan bir Bob Marley konser kaydı buldum, sesi orta seviyeye getirdim. İlk
notasından itibaren gece boyunca olduğum yerde o tempoya kıvırmam hiç geçmedi.
Oturdum cigara içerek beklemeye başladım.
Kapı çaldı.
Girdi içeri. Sarıldı. Çok cana yakın. Melek gibi güzel. Türkçe biliyor? Türk değil
ama. Sarışın. Nadia. Memnun oldum Nadia ben Adem. Cillop gibi kız. Fıldır fıldır
gözleri var zekice de birine benziyor. Polonya’lıymış. Salona girdi kedileri görür görmez
13
gözleri var zekice de birine benziyor. Polonya’lıymış. Salona girdi kedileri görür görmez
Zindan
minik bir sevinç çığlığı attı. Kedilere bayılırım, kedilere bayılan insanlara kedilere
bayıldığımın yüz katı bayılırım. Hepsini sevdi tek tek. Hepsinin de isimlerini
cinsiyetlerini falan sordu heyecan ve enerji ve gülücükler içinde. Canım benim. Kedilerin
üçü de sevdirdi kendini. Oturdu, naber nasılsın falan. Para mevzunu helletik hemen. Bob
Marley sahnede 65 inç televizyonda kendinden geçmiş. Hatun da dayanamadı kıvırmaya
başladı oturduğu yerden. Güzel, pozitif, enerjik. Bongu gördü. İkram ettim. Bir nefes
denerim ama içecek alkol neler var dedi. Herkesin zehri başka. Viski istedi, sadece votka
ve cin var dedim. Votka ice tea limonda karar kılındı en sonunda.
Oturduk, konuştuk, dans ettik. Kendimizden geçtik. Bob Marley çalmaya devam etti
hep. Uyan ve yaşa diye kendinden geçiyordu Marley. Tonla kişisel zehirlerimizden içtik,
egolarımız iyice yumuşadı. Kızın da dili açıldı baya. 5 dil biliyormuş. İnanmadım önce.
Tek tek konuştu. Türkçesi çoğu milletvekilimizden daha iyiydi, ingilizcesi de benden
daha iyiydi. Doğruyu söylediğine kanaat getirdim. Tekstil mühendisliği okuyormuş,
öylesine kendi tercihiyle para için bu işi yapıyormuş. Zamanında adamın birini çok
sevmiş Varşova’da; bu adam bu güzelim melek kızı üç kere aldatmış. Üçüncüsünde diye
anlatıyordu hatun, kafasında kopmuş bişeyler; artık duygusal şeyler hissetmiyormuş.
Telefonu çaldı hatunun. Kısaca bişeyler konuştular. Yine bir bomba patlamış İstanbul’da.
Arayan ev arkadaşıymış, iyi misin diye kontrol etmek için aramış. Ben de kendi
telefonumu kurcaladım. Şu an belirlenen ölü sayısı 18 miş.
İkimiz de daldık gittik kısa bir süre. Bob Marley şarkısını bitirdi, kalabalık uzunca bir
süre kendinden geçti. Hatun bir anda kendini silkeledi, yeni başlayan şarkıya yavaş yavaş
ritim tutmaya ve beni öpmeye başladı.
“Sen Türkiye’den gitsene, istesen gidersin vasıflı göçmen olarak niye burda
duruyosun hala?”
“Nereye gideyim? Hiç bir yere almıyorlar ki bir sürü resmi evrak, kağıt, noter,
tercümanlar, yeminler falan..”
Kendinden geçercesine kahkaha attı.
“Benimle evlen. Ben EU vatandaşı değil miyim? Biraz Polonya’da yaşarız. Sen de
EU vatandaşı olduğunda çıkar gideriz istediğimiz yere. Sen işini uzaktan falan da
yapabiliyorsun. Hem sizin işler hep ingilizce değil mi? Her yerde oyalanacak bir iş
bulabilirsin.”
İşveli işveli dans ediyordu. İnanılmaz güzeldi.
“Ben EU vatandaşı olduktan sonra nereye gideceğiz?”
“Ya Amerika ya da İngiltere. Benim şartım bu. Ben Varşova’da yaşamak
istemiyorum. Buralarda da yaşamak istemiyorum. Ama doğru düzgün bir işim
olmadığından Amerika ya da İnglitere’ye en azından uzun süreli gidemiyorum. Sen EU
vatandaşı olduktan sonra Kaliforniya’da mesela bir yazılım işi bulsan. BUM! Dünyalar
bizim olur! Ama seks işine bakarız aşık olmam gerek. Evliyiz diye seks yok öyle
sürekli.”
14
Zindan
Kahkahalar. Kız Varşova’yı beğenmiyordu. Adem gitmişti Varşova’ya üniversite
zamanlarında. Adem olsa anında evlenirdi bu kızla. Adem çok iyi bilirdi bu Türkiye’den
kaçma planlarını. Burada bir şeylerin feci şekilde yanlış olduğunu taa 20’li yaşlarına
gelmeden görmüştü. Bir kaç senesini bir şeylerin değişebileceği ümidi ile bekleyerek
harcadı. Olmadı. Bu sefer de gidebileceği ülkelerin kıstaslarını tam olarak yerine
getirmediğini gördü. Belli alt yaş limitleri vardı ya da belli bir yıl alanında çalışmış
olmak gerekiyordu vesaire. Bir kaç sene de bu şekilde bekleyerek harcadı. Sonra aşık
oldu, depresyona girdi, askere gitti, geldi, hatun yaptı, kediler edindi falan derken; her
şeyin kötüye ateşler içinde son hız gittiğini gördüğü halde oyalandı bir şeylerle.
Rahatlaştı. Alıştı. Tembeldir de zaten. Ama son zamanlarda geri gelmişti öfkesi. Bir iki
başvurusu üzerinden bir yıl falan geçmiş, süreçlerin yarısına gelmişti bile. Nefret ederdi
Türkiye’den. Kriz geçirmese giderdi de bir iki yıla kadar.
Ben hala buradayım. Dünyanın en güzel ve en güvenli şehirlerinde bile mutlu
olacağının garantisi yok. Bunu Adem de bilirdi. En başında aşırı enerjisi ile bir şeyin
suyunu çıkarır sonra sıkacak bir şey kalmadığında kaldırır atardı. Çabuk sıkılırdı her
şeyden. Ya derdi, “Mesela şimdi Hollanda’ya göçsem, iki yıl sonra her şeyi tüketip yine
aynı boşluğa ve bu aynı depresyona düşersem o zaman ne olacak?” Bilmiyorum belki
böyle düşündüğü için belki de gerçekten tembel olduğu için Türkiye’den kaçma işini
erteledi hep. Ama hep aktif olarak mutsuz oldu. En mutlu anlarında bile bir miktar şüphe
ve nefret vardı içinde. Ben hala İstanbul’dayım ve durum ne kadar kötüleşirse kötüleşsin
buradan ayrılmayı düşünmüyorum. Hareket ettirilemeyen nesne ile durdurulamaz güçler
her gün içimde çarpışıp duracak. Her bir anından da sonsuz zevk alacağım.
Tüm bu bilge lafları bir yana bırakırsak, insan özgürlüğü için doğduğu ve yaşadığı
topraklar dışında başka nerede savaşacak? Özgürlüğüm için Los Angeles’ta mı,
Sidney’de mi, Wellington’da, mı Toronto’da mı savaşmalıyım? Özgürlüğüne bir kez
sataşılıyorsa hemen oracıkta sen de savaşmaya başlamalısın. Var olma savaşı, Özgürlük
savaşı başka savaşlara benzemez. Doğanın temel kanunlarındandır. Sebebin her ne olursa
olsun, dünya görüşün ya da dinin her ne olursa olsun, “banane” deyip kaçtığın zaman
zaten esaret altına girmişsin demektir. Özgürlüğünü engelleyen şey, her şey olabilir.
Yozlaşmış devlet yapılarından, cahil kitlelere; terörden trafikteki kuralsızlığa,
hoşgörüsüzlük, saygısızlık ve sevgisizliğe kadar her şey olabilir. Kısacası; dışarı çıkıp
şöyle bir yürüdüğünde mutlu olmuyorsan; özgür değilsin demektir. Nezih bir semtte
oturmak gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Boğazdaki bilmem kaç milyon dolarlık yalıları
içerisinde tutsak kalmış insanlar da var; derme çatma kulubesinde kuş gibi özgür olabilen
insanlar da.
Kendi içindedir özgürlük, gerçek hakikattir, katıksız var olma zevkidir, bir zindanın
dibinde bile bulabileceğin bir şeydir.
Özgürlük anlatmaya çalıştığında gerçekliğini yitirir ve konsept olur; gerçek ise…
15
Özgürlük anlatmaya çalıştığında gerçekliğini yitirir ve konsept olur; gerçek ise…Zindan
gerçektir, şimdidir, oradadır, deliliktir, yaşamdır, ölümdür. Ya özgürsündür, ya esaret
altındasındır, ya savaşıyorsundur ya da ölmüşsündür. Çoğu insan bunun çok iyi
farkındadır ama bir şeyleri beklediğini düşünerek kendini kandırır. Görüyorsunuz, O şey
geldiğinde; ya özgür olacaktır, ya esareti kabullenecektir, ya savaşacaktır ya da ölecektir.
Bu insanlar Araf’tadır. Cehennem’den de rezil bir yerdir. Canavarların en açları ve en
acımasızları burada yaşar. Araf’a düşen iyi kalpli insanlar da bir süre sonra hayatta
kalabilmek için zalimleşir. Araf’ta kalan ruhlar Araf’ta kaldıkça daha da zalimleşir ve
oradan çıkıp Cennet ya da Cehennem’e geçme umutları an ve an tükenir. Bu insanların
bekledikleri şey -para, aşk, iş, huzur, evlat, ev, bilgi, haz, cesaret, politik destek, kader,
şans, denk- her ne ise asla gelmez. Tek yapmaları gereken özgür olmayı seçmek kadar
kolayken; halihazırda esaret altında olduklarını hiç göremeden, dünyada canlı canlı
cehennemi yaşayarak ölürler.
Sanki savaşıp ne yapacaksın ki diyebilirsiniz. Sadece kaçmayarak bile bir savaşa
oldukça aktif bir şekilde katılabilirsiniz. Her savaş kazanılmaz. Ama kendine inanıyorsan
savaşın sonucu değil süreci hayatının dansı olacaktır. Kendine inancı zayıf olan zaten ya
farkında olmadığı zincirlerin esareti altındadır ya da bir şekilde bir gün esaret altına
girecektir. Kendine inancı güçlü olan; esaret altında bile özgürdür ve ölse bile kazanır.
Dalmışım. Hatun dans ederken beni dürttü de birden odaya geri döndüm. Adem’in
hayaleti hala üzerimde kol geziyor görüyorsunuz. Herkese Adem’in öldüğünü
söylüyorum ama aslında her gün her an kendisiyle iç içeyiz. Şimdi; yanımda dünyanın en
güzel kadını varken, hiçbir derdim sıkıntım yokken, ağrı bile yokken yine tuzaklara
düşürüp “acaba Türkiye’den gitse miydim?”, “Hala gidebilir miyim?” gibi sorular sorup
aklımı çeliyor.
Bütün varlığımı ve ilgimi Nadia’ya verdim. İlgiyi farkedişini gözlerinde gördüm. Son
bir shot aldıktan sonra, ellerimden tutup yatak odasına doğru çekmeye başladı beni.
Yatağa yılansı hareketlerle ve sapkın ritimlerle uzanıp yavaş yavaş soyunmaya başladı.
Hayır benim zavallı Adem’ciğim. Hiçbir yere gitmiyoruz.
16
Zindan
Zemheri
Soğuk. Çok soğuk. Termometrenin kırmızı yazısını okumaya çalışıyorum
bulunduğum yerden. -34 olduğunu söylüyor. -34 derecenin ne demek olduğunu anlamaya
çalışıyorum. -34 bu kadar soğuksa acaba -50 ya da -100 derece ne kadar soğuk. Nöbet
yerine geleli daha 20 dakika oldu olmadı ama şu anda -34 derece ile -270 derece arasında
bir fark tahayyül edebileceğimi sanmıyorum. İkisi de sonsuz soğuk.
Üzerimde yaklaşık kırk kilo kadar ekstra yük var. Kışlık kamuflajın altında biri
termal, biri yün, biri de polar olmak üzere üç içlik var. Üzerimde çelik yelek, kafamda
çeliş başlık, elimde kocaman ve havanın kendisinden daha da soğuk bir G3 tüfek var.
Ayak parmaklarımı hissetmiyorum. 18 saattir bu fırtınada dolanıp durduk dışarıda. Derin
nefes alıyorum, içim yanıyor. Bu soğukta kaç tane içlik giydiğinin hiç bir önemi yok; her
bir katman içlik soğuğu sadece bir beş dakika kadar geciktiriyor. Soğuk er ya da geç sana
ulaşıyor. İçliklerin malzemesinin polar, yün ya da termal olması bir süre sonra hiç
farketmiyor; hepsinin adı bir süre sonra sadece soğuk oluyor.
Isınmak için olduğum yerde zıplıyorum. Koşuşturuyorum. Nöbet tutmuyor olsam
mesela bir yerden bir yere gidiyor olsam aslında üşümeyeceğim. Tipinin ve gecenin
korkunç çığlığımsı sessizliği içinde, botum yere her çarptığında altımdaki kar gacır gucur
sesler çıkarıyor sonra da gümleyerek etrafımdaki diğer tüm birikmiş karları şöyle bir
titretiyor. Yeterince çok nöbet tutmak zorunda kaldığınız bir yerde askerlik yapıyorsanız
süreç şu şekilde işliyor: ilk iki üç ay aslında çok da kötü değil. Hayatınızdaki bir çok
olayı düşünüp bazı kararlara varabilmenize çok faydası oluyor. Lakin bir süre sonra
düşünüp çözülecek bir şey kalmıyor. Ama henüz terhise de yakın değilsiniz. Çünkü
terhise yakın olduğunuz zaman da özgürlüğünüze kavuşunca yapacağınız şeylerin
hayalleri ile teselli oluyorsunuz. Ortadaki kısım en tehlikeli, en sessiz, en soğuk, en
kendine yakın olduğun yer. Üşüdüğüm için sinirleniyorum. Askerliği severim
görüyorsunuz. Disiplinli değilim aslında ama disiplinli olma fikri hep hoşuma gitmiştir.
