Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE

Transkript

Kayseriden Maveraya uğurladığımız GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI YAYIN NO: 13
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı Nu. 13
Birinci Basım : Mart 2013
Kapak: Mustafa İBAKORKMAZ
Tashih: Mustafa CABAT
Dizgi-Baskı: Orka Matbaa / Kayseri
Tel: 0352 322 17 00
İsteme Adresi : Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
İstasyon Mahallesi Depo Cad. Nu. 3
Kocasinan/Kayseri
Tel: 0352 222 54 17
e-posta: [email protected]
www.kekvakfi.gen.tr
İÇİNDEKİLER
Önsöz / Mustafa Tekelioğlu....................................................................................................................5
Gönüldaşlar Topluluğu / Abdullah Gül....................................................................................7
Medhal / Mustafa Özer.............................................................................................................9
Dua Niyetine / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................................................................... 17
Büyük Doğu Fikir Kulübü Çevresinde(*) / Mustafa Miyasoğlu...............................................19
Umut Suları’ndan Rüya Çağrısı’na(*) / Mustafa Özer...............................................................22
Dostlarımdan Kalan / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................................................24
Büyük Doğu Havuzunda / Ahmet Taşçı.................................................................................26
Yüreklerine Çamur Değmeyenler / Taner Yıldız.....................................................................27
İyilerin İzi / Yaşar Karayel......................................................................................................28
Ölüm Gerçeği / Mustafa Cabat...............................................................................................31
Dost Bir İnsan / Mehmet Güldeste........................................................................................34
Abdülkadir Binbaşıoğlu / Mustafa Özer.................................................................................36
İş Disiplininden Cemiyet Nizamına Mustafa Biraderoğlu / Mustafa Özer..............................40
Hasan Nail Canat / Biyografi...................................................................................................42
Canat, Davasının Sâdık Bir Mensubuydu / Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu............................45
Deniz Feneri / Mustafa Özer..................................................................................................46
Etyemez* / Mustafa Özer........................................................................................................52
İlkeler Ve Ülküler / Mustafa Özer...........................................................................................56
Kürsüde Şiir Okurken Öldü / (Gazeteler)...............................................................................58
Mehmet Gökalp / Biyografi.....................................................................................................61
Ararenk / Mustafa Özer..........................................................................................................62
Deha Ve Zeyl / Mustafa Özer.................................................................................................64
Necip Fazıl’ın Oğlu Ömer Kısakürek Vefat Etti... / Gazeteler..................................................67
Kuzuların İmamı / Mustafa Özer............................................................................................69
Kadim Dostum Kenan Kuzuimam / Fehtullah Dinçsoy........................................................75
Fuat Livdemir / Mustafa Kanlıoğlu.......................................................................................77
Özel Bıyıklar /Mustafa Özer...................................................................................................78
Mustafa Özküçük / Halit Kantarcı..........................................................................................81
Patriyot / Mustafa Özer..........................................................................................................82
Dişçi’nin Paltosu / Mehmet Kasap..........................................................................................87
Ekrem Sağıroğlu / Röportajı Yapan: Osman Akyıldız.........................................................89
Sağır Hoca / Mustafa Özer.....................................................................................................94
Kadim Dostum Arkadaşım Ekrem / Mustafa Ekinci..............................................................97
Abdullah Saraçoğlu / Biyografi.............................................................................................102
Müsevvidlikten Müftülüğe / Mustafa Özer..........................................................................104
Ülfet Hala’nın Mehmet / Prof. Dr. Şükrü Karatepe.............................................................120
Nükte Gezegeni / Mustafa Özer............................................................................................124
Gönül Dostu Bir Adam! / Dr. Ahmet Alpay.........................................................................129
Büyük Doğu Halkası / Rıfat Besceli......................................................................................132
Mustafa Şencanlar Vesilesiyle / İbrahim Ulueren................................................................133
Aşk Ziya’ya Düştü / Prof. Dr. Şükrü Karatepe.....................................................................135
Tekesağan / Mustafa Özer....................................................................................................138
Bir Necip Fazıl Delisi / Galip Boztoprak..............................................................................142
Hamdi Zeyrek / Biyografi......................................................................................................144
Anılarımdaki Hamdi Zeyrek / Murat Yerlikhan...................................................................145
Albüm................................................................................................................................................... 147
4
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
5
ÖNSÖZ
G
önül isterdi ki “Kayseri’den maveraya yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımıza
MERSİYE’’ adını verdiğimiz bu kitapta
o mesud yolcuların son sözleri bulunsaydı. Sokakları
ve işyerlerini denetleyen kameralardan bu verileri
onlardan habersiz derleyebilseydik. Bu çılgın hayal
herkese sürpriz olurdu. . . Biz ise bencil yolu tercih
ederek bizdeki arkadaşların yansımalarını perdeye
aktardık. . İzlenimlerimizi ve hayallerimizi anlattık.
Aczimiz hala sonsuzmuş demek ki. Aczimizi itiraftan
da keyf alabiliyor olduğumuza göre arkadaşlarımızla
aramızdaki rabıta sağlam kalmış olmalı. Buna sevinmek lazımdır. Zira onları kayıp gibi değil yaşıyor gibi
anlatabildik. Zira çok ciddi olarak ele alınabilecek
geçmişimizi didikleyen bu konuyu, bütün açık yüreklilikle ele alıyoruz. Bu kitabı hazırlarken çocuklar
gibi, neşeli ve ağırbaşlı bilgeler gibi edep içinde, hem
de, arkadaşların yüzüne bakabilir durumda kalmak
önemliydi…Bu vaziyeti kavradığımızı ve eserin tesadüf eseri olmadığını belirtmek isteriz. Sayın Cumhurbaşkanımızın mültefit yazıları, İzmir Milletvekilimiz Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu’nun dostça yaklaşımları, yoğun meşguliyetinin içerisine kitabımıza
değerli katkılar veren Prof. Dr. Şükrü Karatepe, Milli
gazetedeki köşesini bize açan sanatçı yazarımız Mustafa Miyasoğlu, Kitabın isim babalığından ve büyük
hacmini emeğine borçlu olduğumuz, sıcak ve canlı
terennümleri ve önümüze açtığı renkli tablolarıyla
şair ve yazar Mustafa Özer, kitabın oluşmasındaki
teknik yükün tamamını üslenen ve yazılarıyla tenvir
eden Felsefecimiz Mustafa Cabat, şirin katkılarıyla
Ahmet Taşçı ve bize zaman ayırıp anısını gönderen; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız,
Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Rıfat Besceli, Dr.
Ahmet Alpay, Mehmet Güldeste, İbrahim Ulueren,
Mustafa Ekinci, Galip Boztoprak, Murat Yerlikhan,
Mehmet Kasap, Fetullah Dinçsoy, Mustafa Kanlıoğlu, Halit Kantarcıoğlu vakfımızın teşekkürünü gönül
borcu saysınlar. Çam sakızı çoban armağanı...
Diğer yandan Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfını
himayelerinden ayırmayan ve bu güzel hizmetlere
vesile kılan Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız
ve bu kitabın oluşmasına katkı sunan Vakıf yönetici
ve çalışanlarına da şükranlarımız olacaktır .
Kitaba girecek resimlerin seçimi ve toparlanması, yazı alınabilecek arkadaşlara tebliği ve yazıların
derlenmesi ile o yazıların düzelti ve düzeni Mustafa
Cabat ve Vakıf müdavimlerine yüklenmiş olmasına
rağmen yüksünmeden bu işi başardıkları için, teşekkür borumuz onların hakkıdır.
Mustafa Fikri TEKELİOĞLU
KAYSERİ EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI
BAŞKANI
6
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu,
Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Rasim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Binbaşıoğlu, Mehmet Taşkıran.
Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt,
Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin
Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür.
Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdoğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez.
• Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Görevliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre
önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin
yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın almıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaşmanın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Gönüldaşlar
Topluluğu
Abdullah GÜL
T.C. Cumhurbaşkanı
B
ir insanın yaşı ve konumu ne olursa olsun,
anlamlı ilk dostlukların tazeliği, hayat boyu
daima devam eder.
Bizim için de bu anlamlı arkadaşlıklar lise yıllarında başladı. Bugün hasretle andığımız arkadaşlarımızla birkaç sene arayla Kayseri Büyük Doğu Fikir
Kulübü’nde tanıştık. O günlerde kurulan dostluklar
gerçek anlamda gönüldaşlığa dönüştü. Bazı arkadaşlarımızla beraberliğimiz üniversite yıllarında da sürdü. Aynı evleri, aynı yurtları paylaştıklarımız oldu.
Geçen zaman içinde kader hepimiz için farklı
yollar çizdi. Arkadaşlarımızdan iş hayatına atılan da
oldu, akademik çalışmalara yönelen de, devlet kademesinde görev alan da, siyasete giren de. Ancak gönüldaşlık bağlarımız hiç kopmadı. Hayatın akışı içinde uzak düşsek de, hep birbirimizi takip ettik, gönüldaşlık ruhunu koruduk, kalben yakın olduk.
Aramızdan çok erken ayrılanlar olduğu gibi, yakın zamanda ayrılanlar da oldu. Bir dönemin gönüldaşlar topluluğu, erken ayrılanları unutmadı. Hepsinin anısı gönüllerimizde bütün canlılığıyla duruyor.
Bu duygu ve düşüncelerle kardeşlerimize
Allah’tan rahmet, geride kalanlara sağlık, afiyet ve başarılar diliyorum.
7
8
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Uzun süre Büyük Doğu Fikir Kulübüne mekan teşkil eden Türk Ocağı levhası altında, tahta sandalyaler üzerinde
faaliyetimizi sürdürdüğümüz Hunat Camiinin güney cehpesindeki eski müftülük binasının arka tarafında bulunan,
müftünün garajından çevrilme dernek binamızın önünde Mustafa ve Mehmet Tekelioğlu.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
9
MEDHAL
Mustafa ÖZER
T
arih niçin var ve var olacaksa, bu kitapta aynı nedenlerle varolmak zorundaydı.
Zaman seçimi ise arkadaşların yaşlarına
bağlı bir tercih olduğu kadar, ekonomik sorunlarını
kişisellikten kurtararak toplumsalı daha iyi anlamalarından kaynaklanıyor olabilir. Bütün hikmetiyle
tarih ilmi çerçevesinde bu anıların basım zamanını
göremeyebiliriz. Lakin sisli bir havanın gerisindeki
nesneler gibi yanı başımızda asılı duran arkadaşların
anıları, elbette ki ruhumuza çok şeyler fısıldadığında, sisin gerisinde görünenin de kendimiz olduğu
fikri ortaya çıkmış olmuyor mu? Bütün gayretimizle
unutkanlık süngerinin emmesine müsaade etmek
istemediğimiz, maveranın güneşleri kendi anılarıyla bizleri de, o süngerin önünden almış olmuyor
mu?Bütün nedenleriyle olmasa bile, kaybolmasını
istemediğimiz ideallerimiz de dahil olmak üzre biz
faniler de, arkadaşlarımızın tarafına geçme fikrinin
ürpertisiyle davranmış olabiliriz. Evet bir çok nedenle bu kitap oldu, olmalıydı, olacaktı ve birçok
gayret bir araya geldi ve ortaya kondu. Hakkı olan
herkese müteşekkiriz.
Bizlerin gayretine şaşmamak mümkün mü?
Nostaljik gibi geliyor önce insana. Konu kaybettiklerimizin nisyanımızı beslemesi, hem bizi yıpratıyor
hem de kaybettiklerimizin bizde bıraktığı değerlerin de zamanla eskiyerek azalması ve hatta giderek
dağılması erimesi çözülmesini kanıksıyoruz. Acının
kanıksanması bir fecaat gibi geliyor bana. Anıları-
mızdaki güzelliklerle ya da hazırlandığımız bu mersiye çevreninde bile öylesine dilemmalarla meşbuyuz ki inşallah başka bir esere vesile olur demekten
kendimi alamıyorum. Ben Kardeşlerimden uzaktaydım . Alışkanlık haline gelen davranışlardan da bir
an önce sıyrılmak için özel çaba sarf ederdim. Alışkanlıkların ucuzluğu ve tembelliği beni hep korkutmuştur.
2003 yılında Avustralyalı filozof Glenn Albrecht
tarafından ortaya atılan bir kavram vardı:Solastalgia.
Türkçe karşılığını doğduğun yere olan hasret. “ ben
senin yanında bile hasretim sana” diyor ya şair, ya da
“diz dize otururken yüz yüze hasret kaldım”da demiş
olabilirdi şair. Derin hasret çekmek ilk gelişim dönemine. Bizlerin yaşadığı devirlerdeki Kayseri ve o devir insanlarıyla birlikte güzeldi. Bu gün Kayseri yerinde duruyor ve fakat bu Kayseri başka Kayseridir.
Bu mersiyeyi dirilten belki de yukarda saydığımız
nedenlerin başında solastalji geliyor olabilir. Ekonomiden, sosyolojiden, düşünceden elhasıl her şeyden mücerret bir o günler var. O günler “zaman olur
hayali cihan değer’’ diyoruz ya. . İşte o berzahta duruyoruz. Nostalji dilekçemizin “özü” kısmını üslenmiyor. Gençliğimiz de dahil ailemiz, arkadaşlarımız,
bitki ve hayvanlarımız da dahil olmak üzere dağlarımız, derelerimiz, ova ve tozlu yollarımızı özlüyoruz.
Bugün bunların hepsi başkalaşmış, değişmiş bile diyemiyorum. Oysa içimizdeki o gün özlemi, biraz da
bu güne tepkiyi de içeriyor.
10
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Şu devirmek kökünden gelen devrim sözcüğü
ne kadar zalimmiş, ne çok zulmedermiş kişilikli insana, bunu bu gün rahatça söyleyebiliyorum. Her
şeyi değiştirme merakı insanlığın en büyük ayıbıymış. Şimdi daha iyi anlıyorum. Devrim kirlenmek ve
kirletmekmiş bu gün daha iyi değerlendiriyoruz. Ve
devrimci bataklığına dönmüş güzel yurdumun neden yıllardır süründüğünü şimdi açıkça gözleyebiliyoruz. Hep bu moda denen illet insanları kendi kulvarının dışında uçuruyor. . Modanın ürettiği albenili
mutantan dünya herkesin ayağını yerden kesiyor.
Diğer yandan ezberin dünyası da başka felaketlere
serüven hazırlamaktan geri durmuyor. Güdücülerin
güttüklerine hazırladıkları tuzaklara, her yeni çağ,
daha çok imkan hazırlıyor. Onun için kendini bilmenin erdemi büyük olmuştur. Bu giriş ağır olsa da
olmalıydı. Büyükdoğu ucuzluğun tembelliğin, alışkanlıklarla yürümenin, hayali amaçların besleneceği
bir pınar değildir. Hakikatin, eşya ve hadiselerin ötesine geçme sevdasını dava yapan kişilerin uykusuz
gecelerinde tek yıldız vardır:Büyükdoğu yıldızı. O
yıldızın altında müsterih uyumasını dilediğimiz arkadaşlara dönelim.
Gelelim maveradan yansıyan ışınların kelime
kalıplarına dökülüşüne;
Havzacılara ve havzacılığa karşı olmamıza rağmen, oluşumunu Kayseri iklimiyle ifadelendirebilen, bölgeden aldığı destek ve teşviki bölgeye ödeme
fikrinde olan ve her şeye rağmen, İslamın emir subaylığı olan Büyükdoğu idealinin alem şümul beyniyle dünyayı okuyabilen, çoğunluğu da, bu bölgede
sonsuzluğa kavuşan kardeşlerimizi, en azından ailelerinin desteğinde bulmak için…evet. . havzacılığa
karşı olduğumuz halde, Kayseri’den maveraya yolcu
ettiklerimiz olarak gördük. İdeal anlayışımıza halel
getirmediğini düşündüğümüz içindir ki, böylesine
açıkça isim verdik. Değilse asaletin topraktan devşirilmediğini, suyu tanıdığımız kadar biliyoruz. Diğer
yandan Kayserinin toprağındaki zirai olarak negatifliği ise herkes biliyor.
Gönlümüz,
Sezai
Karakoç’un
“Diriliş
dergisi”nden, Nuri Pakdil’in “Edebiyat dergisi”nden
ve arkadaşların “Maraş cenahı” diye tesmiye ettiği
grubun çıkarttıkları “Mavera dergisi’’nden ebediyete
uğurladığımız gönüldaşlarımızı da unutmayacaktır,
Elbette ki bir ümmete ait olan hareketi bir havzaya
indirgemeye kimsenin hakkı yoktur. Bizim de bu
nedenle havzacı olmadığımızı belirtme gereği duymamızı, çevremiz anlayışla karşılayacaktır. . . En
azından siyasetin çizdiği sınırlar içinde kalarak milli
olma vasfıyla baktığımızı tebarüz ettirmek istedik.
Ve yine dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar diğer
kardeşlerimize de hep dualarımız açık olacaktır.
Bu kitap ağıt yerine kaim olmak üzere hazır-
landı, adını da mersiye olarak taltif ettik. “Alpertunga öldü mü/ıssız acun kaldı mı /ödlek öcin aldı mı/
imdi yürek yırtılır.’’ Diyen ağıtçı ozanla çok gerilere
gidebildiğimiz gibi, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın
irtihaliyle, arkadaşı ve sırdaşı şair Baki’nin “Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş”dizesinin ışığında
yaktığı mersiyesine kadar, şiirsel anıtlar hem çok,
hem de insanlığın ortak terennümüdür.
Şair Baki kırk yaşlarında yazdığı Kanuni mersiyesi divan şiirinin şaheserlerindendir. Aynı dönemdeki mimari olarak Süleymaniye ne ifade ediyorsa
Kanuni Mersiyesi ‘de edebiyatta onun gibidir. Güzel
sanatların ironik görüntüsüne bakın ki Baki nerede, Sinan nerede. Diğer yandan Süleymaniye camii
ne durumda ve Kanuni Mersiyesi kimin umurunda. Zamanın çelişkileri bunlar. Erbabınca bilinen
kıymeti büyüktür. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman
Hanın cenazesinin önünde Bakinin mersiyesi bestelenmiş ölüm marşı gibi orkestra tarafından seslendirilmektedir.
Dostu, arkadaşı kazaskeri Baki, sultanı Süleyman Hanın bile dünyaca toprağa dönüştürüldüğünü
içi yanarak anlatıyor;
Ol şehsüvar-i mülk-i saadet ki rahşine
Cevlan deminde arsa-i alem gelirdi teng
Baş eğdi ab-ı tığına küffar-ı engürüs
Şemşir-i gevherini pesend eyledi fireng
Dostunun ayrılık acısıyla inci gibi göz yaşı döktüğünde ne kadarda samimidir;
Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir
Zira görünce akla ol mehlika gelir
Gün doğdu şah-ı alem uyanmaz mı habdan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun-tınabdan
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber
Hak-i cenab-i südde-i devlet meabdan
Devlet-i aliyyenin cihangir ve muhteşem sultanı
Süleyman hanın yiğitliği anlatılırken Bakinin coşkusu sultanına bağlılığını ne güzel ifade ediyor;
Şemşir gibi ruy-i zemine taraf taraf
Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları
Aldın hezar bütgedeyi mescid eyledin
Nakus yerlerinde okuttun ezanları
Şair Bakinin Mihrimah mersiyesi de içli nazik ve
güllerle donatılmış çelenk gibidir.
Ebr-i baran ki yağar bağ-ı gülistan üzre
Katreler kim dökülür sünbül ü reyhan üzre
Cuylar kim dolanır damen-i sahralarda
Jaleler kim görünür lale-i numan üzre
Hep o göz yaşlarıdır aktı bisat-ı arza
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Ağlaşur ehl-i sema hazret-i sultan üzre(1)
Güncel olan ve özel bir televizyon kanalında
gösterimdeki yerli dizi “muhteşem yüzyıl’’da gündeme gelen, Kanuni Sultan Süleymanın büyük oğlu
şehzade Mustafanın babasının bilgisi dahilinde öldürülmesi üzerine dönemin şairi Yahya Bey tarafından yazılmış bir mersiye parçasını da takdim edelim;
O bedr-i kamil ü ol aşina-yı bahr-i ulum
Fenaya vardı telef ittdi anı tali’-işum
Döğündü kaldı heman dağ-ı hasret ile nücum
Göyündü şam-ı firakında toldı yaş ile rum
Kara geyürdi karamana gussa itti hücum
O mahı ince hayal ile kıldılar ma’dum
Tolandı gerdenine hale gibi mar-ı semum
Rıza-yı hak ne ise razı oldu ol merhum
Hatası gayr-ı muayyen günahı na –malum
Zihi said ü şehid ü zihi şeh-i mazlum
Yıkıldı yer yüzüne aslına rücu itdi
Saadet ile heman kurb-i hazrete gitdi
***
Bir iki eğri fesat ehli nitekim şemşir
Bir iki name-i tezviri kıldı katline tir
Gelür ezelde mukadder olan kalil ü kesir
Hezar kayserün oldu leyal-i ömri kasir
Eceldür ademe derbend-i teng ü tar-ı asir
Zaruridir bi ki uğrar ana cuvan ile pir
Yerini zir-i zemin eyledi o mihr-i münir
Yerini gitdi cihandan niteki merd-i fakir
Bu vakıa olamaz halka kabil-i tabir
Ki Erdişir-i vilayetde ola adet-i şir
Bunun gibi işi kim gördü kim işitdi aceb
Ki oğlına kıya bir server-i Ömer-meşreb
***
Sipihrin ayinesinde görindi ruy-i fena
Kodı bu kesret-i dünyayı kıldı azm-i beka
Garibler gibi gitdi o yollara tenha
Çekildi alemi balaya hemçü murg-ı hüma
Hakikaten sebeb-i rif ’at oldı düşman ana
Nasibi olmasa tan mı bu cife-i dünya
Hayat-ı bakiye irişdi ruhı ey yahya
Şefikı ruh-ı Muhammed refikı zat-ı_ Hüda
Enisi gayib erenler celisi ehl-isafa
Ziyade ide yaşum gibi rahmetin Mevla
İlahi cennet-i Firdevs ana turağ olsun
Nizam-ı alem olan padişah sağ olsun(2)
Okunma farklılıklarına dikkat edilir ve remizler
bilinirse günümüz Türkçesine yakın bu edebi metin
sosyal bir vakıanın da çığlığı olduğu anlaşılır . Bu anlatımda Şair Yahya’nın büyüklüğü de tebarüz etmiş
oluyor. Hürremlerin ve Mustafaların son olmadığını yaşadıkça, okuyor, duyuyor ve görüyoruz. ‘’Tarih,
geleceğe suyun suya benzemesi gibi benzer’’ diyen
İbni Haldun’u ve ünlü eseri Mukaddime’yi anma-
11
mak mümkün mü hiç? Yunus’u, Mevlana Celaleddin Rumi’yi nasıl geçelim. Şeb-i Arus törenleri görsel bir şölen olarakta ağıtsal bir tiyatrodur. Mevlana
hazretlerinin maveraya göçünün ihtifale dönüşmüş
halidir. Ölüm bir gerdek gecesi olarak görülmektedir. Ölüm bir yok oluş değildir. Dini itikatlara azami
özen gösterilerek uygulanan bu törenler, kültürün
edebi olarak yayılmasına da sahne hazırlamaktadır.
Hem tarikata bağlı olanlara bir şölen hem de o yıl
içerisinde müridanın ürettiklerine gösteri imkanı
sunmaktadır. Ayrıca cemaatin sürekliliğini temin etmek gibi bir hayatiyeti de izhar etmektedir.
“Bir garib ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar şöyle garib bencileyin’’
Derken Yunus Emre’nin o herkesi kucaklayan
dili, bir başka şiirinde “Yiğit iken ölenlere göğ ekini
biçmiş gibi’’diyordu(3). Yunus Emre hüzün deryası
gibidir. O gönülde varlık ve yokluk denilen şeylerin
toplamının, Allah sevgisi olması hasebiyle, ölüm,
basit bir yolculuktu. Elbette Dosta götüreceğin armağanlarını derlemiş olmalısın yaşarken.
Abdülhak Hamit Tarhan’n makber şiiri de güzel bir ürperiştir ve yüksek sesle okunmaya müsait tiyatral bir ağıttır. (4) Diğer yandan Recaizade
Mahmut Ekrem, türbedara çıkmış gönlüyle, bir başka ürperiş, gözyaşı simgesidir. “Şevkiyok” Şirinin,
bestesi ve hikayesini dinleyip te ağlamayan göz ve
vicdan olur mu?(5) . Günümüz şairlerinden Sezai
Karakoç ‘un Endülüse Ağıt hazırlaması da anılmağa
değer mersiyelerdendir. Şiirimizde ağıt ya da sagu,
ve yahutta mersiyeler, bir edebi antolojik külliyat
oluşturacak kadar çoktur. Maksadı aşmamış olmak
için örneklerle yetindik, fakat güzelliklerden de bir
buket yapmadan edemedik.
Ağıt sadece sözlü sanatlara konu da değildir.
Arkeoloji Müzelerinde “ağlayan kadınlar lahdi” den
tutun da, ağlayan heykellerle süslü mezartaşlarına
kadar, antik medeniyetin ve hatta ilkçağdan kalma
objelerin olduğunu müzelerden gözleyebiliyoruz.
Yakın zamanlarda da bir çok alanda tezahür eden teessürün ifadesi sanat eserlerinde seslendirilmekte ve
renklendirilmektedir.
Tasavvufun temelindeki sevgi bu dünyadan göçe
de özel bir anlam yüklemiş anmalara vesile kılmıştır.
Fuzuli’nin hadiktül sueda’sı en güzel örneklerden biridir. Ehl-i Beytin şehitlerine yapılan muharrem törenleri de mersiyenin görüntüye yansımasıdır. Ölüm
kültürü şiirimizin ana damarlarındandır. Ölüm Necip Fazıl’da da en belirgin çizgilerden biridir. Yakın
zamanlardaki şarkılardan birisinde ifade edilmişti
“ölümden başkası yalan” diye. Yunusta da asli çizgilerden birisi de ölüm temidir.
Ağıt insan oldukça olacak bir olgudur. Ağıtın
12
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
esere dönüştürülmesi ise Maveraya yolcu edilenlerin
geride bıraktıklarındaki vicdanın titremesi ile yakından alakalıdır. Göçmenin yok olmak demek olmadığını düşünüyorsak, içimizdeki göçene ayırdığımız
sevgiyi açıklamakla başlar. Yapıt işi ise çağın vicdanı
ve imkanların elverdiği sınırlar içindedir. Bizler de
arkadaşlarımızla ilgili bu eseri başlangıç olması dileğiyle ilerde daha şümullü ve hayatı kapsayan ve de
herkesle paylaşabilen eserlerin doğmasını dileriz. .
Sagu, ağıt ya da mersiye aynı anlamın sanat mahfillerinde değişik nüfus cüzdanları gibidir. Hele bir
yurdun kayboluşuna yakılan ağıt tam da olgun bir
mersiyedir. ENDÜLÜSE AĞIT veya Endülüs mersiyesi olarak İslam şiir sanatının ölümsüz anıtlarından
biridir. Örneğimizi aydınlatan yıldız tam da bu mersiyedir. Ülkenin her yanını nehirler, ovalar, dağlar,
tepeler ve şehirler olarak gezer. Bitkiler aleminin her
yanına sarkar. Çiçeklerini, güllerini bir arı gibi dolaşır. Renk renk ve çeşit çeşit kokularıyla cenneti andıran çayırları yad eder. Şırıl şırıl suları olanca berrak
ve serinliğiyle adeta size tattırır. Müzik nağmelerinin
o eşsiz bestelerini kulaklarınıza koymuşçasına mest
olursunuz . Hele insan emeği göz nuru eserlere gelince say say bitmez. Ne Gırnatanın sarayları ne Mürsiyenin sokakları anlatabilir tüm Endülüs’ü. Bir vatan
ve önemli bir milletin yok edilişinin sanat adesesince
tespitidir, bu Endülüse ağıt. Başka milletlere millet
olmanın ne olduğunu anlatır. O güzelim sanatçıların
ve eserlerinin hepsi yok edildi. Giyim kuşamından
kullandığı mendillere kadar özel olan bir medeniyet
ve bu medeniyetin bütün kitaba yansıyanlarıyla yok
edilmesi söz konusu. Delikanlıları, güzel kızları olgun ve üretken insanları, anaları, babaları ve olgun
sabırlı ihtiyarları sanki fotoğraftan izler gibisiniz.
Günümüzde kına gecesi ağıtlarından fışkıran
“Gesi Bağları”çığlığı, terörün sonuçlarında yükselen feryatların önünü aldığı içindir ki, toplum, isyan yerine barışı tercih ediyor. Onbinlerce insanın
cenazelerde bir ağızdan mırıldandığı dua, elbette
toplumsal anlamda söylenen en güzel mersiyedir. Bu
mersiyenin tacı ise, o güzel şehitlerin mezarlarında dalgalanan ayyıldızlı albayraklardır. Ne güzel bir
kelam-ı kibardır o “Doğarken kendisi ağlar, velakin
maveraya göçerken kendini yolcu etmeğe gelenleri
ağlatır”cümlesi. Evet Üstad Necip Fazıl’da sıklıkla
“yek katre hunest ve hezar endişe” derdi tükettiğimiz hayat için. Yani, insan: bir damla kan binbir
işkence…. Gönüldaşlarımız dünyanın bir debdebe
yeri olmadığını bilirler. Yine bilirler ki maveranın
manevra alanı olan bu dünyada öteye hazırlık ve
cenneti kazanmak asıl amaçtır. Cenneti kazanırken
başa gelen kazalar mersiyelerin gözyaşartan renkleridir.
Mustafa Dinçel’in ölümü bende dehşetli bir gü-
vensizlik yarattı. Bu trafik kazaları iğrendiriyor insanı. Şehrin orta yerinde ve üstelik suçlanarak ölmek
ne acı. Tam bir dilemma. Diğer yandan şu hastane
mi bu hastane mi derken ortada kalıp ölüme koşmakta Mehmet Soyak’a düştü. Acılardan acı beğen
der gibi. Ortamın rezaletine katlanmamız gönüldaşımızın imanî hüviyetine saygı göstermek içindi.
Bu hal bile içimi yaralıyor. Diğer yandan hastalıkları hafife alma cesareti, Ali Taşçı’da tebarüz etmiş.
Belirsiz bir şekilde bir anda herkesin gözü önünde
yapa yalnız ölmek insanı çileden çıkarabilir. Mustafa
Eren trafik canavarının elinde kayboluyor. Ömürlerinin baharındaki bu kardeşlerimize gerçekten
içimiz yanıyor. Ziya’mız vardı hani. Pis bir hastalık
elimizden onu gün gün aldı ve biz yanında hastalık
konuşmamak uğruna o acıları da yaşadık. Ziya’nın
izinde Mustafa Özküçük’te yürüdü. Diğer yandan
Ekrem Sağıroğlu hocamız da kanserin aramızdan
aldıklarındandı. Hasan Nail de ani bir kalp krizinin
bizden aldıklarındandı. Mustafa Bayır, Rasim Özcan, Mehmet Gökalp, daha sonra Kenan Kuzuimam
ve Mustafa Biraderoğlu arkalarında güzel anılar bırakarak ebediyete yürüdüler. Abdullah Saracoğlu ve
Abdülkadir Binbaşıoğlu’nu da anmak bize borç olmuştu. Kahramanmaraş belediye başkan yardımcısı
iken dünyada bir ilke hayat veren Necmeddin Gevri,
Üstadın Sakarya şiirini okurken mikrofon önünde,
canlı yayında ve bir salon dolusu gönüldaşlarının
gözleri önünde ruhunu Rahmana teslim etmişti.
Diğer yandan Ziya’dan alıştığımız süreci Abdullah
Sarımermer’de de yaşamak mukaddermiş. Bunlardan Mustafa Şencanlar, Fuat Livdemir ve askerken
kaybettiğimiz Hamdi Zeyrek’te ailelerini kedere boğarak aramızdan ayrılmıştı. Ebediyete yürüdüğünü
bilmemize rağmen aileleriyle irtibatlaşamadığımız
kardeşlerimiz olduğu gibi geçmişi hakkında bilgi
vermeyen kardeşlerimizin yakınları da oldu. Birer
isim vererek te olsa rahatsız etmek istemediğimiz bu
kardeşlere Allahtan rahmet diliyoruz. Büyükdoğuya
verdikleri hizmeti unutmayacağımızı aileleri dahil
herkeste bilsin istiyoruz. Hepsinden Allah razı olsun
ve Ebediyete yürüyenlere de bu vesileyle Allah rahmet etsin. Kanser ve trafik kazalarının bizde bıraktığı izde olumlu bir yan yok. Bu iki konudaki ölüm
oranının yüksekliği konusunda ise, hayatı ve içerisinde bulunduğumuz medeniyete tepkiden mi acaba
diye bir soru üretiyor kafam. Eğer durum böyleyse
mersiyenin hacmi önümüzdeki yıllarda artacak demektir ki, buna şimdiden üzülüyorum.
Üzülmemin menbaı, medeniyetimizi yasladığımız teknoloji, bir yanda dünya nimeti olarak övünç
kaynağı, diğer yanda bizleri dişlilerinde öğüten canavar. Kanser ve trafik kazaları ki bu yapıya iş kazalarını da eklememiz gerekirse, ağzıyla yemek ve-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
rip sapıyla göz çıkarmak kabilinden bir medeniyetle
karşı karşıyayız. . Batı medeniyeti diye adlandırdığımız ve on sekizinci yüzyıldan beri de taklide çalıştığımız bu medeniyet belirsiz geleceğinde daha çok
canımızı yakacağa benziyor. Avrupa bu bedeli ödedi,
ödüyor ve ödeyecek. Fakat doğulu olan bizler, acıları
da taklit eder gibiyiz. Bizi üzen bu yapıdır. Değilse
her canlı ölümü tadacaktır. Ölümün yüzü soğuktur.
Herkes te üzülür, doğal olarak. Burada da ayrılığın
hüznüyle tedavi olur gibiyiz. Ah bir anlayabilsek te
“miş gibi’’ yapmadan bedelini ödeyerek, içselleştirerek uygarlaşabilsek, bu hüzünler boşa gitmeyecek. .
Kamunun genelde anladığı fakat, günlük hayatın vaveylasında her şeyi taklit kalıplarına döktüğünü görüyoruz. Yani kör olarak hayatı doğru algılayıp, gördüğü alemde apışan insan modeli gibiyiz. Bu üzüyor
bizi.
Arkadaşlarımızın hepsi özel ve güzide kişilerdir. O nedenle kitaptaki sıralamaları, astlık üstlük
esasıyla yapılmadı. Soyadı sıralaması yapıldı. Elden
geldiğince aileleriyle görüşülerek bilgiler derlendi,
en azından doğrulukları saptandı. Gerçi arkadaşlarımızın bilgileri yakın bilgisi olduğu için anı tadındadır. Varlıklarıyla birbirlerini bilgi ve eğitim olarak
besleyen Büyükdoğunun nasipdarları göçtükleri
dünyanın hakikatiyle de, gönüldaşlarını yolcu etmeğe gelen gözleri nemli kardeşlerine ışık olmaktalar.
Yolumuzu aydınlatan bu hazan ışıklarında davamızı
daha derinden anlamaya çalışıyoruz. .
Biz neyle meşgulüz, alem nelerin peşinde zamanı savsaklamakta. Biz kendi yangın yerinde milli izleri bulmaya, bulduklarını korumaya ellerimiz yana
yana uğraşırken, yitiklerimizi “kayıp eşek” arar gibi
ıslıklar çalarak kendilerini farklılaştıranları görüyoruz. Oysa onlar ıssız kalan gönüllerindeki yarayı
saklamak için birbirini aldatan birbirine zıt gibi gözüken ve fakat aynı kalpazanlıkta örtüşenler olduğu da saklanamaz gerçeklerden... Kendilerine tevdi
edilen kamu oyu oluşturma görevlerini, şahsi çıkarlarını alenen koruma alemine çeviren bu tipler, bir
üslup sahibi olsalar, hiç değilse, edebi açıdan örnek
olacaklar denebilir. Belki de suçlarına özür sayılması
bakımından empati kurulmaya değer. Eski tüfeklerin
ikameleri ile, Şevket Eygi’nin tabiriyle “din baronları’’ el ele vermiş iktidardan azami faydalar devşirmek
için iktidardakilerin sevdiklerine hücumdalar. Allah
sizi ıslah etsin emi?İktidardakiler ise kişisel zevklerini terennüm edecek vaziyette bile değiller. Kaldı ki
olsalar bile Necip Fazıl’ın bir iktidar karşılığı yok ki,
hem iktidardakilere bir faydası olsun, hem de Necip
Fazılın varislerine.
AK partinin iktidar olmasından bu yana Üstad
Necip Fazıl’a öylesine saldırılar var ki, görmezden
gelmek hiç bize yakışmıyor. İktidardakiler ne kadar
13
samimi olursa olsun Necip Fazılı gündemde tutmaları onun şiirlerini okumaktan öteye geçmiyor.
Yakın zamana kadar biliyoruz ki Necip Fazıl’ın devletin kurum ve kuruluşlarında bir alt yapısı yoktur.
Zannımız o ki muktedirler de henüz Necip Fazıl’ın
devlette kapladığı yer kadar yer kaplıyor, bir başka
deyişle devlette alt yapı çalışmaları yetersiz. Kurumlarda altyapı olmadığı için zannediyoruz ki Necip
Fazıl muhalif kızgınların öncelikle paravanı neticede
de iktidarın paratoneri olmaktadır. Necip Fazılın bu
milleti uyaran çığlığı, ekonominin tüketim kanallarına yöneliyor. Necip Fazılın ademe mahkum oluşu
bile bize böylesine acı vermiyordu. Necip Fazıl gürültülere boğularak gündemdeyken gündem dışı kalıyor. Yukarıdaki birkaç cümlemi alıp ta iktidardan
Necip Fazıl için bir hareket istediğim sanılmasın.
Hak adına dilencilik olmaz. Bizim tebliğ görevimiz
var, onu yaparız. Birilerinin de ne yaptıklarını ne kadar yaptıklarını kendisine anlatırız. Necip Fazıl bir
tüketim malzemesi değildir.
Can taşıyan nice Napolyon taklitleri tanıdık.
Kendini korumak adına başkaları için çene çalıp
duruyor. Oysa çaldığı çenenin ucuz ekonomik çıkarlarına hiçbir yarar sağlamayacağını bildiği halde,
korkularını Necip Fazıl’la ilişkilendiriyor. Eski tüfeklerin ikamesi bu canlar garip horozluk numarası
yaparken dahi tavuğu taklit ettiğini göremiyor mu
acaba ? Bu ikame malzeme, cinselliklerden derlediği
bilgileri sözüm ona “aşka dair” diye abartarak maişet
motorunu çalıştırıyor. . Aynı canlar, tarikat mukayeseleriyle başkalarının kullanması için sahte dünyalar
üretirler. Hem de tek kullanımlık. İnançlarını kıyasa
yaslayınca iktidardan istifadeleri gündeme getirirler.
Oysa gazeteci kimliklerinin bir yanına iliştirdikleri
istismar pozuyla bulunduğu gazeteyi tam da eleştirdiği kimlikle soyarlar. Ve yine bir fatih edasıyla gözaltı torbalarından tanıdığımız nice insana örnek olması gerekenler var ki, merhametsizce ağıt perdelerinin arakasında, kendine rakip gördüğü kurumlara
sinsice yüklenmektedir. Necip Fazıl’ın iğrendiği bu
liyakatsiz gündemi riyakarca sömüren solcu ve ölü
can bezirganı bazıları kendi işlerine baksalar daha
faydalı olamazlar mı ?
Önüne bir prizma konulunca bütün renklere ayrılan güneş ışığının bir rengini seçerek bütün hakikati tek renkte zannedip avunanlar, bir araya gelerek
neden güneşin hakikatini de teslim etmezler?Eğer
söz konusu olan vatan ise ve gerisine teferruat diyorsanız neden tercihinizi tek hakikat sanıyorsunuz?
Zekanızdan şüphemiz yoktur. Lakin kör inat ve yönetme enaniyetinizin sizi yanlış yere saptırdığını
zannediyoruz. Tek renkle kişisel avunmalarınıza bir
diyeceğimiz olamaz. Çünkü hürriyet mükellefiyetin
temelidir. Asgaride ilkeli olmak adına eleştirmiyo-
14
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ruz. Güneşe muhtacız. Kendin için istemesen bile
bizim için engel olma .
Şu gerçeği bilmeyenlerde bilsin ki, gazetecilik
bir kamu hizmetidir. Devletin kontrolü altındadır.
Devlet kendisine yakın veya paralel veya kendisinden hizmet satın aldığı basın yayın organlarını korur, kurar veya kırar. Devleti halkla temasta tutan
hükümettir. Dolayısıyla halk üzerinden olanla halka
dair olanları, hükümet basın yayın üzerinden izler.
Necip Fazıl mesleği yazarlık olan birisidir. Bütün
hizmetleri iktidarlarca izlenmiştir. Hiçbir iktidara
yaranamadığı içindir ki, sürekli tehdit de edilmiştir
. Yattıkları hariç 102 sene kesinleşmiş hapis cezası
olan birisidir. Hayatında gizlilik de yoktur. Sanatını
da değer olarak kimse küçümseyemez. Necip Fazıl
ve devlet birbirine böylesine gart vaziyetinde dururken, hangi hakikate istinaden (aramızda olmamasına rağmen bir fatiha bekleyen bu insana) hakaret
edilir? İnsafın bazı gözleri açmasını beklemek hakkımız olsa gerek. Ya da bazı açıkgözlerin insafsızlığını
hatırlatacak tedbirler gerekmez mi acaba. ?
Diğer yandan bir dönemin devlet ricaline hitap
üslubunu “yalvarmak” biçiminde anlamak, en azından bir gazeteci için densizliktir. Halini en halisane
anlatan durum Menderes kitabında da mukayyet
iken yeni bir keşifmiş gibi kullanan yalakalara hiçbir
şey demek istemiyorum. Onu demeye bile değmezlermiş. O dönemin mektupları hep ‘köleleri’ ‘bendeniz’’ veya daha ağır nefsini indirgemiş olarak takdim edilir. İmparatorluktan kalma abartılı klişeler…
Hakikati, yaşanan dönemlerinde bile kaybolmuş. .
Şener Şen’in klasikleşen Züğürtağa filmindeki marabaların ağalarına yaptıklarına denk bir yapılanma.
Bir büyük Muzdarip için bu küçücük mersiye
içerisinde savunma alanı açmak hiç hoş değildi. . O
büyük insanı anlayamayıp ayıplarını yayın yoluyla
da şeddelendiren akıl fukaralarına Rabbim kendi
adaletinde versin. Ey güzel insan açtığın çığırda yürümüş ve seninle aynı dünyada olan gönüldaşlarınla
selviler gibi serin uyu. Kaldırımlarında duyduğumuz
ayak sesleri her zaman olacaktır. Ve senin ayak seslerin çilemizin öz musikisi gibi gündüzleri göznurunda hakikate erişerek, geceleri yıldız yakamozlarında
rahmani rüyalara dönüşerek idealimizi seslendirecektir.
Sanatın kocaman büyük harfle başlayan nefsin
arkasından yürüdüğünü birazcık sanatla ilgili herkes
bilir. En halim selim sanatçının bile çok az akıl karıştırarak sanatını icra ettiğini bilmeyen mi var. İnsiyaki olan tasarım kısmı ile alete yansırken kullanılan
aklın, zaman farklarını da yine ayarlayan ve bilen
sanatçının kendisidir ve dehadan beklentinin de bu
olduğunu, uluslararası düşünürlerin ve eleştirmenlerin hepsi teyit etmektedir. Necip Fazıl ulusal olduğu
kadar uluslararası bir büyük sanatçımızdı. Devletin
gereksiz paranoyaları yüzünden yoksulluk çektiği
kadar zulme de uğramıştı. Onun imdat sesini küfür
perdelerinin kapatması yüzünden uluslararası hiçbir yardım kuruluşu ona el uzatmadı. Gerek Avrupa
devletleri, gerek Amerika Bileşik Devletleri öncülüğünde Vatikan diliyle hazırlanan icra emirleriyle yapılan perdeleme, diğer yandan eski tüfeklerin sosyalist ambargosu ve en önemlisi de batı yakalı, mason
ve laik parfüm kokulu yönetimlerce, İslam bloğuna
konan resmi ambargo, bu büyük muzdarip sanatçıyı
kendi ülkesinde mağdur ve muğber pozisyona getirmişti. O yalnız ve muzdarip deha, çilesinin, kaderi
olduğunun da bilincindeydi.
Tek parti dönemi tartışmasız bir yana konulmalı. Bunu unutmak anlamına değil de tek başına ele
alınması gerektiği için yana bırakalım. Celal Bayar’ın
Demokrat Partisi tek parti döneminin bütün hastalıklarını taşıdığı gibi, ABD kokulu her tür mikroba
da açık vaziyetteydi. İkinci dünya savaşından da galiplerin safında yer alınmaması nedeniyle güvenilmeyen ülke konumundaydık. Yokluklar, yoksulluklar sadece mideleri boş bırakmıyordu, beyinlerde de
tahribatı yüksekti. DP büyük veballer alarak iktidarı
omuzladı. Fakat Bayar batıya gidiyor, hükümetin
başı Adnan Menderes doğuya gidiyordu. Devlet iki
ayrı zihniyete bölünmüştü. Dolayısıyla askerler zorunlu olarak vesayeti üslenmişlerdir. Sonuç malum,
onyıllık uyumsuzluk mahkemede sona erdi. Kayıp
yıllara eklenen Ragıp Gümüşpala’nın Adalet Partisi
de Süleyman Demirel’in eline DP nin yaklaşık iki
katı oyalanma süreci eklemişti. Süleyman Demirel’e
atfedilen nurlu ufuklar vaat edilmekten öteye gidemedi. Nurlu ufukları rüyalarımızda gösterecek olan
12 eylül 1980 aymazlığı da, bir başka Amerikanizmle ödüllendirildi. Ve fakat bu kez Turgut Özal direksiyondaydı. Kavanozu dışarıdan yalayanlar, iktidarları hep Necip Fazıldan yana zannediyorlardı. Oysa
Necip Fazılın hayatını verdiği davayı bizzat devletin
kendisi dışlıyordu. Halk Necip Fazılın seslendirdiği
fasıldaydı ve fakat siyasal yapı batı yanlısıydı. Batı
yanlısından kastımız batılıların siyaseten gösterdikleri hedeflerdi. Bu hedefler ise batılıların sömürme
siyasetinin dışında bir yer değildi. Hele hele vesayet
rejiminin komuta kademesinde siyasilerle vasilerin
uzun çekişmelerine şahit olmadık mı? Hayr umulur
mu bu uğursuz gecenin sabahından derler ya, işte
öyle bir düzen. Halk Müslüman ve fakat din bezirganlarıyla (komünisti, sosyalisti, liberali, kapitalisti, sosyal demokratı ve daha bilmem ne şakralarına
dek) devlet elele laiklik adı altında, Müslümanları
izole etmekten yana siyaset yapıyorlardı. Sağcı diye
genel bir ifadeyi bir dava adamının tekelinde görmediklerine biz de eminiz . Lakin kamu oyu öyle oluş-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
turulmuştu. Necip Fazıl yalnız bırakılmış ve yazarlığının dışında imkanları elinden alınıyordu. Üstelik
yazarlığını icra edeceği her yere de ambargo konuyordu. Necip Fazıl bütün bu olumsuzluları yaşarken,
bugün ona sahip çıkmayanlar onun üzerinden neyin
davasını sürdürüyorlar dersiniz. Kendine köşe yazarı süsü ve parfümlü kokona görüntüsü veren sözüm
ona İslamcı, milliyetçi ve mukaddesatçı diyen gazeteciler, tafra atacak ve Necip Fazıl’da kusur arama
yarışına gireceklerine, yüreklerine dolan o amansız,
İslam’ın yasakladığı (insana elzem erdemlerle donanıp), hasetlik hastalığını silseler ya. Hem cennetlerine ecir biriktirmiş olurlar, hem de Türkiye’nin bütün
halkına hizmet etmiş olurlar.
Salya sümük kürsü ağıtlarıyla Türkiye’de hükümdar olmayı deneyenler, Nazım Hikmeti düşünmüyorlar mı dersiniz. Sovyetlerin imkanlarıyla komünistlik yapanlar, başkalarının elbiseleriyle damatlığa gidenlere benzerler, en olmadık yerde bu haklar
elinden alınınca yaya kalırlar. Onun için bu necip
millete yurtdışlarından yabancı şarkılar söylemesinler. Bu ölü can tacirlerini tanıyoruz. Fransızların
kanatları altındaki Namık Kemal’den, Sovyetlerin
evinde misafir Nazım hikmet gibi niceleri açık örneklerdir, ders almak için.
Ziya Paşamız buyurmuşlar ki;
Güller güler, figanla geçer ömr-ü andelip;
Bimar ihtizarda, ücret diler tabip
Manend-i laşe naş-ı tüvanger zelil ü har
Herkes misal varis ü gassal naşekip.
Balin_i naza hâce-i şehreyler ittika,
Hak-i mezellet üzre yatar aç bir garip
Rahmetli Üstadıma bir zamanlar holdinglere
arkalarını yaslayarak Türkiye nam mevkutenin perdedarlığında saldırılarda bulunmuşlardı. Herhalde
hicap duyuyorlardır, hilkaten utanmak diye bir yiğitlik varsa. O gazete sayfaları kimseye faydası dokunmayan hezeyanlar yüzünden heder olup gitmişti. Oysa bir süre sonra o bataklıktan gelen kokularda
boğulanların imdat sesleri yüreğimizi dağlamıştı.
Ticari hayatın gerçekleri deyip geçiştirilecek ekonomik bir vetire değildi. Buna rağmen milli bünyeye
zarar gelecek diye üzülmüştük. O grubun bu dünyada verdikleri zararları telafi imkanları olacak mı bilmiyorum. Bildiğim şu ki İslam ahlakıyla mümeyyiz
olmamız gerektiğidir. Tarikatta olmakla ahlak sahibi
olunmadığını da zaman öğretmişti. Zira sevgili üstadımın yanlışlıklara ayıracak zamanı da yoktu, sıhhati
de sıkı perhizlerin tıbbi disiplinindeydi. Bu güzel insana yapılan çirkinlikler hep yapanlarla anılacaktır.
Zaman Türkiye’deki siyasal yapının da sorgulanabildiğini gösterdi. Türkiye’nin Necip Fazılın dediği açıdan bakabilmesi için, batı kültürünü de aşması
15
gerekmektedir. Herkesin her düşüncenin bu yarışta
Türkiyenin yanında yer alması gerekir. Ki öncelikle CHP nin bile ezberlerinden boşanması elzemdir.
Yoksa pis koku mutfağımızdan hiçbir zaman çıkmayacaktır. Hiçbir partinin vesayet hakkı yoktur.
Herkesin ödevi ve hakları vardır, dünyadaki herkes
kadar. Büyükdoğunun estetik anlayışı ve Müslüman
olmanın şeref ve erdemiyle aksiyonda kalmak, insanlığın şiarıdır. Yeni bir medeniyet sentezi gelişiyor,
orada kurucu sıfatıyla bulunmak bu milleti tekrar
diriltecektir. Belki 20. yy başlarında eldeki ideolojilerden kurulacak devlet o kadar olacaktı. Namık
Kemallerle başlayan batılılaşma serüveni giderek
meşrutiyete dönüştü. Siyasal bilinç bununla yetinmeyerek hızla gelişti. Hiçbir kurumsal önlem alınmadan imparatorluk, İttihat Terakki partisiyle iktidara onsekizinci yüzyıla ait bir ideolojiyi de taşımış
oldu . Onsekizinci yüzyıla ait zihniyetle yirmibirinci
yüz yıla ait olan bir devlet fikri nasıl telif edilebilir.
Bu günün imkanları muvacehesinde derin ve sabırlı
arayışlara ihtiyaç olduğu açıktır. O günün şartlarında devlet o kadar anlaşılıyordu. Bugünün imkanlarında devletin güvenliğinden kültürüne varıncaya
kadar bakış konsepti bile değişmiş olabilir. Onun
için devletin de insanların da ezmeden büzmeden ve
hakları verilerek düzenlenmeli ki, mersiyeye konu
kişiler bile haklarını bağışlayabilsinler.
“Derde uğrar kim sadakat etse elbet devlete
İstikamet mahz-ı cinnettir bu mülk ü millete”
diyen Ziya paşayı daha fazla inletmemek için her
şeye insanlıktan dirsek teması hizası verilmelidir. .
İkiyüz senedir bu milleti tahrip eden şeytani vesveselere son verilmelidir. Bu konuya Ziya paşanın bir
şiir parçasını koyarak sorunu ariflerin irfanına bırakalım;
Herkes zebun-i fikr-i maaş oldu asrda
Evvelki şevk-i meclis-i rindane kalmadı
Taşlar yedirdi nan yerine bir zaman felek
Nan verdi şimdi, ah ki dendane kalmadı
Tevsi-i maişette bütün zikr ile fikrin;
Şeyhim, ne zaman, söyle, müselman olacaksın
Rindi yaklaştırmamak ister civar-ı cennete,
Vaizin bu hayhuyu hep sınır kavgasıdır.
***
16
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Notlar
------------
(1) Baki ve ziya paşaya ait şiir ve dökümanlar;Vasfi Mahir
KOCATÜRK-Türk Edebiyatı
Tarihi/ANKARA- (Adı geçen eserin ilgili maddeleri. )
(2) Yahya Bey ve Divanından örnekler. Mehmet ÇAVUŞOĞLU mersiye bölümü
(3) GELDİ GEÇTİ ÖMRÜM BENİM /YUNUS EMRE
Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi
Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi
(4) Makber/ Abdülhak Hamit TARHAN
Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı, gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı,
Baki o enis-i dilden, eyvah,
Beyrut’ta bir mezar kaldı.
Bildir bana nerde, nerde Yarab,
Kim attı beni bu derde Yarab?
Nerde arayayım o dil rübayı,
Kimden sorayım bi-nevayı?
Derler ki unut o aşnayı,
Gitti tutarak reh-i bekayı,
Sığsın mı hayale bu hakikat?
Görsün mü gözüm bu macerayı?
Sür’atle nasıl da değişti halim,
Almaz bunu havsalam, hayalim.
Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,
Yadımdaki haline devam et.
Ketmetme bu razı, söyle bir söz,
Ben isterim, ah, öyle bir söz.
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağ-ı dile çare bul, meram et.
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyamı hayatımı temam et,
Makber mi nedir şu gördüğüm yer?
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber?
(5) ŞEVKİ YOK/ Recaizade Mahmut Ekrem
Gül hazin, sümbül perîşan. . . Bağzârın şevki yok;
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok;
Başka bir hâletle çağlar, cûybârın şevki yok;
Âh eder, inler nesîm-i bî karârın şevki yok;
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
Farkı yoktur girye eden rûy-ı çemende jâlenin,
Hun-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin,
Meh bile zücretle âgûşunda ağlar hâlenin,
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin. . .
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb
Câna geldikçe temâşâ-yı ufukdan pîç ü tâb
İhtizâz eyler çemen, izhâr eyler bin ızdırâb
Hem tabîat münfail hecrinle hem gönlüm harâb
Geldi ammâ neyleyim, sensiz bahârın şevki yok.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Dua Niyetine
Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU
İzmir Milletvekili
E
skiler yakınlarını kaybedince duygularını bir şiirle ifade ederlermiş. Günümüzde
artık pek kullanılan bir yol değil bu. Elinizdeki kitap da buna bir canlı örnek. Bütün yazılar
nesir. Oysa bizim medeniyetimiz hem yaşayanları
hem vefat edenleri mersiyelerle yâd etme konusunda muhteşem örneklerle dolu. Bunlardan biri, Şeyh
Galib’in genç yaşta kaybettiği yakın dostu Esrar Dede
için yazdığı mersiye. Esrar Dede Mersiyesi Türk şiirinin de bu anlamda en güzel örneklerinden biri. Bu
şiiri sanki vefat eden dostlarımız için yazılmış gibi
okumakta ne mahzur var… Ne diyor ki Şeyh Galib:
“Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati”. Biz de, gönlümüzde bütün arkadaşlarımız, ‘âmin’ diyoruz.
1
Kan ağlasın bu dîde-i dür-bârım ağlasın
Ansın benim o yâr-ı vefâdârım ağlasın
Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın
Baştanbaşa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın
Ağyârım ağlasın bana hem yârım ağlasın
Gûşeyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın
Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh
Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh
2
Zât-ı şerîfi âleme bir yâdgâr idi
Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi
Her şeb misâl-i şem’ benimle yanâr idi
Sâye gibi yanımda enîs-i nehâr idi
Hakkâ tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi
Birkaç zaman muammer olaydı ne vâr idi
Allah verdi aldı yine kurb-i Hazrete
Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete
3
Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh
Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh
Gelmezdi hiç kalb-i fakîre bu sûret âh
Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh
Telh etdi kâmımı o zehirnâk şerbet âh
Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt
Esrâr’ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt
4
Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti
Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati
17
18
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati
Dehrin budur hemîşe muhîbbâna âdeti
Tefriyk içündür etse de izhâr vuslatı
Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti
Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır
Baakî Hudâ rızâsı bekaa Hâk bekasıdır
5
Meydân-ı Mevlevîde nişân âşikâr edip
Pervâz ederdi şevk ile ankaa şikâr edip
Eylerdi nây u defile semâ’ âh u zâr edip
Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak’da karâr edip
Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip
Gitdi ne çare Gâlib’i hasretle yâr edip
Olsun visâl-i Hazret-i pîrânla kâm-yâb
Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh-i felek-cenâb
Günümüz Türkçesi ile verdiğimiz metin Abdülbaki
Gölpınarlı’ya ait.
1
Bu inciler yağdıran gözüm kan ağlasın; benim
o vefâlı dostumu ansın, ağlasın. Gözüm, ağzım,
yüzüm, yanağım, baştanbaşa, şu karalara batmış,
(yaslara girmiş) bedenim ağlasın; bana hem
yabancılarım ağlasın, hem dostlarım ağlasın;
Esrâr’ımın hikâyesini duyan ağlasın.
Yazık âh görülmemiş bir inciyi kaybettim; yazık, âh;
toprağa gömüp geri gittim.
2
Yüce zâtı âleme bir yadigârdı. Varlıktan geçiş,
yokluğa eriş, aşk, hüner, hepsi de onda vardı. Her
gece benimle mum gibi yanardı; gündüz de gölge
gibi bana eş dost olurdu. Gerçekten tam bir âşıktı,
en sıkıntılı demde, mağarada bile eşti, dosttu, birkaç
zaman yaşasaydı ne vardı?
Allah verdi, gene mânevi yakınlık makamına aldı;
kıyâmet gününü bekleyerek biz kalakaldık.
3
Son nefeste konuştuğu, söylediği söz, sevgiydi
âh. Ayrılık derdi, bağrıma bir yara açtı ki, âh.
Bu yoksulun gönlüne böyle bir şeye uğrayacağı
hiç gelmezdi; âh. Âh, keşke o âşıkla tanışmamış,
görüşmemiş olsaydım; belki canımı bu hasret ateşi
yakmazdı, âh. O zehirli şerbet, dilimi, damağımı
acıttı, âh.
Eyvah, o gülen gülümü ölüm, elden aldı; Esrâr’ımı
aldı ölüm, gönlümü, canımı aldı.
4
Kutlu kabri o Ay’a mübârek olsun; Tanrı şefâat
makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın. Ne çâre
yiyeceği, tanesi bitmişti, ecel saati gelmişti.
Zamânın âşıklara âdeti, dâimâ budur. Buluşup
kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir;
zehri yutulmaz; sıcaklığı yüzünden ağza alınmaz.
Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur;
kalan ancak Allah rızâsıdır; ebedîlik, ancak
Allah’ındır.
5
Mevlevî meydanında apaçık bir aşk nişanı dikmişti;
şevkle uçar, zümrüdü-ankayı bile avlardı. Âh
edip ağlar, inler, neyle, tefle semâ’ ederdi. Tanrı
varlığında karar ederek dilek mâdenini bulmuştu.
Sevgilinin civârına uğrayıp müjde almıştı. Ne çâre,
Galib’i hasrete eş-dost edip gitti.
Pîrlerle buluşarak murâdına ersin; eşiği gökyüzü
olan Fasîh’in kabrine komşu oldu.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
19
Büyük Doğu Fikir
(*)
Kulübü Çevresinde
Mustafa MİYASOĞLU
B
ugün kargoyla gelen pakette Necip Fazıl’ın
hitabe ve konferanslarından oluşan iki
CD seti ile Ali Biraderoğlu’nun Necip Fazıl ve Büyük Doğu adlı kitabı beni 50 yıl öncesine
götürdü. Lise talebesi olduğumuz yıllarda, Kayseri
Kültür Derneği ile Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde geçirdiğimiz günleri hatırladım. O
dönemde hafta sonlarını 1963 yılından itibaren dernekte, sonra da 1965 yılında kurulan Büyük Doğu
Fikir Kulübü’nde geçiriyorduk.
İlk gençlik yıllarımızdan beri tanıştığımız kadim
dostum Kocasinan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın
gönderdiği bu paket aslında Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı’nın yayını. Elbette bunlardan başka Mustafa Cabat’la Mustafa Özer’in kitapları da yayınlanmıştı. Bu arada, Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri
Şubesi’nde buluşan ve Hakkın rahmetine kavuşan
dostların hikâyesinin de yer alacağı başka bir kitabın
yayına hazırlandığını duymak beni sevindirdi.
Bence asıl tahsil lise tahsilidir, çünkü gençlerin
ruhi ve fiziki varlığı bu dönemde kimlik sahibi olur.
O yüzden biz şahsiyetimizi lise yıllarında tanıdığımız dostlar ve ağabeylerin sohbetleriyle geliştirdik,
konferanslar dinledik, hatta konuşmacı bulunamadığı günlerde kendimiz konferans vermeye hazırlandık. Üniversiteye de bu şuurla geldiğimiz için MTTB
bizim fikir ve sanat alanında bir varlık ortaya koymamıza, arkadaşlarımızla birlikte kendimizi geliştirmemize imkân verdi. Bunun önemini anlatmaktan
çok bazı yönlerini vurgulamak isterim.
BÜYÜK DOĞU FİKİR KULÜBÜ
27 Mayıs’tan sonraki yıllarda Kayseri Kültür
Derneği’ne aynı okulda okuyup aynı iş yerinde çalışan arkadaşlar olarak Bekir Oğuzbaşaran ve Hasan Nail Canat ile konferans dinlemeye gitmemizin
önemli bir faydası oldu. Biz ders dışında da önemli
meseleleri konuşup tartışma alışkanlığı kazandık.
Burada yalnız konferans verilmiyor, belli başlı haftalık ve aylık dergiler getirilip gençlerin okumasına
tahsis ediliyordu. Fakat 1964-65 yıllarında Kayseri Kültür Derneği atmosferinde hava değişmeye,
Türkeş’in siyasete girmesiyle birlikte Ülkücülük
rüzgârları esmeye başladı.
Biz bundan rahatsız olmaya, bir süre sonra siyasetten uzak, farklı bir hava aramaya girişince 1964
ve 1965 yıllarında yayınlanan Büyük Doğu dergilerindeki Necip Fazıl’ın tavrını benimsemeye başladığımızı hatırlıyorum. Çünkü Demokrat Partili
ailelerin çocuklarıydık ve 27 Mayısçılara katıldığı
için Türkeş’in siyasi tavrına güvenmiyorduk. Bazı
Demokrat Partililerin çocuklarının Solcu olmaktansa Ülkücü olmasını tercih ettiğini görüyorduk. Bu
“ehven-i şer” mantığını hiç benimsemediğimiz için,
Necip Fazıl’ın günlük siyaset üstü tavrını sevdik.
Bu arada, Necip Fazıl’ın konferans için geleceği ve Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin
kurulacağı haberi bir büyük müjde olarak ruhları-
20
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
mızda yankılandı ve o günü iple çektik. 15 Nisan
1965 Cumartesi günü Kayseri’de Camlı Kahve olarak bilinen yerde Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz
adlı konferansını verdiğinde kendimizi bulduğumuzu söyleyebilirim. Benden yaşlı birine yer verdiğim
için, ayakta dinlediğim bu konferansı su gibi içtim
ve dinleyicilerin tavrını da takip edebildim. O günün akşam namazını Mimar Sinan Camii’nde Müftü
Yardımcısı Abdullah Saraçoğlu’nun imam olduğu
cemaatte Necip Fazıl’la birlikte kılmıştık. Bir ağabeyin evinde toplanan büyüklerimizin yanında Üstad’ı
yakından dinledik. Ertesi gün öğleden sonra Büyük
Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi Sivas Caddesi’nde
kuruldu. Bu büyük salonda Üstad’ı üçüncü defa bir
sohbet havasında dinlemiş olduk. Hava serindi, ama
atmosfer çok sıcaktı. Ali Biraderoğlu havayı açacak
şekilde Üstad’a bazı sorular sordu.
Tabii o günlerde Doğu Menzil Komutanı olarak
Diyarbakır’da değil de Kayseri’de bulunan General
Faruk Güventürk’ün de makam arabasıyla bu konferansı bir saat kadar dinlediğini, sonraki günlerde de
gittiği her yerde hep Üstad Necip Fazıl’ın aleyhinde
konuştuğunu hatırlıyorum. Çünkü biz askeri işyerinde çalışıyor, Akşam Lisesi’nde de okuyorduk. En
çok lise talebelerini derslerde, askeri iş yerleri işçilerini de mesai saatlerinde toplayıp konuşurdu.
Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi kurulduktan sonra orada geçirdiğimiz günleri sadece bir
gençlik hatırası olarak anmıyoruz. Çünkü buralarda
ya konferans veriliyor veya Büyük Doğu dergisiyle
birlikte o günün haftalık ve aylık dergileriyle klasikler okunuyordu.
O konferans Kayserili Büyük Doğucuların hayatında çok önemli bir yere sahiptir, ama nedense paragraf paragraf hatırladığımız bu Dünya Görüşümüz
adlı konferansın metni elimizde yok. Ne ses kaydı ve
ne de metin olarak elde bulunmayan bu konferansın
ruhu, belki de öteki eserlerine sinmiştir. Çünkü ben
ve arkadaşlarım bu dünya görüşünü ruhumuza sindirdik.
O günlerde Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nin kurulmasına öncülük eden Abdullah
Saraçoğlu’nu gerçek şahsiyetiyle tanımak bizim için
sürpriz oldu, çünkü evimiz aynı mahallede olduğu
için, Gülük Camii’nde hasbî vaazlar veriyordu. Muhtemelen Hasan Nail ile benim gibi Abdullah Gül de
camiin öte tarafından gelip onun Ramazan vaazlarını dinlemiştir. O yüzden biz onu daha çok “Hoca
Emmi” olarak tanıyorduk. O da bize, “Ben Necip
Fazıl’ı tanımasam sıradan bir müezzin olarak kalırdım!” gibi sözlerle Üstadın önemini belirtir, tek
parti döneminde Büyük Doğu’yu nasıl gizlice okuduğunu anlatırdı.
DÜNYA TATLISI PORTRELER
1959 yılında okumak için girip işçi olarak mezun
olduğum Kayseri Anatamir Fabrikası Orta Sanat
Okulu’nda pek çok insan tanıdım, üniversite tahsili
için 1967 yılında ayrıldığımda çok önemli bir tecrübe kazandım. Hem fabrika ve okulda, hem de Büyük
Doğu Fikir Kulübü Kayseri Şubesi’nde tanıdığım
insanlar, benim için dünya tatlısı bir portre galerisi
oldu.
Abdullah Saraçoğlu’nun yanında Ahmet Saraçoğlu da bizim için müşfik birer akraba gibiydiler.
Bunlarla birlikte konferans için İstanbul’dan gelen
Ali Biraderoğlu ve onun babası Mustafa Biraderoğlu ile Rasim Özcan gibi amca ve ağabey dediğimiz
şahsiyetleri tanımak bizi birkaç yaş birden büyüttü,
pek çok önemli meseleye muhatap olduk. Ankara’da
okuyan Mehmet Soyak ve Avukat Mustafa Bayır gibi
ağabeyler bize cesaret verdiler. Biz derken kimleri
kastettiğimizi de ifade edelim. Öncelikle Anatamir’de
çalışıp Akşam Lisesi’nde okuyan, o yüzden de Bekir,
ben ve Hasan Nail, aşağıda isimlerini sayacağım arkadaşlardan üç-beş yaş büyüğüz. Fakat bu yaş meselesi davamızın büyüklüğü yanında önemsizdi ve
akraba gibiydik:
Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, Nazım Erinmez ve ikisi de rahmetli olan Mustafa Dinçel ile Ziya
Olgunharputlu da lisede talebe idiler. Bunların en
önemli özelliği, Necip Fazıl’ın Dünya Görüşümüz
adlı konferansını dinlemek ve Büyük Doğu Fikir
Kulübü Kayseri Şubesi’nin açılışında bulunmaktı.
Ayrıca, rahmetli Ekrem Sağıroğlu, arkadaşı Mustafa
Ekinci ile İslam Enstitüsü’nde okur ve sık gelirlerdi.
Mahalli gazetede Faruk Güventürk’le mücadelesiyle
tanınan Muhsin İlyas Subaşı da aynı okuldandı, onlardan ayrı olarak bazen gelirdi.
İmam Hatip öğretmeni olan Mehmet Tekden de
bazen hoca, bazen arkadaş gibi Av. Mustafa Bayır’la
birlikte Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün geniş salonunda bizimle sohbet eder, bize zaman ayırırlardı.
Daha sonra Büyük Doğu Fikir Kulübü Kayseri İş
Hanı’na gelince yerimiz küçüldü, ama merkezi yerde
toplanıp ev sohbetlerine daha çok imkân bulabildik.
Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün biz gençlere hazırladığı en büyük imkân, bizden büyük yaştaki şahsiyetlerle samimi bir atmosferde buluşmaktı. 27 Mayıs
öncesi ve sonrasıyla darbe atmosferinin insanları nasıl değiştirdiğini bizzat gözlemleyenlerden dinlemiş
olduk. Çok dikkatli bir okuyucu olan Rasim Özcan
ağabeyin bazı yazar ve siyasetçilerin nasıl bir şahsiyet zaafı ortaya koyduklarını anlatması bizim için
ufuk açıcı örneklerdi. Aile ve okul çevresinde bize
uzak gelen bilgileri ve tavırları, büyük bir zarafetle
Necip Fazıl perspektifinden anlatırdı.
Bu arada, Osmanlı’nın son devrinde yetişen sa-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
natçılarının gençlik ve edebiyat hatıralarıyla çocukluğumuzu dolduran CHP-DP-27 Mayıs günlerini
doğru değerlendirmeyi de öğrendik. Bunlar aslında
bizim hayatımızın çok önemli 15 yılını çok iyi değerlendirmek demekti.
Mehmet Tekelioğlu’nun zaman zaman isabetle
belirttiği gibi, burada toplanan insanlar, yaş ve mevki farkı olmaksızın bir hakikatin peşine düşmüştü.
O yüzden birbirlerimizle ilgimiz her türlü aile ve akrabalık bağlarının üstüne çıkmış, hakikat aşığı birer
şahsiyet olmuştuk…
Benim çocukluğumdan sonra duyduğum en güzel sesin sahibi Necip Fazıl’ın Ayasofya hitabesiyle
İman ve Aksiyon konferansını dinlemek, bana çok
iyi geldi. Herkese tavsiye ederim! Sivas Caddesi’ndeki büyük salonda bu iki konuşmayı arkadaşlarla defalarca dinlemiştik.
Bu hitabe ile konferansı en çok dinleyenlerden
biri olan rahmetli Mustafa Dinçel, o günlerde ödev
olarak okuduğu Sinekli Bakkal romanının üslubundan çok sıkılıyor ve Necip Fazıl ile Peyami Safa’nın
insanı saran üsluplarıyla mukayese ediyordu. Onun
ödev belasından kurtulmasına yardımcı oldum. Yıllar sonra da Halide Edib’in romanlarını uyku ilacı
gibi kullandığını söyleyen Reşat Ekrem Koçu’yu dinlerken, rahmetli Mustafa Dinçel’e hak verdim.
Bir hafta sonu Nazım Erinmez’in hepimizi güldüren esprisini dinlemek, bize iyi gelmişti. Çünkü o
yıllarda 27 Mayıs’tan sonra Anayasa’da yer alan “sosyal devlet” kavramı artık sosyalist yazarlar kadar Köy
Enstitüsü kökenli öğretmenleri de cesaretlendirmiş,
bazı tuhaf görüşleri için yeni profesörlerin abuk-sabuk kitaplarını da kaynak göstermeye başlamışlardı.
Bizim Nazım Erinmez yan sınıftaki arkadaşının adı
önüne bir unvan koyarak, felsefe dersinde hocasının tekerine taş koymuştu. Şöyle bir konuşmaydı
bu: “- Hocam siz böyle söylüyorsunuz, ama Prof. Dr.
Abdullah Gül de tam aksini söylüyor, biz hangisini
doğru sayacağız?” Hoca tanımadığı birisi de olsa, elbette “Prof. Dr. ”un sözüne itibar edilmesi gerektiğini söyler.
Hocayı bilmediği bir alanda çuvallatmada hiçbir
dahli olmayan Abdullah Gül, “Doç. Dr. ” olarak siyasete atıldı ve bu alanda çok başarılı oldu. Aslında
uzlaşmacı kişiliğiyle İstanbul MTTB’deki merkezi
yönetimde kendini kabul ettiren Abdullah Gül, siyasetin zirvesine çıkarak herkesin değerini bildiği bir
Cumhurbaşkanı oldu. Elbette onunla herkes onur
duyar…
Hasan Nail Canat’ı tiyatroya teşvik için her fırsatta
onu taklit yapmaya zorlayan Ziya Olgunharputlu’nun
nasıl diğergam biri olduğunu anlatacak kelime bulunmaz. Onun “ustad” diyerek konuşmasında öyle
bir muhabbet vardı ki, Allah için sevmenin müşah-
21
has örneğiydi.
Bizim gibi gençlerin bir çatı altında buluşmasını
dert edinen rahmetli Abdullah Saraçoğlu ile evindeki Büyük Doğu koleksiyonunun bir kısmını getiren
Mustafa Biraderoğlu’nu ve sık sık bizimle birlikte
olan Mustafa Bayır ile Rasim Özcan’ı unutmanın
imkânı yok. Allah onlara ve bizi genç yaşta bırakıp
giden daha genç arkadaşlara rahmet etsin! Onları
çok sevdik!
Esprileriyle her toplantıya renk katan Ali
Pehlivanoğlu’yu, bizi hep seven Mehmet Tekden’i,
küçük dükkânını kalbi gibi büyüten Saatçi Ahmet
Saraçoğlu’nu sevgiyle hatırlarız.
