Kitabı açmak için tıklayınız.

Transkript

Kitabı açmak için tıklayınız.
ELMALI’DA
İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Editör:
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE
Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Editör: Prof. Dr. Ahmet ÖGKE

ISBN

Tashih & İç Düzen
Ahmet ÖGKE

Baskı & Cilt
Kutlu Avcı Ofset Ltd. Şti.
Muratpaşa Mh. Emrah Cad. Kutlu Avcı Plaza No: 17
0242.346 85 85 ANTALYA

İletişim
Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Derneği
Tarım Mah. Perge Cad. Gündoğdu Sitesi
Perge Apt. Kat:3 Dâire: 10 ANTALYA
0242 312 10 03
[email protected]
www.akik.org.tr

Antalya, 2012
Kitapta yayınlanan yazıların her türlü hukukî ve ilmî sorumluluğu yazarlarına âittir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz ......................................................................................................................... 5
GİRİŞ
Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı / Prof. Dr. Ahmet YAMAN .................................... 11
Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler –Elmalı’yı Her Dâim
Diri Tutan Canlar– / Prof. Dr. Ahmet ÖGKE .......................................... 15
BİRİNCİ BÖLÜM
İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ............................ 27
Erenlerin Eğitimi / Prof. Dr. Necmettin TOZLU ................................................ 37
“Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna” –Âriflerin Gönül Eğitimi– /
Sadık YALSIZUÇANLAR ......................................................................... 51
İKİNCİ BÖLÜM
ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları /
Doç. Dr. Şevket TOPAL ............................................................................. 59
Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim /
Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER ............................................................ 71
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet /
Dr. Semih CEYHAN .................................................................................. 83
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM
Kaygusuz Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî
Eğitimi / Doç. Dr. Mustafa SEVER.......................................................... 139
Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk / Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN... 153
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk /
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ .......................................................................... 169
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI .. 177
DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ.......................... 213
ÖNSÖZ
Yüce Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, kendinin dostları olan
sâlih kulları bize sevdirdi. O’nun elçisi Efendimiz (s.a.v.)’e sonsuz salât ve
selâm olsun ki, kendi izinden giden âlim ve ârif zâtları mânevî mîrasçılar
olarak bize bıraktı. Ve Allah’ın dostluğunu kazanmış ulemâ ve evliyâya da
selâm olsun, ruhları şâd olsun ki, onları anmak ve anlamaya çalışmak bizlere
nasip ve müyesser oldu.
Bundan 7 yıl kadar önce, Elmalı Gönüllüsü dostlarla “Sinân-ı Ümmî
Anma Etkinlikleri”ni başlatmaya karar verdiğimizde, Elmalı’nın Canları
üzerinde ilk ve en önemli ilmî çalışmaları yayınlayan, ömrünü irfâna ve aşka
adamış çok kıymetli Hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI’nın konferansıyla işe başlayalım, demiştik. 2006 yılında, bir Eylül akşamında, Ömer Paşa
Câmii önündeki Elmalı Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleşen konferans ve
hemen akabinde icrâ edilen Mustafa DEMİRCİ konseri, bu faâliyetlerin
ilkini oluşturdu.
Ertesi yıl (2007), aynı yerde bendeniz bir konuşma yaptım ve ardından Ahmet ÖZHAN konseri icrâ edildi. Muhteşem bir konser, büyük bir
kalabalık ve duygu yüklü unutulmaz anlar... 2008’de de Sayın Prof. Dr.
Bilal KEMİKLİ Hocamızın konuşması ve Ender DOĞAN konseri…
2008’den itibâren etkinliklerimizi, Prof. Dr. Bilal Kemikli Hoca’nın başkanlığında başlattığımız “Elmalı’nın Canları: İrfan ve Sevgi Sempozyumları”nı
her yıl düzenleyerek devam ettirdik. 2008 Mayıs’ında Antalya–Latanya
Otel’deki “İrfan ve Sevgi” temalı ilk sempozyumu, Elmalı’ya taşıdığımız
diğer yıllardaki sempozyumlar izledi. Ağustos–2009’daki Sempozyum’da,
Elmalı Recep Gürbüz Güreş Eğitim Merkezi Toplantı Salonu’nda “Değerlerimiz”, Temmuz–2010’da Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi’nde “İlim Geleneğimiz” gündeme alındı. Bu kitapta metinleri yayınlanan
ve 10 Eylül 2011 Cumartesi günü yine Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Kültür Merkezi’nde icrâ edilen “Eğitim Geleneğimiz” başlıklı Sempozyum
ise etkinliklerimizin 7.sini, sempozyumlarımızın ise dördüncüsünü oluşturmaktadır.
“İlim Geleneğimiz” konulu 2010 yılındaki sempozyumda sunulan
bildirilerin yayınlandığı kitabın Önsöz’ünde Sayın Prof. Dr. Bilal
KEMİKLİ, sempozyumun ana temasını şu soruyla özetliyordu: “Bu kadar
çok âlim ve bilge yetiştiren Elmalı’da acaba nasıl bir ilmî gelenek vardı?” Bu
kitapta yayınlanan bildirilerde, Bilâl Kemikli Hoca’mızın açtığı yoldan iler-
6 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
lemeye devam ettiğimiz görülecektir. Onun sorduğu sorunun cevâbını aramak maksadıyla, 2011 yılı sempozyumunun alt başlığını, önceki konunun
tamamlayıcısı olacak şekilde “Eğitim Geleneğimiz” olarak belirledik. Bu
sempozyumdaki temel sorumuz da şuydu: “Elmalı’da yetişen âlim ve ârifler,
acaba nasıl bir eğitim aldılar ki, mesajlarını çağlar ötesine, tâ günümüze
kadar dipdiri ulaştırmayı başarabildiler?” Daha öz bir ifâdeyle temel sorumuz şudur: “Nasıl bir eğitim?”
Bu soruya cevap aramak üzere çıktığımız yolculuğumuzda, Sempozyumda sunduğu açış ve selâmlama konuşmasını genişletip yazıya dökerek bu
kitapta yayınlanmak üzere veren Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN’ın “Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı” başlıklı yazısı, bu kitaba güzel bir giriş niteliği taşımaktadır. İlâveten bendenizin Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği’nin yayın organı Elmalı Bülten’de 2010 ve 2011 yıllarında yayınlanan iki makaleden üretmiş olduğum
“Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler –Elmalı’yı Her
Dâim Diri Tutan Canlar–” başlıklı yazı da Giriş kısmında yer almaktadır.
Birinci Bölüm’de yer alan Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden Hocam, Diyânet İşleri Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Hasan Kâmil
YILMAZ’ın “Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz” başlıklı tebliği, sempozyumumuzun ana gâyesini öne çıkaran iki bildiriden biridir. Diğeri ise, engin
meslekî, akademik ve irfânî birikimini bizimle paylaşan Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı, Saygıdeğer Hocam Prof. Dr. Necmettin TOZLU’nun “Erenlerin Eğitimi” başlıklı bildirisidir. Bu bölümde
son olarak ilk günden beri sempozyumlarımıza katılan Anka’nın yazarı Sadık YALSIZUÇANLAR, “Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna”
başlığı altında, Âriflerin Gönül Eğitimi konusunda kıymetli bilgiler veriyor.
“Elmalı’da Eğitim Geleneğimiz” konusunun ele alındığı ikinci bölümde ilk olarak Rize Üni. İlâhiyat Fak.’nden Doç. Dr. Şevket TOPAL,
“Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları”nı anlatıyor. Rize
Üni. Eğitim Fak.’nden Yrd. Doç. Dr. Yusuf ACUNER, “Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim”i ele alıyor. Türkiye
Diyânet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nde çalışan değerli meslektaşım
Dr. Semih CEYHAN, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde
Mârifet” konusunu anlatıyor. Semih Bey’in bildiri metninin sonunda sunduğu Niyâzî-i Mısrî’ye ait Tuhfetü’l-Uşşâk risâlesinin metninin de bu
vesîleyle yayınlanıyor olması, bu kitabı daha ayrıcalıklı kılmakta ve değer
katmaktadır. Bu açıdan kendisine ayrıca teşekkür ederiz.
Önsöz / A. Ögke •
7
“Elmalı’da Mânevî Eğitim”in ele alındığı üçüncü bölümde ilk olarak
Gazi Üni. Fen–Edebiyat Fak.’nden Doç. Dr. Mustafa SEVER’in “Kaygusuz
Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın Mânevî Eğitimi”
başlıklı bildiri, ilk dönem Bektâşî geleneğindeki mânevî eğitimi yansıtması
bakımından önemlidir. Çanakkale Onsekiz Mart Üni. İlâhiyat Fak. Tasavvuf
Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN’ın “Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü
Sülûk” adlı bildirisi de yine bu yöredeki Sünnî–Halvetî tasavvuf eğitiminin
temel ilkelerini ortaya koyması bakımından önem taşıyor. “İnsanı Bulmak
için Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuğu” konusunu anlatan Prof. Dr.
Bilal KEMİKLİ hocamız da çok değerli bilgile sunuyor. Bu bölümün sonunda ise, Elmalı’nın Canları Sempozyumu’nun ismine ilham kaynağı olan
Gazi Üni. Gazi Eğitim Fak. Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Mustafa
TATCI Hocamız, “Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî–İrfânî Eğitimi”ni anlatıyor.
Sempozyumun organizesinde ve kitap hâlinde basılmasında emeği geçen pek çok kuruluşumuz, arkadaşımız ve dostumuz var. Bu bir ekip işi ve
çorbada çok kimsenin tuzu var, hepsine ayrı ayrı teşekkür ederiz. Özellikle
Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Başkanı Dr. Mehmet KARAKAYALI ve
Süleyman AYKUT olmak üzere, Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği
Başkanı Salih TÜRKİŞ ve Elmalı Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Sadık
SARIKAYA her türlü teşekkürü hak ediyorlar. Ayrıca Düzenleme ve Bilim
Kurulu’ndaki hocalarımıza ve arkadaşlarımıza, bildirileriyle sempozyumumuzu onurlandıran hocalarımıza şükranlarımızı sunarım. Hassaten Prof.
Dr. Bilal KEMİKLİ hocamızın Elmalı’nın Canları: İrfan ve Sevgi Sempozyumu’nun geleneksel hâle gelmesinde büyük payı var. Ona da gönülden
teşekkürlerimizi, sevgi ve saygılarımızı sunarız. Konya–Ankara–Antalya
üçgeninde her hafta gidiş gelişlerle süren yoğun mesâisine rağmen sempozyum boyunca hep yanımızda olan ve bir oturumu yöneten Saygıdeğer Hocam Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN’a ve
Elmalı’ya atandığı ilk günden beri her türlü desteği sağlayan Elmalı Gönüllüsü Kaymakamımız Sayın Mehmet Murat ÇEKMEN’e de hassaten teşekkürlerimizi sunarım.
Bu kitapta yayınlanan her bir bildiri metni, söylenen her bir söz, irfan
denizine ve aşk okyanusuna düşen birer damlacık olabilirse, kendimizi bahtiyar sayarız.
Çalışmak bizden, yardım ve başarı Yüce Allah’tandır...
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE Antalya GİRİŞ
Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı
Prof. Dr. Ahmet YAMAN
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Böyle anlamlı bir etkinlikte bizleri bir araya getiren Zât-ı Bârî’ye
hamd ediyor, Efendimiz-rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’yı salât
ve selâm ile anıyor; uzaktan yakından salonu teşrif eden hanımefendileri ve beyefendileri hürmet ve muhabbetle selâmlıyorum.
Bu toprakların XVI. yüzyılda yetiştirdiği değerlerden biri olan
Vâhib-i Ümmî (ö. 1595), hepinizin bildiği dizelerinde şöyle demişti:
Yeryüzünde bir dahî seyreyledim akrânı yok
Hamdülillâh çok şükür, tevhîdimin noksânı yok
Bî-nişândan gayrı yerde Vâhib’in nişânı yok
Yaz olıcak Elmalı, gûyâ ki Cennettir hemân
Elmalı’yı Elmalı yapan acaba nedir? Bizleri buraya çeken hangi
cezbedir? Elma bahçeleri mi? Yoksa iklimi ve doğası mı? Ya da başka
bir şey mi?
Bir coğrafya parçasının kıymeti, oraya yön veren öğreti, orada yetişen örnek insanlar ve oraya hâkim olan değerler ile ölçülür.
Mekke, şerefini dağlarından, sarp yollarından ve bunların sağladığı gizeminden almıyor. Medîne’yi Medîne yapan, lâtif iklimi veya
hurma bahçeleri değil. İstanbul, eşsiz güzellikteki boğazıyla İstanbul
olmuş değil. Nasıl ki buraları değerli kılan ve gönlümüzde yer etmesini sağlayan başka sebepler varsa Elmalı da işte benzer sebeplerle
gönlümüzde ayrı bir yerdedir.
 Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı, Antalya.
12 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Elmalı’nın kıymeti Abdâl Mûsâ’lardan, Vâhib-i Ümmî’lerden,
Sinân-ı Ümmî’lerden ve Elmalılı Hamdi’lerden gelmektedir. Onlar ve
daha niceleri bu topraklara yön veren öğretiyi baş tacı ettiler, ilim,
ahlâk, takvâlarıyla örnek insanlar oldular ve onların çabalarıyla burada bizi biz yapan, biyolojik varlığımızı insan yapan ve bizi kemâle
ulaştıracak olan İslâmî değerler yerleşti. İşte Elmalı bu sebeplerle Elmalı’dır ve bizi cezbetmektedir.
Değerli Dostlar,
Eğer Elmalı’nın bu konumunun ve niteliğinin devam etmesini istiyorsak, bağrında bulundurduğu değerlerine sahip çıkılması gerekir.
Sahip çıkmak da hem kişilerini hem de öğretilerini benimseyip onlarla bir âidiyyet ilişkisi kurmakla olur. Yani bu topraklara yön veren
İslâmî geleneği sâdece tanıyıp bilmekle değil; içinde bizzat yer almakla olur.
Bu noktada “Pekâlâ buralarda yeşeren irfânî geleneğin özü nedir?” diye sorarsanız, bunun cevabı pek çok kimsenin zannettiği gibi
salt “zikir usûl ve erkânı” değildir. Asıl cevap, “bir büyük iradenin
emrinde ve kâdir-i mutlak olan Allah Teâlâ’ya kulluğunun ve dolayısıyla aczinin farkında olan, kemâle ulaşma azim ve kararlığına sahip
bulunan bir insan yetiştirmek”tir.
Yine bizim ilim ve irfan geleneğimiz, bu nitelikteki bir insan kıvamına, birbirini tamamlayan şu üç halkayla ulaşılabileceğini söylemiştir:
 Nefse hâkimiyet
 Hâlıka ubûdiyet
 Mahlûka şefkat
Bu halkaları tamamlayan en etkili yol da tabiatıyla sürekli eğitim
ve murâkabedir. Vâhib-i Ümmî’nin diliyle konuşursak:
Nefsin bilen âlim olur
Âlim olan cânım olur
Nefse uyan zâlim olur
Bir acayip devrandır bu
Elmalı: İlim ve İrfan Pınarı / A. Yaman •
13
Bilmediğindir “bildim” dediğin
Görmediğindir “gördüm” dediğin
Maksûd değildir “erdim” dediğin
Var bir mürşide sor, niye geldin?
Anlamak, bilmek budur kim, niye geldin bilesin
Gayrısı lâzım değildir, mânada budur hesap
İşte bu sırrı yakalamak ya da bu bilinci tazelemek üzere buradayız. Böyle anlamlı bir beraberliğin meydana gelmesinde emekleri ve
katkıları olan gönül dostlarına, bu çerçevede özellikle Akdeniz Kültür
ve İletişim Kulübü’ne, Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği’ne ve
Elmalı Kültür ve Turizm Derneği’ne şükranlarımı sunuyorum.
Hürmet ve muhabbetlerimle..
Elmalı İlim ve İrfan Geleneğinin Yetiştirdiği Değerler
–Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar–
Prof. Dr. Ahmet ÖGKE
“Mâye olan zât-ı Hak’dan bir muhabbettir sübût
Yedi esmâ nûruna cân oldu bunlara Vücûd”
(Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî k.s.)
Yıl 1655. Yâni bundan 350 küsur yıl kadar önce.. Günlerden, Ramazan’a bir gün kala.. Yer Elmalı.. Mehmed Mısrî 39 yaşındadır. 9 yıl
kadar şeyhi Sinân-ı Ümmî’den irşad ve terbiye alan Mısrî’nin, yine
mürşidinin izniyle kısa bir süreliğine ayrıldığı Elmalı’ya ikinci dönüşüdür.
“–İyi ki döndün, evlâdım!” der, Ümmî Sinan Hz.: “Ben de Ramazan’ın ilk günü öğle namazı için câmiye gelen cemaate, orucun fazîletlerini
lâyıkıyla anlatacak birini arıyordum. Artık sen vaaz edersin..”
Ertesi gün, şeyhinin emrini yerine getirmek üzere, Elmalı’nın Ulu
Câmii hükmündeki Ömer Paşa Câmii’ne doğru Sinân-ı Ümmî Dergâhı’ndan yola koyulmadan önce Mısrî, mürşidinden destûr almak
üzere huzûra vardığında, dört can yoldaşını da (Kütahyalı Gülâboğlu
Muhammed Askerî, Uşaklı Muslihuddin Mustafa, Ahmed Derviş ve
Kütahyalı Çavdaroğlu Müftî Derviş) onun yanında bulur:
“–Dört arkadaşın da seninle beraber gidip vaazını dinleyecek… Ha, aklımdayken (yanında duran somunu Mısrî’ye uzatarak) vaazdan sonra,
câmi avlusundaki çeşme başında oturup, bu somunu suya katık eder, âfiyetle
yersin..” der, Ümmî Sinan.
 Akdeniz Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf A.D., Antalya.
16 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Her ne kadar bu emirden derin bir hayrete düşmüşse de Mısrî,
bu yaşına gelinceye kadar, mürşid-i kâmilin emir ve tavsiyelerine hiç
tereddütsüz, harfiyen ve derhal uyması gerektiğini; bu işin sonunda
kendisinin hikmetini bilemeyeceği mânevî bir fütûhâtın gerçekleşebileceğini az buçuk öğrenmişti. Evet, bir Ramazan günü, hem de orucun fazîletleri hakkında vaaz ettikten sonra, çıkıp câmi avlusundaki
çeşme başında ekmek yiyip su içmek, olacak iş değildi. Mutlaka bir
hikmeti olmalıydı; ama neydi? Demek ki, imtihânı gerçekten büyük
olacaktı!
Neden sonra zihnindeki tereddütleri atıp: “–Emredersiniz,
Sultânım!” diyebildi.
Oruçla ilgili, gönüllere nüfuz eden, dokunaklı ve etkileyici vaazı
cemaat tarafından büyük bir dikkat, beğeni ve hayranlıkla dinlenen
Mısrî, câmiden çıktıktan sonra, oruçlu olmasına rağmen mürşidinin
emrini tereddütsüz yerine getirmeye koyulur: Şadırvana varır, tasını
suyla doldurur ve yere bağdaş kurup oturur. Şeyhinin verdiği ekmeği yemeye başlar. Durumu görenler, onun zındıklığına hükmedip
üzerine yürürler; türlü hakaretler ve tükürükler yağdırırlar. İş, onu
tartaklamaya, sille tokat dayağa kadar varınca; olup biteni onun hemen yanı başında izlemekte olan dört can yoldaşı imdâdına yetişir.
Mehmed Mısrî ortalarında olduğu halde beş can yoldaşı, Ümmî
Sinan Dergâhı’na uzanan yokuşu soluk soluğa tırmanırken, arkalarından da gazaba gelmiş kalabalık onları kovalamaktadır. Nihâyet,
ona en iyi cezâyı şeyhinin vereceğini düşünerek dergâhın kapısına
dayanan kalabalık, Sinân-ı Ümmî Hz.’nin gür sesiyle irkilir:
“–Demek Ramazan günü güpegündüz oruç bozmak, yiyip içmek ha! Bilerek oruç yemenin cezâsı nedir? İki ay oruç tutmak.. Atın bunu hücresine!
İki ay boyunca oruç tutacak!”
Derviş Mehmed, sınavının ne denli çetin olduğunu işte o zaman
anlamıştır. İki ay boyunca, yemeden, içmeden, çektiği tasavvufî
riyâzet ve mücâhede ile nefsinin son arzu, hevâ ve heves kırıntılarını
da kazıyıp atmayı başarabilecek midir acaba?!
İki ayın sonunda Ümmî Sinan Hz., dört gözde mürîdini ve diğer
dervişleri de yanına alarak Mısrî’nin hücresine gelir:
Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke •
17
“–Mehmed Mısrî, nasılsın?” hitâbına:
“–Sağlığınıza duâcıyım, şeyhim!” cevâbını alan Ümmî Sinan Hz.:
“–Bakıyorum da daha ölmemişsin (nefsin ölmemiş)! Sana kırk gün daha
halvet, Mehmed Mısrî!” buyurur.