Savaş filmlerine bayılırım. Özellikle ikinci dünya savaşı filmlerine. Özellikle de avrupa
yapımı ya da almanca olanlarına. Bir ikinci dünya savaşı filmi ingilizce ise ya da
amerikan yapısı ise kötüdür. Bunun iki ya da bilemedin üç istisnası var.
17
Zindan
Üşüyorum. Ne yapsam da üşüyorum. Ne düşünsem de üşüyorum. Arkamdaki saate
dönüp baktım. Sadece 2 dakika geçmiş. Nöbetin bitmesine hala 1 saat 38 dakika var.
Delirmek üzereyim. Bir şey yapamıyorum. Çaresizim. Hareket ettirilemeyen bir nesne
karşı koyulamayan bir kuvvetle çarpışıyor. Değişmek zorunda kalıyorum. Değişmek hep
acıtıyor. Bir taraflardan gök gürültüsü gibi ama çok daha güçlü bir ses patlıyor. Sesin
şoku beni soğuğun şokundan biraz olsun çekti. Bu sesleri ilk buraya geldiğimde duydum.
Soğuktan ağaçların içindeki su donuyor ve bir an geliyor ve ağacın gövdesi içindeki buz
o kadar genleşiyor ki ağaç sonunda dayanamayıp çat diye patlıyor ortadan. Ağaç
soğuktan değişmek zorunda kaldı benim gibi. Ağacı da acıtıyor mu acaba değişim?
Patladığı zaman?
Nöbet bitti. Devamı günde ikişer saat arayla üç nöbet daha tuttum. Her bir nöbet ayrı
bir delilik, ayrı bir big-bang. Sonunda o akşam hasta oldum. Ümitsizce doktora
görünmeye gittim, ne yapacaktı ki? Sike sike nöbet tutacaktım hasta hasta. Asteğmen
tabip oradaymış. Asteğmen nereliymiş dersiniz? Urfa!! Hem de çok cana yakın biri.
Hemşeri geyiğini hiç sevmem. Ama bu yeni gelişme altın değerinde olabilir.
Biliyorsunuz doktorlar sistemin içinde tanrı gibi varlıklar. Bir doktor seviyesi ya da
rütbesi ne olursa olsun “bu insan iş göremez” ya da “bu insan hapse atılmadan
uyuşturucu kullanabilir” diyebilme gücüne sahip ki; inanılmaz. Hayret ve saygı
içerisinde hep gıpta etmişimdir. Kendimi olabildiğince şirin ve sosyal olmaya zorladım.
Urfa’dan falan bahsettik. Nasıl olduysa bir de benim eski ev arkadışımın arabasını bu
doktor almış Urfa’da. Yani üniversite zamanlarımda içinde tonla macera yaşadığım araba
hemen arkadaymış. Ama acı çekiyordum. Sikimde değildi doktorun arabası falan.
Birazdan çıkıp gidecekti kışladan, kimbilir neler yapacaktı özgürce göt herif. Açık açık
derdimi anlattım, şak diye 10 günlük bir rapor yazdı. Sabah akşam hastaneye gidip iğne
olmalar falan. Nöbet yok, eğitim yok, içtima yok, mıntıka yok, kar temizleme yok, iş
yok, hiçbir şey yok. İstediğin kadar uyu, dolan, kitap oku! Sevinçten adama sarılacaktım
neredeyse.
Her şeyin bir bedeli olduğu gibi, bunun da bir bedeli vardı. Çünkü görüyorsunuz,
benim tutmadığım nöbetleri zaten benim kadar çok nöbet tutan silah arkadaşlarımın
paylaşması gerekecekti. Bir dönem herkes benden nefret etti. İkincisi, her gün askeri
hastaneye iğne vurulmaya gitmem gerekiyordu ki; ben daha önce askeri hastaneye hiç
gitmemiştim. Böyle Drakula’nın şatosu gibi baya uzak ve tepe bir yerde kalıyor.
Koğuştan oraya ulaşmam karlar içerisinde 1.5 saat sürüyor. Hasta olduğumu da
unutmayın. Benim iğne olmaya gittiğim zamanlarda da devasa hastane içerisinde sadece
3 kişi falan oluyor gariptir. Öte yandan iğneleri sevecen yüzlü kızıl saçlı bir hemşire
yapıyor. Kız olmasa toplamda 4 saatlik yolu çekip de iğne olmaya gitmem, kendim
yaparım. Bütün o karlar içindeki yüksek ateşim eşliğindeki yolculuk, alev kızıl saçlı
prensesi, korkunç ve kötü kalpli, insanların kanlarını emen ve saklayan ve sonra onlarla
hayal edilemeyecek iğrençlikler yaratan bilimadamı-doktor-nazi-asker-vampirden
kurtardığım bir efsaneye dönüşüyordu her seferinde.
18
Zindan
Kışlanın kütüphanesindeyim. Bir İskenderiye Kütüphanesi değil tabi ama o karanlık
kışta benim için İskenderiye Feneri gibi oldular. Buradaki kitapların neredeyse hepsini
en az bir kere okumuşumdur. Elimde şu anda Simyacı var. Dalıp gitmişim. Belki de,
gerçeğe en yakın olduğum an o -34 derecede nöbet tuttuğum gecedeydi. Meditasyon
yapmaya çalışırken kafanızda binlerce ses bağırır, efendice oturursunuz, seslerin susup
tek bir ses olmalarını beklersiniz. O gün -34 derece soğukta nöbette dururken iç
seslerimden tek bir tık bile çıkmıyordu. Ya da hepsi tek bir olmuştu sadece “soğuk” diye.
Soğuğun Tek’liğine karşı orada ayakta savaşan tek şey; Ben’dim. Bir olanı çaresizce
ve korkuyla iki tutmaya çalışıyordum. Belki de bu yüzden acıtıyordu.
19
Zindan
Zikir
Uyandım. Yüzüstü yatıyorum. Sağ ayağımın hemen yanında bir kedi, popomun tam
üzerinde mi yoksa kenarında mı anlayamadığım başka bir kedi var. Üçüncüyü
hissedemedim. Bana değen kedilerin ısılarından ve yaslanışlarından hangi kedinin orada
olmadığı anladım. Nadia acele acele giyiniyor ve çıkmaya hazırlanıyor. Saat pazar
sabahın on biri olmuş. Başım biraz ağrıyor ve zihnim net değil. Yatakta öylece bekledim.
Görüş alanıma girdikçe Nadia’yı seyrettim yarı çıplak ordan oraya koşuştururken.
Seyrettiğimin de farkındaydı ve ama gözlerini kaçırıyordu. Gelgelelim gözgöze
geldiğimizde de saçmasapan gülmekten kendini tutamıyordu. Çok tatlıydı ama gidiyordu
işte. Aceleyle geldi başımı okşadı ve son bir kez daha öptü. Kendime dikkat
etmeliymişim tamammıymış. Canım benim.
Bu güzel pazar gününde geçici değil, daha kalıcı hazlarla ilgileneceğiz. Kalktım duş
aldım. Akşam evi bir hayli batırmışız. Ortalığı topladım. Her yerde Nadia’nın
parfümünün kokusu var. Kokuyu içime çektikçe göğsüm titriyor. Oturdum bir kaç nefes
aldım dumandan. Bir kırk dakika kadar meditasyon yaptım. Ağrı sızı hiçbirşey kalmadı,
huzur ve mutlulukla doldum. Her şey yeniden net.
Çok küçüğüm. Mahalledeki tarla gibi bir yerde istop mu çanak çömlek mi; içinde top
olan bir oyun oyunuyoruz. Tam güneşin batma saatleri. Neden hatırlamıyorum, oyunda
Merve isimli bir kız var ve ben sürekli “MERVE”, ”MERVE”, ”MERVE” diye bağırıp
duruyorum. Bir süre sonra akşam ezanı okundu ve herkes annesi ya da babası tarafından
eve çağırıldı. Ben hala farkında olmadan “meeerve”, “meeerve” diye sayıklıyorum. O
günün akşamında evde bir şey fark ettim. Kim olursa olsun birisinin adını ya da bir
kelimeyi tekrar tekrar söyleyince isme garip bir şeyler oluyor, anlamsızlaşıyor, kafan
karışıyor, saçma sapan bişey oluyor. Bu yeni keşfimin anında müptezeli oldum
görüyorsunuz. Ertesi gün sokaktaki diğer çocuklara da anlattım. Hemen anladılar.
Hepimiz bir şeyler sayıklıyor öğlen sıcağında kendimizden geçiyorduk. Ah güzel günler.
Görüyorsunuz, daha beş altı yaşlarında Urfa’da bir köyde bir dünyadan bihaber bir
çocukken bile kendi uyuşturucumuzu, kendi psikotropik maddemizi keşfediyoruz.
Şekerden, çikolatadan, coca-coladan, çaydan, kahveden, müzikten, kızlardan, otuzbirden,
paradan falan önce; kendi kendimize meditatif bir şeyler yapmayı keşfediyoruz.
20
Zindan
Pratik bir sonucu olmayan bilgileri hiç sevmem. Adem gerekli gereksiz yarım
yamalak öğrendiği her türlü konudaki entellektüel çöplüğünü insanlara değerli hazineler
gibi sunardı. Din, felsefe, yaşam, mistiszm gibi konular üzerine boş boş saatlerce bir
sonuca varmayan analizler üzerine analizler; tanımlamamar üzerine tanımlamalar;
açıklamalar üzerine açıklamalar., tespitler üzerine tespitler konuşurdu. İnsanlar da yutardı
bunu. Hele ki popüler kültüre karşı bir kısım garezlerin de varsa ayakta alkışlanırsın.
Sonuç: toplumsal olarak sıfır ilerleme.
Kalktım çay demlemek için su ısıtmaya başladım. Kocaman bir parça tereyağı erittim
bir tavada. 4 tane yumurtayı sapıkça bir konsantrasyonla çırptım, tuz, karabibier ve
pulbiber ekledim. Hafif kahverengileşmeye başlamış çıldırtıcı kokulu tereyağının üzerine
döktüm yumurtayı. Biraz piştikten sonra üzerine bir miktar krem peynir ve kaşar peyniri
koyup yarım daire sandiviçi olacak şekilde kapattım. Ocağın altını da kapattım. İki dilim
ekmeği küçük başka bir ocağın direkt üzerine koyup biraz kıtırlaşmalarını sağladım. Bir
tabağa koyup üzerlerine hafif zeytinyağı döktüm. Çay suyu da kaynamaya yakın sesler
çıkarıyordu. Demliği temizleyip bir kaşık rize çayı, bir kaşık da bergamotlu çay koydum.
Su kaynadı çay demlendi. Bir domates ve bir salatalığı küçük küçük kestim ve tuzladım
ve hafif miktarda zeytinyağına maruz bıraktım. Yaptığım bütün her şeyi bir tepsiye
yerleştirip salona geldim ve bilgisayar masasının üzerinde yemeye başladım.
Şimdi; demek ki bir kelimeyi sakin bir kafayla tekrar edip edip kendi sesini dinlediğin
zaman bir şeyler oluyor, evet. Bunda bi sır yok. Bütün dinlerde bir isim ya da dua bir
odaya kapanılıp tekrar edilir. İster Allah de, ister Jesus de ister Krişna de, ister Ohm de,
ister Esma-ül Hüsna’dan seç, ister yahudiler ne diyorsa onu de, ister Ra de, Rasta de,
Osiris de, kendi adını söyle farketmez. Kelimenin anlamının meditasyona girebilmek için
pek bir anlamı yok. Peki meditasyon nedir? Bilmiyorum. Ben de başımın ağrısından
bulaştım bu işlere. Bir araştırsanız meditasyonun ne olduğunun binbir türlü farklı
tanımına ulaşırsınız. Benim kendimce bir kısım teorilerim var; namaz, yoga, dua ve zikir
mesela özünde bir türlü meditasyon. Doğru namaz kılabilen olsa kolunu kessen o huşu
içerisinde acımaması lazım. Keza sahabeden böyle insanların hikayeleri var. Ve keza şu
anda, günümüz çağında bile Hindistan’da, Çin’de ya da Japonya’da bir tür meditatif
transta olduğu açıkça görülebilen etraflarına mutluluk saçan gurular ve budistler var.
İşin garip tarafı Adem de benden önce yabancı değildi bu bilgilere. Görüyorsunuz
Adem’in dini anlamda çok çalkantılı ve kompleks bir yaşamı oldu o 28 senecik
dönemde. Bir bebek olarak dünyaya geldi ve sürekli adının Adem olduğunu ve bazı
sorumlulukları olduğunu ve annesi halası amcası kardeşleri olduğunu ve hep yanlarında
oldukları falan söyleyip durdular. Bir süre sonra Allah diye bir şeyin varlığından
bahsetmeye başladılar. Allah her yerdeydi, Allah Adem’i çok seviyordu ve cehennemde
sonsuza dek cayır cayır yanmak istemiyorsa Adem de bir an önce Allah’ı çok sevse iyi
ederdi; çünkü her an Allah Adem’i öldürebilirdi de. Adem korkuyor ve tam olarak
21
ederdi; çünkü her an Allah Adem’i öldürebilirdi de. Adem korkuyor ve tam olarak
Zindan
kendisine söyleneni yapıyor; korku içinde sevmeye çalışıyor. Gerçekten sevmiyor,
sevmenin ne olduğunu, neyin neden sevilmesi gerektiğini durup düşünemeyecek kadar
korkmuş. Sevmeye çalışmaktan, bir türlü gerçekten sevemiyor.
Bu o zamanlar zoraki müslüman Adem; üniversite sınavlarına gireceği sırada bir sürü
zikirle ilgili kitaplar buluyor bir sahaftan. Bir yandan deneme çözüyor, bir yandan Esmaül Hüsna’dan isimler seçip binlerce kez tekrar ediyor fısıldayarak. 5 vakit namaz kılıyor
ve namazlarında ağlıyor falan. Ama ben Adem’in bütün yalanlarını görüyorum bugün.
Hayatında üniversiteye giriş sınavı gibi bir krizi hiç yaşamamış ve neredeyse bütün
yaşamının bu sınava bağlı olduğu söylenip durmuş son 5 yıldır. Bulduğu ilk umuda
sarılıyor. Anlayacağınız üzere zikirler kitaplarda vaadedilen etkilerin hiç birini
yaratmıyor ve sınav sonucun Adem İstanbul’da saçmasapan bir üniversitenin bilgisayar
mühendisliği bölümüne yerleştiriliyor. Böyle bir seçim yazdığının farkında bile değil.
