AB - Türkiye İlişkileri

Transkript

AB - Türkiye İlişkileri
“Hem Seviyeli Hem Keyifli”
Kasım 2014 | Yıl: 1 Sayı: 1
AB - Türkiye İlişkileri
Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri Çıkmaz
Sokakta mı?
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile AB-Türkiye
İlişkileri Üzerine
AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege
Erkoçak Röportajı
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünü,
Bugünü ve Yarını
“AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok”
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması
1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği –
Türkiye Dış Ticaret İlişkisi
Europeanization of Turkey from a Legal
Perspective
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır
1
2
Akademik Perspektif – Kasım 2014
AKADEMİK PERSPEKTİF
akademikperspektif.com
Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi
KÜNYE
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
OĞUZHAN YANARIŞIK
KOORDİNATÖR
SAMET ZENGİNOĞLU
EDİTÖRLER
AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA
BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR
ARDA ÖZKAN - BERİL DEDEOĞLU – DERYA KAP - EGE ERKOÇAK - ENES DEŞİLMEK - ERKUT
AYVAZOĞLU - FATİH GÖKYILDIZ - HACI MEHMET BOYRAZ - HALİL İBRAHİM KELEŞ - İSMAİL
CEM KARADUT - KÜBRA KÖYLÜ - METİN AKSOY - NİLÜFER ARGIN – OĞUZHAN YANARIŞIK –
SADULLAH NECİP UZUN - S. RIDVAN KARLUK
REKLAM ve İLETİŞİM
[email protected]
YAYIMCI
Akademik Perspektif Enstitüsü
Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.
*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.
Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.
3
Akademik Perspektif – Kasım 2014
AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN
Saygıdeğer okuyucularımız,
Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, tarih,
iktisat ve hukuk alanlarında faaliyet
gösteren bağımsız bir düşünce kuruluşu
olan Akademik Perspektif Enstitüsü (APE),
Türkiye’nin
ve
dünyanın
çeşitli
üniversitelerinde araştırmalarını sürdüren
akademisyenlerin gönüllü işbirliği ile
sürekli gelişiyor.
2011 yılından bu yana Akademik Perspektif
sitesinde, akademik vasıflara sahip
yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı
ve teknik olmayan keyifli bir üslupla
gündemi ve dünya meselelerini analiz
ettikleri seviyeli bir platform sunuyor. Hem
Türkçe hem de Academic Perspective
ismiyle İngilizce dillerinde yayın yapıyor.
Akademik Perspektif Dergisi, Enstitü
bünyesinde hazırlanan makalelerin ve
röportajların yanı sıra, misafir kalemlerden
gelen makaleleri de yayınlıyor. Böylelikle
fikirlerin, ilgili alanlarda eğitim görenler ve
çalışanlar başta olmak üzere, mümkün
olan en geniş kitleye ulaşmasını hedefliyor.
Akademik
Perspektif
Dergisi
aynı
zamanda, Dünyadan Haberler bölümünde
dünyadaki önemli gelişmeleri aktaran
kaliteli bir haber kaynağı hizmeti veriyor.
Sürekli güncellenen Akademik Duyuru
sitesinde ise ilgili herkesin burs, konferans,
staj, seminer, kongre vb. duyurularına tek
bir kaynaktan kolayca ulaşabilmesini
hedefliyor.
Akademik Perspektif bundan böyle web
sitesindeki yayına ek olarak aylık pdf
formatında bir dergi de çıkarmaya
başlıyor.
Her ay belli bir kapak konusu
belirleyeceğiz. Başta bu konu olma üzere,
ilgili alanlardaki çeşitli konularda hem
kendi ekibimizin kaleme alacağı yazıları
hem de takipçilerimizden gelen nitelikli
makaleleri yayınlayacağımız bu dergilerde
konulara mümkün olduğunca farklı
perspektiflerden bakabilen yazarlara yer
vereceğiz.
Bu ilk sayımızın kapak konusunu çok uzun
bir süreden beri Türk dış politikasının
temel meselelerinden biri olmayı sürdüren
AB-Türkiye ilişkileri olarak belirledik.
Konuya değişik açılardan yaklaşan makale
ve röportajları bir araya getirdik. İlişkilerin
tarihi
seyrinden
ticari
ilişkilere,
müzakerelerin
gidişatından
ilişkilerin
geleceğine yönelik projeksiyonlara kadar
birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları
derledik.
İlk sayımız olmasına rağmen yoğun şekilde
makale teklifi gönderen bütün takipçi ve
okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir
sonraki kapak konumuzu “Türkiye – Orta
Doğu İlişkileri” olarak belirledik. Başta bu
kapak konusu olmak üzere, ilgili
alanlardaki meseleleri kapsayan makale
tekliflerinizi bekliyoruz.
Keyifli okumalar…
Oğuzhan Yanarışık
Genel Yayın Yönetmeni
4
Akademik Perspektif – Kasım 2014
İÇİNDEKİLER
Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı? .......................................... 7
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile AB-Türkiye İlişkileri Üzerine ................................... 13
1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye Dış Ticaret İlişkisi..................... 18
AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege Erkoçak Röportajı ................................... 22
“AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok” .......................................................... 28
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması .......................................................... 33
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını ............................... 37
Uluslararası Sistem ve Avrupa Birliği ................................................................ 39
Neden Avrupa Birliği? ....................................................................................... 42
Europeanization of Turkey from a Legal Perspective ........................................ 49
Uluslarüstü Avrupa Birliği ................................................................................. 54
Türkiye’de Zorunlu Din Dersi Uygulaması ......................................................... 58
Marshall McLuhan ve Jean Baudrillard Perspektifinde Medya Analizi .............. 62
5
Akademik Perspektif – Kasım 2014
6
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı?
Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk*
Türkiye, Avrupa Birliği kapısında 1959 yılından bu yana 55 yıldır bekletilmektedir. Bunun
sebebi Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalardır. Tartışmalar yeni
değildir. Bu olgu son 200 yıldır Avrupa’da devam etmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği
Stratejisi’nde yer alan “Türkiye’nin yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden Avrupa
Birliği süreci, Sayın Cumhurbaşkanımızın deyişiyle Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en
önemli çağdaşlaşma projesidir” görüşü geçmişte olduğu gibi günümüzde de geçerlidir.
Başbakan Davutoğlu tarafından TBMM'de
sunulan 62’nci Hükümet Programı'nda AB
üyeliği hedefinin benimsenmeye devam
edileceği
ve
2014-2017
dönemini
kapsayan AB'ye Katılım için Ulusal Eylem
Planı ile reform sürecinin hızlandırılacağı
belirtilmiştir.
Program’da
Avrupa
değerlerinin arkasında olunacağı ve AB ile
katılım müzakerelerinin çok yönlü dış
politikanın en önemli ayaklarından biri
olmaya devam edeceği vurgulanmıştır.
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı
başvurusunun (31.07.1959) üzerinden 55,
14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla
Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik
başvurusu üzerinden 27, gümrük birliğinin
gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden
19,
adaylık
statüsü
kazanmasının
(12.12.1999) üzerinden 15, müzakerelerin
başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 9 yıl
geçmiştir Bu süre içinde AB üye sayısı
6’dan 28’e çıkmıştır. Sırada Batı Balkanlar1
vardır ama Türkiye yoktur.2
AB’nin 2014-2020 bütçe döneminde
Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe
planlaması
yapılmamış
olması,
Avrupalıların
Türkiye’yi
2014-2020
1
S. Rıdvan Karluk, “EU Enlargement to the
Balkans: Membership Perspective to the Balkan
Countries”, International Conference on Eurasian
Economies
1-3 July 2014, Skopje, Macedonia.
2
Andreas, Wimmel, “Beyond the Bosphorus?
Comparing German, French and British Discourses
on Turkey’s Application to Join the European
Union,” (Reihe Politikwissenschaft, Institut für
Höhere Studien und Wissenschaftliche Forschung
Wien), Inst. für Höhere Studien, Vienna, 2006.
7
Akademik Perspektif – Kasım 2014
yıllarında üye olarak görmediğini ortaya
koymaktadır. AB Bakanı Volkan Bozkır,
Türkiye’nin üye olabilecek seviyeye
gelmesi durumunda AB’nin böyle bir
Türkiye’nin doğru resmine bakıp da
üyeliğini reddetme gibi bir lüksü
olmayacağını söylemiştir ama bu görüş çok
iddialıdır.3
Geçmişte Başbakan Tansu Çiller’in
Türkiye’nin birkaç yıl içerisinde üye
olabilecek seviyeye geleceğini belirtmesi
de çok iyimser bir görüştü. 7 Mayıs 1995
tarihli Hürriyet gazetesinin manşetinde
Tansu Çiller’in “İddia ediyorum ki Türkiye
en geç 3 yıl içinde AB’ye tam üye
olacaktır” sözünü hatırdan çıkarmamak
gerekir: “Ben bu iddianın arkasındayım ve
bu olur. Hem zannedildiği kadar da zor
olmaz...
Türkiye,
Avrupa’ya
çok
lazım. Yeter ki bunu somut olarak ortaya
koyabilsin.”4
Avrupalı bazı liderlerin söylemlerinin
aksine Türkiye hukuken 30 Mart 1856
tarihinden bu yana Avrupa ülkesidir.
Rusya ile Kırım Savaşı’nı kazanan Osmanlı
İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa
arasında
Paris Barış Anlaşması
imzalanmıştır. Anlaşma’nın en önemli
maddelerinden
biri,
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Avrupa
devletler
topluluğunun bir üyesi olarak kabul
edilmesidir. Aradan 158 yıl geçmesine
rağmen, Türkiye’nin Avrupalı olup
olmadığını bazı Avrupalıların tartışmaya
devam etmesinin hiçbir anlamı yoktur.
Lucius Annaeus Seneca, “Hangi kapıya
yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun
esen rüzgarı bulamaz ” demiştir. Türkiye
bu rüzgarı yakalamak için neredeyse iki
asırdır çaba harcamaktadır.
Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış
politikası algısı da değişmektedir. NATO
üyeliğinden
sonra
Türkiye,
Batı
Dünyası’nın önemli bir müttefiki olarak
algılanmıştır. Son yıllarda Türkiye’nin dış
politikada belli ilkeler belirleyerek bunları
uygulamaya koyması, ABD ve Avrupa
Birliği’nde farklı değerlendirmelere yol
açmıştır. Bu gelişmeler, Türkiye’de eksen
kayması olduğu ve Türkiye’nin Avrupa
Birliği’nden
uzaklaştığı
anlamına
gelmemektedir.
Çünkü, 1958 yılında Roma Anlaşması ile o
zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik
Topluluğu kurulduktan sonra kurulan 38
Cumhuriyet hükümetinin5 ikisi hariç
tamamında Avrupa Birliği ile bütünleşme
hedefi vardır. Türkiye'yi AET’ye “ortak
üye” yapan, taraflar arasında bir gümrük
birliğine dayanan ve ileride tam
üyeliği öngören 12 Eylül 1963 tarihli
Ankara Anlaşması, Roma Anlaşması’nın
238’nci maddesine dayanmakta, TürkiyeTopluluk ortaklığının temel ilkelerini
belirlemektedir.
Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk
açısından bir “ahdi yükümlülük” olmasına
rağmen Kasım 2005’te Almanya’da
iktidara gelen Şansölye Angela Merkel’in
Türkiye için “imtiyazlı bir ortaklığı”
önermesi ve ardından da Mayıs 2007’de
Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas
Sarkozy tarafından da imtiyazlı ortaklığın
önce seçim kampanyası sırasında sonra da
Cumhurbaşkanlığı görevinde gündeme
getirilmesi ve Sarkozy’nin Türkiye’nin
üyeliğine karşı çıkması6 Avrupa Birliği’nde
Türkiye’nin üyeliğine verilen desteğin
düşmesinde önemli rol oynamıştır. Merkel
5
3
İKV E-Bülteni, 8-14 Eylül 2014. AB Bakanı Volkan
Bozkır Türkiye’nin AB Katılım Sürecine İlişkin
Açıklama Yaptı,” erişim tarihi
21.10.2014, http://bulten.ikv.org.tr/icerik_print.as
p?ust_id=5858&id=5863.
4
Hürriyet, 07.05.1995.
S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri
(İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2013), s. 356-369.
6
Nicolas Sarkozy, Testimony: France, Europe and
the World in the Twenty-First Century, (New York:
HarperCollins Publishers 2007), s.189; Agence
France-Presse, “Sarkozy Opposes Turkish Entry into
EU,” Vows Referendum, April 24, 2008. 11.
8
Akademik Perspektif – Kasım 2014
ve geçmişte Sarkozy, uluslararası hukukta
geçerli olan “ahde vefa” (pacta sund
servanda) kuralını yok saymışlardır.
Sarkozy artık iktidarda değildir ama yeni
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande da
Türkiye’nin müzakere sürecindeki vetoları
henüz kaldırmamıştır.
Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’de,
“imtiyazlı ortaklık“ şeklinde bir tanımlama
yoktur. Türkiye zaten AB ile gümrük
birliğini gerçekleştirdiği için bir anlamda
“imtiyazlı ortak” statüsündedir. AB’ye
sonradan
katılan
ülkeler
arasında
Yunanistan hariç hiç biri önce gümrük
birliğine girerek üye olmamıştır. AB
mevzuatına aykırı bir şekilde Türkiye’ye
imtiyazlı ortaklık statüsü verilmesi söz
konusu olursa, Lizbon ve Ankara
Anlaşmaları ile
Katma Protokol’ün
değiştirilmesi bir hukuki zorunluluk olarak
ortaya çıkar. Daha da önemlisi, o zaman
rahmetli İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni
bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini
alır.”
Türkiye’nin adaylığının devamlı sorgulanışı,
Türkiye’de AB hakkındaki önyargıları
güçlendirmekten
başka
bir
işe
yaramamaktadır. Başbakan Yardımcısı ve
Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın 15 Eylül
2014 tarihinde AA tarafından yayınlanan
demecindeki “Özellikle son yıllarda Türkiye
ile AB arasındaki ilişkilerin soğumaya
dönüştüğü ve fasılların açılıp kapatılması
konusunda müzakere faslında çok büyük
engellemelerle
karşılaşıldığı
ve
Türkiye kamuoyunun AB sürecine
olan
desteğinin giderek göreceli olarak
zayıfladığı konuları, herkes tarafından
konuşuluyor
ve
yazılıyordu” tespiti
yerindedir. Çünkü kamuoyunun AB
üyeliğine verdiği destek, Türkiye’ye karşı
uygulanan çifte standart sebebiyle hızla
düşmüştür.7
Nitekim dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan bu duruma tepki olarak
Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Kuruluşu’na
üyeliğinden söz etmiştir.8 Türkiye’ye karşı
uygulanan
çifte standart olan Bobon
kriterleri (Bo: Bizden olanlar, Bon: Bizden
olmayanlar) sebebiyle Türk kamuoyunda
AB’ye verilen destek daha da düşerse,9
ileride bazı alternatifler gündeme gele7
Makedonya’nın Ohri kentinde Güneydoğu Avrupa
Parlamento Başkanları 10’ncu Konferansı’nda
konuşan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Türkiye’nin
AB üyeliği hedefinden bir sapma olmadığını
açıklamıştır. Bu hedefin geçerli olduğunu
belirtmesine rağmen kamuoyu desteğinin giderek
azaldığına şöyle dikkati çekmiştir: “Hepimizin aynı
Avrupa gemisinde olduğunun ve ortak geleceğimizi
birlikte planlamamız gerektiğinin farkındayız.
Şimdi, AB’nin de benzeri bir taahhüt altına girerek,
genişlemelerin önünü açmasını bekliyoruz.” S.
Rıdvan Karluk, “Avrupa Birliği’ne Güven
Kalmadı,” Turkishnews, erişim tarihi 26.10.2014,
http://www.turkishnews.com/tr/content/2013/06
/04/avrupa-birligine-guven-kalmadi/.
8
Melih Özsöz, “Unutulan AB Gündemine Can
Suyu: AB Aday Ülkesi Türkiye’nin Şanghay Beşlisi
Tartışması,” erişim tarihi 19.10.2014,
http://www.ikv.org.tr/images/upload/data/files/d
egerlendirmenotusubat2013.pdf.
9
ABD’li düşünce kuruluşu Alman Marshall
Fonu’nun (GMF) 12 Eylül 2012 tarihinde açıklanan
Transatlantik Eğilimler anketine katılan Türk
vatandaşlarının yüzde 36’sı AB’ye ilişkin olumlu
görüş bildirirken, olumsuz görüş bildirenlerin oranı
ise yüzde 53 olmuştur. Türkiye-Avrupa Eğitim ve
Bilimsel Araştırmalar Vakfı’nın (TAVAK) 23 Ağustos
2012 tarihinde açıklanan araştırmasında ankete
katılanların ancak yüzde 17’si AB üyeliğine
inanmakta idi. Oysa 2004 yılında Türk halkının
yüzde 78’i AB üyeliğine destek veriyordu. 11 Eylül
2014 tarihinde 13'sü açıklanan Alman Marshall
Fonu’nun araştırmasında Türkiye'de AB üyeliğinin
iyi bir şey olacağını düşünenlerin oranı yüzde 53'e
çıkmıştır. Araştırma kapsamında 2010 yılından bu
yana ilk defa Türklerin çoğunluğu AB üyeliğini
desteklediklerini ifade etmişlerdir. CNN Türk,
“Türkiye'de AB Üyeliği Ve NATO'ya Verilen Destek
Arttı,” erişim tarihi 19.10.2014,
http://www.cnnturk.com/video/dunya/turkiyedeab-uyeligi-ve-natoya-verilen-destek-artti.
9
Akademik Perspektif – Kasım 2014
bilecektir. Bu durumda Türkiye’de hiçbir
hükümet AB üyeliği konusunda istekli
olmayacak,
Türkiye ile Batı dünyası
arasındaki
ilişkiler
zayıflayacak
ve
Türkiye’de bir eksen kayması bu durumda
olabilecektir.10
Avrupa Birliği’nden kaynaklanan olumsuz
gelişmeler, Türkiye’de AB’ye güvenin
düşmesine yol açmıştır. Insight Turkey
dergisinin yıllık konferanslarının üçüncüsü
“Türkiye ve AB: Kopuş mu?” başlığıyla
Brüksel’de 25 Mart 2013 tarihinde
gerçekleştirilmiştir. Konferansta konuşan
Thomas Diez Avrupa kamuoyunun Türkiye
ile İslam kavramlarını aynı çerçevede
değerlendirdiği için Türkiye’nin üyeliğine
karşı
çıktığını,
bu
durumun
da
siyasetçilerin Türkiye’nin üyeliğine yönelik
yaklaşımlarını etkilediğini açıklamıştır.11
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri
başlattığı 3 Ekim 2005 tarihinde
Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi
milletvekili ve dönemin İngiliz Dışişleri
Bakanı Jack
Straw,
2013
yılında
yayınlanan 456 sayfalık kitabının 18’nci
bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye
ayırmıştır. Hasta Adam Karşılık Veriyor:
Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw
müzakere sürecinin başlamasından bu
yana Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy
gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'nin AB
üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki
siyasetçinin
Türkiye’nin
üyeliğini
10
S. Rıdvan Karluk, “On Yıl Sonra Türkiye’de Eksen
Kayması Olur mu?” Türkiye’nin 2023 Vizyonu ve
Uluslararası İlişkiler: Anadolu Üniversitesi, 22 Mayıs
2012, erişim tarihi 15.10.2014,
http://www.turkishnews.com/tr/content/2012/05
/27/on-yil-sonra-turkiyede-eksen-kaymasi-olurmu/.
11
SETA, “Türkiye-AB İlişkileri Brüksel’de Tartışıldı,”
erişim tarihi 25.10.2014,
http://setav.org/tr/turkiye-ab-iliskileri-brukseldetartisildi/haber/4601.
arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir
ülke olmasına bağlamaktadır.12
Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin
önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır. Kıbrıs
sorunu çözülmeden Türkiye’nin AB üyesi
olması mümkün değildir. Bir zamanlar eski
Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi
AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan değil,
Kıbrıs’tan geçmektedir. Mesut Yılmaz, 16
Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı
olarak gittiği Diyarbakır´da "Avrupa
Birliği´ne
üyeliğimize
giden
yolun
Diyarbakır’dan
geçtiğine
inanıyorum" demiştir ama 13 yıl sonra
Türkiye 2012 Yılı İlerleme Raporu’nda bu
durum
farklı
bir
şekilde
ortaya
konmuştur: “Konsey
ve
Komisyon’un
müteaddit çağrılarına rağmen, Türkiye,
Avrupa Topluluğu ve Topluluğa üye
devletler tarafından 21 Eylül 2005’de
yapılan deklarasyonda ve Aralık 2006 ile
Aralık 2010 tarihli olanlar da dâhil, Zirve
sonuçlarında belirtilen yükümlülüklerini
hâlâ yerine getirmemiştir.”13
12
Jack Straw, Last Man Standing: Memoirs of a
Political Survivor, (London: Macmillan, 2013);
TEPAV, “Türkiye ve AB: Hasta Adam İyileşiyorTurkey & The EU: The Sick Man Bites Back," erişim
tarihi 18.10.2014,
http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/3466.
13
EC, Türkiye 2012 Yılı İlerleme Raporu, s.3536. Benzer görüşler 2014 Yılı İlerleme Raporu’nda
da yer almıştır: “Despite repeated calls by the
Council and the Commission, Turkey has still not
complied with its obligations as outlined in the
declaration of the European Community and its
Member States of 21 September 2005 and in
Council conclusions, including those of December
2006 and December 2013.Turkey has not fulfilled
its obligation to ensure full and non-discriminatory
implementation of the Additional Protocol to the
Association Agreement and has not removed all
obstacles to the free movement of goods, including
restrictions on direct transport links with Cyprus.
There was no progress on normalising bilateral
relations with the Republic of Cyprus.” EC, Turkey
2014 Progress Report, Brussels, 8.10.2014
SWD(2014) 307 final, s. 19.
10
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Türkiye 35 başlığın müzakere sürecini
tamamlasa da AB üyeliği garanti değildir.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve
muhtemelen Almanya Türkiye’nin üyeliğini
veto edebilir. Ayrıca Avrupa Parlamentosu
da
Türkiye’nin
üyeliğine
onay
vermeyebilir. Çünkü
Parlamento’nun
Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını kabul
etmesine ilişkin dört kararı vardır. (Karluk,
s.576) Ayrıca 22-25 Mayıs 2014
tarihlerinde yapılan Avrupa Parlamentosu
seçimlerinde Fransa, İngiltere, Yunanistan,
Danimarka, Avusturya ve Macaristan’da
Euro’ya şüphe ile yaklaşan, Avrupa Birliği
karşıtı ve aşırı sağcı partiler oylarını
arttırmıştır. Fransa’nın AB’den ayrılmasını
savunan Marine
Le
Pen
liderliğindeki Ulusal Cephe (FN) yüzde
25’le birinci parti olmuştur.
Ulusal Cephe'nin lideri Marine Le Pen, 27
Mayıs’ta haber Kanalı BFM TV’ye verdiği
demeçte “Türkiye’nin AB’ye üyeliği veto
edilmeli” demiş ve gazeteci Jean Jacques
Bourdin’in sorularına
şöyle cevap
vermiştir: “Öncelikle Amerika ile AB
arasında ticari serbest değişimi öngören
Trans-Atlantik Anlaşması’nın derhal iptal
edilmesini istiyoruz. İkincisi derhal
Türkiye’nin AB’ye üye olmasının veto
edilmesini
istiyoruz.” Ulusal
Cephe’nin seçim afişlerinde “Türkiye’nin
AB üyeliğine hayır” yazılmıştı.14
Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan liderler,
tıpkı yıkılan Berlin Duvarı’nın altında kalan
komünist liderler gibi büyük bir fırsatı
kaçıracaklar, gelecek nesiller bu liderleri
Avrupa bütünleşmesine engel olan kişiler
olarak anacaklardır. Türkiye için zaman
zaman “Batıya giden gemide Doğuya
koşan ülke” benzetmesi yapılmıştır ama
bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye
14
S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği (İstanbul: Beta
Basım A.Ş., 2014), s. 399.
olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi
kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır.15
2014
Yılı İlerleme
Raporu’nda
da
açıklandığı gibi Türkiye AB’ye katılım
taahhüdünü ifade etmeye devam etmiş,
önceki Başbakan Erdoğan 2014 yılını “AB
yılı” ilan etmiş, Eylül ayında Türkiye AB’ye
katılım sürecini canlandırma hedefiyle AB
Stratejisi’ni kabul etmiştir. Vize serbestîsi
diyaloğuna paralel olarak AB-Türkiye Geri
Kabul Anlaşması 16 Aralık 2013’te
imzalanmış, 1 Ekim’de yürürlüğe girmiştir.
AB ile 2012 yılında başlatılmış olan Pozitif
Gündem kapsamında katılım müzakereleri
siyasi reformlar, müktesebatla uyum, dış
politika
alanında
diyalog,
AB
programlarına katılım, terörle mücadele,
ticaret, enerji, vize ve göç alanlarında
devam etmiş olmasına rağmen 3 Ekim
2005 tarihinde başlayan AB
katılım
müzakerelerinde bir arpa boyu yol
alınamamıştır. 35 başlıktan sadece 13
başlığın açılıp, sadece birinin geçici
kapatılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile
Fransa’nın
toplamda
12
başlığı
dondurması, Türkiye’nin AB’ye girme
umudunu neredeyse söndürmüştür.16
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi sözcüsü Nikos
Hristodulidis ada etrafında doğalgaz arama
faaliyetlerine Türkiye'nin müdahalesini
gerekçe göstererek, Ankara'nın Avrupa
Birliği'ne katılım müzakerelerinde hiçbir
yeni
başlığın
açılmasına izin
vermeyeceklerini söyleyerek, Türkiye’nin
15
S. Rıdvan Karluk, Uluslararası Kuruluşlar,
(İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2014), s. 1-35.