İmtihânın çetinliği bir kat daha artmıştır. Aynı minvâl üzere geçecek bir kırk günlük riyâzete daha can mı dayanır? Dört can yoldaşının bundan hiçbir şüpheleri yoktu. Mısrî, bu çetin sınavı da başaracak ve nefsiyle giriştiği 100 günlük savaştan sapasağlam, belki de
daha diri çıkacaktı. Buna yürekten inanıyorlardı. Çünkü onu yakından tanıyorlardı. Eskiden beri o, kırk günlük çile ve halvetin azlığından yakınmaz mıydı hep?!
Nihâyet 100 gün de doldu. Yüzüncü günün akşamı, namazdan
sonra Sinân-ı Ümmî Hz., doğruca Mısrî’nin hücresine yürüdü. Arkasında oğlu Süleyman, dört can yoldaşı, bütün dervişler ve en geride
de durumu merak eden Elmalılılar.. Hücrede ses soluk yoktu, âdetâ.
Ümmî Sinan Hz., kapıyı hafifçe aralayıp içeri seslendi:
“–Mehmed Mısrî, nasılsın?!”
Üç kez aynı sesleniş.. Ancak üçüncüsünden sonra, içeriden cılız
bir inleme sesi duyulabildi: “–Hû!”
Herkes derin bir nefes almıştı. Sinân-ı Ümmî Hz., kapıyı iyice açtı, yürüdü; arkasından da oğlu ve dört er onu tâkip etti. Mısrî, kıbleye
dönük, yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Başta şeyh hazretleri ve oğlu
olmak üzere dört can yoldaşı atıldılar; onu tutup yerden kaldırdılar.
Çok bitkin olan Derviş Mehmed’in gözleri kapalıydı ve yürüyemiyordu. Şeyhi, o bilinen gür sesiyle:
“–Yürü evlâdım Mehmed Mısrî!” dedi. “–Ölmeden önce öldün, şükür!
Yürü!”
İlk gün sâdece su içebildi Mısrî, ertesi gün yoğurtlu çorba ve
üçüncü gün bunun içine katılmış biraz ekmek içi.. Üçüncü günden
sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısrî halvete girdikten sonra şeyhi Sinân-ı Ümmî, kırk koyun aldırarak onları besiye çektirmişti. Dördüncü günden itibâren kırk gün boyunca bu koyunlar
birer birer kesilerek Niyâzî’ye, dervişlere ve hattâ bütün Elmalı halkına kebap oldu, ziyâfet oldu, bayram oldu…
18 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Niyâzî-i Mısrî, tıpkı Elmalı’ya gelmeden önceki hayâtında olduğu gibi, şeyhinin “–Yürü!” emrini verdiği o günden sonra da arayışına devam edecek, hep yürüyecekti. O cezbeli, coşkun, kabına sığmayan can için Anadolu toprakları bile dar gelecek ve nihâyet ömrünü
Ege adalarından biri olan Limni’de noktalayacaktı.
Evet, Niyâzî-i Mısrî, bu çetin imtihandan alnının akıyla çıkmıştı.
Elmalı’da, Ümmî Sinan Dergâhı’nda aldığı 9 yıllık mânevî terbiyeyi,
100 günlük bu çetin, ama bir o kadar da faydalı ve erdirici oruç sınavını, halvet ve riyâzet mücâdelesini başararak taçlandırmış; mürşidine kayıtsız şartsız teslîmiyetin meyvelerini mânen devşirmiş ve
icâzetini şeyhinin elinden alıp Elmalı’dan ayrılmıştı.
O, alnının akıyla imtihânı başarmıştı; ama herkes, bu süreçte
onun kadar başarılı mıydı acaba?! Yolda dökülenler, tökezleyenler,
yanlışa düşenler ve kaybedenler yok muydu?
Tâ başa dönecek olursak: Ramazan günü ortalık yerde yiyip içen
biri, işin iç yüzü araştırılmadan, sebebi sorulmadan, mutlaka azarlanmalı, yüzüne tükürülmeli, hakarete maruz bırakılmalı, tartaklanmalı, hattâ sille tokat dövülmeli, cezâlandırılmalı mıdır? Böyle yapmak, Müslümanlığın bir gereği midir? Ya da böyle yapmazsak
müslümanlıktan mı çıkarız?
Nitekim, en çok sevdiği, en gözde mürîdini bu tür bir cilveyle
ödüllendiren Sinân-ı Ümmî Hz., görünürde onun cezâsını, İslâm’ın
kurallarına uygun bir şekilde “iki ay oruç tutmak” olarak ilân etmiş
ve bunu uygulamıştır. Ama işin iç yüzü görünenden farklıdır: Şeyh
Hz., tâkip eden kırk günde Mısrî’nin tam kemâle, mânevî olgunluğa
ermesi için, tasavvufî eğitim yöntemlerinden biri olan kırk günlük
halveti uygulamıştır. Aslında bu, tatlı bir cilveleşmenin âdetâ ibretlik
bir oyun hâlinde sergilenmesinden ibârettir. Esâsen Mısrî de bunun
farkına varmıştır; oyunun kurallarını gönülden kabullenmiş ve ne
yapması gerekiyorsa kayıtsız şartsız ve hiç itirazsız yerine getirmiştir.
Sonunda da kazanan yine o olmuştur. İşte Mehmed Mısrî, asıl ondan
sonra “Niyâzî-i Mısrî” olmuştur.
Demek ki, yalnızca zâhire, yâni dış görünüşe bakanlar, işin iç yüzünü araştırmayanlar, çoğunlukla yanlışa düşecekler, kaybedeceklerdir. Öyleyse sâdece maddî/fiziksel sebep ve sonuçlara takılı kal-
Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke •
19
mak insanı yanıltabilir. Bunun yanı sıra mânevî/metafizik
hakîkatlere de kulak ve gönül vermek, en kazançlı yol olsa gerektir.
İşte tasavvuf yolu, bu kazancı devşirme yoludur.
Evet, bir Nakşî şeyhi olan Ahi Baba’nın mürîdi Ketenci Ömer Paşa’nın yaptırdığı Elmalı’daki bu câmiye sizin de bir gün yolunuz düşerse, şadırvanın hemen yanı başında, şeyhinin emr-i şerifleriyle Ramazan günü orucunu bozarak yiyip içen Mısrî’yi hatırlayın, olmaz
mı? Orada, onu gören tasavvuftan ve irfandan habersiz, kaba softa
ham yobaz tiplerin: “–Şuna bakın! Bir de sûfî olacak! Şu bize vaaz veren
tarîkat ehli derviş değil mi bu? Zındık herif! Vurun! Bunun kanı helâldir!”
diye bağrışmalarını duyar gibi olacaksınız.. Yine oradan Sinân-ı
Ümmî Dergâhı’na doğru kıvrıla kıvrıla uzanan yokuşu da hızlı adımlarla tırmanmaya çalışın; arkanızdan yükselen “Vurun zındığa, yaşatmayın!” nâralarını duyar gibi olacaksınız yine.. Heyhât! Niyâzî-i
Mısrî nerede, arkasından onu taşlayanlar nerede?!
Müridlerden de kaybedenler olmadı mı dersiniz, bu imtihan sürecinde? “–Bu Mısrî’nin yaptığı da hiç olacak iş mi? Müslümanlığa sığar
mı bu? İsterse şeyh emretsin. O zaman şeyhi de terk ederiz!” deyip yoldan
ayrılan, dağılan, samîmiyetsiz, hâl değil yâl dervişleri (yiyici takım)
yok muydu acaba? Mürşid-i kâmilin yetkinliğini ve müslümanlığını
kıt akıllarıyla ölçüp tartmaya kalkışan, onun emir ve tavsiyelerini
kendilerince beğenmeyen ahmaklar yok muydu? Elbette vardı ve
onlar da kaybedenler tarafındaydılar.
Niyâzî-i Mısrî’nin can yoldaşı olan dört eri ise kazananlar
hânesine eklememiz gerekiyor, değil mi? Zira onlar, mürşidlerinin
kendilerine verdiği emirlerde en küçük bir fütursuzluk göstermedikleri gibi, kardeşlerine karşı da en ufak bir inançsızlık beslememişler
ve şeyhlerinin katında yüksek itibarları olmasına rağmen olaya aslâ
müdâhale etmemişlerdi. Bütün tavır ve davranışlarıyla, esâsında
müridliğin nasıl olması gerektiğini hâl diliyle haykırmaktaydılar,
âdetâ..
Bana gelince: Bu çağda, 2012 yılında, bütün bunları nereden mi
çıkardım?! Elbette, Elmalı ilim ve irfan geleneğinin yetiştirdiği en
büyük değer olan Niyâzî-i Mısrî’nin romanını yazan Emine Işınsu
20 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Hanımefendi ile Sadık Yalsızuçanlar Bey’in ve çok kıymetli Elmalı
gönüllüsü merhum Abdullah Ekiz Beyefendi’nin kitaplarından..1
*
*
*
*
*
Yıl 1647. Bundan 360 küsur sene kadar önceydi.. 30’lu yaşlarına
yeni basmış Mehmed Niyâzî-i Mısrî’nin Elmalı’daki Sinân-ı Ümmî
dergâhına gelişinin ilk demleriydi. Öğrendiği zâhirî ilimleri zirveye
taşıdığı Mısır’da gördüğü bir rüyâ üzerine, içinde bir türlü dindiremediği ruhî fırtınaları teskin edecek mânâ eğiticisini aramak için yola
çıkışının üzerinden yıllar geçmiş ve nihâyet yeryüzünün en zengin
hazînelerine kavuşan bir fakir gibi gönlünün sultânını Elmalı’da
bulmuştu.
Gelir gelmez şeyhi ona, diğer tasavvufî vazifelerinin yanı sıra,
tekkenin haziresindeki câmide imam–hatiplik görevini de vermişti. O
da mollalıktan devşirdiği bütün ilmî birikimini buradaki vaaz ve nasihatlerinde değerlendiriyor, namazlarda cemaate imamlık yapıyordu.
Aylardan Ramazan’dı ve dergâhın câmiinde hep birlikte akşam
namazına durulmuştu. Cemaate bu kez Ümmî Sinan Hz. imamlık
ediyordu. Mehmed Mısrî ise, şeyh efendinin hemen arkasında, fâtih
makāmında namaza durmuştu. “Okuyuşu ve sesi umduğum kadar
güzel değilmiş; ben olsaydım ondan daha iyi okurdum” diye geçirdi
içinden Mısrî. Henüz başını tam ezemediği nefs-i emmâresi ona böyle
söylüyordu. O anda sıra dışı bir şey oldu: Sinân-ı Ümmî, yavaşça
arkaya kayarak Mısrî’yi hafifçe öne itip imamlığa geçirdi. Genç mollanın Fâtiha sûresini seslice okuması gerekiyordu; fakat bir türlü hatırlayamıyordu. Hâfızasında ne varsa sanki hepsi silinip gitmiş, tam
bir tutukluk ve boşluk içine düşmüştü. Buram buram terliyor, kendini zorlayıp ne okuyacağını hatırlamaya çalışıyor; ama aklına hiçbir
şey gelmiyordu. Hayatında hiç bu kadar kötü bir duruma düşmemişti. Dehşetengiz bir korku ve ürpertiye kapıldı. Son derece çaresiz his1 Bk.: Emine Işınsu, Bukağı, Elips Yayınları, Ankara, 2006, ss. 188-194; Sadık
Yalsızuçanlar, Anka, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008; Abdullah Ekiz, Sinan Ümmî ve
Ahfâdı, Orkun Basımevi, Ankara, 1962, s. 50.
Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke •
21
setti kendini. Tam bu sırada şeyhi Ümmî Sinan Hz. yetişti imdâdına.
Onun gönlünden kendi gönlüne akan his, mihrâba bakmasını söylüyordu. Gönlüne doğan bu sese kulak veren Mısrî, mihrapta iri harflerle yazılı Fâtiha sûresini gördü; oradan okudu ve namazı selâmetle
kıldırabildi.2
Öteden beri hep duyageldiği: “Âlimin yanında dilini, ârifin huzurunda kalbini tutacaksın” sözünün ne demek olduğunu şimdi çok daha
iyi anlamıştı Mısrî. Kendini cereyana kapılmış gibi hissetti. Zihni ve
gönlü allak bullak olmuştu. O güne kadar öğrendikleri darmadağın
olup gitmişti sanki. Nasıl bir mânevî güç ve otoriteydi bu Allâhım!
Hakîkî Elmalı hazîneleri bu olmalıydı. O günden sonra şeyhinin yetkinliği ve kemâli konusunda en küçük bir tereddüdü kalmadan dergâhtaki hizmetlerine daha bir azimle ve sebatla, dört elle sarıldı hep.
İşte, Elmalı’yı çağlar boyu hep diri tutan canlar, böylesine büyük
ve yüce ruhlara sâhiptirler. Bu rûha ve mâneviyâta sâhip erler, Allah’ın izni ve lutfuyla gönülleri de ellerinde tutarlar, evirir çevirirler
ve eğitirler. Ahlâklı bireylerden oluşan erdemli bir toplumun inşâsı,
işte böyle yüce gönüllerin uyguladıkları eğitim yöntemleri sâyesinde
zirveye ulaşır. Onlar, kendi gönüllerine sâhip oldukları gibi, başkalarının gönüllerinin de sâhibidirler. Onlar hayatteyken de tasarruf
sâhibidirler; irtihallerinden sonra da. Hattâ ondan sonraki tasarrufları, tıpkı kınından çekilmiş kılıç gibi, çok daha keskin ve etkindir. Kınının içinde duran kılıç da iş görür, onun da caydırıcı bir işlevi vardır. Fakat bir de çekilen kılıcın neler yapabileceğini düşünürsek, o
zaman yaşadıkları beldeyi hep diri tutan canların etkilerini daha iyi
anlayabiliriz. Bizi her yıl Elmalı’da bir araya toplayan ruh, işte bu
ruhtur. Bilindiği üzere bedenler ölür; fakat ruhlar ölmez. Hattâ beden
kafesindeki tutsaklığından kurtulup özgürlüğüne kavuşur.
Ne var ki, tasarruf gücü olan diri bir rûha sâhip olabilmek için,
yine aynı rûhu taşıyan “diri” bir gönül adamının eğitiminden geçmek
lâzımdır. Esâsında Elmalı erenlerinin de Ahmediyye gibi ana bir damarından beslendiği Halvetî geleneğin en temel eğitim prensiplerinden biri, “mânevî eğitimin (irşâdın), sağ olan birinden, yine sağ olan birine
uygulanması” ilkesidir.
2 Bk.: Abdullah Ekiz, Sinân Ümmî ve Ahfâdı, Ankara, 1962, s. 49; Emine Işınsu, Bukağı,
Ankara, 2006, s. 156.
22 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Bir mürşid-i kâmile nefsini eyle nikâh
Ol dostun cemâlini versin sana mehrine
diyen Eroğlu Nûri, mânevî irşâdın “sağ (hayatta) olan” bir kimseden,
yine sağ olan birine yapılabileceğini; ölene biat etmenin câiz olmadığını belirtir.3 Çünkü vefâtından sonra Hz. Peygamber (s.a.v.), insanları, kendi ravzasına gelip kabrinden biat almaya dâvet etmemiş; aksine kendi yerine, “yaşayan” bir vekil olarak Hz. Ebûbekir (r.a.) Efendimiz’i tâyin edip ona zâhirî ve bâtınî hilâfet vermiştir. Eroğlu Hz.,
bu konuda şöyle demektedir:
“Habîb-i Ekrem: “Gelin, mübârek ravzamdan biat edin; hem halîfe, hem
âlim olun; her ne murâdınız varsa hâsıl olsun” demedi. Ve fakat, birine (Hz.
Ebûbekir Efendimiz’e) zâhiren ve bâtınen hilâfet verip halîfe bıraktı.”4 Bu
konuda Eroğlu Hz., şeyhinin şeyhi (tarîkat pîri) Yiğitbaşı Velî Ahmed
Şemseddîn-i Marmaravî’nin bir şiirinden de kendine delil getirir:5
“Bu konuda Azîz Pîrim (Yiğitbaşı) şöyle buyurmuştur:
Gerçi câizdir, mezâra hem ziyâret, hem duâ
Lîki kalb emrâzına, olmaz ziyârette devâ”6
Gerçi mezara ziyârette bulunup duâ etmek câizdir; ama bu tür
ziyâretlerde kalp hastalıklarına devâ bulunmaz. Yâni mezardaki büyüklere elbette sevgi ve saygı beslenmeli, bunda bir sakınca yoktur;
lâkin yaşanan güncel mânevî sorunların çözümü ve rûhî/mânevî
eğitimin devamı için diri olan Allah dostlarına mürâcaat edilmelidir.7
“İrşad, sağdan sağadır; ölene biat edilmez!” diyen Eroğlu Nûri, hayatta bulunan kâmil bir velîye ve onun yerine bıraktığı bir halîfeye
biat etmenin farz olduğunu söyler. Ona göre bu, âyet-i kerîme ve
hadîs-i şeriflerle sâbittir. Cenâb-ı Hakk’ın: “Ey Habîbim! Şunlar ki sen3 Eroğlu Nûri, Tasavvuf bi’t-Tarîkat, Haz.: Mustafa Tatcı, Ankara, 2002, s. 38.
4 Eroğlu Nûri, a.g.e., s. 38.
5 Eroğlu Nûri, a.g.e., s. 38.
6 Bk.: Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, Câmiu’l-Esrâr, vr. 7b; Ahmet
Ögke, Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, İstanbul, 2001, s. 372.
7 Bk.: Mustafa Tatcı, “Yiğitbaşı Velî’nin Elmalı Havzasına Ektiği Tohum: Vâhib-i
Ümmî ve Elmalı’nın Canları”, Manisalı Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî
Sempozyumu, 26 Nisan 2008, Manisa, ss. 120-121.
Elmalı’nın Değerleri: Elmalı’yı Her Dâim Diri Tutan Canlar / A. Ögke •
23
den bey’at ettiler, el aldılar; iyi bilsinler ki benden bey’at ettiler, el aldılar.
Zira senin elin üstünde benim kudretim eli vardır”8 meâlindeki sözü buna delildir. Bu âyet, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Kâbe’nin fethi
için Medine’den yola koyulduğunda, ulu fethin zâhirî ve bâtınî
mânâları bilinsin diye, bir ağaç dibinde on sahâbeye biat ettirmesi
üzerine inmiştir. Eroğlu Nûri’nin kaydettiğine göre, sonra bu
sahâbeler demişlerdir ki: “Ey Allah’ın Resûlü! Senin mübârek elinden
bey’ata eremeyenler ne olacak?” Efendimiz (s.a.v.): “Her kim, halîfelerimin
eline yapışırsa, tâ dünyâ son buluncaya kadar, Allah’ın izniyle, benim sırrım
yüzünden ve kâmil erenler duâsıyla ayne’l-yakîn irşad olup hilâfete ulaşır.
Silsilemden gelen halîfelerimin herhangi birinin ellerine yapışanlar, benim
elime yapışmış gibidir. Benim elime yapışan da Allah’ın kudret eline yapışmıştır. Bin ele bir el, Hak’tır” demiştir. Şimdi anlaşıldı ki diyor Eroğlu
Hz., evliyâdan ve halîfelerinden el almak âyet ve hadisle sâbit olmuştur. Habîb-i Ekrem’in ashâbına telkin etmesiyle sünnet olmuştur.
Ashâbın diğer Muhammed ümmetine telkin etmesiyle de icmâ-ı
ümmet olmuştur.9
Sinân-ı Ümmî’nin üstâdı Eroğlu Nûri’nin çağrısı çok açıktır:
Sâdece kendinizden önce gelip geçmiş gönül önderlerinin kabirlerini
ziyaret edip onlara saygı ve sevgi beslemekle yetinmeyin; bu büyük
ruhların bugünkü yaşayan temsilcilerini de bulun ve onlardan da
istifâde edin.
Öyleyse, Elmalı’yı her dâim diri tutan canların beslendiği kaynağı keşfetmek, o kaynaktan bugün beslenmekte olan pınarları bulmak
ve onlar aracılığıyla aslâ ölmeyen, yok olmayan, ezelî ve ebedî, “lemyezel” olan Hayy ve Bâkî’den güç almak gerekmektedir. Bizden asırlar önce yaşamış Elmalı erenleri böyle yaptıkları içindir ki, sundukları
mesajlar ve verdikleri fikirler de o derece dipdiri, capcanlı ve çağlar
ötesi olmaktadır.
Aynı kudretten güç almak, isteyen herkesin elinde aslında. Öyleyse istemek lâzım, istemesini bilmek lâzım; aramak lâzım, aramayı bilmek lâzım; bulmak lâzım; ölmeden evvel ölmek lâzım, ki diri kalmak lâzım,
ve’l-hâsıl olmak lâzım, ve’s-selâm…
8 Fetih Sûresi, 48/10.
9 Eroğlu Nûri, a.g.e., ss. 16-18.
BİRİNCİ BÖLÜM
İLMÎ ve İRFÂNÎ EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
Eğitim öğretim tarihimizde ilmî ve fıkhî konuların öğretildiği
medreselerimiz ile mânevî, rûhânî ve ahlâkî eğitimin verildiği tekkelerimiz ayrı bir yer tutmaktadır. Tekkeler tasavvufî eğitim geleneğinin en önemli kurumlarıdır.