Niye bilmiyorum ama doktor olmak isterdi hep; o yaşlarda “bu insan iş göremez” ya da
“bu insan hapse atılmadan uyuşturucu kullanabilir” belgelerinin varlığından bile haberi
yoktu. Neyse, gelgelim her şeyin hayırlısı dendi ve konu kapandı. Bir daha zikir falan
mevzularına hiç kafa yormadı. Farkında değildi belki ama; ilk kez test edilmişti ve fena
kaybetmişti. Neye inanıyorduysa büyük bir kısmını o sınavda kaybetti.
Bir de 26 yaşlarındaki, yani üniversite sınavından 9 yıl sonraki Adem’i ele alalım.
Artık agnostiğim bile demiyor; militant ateist. Ateist ama çok açık fikirli ve çok yaşam
doluymuşçasına ve hiç bir anı kaçırmıyormuşçasına havaları var. O zamanlar ne derin bir
depresyonda olduğunu ben şimdi görüyorum. İşyerinde çok yoğun bir proje zamanında
meditasyon diye bir olaya merak salıyor; rahatlayabilir miyim acaba umuduyla. Bir kaç
hafta ciddi ciddi araştırıyor. Adem’in bu huyunu severim. Bir şeye durup dururken merak
salar ve ciddi ciddi araştırır. Fayda sağlacak seviyede öğrenmesi için zaman ve emek
harcayacağı bir şey olduğu ortaya çıkarsa da o anda araştırmayı ve merakını keser, başka
bir şeye yönelir. Meditasyon’u denediğinde de öyle oldu. Ne hissetmesi ya da ne
hissetmemesi gerektiğini bilmiyordu çünkü daha önce o hissi hiç hissetmemişti. Zille,
sesle ve çeşitli yöntemlerle meditasyon yapmayı denedi bir kaç hafta. Ama stresi falan
azalmadı hiç. Hatta meditasyon da işe yaramadığı için total stresi daha da arttı denilebilir.
Sonra o keskin kalemiyle meditasyonu aptalca bir şey olarak sınıflandırdı ve
meditasyonla alakalı şeylere de saygı duymama kararı aldı.
Dediğim gibi, benim şu anda bu mevzular hakkında vardığım kesin bir kanı yok.
Ama şöyle bir olay var; Zehra’nın öpücüğünden sonra baş ağrılarım için meditasyon
yapmayı denediğimde iki şeyi keşfettim. Birincisi baş ağrımı hissedilir derece
azaltıyordu. İkincisi ve daha da önemli olanı ise; sonsuzda biri şiddetinde bile olsa
Zehra’nın öpücüğündeki huzuru yeniden yaşamamı sağladı. Bu benim için bu yönde
ilerlemem için yeterliydi. Zamanla yeni teknikler, posizyonlar, anlamlar öğrendim.
Esrar’ın meditasyonu kolaylaştırdığını farkettim. Bazı zor pozisyonların önemini ve
pozisyonlara ulaşabilmek gerekli egzersiz planlarını öğrendim. Daha lotus
22
pozisyonlara ulaşabilmek gerekli egzersiz planlarını öğrendim. Daha lotus
Zindan
pozisyonundan bir kaç yıl uzağım bunu görebiliyorum. Adem’in ölmüş beyninden yavaş
yavaş yepyeni biri çıktığı gibi, Ademin kaskatı gergin bedeninden de bir çiçek çıkması
gerekecek.
Neyse, Şimdiki zamana geri dönelim. Bu akşam değişik bir meditasyon yapmaya
gideceğiz. Adem daha önce katılmıştı böyle bir meditasyona, biraz heyecanlanmıştı ama
kalıcı bir şey hissetmemişti. Sonra boş vermişti. Dediğim gibi benim dini takıntılarım
yok; Allah ya da Krişna demek benim için farketmeyecek. Ama heyecanlıyım. Biraz
cigara içip gidip ne yapıyorlarsa aynısı yapıp ne olacağını göreceğiz.
Kahvaltımın bulaşıklarını yıkadım. Bulaşıklığa dizdim. Bugün, tam ben de
bilmiyorum, bir arkadaş davet etti; sufi dergâhı gibi bir yere toplu zikre katılmaya
gidiyoruz.
23
Zindan
Zerre
Efendice bir şeyler giyindim. Çorabın prezentabl olmasına özellikle dikkat ettim.
(kendime not: bir tür zikir ortamına girildiğiyle ilgili bir şeyler yazılacak. Fiziksel
detaylarlara yeterince yer verildikten sonra istenildiği şekilde saykodelik vizyonlar tasfir
edilebilir.)
(Yazarın notu: Bu bölüm henüz yazılmadı. Bir sonraki sayfaya geçerek okumaya
devam edebilirsiniz. Zindan henüz tamamlanmamış ücretsiz bir roman. Yazılmaya devam
ediyor. Eğer Zindan: Bölüm 1’i okuyup beğendiyseniz ve devamını bekleyenlerdenseniz
lütfen gönlünüzden ne koparsa destek olun. Bağışınızın miktarına göre benimle iletişime
geçebilirsiniz ve sizin adınıza bir bölüm ya da bir karakter ya da istediğiniz bir olay da
ekleyebiliriz. Detaylı bilgi: www.zindan.online )
24
Zindan
Zanaat
Güneş her sabah daha değişik parlıyor sanki. İnanılmaz iyi hissediyorum. Hafif bir
baş ağrım var. Yataktan çıkmadan yirmi dakika kadar meditasyon yaparak ağrıyı bir hayli
azaltabildim. Bugün işe gitmek istemiyorum. Aradım. Hasta olduğumu söyledim. Mırın
kırın etti her zamanki gibi. İnsan yarı zamanlı çalışıyor olsa bile ve mesela Pazartesi, Salı
ve Perşembe günleri işe gelmesi şeklinde anlaşılmışsa ve sonra bu insan lanet bir
Perşembe gününde hasta oluyorsa; yapacak bir şey olmadığını söyledim kendisine.
Tamam dedi canım lafı mı olurmuş ve geçmiş olsunmuş ve yapabileceği bir şey varsa
söylemekten kesinlikle çekinmemeliymişim falan.
Hasta değilim görüyorsunuz. Ama bir çalışanın belli bir gün adedinde hastalık izni
varsa; hasta olmayan çalışanların sırf hasta olmayışlarını tebrik için bir kaç gün izinleri
olabilmeli. Amaan, işe gitmek istemiyorum. Adem böyleydi işte. Sistem içinde çarpar
böler bir yerlerden kırpmaya çalışırdı hep. İşe gitmenin direkt olarak sevmediği kötü bir
şey olduğunu kabullenemezdi. Ekmek parasıydı, her şeyin bir bedeli olmalıydı,
çalışmadan mutluluk olmazdı, yoksa bu oyuncakları ve 65 inç ve 70 inç ve belki kim
bilir bir gün 80 inç televizyonları nasıl alacaktı falan. Ama işte hep bir şekilde korka
korka kaçabilmek isterdi de işinden.
Ne şanslı ki ben işimi seviyorum. Adem de severdi. İşini derken mühendisliğini,
danışmanlığını, yeni teknolojilerini nasıl daha fazla ve daha hızlı para kazanabilirizcilere
satmak kısmı değil. Bilgisayar programlamayı severdi. İşyerinde hangi seviyeye gelirse
gelsin bir şekilde kodlara katkısının olmasını hep sağladı. Canı sıkılınca rastgele bir
programlama dili öğrenir tetris yazmaya çalışırdı. Kendisini tatmin edecek seviyede
müthiş bir tetris oyununu yazdığı an yeni öğrendiği o programlama diliyle ilgili şeyleri
anında unutmaya başlardı. Yazdığı bir oyunu her hangi bir şekilde satmaya çalışmadı
bile. Kimse görmedi oyunları, kimse görmedi yaratıcılıklarını. Onun için bir sonuca bir
esere varmak önemli değildi. Onun için önemli olan kodu yazma sürecinin kendisiydi,
ona haz veren o anlardı.
Kimse belli bir final pozisyonu almak için saatlerce dans etmez; önemli ve çılgınca ve
güzel olan dansın kendisidir. Kimse son notayı duymak için bir konseri izlemeye gitmez,
25
güzel olan dansın kendisidir. Kimse son notayı duymak için bir konseri izlemeye gitmez,
Zindan
müziği dinlemek için gidersin. Tanrı bile istese şu anda bütün olayı bitirip herkesi uygun
cennet ve cehennemine gönderir, defter kapatılır ve oyun, müzik ve dansların hepsi
anında biter; ama en azından anlam veremesek de bize izletiyor. Motosiklet sürenler bilir,
güzel olan varmak değil, yolun kendisidir.
Adem’in dansı kod yazmaktı. Bu felsefeyi herhangi bir işe uygulayabilirsiniz. Bu
felsefeyle işinizi seçerseniz ya da dünyanın en sıkıcı işini yapmak zorunda olsanız bile o
işin içindeki dansı görebilmeye kendinizi zorlarsanız; hayattaki bir kısım gereksiz stres
kaynaklarından belli bir ölçüde kaçabilirsiniz. Ama asla özgür olamazsınız. Mutlaka
hiyeraşiden birisi çıkar gelir ve dünyadaki yapmayı en sevdiğiniz şeyi yapacak olsanız
bile onu belli bir sürede ya da belli bir şekilde yapmanızı ister. Bundan kaçış yok.
Kaçamadığını gördüğün zaman sabit kalacaksın. Hareket ettirilemeyen bir nesne karşı
koyulayaman bir kuvvetle çarpışacak, acı çekecek, değişeceksiniz. Ve sonunda kendi
iradenize karşı, Tanrı’nın korkunç lütfu ile birlikte; bilgelik gelecek. O zaman her şey iyi
olacak. Ama bilgeliğin gelebilmesi için taa en başından savaşmayı bırakman lazım.
Savaşmamaya çalışmak ile savaşmamak çok farklı şeyler. Çünkü savaşmamaya
çalışmaya başladığında aslında kendinle ikinci bir cephede daha savaşıyorsun, toplamda
daha fazla savaş yaşanıyor. Kendinle savaşmaya bir girdin mi bir anda sonsuz savaşlar
içerisinde kaybolursun .
Adem her şeyle savaşırdı. O’na ne olduğunu gördük.
Kafanız karışıyorsa; savaşmayın, sevişin.
26
Zindan
Zındık
Torbacının en makbulü kendi arabasıyla gelip eve servis yapan aynı zamanda kendi
de müptezel olup muhabbet etmeyi seven torbacıdır. Hafif de kültürlüyse tadından
yenmez. Sigarası hep kalitelidir, eliboldur, beraber içilenleri asla hesaba katmaz. Her
para verme anında utanır; “Sonra da hallederiz” gibisinden laflar eder. Bir nevi orospu
gibidir, uzun vadeli arkadaş olma ya da birbirinizin köklü yaralarını deşme dertleriniz
olmadan, kafanız da güzel; hiç bir şeyden korkmadan özgürce enfes muhabbetler
çevirirsiniz biribirinizi ciddiye almadığınızda. Bir iki saat birbirinizi kullanır sonra da
ayrılırsınız.
Torbacı orospuların kralı bizim Melih’tir. Bursa’lıdır. Hafif yarım akıllı gibidir,
aptalmış gibi değil de, hiç tamamen orada olmayı seçmiyormuş gibi. Ben bu adamla nasıl
tanıştığımı da tam hatırlamıyorum. Kendi hayal ürünüm biri olabileceğine dair kendisiyle
ortaklaşa ciddi kaygılarımız var. Üniversite zamanlarımda bir dönem bizim öğrenci
evinde tek tük görünmeye başladı. Sonra daha sık görünmeye başladı. Kaynaştık arkadaş
olduk. Ama ilk kim onu o eve getirmişti hala bilmiyorum.
“Ananı avradını yaa neler dönmüş amına koyayım! Oğlum nedir lan bunlar?”
Bi kaç saattir oturuyorduk, tonla duman içtik. Melih’e bizim Urfa’nın Göbeklitepe
belgeselini açtım 65 inç 4K televizyonda. Kafamız bir kaç milyardı.
“Demedim di oğlum aklını alıcam senin diye? Ha?”
“O değil de o tapınakların zemini niye öyle su geçirmezmiş? Bu nasıl bir ayin lan
ibnelere bak.”
“Bunlar ne içiyorduysa onu satsana lan Melih, ölüm taciri değil misin, zengin olursun
amına koyayım.”
“Aga bunların ne içtiğini ben biliyorum. Lsd ya da dmt etkisine benzer saykodelik
mantardır, ağaçtır, kök mök bulup yiyip içmişler çok bariz belli.”
Bizim orospu çok bilge çıktı.
“Gizemli bir durum yok diyorsun yani?”
“Hayır canım öyle demedim ben. Ne sebebiyle yaptıklarını görebiliyorum ama
mesela neden altı su geçirmez ona takıldım. Gizem benim için orada. Kanlı falan bir şey
miydi acaba, tekinsiz de bir tepeye benziyor.”
27
Zindan
“Belki de balık, kutsal su içinde kutsal kurbağa falan besliyorlardı? Bak 2016 yılında
bile hemen yanıbaşında balıklı göl diye bir yer var. Altı su geçirmez insan yapımı şekilli
bir yapı. Neden hemen kan falan aklına geliyor ki? Macera yaratasın geliyor kendi
kendine.”
“Bilmem belki de öyledir.”
Kendi görüşünü sallamadığım için biraz kırıldı.
“Peki 12000 yıl önceki embesil insanlar diyelim ki saykodelik mantarlar bulup
müptezeli oldular. Ne mantarı yerse yesin; sonuçta bir insan bilmediği bir şeyi
uyuşturunun etkisi altında diye öğrenemez ki. Biz senle neler içtik hiç bi aydınlanma
yaşamadık. Bilmediğimiz yeni bir şeyi öğrenmedik. Bu adamlar ikilik gibi kavramları
uyuşturucu etkisi altında nasıl görüp analiz edebilmiş?”
“Pozitif halüsünasyon diye bir şey var, belgeselde de değinmişti. Öyle her kişiye
olmayan değişik bir tür halüsünasyon türü olabilir. Belki de o zamana kadar farkına
varmadığın bir sürü gerçek bilinçaltında birikiyordur ama normal avcı toplayıcı insan
gibi hayatına devam ediyorsundur. Yıllar sonra günün birinde yanlışlıkla sihirli mantarı
bir yedin; o içinde birikmiş bütün bilgiler kısa bir anlığına da olsa mantıklı geldi.”
“Vay arkadaş.”