16
Bölgesel politikalar ve yapısal araçların
eşgüdümü konusundaki 22 numaralı müzakere
başlığı Kasım 2013’te müzakerelere
açılmıştır. Bakan Bozkır, “14 fasıl açıldı, bir fasıl
kapandı, bu resmi tablodur. Ama eğer bu resmi
tablo olmaksızın gerçek tabloya bakarsak, bugün
28 faslı açmış, 14 faslı da kapatmamız
gerekirdi” demiştir. AA 5 Eylül 2014.
11
Akademik Perspektif – Kasım 2014
üyeliğini
tek
edebilmektedir.17
başına
bloke
AB’nin 2014-2020 bütçe döneminde
Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe
planlaması yapmamış olması, Avrupalıların
Türkiye’yi 2014-2020 yıllarında üye olarak
görmediğini ortaya koymaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’ncü yılı
olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi
olarak belirlenmesi, Avrupa Birliği’nin
Türkiye’nin üyeliğine yaklaşımını ortaya
koyması bakımından bir mihenk taşıdır.
Avrupa Birliği 1998 yılında
İlerleme
Raporları ile Birliğin Genişleme Stratejisini
yayınlamaya başlamıştır. 8 Kasım 2006
tarihinde genişlemeye ilişkin 2006 Strateji
Belgesi’nde AB’nin mevcut strateji
çerçevesinde Birliğin etkin biçimde
işlemesi, beşinci genişlemeden dersler
çıkartılması, genişlemeye ilişkin sorunların
ele alınması, aday ülkelere üyelik
sürecinde
destek
olunması
ve
genişlemenin devamı için kamuoyunun
desteğinin sağlanması ortaya konmuştur
(COM, 2006 649 final). Belge’ye göre;
mevcut genişleme gündeminde Batı
Balkan
ülkeleri
ve
Türkiye
de
bulunmaktadır
ama
Türkiye
ile
müzakereler tıkanmış durumdadır.
2014-2019 dönemi için Avrupa Komisyonu
Başkanı seçilen Jean-Claude Juncker’in
programında on önceliğinden biri AB’nin
küresel rolünü güçlendirmektedir. Türkiye,
katılım
müzakerelerinde
yaşanan
sorunlara rağmen AB için önemli bir
stratejik ortaktır. Türkiye’siz bir AB, zayıf
bir küresel güç olmaya aday olur. Bunun
için AB Konseyi’nin 11 Aralık 2006’da aldığı
kararı yürürlükten kaldırması gerekir.
AB Bakanı Volkan Bozkır, “Kıbrıs sorununu
çözebilelim. O sepetin içindeki önemli
unsurlardan birini bir tane fasıl açmak için,
17
Eur Activ, “Güney Kıbrıs: Türkiye'nin AB
Müzakerelerinde Hiçbir Faslın Açılmasına İzin
Vermeyeceğiz,” erişim tarihi 21.10.2014.
- üyelik için olsa neyse de - fasıl açmak için
Türkiye'nin verebileceği hiçbir şey yok.
Bunu
izah
ediyoruz” derken
haklıdır. Bozkır; “Almanya, Kıbrıs'ın bu
blokajını
kırabilecek
güce
ulaşmış
vaziyette. İstese Kıbrıs'ı yarın 10 faslı
açmaya razı edebilir ama bunu yapmıyor.
Almanya'nın şu andaki yönetimi maalesef
Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakmayan
bir
yönetim” açıklamasının
arkasında Almanya’nın Türkiye AB üyesi
olduğunda
AB’deki
oylamalardaki
etkinliğini kaybedecek olması vardır.
Katılım müzakerelerinde resmi olarak 14
başlık açılmış olmasına rağmen, gerçekte
Türkiye’nin 28 başlığı açabilecek ve 13
veya 14 başlığı kapatabilecek konumda
olduğunu belirten Bakan Bozkır, Kıbrıs
üzerinden Türkiye üzerinde herhangi bir
baskı kurulamayacağını vurgulamıştır ama
GKRY’nin blokajı devam etmektedir.
Türkiye, Paris Anlaşması’ndan bu yana
yüzünü döndüğü Batı dünyasından
kopmayacak, genişleme sürecinde hiçbir
aday
ülkeye
uygulanmayan
çifte
standartlara bir süre daha tahammül
ederek doğru bildiği yolda ilerlemeye
devam edecektir. Türkiye’nin AB Stratejisi,
mevcut büyük potansiyelini katılım
sürecine en iyi şekilde yansıtacaktır.
Hükümet Programında da vurgulandığı
gibi Türkiye’nin AB üyeliği stratejik bir
hedeftir ve kararlılıkla sürdürülmeye
devam
edecektir.
Ama,
Ankara
Anlaşması’ndaki son dönem, sonsuz
dönem de olmamalıdır. Ucu açık müzakere
süreci
makul
bir
süre
içinde
tamamlanmalı, 2020 yılı sonrası için
Türkiye’ye üyelik tarihi verilmeli, Türkiye
de ilerleme raporları ışığında üzerine
düşen yükümlülükleri yerine getirmelidir.
* Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk, Turgut Özal
Üniversitesi, İİBF
12
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile
AB-Türkiye İlişkileri Üzerine
Röportaj: Nilüfer Argın
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU: “İlerleme raporları, bir
yandan Türkiye’nin fotoğrafını ortaya koyarken bir yandan da gelişmiş demokratik hukuk
devletleriyle karşılaştırma yapma imkânı sunuyor. Dolayısıyla bir yıl içinde ne yapılıp neyin
yapılamadığı ve belki daha önemlisi neyin nasıl uygulamaya konup konmadığı ortaya
çıkıyor.”
Zaman zaman iyileşen zaman zamansa
soğuyan Avrupa Birliği – Türkiye ilişkilerini,
alanın duayenlerinden Prof. Dr. Beril
DEDEOĞLU ile değerlendirdik. Konunun en
önemli ve çarpıcı noktalarını vurgulamaya
çalışarak, hem Türkiye’nin hem de Avrupa
Birliği’nin belli başlı olaylara olan
yaklaşımlarını
İlerleme
Raporları
bağlamında irdeledik.
yönünde taraflarda bir irade oluştuğunu
ortaya
koyacak
ölçüde
etki
yaratılmamıştır. Dolayısıyla süreç, giderek
daha öngörüsüz bir aşamaya tırmanmakta
gibi.
Avrupa Birliği ile elli yılı aşkın bir ilişkimiz
var. Kimi zaman kopan kimi zaman donan
kimi zamansa ısınan ilişkilerde şu anda
nasıl bir dönemdeyiz?
Avrupa Birliği, Türkiye’ye her sene
düzenli olarak bir İlerleme Raporu
sunuyor. Bu rapor Komisyon tarafından
hazırlanıyor, Parlamento ve Konseye
sunuluyor.
Türkiye’nin
bir
yıllık
değerlendirmesinin yapıldığı İlerleme
Raporları’nın
önemini
vurgulayarak
konuşmamıza devam edebilir miyiz?
İlişkilerde özellikle son üç yılın son derece
zaman kaybettirici bir evre geçirdiği
söylenebilir. 2013 sonu itibarıyla ilişkileri
canlandırabilecek bazı girişimler ve bir
müzakere başlığı açılmış olsa da, üyelik
İlerleme raporları, bir yandan Türkiye’nin
fotoğrafını ortaya koyarken bir yandan da
gelişmiş demokratik hukuk devletleriyle
karşılaştırma yapma imkânı sunuyor.
Dolayısıyla bir yıl içinde ne yapılıp neyin
13
Akademik Perspektif – Kasım 2014
yapılamadığı ve belki daha önemlisi neyin
nasıl uygulamaya konup konmadığı ortaya
çıkıyor. Dolayısıyla ne kadar uyum
sağlanmışsa, o kadar üyelik aşamasına
yaklaşılmış oluyor. Raporlar, her yılın bir
öncekine göre daha iyi olduğunu
gösteriyor, ama aynı zamanda yavaş
gidildiğini de sergiliyor. Böyle bir dökümü
Türkiye’nin yapması zor; AB’den gelen
rapor kendi kendimize karşı dürüst
olmamızı
sağlıyor,
şeffaf
bir
değerlendirmenin dünya kamuoyuna
sunulmasına hizmet ediyor.
Bir ülkenin Avrupa Birliği’ne tam üye
olabilmesi
için
gereken
koşulları
Kopenhag Kriterleri belirliyor. Bu kriterler
genellikle “siyasi” olarak biliniyor ve
siyasi, ekonomik, hukuki olmak üzere üç
ana eksende yüklenimler getiriyor.
İlerleme
Raporlarını
algılayabilmek
içinKopenhag Kriterlerini de anlamak
gerekiyor. Kopenhag Kriterleri’nin içeriği
ve önemi nedir sizce?
Kriterler, esasen kapsamlı olarak kaleme
alınmış kurallar dizisi değil; bazı
esnekliklere sahip. Bununla birlikte,
kriterler AB mevzuatında ve üye
devletlerin uygulamalarında demokrasi,
hukuk devleti, ekonomik bütünleşme
koşulları nasıl uygulanıyor ve ifade
ediliyorsa, onları ima ediyor. Kriterlerin en
önemli yanı, siyasi kriterlere uyum
sağlandığı yönünde Konsey kararı olmadan
müzakerelere başlanmaması. Yani önce
demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti
olup sonra diğerlerinin benimsenmesi
esası söz konusu. Kriterler, AB bölgesine
dahil olmak isteyen ülkelerde aranan
asgari koşulları ifade ediyor, dolayısıyla
üyeliğin de somut değerlendirme ölçütleri
anlamına geliyor. Bununla birlikte, bir iki
satırla ifade edilen bu kriterlerin yerine
getirildiğine dair kanaatlerin oluşmasında
% 50 siyasi tutumları etkisi mevcut.
Kopenhag Kriterlerinin içeriği bakış
açısına göre değişebilecek gibi gözüküyor.
Bu noktada üye ülkelerin Türkiye’ye
yaklaşımlarının aynı olduğunu söylemek
olanaklı mı? Karşımızda gibi görünen
ülkeler hangileri ve neden?
Bu konu, ülkelere göre değil üye
ülkelerdeki siyasi grupların tutumlarına
göre değerlendirilebilir. Muhafazakar sağ
çevrelerin her durumda üyeliğe olumsuz
baktıkları biliniyor. Sosyal demokratlar, sol
eğilimler, yeşiller ve liberaller daha olumlu
tutum içindeler, onlar açısından temel
değişken Türkiye’deki demokrasi ve insan
haklarının kalitesi. Bununla birlikte,
Türkiye’nin dışarıda kalması halinde daha
‘tehditkar’ olacağını ileri süren bir bakış
açılarının olduğu da belirtilmeli.
Türkiye’de İlerleme Raporları ile ilgili algı
nasıl? Doğru algılanıyor mu? Yoksa
raporda belirtilen noktalar, ilgili kurumlar
tarafından önemsenmiyor mu? Bu
raporları üzerine alınan kaç kurumumuz
var? Bu durumun nedeni nedir?
Kurumlardan başlayalım. Raporların içeriği
tüm
kurumları,
tüm
bakanlıkları
ilgilendiriyor. Her bakanlık ve ona bağlı
kurumda AB ile ilgili birimler var ve onlar
bu raporları değerlendiriyorlar. Ancak
değerlendirmeler sonucunda ne adımlar
atılıyor, ne gibi planlamalar yapılıyor ve
yurttaşların hayatına ne derece değiyor,
14
Akademik Perspektif – Kasım 2014
orasını anlamak kolay değil; zira atılan
adımların AB süreciyle ilişkilendirilmesi,
bunun bu şekilde anlatılması söz konusu
değil.
Muhtemelen
AB
sürecinin
Türkiye’de
heyecanının
kalmamış
olmaması, atılan adımların kamuoyuyla
paylaşılma ihtiyacını ortadan kaldırıyor.
Hükümet ve toplumda eş zamanlı olarak
AB konusunun bir çekim ve ivme merkezi
olması anlayışı yitirildi; dolayısıyla ‘oy’
kaybettirebilecek bir konuya dönüştü. Hal
böyle olunca, raporların da dikkate
alınması, önemsenmeyen bir konu haline
geldi. Önemseyenler ise, bölünmüş siyasi
ortama uygun bir bölünme içindeler. Bir
kısmı hükümeti eleştirmek için raporları
kullanıyor, bir kısmı da Avrupa’yı
eleştirmek için.
Avrupa Birliği hocamız “Türkiye için
falcılık yapmaya gerek yok, İlerleme
Raporlarını okursanız yapılacak siyasi
düzenlemeleri de tahmin edebilirsiniz”
derdi. Bu ifadeye katılır mısınız? Bu
anlamda raporlarda yer alan isteklerden
Türkiye’nin yerine getirdiği belli başlı
düzenlemeler neler olmuştur?
Yapısal sorunlarla ilgili en önemli adımlar,
torba yasayla çıkan kanunlarda görülebilir.
Ancak dile getirilen bir dizi sorun,
kanunlarla ilgili olanlar değil uygulamayla
ilgili aksaklıklar. Doğrusu bu konuda küçük
adımlar atıldığı söylenebilir.
2013 İlerleme Raporunun son bölümü
müktesebat uyumu kapsamında yer alan
müzakere başlıklarına ayrılmış durumda.
Bazı başlıkların açılma koşulu olarak
Güney Kıbrıs Rum Kesimi ya da AB’deki
adıyla “Kıbrıs”ın tanınma koşulunun
getirilmesi, süreci nasıl etkiler? Türkiye ne
yapmalı?
Tanınmayan bir devletle, aynı kulüpte yer
alınamaz. Türkiye, kendi üyeliği ile Kıbrıs
sorunun çözümünü eş zamanlı halletmek
istiyor.
Kıbrıs
vetolarını
ortadan
kaldırabilecek bir dizi girişim zaten
yapılıyor, ancak muhtemelen tanıma işi
sona bırakılacak. Süreç bakımından
başlangıçta olduğu gibi bugün ve yarın da
en sıkıntılı konu Kıbrıs olacak. Ancak
‘diplomasi’ tam da bu tür durumlar için
geliştirilmiş bir sanattır. Üyelik için içeride
ve İngiltere, Fransa ya da Almanya’da bir
irade varsa, Kıbrıs sorunu en temel engel
olmaktan çıkar; ancak her durumda son
aşamada tanıma gerekir.
AB’ye tam üye olmazsak ne kaybeder,
olursak ne kazanırız? Sizce nüfusumuzun
artması üye olmamız durumunda etkili
olur mu?
Bu soru çok kapsamlı, yanıtlar sayfalara
sığmaz. Kabaca, üyelik bir tür garanti
mekanizmasıdır,
krizlerin
telafisinde
sorumluluk ve maliyetlerin paylaşılması
sistemidir. Türkiye, tek başına bir İsveç
demokrasisi, bir Alman ekonomisi, bir
İngiliz dış politikası, bir İspanya hukuku
yapabiliyor ise, üye olmak gerekmeyebilir.
Bunlara benzemek isteyip de kendi başına
beceremiyorsa, o zaman üye olmalı. Tabi
benzemek istemiyorsa, o zaman başka.
Müzakere sürecinde yapılması gerekenler
ve
müzakere
başlıklarına
konan
kısıtlamalar değerlendirildiğinde tam
üyelik önünde daha çok yol varmış gibi
görünüyor. Ayrıca Fransa Türkiye’nin
üyeliği hakkındaki kararını halk oyuna
sunacak. Sizce bu zorlu süreç siyasi
mekanizmalarla çözülebilir mi? Nasıl?
Süreç,
sadece
siyasi
değil
tüm
mekanizmaların
birlikte
çalışmasıyla
hızlanabilir. Her iki taraf da kavuşmak için
yanıp tutuşsa, Türkiye on yıldan önce
zaten üye olamaz; yapısal sorunlarımızın
halli zor, zira Türkiye’de ölçekler büyük.
Diyelim ki artık nikah için gün alınmış; son
dakikada aileler razı olmayabilir. Bu
15
Akademik Perspektif – Kasım 2014
noktadaki çıkmaz ise, halkların istememe
ihtimalini son dakikada öğrenecek
olmamız. Türkiye üye olmayacaksa neden
tüm teknik standartlarını AB standartlarına
bağlasın? Dolayısıyla Türkiye diğer
müzakere başlıkları kapsamına giren
konularda yol aldıkça, üyeliği konusunda
dagarantiler isteyecektir. Bu garantiler
verilirse, sonuç alınır; verilemez ise, süreç
biraz daha uzar. Ancak belirtelim hiç bir
ülke 30 yıl aday statüsünde kalamaz.
Beril Dedeoğlu, 1986 yılında İstanbul
Üniversitesi
Uluslararası
İlişkiler
Bölümü’nden
mezun
oldu.
Aynı
Üniversite’de Yüksek Lisans (1987) ve
Doktorasını (1993) tamamlayarak 19931995 yılları arasında Yardımcı Doçent
olarak çalıştı.
Daha sonra Galatasaray Üniversitesi’ne
geçen Dedeoğlu, sırasıyla 1995-1999
yıllarında Yardımcı Doçent ve 1999-2005
yıllarında Doçent olarak çalıştı. 2005
yılından itibaren Galatasaray Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Profesör
olarak görev yapan Beril Dedeoğlu halen
aynı
bölümün
başkanlığını
da
yürütmektedir.
Çok sayıda makale ve kitabı bulunan
Dedeoğlu,
İngilizce
ve
Fransızca
bilmektedir. Avrupa Birliği, Uluslararası
Güvenlik
ve
Strateji
alanlarında
çalışmaktadır.
16
Akademik Perspektif – Kasım 2014
17
Akademik Perspektif – Kasım 2014
1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye
Dış Ticaret İlişkisi
Halil İbrahim Keleş*
1959 yılından beridir Türkiye, Avrupa Kapısında beklemektedir. İmzalanan Gümrük
Anlaşmasından sonra Türkiye’nin Avrupa Birliğine olan Dış Ticareti artmıştır. Aslında
Ekonomik
olarak
Türkiye
birçok
AB
ülkesinden
ileri
durumdadır.
Avrupa Birliği’nin temelini 1951 yılında
kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu
oluşturmaktadır. 1957 yılında imzalanan
Roma antlaşmasıyla birlikte Avrupa
Ekonomik Topluluğu adını almıştır. İlk
yıllarda ekonomi kuruluşu gibi gözükse de,
zaman içinde gelişen olaylar ve oluşan
ortam dolayısıyla, sosyal ve siyasal
bakımdan gelişme göstermiş ve Avrupa
Topluluğu adını almıştır. 1992 yılında
imzalanan Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa
Birliği adını almıştır. Ortak para birimi olan
Euro, 2002 yılında, İngiltere, İsveç ve
Danimarka dışında diğer birlik üyeleri
içinde kullanılmaya başlanmıştır.
diğer taraftan üye devletlerin yetkilerinin
bir kısmını bu kuruma devretmeleri
sonucunda uluslar üstü bir niteliğe
kavuşmuş olması AB’nin diğer birliklerden
farklı olmasını sağlamaktadır. Bu fark,
Birliği benzerlerinden ayıran en önemli
özelliktir. Aynı zamanda belirlenen ortak
siyasi ve ekonomik politikaların tüm üyeler
tarafından
benimsenmesi,
tamamen
olmasa da ülke sınırlarının kaldırılmış
olması, büyük oranda ortak para birimine
geçişin
sağlanması birliğin birleşik
devletler statüsü kazanmasını sağlamıştır.1
AB’nin ekonomik gücüne baktığımızda,
Dünya nüfusunun %7’sine sahip olduğu
Avrupa Birliği, nitelik olarak, diğer
bütünleşme
hareketlerinden
ayrılmaktadır. Avrupa Birliği, bünyesindeki
devletlerin varlıklarına saygı gösterirken,
1
Kapusuz F.(2006), ‘Avrupa Birliği Uyum Sürecinin
Türkiye Ekonomisine Etkileri: (1980 – 2006)’,
Yüksek Lisan Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi,
İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü,
Isparta
18
Akademik Perspektif – Kasım 2014
halde Dünya’daki toplam ihracat ve
ithalatın
beşte
birinden
fazlasını
yapmaktadır. Birlik üyelerinin kendi
içlerinde yapmış oldukları ticarete
bakıldığında, Birliğin dış ticareti dünya
ticaretinin üçte birinden fazlasına denk
düşmektedir.
Türkiye ile AB ilişkileri 1959 yılında
Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na
ortaklık başvurusu ile başlamıştır. Bu
başvuru 1963 yılında Ankara’da Ankara
Antlaşması’nın imzalanmasıyla hayata
geçmiştir. O dönemlerde Türkiye iç
sorunlar nedeniyle AB sürecine fazla ilgi
gösterememiştir. Türkiye’de yaşanan
askeri
darbe
dolayısıyla
ilişkiler
dondurulmuştur. Fakat 1987 yılında Turgut
Özal döneminde AB üyeliği tekrar
gündeme gelmiş ve Avrupa Birliğine tam
üyelik
başvurusu
yapılmıştır.
Bu
başvurunun ardından Türkiye 1996 yılında
Avrupa Birliği Gümrük Birliğine dahil
olmuştur. 1999 yılında Helsinki zirvesiyle
adaylık statüsü kazanan Türkiye, 3 Ekim
2005 yılında Lüksemburg zirvesiyle tam
üyelik müzakerelerine başlamıştır.
1996 yılında Gümrük Birliğine Üye
olmasıyla Türkiye ve AB ekonomik ilişkisi
sürekli bir gelişme göstermiştir. Türkiye,
Gümrük Birliği sonrasında, 1/95 sayılı
Ortaklık Konseyi Kararı ile Avrupa Birliği
Bütçesi ve Topluluğun Akdeniz ülkelerine
uygulanan programından kredi ve hibe
yardımları
almaya
başlamıştır.
Bu
yardımların amacı, insan hakları ve Pazar
ekonomisi gibi ortak değerler içinde yer
alan ülkelerin iç ekonomik ve sosyal
gelişmelerine destek olmaktır. Ayrıca
birliğe üye ülkeler arasındaki gelişmişlik
düzeyi arasındaki farkı en aza indirmekte
amaçlanmaktadır.
Bu amaçları gerçekleştirebilmek için
Türkiye’nin de bu standartlara ulaşması
çerçevesi içinde idari işbirliği fonu adı
altında 6 milyon Euro, Akdeniz ülkeleri ile
Avrupa
Topluluğu’nun
ilişkilerinin
güçlendirilmesi kapsamında 376,4 Milyon
Euro hibe, 205 milyon Euro kredi şeklinde
mali yardım ve yenileştirilmiş Akdeniz
Politikası adı altında 339,5 Milyon Euro
kredi yardımı 2005 yılı sonuna kadar
yapılmıştır. 21964-1999 yılları arasında
Türkiye’ye yapılan hibe nitelikli yardımlar
toplam 526,3 milyon Euro iken, 2000-2004
yılları arasında toplam 930,5 milyon
Euro’dur.3 2006 yılından 2010 yılına kadar
yapılan yardım miktarı büyük bir artış
göstermiş ve 2.754 Milyon Euro olmuştur.4
2010 yılından 2013 yılına kadar da yardım
miktarı artarak devam etmiştir. Bu yıllar
arasında Türkiye’ye 3.913 milyon Euro
yardım yapılmıştır.5 Bu yardımlarla birlikte
Türkiye’ye yapılan yardım miktarı 19642013 yılları arasında 19 milyar130 milyon
Euro olmuştur.6
İmzalanan Gümrük Birliği anlaşmasından
sonra, Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerine
ihracat ve ithalatı sürekli artış göstermiştir.
Özelikle ithalat ve ihracatımızın %50’sini
Avrupa Birliği ülkeleriyle yapmaktayız.
AB’den olan ithalat miktarımızın sürekli
arttığı ve buna paralel olarak gümrük
anlaşmasının etkisiyle ihracatımızın da
arttığı görülmektedir. Ancak ithalat ve
2
Demir S.(2009), ‘Avrupa Birliği Mali Yardımları’,
Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, Gaziantep
3
Demir S.(2009), ‘Avrupa Birliği Mali Yardımları’,
Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, Gaziantep,
s.39
4
Yücel E. (2009), ‘ Akdeniz Ülkeleri ve Türkiye’ye
Yönelik Avrupa Birliği Mali Yardımlarının Analizi’,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Ve Uluslar arası
Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara
5
Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Bakanlığı,
http://www.ab.gov.tr/index.php?p=5 erişim Tarihi
(22 Ekim 2014)
6
Tam N. (2010), ‘2002 Sonrası Türkiye- Avrupa
Birliği Siyasi İlişkisi’, Yüksek Lisans Tezi, Beykent
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar arası
İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul
19
Akademik Perspektif – Kasım 2014
ihracat arasında ki farkın azalmış olmasına
rağmen, istenilen düzeyde azalmadığı
görülmektedir. Bu da ülkemizde cari açığa
sebep olmaktadır. Yine de tam müzakere
koşullarının sağlanmasıyla ihracat ve
ithalat miktarlarının birbirine yaklaşması
öngörülmektedir.
AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin son
yıllarda artması ekonomik olarak her iki
tarafa da katkı sağlamaktadır. Gelinen son
aşamada Türkiye’nin AB’ye tam üye olması
önemli bir süreçtedir. Aslında, AB içinde
Maastricht kriterlerine uymayan birçok
ülke mevcuttur. Ancak AB sosyo- politik ve
kültür bakımından Türkiye’ye farklı bir
çerçeveden bakmaktadır. Bu da oyalama
taktiklerine sebep olmaktadır. Ekonomik
olarak kıyaslandığında bile, Türkiye’nin
ekonomik standartlarının AB’nin birçok
üyesinden yüksek olduğu görülmektedir.
Türkiye, bu süreçte, bütün eksiklerini
gidermeye çalışmaktadır. Bunu başardığını
da her sene açıklanan AB ilerleme
Raporlarında görmekteyiz.
20
Akademik Perspektif – Kasım 2014
21
Akademik Perspektif – Kasım 2014
AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı
Ege Erkoçak Röportajı
Röportaj: Hacı Mehmet Boyraz
Türkiye – Avrupa Birliği Müzakere Süreci’nin bizzat içinde yer alan AB Bakanlığı Siyasi İşler
Başkanı Sayın Ege Erkoçak, “Nihai İlerleme Raporu” ile ilgili olarak önemli
değerlendirmelerde bulundu.
Öncelikle raporu genel olarak nasıl
değerlendiriyorsunuz? Üzerinde durulan
hususlar nelerdir acaba? Beklenilenin
ötesinde sürpriz hususlar var mı?
Örneğin, Ruhban Okulu’nun açılması gibi
Türkiye için farklı anlamlar ifade eden bir
meselede AB’nin tek taraflı yorum
yapması doğru mudur?
Sayın Bakanımızın da İlerleme Raporunun
açıklanmasını müteakip gerçekleştirdiği
basın toplantısında dile getirdiği gibi
Avrupa Komisyonu tarafında hazırlanan
2014 yılı Türkiye İlerleme Raporunun
objektif ve dengeli bir yapısının olduğunu
söyleyebiliriz. Türkiye’nin bir yılının
fotoğrafını çeken İlerleme Raporunda
tabiatıyla birtakım eleştirilerin yer alması
olukça normal, beklenen bir husustur
ancak önceki yıllarda pek çok kereler
Komisyon
ile
temaslarımızda
vurguladığımız gibi bizim beklentimiz söz
konusu eleştirilerin yapıcı ve olumlu bir
üslup ile dile getirilmesi idi. Komisyon ile
kurduğumuz yakın diyalog neticesinde bu
seneki İlerleme Raporunda çabalarımızın
meyvelerini almış olduk. Geçmiş yıllara
kıyasla değer yargılarından uzak, sadece
olgulara yer verilen bir İlerleme Raporu ile
karşı karşıyayız.
Başkanlığını yürüttüğüm Siyasi İşler
Başkanlığının görev alanında yer alan 23.
Yargı ve Temel Haklar, ile 24. Adalet.
Özgürlük ve Güvenlik Fasılları yer
almaktadır. 23. Yargı ve Temel Haklar Faslı
bağlamında değerlendirecek olur isem
Haziran ayında TBMM’de kabul edilen ve
Çözüm Sürecine yönelik daha güçlü yasal
dayanak sağlamayı hedefleyen Terörün
22
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Sona
Erdirilmesi
ve
Toplumsal
Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair
Kanun önemi, Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuru mekanizmasının başta
Twitter, Youtube ve Hrant Dink
kararlarının bağlamında yargı sisteminin
esnekliğinin
göstergesi
olduğu,
Demokratikleşme Paketi kapsamında
hayata geçirilen düzenlemelerin olumlu
karşılandığı, Türkiye’deki aktif sivil
toplumun gelişmeye devam ettiği, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS)
İhlallerinin Önlenmesine ilişkin Eylem
Planının yürürlüğe girmesinin önemli bir
adım olduğu, Hükümet ve farklı inanç
gruplarına mensup vatandaşlar arasındaki
diyaloğun devam ettiği, ifade özgürlüğü
alanında hayata geçirilen reform paketleri
ile
gelişme
kaydedildiği,
taşınmaz
iadelerine devam edildiği İlerleme
Raporunun öne çıkan hususları arasında
değerlendirilmektedir.
Raporun 24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik
Faslı kapsamında ise Türkiye-AB Geri Kabul
Anlaşmasının yürürlüğe girdiği ve aynı
zamanda vize serbestisi diyaloğu sürecinin
devam ettiği, Türkiye’de geçici korumadan
yararlanan Suriye vatandaşlarına yönelik
desteğin çok değerli olduğu, terörün
finansmanının önlenmesine ilişkin ilerleme
sağlandığı, Avrupa Konseyi Sanal Suçlar
Sözleşmesinin
onaylandığı,
adalet,
özgürlük ve güvenlik alanında karşılaşılan
zorluklara rağmen iyi ilerleme sağlandığı
ve sonuç olarak bu alandaki uyumun
nispeten ileri düzeyde olduğu hususları
öne çıkan önemli değerlendirmeleri
arasında yer almaktadır.
Ayrıca Rapor kapsamında eleştirilere yapıcı
oldukları takdirde her zaman açığız.
İlerleme
Raporu
AB’de,
Komisyon
tarafından hazırlanan bir belge olsa da AB
Konseyine sunulması sebebiyle Raporda
28 AB üyesi ülkenin değerlendirmelerini
görmek mümkündür. Bazı üye ülkeler için
öncelikli olarak değerlendirilebilecek özel
hususlar Raporda yer alabiliyor.
Sayın AB Bakanı ve Baş müzakereci
Büyükelçi Volkan Bozkır’ın da ifade ettiği
gibi
İlerleme
Raporu
Avrupa
Komisyonu’nun belgesi olarak kabul
edilmemelidir bilhassa Raporun Türkiye ve
AB’nin ortak belgesi olarak okunabilmesi
önemlidir.
Raporla ile ilgili olarak bir süredir lobi
faaliyetlerinde bulunan Sayın Bakan
sürekli olarak raporun yapıcı olması
gerektiğini
belirtmişti.
Raporun
açıklanmasından
sonra
kameraların
karşısına geçen Sayın Bakanın yukarıdaki
açıklamaları dâhilinde bu seneki raporun
Türkiye adına yapıcı ifadeler içerdiğini
söyleyebilir miyiz?
Raporda doğası gereği yer yer eleştirilere
yer verilmektedir. Bununla birlikte, söz
konusu eleştirilerin yapıcı bir dille ifade
edildiği, bu çerçevede Raporun esas
itibariyle objektif ve dengeli bir Rapor
olduğunu bir kez daha vurgulamamız
yerinde olacaktır. Önceki yıllardaki
İlerleme Raporlarında olduğu gibi mutat
çalışma
yöntemimiz
çerçevesinde
çalışmalarımızı Komisyon ile paylaştık. Her
sene olduğu gibi bu yıl da Raporun
içerisinde yer alan haklı ve makul
eleştirileri dikkate aldık ve çalışmalarımızı
bu minvalde çerçevelendirmeye devam
23
Akademik Perspektif – Kasım 2014
edeceğiz.
Katılmadığımız
eleştiri,
değerlendirme ve maddi hatalara yönelik
tespitlerimizi de farklı vesilelerle birçok
kereler bir araya geldiğimiz Komisyona
ileteceğiz. Bu seneki rapor gibi kaleme
alınmış İlerleme Raporlarının Türkiye'nin
AB’ye katılım sürecinin ve siyasi reform
çalışmalarının devam ettirilmesinde faydalı
birer doküman olarak kullanılmasının
önünde hiçbir engel yoktur.
Geçen seneki raporda daha sert ifadeler
bekleniyordu; ancak tahminlere nazaran
hafif bir raporla karşılaştık. Geçen seneki
raporla bu seneki rapor arasında bir fark
görebiliyor musunuz?
Demokratikleşme Paketi kapsamında
hayata
geçirilen
idari
ve
yasal
düzenlemelerden, Türkiye İnsan Hakları
Kurumunun, İşkenceye ve Diğer Zalimane,
Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya
Cezaya
Karşı
Birleşmiş
Milletler
Sözleşmesi’ne Ek İhtiyari Protokolü
(OPCAT) kapsamında öngörülen görevleri
yerine getirmek ve yetkileri kullanmak
üzere ulusal önleme mekanizması olarak
belirlenmesine, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi İhlallerinin Önlenmesine İlişkin
Eylem Planının uygulamaya konmasından,
Avrupa Konseyi Sanal Ortamda İşlenen
Suçlar Sözleşmesinin Onaylanmasının
Uygun Bulunduğuna Dair Kanunun TBMM
Genel Kurulunda kabul edilmesine,
Vatandaşlarımızın AB ülkelerine en geç 3,5
yıl sonra vizesiz seyahat hakkına
kavuşmasının ve AB ile aramızda önemli
bir psikolojik engelin aşılmasının ilk adımı
olarak
nitelendirebileceğimiz
Vize
Serbestisinin resmi olarak başlatılması ve
Geri Kabul Anlaşmasının imzalanmasından,
Yargı Reformu Stratejisinin güncellenmesi
çalışmalarına kadar iki İlerleme Raporu
arası dönemde Türkiye’de 23. Yargı ve
Temel Haklar ile 24. Adalet, Özgürlük ve
Güvenlik Fasılları bağlamında pek çok
düzenleme hayata geçirilmiştir.
Ülkemizin AB’ye katılım sürecindeki
istekliliğini
ve
kararlılığını
objektif
yansıtabilmek,
ülkemizin
kaydettiği
ilerlemenin değer yargılarından uzak bir
şekilde yer almasını sağlamak adına bu
sene de çalışmalarımızı yoğun bir şekilde
sürdürdük.
İlerleme
Raporunun
hazırlanma aşamasında tüm bilgi ve
belgeleri ilgili Bakanlıklarla koordinasyon
halinde Komisyona zamanlıca ilettik.
Sadece bununla da sınırlı kalmayıp Sayın
Bakanımız ve diğer yetkililerimiz AB
tarafındaki
muhatapları
ile
Rapor
yayınlanana kadar birçok defa bir araya
geldi, fikir teatisinde bulundu. Bu noktada
geçen seneye kıyasla daha hafif bir raporla
değil ancak daha makul ve yapıcı
eleştirilere dayalı bir raporla karşılaştık. Bu
sene kaleme alınmış raporu önceki
senelerden ayıran belirgin fark, daha
teknik bir dille yazılmış olmasıdır. Ayrıca,
değer yargılarından arındırılmış, yorumdan
çok olguya ve Komisyonun tespitlerine
dayalı bir rapor olduğunu da söyleyebiliriz.
Raporda
bahsi
geçen
eleştirilerin
“Türkiye’nin Yeni AB Stratejisi” ile
giderilebileceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin Yeni Avrupa Birliği Stratejisi,
62. Hükümet Programında ortaya konan
güçlü iradenin ilk adımını teşkil
etmektedir. Yeni Strateji Türkiye-Avrupa
Birliği ilişkilerine ivme kazandırarak üyeliğe
giden
yolun
önündeki
engellerin
üstesinden gelinmesini amaçlamaktadır.
Yeni
strateji
çerçevesinde
reform
sürecimize hız kazandırmayı hedefliyoruz.
Bu
hedefe
ulaşma
doğrultusunda
vatandaşlarımızın yararını da ön planda
tutmak en önemli önceliğimizdir. Siyasi
reformlarımızı hayata geçirirken bu
zamana kadar olduğu gibi Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi içtihadı ve AB müktesebatı
dikkate alınmaya devam edilecektir. Yeni
24
Akademik Perspektif – Kasım 2014
AB Stratejimiz, Siyasi Reform Süreci,
Katılım
Sürecinde
Sosyo-Ekonomik
Dönüşüm ve AB İletişim Stratejisi olmak
üzere 3 ana bölümden oluşmaktadır. Yeni
AB
Stratejisinin
operasyonel
hale
getirilmesinde kullanılacak araçlardan bir
tanesi Sayın Bakanımızın geçtiğimiz
günlerde Brüksel’de gerçekleştirdiği basın
toplantısında açıkladığı Yeni AB İletişim
Stratejisidir. İletişim Stratejisi ile hem
Türkiye’deki AB algısını hem de AB'deki
Türkiye algısını düzeltmeyi amaçlıyoruz.
Toplumumuzda AB’ye yönelik var olan
yanılgıları düzeltirken AB'de ise Türkiye'nin
hak etmediği şekilde tanıtılmasının önüne
geçmeye çalışacağız.
Stratejinin bir diğer aracı ise Avrupa
Birliğine Katılım için Ulusal Eylem Planıdır.
2014-Haziran
2015
ve
2015-2019
dönemleri olmak üzere 2 aşamadan oluşan
Eylem
Planı
kapsamında
İlerleme
Raporlarında çeşitli eleştirilere konu
hususlara ilişkin mevzuatın çıkarılması,
gözden
geçirilmesi
bir
takvime
bağlanmıştır. Tüm bunların ışığında
değerlendirilecek
olursa
Yeni
AB
Stratejisinin AB’ye katılım sürecimize hız
kazandırması ve operasyonel araçların
uygulamaya konması ile seneye daha az
eleştiriden oluşan bir İlerleme Raporu ile
karşılaşmayı umuyoruz.
Bu rapor Türkiye’nin 17. İlerleme
Raporu... Uzun zamandır AB ile üyelik
müzakereleri yürüten Türkiye ve Türk
halkı için bu süreç eskiye nazaran
çekiciliğini kaybetmiştir. Türkiye daha ne
kadar İlerleme Raporlarını bekleyecek?
Bir başka ifadeyle ufukta üyelik var mı?
(Bu hususta AB Komisyonu’nun yeni
Başkanı Jean Claude Juncker’in “AB
önümüzdeki 5 sene içerisinde yeni bir
üyeye hazır değildir” ifadesini göz ardı
etmemek gerek.)
Daha önce de bahsettiğim gibi Yeni AB
Stratejisi ile hem tam üyelik yolunda
kararlı ve istikrarlı bir şekilde ilerleyişimizi
sürdüreceğiz hem de Türkiye ve AB
kamuoyundaki yanılgıların giderilmesini
sağlayacağız.
AB’ye
katılım
süreci
ülkemizin reform sürecinin arkasındaki en
önemli itici güçlerden biridir. Bizim için
temel husus, bu sürecin yarattığı ivme ile
her alanda AB standartlarına ulaşmak ve
temel hak ve özgürlükleri geliştirmektir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan TBMM’nin yeni yasama dönemi
açılışı
vesilesiyle
gerçekleştirdiği
konuşmasında Avrupa Birliği’ne tam üyelik
konusunda
kararlılığımızı
muhafaza
ettiğimizi ve müzakere sürecinde yaşanan
sorunlara rağmen reformlarımızı kesintisiz
sürdürdüğümüzü
bir
kez
daha
vurgulamıştır. 62. Hükümet Programı da
AB katılım sürecinin Türkiye’nin stratejik
hedefi olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca
Komisyon da 2014 yılı İlerleme Raporunda
Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin
herhangi bir alternatifi olmadığını açık ve
net bir şekilde ifade etmiştir.
Hatırlayacağınız gibi Sayın Bakanımız Sayın
Juncker’in göreve gelir gelmez yaptığı
açıklamanın aceleci bir açıklama olduğunu
ifade etmişti. Komşuluk Politikası ve
Genişleme Müzakerelerinden sorumlu bir
Komisyon üyesinin Juncker’in kabinesinde
yer alması açıklamanın mevcut durumda
geçerliliğinin kalmadığının da en önemli
göstergesidir.
Türkiye büyük bir ülkedir. Dolayısıyla
üyelik sürecinde görece küçük bir ülkenin
karşılaştığından farklı engellerle ve
mülahazalarla karşılaşması da çok
doğaldır. Ancak bu durum, Türkiye’nin
katılım sürecindeki kararlılığını kesinlikle
etkilememiştir. Kapsamlı ilişkilerimiz olan,
en büyük ticaret ortağımız konumundaki
AB’nin birçok politikası bizi yakından
ilgilendirmektedir. Bu yüzden AB’ye üye
25
Akademik Perspektif – Kasım 2014
olup karar alma mekanizmalarında aktif bir
rol sergilemeyi ve bizi doğrudan
ilgilendiren politikalarda söz sahibi olmayı
hedefliyoruz. Ayrıca, genç ve dinamik
nüfusu, büyüyen ekonomisi ve kendine
özgü değerleri ile AB’ye küresel ölçekte
daha etkili bir güç olma konusunda önemli
katkılar sağlayacağımıza inanıyoruz.
Sayın Bakanımızın müteaddit kereler ifade
ettiği ve de sizlerin de yakından takip ettiği
gibi Eski Avrupa Komisyonu Kasım ayı
başında yerini yeni bir Komisyon’a
bırakacaktır
ve
yeni
Komisyonun
çalışmalarına
başlamasını
müteakip
Türkiye-AB ilişkilerinin daha da güçlü
kılınacağına, katılım sürecinin daha da ileri
götürüleceğine inancımız tamdır.
Sayın
Bakanımız
ve
Bakanlığımız
mensuplarının Avrupa Komisyonuyla her
düzeyde daha da yoğunlaştırarak devam
edeceği temaslar, Türkiye’nin üyeliği
konusunda olumsuz algı taşıyan yetkililerin
Türkiye’ye
yönelik
yanılgılarını
dönüştürecek ve Türkiye’nin aday ülke
olmasından bu yana AB değerleri
paralelinde kat ettiği mesafeyi daha iyi
anlamalarını sağlayacaktır.
Sürecin bizzat içerisinde olan bir bürokrat
olarak bundan sonraki süreçte Türkiye –
AB
İlişkilerinin
seyrini
nasıl
görüyorsunuz? Bakanlık bundan sonra
nasıl bir yol izleyecek? Ayrıca geçen sene
olduğu gibi bu sene de AB Bakanlığı
tarafından
bir
İlerleme
Raporu
yayınlanacak mı?
Bazı AB üyesi ülkelerin farklı siyasi
yaklaşımları
nedeniyle,
katılım
müzakereleri
istediğimiz
hızda
ilerleyememektedir. Raporda da müzakere
sürecinin
üye
devletler
arasında
mutabakat olmaması nedeniyle kesintiye
uğradığı ifade edilmektedir. Tüm bu
engellemelere
rağmen,
bizim
AB
standartlarına
ulaşmak
konusundaki
kararlılığımız güçlü bir biçimde devam
etmektedir. Fasılların açılıp açılmamasına
bağlı kalınmaksızın ülkemiz reform sürecini
kararlılıkla sürdürmektedir.
Türkiye’nin Kendi İlerleme Raporunu
yazması hususunda Sayın Bakanımız 2014
yılı İlerleme Raporu Basın Toplantısında
Komisyonla aramızda olacak bir yazışma
veya konuşma şeklinde gerçekleşeceğini
ifade etmiştir dolayısıyla bu sene Kendi
İlerleme
Raporumuzun
hazırlanması
öngörülmemektedir.
Son soru olarak rapor kadar dikkat çeken
bir başka husus ise kısa zaman önce
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY)
barış müzakerelerinden çekilmesi oldu.
Malumunuz
olduğu
üzere
GKRY,
Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerindeki
birçok faslın açılmaması için elinden
geleni yapmaktadır. Siyasi İşler Başkanı
olarak GKRY’nin bu hamlesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle belirtmeliyim ki GKRY’nin
çekilmesi ile ilgili olarak Dışişleri
Bakanlığımız gerekli tutumu sergilemiştir.
Sayın AB Bakanı ve Baş müzakerecimiz
Büyükelçi Volkan Bozkır’ın da ifade ettiği
gibi olumlu gidişatı farklı çevrelerce teyit
edilmiş olan ve kısa zamanda çözüme
ulaşacağına
inandığımız
müzakereler
maalesef Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin
çekilmesi ile sekteye uğramıştır ve bu
karar talihsiz bir şekilde alınmış,
sürdürülebilir olmayan bir karardır.
Gerek Avrupa Komisyonu gerekse de
Avrupa Parlamentosu tarafından da
açılması yönünde bir açıklaması bulunan
23. Yargı ve Temel Haklar ile 24. Adalet,
Özgürlük ve Güvenlik Fasılları GKRY’nin tek
taraflı olarak siyaseten engellediği fasıllar
arasında yer almaktadır. Ancak biz
herhangi bir taviz vermeden bahsi geçen
fasıllardaki ilerlemelerimize hız kesmeden
devam ediyoruz. Buna somut bir örnek
vermemiz gerekirse, 23. Faslın tarama
26
Akademik Perspektif – Kasım 2014
sonu
raporunun
2006
yılında
hazırlanmasına ve geçen 8 senede resmi
açılış kriterlerinin tarafımıza bildirilmemiş
olmasına rağmen Türkiye 23. Fasla ait 6
adet gayrı resmi açılış kriterinin tamamını
2014 yılı itibariyle karşılamış durumdadır.
Türkiye, bu zamana kadar Kıbrıs'taki
müzakere süreci ile AB katılım sürecini ayrı
tuttu bundan sonra da aynı kararlı
tutumunu sürdürecektir.
AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege
Erkoçak, 1973 yılında Ankara’da doğdu.
Ortaöğrenimini Özel Tarsus Amerikan
Lisesi’nde tamamladı. Aynı zamanda, AFS
Uluslararası Bursuyla öğrenim gördüğü
California Amador High School’dan da lise
diploması
aldı.
Ardından
Bilkent
Üniversitesi
Uluslararası
İlişkiler
Bölümü’nde Lisan eğitimini tamamladıktan
sonra aynı üniversitede ve aynı bölümde
Yüksek Lisansını “An Ever Enlarging
Europe: Enlargement of the EU, 1990s and
Turkey” (Sürekli Genişleyen Avrupa: AB
Genişlemesi 1990’lar ve Türkiye) başlıklı
teziyle tamamladı.
Erkoçak 1997 – 1999 yılları arasında
Bilkent
Üniversitesi’nde
Uluslararası
İlişkiler Bölümünde Araştırma Görevlisi
olarak görev yaptı. 2001 yılında Avrupa
Birliği Genel Sekreterliği Siyasi İşler Daire
Başkanlığında AB Uzman Yardımcısı olarak
görevine başlayan Erkoçak, 2004 yılında
uzmanlık sınavını başarıyla geçerek AB
Uzmanı oldu. Kasım 2009 tarihinde Siyasi
İşler Başkanlığında “Siyasi Kriterler, Yargı
ve Temel Haklar ile Adalet, Özgürlük,
Güvenlik Çalışma Grubu” Koordinatörü
olarak görevlendirilen ERKOÇAK, 1 Eylül
2010 tarihinde “Siyasi İşler Başkanlığı”
görevine atanmıştır.
27
Akademik Perspektif – Kasım 2014
“AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok”
Oğuzhan Yanarışık*
Başlıktaki iddialı söz, ne bu satırların yazarına ne de Türkiye’den bir yetkiliye ait. Bu cümle
İtalya Dışişleri Bakanı tarafından 2010 yılında AB üye ülkeleri dışişleri bakanları
toplantısında söylendi. Eksen kayması iddialarının muhteviyatı ve arka planı ile ilgili
değerlendirmeler bir tarafa, son zamanlarda batılı liderler ve uzmanlar tarafından
“Türkiye’nin doğuya kayması” durumunda batının kaybedecekleri üzerine bir tartışma
başladı. Özellikle AB’nin dış politika ve güvenlik konularındaki pasifliği ve başarısızlığıyla
birlikte, Türkiye’nin bölgesinde ve küresel sahnede izlemiş olduğu aktif siyaset, bu
tartışmanın daha da alevlenmesine sebep oldu.
ABD
Savunma
Bakanı
Robert
Gates, Türkiye’nin doğuya kaymasında
suçun Türkiye’nin AB üyeliğine sürekli ayak
direyen Avrupalı liderlerde olduğunu
söylemesi, meseleye farklı bir boyut
kazandırdı.
Böylelikle
Türkiye’nin
kaybedilmesinin batı dünyasına kesinlikle
zarar vereceği vurgulanarak, bu tehlikenin
sorumlusunun
kim
olduğu
sorusu
gündeme geldi.
Ortaya çıkan bu ilginç durumla ilgili bir
noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor:
Şimdiye kadar “Türkiye’nin batıdan
kopması” ihtimali, hep Türkiye için tek
taraflı bir felaket senaryosu olarak
görülmekte ve tartışmalar o zeminde
yürütülmekteydi. Her ne kadar bugün
gündemde önemli farklılıklar olsa da o
dönemde belki de tarihte ilk defa, batı
kamuoyunda, bunun yerine, batının
bundan kaybedecekleri üzerine yoğunlaşan
bir tartışma sürecine girildi. Böylelikle AB
katılım süreci söz konusu olduğunda,
Türkiye’yi tek muhtaç taraf olarak gören,
başka hiçbir aday ülke için söz konusu
olmayan şartlar uyduran ve Türkiye’nin
sonsuza kadar bekleyeceğini zanneden
batılılar için, yepyeni bir durum ortaya
çıktı.
28
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Genişlemeden Sorumlu Avrupa Komisyonu
Üyesi Stefan Füle, müzakerelerdeki
tıkanıklığın devam ettiği 8 Mart 2011’de
Avrupa
Parlamentosu’nda
yaptığı
konuşmada, Türkiye-AB ilişkilerinin gücüne
vurgu yaparak, şunları söylüyordu:
gösterdi. Bizler Türkiye’nin AB’nin dış
politika tartışmalarındaki artan varlığını
memnuniyetle karşılıyoruz. Böyle bir
küresel belirsizlik döneminde, Türkiye’nin
bilgisi ve nüfuzunun AB’nin küresel etkisini
ne kadar güçlendirebileceği görülmüştür.
“Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var ve AB’nin
de Türkiye’ye ihtiyacı var. Bu denge
değişmedi. Türkiye, Avrupa Birliği için
anahtar bir oyuncu ve öyle de kalacak.”