Tekke ve ribat, mescit ve câmiden sonra kültür tarihimizin en eski eğitim müesseseleridir. 14 asra yaklaşan tarihleri boyunca bu müesseselerin eğitim ve öğretim hizmetlerini kısa bir zamanda anlatmanın imkânsızlığını takdir edeceğinizi umarım. Biz, bu bildirimizde
tasavvufî eğitim usûllerini ana başlıklar hâlinde çok kısa değerlendirmelerle sunmaya çalışacağız.
Ribat ve tekkenin ortaya çıkışı aşağı yukarı aynı yıllara rastlamaktadır. Ribat, kara ve deniz sınırları boyunda, askerî ve dînî amaçlı
eğitim imkânı veren müesseselerdir. İlk ribâtın Hasan-ı Basrî’nin talebelerinden Abdulvâhid b. Zeyd tarafından hicri II. asrın ortalarında
Abadan’da kurulduğu bilinmektedir. İlk tekke yine aynı asırda Filistin’in Remle kasabasında kurulmuştu. Tekkelerin kuruluşunun tarihi
hayli eski dönemlere rastlamakla birlikte yaygınlık kazanması medreseler gibi Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Bu yüzden tekkeler
ve medreseler daha çok Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde etkili olmuştur.
1. Tasavvufî Kurum / Tekkelerin Sosyal Fonksiyonları
Tekkeler, Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın isminin anılmasına izin
verdiği evler (Bk.: en-Nûr, 24/36) diye anlatılan özelliğe sahip zikir ma Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı, Ankara.
28 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
halli olduklarından mâbed hükmündedirler. Bu yüzden tekkelerin
tamamında beş vakit namaz, bir kısmında minber ilâvesiyle Cuma
namazı da kılınmaktaydı.
Tekkeler örgün eğitim kurumu olmamakla beraber, mensuplarına dînî bilgiler veren bir mektep, bir okul özelliği de taşımaktaydı.
Aslında özellikle ilk devir Osmanlı ilim adamlarının aynı zamanda
sûfî ya da sûfîlerin aynı zamanda medrese eğitimi almış olmaları tekke ve medrese için bir barış ortamı sağlamıştı. Bu an’anenin bir devamı olarak bazı tekkelerin medrese gibi faâliyet gösterdiği görülmektedir. Bazı tekkeler medrese talebelerine yurt ve pansiyon hizmeti vererek bu iki hizmeti birleştirmiştir. Nitekim Küçük Ayasofya
Câmii tekkesi bunun örneklerinden biridir. Ayrıca Büyük Ayasofya
Câmii’nin vâizlik ve kürsî şeyhliğinin tarîkat mensuplarından seçilmesi dikkat çekici bir özelliktir.
Tekkeler bir ilim ve irfan merkezi olduğu için, aynı zamanda birer kütüphâne idi. Tekke şeyhlerinin bizzat yazdıkları veya sahip
oldukları eserlerin muhafaza edildiği ve ilgilenenlerin istifâdesine
sunulduğu yerlerdi. Tekke ve zâviyelerin kapanmasından sonra,
mevcut kütüphânelerin toplandığı Süleymaniye Kütüphânesi
kataloğuna bir göz atılması, bu konuda fikir verecektir. Nitekim Süleymaniye’de toplanan kütüphânelerin büyük bir kısmının dergâh
kütüphânelerinden oluşmaktadır.
Tekkeler, halkın çeşitli müşkillerini halletmek ve problemlerine
cevap almak üzere başvurdukları meşveret merkezleriydi. Tekke
mensupları ve halkın diğer kesimi çeşitli meselelerini buradaki bilge
insanlara açardı. İnsanın karar vermekte zorlandığında reyine güveneceği bir dostunun bulunması elbette güzel bir olaydır.
Tekkelerin icra ettiği önemli hizmetlerden biri de gelene geçene
konaklama imkânı sunmasıdır. Vakfiye şartlarında belirtildiği gibi üç
gün süreyle yolcuları ağırlamak, dergâhların üstlendiği hizmetler
arasındaydı. Özellikle kervan yolları üzerindeki tekkeler kervansaray
hizmeti görmüşlerdir. İskân amacıyla dağ başlarında ve yol ayrımlarında kurulan tekkelerin de yol güvenliğini sağlamak, bölgenin imârı
ile gelip geçenlerin ağırlanması gibi önemli hizmetleri olmuştur.
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz •
29
Tekkeler, bir sosyal müessese olduğu ve rûhî eğitimle meşgul bulunduğu için zaman zaman hastaların bakıldığı, hattâ bazı dergâhlarda bu hizmetin bir şîfâhâne gibi îfâ edildiği bilinmektedir. Özellikle “miskinler tekkesi” olarak bilinen yerler cüzzamlı hastaların tedâvi
merkezleriydi. Şeyhinin ve bütün mensuplarının cüzzamlı olduğu bu
tekkeler bir yandan karantina görevi görürken, diğer yandan toplumdan itilen ve horlanan cüzzamlıları yeniden hayata bağlamaktaydı.
“Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” özdeyişinde anlatıldığı gibi sofrasına gelen herkese yemek ikramını bir görev sayan tekkeler, özellikle imaretleriyle açları doyurmaktaydı. Çeşitli sebeplerle çalışamayan
veya geçimine yetecek geliri bulunmayan insanların gündelik yemek
ihtiyaçları tekkelerin imaretlerinden karşılanırdı. Tekkenin sıcak ortamında barınan pek çok garip ve yetim aynı zamanda eğitim imkânı
da bulurdu.
Haberleşme imkânlarının bugünkü seviyeye ulaşamadığı, ulaşım
imkânlarının son derece kısıtlı bulunduğu dönemlerde tekkeler toplumla devlet arasında haberleşme imkânı sunmaktaydı. Özellikle
istihbârî bilgi ve haber akışında tekkelerin üstlendiği fonksiyon son
derece önemlidir. Devlet halka ulaştırmak istediği mesajlarını
meşihât makāmı aracılığıyla tekke ve zâviyelere ulaştırır, onlar aracılığıyla bu emirler köylere kadar halka iletilirdi. Aynı şekilde halkın
ihtiyaç ve şikâyetleri tekkeler vasıtasıyla meşîhata, oradan da sadâret
ve saltanat makāmına ulaştırılırdı. II. Abdulhamid Han Hâtırat’ında
buna işaret etmektedir.
Osmanlı döneminde tekkelerin siyâsî bakımdan da önemli bir
fonksiyonu vardı. Özellikle siyâsî suçlular tekkelere sığınabilirler ve
buralarda onlara müdahale edilemezdi. Tekke şeyhinin izni olmadan
siyâsî suçluların tekkelerden alınıp tutuklanması söz konusu olamazdı. Nitekim buhranlı dönemlerde pek çok kimse tekkelere iltica
ederek canını kurtarmıştır. Bazen de mevkilerini kaybeden, görevinden azledilen yöneticiler tekrar iade-i itibar edilinceye kadar dergâhlarda barınırlardı. Meselâ Aziz Mahmud Hüdâyî döneminde yaşamış
olan Kaptân-ı Deryâ Halil Paşa bunlardan biridir. O her görevden
azledilişinde soluğu hazretin dergâhında alırdı.
30 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Dünya malının geçiciliğine inanan ve çekiciliğinden kurtulmaya
çalışan tekke mensupları, malın Allah’a adanışı demek olan vakıfların
gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bugüne ulaşan vakıflarımızın mühim bir bölümü tekke ve dergâh vakıflarıdır. Tekkelerde
verilen eğitim/öğretimi icra tarzına ve hedef kitlesine göre değerlendirmek gerekmektedir.
2. Tekkelerde Tasavvufî Eğitim ve Öğretim
Tekkeler hem bir öğretim, hem de bir eğitim kurumudur.
2.1. Tekkelerde Tasavvufî Öğretim
Tekkelerde yapılan tasavvufî öğretimin sözlü ve yazılı olmak
üzere iki şekilde yapıldığını ifâde edebiliriz.
2.1.1. Sözlü Öğretim
Tekkelerde şeyhlerin ihvânına yaptığı nasihat türü konuşma ve
derslerdir. Tekke şeyhleri haftanın belirli günlerinde mürid ve müntesiplerine konuşmalar yapar ve bu konuşmalarda genel esas ve ihtiyaçları dile getirirlerdi. Son derece yapıcı ve sıcak üslûp içinde yapılan bu konuşmalar müridlerin dertlerine deva olurdu.
Tekkelerde yapılan sözlü eğitimin iki boyutu vardı. Birisi, tekkeye gelen bütün müridleri muhip ve cemaati ilgilendiren ibadet, taat,
âdâb ve ahlâk konularına ait konuşmalar, diğeri ise daha çok ileri
seviyedeki tâliplerle yapılan tasavvufun ince meselelerine, tevhid ve
mârifet gibi konulara ait konuşmalardır. Şeyhler konuşmalarını cemaatin durumuna göre ayarlar ve herkesin istifâdesini sağlamaya
çalışırlardı.
Tekkeler birer yaygın öğretim kurumu olduğundan mektep ve
medreselerinki gibi çok sistemli olmasa da belli bir düzen içinde ders
halkaları teşkil edilirdi. Tasavvuf ve tarîkat büyüklerinin eserleri ya
da bazı hadis, tefsir ve fıkıh kitapları takrir edilirdi. Şeyhler sohbetlerinde san’at kaygısından uzak sâde ve anlaşılır bir üslûpla ifâde-i
meram ederlerdi. Şeyhlerin karizmatik ve gizemli şahsiyeti o sâde
ifâdeler arasında bile tesirini icra eder, dinleyenleri cezbeye getirirdi.
Tekkelerin mânevî ortamı sözün daha iyi anlaşılıp benimsenmesine
tesir ederdi.
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz •
31
Sözlü öğretimde şeyhlerin kitlesel konuşmalarından başka
müridleriyle teke tek görüşme ve konuşmaları olur, bu konuşmalarda
mürid şeyhine hâlini arzeder, rüyâlarını anlatırdı. Şeyh de karşısındaki mürîdine gerekli uyarı ve irşadlarda bulunurdu. Müridlerle
şeyhin periyodik görüşmeleri onların otokontrol sistemi geliştirmelerini sağlardı. Belli aralıklarla ibadet hayatı ve gönül dünyası hakkında şeyhine bilgi verecek olan mürid, kendisini daha sıkı denetlemek
zorunda kalırdı. Hele intisap sırasında mürîdin şeyhine verdiği söz;
yani bey’at, kendisi için başlı başına bağlayıcı bir müeyyide idi.
2.1.2. Yazılı Öğretim
Tarîkat pirlerinin fikir ve düşüncelerini yazılı eserler hâline getirmesi ve bu eserlerden tekke muhitlerinde istifâde edilmesidir. Tasavvuf döneminde olduğu gibi tarîkat döneminde de şeyhler, nazım
ve nesir türü pek çok eserler vücûda getirmişlerdir. Gönül imarını
meslek edinmiş olan tekke mensupları, öğretimde yazılı eserlerden
de yararlanmışlardır.
Tekkelerde en çok yararlanılan yazılı kaynakların başında Kūtü’lKulûb, Kuşeyri Risâlesi, İhyâ ve Avârif gelmektedir. Özellikle son eserin
Anadolu tekkelerinde bir an’ane hâlinde okunula geldiği görülmektedir. Tarîkat döneminde ise, Abdulkādir-i Geylâni’nin eserleriyle
Mevlânâ’nın
Mesnevî’si
Yûnus’un
şiirleri,
Yazıcıoğlu’nun
Muhammediye’si, Eşrefoğlu’nun Müzekki’n-Nüfûs’u başlıca yazılı kaynaklar arasında sayılabilir. Bunlara ilâve olarak, her tarîkatın iç tüzüğü mesabesindeki âdâb kitapları el altı kaynakları arasında sayılabilir.
Yazılı kaynakların bir önemli boyutu tarîkat şeyhlerinin
halîfelerine görev vererek bir başka beldeye gönderdiklerinde ortaya
çıkmaktaydı. Yeni bir yere hilâfetle görevlendirilen kişi, şeyhinin ve
tarîkat pirinin eserlerini yanından eksik etmezdi. Tekkelerin hemen
hepsinde kurulmuş bulunan kütüphâneler, tekkelerdeki yazılı eğitimin boyutunu göstermektedir.
Tasavvuf âdâbı, makam ve kavramları itibariyle kitaplara ve kayıtlara geçmiştir. Özellikle geçmiş şeyhlerin menâkıbı tarîkatta son
derece önemli olduğu için Menakıbnâme’lerin tekke eğitiminde önemli
bir yeri vardır. Bugün Batı’da bazı hastalıkların tedavisinde
32 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Menâkıblardan yararlanılması düşüncesi kabul görmeye başlamıştır.
Kütüphânelerimizde bulunan tasavvufî eserlerin çoğunun Menâkıb
kitaplarından oluşması bu bakımdan üzerinde düşünülmeye değer
bir konudur.
Tekkelerdeki yazılı öğretimin bir boyutu da şeyhlerin halîfelerine
ya da bağlılarına yazdığı mektuplardır. Hz. Peygamberin komşu devlet başkanlarına yazdığı mektuplarla başlayan bu tür yazılı eğitim,
tasavvuf ve tarîkat çevrelerinde yaygınlaşmıştır. Özellikle şeyhi ile
periyodik olarak görüşme durumunda olan bağlıların şeyhten uzakta
bulunmaları bu görüşmelerin mektupla yapılmasını zorunlu kılmıştır. Mektuplar belli bir muhâtaba özel bir amaçla yazıldığından
önemli yazılı eğitim kaynaklarıdır. Somut konular ihtiva etmesi ve
sübjektif yorumlar taşıması mektupların özelliğidir. Şeyhlerin yazdığı
mektuplardan oluşan pek çok Mektûbât vardır. Bunlar arasında
İmam-ı Rabbânî’nin mektupları önemli bir yer tutar. Hattâ onun bu
mektupları bazı dergâhlarda ders kitabı gibi okuna gelmiştir.
2.2. Tekkelerde Tasavvufî Eğitim
Tekkelerdeki tasavvufî eğitim, uygulama ve hâl olmak üzere iki
yolla yapılırdı.
2.2.1. Uygulamalı Eğitim
Tekkelerde yapılan uygulamalı eğitim, zikir, âyin, semâ, çile, erbain ve meydan hizmetleri gibi şeylerdir. Topluca yapılan zikir ve
âyinler, şeyhlerin tatbikatını gösterip tâlim ettiği ferdî ibadet ile çile
ve hizmetlerin hedefi, nefsin tepkilerinin kırılması ve teslîmiyetin
sağlamlaştırılmasıdır. Kul nefsini tanımadan Rabbini tanıyamayacağına göre, burada nefsi tanıtıcı hizmetlere ağırlık verilir. Tasavvufta
mânevî eğitimin üç yöntemi vardır: Sohbet, halvet ve seyahat.
Sohbet, şeyh ve ihvan ile beraber bulunmaktır. Onların pratik
tatbikatından yararlanmaktır. Bu bir bakıma hâl ile eğitimdir.
Halvet, yalnızlığı tercih ederek, belli bir süre insanın riyâzat ve
mücâhede ile nefsinin sivriliklerini törpülemesidir. Tekkedeki uygulamalı eğitimde halvetin önemli unsurlarından biri, kişinin riyâzat ve
mücâhede ile irade eğitiminden geçmesidir.
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz •
33
Seyahat, kişinin nefsinin eksiklerinin ortaya çıkıp eğitilmesi için
memleketinden ve sevdiklerinden ayrılıp gurbete çıkmasıdır. Gurbette “kurbet” vardır. “İnsan garîp olduğu ölçüde Allah’a karib; yani
yakın olur” ilkesinden hareketle bazı şeyhler müridlerini seyahatle
eğitmişlerdir.
2.2.2. Hâl İle Eğitim
İnsanlar üzerinde en etkili eğitim biçimi, bir arada bulunmak
sûretiyle aynîleşmedir. Sohbet aynîleşmenin yollarından biridir.
Çünkü sohbet, bir arada bulunmak, aynı mekânları paylaşmak demektir. İslâm’daki “Hz. Peygamber’i baba, hanımlarını anne,
mü’minleri de kardeş gören” anlayış, eğitimi âilenin sıcak ortamına
çekmiştir. Tekkede de şeyh baba, eşi anne, müridler ihvan; yani kardeşlerdir. Hal eğitiminde böyle bir anlayışın etkisi çok büyüktür.
Şeyhini babası yerinde gören bir mürîdin ona bakışı ya da
mürîdini evlâdı gibi gören şeyhin ona yaklaşımı elbette sevgi üzerine
olacak ve aralarında hiçbir zorlamaya mahal kalmadan kalbî bir iletişim kurulmuş olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamberi üsve-i
hasene olarak tavsif eden âyet aslında hâl ile eğitimi de gündeme
getirmektedir. Allah Resûlü mânevî kişiliğiyle çevresindekilere
rûhânî bir hayat yaşatırdı. Sahâbîler, onunla birlikte bulunmaktan
doğan aşk, şevk ve heyecanlarını kendisinden sonraki nesle hal yoluyla nakletmişler ve bu durum mânevî bir teselsül ile günümüze
kadar gelmiştir. Sâdık ve sâlihlerle beraber bulunmayı emreden
âyetle, (et-Tevbe, 9/119) zâlimlerden uzak kalmayı emreden âyet, (elEn’âm, 6/68) Hz. Peygamber’in iyilerle bulunmayı gülyağı satanlarla,
kötülerle bulunmayı ise demirci dükkânında bulunmaya benzeten
hadisleri1 bunun delilidir. “Kır atın yanında duran ya huyundan, ya
suyundan”, “Üzüm üzüme baka baka kararır” gibi ata sözleri bu etkileşim ve hal transferini anlatmaktadır.
Tekke bir paylaşım ortamıdır. Sevginin, heyecanın, duygunun
maddî ve mânevî her şeyin paylaşıldığı mekândır. Burada kişiler çatık kaşlı değil güler yüzlüdür. Şeyhler şunu yap ya da şunu yapma
tarzında tâlimatlar yağdırmazlar. Aksine edep ve ahlâkıyla örnek
1
Bk.: Buhârî, Zebâih, 31; Müslim, Birr, 146.
34 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
olur, hâliyle ve tavrıyla onları eğitirler. Çünkü hallerin sirâyet edici
bir özelliği vardır. Özellikle güçlü şahsiyetler, yanında bulunanları
etkiler. Bu yüzden tasavvufta nazar ve teveccüh de bir eğitim aracı
olarak görülmüştür.
3. Tasavvufta Meslekî Eğitim
Meslekî eğitim denince tasavvufî meslek eğitimini değil, tekkelerin müntesiplerine meslek kazandırmak üzere uyguladıkları eğitimi
kastediyoruz. Tekkelerin birinci derecedeki eğitim fonksiyonu
mânevî eğitimdir. Bununla birlikte, özellikle Ahi zâviyelerinde Ahilerin meslekî eğitimden geçirildikleri bilinmektedir. Çünkü Fütüvvet
Teşkîlâtı adıyla anılan Ahi birliklerinin asıl amacı, gençleri eğitip topluma kazandırmak, onları, bir meslek sahibi yapıp yararlı hâle getirmektir. Her meslek sahibinin bağlı bulunduğu debbağlar, okçular ve
bezzazlar tekkeleri gibi tekkelerde gençler, çıraklık, kalfalık ve ustalık
sistemi ile bir meslekî ve mânevî eğitim görmekteydi. İnsanların taşkınlığa en müsait olduğu büluğ çağında onları tekkeye bağlayarak
şalvar giydirip şedd kuşatarak eline, beline ve diline sahip olacak
şekilde eğitmekteydi.
Tarîkat şeyhleri müridlerinin mânevî eğitimiyle meşgul oldukları
kadar bir meslek sahibi olmasıyla da meşgul olup, onları buna teşvik
etmişlerdir. Hacı Bayram-ı Velî gibi gönle girmeyi çok şerefli bir görev sayan bir mürşid bile, müridlerini çiftçilikle uğraşmaya teşvik
etmiştir. Aslında bir dergâha bağlı bulunanların hepsi, o tekkenin
hücrelerinde oturup kalkan, imaretinden karnını doyuran insanlardan ibaret değildir. Seyr u sülûkünü tamamlamamış kimseler arasında bütün gününü dergâhta geçiren kimseler varsa da, sâdece akşamları ya da haftanın ve ayın belirli günlerinde dergâha gelenler de vardır.
Dergâhlar, özellikle güzel sanatların meşk edildiği birer atölye
özelliği taşımaktadır. Hüsn-i hat, mûsikî, tezhîb, şiir ve edebiyat gibi
güzel sanatlar, tekkelerde öğrenilirdi. Hattâ bazı şeyhler bir meslek
öğrenmeyi seyr u sülûk şartı olarak görürlerdi.