Melih inci üzerine inci saçıyordu. Kafası tam o ilginç yerdeydi. Ben de paket gibi
olmuştum ve tam da komplo teorisi falan modumdaydım. Çok fazla şey düşünüyor ve
çeşitli kararlar alıyorum. Ama neler düşünüp ne kararlar aldığımın Türkçe’de bir karşılığı
yok ya da ben bilmiyorum. İyice rahatlıyorum. Melih de sızmak üzere. Ben de
dayanamadım, sızmışım.
Adem’in annesi, babası, amcaları, dayıları, abileri, kardeşleri, kuzenleri falan hepsi
bir şekilde din adamıdır. Ya ilahiyat profesörüdür, ya müftüdür, ya bir vakıfta din kuran
dersi verir ya da o vakfın müdürüdür vesaire. Hepsi en azından imam-hatip lisesi
mezunudur. Düzeni bozan Adem oldu, bir Anadolu Lisesi’nde okudu. Dil öğrenme
yeteneği vardı, hazırlığı atladı. Görüyorsunuz, aile her ne kadar din adamı dolu olsa da;
çocukluğunda Adem’in evinde her türlü zenginlik mevcuttu. Annesinin pazardan aldığı
minik bir el tetrisiyle başladı her şey. Sonra Commodore 64, sonra PlayStation’lar,
DreamCast’ler, XBox’lar, büyük televizyonlar, küçük televizyonlar, kulaklıklar,
hoparlörler, modem ve İnternet. Çocukluğundan itibaren bunların içinde büyüdü. O
zamanlar etrafta başka kimsede böyle oyuncaklar yok. Küçücük çocuk, elinde ingilizce
sözlük, bilgisayar oyunlarını anlayabilmek için azimle bir dili öğrenmeye çalışıyor.
Oynadığı oyunlarda da hep tanrılar, şeytanlar, büyüler, kılıçlar falan. Babası bir görse
büyük tantana kopar. Ki zaman zaman koptu da. Bir keresinde Adem bir haftasonu
sabahı erkenden kalkmış her zamanki gibi Diablo oynuyor. Bir süre sonra ev halkı da
uyanmaya başlıyorlar. Pazar gününün kendisine verdiği yetkiye dayanarak saçma sapan
hareketler yapan baba, biraz da oğlu Adem’le vakit geçirmek istiyor. Ama ekrana
bakınca bir de görsün; beş köşeli yıldızlar, gözler, üçgenler, satanik imgeler, tekinsiz bir
ortam, tekinsiz bir müzik, arkaplanda ne idiğü belirsiz bir fısıldama, uğursuz bi gerginlik
28
ortam, tekinsiz bir müzik, arkaplanda ne idiğü belirsiz bir fısıldama, uğursuz bi gerginlik
Zindan
var ekranda. İlahiyat profesörü koca adam ama zaten teknolojiye de yabancı. Sırf
çocukları istiyor diye alıyor bu ıvır zıvırları. Küçücük yavrusunu, ne işe yaradığı belli
olmayan bir aletin karşısında, sabahın köründe, şeytanların sembolleri karşısında
buluyor. Deliriyor korkusundan! Adem’e yasaklanıyor bir kaç ay bilgisayar, internet,
oyun falan. Adem o günden sonra ekranında ne olduğunu arkasından geçen insanlara
göstermeme sanatında usta oldu. Aynı şekilde, doğru bildiği bir şeyin yanlış yapıldığını
gördüğünde de; kimseyi uyarma ihtiyacı hisssetmedi. Monitörünü sakladığı gibi,
kafasının içindekileri de kendine saklardı. Çünkü gördünüz; tehlikeliydi, gereksiz acılar
yaratıyordu.
Dinciler böyledir işte. Bir hamlede bir çocuğu böyle farkında olmadan kalıcı olarak
zedelerler. Sonra da çocuklarımız var diye insanların öpüşmelerini görmekten rahatsız
olurlar. Hep korkudan. Tanrı her yerdedir, her şeyi bilir ve görür. Bütün dinler de aynıdır;
hepsi korku doludur. Tanrı’nın sözü Bir’dir. Dinciler aynı sözü çoğaltır durur. Her şey
Bir’ken, ulu ve korkunç tavırlarıyla iki derler. Artık üç dememeleri için bir sebepleri
kalmamıştır. Her şeyi anlamak ve saymak ve ismini bir yere yazmayı çok severler.
Babil’in tuğlalarını dizmeye başlamışlardır bile. Dört, beş, altı, bir milyar, seksen trilyon.
Böyle almış makine gibi şehirlerini tuğla tuğla inşa ederken bir süre sonra fark ederler.
Bir ile iki arasında, görüyorsunuz, sonsuz adet gerçek sayı vardır. Olsun. Yılmazlar.
Zekidirler, çalışkandırlar. Daha keskin bölebilmek için daha keskin bıçaklar yaptırırlar.
Bir süre sonra baktılar olmuyor, oturup bir karar alırlar. Bir kısımları yukarıya doğru
bölmeye devam edecek, bir kısımları da aşağıya doğru bölmeye devam edecek. Bir kısmı
sadece hayvanları böler, bir kısmı insanları böler, bir kısmı tabiatı böler, bir kısmı
güzelliği böler. Böldükçe görkemli şehirlerinin artık gözle görülmeyen bir kulesinde bir
kat daha yükselir. Ağızlarından salyalar akıtarak Tanrı’yı görmeyi beklerler. Bir süre
sonra her grup kendi alanıyla ilgili bölme, sınıflandırma ve isim koyma işlemine öyle
dalar ki, aşağıya doğru bölenler yukarıya doğru bölenlerin ne dediğini anlamaz olur.
Birbirlerine laf anlatamadıkları için savaşırlar. Kuleleri ve muhteşem şehirleri yitip gider.
Tanrı her yerdedir, Babil’de bile. Koca Babil’den Tanrı’yı görebilen bir kişi bile
çıkmamıştır. Tanrı her yerdedir, kendi gözünün içinde bile. Kendi gözünü göremezsin.
Allah’ın sözü “Oku” idi. Ama sözü çoğaltıp durdular. Bembeyaz bir sayfada kusursuz
bir Elif’ti Söz. Peygamber ölür ölmez birbirlerine düştüler. Üçe, beşe, yediye son hızla
bölünüyorlardı. Her bölündüklerinde kağıda bir şeyler daha yazdılar. Her şeye bir
açıklama, her şeye bir kural getirdiler, kağıda yazdılar. Bilim her yeni bir şey
keşfettiğinde, kendi korku süzgeçlerinden geçirip, caiz mi, haram mı, günah mı nedir
düşünüp durdular. Sonucunu kağıda yazdılar. Bir süre sonra kağıda o kadar çok şey
yazdılar ki, “gerçek islam nedir?” sorusunu sormaları gerekti. Bu sorunun cevabını da
kağıda yazmaya çalıştılar ama o kadar çok karalamışlardı ki gerçek islamın ne olduğunu
artık göremiyorlardı. Onun yerine, kağıda boş buldukları yerlere bu sefer de gerçek
islamın neler olmadığını yazmaya başladılar. Savaşıp dururlar. Bir gün gelecek, ki çok da
uzak günler olduğunu sanmıyorum, bir kaç yüzyılı falan kalmıştır; o kağıtta tek bir beyaz
29
uzak günler olduğunu sanmıyorum, bir kaç yüzyılı falan kalmıştır; o kağıtta tek bir beyaz
Zindan
nokta bile kalmayacak. Adamın birinin kafasına tak edecek ve her şeyi anlayacak.
Bembeyaz bir kağıda kusursuz bir elif çizecek. Adına İsa Mesih diyecekler. Hayatta
kaldığı sürece insanları mucizevi bir şekilde birleştirip duracak. Ama mümkün olan en
kısa sürede yine çarmıha gerecekler onu da. Elindeki o kusursuz Elif’i içeren beyaz
kağıdı alıp üzerine yavaş yavaş bir şeyler yazmadan edemeyecekler. Çünkü; anlamıyorlar
görüyorsunuz. Bu dinciler hiç anlamıyor.
Kafam girdap gibiydi. Soğuk bir su içtim rahatladım. Göbeklitepe belgeseli bitmişti.
Melih cep telefonuyla oynuyordu. Youtube’u kapatıp, google’ı açtım. Neden bilmiyorum
“son akşam yemeği” diye arattım. Geçenlerde bir reklamda mı bir müzenin afişinde mi
ne görmüştüm. Belki de görmemiş, uyduruyorumdur. Melih’i dürttüm:
“Bak şimdi bu son akşam yemeği tablosunu biliyosun. Bildiğin her şeyi unut.”
“Unuttum. Eee?”
“Şimdi biraz sembolik düşünmeye çalışalım. Bu İsa durup duruken çıkıyor ve
yepyeni bir tek Tanrı’dan, babasından ve iyilikten ve iyi olmaktan bahsediyor. Ama
mucizeleri de var; suyu şaraba çeviriyor, körleri gördürüyor, su üstünde yürümeler
falan.”
“Tam içip takılmalık adammış.”
“Neyse, İsa öyle. Şimdi biz son akşam yemeğine dönelim. Sembolik düşünerek,
kafan da güzel, resme istediğin kadar bak ve aklına gelenleri söyle. Bakalım bişey
keşfedecek miyiz kendi kendimize.”
“Hmmm. Tamam. Tam ekran yap.”
Bir süre baktık ikimiz de. Melih garip düşünme sesleri çıkartıyordu. Ben tabloyu
görüyordum ama herhangi bir anlam göremiyordum. Evet belli ki bir sürü detay var ama
hiç sayıp falan uğraşacak değilim. Düşünüyormuş gibi yaparak Melih’in düşünmesini
bekledim. Bir süre sonra anlatmaya başladı.
“Moruk şimdi aklıma geleni söyleyeceğim. Sesli düşünücem yani. Öncelikle bunu
bakan herkes direkt görüyordur zaten; son akşam yemeği demiş ama yenilen bişey yok.
Bütün ekmek parçaları tam; ama bardaklardaki sıvıları herkes belli miktarlarda içmiş
görünüyor. Ben olsam adına son yemek değil son içiş, son muhabbet falan derdim. Öyle
yemeğin başlarındaymış gibi bir halleri de yok, baya muhabbet ilerlermiş baksana İsa ile
sağındaki hariç herkes panik içinde amınakoyayım.”
Doğru söylüyordu. İsa ve John hariç diğerlerinin hiç havariymiş gibi bir havası
yoktu. Çok içtim, kafam fıldır fıldır dönüyor. Havari ne demek onu bile tam olarak
bilmediğimi fark ettim. Ama bu adamların hiçbirinin İsa’nın takipçisiymiş, müridiymiş,
hidayet falan bulmuş gibi bir halleri yok. Şimdi yutup’u açıp bir hoca, şeyh falan birinin
vidyosunu aratın; ordaki müritlerin tavırları bile havarilerin İsa’ya olan tavrından daha
saygılıdır. Havariler belli ki İsa’da bir şey görmüş ama her ne gördüler ise tanrısal bir
huşu uyandıran ya da erdiren bir şey değil. Tartışma yaratan bişey.
30
Zindan
Melih birden kıkırdamaya başladı. Oturduğu yerden kalkıp televizyonun oraya kadar
gitti. Elini televizyona değdirdi. Bana baktı.
“Bu filmlerde falan Judas deyip durdukları İsa’ya ihanet eden havari şu mu lan
yoksa?”
Güldüm. Ben daha önceden ne görülmesi gerektiğini internette okumuştum. Ama
Melih kendi keşfetmişti. Bir hayli keyfi yerine geldi.
“Evet. Nerden anladın?”
Dönüp Judas’ı biraz daha inceledi.
“Bak bu ibnenin önünde tuzluk gibi bişey var. Eliyle itip dökmüş mü bişey yapmış.
Beyaz toz dökülmüş oraya. Sadece onda var böyle bir olay. Demek ki, Davinci bu
şekilde diyor ki; bakın Judas İsa’nın sofrasında olmasına rağmen bir şeyi reddetti. Gerçi
ekmeklerden başka yiyecek bişey de göremedim, tuzu neye dökecekti bilmiyorum.
Ekmeği ya da şarabı tuzla mı tüketiyordu bu adamlar yani garip.”
Bu sefer de ben gülmeye başladım.
“Melih lan o Judas’ın döktüğü tuz ya da şeker falan değil de…”
Duraksadım. Dönüp gözümün içine baktı. Gözleri parladı. Korkunç bir hata
yapmıştım. Ses tonumdan cümleme nasıl devam edeceğimi anlamıştı. Anlamayı geçip,
katılmıştı bile. Konuyu her hangi bir yere çekmek istememiştim. Melih’in rastgele
saçmalamalarını dinlemek istiyordum sadece. Ama sırf bu lafı ettim diye rastgele
saçmalayamayacaktı artık. Neyse, olan olmuştu. Cümleme devam ettim.
“… tuz ya da şeker falan değil de; saykodelik bir maddenin varlığını temsil ediyor
olmasın?”
Geri dönüp bu yeni fikirle birlikte daha da detaylı bir şekilde tabloyu incelemeye
başladı. Sesli düşünmüyordu artık. Kıkırdayıp duruyordu. Sesli düşünmesine gerek
yoktu; neler düşündüğünü gayet açık bir şekilde görebiliyordum. İsa’nın bütün olayını
uyuşturuculara bağlayacak. Nazıra diye bir yerde İsa denen adamın birinin canına tak
etmiş bütün o dönemin Roma’sının zulmü. Uyuşturucusu her ne ise artık, bu uyuştucuyu
canına tak etmeden önce de; sonra da kullanıyor olabilir. Ama canına tak etmiş ya,
uyuşturucusunun da etkisiyle insanlara tıpkı bir deli gibi malından, mülkünden,
kendinden geçerek açılmaya başlamış. Mesajı özünde “yapmayın, etmeyin, hepiniz
kardeşsiniz, sevin birbirinizi” falan gibi şeyler iken baktı ki çok da siklemiyorlar bu sefer
“Beni Babam gönderdi.” diyor soranlara. Dananın kuyruğu da orada kopuyor zaten.