Bunlarla ve daha da önemlisi Üstadla aramızdaki
ilişkileri her zaman vakarla ve vukufla belli bir seviyede korumamızı telkin eden Ali Biraderoğlu’yu
hep saymışızdır. Onun sayesinde Büyük Doğu Fikir
Kulübü’nün merkezi kendisini feshedip kapattığı
halde benzeri olmayan bir şekilde Kayseri Şubesi’nin
faaliyetleri 12 Eylül 1980 yılına kadar, aralıksız sürdürmüştür.
Evet, 1965-1980 yılları arasında, resmen 15 yıl
varlığını koruyan, daha sonra Söğüt Kitabevi’ne dönüşüp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı olarak da faaliyetini sürdüren bir topluluğun hizmetleri saymakla
bitmez. Bu insanların arasındaki münasebet, Allah
için bir mücahit ve mütefekkir şairi sevmek, onun
perspektifinden dünyaya bakmaya çalışmaktan ibarettir.
(*) 13 Ocak 2013 Pazar –Milli Gazete
22
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Umut Suları’ndan
(*)
Rüya Çağrısı’na
Mustafa ÖZER
L
ise son sınıftaydım o zaman. Sırılsıklam
aşıklar gibi gece-gündüz demeden içinden çıkmadığımız ve üstüne titrediğimiz
bir düşünce kulübümüz vardı. Anılarımı o günlere
uzatınca, coşkunca “hey gidi günler hey!” demeden
edemiyorum.
Mustafa Miyasoğlu’yla o yıl tanışmıştık. Hiç unutmam o günü. Kayseri’nin kavuran kuru sıcaklığında,
dernekte, her zamanki gibi gazete, dergi karıştırıyor,
günlük olaylar üstüne yorumlar yapıyorduk.
Dinçel zemini sulayıp derneğin içerisini serinletmek istedi. Zira en çok terleyenimiz o idi. İş muzipliğe döküldü dökülmesine ama, Canat, Taşçı ve
Dinçel havuza düşmüşe döndürdüler birbirlerini.
Gerçi hepsi de durumlarından memnundular. Çünkü Büyük Doğu’dan kültürlenip, derneğin potasında
pişenlerde birbirlerine kızma, çatma olamazdı. Birbirimize bağlıydık, bu bir gelenekti.
Şaka sonrası tahta sandalyeleri dışarı çıkarıp
oturduk. Miyasoğlu’yla sohbete dalmıştık ki, zamanı karşı kahvenin kumarbazları birbirlerine “saat üç”
diye bağırmasalardı bilemeyecektik.
Evet, o günden bu yana Miyasoğlu’nun düzyazı ve
şiirlerini izlerim. Tümüyle Büyük Doğu düşüncesine
bağlı olan yazıları, yeni bir üslûp getirmişti ufkumuza. Üstad ve Karakoç’un ardından gelen bu üslûp hiç
değilse bu aradaki sanat soluğunun boşluğuna can
verdi. Zira Miyasoğlu, ne bulutların ötesiyle ne de
litosferin altıyla çok ilgiliydi. Sanatı batı-doğu, yeni-
eski, ideoloji ve estetiğiyle bir senteze götürmeye çalıştığı apaçıktı. Ve toplumuna yön vermeye yönelikti
üstelik.
Şiirleriyle, tiyatro kritikleri yazılarının en bereketlisiydi sanırım. Anlaşılıyordu ki, bu iki sanatı çok
daha içten üsleniyordu.
Tiyatro kültürünün kaldırılamaz potansiyele
ulaşması ilk eserini vermeye zorladı Miyasoğlu’nu.
İçinde bulunduğu grubu çıkarmak istedi sahneye.
Oysa ne toplumun öğrencilere iyi bir tavrı vardı, ne
de yönetimin. Eser MTTB(**) sahnesinde gereken
ilgiyi ne yazık ki göremedi. Eserin konusu, sahnenin
ürkekliği ve oyuncularının oynanan eserin yazarını
anlayamamaları sonucu bir yerde normal karşılanmasına neden oldu.
Fare kovalamakta birleşen günümüz insanını Miyasoğlu çok iyi biliyordu. O yüzden olacak ki, Umut
Suları’ndaki o sahneyi, hem oynayanlar ve hem de
oyunu izleyenler rollerini tam üstlenerek yaptılar.
Fareler ve insanlar arasında da bir ilginin olduğunu
böylece biz de anlamış olduk, yazar da.
Umut Suları’nın akmasını yazardan istemek hakkımızdır. İnşallah yeni tiyatro eserlerini göreceğiz.
Bu sanatkârımıza bir tarih görevidir.
Anadolu insanının üstünde, bir kapitalist sınıf,
yargılarını –siyasal düzenin de yardımıyla- sürdürmekte ve içerisinden geldiği toplumu ezmektedir.
Ama bizim toplumumuz buna rağmen sınıfsız bir
toplumdur. Zira bu ezen ve sömüren sınıf birkaç on
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
23
senelik geçmişine güvenemez konumdadır. Bu yüz______
dendir ki bir yağmacılık içerisindeler.
(*) (Milli Gazete, 1 Eylül 1974, Pazar)
Yazarın ya da sanatkârın görevi yapılan yağma(**)Umut Suları adlı eser o yıllarda MTTB(Milli
cılığa karşı toplumunu uyarmaktır. Yukarda sözünü Türk Talebe Birliği) Cağaloğlu’ndaki Genel Merettiğimiz tarih görevi budur. Zira her istediğimize kez binasının Konferans salonunda sahnelendi.
ulaştığımız cennette değil, iki buçuk liraya adam boğazlanan dünyada yaşıyoruz. Umut Suları’na atılan
taş, halka halka bunu yaymalıdır.
“Şehri ve insanı tutan güçlü silâh”ın sanatına
Miyasoğlu çok daha önce başlamıştı. Yıllar, şiirlerin yeni yeni doğuşuna sahne oldu ve kitaplık çapa
ulaşmasını gördü. Böylece şairin ilk göz ağrısı sonuca ulaşıp “Rüya Çağrısı”nda karar kıldı. “Şiirin kan
kardeşi/ Rüyanın çağrısıdır” (Rüya Çağrısı Sf. 43)
ve yine “Sen bana şiirlerle gelen rüya varlığı” (Rüya
Çağrısı Sf. 58) v. ö.
Varoluş şartına çağrı şiirle iç içedir. Acılara, sevgilere açılan kapılar şiir yolundan geçer. İdeolojik konumu beyinlere öyle mıhlar ki, o anda şiir saçaklardan akar. (Sf. 61) İşte bu duygu “Kentlerin Ölümü”nü
duyurmağı yüklenir. “Savaş Diyalogu” kurulunca
kent uygarlığı ölümden başka şey istemeyecek. Kara
adamların kurduğu kapkara kent uygarlığı, kendilerine yerlerde sürünmeyi bile çok görecektir. Gözler
önünden dumanlar kalkınca aklar ve karalar ayrılacak, bilenlerle bilmeyenlerin sınav sonuçları görülecek ve inananların başarısı kuşkusuz sağlanacaktır.
Rüya Çağrısı şiirin tanımıdır. Ve Miyasoğlu’nun
kişiliğinde gelişen Büyük Doğu soluğudur. Yorum,
“Savaş Diyalogu”, “Kentlerin Ölümü”, ve “Bırakma
Ellerimi” şiirlerinde oldukça yoğun biçimde sunulmuştur. Yorumdan kastımız objektif ve tarihin sürecinden gelip de topluma duyurulması gerekendir.
Diğerlerine romantik duygular karıştığından ve masal çeşnisi verildiğinden yorum daha az yer tutmuştur. Oysa şairin yetişme bölgesi, “bu duygulara yer
vermemesi gerekmez mi?” diye bir soru uyarıyor
içimizde.
Dileğimiz genel kültür yönünden çok değerli ve
yeni kuşaklara aktarılacak özü sunan düz yazıların
da kitaplaşmasıdır. Değerli olduğu kadar gerekli
olan bu düz yazıların Miyasoğlu’nun ustalığını da
göstermek gibi bir yönü olacaktır.
Sanılır ki Miyasoğlu’nun sanatkâr konulu şiir, tiyatro, sanat üstüne uzanır. Onun çok büyük kültürü daha da geniş sahaya uzanmasını sağlar. Bu konumda roman ve hikâyeyi söyleyebiliriz. Miyasoğlu nedense bu dalda hep kendini anlatmak istiyor.
Üstad’ın, “Büyük Kapı” ve “Yılanlı Kuyu” eserlerini
anmadan edemiyoruz. Ustanın etkisi “Metod”da da
kendini göstermiş oluyor.
Umut Suları’nın yapımcısına umudumuz tamdır.
24
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Dostlarımdan Kalan
Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU
İzmir Milletvekili
B
ir dostu kaybettiğinizde siz de dilinizde
Fatiha, gönlünüzde hüzün, ne diyeceğinizi bilmez hale gelir misiniz? Siz de benim
gibi kaybettiğiniz dostunuza karşı kendinizi suçlu
hisseder misiniz? Hayattayken yeterince arayıp sormamanın ezikliği sizi de bürür mü? Vefakâr olamamanın burukluğu bütün benliğinizi sarar mı? Hele
de o dostlarla hiçbir dünyevi işin içinde değilseniz
bu duygular dayanılmaz hale gelir mi?
Ben bu tür bir ezikliği Ziyayı kaybettiğimizde
yaşadım. O vefat edince ilk kez içimin karardığını
zannettim, hayat anlamsız gibi geldi. Ne kadar içten
gelen bir tabiilik vardı tavırlarında Ziya’nın. Biraz
aceleci miydi? Ömrünün kısalığını aceleci tavırlarıyla telafi etmek ister gibi miydi? Acele etti ve erken ayrıldı aramızdan. Ben Ziyayı her andığımda “ne kadar
hasbi bir arkadaştı” diye geçiririm içimden.
Ben Allahın sevgili kullarından biri olabilir miyim acaba? Bu soruyu boş yere sormuyorum. Sebebi
var. Allah bana Mustafa Özküçük’le arkadaşlığı nasib ettiğine göre yalnız benim için değil Onun bütün arkadaşları için böyle bir ihtimal mevcut. Ben
Özküçük’de vefayı, sadakati, sır saklamayı, esrarlı
konuşma ve tavırlar içinde sadeliği, bir iş yaparken
nasıl sebat edileceğini gördüm. Hastalığı bedenini yıpratmıştı belki ama zihni faaliyetini ve olayları
muhasebe gücünü zirveye çıkarmıştı.
Bizim arkadaş çevremizde Mustafa Dinçel’i ilk
tanıyan Ahmet Taşçı’dır belki, fakat ben ikinciliği
kimseye kaptırmam. Lisede aynı sınıftaydık. Yakınlığımızı hangi hadise temin etti, bugün hatırlamıyorum. Bana Büyük Doğu’ya gitme teklifi ilk ondan
geldi. Aynı sınıftaydık ama ben Ona hep abi dedim.
Bu, biraz benden iri oluşundan ziyade beni Büyük
Doğuya götürmüş olmasından dolayıdır. Bizim hem
sınıf arkadaşlığımız hem Büyük Doğu gönüldaşlığımız uzun yıllar devam etti. Sonra hayatın gailesi
aramıza manialar koydu, fakat Mustafa Abideki samimiyet ve kime nasıl faydalı olurum kaygısı hep
devam etti.
Abdullah Saraçoğlu bizim mahallenin hocasıydı. Çocukluğumda babam beni Gülük Camisine
götürürdü. Oradan aklımda iki sima kalmış. Biri
çok güzel bir sesi olan caminin imamı Davut Hoca,
diğeri de kürsüde bağırıp çağırmadan konuşan Abdullah Hocaydı. Bu vaazlar bende ne gibi tesirler
bıraktı bilmiyorum ama her zaman hatırlarım. Ben
başka camilere de gittim, pek çok hocayı dinledim.
Bugün düşünüyorum, niye acaba cemaati ağlatan
hocalar değil de Abdullah Hoca bu kadar tesirliydi
diye. Bizim sohbet geleneğimizde Abdullah Hoca
kadar tesirli daha kaç kişi var dersiniz? Rahmetle
yad ederek İbrahim hocayı da sayalım. Bir kelime
bir insanın dilinde nasıl tatlı ve güzel hale gelebilir…
‘Lan oğlum’ diyerek başladığı konuşmalarının ne kadar sağlam bir örgüsü olurdu. Bu güzel sohbetlerin
içinde bilgiden öte bir şeyler vardı. Bizi cezbeden de
işte o “bir şeyler” idi. Bir şarkı var, şöyle diyor: “Bir
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
melek sîma peri gördüm der-i meyhânede/ Kalmadı
gamdan eser asla dîl-i divânede/ Var imiş bir başka
hâlet sohbet-i mestânede/ Gözlerim sakîde kaldı, ellerim peymânede” Siz de hocayı dinlerken çay bardağı elinizde, kala kalmaz mıydınız? Onu müftülük
ve emeklilik dönemlerinde fazla dinlememiş olsam
da Abdullah Hoca zihnimde bir davanın tavizsiz
mümessili olarak kazıdığı yeri hep muhafaza edecek.
Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim insanlardan biriydi. Onunla ilgili olarak Hasan Nail Canat
sitesine yazdığım birkaç satırın bu kitapta müstakil
bir yazı olarak yer alacağını öğrendim.
Ali Taşçı bende esprileriyle yer etmiş bir sima
idi. Fakat bu espriler hep bir dünya görüşünün sözlü karikatür biçiminde ya övgüsü ya yergisi olarak
tezahür ederdi. Öyle sağlam bir zihni yapısı vardı ki
Adalet Bakanlığına intisab ettiğini duyunca ister istemez “nasıl olacak, orada nasıl yapacak Ali” demekten kendimi alamamıştım. Nitekim çok sürmedi,
bağımsızlığı seçti. Kendi bürosunda avukatlık yaptı.
Bir gün dediler ki, Ali vefat etti, inanamadım, konduramadım üstüne, bıyıklarını gererek gülümseyen
hali gözlerimin önünde Fatiha okudum.
Mehmet Soyak, Üstadın tabiriyle mustaribler
cemaatindendi. Onu ben o haliyle sevdim. Hem de
çok sevdim. Ankaraya gidiş gelişlerimde Onunla bir
sohbet ortamı yaratmak için gayret ettim. Biraz derbeder halini zihninin aşırı meşguliyetiyle açıklayabilir miyim diye geçirirdim içimden. ‘Davasına sarılmış, dünyaya boş vermiş adam kim’ derseniz, işte o
25
Soyaktır diyebiliriz. Hayat bu, belli olmuyor, herkesin bir imtihanı oluyor. Allah da onu mizaç itibariyle çok uzak olduğu bazı dünya işleriyle imtihan etti.
Başardığını sanıyorum. Ben roman merakımı biraz
ona borçluyum. Onun sayesinde roman da okumanın tadını ve ehemmiyetini kavradım. Uzun yıllar
Kayseriden uzakta daha çok İzmirde yaşamanın getirdiği mecburiyetler bazı dostlarımın vefatını sonradan duymama yol açtı ama asıl önemlisi çoğunun
cenaze namazını bile kılmaktan mahrum kalmamdı.
Ne tür bir tesadüf diyelim bilmem, Mehmet abinin
İstanbuldaki cenaze namazını kılmak nasib oldu.
Mustafa Şencanlar, Mustafa Eren, Kenan Kuzuimam, Hamdi Zeyrek, Ekrem Sağıroğlu ve Abdullah
Sarımermer gibi Büyük Doğucu kardeşlerimiz bizim
hep beraber olgunlaştığımız, hep beraber büyüdüğümüz, birlikte var olduğumuz, birbirimizden güç
ve kuvvet ve hatta ilham aldığımız kimselerdi. Birini
kaybettiğimizde o heybetli ağacın ana dallarından
biri kesilmiş gibi gelirdi bana. Bugün o ağaç meyve verdi mi dersiniz? Kaybettiğimiz her dal bin dalla kendini yeniliyor. Yeni dallar işte o kaybettiğimiz
dalların yerine filizlendi. Meyveden ziyade heybetiyle öne çıkıyor bu muhteşem ağaç. Bugünkü meyveden ziyade gelecekteki meyvesi ilgilendiriyor bizi.
“Diz çök, ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diyebilen Büyük Doğu’culara ne mutlu…
Allahım, burada andığımız anmadığımız bütün
kardeşlerimiz için senin rahmetin ve sevgilinin şefaatinden başka ne talep edebiliriz ki…
26
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
BÜYÜK DOĞU
HAVUZUNDA
Ahmet TAŞÇI
Z
or yapılan işler vardır hayatta. Bunlardan
biri de kaybedilen arkadaşlar hakkında
bir şeyler söylemek olsa gerek. Bu arkadaşlar hakkında bir şeyler söylemek gerçekten zor
zira bir dönem gelmiş kader birliği yapmışsınız, bir
dönem gelmiş bir lokma ekmeğinizi paylaşmışsınız,
bir dönem gelmiş aynı şeylere sevinmiş aynı şeylere
üzülmüşsünüz. Belki aynı kavganın içinde yumruk
atmış yumruk yemişsiniz. Şimdi onlar için ne söylense az desem haklı olmaz mıyım? Şöyle desem de
haklı olurum: onlar için ne söylense gereksiz, ne söylense faydasız ve ne söylense çok. Onlar için hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek hem zor, hem kelimelerden öte bir şeyler var.
Bu arkadaşlarımızın pek çoğu ile ilk gençlik
yıllarımızı ve ilk heyecanlarımızı beraber yaşadık.
Bizim kaygılarımız hep “din, iman” içindi o dönemlerde. Bugün o idealist dönemlerini özlemle hatırlamayan var mı? O dönemlerin idealizmini bugünkü
ile kıyaslayıp bu değişim hangi yönde, neyi kaybettik
diyenlerimiz o kadar çok ki. Biz mi bir şeyler kaybettik yoksa hayat mı bize bunu dayatıyor, karar vermek
zor.
İlk gençlik yollarından sonra bu sevgili arkadaşlarımızın bir kısmıyla temasımız azaldı. Hayat her
birimizi bir yerlere fırlattı. Çoluk çocuk kaygısı ister
istemez bir tarafımıza asılmaya başladı. Fakat hepimiz için önemli bir nokta vardı. Ne kadar sağlam bir
fikir havuzunda yıkanmışız ki bu arkadaşlarımızdan
çizgisini kaybeden bir kişi bile çıkmadı. Bu havuzun
adı Büyük Doğu. İçi zemzem suyuna eşdeğer fikir
suyu ile dolu. Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarımızda
bizleri bir arada tutan, insan olmanın anlamını kavramamızı sağlayan, mevcut durumun verdiği tüm
bedbinliğe rağmen bize ümitvar olmayı ve çalışmayı
öğütleyen, birçoğumuzda edebi çalışmalar gibi birçok merakı uyandıran bir büyük adamdı. Havuz,
Necip Fazıl ve Büyük Doğu bizler için hala ulviyetini
koruyor.
Bu havuz benim ve arkadaşlarımız için susuzluğumuzu giderdiğimiz bir yer oldu hep. Çok içenler
oldu az içenler oldu bu havuzun suyundan. İçen herkes içtikçe susuzluğu daha derinden hissetti. Daha
çok içenler, her hadiseye daha çok nüfuz ettiler.
Bizim bu arkadaş grubumuzdan vefat edenler
eğer Türkiye bugün onların özledikleri istikameti
tutturma yolundaysa rahat uyuyabilirler.
Fakat biz bir şeye iman etmişiz. “Allah emekleri
zail etmez”. Onların gayretleriyle geldik bugünlere.
Yukarda bu kardeşlerimiz için “ne söylesek az,
ne söylesek çok” demiştik ya... Hem az, hem çok söylemenin yine de bir yolu var: Fatiha...
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Yüreklerine çamur
değmeyenler
Taner YILDIZ
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Y
üreklerine çamur değmemiş dava arkadaşlarımızın, ağabeylerimizin şahsen üzerimizde
hakları var. Onların olgunluk yılları bizim gençliğimizi kuşatmıştı.
Onların hayatında sanki para, makam ve dünyevi şeyler yoktu. Hissetmezdik onlarda bu tür şeyleri. Onlar parayı, acıyı, sevinci, duyguları büyük bir
fedakârlıkla paylaşırlardı.
Ağabeylerimizden biri aramızdan ayrılmadan
önce, 10 m2’lik bir kütüphanenin, derneğin anahtarını vermişti. Kendimi çok yetkili ve sorumlu hissetmiştim. Her hafta sonu da bir kitap hediye ederdi. Diğer kitaba kadar bir öncekini okumuş olurduk.
Dava şuuru, dernekçilik, yönetmek, idare etmek,
yetişmek lazım derlerdi. Bütün bunları, onlar ayrıldıktan sonra dünyanın ortasında, merkezinde uygulamamız gerekiyor.
Şimdi onları, daha çok minnetle şükranla ve rahmetle anıyoruz.
Onlara olan muhabbetlerimizle…
27
28
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
İYİLERİN İZİ
Yaşar KARAYEL
Kayseri Milletvekili
İ
nsanlar vardır şafak vakti doğar gün batımında ölürler. Bu insanların varlıkları ve yoklukları cemiyet tarafından çok hissedilmezler.
Öyle insanlar da vardır ki çilelerini doğduklarından
ölümlerine kadar yanlarında taşırlar. Yetiştikleri aile
ortamı, yaşadıkları arkadaş çevreleri ve toplum, onların yareni ve hayat felsefesi olmuştur.
Bu güzel ve kadir bilir biyografi çalışmaları ,
hatıralar listesinde isimleri bulunan değerli dost ve
gönül adamı merhumlar ve nicelerini, yeniden hatırlamamıza ve anılmasına vesile olmuştur. Bu çalışmayı düşünen ve hayata geçiren dostlarıma gönülden
teşekkür ediyorum.
Öğrencilik ve daha sonraki dönemlerimizde birlikte yaşadığımız gönül dostları ve dava arkadaşlarımızla aynı havayı ve aynı sofrayı paylaştık.
Bunlardan Hasan Nail CANAT; beslendiği Büyük Doğu ekolüyle fikri hayatını ve hayat tarzını belirledi. Merhum üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’in
sohbetleri ve kitaplarıyla kendine yön çizdi. Bir avuç
vefakar arkadaş gurubu ile yoksulluklar içerisinde
kendi davasının tiyatro ile tebliğcisi oldu. ‘’Moskof
Sehpası’’ adlı tiyatro oyununu gençlik yıllarında binlerce kere sahneye koydu. Sonraki yıllarda temsil ettiği karakterler Hasan Nail CANAT’ın hayatının da
özetidir. Hasan Nail CANAT güzel yaşadı yaşantısı
hak içindi yazdıkları ve yaptıkları inancına uygundu.
Çocuklarına ve ailesine bir terekesi kalmadı,
ama ülkesine ve gençlerimize bir klasik kitap külli-
yeti bıraktı.
Kayserimizin ve ülkemizin sevilen ve sayılan bir
sanatkârı olan CANAT’ın herkesin aklında kalacak
ya bir romanı, ya bir tiyatrosu ya da filmi vardır. O
bir ‘‘Osmancık’’ olup çok sevdiği sevgilisine ‘‘yaralı
serçe’’ olarak kavuştu.
Eserlerini ve dostlarının babasıyla olan anılarını bir sitede toparlamaya çalışan oğlu Mehmet Safa
CANAT’a başarılar diliyorum.
MTTB de bulunduğumuz zamanlarda, her zaman birlikte olduğumuz Mustafa DİNÇEL, Ziya
OLGUNHARPUTLU, Seyit Ali KAHRAMAN, Galip BOZTOPRAK, gibi arkadaşlarımızla birlikte oluyorduk. MTTB bizler için, bir ev bir okul bir ocaktı.
Buralarda merhum üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’i
tanıdık bilgi aldık fikir edindik.
O dönemde en fedakar arkadaşlarımızdan biri
de merhum Mustafa DİNÇEL’di. Özellikle ramazan
aylarında MTTB’deki ve bugünde Birlik Vakfı genel
merkezi olarak kullanılan Atik Ali Paşa Medresesindeki pompalı gaz ocaklarında zor zahmet yaptığı iftar yemekleri, fakir öğrencilerimiz için ne büyük bir
nimetti. Rahmetli DİNÇEL’in en büyük yardımcısı
yine rahmetli Ziya OLGUNHARPUTLU’ydu. Ne
zaman bir adam arasak Ziya kardeşim orda olurdu.Fedakârlık ve vefanın her türlüsünü vasıf olarak
üstünde taşırdı. Bekir YILDIZ başkanımın MTTB
spor kulübü yöneticisi ve karate hocalığı yaptığı
1970’li yıllarda spor salonu hepimizin evi gibiydi.
Salonda futbol oynadığımız bir gün rahmetli Ziya
OLGUNHARPUTLU’ya sordum, Ziya sen çok fazla terliyorsun bir sıkıntın mı var diye. Bana söyledi-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ği bir cümleyi hiçbir zaman unutmadım. Bana hep
dayı derdi. Dayı ben karpuz gibiyim dışım yeşil ama
içim kırmızı diye söyledi. Daha sonra ki yıllarda ben
Vakıf Gureba Hastanesi Yönetim Müdürü olunca
hastaneye geldi. Akciğer ameliyatı sonrasında Bekir
YILDIZ, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL,
Mustafa ve Mehmet TEKELİOĞLU Bakırköy’deki
evde ilgi ve dostluklarını ve yardımlarını hiç esirgemediler.
Vefalı fedakâr tam bir Büyük Doğu’cu dava adamı olarak genç yaşta rabbine kavuştu. Allah (cc) yolunun bu yılmaz davacılarını saygı ve rahmetle anıyorum mekânları cennet olsun.
Kayseri’de okuduğumuz yıllardaki spor müsabakalarında uzun boylu iri yarı voleybolcu imam hatip lisesi öğrencisi olan Hamdi ZEYREK’i İstanbul’da
MTTB’de Bekir YILDIZ spor kulübünde himayesinde almıştı. Arap Fars Edebiyatı bölümüne gidiyordu.
Bizim voleybol kulübünde rahmetli Ali SAYI ve
diğerleri gibi iyi sporcular vardı. Rahmetli Hamdi
ZEYREK saf, temiz fedakarlık abidesi bir kardeşimizdi. Talebe Birliği yıllarımızda hep beraber olduk.
Fakirlik ve yoksulluk bizler gibi Anadolu’dan gelen
arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun müşterek hayat tarzı idi. MTTB’deki büfeyi işleten merhum Akif
ŞERVANLI ve Halil ŞERVANLI kardeşler, Hamdi
gibi hepimize fakir babalığı yapıyorlar, yemek masraflarını deftere yazıyorlardı. Bu hayat tarzı hepimizi
hayata bağladı daha çok gayret ettik ve çalıştık.
Hamdi kardeşimle bir gün İbrahim ULUEREN
İktisat Fakültesi’deki bir konusu için Bekir YILDIZ
ve benimle birlikte birkaç arkadaşla İktisat Fakültesine gittik. Okulu sol guruplar işgal etmişler biz
içeri girince okul karıştı. Rahmetli Hamdi kafasını
usturaya vurdurmuş, şalvar giymişti. İri yarı yapısı
ve sporcu vücudu oradakilere büyük bir korku saldı.
Bildiri dağıtan solcu militanın elinden bildirileri aldı
ve çocuğu da tuttuğu gibi okulun dışına çıkardı.Çıkarırken de baktım çocuğun ayakları yerden kesilmişti.
Yere basmasıyla militanın kaybolması bir oldu. Bu
bile Hamdi’yi anlatmaya yeter sanırım. Hamdi kardeşimiz ailesinden yardım alacak durumda değildi.
Aldığı kredi ve burslarla okumaya gayret etti. Bu
zorluklar ona okulu bıraktırdı ve askere gitti. Askerliğini jandarma olarak Küçükçekmece’de yaparken
uzun müddet mektuplaştık. Orada da voleybol oynuyordu. Bir müddet sonra askeri bölge içerisindeki
çamlık alanda ölü bulunduğu haberini aldık. Otopsi
raporunda neden öldüğüne dair bir bilgi alamadık.
Yunusun dediği gibi;
‘‘ Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
29
Şöyle garip bencileyin’’ Allah (cc) rahmet ey-
lesin.
İki derviş meşrepli dava adamı olarak bildiğim
ve yaşantıları da öyle olan Ömer KISAKÜREK ve
Mustafa ÖZKÜÇÜK benim için iz bırakanlardandır.
Merhuma üstadın ailesi içerisinde dışa dönük
tarafı en az olanlardan biri idi Ömer KISAKÜREK.
Tam bir derviş hayatı vardı. Bayramlarda üstadı
evinde ziyaret ettiğimiz zamanlarda hizmeti hep
rahmetli Ömer KISAKÜREK ve küçüğü Osman KISAKÜREK görürdü. Konuşması oturup kalkması
tutum ve davranışları hele namaz kılışı tam bir teslimiyet içinde olurdu. Mümin sıfatlı bir insan olarak
ömrünü tamamladı.
Mustafa ÖZKÜÇÜK mesleğini daha çok bir diş
hekimi olarak değil Büyük Doğu Fikir Kulübü gibi,
icra etti. Muayenehanesi arkadaş ve dostlarının buluşma yeri olurdu. Dostlarını ve eski arkadaşlarını
gördükçe geçmiş günlerini yeniden anar, nelerin
yapılması gerektiği konusunda düşüncelerini paylaşırdı.Hasta olduğu dönemlerde iktidarın başına
gelen sıkıntılar kapatma davaları cumhurbaşkanlığı
seçimleri onu çok etkilemişti. Son yıllarda yakalanan
ekonomik ve siyasi istikrarın mutlaka başarılı olması
gerektiği konusunda bizlere de telkinde bulunurdu.
Bütün hasreti kendi neslini temsil eden arkadaşlarının iktidarda başarılı olması idi. Bunu da gördü
en yakın arkadaşlarının devletin zirvesinde yer almaları onun mutluluğu oldu.
Hastalık döneminde uzaktan yakından bütün
arkadaşları onu yalnız bırakmadılar. Her nefis ki bir
gün ölümü tadacaktır. Oda bu emre uydu. mekânı
cennet olsun.
Mehmet SOYAK nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. B.D. ekolünün öncü isimlerindendi. Meslek
hayatları öğrencilik yıllarının izini taşırdı. Yalnızlık
hayat tarzı oldu. Çok geç evlendi. hem kendini hem
hayatı sorgulayarak yaşadı. Kimseden bir şey istemedi. Sorulunca söyledi, sorulmasa sustu. Uzun yıllar
TRT’de denetmen olarak görev yaptı. Rahmetli üstad
Necip Fazıl KISAKÜREK’den izler taşırdı. Sigara içişi ifade tarzı insan ilişkileri kendine hastı.Hastalığı
da uzun sürmedi Ankara’da kalması kendisine söylendiği halde İstanbul’a gitmekte ısrar etti. En çok
sevdiği şehirde İstanbul’da ebedi hayata intikal etti.
hayırla anılmayı hak etmiş bir insandı. Allah rahmet
eylesin.
Uzun yılların dostluğu ve kardeşliği bir telefonla kesildi. Yaşar amca babamı kaybettik, diyen telefondaki ses Ali TAŞÇI’nın oğlu Orhan TAŞÇI idi.
Bir kadim dostu kaybetmenin hüznü içime çöktü.
Arkasından Ahmet TAŞÇI’nın hüzünlü telefonu
30
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
çaldı, ne yapacağımı ve ne söyleyeceğimi şaşırdım.
Bu ani ölümler bir anda insanı eski hatıralarına talebelik yıllarındaki yaşadıklarına götürüyor. Hatıralar
gözünüzde canlanıyor. Ankara Hukukta okurken,
MTTB’de aktif sorumluluk alarak çok büyük hayırlı
hizmetlere vesile olmuştu. Meslek hayatında prensipleri olan, doğru bildiği konularda inancından
taviz vermeden yaşamaya gayret eden biri olarak
gördük Ali TAŞÇI’yı. Kayseri Baro Başkanlığı döneminde Anadolu’daki baroların yöneticileriyle toplantılar yaparak insan hakları, başörtüsü, eğitim ve
öğretim hakları konusunda büyük katkılar sağladı.
Kayseri Adliye Binasının yapımında en çok emeği
geçenlerden birisi oldu. Ani ölümü tüm TAŞÇI ailesini ve dostlarını çok üzdü. Bizde bir atasözü vardır
ya “ağaçlar ayakta ölür” mekânı cennet olsun.
Tanımasanız da anlatılanlardan hizmetlerinden dolayı gıyabında sevdiğiniz insanlar vardır. Öne
çıkmadan kimliği ve kişiliği ile öncü olan eli açık
yardım sever insanlar bunlar. Fakir babalığı hizmet
öncülüğü yaparlar. Allah (cc)’ın kendilerine vermiş oldu imkânlardan ihsan ederler. Ben Abdullah
SARIMERMER’i böyle bir kişi olarak tanıdım ve
sevdim, hele Kartal İmam Hatip Lisesinin yapılmasından itibaren gelişmesine ve bugünlere gelişinde
maddi manevi çok büyük katkıları oldu. Yaptığı hayırlar hasenatı olarak ona aittir. En son oğlunun düğünündeki mutlu halini hatırlıyorum. Allah rahmet
eylesin.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
31
ÖLÜM GERÇEĞİ
Mustafa CABAT
Ö
nce Ziya OLGUNHARPUTLU yakalandı yulaf tabir edilen akciğer kanserine. “Büyük Doğu” okulunun bizim
yaş gurubundan olan ilkini hastalığının teşhisinden
sonra üç ay içinde verdik toprağa 1978 yılında otuz
yaşında. Bizim neslin akran ölümüyle olan ilk tanışmasıydı bu olay ve hepimizi derinden etkilemişti. İstanbul’un soğuk, bol karayelli kış mevsiminde
Bakırköy’deki öğrenci evimizde rahat ettirmeye çalışıyorduk onu son günlerinde. Ecevit hükümetinin
gaz ve benzin kuyruğuna takılmıştık. Otomobilimiz
yoktu benzin yokluğu bizi pek ilgilendirmiyordu,
fakat Bakırköyündeki öğrenci evimizin gazyağı yakıtlı sobasını Ziya Olgunharputlu için yakmamız
gerekiyordu. Çünkü Vakıf Gureba Hastanesi sırtından neşteri vurmuş hiçbir işlem yapamadan yeniden
kapatmış taburcu etmişti. Biz de sobamızda yakmak
üzere alacakaranlıkta yakınımızdaki bir benzinlikte
gazyağı kuyruğuna girerdik. Bazen peşpeşe sıralanmış bu bidonların uzunluğu 500 metreyi geçerdi.
Sobayı yakıp odayı ısıttıktan sonra vazifemizi yapmanın rahatlığı ile içimizde “acaba kurtulur mu bu
hastalıktan?” diye bir ümit ışığı belirirdi. Kendisi son
ana kadar bizi teselli etmeye çalışır, hastalığına hiç
vurgu yapmaz, hasta bizmişiz gibi bizi o terapi ederdi. Onun en büyük ideali, Büyük Doğucu’ların muhanete muhtaç olmadan büyük bir müessesede hep
beraber çalışmalarıydı. Bu müessesede her birimizi
ayrı ayrı birimlere yerleştirir ve vazifemizin ne ola-
cağına, nasıl davranacağımıza varıncaya kadar hayal
ettiği şeyleri bize anlatırdı.
Peşinden Üstadın ölümüyle karşılaştık 1983 yılında Mayısın 25 inde. Üstadın en küçük oğlu Osman
Kısakürek’in telefon açıp “Üstad öldü gelin” diyen
sesi hala kulaklarımda. Kayseri’den bir otobüsü doldurup Üstadın Erenköy’deki evine girişimiz, oradan
Vakıf Gureba Hastanesi gasil hanesinde Üstada son
vazifemizi yapışımız, oradan da Fatih Camiinin musalla taşına getirip tabut önünde nöbet tutuşumuz .
Ölüm karşısında bir kez daha kuşatılmış olmanın
gerçekliğini ve çaresizliğimizi hissettirmişti bize ta
derinlerden. Seyyitlerden birinin elime verdiği bir
tasla suyunu dökmüş, son bir kez Üstadımın elini
öpmüş ve yaşarken hemen hemen hiç görmediğim
bir huzuru onun yüzünde seyretmiştim.
Kendisi “Karacaahmet” şiirinde ne güzel ifade
etmişti;
“Ebedî gençlik ölüm;desem kimse inanmaz,
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz!”
Daha sonra 16 Ağustos1995 günü bağrı yanık arkadaşımız Kenan KUZUİMAM ‘ın apansız
Mersin’de yakalandığı kalp kriziyle ölümü, Kayseri’ye
getirilerek evinin önünde bir cenaze aracında yıkanışı burnumuzun direğini bir kez daha sızlatmıştı.
Aracın içinde sanki öldüğüne inanmamış gibi yüzüne bakmıştım. Yaşarken her zaman çektiği acı ve
32
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
sıkıntıyı yansıtmıyordu yüzü. Adeta ölümü kabul
etmiş, benim için, hayatın acımasızlığından bir kurtuluştur bu ölüm der gibiydi. Sıkıntılarını arkadaşlarına hissettirmeyen küçük yaşta yetim kalmış ve ailesinin ekonomik yükünü omuzlamış birinin yüzüne
benzemiyordu salacada yatan bu arkadaşımın yüzü.
Lise sıralarındaki şen şakrak Kenan’ın arap gerillaların eğitim yürüyüşü taklidi ve hoca dahil bütün sınıfı
gülmekten yerlere yatırışı geldi aklıma. Büyük Doğu
fikriyatını derinden kavramış bu arkadaşımızın en
büyük özelliği samimi olarak davasına bağlılığı ve
eşya ve olayları Büyük Doğu okulunun gözlüğünden
değerlendirebilme yeteneğiydi.
2005 yılının Şubat ayı sonlarına doğru bir haber
bu sefer yine İstanbul’dan geldi. Ömer KISAKÜREK
sessizce terk etmişti yalan dünyayı. O daima göz
önünden uzak durmayı, uzleti tercih eden bir mizaca sahipti. Aklıma son 5 sayı çıkıp yerini Rapor’lara
terk eden Büyük Doğu’ların ilk sayısını beraberce
matbaadan alışımız geldi. İdarehaneye getirirken
“Mustafacığım bu paketler amma da ağırmış herhalde Büyük Doğu’nun manevi ağırlığıdır. !” Deyişi o
anda bizim kopuşumuzu, yükü taşıyamaz hale gelişimizi hatırladım. Gözleri hep gerçek aleme bakar
gibiydi. Sürekli Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretlerine rabıta ederdi. İnşallah umduğuna kavuşmuştur.
“Daha yapacak çok işimiz var” diye bizleri hep
uyaran Özküçüğe Erciyes Üniversitesi Hastanesinde
ilk teşhisin konuşu ve doktorların acilen kemoterapiye başlanması lazım ikazıyla bizdeki telaş ve çaresizlik içindeki alternatif tıp arayışı daha dün gibi
hatırımızda. Ve kolon kanseri teşhisinden iki yıl
sonra 27 Kasım 2008 de toprağa verdiğimiz Mustafa ÖZKÜÇÜK akran ölümünün ibret verici üçüncü
örneği olarak yüreğimizi dağlamıştı . Son günlerinde “Biraz daha yaşasak diyoruz. ” demişti bana sözünün arkasına bir açıklama getirmeden. İbadetimde
eksik hissettiğim yerleri kaza etmem gerekir, diye
düşünüyordu o anda zannedersem. O arkadaşlarını
bulundukları yerlerden daha üst yerlerde görmek arzusunu hep yüreğinde taşıdı. Bunun için gereken girişimleri sessiz ve derinden kimselere duyurmadan
yapardı. Dostunu asla yere düşürmez, düşecek olana
şaşırtıcı bir refleksle kol kanat gererdi. Ağır canlı olmasına rağmen bu işi nasıl başardığına şaşar kalırdınız. O Büyük Doğu fikriyatına yürekten bağlıydı.
“Her Müslüman kendini ölçüyü tamamlayan son pirinç tanesi bilmeli, kendisi olmadan olmayacağının,
fakat kendisiyle de olmayacağının şuuruna sahip
olmalıdır. ”diyen Üstadın bu tespitini kendisine şiar
edinmişti.
Derken birdenbire hiçbir hastalık teşhisi falan
konmadan bürosunda kalp krizi neticesinde ölüm
gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze geldik Ali TAŞCI
‘nın ani ölümüyle 2 Mayıs 2010 da.
Sanki bıyık altından muzip muzip gülerek nasıl
da hepinizi şaşırttım der gibiydi. O, prensip sahibi
bir gönüldaşımızdı ve sahteliklere asla tahammül
edemezdi. Herkesin davasında samimi olması gerektiğine inanır, materyalistlerin dünyaya bağlılıklarını
anlayışla karşılar fakat ruhçu insanların maddeye
bağlılığını kabullenemezdi. İnsanların paraya olan
zaaflarını gayet iyi bilir ve eğer birisinin maddi menfaati davasının önüne aldığını hissederse onun gözünde o kişinin hiçbir değeri kalmazdı.
Derken bir kalp krizi de Ankara’da Mehmet
SOYAK’ı yakalamış, ambulans uçakla İstanbul’a gelirken havada ruhu teslim etmişti 26 Mart 2011 yılında . Hep uçlarda gezinen adam yükseklerde veda
etmişti hayata.
Ve çarşamba günü Hatıroğlu camiinde yatsı namazını kılıp Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfının her
çarşamba gecesi yapılan oturma gününü başlatmak
için yola çıkan Mustafa DİNÇEL’e çarpan bir araç
onun onbeş gün süreyle koma halinde yatmasına
sonra da Erciyes Üniversitesi gasil hanesinde yıkanıp
kefenlenmesine sebep oldu 9 Kasım 2011 tarihinde.
O hepimizin anası gibiydi. Küçük yaşından itibaren
çalışmaya başlamış Dinçel abimizin yapmadığı iş
kolu kalmamıştı sanki. Manavlıktan muhasebeciliğe,
laborantlıktan müzehhepliğe, mücellitlikten aşçılığa
kadar yapmadığı iş bırakmamıştı. Karnını doyurmadığı arkadaşımızı bulmak adeta imkansızdır. Talebelik yıllarımızda İstanbul’da Milliyetçiler Derneğinde
150 kişiye iftar yemeği hazırlardı ramazan aylarında.
O herkesi bir arada tutmaya gayret etti ömrü boyunca. Hataları ve sevaplarıyla kabul etti arkadaşlarımızı. Kimseden incinmedi, kimseyi de incitmedi.
Sayıları hepsi hepsi bir dolmuş haydi bilemedin
bir otobüs dolusu olan bu insanların içinden bir çırpıda sayabildiğimiz bu kadarının ahrete göçüşü biz
akranlarına ahreti hatırlatması bakımından belki de
en büyük derstir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Allahım bu insanlar belki ibadetlerinde eksik ve kusurluydu ama onlar Resulüne aşkla, ihlasla yürekten
bağlıydı. Resulüne düşman olanlara karşı buğzları
hiç eksik olmadı. Tek idealleri getirdiğin ölçülerin
hayata hakim kılınmasıydı. Onları ve bizi ahret gününde Kainatın Efendisinin hürmetine Habibinin
sancağı altında toplanmayı nasip eyle.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
KARACAAHMET
Necip Fazıl KISAKÜREK
Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta. . .
Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.
Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.
Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.
Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm. . .
Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sükûta sebep?
Kavuklu, başörtülü, fesli, başaçık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,
Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.
Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.
Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!
(1969)
33
34
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
DOST BİR İNSAN
Mehmet GÜLDESTE
M
ustafa Bayır, Eski ismi Cırlavuk, yeni
adıyla Mimar Sinan kasabasından
Kayseri’ye nakl-i hane eyleyen bir ailenin üç çocuğundan ikincisi. Doğumu: 2.8.1937.
Dedesi, “ Eczacı Mustafa efendi” namı ile maruf bir
zat. Kayseri’de eczane açan diplomalı ilk eczacı olduğu söylenir.
İkinci Abdülhamid Han (mekanı Cennet olsun)
ın tuğralı mührünü taşıyan diploması halen
varislerin elinde bulunmaktadır.
Mustafa Bayır, Kayseri Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt
olmuş ve 1961 yılında mezun olmuştur. Av. Nevzat
Türkten’in yanında avukatlık Stajını yaparken, bir
taraftan da Kayseri Lisesinde edebiyat derslerine girmiştir.
Mustafa Bayırın edebiyat dersleri hocalığı tesadüfi değildir. O lise yıllarından itibaren edebiyatla
ve özelliklede şiirle ilgilenmiş ve zaman zaman şiir
yazmıştır. Bu alaka, özellikle de üniversite yıllarında
artarak devam etmiş ve bazı edebiyat dergilerinde şiirleri neşredilmiştir.
Bir takım maddi sıkıntılar içerisinde tahsiline devam etmek mecburiyetinde bulunan Mustafa
Bayır için, bu dergilerden aldığı cüzi telif ücretleri,
ehemmiyetli bir destek olmuş ve ayrıca teşvik edici bir fonksiyon ifa etmiştir. Ancak Bayırın şiddetli
arzusu ve gayesi, şiirlerinin, yakın irtibatta bulunduğu Necip Fazılın Büyük Doğu mecmuasında neşre-
dilmesidir. Bu arzusunun tahakkuku zımnında bazı
şiirlerini üstada takdim etmiş ise de Üstat her seferinde şiiri okumuş ve sonra çöpe atmıştır. Ve Mustafa Bayıra bunun iyi bir şiire ulaşmak için gerekli
olduğunu ifade etmiştir. En sonunda bir şiiri hatırladığım kadarıyla ya Büyük Doğu’da ya da başka bir
mecmuada neşredilmiş ve Mustafa Bayır da böylece
arzusuna kavuşmuştur...
Mustafa Bayırın Üniversite tahsili boyunca Üstatla ve Büyükdoğu mecmuası ile irtibatı kesintisiz
devam etmiştir. Sohbet ve konferanslarda vazife almış ve derginin satış ve dağıtımında vazife ifa etmiştir. Dünya görüşü Büyük Doğu çerçevesinde teşekkül etmiştir.
Dost ve düşman kutupların teşhisi, tarih şuuru,
İslam nizamı, ehli sünnet itikadı hassasiyeti ve daha
pek çok konuda Üstattan ve Büyük Doğudan beslenmiştir.
Bu heyecan ve dinamizmi tabiî bir sonucu olarak
Kayseri’de Büyük Doğu Cemiyetinin ilk kurucuları
arasında yer almıştır. Gerek bu çerçevede yürütülen
faaliyetler ve gerekse bir dönem yazı işleri müdürlüğünü yaptığı mahalli gazetedeki yazıları dolayısı ile
bir takım adli takibatlara maruz kalmıştır . Ayrıca
o dönemde Kayseri Doğu menzil komutanı bulunan
ihtilalci general Faruk Güventürk tarafından tehdit
ve takip altında tutulduğunu da kaydetmeliyim. Bütün bunlara rağmen o, istikametten ayrılmamış ve
yoluna devam etmiştir.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
MUSTAFA BAYIR
Serbest avukatlığa Kayseri’de devam etmiş ve
hukuk davaları ve icra takipleri ağırlıklı olarak çalışmıştır. Özel ihtisas alanı ise vakıf davaları idi . Pek
çok vakfın elden çıkartılmış gayri menkullerinin geri
alınmasında değerli hizmetler ifa etmiştir. Avukatlıktan usandığı ve bırakmayı düşündüğü bir dönemde hastalandı. Akciğerde tesbit edilen habis tümör
ve oradan vücuda yayılan hastalık sonucu 22 kasım
2012 tarihinde dar-ı bekaya intikal eylemiştir. Geride
iki çocuğu ve eşi kalmıştır oğlunun Ethem Fazıl olan
ismindeki Fazıl ilavesi Necip Fazıla olan muhabbetinden dolayıdır. Mevla ona rahmeti ile muamele eylesin iyi bir dost ve candan bir arkadaştı . Avukatlık
bürosunda özel bir hoca vasıtası ile Kuran-ı Kerim
okumasını öğrendi ve ilerletti. Mehmet Zahid Kotku ve Esat Coşan hoca efendilere manevi bağlılığı
vardı. Kişi sevdiği ile beraberdir düsturunca inşallah
onlarla beraberdir. İnsanlar hata ve kusurdan azade
değiller. Ancak, sağlam bir iman ümitvar olmamız
için yeterlidir. İman şerefinden mahrum olanlar
Ruz-i cezada hesaba çekilmeyeceklerdir hesapsız ve
kitapsız olarak gitmeleri gereken yere doğrudan sevk
edileceklerdir. İnanılması gerekenlere inanılması gerektiği gibi iman eden müminler ise yüce Rabbimiz
tarafından muhatap alınacaklar ve hesaba çekileceklerdir. Bundan gerisi O’ nun sonsuz affı ve merhametidir. Bütün müminlerin ve Mustafa Bayır kardeşimizin Mevla’nın sonsuz rahmet ve merhametine nail
olmalarını niyaz eyleriz.
35
36
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ABDÜLKADİR
BİNBAŞIOĞLU
Mustafa ÖZER
K
ayseri‘li kimliğini kullandığına bakılırsa
aidiyeti tescil ettirme hevesi vardı. 19. yy
son çeyreğinde doğduğu, anlattığı olaylara vukufiyetinden anlaşılıyordu. Üstad Necip Fazıl’ın
TANRI KULUNDAN DİNLEDİKLERİM isimli
eserinde uzun uzun anlattığı ve daha sonra sadeleştirdiği eserleriyle tanımamızı temin ettiği tasavvuf
bahçesinin nurlarından Seyyid Abdülhakim Arvasî
hazretlerinin hizmetinde bulunmuş biri Abdülkadir
Binbaşıoğlu. Bu hizmetçiliği dahi onun kimliği hakkında ziyadesiyle bilgi sunuyor.
Sırlar dünyasının içinde apışmış, aptallaşmış ve
sonunda olgunlaşmış olan Abdülkadir Efendi, öylesine muhataralı dönemde dünyayı teşrif etmişler ki
dünyanın kendisi atomlarına ayrılacak derecede fitnenin ağına düşmüş, insanlık sığınacak melce aramaktadır. Abdülkadir efendi ruh bütünlüğünü sağlayacağı alemi içinde bulur. Kendini de içinde erittiği o
alem onun her şeyi olur.
Abdülkadir Binbaşıoğlu’nun Üstad Necip
Fazıl’a bağlılığı ve hayranlığı Esseyyid Abdülhakim
Arvasi efendi hazretlerine sadakatle ve aşkla bağlanmasındandı. Belki biraz da yıpranmış duygularını
Necip Fazıl bey kışkırtıyor olabilirdi. İmrenme ve
gıpta ile Üstadın arkasında Anadolu’yu dolaşır dururdu. Kim bilir belki de Fuzuli’nin su kasidesinde
olduğu gibi içerisinde bulunduğu aşk denizi onu kıyıdan kıyıya taşıyordu. Üstad Necip Fazıl deryası da
Binbaşıoğlu’nun küçücük sandalına bir deniz olarak
hem seviyesini koruyor hem de ona yeterli rüzgarı
sağlayarak onun asaletini temin ediyordu. Abdülkadir efendi de bir köşesinden nasiplenirken münasip
bir karakterle Büyükdoğuyu temsil etmeye ve onun
banisini yürekten savunmaya çalıştığını başına gelenlerden anlamaktayız.
Birlikte çektirmiş olduğumuz fotoğraftaki seksen üç yaşındaki nur yüzlü ihtiyarı hiçbirimiz tanımıyorduk. Üstad Necip Fazıl beyle İstanbul’dan
gelmişti. Kayserili olduğunu söylemişti. Havzacılık
gibi bir derdimiz olmadığından, o gün için sessiz
kalmıştık. Yıllar sonra o fotoğrafın Büyük Doğu topoğrafyasında kullanılacağı bu günler aklımızdan
geçmezdi. Zira Büyükdoğuya gönül vermenin meşguliyeti, yoksulluk ve yoksunluğun başımızda tüten
dumanını savuran gençlik rüzgarı, ve hele hele de
rüşte ulaşmanın kavak yelleri o günlere bizi kayıtsız
bıraktı. Kayıtsızlığımıza lise yıllarının öğretim şartları da eklenince bahaneleri- miz yıldızlardan daha
fazla olabiliyordu. Büyüklerimiz okumayı ve sohbeti
önemsiyorlardı, bizde geneli aşmaya çalışmıyorduk.
Hatta arkadaşlar konuşurken not alsak ajan x olarak
suçlanıyorduk bile. Aslında tembelliğimize kılıf buluyorduk. Keşke o günlerde notlar tutsaymışım diye bu
gün üzülüyorum. Şu kısacık ömrümdeki değişimler
öyle bir tarih oluşturdu ki, tarifi ancak ciltler dolusu
kitap eder. Şükür ki bugün de olsa o günlere ışık tutmağa çalışabiliyoruz. Abdülkadir efendinin o nurlu
yüzünü hatırlayabiliyoruz. Bu gün o yüzün nirengi
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
37
noktasına dönüştürmeden
hastalık uru olarak iç sancıtebessümünü kalıcı kılalım
lar üreterek ve iç dengeleristeyebiliyoruz. Zira o sima
de fitnelere sebep olarak...
öyle taze bir tebessüm ki o
Özünde tasavvufa zerre
yaşta ancak bir müminde
zarar getirmeyen bir mesebulunabilir ve görülmeledir bu. Tasavvufun prenğe değer. O fotoğrafta busipleri belirlidir, uyamalunan, hafızası sağlam ve
yan kendini dışlamış olur.
Büyükdoğunun dönmez
Yunus’un dediği gibi;
davacısı olan Ahmet TaşDervişlik
dedikleri
çı Abdülkadir Binbaşıoğlu
hırka ile taç değil
ile ilgili epey detay içeren
Gönlünü derviş eden
bilgiler aktardı. Bu bilgiler
hırkaya muhtaç değil
hafızamızın derinliklerinBu nedenle bazı çevde kalan o günleri yerinden
relerde oluşmuş ve / ya
depreştirdi.
Kayseri’nin
oluşabilecek çiğlikleri, sayHacıvelet Mahallesinden
gı duyduğumuz tasavvufa
ve büyük ailelerinden biaykırı ve yeni nesiller üzerine mensup, pamuk tücrinde kötü tesirler bırakaABDÜLKADİR BİNBAŞIOĞLU
carı olduğunu, Esseyyid
cağı için eleştiriyoruz. Biz
Abdülhakim Arvasi efendi
hariçten gazel okumadığıhazretleriyle birlikte Sultan
mız gibi hiçbir şerrin üzeriMehmet Vahidüddin hanın
nin örtülerek kalmasına da
sofrasında bulunduğunu anlattıktan başka merhum razı değiliz. Söz konusu olan Allahın rızası ise ne bir
Hüseyin Hilmi Işık tarafından hazırlanan Saadeti kimse ne de bir makamın diğerleri üzerine faikiyeti
Ebediye daha sonra genel adıyla “Tam İlmihal” isim- olmamalı. Kaldı ki hürriyeti yok eden veya kısıtlali eserde de Abdülhakim Arvasi efendi hazretlerine yanlar bilsinler ki mükellefiyetleri yok ediyorlar ve
ait bir keramet tablosunun içerisinde Abdülkadir mükellefiyetleri sınırlıyorlar. Bu durum çok vahim
efendinin de bulunduğunu öğrenmiştik. Saadeti sonuçlar doğurur, buna vesile olanlarda kardeşlerin
Ebediye isimli eserde adı geçen tablonun anlatımın- düşmanlığına hizmetten öteye geçemezler. Mükelledaki Abdükadir isminin olmadığını görünce önce fiyetin göz ardı edilmesi sorumsuzluğun davetidir ki,
üzüldük sonradan ilk baskılarda bulunduğunu öğre- hiçbir cemiyete önerilmediği ve önerilmeyeceği gibi
nince de hayretimiz artmıştı. Ahmet Taşçı beye bu bireye dahi teklif edilemez. Aklı başında olan herkes
durumu sorduğumuzda, erbabınca dile getirildiğine mükelleftir, mucibince davranmak zorundadır.
göre birilerinin nefsine yenik düşmesi sonucu, bazen
Devlet-i al-i Osmanın çöküş yıllarında,
böylesi olaylarda olduğu gibi disiplinsizlik addedile- Anadolu’dan biri Dersaadet denen İstanbul’a varır,
rek cemiyette düşman veya hain ilan edilebiliyorlar. ziyaretlerde bulunur, günlerden bir gün de yolu Yeni
Makamlarını hatıra borçlu olmayan gerçek efendiler Camiye düşer. Namazdan sonra sohbete katılır. Sohiçin böylesi cezalara itibar yoktur. Diye söylemişti. bet sırasında kendini takdim eder, Anadolu payitahVe lakin gönül sultanlığındaki bu hoşgörüsüzlüğü tı merak edip durur biz dahi bu merakla onca yol
yine anlayamamıştık. Ahmet Taşçı bey olayın özünü geldik ağalar, fakirhanemize dönmek nasip olur ise,
anlattı ve Hüseyin Hilmi Efendinin büyük ihtimalle İstanbul’un ahvaliyle ilgili ne dememi tavsiye edermakamını kıskanma krizinde Abdülkadir Binbaşı- siniz der. Caminin imamı Bekri Mustafa’dır. Der ki:
oğlu efendinin Necip Fazıl tarafını tutarak, onu sa- (Oğlum var yurduna selam eyle Bekri Mustafa imam
vunması cezalanmasını intaç etmişti. Bu olay vesile oldu Yeni camiye ) dersin, diyerek adem oğluna ceedilerek te Abdülkadir efendiyi Hüseyin Hilmi Işık vap verir. Adam beldesine dönünce ne dedi bileefendinin hem ilişik mekanlarından hem de Saadeti meyiz ama, kıssadan hisse ayyaş denecek derecede
Ebediye denen kitaplarından çıkarmışlardır. Bu tür içkiye düşkün birisinin imam olarak görevlendirilkrizler yetersizlik ifadesi olarak her gönülde yaralan- mesinin görevlinin vicdanını bile rahatsız ettiği anmalara da sebep olmuştur elbette. Nefs tezkiyesinin laşılmaktadır. Günümüz görevlilerinin Bekri Musdost gönüller üzerinde denenmesi nefslerini ölme- tafa kadar olsun dürüstlük ve içtenlikleri olmamalı
den önce öldürmeyenlerde hep bir hesaplaşma ola- mı acaba. Taht kavgaları gibi, çıkar kavgaları gibi,
rak kalıyor ve vesvesenin günlüğünde hep kışkırtma mezhep kavgaları gibi birçok kavga türünü tarihunsuru olarak kullanılacağı günü bekleyecektir. Bir te okuyoruz. Lakin sosyolojinin değerlendirmeleri
38
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
içerisinde kuma kavgalarını okuyoruz ki kıskançlık
boyutları aklı aşacak derecededir, Güç elde etme çekişmelerini manevi alanda yapmak yapanları yüceltmiyor. Cehaletimiz böylesine mücessem iken ruhsal
süblimasyonu nasıl sağlayacağız. Dünya nimetleri
bir lütuf halinde hak ettiğimizden fazlasıyla bizi taltif ederken bir bilen arif olmak varken ilkel canlılar
gibi bölünerek çoğalacağımızı mı zannediyoruz. Bölünen birileri olmak, gerçekten acı veriyor insana. .
Kaldı ki fitneye gönlünü kaptırınca yalnızca bölünen
değil bölen olmaktan da kaçılamıyor. Allah korusun
. Hiç mi cennet sevgisi önünüzü aydınlatmıyor?
Abdülkadir Binbaşıoğlu efendiye ait bazı sır
kalması gereken özel dünyası Saadeti Ebediye’de
yazılıyor. Bunlar sır ise yayınlanmaması gerekmez
mi?Madem yayınlandı sonraki baskılardan çıkarılması sırrın ifşaatının kaynağı gösterilmeden değerinin ne olacağı düşünülmez mi? Ne diyelim. günümüz insanının ilgileri çok daha değişik alanlara kaymıştır. Hem aklın verilerine yaslanması anlamında
hem de yaşamak gailesinin bütün ufkunu tutması
bağlamında. Bu denli sekülerleşme acaba bu tür çekişme ve bölünmenin kaynağı olamaz mı? Sekülerleşmenin sonuçları yoksa manevi etkileri de mi etkisiz hale getiriyor. Başka deyişle sekülerlik bu denli
her yeri mi sardı? Sorular… sorular…Herkes halinden memnun ise diyecek sözümüz var. Kapitalizmin
eleştirisi yerine kaim olmak üzere, manevi dünyanın
teşkilatçılığındaki kapitalizmin araştırılması, iktisat
ilmine katkı sağlayacaktır. İktisat ilminin ince koridorlarında dolaşan bir çok iktisat düşünürü kafa yoruyor. Bunlardan birisi Merhum Sabri Ülgener hocaydı (İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet
Meseleleri), (Ahlak ve Zihniyet) kitapları bu konuya
hasredilmiştir. Meraklıları mutlaka çok istifade edeceklerdir okuyarak. Eğer ki kapitalizmin makamına
oturmak istiyorlar ise manevi dünya ile ilişkilerini
insanların bir gözden geçirmesi, en azından kendine
yarar sağlayacaktır. Lineer mantık bu soruların daha
ağırlaştırılmışlarını da sormayı gerektiriyor. Lakin
maksadımızı aşmış olmamak, yazdığımız mersiyenin sınırlarında kalmak adına bu konuya daha fazla
girmek ve yanlışlıkları agorada tartışma konusu ya-
parak tövbekar olanları germek istemiyoruz.
Abdülkadir Efendiye ait Ahmet Taşçı beyin naklettiği bir anısını da burada nakletmek istiyorum:
Kayseri’deki sohbet toplantısında Abdülkadir Efendi
kendisinde, Efendi hazretlerinin bir mektubu olduğunu izhar eder. Üstad da görmek ister. Abdülkadir
efendi koynunda hamayıl gibi sakladığı yerden çıkarır ve Üstada takdim eder. Üstad okumağa çalışınca,
defalarca okumanın kolaylığında olan Abdülkadir
efendi ezberinden okumaya başlar. Bu durum karşısında Üstad onu dinlemeyi tercih eder ve Abdülkadir
efendinin evrakı hususiyesi olan mektubu ceketinin
koyun cebine koyar. Abdülkadir efendi mektubun
hususi olması sebebiyle, tarafına iadesini ister ise de;
Üstadın İstanbul’da kendisine iade edileceğini söylemesiyle heyecanı yükselen Abdülkadir efendi;
- Ama efendim ben de İstanbul’a havale edilirse
verilemeyeceği endişesini taşıyorum! der. Üstad’ ın
demek ki sen beni anlamışsın mealli cümlesi salonu
sessizleştirir. Üstadın sözleri Efendi Hazretlerine ne
denli aşkla bağlı olduğunu elbette gösterir. Ama Abdülkadir efendinin canhıraş çığlığını anlayabiliyoruz. Üstadın varisleri bu özel evrakları biliyorlar mı,
bulmuşlar mı, ne yapacakları hep soruların içinde.
Keşke varisleri o veballerden kendilerini kurtarsalar
da, bizler de güzel şeyler görebilsek.
Yıllarca bir ulu çınarın gölgesinde nasipdar olmuş, Büyükdoğu ruhunu da o nasibin içerisinde görmüş anlamış ve yaşamış Abdülkadir efendiyi saygıyla ve rahmetle anıyoruz. İdeallerini sır olarak tutup
yaşayacak bir gençliğe omuz verdiğin için vefamız
ve vebalimiz seni fatihadan unutmamak olacaktır.
Allahın rahmeti ve merhameti seninle olsun ey
adsız kahraman….
Kayseri Nüfus Müdürlüğünden aldığımız bilgilere göre merhumun Nüfus bilgileri şöyledir;
Abdulkadir Binbaşı O.
DOĞUM TARİHİ: 1898
ÖLÜM TARİHİ: 1979
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Abdulkadir Binbaşıoğlu’nun adının geçtiği 1968 baskılı kitabın iki sayfası;
Saadeti Ebediye (Tam İlmihal) H. Hilmi Işık 6. Baskı –Işık Kitabevi-1968
Sayfa-908-909
39
40
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
İş Disiplininden
Cemiyet Nizamına
Mustafa ÖZER
K
ayseri’de iki kurum çok önemli idi. Sosyal bünyenin düzenlenmesini de kendine
görev edinmiştir. Kurum kedini var etmenin titizliğinde çalışanlarının statülerini cemiyetlerine taşımalarını istemiştir. Komutanından nöbetçi
erine varıncaya kadar saat gibi çalışan askeri hizmetler üreten bu iki kurum hem üretimini sağlamış hem
de cemiyete nizam veren bir görevi yerine getiren bir
fonksiyon üslenmiştir. Bu kurumlardan ilki Tayyare
Fabrikası adıyla maruf ve uçak üretmek üzere oluşturulmuş cumhuriyet döneminin önemli kuruluşlarından biriydi. Kurulduktan kısa bir süre sonra uçak
üretmiş ve ihraç dahi yapmıştı. Böylesine önemli bir
kuruluş zamanla üretimden uzaklaştırılarak işlevsiz hale getirilmiştir. Uçak parçaları yapmak yerine
hava kuvvetlerine istihdam imkanı yaratmış ve hava
kuvvetlerinin başkaca hizmetlerini yerine getirdiği
içindir ki, daha sonraları ismini Hava ikmal merkezi
olarak değiştirmişlerdi. Diğeri ise Ana tamir adıyla
halk arasında anılan yurt içi tank ve benzeri ağır silahların bakım onarım işini üslenen atölyeler silsilesiydi. Bu kurum ise kurulduğu günlerde daha basit
bakım ve onarım işi yaparken giderek fabrikaya dönüşerek çok önemli görevler üslenmişti. Bu gün tank
üretecek bilgi ve beceriye yükselmiştir.
Hava ikmal merkezinde çalışan işçiler öylesine
bir ruh disiplinine sahip ki, Kendilerine tevdi edilen hiçbir işe “ olamaz” diyemezlerdi. Sadece süre
kazanmak için uğraştıklarını görürdük. Doğup büyüdüğüm yöreden hava ikmalde çalışan işçi ve tek-
nisyenler vardı. İş saatlerinden tutun da kravatlarına
varıncaya kadar seçkindi. Askeri disiplin içerisinde
gözükse de, sakinliğinde işi planlamasından, alet
edevat gereksinmelerini hazırlamasından anlıyorsunuz ki basit bir tamirhane mantığının çok ötesine
geçmişlerdi. Kavgacılıktan uzak olaya hakim, yapma
veya yaptırma iradesini taşıyan bir ruh bütünlüğünde kişiler. İşyerindeki hiyerarşik disiplin hayatlarına da hakimdi. Çalışanlarda askerler gibi cemiyet
hayatında kademelenmişlerdi adeta, işçiler teknisyenlerin yerini bırakınız, önüne bile geçemezlerdi. .
Köy kahvesine bile destur almadan giremez, girmiş
olsa bile yüksek sesle konuşamazdı. Yüksek bir ruh
disiplini almışlar ve bunu korumayı da titizlikle yapıyorlardı. . Elbette ki işyerinin bunu devam ettirmelerinde gizli bir el gibi çalışanlarına hakim olduğu
anlaşılıyordu.
Bu iki kurum yasal yapıya ve yasaların uygulanmasına da çok özen gösteriyordu. Sivil işletmelerdeki
laubalilik buralarda olmazdı. Buralarda çalışanların
kadro görevlerinden unvanlarına varıncaya kadar
yazılıdır, bilinir ve uygulanır. Sendikal haklardan,
dinlenme haklarına, hasta haklarından emeklilik
haklarına kısaca iş ve çalışma kanunlarından askeri
görev yapma disiplinlerine kadar her düzeye riayet
edilir. Atölyelere yoğurt verilecekse verilirdi, savsaklanmazdı. Çalışanlar da ihtiyaçlarla imkanların sınırındaki görevlerini başarırlardı.
Düzenli yerler, düzgün giyinirler, kavga etmez,
yüksek sesle konuşmazlar, sakin ve mütebessim
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
41
kalmayı başarırlardı. Hele
reşat, İslamın nuru, İslam,
hele kırklı –ellili yıllarda
Yeni İstiklal dergilerini de
istihdamın çıraklık ve ırtakip eden birisiydi. Bugün
gatlıktan öteye anlaşılmaKayseri’de Büyükdoğu diye
dığı cemiyetlerde böylesine
bir ideal adıyla da olsa varişletmeler halkın gözünde
sa bu yapılanmada abileride büyük önem kazanmıştı.
mizin tuğlaları vardır. Bu
Buraya işçi olarak girmenin
önemli yapı böyle oluştu.
“hayatı kurtarmak” olarak
Emeği geçenlerin hakları
görüldüğünü söyleyebiliriz.
her ne kadar ihlal ediliyor
Bu iki kurum iş okulu olave parti salacaklarında taşırak ta görülürdü. işe aldığı
nıyorsa da üstadın “Nuhun
kişileri çıraklık merkezlegemisindeki son meni nutrinde gereksindiği emek
fenin korunması” üzerine
ihtiyacına göre eğitime alır,
titrememiz gerektiği için
Okulda yeteri kadar eğitir
ihtarla yetiniyor bu konuve işe yerleştirir. Normal
ya daha fazla girmiyorum.
olan bu hal bile sivil dünyaAma şu son çığlık olarak
da çalındığı için çok büyük
kulaklara küpe olsun ki
hak koruması olarak görü“bayrak düştüğü yerde duMUSTAFA BİRADEROĞLU
lürdü.
ruyor” Büyük doğu Necip
Hacı Mustafa BiradeFazılın mezarı diyenlerin
roğlu yukarda anlattığım
dediği çıkacak gibi gözühava ikmal merkezinde
küyor. Ey gönüldaşlar…Ey
yüksek tekniker olarak çalışmış ve o disiplin içeri- ehli himmet maveraya yolcu ettiğimiz şu değerli insinde oluşmuştu. Yüksek disiplin içerisinde bulun- sanların hatırı için uyanın ve görün artık…
malarının sağladığı anlama ve yapma yeteneğini ne
En azından bu kitap içerisinde hafızada kalankadar çok geliştirdiğini bu mavi yakalarda çok açık larla ve anılarla gündeme getirmeğe çalıştığımız
şekilde görebilirsiniz. Okuduklarını bile sıradan- arkadaşların bize ikazı, bir ilhamı ve önemli hatırlaştırmazlar, uyumak için okumazlar. Tuvalette boş lattıkları vardır, İstekleri vardır. Duyacak kulak ilanı
kalmamak adına kitap okumaları hiç onlara göre de- vermeden bunu anlayacak ariflikte olduğumuzu da
ğildir. Elbette ki ciddi insanlardır, lakin gülmenin de biliyorum. Onların bir ideali olduğunu ve bize düdeğerini çok iyi bilirler.
şen görevin sadece anmak değil de kurumsallaşmaHacı Mustafa Biraderoğlu mübalağa etmeden sını istediğimiz yapının tesadüflere bırakılmamasını
söylemek gerekirse bulunduğu şehrin en eski Büyük- istedik.
doğu nasipdarıdır. 1943 yılından bu yana Büyükdoğu
Ey bu millet için kendini paralamış insan ve nismevkutesini takip etmiş ve onun takip edilmesinde yanın kollarında ebedi yolculuğa çıkmış abimiz . .
büyük gayretleri olduğunu onu tanıyanlar yazıyor- Mekanın cennet ve dünyada bıraktığın ideallerinin
lar ve birçok arkadaştan da dinliyoruz. Kayseri Bü- bayraklaşması için dualarımız sonsuza dek sürecek
yük Doğu Cemiyetinin ilk kuruluşunda yer almıştır ve sizlerle olacaktır. . Allah sizlere gani gani rahmet
(1949). O kuruluş ve diğer zamanlardaki Üstad Necip etsin.
Fazıl’ın Kayseri’ye geldiklerinde, konaklama mahalli
elbette ki bu dost insanın evi olacaktı. Evini, gönlünü
Mustafa Biraderoğlu
ve elinin bütün açıklığıyla kendini vakfeden bu büDoğum Yılı
: Kayseri 1924
yük ruh Necip Fazıl’dan da karşılığını bulmuş olmalı
Vefatı
: 13.05.2007
ki bağlılıkları hayat boyu sürdü. Dernek geleneğinde
İslamın temel prensiplerine olan riayetten ötürü abi
dediğimiz bu kişiler her zaman gerçek abilerimiz oldular. Bunlar elbette ki sıradışıdırlar . Abdullah abi
(Saracoğlu), ile başlar Ahmet abiye (Saracoğlu), Ali
abiye (Biraderoğlu), Mustafa abiye (Miyasoğlu) sürer gider. Bir Ali Biraderoğlu’nun Hacı Mustafa abi
olmadan olacağını sanmak biraz safdilliktir. Altyapı
önemlidir. Sonra gelenin liyakat hakları bile altyapıda mündemiçtir.
Büyükdoğunun yanında düzenli olarak Sebilür-
42
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Hasan Nail Canat
Biyografi
25
Ekim 1943 yılında Kayseri’de doğan
Hasan Nail Canat, Kayseri İmam
Hatip Lisesi öğrencisi iken okul müsamerelerinde arkadaşları ile küçük çaplı oyunlar
sahneye koyarak sanat hayatına ilk adımını attı. Mezun olduktan sonra Kayseri Hava İkmal ana tamir
fabrikasında çalışırken sanatla ilgisini devam ettirmek istediği zaman her seferinde babası karşı çıkıyor; ‘Tiyatrocu mu olacaksın, soytarı mı olacaksın’
diyerek Hasan Nail Canat’ı engellemeye çalışıyordu. O yıllarda ‘Yalnızlar Rıhtımı’ isimli şiir kitabı
yayınlandı. Fakat şiir kitabı Hasan Nail Canat’ın tiyatroya olan aşkını daha çok pekiştirdi. 1964 yılında
Rusya’nın Bolşevik ihtilalinde Türk kökenli insanlara yapmış olduğu zulümden etkilenerek ‘Moskof
Sehpası’ isimli ilk eserini yazan Hasan Nail Canat,
büyük bir heyecanla profesyonel tiyatro hayatına
başlamış oldu. 7-8 inançlı, şuurlu, fedakar genç ile
birlikte Anadolu turnesine çıktı. ‘Moskof Sehpası’ o
yıllarda çok büyük ilgi gördü ve 1200 kez sahnelendi.
