Kitabı açmak için tıklayınız.
Transkript
Kitabı açmak için tıklayınız.
ELMALI’DA İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE ISBN Tashih & İç Düzen Ahmet ÖGKE Baskı & Cilt Kutlu Avcı Ofset Ltd. Şti. Muratpaşa Mh. Emrah Cad. Kutlu Avcı Plaza No: 17 0242.346 85 85 ANTALYA İletişim Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Derneği Tarım Mah. Perge Cad. Gündoğdu Sitesi Perge Apt. Kat:3 Dâire: 10 ANTALYA 0242 312 10 03 [email protected] www.akik.org.tr Antalya, 2012 Kitapta yayınlanan yazıların her türlü hukukî ve ilmî sorumluluğu yazarlarına âittir. İÇİNDEKİLER Önsöz ......................................................................................................................... 5 GİRİŞ Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı / Prof. Dr. Ahmet YAMAN .................................... 11 Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler –Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar– / Prof. Dr. Ahmet ÖGKE .......................................... 15 BİRİNCİ BÖLÜM İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ............................ 27 Erenlerin Eğitimi / Prof. Dr. Necmettin TOZLU ................................................ 37 “Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna” –Âriflerin Gönül Eğitimi– / Sadık YALSIZUÇANLAR ......................................................................... 51 İKİNCİ BÖLÜM ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Doç. Dr. Şevket TOPAL ............................................................................. 59 Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER ............................................................ 71 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / Dr. Semih CEYHAN .................................................................................. 83 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM Kaygusuz Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / Doç. Dr. Mustafa SEVER.......................................................... 139 Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk / Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN... 153 İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ .......................................................................... 169 Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI .. 177 DEĞERLENDİRME ve SONUÇ Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ.......................... 213 ÖNSÖZ Yüce Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, kendinin dostları olan sâlih kulları bize sevdirdi. O’nun elçisi Efendimiz (s.a.v.)’e sonsuz salât ve selâm olsun ki, kendi izinden giden âlim ve ârif zâtları mânevî mîrasçılar olarak bize bıraktı. Ve Allah’ın dostluğunu kazanmış ulemâ ve evliyâya da selâm olsun, ruhları şâd olsun ki, onları anmak ve anlamaya çalışmak bizlere nasip ve müyesser oldu. Bundan 7 yıl kadar önce, Elmalı Gönüllüsü dostlarla “Sinân-ı Ümmî Anma Etkinlikleri”ni başlatmaya karar verdiğimizde, Elmalı’nın Canları üzerinde ilk ve en önemli ilmî çalışmaları yayınlayan, ömrünü irfâna ve aşka adamış çok kıymetli Hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI’nın konferansıyla işe başlayalım, demiştik. 2006 yılında, bir Eylül akşamında, Ömer Paşa Câmii önündeki Elmalı Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleşen konferans ve hemen akabinde icrâ edilen Mustafa DEMİRCİ konseri, bu faâliyetlerin ilkini oluşturdu. Ertesi yıl (2007), aynı yerde bendeniz bir konuşma yaptım ve ardından Ahmet ÖZHAN konseri icrâ edildi. Muhteşem bir konser, büyük bir kalabalık ve duygu yüklü unutulmaz anlar... 2008’de de Sayın Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Hocamızın konuşması ve Ender DOĞAN konseri… 2008’den itibâren etkinliklerimizi, Prof. Dr. Bilal Kemikli Hoca’nın başkanlığında başlattığımız “Elmalı’nın Canları: İrfan ve Sevgi Sempozyumları”nı her yıl düzenleyerek devam ettirdik. 2008 Mayıs’ında Antalya–Latanya Otel’deki “İrfan ve Sevgi” temalı ilk sempozyumu, Elmalı’ya taşıdığımız diğer yıllardaki sempozyumlar izledi. Ağustos–2009’daki Sempozyum’da, Elmalı Recep Gürbüz Güreş Eğitim Merkezi Toplantı Salonu’nda “Değerlerimiz”, Temmuz–2010’da Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi’nde “İlim Geleneğimiz” gündeme alındı. Bu kitapta metinleri yayınlanan ve 10 Eylül 2011 Cumartesi günü yine Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi’nde icrâ edilen “Eğitim Geleneğimiz” başlıklı Sempozyum ise etkinliklerimizin 7.sini, sempozyumlarımızın ise dördüncüsünü oluşturmaktadır. “İlim Geleneğimiz” konulu 2010 yılındaki sempozyumda sunulan bildirilerin yayınlandığı kitabın Önsöz’ünde Sayın Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ, sempozyumun ana temasını şu soruyla özetliyordu: “Bu kadar çok âlim ve bilge yetiştiren Elmalı’da acaba nasıl bir ilmî gelenek vardı?” Bu kitapta yayınlanan bildirilerde, Bilâl Kemikli Hoca’mızın açtığı yoldan iler- 6 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz lemeye devam ettiğimiz görülecektir. Onun sorduğu sorunun cevâbını aramak maksadıyla, 2011 yılı sempozyumunun alt başlığını, önceki konunun tamamlayıcısı olacak şekilde “Eğitim Geleneğimiz” olarak belirledik. Bu sempozyumdaki temel sorumuz da şuydu: “Elmalı’da yetişen âlim ve ârifler, acaba nasıl bir eğitim aldılar ki, mesajlarını çağlar ötesine, tâ günümüze kadar dipdiri ulaştırmayı başarabildiler?” Daha öz bir ifâdeyle temel sorumuz şudur: “Nasıl bir eğitim?” Bu soruya cevap aramak üzere çıktığımız yolculuğumuzda, Sempozyumda sunduğu açış ve selâmlama konuşmasını genişletip yazıya dökerek bu kitapta yayınlanmak üzere veren Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN’ın “Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı” başlıklı yazısı, bu kitaba güzel bir giriş niteliği taşımaktadır. İlâveten bendenizin Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği’nin yayın organı Elmalı Bülten’de 2010 ve 2011 yıllarında yayınlanan iki makaleden üretmiş olduğum “Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler –Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar–” başlıklı yazı da Giriş kısmında yer almaktadır. Birinci Bölüm’de yer alan Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden Hocam, Diyânet İşleri Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ’ın “Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz” başlıklı tebliği, sempozyumumuzun ana gâyesini öne çıkaran iki bildiriden biridir. Diğeri ise, engin meslekî, akademik ve irfânî birikimini bizimle paylaşan Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı, Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Necmettin TOZLU’nun “Erenlerin Eğitimi” başlıklı bildirisidir. Bu bölümde son olarak ilk günden beri sempozyumlarımıza katılan Anka’nın yazarı Sadık YALSIZUÇANLAR, “Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna” başlığı altında, Âriflerin Gönül Eğitimi konusunda kıymetli bilgiler veriyor. “Elmalı’da Eğitim Geleneğimiz” konusunun ele alındığı ikinci bölümde ilk olarak Rize Üni. İlâhiyat Fak.’nden Doç. Dr. Şevket TOPAL, “Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları”nı anlatıyor. Rize Üni. Eğitim Fak.’nden Yrd. Doç. Dr. Yusuf ACUNER, “Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim”i ele alıyor. Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nde çalışan değerli meslektaşım Dr. Semih CEYHAN, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet” konusunu anlatıyor. Semih Bey’in bildiri metninin sonunda sunduğu Niyâzî-i Mısrî’ye ait Tuhfetü’l-Uşşâk risâlesinin metninin de bu vesîleyle yayınlanıyor olması, bu kitabı daha ayrıcalıklı kılmakta ve değer katmaktadır. Bu açıdan kendisine ayrıca teşekkür ederiz. Önsöz / A. Ögke • 7 “Elmalı’da Mânevî Eğitim”in ele alındığı üçüncü bölümde ilk olarak Gazi Üni. Fen–Edebiyat Fak.’nden Doç. Dr. Mustafa SEVER’in “Kaygusuz Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî Eğitimi” başlıklı bildiri, ilk dönem Bektâşî geleneğindeki mânevî eğitimi yansıtması bakımından önemlidir. Çanakkale Onsekiz Mart Üni. İlâhiyat Fak. Tasavvuf Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN’ın “Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk” adlı bildirisi de yine bu yöredeki Sünnî–Halvetî tasavvuf eğitiminin temel ilkelerini ortaya koyması bakımından önem taşıyor. “İnsanı Bulmak için Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuğu” konusunu anlatan Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ hocamız da çok değerli bilgile sunuyor. Bu bölümün sonunda ise, Elmalı’nın Canları Sempozyumu’nun ismine ilham kaynağı olan Gazi Üni. Gazi Eğitim Fak. Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI Hocamız, “Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî–İrfânî Eğitimi”ni anlatıyor. Sempozyumun organizesinde ve kitap hâlinde basılmasında emeği geçen pek çok kuruluşumuz, arkadaşımız ve dostumuz var. Bu bir ekip işi ve çorbada çok kimsenin tuzu var, hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz. Özellikle Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Başkanı Dr. Mehmet KARAKAYALI ve Süleyman AYKUT olmak üzere, Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Salih TÜRKİŞ ve Elmalı Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Sadık SARIKAYA her türlü teşekkürü hak ediyorlar. Ayrıca Düzenleme ve Bilim Kurulu’ndaki hocalarımıza ve arkadaşlarımıza, bildirileriyle sempozyumumuzu onurlandıran hocalarımıza şükranlarımızı sunarım. Hassaten Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ hocamızın Elmalı’nın Canları: İrfan ve Sevgi Sempozyumu’nun geleneksel hâle gelmesinde büyük payı var. Ona da gönülden teşekkürlerimizi, sevgi ve saygılarımızı sunarız. Konya–Ankara–Antalya üçgeninde her hafta gidiş gelişlerle süren yoğun mesâisine rağmen sempozyum boyunca hep yanımızda olan ve bir oturumu yöneten Saygıdeğer Hocam Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN’a ve Elmalı’ya atandığı ilk günden beri her türlü desteği sağlayan Elmalı Gönüllüsü Kaymakamımız Sayın Mehmet Murat ÇEKMEN’e de hassaten teşekkürlerimizi sunarım. Bu kitapta yayınlanan her bir bildiri metni, söylenen her bir söz, irfan denizine ve aşk okyanusuna düşen birer damlacık olabilirse, kendimizi bahtiyar sayarız. Çalışmak bizden, yardım ve başarı Yüce Allah’tandır... Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Antalya GİRİŞ Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı Prof. Dr. Ahmet YAMAN Bismillâhirrahmânirrahîm. Böyle anlamlı bir etkinlikte bizleri bir araya getiren Zât-ı Bârî’ye hamd ediyor, Efendimiz-rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı salât ve selâm ile anıyor; uzaktan yakından salonu teşrif eden hanımefendileri ve beyefendileri hürmet ve muhabbetle selâmlıyorum. Bu toprakların XVI. yüzyılda yetiştirdiği değerlerden biri olan Vâhib-i Ümmî (ö. 1595), hepinizin bildiği dizelerinde şöyle demişti: Yeryüzünde bir dahî seyreyledim akrânı yok Hamdülillâh çok şükür, tevhîdimin noksânı yok Bî-nişândan gayrı yerde Vâhib’in nişânı yok Yaz olıcak Elmalı, gûyâ ki Cennettir hemân Elmalı’yı Elmalı yapan acaba nedir? Bizleri buraya çeken hangi cezbedir? Elma bahçeleri mi? Yoksa iklimi ve doğası mı? Ya da başka bir şey mi? Bir coğrafya parçasının kıymeti, oraya yön veren öğreti, orada yetişen örnek insanlar ve oraya hâkim olan değerler ile ölçülür. Mekke, şerefini dağlarından, sarp yollarından ve bunların sağladığı gizeminden almıyor. Medîne’yi Medîne yapan, lâtif iklimi veya hurma bahçeleri değil. İstanbul, eşsiz güzellikteki boğazıyla İstanbul olmuş değil. Nasıl ki buraları değerli kılan ve gönlümüzde yer etmesini sağlayan başka sebepler varsa Elmalı da işte benzer sebeplerle gönlümüzde ayrı bir yerdedir. Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı, Antalya. 12 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Elmalı’nın kıymeti Abdâl Mûsâ’lardan, Vâhib-i Ümmî’lerden, Sinân-ı Ümmî’lerden ve Elmalılı Hamdi’lerden gelmektedir. Onlar ve daha niceleri bu topraklara yön veren öğretiyi baş tacı ettiler, ilim, ahlâk, takvâlarıyla örnek insanlar oldular ve onların çabalarıyla burada bizi biz yapan, biyolojik varlığımızı insan yapan ve bizi kemâle ulaştıracak olan İslâmî değerler yerleşti. İşte Elmalı bu sebeplerle Elmalı’dır ve bizi cezbetmektedir. Değerli Dostlar, Eğer Elmalı’nın bu konumunun ve niteliğinin devam etmesini istiyorsak, bağrında bulundurduğu değerlerine sahip çıkılması gerekir. Sahip çıkmak da hem kişilerini hem de öğretilerini benimseyip onlarla bir âidiyyet ilişkisi kurmakla olur. Yani bu topraklara yön veren İslâmî geleneği sâdece tanıyıp bilmekle değil; içinde bizzat yer almakla olur. Bu noktada “Pekâlâ buralarda yeşeren irfânî geleneğin özü nedir?” diye sorarsanız, bunun cevabı pek çok kimsenin zannettiği gibi salt “zikir usûl ve erkânı” değildir. Asıl cevap, “bir büyük iradenin emrinde ve kâdir-i mutlak olan Allah Teâlâ’ya kulluğunun ve dolayısıyla aczinin farkında olan, kemâle ulaşma azim ve kararlığına sahip bulunan bir insan yetiştirmek”tir. Yine bizim ilim ve irfan geleneğimiz, bu nitelikteki bir insan kıvamına, birbirini tamamlayan şu üç halkayla ulaşılabileceğini söylemiştir: Nefse hâkimiyet Hâlıka ubûdiyet Mahlûka şefkat Bu halkaları tamamlayan en etkili yol da tabiatıyla sürekli eğitim ve murâkabedir. Vâhib-i Ümmî’nin diliyle konuşursak: Nefsin bilen âlim olur Âlim olan cânım olur Nefse uyan zâlim olur Bir acayip devrandır bu Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı / A. Yaman • 13 Bilmediğindir “bildim” dediğin Görmediğindir “gördüm” dediğin Maksûd değildir “erdim” dediğin Var bir mürşide sor, niye geldin? Anlamak, bilmek budur kim, niye geldin bilesin Gayrısı lâzım değildir, mânada budur hesap İşte bu sırrı yakalamak ya da bu bilinci tazelemek üzere buradayız. Böyle anlamlı bir beraberliğin meydana gelmesinde emekleri ve katkıları olan gönül dostlarına, bu çerçevede özellikle Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü’ne, Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği’ne ve Elmalı Kültür ve Turizm Derneği’ne şükranlarımı sunuyorum. Hürmet ve muhabbetlerimle.. Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler –Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar– Prof. Dr. Ahmet ÖGKE “Mâye olan zât-ı Hak’dan bir muhabbettir sübût Yedi esmâ nûruna cân oldu bunlara Vücûd” (Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî k.s.) Yıl 1655. Yâni bundan 350 küsur yıl kadar önce.. Günlerden, Ramazan’a bir gün kala.. Yer Elmalı.. Mehmed Mısrî 39 yaşındadır. 9 yıl kadar şeyhi Sinân-ı Ümmî’den irşad ve terbiye alan Mısrî’nin, yine mürşidinin izniyle kısa bir süreliğine ayrıldığı Elmalı’ya ikinci dönüşüdür. “–İyi ki döndün, evlâdım!” der, Ümmî Sinan Hz.: “Ben de Ramazan’ın ilk günü öğle namazı için câmiye gelen cemaate, orucun fazîletlerini lâyıkıyla anlatacak birini arıyordum. Artık sen vaaz edersin..” Ertesi gün, şeyhinin emrini yerine getirmek üzere, Elmalı’nın Ulu Câmii hükmündeki Ömer Paşa Câmii’ne doğru Sinân-ı Ümmî Dergâhı’ndan yola koyulmadan önce Mısrî, mürşidinden destûr almak üzere huzûra vardığında, dört can yoldaşını da (Kütahyalı Gülâboğlu Muhammed Askerî, Uşaklı Muslihuddin Mustafa, Ahmed Derviş ve Kütahyalı Çavdaroğlu Müftî Derviş) onun yanında bulur: “–Dört arkadaşın da seninle beraber gidip vaazını dinleyecek… Ha, aklımdayken (yanında duran somunu Mısrî’ye uzatarak) vaazdan sonra, câmi avlusundaki çeşme başında oturup, bu somunu suya katık eder, âfiyetle yersin..” der, Ümmî Sinan. Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf A.D., Antalya. 16 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Her ne kadar bu emirden derin bir hayrete düşmüşse de Mısrî, bu yaşına gelinceye kadar, mürşid-i kâmilin emir ve tavsiyelerine hiç tereddütsüz, harfiyen ve derhal uyması gerektiğini; bu işin sonunda kendisinin hikmetini bilemeyeceği mânevî bir fütûhâtın gerçekleşebileceğini az buçuk öğrenmişti. Evet, bir Ramazan günü, hem de orucun fazîletleri hakkında vaaz ettikten sonra, çıkıp câmi avlusundaki çeşme başında ekmek yiyip su içmek, olacak iş değildi. Mutlaka bir hikmeti olmalıydı; ama neydi? Demek ki, imtihânı gerçekten büyük olacaktı! Neden sonra zihnindeki tereddütleri atıp: “–Emredersiniz, Sultânım!” diyebildi. Oruçla ilgili, gönüllere nüfuz eden, dokunaklı ve etkileyici vaazı cemaat tarafından büyük bir dikkat, beğeni ve hayranlıkla dinlenen Mısrî, câmiden çıktıktan sonra, oruçlu olmasına rağmen mürşidinin emrini tereddütsüz yerine getirmeye koyulur: Şadırvana varır, tasını suyla doldurur ve yere bağdaş kurup oturur. Şeyhinin verdiği ekmeği yemeye başlar. Durumu görenler, onun zındıklığına hükmedip üzerine yürürler; türlü hakaretler ve tükürükler yağdırırlar. İş, onu tartaklamaya, sille tokat dayağa kadar varınca; olup biteni onun hemen yanı başında izlemekte olan dört can yoldaşı imdâdına yetişir. Mehmed Mısrî ortalarında olduğu halde beş can yoldaşı, Ümmî Sinan Dergâhı’na uzanan yokuşu soluk soluğa tırmanırken, arkalarından da gazaba gelmiş kalabalık onları kovalamaktadır. Nihâyet, ona en iyi cezâyı şeyhinin vereceğini düşünerek dergâhın kapısına dayanan kalabalık, Sinân-ı Ümmî Hz.’nin gür sesiyle irkilir: “–Demek Ramazan günü güpegündüz oruç bozmak, yiyip içmek ha! Bilerek oruç yemenin cezâsı nedir? İki ay oruç tutmak.. Atın bunu hücresine! İki ay boyunca oruç tutacak!” Derviş Mehmed, sınavının ne denli çetin olduğunu işte o zaman anlamıştır. İki ay boyunca, yemeden, içmeden, çektiği tasavvufî riyâzet ve mücâhede ile nefsinin son arzu, hevâ ve heves kırıntılarını da kazıyıp atmayı başarabilecek midir acaba?! İki ayın sonunda Ümmî Sinan Hz., dört gözde mürîdini ve diğer dervişleri de yanına alarak Mısrî’nin hücresine gelir: Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke • 17 “–Mehmed Mısrî, nasılsın?” hitâbına: “–Sağlığınıza duâcıyım, şeyhim!” cevâbını alan Ümmî Sinan Hz.: “–Bakıyorum da daha ölmemişsin (nefsin ölmemiş)! Sana kırk gün daha halvet, Mehmed Mısrî!” buyurur. İmtihânın çetinliği bir kat daha artmıştır. Aynı minvâl üzere geçecek bir kırk günlük riyâzete daha can mı dayanır? Dört can yoldaşının bundan hiçbir şüpheleri yoktu. Mısrî, bu çetin sınavı da başaracak ve nefsiyle giriştiği 100 günlük savaştan sapasağlam, belki de daha diri çıkacaktı. Buna yürekten inanıyorlardı. Çünkü onu yakından tanıyorlardı. Eskiden beri o, kırk günlük çile ve halvetin azlığından yakınmaz mıydı hep?! Nihâyet 100 gün de doldu. Yüzüncü günün akşamı, namazdan sonra Sinân-ı Ümmî Hz., doğruca Mısrî’nin hücresine yürüdü. Arkasında oğlu Süleyman, dört can yoldaşı, bütün dervişler ve en geride de durumu merak eden Elmalılılar.. Hücrede ses soluk yoktu, âdetâ. Ümmî Sinan Hz., kapıyı hafifçe aralayıp içeri seslendi: “–Mehmed Mısrî, nasılsın?!” Üç kez aynı sesleniş.. Ancak üçüncüsünden sonra, içeriden cılız bir inleme sesi duyulabildi: “–Hû!” Herkes derin bir nefes almıştı. Sinân-ı Ümmî Hz., kapıyı iyice açtı, yürüdü; arkasından da oğlu ve dört er onu tâkip etti. Mısrî, kıbleye dönük, yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Başta şeyh hazretleri ve oğlu olmak üzere dört can yoldaşı atıldılar; onu tutup yerden kaldırdılar. Çok bitkin olan Derviş Mehmed’in gözleri kapalıydı ve yürüyemiyordu. Şeyhi, o bilinen gür sesiyle: “–Yürü evlâdım Mehmed Mısrî!” dedi. “–Ölmeden önce öldün, şükür! Yürü!” İlk gün sâdece su içebildi Mısrî, ertesi gün yoğurtlu çorba ve üçüncü gün bunun içine katılmış biraz ekmek içi.. Üçüncü günden sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısrî halvete girdikten sonra şeyhi Sinân-ı Ümmî, kırk koyun aldırarak onları besiye çektirmişti. Dördüncü günden itibâren kırk gün boyunca bu koyunlar birer birer kesilerek Niyâzî’ye, dervişlere ve hattâ bütün Elmalı halkına kebap oldu, ziyâfet oldu, bayram oldu… 18 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Niyâzî-i Mısrî, tıpkı Elmalı’ya gelmeden önceki hayâtında olduğu gibi, şeyhinin “–Yürü!” emrini verdiği o günden sonra da arayışına devam edecek, hep yürüyecekti. O cezbeli, coşkun, kabına sığmayan can için Anadolu toprakları bile dar gelecek ve nihâyet ömrünü Ege adalarından biri olan Limni’de noktalayacaktı. Evet, Niyâzî-i Mısrî, bu çetin imtihandan alnının akıyla çıkmıştı. Elmalı’da, Ümmî Sinan Dergâhı’nda aldığı 9 yıllık mânevî terbiyeyi, 100 günlük bu çetin, ama bir o kadar da faydalı ve erdirici oruç sınavını, halvet ve riyâzet mücâdelesini başararak taçlandırmış; mürşidine kayıtsız şartsız teslîmiyetin meyvelerini mânen devşirmiş ve icâzetini şeyhinin elinden alıp Elmalı’dan ayrılmıştı. O, alnının akıyla imtihânı başarmıştı; ama herkes, bu süreçte onun kadar başarılı mıydı acaba?! Yolda dökülenler, tökezleyenler, yanlışa düşenler ve kaybedenler yok muydu? Tâ başa dönecek olursak: Ramazan günü ortalık yerde yiyip içen biri, işin iç yüzü araştırılmadan, sebebi sorulmadan, mutlaka azarlanmalı, yüzüne tükürülmeli, hakarete maruz bırakılmalı, tartaklanmalı, hattâ sille tokat dövülmeli, cezâlandırılmalı mıdır? Böyle yapmak, Müslümanlığın bir gereği midir? Ya da böyle yapmazsak müslümanlıktan mı çıkarız? Nitekim, en çok sevdiği, en gözde mürîdini bu tür bir cilveyle ödüllendiren Sinân-ı Ümmî Hz., görünürde onun cezâsını, İslâm’ın kurallarına uygun bir şekilde “iki ay oruç tutmak” olarak ilân etmiş ve bunu uygulamıştır. Ama işin iç yüzü görünenden farklıdır: Şeyh Hz., tâkip eden kırk günde Mısrî’nin tam kemâle, mânevî olgunluğa ermesi için, tasavvufî eğitim yöntemlerinden biri olan kırk günlük halveti uygulamıştır. Aslında bu, tatlı bir cilveleşmenin âdetâ ibretlik bir oyun hâlinde sergilenmesinden ibârettir. Esâsen Mısrî de bunun farkına varmıştır; oyunun kurallarını gönülden kabullenmiş ve ne yapması gerekiyorsa kayıtsız şartsız ve hiç itirazsız yerine getirmiştir. Sonunda da kazanan yine o olmuştur. İşte Mehmed Mısrî, asıl ondan sonra “Niyâzî-i Mısrî” olmuştur. Demek ki, yalnızca zâhire, yâni dış görünüşe bakanlar, işin iç yüzünü araştırmayanlar, çoğunlukla yanlışa düşecekler, kaybedeceklerdir. Öyleyse sâdece maddî/fiziksel sebep ve sonuçlara takılı kal- Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke • 19 mak insanı yanıltabilir. Bunun yanı sıra mânevî/metafizik hakîkatlere de kulak ve gönül vermek, en kazançlı yol olsa gerektir. İşte tasavvuf yolu, bu kazancı devşirme yoludur. Evet, bir Nakşî şeyhi olan Ahi Baba’nın mürîdi Ketenci Ömer Paşa’nın yaptırdığı Elmalı’daki bu câmiye sizin de bir gün yolunuz düşerse, şadırvanın hemen yanı başında, şeyhinin emr-i şerifleriyle Ramazan günü orucunu bozarak yiyip içen Mısrî’yi hatırlayın, olmaz mı? Orada, onu gören tasavvuftan ve irfandan habersiz, kaba softa ham yobaz tiplerin: “–Şuna bakın! Bir de sûfî olacak! Şu bize vaaz veren tarîkat ehli derviş değil mi bu? Zındık herif! Vurun! Bunun kanı helâldir!” diye bağrışmalarını duyar gibi olacaksınız.. Yine oradan Sinân-ı Ümmî Dergâhı’na doğru kıvrıla kıvrıla uzanan yokuşu da hızlı adımlarla tırmanmaya çalışın; arkanızdan yükselen “Vurun zındığa, yaşatmayın!” nâralarını duyar gibi olacaksınız yine.. Heyhât! Niyâzî-i Mısrî nerede, arkasından onu taşlayanlar nerede?! Müridlerden de kaybedenler olmadı mı dersiniz, bu imtihan sürecinde? “–Bu Mısrî’nin yaptığı da hiç olacak iş mi? Müslümanlığa sığar mı bu? İsterse şeyh emretsin. O zaman şeyhi de terk ederiz!” deyip yoldan ayrılan, dağılan, samîmiyetsiz, hâl değil yâl dervişleri (yiyici takım) yok muydu acaba? Mürşid-i kâmilin yetkinliğini ve müslümanlığını kıt akıllarıyla ölçüp tartmaya kalkışan, onun emir ve tavsiyelerini kendilerince beğenmeyen ahmaklar yok muydu? Elbette vardı ve onlar da kaybedenler tarafındaydılar. Niyâzî-i Mısrî’nin can yoldaşı olan dört eri ise kazananlar hânesine eklememiz gerekiyor, değil mi? Zira onlar, mürşidlerinin kendilerine verdiği emirlerde en küçük bir fütursuzluk göstermedikleri gibi, kardeşlerine karşı da en ufak bir inançsızlık beslememişler ve şeyhlerinin katında yüksek itibarları olmasına rağmen olaya aslâ müdâhale etmemişlerdi. Bütün tavır ve davranışlarıyla, esâsında müridliğin nasıl olması gerektiğini hâl diliyle haykırmaktaydılar, âdetâ.. Bana gelince: Bu çağda, 2012 yılında, bütün bunları nereden mi çıkardım?! Elbette, Elmalı ilim ve irfan geleneğinin yetiştirdiği en büyük değer olan Niyâzî-i Mısrî’nin romanını yazan Emine Işınsu 20 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Hanımefendi ile Sadık Yalsızuçanlar Bey’in ve çok kıymetli Elmalı gönüllüsü merhum Abdullah Ekiz Beyefendi’nin kitaplarından..1 * * * * * Yıl 1647. Bundan 360 küsur sene kadar önceydi.. 30’lu yaşlarına yeni basmış Mehmed Niyâzî-i Mısrî’nin Elmalı’daki Sinân-ı Ümmî dergâhına gelişinin ilk demleriydi. Öğrendiği zâhirî ilimleri zirveye taşıdığı Mısır’da gördüğü bir rüyâ üzerine, içinde bir türlü dindiremediği ruhî fırtınaları teskin edecek mânâ eğiticisini aramak için yola çıkışının üzerinden yıllar geçmiş ve nihâyet yeryüzünün en zengin hazînelerine kavuşan bir fakir gibi gönlünün sultânını Elmalı’da bulmuştu. Gelir gelmez şeyhi ona, diğer tasavvufî vazifelerinin yanı sıra, tekkenin haziresindeki câmide imam–hatiplik görevini de vermişti. O da mollalıktan devşirdiği bütün ilmî birikimini buradaki vaaz ve nasihatlerinde değerlendiriyor, namazlarda cemaate imamlık yapıyordu. Aylardan Ramazan’dı ve dergâhın câmiinde hep birlikte akşam namazına durulmuştu. Cemaate bu kez Ümmî Sinan Hz. imamlık ediyordu. Mehmed Mısrî ise, şeyh efendinin hemen arkasında, fâtih makāmında namaza durmuştu. “Okuyuşu ve sesi umduğum kadar güzel değilmiş; ben olsaydım ondan daha iyi okurdum” diye geçirdi içinden Mısrî. Henüz başını tam ezemediği nefs-i emmâresi ona böyle söylüyordu. O anda sıra dışı bir şey oldu: Sinân-ı Ümmî, yavaşça arkaya kayarak Mısrî’yi hafifçe öne itip imamlığa geçirdi. Genç mollanın Fâtiha sûresini seslice okuması gerekiyordu; fakat bir türlü hatırlayamıyordu. Hâfızasında ne varsa sanki hepsi silinip gitmiş, tam bir tutukluk ve boşluk içine düşmüştü. Buram buram terliyor, kendini zorlayıp ne okuyacağını hatırlamaya çalışıyor; ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Hayatında hiç bu kadar kötü bir duruma düşmemişti. Dehşetengiz bir korku ve ürpertiye kapıldı. Son derece çaresiz his1 Bk.: Emine Işınsu, Bukağı, Elips Yayınları, Ankara, 2006, ss. 188-194; Sadık Yalsızuçanlar, Anka, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008; Abdullah Ekiz, Sinan Ümmî ve Ahfâdı, Orkun Basımevi, Ankara, 1962, s. 50. Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke • 21 setti kendini. Tam bu sırada şeyhi Ümmî Sinan Hz. yetişti imdâdına. Onun gönlünden kendi gönlüne akan his, mihrâba bakmasını söylüyordu. Gönlüne doğan bu sese kulak veren Mısrî, mihrapta iri harflerle yazılı Fâtiha sûresini gördü; oradan okudu ve namazı selâmetle kıldırabildi.2 Öteden beri hep duyageldiği: “Âlimin yanında dilini, ârifin huzurunda kalbini tutacaksın” sözünün ne demek olduğunu şimdi çok daha iyi anlamıştı Mısrî. Kendini cereyana kapılmış gibi hissetti. Zihni ve gönlü allak bullak olmuştu. O güne kadar öğrendikleri darmadağın olup gitmişti sanki. Nasıl bir mânevî güç ve otoriteydi bu Allâhım! Hakîkî Elmalı hazîneleri bu olmalıydı. O günden sonra şeyhinin yetkinliği ve kemâli konusunda en küçük bir tereddüdü kalmadan dergâhtaki hizmetlerine daha bir azimle ve sebatla, dört elle sarıldı hep. İşte, Elmalı’yı çağlar boyu hep diri tutan canlar, böylesine büyük ve yüce ruhlara sâhiptirler. Bu rûha ve mâneviyâta sâhip erler, Allah’ın izni ve lutfuyla gönülleri de ellerinde tutarlar, evirir çevirirler ve eğitirler. Ahlâklı bireylerden oluşan erdemli bir toplumun inşâsı, işte böyle yüce gönüllerin uyguladıkları eğitim yöntemleri sâyesinde zirveye ulaşır. Onlar, kendi gönüllerine sâhip oldukları gibi, başkalarının gönüllerinin de sâhibidirler. Onlar hayatteyken de tasarruf sâhibidirler; irtihallerinden sonra da. Hattâ ondan sonraki tasarrufları, tıpkı kınından çekilmiş kılıç gibi, çok daha keskin ve etkindir. Kınının içinde duran kılıç da iş görür, onun da caydırıcı bir işlevi vardır. Fakat bir de çekilen kılıcın neler yapabileceğini düşünürsek, o zaman yaşadıkları beldeyi hep diri tutan canların etkilerini daha iyi anlayabiliriz. Bizi her yıl Elmalı’da bir araya toplayan ruh, işte bu ruhtur. Bilindiği üzere bedenler ölür; fakat ruhlar ölmez. Hattâ beden kafesindeki tutsaklığından kurtulup özgürlüğüne kavuşur. Ne var ki, tasarruf gücü olan diri bir rûha sâhip olabilmek için, yine aynı rûhu taşıyan “diri” bir gönül adamının eğitiminden geçmek lâzımdır. Esâsında Elmalı erenlerinin de Ahmediyye gibi ana bir damarından beslendiği Halvetî geleneğin en temel eğitim prensiplerinden biri, “mânevî eğitimin (irşâdın), sağ olan birinden, yine sağ olan birine uygulanması” ilkesidir. 2 Bk.: Abdullah Ekiz, Sinân Ümmî ve Ahfâdı, Ankara, 1962, s. 49; Emine Işınsu, Bukağı, Ankara, 2006, s. 156. 22 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Bir mürşid-i kâmile nefsini eyle nikâh Ol dostun cemâlini versin sana mehrine diyen Eroğlu Nûri, mânevî irşâdın “sağ (hayatta) olan” bir kimseden, yine sağ olan birine yapılabileceğini; ölene biat etmenin câiz olmadığını belirtir.3 Çünkü vefâtından sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), insanları, kendi ravzasına gelip kabrinden biat almaya dâvet etmemiş; aksine kendi yerine, “yaşayan” bir vekil olarak Hz. Ebûbekir (r.a.) Efendimiz’i tâyin edip ona zâhirî ve bâtınî hilâfet vermiştir. Eroğlu Hz., bu konuda şöyle demektedir: “Habîb-i Ekrem: “Gelin, mübârek ravzamdan biat edin; hem halîfe, hem âlim olun; her ne murâdınız varsa hâsıl olsun” demedi. Ve fakat, birine (Hz. Ebûbekir Efendimiz’e) zâhiren ve bâtınen hilâfet verip halîfe bıraktı.”4 Bu konuda Eroğlu Hz., şeyhinin şeyhi (tarîkat pîri) Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin bir şiirinden de kendine delil getirir:5 “Bu konuda Azîz Pîrim (Yiğitbaşı) şöyle buyurmuştur: Gerçi câizdir, mezâra hem ziyâret, hem duâ Lîki kalb emrâzına, olmaz ziyârette devâ”6 Gerçi mezara ziyârette bulunup duâ etmek câizdir; ama bu tür ziyâretlerde kalp hastalıklarına devâ bulunmaz. Yâni mezardaki büyüklere elbette sevgi ve saygı beslenmeli, bunda bir sakınca yoktur; lâkin yaşanan güncel mânevî sorunların çözümü ve rûhî/mânevî eğitimin devamı için diri olan Allah dostlarına mürâcaat edilmelidir.7 “İrşad, sağdan sağadır; ölene biat edilmez!” diyen Eroğlu Nûri, hayatta bulunan kâmil bir velîye ve onun yerine bıraktığı bir halîfeye biat etmenin farz olduğunu söyler. Ona göre bu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle sâbittir. Cenâb-ı Hakk’ın: “Ey Habîbim! Şunlar ki sen3 Eroğlu Nûri, Tasavvuf bi’t-Tarîkat, Haz.: Mustafa Tatcı, Ankara, 2002, s. 38. 4 Eroğlu Nûri, a.g.e., s. 38. 5 Eroğlu Nûri, a.g.e., s. 38. 6 Bk.: Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, Câmiu’l-Esrâr, vr. 7b; Ahmet Ögke, Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, İstanbul, 2001, s. 372. 7 Bk.: Mustafa Tatcı, “Yiğitbaşı Velî’nin Elmalı Havzasına Ektiği Tohum: Vâhib-i Ümmî ve Elmalı’nın Canları”, Manisalı Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Sempozyumu, 26 Nisan 2008, Manisa, ss. 120-121. Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke • 23 den bey’at ettiler, el aldılar; iyi bilsinler ki benden bey’at ettiler, el aldılar. Zira senin elin üstünde benim kudretim eli vardır”8 meâlindeki sözü buna delildir. Bu âyet, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Kâbe’nin fethi için Medine’den yola koyulduğunda, ulu fethin zâhirî ve bâtınî mânâları bilinsin diye, bir ağaç dibinde on sahâbeye biat ettirmesi üzerine inmiştir. Eroğlu Nûri’nin kaydettiğine göre, sonra bu sahâbeler demişlerdir ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Senin mübârek elinden bey’ata eremeyenler ne olacak?” Efendimiz (s.a.v.): “Her kim, halîfelerimin eline yapışırsa, tâ dünyâ son buluncaya kadar, Allah’ın izniyle, benim sırrım yüzünden ve kâmil erenler duâsıyla ayne’l-yakîn irşad olup hilâfete ulaşır. Silsilemden gelen halîfelerimin herhangi birinin ellerine yapışanlar, benim elime yapışmış gibidir. Benim elime yapışan da Allah’ın kudret eline yapışmıştır. Bin ele bir el, Hak’tır” demiştir. Şimdi anlaşıldı ki diyor Eroğlu Hz., evliyâdan ve halîfelerinden el almak âyet ve hadisle sâbit olmuştur. Habîb-i Ekrem’in ashâbına telkin etmesiyle sünnet olmuştur. Ashâbın diğer Muhammed ümmetine telkin etmesiyle de icmâ-ı ümmet olmuştur.9 Sinân-ı Ümmî’nin üstâdı Eroğlu Nûri’nin çağrısı çok açıktır: Sâdece kendinizden önce gelip geçmiş gönül önderlerinin kabirlerini ziyaret edip onlara saygı ve sevgi beslemekle yetinmeyin; bu büyük ruhların bugünkü yaşayan temsilcilerini de bulun ve onlardan da istifâde edin. Öyleyse, Elmalı’yı her dâim diri tutan canların beslendiği kaynağı keşfetmek, o kaynaktan bugün beslenmekte olan pınarları bulmak ve onlar aracılığıyla aslâ ölmeyen, yok olmayan, ezelî ve ebedî, “lemyezel” olan Hayy ve Bâkî’den güç almak gerekmektedir. Bizden asırlar önce yaşamış Elmalı erenleri böyle yaptıkları içindir ki, sundukları mesajlar ve verdikleri fikirler de o derece dipdiri, capcanlı ve çağlar ötesi olmaktadır. Aynı kudretten güç almak, isteyen herkesin elinde aslında. Öyleyse istemek lâzım, istemesini bilmek lâzım; aramak lâzım, aramayı bilmek lâzım; bulmak lâzım; ölmeden evvel ölmek lâzım, ki diri kalmak lâzım, ve’l-hâsıl olmak lâzım, ve’s-selâm… 8 Fetih Sûresi, 48/10. 9 Eroğlu Nûri, a.g.e., ss. 16-18. BİRİNCİ BÖLÜM İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ Eğitim öğretim tarihimizde ilmî ve fıkhî konuların öğretildiği medreselerimiz ile mânevî, rûhânî ve ahlâkî eğitimin verildiği tekkelerimiz ayrı bir yer tutmaktadır. Tekkeler tasavvufî eğitim geleneğinin en önemli kurumlarıdır. Tekke ve ribat, mescit ve câmiden sonra kültür tarihimizin en eski eğitim müesseseleridir. 14 asra yaklaşan tarihleri boyunca bu müesseselerin eğitim ve öğretim hizmetlerini kısa bir zamanda anlatmanın imkânsızlığını takdir edeceğinizi umarım. Biz, bu bildirimizde tasavvufî eğitim usûllerini ana başlıklar hâlinde çok kısa değerlendirmelerle sunmaya çalışacağız. Ribat ve tekkenin ortaya çıkışı aşağı yukarı aynı yıllara rastlamaktadır. Ribat, kara ve deniz sınırları boyunda, askerî ve dînî amaçlı eğitim imkânı veren müesseselerdir. İlk ribâtın Hasan-ı Basrî’nin talebelerinden Abdulvâhid b. Zeyd tarafından hicri II. asrın ortalarında Abadan’da kurulduğu bilinmektedir. İlk tekke yine aynı asırda Filistin’in Remle kasabasında kurulmuştu. Tekkelerin kuruluşunun tarihi hayli eski dönemlere rastlamakla birlikte yaygınlık kazanması medreseler gibi Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Bu yüzden tekkeler ve medreseler daha çok Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde etkili olmuştur. 1. Tasavvufî Kurum / Tekkelerin Sosyal Fonksiyonları Tekkeler, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın isminin anılmasına izin verdiği evler (Bk.: en-Nûr, 24/36) diye anlatılan özelliğe sahip zikir ma Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı, Ankara. 28 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz halli olduklarından mâbed hükmündedirler. Bu yüzden tekkelerin tamamında beş vakit namaz, bir kısmında minber ilâvesiyle Cuma namazı da kılınmaktaydı. Tekkeler örgün eğitim kurumu olmamakla beraber, mensuplarına dînî bilgiler veren bir mektep, bir okul özelliği de taşımaktaydı. Aslında özellikle ilk devir Osmanlı ilim adamlarının aynı zamanda sûfî ya da sûfîlerin aynı zamanda medrese eğitimi almış olmaları tekke ve medrese için bir barış ortamı sağlamıştı. Bu an’anenin bir devamı olarak bazı tekkelerin medrese gibi faâliyet gösterdiği görülmektedir. Bazı tekkeler medrese talebelerine yurt ve pansiyon hizmeti vererek bu iki hizmeti birleştirmiştir. Nitekim Küçük Ayasofya Câmii tekkesi bunun örneklerinden biridir. Ayrıca Büyük Ayasofya Câmii’nin vâizlik ve kürsî şeyhliğinin tarîkat mensuplarından seçilmesi dikkat çekici bir özelliktir. Tekkeler bir ilim ve irfan merkezi olduğu için, aynı zamanda birer kütüphâne idi. Tekke şeyhlerinin bizzat yazdıkları veya sahip oldukları eserlerin muhafaza edildiği ve ilgilenenlerin istifâdesine sunulduğu yerlerdi. Tekke ve zâviyelerin kapanmasından sonra, mevcut kütüphânelerin toplandığı Süleymaniye Kütüphânesi kataloğuna bir göz atılması, bu konuda fikir verecektir. Nitekim Süleymaniye’de toplanan kütüphânelerin büyük bir kısmının dergâh kütüphânelerinden oluşmaktadır. Tekkeler, halkın çeşitli müşkillerini halletmek ve problemlerine cevap almak üzere başvurdukları meşveret merkezleriydi. Tekke mensupları ve halkın diğer kesimi çeşitli meselelerini buradaki bilge insanlara açardı. İnsanın karar vermekte zorlandığında reyine güveneceği bir dostunun bulunması elbette güzel bir olaydır. Tekkelerin icra ettiği önemli hizmetlerden biri de gelene geçene konaklama imkânı sunmasıdır. Vakfiye şartlarında belirtildiği gibi üç gün süreyle yolcuları ağırlamak, dergâhların üstlendiği hizmetler arasındaydı. Özellikle kervan yolları üzerindeki tekkeler kervansaray hizmeti görmüşlerdir. İskân amacıyla dağ başlarında ve yol ayrımlarında kurulan tekkelerin de yol güvenliğini sağlamak, bölgenin imârı ile gelip geçenlerin ağırlanması gibi önemli hizmetleri olmuştur. Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz • 29 Tekkeler, bir sosyal müessese olduğu ve rûhî eğitimle meşgul bulunduğu için zaman zaman hastaların bakıldığı, hattâ bazı dergâhlarda bu hizmetin bir şîfâhâne gibi îfâ edildiği bilinmektedir. Özellikle “miskinler tekkesi” olarak bilinen yerler cüzzamlı hastaların tedâvi merkezleriydi. Şeyhinin ve bütün mensuplarının cüzzamlı olduğu bu tekkeler bir yandan karantina görevi görürken, diğer yandan toplumdan itilen ve horlanan cüzzamlıları yeniden hayata bağlamaktaydı. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” özdeyişinde anlatıldığı gibi sofrasına gelen herkese yemek ikramını bir görev sayan tekkeler, özellikle imaretleriyle açları doyurmaktaydı. Çeşitli sebeplerle çalışamayan veya geçimine yetecek geliri bulunmayan insanların gündelik yemek ihtiyaçları tekkelerin imaretlerinden karşılanırdı. Tekkenin sıcak ortamında barınan pek çok garip ve yetim aynı zamanda eğitim imkânı da bulurdu. Haberleşme imkânlarının bugünkü seviyeye ulaşamadığı, ulaşım imkânlarının son derece kısıtlı bulunduğu dönemlerde tekkeler toplumla devlet arasında haberleşme imkânı sunmaktaydı. Özellikle istihbârî bilgi ve haber akışında tekkelerin üstlendiği fonksiyon son derece önemlidir. Devlet halka ulaştırmak istediği mesajlarını meşihât makāmı aracılığıyla tekke ve zâviyelere ulaştırır, onlar aracılığıyla bu emirler köylere kadar halka iletilirdi. Aynı şekilde halkın ihtiyaç ve şikâyetleri tekkeler vasıtasıyla meşîhata, oradan da sadâret ve saltanat makāmına ulaştırılırdı. II. Abdulhamid Han Hâtırat’ında buna işaret etmektedir. Osmanlı döneminde tekkelerin siyâsî bakımdan da önemli bir fonksiyonu vardı. Özellikle siyâsî suçlular tekkelere sığınabilirler ve buralarda onlara müdahale edilemezdi. Tekke şeyhinin izni olmadan siyâsî suçluların tekkelerden alınıp tutuklanması söz konusu olamazdı. Nitekim buhranlı dönemlerde pek çok kimse tekkelere iltica ederek canını kurtarmıştır. Bazen de mevkilerini kaybeden, görevinden azledilen yöneticiler tekrar iade-i itibar edilinceye kadar dergâhlarda barınırlardı. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî döneminde yaşamış olan Kaptân-ı Deryâ Halil Paşa bunlardan biridir. O her görevden azledilişinde soluğu hazretin dergâhında alırdı. 30 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Dünya malının geçiciliğine inanan ve çekiciliğinden kurtulmaya çalışan tekke mensupları, malın Allah’a adanışı demek olan vakıfların gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bugüne ulaşan vakıflarımızın mühim bir bölümü tekke ve dergâh vakıflarıdır. Tekkelerde verilen eğitim/öğretimi icra tarzına ve hedef kitlesine göre değerlendirmek gerekmektedir. 2. Tekkelerde Tasavvufî Eğitim ve Öğretim Tekkeler hem bir öğretim, hem de bir eğitim kurumudur. 2.1. Tekkelerde Tasavvufî Öğretim Tekkelerde yapılan tasavvufî öğretimin sözlü ve yazılı olmak üzere iki şekilde yapıldığını ifâde edebiliriz. 2.1.1. Sözlü Öğretim Tekkelerde şeyhlerin ihvânına yaptığı nasihat türü konuşma ve derslerdir. Tekke şeyhleri haftanın belirli günlerinde mürid ve müntesiplerine konuşmalar yapar ve bu konuşmalarda genel esas ve ihtiyaçları dile getirirlerdi. Son derece yapıcı ve sıcak üslûp içinde yapılan bu konuşmalar müridlerin dertlerine deva olurdu. Tekkelerde yapılan sözlü eğitimin iki boyutu vardı. Birisi, tekkeye gelen bütün müridleri muhip ve cemaati ilgilendiren ibadet, taat, âdâb ve ahlâk konularına ait konuşmalar, diğeri ise daha çok ileri seviyedeki tâliplerle yapılan tasavvufun ince meselelerine, tevhid ve mârifet gibi konulara ait konuşmalardır. Şeyhler konuşmalarını cemaatin durumuna göre ayarlar ve herkesin istifâdesini sağlamaya çalışırlardı. Tekkeler birer yaygın öğretim kurumu olduğundan mektep ve medreselerinki gibi çok sistemli olmasa da belli bir düzen içinde ders halkaları teşkil edilirdi. Tasavvuf ve tarîkat büyüklerinin eserleri ya da bazı hadis, tefsir ve fıkıh kitapları takrir edilirdi. Şeyhler sohbetlerinde san’at kaygısından uzak sâde ve anlaşılır bir üslûpla ifâde-i meram ederlerdi. Şeyhlerin karizmatik ve gizemli şahsiyeti o sâde ifâdeler arasında bile tesirini icra eder, dinleyenleri cezbeye getirirdi. Tekkelerin mânevî ortamı sözün daha iyi anlaşılıp benimsenmesine tesir ederdi. Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz • 31 Sözlü öğretimde şeyhlerin kitlesel konuşmalarından başka müridleriyle teke tek görüşme ve konuşmaları olur, bu konuşmalarda mürid şeyhine hâlini arzeder, rüyâlarını anlatırdı. Şeyh de karşısındaki mürîdine gerekli uyarı ve irşadlarda bulunurdu. Müridlerle şeyhin periyodik görüşmeleri onların otokontrol sistemi geliştirmelerini sağlardı. Belli aralıklarla ibadet hayatı ve gönül dünyası hakkında şeyhine bilgi verecek olan mürid, kendisini daha sıkı denetlemek zorunda kalırdı. Hele intisap sırasında mürîdin şeyhine verdiği söz; yani bey’at, kendisi için başlı başına bağlayıcı bir müeyyide idi. 2.1.2. Yazılı Öğretim Tarîkat pirlerinin fikir ve düşüncelerini yazılı eserler hâline getirmesi ve bu eserlerden tekke muhitlerinde istifâde edilmesidir. Tasavvuf döneminde olduğu gibi tarîkat döneminde de şeyhler, nazım ve nesir türü pek çok eserler vücûda getirmişlerdir. Gönül imarını meslek edinmiş olan tekke mensupları, öğretimde yazılı eserlerden de yararlanmışlardır. Tekkelerde en çok yararlanılan yazılı kaynakların başında Kūtü’lKulûb, Kuşeyri Risâlesi, İhyâ ve Avârif gelmektedir. Özellikle son eserin Anadolu tekkelerinde bir an’ane hâlinde okunula geldiği görülmektedir. Tarîkat döneminde ise, Abdulkādir-i Geylâni’nin eserleriyle Mevlânâ’nın Mesnevî’si Yûnus’un şiirleri, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si, Eşrefoğlu’nun Müzekki’n-Nüfûs’u başlıca yazılı kaynaklar arasında sayılabilir. Bunlara ilâve olarak, her tarîkatın iç tüzüğü mesabesindeki âdâb kitapları el altı kaynakları arasında sayılabilir. Yazılı kaynakların bir önemli boyutu tarîkat şeyhlerinin halîfelerine görev vererek bir başka beldeye gönderdiklerinde ortaya çıkmaktaydı. Yeni bir yere hilâfetle görevlendirilen kişi, şeyhinin ve tarîkat pirinin eserlerini yanından eksik etmezdi. Tekkelerin hemen hepsinde kurulmuş bulunan kütüphâneler, tekkelerdeki yazılı eğitimin boyutunu göstermektedir. Tasavvuf âdâbı, makam ve kavramları itibariyle kitaplara ve kayıtlara geçmiştir. Özellikle geçmiş şeyhlerin menâkıbı tarîkatta son derece önemli olduğu için Menakıbnâme’lerin tekke eğitiminde önemli bir yeri vardır. Bugün Batı’da bazı hastalıkların tedavisinde 32 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Menâkıblardan yararlanılması düşüncesi kabul görmeye başlamıştır. Kütüphânelerimizde bulunan tasavvufî eserlerin çoğunun Menâkıb kitaplarından oluşması bu bakımdan üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Tekkelerdeki yazılı öğretimin bir boyutu da şeyhlerin halîfelerine ya da bağlılarına yazdığı mektuplardır. Hz. Peygamberin komşu devlet başkanlarına yazdığı mektuplarla başlayan bu tür yazılı eğitim, tasavvuf ve tarîkat çevrelerinde yaygınlaşmıştır. Özellikle şeyhi ile periyodik olarak görüşme durumunda olan bağlıların şeyhten uzakta bulunmaları bu görüşmelerin mektupla yapılmasını zorunlu kılmıştır. Mektuplar belli bir muhâtaba özel bir amaçla yazıldığından önemli yazılı eğitim kaynaklarıdır. Somut konular ihtiva etmesi ve sübjektif yorumlar taşıması mektupların özelliğidir. Şeyhlerin yazdığı mektuplardan oluşan pek çok Mektûbât vardır. Bunlar arasında İmam-ı Rabbânî’nin mektupları önemli bir yer tutar. Hattâ onun bu mektupları bazı dergâhlarda ders kitabı gibi okuna gelmiştir. 2.2. Tekkelerde Tasavvufî Eğitim Tekkelerdeki tasavvufî eğitim, uygulama ve hâl olmak üzere iki yolla yapılırdı. 2.2.1. Uygulamalı Eğitim Tekkelerde yapılan uygulamalı eğitim, zikir, âyin, semâ, çile, erbain ve meydan hizmetleri gibi şeylerdir. Topluca yapılan zikir ve âyinler, şeyhlerin tatbikatını gösterip tâlim ettiği ferdî ibadet ile çile ve hizmetlerin hedefi, nefsin tepkilerinin kırılması ve teslîmiyetin sağlamlaştırılmasıdır. Kul nefsini tanımadan Rabbini tanıyamayacağına göre, burada nefsi tanıtıcı hizmetlere ağırlık verilir. Tasavvufta mânevî eğitimin üç yöntemi vardır: Sohbet, halvet ve seyahat. Sohbet, şeyh ve ihvan ile beraber bulunmaktır. Onların pratik tatbikatından yararlanmaktır. Bu bir bakıma hâl ile eğitimdir. Halvet, yalnızlığı tercih ederek, belli bir süre insanın riyâzat ve mücâhede ile nefsinin sivriliklerini törpülemesidir. Tekkedeki uygulamalı eğitimde halvetin önemli unsurlarından biri, kişinin riyâzat ve mücâhede ile irade eğitiminden geçmesidir. Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz • 33 Seyahat, kişinin nefsinin eksiklerinin ortaya çıkıp eğitilmesi için memleketinden ve sevdiklerinden ayrılıp gurbete çıkmasıdır. Gurbette “kurbet” vardır. “İnsan garîp olduğu ölçüde Allah’a karib; yani yakın olur” ilkesinden hareketle bazı şeyhler müridlerini seyahatle eğitmişlerdir. 2.2.2. Hâl İle Eğitim İnsanlar üzerinde en etkili eğitim biçimi, bir arada bulunmak sûretiyle aynîleşmedir. Sohbet aynîleşmenin yollarından biridir. Çünkü sohbet, bir arada bulunmak, aynı mekânları paylaşmak demektir. İslâm’daki “Hz. Peygamber’i baba, hanımlarını anne, mü’minleri de kardeş gören” anlayış, eğitimi âilenin sıcak ortamına çekmiştir. Tekkede de şeyh baba, eşi anne, müridler ihvan; yani kardeşlerdir. Hal eğitiminde böyle bir anlayışın etkisi çok büyüktür. Şeyhini babası yerinde gören bir mürîdin ona bakışı ya da mürîdini evlâdı gibi gören şeyhin ona yaklaşımı elbette sevgi üzerine olacak ve aralarında hiçbir zorlamaya mahal kalmadan kalbî bir iletişim kurulmuş olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamberi üsve-i hasene olarak tavsif eden âyet aslında hâl ile eğitimi de gündeme getirmektedir. Allah Resûlü mânevî kişiliğiyle çevresindekilere rûhânî bir hayat yaşatırdı. Sahâbîler, onunla birlikte bulunmaktan doğan aşk, şevk ve heyecanlarını kendisinden sonraki nesle hal yoluyla nakletmişler ve bu durum mânevî bir teselsül ile günümüze kadar gelmiştir. Sâdık ve sâlihlerle beraber bulunmayı emreden âyetle, (et-Tevbe, 9/119) zâlimlerden uzak kalmayı emreden âyet, (elEn’âm, 6/68) Hz. Peygamber’in iyilerle bulunmayı gülyağı satanlarla, kötülerle bulunmayı ise demirci dükkânında bulunmaya benzeten hadisleri1 bunun delilidir. “Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan”, “Üzüm üzüme baka baka kararır” gibi ata sözleri bu etkileşim ve hal transferini anlatmaktadır. Tekke bir paylaşım ortamıdır. Sevginin, heyecanın, duygunun maddî ve mânevî her şeyin paylaşıldığı mekândır. Burada kişiler çatık kaşlı değil güler yüzlüdür. Şeyhler şunu yap ya da şunu yapma tarzında tâlimatlar yağdırmazlar. Aksine edep ve ahlâkıyla örnek 1 Bk.: Buhârî, Zebâih, 31; Müslim, Birr, 146. 34 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz olur, hâliyle ve tavrıyla onları eğitirler. Çünkü hallerin sirâyet edici bir özelliği vardır. Özellikle güçlü şahsiyetler, yanında bulunanları etkiler. Bu yüzden tasavvufta nazar ve teveccüh de bir eğitim aracı olarak görülmüştür. 