Melih’in şu anda yaşayacağı aydınlanma yeni bir şey değil görüyorsunuz. Bu fikir
gayet yaygın. Ama bu fikir gerçekten bu kadar basit ve gerçek olsa bile herhangi bir şeyi
çözmüyor. Günümüzde İsa’nın sıfır yılında içmiş olabileceğinden binlerce kat daha
yoğun ve güçlü saykodelikler var. Günümüzde Hindistan’da su gibi lsd tüketimi var ve
biliyorlar ki bir şey içmen aydınlanacağının garantisi değil. Bir başka yerden bir lütuf bir
hidayet bir şey gelip seni seçince bu olay oluyor. Bu olay bir kaza geçirdiğinde de
31
hidayet bir şey gelip seni seçince bu olay oluyor. Bu olay bir kaza geçirdiğinde de
Zindan
olabilir, meditasyon yaparken de olabilir, araba sürerken de olabilir, bir şarkı dinlerken de
olabilir, bir mantar yediğinde de olabilir. Haftasonu Amsterdam’da kaç arkadaş grubu
Ay’ı parmağı ile ikiye bölüyordur acaba? Ama sonra Mecidiyeköy’deki masabaşı işlerine
geri döndüklerinde “Türkiye bok gibi” diye depresyona girerler. Geçici. Ama İsa ve
diğer peygamberlere farklı olan her ne idiyse geçmemiş işte. Canları pahasına geçmemiş.
Sonuçta Cebrail’in de neye benzediğini bilmiyorsun, üstelik şekilden şekile de
girebiliyor. Belki Cebrail araba kazası şekline giriyodur o gün, belki meditasyon, belki
yediğin mantar, belki yaşadığın kayıp, belki tuttuğun oruç, belki içtiğin lsd, belki
inzivaya çekildiğin mağaradır Cebrail. Ama dediğim gibi işte; yine Tanrı’ya dair hiç bir
şey çözülmüyor.
Melih tam da bu tarz keşiflerini anlatmaya başladı. Ama bir şeyleri keşfetmenin
verdiği hazdan daha çok; biraz sonra bunları daha başka arkadaşlarına anlattığında
alacağı hazları düşünüyordu. Akşam Gizem’lere gidecekti mesela; Gizem çok severmiş
böyle şeyleri. “Böyle şeyler” nasıl şeylerse artık. Ve Gizem bu “böyle şeyler”’i çok
sevdiğini Melih’e nasıl anlattı acaba? Olsun, severim Melih’i yargılamam. Çiçek gibi
çocuktur. Ama çiçek kadardır. Birilerinin evinde fotosentez yapar sonra Gizem’lerde
falan oksijen verir. Tek başına hayatta kalamaz, bu muhabbetleri yapamıyor olsa
sıkıntıdan kurur ölür. Anlatacak ilginç bişeyleri olmadığından Gizem’ler bunu
çağırmazsa yine ölür. Kendi sattığı esrar bitkisi gibidir Melih biraz. Görüyorsunuz;
esrarın anlatacak çok ilginç bişeyleri olmasa Gizem’ler hele ki illegal ve pahalı olmasına
rağmen esrar almaz. Esrarın da güneş ışığını ve topraktaki kalsiyumla fosforu falan
Gizem’lerin istediği o çok ilginç şeye dönüştürebilmesi lazım. Yoksa zaten kimse ekmez.
Bir hayatta kalma mücadelesi yani. Melih de sürekli hayatta kalma mücadelesi içindedir.
Mesela jandarma esrarı topraktan söküp atarsa esrar bitkisi ölür. Melih de her an
yakalandım yakalanıcam derdine düşmekten bitki gibi de yeşermiştir zaten. Melih
Gizem’leri aşırı sever; esrar satıyor ve ilginç şeyler anlatıyor olmaz ise Gizem’lerin evine
gidemez zanneder.
“Ulan oğlum sen cigara içelim, fifa oynayalım, komik vidyo falan izleyelim kafasında
bir insan değil misin? Başka kimlerle takılıyosun bu kafalarda bakayım?”
“Abicim ben nabza göre şerbet veriyorum. Sen beni hep relaks modda gördüğün için
yanlış tanımış olabilirsin. Ama bak Göbeklitepe belgeselini izlettin, ne iyi de etmişsin.
Ben geyşa gibiyim abicim her türlü muhabbete eşlik ederim.”
Sırıtıyordu.
“Orospu gibiyim diyosun yani”
Kahkaha atmaya başladı.
“Eskort gibi diyelim o zaman. Sadece elit beylerle görüşüyorum.”
Öksürmeye başladı gülmekten. Ciğerleri bir hayli doluydu.
“Hadi tamam git lan evimden ölüm taciri müpzetel seni. Eve polisleri toplayacan
zaten bir gün de hayırlısı bakalım.”
“Şş öyle deme lan Allah muhafaza. Hadi görüşürüz.”
32
Zindan
Zan
Düşün Buddha’sın, Nirvana’ya ulaşmışsın. Sonsuz mutluluk içerisindesin. Mutlu
olmak için bir yere gitmene, bir şey okumana, bir film falan seyretmene, bir şarkı
dinlemene hatta meditasyon yapmana bile gerek olmuyor. Bir anda kafadaki bütün her
şeyi silebilmiş ve yeni bir işletim sistemi yüklemişsin kendi ellerinle yazdığın. Kafadaki
her şeyi silip başkalarının işletim sistemini kurarsanız; görüyorsunuz, sapık ya da intihar
bombacısı falan olursunuz. İnsanlar bunu her gün yapıyor. Sağcı, solcu, liberal,
muhafazakar falan filan isimli başkalarının yazdığı işletim sistemlerini kurarlar
kafalarına. Mevzu kendi kafaları olunca hiç kaçak yazılım kullanmaz bedelini ödeyerek
alırlar işletim sistemlerini. Üzerinde de tonla program çalıştırırlar aynı anda; iş, aşk, para,
din, tatil, borçlar, ev, annem, babam, evlatlarım, arabalarım, tanrı, yaşam, ölüm, siyah,
beyaz, zaman, ıvır, zıvır isimli bir sürü program. Bütün enerjilerini başka bir yerden
bulup kafalarına kurdukları kendi işletim sistemlerinin daha iyi olduğunu anlatmaya
çalışıp durarak harcarlar. Hatta uğrunda savaşırlar, ölürler, kederlenirler,
kabullenemezler, ağlarlar, gülerler. Ben o işleri bıraktım tamamen. Herkes kendi
bilgisayarını övüp duruyor ama markası ya da değeri ne olursa olsun, akşam yalnız
kaldıklarında o diğerlerinden çok farklı olan çok ulu bilgisayarlarıyla hepsinin de yaptığı
şey aynı; youtube, feysbuk, twitter, komik kedi vidyoları, porno falan.
Adem bayılırdı bilgisayarına. Ama öyle hor kullandı ki, o gün Zehra uğradığında
artık bir format atması gerekti. Ama kafaya format attığınızda, yani aydınlandığınızda
diyelim, hiç bir şey çözülmüyor aslında. Görüyorsunuz ya; bu sefer de yeni bir işletim
sistemi bulup kurmak gerekecek. Hangisi? Ya da kendin mi yazacaksın? Nasıl
yazacaksın? Bilgisayarı kullanmak ile bilgisayarı inşa etmek çok farklı olaylar. Buddha
bir şekilde sırrını çözüp; formattan sonra en ideal Nirvana işletim sistemini yazmış.
Formattan sonra ben artık başka birilerinin işletim sistemlerini kullanmak istemedim.
Adem o işi yeterince yaptı. Üstelik format atılmış olsa bile, ademin fikirleri bilgisayarın
çalışmasına etki edemiyor olsa dahi, bir yerlerde çok net bir şekilde kafamda kayıtlıydı
hala. Ben çok düşünmüyorum bu işleri. Ya da az düşünüyorumdur bilmiyorum. Neye
göre az ya da çok düşündüğümü bilmiyorum. Belki de bir hayli çok düşünüyorumdur.
Tek emin olduğum düşündüğüm. Düşünüyorum işte.
33
Zindan
Zaten bir şey aklına geliyorsa ve düşünüyorsan gelmiştir, bitmiştir olay. Bir şeyin
aklına gelmemesini düşünemezsin. Direkt gelir. 6 yaşında annen yada babannen ya da
birisi, tuvalette pis yerde Allah denmez, düşünülmez falan demişse mesela sıçtın. Her
tuvalete girdiğinde, her ıkındığında Allah gelir aklına çaresizce.
Nasıl bir çaresizlik anı içerisinde olursan ol, çaresizliğin için hiç bir şey yapmadan
sadece dua ediyorsan, kime dua ediyorsan ol; bir puta tapıyorsun demektir. Ama Tanrı,
insanın bu durumunun farkındadır tabi ki. Çok basit bir günah. Çocuklar bile her türlü
bencil istekleri için dua eder. Tanrı, görüyorsunuz; her yerdedir. (Adem için en çok
tuvaletlerde) Her şeyi duyar görür ve bilir. Ve affeder. Tanrı her şeyi affeder. Bir kaç
kırmızı çizgisi var, görüyorsunuz. Onun dışındaki şeylere; biraz daha devam etsin de
bakarız bakalım der. Sonra hesaplaşırız abi ayağı yapar.
Adem bir gün ansızın dua etmeyi bıraktı. Zaten öyle para pul aşk ölüm kalım falan
vesair; materyal hiç bir şey istemedi Tanrı’dan. Sağlığı için bile dua etmezdi acılar içinde
hastayken. Doğru bir örnek olmadı gerçi; hasta olmaktan büyük keyif alırdı. Sadece
“kurtar beni” diye dua ederdi. Çok ederdi. Hala inanıyordu ve hala korkuyordu ve hala
namaz falan kılıyordu o zamanlar. Ama ilk dua etmeyi bıraktı. Görüyorsunuz, Tanrı her
yerdedir ve her şeyi bilir. Adem’i çok iyi bilir. Ama Adem de Tanrı’nın çok da yabancısı
sayılmaz. Duaları kabul olmuyorsa bir bildiği vardır. Kurtarmıyorsa kendi bilir, sürekli
istemenin bir manası yok.
Adem yine sıkılmış, bir şeylere gıcık olmuş, işinden istifa etmiş. Kendini
geliştirdiğini düşünmüyormuş ve sürekli tekrar eden bir süreçmiş gibi şeyler. Başka bir
yerden de teklif almış zaten. Ama yeni iş yeri karşıda. Yine taşınmak gerekecek. Zorlu
bir taşınma sürecinin ortalarında ve bütün enerjisi tükenmişken, deprem sigortası poliçesi
olmadan artık elektrik bağlatılamadığını öğrendiği zaman, Adem çok ama çok önemli bir
şeyin farkına vardı; her şeye aşırı seviyede gıcık oluyordu. Öncelikle sırada bekleyen
herkes çok gıcık ve çok iticiydi. Sırada ondan ileride ya da geride olmaları hiç
farketmeksizin eşit derecede gıcık oluyordu herkese. Sürekli bir şeylerle oyalalanıyormuş
gibi yapmalarından. Soran sorularla dolu gergin bakışları farkedilince hemen kaçırılan
göz temaslarından. Sıra ilerleyip bir zil çaldığında numaram kaçtı diye kontrol
etmelerinden. Ya da kontrol etmemelerinden. Zil duyulduğunda “benim numaramı
kontrol etmeme gerek yok, bu yaşlı ama zehir gibi beynimde güvende o numara benim”
gibi bir havaya anında bürünebilmelerinden. Herkese ve her hareketlerine gıcık
oluyordu. Sıra ilerlemiyordu. Herkesin yapacak başka başka işleri, olacak başka başka
yerleri vardı, kendi kendilerine bunu mırın kırın etmeden duramıyorlardı. Sürekli
birbirleriyle fısır fısır ne kadar da işlerin yavaş ve baştan savma olduğundan
bahsediyorlardı. Bu sıra ne rezaletti? Memurların yüzlerine karşı oflayıp puflayıp
duruyorlardı. Adem’in yapacak başka önemli bir işi yoktu, acelesi yoktu, hayatında
kötüye giden bir şey yoktu. Basit adamdır, acıkınca yemek yer susayınca da su içer.
Elektriğe ihtiyacı var. Çok sever elektriği. Elektrik ekmeğidir Adem’in. Ne olursa olsun,
34
Elektriğe ihtiyacı var. Çok sever elektriği. Elektrik ekmeğidir Adem’in. Ne olursa olsun,
Zindan
bir kaç saatte evine kalıcı olarak, istediği zaman açıp kapatabileceği elektriği olacak; o
anda dünyadaki en kıymetli şeydir Adem için. Bedeli her ne ise ödemeye hazırdır.
Bu insanlara hala gıcık oluyor. Bir kaç saattir burada, her birini tanıdıkça, her birine
daha özel ve daha derin gıcık olmaya başlıyor. Oflayıp puflayıp negatif enerji yaymaktan
başka bir işe yaramıyorlar. Girdap içindeler, çıkamıyorlar. Kendi kendilerine zulüm
ediyorlar. Ama Adem hepsinden nefret ediyor. Bir zil daha çaldı. Sıra bir numara daha
ilerledi. Ortamın havasındaki nursuzluğu tek rahatlatan şey, işini halledebilip bitirmiş
birinin o kapıdan çıkıp gitmesi. Bir saniyelik cenaze gibi bir şey yaşanıyor. Oflayıp
puflamalar bir saniyeliğine kesiliyor. Öleceklerini, o elektrik dairesindeki o lanet sıradan
çıkıp bir gün gideceklerini bir kez daha hatırlıyorlar. Herkes kendini hayal ediyor
kapıdan çıkarken. Kimisi mutlu oluyor; çünkü o gün bütün işleri halletmiş, sadece
elektrik kalmış. Kapıdan çıkınca artık özgür. Akşamki maçı kendi evinde izlemeye
kimleri davet etsem planlarına dalmış. Bir kısım diğerleri ise kapıdan çıkma fikriyle daha
da dehşete düşüyor. Çünkü onlar daha su, doğalgaz, internet falan bağlatacak. Sadece
elektrik bağlatmak böyle bir zulümse kim bilir kapıdan çıkınca hangi cehenneme
düşecekler. Görüyorsunuz; Cehennem gerçekten de 7 katlıdır ve her insan Cennet’e
girmeden önce Cehennem’den geçmek zorundadır. Bu 7 kat aşağıdaki şekildedir:
-sahibinden.com
-Noter
-Muhtar
-Su
-Elektirik
-Doğalgaz
-Telefon & İnternet & Televizyon
Ama bir problem var. Adem Tanrı’nın Bir’liğine şahit olmuş. Hiç bir şeyden
korkmaz, ne olursa olsun oflayıp puflamaz, elektiriğin kıymetini de, mucizesini de,
bedelini de, şükrünü de aynı anda bilir. En azından sağlam karakterlidir; yirmi dakika
bekleyince mırın kırınla etrafına vesvese yaymaz Şeytan gibi. Sabırlıdır, zekidir,
çalışkandır. Ama YA RAB! İnsanları ve tavırlarını gördükçe gıcık olmadan edemiyor.