Hasan Nail Canat bu başarısı sayesinde muhafazakar
kesimin büyük ilgi ve alakasına mazhar oldu. ‘Soytarı mı olacaksın’ diyen babası, Kayseri Müftüsü’nün
daveti üzerine Kayseri Din Görevlileri Derneği’nin
organize ettiği ‘Moskof Sehpası’ isimli oyunu izlemeye geldi. Oyun sona erdikten sonra ‘Oğlum, oyununu heyecanla seyrettim. Yanılmışım. Artık seni
özgür bırakıyorum. Sanatını Allah yolunda kullandığın müddetçe yolun açık olsun’ diyerek Hasan Nail
Canat’a dua etti. Bu duanın bereketi ile Hasan Nail
Canat, artık sanata kendisini tamamen adadı. Üstad
Necip Fazıl Kısakürek’in sohbetlerine katılarak Allah yolunda sanatını kullanmanın püf noktalarını,
mesaj kaygılarını, yol haritasını en ince ayrıntılarına kadar öğrenip sırası ile; ‘Günahkar Baba’, ‘Dilsiz
Şeytan’, ‘Bir Avuç Ateş’, ‘Afganistan Dramı’, ‘Bir Demet Gençlik’, ‘Ebabil Kuşları’, ‘Bana Mahşeri Anlat’,
‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Süper Bekçi’, ‘Mindrella’, ‘Cimcime
Tavşan’, ‘Aynalar Yolumu Kesti’ isimli eserleri hem
yazarak hem yöneterek hem de oynayarak sanatını
icra etti. Ayrıca ‘Şeytan Üssü Haber Merkezi’, ‘Efendi Hayrettin Süperstar’, ‘Kara Geceler Efendim’, ‘İnsanlar ve Soytarılar’, ‘Başkasının Ölümü’, ‘Demedim
mi?’ ve ‘Metropol ve Kadın’ isimli başkalarının yazmış olduğu tiyatro eserlerinde de başrolde oynadı.
ÜRETKEN BİR SANATÇIYDI
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra mecburi olarak
tiyatro hayatına ara veren Hasan Nail Canat, maddi
açıdan çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen üretken bir sanatçı olduğunu ‘Bir Küçük Osmancık Vardı’, ‘Nur Dağındaki Çocuk’, ‘Yaralı Serçe’, ‘Günahkar
Baba’, ‘Yasemen’, ‘Kırımlı Murat Destanı’, ‘Bir Avuç
Ateş’, ‘Gül Yarası’ ve ‘Kiralık Zindan’ isimli romanları yazarak kanıtladı. İlk romanı Milli Gazete’de tefrika halinde günlük yayınlandıkça sevincine diyecek
yoktu. ‘Olacak, beni göremeyenler beni okuyacak
ve ne olursa olsun bu insanlara mesajımı vereceğim’
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
diyerek 9 esere imza attı. ‘Moskof Sehpası’ isimli ilk
eserini ‘Kırımlı Murat Destanı’ adında kitap haline
getirdi. ‘Bir Avuç Ateş’ isimli romanı ‘Çöküş’ ismi ile
yönetmen Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye
aktarıldı. ‘Bir Küçük Osmancık Vardı’ isimli kitabı
da Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘100 Temel Eser’i arasında yer almaktadır. Ayrıca Hasan Nail Canat’ın
‘Kiralık Zindan’ adlı eseri kayıptır ve bulunamamıştır. Hasan Nail Canat, rahmetli olmadan evvel yeni
yayıncılığa başladığını belirttiği genç bir yayınevine
‘Kiralık Zindan’ isimli eserini orijinal dosya halinde
sözleşme yaparak teslim etmiştir. Aradan 8 yıl geçmesine rağmen ne yayıncıdan ne yayınevinden yazılı veya sözlü olarak Hasan Nail Canat’ın ailesine
ulaşılmamıştır.
İNANÇ VE AHLAK ÜZERİNE
ESERLER YAZARDI
Şiir, roman ve tiyatro eserleri incelendiği zaman
eserlerinin sadece ve sadece inanç ve ahlak üzerine
olduğu açıkça belli olan Hasan Nail Canat, insanlara
hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasındaki tezatı yani
kaniş köpeğini evine alıp babasını huzur evine yatıran insanın hayvan sevgisine karşı, Allah’a borcunu
ödemek isteyenlerin kul hakkına riayet etmemelerine karşı ve ilahlaştırılan tabulara karşı uyguluyordu.
ÇOK SAYIDA FİLM VE DİZİDE OYNADI
Hasan Nail Canat, yaklaşık 10 yıldır Altunizade Kültür Merkezi’nde Üsküdar Belediyesi
Tiyatrosu’nda oyunlarını sahneliyordu. Geleneksel
tiyatronun örneklerini sunan Hasan Nail Canat,
‘Keloğlan’, ‘Sokak Kızı Elif ’, ‘Mindrella’, ‘Süper Bekçi’,
‘Cimcime Tavşan’ gibi çocuk oyunları ile ‘Bir Avuç
Ateş’, ‘Demedim mi?’, ‘Metropol ve Kadın’ adlı oyunlarını da yetişkinler için sahnelemişti. Altunizade
Kültür Merkezi’nde çocuk ve yetişkinlere tiyatro
eğitimi de veren Canat; ‘Reis Bey’, ‘Minyeli Abdullah’, ‘Sahibini Arayan Madalya’, ‘Çizme’, ‘Sürgün’, ‘Beşinci Boyut’, ‘Bize Nasıl Kıydınız?’ ve ‘Gülün Bittiği
Yer’ adlı sinema filmleri ile ‘Kara Bir Gün - Süleyman Nazif ’, ‘Su Perisi Kayıklar’, ‘İnsanlar Yaşadıkça’,
‘Kaşağı’, ‘Müslüman’ın 24 Saati’, ‘Müslüman’ın 365
Günü’, ‘Siyah Pelerinli Adam’, ‘Hasret’, ‘Köstekli Saat’,
‘Camgöz’, ‘Deli Balta-Uçurum Adası’, ‘Evlere Şenlik’,
‘Bizim Ev’, ‘Ortaklar’, ‘Şark Kahvesi’, ‘Beyaz Savaş’,
‘Sır Kapısı’, ‘Deli Yürek’, ‘Ekmek Teknesi’, ‘Çobanın
İbadeti’, ‘Kenan’da Bir Kuyu’ ve ‘Kalp Gözü’ adlı TV
dizilerinde rol almıştı.
1973 yılındaki bir konuşmasında şunları söylemişti;
Avrupa’nın en ünlü eleştiricileri, yazarlara; “Sokaktaki adamdan bahsedin” diyorlar. Türk tiyatrosu
-her şeyde olduğu gibi- Avrupa’yı taklit etmekle gö-
43
revini yaptığı zannediyor.
Biz kendi sahnemizde Batı insanının bunalımını seyrederiz. Seks ve hızlı yaşantı gençliğin ulaşılacak hedefi olarak biliniyor. Manevi değerler ve milli
kıymetler sinema ve tiyatroların alay konuları oldu.
Ekmek uğrunda yapılan savaşlar, hayatın devamı için vazgeçilmez değerdir. Ama insanın biricik
hedefi ve yaratılış gayesi değildir.
Hemen hemen her tiyatro temsilimizin sonunda
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’nü
okudum. O Sakarya Türküsü’nde bir mısra var ki,
beni dehşete düşürür; “Siz hayat süren leşler”. Ve hayatım boyunca hayat süren leş olmamak için mücadele ettim.
Sanatın gerçek tarifi, parolamız haline gelen
“Sanat Allah’ı aramaktır”. Bu tarifin mana duvarları
arasında kaç sanatçı görürseniz mahzun ve yalnızlığa mahkum bırakılmıştır. Şuurlu Müslümanların
çok değer verdiği, kozmopolitlerin kıskançlıkla diş
etlerini yediği, inançsızların ateş püskürüp bir kaşık
suda boğmak için fırsat kolladıkları dünyaca meşhur Necip Fazıl Kısakürek bile bu terkedilişin içinde
değil midir?
Biz 6 yıldır binlerce insana ne anlattıysak hepsini Necip Fazıl’dan öğrendik. Şuur trafiğimizi ondan
aldık. Ertuğrul Muhsin’in sahnede Necip Fazıl’ın
temsilcisi olduğu zamana ulaşamadık. Ama ihanetle
biten bu izdivacın mutluluk anılarını çok okuduk
Tarihte adı geçen bir fahişenin ya da sahte bir
kahramanın hayatı, zirve imkanlarla temsil edilirken, Peygamberlerden sonra Allah’ın en sevgili kulları olan o yüce insanların hayatlarını kırık dökük
temsil etmeye çalışmak onları küçültmekten başka
ne işe yarar? Gişe hasılatını yükseltmek için hiçbir
manevi ölçü tanımayan, öz kızlarını sahneleyerek
geçinen kimseler bu işin para kazandığını farkederler de, bir Tophane ekibi kurup “Hazreti Peygamberin Hayatı” adıyla turneye çıkarlarsa; bunları nasıl
durdurabiliriz ve bunun mesulü kim olur?
‘HASAN NAİL CANAT’LAR
UNUTULMAMALI
Hasan Nail Canat, 1994-2004 yılları arasında
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten almış olduğu ‘Sanat,
Allah yolunda nasıl kullanılır?’ düsturunu tiyatro
öğrencisi yetiştirerek inançlı, şuurlu oyuncuları ülkemize kazandırmayı, belden aşağı olmadan komedi yapmayı, salya-sümük demagoji yapmadan dram
oynamayı, adaba ve edebe uygun ortaoyunu ve müzikal sergilemeyi yüzlerce çocuğa öğretti. O gençler
şimdi ‘Hasan Nail Canat’lar unutulmamalı diyor ve
birçok tiyatro eserlerinde, dizilerde inançlı oyuncu,
sınırları olan oyuncu olarak rol alıyorlar.
44
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
‘SANAT HAKK İÇİNDİR’
FELSEFESİNİ BENİMSEDİ
Hasan Nail Canat, ‘Sanat sanat içindir’ ve ‘Sanat halk içindir’ düşüncelerini hiçbir zaman dikkate
almayıp ‘Sanat Hakk içindir’ felsefesinden hareket
ederek ülkemizdeki dini, ahlaki, sosyal eksiklikleri
hem yazarak hem yöneterek hem de oyunculuğu ile
sahne hayatına taşımıştır. 41 yıllık sanat yaşamında
inançlı ve muhafazakar kesimin kalplerinde haklı yerini alarak 21 Ekim 2004 tarihinde Ramazan ayının
ilk haftasında son oyunu olan ‘Aynalar Yolumu Kesti’
isimli oyununu Üsküdar Belediyesi İftar Vapuru’nda
son kez sahneledikten sonra Sayın Ulaştırma Bakanı
Binali Yıldırım Bey’den de son ödülünü aldı. Evine
geldikten sonra aniden fenalaşarak kalp krizi sonucu
sanatını Hakk için yapan Hasan Nail Canat ruhunu
Hakk’a teslim etti.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
45
Hasan Nail Canat,
davasının sâdık bir mensubuydu
H
Prof. Dr. Mehmet TEKELİOĞLU
İzmir Milletvekili
ayatta örnek aldığımız insanlar da vardır, gıpta ettiğimiz insanlar da. Yaptığımız işler farklı olduğu için her şeyini
örnek alacağım bir durum yoksa da azmi, ahlâkı,
sadâkati, mücadeleci yapısı itibariyle Hasan Nail Canat benim gıpta ettiğim şahsiyetlerden biridir. “Bende de O’nun hasletleri olsa” dediğim bir güzel insan
Hasan Nail Canat.
Bir davanın nasıl sâdık bir mensubu olunur,
O’nda gördüm. Kararlılık nedir ve nasıl sürdürülür,
O’nda gördüm. Girdiği bir yolda insan nasıl sebat
eder, O’nda gördüm. Karşılaşılan zorluklarla nasıl
yılmadan mücadele edilir, O’nda gördüm. Dost ve
arkadaşlarına bir insan nasıl vefa gösterir, O’nda gördüm. İnandığı bir davanın muzaffer olabilmesi için
bir insanın hizmetini nasıl çeşitlendirmesi gerekir,
O’nda gördüm. “Tiyatro bana yetmez, başka alanlarda da yapabileceklerim var” diyerek korkmadan
kitap yayınına, televizyon ve sinema oyunculuğuna,
organizatörlüğe girip ferâgat ve cesaret nasıl ortaya
konur, O’nda gördüm.
Hasan Nail Canat’ın ilk değilse de ilk rol arkadaşlarından biriyim. 1960’ların sonuna doğru
Kayseri’de, Büyük Doğu Fikir Kulübü bünyesinde
yaptığımız kültürel faaliyetler; kitap okumadan başlayarak seminer, sohbet, tarih çalışmaları, örgütlenme ve tiyatroya kadar uzanan geniş bir yelpazeye
sahipti. Detaylarını bugün çok fazla hatırlamadığım
bir tiyatro faaliyeti olarak, çerçevesini Hasan Abi’nin
çizdiği bir oyunu Sahabiye Mahallesi’nde Kayseri
Devlet Tiyatrosu olarak kullanılan İstasyon Caddesi’ndeki salonda sergilemiştik. Berber rolündeki
Hasan Nail Canat, berber koltuğunda beni hem tıraş edecek, hem de ağrıyan dişimi çekecekti. Bileğine geçirdiği bir ipin diğer ucuna bulduğu bir dişi
bağlayıp, ipi ceketinin koluna ustaca yerleştirdi. Eline aldığı bir pense ile güya dişimi çekmeye çalışıp
çıkaramayınca ip ve penseyi beraberce kullanmaya
karar verdi. Beni biraz ağlatıp bağırttıktan sonra son
bir kere var gücüyle abanıp dişimi güya çekti. İpin
ucundaki dişi sallayarak salonu esprilerle kahkahalara boğdu. O günden aklımda kalan bir espri de
rahmetli Ziya Olgunharputlu ile yaptıkları “avrattan
öğretmen olur mu” şakasıydı. Böyle diyen Ziya’yla
Hasan Abi “neden olmasın, bu davranış yanlış” anlamında tartışıyorlardı.
Ben 1975’de İzmir’e yerleştim. Görüşmelerimiz
seyrekleşti. Ama onu kitaplarından izledim. Hem
ben okudum, hem çocuklarım okudu severek. Ne
zaman onun bir oyununa ait duyuruyu görsem hayıflanır, keşke seyredebilsem derdim. Daha sonra
bazı televizyon film ve dizilerinde gördüm. Cenazesinde bulunmayı ne kadar isterdim.
Ben Hasan Nail Canat gibi vefat etmiş dostları hatırlayınca bir Fatiha okuyorum, bir de Şeyh
Gâlip’in Esrar Dede için yazdığı o güzel mersiyeyi.
Şeyh Gâlip’in diliyle Hasan Abi de “Hakka tamam
âşık idi”. O’nun hayıflanışıyla ve duasıyla bitirelim.
MERSİYE
Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın
Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın
Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın
Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın
Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın
Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın
Allah’ım bu güzel insanı rahmetin içerisine al.
/16 Aralık 2011
46
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
DENİZ FENERİ
Mustafa ÖZER
Bu yazı örnek bir hayatın hikayesidir.
Bu hikayenin kahramanı Mustafa DİNÇEL’dir
Ben onunla 1967 yılında tesadüfen tanıştım.
Kıranardı o zamanlar kerevetli kamyonlarla ulaşımı
sağlanan bir köydü. Şehre on kilometre uzaklıkta olmasına rağmen elektriği ahşap direklerle sağlanıyor,
sularımızı ise mahalle çeşmesinden bir yıl önce, o
da avluya kadar getirerek kurtarabildik. Köyümün
damları toprak örtülüdür. Camilerimizin dışında çimento kullanılan yer yok gibidir. Çatı sadece yeni
yapılan ilkokulumuzun üstünde vardır. Beşyüz haneli köyde bin beşyüz insan yaşar. Bu hayatlardan
birisi de benim. Suyumuzla övündüğümüze bakmayın, övünülecek meslekleri işgal eden kimselerimiz
çok azdı, onlar da gittikleri yerden dönmüyorlardı.
Böyle bir ortamda liseye gidiyordum. Ailemde herkes okumanın kıymetini biliyor ve okulu önemsiyordu. Ailemin ilk çocuğu olmam hasebiyle hem ailenin hem de kardeşlerimin önünü açma görevi bana
verilmişti. Onun için köyün meydanında duvar gazetesini hem de el yazısı ile çıkarıyorduk. İmamdan,
Öğretmenden kitap yazı akıl desteklerini sağlıyorduk. Köyün yarısı bir şekilde akraba idi. Yoksullukta eşit olduğumuz için kimse kimseyi itip kakmazdı.
Bu tarihlerden sonra başlayabilirdi. İlkokulun salonuna hem konferansçı hem de müsamereler getiriyorduk . Müsamerelere gelen oyuncu öğrencilerden
Üzeyir isimli bir arkadaş bana Mustafa Dinçel’i tanıştırdı. Kayseri’ye beşinci yıldır kamyonla gidip
geliyordum. Mustafa Dinçel yiğit bir arkadaş olarak
hep dost olarak kaldı. Sonraki günlerde Üzeyir’e
sordum Dinçel’i tanıyıp tanımadığını, tanımadığını
söyledi. Mustafa Dinçel’de Üzeyir’i tanımıyordu.
Biz İstanbul’a gittikten sonra Üzeyir’i bir daha görmedim. Hatıra olarak Dinçel kalmıştı. Üzeyir’e teşekkür borcumuz vardı.
Beş yıl…Dile kolay karda, kışta, terde, tozda,
kamyon arkasında okumak için yollardaydım…
Önceleri dirsek temasını akraba olan Osman Yalnız
sağlıyordu. Ama Osman şehir hayatını bilmiyordu. .
Rabbim bu kez de Dinçel’i göndermişti. Hacı Mükremin Mahallesinin bu sakini ile, sonsuzluğu adres
gösterinceye dek dost kalmıştık. Çok şey yapmak
isteyen nefsin ve nefsin yedindeki delikanlı hayat
hızımızın turbo motorundaki sakinleştirici, yeri gelince, durdurucusunun bulunması öyle bir büyük
nimettir ki, atmış dördüne geldiğimiz bu günlerde
deneyin tanığı olarak, söyleyebiliyorum. Benim
denge ve stopurlarım önce Osman sonra Dinçel olmuştu. Osman 1945 ve Dinçel1947 doğumlu idiler.
Hayatı her yönüyle yaşamış olmalıydılar ki bizleri,
nefsimize uymaktan alıkoymuşlardı. Bana bir harf
öğretene kırk yıl köle olurum diyen Hz. Ali, yolumuzun ışığı ve ölçüsünü belirlemiyor mu?Oysa ben
babamın tabiriyle(ayağı taşa değmemiş)lerdendim.
Bu abilerimizin yanında Yunus Emre’nin deyişiyle,
(Ham idik, çiğ idik . Piştik elhamdülillah).
Yıl 1969 İstanbul’dayız…Üniversitede…. . tah-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
MUSTAFA DİNÇEL
sil için geldik…Kasım ayına dek İstanbulun hemen
her semtinde kaldım . 1969 haziranından kasıma kadar başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi
derler ya aynıyla vaki. Dinçel, İstanbul’dan gelecek
habere göre tedarikli gelecek. Ben önce geldim. Yaz
günü alışık olmadığımız yapış yapış nemli İstanbul
havası. O yıllarda İstanbul su sesine bile hasretti.
Yurtsuz vaziyetlerdeyim. Miyasoğlu abimizin yardımlarıyla Vakıflar/Fatih yurdunda kaldım biraz.
Biraz akrabamdan Ömer’in uzun uzak İstanbul’un
sayfiyesi Celaliye’deki evinde kaldım. Bereket versin yazın okullar tatil olduğu için öğrenci yurtlarında yer bulunabiliyor. Derken zamanı geldi Mustafa
Dinçel’e de haber ulaştırıldı . O da geldi Kayseri
Yüksek Tahsil Talebe Derneğinin Çapa/Başvekil
Sokaktaki yurduna giriş yaptı. Bir yıl önceden gelen
Abdullah Gül, Mehmet Tekelioğlu, yeni gelenler ise
Bekir Yıldız, Durmuş Akçakaya, Mehmet Emre, Recai Tülüce Halil Şervanlı, Ben ve Mustafa Dinçel.
İlk defa ranzada uykuyu ve yurdu daimi mekan olarak seçiyordum. Uyumaları farklı, terbiyeleri farklı
on iki kişiyle aynı odanın içinde uyumak öyle kolay
değil. Kayseri’deki dernekte sefil uykularla antrenmanlı olmasak işimiz daha da zor olabilirdi. Mustafa abi gürültülü uyurdu onun için, yakınına benzer
uyuyanın ranzası gelirdi. MTTB ile hazirandan beri
içli dışlı olduğumuzdan, orda başlayan yeni dönemdeki çalışmaların programlarına uyum sağlamaya
çalışıyoruz. Elbette ki Kayseri’deki derneğe oranla
MTTB daha profesyonelce yönetiliyordu. Seçimleri var, bütçesi var…Ama bize göre derya deniz.
47
Arkadaşların çoğu görevler aldı. Eşzamanlı olarak
Büyükdoğu idarehanesine, milliyetçiler derneğine, Marmara ve Küllük kahvelerine, Çınaraltına ve
tabiî ki iştihayla iktisat fakültesine gidiyoruz. Mustafa Dinçel Kayseri’deki son zamanlarını yeni işkolu değiştirerek ayakkabı ticaretine başlayan Ahmet
Saracoğlu’nun yanında geçirmişti. O işin asıl sahip
ve kaynağı olan Naneciler İstanbul/Beyazıtta idiler.
Dolayısıyla işini Çarşıkapı Nanecilere nakletmiş
oldu. Mustafa abi her zaman bir iş bulur çalışırdı. İş
seçmez miydi acaba derdim bazen. Tanımadığım ortamda çalışmam dediğine şahit olduktan sonra işi ortamından kopmayacak şekilde seçtiğini anlamıştım.
Böylece hem her şeyden haberdar oluyor hem de
muhannete muhtaç olmamış oluyordu. Ailesi muhtaç değildi ama Dinçel’e de rahat bir yaşam hazırlayacak durumda değildi. İki kız kardeşi vardı, Annesi
ev hanımı babası fabrikadan emekliydi. Mustafa’nın
eve destek olma borcu bile vardı . Onun sorumluluğu çok gelişmişti. O yılı Kayseri Yurdunda bahara erdirdik. Öğrenci yurtlarında alttan alta sessizce
bir rekabet hissi kendini hep açığa vurur ve çıplak
heykelini bütün yarışmaların muhatabı yapardı. Bu
rekabetin bazen oyun arkasına gizlenerek işlendiğini bazen de bir maharetini abartılı olarak herkesin
önüne düşen bir futbol topuna benzetebilirsiniz. En
ilgisiz gibi duranları bile muhatap haline getirebilirdi. Dinçel aramızdaki en yaşlımız olmasına rağmen
belki bizim ortamdan menfi etkilenmememiz için
belki de içindeki benin etkisiyle meydan okumaya
rest çekerdi. Konu bir tepsi baklavanın bir oturuşta
kalkmadan yenmesi ise Dinçel iddiayı kabul eder ve
rakibin seçtiği tepsideki baklavaları yerdi. Seyircilere de çayla birlikte birer dilim baklava ödülü ikram
edilirdi. Tatlının dışında da bir çok yemek iddiaya
konu oluyorsa Mustafa Dinçel taraf olunca iddianın
sahipleri çözülürlerdi. Hele tavla oyunlarının baş zar
tutucusu Dincel’di. Kazanması-kaybetmesi o kadar
önemli olmayabilirdi, lakin gıcıklık kaybedenin benine asılan yük olduğundan Dinçel’ ile kimse oynamak istemezdi. Herkes yeneceği garibanı sever ve
rakip görürdü. Mustafa Dinçel ise eline aldığı her
işi profesyonelce başarmak isterdi. Yapardı da. Dinçel’deki bu yüksek egodur ki onu musiki korolarına
korist, Hattatlara çırak ve güzel sanatların birçok
dalında eylemci yapıyordu. En güzel eseri vermek
yerine o ortamda olmayı bile insani bir erdem olarak
görüyordu
Mustafa Dinçel Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne kaydolmuştu. . Gece bölümü öğrencisi. . Çalışabilmek için tercihi böyleydi. Okul, iş, MTTB,
Büyükdoğu yürüme mesafesinde . O yıl ne yağmurlar yağdı…Gökyüzünü göremiyorduk haftalarca. .
Aksaray’daki yeraltı çarşısı inşaatı da trafiği cehen-
48
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
neme çeviriyor…Sağmalcılarda kolera başlamış
diyorlar. . Ramazan geldi çattı . . Ağustos ayı…Su
dersen yok sefalet gibi …Klasik İstanbul manzarası
o yıllarda böyleydi. Biraz derse bakacak olsak bakamıyoruz. . Okullar işgal altında. . Asker müteyakkız
diyorlar. . Muhtıralar, Demirel’den gelmeler gitmeler. Şimdilerde mecliste araştırma komisyonu kurmuşlar o günleri araştırıp yargılayacaklarmış. Komisyon üyelerinden Yaşar Karayel O günleri an be
an yaşadı . Yapılacak işi Üniversitelere havale etse,
kamuoyu bilgilerini de bilgisayar ortamına dökseler
ne çıkar dersiniz. ?Sosyal statümüzü belirlemek için
debelenmekten siyasetin tayinine zamanımız yetmiyor. Oysa açlar ve yoksullar adına karnı tokların aralarındaki mücadele öylesine bariz ki görmemek için
körlük doktorası yapmak gerek. Bunları şunun için
yazıyorum. Ben veya Osman veya Abdullah veya
Dinçel yoksulluktan geçtik, açlık sınırında olmamıza rağmen hamdımız arşı alâda ve kulluğumuza
halel gelir mi kaygusundayız. Birazcık şükrümüzü
çok görenler bize şeriatçı, …yobaz…gerici…diye
saldırıyorlar. Saldırı gazete köşeleriyle başlıyor, karakollar vasıtasıyla suça dönüştürülüyor, Askerlerce
de bahane edilerek iktidara el konuyor. Manzara üç
aşağı beş yukarı bu. . Ne suçladıkları insanda güç
emaresi var ne de saldırı yaptıkları hukuk düzeyi iktidarda. Şeriat bir hukuksa ondan korkmak niye, anlamıyorum. Her hukuk medeniyetin verdiği imkanlarla çalışır. Bir Müslümanın medeniyetine uygun
hürriyet anlayışı ve bu hürriyetler orkestrasyonu
muvacehesinde de hukukun oluşması gerekmez mi.
Ata et, İte ot taksimi kime göre yapılıyor ve kimi
memnun ediyor. Masallarda kalması bile tahammül fersa iken, bizler o dönemin mağduru gençler,
hiçbir hakkımızı, bize bu alçaklığı yapanlara helal
etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ta ki Müslümana küfretmeyi müsteşrik adına onun müsteciri olarak meslek
olmaktan çıkarıncaya kadar sürecek. Dinçel’le dinlediğimiz onca konferans onca katıldığımız miting
yaramızı hafifletmek şöyle dursun ağırlaştırmıştı. O
güzel insanı kaç kez ağlarken yakalamıştım, ağlamaktan açıklama yapamazdı.
Mustafa Dinçel çok iş bilirdi. Lokantada çalıştı,
lokanta malzemelerini o alırdı, mutfağı öğrendi, yemek yapmayı bilirdi. Daha önce manavcılık yaptığı
için malzemeyi tanıyordu. İki yıl büyük bir laboratuarda çalışmıştı. Ayakkabıcılıkta son durduğu yerdi, Gördük ki Dinçel memuriyeti seçmemiş bitirdiği
okulları kariyerine katmakla yetinmişti. Okul yıllarında iki yıl mı üç yıl mı tam bilemiyorum Emlak
Kredi Bankası vardı. O zamanlar orada çalışmıştı.
Bazen Mısır Çarşısı girişinde iç çamaşırı satan bir
akrabasına da yardıma giderdi. Okul bittikten sonra
Kemsan Yağ fabrikasında uzun bir süre çalış-
tı derken bir tuhafiye dükkanında tezgahtar olarak
gördüm. Daha sonra Mustafa Cabat okuluna muhasip yapmıştı. Son yıllarında da aynı okulun kendisi
kapatıldığı için onun Vakfında Türk Ocağı günlerini
arkadaşlara yaşatmağa çalışıyordu.
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı yıllar geçtikçe yokluğunu daha çok hissedeceği okuluna kavuşmanın yetim tavrını sürdürüyor. Okullu günler çok
şen ve şanlı günlerdi. . Ana okulu, ilk öğretim ve
liseden iyi bir alt yapıya kavuşmuştu ki, kapatılma
kararı bana hazin geldi. Sorumlular ne yaptıklarının
vebalindedirler umarım. Okul açıkken Vali Mevlüt
Beyi okulda ağırlayan Şükrü Karatepe davette yenen yemeklerin Dinçel’in elinden çıktığını büyük
ihtimalle bilmiyordu. Geleneği ve adab-ı muaşereti
bilen Dinçel’in hüneriyle davetler davetleri kovalıyordu. Okulun muhasebesi ve kasası da ondaydı.
Okulda görev ne zaman biterse o zaman paydos verirdi. Öğrencilerle, öğretmenlerle, velilerle birebir
ilgilenir sorunları büyümeden çözerlerdi. Cabat’ta
bunu teyit eder. Keşkeler çok, lakin okulun açılması
yönündeki keşke bir dua gibi. Keşke okul açılsa.
Dönelim Kayseri yıllarına… Okumanın bilgilenmenin ve olmanın analitik işlemlerine. Dinçel’e
sorarsanız bir kitabı yüz kere mi okumalı yoksa yüz
ayrı kitap mı okumalı diye. Dinçel’in tercihi bin
defa okundukça açılan kitap olacaktır. Okuduğunu
klasikleştirirdi. Gazetenin bile belli yerlerini sindire sindire okurdu. Bu şartlarda üç yılda beşyüzün
üzerindeydi okuduğumuz kitaplar. Zaman zaman
sinemaya giderdik. Ama tiyatroyu çok severdi. Derneğin muhasibi ve fiili başkanı olduğu için derneğin
anahtarı genelde onda kalıyor, açılışları da o yapıyordu. Mustafa abi büyük haya sahibi birisiydi.
Tanıdığım günden beri biraz sıkılacak bir şey olsa
yüzü al bayrağa dönerdi. Anlarız ki Dinçel üzgün
ya da kızdı. Elinden her iş gelir demiştim ya ona bir
örnek olsun diye anlatayım;
Milliyetçiler derneğinde bir çok el becerisi geliştirme ve kaybolmaya yüz tutmuş elişi sanatçılığını
geliştirmek için kurslar düzenlenirdi. Bizler de hem
kendimizi geliştirmek hem de arkadaşları teşvik
bağlamında bu kurslara katılırdık. Dinçel ebru ve
boyama kurslarına katılıyor, kurs cumartesileri, hocası Nil Akdeniz… Kursun son günleri olmalı ikindi namazını kıldıktan sonra gelecek cumartesi kursa
gelenleri mantıya davet ettim tedbirli ol dedi. Dedi
demesine de…lokantaya mı götüreceğiz dedim,
hayır evde diye çıkıştı. Nasıl olacak dedim. Müdavimlerin çoğunun bayan olması beni düşündürdü…
Mantıdan geçtim medeniyetin içerisinde olanları
üstelik titiz olduğunu zannettiğimden titizlendiğim
hanımları bu öğrenci evinde misafir etmek… Nasıl
olacaktı?. İkram tali konuydu benim için. Tali konu
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
dediğime aldanmayın ikram edilecek nesne Kayseri
mantısı…Ve ikramdan bir gün önce evi dip köşe temizledik, sonra sofra serdi, hamur yaptı açtı ve etli
mantı yaptı. (Dinçel’in tabiriyle büktü). Ertesi günü
arkadaşlarını misafir ederek mantı ikram ettiğini
daha sonra dernekte dinlemiştim. Ona sormaya bile
cesaretim yoktu. Dinçel o günden sonra kaynana
diye bir makam edinmişti.
Kayseri yurdundan sonra yani1970 ekiminde Alemdar Yalçın, iki hocam dediğim Dinçel ve
Osman’la Vatan Caddesinde bir bekar evi şeneltmiştik. Kayseri Türk Ocağından sonraki okulumuz bu
küçük şirin tekkemiz olmuştu. Yemekler Dinçel’den,
bulaşıklar Osman’dan, ev temizliği Alemdardan ve
ben sabahçı oluğumdan kahvaltılar benden sorulurdu. Bendenizi görevi Alemdarın beğenmeyeceği bir
çay demlemek ve bakkaliye ürünlerini tabağa koymak gerisi kolay iş . Nasıl olsa Osman ve Dinçel
uyanıklar sadece Alemdarı su bardağı ile korkutup
bardağı eline vermekten ibaret. Ara sıra Dinçel’e patates soğan soyarak yoğurt hazırlayarak veya sarımsak döverek yardımcı oluyorum. Ama Dinçel öyle
mi. Her gün farklı bir akşam yemeği yerdik. zaten
Kayserinin tencere yemeklerini Dinçel’den, esnaf yemeklerini de Mustafa Cabat’tan nasiplendik.
Üç arkadaşımda edebiyat fakültesinde idi Alemdar
Türkolojide, Osman Arap Fars Filolojisinde, Dinçel de tarihçi. Ben aralarında Osmanlıcayı öğrenmiş oldum. Ve yine güzel şiir okuru ve şairi olan
Alemdar’dan çok şey öğreniyordum. Hele Osman’ın
eski Arap şiiri metinleri dünya sözünün en son varacağı yerdeydi. Dinçel’in telhis metinleri tarihe nasıl
bakacağımıza ışık tutuyordu. Bu özel mektebimizde
lügat okumayı alışkanlık haline getirmiştik. divan
edebiyatı felsefe ve sosyoloji çalışmalarımı bu tekkeye borçluyum. Diğer yandan Alemdar’ın tiyatro
çalışmalarına da katılıyoruz. Günlerimiz şen şenlik
içinde. Alemdarın Milliyetçilerle temasından onları da anlama fırsatımız oluyordu. Üniversiteye her
yeni gelen ardıllarımız yeni yer buluncaya dek burada konaklıyor, bazen bizler başka boş evlere gitmek
zorunda kalıyorduk. 1973 kasımında Bahçelievlere
taşındık Osman’la. Dinçel’de Latif abinin boşalttığı
yere ikame olunacaktı. Öyle de oldu. Sonra yanına
Mustafa Cabat, Seyid Ali Kahraman ve Mehmet Kasap katılacaklardı.
Bu dönemde ki belli başlı eğlence ve kültürel etkinliğimiz sadece milliyetçiler derneği faaliyetlerine
indirgeyemeyiz. Hem İstanbul Üniversitesinin etkinlikleri, hem de MTTB nin etkinlikleri çok ve çeşitli dallarda dır. Üstelik yoğun olduğundan bazılarını kaçırıyor, bazılarını tercih ediyorduk. Hatta bazen
öyle sine seçmekte zorlanıyorduk ki o zaman arkadaşlarla işbölümü yapar gibi farklı etkinliklere katı-
49
larak birbirimizi birinci elden haberdar ediyor üzerine değerlemeler yapıyorduk. Tiyatro, sinema, konser ve gerek siyasi ve gerekse bilimsel konferanslara
katılıyor, hatta bu etkinlilerin bazılarında görev bile
alıyorduk. O yılların yağmur ve çamur dolu yılları,
İkindi serinliğinde çıkan kırlangıç uçuşlarına paralel geçip gidiyordu. Yaz ayları Yurtlar yaşanacak yer
değildir. Bakımsız ve kokudan durulmaz. Genelde
de sınavı, işi olmayanlar memleketin yolunu tutmuşlardır. Benim gibi bir hayli İstanbul’u kaçmasın diye bekleyenlerde vardı. Dinçel ve Alemdar da
böyle idi. Hafta sonları plaj günlerimizdi. Haziranın
ilk günleri sezonu açar eylül sonları kapatırdık. O
zamanlar Büyük Ada’da Yürükali plajı, Kadıköyünde Caddebostan Plajı ve Florya’da Güneş plajı gittiğimiz plajlardı. İçimizde tek göbekli ve başının ön
kısmı saçsız olan Dinçel’di. Saçı erken dökülmüştü.
Lakin renk pigmentlerinde kusur yoktu. Takılırdık
Dinçel’e her şey yerli yerinde “Ha birazda boyun
olaydı seni başbakan diye takdim edeydik. ” Sadece
ters ters bakarken Alemdar diğer tarafa geçerdi,
İstanbul’da ilk yılımız ve haziran ayı. Zor geçen bir araf yılı…Afet dolu…Uykularımız rüyalarına kadar terörize edilmiş vaziyette…Örnek
MTTB girişinde polis coplarını hatırlıyorum…Yaşar Karayel’in kafasında parçalanıyor. Yaşarı oradan
kan revan içinde alışımızı unutmak mümkün mü. Ve
yine Üniversite yemekhanesi olan Turan Emeksiz’e
yemek yemeğe gelmiş bir öğrenciyi düşünün… Yemek yerine, kendilerinin kuracakları sosyalist devletin militanı diye görevlendiren birilerinden ölümüne
sopa yemek…Üstelik bir meziyeti de suç sayarak
yapılan zorbalıklar o günlerde vakayı adiyedendi.
Milliyetçilik faşizm, dindarlık gerici ve yobazlık
olarak taltif edilir ve toplum kendi dinamiklerinde
düşmanlaştırılarak kutuplara çekilmeğe zorlanırdı.
Bu işe devletin bütün kurumları da ortaktı. Nasıl bir
devlet ise yaşamasını vatandaşlarının çatışmasında
buluyordu. Bu günlerde anlıyoruz ki bu horoz şekerlerinin sahte sabah ötüşleri başka milletlerin emelleriyle örtüşüyormuş. Yazıklar olsun. O çileli yılları
Miyasoğlu’nun tabiriyle “Kaybolmuş Günler”i özel
olarak sanat disiplini çerçevesinde ele alırız umarım. Kucağımızda cesedini hastaneye taşıdığımız
arkadaşların veballerini taşıyoruz. Sosyalistlerin bilimsel olmak adına üslendikleri cehaletin devletin
akıl almaz sefaletiyle bütünleştiğini düşünmek insan
onuruna indirilecek en büyük darbedir. Bu yaşandı
yıllarca hem de. Asker zoruyla, polis zoruyla.
Caddebostan plajındayız… Saat sabahın onu…
kaba kuşluk diyor Dinçel… Yıl 1971…ÖSYS sonrası. . Semt sakinleri çekilmek üzereler... Çünkü
semt sakinleri sabah ve akşamüzeri kumsala iniyorlar... Güneşin öfkesine misafirler maruzdur. Dinçel
50
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
de bu misafirlerden biriydi orada…Kumsalda herkes
gibi oda oyalanıyor. Ara sıra dizkapağını geçmeyen
sığ suda serinlemeye çalışıyordu. Plaj çok kalabalık ve sınavdan bunalmış gençlerle dolu. Caddebostana Çapa’dan geldiğimiz için yol boyu Mustafa
Dinçel’le muhabbetteyiz. Bizi uyarıyor. Gençlerin
çoğu denizi ilk defa görüyordu, o nedenle ölümlü
kazalar olabilir . Aman ha aman… dikkatli olalım...
İşbölümü faslında da Dinçel kendisinin yüzmeyi iyi
bilmediği için denizin kenarında oyalanacağını ve
gençlere gözetmen olacağını söylemişti, Öyle de yapıyordu…Bir ara baktık ki Dinçel bir karışlık suda
çırpınıp duruyordu.. Nazım koştu Dinçel’i suya bastı... Dinçel ayağa kalktı…“Hangi istasyona geldik?”
dedi . Sonra kuma uzandı. . Çok su yutmuştu. . Kustu ve midesi boşalmıştı. . Nazım Dinçel’e ne istasyonu diye takılıyor, Dinçel’de ters ters ona bakıyordu. .
. Oysa Nazım bilmeden gözümüzün önünde boğulan
Dinçeli kurtarmıştı. Dinçel korkmuş, vahameti sonradan kavramıştı. O plaja bir daha gitmedik Birkaç
yıl sonrada kapanmıştı. Ancak iki bin beşlerden sonra açılacaktı. Yaz günlerinin akşam serinliğindeki
sefası bir başkadır. Şehremini de Fatih’te Laleli’de
Eminönü’nde İstanbul taze bir bardak çay gibi demli
billur bardak gibi şeffaftır. Hele o Emirgan Çınaraltı…Boğazın rüzgarla harmanlanan balık ve iyot kokulu serinliği, yakamozların tekne gürültülerinde kırılışı…Kıyıya çarpan büyük gemilerin geçiş sinyali
dalgalar…Bu tablonun yanı başında gülen bir Dinçel tablosu olmasaydı ben de bunları yazmazdım. .
Mustafa Dinçel halktan biriydi. Bu onun bilinçli
tercihiydi. Hiçbir zaman kot giymedi, mecbur olmadıkça kravat takmadı, popüler kültüre iltifat etmedi. Saçının telinden ayakkabısının ökçesine kadar
klasik ve halktan biriydi . Ondaki haya bile halktan
hakkın görünüşü idi. Bizi yönlendirdiği iş edinme
meslek sahibi olma fikri bile nefse pay çıkartmak
değil de geçimi temin kapsamında olmuştu. Görünme ve gösterme acziyetini hiç taşıdığını görmedim.
Vurdum duymaz değil bilakis çok hassas idi. Pop
kültür karşıtlığı yapmazdı ama pop kültüre dair bir
emareyi de taşımazdı.
Mustafa Dinçel’in aydınlattığı yolda kitap ölmeyecektir. Ve hatta eskiden ömür verip elde ettiğimiz
kitaplığın milyon katı küçücük bir Ipot’a sığacak ve
küçük bir para karşılığında ele geçirilecek hale geldi. Keşke belediyeler kamu kuruluşları böyle Ipotlar
dağıtsalar. Koca koca mekanlara koca koca paralara da son verilir. Digital imkanlar medeniyetimizin
tam kırılma noktalarından biridir . Bu fırsatı ıskalamamamız zarurettir. Efendi tertipli düzenli güvenilir kişiliğiyle bize iş ve meslekli olmayı öğreten
Dinçel’in bizle hep yaşayacak olması bizim övünç
ve sevinç kaynağımızdır.
derviş odası
duydu duvarlar dört boyutlu iman ertesini
duvarların ötesinde çağlayan derviş menkıbesinin
derdedil bestesini
dayandı derviş
varmak için iline
dayandı küçük diline
dayandı derviş
içinde yürüyen
güneş dişinde
dayandı derviş dişine
ak dişinden ak düşen saçlarına
düşler görüp dayandı
dayandı derviş
“dergah” “dergah”
“ah” dedi “dergah”
dinler beni duyan
beni duyan cinler
sırtıma sarmışlar duvarları
canhıraş dinlenirler
okyanusları amip yaralarından emip
namus misali palet bayramında dondular
tablo kavramlarında verniklerine yenik düşüp
kırılan dallara kondular
dayandı derviş
dayandı küçük diline
varmak için iline
uyandı derviş
uyandı duvarda yürüyen güneşe
içinde aydınlandı trajik neşe
umut ebedi diye tutuştu durdu
sonsuza dayadı damarlarını sonra
sonrası susuştu
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
51
Mustafa
Dinçel
İstanbul’da
Mustafa
Özer’le
birlikte.
Mustafa Dinçel
Erciyes’te
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’le
birlikte.
Mustafa Dinçel
Ufuk Lisesi
muhasebesini
yürüttüğü günlerde.
52
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ETYEMEZ*
Mustafa ÖZER
19
74 yılı olmalı, bir güz günüydü.
Mustafa Eren çıkageldi İstanbul’a.
Bahçelievler’in Yayla adı verilen bölgesinde Kasımpatı Sokak’ta, İki katlı olan bahçeli evin
arkaya bakan yüzünde oturuyoruz bir arkadaşımla
birlikte. Birlikte kaldığım arkadaşım Osman’ın o gün
nerede olduğunu hatırlamıyorum. Üst katımızda
oturan amcasının yanında olabilir. Gelir düzeyimiz
oldukça düşük. Aldığımız burs ve krediyi, kira ve
mutfak masrafına zor yetiştiriyoruz. Kısacası asgari
ücret düzeyi bize ‘karun olmak’ gibi gelirdi. Üst üste
iki gün sıcak akşam yemeği yesek midemiz bozulabilirdi. İyi ve düzenli beslenmeye yabancı kalmıştık.
Üniversite lokantasına gidebilirsek ne mutlu midemize. Evimiz iki oda, bir mutfak ve bir tuvaletten
oluşuyordu. Mutfağımız aynı zamanda banyo idi.
Odanın biri on altı metrekare diğeri sekiz metrekare idi. Ben küçük odada kalıyor, büyük oda da ise
Osman ve gelen misafirler kalıyordu. Misafirlerimiz
yatılı ve şehir dışından olduğu gibi, İstanbul’un diğer
semtlerinden de olabilirdi.
Mustafa Eren çıkageldi. İstanbul’da epey bir
akrabası vardı. Onlarda kalmazdı. Bizle kalırdı. Eren
yolca bizden ilerideydi. Dünyaya romantik bakmazdı, onu yönetmeyi biliyor olmalıydı. Akşam yakındı.
İncirli’de beni bekleyecekti. Coca-Cola fabrikasının
bekçi kulübesine sözleşmiştik. Gittim. Eren’i beni
bekler buldum. Hatta Süleyman amcayla sohbeti koyulaştırmıştı. Kucaklaştık Eren’le. Biraz hoşbeşten
sonra Yayla’ya doğru yola çıktık. Süleyman amcanın
çayına teşekkürden sonra.
-‘Özer iki gündür yollardayım, başımı yıkamam
lazım.’ dedi Eren.
-‘Hemmen oluyor… Su ısıtıyorum.’dedim.
Küçük, mavi piknik tüp vardı evde. Su ısıtma işini çaydanlıkla yapıyorduk. Isınan çaydanlığı naylon
leğene döküyor, yenisini koyuyordum. Eren’e naylon
leğendeki sıcak suyun yeterli olup olmadığını sordum, onay alınca
-‘Gel bakalım o zaman buraya.’
Eren gövdesinin üst kısmını çıplak hale getirerek geldi. Plastik maşrapayı ve baş havlusunu yanına
koyup onu yalnız bırakarak içeriye geçtim. Eren başını havluya sarmış içeri odaya gelmişti. Ben tekrar
mutfağa geçip ortalığı düzelttim. Çay hazırlamıştım.
Adeta çay içmek zorundaymışız gibi.
-‘Suyunuz kuyu suyu mu?’ dedi Eren.
-‘Maalesef.’ Dedim.
Ev sahibi zorba bir tipti. Su ve elektrik de kiraya dahil olarak ödendiği için bunların fazla tüketilmesi halinde büsbütün kesilme tehlikesi vardı. Böylece sorunu anlatmak basit ama anlamak çok zor bir
sorun. O yıllarda şehir şebeke suyu her yerde yoktu.
Eski semtlerde şehir şebeke suyu olmasına karşın
yeni semtlerde kuyu suyu bulunurdu. Şebeke suyunun da temiz ve devamlı aktığı söylenemez. Kuyu
suyunun en azından devamlılığı sabit. Genelde kaynatmadan kullanmak mümkün değil. Mutfakta fazla
bir eşyamız yoktu. Hepsi beş altı parça idi.
Eren gerindi.
-‘ Şükür be.’ dedi.
Sevimli şapırtılarla çayı açık içeceğini belirtmişti. Yanı başımda hazır duran bardakları doldurmaya
başlamıştım. Eren çantasından kraker ve bisküviler
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
çıkardı. Hem yedik, hem konuştuk. O vakitler Kıbrıs meselesi güncel idi. Gecenin yarısı olmuştu, biz
hala Kıbrıs üzerine şehir efsaneleri konuşuyorduk.
Dışarıda hava biraz serindi ama en azından temizdi. Kendimizi sokağa atıp birkaç sokak turladıktan
sonra yeniden eve döndük. Yolda söylemişti, ailesinin, kendisinin evlenmek zorunda olduğunu, belirli
biri varsa bakacaklarını yok eğer bizim bulmamızı
istiyorsan tekliflerinin olabileceğini, söylemişti. Ben
‘hayırlısı olur Mustafa, yine de sakin düşün.’ demiştim. Kayseri’yle ilgili sorular sordu. Anlattım. Esnemeye başlamıştı Mustafa. Uykusu gelmişti anlaşılan.
Uykumun geldiğini bahane ederek onu kendi uykusuyla baş başa bırakmıştım.
Mustafa Eren’in Ortaköy’de oturan, paslanmaz
çelikten çay tepsisi, çay kaşığı, çay tabağı imal eden
bir akrabası vardı. Sabahleyin oraya gittik. Önce
Fındıkzade’ye minibüsle, oradan belediye otobüsüyle
Beşiktaş’a, oradan da Bebek dolmuşlarıyla Ortaköy’e
geldik. Osman bey ismindeki Eren’in akrabası yakışıklı, dürüst, temiz, sessiz bir aile reisiydi. Mustafa
beni Osman beyle tanıştırmış, Osman bey de ailesiyle tanıştırmıştı. Mustafa aile bireyleriyle çoktan
sohbete oturmuştu. Osman beyle de ben imalatları
hakkında konuşuyorduk. O gün güneşi Ortaköy’de
batırmıştık. Osman bey panelvanıyla bizi eve kadar
bırakmıştı. Şoför mahallinde Osman bey, Mustafa ve
ben vardık.
-‘Mustafacım, arabayı hem kamyon gibi taşıma
ve dağıtım için, hem personel servisi gibi hem de aile
arabası olarak pikniğe gitmekte kullanıyoruz.’dedi
Osman bey.
Osman beye teşekkür edip onu uğurladıktan
sonra eve girerek ilk işimiz çay suyunu koymak
oldu. Biraz sonra çayımız olmuş ve içmeye başlamıştık. Büyük Doğu üzerine konuşuyorduk. Bazı
sayıları alamadığını ve bu sayıları nasıl tamamlayabileceğini sordu Mustafa. Ben sorunu ertesi güne
erteleyerek, diğer güncel konulara geçmiştik. Ben
sabahları erken kalkarım genelde. Çayı kaçırmış
olmalıydım ki o gün uyku tutmadı. Sabah ezanını
duyunca kalkmıştım. Sabah ezanıyla edasını birlikte
hallettikten sonra kahvaltıyı da hazırlamaya başlamıştım. Baktım içeriden ses geliyor. Anlaşılan Eren’i
de uyku tutmamıştı. Birlikte kahvaltı yapıp Bakırköy
tren istasyonuna yürüyerek gelmiştik. Mustafa’ya
Bakırköy’de bir tur attıktan sonra gidebileceğimizi
teklif ettim. Böyle bir şeye ihtiyacı var ki kabul etti.
O yıllarda Bakırköy’ün ortasında Vita yağ fabrikası vardı. Onun yanından geçerek sahile indik. Ataköy 1. Kısımdan dolanarak yine istasyona gelmiştik.
Trene binerek Sirkeci’ye gelip Sultanahmet’e çıktık.
Öğlen ezanı çoktan okunmuştu. Önce Sultanahmet’e
girdik, öğlen namazını eda ettik. Karşımızda köfteciler vardı. Öğle yemeğini de köftecide giderdikten
sonra Tavukhane Sokağı’nın başındaki Büyük Doğu
yazıhanesine geldik. Mustafa Eren’in eksik Büyük
Doğu sayılarının nasıl temin edeceğimizi sorduk.
53
Hemen hemen hiçbir cevap almadan yola yeniden
revan olduk. Cağaloğlu’na yöneldik. Milli Türk Talebe Birliği’ne geldik. Şervanlı’nın kafesine oturup
çay içtik. Eren Büyük Doğu’nun eksik sayılarını nasıl temin edeceğini Halil’e sordu. Nihayet bir çözüm
bulmuş idik. Arkadaşın birisinde ciltli bir takım varmış, onu getirecekti. MTTB’den ayrılıp, Sirkeci üzerinden Taksim’e geçtik. Devlet Tiyatrolarına bir bilet
aldık. Akşam tiyatroya gidecektik. Üç saat boşluğumuz vardı. Yol Geçen Hanı’ndaki çay salonuna dek
yürüdük. Tiyatronun başlama saatine kadar olan zamanımızı burada geçirdik. Tiyatro çıkışı ise Namık
Kemal Caddesi’nde bulunan Aksaray’daki arkadaşların evine gittik. Sabaha kadar muhabbetten sonra
Aksaray’ın Laleli’ye açılan kesiminde bulunan esnaf
lokantalarından birine dalıp çorba içmiştik. Şehir
canlanmaya başlamıştı. Yenikapı’dan trene binerek
Bakırköy’e geldik. Oradan minibüsle eve vardık. Bir
süre dinlendikten sonra Bakırköy canibiyle Sirkeci’ye
geçtik. Eren’in eşyaları omzundaydı. Sirkeci’den
arabalı vapurla Harem’e geldik. Harem’den Eren’i
Ankara’ya yolcu ettim. Mustafa ve Ali İstanbul’a geldiğinde, onlarla İstanbul’u geziyoruz diye, diğer zamanlar geziye pek çıkmazdım. Eren’i yolcu ettiğime
göre eve kapanma zamanım gelmişti. Hem Eren’le
epey kitap da almıştık. O kitapların okunması, değerlendirilmesi üç-dört ayımızı alabilirdi. Bu sıralar
üniversitede hükümetin anarşi adını taktığı öğrenci
olayları da tırmanıyordu. Eren’in bu gelişinden evlenmesi gerektiğini, işini ve evini belirgin hale getirmesini gözlerinden okumuştum. Kararlıydı. Mustafa
Eren bir yere ve yöreye kapılma ya da kapılanma istidadı yoktu. O kendini Türkiye’deki ideolojik bölünmüşlükten ve kaos gürültüsünden azade hissediyordu. Ankara’da olması hasebiyle ve müfettiş olduğu
için devletin bir çok kurumunu tanıyordu. Ona göre
öğrenci olayları ve işçi olayları danışıklı dövüştü. Bizim gibi fakir aile çocuklarının bu olayların içinde
yer almaması gerektiğine inanırdı. Çünkü ne çözüme katkısı olabilirdi, ne de sonuca yön verebilirdi.
Bu kavga tuzu kuruların kavgasıydı. Açlar ve alttakiler bahane edilerek yapılan bir kavgaydı. Birbirimize feodal köylü diye takılırdık. Gezme ve misafirlik
işleri hücre evlerine dönmüş yurtlardan ve öğrenci
evlerinden güncel bilgi toplanabiliyordu. Böylece
tehlikenin neresinde olduğumuzu öğrenebiliyorduk. Geziler bizlerin sosyalleşmesini sağlıyordu. O
yıllarda gruba katılmamak, zor bir işti. Ama en az
onun kadar zor olan, birey olabilmekti. Saflığımızla
köylülüğü, yoksulluğumuzla feodalliği yürütüyorduk. O günlerde (çatır çatır adam öldürüyorlar)dı.
O şer kapsamının içine girmemek ise, adeta bir kaderdi. Mustafa, her ne kadar böyle yargılıyor ise de
‘komandolarla suyu duru akmıyordu.’
-‘Özerciğim, ben milliyetçiyim. Ama bu askeri
yöntemli milliyetçilikle ne benim ne de hayalimin
meşgul olmasını istemiyorum.’ demişti.
İdeoloji adına eylemde bulunan öğrencilerin
54
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
büyük çoğunluğu, genelde kendini savunmak için
olmadık kılıklara giriyordu. Değilse tek merkezden
yönetilen o merkezin gelenekleri çerçevesinden davranılan bir durum yoktu. O kaosun çerçevesinden
bunları görmek mümkün değildi.
Mustafa hem burs alıyor hem de birçok arkadaşa burs veriyordu. Bu işi nasıl yaptığını sorduğumda, ‘Birkaç esnaf var, öğrenci okutabileceklerini
söylemişlerdi, onlardan aldığım paraları fakir aile
çocuklarına burs olarak veriyorum, yaptığım iş bundan ibaret.’ demişti. Kaç öğrencisi olduğunu sorduğumda ise ‘Her yıl değişiyor’ diye cevaplamıştı. Gözü
tok, gönlü gani Eren, bir çok devlet memuruna dahi
maddi manevi katkıda bulunuyordu.
Ankara’ya gittiğimde evinde kalır, günlerce
sohbet ederdik. Uzun kış gecelerinde, bazen 30 kişiye varan sohbet halkaları oluşurdu. İstanbul veya
Ankara ayrı güzellikler taşırdı. Pratiklikleri, farklı
olan yapıları vardı. Ankara’nın evlerinin büyük çoğunluğu, gecekonduydu. Bu küçük sevimli evlerden
biri de Eren’indi. Böyle bir evi ilk defa, Mustafa’nın
evi olarak tanımıştım. Dış kapıdan girer girmez mutfağa girilmiş olurdu. Sağda ve solda odalar, giriş kapısının arkasına da tuvalet ve banyo düşerdi. Basit,
pratik, kullanışlı, tek kişilik evlerdi. Bu basit ve anlaşılırlığıyla Ankara’yı ve dolayısıyla devlete prototip olma özelliğini taşıyordu. O günlerde evlerin bu
halleri bizim dikkatimizi çekmezdi. Kullandığımız
eşyaların ihtiyacımızı giderme ehemmiyeti vardı.
Ankara’ya gittiğimizde, bazı kamu kurum ve kuruluşlarına gider, bazen TRT’ye gider, bazen bankaların genel müdürlüklerine giderdik. Hepsinde de ortak arkadaşlarımız vardı. Mustafa Mülkiye’de olduğu
için her yere dalmak istemezdi. Genelde ketum kalır,
karizmasını öne çıkarmaya çalışırdı. O günlerin Ankara’sında otomobillerdeki ikinci vitesi bile lüzumsuz bulurduk. Ahmetler Caddesi’nde epey öğrenci
yurdu vardı. Siteler’de Site Öğrenci Yurdu, Dışkapı
ve Altındağ’da öğrenci evleri vardı. Nuri Pakdil’in
Edebiyat Çevresi, daha sonra Kahramanmaraş’lı arkadaşların oluşturduğu Mavera dergisi ziyaret ettiğimiz yerlerdi. Yaratılırken bize eklenen ölüm gerçeği,
sırası gelince herkesle dostluk kuracak ve onların
koluna girerek geziye çıkacaktır. Kızmanın ve öfkenin nasıl bir anlamı yoksa, sevinmenin de ölmek istemenin de bir anlamı yoktur. Çoğumuz rüyada gibi
bir geziye çıkar ve geriye dönmeyiz. Bu bizim kaçınılmaz gerçeğimizdir. İsmini saymaya çekindiğim
onlarda Ankara’lı arkadaşım, uzun selviler altında
yatarak bizleri beklemektedir.
Mustafa Eren Kayseri Lisesi mezunudur.
Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İşletme bölümünden mezun oldu. İş dünyasına Ankara girdi.
Ankara’da evlendi. İlk çocuğu orada dünyaya geldi.
Kayseri’ye gelişi Kemsan firmasının yönetimiyle ilgiliydi. Kayseri’ye gelmeden önce Ankara’da buluşmuştuk. Benim memuriyete başlamamı tartışmıştık. O
yıllarda henüz stüdyo olmamıştı. Arı sineması henüz
MUSTAFA EREN
yeniydi. Zihnim beni yanılmıyorsa Kazancakis’in romanından uyarlama Zorba filmi oynuyordu. O filme
gitmiştik. Yıllar su gibi akıp geçti. 80 ihtilali oldu.
Askerler bir şekliyle her şeye düzen vermişlerdi.
Kayseri’ye gitmiştim bir kurban bayramı, rahmetli
Dinçel’le ve yine rahmetli Ali Taşçı’yla. Kemsan’da
buluşmuştuk. Eren’in fabrikadaki odasına geçtik.
Fabrika yönetiminin kendisine kaldığını, başarılı
olmak zorunda olduğunu anlatmıştı, yardımlaşalım
dedi.
-‘Ne gibi?’ dedim.
-‘Sen yağ satarsan, bayilik vereyim, git o işi tezgahla.’ dedi.
-‘Olmaz, hiç anlamam ticaretten.’
-‘Yahu şu enflasyon ortamında anlamana gerek
yok ticaretten.’
-‘ Var tabii. Ticaret cesarettir. O da bende yok.
Hem seni hem kendimi riske atamam.’
-‘ Özerciğim, kendi beldemiz diye geldik buraya.
Lakin bilgisizlik ve fitne hat safhada. Aklen rahatım
fakat ruhum azap içinde.’ Sinirlenmişti. Gerçekten
yardıma ihtiyacı vardı.
-‘Ağzından yel alsın oğlum. İstanbul’a gelince konuşuruz bunları. Sen ne zaman geleceksin onu söyle’
dedim.
-‘ Özerciğim seni arayacağım. Telefonunu ver.’
dedi.
Telefon numaramı verdim. Ziyaretin kısası
makbuldür devlet dairlerinden diyerek izin istedim.
Önümüzdeki hafta İstanbul’da olacağını söyledi. Kucaklaştık. Oradan ayrıldım.
Mustafa’nın ‘müesses nizam’ diye bir kavramı
vardı, yasal düzeni ifade ederdi bu taltif. Ona da ina-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
nırdı. Sanki dolgun ve tıknaz yapısı bunun ispatıydı.
İnadına ısrarcıydı. İnandığınca mücadele ederdi. Sürekliliği severdi, oysa Türkiye’deki siyasal ya da hukuki ya da kültürel veya hepsi birlikte tümüyle tercüme
ve adapte özelliği taşırdı. Onun için de Mustafa’nın
önemli gördüğü o kişiler bile inanmadıkları halde
batının çevrilebilecek her şeyini tercüme ediyorlar, halklarına sunuyorlardı. Ne o düzlemi tercüme
edenler, ne uygulayıcılar, ne de yönetilenler mutlu.
Bir şov gibi, yapılanların tümü teknolojinin şunca
değişiminde devletin, halkın geçmiş ve geleceğinin
tümü soyguna malzeme olacaktır. Bizler için bir yönetmelik ve hatta bir makinanın kullanım kılavuzu
önem arz ederken nasıl olur da her şeyi tercümeye
olan konu olan yapı önemsiz olur. Oysa biz kendimizi haramilerin önünde soyunmuş gibi hissediyorduk. İncecik bir nüansla Özal’dan bu yana, anadilde
bazı konuşmalar en azından küçük bir vocabulary.
Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu. Olmamanın da olmaktan geçtiğini bilerek. O dönemde herkes tüten sanayi bacasını bir kurtuluş olarak
görürdü. Bugün hiç değilse biraz anlaşıldı. Her yeni
statüyü daha sonradan yalanlayarak ya da servisten
kaldırarak nereye varabiliriz. Sanki yanlışı anlamak
için geleceği tüketiyoruz.
Mustafa Eren’in de bıyık bırakma merakı bu
cümledendi. Her zaman takım elbise giyerdi. Tek
farkla ki koyu renk takımını görmedim. Her halde
ara renkleri severdi. Özel damak zevkleri yerine, iyi
beslenmeyi tercih ederdi. Elbette ki dönem dönem
o da kendini değiştirmeye uğraşmıştır. Saçını subay
tıraşıyla ödüllendirir ve fakat tarak taşırdı. Kemer,
mendil ve kravat aksesuarlarına özen gösterirdi. Ölçülü bir sigara tüketimi vardı. Yemeklerden sonra
gibi. Günlük iki-üç gazete okurdu. Ve kendisine sürekli gönderilen dergiler vardı.
Slogana takılmadı. Fakat mutlak saydığı değerleri sessizce korurdu. İnandığını tartıştırmaz, inancını tartışmazdı. Özel bir spora takıntısı yoktu. Fakat
futbolla hiç alakası yoktu diyebiliriz. Birçok arkadaşımda gördüğüm saadetini öteleme keyfiyeti onda
da vardı. Özellikle mutluluğunu elinde tutmak için
ya yöntem bilmiyordu ya da bildiğini sandığı ailesine
bu alanı terk ederek mutluluğu da ötelemiş oluyordu. Akabinde içinin yangınını söndürmek için sosyal ve dini yapılandırmadan yardım umuyordu.
Kayseri görüşmelerinin ardından bir yıl geçmişti. Çamlıca Tepesini üç gün mesken tuttuk. İstanbul’u
dinledik. Eren’in iç sıkıntısı, sükutunda yüzüne yayılıyordu. Fabrikada işler istediği gibi gitmiyordu herhalde. Eren kendini suçluyordu ama fabrika düzgün
çalışsa ben şaşardım. Yedi kocalı Hürmüz’e nikah
töreni mi olur?
-‘Söyle cancağzım.’
-‘Hammadde tedariki yapsana.’
-‘Neymiş hammadde dediğin.’
-‘Kemik... Taze kemik ve hayvani yağ tedarik
edeceksin.’
55
-‘Araştırayım Eren.’
Sonra işe giriştik. Hesaplar Eren’deydi. Birkaç
eski kamyonet aldık. Taşeronlara zimmetledik. Topladıkları kemik bedellerinden düşecek ödeyeceklerdi. Gözetiminde de Ali Taşçı vardı. Yılın sonunda
kapattık gitti. Bir sonraki yıla ben girmedim. Becereceğimiz iş değildi. O yıl ki uğraşımızdan edindiğimiz görgü şu ki ‘İnsanın mesleği mizacına yansır’.
Kemik toplayıcılarının her halini gördüm. Katı, sıvı,
gaz halleri gramerin her kipine uyuyordu. Çok yoruldum. Bir daha da olmadı zaten. Antalya’daydım
haberini aldığımda. Azrail’in koluna girip gittiğinin.
Ölümün şekli, hikayenin alanındadır. Ölümün kendisi değildir. Ölümün sanatı yoktur. Mustafa Eren
bir Türk entelektüel ve yöneticisi olarak ne öğrendiyse aramızda yaşayarak öğrendi, uyguladı, sevindi, kızdı. Adam gibi adam olmasında ve insanlığa
eklenmesinde hiçbir kaygı ve şüphemizin olmadığı
bu kardeşimize rahmet dilemek ve bunun için de
Rahman’ın merhamet ikliminde dualar etmek gerek.
Şunca yıl sonra bile ‘bre’ kelimesi yerine ‘aslanım’
deyişi bile kulağımın içinde, gözümün önündedir.
Hayatta kalan Eren ailesinden helallik dileriz. Maksadımız bu armağanla onu nisyana terk etmemektir.
Eren soyadı gibi, ermenin, olmanın ve vermenin alın
aklığını göstermiştir bize. Allah’ım ona merhamet et.
pervane
aman vermez mekan değil
zenon olmuş akan değil
pervaneyle yakan değil
hicret gibi hicran olmaz
bitiş ki akim umduğu yerde
umuş ki aklı bulduğu yerde
söyleyin lütfen işkencelerde
robot gibi uzman olmaz
aman her halinden el aman
tut elimden tut ki ey rahman
dayanmak için daha da azman
saat gibi duyan olmaz
mesafe misket gibi düşmüş
içim bir zıp zıpa dönüşmüş
ecel yaklaştıkça üşüşmüş
mezar gibi saran olmaz
* Mustafa Eren, 1951 yılında Yeşilhisar’da doğdu.
31.12.1990’da Aksaray’da otomobiliyle bir TIRla çarpışarak vefat etti.
56
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
İlkeler ve Ülküler
Mustafa ÖZER
H
alk tabiriyle üzüm gibi sakalıyla ve
uzunca boyuyla enstitünün , çalışkan
ve başarılı öğrencilerinden biri olan
Necmeddin Gevri bey, bizim derneğe ara sıra uğrayanlardandı. Ara sıra dediğime bakmayın, ilim veya
ideal olarak İslam dinini öğrenmeyi seçenlerin yolu
bir şekilde –o zamanlar- bizim dernek diye özetlediğimiz Türk Ocağı’ndan mutlaka geçerdi. Necmeddin
bey yolca da, yaşça da bizden büyüktü . O CeyhanAdana-1943 doğumlu idi. Ama Necmeddin Gevri
bey edepte aynı yaşta görürdü bizi, bu nedenle muhabbette hem de geceler boyu süren tartışmalarımıza katılırdı. Kazanan hep biz olurduk. Çünkü onlar
ilmi açıdan çok ilerdeydiler. Hadis ve tefsirde bizlere
temiz bilgiler aktarırlardı. Hatta bazen tecahülü arif
yaptığımız olurdu, anlamadığımızı söyleyerek konuları açardık, bazen de öylesine derinleşirdi ki konu, o
gün çözümünün mümkün olmadığı anlaşıldığı için
konunun İslam Enstitüsü kürsülerine taşımalarına
sebep olurduk, O hiç bunları yüksünmez “bilakis
ilme hizmet ettiğiniz için” diye bize teşekkür ederlerdi. Onların kazancı ise muhabbet ve bir dost kalbiydi.
1968 yılında Kayseri’deki Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenci örgütü MTTB Kayseri Şubesi Üstadın
İdeolocya Örgüsü isimli eserini basmayı kararlaştırmıştı. Bu vesileyle de Üstad Necip Fazıl Kısakürek
Kayseri’yi şereflendirmişlerdi. Üstadı tanıyan sever-
lerinin yanında, öğrenci derneği yetkililerinin de
hazır bulunduğu toplantıda Necmeddin beyle aynı
fotoğrafta yer almıştık. Yer MTTB öğrenci derneği
ve Türk Ocağının da yer aldığı binada cepheyi kaplayan Din Görevlileri Lokaliydi. Çaylar içildi, sorular soruldu, cevaplar alındı ve basit bir seremoni ile,
İdeolocya örgüsünün derli toplu basımı başlatılmış
oldu. Gerçi daha önce küçük çapta İdeolocya Örgüsü adıyla, Büyük Doğularda yayınlanan yazılardan
oluşan küçük bir kitap çıkarılmıştı. Ve fakat bugünkü olgunlukta ve cesamette ilk basım bu olacaktı.
Üstat da bu yeni gelişmeyi çok önemsiyordu.
Bildiğim kadarıyla Necmeddin bey o yıl 1967
de mezun olmuş ve öğretmen atamasını bekliyordu.
Beklediği de çok geçmeden oldu. Kahramanmaraş’ın
adı henüz sadece Maraş’tı, yani kahraman eki
1973’ten sonra verilmişti. Necmeddin beyin ataması
da Maraş İmam Hatip Okuluna yapılmıştı. Doğum
yeri Adana Ceyhan olmasına rağmen Maraşta yerleşerek Maraşlı olmuştu. Maraşta da evlendi. Kayınvalidesi Adeviye hanımefendi Darendeli ve Mevlana
Halid Bağdadi hazretlerine bağlanan bir kola mensup Nakşibendi şeyhi şeyh Muhammed’in oğlu ve
ardından aynı posta oturmuş Şeyh Fahri Efendinin
kızıdır. Kahramanmaraş’ta da Darendeliler oymağı
olarak bilinen ve bulunduğu mahallin namaz ve dini
bilgilerin öğrenildiği mahalle mektebi öğretmenliğini de kocası ile birlikte yürüten Adeviye hanımdı.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Necmeddin Gevrinin kayınpederi ise
Darendeli Abdullah efendi namıyla
tarikatinin önemli
simalarından biri
olmakla, bölgesinde maruf, müttaki,
mütedeyyin, ehl-i
tarik birisiydi. Maraş lisesinde de o
yıl seçmeli din dersi vardı. Necmeddin Hoca liselere
konan seçmeli din
derslerini de dışarıdan görevli öğretmen olarak veriyordu. Hatta sevgili dostum Maraş Eşrafından Ahmet Bahar beyin
lisedeki din dersine de girmişti. Necmeddin beyin
Kahramanmaraş’taki hayatı ile ilgili bir çok ayrıntıyı
Ahmet Bahar dostumuzdan almıştık. Tek oğlu Ahmet ile biri bekar ikisi evli üç kızı var, yani dört çocuk babasıydı. . Oğlu Ahmet Gevri, Elektrik Elektronik mühendisliği eğitimi almıştır. Kızlarından birisi
de Ünlü Sütçü İmamın torunu ile evlidir.
1980 yılında sakal kestirilmesini zorunlu kılan
yönetimi protesto ederek çok sevdiği öğretmenlikten istifa etti. Allah Rezzaktır dedi birkaç arkadaşının dediklerine de kanarak ticarete atıldı. Oysa ticaretin atağının diğer dallardaki ataklara benzemediğini anladığında ise, yanında sadece ailesi kalmıştı.
Koca çerkez gerçeği anlamıştı. Ne Suudi Arabistan
ne Türkiye ona göre yeterli olgunlukta ticari altyapıya sahipti. Çevresinin yanıltıcı bilgilerine kendisinin
sermayesizliği ve tecrübesizliği de eklenince kaçınılmaz sonuç, Necmeddin Gevri’nin başına gelendi.
Olan olmuştu bir kere. Bu da bir kazanç diyerek, sıkıntıları akıtacak ve şifa bulacağı memuriyete bu kez
Kahramanmaraş belediye başkanlığı özel kalem müdürlüne gelecekti. Birkaç yıl Özel kalem müdürlüğü
yaptıktan sonra oniki yıl da başkan yardımcılığına
getirildi…Bu süreçte Belediyesinin yayınlarından
olan “İki ödüllü şehir” kitabını hazırladı . Yayınlara
paralel olarak bazı Arapça kitapları da Türk diline
kazandırarak belediye alanında kullanımını sağladığı belediye kültür müdürlüğünce ifade edilmektedir.
Necmeddin beyin kültürel alanda gayretleri çoktur.
Kahramanmaraşta nerde bir kültürel etkinlik olsa
hocamızın bizzat yada dolaylı olarak katkısı oluyordu. Musiki alanında, halkın moralinin yükseltilmesi
meyanında oldukça önde olan biriydi. Şiir okumalarını bilmeyen yoktu, hele de Necip Fazıl şiirleri olursa gündemde. Necmeddin Gevrinin keyfine diyecek
yoktur. Coşardı seller gibi. .
57
Oldum olası
Necmeddin Erbakan hocanın peşindeydi.
Bütün
zamanını partiye
ayırmıştı. Kahramanmaraş belediye başkan yardımcısı olarak oniki yıl
toplamda da onbeşyıl belediyeye
görevli olarak hizmet vermişti. Sesi
güzeldi, dili fasihti.
Hitabeti iyiydi. Salonları coşturmak
onun için kolaydı. Kendisi de çabuk coşardı. Böylesine yüzlerce destek vermiş, sunumlar yapmış ve
katılmıştı. 11 şubat 2005 günü bambaşka bir gündü. Batıparkta bir Kahramanmaraşın düşman işgalinden kurtulmasının sene-i devriyesi dolayısıyla
düzenlenen bir şölendi. Akşam namazını müteakip
başlatılmıştı. Yukarıda andığım dostumuz Ahmet
Baharda o toplantıda. Herkes coşmuş vazıyette. Hocamız Necmeddin Gevri de üstadın Sakarya şiirini
okumak üzere kürsüye çağrılır. Ağır ağır gelir. Projektör gibi gözleriyle salonu tarar ve şiire başlar…Su
iner yokuşlardan basamak basamak …. diye gür ve
güzel sesiyle tane tane okur…Benimse alın yazım…
der ve fakat devamındaki susamanın su kelimesini
su ihtiyacı olarak aynı mikrofondan rica ederler. .