Türkiye ekonomisi de yıldan yıla
katlanarak büyüdü. Türkiye dünyanın on
yedinci büyük ekonomisi ve 2015’te G20
Başkanlığını üstlenecek. Türkiye AB’nin en
büyük yedinci ticaret ortağı ve Türkiye’nin
yüzde 10’luk büyüme potansiyeliyle, bu
ilişkinin daha da derinleşme potansiyeli
çok büyük. Türkiye aynı zamanda hükümet
yapısını, toplumunu ve demokrasisini de
dönüştürdü. Ordunun sivil kontrolünde çok
güçlü adımlar atıldı, yargı reformu devam
ediyor. Azınlıkların hakları kademeli olarak
iyileştirildi.
Eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka
Fisher’in sözleri ise Avrupa Birliği’nin
kaybedebilecekleri açısından durumu çok
daha iyi özetliyordu: “Batı dünyası,
Türkiye’nin desteği olmadan, Doğu
Akdeniz, Ege, Batı Balkanlar, Hazar
Bölgesi, Güney Kafkasya, Orta Asya ve
Orta Doğu’da ya çok az şey başarabilir ya
da hiçbir şey başaramaz. Batının ve
özellikle Avrupa’nın Türkiye’yi kendinden
uzaklaştırmanın faturasını ödemeye gücü
yetmez”.1
Almanya, İngiltere, İtalya, Litvanya, İsveç,
Letonya, Finlandiya, Macaristan, Çek
Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya’nın
dışişleri bakanları, 1 Aralık 2011 tarihinde
ortak bir makale yayınladılar. Türkiye’nin
kaydettiği gelişmeyle ilgili önemli tespitler
içerdiği ve son dönemde Batı medyasında
aksi yönde propaganda hâkim olduğu için,
deklarasyonun ilgili kısmını aynen buraya
almakta fayda var:
“2000’lerin başından bu yana Türkiye
bölgesel bir güç olarak, Batı Balkanlar,
Orta ve Doğu Asya ve Afrika
Boynuzu’ndaki etkisini ve otoritesini
arttırdı. Afganistan’ın komşuları, ilk kez
Türkiye’nin ev sahipliğinde uzlaşma için
adımlar atma kararı aldı. Arap Baharı,
Türkiye ve AB’nin birlikte çalışmasının
bölgeyi daha iyi bir duruma getireceğini
1
FISCHER, Joschka. 2010, 1 Temmuz. “Europe can’t
Affor to Alienate Turkey,” The Guardian.
Son dönemde müzakereler hayal kırıklığı
oluşturacak kadar yavaş ilerliyor, ancak
Türkiye AB müktesebatına uyum için
reformlarını sürdürüyor. Türkiye’nin üyelik
süreci hem AB hem de Türkiye için stratejik
ve ekonomik açıdan hayati önem taşıyor.
Bizler Türkiye’nin Avrupa hedefine ulaşmak
için reformlarını sürdürmekteki kararlılığını
memnuniyetle
karşılıyor
ve
tam
desteğimizi sunuyoruz. Türkiye ve AB
dünyanın şu an içinde olduğu ekonomik ve
siyasi fırtınalardan birlikte güvenle
çıkacaktır”.2
Benzer
şekilde,
İngiltere
Dışişleri
Bakanlığı’nda Devlet Bakanı olarak görev
yapan Lord David Howell, Mart 2011’de
İstanbul’da verdiği bir konferansta,
Türkiye’nin hâlihazırda bir küresel güç
olduğunu vurgulayarak, bölgesinde ve
2
ON BİR AB DIŞİŞLERİ BAKANI. 2011, 1 Aralık.
Almanya, İngiltere, İtalya, Litvanya, İsveç, Letonya,
Finlandiya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya
ve Estonya Dışişleri Bakanları. “The EU And Turkey:
Steering A Safer Path Through The Storms,” EU
Observer.
29
Akademik Perspektif – Kasım 2014
ötesinde her geçen gün daha önemli ve
etkin bir aktör haline geldiğini belirtiyordu.
Stratejik ve ekonomik pek çok sebepten
ötürü, Türkiye’nin AB üyeliğinin iki taraf
için de çok mühim bir mesele olduğunu
ifade ederek, Avrupalı meslektaşlarına şu
uyarıda bulunuyordu: “Türkiye’nin katılımı
AB tarihinde bir dönüm noktası olacak.
Eğer Türkiye Birliğe dâhil olmazsa, bu AB
adına tarihî bir hata olacaktır. Böyle bir
sonuç bütün dünyanın gözünde AB’nin
kabiliyetlerini sınırlayacak ve tahrip
edecektir.”
yeni bir boyut katacaktır. Avrupalılar
böylece Müslüman bir demokrasiyi
kucaklayabileceklerini ve Avrupa ile Batı
Asya
arasında
güçlü
bir
köprü
kurabileceklerini göstereceklerdir. Bu da
yeni bir Avrupa kimliği ve hikâyesi
oluşturacak ve AB’ye bu yüzyılda var
olmak için yeni bir sebep verecektir.
Türkiye’nin reddedilmesi durumunda ise
Avrupa, kendine birkaç beden büyük gelen
siyasi ihtirasları bulunan abartılmış bir
gümrük birliğinden başka bir şey
olamayacaktır”.5
Avusturyalı köşe yazarı Georg HoffmanOstenhof’un belirttiği üzere, Türkiye’nin
AB üyeliği aynı zamanda Avrupa’da
yaşayan ve sayıları 15 milyonun üzerinde
olan
Müslüman
göçmenlerin
de
toplumlarına daha iyi entegre olmalarını
kolaylaştırıcı bir etki yapacaktır.3 Türkiye
ayrıca bütün dünyaya İslamiyet ile
demokrasinin bir arada yaşayabileceğini
ispatlayan bir örnek olarak, her tür
aşırılıkçı grubun işini zorlaştırmaktadır. İşte
tam da bu yüzden müzakerelere başlama
kararının alındığı toplantı çıkışında Portekiz
dışişleri bakanı “bu karar Avrupa için bir
zafer ve Usame bin Ladin için acı bir
hezimettir” diyordu. 4
Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye’nin
kendini kısır iç çekişmelerin zincirinden
kurtarabildiğinde ve potansiyelinin farkına
vardığında neler yapabileceğine dair çok
önemli ipuçları veriyor. Fakat yine de
maalesef ülkemizde bu konuyu sağlıklı bir
zeminde tartışmak epey zor.
Avrupa Komisyonu dış ilişkilerden sorumlu
eski üyesi ve Oxford Üniversitesi Rektörü
Chris Patten’e göre Avrupa’nın geleceği
Brüksel, Paris veya Berlin’de değil
İstanbul’da şekillenebilir. Başlangıçtaki
Avrupa
ülkelerinin
birbirleriyle
savaşmaması hedefinin gerçekleşerek
manasını yitirdiğini kaydeden Patten, artık
AB’nin şimdiki ahlaki amacının ne
olduğunu bütün Avrupalıların kendilerine
sorması gerektiğini söylüyor. Cevabın ise
Türkiye’de bulunabileceğini belirtiyor ve
şöyle devam ediyor: “AB üyesi olan
Türkiye, Birliğe çok büyük tarihî önemde
3
4
Radikal, 8 Eylül 2005
Radikal, 4 Ekim 2005.
Çünkü Türkiye’nin bölgesinde ve küresel
ölçekte elde ettiği başarılar bile, iç siyasi
tartışmaların gölgesinde kalabiliyor. Bu
konu ile ilgili ülkemizde ortaya koyulan
yorum ve görüşler, genelde hükümet
karşıtlığı veya taraftarlığı ekseninde
değerlendirildiği için, tam sağlıklı bir
tartışma ortamı oluşturulamıyor. Ama yine
de Türkiye kamuoyu, ülkemizin konumu ve
özellikleri itibariyle bu muhasebeden artık
kaçamaz hale geldiğini kabul etmek
durumunda. Çünkü yaşanan bu süreç, artık
iç siyasi kamplaşmaları bir tarafa bırakıp,
Türkiye’nin dünyadaki rolü ve ağırlığı
üzerinde salim kafayla düşünme vaktinin
çoktan geldiğine işaret ediyor.
Türkiye’nin Avrupa kıtasının en önemli
barış ve işbirliği projesi olan Avrupa
Birliği’ne katılma serüveni, yarım asrı
devirmiş bulunuyor. Bu maceranın
başlangıcında görevde olan liderlerin pek
çoğu şu an hayatta bile değil artık. Bu uzun
5
PATTEN, Chris. 2011, 31 Ocak. “Turkey and the
Future of Europe,” Project Syndicate.
30
Akademik Perspektif – Kasım 2014
süreçte hem Türkiye’de hem Avrupa’da
çok şey değişti ve değişmeye devam
ediyor.
Avrupa Birliği üye devletleri, önemli
addettikleri konularda kararları oybirliği ile
alıyorlar. Bu tip konuların başında Birliğin
yeni üye kabul ederek genişlemesi
geliyor. Başvuru yapan ülkenin resmî aday
statüsü
kazanması,
müzakerelere
başlaması, müzakere başlıklarının her
birinin açılması ve kapanması kararları,
bütün üye devletlerin mutabakatıyla
gerçekleşiyor. Bir devletin başvuruyu
yaptığı andan, tam üyelik statüsü
kazanıncaya
kadar
geçen
sürenin
uzunluğundan dolayı, bu süreçte AB üye
ülkelerinde doğal olarak hükümetler
değişiyor. Hele bu süreç Türkiye örneğinde
olduğu gibi on yıllar aldığında, sadece
hükümetler değil, nesiller bile yenileniyor.
Her ne kadar yönetimler değişse de
uluslararası hukukun temel direklerinden
olan “ahde vefa” prensibi gereği, diğer
bütün ciddi aktörler gibi AB de ortak
verilmiş kararlara bağlı kalmak zorunda.
Uluslararası meşruiyetini ve güvenilirliğini
devam ettirmek isteyen hükümetler,
beğenmeseler bile önceki hükümetlerin
vermiş olduğu taahhütlere riayet etmek
mecburiyetinde.
Şu ana kadar Türkiye’nin Avrupa Birliği
üyelik süreci, bu anlamda AB üyelerinin
pek
çoğunun
sınıfta
kaldığı
bir
mesele oldu. Maalesef, özellikle Türkiye
konusunda, üye ülkelerdeki hükümet
değişiklikleri sonrasında, önceden oybirliği
esasıyla verilmiş taahhütlere aykırı
hareketler sergilendi. Bazı ülkelerde
gerçekleşen genel seçimlerden sonra,
Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin önüne
yeni engeller çıkarıldı. Hatta Almanya
örneğinde olduğu gibi bir sonraki
hükümet, öncekini Türkiye’ye yalan
söyleyerek, olmayacak şeyleri vaat
etmekle itham edebildi.
Bu süreçte farklı ülkeler farklı zamanlarda
Türkiye’nin
katılımını
desteklediler.
Örneğin,
Türkiye’nin
üyelik
müzakerelerine başladığı 2005 yılında
AB’nin üç önemli aktörü olan Almanya,
Fransa
ve
İngiltere’de
Türkiye’yi
destekleyen hükümetler bulunmaktaydı.
Sonrasında ise Almanya ve Fransa’daki
seçimler neticesinde Türkiye’nin üyeliğini
savunan hükümetler, yerlerini karşıt
olanlara bıraktılar. Fakat daha sonra
Nicolas Sarkozy örneğinde olduğu gibi,
onlar da koltuklarını kaybettiler.
Türkiye başından beri AB’ye girmeyi, kendi
çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü
için istedi. Amacı zaten Türkiye’yi
engellemek olan ülkelerin tavırlarına
bakarak, bundan vazgeçemez. Türkiye’nin
yapması gereken, büyük oranda iç siyasi
saiklerle
hareket
eden
Avrupalı
siyasetçilerin
demeçlerinden
ve
hareketlerinden yılgınlığa kapılmadan,
doğru bildiğini yapmaya devam etmek.
Türkiye’nin çıkarına olduğu aşikâr olan
reformları istikrarlı bir şekilde hayata
geçirerek, Türkiye’de yaşayan herkesin
hayat standardını yükseltmek. Türkiye’nin
karşıtları tarafından engel gibi gösterilen
nüfusu, ekonomisi, coğrafi konumu ve
kültürü gibi özelliklerine sahip çıkıp, onları
avantaja dönüştürerek, bölgesinde ve
dünyada geniş ufuklu politikalar izlemeyi
sürdürmek.
Zaten bütün hedeflerini tutturmuş ve
kriterleri tam olarak karşılayan bir Türkiye,
vakti geldiğinde tam üyeliğin artılarını ve
eksilerini değerlendirerek, katılımı kabul
edip etmemekle ilgili kararı kendisi
verecektir.
CNN International program sunucusu,
Time dergisi editörü ve Washington Post
gazetesi yazarı Dr. Fareed Zakaria gibi pek
çok uzman, Türkiye’nin yükselişini ve
AB’nin gerileyişini müşahede ederek, günü
31
Akademik Perspektif – Kasım 2014
geldiğinde Türkiye’nin AB’yi reddedeceğini
düşünüyor. Zakaria’nın deyişiyle;
“20 yıl önce Türk iş dünyası daha içe
dönüktü. Bugün ise dışa açık ve sağlam bir
siyasi istikrara sahip… Türkiye ekonomik
reformlarını demokratik bir şekilde
yapmayı başardı. Mevcut hükümetin de
katkısıyla son 10 yılda önemli başarılar
sağlandı. Kuşkusuz bu reformların
gerçekleşmesinde AB sürecinin de etkisi
var. Türk tarafı şunu anladı ki AB tam
üyelik konusunda pek istekli olmasa da bu
reformlar kendisi için faydalı olacak.
Gelecekte AB tam üyelik için Türkiye’nin
kapısını çaldığında Türk tarafının ‘Biz sizin
için fazla güçlüyüz’ diyerek bu teklifi geri
çevireceğine inanıyorum. Kim Merkez
Bankasının bağımsızlığını kaybetmek, Türk
Lirası’ndan Euro’ya geçmek ve mevcut
ekonomik büyümesinin üçte biriyle
yetinmek ister ki. Türkiye AB’ye üyelik için
‘istemez kalsın’ şeklinde bir cevap
verebilir”.6
*Oğuzhan Yanarışık, Warwick Üniversitesi,
Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar
6
Radikal, 29 Ekim 2011.
32
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması
Erkut Ayvazoğlu*
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin genellikle siyasîleri konu eden tarafına
yoğunlaşılır fakat bu ilişkilerde Türkiye siyaseti açısından en önemli meselelerden biri de
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Avrupa Birliği üyeliği kapsamındaki yaklaşımı ve belli
dönemlerde takındığı taktiksel tutumudur. Buna göre yakın geçmişte yaşanılan süreci ve
askerî vesayetin geriletilmesindeki önemi günümüzde anlaşılmakta olan AB reformlarını
dikkatle incelemek ve daima hatırda tutmak gerekmektedir.
Bu makalede kapsamlı bir alan olan askerî
vesayetin geriletilmesi veya tasfiye edilişi
konusunu işlemekten ziyade, özellikle
2003 yılı sonrası AB ilişkileri açısından
önem arz eden reformlara ve dönemin TSK
yönetiminin AB karşısındaki enteresan
yaklaşımına –henüz günümüzde askerî
aktörlerin
yakın
geçmişteki
siyasî
faaliyetleri unutulmaya yüz tutmuşken–
bir nebze hatırlatma mahiyetiyle değinmek
istiyorum.
seküler/ulusalcı çevreler diye tanımlanan
küçük grupların resmî devlet ideolojisi
etrafında takındıkları Batıcı refleksler bir
yana, Batı medeniyetinin evrensel
değerleriyle
ters
düşmeleri,
yakın
geçmişteki askerî vesayet döneminin baş
aktörü
olan
TSK’nin
tutumu
ile
benzerliklere işaret etmektedir. Bir tarafta
Batıcı taleplerde bulunmak, diğer tarafta
ise totaliter bir ceberut devlet sistemini
arzulamak, gibi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ndeki askerî
vesayetin, 2003/2004 yıllarından itibaren
hayata geçirilen AB reformları kapsamında
kurumsal anlamda yetki kısıtlama yoluna
gidilerek geri itilebilmesi, Türk siyasetinde
bir dönüm noktasını teşkil etmektedir.
Günümüz
Türkiye'sinde
radikal
28 Şubat dönemi ve özellikle 2002 yılından
itibaren göreve gelen Genelkurmay
Başkanları'nın yönetimindeki Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin resmî pozisyonu, Türkiye'nin
1999'dan itibaren Başbakan Bülent Ecevit
yönetimindeki hükümet döneminde ivme
kazanmış olan AB üyelik süreci açısından
33
Akademik Perspektif – Kasım 2014
da dikkate değerdir. AB müzakerelerinin
başlaması için gerekli olan reformlar
kapsamında dönemin TSK ve yüksek
rütbeli subaylarının kendilerini ciddi bir
dilemma ile karşı karşıya bulduklarını
söyleyebiliriz. Henüz yeni iktidar olmuş
olan birinci Adalet ve Kalkınma Partisi
hükümetinin AB yolunda ilerlemek ve
öncelikle AB tarafından Kopenhag
Kriterleri olarak gerekli kılınan reformları
hayata geçirmek için çaba sarf edeceğini
deklare ettiği bir dönemde –pragmatik
sebeple veya hakikaten buna inanmış
olmuş olması bir yana– TSK’nin bu konuda
resmî pozisyonu gereğince mesafeli
durması haliyle bir paradoksa sebep
olabilirdi. Nitekim AB üyeliğinin, Devlet'in
resmî ideolojisi gereğince "muasır
medeniyetler
seviyesine"
ulaşmayı
hedefleyen ve Türkiye Cumhuriyeti'nin en
"güvenilir" kurumunca elbette makul
görünmesi gerekliydi.
Bu anlamda, Kopenhag Kriterlerinin hayata
geçirilmesine yönelik 2002 sonrası siyasî
iktidar tarafından AB yoluna inanmışlığın
bir göstergesi olarak "Ankara Kriterleri"
diye anılmaya bile başlanmasının, AB
tarafından da genel hatlarıyla zaten
takdirle karşılandığını da ifade edebiliriz.
Diğer yandan TSK ise bu konuya ilişkin
çekincelerini ileride daha net bir biçimde
olmak üzere ifade etmeye başlamış
olacaktı. Özellikle TSK tarafından domine
edilen Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK)
askerî mensupların ağırlığının azaltılması,
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin reforme
edilmesi/kaldırılması ve OHAL bölgelerinin
de kaldırılması AB tarafından sıklıkla ifade
edilmekteydi. 1 Bu bağlamda dikkat
çekilmesi gereken bir başka önemli husus
ise, AB'nin özellikle altını çizdiği ve katiyen
1 Şule Toktaş ve Ümit Kurt, "The Impact of EU
Reform Process on Civil-Military Relations in
Turkey", SETA Policy Brief, SETA Foundation for
Political, Economic and Social Research,
(November 2008): 26, Syf. 2.
karışmayı arzu etmediği TSK’nin rejimi
koruyan ve kollayan yapısına ("guardian of
state") yönelik statüsü idi. 2 TSK’nin
evrensel değerlere bakıldığında bu 1960,
1971, 1980 ve son olarak 1997
müdahaleleri vesileleriyle tasarlanmış olan
siyaset-üstü anti-demokratik konum ve
tutumuna AB'nin "karışmama ve hatta
tenkit etmeme taahhüdü” bugün dahi
Orta Doğu'daki darbeci ve diktatöryal
yönetimlere karşı yer yer takındığı çifte
standardın ve makul "seküler müttefik
aktör" arayışlarının da ilgili döneme ilişkin
net bir örneğidir. AB'nin bu "koruyucu ve
kollayıcı" konuma karışmamayı özellikle
belirtmesi, belki o günlerde siyasî iktidar
tarafından da yerinde fark edilerek
(dolayısıyla tavizlere göz yumularak) aynı
pozisyonda karar kılınmış ve böylelikle
önemli AB reformlarının hayata geçirilişi
için ilk adımlar atılmış oldu. TSK’nin
dönemin ideolojik buhranlar içerisinde
bulunan ve "siyasî gibi hareket etme
cüretini
gösteren"
yüksek
rütbeli
subayların ise, siyasî iktidarın yürüttüğü bu
stratejik ve pragmatik hamleleri tam
anlamıyla
kavrayamadığı
ihtimaller
dahilindedir.
TSK açısından 3 Kasım 2002 seçimlerinde
tek başına iktidara gelmeyi başarmış olan
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 360
milletvekili ile Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde temsil ediliyor oluşu, bir
önceki Bülent Ecevit başbakanlığındaki
DSP-MHP-ANAP (Mayıs 1999-Kasım 2002)
koalisyon hükümetine kıyasla doğal olarak
daha büyük bir engel teşkil ediyordu. Tuba
Ünlü-Bilgiç tarafından da dikkat çekildiği
üzere, 2001 yılında AB reformları
kapsamında TSK’nin Bülent Ecevit
yönetimindeki hükümetin AB'ye yönelik
inisiyatiflerini doğrudan eleştirmek veya
müdahale etmekten ziyade, bu müdahale
görevini çoğu vakit zaten ilgili koalisyon
ortakları doğal olarak yerine getirmekte
2 Toktaş ve Kurt, Syf. 4.
34
Akademik Perspektif – Kasım 2014
idiler ki bu anlamda TSK’nin çekinceleri de
dolaylı yoldan dile getirilmiş olunuyordu.3
Böylelikle Kasım 2002 seçimleri sonrası
TSK açısından önemli bir işlevselliği olan
"koalisyon içi denge" avantajı da TSK
aleyhinde ortadan kalkmış sayılıyordu.
Yine
altı
çizilerek
belirtilmesi
gerekmektedir ki, AB reformlarına ve
uyum paketlerine yönelik 2003/2004
yıllarında ağırlık verilmeye başlanması ki
bu durumun İslamî hassasiyetleri ağır
basan ve hatta (haklı veya haksız olarak)
"İslamcı" diye tanımlanan bir hükümet
tarafından hayata geçiriliyor olması,
Genelkurmay Başkanlığı'nın o günkü
vesayet cephesinde ciddi bir dilemma'ya
sebebiyet vermiştir. Her ne kadar dönemin
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi
Özkök AB reformlarına ve Türkiye'nin AB
üyeliğine TSK olarak elbette destek
verildiğini deklare etmişse de, bu üyelik
sürecinin her şeye rağmen değil, aksine
Türkiye'nin
onuru
zedelenmeden
yapılması gerektiğine dair siyasî demeçler
vermekten
de
hiç
bir
zaman
çekinmemiştir.4 Dolayısıyla AB tarafından
arzu edilen reformlar TSK tarafından yer
yer onur kırıcı olarak dahi algılanmışsa da,
TSK’nin bu "medeniyet başarısını" siyasî
iktidara bırakma niyeti de haliyle pek
mümkün görünmemekte idi. Sonuçta
TSK’nin kendi mevcudiyet sebeplerinden
biri olan "rejimi kollama görevi"nin bir
parçası olan "muasır medeniyetlere
ulaşma emelleri"ni, ki bu durumda Avrupa
Birliği ve AB'nin temsil ettiği modern ve
çağdaş değerler bu hedefleri temsil
etmektedir, elinin tersiyle itmesi kabul
3 Tuba Ünlü-Bilgiç, "The Military and
Europeanization Reforms in Turkey", Middle
Eastern Studies 45 (09/2009) 5, S. 812.
4 "Askerden ağır uyarı",Sabah Gazetesi, 09.01.2003
http://arsiv.sabah.com.tr/2003/01/09/s0109.html
(son erişim tarihi: 25.10.2014)
edilemez
bir
çarpabilirdi.5
hata
olarak
göze
AB üyeliğini ve Avrupa kimliğinin kabulünü
“İslamî kimliğin” reddi olarak tanımlama
meyiline sahip Refah Partisi çizgisinin
aksine6, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin
daha ılımlı ve AB yanlısı bir politika
geliştirerek, böylelikle de bir muhafazakâr
ve hatta İslamî çizgiye sahip bir parti
olarak, 2003/2004 yıllarında hayata
geçirdiği reformlar, 2005 yılında AB
müzakerelerinin
başlamasıyla
sonuçlanmıştır. Siyasî iktidarın dönemin
seküler partilerine kıyasla bile daha istekli
ve programlı bir şekilde AB uyum
paketlerini desteklemiş olması7 TSK
tarafından da fark edilse de, dolaylı veya
doğrudan AB karşıtlığına bürünen muhalif
siyasîlerin
boşluğunu
kapatmaya
yetmemiştir.
Sonuç olarak TSK, "İslamcı" Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidarına bu muasır
medeniyet hamlelerini tek başına mal
etmemek düşüncesiyle, AB reformlarına
öyle ya da böyle uymak zorunda kalmıştır.
Her ne kadar yer yer siyasî ve ulusalcı
dozdaki demeçler vesilesiyle Türkiye'nin
"özel konumuna" TSK tarafından dikkat
çekilmiş olsa da, 2003/2004 reformları en
nihayetinde hayata geçirilmiştir. Bu
reformlar neticesinde MGK'daki sivil-asker
dengesi belirgin ve sonraki yıllarda daha
da önem arz edecek şekilde sivil irade
lehine değişmiştir (Örn. ilk sivil MGK Genel
Sekreteri
bu
reformlar
akabinde
atanabilmiştir). Diğer bir yandan ise 2004
5 Steven A. Cook, Ruling but not Governing. The
Military and Political Development in Egypt,
Algeria, and Turkey, ( Baltimore, The Johns Hopkins
Univ. Press, 2007), Syf. 131.