Gıcık olmaktan delirecek. Her kişiye, her harekete, her sese, her renge, her fikre, her
Zerre’ye gıcık oluyor. Yıllarca gıcık olamayabilmek için dua etti sadece. Ama kabul
olmadı hiç.
Tanrı’ya da gıcık oluyor.
Görüyorsunuz; hiç yoktan, kapkaranlıktan, vakumdan, bütün o sessizlikten durup
dururken GICIKOLMAK gibi bir şeyi var edebiliyorsanız; birilerine ya da bir şeylere
fena gıcık olmak tam olarak nedir çok iyi biliyorsunuz demektir. Türlü türlü gıcık
olmanın her şiddetini yaşayıp test edip insanların kullanımına onaylamışsınız demektir.
35
olmanın her şiddetini yaşayıp test edip insanların kullanımına onaylamışsınız demektir.
Zindan
Gıcık olmanın cilt cilt, sonsuz sonsuz kitabını yazmış olmanız lazım.
Adem o güne kadar hiç düşünmediği bir şey düşündü. Gözlerindeki bir anlık alevi
kimse farketmedi ama oturduğu yerde sıra beklerken korkusundan ölecekti elektrik
dairesinde. Anlıyorsunuz ya; Tanrı her yerdeydi. En çok da tuvaletlerdeydi. Tanrı Adem’i
kendi suretinde yaratmıştı.
Ve Tanrı, Adem’e bizzat gıcık oluyordu herhalde.
36
Zindan
Zen
Uyandım. Sırtüstü yatıyorum. Alarm çalıyor mu diye dinledim. Çalmıyor, henüz
biraz erken. Kedilerin ikisi ayaklarımın ucunda uyuyor. Diğeri ise çift kişilik yatakta eğer
evli olsaydım karımın kafasının işgal ediyor olacağı alanın tam ortasında kocaman
gerinmiş uyuyor. Saatin kaç olduğunu görmek için birazcık hareket etmem gerekti,
ayakucumdaki kediler rahatsız olup insan esneme sesleri çıkartarak esnediler. Saat yatak
odasında önümdeki değil de arkamdaki duvarda asılı ve 6:45. Bugün Cuma, bugün işe
gitmem gerek. Alarmı da zaten 7’ye kurmuştum. Kendi kendime uyandım ama şimdi bir
yatsam 11’e kadar daha uyurum kedilerle. İki şey yüzünden işe hep geç kalıyorum zaten.
Saatin arkamdaki duvarda asılı olmasından ve kedilerden. O kadar umarsız uyuyorlar ki
özellikle de sabah uyanır uyanmaz bu uyuyuşları ilk gördüğüm şey olunca hep 15
dakika daha uyuyasım geliyor. Mesela evli olsam; ben uyandığımda karım da uyanıp işe
gitmek zorunda kalma acısını paylaşacak olsa anında kalkarım yataktan. Ama kediler ben
gittiğimde sadece daha da rahat uyuyorlar öğlene kadar.
Ani bir kararla yataktan kalktım salona geçtim yere oturdum. Biraz meditasyon
yaptım. Ardından kısacık bir duşa girip giyecek bir şeyler seçtim. İşe nasıl gideceğimi
düşündüm. Hava çok sıcak. Ya motosikletle gidecektim ya arabayla gidecektim ya da
metroyla gidecektim. Adem mümkün olan her yere motosikletiyle gitmek isterdi. Bir şey
taşımayacaksa ya da gittiği yerde alkol falan almayacaksa motosikleti ile giderdi.
Havanın yağmurlu ya da soğuk ya da sıcak olması farketmezdi onun için. İlla ki
motosikleti ile giderdi. Bir sürü kere kaza yaptı ve düştü motordan. Genelde yağmurlu
havalarda. Yine de yılmadı. Bir kaç motor hurda etmiştir. Bir kaç ay bir yerleri kırık
yatmıştır. Ölümden bu kadar korktuğu halde motosiklet sevgisine böyle sağdık
kalabilmesini takdir ediyorum gerçekten. Motosiklet sürmeyi çok seven insan
tehlikelidir. Motosiklet hobisi olup arada bir hava şartları ve durumlar müsait olunca
geziye çıkan motosiklet severden bahsetmiyorum. Mobilet’ten scooter’a, chopper’ından
süperspor’una fark etmeden; marka modeline de fazla takılmadan sadece iki teker
üstünde gidip rüzgarı kokuları falan hissetmeyi seven bir gurüh var. İşte bunlar belli
etmezler ama korkulur tiplerdir aslında. Sevdim mi bir acayip severler, kızdım mı da bir
acayip kızarlar falan. Neyse; hava çok sıcak ve boğucu; hiç öyle motosiklet sürülecek bir
hava yok açıkcası. Hem bunun bir de akşam dönüşü var. Benim arabaya rahat rahat
37
hava yok açıkcası. Hem bunun bir de akşam dönüşü var. Benim arabaya rahat rahat
Zindan
oturup klimayı ve müziğin sesini sonuna kadar açıp öyle gidesim var. Hatta şöyle bir
düşündükten sonra sadece bunu bile yapabilirim işe gitmeden.
Trafik. Çağımızın vebası denilebilecek bir şey varsa bu kanser değil trafiktir. Hem
direkt ölüm sayıları olarak hem de dolaylı olarak. Trafiğin akmamasından,
tıkanmasından, bir yere gecikmenizden bahsetmiyorum. Trafiğin akışından
bahsediyorum. Toplumun aynasıdır trafik. Psikolojik olarak da trafikte yaşadığın şeyler
inanılmaz şeylerdir. Mesela; yolda kaldırımda normal yürürken birisi arkandan gelip
senin önüne hafifçe geçse umrunda bile olmaz. Ama trafikte aranıza bir kaç cam girince
ne oluyorsa önüne kıran kişinin yüzüne “orospu çocuğu” diye bağırabiliyorsun hiddet
içinde. Trafik bütün kişileri anında toplumdaki en dangalak insanın seviyesine indirir.
Saatlerce meditasyon yapmış olabilirsin, Hacc’dan geliyor olabilirsin, Hindistan’da
aydınlanmış geri evine dönüyor olabilirsin. Havaalanı ev arası yolda ummadığın bir anda
birilerine “orospu çocuğu” derken bulursun kendini. Mevzu İstanbul trafiği olduğunda
ise iyice çetrefilli bir hal alıyor. Bu şehrin o kadar acımasız ve aptalca bir trafiği var ki;
eğer ki çözülürse Türkiye’deki sigara firmaları iflas eder.
Arabamı park ettim. Kartımı falan okuttum. İşyerim devasa bir binanın 42’inci
katındaki bir masandan ibaret. Banka burası. Bu bina içerisinde neredeyse her şeyi
gördüm ama hiç para görmedim. Asansörler önünde sıra var. En güzel kızların olduğu
sıraya ben de dahil oldum. Büyükçe bir grup asansör yolculuğumuza başladık. 42’e
kadar neredeyse her kata basıldı. Grubumuzda kimse konuşmuyor. Kimse kimseyi
tanımıyor. Bunlar daha erken gelenler. Erken gelenler böyledir. Kimse kimseyi tanımaz
ya da uzaktan bir projeden falan tanırlar. Kimse konuşmaz, herkes gergin ve mutsuzdur.
Bir yarım saat sonra ikinci gelenler asansörleri işgal eder. Bunlar ikili üçlü gruplar
halinde olur. Kahvaltıdan falan geri yukarı çıkarlar. Bütün güçleri ile komik bişeyler
üretip gülerler. Etrafıma bakındım. Kadınlar daha gergin. Erkekler hala uyuyor ya da
sıcaktan terlemişler ve pufluyorlar. Ama kadınlar daha saat sekiz olmasına rağmen
şimdiden stresliler. Uykulu bile görünmüyorlar ama starbucks bardaklarına gergin gergin
vuruyorlar. Pıt pıt pıt pıt pıt pıt pıt pıt… Ayrıca kadınlar cidden gerçekten sıcak olmasına
rağmen erkekler gibi oflayıp puflamıyor. Terli bile değiller.
Bir bardak çay aldım ve ilk yarım saat bilgisayarımın karşısında hiç bir şey yapmadan
oturdum. Bugün buraya gelmesem de olurdu. Sırf insan yüzü göreyim diye geldim. Bir
de gerçekten bu günün Cuma olması sebebiyle bitirmem gereken bazı işlerim var ve evde
kediler sandalyeme, masama, üzerime ve klavyeme atlamak sureti ile çalıştırmıyor. Bir
sürü iş yaptım. 10:30 gibi bu hızla gidersem bütün yapmam gereken işlerin 13:00 gibi
biteceğinin farkına vardım. İşe gelmişken geri gidemezdim, zaten yarı-zamanlı çalıştığım
için neden bilmiyorum bana gıcık oluyordu herkes. Bir sigara aldım ve bahçeye çıkmak
için asansörün yolunu tuttum. Tam mola verme saatiydi, zaten insan göreyim diye de
gelmiştim.
38
Zindan
Bahçeye çıktım. Burada bir Starbucks’ımız ve bir sürü masamız falan var. Masalara
şöyle bir göz gezdirdim. Sıcak ve nemliydi ve sigara kokuyordu. Bir sürü tanıdığım
insan var. Çoğu ile de konuşmak istemediğimi fark ettim. Arkalarda tanıdığım bir sima
gördüm; hararetle diğer 3 kişiye bir şeyler anlatıyordu. Cebrail. Adamın adı Cebrail. 29
yaşında. Mardin’li. Boğaziçi Bilgisayar mezunu. Zehir gibi çocuk. Adı Cebrail ama
kendisi ateist ve biraz da fazla “sosyal”. Kesin ülke meseleleri anlatıyordur masadakilere.
Olsun. Mesela şu diğer masadaki Twitter’da komikli siyasi şeyler paylaşan kızlar gibi
değildir en azından Cebrail. Masadaki kızlar masada birbirleri ile konuşurken bile
Twitter’da bir başkalarının başbakanla ilgili komikli bir şeylerini paylaşıyorlar. Cebrail
hiç bir sikim paylaşmaz ama ilgisiz değildir. Aksiyon adamıdır, alamayacağı bir aksiyon
yoksa da konuşmaz. Severim.
“Ne anlatıyon lan sabah sabah hararetle?”
Tokalaşmak için kalktı. Bir kaç zamandır görüşmemiştik.
“Ne anlatıcam abi hep bildiğin aynı şeyler.”
Masalarına oturdum. Madaki diğer 3 kişiyi tanımıyordum, biraz daha gençtiler.
Cebrail tanıştırdı beni herkese. Kısa bir süre tanışma faslı başka konuları açtı. O konular
kapandı.
“Ne anlatıyodun sen ben gelmeden önce?”
“Basit bişey abi yaa, bi internet sitesi kuralım diyodum.”
Hepimiz güldük.
“Yani başka ne olabilir zaten.”
Dedi masadaki sarışın kız. En çok o güldü.
“Nasıl bi siteymiş bu sefer?”
“Şimdi, bu sefer sandığın gibi para kazanma mevzusu falan değil abi. Şu az önce
geçen patlayan bombayı ve Cumhurbaşkanı’nın dün dediklerini konuşuyoduk. Hemen o
anda bir site fikri geldi de aklımıza.”
“Vaay Cumhurbaşkanı’na karşı bir site mi lan? İlgilendim anlat bakayım. Tüh
bilseydim kahve de alırdım kendime.”
“Aaa benim kahvemdem bölüşebiliriz, burda bardak da var fazladan. Sade filtre
kahve içer misin?” diye sordu demin tanıştığım sarışın kız. İsmi sanırım Hale ya da Jale
idi. Tam duyamamıştım Cebrail bizi tanıştırırken. İlgiliydi, güzeldi. Keşke tam
dinleseymişim adını. Kafamda kızın ismini söylemem gereken anların hayallerini
hesaplamaya dalıyordum ki elinde bardaklarla kahvesinden isteyip istemediğimin
cevabını hala beklediğini farkettim.
“Tabi filtre kahve süper olur.” Tek hamlede güzelce dökmeden doldurabildi diğer
bardağa. Hoşuma gitti. Kız zaten hoşuma gitmişti. Her yere dökse de bu sefer her yere
döktü diye hoşuma gidecekti. Verdi kahveyi. Teşekkür ettim. Adını bilseydim ve adı
mesela “Serpil” olsaydı; sırf adını bildiğim için “Teşekkürler Serpiiil” deyip şirinlik
edesim vardı. Ama Hale mi Jale mi Serpil mi bilmiyordum. Söyleyemediğim için adı
Murat bile olabilirdi bu noktada. Kuru kuru teşekkürler demek zorunda kaldım ve
şirinlik edemedim.
39
Zindan
“Eee nasıl bi siteymiş devam et.”
“Tam site değil de, siteye ihtiyacı doğuran sebepleri anlatmam lazım aslında. Baştan
alıcam. Hem fikir de benim aklıma şimdi yeni geldi. Sana da anlattıkça ben de daha iyi
anlarım.”
“Okey dinliyorum.”
“Şimdi Türkiye’de şu anda parti kurmak istersen yapamazsın. İdeolojinin ne olduğu
önemli değil. Çok büyük miktarlarda paranın ve çok güçlü bağlantılara sahip dostlarının
olması gerekir. Halk demokrasi ile kendi kendini yönettiğini zannederken; güç, parası ve
bağlantıları olan elitlerin elinde nesil nesil bölüşülüp durur. Beş parasız bu dünyaya gelip
sade bir insan olarak huzur içinde kendi kendinizi yönetebileceğiniz bir pozisyona
gelebilmeniz çok zurdur. Hayatınızı çok yakından ilgilendiren tonla yasa çıkarırlar; kendi
aralarında para odaklı kararlar alıp parklarınızı, bahçelerinizi ve evlerinizi yıkarlar;
AVM’ler ve AVM’lerine gidecek yollar yapmak için. Ne yapıp yapamayacaklarınızı
söylemeyi çok severler. Para gördüler mü çekmek için tonla yasaları vardır mesela;
maaşınızdan vergi zaten kesilmiştir ama araba alırken arabanın ücretinden daha çok vergi
ödersiniz. O arabayı ülkeye getirip satan kişiden de tonla para alırlar. Her şeyden para
alırlar; ama sonra paralara neler oluyor görüyorsunuz; Mercedes makam araçlarına
dönüşür paralar. İtilip kakılıp durursunuz, zaten 2-3 parti vardır seçecek, onlardan birine
oy vermezsen de oyun boşa gider. Bir şekilde senin tam olarak istediğini vaad etmese
bile en güçlü görünen, en birlik içinde görünen ve güvenilen partiler çoğunluk oyları alır.