Biraz su nolursunuz su yetiştirin anonsu salonu buz
gibi dondurur. Ahmet Bahar koşar hocasına son görevini ifa etmeğe. . Morarmış yüzünün bir süre sonra
beyazlaştığını görünce kurtuldu diye sevinecek olur,
lakin her tür ilk yardım teknikleri uygulandı ise de
Azraille dostluğundan ayrılmaz. Ülkülerinden ve
ilkelerinden tavizi alçaklık sayan Necmeddin Gevri
kardeşimize Allahtan rahmet ve ailesine sabrı cemiller dileriz. O güzel insanın Büyük Doğuya verdiği emek ve aldığı nasib kendisine Türkiye’de bir ilki
münasip görmüş, biz dahi saygıyla eğilir aşkla fatihamızı okuruz.
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi onun
adını verdiği bir park düzenlemiştir. Necmeddin
Gevri parkı Günbet mahallesindedir. Belediyede çalıştığı sıralarda kayınpederinden gelen arsa mirası
üzerine şimdi çocuklarının oturduğu evi yaptırmıştı.
Yaptırdığı ev Divanlı mahallesindedir.
58
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kürsüde şiir okurken öldü
(Gazeteler)
K
ahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı Necmettin Gevri kürsüde şiir okurken kalp krizi geçirdi. Bir anda yere yığılan Gevri kurtarılamadı. Ölüm kürsüde yakaladı
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı
Necmettin Gevri, kürsüde şiir okurken kalp krizi
geçirerek yaşamını yitirdi. Gevri’nin ölümü kameralar tarafından saniye saniye görüntülendi. Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 85. yıldönümü nedeniyle düzenlenen gecede,
Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya” isimli şiirini okuyan Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı
Necmettin Gevri (62) şiiri okuduğu esnada kalp krizi geçirerek yaşamını kaybetti. Başkan Yardımcısı’na
ilk müdahale olay yerinde yapıldı. Ancak talihsiz
başkan Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ndeki tüm
müdahelelere rağmen kurtarılamadı.
SANİYE SANİYE GÖRÜNTÜLENDİ Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev
yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Necmettin
Gevri, önceki akşam Anadolu Gençlik Dergisi’nin
düzenlediği ve Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘KurtuluşGecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in
‘Sakarya’ isimli şiirini okumak için davet üzerine
kürsüye geldi. Şiiri okumaya başlayan Gevri, bir
anda fenalaşarak yere yığıldı. Başkan Yardımcısı’na
ilk müdahaleyi, salonda bulunan bir doktor yaptı.
Kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Ancak tedavi
altına alınan Gevri, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti. Gevri’nin ölümü
programı takip eden kameralar tarafından saniye saniye görüntülenirken salonda bulunanlar Gevri’nin
yere yığılması üzerine hep bir ağızdan tekbir sesleri
getirdi. Sonsözleri olan satırlar İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya: Bir
yanda akan benim, öbür yanda Sakarya Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih,
yıldız, insan ve fikir: Oluklar çift, birinden nur akar,
birinden kir. Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat: Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Fakat
Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne? Kurşundan bir
yük binmiş, köpükten gövdesine.
SIRRIBERK ARSLAN
13Şubat2005/Sabah
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcısı vefat etti
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri, bir törende kürsüde şiir
okuyordu. Gevri, ünlü Sakarya şiirini okurken birden fenalaştı ve...
Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti.
Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev
yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu
gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve
Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş
Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli
şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi.
Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak
yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından
kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste
tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere
rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.
İHA
•••
ŞİİRLE NEFES ALIYORDU ŞİİR NEFESİNİ
ALDI/ Ünal Kalaycı
Onu ilk gördüğümde bir grup gence hitap ediyordu. İlk defa kelimelerin hakkını vererek konuşan
birini de görmüş oluyordum. O ilk konuşmasında şu
üç şey aklımda kalmış: 1. Gençler çok okumalısınız.
Hem öyle okumalısınız ki kafanız
patlayacak gibi olmalı sonra bir an
durup hiç okumamış gibi yeniden
okumaya başlamalısınız. 2. Gençler Bill Clinton on bir yaşındayken
okulundaki izci grubuyla kampa
gitmiş. Yolu kampın yakınından
geçen o zamanki Amerika’nın devlet başkanı kampa uğrayıp gençlerle tokalaşmış ve sohbet etmiş.
Clinton kamptan eve döndüğünde
annesine demiş ki: “
Anne ben
gelecekte Amerika’nın devlet başkanı olacağım. Annesi : “Oğlum
biliyorsun ki toplumumuz anne
ve babası ayrı olanların yönetici
59
olmalarını desteklemiyor. Bu olmaz başka şeylere
heves etme. ” der. Ama Clinton: “Hayır anne otuz
yıl sonra her şey değişecek, toplumun bakışı da değişecek ve ben devlet başkanı olacağım. ” der. Clinton okulunu bu düşüncelerle okumuş, evliliğini üst
tabakadan biriyle yapmış, valilikten devlet başkanlığına ulaşmış. Yani gençler büyük hedefleriniz olsun.
Başaramam demeyin Clinton gibi otuz yıl uğraştığınız her şey olur. 3. Gazete okuyun demişti. Yine bir
devlet başkanının yetişmesini şöyle anlatmıştı: “İki
çocuk ve iki ebeveynden oluşan bu aile her gün dört
gazete alıyorlar. Gazeteler ülkedeki dört önemli siyasi görüşü temsil ediyor. O partilerin olaylara yaklaşımlarını da ailenin bir ferdi temsil ediyor. Ailenin
oğlu yıllarca bu şekilde eğitiliyor. ”
Galiba 1995 yılının “12 Şubat” gece kutlaması “Batıkent Spor Salonunda” yapılacaktı. O gecede
Durdu Mehmet Biçkes ile ben de şiir okuyacaktık.
Belediyeden programla ilgilenen yetkili bir gün
önce bizi onun yanına götürüp şiir okumamızı ona
dinletti. Üstat bize bir takım tavsiyelerde bulundu.
Ben onun o kadar güzel şiir okuduğunu ertesi gece
kutlamaların sonunda öğrenecektim. Biz şiirimizi
okumuştuk. Konferans verilmişti. Gösteriler sergilenmişti. Program bitmiş, salon terk edilmeye başlanmıştı ki salondan bir grubun başlattığı bağırmaya
salonun kalanı da eşlik ediyordu. “Gevri” “Sakarya”
herkesin baktığı yöne doğru baktım. Gevri önce
bekledi ama salondaki tezahürat reddedilemez bir
hal almıştı. Alkışlar arasında kürsüye yürüdü. O
davudi sesiyle 2. Viyana bozgunuyla başlayan geri
çekilmenin son noktası, aynı zamanda ilerlemenin
başlangıcı olan Sakarya’yı sembolize eden Sakarya
şiirini okudu. Harika bir yorumlamaydı bu. Zannediyorum şiir bitince insanlar ikinci defa istemişti.
Gerisini tam hatırlamıyorum. Ondan sonra benzeri
kutlamaların sonunda sahne hep aynı oluyordu. Ondan böylece şiirin nasıl okunacağını, kelimelere nasıl
can verileceğini öğreniyorduk.
O kültür adamıyla bir sonraki karşılaşmamız yerel radyoların
mantar gibi bittiği yıllarda “Selam
FM” de oldu. Ben üç ay kadar yaptığım bu radyoculukta üstat haftada bir sohbete gelirdi. O zaman
karşılaşırdık. Bir defasında çaldığımız “ezgi” türü müziği beğenip beğenmediğini sormuştum. O da “Bu
çaldığınız müzik değil, tek iyi yanı
içinde bir takım mesaj olmasıdır. “
demişti. O zamanlar yadırgadığım
bu cevabı sonradan gayet iyi anlamıştım. Çünkü bir zaman sonra o
çaldıklarımı ben de dinleyemez ol-
60
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
muştum. Radyoya geldiği zamanlarda muhabbetlerinden hatırlıyorum bir arkadaş gruplarıyla haftada
bir “edebiyat sohbetleri” yaptıklarını.
Aradan yıllar geçip tekrar Kahramanmaraş’a
döndüğümde bir vitrinde şehre kahramanlık unvanının verilişini anlatan kitabını yazdığını gördüm.
Saçaklızade Kütüphanesine vardığımda bir şey
dikkatimi çekti: Saçaklızadelerin kim olduğu Osmanlıcadan alıntılayarak yazmıştı. Yazısı girişte bir
tablo halinde tavandan tabana kadar uzanıyordu. Altında “1992- Necmettin Gevri” yazısı vardı.
Onun İmam hatipten öğrencisi sonrasında arkadaşı Ali Ülger diyor ki: Necip Fazıl’ın iki tiyatrosunu
o sahneledi. Şehrimizde ilk mehteranı o kurdu. Pratik zekâlıydı. ”
Bir belediye personeli onun ölümü insanlara
bir derstir. Allah o salonu dolduran insanlara onun
ölümünü canlı olarak izletip bir ders verdi. “Ölümü
unutmayın. ” dedi.
Ardından gazetelerde şu kadarcık haber:
“Kahramanmaraş Belediye Başkan Yardımcılarından Necmettin Gevri (62), kürsüde şiir okuduğu
sırada kalp krizi geçirdi. Gevri, kaldırıldığı Kahra-
manmaraş Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti.
Kahramanmaraş Belediyesi’nde 15 yıldır görev
yapan ve 12 yıldır Başkan Yardımcısı olan Gevri, bu
gece Anadolu Gençlik Dergisi’nin düzenlediği ve
Batıpark Spor Salonu’nda gerçekleştirilen ‘Kurtuluş
Gecesi’nde, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Sakarya’ isimli
şiirini okumak için davet üzerine kürsüye geldi.
Şiiri okumaya başlayan Gevri, birden fenalaşarak
yere yığıldı. Çevrede bulunan bir doktor tarafından
kalp masajı yapılan Gevri, daha sonra Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Acil serviste
tedavi altına alınan Gevri, yapılan tüm müdahalelere
rağmen kurtarılamayarak hayatını kaybetti.”
Bu kadar yıl belediye başkan yardımcılığı yapıp
hiçbir şaibeye bulaşmamış bu adamı, evini cenaze
ve taziye sırasında görenlerin “Ya bu insan maddi
şeylere hiç değer vermiyormuş” dedikleri bu gönül
adamını, bu kültür adamını, bu hizmet adamını elbette gençlere tanıtmak herkesin görevidir. Elbette
belediye de onun ismini yaşatmak için onu her yıl
anma programı yapabileceği gibi adını bir bulvara,
caddeye ya da sokağa verir.
Kaynak: K.Maraş Objektif, 18.06.2005 s. 1
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Mehmet GÖKALP
Biyografi
07
. 04. 1943 yılında Talas’ta doğdu. Kayseri’deki öğrenim hayatını sırasıyla
Etiler İlkokulu, Nazmi Toker Ortaokulu ve Kayseri Lisesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul
üniversitesi Fen Fakültesine girdi. Üniversite Öğrenciliği yıllarında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le tanışarak onunla birlikte Büyük Doğu’da çalıştı. Çeşitli dernek ve siviltoplum kuruluşunun yanı sıra, Milli Türk
Talebe Birliği’nde Sekreterlik görevinde bulundu. 8 yıl
devam ettiği fakültesini tamamlamadan memleketi
Kayseri’ye döndü. Buradaki öğretmen okulunun sınıf öğretmenliği bölümünü bitirerek, bundan sonraki hayatını sınıf öğretmenliği ve yöneticilik yaparak
sürdürdü. 53 yaşındayken yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak 7. 4. 1995 tarihinde (doğduğu
gün) Hakkın rahmetine kavuştu. Hanımı, oğlu ve kızı
hayatta olup, iki çocuğundan 4 torunu vardır.
61
62
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ARARENK
Mustafa ÖZER
19
60 lı yılların sonuna doğru tanımıştım
Mehmet Gökalp ‘ı. Daha önceleri de
birkaç defa görmeme rağmen karşılıklı konuşmamıştım. Genelde de Üstad Necip Fazıl’ın
konferans öncesi veya sonrası, üstadın dinlenme
zamanı sıralarında yüz yüze gelişlerdi ki konuşacak
ortam olmazdı. Konferans sırasında ise dış aleme kapalı olduğum için kimseyi görmezdim. Çünkü bize
tarihi ve geleceği, dünyayı ve cenneti öğreten o konferanslardı. Siyaseti ve sanatı, aşkı ve aklı hep konferanslarda teneffüs ediyorduk. Üstad konuşmaya
başladığında koskoca salon ve bir o kadarı da dışarıda olan dinleyici kitle büyük bir kütle halinde her
biri kendi mahsubunda derin ve sessizleşirdi. Koskoca bir topluluk birey olarak herkes kendi mantığı
çerçevesinde akıl küpünü doldurmakta. Konuşmağa
mecal mi var. Ağzı açık dinliyoruz. Mahcupluğumuz
derin. Kendi çevrenimizden edinemediğimiz cesaret dahil bilgi ve usul karşısında mahcubuz . Kendimize ait asli insanlık derslerini öğrenmekteki geç
kalışımıza yandığımızdan mahcubuz. Bilmediğimizi bilmemenin derin içselliği ve bir o kadar kaynak
edinmenin sevinciyle ondan ayrı kalmanın mahcubiyeti. Çelişkiler ve arzular iç içe bütün bildiğimiz ve
okullardan devşirdiğimiz hiçlik içerisinde kavruluşumuz. Mahcubuz…
Mehmet Gökalp, büyük doğu mektebinden nasiplenenlerin yüreğinde taşıdığı, insanlığa ve Allaha
karşı sorumluluklarını tam ve kamil anlamda yerine
getirememenin mahcupluğunu ifşa edercesine, bütünü temsil adına, münferit mahcubiyetimizi ifade
eden manken gibiydi. O güzel insanın çekinikliği
dahi bu mahcubiyeti dillendirmenin yüzüydü. Çağa
karşı Müslüman olarak büyük yükümlülüklerimiz
vardır. Aymazlıkları had safhada olan birkaç mecnunu bahane ederek aymazlığı örnek almak hiçbir
etik değere sahip olmamakla aynı seviyede değil mi.
?Ve bu ahlaksız ve dine kinle bakan, ve Müslümana karşı özel nefretle dolu , sözde Müslümanların
devlet imkanlarıyla olan fiyakalarına karşı insanlık
adına utanmamak mümkün mü. ?Ve insan olmaktan
insanım diye yaşamaktan huzuru baride mahcubiyete düşmemek mümkün mü?Mehmet Gökalp bu
bilgeliği bünyevileştirmenin saadetiyle sürekli mütebessimdi. Öyle bir tebessüm idi ki ne karşısındaki
zalime zalimliğini sürdürmesi için bahane üretir, ne
de karşısındaki acizin sevincini bozardı. Mahcup ve
hüzün içinde bir tebessümdü onda olan .
Mehmet Gökalp’ı baba ocağında yaptığımız sohbet toplantısında yakinen tanımıştım. Hafızamda
da öyle kaldı. O benim için hep gencecik, her zaman
mahcup delikanlı, hizmeti seven, bilge ve çalışkan
bir kardeşimizdi. Kılık kıyafetine dikkat eder, Bulunduğu sosyal mevkiyi müdrikti ve gereğini gereği kadar yapmanın da teknokratı görünümündeydi.
Traşının kendine özge olması onun dünya algısıyla
ilgili bir tavrıydı. O özel bir Mehmet Gökalp idi. Öğretmenlikten gelen pedagojik argoya iltifat etmez, si-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
vil dünyanın olması gereken değerlerini taşırdı.
TÖS ve Köy Enstitüleri diye farklı zamanlarda
kurulmuş ve fakat aynı zihniyetin ürünü olması hasebiyle biri sebepte diğeri sonuçta aynı iki ayrı kurumun ne olduklarını ancak gözleriyle görenlerin
anlayabileceği bir gerçeği yine onların affına sığınarak pedagojik argo diye niteledim. Aksesuar olarak
malum bir gazetenin başlığı dışarıdan gözükecek
şekilde ceket cebine yerleştirir, bu anılan kurum
mensupları . Oysa lokallerinde oyun oynamaktan
zaman bulamazlar ki gazete okumağa . Cebindeki
gazetenin bir haftalık bir aylık gecikmeli olması da
onu ilgilendirmiyor. Çağdaş medeniyete ulaşma gayretinden geçtik keşke ileri gidenlere fren olmasalar.
Fakir Baykurt merhum onların destanlarını yazdı .
Onları idealleştirdi. Fakir neticede sanat yapıyordu
aklınca . Ne tez söndü balon. Öyle bir argoları var ki
demeyin gitsin. Fakir Baykurt’a adı geçen bu iki kurum mensuplarının argo sözlüğü olarak ta bakabiliriz. Salt köy romanı diye edebiyata taşımanın doğru
olmadığını Attila İlhan bile kaç kez yazdı.
Mehmet Gökalp tek idi derken bütün olasılıkları
bilerek söylüyoruz . Konuşmalarımız her şeye karşın tedbir aleminin dilindendir, erbabına arz olunur.
63
Öğrettiği her iyi doğru ve güzeli pedagojik yalıtımla
izole ederek kendisine tevdi edileni aynı mazrufuyla bize teslim eden öğretmeni temsilen Büyük Doğu
dan nasiplenmiş bu kardeşimize işbu mersiyemizi
seccade niyetiyle önüne seriyoruz. Kelam öğreten
Rabbim ona da merhamet et.
NİCE YARALAR
nice yaralar bilirim devayı dilden umar
nice yaralar bilirim dilinde deva sunar
nice yaralar bilirim yüzeyi sakin derini acı
nice yaralar bilirim varlığı ömür tacı
nice yaralar bilirim gündemi sükut
nice yaralar bilirim gözleri yakut
nice yaralar bilirim gözünden düşmez yaş
nice yaralar bilirim ağıtıyla olur ayyaş
nice yaralar bilirim varlığı aksi yöndür
nice yaralar bilirim yarlığı aksiyondur
Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde Mehmet Gökalp ve diğer Büyükdoğucularla birlikte.
64
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
DEHA VE ZEYL
Mustafa ÖZER
Ş
ampiyonalarda kırılan rekorlar esas alınarak yapılacak seçmelere yarışmacı bulmak
zor olacaktır. Zira yarışmacının ve yarışma organizasyonunun optimum şartlarını şanslı yarışmacılar yakalar ve rekorlar kırarlar. Dolayısıyla,
tekdüze lineer mantıkla, sürekli rekor beklemek, romantizmin sınırlarını zorlamak olacaktır. Yarışmayı
hayatın her yerinde, değişik boyutlarda, başka başka şiddette, hedefi farklı amaçlarda ele almak mümkün. Lakin yarışın olduğu ve hayatın bir nevi yarışmalardan oluştuğu söylenebilir. Bir çiçek buketi
gibi renk ve kokuları farklı da olsa bir yarıştır hayat.
. Şehirlerdeki hayatın bir hukuk savaşı olması gibi.
İşçilerin asgari ücrete karşı verdikleri yaşama savaşı
gibi. Bir savaş daha var ki insanın insan olma onurunu elde etme, o onuru koruma ve o onuru yüceltme savaşıdır. Bilgi temelli bu savaş zaman bilincini
de bünyesinde taşımak kaydıyla -tarihteki şeytansılığa karşı gözükse de- geleceği fethetme yarışıdır. Bu
yarışmanın rekortmenleri bilgelerdir. Bilgelerin dehaları kendi dallarındaki rekorlarla taçlanır. Bir memuriyet, bir makam, bir rütbe veya bir paye değildir
ki bilgelik. Zamanında anlaşılan şanslıları varsa da
ışığı, varlığı ufkumuzdan çekildikten sonra gelenleri
de çoktur. Bilgeliğin dışındaki her türlü şampiyonluk mali taltiflerle ödüllendirilir. Bilgelerin bahtına
da hapislikler, yoksulluklar, idamlar ve toplumsal
linçler reva görülür. Nisyana uğrayanları asırlarca
sonra zaman tünelinden geçerek geri gelirler, ia-
dei itibar olunarak toplumlara yol gösterirler .
Babalar ve oğullardaki nesil farklılıklarından
ötürü oluşan psikolojik ve sosyolojik çatışmalar
Dostoyevski, ve Turgenyev gibi bir çok romancıya
esin kaynağı olmuştur. Benim ele almak istediğim
konunun başka bir boyutudur. Ünlüler ve çocukları
veya deha ve çocukları yahut ta şampiyon ve çocukları ele alınınca fenomenin sanki farkları derinleşiyor, renkleri uçuklaşıyor. Ömer, Necip Fazıl’ın
Mehmet ‘ten sonra Ayşe’den önce dünyaya gelen,
beş çocuğundan ikincisidir. Ve yine Necip Fazıl ve
eşi Neslihan hanımdan sora aynı ailenin ebedi aleme göçeden üçüncü ferdidir. Ömer İstanbul 1946
doğumlu iki çocuk babasıydı. Oğlu Ahmet Fazıl
babasının cenazesinde yanı başındaydı.
Rahmetli üstadın cenazesindeki devlet erkanı
ve halk biraz şaşkındı. Devletin o güne değin tu
kaka ettiği Necip Fazıl’dı söz konusu olan . Türkiye’de
devlet ağzı gazetelerdir. Gazeteler üzerinden ne küfürler yağdırdılar . Ona ne zulümleri reva gördüler.
O cesur yürek başını hiç eğmedi, sözünü hiç sakınmadı. Hiç bir habise borçlu değildi ve habisten
yana olan pislik yığınlarına da sabrı yetiyordu. Bize
resmi istatistikleri göstererek avutamazlar. Devlet
her zaman başkalaşmış nesnel ağızlardan konuşuyor. Necip Fazıl’la baş edemeyeceklerini anlayınca
da ademe mahkum etme yolunu seçtiler. Bu mason
localarından çıkma tavır sanılmasın ki kaldırıldı.
İktidarı birazcık ele geçirir geçirmez bu tavrın şid-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
dete dönüşeceği suyun suya benzemesi gibi irticaya
dönüşecektir. İnsanlar sıkıntıda iken kazandıkları
melekeleri sağlıklı zamanlarına yatırım değeri olarak kullanmıyorlar. Her sıkıntıda yeniden ölüm
kalım savaşı veriyorlar. İnsanların çoğu camda yürüyen sineğe ne çok benziyor. Çıktıkça düşüyor,
hiç bıkmıyor. Rahmetli dört inanmış adam isterdi
tabutunu taşıyacak. Merhum Turgut Özal gelmişti
cenazeye. Özal’ın gelmesiyle başlatılan süreç devlet
ve erkanı için yeniydi . O nedenle de biraz şaşkınlık
vardı. Protokole bile kimse riayet etmiyordu dense yeri vardı. Refah ve MHP tam kadro neredeyse
oradalardı. Bu hercümercin faturası da bize çıkabilirdi. Çıkmayışına şaşırmadım desem yalan olur.
Üstadın oğlu Ömer’in cenazesinde de başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı olan
eski başbakan Abdullah Gül vardı. Her iki devlet
ve siyaset adamı aynı günde defnedilen eski dış işleri bakanlarından birinin cenazesine gitmeyerek
siyasal farkındalık yaratmışlardı. Bu konuda eleştirenlerin ne kadar hakkı olduğu konusunda geriye
bakmalarını öneririz. Zira eleştirilerinde toplumu
nasıl ayrıştırdıklarının bellekleri ortaya çıkıyor
Kaderin ince bir çizgisidir ki Özal’la başlayan
bu asla dönüş sürecinin banisi yine de batılılar
olmuştur. Türkiye’deki devlet görevi tevdi ettikleri elitin aymazlığı nedeniyle, Türkiye’yi büsbütün
kaybetme riski batıyı uyarmış ve yeni ekollerin çıkmasına olanak sağlamıştır. Bu stratejik topraklarda
uyumakla yok olma eşanlamlıdır, anlayanlar için.
Halk zaten gafil, gafletiyle de mutlu Elbette ki sözümüz Büyükdoğu mektebi nasiplilerinedir...
Ömer hep yakışıklı güzel giyinmeyi seven ve
sevdiklerine sahip çıkan biriydi. Gür ve kıvırcık
simsiyah saçı, son dönemlerindeki sakalını tamamlıyordu. Kayseri’ye bir gelişinde biraz sohbet etmiştim. Üstat yaşarken sohbet imkanı pek olmadı.
Osman Kısakürek çok nadir de olsa Mehmet’i görmek mümkündü. Ömer biraz gizemliydi. Üstadın
karizmatik yapısı ortamı sürekli gergin ve disiplinli
tutardı. Aile ortamının serbestisi ise bu karizmaya
tezattı. O nedenle üstadın aile bireyleri pek üstadın
fikri çevresinde bulunamazlardı. Üstadın evi dahi
sevenlerinin işgali ve ablukasında idi. Türkiye’nin
tüm sorunları günün bütün saatlerinde ve elbette
ki üstadın çizdiği çerçevede ve Üstadın bulunduğu yer neresiyse orada tartışılabilirdi. Bu sorunlar,
tarihi olduğu kadar sosyal de olabilirdi. Askeri olduğu kadar edebi de olabilirdi. Tek şartı Müslümanın ilgi alanında olması ve İslamın geleceğine
katkı yapmasıydı. Hal böyle olunca da üstadımızın
özel ve genel diye bir hayatı olamıyordu. Necip Fazıl ve Büyük doğu birbirine geçmiş iki konseptin
ferdiyetiydi. O tekti tek olmasına ve fakat bir çok
65
dünyayı temsil ediyordu. Temsil ettikleri keyfiyetin
yoğunluğu nedeniyle belki en çok zaman geçirdiği
ev halkına en az zaman ayırabiliyordu.
Bizlerin Necip Fazıldan beklediklerimizle çocuklarının bekledikleri kıyas kabul etmeyecek derecede farklar arz eder. Belki bizler farkına varmadan çocuklarının zamanını aldık. Biz mirîmalı diye
veya Hüdai nabit bulduğumuzdan kendimize hak
gördük. Onun için onun çocuklarına karşı bir vebalimiz var. Bu mersiye ile darülbekaya göçen bu
kardeşimize, çam sakızı çoban armağanı kabilinden bir fatihaya vesile olmaktır amacımız. Ne mutlu o Müslümana ki her yerde Rabbin merhametine sığınır. Manevi hemşehrimiz olan kardeşimiz
Ömer Kısakürek’e biz hakkımızı helal ediyoruz ve
inşallah Rabbimiz hepimize merhamet eder.
66
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ANLATMAK
I
anlatmak kolay olsaydı
mapusluk olur muydu
savaş olur muydu
iğde kokulu güzelim
II
gözüm anlatmak kolay olsaydı
bunca HAP
bunca KİTAP
ve bunca SAP olur muydu hiç?
anlatmak kolay olsaydı
gün güneş dururken
aşkımızı gecelere gömer miydik
kestane rengi gözlü meleğim
gözüm anlatmak kolay olsaydı
bunca SOYGUN
bunca SAYGIN
ve bunca KAYGIN olur muydu hiç?
anlatmak kolay olsaydı
müziğe resme şiire ne gerek
koklaşır bakışır
barışırdık
sarmaşık
gibi
doğanın her yanını
sarmıştık şimdiye
gözüm anlatmak kolay olsaydı
gözünün içine baka baka
ne oyun
ne doyum
için etmezlerdi içine insanın
demek oluyor ki gözüm
al seyr eyle
var kokla
tut konuş
konu komşu ne gelirse diline
hoş beş eyle bir gelişi güzel
her varana bir el
uzat
gözüm
uzat
ellerini
el hasıl güzellik asıl
gör ve duy
en iyi huy
her zaman son söz
bitmemeli gözüm
gözüm bu sonsuz
insan bilmeli sözüm
anlatmak istemem
içimizi kemireni
seni ve beni
gözyaşıyla emzireni
anlatmak istemem
anlatma yeter
kapat lügatlarını
gözlerini kapat
duymamak için kokuları
grip ol nezle ol
-ne bileyim bir şeyler yap
anlatma yeter
bildiklerimizi
şimdi inanma faslıdır
yere dökülen nar tanelerine
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
67
NECİP FAZIL’IN OĞLU
ÖMER KISAKÜREK VEFAT ETTİ...
Gazeteler
Başbakan Tayyip Erdoğan, İstanbul’da şair Necip Fazıl
Çile şairi Necip Fazıl Kısakürek’in ikinci çocuğu
Kısakürek’in oğlu Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı.
olan Ömer Kısakürek 59 yaşında hayata veda etti.
Bugün öğle namazını kılmak için Eyüp Camii’ne giden
Ö
mer Kısakürek’in ağabeyi Mehmet Kısakürek, “Ömer Bey, Üstad’ımızın ve
Büyük Doğu’nun en baş talebesiydi.
Üstad’ın en çok güvendiği evlatlarından birisiydi. ”
dedi. Ağabey Kısakürek, Ömer Kısakürek’in ciddi
anlamda herhangi bir hastalığı olmadığını belirterek,
“Ölüm mukadder, herkesin ölümü için bir sebep vardır. Son birkaç gün rahatsızlandıktan sonra vefat etti.
” dedi. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları’nda
Necip Fazıl’ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul oluyordu. İki çocuk babası olan Ömer Kısakürek’in cenazesi bugün Eyüpsultan Camii’nde öğle namazını
müteakip kılınacak cenaze namazından sonra Eyüp
Mezarlığı’nda babasının kabrinin yanına defnedilecek. Necip Fazıl’ın Mehmet, Ömer, Ayşe, Osman ve
Zeynep isimlerinde beş çocuğu vardı.
26. 2. 2005/Zaman
***
Necip Fazıl’ın oğlu Ömer Kısakürek
vefat etti
15:45 26 Şubat 2005 / Cumartesi Erdoğan, Kırca yerine Kısakürek’in
cenaze törenini tercih etti
Erdoğan, Ömer Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Törende,
Erdoğan’ın yanı sıra, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İstanbul
Valisi Muammer Güler, Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili İdris Güllüce ve çok sayıda ilçe belediye başkanı da yer aldı.
Kısakürek’in cenazesi Eyüp’de toprağa verilirken, Teşvikiye Camii’nde de Dışişleri eski Bakanı Coşkun Kırca için cenaze
töreni yapıldı. Erdoğan ve Gül’ün İstanbul’da bulundukları halde törene gelmemeleri ve hükümetten de hiçbir katılım olmaması, Kırca’nın cenaze törenine katılanlar tarafından tepkiyle
karşılandı.
CHP Milletvekili İnal Batu, “Yadırgıyorum. Dışişleri Bakanı Türkiye’de ise burada olması gerekirdi. Çünkü Kırca eski
bakandır. Dışişleri bakanları birbirlerine cenazelerde gerekli
saygıyı göstermeli, gerekli değeri vermelidir. Hepimiz bu dünyadan gelip gideceğiz” dedi.
Kırca için düzenlenen cenaze törenine, aralarında eski
başbakanlardan Tansu Çiller, Eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon
ve Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı
Karadayı’nın da bulunduğu çok sayıda politikacı ve asker katıldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ise törene çelenk gönderdi.
68
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Şair Kısakürek’in oğluna son veda.
Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül,
ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer
Kısakürek’in cenaze törenine katıldı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün
ölen ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Ömer
Kısakürek’in cenaze törenine katıldı. Gece saat 02.
00’de özel bir uçakla Ankara’dan İstanbul’a gelen Erdoğan, öğle saatlerine kadar evinde dinlendikten sonra Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah
Gül’le birlikte ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’in
oğlu Ömer Kısakürek’in Eyüp Camisi’ndeki cenaze
törenine katıldı. Ömer Kısakürek’in vasiyeti üzerine
emekli imam İbrahim Boğalı’nın tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra Erdoğan, Kısakürek’in
tabutunu omuzlayarak bir süre taşıdı.
MEZARA TOPRAK ATTI Daha sonra Eyüp Sultan Mezarlığı’nda Necip
Fazıl Kısakürek’in kabrinin de bulunduğu aile mezarlığına yürüyerek geçen Başbakan Erdoğan, Ömer
Kısakürek’in mezarına 3 kürek toprak attı. Cenaze
törenine, Ömer Kısakürek’in oğlu Ahmet Fazıl,
kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek’in yanı sıra
Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Gül, Saadet
Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul
Valisi Muammer Güler de katıldı. ***
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Necip Fazıl
Kısakürek´in vefat eden oğlu Ömer Kısakürek´in cenaze törenine katıldı. Cenaze namazında en ön safta yer alan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu bir süre
omuzlarında taşıdı.
59 yaşında hayata veda eden Kısakürek, Eyüp
Sultan Camii´nde Öğle namazına müteakip kılınan
cenaze namazının ardından Eyüp Mezarlığı´nda yatan babası Necip Fazıl Kısakürek´in mezarının yanına defnedildi. Kısakürek´in cenazesine Başbakan
Erdoğan´dan başka Kısakürek´in kardeşleri Mehmet ve Osman Kısakürek, oğlu Ahmet Fazıl Kısakürek, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Saadet Partisi Genel Başkan Vekili Recai Kutan, İstanbul Valisi
Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Vekili İdris Güllüce, AK Parti İstanbul Başkanı Mehmet Müezzinoğlu, Saadet Partisi İstanbul İl
Başkanı Osman Yumakoğlu, Eyüp Belediye Başkanı
Ahmet Genç, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir,
Eminönü Belediye Başkanı Nevzat Er, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile çok sayıda vatandaş katıldı.
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül ve Saadet Partisi Başkan Vekili Kutan cenaze namazında
ön sırada yer alırken, birbirleri ile konuşmamaları
dikkat çekti. Edilen duaların ardından Başbakan Erdoğan Kısakürek´in tabutunu omuzlayarak bir süre
taşıdı. Eyüp Mezarlığı´nda bulunan babasının kabrinin yanına defnedilecek Ömer Kısakürek´in tabutu
yokuş yukarı taşındı. Başbakan Erdoğan da tabutun
ardı sıra yürüyerek yokuşu tırmandı. Babası Necip
Fazıl Kısakürek´in kabrinin yanına defnedilen Kısakürek için Başbakan Erdoğan dua edip mezara toprak attı. Ömer Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları´nda
Necip Fazıl´ın kitaplarının neşriyatı ile meşgul oluyordu. /26Şubat2005-Haber7. com
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
69
KUZULARIN İMAMI
Mustafa ÖZER
K
enan’ı sevmemek kadirşinaslığı bilmemekle özdeştir. Kenan’a sempatikliğinden ötürü takılırdım. Kuzulara namaz
mı kıldıracaksın? Diye takılırdım. Başlardı gülmeğe… Hani Kayseri’de (beş kuruşu var onu da gülmeğe vermiş) deyimi var ya işte o deyim tam da Kenan
Kuzuimam’ın beni görünce olan halidir. Gülmek gibi
insanı tanımlayan özel tavır onu ne kadar güzel anlatıyor. Kenan ile üniversiteyi bitirdiğimiz yıllarda tanışmıştık. Mustafa Cabat’ın sınıf arkadaşıydı lisede.
Bizim İstanbul’a intikal ettiğimiz yıllarda yeni görevi
devralan arkadaşlardandı.
Kenan Kuzuimam temiz ve traşlı teninde, gençliğin bütün revnakını aksettiriyor, gülen simasıyla
insana yaşama sevincini yayıyordu. Arkadaşlarıyla
işbölümü yaparak, derneğin yönetimine omuz verdiğini görüyordum. Bizim dönemdeki köylerden kamyonetlerin kasalarında yolculuklar bitmiş, yerini ya
bölgelere okullar açılarak ya da teknolojik gelişmeler
neticesinde o köylülerin çoğu şehirlere işçi olarak taşınmışlar veya otomotivdeki inkişaf o yoksunluklara
son vermiştir. Trafik kurallarına hiç kimse aldırmıyor yollar mezarlık manzarası arz ediyordu. Az gelişmişliğin ekonomik sonuçları bu alanda da acılarla
doluydu. Elbette ki bundan daha vahimi sosyal bünyede bu sakat ve iş göremezlerin açtığı manzara daha
da acı yüklüydü. O yıllarda sosyal sigortalar kurumu
işyerim olduğu için istatistiki bilgiler elime ilk elden
geçiyordu. Bu sebeple bütünlüğüne hakim olmasam
da Cavit Orhan Tütengil hocadan “Az gelişmişliğin
ekonomisi”ni okumuş SSK eğitim seminerlerinde de
Türkiye’ nin halini gözlemliyorduk. Diğer yandan
Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiyenin Düzeni”ni okuyorduk. Mustafa Akdağ hocadan, iktisat eğitimi çok
farklıdır, Bir başka önemli isim ise İdris Küçükömer
ve eseri “Düzenin Yabancılaşması” bizi şaşırtmıyordu. Çünkü Necip Fazıl’ın Büyükdoğu’ sunda eleştirdiği medeniyetin istatistiki çalışmalarını oluşturuyordu. Kenan’la bir keresinde gazeteden okuduğu
eleştiri ve rakamların İdeolocya Örgüsü’nde nasıl da
açık açık ifade edildiğini tartışmıştık.
Kenan bizimkilerin içinde sesli şakacılar grubundandı. Ali Taşçı gibi projeye dayalı şakalardan
değil de spontan gelişen şakaları daha çok yaparlardı.
Derneğe bir uğradığımda radyodan verilen maçlar
gibi Mısır-Türkiye milli maçını abartısız beş dakika
isimleri şaşırmadan ve irticalen maçı naklen veriyordu... Soluk soluğa kaldı. Herkes gülmekten katılmış
vaziyette, o hala maç aktarıyordu. Maçın içinde yaptığı bilinçli gaflarla hicvini sürdürüyordu. Kaşlarının
yakın uçları hayretten kalkmış durumda, ağzından
köpükler saçılana dek göreve devam etti. Artistik değeri çok yüksek taklit kabiliyeti bile müthiş estetik
değer taşıyordu. Ziya Olgunharputlu kardeşimize ne
çok benziyordu. Ziya gibi biraz kısa biraz göbekliydi.
Taklidi geçici ve tek seferlik değil ne zaman istense
aynı coşkuyla tekrarlayabiliyordu... Bu yapı onda artistik değerin olmasından kaynaklanıyordu. Zemine
70
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
sağlam basan Kenan’ın vücutça da sağlam bir duruşu
vardı.
Son gördüğümde, Kayseri Elektrik anonim şirketinde çalıştığını söylemişti. Ve yine belliydi ki evlenmişti. Kayseri’nin yerlisi her şeyin bir an önce ve
vaktinde yapılmasını arzu eder. Vaktinde yapılması
içinde yapabileceklerini seferber eder. Yapılmasını
istediği olgunun yapılmaması sanırsınız kıyameti
davet ediyor. Dünyayı birbirine katar. Bunların başında öğrenim gelir, sırasıyla askerlik, iş kurmak ve
evlilik, bu konular öylesine acil ve titizlenilerek takip edilir ki devletlerin gizli örgütlerinin hareketleri
dahi sinema filmi sayılır. Bu jenerasyonun öncülerinden sayabileceğim Seyid Ali Kahraman, Mehmet
Kasap, Mustafa Cabat, Ahmet Gül, Mustafa Tekelioğlu, Kadir Seçmeler, Macid Gül… daha niceleri…
Bu acil sıralı yolu izledi ve yaptırımın içinde kaldı.
Öğrenime gösterilen tolerans evlilik ve iş kurmada
da öne alınsa bir diyeceğim yok. Öylesine üst üste
cepheden yumruk almış boksör konumuna sürükleniliyor ki;ailede, gencimizde hayat yükünün altında ömür çürütüyor. Mesleki birikimine uymayan
kuruluşlarda personel olmaktan tutun da, yalapşap
kurulan firmalarla vergi dairesine çalışmalara kadar
iş kurmuş olmalar. Heder olup giden ömür, birikmeyen bir arka, pişmanlıklardan örülen bir gelecek
hayali…Ve kendinden sonraki nesli de aynı sinir
bozukluğunun içine sokma stres ve inadı… Hayır
umulur mu bu gecenin sabahından… Allah kerim
ve gafurdur, merhamet eder de hatalarımıza soluklu uzun vadeli çözümler buluruz. Hele hele plansız
programsız ve de hiçbir fizibilite yapılmadan zararla
sonuçlanan yatırımlar, bilenlerini ve sadet dışında
olanları üzüyor ve hatta çıldırtıyor. İş batmaz demiyoruz, elbette konjonktürün tümünü okumak mümkün değildir ve fakat bu yarım akıl sahipleri hangi
tedbirler ve garantiler içinde yatırım yapmışta zarar
etmiş ki?Ekonomik süreçteki değişim ve başkalaşmaları, kamu bütçesinin döküm ve dağılımı, dünyanın diğer yerlerinde neler olup bittiği yatırımcının
ilgi alanına girmiyorsa, ipek böceği misali tacirde
kendi kozasında hayata veda eder. Boynu büküklerin kendi eksiklerinden kaynaklanan şükürleri bile
kendilerine esenlik vermiyor. Acı ve ihtiyaç rahatsız
eden iki sinek gibi suratlarına musallat oluyor. Sürekli sinir gerginliği, sürekli azap. Üstüne üstelik elinde
olmayan maddenin ıstırabı. Bir diğer yanda, ev kurmadaki titizlik:Borçla konfor alınır mı?Alıyorlar….
Satanlara da bir süre sonra karşılıksız senetler halinde geri dönüyor. Kapalı ekonomik dönemlerdeki
kanaat ve evdeki anlayış ta bugün kalkmış. Her kafadan bir istek…Borçlananın gece gündüz kaygı ve
utanç içerisinde ödemeye çalıştığı borç stoku her an
daha da büyüyor. Ortaçağda kölelerin bile düşmedi-
ği bir düzey. . Toplumun rahatsızlığı ve genelde hepimizi saran bu kangrenden bu sosyolojik sarmaldan
çıkmamız için fırsata vesile olduğundan rahmetle
Kenan’ı burada yad etmek borcumuzdur. Namurat
göçler herkese dokunur. Ben Kenan’ın neden ve nasıl sonsuza yürüdüğünü bilmiyorum. Hatırlayanlar
da kopuk kopuk hatırlıyor. Bu puzzel parçalarından
hayat fışkırmıyor. Oysa Kenan hafızamdaki gülen
resimleriyle şükür içinde kendiyle barışık gencecik
biriydi. Büyükdoğu’nun amir bilgeliği bize emanet
edilen aklı son kırıntısına kadar kullanma mecburiyeti getiriyor. Aklı kullanmayıp tasarruf yapacağız. .
El insaf, merhamet buyurun kardeşlerim …merhamet... Gövde akıldan uzakta mıdır?Elbette onu da
bir ömrü kuşatacak selim güce dönüştürme zorunluluğu var. Gafletin iş yapma kabiliyeti yoktur.
Titiz ve derin düşüncenin hayal olmaktan çıkıp hayat haline dönüşü ve bu dönüşün Kayseri’de
yaşıyor oluşu bizdeki umutları geliştirmişti. Ali Biraderoğlu abimizden söz açtığımızı bilenlere değil
de belki hatırlamak isteyenlere bir flaş aralığından
göstermek istiyoruz. Söğüt Kitabevi şeneltilmiş ve
gençlerle olan, zaman buldukça toplanmalar, periyodik hale getirilmişti. Bu bilgileri İstanbul’a iletenler bizi Kayseri’ye rabıtalandırıyorlardı. Dedim ya
İhtilal olmuş, ekonomi enkaz. Nereye el atsak yasaklarla sınırlı…Umutların kıble yönündeki şefkati
de olmasa hayatı yük sayacağız. Ali Biraderoğlu ve
Söğüt o dönemdeki Büyükdoğu adına sevinecek
tek tesellimiz. Şu satırların yazıldığı sırada bir risale
de olsa kitaplaşma umudu içimizi ısıtıyor. Halimizi
aydınlatacak projektörlerin döşenme vakti ve bunu
bilgelerinden isteme hakkı doğmadı mı? Kenan Kuzuimam kardeşimizin bu dönemde üzerine düşen su
dağıtma görevi arkadaşlarının yüreğini serinletmiş
olmalı ki, kendisini daima hatırlatacak, Fatihalarından uzakta kalmamasını inşallah temin etmiştir. Ali
Biraderoğlu toplantılarının müdavimi ve meraklısı
bu kültür kulağını bu tecessüsü nedeniyle gündeme
almak onu nerede bulacağımızın ipuçlarını veriyordu. Biraderoğlu’nun bilgeliğini seviyorlar ve muhabbetle izliyorlardı.
Ölümün biz insanları ne zaman ve kimden koruyarak saklayacağını bilemiyoruz. Onun için de
ölümden yana bir öcü üretmiyor ve korkusunu taşımıyoruz. İdeali uğruna “…. ölüm hoş geldi safalar
getirdi” diyen Che’nin soluğu sıcak geliyor. İçi aksiyon ve insan dolu Mehmet Kasap’ın (ni’diyim gerisini) dediğini duyar gibiyim. Yine Kenan’ı anmak vesilesiyle gündeme getirmek istediğimiz Kayserililerin
Mersin’de yazlık merakı, kapalı ekonomik dönemdeki Adana’ya ekmek parası kazanmak için gidişlerin
evrimi mi sualini sorduruyor. Enteresan bir konu. .
Buna bağlı olarak sayfiyelerdeki şatafat... İnsanın içi-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ni karartıyor. Son üçyüz yıldır başkasının cebinden
yiyen devletin örnek olması daha da enteresan. Geleceği tüketen züğürtlük. . Aklımızı son kırıntısına
kadar kullanmalıyız derken kastettiğimiz geçmişin
bilgilerini de kapsıyor. Ki geleceğe dair bir projeksiyon yapılabilsin. Diğer yandan her şeyin olumsuz
kötülüğü ve yükünün aklımıza zarar vermemesi için
direnç tellerinin sabır ve dualarla sigorta edilmesi
lazım. Çelişkilerden şaşkınız... Bıksakta bıkmasakta değilmi ki hayat iskelesine gövdemiz aklımızdan
bağlı…Çağrışımlardan kurduğumuz bu dünyada
anıların boş borularının hangisinde hayat var diye
diye üflediğimiz nefesler umarız gönüldaşlara dua
yerine geçer. Yaşayanlara sözümüz vardı söyledik…
Erciyese göre hayat güzeldir. Erciyes ve Kuzuimam
neden örnek olmasın . Eskiden kullanılıyordu “annaç” diye bir kelime. Anlamı ise ‘’karşılık’’tır. Annacınız neden Kuzuimam ve Erciyes olmasın. Allahım
gönüldaşlarımı merhametinle kuşat.
bir kış gecesinde gar
I.
kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp
sönen
içimizde kedi gözleri erir yıldızlar gibi içimizde
pis kentin portalinde seni yitirdim kedi gözleri
söndüğünde
kedi gözlerince özledim seni yoksun içimde
umudum gün umudum gün umudum
gün eridim gün eridim gün
güm güm içim
güneş bekledim
dün güneşi gördüm yankı sevdasıydı
mehtap kundaklar gibi inler
yollarıma kara oldu bu günler
bu günler gücümü önler
bir kış gecesinde gar
bir yanda kar yağar beri yanda ben
gardan kalan anılar içinde
senin içindeyim
garda kış gecesiydi gözlerimi verdiğim
zaman oldu kaydı ayaklarımız
kayan ayaklarımız kırılan kafamız değildi oysa
arşimed gibi
“bulduk” diye sarıldık salaklığımıza
kayan günlerin kaydırağında
horoz şekeri sevincimizde
koştuk ateş böcekleriyle
kirletemediğimiz kentin sokaklarında
bilmeden bulduk kendimizi
sen ilk aşkımsın dedim sana
aldandığını sandın kitaplarıma bakıp
oysa ben yalanın kendiyim dedim
yalan söyleyen senin gibi
ekmek yerim su içerim
taşa taş suya su derim
alabildiğine küfrederim ben içre
buysa anladığın gerçek
anlamadığını söyle
kim bilecek
yalanın kendi yalan dünya olduğunu
gerçeği yitirdiğimden beri yanında
yalanında gerçeği buldum diye
ilk aşkımsın dedim sana
aldandığını sandın kitaplarıma bakıp
II.
deklanşor iniyordu yıldırım mızrağında
bıyık tutan dudaklarımı cehennem ateşiyle yerken
darmadağın düşünceler içinde yaşıyorum
yaşıyorum seni derken çocukluk yıllarında
yağmur yağsın diye yılan yaktığımız yerler
şahmaranın masal diyarı oldu
yağmur yağsın diye yağmura bağladığımız
kedi gözleri gibi dönüşümlü geceler içinde
ağlar durmadan gelen bereketleri
diri dilber memesi emer gibi semadan
yağmura ekmek sakladığımızdan
ve
yağmur
yağmur
yağmur
sen ey tanrının çözülmez bilmecesi
yağ dur
yağ dur
yağ dur
71
72
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
köy yaşadım yıllar yılı kent hayaliyle
kentte seni bulurum diye
kaç kamyon eskidi kimbilir beni taşımak için
yaşamak diye kent hayaliyle
yaşadın mı sen de hiç köyde
gece serinliğinde tozduğunu
ve o mağrur beldede
işkencelerin sevildiğini
bayram olduğunu elbiselerin
elbiselerin sevgiden solduğunu
yaşadın mı sen de hiç köyde
kadının erkek olduğunu
ve bu kent içre benim kolu kopan dağ olduğumu
devliğimi yalnız sende bulduğumu
nasıl
nasıl
nasıl olur diye yıkıldığımı şimdi
küçük küçücük küçüklüğüm elleri toprak dolu
elleri hayat küçücük çocukluğum
büyük büyük büyümek için anadolu diye
seni bekledim
karda kış gecesi karşılanıp kaydığım
devasa tutkularım
onbeşinde ayaklarım
özünde buldu teri bu ter yalım benzeri
yaktı sensiz gözleri
kaldı kedi gözleri
şafak sürükleyen yılkılarla çarşamba kıyılarında
koştuk
alcasına
akçasına
yağızcasına
hep bir ağızcasına coştuk
ben ve ben
konuştuk
konuştuk geceleri
konuşturduk sakız kokan dağları
kanayan soğuk pınarlarına köyün
türküleri dindirdik
indirdik içimize
dünyadan daha büyük geceleri
orda bıraktık yankıları
devasız heceleri
yalçın kayalarda erimez diye
ayrılırken göç destanlarını ağladım
süt kuzuları satılıyordu celeplere
bahçeler yeşil
gök yine mavi
toprak kokuyordu
dere akıyordu yine
içimde boğulan sevi içinde
selviler geçiyordu
son fatiha’mdı köy gibi yarım
ve
içten
işte anlattım tek sebebi yanmak olan
ömrümü
bir hiçten biraz daha yarım olan ömrümü
ve dahası
nerde yarım öykü var nerde bir türkü yarım
kahramanı eksik romanların
susan ağıtların ezgisi
eskizi eski Nasrettinlerin
unutulan sevgilerin unutanların
ve baharlarsa yarım
onları ben tamamlarım
işte ben bu kadarım
göçmen kuşlarla döndü anılarım sıcak düşlerime
gözaltına aldığımda seni
yağmur yağıyordu
sina çöllerine biz yalan yakıyorduk
yılan yanıyordu cennetten çıktığına bakmadan
ve yılandan farkımızı anlamadan
yılan yakıyorduk
iki yanlı evrenin hep bu yanından
yalana bakıyorduk
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
III.
kedi gözleri süngüler ucunda sunulan sorular
kedi gözleri kerbelada susanan sancı yastığı
gönlüme uzanan ela gözlerin günahı kedi gözleri
kedi gözleri varoluşun boğulan varoşları
evren susmadan savaş renginde susayanlara
susan alçaktır susturulan insana
güneşi ezmeliyim gül kurusu yanını
kıyam durmalı durdurmalı güneşi
kirli gözlerin yüz görümlüğü diye
kırmalı putun boyundan düşeni
kum saatlarının ekvator boyunca yüreğime bastığı
ve beni kanımdan astığı zaman
bilinmeli gün gün bilinmeli gün
gün gün olmalı gün
can kırıldı
cam kırıldı
bir düğündü
gördüğüm
ben beni bildiğim gün
acılarım tuğla kırmızısı yapımı tutan
niçin onulmaz içimde hep eriten hep terleten soru
kırılan onurumu onarılmaz yerinden tutup
kırılan omurların üstünde irkiliyorum
pis kentin elleri irin gözleri irin
tanrı tanımaz kişilerin kişiliksiz günleri
kuşattı kentlerimi
yokluğun anıtında
bir asık yüz pusuda yansıyan
bu sularda boğulan ışıklarda
bağbozumlarına taşınan
yadsınan sözlerimle
garda
gardayım
karasevdaların karasında
garda
sevgilerin soluk renkleri daha da soluk
konuk olduğum gözlerinizde
andığım an karanın adını evren yıkılır
bu yüzde kırılır kamyon klaksonları
bu yüzde durur yosun tutan anılar
bu yüzde tutulur güneş
düşlerimde açıldı sana
bu kış gecesinde
dondurdum sesini erimesin diye içimde
ellerim üşüyen ellerim
ellerinde başlayan el olmamak
yakınımda ellerin
nasıl
nasıl
nasıl
ellerin el ellerin el ellerin
yağmurun omzunda bahar olur umudum
bir gün
bir gün
evet bir gün
gün açar yeşil çağlar bir gün
örgün bir çağ içine
seni
yani seni
son gün diye umdum
kedi gözleri yol gösteren yol kenarlarında yanıp
sönen
kedi gözleri dönüşümlü kendine
ve bölüştüğüm yağmur içinde yağmur
delişmen yürekler inandığınca ak
tanrı yoluna izdüşümlü sevgiler
sevgilim sen sevgilim sen sevgilim
yüreğim sevginle sengin semai
yol ikimize yol yol ikimize
sevgilim sen sevgilim sen sevgilim
bizimle kedi gözlerine giden yol
73
74
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kenan Kuzuimam, arkadaşları Fethullah Dinçsoy ve Suat
Ülker’le birlikte.
Kenan Kuzuimam, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in1977’de Kayseri’ye gelişinde İskender Kebap Salonu’nda.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
75
KADİM DOSTUM
Kenan Kuzuimam
Fehtullah DİNÇSOY
B
üyük bir acı içinde gözlerini açtı “Allah’ım
büyüksün” dedi. Hastane odasındaki bu
yakarışından tam iki gün öncesi akşamının geç saatlerinde yazlığındaki havuz başında beraberdik. Hüzünlüydü. Etrafta kimseler yoktu, ilahi
söyleyelim istedi. Bildiğimiz ilahileri tekrar tekrar
söyledik. Üstad’dan şiirler okuduk. Laf dönüp dolaşıp
dünya meşakkatine dair işlere gelmişti. Birden bire
hüznün yerini sevinç almıştı. Ne de olsa düzenli bir
geliri vardı. Beraber üye olduğumuz kooperatif üç ay
önce evimizi teslim etmiş, taşınmıştık. Taksitleri devam ediyor olsa da bir yazlık evi olmuştu. Tatile bile
gelmiştik. Daha ne isterdik. Allah’a şükrettik. “Ama
demişti; bu günlere gelene kadar ne sıkıntılar çektim. ” Çok ketum olduğu bir konuda açılmıştı, anlatıyordu; “küçük yaşta babamı kaybettim. Anneme
cüz’i bir emekli maaşı bağlandı. İkisi erkek, biri kız
üç kardeş var. Ve kuru kahvecide çıraklıkla başlayan
çalışma hayatı. ” Büyük adam sorumluluğu yüklenmişti omuzlarına küçük yaşta. “Lise birden sonrasını
biliyorsun dedi. ” Lise son sınıftaydık;
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr hangi yönden esersen es
beyitini kara tahtaya yazmıştı. Solcu edebiyat
öğretmeni çok kızmıştı. Bana; üzülme, son sınıftayız
onlar çok güçlü bize zarar verebilirler, cevap veremediğimiz iyi oldu demişti. Üniversite yıllarında ayrı
şehirlere, O Ankara’ya ben İstanbul’a gitmiştik. Hep
birbirimize mektuplar yazdık. Haftada iki üç mektubunun geldiği olurdu. Hepsi sarı zarflarda, gönderen
kısmında Çarşıağası yazardı. Postacı meraklanmış bir
gün Çarşıağası ne demek diye sormuştu. Mektupları
hep besmele ile başlar, imanla ilgili konuları, Kayseri
ile ilgili kısa haberleri yazar, Allah’ın selamı Sevgilisini sevenlerin üstüne olsun diye bitirirdi. Mektupların güzeldi, yazmalısın demiştim havuz başında. Tebessüm etmişti. Annesi genç yaşında ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hasta halinde hep evladını koruyup
kollamak isterdi. Dünyada tutunabildiği tek dal o idi.
Daha evlenmeden annesi de vefat etti. Omuzlarına
yine çok büyük sorumluluk yüklenmişti. Artık hem
baba, hem anne, hem kardeş, kısaca kardeşlerinin
her şeyi olacaktı. Oldu da. Bunca yokluğa rağmen
hep veren olmak isterdi, her zaman verdi. Sabırlı idi.
Hiç şikâyet etmezdi. O’nda bir inci tanesinin oluşmasındaki sabır vardı. İçine kapandığı zaman sanki
gözyaşlarından inci yapardı. Mihnetlere katlanmak
da onun kalbini yavaş yavaş sabırla yormuştu, farkında olmamıştı veya bizlere belli etmemişti. Kısa
bir suskunluktan sonra, “müdür, Kayseri’ ye dönüşte
bazı işlerim var bana yardımcı olda onları bitirelim
dedi. ” (Allah rahmet eylesin bana hep müdür diye
hitap ederdi. ) İşlerinin ne olduğunu ne ben sordum,
ne de kendisi söyledi. Birkaç gün sonra O’nun tabut
içinde, bizim de arkasından hüzünle Kayseri’ye döneceğimizi bilemezdik ki. Havuz başında geçirdiği-
76
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
miz uzun saatlerden sonra sabah
çıktım. Ne kadar zaman
biz yanından ayrılarak başka bir
geçti hatırlamıyorum.
yere geçmiş, başka arkadaşlarla
Doktorlar ve arkadaşbuluşmuştuk. İki gün geçmiş,
lar dışarı çıktılar. Kim
halen yanımıza gelmemişti. Arsöyledi onu da bilmikadaşlara bu adam yarın gelmez
yorum. Öldü dediler.
ise ben yanına gideceğim dedim.
İçeri girdim, sanki yaGecenin bir yarısında şiddetle
nılırlarmış gibi nabzını
kapı çalınıyordu, açtım oğlu Ali
kontrol ettim, atmıyorbabam hastanede yatıyor dedi.
du. Gözlerini kapattım,
Birkaç saat önceki sitemimi duyçenesini ve ayaklarını
muşçasına Kadim Dostum beni
bağladım. Bir hasta
kırmamış gelmişti. Son gelişi
bakıcı geldi. Ceplerini
olduğunu bilemedim. Arkadaşboşalt dedi. Başka ne
larla birlikte koştuk hastaneye
çıktı hatırlamıyorum
vardık. Kırk yaşına kadar; acılar,
ama bir paket sigarayı
hüzünler, sıkıntılar ve onca mihhatırlıyorum. Alnından
net o gencecik kalbini yormuştu,
öptüm, alnın ak, yolun
çalışmakta zorlanıyordu, tekliaçık, mekânın Cennet
KENAN KUZUİMAM
yordu. Başında iki doktor duran
olsun, Allah rahmet
kalbini çalıştırmak için uğraşıeylesin, “Her nefis ölüyorlardı, çalıştırdılar da. Krizin
mü tadacaktır. ” dedim.
verdiği büyük acıya rağmen gözOdadan çıktım. Beni
lerini açtı, şuuru yerine geldi, “Allah’ım büyüksün, sık sık tedavi için götürdüğü ve muhabbetimize vâkıf
çocuklarımın yüzüne bak, beni çocuklarıma bağışla” doktora ölümünden aylar sonra rastladım, bana ardiye niyaz etti. Acı içinde başını çevirerek bakındı, kadaşın nasıl diye sordu. Hakka yürüdüğünü söyleçaresiz bir şekilde başında duran üç arkadaşını ta- dim, doktor; beni teselli etmek için etkili ve sade bir
nıdı. Onlardan Mersin’e götürülmesini istedi. Ama ses tonu ile “Her hastanın başında bir ölü gezer. ”
doktorlar yerinden kaldıramayız, çok tehlikeli gide- Allah rahmet eylesin dedi ve yürüdü. Âmin dedim.
mez dediler. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum tek- Kadim dostum diye ağladım.
rar komaya girdi. Kalbi durdu. Şok aleti ile müdahale
Doğumu; 1955
başladı. Benim dayanacak takatim kalmamıştı dışarı
Ölümü: 16 Ağustos1995
Kenan Kuzuimam, Mustafa Cabat, Ali Pehlivanoğlu Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Dr. Mustafa
Mıhçıoğlu 1977’de İskender Kebap Salonu’nda.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
77
FUAT LİVDEMİR
Mustafa KANLIOĞLU
B
üyük Doğu fikriyatının kendi yaş akranı
içerisinde renkli simalarından birisi idi
Kendisi imam hatipte okurken bile aydınlık evler orta okulunun bahçesine gelerek az çok aklı
eren çocukları etrafına toplayıp sultan Abdülhamid
Hanı hararetli bir şekilde anlatıp onu savunuşuna şahit olan arkadaşlarımız var.
İmam Hatip Lisesini bitirdikten sonra, Erzurum İslami İlimler Fakültesini terk edip ODTÜ
sosyoloji bölümüne kayıt yaptırıp bir yıl okuduktan
sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü üçüncü sınıftan ayrılıp üniversite hayatına son vermişti. Kendisini idare edecek şekilde Arapça bilir, oldukça çok
sayılacak şekilde hadis ezberi vardı. Bir gün Söğüt
Fikir Kulübü kitap evinde hararetli bir şekilde Hadis
ve Ayetlerden bahsettikten sonra hayatının vazgeçilmezi olan ve içmekten ziyade yiyor hissi verdiği
sigarasını bakkaldan almak için kitap evinden ayrıldığında orada bulunan ağabeyin ‘Fuatın Kayserinin en popüler vaizinden ne farkı var?’ diyerek onu
övdüğünü hatırlıyoruz. Evine ziyarete gidildiğinde
çok zengin bir kütüphaneye sahip olduğu görülmüş,
bu zengin kütüphanenin kendisine kattığı hasletle,
konuşurken kelimeleri seçerek ve farklı bir üslupta
kullanırdı. Hayatının belli bir dönemini dolu dolu
yaşadı belli bir dönemini de çeşitli meşakkat ve sıkıntılarla geçirdi.
Hayattan göç ettiği gün Cami-i Kebirdeki mütevazi tabutunda defnedilmeyi beklerken hasbel kader
bir siyasinin yakını olan başka bir cenazeye gelenlerin arasındaki bir çok dava arkadaşları onun bu fani
dünyadan göç ettiğini orada öğrendiler. Tevafuken
onun da cenaze namazını kılmak onlara da nasip
oldu. Namaz kılındıktan sonra siyasinin cenazesinin
arkasında yüzlerce kişi Fuat Livdemir’in arkasında
bir elin parmakları sayısını geçmeyen samimi dostları..
Üstat Necip Fazılın
Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin Dünyada varsa bir yeri,
Bende bütün dünya benimdir derim.
Mısraları tamda Fuat Livdemire uyuyor gibi. Etrafımızdaki birçok gönüldaşımız Hakkın rahmetine
kavuştu, onların göç ettiği günle şimdiye kadar geçen
zamanı hatırlıyor ve bu sürenin çok çabuk geçtiğini
biliyoruz, onlara kavuşmak için çok az bir zamanımızın kaldığını düşünüyor, göç için bir hazırlığımız
olmadığı için hayıflanıyor her geçen gün daha çok
bozulan bu Dünyanın pisliklerinden kurtulacağımız
içinde içten içe seviniyoruz.
Bu fani Dünyadan Büyük Doğu fikriyatına gönülden bağlı bir garip Fuat Livdemir geldi geçti
Mevlamız rahmet eyleye.
21. 12. 2012
Doğumu:1955
Ölümü :2006
78
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ÖZEL BIYIKLAR
Mustafa ÖZER
Ü
stad Necip Fazıl’ın dışında onun bıyıkdaşı Rasim Özcan’dı. Efendi mi efendi
sürekli mütebessim kişiliğiyle bir gün
karşıma çıkıp da hayat hikayesini yazmamı isteseydi
ne yapardım bilmiyorum. Ama bu gün renk tayfında
ruhlarıyla bize yaşama sevinci veren kardeşlerimize
cenazelerinde bile bulunamamanın hüznüyle bir demet çiçek yerine kaim olmak ve fakat daim anılmak
üzre işbu hayatına dair izleri sürmek istedim. Ki bu
küçücük papatya yaprağı kadar saflığın onu taltif etmesi ve Fatiha dan unutulmaması için bir mersiye
olacaktır.
Rasim abimizle 1966-1967 öğrenim yılı içindeki kış aylarında tanıştığımı sanıyorum. O günlere ait birkaç fotoğraf anılara düşülen tarih gibi hafızalarımızdaki unutkanlığı belgeliyordu. Üstadın
Kayseri’ye gelişlerinden birinin arifesindeki hazırlıklarda bazı dövizlerin yazılması için kaygılanıyorduk
ki Mustafa Dinçel Rasim abinin adını andı. Daha
sonra o yazılar afiş haline getirilmişti . Bu işi üzerine alan da Rasim abi olmuştu. Hafızamda ve hatıralarım içinde kalan Rasim abi -1974 ten sonrada hiç
görmeme rağmen -hala elimi uzatsam sıcacık elini
tutacağım kadar yakınımda biridir.
Dünya halidir deriz ya, savrulup darmadağın
olduğumuz, hasretini saf bir insan olarak duyduğumuz ve fakat bir türlü iki yakası bir araya gelemeyen
kaderin içinde, uzaklarda gariban olarak kaldığımız
ruh hallerinde Büyük Doğu nasibinin frekansıyla
öylesine coşuyorum ki, hatıralar romanlaşıyor. O
romanın kahramanları yazıdan kahramanlar değil
de yaşayanlardan birileriydi. Bunlarda biri de Rasim
Özcan’dı 1932 doğumluydu. İnsan davranışlarının
kalıplarını yaşadığı imkanlar alemi çiziyor. Doğum
tarihini vermemden murat onun büyüyüp geliştiği
dönemi takip bakımından önem arz ettiği içindir.
Kayseri’de yerel deyişle tayyarelik, hava ikmal
adlarıyla iki ayrı dönemi simgeleyen isimle anılan
kurum ile anatamir adıyla anılan tank bakım üsleri
Kayseri’ye usta teknisyen yetiştiren iki askeri kurum
ve bu kurumun açtığı çırak okulları ise işin ne denli
önemsendiğini gösteriyordu. Kayseri’deki Büyükdoğu mektebinin iki önemli kaynağı vardı ki, bu çırak
okullarıydı. Bu okullarda belli bir disiplin içerisinde
mesleki bilgiler veriliyor ve yasalara uygun bir işçi
hayatı düzenleniyordu. Özel sektördeki özensizlik,
belirsizlik, düşük ücret ve insani haklar işçileri bu
kurumlara yönlendiriyordu. Bu kurumlardaki işçiler hem ülkelerinin hem dünyanın sosyal ve siyasi
sorunlarıyla ilgileniyor, hem de mesailerinin karşılığı konusunda diğerlerine oranla imrenildiği duygusunu taşıyorlardı. Kayseri için önemli olan bu iki
kurum bir örnekti. Fabrikalar askeri kurumdu ne de
olsa.
Dayanıklı hayır eserleri (cami. aşevi, köprü,
çeşme vb), bilimsel ve sanat eserleri ve evlat, insanı
ölümsüzleştiren varlıklardır. Rasim abide hep bunun
hicranını duyduğunu dillendirirdi. Yokluk ve yok-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
sulluklar içinden sıyrılıp çıktığı dönem ve çabasını
ve o çabada yardım edenleri unutmuyor, onları hayırla yadediyordu. Çocukluk yılları hem öksüz hem
yetim ve hem de iki kardeşinin de büyütülmesi üzerine kalmıştı. Sıkıntı bununla da sınırlı değildi. İkinci dünya savaşı yılları. Yokluk ve yoksulluk ve de yolsuzlukların tepe yaptığı yıllar, o yıllara karşı mücadele eden üç küçük çocuk…İlkokulu bitirir bitirmez
hava ikmal ‘in çıraklık okuluna kayıt ve hava ikmal
merkezinde görev üslenme. . Ömrü çileler içinde geçen Rasim Özcan’ın yüzündeki çizgiler bu çilelerin
çoktandır şüküre dönüştüğünü gösteriyor olmalı ki
onun neşesinden insanlara güven, doğruluk ve iyilik
yansıyordu.
Onun bize nazaran uzun olan boyu takım elbisenin içinde zarafeti simgeleyen bir yapıdaydı. Her
zaman insanların karşısına güzel bir elbise ve gülen
bir yüzle çıkardı, bu nasibi dahi Üstadı temsil eder
gibiydi. Pantolonu ütülü, ayakkabı pırıl pırıl ve kravatı son modaydı her zaman. Traşına özen gösterir
özellikle bıyığını sanki kumpas kullanırcasına düzgün keserdi. . Yüzündeki yumuşak ifade Fahri kainatın sünnetine uymanın fotoğrafa yansımasıydı. Hele
o sesi… Yüzünden daha yumuşak o sesi, müminin
merhametinden besteler gibiydi.
Hayat memat diyorlar, ne dediklerini biliyorlar
mı acaba. ?Rasim ağabeyimiz hayatın memat olduğunu bilenlerdendi. Ölmeden nefsini hesaba çeken
Büyük Doğu nasiplisiydi. Akciğer kanseriyle davet
edilen Azrail arkadaşımızı ebedi hayatına taşıdı Şubat ayının ayazı ikibindokuz yılında bir başka hüznü
donduruyordu. Kardeşimiz göçmüştü. Allahın merhameti ve rahmeti onunla ve bütün inananlarla olsun. Amin.
RASİM ÖZCAN
79
DARBOĞAZ
I
yüreğim yumuşak
yüreğim yükleniyor gelip geçen günleri
bir hüzün mayasıdır dirilten yüreğim
çözmüyor düğümleri
düğümler ki aklımdan geçen
boğazımdan geçmeyen madde
düğümler ki yüreğime dayanmış
ezdikçe ezilen hadde
ve yürümek zorundayım sokağın ucuna dek
nasıl zamanla sönüyorsa sokak feneri öyle
yüreğimi tutan “bottle – neck”
gel dostum gel de bir şeyler söyle
kimliğimize dair söz açmadıksa
kör döğüşünden kaostan yana
göz rengimiz değiştirmiyorsa bakışlarımızı
güzel olana
gel de birlikte bakalım
II
doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla
muşmula yemiş midenin rengi
kaplumbağadan hızlı gide parmak çorap içinde
yoklukla varlığın yitince nirengi
doğrusunu söylemek nasılsa öyle anlaşıla
takvim bir nöbetinde süngülenir
kan enflasyonu beslerse akvaryumda
bir iki balık
üç ahbap çavuş yaparsa kalabalık
bir duvar dibi avlarsa geçer şaşkınlık
80
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Ali Biraderoğlu, Mehmet Gökalp, Abdulkadir Abdusselamoğlu,
Ayaktakiler (Soldan): Ahmet Kaplan, Rafet Cingil, Rasim Özcan, Mehmet Güldeste ile.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
81
Mustafa ÖZKÜÇÜK
01
Halit KANTARCI
/01/1950 yılında Kayseri’de doğan ve çok sevdiği Necip Fazıl kitapları, öğrencilik yılladayım Mustafa Özküçük Kayseri Li- rında tanıştığı üstad Necip Fazılın düşünce ve fikir
sesini bitirdikten sonra İstanbul Üni- hayatı onu derinden etkilemişti, daha sonraki yıllarversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden 1973 yılında da da hep Necip Fazılın izleri olmuştur hayatında.
mezun olarak Kayseri’ye tekrar dönmüş ve muaye- Bu noktada çeşitli vakıf ve derneklerde aktif rol alnehanesini açarak Diş Hekimi olarak hayatını sür- mıştı. Özellikle Hekimler Birliği Vakfı’nda ve KEK.
dürmüştür. 27 kasım 2008 sabahı bir telefonla uyan- Vakfında. Ölümünden kısa bir süre önce bana kendım. O gün dayım Mustafa Özküçüğü kaybettiğimiz disinin de sürekli katıldığı, Kayseri Eğitim ve Kültür
gündü. Uzun zamandır çektiği çile bitmişti aslında. vakfına ara sıra da olsa gitmem konusunda ricada
Oysa daha iki gün önce yanındaydım ve yine elini bulunmuştu. Çok ince espirili bir insandı. Bazen diş
taraması yapmak için katıldığı okullarelime bilek güreşi yaparcasına toka
da “Bir Latin şairi olan (Juvenal) der
etmişti, yüzünde her zamanki gülümki: ‘Mens sana corpore sano’ “Sağlam
semesiyle, içimizden ikimizde bunun
kafa, sağlam vücutta bulunur”. Çocukbir veda ziyareti olabileceğini düşünülar onun için dişlerinize gereken önemi
yorduk, sonra bir anda çocukluktan o
verin, diye diş taramasına başladığını
zamana kadar geçen güzel günler geldi
öğretmen arkadaşlarından dinlemişgözümün önüne. Çok farklı bir insantim. Dayımın arkadaşları içerisinde
dı benim için. Bizim ailede kimin başı
en fazla Bekir Yıldız’ın aklına, irade ve
sıkışsa hep onun yanında alırdı soluotoritesine karşı arkadaşlığın ilerisinde
ğu, yardımını hiç esirgemezdi, karşılık
bir takdir duygusu vardı. Sık sık berabeklemezdi. Sadece bize olsa ya, herkeber zevk ve muhabbetle birlikte yemek
se yardım ederdi herkesin Mustafa abiMUSTAFA ÖZKÜÇÜK
yediklerine şahit olmuşumdur. Kendisiydi, teyzesinin kızı Türkan hanımla
sinin erkek kardeşi olmadığından benevliydi ve Şule ve Şeyma adında iki kız
ce Bekir Yıldız’ı zımnen kardeş yerine koymuştur
çocuğu vardı.
Bir ruh tutkunuydu... Hiç kibirlenmezdi, göste- diye düşünürdüm. Bu samimiyete gıpta etmişimdir.
rişten, şatafattan hoşlanmazdı. Eğer Mustafa Özkü- Vefatından 15 gün sonra çok sevdiği arkadaşları bir
çüğe bir sırrınızı verdiyseniz asla onu kimseyle pay- anma gecesi tertiplemişlerdi, KEK Vakfında. Akşam
laşmazdı, ağzından kerpetenle bile laf alamazdınız bir ziyafet verilmiş ve hatim duaları okunuyordu,
sır küpüydü. Dini yönünün çok kuvvetli olduğunu içlerinden biri, Mustafa Özküçüğün burada oturan
söyleyebilirim, İslam’ı aslından ve doğru öğrenme herkese mutlaka bir iyiliği olmuştur dedi, çok etkikonusunda bir yol göstericiydi bizlere, değme ilahi- lenmiştim. Bu günlerde vefatının 4. yılını geride bıyatçılara taş çıkartacak bilgi ve birikim, sürekli oku- raktık, hala gözyaşlarımız tam olarak kurumuş değil.
makla geçen bir ömür, daha çok anlatan değil din- Kendisini bir kez daha yad ederken, geride bıraktığı
leyen olmuştu hep, her gün en az 4-5 gazete okurdu çile mirasçılarına Allah yardım etsin diyorum.