6 Zeyneb Çağliyan‐İçener, The Justice and
Development Party’s Conception of “Conservative
Democracy”: Invention or Reinterpretation?,
Turkish Studies, 10 (2009) 4, Syf. 602.
7 David Ghanim, Turkish Democracy & Political
Islam, Middle East Policy 16, (2009)1, Syf. 78.
35
Akademik Perspektif – Kasım 2014
yılındaki AB reformları neticesinde MGK
gibi kurumsal vesayet mekanizmalarındaki
rolü nispeten azalmış olsa da, sonraki
yıllar TSK'nın tabiri caizse "kayıt dışı"
(informal) mekanizmalara başvurması
sebebiyle, askerî vesayetin geriletilmesi
tam anlamıyla henüz gerçekleşemeyecekti.
Bunun için özellikle 2011 yılı sonuna kadar
AB haricinde de gelişen olaylar zincirine
daha kapsamlı olarak göz atmak
gerekmektedir.
*Erkut Ayvazoğlu, Erlangen-Nürnberg
Üniversitesi, Siyaset Bilimi & Kamu Hukuku
36
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin
Dünü, Bugünü ve Yarını
Röportaj: Kübra Köylü
Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy: "Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne üye olma arzusu tamamen bir dış politikadan ibarettir. Türkiye bu güne
kadar gerçek anlamda bir Avrupa Birliği süreci veya siyaseti yürütememiştir. Türkiye’nin
gerçek anlamda bir Avrupa Birliği üyelik siyaseti izleme süreci çok eskilere dayanmaz.”
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, yediden
yetmişe herkesin bildiği bir konu. Peki
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin ne
kadarını biliyoruz? Bildiklerimiz ne derece
doğru? Hemen hemen herkesin bir fikre
sahip olduğu Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri
konusunu Selçuk Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler bölüm başkanı Doç. Dr. Metin
Aksoy ile konuştuk. Uluslararası İlişkiler
uzmanı olan Doç. Dr. Metin Aksoy’ un
çalışma alanlarından biri de Avrupa Birliği.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
fikrinin temelinde yatan nedir?
Devleti’nin son dönemlerinde başlayan
batılılaşma
veya
batılılarla
olma
düşüncesidir. Bu nedenle İkinci Dünya
Savaşı sonrasında yüzünü batılı devletlere
dönen Türkiye, ister istemez batılı
örgütlere üye olma sürecini yaşamıştır.
Üyelik
fikrinden
sonra
bu
fikri
gerçekleştirme adımları nasıl ilerlemiştir?
Yani Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin
kronolojisi ne şekildedir?
üyelik
Aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği
süreci bir dönüşümün soğuk savaş
sonrasındaki tezahürüdür. Bu dönüşüm
nedir
diye
baktığımızda
Osmanlı
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye’nin
1959
yılında
Avrupa
Ekonomik
Topluluğu’na başvurmasıyla başlamıştır
fakat tam üyelik için başvurusu 1987
yılında olmuştur. 1999 yılında Avrupa
Birliği’ne
üye
ülkeler
tarafından
37
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Türkiye’nin adaylığı kabul edilmiştir.
Bunun üzerine 2004 yılında tam üyelik
müzakereleri için Avrupa Birliği’nden tarih
alınmış ve alınan bu tarihte, yani 2005’te,
bugün içinde bulunduğumuz tam üyelik
müzakereleri başlamıştır.
Anladığım kadarıyla Avrupa Birliği’ne üye
olma fikri Türkiye’nin temel arzusu değil
daha çok dış politik bir fikirdi. Peki,
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma
fikrindeki bu dış politik amaç neydi?
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma
isteği tıpkı NATO üyeliğindeki gibi hem
güvenlik kaygılarının hem de batılılarla
olma isteğinin bir sonucudur. Asıl üye
olma isteği 1981 yılında Yunanistan’ın
Avrupa Birliği’ne üye olmasıyla başlamıştır.
Amaç Yunanistan’ı Avrupa’da yalnız
bırakmamak
ve
batı
ekseninden
kopmamaktı. Yani aslında Türkiye-Avrupa
Birliği ilişki süreci bir reaksiyonun ve
tepkinin ürünüdür.
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin bugünü
bir akademisyen olarak sizce nasıl
ilerliyor?
Türkiye bu güne kadar gerçek anlamda bir
Avrupa Birliği üyelik süreci veya siyaseti
yürütememiştir. Avrupa Birliği küresel ve
bölgesel değişimlere bağlı olarak belli
değişimler yaşamıştır. Türkiye de yine bu
duruma bağlı olarak Avrupa Birliği
ilişkilerinde inişli çıkışlı süreçler izlemiştir.
Peki sizce tam üyelik gerçekleşebilir mi?
Yunanistan Avrupa Birliği’ne üye olduktan
sonra Türkiye üyelik sürecinde Yunanistan
vetolarıyla karşılaşmıştır. Bugün geldiğimiz
noktada Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerle
yaşadığımız krizler –Kıbrıs, Ege gibiaşılmadığı ve bazı Avrupa Birliği üye
ülkelerinde Türkiye önyargısı giderilmediği
sürece ilişkilerin tam üyelik durumuna
evrilmesi söz konusu olamayacaktır.
Doç. Dr. Metin Aksoy lisans, yüksek lisans
(2003) ve doktora eğitimini (2005) Viyana
Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde
tamamladı. 2006 yılında Londra Stanton
School of English’de İngilizce eğitimi aldı.
Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde 2007-2013 yılları arasında
“Yrd. Doç.” olarak görev yaptı ve 2013’ten
beri “Doçent” ve “Bölüm Başkanı” olarak
görev yapıyor. Birçok konferansta
konuşmacı olarak görev almış ve çeşitli
dergilerde
makaleleri
yayınlanmıştır.
Makalelerin yanı sıra yine yayınlanmış “Die
Türkei Auf dem Weg in Die EU Insbesondere Von 1990 Bis ende 2004- ”
ve
“Die
Türkisch
Europaische
Beziehungen
–
Eine
Unendliche
Geschichte - ” adlı iki kitabı vardır.
38
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Uluslararası Sistem ve Avrupa Birliği
Enes Deşilmek*
Bu çalışmada Avrupa Birliği’nin uluslararası sistemde kendisini ekonomik bir aktör olarak
kabul ettirdiği argümanlar incelenmeye çalışılırken, siyasi ve askeri açıdan neden bir aktör
olarak görülemediğinin sebepleri irdelenecektir. Bu bağlamda ilk olarak aktör nedir?,
tanımına yer verilecek ve aktör tanımında yer alan hususiyetlere dayalı olarak ekonomik
bir dev gücüne sahip Avrupa Birliği’nin neden askeri ve siyasi aktör olamadığının
gerekçeleri üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Aktör; çevresinden ve diğer aktörlerden
bağımsız, otonom, kendi kararlarını
alabilen ve kanun yapabilen, uluslararası
sistemde hareket edebilmek için gerekli ön
koşullara (tüzel kişilik) sahip olan varlıktır.1
Avrupa Birliği’nin kurucuları, kurumun
küresel sistemde etkili olabilecek kadar
güçlü olabileceğini hesap etmeseler de
ilerleyen zamanlarda bu yönde çalışmalara
başlamışlardır. Bu bağlamda AB’nin ne
olduğu veya olması gerektiği, mevcut
küresel konumu veya küresel sistemdeki
yerinin neresi olması gerektiği beraberinde
önemli tartışmaları da getirmektedir. AB
için geçmişte yapılan “Uluslararası bir
örgütten daha fazlası ama bir ulusdevletten daha azı”2 tanımı çok geniş
kapsamlı olmasına rağmen birliğin yapısını
anlatmak için hala kullanılmaktadır.
Sürekli
olarak
savaşların
meydanı
durumunda olan Avrupa, bu durumdan
kurtulmak ve istikrar sağlamak amacı ile
devletler arasında karşılıklı bağımlılık ve
işbirliğini arttırarak bir düzen kurma
eğiliminde olmuştur. AB’nin amaçları;
“bölgesel işbirliği, demokrasi ve iyi
yönetim, şiddetli çatışmanın önlenmesi ve
uluslararası suça karşı savaş”3 olarak
2
1
http://prezi.com/vddxzlyhw-lw/abnin-ortak-ds-veguvenlik-politikasnda-beklenti-ve-kab/ ,Erişim
Tarihi: 12 Ekim 2014
Helene Sjursen, “What Kind of Power?”, Journal
of European Public Policy, Vol. 13, No. 2, 2006,
s.169- 181.
3
Karen E. Smith, European Union Foreign Policy in
a Changing World, Oxford:Blackwell,2003,s. 195
39
Akademik Perspektif – Kasım 2014
metinlere geçmiştir. Nitekim Soğuk Savaş
yıllarında da Avrupa aynı çizgide yoluna
devam ederken, ABD’nin de yardımı ile
Avrupa nefes almış ve ekonomik açıdan bir
düzen kurmuş ve istikrar sağlamıştır. Fakat
aynı başarıyı askeri açıdan sağladığını
söylemek mümkün değildir. Avrupa
Birliği’nin kendisine has bir askeri kanadı
olmasa da birlik üyelerinin NATO üyesi
olduğu göz önünde bulundurulduğunda,
askeri kanadını kısmen NATO’nun
oluşturduğunu
söylemek
yanlış
olmayacaktır. Soğuk Savaş süresince
önemli bir konuma sahip olan Avrupa,
Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte ABD
açısından önemini yitirmeye başlamış ve
ABD kendi çıkarları doğrultusunda yeni
bölgelere yönelerek NATO’yu da bu
bölgelerde daha aktif hale getirmeye
çalışmıştır. Bu süreçten sonra da NATO
üyesi olan AB üyesi ülkeler arasında farklı
görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Nitekim ABD’nin ikinci Irak müdahalesi4 ve
Afganistan’da
terörle
mücadele
konusunda birlik üyesi devletler tek bir
görüş etrafında birleşmek yerine iki ayrı
bloğa
bölünmüştür.
ABD’nin
Irak
müdahalesine İngiltere ve Polonya,
Afganistan’da ise, İngiltere, Fransa ve
Almanya NATO çatısı altında destek
sağlarken, Avrupa Birliği içerisinde oluşan
bu bloklaşma bir süre sonra ortak politika
üretme gereksinimine sebep olmuş ve bu
bağlamda AB üyeleri 12 Aralık 2003’te
Solano Belgesi olarak da adlandırılan
“Avrupa Güvenlik Stratejisi’ni kabul
etmişlerdir. Rapora göre, AB stratejisinin
üç amacı bulunmaktadır: Tehditlere
karşılık vermek, kendi çevresinde güvenliği
4
ABD’nin Irak müdahalesinde; İngiltere, İtalya, Çek
Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Macaristan,
Letonya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Romanya,
Slovakya ve İspanya gibi AB üye ülkeleri
müdahaleyi desteklerken; Almanya, Fransa, Belçika
ve Lüksemburg grubu müdahalenin karşısında yer
almışlardır.
http://www.bbc.co.uk/turkish/eu_iraq.shtml,
Erişim Tarihi: 08 Ekim 2014
tesis etmek, çok taraflı işbirliğine dayalı
uluslararası bir düzen oluşturmak.5 Her ne
kadar ortak bir dış politika üretilmeye
çalışılsa da Kosova’nın tanınması6 ve
Gürcistan-Rusya Federasyonu Savaşı7
sırasında birlik üyeleri yine ikiye
bölünmüştür. Bunun yanı sıra birlik
içerisinde oluşturulmak istenen “Avrupa
Birliği Vatandaşlığı” konusunda da üye
ülkelerin farklı tavır sergilemeleri, kendi
özgün
yapılarından
ödün
vermek
istememeleri, 2004 yılında hazırlanan
Avrupa
Birliği
Anayasası’nın
onay
sürecinde halkın olumsuz görüş bildirmesi
Asle Toje’un 2008 yılında dile getirmiş
olduğu “ Karar alma süreci ve alınan
kararlara bağlı kalma zorluğu” ifadesini
destekler niteliktedir. Askeri müdahaleler,
enerji, ticaret gibi konularda hala ABD,
Rusya ve Çin gibi diğer güçlere karşı
sergilenen parçalanmışlık ve üyelerin ya
tek başlarına ya da küçük gruplar halinde
sergiledikleri
farklı
politikalar,
bu
oyuncular tarafından kullanılmaktadır ve
AB’nin önemli bir küresel oyuncu olmasına
engel teşkil etmektedir.8 Bu bağlamda
yaşanılanlar
göz
önünde
bulundurulduğunda birlik içerisinde askeri
ve siyasi bir birlikteliğin olmadığı açıkça
gözler önüne serilmektedir.
5
Desmond Dinan (Ed.), “Avrupa Birliği Tarihi
(Encyclopedia of the European Union)”, çeviren:
Hale Akay, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 129
6
İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi birliğin
büyük ülkeleri ve birçok üye tanıma eğilimi
gösterirken, İspanya, Kıbrıs Cumhuriyeti,
Yunanistan, Romanya ve Slovakya kararı
tanımayacaklarını ifade etmişlerdir.
7
Polonya, Letonya, Estonya, Litvanya, İsveç ve
İngiltere Rusya Federasyonu’na karşı tavır
takınırken, Almanya, Fransa ve İtalya olayın ABD ile
Rusya arasında olduğunu, AB’nin konunun dışında
olduğunu dile getirmişlerdir.
8
Dinç, Cengiz, “Sivil Güç - Realist Oyuncu İkileminde
Avrupa Birliği’nin Küresel Konumu Üzerine
Tartışmalar”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi,
Cilt 7, Sayı: 28 ss. 89-124, 2011
40
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Birlik içerisinde askeri ve siyasi bir
birlikteliğin olmamasına karşı, ekonomik
temelli bir örgüt olarak kurulan Avrupa
Birliği
genel
olarak
bakıldığında,
küreselleşen dünyada ekonomik bir dev
haline gelmeyi başarmış bir kurum olarak
karşımıza çıkmaktadır. Nitekim ABD’nin
yanı sıra ekonomik olarak güçlü bir
pozisyonda hatta merkez konumdadır.
Bazı temel ekonomik göstergelere
bakıldığında, gayri safi milli hasıla
açısından dünyanın en büyük on ulusal
ekonomisinden beşini (Almanya, İngiltere,
Fransa,
İtalya,
İspanya)
kapsadığı
görülmektedir.9 Bu bağlamda Mark
Eyskens’in 1991 yılında dile getirdiği,
Avrupa “ekonomik bir dev *ama+, siyasi bir
cüce” ifadesi birliğin konumunu net bir
şekilde gösterirken, günümüzde de
geçerliliğini korumaktadır. Dünyanın en
büyük 500 şirketi içerisinde Avrupa Birliği
üye ülkelerine ait 165 firmayla ilk sırada
yer almaktadır. Önemli bir küreselleşme
göstergesi sayılan doğrudan yabancı
yatırımlara
bakıldığında,
dünyadaki
doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık %
47’sini Avrupa Birliği’nin gerçekleştirdiği
görülmektedir. Ayrıca Avrupa, tüm
yatırımlar içerisinde yaklaşık % 40
oranındaki payı ile dünyanın en büyük
doğrudan
yabancı
yatırımı
alan
10
bölgesidir.
Avrupa Birliği için ekonomik entegrasyon
ülkelerin çıkarlarına ters düşmediği ve
karşılıklı işbirliği ve politikalar ile
bütünleşme konusunda karlı çıktıkları için
ekonomik entegrasyon daha kolay hayata
geçirilmiştir. Fakat son dönemlerde
yaşanılan ekonomik krizler AB üye
ülkelerini de etkilemiş ve birlik içerisinde
de
sıkıntılara
sebep
olmuştur.
Yunanistan’daki ekonomik kriz Eurozone
bölgesi için de bir sorun teşkil etmektedir.
Ekonomik gelişmişliği ile ön plana çıkan
AB, bu özelliğini yitirirse uluslararası
etkinliği de zarar görebilir. Bu açıdan
bakıldığında AB’nin güçlü ekonomiye sahip
ülkeleri birliği ayakta tutan sütunlar olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik krizlerin
yanı sıra AB’ye yeni üye olan devletlerin
AB Kriterlerini tam olarak karşılayamaması
ekonomik sorunları da beraberinde
getirmiş, birlik için bir kambur olmuştur.
Küresel açıdan gücünü büyük ölçüde
neoliberal politikalarından almasına ve
küreselleşmeye sosyal alternatif olma
iddiasından uzak görüntüsüne rağmen
Avrupa Birliği; bölgesel bir bütünleşme
hareketi olarak, kendi odağını ekonomik
çıkarlardan
siyasi
bütünleşmeye
çevirebilmiş olması açısından dünyadaki
tek örnektir. Dünya üzerindeki birçok
bölge, aynı dil ve hatta aynı etnik
kökenden gelen milletler arasında
çatışmalara sahne olurken; Avrupa, geride
büyük yıkıcı savaşları bırakmış bir bölge
olarak birleşebilmiş ve birçok alanda ulusal
egemenlik
yetkilerini
ulus
ötesi
mekanizmalara
bırakabilmiştir.
Küreselleşmenin telos’u olan tamamen
bütünleşmiş bir dünya düşünüldüğünde;
Avrupa Birliği, bölgede barış içerisinde
yaşayabilen, işbirliği alanlarını sürekli
arttırma çabasında olan, devleti ortadan
kaldırmaksızın siyasi açıdan bütünleşebilen
halkların bir arada yaşayabildiği bir model
olarak,
küreselleşme
penceresinden
11
yansıyan bir umut ışığıdır.
* Enes Deşilmek, Trakya Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler
9
International Monetary Fund, World Economic
Outlook Database, October 2009: Nominal GDP list
of countries. Data for the year 2008.
10
UNCTAD, 2008, World Investment Report, s.211212
11
GÜLER, Begüm Şeren, “Küreselleşmenin Merkezi
Aktörlerinden Biri Olarak Avrupa Birliği”, Ankara
Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt: 10, No:2,Ankara,
2011, s.47-62
41
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Neden Avrupa Birliği?
Röportaj: Fatih Gökyıldız
Antalya Akdeniz Üniversitesi Arş. Gör. İsmail Cem Karadut: “Bugün Avrupa Birliği’ni
emperyalist bir birlik olarak görenlerde vardır, büyük bir barış, refah ve demokrasi projesi
olarak tanımlayanlarda… Aslında bakarsak bu iki tarafta aynı şeyi söylemektedir. Eleştirel
kesim, Avrupa’daki barışı kapitalist ilişkilerin rasyonel bir gerekliliği olarak alır, yani barışın
bir araç olduğunu söyler; destekleyenlerse, barışın kendinde bir amaç olduğunu vurgular.
Sonuçta; her ne kadar 90’larda etnik bölgesel çatışmalar olsa da AB ile somutlanan süreç,
ll. Dünya Savaşı’ndan sonra başka bir büyük savaşa izin vermemiştir.”
Türkiye’nin AB üyelik sürecini anlatan en
uygun sözlerden birisi ‘‘Mazi kalbimde
yaradır!’’ Çünkü Ankara Anlaşmasında
belirtildiği gibi AB ile 1963’te resmiyete
dökülmüş bir ilişkimiz var. Bu ilişkinin
kuralları açık… Şöyle ki; Ankara Anlaşması
1964 yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma
ve ilgili Katma/Ek Protokolde üyelik için üç
aşama ön görülmüştür: hazırlık ve geçiş
aşamalarıyla birlikte nihai aşama. Anılan
bu aşamaların ise en fazla 17 yıl süreceği
bu sözleşmede belirtilmiştir. Yani; Türkiye
eğer anlaşmaların üstüne yüklediği
sorumlulukları yerine getirebilseydi, 1981
yılında Yunanistan ile birlikte Avrupa
Topluluğu’na girebilecekti. Sözünü ettiğim
bu 17 yıla baktığımızda ise, Türkiye’de ne
yazık ki bir askeri muhtıra ve bir de darbe
görünmektedir.
Diğer
bir
deyişle;
Türkiye’nin
Avrupa
Topluluğu’na
giremeyişinin ve birlik için hala kapıda
bekleyişinin en önemli nedenlerinden birisi,
istikrarsız siyasal konjonktür ve toplumsal
fikir ayrılıklarının çatışma ortamına
dönüşmesi koşullarında ortaya çıkan askeri
rejimlerdir. Dumlupınar Üniversitesi Kamu
Yönetimi Bölümü Araş. Gör. İsmail Cem
Karadut ile AB-Türkiye ilişkisi başta olmak
üzere, Avrupa kıtasını enine boyuna
konuştuk. Sayın Karadut’un diğer çalışma
alanları; demokrasi, küresel siyaset ve Türk
siyasal yaşamı.
Avrupa Birliği: Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu (AKÇT), Avrupa Ekonomik
Topluluğu (AET), Avrupa Topluluğu (AT)
42
Akademik Perspektif – Kasım 2014
ve
Avrupa
Birliği
(AB)
olarak
günümüzdeki
şeklini
almıştır.
Bu
dönüşüm Avrupa’da neleri beraberinde
getirmiştir?
İlkin bana bu söyleşi fırsatını verdiğiniz için
sana ve Akademik Perspektif’e teşekkür
ederim. Soruda belirttiğin gibi, Avrupa’nın
ekonomik ve siyasal bütünleşmesi çeşitli
kurumlar aracılığıyla 20. Yüzyıl’ın ikinci
yarısından beri devam etmektedir.
Saydığın kurum isimlerinde göze çarpan ilk
nokta, topluluktan birliğe yöneliştir. Söz
konusu bu tarihsel süreç içerisinde ve
anılan kurumlar üstünden bir araya gelen
Avrupa ülkeleri ‘birlikte’ hareket etme
iradesini ortaya koymuşlardır. Bu anlamda
bütünleşme ve onunla yanında gelen
kurumlar, Avrupa’daki parçalı siyasal
yapıya bir ‘düzen’ getirmekle birlikte,
ekonomik
olarak
da
kıtayı
bütünleştirmiştir. Dahası, bugün “Avrupa
Vatandaşlığı”
diye
bir
kurum
bulunmaktadır. Avrupalılar yaşadıkları,
çalıştıkları yerlerde, kendi ülkeleri olmasa
bile, yerel yönetimlerde seçme ve seçilme
hakkına sahiptir. Kendi ülkesi dışında
yaşayan bir Avrupalı bulunduğu ülkede
yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde
oy kullanabilmektedir. Kısacası; Avrupa
Birliği ile birlikte ulus-devletin bir zamanlar
ülke sınırları içerisinde yerine getirdiği
ekonomik
bütünleşme,
siyasi
kurumsallaşma ve kolektif kimlik inşası gibi
işlevler ulus-üstü/ötesi bir düzleme
taşınmıştır. Yalnız şunu belirtmekte fayda
var ki; Avrupa Birliği, bölüşüm ve yeniden
bölüşüm politikaları gibi sosyo-ekonomik
düzenlemeleri
hala
ulus-devletlere
bırakmaktadır. Söz konusu bu durum
Avrupa
Bütünleşmesi’nin
yüzleşmesi
gereken önemli bir sorundur.
AB bütünleşmesine baktığımızda sürekli
sorgulanan, sürekli eleştirilere maruz bir
birlik olduğunu görüyoruz. Ama sürekli
kendini yenileyen ve yıllar geçtikçe
büyüyen bir birlik olduğunu görmekteyiz.
Peki AB bu durumu nasıl başarıyor? Sizin
bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
I. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Kautsky
bir
makale
yazar…
Adı,
“UltraEmperyalizm”dir.
Der
ki,
Avrupa
ülkelerinde gelişen kapitalist mantık büyük
ve yıkıcı bir savaşa izin vermeyecektir.
Makale yayımlandıktan hemen sonra savaş
başlar. Bu elbette söz konusu tezin
çöktüğü anlamına gelmez. Bugün Avrupa
Birliği’ni emperyalist bir birlik olarak
görenler de vardır, büyük bir barış, refah
ve demokrasi projesi olarak tanımlayanlar
da… Aslına bakarsan iki taraf da aynı şeyi
söylemektedir.
Eleştirel
kesim,
Avrupa’daki barışı kapitalist ilişkilerin
rasyonel bir gerekliliği olarak alır, yani
barışın bir araç olduğunu söyler;
destekleyenlerse, barışın kendinde bir
amaç olduğunu vurgular. Sonuçta; her ne
kadar 90’larda etnik bölgesel çatışmalar
olsa da, Avrupa Birliği ile somutlanan
süreç, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başka
bir büyük savaşa izin vermemiştir. Avrupa
Bütünleşmesi’nin sürekliliğinin arkasında
yatan temel etken, belirttiğin gibi değişen
dünyaya
ayak
uydurabilmesidir
ki
Roma’dan Lizbon’a antlaşmalar bazında ve
AKÇT’den AB’ye değin kurumlar düzeyinde
bu dinamiği gözlemlemek mümkündür.
Türkiye’nin birliğe üyelik macerası
1963’de Ankara Anlaşması ile başlamıştır.
43
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Fakat üyelik süreci hala devam
etmektedir. Bu süreç neden bu kadar
uzamıştır?
Sanırım, Türkiye’nin uzayıp giden bu süreci
için söylenebilecek en uygun sözlerden
birisi, “Mazi kalbimde yaradır!” Çünkü
belirttiğin
gibi,
1963’te
resmiyete
dökülmüş bir ilişki var. Bu ilişkinin kuralları
açık… Şöyle ki; Ankara Anlaşması 1964
yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma ve ilgili
Katma/Ek Protokolde üyelik için üç aşama
öngörülmüştür:
hazırlık
ve
geçiş
aşamalarıyla birlikte nihai aşama. Anılan
bu aşamaların ise en fazla 17 yıl süreceği
bu sözleşmelerde belirtilmiştir. Yani;
Türkiye eğer anlaşmaların üstüne yüklediği
sorumlulukları yerine getirebilseydi, 1981
yılında Yunanistan ile birlikte Avrupa
Topluluğu’na girebilecekti. Sözünü ettiğim
bu 17 yıla baktığımızda ise, Türkiye’de ne
yazık ki bir askeri muhtıra ve bir de darbe
görünmektedir.