Tekkeler, bizim kültür tarihimizde birer yaygın eğitim kurumu
mesabesindedir. İnsanların soluklandığı, sevgiye doyduğu, birbiriyle
kucaklaştığı ortamlardı. Haftalık yorgunlukların atıldığı, sıkıntıların
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz / H. K. Yılmaz •
35
paylaşıldığı mekânlardı. Bu yüzden tasavvufî eğitim, kendine özgü
sosyal mekânlarda ilgi ve meraklılarına verildiği gibi hayatın içinde
şifâhî bir kültür olarak da algılanıp solunmaktaydı. Mânilerimizden
türkülerimize, ninnilerimizden özdeyişlerimize varıncaya kadar
şifâhî kültürümüzde tasavvufun derin izlerini görmek mümkündür.
Aynı şekilde hayatı ve dünyayı okumada, beşerî münasebetlerde,
insanı algılamada tasavvufun öngördüğü âdâb, geleneksel kültürümüzün bir parçası hâline gelmiştir.
Milletimizin mânevî hayata ve rûhânî lezzetlere düşkünlüğü tasavvufa âit unsurların kendiliğinden benimsenmesi sonucunu doğurmuştur. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde devlet başkanlarının
da tasavvufî muhitlere yakın durması, halkın fıtratında zâten var
olan tasavvufî yatkınlığını arttırmıştır. Bu yüzden Pall Wittek gibi
birtakım batılı tarihçiler Osmanlı devleti için “derviş devlet” tâbirini
kullanmışlardır.
Tasavvufî eğitimin en önemli özelliklerinden birisi de herhangi
bir zorlamaya gerek olmadan kolaylıkla sindirilebilmiş olmasıdır.
İnsanlar doğrudan tasavvufla irtibatlı olmasa bile tasavvufî değerleri
toplum hayatı içinde farkında olmadan sindirip benimsemektedir.
Erenlerin Eğitimi
Prof. Dr. Necmettin TOZLU
Giriş
Eğitim, tarih boyunca her toplumda merkezî bir yer tutmuştur.
Çünkü temelde eğitim bir varlık-yokluk meselesidir. Bir düşünce, bir
ideal meselesidir. Yine de pek çok belirleyiciye bağlıdır. Meselâ; herhangi bir devletin, toplumun hangi insanı yetiştireceğine dâir bir felsefesi yoksa, buna dâir güçlü idealleri yoksa, dahası güçlü bir ekonomik sisteme sahip değilse, bunun yanında âdil bir siyâsî-sosyal
yönetim sisteminden mahrumsa, o ülke veya toplum eğitimden beklenileni elde edemez.
Diğer yandan o ülke; dünya sistemine bağımlı hep taklit eden,
başkalarını takip eden bir yapılanma içerisinde ise ve düşünürü, bilim adamı, aydını hep başka dünyaların şarkılarını söylüyorsa, eğitim
artık tersine işler. Bir varlık meselesi değil; bir yokluk, yok etme, değer kırma meselesi olarak işlev görür.
Ne çare ki; bugün üçüncü dünya denilen ülkelerde, özellikle de
İslâm dünyasında yüzyıllardır eğitime bu işlev yüklenmiştir. Okulun
temel işlevi budur. Yerli olanı, geleneği, tüm değerleri kırmak; yerine,
sun’î, tutarsız, toplumu çözen yabancı batılı değerleri ikame etmektir.
İşte bütün mesele bu düğümün çözülmesi, kendimizi var edecek
gerçek eğitimimizin kurulmasıdır. Bunun için yapılması gereken de;
olanca demokrasi iddialarına rağmen, bu konuda inkâr edilen, yasaklanan eğitimin mânevî boyutunun, insanın gönül dünyasının yeniden
gündeme getirilmesidir. Bu, sâdece bizim için değil, batılı ezen, sö Emekli Öğretim Üyesi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eski Dekanı.
38 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
müren, yok eden ‘güç’ için de bir çıkış yolu, bir kurtuluş reçetesi demektir.
Hâliyle, kayıp halkaya yani ‘eğitimin erenler boyutu’na
yoğunlaşılmalıdır. ‘Eren’in sözlüklerde çeşitli anlamları verilir: Yetişen, ulaşan, vasıl olan. İyi yetişmiş kişi. Cesur, yiğit. Koca. Şahıs, kişi.
Ermiş, aziz.1
Burada bizi daha çok bir yere doğru yapılan hareket ve bu harekete bağlı amaç, ideal ve içerik ilgilendirir. Bu harekette; yani yetişmekte, vasıl olmakta başlangıçta iki önemli husus dikkati çeker. İlki;
bir başlangıcı, yani bir yerden bir yere, herhangi bir şeye ulaşmak için
yapılacak kalkışı ifâde eder. Bu da bir amacın, köklü, derin bir idealin
varlığını, ona bağlılığı gündeme getirir.
Aslında yol-yolculuk bütün dinlerde olduğu gibi tasavvufî anlayışta da önemlidir ve sembolik anlamlar ifâde eder. İnsanın iç dünyasının, mânevî boyutunun olgunlaşmasını, yetkinleşmesini remzeder.
Hz. Peygamber’in hicretinde de aynı anlam gizlidir. Yolculuk uzundur, zordur, çeşitli engellerle doludur. Ama, aşılması, alınması gereken bir mesafedir de. Tüm bu zorlukların üstesinden gelindiğinde
yolcu, yolda olan, tâlip umduğuna kavuşur, olgunlaşır ve amacına
erer. Bu tür sembolik temsiller, Miraç olayında bütün yoğunluğuyla
karşımıza çıkar. Bu yüzden Miraç, İslâmî Edebiyat’ta, tasavvufta hayli işlenir, pekçok eserin doğmasına sebep olur. ‘F. Attâr’ın, Mantıku’tTayr’ı, büyük Arap şâiri Maarrî’nin Risâletü’l-Gufran’ı, İkbâl’in
Cavidname’si, dahası Goethe’nin Faust’u, Dante’nin İlâhî Komedi’si
Miraç’tan etkilenerek vücut bulmuş eserlerdir. Son araştırmalar, İbn
Arabâ ve tasavvufun, Dante’nin başlıca kaynaklarından olduğunu
ortaya koymuştur.2
Kısacası; bir yerden kalkmak, bir yere varmak, vasıl olmak işin
özünü oluşturur. Ancak bu, herhangi bir kalkış-varış arasındaki eylemi aşar. Elbette Sakarya’dan Antalya’ya, Türkiye’den Almanya’ya
ulaşmak da bir çeşit kalkış ve varıştır. Ama böyle bir kalkış ve varış
işin sâdece fizikî boyutunu ifâde eder. Erenler kavramı bunu içermek1 D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük.
2 B. Ayvazoğlu, Geleneğin Direnişi, İst., 1997, 207-208.
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
39
le beraber yolculuğun tasavvufta ifâdesini bulan sembolik mânâsına
değinildiği üzere bu, daha çok rûhî bir gelişimi, kemâli ifâde ettiğinden; rûhî hareketteki kalkış insanın kendisinden çıkabileceği, kendisini aşabileceği hususunu amaçlar. Dolayısıyla insan, bu mânâda
kendinden, kendisiyle kalkarak ‘Hakîkat’e, Allah’a’ ulaşmak ister.
Dünya ile, onun içindekilerle yetinmez.
Dünyadan kurtulmak (buna insanın bedeni dâhildir), Hakîkat’e
ulaşmak; her devirde bazı insanları meşgul etmiş, farklı uygulamaları, denemeleri getirmiştir. Meselâ, Brahmanizm’de de; dünyayı aşma,
insanın kendini aşması bir nevi yolculuk mantığı içerisinde ele alınmıştır. Böylece konu bu öğretide hayli önemli olup, uğraşılması gereken baş mesele olarak görülür. Brahmanizm’de esas olan Brahma’da yok olmaktır. Çünkü o, en üstün güçtür. Ezelî-ebedî Tanrı’dır.
Eşyânın kaynağıdır. Bunun için onda yok olunarak hakîkate, mutluluğa ulaşılabilir.
Öğretinin esası şudur: Brahmanizm’de evren bir çarktır. Döner
durur. Bu dönüş, tüm gelişmelerin ve değişmelerin sebebidir. Bu değişmeler ise; hayat, toplum, zaman, mekân ve bilinçteki değişmeleri
getirir. Bu her bir değişme de bir küçük çarkın, tekerleğin dönmesi
olarak kabul edilir. Evrendeki bütün bu değişmeler, dönmeler rûhu
sarsar. Bu dönmede, yani doğumdan-ölüme uzanan yolda (rto), her
türlü acıyı, sıkıntıyı, vefasızlığı yaşar insan. Bu; evrenin bir acı kaynağı, ıstırapla dolu bir rüyâ, bir ‘maya’ olarak algılanmasını getirir.
Rûhu; bu sarsıntılardan, sıkıntılardan, acılardan kurtarmak gerekir.
Kurtuluş iki yolla olur: ilki; ölümü, rûhun beden değiştirmesi (tenasühü) olarak görmektir Bu, bedenin tükenmesi olsa bile, rûhun ebedîleşmesini sağlar. Ancak bu, rûhun girdiği yeni bedenle aynı acıları
yeniden yaşaması demektir. Budaca tâbirle, ‘hayat seli-samsara’ yeniden başlar. Öyleyse bu, kurtuluş olamaz. Yeni bir yol aramak gerekir.
İkinci yolda Brahman adayı; rûhu, acılardan kurtarmak için özel
bir eğitim görür. Bu eğitimin temelini, ‘gerçekten varolan ‘Ben’dir
iddiası oluşturur. Ancak bu, Brahman adayının benidir. O, böylece
kendini tenasühün dışına alır ve varlıklara istediği biçimi verebilece-
40 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ğine inanır. Buda, bunlara karşı çıkar. O, kurtuluşu ‘hiçlik’te arar.
Hiçliğe ulaşmanın (Nirvana) eğitimini yapar.3
Görülüyor ki insanlık; varlıkla, varolanlarla, gerçek varlığın ne
olup-olmadığı meselesiyle sürekli meşgul olmuştur. Yani; hem dışındaki kâinâtı, hem de içindeki âlemi sürekli irdelemiş ve sorgulamıştır,
Bunun anlamı şudur: İnsan yaratıldığından beri hep bir sırrın peşinde
olmuştur. Sâdece dünyayla, varolanlarla yetinmemiştir. Hep aramış,
derinlere dalmış, olanın, bu görünen âlemin arkasını kurcalamıştır.
İbn Arabî (1165–1240) bu mânâda Allah’ın tek tek her insanla, her
varlıkla bir ilişkisinin olduğunu ve bunun bir sır olduğunu vurgular.
Yani, Allah’tan varlığa, insanlara binlerce, yüz binlerce kapılar açılmış böylece onlara nihâî ideali ihsas ettirilmiştir. Bu nokta tarihî süreçte insanlık tarafından sürekli kurcalanmış, çok farklı bakış açıları,
izah tarzları geliştirilmiştir. Dolayısıyla bu husus insanlığın en büyük
meselelerinden birini teşkil etmiştir. Burada karşımıza iki mesele
çıkmaktadır: Biri dünya yani görünen bu âlem, diğeri ise bu âlemin
ötesi. Bazı insanlar, toplumlar, dünya ile yetinir, sâdece ona sahip
olmakla iktifa ederler. Bir kısım insanlar ise; dünya ile, görünen âlemle yetinmez, işin hakîkatine yani mutlak hakîkate ulaşmak isterler.
Dünyaya sahip olmak da, ötelere sahip olmaya çalışmak da hem bir
görüş, içerik hem de kendine has bir usûl gerektirir. İşte bütün mesele burada başlar. Bu iki anlayış farklı iki eğitim sistemine vücut verir.
Dinlerle başlayan anlayış, insanlığı ‘Tevhid’e çağırmış, bunun yol
ve usûllerini geliştirmiştir. Özellikle İslâmiyet Tevhîd’i (Allah’ın birliğini) esas almış, bunu tâlim ettirmiştir. Başlangıcı ilkçağ materyalizmine kadar inen, dünya ile yetinen görüş-modern eğitim ise sâdece
dünyaya sahip olma noktasında odaklanmış, bunu tâlim ettirmiştir.
Modern eğitimin temelinde, modern bilimi kuran akıl ve bu bilimin
bulguları, usûlü yer alır. Bugünkü bunalım, saldırganlık ve sömürü
bu eğitimin mahsûlüdür. Bunun için eğitimin irfânı, yani erenler boyutuna bakmadan önce, bu eğitimi kısaca ele almak gerekir.
3 M. T. Küyel, “Farabi’ye Bir Hazırlık Olmak Üzere, İslâm Öncesi Türklerde Felse-
fe”, Kutadgubilig, Mart, 2003, 57–58.
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
41
1. Kısaca Modern Eğitim
Modern bilim 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren gelişir. Bunun dibinde yatan temel değer düşüncedir, akıldır. Dolayısıyla ferdin hem
kendisini kurması, hem de toplumsal teşkîlâtlanma yani sistem aklın
eseridir. Nitekim moderniteye ilişkin yaklaşımlar da konuyu bu merkezde tanımlar. Yani modernite; akılcı, ferdiyetçi ve sistem itibariyle
de kutsaldan arındırılmış, sekülerist baskın niteliklerin bir ürünüdür.
İşte bu temel gelişmelerin dibinde, başlangıçta vurgulandığı üzere
modern bilim anlayışı, onu kuran bakış açısı yatar. Bu anlayış, Ortaçağ’dan beri geçerli olan otoritelere başvurma usûlünü reddeder.
Bilindiği gibi otoriteler, kilise kaynaklıdır ve onun öğretilerine dayanır.
Kilise öğretisinde her şey Tanrı’dan gelmedir, gök kaynaklıdır.
Tüm kâinat, insan, toplum, canlı-cansız kısaca her şey organik bir
bütün teşkil eder ve Tanrı kaynaklıdır, dolayısıyla kutsaldır. Ve tüm
bunlar bir hikmete mebnîdir. Böyle bir anlayışta insanın görevi, bu
hikmeti anlamak ve bunu kabullenmektir. Felsefe ve ilim de esasen
bu doğrultudaki gerçeği ortaya koymakla görevlidir. Kilise böylece
tüm gerçeği temsil etmektedir. İlim de, kurtuluş da, hikmet de kiliseye içkindir. Böyle bir anlayışta herhangi bir Hıristiyan veya bir kimse
için, bilim adamı-filozof için gerçeği, hakîkati arama diye bir şey söz
konusu olamazdı. Çünkü kilise zâten tüm bunlara sahipti ve tüm
bunlar onun tekelindeydi. O açıklar, hüküm verir ve yönetirdi.
Michelet, Rönesans adlı eserinde kilisenin bu hâli, ‘dogma’ya sadakati ‘…korkunç bir zabıta kuvvetiyle cihazlanmış bir monarşi’yle sürdürdüğünü ifâde eder. Böylece kilise bu dogma adına akla hayale
gelmedik zulümler işler, karşı çıkanlara korkunç cezalar verir, neredeyse aklı iptal eder. Din adına sömürüyü sürdürür, müthiş bir ekonomik gücün sahibi olur. Öyle ki, kilise Ortaçağ’da ekonominin temeli olan tarımın, yani ekilebilen toprakların üçte ikisine maliktir.
Netîcede, bütün bunlara bilim adamları, düşünürler, aydınlar isyan ederler. Bunlar henüz vuku bulmakta olan modern bilime dayanırlar. Bilindiği gibi Copernicus (1473–1543), Kepler (1571–1627),
Galileo (1564–1642) ve Newton (1642–1627) gibi bilim adamları ile
başlayan bu anlayış kiliseyi sarsar. Bu konuda uzun mücadeleler verilir. Bunlara girilmeyecektir. Ancak netîcede vuku bulan kökten de-
42 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ğişime işaret etmeden de geçemeyiz. Olan şudur: Artık bilime dayalı
yeni bir kâinat ve insan-toplum anlayışıyla karşı karşıyayız. Geleneksel izahlar, kodlar, kutsala dayalı açıklamalar, kilise skolâstiği yeterli
görülmemekte, yerini bilime dayalı anlayışlara terk etmektedir. Dolayısıyla geleneksel kilise kaynaklı dünya görüşü artık ne meşru ne
de gerçek olarak addedilmektedir. Gerçek; bilime, bilimsel bilgiye,
tecrübeye dayalı olandır. Bu anlayışta bilgi de kutsaldan arındırılmış,
onun kaynağı da, bilen ile bilinen arasındaki ilişkiye indirgenmiştir.
Bu anlamda kâinat, insan, tabiat Yaratıcı’dan koparılır; ölçüye,
tartıya, görülebilene, tecrübeye indirgenir. Akıl her şeydir. Metot,
matematiksel-fiziksel metottur: ölçüdür, tartıdır, görülebilendir. Bu
özellikleri içermeyen, göstermeyen herhangi bir şeyin varlığından söz
edilemez. Hareket dahi bu mânâda matematikî yasalara göre formüle
edilir ve ortaya konulur. Kutsalla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi
olmadığı için; maddî âlem, görünen dünya herhangi bir amaçlılık
barındırmaz, bir değer sistemine de cevaz vermez.
Bu anlayışın felsefesi Descartes (1596–1656) tarafından yapılır.
Descartes, felsefesini bilimsel çalışmalarına dayar. Matematiği temel
alır, fizik de matematiğe indirgenir. Descartes esas itibarıyla radikal
şüpheyi kullanır. Bilgiyi böylece şüphelenemeyeceği bir temele dayamaya çalışır. Bu temel düşüncedir, düşünüyor olmadır. Ve böylece
kendinden, fertten (süjeden) kalkmadır. Durum Descartes’a nihâî bir
formülle ifâdeye kavuşur: ‘Düşünüyorum, o halde varım’ (cogito
ergo sum). Böyle bir akıl yürütmeyle Descartes ‘Ben’in varlığını
delillendirmiş olur. Yani her şeyden şüphelenmiş olsam bile, şüphe
etmiş olduğumdan şüphelenemeyeceğime göre ‘Ben’ varım. Burada
Descartes; zihne ait olanla, maddeye ait olanı ayırır. Bu iki yapı birbirini dışlar. Böylece gerçekliğin iki vizyonu üretilmiş olur: Madde ve
ruh dünyaları. Bunlardan biri açıktır, seçiktir, ölçüye-tartıya gelir ve
bilinir. Önümüzdedir, bilimsel usûllerle ele alınır, tanınır, bilinir. Bu
maddî dünyadır. Diğeri ise; bu özellikleri taşımayan, ölçüye-tartıya
gelmeyen, bu görüş açısından herhangi bir gerçeklik ifâde etmeyen
rûhî-mânevî dünyadır.4
4 N. Tozlu, Eğitim Felsefesi Üzerine Makaleler, Ankara, 2003, 175-188.
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
43
Maddî dünyayı, sâdece görüneni, ölçüye-tartıya geleni gerçek
kabul eden görüş açısından; bu vasıfları taşımayan rûhî-mânevî dünya ve onun değerleri yok sayılır. Böylece hayatın anlam boyutu düşürülür. Aşk’ına ait yönü kapatılır. Akıl, ona dayalı bilimsel usûl yegâne rehber olduğu için; kutsal, irfan, mânâ vs. birer zihinsel kurgu
olarak görülür.
Görüldüğü üzere bu yeni gerçeklik anlayışı; Tanrı’dan değil, fertten, süjeden başlıyor. Kâinatın merkezinden artık, Kādir-i Mutlak bir
Allah düşüncesi çıkarılır yerine; özne (fert-süje) ikame edilir. Özne,
önce kendinden başlayarak düşüncesine dayalı olarak kendini kurar.
Sonra buradan hareketle dış dünyayı, bu âlemi kurar. Bunu; kendi
zihni işleyişine, algılama gücüne, imkânlarına göre yapar. Burada;
faal olan, ölçü koyan, yapıp- eden öznedir. Ve özne, böylece esastır,
kalkıştır, merkezî konumu işgal edendir modernlikte. ‘Modernlik
esasen enfüsi (subject-özne) olanın her şeyin merkezine yerleştirilmesinden başka bir şey değildir. ‘Süje’nin, ‘Nefs’in kendisini, dünyayı ve
hattâ insanüstü âlemi, yine kendi iç prensiplerinden hareketle yeniden kurması ameliyesidir modernlik’.5 Heidegger (1889–1976) de
aynı paralelde düşünür. O’na göre de; Descartes’tan beri özne; kendisini akla kilitleyip hayatın bütün alanlarına nüfuz ederek, aklın dışında her ne varsa onları eleyerek, yerine kendisini koyduğu bir olgudur modernlik.6
Böylece modern yapılarda, toplumlarda; geleneğe, dine, Aşkın’a,
kutsala özetle özneden kaynaklanmayan her türlü yapılanmaya, otoriteye yer yoktur. Sekülarizasyon bu bakımdan, ferdiyetçiliğin toplumsal bir uzantısıdır. Nitekim bu, Aydınlanma Çağı’nın en önemli
düşünürü olan J. Locke (1632–1704)’da açıkça görülür. O’nda; toplumsal örneklemeler, bireysel davranışların uzantısı, örgüsüdür. Bu
gelişmeler, modernizmin en önemli organizasyonu olan ulus devlete
vücut verir. Ulus devlet bütün taşların oynamasını getiren en temel
oluşumdur. Çünkü ulus devlet, modernizmin bir aracı konumundadır.