82
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
PATRİYOT
Mustafa ÖZER
A
ramızda ne fizik ne kimya ne de başka
alanlarda atoma ilgi duyan yoktur. Oysa
atomun ve hatta nükleer fiziğin ne olduğundan bilgi düzeyinde haberdarsınız. Bir büyük
buluş olan atom gerçeğini metodik anlamda, hem de
insanlığın büyük kesimi hayatına kriter yapmamıştır. Çok az da olsa seçkin bir kesim hayatını önemser
ve ilkeli yaşar. Bu ilkeler başkalarının gözüyle adeta
gözükmez ilkelerdir. Burada nükleer konuya girecek değilim ve fakat bu bilginin hayata kriter olması
oldum olası merakımdır. Hep Mustafa Özküçük arkadaşımızı bu yapıyı bilen olarak gördüm. Bilmesi
ameli idi. Malumat olarak ta diş tabibi olması hasebiyle hücre ve mikrop ve mikrobiyolojik gerçek ve
gereklilikler onu hazırlamış olmalı. Çünkü bilme
dönemi, deneme dönemi, uygulama dönemi ve metodik hale getirilme dönemi uzun bir süreçtir. Sabır
ve birikim ister. Özküçük bu kriteri içselleştirmiş yegane kardeşimizdi. Sistemin sosyal hayatta kullanılması da belli bir yaşama biçimini gerektiriyor. Onun
için detay vermiş oldum. Özetin özeti herkesin görmediği hatta görmek istemediği ve hatta görse bile
ihmal ettiği küçüklerin değerli hale getirilerek kullanılması meselesi. Özküçük’ün hayatı sanki bu düşünce helezonu vasıtasıyla duaya dönüşüyordu.
Mustafa Özküçük’ün hayatını mercek altına
alınca maddesi gözükmeyen o varlığın nurunu görebiliyoruz. Bu öyle bir bedahet ki karşımızdaki
Erciyes’i göremeyip beş lirayı önemsemek gibi çelişik
ve absürttür. Belki bir bencillik kokusu bile gelebilir.
Fakat ne hayat ne de cennet ucuz değil arkadaşlar. O
yapabildiğini yapmanın erdemine inanmıştı. Kimse
yoksa o vardı. O ‘bu kadar ve buraya kadar’cılara inat
başkalarının eksiğini montajlamak zevkini bir yana
koyarak elindekini taşıyabileceği en yükseğe taşırdı.
O yapabildiğini yapmalıydı, ve onu yaptı. Ya bir odak
olup birikir ya bir odağa sessizce sızar, bünyevileşirdi. Onun odakları çok merkezli ve zahiri özellikler
taşır. Böyle olunca da lidere ihtiyaç çıkmazdı. Herkese irade dağılınca hareketi senkronize emire kalıyor.
Yöntem basit ve etkili. Merkez nesnel kaldığı sürece
merkeze katılmakta kimse muhalifleşmiyor. Özküçük bu gerçeği görmüştü.
O benim özel lakabıyla patriyotum idi. Patriyot,
öze müteallik konularda, halktan birisi olarak yaş
meslek ve sosyal itibar gözetmeksizin duyarlı hale
gelir, ilgilenirdi. Kiraz yemeye giderken de, başbakan karşılamağa giderken de hep aynı patriyot idi.
Gizemi ve olgunluğu tecahül ü arife bu kadar güzel
saklayanını görmedim. O bir harikadır. Gözlüğünü
acziyet unsuruymuş gibi taşımasından özel musafahasına kadar hep bütünü patriyotta mündemiç aksesuarlardı. Temiz ve sıcak renkleri seven bir başka
özelliğini son iki yılda değiştirmişti. Siyasete ilgisi
Büyükdoğu emirleriyle ilgiliydi. Değilse ilgi alanının
dışındadır.
Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfındaki son görüşmemizde halimizi hatırımızı sormuştu. İçim acımış-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
tı. Gerçi bende rahatsızım kalpten, lakin ben tayin
edilmiş bir güne esir değildim. Sevinmek üzülmekten
de beter bir bakış. Bu kanser illeti belki bir süre sonra
kontrol altına alınacak, sırları çözülecek ve mücadele
edilir boyuta gelecektir. Ama şimdilerde gözümüzün
içine baka baka önce Ziya Olgunharputlu’yu daha
sonra Ekrem Sağıroğlu’nu ve en sonda patriyotumuzu aldı. Kapitalizmin kirliliğine bakarak bilimden tedavi beklersek dünya zindana döneceğe benzer. Rabbimizin de bir hesabı olsa gerek, İnancımız umutlarımıza neşeyle hayat vermektedir.
Cumhuriyet İşhanı yeni yapılmış, Mehmet Kasap orada çalışıyor, zannederim onu ziyarete gittim.
Yanımda Mustafa Özküçük belki yarım saat hiç konuşmadan Koca Erciyes’i seyrettim. Mustafa da arada bir bana bakarak Erciyes’e bakarmış. Neden sonra
ne değişti diye bir soru sordu. Gözlüklümü gözlüksüz mü dedim. Şuraya iki satır konuşmaya geldik
Özer beğ, dedi Mustafa. Beriden Mehmet Kasap katıldı, sıkılmışındır abi …Çay içer miyiz beyler dediğinde çay tepsisinde şıngırtılarla çaycı geldi. Mehmet
çaycıya çıkıştı “bayat çayı hakalama ha!”…Sanki başka kelime bilirmiş gibi. . ayıpettin abi diyordu çaycı.
Ben gidiyorum dememle Mustafa hayat buldu(bağa
gidek mi Özer aa?) dedi . Kasabı çizimleriyle baş başa
bırakıp, şimdilerde adını ışık meydanı diye değiştirmişler, eski eşek meydanındaki bağevine gittik. Yoldan Ahmet Taşçı’yı da almış olmalıyız ki hafızamda
Ahmet’in duta çıkıp dut yediğini hatırlıyorum. Havuzun başına bir şilte koymuştu patriyot ben de bir
güzel uyku çekmiştim. Uyandığımda akşam oluyordu. Şehre inip Kasapla buluşmuştuk.
Mustafa gözü, eli ve kapısı açık nesnel çalışmayı
seven biriydi. Yok gibi dururken sizi öyle ağırlar ve
taltif ederdi ki, yaptığı ikramların sizin hakkınız olduğuna içten sizi inandırırdı. İnsan nefsini bulaştırmadan nesnel kalması ve nesnenin akıl bulandırmaması ve ruhu teslim alıp kirletmemesi için mukaddes
olan malumunda mazruf olarak bir zarfa girmesi gerekiyor. İşte Özküçük bu noktada çok hassastı. Muhafazakardı. Hatta patriyotun temel ilkelerinden en
temel olanıydı. Muhafazakarlık Mustafa Özküçük’de
klasizm kazanmıştır. Yiyecek, içecek, giyim, kuşam,
ve hatta kelime seçimine kadar bir çizgisi bir duruşu
vardı. Bu nedenle kelime tasarrufu bile yapıyordu.
Özküçük’le lisede tanışmıştık, Kayseri lisesi.
Adını sonradan Selçuk koyduğumuz Sümerde oturan bir sınıf arkadaşımla daha içiçeydi. Kabalığı beni
rahatsız ettiği için ben Selçukla yanyana pek gelmezdim. Dava ahlakını sevdiğim için de ondan büsbütün
kopmazdım. Özküçük onunla bilardoya, sinemaya
giderdi Sessizliğini Özküçüğün, gürültüsünü de Selçuğun eklediği bir renkli grupları vardı. Üniversite
yıllarında uzak düşmüştü Selçuktan. O Ankara’da
83
okuyordu, Özküçük İstanbul’da . . Dişçilik fakültesi
hem masraflı, hem de zor eğitimlerden biri olduğu
için Özküçük, İstanbul’da biraz kendini kapatmıştı.
MTTB de hiç olmazsa ayda bir görüşüyorduk. .
Mustafa şın şenlik içinde kendiyle barışık bir
dostumuzdu. Eğlenmeyi bilir ve severdi. Toplumun
oyunla hareket ettirildiğini keşfetmiş olmalıydı. Çiftetelliyi ne kadar güzel oynarsa çiçekdağını da aynı
güzellikte oynardı. . Bu konuda müthiş diyebilirdik.
Düğün dışında hiç oynadığını duymadım görmedim, onun içindir ki bilinçli seçim. Çerçevesini çizdiği alanda kalanların düğünlerini şenlendirdiği kadar
aynı ölçülerde cenazelerinde acı paylaşmayı bilirdi.
Mesleki aletlerindeki kullanım titizliğini şoförlüğüne bile taşırdı. Hiç erinmez, böylede olur demezdi.
Gereğine binaen kullanırdı.
Anılar… anılar… öyle içli öyle bol ki. . çokluğu
bizi alıp götürüyor. Mustafaya nasıl olmak isterdiniz
deseler seçeceği hayat tarzı yine aynısı olurdu. Zira
hayatıyla barışıktı. kendiyle, çevresiyle barışıktı. Öyle
ki gül ve sarımsağa kadar kokularla barışık olduğu
gibi dağlarla ovalarla barışıktı. Barışamadığı modernlik çağdaşlık, demokratlık ve Avrupalılık adına
üretilen popülizm ve popüler kültürü sevmezdi. Kot
yada kes giymedi giymezdi de. Oysa aile düzenimizde bu çatlaktan çok mikrop gelecek gibi gözüküyor.
Bizlerin yapmadığı bazı zarfa ait yaptırımlar mazrufa
sızacak zararları önler mi? Bu konuyu tartışmalıyız.
Ailelerimize ve topluma sahip çıkmak adına.
İnsanın ağız içinde çalışmak öyle kolay değil.
Dişçi mesleki formasyonunu kazandıktan sonra muayenehanesini de açmıştı. Evini de yaptırdı. Muhanete muhtaç olmayacak ekonomik düzenini kurmuştu.
Belki bundan sonra dünya adına rahat edecekti. Çok
özenerek kurduğu evinden semtine, ilçesinden iline,
ülkesinden İslam dünyasına dair öyle derin bağlılıklarına şahit olmuştum ki O’na ‘’patriyot’’demiştim.
Bu tabirde Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sındaki
Patriyot Ömer’den mülhemdi. Son yıllarda her şeyiyle, nesli tükenmek üzere olan arkadaşların yanında
olan Bekir Yıldız bizde olanın kendisinde olduğunu
biliyor. Elinizle kötü bir şey yaptığınızda nasıl ki elim
kırılaydı da diyorsanız iyi bir şey yaptığında da o eli
bir kez ödül olarak öpmek gerekmez mi?Atalarımız
onun için demişler ki;Marifet iltifata tabidir. Hakkı
olanlara selam olsun. ve Allah haklarını korusun bereketlendirsin, ve namerde muhtaç etmesin
Bakıyorum da çevremde ne kavgacı ve ne de
kavga seven var. Barışı korumakla görevli kalbimiz
Nuhun güvercini gibi alemi de barış içinde görmek
istiyor. Patriyotun kahkülündeki arkaya doğru yatkınlık takkenin dua izlerini taşırdı.
Cemaate devam edenler için elbette bedahet
olan halk içinde farklı görülebilir. Onun dindarlığı
84
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
devamlılıkla taçlandırılmış idi. Bu yanı elbette ki
dost bağının bülbüllerine tuzak değildi, lakin onun
titizliği davasının geçmişte geçirdiği acıların bilinçaltında bıraktığı tortuları, ve o tortuların korkunç
ihtilaçlarını unutamamaktan kaynaklanıyordu. Davasına aşık olan herkesin arkasına bakmadan yapacaklarını yapmasıdır. O da bunu yapıyordu hep. Sessiz ve bir radar gibi gökyüzüne açık. Büyükdoğunun
her frekansı onu ilgilendiriyordu. sevincini, hüznünü aşkında taşıyanların iyi bildiği bu doğru yolda
kendisine tevdi edilen susma hakkını konuşma sırası
gelmedikçe bozmama karalılığıydı. Sakin ve müsekkin… Ve de delicesine patriyot…
Yine Türkocağı …yine Mustafa Dinçel…yine
Ziya Olgunharputlu. . yine Hasan Nail Canat ve
daha niceleri…gülbank okumak lazım…Türkocağı Patriyotun muayenehanesine taşınmak üzereydi.
Ofisi dervişanı cem etmiş, kafasında takke, yüreğinde tekke, memnuniyeti tebessümünde izhar, dervişanı rahatsız etmekten korkar, bağevi dahil evi her
dosta aşikar olmuştu.
Ziyanın ziyade titizi, Mustafa küçük küçük birikmenin, şık ve şen devliği dileriz ki devam eden
dostluklarda, tevarüsen devam eder, Mustafa Özküçük sana ve senden olanlara Allah merhamet etsin .
Bilvesile Allah hepimizi muhafaza etsin.
patriyot I
ortadoğunun ev sahibesi
asil türk terbiyesidir
gayrı türkün müddeası
amerikan kurabiyesidir
bir süredir oyalandığın
oturdukça usanmadığın
dolandıkça dolandırıldığın
aşkına uslanmadığın
sabrın ne gün bitecek
iskender mi
karun mu
kurunu vustada geçti ustaca
hele kan revan içinde islamın defteri
ömer
osman
ali
hasan
hüseyin
osmanlıya emaneten verilirken ortadoğu
barut kokulu
ve duygulu
ortadoğuda yaşayan ulusal olduğunu sanıyor
aynı yaşam da adaş oldukları halde
başka yaşam bulduğunu sanıyor
aynı makama aynı besteyle yalvarıyor
birbirinden habersiz
patriyot II
aslını bir soykacıdan almışlar
gerisi encümen-i hamuşanın üyesi
şu pandülü bozuk makamda konuşan ise
anayola paralel koşanın üyesi
aslı girmemiş olabilir terekeye
belki de varoluşun simgesi diye
varis redd-i miras etmiş olabilir
bu nedenle kalana demiyoruz reddiye
sayesinde dem çekip uyuyoruz
ne vekiliz ne müvekkil
ne de mütevekkiliz kadere
önümüze kim gelse onu da uyutuyoruz
atam dermiş ki
gölgede duranın olmaz gölgesi
burası ortadoğu bölgesi
bu bölgede her şey beynelmilel
her şey diplomatça
karanlık basınca
duygular bastırılıp
kaygular hoyratça basılır
muvattaliş mi geçmedi
ramses mi
nuşurevan mı
perikles mi
Mustafa Özküçük, muayenehanesinde. Ekim 1996.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
patriyot III
patriyot IV
şaşma sakın bir meleğin kanatlarını yıkarken
görürsen
gümüşderenin söğütler ardına saklanmış
küçükkoyunda
şundan bundan peydahlanıp gündeme gelen
zıpırları
herkes tanır sonucundan
biraz kıl biraz kılsızlıktır akıllılıkları
ve kendine ait olmadı okudukları
ve okullulukları
yeni bir yatak pırıl pırıl gümüşdere
aldırmıyor çıkışlara inişlere
ne suyunda yosun yüzüyor ne taşında
gümüşdere henüz işin başında
beni uyur gezer kılan
melek miydi dere miydi ay mıydı
tefriki zor içimde bir uzay mıydı
gümüşderenin menderesleri
zaman onu da yosunla saracak
yüzünde ne mücavir köy ışığı ne de yıldız
parlayacak
tarihi kostümleriyle övünen nicelerine
temizliğinden örnekler sunabildi sadece
tarihten daha eski güzelim gümüşdere
çağdaş maskaralığa kaymadan gümüşdere
şükürler etti hem de binlerce
suyunu şerhederek
gözyaşından alın terine dek
huyu suyu bilinenlerce
çağdaş maskaralığa kaymadan
okundu ve anlaşıldı güzelim gümüşdere
ayağa batmayan bir çivinin hayale batması
mazlumu uyarmak içindir
zalimin estetiğe ihtiyaç duyması
kaçan zulmü kayırmak içindir
eskiden sakaltraşı geçenlere hırbo derlerdi
yeni tüylenmiş kuş yavrularına benzerdi yüzleri
buna ek olarak suut sakalı çıktı modaya çene
ucundan
çatlak havuz problemine benzer hep sorunları
kaçırdıkları biriktirdiklerinden hep daha fazla oldu
başına ödül koydurup beleşe yaşamak için
dine çatar
devlete çatar
da
belaya çatmadan hukukla uykuya yatar
uyanık mı desem cingöz mü
açıkgöz mü aç göz mü desem
neleri değişecek sanki
soyan da soyulan da kendileri
ha demişin ki şıracı bozacıya karşı
ha demişin ki karşılıklı dibi kara tencere
bu kendini soyan hırsızlara
aldanmayın orduya dair ettiği laflara
ya paşadır babası ya dayısı asker
taflanlara ve papatyalara dair bilgisi
muhakkak araştırmaya değer
islamla ilgisi avrupadan gelir
entelim her gün avrupadan gelir
herhalde harcadıkları yerlidir
her yemeğin üstüne bir draje özgürlük hapı
düşünü rahatsız eden gölgelere hitler tozu
iktidardan kovulmayan bir kapı kolu
tamamlar yavrunun eksiğini
devlet oldukça olacak entel
olsa da kendine engel
Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, Mustafa Özküçük, İbrahim
Gengeç, Şükrü Karatepe, Bekir Yıldız, Abdullah Gül,
Ufuk Lisesi’nde bir aradalar.
85
86
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Mustafa Özküçük, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi biyokimya labaratuvarında. 2. Aralık. 1972
Mustafa Özküçük, Kocasinan Belediyesi Meclis Üyesiyken, Turgut Reis Mahallesi muhtar
evine Mayıs 2006’da, Mustafa Cabat’la birlikte bilgisayar bağışında bulunurken.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
87
DİŞÇİ’NİN PALTOSU
Mehmet KASAP
(Birgün; Orhan Pamuk’un “Babamın
Bavulu”ndan mülhem böyle bir yazı yazacağımı
hiç düşünemezdim!..)
H
erkes dünyada kendi kaderini yaşıyoryaşar, mukadderatının arasında gider
gelir, iner çıkar, dolaşıp durur hülasa,
bu belli de, her halde hiçbir kimse için hayat, hiçbir zaman tamamen bir tiyatro olmamıştır. Mustafa
Abi, inadına böyle yaşamaya çalıştı, tek kişilik tiyatro
oynadı hep… Öyle zor ki bunu yapmak, düşünebiliyor musunuz herhangi bir zaman, nerede olursa
olsun farketmez, ilişkide olduğu, görüştüğü kişinin
bu oyundan haberi yok!.. Şöyle mesela; muayenehanesinde, diş ağrısı veya böyle bir problemiyle ilgili
görüşmek üzere gelen hastanın, dişinin sızısından,
acısından fırsat bulabilirse ki, ekseriya umurlarında
olmazdı, görebileceği şekilde bir kitap, aralarındaki
masanın üstünde sürekli durmakta ama, hatta hastanın dikkatini çeksin diye arada bir eliyle şöyle ileri
geri, sağa sola doğru kitapla oynamalar… Tabii kitabın kimliği çok önemli, bir kere Necip Fazıl ön şart
denebilir, en aşağısı Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi
veya Sezai Karakoç’un Diriliş’i olacak!… Haydi diyelim büyük keyiflerinden biri de; yere, ne sehveni, bilhasa düşürülmüş, saçılmış bir takım madeni paraların, banknotların çiğnenmesi, dikkat çekmesiydi!...
Ne tiyatro amma?
Muhakkak ki, tam bir Müslüman’dı… Tiyatrosu
da buydu zaten, bundan… Fakat anne-babası, çocukları ile ilişkilerinde; bir şey söylemek mümkün
değil, belki gelenekler daha ağır basıyordu, öndey-
di… Yine de ebeveyni ile ilişkilerinde ben, gelenekten ziyade onda hep Veysel Karani tavrı görmeye çalıştım… Bu yakışıyordu Ona!... Ne olurdu sanki ki,
bu yalan dünyada zaten adalet denen şey, “güçlülerin delip geçtiği, güçsüzlerin takılıp düştüğü ağ” değil
miydi?
Mustafa Abi’yle ilgili bu dördüncü yazı, biter
mi bilemem, öncekiler çok yavan geldi bana, yine
de duruyorlar… Burada iki şey söylemek istiyorum;
Onun için güven önemliydi, öyle daldan eğmelere de
pek güvendiği söylenemez… Üzgünüm ama mesela
ben de anadan doğma değildim, yani yapacak bir şey
yok, bu, söyleyeceklerimin ilkiydi, ikincisi de; biliyordum ki Onun, güvendiklerinden kendini mahrum ettiğidir…
Tamam artık, daha fazla yazmak Onu, güncel tabirle “Mustafa”laştıracak, önceki yazıların yavanlığı
da burada, anladım şimdi!..
Kaç zamandır belki bir iki yıl var ki, paltosunu
değiştirmişti, giymiyordu onu!... Aslında Dişçi’nin
tiyatrosu o paltoyu çıkardığında bitmişti, “Paydos!.”
demişti... 2008 Kasım’ının son Perşembesi’nde o kuşaklı, biraz maksi, haki paltosu tabutun üstündeydi… Kendisine de çok yakışırdı hani ve bu haliyle
Camiikebir’in musalla taşları, o öğlen boştu, başka
cenaze yoktu, hepsi tek başına Onu, şehrin efendisini kollarına almış, son yolculuğuna hazırlıyordu!. . .
Ömür boyu tiyatro böyle oynanır zahir?… Ve
kaçınılmaz son, perde!.. Ne demiş büyükler; “Gel
otur başka, geç otur başka!...” O hep geldi, oturdu!. ..
Dualarım Onunla; Allah’ım, rahmetini Ondan
esirgeme!..
88
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Mustafa Özküçük, Ufuk Lisesi Müdür odasında Ahmet Taşçı, Mustafa Cabat, İbrahim Gengeç, Şükrü Karatepe,
Mustafa Özer, Bekir Yıldız ve Abdullah Gül’le birlikte.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
89
Ekrem SAĞIROĞLU
Röportajı yapan:
19
Osman AKYILDIZ
43 yılında Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. İlkokuldan sonra, özel
öğrenimle hafızlığını tamamladı.
Kayseri İmam-Hatip Lisesi’ni 1966; Yüksek İslam
Enstitüsü’nü de 1970 yılında bitirdi. Refahiye, Digor
(Kars) ve Safranbolu ilçelerinde müftülük; Eskişehir
ve İstanbul/Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde öğretmenlik yaptı. Yazı hayatına lise döneminde başladı.
İlk deneme yazıları Kayseri’nin mahalli gazetelerinde, haftalık Yeni İstiklal gazetesinin Genç Kalemler
sayfasında yayınlandı. Deneme ve makaleleri de
sonraları Milli Gazete, Yeni Devir gibi günlük gazete ve Hakses, Tohum, Mavera, İslam, Altınoluk gibi
aylık dergilerde yayınlandı. 2008 yılında, hayatını
kaybetti.
Uzun süredir kanser tedavisi gören Eğitimci-Yazar Ekrem Sağıroğlu, (12. 01. 2008) tarihinde sabaha
karşı evinde hayatını kaybetti.
Vefatından önce Furkan’a konuşan Ekrem Sağıroğlu ölüme yaklaştığını şu sözleriyle ifade ediyor:
“Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum
bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşaallah.
İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitmeden, zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle
vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu
yapmalı. Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı
yok. Daha doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı.
Bunun için zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini
bilmeli. Sonunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir hayata dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım.
Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna
yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiştim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’
demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter
yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu
kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin
yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi
edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya
işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap
işlerimi bitirmeye çalıştım.”
***
Merhum Ekrem Sağıroğlu’nun Furkan
Dergisi’ne Ekim 2007 tarihinde vermiş olduğu röportaj
•••
“TASAVVUF ŞERİATIN İYİ YAŞANMASI
İÇİN BİR VASITADIR. ”
Furkan - Muhterem Ekrem bey, öncelikle kısa
çizgilerle hayatınızı anlatır mısınız? Ekrem Sağıroğlu kimdir, neler yapmıştır, halen neler yapıyor?
Ekrem Sağıroğlu - Hayatımda kayda değer birşey yoktur. Kendimi bildikten sonra, içimde yaşadığım fırtınalar elbette sadece benim için önemlidir ve
90
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
bana ait şeylerdir. Bu konuda söylenecek söz şudur:
İnsanı biraz da acılar ve çileler olgunlaştırır. Acı, çile
-fakat ulvî çile- ve ızdırap insanı hamlıktan kurtarır.
Bu içsel olgular dışında, dünyada kalış süremiz olan hayata gelince... Zannediyorum insanın
kayda değer ve anılmaya layık hayatı, ‘yaşanmaya
değer hayatı’ bulmuş olarak yaşadığı hayattır. Yani
hem kendisi için hem de toplum için, bir müslüman
olarak İslâm adına yaptıklarıdır. Başka bir ifadeyle,
geriye bıraktıkları ve böylece de ileriye, öbür tarafa
gönderdikleridir. Ebedi hayat kaygısı olmadan yaşayanların hayatı ise bir bitki, bir böcek, yani herhangi bir canlı gibi yok olup giden biyolojik bir canlılıktan ibarettir.
Aklımı bilip, gözümü dünyaya açtığımdan beri,
hep bu arzu ile, yani ‘daha iyi müslüman olabilme’
arzusu ve hasreti içinde yaşadım. Fakat buna tam
muvaffak olduğumu söyleyemem. Galiba bu biraz da nasip meselesi... Cenab-ı Hak buyuruyor:
“Bu Allah’ın fazlıdır ki, isteyene ve istediğine verir:
Zâlike fadlullâhi yü’tihi men yeşâü” Allah-ü Zü’lCelâl, bizleri bu manevi nimetten nasipdar eylesin...
Evet, o sizin öğrenmek istediğiniz hayata gelince... 1943 Erzincan Refahiye doğumluyum. Babam küçük bir esnaftı. Âlim değil, fakat malumatlı
ve ârif bir kimse idi. İlk öğrenimim köy şartlarında geçti. Sonra babam beni hafızlığa başlattı. Çok
şükür, zor şartlar altında bunu başardık. O zaman
Kemah müftüsü olan Lütfi Doğan hocadan ders
alırken, bize Kayseri İmam-Hatip okulunu hatırlattı
ve gitmemi teklif etti. Babamın da bundan haberdar olmasıyla 1959 yılında oraya kaydoldum. Şimdi
ilahiyat olan olan Yüksek İslam Enstitüsü’nü de orada okudum. Fakat sadece mektep dersleriyle yetinmedim. Kayseri’nin yetkin müderris hocalarından,
birkaç arkadaşla dersler aldım, Arapça okudum.
Ayrıca müthiş bir kitap okuma şevkim vardı.
Okul kütüphanesi ve şehrin kütüphaneleri belli başlı mekânlarımdı. Raşid Efendi Kütüphanesi
meşhurdur.
Yazı yazabildiğimi, kompozisyon yazılılarında
anladım. Edebiyat hocam Sabit Hashalıcı da teşvik
etti. Ve yazı hayatım da lise bir yıllarında, küçük
denemeler ve makaleler ile başladı. Kayseri’nin mahalli gazetelerinde yazılarım çıkardı. Yazı konusunda, şimdi İlahiyatta profesör olan İsmail Lütfi Çakan Bey’le beraber hareket ederdik.
Sonra 1970 itibariyle esas resmi vazife dönemim başladı. 8 sene müftülükten sonra Milli Eğitime geçtim. Müftülükte çok faydalı olamayacağımı
anladım. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam-Hatip Liselerinde vazife yaptım.
Asıl kitap çalışmalarım 1981’de, o zaman ki
ihtilâlin başı olan Kenan Evren’in bir konuşması
üzerine başladı. ‘Bilgiden Tevhide Yükseliş’ kitabım
ona bir tepki olarak günyüzüne çıktı. 1985’te iki kitabım yayınlandı. Birisi ‘Çağdaş Dünya ve İslam.’
Tekrar basılmadı. 1999’dan itibaren hemen her yıl
bir kitabım yayınlandı. Kitap çalışmalarım halen
devam etmektedir. Fakat birbuçuk sene kadar önce
başlayan hastalığım sebebiyle çalışma randımanım
düştü. Buna rağmen, çok şükür ki, önceden başlanmış ve epeyce ilerlemiş olan iki kitabımı bitirdim.
Birisi Temmuz ayında yayınlanan Hasan-ı Basrî...
Hz. Osman Radıyallahü Anh’ın hayatı ise dizgide...
F - Sizin İmam-ı Rabbani hakkında bir eseriniz var. Bildiğimiz kadarıyla bu kitap İmam-ı
Rabbani’nin biyografisi hakkında yazılmış ilk
te’lif eser. Sizce İmam-ı Rabbani niçin önemli bir
şahsiyettir? Ve O’nun devrimci yönü hakkında
neler söylersiniz?
E. S. - İmam-ı Rabbani’yi tanımam lise yıllarına dayanır. Merhum Necip Fazıl, Büyük Doğu dergilerinde Mektubat-ı Rabbani’den sadeleştirilmiş
mektuplar yayınlıyordu. Büyük Doğu dergisindeki
farklılık gibi, o mektuplardaki farklılığı da sezdim.
Daha sonraki yıllarda Mektubat’ı düzenli bir şekilde okumaya başladım. Önce bir defter tuttum, bazı
notlar aldım. Sonra gittikçe iş büyüdü ve kendi kendime ‘bu mektuplar ve Mektubat’ın sahibi mutlaka
insanlara tanıtılmalıdır’ diye düşündüm ve bir kitap
yapmaya çalıştım. İlk çalışmam, Seha Neşriyat’ta,
250 sayfa kadar kitap olarak 1985’te yayınlandı. O
zaman yayın dünyasından habersiz ve acemi idik.
Yayınevi bana haber vermeden yıllarca basıp satmış. Sonra ben de onlardan yayın hakkını aldım.
Kitap üzerinde yeniden çalışmaya başladım. Yeni
kaynaklar buldum. Hem anlatım, hem de hacim
bakımından geliştirdim ve genişlettim. Yasin Yayınevi sahibi muhterem Erdem Eren Bey’in teklifiyle
orada 2000 yılında her bakımdan güzel bir şekil ile
yayınlandı. Bu yıl ise, tekrar yenilenmiş ve geliştirilmiş şekliyle çıktı. Öncekine göre çok daha ileri bir
seviyede. . . Bu vesile ile Yasin Yayınevi sahibi Erdem Eren’e de sevgilerimi sunuyorum, hiçbir masraftan kaçınmadan kitapları şeklen mükemmel bir
şekilde yayınlıyor.
İmam-ı Rabbani’nin önemi şuradan gelmektedir:
Hem müteşerri, muhakkik bir âlim, hem de
bir tasavvuf adamıdır. Başka bir ifadeyle hem zâhir
hem de bâtın âlimidir. Bu bakımdan ona ‘sıla’, birleştiren denilmiştir.
Nakşilik yolunu geliştirmiştir. Onun için onun
yolu Nakşiliğin ‘Müceddidiye Kolu’ olarak anılmaktadır.
Çok katı bir küfür dönemini yaşamış ve o ilhad
çığırına karşı hem direnmiş hem de mücadele et-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
miştir.
Bozulan tasavvufi düşünceyi düzeltmiştir.
Mektuplarıyla ve halifeleriyle, Hindistan bölgesini de aşan bir coğrafyada tesirli olmuştur. Hind
hükümdarı Ekber Şah’ın, 51 yıllık hükümranlığı ile,
küfür ve şirk yönetimini söküp, zillete düşürülen
İslâm’ı ve müslümanları tekrar eski izzetine kavuşturmak için çalışmış ve bunda muvaffak olmuştur.
Özellikle Ekber’in oğlu Selim Cihangir zamanında
zindana atılmış, 2, 5 yıllık hapis hayatından sonra
serbest kaldığı gibi devleti İslâm’a dost hale getirmiştir.
Bunun için kendisine Müceddid-i Elf-i Sânî,
İkinci Bin Yılın Müceddid’i ünvanı verilmiştir.
Tirmizi’de nakledilen bir hadis-i şerife göre Peygamberimiz: ‘Allah-u Teâlâ, her yüz senede bir bu
dini yenileyecek bir kimse gönderecektir’ buyurmaktadır.
İmam-ı Rabbani ise bin yılın yenileyicisidir. Ve onun tesiri halen devam etmektedir. Onun
Mektubat’ı Türkiye’de yıllardan beri bazı cemaatlerde ve Kur’an kurslarında sistemli bir şekilde okutulagelmiştir. Ama tabiî ki son durumları bilmiyorum.
F -Tasavvufi düşünce ile alakanız ne seviyededir ve nasıl başlamıştır?
E. S. - Tasavvufi düşünce ile alakam ilk gençlik/
talebelik yıllarımda, fakat kitaplar seviyesinde, yani
okuyarak başladı. İlk olarak okuduğum ve çok etkilendiğim kitap İmam-ı Gazâlî’nin İhyâ’sı oldu. Daha
sonra Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar (şimdiki ismi
Altın Silsile) isimli eseriyle, tasavvuf büyüklerinin
fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu gördüm. İlk
dönem âlimlerinden Hâris el-Muhâsibî’nin, Hasan-ı
Basrî’nin... daha sonraki dönem büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdadi, Beyazıd-ı Bestamî, İbrahim-i Ethem, İbn-i Arabi, Abdulkadir-i Geylânî... ve bilhassa
konumuzun esasını teşkil eden İmam-ı Rabbani’nin
sözlerinin ve hallerinin etkisiyle adeta büyülendim.
Onlara büyük bir hayranlık duydum ve sevgi besledim. Müslüman olunacaksa böyle olunacak dedim.
Anladım ki tasavvuf İslam’ın kalbi yönünün kuvvetlenmesi ve daha iyi yaşanması için gerekli olan,
destekleyici ve teşvik edici bir eğitim yoludur. Şeriatın iyi yaşanması için bir vasıtadır. Ama gaye değil
vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derecesine yükselten bir ilim dalıdır. Fakat yine unutmayalım ki, tasavvufun uygulanması demek olan tarikatlar da ayrı
bir din ve gâye değildir; İslam’ın iyi yaşanması için
destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye imanın kemâle
ermesi, şeriatın emirlerinin kolayca ve içtenlikle edâ
edilmesidir.
Yetişebildiğim ve yetişemediğim son devrin
tasavvuf önderlerinin hepsine de saygı duydum ve
sevgi besledim. Erzincanlı Abdurrahim Reyhan
91
Efendi’nin sohbetlerine katıldım. Belki iyi bir mürid
olamadım, fakat ‘muhib’ olabildiğimi zannediyorum.
- Üstad Necip Fazıl’la ve onun ekolünün de ismi
olan Büyük Doğu ile olan alakanızdan bahseder misiniz? Üstad’la görüşmeniz oldu mu?
Önce kitapları ve dergisi ile tanıştım. Yıl 1961
veya 62 idi. Kayseri’de talebe idim. Çarşıda, el arabasında eski kitaplar satan birisi vardı. Birgün kitaplarına bakarken ‘Cinnet Mustatili’ (Sonradan Yılanlı
Kuyudan oldu) isimli bir kitap dikkatimi çekti. Çok
kötü bir baskısı vardı. Aldım ve bir günde okudum.
Tabii ben o zaman Necip Fazıl diye bir isim duymamıştım. Okuyunca, bu kitabın yazarının çok farklı
bir kişilik olduğunu anladım. Toptaşı cezaevindeki
günlerini anlatıyordu. Çok çarpıcı idi. Sonra Büyük
Doğu dergisini tanıdım. Ve ondan sonra tiryakisi olduk. Zaten Kayseri’de çok canlı bir bağlılar güruhu
ve okuyucuları vardı.
İlk görüşüm Ankara garında oldu. Belki 1964
yılı idi. Bir vesile ile Ankara’ya gitmiştim. “Necip Fazıl gelecekmiş” dediler, ben de istasyonda bekledim.
Sonra tiren geldi. Bir topluluk halinde yürüyorlardı.
Önden karşıladım. O olduğunu tahmin ettiğim kişiye yöneldim, eline uzandım ve ‘Necip Fazıl mı?’ diye
sordum. ‘Evet, hâlâ tanımıyor musun?’ dedi. Onun
düşüncesine göre tanımakta geç kalmıştık. Grupla
beraber Türk Ocağı’na gittik. Sohbetinde bulunduk.
Konferanstan sonra bir odada veya evde yakın çevresiyle beraberlik olurdu, orada da bulundum defalarca.
Kayseri’ye konferansa çok geldi. Kendisini görüp dinledikten sonra da bir ‘dâhi’ ile, çok müstesna
bir kişilikle karşı karşıya olduğumu anladım. Konferansları genellikle tiyatro veya sinema salonlarında
olurdu. Hınca hınç dolardı. Caddeye kadar insanlar
ayakta dinlerdi. Çıt çıkmazdı. Onun yüzünü, jest ve
mimiklerini görmek de ayrı bir zevkti. O kadar cezbedici idi ki, düşmanları da dinlemeye gelirdi.
Büyük Doğu dergisinin de sevdalısı olduk.
Cuma günlerini iple çekerdik. Ama uzun süre devam etmezdi. Ya kapatılırdı ya da sahibi olarak hapse
girerdi.
Ankara’daki ve yakın şehirlerdeki konferanslarına da giderdik. ‘Özlediğimiz Neslin Vasıfları’, ‘Sahte
Kahramanlar’, ‘Yolumuz Halimiz Çaremiz’, ‘İman ve
Aksiyon’ bu konferanslardan bazıları idi. ‘Ayasofya’
isimli hitabesi de çok meşhurdur.
Denilebilir ki, fikir ve İslâmî şuur bakımından
dünyaya gözümü onunla açtım. Sahte oluşları, yakın tarihin yalanlarını, dostu düşmanı onunla tanıdım. Daha önce de bahsettiğim gibi İmam-ı Rabbani dünyasına onunla girdim. Dergide yayınlardı ve
methederdi. B. D. dergisi idarehanesinde de birkaç
92
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
defa ziyaret ettim. O celâdetine rağmen, bağlılarına
karşı çok samimi ve mütevazı bir insandı. Alelâde bir
cümlesi yoktu, her sözü fikirdi. Mesela bir su, bir çay
istemesi bile olağanüstü idi.
Denilebilir ki, şimdi müslüman cephedeki aydın kesimden, yazar çizer ve mütefekkir nev’inden
hemen herkes ondan etkilenmiş ve istifade etmiştir.
Fakat hepsinin onu anladığı söylenemez. Sadece bazı
mısralarını hoyratça kullanıyor ve harcıyorlar. Bazen
de sadece esprilerine takılıp kalıyorlar. Onları bile
sığlaştırıyorlar.
Ondan istifade edenler derken, özellikle
Kayseri’den çıkan yazar, mütefekkir, profesör, belediye başkanı cinsinden ne kadar yetkin insan varsa
hepsi ondan faydalanmıştır. Ayrıca, şimdi çok önemli mevkilerde bulunan devlet ve hükümet adamları
da yıllarca onun yakınında bulunmuş ve takipçileri
olmuşlardır.
İslâmî düşüncenin gelişmesine ve toplumun bilinçlenmesine çok katkısı olmuştur. Pek muhterem
oğulları, vefatından sonra B. D. yayınlarını geliştirerek bütün eserlerini pek güzel bir şekilde yayınlamışlardır. Yayınlanacak daha eserleri vardır. Hepsi
dikkatle okunmalıdır.
F - Sizce Büyük Doğu fikriyâtı hangi ihtiyacı
karşılıyor?
E. S. - Önceki sorunun cevabında da az-çok belirtildiği gibi bütün sahte oluşları devirerek hakikilerini, yani İslâmî olanı ikame etmiştir. İslâm’dan başka
kurtarıcı yol ve sistem olmadığı fikrini zihinlere nakşetmiştir. ‘İyi bilmek lazımdır ki, âlemde tek doğru
İslam’dır... ve bütün bir yanlışlar manzumesi ondan
başka her şeydir!’ sözü, meselenin özünü ortaya koymaktadır. Ayrıca çok müstesna bir dil, zengin bir kelime hazinesi, bir sanat ve edebiyatla karşılaşıyoruz
onun eserlerinde. Şâhâne bir dil ve anlatım var. Eserlerde şer’î titizlik var. Şeriata aykırı tek bir cümle bulmak mümkün değil. Yoğun fikir yüklü eserler. Mesela Çöle İnen Nur, alelâde bir siyer kitabından çok
farklı bir şey... Siyer bilgisi verirken, yorum getiriyor,
Peygamber sevgisini aşılıyor. İdeolocya Örgüsü bir
proje... İdeal bir yönetimin ilkelerini örgüleştiriyor.
Bütün bunlardan dolayı, denilebilir ki Necip Fazıl fikriyatıyla tanışmayan her münevverin ve müslümanın bir noksan tarafı vardır.
F - Yakında yayınlanacak ve halen üzerinizde
çalıştığınız bir eseriniz var mı?
E. S. - Evet, yakında yayınlanacak Hz. Osman
Radıyallahu Anh isimli eserimiz var; dizgide. . . Mizanpajı da yapılırsa zannediyorum Ekim sonunda
teslim ederiz. Böylece dört halife dizimiz tamamlanmış oluyor. İkinci Ömer ve 5. râşid halife de denilen
Ömer bin Abdülaziz isimli eserimizin de yenilenmesiyle beş kitaplık bir paket olur zannediyorum.
Çok önem verdiğim ve yıllarca üzerinde durduğum
bir kitabım da Elest yayınlarından çıkacak inşallah.
İsmi: ‘Vade Tamam Olmadan...’ Yani ömür bitmeden,
zamanımız tükenmeden... başka bir ifadeyle vade tamam olmadan, insan ne yapabilecekse onu yapmalı.
Bilindiği üzere ahirette iş ve amel imkanı yok. Daha
doğrusu insan, öbür tarafa ne götürecekse göndermeli... Arkasında da birşeyler bırakmalı. Bunun için
zamana hâkim olmalı. Ömrün kıymetini bilmeli. Sonunda ‘Ömrüm eyvah!’ diyeceği bir hayata dalmamalı. O kitapta bunu anlatmaya çalıştım.
Galiba ben de böyle diye diye ömrümün sonuna
yaklaşıyorum. Zor bir hastalığa mübtela bulunuyorum, o kitapta ‘çoğu insanın işi yarım kalır...’ demiştim. ‘Hây-ı hûyu ehl-i dünya bitmeden ömür biter’
demiştim. Hani şoförler kamyonlarına ‘ömür biter
yol bitmez’ diye yazarlar ya... Biz de öyle dedik. Çoğu
kimsenin işi yarım kalır dedik. Fakat dünya işlerinin
yarım kalmasının hiç önemi yok. Ahiret işleri zâyi
edilmişse o fenâ! Çok şükür benim bitmeyen dünya
işim yok. Ancak kalıcı işlerimi, özellikle yazı ve kitap
işlerimi bitirmeye çalıştım.
Yıllar önce çıkmış bir kitabım vardı, onu yeniden
yazdım, ilaveler yaptım, formatını ve dilini değiştirdim, yeniden kompoze ettim. ‘Bilgiden İlme İlimden
Hikmete’ ismini verdim. Elest yayınevi sahibi sevgili
İsmail Demirci bey benimsedi, bir engel olmazsa o
da oradan çıkacak.
Yıllardan beri, ‘Şeytan Kutusu’ adıyla, televizyonu irdeleyen bir kitap yapmayı düşünüyordum. Fakat şimdi internet ve televizyon oyunları bağımlılığı
onu da geçti, konunun alanı genişledi, dolayısıyla
herhalde onu yazamayacağız.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
EKREM SAĞIROĞLU; Son günlerinde...
93
94
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
SAĞIR HOCA
Mustafa ÖZER
İ
mam Hatip Okulları eğitimi ve öğretimi ile
dünyanın orijinal okullarındandır. Müslüman ülkelerde elbette imam ve müezzin ve
hatta gassal yetiştiren okullar vardır. Hepsi de özel
amaçlıdır. Meslekidir. İmam Hatip Okullarıysa hem
bu alanda tektir, hem de Türkiye de kendi alanında tektir. Kısacası Türkiye’de her şeyiyle yerli olarak
kurulmuş tek eğitim kurumudur diyebiliriz. Onca
sanat okulu ve liselerle kolejler vardır, hepsi de üniversal eğitim yapar. Birisinin aldığı iyi sonuçları diğerleri de uygulamaya başlar. Bunun Avrupa, Asya
ve Amerika veya Avustralya yahutta Afrika olması
olayı değiştirmiyor. İmam Hatip Okulları ise patenti Türkiye’ye ait, farklı bir müessesedir. Kapatılmaya kalkışılması belki de bu yüzden olabilir, zira bu
okulların kapatılması ile ilgili araştırma raporlarını
TÜSİAD hazırlatmış ve yayınlamıştı. Yayınlamakla
kalmamış taraf olarak siyasi tartışmalara katılmıştı.
Zamanın Hükümeti rey kaygusuyla İmam Hatiplere
karşı bir politikayı açıktan yürütememiş, büyük ihtimalle Avrupa birliği müktesebatına uymak adına
TUSİADı harekete geçirmişti. Büyük patronlarda bu
işi severek yapmışlardı. Çünkü makine ve teçhizatı
ile teknolojileri, hammadde ve ara malları ile bunların ihracatları Avrupa Birliği ülkelerine yapılıyordu.
Hatta Pazar ve pazarlama imkanları ile Finanslar bile
Avrupa Birliği ülkelerindendi. Bu bir okul kapatma
denemesiydi . Denediler . Oysa Hükümet her yönden vesayet altındaydı. Onlar borç yönetiminden
dolayı da Avrupa’nın baskısı altındaydı. Bu sorunları çözecek politikaları geliştirmek yerine kaosta kurtuluş aradılar. Seksen yıllık resmi ideolojinin devleti yönetemediğini bir türlü anlamıyorlar, yanlış ve
yetersizlikte ısrar ediyorlardı. Avrupa Birliği ise bir
Hıristiyan kulüp olarak bir yandan tembelliğine bahane bile bulma gereği duymadan açıkça Türkiye’yi
Lozan antlaşmasıyla tesbit ettiği yerde tutmaya çalışıyor, diğer yandan pazar alanı ve ucuz üretim ayağı
olarak elinin altında tutuyordu. Hele banka ve borsa
kanalıyla tefecilikten daha koyu bir soygunu da rahatça yürütebiliyordu. Yerli işbirlikçi kapitalistler ile
batı çıkarına körü körüne bağlı bürokrat, teknokrat
ve aydın sınıflar bu sömürünün sürmesinde çok küçük çıkarlar karşılığı amadeydiler. Müslüman olan
halkın bu ardı beslek gelgit politikalara tepkisi çok
sert oldu. Onun için iktidarın ideolojik istismarlara açık olması doğru değildi. Ardıbeslek gruplar
üniversite, basın yayın, ticari burjuvazi, azınlık ve
etnik ayrılıkçılar, ve mezhebi farklılık taşıyanların
aralarında kendilerini saklayabiliyor, onlara hak temin etme zemininde siyasal sahneyi hazırlıyorlardı.
Tepkiler neticesinde ulusal politikalar da atbaşı gelişiyordu. Tabiidir ki Türkiye’deki fitne frekansının
bütün komütatörleri de son üçyüz yıldır batının
elindeydi.
Namık Kemal ve ardıllarından günümüze Batılaşmanın hazin maceracıları, arkalarına bazen tek
tek Avrupa ülkelerini, bazen de Avrupa’lı ülke grup-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
larını alarak ve hatta bu birlikteliklerine Amerika Bileşik Devletleri’ni ve Rusya’ yı ekleyerek, Türkiye’de
hem de politik arenada, arkalarına aldıkları ülkeler
lehine çalışma yapabiliyorlardı. Bu bir sır değildir.
Bırakınız İmam Hatip Okullarına müdahil olmayı, Hilafetin ilgasında bile Avrupa’nın menfi tavrını görmek mümkün. Tükiyenin dini her zaman
Avrupa’nın endişe kaynağı olmuştur. Türkiye bu
konuda politikalar geliştirerek Avrupa veya bütün
dünyanın korkusunu giderecek yerde, dini ve dindarı tahribe yöneliyor. Bu ucuz politikalar devletle
halkı karşı karşıya getirmektedir. Başörtüsü bunun
çok net bir fenomenidir. Avrupa kendinde gelişen
İslamı yasaklamayı Türkiye’ye yaptırıyordu ki kendi
de demokrasi aşkına Türkiye’den ilham alarak yasaklayabilecekti. Avrupa birliğine dahil olma tavizlerinin yazılı olmayan ön kabulleri böyle olmalıydı ki bu
konu Türkiye’de ana siyasi mücadeleye dönmüştü.
Laikliği bile başörtüsünün temeli haline getirdiler.
Devletin görevleri arasına böylesine açmazlar sokan beceriksiz tavır Avrupalılarca da beğenilmemiş
olacak ki tasfiyelerine seyirci kaldılar. Devletin içine nifak girmemeli gündemde fesat tutulmamalıydı.
Din söz konusu olunca neredeyse bir asra yakındır
negatif bir siyasi ortam zoraki olarak üretildi. İmam
Hatip Okulları da bu ortamda çok yıpranarak ve yaralar alarak yol aldı. Ekrem Sağıroğlu 1943 Refahiye
doğumlu idi. Yaşı itibariyle ağabeyimiz olmasına
rağmen birbirimizi ismimizle sesleyecek kadar bir
yakınlık ve olgunluktaydık. Bu samimi insan yukarda anılan eğitim kurumlarında öğrenim yaptı, sonuçta İmam Hatip Okulunda öğretmen oldu, emekliliğini de aynı yerden elde etti. Ekrem’e çoğunlukla
“sağır hoca’’derdim. Sebebini yeri gelince anlatırım.
Kayseri de 1965 yılında açılan ve Türkiye’nin üçüncü
sırada açtığı Yüksek İslam Enstitüsünde okuyorlardı, tanıştığımızda. Rahmetli Mustafa Dinçel ile Han
Camii’ne Cuma namazına gitmiştik. Namaza biraz
vardı. Camiin önünde sohbete dalmıştık Ekrem de
sohbete dahildi, yıldızımız barışmıştı, tanışmış olduk, yıl 1967 kışıydı. Sonra Sağıroğlu hoca mezun
olmuştu... Ben lise ikinci sınıftaydım. Ben de mezun
olup İstanbul’a gelmiştim. Ekrem’le arasıra görüşüyor ve bir şekilde selamlarını alabiliyordum.
Han Camii mimarî olarak da önemli bir mekandı. Bize mekan olmasını bile unutturan Cuma hutbeleri idi. O hatip Yüksek İslam Enstitüsü öğrencilerinden Büyükdoğu bağlılarından Mustafa Ekinci
abi idi. Hem sahasında özel olan bu camiden hem
de Ekrem Sağıroğlu’nun bizimle dost olmasını sağlayan Mustafa Ekinci’yi biraz anlatmalıyım ki konu
aydınlansın. Kayseri’de Selçuk eserleri çok, Şehrin
şehir olma vasfını Selçuklular döneminde kazandığı
için olacak. Osmanlı döneminde hiçbir medeniyet
95
rekabetine girilmemiş. Sade, muhteşem ve derinliği olan Selçuk eserlerinden biri de kuşkusuz Han
Camii idi. Yoğunburç tan sonra ve Döner Kümbetin
karşısında ve Seyyid Burhaneddin’e bakan Erciyes’e
giden anayol üzerinde bir camii. Bugün otopark camii diyebileceğimiz ortaçağdaki taşıma araçlarının
korunurken sahiplerinin de hem konaklayıp hem
de ibadetlerini yapabildikleri bir mekan. Şehir mi
yükselmiş camiler mi yarı toprağa gömülü yapılırdı
bilmiyorum, Ama Han Camii birkaç basamakla inilerek ibadet kısmına ulaşılıyor. Değişik dikdörtgen
prizma kütlelerden oluşuyordu. Küt ve kısa bir minare eklenmiş . Dış büyüklüğü iç mekanda yok. Duvarlar adeta geometrik zevkin ifadesi gibidir. Selçuk
denilir de Kemer olmaz mı hiç.
Mustafa Ekinciyi Hunat cami kıblesindeki Kayseri Müftülüğü altındaki yüksek İslam Enstitüsü
Talebe Derneğinde tanımıştım. Mustafa Dinçel, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar Türkocağında otururken
İstanbul’dan gelen bir Büyükdoğu mensubu abimiz
MTTB seçimlerinin Kayseri’de yapılacağı tedbiren
yardımımıza ihtiyaçları olduğunu izhar etti. Ahmetler ve Mustafa kalkıp onlara yardıma gittik. Seçime
CHP nin, MHP nin ve mukaddesatçıların adayları
katılıyordu. Mukaddesatçı aday kazanmıştı. Biz ne
işe yaramıştık tam olarak anlayamadan seçim yapılıp
bitmişti. Birkaç yerde sokak gürültüsü seçimin güvenliğini sağlamaya yetmişti sanıyorum. O zamanlar Sivas Caddesi üzerinde ve biraz şehrin kenarında
açık ve kapalı stad vardı. Kapalı stad genelde kongre
ve müzikholl gibi kullanılırdı. MTTB seçimleri de
burada yapılmış ve Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü
ev sahipliğinde güzel denilebilecek bir seçim yapılmıştı. Bizim de ulusal anlamda ilk deneyimimizdi.
Bu seçim bize Mustafa Ekinci ile MTTB’yi kazandırmıştı. İstanbul’da okuma aşkımız o günlerde kanatlanmıştı. Mustafa Ekinci katkısız çağının tanığı olmak istiyordu. Hutbelerini hep siyasetin gündemindeki konulardaki dinin ve haklarının ne olduğunu
açıyor, açıklıyor ve hele batı ile hesaplaşmada çok net
tavırlar alıyordu. İki yıl her Cuma namazında Ekinci
hocanın arkasında olmaya gayret ettik. O dönemde Faruk Güventürk paşadan kalma alışkanlıklarla
askerler camilere gelip imamları yarı açık tehditle
jurnalcilik yaparlardı. Ekinci Hoca’da tehdit almaya
başlamıştı. (Hapishanede görevli bir muvazzafın çok
geçmez elime düşersin) dediği şehirde yankılanmıştı. Biraz da onu koruma içgüdüsüyle oraya gidiyor
gibiydik. Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmiş...
Hey gidi günler hey... Mustafa Ekincini yanında hep
Ekrem Sağıroğlu sessiz sakin, bütün işlerini yapmışta selam vermek için yanına gelmiş gibi. Ekinci ile
konuşuyor tartışıyoruz. Gülmeler, sinirlenmeler de
var. Cuma namazı sonrası Han Camii muhabbetleri
96
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Ekrem hep sessiz. Hulusi Dörtkulak diye bir arkadaşımız gizliden Ekrem’i göstererek bu kardeşimiz
Sağır mı demişti, ben de bastım kahkahayı, Ekrem’e
dönerek sağır hoca sessizliğini bozda arkadaşlar seni
dilsiz sanmasın demiştim. Ekrem’in(ne diyeyim ki
sevgili kardeşim. )demesiyle tılsım çözülmüş sağır
hoca da bize taraf kalmıştı. Bu, Büyükdoğunun yiğit
mensubu bir ömür boyu şer ve batının haçlı zihniyetiyle mücadele etmiştir. Kulağı en sağlam arkadaşımız idi. Sözünü unutmaz ve yemezdi. Bir radar titizliğiyle küfrü imandan ayıklardı. Kulağı kendi kötülü-
ğüne zannederim şahit olmamıştır. Biz hiç olmadık
çünkü. Bakırköy İmam Hatip Okulunda iken emekli
oldu. Zaman zaman Bakırköyüne indikçe uğrar muhabbet ederdik. Nihat, Cemil ve Selma isimlerindeki
varisleri umarım ki bu güzel insanı unutmazlar ve
kendilerini de Büyükdoğudan çekmezler.
Mahut kanser hastalığı sessizce onu aramızdan
aldı. Allah rahmet eylesin.
gül taşımak
tükenen ömrün yanında yalvaran sesimle
aşılmayan yüreklerin gerisinde kalan
gözüme dolan yolların yorgunuyum yıllardır
yorgunum yolum yolum yorgunum
durgun gözlerimi verdim de sana
durgunum bugün bugün durgunum
gözümü bürüyen rahmet sisleriyle bilenen
sindirilmiş bir inancın görülmeyen yanında
gülle taşınmaktan yılmayan gül nedir bilmeyen avuçlarım
gün gelince öğreneceksiniz gül taşımayı
gül tutmayı müslümana nasılmış
ve güne görevin gül taşımak olduğunu
yorgunum yolum yolum yorgunum
durgun sesimi yordum yoluna
vurgunum yine dünden vurgunum
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
97
Kadim Dostum
Arkadaşım Ekrem
Mustafa EKİNCİ
Bana dediler ki; Sen Ekrem Hocayı hayatta en
çok izleyenlerden birsin Onun hatırasına bir şeyler
yaz!
Ben de düşündüm. Bu sorumluluğu bana yüklediler ne yazayım? “Ekrem Hoca doğdu, büyüdü,
yaşadı, yazdı ve İrtihal-i dar-ı beka eyledi, yani dünyadan göçtü gitti…. Tıpkı iyilerin iyi atlara binip gittikleri gibi…. ” Deyip kısaca bitireyim dedim olmadı. Mesele eğer birşeyler yazmaksa vefa borcu olarak
uzun yıllar arkadaşlığımız oldu
İşte karalamaya başlıyorum….
İmam – Hatip okulunda ilk yıllar;
Ekrem Hoca okuldan önce, o zaman Kemah
Müftüsü Lütfi Doğan Hocadan ders almış ve onun
nezaretinde hafızlığı tamamlayarak yine onun teşvikiyle Kayseri İmam Hatip Lisesine gelmişti.
1960 yılında okula kaydolduk. Kimse birbirini
tanımıyor. Erzincan’ın Refahiye Beldesinin Laleli
Karyesinden Merhum Yahya Dayı nın oğlu Erkemin
kaydı benim gibi 1-a sınıfına yapılmıştı. o zaman zaten iki şube var. A ve b. Yahya dayı küçük bir esnaftı
alim değil ama arif, malumatlı bir insandı.
Biz (A) şubesindeyiz. Bir hafta geçti, ikinci haftanın 1. Dersinde baktım Ekrem arkadaş yok. Hocalar yoklama yapıyor. Nereye gitti bu çocuk? Meğer
gözü açık (B) şubesine gitmiş oturmuş. Çünkü (A)
şubesinin yabancı dili Fransızca; (B) nin ki İngilizce.
Buna demişler ki, İngilizce şubesine geç. (B) Şubesinin mevcudu zaten çok kalabalık. Bir de baktım ki,
Müdür Yardımcısı Bekir Bey (ki biz ona “Bakkal Bekir” derdik) bunu tutuş (A) şubesine geri getirdi. Sen
bu sınıfta okuyacaksın dedi!
İşte o zaman dikkatimi çekti. Meğer bir bildiği
varmış sonra anladım. Yabancı dilin İngilizce olması
önemliymiş.
Aradan aylar geçti. 1. Yazılı imtihanlar başladı.
Ekrem, bütün derslerden yüksel not alıyor. Fransızcadan On numara çekti meğer yabacı dile önem veriyor.
Ekrem Hoca karakter olarak ciddi, içine kapalı,
çok konuşmaz, sakin, ağırbaşlı düşünen bir arkadaş
idi.
Yıllar akıp gidiyor. Biz pansiyoner öğrenciler olduğumuz için sınıfta derslerde mütalaalarda, yatakhanede, yemekhanede hep beraberiz.
Bizim okulun orta kısmı dört yıldı. Dördüncü
sınıf ortaokul son. Orta ve lise son sınıflar imtihan
sınıfıdır. Senenin sonunda bütün derslerden bitirme
imtihanlarına girerdik.
Orta okul yılları bitti. Lise kısmı ikinci sınıftayız.
Bizim zamanımızda okul şapkası giymek zorunluydu. Kim giymez ise bu kasketi bir şekilde cezalandırılırdı.
Bir gün okul müdürü Celalettin Karakılıç ikimizi çarşıda şapkasız gördü. Ertesi gün çağırdı iyi bir
sopa çekti. Ekrem buna çok kızdı ve bana dedi ki “
Gel çatıya çıkalım bu şapkanın içine edelim müdürün masasına koyalım. ”
98
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Lise yıllarında Ekrem hoca derslerin haricinde
çok kitap okurdu. Edebiyata meraklıydı. Edebiyat
kompozisyon yazılarında kabiliyetli idi. Edebiyat hocamız Sabit Beyin teşvikiyle başarılı bir öğrenciydi.
Ekrem hocamın yazı hayatı da lise yıllarında
başlar. Mahalli gazetelerde küçük deneme mahiyetinde yazıları çıkardı.
İmam hatipte beşinci sınıftaydık. Rahmetli Üstad Kayseri ye gelmiş Cıngıllıoğlu kahvesinde
“Dünya görüşümüz ve İslam” adlı Konferansını verecekmiş. Kuran-ı Kerim hocamız Abdullah Bakır
Mütalaadan bazı arkadaşlara izin verdi, gittik. O zaman Kayseri de Doğu Menzil komutanı olan Faruk
Güventürk Üstadı Askeri bir cipin içinde dinliyordu.
Biz de ayakta dinledik. Tabi biz acemiydik (1) Üstadı tanımıyorduk. Geriden geriye yüzünü gördük (ilk
defa)
Bundan sonra Üstadı yavaş yavaş tanımaya başladık. “Cinnet Mustatili” (sonradan Yılanlı Kuyudan
oldu) isimli bir kitap elimize geçti. Üstad bu kitapta
Toptaşı cezaevindeki günlerini anlatıyordu.
Necip Fazıl Diye bir isim duymamıştık
Çok çarpıcı idi. Okuduktan sonra bu kitabın yazarının çok farklı bir şahsiyet olduğunu anladık.
Sonra 1964 Büyük Doğularını gördük. Bu yıllarda Kayseri “ Büyükdoğu Fikir Kulübü” açıldı. Sivas
Caddesinde bir binanın altında idi. Zaman zaman
oraya gidiyorduk.
İslam Enstitüsü Yılları:
Gençlik yıllarımız birlikte ve çok hareketli geçiyor. “İman ve Aksiyon” konferansından sonra Büyük
doğu davası bizim için tek hedef, ideal oldu.
Yıllar geçti imtihanlara girdik kazandık yüksek okula girdik. Diyanetten görev aldık. Ben “Han
Camii’nin 2. İmamlığına, Ekrem Hoca da “Caferbey
Camii” İmamlığına tayin oldu. Okul bitinceye kadar
dört yıl bu camilerde görev yaptık. Ailece tanıştığımız, sırlarımızı paylaştığımız yıllar.
Türkiye din görevlileri federasyonu Kayseri Şubesi Derneğinin yönetiminde bulunduk. Sosyal etkinlikler ve faaliyetler sadedinde Üstadı Kayseri’ye
konferansa davet ettik. Bir kış günü idi ki, her taraf
kar-kış. Üstad Ankara’ya indi Ankara’dan getirmeye
taksi bulamadık. Rafet Cıngıl Ağabey’e söyledik. Esnaftan bir taksi temin etti de Ali Biraderoğlu ile Rafet
Abi gittik Üstadı Ankara’dan aldık getirdik. Büyük
Doğu Gençliği olarak Üstadı Otobüsle Boğaz Köprüde karşıladık. Taksiden indi gençleri selamladı.
Üstad kolay kolay elini öptürmezdi. “Eli öpülecekler
toprak altında” derdi. Ama ben öptüm beni taksiye
aldılar. Sordu: “Kim bizi davet eden bu genç?” dedi.
İşte bu dediler. Tekrar: “İdeolocya örgüsünü okudun
mu, anladın mı? “ diye sordu. Ben de “anlamaya ça-
lışıyoruz Üstadım” dedim.
Rafet Abi de “ Din görevlisi Üstadım, Cuma hutbelerinde İdeolocyadan ve Büyük Doğulardan alır
hutbe hazırlar, okur” dedi.
Oturmalarımız:
O senelerde oturmalarımız vardı. İdeolocya Örgüsünü okuyorduk. Ali abi izah ediyordu.
Oturma grubumuzda; Ali Biraderoğlu, Ali Pehlivanoğlu, Ali Gengeç, Rafet Cıngıl, Ekrem Sağıroğlu, Rahmetli Mustafa Dinçel, Ahmet Saraçoğlu Abi,
Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran Vs…. vardı.
Oturma bir gün Ali Abilerin Çiftönündeki eski
evlerinde idi. Mustafa Bayır diye avukat bir abi vardı. Bazen oturmaya gelirdi. Orada Ali Pehlivanoğlu
abi ile münakaşa ettiler İdeolocya Örgüsünü anlama
konusunda
Böyle senelerce devam etti. İdeolocyayı anlamaya çalıştık.
Ekrem Hocanın kalemi ve yazarlığı o zamandan
beri iyi idi. Zaman zaman dergilerde gazetelerde yazıyordu.
Yüksek İslam Enstitüsü Öğrenciler arasında
bir yazı yarışması düzenledi. “ Toplum Düzeninde
Matbuatın Yeri Önemi” konulu. Bir ay süre verdiler.
Bir çok kişi katıldı. Ekrem Hoca da ben de katıldım.
Fakat ben yazdığımı söylemedim, gizledim. Nihayet
ödül günü törene gelelim. Birinciye 100 Lira para
ödülü vardı. İlan ettiler. Birinciliğe M. Ekinci’nin yazısı layık görüldü.
O zaman Ekrem Hoca hayret etti. “Vay sen ne
zaman yazdın bu yazıyı bana demedin” demişti.
Bizim Üstada hayranlığımız had safhada. Büyükdoğu dergisinin de sevdalısı olduk. Haftalık Büyükdoğu dergisi çıkıyordu. Cuma günlerini iple çekerdik. Aldığımız gün sabaha kadar okur bitirirdik.
Benim ilk göz attığım derginin orta sayfaları olurdu.
Çünkü “Haftalık Hadiselerin Muhasebesi” burada
olurdu. Tabi derginin kapak kısmı da çok önemliydi.
Niğde Konferansı: Milliyetçi öğretmenler derneği Üstadı konferansa davet etmişti gittik. Sinema
salonunda muhteşem bir kalabalık dinleyici kitlesi.
Mikrofon teşkilatında bir arıza oldu. Üstad bu konuda çok hassastı birkaç kere rastladım. Üstad kızdı.
“Nerde bunun alakalıları, ben hoparlörümle mi geleceğim buraya” dedi.
Ankara Konferansı: Türk Ocağı’nın davetlisi
olarak Üstad Ankara’ya gelmişti. Kayseri den gittik. Ankara garında bir grup bekliyor. Mustafa Yazgan Ağabey vardı. Salonda beklerken Üstadla geçen
anekdotları anlattı.
Bu sırada İstanbul dan tren geldi. Koştuk gözlerimiz vagonlarda Üstadı arıyor, indi hemen taksiye
atlayıp şimdiki tarihi yapı Türk ocağı binasına gitti.
Biz de peşinden geldik. Konferans saati yaklaşmıştı.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Türk Ocağı Başkanı Rahmetle anıyorum Akif İnan
idi. Üstada akşam yemeği olarak ne ikram edelim
diye sordu. Üstad ne varsa dedi. Sonuçta kebapla yoğurt geldi. Bu arada Üstad salonu sordu. Dil Tarih
Coğrafya fakültesinin konferans salonu. Ve bir telefon açtı. Biz kime telefon ettiğini bilmiyorduk, sonradan öğrendik.
“Sevgilim, akşam muazzam bir Konferansım var
bekliyorum” dedi. O zaman A. P. den bakan olan Saadettin Bilgiç’miş
Fakültenin Dekanı: Emin Bilgiç salonu tahsiste
çok zorlanmış. Üstad, siyasi ve tehlikeli bir adammış.
Bize rejimin zararı olur demiş. Bunu Akif Ağabey
anlatmış. Salona vardı. Mustafa Yazgan Üstadı uzunca bir takdim etti.
Üstad Sahneye çıkar çıkmaz:” Kapısının üzerinde; “Hayatta en hakiki Mürşid İlimdir” yazan bu
fakültenin diye söze başladı ve Emin Bilgiç’i iyice
haşladı.
Saadettin Bilgiç geldi. Konferansta o zaman diyanette Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi idi. Merhum
İbrahim Eken, Cemal Cebeci gibi tanıdığımız simalar vardı. Sonunda İbrahim Eken Hoca Üstadla Sahnede sarıldı ve fakülteden ayrılıp Kayseri’ye döndük.
Böyle biz Ekrem Hocayla hiç ayrılmıyorduk. Üstadın
Ankara ve diğer yakın vilayetlerdeki konferanslarına
birlikte giderdik. Ekrem Hocamın Kocaman bir teybi vardı. Bazı konferanslarını Teybe alırdık. Halen o
bantları duruyordu, bilmem ne oldu.
Üstadın Kayseri Konferanslarından birinde
mevsim kış. Şiddetli kar yağıyor. Yine bir akşam
yemeği. Millet caddesinde Divan Pastanesinin karşı köşesinde “Cumhuriyet Lokantası” vardı. Üstada
sorduk “ne yersiniz?” Pırasa yemek istedi. Pırasanın
aslında “Pür Hasse” olduğunu “Hasse Dolu” anlamına geldiğini söyledi. Pırasa yemeği geldi. Üstad
yarım limonu aldı, beş parmağı ile limonu pırasaya
sıktı, üstüne elini avucunu iyice yaladı. Biz de Üstad nasıl yemek yiyor pür dikkat izliyoruz. Üzerine
de yoğurt istedi ve “yoğurt natıkayı açar, ben İrticali
konuşacağım için yiyorum” dedi. Üzerine çay istedi, çay geldi bir o kadar da çaya limon sıktı ve içti.
Sanki zamanı kovalıyor gibi hemen araba çağırdık
ve Konferans salonuna koştuk. Konuşması 2, 5 – 3
saat sürdü. Üstad çok terlemişti. Hemen salondan aldık “Eski Turan Oteli” ne getirdik. Lobide bir miktar
gençlerle sohbet ve sabahleyin almak üzere istirahata çekildi.
Sabahleyin bir kış-kar-kıyamet. Yemek yediğimiz lokantanın karşısında Kent’in yazıhanesi vardı
Oradan bilet aldık. O kışta – kıyamette Üstadı otobüsle İstanbul’a yolcu ettik. Nasıl günlerdi o günler.
70 yaşlarında bu adam hiçbir futur duymadan o
kış şartlarında yollara düşüyor Anadolu Gençliğine
99
davasını anlatıyor.
Üstad yine bir kış mevsimi Erzurum dağlarının
kar ile boran olduğu bir zamanda yollara düşüyor.
Erzurum’a Konferansa gidiyor. İstanbul Haydarpaşa
dan kalkan tren Erzurum’a Üstad’ı götürüyor. Güzergah Kayseri. Ali Abi başta olmak üzere bir grup Büyük Doğucu Genç Kayseri Garında Üstadı Karşıladık. Kayseri öyle soğuk ki “Tü” desen yere düşmüyor.
Kuşetli vagon da Üstadı gördük. Üstadın Kayseri’ye
özel bir muhabbeti vardı. Kaldığı vagondan kalktı koridor kapısına geldi ayaküstü on dakika kadar
sohbet ettik. O zaman Bugün gazetesinde “Son Devrin Din Mazlumları” tefrika ediyordu. Abdülhakim
Efendi Hazretlerini yani kendi mürşidini yazdıktan
sonra bazı efendiler bundan alınmışlar gocunmuşlar. Yani efendisini övmüş oluyor. Üstad orada fikri
esprisini patlatır. “Ben Ayşe hanımın güzelliğinden
bahsettim. Fatma Hanıma çirkin demedim ki” dedi.
Şevket tefrikayı kesmiş gazeteden.
1970 - 1980 li yıllar:
Ekrem hoca 7-8 yıl ilçelerde müftülük yaptı.
Ondan sonra Milli Eğitime geçti. Eskişehir ve İstanbul Bakırköy İmam – Hatip Liselerinde vazife yaptı
Bu yıllarda hep görüşürdük, mektuplaşırdık.
Mektuplarımızda hep İslami meselelerden Dava ve
İdeolojiden bahsederdik. Cemiyetin, Müslümanların dertlerini dert edinirdik.
Ekrem Hoca yıllarca “Daha iyi bir Müslüman
olabilme” arzusu ve hasreti içinde yaşadı. Zaman zaman insanın kayda değer hayatı “yaşanmaya değer
hayatı” bulmuş olarak yaşadığı hayattır derdi. Bir
Müslüman olarak hem kendisi için hem de toplum
için İslam adına yaptıklarıdır. Ebedi hayat kaygısı olmadan yaşayanların hayatı bir böcek gibi biyolojik
bir canlılıktan ibarettir. Herhangi bir canlı gibi yok
olup gider derdi.
Ekrem Hoca’nın Tasavvuf ile Alakası: Tasavvufi
düşünce ile ilgisi Büyük Doğu ile tanıştıktan sonra
gençlik yıllarında başlar. Üstadın “Büyük Kapı, Halkadan Pırıltılar (Şimdiki İsmi Altın Silsile) eserlerini
okuyarak Tasavvuf büyüklerinin fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu gördü. Bihassa İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubatı’nı çok okudu. Zaten
İmam-ı Rabbani Hazretleri hakkında müstakil bir
kitap hazırladı ki, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin biyografisi hakkında yazılmış ilk telif eser sayılabilir.
Tasavvuf büyüklerine büyük bir hayranlığı ve
sevgisi vardı. Müslüman olunacaksa bunlar gibi olmalıdır derdi.
Tasavvufla alakası ta gençlik yıllarına dayanır.
Tabi o zaman kitaplar seviyesinde okuyarak başlar.
İmam hatipte iken Şark Klasiklerini okurdu. Şeyh
Sadi Şirazi’nin “ Bostan, Gülistan”, Feridüddin-i
100
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ömrünün son on yılında her yıl bir kitap hazırlamıştır.
Çok yazıyorsun Üstad diye takılırdım ona.
Kayseri’ye gelirken kitaplarından getirirdi. Rahmetli “Özküçük” e de imzalar verirdi.
Bir gün Rahmetli Ekrem Hocaya takılarak espriyi patlattı: Ya Ekrem Abi biraz az yazsanız okumayı
yetiştiremiyoruz dedi.