Ne olursa olsun oylarımızın bölünmesini hiç sevmeyiz.”
“Evet, söylediğin her şeye katılıyorum”
“Demek ki; şu anda ülkenin durumu ortada. Cumhurbaşkanı denilen adam
görüyorsun ağzını her açtığında insanları bölmekten başka bir iş yapmıyor.”
“Evet.”
“Ayrıca her türlü muhalefet partisi ya da mekanizması şu anda artık kimse istemese
bile bu adamı başımızdan gönderebilecek bir hareket yaratamıyor. Onlar da zaten bir
şekilde bu sistemden besleniyorlar bir şekilde.”
“Eee?”
“Demek ki şu anda devrimren başka bir çıkış yolu yok. Demek ki devrim şart!”
Hepimiz yine gülüştük. En çok sarışın kız, ikinci en çok ben güldüm.
“Ee ne yapacaksın site kurarak mı devrim yapacaksın?”
“Şimdi sana hayalimdeki siteyi anlatayım. Sadece site de değil, mobil uygulamaları
falan da lazım olacak. Şimdi siteye Whatsapp gibi cep telefonu numaranla üye
oluyorsun. Sadece cep telefonun, adın ve soyadın yeterli üye olabilmek için.”
“Eee”
“Şimdi site aslında arkadaş sitesi gibi temelinde. Facebook gibi düşün. Arkadaş
ekleme çıkarma, takip etme, grup, sayfa açma olayları var. Alışveriş falan kısmı olabilir
aynı Facebook gibi.”
“Ama farkı?”
“Farkı şu olacak; bu dediklerim hep detay şeyler aslında; önemli değil benim için.”
“Nasıl yani?”
40
Zindan
“Beni sitenin adını Türkiye Zen Cumhuriyeti diye kuracağım.”
“Oooooov şimdi anlıyorum biraz”
“Türkiye Zen Cumhuriyeti, cep telefonunla üye oluyorsun, sana bir kimlik numarası
veriliyor. Profili falan var herkesin. Aynı gerçek Türkiye Cumhuriyeti nasılsa
cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, hükümet, partiler, milletvekilleri, valiler, belediye
başkanları, muhtarına kadar her pozisyon olacak. Ve bu arkadaşlık sitesi gibi olan sitede
bu pozisyonlara internet üzerinde istenilen zamanlarda seçim yapılabilecek.”
“Peki senin bu sanal cumhuriyetin pratik hayatımıza ne faydası olacak? Hani oyun
olarak bile lanse edilse güzel fikir bu arada. Bir ara bir kaç kişi yapabiliriz hemen. Ama
senin amacın belli ki oyun ya da para değil. Ne fayda sağlayacak gerçek hayatımıza
senin siten?”
“Hiç. Hiç bir pratik faydası yok.”
“Nasıl yani?”
“Pratik fayda sadece insanlar birbirine şu hareketi yapmaya başlarsa olmaya
başlayacak. Dedim ya elinde mobil uygulaması olacak bu sitenin diye. Mesela gerçek
hayatta bir iş yapıyorsun; bir şey satacaksın diyelim. Alıcı kişi diyor ki bak ben de Zen
Cumhuriyeti vatandaşıyım diyor. Birbirinize cep telefonlarınızdan kimliklerinizi
gösteriyosunuz. Adama bir kıyak geçiyosun belki indirim ya da başka bir kolaylık
yapmayı seçiyorsun. Ya da diyelim ki gece klübüne girmek istiyorsun; kapıdaki adama
gösteriyorsun kimliğini o da sırf Zen Cumhuriyeti vatandaşısın diye seni önden alıyor.
Anladın mı, gizli bir mason klübüne üye olmak gibi başlarda; sadece ikimiz de aynı
klüpteyiz diye birbirimize işimiz düştüğünde kolaylık yapmayı seçiyoruz azıcık.
Üniversitede kütüphanede görevliye bir kitabı geç teslim ettin. Önemsiz bir para cezası
var. O görevli de sen de Zen vatandaşı isen sana o cezayı es geçiyor. Sistem gereği birine
bir ceza verebilme yetkin olsun ya da birilerinin işlerini kolaylaştırmak ya da
zorlaştırmak üzerine politik bir işin var. Trafik polisleri arkadaşlarına camında film var
diye ceza kesiyor mudur sizce? Benim bu siteyle amacım herkesi aslında yavaş yavaş
gerçekten arkadaş yapmak. Camında film var diye sana ceza yazarken polise Zen’le ilgili
bir şeyler mırıldanacaksın. Bir ikinci amacım da; o sitedeki başbakan, milletvekili, vali
vesair pozisyonların gerçek dünyada hiç bir amacı olmayacak. Böylece bu devlet büyüğü
salaklığının da ne kadar sanal bir şey olduğunu göstermek istiyorum. ”
“Dövüş kulübü gibi yaaa” Dedi sarışın kız. Zekiydi de.
“Peki şimdi insanlar neden senin sitende arkadaş olmayı seçsin ki? Dövüş klübü gibi
evet ama dövüş klübünde elemanların bir olayı vardı onları birleştiren; dövüşmek. Senin
sitede niye birleşelim?”
“Bir siteye üye olurken hani hiç okumadığın ama legal yaptırımı olan, hemen kabul
ediyorum diye işaretlediğin o uzunca yazı var ya?”
“Evet”
“Benim Türkiye Zen Cumhuriyeti’mde şöyle bir yazı olacak. Hatta yazı bile değil
yemin deriz. Sanal da olsa ülke değil miyiz? Nasıl Amerikan vatandaşı olurken yemin
ediyorsan aynı şekilde bizim de yeminimiz olacak. Biz yeminimiz için basitçe diyeceğiz
ki; “Kardeş, senin evinin önünde ya da geçtiğin yerde, bir felaket bir kaza falan olsa;
41
ki; “Kardeş, senin evinin önünde ya da geçtiğin yerde, bir felaket bir kaza falan olsa;Zindan
insanları bu Türk’tür, Kürt’tür, Laz’dır, Alevi’dir, Şia’dır, AKP’lidir, Paralel’dir,
Ermeni’dir, Yahudi’dir, İngiliz’dir, Fransız’dır, Suriye’lidir, Arap’tır, Rus’tur,
Amerika’lıdır, sevdiğin sevmediğindir, dostundur düşmanındır; ayırt eder misin? Yoksa
her ayrımı unutup insanlığını hatırlayıp çılgınca yardım edebilmek için bir şeyler yapasın
mı gelir?” Bir kişi bu soruya “yardım ederim” diye cevap veriyorsa, bütün insanların
aynı olduğunun farkında ama dünyevi ve fani bazı tatsızlıkların insanları ayırıp
kutuplaştırdığını görüyor demektir. Ülkemizin %99’ı bu soruya “yardım ederim”
cevabını verir.”
“Vaaay o yüzden zen cumhuriyeti diyorsun adına. Şimdi her şeyi net olarak
anlıyorum. Peki legal mi acaba böyle bir cumhuriyet diye site kurmak? Almasınlar içeri.”
“Abi nasıl alabilirler ki, markafoni’ye falan üye olmaktan ne farkı var? Eğer adına
cumhuriyet diyemiyorsak ya da türkiye diyemiyorsak başka bir isim koyabiliriz. Ama
site yani sonuçta, alıp sattığımız bir şey yok. Ülkeyi bölmek gibi bir amacımız da yok.
Türkiye Futbol Federasyonu diye bir şey kurulabiliyorsa ben de sitenin adına Türkiye
Zen Federasyonu derim. Kimse bir şey yapamaz.”
“Oğlum senin bu anlattığın şey eğer hayalindeki gibi tutarsa, gerçekten de
Cumhurbaşkanı’na karşı en büyük darbe olur. Çünkü adam belli ki bir amaç uğruna
özellikle insanları bölüyor. Eğer senin siten ne bileyim asla bir araya gelemeyecek ya da
gelse bile birbirinden hep nefret edecek iki kutuptan iki insanın birbirine ufaktan bir
yardım etmesini sağlarsan bile; bu inanılmaz bir değişiklik ve kaos etmeni olur uzun
vadede. Hatta bakarsınız Zen Cumhuriyeti vatandaşlarınız gerçekten organize olup
gerçekten bir siyasi parti kurabilirler birbirlerine yeterince yardım ederlerse.”
“Evet! Anladın sen abi beni bak! Demek ki mantıklı bir fikirmiş. Az önce mesela
Hale tutmaz deyip geçmişti. Sen gelmesen abi ben de umursamayacaktım fikri bak.
Senin anladığını görünce fikre sarılasım geldi.”
Hale’ye dalga geçer bir el hareketi yaptı. Hale klasik utanırmış ama utanmazmış da
gibi anlamına gelen kız hareketlerinden birini yaptı.
Hale.
Cebrail’in kafa çalışıyordu. Sarışın kızın adı Hale idi.
42
Zindan
Zulüm
Uyandım. Dışarısı parlaktı. Öğlene yaklaşmıştı herhalde. Yatakta hiç kedi yoktu.
Hangi günde olduğumu hatırlamam çok uzun sürdü. Bugün Cumartesi’ydi. Saat sabahın
onuydu. Anında yataktan kalkıp duşa girdim. Tamamen soğuk suyun altına girdim
birden. Titremekten belim kırılacaktı ilk başta, neredeyse nefes alamadım soğuktan. Kırk
saniye kadar bir süre sonra soğuk suya tamamen alıştım. Daha soğuğu var mı diye
musluğu mavi kısma daha da çevirdim. Yoktu en soğuktaydı. Biraz daha soğuk olabilirdi.
Biraz daha soğuk olmasını istediğimi hiç hatırlamıyorum. Demek ki hava baya sıcak
olacaktı bugün. Mesela zaten geçtiğimiz Mayıs ayı gelmiş geçmiş en sıcak Mayıs
ayıymış, geçen okumuştum. Küresel ısınma.
Salona geçtim bir hayli tüttürdüm. Yere oturdum 1 saate yakın bir süre meditasyon
yaptım. Kediler rahat bırakmadı hiç. Bugün ne yapacağıma karar veremedim. İşim yoktu,
kız arkadaşım falan yoktu, ne bileyim veterinere gitmem gerekmiyordu, birinin doğum
gününe, kınasına, nikahına, düğününe falan davet edilmemiştim. Ve Cumartesi’ydi.
İstediğimi yapabilirdim. Çıkıp boş boş saatlerce yürümek istedim. Ama çok sıcaktı. Saat
en azından dörde kadar falan evde vakit öldürmeye karar verdim. Sonra çıkıp
yürüyecektim.
Kendime muazzam bir kahvaltı hazırladım. İlk başta ne yapacağıma karar
veremedim. Madem ki vakit öldürecektim evde, haşlanmış yumurtayla falan geçiştirmeye
gerek yoktu. Mutfakta masanın üzerindeki küçük radyoyu açtım. Bilmediğim bir slowrock parça çalıyordu, değiştirmedim. Buzdalobına şöyle bir baktım; hiç bir şey yoktu
zaten. Cüzdanımı alıp bakkala indim. Azar azar kaşar peyniri, beyaz peynir, eski kaşar ve
cheddar peyniri aldım. Yumurta, süt, un, maydonoz da almam gerekti. Rock müzik
eşliğinde muhteşem bir krep hamuru çırptım. Aldığım çeşitli peynirlerle dört tane krep
dürüm yaptım, yenilebilecek parçalara kesip bir tabağa koydum bilgisayarımın başına
geçtim. Netflix’te herhangi bir belgesel aradım. Gılgamış belgeselini seçtim. Bir yandan
sıcak erimiş peynirlere sarılı maydonozlu krepleri götürüyordum. Bir yandan da
Gılgamış’ın ölümsüzlüğü arayışını izliyordum. Dolapta bir bardak portakal suyu bile
buldum. Bulabildiğim en büyük bardağı alabildiği kadar buzla doldurdum. 200
mililitrelik portakal suyu 700 mililitrelik bardağımı doldurmaya yetti. Bakkaldan içecek
43
mililitrelik portakal suyu 700 mililitrelik bardağımı doldurmaya yetti. Bakkaldan içecek
Zindan
almayı unutmuştum, dolapta içecek ne var acaba diye bakınca gördüm. Dünyanın en
güzel portakal suyuydu.
Kafam çok güzeldi. Gılgamış Enkidu’yla güreşiyordu. Belgeseldeki adamın ses
tonunda Enkidu! Enkidu! diye bağırdım evin içinde. Balkonda dışarıyı seyrederek yatan
en büyük kedim koşarak geldi. “Keşke” dedim kediye “Senin adını Enkidu
koysaymışım”. Gılgamış, ben de bu belgeseli şu anda izleyene kadar bilmiyordum, çok
zeki ve güçlü bir kralmış. Ama o kadar zeki ve güçlüymüş ki hiç durmuyormuş ve sürekli
halkına da zulüm ediyormuş onları da çok çalıştırarak. Tanrılar da Gılgamış’ın bu sinirini
stresini alsın diye Gılgamış’a denk Enkidu’yu yaratıyorlar. Gılgamış ve Enkidu arkadaş
olup sürekli birbirleri ile güreştiklerinden halk da kurtulmuş oluyor Gılgamış’ın
bitmeyen stresinden. Bu kedi görüyorsunuz; benim ilk kedim. Çok zor zamanlarda
yanımdaydı ve o olmasa Adem belki de bir kaç kişiyi bıçaklardı günün birinde alakasız
bir sebepten. Kedi benim Enkidu’ydu apaçık bir şekilde; depresyonlu depresyonlu
dışarda tehlike aramak yerine evde Enkidu’mla oyunlar oynayıp güreşiyorduk resmen.
Birilerini öldürmemiş her insanın bir Enkidu’su var sanırım. Karısı, çocuğu, annesi,
kardeşi, kedisi, köpeği, kariyeri, sevgilisi, arabası, motosikleti, partisi, takımı, dini falan.
Şu tanrılar gerçekten de az değil.
Kahvaltımı bitirdim. Saat 1 oldu. Gerçekten çıkıp yürümekten başka bir şey
istemiyorum ama çok sıcak. Kedilerle Gılgamış belgeselini izlemeye devam ediyoruz ot
içerek. Enkidu fikri çok hoşuma gitti, bir ara Gılgamış destanını da okumak için kendi
kendime bir not aldım. Ama bugün değil mesela. Başka zaman. Bugün çıkıp yürümek
istiyorum. Şu sıcak acaba saat kaçta geçer acaba diye içten içe hesaplamaktan Gılgamış
belgeseline bile odaklanamadığımı fark ettim. Derince bir nefes aldım ottan, ciğerim
parçalandı. Dumanı hafif hafif geri verirken gözüm belgesele tekrar ilişti. Gılgamış
belgeselde ölümsüzlüğün sırrını elde ettikten sonra; karşısına ordusuyla birlikte çok zorlu
bir düşman çıkıyor. Gılgamış bu adamı ve arkasındaki orduları tek başına kendi kılıcıyla
keserken öyle şeyler dedi ki; kanım dondu.