3. Tasavvufta Meslekî Eğitim Meslekî eğitim denince tasavvufî meslek eğitimini değil, tekkelerin müntesiplerine meslek kazandırmak üzere uyguladıkları eğitimi kastediyoruz. Tekkelerin birinci derecedeki eğitim fonksiyonu mânevî eğitimdir. Bununla birlikte, özellikle Ahi zâviyelerinde Ahilerin meslekî eğitimden geçirildikleri bilinmektedir. Çünkü Fütüvvet Teşkîlâtı adıyla anılan Ahi birliklerinin asıl amacı, gençleri eğitip topluma kazandırmak, onları, bir meslek sahibi yapıp yararlı hâle getirmektir. Her meslek sahibinin bağlı bulunduğu debbağlar, okçular ve bezzazlar tekkeleri gibi tekkelerde gençler, çıraklık, kalfalık ve ustalık sistemi ile bir meslekî ve mânevî eğitim görmekteydi. İnsanların taşkınlığa en müsait olduğu büluğ çağında onları tekkeye bağlayarak şalvar giydirip şedd kuşatarak eline, beline ve diline sahip olacak şekilde eğitmekteydi. Tarîkat şeyhleri müridlerinin mânevî eğitimiyle meşgul oldukları kadar bir meslek sahibi olmasıyla da meşgul olup, onları buna teşvik etmişlerdir. Hacı Bayram-ı Velî gibi gönle girmeyi çok şerefli bir görev sayan bir mürşid bile, müridlerini çiftçilikle uğraşmaya teşvik etmiştir. Aslında bir dergâha bağlı bulunanların hepsi, o tekkenin hücrelerinde oturup kalkan, imaretinden karnını doyuran insanlardan ibaret değildir. Seyr u sülûkünü tamamlamamış kimseler arasında bütün gününü dergâhta geçiren kimseler varsa da, sâdece akşamları ya da haftanın ve ayın belirli günlerinde dergâha gelenler de vardır. Dergâhlar, özellikle güzel sanatların meşk edildiği birer atölye özelliği taşımaktadır. Hüsn-i hat, mûsikî, tezhîb, şiir ve edebiyat gibi güzel sanatlar, tekkelerde öğrenilirdi. Hattâ bazı şeyhler bir meslek öğrenmeyi seyr u sülûk şartı olarak görürlerdi. Tekkeler, bizim kültür tarihimizde birer yaygın eğitim kurumu mesabesindedir. İnsanların soluklandığı, sevgiye doyduğu, birbiriyle kucaklaştığı ortamlardı. Haftalık yorgunlukların atıldığı, sıkıntıların Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz • 35 paylaşıldığı mekânlardı. Bu yüzden tasavvufî eğitim, kendine özgü sosyal mekânlarda ilgi ve meraklılarına verildiği gibi hayatın içinde şifâhî bir kültür olarak da algılanıp solunmaktaydı. Mânilerimizden türkülerimize, ninnilerimizden özdeyişlerimize varıncaya kadar şifâhî kültürümüzde tasavvufun derin izlerini görmek mümkündür. Aynı şekilde hayatı ve dünyayı okumada, beşerî münasebetlerde, insanı algılamada tasavvufun öngördüğü âdâb, geleneksel kültürümüzün bir parçası hâline gelmiştir. Milletimizin mânevî hayata ve rûhânî lezzetlere düşkünlüğü tasavvufa âit unsurların kendiliğinden benimsenmesi sonucunu doğurmuştur. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde devlet başkanlarının da tasavvufî muhitlere yakın durması, halkın fıtratında zâten var olan tasavvufî yatkınlığını arttırmıştır. Bu yüzden Pall Wittek gibi birtakım batılı tarihçiler Osmanlı devleti için “derviş devlet” tâbirini kullanmışlardır. Tasavvufî eğitimin en önemli özelliklerinden birisi de herhangi bir zorlamaya gerek olmadan kolaylıkla sindirilebilmiş olmasıdır. İnsanlar doğrudan tasavvufla irtibatlı olmasa bile tasavvufî değerleri toplum hayatı içinde farkında olmadan sindirip benimsemektedir. Erenlerin Eğitimi Prof. Dr. Necmettin TOZLU Giriş Eğitim, tarih boyunca her toplumda merkezî bir yer tutmuştur. Çünkü temelde eğitim bir varlık-yokluk meselesidir. Bir düşünce, bir ideal meselesidir. Yine de pek çok belirleyiciye bağlıdır. Meselâ; herhangi bir devletin, toplumun hangi insanı yetiştireceğine dâir bir felsefesi yoksa, buna dâir güçlü idealleri yoksa, dahası güçlü bir ekonomik sisteme sahip değilse, bunun yanında âdil bir siyâsî-sosyal yönetim sisteminden mahrumsa, o ülke veya toplum eğitimden beklenileni elde edemez. Diğer yandan o ülke; dünya sistemine bağımlı hep taklit eden, başkalarını takip eden bir yapılanma içerisinde ise ve düşünürü, bilim adamı, aydını hep başka dünyaların şarkılarını söylüyorsa, eğitim artık tersine işler. Bir varlık meselesi değil; bir yokluk, yok etme, değer kırma meselesi olarak işlev görür. Ne çare ki; bugün üçüncü dünya denilen ülkelerde, özellikle de İslâm dünyasında yüzyıllardır eğitime bu işlev yüklenmiştir. Okulun temel işlevi budur. Yerli olanı, geleneği, tüm değerleri kırmak; yerine, sun’î, tutarsız, toplumu çözen yabancı batılı değerleri ikame etmektir. İşte bütün mesele bu düğümün çözülmesi, kendimizi var edecek gerçek eğitimimizin kurulmasıdır. Bunun için yapılması gereken de; olanca demokrasi iddialarına rağmen, bu konuda inkâr edilen, yasaklanan eğitimin mânevî boyutunun, insanın gönül dünyasının yeniden gündeme getirilmesidir. Bu, sâdece bizim için değil, batılı ezen, sö Emekli Öğretim Üyesi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı. 38 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz müren, yok eden ‘güç’ için de bir çıkış yolu, bir kurtuluş reçetesi demektir. Hâliyle, kayıp halkaya yani ‘eğitimin erenler boyutu’na yoğunlaşılmalıdır. ‘Eren’in sözlüklerde çeşitli anlamları verilir: Yetişen, ulaşan, vasıl olan. İyi yetişmiş kişi. Cesur, yiğit. Koca. Şahıs, kişi. Ermiş, aziz.1 Burada bizi daha çok bir yere doğru yapılan hareket ve bu harekete bağlı amaç, ideal ve içerik ilgilendirir. Bu harekette; yani yetişmekte, vasıl olmakta başlangıçta iki önemli husus dikkati çeker. İlki; bir başlangıcı, yani bir yerden bir yere, herhangi bir şeye ulaşmak için yapılacak kalkışı ifâde eder. Bu da bir amacın, köklü, derin bir idealin varlığını, ona bağlılığı gündeme getirir. Aslında yol-yolculuk bütün dinlerde olduğu gibi tasavvufî anlayışta da önemlidir ve sembolik anlamlar ifâde eder. İnsanın iç dünyasının, mânevî boyutunun olgunlaşmasını, yetkinleşmesini remzeder. Hz. Peygamber’in hicretinde de aynı anlam gizlidir. Yolculuk uzundur, zordur, çeşitli engellerle doludur. Ama, aşılması, alınması gereken bir mesafedir de. Tüm bu zorlukların üstesinden gelindiğinde yolcu, yolda olan, tâlip umduğuna kavuşur, olgunlaşır ve amacına erer. Bu tür sembolik temsiller, Miraç olayında bütün yoğunluğuyla karşımıza çıkar. Bu yüzden Miraç, İslâmî Edebiyat’ta, tasavvufta hayli işlenir, pekçok eserin doğmasına sebep olur. ‘F. Attâr’ın, Mantıku’tTayr’ı, büyük Arap şâiri Maarrî’nin Risâletü’l-Gufran’ı, İkbâl’in Cavidname’si, dahası Goethe’nin Faust’u, Dante’nin İlâhî Komedi’si Miraç’tan etkilenerek vücut bulmuş eserlerdir. Son araştırmalar, İbn Arabâ ve tasavvufun, Dante’nin başlıca kaynaklarından olduğunu ortaya koymuştur.2 Kısacası; bir yerden kalkmak, bir yere varmak, vasıl olmak işin özünü oluşturur. Ancak bu, herhangi bir kalkış-varış arasındaki eylemi aşar. Elbette Sakarya’dan Antalya’ya, Türkiye’den Almanya’ya ulaşmak da bir çeşit kalkış ve varıştır. Ama böyle bir kalkış ve varış işin sâdece fizikî boyutunu ifâde eder. Erenler kavramı bunu içermek1 D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük. 2 B. Ayvazoğlu, Geleneğin Direnişi, İst., 1997, 207-208. Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 39 le beraber yolculuğun tasavvufta ifâdesini bulan sembolik mânâsına değinildiği üzere bu, daha çok rûhî bir gelişimi, kemâli ifâde ettiğinden; rûhî hareketteki kalkış insanın kendisinden çıkabileceği, kendisini aşabileceği hususunu amaçlar. Dolayısıyla insan, bu mânâda kendinden, kendisiyle kalkarak ‘Hakîkat’e, Allah’a’ ulaşmak ister. Dünya ile, onun içindekilerle yetinmez. Dünyadan kurtulmak (buna insanın bedeni dâhildir), Hakîkat’e ulaşmak; her devirde bazı insanları meşgul etmiş, farklı uygulamaları, denemeleri getirmiştir. Meselâ, Brahmanizm’de de; dünyayı aşma, insanın kendini aşması bir nevi yolculuk mantığı içerisinde ele alınmıştır. Böylece konu bu öğretide hayli önemli olup, uğraşılması gereken baş mesele olarak görülür. Brahmanizm’de esas olan Brahma’da yok olmaktır. Çünkü o, en üstün güçtür. Ezelî-ebedî Tanrı’dır. Eşyânın kaynağıdır. Bunun için onda yok olunarak hakîkate, mutluluğa ulaşılabilir. Öğretinin esası şudur: Brahmanizm’de evren bir çarktır. Döner durur. Bu dönüş, tüm gelişmelerin ve değişmelerin sebebidir. Bu değişmeler ise; hayat, toplum, zaman, mekân ve bilinçteki değişmeleri getirir. Bu her bir değişme de bir küçük çarkın, tekerleğin dönmesi olarak kabul edilir. Evrendeki bütün bu değişmeler, dönmeler rûhu sarsar. Bu dönmede, yani doğumdan-ölüme uzanan yolda (rto), her türlü acıyı, sıkıntıyı, vefasızlığı yaşar insan. Bu; evrenin bir acı kaynağı, ıstırapla dolu bir rüyâ, bir ‘maya’ olarak algılanmasını getirir. Rûhu; bu sarsıntılardan, sıkıntılardan, acılardan kurtarmak gerekir. Kurtuluş iki yolla olur: ilki; ölümü, rûhun beden değiştirmesi (tenasühü) olarak görmektir Bu, bedenin tükenmesi olsa bile, rûhun ebedîleşmesini sağlar. Ancak bu, rûhun girdiği yeni bedenle aynı acıları yeniden yaşaması demektir. Budaca tâbirle, ‘hayat seli-samsara’ yeniden başlar. Öyleyse bu, kurtuluş olamaz. Yeni bir yol aramak gerekir. İkinci yolda Brahman adayı; rûhu, acılardan kurtarmak için özel bir eğitim görür. Bu eğitimin temelini, ‘gerçekten varolan ‘Ben’dir iddiası oluşturur. Ancak bu, Brahman adayının benidir. O, böylece kendini tenasühün dışına alır ve varlıklara istediği biçimi verebilece- 40 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ğine inanır. Buda, bunlara karşı çıkar. O, kurtuluşu ‘hiçlik’te arar. Hiçliğe ulaşmanın (Nirvana) eğitimini yapar.3 Görülüyor ki insanlık; varlıkla, varolanlarla, gerçek varlığın ne olup-olmadığı meselesiyle sürekli meşgul olmuştur. Yani; hem dışındaki kâinâtı, hem de içindeki âlemi sürekli irdelemiş ve sorgulamıştır, Bunun anlamı şudur: İnsan yaratıldığından beri hep bir sırrın peşinde olmuştur. Sâdece dünyayla, varolanlarla yetinmemiştir. Hep aramış, derinlere dalmış, olanın, bu görünen âlemin arkasını kurcalamıştır. İbn Arabî (1165–1240) bu mânâda Allah’ın tek tek her insanla, her varlıkla bir ilişkisinin olduğunu ve bunun bir sır olduğunu vurgular. Yani, Allah’tan varlığa, insanlara binlerce, yüz binlerce kapılar açılmış böylece onlara nihâî ideali ihsas ettirilmiştir. Bu nokta tarihî süreçte insanlık tarafından sürekli kurcalanmış, çok farklı bakış açıları, izah tarzları geliştirilmiştir. Dolayısıyla bu husus insanlığın en büyük meselelerinden birini teşkil etmiştir. Burada karşımıza iki mesele çıkmaktadır: Biri dünya yani görünen bu âlem, diğeri ise bu âlemin ötesi. Bazı insanlar, toplumlar, dünya ile yetinir, sâdece ona sahip olmakla iktifa ederler. Bir kısım insanlar ise; dünya ile, görünen âlemle yetinmez, işin hakîkatine yani mutlak hakîkate ulaşmak isterler. Dünyaya sahip olmak da, ötelere sahip olmaya çalışmak da hem bir görüş, içerik hem de kendine has bir usûl gerektirir. İşte bütün mesele burada başlar. Bu iki anlayış farklı iki eğitim sistemine vücut verir. Dinlerle başlayan anlayış, insanlığı ‘Tevhid’e çağırmış, bunun yol ve usûllerini geliştirmiştir. Özellikle İslâmiyet Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) esas almış, bunu tâlim ettirmiştir. Başlangıcı ilkçağ materyalizmine kadar inen, dünya ile yetinen görüş-modern eğitim ise sâdece dünyaya sahip olma noktasında odaklanmış, bunu tâlim ettirmiştir. Modern eğitimin temelinde, modern bilimi kuran akıl ve bu bilimin bulguları, usûlü yer alır. Bugünkü bunalım, saldırganlık ve sömürü bu eğitimin mahsûlüdür. Bunun için eğitimin irfânı, yani erenler boyutuna bakmadan önce, bu eğitimi kısaca ele almak gerekir. 3 M. T. Küyel, “Farabi’ye Bir Hazırlık Olmak Üzere, İslâm Öncesi Türklerde Felse- fe”, Kutadgubilig, Mart, 2003, 57–58. Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 41 1. Kısaca Modern Eğitim Modern bilim 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren gelişir. Bunun dibinde yatan temel değer düşüncedir, akıldır. Dolayısıyla ferdin hem kendisini kurması, hem de toplumsal teşkîlâtlanma yani sistem aklın eseridir. Nitekim moderniteye ilişkin yaklaşımlar da konuyu bu merkezde tanımlar. Yani modernite; akılcı, ferdiyetçi ve sistem itibariyle de kutsaldan arındırılmış, sekülerist baskın niteliklerin bir ürünüdür. İşte bu temel gelişmelerin dibinde, başlangıçta vurgulandığı üzere modern bilim anlayışı, onu kuran bakış açısı yatar. Bu anlayış, Ortaçağ’dan beri geçerli olan otoritelere başvurma usûlünü reddeder. Bilindiği gibi otoriteler, kilise kaynaklıdır ve onun öğretilerine dayanır. Kilise öğretisinde her şey Tanrı’dan gelmedir, gök kaynaklıdır. Tüm kâinat, insan, toplum, canlı-cansız kısaca her şey organik bir bütün teşkil eder ve Tanrı kaynaklıdır, dolayısıyla kutsaldır. Ve tüm bunlar bir hikmete mebnîdir. Böyle bir anlayışta insanın görevi, bu hikmeti anlamak ve bunu kabullenmektir. Felsefe ve ilim de esasen bu doğrultudaki gerçeği ortaya koymakla görevlidir. Kilise böylece tüm gerçeği temsil etmektedir. İlim de, kurtuluş da, hikmet de kiliseye içkindir. Böyle bir anlayışta herhangi bir Hıristiyan veya bir kimse için, bilim adamı-filozof için gerçeği, hakîkati arama diye bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü kilise zâten tüm bunlara sahipti ve tüm bunlar onun tekelindeydi. O açıklar, hüküm verir ve yönetirdi. Michelet, Rönesans adlı eserinde kilisenin bu hâli, ‘dogma’ya sadakati ‘…korkunç bir zabıta kuvvetiyle cihazlanmış bir monarşi’yle sürdürdüğünü ifâde eder. Böylece kilise bu dogma adına akla hayale gelmedik zulümler işler, karşı çıkanlara korkunç cezalar verir, neredeyse aklı iptal eder. Din adına sömürüyü sürdürür, müthiş bir ekonomik gücün sahibi olur. Öyle ki, kilise Ortaçağ’da ekonominin temeli olan tarımın, yani ekilebilen toprakların üçte ikisine maliktir. Netîcede, bütün bunlara bilim adamları, düşünürler, aydınlar isyan ederler. Bunlar henüz vuku bulmakta olan modern bilime dayanırlar. Bilindiği gibi Copernicus (1473–1543), Kepler (1571–1627), Galileo (1564–1642) ve Newton (1642–1627) gibi bilim adamları ile başlayan bu anlayış kiliseyi sarsar. Bu konuda uzun mücadeleler verilir. Bunlara girilmeyecektir. Ancak netîcede vuku bulan kökten de- 42 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ğişime işaret etmeden de geçemeyiz. Olan şudur: Artık bilime dayalı yeni bir kâinat ve insan-toplum anlayışıyla karşı karşıyayız. Geleneksel izahlar, kodlar, kutsala dayalı açıklamalar, kilise skolâstiği yeterli görülmemekte, yerini bilime dayalı anlayışlara terk etmektedir. Dolayısıyla geleneksel kilise kaynaklı dünya görüşü artık ne meşru ne de gerçek olarak addedilmektedir. Gerçek; bilime, bilimsel bilgiye, tecrübeye dayalı olandır. Bu anlayışta bilgi de kutsaldan arındırılmış, onun kaynağı da, bilen ile bilinen arasındaki ilişkiye indirgenmiştir. Bu anlamda kâinat, insan, tabiat Yaratıcı’dan koparılır; ölçüye, tartıya, görülebilene, tecrübeye indirgenir. Akıl her şeydir. Metot, matematiksel-fiziksel metottur: ölçüdür, tartıdır, görülebilendir. Bu özellikleri içermeyen, göstermeyen herhangi bir şeyin varlığından söz edilemez. Hareket dahi bu mânâda matematikî yasalara göre formüle edilir ve ortaya konulur. Kutsalla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığı için; maddî âlem, görünen dünya herhangi bir amaçlılık barındırmaz, bir değer sistemine de cevaz vermez. Bu anlayışın felsefesi Descartes (1596–1656) tarafından yapılır. Descartes, felsefesini bilimsel çalışmalarına dayar. Matematiği temel alır, fizik de matematiğe indirgenir. Descartes esas itibarıyla radikal şüpheyi kullanır. Bilgiyi böylece şüphelenemeyeceği bir temele dayamaya çalışır. Bu temel düşüncedir, düşünüyor olmadır. Ve böylece kendinden, fertten (süjeden) kalkmadır. Durum Descartes’a nihâî bir formülle ifâdeye kavuşur: ‘Düşünüyorum, o halde varım’ (cogito ergo sum). Böyle bir akıl yürütmeyle Descartes ‘Ben’in varlığını delillendirmiş olur. Yani her şeyden şüphelenmiş olsam bile, şüphe etmiş olduğumdan şüphelenemeyeceğime göre ‘Ben’ varım. Burada Descartes; zihne ait olanla, maddeye ait olanı ayırır. Bu iki yapı birbirini dışlar. Böylece gerçekliğin iki vizyonu üretilmiş olur: Madde ve ruh dünyaları. Bunlardan biri açıktır, seçiktir, ölçüye-tartıya gelir ve bilinir. Önümüzdedir, bilimsel usûllerle ele alınır, tanınır, bilinir. Bu maddî dünyadır. Diğeri ise; bu özellikleri taşımayan, ölçüye-tartıya gelmeyen, bu görüş açısından herhangi bir gerçeklik ifâde etmeyen rûhî-mânevî dünyadır.4 4 N. Tozlu, Eğitim Felsefesi Üzerine Makaleler, Ankara, 2003, 175-188. Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 43 Maddî dünyayı, sâdece görüneni, ölçüye-tartıya geleni gerçek kabul eden görüş açısından; bu vasıfları taşımayan rûhî-mânevî dünya ve onun değerleri yok sayılır. Böylece hayatın anlam boyutu düşürülür. Aşk’ına ait yönü kapatılır. Akıl, ona dayalı bilimsel usûl yegâne rehber olduğu için; kutsal, irfan, mânâ vs. birer zihinsel kurgu olarak görülür. Görüldüğü üzere bu yeni gerçeklik anlayışı; Tanrı’dan değil, fertten, süjeden başlıyor. Kâinatın merkezinden artık, Kādir-i Mutlak bir Allah düşüncesi çıkarılır yerine; özne (fert-süje) ikame edilir. Özne, önce kendinden başlayarak düşüncesine dayalı olarak kendini kurar. Sonra buradan hareketle dış dünyayı, bu âlemi kurar. Bunu; kendi zihni işleyişine, algılama gücüne, imkânlarına göre yapar. Burada; faal olan, ölçü koyan, yapıp- eden öznedir. Ve özne, böylece esastır, kalkıştır, merkezî konumu işgal edendir modernlikte. ‘Modernlik esasen enfüsi (subject-özne) olanın her şeyin merkezine yerleştirilmesinden başka bir şey değildir. ‘Süje’nin, ‘Nefs’in kendisini, dünyayı ve hattâ insanüstü âlemi, yine kendi iç prensiplerinden hareketle yeniden kurması ameliyesidir modernlik’.5 Heidegger (1889–1976) de aynı paralelde düşünür. O’na göre de; Descartes’tan beri özne; kendisini akla kilitleyip hayatın bütün alanlarına nüfuz ederek, aklın dışında her ne varsa onları eleyerek, yerine kendisini koyduğu bir olgudur modernlik.6 Böylece modern yapılarda, toplumlarda; geleneğe, dine, Aşkın’a, kutsala özetle özneden kaynaklanmayan her türlü yapılanmaya, otoriteye yer yoktur. Sekülarizasyon bu bakımdan, ferdiyetçiliğin toplumsal bir uzantısıdır. Nitekim bu, Aydınlanma Çağı’nın en önemli düşünürü olan J. Locke (1632–1704)’da açıkça görülür. O’nda; toplumsal örneklemeler, bireysel davranışların uzantısı, örgüsüdür. Bu gelişmeler, modernizmin en önemli organizasyonu olan ulus devlete vücut verir. Ulus devlet bütün taşların oynamasını getiren en temel oluşumdur. Çünkü ulus devlet, modernizmin bir aracı konumundadır. 5 J. Habermas, The Philsophical Discours of Modernity’ye atfen değerlendiren M. Ar- mağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, İst., 1995, 39. 6 A.g.e., 40. 44 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz İşin bir de sanayileşme boyutu vardır. Modern bilimin ilerleyişi, teknolojinin hayatı kısa zamanda şekillendirişi toplumsal yenilenmeyi getirir. Yeni hayat, teknolojik aygıtın kullanılışı üzerine oturur. Bir avuç sanayici, üretimi bu bakış üzerine kurunca, kalifiye elemana ihtiyaç duyulur. Böylece Batı’da okul dolayısıyla eğitim, köklü olarak üretime paralel bir şekilde kurulur. Görevi, bu bir avuç sanayicinin çarkını çevirmek, üretimin gerektirdiği insan tipini yetiştirmektir. Hâliyle modern okul, temelde kapitalist değerlerle donatılmış, zengin zümrelerin istek, ihtiyaç ve değerlerine uygun insan yetiştirmek için kurulmuştur. Bu içerik, özgürlüğü değil itaati öngörür. Bu açıdan modern okul özgürlükçü değil, otoriterdir. Elbette bu sistem önemli pek çok maddî gelişmeler sağladı. Harikalar yarattı. Hattâ gelişmelerin sonsuza kadar süreceği sanısını da var etti. Ancak bütün üçüncü dünyanın gözlerini kamaştıran; sistemlerini, yapılarını altüst etmelerine sebep olan bu maddî cümbüş, şaşaa iki dünya harbiyle kırılır, yerini ümitsizliğe, bunalıma terk eder. Bunalım çok boyutludur, hayatın bütün katmanlarına yayılmıştır. Bunalımın asıl sebebi baştan beri izah edilen anlayıştır. Modernizmin dibindeki felsefedir. Yani modern insanın kavrayıcı, birleştirici ve mânâlandırıcı olan Tevhid çatısını alaşağı etmiş olmasıdır. Bu, hayatı ve insanı parçalar, maddî olana, çıkara indirger. Garaudy bu kritik oluşa dikkat çeker. O’na göre, bütün bu gelişmelerle birlikte iki önemli kırılma vuku bulur: İlki; insanın Tanrı’dan ve tabiattan kopuşu, diğeri ise felsefenin hayattan yani hikmetten kopuşudur. Netîcede insan kaybedilmiştir. O, hep maddeye indirgenmiş, daha çok mala, daha çok altına yani dünyaya sahip olmakla var olacağına inandırılmıştır. Onun ilkesi daha ver daha ver (the more, the more) olmuştur. Bu yüzden insanlar ve toplumlar güç eksenli bir oluşumu benimsemişlerdir. Bu, bugünkü toplumlarda baş gösteren her tür gayri insânî gelişmenin kapısını açmış ve nihâyet insânî olanın dışlanmasını getirmiştir. Bu yüzden başlangıçta da ifâde edildiği üzere insan; merhameti, şefkati, paylaşmayı, hakkı terk etmiş Hubbes (1588–1679)’un tespitiyle birbirinin kurdu hâline gelmiştir. Netîcede insan bozulduğu için her şey bozulmuş, dünya bunalıma girmiş, adâletsizlikler, savaşlar, tabiatın tahribi, nükleer atıklar vb. pek çok Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 45 problem baş vermiştir. Artık modernist yapılanmalar bu problemlerle başa çıkamamaktadır. Açlık, sefâlet, sömürü, silahlanmaya ayrılan muazzam paralar, terör ve daha benzeri ciddî problemler bu anlayışla çözülememektedir. Bütün bunlardan dolayı bugün insan mutsuzdur. Evinde dahi rahat değildir. Batı, işin içinden çıkamamaktadır. Geçici tedbirlerle bunların üstesinden gelememektedir. Köklü tedbirler alma imkânı da yoktur. Çünkü problemler insânîdir, sistemin özüne ilişkindir. Batı tüm bunlara köklü çözümler üretebilmesi için, insan anlayışını ve sistemini değiştirmesi gerekir. Bunları yapamayacağına göre, gittikçe bunalıma, kaosa gömülüp yok olma tehlikesiyle yüz yüze gelmiş olmanın derin acısını yaşayacaktır ve yaşamaktadır Bu, batılının kendi içindeki saldırganlıklarının olduğu kadar, dış dünyaya hiçbir ilke tanımadan saldırısının da sebebidir. Şüphesiz tahrip edici, yıkıcı, acımasız, şefkatsiz bu insan, bu toplum kendiliğinden oluşmadı. Bu, baştan beri felsefesi açıklanan bir eğitimin yani modern eğitimin mahsulüdür. Bu eğitim insanın fıtratını örtmüş, bütünlüğünü bozmuş, tasavvur ettiği, kurguladığı sun’î bir insan var etmiştir. Modern eğitim felsefeleri insan fıtratını, özünü meydana çıkarma yerine, onu dikkate almamayı yeğlemiş, tasavvur ettiği farklı modeller geliştirerek, insan fıtratını bu açıdan kurgulamıştır. Böylece insanın özü, fıtratı kaybolur, eğilir, bükülür, dolayısıyla bozulur. Halbuki insan Allah’tan gelmedir. İlâhî bir tasavvurdur. İnsanı insan yapan bu öz, bu ilâhî tasavvurdur. Eğitimle gürleştirilmesi gereken de bu ‘öz’dür. İlâhî tasavvurun yerine beşerî tasavvurlar geçince müthiş bir kırılma ve ayrılma olur, insan gerçeği böylece kaybolur. 2. Eğitimin Erenler Boyutu Buraya kadar yapılan tahlilde, çağda anlayışta insanın parçalandığını, kalbinin-gönlünün yani tüm mânevî dünyasının sadet dışı bırakıldığını gördük. Ve sun’î bir insan oluşturularak, tasavvur edilerek eğitimin bu oluşumda bir araç olarak kullanıldığını, böylece hem eğitimin hem de insan gerçeğinin çarpıtıldığını idrak ettik. Dahası, modern eğitim felsefeleri bu kurgularında, tasavvurlarında, tanımlamalarında eksik ve yanlış bir bilgi anlayışına da dayanırlar. Onların 46 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz bu bilgi anlayışları, kuşatıcı ve kavrayıcı değildir. Başlangıçta da ifâde edildiği üzere sâdece süje-obje ilişkisine indirgenmiştir. Bu, fizikî usûllerle ölçülüp tartılan, duyularımızla alınan bilgidir. Böylece somutlaştırılamayan alanların varlığından söz edilemez. Bu, varlığı bütünüyle kavrama imkânından bizi mahrum eder. Dolayısıyla çağımızda, pek çok adâletsizlik bu noktadan kaynaklanır. Çünkü ‘şey’lere ilişkin muâmelelerimiz onların bilgisine dayanır. Eksik bilgi, eksik muâmeleyi bu da adâletsizliği getirir. Bir ‘şey’in doğru bilgisi, o şeyin bütününe ait bilgidir. Bütüne ait bilgi ancak irfânî boyutu işe katmakla mümkün olur. Beşerî bilgi, yani duyulara ait bilgi, duyularla, maddî olanla sınırlıdır. Hâliyle bu bilgi ancak maddî, somut olanı aydınlatır. Onun arka plânına, bütününe nüfuz edemez. Bütünü, işin arka plânını, vahiy bilgisi aydınlatır. Bu bilgi, insanda Allah’ın otoritesini kurar. Hâlbuki beşerî bilgi, hâkim ‘güç’ün elindeki bilgidir. Onun hâkimiyetini sağlar. Bu güç, bugün hâkimiyetinde olan bu tür bilgiyle, her şeyi denetler, yönetir, yönlendirir ve çıkarı doğrultusunda kullanır. Çağdaş adâletsizliklerin ciddî bir boyutunu bu bilgi hâkimiyeti oluşturur. Bu sayede hâkim güç; insanları, toplumları, devletleri kontrol eder, yönlendirir ve boyun eğdirir. Nitekim Foucault, Hapishânenin Doğuşu’nda cezalandırmayı, infaz yöntemini ayrıntılı bir şekilde tasvir eder. Konuyu belli bir süreçte (17., 18. ve 19. yy) inceler. Bir yerde şöyle bir tespitte bulunur: ‘Cezanın müdahale amacı, artık suçun hakîkatini ortaya çıkarmak ve hükümranın, iktidarına verdiği zararı izleyenlerin gözünde bedensel işkenceyle onarmak değildir. Müdahalenin alanı; bireyin davranış biçimleri, amacı ise, bu davranış biçimlerinin islâh edilmesidir. Bu müdahale şeklinin kullandığı araçlar, düzenli etkinlikler, ortak çalışmalar, sessizlik, saygı ve iyi alışkanlıklardır. Amaç, itaatkâr, kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve bu otoriteyi içselleştirmiş bir birey var etmektir’.7 Öyleyse, insana eğilmeliyiz. Onu, yeniden inşâ etmeliyiz. Kaybettiklerini kazandırmalıyız. Bu, ancak insan fıtratını esas alan, buna yoğunlaşan, bunu ortaya çıkarmayı amaç edinen bir eğitimle başarılabilir. Böyle bir eğitimin metodu da, sevgidir. Sevgi, insânî duyarlılı7 F. Keskin, “Foucault’da Şiddet ve İktidar”, Cogito, Kış-Bahar, 1996, 119–121. Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 47 ğımızın özüdür. Yeniden insânîleşmek bu duyarlılığın derecesine ve sürekliliğine bağlıdır. Dolayısıyla bunu verebilecek olan bir eğitime. Bu eğitim bize hiç de yabancı değildir. Çünkü gerek tasavvuf, gerekse medrese yoluyla gerçekleştirilen eğitim tarzlarımız insan merkezliydi. Bu şüphesiz İslâmî bir eğitimdi ve özü,’insanın kemâle ulaştırılmasından’ ibaretti. Bu, bizâtihî kişi tarafından da hâlis bir niyetle istenilirdi. Ve kişi, kendini yetiştirecek bir mürşid, yetkin bir yetiştirici bulmak durumundaydı da. Şüphesiz bütün bunlar bir eğitim kurumu, herhangi bir tahsil ocağı bünyesinde yapılmaktaydı. Buralara dâhil olan matluplar, kendilerini ilme vermek, gece-gündüz çalışmak zorundaydılar. Bu tahsil ocaklarında meselâ medreselerde, ilim tahsilinin temelini de ‘tahkîkî iman’ ve Kur’an teşkil etmekteydi.8 Bugünlerde, ‘öğrenci merkezli eğitim’ diye bahsedilen, çağdaş diye nitelenen eğitim usûlü görüldüğü üzere, eğitim tarihimizde uyguladığız şu tarzın uyarlanmasından ibarettir. Tarihimizde uyguladığımız bu eğitimin amacı, çağdaş eğitim tarzlarında olduğu gibi ne karışık ne de bulanıktı, aksine apaçıktı. Bütün amaç ‘Allah’ın’ rızâsını kazanmaktı. Onlara göre; dünyaya sahip olmak, dünya için heder-i ömretmek makul değildi ve bu kişiyi hedefe, yani Allah rızâsını elde etmeye götürmezdi. Bu yüzden o toplumda tahsil; ilim tahsili, şanşöhret, çıkar ve para kazanma yolu değildi. İlim Allah’a götüren bir yoldu. Âlim, ilim tahsil ettikçe daha bir istikamet kazanan kişiydi. Nefsine, isteklerine vs. galebe çalan kişi. Böylece öğrenci, matlup pek çok ilim tahsil eder, çeşitli konularda bilgi sahibi olur ama bunların Kur’ân’ın ışığında bir değerlendirmesini de yapar. Yani rehber Kur’an’dır. ‘İcazet’te silsilenin Allah’a kadar çıkarılışının anlamı budur: Bilimin kaynağı Yaratıcı’dır. Bütün bunlar; tarihte gerçekleştirdiğimiz eğitimin insan merkezli olduğunu, bütünüyle insanı kucakladığını, onu kemâle erdirme, Hakîkat’e ulaştırma amaçlı olduğunu gösteriyor. Tarihte Müslümanların önemli roller oynamalarının; pek çok buluşun, yeniliğin sahibi olmalarının, adâlet üzere işleyen sosyal sistem8 Ş. Fazlıoğlu, “Nabi Efendi-Zade’nin ‘Kaside-i fi el-kutup el meşhure fi el-ulûmu’na Göre Medrese Talebesinin Ders ve Kitap Haritası”, Kutatgubilig, Mart 2003, 191– 217. 48 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ler kurmalarının temelinde böyle bir eğitim anlayışı yatar. İslâm medeniyetini de bu anlayış inşâ etmiştir. Bu yüzden değerli bilim adamımız Aydın Sayılı, ‘böyle bir eğitim anlayışı sayesindedir ki, ortaçağ İslâm kültürü dünya entelektüel tarihi bakımından çok anlamlı bir duruma gelmiştir’9 değerlendirmesini yapar. Şu açık: Çağı, kendimizi yenilememiz, yeniden bütünlüğü içerisinde insanı inşâ etmemize bağlıdır. Bu, hem yetiştiriciye hem de yetişecek olana önemli mesuliyetler yükler. Öncelikle çağın, dünyanın cezp ediciliğinden kendini çekmeyi, nefisle boğuşmayı merkezîleştirir. Bilindiği gibi en büyük, en güçlü orduların birbiriyle boğuşması küçük cihat, insanın kendisiyle, nefsiyle boğuşması ise büyük cihattır. İşte bu, bütünüyle tasavvuftur. Ve çok güç bir iştir. Mevlâna’da bu, ‘pişme, yanma’ olarak tecellî eder. Bu pişme, bu yanma, bu kavrulma aşk ateşiyledir. Bu; kalbi temizlemeyi, arındırmayı, iç oluşu, iç memuriyeti yani kulluğu yüceltmeyi, ilâhî huzura varmayı, Mutlak’ta fânî olmayı hedefler. Bu mânâda Mevlâna’nın şu beyitleri ne kadar da anlamlıdır: ‘Mâ berây-ı vasl âmedim, Ne berây-ı fasl âmedim (Biz birleştirmek için, ulaştırmak için geldik, ayırmak için gelmedik). Ancak bu şekilde yetişecek erenler sayesindedir ki; insan egoizmden, kinden, nefretten, çıkardan, zulümden, sömürüden temizlenecek ve çağı da bunlardan arındıracaktır. Mevlâna bunun için, pişerek, yanarak aşk ateşiyle döne döne kanatlanır. Yûnus, her şeyini yağmaya verir ama canlar canını bulur. İkbal, yanlış, eksik ne varsa dile getirir ve hakîkat bildiği her şeyi haykırır, hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmaz. Bütün dünya bütün kötülüklere batsa da ‘Hakk’ı’ söylemekten geri durmaz. O şöyle der: ‘Ben âşıkım, bağırmak benim imanımdır.’ Hülâsa, tarihte kurduğumuz eğitim anlayışını yeniden, irfan odaklı ve çağı da üretebilecek şekilde inşâ etmek durumundayız. Şüphesiz bu, yapılamayacak bir şey değildir. Mesele kendimize dönmekte düğümlenmektedir. Elmalı Erenleri, bu zincirin bir halkası. Onlar da, gönül evini yapmakla, gönül sarayını imar etmekle ömür geçirdiler. Elbette bunu; ilimle, irfanla ve dahi aşkla sürdürdüler. Bu 9 A. Sayılı, Medrese, Çev.: R. Duran, İst., 2002, 3. Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu • 49 yüzden onların ışığı hâlâ parlamakta, yüzyıllar sonrasında bile pek çok insana ilham vermekte, yol göstermektedir. Hâtime Gönül dünyamızın dili; bizi, tabiatımızı, fıtratımızı söyler. Kendimizi yeniden bu doğrultuda şahsiyetli bir insan ve toplum olarak kurabileceğimiz imkânlarını bahşeder. Bu da, devasa bir tarihî birikimi oluşturan, yoğurup-yapan değerlerimizi tanımaya, onların dünyayı ve ukbâyı nasıl okuduklarını bilmeye bağlıdır. Dahası modernizmin tahlîlinde işaret edildiği gibi, içerisinde yaşadığımız çağı bilmeye, kendi dünyamız içerisinde onu üretmeye bağlıdır. Bütün bunlar ancak yetkin, kâmil insanla yapılabilir. Bu da eğitimimizi taklîde değil, baştan beri ifâde edildiği üzere bütün boyutlarıyla kendi medeniyetimize, özellikle erenler boyutuna oturtmamızı zarûrî kılar. Bu gerçekleştirilemediği takdirde, Türkiye yıllardan beri ısrarla sürdürüldüğü üzere insânî duyarlılığı hesaba katmayan, sâdece dünyaya odaklanmış modern eğitim anlayışıyla yetinirse, eninde sonunda sekülarizm siferinde halledileceğinden, dünyada hakkı, adâleti söyleyebilecek, bu konuda direnebilecek hiçbir güç kalmayacaktır. Bütün mesele eğitimin; baştan beri vurgulanan eksiklikleri, endişeleri bertaraf edebilecek bir bilinç oluşturulabilecek şekilde yapılandırılmasıdır. Bunu yapacak olanlar ‘ahlâk kahramanları’dır. Bunlar gerçek kahramanlardır. Sevginin, aşkın, merhametin kahramanları. Bu konuda ‘erenlerimiz’, tüm kendi dinamiklerimizi harekete geçirecek en köklü, en önemli kaynaklarımızdır. Bunlara ciddî, samîmî eğilen her hareket umutları, imkânları, amaçları dirilticidir. Dahası yapıcı, rehabilite edici ve geleceği kurucudur. Bütün bunlardan dolayı, bu tür faâliyetleri düşünenleri, tertip edenleri, katkı sağlayanları ve ilgilenenleri candan kutluyorum. Allah’ın rahmeti üzerinize ve üzerimize olsun. “Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna” –Âriflerin Gönül Eğitimi– Sadık YALSIZUÇANLAR Bir bilgelik havzasındayız. Vâhib-i Ümmî’nin, Eroğlu Nûri’nin, Sinân-ı Ümmî’nin, Abdâl Mûsâ’nın, Niyâzî-i Mısrî’nin yurdundayız. ‘Güneşin doğduğu yer’ anlamına gelen Anadolumuzu, merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun deyişiyle, -çokluktan kinâye- yetmişbin ârif döllemiştir. Bu maya, mâye-i Muhammedî’dir. Latince’de logos spermetikus denilen, dölleyici kelâm… İnsanın gönlünü ancak, gönüller sultânı olan kâmil bir mürşid dölleyebilir. O’nun nefesiyle birlikte insan, hakîkate uyanmaya başlar. Kâmil Mürşid’in nefesi mayadır. O’nun kudsî nefesinden bir damlası, bir insanın uyumuş olan gönlünü diriltebilir. Kâmil Mürşid’in, yani evrensel öğreticinin kudsî soluğundan nasiplenebilmek için aklın uyuması gerekir. Araçsal aklı ve kişisel algıyı aşan mürid, gönlünün uyanmaya başlamasıyla birlikte, kendisini sıkı bir eğitimin kucağında bulur. Herşeyin Hak ve hakîkat olduğunu idrak edene değin sürecek olan bu yoğun, çileli, sıkı ve disiplinli eğitimin ilk adımı talep etmektir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine atfedilen bir sözde, “aramakla bulunmaz; ancak bulanlar arayanlardır” denmiştir. İlk adım, taleptir. Gerçi mürid, her türlü muradını terketmiş kimseye denir. Lâkin yeryüzünü diriltmeye yeter. Yazar, Ankara. 52 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Bir insanın gönlünün dirilmesi, bütün insanlığın dirilmesi gibidir. Nasıl ki bir insanın ölümü de insanlığın ölümüdür. İnsanın, beşerden Hazret-i İnsan’lığa değin süren ve Hakk’ın sonsuz ve mutlak varlığında gaybubetle zâhiren nihâyetlenen, gerçekte sırların sırrına ulaşan ve O’nda, O’nunla seyreden sonsuz yolculuğunda, dünyada, kâmil mürşidin eşiğindeki eğitimi anahtar işlevi görür. Beşer denilen kilidin anahtarı, kâmilin kademindeki tâlimdir. Modernlerin anlayamadığı ve kabullenmediği bu geleneksel eğitimin kendine özgü bir yöntemi, şekli ve rûhu vardır. Burası, mihraptır, harp yeridir. ‘Geceler tâ subha dek inletir bu dert beni’ diyen dâimî aşk sahibi büyük bilge Niyâzî-i Mısrî’nin de ima ettiği üzre, bu eğitim, nefse kıyılan, nefsin kınandığı, arındırıldığı, öldürüldüğü ve küllî nefse katıldığı yerdir. Bunun ister halvet, ister celvet isterse Kâmil Mürşid’in belirlediği özel bir hâl içinde olsun, sonucu, nefsin ölümüdür. Bir kudsî rivâyette, ‘Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni bilir. Beni bilen Beni sever. Beni seven Bana âşık olur. Ben Bana âşık olana âşık olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Diyeti bana farz olur. Diyeti ise bizâtihi benim’ buyurulmuştur. Efendimiz, mâlûmunuz üzre, savaştan dönerlerken, ‘büyük cihâda’ gidiyoruz buyurmuşlardır. Bu sırra binâendir ki, ârif şâir, ‘mücâhede çekersen, müşâhede edersin’ demiştir. Emek çekmeksizin, nefsle cenge girişmeksizin, onun tutku ve ihtiraslarıyla çarpışmaksızın müşâhedeye mazhar olunmaz, Hak ve Hakîkat en üstün düzeyde idrak edilemez, insan, kendindeki Hakk’ı bulamaz, sırrına eremez ve sırrıyla mahrem olamaz. ‘İnsan için emeğinden fazlası yoktur’ buyurulmuştur. ‘Ölmeden önce ölünüz…’ buyurulmuştur. “Yûnus Bir Doğan İdi…” –Âriflerin Gönül Eğitimi- / S. Yalsızuçanlar • ‘Sorguya çekilmeden buyurulmuştur… önce nefsinizi sorguya 53 çekin’ Bu cihanşümûl çağrının gerçekleşmesi, belirli ve özgün bir eğitime bağlıdır. O’ndan geldik, dönüşümüz O’nadır… O’na, O’ndan geldiğimiz kıvamda gideriz. Bu toprakları mübarek kademiyle bereketlendiren Ebu’l-Hasan-ı Harakānî’nin bir duâsı şöyledir : ‘Yarabbi! Huzurundan tertemiz, saf ve ağırlıksız geldim. Huzuruna, Huzurundan geldiğim gibi dönmek istiyorum. Beni bağışla. Benim hangi günahım Senin rahmetinden büyük olabilir ki!’ Anaksimender, bir fragmanında şöyle der : ‘Şeyler, nereden nasıl gelmişlerse, dönüşleri, oraya, o şekilde olacaktır. Dönüşleri için, arınmaları, arınmaları için de kefâret ödemeleri zorunludur…’ Bu eğitimin, bu seyr ü sülûkün bu arınmanın, bir tür ‘kefâret’ olması, ağır bir bedel içerdiğini gösterir. Yûnus Emre’ye, Elmalı bilgelik havzasına ve diğer irfan mekteplerine ilişkin son derece yararlı ve işlevsel çalışmaları olan Mustafa Tatcı’nın kitaplarından okuduğumuza göre, başta Yûnus Emre olmak üzere, bütün ârifler, ‘gönül eğitiminden geçmişlerdir’ ve ‘gönül eğitiminden geçenler, dînî ilimleri tahsil edenler gibi değildir. Onlar içten içe, hiçten hiçe aşk ile eğitilmişlerdir.’ Bu bağlamda Yûnus Emre, ‘medreseler müderrisi okumadılar bu dersi’ der. Hz. Mevlâna, Hz. Şems’le karşılaşana değin, zâhir, araçsal ve kitâbî bilgileri elde etmiş, yetkin bir bilgin olmuştur. Fakat Hz. Şems’in gönlüne bıraktığı ateşle birlikte, aşk medresesine kaydolmuş, orada gönül eğitiminden geçmiştir. Bu sürecin sanıldığı gibi, kurgulanmış bir nezaketle geçtiği söylenemez. Hz. Pir’in, bu dönemde neler yaşadığını ancak ehli bilir. Ârif, dîni öğrenmez, bizâtihi yaşar. Kudsî olanla ilgisi, bilgi ve öğrenme düzeyinde değildir. Bu bağlamda, pek çok bilgenin ‘ümmî’ oluşuna dikkat çekmek isterim. (Üsküdar tecrübesi…) Gerçi ‘ümmî’ kelimesi, anne, kaynak, hakîkat dışı bilgilerden korunma’ anlamlarını da ihtiva etmektedir. 54 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Tatcı’nın da belirttiği üzere, “Tabiî ki tasavvuf eğitimi; medresede veya bugünün şartlarına göre söyleyeyim; İmam Hatip’te, İlâhiyat Fakültesinde yapılan gibi bir eğitim değildir. Ârifler, dîni öğrenen değil, yaşayan insanlardır. İnsanın içinden eğitilmesi, muhabbet ile aşk ile eğitilmesi demektir. Onun da kendine göre kāideleri vardır. İnsan-ı Kâmil, insanda ne zaaf varsa, ona göre oyun kurar. Sâliki o oyunun içine koyup öylece yetiştirir. “Erenler meydanında yuvarlanır top idim / Pâdişah çevgânında kaldım ise ne oldu” ifâdesi, Yûnus’un bir oyun içinde kaldığını gösteriyor. Sabırsızdır o, “Gel oğlum, sen ikinci emre kadar dağdan odun getir!” der, sabır eğitimi verir; hakîkat, içten içe gönlünde tecellî eder. Özetle, şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez, hakîkatin sırları tarîkatsiz bulunmaz. Tarîkatlar devrinde Mi’yâr-ı Tarîkat veya Âdâb-ı Tarîkat adlı kitaplar yazılmıştır. O eserlerde mutlaka sözle ilgili unsurlar vardır. Söz eğitimi, yani konuşma eğitimi üzerinde çok durmuşlardır. Sâlike, şunu şöyle diyeceksin, bunu böyle demeyeceksin diye basit bir kural verirler. Diyelim ki “bardağa bardak demeyeceksin, kupa diyeceksin. Kediye kedi demeyeceksin, hırre diyeceksin. Karpuza karpuz demeyeceksin, bostan diyeceksin” gibi.... Yâ Efendim, böyle desek ne olacak? Meselâ “cevize, ceviz demeyeceksin, koz diyeceksin” diyor Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Hazretleri.... Ya Efendim koz desek ne olacak; ceviz desek ne olacak? Ceviz Farsça’ya gitmiş, koz olmuş. Biz ikisini de almışız, kullanıyoruz. İkisini de söylesek ne olacak? Hâyır! Bundan ne çıkacak diye sormayacaksın, bundan ağız terbiyesi çıkacak. Tasavvufta dil terbiyesi neden önemlidir? Sâlikler arasından ola ki Ricâl-i Gayb içinde görevli kişiler çıkar. Eğer sâlik tasavvuftan tasarrufa geçerse her konuştuğu kelâm âleme yansıyacaktır. ‘Attığın zaman sen atmadın, senden atan biziz’ sırrı budur. Ârifler yediklerine, dediklerine, giydiklerine gezdiklerine dikkat etmek durumundadır. Zira her tavırları âleme yansıyacaktır. Tasavvuf terbiyesi âzâların terbiyesiyle başlar. Peygamberlere dikkat ettiğimizde bunu görürüz. Hz. Mûsâ (a.s.) dil terbiyesinden geçmiş, kelîmullâh olmuştur. Hz. İbrahim göz terbiyesinden geçmiştir. “İnsan sıfatı kendi Hak / İnsandır Hak, doğru bak” diyor Yûnus... Baktığımız şeye doğru bakacağız. Yanılsamaları gidermek için oyunlar kuruyor Cenab-ı Hakk. Hz. İbrahim (as), gece olunca yıldızları gördü; “Batanları sevmem, batanları Rabb kabul etmem” dedi. Güneşi gördü; “Batanları kabul etmem” dedi. Nereye doğru gidiyor? Hakîkate doğru gidi- “Yûnus Bir Doğan İdi…” –Âriflerin Gönül Eğitimi- / S. Yalsızuçanlar • 55 yor. Ezel ve ebed Sultân’ı gözündeki perdeyi yavaş yavaş kaldırıyor Hz. İbrahim’in. Hakk ve hakîkati kalıpla sıfatlarla sınırlandırmaktan kurtarıyor. Bakıyorsunuz, bir diğer peygamber başka şekilde eğitiliyor. Ruh, gönül terbiyesinden geçmeden ruh olmaz. Makām-ı Muhammed… Peygamberimiz mükemmel bir terbiyeden geçmiş İlâhî ahlâka ulaşmıştır. “Beni Rabb’im terbiye etti, ne güzel terbiye etti” noktasına yükselmiştir. Sünnet nedir? Sünnet, Muhammedî olmak demektir. Bütün âzâ terbiyesini, gönül terbiyesini tamamlamış insan, Makām-ı Muhammed’e ehil ve mazhar hâle gelmiştir. Gönül eğitiminden geçenler dînî ilimler tahsil edenler gibi değildir. “Varlığını saygıl yoğa / çün dost içinden doğa” diyor Yûnus. Varlığını yok sayanların içinden doğacak dost. Hiçten hiçe, içten içe derken bunları kasdediyorum. Hakîkat Güneşi içinden doğar insanın. Hakîkat güneşi doğunca da “Hakîkatin güneşi doğmuş durur dolanmaz” diyecektir Hz. Niyâzî. Tabiî ki insan içten içe eğitilir... Kırk sene odun taşıttırıyor. Çünkü huzura gelen, sıbgatullâh olacak; Allah’ın rengine boyanacaktır. “Rengine aşkın cümle boyandım” diyecek o kişi. Tabiî ki içten içe eğitilecek kişi. Kim eğitilir; eğitimi kabul eden eğitilir. Tasavvuf eğitiminin bir numaralı şartı, insanın eğitimi kabul etmesidir, eğitimi kabul etmeyen isterseniz dilinizle kuş tutun eğitilemez. Hiçten hiçe… Tabiî ki burada bir Allah var, bir sen varsan, etti iki… Allah var, ben yokum dediğiniz zaman bu yolculuk kolay olacak, devam edecektir. Hiçten hiçe insan hiçliğini kabul etmeli. Hiçliğini kabul eden, hep olur; Allah’ta olduğunu bilir. “Biz onun parçalarıyız” gibi lâflar ederler. Söyleyecek söz bulamıyor insan. Ne parçası? Biz O’yuz! O’ndanız! Şimdilik “O’ndanız” diyebilirim. İçine girince de tabiî ki O’yuz. Ne zaman tam O’na döneceğiz, O olacağız, O’nda seyredeceğiz? “Varlığından soyunup üryân olanlar anlar bizi”... İKİNCİ BÖLÜM ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları Doç. Dr. Şevket TOPAL Şehri Elmalı canda bulmalı, Ümmî Sinan’dır şöhret-i zâtı Hubbu cânımda sırrı zâtımda, savar üstümden her beliyyâtı (Niyâzî-i Mısrî) I. İslâm toplumunu şekillendiren ilmî ya da mânevî dinamikler, oldukça sâde ve isteyen herkes tarafından kavranabilir niteliktedir; ama tesir bakımından da son derece kuvvetlidir. Zira bir şeyin basit ya da kolay kavranabilir olması, onun değersiz olduğunun değil, aksine geniş kitleler tarafından da kolayca benimsenebileceğinin bir göstergesidir. Oysa ki karmaşık ve anlaşılmaz şeyler, zamanla ya kendi mecrâsından sapma eğilimi gösterir veyâhut da tâbileri kalmadığı için tarih sahnesinden silinir gider. Her dâim toplumun sulh u selâmetinden yana olan İslâm, son derece karmaşık bir sistem yerine, insan fıtratına uygun ve akl-ı selîm sahiplerince kabul edilebilir bir ilim ve amel anlayışını toplumun idrakine sunmuştur. Bu anlamda “ilim” dendiğinde, İslâm nazarında bununla sâdece kuru bir bilgi anlaşılmamıştır. İlim ehli kimseler ise, “âlim” lafzıyla telaffuz edilmişlerdir. Âlimlerimiz İslâm’ın bidâyetinden itibaren, ilim alanında çok büyük hizmetlerde bulunmuşlar, ümmete kılavuzluk görevlerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Bu bağlamda İslâm âlimleri, değişik dönemlerde çağın ihtiyaç ve anlayışlarına göre ilimleri tasnif etmişlerdir. Her dönemin öne çıkan ilmi farklı olmakla birlikte, ulemâ-i kirâmın temel bakışları genellikle Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku A.D., Rize. 60 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz değişmemiştir. O da şudur: Âlimlerimiz, “Evet ilim! Ama niçin ilim?” sorusunu merkeze almışlar ve ilmi, bir şeyin vesîlesi yani âlet–edevâtı olması bakımından tasnife tâbi tutmuşlardır. Bu gruba giren ilimlere ise âlet ilimleri demişlerdir. Bir de Müslüman için ana hedef olan kulluk ve kulluğu sürdürmeyi temin eden bilgiler açısından meseleye yaklaşmışlar ve bunu da “âlî”, yani “yüksek ilimler” diye tavsif etmişlerdir. Meselâ Kur’ân’ı anlamak için en azından bazı insanların Arapça’yı bilmesi gerekir. Bu yönüyle Arapça, Kur’ân’ı anlamak için bir tür âlet mesabesindedir. Dolayısıyla öğrenilmesi gereken bir ilimdir. Ama Arapça’yı öğrenmekle iş hitama ermiş olmaz, sâdece anahtara kavuşulmuş olur. Âlimlerimiz Arapça ve Arapça ilgili pek çok ilmi, bunun yanında mantığı âlet ilimleri olarak kabul etmişlerdir. Fıkıh, hadis, tasavvuf, kelâm ve tefsirin de aralarında bulunduğu pek çok ilmi ise âlî/yüksek ilimler arasında zikretmişlerdir. Bu tasnif belki ilim tâliplileri açısından ehem ve mühimmi belirlemede önemli olsa da sâdece kuru bilgi seviyesinde kalıp da amele dönüşmeyen bir bilgi, İslâm nazarında yerilen gereksiz bir yük olarak nitelendirilmiştir.1 İslâm âlimleri de özellikle hukukî hükümleri tespitle iştigal eden fakihlerin özelliklerini sayarken bu kimselerin pek çok bilgiyi bilmesi yanında, bildiği ile amel etmiş olma ve İslâm’ın emirlerini yerine getirme hususunda hassas olmaları gerektiğini şart koşmuşlardır. Aksi halde söylediğini yaşamayan ve İslâm’ın hükümlerini yerine getirmede kayıtsız kalan kimselerin ilmine ve verdiği fetvaya itibar edilmemesi gerektiğini sıklıkla eserlerinde vurgulamışlardır. Bu anlamda ilim ve amel birbirinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Birisi olmadan diğerinin pek de bir kıymet-i harbiyyesi yoktur. Bu tespitlerden sonra şunu da ifâde edelim ki, ilim adına söylenen her bir sözün bir bilimsel bir değeri vardır. İlim adına genel kabul gören ve âlimlerin çoğunluğunun ortak eğilimlerini gösteren bilgiler ise zaman içerisinde klasik ilimler, bir başka ifâde ile yerleşik bilgiler olarak ön plâna çıkmışlardır. İslâm medeniyetini oluşturan, bir başka ifâde ile toplumumuzu şekillendiren temel ilmî disiplinlerden birisi Kelâm’dır. Bu yolla inanç 1 Sırtında kitap yüklü, ama kitabın kendisine asla bir fayda sağlamadığı eşeğe benzetilmiştir. Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal • 61 dünyası inşâ edilmiştir. Bir diğeri fıkıhtır. Bununla hukuk alanı tanzim edilmiştir. Bir başka ilmî disiplin ise tasavvuftur ki, bu yolla insanımızın ruh ve mâneviyat dünyası büyük bir zenginlik kazanmıştır. Bunlardan hiç birisi diğerinden daha az önemsiz değildir. İşte bu üç ilmî disiplini kendi gönül dünyasında hazmeden ve ilmin esas gayesini kavrayabilen insanlar, gerçek birer mânâ eri olarak karşımıza çıkmışlardır. Tarih boyunca bu vasıftaki insanların sayısı sâdece Anadolu’muzda değil, bütün bir İslâm coğrafyasında sayılamayacak kadar fazla olmuştur. Bunun en canlı örneklerinden birisi de şu anda burada toplanmamıza vesîle olan Elmalı toprakları ve bu bereketli topraklarda irşadları ile asırlardır bütün dünyaya İslâm’ın eşsiz güzelliklerini ve derûnî mânâlarını yayan Elmalı erenleridir. Klasik ilim geleneği içerisinde yetişen, ama aynı zamanda mânevî yönleri ile de ön plâna çıkan pek çok âlim mevcuttur. Bu âlimlerin kendilerini hem zâhirî ve hem de bâtınî ilimlerle donatmış olmaları, ilim ve amel adına söylemiş oldukları sözleri de oldukça tesirli kılmıştır. Öte yandan bu nitelikte pek çok değerli âlimimizin mevcudiyeti hakîkatte zâhirî ve tasavvufî bilgi arasında herhangi bir çekişmeye mahal olmadığının da bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu yönüyle ilmi temayüz eden şahsiyetlerin halk üzerindeki oldukça büyük tesirleri inkâr edilemez. O kadar ki, bu durum bazı ilim erbâbını “İslâm toplumu bir fıkıh toplumudur” yargısına ulaştırmıştır. Toplum üzerinde ilim ile iştigal eden âlimlerin yanında tasavvuf erbâbının da çok büyük tesirleri olmuştur. Bu tesir hâlen daha güçlü bir şekilde devam etmektedir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere kelâm, fıkıh ve tasavvuf birer inşâcı ilim olarak kendine has bilgi üretme mekanizmalarına ve ürettiği bu bilgiyi yine kendi üslûbu içerisinde ifâde etme özelliklerine sahip bir alan olarak karşımıza çıkar. Burada fıkıh ve kelâm, elde mevcut olabilecek en sağlam delile dayalı ve kendi açısından net bir hüküm ortaya koymaya çalışırken, tasavvufî bilgi de kendini daha çok edebî ve sembolik bir dil ile ifâde etmeye çalışır. Sanat ve sembol içeren bir ifâde tarzı ise aynı konuda farklı mânâların da ortaya çıkmasına, hattâ yanlış anlamalara sebebiyet verebilir. Bir sûfînin şatahat hâlinde iken ya da kendi gönül dünyasını sembolik bir dil kullanarak anlatması esnasında kullandığı sözcükleri, mecazdan çıkarıp hakîkat olarak algılayan bir âlim, pek tabiî ki 62 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz onun sözlerini kabul etmeyecektir. Ve ona karşı, şerîatın zâhirî hükmünü ifâde eden yargıları dile getirecektir. Gerekirse bu görüşte olan bir sûfî ile cedel yoluna gidecektir. Tabîi ki bütün bunlar gerek sûfî, gerekse zâhirî ilim tarafında yer alan kimselerin idrakleri ile de alâkalı bir durumdur. Aynı konuda birileri mücadele cihetini seçerken, bir başkaları birbirlerinin ne dediklerini anlama yoluna giderek, belki de ortak bir zeminde buluşabilirler ve esasında her birisinin din adına söylemeye çalıştığı şeyin bir birinden pek de farkının olmadığını ortaya koyabilirler. Bunu başarabilen Mevlâna, Yûnus Emre, Gazzâlî, İzz b. Abdisselâm ve daha nice mühim şahsiyet mesajlarını çağlara yaymış ve tasavvuf ile klasik ilmin bir birinin düşmanı değil, aksine yol arkadaşı olduğunu ilân etmişlerdir. Zira her iki ilim de kendisini Kitab’ın ve Sünnet-i Seniyye’nin en kâmil bir şekilde yaşanması için seferber etmişlerdir. Klasik ilim denilince hemen zihnimize gelmesi gereken şey, “gönüllerde olanın bilgisi” olmalıdır. Yoksa sâdece zihinde depolanan bilgi klasik anlamda bir bilgi değildir. Klasik âlimlerimiz bunu: “el-ilmü fi’s-sudûr, leyse fi’s-sutûr = kitapların satırlarında olana değil, sâdece gönüllerde olana ilim denilir” şeklinde ifâde etmişlerdir. Klasik gelenek içerisinde bir insicam ve gittikçe tekâmül eden bir süreç söz konusudur. Bu anlamda bir öncesinde mevcut olan durum, bir sonrakiler tarafından daha iyi anlaşılmış ve anlatılmıştır. Gerçi bunun böyle olması, bir öncesinde var olan şeyin bir sonra gelenden daha kıymetli ve değerli olduğu anlamına gelmez. Bazen önceden var olan şey daha değerlidir. Bazen de tam tersi, sonradan gelen bir öncesinden çok daha muhteşemdir. Bu anlamda tıpkı Hz. Peygamber’in Allah’ın azametini sahâbesine, sahâbenin de Hz. Peygamber’e olan sevgiyi ve bağlılığı sonraki nesillere aktardığı gibi, Elmalılı erenlerin büyüklüğü ve değeri de Niyâzî-i Mısrî tarafından çok daha güzel anlaşılmış ve anlatılmıştır: Dost illerinin menzili ki âli göründü Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü …. Mecnun gibi sahralara ağlayı gezerken Leylâ dağının lâlesinin alı göründü Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal • 63 …. Kāl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî Şimden geru hâl ehlinin ahvâli göründü. İslâm geleneğinde ilmin temel gayesi, kişiyi Allah’a kullukta bilinç ve sebat sahibi yapmaktır. Ne var ki, bu hakîkat çoğu kez göz ardı edilmiş ya da unutulmuş, insanlar neredeyse bütün hayatlarını ilim elde etmeye hasretmişler, ama işin yaşantı boyutunu pek akıllarına getirmemişlerdir. “Âlimin uykusu da ibadettir” yollu ucuzculuğa kaçmışlardır. Pek tabiî gerçek âlimler için bu durum geçerlidir. Ama birkaç eser okuyup, kendini büyük âlim zannedenlerin, Allah’a kulluk yolunda ilim ve ibadet bütünlüğü yerine, himmetlerini başka yerlerde kullanma ve uykudan ibadet sevabı elde etme beklentisi içerisinde olmaları, kendilerini kandırmaktan başka bir şey olmasa gerektir. Zâten hakîkî anlamda âlim olan insanlar ilmi hep kullukta daha ileriye gitmenin bir vesîlesi olarak görmüşler ve bu bilinçle hayatlarını tanzim etmişlerdir. Belki tasavvufî gelenek içerisinde asırlarca temayüz eden ve örneklik teşkil eden insanlar da ilim ve takvâyı birleştiren, hayatını tasavvufî bir disiplin içerisinde sürdüren kimselerdir. İbn Arabî, Gazzâlî, İzz b. Abdisselâm ve daha nice büyük âlim ve mutasavvıf sâdece kuru bilgi hamallığı yapmamış, aynı zamanda sahip oldukları ilmin temel gayesini anlamış ve bu doğrultuda etrafa ışık saçmış değerlerdir. İslâm toplumunun, kendine özgü değerleri ve bu değerler etrafında şekillenen gelenekleri vardır. Değerler ve gelenekler ise uzun asırlar içerisinde oluşan canlı, sürekliliği olan, kendisine devamlı sûrette bir şeyler eklenen ya da eksilen bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla değişime ve gelişmeye açık bir alandır. Bu değişim, normal süreç içerisinde oldukça yavaştır. Bu hâliyle o, toplum hayatında ânî ve keskin dönüşümlere de yol açmaz. İşte mevcut değerleri klasikleşmeye ya da gelenekleşmeye götüren süreç, bunun tabiî bir netîcesi olarak karşımıza çıkar. Değerler ise ancak insanla anlam kazanır, gelişir ve başkaları üzerinde tesirini gösterir. Bu anlamda genelde İslâm coğrafyası özelde ise Anadolu toprakları oldukça şanslıdır. Bu değerlerin bolca neşet ettiği ve geleneklerin oluştuğu topraklardan birisi de Elmalı’dır. 64 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Elmalı, çok sayıda ilim ve mâneviyat erbâbına beşik olmuş oldukça mühim ve mümbit bir topraktır. Vâhib-i Ümmî, Sinân-ı Ümmî, Niyâzî-i Mısrî, Eroğlu Nûri, Abdâl Mûsâ ve asrımızın tanınmış âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır ilk anda hatıra gelen ve Elmalı’nın mânevî atmosferinden beslenen din ya da mâneviyat büyüklerindendir. Yukarıda bahsi geçen büyük zâtlardan bir kısmı bu topraklarda doğmuş, yeşermiş ve irşâdını sürdürmüş; diğer bir kısmı ise başka topraklarda doğmasına rağmen burada yetişen büyük zâtların rahle-i tedrislerinden geçerek, ilim ve irşad makamlarında âli derecelere erişmişlerdir. Hal böyle iken “Bu zâtlar kimdir? Neyi temsil etmektedir? Bunların takip ettikleri tasavvuf yolu, İslâm açısından ne anlama gelmektedir? Tasavvuf ile fıkıh arasında bir sürtüşme ya da çatışma söz konusu mudur?” şeklindeki sorular ve bunlara verilen cevaplar, toplumda çoğu zaman yanlış anlamalara ve gereksiz sürtüşmelere sebebiyet verebilmektedir. Bu kargaşadan bir nebze de olsa kurtulabilmek için klasik ilim geleneğimizi, ayrıca tasavvuf erbâbının ilme ve insana bakışını yeniden gözden geçirmemiz gerekecektir. İslâm’ın zuhur ettiği ilk yıllarda daha sâde bir din anlayışı ve daha basit bir dînî hayat söz konusu idi. Herkes az ya da çok bildiği şeyleri samîmiyetle ve en üst seviyede teslîmiyet hâlet-i rûhiyyesi içerisinde hayatına tatbik etmeye çalışıyordu. Bunun böyle olmasının temel nedenlerinden birisi de, insanların ilim elde etme gayelerinin bilgi hamallığı ve bilgiyle başkalarına gösterişte bulunmak değil, aksine bildiği ile amel etme ve bilmenin Allah katında sorumluluk getirdiği bilinci olsa gerektir. Bu sebeple başta sahâbe olmak üzere ilk dönemlerde insanlar öncelikle bildiklerini hayatlarına tatbik etmekte, sonra da bilmediklerini öğrenmeye yönelmekte idiler. Dolayısıyla her şeyi öğrenme arzusuyla bütün ömrünü ilme adamak, ama elde ettiği ilmi amele dönüştürmemek Allah ve Resûl’ünün rızâsına, dolayısıyla İslâm ilim geleneğine çok da muvafık bir durum değildi. Halbuki Allah Teâlâ, her şeyden evvel kullarının, kulluğunu yerine getirip getirmediğine bakar. Kulluk ise teslîmiyet ister. İşte mânâ dilinin erenleri, ömürlerini insanlara bu hakîkati öğretmeye adamış insanlardır. İlim ise, hakîkî anlamda kendisini bu işe vakfedenler için bulunmaz bir nimettir. Öte yandan yarı âlim yarı câhil insanlar için ilim son derece de tehlikeli bir yoldur. Bu nedenle tasavvuf, belki de Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal • 65 oldukça faydacı bir metot benimseyerek insanlara sevgiyi, teslîmiyeti, Hakk’a kul olmayı öğretmiştir. Bu yol içerisinde samîmiyeti sayesinde her ne kadar kendileri âlim olmasalar da, ilmin kendilerini ulaştırabileceği yere kadar ulaşma imkânını elde edebilmişlerdir. Bu imkânı elde etmelerinde erenlerin öğütleri ve terbiye metotları hiçbir zaman inkâr edilemez. Her ne kadar tasavvuf yolunda mürşidlik yapan bu kimseler, yeni bir anlayışla ve tecditle irşad faâliyetlerini yürütseler de, ana çerçeveleri dâima Kur’ân’a, sünnete ve klasik ilimlere dayanmıştır. Kemâl-i devlet istersen, oku âyât-ı Kur’ân’ı, Ki her harfin içinde var, Niyâzî bin dürr-i yektâ. Bir başka beyitte ise yine Niyâzî-i Mısrî’nin dilinden kulluk bilincini elde etme yoluna vurgu yapılmaktadır: Savm u salât u hac ile, sanma biter zâhid işin İnsan-ı kâmil olmaya, lâzım olan irfân imiş. Klasikleşebilen bir ilim geleneğinden söz edildiğinde, bununla bir anlamda çağların fırtınalı akışı içerisinde pek çok süzgeçten geçerek sâfî hâle gelen ve tarihî süreç içerisinde kendisine haklı bir yer edinen, uzun ve meşakkatli ilim yolculuklarından bahsedilmiş olmaktadır. Bu bağlamda klasik ilim, sosyal ya da siyasal gündemle alâkalı meydana gelen hadiselere gündelik cevaplar vererek günü kurtarma yoluna gitmeyi değil, aksine her çağın kendi içerisinde vuku bulan olaylara geneli ikna edebilecek şekilde sorgulanabilir, hesabı verilebilir, kalıcı ve metodolojik çözümler üretme yolunu tutar. Bizim toplumumuzun da bir fıkıh ve tasavvuf toplumu olduğu göz önüne alındığında, her iki ilim dalı ve bunları temsil eden anlayışlar arasındaki bağlantının niteliği ortaya çıkmış olur. Klasik ilim geleneğinde, özellikle fıkhî bilgi söz konusu olduğunda, fakihlerce bilginin niteliği üzerinde oldukça detaylı bir şekilde durulmuş; söz konusu bilginin mükellefin ameli açısından ne gibi bir bağlayıcılığının olduğu bütün teferruatı ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Burada fiilin mükellefe yansıtılması açısından ilk plânda düşünülen şey, hükmün takvâya uygun olup olmadığı değil, hukuk nazarında câiz olup olmadığıdır. Bu, fıkıh ilmi açısından eleştirilmesi gereken bir şey değil, aksine hukuk mantığının bir gereğidir. Halbuki 66 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz kâmil bir Müslüman olabilmenin yolu takvâdan ve ihtiyata uygun davranmaktan geçer. Bu şekilde bir davranış şekli, ferdî yaşantılarında fukahânın da ihtiyarı olmakla birlikte, onlar kendi hayatlarındaki bu hassasiyetle, fıkhın sıradan insanlara dönük cevazını kısıtlama yoluna gitmemişlerdir. Bu anlamda tasavvuf ehli insanlar, dînî yaşantının ruhsat ya da cevaz yoluyla değil, takvâ ve kulluk zevki yoluyla davranmayı tercih etmişlerdir. Burada fukahânın bakışının temelinde yatan âmillere de bir parça temas etmek gerekir. Mâlûm olduğu üzere fıkhın, hangi kaynaklardan ve ne gibi metotlarla bilgi elde edeceği, usûl-ü fıkıh ilminde bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Fıkhın kaynakları arasında önceliği oluşturan ve diğer tâlî hüküm elde etme kaynaklarının da kendilerine tâbi olduğu Kur’an ve sünnet içerisinde yer alan hükümler, metnin sübutu ve hükme delâleti açısından ele alınmış, netîcede ortaya çıkan duruma göre bilginin kat’î ya da zannî oluşu ile ilgili bir kanaat belirlenmeye çalışılmıştır. Gerçekten de fıkhî bilgilerin ekserisinin içtihadî olduğu göz önüne alınacak olursa, fıkhın temel amacının hayatın her alanında kesin ve değişmez hükümler getirmek yerine, şartlara ve mükellefin durumuna göre, söz konusu meselelerde zann oluşturma çabası içerisinde olduğu görülür. Pek tabiî, fıkıhta zannî şeklinde ifâde edilen bilgi ile halkın gündelik hayatta ve şüpheli durumları izahta kullandığı zannı karıştırmamak gerekir. Fıkıhta zannî bilgi dendiğinde müçtehidin deliller çerçevesinde bütün gayretini ortaya koyarak ulaştığı ve kendisinin söz konusu meselede kesin kanaatini ifâde eden bilgiyi anlamak gerekir. Bu bilgiye fıkıhta zannî denmesinin sebebi, aynı konuda bir başka fakihin yine delilden hareketle daha başka bir hükme ulaşabilme ihtimali sebebiyledir. Oysa ki halkın gündelik dilinde kullandığı zann sözcüğü, fıkıh usûlünde şekk ya da gerçekliği daha da zayıf vehim olarak ifâde edilir. (İsnevî, 13). Görüldüğü üzere dînin temel kaynaklarından sağlıklı bilgi elde etmek ve bu bilgiyi mükelleflerin idrakine sunmak oldukça uzmanlık isteyen bir iştir. Kaldı ki bu öyle sanıldığı kadar da kolay olmayıp, çoğu zaman ömrünü bu işe vakfeden insanların bile zorlandığı ve hattâ ciddî hatalara düştüğü bir alandır. Nitekim İmam Gazzâlî, elMustasfâ adlı eserini yazma gerekçesini şöyle açıklar: “… Usûlcüler, eserlerinde, bazı usûl konularını birbirinden kopuk bir şekilde ve münâsip Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal • 67 düşmeyen yerlerde ele almışlardır. Bu sebeple söz konusu eserleri okuyan bir öğrenci, usûl ilminin maksatlarını, bunlara niçin gerek duyulduğunu ve usûl ilmi ile olan ilişkilerini kavramakta zorlanmışlardır…” Esâsında bu dikkate değer bir tespittir. Kaldı ki bugün hiç de ehil olmadığı halde, insanlar duydukları veya okudukları bir âyet ya da hadis metninden hareketle çok kesin yargılarda bulunabilmektedirler!.. Erbâbının temsil ettiği tasavvufî yönelişler, tarihin her döneminde haddini ve sınırını bilen insanların yetişmesine öncülük etmişlerdir. Zâten tasavvufun kişiye kazandırmak istediği en mühim hasletlerden birisi de başkalarına karşı davranışlarında insanı mutedil bir çizgiye yöneltmektir. Bununla ilgili olarak tasavvuf yolunun temel tavsiyesi: “Başkalarına nasıl davranıyorsan, kendi nefsin söz konusu olduğunda da aynı şekilde davran. “ şeklindedir. (Heysemî, 32). Netîcede bu tutum, fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkinin de daha sağlıklı bir zemine oturtulmasına imkân sağlayacaktır. II. Her ne kadar sûfîler ile fakihler arasında zaman zaman tartışmalar görülse de bu tartışmaları -şahsî ve indî değerlendirmelerden kaynaklanmamak koşuluyla- oldukça yerinde ve gerekli tartışmalar olarak değerlendirmek gerekir. Dış görünüşü dikkate alındığında, âlimlerle zâhidler arasında karşılıklı ithamların ve sataşmalarında olduğu da inkâr edilemez bir durumdur. Zâhidin ilmi amelden isteği bil gayrıdır. Tudı gibi kande ermez cîfe yer ancak kilâb. Bu dizelerde Sinân-ı Ümmî tarafından, ilmin gereğini yerine getirmenin ana gayesine temas edilmekte ve bir anlamda, insanda mânevî inkişâfa yol açmayan kuru bir ilim ve amel, ciddî bir benzetme ile yerilmektedir. İlk bakışta mânevî inkişâfa ulaşmış erenlerin bu tâbirleri, ağır ve haksız görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, fıkıh ilmi ile iştigal eden âlimlerin de ilimden ve amelden anladıkları bundan farklı bir şey değildir. Nitekim Şâtıbî, el-Muvafakāt adlı eserinde şöyle der: “İnsanlar, sûfiyyenin takınmış olduğu bazı tavırlar karşısında, iki farklı gruba ayrılmışlardır: Kimi zâhirî görüntüyü tasdik etmekte ve sûfîlerin ço- 68 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ğunluk içerisinde yerleşmiş bulunandan daha üst mertebede özel bir şerîata sahip olduklarını belirtmektedir. Kimileri ise onları yalanlamakta, aleyhlerinde kıyametler koparmakta ve ideal yol olan şerîattan çıkmış olduklarını, sünnete aykırı davrandıklarını söylemektedirler. Doğrusu her iki kesim de karşılıklı şekilde aşırı uçtadırlar. Hakîkat şu ki: Her mükellef, insanlar arasında yerleşmiş bulunan şer’î hükümlere tâbidirler. Ancak meselenin esâsı, bu konuları açıklığa kavuşturabilmek için şerîatta derinleşmek ve gerçek anlayışa ulaşmaktır. Yardım sâdece Allah’tan istenir.” (Şâtıbî, II, 249). Burada dikkat edilmesi gereken asıl sıkıntı, tarafların birbirlerine dönük eleştirilerini doğru değerlendirmemek sûretiyle, bunu sanki bir mahalle kavgasıymış gibi algılamak ve yanlış yargılarda bulunma cihetine gitmektir. Zira sûfîler ile fakihler arasındaki tartışmaların özü, Allah’a kulluk hususunda en mükemmel metot ne şekilde oluşturulabilir? ve bu metot insanlara nasıl indirgenebilir? sorusu etrafında şekillenmiştir. Bu anlamda taraflar arasındaki tartışmalar, metodik olmak koşuluyla, her iki sistemi de geliştirecek ve birbirlerinin hatalı ya da eksik yönlerini telafide olumlu katkılar sağlayacaktır. Nitekim gerçek anlamda fıkıh bilgisine ve tasavvuf düşüncesine sahip olan din büyüklerinin yaptığı eleştiriler, hep bu doğrultuda olmuştur. Hakaret ya da karşı tarafı yok sayma girişimi ise, her iki ilimden de nasibini yeterince alamamış kimseler tarafından sergilenen bir tavır olmuştur. III. Belki bununla alâkalı olarak vurgulanması gereken husus; her iki alanın temsilcilerinin kullandıkları dilin, üslûbun ve hedef kitlenin farklı olduğudur. Zira fıkıh bilgisi muhataba doğrudan ve onun mevcut sorunu ne ise onun üzerinden iletilir. Ve fakih sâdece olayın cevazı ile ilgili hükmünü belirtir. Olayın takvâ ile ilgili boyutu veya fakihin kendi yaşantısında ihtiyat ve takvâ yolunu tercih etmesi farklı, bunu hükümlerine doğrudan yansıtmayarak fetva ne ise onu karşı tarafa iletmesi ayrı şeylerdir. Buna karşılık mutasavvıfların da meramlarını daha çok edebî bir üslûpla ve metaforik unsurlar da kullanarak anlattıkları bir vâkıadır. (Ögke, 73 vd.). Metaforik ifâde biçiminin farklı anlamalara müsait olduğunu ise dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu anlamda gerek mutasavvıflar gerekse fakihler birbirlerini Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal • 69 sohbet halkalarından değil de, yazılı eserlerinden tanımaya çalışmaları hâlinde bir tartışma ortamının da olacağı kuvvetle muhtemeldir. Fakat her iki kesimin de birbirleri hakkındaki kanaatleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, her birinin temel hassasiyetinin; “aynı dînin inanç esaslarını ve ibadet şekillerini Allah’a yaraşır bir şekilde yerine getirmede amellerin en güzeli ne şekilde olmalıdır?” hususunda yoğunlaştığı görülecektedir. Büyük fakih İzzüddîn b. Abdisselâm’ın: “Bir kimsenin Allah’tan gâfil olması, cezâ olarak ona yeter” sözü, işin hakîkatini vurgulama husûsunda oldukça dikkat çekicidir. Yoksa hiçbir zaman, fıkıh (sünnî) tasavvufu din dışı bir unsur, tasavvuf da kendisini fıkha alternatif bir konumda görmemiştir. Son söz yerine şunu ifâde edebiliriz: İslâm Tasavvuf düşüncesinde belki en felsefî yorumları yapan ve söylemiş olduğu sözler bazen yanlış yerlere de çekilmeye çalışılan İbn Arabî hakkında batılı bir araştırmacının söylemiş olduğu: “… Samîmî ve ihlâslı bir Müslüman olarak İbn Arabî, İslâm’ı nihâî ve kâmil bir vahiy, İslâm’ın hükümlerini de nihâî şerîat olarak görür… Velhâsıl o, şerîatın inançlı bir muhafızı ve gerçek bir yorumcusu olarak, dâima bu bilincini korumuştur” (Scattolin, 346). şeklindeki sözleri bile, İslâm tasavvufunun dâima klasik ilim geleneği çerçevesinde ve dînî hassasiyet içerisinde geliştiğinin güzel bir ifâdesidir. Bu bağlamda Elmalı erenlerinin yolu da şerîatın öngördüğü ilmin mânevî hazza dönüştürülerek, amelle buluşturulmasından ve kulluk bilinci içerisinde ibadet zevkine ulaşma çabasından başka bir şey olmasa gerektir. Kaynaklar Ahmet Ögke, Vâhib-i Ümmî’den Niyâzî-i Mısrî’ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım, Ahenk Yay., Van 2005. Cemâlüddîn Abdurrahîm el-İsnevî, Nihâyetü’s-Sûl, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1999. Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Beyrut, ts. Ebû İshak İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-Muvâfakāt, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut ts. Ebû Mansûr es-Seâlibî, Fıkhu’l-Luğa, Kahire, ts. Ebû Şucâa, Ahmed b. Hüseyin b. Ahmed el-Isfahânî, el-Gāyetü ve’t-Takrîb, Beyrut, 1985. 70 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Giuseppe Scattolin, “İslâm’da Tasavvuf ve Hukuk: Zimmîler Hakkında İbn Arabî’nin (560/1165-638/1240) Bir Metni”, (Ter.: Ercan Alkan), Tasavvuf, 2011/1. İbn Hacer el-Heytemî, et-Tearruf Ahenk Yay., Van 2007. fî Usûlü’l-Fıkh, (thk.: Şevket TOPAL), İzzüddîn b. Abdisselâm, Kavâidü’l-Ahkâm, el-Müessesetü’z-Zeyyân, Beyrut 1990. Mehmed Niyâzî-i Mısrî, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Eskin Matbaası, İstanbul 1976. Mustafa Kara, Niyâzî-i Mısrî, Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1994. O. Kâmil Erdem, Sinân Ümmî Dîvânı, Fetih Yay., İstanbul 1976. Şevket Topal, İslâm Hukuk Düşüncesinde Sedd-i Zerâi, Ahenk Yay., Van 2007. Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER İnsanın varoluşuyla başlayan insan meselesi, ilim, din ve felsefede çeşitli şekillerde ele alınıp farklı anlayışlarla yorumlanmıştır. Aynı şekilde insan eğitimi konusunda çeşitli programlar ve yöntemler ortaya konmuştur. İnsanın eğitimini konu alan tüm program ve yöntemlerin özünde “nasıl bir insan?” sorusunun cevabı aramış ve belirlenen amaca yönelik olarak içerik belirlenip uygulanmıştır. Söz konusu din olduğunda dînin öğretisinin tanımladığı insan ve o insanın ulaşması gereken amaca yönelik bir eğitimden söz ediyoruz demektir. İslâm dîni özelinde konuyu ele aldığımızda insanın yaradılış gayesinin “kulluk” olduğunu görürüz. İslâm eğitim tarihini incelediğimizde ise eğitimin temel amacının yaratanını hakkıyla tanıyan bireyler yetiştirmek olduğu anlaşılır. 1. Tasavvufî Eğitimin Temeli: Kur’an Her eğitim programının dayandığı, modern ifâdesiyle, bir felsefe vardır. Tasavvufî eğitimin de dayandığı bir temelin bulunması gerektiği açıktır. Öteden beri Tasavvufa karşı çıkanlar hep bu eğitim sisteminin Kur’an’dan uzak ve Kur’ân’ın özüne karşı olduğunu savuna gelmişlerdir. Hâlbuki tasavvufun ve tasavvufî eğitim sisteminin temelinde Kur’an vardır. Bu gerçeği görmezden gelerek söz söylemek doğru olmaz. Hiçbir ehl-i tasavvuf, Kur’ân’ı dışarıda bırakan bir süreci aslâ kabul etmemiştir. Hz. Pir Vâhib-i Ümmî de bu gerçeği şu şekilde ifâde etmektedir: Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Bölümü, Rize. 72 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Şeytan kovsa da yetişmez doğru yola gidenlere Îman Kur’an yoldaş olur şeyh ardınca uyanlara** (99/1) Şeyhe tâbi olmak, onun eğitim sistemini benimsemek ve kendini gerçekleştiren insan ya da tasavvufî deyimiyle İnsan-ı Kâmil olmak için yola çıkan talebe aslında kendine Kur’ân’ı rehber edinmektedir. Kemâline zevâl ermez inanırsan bu tevhîde Ayırmaz seni Kur’an’dan eğer derviş isen derviş (207/6) Kemâle ermek ve Kur’ân’ın rehberliğinden istifâde edebilmek için öncelikle hakîkî bir tâlip olmak gerektiği ifâde edilmektedir. Kur’ân’a doğru gelmezsen Kur’an’dan haber almazsan Tevhîd gölüne dalmazsan Mü’min değil münâfıksın (346/4) Bütünüyle Kur’ân’ı merkeze alan bu nutk-ı şerîfiyle Hz. Pir, tasavvufî eğitimin temelinin Kur’an olduğunu açık bir şekilde ifâde etmektedir. Artık bundan sonrası hangi yöntemin seçileceğidir ki bunun bir önemi yoktur. Halk tâbiri ile her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. 2. İnsan Eğitimi: Nefsini Bilmek Tasavvuf’un İslâm eğitim geleneği içinde “kul olma” amacına yönelik en temel ve bu amaca en uygun bir eğitim metodunu içerdiğini ifâde etmemiz gerekir. Öncelikle tasavvufta insan, nefs ve ruh olmak üzere iki özelliğe sahip olan bir varlık olara ele alınır ve tanımlanır. Bu iki güç insan hayatında sürekli olarak çatışma hâlindedir. Hattı zâtında “nefs”, insanın Allah ile misak yapmış olduğu “Elest Bezminde” “rûhun” emrinde bulunmaktaydı. İnsan olmanın insan eğitiminin başlangıç noktası da burasıdır. En temel gaye, insanın verdiği söze yönelik bir hayat yaşamasıdır. Din insanın bu gayeye yönelik bir eğitimden geçmesini ister. Modern eğitimin üzerinde durduğu önemli bir konu “bireyi tanıma”dır. Eğitim ve rehberlikle ilgili yazılan eserlere baktığımızda bireyin istenilen şekilde gelişmesi ve eğitilmesi, kendine ve çevresine faydalı olabilmesi için öncelikle yapılması gerekenin bireyi tanıma Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner • 73 olduğu ifâde edilir. Bireyi tanımanın temel amacının da, bireyin kendini tanıması ve gizil güçlerinin farkına varmasını sağlamak için bireye yardım olduğu ifâde edilir. İşte tasavvufî eğitimin ilk basamağında da “kul” nefsini tanımalıdır. Nefsini tanımayanlar elest bezmindeki ahdini unutur ve yaradılış gayesine uygun bir hayat süremezler. İşte “kul” olma yolunun yolcusunda ilk adımı kendini tanımadır. Şeyhin yaptığı da sâlikin nefsini tanıması için ona yardımdan başkaca bir şey değildir. Bunun ne anlama geldiği, kendini tanımanın insana nasıl bir yol açacağını Hz. Pir şu şekilde ifâde etmektedir. Anladınsa nefsini ahdine ikrâr eyledin Bilmedinse nefsini ahdinde noksân eyledin (114/1) Nefsini bilmek insana ne sağlayacaktır? İnsan olmanın ya da kul olmanın amacı “yaratanı bilme” olduğundan; nefsini bilme eğitimine tâbi olan bu yolun yolcuları nefsini bilmenin yaratanı bilmenin anahtarı olduğunu bilir. O anahtar gizli hazînelerin kapılarını açacak anahtardır. Nefsini fehm eyler isen ma’nada hakka’l-yakîn Ol musavver nûr içinde sen bu kenzu’llâhı gör (94/3) Mükemmel yaratılan insanın ilâhî beyan gereği aşağıların aşağısından kurtulması gerekmektedir. Bu kurtuluşun yolu da nefsini bilmekten geçer. Nefsini fehm etmeyen hayvân gelir hayvân gider Nefsini fehm eyleyen insân gelir insân gider (185/1) Nefsini fehm eyleyenler ma’nâda insân imiş Nefsini fehm etmeyenler gāfil ü nâdân imiş (36/1) diyerek nefsi bilmenin insan olma yolunda atılacak adımların en büyüğü olduğunu bildirir. Şunu söyleyebiliriz ki, tasavvufî eğitimin ilk aşaması nefsi bilmekten geçmektedir. Eğer bir kişi nefsini bilme yolunda gafil davranır ise o ancak cehâlet içinde olmaktadır. Cehâlet ise kişini yok eden en büyük düşmandır. Bu kelâmın ma’nâsından gāfil olma aç gözün Nefsini fehm etmeyenler cehl ile yeksân olur (35/5) 74 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Ruhlar âleminde rûhun emrinde bulunan nefs şeytana uyarak rûhun emrinde çıkmıştır. Şeytan, rûhu çıkmaz sokakların bulunduğu esfel-i sâfilîn mahallesinde gezintiye çıkarmıştır. Sahte mumdan gemilerin bulunduğu ateş sokağında onu tek başına bırakıp kaçmıştır. Artık nefs, ateşin yakıcılığıyla baş başadır. Hararete kapılıp o da şeytanlaşmaya başlamıştır. Nefsin şeytânîlikten uzaklaşabilmesi için rûhun sunduğu bir damla suyu içip rûhun emrine girmesi gerekmektedir. Yani nefsin tekrar rûhun emrine girmesi, şeytandan uzaklaşmasıyla mümkün olacaktır. Gāfil olma aç gözün mekkâr-ı şeytân sendedir Lâ deme bu tevhîde sehhâr-ı şeytân sendedir (25/1) İnsanın kurtuluşuna ermesi, nefsini bilme yolunda ilerleyebilmesi ve nefsi rûhun emrine alabilmesi için mâsivâdan elini çekip tevhîde yönelmesi gereklidir. Kurtuluşun tek reçetesi budur. Nefsini fehm eyle hâlen berk yapış tevhîde sen Ârif ol düşme sakın sen gayrının sevdâsına (33/4) İnsan, sürekli başına dertler açan nefsini yönetmeli ve dizginlerini elinde tutmalıdır. Nefsiyle mücadele ederek onu islâh etmeli, kendisini bu nefsin elinden kurtarmalıdır. Nefsi islâh etmek ve onu ezeldeki durumuna getirmek gereklidir. Hz. Pir, nefsi bilmenin tevhîde sarılmaktan başka bir yönteminin olmadığını ifâde etmektedir. Baka gör tevhîd ile nefsindeki emmâreyi Giremez İblîs gelip bu tevhidin esrârına (33/2) Vâhib Ümmî ârif isen Nefsine ver öğüdünü İkiliği terk eylegil Çatal kazık girmez yere (51/7) Gāfil olma aç gözün ıslâh-ı nefs tevhîddedir “Lâ” deme zinhâr sakın ıslâh-ı nefs tevhîddedir (456/1) Tevhîde ulaşmak isteyen tâlip bunun için her dâim hakkı zikretmelidir. Hakkı zikirden bir an olsun gafil olmamalıdır. Nefsini fehm eylemekden kaçma gel îmân getir Zâkir ol zikr et Hak’ı tevhîd ile leyl ü nehâr (195/2) Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner • 75 Tevhîde ulaşmak için sâdece bu dünyadan uzaklaşmak yetmez, iki dünyanın varlığını ve güzelliklerini de gönle sokmamak gerekmektedir. Dü cihânın vârına verme gönül eyle hazer Kese-gör zünnârını tevhîd-i zâtu’llâh içün (198/6) İnsan, ruh evindeki nefs salonunun anahtarını akıl kalesinde kaybetmiştir. Kendini tanıyabilmesi için nefs salonundaki zikr aynasına bakması şarttır. Böyle bir insanın elinden hiçbir şey gelmez. Çünkü nefs salonunun kontrolu elinde değildir. İnsan adeta nefs salonunun esiri olmuştur. Kendini tanımayan insanın elinden bir şeyin gelmeyeceğini, öyle ki nefsin elinde esir olan kişinin duâlarının bile kabul olmayacağı ifâde edilir. Nefsini fehm eylemezsen müstecâb olmaz duân Nefsini fehm eyler isen müstecâb olur duân (441/1) İnsanın kendisini kötülük işlemeye teşvik eden ve “nefs-i emmâre”den kurtulup, kötü ve çirkin sıfatlardan arınmış ve güzel ahlâkla muttasıf hâle gelmiş “nefs-i mutmainne” derecesine ulaşması gerekir. Buraya kadar ifâde etmeye çalıştığımız husus bize tasavvufî eğitimin temel hedefini göstermektedir ki o da kişinin nefsini bilmesi ve nefsin yüce Allah’ı hakkıyla bilir hâle getirilmesidir. 3. Eğitilmiş İnsan: Ârif Peki, bu eğitimden geçen kişi kimdir vasıfları ne olacaktır? Bunu da yine Hz. Pîr’in sözünden ve gönlünden anlamaya çalışırsak şunları ifâde edebiliriz. Bu eğitimin sonunda kişi ahlâkî ve mânevî arınma sayesinde sezgi gücü ve deruni tecrübe ile Allah’a dâir bilgi başta olmak üzere nefsini, bütün varlık ve olayların mâhiyeti hakkındaki bilgiye sahip olan kimse hâline gelir. Tasavvufî literatürde bu kişiye “Ârif” denir. Ârif olmak demek, gözün açılması, perdenin kalkması, eşyânın ve varlığının hakîkatini görebilir hâle gelmek demektir. Madde sınırının aradan kalktığı halk için değil Hak için bakan perdesiz gözlere, hicâbı 76 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz kalkmış coşkulu bir gönle sahip olmak, demektir. Coşkulu gönlündeki sırrı fâş etmemektir. Aç gözün kaldır hicâbı sende gayru’llâhı gör “Lâm-elif Lâ-raybe”den tevhîd-i zâtu’llâhı gör(94/1) Ârif isen “lâ”yı ko “illâ”dan anla ma’nayı On sekiz bin âlemin içinde seyru’llâhı gör (94/2) Ârif, Allah’ı gerçek yönüyle tanıyan irfan sahibi kimsedir. Bu noktada “Âlim” ile “Ârif” arasında büyük bir fark olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Hz. Pir bu farkı şöyle ifâde buyurur: Vâhib’e vahdetden açdı râzını ol Pâdişâh Kāl ü kıyl lâzım değildir ayn-ı sırru’llâhı gör (94/13) Âlimin bilmesi kendi çalışma ve gayretiyle elde ettiği bilgi sayesinde olur. Ârif ise keşf ve kerâmet yoluyla bilir. Keşf ve kerâmetin kaynağı da ancak aşktır. Aşk bir deryâdır. Ârif bu deryâyı keşfe çıkmış âşık; âlim deryâyı seyre dalmış balıktır. Ârif-i bi’llâh olanlar dersini aşkdan alır Ey birâder evliyâdır bize cânân öğreden (266/8) Balıklar denizde belli bir derinliğe kadar gidebilirler. Âşık kişinin ise gözü karadır, aşkı keşfetmek için sonsuzluğa kadar gidebilir. Yani âlimin bilgisinin bir sınırı vardır; ama ârif için bir sınır, hudut yoktur. Başka bir deyişle âlimin elde ettiği bilgi ile varlığı anlamlandırması sınırlıdır. Varlığın hakîkatini ârif olan kişi mükâşefe yoluyla bilir. Dersimiz hatm eyledik biz “lâm-elif lâ-raybe”den Âlimin gönlü evine âyet-i Kur’ân girer (273/3) Aklı ile bildim demek kāl ehlinin ahvâlidir Âriflerin gönlü evi sâfî hemân ummân imiş (277/4) Ârif olan gönül sahibinin kalbini mârifetle süslemesine ihtiyaç vardır. Ârife ve irfânî bilgiye karşı çıkanlar için Hz. Pir şunu ifâde etmektedir: Ârif-i bi’llâh olanlar anlar imiş ârifi Ma’naya gāfil olanlar bilmez imiş ârifi Aşka mazhar düşmeyenler bilmez imiş ârifi “Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikār” (279/28) Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner • 77 4. İrfânî Bilginin Kaynağı: Aşk Burada ortaya çıkan şudur ki, tasavvufî eğitimde insan-ı kâmil olmanın yolu ve metodu aşktır. Bu öyle bir yoldur ki, en kestirme yoldur. Aşk, Allah’a olan büyük sevgidir. Sevginin nedeni güzelliktir. İnsanda güzel olana karşı bir eğilim vardır. Fakat bu güzellik beşerî özelliklerin ötesinde bir güzelliktir. Âşıkın güzel dediği kaş göz güzelliği değildir. Gerçek güzellik Allah’a ait olandır. Ben aşk ile dîvâneyem dost şem’ine pervâneyem Âşıklığım göz kaş değil kimse kālim bilmez benim (8/2) Nefs ile rûhun mücadelesinin başlandığı nokta olan elest bezmi aynı zamanda “Aşk”ın da başlangıcıdır. Ehl-i aşkız zâhidâ “Kālû Belâ”dan gelmişiz Kalmadı hiç şübhemiz ma’nâda îmân devridir (14/4) Âşık olan aşka delil aramaz; çünkü cemâli gören göze artık delil gerekmez. Çünkü burhan bu sırda gizlidir. Dost cemâlin her nefes âyine gördüm zâtına Maksûdu aşk ile vahdet gayrı bürhân istemez (17/4) İnsanın ezelî düşmanı olan şeytanı bilmek ve onunla mücadele etmek için aşktan başka bir yöntem yoktur. Aç gözün kaldır hicâbı dinle hikmetden haber Bilemezdim İblis’i aşk bize bürhân olmasa (43/7) Göre göre şol aşkı ol İblîs’e uğramış Ol İblîs’in tahtını yakmış virân eylemiş (44/19) Zâhidler ve kendine âlim diyenler hep aşk ehline dil uzata gelmişlerdir. Aslında insan bilmediğinin düşmanıdır. Hz. Pir de aşk ehline dil uzatanların bu sırrı bilmeyenler olduğunu ifâde etmektedir: Ehl-i vahdet olmayan sırr-ı ilâhî söylemez Zâhidin dahl etdiği aşk ehline bühtân imiş (19/7) Bunun için Hz. Pir der ki: Şirk ü riyâdan bizi pâk eyleyen Hû zikridir Sakla aşkın ma’nasın lâ-ehl ü nâdân duymasın (53/3) 78 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Aslında aşkın ne olduğunu Hz. Pir hem sormakta, hem de cevaplamaktadır. Bir suâlim vardır size can gözünden bakan kimdir? Âşıkların gönlü evine aşk çerâğın yakan kimdir? (52/1) Başka bir beytinde ise bu suâle cevap olarak şunları söyler: Ehl-i aşk âşıkların sırrı “Ene’l-Hak”dan gelir Bu hidâyet cevheri rûh-ı izâfîden gelir (61/1) Dört kitâbın ma’nası tevhîdimiz zâhid bizim Arş-ı a’zam vâr eden nûr-ı ilâhîden gelir (61/2) Kimse bilmez sırrımız biz âlemin sultânıyız Ârifin zikrini gör zât-ı ilâhîden gelir (61/3) Evvelâ mü’min kelâmı söyleyen diller budur İsm-i a’zam keşfidir aşk-ı ilâhîden gelir (61/4) Aşk, insanın süflî özelliklerinin eğitiminde kullanılan en önemli şer’î metottur. Allah’ı bilmek, O’nu gerektiği gibi tanımak, ancak aşk ile olur. Allah’ı gerçekten seven kişi, yarattığı her şeyi de Allah’ın yaratmış olması nedeniyle sever. Bu Yûnus’un dilinde “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” mısrasında ifâdesini bulur. Bu eğitimde aşk güzele değil, güzelliğedir. Bazen âşık aşkta fânî olur, o zaman aşk hâline gelir. Aşk mâşukta fânî olur. Muhabbetin sonu aşkın başlangıcı olur. Muhabbet kalp için aşk ise ruh içindir. Bu eğitimde akılla amaca yani Allah’a varılamayacağı, O’na ermenin ancak sevgiyle olacağı ifâde edilir. Metaforik anlatımla miraçta Cebrâil aklı, Refref aşkı temsil etmektedir. Bunun için O’na ulaşmada akıl bir noktaya kadar götürür; ama ondan sonra aşka teslim olmak gerekmektedir. Bu sır bir “kenz-i mahfî”dir buna akl-ı beşer ermez İmâmım Ferd ü Ahad’dır uyarsan gel beri zâhid (161/6) Yani insanı Allah’a götüren aşktır. Aşk yolu, çetin ama en kestirme yoldur. Aşk ile Kur’ân birikdi ölü gönlümü diriltdi Ayne’l-yakîn hakka’l-yakîn dosta varan yolu gördüm (233/4) Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner • 79 Akıl gönlü aşktan ayırmaya uğraşır, gönül ise aşka koşar ve aşkı her şeye tercih eder. Âşık aşkı zühde tercih eder ve bu nedenle zâhidi sürekli olarak tenkit eder. Zâhidâ zühdün senin aşk ehlinin zindânıdır Anlamazsan remzimi bilgil ki noksân sendedir (152/4) Aşk akılla anlaşılmaz, bu nedenle aşk nidâsı aklı yağmaya verdiği gibi aşkın sevdâsı da varlığı fenâ makāmına ulaştırır. İnsan, bezm-i elest’te aşkı ve âşıkları yaratana hayran iken bir ayrılık âlemi olan dünyaya geldiğinde bir çok iş başına gelmiştir. Ehl-i dünyâdan kaçın diye söyledi esrâr-ı aşk Leş yemiş kartaldır ol gönüllerde perrân eylemez (178/3) Gizli yer yok cümlesin aşk bana ayân eyledi Anladım düşmân imiş oğlum kızım mâlım benim (174/5) Âşıkın durumuna bakıp da onu kınamamak gerektiğini ifâde eder Hz. Pir. Çünkü onun hâlinden, ancak onun gibi olanlar anlar: Aşk oduna kim yanarsa ol bilir hâlim benim Cân ü dilden kim Hû derse ol bilir kālim benim (174/1) Aşk eğitiminin hocası mürşiddir. Tasavvuf literatüründe tarîkat lideri olarak bilinen mürşid, “rehber, kılavuz, doğru yolu gösteren, uyaran ve irşad eden” anlamlarına gelir. Mürşid mum ve merdivene benzetilir. Mum gibi kendisi yanar fakat çevresindekileri aydınlatır. Merdiven gibi başkalarının üzerine basarak yükselmesine sebep olur. Mürşide bağlanmayan, yani bir öğretmenin rehberliğinde bu eğitimi almayan kişi için Hz. Pir şunu söylemektedir. Vâhib-i Ümmî yürü sen deme kim câhil ü nâdân Ne insandır ne hayvandır mürşide ermeyen kimse (27/5) Her bakımdan gerçek mürşid Hz. Peygamber’dir. Bu irşad vazifesi silsileyle aktarılarak devam eder. Dolayısıyla aşk eğitiminin ilk hocası, başöğretmeni Hz. Peygamber’dir. Aşk eğitimini âşıka ancak sevgili verebilir. Gönüldeki aşk sarmaşığı sevginin attığı küçük bir tohumla yeşerir. Hz. Peygamber’in sevgili olma kimliği, her âşıkın dilinde ömür boyu şahadetlerle tescillenmektedir. 80 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Enbiyâdan evliyâya nakl eden hâtem budur Mürşidin irşâdını lutf ile ihsân buldum uş (137/10) Bu eğitim sürecinde mürşid davranış geliştirme sürecinde gaflet uykusuna dalmış sâliki uykusundan uyandıracak gönlünü aydınlatacak ve oradaki karanlık ve pusu kaldıracaktır. Âr eyleme mürşide gel bildirsinler sana nefsin Nefsine ârif olmazsan eremezsin âşıklığa (355/74) Şübheni halleyleyen mürşid-i kâmildir senin Aşk şerâbı şevkine hayrân olan mestânesin (80/5) 5. Aşk Hocası: Mürşid-i Kâmil Günümüz eğitim anlayışında öğretmen, öğrencideki bilgiyi yapılandıracak bir rehber, ışık tutan ya da bir anahtar gibi tanımlanır. Hz. Pir ezelde insanda var olan aşkı ortaya çıkaracak olanın mürşid olduğunu ifâde etmektedir. Kişi bir mürşide bağlanmakla kendinde var olan hazînelerin kapılarını açacak anahtara sahip olmaktadır. Hakk’a tâlib olanlara delîl olan mürşid imiş Aşk bahrının miftâhıdır kimse elim bilmez benim (447/6) Mürşid olan tâlibe şevkin nişân vermek gerek Ol hicâbdan geçirip zevkin nişân vermek gerek (88/1) Allah’a giden ve sâliki vuslat aşamasında götürecek yol, kemâl derecesine ulaşmış olan bir mürşidden geçmektedir. Mürşid, aşk çölüne çıkacak mürîdin ihtiyacı olduğu, her an kana kana içebileceği berrak bir pınardır adeta. Mürşidi bilmek dilersen dervişinden bellidir Sırrını bilmek dilersen tevhidinden bellidir (62/1) Mürid bu vasıflara sahip olan bir mürşide kendisini teslim ederek, benliğini onun eline bırakmak ve onun kendisine verdiği emir ve nehiyleri mânevî bir ilaç gibi içmek sûretiyle ancak derdine derman bulabilecektir. Çünkü mürşid olmadan aşk derdine derman bulmak imkânı ve ihtimâli yoktur. Sâdıkın tevhîdini ârif bilir ancak hemân Ehl-i inkâr meclisinin mürşidi şeytân olur (78/2) Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner • 81 Ârife bir söz yeter lâzım değildir gayrısı Pâdişâhın emrine fermandan almazsın haber (181/13) Anladınsa pes yeter lâzım değil çok söylemek Bulasın genc-hâneyi ma’mûru ko vîrâna bak (200/10) Hz. Pir, öteden beri Allah dostlarının söylediklerini anlamak için hazır bulunuşlukları yeterli olmayan bizleri, gönül dünyasından şu sözlerle ikaz etmektedir. Anlamakta zorlandığımız hususlarda en azından susmamız gerektiğini söylemektedir. Çünkü Allah dostları incinmeseler bile, ola ki Nakkāş incinir. Bu ikāza kulak vermek gerektiğini düşünmekteyiz: Bu nasîhatdır sana nefsin kabûl eylerse ger Söyledim bu söz yeter aklın kabûl eylerse ger Mü’minin tevhîdidir kalbin kabûl eylerse ger Nakşına ta’n eyleme zinhâr ki Nakkāş incinir (215/2) Aşk eğitimini bilen hak yolunun bütün önderleri gibi Vâhib-i Ümmî de insanın yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşayarak yaratıcısına ulaşması için insanın nefsini bilmesi gerektiğinin önemle üzerinde durmaktadır. Nefsi bilmenin ancak tevhîde varmakla olacağını ifâde eden Vâhib-i Ümmî, tevhîdi elde etmenin de ancak aşk ile mümkün olacağını söylemektedir. Sözün kısası, tasavvufî eğitim, bir aşk eğitimidir. Tasavvufta insan eğitimi, bütün ikiliklerden arınmak ve tevhîde ulaşmak için aşk ateşine yanmaktır. Tasavvufî eğitim, insanı cehennem ateşinden kurtarmak için, ilk önce aşk ateşiyle yakmanın adıdır. Bu bağlamda irfan ocaklarının önderleri ve Vâhib-i Ümmî bizleri, “Nâr” ile yanmadan “Nûr” ile yanmaya çağırmaktadır. Kaynakça GÖZÜTOK, Şakir, Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996. KEMİKLİ, Bilal, Sun’ullâh-ı Gaybî: Hayatı-Eserleri-Şiirleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2000. MACİT, Muhsin, Gelenekten Geleceğe, Kapı Yay., 2005. ÖGKE, Ahmet, Vâhib-i Ümmî’den Niyâzî-i Mısrî’ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım, Ahenk Yay., Van 2005. 82 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz TATCI, Mustafa, Elmalı’nın Canları, H Yayınları, İstanbul 2008. TOZLU, Necmettin, Eğitim Problemlerimiz Üzerine Düşünceler, Mikro, Ankara 2003. VÂHİB-İ ÜMMÎ, Dîvan, Elyazması, Abdullah Ekiz nüshası. VARIŞ, Fatma, Eğitim Bilime Giriş, Atlas Kitabevi, Ankara 1994. YILDIZ, Alim, Şeyh Hâlid Divanı, Es-Form Ofset, Sivas 2004. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet Dr. Semih CEYHAN Savm u salât u hacc ile sanma biter zâhid işin İnsân-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş (Niyâzî-i Mısrî) 1. Tuhfetü’l-uşşâk Elmalılı Ümmî Sinan Hz.lerinin hulefâsından Halvetiyye-i Mısriyye’nin piri Niyâzî-i Mısrî’nin manzûm ve mensûr eserleri içerisinde en dikkat çekici olanı ve gözlerden kaçanı Tuhfetü’l-uşşâk (Âşıklara hediye) adlı türkçe risâlesidir. Tam adı “Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr” olan eser, Cenâb-ı Mısrî’nin gerek divanında gerek diğer kısa hacimli risâlelerinde parça parça dile getirdiği hakîkatleri derli toplu ve öz bir biçimde aynı zamanda âşikâre ihtivâ etmektedir.1 Risâlesinde ilâhi hakîkatlere ve mârifetullâha dâir sözlerini derisiz, yani herhangi bir vecih kaydı koymaksızın ıtlâkiyyet üzere söylediğini ileri süren Cenâb-ı Mısrî, risâlesini şöyle tavsif eder: TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul. 1 Eser, Nezahat Öztekin tarafından Tuhfetü’l-uşşâk ve Turfetü’l-müştâk adıyla yayınlanmıştır (İzmir: Akademi Kitabevi 2006). Sn. Öztekin’e göre Tuhfetü’l-uşşâk İbn Arabi’ye ait olup Niyâzî-i Mısrî tarafından şerhedilmiştir. İbn Arabi’nin Tuhfetü’luşşâk adlı bir eseri olmamakla birlikte, muhtevada risâlenin bir şerh olduğunu ima edecek herhangi bir delil mevcud değildir. Kütüphâne kayıtlarına dayanarak Öztekin’in vardığı bu sonucun yanılgı olduğu kanaatindeyiz. Eserin bizzat müellifi Mısrî’dir. Öztekin neşri transliterasyon kāideleri gözetilerek neşredilmiştir. Okumada kolaylık sağlaması gayesiyle bu kāidelerden sarf-ı nazar edilerek tarafımızca yapılan yeni neşri tebliğ metninin sonundadır. Neşir iki nüsha karşılaştırılarak yapılmıştır: Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a; Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b. (Neşirde A nüshası olarak belirtilmiştir). 84 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz “Hakkā ki bu risâle nükte-âmîz ve fitne-engîz olup nice gamzeler oldu ki devr-i kamer seyrini ve fitnesini izhâr eyledi. “”يَوْ َم تُ ْبلَى الس َﱠرائِ ُر (Târık, 86/9) [“O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.”] ma’nâsını âşikâr kıldı. Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’lesrâr ve hakîkatü’l-ahbâr vâki’ oldu. Nutk-ı kelâm arûs-i ma’nâya hicâb olmuş. Ol nikābı ref’ edersen cemâlin gün gibi iyân gösterdik. Keşf-i hicâb etmede mürüvvet ve sehâvet bundan özge olmaz. Beyit: Aşkım selefden artık olur ise mâni’ değil Bezm-i şarâba sonra gelen kātî mest olur” Osmanlı kültür muhitlerinde çokça tartışılan Şeyh Bedrettin’in Vâridât’ına üslûp açısından benzeyen “Nükte-âmiz ve fitne-engiz” bir eser olan Tuhfetü’l-uşşâk, her ne kadar Vâridât kadar ilgiye mazhar olmamışsa da Mısrî’nin ifâdesiyle “sırları ağyârdan korumakla memur olan ehlinden dirîğ edilmemesi” uzak tutulmaması gerekir.2 2. Tuhfetü’l-uşşâk’ ta Mârifet Tuhfetu’l-uşşâk’ın muhtevasına gelince eserin ezcümle mârifetullâh yani Allah’ın bilinmesine dâir olduğu söylenebilir. Bu bilginin konusu olan Mısrî ifâdesiyle Tanrı Teâlâ hakkında sûfiyye tâifesinin nefs tezkiyesi ve müşâhede tarîkiyle ulaştıkları netîceler, Hakk’a veya Hakk’ın varlığının birliği gerçeğine, varlıktaki birliğe ulaştıran aşk ve irfan yolunun mâhiyeti, bu yolda bir mürşid-i kâmile intisabın zorunluluğu, hakîkat bilgisinin kâmil mürşidde bulunduğu, mârifetullâha ulaştırmada köprü olan mârifetü’n-nefsin (insanın kendini bilmesi) dereceleri, âhiret ahvâlinin hakîkati eserde işlenen temel 2 Vâridât ile Mısrî’nin halka-bend olduğu Halvetî-Ahmedî geleneği arasında ilgiyi Hediyyetü’l-ihvân müellifi Mehmed Nazmî Efendi kurmaktadır. İsâ ve Mehdî olduğunu şahitlik etmesini istemesinden dolayı Niyâzî-i Mısrî ile araları açılan Mehmed Nazmî, Hediyyetü’l-ihvân’ında onun hakkında ağır sözler sarfettiği gibi onun mensup olduğu Yiğitbaşı kolu meşâyihi hakkında da şunları söyler: “Yiğitbaşı’dan bir şu’be dahi Tâlib-i Ümmî, Eroğlu ve Elmalî Sinân-ı Ümmî’den, Elmalı’da ve Uşâk’da ve Kütahya’da ve etraflarında hulefâ ve fukarâ bâkîdir. Riyazet ve mücâheleri sebebiyle müridleri ve muhibleri vardır. Yiğitbaşı’ya müntesip olanların cümlesi ümmîlerdir. Vâridât sâhibi i’tikâdında olup “Âhiret işleri câhil âlimlerin iddia ettikleri gibi değildir derler.” (Mehmed Nazmî, Hediyyetü’l-ihvân, İÜ Ktp. TY, nr. 1604, vr. 81a-b). Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 85 konulardır. Bu konulara dâir Hz. Mısrî’nin çarpıcı fikirlerinden bazı örnekler vermeden önce şu mukaddimeyi takdim etmeyi elzem addetmekteyiz: Tasavvuf ilmine göre âlemde bütün varlıklar gibi eşref-i mahlûkāt olan insan da bir maksada bir illet-i gâiyyeye binâen yaratılmıştır. Bu gâî illet tasavvuf söz konusu olduğunda bir mürşidin taht-ı terbiyesindeki seyru sülûk vasıtasıyla insanda potansiyel durumda bulunan ezelî istidadın bilfiil hâle getirilerek insânî kemâlin ortaya çıkarılması ve kemâli ne kadarsa o miktarda hakîkat bilgisinin kazanılması olarak görülür. Dolayısıyla insanın yaratılış gayesi eşyânın hakîkatlerine ve bu hakîkatlerin kaynağına dâir bilgiyi, mârifeti tahsil etmesidir. Mısrî, Tuhfetu’l-uşşâk’a bir soruyla başlar: “Biz bu dünyaya niçin geldik?” ( ”و ما خلقت الجن و اإلنس إال ليعبدونZâriyât, 51/56) [“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”] âyetiyle verdiği cevapta Mısrî insanın yaratılışındaki birinci gayenin mutlak anlamda kulluk yani ubûdiyyet olduğunu söyler. Kulluğun gayesi ise kullukta bulunduğumuz Hakk’ın bilinmesidir. Mârifetin gayesi ise tevhid ya da Hakk’ı birlemek, âlemdeki çokluğu vahdete irca etmektir. Dolayısıyla yaratılış gayesi üç aşamalıdır: Kulluk, bilmek ve birlemek. Mısrî şöyle der: “İmdi, ey şâh-ı men; bir kimse kırk yıl ibâdet eylese, gündüzü sâim ve gecesi kāim olsa, ammâ ibâdetten murâd nidüğün idrâk eylemese bir zerre kadar fâidesi yoktur. Ya’nî bilmek, birliğe yitmek oldur ki, kendüyi zât ve sıfât ve ef’âliyle fânî göre, belki cümle varlık Hakk’ın vücûdu idüğün idrâk eyleye, Hak’la ma’mûr idüğün bile. Ve benlikten geçmek bundan ibârettir. Böyle olacak ol kimse her neye baksa Hakk’ı görür. Ve kendüde Hak’tan gayrı nesne görmez. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “( ”فأينما تولوا فثم وجه ﷲBakara, 2/115) Ya’nî “Kande dönersen Hak yüzüne dönersin.” Mısrî’nin bu cümleleri, onun aynı zamanda varlık anlayışını özetler mâhiyettedir. Niyâzî-i Mısrî, “el-vücûd lillâh” diyerek gerçek varlığın Allah’a ait olduğunu, insanın görünüşe aldanıp kendisinde ve eşyâda varlık vehmettiğini, bu vehmin benlik perdesinden kaynaklandığını, perdenin aradan kaldırılmasıyla âfakta ve enfüste Hakk’ın bir olan gerçek varlığını ve bu varlığın tecelliyâtını müşâhede edeceğini söyler. 86 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Mısrî’ye göre mârifetin konusu ve hedefi gerçek tevhîde ulaşmaktır. Tevhid Risâlesi’nde ise tevhîde ulaşmanın bütün peygamberlerin ve evliyânın asıl maksadı olduğunu, bundan daha yüce bir gayenin bulunmadığını, yolun şehadeti olduğunu söyler. Tarih boyunca tevhid hakkında çok söz söylendiğini, birçok farklı ekolün teşekkül ettiğini, herkesin akıl gücü ve basîret miktarı tevhidden dem vurduğunu, ancak her birisinin de tevhid deryâsının ancak kenarına varabildiğini söyleyen Mısrî, Allah’ı mutlak anlamda bilmenin ve tanımanın insan gücünü aşan bir şey olduğunu, mârifetin hayretle sonuçlanacağını, insana düşen şeyin Hz. Ebûbekir’in dile getirdiği üzere acziyyetini itiraf olduğunu ifâde eder. Mısrî’nin tefekküründe Hak Teâlâ’yı birlemek bir mertebedir. Bu minvalde yaratılışın gayesi olan tevhîdi idrak üç mertebe kaydeder: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn. İlme’l-yakîn Hakk’ın var olduğuna dâir bilgiyi nakledenden işitmekle hâsıl olur ki avâmın tevhîdidir. Buna taklîdî tevhid de denir. Ya da aklî ve naklî deliller ileri sürerek Hakk’ın varlığını ispat etmektir (isbât-ı vücûd). Burada Hakk’ın varlığını ve birliğini sâbit kılan şey delildir. Delilin ortadan kalkması ile sübût da ortadan kalkar ve bunun netîcesinde zorunlu olarak Hakk’ın varlığı ve birliği nefy edilmeyi gerektirir. Kelâmcıların ve filozofların tevhîde ulaşmadaki yöntemleri budur ve şüphe eksikliğiyle ma’lûldür. Tevhîdin ikinci mertebesi ayne’l-yakîndir. Tarîkat ehlinin tevhîdidir ki tevhîdin basîretle müşâhede edilmesinden hâsıl olan bilgidir. Mısrî tarîkatta sülûk eden kimselerin tevhîdi ayn’a eriştirdiklerini, zihnî bilgi seviyesinin üstüne çıkıp Hakk’ın varlığını ve birliğini küllî bir şekilde müşâhede ve idrak ettiklerini söyler. Bu ise bir zevk, hal ve vicdan işidir. Tevhîdin hakka’l-yakîn mertebesinde idrak edilmesi ise Hakk’ın varlık ve birliğinin bütün tecelliyâtıyla ve cüz’iyyâtıyla bilinmesidir ki hakîkat ehline ma’lumdur. Bu üç mertebe şu misalle daha iyi anlaşılabilir: Meselâ Elmalı ilçesinin var olduğunu işiterek bilmek ilme’l-yakîn, gelip uzaktan görerek bilmek ayne’l-yakîn, sokaklarında gezerek ve her yerini tanıyarak bilmek hakka’l-yakîndir. Mısrî’ye göre sâlikin tevhid tecrübesi üç aşama kaydeder: Fiillerin, sıfatların ve zâtın tevhîdi. Bu aşamalar diğer mutasavvıflar tarafından da vahdet-i vücûd risâlelerinde sıkça kullanılmaktadır. Fiille- Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 87 rin tevhîdi, âlemde mutlak fâilin Allah olduğunu, kula ait zannedilen fiillerin gerçekte Hakk’ın fiillerinin bir tecellîsinden ibaret bulunduğunun idrâkidir. Sıfatların tevhîdi ise Hakk’ın sıfatlarını mahlûkātın sıfatlarından ayırıp her sıfatı Hakk’a sâbit kılmaktır. Bu mertebeye kişi sülûk edip vardığında, kalbini saflaştırdığında Allah ona sıfatlarıyla tecellî eder. Zâtın tevhîdi ise sülûkün nihâî mertebesinde idrâk edilir. Hak’tan başka hiçbir nesnenin olmadığı, mutlak varlığın Hakk’ın zâtından ibaret bulunduğunun bilinmesi tevhîdin son aşamasıdır. Mısrî bu aşamaya gelen tarîkat ashabının zâtî tecellîye mazhar olduğunu ileri sürer. Bu tecellîye mazhar olan kimsede bir hal hâsıl olur ki kişi âlemdeki tüm kudret ve tasarrufun kendi elinden gerçekleştiğini görür. Halk artık ona bir âlet mesabesindedir. Meselâ bir kişi kendisine bir şey verse, asıl verenin kendisi olduğunu görür. Dolayısıyla âlemdeki her şey kendisinden kendisinedir. Kendisinden başka bir şey yoktur. Bu kudrete ulaşan kimse kutbiyyet ve irşâd makāmındadır ki insan-ı kâmillere aittir. İnsanın yaratılış gayesi olan mârifetullâha ermek bir zevk ve vicdan işi ise bu yolda öncelikle ne yapmak gerekir? Niyâzî-i Mısrî’nin bu konuda önemle üzerinde durduğu husus kişinin kendi başına gerçekleştireceği nefs tezkiyesiyle mârifete ermesinin imkânsızlığıdır. İrfan yolculuğunda bir mânevî otoriteye yani kâmil bir mürşide bağlanmak kaçınılmazdır. Neden mürşid zorunludur? Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Öncelikle ilimleri zâhir/şerîat, bâtın/tarîkat ve hakîkat bilgisi şeklinde üçlü tasnife tâbî tutan Hz. Niyâzî’ye göre, her bir ilmin tahsil araçları farklıdır. Zâhir ilmini elde etmek isteyen kişi şer’î ve aklî ilimleri öğrenir. Bâtın ilmini elde etmek isteyen kimse ise mürşid vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e dek uzanan mânevî silsileye bağlanır, onun telkîn ettiği esma ve virdleri yerine getirir, yolun belirlediği çeşitli usûller muvâcehesinde nefsiyle mücâhede yapar. Bunun netîcesinde hâsıl olan mânâ ve bilgilerin misâl âlemindeki karşılıkları olan vâkıaların/rüyâların tâbîri ise yine mürşid tarafından yapılır. Sâlik vâkıasında ne görmüşse bunları mürşidine arz eder. O da bunları tâbir ederek yani bâtından zâhire geçirerek sâlikin yol alması için gerekli tedbirleri uygular. Mısrî hakîkat bilgisini insânî nefsin ve rabbin bilgisi olarak iki kategoriye ayırır. Bu iki bilgi aslında birbirinin mazharlarıdır. Bu bilgiyi tatmak ve bunun hâlini elde etmek ise yine 88 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz kâmil bir mürşidin terbiyesi altında sıkı bir nefs terbiyesiyle tabîî ve nefsânî bütün vasıf ve özelliklerini yok etmeye bağlıdır. Bütün bunlar gerçekleştiğinde geriye Hakk’ın varlığından ibaret gerçek varlık kalır ki tâlibin varmak istediği şey de zâten odur. Mısrî’ye göre bir ilmi elde etmek isteyen kimsenin o ilmin öğretmeni ve mürşidine mürâcaatı zorunludur. Hele bu ilim bâtın ve hakîkat bilgisi ise bu zorunluluk bir kat daha artar. Mürşidin bilgisini elde etmek ve o bilgiye ait âlet ilimleri öğrenmenin yolu ise ancak mürşidin iznine bağlıdır. Mürşid izin verirse ve kişi onun terbiyesi altında mücâhede yaparak ve tam bir teslîmiyetle ona teslim olarak kendi renginden çıkıp mürşidin rengine boyanırsa ancak o zaman bu istediklerini elde etmesi mümkündür. Kendi başına bazı ilâhî isimleri zikreden ve tezkiye-i nefs yapan kimselerin itidâlden saparak ifrat veya tefrite düşme tehlikeleri vardır. Bu gibi durumlarda ifrata kaçan kimsenin işi deliliğe kadar varır ve hakîkat bilgisine ulaşmak şöyle dursun şerîat mükellefiyetinden bile mahrum duruma düşer. O nedenle insan tabiatını iyi tanıyan, insanın kabına göre teslik faâliyetinde bulunan bir rûhânî hekime, kâmil mürşide ihtiyaç kaçınılmazdır. Niyâzî-i Mısrî, insanın hakîkat talebinde olmazsa olmaz iki şart ileri sürer: Muhabbet ve irfan. Şöyle der Cenâb-ı Mısrî: “Bilgil ki ol yola giden kişi gerektir ki ma’rifet şarâbını içe ki meşrebi sâfî ola. İlim ve ma’rifet olmayınca ol yol gidilmez. Ve gıdası dahî cân gıdası olmak gerektir. Canın gıdası ilim ve mârifettir; zikir ve tesbîh ve tâat ve ibâdettir. Tanrı Teâlâ’ya âşık olan kimesneye gerektir ki ciğeri kanını içe ve gözleri yaşını döke. Dünyada bir kişi bir kendi gibi mahlûka âşık olsa, görürüsün ki ne zahmetler çeker ve ne belâlar görür; sevdiği yoluna cemî’ varını verir, görmeye bin canını terkeder. Kādir olduğu nesneyi sakınmaz. Malın rızkını vermeye minnetler eyler, tek olsun. Pes kendi gibi âdeme âşık olan kimsenin hâli böyle olacak ve aşk-ı mecâzî bu denli olucak âşık-ı hakîkînin hâli nice olsa gerektir. Hak Teâlâ ki cemî’ âlemi yoktan var eyledi ve bunca ni’metler bağışladı, âdemin onunla münâsebeti var pes ona aşkı dahî ma’lûmdur ki ne mertebede olmak gerektir. Hak Teâlâ’nın halk ile farkı ne kadar ise aşkının farkı dahî öyle olmak gerektir. Onun içindir ki onun âşıkları, dostları ve evliyâları ve peygamberleri her Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 89 kande ki olsa delidir derler idi, mecnûndur dîvânedir derler idi. her kim Tanrı Teâlâ’ya can ve gönülden tâlib olsa, âşık olsa onun aşkına lâyık vasfa âdemoğlanı kande kādir olur ve kimin elinden gelir. Onu mertebesi kendi varlığından geçip fenâ-yı mahz olmaktır.” Mısrî’nin ana hatlarıyla özetlediğimiz bu mârifetullâh tevhid ve tevhîde ulaştıran yöntem hakkında fikirlerinin bir uzantısı olarak Tuhfetu’l-uşşâk’ta vahdet-i vücûd mektebinde ele alınan fiillerin kaynağı, iyilik-kötülük problemi, haşrin keyfiyeti, kıyâmet ahvâli, cennet-cehennemin mâhiyeti, nübüvvet-velâyet ilişkisi, insanın ezelîliği gibi pek çok konu hakkında görüş beyân eder. Özellikle Tuhfetu’luşşâk risâlesi kendisinin ifâde ettiği üzere bu konulara dâir düşüncelerinin özeti mâhiyetindedir. Bu düşüncelerini her hangi bir çekince taşımaksızın kendine has üslûpla cesurca ifâde etmektedir. Zira Cenâb-ı Mısrî Halvetî’dir, cehrî yolu tutmuştur. Kendisinin Hz. Peygamber ile başlayan ay devresinde dünyaya geldiğini, bütün sırların bu devrede fâş edildiğini, efsâneye düşmeden her şeyin aslını, zâhir ve bâtınını ortaya serdiğini, ancak bunların ağyardan korunması gerektiğini, korunmadığı takdirde fitneye yol açacağını, fakat fitne olmadan da kimin hidâyette olup kimin delâlette kalacağının âşikâre bilinemeyeceğini söyler. Mısrî’ye göre söz derisiz söylenmelidir. Şerîat libâssız gerektir. İşte Mısrî’nin sözlerinden birkaç misâl: “İnsanın yaratılması Hakk’ı bilmek içindir. İman da budur. Bir kimse bu dâireye varmazsa insan değil, hayvandır.” “Hakk’ın zâtını müşâhede edenler âşıklardır ki onlara müttakîler denir. Zâhir ehli takvâyı korkmak sanır. Gerçek takvâ ikiliği def edip her şeyi Hakk’ın zâtıyla, sıfatlarıyla, fiilleriyle görmektir. İkilikte kalan kişinin içi ve dışı kör olur.” “Hak Teâlâ bu dünyada görünmez. Cennette görünür” denirse bu söz mahza cehâlettir. Demedik mi Hak’tan başkası yok! Dünyada kör olan âhirette de kör olur. Hz. Ali demedi mi görmediğim Tanrı’ya tapmam. Allah güneşten daha âşikârdır. Artık gördükten sonra hâlâ açıklama isteyen görse görse ziyan görür.” “Erenler haşri, neşri, cennet ve cehennemi burada görürler. Bir nesnenin adı hem evvel hem âhir hem dünyâ hem âhirettir. Şâh-ı 90 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Merdân Hz. Ali buyurur: “Doğmak ölümün elçisidir. Doğan öldü. Ölen kıyamete durdu.” “Cümle eşyâ ene’l-hak zikreder. Amma şerîat ehline bu söz muhakkak olmaz. Zira bazı kimseler yarıncıdır. Yarın kıyamet kopar derler. Bunlar ahmaktır. Bilmezler ki uyku ölümün kardeşidir. Her gece ölüp yine sabah kıyamete durup haşrolurlar. Aksini anlayan evliyâ remizlerini anlamayıp mahza cehâlette kalmışlardır.” “Biz bu dünyaya Resûlullah hatırı için bir iki gün ayık geldik ve şerîata tâbi olduk. Yoksa buraya din, iman, mezheb, dünya ve ahiret için gelmedik. Biz Allah ve Resûlullah aşkı için geldik. İşimiz aşkdır bizim.” “Bu fakir ve hakir Mısrî der ki: Kahır ve lutfun aslı bir imiş. Kim ki küfür ve imanı, kahır ve lutfu Hak’tan gayrı bile şeytandır ki ona lanet olur. Yoksa şeytan dedikleri Hakk’ın mudill sıfatıdır. Ancak şeytan ve mahlûkāt da insanın maslahatı içindir. İnsan her hâli bilip kendisine ne teklif düşerse kahır veya lütuf onu işlese gerektir.” “Hakk’ın evliyâsının korku ve tasası yoktur. Bu makāma kutbiyyet derler. Daha önceleri nübüvvet derlerdi. Velâyet ise âşıklık makāmıdır. Âşık olanın kıyamete değin korku ve tasası olmaz.” “İmdi bir kimse varlıktaki birliği, vahdet-i vücûdu bilmese hakîkatte kâfir olur. Benim azizim! Tenbîhât çok nihâyet yok. Sen her dem seyrânından, sülûkünden geri kalma. Senin bir nefesin nice yüz bin cihana değer. Bir daha ele girmez.” Bibliyografya Baha Doğramacı, Niyâzî-yi Mısrî Hayatı ve Eserleri, Ankara 1988. Ekrem Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul 2009. ________ “Niyâzî Mısrî: Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XXXIII, s. 169. ________ “Tasavvufun Tutarlılık Arayışında Bir Yorum Çerçevesi olarak Vahdet-i Vücûd: Yûnus Emre’de Vahdet-i Vücûd Anlayışının Yansıması Hakkında Bir Değerlendirme”, İslâm Araştırmaları Dergisi, İstanbul 2009, sayı 29, s. 25-30. Hasan Kavruk, Niyâzî-i Mısrî Hayatı-Sanatı-Eserleri ve Türkçe Şiirleri, Malatya 2004. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 91 İbn Arabî, Tuhfetü’l-Uşşâk ve Turfetü’l-Müştâk: Niyâzî-i Mısrî Şerhi (haz. Nezahat Öztekin), İzmir 2006. Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Ankara 1999. Mustafa Aşkar, Niyâzî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1998. Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Esmâ-i Halvetiyyesi”, Edebiyattan İçeri, Ankara 1997, s. 272-286. Mustafa Kara, Niyâzî-i Mısrî, Ankara 1994. Niyâzî-i Mısrî, Tuhfetu’l-uşşâk: Vahdet-i Vücûd Risâlesi, Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a; Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b. ________ Mevâidü’l-irfân, Beyazıt Devlet Ktp. Veliyyüddin Efendi 1806, vr. 41b. ________ İrfan Sofraları (trc. Süleyman Ateş), Ankara 1971. ________ Risâle-i Tevhîd, Süleymaniye Ktp. Tahir Ağa Tekke 334, ss. 1-6. ________ Risâle-i Vahdet-i Vücûd, İBB Ktp. Osman Ergin yazmaları 893. 92 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr VAHDET-İ VÜCÛD RİSÂLESİ NİYÂZÎ-İ MISRÎ Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a; Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b. (A nüshası) Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 93 (1b) Risâle-i Vahdeti’l-Vücûd-i Cenâb-ı Mısrî (k.s.) بسم ﷲ الرحمن الرحيم الحمد الذي تجلى القلوب اإلنسان بذاته و صفاته و أفعاله و آثاره و جعل نفسه لنفسه مرآتا ً لرؤيته و الصلوة و السالم على محمد و ھو من المحبوب و زبده و أخياره و على آله و ھم : أما بعد.من األبرار [“Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla. İnsan kalplerine zâtıyla, sıfâtlarıyla ve eserleriyle tecellî eden Allâh’a hamdolsun ki O kendisini görmek için kendisini kendisine ayna yapmıştır. Salât ve selâm Hz. Muhammed’e –ki Allâh’ın sevgilisi, köpüğü ve seçkin kuludur- ve onun ebrârdan olan âlinedir. İmdi:…”] Çün ki bu mukaddime mebsût oldu, bil ve âgâh ol ki, Hak Sübhânehu ve Teâlâ bir kimesneyi kendi inâyetine mazhar düşürse, ol kimesnenin kalbine iştiyâk bırakır ki “Biz bu dünyâya niçin geldik?” der. İmdi, Hak Sübhânehu (2a) ve Teâlâ Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur: “( ”و ما خلقت الجن و اإلنس إال ليعبدونZâriyât, 51/56) [“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”] ““[ ”أي ليعرفونBilsinler diye”] “ليوحدون “[ ”أيBirlesinler diye”] ““[ ”قال رسول ﷲ عليه السالمAllah َ Resûlü (a.s.)] buyurur: “ و في.إن للقرآن ظھراً و بطنا ً و لبطنه بطنا ً إلى سبعة أبطن ”رواية أخرى إلى سبعين أبطنYa’nî “Kur’ân’ın zâhiri ve bâtını ve bâtınının bâtını vardır” dedi, yedi ma’nâya varınca, belki yetmiş ma’nâya dek. Öyle olsa Hak Sübhânehu ve Teâlâ “ibâdet için yarattım” dediğinin ma’nâ-yı sânîsinde müfessirîn eyittiler: İbâdet hod emr-i i’tibârîdir. Ya’nî “beni bilmek için yarattı” demek olur; ya “bilmekten murâd nedir?” dediler “üçüncü batnın ma’nâsı birlik içindir” dediler. İmdi, ey şâh-ı men; bir kimse kırk yıl ibâdet eylese, gündüzü sâim ve gecesi kāim olsa, ammâ ibâdetten murâd nidüğün idrâk eylemese bir zerre kadar fâidesi yoktur. Ya’nî bilmek, birliğe yitmek oldur ki, kendüyi (2b) zât ve sıfât ve ef’âliyle fânî göre, belki cümle varlık Hakk’ın vücûdu idüğün idrâk eyleye, Hak’la ma’mûr idüğün bile. Ve benlikten geçmek bundan ibârettir. Böyle olucak ol kimse her neye baksa Hakk’ı görür. Ve kendüde Hak’tan gayrı nesne görmez. 94 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “( ”فأينما تولوا فثم وجه ﷲBakara, 2/115) Ya’nî “Kande dönersen Hak yüzüne dönersin.” Beyit: در صورت جان و دل نھان غير تو كيست در صورت آب كل عيان غير تو كيست Ya’nî “Su ile balçık sûretinde senden iyân kimdir? Ve cân, gönül halvetinde senden gayrı nihân olan kimdir?” Ve dahî dedi ki: “Benden gayrı gönüllerinizden giderin ey cân u cihân senden gayrı kim vardır?! Öyle olsa zâhirde ve bâtında Hak’tan gayrı kimse yoktur” demek olur. Ya’nî gizli ve âşikâre. İmdi şöyle bilmek gerektir ki, bir nesne yoktur kim (3a) Hak Sübhânehu ve Teâlâ ânı Kur’ân-ı Azîm’inde zikretmemiş ola lâkin ْ َوالَ َر kāsıru’l-akl olanlar idrâk etmezler. Kavluhu Teâlâ: “ س إِالﱠ ٍ ط ٍ ِب َوالَ يَاب ين ٍ ( ”فِي ِكتَاEn’âm, 6/59) [“Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık ٍ ِب ﱡمب kitâbdadır.”] deyu buyurduğu bu ma’nâdır. İmdi iki cihânda gizli ve âşikâre ondan gayrı yoktur dediğinin delîli oldur: “ ُاطن ِ َ( ”ھ َُو ْاألَ ﱠو ُل َو ْاآل ِخ ُر َوالظﱠا ِھ ُر َوا ْلبHadîd, 57/3) [“O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır.”]. İmdi evvel ile âhiri sıfat-ı kadîme i’tibâriyle nazar olunursa cemîi âlem yaratılmazdan evvel ol var idi. Evvel olduğu oldur. Ve cemî-i âlemin fenâsından sonra ol vardır. Âhir olduğu oldur. Ve zâhirliği cihândır ve cism-i insândır kim cihânın ayn’ıdır. Ve bâtın olmasına nişân cândır ki görülmez ve cemî-i hayvânât onunla diridir. Beyit: Butûnunun beyânı nûr-i cândır Zuhûrundan nişân mülk-i cihândır İmdi ey cân u cihân, nefsle rûh ikisi birdir. Lâkin (3b) şöyle ki iç düşmüştür cân ve zât derler; şöyle ki dışra düşmüştür insân ve sıfât derler. Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm)a Hak Sübhânehu ve Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ ”لوالك لوالك لما خلقت األفالكYa’nî “Ey habîbim, sen olmayaydın eflâkı yaratmazdım.” Ve yine buyurur: “ ملك و ”السموات و األرضYa’nî “Yer ve göğün mülkü Allah içindir.” Ve mukaddem Resûl (aleyhi’s-selâm) için buyurulmuştu, bundan fehm olunan budur ki, hakîkat-i muhammeddir ki özündür. Zîrâ ittifâk bunun Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 95 üzerinedir kim mevlûdu’n-nebî (aleyhi’s-selâm)ı kendi nûr-i pertevinden zü’l-celâl kıldı, Ahmed nûrunu bedr-i kemâl kıldı. İmdi ibâdetten murâd hakîkat-i muhammedîyi bilip mü’min-i hâs olmaktır. Ya’nî her şey müsebbih idüğün göre. Ve her müsebbih ki bir isim giymiştir ayn-ı müsemmâ göre, ondan gayrı görmeye. Bundan bir suâl vârid oldu ki, Hak Teâlâ bî-zevâldir. Öyleyse bu insân ve bu eşyâ bu sıfatlardan cümle zevâl bulsa gerektir. Buna ne cevâb verirsin? (4a) Cevâb budur ki, sıfat-ı zât-ı kadîmesi bî-zevâldir. Ammâ sıfat-ı hâdisesi fenâ bulur. Bir cevâb dahî budur ki, fenâsı aynı bekādır. Eğer birisi fenâ bulursa ona bedel hezârı zuhûra gelmektedir. “Tecelliyât-ı Bârî gayr-ı mütenâhîdir” dedikleri bu ma’nâya işârettir. Ve Muhammediyye’de ehl-i tahkîkin ittifâkı îmân husûsunda şöyle olmuştur ki îmân üç merâtibdir: Biri îmân-ı avâmdır ve biri îmân-ı hâsdır ve biri îmân-ı hâssu’l-hâsdır. İmdi îmân-ı avâm oldur ki, ilim ile Tanrı’yı bir bile ve Resûl (aleyhi’s-selâm)ı hak bile ve Kur’ân ve cennet ve cehennem hak bile ve namâz ve niyâza îmân getire. Böyle hak bile îmân-ı avâmdandır. Îmân-ı hâs oldur ki, ayne’l-yakîn hâsıl edip gözüyle Tanrının zât ve sıfâtını müşâhede eyleye. Lâkin rûh ile nefsi bir bilmeye, ya’nî bir görmeye. Kahırla lutfun aslı bir idüğün idrâk etmeye, şerîattan havf eyleye. Nitekim denilmiştir: Beyit: (4b) Kahr u lutfun illeti ma’nâda vâhiddir velî Bilmedi şeytân bu tevhîdi Ahaddan düştü dûr Ve îmân-ı hâssu’l-hâs oldur ki cemî-i eşyâ sıfât-ı Bârî’ye mazhar düşüp, zâkiri ayn-ı mezkûr göre ve cemî-i âlemde görünen Hak’tan gayrı olmaya. Ya’nî fenâ fillâh ve bekābillâh olup hakka’l-yakîn rütbesine vâsıl ola. Beyit: İre hakkānî vücûd ândan sana keşf ola hâl Kim odur mezkûr zâkir hem dahî ezkâr-ı Hak Ya’nî zikreden ve zikrolunan ve zâkir Hak’tır. Bu makāma “kutbu’l-aktâb makāmı” derler. Ve “fenâ-yı sırf” ve “tecellî-i zât” ve 96 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz “cem’u’l-cem’” ve “hazret-i ahadiyyet” ve “hakîkat-i muhammediyye” derler. Buna delîl-i nâtık oldur ki “وحي ِ ” َونَفَ ْختُ فِي ِه ِمن ﱡر (Hicr, 15/29) buyurup, ya’nî “Ben âdeme rûhumdan nefhettim”der. Ve bir dahî buyurur ki “ب إِلَ ْي ِه ِمنْ َح ْب ِل ا ْل َو ِري ِد ُ ”ونَ ْحنُ أَ ْق َر َ (Kāf, 50/16) Ya’nî “Ben size boynunuz damarlarından (5a) yakınım” der. 3 Ve hadîs-i kudsîde buyurur ki: Yâ Muhammed, “ إذا أحببت عبدا كنت له سمعا و بصرا و يدا و به يبطش ”و به يسمع و به يبصر و به ينطقYa’nî “Bir kulu ben sevsem, kulağı ve gözü ve eli ben olurum. Benimle yürür ve benimle işitir ve benimle görür ve benimle söyler.” Ve buna delîl oldur ki, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz küffâra galebe edip ihâta eylemişler, şeytân-ı laîn bir pîr sûretinde hâne-i saâdeti bastırıp kasta delâlet eder.4 İnâyet-i rabbânî erişip küffâra nevm galebe edip şeytân dahî uyudu. Resûl (aleyhi’s-selâm) Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) vâsıtasıyla bir avuç toprak alıp bunların üzerine saçıp gitti. Düşmân kör olup görmediler. Şeytân-ı laîn uyanıp feryâd eyledi, “Ömrümde uyku görmemişim, Muhammed (aleyhi’s-selâm) kaçmıştır” dedi. Hâne-i saâdete girdiklerinde tahkîk bildiler ki Muhammed (aleyhi’s-selâm) gitmiş. Öyle olunca Resûl (aleyhi’s-selâm)a (5b) gurur gelip “Düşmanı bir avuç türâbla kör eyledim” deyu buyurdukta hemândem bir ّ ”و َما َر َميْتَ إِ ْذ َر َميْتَ َولَـ ِكنﱠ âyet nâzil olup “ﷲَ َر َمى َ (Enfâl, 8/17) Ya’nî “Yâ Muhammed, habîbim Ahmed! Ol toprağı atan sen değildin, ben idim.” İmdi bu ma’nâdan ma’lûm oldu ki, cümlenin elinden işleyen Hak’tır. “ ”ف َعال لما يريدdir. Ya’nî “dilediğini işler”. Bunda suâl vârid oldu ki, “Bâtılı dahî işleyen Hak mıdır?” Cevâb oldur ki, “ ُض ﱡل بِ َھا َمن ِ ت 5 ( ”تَشَاء َوتَ ْھ ِدي َمن تَشَاءA’râf, 7/155) buyurulduğu dilediğine hidâyet verir ّ ( ”قُ ْل ُك ًّل ﱢمنْ ِعن ِدNisâ, 4/78) âyeti ve dilemediğine gayr-ı hidâyet verir. “ِﷲ mezheb-i ehlullâhdır. Ya’nî “Hayr u şerri Allah’dan bilin”. Bunda suâl vârid oldu ki, “Hayrı ve şerri Allah verecek, kulun suçu nedir? Cevâb oldur ki, Hak Teâlâ dilediğini işleyici olucak hayrı ve şerri A: “ َصرُون ُ ” َونَ ْحنُ أَ ْق َر+ (Vâkıa, 56/85) [“Biz ona sizden daha yakınız ِ ب إِلَ ْي ِه ِمن ُك ْم َولَ ِكن ﱠال تُ ْب ancak göremezsiniz”] 4 A: Ve buna delîl oldur ki, Hazret-i Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz küffâra galebe edip Hazret-i Ali’yi yerinde koyup kendileri Medîne’ye hicret ettiklerinde gördü ki küffâr hâne-i saâdeti ihâta eylemişler. Şeytân-ı laîn bir pîr sûretinde hâne-i saâdeti bastırıp suikasta delâlet eder. (99a) 5 Her iki nüshada âyette geçen “ ”بھاifâdesi düşmüştür. 3 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 97 senin gönlüne ol bırakır. Şerri şeytân vâsıtasıyla işlersin ki fikir ve vesvesedir ve hayrı ilhâm vâsıtasıyla işlersin ki vahy-i Cebrâîl’dir. Ammâ Hak Teâlâ böyle edecek zâlim olmaz. (6a) Zîrâ bunca peygamberân ki belâlar çekerlerdi fiil yönünden bulmazdı. Belki takarrub ziyâde ola deyu sevinirler idi. Hak Teâlâ’nın bir ismi Mümît’tir ve bir ismi Kahhâr’dır ve bir ismi Cebbâr’dır. İmdi öldürse veya dirgörse veya kahreylese veya cebreylese zulüm etmiş olmaz illâ Mürîd olur ve dilediğini işleyici olur. Bundan gayrı i’tikād fâsıddır, hazer oluna! Allah saklaya gayrı i’tikāddan. Beyit: بنى فرسود كه او مانند گبرست ھرانکس را که مذھب غير جبرست [“Her kimin ki mezhebi cebrden başkadır, o kâfir gibi mahvolmuş biridir.”] Ya’nî her kimin mezhebi cebrden gayrı ise kâfirdir. İmdi cebr oldur ki hayrı ve şerri Allah’dan bile. Zîrâ ki sen zâhirinde ve bâtınında Hak’tan gayrı görmeyecen nice ihtiyâr-ı cüz’î yâ nice gayrı iş kalır; gayrı görmen ve Hak’tan gayrı nesne mülâhaza etmen hakîkatte küfürdür. Zîrâ Hak’tan (6b) gayrı yoktur. “ ”ليس غير ﷲ شيئا أبداbu ma’nâyı okşar. Ya’nî “Allah’tan gayrı ebedâ nesne yoktur.” ز تحت الثريا تا فروز افالك بى پوست [“Yerden parlak yıldıza kadar felekler gayr-ı cismânîdir.”] Taht-ı serâdan felek üstüne dek denli Hak’tır. Sözü derisiz söyledim. Ya’nî şerîat libâssız demektir. Beyit: 6است 6 ميان اين و آن باشد طريقت چو مغزش پخته شد بى پوست نغز شريعت پوست مغز آمد حقيقت خلل در راه سالك نقص مغزست Şebüsterî, Gülşen-i Râz (nşr. Tevfîk Sübhânî), Tahran 1384 hş., s. 40. Ahmed Avni Konuk beyitleri şöyle tercüme etmektedir: Şerîât kışrdır mağzı hakîkat İkisinin arasıdır tarîkat Halel sâlikde naks-ı mağzdır bil Fakat puhte olunca nağzdır bil. Bk.: Şeyh Mahmud Şebüsterî, Gülşen-i Râz (haz. Turgut Karabey), Erzurum 2007, s. 121. 98 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Ya’nî “şerîat” meyvenin üst kabına derler. İçi hakîkate benzer, badem ve ceviz gibi. İmdi her kaçen içi murâd olunsa üst kabını kırmak gerek. Sâlikin yolunda içine zarar gelmek hatadır ki hakîkattir. Yoksa üst kabını ufatmaktan zarar gelmez. Belki fâidesi vardır. Zîrâ badem (7a) ve cevizin kabuğu ufanmayınca bitmez. İmdi şunca ehlullâh kelâmı ve âyât ve ahâdîs ki denilmiştir bu ma’nâya işâret edip lâf-ı güzâf değildir. Kıt’a: Siyâset meydânında galabadan bakan ol Siyâset kendi olmuş kendi meydân içinde7 Uğrı olmuş uğrılar kendi kendüyi çalar Sicin8 kendisi olmuş kendi zindân içinde9 İmdi azîz-i men, eğer Hazret-i Yûnus ümmî idi, tarzı, usûlü şuarâ-yı mütekaddimîne muhâlif görünür, ammâ ma’nâsı hakîkatte birdir. Beyit: Gerçi sûret giz durur yâ müstakîm Rast yol varmak arazdır ey hakîm Pes rûh-i men, bir kimesne mü’min-i bi’l-ayn10 olsa Hakk’ı her yerde görse gerek. Belki kendüden dahî gören Hak olsa gerek. (7b) Yukarıda söylenen kavil mûcebince buna münâsib Resûl (aleyhi’sselâm) buyurur: “ ”إتقوا فراسة المؤمن فإنه ينظر بنور ﷲYa’nî “Mü’minin firâsetinden hazer eylen! Zîrâ onlar Allah nûruyla11 nazar ederler.” Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi ise şöyledir: Şerîat kabuktur, hakîkat iç.. Bu ikisinin arası da tarîkattır. Yolcu da yolda şerîata riâyet etmezse bozulur. Fakat erişti, oldu mu kabuksuz daha âlâdır, dah güzeldir. Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1944, s. 30. 7 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divanı-Tenkitli Metin, İstanbul 2008, s. 322. 8 “Sahne” ve “şahsa” okunuşları da vardır. Bk.: Mustafa Tatcı, a.g.e., s. 322. 9 Mustafa Tatcı, a.g.e., s. 322. 10 A: ve’l-hak +. 11 A: nûruna. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 99 İmdi “mü’min” îmâna gelmişe derler ve “îmân” anlamaya derler. Anlamak görmek ile olur. Ve eğer anlamak görmeden bilmek murâd ederse muhâlif zanneder. Rast idrâk etmek nâdir vâki’ olur. İmdi bir kişi mü’min olduktan sonra her nefesi bin yıllık ibâdet yerine sarf olunur. Zîrâ nazarı Hak nazarıdır. Bu nazara demişlerdir ki, “ ”طوبى لمن كان في عمره نفسYa’nî “Saâdet şol kişiye ki ömründe müşâhede-i Hak’la bir nefesi ola.” Ammâ şunlar ki hep ömrü müşâhede-i zâtta olup ondan gayrı görmeye, onlar Hakk’ın mahbûblarıdır ve âşıklarıdır ki onlara “müttakîn” ve “mukarrabîn” derler. Eğerçi ehl-i zâhir “takvâ” hakkında derler ki12, onlar korkuculardır. Ammâ hakîkat-i takvâ ikiliği def’ edip taaddüdsüz Hazret-i Hakk’ın müşâhedesinde müstağrak olup cemî-i şeyi zâtıyla gördüğünü (8a) ve kimini dahî sıfâtıyla ve kimini dahî âsârıyla müşâhede edip zâhirde ve bâtında ondan gayrı görmeye, gâyet-i takvâ budur ki ikilikte kalmayalar ve ikilikte kalan kişinin içi ve dışarısı kör olur. Beyit: Fâil-i mutlaktan özge kimse yoktur ârede13 Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr İmdi azîz-i men! ““ ”كنت كنزا مخفيا فأحببت أن أعرف فخلقت الخلق ألعرفBen gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Bilinmek için mahlûkātı yarattım.”14 dedi.15 Öyleyse Âdem’in yaratılması Hak Teâlâ’yı bilmek içindir. Öyle olsa îmân bu olur. Bir kimse bu dâireye varmasa hakîkatte insân değildir, hayvândır. Nitekim Muhammed (aleyhi’sselâm): “ ”المؤمن أنينه تسبيح و صمته تھليل و نومه عبادةYa’nî “Mü’minin inlemesi tesbîhdir ve samtı tehlîldir ve nevmi ibâdettir.” Ammâ ba’zı kimesneler aklî ve naklî olup her nesnenin zâhir kabına nazar edip bâtınından mahrûm olurlar imiş. Bu nazar denâettir. Resûl (aleyhi’sselâm) zamânında münâfıkîn gelip (8b) Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-selâm) ile namâz kılarlar idi ve evâmir-i şer’iyyeye imtisâl ederler idi. Ammâ yine onların hakkında âyât nâzil oldu ki “ إِنﱠ ا ْل ُمنَافِقِينَ فِي الد ْﱠر ِك 12 A: ki -. A: arada -. 14 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Kahire 1351, s. 132. 15 A: hadîs-i kudsîde +. 13 100 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz سفَ ِل ِمنَ النﱠا ِر ْ َ( ”األNisâ, 4/145) [“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar.”]. Öyleyse namâz ve niyâz kılan16 ehl-i riyânın hakkında bu âyet-i kerîme buyurulmuştur. Ve ehlullâh zâhirbîn olmazlar. Belki ehlullâhdan niceler vardır ki kendisini setr için muharremâta mürtekib olup puthâne ve meyhâne köşesinde şarâb ve tersâ-beçe cemâlini17 müşâhede ederler. Görenler fâsık veyâhud kâfir nazarın ederler, zâhir hâline nazaran. Lâkin kābil olan, kelimâtından fehm edip nediğin anlar. Nefsinin tesirinden behre-mend olup ehlullâh olur. ““ [”طوبى لمن كان في عمره نفسÖmründe bir nefesi olan kimseye müjdeler olsun.”] زاھدى پاك باش اطلس پوش زاھدى در پالس پوش نيست “Zâhidlik palâs-pûşlukta değildir; zâhidlik pâk olmaktır (9a) atlas gibi.”18 İmdi pâk olmak Allah sıfatıyla sıfatlanmaktır, “ تخلَقوا بأخالق “[ ”ﷲAllah’ın ahlâkını ahlâk edininiz.”] hükmüyle. “”كان ﷲ فكان ﷲ له [“Allah var idi. Allah onun için idi.”]. Ya’nî “( ”فَ ْاذ ُك ُرونِي أَ ْذ ُك ْر ُك ْمBakara, 2/152) [“O halde zikredin beni, zikredeyim sizi”]. İmdi ba’zı kimesneler vardır ki hakāyık söylense incinirler. Gûyâ ki onun bir nesnesini eksiltirler, kāsıru’l-akl ve dûne’l-fehm19 olduklarındandır. Ol ecilden buyurmuşlardır ki ““[ ”كلَموا الناس على قدر عقولھمİnsanlara akılları ölçüsünce konuşunuz”]. Bunu bilmezler20 ki tasarrufât-ı rabbânî böyle iktizâ eder ki söylene. Eğerçi dünyâda ne kadar esrâr-ı rabbânî var ise söylense, bir kimsenin ki Hak’tan nasîbi olmaya inkâra düşüp şaşar anlamaz. Ve hem bunu bilmez ki Hak Teâlâ cemî-i âlemleri bu ilimden ötürü halk eyledi. Eğerçi sussa bundan gayrı söz söylememeydi ki, “ ”من أحب شيئا أكثر ذكرهhadîs-i şerîfinde buyurmuştur: “Bir kişi ne severse onu çok zikreder.” İmdi ey âşık-ı sâdık! Âşık ayn-ı ma’şûk olmuştur. “ُ”يُ ِح ﱡب ُھ ْم َويُ ِح ﱡبونَه (Mâide, 5/54) [“O onları sever, onlar da O’nu severler.”] Seven ve sevi- 16 A: kılan -. A: cemâlini -. 18 Şeyh Sa’dî Gülistân’ında der ki: “Zâhidlik yamalı hırka giymekle olmaz. Tertemiz bir zâhid ol da istersen ipek atlas giy!” 19 A: deniyyü’l-fehm. 20 A: bilmez. 17 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 101 len Hak’tır, arada gayrı yoktur. Belki bâtında dahî görünen Hak’tır. (9b) 21نمايد كه حق گه گه ز باطل مي كجا شھوت دل مردم ربايد Ya’nî “Şehvet kanden âdemin gönlünü kapar. Hak bâtıldan görünür.”22 Şâh-ı men Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm) bu makāma gelmiş azîzlere ve Hazret-i Hakk’ın mahbûblarına “”آه وا إلى لقاء إخواني [“Âh ki âh! Kardeşlerime kavuşsam.”] buyurmuştur. Bunların hasretliğine âh vâh etmişlerdir. Bunların temâşâ-yı dîdârdan gayrı işleri yoktur. Müşâhede-i likā-i rabbânîde müstağraklardır. Eğer suâl olunursa “Hak Teâlâ bu dünyâda nice görünür?” “Cennette görünür imiş” derlerse bu sözü mahza cehâlettir23. Zîrâ ki yukarıda âyât ve ahâdîs zikrolundu, ondan gayrıyı nefyetti. 24“ ان َ َو َمن َك اآلخ َر ِة أَ ْع َمى ( ”فِي ھَـ ِذ ِه أَ ْع َمى فَ ُھ َو فِيİsrâ, 17/72) Ya’nî “Dünyâda kör olan ِ âhirette dahî kör olur” imiş. Ve Hazret-i Şâh-ı Velâyet buyurur: “ لو ”كشف الغطا ما ازدادت يقيناYa’nî “Benim perdelerim -ki tenimdir- götülürse bundan ziyâde (10a) bana yakîn hâsıl olmaya.” Ve bir dahî buyurur: “ ”رأيته فعرفته فعبدته و لم أعبد ربنا لم أراهYa’nî “O’nu gördüm, O’ndan bildim, O’ndan kulu oldum. Görmediğim Tanrı’ya tapmazam” demiş. Buna delîl-i nâtık oldur ki “ الحق أظھر من الشمس من طلب البيان بعد العيان فھو في ”الحسرانYa’nî “Hazret-i Hak güneşten iyân ve zâhirdir. İyândan sonra beyân isteyen ziyân görür.” İmdi ehl-i nazar olanlar cennet ve cehennemi, haşr ve neşri hep bunda görürler; ferdâya, kıyâmet kopmaya nazar etmezler. Zîrâ Hazret-i Şâh-ı merdân buyurur: “ ”الوالدة رسول الموتYa’nî “Doğmak mevtin 21 Şebüsterî, Gülşen-i Râz, s. 63. Ahmed Avni Konuk beyitleri şöyle tercüme etmektedir: Nasıl şehvet dile olsun hüküm-rân Olurken bâtıl u Hakkdan nümâyân Bk.: Şeyh Mahmud Şebüsteri, Gülşen-i Râz (haz. Turgut Karabey), s. 153. Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi ise şöyledir: Şehvet, nereden insanların gönlünü çekecek? Hak bazı bazı bâtıl sûretinde de görünüp durur... işte o kadar Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), s. 53. 22 A: der +. 23 A: cehâlet-i mahzdır. 24 A: Buna delîl oldur ki +. 102 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz elçisidir.” Bir dahî buyurur: “ ”من مات فقد قامت قيامتهYa’nî “Ölen kıyâmete durdu.” Yukarıda demişti ki “doğan öldü.” Bunda “ölen kıyâmete durdu” dedi. Ma’lûm oldu ki erenler haşri ve neşri ve cennet ve cehennemi bunda görürler imiş. Belki bir nesnenin adı hem evvel hem âhir hem dünyâ hem âhiret olmuş. Beyit:25 (10b) Haşr u neşrin sâati geldi ve hem yevmu’l-hisâb Uykudan doğrul ki ol günden ibârettir bu gün Ve dahî ehlullâhdan Nâsır-ı Hüsrev hazretleri buyurmuştur ki: طابوت جان مرده فراغت تنت كورست و پالحدست دلست Ravza-i hürrem taalluk-i arafe-i nîrân. Ya’nî “Kabir tenindir. Ayağın lahdindir. Tâbût cânın olmuştur ve ölse gerektir.” Veyâhûd gaflet uykusunda ölmüştür. Zîrâ ki ““[ ”النوم أخ الموتUyku ölümün kardeşidir.”] Dünyâ ve âhiretten ferâğat etmek cennettir, taalluk etmek cehennemdir. İmdi dünyâ ve âhiretten ferâğat etmek bu değildir ki var ömrünü felâketle geçiresin. Geçmek budur ki bunlara dünyâ ve âhirette nazarın etmekten geçesin. “Hüve’z-Zâhir” i’tibâriyle ki sıfât-ı Bârî’dir. Nitekim Hazret-i Hüdâvendigâr Mesnevî’sinde buyurur: ( نى قماش نقره و فرزند و زن11a) چيست دنيا از خدا غافل بودن Ya’nî “Dünyâ oldur ki seni Hak’tan gâfil eyleye. Yoksa esvâb26 ve akçe ve oğul ve kız değildir.” (Mesnevî, I, b. 983) Mâdem ki bunlar seni tarîk-i Hak’tan alıkomaya sebebdir. Buna şâhid oldur ki Hazret-i İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)ın yirmi sürü koyunu var idi, cümlesi helâk oldu. Bir an nazarını Hak’tan ayırmadı. Ve Süleymân (aleyhi’s-selâm) pâdişâh idi ve Yusuf (aleyhi’s-selâm) kezâ nübüvvet-i bâhireleri bâkî idi. Bir nesne ki iltâf-ı Hak ola niçin yaramaz olur?! Husûsan Hak Teâlâ cenneti hûblar ile ve güzel saraylar ile methedip kullarına va’detti, niçin yaramaz olsun?! Ve illâ Hak’tan gâfil olmamak için sâliki ibtidâda nehyederler. Tâ ki Hakk’a vuslat bulunca ve Hakk’ı 25 26 A: Beyit -. A: esbâb. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 103 görünce terkettirirler.27 Yoksa ““[ ”موتوا قبل أن تموتواÖlmeden önce ölünüz.”] sıfatında olup yine dirileler. Beyit:28 Bulmak istersen hayât-ı câvidân Ölmeden ölmeye sa’y et öl diril Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm) buyurur ki: “ الدنيا حرام على أھل اآلخرة و “[ ”اآلخرة حرام على أھل الدنيا وھما حرامان على أھل ﷲDünya âhiret ehline harâmdır. Âhiret dünya ehline harâmdır. Dünya ve âhiret Allah ehline harâmdır.”] (11b) Ya’nî iki cihân ehlullâha harâmdır. Eğerçi zâhir ma’nâsı verilirse, cemî-i enbiyâ ve evliyâ29 harâm yemiş30 olurlar. Zîrâ dünyâ ve âhiret31 onlar içindir. “Levlâke”32 ma’nâsı sıdkınca. İmdi bunun ma’nâsı budur ki ehlullâha dünyâ ve âhiret görmek ve sevmek harâmdır. Zîrâ dünyâ ve âhiret dedikleri Tanrı’nın sıfatıdır. Gayr tasavvur etmek bâtıl ve harâmdır. “Lâ ilâhe illallâh” ma’nâsının remzi oldur ki meşâyih-i kirâm ederler: “Lâ ilâhe” ref’ olur, “illallâh” kalır. Ondan dahî geçecek “illâ” dahî gider, “Allah” kalır. Ya’nî “lâ” yok demektir. 33Yokluk âlemi ki vardır, pes ölmek gerek. Ol seni Hak’tan ayırır. Ben yok olsam ne mümkündür ki34 Hak sıfatıyla sıfatlanam. Ammâ Allah Teâlâ kalacak ba’de’l-fenâ bekā bulmak oldur ki görürsün ki fenâ ayn-ı bekādır. Zîrâ sen ölücen hebâ olmazsın, çâr unsura katılırsın. Bir küçük kimesne iken büyür35 dünyâ olursun ki nitekim Resûl (aleyhi’s-selâm) buyurur: ““[ ”المؤمنون ال يموتون بل ينقلون من دار الفنا إلى دار البقاMü’minler ölmezler. Fenâ yurdundan bekā yurduna intikāl ederler.”] (12a) Dünyâ zannettiğin Hakk’ın vücûdu olur. Ba’zı kimesneler bunda bu mezhebe “ilhâd” ve “zındık” derler ve “hulûlî” ve “tenâsühî” dahî 27 A: Ol vakit adüvvü’l-kemdir. A: Beyit -. 29 A: ki vardır +. 30 A: imiş. 31 A: te +. 32 “Sen olmasaydın sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadisine işaret etmektedir. 33 A: Bu +. 34 A: kim +. 35 A: büyük. 28 104 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz derler. Ammâ bilenler nizâm-ı âleme halel gelmemek için söylemezler. Bilmeyenler cehâlettendir. Hadîs-i kudsîde Peygamber (aleyhi’sselâm)36 hazretlerinin37 gizli haberlerinden biri budur ki, Hazret-i Şâh-ı Merdân’dan menkūldür ki İmâm Ca’fer ve İmâm Aliyyü’r-Rızâ ve İmâm Mûsâ el-Kâzım naklederler: Allah Teâlâ buyurur: “ ال تسبوا “ ”الدھر فإن الدھر ھو ﷲYâ Muhammed! Dehre sövünmen. Zîrâ dehr zamânullâhdandır.” İmdi azîzim! Bu böyle olucak Hakk’a fenâ yoktur, buna dahî fenâ yoktur, şöyle bileler. Eğer suâl olunursa “Şunca âyât ve âhâdîs vardır kıyâmet hakkında ve bu cihânın yıkılması hakkında, ona ne dersin?” Biz eydürüz ki, Hak Teâlâ buyurur: “ُ( ” ُك ﱡل ش َْي ٍء َھالِ ٌك إِ ﱠال َو ْج َھهKasas, 28/88) [“O’nun vechi dışında her şey yok olucudur”] deyu vecih bu âlemdir. Fülân şey’ dediği âdem gibi ve nebât gibi ve eşcâr gibi ve ahcâr gibi bunlar fenâ bulur, ammâ yine bir dahî biter. Öyleyse fenâsı ayn-ı bekādır. Zîrâ “ َاجعون ِ ( ”إِنﱠا ِ ّ ِ َوإِنﱠـا إِلَ ْي ِه َرBakara, 2/156) Ya’nî “Siz Allah (12b) için halk olundunuz ve yine Allah’a râci’sizdir.” Ve bir dahî Hak Teâlâ buyurur: “ نُ ِعي ُد ُك ْم َو ِم ْن َھا نُ ْخ ِر ُج ُك ْم تَا َرةً أُ ْخ َرى38( ” ِم ْن َھا َخلَ ْقنَا ُك ْم َوفِي َھاTâhâ, 20/10) Ya’nî “Topraktan sizleri halk eyledim, yine ona avdet edersiz, yine ondan çıkarsız” dediğinin ma’nâsı oldur ki, siz fenâ bulup od oda, bâd bâda, âb âba, hâk hâke karışacak mahvolursuz. Ve yine senden biri dahî gelir. İmdi sen bunlardansın. 39Ve senden mukaddem gelenler dahi bu çâr unsurla seyrederler imiş. Ben sen dediğin çâr unsur imiş. Ve çâr unsur fenâ bulmaz imiş. Zîrâ Hakk’ın sıfatı imiş. Bu takdîrce beyân olundu. Hadîs-i kudsîde buyurulmuş: “ آل تسبوا الريح فإنه ”من نفس الرحمنYa’nî “40Sövünmen, zîrâ yel Hakk’ın nefesidir.” Ve yine âteş hakkında buyurur: “ستُ نَا ًرا ْ َ( ”إِنﱢي آنTâhâ, 20/10) Ya’nî “Ben ol âteşim ki yâ Mûsâ sana göründüm.” Ve yine su hakkında buyurur: “ و من الماء ( ”كل شيئ حيEnbiyâ 21/30)41 Ya’nî “Habîbim, dükeli42 eşyâ sudandır43.” 36 A: ‘ın -. A: hazretlerinin -. 38 Âyetin tersine her iki nüshada “ ”منھاşeklindedir. 39 A: Sen +. 40 A: Yele +. 41 Âyetin aslı şöyledir: “شيء حي ” َو َج َع ْلنَا ِمنَ ْال َماء ُك ﱠل َ ْ ٍ َ ﱟ 42 Dükeli: Bunlar. 43 A: sudan diridir. 37 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 105 Ve yine toprak hakkında44: “ض ِ ّ ِ يُو ِرثُ َھا َمن يَشَاء َ ( ”إِنﱠ األَ ْرA’râf, 7/128) [“Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar.”] Ve Mûsâ (aleyhi’s-selâm) için Hak Teâlâ Tûr’da zeytin (13a) سى إِنﱢي أَنَا ﱠ ağacından buyurup nidâ kıldı45 ki “ َﷲُ َر ﱡب ا ْل َعالَ ِمين َ ( ”يَا ُموKasas, 28/30) [“Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.”] Ağacın neşv u nemâsı ve cüz’-i a’zamı ve terkîbi toprakdır. Bu cümlesine şâhid oldu ki46 bunlar Hakk’ın vücûdu imiş. Görmeyene kaçen görünse gerektir. ““[ ”ال تسبوا الدھر فإن الدھر ھو ﷲDehre sövmeyiniz. Zira dehr Allah’tır.”] ma’nâsı sahîh olur. Yâri47 yarın görmek için48 kim bugün yâri göre49 Görmeyen yarin bugün yarın kaçen yâri göre50 “اآلخ َر ِة أَ ْع َمى َ ( ” َو َمن َكİsrâ, 17/72) [“Bu dünyada kör ِ ان فِي َھـ ِذ ِه أَ ْع َمى فَ ُھ َو فِي olan kimse ahirette de kördür.”] İmdi ihtilâfa düşmek olmaz. Zîrâ buyurur: ““[ ”اإلختالف و اإلنقسام في العدم و الخلق يظنون في الوجودYokluk ve halktaki farklılık ve ayrımın varlıkta da olduğunu zannerderler.”] İmdi azîzim, bilmek gerektir ki dünyâ dedikleri âhiret imiş. Beyit:51 Bu âlem-i kesrette sen ey Yûsuf ve Ya’kûb O âlem-i vahdette ne Yûsuf ve ne Ken’ân Ve âhiret dedikleri Hazret-i Rabbu’l-âlemîn imiş ki fenâ bulmaz. Ammâ ol âyet-i kerîmeler ki “ ْب انتَثَ َرت ( ”إِ َذا ال ﱠİnfitâr, ُ س َماء انفَطَ َرتْ َوإِ َذا ا ْل َك َوا ِك 82/1-2) [“Gök yarıldığı zaman, Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman”] dahî bunun emsâli bunca âyât nâzil olmuştur, nizâm için bu sûret bağlanmıştır, yoksa insân (13b) için dünyâda cümle vardır. Nitekim Hak Teâlâ52 buyurur: “س ِھ ْم َ ” (Fussılet, 41/53) ilâ ِ ُاق َوفِي أَنف ِ َسنُ ِري ِھ ْم آيَاتِنَا فِي ْاآلف 44 A: buyurur +. A: geldi. 46 A: kim. 47 A: Yârini. 48 A: görendir. 49 A: görür. 50 A: görür. 51 A: Beyit -. 52 A: celle ve alâ. 45 106 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz âhirihi…53 Ya’nî “Âfâkda gördüğünüz nefsinizde vardır, lâkin görmezsiz.” İmdi “yıkılır” dediği kişinin kuşağından yukarısı cemî-i ehlullâh ittifâkıyla yedi kat göğe taksîm olunmuştur. Rûh güneşe mazhar ve akıl kamere mazhar ve tefekkürât-ı rûhânî sâir kevâkibe mazhar düşüp, ve kıs alâ hâzâ. İmdi “yer ve gök yıkılır” işâreti insânın ölümü geldiği vakit yer ve gök ve yıldızları helâk olsa gerektir. Bu ma’nâda54 Kur’ân’da “âyât-ı müteşâbihât”55 diye buyurdu. Ve teşbîh eder, ammâ gayrı yoktur. Çünki bu mukaddime bast olundu, Hak’tan gayrı nesne olmadığı sâbit oldu. Cennet ve cehennem56 olduğu mukarrer oldu. Bu cihân fenâ bulmadığı zâhir oldu. Zîrâ “Hayy u Kayyûm” cihândır ve cemîsine âlemdir. Lâkin bundan anlanır ki çâr unsur sıfatıdır, “Hayy” olduğu oldur. Kur’ân’da buyurur: “( ” ِمنَ ا ْل َماء ُك ﱠل ش َْي ٍء َح ﱟيEnbiyâ, 21/30) [“Hayatı olan her şey’i sudan yaptık”] Dahî “Kayyûm” olduğu oldur. Kāimdir, durur, (14a) müteğayyir olmaz, oturmaz, ber-karâr ve dâimdir. “ َب ا ْل َعالَ ِمين ( ”ا ْل َح ْم ُد ّ ِ َر ﱢFâtiha, 1/1) [“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”] buyurduğu âlemleri besleyici demektir. İnsânda on sekiz bin âlem vardır. Ve yine insânın gıdası bundandır ki güneşin şiddetiyle deryâdan nem kapar, göklere vardığı anda yine yere katarât-ı emtâr olup yağar. Ol yağmur yere hayât vermesiyle yerden nebât biter. Ba’dehu nebâtı hayvânât ekleder. Hayvânâtı insân ekleder, hayât bulur. Hezâr fevâkih ve hubûbât yağmur sebebiyle hâsıl olur. Ve insân beslenmeye sebep olur. “Müsebbibü’l-esbâb” ve “Rabbu’l-âlemîn” buyurulduğu bu maânîdir. Beyit:57 Ey uman yarın günün cennâtını gel gel ki ben Satmışam anı bugün yârin leb ü dendânına A: “ َْصرُون ِ ( ”أَفَ َال تُبKasas, 28/72) [“Hâlâ görmeyecek misiniz?”] 54 A: zîrâ +. 55 [“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşâbih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek mânâsını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”] (Âl-i İmrân, 3/7) âyetine işâret edilmektedir. 56 A: bu âlemde +. 57 A: Beyit -. 53 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 107 Beyit:58 Ene’l-Hak çağırır çeng u def u ney Yalancı lâ ile illâya düşmüş Eğerçi cümle eşyâ “Ene’l-hak” zikrin eyler, ammâ ehl-i şer’a bu söz muhakkak olmaz. Zîrâ ba’zı kimesneler ferdâyîdir. Ya’nî yarın kıyâmet (14b) ola derler, bunlar eblehdir. Bilmezler ki “”النوم أخ الموت “uyku mevtin karındaşıdır.” Her gece ölüp geri sabâh kıyâmete durup haşr olurlar. İmdi ölüp geri haşr olmak bu ma’nâdır. Cehl-i mahzda kalıp rumûz-i evliyâyı anlamamışlardır. Beyit:59 Bugün vâiz beni ferdâya saldı Yalancı kıssahân billâh değil mi Beyit:60 Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl Anma ferdâ gussasın ferdâya sal İmdi soru ve61 hesâb dedikleri bunda günâh edip sorarlarsa olur, sormazlarsa kurtuldun. Ve mîzân dedikleri “akıl”dır. Ve cennet dedikleri “hüsn-i hulk”dur. Ve cehennem dedikleri “sû-i hulk”dur. Ve azâb dedikleri 62gaflettir. Beyit:63 Zâhid aceb mi cennete girsem hesâbsız Yoktur ki günâhım haşrde çün azâbsız İmdi sırât dedikleri kişinin doğru yoludur.64 Ve Hakk’ı (15a) hâzır görecek güyâ öldü ve dirildi. Sırât ve mîzânı görüp geçti ve 58 A: Beyit -. A: Beyit -. 60 A: Beyit -. 61 A: ve -. 62 A: cehil ve +. 63 A: Beyit -. 64 A: Hakk’a gider +. 59 108 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz cehennemden ve azâb ve ikābdan kurtuldu ve cennete girip dîdâr gördü. Beyit:65 Sırâtın köprüsüne hak deyip durursun ey zâhid Göresin nice yanarsın eğer geçmezsen ol hakdan İmdi bu âlemde kişi ehlullâh olucak ehl-i cennet olmaktır. Zîrâ ki buyurur ““[ ”ما في الجنة شيئ سوى ﷲCennette Allah’tan başka bir şey yoktur.”] Allah’tan gayrı göremezsin ve puthânede ve gerek meyhânede. “ ”ال راحة للمؤمن دون لقاء ﷲdır [“Mü’min için Allah’a kavuşmaktan başka rahatlık yoktur.”] Beyit:66 Ka’be’yi puthâneden fark etmezem Kad raeytü’l-hakka fî külli makām67 Beyit:68 Ka’be’yi puthâneden fark etmezse vechi var Yârinin her yerde dîdârın görür bînâ-yı aşk İmdi cennette âdemin gönlü ne arzu ederse gözü de görse gerektir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ ُس َوتَلَ ﱡذ ْاألَ ْعيُن ْ َ( ” َما تZuhruf, 43/71) ُ ُشتَ ِھي ِه ْاألَنف [“Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey vardır.”] Kur’ân-ı Kerîm’de böyle buyurulacak ne diyeler. İmdi cennette dîdârdan yek nesne yoktur, gerektir kim69 Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm) (15b) buyurur:70 “ رأيت ربي في ليلة المعراج على صورة ”شاب أمرد قططYa’nî “Mi’râc gecesinde Hak Teâlâ hazretlerini bir yiğit güzel sûretinde gördüm.” İmdi âşık olanlara ma’şûk gerektir. 65 A: Beyit -. A: Beyit -. 67 “Hakk’ı her makāmda gördüm.” 68 A: Beyit -. 69 A: yek nesne gerek. 70 A: buyururlar. 66 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 109 Beyit:71 Ey veren yârin visâlin kün fe-kânın vârına Vermişim kevn u mekânı dilberin dîdârına Ya’nî Resûl (aleyhi’s-selâm) hâtırı-çün bir iki gün ayık geldik ya’nî şerîattan olduk demek olur. Yoksa biz bunda dîn ve îmân ve mezheb ve dünyâ ve âhiret için gelmedik. Biz aşk-ı ilâhî için geldik ve işimiz aşkdır. İmdi azîzim, Resûl (aleyhi’s-selâm) nübüvvet makāmında karâr etti. Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) gelir giderdi. Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) kendilerinin akl-ı küllîleridir. Haber verilecek, Cebrâîl (aleyhi’sselâm) geldi diye buyururlar idi. Zîrâ “yerde ve gökte Hak’tan gayrı bir nesne yoktur” sözü sâdıktır. Akl-ı küllünden ne tekāzâ gelse “âyet geldi” diye haber verirlerdi.72 Zîrâ ol makāmda Hak’dan gayrı (16a) nesne olmaz. Nitekim buyurmuştur: “ لي مع ﷲ وقت ال يسعني فيه ملك مقرب و ال ”نبي مرسلYa’nî “Benimle Hak mâbeyninde bir vakit olur ki ânda ne melek-i mukarreb sığar ve ne nebiyy-i mürsel sığar.” İmdi bu istiğrâk-ı tâm ve tevhîd-i sırf makāmıdır. Hak’tan gayrı nesne görünmez ne yerde ve ne gökte ve ne hayvânda ve ne âdemde hep gördüğün Hak görür. Belki kendinde dahî73: Beyit: Görünen gören Hak olur Beyit: Her kande ki baktım ise yüz göründü Şol yüz ki dirim düpdüz göründü Beyit: Baktığın gördüğün cemâl kamu Sen sanırsın ânı hayâl kamu 71 A: Beyit -. (A nüshasında şiirlerden önce “Beyit” ifâdesi bulunmamaktadır. Bundan sonra bu ifâde farklılığına işaret edilmeyecektir.) 72 A: buyururlar idi. 73 A: görünen gören Hak olur. 110 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ( ”فَأ َ ْينَ َما ت َُولﱡوا فَثَ ﱠم َو ْجهُ ﱠBakara, 2/115) “Artık nereye dönerseniz dö“ِﷲ nün, orası Allâh’a çıkar.” ma’nâsını okşar. İmdi her kim ki bu ma’nâdan bî-haberdir ona “huşyâr” derler. Ve “tâlib” dedikleri eğer talebi nihâyet mertebede ise ona “âşık” derler, tâ kim vuslat bulunca. Ammâ eğerçi şerîat gülünden kokup âdâbı tarîkatı edâ ve riâyet (16b) ederse “âşıklık ve ubûdiyyet” makāmıdır, “kulluk” makāmı demek olur, bir kimesne Tanrı’nın hep emrini yerine getirirse. Ve nice kim bir sultân bir kuluna emredip ol kulun cânı yoktur kim onun hilâfın işleye, korkar ki bir hışma uğraya. Ammâ bir tâife vardır ki onlara “meczûbân” derler. “Kutbiyyet” ve “nübüvvet” ve “hizmet” ve “kulluk” makāmıdır. Dîvâne diye beğenmezler, emr-i i’tibârî anlar, ol makāma esîr olmaya âr etmez. Resûl (aleyhi’s-selâm) buyurur: “ ”حسنات األبرار سيئات المقربينYa’nî “Ebrârın sevâbı mukarrebînlerin günâhıdır.” Zîrâ ebrâr namâz kılarlar ve duâ edip sevâbdır derler. Ve illâ mukarrebîne ubûdiyyette ikilik olduğu-çün günâh gelir. Zîrâ bir hâle varır ki kendisi yerde ve gökte Hak’tan gayrı nesne görmezler. “ ُاطن ِ َ”ھ َُو ْاألَ ﱠو ُل َو ْاآل ِخ ُر َوالظﱠا ِھ ُر َوا ْلب (Hadîd, 57/3) [“O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır.”] sıdkınca âşık ayn-ı ma’şûk olduğun bilirler. Ve mahbûb-ı Hak olup dilediklerini işlerler. Hak Teâlâ onlara niçin böyle işledin diye sormaz. Lâ-hesâb ve lâ-azâb bu tâifelerdir. (17a) Eğer suâl ederse ki Resûlullah (aleyhi’s-selâm) dahî mahbûbluk dâiresine varmış mıydı? Cevâb: Var idi. Lâkin makām-ı nübüvvette karâr kıldı. Bu makāmda karâr eden Hakk’ın buyruğun tutmak îcâb eder. Zîrâ ba’zı günâh işlense Peygamber (aleyhi’s-selâm) şöyle etmiş diye âlem azıp bir kimesneye i’tibâr olmaz idi. Ammâ bu da’vâ eksiğine bakmayan kimesne nice dilerse olur. Ba’zı mürâîler vardır ki işlerin azıtıp riyâ donlarını giyip geçinecek tarîki bulamayıp bi’zzarûrî bu şekli ihtiyâr edip halk bunun hakkında hüsn-i zan eylesin diye sâim olurlar. Bunlara “zâhid-i huşk” derler. Mihnetleri ziyâde, yükleri ağır ve bağları kavî olup şeytân azâbda yaraşır. Hak Teâlâ hazretleri Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm) efendimize buyurur: “ َلِيَ ْغفِ َر لَك ﱠ (Fetih, 48/2) Yan’î “Habîbim evvel ve âhir ”ﷲُ َما تَقَ ﱠد َم ِمنْ َذ ْنبِكَ َو َما تَأ َ ﱠخ َر günâhların yarlığandı.” Ve yine buyurur: “ س َرفُوا َعلَ ٰى ْ َي الﱠ ِذينَ أ َ قُ ْل يَا ِعبَا ِد ﷲَ يَ ْغفِ ُر ﱡ س ِھ ْم َال تَ ْقنَطُوا ِمنْ َر ْح َم ِة ﱠ ﷲِ ۚ إِنﱠ ﱠ وب َج ِمي ًعا ۚ إِنﱠهُ ھ َُو ا ْل َغفُو ُر ال ﱠر ِحي ُم َ ُالذن ِ ُ( ”أَ ْنفZümer, 39/53) “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 111 Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (17b) Ya’nî “Habîbim söyle ol kimesnelere ki nefsleri üzerine isrâf ederler, ümîdlerini Hak’tan kesmeyip” İsm-i Rahîm şöyledir ki Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm) Mi’râc’da cismini ve nefsini koyup kāb-ı kavseyn-i ev ednâya vardı. Ya’nî kendinden fenâ bulup ol zamân Hak’la ma’mûr oldu. Ol vakit bir kubbe gördü. ol kubbe içinde bir deryâ ve ol deryâda bir dıraht-ı müntehâ ve üzerinde bir kuş minkārında bir zerre görüp suâl buyurdular: “Yâ Rabbe’l-âlemîn, bunlar nedir?” Nidâ geldi ki: “Habîbim bu sıfâtımdır. Zîrâ rûh-i kudretimin hakîkatidir. Buna “zât” derler ve “bâtın” dahî derler. Bunu böyle görenler sıfâtımdan, zâtımdan yol bulurlar. Ve bu deryâ -ki sen gördün- benim rahmetim deryâsıdır. Ve ol ağaç –ki gördün- dünyâdır. Ve ol kuş ki ümmetinin misâlidir. Ve ol zerre -ki gördün- ümmetinin günâhlarının bir katresidir. (18a) Beyit: Kesme şeyhî havf edip ol bahr-i rahmetten recâ Kim olur her katresi yüz bin cihânın cürmüne İmdi azîzim, şöyle olmak gerektir ki kişi kendini ol zâtın sıfâtı olduğun görebile. Ya’nî munfasıl değil muttasıl olup ayrılık yokmuş. Nitekim Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ إذا رأيت ظاھر العشق فعليك ”بالفناء عن العشق ألن العشق حجاب بين العاشق و المعشوقYa’nî “Kaçen sana aşk zâhir olsa senin üzerine lâzımdır ki aşktan fenâ bulup ya’nî aşkı terk etmek, zîrâ aşk dahî âşık ve ma’şûk beyninde hicâbdır.” Zîrâ âşık ayn-ı ma’şûkdur. Hemân ki vâsıl oldukta aşk makāmında temkîn bulur. İmdi bana aşk şöyle vâsıl oldu ki: Beyit: Aşkla âşık ve ma’şûk bir imiş (18b) Hem emen hem emziren hem şîr imiş Nitekim Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ جسم اإلنسان و روحه و ”قلبه و سمعه و بصره و يده و رجله و لسانه و نفسه و ذلك بنفس لنفس إال ھو و أنا ال أنا غيره Ya’nî “Cismi ve rûhu ve kalbi ve sem’i ve basarı ve eli ve ayağı ve dili ve nefesi ve her nesne ki bir nefese bir nefesi için zâhir ola ol benden- 112 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz dir, gayrıdan değildir. Ve ben onun gayrı değilim. Bu cümlesi hep benimdir.” Beyit: ھم خانهء خويش امد و ھم خانه خودست ھر كز كه شنيد ازين طرفه كه كس Ya’nî der: “Kim işitmiştir bundan aceb söz! Hem kendisi ev olmuştur ve hem o ev ıssı kendisidir.” İmdi azîzim, hak nûruyla hak, bâtıl nûruyla bâtıl görürler. Beyit: Hakk’a münkirdir fakîh inanma ol şeytâna kim Yoktur ol cin hilkatin zâtında ikrâr isteme Ya’nî hakîkatte şeytân ol fakîhlerdir ki (19a) Hakk’ı görünmeden men’ ederler ve ehl-i Hakk’a “mülhid” ve “zındık” diye ad korlar ve kendi isimlerini ehl-i Hakk’a isnâd ederler. dîv ve cinnî ve şeytân ol mezheb-i fukahâdır. Ve i’tikādları Hakk’ın görünmemesinedir. İmdi bir kimesne bu birliği bilmese tahkîk kâfir olur. Benim azîzim, tenbîhât çok nihâyet yok. Sen seyrânından geri kalma. Senin bir nefesin kadarı nice yüz bin cevher değer, bir dahî ele girmediği takdîrce. Beyit: Ko geçmişi geleceğine bakma hemân Sâat bu sâat dem bu demdir Ya’nî dediği âlem-i ervâhdır. Ulemâ-yı zâhir eydürler ki: “Elest deminde ervâh dirildi. Kimi îmân getirdi kimi inkâr eyledi.” Bizler eydürüz ki: “Ko geçmişi. Zîrâ ol dediğin zamân budur ki kimi inkârda kimi ikrârda yürürler idi.” Ve gelecek dediğin o âlem-i kıyâmettir ki ulemâ-yı zâhir derler ki “yarın kıyâmet günü.” Biz eydürüz: “Ol dahî bu demdir. Zîrâ kimine azâb ve kimine ikāb ve kimine cennât ve dîdâr müyesser olmuştur. Bu cümlesi hâlen dünyâ âleminde mevcûddur.” (19b) Beyit: Mâzîyi müstakbeli ko hâle bak Ef’âl u evsâfı bırak zâta bak Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 113 dedikleri buna işârettir. Beyit: نى ز فردا گفتن از شرط طريق صوفى ابن وقت باشد اى رفيق [“Ey dost! Sûfî ibnü’l-vakttir. Yarın demek tarîkatın şartlarından değildir.”] İmdi nazar-ı hâl olucak kendi hâline nazar eyle. Münâsibi her ne ise onu işle ki Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ الطرق الى ﷲ تعالى “[ ”بعدد أنفاس الخاليقAllah Teâlâ’ya giden yollar mahlûkātın nefesleri adedincedir.”] Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur: “ ب بِ َما لَ َد ْي ِھ ْم ٍ ُك ﱡل ِح ْز َ َ( ”ف ِر ُحونRûm, 30/32) Ya’nî “Her bölük ellerinde olanı ile müreffehlerdir.” Beyit: Her birini bir işe dûş eylemiş Ânın ile gönlünü hoş eylemiş Nitekim Muhyiddîn-i Arabî buyurur: “ ”أھل النار يلعبون بالنارYa’nî “Ehl-i cehennem âteşle oynarlar.” Hiç hazer etmezler. Öyle ya fâsıka fıskı âlim olduktan sonra senin kabîh gördüğün ona ziyânı ne? Hakk’ın esmâ-yı şerîflerinden biri Mudill’dir. İmdi azîzim, Hak müşriklerden (20a) bîzârdır ki buyurur: “ إِنﱠ َما ْ ( ”ا ْل ُمTevbe, 9/28) ilâ âhiri’l-âyet.74 İmdi fukahânın şeytânlarından َش ِر ُكون sakınmak gerektir. Zîrâ bir kimesnenin birliğe yettiğine râzı değildir ki bunlar dîvler ve cinnîlerdir. Onlar ittifâkla yürürler. Hak’tan mahrûm olmaktan sakınasın ki, zîrâ fukahâdan hazer oluna. İblîs-i nâs onlardır. Beyit: تا كه با مايى مدار انديشه از كفر و دين 74 گفتمش از كفر و دين انديشه دارم گفت رو Âyet şöyledir: “ ۚ س ِج َد ا ْل َح َرا َم بَ ْع َد عَا ِم ِھ ْم ٰ َھ َذا ْ يَا أَ ﱡي َھا الﱠ ِذينَ آ َمنُوا إِنﱠ َما ا ْل ُم ْ س فَ َال يَ ْق َربُوا ا ْل َم ٌ ش ِر ُكونَ نَ َج َ ً َ س ْوفَ يُ ْغنِي ُك ُم ﱠ ضلِ ِه إِنْ شَا َء ۚ إِنﱠ ﱠ ﷲَ َعلِي ٌم َح ِكي ٌم ْ ﷲُ ِمنْ ف َ “[ ” َوإِنْ ِخ ْفتُ ْم َع ْيلَة فEy iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.”] 114 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz [“Ona: Küfür ve din konusunda endişem (düşüncem) var dedim. Dedi ki: Git! Bizimle beraber olduğun sürece küfür ve dinden endişen olmasın.”] Ya’nî bi’l-cümle cehennem cehildir ve cennet Hak’la olmaktır. ““[ ”يسر با و إياكم لقاء ﷲ تعالى بالخير و القضاءAllah’la müyesser olur. Siz أَ َال إِنﱠ أَ ْولِيَا َء ﱠ ancak iyilik ve kaza ile Allah’a kavuşursunuz.”] “ ٌﷲِ َال َخ ْوف ون َ ُ( ” َعلَ ْي ِھ ْم َو َال ُھ ْم يَ ْحزَ نYûnus, 10/62) Ya’nî kelâm budur ki “Hakk’ın evliyâsının gussası ve korkusu yoktur.” ““[ ”المخلصون على خطر عظيمİhlâslı (kurtulmuş ve halâs) olanlar büyük bir tehlike içindedirler.”] dediği makām-ı kutbiyyettir. Zamân-ı evvelde “nübüvvet” derler idi. Ammâ velâyet nâmı ki mahbûbiyyettir, onda korku ve hatar olmaz, tâ kıyâmete değin. Beyit: Kāmetinden fâş olupdur ey sanem (20b) Zâhid-i ebter hesâb üstündedir Beyit: Ben yüzün bağında gördüm cennet u dîdârımı Zâhid alsın ol behişti kim kitâb üstündedir. İmdi bu risâle-i mergûbu ehlinden dirîğ etmeyeler. “ األسرار صونوھا “[ ”عن األغيارSırları ağyârdan (bu yolun ehli olmayanlardan) koruyunuz.”] (21a) derler. Bu mazmûnla âmil olalar. Resûlullah (aleyhi’sselâm) buyurur: “ إن في جسد ابن آدم لمضغة إذا فسدت فسدت أعضاء كلھا و إذا صلحت “[ ”صلح بھا أال و ھي القلبÂdemoğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki bozulduğunda tüm organları bozulur. Düzgün olduğunda tüm organları düzgün olur. İşte o kalbtir.”] Ya’nî ma’lûm oldu ki kalb gönüldür ve cesedin sultânıdır. A’zâ onun mahkûmudur. İllâ bu sultânı kullanan kimlerdir dersen, Resûlullah (aleyhi’s-selâm) buyurur: “ قلب “[ ”بين االصبعين من أصابع الرحمن تقلبھا كيف يشاءKalb, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Dilediği şekilde evirip çevirir.”] Pes kahr u lutf ve küfr ü îmân bunlar hep Cenâb-ı Hak’tan emrolunup gönüle tefekkür bırakıp ol gönül ne tefekkür-i amelin ederse a’zâ dahî onu işler. Ammâ “isbaayn”den murâd olan “iki parmak” demektir. Muhaddisînin ittifâkı budur ki ““[ ”أي جالله و جمالهYa’nî Rahmân’ın celâl ve cemâli”] demektir. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 115 Beyit: Mukalleb isbaaynındır çü taklîbine kalbin Ayıran pâyimâl olsun celâlini cemâlinden (21b) İmdi75 bu sözler zâhirde birbirine muhâlifdir, hakîkatte ayrılık yoktur. Beyit: Nâr-ı gam nûr-ı safâ hep bir çerâğın pertevi Çeşm-i irfânıyla baksan arada bîgâne yok Beyit: Kahr u lutfun illeti ma’nâda vâhiddir velî Bilmedi şeytân bu tevhîdi ahaddan düştü dûr İmdi bu hakîr u fakîr Mısrî eydür: Kahr u lutfun aslı bir hakîkat imiş. Kim ki küfr ü îmânı kahr u lutfu Hak’tan gayrı bile, şeytân oldur ki ona la’net olur. Yoksa şeytân dedikleri Hakk’ın sıfat-ı mudıllidir. Beyit: İki gözümdür celâlinle cemâlin çün benim İki gözüm nûru ânı görmeyen şeytân olur Beyit: (22a) كه دل ھر دو تصرف واوست از خدا دان خالف دشمن دوست Ya’nî “Hak’tan bil dostun muvâfakatin ve düşmânın muhâlefetin. Zîrâ ikisinin de gönlü Hak tasarrufundadır.” İmdi “ فعال ( ”لما يريدHûd 11/107) [“Dilediğini yapandır.”] olduğunun ma’lûmu olan kişi tecellî-i ef’âle mazhar düşmüştür. Bunu böyle bilen, cemî-i eşyâ Hakk’ın mazharı olduğunu bilmek gerek. Ve şöyle i’tikād etmek gerektir: Hak Teâlâ zâtıyla ve sıfâtıyla ve ef’âliyle ve âsârıyla bilinmek istedi ve kendi kendini görmek diledi. Sıfâtını zâtına ya’nî bu cismi rûha ve yokluğu varlığa mir’ât edip kendi kendisini temâşâ eder ki zîrâ bakan ve bakılan, gören ve görünen hep oldur. Beyit: 75 A: Ammâ. 116 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Hem cân ve hem ten oldur hem sen ve hem ben oldur Cümle görünen oldur ırâkta ve yakında (22b) Beyit: پس از چه سبب كشت بدين ھمه غوغا چو ناظر و منظور تويى غير تو كس نيست [“Bakan ve bakılan sensin. Senden başkası yok ki! Öyleyse bütün bu kavganın sebebi ne?!”] Ve Muhammediyye’de eydür ki: “Cennette bir bağçe vardır. Onda kişi ne sûret dilerse girer ve dilerse şehristân ve bezistân ve bağ ve bostan olur, almak ve satmak eder. Alan ve satan Hak kendisidir.” Ya’nî rumûz ile eydür ki: Cennet dediği, bir kimesne Hak ile olsa ol cennettedir. “ض ُ ( ”يَ ْو َم تُبَ ﱠد ُل ْاألَ ْرİbrâhîm, 14/48) Ya’nî “Bu yer bir ِ ض َغ ْي َر ْاألَ ْر gün ola ki gayrı yere tebdîl olur” demektir. Müfessirîn ona “kıyâmet günü” derler. Ammâ uşşâk katında hakîkat-i kıyâmet “oğlan ayağa binmeye” derler. Hemân ki oğlanlıkta yürümeye başladın kıyâmete76 durdun, kıyâmet ol gündür. Ve ne asıl amel işlerse anandan gördüğün gibi77 göre terbiyet görürsün, ya’nî kangi mezheb ve millet üzere zuhûr edersen ol kavmin taklîdine (23a) boyanırsın. Ve cennetlik olduğun Hak ile ma’mûr olduğundur. Ve cehennemlik olmak mevcûdâtı gayrı görmektir. Ve esmâ her ne tekāzâ ederse senden ol amel zuhûr etse gerektir derler. İmdi78 şehristân ve bağ ve bostan dediğin gayrı yoktur ki bu dünyâdan hâriç ola, hep bu dünyâdır. Lâkin ne evde ve ne ev içindedir. Beyit: و آنكه كلخن مى نمود اكنون بديدم گلشن است آنكه مى پنداشتم اغيار بود آن يار شد [“Yabancı olduğunu düşündüğüm (kişi) dost oldu. Ateş fırını görünen, şimdi gördüm ki gül bahçesidir.”] 76 A: kıyâma. A: âna +. 78 A: ol +. 77 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 117 Nitekim İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) niçin ibtidâ dünyâyı ağyâr ve düşman gördü, sonra gördü ki hep yâr imiş. Ve âteş gülşen olduğu andan ibârettir. Tefsîr’de buyurur: Süleymân (aleyhi’s-selâm) der ki; ey Bâri Hüdâ şeytânı niçin âdemoğullarına musallat buyurmuşsun ki günâh işlerler. Senden dilerim ki onu mahpus eyleyim, ayrık benî âdeme vesvese (23b) verip azdırmaya.” Hak’tan izin olup, tutup bir kumkumaya vaz’ ve deryâ-yı ummâna attırdı. Ve herkesin basîreti açılıp gördüler ki bu cihânda emlâk ve erzâk ve evlâd hep lu’b imiş. Niteُ َب َولَ ْھ ٌو َو ِزينَةٌ َوتَف kim Kur’ân’da buyurur: “ اخ ٌر بَ ْينَ ُك ْم َوتَ َكاثُ ٌر فِي ٌ أَنﱠ َما ا ْل َحيَاةُ ال ﱡد ْنيَا لَ ِع ْ (Hadîd, 57/20) [“Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir ال َو ْاألَ ْو َال ِد ِ ”األَ ْم َو süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir.”] Dahî her kişiye mâl ve evlâd düşman imiş. Bir dahî buyurur: “اح َذ ُرو ُھ ْم ْ َاج ُك ْم َوأَ ْو َال ِد ُك ْم َعد ًُّوا لَ ُك ْم ف ِ ( ”إِنﱠ ِمنْ أَ ْز َوTeğābün, 64/14) [“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının.”] Pes bunlara ölüm gussası fikr olup dağlara düşüp, mağaralara kapanıp, nefsî nefsî olup ibâdâta meşgûl oldular. Ve nizâm kalkıp, Süleymân (aleyhi’s-selâm) dünyâya nazar buyurup, nübüvvet ve sultânlık ve cümle nizâm-ı âlem şeytân ile imiş. Böyle olunca Süleymân (aleyhi’s-selâm)ın san’atı zenbil örüp satmak olmakla bir kimesne almayıp şeytânın ruhsatından hikmet olduğu ma’lûm-i devletleri buyruldukta, Hak Teâlâ’dan şeytânın itlâkını ricâ ve niyâz edince İblîs dışarı (24a) çıktı. Cümle halâyık yerli yerine gelince yine gaflete düşüp dîvân-ı hümâyûn ve saltanat ve nübüvvet kuvvet buldu. İmdi şeytân ve ve mahlûkāt maslahat-ı insân içindir. İnsân dahî her hâli bilip ve her ne teklîf düşerse gerek kahır ve gerek lütuf onu işlese gerektir. Beyit: در خزانهء دل مھر نشانهء تست من ان نيم كه و ھم نقد دل بھر شوخى Ya’nî “Ben değilim ki gönül nakdini her şûha verem. Ve gönül hazînesi mührüyle ve nişânıyla durur.” Nitekim Yûnus Emrem hazretleri der ki: Nutk-ı Şerîf: 118 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Tehî sanman siz bizi dost yüzün görüp geldim Bâkî devlet-rüzgâr dost izime79 sürüp geldim Âdem oldum bilmedim nefsin boynun urmadım Yanılıp buğday yedim cennetten çıkıp geldim (24b) Nûh oldum tûfân için çok çalıştım dîn için Dînime dönmeyeni suya garkedip geldim Îsâ oldum kudretten bahâne bir avretten İnâyet oldu Hak’tan ölü diriltip geldim Mûsâ oldum Tûr oldum bin bir kelime kıldım Asâyı yere urdum ejderhâ olup geldim Eyyûb oldum tenime cefâ kıldım cânıma Sığındım Sübhânıma kurtlar doyurup geldim Zekeriyyâ oldum kaçtımvardım ağaca geçtim Dört yana kanım saçtım tenim biçtirip geldim Çün yer oldum basıldım Mansûr olup asıldım Elimle külümü göğe savurup geldim Muhammed’i bir gece Hak okudu mi’râca Ser-te-ser yüce yüce gökler seyredip geldim Yalnız Sübhân idim peygamberler cânı idim (25a) Yûnusda minhân idim sûret değişip geldim80 79 80 A: izin Yûnus Emre Dîvânı’nda nutk-ı şerîf şöyledir: 1 Tehî görmen siz beni dost yüzin görüp geldim Bâkî devrân-rûzigâr dostıla sürüp geldüm 2 Ne var söylenen dilde varlık Hakk’undur kulda Varlıgum hep ol ilde ben bunda garîb geldüm 3 Bezirgânam meta’m çok dest-gîrüm üstâdum Hak Ben ziyânum assıya anda degişüp geldüm 4 Yir ü gök yaradıldı ‘ışkla bünyâd oldı Topraga nazar kıldı aksurdı durup geldüm 5 Gördüm yidi Tamu’sın sekiz Uçmak kamusın Korkıdan günâhumı andan sızurup geldüm 6 Âdem olup turmadın nefsüm boynın burmadın Yanıldum bugday yidüm Uçmak’dan sürlüp geldüm 7 Nûh oldum Tûfân içün çok dürişdim dîn için Dînüme dönmeyeni suya gark idüp geldüm Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 119 Ya’nî Hak celle ve alâ hazretleri kendi sıfâtıyla libâslanıp kiminde Îsâ ve kiminde Mûsâ ve kiminde Muhammed (aleyhi’s-selâm)81 tâ âhire dek böyle kendi kendini seyreder. Ve İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) sıfât-ı Hâdî’nin mahkûmu ve mazharı idi. ve Nemrûd ki sıfat-ı Mudill’in mahkûmu ve mazharıdır. Ve yine onun emsâli Ebû Cehil ve Firavun ve Yezîd kâfirdir. İmdi her biri bir ismin sûretidir. Ve onlar mudillerdir, pes onları dahî ağyâr görmek olmaz. İmdi bu gelip gitmek tecellî tekāzâsıdır, zîrâ gayr-ı mütenâhîdir, birbirine benzemez. İbtidâdan intihâya değin Tanrı’nın azametini bildirir. Pes cümle Hak kendi imiş. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî buyurur: ““[ ”سبحان من خلق األشياء و ھو عينھاAyn’ı olduğu halde eşyâyı yaratanı tesbih ederim.”]82 8 Yalan degüldür sözüm bak yüzüme aç gözün Dah’örtülmedi izüm uş yoldan urup geldüm 9 Eyyûb oldum tenüme cefâ kıldum cânuma Çagurdum Sübhân’uma kurtlar toyurup geldüm 10 Zekeryâ oldum kaçdum irdüm agaca geçdüm Kanum dört yana saçdum depem deldürüp geldüm 11 Mûsâ’yla Tûr’a çıkdum bin bir kelime kıldum Bu halâyık bilsünler anda bulınup geldüm 12 ‘Îsâ oldum kudretten bahâne bir avretten İnâyet oldı Hak’dan ölü dirgürüp geldüm 13 Cercîs olup basıldum Mansûr oldum asıldum Hallâc panbugı gibi bunda atılup geldüm 14 Muhammed’i bir gice Hak okıdı Mi’râc’a Ser-te-ser uçdan uca bile yüz sürüp geldüm 15 Yalunuz Sübhân’ıdı peygamberler cânıdı Yûnus hod pinhânıdı sûret degşürüp geldüm Bk.: Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı-Tenkitli Metin, s. 211-212. 81 A: oldu +. 82 Bu cümlenin “ ”سبحان من أوجد )أظھر( األشياء و ھو عينھاşeklinde başka bir versiyonu da vardır. İncelediğimiz kadarıyla cümlenin aynısı İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde bulunmamaktadır. Ancak Sadreddin Konevî’nin Nefehâtü’l-İlâhiyye adlı eserinde “ ”فسبحان من أوجد األشياء فكان عينھاşeklinde bir ibâre bulunmaktadır. Bk.: a.mlf., a.g.e. (nşr. Muhammed Hâcevî), Tahran 1996, s. 154. Şeyh Hâkî el-Mekkî (ö. 926/1520) el-Cânibü’l-Garbî fİ Hall-i Müşkilâti’ş-Şeyh Muhyiddîn İbnü’l-Arabî adlı eserinin I. Bâbının II. Faslı olan “Vahdet-i Vücûdla Alâkalı İtirazlar” kısmında bu cümle İbnü’l-Arabî’ye yönelik tenkidlerin ilki olarak yer alır. Şeyh Mekkî cümlenin Fütûhât’ta geçtiğini söyler. Bk.: a.mlf., a.g.e. (nşr. Necip Mâyil Herevî), Tahran 1985, s. 45; Ahmed Neylî Mirzâzâde, el-Fazlu’l-Vehbî, Süleymaniye Ktp. Es’ad Efendi 1347, vr. 15-17. Köstendilli Süleyman Şeyhî ise cümleyi kudsî hadis şek- 120 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Beyit: Bu sensin dediğin bil sen değilsin Sen olsan cân değilsin ten değilsin (25b) Beyit: ھم پرده خود گشت و پس پرده نھان شد ھم پرده بر انداخت روح كرد تجلى [“Ruh, hem perdeyi kaldırıp attı, tecellî etti (göründü). Hem de bizzat kendisi perde oldu ve perdenin ardında gizlendi.”] İmdi tâ Âdem (aleyhi’s-selâm)dan Resûl-i Ekrem (aleyhi’sselâm)a gelince ve ondan bu deme gelince Hak Teâlâ hep kendi kendini seyreder, birinden birine tayarân eder. Kesretle geldiği için âlemi mest ve hayrân eder. Beyit: ھم تنم را جان شيرينست و ھم جان را تنست با منست آنكس كه بودم طالب او با منست [“Tâlibi olduğum (zât) benimle beraberdir, yanımdadır. Hem bedenime tatlı bir candır, hem de canıma bedendir.”] Âlem-i cân ve cân-ı âlem bu ma’nâdır. Beyit: Hem bitiren hem biten hem yitiren hem yiten Cümle menem cümle men dehr ile hem kâinât İmdi küfür ve cehil ve zulmet Hakk’ın kahrına mazhar düşmüştür. Nitekim buyurur: “ون َ ُ( ”إِنﱠ ُھ ْم لَ َم ْح ُجوبMutaffifîn, 83/15) [“Onlar perdelinde kabul etmektedir. Bk.: a.mlf., Burûku’l-âşıkān ve Sülûku’l-merdân, Süleymaniye Ktp Birinci Serez 1515, vr. 3a; 62a. İsmail Fennî Ertuğrul’a göre bu cümle Aliyyü’l-Kārî’ye göre İbnü’l-Arabî’nin tekfîr edilmesine sebep olmuştur. İsmail Fennî’nin bu cümle muvâcehesinde Aliyyü’l-Kārî’ye cevâbı ve İbnü’l-Arabî müdâfaası için bk.: a.mlf., Vahdet-i Vücûd ve İbn-i Arabî (sad. Mustafa Kara), İstanbul 1991, s. 188-193. İsmail Fennî cümleyi Fütûhât’ta bulamadığını fakat İbnü’lArabî müdâfîleri tarafından sıklıkla kullanıldığı için büyük ihtimâlle Fütûhât’ta geçtiğini belirtir. Cümle Abdullah Salâhî Uşşâkî tarafından müstakil bir risâlede şerh edilmiştir. Konu hakkında bk.: Semih Ceyhan, Abdullah Salâhî Uşşâkî ve Vücûd Risâleleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 1998, s. 52-67. Niyâzî Mısrî ileride görüleceği üzere cümleyi aynı zamanda Bâyezî-i Bistâmî’ye atfetmektedir. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 121 lenmişlerdir.”]83 Ehl-i cehennem onlardır. Ammâ Âdem’in (26a) hakkında ki Kur’ân’da buyurur: “”ولَقَ ْد َك ﱠر ْمنَا بَنِي آ َد َم َ (İsrâ, 17/70) [“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık.”] Onlar cemî’ kemâlâta mazhar oldu. Ve Hak onlarda kemâliyle kendini gördü, ibtidâ Âdem (aleyhi’sselâm)dan Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm)a değin. Ondan Alî’dir ve kutb-i evliyâdır. ““[ ”أنا مدينة العلم و على بابھاBen ilim şehriyim, Ali onun kapısı.”] ve ““[ ”أنا دار الحكمة و علي بابھاBen hikmet yurduyum, Ali onun kapısı”] ve ““[ ”أنا علي من نور واحدBen ve Ali tek bir nûrdanız.”] Meşâyih ittifâkıyla Alî’den sonra Hasan-ı Basrî’ye ve ondan Habîb-i Acemî’ye ve ondan Dâvûd-ı Tâî’ye ve ondan Ma’rûf-i Kerhî’ye ve ondan Seriyy-i Sakatî’ye ve ondan Cüneyd-i Bağdâdî’ye ve ondan Mimşâd ed-Dîneverî’ye ve ondan Muhammed el-Bekrî’ye ve ondan Buhtu’s-Sühreverdî’ye ve ondan Kutbüddîn-i Ebherî’ye ve ondan Rükneddîn Muhammed en-Necâşî’ye ve ondan Şeyh Şihâbüddîn et-Tebrîzî’ye ve ondan Şeyh Cemâleddîn-i Tebrîzî’ye ve ondan Şeyh İbrâhîm Ahî’ye ve ondan Ömer el-Halvetî’ye ve ondan Harem-i Hâcî İzzeddîn’e ve ondan Pîr Sadreddîn’e ve ondan Seyyid Yahyâ-yı Nâgûrî’ye ve ondan Şeyh Rûşenî’ye ve ondan Şeyh İbrâhîm Gülşenî’ye (26b) değdi (kaddesenallâhu esrârahum). Velhâsıl Hazret-i Şâh-ı Velâyet’ten sonra her kim ki esrâra mazhar düştü Şâh-ı Velâyet’in irşâdıyladır. ““[ ”العلماء ورثة األنبياءÂlimler peygamberlerin mirasçılarıdır.”] bu mîrâsdır. Bu esmâları yazan Halvetîlerdir. Ammâ meczûblar -ki Hakk’ın mahbûblarıdır- onların teklîf-i şer’iyye eksiğine bakılmaz. Ol kişiler ki Veys el-Karanî’ye mazharlardır. Ve evvel giden ehlullâhın ve ehl-i küfrün yerine elbette kāimmakāmı bu dünyâda hâlî değildir. Ammâ Şîâ mezhebinde olanlar derler ki: “Silsile-i esrâr Hazret-i Şâh-ı Velâyet’ten84 sonra evlâda değdi, bu hadîs-i şerîf mûcebince. Resûlullah (aleyhi’s-selâm) buyurur: “ األئمة من بعدي إثنا عشرة من قريش أولھم “[ ”علي و آخرھم مھديBenden sonra imâmlar on ikidir. Birincisi Ali, sonuncusu Mehdî’dir.”] Âyetin aslı şöyledir: “ َجوبُون ُ “[ ” َك ﱠال إِنﱠ ُھ ْم عَنْ َربﱢ ِھ ْم يَ ْو َمئِ ٍذ لَ َم ْحHayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (O’nu görmekten) mahrum kalmışlardır.”] 84 A: Merdân’dan. 83 122 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Ammâ Ebû Hanîfe mezhebinde Şîa mezhebi bâtıldır. Ammâ fuzalâ-yı acem eydürler: “Şîa mezhebi İmâm Ca’fer-i Sâdık ve İmâm Alî Mûsâ er-Rızâ mezhebidir ki her biri bunca deve yükü kitâblar te’lîf ettiler. Ve İmâm-ı A’zam İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın şâkirdi idi. Ammâ (27a) yine başka mezheb peydâ eyledi. Zîrâ Ebû Hanîfe mezhebinde Muâviye’ye la’net etmek hatâdır, ta’zîr ederler. Ammâ mervîdir ki Muâviye İmâm Alî’nin üzerine asker çekti. Yine inkâr ederler. Ve nice kere gelip cenk edip on iki bin sahâbe kılıçtan geçti. Muâviye sebeb oldu. Hattâ askeri85 içinde Ebû Bekir hazretlerini kızı Âişe bile idi derler. Ammâ Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamânında Rûm gazâsına giderken bir gece Âişe86 hazretleri bile idi87 yol yitirip meğer Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm)dan evvel bir kimesneye nâmzâd olmuş idi. Ol kimesne Âişe88 hazretlerine râst gelip “kimsin?” dedikte, “Âişe’yim” dedi.89 Devesine bindirip Resûl (aleyhi’s-selâm) hazretine getirdi. Hazret-i Alî eydür: “Yâ Resûlullah, ol kimesne senden mukaddem ona nâmzâd idi. Ol yabandan90 getirecek ayrık hânedânına lâyık değildir.” deyip reddettirip babasının haymesine gönderdiler. Altı aydan sonra Resûlullah (aleyhi’sselâm)ın (27b) sevgilisi olduğu için âyet geldi,91 Âişe92 hazretinin suçu yoktur diye. Pes Resûlullah (aleyhi’s-selâm) kabûl eyledi. Bu dahî ma’lûmdur ki kelâm-ı Muhammed Hak’la birliğe yiticek kelâmullâhdır. Bâtıl bile Hak sûretiyle görünecek Muhammed (aleyhi’s-selâm) sûretinde görünmek hatâ mıdır?! Buna münâsib bir latîfe geldi. Mervîdir ki; İslâmbol pâdişâhı Arap diyârından haber gönderdi ki “biz size gayrı harâç vermeziz. Âlimlerinizden gönderin gelsinler, bahsedelim. Kimin dîni hak ise hükm-i gâlibin ona muayyen ola.” Pes cümle fuzalâdan Ebû İshâk hazretlerini ihtiyâr edip İslâmbol’a gönderdiler. Geldiklerinde 85 A: asker. A: Hanım +. 87 A: bile idi -. 88 A: Hanım +. 89 A: der. 90 A: yabanda bulup. 91 A: geldi ki. 92 A: Hanım +. 86 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 123 ruhbânlar ittifâk ettiler ki bunları şöyle ilzâm edelim ki Muhammed (aleyhi’s-selâm)ın nübüvvetinden bahsedelim. Pes eyittiler ki: “Sizin peygamberiniz iyi âbid ve zâhid kişidir ve âl-i abâdandır. Ammâ şol Âişe93 hazretleri hakkında olan mesâvî onların hânedânına lâyık değildir.” dediler. Ebû İshâk buyurur: “Bu dediğiniz töhmet Hazret-i Meryem’e olan bühtân misillidir. Hazret-i (28a) Îsâ (aleyhi’s-selâm) babasız doğdu.94 Harâm-zâde dediniz. Gâyeti Meryem hazreti doğurdu, bu hod doğurmadı.” buyurduklarında küffâr hacîl olup “Yere urun şu Türkü! Bizim dînimizi ibtâl eyledi. Dahî söyletirsiniz bizi dînimizden usandırır.” deyip ilzâm olup göndermişler. Pes Âişe (radıyallâhu anhâ) hazretinin Hazret-i Alî (kerremallâhu vechehû)ya ol vecihle infiâli olmağın Muâviye ile bile oldu. Hattâ Tevârîh’de yazar ki, Resûlullah (aleyhi’s-selâm) âhirete teşrîflerinden mukaddem bir gün Hazret-i Alî (kerremallâhu vechehu) ile otururken Âişe95 hazretini çağırtıp buyurmuşlar ki: “Eğer benden sonra Hazret-i Alî’ye muhâlefet edersen vekîl-i mutlakım olup sana talâk vere!” diye buyurmuşlar. Pes ol cenkte Hazret-i Alî (kerremallâhu vechehu) Âişe96 hazretine yetişip demişler ki: “Yâ Âişe, diler misin ki Resûl (aleyhi’s-selâm) hazretlerinin buyurduğu sözü ister misin ki söyleyem.” diye buyurduklarında licâmın tutup hemân Âişe hazretleri atından (28b) inip özürler dilemiştir. Pes Şâh-ı Velâyet hazretleri çadırına göndermişlerdir. Ammâ Talha’ya ve Zübeyr’e ve Sa’d’a ve Saîd’e mezheb-i hanefîde “aşere-i mübeşşere” diye ad vermişler. Bunlar on kişidir. On’u dahî Muâviye’nin ulularından ve beylerinden olup ve onlar Ebû Hüreyre ve Amr İbn-i Âs fetvâsıyla Hazret-i Alî’ye97 kılıç çektiler. Ve dahî derler ki: “Kıyâsen yetmiş üç bölükten bir bölüğü ancak Hazret-i Alî’ye98 tâbi’ oldu. Sâir bölüğü -ki ekseri ashâbdan idiler- Muâviye bunları akçe ve altınla kendine döndürmüş.” Bunlar hep mezheb-i 93 A: Hanım +. A: doğurdu. 95 A: Hanım +. 96 A: Hanım +. 97 A: Alî hazretlerine. 98 A: radıyallâhu anhâya +. 94 124 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Ebû Hanîfe katında makbûllerdir. Ve Resûl99 (aleyhi’s-selâm) hazretleri buyurur: “”ستفترق أمتي على ثلثة و سبعين فرقة كلھم في النار إال فرقة واحدة [Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Biri hariç hepsi de cehennemdedir.”] Ve dahî Ebû Hanîfe katında onlar Yezîdden idi, evlâddan değil idi, hâricden idi. Yezîd’e tâbi’ olup Kûfe ulularından idi. Onların gönlünce kitâblar ve âyât ve ahâdîs ve zu’mlarınca te’vîl ettiler. Ve bu husûsta şâhid budur ki Yezîd’e ve Mervân’a ve Muâviye’ye la’net edeni ta’zîr (29a) ederler idi. Pes ona la’net olmaz mı ki Hazret-i Alî’ye defeâtla kastedip asker çektiler. Âhirü’l-emr hîle ile İbn-i Mülcem’e şehîd ettirdiler. Ve dahî on iki imâm ve çihâr-ı100 zevi’l-ihtirâm ve Hasaneyn (rıdvânullâh-i teâlâ aleyhim ecmaîn) efendilerimiz hazerâtının şehîd olmalarına sebeb onlar olmuş ve nesilleri olmuştur. La’netullâhi aleyhi ve âlihi ve etbâihi ecmaîn. [“Allâh’ın laneti onların, âilesinin, onların yolundan gidenlerin tümünün üzerine olsun.”] Pes dördüncü kuşak Mervân neslinden Ömer bin101 Abdülazîz nâmında bir pâdişâh gelmiş, evlâdın şehîd olmasına sebeb budur. Ve her ne kadar havâric –ki vardır- onların tarîkindedir ve onlardandır. Ve on ikinci velî Mehdî olsa gerektir. Ve Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Evveli Alî, âhiri Mehdî” buyurdu. Tevârîh’de derler ki: “Yezîd zamânında Hazret-i Alî’ye hutbede la’net ederler idi ve Muâviye’yi medhederler idi, tâ dördüncü kuşak. Bunların neslinden Ömer ibn-i102 Abdülazîz bin Süleymân bin Abdülmelik bin Mervân pâdişâh olucak la’neti men’ ve iyilik ile yâd etmek ile emretmiştir.103 Ammâ Şîa mezhebi -ki İmâm (29b) Ca’fer es-Sâdık mezhebidironlar eydürler ki: “Kendilerini ve nesillerini la’netten korktuklarından halâs için böyle eyittiler.” Ammâ Mansûr hazretine: “Ne mezhebdensin?” diye suâl etmişler, buyurmuş ki: ““[ ”أنا على مذھب ربيBen Rabbımın mezhebindenim.”] Ve Nâsır-ı Neccârî’den suâl ettiklerinde “Mezheb ma’lûm, ammâ 99 A: Resûlullah. A: yâr-ı +. 101 A: bin -. 102 A: ibn-i -. 103 A: emretmiş. 100 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 125 meşrebim ne olduğunu sorarsanız Mehdî gelinceye dek İmâm-ı A’zam mezhebini ta’tîl ederiz.” diye kitâblarda yazılmıştır. Eğer hak üzere olaydı bozulur mu idi?! İmdi cehdedip kişi mehdî olup, makām-ı Muhammed’i bulup, hak mezhebin bulmak gerek. Ya’nî ondan gayrı görmemek gerek ve başın kavgaya salmamak gerek. Tezkiretü’l-Evliyâ’da mezkûrdur: Râbia-i Adeviyye’ye sorarlar ki: أَ ِطي ُعوا ﱠ - Hazret-i Muhammed (aleyhi’s-selâm)ı sever misin ki “ َﷲ سو َل ُ ”وأَ ِطي ُعوا ال ﱠر َ (Nûr, 24/54) [“Allâh’a itaat edin ve peygambere itaat edin”] Dahî şeytânı düşman tutar mısın ki “ أَلَ ْم أَ ْع َھ ْد إِلَ ْي ُك ْم يَا بَنِي آ َد َم أَنْ َال ( ”تَ ْعبُدُوا ال ﱠYâsîn, 36/60) [“Ey Adem oğulları! Size şeyٌش ْيطَانَ ۖ إِنﱠهُ لَ ُك ْم َعد ﱞُو ُمبِين tana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim mi?”] buyurur? Eyitti kim: - Sevmezem, düşman tutmazam. Eyittiler ki: - Niçin âyet-i kerîmeye muhâlefet edersin? Eyitti kim: -Hak’tan gayrısın bilmezem ve görmezem. (30a) Beyit: ساقى بده پياله مطرب بزن نوايى من آن و اين ندانم سرمست جام عشقم [“Ben onu bunu anlamam, aşk kadehinin sarhoşuyum. Sâkî! Kadeh ver! Çalgıcı bir nevâ (makâmı) çal”] Beyit: گر راه بين خواھی ھر حال ما نظر کن سرگشتگان عشقم نه دل نه دين و دنيا [“Aşkın sarhoşuyum, kalp, din veya dünyanın değil. ٍ◌Eğer bir yol gösterici istiyorsa, her hâlimize bak!”] İmdi azîz-i men, insân muhammed sûreti üzerinedir tahrîrde. Zîrâ başı “mim” gibi müdevver ve iki elleri “hâ”ya benzer. Ve göbeği “mim”e benzer. ve iki ayağı “dâl”e benzer. pes cümle insân Muhammed gibi mahbûb olur. Onun104 onun sırrıyla sırlanırsa ve hak104 A: Eğer. 126 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz kında levlâke denir. Zîrâ ki sen olmasan cihân olmaz idi. Öyle olduğundan sana ne belli olurdu. İmdi Muhammed hakîkatte ayn-ı Ahmed’dir ve Ahmed ayn-ı Ahad’dir. Beyit: دو عالم اندرين يگ ميم غرقست ز احمد تا احد كه ميم فرقست (30b) Beyit: Ahad Ahmed’dir105 ammâ mîm eder fark İki âlem o bir106 mîm içredir ğark107 İmdi bilmek gerektir ki insân lafza-i celâle mazhar düşmüştür. Tefsîr-i İhlâs’da108: Elin birisi “elif”e benzer. ve iki ayağı “lâm”a benzer. ve sol eli lafzatullâhın “he”sine benzer. Ammâ başı gitmeyince bu olmaz. Ve pençe-i insân dahî lafzatullâha mazhar düşmüştür. İnsanda benlicek var idi. Kendisini bir nesne anlar idi. Başdır o gidecek ayn olur. Beyit: بنياد دل و جان را از عشق معتبر كن در نفس سرنگون شو گر میشوی کنون شو [“Nefs konusunda yerle bir ol! Eğer olabilirsen böyle ol! Gönül ve can binânı ise muteber (hakikî) bir aşktan oluştur”]109 İmdi “mîm” cismânîdir ki Ahad’in ortasına bir “mîm” kosan Ahmed olur. Bu cismi gayrı nesne anlarlar. Gelip Hakk’ı gayrı nesne zannederler, görmezler, bilmezler, fehmetmezler.110 (31a) Beyit: ندانيم چه ھر چه نقشی تويى 105 جھانرا بلندى و پستى تويى A: Ahmed durur bir. A: bir -. 107 Yukarıdaki farsça beytin Niyâzî-i Mısrî tarafından yapılan türkçe manzûm tercümesidir. Beyitte geçen “ ”دو عالمyerine Tevfîk Sübhânî neşrinde “ ”جھانىkelimesi geçmektedir. Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz, s. 8. 108 A: eydür. 109 Beyit Ferîdüddin Attâr’ın Dîvân’ında geçmektedir. 110 A: görmezler, bilmezler, fehmetmezler -. 106 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 127 [“Kâinâtın yüksekliği ve alçaklığı (üstü ve altı) sensin. Bilmiyoruz ki, her ne iz (nakış) varsa, sensin.”] Beyit: Ne mümkündür ki gayrı göre aynım Ki aynın noktası şekl-i hebâdır Beyit: Çü nokta aynın aslından gelirmiş Niçin münkir bana der kim hatâdır Ya’nî nokta-i şems dediği Zât-ı Bârî’dir. Ve nokta-i hakîkat kastederler ki ondan cümleye sıfât-ı mezâhiri iyân oldu. Şol nokta gibi ki evvel kâğıd üzerine kalem koyacak olsan nokta olur, çeksen harf olur. Öyle ya “ayn” üstüne bir nokta kosan “ğayn” olursa ne hatâsı var. Ya’nî vücûd libâsı nokta gibidir. (31b) Nutuk: چه جاى نقش صورت خود ھمه اوست دو عالم چيست نقش صورت دوست چو از درياست آن درياست نه جوست ھر آن جويى كه از دريا روان شد درخت برك و بار مغز پوست چو يكدانه پرست آمد بديدار ھمان يكدانه اصلى خود اوست غلط نبود اكر كويى كه مجموع اكرچه صد نمايد ليك يكروست صد آيينه يك رو مقابل111نه كه آن نقاش آن نقش است و نيكوست ھر آن نقشى كه مى بينى از آن رو (32a)يقين ميدانكه آن اين چشم ابروست تو اين چشمی و ابرويى كه بينى دوست112بايشان بين عيان حسن روح نظر كن يار در خوبان نظر كن در ايشان مغربى حيران ازآن دوست چو خوبان مظھر ذات نكارند [“Her iki âlem de dostun sûretinin nakşıdır. Zâtına ait sûret nerededir ki?! Her şey O’dur” Deryâdan akan nehir, deryâ gibidir. Ancak deryâ, nehir değildir. 111 112 A: ز A: رخ 128 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Bir tane dolu tohum zuhûr ettiğinde, ağaç, yaprak, meyve kabuğun özünde gizlidir. Şâyet o cüz’î tek bir tohumun küllün aslı olduğunu söylersen yanlış değildir. Tek bir yüz yüz aynaya mukābil. Her ne kadar yüzlerce gözükse de sâdece tek bir yüz vardır. O yüzden temâşâ ettiğin her nakış nakkāşın kendisidir ve mahza hayrdır. Sen bu gördüğün göz ve kaşı yakîn bil ki O bu göz ve nakıştır. Temâşâ et sevgiliyi güzeller içinde temâşâ et. O güzellere bak ki dostun yanağının hüsnü iyân olmuştur. Zâtın mazharı olan güzeller baktıklarında… Mağribî o güzellere bakarak O dosttan hayrete dûçâr olmuştur.”] Ya’nî “Cümle nukûş cemâl-i rabbânîdir. Vech-i insânî hod cemâli sübhânîdir. Başı,113 burnu ve kalbi arşdır, cennet ve hûrîdir, melek ve peridir. Her ne türlü vasıfla vasfolunsa mütehammildir. Hak Teâlâ zât ve sıfât ve ef’âl ve âsârını bunlarda gösterip ve bunların zâhir ve bâtını Hak’tan gayrı değildir. Beyit: كه آنكش كه كفت قصهء ما ھم ز ما شنيد اى دل بيا كه عشق ندا ميكند بلند [Ey gönül gel ki aşk yüksek sesle seslenmekte. Hikâyemizi söyleyen de yine o hikâyeyi bizden duymuştur.]114 Ya’nî “( ”فَ ْاذ ُك ُرونِي أَ ْذ ُك ْر ُك ْمBakara, 2/152) [“Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim”] ma’nâsını okşar. “صي ٌر َ ( ”و ﷲMücâdele, 58/1) [“Allah ِ َس ِمي ٌع ب 113 114 A: ve +. Beyit Hâfız-ı Şîrâzî’ye aittir. Aslı şöyledir: «کان کس که گفت »قصهء ما ھم ز ما شنيد « ساقی بيا که »عشق ندا می کند بلند Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ait benzer bir söyleyiş vardır: “[ کای دل باال بپر بنگر باالی عشقAşk, hafif bir sesle yüce bir sesleniş kopardı da o yüce gönül dedi, yücelere uç da aşkın yüceliklerini gör. “] Bk.: Hamza Ali Ferhâdiyân, “Mevlâna ve Hafız’da Müşterek Söyleyişler” (trc. Yakup Şafak), Nüsha, yıl: VI, sayı 20, Kış 2006. Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 129 işitendir, görendir.”]115 Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “Mi’râc gecesi Hazret-i Rabbu’l-âlemîn ile doksan bin kelâm-ı mahfî söyleştim. (32b) Geldim yine halktan işittim.” Kaygusuz Abdâl hazretleri buyurur: Kelâm-ı Şerîf: Zehî116 muhît-i zevrak gözün aç anlayubak Gayrı ne var küllî Hak lâ ilâhe illallâh Cümle âlem zât imiş deryâ-yı hikmet imiş Hakla vuslat imiş lâ ilâhe illallâh İmdi Hakk’ı gördüm diyen kişi insândan gayrı yerde görmez. Nitekim buyurur: “يم َ س َ اإل ْن َ ان فِي أَ ْح ٍ س ِن تَ ْق ِو ِ ْ ( ”لَقَ ْد َخلَ ْقنَاTîn, 95/4) [“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”] Zîrâ dükeli gizli nesneler zuhûra geldi, her biri bir sûret gösterdi, insân Hakk’ın sûretin gösterdi. Nitekim Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “ إن ﷲ خلق آدم على “[ ”صورته و على صورة الرحمنAllah âdemi kendi sûretinde ve Rahmân’ın sûretinde yarattı.”] ““[ ”أي على صورة أسمائهYani isimlerinin sûretinde”] İmdi hemân kendi kendini seyreder. Halk azıp birbirine düşmemek için örterler. Beyit: Kim dilerse görmeye tahkîk Rahmân sûretin (33a) Gelsin ûş görsün yakîn cânıyla117 cânân sûretin ““[ ”المؤمن مرآت المؤمنMü’min mü’minin aynasıdır.”] İmdi insânın adı mü’min, Hakk’ın bir ismi dahî Mü’min’dir. İnsân Rahmân’ın âyînesidir. Rahmân’a sıfat düşmüştür ki Hakk’ı Hakk’a gösterir. Nitekim sen bir âyîneye baksan kendini görürsün. Beyit: بر عكس رخ خويش نكارم نكران شد چون عكس رخ يار در آيينه عيان شد Beyit: Âyetin aslı şöyledir: “صي ٌر ِ َب A: Tehî. 117 A: cânla. 115 116 “[ ”إِنﱠ ﱠMuhakkak Allah işitendir görendir.”] س ِمي ٌع َ َﷲ 130 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Hak cemâlin vech-i hûbunda çü peydâ eyledi Çeşm-i uşşâkıyla kendüsin temâşâ eyledi Gâh âşık olur gâh ma’şûk. İmdi benim rûhum, i’tibâr-i zâhirîye aldanıp ve korkup kişi ahvâl-i hakîkatten mahrûm kalmak hayfdır ki iki cihân onun sıfâtıdır. Beyit: (33b) مسكين گشد كز آن گل قانع شود بخارى از گلشن حقيقت خار نيست اھل ظاھر [“Ey zâhir ehli! Hakîkatın gül bahçesinde diken yoktur. Zavallı kişi o gülden dolaşır (geçer), diken ile kanâat eder.”] Ya’nî ehl-i zâhir ola118 ehl-i hakîkat olanlar kutb-i âlem olurlar. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunlara göre buyurmuştur119: “ ”إذا تحيرتم في األمور فاستعينوا من أھل القبورYa’nî “Kaçen ki hayrete varasız bir mesâlihde ehl-i kubûrdan istiâne120 taleb eylen.” dediği ehl-i zâhir için değildir. Belki ““[ ”موتوا قبل أن تموتواÖlmeden önce ölünüz.”] ile âmil olanların hakkındadır ki ““[ ”كل آت قريبHer gelecek olan yakındır.”] İmdi onlar ölümü görmüş ve mülâhaza edip kendilerini meyyit-i müteharrik bilip fenâ fillâh olup bekā billâha vâsıl olmuşlardır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “ كن في الدنيا كأنك غريب أو “[ ”عابر سبيل و عد نفسك من اھل القبورDünyada garip gibi veya sebilden geçen gibi ol. Kendini kabir ehlinden addet.”] Bu hadîs-i şerîf Muhammediyye’de türkî nazm olmuştur. Beyit: Dedi dünyâdan ol şöyle121 nitekim bir garîb insân Ki ya’nî hiç vatan tutma Semerkandı Buhâra’dan (34a) Beyit: Dahî bir yolcu gibi ol ikāmet eyleme aslâ Ki ya’nî hiç karâr etme elin çek zîr u bâlâdan 118 A: ammâ +. A: ki +. 120 A: istiânet. 121 A: şöyle ol. 119 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 131 Ya’nî sen dahî kendini kubûr ehlinden olmuş bil ki ya’nî terk-i dünyâ olup sırran bu sözlerden haberdâr olasız. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) fenâya tenbîh eyledi ki tâlib olunmaya, ma’zûr geçe beyzâ ve esvedden122, ölüm gelmezden ön öle, kubûra girmeden dura, bekā-i zâta haşrola, tecellî ede esmâdan, “ölün ölmezden evvel” diye buyurmuştur. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)den muhakkikler pes aldılar rumûzu bu muammâdan. “Tecellî ede esmâdan” dediği oldur ki kendi “ ”موتوا قبل أن تموتواöle ölmezden ön. Kimse gücüyle ölmez ammâ ölmezden ön kendini ölmüş bile demektir. Ya’nî şöyle fânî ol ki hemân Hak bâkî kala görünürde. Öyle ya görürsün ki esmâdan tecellî eder. Ya’nî Hak Teâlâ esmâsını kendi sıfâtına hâkim eylemiş. Ol sıfatın adı “âdem” olup esmânın hükmü ne olursa (34b) ol işi işlese gerektir. Pes “ehl-i kubûrdan istiânet dileyin” diye buyurduğu Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları işâret eder ki bu makām Muhammed’de ve Alî’de karâr etmiştir. Zamân bunlardan hâlî değildir ki üçlerdir. Ve üçlerin ikisi kutbun iki tarafında otururlar, vezîrdirler. İsimleri “imâmân”dır. Kutub ile üç olurlar. Zâttan her ne feyz ki nâzil olsa kutba erişir, ondan imâmâna erişir, ondan yedilere Hakk’ın emriyle ki sıfât-ı Hak’dır. Yedi yıldıza emreder. Yedi yıldız dahî sıfât-ı ahkâmıyerine getirir. Beyit: Çün ki iş takdîrdir ahterden efgân eyleme Hükm-i sultândır siyâset ağlama cellâddan Çünki cemî-i te’sîrât Hakk’ındır. Evvel-i eşyâ dahî oldur sıfât yönünden. Beyit: Hüve’z-Zâhir ki zâhirdir sıfâtı Hüve’l-Bâtın ki gizli gayb-ı zâtı (35a) İmdi esmâ-i muhtelife ile kendini sûret ıssı olsun diye murâd edindi. Onun için sûret-i muhtelife ile zâhir oldu. Azîz isminin sûretini görmek istesen azîz olanı görmek gerektir, yâ dünyâ ile veyâ ilimle azîz ola her ne yüzden ise. Mudıll isminin sûretini gör122 A: sevdâdan. 132 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz mek istesen azgın ya’nî Hak’tan gâfil olanı görmek gerektir. Hâdî isminin sûretini görmek istesen hidâyet bulmuş ve Tanrı bilmiş görmek gerektir. Müzill isminin sûretini görmek istersen zelîl ve hor olanı görmek gerektir. Pes Hak Teâlâ hazretleri cümle esmânın ahkâmını icrâ etmektedir. Ammâ neşv u nemâ zâttan tutarlar, onun için hakîkatte cümle birdir. Eğer bir türlü hâl dahî olsa bir isim sûreti olurdu. Onun için Kelâm-ı Kadîm’de buyurur: “([ ”لجعلكم أمة واحدةNahl, 16/93)] Ya’nî “Ey habîbim Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) istesek bir ümmet ve bir millet ederdik.” Fe-emmâ “bir tecellî ve bir sûreti olurdu” demek olur. Hak Teâlâ her zevki ve her hâli görmek istedi, onun için böyle oldu.123 Beyit: Her birini bir işe tuş eylemiş Onun ile gönlünü hoş eylemiş (35b) Pes onunla safâ bulup hep sâlih olsa124 ism-i Hâdî mazharı olup kalan esmânın mazhariyyeti olmayıp bu kadar bin esmâ-i hüsnânın125 sûreti nice göründü. Belki hayvânâtın dahî envâı esmâ-i hüsnânın tekāzâsıdır. Nitekim Bâyezîd126 buyurur: “ سبحان من خلق األشياء “[ ”و ھو عينھاAyn’ı olduğu halde eşyâyı yaratanı tesbih ederim.”] Dahî Hak celle ve alâ Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur: “ س ْبتُ ْم أَنﱠ َما َخلَ ْقنَا ُك ْم َعبَثًا ِ أَفَ َح ون َ ”وأَنﱠ ُك ْم إِلَ ْينَا َال ت ُْر َج ُع َ (Mü’minûn, 23/115) Ya’nî “Sanır mısız Hak Teâlâ sizi abes yere halk etti, ona gelmez misiz?” demek olur. Bir dahî buyurur: “ َاجعون ِ ( ”إِنﱠا ِ ّ ِ َوإِنﱠـا إِلَ ْي ِه َرBakara, 2/156) Ya’nî “Habîbim Ahmed, siz Allah’tan geldiniz yine O’na râci’ olursuz.” Bir hadîs-i şerîfinde buyurur: ““[ ”كل شيئ يرجع إلى أصلهHer şey aslına döner.”] İmdi benim azîzim, götürü âlemin ve âdemin aslı Hak’tır. Buna şâhid oldur ki âlem ve âdem yoğ iken yalnız Hak Teâlâ var idi. İmdi cemî-i zuhûrât Hak’tan zuhûr eyledi. Kendini kendi(n)de seyreder. Bu mukaddimeyi gökçek bilmek gerek ki götürü hâllerden ve amellerden memdûh ve mergûb birle. Hak ile ma’mûr olup kimesneyi 123 A: eyledi. A: olsalar. 125 A: hüsnâ. 126 Bâyezîd-i Bistâmî. 124 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 133 incitmemek gerektir. Zîrâ ağyâr görmeyecek ne lâyıkdır ki aslına eğri bakmak. Beyit: که در شريعت ما غير ازين كناھى نيست مباش در پی ازار ھر چه خواھی کن Ya’nî eydür ki: “Bir kimesneyi incitici olma. (36a) Ve nice dilersen eyle kim bizim şerîatimizde bundan büyük günâh yoktur.” Beyit: Cihân bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin İmdi sevâb dedikleri mahlûkāta ziyân eriştirmeyip iyice geçinmektir. Dahî kişi kendini incittirmeyip tehlike ve zarardan hazer eylemektir. Hak Teâlâ buyurur: “ سو ُل بَلﱢ ْغ َما أُن ِز َل إِلَ ْي َك ِمن ﱠربﱢكَ َوإِن لﱠ ْم تَ ْف َع ْل ُ يَا أَيﱡ َھا ال ﱠر ُسالَتَه َ ( ”فَ َما بَلﱠ ْغتَ ِرMâide, 5/67) Ya’nî “Sen bildiğin deyiver. İşlemezlerse sana ne zarar var.” Beyit: بر رسوالن پيام باشد و بس گر نيايد به گوش رغبت کس [“Eğer bir kişinin itibar kulağına gelmezse, Resûllere haber (vahiy) olur, vesselâm”]127 Ve dahî ihvân bu emânetin128 gayr-ı ehlinden sakınalar ki “ أَن تُؤدﱡوا ت إِلَى أَ ْھلِ َھا ِ ( ”األَ َمانَاNisâ, 4/58) Ya’nî “bu emâneti ehlinden sakınmayıp vereler.” Beyit: مگو جبرى كه در عالم نگنجد زبان اى مغربى در كش ز گفتار [“Ey Mağribî! Konuşmaktan el çek! (İtikadda) cebrî gibi konuşma, çünkü âleme sığmaz (veya zâhirî âlim anlayamaz”] İnsâfdır ki hadd-i şerîatı bundan özge tahfîf lâyık değildir. Beyit: 127 128 Beyit, Sa’dî’nin Gülistân’ında geçmektedir. A: emâneti. 134 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz كه آب روى شريعت بدين نخواھد رفت بپوش دامن عفوى بذلتى من مست [“Ben sarhoşun kusuruna afv eteğini (örtüsünü) ört! Çünkü şerîatın hürmeti bununla zâil olmayacaktır.”] İmdi mürîd şimden geri efsâneye düşmek olmaz ki her şeyin aslı ve zâhir ve bâtını bilindi. İmdi zâhid-i zâhir-perestin sözlerine inanırsan bir cüz-yere mihnet-âbâda şöyle (36b) bağlayalar ve bir va’deye salalar ki ölünceye dek dirilmeye ve kendine gelmeyesin. Beyit: Ko sakalı129 var ol rind-i kallâş Gehî ol lâübâlî gâhî evbâş Hakkā ki bu risâle nükte-âmîz ve fitne-engîz olup nice gamzeler oldu ki devr-i kamer seyrini ve fitnesini izhâr eyledi. “س َرائِ ُر ”يَ ْو َم تُ ْبلَى ال ﱠ (Târık, 86/9) [“O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.”] ma’nâsını âşikâr kıldı. Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr vâki’ oldu. Nutk-ı kelâm arûs-i ma’nâya hicâb olmuş. Ol nikābı ref’e edersen cemâlin gün gibi iyân gösterdik. Keşf-i hicâb etmede mürüvvet ve sehâvet bundan özge olmaz. Beyit: Aşkım selefden artık olur ise mâni’ değil Bezm-i şarâba sonra gelen kātî mest olur Beyit: Harf-i mey oldu çü bir taraf oldu kāfiye Nûş eden abdâle sıhha’l-âfiye Mertebe-i muvahhid ““[ ”الرزق على ﷲ الكريمRızık Kerîm olan Allah’a aittir.”] olmaktır. Bu mertebede olan muvahhid130 vücûd-i vâhidden gayrı vücûd görmeye. Meselâ bir âdem yine bir âdemden birinin yalnız elini ve ba’dehu ayağını ve ba’dehu re’sini görse bu makūle dâiye131 lâ-büd kesret 129 A: sâlûsluğu. A: vücûda +. 131 A: râiyye. 130 Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan • 135 galebe eder. Ammâ velâkin cümleten a’zâ ile âdemi görse (37a) vücûd-i vâhid ile âdemi görür. Vücûd vâhiddir, kusûru kesrettir. Hüve’t-tevekkül, ya’nî ashâb-ı tevekkül min hazâinillâh olur. Seyyidü’t-tâife Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sırruhu) hazretlerine tevekkülden suâl olundukta “ حقيقة التوكل أن يكون ﷲ كما لم يكن فيكون ﷲ كما لم “[ ”يزلTevekkül, Allah’a karşı kulun var olmadan evvelki gibi olması, kula karşı da Allah’ın o kul mevcud olmadan evvelki gibi olmasıdır.”]132 diye buyurdu. Ve dahî Şeyh Şiblî hazretlerinden suâl olundukta ““[ ”التوكل كربة حسنةTevekkül güzel bir meşakkattir.”] Ya’nî tevekkül budur: Terk-i esbâb ve müteveccih ale’l-müsebbibdir. Ve dahî vusûl ile’l-Hak mücerred kıyâm-ı şeb ve samt, sıyâm-ı rûz ile müyesser olmaz. Hakk’a tâlib olagör sa’y ile olmaz devlet mâ-sadakı buna nâfi’dir. Dervîşlik ancak ism-i Rezzâk’a îmândır. Kusûru hemân emân kapısında karâr eylemektir efendim,133 ve’sselâm. Hû Dost. 1125 [1713] 132 Cümlenin aslı şöyledir: “ فيكون ﷲ له كما لم يزل، أن يكون تعالى كما لم يكن: ”حقيقة التوكلBk.: Kelâbâzî, Taarruf: Doğuş Devrinde Tasavvuf (trc.: Süleyman Uludağ), İstanbul 1979, s. 151. 133 A: efendim -. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM Kaygusuz Abdal’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî Eğitimi Doç. Dr. Mustafa SEVER 1. İnsanın Mânevî Eğitimi (Seyr ü Sülûk) Tasavvuf yolunda insanın mânevî eğitimine seyr ü sülûk denmektedir. Seyr, temaşa etmek, yürürken görmek, ibretle bakmak demektir. Sülûk ise bir yoldan gitmek, bir şeyin içine girmek demektir. Bir tasavvuf ıstılahı olarak sülûk, “Allâh’a vâsıl olmak için kabiliyeti artırmak, nefisten arınmak Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmak şeklinde açıklanabilir. Sülûktan gaye, Muhammedî ahlâk üzere olmaktır. Muhammedî ahlâk ise, güzel ahlâktan ibârettir. Hakk’ı anlamak ve Allâh’a vuslat etmek, ancak sülûk ile mümkündür. Sülûk ehline “sâlik,” sâlikin takip ettiği yol ve yönteme “meslek,” menzile ulaşan sâlike ise, “vâsıl” (kavuşan) ismi verilir. Sülûk sırasında bir takım makâmlar geçilir, hâller yaşanır. Bunlar basîretle alâkalı olduğu (gönül gözüyle seyredilerek algılandığı) için, sülûk kavramı seyr kavramıyla birlikte kullanılır. Mânevî iyolculuğa, seyr ü sülûk (görmek ve vuslat için bir yoldan gitmek) denmesinin sebebi budur. Sülûk sırasında yaşanacak olan makâm ve hâller, kul ile Allah arasında mânevî birer sırdır. Sülûk seyreden sâlik, sülûku esnasında, nefis merhalelerini sırasıyla yaşar, türlü menziller aşar, Hak ve hakîkate ulaşır. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Halk Bilimi A. D., Ankara. 140 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Sülûk bir kâmilin murâkabesinde gerçekleşir. Mâlûm olduğu üzere, kılavuzsuz kuş uçmaz, karanlık yollarda ışıksız gidilmez. Sâlik, aşk ve irfân kanatlarını takıp maddeden mânâya, beşerî benliğinden hakikî benliğe, çokluk berrinden teklik bahrine doğru uçan bir göçmen kuşa benzer. Yâhut, deryâsını arayan bir ırmağa. İnsan, hazret-i insana ulaşmak istiyorsa, sülûk etmeli, “kanatlanıp uçmalı”; bir deryâ (cem’)dan geçmeli, bir selâmet sahili (fark)ne ulaşmalıdır. Hak sırrı bir şaraptır ve bu şarap, ancak selâmet sahiline çıkanlarca içilecektir Sülûk, sûfîlerin mi’râcıdır. Her sûfî, bu mânevî yolculuğu, kendi enfüsünde yaşar. Hz. Peygamber’in Cebrâil, Hz. Mûsâ’nın Hızır ile yola çıkması gibi, sâlikler de mânâ yoluna hakîkî bir kâmilin kılavuzluğunda giderler. Sülûk çıkarmak kolay değildir. Yol uzaktır, korkulu geçitleri vardır. İncedir, derincedir; kılıçtan keskincedir. Bütün bu tuzaklardan, derin ve korkulu geçitlerden kolaylıkla geçmek için nefis terki gerektir, sabır gerektir, zikir, tefekkür gerektir, aç ve susuz çok çok emek çekmek gerektir. Elest şuuruyla şuurlanmak, tevhîdi gerçekleştirip yeniden birlik âlemine dönmek için bu mücâhede şarttır. Seyr ü sülûk, “başlangıç ondandır, dönüş onadır” ilâhî hükmünce, mâzî ve istikbâli bir noktada birleştiren yolculuktur. Bu yolculuk, burada, dünyada yaşarken tamamlanacaktır. Sülûk, nefsî vücûttan ilâhî vücûda (seyr ilallâh); ilâhî isimlerden sıfatlara ve zâta (seyr fillâh) bütün zıtlıklardan kurtulup Ka’be Kavseyn’e (aynü’l-cem) ve Allah ile Allah’ta seyre (seyr billâh anillâh) doğru bir silsile arz eder. Bu son makâm, tam velâyet makâmı olup Hak’tan -Hak ile beraber- tekrar halka dönmeyi ifâde eder. Artık vahdette kesret, kesrette vahdet yaşanacaktır. Esasında bu vahdet âleminde tevhîdi yaşayan şuurlular için ne seyr edilecek bir şey, ne sefer edilecek bir yol vardır. Sülûk bu mânâda insanın kendinden kendine seferi; kendini keşfidir. Hem dahi sülûk seyreden âşıkın -her şeyi birlediğinden ötürü- mezhebi de dîni de Hak olmuştur1. Bu çalışmada Elmalı Erenlerinden ve Bektaşî Edebiyatının ilk ve önde gelen isimlerinden olan Kaygusuz Abdâl’ın hayatı ve eserlerinden hareketle Kaygusuz Abdâl’ın ve dolaylı olarak insanın mânevî eğitimi konusunu ele almaya çalışacağız. 1 M. Tatcı, İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2009, s. 101. Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 141 2. Kaygusuz Abdal Kimdir? Kaygusuz Abdâl, XIV. yüzyıl sonu ile XV. yüzyılın birinci yarısında yaşamıştır. Doğum tarihi H. 742/M. 1341’den sonradır. Teke İli Alâiye Sancağı beyi Hüsâmeddin Mahmûd’un oğludur. Asıl adı Alâaddin Gaybî olup “Kaygusuz Abdâl” mahlasıyla şöhret bulmuştur. Yûnus Emre’den sonra, Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın en önemli temsilcisi olan Kaygusuz, Türk dili ve Türk Tasavvuf edebiyatı tarihi için son derece önemli olan 15’e yakın eserin şâiri ve müellifidir. Bektaşî erkanı içinde yetişen şâir, aynı zamanda Zümre edebiyatı özelliği gösteren Bektaşî edebiyatının da ilk ve en büyük temsilcisidir. Kaygusuz Abdâl, genç yaşında Elmalı’daki Abdâl Mûsâ’ya intisap etmiş ve uzun müddet onun terbiyesinde ve hizmetinde bulunmuştur. Tasavvuf öğrenimini tamamladıktan sonra, tahminen H. 800/M. 1379-1398 yıllarında Mısır’a gelerek orada kısa bir müddet kaldıktan sonra Hacca gitmiş; Hicaz, Suriye ve Irak’ı dolaşarak Anadolu’ya dönmüştür. 