Diğer
bir
deyişle;
Türkiye’nin
Avrupa
Topluluğu’na
giremeyişinin ve Birlik için hala kapıda
bekleyişinin en önemli nedenlerinden
birisi, istikrarsız siyasal konjonktür ve
toplumsal fikir ayrılıklarının çatışma
ortamına dönüşmesi koşullarında ortaya
çıkan askeri ara-rejimlerdir. Şimdiyse,
Birlik’e üyelik Kopenhag Kriterleri ve
Şartlılık mekanizmalarıyla daha kompleks
bir hale gelse de, süreç aslında açıktır:
Gerekli koşullar yerine getirildiğinde üyelik
de gelecektir. Türkiye 2000’li yılların
başından bu yana üyelik için önemli yasal
düzenlemeler yapmıştır, yapmaktadır.
Bununla birlikte; yasal düzenlemelerin
daha ileriye taşınması ve uygulamaya
yansıtılması gerekmektedir. Kısaca; biçim
ve içerik anlamında esaslı bir demokrasi ve
yapısal anlamda güçlü bir ekonomi
sağlandıktan sonradır ki Türkiye için üyelik
kapıları ardına kadar açılacaktır. Aksi halde
bize Avrupa’dan gelecek en iyi teklif,
maalesef “imtiyazlı ortaklık” gibi taktiksel
işbirlikleridir.
AET’yi kuran Roma Antlaşması Avrupa
için ne ifade ediyor?
Avrupa’daki bütünleşme hareketinin en
başta gelen nedenlerinden birisi savaşı
önlemek… Kömür ve çelik, savaşın en
önemli maddi girdilerinden olduğu içindir
ki atılan ilk adım Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu oluyor. Roma Antlaşması ise,
bütünleşmenin daha fazla alanda ve daha
geniş bir perspektifle ele alınmasını
sağlamaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği’nin
en önemli ulus-üstü politika alanlarından
olan Ortak Tarım Politikası, Roma
Antlaşması’nın sonucudur. Kısaca; bu
antlaşmayla,
AKÇT
ile
başlayan
bütünleşmenin kurumsallaşması daha ileri
safhalara taşınmıştır. Fakat belirtmek
gerekir ki, başlangıçtaki politik birlik
tasavvuru, yine bu antlaşmayla, ağırlıklı
olarak
ekonomik
birlik
düşüncesi
tarafından
gölgelenmiştir
ki
bu
antlaşmanın kurduğu topluluğun ismine de
yansımıştır: Avrupa Ekonomik Topluluğu.
Yine de Roma Antlaşması’ndan sonra, Tek
Şart ile birlikte politik birliktelik için önemli
adımlar atılmıştır.
AB sizce nasıl bir yapıdır?
Bu soruya en uygun yanıt, siyaset
bilimindeki iki temel kavram kullanılarak
verilebilir:
Avrupa
Birliği;
konfederasyondan daha kapsamlı ve de
anlamlı fakat federasyona benzemekle
birlikte ondan daha geride bir ulus-üstü
siyasal
kurumdur.
Yani
AB;
konfederasyon’un ötesinde, federasyonun
da
berisindedir…
Konfederasyonun
ötesindedir zira seçim yoluyla oluşan
Avrupa
Parlamentosu,
doğrudan
vatandaşları etkileyen kararlar alabilen
Merkez
Bankası
gibi
organları
bulunmaktadır; federasyonun gerisindedir
çünkü bir anayasasının bulunmamasının
yanında üye ülkelerin ayrılma hakları
44
Akademik Perspektif – Kasım 2014
bulunmaktadır. Bunun yanında; Avrupa
Birliği’nin
Anayasa
Projesi’nin
gerçekleştirilmiş kadarı olan Lizbon
Antlaşması’na göre tüzel kişiliği de
bulunmaktadır ki bu, Birlik’in kendisini
temsil edebilme ehliyeti olduğunu da
göstermektedir. Kimileri bu arada
kalmışlığı bir kendine özgülük olarak
addetse de, kanımca Avrupa Birliği,
dünyadaki siyasal trende uygun bir
yapılanmadır,
zira
ülkeler
kendi
bağımsızlıklarını göreli koruyarak daha iyi
bir ekonomik performans ve etkin bir dış
politika amacıyla, NAFTA, Mercosur,
Şanghay Beşlisi gibi bölgesel birlikler
oluşturmaktadır.
Almanya ve Fransa üzerinden bir soru
yöneltmek istiyorum. Özellikle 18.
yüzyıldan itibaren şiddetli savaşlara
tutuşan hatta Avrupa2ya büyük yıkım
getiren l. ve ll. Dünya Savaşları’nda bile
rakip saflarda bulunan iki devletten
bahsediyoruz. ll. Dünya Savaşı’nın
bitmesinden kısa bir süre sonra ise bu iki
devlet birleştirici yeni bir birliğin
başkarakteri olmuşlardır. Günümüzde ise
AB’nin başrollerinde yer alan devletler
olarak Almanya ve Fransa’yı görüyoruz.
Bu süre zarfında bu iki devlet neyin
farkına varmıştır veya ne oldu da bu süreç
bu yönde birden değişmiştir?
Savaş maalesef devletlerarası ilişkilerin en
somut, görünür ifadelerinden birisidir.
Ölçülmesi, sayılması da zor değildir. Oral
Sander, “Siyasi Tarih” adlı yapıtında
yazının bulunuşundan 20. Yüzyıl’a kadar
süreçte her yüzyılın 83’ünün savaşarak
geçtiğini belirtir. Yani, insanlık handiyse
haftanın 6 günü savaşmış, 1 günü
dinlenmiştir! Yine Sander, sosyolog Pitirim
Sorokin’in çalışmalarına atıfla, savaşın
süresi ve yoğunluğunu göre 15. Yüzyılı
taban-100 olarak aldığımızda, 20. Yüzyıl’ın
3080 gibi bir ‘istatistiğe’ çıktığını söyler.
Sanırım, Almanya’nın da, Fransa’nın da
fark vardığı şey bu dehşet verici olgusal
verilerdir. Diğer bir noktaysa; Avrupa
Bütünleşmesi ile birlikte, olumlu bir ulusal
farklılık bilinci gelişmiştir. Yani, Avrupalı
uluslar birbirlerinden elbette farklıdır fakat
ayrı değildir, tabiri caizse aynı geminin
içerisindedir. Böylesi bir farkındalık ve
bilinç Almanya ve Fransa’nın yanında tüm
Avrupalı ülkeleri etkilemektedir.
Yeni İşlevselcilik kavramı Avrupa için ne
ifade etmektedir?
İşlevselcilik; uluslararası ilişkilerin “grand”
teorilerinden ki liberal/idealist bir felsefi
arka plana sahip… Geçmişi, iki dünya
savaşı arasındaki sürece değin gidiyor.
İşlevselcilik, tek tek ülkelerin ihtiyaçları ve
rekabeti yerine, bütün ülkelerin ortak
gereksinimleri
ve işbirliğine
vurgu
yapmaktadır. Bu vurgunun sonucu ise
devletin alansal/teritoryal egemenliği
yerine, işlev ve ihtiyaçların bilimsel bilgi,
uzmanlık ve teknoloji ile ilişkilendirildiği
devlet-üstü
bir
egemenliktir.
Yeni
işlevselcilik ise, söz konusu bu teorinin
Avrupa ölçeğine uygulanmasıdır. David
Mitrany, Ernest Haas gibi düşünürler
Avrupa
Bütünleşmesi’nde
ortak
ihtiyaçların ve daha önemlisi siyaset dışı
alanların
önemli
rol
oynadığını
düşünmüşlerdir. Onlara göre bütünleşme,
önemli iktisadi işkollarından başlayıp
siyasal, sosyal ve kültürel diğer alanlara da
sıçrayacaktır. İşlevselcilerin kullandığı
“spill-over” kavramı tam da bu durumu
anlatmaktadır: Kavram; kelime anlamı
itibariyle, taşma/sıçrama olsa da, esasında
bir
etkinliğin
etkisinin
başlangıçta
düşünülen etkinin ötesine geçmesi
anlamına gelmektedir. Bu anlamda; Yeni
İşlevselcilik
aslında
Avrupa
Bütünleşmesi’nin diğer adıdır. Zira
kuramın öngördükleri gerçek hayatta
birebir
karşılıklarını
bulmuştur.
Bütünleşme, kömür ve çelik gibi kilit
iktisadi sektörlerde başlamış ve bunların
denetimi bugünkü komisyonun temelini
45
Akademik Perspektif – Kasım 2014
oluşturan
ulus-üstü
bir
kuruma
devredilmiştir. Çelik ve kömürden
başlayan bütünleşme; tarım, ticaret, çevre,
güvenlik, dış politika ve diğer pek çok
alanda ortak politikalarla sonuçlanmıştır.
1950’lerden günümüze kadarki süreçte
Avrupa açısından hedeflenen beklentiler
Avrupa Birliği ile gerçekleşmiş midir? Bu
konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde “hayır”dır.
Avrupa Kıtası, Roma İmparatorluğu’ndan
bu yana sadece coğrafi olarak değil siyasal
bir bütün olarak da düşünülmektedir. Söz
konusu bu düşünce yüzyıllar öncesinde
felsefeciler, edebiyatçılar, politikacılar
tarafından dile getirilmiştir. Örneğin;
Edmund Burke, hiçbir Avrupalı’nın kıtanın
herhangi bir yerinde kendisini sürgün
hissetmeyeceği bir Avrupa hayalini dile
getirmiştir. Keza Victor Hugo ve Winston
Churchill bir araya getiren düşünce
“Birleşik Avrupa Devletleri” idealidir.
1950’lerde
bütünleşmenin
önderleri
Schuman ve Monnet de, ulusal kimliklerin
bir potada bir araya geldiği bir federasyon
hayaliyle yola çıkmışlardır. Bugünkü haliyle
Avrupa Birliği ise, ne bir federasyon ne de
bir konfederasyondur. Bu durumu,
önceden bahsettiğim gibi, Avrupa
Birliği’nin “sui generis”, yani kendine has
bir özelliği olarak görenler olmakla birlikte,
bütünleşmenin başındaki fikir iktisadi ve
politik anlamda bir ve güçlü Avrupa’dır;
“iktisadi bir dev ve de politik bir cüce
değil”… Yine belirttiğim gibi; AB tek pazar
yaratmada ve kolektif bir kimliğin
inşasında önemli yol almıştır, bundan
sonraysa
politik
olarak
kendisini
güçlendirmek için uğraşacaktır.
Hitler ve Mussolini’nin Avrupa üzerindeki
etkisi ne şekilde olmuştur?
Yüzyıl’ın dizginsiz serbest ticaret düzenine
geç verilmiş bir tepki… Elbette, olumlu bir
tepki değildir, saldırgan ve yıkıcıdır. Bu
anlamıyla faşizm, bir neden değil sonuçtur.
Faşizmi temsil eden bahsettiğin bu iki isim,
Avrupa ve dünyanın en büyük felaketi olan
II. Dünya Savaşı’nın da tetikleyicisidir.
Bununla birlikte; birbirleriyle rekabet
halinde olan Avrupa ülkeleri ve hatta
liberal Batı ile sosyalist Doğu, faşizmi ortak
düşman ilan ederek ve hatta onu
şeytanlaştırmak
suretiyle
kendi
kötülüklerinden de arınarak bir araya
gelmiştir; faşizm ateşi söndürüldükten
sonra, ayrılık ve rekabet “Soğuk Savaş” adı
altında devam etse de… Bu yüzden kendisi
bir sonuç olan faşizm, geçici bir
‘birlikteliğe’ neden olmuştur. Aslında
bugünlerde Avrupa’da yükselen neofaşizme de bu pencereden bakmak
gerekir, zira önümüzde sorgulanan
değerler, kimilerinin post-modern olarak
adlandırdığı hızlı ve akışkan bir dönem ve
‘frenlerinden boşalmış bir
küresel
kapitalizm’ bulunmakta…
‘‘Tek Avrupa Şartı’’nın olmazsa olması
sizce nedir?
Tek Avrupa Şartı’nın olmazsa olmazı,
iktisadi olarak belli bir birikime erişmiş
Avrupa’nın artık siyasal olarak da belli bir
yol kat etmesinin gerekliliğidir. Çünkü
Avrupa Bütünleşmesi, serbest ticaret alanı
yaratmanın ötesinde hedeflere sahip bir
süreçtir. Tek Avrupa Şartı’nın mantığını
şöyle özetleyebiliriz: İktisadi bütünleşme
gümrük birliğinin; politik bütünleşme de
iktisadi bütünleşmenin sütun başları
üzerinde yükselecektir.
Sizce Avrupa entegrasyonu devam edecek
midir?
Ve
bu
entegrasyonun
tamamlanması
neleri
beraberinde
getirecektir?
Faşizm,
reaksiyoner
bir
rejimdir.
Aydınlanma değerlerine, moderniteye, 19.
46
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Babam’ın bir sözü vardı, “Hayat, hükmünü
dayatır!” diye… Eğer ekonomik ve politik
şartlar “entegrasyon/bütünleşme” diyorsa,
bu süreç devam edecektir ki daha geçen
sene Hırvatistan Birlik’e dahil olmuştur.
Sorunun
ikinci
kısmına
gelirsek,
Entegrasyon’un tamamlanması demek,
coğrafi anlamda bir kıta olan Avrupa’nın
(ki üyelik başvurusunun ilk şartı Avrupa’da
toprak sahibi olmaktır) politik anlamda da
bir bütünlük arz ederek küresel siyasette
etkin bir aktör olması anlamına
gelmektedir. Bugün dünyanın çeşitli
yerlerinde AB’ye benzer bütünleşme
hareketleri ortaya çıkmıştır ki bunlar ulusüstü/ötesi küresel siyasetin yönlendiricileri
olmaya namzettir. Diğer bir deyişle; AB’nin
temel rasyonellerinden birisi olan “bir
ülkenin tek başına sahip olmayacağı
nüfuza/egemenliğe, birden çok ülkenin bir
araya gelerek sahip olması” önümüzdeki
on yıllarda küresel siyaseti belirleyecek
düşüncedir. Nasıl ki, Soğuk Savaş
Dönemi’nde bloklar sistemi dünya
siyasetini şekillendirmişse, sorunların ve
onlar için üretilen çözümlerin globalleştiği
çok
kutuplu
dünyada
bölgesel
ekonomik/politik birlikler başat aktörler ve
analiz birimleri olarak karşımıza çıkacaktır.
Arş. Gör. İsmail Cem Karadut lisans ve
yüksek
lisansını
Antalya
Akdeniz
Üniversitesi’nde bitirmiştir, tez aşamasının
sonlarına yaklaştığı doktora çalışmalarına
da aynı üniversitede devam etmekte olan
Karadut, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi
İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nün akademik
kadrosunda yer almaktadır. Bunun
yanında; lisans döneminde Erasmus
öğrencisi olarak, Almanya Hannover
Üniversitesi’nde
bulunan
Avrupa
Çalışmaları Enstitüsü’nden, yüksek lisans
döneminde
ABD
Louisiana
Eyalet
Üniversitesi Kamu Yönetimi Enstitüsü’nden
dersler almış; doktorada ise İtalya Siena
Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde
konuk akademisyen olarak Türkiye’deki
yeni anayasa süreci hakkında bir konuşma
yapmış ve AB – Türkiye ilişkileri hakkında
ders vermiştir. İlgi ve çalışma alanları;
demokrasi, küresel siyaset ve Türk siyasal
yaşamıdır.
47
Akademik Perspektif – Kasım 2014
48
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Europeanization of Turkey from a Legal Perspective
Arda Özkan
This paper discusses to existing Europeanization approaches, account for the all degrees of
Europeanization in Turkey from aspects of legal regulations. It also proposes to distinguish
between four different types of Europeanization: Policy Europeanization, Political
Europeanization, Societal Europeanization and Discursive Europeanization. We review
these different concepts to the impact of the European Union on the current domestic
transformations in Turkey and argue that discussed the impact of Europeanization on legal
reforms, and the role of judicial institutions in furthering Europeanization. And lastly, the
paper establishes to analyze the concept of Europeanization, Turkish political and legal
reforms in a comparative perspective.
The European Union is by its nature an
open project. Although a debate on
Europe’s finality and identity is called by
some political leaders, the fact is that the
nature of European integration is that of a
work in process. Europeans share an
identity as a result of history and culture,
however the link between this identity
and the EU integration is not clear.1
Moreover, it can be argued that European
integration is a process which contributes
to the creation of a common identity
among the states and peoples it concerns,
and that enlargement is a core element of
the EU project.2
Turkey and Europe are characterised by
polarised, contradictory yet mutual
attraction and dependency relationships.
For a long time each other’s mirroring
image, they are coming today to the
possibility of associating closely with each
other in the European Union. Obviously
European countries and Turkey have
participated in major economic, cultural,
1
Gerard Delanty and Chris Rumford, Rethinking
Europe: Social Theory and the Implications of
Europeanization, Routledge, London, 2005.
2
Jürgen Habermas, The Postnational Constellation:
Political Essays, Cambridge Polity Press, 2001.
49
Akademik Perspektif – Kasım 2014
political and ideological exchanges for
centuries, but this was done from a
position of mutual rejection. It is not until
the beginning of the European
construction that Turkey and the EU are
open to a mutual influence process.
Turkey wishes to continue the path
towards Europeanization it began in the
1920s and the EU has declared its
willingness to accept Turkey in.3
Since Turkey obtained an accession
perspective in December 1999, studies
dealing with the EU - Turkey relations have
stretched the concept of Europeanization
to cover a wide range of empirical
observations.4 Most of them focus on
broader domestic changes in response to
the Copenhagen Criteria, regarding the
democratic quality of the political regime,
the role of the military, the national
identity of Turkey as a strong secular
state, and the state-society relations.5 By
linking
Europeanization
with
democratization, Europeanization has
been largely conceptualized within a
normative or legal framework, while
empirical studies on the domestic impact
of the EU accession on specific policies,
political
institutions,
and
political
6
processes in Turkey are still rare.
3
Luis Bouza Garcia, “The Europeanization of
Turkish Identity: Historical, Sociological and
Geopolitical Elements of the Social Perception of
Turkey in the EU”, (Cited on 22 September 2014),
http://www.ikv.org.tr/images/upload/file/bouzateblig.pdf.
4
Claudio Radaelli, “Whither Europeanization?,
Concept Stretching and Substantive Change”, in
European Integration Online Papers (EOIP), Vol. 4,
No. 8, 2000.
5
Thomas Diez, Apostolos Agnantopoulos and Alper
Kaliber, “Turkey, Europeanization and Civil
Society”, in South European Society and Politics,
Vol. 10, No. 1; 2005.
6
Kemal Kirişçi, “Reforming Turkey’s Asylum Policy:
Is it Europeanization, UNHCR-ization or ECHRization?”, in KFG Conference on Far a Way, So
Close? Reaching beyond the Pro-Contra
Controversy on Turkey’s EU Accession, 2-4 June
The establishment of a direct relationship
between the need for liberalization and
the fate of Turkey’s integration into the
European Union has rendered “the EU and
its policies vis-a-vis Turkey” a permanent
feature of the public discourse in Turkey.
Furthermore, a strengthened civil society,
showing “signs of activation of social
spaces” toward democratization of the
domestic polity in Turkey, has legitimized
its existence through “the discourse of
Europeanization”. Departing from these
assumptions, all reforms intended for the
liberalization and democratization of the
Turkish political system “have been either
prompted by or justified on the grounds of
the EU - Turkey relationship”.7
1. Concept of Europeanization
The concept of Europeanization as an
emerging multi-dimensional and complex
phenomenon, especially in recent years
has become an academic and political
concept respectively as a new level of
analysis and a new analytical framework in
European studies. Europeanization refers
to a set of processes through which the EU
political, social and economic dynamics
become a part of the logic of the domestic
discourse, identities, political structures
and public policies. In this context it is
clear that Europeanization changes
structure of nation states and the
collective understanding attached to
them.
2011, İstanbul, Turkey; See for detailed
information Senem Aydın and Fuat Keyman,
“European Integration and the Transformation of
Turkish Democracy”, in CEPS EU-Turkey Working
Papers and Centre for European Policy Studies and
Economics and Foreign Policy Forum, No. 2, August
2004, (Cited on 20 September 2014),
http://aei.pitt.edu/6764/1/1144_02.pdf.
7
Spyros Sofos, “Reluctant Europeans? European
Integration and the Transformation of Turkish
Politics”, in Europeanization and the Southern
Periphery, K. Featherstone and G. Kazamias (eds.),
London, Frank Cass, 2001.
50
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Europeanization is far from a single unified
concept. Instead, we distinguish four
different meanings of the term, although
in
practice,
various
forms
of
Europeanization will occur simultaneously
and will be related to each other: Policy
Europeanization,
Political
Europeanization,
Discursive
Europeanization
and
Societal
Europeanization. All of them refer either
to different ways in which Europe
becomes a common reference point
increasingly referred to in domestic
debates, or to the alignment of policies,
political processes or social identities
within Europe.8
There are at least two noteworthy
characteristics of Europeanization as it is
used in the literature in generally. First,
Europeanization strictly speaking is the
EU-ization. It occurs in the context of, and
can be seen as sparked off by, European
integration. Second, for the most part,
Europeanization is a one-way street. While
it is widely recognized that member states
try to influence the ways in which
European integration affects them, the
very term implies increasing convergence,
and is often taken to mean the imposition
of particular policies, political structures or
social identities on member states and
their societies. All of these aspects of
Europeanization have to do with the
construction and spread of what have
come to be regarded as European norms
regarding particular policies, political
procedures or societal self-definitions.9
8
Diez and the others, op.cit., 2005; See for detailed
information Meltem Müftüler Baç, “Turkish
Political Reforms and the Impact of the EU”, in
South European Society and Politics, Vol. 10, No. 1,
2005, (Cited on 15 September 2014),
http://myweb.sabanciuniv.edu/muftuler/files/200
8/10/muftulerbacpoliticalreforms.pdf.
9
Ian Manners, “Normative Power Europe: A
Contradiction in terms?”, Journal of Common
Market Studies, Vol. 40, No. 2, 2002.
As long as the EU membership remains
top of the preference agenda, the
accession negotiation process accentuates
the power of the EU over prospective
members. The latter have to adopt the
acquis communautaire, the extensive set
of legal provisions, rules and norms that
already exist amongst the member states,
in order to fulfill the membership criteria.
This is clearly a process of enforced EUization - in fact, it is well known that it is
during the phase of membership
negotiations that institutional and policy
change is most radical, while socialization
processes after the attainment of
membership are a much slower, albeit
potentially deeper.10
The institutional and policy changes during
accession negotiations are also by and
large a one-way street, although several
qualifications need to be added: first,
domestic actors can use the European
Union norms for their own purposes.
Second, norms do not remain stable
during the negotiation process, and in fact
are often only constructed, or at least
made explicit, in this context. The socalled Copenhagen Criteria for the
membership, now Article 6 of the Treaty
on the EU, are the most obvious example
of this. Indeed, the relationships between
the Union and membership candidates
can be understood as an exercise in the
reconstruction of the Union as a
normative power, and Turkey is a
particularly good example of this.11
2. Europeanization in Turkey: A Legal
Analysis
The Helsinki 1999 summit decision to
admit the Turkish candidacy is consistent
10
Diez, and the others, op.cit., 2005
Thomas Diez, “Europe’s Others and the Return of
Geopolitics”, Cambridge Review of International
Affairs, Vol. 17, No. 2, 2004.
11
51
Akademik Perspektif – Kasım 2014
with its recognition as a European state
since 1949. Accession negotiations are
today open with Turkey, even though only
in a limited number of chapters of the
acquis communautaire, the rest being
blocked following Turkey’s refusal to
recognise Cyprus. This represents the
complexity of the Europeanization process
in a triple sense. Firstly, it is hard to call
negotiations to the process Turkey is
following today, in that in fact those are
bilateral commissions analysing how far
Turkey’s legislation is in line with
community law in all the sectors of
European integration, the only margin of
negotiation being the interpretation of the
legal provisions and eventual temporary
derogations. Secondly, the accession
process implies not only legal, but as well
highly sensitive political and identity
issues. What is finally discussed is to what
extent a candidate is ready to pool
sovereignty in a big number of areas, and
to share a set of values that pertain to the
intimate dimension of identity. Thirdly,
although a candidate is formally examined
on the ground of its legal and
administrative adaptation to the EU,
Europeanization is not limited to the
adoption of community legislation but as
well as to which extent the legal
provisions are a reality in the country.12
The deterioration of Turkey’s relations
with the EU in the 1990s to a large extent
in terms of Turkey’s human rights record
and its “problematic democratization”.13
However,
Turkey’s
democratic
transformation and its integration into the
EU are “two mutually constituted
processes”.14 In this respect that the
12
Garcia, op.cit.
Panayotis J. Tsakonas, “Turkey’s Post-Helsinki
Turbulence: Implications for Greece and the Cyprus
Issue”, Turkish Studies, Vol. 2, No. 2, 2001.