Ekrem Hoca da ona: “Doktor Bey hepsini şimdi
hemen okuyacaksın diye bir şey yok. Ömrün oldukça okursun. Bu kadar araştırdık hazırladık önünüze
getirdik pişmiş aş” dedi. Zaten rahmetlinin muayenehaneye gelen kitaplar dağ gibi yığılırdı. Kendisi de
okuma özürlüydü çoğunu bana verirdi.
Attar’ın “Pendname”si gibi.
Allah-u Teala her ikisine de gani gani rahmet
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin kitaplarını oku- eylesin.
yup araştırdıktan sonra O’nun Düşünce ve din anlayışına adeta meftun olmuştu. Tasavvuf büyüklerinin
ŞAHSİYETİ:
fikirlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu söylerdi.
O eğitimci idi. Araştırmacı ve yazardı. Kadim
“Anladım ki Tasavvuf, Müslümanın kalbî yönü- bir dost idi vefakar, samimi bir gönül adamı idi.
nün kuvvetlenmesi ve İslam’ın daha iyi yaşanması Dostları, arkadaşları, meslektaşları arasında çok seiçin gerekli olan, destekleyici ve teşvik edici bir eği- vilirdi. Ahlakiyle, sözünde durması, davasından hiç
tim yoludur. Şeriatın emirlerinin daha iyi yaşanması taviz vermemesi ve ciddiyetiyle bilinen ve sevilen bir
için bir vasıtadır. İnsanı takva, ihsan ve ihlas derece- dost idi.
sine yükselten bir ilim dalıdır. ”
Onu Darı – Bekaya uğurladığımız zaman büTasavvufun uygulandığı yerler olan Tarikatlar tün dostlar olarak çok üzüldük. Fakat ben daha çok
da ayrı bir din ve gaye değildir. İslam’ın iyi yaşan- üzüldüm. Neden? Çünkü yıllarca kendisine yazdıması için destekleyici bir unsurdur. Asıl gaye İmanın ğım mektupları saklamış. Kitaplığından çıkardı ve:
Kemale ermesi, Şeriatın emirlerinin nefse ağır gel- “Dostum, bu mektuplarını al götür, artık bizim vade
meden kolaylıkla ve içtenlikle eda edilmesidir. Derdi tamam olmuştur. Bu mektupların mahrem tarafı da
Yetişebildiği kadar son devir tasavvuf önderle- var. ” deyip iade edince ben yıkıldım, ağladım ağrinin sohbetlerine de katıldığı olmuştur. Bir hayli ladım…. İşte bu vefakarlığına ve samimiyetine hayErzincanlı Abdürrahim Reyhan Efendinin sohbetle- randım. Ekrem Hoca tevazu timsali ahlak abidesi bir
rine devam ettiğini biliyorum. Belki Evradü Ezkası insandı.
tam yapan iyi bir mürid olmadıysa da, iyi bir muhib
Kanser gibi amansız bir hastalıkla imtihan edilolabildiği kanaatini taşıyorum çünkü;
diğini öğrenince telefon açtı. Kendi şaşırmış ben de
“İmam-ı Rabbani, Müceddid-i Elf-i Sani şaşırdım. Fakat paniklemedi “Sırr-ı Kader böyle teAhmed-i Faruki Serhendi” gibi Nurlarıyle Hind ille- celli etmiş, ne yapalım” dedi.
rini ışıldatan, dini bütünler ordusunun başbuğu olan
Evet Sırr-ı kadere akıl sır ermiyor
bir şahsiyetin, hayatını, cihadını ve eserlerini konu
Ölümün ayak seslerini çok yakından duyan bir
alan bir kitaba imza atmıştır. Bu araştırmasıyla fay- insanın halet-i ruhiyesini düşündüğün zaman elden
dalı bir hizmet ve fedakarlıkta bulunmuştur.
ne gelir işte orası sözün bittiği yerdir.
Muhabbeti, sevgisi ve aşkı olmasa bu kadar zahMüslüman iki dünyalı bir insandır. Kadere tesmete niye katlansın ki?
lim olması lazım. Teslim olmasa ne yapabilir ki? KaAllah-u Teala ondan razı olsun Ruhu şad olsun dere isyan, tek dünyalıların yapacağı bir kabalık. İki
Allah-u Teala kabrini pür nur, mekanını Cennet kıl- dünyalılar neden ben diye isyan etmez, teslimiyet
sın “Amin”
gösterir.
Ekrem Hoca, içine dönük ve içine büyüktü, bir
1990 – 2000 li Yıllar
denizaltı gibiydi. Görünmeyi sevmezdi. (bu yüzden
Rahmetli ile ilişki ve irtibatımız ömrünün sonu- pek tanınmış yazar değildi. ) İş yapar laf yapmazdı.
na kadar hiç kesilmemiştir. Devamlı mektuplaşırdık. Toprak gibi doğurganlığı ve tevazuu ile tanınmış ve
Birbirimizi zaman zaman ziyaret ederdik. Ekrem sevilirdi dostları arasında
Hoca gayet ve samimiyetinden hiç taviz vermeyen,
Yoğun bir dini hayat yaşamak isterdi. Yaşanmaciddi, düşünen çok okuyan çok araştıran ve yazan ve ya değer hayatın kulluk etmek, ibadet, zühd-ü takva
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
olduğunu söylerdi. Fakat böyle bir dünyada insan
nasıl zühd-ü takva gibi yoğun bir manevi havayı elde
edebilir? Kolay değil.
“Eyvah dediğim bir husus da şu oldu: daha yoğun bir dini hayatı, öncelikle kalp derinliğinin önde
olduğu bir dini hayatı hep arzu etmişimdir” diyordu.
Şöyle bir sözü de vardı: “İslamın izzetli günlerini
görmeden gitmek beni kahrediyor.”
Evet, sessiz bir gemi gibi kendisini inşa etti ve
gitti. Ruhu Şad mekanın cennet olsun
Ben zannediyorum ki ilimle, kitap yazmakla iştigal eden her insanın yaşadığı bir durum bu.
Yani araştırmak, kitap yazmak, okumak insanı
çok meşgul ettiği için ibadete fazla zaman ayıramıyor.
Aslında istenenin doğru adı Zühd-ü Takva lakin
zahidce yaşamak biraz da manevi mertebelere ulaşmaya bağlı bu da bir nasip meselesi herhalde
Aslında takva hayatı konusunda sınırlar çizmek
veya mertebeler belirlemek pek mümkün olmaz.
Zira takvayı geliştiren, marifet amel ve duygular kişiden kişiye değişiklik arz edebilir. Binaenaleyh her
insanın takvası ancak kendi gücü ve kulluk şuuru
nispetinde olur ve mertebesi de ona göre değerlendirilir. Nitekim “ Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı takva sahibi olun” Ayet-i Kerimesi de bu durumu
ifade etmektedir.
SON YILLARI
Bir buçuk yıl o kötü hastalıkla mücadele etti.
Hatta Hasta iken Hac İbadetini yerine getirmek
nasip oldu. (Eğer Hac ibadeti nasip olmasaydı çok
üzülecekti. ) Bu haliyle insan bazen 100 yıllık nafile
ibadetle kazanacağından fazla ecir kazanır. Bir yıllık
hastalıkla mücadele 60 yıllık zahidin derecesine ulaşabilir. Zira hastalıklar ömrü manen uzatır.
Duyduğuma göre aziz dostum çocuklarına ve
yakınlarına ubudiyet ve ibadeti vasiyet etmiş. Görülüyor ki kim ne biriktirirse onu vasiyet eder
Hasta olduğu günlerde memleketi Erzincan da
idi. Ziyaretine gittim. Refahiyenin Laleli Köyünde
birkaç gün beraber olduk. Hep içinde bir ukde bir
kaygı vardı. “vade tamam olmadan şu yarım kalan
kitabımı tamamlayabilsem” o yaz günüydü bahçede
bir kahvaltı yapmıştır. Onu hiç unutamam.
O en son çaresiz dönemlerinde ziyarete gittiğimde bir ikindi namazı vaktiydi. Oturduğu yerde
namaz kılıyordu fakat acılar ve sancılar içinde kıvranıyordu. Olmaz böyle namaz dedi ve namazı yarıda
kesti. Tabi ben dayanamadım ve öbür odaya geçtim.
Sonra teselli etmeye çalıştım.
Köyün üst tarafından gürül gürül su akıyordu.
O suyun başına oturduk, konuştuk, dertleştik, helalleştik. Bu sırada halen iyileşeceği, tedavi olup tekrar
101
eski günlerine döneceği ümidini kaybetmemişti.
Anladığım kadarıyla o duygu ve halet-i ruhiye içerisinde idi. Bu halini de hiç unutamıyorum.
Son bir iki ay içerisinde sık sık telefonlaşıyorduk.
Telefonda gel de görüşelim, “sakın geç kalma, erken
gel, sonra bulamayabilirsin, diye de beni uyarıyordu.
Biraz geç kaldım ama son olarak ziyaretine gittim. Çok üzücü ve duygusal anlar yaşadım. Yıllar boyunca yazdığım mektupları saklamış. Kitaplığından
çıkarıp mektupları bana geri verdi ve “ artık bizim
vade tamam” dedi.
Ekrem hocamızın üç evladı var. Çocuklarını
çok severdi, büyük oğlu Nihat küçükken bir kaza geçirdi. Rahmetli ona çok üzülmüştü. Nihatın küçüğü
Cemil ve Selma, kız evladı Selmanın üzerine titrerdi
Selma da babasına çok yanmıştı ve ‘ keşke babam tek
başına ölmese de birlikte beraber ölsek ‘demişti .
Çocuklar beni amca olarak bilirler bende onları
evladım gibi severim. Hepsine hayırlı ömürler dilerim…
Allah cümlemizin evladını ‘Hayru-l halef ’ eylesin.
EKREM HOCA’NIN YAYINLANMIŞ
ESERLERİ.
1- Çağdaş Dünya ve İslam
(1986 İklim yayınları)
2- Bilgiden tevhide Yükseliş (Timaş Yayınları)
3- İmam-ı Rabbani Hayatı, Cihadı, Görüşleri
(1987, Biyografik eser – Seha neşriyat)
sonradan Yasin yayınevi tarafından tekrar yayınlandı)
4- Kur’anda İnsan ve Toplum
(1993 İnceleme, araştırma – Pınar yayınları)
5- Zaman bilinci (1996 Denge yayınları)
6- Bilgi Bilinci (1997 Denge yayınları)
7- İmam-ı Azam
(1998 Biyografi Denge Yayınları)
8- Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaeddin
(2001 Yasin yayınları)
9- Ömer İbn. Abdülaziz (Yasin yayınları)
10-Hasan-ı basri (Yasin yayınları)
11-Necip Fazıl Şiirinde Ölüm Senfonisi
(1997 Esra Yayınları)
102
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Abdullah SARAÇOĞLU
Biyografi
19
24 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve
orta tahsilini Yozgat’ta yaptı. Bu arada
hususi surette dini dersler almakta idi.
İki tahsilini birlikte yürütemeyeceğini gören babasının tavsiyesi ile ortaokul ikinci sınıftan ayrılarak
kendisini tamamen dini tahsile verdi.
Toroslu Haşmet Hoca Efendi, Sağır Hoca Efendi,
zamanın Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi ve
Kayserili Balta namı ile bilinen H. Nuh Hamurculu
Hoca Efendilerden sıra ile Sarf, Nahiv, Cami, Feraiz
ve Fıkıh dersleri okudu.
Kayseri’ye geldiği 1940 yılından sonra askere
gitti.
Daha sonra medresede babasının hocası olan
Müderris Külekzade H. Ali Efendi’den Câmi’nin bir
kısmını, Farsça lisanı, bazı Adab, Kelam, Akaid, Fıkıh, Hadis, Tefsirden parçalar ve aruz okudu.
Merhum H. Hüseyin Aksakal Hoca Efendi’den
bazı derslerinin tekrarı ile Tefsir, Kelam, Fıkıh, Muhtasar, Mani v. s. okuyarak icazet aldı.
O zamandan beri babasının “Oğlum, Allah seni
Din-i İslam’a hadim kılsın” dua ve teşviklerine uygun olarak öğrendiklerini öğretmekle meşgul oldu.
Hususi tahsil ile birlikte ticaretle meşgul iken,
hocası merhum H. Hüseyin Aksakal’ın kendisini
dini hizmete davetini emir telakki ederek Ankara’da
verdiği müftülük imtihanını başararak Kayseri Müftü Müsevvitliğine tayin oldu (1951).
Büyük doğu Fikir kulübünün Kayseri Şubesinin
kurulmasında öncülük etti. Sohbetleriyle, gençlerin
kişilik sahibi ve vakur birer insan olarak yetişmeleri
için çalıştı.
Bu meyanda, açılışından 1965 yılına kadar Kayseri İmam-Hatip Okulu’nda Arapça, Kelam, Akaid,
Din Dersi ve Siyer okuttu.
Saraçoğlu hoca, İmam-Hatip’te bir süre derslere girmişti. Derste Necip Fazıl’ın “İman ve Aksiyon”
konferans metnini ders kitabı olarak okutmuş, bu
konferansa niçin bu kadar önem verdiğini soran öğrencilere;
“-Oğlum, bu konferans, bütün öğrencilerin başucu kitabı olacak bir metni ihtiva ediyor. Ruhsuz,
heyecansız, idealsiz imam bize lazım değil. Osmanlının yıkılmasında bu tip kimselerin payı büyüktür…
Onlar dini iyi anlatsalardı, nesilleri iyi yetiştirselerdi,
kendi aydınımız, kendi devletinin enkazının altında
kalmaya bile rıza göstererek onu yıkar mıydı?. . İmparatorluk gitti. Bir daha geri gelmesi de mümkün
değil. Yeni devleti İslam’a inanmış, başı dik, mücadeleci, meselesini bilen imamlar yüceltsin…İmamlık camide namaz kıldırmakla sınırlı değildir. Necip
Fazıl, serveti ve şöhreti tepeleyerek bu idealler için
hapse girdi. Onun heyecanını taşımayan hiçbir aydın bu ülkeye bir çivi bile çakamaz!. . İnananlar için
ölçü budur!. . ” demiştir.
Daha sonra Bursa Müftülüğüne tayin oldu
(1966).
En son olarak Kocaeli ve Kayseri Müftülüklerin-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
de bulundu.
1978’de emekli oldu.
Abdullah Saraçoğlu Hoca kimdir? Sorusuna
kendisi birçok kez oturmalarda hep aynı cevabı vermiştir:
- Ben kendimi bilmiyorum ki size anlatayım.
Allah rahmet eylesin babam, zamanında “Oğlum,
Allah seni din-i İslam’a hadim etsin” diye bir hoca
tuttu. Yozgat’ta okuttu. O zamanlar çok zordu. Allah,
peygamber bilen azdı. Orada Hayrullah Efendi’den
okudum biraz. “Sağır Hoca” diye bilinen birisi vardı, Haşmet Hafız vardı. Onlardan okudum. Bizim
zamanımız böyleydi işte, geldi geçti. Vaktinde size
bir şeyler verebildiyse, siz de onları alabildiyseniz en
mutlu şey bu. Benim ne tahsilim var, ne hocalığım,
ne de hacılığım. Bir şeyler yaptıysak, yapabildiysek,
Rabbim rızasına kabul eylesin, onları da unuttuk.
“Vazifemizi yaptık” diyebilsem, def çalıp oynayacağım. Ama diyemiyorum. Elimizden geleni yaptık.
Kavgası gürültüsüyle. . . Gece demedik, gündüz de-
103
medik, kalktık seğirttik.
Hayatımda bir tek şey sevdim: O da Allah için
hizmet etmek. Ne ticaret sevgim var, ne başka bir şey.
Şimdi hizmet de edemiyoruz. Ondan dolayı da çok
üzüntülüyüm. Hizmet dışında hiçbir şeyi sevmedim
dünyada. Babamın duasına mazhar olabilmek için
takatim nisbetinde çalıştım. Ama tam da yaptığımı söyleyemem. Biraz tefsir okuduk, olduk müfessir. Biraz hadis okuduk, olduk muhaddis. Biz bunu
yeterince hazmedemedik. Ancak şunu ifade etmek
isterim: Her zaman bildiğimin alimi, bilmediğimin
cahili ve talibi olarak kaldım. Hiç bir zaman bilmediğim bir şey hakkında fikir yürütmedim. Bakayım,
araştırayım dedim. Bilmediğimiz zaman da oldu
tabiî. Biz adam değildik ama, etrafta talip olanlara
bakıyorsun hiç değil, Allah korusun. Biz bilmediğimizi bildik, bunun farkındaydık hiç olmazsa.
12 Nisan 2001’de vefat etti.
Abdullah
Saraçoğlu, Mustafa
Özküçük’ün evinde
bir oturmada...
104
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
MÜSEVVİDLİKTEN
MÜFTÜLÜĞE
Mustafa ÖZER
T
ürklerin Müslüman olmalarından sonra
ki evrelerde İslam’ın siyasal ve toplumsal
süreçteki etkinlikleri zaman içinde değişiklikler gösterdiği gibi değişik devletler içinde de
farklılıklar arz etmiştir. Hatta bir devlet içinde yöresel ve etnik faklılıklarda başkalıklara rastlanmaktadır. Aynı toplum olmasına rağmen Osmanlı devleti
ile Türkiye Cumhuriyetinin İslam’a bakış ve ondan
etkilenmeleri ideolojik aykırılıklar taşımaktadır.
Osmanlı devletinde din, siyasi ve toplumsal hayatın
motoru iken, Türkiye Cumhuriyetinde, devlet hayatından çıkarıldığı gibi, şahsi kimliklerinden de çıkarılmağa siyaseten önem verilmiştir. Laiklik temelli
devletin resmi ideolojisini kuruluş yıllarından itibaren uygulamada görmekteyiz. Elbette ki Osmanlı
ulemasının tasfiye süreci de denebilecek kültür değişimleriyle paralel siyasal baskılara hukuk sistemi
de uyarlanmıştır. Devletin bu ideolojik yapısı içerisinde dinin bir toplumsal tüketim ihtiyacı olarak
algılandığı ve bu ihtiyacın devlet kontrolünde giderilmesi için bir yönetime bir başka deyişle sıkı bir denetime alınması vardı. Onun için de diyanet teşkilatı
oluşturuldu. Dini eğitim ve öğretim ihtiyacını karşılamak için de yıllar içerisinde geliştirilerek imam
hatip okulları ve yüksek İslam enstitüleriyle ilahiyat
fakülteleri kuruldu. Yavuz Sultan Selim Hanla başlayan Hilafet makamıyla bu makama paralel bütün
kurumlar ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, tekke ve tarikatlar yasaklanmış, harf devrimi yapılarak
cumhuriyet öncesi bütün Türk kültürü mezara gömülmüştü. Osmanlı devletinin Batılaşma sürecinde
yaşadığı maceralarla zaten halk-ulema ikilisi devlet
yönetiminden kopmuştu. Devlet son örneği ittihat
–terakki devrimcilerinin eline düşmüş, fakir halk
büsbütün ezilmişti. İttihat –terakkinin kurtarma girişimleri cumhuriyetin doğmasına yol açmıştı. Böylece iki yüz senedir Batılaşma sürecide devlet haline
gelmişti. Bin yıllık dışarıda bırakılan kültürel yapı
ise devletin kendine güveni geldikçe, batının korku unsuru olmaktan çıkmasıyla, bütünüyle olmasa
bile, çağdaş bir anlayışla ihya etmek, demokratik gelişimle ve dünyanın konjonktürel değişimleriyle izah
edilebilir. Çok partili siyasal hayata geçtikten sonra
büyük bir sabır evresinden sonra din devlet için yakın tehdit olarak algılanmıyor, aksine ekonomik ve
siyasal başarının özgürlük temeli olarak görülüyor.
Askerlerin 1980 ihtilalinde yönetime getirdikleri
uygulamalar hem ulusal hem de uluslar arası küreselleşme ideolojisine ters düşmüş, Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklemişti. Bundan sonraki olay ve siyasal
gelişmeler cumhuriyet döneminde yetişen elitlerin
halktan nasıl koptuklarının siyasal sonuçlarıydı.
Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ikilisi
inanç hürriyeti ve eğitimi üzerine cumhuriyet dönemi için yenilik sayılabilecek dönüşümleri uygulamaya sokmuşlardır. Bu değişim ve dönüşümlerin orta
yerinde, edasıyla da çabasıyla da kalemiyle de, bir
büyük mücahit vardı. O kişi içimizden biri. eşinin
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ördüğü yelekle yetinen altı mutlaka delik pabucuyla,
yalınayak önümüzde koşan, kalbi gencecik Abdullah
Saraçoğlu hoca efendiydi.
İslamın cumhuriyet dönemi çınarlarından
olan Abdullah SARACOĞLU hoca efendi 1924 yılında Kayseri’de doğar. Abdullah Satoğlu’nun hazırladığı Kayseri Ansiklopedisi’nde verilen bilgiye göre
Saraçoğlu hoca efendi Sarf, nahiv, cami, feraiz, fıkıh,
arapca, farsça, kelam, akaid, hadis, tefsir, muhtasar
ve meani derslerini almış ;Sırasıyla Toroslu Haşmet
efendi, Sağır hoca, Yozgat Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi, Balta lakabıyla ünlü Hamurculu H. Nuh
Efendi Hoca, Müderris Külekçizade Hacı Ali Efendi
ile Kayseri Müftüsü H. Hüseyin Aksakal hoca efendilerden de mesleki bilgileri tahsil ettiğini öğreniyoruz. Müftü Aksakal hoca efendinin teklifiyle Kayseri
müftülüğüne Müsevvid görevi ile tayin olduğu bilgisini mezkur eserden öğreniyoruz. Yıl 1951…. Müftülükteki bu göreve ek olarak Kayseri İmam Hatip
Okulu açıldıktan sonra meslek dersleri öğretmenliği
de ekleniyor. . 1966 Yılına değin kayseri müftülüğündeki görevi uhdesinde kalarak İHO daki öğretmenliği de devam ediyor. Müsevvitlik, öğretmenlik ve
vaaz hatta ille de vaaz bir ömür boyu kürsüden kürsüye koşarak vaazlarını hep sürdürmüştü. Onun için
mesleğin de ibadetin de devamlılığı esastı. 1966dan
sonra Saraçoğlu hocamızı Bursa Müftüsü olarak görüyoruz. 1974 yılı Kayseri müftülüğüne atanmadan
önce İzmit müftülüğünde de bulunduğunu biliyoruz. 1978 yılında ise emekliliğini istemiş, son yıllarını memleketinde kendilerini tamamen Büyükdoğu
ideali çerçevesinde sosyal sorunların aydınlatılması
bağlamında ilmi konulara hasretmişti . O cidden iyi
ve doğru alimdi.
Abdullah Saraçoğlu çok partili dönemin din eksenli ilmin klasik eğitimli öncülerinden biriydi. Bir
yanda Demokrat partinin iktidarı… Diğer yanda
medrese sisteminin son nesli, Saraçoğlu hocalar…
Onun ilim kürsüsünün sürekliliği cami ile müşterekliliği idi. Abdullah Hoca her zaman kürsüde halkın
karşısındaydı. Cemaatin sorularıyla gelişen karşılıklı
ilim teatisiydi. Halkın içinde ve hakkın önünde ilminin ve cesaretinin sınavındaydı. Onun sesindeki
otoriter tonlama imanının en rakik sergilenişiydi.
Coşkusu iradesinde som ilahi değere dönüşmüş, ilmini yansıtmasıydı. Klasik eğitimli olmasına karşın
mesleki bilgeliği İslam ulemasındaki peygamberî
mirasın pırıltılarını taşırdı. Hele müminin korunması bahsindeki hassasiyeti Saraçoğlu hocanın haysiyetiydi. Kısacası Abdullah Saraçoğlu hoca nasihat
ve tavsiyelerini hayatıyla gösterirdi. Kürsüsünü merhamet tonuna ayarladığı, halkın en cahilinin bile en
çok anlayabileceği sesle donatır, besmelenin bereketinde müminlerin kalbine nüfuz ederdi.
105
970 yıllardan biriydi …yıl olmak itibariyle önemli olmadığından böyle bir giriş yaptım.
Kayseri’ye ramazan bayramı münasebetiyle gelmiştim. Günlerden de tatava … Ramazanın son günleri…Hava değişiminden de olabilir, on iki saatlik otobüs yolculuğunun cilvesi de olabilir . Ne evde kalıp
dinlenmeye çekilebildim ne de evdeki koşuşturmaya
dayanabiliyorum. Kendimi sokağa vurdum . Mahalle camisini geçerken Ahmet Saraçoğlu ile karşılaştım. Ahmet abi Büyükdoğu’nun Kayseri’deki sağlam
kalelerinden biridir. Gür kaşlarının arkasında sakladığı dürüstlük bizim rehberimiz olmuştu. Saat tamiriyle iştigal eder ve şehrin merkezinde optik konuda
gözlükçü dükkanı vardı. Ahmet Saraçoğlu, Abdullah
Saraçoğlu’nun yeğeni idi. Aynı fikri temelden beslenen ve akrabalıkla taçlanan yakınlık öylesine temiz
öylesine ardına kadar açık kalb ve kapılardı ki gıpta
etmemek mümkün mü?Ahmet Saraçoğlu ile de babamların evi yakın. Evde bayram telaşını bırakarak,
rastladığımız Ahmet Saraçoğlu abimiz (Hoca bizde
sohbet var) dedi. Beraberce Ahmet abinin eve girdik
ve sohbete dahil olduk. Tanımadığım bir genç ( davranışlarından belli ki Abdullah hocanın tanıdığı)günümüzde taşıma araçlarının konforundan ötürü, insanın evini aratmaması nedeniyle “ seferi” olmasının
lüzumsuz olduğunu anlatmaya çalışarak; Utanmadan
birde çatır çatır oruç yiyorlar, dedi. Hoca gencin “cahil cesaretine” ve “haddini bilmezliğine” içerlemişti.
Önüne gelen hak söylemek ve haktan yana olmak
adına, dinin verdiği bir ruhsatı ortadan kaldırırsa,
ortalık kıyamet yerine döner, Senin(genci muhatap
alarak)bize yakınlığın dine laubali olmanı gerektirmemeli. Hatta daha saygılı olmalısın. Kural koymak
senin ne haddine. Diye kükremişti. Hem mesleğine
hem dinine sahip çıkmanın neşesinde, genci hem
tedip etmiş hem de, toplumda küçük düşürülmenin sonucunu tatlıya bağlamıştı. Kendi nefsinde bile
İslam’ın feraiz ve akaid bilgisini tümüyle taşımayanların . usul ve esası da aşarak “nefsani yorumculuğa”
soyunmalarına Saraçoğlu hocamız her dönemde ilmiyle set oluşturmuştur. Nefsani yorumculuk İslami
kuralların hikmeti üstünde değil de, kuru aklın laik
eksende şımartılarak Müslümanlara tepeden bakma
yöntemine dönüştürüldüğü için, içiçe bir çok tehlike arz ediyordu. Genç hem bilmiyordu hem de bilmediğini bilmiyordu. Son zamanlarda ağızlarda sakızlaşan tabirle “ağzı olan konuşuyor”Bu tabir tam
da “nefsani yorumcuyu” tanımlıyordu. Aynı gence
araç lastiğine mevsim farklarına göre kaç hava basılacağı sorulsa, ( ya şu kadar bar veya bilmiyorum)
diyecektir. Lakin konu İslam olunca kendini de nefs
emniyetinde bir psikolojiyle donatarak, soru ya da
soruna, İslami kuralın ne olduğuna ve hangi sınırlar
içinde ne dediğine değil, canının çektiği ham yobaz
106
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
kaba softaya da icazet çıkaracak iştihada uydurma
bir içtihatta bulunur. Elbette hastalıklı bir yaklaşım
olmasa buraya dercetme gereği duymazdık. Bereket
İslami hassasiyetler arttı da nefsani yorumcular “fikir hürriyeti” ile sınırlı kalan din dışılıkta kaldılar.
Ebu cehil ölmüş olsa da ebucehillik öleceğe benzemiyor. Kabalığın kolaylığı ve sorumsuzluğu kimseyi
entelektüel yapmaz. Türkiye’ye batı medeniyetinin
normlarını getirmek isteyen herkes te entelektüel
değildir. İdeolojik ve devlet çıkarları, kişisel çıkarlar
bağlamında da, bu tür siyasal girişimleri görüyoruz.
Ve hele gazetecilikle düşünce dünyası birbirine öyle
uzaktır ;ki düşünce dünyası, bünyesinde dünya nimetlerini toplamış en lüks lokanta ise, gazetecilik o
lokantanın yemek artığını döktüğü çöplüğü mesabesindedir. Gazetecilik bir memuriyettir ki orda fikir
üretilmez, başka membalardan gelen fikirler şekerlemelerle kaplanarak , halkın hazmetmesi sağlanır.
Zor bir meslektir. Patronların, siyasal otoritenin, rekabetin gazeteciler üzerinde verdiği bir mücadeledir.
Dış bağımlılık olabileceği gibi uluslararası veya uluslar üstü de olabilir. Geniş bir mücadeleyle güç transferi olan gazetecilikte, fikri namusu olan az sayıdaki
gazetecilere bakarak gazeteciliği vicdanı hür ve fikre
hizmetkar sanmak, aldanmadır.
Abdullah Saraçoğlu hoca tiryakiliğine de çok
sadık ve bu sadakatini içten ve derinden öksürükleriyle ödüllendiriyordu. Kahve, demli çay ve sigara
adeta sohbetin teminatıydı. Kayseri de olduğu sürece
şehrin gece hayatı sayılabilecek ‘’oturma’’ denen gece
sohbetlerine hemen her gece başka bir sohbetle devam edildiği için O da sosyolojik umumiye ‘ye icabet ediyordu. Kayserinin bu gece oturmaları sosyal
bir olay olmakla birlikte şehrin önemli mahfellerini
sessizce birbirine bağlıyordu. Bu toplantılarda ticari,
iktisadi konular tartışılır anlaşmalar yapılır, birliktelikler oluşturulur. Hatta ortaklıklar bile kurulduğu
vakidir. Şehirdeki iktisadi hayatın her yönü bilenlerce bilmeyenlere anlatılır, iknası gereken kişi ve durumlar varsa izale edilmeye çalışılırdı. Haftanın en
az üç günü bu toplantılara katılınır, her gece başka
boyutta ve frekansta olan insanlarla toplanılır. Genelde saat 22den sonra başlayan toplantılar önemine
göre ucu açık olabilirdi. Her hafta başka konular olabileceği gibi akil kişiler davet edilerek solo sohbetler meraklı soruların yanıtlarıyla şenlenirdi. Yıllarca
devam eden bu gece mektepleri halkın eğlence, dinlence, iletişim ve tanışmasına hizmet eder. Gerekli
görülürse aylarca kitap okumaları sürerdi. Bu gece
okulu bütün aile bireylerini de ilgilendirirdi. Sohbetle oluşan kardeşlik elbette ki ailelere de yansıyordu.
Saraçoğlu hoca elbette ki herkesin toplantısında olmasını istediği karatta, ilmiyle, hitabetiyle, kitabetiyle ve hele de karizmatik fikir öfkesiyle özel bir isimdi.
Kalemiyle ve varlığıyla yıllarca Üstad Necip Fazıl’ın
yanında ve Büyükdoğu’da yerini almış, medeniyeti
olanca kuşatıcılığıyla bilen, ümmete hizmette olağanüstü çalışan, sözünü dudaktan ve gözünü budaktan sakınmayan bu mümin ve mücahit insanı kim
sevmez ki?Böylesi toplantılarda insanların insanlık
dokuları da test edilir. Abdullah Saraçoğlu hoca da
bu test uzmanlarının başında gelirdi. Zira bir psikolog titizliğiyle anlattığı konuları bir pedagog gibi
de yüreklere sindirerek öğretmiş olurdu. Abdullah
Saraçoğluna tevdi edilen konuda çok ve titiz çalışır,
o konuyla ilgili diğer bilimlerin de tezlerini inceleyerek toplantıya takdim ederdi. Toplantıların samimiyetine ve tek eşeyli olması nedeniyle erkek argosu
bir jargon kılığına bürünmemek şartıyla kullanılırdı. Onun için hocanın kötü karakterleri takdiminde
kullandığı “eşşoleşşek”leri Kemal Sunal kafiyesinde
olurdu.
1924 doğumlu olduğundan diyelim, bizlere
oranla Türkiye’yi çok daha tarihsel perspektiften
derinlemesine ve ileride tanırdı. Tanışı olduğu ve
duyduğu olayları, okuduğu süreli yayınları ve kitapları arı duru hafızasına alır, güzel bir hitabetle de
bunları taçlandırırdı. “Karşılığını alacaksak canımızı sakınmayız” derdi. Bugün anlamı bence daha da
büyüdü , büyüdü büyüdü. Sevgimizin izharı ifade
edemediğimiz düşüncelerle gönlümüzü teskin etmesindendir. Söylenişi şiir gibi olan, bu can yakan
cümle, aşıklarının gözyaşını da taşımaktadır. İçli ve
samimi bu vefakar ve cefakar ağabeyimize bu mersiyeyle borcumuzu ödeyemeyeceğimizin bilincindeyiz. Hani Hacı Murat romanında L. Tolstoy ‘’kalkmayacak gibi geldi bağdaş kurup oturdu. Diyeceğini
söyledi . Birden kalktı, geldiği hızla gitti.’’diyerek bir
tanım yapar Türk’e, sanki Saraçoğlunu tasvir eder
gibiydi. O koltuğa da bağdaş kurarak otururdu. Büyükdoğudan olmanın doğal sonucu bu karizmatik
insan toplumdaki herkesin arkasında olmaya hazırdı. Oysa toplumda onun önünde durabilecek yürek
neredeydi.’’olmak ya da olmamak…işte bütün mesele ‘’ diyen tiyatro tiradı gibi. Sakalı ve gözlüğü bile
onu mülayimleştirmiyordu. . Üstad dan çizgiler vardı. Muhteşem ve sakin. Mümin ve aksiyon içinde.
Üzerinden binlerce volt akım geçen kablolar gibi.
Birey o kadar önemli ki sorun da çözüm de bireye göredir. . İslam hukukunda olduğu gibi tıpta dahi
böyledir. Her hastalık şahsa özeldir. Tedavide de bu
durum göz önüne alınır. Yoksa batı kültürünün buldum dediği ve fakat her bir yerini geliştirdiği sürekli
değişim arz eden ve hatta kırılmalarla farklılaşarak
değişik ideolojilere dönüşen sistemler ile bu sistemlerin çalışma veya kullanma talimatı olan rejimlerin
yığın haline getirdiği insanları mutlu ve birey olarak
ele almak mümkün müdür?İrade kullanamayan sü-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
rünün bir parçası olan bu protoplazma yığınına vatandaş, yurttaş, yoldaş diye isimleştirerek ne insanlığa ne topluma ne de sisteme olumlu bir katkı olabilir. Elbette ki eğitim ve gelişim dönemleri müstesna
kurallara bağlıdır. Fert fert yücelmeyen bir oluşum,
doldurma ve tıkma mantığıyla ancak yatak ve yastık görevine talip olabilir. Fetvanın muhatabı ferttir,
soru ondan gelir sorun onundur ve muhatap soruyu
sorandır. Başka zaman başka yerde ve hatta benzer
bir soru başka bir fert için fetvada farklılık arz edebilir. Adalet her şeyin üzerindedir. Yatay adalet kadar
bunun kalitesini dikey adaletle temin edilebileceğini, Saraçoğlu hocadan kaç kez dinlemiştik. Konuyu
uzatarak yanlış anlamalara sebep olmak istemem .
Kısaca Saraçoğlu hoca ferdi, toplumu iyi analiz edip,
soru ya da sorunu iyice tanımladıktan sonra şahsın
durumunu da göz önüne alarak cevap bulmağa özen
gösterirdi. Bu konudaki titizliğini o ilmin sahipleri
iyi bilirler ve Hocanın hakkını teslim ederler idi.
Tarikat ve cemaatler konusunda da çok rahat
hareket ederdi. “Ümmeti Muhammed” kendini ehlisünnet vel cemaat olarak görür. Elbette farklılıkları
olabilir. Eksik ya da yanlışları üzerine konuşulur ve
yazılabilir. Eksik ve yanlış yapanlarla muhataplık fitneyi doğurur diyordu hoca…Hatta her cemaat veya
tarikat kendini öylesine cennette görür ki, girdiği
cennetin kapısını içerden kilitler başkalarını içeri
almaz. İnşallah cennete giderler. . Cemaatlerin güzideleriyle toplanarak ortak kararlar alarak topluma ve
ihtiyaçlarına çareler bulunabilir. Nahif davranışlarla,
hayali ve varsayımlarla sorunlara çözüm olmaz. Ortak akıl Abdullah Saraçoğlu hocanın gerek cenneti
teminde, ve gerekse dünya nimetlerini kazanmada
toplumsal barışı sağlayan siyasetti…Ortak akıl kamu
aklıydı. . müşterek akıldı…Ulülemr di…cumhurdu…Onun için çok önemliydi.
Sahabeyi Kiram efendilerimiz müçtehit olmaklıkları yönünde eşittir. İnsanlıkları ve incelikleri o
kadar çok ve farklı ki bu da onların bereketidir diyordu Saraçoğlu. Kişiye amelleri sevdirildiği için (bir
kişi Müslüman’ım diyorsa ona değilsin dememek
gerekir. Zira insanlar, ya ümmeti davettir ki; davet
edilene davet edilen hak adına saygı gerekir , ya da
ümmeti icabettir ki ; davete olumlu cevap vereni de
kovma hakkı yoktur. İnsanların gelişmesini temin
açısında müesseseler kurulmalı. Bu müesseseler iyi
denetlenmeli derdi de okullaşmaya o kadar önemli
bir noktadan bakardı ki, hayran olmamak mümkün
değil. Ortak aklı her cemaatle ayrı anlaşmalar yaparak bir bölgede başarsanız bile ulusal düzeyde bırakın çatlak oluşmasını uçurumlar ortaya çıkar. Oysa
okul ortak aklı teminde terim ve dil zemininde sağlam kale olacaktır diyerek sohbeti sürdürürdü. Belli
ki içi yanıyordu. Aşkından taşan bu bilimsel olgular
107
bir temenniden çok gerekirliliklerdi. Hep din …ve
her zaman din…ve de her yerde din…Din insanlığadır…kötülüğü emretmez…Dinlerin de birbirilerine
ölçülü olmaları gerekir. Son zamanlardaki Hıristiyanlarla –neredeyse papazları kutsayacaklar-geliştirilmeğe çalışılan yapılanma yanlış zemin üzerine
oturtulmaktadır. Kur’anda bahsedilen Hıristiyanlar,
İslam geldiğinde ‘’semiğna ve atağna’’ işittim ve itaat
ettim diyen dindar Hıristiyanlardır, bugünküler gibi
algılanıyor. Bu aldatmacadır. Bir siyasettir. Biz kabul
edemeyiz. Dediğine de şahit oluruz.
Dini hizmetler geçinme mesleği olmadığı
gibi bu hizmetleri yapanların geçindikleri meslekleri olmalıdır diyordu Hoca Efendi. Peygamberin
varisi olacak şahısların, geçimini diğer insanlar gibi
mesleğiyle sağlaması esastır, ki kalan zamanında insanlığa müfid ve mürşid olsun. Cemaat ve tarikatların yürek burkan ekonomik yapılanmaların ardına düşmelerine şaşmamak elde mi diyordu . Kalın
çerçeveli gözlüklerini çıkararak, gözlerini sürmeler
gibi silerek sakalını yolarcasına avuçlarına almıştı.
Mesleki çürümüşlüğü anlatmak istemiyordu. Gece
de bir hayli ilerlemişti. Bir el işaretiyle oturuma katılan gençlerden birisi utanırmışçasına yarım ton sesle “asr suresi”ni okumağa başlamıştı. Sabaha yakın
bu zamanda ancak sabah namazına hazırlanılır idi.
Yetmiş yaşını aşan bu delikanlı “fişek gibi” abdestini tazeledi, toplantıdakilere; (Hunata mı gidiyoruz )
demişti. Hunat camii en az bir kilometre mesafede,
Selçukludan kalma tarihi bir camiydi. Tarihi olması
elbette önemliydi. Ve fakat şehrin merkezini temsil
etmesi bir diğer özelliğiydi. Hunat camii banisi Hunat hatun (Mahperi hanım) zarafet ve asaletini de
1237 yılından beri ter ü taze taşıyordu. Gerek Türbesi gerek medresesi, ve gerekse hamamı dipdiri ayaktaydı. Tak kapısı aşkın taşa yansımasıydı. Hunatı
Kayserililer her gün gördükleri için Saraçoğlu hoca
gibi hasret değillerdi. Oysa Saraçoğlu hoca gençliğinde kürsüsünde minberinde halkı irşad etmiş içiçe anılarla doluydu. Onun için önce (Hunata mı )
diye sormuştu. Bu kez boğazındaki sigaranın verdiği
basıncı atmağa çalışarak, (Hacı Kılıç ta olabilir. )demişti. Hacıkılıç Camii de Selçuklu’dan kalma Hunatın gönüldaşı ulu mabettir ki 1249 da inşa edilmiş
güzelliği inşallah dünya durdukça dursun, tak kapısı süslemeciliği. Medresesi de bitişiktir. Saraçoğlu
Hocanın zaman zaman dile getirdiği ve şaşkınlığını
gizlemediği konulardan biri de ülkenin aydınlarının
bu mimari, sosyal ve tarihi eserleri göre göre yaşadıkları kültürü sorgulayamayışlarıdır. Bu enteller
anatomik değişim de geçirmiş olmalılar diye bizlere
kara mizah örnekleri veriyordu. Sonuçta kimseden
bir ses çıkmayınca Hoca yine kendisi pusulayı eline aldı. Tabaktaki son dilim börekler ve son yudum
108
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
çaylarda tüketilmişti. Yola çıkıldı. Sohbet şın şenlik
içinde önce Hunata yöneldi. Yine de erken gelmişlerdi. Caminin banisine Fatihalar okudular İstasyon
Caddesindeki Hacıkılıç’a yöneldiler . Şehir yeni yeni
uyanıyordu. Vardiyacılar ve gıda sektörünün pişirici
personelleri çoktan sokağa taşmışlardı. Ayak sesleri, tek tük motor gürültüsü ve sigaranın boğazdaki
inhirafları olan öksürükler…Hacı Kılıç Camii imam
hatibi grubu tanıdığı için hemen kolları sıvadı, müştemilatta çay bile hazırladı. . Hal hatır sorulumunun
ardınca caminin namaz bölümüne geçtiler.
Kırkayak gibi olmalıyız…kırkayak…beyin tek,
eylem çoklu. . Ortak aklı içimizin içinde saklı yerden çıkarmalıyız agoraya.. Abdullah Saraçoğlu Hoca
böyle idi Nur içinde yatsın.
kutsal göç
efsaneler sundu füsun içre geceler
al topuklu kızlar büyüdü
usulca bir incir yaprağında
hicret göründü
(ay/ruhuna saray olmuş yıldızların ortasında
ilerlemeye başladı ancak/insanın taşıyacağı bir yükü
kıskanmasından dolayı yaralıydı yine de bulmanın
aydınlığında dolanıp durur/ne var ki yola yaban ola
kesintisiz bir hicretin nesnel görünümünde
“işaret parmağının” açtığı yaranın yeminini
düşünmek mutluluğu yok mu
odur bizi yoran aydınlık
ve yanan ay)
altınçağ sahneleri bürüdü
rüzgâr güncesi geceler
yıldız böceklerinin sengin bestelerinde
akıp indi sema yükü inciler
al topuklu kızlar yürüdü
cennet yüküdür anaların gözlerinde asılan
susulan sevda sabrıdır
enstant ağıt görmesin diye
her bahar bir gül kahrıdır
kangurular keselerinde gider
enselerinde anne dişi duyar kedi yavruları
tüylü diliyle yalar ay
doğuştan koşan tayları
ve ya demeye kalmadan
yollar tutar duyguları
çakal seslerini besteleyen
bakır ırmaklar koşar
rengini çiniler çalmış uryan denizleri
o çığlıkla çılgın dalgalar okşar
uyuyan denizleri
sebil seslerinde
kekre kadehler kırılır altın dudaklarında
açılır benizleri
korku peşinde yürür ay
şöhret burkulan gölgedir
korkak
budala
yatay
yine de
bizdendir hüzün
yüreğimize asılmış üzüm salkımı gibi
gördüğün yalnızca yüzüm
lakin bütünlüğün asılmış
taşınmış uzay gibi
ay devreder mutantan tenlerini
rüyalarını rüzgârlar görür
deniz kızlarının sevda yakılarını
tutam tutam götürür gözlerinde
yosunlu izlerinde nice zaman getirir
kıblesiz bir secdenin suçlarında
nice gizler eritir
yankılar açar bu gizli dehlizleri
dilde söz onsun diye
dinlediler deprem seslerini kristal kürrelerde
korkarak
azan ak dalgalardan
gençlik damarları topladılar
zıpkınladılar yunusların gözlerini
kılcal damarlarda karıncalar yürüdü sonra
sonrasıyla ufukları sardılar
“hey deniz kızları denizin gel giti durdu
soframıza buyurun
yeni ve sıcak selvalar geldi
nazı bırakıp niyaza durun
kolları uzun semalar geldi
sevdamıza buyurun”
kaderden camdı kadehten dönen
akşam öfkesi
yansıyan kırışıkları sayan
ölüm üstü ülkesinde uyanan
yeni kan
yepyeni bir kan
piri mugan
dilindeki camdan okudu
fosfor giysilere ermek için
elindeki candan okudu
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
yine kumlar sağır
duymamışlar bağırlarında kumruların sevdasını
ya da tecahül-ü ariftir siren sesleri
dönmeyen ayak seslerinde
yakam üç düğme açık
ha bire unutuyorum yönleri
maraton fonlarına yaslanıp
denizi tutuyorum
ara sıra duyarız hangi çağın içindeyiz
rüzgâr da ara sıra söyler bunu
ama kimse söylemez zamanı bulduğunu
elim candır
bırakır tuttuğunu bir dem gelir
bir dem gelir çayır çayır
yakar unuttuğunu
bir elinde bir gözüm bir gözüm diğerinde
israfil surlarına rüzgâr iletir
sebil dekorlarında söyletir
uzakların sifenksini
ufukların fireskini gezdirir çipili duygularım
iskender aynasında
mumyalı benizleri
uyarır uykularım
muştunla hemhal olmaktan lalim
halim özgedir
methalinde evrenin
hangi altın ağ ilmeklerine tutunsun elim
kofana yıldızların koful yalazlarını
hangi dilim unutsun
ki sarsın kanımda mafsalları
dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim
dön dur kıyamet göreceksin
göreceksin aşk yeni yokluğu eski
lakin yokluğu eskitecek diye
dön dur kızıl aşkların kampanası kalbim
dinozorlar geçiyor ağır
ağır
bağrıma
tıkız arzularıyla
hummalı zorlar geçiyor
bir sus işaretiyle geçen oğuzlar gibi
basa basa kanımın zulasına
dinozorlar geçiyor
cengiz hançerlerini yoksayan bir hançereydi
gözlerimi verevine kanayan
karayılan aşklarını zehirleyip bir çırpıda
sevgiliydi gömleğimle oynayan
-ki rüzgâr esmiyordu
durgundu duygularımyelken açmamdır ki karanlıklara
şükür yüreğim damlıyor tıpır tıpır
tıpır tıpır yürüyorum aşka ve çileye
ile’den ve’den kendime
rüzgâr dolu yönüm
yüreğim yelken
109
öncesizlik sonrasızlık
ıssızlık içim
kararsızlık içinde yırtılan deniz
okyanusa ıslık tuttu
iri bir güneşe yaslanan adımız
mercan sofalarını unuttu
bereket ki yağar üstümüze
üstümüze kar gibi el yağar
eller unutalı çok oldu lakin
o iri güneş tuttu bizi
kara kıl bacaklarıyla keçiler yürür
keçi ayaklarını susturmak zor
daha zoru atlarımızı durdurmak
onlar ve iri güneşler
vel leyli ven nehar
eylem le var
varlar
bu kez dudağınla konuşuyorum ey deniz
ey zülf-i semensaların ıslak dudağı
ey gülhatmilerle ölü dudakları gusleden
kuşkonmaz dalların kuşkusu
ey çöllere şarabnel gibi inen
akbabaların gözlerinde dinlenen kaktüsleri
şaşkın irem bağlarında yolan
ve ruhunu adenin
ey mehtap süngeri
ışık yollarının mesihası
meryemin koynunu dolduran ılık sancı
ve ey çelebi yeleklerinin merhabası
bu kez dudağınla susuyorum
ipek böceği kusar gibi
ya da bir hisar gibi yaslanıp ufuklara
ne bilgindir ne gezgindir
bağrında güneş gezdirir
rivayettir ancak üstüne laf
gerisi gözlerindir
ancak züleyha bilir ki mushafı vardır
yine de bu zorda dilin israfı vardır
110
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
deniz saçlarında dalgalanır
güneş göğsünde batar yalaz
dişlerin ısırır denizin nemli tenini
yalnız yılanlar arar biraz
biraz ağaçlar büyür meltemini
sonra kirazlar dudağını
Yusuf ’a taraf oldu gönlüm
gördüm yar geldi mutasavvıf kunduralarıyla
tenini toprağa gömdüğü
dört yanım tümörlerle tutuldu
yar tuttu yine de
ince parmaklarını meçimsi çekip
unuttuğun ruhumu
kan ağacımdan yapışkan topladı
kanımı bağladı ruhuna
ateş yaktı afrikadan büyük
hey-hey tam-tam ve horadan sonra
ruhum bir bebekti mışıl mışıl
ruhum beklemekti ışıl ışıl
kuşlar uçsa yürüse kediler titriyor ruhum
korkum rüzgâr içinde yar gelecek
beklenen ruhun kollarını gerecek
gerecek ruhsal bir çarmıh arıyorum
Yusuf ’a taraf olunca gönlüm
herkes gibi her kez ben de gördüm gördüğünü
yağmurun harp olduğunu
ellerimi uzatınca tellerine
gökyüzünün kaybolduğunu gördüm
gördüm kimsenin görmediği bir zamanda
bir kurşunun ıslığında kendimi
tenimi mor mor teslim ettiğim masivaya
gördüm yine de eremedim
kleopatra sandaletlerini eriten zamanda
küfür görmemiş deniz kızlarının nurdan sofralarına
neden gözlerim mavi neden
neden gömleğimi rüzgâr şişirir durur
hangi yöne ne zaman açılsa yelken
neden içimi bir mavi hasret doldurur
adı yok bir kuş serene konmuş
koltuğunda birkaç ekmek bir çocuk tam dönüyor
sokağı
rüzgâr dönmüş güneş donmuş kararmıyor gece
uykular yataklardan koğulmuş
sülüne benzeyen boğaz
ceylanda olacak gerdan
beyaz giysili doktor neşterlerine gebe
gergedan gibi garip ve uzak
senin yokluğunda kuruldu tuzak
dilim dilim satılmak için
gözleri beklemekten mavi
havai gülüşleri beklemekten
geldim ince bir küçük gövdemle sularınıza
size sığındım yine sendelemekten
kollarımdan tutsa da dalgalarınız
nazınız dinmedikçe gelemem
söyledim kaç kez ben kara sevdalıyım
karada olmalıyım
anlarsınız siz de bir gün kara sevdanın ne olduğunu
söz ki size karşılayacağım
sahiller boyu kurduğum evlerde
aşkınızla boğulacağım
muvattalinin atları coşar eşinir
ardında iki tekerlekli savaş arabaları
eflatun güneşin içinde aynı atlar kesişir
atlar aynı koşar oysa muvattali ve akrabaları
değişir ve ölür
gömülür ve değişir
onurdan kuşkular da geçiyor
billur bardakta istanbulu kırıp
geçmeyen kuşkulardan yine kuşlar geçiyor
tüm santrallarını yıkıp istanbulun
kuşlar
kuşkular
şuur okyanuslarını aşan susuşlar
geçiyor
ölüm ihbarlarını kovan meltemli ruhun
zamanı ve zamanı tutan zanları
o kitapta yıkadı
karton saygılarından uzak
o kitap yıkadı
zamanı tutan piston
ellerimce ayıkladı beni
fırtınalı yılkı sağrılarına
ben gibi şekva sapladı
ve
ayıkladı semayı sisten
görmemiştir hiçbir yürek
hiçbir gutenberg dizmemiştir
sözlük dışı kelamın kurşunu ezdiğini
ve beni çıldırtan güzelin zulümle gezdiğin
hiçbir odak sezmemiştir
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
hiçbir dudak çözmemiştir
fosfor derilerini hapşırırlar habire
iğneden ipliğe ikindi devranına
voyvoda kinlerini vururlar
lakin ben saklambaç oynarım
döner başım
ey gözüm
ey arkadaşım
ey dualı deniz kızları
sırıl sıklamım ağaçlardan çiçeklerden çitlerden
ellerimi kaptığınız
yalnız bıraktığınız evciklerden
çekip çıkarın
suçlandığım geçitlerden çekip saçlarınızı
güneşin bana dair söylediğini ben de bileyim
dekadan sancıların sadaka diye sana karşı suçunu
göz bebeklerinde dindireyim
yağmur duası diye gökleri indireyim
her suçun bir aslı var
benim suçum bendedir
ikrar ettikçe keremim
intikamın yinelenir
zaman bitti kestane fişeklerinde sürüyüp ufukları
deniz kızları yelken uykularına daldılar
ay anaforu üstümüzde dönüp duran haritada
kaç üzeyir uyukladılar
alıp beni rüyalarına
bizi kıskanmaktan uyuyan okyanuslar
rüyalandıkça dalgalandılar
uyandık uyuyan rüyalar gibi
sıcacık evlerin ilyas dualarında
gözlerimiz penguenlerle oynadı
bu yüzden sevaplarımız yarım
penguenler gibi kara ve beyaz
sevimli ve uçarı
ilyaslı elleri naz ve niyaz
yeni zaman uçmakla başladı
bizim kaderimiz yere basmak
yine de basamak basamak içim
asansör dilencisi
icmal bir hayal ki kardan adam
kaldırılmaz bir vebal
helali kaldırmak için
ince terbiyeden geçmek
benden ve bedenden toprağı kaldırmak gerek
al canım senin olsun dilersen çağır
dilersen yıldız ağıtlarından gönder
uzay vuslatında beraber olalım dilersen
miraç hasretlerini dindirelim
dirilelim sevgilim sevgilim dirilelim
mezarların yoksunu ufuksuz bir diyarda
•••
111
112
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Abdullah SARAÇOĞLU hoca efendinin
çeşitli tarihlerde BÜYÜK DOĞU
DERGİSİ’nde çıkan yazıları;
16 Ağustos 1967
24. yıl. 13. devre / 5. sayı
ALLAHIN AHLAKI İLE AHLAKLANINIZ
Yazımıza başlık yaptığımız Hadis ile sabittir-ki
“Ahlaki mekarimi tamamlamak için” Dünyayı şereflendirdiklerini söyleyen Kainatın Efendisi nazarında
ahlak en üstün gayedir.
ALLAH zulümden münezzeh ve mukaddes olduğuna göre, onun ‘alemlere rahmet’ olarak gönderdiği Peygamberine her türlü kötülük ve çirkinlikten
uzak bir ahlak ve beşeri gaye timsali tanımak lazımdır.
İman ehlinin, Allahın zatı gibi, nefslerini zulümden tenzih ve ahlaklarını tehzib etmeleri için tek kıyasi vahid O’dur.
Zulüm şöyle tarif edilir. “--Bir şeyi layık olmadığı yere koymak. ”
Bu tarife göre zulüm, başkalarına haksız muamele etmekten ibaret kalmayıp çok geniş ve şamil bir
mana kazanıyor. İnsan kendisini Allahın kulu olmak
manasından başka bir yere koyar.
Yaratıcısını tanımaz ve fıtratına göre hareket etmezse nefsini zulüm etmiş olur ki, bu da zulümlerin
en büyüğüdür. Şirk, İlahi kelam ile “Azim bir zulümdür!”
İlahi hududu tecavüz edenler de, Kur’ana karşı
zalimdirler.
Allah zulmün her çeşidine karşı Kur’anında la-
net etmiştir. Fakat zalime zulüm, nasafet ve adaletin
ta kendisidir . Zalime merhamet ise insanlığa zulüm
ve adavettir. Zalime merhamet değil, siyaset lazımdır. Zulmünün ateşinden halkın yandığı zalim ateş
bastırılır gibi söndürülmelidir. Dost ve düşman herkes hakkında iyi muamele etmek İslam edebi iktizasındayken, yalnız zalime karşı sert karşılığa ve bedduaya izin verilmiştir.
Gerçekten mü’min ve Müslim olan kimse nasıl
zulüm edebilir ki, nefsinden büyük zalim tanımaz.
Biz “ cihad-ı ekber” halinde nefsimizle mücadeleye
memur olduğumuza göre zalime hiçbir sahada tahammül edemeyiz. Böylece ahlakımızın esası olan
nefsi yenmek mevzuunda nefsin en acı tezahürü
olan zulümden iğrenir ve bu duyguyu ahlakımızın
temel taşı biliriz.
Ahlak, fikrin dinamizması mevkiinde o kadar
büyük bir haslettir ki Onu, “Emirler ve Yasaklar”dan
ibaret İslam’ın iş manzumesinin yürütücü kuvveti
sayabiliriz.
“Ebrarın haseneleri mukarribinin seyyieleridir.”
Ölçüsüne göre, ebrar, yani cennetliklerin iyi işleri
mukarribinin, yani Allaha yakın olanların kötü saydığı işlerden oluyor ve bu incelik de sadece ahlaki bir
idrakten doğuyor. Abidler günahtan tövbe ederken,
arifler ibadetten istiğfar ederler. Abidler cenneti hedef tutarken arifler ilahi rızadan başka bir şey gözetmezler. Bu ruh haleti de nefsi yenmenin, yani ahlaka
esas olan hamleyi göstermenin son hattıdır.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Denilebilir ki ahlak, imanın ekmeği, iman ise
ahlakın buğdayıdır .
İslam ahlakında, Kainatın Efendisini sevme
borcu o noktaya kadar yükselir ki anne, baba, evlat,
hatta can sevgisi onun yanında hiç kalır. Bu sevgiyi
şümullendirip bütün iman ve hayat çerçevesine yaydığımız zaman İslam ahlakının aşk temeline dayandığı görülür.
“-- İmandan sonra en faziletli amel halka yardım
ve sevgi göstermektir. ”
Mealindeki Hadis, İslam’ın aşk ölçüsüne en parlak delildir. İmanda kemal, bir müslümanın nefsi
için dilediği her nimeti başkaları için de istemesi
ile gelişir. Bir açı doyurmak bir borçlunun hesabını
ödemek, bir müşkülü olan kimsenin işini halletmek,
hasılı gayrın iyiliği yolunda çalışmak, İslam ahlakının başlıca esaslarındandır.
Müslüman odur ki, başkalarında gördüğü ayıp
ve noksanları kendinde bilir ve uğradığı her zulmü
öz amelinin neticesi sayar.
Zünnun(Mısri)Hazretlerinden Mısır ahalisi
yağmur duasına çıkmasını rica etmişler…O da hemen Mısır’ı terk edip Medine’ye gitmiş ve orada duaya başlamış…Çok geçmeden Mısır üzerine yağmur
boşanmış ve kıtlık geçmiş…Ariflerden biri, niçin
Mısır’da dua etmeyip Medine’ye gittiğini sorunca
büyük veli şu cevabı vermiş:
-Kıtlığa sebep o yer halkının günahlarıdır. Uzun
uzun düşündüm ve Mısır’da kendimden ziyade günahkar kimse görmedim. Caizdir ki bu kıtlık benim
yüzümden olsun dedim ve duamı Medine’de ettim!
İslam ahlakının en güzel tecellileri, başta kainatın baş örneği ve sahabileri bulunmak üzere velilerdir. Bazı kuru zahir ehlinde küsufuna şahid olduğumuz İslam ahlakının pırıltılarını en büyük mikyasta
veliler çerçevesinden süzebiliriz.
Bunun en küçük misali olarak ve sadece muaşeret edebi çerçevesinde bir pırıltı gösterelim:
Bir veliye ihtiyar bir kadın baş vuruyor. Dertli ve
çok heyecanlıdır. Yüksek sesle derdini anlatırken kadından çirkin bir ses çıkıyor, kadın o kadar mahcup
oluyor ki, adeta mum gibi eriyor, onu bu faciadan
hangi tefsir ve tevil şekli kurtarabilir?
İslam ahlak ve zarafetinin büyük numunesi veli,
elini kulağına götürüp haykırıyor:
-Hanım, yüksek sesle konuş ! Ben sağırım duymuyorum!
Ve işte bu vakadan sonra o velinin ismi “sağır”
manasına “Asam”olarak kalıyor.
Acaba insan ayıbını örtmek mevzuunda bu levhadan daha parlağı nerede görülebilir?
Kamuslar dolusu uzayabilecek olan bu bahsi,
ona tekrar avdet etmek üzere, İslam ahlakının Peygamber ahlakı, Peygamber ahlakının da Allah ahlakı
113
olduğunu bildirmekle mühürleyelim.
***
Bursa müftüsü
Abdullah Saraçoğlu
30 Ağustos 1967/24. yıl 13. devre/ 7. sayı
ADALET
Halkın devlet büyüğüne itaati vacip olduğu gibi,
devlet büyüğünün de halk arasında adaletle hükmetmesi şarttır. Allah, bu lüzumu, Kur’anında yer yer
emretmiştir.
Devlet büyükleri adalete riayet etmez, nefsaniyetine uyar, Allah emaneti olan halka zulüm ve
cevrederse, kendi eli ile memleketini harap etmeye
çalışmış olur . zulüm ise halk arasında karışıklık ve
düşmanlıkların artmasını meydana getirir. Cemiyet unsurları, huzur ve emniyetten uzaklaşır, birlik
kaybolur;ve devletle halk, nefret hendeği ile birbirinden ayrılmış iki yabancıya döner. Bu haller, neticede
cemiyetin zevaline, vatanın haraplığına ve devletin
inkırazına gideceğinden, Allah, semavi kitapların
hepsinde adalet emrini tekrarlamıştır.
Zulüm, rızk kapılarının kapanmasına, kıtlık ve
yokluğun artmasına, sıkıntı ve darlığın meydan almasına, ahalinin düşkünlük ve miskinliğine sebeptir.
Bu yüzdendir ki, içinde zulüm cereyan eden memleketlerin battığı, her zaman görülen ve tarihte şahit
olunan keyfiyetlerdendir. Binaenaleyh devlet büyüklerinin, kendilerine daima adaleti rehber edinmeleri,
Kur’an ölçülerinin başlıcalarındandır.
Allahın emri, itikad, iş ve muamelelerin hepsinde adalettir. Çünkü hak ve adalet olmayan işte
feyiz ve bereket bulunmaz. Adalet, her işte, bir şey
yerine koymak, o şeyin layığını bulmak ve layık olduğu sınırı tutmak olduğuna göre, insanlar için bundan üstün bin mefkure düşünülemez. Allah içinse
her muamelede adalet ilahi rızanın biricik yoludur.
Allah, adaleti emrettiği ayette adalet, ihsan ve
akrabaya riayet tabirlerini kullanmakla hayr mefhumlarını toplamış oluyor. Aynı ayette “Fahşa, Münker ve Bağıy” kelimelerinin kullanılması da bütün
şer unsurlarını ifade ediyor.
Hak buyuruyor ki :
“-Söz söylediğiniz ve bilhassa hakim olduğunuz
vakit, siz, adalete sarılınız! İsterse hükmünüz bir yakınınıza karşı olsun…Size, ancak Allahın emrini yerine getirmek düşer. ”
Yine, Hak buyuruyor:
“-Müminler! Allahın emirlerine itaat edin, O’na
ibadette daim olun ve adaletle şahadet eyleyin!Bir
kavme olan düşmanlığınız sizin o kavme adalet göstermenize mani olmasın!Her şeyde, dost ve düşman
her fert hakkında yalnız adaleti yerine getirin!Adalet
114
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ibadete pek yakındır ve onu terk edene Allahtan
korkmak lazımdır. Allah sizin her işinizi bilir. ”
Ve Allah kelamında emrediyor:
”-Ey Davut! Seni yer yüzüne halife kıldık! Halifelik sana yönelince senin de, halk arasında adalet
ölçüsünü kurman gerekir. Nefs arzularına uyma,
nefs seni yoldan çıkarmasın!. . Yer yüzü fesat mekanı
olduğu için halk arasında adaletle hükmedecek bir
hükümdar sıfatı ile, biz seni herkes üzerinde hakim
ve herkes üzerinde emri nafiz bir halife kıldık. Ta
ki adaletle hükmedesin fitne ve fesadı kaldırıp halk
içinde nizam ve intizamı yerine getiresin:Sakın heva
ve hevesine uyma eğer heva ve hevesine uyacak olursan, bu hal seni Allahın yolundan çıkarır, delalet vadisine sürükler . ”
Hazret-i Ebubekir müminlerin Reisliğini omuzlarında taşıdığı devrede Yezid’i, ordu başında Şam’a
gönderirken şöyle öğüt verdi:
-Ey Yezid! Senin akraban ve yakınların var. Onları, başkalarına tercih ederek bazı işlere ve mevkilere kayırabilirsin ! Senin adına en çok korktuğum
nokta, bu…Allahın Resulü, (Salat ve selam onun
üzerine olsun) dedi ki : ”Müslümanların işinden bir
işi üzerine alıp o işe iltimasla birini kayıran, Allahın
lanetine uğrar;Allah ondan bir mazeret veya fidye
kabul etmez, hatta onu Cehenneme atar !”
Ve ölüm döşeğinde şöyle konuştu:
-”Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle …
Ebu Kuhafenin oğlu Abdullah’ın ahiret yolunda vasiyeti… Son anın bittiği bir gün son anın arkasından
ilk anın başladığı noktadaki vasiyeti…Küfürdekinin
imana, kötülüktekinin iyiliğe geldiği ve yalancının
doğruyu söylemeye başladığı noktadaki vasiyeti…
Şu, Hattaboğlu Ömer’i kendime halef seçiyorum,
O’na itaat ediniz! Bununla Allaha ve Peygambere,
dinime, nefsime ve size, doğruluk ve iyilik murat
ettim. O, adaleti yerine getirirse ne alâ!. . Kendisinden beklediğim, umduğum da bu… Başka bir yol
takip ederse, kişi işlediğini kazanır . Benim bütün
gayem hayr…Gaybı bilemem. Zulmedenler nelere
uğrayacaklarını görürler. Allahın rahmeti üzerinize
olsun!..”
Hazret-i Ömer’in Ebu Musa’ül eş’ariye gönderdiği nâmeden:
”-Kaza, adaletin icrası, muhkem bir farzdır;
ve herkesçe uyulacak bir sünnettir. Senin karşında
meclisinde ve adalet huzurunda birbirine müsavi olmayacak hiç kimse bulunmasın!. . . Zayıflar adaletten ümitsizliğe düşmesin, kuvvetliler senden taraflılık ummasın! İddia eden ispat etmeye mecburdur.
İnkar eden yemine davet olunur. Sulh, caiz ve makbuldür. Elverir ki haram olan bir şeyi helal gösteren
yahut bir helalı haram kılan bir sulh olmasın…Bu
şartlar altında, hükümleri her zaman inceden inceye
ele almak ve daima Hakka dönmekte serbest bulunmak güzeldir. Kitap ve sünnette bulamadığın noktalar üzerinde idrak ve vicdanına baş vur!Birbirine
benzeyen ve uyan şeylere dikkat et!. . . Ve aralarında
bir kıyas yap! Bir kimse, delil göstermek isterse ona
zaman ve imkan bağışla! Verilen zaman içinde beklediğin delilleri getirirse hakkını ver;Yoksa davasını
düşür! Her Müslüman adalet ehliyetinin bütününe
maliktir. Tek, yalan yere şahitlikten, vesayet ve veraset işlerinde suistimalden ve buna benzer işlerden
mahkum olmuş bulunmasın. ”
- “Adalet mülkün temelidir” düsturunu kalplerimize astığımız ve duvarlardaki ölü klişelerden ayırt
ettiğimiz gün, hem adaleti anlamış, hem de adalet
icrasına başlamış oluruz.
***
6 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 8. Sayı
YENİ NESİL
YEPYENİ bir nesil yoğurmak borcundayız! Potinin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar,
yepyeni, dipdiri, yakın ve perişan maziye doğru, hiç
bir örneği olmayan, görülmemiş bir zarafet, dikkat,
heybet, hakimiyet pırıldatıcı bir nesil…Dışından güneş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru, içinden gelecektir. O nurun ismi de olanca saffet ve asliyetiyle
Müslümanlıktır.
Bu nesil, tavan aralarında, bodrumlarda, ruhunu kaybetmiş, camilerde namaz kılan babalarını
değil, maziye doğru tam 5 asır boyunca cedlerinden
hiç birini beğenmeyecek ve eksik görecek kadar ileri
Müslüman…Başlıca vasıfları da, aşk, vecd, heyecan,
hareket, zeka, irfan …
Bu nesil, ilk vazife olarak, İslam’ın dar alınlara,
kirpi saçlara, kazma dişlere, sefil kıyafetlere, her şeye
peşin olarak “Yasak!” yaftasını takan haşin mizaçlara, Dünya ve hadiselerden habersiz kabuklu bünyelere irca edilen, yılgın, ölgün, ezgin, bitkin örneğini
öz nefsi ile ve bir zuhurda tasfiye edecek yerine kendisini kaim kılacaktır.
Bu nesil için örnek bütün ruhu ve ahlakiyle öz be
öz “Sahabi” Peygamber sohbetine ermiş büyük bağlıların her halidir. Ve onlardan sonra Müslümanlığın
fert ve cemiyet halinde gidişi, asli örneğe uygunluk
veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe
davasıdır.
Yeni nesil evvela bu dünya ve nefs muhasebesine
sahip olacaktır ondan sonrada Doğu ve Batının bütün mahsubunu yapmış olarak, iki tarafa da hak ve
haksızlıklarını bildirici, ilk ve üstün bir idrak sahibi
…İç ve dış küfre karşı (Atom) dan üstün bir silah…
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Bu vasıfların ismi gerçek Müslümanlıktır ve
beklediğimiz odur!
***
13 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 9. Sayı
PAPAZ VE KOMÜNİST VE MÜSLÜMAN
Bir papaz; evet bir papaz. Hıristiyanlık aleminde
nasıl yetiştirilir bilir misiniz? Telkin etmek borcunda
olduğu, selim akla gaseyan ettirecek kadar abeslerle
dolu hurafeleri yutturabilmek için, bir papaz, yirminci asrın bütün bilgileri ve zevk ölçüleri ile teçhizatlandırılmıştır. Bütün şubeleriyle felsefe, edebiyat,
güzel sanatlar, iktisat, siyaset, onda tam hamule halindedir. (kontes) in salonunda piyanoda (Wagner)
çalınırken kalkar ve hatalı tuşları, bizzat piyanonun
başına geçip gösterir. İleride bir sanat meselesini konuşan iki yeni şaire, eski Yunan (Lirik) şiirinin kurucusu (Pindaros) dan misaller verir. Diplomata batı
buhranının sebeplerini izah eder ve terbiyeciye çocuk eğitimindeki metotları anlatır. Bütün bunlardan
sonra da, önünde diz çöken dünya çapındaki fikir
adamlarına kuru bir ekmek parçasını gösterip ihtar
eder.
- Bu yemeğin Mesih’ in etidir;
inandın mı?
-İnandım!
Ve bir kadeh şarap uzatır:
-Bu da Mesih’ in kanı!. . İnandın mı?
-İnandım!
Ruhumuzda, Allah’ın öz nurunu zaptetmek üzere yarattığı bedahet duygusuna bu kadar zıt abesler,
mükemmel bir insan ve cemiyet bilgisi ve sanat kuvvetiyle en üstün insanlara yutturulurken, ya bizim,
Hakkın hakkını savunan, fakat cihandan, insandan
ve hikmetlerden gafil hocalarımızın haline ne buyrulur? Biri, yalanı, ilim ve sanatla veriyor; öbürüyse
doğruyu cehaletle öne sürdüğü için değerini veremiyor.
Şimdi papazın yerine komünisti alalım: Kelimelerimi, çelikten birer leblebi imişçesine, uzun emerek
eritmeğe çalışınız!
Komünist, tamamen batıl fikir ve dalaleti din
haline getirmiş, her şeyi ona göre damgalamış, inandığına ölesiye, geberesiye, kuruyasıya, donasıya
bağlanmış, müthiş, ama kelimenin nihai manasıyla
müthiş bir yobazdır. Şu farkla ki, İslam’ın, dini anlamamak ve onu basık nefsine indirmek bakımından
ham yobazı, asırlarca sonra meydana geldiği ve nesilleştiği halde, bunlarınki birkaç yıl içinde hamurlaşıvermiş kaskatı kesilmiş ve hep öyle gitmiştir. Fakat
siz onların yalancı dünyalarına sadakat ve davaların-
115
da salâbet derecelerine bakın ki, en (lüks) meraklısı
ailelerin kızları, zarf iskarpinlerini çarıklarla değiştirerek, kalçalarına kadar açık bacaklarını mahsus
kirleterek ve yüzlerine (burjuva) ların boyalarından
hiçbir şey sürmeyerek, vecd ve heyecan içinde, aralarındadır. Bütün salon kaide ve edeplerine zıt olarak,
hayvanca jestleri içinde, gayet rahat, hatta kibirlidirler. Bu ne korkunç bir nefs güveni ve muhatabını şaşırtma, apıştırma taktiğidir.
Her şeylerini, fikirlerini, usullerini, etiket zımbalayıcı mağrur cehaletlerini bir tarafa bırakın; fakat
vecd ve heyecanlarını inkar edebilir miyiz?
Ya bizimkilerin, kendi öz yurtları ve evleri içindeki parya ve sığıntı tavırları?. . .
Şu iki misalden ibret alarak nefslerimizi tartaklayalım ve ona soralım;
- Topyekun, iyi, doğru ve güzel İslamdayken;
vecd, esrar idraki ve fedakarlık ahlakı bizim malımızken, bu ölü, kokutucu ve çirkinleştirici halimiz
ne güne kadar sürüp gidecektir?
***
20 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/10. Sayı
ALLAH VE İTİKAD BAŞLICA MES’ELE
Allah’ı münakaşa edenlere fazla abanmayınız!
Eğer muhatabınızda istek ve istidat görürseniz o başka.
Fazla abanmayınız; çünkü bir sürü küfür söyletmiş olurusunuz. Biliniz ki, Allah insan kalbinde
ışıldattığı bedahet duygularının en parlağında tecelli
eder. Bedahet, hepsi bu kadar… Bütün ilimlerin de
temeli bedahet.
-Allah vardır.