1424-1430 tarihleri arasında Rumeli’ye geçen şâir, Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır’da bulunmuştur. Bundan sonra muhtemelen tekrar Anadolu’ya (belki de Mısır’a) dönen Kaygusuz, tahminen 1444 yılında vefat etmiştir. Mezarı büyük bir ihtimalle Elmalı Tekke köyündeki Abdâl Mûsâ türbesindedir. Kaygusuz Abdâl’ın menkabevî hayatı, yaşadığı dönemden itibaren dilden dile nakledilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Yazılı kaynaklara da kaydedilen menâkıbına göre Kaygusuz, Alanya Beyinin oğludur. O, bu özelliğinden dolayı, bazı şiirlerinde Alâî (Alâyî) veya Sarâyî (Saraya mensup) mahlâsını, çoğu şiirinde de, “Kaygusuz Abdâl”, “Kaygusuz”, “Kul Kaygusuz” mahlâslarını kullanmaktadır. Kaygusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında iyi bir tahsil görmüş, Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Menâkıbnâme’ye göre Kaygusuz, Mısır’a gitmiş, Hicaz’da hac görevini yerine getirdikten sonra Bağdat yoluyla tekrar Abdâl Mûsâ Tekkesi’ne dönmüştür. 142 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Kaygusuz’un doğum tarihi gibi, ölüm tarihi de tartışmalıdır. Tarihî belgeler onun, 1424’ten sonraki bir tarihte vefat ettiğini göstermektedir. Kaygusuz Abdâl’ın ölüm tarihi ve mezarı hakkında iki rivâyet vardır. Birincisine göre Kaygusuz Mısır’da ölmüştür ve mezarı buradaki Mukattam dağında bir mağaradadır. Araplar, ona “şeyhü’lMağarevî” demektedirler. İkinci rivâyete göre Kaygusuz Abdâl, Elmalı’ya bağlı Tekke Köyü’nde bulunan Abdâl Mûsâ Türbesi’nde gömülüdür. Kaygusuz, bazı araştırmacılara göre Bâtınî ve Kalenderî bir mutasavvıftır. Şâirin yaşadığı dönemlerde Kalenderî, Hayderî, Rum Abdâlları gibi adlarla tanınan Melâmîler, kendilerini hor, çirkin ve garip gösterecek kıyafetler ile dolaşır, çâr-darb kuralı gereğince, saç, sakal, kaş ve bıyıklarını usturaya vurdururlardı. Bu özellik Kaygusuz tasvirlerinde de görülmektedir. Ancak, Kaygusuz’un Melâmî tavırlar yansıtan eserlerinden hareketle sâdece “Bâtınî” olduğunu söylemek doğru değildir. Zira eserlerinde dört kapı geleneğine mensup olduğuna dâir pek çok ifâde bulunmaktadır. Kaygusuz, Eski Anadolu Türkçesinin gramatik özelliklerini yansıtan manzum ve mensur 15 kadar eser kaleme almıştır. Bunların tamamı tasavvufî muhtevaya sahiptir. Zengin kelime kadrosuyla, ses taklitleri, kullanılan atasözleri ve deyimleriyle bu eserler döneminin en renkli kaynaklarıdır. “Ben Türkîce’den başka dil bilmezem…” diyen ve Cenâb-ı Hak’la Türkçe konuşan ve Cebraîl’i de Türkçe konuşturan Kaygusuz, aynı zamanda Türkçe’nin şuurlu kalemlerinden biridir. Kaygusuz’un bilinen eserleri şunlardır: Dîvân, Gülistân, Mesnevî-i Baba Kaygusuz (I-II-III), Gevher-nâme, Minbernâme, Budalâ-nâme, Kitâb-ı Miglâte, Vücûd-nâme, Sarây-nâme, Dil-güşâ, Risâle-i Kaygusuz Abdâl. 3. Kaygusuz Abdal’a Göre Mânevî Eğitim (Seyr ü Sülûk) Kaygusuz Abdâl, Menâkıbnâme’sinde verilen bilgilere göre o:2 “Alâiye Sancağı Beyi’nin oğlu olup adı da Gaybî idi. Gâyet âkil, ‘ârif, âmil, ‘âlim, kâmil ve tüvâne idi. On sekiz yaşında onunla kimse mukabele durup bahsi edemezlerdi. (Her hâl üzerine cümlesin mülzem 2 A. Güzel, Kaygusuz Abdal Menâkıbnâme’si, TTK Yay. Nu.: 11, Ankara, 1999. s. 90. Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 143 kılurdu.) Zirâ, çok kitâblar okumışdı. (her) ‘ulûmı, bi’t-tamâm bilürdi ve hem ziyâde pehlevânıdı. Zor bâzûya mâlik, at üzerinde silâhşorlukda, ok atmakda ve kılınç çalmada ve gürz salmakda ve sünü oynatmakda hüner-mend idi. Bunun gibi işlerde onun nazîri yogıdı. Ve her dâim, kendü kullarıyla çevre etrâfında olan tagları şikâr iderdi: Beher ve kaplan (ve âhû) eline her ne geçirse ve gözi her ne görse kurtulmazdı” şeklinde tanıtılır. Bilindiği gibi o, bir av esnasında bir âhû sûretine giren Abdâl Mûsâ’yı yaralamış ve onu takip etmek sûretiyle dergâha gelmiş bu sûretle ona intisap etmiştir. Gaybî, tâbiri câizse, ava giderken avlanan olmuş sâliklerdendir. Abdâl Mûsâ bunu, gördüğü her canlıya ok atan delişmen Türkmene bir ders vermek, onu ikaz etmek için yapar. Gaybî ise âhûya attığı oku Abdâl Mûsâ’nın koltuğunda görünce kendinden geçer. Kendine geldiğinde de Abdâl Mûsâ’dan kendisini hizmetine almasını niyaz eyler. Abdâl Mûsâ, Gaybî’yi bu yolun zorlukları hususunda uyarır: “Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak nıücerredlik gerekdir. Sonunu düşünmeyüp sonra pişmân olmakdan dek durmak yeğdür. Zirâ kim, bu yol, ince; sarp bir yoldur ve bu yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur ve bu tarîka giren kişi kâdir olduğu denlü elden gelen işi men’ etmeye. Halkdan kendisine her ne cefâ gelirse sabreyleye ve cânib-i Hak’dan ne belâ nâzil olursa kendisine ganîmet bile, feryâd kılmaya, incinip melûl ve mahzûn olmaya. Hak Ta’âlâ Hazretleri’nin, her işde bir hikmeti vardır. Meselâ dünyâ ve âhiret, Cehennem ve Cennet, gice ve gündüz, kış ve yaz, gam ü şâdî, ağlamak ve gülmek, dağ ve sahra, yokuş ve iniş hep biribirinin mukabilidir. Senin pederin bir sancak beğidir. O sana riyâzatı çekmeğe rızâ vermez. Var imdi pederinden icâzet al, ondan sonra bizim katımıza gel. Gönlüne de danış ki, sonra pişmân olmayasın.”3 Her ne söylenirse söylensin, Allâh’ın takdiri Gaybî’nin Kaygusuz hâline gelmesi yönünde olmalı ki Gaybî, traş edilir, erkân üzre tekbîrlerle tâc ve hırka giydirilip kemer bağlanır; öğütler verilir. Yer gösterirler; erenlerin huzurunda diz çöküp edebiyle oturur. Menâkıbnâme’de daha sonra Gaybî’nin maiyetindekilerin Abdâl Mûsâ 3 Güzel, a.g.e., s. 92. 144 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz dergâhına gelmeleri; bütün çabalarına rağmen onu götürememeleri; Alanya Beyi’nin, oğlunun durumundan haberdâr olup Abdâl Mûsâ’yı, Teke Beyi’ne şikâyet etmesi, Teke Beyi’nin Abdâl Mûsâ’yı cezalandırmak için askerleriyle dergâha gitmesi, Abdâl Mûsâ’nın gösterdiği kerâmetle ölümü, Teke Beyi’nin öldüğünü duyan Alanya Beyi’nin oğlunu Abdâl Mûsâ’ya teslim ederek geri dönmesi anlatılır. Bundan sonrasında Gaybî; beyliğinden, atından, ihtişamlı giysilerinden vazgeçip Abdâl Mûsâ âsitânesinin bir kulu olur; ki giydiği bu giysiyle (fakr libasıyla) dünyadan el çeker, kendisini mânâya verip terk yolunu seçerek Hakk’a teslim olur. Onun bu hâlini gören Abdâl Mûsâ, Gaybî’nin yüzüne bakıp: “Gaybî, kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra Kaygusuz oldun.” der. Bu andan itibaren Gaybî Beğ’in adı “Kaygusuz” olur. Bundan sonrasını Kasîde-i Dolâb’tan takip edelim: Kasîdede hikâyesi anlatılan ağaç, yüce bir dağda nice bir zamandır yaşarken Allah’ın takdirince kesilir4. Yüzü üzre yıkılır; dalları, budakları kırılır. Boynuna kement takıp sürüklerler; gelip geçenler üzerine basarak geçerler. Bağrını (Hz. Eyyûb’un bağrını kurtların yediği gibi) kurtlar yer; gözlerinden kanlı yaşlar akar. Hz. Zekeriyyâ’yı kestikleri gibi ağacı da biçerler; yüreğine demir mıhlar çakarak onu dolap yaparlar. Dolap su üstünde dönmekte, dost diyerek inilemektedir. Dolabın bu sergüzeşti, Kaygusuz’un da sergüzeştidir. Zira, o da yüce bir makamda, bir beyzâde olarak, maiyetindeki adamlarıyla (dalı ve budaklarıyla) yaşarken takdir gereği beyzâdeliğini terk etmiş, Abdâl Mûsâ’ya mürîd olmuştur: Abdâl Mûsâ’ya kul oldı cândan5 Çekdi elini iki cihândan 4 Güzel, a.g.e., s. 124. Kasîde-i Dolâb/19. beyit: “Kazâ irdi meger dest-i kaderden/Ki bir şahs irişüb çaldı bıçağı” 5 Kaygusuz Abdâl’ın mürettep bir dîvânı yoktur. Muhtelif yazmalarda iki yüzden fazla manzûmesi görülmektedir. Bunların en iyisi Marburg nüshasıdır. (bk.: Divan-ı Kaygusuz, Marburg, Staatsbibliothek Ms. or. Oct. 4044, vr. 288a-340b. Ayrıca bk.: Nûruosmaniye, nu: 4904; Ankara Genel Kitaplığı, nu: 52; Süleymâniye Ktp., Düğümlü Baba, nu: 411/1; Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî Bölümü, nu: 909; nu: 979; İstanbul Belediye Kütüphânesi, OE, nu: 663. Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 145 Seyr ü sülûk insanı halktan Hakk’a, çokluktan birliğe cehilden ilme ve irfâna yükselten bir mânâ eğitimidir. Bu eğitimin sonunda her işin, oluşun fâilinin Allah olduğu, varlığın Hakk’ın varlığından ibaret olduğu hakîkatine ulaşan mürîd tevhîde erer. Bu yolculukta mürîd, kılavuzunun/mürşidinin tavsiye ve telkinlerine göre davranarak nefsî istek ve arzularını, kötülükleri terk eder, arınır. Bunları yaparken şüphesiz kayıtsız, şartsız mürşide bağlılık en önemli husustur. Kaygusuz, bu hususu şöyle dile getirir. Kend’özini mürşide ver tâ bilesin Hakk nedir Nice bir susuz gezersin gel beri hayvânı gör Üstâd olana şâkirdlik eyle Üstâd olasın sen dâhi üstâd Cenab-ı Hak işlerini İnsanın eliyle işler. Mürşid-i kâmil adeta Hakkın gören gözü, konuşan dili, yapan eli mesabesindedir. Allah adına fâil olan Mürşid-i kâmile bey’at, dolayısıyla Allah’a imân ve bağlılıktır. Âdeme secde esasen Hakk’a secde demektir. Cenab-ı Hak bir âyetinde “Allah, imân edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 2/257) buyurmaktadır. Dolayısıyla mürşid, mürîdi karanlıklardan aydınlığa, nefs-i emmâreden nefs-i sâfiye mertebesine çıkaran, onu çokluktan çekip birliğine ileten ve kötülüklerden koruyan kişidir. Kaygusuz Pîrin nefesini haklayan, yani emrine râm olan dervişin Pîr tarafından korunacağını söyler: Tâlib oldur pîrin nefesin haklar Pîr oldur tâlibi hatâdan saklar Çalınır kudümler altun sancaklar Tuğlar gelür Sultân Abdâl Mûsâ’ya 3.1. Edeb Mânevî terbiyede/eğitimde amaç, mürîdin Allâh’ı ve kendini bilmesi, yani “Men ‘arefe nefsehu fekad arefe rabbehu / Nefsini bilen Rabb’ini bilir”i gerçekleştirmektir; ki bu da edeb ile mümkündür. Edeb insanın eline, diline, beline hâkim olmasıdır. Ebcede göre edeb kelimesinin toplam değeri yedidir (=ادب1+4+2=7). Bu da edebin yedinci nefs mertebesine, yani nefs-i sâfiyeye ulaşıldığında tam olarak ortaya çıkacağını gösterir. İnsan o mertebeye gelinceye kadar yedi 146 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz mertebeden geçer ki bu mertebelerin ilki, insanın karanlıklar içinde veya bedeninin emrinde olduğu mertebe olan nefs-i emmare mertebesidir. Kaygusuz bu mertebeyi şöyle dile getirir: Nefs-i zulmet bu vücûd’a dirler Sen zulmet içinde nûr-ı îmân İnsan nefs-i sâfiye mertebesine geldiğinde, her şeyin kendisinden farklı olmadığını, kendi nefsinin eşyânın aslıyla aynı olduğunu görüp edebe ulaşır. Kaygusuz Abdâl edebin insân-ı kâmilin işi olduğunu belirtir: İnsân-ı kâmil işidir ibâdet ü takvâ Bu zühd ü tâat u savm u bu edeb u erkân Kaygusuz’a göre imânın, her türlü ibadetin aslı edeptir. Gaflet içünden uyan Edebsüz olma iy cân Edebdür asl-ı îmân Var edeb ögren edeb Edebdür asl-ı tâ’at Küllî sıfât cümle zât Varlıgun edebe sat Var edeb ögren edeb 3.2. Kibri Terk Mânevî eğitimin bir basamağı da kibrin terkidir. Kaygusuz, pek çok şiirinde kendini beğenmişliğin, kibrin terk edilmesiyle gönlün aşk ile nurlanacağını, kibirle gönlün taşlaşacağını belirtir. Gel gel i gönül neye gerek ucb ü tekebbür Kibri ko gönül tâ olasın aşk ile pür-nûr Dirîgâ hayf dirîgâ bilmedün özün Bu kibr ü acîb tekebbür bagrını eyledi daş Ucb (kendini beğenme), tekebbürlük ve riyâ, âşıkta bulunmaması gereken vasıflardır. Zira, Kaygusuz’a göre girilen bu yolda aşk işi mürâîliği kaldırmaz. Sıdkın safa kıl aşk işi riyâyı götürmez Aşka batur seni gönül ikrâr-ı bikrün Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 147 Tasavvufî makamların ilki sayılan tevbe, günahtan rücû edip Hakk’a yönelmektir. Bir başka ifâdeyle sâlikin, İslâm’ın rûhuna aykırı davranışlardan uzaklaşarak içtenlikle güzel huylara yönelmesidir. Kur’ân-ı Kerim’de istiğfar ve tevbe buyurulur: “Ey mü’minler tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”(Nûr/31); “Ey imân edenler! Allâh’a içtenlikle tevbe edin. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter.” (Tahrîm/8); “Rabb’inizden bağışlanma dileyin, sonra da tevbe edin ki sizi belirlenmiş bir süreye (ömrünüzün sonuna) kadar güzel bir şekilde yararlandırsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hûd/3). 3.3. Tövbe “Tasavvufta tevbe, bir irkilme, teyakkuz, cezbe ve Hakk cânibine yöneliştir”6 Kaygusuz Abdâl, Şeyh Abdâl Mûsâ’nın huzurunda yaşadıklarından sonra, o güne kadar yaptıklarından, yaşadıklarından derin bir pişmanlık duyarak Abdâl Mûsâ’ya kul olur. Ona göre, tevbe pişman olmaktır. Abdâl Mûsâ’nın huzuruna gelinceye kadar geçirmiş olduğu ömür, ona göre câhilliğinden dolayı hiç yere harcanmış bir ömürdür: Ömürin hiç yire harc itdügünden Câhil kendü işine pişman oldı Tevbe kıl özüni oda yakmagıl Su gibi her gördügine akmagıl 3.4. Mücâhede ve Riyâzat Sâlikin nefsine galip gelmesi, nefsinin arzu ve isteklerini yerine getirmemesi yönündeki çabaları tasavvufî dilde mücâhede olarak adlandırılır. Sâlikin nefsin mertebelerini geçerek kâmil insan olması, zorlu bir nefis terbiyesiyle mümkündür. Bu da riyâzat ve mücâhede ile olur. “Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzat da nefsi bu işe alıştırmaya çalışmaktır.”7 Kaygusuz bunun için kanaat sahibi olmanın gerektiğini, kim kanaat sahibi ise, onun amacına ulaşacağını söyler: Kanâat gencini her kim ki buldı Saâdet mülkine sultân olubdur 6 H. K. Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İst. 2000, s. 161. 7 Yılmaz, a.g.e., s. 191. 148 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Kur’ân-ı Kerim’de mücâhede, mânevî cihad olarak geçer. Sözgelimi, Ankebût sûresinin 69. âyetinde “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz” şeklinde buyurulmaktadır. Kaygusuz Abdâl, nefsin terbiyesi için dünyevî lezzetlerin terk edilmesini, Nefs-i sâfiye mertebesine varmak için evliyânın dâmeninden tutulmasını tavsiye eder. Zira, nefs terbiyesi, mürşidin kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Cehd idüb terk eyle nefs-i şehveti Mihnetine değmez anun lezzeti Cehd eyle hemân ışk eteğine elün irsün Işk sâfi kılur seni gönül hiç melâl olma Sen dahı cehd eyle imdi hümâm Evliyâlar eşigin eyle makâm İmdi (gel) cehd eyle bu yola düriş Evliyânun dâmenin tut budur iş Mücâhede ve riyâzatın uygulama şekli olarak açlık ve az yemek, az uyumak ve az konuşmak şeklinde üç esası vardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Gecenin bir kısmında O’na secde et; geceleyin de O’nu uzun uzadıya tesbih et” (İnsan/26) buyurulmaktadır. Kaygusuz, geceler uyumaz; gecelerini ibadet ve tesbihle geçirir. Çünkü nefs terbiyesi öyle kolay bir iş değildir; bir filin taşıyamayacağı veya katlanamayacağı bir yükü, gereklilikleri vardır. Gündüzün bu aşk benim arturdı âh u feryâdum Giceler gözlerime uykuyı harâm eyledi Her gice gönül gözlerüme uyku harâmdur Ta subha degün tesbihüm âh u figan oldı Çekilmez ammâ çekdik çar-nâ-çar çille-i ‘aşkı Tahammül idemez fil çekemez bar-i girândır bu 3.5. Halvet Nefs terbiyesinde açlığa, az yemeye, az uyumaya ve az konuşmaya halvet veya uzlet8 de dâhil edilir. Mürşidin buyruğu ile sâlikin, 8 Halvet, genel olarak süresi belli olan bir yalnızlık, uzlette ise süresi belli olmayan bir yalnızlık ve kişinin keyfiyeti söz konusudur. Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 149 tekkenin çillehânesinde/halvethânesinde inzivaya çekilmesi halvet olarak adlandırılır. Sâlikin açlık, az yeme, az uyuma, az konuşma, hattâ hiç konuşmama esaslarına uyarak murâkabe etmesi, gönlünden mâsivâyı temizlemektir. Kaygusuz, halvet mekânının yâr ile buluşulacak, yalnız kalınacak yer olduğunu, her an sadakat ve samîmiyetle Allâh’ı düşünenler için ise, halvet yerinin aslında kişinin gönlü olduğunu belirtir. Halvet olucak yâr ile yâr gülşen içinde Tâvûs gibi yâr cevlân idüp gezdügi hoşdur Sarâyî’nün safâ sıdkıyla her dem Gönli bu ışka halvet ü odadur Mürşid, L. Filiz’in9 ifâdesiyle “Kur’an’la ikiz kardeş olmuş” ve Hz. Peygamber’in vasıflarını taşımakta olan kişidir. Sâlik, bu gerçeği idrak ederek mürşidinin işaret ettiği yönde zikr ve ibadetle meşguliyeti ölçüsünde birtakım tecellîlere mazhar olur; “ben” fikrinden uzaklaşmaya, kendisine ait sandığı bedenin Allâh’a ait olduğunu idrak etmeye başlar. Bu süreçte sâlik, sağlam inanç, hâlis niyet ve tevekkül hâli içinde olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Mü’minler, yalnız Allâh’a tevekkül etsinler” (Âl-i İmrân/122); “Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân/159); “Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül ederler” (Zümer/38) şeklinde, tevekküle birçok âyette yer verilmiştir. Kaygusuz da: Sabır seccâdesün altına salmış Tevekkülde kuşanmışdur kuşagı derken sabrı seccade ettiğini, müridlik kuşağını tam bir teslîmiyet, tevekkül hâli içinde kuşandığını söyler. Zira tevekkül, Allah’tan gayrı fâil ve O’ndan gayrı güvenecek varlığın olmadığını idrak eden sâlikin hâlidir. Kaygusuz, Abdâl Mûsâ’ya intisab ederken tam bir iman ve güvenle, yani Allâh’a güvenerek, dayanarak müridlik kuşağını kuşanmıştır. 9 L. Filiz, Noktanın Sonsuzluğu II. Kitap, Pan Yay. (8.b), İst. 2009, s.145. 150 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz 3.6. Zikir Zikir, Allah’ı anmak, sürekli hatırlamak, “Allah” adını dile dolamak anlamındadır. Kur’ân-ı Kerim’de bir âyette: “Rabb’ini, içinden yalvararak ve korkarak yüksek sesle olmayan bir sesle sabah akşam zikret ve gafillerden olma!” (A’râf/205) şeklinde zikrin gerekliliğinden, gafilliği giderici oluğundan söz edilirken, diğer bir âyette de: “Onlar, inananlar ve kalpleri anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur” (Ra‘d/28) buyurulmaktadır. Kaygusuz Abdâl, şiirlerinde zikri tesbîh ile birlikte kullanır; ki tesbih etmek de “Sübhânallâh” kelimesini söyleyerek Allâh’a ta’zîm etme demektir. Ona göre aşk ile, şevk ile Allâh’ı zikr ve tesbîh etmek, Hakk’a vasıl olmaktır: Tesbîh ü zikrüm hemîşe yâ hû direm yâ hû direm Her lahza her dem her sâ’at lâ bilmez illâ hû direm Vuslat şarabun ışk elime sunalı günden Işkla gönül tesbih ü zikrimiz ene’l-Hak Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Eğer Allâh’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/29) şeklinde buyurulmaktadır. Allâh’a karşı gelmekten sakınmak, O’ndan korkmak ve kişinin bu korku ile kalbini kötülüklerden arındırması takvâ olarak adlandırılır. Kaygusuz Abdâl’a göre, Allâh’ı bilmek ve O’ndan korkmak, yani takvâ işin aslıdır. Her bir işin aslını bilmek dilersen hoca Takvâyı sen kabûl it zünnârı tersâya vir 4. Sonuç Tasavvufî terbiye ve eğitim, kişinin tam bir imân ve hâlis niyetle bir mürşide müracaatı, mürşidin de bu müracaatı değerlendirerek kişiyi mürîd olarak kabul ettiği takdirde, bu kişiye kılavuzluğu ile gerçekleşen bir süreçtir. Sülûk, kişinin kendinden kendine yolculuğu, İçindeki Allâh’ı arama çabasıdır. Kaygusuz, bunun insanın kendini bilmesi, vücûdun tekliğini, birliğini idrak etmesi yolculuğu olduğunu belirtir: Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever • 151 Ey tâlib olan yâr-i mahrem Hakk seninle biledûr her dem Mabûd vücûdunda bile mevcûd Zâhir ü bâtununda biledûr hem Bir anlayu bak ki gayrı yokdur Oldur vücûdunda nefes ü dem Ol mûr’sun ki var idün ezelde Dü heft ü mâh’da olmaya kem Her mutasavvıf şâir, kendi sergüzeştini şiirleri vasıtasıyla sonra gelenlere aktarır. Yaşadığı hâlleri dile getirme, kişinin söz söyleyebilme kabiliyeti ile orantılıdır. Kaygusuz Abdâl, şiirlerinde doğrudan olmasa da kendi sülûkunu dile getirir. Sülûkunu tamamladıktan sonra çıktığı seyahati Menâkıbında anlatılır; ki burada anlatılanlar da çevresindeki mürîdler için eğitim ve terbiye işlevindedir. Kaygusuz’un şiirlerinde kullandığı terbiyevî sözler, ferdî kusur ve eksiklikleri dile getirmekten öte, tasavvufî eğitim ve terbiyenin genel esaslarını işaret eden sözlerdir. Tasavvufî bir gelenek olarak tarîkat büyüklerinin tekke muhitlerinde okunması amacıyla manzum veya mensur eserler meydana getirdikleri bilinmektedir. Kaygusuz’un eserleri de bu mantıkla meydana getirilmiş, kendi yaşadığı tecrübelerin söze dökülmüş halleridir. Kaynaklar GÜZEL, Abdurrahman, Kaygusuz Abdâl Menâkıbnâme’si, TTK Yay. Nu.: 11, Ankara, 1999. FİLİZ, Lütfi, Noktanın Sonsuzluğu II. Kitap, Pan Yay. (8.b), İst. 2009. ----------------, Noktanın Sonsuzluğu IV. Kitap, Pan Yay. (7.b), İst. 2010. Kur’ân-ı Kerim Meâli, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.(14.b), Ank. 2007. TATCI, Mustafa, İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2009. YILMAZ, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İst. 2000. Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN Diğer pek çok sûfî şâir gibi Eroğlu Nûrî hazretlerinin de şiirlerinin ana teması insanın seyr u sülûkudur. Biz bu tebliğimizde Eroğlu hazretlerinin dîvânında yer alan ve özellikle bu temanın belirgin olarak işlendiği bazı beyitler çerçevesinde konuyu ele almaya çalışacağız. Tasavvuf, âlemin var oluş gayesinin mârifet yani bilgi olduğunu söyler. Çünkü Hakk bilinmeyi istemekte, bundan dolayı da âlemi yaratmaktadır. İnsan ise bütün bir varlığın özeti konumunda olması nedeniyle âlemde özel bir yere sahiptir. Zîrâ insan düşünebilen, düşündüğünü düşünebilen ve düşündüğünü ifâde edebilen bir varlıktır. Yine insan, dînin bize bildirdiğine göre âlemin hakîkatleri olan ilâhî isimleri toplu olarak bilebilen yegâne varlıktır. Allah ilk insana bütün ilâhî isimleri öğretmiş ve onu meleklerden üstün kılmıştır. Onu yeryüzünde kendisine halîfe yapmış ve âlemi onun emrine boyun eğdirmiştir. İnsanın âlemdeki diğer şeylerden daha üstün olmasını temin eden şey ise onun taşıdığı hakîkatte gizlidir. Aslında insanın ve her varlığın hakîkati Hakk’ın ilminde birbirinden ayrışan nisbetlerden ibarettir. Bununla birlikte insanın taşıdığı hakîkat diğer hakîkatleri de kuşatan ve içinde taşıyan bir hakîkattir. Bu nedenle insan âlemin küçük bir nüshası durumundadır. İnsan, bu yapısı itibariyle âlemde Hakk’ın bilinme muradı açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. İşte bu yüzden yine dînin bildirdiği üzere yerlere ve göklere arz edilen fakat onların taşımaktan kaçındıkları emaneti o yüklenmiştir. En genel anlamıyla bu emânet dînî yükümlülük ve sorumluk olarak yorumlanır. Bu ise kul Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf A.D., Çanakkale. 154 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz luk/ubûdiyet kavramının açılımından başka bir şey değildir. Yine din bize insanın yaratılış gayesinin ancak ibâdet etmek olduğunu haber verir. Bahsi geçen ibâdet ise tefsir âlimlerinin pîri diyebileceğimiz İbn Abbâs tarafından Allah’ı tanımak şeklinde yorumlanmıştır. Dolayısıyla insanın yaratılışındaki amaç da mârifettir. 1. Nefsi Bilmek, Sübhân’dan Haberdar Olmak Ey “nefsimi bildim” diyen, Sübhân’dan haberin var mı? Zâhir-bâtın, nedir ma’nâ, Kur’ân’dan haberin var mı? İnsanın Sübhân’dan haberdâr olması yani her türlü eksikliklerden münezzeh olan Allah’ı tanımasının yolu nedir? Bu sorunun cevabı “Nefsini bilen Rabbini bildi” hadisinde gizlidir. Bu hadiste nefsi tanımak yaratıcıyı tanımanın basamağı olarak görülmektedir. Sûfîler insanın nefsini tanımasının ancak seyr u sülûk ederek kendi hakîkatine ve var olmazdan önceki hâline geri dönmekle mümkün olacağını söylerler. Sülûkun sonu olan var olmazdan önceki hâl, sâlikin Allah’ın ilmindeki sâbit, basit ve bir olan hakîkatidir ve insan Allah’ın ilmindeki bu hakîkatten maddî âleme gelmiştir. Buradan hareketle tasavvufun nefs anlayışının sudûr nazariyesi çerçevesinde gelişmiş bir anlayış olduğu sonucuna varabiliriz. Buna göre insanın hakîkati Allah’ın zaman üstü bir âlem olan ilminden ve maddeden mutlak mânâda soyutluk mertebesinden bu maddî âleme inmiş ve dört unsurun çeşitli bileşiklerinden oluşan beden içerisinde ete kemiğe bürünerek zuhûr etmiştir. Bu iniş insanın var olmazdan evvel bildiği şeyleri kendisine unutturmuş, insanla Allah arasında bir perde olmuştur. İnsanın maddî var oluşunun çeşitli terkiplerden meydana gelmesi ve insanın sâbit, basit ve bir olan hakîkatinin bu terkiplerle birleşmesi bu cehâletin nedenidir. Zîrâ insan artık Allah’ı ve diğer hakîkatleri bilmesini temin eden nisbeti yani birlik ve basitliği kaybetmiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere insan ilâhî ilimden bu âleme doğru yaptığı iniş yolculuğunda geçmiş olduğu bütün varlık mertebelerinden o mertebelere ait özellikleri ve tesirleri alarak en yoğun varlık katmanı olan madde dünyasına ulaşmıştır. Şimdi kendi hakîkatini ve dolayısıyla Rabbini tanıyabilmek için ona gereken şey yükseliş yolculuğunu da yaparak tekrar var olmazdan önceki duru- Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 155 muna dönmesidir. Tasavvuf bu yolculuğu seyr u sülûk ve tahlil mîrâcı olarak tanımlar. İnsan bu yolculukta maddî âleme gelmezden önce geçtiği her varlık mertebesine teker teker uğrayarak oradan aldığı renk ve etkileri birer birer bırakır ve ilâhî ilim mertebesindeki hakîkatine ulaşır. Bu yükseliş sayesinde nefsin, Rabbini ve diğer hakîkatleri bilmesinin önündeki engeller kalkmış olur. Zîrâ nefs, kendi birliğine ve basitliğine ulaşmıştır. Böylece ilk ilkeyi yani Allah’ı ve diğer hakîkatleri bilmesi için gerekli olan hükmü gerçekleştirecek münasebeti tesis etmiştir. 2. Nefsi Bilmeye Giden Yol: Seyrandan Haberdar Olmak Nüsha-i kübrâdır insân, hazînedir cümlesine Arşdır mü’minlerin kalbi, seyrândan haberin var mı? Sülûk kelimesi sözlükte bir şeyin başka bir şeyin içine girmesi, ona nüfuz etmesi ve yola girmek, yol almak gibi anlamlara gelir. Tasavvuf terimi olarak sülûk aşağı âlemden yukarı âleme yükseliş ve mânâda âlemleri ve menzilleri geçmek, kötü ahlâkı giderip iyi huylarla kendini bezemek şeklinde târif edilir. İnsanın mânevî mertebelerde yükselişini ifâde ederken sülûk tâbiriyle birlikte kullanılan seyr ise sülûk ile benzer anlamlar içermekle birlikte bazı yönlerden ondan ayrışır. Tasavvuf terminolojisinde seyr cehâletten ilme, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kişinin kendi varlığından Hakk’ın varlığına doğru mânevî ve kalbî bir hareket şeklinde târif edilir. Bu anlamda sülûk seyrin şartıdır. Kişi tarîkatta ilerleme kaydetmek için öncelikle nefsi ile şiddetli bir savaş durumuna girer ki bu tasavvuf ıstılahında mücâhede olarak adlandırılır. Bu mücâhedeler netîcesinde mânevî yolda ilerlemeler kaydeden kişi sülûk etmeye yani nefs mertebelerinde ilerlemeye başlar. Bu şartın yerine getirilmesi netîcesinde ise kişi mânevî âlemlerle ilgili şeyleri seyre başlar. İşte bu seyr u sülûk tâbirinde ifâde edilen seyrdir. Seyr genel itibariyle iki kısımda mütâlaa edilmiştir: Seyr-i nüzûlî (iniş seyri), seyr-i urûcî (çıkış seyri). İnsanın çeşitli varlık kademelerinden geçerek bu maddî âleme ulaştığı hem aklen hem de naklen kesin olan bir durumdur. İnsanın aslı rubûbiyyet âlemine aittir. İnsan bu asıldan ayrılarak küllî akıl, küllî nefs, dokuz felek, dört unsur ve üç müvelled (türeyen)’i geçerek insan olmuştur. Dolayısıyla âlemde 156 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz en son ortaya çıkan varlık insandır. İşte insanın bu var oluş serüvenine seyr-i nüzûlî adı verilir. Bununla beraber insan mertebesi taşıdığı ezelî istidat gereği bütün mertebeleri içeren bir yapıya sahiptir. Bu nedenle insan, seyri sırasında daha önce geçtiği âlemlerden mânen tekrar geçerek asıl vatanına döner. İnsanın aslına doğru yaptığı bu seyr ise seyr-i urûcî adını alır. Bu seyirde geçilen yola ise tarîkat denir. Tarîkat görünür ve görünmez engelleri aşarak kalbden Allah’a sefer etmektir. İnsanın Allah’a doğru yolculuğu önce duyuları ile başlar. Duyular insanda doğasında yaratılıştan bulunan şeylerdir. Daha sonra akıl vâsıtasıyla yolculuğuna devam eder. Yalnız bu akıl insanın günlük işlerini yapmasında kullandığı ve sebep sonuç ilişkisinden ötesini görmeyen akletme gücü değildir. Bu akletme insanın duyularla algılanamayan fakat akılla bilinen şeyler âlemine yükselmesine neden olur. Bunlar küllîler âlemidir. Bundan sonra ise sâlik Allah’ın nuru ile seyrine devam eder. Seyr-i urûcînin küllî olarak dört seyir olduğu kabul edilir: seyr-i ilallâh, seyr-i fillâh, seyr-i maallâh ve seyr-i anillâh. Ancak Osmanlı döneminde yaşayan bazı sûfîler seyr-i alellâh, seyr-i lillâh ve seyr-i billâh seyrlerini de ekleyerek bu seyrlerin sayısını yediye ikmâl etmişlerdir. Seyr-i urûcî’nin ilk seyri olan seyr-i ilallâh, sâlikin Allah’a doğru yolculuk yapmaya başladığı ilk mertebedir. Bu mertebeyi bazı sûfîler birliğin yüzünden çokluk perdesini kaldırmak diye târif ederler. Bu mertebede sâlik dünyevî bazı şaibeler içerisinde olmakla birlikte Hakk’a yönelir. Seyr-i lillâh, sâlikin dünyevî bağlardan kurtularak ancak âhirete ve bir takım irfânî bilgilerin elde edilmesine yönelik amaçlarla Hakk’a yöneldiği seyrdir. Seyr-i alellâh, sâlikin âhirete ve bir takım mârifetlere yönelik amaçlardan kesinkes kurtularak yalnızca Allah’ı gaye edindiği seyrdir. Sâlik bu mertebede ilâhî isimleri ve sıfatları müşâhede ederek Allah’ı müşâhede etmiş olur. Seyr-i maa’llâh, Allah ile beraber ve O’nun huzurunda isimler ve sıfatları müşâhede etmektir. Bu mertebede ikilik devam etmekte olup sâlik henüz tam bir fenâ hâlinde değildir. Zîrâ bu mertebede sâlik hem kendisini hem de Hakk’ı görmektedir. Seyr-i fi’llâh, Allah’ta seyr anlamına gelir. Sâlikin ikilik, isimler, sıfatlar ve birliktelik gibi durum- Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 157 lardan kurtularak sırf ilâhî zâtın tecellîlerine tecellîgâh olmasıdır. Bu seyrin sonu yoktur. Çünkü Hakk Teâlâ’nın nihâyeti yoktur. Seyr-i ani’llâh sâlikin âlemdeki şeylerin hakîkatlerinde Allah’ın güç ve irâdesini keşf ve müşâhede yoluyla bilerek bütün sevk ve idare işlerini Allah’a bırakmasıdır. Sâlik bu mertebede cem makāmından fark makāmına gelmiş ve sekr yani sarhoşluk hâlinden sahv yani ayıklık hâline geçmiştir. Bu mertebede sâlik Allah’tan tekrar âleme döner. Bu dönüş varlığın Hakk’tan ilk ayrılışındaki dönüşten farklıdır. Bu dönüşte sâlik Hakkānî varlıkla var kılındığı için kendisini gaflet bürümez ve daha önce gāfil olarak geçtiği âlemlerden Hakk’tan gāfil olarak geçmez. Aksine Hakk’ın varlığı ile dopdolu olmuştur. Bundan dolayı bu fark hâline ikinci fark hâli de denir. Seyr-i billâh sâlikin hayatının Allah Teâlâ’nın hayatında fânî olması ve kendi beşeriyetini görmemesi ve yokluğa dalması ve mutlak varlık demek olan Hakk’ı yine Hakk’la birlemesidir. Bu durumda sâlik sanki hiç var olmamış gibi olur. Böylece Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanır. Kendi varlığını yok ettiği için de Hakk’ı birlediğinde aslında Hakk kendi kendini birlemiş olur. Seyrde yapılan hareketin dâiresel bir hareket olduğu kabul edilir. Çünkü eğer seyr hareketi düz bir hat izleyecek olsa insan kaynağından ayrıldıktan sonra kat ettiği her mesafe onu kaynaktan daha da uzaklaştıracaktı. Aksine seyr sırasında insanın kaynağa olan uzaklığı kısalmakta en sonunda kaynağa ulaşmaktadır. Bununla beraber kaynağa ulaşan kişinin yolculuğu tekrar başlar. Bir farkla ki, yeniden yola başlayan kişi artık geçmişte geçtiği yolları bilerek seyretmektedir. 3. Gönlün Yedi İklimi: Nefsin Mertebeleri Gir gönüle, taşra kalma, yedi iklîmden haber al Hakka’l-yakîn sana farzdır, Rahmân’dan haberin var mı? Tasavvuf tarihi boyunca nefsin sülûku ve mîrâcının nasıl gerçekleşeceği konusu sûfîlerin en fazla dikkatini çeken alan olmuştur desek abartmış olmayız. Zîrâ tasavvuf tarihini incelediğimizde bu konuyu işleyen pek çok eserin kaleme alınmış olunduğunu görürüz. Nefs konusunda müstakil kitap kaleme alan ilk yazar Sülemî’dir. Uyûbu’nNefs ve Müdâvâtuhâ ismini taşıyan bu eserde Sülemî, nefste görülen 158 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz hastalıklara ve bunların tedavilerine yer verir. Sülemî, âriflerin sülûkuna dâir de Sülûku’l-Ârifîn isimli kısa bir risâle kaleme almış ve bu risâlede âriflerin sülûk sırasında geçtikleri merhâleleri açıklamıştır. Kuşeyrî, Serrâc, Hücvîrî, Ebû Tālib el-Mekkî, Ruzbihân Baklî gibi isimler ise nefs konusunda müstakil eser yazmamış olmakla beraber bu konuya eserlerinde yer veren müellifler arasındadır. el-Hâris el-Muhâsibî gibi kimi sûfîler ise neredeyse bütün yazdıklarını bu konuya hasretmişlerdir. el-Muhâsibî tasavvuf tarihi içerisinde nefs hakkındaki fikirlerini kapsamlı ve teorik bir zemin içerisinde ifâde eden sûfîlerdendir. Yazdığı eserlerde insanın tabîatı ve onu kurtuluşa götüren yollar üzerinde durmuştur. Ayrıca kendini kontrol etme ve hesaba çekme görüşü ile tasavvufun ahlâk anlayışının kurucuları arasında yerini almıştır. Hakîm et-Tirmizî de nefs konusunda yazan önemli sûfîler arasında yer alır. el-Muhâsibî gibi onun da bütün eserlerinde nefs meselesine dikkat çektiğini görmekteyiz. Tirmizî’nin nefs hakkındaki görüşlerinin oluşmasında el-Muhâsibî’nin payı büyüktür. Tirmizî’nin eserlerinde göze çarpan kimi görüşler ile el-Muhâsibî’nin görüşleri arasında paralellikler bulunmaktadır. Tirmizî’nin dikkat çeken önemli bir yanı ise ilk defa nefsin mertebelerinden söz eden sûfîlerden oluşudur. Tirmizî’nin bu tasnifi sonraki dönemlerdeki gibi sistemli olmayıp sâdece Kur’ân’dan aldığı kavramlara dayanan dörtlü bir tasniftir. Bununla birlikte Tirmizî nefs mertebeleri tasnifi 1. Emmâre 2. Mülheme 3. Levvâme 4. Mutmainne şeklindedir. Bu da çoğunlukla yapılan 1. Emmâre 2. Levvâme 3. Mülheme 4. Mutmainne şeklindeki sıralamadan farklıdır. Tirmizî ayrıca bu nefs mertebelerini Kur’ân’da bahsi geçen dört kavramla ilişkilendirir. Buna göre Nefs-i Emmâre sadrla, Nefs-i Mülheme kalble, Nefs-i Levvâme fuâd ile ve Nefs-i Mutmainne ise lübb ile ilişkilidir. Tirmizî bütün bu nefs mertebelerini birer kuşa benzeterek onların özellikleri ve yuvaları hakkında bilgiler verir. Tirmizî yalnızca nefs hakkında bilgi vermekle kalmamış ayrıca seyr u sülûk hakkında da müstakil eserler kaleme almıştır. Sonraki dönemlerde ele alındığı gibi belirgin olmasa da Tirmizî’nin sülûk anlayışında da ilâhî bir âlem ve var oluş öncesi bir vatan fikrinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ona göre insan bu âlemde var olmazdan önce elest vatanında bulunmaktaydı. İnsan bu vatandan ayrılıp dün- Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 159 ya hayatına gelmiştir ve burada yaptığı amellere göre âhiret yurdundaki gideceği yeri belirleyecektir. Nefs hakkında kapsamlı bilgiler veren ve onun mertebelerini anlatan bir diğer önemli yazar da İmam Gazâlî’dir. Gazâlî nefs anlayışını konu edinen müstakil eserler kaleme aldığı gibi ayrıca bu konuyu parça parça diğer tasavvufî eserlerinde işlemiştir. Yazdıklarından hareketle onun nefs anlayışının en azından bir bölümünün İbn Sînâ’cı bir anlayışa dayandığını söylemek sanırız yanlış olmaz. Özellikle Meâricu’l-Kuds isimli eserinde nefsi ele alış biçiminde bu anlayış hakimdir. Bu eserde Gazâlî nefsin tanımını, güçlerini, nefsteki fazîletlerin ve rezîletlerin kaynağını inceleyerek sülûkun felsefî teorisini kurmaya çalışır. Bu çaba daha sonra özellikle İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî gibi isimlerin görüşleriyle kemâle erdirilecek ve oradan da Osmanlı dönemi müelliflerine aktarılacaktır. Ayrıca İmam Gazâlî nefsi mertebelere göre ele alan sûfîlerdendir. Gazâlî nefsi 1. Emmâre 2. Levvâme 3. Mutmainne şeklinde üçlü bir şekilde tasnif etmiştir. Avârif müellifi Sühreverdî de nefs konusunda Gazâlî’yi izleyenlerdendir. Sühreverdî de selefleri gibi nefsi insandaki kötü huyların kaynağı olarak görür. Nefsin kötülüklerinin kaynağı konusunda ise Gazâlî’nin görüşünü benimser. Buna göre nefsin şehvet ve gazap güçleri insandaki kötülüklerin kaynağıdır. Sühreverdî’ye göre nefsin Emmâre, Tâibe, Levvâme ve Mutmainne mertebeleri vardır ve bunlar nefsin kemâldeki muhtelif derecelerini temsil ederler. Kübrevîliğin pîri Necmeddin Kübrâ’da nefs mertebeleri hakkında bilgi veren müellifler arasında yer alır. Fevâihu’l-Cemâl isimli eserinde nefsi Emmâre, Levvâme ve Mutmainne olmak üzere üç ana mertebede inceleyen Necmeddin Kübrâ diğer sûfî müelliflerden farklı olarak ilk defa bu nefs mertebelerinde ortaya çıkan hâller ve vâkıalara değinir. Nefs mertebelerinin yedili tasnifi ilk olarak atvâr-ı seb’a anlayışının ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. Atvâr-ı seb’a anlayışı ilk olarak Eroğlu Nûrî’nin de bağlı bulunduğu silsiledeki isimlerden biri ve Zâhidiyye tarîkatının pîri olan İbrahim Zâhid Geylânî tarafından tesis edilen bir sülûk sistemidir. Bu anlayış insanın yedi tavrı oldu- 160 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ğunu kabul eder. Nefsin mertebeleri de bu tavırlarla ilişkilendirilip yedi mertebe şeklinde tasnif edilmiştir. Daha önceki sûfî yazarlar tarafından kendisinden söz edilmeyen bu durum aslında yukarda zikrettiğimiz üçlü ve dörtlü tasnifin açılımından başka bir şey değildir. Buna göre nefsin Mutmainne mertebesi aslında üç mertebeyi içeren bir mertebedir ve bu mertebelere basamaklık eder. Bu mertebeler Râziye, Merzıyye ve Kâmile (Sâfiye) mertebeleridir. Atvâr-ı seb’a anlayışı İbrahim Zâhid Geylânî’den sonra onun silsilesini takip eden sûfîler ve diğer bazı tarîkatlar tarafından seyr u sülûk usûlü olarak kabul edilmiş ve geliştirilmiştir. 4. Hakk’ı Bulmak, Kâmil Mürşide Varmak Sevenden bilinir sevmek Hudâ’yı Sevilmez böyle erkân olmayınca Mürşid, bazı tasavvuf ıstılahlarında Allah’ı kula, kulu da Allah’a sevdiren kişi diye târif edilir. Bu târifte Allah ile kul arasında göze çarpan ilişki sevgi temelli bir ilişkidir. İnsanın Allah’ı sevmesi için öncelikle tanıması gerekir. Çünkü insan kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığı şeyi sevemez. Allah ise bilinmeyi sevmektedir. Bu bilinme sevgisi bizi Hakk’ın âlemi var etmesinin gayesine götürür. Bu gaye sûfîlerin sık sık atıfta bulundukları “Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi istedim/sevdim ve bilinmek için mahlûkātı yarattım” kudsî hadisinde ifâdesini bulan Hakk’ın bilinme arzusudur. Zîrâ Hakk, zâtında gizlenmiş olan kemâl vasıflarının ve isimlerinin ortaya çıkmasını istemektedir. Bu nedenle bu kemâlini yansıtacak bir eser ortaya koyar ki bu âlemdir. Bununla beraber insan dışında âlemdeki bütün varlıklar sâdece birer ilâhî ismin mazharıdırlar. Dolayısıyla âlemdeki bütün şeylerin Hakk hakkındaki bilgisi sâdece kendi zâtının iktizâ ettiği şeyle sınırlıdır. Âlemdeki diğer bütün mümkün varlıklar gibi insan da bir illet-i gâiyyeye mâtuf olarak var edilmiştir. Âlemde dağınık halde bulunan bütün ilâhî isimlerin tek bir varlıkta toplanması insanın var oluşunun ontolojik gayesini teşkil eder. Bu nedenle insan bütün ilâhî isimleri kendisinde toplayan bir hakîkatin maddî âlemdeki mazharıdır. Bu hakîkat insanın ilâhî ilimdeki sûretinden başka bir şey değildir. Aslında âlemdeki her şeyin ilâhî ilimde ezelî bir sûreti vardır. İnsan bu Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 161 cem edici olan hakîkatten dolayı âlemdeki her şeyin hakîkatini içerir. Bu durum insanı âlemde ayrıcalıklı bir konuma yükseltir ki bu konum insanın Allah’ın halîfesi olması durumudur. Peki insan neden Allah’ın halîfesi olmuştur? Bunun cevabı insanın bütün hakîkatleri cem etmesinde gizlidir. İnsanın âlemdeki bütün hakîkatleri cem etmesinin nedeni Allah’ın onu kendi sûretinde yaratmasıdır. Yani insan diğer varlıkların hiçbirinin sahip olmadığı bir vasfa sahiptir: ilâhî sûret üzere olmak. Bu da onun hilâfetinin sırrıdır. İnsan halîfe olması dolayısıyla yeryüzünde Hakk’ın vekilidir. Bu vekâlet Hakk’ın hükümlerini icra etme anlamı taşısa bile bu vekâlette asıl önemli olan nokta insanın Allah’ın tanınması konusunda vekil ve halîfe olmasıdır. Bu durum da insanı epistemolojik olarak bir ilke durumuna getirir. Hakk ile âlem arasındaki aracılık özelliğini de bundan kazanır. Bu aracılık âlemin Hakk’ı tanıması ve Hakk’ın da âlemle irtibat kurmasını temin eder. İnsanın hem ontolojik hem de epistemolojik bir ilke hâline gelmesine neden olan bu aracılık durumu ne ile insanda tahakkuk eder? Bu sorunun cevabı insanın Hakk’a kurbiyyeti ile ilgilidir. Şöyle ki, insan farz ve nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaştığında Allah’la olan münasebetinde bir takım özel durumlar ortaya çıkar. Söz gelimi kul nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaştığında Allah onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı v.b. organları konumuna gelir. Böylece kul Allah ile görür, Allah ile duyar, Allah ile yürür. Farzları yerine getirerek kazanılan yakınlıkta ise durum tersine döner. Bu yakınlıkta Allah kul ile görür, kul ile duyar, kul ile yürür. İlkinde kul bâtın Hakk zâhir iken ikinci durumda Hakk bâtın kul zâhirdir. Kulun Hakk’a vâsıta olması âlemin insan sayesinde Hakk’ı tanıması demektir. Bu durumda insan Allah ile âlem arasında bilgiyi tesis eden nisbet hükmündedir. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Hakk âlemi bilinmek için yaratmıştır. Şu kadarı var ki, bilgi bilinen ile bilen arasındaki bir münasebetten kaynaklanır. Hakk’ın mutlaklığı bakımından âlem ile arasında bir bağıntı yoktur. Bu ise bilinme isteği/sevgisi ile tenakuz arz etmektedir. Bu bakımdan Hakk, bu sevgisinden kendisi ile âlem arasında nisbet olacak ve bilgiyi tesis edecek bir varlık meydana getirmiştir. Bu varlık Hakk’ın zâtının mazharı ve ilk mevcuttur. Bu nedenle Hakk’ın zâtî bilinme sevgisi tecellîsi doğrudan kendisine ulaşır. Diğer 162 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz bütün varlık mertebelerinin hakîkatlerini kapsadığı için de âlem ondan yaratılmıştır. Bu varlık, zâtın mazharı olması nedeniyle zâta delâlet eder. Âlem bu yüzden onun vasıf ve fiilleri aracılığıyla Hakk hakkında bilgi sahibi olur. Bu anlamda Hakk’ın en büyük delilidir. Bu ilk varlık, insanın hakîkatidir. İnsan türünün her ferdi bu hakîkatin potansiyel taşıyıcısıdır. Bununla beraber bu hakîkatin bilfiil zuhûru Hz. Muhammed’de gerçekleşir. Hz. Muhammed ise bir peygamberdir. Bu anlamda bu hakîkat bir peygamberin hakîkati demektir. Peygamberlik kullara doğru yolu gösterme makāmıdır. Âlem Hz. Muhammed’in kendilerine mürşid olması nedeniyle Hakk’ı tanır ve Ona yönelir. Zîrâ Hz. Peygamber cennetteki vesîle mertebesinin sahibidir. Bu nedenle âlem hem varlığını hem de bilgisini Ondan almak durumundadır. Ayrıca Hz. Peygamberin insanları irşâdı şerîat getirmek şeklinde de gerçekleşir. Şerîatın yani dînin iki yönü vardır. Birinci yön tanrı hakkında doğru inanç; ikinci yön ise tanrının istekleri doğrultusunda yapılan ameller. Peygamberler insanlara tanrı hakkında doğru inancın ne olduğunu tebliğ etmek ve tanrıya ulaşmak için yapılması gerekenleri göstermekle yükümlüdürler. İnsanlar peygamberin bu tebliğine uyarak (ittibâ) peygambere katılırlar. Böylece kendileri de yukarda bahsettiğimiz yakınlık türlerinden ikisiyle tahakkuk ederek benzerleri için epistemolojik bir ilke hâline gelirler. Bu da onları âlemin kendisinden hareketle Hakk’a ulaştığı ve Hakk’ın da kendisi vâsıtasıyla âleme imdâd ettiği kişi konumuna getirir. 