Rüyalarınızı bir fetih bayrağı altında toplama çabanızı takdir ediyorum.
Ama siz, savaşçılar… hala anlamadınız mı?
Rüya gören uyandığı zaman…
Bütün rüyalar ölür.
Bu yüzden, bugün karşınızda beni bulacaksınız.
Size, kendim, bizzat acı gerçeği göstereceğim.
Şimdi,
Uyanın.
Televizyonu falan o anda kapattım. Gılgamış’ın neyden bahsettiğini çok iyi bir
şekilde anladım. Bunu herkes anlayabilir. Çok zor bir şey yok. Bütün rüyalar rüya gören
kişi uyandığı zaman ölür, evet. Ama ben Zehra’nın öpücüğü ile birlikte bambaşka bir
44
kişi uyandığı zaman ölür, evet. Ama ben Zehra’nın öpücüğü ile birlikte bambaşka birZindan
türde rüyanın farkına vardım. Gece görülen rüyalardan değil, gündüz görülen rüyalardan.
Adem, Melih, Gizem, Nadia gibi isimleri olan rüyalar. “Ölümsüzlüğü bulduysa madem
neden öldü?” gibi konuşan bir güruh var az önce belgeselde söylemişti. Gılgamış kimin
rüyasından ne kadar uyandı bilmiyorum. Ama pek tabii de ölümsüzlüğü keşfetmiş
olabilir. Ölümsüzlük ölmemekten başka bir şey.
Saat 13:15. Bütün sıcağa rağmen dışarı çıktım yürümeye başladım. Canım yürümek
istiyordu ama sıcaktan da rahatsız olmak istemeyen birinin rüyasına dalmıştım. Öldüm,
uyandım. Gılgamış belgeselde orduları yok ederken; içimdeki sıcaktan rahatsız olmak
istemeyen şeyi de öldürüp uyandırmıştı. Bu arada dışarı çıkınca da sıcaktan rahatsız
olmaya hazır beklerken hiç de öyle bir durum yaşamadığımı fark ettim. Evin klimalı
havası içinde pencereyi açıp baktığında o sıcakta durulmaz gibi geliyor evet. Ama
dışarıda 5 dakika yürüdüğünde geçiyor sıcak. Şapka diye de bir şey var. Gerçekten
ölümsüz bir kralmışsın Gılgamış’çım.
Yürüyorum. Evimden çıktım kah ara yollardan kah sahilden Kadıköy’e doğru
yürüyorum. Kayboluyorum, geri geliyorum. Tonla insan görüyorum, tonla insanla
gözgöze geliyorum. Tonla konuşma duyuyorum. Tonla hayvan görüyorum. Hiç bir karar
almıyorum, sadece izleyiciyim. Saatlerce, günlerce yürüyebilirim. Bakmayın siz
sabahtan beri sıcak diye kendi kendime mızmızlanıp durduğuma; yürümeye bir
başlayınca öyle bacağım falan ağrısa bile durmam. Yürüme meditasyonu diye bir şey var,
çok da basit bir şey. Öğrenmeniz on beş dakikanızı almıyor, öğrenince de istediği her
mesafeyi sıkılmadan yürüyebilen yepyeni bir insana dönüşüyorsunuz. Sufizm 101. Zaten
şuradan şuraya bir 15 dakika yürümekten sıkılıyorsanız; tebrikler. Susmak bilmeyen
devasa bir egodan ibaretsiniz.
Çünkü, görüyorsunuz, her defasında, tekrar tekrar, göz göre göre; unutuyoruz.
Rüya öldüğü zaman, rüya gören uyanır.
45
Zindan
Zırva
Yürüyorum. Yürümüyorum da aslında. Sadece nefes alıp veriyorum. Yürüyorum ve
nefesi alıyorken iç sesimle yavaş yavaş diyorum ki “nefes alıyoruum”. Yürüyorum ve
nefesi verirken de yine aynı şekilde “nefes veriyoruum”. Bir süre sonra sağ ayağım
ağrımaya başlıyor. Bu noktada çok ilginç bir şey yapıyorum. Mesela “uff daha on dakika
yürüdüm şimdiden ayağım ağrıdı” diye kafama takmıyorum öncelikle. Yürüyordum ve
nefes alırken “nefes alıyoruum” ve yürüyordum ve nefes verirken “nefes veriyoruum”
diyordum ya. Şimdi ayağımın ağrıması ile birlikte şunu yapıyorum. Evet yürüyorum,
nefes alıyorum ve “ayağım ağrıyoor” diyorum içimden. Nefes veriyorum ve hala ayağım
ağrıyor. Ayağımın ağrımasından kesinlikle kaçmıyorum. Hala “ayağım ağrıyoor” ve hala
nefes alıp veriyorum ve hala yürüyorum. Hala ayağım ağrıyor. Keşke daha fazla
ağrıyabilse nasıl olur onu merak ettiğimi fark ediyorum. Hala ayağım ağrıyor ama bu
kadar ağrıması artık yetmiyor. Hatta, o da ne? Azalıyor mu ağrısı? Ayağım ağrıyor. Nefes
alıyorum. Ayağımın ağrımasının azaldığını fark ediyorum. Nefes veriyorum. Sadece
nefes aldığımı ve nefes verdiğimi fark ediyorum. Yanımdan çok güzel kızıl saçlı bir
kadın geçti. Gülümsedi hatta sanki bana. İçimi bir coşku kapladı. Nefes alıyorum, nefes
veriyorum ve kadını gördüğüm için aşırı coşkulu hissediyorum. Bu noktada daha da
karmaşık bir şey yapacağım; şimdi hissettiğim bu coşkuya da kapılmamam lazım. Güzel
kızı görünce hissetiğim o bütün duyguları, on dakika yürüyünce ayağımın ağrıması ile
aynı kategoride değerlendireceğim. İç sesimle güzel kızı görene kadar sakindim; nefes
alıyordum ve nefes veriyordum ve yürüyordum. Ama şimdi “coşku hissediyoruum”.
Nefes alıyorum ve coşku hissediyorum; nefes veriyorum ve coşku hissediyorum.
Coşkuyu hissetmemeye çalışmıyorum. Üzerine gidiyorum; “Kızıl saçlı kadınla ilgili
bütün ne hayal kurabiliyorsan düşün o coşkuyu daha da artır!” diyorum. Hiç bir hayal
kuramıyor. Nefes alıyorum. Coşku azalıyor. Nefes veriyorum. Coşku geçmiş. Nefes
alıyorum, nefes veriyorum ve yürümeye devam ediyorum.
Bu bir oyun görüyorsunuz. Sıkılmadan istediğin kadar saatlerce yürüyebilme oyunu.
Sıkıldığın an bir kaç kere nefesinle senkronize olarak “sıkılıyoruum” dersen sıkıntı geçer.
Ama kızıl saçlı kız örneğinde olduğu gibi; sıkılmadığın ve güzel bir şeyler olduğu zaman
da o şeylerin ne duygular yarattığının üzerine gidip nötrleştirmen gerekiyor. Yoksa güzel
kızlar geçmiyorsa yürüdüğün yerden; bir süre sonra yürümek istemezsin. Bağımlısı
46
kızlar geçmiyorsa yürüdüğün yerden; bir süre sonra yürümek istemezsin. Bağımlısı
Zindan
olursun güzel kızların. Çok da bariz bir kural aslında. “Korktuğun başına gelir” denir ya;
aynı şey. Erken boşalmaktan korkuyorsan kesin erken boşalırsın; geç boşalmaktan kaçıp
duruyorsan da asla istediğin zaman boşalamazsın. Bütün eğlence kendi elinle biter hep.
Reddilmekten korkarak birine yanaşırsan çok yakın arkadaş olursunuz en fazla. Kilo
almaktan çok fazla korktuğunda obez ya da anoreksik oluyorsun. Sabah toplantıya geç
kalıcam kesin diye yatarsan geç kalırsın. Sürekli uyuyamamaktan korktuğun zaman
insomiac oluyorsun. Ölümden korkma eyleminin seviye seviye hastalığı var. En ileri
durumlarında evinden çıkamıyorsun. Yine de ölüyorsun ama. Olan evine tıkılmanla sana
ve keşfedemediğin tonla şeye oluyor. Korkmayınca neler yapabilirsin hayatta; sadece
deneyime açık olup davetlere “evet” demen yeterli. Evinden çıkabiliyor olsan bile,
hayatta bir çok şey başardığını düşüyor olsan bile, korkmanın seviyesine bağlı olarak;
eve gidip “aksiyon” filmi izleyerek bir şeyler hissediyorsan hala korkuyorsun demektir.
Korkusuzluğun da sonu yok. Sonsuz korkusuzluğun sonu anında eşsiz bir deneyim ve
kesin ölüm olur.
Sonsuz korku demişken; Tanrı’dan korkup durduğun sürece asla ve asla Tanrı’yı
anlayamazsın. Tanrı’yı anlayabilmek için Tanrı’yı -eğer seviyorsan- sevmeyi de bir
noktada bırakman gerekir. Tanrı’ya atıyorum bir şeylerden ötürü kızgınsan; o
kızgınlığınla da yüzleşmen gerekiyor. Tanrı’yı merak edip duruyorsan merakı bırakman
lazım. Tanrı’nın ne düşündüğünü anlamak istiyorsan; anlamayı da düşünmeyi de
bırakman lazım. Herkes Tanrı’nın ne düşündüğünü anlayabilecek kapasitededir diye bir
kural yok. Ama din tarihlerini görüyorsunuz; hangi din olursa olsun başımıza ne geldiyse
ya birilerinin Tanrı’yı aşırı sevmesinden ya da birilerinin Tanrı’dan aşırı korkmasından
gelmiş. Düşünmeyi ya da anlamayı bırakabilmek herkese nasip olmuyor evet; ama sevme
ya da korkma bir şeyler öğrenildikçe kolayca aşılabilen duygular. Zaten yepyeni
çocuklara ya bir şeyleri çok sevdirterek ya da bir şeylerden çok korkturarak çocukların
ayarlarını bozan yine bizleriz.
Yürüyorum. Demek ki bu mantıkla yola çıkacak olursak, ölümsüzlüğü bulan
Gılgamış bile öldüğüne göre; ölümsüzlüğün sadece tek bir sırrı olabilir: ölmekten
korkmayı, ölümü düşünmeyi tamamen bırakman lazım. Gılgamış’ın ölümsüzlük
arayışında onca yolculuğundan sonra keşfettiği şey bu olabilir mi? Ölmekten
korkmuyorsan; ölmekten gerçekten de ne kadar korkmadığına bağlı olarak; bu dünyada
istediğin her şeyi yapabilirsin. Banka ve hayat sigortası reklamlarındaki gibi bir istediğin
her şeyi yapabilmekten bahsetmiyorum. Tüketimden bahsetmiyorum. Ölümden bile
korkmayan, ölüme bile hevesle “tamam hadi yapalım” diyebilen bir insan; otomatik
olarak hiç bir şeyden ölene kadar yılmıyor, sıkılmıyor demektir. Bir şey yapmak istiyorsa
hiç bir şeye takılmadan sadece o şey olana kadar yapmaya devam ediyor ve o şey de
oluveriyor. Mesela inanılmaz bir elektro-gitar virtüözü mü olmak istiyorsun? Git bir yıl
eve kapan, işinden, kız arkadaşından, sosyal yaşantıntan ayrıl. Yaşamana yetecek kadar
kredi çek. Ölmekten, sıkılmaktan, şundan, bundan bir şeylerden korkmuyorsan ve gitar
çalmak istiyorsan bir yıl içinde dünya çapında ünlü bir gitarist olursun. “Allah gibi
47
çalmak istiyorsan bir yıl içinde dünya çapında ünlü bir gitarist olursun. “Allah gibi
Zindan
çalıyor” derler. Filmlerdeki gibi dövüşülebilir mi acaba? Bilmem. Ölmekten
korkmuyorsan ve hayatın, çoluğun, çocuğun, paranın ıvır zıvırın senin için bir önemi
gerçekten yoksa ve bu dovüş sporları hoşuna gidiyorsa git hayatının bir 5-10 yılını
herhangi bir dövüş dalına ada bakalım. Bakalım Ip Man gibi dövüşülebiliyor mu
gerçekten?
Ölümden gerçekten korkmayabilen insanlar varsa ve mesela Çin’de bir yerde bir
tapınakta Ip Man gibi; hatta belki de çok daha inanılmaz dövüşebilen insanlar varsa
“bakın biz ne güzel hareketler yapabiliyoruz” diye biz normal ölüm korkusu olan ölümlü
insanlara şov yaparlar mıydı? Sanmıyorum. Bir insan ölümden korkmayarak bir yola
adım atmış ve bu yolun sonucunda neredeyse doğaüstüymüş gibi görünen yeteneklere
kavuşmuşsa ve bu yetenekleri mesela hali hazırda acı çekip ölen diğer insanları o
ölümden kurtarabilecek yetenekler olsa; sizce bu ermiş insan ölüme karşı gelmeyi tercih
eder mi? Ermiş kişinin gözünde ölümü karşı gelinmesi bir şey olarak gördüğünüz için
öylesiniz zaten. Siz öyle olduğunuz için o erdi. Birazcık ayağınız ağrıyınca hemen
yürümekten sıkıldığınız için yola devam edemiyorsunuz. Ölmekten korkup durduğunuz
içip ölüp duruyorsunuz.
“Ölümsüzlük mü? Heh, onu o yılana ben geri verdim” dedi Gılgamış.
“Bütün bu gördüğün alem zamanın sonuna kadar krallığımın bahçesi olacak.
Ve iyi bir kralın görevi olduğu gibi tebaama istedikleri bütün rüyaları sunacağım.
Bu yüzden ben, Uruk Kralı, Kahramanların Kralı ve Kralların Kralı Gılgamış,
Sana şunun sözünü veriyorum”
Sonsuz uzun bir süre boyunca sustu, delirecektim. Hiçbir şey olmamış gibi sözüne
binbir sesle fısıldayarak devam etti:
“Asla sıkılmayacaksın.”
48