Bu söz, derin ve gerçek mümine çok giran gelir. “Vardır” ne demek? Ağaç da, hayvan da, pislik de
var. Her şey için “var” sıfatı ve “varlık” keyfiyeti, ancak Allahın mahlûku olarak var. Yaratıcı, yaratıklara
ait “var” ve “varlık” mefhumlarının üstünde olarak
var, kendi zat ve sıfatıyla var ve ondan başka hiçbir
şeyde mutlak varlık yok.
Allahın varlığına delil getirmeye çalışmayınız!
Böylelikle karşı tarafa, kendince, sürü sepet inkâr
delili aratmış olursunuz. Yine biliniz ki, Allahın mühürlediği kalbi kimse açamaz ve körlettiği aynayı
hiçbir fert ışıklandıramaz.
-Ben Allah’ı bin bir delille ispat eden alimim!
Diyen bir zahir ehline, büyük veli şu cevabı verdi;
-Demek senin Allahtan bin bir şüphen varmış!
Siz, ey iman gençleri, kaba bir tebliğ tavrıyla değil ince bir telkin edasıyla şöyle deyiniz:
116
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
-Allah var ve ondan başka hiçbir şey yok. “Yok”
da yok. İster “var” ister “yok”, hep onunla var… Ve
işte ispat unsurlarından hiçbirine el atmaksızın, bedahet duygunuza başvuruyorum! İnanıyor musunuz, inanmıyor musunuz?
“Evet” diyeceklerle uğraşınız “hayır!” diyeceklere de sırtınızı dönünüz ve yolunuzda yürüyünüz!.
Önce itikat… İtikat meydanı, İslami inşalar sitesinin arsasıdır. Ve arsa olmadan hiçbir çatı düşünülemez.
Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin
en büyük eserine sahip bulunan büyükler büyüğü
İmam-ı Rabbani Hazretleri, daima “itikat arsası” tabiriyle, emirlerinin her cümlesinde, her şeyden evvel bu arsanın tertemiz ve dümdüz hale getirilmesi lüzumunu ihtar ederler. Her şeyden evvel itikat,
her amelden evvel o amelin menbaından başlayarak
mansabına (suyun döküldüğü yer) kadar itikat.
İtikat, “inandım bağlandım kendimi verdim!”
demekle olmaz. Görmek, bilmek, anlamak; yerinde de anlamamayı, anlamak imkanı olmadığını anlamak ve bütün bunları zevketmekle olur. Ve bu iş
“Amentü” kadrosundan başlayarak en küçük din
emrinin hak olduğunu ve topyekûn şeriatın mutlak
ve şaşmaz bir mizan tablosundan ibaret bulunduğunu tasdik etmeye kadar varır. Mesela bütün amellere
sadık bir insan, bu amellerden herhangi biri üzerinde küçücük bir telakki zaafına düşmekle her şeyi
kaybeder ve boş yere zahmete düşmüş olur.
Bu nokta, ah bu nokta, bütün inceliklerin düğüm yeridir; imanın kalb nahiyesidir ve üzerinde ne
kadar durulsa azdır.
İtikadın esası şudur:
-O’nun; kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Resuller Resulünün, bildiğim ve bilmediğim,
anladığım ve anlamadığım, zevk ve hikmetine nüfuz
ettiğim ve edemediğim her emir ve ölçüsüne peşinen ve topyekun inanıyorum.
Bu noktada en küçük tereddüt amelleri, sigara
kâğıdı üzerine bina edilmeye kalkışılan apartmanlara çevirir ve ortada boş yere zahmetten başka bir
şey bırakmaz. İtikadı olmayanın amel noksanı ise
günahtan ibaret kalır.
Dava, sağlam temel üzerinde sağlam inşadan
ibarettir.
Tabir, mukaddes şeriattan ve muazzez din ölçülerinden başka tek bağı olmayan üstün bir veliye ait; ruhu
da şu: Din ölçülerini, bütün hikmetlerinden sıyrılmış olarak, bir ezberleme tahtası haline getiren ve
uyar, uymaz, her tarafa tatbik etmeye kalkan; vecd
ve aşk, duygu ve idrak, sır ve zevk mahrumu, yalçın
nefsaniyet… Yani dini, kendi nefsaniyetine indiren,
havasız ruhunda boğan ve bütün sırlarından ayıran
kabuk adamı… Yoksa, softalık, küfrün anladığı gibi,
Şeriate, din ölçülerine titizlikle bağlılık demek olsaydı, bizim, ondan başka gayemiz olmazdı. Halbuki
softalık bu değildir; ve ham yobaz – kaba softadan
şikayet hakkı, sadece gerçek müminindir. Bu bahiste
küfre söz hakkı yoktur. Çünkü o, softadan yaka silerken bizzat Allahtan ve dinden tiksinendir; derin ve
gerçek mümin ise, aynı şikayet edası içinde Allah ve
dinin hakikatini yükselten…
Tarih boyunca başımıza ne geldiyse bu tipten
geldi; ve yine bu tip, kendisinin ters tarafından dölü
olan son 128 yıllık küfür yobazlarını türetmekte başlıca müessir oldu. Onlar, iman hisarının kapı anahtarını burçlardan yere düşürüp düşman eline geçmesine sebep olanlardır; ve İslam’ın özlediği büyük
inkılapta, dışarıdan gelen düşman derecesinde, belki
de daha fazla cezaya layık olanlar…
Evvela içimizi kurtaralım; çok zor sayılan dışımızı temizlemek kolay…
Din düşmanlığı… Bu hastalıktan memleket
şimdiye kadar çok zarar gördü, fakat dert, hep başka şeylere atfedildi. Pek küçük bir azınlık halinde
bir takım din düşmanlarının, bir asırdan fazladır,
memleket münevverlerine, gafil ve masum gençlere
yaptığı telkin ve tazyik, bilhassa çeyrek asırdan beri
herhangi bir meselede din temayülünün ileri sürülmesine gerilik ve gericilik isnadı, okur-yazarlar sınıfımızı adamakıllı sarsmıştır. Üniversitelerimizde,
hukukumuzda, içtimaiyatımızda, dinin, ilim olarak
bile el sürülmez, yanına yaklaşılmaz bir mevzu diye
telkini, farkında olmaksızın bizde acı bir fikir buhranı doğurmuş ve bu hal bin bir idari, içtimai siyasi
hadisede ve başka şekillerde patlak vermiştir.
Hukuk Fakültesinde okuyanlar bilir: Bazı profesörlerin ağzında İslam dini, (dogmatik = nassî),
yani mutlak kanun mahiyetinde, donmuş, hayatiyet ve seyyaliyetten uzak bir mahiyettedir. Bu profesörler bilmezler ki, esasen din demek mutlak hak
***
ve hakikat çerçevesi demektir ve elbette ki, insan
zekâsının teftiş ve murakabesini kabul etmez. Din27 Eylül 1967
siz olmak belki mümkündür ama, dini din diye ele
24. Yıl 13. Devre/11. Sayı
aldıktan sonra, onu beşeri terakki ve tekamül merhaleleri içinde, öbür ilimler gibi zaman ve mekana
HAM YOBAZ VE KABA SOFTA VE KUDUZ göre sevk ve idare, teftiş ve murakabe etmek, küçük
İSLAM DÜŞMANLIĞI
bir düşünce için bile mümkün değildir.
Ham yobaz – kaba softa. . Bu tabir size ne diyor?
İşte bu türlü profesörlerin sığ ve züppe (güya
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
modern) telkinleri altında yetişen, gelişen körpe dimağlardan pek çoğu onlara kapılmış ve memleketin
her bucağına birer gericilik düşmanı olarak dağılmışlardır.
İçtimai meselelerde, vatandaş hakları üzerinde
söz ve salahiyet sahibi bazı kimseler (mebus, hakim,
muallim, idareci, v. s. ) eski hukuk sistemimiz üzerinde aleyhte birkaç klişeden başka bir şey bilmezler ve bu bilgisizliklerini ilim sayarlar. Böylece din
düşmanlığı, muayyen sınıfların muayyen tiplerinde,
salgın halinde yeni moda bir dans gibi alır, gider. Bu
bir bilgi ve tefahhus eseri değil, sadece ve sadece,
maymunvari insandan insana geçen menfi bir ruh
haletidir. Tanzimatla başlayan, Meşrutiyetle gelişen
ve son zamanlarda kemale eren bu ruh haleti, bir
nevi salon züppeliği halinde, okur – yazarlığı adeta
din istihfafı anlamında ölçülendirmeye kadar gitmiş ve bütün okur – yazar meslek sınıflarına nüfuz
ederek, Allah ve Resulüne inanmayı cehalet ve Resulüne karşı cür’eti marifet saymaya kadar gitmiştir.
Hastalıktan başka bir şey olmayan bu halin devasını,
Allahın yaratacağı büyük kafalardan ve gerçek gençlikten bekliyoruz. Ve görüyoruz ki o, gelmektedir.
***
27 Eylül 1967
24. Yıl 13. Devre/ 12. Sayı
İSLAMİYET VE MÜSBET BİLGİ
Müslümanlıkta, müsbet bilgi bir din emridir.
“- Biz, cenkte, süngü ve kılıç yaraları gibi şiddetlerden kendinizi korumanız için Davut Peygambere
demirden elbise giymek sanatını öğrettik. ”
Mealini takdim ettiğimiz ayet, demirden elbise,
yani zırhın, insanoğluna ilk defa Davut Peygamber
vasıtasıyla talim olunduğunu gösteriyor. Şu halde,
gemi ve suda yüzen teknelerin esası Nuh Peygamberin mucizesi olduğu gibi, harb aleti olarak zırh da
Davut Peygamberin elinde tecelli etmiş bir mucizedir. Demir, Davut Peygamberin elinde, ateşsiz olarak
hamur gibi yumuşar ve istenen şekle girerdi. Demiri
ateşle yumuşatmak ve eritmek suretiyle ona istenen
şekli vermek daha sonraki devirlerin işi olduğuna
göre, Davut Peygambere verilen bu marifet ve talim
edilen sanat, tam bir mucizedir.
Yukarıda bahsettiğimiz ayet, insanoğluna, insan topluluklarına ve hükümetlere harb aletlerini
düşünmek ve bulmak hususunda verilmiş zımmi
bir emirdir. Bu bakımdan, şimdiki garp aleminin o
kadar terakki gösterdiği sınai hayat ve harb aletleri
mevzuunda, İslamiyetin ne büyük bir teşvik kaynağı
olduğu meydandadır.
Nuh Peygambere, bir gemi yapması için verilen
117
emri de, şu ayet mealinden anlıyoruz:
“- Ya Nuh, bizim hıfzımızda, nezaretimizde ve
vahyimizle sen bir tekne yap!
İşte deryalarda seyr ve sefer gibi, insanoğlunun
en büyük nailiyetini teşkil eden ve en ileri medeniyet devirlerini açan muazzam keşif, böylece, ilahi
emir ve vahiy sayesinde Nuh Peygambere dayanmış
oluyor; ve insanları her türlü arayıcılık ve yapıcılığa
teşvik edici bir emir halinde Kur’anî hüküm olarak
karşımıza çıkıyor.
“- Allahın vahyi ve Cebrail’in tarifiyle Nuh gemiyi yapıverdi. Lakin ne zaman kavminin ileri gelenleri, Nuh’un çalıştığı yere uğrayıp işine bir göz
atacak olsalar, kendisiyle istihzaya başvuruyorlar ve
şöyle diyorlardı; “ Ya Nuh, peygamberlikten vazgeçip işi dülgerliğe mi döktün? Nebilik izzetinden dülgerlik zilletine mi düştün?”
Görülüyor ki, medeniyetlerin esası semavi kitaplar olduğu gibi, sanat ve zanaat davası da semavi
kitaplar vasıtasıyla Allahın, kullarına doğrudan doğruya emridir; ve bu hususta Kur’an, bütün bir emir,
teşvik ve tergip kaynağıdır. Müslümanlar, bizzat
Hak emirlerinin biricik bozulmamış nüshası olan
Kur’andan bu emirleri aldıkları halde, devirler boyunca eşyayı zapt ve teshir marifetine nasıl olup da
ihmal etmişler ve bütün üstünlükleri madde keşiflerinden ibaret Garplıların bu yüzden esareti altına
girmek gibi bir fecaati nasıl kabul etmişlerdir? Hikmetlerin en incesi olan bu nokta üzerinde ne kadar
düşünülse ve acı duyulsa yeridir.
Bütün sanat ve bilhassa zenaat işinin ruhu demirdir. Demiri öven ve bildiren ayet meali:
“- Demiri inzal ettik. Zira demirden azim şiddet
ve halk için büyük menfaat vardır. Allahın resullerinden kayboldukları halde Allahın dinine ve resullerine yardım eden kimseleri bilmek için Allah demiri yarattı ve inzal etti Çünkü Allah herkes ve her
şey üzerinde kuvvetlidir. Emrine hiç kimse karşı duramaz. Mutlak galip odur. Mülkünde tasarruf yalnız
kendisinindir. Şeriki yoktur. ”
Yalnız demir üzerindeki bu Kur’ani ölçü, tarihin
demir devri diye isimlendirdiği bütün bir medeniyet
çığırını Müslümanlığa bağlar.
“- Ben kulumu, eşya ve hadisleri teshir etmesi
için kendime halife olarak yarattım!”
Mealindeki ayet ise, doğrudan doğruya İslami
emir olarak, insanoğlunun madde planındaki fetihlere memuriyetini açıkça bildirir.
Şu halde batı adamı, ü İslama inanmadan onun
bu plandaki emirlerini tatbik ederken, biz, sözde
inandığımız halde bu emirlere arka çevirmiş bulunuyoruz.
Her şey ve tek dava, İslamiyeti anlamak ve ona
118
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
nüfuz etmekten ibarettir.
***
18 Ekim 1967
24. Yıl 13. Devre/14. Sayı
MÜSLÜMANLARA BAŞLICA İKİ ÖĞÜT
Evvela aynanın karşısına geçin ve dış görüşünüzü inceleyin! Bakalım ortalığa hakim geçinenlerle
aranızda ne gibi zahiri farklar var…
Onlar dimdik ve küstah tavırlıdır; sizse iki büklüm ve mahçup edalısınız! Evvela bu halinizi değiştirin; ve cemiyet meydanında hapishane gardiyanı
tarzında kol sallayanlara karşılık, hiç olmazsa kürek
mahkumları gibi dolaşmayın! Ensenizi dikin, yelenizi kabartın, göğsünüzü şişirin ve mukaddes Peygamberimizin “kibirliye kibretmek sadakadır!”fermanına
eş, küfre karşı ezici bir gurur tavrı takının!
Aynı nefs emniyetini, manevi edanızla birlikte
maddeniz üzerinde de göstermeye mecbursunuz.
Şık, pırıl pırı, tertemiz, her çizgisinden şevk ve ümit
akan kılıklar içinde olmalı, her cins ve mezhepten
hiç kimseye kılığınızla küçüklük ve düşüklük hissi
vermemelisiniz! Şahsınızla dış ifadelere metelik vermeyeceğiniz halde, dışarıya karşı ve mukaddes gaye
adına bu noktayı sımsıkı tutmalısınız. Garplı, sizi sadece dış görüşünüzle, kendi frakından anladığı mana
içinde görmelidir. Frakı maymun gibi taşımaktan ne
çıkar; onu bir şalvar içinde ve cübbe altında bile şahsiyetinize giydirebiliyor musunuz? İş onda…
O küfür, bu günah, şu haram diye, gözlerinizi,
ilminizi ve idrakinizi her taraftan kaçırmak yerine,
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin tabiriyle mutlaka
küfür ve dalaletin kaynağını tanımak “niçin?” ve
“nasıl” larını bilmek ve bu ölçüyle taraf taraf nazarlarınızı projektörler gibi gezdirmek, hükmünüzü
vermek, sonra da çaresini düşünmek borcundasınız.
Yine Şeyh-i Ekber’in ifadesiyle hiçbir ilim yoktur ki,
cehlinden üstün olmasın. Hırsızlığın, katilliğin bile
taktiğini bilecek fakat yapmayacaksınız. Müslümanlık da budur, marifet de… Nasıl ki, kadını görmediğini ileriye süren kör, sevap iddia edemez.
Hiç değilse, Allahın günü mukaddesatımızı baltalayan bazı varakparelere her sabah 25 kuruşu toka
etmeyecek ve toka edenlerin elini tutup çevirecek
kadar dost ve düşman ayırımına ermiş olmalısınız.
En aşağı, ilk mektep kadrosunda hukuk ve kanunun bilgisine sahip olmamız ve Müslümanlığın
fetih ülkesin de ve Müslümanların vatanında dinimize edilen işkenceyi karşılayıcı hukuk ve kanun direnmelerine hazırlıklı bulunmamız şart…
Ve büyük şevk ve neş’eye ermeyi gaye edinin! Şu
sefil ve kendi kendimizden mahcup ve mahzun hali-
mizi bir kenara atalım da, imanımızın büyük şevk ve
neş’esine erelim…
Hayatın gayesi şevk… Büyük ve sonsuz neş’e…
Ama delinin, aptalın, vurdumduymazın ve ahlaksızın köpek neş’esi değil… Bir his ki, belirttiğimiz şevk
ve neş’e, tek damlası denizler kadar ağlamadan ele
geçmez… Büyük şevk ve neş’e…
Büyük fikir şövalyesi (Paskal!), geçirdiği kafa
buhranının zehirli kıskacı içinde kıvranır ve ismine
beşeri emniyet duyguları dediğimiz sahte tesellileri
kaybederken şöyle çığlık koparmıştı:
- Şevk, şevk! Saf, ulvi ve ebedi sevinç… Seni
istiyorum!
(Paskal)ın, sırrına erişir gibi olduğu ilahi sevincin hakikatini, her şey gibi, yine İslam’da, İslam
tasavvufunda bulabilirsiniz. İnsanı öz hakikatine erdiren o tükenmez sevinç kaynağının ismi de, binbir
iştikak halkasıyla yine tasavvufa bağlı görünmektedir: Safa, saf, saffet, tasavvuf…
Varlık şevk ve iradesi, var olma neş’esi! Sen ne
güzelsin!
Sabaha karşı bir horoz ötüşü, uzaklarda üç beş
damlalık bir şırıltı, güneş, dünya, renk, şekil, koku,
ışık….
Ve sevinç…
Terazi nizamiyle ahenk içinde iki kafa, iki kafiye
çizgisi üzerinde süzülen kuşlar. Ve sevinç…
Tüten baca, zıplayan çocuk, kişneyen at, dönen
değirmen, helezonlaşan fikir, düzene giren vatan…
Ve sevinç…
Yaz geldi, sevinç; yaz gitti, sevinç; ölüm var, sevinç; ölümsüzlük var, sevinç…
Beterini düşün, sevinç; Allahın rahmetini fikreyle, sevinç…
Nihayet, en ölgün bir rahavet deminde yerinden fırla, pencereni aç, meydan yerini bas, şehrin en
yüksek kulesine çık ve haykır:
- Gafiller, Allah var, sevinin!
İnsanlık yıllardır öyle bir zilf ve karanlık ikliminde yolunu kaybetmiş bulunuyor ki, gökleri bir
boru içinden bile göremiyor; ve tek mesele, ona hayat şevk ve neş’esini, büyük sevinci iade etmekten
ibaret kalıyor.
Bütün şehrin, bütün vatanın, bütün dünyanın
çatılarında kasırga koparacak bir nida kuvvetiyle şu
müjdenin şu basitlerin en basiti ve giriftlerin en girifti olan müjdenin rejimini bekliyor insanlık:
-Allah var, sevinin ve bütün davalarınızın karşısına bu sevinçle çıkın!
Allahı unuttuğu devirlerden beri, ışıldattığı
milyarlarca milyar ampullere rağmen, ruhundaki
yıldızları sayısız kollu bir şamdan gibi söndüren insanlık, kendine büyük şevk ve neş’eyi getirecek fikir
kahramanını bekliyor.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Türkiye’nin beklediği ise (Egzistansiyalist) lerinden (Modernist) lerine kadar ne türlü bunalmakta
olduğunu göstermekten başka bir şey yapamayan
Batı Dünyası karşısında cebinde kaybettiği güneştir.
Nice zamandır bize sahte tesellilerimiz bile kaybettiren bir hayet şevksizlik ve neş’esizliği içinde bugün, yaşanmaya değer hayatın, konuşulmaya değer
tek meselesi budur ve gerisi sadece palavradır.
Müslümanlar! Evvela siz bir iman sevincine erişin ki, küfür kedere batsın ve nefs güveninin kaybetmeye başlasın!
Kavga ve zaferin öbür şartları bunlardan sonra…
Mustafa
Tekelioğlu, Bekir
Yıldız, Abdullah
Saraçoğlu,
Kadir Seçmeler,
Mustafa Cabat bir
oturmada.
119
120
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ÜLFET HALA’NIN
MEHMET
Prof. Dr. Şükrü KARATEPE
U
laşımı zor olan dik bir yamaç üzerinde kurulan Erkilet’in ovaya kadar olan
etekleri bağ ve bahçeliktir. Şehir merkezine bağlı tüm yerleşimler gibi, Erkilet’in sosyal ve
ekonomik hayatında bağların çok önemli bir yeri
vardır. Erkilet bağlarının, özellikle Erciyes eteklerindeki bağlara göre, farklı bir yönü de su kaynaklarının bol olmasıdır. Kendi özel ihtiyacını karşılayacak
miktarda kaynak suyu ve çeşmesi olan bağlar da vardır. Fakat bağlar genellikle, “göl” adı verilen büyük
ortak havuzlardan sulanır.
Bağlardan her birinin hangi mevsimde ne kadar
su hakkının bulunduğu, göllerin vakfiyelerinde gösterilmiştir. Bağ-bahçe sulamasının bittiği kış mevsiminde, arklar temizlenerek, yazda kullanılmak üzere
kuyular doldurulur. Hasbağ, Mahrem, Kirazlı ve
Tımarhane, bağların arasındaki ortak göllerin en büyükleridir. Kayalı Bağlar mevkiinde bulunan bizim
bağımız ve Hoca Gilin bağı Tımarhane gölünden sulanır. Dip dedelerinden beri, önde gelenleri, ilmiye
sınıfına mensup olduğundan, Soyak ailesi Erkilet’te
Hoca Gil lakabıyla bilinir.
Mehmet Soyak’ı tanımamda ve zihnimde
O’nunla ilgili ilk intibaların oluşmasında, bağın ve
suyun önemli bir yeri olduğu için bu açıklamayı yaptım. Yaz mevsiminde su çok kıymetli olduğundan,
göle kadar uzanan ark boyunca, suyumuzu korumak
için elimizde kürekle nöbet tutardık. Yol boyunca
komşuların iki maşala domates ve biberini sulaması-
na göz yumulurdu. Fakat ölçüyü kaçırmalarına izin
verilmezdi. Su arklarında nöbet tutma görevini, küreği taşımaya gücümün yettiği 5-6 yaşlarımdan itibaren yaptım.
Elimde kürek, “gücünüz yetiyorsa suyumuza dokunun” der gibi, hafif efelenerek ark boyunca
dolaşırken, her seferinde yenik düştüğüm tek insan
Mehmet Soyak’ın annesi Ülfet Hala olmuştur. Ülfet
Hala, kendine has dili ve davranışlarıyla, mahallenin
çocuklarına o günün deyimiyle “yumuşunu tutturan” yetenekli bir insandı. Tanımadığı ve adını hatırlayamadığı çocukları, Adı Bişey ya da Seydi Bakkal
diye çağırdı. Mahallenin ocukları da O’na Seydi Bakkal adını takmışlardı. Ülfet Hala her seferinde, Adı
Bişey, Seydi Bakkal, Hocanın Torunu, Bayırın Oğlu
gibi başlayıp, uzun diller dökerek, beni razı eder ve
suyu almayı başarırdı.
Erkilet’te evimizin bulunduğu Karahüseyin Sokağı, ailemin adını taşır. Fazlaca dik bir yokuş olan
sokak, halk arasında Karahüseyin Bayırı olarak bilinir. Ülfet Hala, adımı, sokağımızla ilişkilendirerek, sonraki yıllarda beni hep “Bayırın Oğlu” diye
çağırdı. Mahallenin bütün çocukları gibi, benim de
Ülfet Hala’yla dostluk ve yakınlık kurmam, Mehmet
Soyak’tan daha eskilere dayanır. Zaten mahallede
herkes O’nu Ülfet Hala’nın Mehmet olarak bilir.
Çocukluk yıllarımda, uzaktan tanıdığım Mehmet Soyak’tan ürker ve yanına yaklaşamazdım. Bir
kötülüğünü ya da yanlış bir davranışını falan gördü-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ğümden değil; nedenini bilmediğim bir duygu ürkütürdü beni. Biraz gizemli, huysuz ve huzursuz bir insan olduğunu düşünerek, kendisiyle konuşmaktan,
hatta karşılaşmaktan çekinirdim. Değişik vesilelerle,
biz annesiyle konuşurken, söze karışmadığını, fakat
her şeyin farkında olan sessiz bir tavırla, uzaktan izlediğini hatırlıyorum.
İnek sahibi olanlar, güzün okullar açılınca hemen şehre taşınmazlar, yemden tasarruf etmek için
bağda daha uzun süre otururlardı. Biz de ineklerin
yayılması için Ekim sonuna kadar bağda otururduk.
Bir defasında erken kar yağdığı için mahsur kaldığımızı hatırlıyorum. Soyaklar da inekleri olduğu için
şehre geç taşınırlardı. Kendisiyle ilk olarak, bağların
arasında ineklerini ararken karşılaşmış ve konuşmuştuk. Daha sonra çeşitli vesilelerle o günleri andığımızda Mehmet Abi, şehirde kirada oturduklarını
ve aynı zamanda kiradan tasarruf için geç vakte kadar bağda kaldıklarını söylemişti.
Mehmet Abi’nin babası Hilmi Hoca, belediye
başkanlığı yapmış, varlıktan yokluğa düşmesine rağmen, itibarını koruyan, çevresinden saygı gören iyi
bir insandı. Orta boylu, geniş omuzlu, fötr şapka giyer, oğlu gibi başını hafif öne eğerek yürürdü. Hilmi
Amca, yavaş sesle konuşan yavaş yürüyen, çevresinde olup bitenle fazla ilgilenmeyen, kendi halinde bir
insandı. Ülfet Hala’yla her ikisi de ileri yaşlarda evlenmişler. Tek çocukları Mehmet, doktor kontrolünde özel ilgiyle doğmuş. Mehmet Bey doğana kadar
annesi hiç iş yapmamış. Hilmi Hoca, hem hamileliğini yatakta geçiren hanımının, hem de evin ihtiyacı
olan hizmetleri, yerine getirmiş. Bu şartlarda dünyaya teşrif eden prens, doğal olarak üzerine titrenerek,
çevredeki diğer çocuklardan farklı büyütülmüş.
Mehmet, normal bir çocukluk dönemi yaşamamış; sıradan bir kasaba çocuğu gibi, koşup oynamamış, duvarlara ve ağaçlara tırmanmamış. Yaşıtları
gibi, bırakın taş dövüşünü, çelik çomak, ayak topu,
saklambaç, körebe bile oynamamış. Bir çift gözün
üzerinden eksik olduğu, hür bir anı olmamış çocuk
Mehmet’in. Koşma Mehmet düşersin; hızlı yürüme
terlersin; soğuk su içme bademciklerin şişer; havuza girme üşütürsün; yalın ayak basma karnın ağrır,
bıçakla oynama elini kesersin gibi uzayıp giden ikaz
ve uyarı listesinden arta kalan dar alana sıkışarak büyümeye çalışmış.
Mehmet Bey’in hiçbir el becerisi yoktu. Sofra hazırlarken, ekmeği dilimlemeyi bile beceremezdi. Ülfet Hala’nın biraz rahatsız olduğu bir gün, arkadaşlar
yemek hazırlıyoruz, Mehmet Bey sadece seyrediyor
ve her birimize ayrı talimatlar veriyordu. Arkadaşlardan biri, “hocam siz de ekmeği dilimler misiniz”
deyince, mecbur kalarak bıçağı eline aldı. Göz ucuyla, belli etmeden izlemeye başladım. Bir ekmeğe, bir
121
de bıçağa baktıktı. Sonra her ikisini de bırakıp ellerini kaldırarak annesine sordu;
- Anne bunlar ne?
- Onlar ellerin oğlum.
- Bunlar neye yarar?
- Mehmedim onlar…
Annesinin daha fazla konuşmasına fırsat bırakmadan, şunları söyledi: Kedi yavrusunu sevgisinden
yermiş. Sen de beni yedin bitirdin. Ekmeği bile kesemeyen el neye yarar?
Değişik yönlerden, dolaşarak gelen üç dar sokağın, Soyaklar’ın bağının önünde birleştiği kavşak,
bağ arasının meydanı gibidir. Meydanın ortasında,
araçların etrafından dolaşarak geçtiği, bir metre kadar yüksekliği olan büyük bir kaya vardı. Ulu bir ceviz ağacının dalları, kayanın üzerini şemsiye gibi örterdi. Günün her saatinde değişik yaş grubundan çocuklar, bu kayanın üzerinde sanki kuş tünemiş gibi
toplanırlardı. Hepsi daha sonra, Mehmet Soyak’la
çok yakın arkadaş olan, Lüfi Baykan, Mehmet Tokgöz, Mustafa Akgül ve Ziya Olgunharputlu’nun da
aralarında bulunduğu yaşıtlarımla bu kayanın üzerinde oturur saatlerce konuşurduk. Bizden yaşlı ve
genç olan gruplar da kendi aralarında toplanır konuşurlardı. Fakat Mehmet Soyak’ın yaşıtlarının arasına
katılarak kayanın üzerinde oturduğunu hiç görmedim. Yılın en az beş ayında aynı semtte yaşamamıza
rağmen, 17 yaşıma gelene kadar, kaybolan ineklerini
sorması dışında, kendisiyle hiç biraraya gelmedik ve
hiç konuşmadık.
Soyak’la yakınlığım, lise ikinci sınıf öğrencisi olduğum 1966 yılında başladı. Okullar yeni açılmıştı
ve henüz bağdan inmemiştik. Erkilet’ten şehre aynı
otobüsle geldik. Hilton Oteli’nin bulunduğu yerdeki durakta otobüsten indikten sonra, Meydandaki
kitapçının önüne kadar, O önde ben arkada, aralıklı
olarak yürüdük. Hürriyet ya da Milliyet olduğunu
sandığım, bir gazete almak için uzandığımda, Soyakla göz göze geldik. Şimdi söylenmiş kadar net hatırladığım bir ses tonuyla, “Şükrü, sen Büyük Doğu
almıyor musun?” diye sordu. Ben de “hiç almadım,
ama bundan sonra alırım” diyerek, bayiden ilk Büyük Doğu’mu aldım. Böylece, dünya görüşümün ve
hayat maceramın yönünü belirleyen ilk adımı atmış
oldum.
Mehmet Soyak’la, böylesine güzel bir vesileyle
başlayan yakınlığımız, giderek kökleşti ve sağlam temelli bir dostluğa dönüştü. Ankara’da geçen üniversite yıllarımda, kardeşi gibi yakınında oldum. Arkadaş
çevresine katılmak, benim için ikinci bir üniversite
okumak kadar değerliydi. O yıllarda düzenli olarak
kendini geliştiriyor ve görüşlerine değer veriliyordu.
Üstad’ın kalabalık içinde O’nu seçtiğini, ayrı bir değer verdiğinin şahidi oldum. Kimsenin görmediği
122
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Şükrü Karatepe, Mehmet Soyak,
Erkilet’te birlikte.
incelikleri yakalamakta üstüne yoktu. Cezbeli üslubu ve güven veren görünüşüyle, insanlar üzerinde
etkili oluyordu. Kısa süren öğretmenliği döneminde,
öğrencileri arasından geniş bir bağlılar kitlesi oluştu.
Mehmet Soyak’la dostluğumuzda, O küçük kardeş, ben büyük kardeş rolünü oynadık. Biraz şımartılan, ufak tefek yaramazlıkları hoş görülmesi gereken küçük kardeşimdi sanki. Onunla dostluk ve arkadaşlık yapacakların, idare etmek gibi bir görevleri
olduğunu da bilmeleri gerekirdi. Hem idare edecek,
hem de idare ettiğinizi belli etmeyecektiniz. Çünkü
O, mantıksal tutarlılığı olan görüşlerin sahibi, ilkeli
bir insandı. Fikirlerinde direnmeden ve itiraz etmeden teslim olanları da sevmezdi.
Ancak bu önemli nitelikler Mehmet Soyak’ın
başarılı ve etkili bir insan olmasını sağlamaya yetmedi. Her şeyden önce, Türkiye’nin 1980’li yıllarda
içine girdiği değişim sürecinde, O’nun sahip olduğu
nitelikleri tek başına başarının ölçüsü olmaktan çıkardı. 1960-70’li yıllarda en etkili toplumsal önder
konumunda olan öğretmenler, 1980’lerden itibaren
geçim sıkıntısı çeken, entelektüel yönden kendisini
geliştirme imkânından yoksun bir kitleye dönüştü.
Bu dönemde, kariyer yaparak, üniversiteye geçenler
belli ölçüde kendini geliştirme imkânı buldu. Mehmet Soyak ise, Recep Doksat’ın yanında başladığı
asistanlığı bırakarak TRT’de program denetçisi olarak göreve başladı.
İkincisi Mehmet Soyak, karşısına çıkan zorlukları, kişisel gayret ve mücadelesiyle aşacak güce sahip değildi. Yetişme şartları itibariyle, zora ve mahrumiyetlere katlanamazdı. Esasen tembel ve yılgındı;
eleştirmeyi iş yapmaya tercih ederdi. Evlilik hayatının yükü karşısında, önce düzenli okumayı bıraktı,
daha sonra da düşünce ve sanat konularındaki iddialarını terk etti. Ailesi ve dostlukları da dâhil olmak
üzere, sahip olduğu değerleri korumak, geliştirmek
ve yüceltmek için mücadele vermedi. Ne mizacı, ne
de bedensel yapısı, böyle bir mücadeleyi göze almaya
elverişliydi.
Mehmet Abi’yle bu hükümleri vermeme dayanak teşkil edecek sayısız tecrübe yaşadık. 1969’da
Üstad, Milli Nizam Partisi’nin kuruluş toplantısında
konuşmak üzere Ankara’ya gelmişti. Reşat Erol’un
Kızılay’daki bürosunda kahvesini içerek dinlendikten sonra, bulunduğu yerde hafifçe hareket edince,
Soyak bana doğru eğilerek, “Üstad abdest almaya
kalkacak, çorabını bana yıkatır” diyerek yavaşça
odadan çıktı. Gerçekten de bir süre sonra Üstad abdest için çoraplarını çıkardı ve “Mehmet nereye gitti” diye sordu. Ben ne isteyeceğini bildiğim için hemen uzanıp çoraplarını almak istedim. Ama Üstad
“içinizde en fazla Mehmet’i severim, çoraplarımı o
yıkasın” dedi. Mehmet ise, Üstad’ın çoraplarını yıkamayı külfet olarak görüyordu. O dışarı çıktığı için
Üstad’ın çoraplarını yıkama onuru bana kısmet oldu.
Mehmet Abi evimize geldiğinde, annem kendisine çok büyük değer veriyor ve memnun olması için
bolca ikram ve iltifatta bulunuyordu. Ama her seferinde, “oğlum Mehmet Bey çok zor bir insan, O’nu
çekip çevirecek, kendinden emin, güçlü ve dirayetli bir hanımla evlenmesi gerekir” diyordu. Ancak
Mehmet Soyak, zihnen ne kadar tutarlı ise, pratik
hayatında o kadar tutarsızdı. Bir akşam bağlarında
cevizin altında, fener ışığında oturuyoruz. Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu da var. Söz dönüp
dolaştı, evliliğe geldi. Teyze, uzaktan akrabaları olan
ailenin küçük kızına dünür gitmeyi düşündüklerini
söyleyerek fikrimi sordu. Düşünce o kadar ters geldi
ki, birden ayağa kalkarak, olmaz, olmaz, olmaz diye
ayağımı yere vurmaya başladım.
Tekelioğlu “ne yapıyorsun, kendine gel” der gibi,
kolumdan hızla çekerek oturmamı sağladı. Ortalığı
derin bir sessizlik kaplamıştı ki, bu kez de oturduğum yerden, böyle bir evliliğin neden yanlış olacağını açıklamaya çalıştım. Ayrılırken Ana ve Oğul sözlerime kırılmış olduklarını belli ettiler. Yolda Abdullah Bey ve Tekelioğlu, davranışımın yanlış olduğunu
ve lüzumsuz konuştuğumu söyleyerek tenkit ettiler.
Hatta biraz da kızdılar. Ancak ben her iki tarafı da
çok iyi tanıdığımdan, olacakları tahmin ediyordum.
Aileler arasında hiçbir yönden denklik yoktu. Bir
sürü zahmet ve gayretten sonra sağlam bir yuva kurulamayacağı baştan belliydi. Üstelik gerçekten masum olan kıza yazık olacaktı. Nitekim korktuğum
başıma geldi ve evlilik iki ay içinde sona erdi.
Mehmet Abi’nin yanlış kararları saymakla bitmez. Ölümü de böyle bir karar sonucu gerçekleşti. Ölüm Allah’ın emri, tabi ki vade ertelenemez.
Ama çok az insan ölmeye O’nun kadar can atmış-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
tır. Telefonla aradığında Erkilet’teydim. Kalp krizi
geçirmiş, arkadaşımız Çetin kendisini Ankara Tıp
Fakültesi’nin kardiyoloji servisine kaldırmış. Geçmiş
olsun diyerek, telefonu kapattığım gibi Ankara’ya
hareket ettim. Bu arada haberi duyan oğlunun yanına geldiğini öğrenince biraz daha rahatladım. Yol
boyu en geç yarım saatte bir arayarak, hastaneden
şikâyetlerini dile getirdi. Bir an önce taburcu edilmesini ve İstanbul Acıbadem hastanesine sevkini istiyordu. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı’nı aradım. Müsteşar arkadaşımız, bu şartlarda bir hastanın taburcu
edilmesinin doğru olmadığını, bulunduğu yerde
kalmasının mutlaka sağlamasını tembih etti.
Ama ne yaptıksa ikna edemedik. İlla ki hastaneden çıkmak istiyordu. Oğlu Hilmi telefonda,
“babam bu hastanede kalırsa sinirden ölecek amca”
diye ağlıyordu. Çaresizlikten Taner Yıldız’ı arayarak
yardım istedim. Taner Bey Sağlık Bakanı’yla görüştü ve İstanbul’a nakli için bir ambulans uçak tahsis
edilmesini sağladı. Uçağın tahsis edildiğini öğrenince, biraz da gururu okşanarak keyfi yerine geldi. Kırıkkale’ye vardığımda uçağa binmişti. İstanbul
Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan ambulansa alınınca
kötülemiş ve hastaneye varmadan yolda ruhunu teslim etmiş. Ruhu şad olsun. “Bir varmış bir yokmuş,
Hem varmış hem yokmuş. ” Ölüm gelince söylenecek
söz kalmıyor. Hayat yalan ölüm gerçek. Herkes bu
gerçekle mutlaka yüzleşecek.
Mehmet Abi ile kaderin önümüze çıkardığı, yokuşlarda ve keskin dönemeçlerde karşılaştığımız ve
bazen aşmaya gücümüzün yetmediği müşterek zorluklarımız oldu. Bu zorlukların üstesinden gelme
yönünde kendisinin hiçbir gayreti olmadı. Esasen
yetişme şartları, bu gayreti göstermesine imkân vermiyordu. Gayret hep bana düştü. Fakat bazen ben
de bunaldım ve kolay yolu seçerek biraz uzaklaştım.
En büyük tesellim ise, geçmiş ihmallerimi telafi gayretiyle, son yıllarda yakınında olmamdır. Her gün
telefonla konuşuyor, haftada iki kez buluşuyorduk.
Makamı cennet olsun. Dostlarının ve sevgili oğlu
Himi’nin başı sağolsun.
Mehmet Soyak,
Üstad Necip
Fazıl’la birlikte.
Şükrü Karatepe,
Mehmet Soyak,
Beşir Atalay,
Ahmet Beyazıt
birlikte.
123
124
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
NÜKTE GEZEGENİ
Mustafa ÖZER
A
nakronik yaşıyoruz, bu yargı genelde
bizlerin popüler yaşadığımız gerçeğini de kapsar. İddiası olanlar için büyük
bir acziyet olan popülerlik, bünyesinde barındırdığı
dramatik ve bir o kadar da komik bahane bulma kolaylığıyla sorunlardan kaçma tehlikesini taşımasıdır.
Günle başlayıp günle biten, istek ve arzuların çerçevelediği, bir zaman anlayışıyla, yaşanılan mekanla
sınırlı bir hareket kabiliyeti, görüntüden ibaret bir
algı dünyası ve hatta gözle yaşamak denebilecek dar
bir düşünme alanı. Popülerlik tek hücrelilik gibidir,
Yaradanın esmasını bilmemek gibidir, kendisine verilen bunca yeteneği bire indirgemek insanlığa da
hakaret sayılmaz mı?
Anakronik yaşıyoruz , Ali Taşçı ise genelde zaman bilinci gelişmiş bir arkadaşımız idi. Kendi halk
içinde, gönlü olanca sıcaklığıyla davasını taşırdı. Benini nerede yok sayacağını bencilliğini nerede ortaya
çıkaracağını bilirdi. Hayatın sadece akılla elde edilmeyeceğini bilenlerdendi. Çünkü son üçyüz özellikle de son yüzyıl aldanmışlıklarımızın tarihi ve bu
tarih, içerisinde yok sayılmanın, zulüm derecesinde
izlenimlerini yüreğimizde duyduğumuz bir dönemdir. Necip Fazıla isnat edilen(ayaklarımın altı bile
düşünüyor)cümlesi hal ü pürmelalimize ilm i hal
oluyor. Protoplazmasını sürekli şişirdiğimiz böylesine hastalıklı gövdenin sağlıklı bir baş taşıyamayacağını elbette ki inancımızın ışığında görebiliyoruz.
Popüler olmanın sakıncasından daha vahim olanı,
akıllı olduğunu söyleme budalalığıdır. Hem popüler
hem akıllı hem de zengin vatandaşlarımızın dünya
tutkusuyla ülke çıkarlarını nasıl telif ettiklerini Ali
Taşçı ile çok konuştuğumuz için burada gündeme
getirdim. Son dönem tarihimiz böylesi yüreksiz sefillerle doludur, nerdeyse iktidarın tarihi onların hayat hikayesi gibidir. Gizli olarak sığındıkları nafile
dünyalarını bile sekülerleştirmiş durumdalar. Yaşamak için dahi zevkleri kalmayan bu güruhun, halk
içinden olmak gibi bir de dövizleri var. Kendinden
başkasına haset bu tiplerin, inanca verdiği zarar
ise laikliğe protoplazma olmakla yetinmiyor ve sosyalist ekole kötü örnek olmayı seçerek üstü örtülü
çok zarar veriyor. Bu sınıf bencilliği oynuyor, hem
de banko oynuyor. Akıllılığın, popülerliğin, madde
tutkusunun inananları ne hale getirdiklerini görüp
te onlara yine de(çirkin ördek yavrusu)tasnifini yapmamızı bekliyorlar. Bu konuda gerek kapitalistler
gerekse sosyalist ekol yanlış teşhis ve tekliflerinde
ısrarcılar.
Genel olarak büyükdoğu mektep mensupları
akıl denilince zamanı, laikliğin sistem olarak kabulünden sonrası ve öncesi diye iki bölüme ayırarak
cevaplamak ister. Laiklik öncesi peygamberi aklın
semavi sevapların ince ince renk renk dokunduğu
insanlığın oluşumunu ve insan gibi dik duruşunu
temin eden kurumun takdir ve tedbir alemleriyle
bizi kuşatan açık ve gizli bütün varoluşumuzu çevresinde bulduğumuz evre. İçinde eridiğimiz ve her
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
125
şeyiyle içimizde erimiş olan
taze. Fuzuli üstüne zaman zamukaddes yapı. Laiklik sonman bilgiler aktarırdı. Bugün
rası akıldan anladığımız ise,
bilgiye ulaşmak kolay velakin
siyasi yapının mükellefiyet
isteksizlikte bu kolaylığa paolarak üzerimize yığdığı istek
ralel durumda. İsteksizliğin
ve ideolojilerden nasıl kurtubilgilenme konusunda oldulacağımızı gösteren tedbir yağunu belirtmek gerekiyor. Depılanmasıdır. Bütün insanlar
ğilse arzular kredi kartlarının
sadece Yaratıcısının kuludur.
çok çok üzerinde seyrediyor.
Hiçbir devletin kendini muAlinin meramını anlatacak
kaddes addederek insanlar
kadar İngilizce ve Arapçası
üzerinde baskı kurma hakkı
vardı. Yeri gelmedikçe bunu
yoktur. Sosyalist devletin ne
anlamak kolay değildi. Çünkü
olduğunu S. S. C. B. tecrübebilgi çekişmenin alanında tusiyle hem ruslar hem etnik
tulamazdı. Hele iddianın tayapılar hem de bütün dünya
rafı kesinlikle olmazdı. Sessiz
gördü. Ve yine bütün dünyasohbetlerde Ali öylesine denın gözü önünde kapitalist
rinleşir ve bilgiler aktarırdı ki
ALİ TAŞÇI
AB ve ABD nin üçüncü düntoplantıdakiler mutmain olur
ya diye tesmiye ettikleri geri
arkalarına yaslanıp içlerindebırakılmalarında sömürüleriki gerginliği atarlardı. Ali bu
nin kesinliği olan ülkelerde, nasıl kıyım yaptıklarını yanıyla bilginin dost çemberinde kalmasından yacandaş olanları bile haykırıyor . Birbirilerini onay- naydı. Ülfeti ünsiyete idi.
layarak yalanlayarak ecellerini bekliyorlar, ölümsüzlüğü laboratuarda bulmak adına yaptıkları araşAli hep gayet tertipli, temiz ve özenli giyerdi. tatırmaları da, günlük eğlence haline geldi. Her türlü kım elbiseli olarak hep güzel uyumlu kravat seçerdi,
kötülük ve suç işleninceye kadar teşvik, işlendikten ki zevki yansırdı giyimine. Bol ve paspal giymediği
sonra da zulme ve imhaya varan bir cezalandırmaya gibi, içinde sıkıştırılmış gibi de giydiğini hiç görmehukukun üstünlüğü denilerek, devlet bile dışarıda dim. Spor giyindiğinde de montu çok özel olurdu.
bırakılıyor.
Traşı gelmiş şekilde sokağa çıkmaz, hasta görünüGeç çocukluk yada erken delikanlılık çağında münde de hiç dışarıda göremezdiniz. Mızmızlanmatanıştık Ali Taşçı ile . Benim akranım en küçük am- yı sevmediği gibi yapmazdı da. Koyu ve soğuk renk
cası Ahmet idi, Talas’a yakın bir çiftlik evinde oturu- yerine hep sıcak ve ara renkleri tercih ettiği görülüryorlardı. Hunat’a yakındı o zamanki müftülük bina- dü. saçı çok uzatmaz, daima taralı tutardı. Okul ve
sının altındaki Türk ocağı, dernekten Taşçıların eve memuriyet yıllarında arasıra bıyık bırakırdı. Avukatbir kaç defa yaya gitmiştik. Çünkü sohbet geçe ka- lığa başladıktan sonra ise üstdudak hizasında doğal
lınca son Talas belediye otobüsü de kaçıyordu. Epe- bir bıyığı vardı . Kumral olan saç ve bıyığına son yılyi bir kalabalıkla Kıranardı ve Hisarcık piknikleri larında aklar dadanmıştı.
de yapmışızdır. Ömrün bu cennet evresinde her tür
Ali’nin özel olan esas pabuçlarıydı. Onlar hep bokorkudan azade ve tabiatla içiçe yaşadık. Arkadaşlık- yalı ve pırıl pırıl parlardı. Hatta ben her gördüğümlarımız da bir hesaba dayanmazdı. Sanki bilgi edin- de takılırdım:Ayakkaplarına sinekkaydı yaptırmışın
mek için yaratılmış gibi okuyarak, okuduklarımızı derdim. O da kahkaha atardı. Ve fakat ayakkabılarıtartışarak, bir çok kitabı müşterek okuyarak ve hatta, nın özelliği esas ökçesinin aşınmamış olmasıydı. Ne
bazı yazarları toplu okuyarak çok geniş bir bilgelik yapar nasıl yapar bilemem ama hep eksiksiz ökçealanına çıkıyorduk. Hafızamıza bilgileri kelimelerin li ayakkabı giyerdi. Ali moda önderlerine önderlik
içini iştahla doldurarak büyüyorduk. Bir yanda İslam edecek kadar itinalı, ve zevkli giyerdi. Paltosu varsa
klasikleri beri yanda Yunan, Rus, Fransız, İngiliz, mutlaka boyunbağı da vardır. En ince ve zarifinden.
Alman, İtalyan klasikleri diğer yanda çağdaş dünya
Alinin babasına hafız amca derdik. (Allah rahve Türk edebiyatı, buna paralel klasik Türk müziği met etsin)asıl adı Mustafa:Dürüst, sakin, temiz gikoro ve resitalleri ufkumuzu aydınlatıyordu. Ali ile yimli, oldukça net ve açık konuşan, oldukça sosyal,
birkaç konsere gitmiştik. Sonra Alinin iyi bir kitap cemiyetin ileri gelenlerinden biriydi. Her zaman katoplayıcısı olması sanırım çocukluk günlerinin has- muoyu önündeydi. Hafız amcanın ilkokulu bitirip
retini taşır. Seksenli yıllardı Fuzuli’nin Hadika’sını bitirmediğini bilmiyorum, lakin bizim kadar okur
bulmuştu. Heyecanla anlatmıştı, dün gibi anılarım yazardı. Okuduğunu unutmaz ve muhakemesi çok
126
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
sağlamdı. Arifanın önde gideni Ahmet’te öyledir. İrsen zeki nüktedan ve edepli bir ailedir. Onun için ailecek hem siyasetin içindeler hem sivil toplum kuruluşlarının içinde hem de her hayrî çalışmanın önderi
değillerse mutlaka içerisinde yer alırlardı. Kayseri’de
ne olur ne biter hafız amcanın yorumuyla öğrenirdik. Ali’nin edep mektebi ailesiydi. Yeri gelmişken
büyükbaba Bekir efendinin dört oğlu vardı ve en
büyüğü hafız amca dediğimiz Alinin babası Mustafa Taşçı, Hayri ve Yusuf kardeşlerin en küçükleri de
Ahmet’tir…. Ahmet’le tanıştığımız yıllarda büyük
aile hep bir aradaydı. Hafız amca ailenin direğiydi.
birçok tanıdık Ahmet’i hafız amcanın oğlu sanırdı.
Hafız amcanın altı çocuğu vardı. Ali ilk çocuğudur
sonra sırasıyla Nurettin, Adil, Fatma, Hatice ve Bekir
dünyaya geldiler. Ali ile Ahmet beraber büyüdüler.
Amca yeğen olmaktan çok kardeş gibiydiler. bizim
için eşzamanlı arkadaşlardı. Ahmet’in dobralığı
Ali’de diplomasiye dönüşmüştü. Diplomasi Ali’de
bilgi aktarma formatı olarak vardı. Ülfetsiz ortamlarda bu tavrı kullanırdı.
En acı en sıkıntılı konuları bile tebessüm içinde
anlatırdı. Ali okuduğunu iyi anlar ve karsısındakine
anlayacağı dilden aktarırdı. Alide tebessüm kahkahaya evrilirken şakalar taptaze ve özel yapıdadır. sırası gelince şakalarından örnek yansıtmağa çalışırız.
Dokuzyüzyetmişlerde ergin olup ta kavganın ortasında kalmayan var mı ki bizler dışında olalım. Ali
Ankara Üniversitesi hukuk fakültesini bitirdi. O döneminde MTTB Ankara başkanlığında bulunmuştu.
Daha sonra meslek kuruluşu olan Kayseri baro başkanlığı yapmıştı. Bütün bu başkanlıklar da dahil sivil
yönetimlerde yer almak, onun için zamanla yerine
getirilmesi gereken ödevler gibiydi. Çünkü o aileden
gerekli eğitimi almıştı. Aliye düşen bu zamanlamanın seçimiydi. Hasan Celal Güzel ile olan siyasal
oluşumda bu girişimlerden biriydi. Ayakkabısının
ökçesine gösterdiği özen her yerde karşımıza çıkacaktır. Zemini dengede tutmak diyorum ben.
Ali yalakaları, dönekleri, yağcıları sevmez ve
kendinden uzaklaştırmak için suratını asar ta ki o kişi
toplantıyı terk edene dek yumuşamazdı. O gittikten
sonra güler ve neşelenirdi. Fikri takipte gazeteci gibi
olurdu. Sonuna kadar izler, sonuç alırdı. Onun abid
ve dini vecibelere bağlılıklarını yakın çevresi iyi bilir.
Orta yolun edep ve erkanını Büyükdoğu estetiğiyle bezemiş olan Ali modernitenin, çağdaşın ve batı
tefekkürünün neler teklif ettiğini ve hangi kafaların
reforme edileceğini iyi bilirdi. Sloganizme ihtiyacı
olmayan Ali, inancının toplumu tarafından tüketim
malzemesi gibi kullanılmasından büyük acılar duyardı. Bazı reformist devrimcilerin yaptıklarını konuşurduk. Bir keresinde bir prof ’a cevap veremediği
için öylesine üzülmüş ki bana aktarırken hayli vakit
geçmiş olmasına rağmen çok heyecanlanıp salya sümük ağlamıştık. Ali derin, samimi ve içliydi. Davasına hep sadık kaldı.
Daha önce söylediğim veçhile ben önce Alinin amcası Ahmet’le arkadaştım. Aliyle daha sonra
Ahmet tanıştırdı. O gün bugündür aileyle tanışırız.
Ahmet daha bir güngörmüş ve bizden daha ataktı.
Bu hal onun okul hayatına mal olsa da. Ahmet hep
takılır bana. Ben olmasam sen şimdi nurcu idin diye.
Lisede okuyorum . Sınıfımızdan bir çocuk, edebiyat
dersinde eski şiirin meallerini, kelime karşılıklarını
öyle güzel açıklıyor ki deme gitsin…Çocukla arkadaşlığımız eski şiir üzerinden. . Fakat O güne dek hiç
duymadığım Said Nursi’yi anlatıyor. . Galiba Tabiat
risalesinden okuyor, bende dinliyorum. Beni herkese açık diye davet ettiği yere götürdü. O yaşta o
dönemde gidilmez mi, kir ve kirlenmenin ne demek
olduğunu dahi bilmeyecek derecede safız. Bir saat
geçmişti ki polis bastı dediler. karakola götürdüler.
iki saat karakolda tuttular ve serbestsiniz dediler. O
günden sonra radyodan geçen haberlerdeki “ayin
yapanlar ve/ya nurcu yakalandı”lara irkilirim. Zannederim ki bugünkü nurculuk, kavram ve kurum
olarak Türkiye Cumhuriyetinin özellikle de anlı şanlı güvenliğinden sorumlu müessesesinin eseri olarak dimdik ayaktadır. Oysa devletin dine ve dindara
hayvanları korumağa gösterilen kadar özeni olsaydı
da çarpık yapılanmalar keşke olmasaydı. . Bugün bile
hem tehdit unsuru olarak gösterilip tehdit ediliyor,
hem de dini tevzide siyaseten medet umuluyor. bir
yandan Amerikancılıkla itham edilirken diğer yanda ülkenin ideolojik ayarına mihenk seçiliyor. Oysa
ne yeni bir mezhebiz, ne yeni bir tarikatız diyen var.
Bir yanda etnik ayrılıklara birleştirme formülü gibi
takdim ediliyor diğer yanda kendisini bölücü diye
sunuyorlar. Ne yaman çelişkiler. İktidar yaptıklarını,
yiyip yok eden siyasal dişli zamanla kimleri tasfiye
edip kimleri tavsiye edecek acaba. Bir zamanların
Türkiye hizbullahını da devletin kurduğunu söylemişlerdi. Zaman gösterecek.
Biz Büyükdoğu ekolü mensupları İslam’ın anlaşılması ve yaygınlaşması faslında çok kaygılanır ve
endişe duyarız ki;İslam’ın içine girecek her yeni durum renk çizgi fitneyi havi ve hami olmasın. Nurculuk üstünde çok fazla durduk, zira bu yazı bir kardeşimizin mersiyesi olarak gündeme geldi. Dikkat ettiğimiz husus İslam edep ve erkanının canla, akılla,
ruhla tanışması ve bu tanışıklığı
eserlerine intikal ettirmenin iman ve iştiyakıdır.
Dünyayı mamur ederken Allah rızasını temin etmenin
zevk ve neşesidir.
2010yılı yazında Kayseri’ye gitmiştim . Ali geldiğimi öğrenmiş. Cabat da telefonla (Cabat’ ki Ali’nin
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
yaşayan ardılı) yanında olduğumu söyledi. Geldi bizi
aldı ve hava ikmal üssünün
yukarısında ki bağ evine
kahve ikramı için götürdü.
Kalbinden rahatsız olduğunu orada öğrendim. Özal’ın
şişmanlığına atıf yapan( yanaklarını şişirip)Iııh diye ses
çıkararak halini arz etmişti.
Gülüştük…Bizim kulüpte yerini aldığına göre gereklerini
de yapmalısın diye sıkı sıkı
tembihlemiştim. Çünkü ben
iki kez kalb krizi sonucunda
ameliyat masasına yatmıştım
. Bizim kulüp kalb hastalarını
kapsıyordu. İlaçlara özen, yürüyüşe dikkat, perhize sağlam durmak gerekiyordu.
bunlara harfiyen uyduğunu söylemişti. Elbette tedbir aleminin gereklerini yaparız takdire mültefitiz.
Aşağı yukarı 1968 yılının ekim ayından buyana
tanışıyoruz. Bu tanışıklık aramızdaki hiyerarşiyi bir
gün olsun sekteye uğratmadı. Ali cevaplamayacağı
konulara gelince diplomatik alana geçer ve karşısındakini kırmamağa özen gösterirdi. Ali görüşmesini
yapacağı konu üzerinde bir hazırlık çalışması yapardı. Gerekli olan ile önemli olanı birbirinden ayırır,
silsileyi meratibe dikkat ederdi. Ali sivil hayatına
ilişkin bütün yapılması gerekenleri 1980ihtilalinden
önce bitirmişti. İki yıl doğuda ilçe mahkemesinde
hakimlikten başlayıp Polatlıdaki topçu okulunda
kısa dönem askerlik de dahil olmak üzere Kayseri’deki avukatlık stajı ve evliliği de içine alır. 1968 ila1979
Ali Taşçının sivil oluşum yılları dense yeridir.
Ali Taşçı’nın üç çocuğu oldu. Melike(evli),
Orhan(baba mesleğinde devam eden avukatımız)
ve Enver(Şehir planlamacısı). Allah onlara sağlıklı
uzun ömür versin . Elbette ki kıymetli eşleri hayattadırlar. Alinin hatıralarını tevarüs eden kıymetli
kardeşimize de sabrı cemiller niyaz etmek bizlerin
boyun borcudur.
Türk Ocağı’nda yaklaşık yetmiş kişi kadardık.
Mustafa Dinçel fiili başkan bizler de müdavimleriz.
Hiyerarşide, büyükler var yılda bir gelirler, bazı büyükler ayda bir gelirler, çalışan arkadaşlar var hafta sonları gelirler, bizler ise kışları okul sonrası hep
ordayız. Yazlarıysa gece gündüz demeden açlığı bile
düşünmeden oradayız. Yukarda anlattığım üzere Gazalinin İhya-yı Ulumid-din isimli dört ciltlik
eserini yüksek sesle okunarak, araya bilinmeyenlerin veya anlaşılamayanların çözümü de dahil olmak
üzere kitaplar okunur. . okunur …okunurdu…Necip
Fazıl üstadımızın, Çöle İnen Nur ve Çile’si kulla-
127
nılmaktan epey yıpranmıştı.
Hatırladığım kadarıyla Şükrü
Karatepe Saint Exupery’nin
bütün eserlerini bir kitap
günümüzde tanıtmıştı(Gece
Uçuşu, Küçük Prens, Savaş
Pilotu…)Ali, Siyer-i nebilerle
Çöle İnen Nur’u mukayeseli
anlatmıştı. Pakistanlı yazar
Mevdudi’yi o gün itibariyle
elde mevcut Türkçe çevirileri üzerinden toplu olarak
değerlendirerek Türkiye ve
Türkiye’de yaşayan Müslümanların ne sorununu çözebilir ne de Müslümanların
geleceğine dair projeksiyon
yapılabilir hükmü çerçevesinde bir kanaate varılmıştı. Bu konu epey bir uzmanlık isteyen alandı, buna rağmen Ali çok ter dökerek konuya çözüm bulmuştu. O yıllarda Pakistanlı
yazarlar, Mısırlı yazarlar ile Kuzey Afrikalı yazarlar
çok tercüme ediliyordu. Hem ehliyetsiz çevirmenler,
hem de ehliyetsiz editörler elinde yayıncılık kepazeleştirilmişti. Elli sayfalık bir broşür beşyüz sayfalık kitap haline gelebiliyor, ve/ya orijinalindeki bazı
bölümler atlanarak ve hatta bu atılan bölüm yerine
başka kanallardan bölümler eklenerek kitaplaştırılıyordu. Ali Taşçının çalışması bu açıdan önem arz
ediyordu.
Mustafa Dinçel’in demli çayları Alemdar Yalçın’ı
coşturuyor çok güzel şiirler okunuyordu. Ziya Olgunharputlu beri yanda şarkılar okuyor, taklitler
yapıyordu. Hasan Nail’i kızdırdılar mı tiyatro tiratlarını yüksek perdeden dinlemek zorundalar. Karşımızda Pınarbaşı’lıların kıraathanesi vardı. Tek gözü
soğulmuş iri yapılı bir de ocakçısı vardı. Neşemizden
etkilendiği için bize çay servisi yapar para da almazdı. Sessiz dernek başkanımız Mehmet Tekmen sessiz
ve sade Ahmet Sevgi, gür kaşlarıyla Ahmet Saracoğlu, Ahmet Damar, Hulusi Dörtkulak, hele hele Mehmet Emre, Mehmet, Mustafa ve Ahmet Tekelioğlu
kardeşler ile Abdullah, Macit Gül kardeşler, Ayrıca
Ahmet Tahir Gül, Hava ikmal grubu…
Alinin olduğu yerde şaka olmazsa olmazlardan
bir vardı, Koltuğunun altında Ziya varsa açın komedi perdelerini. Şakalar nükteler espriler o şen günlerin doğal efektleriydi. Mustafa Dinçel’de şaka kaldırabilirdi, diğer yandan Mustafa Özküçük tecahül-i
arifler ile arkadaşları ince ince ipe dizerdi. Neden
sonra sarakaya alındıklarını anlarlar da basarlar çığlığı. Sohbetler kıymetli ve uzun…
Yukarda yeri gelince örneğini serdedeceğimiz
yere şimdi geldik. Alinin şakalar alemine…Ali’ye
128
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
arkadaşları küçük bir şaka yapıyorlar. Ali anlıyor ve
onlara diyor ki:bana bir daha şaka yapmayın. Arkadaşları (neden)diye soruyorlar. Ali diyor ki(Benim
yaptıklarıma dayanamazsınız . Onun için)diyorlar ki
(Ne yapabilirsin ki, biz şakalarına varız arkadaş) . Ali
diyor ki (tamam!). . . Aradan bir süre geçiyor, arkadaşları hep Ali’yi takipte. Fakat Ali’de ses seda yok.
Unuttu diye seviniyorlar için için. Oysa Ali şakanın
şiddetini artırmak için bir süre daha onları kolluyor.
Sınavların başladığı bir evrede çarşıdan iki enjektör
alarak çantasına atıyor. Gecenin geç saatlerine dek
ders çalışan arkadaşlarının yatağa dar düştükleri
gece, Ali kalkıyor, traş kremini bir enjektöre, diş macununu da ikinci enjektöre çekiyor. Enjektörlerdeki
jelleri ters olarak tüplerine yarım yarım boşaltıyor.
Gidip yatıyor tilki uykusuna. Arkadaşlarından önce
uyanan doğruca banyoya koşuyor. Geç kaldığı zehabına nasıl kapılmasın Ali saat ayarlamakta da ustadır. Diş fırçalamak için diş macununu alır fırçasına
ve tabii ki birazdan köpükler saçılan ağızdan aynı
anda çığlıklar yükselmede. Ali hemen koşup doğru
enjektörden bir miktar tüplere doğru jel ilavesiyle
arkadaşına. bağırarak
( hangi macunu kullandın ?)der ve sonrada ilave
parçayı alır ve dişini fırçalar, bu gürültüye diğer arkadaşta uyanmıştır. O da olayı anlamaya çalışmaktadır. Aliye uyarak, o da fırçasına bir miktar macun alır
ağzına götürür. Lakin ayni sondan o da muzdariptir.
Çünkü o da tıraş kremiyle diş fırçalamaya kalkışmıştır. Şakanın devamı ertesi gün ortaya çıkar. Tıraş olmak isteyince tongaya basar biri, ve diğer arkadaşını
uyarmasıyla uyarılan, paçayı kurtarır. Ali şakalarını
proje yapar gibi yapardı. Tabiidir ki bir daha Aliye
şaka yapmazlar. Bu şaka Ankara’da ve öğrencilik yıllarında yaşanır.
Alinin İstanbul’a bir gezilerinde Merhum Mustafa Dinçel, Ali Taşçı, Osman Yalnız birlikte esnaf lokantalarından birine gittik. Yemekler yenildi, Mustafa abimiz hesap ödedi, lokantadan dışarı çıktık arkadan Ali elinde elli kuruşluk bir madeni para( Mustafa abi paranın üstünü unuttun galiba) dedi. . Dinçel
kıpkırmızı oldu, (Ali o para garsonların bahşişi) demesiyle biz kahkahayı basınca anladı Dinçel bunun
şaka olduğunu. Fakat (Ali yapma bir daha kalbime
indireceksin) demişti Dinçel. Mustafa Özküçüğün
dut ağacına merdiven koyup Mehmet Soyak merhumu çıkarmıştı bir keresinde. Daha sonra merdiveni
aldı gitti sakladı bir yerlere. Soyak yalvarır, kızar, bağırır, çağırır …Ali tınmaz ve üstelik (ayıp ayıp koca
adamsın kötü sözler sana yakışıyor mu ) diye de çıkışırdı, sonra araya gireriz tatlıya bağlanır konu. .
Her yıl sektirmeden İstanbul’a gelirdi. Bir programı varsa ona uyar İstanbul’un bir semtini gezerdik, değilse bir program yapar bir konsere bir sergiye
veya bir filme giderdik. İstanbul Ali gibi bir aşkını
Kayseri’ye kaptırdı.
Ali Taşçı geleceğe kurulmuş bir espri gezegenidir. Nerde bir tebessüm görseniz anlayın ki Ali yaşıyor
Ali Taşçı sana, babana ve Büyükdoğu’dan nasiplenmiş bugün aramızda olmayan diğer kardeşlerimize de Allah rahmet eylesin…Amin
iki direkli şehir
I
siyah saçlarını yaslarken suya
ardınca geceyi getirdi koya
ürperişlerin güzelinde peri
denizin ardınca ürperiverdi
periyle göz göze gelince sular
tenhaya kaçmak istedi dalgalar
mehtapta sessizce öpülen omzu
suda halkalandı genleşen arzu
engine dolmuştu lahuti sükut
gönül miftahına dek dolmuştu yakut
ateş böceğinin ışığı burdan
geçerken içer elindeki nurdan
samanyolu buradan geçer yorulur
buradan geçen buz olsaydı kor olur
ceylan koşar rüzgar dolar yelkene
çok can hazır girmek için ülkene
kumru dem çeker bülbül gam yüklenir
ey aşk senin olmadan kim büyüklenir
II
ey aşkı aynasına yansıyan im
sen bol olsaydın sembol istemezdim
bil ki ne konçertolar dokunurdu
ne roman öykü şiir okunurdu
resmin renkleri ayrımlaşmazdı
alında çizgiler karışmazlardı
bayramları urbalar temsil etmez
hiç kimse şeker için yol gitmez
hangi kitabı açsam senden iz var
bütün besteler seni gizliyorlar
nota renk kelime ve davranışlar
inkar iman neşe ve kıvranışlar
seni doğrudan kavramak ne mümkün
ne verirsen odur “künfeyekün”
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
129
GÖNÜL DOSTU BİR
ADAM!
Dr. Ahmet ALPAY
“İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit iş­de gerek,
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkı­na çek. ”(1932)
B
u öğüt, altmış yaşına gelmiş mer­hum Akif’in
bir gence, bütün gençlere tavsiyesidir. Kişi yaptığını söylemeli, söylediğini yapmalı, yoksa
palavracı olur. M. Akif Ersoy, Nevruz’a ve herkese yaptığı
tavsiyede samimi olduğu için, kendisi de söylediğini yapanlardan olduğu için öğüdü etkili ol­muştur. Bu sebeple
bugün olduğu gibi âti­de de beyti ve adı yaşayacak, rahmetle anılacaktır.
Günümüzde herkes birçok şeyden şikâyetçi. Sağlığından, çocuğundan, işyerin­den, mesleğinden, eşinden, anasından, babasından, trafikten, televizyondan şikâyetçi...
Şikâyetçi olmayan varsa, o kişiden de bizim şikâyetçi olmamız lazım, çünkü sorgulamayan, şikâyetçi olmayan,
şikâyet ettiği konuların çaresini bulamaz, dolayı­sıyla terakki olmaz. İnsanlık saadet istiyor­sa tek tek fertler vasıflı
olmalı. Hz. Ali’nin ifadesiyle, parça bütünün habercisidir.
Cemiyeti oluşturan fertler nasılsa, cemiyette yöneticiler de
öyle olacaktır.
Amel-i salih öz manasıyla, insanı, kul, kardeşi düşünmek ve yardımlaşmaktır, doğru adam olmaktır, mesleğini
iyi yap­maktır, komşusuna, büyüğüne, küçüğüne yayaya,
binene, inene, uçan kuşa sevgiyle yaklaşmaktır. Dolayısıyla cemiyetimizin, insanlarımızın hali ortada: Her şeye
rağmen cemiyetimiz­de adam gibi adam elbette ki var. Ne
yok ne çok, ama var. İşte adam gibi bir adam. . Abdullah
Sarımermer.
ADAM GİBİ ADAM
Abdullah Sarımermer, aynı şehir, aynı mahalle ve
aynı yıllarda çocukluk ve tahsil hayatımız olan arkadaşımdır. Tahsil hayatı parlaktır. Her dersten en üst notu alarak
talebe yurdunun en çalışkan ve disiplinli ki­şisi olarak, her
dersi tam öğrenmeden im­tihanına girmeyerek, her sınıfı
iftiharla ge­çerek hukuk tahsilini tamamlamıştır. Hu­kuk fakültesindeki hocaları talep onlardan gelmek üzere kendilerine asistan kalma­sını istemişlerse de; İmam Hatip menşeli olduğunu öğrenince bağnazlıkları, parlak bir istikbal
vadeden talebelerini asistan ka­zanmalara galebe çalmıştır. Başarılı avu­katlık stajından sonra mesleğini icra ede­
cekken kaza kaderi ile ticaret yapmaya mecbur olmuştur.
Bu sebeple Türkiye’nin ihtiyacı olan Hereke halıcılığının
kaybolmaya başladığı yıllarda tekrar kaliteli yün ve ipek
halı imalatını üstlenmişler. Guinnes rekorlar kitabına girecek kadar da imalatı başarmışlardır. Mümin, müstakim ve
gayyur olduğu için hayatının her safhası başarılı, yurduna
ye insanlara hep faydalı ol­muştur. Arkadaşlığımızın yanında yirmi yıl­dan beri de Hereke Özipek halıcılıkta işyeri hekimi olarak beni göreve davet ettiği için teşrik-i mesaimiz,
teşrik-i yolculuğumuz ve teşrik-i dostlarımız olmuştur.
Bu ortak dostlarımızdan sayın Doç. Dr. Sefa Saygılı ile
tanıştırdığımda, Saygılı bana “Hakikaten bahsettiğin gibi
değerli bir kimse imiş” kanaatini bildirdi. Zaman geçti, Sayın Saygılı, Sağlık Yolu mecmuası­nı neşre başladı. Faydalı
130
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
yazılar yayınlandı. Kayda değer kişileri tanıtıcı yayınlar
oldu. Bir gün bana Abdullah beyi tanıtan bir ya­zı istediğini söyledi, ben “Hayır” dedim. Bir süre sonra tekrar istedi,
yine hayır. Neden hayır; çünkü öncelikle şahıs tanıtıcı yazılar, kaide olmasa da bu dünyadan göçenler için yapılıyor. Kanaatimce bu doğru değil, yaşayanlar da timsal olan
kişiler de tanıtıl­malı, anlatılmalı ki diğer yaşayanlara örnek olsun, ibret olsun. Peki, o halde neden ha­yır? Kaleme
alacak olan bensem, bir kim­seyi tanıtırken onun müspet
ve menfi yön­lerini açıkça yazmalı­yım, samimi olmalıyım.
Düşündüm taşındım; iyi kötü müşterek gün­lerimiz olan
yarım asır­lık arkadaşım Abdullah Sarımermer’de kayda
değer menfi bir va­sıf bulamadım. Bu kanaatimi kendisine
söylesem beni beceriksizlikle itham eder dedim. Ama olsun, bir sefer de bu ithamı­na mazhar olurum.
Alışkınız. Bende menfi vasıflar oldukça onun da ithamları elbet bitmez. Ancak bu son ithamında haksızlık
olur, çünkü menfi vasıf bulamadığım bu sefer beceriksizliğimden değil, bulunacak bir şey olmadığındandır. Kaleme
almaktaki itiraz ve gecikmenin sebebi objektif olun­duğu
halde methiye zannedilmesi endişesi idi. Sayın okuyucu,
muhterem kârî bu sa­tırlar katiyen; bir methiye değil, samimi bir nakl-i kanaattir, müdellel bir nakl-i müşahededir.
MÜKEMMEL BİR KİŞİLİK
Abdullah Sarımermer, mükemmel bir kişiliğe sahiptir. Bir insanın mükemmel olması çok zordur, ama
imkânsız değildir. İnsanlarda hedef mükemmelliktir, ancak hedefe giden yolun şarampolü, kademeleri, çeyrek
yolda, yarı yolda kalanlarla doludur. Yine de hedefe ulaşanlar elbette vardır. Bu bahtiyar kişilerden biri de Sarımermer kardeşimdir. Merhum Mahir İz’den mükemmel
insanı tarif etmesi istendiğinde “Doğru adam olacak, işinin
ehli ola­cak, mümin olacak, nezaket ve nezafet sahibi, vakur
ve hilm sahibi olacak” derdi. İşte bu tarife uyan nadir kişilerden biridir. Abdullah Sarımermer Bey. . . Yine Mahir
İz, üstün bir zatı tanıtırken “O alim adam fazıl adam”, gibi
vasıfları sayar sonunda da “Hitabet yerinde, nükte tamam”
diye biti­rirdi. Yine de tarife uyarak günümüzde hi­tabet ve
nükte kabiliyeti olan sayısı az kişi­lerden biridir. Abdullah
Sarımermer bey…
İslam’ı hakkıyla anlayan, anlatan ve yaşayanlardandır.