5 J. Habermas, The Philsophical Discours of Modernity’ye atfen değerlendiren M. Ar-
mağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, İst., 1995, 39.
6 A.g.e., 40.
44 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
İşin bir de sanayileşme boyutu vardır. Modern bilimin ilerleyişi,
teknolojinin hayatı kısa zamanda şekillendirişi toplumsal yenilenmeyi getirir. Yeni hayat, teknolojik aygıtın kullanılışı üzerine oturur. Bir
avuç sanayici, üretimi bu bakış üzerine kurunca, kalifiye elemana
ihtiyaç duyulur. Böylece Batı’da okul dolayısıyla eğitim, köklü olarak
üretime paralel bir şekilde kurulur. Görevi, bu bir avuç sanayicinin
çarkını çevirmek, üretimin gerektirdiği insan tipini yetiştirmektir.
Hâliyle modern okul, temelde kapitalist değerlerle donatılmış, zengin
zümrelerin istek, ihtiyaç ve değerlerine uygun insan yetiştirmek için
kurulmuştur. Bu içerik, özgürlüğü değil itaati öngörür. Bu açıdan
modern okul özgürlükçü değil, otoriterdir.
Elbette bu sistem önemli pek çok maddî gelişmeler sağladı. Harikalar yarattı. Hattâ gelişmelerin sonsuza kadar süreceği sanısını da
var etti. Ancak bütün üçüncü dünyanın gözlerini kamaştıran; sistemlerini, yapılarını altüst etmelerine sebep olan bu maddî cümbüş, şaşaa
iki dünya harbiyle kırılır, yerini ümitsizliğe, bunalıma terk eder. Bunalım çok boyutludur, hayatın bütün katmanlarına yayılmıştır.
Bunalımın asıl sebebi baştan beri izah edilen anlayıştır.
Modernizmin dibindeki felsefedir. Yani modern insanın kavrayıcı,
birleştirici ve mânâlandırıcı olan Tevhid çatısını alaşağı etmiş olmasıdır. Bu, hayatı ve insanı parçalar, maddî olana, çıkara indirger.
Garaudy bu kritik oluşa dikkat çeker. O’na göre, bütün bu gelişmelerle birlikte iki önemli kırılma vuku bulur: İlki; insanın Tanrı’dan ve
tabiattan kopuşu, diğeri ise felsefenin hayattan yani hikmetten kopuşudur.
Netîcede insan kaybedilmiştir. O, hep maddeye indirgenmiş, daha çok mala, daha çok altına yani dünyaya sahip olmakla var olacağına inandırılmıştır. Onun ilkesi daha ver daha ver (the more, the
more) olmuştur. Bu yüzden insanlar ve toplumlar güç eksenli bir oluşumu benimsemişlerdir. Bu, bugünkü toplumlarda baş gösteren her
tür gayri insânî gelişmenin kapısını açmış ve nihâyet insânî olanın
dışlanmasını getirmiştir. Bu yüzden başlangıçta da ifâde edildiği üzere insan; merhameti, şefkati, paylaşmayı, hakkı terk etmiş Hubbes
(1588–1679)’un tespitiyle birbirinin kurdu hâline gelmiştir. Netîcede
insan bozulduğu için her şey bozulmuş, dünya bunalıma girmiş,
adâletsizlikler, savaşlar, tabiatın tahribi, nükleer atıklar vb. pek çok
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
45
problem baş vermiştir. Artık modernist yapılanmalar bu problemlerle
başa çıkamamaktadır. Açlık, sefâlet, sömürü, silahlanmaya ayrılan
muazzam paralar, terör ve daha benzeri ciddî problemler bu anlayışla çözülememektedir.
Bütün bunlardan dolayı bugün insan mutsuzdur. Evinde dahi
rahat değildir. Batı, işin içinden çıkamamaktadır. Geçici tedbirlerle
bunların üstesinden gelememektedir. Köklü tedbirler alma imkânı da
yoktur. Çünkü problemler insânîdir, sistemin özüne ilişkindir. Batı
tüm bunlara köklü çözümler üretebilmesi için, insan anlayışını ve
sistemini değiştirmesi gerekir. Bunları yapamayacağına göre, gittikçe
bunalıma, kaosa gömülüp yok olma tehlikesiyle yüz yüze gelmiş olmanın derin acısını yaşayacaktır ve yaşamaktadır Bu, batılının kendi
içindeki saldırganlıklarının olduğu kadar, dış dünyaya hiçbir ilke
tanımadan saldırısının da sebebidir.
Şüphesiz tahrip edici, yıkıcı, acımasız, şefkatsiz bu insan, bu toplum kendiliğinden oluşmadı. Bu, baştan beri felsefesi açıklanan bir
eğitimin yani modern eğitimin mahsulüdür. Bu eğitim insanın fıtratını örtmüş, bütünlüğünü bozmuş, tasavvur ettiği, kurguladığı sun’î
bir insan var etmiştir. Modern eğitim felsefeleri insan fıtratını, özünü
meydana çıkarma yerine, onu dikkate almamayı yeğlemiş, tasavvur
ettiği farklı modeller geliştirerek, insan fıtratını bu açıdan kurgulamıştır. Böylece insanın özü, fıtratı kaybolur, eğilir, bükülür, dolayısıyla bozulur. Halbuki insan Allah’tan gelmedir. İlâhî bir tasavvurdur.
İnsanı insan yapan bu öz, bu ilâhî tasavvurdur. Eğitimle gürleştirilmesi gereken de bu ‘öz’dür. İlâhî tasavvurun yerine beşerî tasavvurlar geçince müthiş bir kırılma ve ayrılma olur, insan gerçeği böylece
kaybolur.
2. Eğitimin Erenler Boyutu
Buraya kadar yapılan tahlilde, çağda anlayışta insanın parçalandığını, kalbinin-gönlünün yani tüm mânevî dünyasının sadet dışı
bırakıldığını gördük. Ve sun’î bir insan oluşturularak, tasavvur edilerek eğitimin bu oluşumda bir araç olarak kullanıldığını, böylece hem
eğitimin hem de insan gerçeğinin çarpıtıldığını idrak ettik. Dahası,
modern eğitim felsefeleri bu kurgularında, tasavvurlarında, tanımlamalarında eksik ve yanlış bir bilgi anlayışına da dayanırlar. Onların
46 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
bu bilgi anlayışları, kuşatıcı ve kavrayıcı değildir. Başlangıçta da
ifâde edildiği üzere sâdece süje-obje ilişkisine indirgenmiştir. Bu, fizikî usûllerle ölçülüp tartılan, duyularımızla alınan bilgidir. Böylece
somutlaştırılamayan alanların varlığından söz edilemez. Bu, varlığı
bütünüyle kavrama imkânından bizi mahrum eder. Dolayısıyla çağımızda, pek çok adâletsizlik bu noktadan kaynaklanır. Çünkü
‘şey’lere ilişkin muâmelelerimiz onların bilgisine dayanır. Eksik bilgi,
eksik muâmeleyi bu da adâletsizliği getirir. Bir ‘şey’in doğru bilgisi, o
şeyin bütününe ait bilgidir. Bütüne ait bilgi ancak irfânî boyutu işe
katmakla mümkün olur. Beşerî bilgi, yani duyulara ait bilgi, duyularla, maddî olanla sınırlıdır. Hâliyle bu bilgi ancak maddî, somut olanı
aydınlatır. Onun arka plânına, bütününe nüfuz edemez. Bütünü, işin
arka plânını, vahiy bilgisi aydınlatır. Bu bilgi, insanda Allah’ın otoritesini kurar. Hâlbuki beşerî bilgi, hâkim ‘güç’ün elindeki bilgidir.
Onun hâkimiyetini sağlar. Bu güç, bugün hâkimiyetinde olan bu tür
bilgiyle, her şeyi denetler, yönetir, yönlendirir ve çıkarı doğrultusunda kullanır. Çağdaş adâletsizliklerin ciddî bir boyutunu bu bilgi hâkimiyeti oluşturur. Bu sayede hâkim güç; insanları, toplumları, devletleri kontrol eder, yönlendirir ve boyun eğdirir. Nitekim Foucault,
Hapishânenin Doğuşu’nda cezalandırmayı, infaz yöntemini ayrıntılı
bir şekilde tasvir eder. Konuyu belli bir süreçte (17., 18. ve 19. yy)
inceler. Bir yerde şöyle bir tespitte bulunur: ‘Cezanın müdahale amacı, artık suçun hakîkatini ortaya çıkarmak ve hükümranın, iktidarına
verdiği zararı izleyenlerin gözünde bedensel işkenceyle onarmak
değildir. Müdahalenin alanı; bireyin davranış biçimleri, amacı ise, bu
davranış biçimlerinin islâh edilmesidir. Bu müdahale şeklinin kullandığı araçlar, düzenli etkinlikler, ortak çalışmalar, sessizlik, saygı ve
iyi alışkanlıklardır. Amaç, itaatkâr, kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve bu otoriteyi içselleştirmiş bir birey var
etmektir’.7
Öyleyse, insana eğilmeliyiz. Onu, yeniden inşâ etmeliyiz. Kaybettiklerini kazandırmalıyız. Bu, ancak insan fıtratını esas alan, buna
yoğunlaşan, bunu ortaya çıkarmayı amaç edinen bir eğitimle başarılabilir. Böyle bir eğitimin metodu da, sevgidir. Sevgi, insânî duyarlılı7 F. Keskin, “Foucault’da Şiddet ve İktidar”, Cogito, Kış-Bahar, 1996, 119–121.
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
47
ğımızın özüdür. Yeniden insânîleşmek bu duyarlılığın derecesine ve
sürekliliğine bağlıdır. Dolayısıyla bunu verebilecek olan bir eğitime.
Bu eğitim bize hiç de yabancı değildir. Çünkü gerek tasavvuf, gerekse medrese yoluyla gerçekleştirilen eğitim tarzlarımız insan merkezliydi. Bu şüphesiz İslâmî bir eğitimdi ve özü,’insanın kemâle ulaştırılmasından’ ibaretti. Bu, bizâtihî kişi tarafından da hâlis bir niyetle
istenilirdi. Ve kişi, kendini yetiştirecek bir mürşid, yetkin bir yetiştirici bulmak durumundaydı da. Şüphesiz bütün bunlar bir eğitim kurumu, herhangi bir tahsil ocağı bünyesinde yapılmaktaydı. Buralara
dâhil olan matluplar, kendilerini ilme vermek, gece-gündüz çalışmak
zorundaydılar. Bu tahsil ocaklarında meselâ medreselerde, ilim tahsilinin temelini de ‘tahkîkî iman’ ve Kur’an teşkil etmekteydi.8
Bugünlerde, ‘öğrenci merkezli eğitim’ diye bahsedilen, çağdaş
diye nitelenen eğitim usûlü görüldüğü üzere, eğitim tarihimizde uyguladığız şu tarzın uyarlanmasından ibarettir. Tarihimizde uyguladığımız bu eğitimin amacı, çağdaş eğitim tarzlarında olduğu gibi ne
karışık ne de bulanıktı, aksine apaçıktı. Bütün amaç ‘Allah’ın’ rızâsını
kazanmaktı. Onlara göre; dünyaya sahip olmak, dünya için heder-i
ömretmek makul değildi ve bu kişiyi hedefe, yani Allah rızâsını elde
etmeye götürmezdi. Bu yüzden o toplumda tahsil; ilim tahsili, şanşöhret, çıkar ve para kazanma yolu değildi. İlim Allah’a götüren bir
yoldu. Âlim, ilim tahsil ettikçe daha bir istikamet kazanan kişiydi.
Nefsine, isteklerine vs. galebe çalan kişi. Böylece öğrenci, matlup pek
çok ilim tahsil eder, çeşitli konularda bilgi sahibi olur ama bunların
Kur’ân’ın ışığında bir değerlendirmesini de yapar. Yani rehber
Kur’an’dır. ‘İcazet’te silsilenin Allah’a kadar çıkarılışının anlamı budur: Bilimin kaynağı Yaratıcı’dır. Bütün bunlar; tarihte gerçekleştirdiğimiz eğitimin insan merkezli olduğunu, bütünüyle insanı kucakladığını, onu kemâle erdirme, Hakîkat’e ulaştırma amaçlı olduğunu
gösteriyor.
Tarihte Müslümanların önemli roller oynamalarının; pek çok buluşun, yeniliğin sahibi olmalarının, adâlet üzere işleyen sosyal sistem8 Ş. Fazlıoğlu, “Nabi Efendi-Zade’nin ‘Kaside-i fi el-kutup el meşhure fi el-ulûmu’na
Göre Medrese Talebesinin Ders ve Kitap Haritası”, Kutatgubilig, Mart 2003, 191–
217.
48 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ler kurmalarının temelinde böyle bir eğitim anlayışı yatar. İslâm medeniyetini de bu anlayış inşâ etmiştir. Bu yüzden değerli bilim adamımız Aydın Sayılı, ‘böyle bir eğitim anlayışı sayesindedir ki, ortaçağ
İslâm kültürü dünya entelektüel tarihi bakımından çok anlamlı bir
duruma gelmiştir’9 değerlendirmesini yapar.
Şu açık: Çağı, kendimizi yenilememiz, yeniden bütünlüğü içerisinde insanı inşâ etmemize bağlıdır. Bu, hem yetiştiriciye hem de yetişecek olana önemli mesuliyetler yükler. Öncelikle çağın, dünyanın
cezp ediciliğinden kendini çekmeyi, nefisle boğuşmayı merkezîleştirir. Bilindiği gibi en büyük, en güçlü orduların birbiriyle boğuşması
küçük cihat, insanın kendisiyle, nefsiyle boğuşması ise büyük cihattır.
İşte bu, bütünüyle tasavvuftur. Ve çok güç bir iştir. Mevlâna’da bu,
‘pişme, yanma’ olarak tecellî eder. Bu pişme, bu yanma, bu kavrulma
aşk ateşiyledir. Bu; kalbi temizlemeyi, arındırmayı, iç oluşu, iç memuriyeti yani kulluğu yüceltmeyi, ilâhî huzura varmayı, Mutlak’ta
fânî olmayı hedefler. Bu mânâda Mevlâna’nın şu beyitleri ne kadar
da anlamlıdır: ‘Mâ berây-ı vasl âmedim, Ne berây-ı fasl âmedim (Biz
birleştirmek için, ulaştırmak için geldik, ayırmak için gelmedik). Ancak bu şekilde yetişecek erenler sayesindedir ki; insan egoizmden,
kinden, nefretten, çıkardan, zulümden, sömürüden temizlenecek ve
çağı da bunlardan arındıracaktır. Mevlâna bunun için, pişerek, yanarak aşk ateşiyle döne döne kanatlanır. Yûnus, her şeyini yağmaya
verir ama canlar canını bulur. İkbal, yanlış, eksik ne varsa dile getirir
ve hakîkat bildiği her şeyi haykırır, hiç kimseden, hiçbir şeyden
korkmaz. Bütün dünya bütün kötülüklere batsa da ‘Hakk’ı’ söylemekten geri durmaz. O şöyle der: ‘Ben âşıkım, bağırmak benim imanımdır.’
Hülâsa, tarihte kurduğumuz eğitim anlayışını yeniden, irfan
odaklı ve çağı da üretebilecek şekilde inşâ etmek durumundayız.
Şüphesiz bu, yapılamayacak bir şey değildir. Mesele kendimize
dönmekte düğümlenmektedir. Elmalı Erenleri, bu zincirin bir halkası.
Onlar da, gönül evini yapmakla, gönül sarayını imar etmekle ömür
geçirdiler. Elbette bunu; ilimle, irfanla ve dahi aşkla sürdürdüler. Bu
9 A. Sayılı, Medrese, Çev.: R. Duran, İst., 2002, 3.
Erenlerin Eğitimi / N. Tozlu •
49
yüzden onların ışığı hâlâ parlamakta, yüzyıllar sonrasında bile pek
çok insana ilham vermekte, yol göstermektedir.
Hâtime
Gönül dünyamızın dili; bizi, tabiatımızı, fıtratımızı söyler. Kendimizi yeniden bu doğrultuda şahsiyetli bir insan ve toplum olarak
kurabileceğimiz imkânlarını bahşeder. Bu da, devasa bir tarihî birikimi oluşturan, yoğurup-yapan değerlerimizi tanımaya, onların dünyayı ve ukbâyı nasıl okuduklarını bilmeye bağlıdır. Dahası
modernizmin tahlîlinde işaret edildiği gibi, içerisinde yaşadığımız
çağı bilmeye, kendi dünyamız içerisinde onu üretmeye bağlıdır. Bütün bunlar ancak yetkin, kâmil insanla yapılabilir. Bu da eğitimimizi
taklîde değil, baştan beri ifâde edildiği üzere bütün boyutlarıyla kendi medeniyetimize, özellikle erenler boyutuna oturtmamızı zarûrî
kılar. Bu gerçekleştirilemediği takdirde, Türkiye yıllardan beri ısrarla
sürdürüldüğü üzere insânî duyarlılığı hesaba katmayan, sâdece dünyaya odaklanmış modern eğitim anlayışıyla yetinirse, eninde sonunda sekülarizm siferinde halledileceğinden, dünyada hakkı, adâleti
söyleyebilecek, bu konuda direnebilecek hiçbir güç kalmayacaktır.
Bütün mesele eğitimin; baştan beri vurgulanan eksiklikleri, endişeleri bertaraf edebilecek bir bilinç oluşturulabilecek şekilde yapılandırılmasıdır. Bunu yapacak olanlar ‘ahlâk kahramanları’dır. Bunlar
gerçek kahramanlardır. Sevginin, aşkın, merhametin kahramanları.
Bu konuda ‘erenlerimiz’, tüm kendi dinamiklerimizi harekete geçirecek en köklü, en önemli kaynaklarımızdır. Bunlara ciddî, samîmî eğilen her hareket umutları, imkânları, amaçları dirilticidir. Dahası yapıcı, rehabilite edici ve geleceği kurucudur.
Bütün bunlardan dolayı, bu tür faâliyetleri düşünenleri, tertip
edenleri, katkı sağlayanları ve ilgilenenleri candan kutluyorum.
Allah’ın rahmeti üzerinize ve üzerimize olsun.
“Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna”
–Âriflerin Gönül Eğitimi–
Sadık YALSIZUÇANLAR
Bir bilgelik havzasındayız. Vâhib-i Ümmî’nin, Eroğlu Nûri’nin,
Sinân-ı Ümmî’nin, Abdâl Mûsâ’nın, Niyâzî-i Mısrî’nin yurdundayız.
‘Güneşin doğduğu yer’ anlamına gelen Anadolumuzu, merhum
Fethi Gemuhluoğlu’nun deyişiyle, -çokluktan kinâye- yetmişbin ârif
döllemiştir.
Bu maya, mâye-i Muhammedî’dir. Latince’de logos spermetikus
denilen, dölleyici kelâm… İnsanın gönlünü ancak, gönüller sultânı
olan kâmil bir mürşid dölleyebilir. O’nun nefesiyle birlikte insan,
hakîkate uyanmaya başlar.
Kâmil Mürşid’in nefesi mayadır. O’nun kudsî nefesinden bir
damlası, bir insanın uyumuş olan gönlünü diriltebilir. Kâmil
Mürşid’in, yani evrensel öğreticinin kudsî soluğundan nasiplenebilmek için aklın uyuması gerekir. Araçsal aklı ve kişisel algıyı aşan
mürid, gönlünün uyanmaya başlamasıyla birlikte, kendisini sıkı bir
eğitimin kucağında bulur. Herşeyin Hak ve hakîkat olduğunu idrak
edene değin sürecek olan bu yoğun, çileli, sıkı ve disiplinli eğitimin
ilk adımı talep etmektir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine atfedilen bir
sözde, “aramakla bulunmaz; ancak bulanlar arayanlardır” denmiştir. İlk
adım, taleptir. Gerçi mürid, her türlü muradını terketmiş kimseye
denir. Lâkin yeryüzünü diriltmeye yeter.
 Yazar, Ankara.
52 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Bir insanın gönlünün dirilmesi, bütün insanlığın dirilmesi gibidir.
Nasıl ki bir insanın ölümü de insanlığın ölümüdür.
İnsanın, beşerden Hazret-i İnsan’lığa değin süren ve Hakk’ın
sonsuz ve mutlak varlığında gaybubetle zâhiren nihâyetlenen, gerçekte sırların sırrına ulaşan ve O’nda, O’nunla seyreden sonsuz yolculuğunda, dünyada, kâmil mürşidin eşiğindeki eğitimi anahtar işlevi görür. Beşer denilen kilidin anahtarı, kâmilin kademindeki
tâlimdir.
Modernlerin anlayamadığı ve kabullenmediği bu geleneksel eğitimin kendine özgü bir yöntemi, şekli ve rûhu vardır.
Burası, mihraptır, harp yeridir.
‘Geceler tâ subha dek inletir bu dert beni’ diyen dâimî aşk sahibi
büyük bilge Niyâzî-i Mısrî’nin de ima ettiği üzre, bu eğitim, nefse
kıyılan, nefsin kınandığı, arındırıldığı, öldürüldüğü ve küllî nefse
katıldığı yerdir.