14
W. Piccoli, “European Integration in Turkish
Identity Narratives: The Primacy of Security”, Paper
presented at the 28th Annual British International
13
prospect of membership in the Union
functions as a “powerful engine of
democratization
and
economic
transformation in candidate countries”
through the appropriate mix of
conditionalities and incentives. However,
if the EU’s emphasis is on conditionalities
or negative incentives only, “this will tend
to slow down” and even damage the
transformation of domestic policies by
strengthening the hands of Euro-sceptics
and the subsequent harmonization
reforms profoundly impinged on Turkish
domestic politics. The post-Helsinki era
witnessed the emergence of a “pro-EU
coalition committed to undertaking the
kinds of economic and political reforms
necessary to facilitate full membership”.15
The simultaneous flourishing of a “highly
entrenched anti-EU coalition” appears as a
formidable obstacle before Turkey’s
democratic transformation and hence
creates an ambivalent attitude toward the
EU. In fact Turkey has gone through a fast
and politically difficult process of reforms
which concern both “low and high
politics” issues. Since membership of the
EU implies adopting the EU legislation and
respecting the Copenhagen Criteria, both
issues are closely scrutinised in the
accession negotiations. However, despite
the strong commitment showed by Turkey
to the EU integration, in the last years and
a half the pace of reforms seems to have
slowed. This may well be the result of a
distrust into the EU’s intentions,
concerning the final decision of
accession.16
Studies Association (BISA) Conference,
Birmingham, 15-17 December 2003.
15
Ziya Öniş¸ “Domestic Politics, International
Norms and Challenges to the State: Turkey - the EU
Relations in the Post-Helsinki Era”, Paper presented
at the Annual Meeting of the Middle East Studies
Association, Washington DC, 23-26 November
2002.
16
Garcia, op.cit.
52
Akademik Perspektif – Kasım 2014
It is obvious that the legal and
constitutional revisions have undeniable
effects on the process of Turkey’s being a
part of Europe. However, when it comes
to the shifting process in Turkey, some
parts of the process cannot be defined as
revision, but absorption. Absorption
means a change on the way to the
European Union standardization. During
this time, national actors can choose
either taking some of the EU policies and
structures except for the basic national
and political ones, for granted, or
combining the latest policies and
institutions with the existing ones. Once
the member states replace the existing
policies and organs with the new ones the
change takes place. As this process makes
shift in their basic national structures, the
effects of change is considerably high.
Conclusion
The accession of Turkey to the EU in terms
of foreign policy and public interest has
always been argued. There has been
enormous debate about the pros and
contras of the Turkish accession to the EU
and about its strategic implications.
However, this debate needs to take into
account the public opinion implications of
Turkey’s Europeanization. The question of
the “borders of Europe” is relevant in this
aspect. The discussion about Turkey’s
accession is paying as it unveils a series of
assumptions on European values, borders
and identity. If Turkey has undergone
Europeanization process for its own sake
and on the grounds of a strong social and
political consensus, this will be
disappointing, but easy solvable in the
medium term. A successful accession
requires that Turkey sees Europeanization
as a goal and the EU membership as its
more or less immediate consequence,
rather than the opposite.
There is no doubt about that legal and
constitutional changes’ being put into
action has a strong correlation with
continuity of democratic practice, visible
and active thought of state, and a revised
approach
towards
state-individual
relation. Most of the reforms are
regarding the basic taboos of Turkish
society. There have been changes made in
the fields of military effect in political life,
minority rights, capital punishment, basic
human rights, and the practice of human
rights and freedom. Nevertheless,
diversities, compossibility and taboos
preserve their heritage. Actually, these
structural reforms have effect on not only
laws and branches, but also they step in
the perception of state and the normative
core of it. The problem here is not the
institutional and legal regulation, but the
shift of values. If the reforms are put into
practice, and the process can be taken to
the end the role of the state will
completely change. This is going to be in a
very long term with the help of the norms’
internalization.
Besides the reforms, Turkey has made a
considerable march primarily in the fields
defined as legally of first priority in
accordance
with
the
Accession
Partnership Document signed with the
European Union. Though the practice of
political reforms has shown a marked
improvement, these need to be enhanced
and generalized. The regulations in the
political and legal systems are parts of a
longer process and it is going to take some
time to reflect complete spirit of reforms
in the administrative and judicial organs’
acts.
*Arda
Özkan,
Giresun
International Relations
University,
53
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Uluslarüstü Avrupa Birliği
Fatih Gökyıldız*
Jean Monnet’nin hafızalara kazınan önemli bir sözü aslında AB’nin temel yapısını özetler
niteliktedir. Monnet o sözünde ‘‘Biz devletler koalisyonu kurmuyoruz, insanları
birleştiriyoruz’’ söylemini kullanıyordu. Monnet’nin ne kadar da haklı olduğunu şimdiki 28
üyeli AB’ye baktığımız zaman görmekteyiz.
1945 yılında yaşanan II. Dünya Savaşı’nın
ardından Avrupa, savaşın etkisiyle birlikte
güçsüzleşmiş ve yoksullaşmış olarak savaşı
sonlandırmıştır. Bu sırada dünya yeni iki
süper güçle tanışma fırsatını bulmuştu.
Bunlar hiç şüphesiz ki Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’ydi.
1870 ve 1945 yılları arasında üç kere
savaşa tutuşan Almanya ve Fransa,
aralarında gerçekleşen bu savaşları artık
sonlandırarak kıtada beraber yaşamaları
gerektiğinin
farkındalardı.
Evet
farkındaydılar fakat yıllarca birbiri ile
mücadele eden bu iki devlet nasıl olurda
bu barış ortamını oluşturacaklardır. Çözüm
önerisi ise
Alman kökenli bir Fransız
olan Robert Schuman’dan gelmiştir.
Fransız Dışişleri Bakanı olan Robert
Schuman, taraflara 9 Mayıs 1950’de bir
öneri sundu. Buna göre, dönemin temel
savaş sanayileri olan kömür ve çeliğin
kontrolü, diğer ülkelerinde katılımına açık
bir Avrupa örgütü dahilinde kurulacak
olan, bir ortak yüksek kurula aktarılacak.
Bu konuyla ilgili Almanya’nın Süddeutsche
Zeitung gazetesinin 11 Mayıs 1950
tarihindeki manşetinde ‘‘Fransızların teklifi
siyasi
bir
sansasyon’’
şeklinde
yorumlamışlardır. Daha bir yıl bile
olmamışken Almanya, Belçika, Fransa,
Hollanda, İtalya ve Lüksemburg bir araya
gelerek 18 Nisan 1951 tarihinde Avrupa
Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (ECSC)
kurmuşlardır. Yirminci yüzyılda birlik
fikrinin desteklenmesinde ve oluşum
aşamasında Schuman gibi düşünen ve bu
düşünceye destek veren daha birçok isim
bulunmaktaydı. Bunların başındaysa;
Konrad Adenauer, Jean Monnet, Carlo
Sfersa, Henri Spaak, Winston Churcill gibi
54
Akademik Perspektif – Kasım 2014
isimleri sayabiliriz. Jean Monnet’nin
hafızalara kazınan önemli bir sözü aslında
AB’nin temel yapısını özetler nitelikteydi.
Monnet o sözünde ‘‘Biz devletler
koalisyonu
kurmuyoruz,
insanları
birleştiriyoruz’’ söylemini kullanıyordu.
Monnet’nin ne kadar da haklı olduğunu
şimdiki
AB’ye
baktığımız
zaman
görmekteyiz. 28 üyeli ve insanlarının bir
olduğu bir birlik konumunda.
Bu altı ülke 25 Mart 1957’de Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma
Antlaşması’yla resmen kurulmuş oldu.
Hemen sonrasında Avrupa Atom Enerjisi
Topluluğu’nu (EURATOM) kuran ikinci
antlaşmayı imzaladılar.
Kıta için Schuman’ın nedenli önemli
olduğunu ve gelecek yüzyıllar için kıta
adına ne kadar faydalı bir projeye imza
attığını söylememek haksızlık olur.
Schuman; 9 Mayıs 1950’de ‘‘9 Mayıs,
Avrupa Birliği’nin doğum günüdür. Bu gün,
Avrupa kıtasında, barış, dayanışma ve
istikrar
döneminin
başlangıcını
simgelemelidir. Avrupa tek bir defada ya
da
tek
bir
plan
çerçevesinde
oluşturulmayacaktır. Öncelikle fiili bir
dayanışmayı yaratacak somut başarılar
üzerine kurulacaktır’’ demişti. Schuman’ın
bu sözlerinde de görüldüğü üzere Avrupa
bütünleşmesinin Avrupa ulusu için ne
denli önemli olduğunu sözlerinde çok net
bir şekilde vurgulamıştır. Sürdürülebilir bir
Avrupa istiyorsak eğer, çalışmaların en
temelden yapılması gerektiğini dile
getirmiştir.
Altılar olarak bilinen ve AET’yi meydana
getiren antlaşmanın tarafları Almanya,
Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve
Lüksemburg kendi aralarında mal, hizmet,
insan ve sermayenin serbest dolaşımını
mümkün kılabilmek için ortak bir Pazar
kurmaya karar verdiler. Fakat kıtada yer
alan ve AET’nin dışında kalan ülkeler bu
durumu pek hoş karşılamadılar ve
İngiltere’nin başını çektiği bir muhalefet
kitle meydana geldi. Muhalefet kitlesinin
gerekçesi ise Avrupa haklıları arasında
derin bir yakınlaşma oluşturacak birlik
vaadini fazlasıyla federalist bulmalarıydı.
Fakat
AET’nin
başarılı
çalışmaları
sonucunda muhalif kanatta başı çeken
İngiltere, ani bir manevra ile 1961 yılında
AET üyeliğine başvurmaya karar verdi.
Fakat İngilizlerin başvurusu sonuçsuz kaldı.
İngiltere, 1963 ve 1967 yıllarında iki kere
üyeliğe başvuru yaptı fakat dönemin
Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle
tarafından veto edildi. Bunun nedeni ise şu
şekilde yorumlanmıştır; İngiltere’nin kıta
Avrupa’sından farklı bir yapıya sahip
olması ve ülkenin topraklarının oldukça
büyük olmasıydı. Ayrıca müttefiki ABD’ye
ise fazla yakın bulunması bir engel olarak
görülüyordu. İngiltere için bu engel çok
uzun sürmedi. Zira De Gaulle’un 1969
yılında istifa etmesine en çok sevinenler
şüphesiz
ki
İngilizler
olmuştu.
Müzakerelerin 1972’de tamamlanmasıyla
İngiltere kendisi gibi EFTA üyesi olan
Danimarka ve İrlanda ile birlikte 1 Ocak
1973’de AET’ye katıldı.
Artık Avrupa’da dokuzlar dönemi vardı.
Avrupa’da Kriz
Batı Avrupa’da 1973 yılında meydana
gelen petrol krizi ekonomik büyümenin
sonunu getirdi. Gerçekten de öyle
olmuştu. Enflasyon, işsizlik derken yaşanan
krizler zincirleme olarak Avrupa’da yaşam
standartlarına büyük darbe vurdu. Herkes
birliğin sarsıldığını ve yok olacağını
düşünürken birlik güzel bir adım attı ve
yıllarca sürecek bir mekanizmanın ilk adımı
bu kriz yıllarında atılmış oldu. Avrupa
Komisyonu (yürütme), Bakanlar Konseyi
(yasama), danışma meclisi niteliğindeki
Avrupa Parlamentosundan oluşan ilk
kurumsal üçgeni kurmuş oldu. Parlamento
55
Akademik Perspektif – Kasım 2014
ilerleyen yıllarda bu hızlı büyümenin ve
gelişmenin
meyvelerini
toplamaya
başlamıştı. Bunların en önemlisi ise birlik
artık gerçek bir birlik gibi çalışmaya
başlamıştı. 1979 yılının sonrasında alınan
kararların birinde şu madde vardı. Artık
Parlamento oylaması olmaksızın hiçbir
bütçe kararı alınamayacak ve hatta
Parlamento onayı olmaksızın yeni bir üye
ülke de kabul edilemeyecekti.
Yunanistan’ın Üyeliği
Yunanistan yedi yıllık askeri diktanın
ardından 1974’de demokrasiye dönüp
1975’de AET’ye başvuruda bulundu.
Yunanistan, aynı İngiltere’ye de olduğunu
gibi birçok muhalif kitle ile karşılaştı. Bu
muhalefet
eden
grupların
bazıları
Yunanistan’ın üyeliğe hazır olmadığını
düşünürken,
bazı
kesimler
ise
Yunanistan’ın diğer üye devletlerle aynı
değeri taşımadığını savunuyorlardı.
Altı yıl süren müzakereler sonucunda
nihayet Yunanistan AET’ye üye olacaktı.
Üye ülkeler Yunanistan’ın gelişiminin AET
içerisinde daha rahat olacağına karar
verdiler. Ve 1 Ocak 1981’de Yunanistan
AET’nin 10. üyesi oldu. Bu durum aslında
Avrupa
Topluluğu
içerisindeki
dayanışmanın da oturmakta olduğunu
gösteriyordu.
12 Üye 12 Devlet
Aynı Yunanistan’da olduğu gibi İspanya ve
Portekiz’de diktatörlükten 1970’lerin
ortalarında
kurtuldu.
Az
gelişmiş
ekonomilerinin yanı sıra ekonomileri
neredeyse tarıma dayalıydı. Demokratik ve
sanayileşmiş AET’ye üye olma istekleri bu
iki ülke halkı için hem ekonomik bir çıkar
yoldu, hem de ulaşım ve ticarette
serbestlik anlamına geliyordu. Uzun süren
reformlar sonrasında bu iki ülkenin 1 Ocak
1986’da AET üyeliği gerçekleşti.
Artık on ikiler dönemine girilmişti. 25 Mart
1953
yılında
imzalanan
Roma
Antlaşması’ndan, 1 Ocak 1986’ya kadar
geçen otuz üç yılda birlik iki katına çıkmıştı.
Bu AET’nin daha da büyüyeceğinin
göstergesiydi. Birlik içerisindeki idari
sistemler yavaş yavaş yerine oturuyordu…
Sonun Başlangıcı
9 Kasım 1989’da toplanan çok büyük ve
istekli kalabalık Doğu’yu Batı’dan ayıran,
Almanya’yı ikiye bölen ve komünizmin
sembolü olan ‘Berlin Duvarı’nı yıktı. Bu
olayı 1986’de imzalanan ‘Avrupa Tek
Şartı’nın somut bir başarısı olarak
göstermemiz yanlış olmayacaktır. Kısa bir
sürede Almanya birleşti ve AET’nin nüfus
ve yüzölçümü olarak en büyük ülkesi oldu.
1991 yılında ise Sovyetler Birliği dağılmış
ve bağımsız cumhuriyetlere bölünmüştü.
Bu durum ‘Büyük Avrupa’ için şüphesiz ki
bir fırsata dönüştürülebilirdi. Ve öylede
oldu…
Üye ülkelerce onaylanan ve 1 Kasım
1993’te yürürlüğe giren Maastricht
Anlaşması, AET’yi Avrupa Birliği’ne
dönüştürdü.
Maastricht Antlaşması ile atılan cesur
adımlar genişlenenin devam edeceğinin
habercisiydi aslında. Euro’ya geçiş kararları
da bu dönemde alındı. Üye ülkeler ise
bunu 2002 yılından itibaren uygulamaya
başladılar.
Muhteşem Üçlü
Avrupa’nın
beklide
en
istikrarlı
ülkelerinden olan; Avusturya, Finlandiya
ve İsveç 13 ay gibi kısa bir süre zarfında
birliğe üyeliklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu
üç ülke ile birlikte Norveç’te Şubat 1993 Mart 1994 tarihlerinde müzakereleri
tamamlamıştır. Nitekim Norveç’in üyeliği
iki kez gerçekleşen halk oylaması
56
Akademik Perspektif – Kasım 2014
sonucunda AB’den yana kullanmayarak
gerçekleşememiştir.
reformların meydana gelmesi ile birlikte
doğruluğu tüm çevrelerce anlaşılmıştır.
AB müzakerelerini en kısa sürede
gerçekleştiren de bu ülkelerdir. Aynı
zamanda AB’nin en istikrarlı ülkeleri
arasında da görebiliriz bu üç ülkeyi. Gerek
2008 yılında yaşanan küresel krize ve
gerekse Avrupa kıtasının geneline
baktığımızda refah seviyesi ve yaşanabilir
statünün en yüksek olduğu ülkeler
konumundalar.
Müzakereler 1998 yılında 6 ülke (Çek
Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Macaristan,
Polonya ve Slovenya) ile başlamıştır. Diğer
altı ülke (Bulgaristan, Letonya, Litvanya,
Malta, Romanya ve Slovakya) ise 2000
yılında müzakerelere başlamışlardır.
1 Ocak 1995 itibari ile Avrupa’da 15 üyeli
bir birlik görüyoruz.
Büyük Genişleme
ovyetlerin dağılması ile bölgede başarı ve
istikrarın sembolü olan AB üyeliğine
kıtadaki hemen hemen her ülke olumlu
bakıyordu. AB, eski komünist ülkelerinin
demokrasi
ve
pazar
ekonomisine
geçebilmesi için desteklerde bulundu.
Daha önceki genişlemelerde en çok üç
ülkenin üyeliği konuşulurken şimdi 12 ülke
sıradaydı. AB’ye reabetin bu kadar yüksek
olması aslında önemli mesajları da
beraberinde getiriyordu. İlk başta 6 ülke
için tasarlanmış birliğin 27 üye ile
işleyeceğinin farkına varılmıştı. 1993
yılında
gerçekleştirilen
Kopenhag
Zirvesi’nde üye devletler dört yeni katılım
kriteri belirlemişlerdir.
Bu kriterler şunlardı. Siyasi Kriter: Hukukun
üstünlüğüne, demokrasiye, azınlıkların
korunmasına ve insan haklarına saygı.
Ekonomik kriter: Pazar ekonomisine geçiş.
Yaşama
kriteri:
AB
mevzuatının
benimsenmesi. Bir de AB’yi de ilgilendiren
yeni üyeleri
özümseme
kapasitesi
kriteriydi.
Sayfalarca mevzuat ve zorluklar ile
gerçekleşen müzakeler sonucunda daha
önceden öngörüldüğü gibi Romanya ve
Bulgaristan dışındaki 10 ülke 1 Mayıs
2004’te birliğe katılmaya hazır olacaklardı.
Adaylığı
gerçekleşmeyen
iki
ülke
Bulgaristan ve Romanya ise ülkelerinde
yaşadıkları yolsuzluk sorunlarını çöze
bilmek için ciddi çaba sarf ettiler ve
komisyonun onayı ile 1 Ocak 2007
tarihinde ‘Büyük AB’ genişlemesi 27 üyeli
bir birlik oldu.
Üyelik müzakereleri Türkiye ile aynı tarihte
başlayan Hırvatistan’ın 3 Ekim 2005’te
başlayan AB serüveni 1 Temmuz 2013’te
üye olmasıyla mutlu sona ulaşmıştır. Ve bu
üyelik ile birlikte AB günümüzdeki son
şeklini almıştır.
Altı ülke ile başlanılan düşünce
günümüzde ki 28 üyeli halini almıştır. AB,
sürekli
kendisini
sorgulamış
ve
güncellemiştir. Bu durum ise AB’nin
uluslarüstü bir yapı olmasını sağlamıştır.
AB genişlemesinin 28 üyeli bir birlik ile
sınırlı
kalmayacağı
ve
Avrupa
entegrasyonunun
devam
edeceği
kanaatindeyim.
* Fatih Gökyıldız Anadolu Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler
Bu kriterler üye olmak isteyen ülkeler
tarafından ilk ölçüde ayrımcılık vb.
söylemler ile olumsuz karşılanmıştır. Fakat
57
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Türkiye’de Zorunlu Din Dersi Uygulaması
Derya Kap*
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)16 Eylül 2014 tarihli zorunlu din dersinin
mevcut içerikle uygulanamayacağına dair hükmü, Türkiye’de din dersi tartışmalarını tekrar
gündemin üst sıralarına taşıdı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 1924 yılında yürürlüğe
girmesinden bu yana, din eğitimi ve öğretimi, Türkiye’de laiklik tartışmaları ekseninde ele
alınan en önemli tartışma konularından birini oluşturmayı sürdürüyor.
Bugün gelinen aşamada, din derslerinin
içeriği
ve
zorunluluğu
konusunda
toplumun farklı kesimleri arasındaki
süregelen
görüş
ayrılıkları,
yerel
mahkemeler ve AİHM nezdinde hukuki bir
ihtilafa dönüştü.
Türkiye’de Din Derslerinin Tarihçesi
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
kuruluş
yıllarından itibaren en hassas tartışma
konularından birini oluşturun laiklik ilkesi
nedeniyle, din eğitimi ve öğretimi her
zaman devletin gözetimi ve denetiminde
sürdürüldü. Bununla birlikte, siyasi
iktidarların
laiklik
anlayışlarındaki
değişimler, din derslerinde yaşanan
dönüşümleri doğrudan etkiledi. Bu
doğrultuda, dine mesafeli tek parti
iktidarında 1920’li yılların sonundan
1950’li yıllara dek din dersleri müfredat
programlarından tamamen çıkarılırken;
1950’lerden itibaren seçmeli din dersi
uygulamasına geçildi ve son olarak 1982
Anayasası ile din dersi zorunlu hale
getirildi.
Türkiye’deki din eğitimi ve öğretimine
ilişkin temel düzenleme, Tevhid-i Tedrisat
olarak bilinen yasaya dayanır. Din
eğitiminin örgün eğitim kurumlarında
devletin gözetim ve denetimi altında
verilmesi ilkesine dayanan ve 1924 yılında
çıkarılan Kanun ile medreseler kapatıldı.
1928 yılında laiklik ilkesinin anayasaya
konmasını takiben, örgün öğretim
kurumlarında, “Din Bilgisi” dersi 1948
yılına dek ders programlarından çıkarıldı
ve din eğitimi veren bütün eğitim
kurumları kapatıldı. Bu tarihten itibaren,
din eğitimi ve öğretimi meselesi,
Türkiye’de önemli tartışma konularından
58
Akademik Perspektif – Kasım 2014
biriNİ oluşturdu ve din derslerine ilişkin
tartışmalar günümüze kadar süregeldi .
Din eğitimi ve öğretimine mesafeli
yaklaşan tek parti iktidarı, 1948 yılından
itibaren “Din Bilgisi” derslerine müfredatta
tekrar yer verilmesinin ardından; 1950 ile
1981 yılları arasında, örgün öğretim
kurumlarında seçmeli din dersi ile ilgili
değişik uygulamalar hayata geçirildi.
1974’ten itibaren Din Bilgisi derslerine
ilave olarak, okullarda zorunlu Ahlak
Dersleri uygulamaya kondu.1980 askeri
darbesinin ardından da, 1982 Anayasası ile
ilk kez din öğretimi anayasal bir güvenceye
kavuştu. Din eğitimi ve öğretiminin
devletin
kontrolünde
gerçekleşmesi
amacıyla
Anayasası’nın
24’üncü
Maddesi’yle din eğitimi ve öğretimi
zorunlu hale getirilerek,
bugünlere
gelindi.
1982 yılından bu yana örgün eğitim
kurumlarında ilköğretim 4’üncü sınıftan
itibaren ortaöğretimin son sınıfına kadar
okutulan Din Kültürü ve Ahlak bilgisi
(DKAB) dersi, zorunlu dersler arasında yer
alıyor. 2000 sonrası dönemde ise din
eğitimi alanında yeni politikalar izlendi ve
ciddi bir dönüşüm geçiren DKAB dersine
2010 yılında yapılan değişiklik ile farklı
inançların öğretimi eklendi. 2012 yılında,
12 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına
geçilmesi ile birlikte, 1982’den itibaren
zorunlu olarak ilköğretim 4’üncü sınıftan
12’inci sınıfa kadar okutulan DKAB dersi
yanında, din eğitimi ile ilgili yeni seçimlik
dersler öğretim programlarına dâhil edildi.
(Bkz Tablo 1)
Tablo 1: Türkiye’de Din Derslerinin
Tarihçesi
1924-1927: Zorunlu Din Dersi Dönemi /
İlkokul, Ortaokul: “Din Dersi”
Zorunlu; Lise :Din Dersi yok
1927-1946 Din Derslerinin Kaldırıldığı
Dönem / İlkokul, Ortaokul, Lise: Din
Dersleri müfredattan çıkarıldı
1948- 1982: Seçmeli Din Dersi Dönemi /
İlkokul, Ortaokul, Lise: Din DersiSeçmeli; İlkokul, Ortaokul, Lise:
Ahlak Dersi- Zorunlu
1982- 2014: Zorunlu Din Dersi Dönemi /
a.“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”Zorunlu b. Seçmeli Din Dersleri
(2012) “Kur’an-ı Kerim; Hz.
Muhammed’in Hayatı; Temel Dini
Bilgiler”
Kaynak: “Yeni Eğitim Sisteminde Seçmeli Din
Dersleri: İmkânlar, Fırsatlar, Aktörler, Sorunlar ve
Çözüm Önerileri”, İlke Yayınları: 6 Araştırma
Raporları: 5, İstanbul, 2013.
Anayasal Bir Gereklilik Olarak Zorunlu Din
Dersi
1982 Anayasası ile birlikte gündeme gelen
zorunlu din dersi uygulamasının hukuki
temeli, halen uygulanmakta olan Tevhid-i
Tedrisat Kanun’un din eğitiminin örgün
eğitim kurumlarında devletin gözetim ve
denetimi altında verilmesi ilkesi ile 1982
Anayasası’nın 24’üncü Maddesi’nde “Din
kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu
dersler arasında yer alır” ifadesine
dayanıyor. Bu madde, devletin din eğitimi
alanındaki gözetlemeci ve denetlemeci
rolünü koruduğuna ve din öğretiminin
esas alınarak DKAB dersinin zorunlu olarak
okutulması ilkesinin benimsendiğine işaret
ediyor. DKAB dersi, 1982 yılına kadar
seçmeli olarak okutulan “Din Dersi” ile
zorunlu dersler arasında yer alan “Ahlak
Bilgisi” dersinin birleştirilmesiyle ortaya
çıktı. Zorunlu din dersinden muafiyet
imkânı, Lozan Antlaşması’na göre,
Türkiye’de yaşayan azınlıklar ve diğer
Müslüman olmayan öğrencilere tanınıyor .