5. Dokuz Katlı Kalp Hastalıklarının Doktoru: Mürşidin Sülûktaki Rolü Dokuz kat kalb emrâzının şifâsın isteyen gelsin Eroğlu tıb kitâbıdır, Lokmân’dan haberin var mı? Eroğlu hazretleri insan nefsindeki belli başlı dokuz türlü hastalık olduğunu ve bu hastalıkların ancak seyr u sülûk ile ortadan kalkabileceğini ifâde etmektedir. Buna göre her insanda dokuz nûrânî, dokuz da zulmânî hastalık vardır. Mürşid denetimindeki Sâlik bu hastalıkları Atvâr-ı Seb’a düzenine göre belirlenmiş olan ilâhî isimleri belli miktarlarda zikrederek zulmanî hastalıkları giderince bahsi geçen dokuz nûrânî perde de yok olur ve insan aslına ulaşır ve Hakk’a mah- Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 163 rem olur. Eroğlu hazretlerine göre bu dokuz nûrânî perde, ebrâr ile mukarrebîni birbirinden ayıran farktır. Bu perdeler yukarda da değinildiği üzere insanın rubûbiyyet âleminden maddî âleme doğru olan inişinde kazanılmıştır. Eroğlu hazretlerine göre Nûrânî perdeler ve hastalıklar, Hakk’ın dîdârını görmek konusunda büyük günâhlardan daha büyük perdelerdir. Zulmânî perdeler olan Nefsî perdelerden sonra nûrânî hicaplar da ortadan kalkmadan insan aslına ulaşamaz. Söz konusu dokuz zulmanî perde ve hastalıklar şunlardır: Birinci hastalık sülûk etmekten utanmak; İkinci hastalık, insanların rubûbiyyet âleminden maddî dünyaya gelirken varlıklarının dokuz nûra dönüşmüş olması yüzünden Hakk Teâlâ’dan ayrı düşmeleridir. Üçüncü hastalık, dünyâ ıstırâbıdır. Bu ıstırap Nefsin emrinde olmak ve bu nedenle Allah ile sâlik arasında yetmiş bin hicap, doksan bin perdenin ortaya çıkmasıdır. Dördüncü hastalık, anâsır hükmünün zindanında olmak yani insanın maddî bünyesini oluşturan dört unsurun ve bunların asılları olan dört tabiatın etkisinde kalmak nedeniyle rûhânî aslından perdelenmektir. Beşinci hastalık, insanın dünyâda bulunan şeylere gönlünü kaptırmasıdır. Altıncı hastalık, insanın söz ve hareketleriyle zulmânî günah ve nûrânî hicap kazanmasıdır. Yedinci hastalık, -ister doğru, ister yanlış olsun- insanların kalblerini sülûktan utanacak şeylerle ünsiyet kurdurmalarıdır. Sekizinci hastalık, insanların kalblerini iş ve kazanca, yâhut da çocuklarının teşvişine mûnis kılmalarıdır. Dokuzuncu hastalıkları, kalblerini irfânla donatmayıp câhil bırakmalarıdır. Kalpte yer alan bu hastalıklar tedavi edilmeksizin insanın gerçek anlamda âleme, kendine ve Allah’a dâir bilgisi tam olmayacaktır. Peki insanın kalbindeki bu hastalıklar nasıl ve kim tarafından tedavi edilebilir? İşte bu noktada karşımıza tabiplik ile tasavvuf yolunun şeyhleri arasındaki benzerlik çıkar. Eski tıp ilmine göre insanda bedensel ve psikolojik hastalıkların ortaya çıkmasının nedeni insandaki denge yani itidalin yitirilmesidir. Bu kavram aynı zamanda mürşidin yani şeyhin sülûktaki rolünü anlamamız konusunda da bize ışık tutacak kavramların başında gelir. Zîrâ sûfîlerin sülûk hakkındaki görüşleri incelendiğinde sülûkun itidal kavramı ile sıkı bir ilişki içinde olduğu görülür. İtidâl kavramı özellikle eski tıp ilmi çer- 164 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz çevesinde geliştirilmiş bir kavramdır. Buna göre insan sağlığı bedendeki dört hıltın yani kan, balgam, safra ve sevdânın itidâl üzere yani dengede olmasına bağlıdır. Bu itidâl bu dört hıltan biri lehine değiştiğinde beden sağlığı bozulur. Hekimin görevi bedenin sağlığını düzeltmek için mizacı itidâle çekmektir. Bunun yolu ise bedene egemen olan şeyin zıddı ile tedavi uygulamak ve bu nedenle bir takım perhizlere başvurmaktır. Seyr u sülûk sırasında yapılan riyâzatların amacı da sâlikin mizacını dengeye çekmektir. Zîrâ sûfîler de müridlerde görülen mânevî ve ahlâkî kusurları mizâçtaki itidâlin bozulmasıyla ilişkilendirmişlerdir. Mürşid ise bozulan mizacı düzelten bir hekim olarak kabul edilir. Nitekim İbnü’l-Arabî, mürşidi ruhânî hekim olarak tanımlar. Buna göre mürşid, ledünnî ilim ve mânevî tıp bilgisi sayesinde sâliklerin nefslerinde görülen hastalıkları tedavi eder. Çünkü mürşid, mürîdin hâtırı ve kalbi kendisine düşen bir şüphe nedeniyle hasta olduğu ve mürîd bu şüphelerin sağlamını ve çürüğünü bilmediğinde, mürîdin muhtaç olduğu şeylerin tamamını şahsında toplayan kişidir. Mürşidin mürîde yaptığı bu rehberlik mürîdin terbiyesi, sülûku ve keşfi şeyhlik ehliyetinde son bulana değin sürer. Mizâcın itidâli iki şekilde ortaya çıkar. Birinci tür itidal doğuştan gelen itidaldir. Diğer tür itidal ise riyâzat sonucu elde edilen itidaldir. Birinci itidale sahip olanlar insanlar arasında çok azdır. Ancak insan çalışarak mizacını itidale çekebilir ve böylece sülûk için hazır hâle gelebilir. Ancak dikkat etmemiz gereken önemli bir husus sûfîlerde karşımıza çıkan mizacın itidali kavramının aynı zamanda mistik filozoflarca da benimsenmesidir. Bununla berber sûfîler onların itidale ermek için yaptıkları riyâzat ve mücâhedenin geçerliliğini tartışırlar. Buna göre riyâzatın geçerli olması bir peygambere tâbî olmakla gerçekleşir. Bu da şerîatın getirdiği hükümlerin nefs terbiyesi konusundaki asgarî çizgiyi belirlemesi açısından önem arz etmektedir ki bu konuya aşağıda değinilecektir. Sûfîlere göre mürîdlerde görülen hastalıklar imkân âleminin tâbî olduğu hükümlerden ve mürîdin bedeninde egemen olan tabiattan kaynaklanır. Yani insan rûhu maddî âleme indiği ve bedenle irtibat Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 165 kurduğunda, maddî âlemde geçerli olan hükümlerin etkisi altında kalır. Nitekim Niyâzî-i Mısrî de bu durumu dört unsurun esiri olmak şeklinde yorumlar ve “Gökte uçarken yere indirdiler / Çâr-anâsır bendlerine urdular / Nûr iken adın Niyâzî koydular / Şol ezelki îtibârın kandedir?” mısraları ile bu duruma işaret eder. Bu hükümler insanın hakîkatinin dış dünyada zorunlu olarak tâbî olduğu hükümlerdir. Ayrıca kendi bedeninde egemen olan tabîat da onun iç âlemindeki durumuna hâkimdir. Yani insan rûhu dört unsur ve dört tabîatın insan bedenindeki karşılığı olan dört ahlâtın (karışım; kan, balgam, safra ve sevdâ) etkisiyle oluşan mizacın tesiri altında kalır. Söz gelimi kan karışımının etkin olduğu tabîat sanguin tip adı verilen kişilik tipini ortaya çıkarır. Bu mizaçtaki insanlar kolay öfkeye kapılan ve yıkıcı bir tabîata sahip olan kişilerdir. Veya sevdâ adı verilen karışımın etkin olduğu insanlar melankolik yapıda olurlar. İşte bütün bu durumlar nefsteki temyiz, gazap ve şehvet güçlerinin itidâlden sapıp nicelik bakımından ifrat (artma) ve tefrit (azalma); nitelik bakımından ise redâet (sapma, fıtrata muhâlif olma)’e düşmesine sebep olan durumlardır. Kâmil mürşid, mürîdlerde etkin olan maddî âlemin ve tabîatların hükümlerini dengeye çekerek rûhu, tabîatın esaretinden özgür kılar. İtidâlden sapmanın anlamı insanın mârifetü’n-nefs ve mârifetullâhı elde edememesidir. Zîrâ mizacın itidalden sapması, insanda çirkin nitelikler ve kötü huyları meydana getirir. Bu çirkin nitelikler ve kötü huylar insanın hakîkati ile bu hakîkatin kaynağı arasında engel teşkil ederler. Dolayısıyla sâlik mânevî âlemle olan irtibâtını yitirir. Bunlar öncelikle sâlikin nefsinde ortaya çıkar, oradan mânevî âleme ait idrâk melekleri durumundaki rûha ve sırra sirâyet ederler. Bu hastalıklar kimi insanda sülûktan yüz çevirmeye neden olurken kimileri de hastalık yüzünden sülûkta geç uyanır. Bazı insanlar bu hastalıklardan dolayı sülûkun kimi mertebelerinde ve hâllerinde takılıp kalırlar. Kimileri de bu hastalıkların kendilerindeki etki şiddetinin azlığı nedeniyle çabucak mertebe ve makamları geçerler. Mürşidlerin, sülûk etmek isteyenlerde bulunan bu gibi hastalıkları basîret güçleriyle müşâhede etmeleri gerekir. Hastalıklar herkeste değişik biçimlerde ve şiddetlerde ortaya çıktığı için mürşidin herkesi aynı şekilde tedavi etmeye kalkması doğru bulunmamıştır. Dolayısıy- 166 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz la mürşid ilâhî zât mertebesine yaklaşmaya niyetlenen her bir sâlikin yok etmek zorunda olduğu perde ve engellerin birbirinden farklı olduğunu bilmelidir. Böylelikle her sâlikin durumuna göre, bu gibi hastalıkları ve onların zıtlarını temizleyecek sözleri, zikirleri, kalbî ve bedenî amelleri tâyin edecek temyize kavuşur. Mürşidin sâlik hakkındaki bilgisi iki kaynağa dayanır. Birincisi müşâhede yöntemi ile elde edilmiş olan varlık mertebeleri ve ilâhî isimler hakkındaki metafizik bilgidir. Diğer bilgi ise mürşidin daha önce kendisi sülûk ederken bu yollardan geçmiş olması nedeniyle bildiği tecrübî bilgidir. Ayrıca mürşidde şerîat, tıp ve siyaset bilgisinin bulunması zorunludur. Ancak bu takdirde sâliklere gerçekten yol gösterebilir. Mürşid mârifetullâhtan kaynaklanan şeyhlik nasibi ile yani müşâhede yöntemi ile elde ettiği bilgi vasıtasıyla insanlardaki davranışların kaynaklarını tanır. Allah şeyhlere sâliklerde bulunan mânevî hastalıkları tedavi etmekte gerekecek olan bilgileri vermiştir. Bu bilgiler üç ilim kapsamında değerlendirilir. Bu üç ilim şerîat, tarîkat ve hakîkat ilimleridir. Mürşid bu ilimler vâsıtasıyla mürîdin kalbine doğan nefsânî, şeytânî, melekî ve rabbânî duygu ve düşünceleri, bunların gönderilmekte olduğu kökü, kalbe gelen düşüncelerin iyilerini, kötülerini ve iyi düşünce sûretinde ortaya çıkan kötü düşüncenin temas ettiği noktaları, nefesleri ve bakışları ve onların Allah’ın râzı olduğu hayırdan ve Allah’ın râzı olmadığı şerden ne içerdiğini, hastalıkları ve tedavilerini, zamanları, yaşı, mekânları, gıdaları ve mizâcı düzelten ve bozan şeyleri, hakîkî ve hayâlî keşfin arasındaki farkı tanır. İlâhî tecellîyi, mürîdin çocukluktan gençliğe ve yetişkinliğe geçişindeki terbiyesini bilir. Mürîdin görünen hareketlerini, onda bulunan ve hakîkatin kaynağına sağlıklı bir şekilde ulaşmaktan onu alıkoyan hastalık ve kusurları, bu hastalık ve kusurların ilaçlarını, mürîdin bu ilaçları kullandığında kaldırabileceği zamanları, mizaçları, mürîdin sülûkuna engel olan ana-baba, çocuklar, eş-dost ve iktidar gibi beden dışındaki mânîleri ve bağları ve bunların idaresini ve bu bağlar elinde bağlı olan mürîdi onlardan çekip kurtarmayı, mürîdin tabîatında ve aklında şeyhin egemenliğinin ne zaman sonlandırılması gerektiğini, mürîdin gönlüne gelen düşüncelerin ne zaman tasdik edileceğini, nefs ve şeytan için olan hükümleri ve şeytanın ne zamana kadar mürîd üzerinde güç sahibi olacağını, şeytanın, insanın gönlüne Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan • 167 düşürdüğü telkinlerden onu koruyan perdeleri, mürîdin nefsinde gizli olup kendisinin bile farkında olmadığı şeyleri bilir ve mürîdin bâtınına mânevî bir açılım geldiğinde o açılımın rûhânî mi yoksa ilâhî mi olduğunu birbirinden ayırır. Tarîkat ehlinden ıslâh olacakları ve olmayacakları kokusundan bilir. Bu teşhisin ardından mürşidler, mürîdlerin hastalıklarını zikir, amel, riyâzet, mücâhede, terbiye, nefse muhâlefet, zühd, benlikten soyutlanma, halvet, irâde ve seçim yapma özgürlüğünü terk etme v.b. ilaçlarla tedavi ederler. Bunlar, insanın Rabbine ulaşmasını engelleyen perdeleri ortadan kaldırırlar. Şeyhler bu ilaçları, bu ilaçlar için gereken söz, fiil, hareket ve tutumlarla gerektiği gibi belirlerler. Sûfîler sâlikin nefsinde ortaya çıkan hastalık iyileşinceye kadar, o hastalığın zıddı olan ilaçla tedavi uygulanması gerektiğini dile getirirler. Açıktır ki onların bu görüşü Galen tıbbı çerçevesinde gelişmiş olan İslâm tıbbının hastalık ve tedavi teorisinden etkilenmiştir. Nitekim bu tıbbın hastalık ve tedavi teorisine göre beden sağlığına uygun yiyecek ve içeceklerle beslenmek sağlığı artırır. Eğer beden sağlıklı değilse yani mizacında bozukluk varsa ve bazı keyfiyetler kendisine egemense, bu durum bedenin sıhhatine ve dengesine engel olur. Bundan dolayı kişi sağlıklıyken yediği besinler hasta iken ona zarar verir. Bu durumda bedene egemen olan niteliğin zıddı ve onun özelliğini gideren ilaçların kullanılması gerekir. Çünkü hastalığa yol açan şey her ne ise, bu şey bedende dengede olan ahlâttan (kan, balgam, safra ve sevda) birinin dengesini diğerleri aleyhine artırmış ve bu ahlâtın artması ve keyfiyetin dengeden sapması netîcesinde beden hasta olmuştur. İşte tabip hastanın bedenindeki dengeyi tekrar kurmak için çeşitli ilaçlar terkip eder. Bu ilaçlar, keyfiyetler itidale kavuşup, karışımlar denkleşinceye kadar kullanılmalıdır. Bunun sonucunda, bedenin sağlığını korumak için gereken gıda ve içecekler alınabilir. Sûfîler mizacı dengede tutmak için şerîat hükümlerine bağlı kalmayı tedavi ve sağlığı koruma amacıyla tabip tarafından öngörülen diyete uygun hareket etmekle ilişkilendirirler. Çünkü şerîat hükümleri itidâlin korunması için emredilmiştir. Kişi normal durumda bu hükümleri yerine getirerek mizacını dengede tutmayı sağlayabilir. Ancak kötülüğü emreden nefsin hükümlerinin kişide egemen olması, 168 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz bundan dolayı kalbin karanlık perdelerle çevrilmesi durumu kalb için bedene yerleşen hastalıklar gibidir. Bunların giderilmesi için şerîatın belirlediği söz, fiil, hareket, tutumlar gibi ilaçlar yeterli gelmeyebilir. Bunun yerine, mânevî tabip yani şeyh tarafından belirlenen ve bu hastalık ve perdeleri giderecek olan söz, fiil, hareket ve tutumlara ihtiyaç vardır. Bunlar, kalbde ve nefste ortaya çıkan bu hastalıkların ortadan kalkmasını sağlarlar. Bu tedaviden sonra sâlikin denge ve birlik özelliğindeki kalb demek olan mânevî mizacı sağlığına kavuşur ve kalbin hakîkatinin zuhûr eder. Ancak bu noktadan sonra kalb sağlığını korumada şerîatın belirlemiş olduğu şeylerle yetinilebilir. Fakat kişi bu perdeler ve hastalıklardan kurtulmadan önce sâdece şerîatın belirlediği amelleri yerine getirmekle yetinirse bu onun hedefine ulaşmasını geciktirir hattâ engeller. Bu gibi amelleri yerine getiren ve tarîkat erbâbı olmayan kimselerin çoğunda gözlenen amellerini beğenme ve riyâ gibi hususlar bunun örneği sayılabilir. Tasavvufta kâmil mürşidlik mertebesi olan şeyhlik makāmı tarîkattaki en üst mertebedir. Bu mertebe sûfîler tarafından peygambere vekâlet makāmı kabul edildiğinden şeyhler Allah’a davet konusunda Hz. Peygamberin gerçek vârisleri kabul edilirler. Bu yüzden onlara itaat etmek Hz. Peygambere ve Allah’a itaat etmek gibidir. Nitekim İbnü’l-Arabî, Futûhat isimli eserinde şeyhlere hürmet konusunu işlediği 181. bâbda şeyhlere hürmet göstermenin Allah’a hürmet göstermekle eşit olduğu ve onların nebevî ilimde Hz. Peygamber’in vârisleri olduklarını belirtir. Bu verâset hiç kopukluğa uğramayan bir silsile ile Hz. Peygamber’e ulaşmalıdır. Çünkü mürîdin mizacını itidâle sokacak gerçek unsur bu silsile vâsıtasıyla Hz. Peygamber’den anane yoluyla aktarılarak mürşidden mürîde geçen ve feyz, bereket ve nefes diye de adlandırılan mânevî etkidir. İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Ümmî Sinân ocağı, Manisa’yı ilim ve irfan şehrine dönüştüren Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin uyandırdığı aşk çerağı Abdülvâhib-i Ümmî’nin nefesiyle Elmalı’da hayat bulmuş bir irfan ocağıdır. Bu ocak Vâhib-i Ümmî’den Eroğlu Nûri’ye, ondan Ümmî Sinân’a gelinceye değin Elmalı’yı aydınlatmıştır. Ümmî Sinân ile de Uşak’a, Afyon’a, Kütahya’ya, Bursa’ya, İstanbul’a, Edirne’ye, Rodos’a ve nihâyet Limni’ye kadar uzanan geniş bir tesir alanına ve mânevî coğrafyaya sahip olmuştur. Bilahare başta Niyâzî-i Mısrî olmak üzere, bu ocakta gönül kandilleri uyanan kâmillerin hizmeti ve himmetiyle bu ocağın daha geniş coğrafyalarda nice doğuşlara vesîle olmuştur. Yıllardır bizi burada misâfir ettiğine ve çeşitli mahfillerde bu yoldan gelenlerin eserleri hâlâ okunduğuna göre, bu kültür ve irfan ocağının hâlâ hizmete devam ettiğini, teveccüh edenleri hâlâ nuruyla aydınlattığını görüyoruz. Bu ocağın, belki zâhirde temsilcileri yokmuş gibi görünmekle birlikte, hâlâ tesirini sürdürmesi ve Elmalı’yı ilim ve irfan şehri olarak muhafaza etmesi dikkate şayandır. Bu durum, her halde Yûnus’un “âşıklar ölmez” deyişini anlamamızı kolaylaştırıyor. Kâmil ruh, hizmetini ve himmetini sürdürüyor ve kendisine teveccüh edenleri himaye ediyor. Neden? İlim soru sormaktır; ama cevaplar farklıdır… Şimdi bu “neden” sorusu etrafında kuru birkaç cümleyi burada zikretmenin bir anlamı yok. Fakat şu var ki, böylesine hâlâ hizmet eden ocakları ziyaretimde, orada sırlanmış büyük ruhları ziyaretimde şu düşünce doğar içime: Evet, bu büyük ruh her şeyden önce kendini buldu, insanlığını bildi ve ona göre bir ömür sürdü de onun için bu denli hizmet ifa Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Edebiyatı A.D., Bursa. 170 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ediyor. İsterseniz siz buna, hoş seda bırakmak deyin. Ama mesele nedir? Mesele, öncelikle insanın kendisini bulması ve bilmesidir. Ümmî Sinan, bir nefesinde şöyle sesleniyor: Kendi nefsinin illetin bilmeyen insân değildir Hem rûhının hakîkatin bulmayan insan değildir Bilmek, nefsin illetini teşhis ve tedavi etmektir. Nefsin illeti, onun sahip olduğu hastalıklardır; onu tespit edecek ve tedavi yollarına başvuracaksın… Eğer bunu yaparsan insanlık mertebesine çıkarsın. Bulmak ise, biraz daha farklı bir anlama sahip: İnsanın içindeki cevheri keşfetmesi… 1. İnsanı Bulmak Burada insanın kendini bulması meselesi üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Fakat öncelikle insan nedir? Bütün dinler, felsefeler ve irfan ocakları bu soruya cevap aramıştır. Bendeniz bu cevapları teker teker irdeleyecek ve sözü uzatacak değilim; ama Ümmî Sinân’ın yukarıda matla’ını okuduğum nefesi bu meyanda çok önemli cevaplar ihtiva eder. Kendini bulma gayretinde olanlar, o nefese bakacaklardır. Ancak şunu söylemek isterim: İnsan, âlemin özü, varlığın gözbebeğidir. Mevlâna insanı akıl ve şehvetten ibaret varlık olarak nitelendirir. Akıl, ondaki melekçe tarafa, şehvet ise hayvânî tarafa tekābül eder. İnsanın yarısı melek, diğer yarısı yılan ve balıktır. Bu bakımdan insan, iç âleminde zıtları barındıran bir varlıktır. Dolayısıyla o, eşref-i mahlûk olmanın yanında esfel-i sâfilîn derekesine de duçar olabilir. Zâten insan kelimesinin etimolojik anlamında da bu iki uç bulunmaz mı? İnsan, bir yanıyla ünsiyet eden, kâşif; merhamet ve sevgiyle yol alan varlıktır… Öteki yönüyle de unutan, cehâlete saplanıp kalan, fikr-i sâbit. İnsanın yeryüzü serüveni, ünsiyet peyda eden kâşif yönüyle unutkan ve câhil yönü arasında cereyan edecek olan bir savaşı beraberinde getirmektedir. İçimizde cereyan eden bu savaşı en iyi anlatan kitap, hiç şüphesiz Yûnus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’sidir. Orada aklın öncülüğünde savaşa katılan cömertlik, doğru sözlülük ve hilm gibi iyi huyların, nefis yâhut şehvetin komutasındaki kibir, İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli • 171 hased ve öfke gibi kötü huylarla olan savaşı anlatılır. Eğer, aklın öncülüğündeki kuvvetler savaşı kazanırsa, insanın melek yönü ortaya çıkar ve o eşref-i mahlûk olarak hizmet ifa eder. Aksi takdirde şehvet galebe ederse, o düşer de düşer… Esfel, bu düşüşü işaret eder; sefillerin en sefili... Evet, içimizde böyle büyük bir savaş var ve çoğumuz bu savaşın farkında değiliz. Oysa Hz. Peygamber bu savaşı cihâd-ı ekber olarak nitelendirmiştir. İnsanın iki yönü var: Sûreti ve bâtını. Sûreti, onun bedeni, maddî yanı, görüntüsü ve hayatın içinde yapıp ettikleri… Kazandıkları, kaybettikleri. Bilimsel keşifleri, araştırmaları, yazıp çizmeleri, ürettikleri; velhasıl dünyaya sunduğu maddî kazanımlar. Bâtını ise, onun iç âlemi, rûhu, canı, aklı, vicdanı, hissi vs… Sözü, sohbeti, yapıp ettiklerine, hayat verdiklerine üflediği nefha. Fikirleri, düşünceleri, hayalleri ve rüyâları. Bu onun mânevî tarafı. Şunu anlıyoruz; insan maddî ve mânevî tarafıyla tamamlanan bir varlıktır. Bazıları, “esas olan mânevî taraftır, sûret de ne ki!” diyebilirler. Sûreti kabuktan ibaret olarak görebilirler. Oysa kabuk öyle hafife alınacak bir şey değildir; zira o, özü saklar. Mevlâna’dan mülhem söyleyelim; kabuksuz meyve yetişmez. Toprağa ekilen çekirdek kabukludur; o kabukla birlikte göverir ve fidana dönüşür… Sûret, sîreti muhafaza eder. Burada mesele ne? Mesele şu: Sûreti, sîretle tezyin etmek… Sûret, her ne kadar sîreti yani mânâyı korusa da asıl mâyesini o koruduğu özden alır. Bu bakımdan insanın içâlemini, bâtının mamur etmesi önemlidir. Bunun için içerde cereyan eden savaşın, cihâd-ı ekberin sâlimen tamamlanmasına gayret sarfetmek gerekir. Cihâd-ı ekberle insan içindeki nadide cevhere ulaşacaktır. Şehvetin tesiriyle nefis kumandasındaki kötü huy askerleri, insanın içindeki cevheri perdelemekte, onun keşfedilmesini engellemektedir. Oysa insan kâşiftir… Keşf, merakla ve hayretle başlar. Ancak ne kadar merakın olursa olsun, ne kadar hayret makāmında olursan ol; eğer sana o içinde saklanan cevheri yâhut Ümmî Sinân’ın ifâdesiyle söyleyecek olursak, “rûhunun hakîkatini” bulmanı sağlayacak ehil bir rehberin yok ise… Eğer yol almış, tecrübe kazanmış bir delilin yok ise; işte o zaman işin pek zordur. Zira savaş taktiklerle kazanılır. Sana taktik verecek, yol gösterecek bir kurmaya ihtiyacın olacak. Bu yüzden, yol delilsiz aşılmaz derler. 172 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz İnsanı bulmak derken, bir farkındalığa işaret etmiş oluyoruz. Nedir o? İnsanın kendisini bilmesi… İçindeki cevherin farkına varması. Nitekim,”kendini bilen Rabbini bilir.” Aslında mürşidin yaptığı nedir? Elbette, bir örneklik, rol modelliğiyle tâlibi bir edep dâiresi içerisinde yetiştirmek, onu uyandırmaktır. Fakat aslında o, tâlipte olmayan bir şeyi ona nakşetmiyor; şunu yapıyor: Tâlibi kendi şehrinde gezintiye çıkarıyor… Eroğlu Nûrî’nin: Gel ey gâfil nazar kıl bu vücûdun şehrine Gör ki nice boyandı bu dünyanın zehrine matla’ıyla başlayan nefesi, vücûd şehrinin kale kapısından içeri girip bir gezinti yapmamızı sağlar. Evet, içimizde bir şehir var, insan şehri; o şehrin sokaklarında gezintiye çıkmak, seyahat etmek. Hayret ve haşyeti artıran, öğrenmeyi teşvik eden de bu seyahattir. Diğer bir ifâdeyle delil, insana ayna tutuyor… Mevlâna Hz. Yûsuf’a atfen bu konuyu tahkiye yoluyla izah eder. Uzaktan bir arkadaşı Hz. Yûsuf’u ziyarete gelmiştir. Hz. Yûsuf, onu buyur eder, hoş beşten sonra, “bana ne hediye getirdin?” diye sorar. “Arkadaşının verdiği cevap ve seçtiği hediye bilgecedir: “Sende olmayan ne var ki, onu sana getireyim? Hem senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak sana bir ayna getirdim, onunla cemâlini seyreder, tefekkür edersin diye…” Mürşid, işte bu bilge arkadaştır. Tâlib ise, Hz. Yûsuf’tur; o güzeliği içinde barındırmaktadır, fakat o güzelliği seyretmesi için bir aynaya ihtiyacı vardır. Ayna ise, gayret ve himmetle arınan kalptir. İnsanın kendini bulması, o aynaya bakmasıyla mümkün olacak. 2. Kemâle Yolculuk Ayna, kalptir, gönüldür. Fakat başlangıçta, o içerdeki aynanın arınma sürecinde ayna, delil yâhut kelimenin tam anlamıyla kâmil mürşiddir. Her insanın içinde ayna var; gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Lâkin her insan içinde bir ayna taşıdığının farkında değildir. Bunun farkında olan ise, onu nasıl işlevsel hâle getireceğini bihakkın bilemez. Bu ancak, bir başka aynaya bakarak öğreniliyor. Bu bakımdan kemâle yolculuk, öncelikle gözün farkına varmak ve bakmayı bilmekten geçiyor. İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli • 173 Mevlevîlikte, yola girmek, manen uyanmak ve kemâle ermek niyetiyle matbahtan içeri giren derviş -ki ona nevniyaz yâhut nevzad diyoruz- evvelâ üç gün saka postu’nda oturtulur. Burada onun tekbir görevi vardır; orada oturup etrafı temâşâ etmek… Bakmak. O temâşâ ederken, onu da gözetleyenler vardır. Bu gözlem sonucu dervişlik kabiliyeti varsa, matbahta diğer görevlere buyur edilir. Aksi takdirde ayakkabısı ters çevrilir, kendisine yol verilir. Bakmak, temaşa etmek, müşâhede ve murâkabe gibi iki temel bilgi kaynağının kapısını aralamak anlamına gelir. Hani Mevlâna’mız: “İnsan gözdür, gözden ibarettir” diyor ya, insan aslında bir bakıma bakarak kendini buluyor, yâhut kendini bulma yollarını keşfediyor. Sonra zamanla, müşâhede ve murâkabeyle bütünüyle göz oluyor; dinlerken kulağı, söylerken ve tadarken dili, dokunurken elleri… Velhasıl bütün bir beden göz olur. İnsanı göze çeviren, mürşidin sözü, sohbeti ve nazarıdır. O, bunlarla mayalanır. Bu mayalanma ne ile olur? Aşkla… Rahmetle, muhabbetle ve meveddetle! Evet, maya aşk ile atılır. Aşk, varoluş iksiridir. Bu iksirle varlık âlemine doğan insan, içindeki cevheri aşkla keşfedecek. Söz dönüp dolaşıp aşka geliyor. Aşk nedir? Bunu târif mümkün mü? Hal târif edilmez, ancak tasvir edilir. Nitekim Mevlâna’nın ifâdesiyle, “şerh-i aşk hususunda akıl çamura saplanıp kalmıştır.” Bu yüzden sanatkârlar, söz mülkünün sultânı şâirler ve hükema âşıkın hallerinden yola çıkarak aşkı tasvir etmişlerdir. İşte size bir tasvir: Harun er-Reşid, dönemin bilge şâirlerinden Esmai’ye aşkın hakîkatini sormuş. Esmai, halîfeye şöyle cevap vermiş: “Aşk öyle bir şeydir ki, insanın kalbini sevgilinin güzellikleri baştan sona doldurur. Âşık, sevgilinin bırak bir benzerini, dengini bile göremez. Sevgiliden soğan kokusu gelse, ona misk u anber kokusundan a’lâ gelir.” Bu tasvirden yola çıkarak aşkı tanımlamak mümkündür. Ancak o tanım, eskilerin dedikleri gibi, hadd-i tâm yani tam bir tanım olmayacak. Fakat konumuzla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kemâle yolculukta, insan önce önündeki örneğe âşık olur; Onun sözüyle, sohbetiyle, işaretiyle, örnekliğiyle ve bütün güzellikleriyle dolup taşar… Bu 174 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ilk basamaktır. Eroğlu Nûri’nin şu kıtasıyla devam eden nutku tam da bu hâli dile getirir; buyurur ki hazret: Bir dilbere gönül verdim Cümle dilber anda mât Çok şükür gördüm dîdârın Hamdü lillâh kalmadı yâd Bu dilber delildir, rehberdir. Onu diğer rehberlerden üstün tutacaksın ki, yol alasın. Dîdârı görmek bu anlamdadır; biliş olmak, hemebân, hem-hâl olmak. Keza Ümmî Sinân’ın ifâdesiyle, Geçek mürîd gerçek erin bir katresin bahre sayar Nâkıs olan nefse uyar sükkerini zehre sayar Kendü bilişinde kalan ilm-i ledün bilmeyiser Mürşidine eğri bakan lutfını hem kahra sayar Gerçek er, delildir, rehberdir, mürşiddir. Tâlib, mürşidin küçük bir cümleciğiyle yol alır… Kendini bulur. Bunun adı, fenâ fi’ş-şeyhtir. Böylece şahsiyet intikali olur… Fakat oradan bir öte basamak daha var. O, aklın ve ilmin kaynağı gerçek örneklik makāmıdır. Nedir bu? Muahmedî hakîkat. Muhammedî ahlâk ve bilgiyle lebaleb dolup taşma süreci. Bu süreci, fenâ fi’r-Resûl olarak niteliyorlar. Onun maverasında bir hakîkat durağı daha var: el-Vedûd esmasının tecellîsiyle, “Allah’ın boyasıyla boyanma” hâli. Bu hal, tam tevhid hâlidir: “Allah bes, bâki heves…” Bunu literatürde fenâ fi’llâh kavramıyla izah ediyorlar. Her şeyde ve her halde, mutlak fâilin, hallâk-ı mutlakın ve hüsn-i mutlakın farkına varmak… Her şey O’nun; “yol O’nun, varlık O’nun.” O güzellikle dolup taşmak. Ve varlıkta nâkısa görmemek. Bu hal, rızâ hâlidir… Râzı olmak. Sâdi-i Şirâzî der ki: Kusur arayan göz rızâyı görmez Rızâ gözü kördür kusur görmez Şu halde tasavvuf, insanı Allah’a götüren yoldur. Onun düzenini anlamamızı sağlayan bir disiplin. Bu yolda insan önce kendine geliyor, kendini buluyor. İnsanın kendini bulması, rızâya ermesidir. Burası, zannın tükendiği, hakîkatin konuşulduğu yerdir. O bakımdan kemâle yolculuk, insana bildiklerini konuşturma sürecidir. Kur’ân’ın ifâdesiyle yolda, “De ki: Rabbim ilmimi artır…” (Taha, 114) diye her an İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli • 175 Hakk’a sığınmak ve hakîkate ilişkin bilginin artmasını talep etmek lâzımdır. 3. Ümmî Sinan Ocağında Devrân Halkası Her dem Hak’la olma hâli, dem, ân-ı dâimî ve salât-i dâimî gibi kavramlarla anlatılır. Ancak bu hâle ermek nasıl mümkün olacaktır? Baştaki aşk tanımına dönerek soruyu şöyle soralım: Her an sevgilinin güzellikleriyle dopdolu olmak nasıl mümkündür? Evvelemirde bunun en önemli yolunu, “Rabbim ilmimi artır!” telkîniyle bizzat Rabbimiz öğretiyor: Duâ etmek… Niyaz hâlinde olmak. Zâten salât-ı dâimî de budur; her an duâ hâlinde olmak. Burada Ümmî Sinân’ın bir münacatı var ki, orada “musâhib eyledim sana ki sanma olasın ağyâr” diye Hakka iltica eder; onu hatırlatmak isterim. Hazret der ki: “Tutuşup nâr-ı aşkınla bu dil yanmak diler…” Münâcât, zâten fısıltıyla Hakk’a niyazdır. Bu niyaz hâli, insanı insan ediyor. Şöyle sesleniyor: Sinân Ümmî sana senden yakîn olmak diler yâ Rab Benim hükmeyleyen şimdi vücûdında olup Settâr Evet, niyaz hâlinde olmak! Her dem dostla sohbet etmek. Ümmî Sinân ocağında pişen tâlibler arasında en çok temayüz eden, her halde Niyâzî-i Mısrî’dir. Bursa’da Orhan Gazi Medresesi’nde misâfirken gördüğü bir rüyânın peşine düşüp, gönül ibriğini kalaylatmak maksadıyla yola çıkan ve Elmalı’ya gelerek, Ümmî Sinân’a bende olan Mısrî’nin şu nutku bizi başka bir âleme götürür: Ey karındaş bir sözüm var tut samâh Zikre meşgûl ol sakın olma ırâh Sanki Mısrî, dostuna yâhut kardeşi Ahmed Efendi’ye mektup sadedinde bu nutku söylemiş, sonra da kaleme alıp yollamıştır. Bir başka yerde de şunu söyler: Zikrile tevhîde ererse gönül Ma’rifetle bula sadrın inşirâh Demek istiyor ki, gönül, mârifetle dolsun istersen, irfan mektebinden feyiz-yâb olmak dilersen, zikre devam et! Bu emre istinaden, şimdi Ümmî Sinân ocağında bir devranı zikirdeyiz farzedelim. Beden 176 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz gözünü sırlayıp, can gözünü açalım ve Ümmî Sinân’ın huzurunda kurulan halkayı temaşa edelim. Bir yanda Mısrî, öte yanda Kütahyalı Müftî Derviş ve beride Afyonlu Askerî ve diğer yârân meydanda cem olmuşlar… Dâire kurulmuş, Hû esmâsıyla gönül aynası temizlenmektedir. Ehl-i dil, Eroğlu’nun ilâhîsini terennüm etmektedir: Hû zikri ihtiyar komaz elimde Aşk döndürür cânım nice dönmesin? Sekrân bulur şevkden aklım bilim de Aşk döndürür cânım nice dönmesin? Dönmek… Devr etmek. Döne döne yücelmek, içerde daha içerdeki cevheri keşfetmek. Halkanın ortasında adeta ay gibi parlayan Ümmî Sinân, hemen oracıkta şu nutku irad buyurur: Bir Allâh’ı zikredenin gümânı hep ‘ayân olur Nimetine şükredenin müşkülleri beyân olur … Top eyleyüp cân u başı her kim ki meydana gele Zulm eylemez Allah ana hidâyeti burhân olur … Yoktur Sinân Ümmî gibi gerçi bu yolda bir gedâ Niyeti hâlis olmağın yardımcısı ol hân olur Netîce itibariyle şunu söylemek istiyoruz: Bu ocakta insanın kendisini bulması ve kemâle yolculuğu, her şeyden önce niyetinin hâlis olmasıyla, nefsin illetlerini tanıma gayreti ve bu meyanda içerde cereyan eden savaşın farkına varmakla mümkün oluyor. İçerdeki savaşı kazanmak için aşkla sabretmek, rehberin verdiği taktikleri hayata geçirmek, ilmin ve aklın kaynağı olan Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmak ve her dâim şükür ve zikir hâlinde olmak gerekir. Bunun içinde evvelemirde insanın insana ermesi icabeder… İnsan insana ererek ocak kurulur, gelenek inşâ edilir. Ümmî Sinân ocağı, bendenizin güneyin incisi olarak nitelendirdiğim Toroslar’ın bağrındaki bu huzur şehrinde, Elmalı’da, asırlardır huzur ve sükûnetin kaynağı olmuştur; dün olduğu gibi, bugün de arayış içinde olanları aydınlatıyor ve hakîkatle buluşturmaya devam ediyor. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî–İrfânî Eğitimi Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI Bulmak ister isen hayât-ı câvidân Ölmeden ölmeye sa’y et, öl, diril! 1. İnsan Bu Dünyaya Hakk’ı Anlamaya Gelmiştir Hazret-i Pîr, (M. 1658) senesinde kardeşi Ahmed Efendi’ye bir mektup yazar. Bu mektup, Ahmed Efendi’nin şahsında, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, elinde varlığının hakîkatiyle ilgili bir alâmeti olmayan, efsâne bilgileri hakîkat bilgisi zanneden biz kendini bilmezlere yazılmış gibidir. Hiç şüphesiz ki insan bu dünyaya Hakk’ı bilmeye, Hakk’ı anlamaya gelmiştir! Hazret-i Pîr bir yerde “Hakk’ı anla, etmeden bundan ubûr” der. Fakat Hakk’ı anlamak o kadar kolay değildir. Zira, Cenâb-ı Hak böyle erkân eylemiştir. Hazret-i Pîr bunu “Hakk’ı anlamak değil âsân ola / Adetâ Hak böyle erkân eylemiş” şeklinde dile getirir. Hakk’ı anlamanın tek yolu vardır. Seyr ü sülûk çıkarmak! Sülûk insanın kendinden kendine, aslına mirâç etmesidir. Esasen mânevî eğitimden maksat da budur. Hazret-i Pîr yaratılışla ilgili bu hakîkati kardeşine yazdığı söz konusu mektubunda şöyle dile getirir: “Gözüm nûru kardeşim Ahmed Efendi, Binlerce özlemle selâmlar ve hayır duâlardan sonra bildirmek ve anlatmak istediğim şey şudur: Benim cânım, ne hâl ve ne âlemdesin? Gazi Üni. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi A.D., Ankara. 178 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Yani demek isterim ki, insan dünyâda var oldukça dert ve elemden kurtulamaz. Sen, o dert ve elemde, cezâ ve korku da mısın; yoksa sabr-ı cemîlde misin? Yâhûd dert içinde dermânı gece karanlığında gün bulanlar gibi sen de günü buldun mu? Hasta gönlün sağ, yediğin yürekte yağ, her dağ üstü bâğ oldu mu? Kardeşim, Nefsini bildin mi, Rabb’ini buldun mu? Bunun alâmeti vardır (Lafla olmaz!). Yetmiş iki millete bir göz ile bakabiliyor musun? Bütün yaratılmışlar hepsi bir ağızdan bağrışıp “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh.” (Nereye dönerseniz Allâh’ın vechi -zâtıoradadır. Bakara, 2/115) zâhir oldu mu? Cemâlini nice yüzden görem diyen diller Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek Kardeşim, Bu arsaya bî-nişân ve lâ-mekân illerinden kudret yularıyla yedilerek çıkageldin. Gözünü açıp kendini bir ulu hengâme içinde buldun. Buradaki çokluğa aldanıp, hakîkatin izini kaybetme. Bu dernek çabucak dağılır; yabanda kalırsın. İzini izleyerek geldiğin kapıyı bul. Yokluk yolunda bî-nişân ve lâ-mekân illerine -ki, vatan-ı aslîdirulaşagör ki, “Hubbü’l-vatan mine’l-imân (Vatan sevgisi imândandır)” dedikleri budur. Bu yolu yitirdin ise, bilene sor. Şöyle ki, eşiklerine yüzünü ko! Hizmetlerinden ayrılma ki her derdine dermân onlarda, ehlullâhta bulunur. Kâmiller bahîl (cimri) olmazlar. Tek hemen sen tâlib ve râgıb ol. Âşık-ı sâdık ol. Azıcık yokluk ile gelirsen, “Mâ lâ aynun raet”e (yani, gören hiç bir gözün olmadığı, hadisinin sırrına) mazhar olursun. Dürr-i yetîmlerini ve cevâhirlerini -ki, babası oğluna görtermeye kıyamaz- hep senin eline teslîm ederler. Tek sen sözlerimi anlamaya liyâkat kesbeyle. Cümle riyâzât, cümle müşâhedât -ki, vardır- bunları işlemek li-zâtihi (kendisi için) değildir. Belki insân-ı kâmil sözünü anlamaya liyâkat kazanmak içindir. Eğer bir kimse onların sözlerini anlaya, onun irfânı ayn-ı mücâhededir. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 179 Benim kardeşim, Münâsebetsiz birkaç söz söyledim. Daha düzgün söyleyebilecek zerâfetim yok. Kerâmet bilecek velâyetim yok. Karpuz gibi bir top düzdüm ve önüne yuvarladım. Çevgân elinde! Hemen her nereye çekersen ve her nereye çalarsan, o semte gider, muhâlefet etmez. Ammâ sen çevgânı elinden bırakıp topu kapasın ki, asıl mesele budur, ve’s-selâm.” 2. Elmalı’da Eğitilen Bir Eren: Mehmed Niyâzî-i Mısrî Hâsılı, bütün bir gülzâr bir gül için olduğu gibi, eşyâ insanlar için, insanlar da insan-ı kâmil olmak; Hakk’ı burada bilip, buradan Hakk’a dönmek için vardır. Yakın dönemlerde Uşak’ta yaşayan Halvetî erenlerinden Yakupzâde Mustafa Efendi (ö. 1973) derdi ki, “Allah Allah! Damla veriyoruz, okyanus oluyor!” Bu söz, zamanın gereği Hak idrâkinin ne kadar kolaylaştığının bir ifâdesidir. Başka bir şey değil. Tabiî ki, insanlık bu seviyeye bir günde gelmemiştir. Emânet-i ilâhiyye olan Hak sırrına ulaşabilmek için nice ehlullâh şerîat binâsında açılan gediklere başlarını koymuşlardır. Hazret-i Mısrî de zerresini güne; katresini ummâna dönüştüren bu merd-i Hudâ’dan birisidir. Kendisi yolun başında her ne kadar: “Erişmedi dosta elim Rahmân’a varmadı yolum / Çıkmadı başa menzilim âh gurbetâ vâh gurbetâ” dese de o, istidâdı gereği mânâ yolunun zirvesine ulaşanlardandır. Aşka girişen pek çok Mecnûnun Leylâ’nın zülfüne dolandığı bir âlemde, Hakk’ın celâlini cemâl kabul ederek mânâda yalpalamadan yürümesini bilen Hazret-i Mısrî, Elmalılı Ümmî Sinan gibi bir zât postunun elini öptüğü gün, katresini deryâya saldığının farkındadır. Zira öyle bir mürşide ulaşmıştır ki, eli Hakk’ın eli, dili Hakk’ın dilidir. Yani ulaştığı kişi sığ bir nehir değil, zât deryâsıdır. Biz burada bu zât deryâsında yüzen bir dalgıcı dilegetirmeye çalışacağız: Mehmed Niyâzî-i Mısrî… Dolayısıyla bu satırlarda Hazret-i Mısrî’nin tâliblik, müridlik, sâliklik ve vâsillik dönemlerinde yaşayıp geçirdiği değişimleri, kısa- 180 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz cası onun, yolun başından hilafete getirildiği döneme kadar geçirdiği mânevî evreleri (=sülûkünü) anlamaya çalışacağız. 2.1. Mısrî’nin Eğitimiyle İlgili Kaynaklar Hazret-i Mısrî’nin hayatı1 ve mânevî eğitimi hakkında birinci derecede kendi eserlerinden bilgi almaktayız. Onun başta Divân’ı ve İrfan Sofraları olmak üzere Hızır Kıssası, Eşratü’s-Sâat; Sorular ve Cevaplar ve Vahdet-i Vücûd Risâlesi, kendi mânevî eğitimiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. Diğer taraftan hakkında yazılmış olan Menâkıbnâmelerde de fevkalâde önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu menâkıbnâmeler sırasıyla şunlardır: İbrahim Râkım Efendi (ö. 1163/1749), Vâkıât-ı Pîr-i Rûşen-zamîr Hazret-i Mısrî. Mısrî’nin halîfesi Ahmed Gazzî hakkında torunlarından Gazzîzâde Abdullatîf Efendi’nin (ö. 1832) yazmış olduğu Menâkıb-ı Gazzî. Mısrî’nin Limnili Halîfesi Abdî-i Siyâhî (ö. 1851), Menâkıb-ı Niyâzî-i Mısrî. Bursa Mısrî Dergâhı şeyhlerinden Mustafa Lutfî (ö. 1903), Tuhfetü’l-Asrî fî Menâkıbi’l-Mısrî. Yazarı bilinmeyen ve tek nüshası Bursa Eski Eserler Kütüphânesinde (Yz. Nu: 854/101a-115) bulunan Menkabe-i Mısriyye. Mısrî Dergâhı’nın son şeyhi Mehmed Şemseddin (Ulusoy) Efendi (1867-1936) tarafından yazılan Gülzâr-ı Mısrî. Hüseyin Vassâf Bey (1872-1929), Sefîne-i Evliyâ, (C. V. İstanbul 2006, s. 73-143), Mısrî maddesi. 2.2. Niyâzî-i Mısrî’nin Hayatı ve Eserleri 8 Şubat 1618 Cuma gecesi Malatya’da doğan Niyâzî-i Mısrî, 16 Mart 1694’de 78 yaşında vefat etmiştir. Malatya, Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ, Bağdat, Şam ve Kahire Medreselerinde öğrenim görmüş ve 1 Bu makaledeki bilgilerin kaynakları için bk.: Mustafa Tatcı, Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ- Niyâz-î-i Mısrî, İstanbul 2010. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 181 nihâyet Elmalılı Ümmî Sinân Hazretleri’ne intisap ederek seyr ü suluk çıkarmış, vâsil-i Hak olmuştur. Dîvân-ı İlâhiyat’ı bir ledün ilmihâli olan Hazret-i Mısrî’nin kendi seyr ü sülûkü hakkında bilgiler de ihtiva eden Mevâîdü’l-İrfân, Risâle-i Devriyye, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne, Risâle-i Vahdet-i Vücûd, Risâle-i Eşrâtü’s-Sâat, Ta’bîrnâme, Risâle-i Hızriyye, Risâle-i Arşiyye, Risâle-i Nokta, Akîdetü’l-Mısrî, Etvâr-ı Seb’a, Şerh-i Esmâü’l-Hüsnâ, Mektûbât gibi eserleri vardır. 3. Malatya’dan Elmalı’ya; Zâhirden Bâtına Bir Yolculuk Niyâzî-i Mısrî, on dört yaşındayken, babası kendisinden, bağlı olduğu Nakşî tarîkına intisâp etmesini istemişse de Hazret-i Pîr o zamân Malatya’da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisâp etmiştir. Bu zât da kısa bir zaman sonra vefat edince, Mısrî hem tahsîlini devam ettirmek, hem de bir mürşid bulup biat etmek gayesiyle Malatya’dan ayrılmış; Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ ve Şam’da kalmış ve nihâyet Mısır’a gelmiştir. Bu sırada 23 yaşlarındadır. Kahire’de el-Ezher’de Kādiriyye’den bir mürşide intisâp ederek gündüzleri medresede ders, geceleri de tekkede tasavvuf eğitimi görmüştür. Burada biat ettiği mürşidinden tatmin olamayan Hazret-i Mısrî, gördüğü bir vâkıa üzerine yüzünü tekrar Anadolu’ya çevirir. Önce İstanbul’a, oradan Bursa ve Uşak’a geçer. Uşak’ta 1646 senesinde (28 yaşında) Elmalılı Ümmî Sinân Halvetî Hazretlerine intisâp eder. Kendisi Mevâidü’l-İrfân adlı eserinin on dördüncü sofrasında bu bahiste şunları yazmaktadır2: “Ben ibtidâ-yı hâlimde Malatya’da tahsîl-i ilm ediyordum. Lâkin sûfiyyenin ilmine, tarîkine muhabbetim çok idi. Onlarla düşüp kalktıkça, isteğim daha artar, günden güne aşkım çoğalırdı. Nihâyet meşâyıh-ı Halvetiyye’den birine intisâp ettim, dervîş oldum. Gerçi pederim kendi şeyhine bağlanmamı isterdi. Fakat o zâtı o kadar ehl-i kemâl göremedim. O şevkle artık seyâhate niyyet ettim. H. 1048/ M. 1638 târîhinde -ki Bağdâd’ın fetholduğu târîhtir. - çıktım. Evvelâ Diyârbekir’e gittim. Maksadım, tahsîl-i ilm ise de en ziyâde şevkim muhabbetim ilm-i tarîkat ve tasavvufu öğrenmek idi. Bir sene kadar orada bulundum. Sonra Mardin’e gittim. Bir sene de orada oturdum. Mantık ve Kelâm ilmi okudum. Bundan sonra da Mısır’a gitdim. Şeyhûniyye’de Kādiriyye şeyhlerinden bir zâta kavuştum ve kendi2 Niyâzî-i Mısrî, Mevaidü’l-İrfan-İrfan Sofraları, Ankara 1971, s. 47. 182 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz sinden bîat yeniledim. Gündüzleri Câmi-i Ezher’de ders okur ve geceleri de Şeyh Efendi’nin dergâhında imâmet eder; sülûka devamla pek çok çalışırdım. Bir gün Şeyh Efendi dedi ki: “Sen zâhir ilmi talebinden vazgeçmezsen sana tarîkat ilmi açılmaz!” Bu söz bana ağır geldi. “Bu kadar emek çektiğim ilmi nasıl terk edeyim?” diye o gece ağlaya ağlaya Cenâb-ı Hakk’a niyâz etdim, yalvardım, istihâreye yattım3. Rüyâmda bir büyük beldede büyük bir sarâyda imişim. Güyâ orada Hazret-i Gavs Abdülkādir Geylânî (k.s.) pâdişâh imiş. Etrâfında kudemâ ve vüzerâdan birçok kalabalık var imiş ve ben de mütereddid bir hâlde gazabından korkuyor ve kaçacak yer de bulamıyormuşum. Beni bu hâlde görünce: “Gel yâ sûfî!” buyurdu hemen koşarak karşılarında durdum. Hizmetçilerinden birine hitâben: “Haydi bir kese getir!” dediler. Hizmetkâr giderken: “Gel, gel yanımda vardır, ondan vereyim!” deyip cebinden bir kese çıkardı. Bana verdiler. Ben de alarak huzûrlarında açtım. İçinden sikkeli gümüş paralar çıktı ve bir de başka kese vardı onu da açtım. Bunun içinden de sikkeli altınlar çıktı. Güyâ diyorum ki: ki: “Amân Efendim! Bunların tevîli acaba nasıldır?” Onlar da buyurdular “Gümüş akçe ilm-i zâhirdir. Onu öğreneceksin. Çalış ve amel et! Altın da ilm-i tarîkattır. Nasîbin olan şeyhten ona da vâsıl olursun.” Sanki demek istediler ki: 3 Halvetiyye’de ve umumiyetle sûfiyâne anlayışta, sadece mürşid-i kâmil aramak için istihâreye cevaz verilmiş, bunun dışında dünyevî işler için bu vesîleye pek tenezzül edilmemiştir. Burada ayrıca bir noktaya daha temas edelim. Bazı araştırmalarda Hazret-i Mısrî’nin hayatına rüyâlarla istikamet verdiği yazılmaktadır. Bu görüş doğru değildir. Bir mürşid-i kâmil arayan ve hakîkat yoluna intisap etmek isteyen kişi eğer istihâre yapıp netîce aldıysa, yaşadığı mânevî hâle tâbi olup o doğrultuda hareket etse gerektir. Gelenek böyledir. Kaldı ki Hazret-i Mısrî değil, bütün peygamberan ve ehlullâh vâkıalarıyla hareket etmişler, yine vâkıalarıyla seyr ü sülûk çıkarmışlardır. Nitekim Hazret-i Mısrî’nin sâliklerin işini kolaylaştırmak için yazdığı risâlelerden birisi Ta’bîrâtü’l-Vâkıat’tır. (Bu risâlenin metni için bk.: Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tasavvufî Bir Rüyâ Tâbirnâmesi,” Türk Folklor Araştımaları, Ankara 1989, s. 85-96). Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 183 “Seni tamâmen irşâd edecek şeyh bu memlekette değildir.” Kalbim ferâh ve sürûrla dolu olarak uyandım. Şeyh olan zâta bu rüyâyı söyledim. Onlar da bunun üzerine bana hilâfet vermek istediler. Dedim ki: “Amân efendim, kalbim bu husûsta mutmaîn değildir ve durmaya mecâlim de yok. Eğer müsâade etmezseniz ihtimâl ki helâk olurum. Çünki mânevî işâret de bu yoldadır. Bunun üzerine ruhsat alarak yine seyâhate devama başladım. Mukadder olan mürşid-i kâmile vâsıl oluncaya kadar gezeceğim, ilm-i tarîkati öğreneceğim. İşte bu hâl ile bir hayli seneler gezdim, dolaştım. Ne Arabistan kaldı ne de Rumeli ve Anadolu kaldı!” Bu sofranın devamı daha sonra tekrar ele alınacaktır. 4. Güğümün Dışını Herkes Kalaylayabilir Hazret-i Pîr Mehmed Niyâzî-i Mısrî, Ümmî Sinân Hazretlerine ulaşıncaya kadar tarîkat-i aliyyeye mensup bir hayli zevâtla görüşür. Fakat hiçbiri onu tatmin edemez. Kahire’den yola çıkar, bir buçuk ay İskenderiye’de Şeyh İbrahim Efendi’nin yanında kalır. Yine seyâhatle İstanbul’a gelir. Burada Sultan Ahmed’deki Sokullu Medresesi’nde bir hücreye yerleşir. Bir müddet sonra Bursa’ya geçer. Bursa’da Sabbâğ Ali Dede’nin evinde kaldığı günlerde şöyle bir mânâ görür: “Elinde bir güğüm vardır. Bu güğümü kalaylatmak için kalaycıya gider. Kalaycı der ki: “Mısrî Efendi! Güğümün dışını herkes kalaylayabilir, bu kolaydır. Asıl hüner onun içini kalaylamaktır, öyle değil mi?” Hazret-i Mısrî: “Evet, Efendim öyledir!” deyince: “Öyleyse içini de kalaylayalım!” diyerek güğümü elinden alır. Önce bir âletle ikiye ayırır, sonra içini ve dışını güzelce kalaylayarak yine eskisi gibi birleştirip Mısrî’nin eline verir. Niyâzî uyandığında meseleyi anlamıştır. Tıpkı Yûnus gibi: “Zâhirim iyi adda, gönlüm fâsid tâatte” diyerek gönül kabını kalaylayacak olan mânevî kalaycıyı aramak üzere yeniden yollara düşer. 5. Bursa’dan Uşak’a Hazret-i Mısrî Bursa’dan yola çıkar, Uşak’a gelir. Uşak’ta devrin büyük ârif ve kâmillerinden, Elmalılı Şeyh Ümmî Sinân Hazretle- 184 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ri’nin halîfesi Şeyh Mehmed Efendi, dergâhında insanların irşâdıyla meşgûldür. Mısrî Uşak’a gelip doğrudan Halvetî tekkesine, Şeyh Mehmed Efendi’ye müracâat eder. Şeyh Efendi Mısrî’yi kabûl eder ve kendi şeyhi -Ümmî Sinân Hazretleri- Uşak’a gelinceye kadar, emâneten, yani rabıta vermeden- evrâd ve ezkârını tâlim ettirir. Hazret-i Mısrî burada, daha önceki alışkanlıkları üzere bütün zamanını halvette zikir ve ibâdetle geçirir. Bu hâl üzere yaşarken Şeyh Mehmed Efendi bir gün müjdeli haberi verir: “Mısrî Efendi! Bizim bir şeyhimiz vardır. Gerçi Ümmî şöhretiyle tanınır, fakat Hızır ile Hazret-i Mûsâ kıssasında olduğu gibi hakîkat ilminde allâmedir. Yılda bir kere Uşak’taki ihvânına ziyârete gelir. Yakında yine gelecekler, sizi onunla görüştüreyim; memnûn olursunuz.” Hazret-i Pîr buna, “Eyvallah!” diyerek Ümmî Sinân Hazretlerinin gelmesini sabırsızlıkla beklemeye başlar. 6. Gönül Kalaycısı: Ümmî Sinân Ve beklenen gün gelir. Ümmî Sinân Hazretleri Uşak’taki dergâha iner. Bu dergâh muhtemelen şimdiki Ali Ağa Câmii’nin bünyesindedir. Şeyh içeri girip daha Mehmed Efendi’yi görür görmez: “Mehmet Efendi! Senin hizmetinde Mısrî Mehmed isminde bir dervîş var imiş, onu bize getir!” der. Mehmed Efendi de: “Evet Sultânım! Huzûrunuza takdîm edilmek üzere bizde emânettir.” diye Hazret-i Mısrî’yi getirip şeyhe teslîm eder. Mısrî, daha ilk bakışta Bursa’da mânâda gördüğü kalaycının Yûsuf Ümmî Sinân hazretleri olduğunu anlar. Bu sırada Şeyh Efendi Mısrî’nin konuşmasına fırsat vermeden: “Mısrî Efendi! Esas hüner, güğümün dışını değil, içini kalaylamaktır, değil mi?” diye Mısrî’nin mânâsını açığa vurunca bütün düğümler çözülür. Gavs-ı Azam Abdülkādir-i Geylânî’nin daha Kahire’deyken zuhûr edip kendisine: “Nasîbine mukadder olan mürşidi ara, bulursun!” diye buyurdukları kâmil mürşidin Ümmî Sinân Hazretleri olduğunu anlar ve Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 185 kendisine hemen oracıkta intisâp eder. Bu sırada tarih H. 1057/M. 1647’yi göstermektedir ve Mısrî 28 yaşındadır. Kendisi, İrfan Sofraları adlı eserinin 14. faslında yazdığı rüyânın devamında bu intisabın nihâyetini şöyle anlatacaktır: “Nihâyet, şeyhim, azîzim, gözümün bebeği, kalbimin devâsı olan eş-şeyh Ümmî Sinân (k.s.) hazretlerine yetiştim. Gönlümün şifâsını derdimin devâsını onun şeref-i hizmetinde buldum. Kimyâ-yı hakîkiyyeye onun nefes-i mübârekiyle eriştim. Nasıl ki Cenâb-ı Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri rüyâ-yı mezkûrede işâret buyurmuştu, aynıyla zuhûr etti. Telâşım gitti, temkîn hâsıl ettim, elhamdü lillâh.” Ümmî Sinân Hazretleri bir müddet Uşak’ta eğlenir. Mısrî’yle birlikte kendisine yeni intisâp eden Matlaî, Şeyhî, Müftî Dervîş, Gülâboğlu Askerî mahlaslarıyla tanınan beş dervîşini yanına alarak Elmalı’ya döner4. Bu biatla birlikte Niyâzî-i Mısrî’nin kararı gitmiş, mecnûna dönmüştür. Ogünlerde “Mecnûn’um bugün Leylî derdinden / N’eylerim aklı dîvâne geldim” demesinin sebebi budur. Aşk meyini içtikçe gözyaşları mürekkep olmuş, derdini gizli gizli kâğıtlara dökmeye başlamıştır. Bir yerde şöyle der: Aşkın meyine ben kana geldim Şevkin oduna hoş yana geldim “Ben aşkın şarabına kanmaya geldim. Şevkin ateşine hoş (kendi arzumla), yanmaya geldim.” Şem’-i tevhîdi gördüm yakılmış Gitdi karârım pervâne geldim “Tevhîdin mumunu yakmışlar gördüm. Kararım gitti pervâne gibi yanıp yok olmaya geldim.” 4 Hazret-i Mısrî bu beş tarîkdaşıyla çıktıkları yolculuğu anlatırken aynı zamanda göz, kulak, dil, el ve ayak olmak üzere beş uzvuyla tevriye yaparak şöyle der: Biz beş er idik çıkdık bir demde yola girdik Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince Çavdaroğlu’nun bir şiirinde de aynı mevzûya bir atıf vardır: Cem’ olıcak bir araya beşimiz Sevdiğimiz zikr etmekdir işimiz 186 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Halka-i zikri kurmuş âşıklar Ben de sahnında cevlâna geldim “Âşıklar zikir halkasını kurmuş. Ben de ortasında dönüp dolaşmaya geldim.” Mecnûn’um bugün Leylî derdinden N’eylerim aklı dîvâne geldim “Leylâ derdinden bugün Mecnûnum. Aklı ne yapayım dîvâne geldim.” Derdi cânânın açdı yareler Bağrım üstünde dermâna geldim “Sevgilimin derdi bağrımın üstünde yaralar açtı. Dermân bulmaya geldim.” Ümmî Sinân’ın hâk-i pâyine Sürmeğe yüzüm sultâna geldim “Ümmî Sinân’ın ayağının toprağına yüzümü sürmek için sultâna geldim.” Yâremi bildim yârimden imiş Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim “Yaram sevgilidenmiş bildim. Niyâzî bu sebepten Lokmân’a geldim.” 7. Hazret-i Mısrî’nin Elmalı’daki Günleri Hazret-i Mısrî, Elmalı’da dokuz sene kalmıştır. Geçen bu zaman içinde Ümmî Sinân Hazretleri Mısrî’yi tarîkat âdâbı gereği sülûka devam ettirdikleri gibi, onu, dergâh-ı şerîfin imâmetiyle ve şeyhzâdelere ilim öğretmek gibi birtakım hizmetlere de tâyin etmiştir. Bir müddet sonra da bu gibi meşgûliyetler sülûk için gerekli olan erbaîn riyâzat ve zikr-i dâimîye engel olduğu için mürşidi tarafından Elmalı dışındaki başka bir hizmete –muhtemelen dergâhın taşradaki değirmenine- gönderilir. Mısrî burada dergâhın günlük ihtiyacı olan buğdayı her gün götürüp öğütür ve geri getirir. Bu sırada o, tamamen zikre ve riyâzata yönelmiştir. Aradan biraz zaman geçer, Mısrî kendi kendine: Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 187 “Şeyhim beni hiç kimsenin olmadığı boş bir yere gönderdi. Kendisinden ayrı düştüm, taşrada böyle başı boş hayvanlar gibi yaşıyorum. Bu hâl, feyz almama engel olacak. Hâlbuki sâlikin yegâne tesellî kaynağı mürşidinin cemâlidir. Hattâ mürşidin yanında olmak sülûkun yarısıdır. Ondan uzakta benim hâlim ne olacak?” gibi düşüncelerle şüpheye düşer. Gerçi gönlüne gelen bu vesveseyi râbıtayla, kelime-i tevhîdle ve istiğfârla gidermeye çalışır; fakat şekk-i muhabbetten bir türlü kurtulamaz. Tam bunları düşündüğü bir sırada yolda yapayalnız giderken bir ayı ortaya çıkıp Mısrî’ye hücûm eder. Ayıyı kendisinden uzaklaştırmak için ne kadar mücâdele ettiyse de başaramaz. Nihâyet mürşidinin rûhâniyetine sığınıp: “Himmet Yâ Hazret-i Pîr!” diye niyâz eder. O esnâda Ümmî Sinân Hazretleri tecellî edip Mısrî’yi hayvanın pençesinden kurtarır. Hazret-i Şeyh buyururlar ki: “Bu hayvan senin yabancın değildir, hâtırandan zuhûr etmiştir. Bu yaşadığın hâl de senin irşâd olman içindir. Korkma! Sen, “Himmet-i pîr var mı yok mu?” diye düşünüyordun, gördüğün gibi himmet varmış. İşte gönlündeki vesvesenin mânevî sûreti de böyle yabanî bir mahlûktur!” 8. İçin Dışa Zuhûrâtı Niyâzî-i Mısrî Hazretleri bir yerde der ki: Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ “Dıştan içe yansıyan hayâller (ve düşünceler), içten dışa çıkan olaylar, birinden diğerine -iç içe- sürekli yeni oluşumlara sebep olurlar.” Bilindiği üzere, tasavvuf yolunda tâlibe telkin edilen kelime-i tevhîdin gücüyle seyr ü sülûk çıkaran sâlikin mânâsında tecellî eden ilk görüntüler, nefs-i emmârenin behimî sıfatlarıdır. Hazret-i Mısrî kendi sülûkundaki tecrübelerden hareketle bu behîmî (hayvânî) sıfat- 188 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ların zuhûrunu Hazret-i Peygamber’den nakledilen eşrâtu’s-sâati yani kıyâmet alâmetlerini enfüsî olarak şöyle yorumlar5: “Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî bil ve âgâh ol ki, âlem-i âfâkda her ne var ise, âlem-i enfüsde dahi vardır. Hazret-i Sultânü’l-Kevneyn ve Resûlü’s-Sakaleyn (s.a.v.) Efendimiz âfakda eşrât-ı sâati beyân etmişlerdir. Bunun âlem-i insânda dahi bilinmesi lâzımdır. Ve bize bilinmesi lâzım olan da, kendi vücûdumuzda olanıdır. Yoksa, afakda olacağı intizârdan bir şey hâsıl olmaz. Hazret-i Resûl-i Ekrem: “Her peygamber, ümmetini Deccâl ile korkutmuşdur” meâlindeki hadîs-i şerifleri ile “Deccâl”in enfüsî olduğunu işâret etmişdir. Zirâ, peygamberler, meşhûr olan Deccâl’in kendi zamanlarında zuhûr etmeyeceğini bilirlerdi. Öyleyse, niçin ümmetlerini Deccâl ile korkutmuşlardır? Onların kizb ve cehilden muarrâ ve müberrâ olduklarına zerre ve şemme îmânı olan şübhe getirmez. Malûm olsun ki: Evvelâ “Benî Asfâr”ın zuhûrundan murâd: İnsânda olan sıfât-ı behimiyyenin zuhûr etmesidir. Zirâ insânda evvel halk olan bu sıfatlardır. “Yecüc ve Mecûc”un çıkmasından murâd: İnsanda olan sıfât-ı zemîme ve efkâr-ı fâsidenin külliyet ile zuhûr ve hücûmudur. “Deccâl”den murâd: İnsânda olan akl-ı maâşın sıfat-ı rubûbiyet ile kibr ve istilâsı ve taleb-i uluvv ile zuhûrudur. “Hazret-i İsâ’nın yere inmesinden” murâd: Akl-ı maâdın nûr-ı yakîn ile zuhûrudur. “Hazret-i İsâ’nın Deccâl’ı katletmesinden” murâd: Deccâl’in hükmünü ibtâlden ibaretdir. Nitekim, Şeyh Sadreddin-i Konevî buyurdular ki: “Deccâl, dünyânın hakîkati mazharıdur. Onun içindir ki, sağ gözi kördür. Ya’ni Hakk’ı görmez. Ve Hazret-i İsâ aleyhisselâm, hakîkat-i âhiretin mazharıdır ki, anın zuhûru vakti, fecrin tulûu zamânıdır. Çünki, akl-i maad zuhûr eder, akl-ı maâş ölür. 5 Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tasavvufî Bir Risâlesi: Eşrâtu’s-Saat,” Dolunay Dergisi, Eylül 1988, S. 32-33, ss. 22-23. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 189 “Hazret-i Mehdî’nin çıkması”ndan murâd: Akl-ı küll ve rûh-i a’zamın zuhurudur. Ol rûh, havassa nefh olunur, herkese nefh olunmaz. “Ve nefahtü min rûhî” (Secde/8) âyeti bu rûha işaretdir. Bu rûhu mürşid-i kâmil, Allah’dan halîfe olup tâlibe nefh eder. Buna, Mâye-i Muhammediyye derler. Dâbbetü’l-arzdan murâd: Nefs-i levvâme’nin zuhurudur. Bir elinde Mûsâ’nın asâsı, bir elinde Süleymân’ın mührü olup, asâ ile mü’minlerin yüzin sıvazlayıp Cennet ehli idiği zâhir olup ve mührü kâfir yüzüne değirip kâfir olduğunu meydâna çıkarır. Kâfir olduğu şudur ki, nefs-i levvâmenin bir yüzü nefs-i mülhimeye ve bir yüzü nefs-i emmâreye karşıdır. Saîd veyâ şakî olmaya istidâdı vardır. Nefs-i mülhimeye tâbi’ olursa saîd olduğu zâhir olur ve salâh-ı hâli yüzünden nişân verir. Eğer nefs-i emmâreye tâbi’ olursa şakî olduğu meydâna çıkar ve fesâd-ı hâli yüzünden nişân verir. Günün mağribden doğması: Rûhun bedenden müfarekatına işaretdir. Zirâ cisme taalluk etdiği vakit doğmuşdu. Taalluku kesildiği vakit yine mağribden doğar. Bu sözleri duymak içün kişinin tabîatı esâfilînden semâvât-ı melekûta vülûc etmesi (girmesi) gerekir. Bu vülûc içinde de iki kerre doğması gerekir. Birinci doğuş anasından, ikinci doğuş da kendi kendisindendir. Nitekim Hazret-i İsâ (A.s.) “Men lem yûledu merreteyni len yelice melekûtü’s-semâvâti ve’larz.” Yani, iki kerre doğmayan cevâhir-i eşyâyı anlayamaz; nefsini ve Hakk’ı dahi tanıyamaz. Bu eşrât-ı enfüsî’yi ancak ehl-i sülûk olanlar anlar ve bilir. Avâmı nâs, bundan bî-haberdirler. “Ülâike ke’l-en’âm bel hüm adal” (Onlar hayvan gibidirler. Hattâ daha da sapıktırlar. A’raf/179) Onların şânındadır. Rumûz-ı enbiyâ ve evliyâyı anlamak İnsân-ı kâmil işidir. Onların sözünü duyan dünyâ ve âhiretde onların yoldaşıdır. Duymayan nâşey’dir ve’s-selâm.” 9. Sıla Özlemi Yâhut Destûrsuz Seyahat Hazret-i Mısrî, sülûku sırasında ibretlik daha birçok olaylar yaşamıştır. Bunlardan birisi de Malatya’ya (eski adıyla Aspozi’ye), anababa ocağına duyduğu özlemdir. 190 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Hazret-i Mısrî senelerden beri memleketini ve âile çevresini görememenin verdiği özlemle Malatya’ya gitmek ister. Kaldı ki, sılâ-i rahîm ziyâreti de meşrûdur. Bu meşrû hakkını kullanmak için mürşidinden izin almak gerekmez sanıp baba ocağına doğru yola çıkar. Bir zaman sonra gönlünde bir darlık ve sıkıntı meydana gelir. Öyle ki, öğrendiği zâhirî ve bâtınî bütün bilgiler gönlünden silinir. O zaman anlar ki, bu sıkıntının sebebi pîr huzûrundan destûrsuz ayrılmaktır. Gönlüne hemen şeyhine danışıp ondan izin almak fikri gelir. Elmalı’ya derhâl geri döner. Dönüşünde –tıpkı üstâdı Yûnus Emre gibimürşidinin eşiğine yüz sürüp özür diler. Ümmî Sinân Hazretleri buyururlar ki: “Mısrî Dervîş! Bostan sâhibi meyvenin olup olmadığını bilir. Biz seni sılânın sevâbından mahrûm etmek istemedik. Fakat bilinirden bilinmez çoktur. Onun da vakti gelince hâsıl olur.” 10. Hızırla Yolculuk Zordur, Sabır Gerektir! Yine Hazret-i Pîr, Kur’ân’daki Hazret-i Hızır ile Mûsâ’nın yolculuğunu kendi sülûk tecrübeleriyle birleştirerek yorumlar. Tasavvufta en önemli kural, teslîmiyettir. Zâkir olunabilir, şâkir de olunabilir fakat sıddîkiyet ve teslîmiyet-i tâmme sahibi olmak zordur. Teslîmiyet, nâmerdin değil, merd-i Hudâ’nın kârıdır. Sülûk bir nev’i makām-ı Mûsâ’dan makām-ı Muhammed’e, (=sıfattan zâta) yolculuktur. Biz buna şerîatten hakîkate yolculuk da diyebiliriz. Her sâlik bu mânâda yolun başında biraz Hazret-i Mûsâ gibi “Hızr-ı Mânâ”yı, yani mürşidini anlayamaz, onun söz ve davranışlarına en azından gönülde itirazları vardır. Bu hâli Hazret-i Pîr de yaşamış olduğu için, bilahare Hak sâliklerinin anlamasını sağlamak ve işini kolaylaştırmak gayesiyle bir makâlesinde Kehf sûresindeki Hızır-Mûsâ kıssasını yorumlamıştır6. Bu yorum –anlaşılacağı üzerebiraz da kendi seyr ü sülûkudur7: 6 Nitekim Hazret-i Pîr İlâhiyât’ının bir yerinde şöyle buyurmaktadır: Sâlikin mürşidine hizmeti şâhâne gerek Eşiğine koya başın diye şâhâ ne gerek “Mürîdin mürşidine hizmetinin hükümdarlara yakışacak şekilde olması gerekir. Ey şâh eşiğine baş koymak için ne gerekir?” Geçe dünyâ ile ukbâyı dahi etmeye âr Bu yolun mihnetine ol katı merdâne gerek Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 191 Allah Teâlâ Kehf sûresinde şöyle buyurmuştur: “Mûsâ, genç arkadaşına, “Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yâhut yıllarca yürümeye kararlıyım” dedi.” (Kehf/60). İki deniz, nübüvvet ahlâkı olan şerîat ilmiyle Mevlâ’nın hakîkat ilmidir. Hızır’ın, Mecmau’l-Bahreyn (iki denizin birleştiği yer)de olması, onun her iki ilme sahip bulunmasına; Allah Teâlâ’nın Mûsâ aleyhisselâmı Hızır’a göndermesi, insan kemâlinin ancak ledünni ilimle tamam olacağına; birinci ilim her ne kadar ülu’l-azm nebilerde, ikinci ilim rütbe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına, ledünni ilim sahibine Allah Teâlâ’ya ibadet edecek kadar şerîat öğrenmesinin kâfi olduğuna işarettir. Bunun içindir ki Hz. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz amel edeceğini söyleyen insana “Âdem tefakkuh etti: anladı” buyurmuşlardır. Zilzal Sûresi’ni görünce adam öğrenimi terk etmişti. Avârif’te ve diğer eserlerde de böyle yazılıdır. “Dünyâyı ve âhireti geçmeli, âr (benlik) etmemelidir. Bu yolun zahmetine katlanmak için yiğitlik gerekir.” Nâ-murâd olmağa tâlib ola kim menzil ala Dahi halk içre adı âkil u dîvâne gerek “Muratsız olmaya talip olmalı ki menzil almalı. Adının da halk içinde akıllı ve deli olması gerekir.” Dahi Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol Eski dîvârı yıkıp hem katl-i oğlâne gerek “Hattâ o, Mûsâ gibi Hızır’a gemisini deldirmeli, dahası bu yolda eski duvarı yıkıp oğlanı da katletmelidir.” Gemi sağ olsa anı gasb eder emmâre-i nefs Yeni dîvâra begüm bak eski vîrâne gerek “Gemi sağlam olsa onu kötülüğe sürükleyen nefis gaspeder. Beyim yeni duvara bak, eskisinin yıkık olması gerekir.” Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsık olurdu Bu bâğın bülbülü aşk oduna pervâne gerek “Eğer oğlanı öldürmeseydi, sonu fasık olurdu. Bu bağın bülbülünün aşk ateşine pervane olması gerekir.” Bu yola kim ki Niyâzî gire kurbân ede cân Iyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek “Niyâzî kim ki bu yola girerse canını kurban etmelidir. Bu kurban, ona sevgiliye kavuşturmaya vesîle olacak olan büyük bayramdır.” 7 Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan, s. 146. 192 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Hızır aleyhi’s-selâmın Mûsâ aleyhi’s-selâma: “Sen benimle sabredemezsin. Haberin olmayan bir şeye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf/67-68) demesi, ilk çarpışmada hakîkat ilminin şerîat ilmine mukavemet edeceğine işarettir. Velev bu şerîat ilminin sahibi zamanında insanların en bilgini olsa da. Hattâ Mûsâ aleyhisselâm dahi olsa. Mûsâ aleyhisselâmın ilk itirâzı, ilmi icabı, dînî gayretinden ileri gelmişti. Sonra özür dilemesi, ledünni ilmi kabûle istidatlı olduğunu gösterir. Ey kardeşim, ilminle hakîkat erbâbına karşı geliyorsan, itiraf edip özür dilemede de Mûsâ aleyhisselâm gibi ol. Münkir ve muannid olma ki onların ilimleri bereketinden mahrum kalmayasın. Sefineyi delmek, halka, şerîatle amel etmede dâima noksan yaptıklarını düşünmeye işarettir. Tâ ki kendini beğenme meliki gemiyi zaptetmesin. Bil ki: âlim, her şeyden önce ilminde amelinde ve ahlâkında halkın sevgi ve itaatini kazanmalıdır. Sonra şerîat ve hakîkat denizlerini (ilimlerini) kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alameti, o âlimin başına toplanmış bulunan halkı usûlüyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin zaptından kurtulmak için emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşâdı o âlimin arzusuna muvafık olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle kimsenin zararı, faydasından çoktur. Çünkü eğer o şekilde irşâd mümkün olsaydı, Hızır, Mûsâ aleyhisselâmı irşad ederdi. Öyle bir gemi lâzım ki Hızır’la Mûsâ aleyhisselâm o gemide bulunsun ve Hızır o gemiyi yaralasın. Yara olmayan gemide Hızır’ın bulunması umulmaz. Hızır’ın çocuğu öldürmesi, çok şekillerde görünen cüz’î ruh makāmından görüntülerin birleştiği küllî rûha yükseltmesine işarettir. Beyt: “Her güzelin güzelliği, (O’nun) cemâlindendir; Her güzelin güzelliği O’ndan âriyetdir. Hattâ her güzel O’dur.” Hızır’ın, duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsâ aleyhi’s-selâmın tabiî vücûdunu yok edip Hakk’ın varlığı ile bâki kılmasıdır. Gemiyi delmekle Fiiller Tevhîdine ulaştı; çocuğu öldürmek ile Sıfatlar Tevhîdine vasıl oldu; duvarı yapmakla da Zât Tevhîdine kavuştu. Bu sûretle Mûsâ aleyhisselâmın irşadı tamam oldu. Bu konuda çok şeyler söylemişlerdir ama gerçek böyledir. Bil ki: Hızır iki denizin birleştiği yer (Mecma’u’l-bahreyn)’de olduğundan onu bulan da Mecma’u’l-bahreyn’de buldu. Mûsâ aley- Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 193 hi’s-selâmın Mecma’u’l-bahreyn olduğuna delil, kadının ona zina iftirasında bulunması olayıdır. Eğer Mûsâ, mûcizelerle suçsuzluğunu isbat etmeseydi, hakîkatte suçsuz olduğu halde o utanç, kıyamete kadar üzerinde kalırdı. Yine Hz. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in, Zeyd’in boşadığı karısını alması üzerine çok şeyler söylediler. Hz. Aişe radiyallâhü anhaya de iftira ettiler. Cenab-ı Hak çeşitli âyetlerle bunları temize çıkardı ve savundu. İki denizi kendisinde toplayan her peygamber ve velî de böyledir. Elbette onun gemisi delinmiş, çocuğu öldürülmüş, duvarı yıkılıp yapılmış olmalıdır. Artık anla. Allah Teâlâ, onlardan kiminin beraatini vahiy ile kiminin mu’cizelerle, kiminin kerâmetlerle göstermiş, kimini de suçsuz olduğu halde halleri üzerinde (zanlı) bırakmıştır. Hepsi de suçsuzlukta eşittir. Şâyân-i hayrettir ki Cenabı Hakk’ın, Hızır’ın Mûsâ aleyhi’sselâma söylediği sözü nakleden: “Sana sabredemediğin şeylerin te’vilini söyliyeceğim” (Kehf/78) âyeti de tıpkı iki denizin birleştiği yer gibi Kur’ân-ı Kerîm’in tam ortasında bulunmuş ve iki yarısını birleştirmiştir. Hele Nazm-ı Şerîf’in güzel tertibine ve bu Kıssa’nın, iki ayrı denizinin birleştiği yerde bulunmasına bak. Ey halkın rızâsını kazanmış mürşid, eğer sen, bir cihetten onların sevgilisi, bir cihetten de onların nefret ettiği isen, bil ki sen, Mecma’u’l-bahreyn’sin. Vaktin Hızır’ını arayan, seni Hızır bulur. Yani ne kendisinden tamamen nefret edilen âlim, ne de kendisinden tamamen râzı olunmuş âlim irşada layık değildir. Zira birincisi mülhid, imandan hariç; ikincisi câhil ve mürâîdir. Câmi olan (her iki ilmi birleştiren) de, her iki tarafın hükmü zuhura gelmelidir. Yani (iki tarafta da) Allah Teâlâ’nın emri ve iradesi demek istiyorum. Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri Hud aleyhi’s-selâmdan naklen: “Hiçbir canlı yoktur ki O, onun alnından yakalamış olmasın” demiştir. Artık anla. Çünkü bu, kılın kırkta birinden daha incedir. Ben Mısır’da Nil ile Denizin birleştiği yerde bu söylediğime uygun bir şeye şahid oldum. O da şu idi: Nil, denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da daha çok içine almıştı. Deniz de Nil’in tatlılığından kapmış ve yarım mil kadar, ya da biraz daha fazla içine çekmişti. Şimdi ikisi- 194 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz nin mecmaı (birleştiği yer) sanki Nil idi, deniz değildi ve sanki denizdi, Nil değildi. “Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiriyle buluşmak üzere salıvermiştir. Ama aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar” (Rahman/1920). Hakîkatine ne tamamen aykırı, ne de tamamen uygun idi. Ey sâlik, mürşid yanında, denizin yanındaki Nil gibi ol. Deniz kenarında bulunan sahil taşları gibi olma. Ki sertliğinden dolayı uzun zaman beraber kaldığı halde denizin letafetinden ve rikkatinden bir şey alamaz. Nehirlerin tatlılığı ve denizlerin tuzluluğu yaşayanlara (ehillerine) göredir. Yani deniz, içinde bulunan hayvanlar için tuzludur. Nehir de karada yaşayanlar için tatlıdır. Ama birleşimde her ikisi de tatlıdır. Bil ki: Bu iki ilmin misali ve birbirine lüzûmu Âdem ile Havva gibidir. Çünkü eğer bunlar birbirine muhâlif kalsalardı çocukları olmaz, dünya insanlarla dolmazdı. Yine biri diğerinde tamamen cem’olup yok olsaydı Âdem’in kalbinde Allah Teâlâ’nın: “De ki: Rabbin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı, Rabbin kelimeleri tükenmeden o(nlar) tükenirdi. Bunun bir mislini daha getirseydik, yine (Rabbin kelimeleri) bitmezdi” âyetiyle ifâde edilen Allah Teâlâ’nın kelimelerine ait bilgiler hâsıl olmazdı. Ama bunların cem’i, irşad için ve bilhassa peygamberler için çok mühim olduğundan Allah Teâlâ Mûsâ aleyhisselâmı Hızır aleyhisselâma gönderdi. Bil ki: Havva, nasıl Âdem aleyhi’s-selâm’ın kaburga kemiğinden yaratıldı ise şerîat ilmi de tıpkı böyle hakîkat ilminden doğmuştur, onun yankısıdır. Ona zıt görünür ama hakîkatte onun aynıdır. Çünkü bir şeyin yankısı, onun aynıdır. “Allah gerçeği söyler, o yola iletir.” 11. Niyâzî-i Mısrî’nin Mücâhede Günleri Hazret-i Mısrî, mücâhede ediyor, gece gündüz nefsiyle boğuşuyordu. Bir gece şöyle bir mânâ tecellî etti: Kendisini bir aynanın içinde bir köpek şeklinde seyrediyor, köpek kendisine karşı saldırıyor, havlıyordu. Sanki kuduz olmuş gibiydi. O sırada şeyhi yanına gelmiş, o akûr köpeğin boynuna bir demir zincîr vurup bağlamış, Mısrî de rahat bir nefes almıştı. Bu rüyâyı Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 195 gördüğü anda ulu bir hengâme içinde uyandı. Kan ter içinde kalmıştı. Biraz kendine gelince tefekkür bahrine daldı, düşünmeye başladı. Aynadaki köpek nefs-i emmaresiydi. Bu saldırgan köpekten ancak himmet-i pîr ile kurtulabileceğini biliyordu. Nitekim öyle de oldu. İleride nefsiyle olan bu zorlu mücadelesini kendisi şöyle dile getirecekti: Adâvet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman Ki aslâ senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ “Kimseyle düşman olma, sana düşman olarak kendi nefsin yeter. Ki nefsin ömrünün sonuna dek senden ayrılmaz.” 12. Sülûktan Vüsûle Hazret-i Pîr 1647 senesinden 1656 tarihine kadar Ümmî Sinân Hazretlerinin yanında sülûk çıkardı; Pîrin hizmetiyle meşgûl oldu. O, bu dokuz seneyi nefsiyle boğuşarak geçirdi. Pek çok halvet çıkardı. Sürekli mücâhede hâlindeydi. Mânen yükseldikçe zikir ve açlığın şiddetini de arttırdı. Bu arada mürşidi ona, nefsine dokunacak çeşitli hizmetler de vermeye başladı. Bazı günler dergâhın mutfağına sırtında odun, buğday veya kırbayla su taşıyordu. Tıpkı Yûnus Emre gibi, sırtı, elleri ve ayakları bunları taşımaktan yara olmuştu. Bununla berâber Hazret-i Mısrî: “Elbette bu görevler de mânevî feyzimizin husûlüne sebeptir” diye sabredip şikâyet etmezlerdi. Her nasılsa bir gün Hazret-i Şeyh’in yakınında bulunan, kendisinin de sırdaşlarından olan sevdiği bir ihvânına gizlice arkasındaki yaralara merhem ve pamuk koymasını ricâ etti. O zât da görevini yerine getirdikten sonra doğruca Ümmî Sinân Hazretleri’ne gidip: “Azîzim! Mısrî bendenizin sırtı buğday, su ve odun taşımaktan yara olmuş. Bu kadar zahmet ve meşakkate sabır ve tahammül, kemâle erdiğine delildir. Lütfen bunun icâzesini ihsân buyurun. “ diye ricâ etti. Hazret-i Şeyh bunun üzerine: “Doğrudur. Mısrî’nin kemâle geldiğini ben de bilirim. Fakat onun bizden alacağı bir şey vardır” diye cevap verdi. 196 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Mücâhedesini artırdıkça perdeler açıldı. Sülûkünün dördüncü senesinde dördüncü esmada seyrediyordu8. Bir gün En’am sûresinin 75-79.cu âyetlerinde anlatılan Hazret-i İbrahim’in yaşadığı mânevî tecrübeyi düşünüyordu. Mâlûm olduğu gibi, bu âyetlerde şöyle denilmektedir: “Yakînen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu göstermiştik. Gece olunca bir yıldız görmüştü: “İşte bu benim Rabbim” dedi; yıldız batınca, “Batanları sevmem” dedi. Ayı doğarken görünce: “İşte bu benim Rabbim” dedi, batınca, “Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum” dedi. Güneşi doğarken görünce, “İşte bu benim Rabbim, bu daha büyük” dedi; batınca: “Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım” dedi. “Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, dosdoğru çevirdim, ben puta tapanlardan değilim.” Hazret-i Mısrî kendisi de böyle bir hâl yaşadı. O bu mânevî tecrübesini İrfan Sofraları’nın on üçüncü sofrasında şöyle anlatır: “Bu fakir kula da Allah’a sülûkum sırasında sülûkun istikâmeti bereketiyle Allah’a şükür, aynı şey vâki oldu. Ben o günlerde on iki konaktan beşinci konakta idim. Hiç kararım kalmamıştı. Bir yandan öbür yana kaçıyor, mücâhede şiddetinden dolayı bir yerde ve bir halde duramadığım için kendimi minâreden, yâhut da dağlardan aşağı atacak oluyordum. Sülûk günlerimin ekserisinde gıdam yirmi dirhem arpa ekmeği idi. Nihâyet bin altmış senesi Muharrem Ayı’nın son on gününde dördüncü Cuma gecesinde (25 Ocak 1650’de) sülûk esnasında uyanık iken bir de gördüm ki evin içinde karşımda bir yıldız. Onu baş gözümle gördüğümü zannettim de gözümü yumdum. Baktım ki hayır, yine öyle görünüyor. Gözümü açtım, yine önceki gibi karşımda. O zaman anladım ki bu, kalb gözüyle görülüyor. Bir kaç gün o yıldız gözümden kaybolmadı. Sonra büyüdü, büyüdü ay kadar oldu. Birkaç gün de böyle devam etti. Sonra git gide büyüdü güneş kadar oldu. Birkaç gün de böyle gittikten sonra yine yavaş yavaş büyüdü, yükseldi, altı ciheti kapladı. İlk gördüğüm zamandaki 8 Mâlumdur ki Halvetîler yedi esmâ seyrederler. Esmâyı tamamlayan sâlike bunla- rın üzerine hilâfet esmâsı yani fürûat denilen isimler verilebilir. Bunu mürşid belirler. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 197 ıstırabım, kalb çalkantım, nûrun genişleyip altı yönü kaplayıncaya kadar yavaş yavaş tamamen dinmişti. Artık bundan sonra cesetle mücâdele ve riyâzet yapamadım. Kalb ve ruh ile bunların durumlarına uygun şekilde mücâhedeye devam ettim. Bu hâli, şeyhim, göz bebeğim Elmalılı Ümmî Sinan (k.s.)a söyledim. Dedi ki: -İbrahim Aleyhisselâm’dan kalan beşinci menzilin hâli budur. Bu menzil onun ilk makāmı idi. Onun ilk menzili, ittibâ bereketiyle Muhammed Aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz’in ümmeti için beşinci menzil oldu. Fakat Allah’ın Resûlu (a.s) için bir makâm yoktur. Bütün makâmlar onun ayakları altında bir tek adımdan ibarettir. Sonra buyurdu: -Seni İbrahim Aleyhisselâm’a lutfettiği Sırat-ı Müstakime ileten ve seni onun izinde gittiğin için O’na vâris kılan Allah’a hamdolsun. Sonra şu âyeti okudu: “Gece onu örtünce bir yıldız gördü.” (En’âm/76). 13. Şübhesiz Menzilgeh-i Hızr-ı Zamândır Aspozi Hazret-i Pîr dokuz sene süren seyr ü sülûku döneminde her ne kadar memleketi Malatya’ya gidip baba ocağını ziyaret etmek istediyse de, şeyhi “Sıla-i rahîmin henüz zamanı var” dediği için gidememiştir. Ümmî Sinân Hazretleri Hazret-i Mısrî’yi irşâd ettiğinde, yanına oğullarından birini de vererek bu sefer sılâya gitmesi için izin vermiştir. Onun bu seyahati hilâfetten sonraya bırakmasının hikmeti, kendisinin: Halvetten ettim rıhleti kesrette buldum vahdeti Bâzârda düzdüm halveti rûz u şebim ıyd ü berât dediği üzere, müşâhedesinin kavîleştirilmesiyle –yani, cem’den farka getirilmesiyle-ilgilidir. Ehlinin bildiği gibi, geçmiş dönemde kâmiller cem’e gelip de cezbeden kurtulamayan sâliki farka getirmek için seyâhat ettirirlerdi. Nitekim Niyâzî Hazretleri de artık gönlü vatan-ı asliyesinde, vücûdu vatan-ı mecâzî olan Malatya’da bu seyâhati gerçekleştirmiştir. Mısrî: Bârekallâh gülsitân-ı bülbülândır Aspozi Cenneti tezkîr eder âlî-mekândır Aspozi 198 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz beytiyle başlayan “Aspozi” (yani Malatya) redifli medhiyyesini muhtemelen bu seyâhatinde yazmıştır9. 14. Derd-i Dile Dermân Olan Elmalı Göründü Hazret-i Mısrî’nin şeyhzâde ile birlikte Malatya’da ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Malatya’dan sonra İstanbul’a gelen Mısrî ve şeyhzâde, bir müddet de burada konaklamışlardır. Onun İstanbul’da bulunduğu sırada Oğlan Şeyh İbrahim Efendi’yle (ö. 1655) görüşüp tanıştığı da bilgilerimiz arasındadır. Bu tanışıklık, anlaşılacağı üzere yol arkadaşı Çavdaroğlu Müftî Dervîş’in oğlu Sun’ullâh-ı Gaybî vesîlesiyledir. Nihâyet İstanbul’dan dönüş zamanı gelir ve Elmalı’ya doğru yola çıkarlar. Şeyhi Ümmî Sinân’dan uzun zamandır ayrı kalan Mısrî, Elmalı göründüğünde azîzine duyduğu hasretin de galebesiyle şu nutk-ı şerîfini yazar: Dost illerinin menzili key âli göründü Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü Tûtîlere sükker bâğının zevki erişdi Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü Mecnûn gibi sahrâları ağlayı gezerken Leylî dağının lâlesinin alı göründü Ten Yakûb’unun gözleri açılsa aceb mi Cân Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî Şimden gerü hâl ehlinin ahvâli göründü Bu şiirini kendi el yazısı Hâtırât’ına da kaydeden Niyâzî-i Mısrî: “Azîzim Ümmî Sinân Hazretlerini ziyârete giderken Elmalı göründükde tulû’ etmiş idi bu şiir10“ diye bir açıklamada bulunur. Bu nutk-ı şerîfteki Elmalı kelimesini ikiye bölüp “Mürşid-i hakikînin 9 Aspozi, o dönemde Malatya’nın mesireliği iken bugün yeni şehir merkezi ortasın- da kalmıştır. Muhtemeldir ki Hazret-i Mısrî memleketine gittiğinde âile Malatya’nın bağlık bahçelik bölgesi olan Aspozi’de bulunuyordu ve kendisi de burada konaklamıştır. 10 Niyâzî-i Mısrî, Kelimât-ı Kudsiyye, Bursa Eski Eserler Ktp. Orhan Gazi Bl. Yz. Nu. 690, vr. 90b. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 199 elinden alınacak olan sır,” anlamında “el mâlı” şeklinde de okumak gerekir. Zira sırr-ı ilâhî gökten zenbîlle inmez, mürşid-i hakîkînin elinden alınır. 15. Mısrî Efendi! Korkma, Konuş! Yıl 1656. İhvân, Mısrî Hazretlerinin yetiştiğinin ve bir müddet sonra hilâfetle gönderileceğinin farkındadır. Kendisinden biraz daha istifâde edebilmek için şeyhleri Ümmî Sinân’dan izin alıp Mısrî Hazretleri’nin kendilerine nasihat etmesini isterler. Şeyh destûr verir, cumâ günü mescitte va’z kürsüsüne çıkmasına müsaade eder. Hazret-i Mısrî o gün kürsüye çıkar; fakat bir türlü konuşamaz. Dili tutulmuştur. Bu sırada gönlüne gelir ki, bunun sebebi şeyhidir ve onun destûru olmadan kendisi bir kelâm konuşamaz! Şeyhine teveccüh eder. Ümmî Sinân Hazretleri tebessüm ederek: “Mısrî Efendi! Bundan sonra korkma, konuş! diyerek bir latîf sûretle izin verir. O anda diline selâset gelen Hazret-i Mısrî konuşmaya başlar. Onun Ümmî Sinân vasfında yazdığı şu övgü bu olaydan sonradır: Eylesin Allah çok tahiyyâtı Ana kim verdi ilm-i gâyâtı Gizli sultândır sırr-ı Sübhân’dır Mürşid-i cândır hep makālâtı Kutb-ı halâyık bahr-ı hakâyık Ferd-i câmidir hep makâmâtı Nokta-i kübrâ göremez amâ Gizlidir zîrâ cümleden zâtı Kalbini keşşâf eylemiş şeffâf Görünür anda hep beriyyâtı Arayıp bulan kulluğın kılan Telkînin alan buldu hâlâtı Ey nice cânlar yanını bekler Bulmadık derler bunda lezzâtı Neylesin talîm olamaz teslîm Ya nice bulsun ol kemâlâtı 200 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Mâyenin zevkın alamaz şol kim Şeyhi hak bilmez yok riâyâtı Şehri Elmalı cânda bulmalı Ümmî Sinân’dır şöhret-i zâtı 16. Elmalı’da Son Vaaz yâhut Mürşid-i Cân Ümmî Sinân Mısrî Hazretleri’nin 1656 senesinde irşâd olup hilâfetle Uşak’a gönderilmesi kararlaştırılınca, ihvân şeyhleri Ümmî Sinân’dan son bir kere daha Onun va’zını dinlemek arzularını dile getirir. Ümmî Sinân Hazretleri de buna müsaade eder. Aylardan Ramazan’dır. Halktan ve ihvandan bazı kişiler kendilerine oruca dâir bir va’z vermesi için Ümmî Sinân’a müracâat ederler. Hazret-i Şeyh de Mısrî’ye bu konuda va’z etmesini emreder. Mısrî, şeyhinin emriyle kürsüye çıkar. Orucun hakîkatine dâir çok duygulu ve manidâr bir konuşma yapar, dinleyenlerin içinde gözyaşı dökmeyen kalmamıştır. Bu sırada şeyh iki dervîşiyle, bir parça ekmek ve peynir gönderir: “Mısrî’ye söyleyin, namazdan sonra gönderdiğim bu ekmeği şadırvanda yesin!” diye emreder. Dervîşler, Mısrî kürsüden inip namazı kıldıktan sonra tam câmiden çıkarken Ümmî Sinân hazretlerinin emrini kendisine iletirler. Mısrî bu emri duyar duymaz, hiç tereddüt etmeden ekmek çıkınını açar, şadırvanda halkın gözünün önünde bir güzel yemeğe başlar. Tabiî, biraz önce duygulu anlar yaşayan ve gözyaşı döken cemâat, Mısrî’nin bu tavrı karşısında şaşırır ve “Sen ne biçim insansın! Hem oruca dâir va’z edip hem de halkın gözü önünde oruç bozarsın!” diye üzerine çullanır. Bu arbede sırasında Mısrî biraz da hırpalanmıştır. Bu arada Ümmî Sinân hazretleri Mısrî’yi erbaîne koymadan birkaç gün önce kırk tane koyun satın aldırmıştır. İhvân, “Şeyh efendi bu kadar koyunu ne yapacak?” diye merak içindedir. Nihâyet kendilerine görev verilen iki dervîş Mısrî’yi bu arbededen kurtarıp tekkeye getirirler. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 201 Ümmî Sinân, Mısrî içeriye girince, “Oruç bozmanın cezası nedir?” diye sorar. Mısrî cevap vermez, Ümmî Sinân yine, “altmış bir gün!” diye kendisi cevap verir. Sert bir ifâdeyle, “Hiç bu hareket dervîşe yakışır mı?” diyerek Mısrî’yi halvet hücresine attırır. 61 günlük süre biter. Hücreyi açınca Mısrî’nin halvette öylece yaşadığını gören Ümmî Sinân, “Sen hâlâ yaşıyor musun?” diye kapıyı tekrar kapatır ve üzerinden kilitler. Kilidini bu sefer cebine koymuş ve kırk gün bir daha hücrenin kapısını açmamıştır. 101 günün sonunda hücre kapısını açar ve tekbirlerle Mısrî’yi meydana getirir. Hazret-i Mısrî, saçı-sakalı ağarmış, latîf ve nûrânî bir hâl ile fevkalade değişmiş olarak ihvânın karşısına çıkmıştır. Sabahtan koyunların birisini kestiren ve fırına gönderen Ümmî Sinân, sofrayı kurdurmuş ve koyun biryânını bir bütün olarak getirtmiştir. Mısrî’ye, “ye!” diye emreder. Mısrî Efendi hiç tereddüt etmeden koyunun tamamını yer. Bu hal böyle kırk gün devam eder. Hazret-i Şeyh’in neden kırk tane koyun beslettiği anlaşılmıştır. Bu arada bazı ihvân, “Mısrî, her gün bir koyun biryânını tek başına yiyor, sonu ne olacak bakalım?” diye çoktan dedi-koduya başlamıştır bile… 17. Mısrî’ye Hilâfet Veriliyor Hazret-i Mısrî H. 1066/M. 1656 senesinde irşâd olup hilâfete nâil olur. Kendisine meşâyıhın erkânı üzere törenle tâc, sancak, ridâ, tesbîh, seccâde ve âsâ gibi emânetler teslîm edilir. Rivâyete göre Ümmî Sinân hazretleri evvelce Mısrî’ye hilâfet teklif ettiği hâlde: “Daha noksanlıklarım tamamlanmadı!” diyerek -tıpkı Şeyhûniye’deki Kâdirî şeyhi tarafından teklîf olunan hilâfeti: “Benim hilâfete gönlüm kanmaz!” diye kabûl etmedikleri gibi- yine kabûl etmemişlerdir. Fakat bu defa şeyhinin emrine itâate mecbûr kalmışlar ve tam kırk yaşına bastıklarında hilâfetle müşerref olmuşlardır. 202 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Bilindiği gibi, enbiyâ davete kırk yaşında memûr olmuşlardır. Hilâfet sahiplerinin de insanlara irşâda kırk yaşında memûr olmaları o sünnete uymak içindir. 18. Kırk Koyunu Yediririz Ama Hazret-i Mısrî’nin bir nutk-ı şerîflerinde “aşkın gamı” diye anlattığı ayrılık günleri gelip çatmıştır. Fakat bu dert, dert değildir; zira birlik tahakkuk etmiş, gönül şâd olmuştur: Şâdılık ehl-i aşka aşkın gamıdır velî Şol ayrılık güzeldir ola visâl içinde Hazret-i Ümmî Sinân, Mısrî’ye, “Hadi bakalım” der. “Yola çıkma vakti!” Emir, edepten önce gelir. Hazret-i Mısrî derhâl yola çıkar. Kâide bellidir, hiç arkaya dönülüp bakılmayacaktır. İstikâmet için bu önemlidir. Ümmî Sinân, Hazret-i Mısrî’nin önünden-arkasından dedikodu yapan dervîşlerinden ikisini yanına çağırır, der ki: “Mehmed Mısrî kardeşiniz yola çıkıyor, ona görünmeden arkasından gidin. O Baltası Gedik’e geldiğinde ihtiyaç giderecek. Siz, şu dülbenti alın. Islak toprağı kazıyıp dülbentin içine bir güzelce sarıp bana getirin!” Hazret-i Mısrî ihtiyacını gidermiş ve arkasına dönüp bakmadan yola revan olmuştur. İhvân, emredildiği gibi Mısrî’nin arkasından giderler ve ıslak toprağı kazıyıp dülbente sararak huzura getirirler. Şeyh hazretleri dülbenti açarlar. Toprak, altın külçesine dönüşmüştür. Dönüp o dedikodu yapan ihvânına der ki: “Biz Mısrî’ye kırk koyunu yediririz ama, …. ni de altın hâline getiririz!” İhvân mahçuptur… Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 203 19. Evvelimde Dinmez İdi Âh u Efgânım Benim Hazret-i Mısrî sülûkunu anlattığı bir manzûmesinde evvelinden âhirine huzûr-ı mürşidde ve gönlünde meydana gelen değişiklikleri şöyle dile getirir: Evvelimde dinmez idi âh u efgânım benim Gece gündüz gitmez idi zâr u giryânım benim “Âh edip inlemem önceleri dinmezdi. Ağlamam ve gözyaşlarım gece gündüz gitmezdi.” Düşdü aşk odu bu câna yakdı kül etdi beni Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzânım benim “Aşk ateşi bu cana düştü, yaktı beni kül etti. Yakıcı ateşim, kül olunca yanmaz oldu.” Hâr u hâşâk-i enâniyyet yanalı aşk ile Arş u kürsîden geniş açıldı meydânım benim “Benlik dikeni ve çöpü aşk ile yanalı arş ve kürsüden bana geniş bir yer açıldı.” Âr u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan Vech-i Hakk’ı olmadı her yüzde seyrânım benim “Ar ve nâmus şişesini yerlere çalıp kırmadan, ben bütün yüzlerde Hakk’ın yüzünü seyrân edemedim.” Râhat ile istedim vaslını kahr etdi bana Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim “Ona kavuşmayı rahat ile istedim, bana kahretti. Cânânım ben derde düşüp ağlayınca güldü.” Top ile çevgânı sundu bana cânân lutf ile Bendedir ammâ görünmez top u çevgânım benim “Cânânım bana lutf edip top ile çevganı sundu. Top ve çevgânım bendedir, ama görünmez.” Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim 204 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz “Hayret içinde hayrete öyle bir düşürdü ki şimdi bu dille o hayranlığım açıklanmaz.” Âlem-i evvel amâdır hayret andandır bana Bu vücûdum gaymı örtdü mihr-i rahşânım benim “İlk âlem amâ (=hava)dır. Benim hayretimin sebebi odur. Bu vücûdumun bulutu, o parlak güneşimi örttü.” İbtidâ azm eyleyince bu cihân iklîmine Bir libâsım yok idi kim örte üryânım benim “Önceden bu cihân iklimine geldiğimde çıplaklığımı örten bir elbisem yoktu.” Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana Anların dahi durur eskidi kaftânım benim “Dostlarım ile bana hep birer kaftan verildi. Onların ki dah duruyor benim kaftanım eskidi.” Suya vardık anlar ile kapların doldurdular Ben de girdim, destimi mahv etdi ummânım benim “Kardeşlerimizle birlikte suya (mürşid huzuruna) vardık, onlar kaplarını doldurdular. Ben de (huzura) girdim okyanusum (=zât mürşidi Ümmî Sinan Hazretleri) destimi (=dört unsurdan oluşan benliğimi) mahvetti.” Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin Ben dönerim lîk gözden mahfî devrânım benim “Zikir halkasına girip, niçin dönmez, niçin devrâna gelmez diye dedi-kodu yaparlarmış. Ben dönerim ama benim devranım gözden gizli olduğu için zâhir erbâbı döndüğümü görmezler.” Halka bir kez dönmedin ben nice kez devreyledim Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim “Zikir halkası bir kez dönmeden ben birçok defa döndüm. Yanımdaki dostlarım bile benim sürekli döndüğümü anlamadı.” Yâr ile ahd eyledim geh dağılıp geh cem’ olam Tâ ezel budur anınla ahd u peymânım benim Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 205 “Yâr ile bazen dağılıp bazen toplanayım diye sözleştim. Onunla ahd ve yeminim tâ ezelden budur.” Anın için gâhi cem’im geh perîşân tâ ebed Döndü kaldı üstüme cem u perîşânım benim “Onun için ebede kadar bazen cem’de, bazen de dağılmış hâlde bulunurum. Ne yazık ki cem’ ve perişânım üzerime döndü kaldı.” Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni Nokta-i zâtım değil sûretde cevlânım benim “Muîd (Döndüren, iade eden, tekrar eden) isminin zorlaması beni sürekli döndürür. Benim dönüp dolaşan yanım sûretim, yani sıfatlarımdır; zâtıma ait noktam (hakîkatim) değildir.” Devre-i Arşiyyeden her kim haberdâr olduysa Ol duyar ancak Niyâzî ilm ü irfânım benim “Ey Niyâzî, arşlık devrinden (=yani maddeye tenezzül edip ilk elbiseye girdiği halden insan-ı kâmile gelinceye kadar geçirdiği evrelerden) her kim haberdâr olduysa, benim ilim ve irfânımı ancak o anlar.” 20. Mısrî’nin Nâmı Ne Uşak’a, Ne Bursa’ya, Ne de Dünyâya Sığar! Hazret-i Mısrî’nin hilâfetle Uşak’a gönderilmesi kararlaştırılınca bazı ihvân Ümmî Sinân Hazretlerine demişler ki: “Efendim, Mısrî Mehmed Efendi bendenizin zâhirî ve bâtınî ilimlere kemâli meydânda iken onu Uşak’a gönderdiniz. Hâlbuki büyük bir beldeye özellikle Bursa’ya memûr buyursaydınız daha iyi olmaz mıydı?” Şeyh Ümmî Sinân Hazretleri onlara cevaben: “Settâr olan Allah’ın kudretiyle biz görmezsek de sizler görürsünüz, bizim Dervîş Mehmed Mısrî ne Uşak’a, ne Bursa’ya, ne başka bir diyâra ve ne de dünyâya sığar! Kibâr ve kümmelden büyük ve şöhretli bir mürşid olur.” buyurmuşlar. Gerçekten Ümmî Sinân Hazretlerinin nutku tahakkuk etmiş ve Mısrî’nin nâmı dünyâyı tutmuştur. 21. Uşak, Çal ve Kütahya Günleri Hazret-i Pîr, hilâfet aldıktan sonra Denizli yoluyla Uşak’a gelir. 206 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz Uşak’ta bir câminin hazîresinde erbaîne girip yoğun bir ibadete yönelir. Bu sırada yirmi dört saatte bir, yirmi dirhem kadar ekmekle yetinmiştir. Bu erbaîn sırasında kendisine ledünnî pek çok sırlar açıldığını Mevâidü’l-İrfâniyye’nin on birinci sofrasında şöyle anlatır11: “Bin altmış yedi senesi Rebiu’l-âhir sonlarında bir gün kulların çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhidlerin nâdir olduğunu, âriflerin de yani âriflerden Allah’a yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu; çoğunluğu fasıkların, âsilerin ve kâfirlerin teşkîl ettiğini ve bana göre bunların Allah’ın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki: “Acaba bu çoğunluğun hâli ne olacak? Biz iyi biliyoruz ki Yüce Allah Erhamü’r-râhimîndir.” Bunun sırrının, Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı: “Bu, dünyânın sırrıdır.” Ötekine de: “Bu, âhiretin sırrıdır” yazılmıştı. Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenâsip endâmlı, yüzünün nûrundan güneşin utandığı bir genç gördüm. Bana dedi ki: “Sana dünyâ ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşerî elbiseyi ve izâfî varlığı (vücûdu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.” Üzerimdeki elbiseyi çıkardım ve kapıdan içeri girdim. Bana nûrânî bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti. Günüm, “arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek kahredici Allah’ın huzûrunda duracağı gün” oldu. Ve: “Onun vechinden başka her şey helâk olacaktır” âyetinin mânâsı meydana çıktı. Bildim ki Rabb’ımın bana giydirdiği elbise, Hakkânî varlıktır. Sonra o hâlimle yaratılmışlara baktım. Gördüm ki benim zannımda âbid, zâhid, veliyyullâh olanların çoğu Allah’tan ve Onun rahmetinden uzaktır. Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi 11 Niyâzî-i Mısrî, Mevaidü’l-İrfan, s. 40. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 207 yâhut insanlar hakkında Allah’a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden aşağı olana hakâret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır. Hâlbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor. Ve zannımda fâsık, âsî, riyâkâr, sapkın, bid’atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da Allah’a yakın, Allah’ın dostu, Onun sevgilisi gördüm. Bunlar, kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah’a yaklaşmışlardı. Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyettir. Aslında yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhûm şeylerdir ya! Sonra bana: “Benim velîlerim, benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez.” kudsî hadîsinin sırrı açıldı. Allah Teâlâ’nın örtüsüyle gayb kubbelerinin altında gizli olan velîleri kimse bilmez. Bunları, izâfî varlığı atanlar bilirler. Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz buyurmuştur: “Varlığın öyle bir günâhtır ki onunla hiçbir günâh mukâyese edilmez.” Sonra Hakkânî vücûdu giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkātı Yüce Allah’a yakın gördüm. Gözüm önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü. İmâm Şatıbî bu görüş makâmında bir beyit söylemiş: “Bütün insanlar mevlâ sayılır; Çünkü Allah’ın kazâsına göre bir iş yapıyorlar. Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki onları ifşâ etmek helâl değildir. İşte o vakitten beri o görüş ve o varlık benden hiç gitmedi.” Hazret-i Pîr Uşak’ta sâdece halîfelere özgü olan fürûât-ı esmâyı yani ilk yedi esmânın üzerinde çekilen hilâfet esmâsını- Şeyh Mehmed Uşşâkî Hazretleri’nin yanındayken tamamlar. Bir zaman sonra da tarîkat âyîn ve devrân icrâsına mezûn olur. Hazret-i Pîr bugünden itibaren önce (Denizli’nin ilçesi olan) Çal’da sonra Kütahya’da irşâdla görevlendirilir. Bu görev için Çal’dan birkaç kişi gelmiş ve Şeyh Mehmed Efendi’ye: “Efendim! Bize bir şeyh gönderiniz, bizim zâhir ve bâtınımızı ıslâh etsin. Şerîat ve tarîkatin emirlerini bize öğretsin” diye 208 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz müracâatta bulunmuşlardır. O da “Mısrî Efendi tam aradığınız kişidir!” diye Hazret-i Pîr’i Çal’a gönderir. Hazret-i Mısrî kabûl edip gitmişlerse de: “Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar” (Fetih/11) âyeti hükmünce maksatları gerçekten hâllerini ıslâh etmek olmayıp “Bizim de böyle şeyhimiz var!” diye övünmek imiş. Çünkü oranın halkının çoğu dünyâ tâlibi ve ukbâ târiki imişler. Nihâyet Çal halkı Hazret-i Pîr’i incitecek kadar da ileri gitmişler. Hazret-i Pîr onların bu hâline vâkıf olunca Uşak’a geri dönüp mücâhede ve erbaînle vakit geçirmeye devam etmiştir. Bir zaman sonra da Kütahyalı dervîşlerden bir talep gelmiş, kendilerini irşâda muktedir bir zâtın gönderilmesini ricâ etmişlerdir. Bunun sonucunda Şeyh Mehmed Efendi Hazretleri Mısrî’yi Kütahya’ya memûr etmiştir. Kütahya halkı Hazret-i Pîr’in memleketlerine teşrîfinden çok memnûn kalırlar. Hürmet edip kendisinden istifâde ederler. Hattâ bu hâli gören Hazret-i Pîr: “Çal kasabası ahâlisini çalı ile kırmalı, lâkin Kütahya ahâlisini cân u dilden kayırmalı” buyurup memnûniyetlerini bildirmişlerdir. Ne çâre ki haset ve nifâk ehli kişilerin bütün kemâl sahibi ehlullâha ettikleri buğz ve düşmanlığa Hazret-i Pîr de duçâr olur. Kadızâdeliler’in etkisiyle pâdişah fermanıyla zikir ve devrân yasaklanır. Bazı kendini bilmez kişiler Hazret-i Pîr’in mazhar olduğu muhabbeti ve halkın ona olan ilgisini çekemezler. Birtakım dedikodulara başlarlar. Hazret-i Mısrî’ye intisâp eden âşıklar ve müntesipler çoğaldıkça düşmanları da dedikodularını ve küfürlerini arttırırlar. Hazret-i Pîr bu haddini bilmezlerle mücâdeleye de girişmez. Zira onların hakkı kabûl etmesi mümkün değildir. Mısrî, “Hakk’ın hangi tarafta olduğu zâhirdir” diye bir zaman bunlara sesini çıkarmamışsa da bu taife düşmanlıklarının şiddetini gittikçe arttırmıştır. Öyle ki düşmanları onu şehid etmek için plânlar bile yapmışlardır. Bu sıkıntılar içinde bir gece zikrullâh ile meşgûlken oturdukları mekânın tavanı açılmış, semâvâtın sırları kendilerine keşfolunmuştur. Kendisine böyle daha birçok hârikalar zuhûr etmiştir. İki-üç sene kadar bu hâllere tahammül edip nihâyet sabrı tükenmiş, ihvânı ve dervîşânı Cenâb-ı Hakk’a emânet ederek yine Uşak’a dönmüşlerdir. Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı • 209 Hazret-i Mısrî artık bundan sonra makām-ı sâfiyeye ulaşmış kâmil ve mükemmil bir mürşid olarak başta Kütahya, Bursa ve Limni olmak üzere insanların irşadıyla uğraşmıştır. Onun, hayatının geri kalan dönemlerindeki mücâhedesi, erbainleri kendi sülûkuyla ilgili değil, insanlığın geleceğiyle ilgilidir. Nitekim divanında ortaya koyduğu hakîkatler, bugünün modern dünyasında yaşayan seyr ü sülûk ehline yol gösterici olmaya devam etmektedir. Son söz yine onundur: Ârife eşyâda esmâ görünür Cümle esmâda müsemmâ görünür Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür Âdem isen semme vechullâh’ı bul Kande baksan ol güzel Allâh’ı bul “Ârife eşyâda isimler görünür. Bütün isimlerde, isimlerin sahibi görünür. (Yanılma!) Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür. (Ey sâlik!) Âdem isen “semme vechullâhı=nereye dönersen Allah’ın yüzünü” bul. Nereye bakarsan o güzel Allah’ı bul.” Allah onun sırrını anlamak için bizlere aşk versin. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Bu sene dördüncüsü düzenlenen Elmalı’nın Canları-İrfan ve Sevgi Sempozyumu, her yıl bir temayı esas alarak bugünlere geldi. Bu Sempozyum, “bizde düşünce yok, sanat yok, ilim yok” gibi kolaycılığa varan yaklaşımları tashih eden anlamlı bir projedir. Şunu açıkça görüyoruz: Toroslar’ın zirvesinde, belki merkezden çok uzak bu şehirde, ilim ve irfan sahibi kâmil insanlar bir kültür merkezi ihya etmişler. Bendeniz her zaman söylerim, yine söyleyeyim; merkez, insan-ı kâmilin bulunduğu yerdir. O, bulunduğu ortamı merkeze, ocağa dönüştürür. Demek ki, tarihî süreç içinde, Elmalı’da ilim, eğitim ve kültür geleneği oluşmuştur. Şimdi mesele nedir? Mesele şudur; bu büyük mirasın sahibi olan Elmalı’lılar bunun farkındalar mı? Şunu açıkça söylemekte bir beis yok, bugün dört yıl öncekinden farklı bir yerdeyiz. Kitaplar yayınlandı, araştırmalar yapıldı, yazılar yazıldı, ulusal basında haberler çıktı, belgeseller çekildi… Elmalı’nın üzerine adeta bir tâlih kuşu kondu. Esasen, o kuş Vâhib-i Ümmî’den Abdâl Mûsâ’ya her zaman vardı. Ama bu ilmî çabalar, konuyu duygusal boyuttan, aklı zemine taşıdı. Bunun için bizlere de bir hizmet ortamı çıktı. Şimdi hatırlıyorum da beş yıl önce, AKİK başkanı Dr. Mehmet Bey, “Elmalı için ne yaparız?” sorusuyla fakirin kapısını çaldığında, bu mütevazı çağrının bu noktalara geleceğini ne yalan söyleyeyim hayal etmemiştim. Evet, meseleyi ilmî zeminde ele almanın ve ülkemizin akademik çevrelerinin dikkatini buraya çekmenin önemine işaret etmiştim. Böylece sempozyum süreci başladı… Tâbiî, musikiyle ve sanatla birlikte. Şimdi geride büyük bir zenginlik bıraktı Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Edebiyatı A.D., Bursa. 214 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ğımızı, Hakk’ın inâyeti ve keremiyle, nice güzelliklerin hayat bulduğunu görüyorum. Bu mutevazi gayretler, tarihe not düşme imkânını sundu. Bereketli bir not… Bu seneyi de sayarsak dört sempozyum kitabı, bir güzel roman ve Ümmî Sinân’ın nutuklarından yapılan besteler. Farklı disiplinlerde çalışan ilim adamları Ümmî Sinan ocağını tanıdı, divanlar okundu, tebliğler yazıldı, yeni tespitler yapıldı. Elmalı, ilmin, irfânın ve sanatın merkezi olma özelliğini korudu. Sadık Yalsızıçanlar Anka romanını yazdı, Erdoğan Ateş ve diğer bazı dostlarımız besteler yaptı, konserler verildi… Değerli hocam Mustafa Tatcı’nın gayretleriyle başlanan araştırmalar, kardeşim Ahmet ÖGKE’nin çabalarıyla gelişti. Ne büyük bir bereket, ne güzel bir gayret. Dikkat çeken en önemli husus şudur: Bu kültür kazıları, gayretler ve bunca çalışma mahallî imkânlarla oldu. AKİK’in, Ümmî Sinan Derneği’nin ve Elmalı Kültür ve Turizm Derneği’nin yani Antalyalı ve Elmalılı kadirşinas dostların gayretleri… Elbette Kaymakamımızın ve Belediyemizin destekleri bu gayretleri taçlandırdı. Fakat gönül isterdi ki, Kültür Bakanlığımız da bu hizmete destek versin. Bu olmadı… Burada şu güzelliği de söylemek isterim. Buraya her gelişimizde, Antalya’mızda kurulu, ama bir türlü faâliyete geçemeyen İlâhiyat Fakültesi’nin kurumsal mâhiyet kazanmasını dile getirdik. O, ilk toplantıdan itibaren ana konularımızdan birisi buydu. Zira Antalya, Elmalı’dan başka, Akseki ve Alanya gibi ilim merkezlerine sahiptir. Buralardan büyük âlimler, devlet adamları yetişmiştir. Şimdi neden bu güzel şehrimiz, tarihî misyonuna uygun olarak bu fakülteye sahip olmasın? Yıllar önce kurulan bir kurum, neden bu denli ötelensin? Temaslarımızda bunları konuştuk… Şimdi ne büyük bir lütuf; bu çabalar boşa çıkmadı ve Fakültemiz kuruldu, Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN da bizimle beraber oldu. Gerçi onu dört yıl evvel de çağırmıştık; ama nasip bugüneymiş… Şimdi, bu sene bendenizden emaneti devralıp bu güzel faâliyeti koordine eden kardeşimiz, Doç. Dr. Ahmet ÖGKE de artık Antalya İlâhiyat Fakültesi âilesine katıldı. Bu vesîleyle çok mutluyuz; Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi / B. Kemikli • 215 şimdi bu iki güzel insanın yapacakları nice güzellikler var… Hak yardımcıları olsun. Bendeniz, kendimi biraz Elmalılı sayarım… Yıl içinde gönlümün bir parçası burada, Ümmî Sinân’ın huzurunda kalıyor. Sizin yanınızda. Bu bakımdan yapılan güzel çalışmaların, şehrimizin, ülkemizin kültür ve sanat hayatına nice katkılar sağlamasını niyaz eder, hepinizi can u gönülden selâmlarım. Bilemeyiz; acaba seneye buralara gelebilir miyiz? Dolayısıyla hepinizden helallik isterim, hakkınızı helal edin ve bu aciz kardeşinizi Ümmî Sinân’ın ve diğer canların huzurunda hatırlayın. Baki selâmlarımla… SİNÂN-I ÜMMÎ KÜLTÜR ve SANAT ETKİNLİKLERİ ELMALI’NIN CANLARI: İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4 “EĞİTİM GELENEĞİMİZ” DÜZENLEYEN KURULUŞLAR Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği Elmalı Kültür ve Turizm Derneği 10 Eylül 2011 – Cumartesi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi ELMALI / ANTALYA 218 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ELMALI’NIN CANLARI: İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4 “EĞİTİM GELENEĞİMİZ” 10 Eylül 2011 Cumartesi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi ELMALI / ANTALYA P R O G R A M AÇILIŞ (09:00 – 09:30) Açılış ve Protokol Konuşmaları AÇILIŞ BİLDİRİLERİ (09:30 – 10:40) 09:30–10:00 Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ (Diyanet İşleri Başkan Yrd.) Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz 10:00–10:40 Prof. Dr. Necmettin TOZLU (Yüzüncü Yıl Üni. Eğitim Fak. Eski Dekanı) Erenlerin Eğitimi ARA (10:40 – 11:00) BİRİNCİ OTURUM (11:00 – 12:20) ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üni. İlâhiyat Fak.) Oturum Başkanı 11:00–11:20 Doç. Dr. Şevket TOPAL (Rize Üni. İlâhiyat Fak. İslâm Huk. A.D.) Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları 11:20–11:40 Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER (Rize Üni. Eğt. Fak. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Eğitimi A.D.) Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim 11:40–12:00 Dr. Semih CEYHAN (TDV İslâm Araştırmaları Merkezi) Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet 12:00–12:20 Sadık YALSIZUÇANLAR (Yazar) “Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna” ARA (12:20 – 14:00) Sempozyum Programı • 219 İKİNCİ OTURUM (14:00 – 15:20) ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM Prof. Dr. Ahmet YAMAN (Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı) Oturum Başkanı 14:00–14:20 Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI (Gazi Üni. Gazi Eğt. Fak. Türk Dili ve Ed. Eğt. A.D.) Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi 14:20–14:40 Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üni. İlâhiyat Fak. Türk-İslâm Ed. A.D.) İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk 14:40–15:00 Doç. Dr. Mustafa SEVER (Gazi Üni. Fen-Ed. Fak. Türk Halk Bilimi A.D.) Kaygusuz Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî Eğitimi 15:00–15:20 Ar. Gör. Muhammed BEDİRHAN (Çanakkale Onsekiz Mart Üni. İlâhiyat Fak. Tasavvuf A.D.) Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk DEĞERLENDİRME ve KAPANIŞ OTURUMU (15:20 – 16:00) Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Oturum Başkanı) Ömer Tuğrul İNANÇER Prof. Dr. Necmettin TOZLU Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI Doç. Dr. Ahmet ÖGKE (Sempozyum Düzenleme Kurulu Bşk.) Süleyman AYKUT (Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Bşk.) Salih TÜRKİŞ (Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği Bşk.) ARA (16:00 – 16:30) TASAVVUF MÛSİKÎSİ KONSERİ (16:30) Ömer Tuğrul İNANÇER (Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu Emekli Müdürü) Türk Din Mûsikîsi Geleneğinde Halvetî Devrânı Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu Halvetî Devrânı (Elmalı’nın Canları ve Sinân-ı Ümmî İlâhîleri Eşliğinde) 220 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz ELMALI’NIN CANLARI: İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4 “EĞİTİM GELENEĞİMİZ” 10 Eylül 2011 Cumartesi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi ELMALI / ANTALYA DÜZENLEME KURULU Başkan Doç. Dr. Ahmet ÖGKE Üyeler Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Süleyman AYKUT Salih TÜRKİŞ Mehmet TAŞ Sadık SARIKAYA BİLİM KURULU Başkan Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI Üyeler Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. İbrahim HATİBOĞLU Prof. Dr. Mustafa KARA Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER Sekreterya & İletişim Süleyman AYKUT 0532.7769960 [email protected]