Bunun ister halvet, ister celvet isterse Kâmil Mürşid’in belirlediği
özel bir hâl içinde olsun, sonucu, nefsin ölümüdür.
Bir kudsî rivâyette, ‘Beni arayan Beni bulur. Beni bulan Beni bilir.
Beni bilen Beni sever. Beni seven Bana âşık olur. Ben Bana âşık olana
âşık olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Diyeti bana farz olur.
Diyeti ise bizâtihi benim’ buyurulmuştur.
Efendimiz, mâlûmunuz üzre, savaştan dönerlerken, ‘büyük
cihâda’ gidiyoruz buyurmuşlardır. Bu sırra binâendir ki, ârif şâir,
‘mücâhede çekersen, müşâhede edersin’ demiştir.
Emek çekmeksizin, nefsle cenge girişmeksizin, onun tutku ve ihtiraslarıyla çarpışmaksızın müşâhedeye mazhar olunmaz, Hak ve
Hakîkat en üstün düzeyde idrak edilemez, insan, kendindeki Hakk’ı
bulamaz, sırrına eremez ve sırrıyla mahrem olamaz.
‘İnsan için emeğinden fazlası yoktur’ buyurulmuştur.
‘Ölmeden önce ölünüz…’ buyurulmuştur.
“Yûnus Bir Doğan İdi…” –Âriflerin Gönül Eğitimi- / S. Yalsızuçanlar •
‘Sorguya
çekilmeden
buyurulmuştur…
önce
nefsinizi
sorguya
53
çekin’
Bu cihanşümûl çağrının gerçekleşmesi, belirli ve özgün bir eğitime bağlıdır.
O’ndan geldik, dönüşümüz O’nadır…
O’na, O’ndan geldiğimiz kıvamda gideriz.
Bu toprakları mübarek kademiyle bereketlendiren Ebu’l-Hasan-ı
Harakānî’nin bir duâsı şöyledir :
‘Yarabbi! Huzurundan tertemiz, saf ve ağırlıksız geldim. Huzuruna, Huzurundan geldiğim gibi dönmek istiyorum. Beni bağışla.
Benim hangi günahım Senin rahmetinden büyük olabilir ki!’
Anaksimender, bir fragmanında şöyle der : ‘Şeyler, nereden nasıl
gelmişlerse, dönüşleri, oraya, o şekilde olacaktır. Dönüşleri için,
arınmaları, arınmaları için de kefâret ödemeleri zorunludur…’
Bu eğitimin, bu seyr ü sülûkün bu arınmanın, bir tür ‘kefâret’
olması, ağır bir bedel içerdiğini gösterir.
Yûnus Emre’ye, Elmalı bilgelik havzasına ve diğer irfan mekteplerine ilişkin son derece yararlı ve işlevsel çalışmaları olan Mustafa
Tatcı’nın kitaplarından okuduğumuza göre, başta Yûnus Emre olmak
üzere, bütün ârifler, ‘gönül eğitiminden geçmişlerdir’ ve ‘gönül eğitiminden geçenler, dînî ilimleri tahsil edenler gibi değildir. Onlar içten içe, hiçten hiçe aşk ile eğitilmişlerdir.’ Bu bağlamda Yûnus Emre,
‘medreseler müderrisi okumadılar bu dersi’ der. Hz. Mevlâna, Hz.
Şems’le karşılaşana değin, zâhir, araçsal ve kitâbî bilgileri elde etmiş,
yetkin bir bilgin olmuştur. Fakat Hz. Şems’in gönlüne bıraktığı ateşle
birlikte, aşk medresesine kaydolmuş, orada gönül eğitiminden geçmiştir. Bu sürecin sanıldığı gibi, kurgulanmış bir nezaketle geçtiği
söylenemez. Hz. Pir’in, bu dönemde neler yaşadığını ancak ehli bilir.
Ârif, dîni öğrenmez, bizâtihi yaşar. Kudsî olanla ilgisi, bilgi ve öğrenme düzeyinde değildir. Bu bağlamda, pek çok bilgenin ‘ümmî’
oluşuna dikkat çekmek isterim. (Üsküdar tecrübesi…) Gerçi ‘ümmî’
kelimesi, anne, kaynak, hakîkat dışı bilgilerden korunma’ anlamlarını
da ihtiva etmektedir.
54 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Tatcı’nın da belirttiği üzere, “Tabiî ki tasavvuf eğitimi; medresede veya bugünün şartlarına göre söyleyeyim; İmam Hatip’te, İlâhiyat
Fakültesinde yapılan gibi bir eğitim değildir. Ârifler, dîni öğrenen
değil, yaşayan insanlardır. İnsanın içinden eğitilmesi, muhabbet ile
aşk ile eğitilmesi demektir. Onun da kendine göre kāideleri vardır.
İnsan-ı Kâmil, insanda ne zaaf varsa, ona göre oyun kurar. Sâliki o
oyunun içine koyup öylece yetiştirir. “Erenler meydanında yuvarlanır
top idim / Pâdişah çevgânında kaldım ise ne oldu” ifâdesi, Yûnus’un bir
oyun içinde kaldığını gösteriyor. Sabırsızdır o, “Gel oğlum, sen ikinci
emre kadar dağdan odun getir!” der, sabır eğitimi verir; hakîkat, içten
içe gönlünde tecellî eder. Özetle, şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez,
hakîkatin sırları tarîkatsiz bulunmaz. Tarîkatlar devrinde Mi’yâr-ı
Tarîkat veya Âdâb-ı Tarîkat adlı kitaplar yazılmıştır. O eserlerde mutlaka sözle ilgili unsurlar vardır. Söz eğitimi, yani konuşma eğitimi
üzerinde çok durmuşlardır. Sâlike, şunu şöyle diyeceksin, bunu böyle
demeyeceksin diye basit bir kural verirler. Diyelim ki “bardağa bardak
demeyeceksin, kupa diyeceksin. Kediye kedi demeyeceksin, hırre diyeceksin.
Karpuza karpuz demeyeceksin, bostan diyeceksin” gibi.... Yâ Efendim,
böyle desek ne olacak? Meselâ “cevize, ceviz demeyeceksin, koz diyeceksin” diyor Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Hazretleri....
Ya Efendim koz desek ne olacak; ceviz desek ne olacak? Ceviz Farsça’ya gitmiş, koz olmuş. Biz ikisini de almışız, kullanıyoruz. İkisini de
söylesek ne olacak? Hâyır! Bundan ne çıkacak diye sormayacaksın,
bundan ağız terbiyesi çıkacak. Tasavvufta dil terbiyesi neden önemlidir? Sâlikler arasından ola ki Ricâl-i Gayb içinde görevli kişiler çıkar.
Eğer sâlik tasavvuftan tasarrufa geçerse her konuştuğu kelâm âleme
yansıyacaktır. ‘Attığın zaman sen atmadın, senden atan biziz’ sırrı budur.
Ârifler yediklerine, dediklerine, giydiklerine gezdiklerine dikkat etmek durumundadır. Zira her tavırları âleme yansıyacaktır. Tasavvuf
terbiyesi âzâların terbiyesiyle başlar. Peygamberlere dikkat ettiğimizde bunu görürüz. Hz. Mûsâ (a.s.) dil terbiyesinden geçmiş,
kelîmullâh olmuştur. Hz. İbrahim göz terbiyesinden geçmiştir. “İnsan
sıfatı kendi Hak / İnsandır Hak, doğru bak” diyor Yûnus... Baktığımız
şeye doğru bakacağız. Yanılsamaları gidermek için oyunlar kuruyor
Cenab-ı Hakk. Hz. İbrahim (as), gece olunca yıldızları gördü; “Batanları sevmem, batanları Rabb kabul etmem” dedi. Güneşi gördü; “Batanları kabul etmem” dedi. Nereye doğru gidiyor? Hakîkate doğru gidi-
“Yûnus Bir Doğan İdi…” –Âriflerin Gönül Eğitimi- / S. Yalsızuçanlar •
55
yor. Ezel ve ebed Sultân’ı gözündeki perdeyi yavaş yavaş kaldırıyor
Hz. İbrahim’in. Hakk ve hakîkati kalıpla sıfatlarla sınırlandırmaktan
kurtarıyor. Bakıyorsunuz, bir diğer peygamber başka şekilde eğitiliyor.
Ruh, gönül terbiyesinden geçmeden ruh olmaz. Makām-ı Muhammed… Peygamberimiz mükemmel bir terbiyeden geçmiş İlâhî
ahlâka ulaşmıştır. “Beni Rabb’im terbiye etti, ne güzel terbiye etti” noktasına yükselmiştir. Sünnet nedir? Sünnet, Muhammedî olmak demektir. Bütün âzâ terbiyesini, gönül terbiyesini tamamlamış insan,
Makām-ı Muhammed’e ehil ve mazhar hâle gelmiştir.
Gönül eğitiminden geçenler dînî ilimler tahsil edenler gibi değildir. “Varlığını saygıl yoğa / çün dost içinden doğa” diyor Yûnus. Varlığını yok sayanların içinden doğacak dost. Hiçten hiçe, içten içe derken
bunları kasdediyorum. Hakîkat Güneşi içinden doğar insanın.
Hakîkat güneşi doğunca da “Hakîkatin güneşi doğmuş durur dolanmaz”
diyecektir Hz. Niyâzî. Tabiî ki insan içten içe eğitilir... Kırk sene odun
taşıttırıyor. Çünkü huzura gelen, sıbgatullâh olacak; Allah’ın rengine
boyanacaktır. “Rengine aşkın cümle boyandım” diyecek o kişi. Tabiî ki
içten içe eğitilecek kişi. Kim eğitilir; eğitimi kabul eden eğitilir. Tasavvuf eğitiminin bir numaralı şartı, insanın eğitimi kabul etmesidir,
eğitimi kabul etmeyen isterseniz dilinizle kuş tutun eğitilemez. Hiçten hiçe… Tabiî ki burada bir Allah var, bir sen varsan, etti iki… Allah var, ben yokum dediğiniz zaman bu yolculuk kolay olacak, devam edecektir. Hiçten hiçe insan hiçliğini kabul etmeli. Hiçliğini kabul eden, hep olur; Allah’ta olduğunu bilir. “Biz onun parçalarıyız”
gibi lâflar ederler. Söyleyecek söz bulamıyor insan. Ne parçası? Biz
O’yuz! O’ndanız! Şimdilik “O’ndanız” diyebilirim. İçine girince de
tabiî ki O’yuz. Ne zaman tam O’na döneceğiz, O olacağız, O’nda seyredeceğiz?
“Varlığından soyunup üryân olanlar anlar bizi”...
İKİNCİ BÖLÜM
ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları
Doç. Dr. Şevket TOPAL
Şehri Elmalı canda bulmalı, Ümmî Sinan’dır şöhret-i zâtı
Hubbu cânımda sırrı zâtımda, savar üstümden her beliyyâtı
(Niyâzî-i Mısrî)
I.
İslâm toplumunu şekillendiren ilmî ya da mânevî dinamikler,
oldukça sâde ve isteyen herkes tarafından kavranabilir niteliktedir;
ama tesir bakımından da son derece kuvvetlidir. Zira bir şeyin basit
ya da kolay kavranabilir olması, onun değersiz olduğunun değil, aksine geniş kitleler tarafından da kolayca benimsenebileceğinin bir
göstergesidir. Oysa ki karmaşık ve anlaşılmaz şeyler, zamanla ya
kendi mecrâsından sapma eğilimi gösterir veyâhut da tâbileri kalmadığı için tarih sahnesinden silinir gider. Her dâim toplumun sulh u
selâmetinden yana olan İslâm, son derece karmaşık bir sistem yerine,
insan fıtratına uygun ve akl-ı selîm sahiplerince kabul edilebilir bir
ilim ve amel anlayışını toplumun idrakine sunmuştur. Bu anlamda
“ilim” dendiğinde, İslâm nazarında bununla sâdece kuru bir bilgi
anlaşılmamıştır. İlim ehli kimseler ise, “âlim” lafzıyla telaffuz edilmişlerdir. Âlimlerimiz İslâm’ın bidâyetinden itibaren, ilim alanında çok
büyük hizmetlerde bulunmuşlar, ümmete kılavuzluk görevlerini
hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Bu bağlamda İslâm âlimleri, değişik dönemlerde çağın ihtiyaç ve
anlayışlarına göre ilimleri tasnif etmişlerdir. Her dönemin öne çıkan
ilmi farklı olmakla birlikte, ulemâ-i kirâmın temel bakışları genellikle
 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslâm Hukuku A.D., Rize.
60 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
değişmemiştir. O da şudur: Âlimlerimiz, “Evet ilim! Ama niçin ilim?”
sorusunu merkeze almışlar ve ilmi, bir şeyin vesîlesi yani âlet–edevâtı
olması bakımından tasnife tâbi tutmuşlardır. Bu gruba giren ilimlere
ise âlet ilimleri demişlerdir. Bir de Müslüman için ana hedef olan kulluk ve kulluğu sürdürmeyi temin eden bilgiler açısından meseleye
yaklaşmışlar ve bunu da “âlî”, yani “yüksek ilimler” diye tavsif etmişlerdir. Meselâ Kur’ân’ı anlamak için en azından bazı insanların Arapça’yı bilmesi gerekir. Bu yönüyle Arapça, Kur’ân’ı anlamak için bir
tür âlet mesabesindedir. Dolayısıyla öğrenilmesi gereken bir ilimdir.
Ama Arapça’yı öğrenmekle iş hitama ermiş olmaz, sâdece anahtara
kavuşulmuş olur. Âlimlerimiz Arapça ve Arapça ilgili pek çok ilmi,
bunun yanında mantığı âlet ilimleri olarak kabul etmişlerdir. Fıkıh,
hadis, tasavvuf, kelâm ve tefsirin de aralarında bulunduğu pek çok
ilmi ise âlî/yüksek ilimler arasında zikretmişlerdir. Bu tasnif belki
ilim tâliplileri açısından ehem ve mühimmi belirlemede önemli olsa
da sâdece kuru bilgi seviyesinde kalıp da amele dönüşmeyen bir bilgi, İslâm nazarında yerilen gereksiz bir yük olarak nitelendirilmiştir.1
İslâm âlimleri de özellikle hukukî hükümleri tespitle iştigal eden
fakihlerin özelliklerini sayarken bu kimselerin pek çok bilgiyi bilmesi
yanında, bildiği ile amel etmiş olma ve İslâm’ın emirlerini yerine getirme hususunda hassas olmaları gerektiğini şart koşmuşlardır. Aksi
halde söylediğini yaşamayan ve İslâm’ın hükümlerini yerine getirmede kayıtsız kalan kimselerin ilmine ve verdiği fetvaya itibar edilmemesi gerektiğini sıklıkla eserlerinde vurgulamışlardır. Bu anlamda
ilim ve amel birbirinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Birisi olmadan diğerinin pek de bir kıymet-i harbiyyesi yoktur. Bu tespitlerden sonra
şunu da ifâde edelim ki, ilim adına söylenen her bir sözün bir bilimsel bir değeri vardır. İlim adına genel kabul gören ve âlimlerin çoğunluğunun ortak eğilimlerini gösteren bilgiler ise zaman içerisinde klasik ilimler, bir başka ifâde ile yerleşik bilgiler olarak ön plâna çıkmışlardır.
İslâm medeniyetini oluşturan, bir başka ifâde ile toplumumuzu
şekillendiren temel ilmî disiplinlerden birisi Kelâm’dır. Bu yolla inanç
1
Sırtında kitap yüklü, ama kitabın kendisine asla bir fayda sağlamadığı eşeğe benzetilmiştir.
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal •
61
dünyası inşâ edilmiştir. Bir diğeri fıkıhtır. Bununla hukuk alanı tanzim
edilmiştir. Bir başka ilmî disiplin ise tasavvuftur ki, bu yolla insanımızın ruh ve mâneviyat dünyası büyük bir zenginlik kazanmıştır. Bunlardan hiç birisi diğerinden daha az önemsiz değildir. İşte bu üç ilmî
disiplini kendi gönül dünyasında hazmeden ve ilmin esas gayesini
kavrayabilen insanlar, gerçek birer mânâ eri olarak karşımıza çıkmışlardır. Tarih boyunca bu vasıftaki insanların sayısı sâdece Anadolu’muzda değil, bütün bir İslâm coğrafyasında sayılamayacak kadar
fazla olmuştur. Bunun en canlı örneklerinden birisi de şu anda burada toplanmamıza vesîle olan Elmalı toprakları ve bu bereketli topraklarda irşadları ile asırlardır bütün dünyaya İslâm’ın eşsiz güzelliklerini ve derûnî mânâlarını yayan Elmalı erenleridir.
Klasik ilim geleneği içerisinde yetişen, ama aynı zamanda
mânevî yönleri ile de ön plâna çıkan pek çok âlim mevcuttur. Bu
âlimlerin kendilerini hem zâhirî ve hem de bâtınî ilimlerle donatmış
olmaları, ilim ve amel adına söylemiş oldukları sözleri de oldukça
tesirli kılmıştır. Öte yandan bu nitelikte pek çok değerli âlimimizin
mevcudiyeti hakîkatte zâhirî ve tasavvufî bilgi arasında herhangi bir
çekişmeye mahal olmadığının da bir işareti olarak algılanmalıdır. Bu
yönüyle ilmi temayüz eden şahsiyetlerin halk üzerindeki oldukça
büyük tesirleri inkâr edilemez. O kadar ki, bu durum bazı ilim
erbâbını “İslâm toplumu bir fıkıh toplumudur” yargısına ulaştırmıştır.
Toplum üzerinde ilim ile iştigal eden âlimlerin yanında tasavvuf
erbâbının da çok büyük tesirleri olmuştur. Bu tesir hâlen daha güçlü
bir şekilde devam etmektedir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere kelâm, fıkıh ve tasavvuf birer inşâcı ilim olarak kendine has bilgi üretme mekanizmalarına ve ürettiği bu bilgiyi yine kendi üslûbu içerisinde ifâde etme özelliklerine sahip bir alan olarak karşımıza çıkar.
Burada fıkıh ve kelâm, elde mevcut olabilecek en sağlam delile dayalı
ve kendi açısından net bir hüküm ortaya koymaya çalışırken, tasavvufî bilgi de kendini daha çok edebî ve sembolik bir dil ile ifâde etmeye
çalışır. Sanat ve sembol içeren bir ifâde tarzı ise aynı konuda farklı
mânâların da ortaya çıkmasına, hattâ yanlış anlamalara sebebiyet
verebilir. Bir sûfînin şatahat hâlinde iken ya da kendi gönül dünyasını
sembolik bir dil kullanarak anlatması esnasında kullandığı sözcükleri, mecazdan çıkarıp hakîkat olarak algılayan bir âlim, pek tabiî ki
62 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
onun sözlerini kabul etmeyecektir. Ve ona karşı, şerîatın zâhirî hükmünü ifâde eden yargıları dile getirecektir. Gerekirse bu görüşte olan
bir sûfî ile cedel yoluna gidecektir.
Tabîi ki bütün bunlar gerek sûfî, gerekse zâhirî ilim tarafında yer
alan kimselerin idrakleri ile de alâkalı bir durumdur. Aynı konuda
birileri mücadele cihetini seçerken, bir başkaları birbirlerinin ne dediklerini anlama yoluna giderek, belki de ortak bir zeminde buluşabilirler ve esasında her birisinin din adına söylemeye çalıştığı şeyin bir
birinden pek de farkının olmadığını ortaya koyabilirler. Bunu başarabilen Mevlâna, Yûnus Emre, Gazzâlî, İzz b. Abdisselâm ve daha nice
mühim şahsiyet mesajlarını çağlara yaymış ve tasavvuf ile klasik ilmin bir birinin düşmanı değil, aksine yol arkadaşı olduğunu ilân etmişlerdir. Zira her iki ilim de kendisini Kitab’ın ve Sünnet-i
Seniyye’nin en kâmil bir şekilde yaşanması için seferber etmişlerdir.
Klasik ilim denilince hemen zihnimize gelmesi gereken şey, “gönüllerde olanın bilgisi” olmalıdır. Yoksa sâdece zihinde depolanan bilgi
klasik anlamda bir bilgi değildir. Klasik âlimlerimiz bunu: “el-ilmü
fi’s-sudûr, leyse fi’s-sutûr = kitapların satırlarında olana değil, sâdece gönüllerde olana ilim denilir” şeklinde ifâde etmişlerdir.
Klasik gelenek içerisinde bir insicam ve gittikçe tekâmül eden bir
süreç söz konusudur. Bu anlamda bir öncesinde mevcut olan durum,
bir sonrakiler tarafından daha iyi anlaşılmış ve anlatılmıştır. Gerçi
bunun böyle olması, bir öncesinde var olan şeyin bir sonra gelenden
daha kıymetli ve değerli olduğu anlamına gelmez. Bazen önceden var
olan şey daha değerlidir. Bazen de tam tersi, sonradan gelen bir öncesinden çok daha muhteşemdir. Bu anlamda tıpkı Hz. Peygamber’in
Allah’ın azametini sahâbesine, sahâbenin de Hz. Peygamber’e olan
sevgiyi ve bağlılığı sonraki nesillere aktardığı gibi, Elmalılı erenlerin
büyüklüğü ve değeri de Niyâzî-i Mısrî tarafından çok daha güzel
anlaşılmış ve anlatılmıştır:
Dost illerinin menzili ki âli göründü
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü
….