İslam’da hedef hakkın rızasıdır. Hakkın rızasının da halkın
rızasın­dan geçtiğini bilen ve tatbik edenlerden­dir. Daima
çevresine yardımcı olmuştur. Okul, cami, yurt gibi hayratın banisi olma yanında yüzlerce talebeye devamlı burs
verdiğinden bahsedilmesini istemez. O ya­pılan hayrın gizli kalmasından yanadır ve öyle de yapıyordur. Her yaptığı
ve yaptırdı­ğı işin mükemmel olmasına dikkat etmiş­tir. Teferruatta bile hiçbir işi yarıda bırak­maz, her vaadini bihakkın yerine getirmiş, huzurlu, vakur ve mütevazıdır.
Üstad Necip Fazıl’ı birçok defa beraber ziyaret etmişizdir. Üstada “O Erler ki” şiirindeki:
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah’ın rızasındalar.
Beyitlerini terennüm ettiren erlerden birisi mutlaka
Abdullah Sarımermer’dir. İs­lam’ı anlayanlardandır dedim.
Bir hırka bir lokma afyonuna kanmayıp maddi ve ma­nevi
zenginliği ile insanlara daima yardımcı olmuştur. Hem de
geçiştirici, zevahiri kur­tarıcı, kaypak ve siyasi davranışlarla değil, derdi olanla hem dert olup hakkıyla yar­dımcı
olmuştur. Bu hususlarda benim şehadetim yetmezse binlerce şahit bulabili­riz. Bu şehadetleri Sarımermer istemese
de.
FEDAKÂRLIK SEMBOLÜ
Kardeşimiz; cemiyetimizde az bulu­nan ama çok ihtiyacımız olan bir vasfa, fedakârlığa hakkıyla sahiptir. (Vasıfları sayar­ken hakkıyla ilavesi fazla ifade ediliyor zannedilmesin, zira öyle kişiler tanıdık, tanıt­tık, tanıtıcı yazılar
okuduk ki, ufak bir emaresi olsa; cesur, âlim, hayırsever,
fedakâr gibi sıfatlar rahatlıkla atfediliyor. ) Fedakârlık fazla
elekten geçirmeden her kula yar­dımcı olmaktır. Acılı günleri, sıkıntılı za­manları dâhil ne zaman ve kim bir yardım
dilemişse, dileyenin düşündüğünden fazla­sını yaptığına
şahit olmuşumdur. Onu tak­dirim; kendi nefsimle kıyasladıkça daha da artmıştır. Bazı şahıslar için hüsn-ü şehadette bulunurlarken insanın içinden; eh, ne de olsa, nispeten,
hadi neyse, sayılır. . . gibi zorlamalarla evet demek gelir ve
“evet” diyebilirsiniz. Abdullah Sarımermer için hüsn-ü şehadet gerektiğinde yakinen tanı­yanlar olarak gönül rahatlığı ile yürekten “evet” derim, siz de diyebilirsiniz.
Müşterek bir dostumuz bana “Yahu sen insanları çok
eleştiren, kolay kolay tak­dir etmeyen, makam, varlık, kudret
ve siyaset gibi güçlü olanlara daha da temkinli davranan birisin. Dostluğun sağlam olsa da kolay dost edinmeyen birisin. Abdullah Sarımermer de nihayet bir kul, biraz fazla takdir etmiyor musun?” diye sordu. Anın­da cevabım, “Kardeşim bende dost kapa­sitesi diye bir şey yok. Sınırlı değil ki, bu
iş vasıfla müşahede ile ilgili. Sen de onun gi­bi rakik ve dakik
olsan, onun kadar seni de severim. İnsanların sevilmesi sevenden çok sevdirenin hüneridir, yalan mı?” dediğim­de,
düşündü ve samimiyetle “Evet doğru­dur” dedi.
Evet, rakik ve dakik olmak her yiğide nasip olmuyor.
Bu bir hilkat işi, azim işi, inanç işi, takat işi. Sevgi, saygı ve
idrak işi­dir. Herkes başaramaz, ama başaranlar var.
Birkaç misal:
Tam yirmi yıldan beri cumartesi günle­ri, Hereke’ye
gidiyoruz. Sabahları “Araba ile geliyorum, yola in” demek
için telefon eder. Saat 8. 59-9. 00 arası telefon başında bu-
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
131
birisi gevşemiş” dedi, indik ve açıp baktık, aynen doğru.
Vidayı sıkıştırdı, kapattı ve bindik. Gider­ken nihayet sordum “Nasıl fark ettin, hay­ret” dedim. “Kulağıma ses geldi.
Dikkat edince hissettim, çözdüm, lakayd kala­mazdım ya”
dedi. “Kardeşim Allah seni nazardan korusun, maşallah”
diyebildim.
Her gittiği yere hediyesiz ve sevgisiz gitmez, gördüğü
her çocuğu sever. Ço­cukları sevindirir, her çocukla şakalaşır, oy­nar ve oyuncaklar verir. Dolapları hediye oyuncakla
doludur. Samimi olarak, üzü­lenle üzülür sevinenle sevinir.
Yıllarca birlikte yolculuk yaptık, araba­sındaki titizliğinin ve temizliğinin yanında her türlü trafik kuralına uyduğu gibi, sürü­cü ahlakına da sahiptir. Binlerce defa tur­
nikeden geçmişizdir. Hiçbir zaman gişe memurunu üzmemiş, daima hazır bulun­durduğu bozuk parayı hem de
tertemiz yeni paralarla hazır bulundurup, parasını güler
yüzle şaka yaparak ödemiştir. Düz­gün ve dürüst iş yapınca
karşıdaki de memnun olur, sen de.
Yine bir yakın kardeşim onu göstere­rek bana, “Sen de
Abdullah’a, başkaların­dan çok farklı davranıyorsun. Bütün
insan­lar eşit değil mi? O da insan, o da” dedi. Yine cevabım,
ABDULLAH SARIMERMER
“Ağabey insanlar hukuken eşit ve fırsat eşitliği var, ancak hiç
insanlar birbirleriyle eşit olur mu be? Şu yanındakine bak,
efalini düşün, öbürünü ve yaptık­larını düşün, bunu düşün.
lunurum, mutlaka o bir dakika içinde telefon açar. Bu ha- Huyları, işleri, sözleri hiç aynı olur mu” şeklinde oldu. Bu
reket yirmi yılda hiç şaşmaz mı, diyebilirsiniz, birçok insan kardeşim bir müddet sonra “Hakikat­ten çok farklılar, eşitlik
için şaşması gayet tabiidir. Çok insan “Ne var yani 3-5 da- başka insanlık baş­ka” demiştir.
kika, 10 dakika sapabilir”, in­sanlık hali diye kendi yaptığını
HER NEVİ AKIL HOCASI
mazur gös­terir. Ama Abdullah Sarımermer yirmi yıl­da
Geniş çevresi olduğu için, birçok dostu veya gönderildakika değil, neredeyse saniye saptır­mamış, telefonu açmiş birisi kendisine “Bir müş­külüm var” diye akıl danışır.
mıştır. Bu kadar dakik­lik kaç kişide bulunur?
İş icabı birçok ülke gezmiştir. Gördüğü ülkelerde, Ticari, ilmi, edebi, dini, adli ve siyasi konularda her bi­risine
şehir­lerde bir kere gördüğü mağazayı, büfeyi, belde adını, gerekli bilgiyi verir, kılavuzluk yapar, ekseriya müşkülü
konuştuğu kişilerin adını, ko­nuları tamamına yakın hatır- halledilir. Akıllı ve pratik yol gösterdiği için ülke çapında
lar. Seyahatte beraber olduğu kişiler unutsa da o unut­maz. her nevi akıl hocasıdır.
Şahit olduğum çok misal var. Bu bir­kaç misali mecUzun yıllar geçtiği halde beraber ol­duğu kişileri hayrete
düşürecek kadar nü­ansları, isimleri, adresleri nakleder. buren “rakik ve dakik” diye tavsif ettiğine delil olarak verdim. Herhal­de yeter. Uzatmaktan, konulara, misallere geçDolayısıyla birçok nükteye sebep olur.
mekten içtinap etmeliyim. Çünkü uza­masını, izahatı ben
de
istemem o da.
HASSASİYET BU KADAR OLUR
Ey Sarımermer kardeşim! Senin de ka­tılacağını bildiİstanbul-Hereke arasındaki yollarda ne zaman hangi
noktada trafik kazası oldu­ğunu, hangi senede ve tarihte ğim dileğim şudur ki: insanlık senin gibi mümin gayyur,
ilk karın yağdığını, hangi ağacın erken çiçek açıp soğuk faydalı kişilere muhtaçtır. Cenab-ı Hak sayınızı artırsın.
çarptığını, hangi tarihte kendisinin veya senin nereye se- Cemiyet çok sayıda hayırsever insan yetiş­tirsin ve hak edeyahat ettiğini harfiyen hatırlar; yeri geldikçe, soruldukça rek biiznillah saadete ka­vuştursun.
Bu dünyada dost olduk. Dilerim baki âlemde de dostte­reddütsüz cevap verir. Yol arkadaşlarının hayreti, takdiri
ve “maşallah ne güçlü hafı­zanız var, hakikaten öyle olmuş- luğuna layık olurum.
Ben Abdullah Sarımermer’den razı­yım, sen de razı
tu” hitabıyla karşılanır. Arabası da her şeyi gibi kaliteli­dir,
içini bırakın bagajında bile bir damla toz, leke bulunmaz, ol ya Rab. Şahidim ya Rab, tavizsiz Müslüman olduğuna,
hayır­sever olduğuna, Abdullah-ül emin olduğuna.
lastik havaları milimi­ne kadar nizamidir.
Lütfunla, kereminle böyle insanların artmasını muraBir gün İstanbul’a dönüyoruz. “Dok­tor, bir şey fark ettin mi?” dedi. “Hayır” de­dim. Hafif bir ses var ne olabilir deyle. Âmin. . .
diye direk­siyon elinde dikkat kesildi, arabayı sağa çekti ve
durdu. “Yanılmıyorsam sağ arka lastiğin bijon vidalarından
132
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
BÜYÜK DOĞU HALKASI
Rıfat BESCELİ
Y
alnız Kayseri’de değil Kayseri’den uzakta
da çoğuyla kader birliği yaptığım arkadaşlarım hakkında, keşke, Allahın rahmetine kavuşmalarından önce bir şeyler söylemek
zorunda kalsaydım.
Oysa onların arkasından şimdi bir şeyler söylemek o kadar zor ki. .
Hepsi bir anda gözlerimin önüne geliyor. Birinin hatırası diğerininkini bastırıyor. Kimiyle gülüşüyor, kimiyle tartışıyor, kimiyle gelecek planları
yapıyor, kimiyle bir sevinci paylaşıyor, kimiyle ağlaşıyorum.
Beni çok mutlu eden bir hususu yazmadan edemeyeceğim. Vefat eden arkadaşlarımdan uzun süre
beraber olduklarım da var, hayatın beni ara sıra görüşmeye mahkûm ettikleri de. Bir muhasebe yapınca görüyorum ki içlerinde vefatını duyunca “yine bir
yıldız kaydı bu âlemden” demediğim kimse yok. Onların her biri bizim camiamızda birer parlak yıldızdı.
Her birinin varlığı bizim bir camia olarak varlığımızın göstergesiydi. Her birimiz, birimiz yoksa hiçbirimiz yok diye düşünürdük.
Elbette hepimizin buluştuğu pek çok değerimiz
var. Bunların başta geleni Büyük Doğu ve Necip Fazıl. Benim Üstadla ilişkim sürekli İstanbul’da olmam
münasebetiyle diğer arkadaşlarımdan daha fazlaydı.
Kayseri’de bulunan ve bir vesileyle İstanbul’a gelen
arkadaşlarımı Üstadla buluşturmak benim için adı
konulmamış bir vazifeydi. Bütün bu buluşmalarda
Üstadın bana “Rifat, sevgilim. . . ” diye seslenişi benim için uzun bir süre sevinç vesilesi olur, kaygı ve
sorunlardan kendimi arınmış hissederdim.
Allahın rahmetine kavuşmuş dostlarımı adlarıyla teker teker zikretmek gibi bir kaygı içinde değilim.
Bunu layıkıyla yapamamaktan endişe ederim. Ama
bunlardan birini anmazsam olmaz. Onu anmak,
hepsini anmak gibi bir şey aslında.
Abdullah Sarımermer’le, nasıl söylesem, arkadaşlığımız mı, kardeşliğimiz mi, dostluğumuz mu
desem, neredeyse 50 yıl sürdü. Mehmet Tekelioğlu, Sarımermer’le benim yakınlığımı ‘can kardeşliği
gibi’ diye zikrederdi. Onunla biz sadece bazı idealleri
paylaşmakla kalmadık, atacağımız adımları bile birlikte kararlaştırdık. İkimizin de İstanbul’da olması,
aynı mahalleyi paylaşıyor olmamız, oturmalara birlikte gidip gelişimiz, pazara bile birlikte çıkmamız,
dost ve arkadaş çevremizin neredeyse aynı olması, bizi birbirimize daha büyük bir bağ ile kenetledi.
Günümüzde bol keseden atanlar çoktur. Bunlar
çok şey vaat ederler. Yaptıkları hayrı abartarak anlatırlar ve göstermeyi pek severler. Sahip oldukları
iyi vasıfları büyüterek devamlı dile getirirler. Kötü
vasıflarından bahsedilmesinden hiç hoşlanmazlar,
bunları hemen öfkeler saçarak ört bas etme derdine
düşerler. Böylesi tipler için kolaycılık bir amaç haline
gelmiştir. Sözleri özlerine uymaz.
Abdullah Sarımermer ise özü sözü bir olanlardandı. Dili tatlı, imanı, ameli ve ihsanı tamdı. Günümüz cemiyetinin muhtaç olduğu, ismiyle müsemma Abdullah-el Emîn idi. Herkese maddi ve manevi
yardımı seven, doğru, dürüst, işinin ehli, halkı ve
Hakkı, hakkıyla seven dost bir insandı. Onun bakî
âleme geçmesi ile çok şey kaybettik, onu arıyoruz.
‘Bakî âlemde sevenler birleşecektir’ hükmü bize teselli veriyor. Cenab-ı Hak bolca rahmet eylesin.
Onu en verimli çağında 22 Ağustos 2008 tarihinde kaybettik, ama bir sebeple müsterihim. Günahlarını bilmem, fakat inanıyorum ki sevabı daha
çoktur.
Bugün bize düşen Üstad dahil Büyük Doğu Halkasını Fatihalarla anmaktan başka ne olabilir ki!..
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
133
MUSTAFA ŞENCANLAR
VESİLESİYLE
İbrahim ULUEREN
M
ustafa ile arkadaşlığımız lise sıralarında başladı ve kısa sürede bu dostluk bir
dava kardeşliğine dönüştü. Lisede babası vefat ettiği için bize de danışarak akşam lisesine
geçti, gündüzleri ise akrabası olan iplikçi İbrahim
ağabeyinin dükkanında nafakasını çıkarmaya başladı. Çalıştığı ufak dükkan buluşma yerlerimizden biriydi ve her buluşmamız dava konuştuğumuz, inancımızı paylaştığımız ticari gelecekten bahsettiğimiz
sohbetlerden ibaretti. Bu ilk hayat deneyiminden
sonra Mustafa benim teklifimle babamın mütevazi
toptan peynir ve gıda maddesi satan dükkanında
üç yıl kadar çalıştıktan sonra kendi iş yerini açtı ve
mücadeleli, çileli, sıkıntılı, hareketli bir ticari hayat
yaşadı.
Ticari hayatında hırslı idi, çalışkandı, babamdan
kazandığı İstanbul türkçesini gayet güzel kullanır,
herkesi ikna edebilirdi. Ticarette bulmak istediği şey
paradan çok başarı idi, bir kere başarılı olmak istiyordu, daha sonra bu hal kendisini hayatta tek kuruş
borcu kalmadan ölme emeline bıraktı. Fakat ne yazık ki kaderi yokuşlarda susamaktı. Arkadaşımın bu
yönü ile beraber her şeyini anlatmak için bir kitap
yazılabilir ancak bu yazı sınırlı olmak zorunda olduğundan ticari hayatını burada noktalayalım.
Kardeşimizin gerçekten çok az insanda bulunan
mümeyyiz vasıfları vardı. Belki ilk özelliği samimiyet, canhıraş bir samimiyet;evvela Allaha ve Resulüne karşı sonra sırasıyla ve derece derece Allah ve
Resulünün dostlarına, dava arkadaşlarına ve hayata
karşı canhıraş bir samimiyet içindeydi, o rol yapmayı
beceremezdi, olduğu gibi olan mahzun bir insandı.
Yolculuk yapardık, her namazda camiden çıkmak istemezdi . Allah bilir günde kaç kere kenz-ül arş duası okurdu. Bana telefon açar bugün babanın yasinini
gönderdim derdi. Kelimenin tam manası ile namaz
hastası, secde delisi idi. Öyle düşünürdüm;Allah bilir
gece ne çok namaz kılardı. (yengeye sormak lazım
). Tek tek kaza namazlarını hesab eder, bol bol kaza
kılardı.
Mustafanın bir diğer özelliği yalan söylemezdi;
ama ben hiç yalan söylemem deyipte söze yalanla
başlayanlara karşı gerçekten belki hiç yalan söylemezdi. Doğru veya yanlış iş yapar, fakat asla yalana
tevessül etmezdi. Bugün ki ticari hayatta yalan söylemeden yapabilmenin ne demek olduğunu düşünün.
Şencanların haiz olduğu asli vasıflardan dostluğu ise imrenilecek çapta gerçek bir dostluktu.
Dostlukları devamlı ve mesafesizdi. Benim için
örneği kalmayan candan, yürekten, hakiki bir dost,
arkadaş ve kardeşti. Bugünün Amerikalıların işine
girince kendini büyük sanan ve en küçük bir vefa
duygusu taşımayan, dünyası ve dünya görüşü değişen, yaşadığı gibi inanmaya başlayan, davasını ve
dostlarını unutan ahmak tiplerine karşı ne kadar hakiki bir dosttu. İnsan gerçekten eksikliğini hissediyor
ve mahzun oluyor.
Rabbim kabrinin nurla doldursun inşallah.
Başka ne söyleyebiliriz; Hanesi, olmayan imkanları dostlarına sonuna kadar açıktı. Vefakar, fedakar
ve cefakardı. Allah her bayramda ziyaret ettiğim
kabrini yağmur gibi rahmetle doldursun ve cennette
Resulullaha komşu olmayı nasip etsin inşallah. / 09.
01. 2013
Kayseri Hacı Kasım mahallesinde 10 ocak 1952
yılında doğmuş,
5 Mayıs 2004 yılında vefat etmiştir.
Bir kız bir erkek olmak üzere iki çocuğu vardır.
Kayseri Akşam Lisesi’ni bitirmiştir.
134
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
MUSTAFA ŞENCANLAR
Mustafa Şencanlar, Temmuz 1996 tarihinde, Mustafa Tekelioğlu ve diğer arkadaşlarıyla birlikte.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
135
AŞK ZİYA’YA DÜŞTÜ
Prof. Dr. Şükrü KARATEPE
K
ayseri’de 1970’lere kadar, henüz araç trafiği yoğun olmadığı için, sokaklar güvenliydi. Mahalle hayatında, herkes birbirini tanır, dışarıdan gelen yabancılar fark edilirdi.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Erkilet’te,
güvenli sokakların sağladığı hürriyeti doyasıya yaşadım. Varsa okul ödevlerimizi ve çocuklar için uygun bulunan küçük ev işlerini tamamladıktan sonra,
sokağa atardık kendimizi. Kışları kasabada, yazları
bağların arasında, birlikte koşup oynadığım, sokak
arkadaşlarımla karşılaştığımızda, komşuların eriğini ve kirazını yolarken başımıza gelenleri hatırlar ve
güleriz.
Nasi Amca’nın oğlu Ziya, bağ arasından sokak
arkadaşımdır. Esas ismi Nasuh olan babasına, herkes Nasi diye hitap ederdi. Ziya ile arkadaşlığımız,
ceviz ağaçlarının altında, taşla, toprakla, çamurla oynayarak başladı. Kayalı Bağlar mevkiindeki bağımızın “yukarı bağ” adını verdiğimiz bölümü Ziya’ların
bağına bitişiktir. Bağların sulandığı Tımarhane Gölü,
aynı zamanda gençlerin en fazla itibar ettiği yüzme
havuzudur. Erkilet’in bütün çocuklar gibi, Ziya ve
ben de yüzmeyi Tımarhane’de öğrendik. Tam olarak
dolduğu ikindi saatlerinde, gölün başı şenlik alanına
dönüşürdü. Ziya her zaman, bu şenliği renklendiren
baş aktörlerden biriydi.
1964’te babamı kaybedince, yazları çalıştığım
için gölde yüzmeye fazla vakit ayıramadım. Ama
Ziya akşamları uğrar ve gündüz gölün başında olup
bitenlerin raporunu verirdi. Ziya ile çocuklukta başlayan arkadaşlığımız, lise yıllarımızda derin anlamlar kazanarak gelişti. Bizim nesil, reşit olmaya henüz
ilk adımını attığında, yaşından daha hızlı büyüyerek,
ülkesi ve milleti için sorumluluk taşıyan olgun insanlar haline geldi. Henüz dünyada neler olup bittiğinin farkında olmayan saf aklımızı ve körpe bedenimizi, tarihin yükünü omuzlarken bulduk.
Lise yıllarımızda, arkadaşlarımızla bir araya gelmemizi sağlayan, oyun, eğlence, gezme ya da yüzme değildi. Büyük Doğu Fikir Kulübü kapandığı
için, Kayseri’de Büyük Doğu idealine gönül verenler
Türkocağı’nda toplanıyordu. Okuldan artan vakitlerimizde, Eski Müftülük Binası’nın zemin katındaki
Türkocağı’na veya Belediye İş Hanı’ndaki Türk Kültür Derneği’ne gidiyorduk. Türkocağı’nda, bizim
nesilden müşterek arkadaşlarımız, Abdullah Gül,
Ahmet Taşçı, Bekir Yıldız, Mehmet Tekelioğlu, Mustafa Dinçel, Ziya Olgunharputlu ile birlikte, kültür
faaliyetlerine, dernek toplantılarına, konferans ve
mitinglere katılıyorduk.
Yazın bağa göçtüğümüzde, Ankara’dan gelmişse, akşamları genellikle Mehmet Soyak’ta toplanırdık. Bazen Abdullah Gül, Ahmet Taşçı, Mehmet
Tekelioğlu, Mustafa Akgül, Lütfi Baykan ve Ömer
Türktekin’in de katıldığı toplantılarda, bolca çaykahve-sigara içilir, edebiyat, tarih ve siyaset sohbetleri yapılırdı. Toplantıların tek eğlencesi, Ziya’nın
yaptığı komik esprilerden ibaretti. Ziya, insanlara ta-
136
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
kılmaktan hoşlanan, şakacı bir
dibine oturuyor, “ana” diye himizaca sahipti. Toplantıya katap ederek, sürekli onunla kotılanların zaafları üzerine ince
nuşuyordu. Artık Ziya benden
espriler icat ederek hepimizi
çok annemle arkadaşlık yapıgüldürmeyi başarırdı. Şakalayor, arayı açıp uzun süre uğrarını bazen çok ileri götürerek,
madığında, annem merak edip
Mehmet Soyak’ı deyim yerin“Ziya neden gelmiyor” diye
deyse çileden çıkarırdı.
soruyordu. Annemle ufak-teZiya, sinema ve tiyatroyla
fek konuları tartıştığımız ya da
yakından ilgilenir; Sadri Alıfikir ayrılığına düştüğümüzde
şık, Yıldırım Önal ve Nejat
kızıyor, “ananın kıymetini bil
Uygur’un taklitlerini yaparak,
samsın” diye bağırarak üzerime
film ve tiyatrolarından ezberleyürüyordu. Ziya birini tenkit
diği sahneleri kendi başına oyedeceği zaman, “samsın” diye
nardı. Üstad’ın sinema ve tiyathitap ederek söze başlardı.
royu, dönemin en etkili iletişim
Ruh dünyasının karmaşık
ZİYA
OLGUNHARPUTLU
ve kültür aracı olarak görmesi
hale geldiği bu dönemde, bir de
nedeniyle, sinema ve tiyatroygönlüne aşk ateşi düştü. Gerla az-çok hepimiz ilgilendik.
çi, aşk yüzünden çektiklerini
Abdullah Gül, Milli Türk Taya da çevresine çektirdiklerini
lebe Birliği’nde Tiyatro Müdürü olarak görev yaptı. Bekir benden iyi bilir. Ama görev bana verildiğine
Mustafa Miyasoğlu, Bekir Yıldız, Galip Boztoprak, göre, konuya ucundan kenarından dokunma zarurebir grup arkadaşımızla, Yedinci Sanat adıyla sinema tim var. Doğrudan dile getirilmediği için, muhatabı
dergisi çıkardılar.
tarafından hiçbir zaman bilinmeyen, olabildiğince
Ziya işi daha da ileri götürerek, Kayseri Devlet temiz bir sevginin derin sıtma nöbetlerini yaşadı.
Tiyatrosu’nda sahnelenen “Palas 99” ve “Sinek Kaydı Nerede ne zaman tutacağı belli olmayan nöbet ateşi
Berberi” adlı iki tiyatro oyununda baş aktör olarak bastığında, vücut ısısının normalleşmesi için mutrol aldı. Her ikisi de komedi tarzı olan oyunlarda, laka yukarı Erkilet’e çıkması gerekiyordu. Uzaktan
geleneksel Kayseri esnafının gündelik hayatından evlerine bakarken, “perdenin arkasında olduğunu
kesitler sahnelenir. Bekir Yıldız’ın önemli rollerden hayal etmek cihana değer” demişti.
birini oynadığı Palas 99’da, İstanbul’a mal almaya giAşık olduğu dönemde, musiki repertuarımız olden esnafın, kaldığı otelde yaşadıkları, yiyip içtikle- dukça genişledi. Vakit bulduğumuzda, biraz yiyecek
ri ve pazarlık usulleri ince bir dille hicvedilir. Sinek ve su alarak “ver elini” deyip, Dulun Tepe’ye tırmaKaydı Berberi’nde ise, geleneksel mahalle berberi- nıyorduk. KASKİ’nin üzerine su deposu yaptığı Hacı
nin, kırık ve çıkıkları tedavi etmesi, diş çekmesi, si- Şirin’deki Dulun Tepe dile gelse, en güzel şarkıları
vilce ve çıban tedavisi komik yönleriyle anlatılır.
tereddütsüz bizden dinlediğini söyler. Halen ezbe1968’de annesini kaybettiğinde Ziya 20, karde- rimde olan şarkıların çoğu o günlerden Ziya’nın heşi Kadir 17, küçük kardeşi Şükrü 15 yaşındaydı. Üç diyesidir.
erkek çocukla kalan Nasi Amca, aynı sene içinde,
Hacı Faik Bey’den; “Nihansın didede ey mesti nagenç bir hanımla yeniden evlendi. Ziya, hayatında zım”
şok etkisi yapan bu gelişmenin olumsuz etkisini öleMünir Nurettin’den; “Leyla bir özge candır, kara
ne kadar üzerinden atamadı. Eve barka fazla uğra- gözlü ceylandır”
maz oldu. Yazları aile bağa göçünce, tek başına şehir
Tanburi Ali Efendi’den; “Senden bilirim yok bana
evinde kalıyordu. Kışları ise, geç vakte kadar Bele- bir faide ey gül”
diye İş Hanı’ndaki Yeşilay Derneği’nde vakit geçirSadettin Kaynak’tan; “Kara bulutları kaldır aradikten sonra, çoğu zaman Bekir Yıldız’ın mahallede dan”
kiraladığı bekâr odasında, bazen bizde, bazen de daŞevki Bey’den; “Dil yaresini andıracak yare buyılarında yatıyordu.
lunmaz”
Annesini kaybedince, Ziya’nın hayatında yeni
Süleyman Erguner’den; “Ömrün şu geçen neşvesi
bir dönem başladı. Giderek neşesini kaybetti; arka- tam olsun erenler”
daşlarına takılmaz, şaka yapmaz oldu. En çok beraİsmail Dede Efendi’den; “Ey buti nev eda olmuber olduğu arkadaşı Bekir bu duruma kızıyor, kendi- şum müptela”
sini toplaması için baskı yapıyordu. Bekir’in baskıKaliteli müziğe ulaşma konusunda, çok şanslı
larından yılarak bize geldiğinde, annemin dizlerinin bir çevrede bulunuyorduk. Türkiye’nin yetiştirdiği
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Ziya Olgunharputlu Büyük Doğu Dergisinde.
“Son haftalarda Kayseri’de kanserden vefat eden Ziya
Olgunharputlu, Büyük Doğu manevi zeminin bereketli
toprağı Kayseri’yi her bakımdan temsil ehliyetine müstesna
bir gençti. Hak, Ziya’ya kabrinde nur nasip etsin.”
en değerli müzikologlardan Fikret Karakaya ve İlhan
Özkeçeci, Türkocağı’nda haftanın belli günlerde
hem ders, hem de konser veriyordu. Her iki sanatçının da musikimize sonradan yapacakları değerli katkılar, henüz lise öğrencisi oldukları o günlerde sergiledikleri başarıdan belliydi. Ziya ile Türkocağı’nda
öğrendiğimiz yeni şarkıları, Dulun Tepe’de defalarca
meşk ederek repertuarımızı genişletiyorduk.
Arkadaşlarımız arasında, para-pul hesabı yapıldığını hatırlamıyorum. Kimde varsa o harcar, hangimiz erken davranırsa hesabı öderdi. Benim üzerimde
bir de evin yükü olduğu için daha dikkatli harcamak
zorundaydım. Liseyi bitirdikten sonra, üniversiteye
gitmem konusunda annemle anlaşmazlığa düştük.
O yıllarda, lise mezunları ilkokul öğretmeni olabiliyordu. Annem kendince haklı nedenlerle, öğretmen
olmamı istiyor ve üniversiteye gitmeme karşı çıkıyordu. Hem annemi razı etmek, hem de üniversiteye
gittiğimde rahat olmalarını sağlamak için, ne kadar
param varsa evin ihtiyaçlarına harcadım.
Üniversiteye giriş sınavı sonuçları açıklanmış
ve ön kayıtlar başlamıştı. Param olmadığı için kayıt
yaptırmaya gidemiyordum. Ziya sıkıntım olduğunu
fark ederek, ısrarla sebebini sordu, fakat söylemedim. Bir akşam bize geldi, normalden fazla neşeliydi. Yine annemin yanına oturdu, elini dizine vurarak arada bir de bana laf dokundurarak durmadan
konuştu. Faka benim kafam başka yerdeydi ve ne
konuştuğunu dinlemiyordum. Israrımıza rağmen
gece kalmayıp, geç vakit ayrıldı. Sabahleyin masanın
üzerinde bir zarf olduğunu fark ettim. Zarfı açtım,
içinde 350 lira vardı. Hepsi beş ve on liralık banknot;
belli ki, uzun süre harçlığından kısarak biriktirmişti.
Ziya’nın masanın üzerine bıraktığı o parayla ertesi
gün Ankara’ya giderek, Hukuk Fakültesi’ne kaydımı
yaptırdım.
Liseyi bitirdikten sonra okumaya ara veren Ziya,
137
benim mezun olduğum sene İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırdı. Ziya İstanbul’a
gittiğinde, Abdullah Gül ve Mehmet Tekelioğlu’nun
Bakırköy’deki evlerine yerleşti. Bazen Üstad’ın bile
kaldığı Bakırköy’deki evin, misafiri eksik olmazdı.
MTTB Kayseri Teşkilat Başkanlığı görevini yürüttüğüm 1975-76 yıllarında, İstanbul’a gittiğimde ben
de misafirleri oldum. Abdullah Bey ve Mehmet Tekelioğlu İstanbul’dan ayrılınca, Ziya evde Mustafa
Tekelioğlu ile birlikte kaldı. Bizim kuşak üniversiteyi
bitirerek İstanbul’dan ayrılınca Ziya, Mustafa Cabat,
Hakkı Ahmetbeyoğlu, Seydali Kahraman gibi bir
kuşak sonraki arkadaşlarımızla beraber olmaya başladı.
1977 Nisanında İngiltere’ye gitmeden önce
İstanbul’da üç gün beraber olduk. Birlikte Üstad’ı
ziyaret ettik, arkadaşlarımızla görüştük, gezip dolaştık, sinemaya bile gittik. Bakırköy’deki evde aynı
yatağı paylaşarak yattık. Hava biraz soğuk olduğu
için, yorgana sarınıp otururken, elimizde sigarayla
fotoğraf çektirdik. Sağlığı yerindeydi ve İstanbul’da
yaşamaktan memnundu. Sadece, daha önce şahit olmadığım, tok bir sesle öksürüyordu. Sarılıp vedalaşarak ayrıldık ve dünya gözüyle bir daha görüşmek
kısmet olmadı.
İngiltere’de bulunduğum dönemde, Türkiye’deki
angarya işlerimin yükünü, inceliklere dikkat eden,
görgülü ve saygılı tavrıyla Mustafa Tekelioğlu taşıdı.
Mustafa Bey’le, zorunlu olarak, diğer arkadaşlardan
daha sık yazışıyorduk. Ziya’nın hastalığını da o haber verdi. Ölüm haberini ise, Turan Koç’un gönderdiği Büyük Doğu’dan okudum. Başta Münip Dayısı
ve Kazım Dayısı’nın oğlu Hakkı olmak üzere tüm
sevenleri ve dostları, acısını hafifletmek için insan
olarak ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar. Hastalığının ilerleyen safhasında, doktorlarının tavsiyesi
üzerine Kayseri’ye getirilmiş. Kardeşleri Kadir ve
Şükrü, dayı çocukları, Hakkı, Ali ve Âlim, hizmette
yarışırken kader hükmünü icra etmiş.
Ziya, yaşından hızlı büyüyerek, tarihin yükünü
omuzlayan bir dolmuşluk Anadolu gencinin en kalender meşrep olanıydı. Mal, mülk, mevki, makam,
şan, şöhret gibi, Dünya için değeri olan hiçbir şeye
itibar etmedi. En yakın arkadaşları, Abdullah Gül
Cumhurbaşkanı, Mehmet Tekelioğlu milletvekili,
Bekir Yıldız belediye başkanı, Ahmet Taşçı müteahhit, Mustafa Dinçel bankacı, Mustafa Özküçük diş
hekimi, Şükrü Karatepe profesör oldu. Aşk ise Ziyaya kaldı. Hepimizden daha hızlı büyüyüp olgunlaşarak, görevini tamamladıktan sonra sevgiliye göçe
etti. Yüce Rabbim makamını nurlandırsın. Zorunlu
göç günü geldiğinde, gönül huzuruyla yola çıkabilmek cümlemize nasip olsun.
138
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
TEKESAĞAN
Mustafa ÖZER
K
ayseri’nin Ankara ve Adana girişi sayılan Boğazköprüsü mevki ile Sivas, Kahramanmaraş ve Malatya girişi sayılan
Kumalı arasındaki uzun yol Kayseri’yi ikiye ayırıyordu. Bugün Erciyes tarafına Melikgazi Erkilet tarafına
da Kocasinan ilçesi adı verildi. Boğaz köprüsü yönündeki caddeye İstanbul Caddesi, Kumalı yönündeki caddeye de Sivas caddesi deniyor idi. Bu iki
cadde prestijli caddelerdi. Hele Sivas caddesi 1960
devriminden sonra çok kıymetlenmiş idi. O yıllarda
apartmanlarda oturmak ayrıcalıktı. Zira geleneksel
yapılarda oturanların çoğu hayvan besliyordu. Hanımlar işin yükünü çektikleri içinde apartmana taşınmayı istiyorlardı. Hem apartmanlarda ısınma kaloriferle sağlandığı için hanımlara çok cazip geliyordu. Gelenekselde olsa sabit geliri olanlar apartmana
geçiyordu.
Ziya Olgunharputlu Sivas caddesinin başlangıç
bloklarında oturuyorlardı. Babası sanayici idi. O zamanlarda yeni sanayi olan mahalde balata imalatı
yapıyorlardı. Ziya’nın tabiriyle (balata çakıyoruz)
derdi. bizden yaşça biraz büyüktü. Sık ve kıvırcık saçları simsiyahtı. Çenesinin ortasındaki derin gamze
küçük sayılan yüzünü sevimlileştiriyordu. Elleri ince
parmaklarıyla boyuna uyumda zıtlık yapmıyordu.
Hele o kara gözleri ve çevresindeki doğal esmerlik
sürme çekilmiş hissini uyandırıyordu. Ziya anadan
doğma artist idi. Futbola düşkünlüğünü bacaklarının eğimi inkar etmiyordu.
Ziyanın evi Türkocağına yakındı . Türkocağından çıktık (adını şuanda hatırlamıyorum, ama Ali
Taşçının sınıf arkadaşıydı ve Niğde Çamardı’ndan
idi )o, Ziya ve ben ve niçin geldiğimizi dahi bilmeden Ziyaların eve geldik. Arkadaşla ben kapının
önünde çene çaldık. Ziya da evinde işini yapıp döndü. Saathane dediğimiz şehrin meydanına yürüdük.
Arkadaşla yolboyu oynadıkları bir komediden söz
ettiler, komik alıntı taklitlerle zenginleştirerek meydana gelmiştik. Arkadaş (mütealaya yetişmek için)
izin istedi. Ziyayla başbaşa kaldık. Ne yapalım dedim. Gel arkamdan dedi. Ortam kararmış sokak
lambaları yanmıştı. Hava serin arada bir soğuk rüzgar deniz dalgası gibi kendini hissettiriyordu. Asfaltın yüzeyi parlayacak kadar ıslanmıştı. Araba farları
bu ıslak zeminden yansıyarak hem ıslaklığı hem de
farın aydınlığını artırıyor gibiydi. Zümrüt pastanesinin yanından geçerek Şıhaslan Fırınına yöneldi.
Akşamın sıcak ekmeklerinden üç adet alıp, kale kapısına yöneldik. Yirmiyedi Mayıs Caddesinin Hunat
tarafındaki marketten yarım kilo kadar da kaşar alıp
Türkocağına geldik. Dinçel, Hasan Nail Ahmet Damar oturuyorlar. Bizi görünce ortalık bir kaynadı.
Dinçel’e hitaben bacanak çay hazır mı? dedi Ziya.
Hasan Nail kalktı Ziya’yı kucakladığı gibi yukarı
kaldırdı. Daracık yer diye Dinçel çıkıştı hatta (ayıp
oğlum ayıp biraz medeni olun). Herkes yerine oturdu . Üç adet küçük masa birleştirildi, üzeri gazeteyle örtüldü, ekmekleri Dinçel böldü, peyniri ortaya
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
koyup bir çakıyla parçalara ayırdı. Herkese su bardaklarıyla çay doldurdu. Yakın zamanda oynadıkları
bir oyunu Hasan Nail’le Ziya tartışmaya başlamıştı.
Dinçel de onlara biraz daha konuşun beyler diyerek
yemelerine vurgu yapıyordu. Hasan Nail yeni hazırladıkları bir oyundan söz açtı. Özet olarak anlatmıştı. Söz döndü dolaştı Büyükdoğuya geldi. Dinçel
onları aydınlattı. Dinçelin teklifi üzerine Hasan Nail
üstad Necip Fazıl’ın Reis Bey piyesini gür ve tiyatral
sesiyle okumağa başlamıştı. Ben gece işçi servisiyle
Kıranardına gideceğim için kalkma zorunluluğumu
söyleyerek izin istedim. Ziya bana bakarak (Anam
bunu saymayız yarın gene gel. Belki tekeyi sen sağarsın. )Hep birlikte esenleştik ve ben yola düştüm.
Ahmet Damar, Ziya Olgunharputlu ve Hasan
Nail Canat beylerle o gün tanışmıştım. Dinçel’le de
üçüncü görüşmem sayılır. Dinçel beni tutmuş ben
de onu abi olarak kabul etmiştim. Ziyalar daha bir
pratik sanatın içerisindeydi. Tiyatro ve musiki Kayseri gibi yerde kolay mı?. Ziya da top oynama işi de
var. Ahbaplık kısa sürede o boyuta geldi ki deme
gitsin. Bir gün önceden sözleşiyoruz ertesi gün buluşuyorduk. Garibim sırılsıklam aşıktı. Mecnunun
Kayseri şubesi sanki. Leylayı bilmiyorduk korkarım
kendi de bilmiyordu. Şiir gibi nağme gibi bir şeydi.
Hep yıllarca nasıl aşık olduğunu duyduk, ne kadar
aşık olduğunu anladık lakin karşılığının ne olabileceği konusunda hiçbir fikrimiz olmadı. Olamadı.
Babası Nasuh efendi saygın mütedeyyin sanayi esnafıydı. Ziyaların anneleri vefat ettikten sonra yeniden
evlenmişti. Ziya buna hiç razı olmadı. Kaba tabirle
içine sindiremedi. Nasuh efendi haklı idi ama çocuklarla bir mutabakat gerekli gözüküyordu. Belki
bir psikologun sağlayacağı ortamla çocukların rızasının temini aile saadetini yükseltecekti. Ziyanın ve
Şükrünün dramatik ölümleri Nasuh efendiyi de büyük acılara gark etmiştir.
Ziyayla buluşacaktım. Hunatın önünde bekliyorum. Mehmet Emre(Sanat ökulu öğrencisiydi. ) atölyesi varmış iş erken bittiği için Türkocağına gelmek
istemiş . Yolda beni görünce gelmiş . Hoşbeş ediyorduk, arkamızdan Ziya omuzlarımız arasından kendini sarkıtarak (hanginizin babası zengin)diye hem
soruyor hem gülüyordu. Mehmet, Ziya’yı belinden
yakaladı yere indirdi. Mehmetten özür dileyerek Ziya
ile özel bir ziyaretimizin olduğunu söyledim izin istedim . Ziya ile Düvenönüne yöneldik. Düvenönü,
Amelepazarı, Kiçikapudan Yirmiyedimayıs’taki Turist Otelin terasındaki restorana geldik. Şef garsonu
tanıdık, bize özel çay yaptı adamcağız. Sekizde onun
servisi başlayacaktı. Buna rağmen servise garsonları
ayarladı geldi . Ziya aşkını anlatıyordu. O da ağlamaklı olmuştu. Kayseri oradan ışılışıldı. Biraz üşümüştük Mevlutten izin isteyip şehrin sokaklarına
139
vurmuştuk kendimizi . İkimiz vardık bir de Ziyanın
aşkı vardı. Bana uyku hazretleri musallat olmuştu.
Ahmet Taşçı Bekir Yıldız, Mehmet Biraderoğlu kardeşlerimizin destekleriyle az da olsa avunuyor yüreğindeki acıya teselli buluyordu. Mustafa
Dinçel’in sabırla verdiği destek ise Ziyayı bize daha
çok bağlıyor ailesinden uzaklaştırıyordu. Bu durum
kardeşlerini de üzüyordu. Kendisi de çözümsüz maceralara kucak açarak koşar hale gelmişti. Yorgun ve
isteksizdi. Çay ve sigara beslenme kaynağıydı.
Şen ve şakacı Ziyanın göz halkalarında gizlenen
derin bir hüzün vardı. Hep gülüyormuş gibi duran
ince dudaklarını ağlamaya hazır gözleri yalanlıyordu. (ulan çulsuz )dedim bir gün. (ders notlarını ne
zaman çekeceksin)diye sordum ama cevap boş bir
duvar gibiydi karşımda. (Ver defterleri)deyip elinden aldım eve götürüp bir kopyasını Ziyaya vermiştim . Ona da baktığını sanmıyordum. La havlelerimiz kursağımızda kalıyordu. Cahit Zarifoğlu’nun
(artist milletizdir bizde defaten ölünür)mısraı Ziyayı
kısadan özetliyor. Zarifoğlu Ziya’yı tanımamıştı. Tanısa durum değişecek değil ya. Ziya iyi bir artistti biz
bunu anlamamayı seçtik. Ben buna yanıyorum işte.
İçi yangın yeri olan arkadaşımızın hasletini anlamak
yerine onu okutarak adam etmeyi denedik gibi geliyor bana. Mevlana’nın dediği(kimde yoksa ateş cehennem olsun …)dediği aşk Ziyada öyle yüksekti ki,
aramızdan sıyrıldı göçtü. Herbirimiz (teke sağma)
yarışında rekorlar egale edebilecek, kabara kabara
hindi çirkinliğine dönüştürdüğümüz Ziyanın (löğmen ağa)sını ibra edecek konumdayız. Onun kısa
ve ince boynu, yaşını ifade eden yüzü emniyet veren
gözü, incecik parmaklarıyla özel yaratılmış ince bir
ruhtu. Güzel şarkı söyler, harika şiir okur, düzgün
diksiyonuyla Türkçemize yol gösteren arkadaşımızdı.
İnancında samimiliğini kıvırcık siyah ve sık saçları bile terennüm ederdi sanki. Siyahı çok severdi.
Takımları ve pardösüsü hep siyah olurdu. Hep ütülü
ve temiz giyinirdi.
Ah Ziya ah . Yıllar geçti aradan. O gece muhabbetleri sabahlara kadar süren, Erkileti suyolu yapan
yaya ve yaman hallerimiz. Seni dinlemek birkaç kitap okumaya bedeldir. Zira Fuzuli
“Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş
ancak’’derken senin gibi ‘’sanayi uşağı’’nın önünde
çerağ oluyordu. Büyükdoğu nasipdarlarının Ziyaya
akran olanların hemen hepsi Erkilet seferi yapmıştır.
Marsel Prust’un Swanların Ülkesinde isimli büyük
romanını yaşamış gibi oluyorsunuz. Zira kılavuz bizatihi aşık olan kişi aşık olduğu coğrafyada size özel
tur servisi veriyor. Bundan daha somut ve bundan
daha büyük roman olabilir mi. ?Ziya hepimize bu
aşkı anlattı ve gezdirdi. Ziyanın yalnız kalmasını is-
140
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
temeyen büyüklerimiz bile olmuştu. Lise yılları şiir
gibi, İstasyon Caddesinde gezer gibi geçti gitti. Sırada üniversite vardı. Ve İstanbul ufukta gözüküyordu.
Ziyanın bıraktığı yürekle ilerleyelim bakalım.
Ziya sahnede …Ön dişlerinin çoğu düşmüş bir
yaşlı kadın. Dişsizliğinden ötürü konuşmaları bile
zor anlaşılıyor . Esas konu yaşlılığı ya da dişsizliği değildir. Kandıncağız henüz para ekonomisine
geçememiş, dahası okuma yazması yok. Her gelen
otobüse önce biniyor sonra geri iniyor, herkesi sinirlendiriyor. Sonunda gideceği otobüsü bulup binebiliyor. Bu kere de sorun parası yetmiyor. Biletçi ile
pazarlığa başlıyor, bilet bedeli elli kuruş kadında var
üç adet on kuruşluk, biletçiye hitaben(Evladım! Üç
on kuruşun eksiğine bir avuç kuru üzüm versem?)
Biletçi saçını başını yolmaktadır. Kadın bir yere
oturmadan inse de bir şey vermese de biletçi razı.
Zira kadın geleceği durağa gelmiş otobüsü tutuyor.
Sevgili Ziya bu tabloyu iki ay kadar başına bir tülbent örterek üretir… Bizde gülmekten hal kalmazdı.
Yine bir hafta sonu ve yaz günü Erkilet’teyiz.
Ziya gidelim dedi gittik. İkindi camisi de dağıldı. . . .
Sokaklarda kimse yok kahvelerin kapıları ardına dayalı…Ziya bana burada bekle ben şöyle bir dolaşıp
geleyim dedi. O dolaşmaya gitti bende bekliyorum.
Kıraathane tam karşımda çevremde birkaç tek katlı köy evi var. geriden köpek havlamaları daha yakındaki tavuk sesleri de olmasa kovboylardan kaçıp
saklanan sessiz kasabalara dönecek çevrem. Yoruldum beklemekten kıraathaneye yöneldim. Fötürü
başımdan çıkarıp elime aldım. Yakası oldukça geniş
deri montun önünü açtım. kıraathanenin içerisine
daldım içerde kim varsa bir anda dışarı çıkıp meydanı bile terk ettiler. Kıraathanenin camları meyda-
na hakimmiş…Neden sonra Ziya, Mustafa hoca ile
döndü. Oturup biraz hoca ile muhabbetten sonra
kalkacaktık. Kahveye dalışımız olay olmuş. . Beni
polis zannetmişler. Kahveci bile öyle inanmış ki yanımızda hazır ol duruyor ve çayın ikram olduğunu
söyleyerek paramızı geri çeviriyordu. Ne gülmüştük
…Ziya bu olayı da birkaç ay diline doladı. Benim fötürü bile almıştı.
İstanbul… İstanbul…biribirinin olan biribirine
bağlı hazar, Azak, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdenizin merkezi, …Asya ile Avrupanın merkezi…
Hava, kara ve denizin merkezi…Salt bir coğrafya
söz konusu değil…. Canların ve ruhların merkezi.
. Feda ettiklerimizin avuntusu kazandıklarımızın
kaynak merkezi ve özetin özeti Merkez Efendilerin
merkezi…İstanbul. .
İstanbul’un nemli havası bu koca aşığa iyi gelmedi. Sigara ve çay hastalığı besledi. Diğer yandan
dengeli, düzenli ve sağlıklı beslenme imkanı da yoktu, isteği de. 1975 yılında Fındıkzade’deki evde konuştuk uzun uzun . Ziya çok öksürüyorsun önce sigarayı bırak ta gerisini konuşuruz. Olmadı bir daha
görüşemedim. tayinim çıkmıştı. Arkasından da askerlik ben Kayseri’dedir diye Kayseriye geldiğimde
o İstanbula geçmiş, ben İstanbulda yakalarım diye
İstanbula geldiğimde de Kayseriye gitmişti. Son dönemine ben tanık olmak istemedim. Hayalimde sapasağlam aşık olma hasleti olan, tiyatrocu olacakken
kerhen filoloji okuyan, bu güzel, tek ve azade dosta
selam durmak vardır. Ey koca aşık sana binlerce selam…Sen hep gür sesinle gür saçınla yakışıklı artistimiz olarak kalacaksın.
Allah sana ve yanına gelen gönüldaşlarına rahmet eylesin.
Bekir Yıldız
ve Ziya
Olgunharputlu
birlikte.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
deklanşorun gördüğü
ince uzun menekşe rengiyle paylaşılmış
aşılmamış dağların gül kokularında
inleyen Erzurum dağlarını dinledim
daldı gözlerim efe oyunlarının fırlak kaslarına
kasnaklarına naralar oturmuş çingen rakkaslarına
açıldı zeybekler kınlar sıyrıldı
kapandı gözkapaklarım
çiçek dağının civelek dansına
kar yağdı boran bastı
zeval indi yollara
ve güneş dondu
kara gözlerin serin yolcularında
ayazdı inen beyaz bir gelin gibi
zeval içinde
gözlerimde ısınan yavruların
halleri anlatılmaz bir hal içinde
hayal ki kar karda kalmış yolcular
çığların ipini kesen çığlıklar
sesten umut yok
ses ki boradan
bora ki kardan
ama umut aplikleridir
umulan yaratandan
-ziya’ya-
hayat ve kar yarışı
ölmek korku değilse
tanrıya varmak yarışı
kar yalvarışı için de beyaz ölmek için
elveda ey gelinleri sızlatan gelim
gözlerimi sızlatan gerilim
elvedon ağaçlarına karşı sema süsledin
lakin unutuyoruz senden sonra senin
bize bakan ılık buseni
kar üstüne düştü kader
bahar özlenmez ölmek için
insan bu kadar
kara düşen elleri toplasam
kitlenen dişlerine
deklanşoru dondursam
kara kader gidişlerine
deniz mizanlarını sardı mizanlar
ağır felek çıkınları açıldı deniz dualarına
kapanan gökler indi indirdi denizleri
beyaz yolcu sofralarına
kan tutmuş benek benek elleri
koltuk altlarına dolmuş
mor ölüm sinekleri
dirsekleri kollarından kesilmiş
duran karda korkuları gerilmiş
ayak ilgisiz donan kunduradan
dudaklara oturan tunduradan
ovasız
semasız
dağsız
ve dağdağasız
donan hayattan
elveda ey kefeni çok gören kar
elveda ey üşümeyi hayat sanan
ve yalnız hayata aldanan ellerim
düşlerim
düşlerimde ısınan düşüncelerim
elveda kar
elveda
Ziya Olgunharputlu Mustafa Tekelioğlu ile MTTB
Turizm bürosunda birlikteler.
141
142
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
BİR NECİP FAZIL DELİSİ
Galip BOZTOPRAK
Z
iya Olgunharputlu. Tam bir üstad sevdalısı. Kabına sığmaz, ele avuca gelmez
keskin bir zeka. Üstad hakkında en ufak
tenkide tahammül etmez, edemez muhatabını olanca acımasızlığı ile hırpalayıp perişan ederdi.
Üstadın yanından ayrılmaz Büyük Doğu yazıhanesinde hizmet eder arada sırada fakülteye uğrarsa
da derslerle pek arası olduğu söylenemezdi.
Sık sık MTTB Kitap Kulübüne yanıma uğrardı.
Bolca çay içer sohbet ederdik.
Bir gün Özer Koç geldi Kitap Kulübüne. Ziya ile
beraber sohbet ediyorduk. Ziya dediğim kitabı okudun mu? Dedi. Ziya yahu Özer öyle bir kitap söyledin ki hiçbir yerde bulamadım, dedi. Ben de hangi
kitap dedim. Bitmeyen Kavga. Bekleyin geliyorum
dedim ve dışarı fırladım. Cağaloğlu Yokuşunda Bitmeyen Kavga romanını kapıp geldim. İşte Bitmeyen
Kavga dedim.
Ziya, ulan Galip başıma iş açtın dedi.
Meğerse Özer Koç Ziya’yı öyle bir sıkıştırmış,
hırpalamış ki, “Ulan karar ver bir düşünce adamı mı
olacaksın ya da inandığın davanın militanı mı olacaksın? Git Bitmeyen Kavga romanını oku ve tekrar
konuşalım. Değilse serseri mayın gibi sağa sola saldırıp durma” demiş.
Bol çaylı sohbetten sonra dağıldık. Ziya o günden sonra onbeş yirmi gün ortalıkta görünmedi.
Özer Koç’la birkaç kez karşılaştık bu arada. Nerde
bu haylaz ortalıkta görünmüyor dedik birbirimize.
Nihayet bir öğle vakti “Ulan Galiiiib nerde bu
Özer Koç” diye Kitap Kulübüne daldı. “Nışadır süreceğim Özer Koç’a” diye öfke kusuyordu. Bitmeyen
Kavga romanını okumuş, etkisiyle ruh dünyası altüst
olmuştu. Özer Koç’la bir araya gelip neler konuştular
hiç bilmiyorum.
MTTB den akşam saatlerinde çıktıktan sonra Çemberlitaş’ta Milliyetçiler Derneğine kaçamak
yapar bütün arkadaşlar orda buluşur rahmetli Ziya
Nur ağabeyin sohbetlerine gönlümüzü açardık.
Milliyetçiler Derneğinde musiki çalışmaları yapan bir dostumuz vardı. İnce nahif bir arkadaştı. Sık
sık nezle grip olurdu. O sebepten de nezle grip ilaçları da eksik olmazdı. Ziya bu dostumuza “mistir ilaç”
adını taktı.
Bu ince, zarif, nahif dost boş bulunup, boş boğazlık ederek Necip Fazıl’ın aleyhinde konuşma
gafletinde bulunmuş. Yememiş içmemişler hadiseyi
Ziya’ya yetiştirmişler. Ziya öfkeden kudurarak “mistir ilaç”ı bulmuş. “Ulan Mistir İlaç bir daha Üstad’ın
aleyhinde konuşursan maslahatı cop yapar kafana
vururum” demiş. O ince, zarif, nahif bu dostumuz
alı al moru mor perişan olmuştu. Uzun zaman bu
hadise konuşuldu.
Onulmaz bir hastalığa yakalandı Ziya. Çok çekti. Eridi, dostlarının yüreklerini paraladı. Hastalığında birkaç kez ziyaret ettim, edebildim. Perişan halini
görmeyi içim kaldırmıyordu. Son ziyaretimde çok
kısa görüşebildim. Yeni evliydim. Hal hatır sorup
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
moral vermeye çalıştım. O da benim halimi hatırımı
sordu. Galipçiğim hadi sen gecikme, sık gelemiyorum diye üzülme, gönüllerimiz birlik olsun bu bize
yeter, dualarından eksik etme yeter, Allah selamet
versin dedi ve vedalaştık.
Vefat haberini birkaç gün sonra aldım. Ben karakter olarak ölümü çok metin karşılayan bir mizaca
sahiptim. Aklım erdiğinden beri ağladığımı, gözyaşı döktüğümü o güne kadar hatırlamıyorum. Ama
Ziya’nın ölüm haberini aldığımda çocuklar gibi ağladım. Öyle ağladım ki eşim bu halimi hayretler içinde
karşıladı, sen hiç ağlamazsın zannederdim dedi.
O günlerde Yeni Devir gazetesine haftada bir deneme yazıları yazıyordum. Ziya’nın vefatı ile ilgili bir
yazı yazdım. Bu yazıyı sadece yazmış olmak için yazmamıştım. Kafamda tenkit yazılarımda Ziya’yı bir
kahraman olarak canlandırıp yaşatmaktı. Çok güzel
hayaller kurmuştum. Gazete yazıyı yayınlamadı. Hiç
yapmadığım bir şey, yazının suretini kendime almamıştım. Nasıl bir yazı idi tek kelimesini bile bugün
hatırlamıyorum. Yazının yayınlanmaması tüm şevkimi kırdı. Bu hayal kırıklığı ile uzun bir süre yazı da
yazamadım. İnsanın hayatında böyle kırılma noktaları hep vardır.
Bu vesile ile tekrar, tekrar Sevgili Ziya’ya Fatihalar ve dualar. Ahirimiz hayr olsun.
Ziya Olgunharputlu, Palas 99 adlı oyunu icra
ederken.
Ziya Olgunharputlu, son günlerinde Şükrü Karatepe ile birlikte Bakırköy’deki öğrenci evinde.
143
144
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
HAMDİ ZEYREK
BİYOGRAFİ
T
ürkiye’nin en önemli gençlik hareketlerinin arasında yer alan
Milli Türk Talebe Birliği’nde kendini yetiştirme şansına erişmiş
olan Hamdi Zeyrek, 1 Şubat1950 tarihinde Kayseri’de dünyaya
gözlerini açtı. 1969 yılında tamamladığı Kayseri İmam Hatip Okulu’ndan
sonra. Lise eğitimini 1973 yılında Kayseri Lisesi’nde tamamladı ve akabinde lisans eğitimi için İstanbul’a gitti.
1973 yılında İstanbul Üniversitesi’nde bir yandan lisans eğitimine devam ederken diğer yandan Milli Türk Talebe Birliği’nin çalışmalarında
aktif olarak yer aldı. Hamdi Zeyrek, bu yıllarda memleket meseleleriyle
yoğun olarak ilgileniyordu. Sosyal, kültürel ve fikri donanımlarını geliştirmesinde Milli Türk Talebe Birliği onun için adeta bir okuldu.
Hamdi Zeyrek, cüsseli, çevik ve zinde fiziki yapısıyla yer aldığı sosyal
ve sportif faaliyetlerle göz doldururdu. Lise ve yüksek öğrenim yıllarında
okul takımlarında voleybol oynadı. Yine, 1972-1973 sezonunda Eczacıbaşı Voleybol takımında profesyonel olarak voleybol oynadı.
Voleybol dışında atletizmde de kendini gösteren Hamdi Zeyrek, gülle atma sporuyla da bir süre ilgilendi ve Atatürk Eğitim Fakültesi adına
yarıştığı orta dereceli okullar arası atletizm Türkiye Şampiyonası’nda 1975
yılında birinci oldu.
Hamdi Zeyrek, ne yazık ki hayatının baharında henüz 28 yaşında
iken İstanbul’da askerlik hizmetini sürdürdüğü kışlasında 1978 yılında
hayata gözlerini yumdu.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
145
ANILARIMDAKİ
HAMDİ ZEYREK
Murat YERLİKHAN
H
amdi Zeyrek, kafasında o eski kışlarda
genellikle köylülerde ve köy kökenlilerde görmeye alıştığımız tüylü yün ipten
yapılmış papağıyla, sırtında belli ki kendinden büyük bir aile mensubundan kalmış kalın kumaştan
bol paltosuyla, geniş ve ütüsüz pantolonuyla, çamurlu ayakkabılarıyla ve bunların içerisinde dekatlon
yarışçısına eş iri yarı ve yüz güzelliği sanki gizlenmiş,
yaklaşık 1. 75 boyunda sürekli tebessüm eden, hafif
pembe yüzlü, çok kısa saçlı ve kaba konuşan samimiyet, saflık dolu ve yoksul birisiydi. Şevket Süreyya’nın
dediği gibi, Anadolu’nun bir başka mahsulüydü.
Yazları inşaatlarda çalışarak okurdu. Merak ettiğimden, bir gün ben de kendisiyle inşaatta çalışmak istediğimi söylemiştim. İşe başladık. Çimento
torbaları dördüncü kata çıkarılacaktı. Hiç unutmam,
çimento torbasını şöyle bir kaldırmaya çalıştım, hemen işi bıraktım. Hamdi, iki-üç çimento torbasını
sırtına alarak taşırdı. Onun için, daha fazla ücret
öderlerdi.
“Kesin inançlılar” kategorisinde İslam’a bağlı
Hamdi, her yönüyle köy delikanlısıydı. Ta ki şortunu, formasını ve ayakkabılarını giyinceye kadar.
Sahada bambaşka birisi olu verirdi. Kaslı ve düzgün
fiziğine forma çok yakışırdı. Voleybolu bıraktıktan
sonra İstanbul Altunizade’de MTTB’nin bir maçını
seyretmeye gittiğimde, yalnızca onu izlemeye gelen
birkaç kızdan oluşan özel seyircisi olduğunu fark etmiştim.
Smaçördü. Geride ve file önünde çok iyi savunma yapar, toplu ve topsuz oyunu çok iyi takip ederdi.
Servisleri mükemmeldi. Sıçradığında yay gibi olduktan sonra omuzları ağın üzerine kadar yükselir, sanki havada bir an asılı durur, rakip sahaya yukarıdan
şöyle bir bakar ve topu istediği alana gönderirdi.
Sanki, antrenman yapmadığı gün ve saat yoktu.
Buluştuğumuzda, yaptığı antrenmana ilaveten evin
tavanındaki ağaçlara doğru 5-6 bin kez zıpladığını
ifade ederdi.
Voleybol aralarında, nasıl gülle ve disk atıldığını
gösterirdi. Disk atan İyonyalı atletlere benzetirdim.
Seyretmeye bayılırdım. Güllede liselerarası yarışmalarda dereceleri olduğunu anlatırdı.
İmam-Hatip’in 1970 öncesi güçlü sporculara
sahip güreş ve voleybol takımı vardı. Onu, İmamHatip Lisesi voleybol takımındayken tanıdım. Yetenekli bir voleybolcuydu. Mahallede evimizin önünde, İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesindeki sahada her
fırsatta keyifli maçlar düzenlerdik. Milletvekili Salih
Kapusuz, yıllarca sonra o grubun içerisinde kendisinin de olduğunu söylemişti. Zaman zaman o tek
başına, biz üç kişiyle veya altı kişiyle iddialı maçlar
da oynardık. Kurduğumuz illegal takımla Yozgat’a
maça bile gitmiştik.
Aynı zamanda, lise döneminde ve sonraları
Kayseri’nin övünç kaynağı Kayseri Demirspor’da lisanslı voleybolcuydu.
1970’lerde İstanbul’da lisans eğitimimi sürdü-
146
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
rürken bir gün Hamdi telefonla aradı, İstanbul’a geleceğini ve Topkapı’da karşılamamı istediğini söyledi. Karşıladım ve Çapa’da kaldığım Kayseri Yüksek
Öğrenim Öğrenci Yurdu’na getirdim. Yolda, voleybola İstanbul’da devam etmeyi arzuladığını anlattı,
yardımcı olmamı istedi. Konuyu Bekir (Yıldız) ağabeye açınca, “hallederiz, Voleybol Milli Takımı ve
Eczacıbaşı Voleybol Takımı antrenörü Cengiz Göllü
ile tanıştıralım” dedi.
Hamdi, Cengiz Göllü’nün bir iki antrenmanına
katıldıktan sonra kendisine o gün itibariyle çok iyi
bir para olan 300 lira aylık ödenebileceği ve ikameti
için sporcular lojmanında bir oda tahsis edilebileceği iletildi. Hamdi teklifi kabul etti, smaçör-pasör
olarak antrenmanlara katılmaya başladı.
Hamdi, Eczacıbaşılı olmuştu. Hepimiz seviniyorduk. Aradan bir-iki ay geçmişti. Sömestre tatili
için Kayseri’ye gelmiştim. Hamdi telefonla aradı ve
buluşmak istediğini söyledi. Zümrüt Pastanesi’nde
buluştuk. Babası vefat ettiği için Kayseri’ye geldiğini,
voleybolu bırakacağını ve İstanbul’a döndüğümde
Eczacıbaşı’na durumu iletmemi söyledi. Hamdi’nin
Eczacıbaşı’ndaki voleybolculuğu kısa sürmüştü.
Daha sonraları, Hamdi’nin babasının ölmediğini,
bana yalan söylediğini anladım. Kendisine neden
yalan söylediğini sorduğumda, “kardaşım, antrenmanlarda ve maçlarda hepsi duşa çıplak giriyorlardı, ben girmiyordum, bu da alay konusu oluyordu,
oyunda beni zor pozisyonlara sokuyorlardı, bunlar
beni kabullenemiyorlardı, bir bahaneyle ayrıldım”
dedi.
Parasızdı. İstanbul’da okumak istiyordu. Ziya
(Olgunharputlu) ve Bekir (Yıldız) ağabey ayakkabı
boyaması için sandık aldılar ama, uzun sürmedi, yapamadı. Kısa süreli işlerde çalıştı. Burs bulundu.
Bu arada, üniversiteler arası yarışmada 1975’de
gülle atmada birinci olduğunu hatırlıyorum.
Yoksulluğuna rağmen, bizimle kaldığı Fatih
Vakıflar Yüksek Öğrenim Yurdu’nda bulgur pilavı
yapar, arkadaşlarıyla paylaşırdı. İstanbul’daki ikinci
dönemde MTTB Voleybol takımında yer aldı, güzel
maçlar çıkardı. Aynı zamanda okumaya başlamıştı.
Bu dönemde kafasını Arapçasını geliştirmeye adeta
taktı. Kısa süre sonra, Arapça yayın yapan radyolardan bize çeviriler yapmaya başladı.
Canımız sıkıldığı bir gün, Hamdi’le birlikte Beyoğlu’ndaki Emek Sineması’na gitmiştik. Suareye
bilet aldım. Sinemanın önünde beklemeye başladık.
Hava soğuk. Hamdi sabırsızlanmış ki, sevgilisiyle
gişeye yaklaşmakta olan adama o kalın paltolu iri
cüssesiyle “Goçum saat kaç?” dediği anda, şaşkın bir
şekilde ikilinin korkarak kaçışını unutamam. Ayrıksıydı, İstanbul’da. Yabancıydı İstanbul’a, her Anadolulu gibi.
HAMDİ ZEYREK
Ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Hamdi’ye bir
kez karşılaştım. İstanbul’a gitmiştim. Galiba, 80’li
yılların başıydı veya öncesiydi. Kayserililer’in Beyazıt’taki Erciyes Oteli’nde ona rastladım. Hamdi,
yine aynı Hamdi’ydi. Giyinişiyle, hal ve davranışlarıyla hiç değişmemişti. Hal hatır sorduk. Askerliğini
yapıyormuş. Ordu takımında voleybol oynadığını
söyledi. Voleybol malzemesi almaya geldiğini, komutanlarıyla pek geçinemediğini anlattı. Meğer onu
son görüşümmüş.
Bir süre sonra, bir tarlada başı çürümüş vücudundan ayrılmış bir şekilde, ölü bulunduğunu duydum. Türkiye ve Kayseri önemli bir sporcusunu, biz
arkadaşları da bir parçamızı kaybetmiştik. Keşke
otelde onunla daha çok konuşsaydım.
Gençlik dönemim spor, ideoloji ve arkadaşlıklarla dolu dolu geçti diyebilirim. Pek sorun yaşamadım. Ama, bu dönemde beni derinden üzen üç ölüm
var. Rahmetli Ziya Olgunharputlu öldüğünde çok
üzülmüştüm. Tam bir ağabeydi. Bu günleri görmesini, tepkilerini görmek isterdim. Rahmetli Sedat
Yenigün ağabeyi unutamam, örnek bir kişiliği vardı.
Beni, Cemil Meriç’le o tanıştırmıştı. Bir de, Hamdi
Zeyrek. Üçünü, diğer arkadaşlarım gibi yaşlanmış
olarak da görmek isterdim.
Gençliğimden bu güne eşya ve olaylara bakışım
çok değişti. Gençlik arkadaşlarım o gündür bu gündür oldukları yerdeler. Her şeyin değiştiği bir dünyada, değişmemek iyi midir, sanmıyorum. Fakat;
eksiği, yanlışlığı ve kusurlarına rağmen çoğu insanın
tadamayacağı arkadaşlığı onlarla tattım.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sedaymış.
03 Ocak 2013, Kayseri
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
ALBÜM
147
148
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Oturanlar (Soldan): Ziya Olgunharputlu, Mustafa Dinçel, Mustafa Eren, Ahmet Taşçı, Mehmet
Tekelioğlu.
Ayaktakiler (Soldan): Hasan Nail Canat, Ahmet Kaplan, Hayri Kahyaoğlu, Rasim Özcan, Mehmet
Eke, Ali Biraderoğlu, Nazım Erinmez, Rafet Cingil, Ali Pehlivanoğlu, Abdullah Gül, Ahmet Damar.
Necip Fazıl Kısakürek Kayseri’ye gelişlerinden birinde, istasyonda karşılanırken.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Kayseri Büyük Doğu Cemiyeti’nin açılışı
149
150
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
Soldan sağa (oturanlar): Mehmet Tekelioğlu, Mehmet Biraderoğlu,
Mustafa Dinçel, Azmi Şenol, Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek, Rasim Arslan, Ali Gengeç, Ahmet Taşçı, Ahmet Damar, Abdülkadir Binbaşıoğlu, Mehmet Taşkıran.
Soldan Sağa (ayaktakiler): Ahmet Kaplan, Emin Halim, Emin Özyurt,
Mahmut Fidanil, Ziya Olgunharputlu, Sabit Abdülazizoğlu, Necmettin
Gevri, ......., Ali Taşçı, İsmail Köse, Mahmut Gürgür.
Soldan Sağa Arka sıradakiler: Ali Yılmaz, Özer Koç, Mehmet Bozdoğanlı, Halil Yücel, Mustafa Eren, Ali Pehlivanoğlu, Nazım Erinmez.
• Resim 1968-69 yılında eski müftülük binasının bitişiğindeki Din Görevliler lokalinde çekilmiştir. Bu resmin çekilmesinden kısa bir süre
önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli eserinin
yayın hakkını Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği satın almıştı. Üstadın önündeki siyah çantada “Temlik Senedi” başlıklı anlaşmanın bir kopyası ve anlaşmanın imzalandığını gösteren resimler vardı.
Kayseriden Maveraya uğurladığımız
GÖNÜLDAŞLARIMIZA MERSİYE
mavera yolcularına
Mustafa ÖZER
kahpe dünya senin severin çoktur
meylim sana değil haberin olsun
yağmurlar yağıyor haberin yoktur
gözünden düşenler özerin olsun
hastalık dediler onları buldu
trafikle ceza kazadan boldu
hülasa dost’ların “dediği oldu”
gözünden düşenler özerin olsun
mustafa ziyade ziyamız genci
ali ekrem kenan hamdi’n güvenci
nail mehmet ile abdullah inci
gözünden düşenler özerin olsun
erciyes erise ağıt göz olsa
büyükdoğu lügat olup söz bulsa
mersiye dostlarla duada kalsa
gözünden düşenler özerin olsun
onca dostum göçtü dostu sormadan
selam yoldaş olsun sona varmadan
özerin özünden varan armağan
gözünden düşenler özerin olsun
151
YÜZ BİN PEYGAMBER
YUNUS EMRE
Hor bakma sen toprağa, toprakta kimler yatur?
Kani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur.
Cennette buğday yiyen, gaflet gömleğin giyen,
Hem dünyaya meyleden, Adem Peygamber yatur.
Arkasıyla kum çeken, göz yaşıyla yoğuran,
Kabeye temel kuran, Halil Peygamber yatur.
Vücudunu kurt yiyen, kurt yedikçe şükreden,
Belalara sabreden, Eyyub Peygamber yatur.
Balık karnında yatan, deryaları seyreden,
Kabak kökün yaslanan, Yunus Peygamber yatur.
Kuyuda nihan olan, kul deyüben satılan,
Mısır’a sultan olan, Yusuf Peygamber yatur.
Yusuf ’un yavu kılan, Kurt ile dâvi kılan,
Ağlayıp gözsüz kalan, Yakup Peygamber yatur.
Asasın ejder kılan, bahre urup yol eden,
Firavun’ı helâk eden, Musa Peygamber yatur.
Ol Allahın habibi,dertlilerin tabibi,
Enbiyalar serveri, Resul Muhammed yatur.
Hayber kal’asın yıkan, kafiri oda yakan
Şahinler gibi bakan, Ali gibi er yatur.
Ata ana gülleri, Kur’an okur dilleri
Fatmana oğulları;Hasan, Hüseyin yatur.
İğnesin suya atan, balıklara getirten
Tacın tahtın terkeden, İbrahim Edhem yatur.
Gündüzler saim olan, geceler kaim olan.
Ariflerin sultanı, Bayezit Bestam yatur.
Hakikat erleri, geçti dünyadan her biri.
Konyada ol Mevlana, Hüdevandigâr yatur.
Çoktur Hakkın has kulları, fikr eyle bunları.
Saysam erenleri, görsen ne sultanlar yatur.
Yunus, sen de ölürsün, kara yere girersin.
Kara yer altında, çok günahkar kullar yatur.

Benzer belgeler