Diğer bir deyişle, DKAB Türkiye’de sadece
Müslüman öğrencilerin alması gereken
zorunlu bir ders niteliğini taşıyor. Bu
nedenle, ağırlıklı olarak Sünni inancın
öğretilmesine odaklanan DKAB dersleri,
Alevi inancına mensup öğrenciler içinde de
59
Akademik Perspektif – Kasım 2014
zorunlu. 4’üncü sınıftan itibaren 12’nci
sınıfa kadar, 12 yıllık temel eğitimin 9
yılında okutulan ve toplam 1086 sayfadan
oluşan DKAB ders kitaplarında AlevilikBektaşilik inancına ayrılan yer 16 sayfa ile
sınırlı . Ayrıca, DKAB kitaplarında, ağırlıklı
olarak Sünni İslam anlatılırken; tasavvufi
yorumlar içinde Alevilik- Bektaşilik’e
sadece 8 sayfa ayrılıyor. İçeriği bu şekilde
belirlenen ve temel eğitimde 9 yıl devam
eden DKAB dersleri, bazı veliler tarafından
din öğretimi ve eğitim açısından yetersiz
bulunuyor. Buna karşın, bazı veliler ise
zorunlu din dersine karşı çıkarak konuyu
yargı sürecine taşıyorlar. Farklı talepleri
karşılamak
amacıyla,2007
yılında
yayınlanan yeni müfredatla, DKAB dersinin
içeriğinin “din kültürü” dersi olarak
düzenlenmesi amaçlandı; ancak, söz
konusu değişiklikle yerel mahkemelerde ve
AİHM nezdinde mahkûmiyetlerin önüne
geçilemedi.
Zorunlu Din Dersi Konusunda AİHM’in
Yorumu
Hukuki bir ihtilafa dönüşen zorunlu din
dersi, bir insan hakları meselesi olarak ele
alındığında, AİHM’nin konuya ilişkin olarak
aldığı kararlar önemli bir referans
oluşturuyor. İnsan haklarına uygun olarak,
zorunlu din dersinin nasıl olması
gerektiğine dair tartışmalarda, AİHM’nin
DKAB dersi ile ilgili olarak aldığı iki karar
bulunuyor. AİHM, 2007 yılında “Hasan ve
Eylem Zengin-Türkiye” davasında, zorunlu
DKAB dersinde Türkiye'de hâkim olan
dinsel çeşitliliğin dikkate alınmadığını;
Alevi inancına sahip topluluğun “eğitim
hakkının ihlal edildiğini” ve ihlalin
sebebinin Türkiye’deki eğitim sisteminden
kaynaklandığına hükmetti. Bu karar
doğrultusunda Türkiye, DKAB ders
kitaplarında bazı değişiklikler yaptı ve
“seçimlik” adı altında yeni din dersleri
koydu. Bu değişikliklere rağmen, konuyla
ilgili tartışmalar ve hukuki ihtilaf devam
etti. AİHM, zorunlu din dersi konusunda
“Mansur Yalçın ve Diğerleri-Türkiye”
davasında da benzer şekilde, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) eğitim
hakkıyla ilgili maddesinin ihlal edildiğine ve
mevcut içerikle zorunlu din dersinin
uygulanamayacağına hükmetti.
AB Ülkelerinde
Uygulaması
Zorunlu
Din
Dersi
AB’nin zorunlu din dersine ilişkin
uygulamalarında, AB ülkelerinde geniş bir
çeşitliliğin olduğu görülüyor. 28 AB üyesi
ülkenin her birinde din dersi uygulaması,
bu ülkelerin siyasal ve kültürel gelenekleri
ile yakından bağlantılı . AB mevzuatında
din eğitimi ve öğretimini düzenleyen ortak
bir hüküm mevcut değil. Dolayısıyla, AB'de
din eğitim ve öğretiminin temel dayanağı,
AİHS ve üye ülkelerin iç hukukuna göre
şekilleniyor. Bazı ülkelerde din dersleri
zorunlu iken; bazılarında ise seçmeli ya da
içeriği karşılaştırmalı din eğitim şeklinde
olabiliyor.
Ayrıca,
her
ülkenin
müfredatında o ülkede baskın olan dine
ağırlıklı olarak yer verilebileceği, AB
uygulamaları ve AİHM içtihatlarında kabul
gören bir yaklaşım. Ancak bu yaklaşım,
toplumdaki diğer din, mezhep ve
inançların da yansıtılmasını gerektiriyor.
Bu noktada vurgulanması gereken son
nokta,
Türkiye'de
örgün
eğitim
kurumlarında zorunlu “din öğretimi”
yapılmasına karşın; AB ülkelerinin çoğunda
zorunlu “din eğitimi” programının
uygulanıyor olması. Bu nedenle, Avrupa'da
özellikle ilköğretim seviyesinde din dersi
müfredatının belirlenmesinde kiliseler söz
sahibi olabiliyor ve okullarda dini ayinler
düzenleyebiliyor.
Zorunlu Din Dersi Uygulamasının Geleceği
Türkiye’de yerel mahkemelerde açılan
davalar ve AİHM nezdinde yapılan
başvuruların ardından gelen mahkûmiyet
kararları, zorunlu din dersi uygulamasının
toplumsal talepleri karşılayamadığını ve
60
Akademik Perspektif – Kasım 2014
konu hakkında değişikliğe gidilmesi
gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu noktada,
Türkiye’de
zorunlu
DKAB
dersi
uygulamasında
sorunun
ortadan
kaldırılmasına
yönelik
iki
seçenek
bulunuyor:
zorunlu
din
dersinin
kaldırılması ve DKAB dersinin “seçimli ders
olması” ya da “zorunlu din eğitiminin
muafiyete
imkân
verecek
şekilde
müfredatta değişikliğe giderek sürmesi”.
Zorunlu din dersi yerine, “seçimli ders”
uygulamasının,
özgürlükler
düzeni
bakımından daha yerinde olacağını
savunanlar olduğu gibi; zorunlu din
dersinin sürmesini destekleyen geniş bir
kesim de bulunuyor. İlk görüşü
savunanlara göre,
Anayasa ve yasal
değişikliklerle dersin seçmeli olması ya da
müfredattan tamamen çıkarılması sorunu
çözüme
kavuşturur.
Bu
durumda,
Anayasa’nın
24’üncü
Maddesi’nde
değişiklik yaparak, 1961 Anayasası’nda
olduğu gibi, din derslerinin seçimlik ders
haline getirmek mümkün olabilir. AİHM
kararlarında da belirtildiği gibi, zorunlu din
dersi uygulanmasının devamı halinde,
dersin “Din Kültürü” dersi niteliğinde olup,
tüm dinlere ve inanma biçimlerine eşit
mesafeden
bakabilmesi
gerektiği
vurgulanıyor.
Toplumda ihtiyaç olan din eğitiminin
devlet kontrolü altında ve laiklik ilkesine
uygun
bir
şekilde
verilmesini
destekleyenler tarafından dinler hakkında
bilgi veren bir dersin müfredatta
bulunması ve zorunlu olmasının makul
olduğunu savunan diğer görüşe göre ise,
birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, din
dersinin zorunlu olması AİHM içtihatlarına
aykırı değil. Bu anlamda, Türkiye’de ilk ve
ortaöğretim okullarının müfredatında
bulunan zorunlu DKAB dersi hem bilimsel
hem de toplumsal ve özel şartlar açısından
gereklidir. Bu görüşü savunanlar, dersin
içeriğinin
AİHS’ne
uygun
olması
durumunda, muafiyet getirmenin bir
anlamı olmadığını kaydediyor. DKAB
dersinin zorunluluğundan ziyade, dersin
din hakkında bilgi vermeye yönelik bir
biçime kavuşması ve Alevilerin de
taleplerini dikkate alacak şekilde içeriğinin
yeniden gözden geçirilmesi ile sorunun
çözüleceğini savunuyorlar.
Tüm bu değerlendirmelerin sonunda
gelinen aşamada, toplumun büyük bir
kesiminde zorunlu din dersinin sürmesi
yönünde genel bir eğilimin olduğu
görülüyor. AİHM hükümleri ile bu
konudaki farklı yaklaşımlar birlikte
değerlendirildiğinde,
zorunlu
din
öğretiminin devamı yönündeki talepler ile
buna karşı çıkanlar arasında bir uzlaşı
sağlanmasının gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu
uzlaşının sağlanamaması durumunda,
zorunlu
din
dersi
konusundaki
tartışmaların
sürmesi
kaçınılmaz.
Türkiye’de
zorunlu
din
dersinin
kaldırılmayacağına dair siyasi iktidarın
açıklamaları sebebiyle, gerçekleşmesi en
güçlü seçenek, içeriği AİHM hükümleri
çerçevesinde belirlenmiş ve zaman
içerisinde de değiştirilebilecek zorunlu
DKAB dersinin ilk ve ortaöğretim
kurumlarında sürmesi yönünde.
* Derya Kap, Marmara Üniversitesi,
Siyaseti Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
61
Akademik Perspektif – Kasım 2014
Marshall McLuhan ve Jean Baudrillard Perspektifinde
Medya Analizi
Sadullah Necip Uzun*
Jean Baudrillard ile Marshall McLuhan, 'kitle iletişim araçları' hakkında çarpıcı görüşler
ortaya atmış, kuramlarıyla döneme damgasını vurmuşlar. Ayrıca yapmış oldukları
analizlerle günümüze de ışık tuttuklarını idrak edebiliriz.
Baudrillard, medyanın; gerçeğin üstünü
kapattığını
ve
kendi
gerçeğini
oluşturduğunu,
böylece
simülasyon
evrenin ortaya çıktığını iddia etmiştir.
McLuhan ise sürekli gelişen kitle iletişim
araçlarının zaman ve mekan kavramını
ortadan kaldırdığını, dünyanın küresel bir
köye dönüştüğünü ve bu iletişim çağında
'mesaj' kavramını yitirip 'aracın' mesajın
kendisi haline geldiğini dile getirmiştir.
Bu iki kuramcı araştırmalarını 20. yüzyılda
yapmıştır. 21. yüzyıl dünyasında, bu
tezlerin ne denli isabetli görüşler olduğunu
rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Zira;
telekomünikasyonun gelişmesinin sınır
kavramını ortadan kaldırdığı, özel hayata
erişebilirliğin ortaya çıktığı, medyanın
gerçekleri çarpıtıp kendi gerçeklerini
topluma empoze ettiği, farkına varılması
gereken bir husus haline gelmiştir.
Marshall ve Jean, genellikle medyanın
farklı rolleri üzerinde durdu. Ancak bu iki
görüşün birbirini nasıl tamamladığını analiz
edebiliriz. Böylece medyanın toplum
üzerindeki etkisi ve konumunu daha iyi
teşhir etmiş oluruz.
Jean Baudrillard'ın Medya Analizi
Baudrillard’ın ifadesiyle, "bizler “hipergerçekliğin” etkisi altına girmiş, her şeyin
simülasyon tarafından saydamlaştırıldığı,
“hipergerçek”
bir
dünyada
yaşıyoruz.Baudrillard
"
Gerçekliğin
kapitalizm ve kitle iletişim araçları
tarafından emilerek, başka bir gerçekliğe,
hiper gerçekliğe dönüştüğünü savunur. Bu
durumda
gerçek
olanla
olmayan
arasındaki ayrım kalkmıştır, bunun yerini
simülasyon ve simülakrlar almıştır.
Baudrillard,
kitle
iletişim
araçlarıyla
62
Akademik Perspektif – Kasım 2014
yaygınlaştırılan kültürün satın alma kültürü
olduğunu düşünür. Ona göre, mesajın
eleştirel yanı kitle iletişim araçları ile
birlikte
yok
edilmektedir.
Mevcut
toplumsal düzeni de değiştirme gücüne
sahip olan bu iletişim araçları, makul bir
vaat ve ilgi çekici mesajlarla kitlenin
katılımını sağlar ve yönlendirir. Ayrıca,
üretimin rasyonel bir etkinlik olmadığını
ileri sürdü. Tüketicinin reklam vb. yollarla
aldatılmasını; göz boyayıcı bir oyun olarak
yorumladı.
Gerçekle sanal arasındaki ayrım ortadan
kalkmıştır. Mesajın anlamının üretilmesi
yerine anlamın sahneye konulması
kavramı birbiri içinde evrilmektedir.
Baudrillard’a göre burada bir anlam
simülasyonu
oluşmuştur.
Aslında
simülasyon
evreninde
anlam
kaybolmuştur. Kitle iletişim araçlarından
kitlelere aktarılan mesaj, kitlelerin anlam
yokluğu
ile
yüzleşmelerini
engellemektedir.
Gerçeklik haber için en önemli öğelerden
biridir. Yüz yüze iletişimde çevremizdeki
insanlara ilişkin bir haber duyduğumuzda
edindiğimiz
bilgilerin
gerçekliğini
sorgularız. Gerçekliğine ikna olduğumuz,
inanmak istediğimiz bilgileri gerçek,
inanmadıklarımızı ise söylenti, dedikodu
olarak değerlendiririz. Fakat işin içine bir
kitle iletişim aracı girdiğinde karşımıza yeni
bir gerçeklik kavramı çıkmakta. Öncelikle
böyle bir ortamda karşılaştığımız gerçeklik,
kendi gördüğümüz ve duyduğumuz ya da
yakınlarımızın
süzgecinden
geçen
gerçeklikten çok farklıdır. Çünkü bu kez
algıladığımız gerçekliği kendi yöntemleri,
sınırlılıkları ve güçleri izin verdiği ölçüde
bize aktaran, bir kitle iletişim aracıdır.
Televizyon teknolojisini ele aldığımızda,
haber değeri olan herhangi bir gerçekliğin
çıplak gözle algılanması ile bu gerçekliğin
televizyona yansıması arasında önemli
farklılıklar oluşur. Bizler herhangi bir olayı
çıplak gözle izlerken ve dilediğimiz açıdan
olaya bakma özgürlüğüne sahipken, aynı
olayın
televizyondaki
yansıması,
kameramanın seçtiği açı ile sınırlıdır. İşte
kameramanın seçtiği bu açı, onun yaşanan
bu gerçekliğe kattığı yorum olarak kabul
edilebilir. Bu nedenle, çıplak gözle
görünen gerçeklikle, ekranda izlenen
gerçeklik arasında farklılıklar vardır.
Ekranlarda izlenen salt gerçeklik değil,
kurgusal
gerçekliktir.
Televizyon
haberlerinde
izlenen
gerçekliğin
biçimlendirilmesinde rol oynayan sadece
kameraman
değildir.
Ekranda
izlediklerimiz, çekimler arasından seçilmiş,
ayıklanmış, ses ve görüntü efektleriyle
süslenmiş ve üzerine metin eklenmiş
iletilerdir. İşte haberin çekilmesinden
ekrana yansıtılmasına dek izlenen süreçte
gerçekleşen tüm müdahaleler, gerçekliğin
yeniden
biçimlendirildiğini
göstermektedir.
İnsanların
büyük
bir
çoğunluğu,
algıladıkları ve gördükleri dışında bir
gerçeklik olduğuna inanmak istemez, bu
da medyanın işini kolaylaştıran en büyük
etkenlerden biri. İnsanları ikna etmek o
kadar zor olmuyor. Çünkü insanlar,
sorumluluktan kaçmak istiyor, eğlenmek
istiyor, unutmak istiyor. Siz hakikati
sunmak isteseniz bile ne kadar kişinin
isteyeceği gerçekten şüpheli.
Simülasyon adlı birçok şeyin kökünden
yerinden
oynatıldığı
devasa
süreç
içerisinde televizyon büyük bir role
sahiptir. Reality Show’lar, haberler,
stüdyolar
birer
hiper
gerçek
yutturmacanın
sahneleri
gibidirler.
Örneğin
1971
yılında
Amerikan
televizyonu bir Amerikalı ailenin/(Loud
ailesi) günlük yaşamını kaydetmek için
evlerinin her köşesine kameralar koyup
yedi ay aralıksız çekim yaparak bir TV
programı sunmuştur. Bu olay daha
sonraları Bu Türkiye’de de yapımı
63
Akademik Perspektif – Kasım 2014
gerçekleştirilen Biri Bizi Gözetliyor
formatındaki
programlara
oldukça
benzemektedir. Aradaki fark bir tarafta
Loud ailesinin yaşamına kameralar
yerleştirilirken, diğer tarafta kameralardan
oluşan
bir
eve
yaşamların
yerleştirilmesidir. Başka bir deyişle işlem
bir bakıma tersine dönmektedir. Zaten
simülasyon
bütün
işlevsellik
ve
nedensellikleri tersinir kılma gücüne
sahiptir. Yapımcılara göre Loud ailesi
deneyindeki amaç gerçek bir yaşamın
kaydedilmesidir. Ancak bu mümkün
olamaz, çünkü her yerde kameraların
bulunduğu evde bu aile ‘sanki biz orada
değilmişiz gibi’ davranamaz. Bu sanki Loud
ailesi oradaymış gibi sözüyle aynı anlama
gelmektedir. Daha sonraları Truman Show
adlı film de benzer bir yaklaşımla
yapılmıştır. Evi zannettiği televizyon
stüdyosu aynı zamanda Truman’ ın gerçek
zannettiği bütün yaşamını hiper gerçek
yapar. Loud ailesinde de, BBG ’de de
Truman Show’ da da aynı şey gözlenir:
anlamsız olana aşırı anlam yüklemek.
Amaç gerçeğe saplantılı bir biçimde
yaklaşma arzusudur. Bu arzu sonucunda
gerçek artık yok edilmiş yerini simülakrı
almış ve çekimler tamamlandıktan sonra
Loud ailesi dağılmıştır. Loud ailesi
yaşamları
kaydedilip
televizyonda
gösterilmeden yaşayamayan bir ailedir. Bu
program bir ailenin yaşamının kaydı
olmaktan çok bir kurban törenidir.
Baudrillard'ın örneğine bakacak olursak:
Birey televizyonda Sudan iç savaşını,
herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı
duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu
kapattıktan sonra Sudan'daki iç savaş
devam etse bile onun için bitmiştir. İşte
bireyin yaşadığı bu evren simülasyon
evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir
ve cansızdır.
Körfez savaşının gerçekte yaşanmadığı bir
simulakr olduğunu tezini de Baudrillard
ortaya atmıştır:
“'Savaş kan ve dehşet görüntülerinin
olmadığı bir reyting oyunu haline
dönüşmüştür. Öyle ki, akşam işten
evlerimize geldiğimizde yemeklerimizi
yedikten sonra bacaklarımızı sehpaya
uzatıp çaylarımızı yudumlarken, dizinin
devamını seyreder gibi sakin ve o
rehavetle bugün savaşta ne oldu bakalım
bir dediğimiz bir duruma dönüşmüştür.
Acıları duyumsamadığımız, empatiden
yoksun kaldığımız, iliştirilmiş (sözde)
gazetecilikle gerçekleşen haberlerde haber
niteliği taşıyan bir şey yoktur. Artık
haberler de savaşlar da sadece
simülasyondur. Parlayan ışıkları savaş diye
seyreden bizler, savaşın çok uzağındaymış
gibi gece kameralarıyla çekim yapan yeşil
ekranda; koşan askerleri görürüz sadece.
Bu sahnelerde ölen siviller yoktur,
çocuğunu kaybeden babanın ağlamasını
haberci çekemez. İşte bu yüzden
savaşlarda
gerçekliğini
yitirmiş
durumdadır. Sadece simülasyona dönüşen
‘bu savaş’ diye izlettirilen ve izlediğimiz
savaşlar söz konusudur. Bizler bu
simülasyona gerçek diyoruz. Bizim
gerçeğimiz simülasyonla yer değiştirmiş
durumdadır. Gerçek çoktan yerini
simülasyon alanına devretmiştir.”
Baudrillard'ın, medya araştırmalarında
genel olarak vardığı sonuç: Medya bir
gerçekliğin yansıması olarak başlar,
gerçekliği çarpıtır, olmayan şeylere
inandırır ve bir süre sonra kendi
gerçekliğini oluşturarak gerçekliğin kendisi
simülakrı olur.
Marshall McLuhan'ın Medya Analizi
Kanadalı iletişimci Marshall McLuhan
1960’larda “Küresel Köy” (global village)
kavramını kullanarak; kitle iletişim
araçlarının gelişmesiyle dünyada herkesin
olup biten olaylardan haberdar olacağını
ve toplumların giderek birbirlerine
benzeyeceğini ifade etmiştir. McLuhan
ayrıca insanlık tarihinin aslında kitle
64
Akademik Perspektif – Kasım 2014
iletişim
teknolojilerinin
gelişmesiyle
belirlendiğini ve dönemlere ayrıldığını da
iddia
ederek
teknolojinin
nedenli
belirleyici
olduğunu
vurgulamıştır.
McLuhan, “Araç Mesajdır” (The Medium is
the Message) adlı kitabını yayınlayarak bir
anda üne kavuştu. Teknolojinin değeri,
geleneksel anlamda nasıl kullanıldığı ile
biçimlendirilirken bu eserde aracın gerçek
içeriğin kendisi olduğu anlatılmıştır.
McLuhan’a göre araç, insanın uzantısıdır.
Verilmek istenen mesaj araç ile şekillenir.
Örneğin bir hikayenin sözle anlatılması,
sahnede oynanması, bir radyodan
aktarılması veya televizyonda sergilenmesi
o hikayenin ilettiği mesajı alan kişi
tarafından farklı anlamlar kazanır.
McLuhan'a göre her yeni iletişim
teknolojisi hiç farkında olmasak da dünyayı
başka biçimde algılamamıza yol açar.
McLuhan: “Şunu unutmamak gerekir ki,
anlamak, algılamak ve adlandırmak insan
zihinsel sürecinin bir sonucu olmaktan
çıkmış ancak elektronik sistemlerin ve
dolayısıyla
teknolojinin
gelişmesiyle
birlikte insan kendi vücudundan çıkarak bu
elektronik dünyanın bir uzantısı haline
gelmiştir.” Bilgisayar, TV, Internet gibi
araçlarla birlikte normal algının elde
edemeyeceği uyarıcıları teknoloji ile elde
etmeye başlamıştır. Bu durumu bir
kazanım olarak algılayan insanlık neyi
kaybetmiştir? Bu sorunun cevabı nettir
aslında; insanlık kendi gerçekliğini
kaybetmiş ve teknolojinin ideolojisinin ve
politikasının kurbanı haline gelmiştir.
Sonuç itibariyle McLuhan’ı ilgilendiren,
ekranda gösterilen aksiyon veya hadiseler
değil, bilakis televizyonun seyircide
meydana getirdiği algı hareketidir. Sinema
seyircinin katılımı filmi sessizce seyretme
biçimindedir. Oysa televizyon seyircisi,
içerik yoğunluğunun az olması dolayısıyla
televizyon görüntüsünü belirli bir biçimde
tamamlamaya ve sonuçlandırmaya, bir
başka
deyişle
resmi
tamamlayıp
parantezini kapatmaya davet edilir. Bu
resmi tamamlayıp parantezi kapatma
işlevi, televizyonun kendine özgü bir
medyum olarak, program içeriklerinden
bağımsız
biçimde
algılayıcısını
gerçekleştirmeye zorunlu kıldığı bilişsel bir
operasyondur. Mevcut haliyle devam ettiği
sürece, seyircinin kendisini televizyon
tarafından sunulan tecrübe formlarına
uydurmak zorunda kalacağını öngören
McLuhan, televizyona karşı durabilmek
için, panzehir görevi üstlenebilecek başka
bir medyaya, örneğin yazılı metinlere
geçmeyi tavsiye etmektedir.
Sonuç
“Medya çağı, bir Gösteri Çağı”dır. Gösteri
çağıysa, ideolojinin yerine kozmetiğin
geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her
şeyin eğlenceli bir biçimde sunularak
içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon
bombardımanının insanları parçalara
ayırarak
tepkisizleştirdiği,
hafızanın
kaybolduğu, algılama ve muhakeme
yeteneğinin azaldığı bir dönemdir. Tüm bu
analizler sonucunda vardığımız nokta;
egemen güçler, siyasi iktidar ve içinde
bulunduğumuz
kapitalist
sistem
tarafından, hakikat olanın yok edildiği ve
yerine
yenilerinin
inşa
edildiğidir.
Olduğunuz yerde kaldığınız sürece, tüm
gördükleriniz, bir kurgunun fazla ötesine
gidemeyecek öykülerdir. İki boyutlu
ekrandan çok boyutlu bir savaşı, katilinin
ağzından bir cinayet hikayesini ne kadar
doğru anlayabiliriz?
Kaynakça
Metinler ve Söyleşiler / J. Baudrillard
Tüketim Toplumu / J. Baudrillard
http://tr.wikipedia.org/wiki/Marshall_McLuhan
Simülakrlar ve Simülasyon / Jean Baudrillard
Kusursuz Cinayet / J. Baudrillard
Gutenberg Galaksisi / Marshall McLuhan
* Sadullah Necip Uzun, İstanbul
Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım
65
Akademik Perspektif – Kasım 2014
66
Akademik Perspektif – Kasım 2014

Benzer belgeler