Mecnun gibi sahralara ağlayı gezerken
Leylâ dağının lâlesinin alı göründü
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal •
63
….
Kāl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî
Şimden geru hâl ehlinin ahvâli göründü.
İslâm geleneğinde ilmin temel gayesi, kişiyi Allah’a kullukta bilinç ve sebat sahibi yapmaktır. Ne var ki, bu hakîkat çoğu kez göz
ardı edilmiş ya da unutulmuş, insanlar neredeyse bütün hayatlarını
ilim elde etmeye hasretmişler, ama işin yaşantı boyutunu pek akıllarına getirmemişlerdir. “Âlimin uykusu da ibadettir” yollu ucuzculuğa
kaçmışlardır. Pek tabiî gerçek âlimler için bu durum geçerlidir. Ama
birkaç eser okuyup, kendini büyük âlim zannedenlerin, Allah’a kulluk yolunda ilim ve ibadet bütünlüğü yerine, himmetlerini başka
yerlerde kullanma ve uykudan ibadet sevabı elde etme beklentisi
içerisinde olmaları, kendilerini kandırmaktan başka bir şey olmasa
gerektir. Zâten hakîkî anlamda âlim olan insanlar ilmi hep kullukta
daha ileriye gitmenin bir vesîlesi olarak görmüşler ve bu bilinçle hayatlarını tanzim etmişlerdir. Belki tasavvufî gelenek içerisinde asırlarca temayüz eden ve örneklik teşkil eden insanlar da ilim ve takvâyı
birleştiren, hayatını tasavvufî bir disiplin içerisinde sürdüren kimselerdir. İbn Arabî, Gazzâlî, İzz b. Abdisselâm ve daha nice büyük âlim
ve mutasavvıf sâdece kuru bilgi hamallığı yapmamış, aynı zamanda
sahip oldukları ilmin temel gayesini anlamış ve bu doğrultuda etrafa
ışık saçmış değerlerdir.
İslâm toplumunun, kendine özgü değerleri ve bu değerler etrafında şekillenen gelenekleri vardır. Değerler ve gelenekler ise uzun
asırlar içerisinde oluşan canlı, sürekliliği olan, kendisine devamlı
sûrette bir şeyler eklenen ya da eksilen bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla değişime ve gelişmeye açık bir alandır. Bu değişim, normal süreç içerisinde oldukça yavaştır. Bu hâliyle o, toplum hayatında ânî ve
keskin dönüşümlere de yol açmaz. İşte mevcut değerleri klasikleşmeye ya da gelenekleşmeye götüren süreç, bunun tabiî bir netîcesi olarak karşımıza çıkar. Değerler ise ancak insanla anlam kazanır, gelişir
ve başkaları üzerinde tesirini gösterir. Bu anlamda genelde İslâm coğrafyası özelde ise Anadolu toprakları oldukça şanslıdır. Bu değerlerin
bolca neşet ettiği ve geleneklerin oluştuğu topraklardan birisi de Elmalı’dır.
64 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Elmalı, çok sayıda ilim ve mâneviyat erbâbına beşik olmuş oldukça mühim ve mümbit bir topraktır. Vâhib-i Ümmî, Sinân-ı Ümmî,
Niyâzî-i Mısrî, Eroğlu Nûri, Abdâl Mûsâ ve asrımızın tanınmış âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır ilk anda hatıra gelen ve Elmalı’nın
mânevî atmosferinden beslenen din ya da mâneviyat büyüklerindendir. Yukarıda bahsi geçen büyük zâtlardan bir kısmı bu topraklarda
doğmuş, yeşermiş ve irşâdını sürdürmüş; diğer bir kısmı ise başka
topraklarda doğmasına rağmen burada yetişen büyük zâtların rahle-i
tedrislerinden geçerek, ilim ve irşad makamlarında âli derecelere
erişmişlerdir. Hal böyle iken “Bu zâtlar kimdir? Neyi temsil etmektedir?
Bunların takip ettikleri tasavvuf yolu, İslâm açısından ne anlama gelmektedir? Tasavvuf ile fıkıh arasında bir sürtüşme ya da çatışma söz konusu mudur?” şeklindeki sorular ve bunlara verilen cevaplar, toplumda çoğu
zaman yanlış anlamalara ve gereksiz sürtüşmelere sebebiyet verebilmektedir. Bu kargaşadan bir nebze de olsa kurtulabilmek için klasik
ilim geleneğimizi, ayrıca tasavvuf erbâbının ilme ve insana bakışını yeniden
gözden geçirmemiz gerekecektir.
İslâm’ın zuhur ettiği ilk yıllarda daha sâde bir din anlayışı ve daha basit bir dînî hayat söz konusu idi. Herkes az ya da çok bildiği
şeyleri samîmiyetle ve en üst seviyede teslîmiyet hâlet-i rûhiyyesi içerisinde hayatına tatbik etmeye çalışıyordu. Bunun böyle olmasının temel nedenlerinden birisi de, insanların ilim elde etme gayelerinin
bilgi hamallığı ve bilgiyle başkalarına gösterişte bulunmak değil, aksine bildiği ile amel etme ve bilmenin Allah katında sorumluluk getirdiği bilinci olsa gerektir. Bu sebeple başta sahâbe olmak üzere ilk
dönemlerde insanlar öncelikle bildiklerini hayatlarına tatbik etmekte,
sonra da bilmediklerini öğrenmeye yönelmekte idiler. Dolayısıyla her
şeyi öğrenme arzusuyla bütün ömrünü ilme adamak, ama elde ettiği
ilmi amele dönüştürmemek Allah ve Resûl’ünün rızâsına, dolayısıyla
İslâm ilim geleneğine çok da muvafık bir durum değildi.
Halbuki Allah Teâlâ, her şeyden evvel kullarının, kulluğunu yerine getirip getirmediğine bakar. Kulluk ise teslîmiyet ister. İşte mânâ
dilinin erenleri, ömürlerini insanlara bu hakîkati öğretmeye adamış
insanlardır. İlim ise, hakîkî anlamda kendisini bu işe vakfedenler için
bulunmaz bir nimettir. Öte yandan yarı âlim yarı câhil insanlar için
ilim son derece de tehlikeli bir yoldur. Bu nedenle tasavvuf, belki de
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal •
65
oldukça faydacı bir metot benimseyerek insanlara sevgiyi, teslîmiyeti,
Hakk’a kul olmayı öğretmiştir. Bu yol içerisinde samîmiyeti sayesinde her ne kadar kendileri âlim olmasalar da, ilmin kendilerini ulaştırabileceği yere kadar ulaşma imkânını elde edebilmişlerdir. Bu imkânı elde etmelerinde erenlerin öğütleri ve terbiye metotları hiçbir zaman inkâr edilemez. Her ne kadar tasavvuf yolunda mürşidlik yapan
bu kimseler, yeni bir anlayışla ve tecditle irşad faâliyetlerini yürütseler de, ana çerçeveleri dâima Kur’ân’a, sünnete ve klasik ilimlere dayanmıştır.
Kemâl-i devlet istersen, oku âyât-ı Kur’ân’ı,
Ki her harfin içinde var, Niyâzî bin dürr-i yektâ.
Bir başka beyitte ise yine Niyâzî-i Mısrî’nin dilinden kulluk bilincini elde etme yoluna vurgu yapılmaktadır:
Savm u salât u hac ile, sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmaya, lâzım olan irfân imiş.
Klasikleşebilen bir ilim geleneğinden söz edildiğinde, bununla bir
anlamda çağların fırtınalı akışı içerisinde pek çok süzgeçten geçerek
sâfî hâle gelen ve tarihî süreç içerisinde kendisine haklı bir yer edinen,
uzun ve meşakkatli ilim yolculuklarından bahsedilmiş olmaktadır.
Bu bağlamda klasik ilim, sosyal ya da siyasal gündemle alâkalı meydana gelen hadiselere gündelik cevaplar vererek günü kurtarma yoluna gitmeyi değil, aksine her çağın kendi içerisinde vuku bulan olaylara geneli ikna edebilecek şekilde sorgulanabilir, hesabı verilebilir, kalıcı
ve metodolojik çözümler üretme yolunu tutar. Bizim toplumumuzun da
bir fıkıh ve tasavvuf toplumu olduğu göz önüne alındığında, her iki
ilim dalı ve bunları temsil eden anlayışlar arasındaki bağlantının niteliği ortaya çıkmış olur.
Klasik ilim geleneğinde, özellikle fıkhî bilgi söz konusu olduğunda, fakihlerce bilginin niteliği üzerinde oldukça detaylı bir şekilde
durulmuş; söz konusu bilginin mükellefin ameli açısından ne gibi bir
bağlayıcılığının olduğu bütün teferruatı ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Burada fiilin mükellefe yansıtılması açısından ilk plânda düşünülen şey, hükmün takvâya uygun olup olmadığı değil, hukuk
nazarında câiz olup olmadığıdır. Bu, fıkıh ilmi açısından eleştirilmesi
gereken bir şey değil, aksine hukuk mantığının bir gereğidir. Halbuki
66 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
kâmil bir Müslüman olabilmenin yolu takvâdan ve ihtiyata uygun
davranmaktan geçer. Bu şekilde bir davranış şekli, ferdî yaşantılarında fukahânın da ihtiyarı olmakla birlikte, onlar kendi hayatlarındaki
bu hassasiyetle, fıkhın sıradan insanlara dönük cevazını kısıtlama
yoluna gitmemişlerdir. Bu anlamda tasavvuf ehli insanlar, dînî yaşantının ruhsat ya da cevaz yoluyla değil, takvâ ve kulluk zevki yoluyla davranmayı tercih etmişlerdir.
Burada fukahânın bakışının temelinde yatan âmillere de bir parça temas etmek gerekir. Mâlûm olduğu üzere fıkhın, hangi kaynaklardan ve ne gibi metotlarla bilgi elde edeceği, usûl-ü fıkıh ilminde
bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Fıkhın kaynakları arasında önceliği
oluşturan ve diğer tâlî hüküm elde etme kaynaklarının da kendilerine
tâbi olduğu Kur’an ve sünnet içerisinde yer alan hükümler, metnin
sübutu ve hükme delâleti açısından ele alınmış, netîcede ortaya çıkan
duruma göre bilginin kat’î ya da zannî oluşu ile ilgili bir kanaat belirlenmeye çalışılmıştır. Gerçekten de fıkhî bilgilerin ekserisinin içtihadî
olduğu göz önüne alınacak olursa, fıkhın temel amacının hayatın her
alanında kesin ve değişmez hükümler getirmek yerine, şartlara ve
mükellefin durumuna göre, söz konusu meselelerde zann oluşturma
çabası içerisinde olduğu görülür. Pek tabiî, fıkıhta zannî şeklinde
ifâde edilen bilgi ile halkın gündelik hayatta ve şüpheli durumları
izahta kullandığı zannı karıştırmamak gerekir. Fıkıhta zannî bilgi dendiğinde müçtehidin deliller çerçevesinde bütün gayretini ortaya koyarak ulaştığı ve kendisinin söz konusu meselede kesin kanaatini
ifâde eden bilgiyi anlamak gerekir. Bu bilgiye fıkıhta zannî denmesinin sebebi, aynı konuda bir başka fakihin yine delilden hareketle daha başka bir hükme ulaşabilme ihtimali sebebiyledir. Oysa ki halkın
gündelik dilinde kullandığı zann sözcüğü, fıkıh usûlünde şekk ya da
gerçekliği daha da zayıf vehim olarak ifâde edilir. (İsnevî, 13).
Görüldüğü üzere dînin temel kaynaklarından sağlıklı bilgi elde
etmek ve bu bilgiyi mükelleflerin idrakine sunmak oldukça uzmanlık
isteyen bir iştir. Kaldı ki bu öyle sanıldığı kadar da kolay olmayıp,
çoğu zaman ömrünü bu işe vakfeden insanların bile zorlandığı ve
hattâ ciddî hatalara düştüğü bir alandır. Nitekim İmam Gazzâlî, elMustasfâ adlı eserini yazma gerekçesini şöyle açıklar: “… Usûlcüler,
eserlerinde, bazı usûl konularını birbirinden kopuk bir şekilde ve münâsip
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal •
67
düşmeyen yerlerde ele almışlardır. Bu sebeple söz konusu eserleri okuyan bir
öğrenci, usûl ilminin maksatlarını, bunlara niçin gerek duyulduğunu ve
usûl ilmi ile olan ilişkilerini kavramakta zorlanmışlardır…” Esâsında bu
dikkate değer bir tespittir. Kaldı ki bugün hiç de ehil olmadığı halde,
insanlar duydukları veya okudukları bir âyet ya da hadis metninden
hareketle çok kesin yargılarda bulunabilmektedirler!..
Erbâbının temsil ettiği tasavvufî yönelişler, tarihin her döneminde haddini ve sınırını bilen insanların yetişmesine öncülük etmişlerdir. Zâten tasavvufun kişiye kazandırmak istediği en mühim hasletlerden birisi de başkalarına karşı davranışlarında insanı mutedil bir
çizgiye yöneltmektir. Bununla ilgili olarak tasavvuf yolunun temel
tavsiyesi: “Başkalarına nasıl davranıyorsan, kendi nefsin söz konusu olduğunda da aynı şekilde davran. “ şeklindedir. (Heysemî, 32). Netîcede bu
tutum, fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkinin de daha sağlıklı bir zemine oturtulmasına imkân sağlayacaktır.
II.
Her ne kadar sûfîler ile fakihler arasında zaman zaman tartışmalar görülse de bu tartışmaları -şahsî ve indî değerlendirmelerden
kaynaklanmamak koşuluyla- oldukça yerinde ve gerekli tartışmalar
olarak değerlendirmek gerekir. Dış görünüşü dikkate alındığında,
âlimlerle zâhidler arasında karşılıklı ithamların ve sataşmalarında
olduğu da inkâr edilemez bir durumdur.
Zâhidin ilmi amelden isteği bil gayrıdır.
Tudı gibi kande ermez cîfe yer ancak kilâb.
Bu dizelerde Sinân-ı Ümmî tarafından, ilmin gereğini yerine getirmenin ana gayesine temas edilmekte ve bir anlamda, insanda
mânevî inkişâfa yol açmayan kuru bir ilim ve amel, ciddî bir benzetme ile yerilmektedir. İlk bakışta mânevî inkişâfa ulaşmış erenlerin bu
tâbirleri, ağır ve haksız görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, fıkıh
ilmi ile iştigal eden âlimlerin de ilimden ve amelden anladıkları bundan farklı bir şey değildir. Nitekim Şâtıbî, el-Muvafakāt adlı eserinde
şöyle der:
“İnsanlar, sûfiyyenin takınmış olduğu bazı tavırlar karşısında, iki farklı
gruba ayrılmışlardır: Kimi zâhirî görüntüyü tasdik etmekte ve sûfîlerin ço-
68 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ğunluk içerisinde yerleşmiş bulunandan daha üst mertebede özel bir şerîata
sahip olduklarını belirtmektedir. Kimileri ise onları yalanlamakta, aleyhlerinde kıyametler koparmakta ve ideal yol olan şerîattan çıkmış olduklarını,
sünnete aykırı davrandıklarını söylemektedirler. Doğrusu her iki kesim de
karşılıklı şekilde aşırı uçtadırlar. Hakîkat şu ki: Her mükellef, insanlar arasında yerleşmiş bulunan şer’î hükümlere tâbidirler. Ancak meselenin esâsı,
bu konuları açıklığa kavuşturabilmek için şerîatta derinleşmek ve gerçek
anlayışa ulaşmaktır. Yardım sâdece Allah’tan istenir.” (Şâtıbî, II, 249).
Burada dikkat edilmesi gereken asıl sıkıntı, tarafların birbirlerine
dönük eleştirilerini doğru değerlendirmemek sûretiyle, bunu sanki
bir mahalle kavgasıymış gibi algılamak ve yanlış yargılarda bulunma
cihetine gitmektir. Zira sûfîler ile fakihler arasındaki tartışmaların
özü, Allah’a kulluk hususunda en mükemmel metot ne şekilde oluşturulabilir? ve bu metot insanlara nasıl indirgenebilir? sorusu etrafında şekillenmiştir. Bu anlamda taraflar arasındaki tartışmalar, metodik olmak koşuluyla, her iki sistemi de geliştirecek ve birbirlerinin
hatalı ya da eksik yönlerini telafide olumlu katkılar sağlayacaktır.
Nitekim gerçek anlamda fıkıh bilgisine ve tasavvuf düşüncesine sahip olan din büyüklerinin yaptığı eleştiriler, hep bu doğrultuda olmuştur. Hakaret ya da karşı tarafı yok sayma girişimi ise, her iki
ilimden de nasibini yeterince alamamış kimseler tarafından sergilenen bir tavır olmuştur.
III.
Belki bununla alâkalı olarak vurgulanması gereken husus; her iki
alanın temsilcilerinin kullandıkları dilin, üslûbun ve hedef kitlenin
farklı olduğudur. Zira fıkıh bilgisi muhataba doğrudan ve onun mevcut sorunu ne ise onun üzerinden iletilir. Ve fakih sâdece olayın cevazı ile ilgili hükmünü belirtir. Olayın takvâ ile ilgili boyutu veya fakihin kendi yaşantısında ihtiyat ve takvâ yolunu tercih etmesi farklı,
bunu hükümlerine doğrudan yansıtmayarak fetva ne ise onu karşı
tarafa iletmesi ayrı şeylerdir. Buna karşılık mutasavvıfların da meramlarını daha çok edebî bir üslûpla ve metaforik unsurlar da kullanarak anlattıkları bir vâkıadır. (Ögke, 73 vd.). Metaforik ifâde biçiminin
farklı anlamalara müsait olduğunu ise dikkatlerden uzak tutmamak
gerekir. Bu anlamda gerek mutasavvıflar gerekse fakihler birbirlerini
Klasik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları / Ş. Topal •
69
sohbet halkalarından değil de, yazılı eserlerinden tanımaya çalışmaları hâlinde bir tartışma ortamının da olacağı kuvvetle muhtemeldir.
Fakat her iki kesimin de birbirleri hakkındaki kanaatleri dikkatli
bir şekilde incelendiğinde, her birinin temel hassasiyetinin; “aynı
dînin inanç esaslarını ve ibadet şekillerini Allah’a yaraşır bir şekilde yerine
getirmede amellerin en güzeli ne şekilde olmalıdır?” hususunda yoğunlaştığı görülecektedir. Büyük fakih İzzüddîn b. Abdisselâm’ın: “Bir kimsenin Allah’tan gâfil olması, cezâ olarak ona yeter” sözü, işin hakîkatini
vurgulama husûsunda oldukça dikkat çekicidir. Yoksa hiçbir zaman,
fıkıh (sünnî) tasavvufu din dışı bir unsur, tasavvuf da kendisini fıkha
alternatif bir konumda görmemiştir.
Son söz yerine şunu ifâde edebiliriz: İslâm Tasavvuf düşüncesinde belki en felsefî yorumları yapan ve söylemiş olduğu sözler bazen
yanlış yerlere de çekilmeye çalışılan İbn Arabî hakkında batılı bir
araştırmacının söylemiş olduğu: “… Samîmî ve ihlâslı bir Müslüman
olarak İbn Arabî, İslâm’ı nihâî ve kâmil bir vahiy, İslâm’ın hükümlerini de
nihâî şerîat olarak görür… Velhâsıl o, şerîatın inançlı bir muhafızı ve gerçek
bir yorumcusu olarak, dâima bu bilincini korumuştur” (Scattolin, 346). şeklindeki sözleri bile, İslâm tasavvufunun dâima klasik ilim geleneği
çerçevesinde ve dînî hassasiyet içerisinde geliştiğinin güzel bir
ifâdesidir. Bu bağlamda Elmalı erenlerinin yolu da şerîatın öngördüğü ilmin mânevî hazza dönüştürülerek, amelle buluşturulmasından
ve kulluk bilinci içerisinde ibadet zevkine ulaşma çabasından başka
bir şey olmasa gerektir.
Kaynaklar
Ahmet Ögke, Vâhib-i Ümmî’den Niyâzî-i Mısrî’ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde
Metaforik Anlatım, Ahenk Yay., Van 2005.
Cemâlüddîn Abdurrahîm el-İsnevî, Nihâyetü’s-Sûl, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut 1999.
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, el-Mustasfâ min İlmi’l-Usûl, Beyrut, ts.
Ebû İshak İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-Muvâfakāt, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut ts.
Ebû Mansûr es-Seâlibî, Fıkhu’l-Luğa, Kahire, ts.
Ebû Şucâa, Ahmed b. Hüseyin b. Ahmed el-Isfahânî, el-Gāyetü ve’t-Takrîb,
Beyrut, 1985.
70 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Giuseppe Scattolin, “İslâm’da Tasavvuf ve Hukuk: Zimmîler Hakkında İbn
Arabî’nin (560/1165-638/1240) Bir Metni”, (Ter.: Ercan Alkan), Tasavvuf, 2011/1.
İbn Hacer el-Heytemî, et-Tearruf
Ahenk Yay., Van 2007.
fî Usûlü’l-Fıkh, (thk.: Şevket TOPAL),
İzzüddîn b. Abdisselâm, Kavâidü’l-Ahkâm, el-Müessesetü’z-Zeyyân, Beyrut
1990.
Mehmed Niyâzî-i Mısrî, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Eskin Matbaası, İstanbul 1976.
Mustafa Kara, Niyâzî-i Mısrî, Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1994.
O. Kâmil Erdem, Sinân Ümmî Dîvânı, Fetih Yay., İstanbul 1976.
Şevket Topal, İslâm Hukuk Düşüncesinde Sedd-i Zerâi, Ahenk Yay., Van 2007.
Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden
Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim
Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER
İnsanın varoluşuyla başlayan insan meselesi, ilim, din ve felsefede çeşitli şekillerde ele alınıp farklı anlayışlarla yorumlanmıştır. Aynı
şekilde insan eğitimi konusunda çeşitli programlar ve yöntemler ortaya konmuştur. İnsanın eğitimini konu alan tüm program ve yöntemlerin özünde “nasıl bir insan?” sorusunun cevabı aramış ve belirlenen amaca yönelik olarak içerik belirlenip uygulanmıştır. Söz konusu din olduğunda dînin öğretisinin tanımladığı insan ve o insanın
ulaşması gereken amaca yönelik bir eğitimden söz ediyoruz demektir. İslâm dîni özelinde konuyu ele aldığımızda insanın yaradılış gayesinin “kulluk” olduğunu görürüz. İslâm eğitim tarihini incelediğimizde ise eğitimin temel amacının yaratanını hakkıyla tanıyan bireyler yetiştirmek olduğu anlaşılır.
1. Tasavvufî Eğitimin Temeli: Kur’an
Her eğitim programının dayandığı, modern ifâdesiyle, bir felsefe
vardır. Tasavvufî eğitimin de dayandığı bir temelin bulunması gerektiği açıktır. Öteden beri Tasavvufa karşı çıkanlar hep bu eğitim sisteminin Kur’an’dan uzak ve Kur’ân’ın özüne karşı olduğunu savuna
gelmişlerdir. Hâlbuki tasavvufun ve tasavvufî eğitim sisteminin temelinde Kur’an vardır. Bu gerçeği görmezden gelerek söz söylemek
doğru olmaz. Hiçbir ehl-i tasavvuf, Kur’ân’ı dışarıda bırakan bir süreci aslâ kabul etmemiştir. Hz. Pir Vâhib-i Ümmî de bu gerçeği şu
şekilde ifâde etmektedir:
 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi
Öğretmenliği Bölümü, Rize.
72 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Şeytan kovsa da yetişmez doğru yola gidenlere
Îman Kur’an yoldaş olur şeyh ardınca uyanlara** (99/1)
Şeyhe tâbi olmak, onun eğitim sistemini benimsemek ve kendini
gerçekleştiren insan ya da tasavvufî deyimiyle İnsan-ı Kâmil olmak
için yola çıkan talebe aslında kendine Kur’ân’ı rehber edinmektedir.
Kemâline zevâl ermez inanırsan bu tevhîde
Ayırmaz seni Kur’an’dan eğer derviş isen derviş (207/6)
Kemâle ermek ve Kur’ân’ın rehberliğinden istifâde edebilmek
için öncelikle hakîkî bir tâlip olmak gerektiği ifâde edilmektedir.
Kur’ân’a doğru gelmezsen
Kur’an’dan haber almazsan
Tevhîd gölüne dalmazsan
Mü’min değil münâfıksın (346/4)
Bütünüyle Kur’ân’ı merkeze alan bu nutk-ı şerîfiyle Hz. Pir, tasavvufî eğitimin temelinin Kur’an olduğunu açık bir şekilde ifâde
etmektedir. Artık bundan sonrası hangi yöntemin seçileceğidir ki
bunun bir önemi yoktur. Halk tâbiri ile her yiğidin bir yoğurt yiyişi
vardır.
2. İnsan Eğitimi: Nefsini Bilmek
Tasavvuf’un İslâm eğitim geleneği içinde “kul olma” amacına yönelik en temel ve bu amaca en uygun bir eğitim metodunu içerdiğini
ifâde etmemiz gerekir. Öncelikle tasavvufta insan, nefs ve ruh olmak
üzere iki özelliğe sahip olan bir varlık olara ele alınır ve tanımlanır.
Bu iki güç insan hayatında sürekli olarak çatışma hâlindedir. Hattı
zâtında “nefs”, insanın Allah ile misak yapmış olduğu “Elest
Bezminde” “rûhun” emrinde bulunmaktaydı. İnsan olmanın insan
eğitiminin başlangıç noktası da burasıdır. En temel gaye, insanın
verdiği söze yönelik bir hayat yaşamasıdır. Din insanın bu gayeye
yönelik bir eğitimden geçmesini ister.
Modern eğitimin üzerinde durduğu önemli bir konu “bireyi tanıma”dır. Eğitim ve rehberlikle ilgili yazılan eserlere baktığımızda
bireyin istenilen şekilde gelişmesi ve eğitilmesi, kendine ve çevresine
faydalı olabilmesi için öncelikle yapılması gerekenin bireyi tanıma
Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner •
73
olduğu ifâde edilir. Bireyi tanımanın temel amacının da, bireyin kendini tanıması ve gizil güçlerinin farkına varmasını sağlamak için bireye yardım olduğu ifâde edilir. İşte tasavvufî eğitimin ilk basamağında da “kul” nefsini tanımalıdır. Nefsini tanımayanlar elest
bezmindeki ahdini unutur ve yaradılış gayesine uygun bir hayat süremezler. İşte “kul” olma yolunun yolcusunda ilk adımı kendini tanımadır. Şeyhin yaptığı da sâlikin nefsini tanıması için ona yardımdan başkaca bir şey değildir. Bunun ne anlama geldiği, kendini tanımanın insana nasıl bir yol açacağını Hz. Pir şu şekilde ifâde etmektedir.
Anladınsa nefsini ahdine ikrâr eyledin
Bilmedinse nefsini ahdinde noksân eyledin (114/1)
Nefsini bilmek insana ne sağlayacaktır? İnsan olmanın ya da kul
olmanın amacı “yaratanı bilme” olduğundan; nefsini bilme eğitimine
tâbi olan bu yolun yolcuları nefsini bilmenin yaratanı bilmenin anahtarı olduğunu bilir. O anahtar gizli hazînelerin kapılarını açacak
anahtardır.
Nefsini fehm eyler isen ma’nada hakka’l-yakîn
Ol musavver nûr içinde sen bu kenzu’llâhı gör (94/3)
Mükemmel yaratılan insanın ilâhî beyan gereği aşağıların aşağısından kurtulması gerekmektedir. Bu kurtuluşun yolu da nefsini bilmekten geçer.
Nefsini fehm etmeyen hayvân gelir hayvân gider
Nefsini fehm eyleyen insân gelir insân gider (185/1)
Nefsini fehm eyleyenler ma’nâda insân imiş
Nefsini fehm etmeyenler gāfil ü nâdân imiş (36/1)
diyerek nefsi bilmenin insan olma yolunda atılacak adımların en büyüğü olduğunu bildirir. Şunu söyleyebiliriz ki, tasavvufî eğitimin ilk
aşaması nefsi bilmekten geçmektedir. Eğer bir kişi nefsini bilme yolunda gafil davranır ise o ancak cehâlet içinde olmaktadır. Cehâlet ise
kişini yok eden en büyük düşmandır.
Bu kelâmın ma’nâsından gāfil olma aç gözün
Nefsini fehm etmeyenler cehl ile yeksân olur (35/5)
74 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Ruhlar âleminde rûhun emrinde bulunan nefs şeytana uyarak
rûhun emrinde çıkmıştır. Şeytan, rûhu çıkmaz sokakların bulunduğu
esfel-i sâfilîn mahallesinde gezintiye çıkarmıştır. Sahte mumdan gemilerin bulunduğu ateş sokağında onu tek başına bırakıp kaçmıştır.
Artık nefs, ateşin yakıcılığıyla baş başadır. Hararete kapılıp o da şeytanlaşmaya başlamıştır. Nefsin şeytânîlikten uzaklaşabilmesi için
rûhun sunduğu bir damla suyu içip rûhun emrine girmesi gerekmektedir. Yani nefsin tekrar rûhun emrine girmesi, şeytandan uzaklaşmasıyla mümkün olacaktır.
Gāfil olma aç gözün mekkâr-ı şeytân sendedir
Lâ deme bu tevhîde sehhâr-ı şeytân sendedir (25/1)
İnsanın kurtuluşuna ermesi, nefsini bilme yolunda ilerleyebilmesi ve nefsi rûhun emrine alabilmesi için mâsivâdan elini çekip tevhîde
yönelmesi gereklidir. Kurtuluşun tek reçetesi budur.
Nefsini fehm eyle hâlen berk yapış tevhîde sen
Ârif ol düşme sakın sen gayrının sevdâsına (33/4)
İnsan, sürekli başına dertler açan nefsini yönetmeli ve dizginlerini elinde tutmalıdır. Nefsiyle mücadele ederek onu islâh etmeli, kendisini bu nefsin elinden kurtarmalıdır. Nefsi islâh etmek ve onu ezeldeki durumuna getirmek gereklidir. Hz. Pir, nefsi bilmenin tevhîde
sarılmaktan başka bir yönteminin olmadığını ifâde etmektedir.
Baka gör tevhîd ile nefsindeki emmâreyi
Giremez İblîs gelip bu tevhidin esrârına (33/2)
Vâhib Ümmî ârif isen
Nefsine ver öğüdünü
İkiliği terk eylegil
Çatal kazık girmez yere (51/7)
Gāfil olma aç gözün ıslâh-ı nefs tevhîddedir
“Lâ” deme zinhâr sakın ıslâh-ı nefs tevhîddedir (456/1)
Tevhîde ulaşmak isteyen tâlip bunun için her dâim hakkı zikretmelidir. Hakkı zikirden bir an olsun gafil olmamalıdır.
Nefsini fehm eylemekden kaçma gel îmân getir
Zâkir ol zikr et Hak’ı tevhîd ile leyl ü nehâr (195/2)
Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner •
75
Tevhîde ulaşmak için sâdece bu dünyadan uzaklaşmak yetmez,
iki dünyanın varlığını ve güzelliklerini de gönle sokmamak gerekmektedir.
Dü cihânın vârına verme gönül eyle hazer
Kese-gör zünnârını tevhîd-i zâtu’llâh içün (198/6)
İnsan, ruh evindeki nefs salonunun anahtarını akıl kalesinde
kaybetmiştir. Kendini tanıyabilmesi için nefs salonundaki zikr aynasına bakması şarttır. Böyle bir insanın elinden hiçbir şey gelmez.
Çünkü nefs salonunun kontrolu elinde değildir. İnsan adeta nefs salonunun esiri olmuştur. Kendini tanımayan insanın elinden bir şeyin
gelmeyeceğini, öyle ki nefsin elinde esir olan kişinin duâlarının bile
kabul olmayacağı ifâde edilir.
Nefsini fehm eylemezsen müstecâb olmaz duân
Nefsini fehm eyler isen müstecâb olur duân (441/1)
İnsanın kendisini kötülük işlemeye teşvik eden ve “nefs-i
emmâre”den kurtulup, kötü ve çirkin sıfatlardan arınmış ve güzel
ahlâkla muttasıf hâle gelmiş “nefs-i mutmainne” derecesine ulaşması
gerekir.
Buraya kadar ifâde etmeye çalıştığımız husus bize tasavvufî eğitimin temel hedefini göstermektedir ki o da kişinin nefsini bilmesi ve
nefsin yüce Allah’ı hakkıyla bilir hâle getirilmesidir.
3. Eğitilmiş İnsan: Ârif
Peki, bu eğitimden geçen kişi kimdir vasıfları ne olacaktır? Bunu
da yine Hz. Pîr’in sözünden ve gönlünden anlamaya çalışırsak şunları ifâde edebiliriz.
Bu eğitimin sonunda kişi ahlâkî ve mânevî arınma sayesinde
sezgi gücü ve deruni tecrübe ile Allah’a dâir bilgi başta olmak üzere
nefsini, bütün varlık ve olayların mâhiyeti hakkındaki bilgiye sahip
olan kimse hâline gelir. Tasavvufî literatürde bu kişiye “Ârif” denir.
Ârif olmak demek, gözün açılması, perdenin kalkması, eşyânın ve
varlığının hakîkatini görebilir hâle gelmek demektir. Madde sınırının
aradan kalktığı halk için değil Hak için bakan perdesiz gözlere, hicâbı
76 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
kalkmış coşkulu bir gönle sahip olmak, demektir. Coşkulu gönlündeki sırrı fâş etmemektir.
Aç gözün kaldır hicâbı sende gayru’llâhı gör
“Lâm-elif Lâ-raybe”den tevhîd-i zâtu’llâhı gör(94/1)
Ârif isen “lâ”yı ko “illâ”dan anla ma’nayı
On sekiz bin âlemin içinde seyru’llâhı gör (94/2)
Ârif, Allah’ı gerçek yönüyle tanıyan irfan sahibi kimsedir. Bu
noktada “Âlim” ile “Ârif” arasında büyük bir fark olduğunu gözden
kaçırmamak gerekir. Hz. Pir bu farkı şöyle ifâde buyurur:
Vâhib’e vahdetden açdı râzını ol Pâdişâh
Kāl ü kıyl lâzım değildir ayn-ı sırru’llâhı gör (94/13)
Âlimin bilmesi kendi çalışma ve gayretiyle elde ettiği bilgi sayesinde olur. Ârif ise keşf ve kerâmet yoluyla bilir. Keşf ve kerâmetin
kaynağı da ancak aşktır. Aşk bir deryâdır. Ârif bu deryâyı keşfe çıkmış âşık; âlim deryâyı seyre dalmış balıktır.
Ârif-i bi’llâh olanlar dersini aşkdan alır
Ey birâder evliyâdır bize cânân öğreden (266/8)
Balıklar denizde belli bir derinliğe kadar gidebilirler. Âşık kişinin
ise gözü karadır, aşkı keşfetmek için sonsuzluğa kadar gidebilir. Yani
âlimin bilgisinin bir sınırı vardır; ama ârif için bir sınır, hudut yoktur.
Başka bir deyişle âlimin elde ettiği bilgi ile varlığı anlamlandırması
sınırlıdır. Varlığın hakîkatini ârif olan kişi mükâşefe yoluyla bilir.
Dersimiz hatm eyledik biz “lâm-elif lâ-raybe”den
Âlimin gönlü evine âyet-i Kur’ân girer (273/3)
Aklı ile bildim demek kāl ehlinin ahvâlidir
Âriflerin gönlü evi sâfî hemân ummân imiş (277/4)
Ârif olan gönül sahibinin kalbini mârifetle süslemesine ihtiyaç
vardır. Ârife ve irfânî bilgiye karşı çıkanlar için Hz. Pir şunu ifâde
etmektedir:
Ârif-i bi’llâh olanlar anlar imiş ârifi
Ma’naya gāfil olanlar bilmez imiş ârifi
Aşka mazhar düşmeyenler bilmez imiş ârifi
“Lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikār” (279/28)
Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner •
77
4. İrfânî Bilginin Kaynağı: Aşk
Burada ortaya çıkan şudur ki, tasavvufî eğitimde insan-ı kâmil
olmanın yolu ve metodu aşktır. Bu öyle bir yoldur ki, en kestirme
yoldur. Aşk, Allah’a olan büyük sevgidir. Sevginin nedeni güzelliktir.
İnsanda güzel olana karşı bir eğilim vardır. Fakat bu güzellik beşerî
özelliklerin ötesinde bir güzelliktir. Âşıkın güzel dediği kaş göz güzelliği değildir. Gerçek güzellik Allah’a ait olandır.
Ben aşk ile dîvâneyem dost şem’ine pervâneyem
Âşıklığım göz kaş değil kimse kālim bilmez benim (8/2)
Nefs ile rûhun mücadelesinin başlandığı nokta olan elest bezmi
aynı zamanda “Aşk”ın da başlangıcıdır.
Ehl-i aşkız zâhidâ “Kālû Belâ”dan gelmişiz
Kalmadı hiç şübhemiz ma’nâda îmân devridir (14/4)
Âşık olan aşka delil aramaz; çünkü cemâli gören göze artık delil
gerekmez. Çünkü burhan bu sırda gizlidir.
Dost cemâlin her nefes âyine gördüm zâtına
Maksûdu aşk ile vahdet gayrı bürhân istemez (17/4)
İnsanın ezelî düşmanı olan şeytanı bilmek ve onunla mücadele
etmek için aşktan başka bir yöntem yoktur.
Aç gözün kaldır hicâbı dinle hikmetden haber
Bilemezdim İblis’i aşk bize bürhân olmasa (43/7)
Göre göre şol aşkı ol İblîs’e uğramış
Ol İblîs’in tahtını yakmış virân eylemiş (44/19)
Zâhidler ve kendine âlim diyenler hep aşk ehline dil uzata gelmişlerdir. Aslında insan bilmediğinin düşmanıdır. Hz. Pir de aşk ehline dil uzatanların bu sırrı bilmeyenler olduğunu ifâde etmektedir:
Ehl-i vahdet olmayan sırr-ı ilâhî söylemez
Zâhidin dahl etdiği aşk ehline bühtân imiş (19/7)
Bunun için Hz. Pir der ki:
Şirk ü riyâdan bizi pâk eyleyen Hû zikridir
Sakla aşkın ma’nasın lâ-ehl ü nâdân duymasın (53/3)
78 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Aslında aşkın ne olduğunu Hz. Pir hem sormakta, hem de cevaplamaktadır.
Bir suâlim vardır size can gözünden bakan kimdir?
Âşıkların gönlü evine aşk çerâğın yakan kimdir? (52/1)
Başka bir beytinde ise bu suâle cevap olarak şunları söyler:
Ehl-i aşk âşıkların sırrı “Ene’l-Hak”dan gelir
Bu hidâyet cevheri rûh-ı izâfîden gelir (61/1)
Dört kitâbın ma’nası tevhîdimiz zâhid bizim
Arş-ı a’zam vâr eden nûr-ı ilâhîden gelir (61/2)
Kimse bilmez sırrımız biz âlemin sultânıyız
Ârifin zikrini gör zât-ı ilâhîden gelir (61/3)
Evvelâ mü’min kelâmı söyleyen diller budur
İsm-i a’zam keşfidir aşk-ı ilâhîden gelir (61/4)
Aşk, insanın süflî özelliklerinin eğitiminde kullanılan en önemli
şer’î metottur. Allah’ı bilmek, O’nu gerektiği gibi tanımak, ancak aşk
ile olur. Allah’ı gerçekten seven kişi, yarattığı her şeyi de Allah’ın
yaratmış olması nedeniyle sever. Bu Yûnus’un dilinde “Yaratılanı
severiz yaratandan ötürü” mısrasında ifâdesini bulur. Bu eğitimde aşk
güzele değil, güzelliğedir. Bazen âşık aşkta fânî olur, o zaman aşk
hâline gelir. Aşk mâşukta fânî olur. Muhabbetin sonu aşkın başlangıcı olur. Muhabbet kalp için aşk ise ruh içindir. Bu eğitimde akılla
amaca yani Allah’a varılamayacağı, O’na ermenin ancak sevgiyle
olacağı ifâde edilir. Metaforik anlatımla miraçta Cebrâil aklı, Refref
aşkı temsil etmektedir. Bunun için O’na ulaşmada akıl bir noktaya
kadar götürür; ama ondan sonra aşka teslim olmak gerekmektedir.
Bu sır bir “kenz-i mahfî”dir buna akl-ı beşer ermez
İmâmım Ferd ü Ahad’dır uyarsan gel beri zâhid (161/6)
Yani insanı Allah’a götüren aşktır. Aşk yolu, çetin ama en kestirme yoldur.
Aşk ile Kur’ân birikdi ölü gönlümü diriltdi
Ayne’l-yakîn hakka’l-yakîn dosta varan yolu gördüm (233/4)
Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner •
79
Akıl gönlü aşktan ayırmaya uğraşır, gönül ise aşka koşar ve aşkı
her şeye tercih eder. Âşık aşkı zühde tercih eder ve bu nedenle zâhidi
sürekli olarak tenkit eder.
Zâhidâ zühdün senin aşk ehlinin zindânıdır
Anlamazsan remzimi bilgil ki noksân sendedir (152/4)
Aşk akılla anlaşılmaz, bu nedenle aşk nidâsı aklı yağmaya verdiği gibi aşkın sevdâsı da varlığı fenâ makāmına ulaştırır. İnsan, bezm-i
elest’te aşkı ve âşıkları yaratana hayran iken bir ayrılık âlemi olan
dünyaya geldiğinde bir çok iş başına gelmiştir.
Ehl-i dünyâdan kaçın diye söyledi esrâr-ı aşk
Leş yemiş kartaldır ol gönüllerde perrân eylemez (178/3)
Gizli yer yok cümlesin aşk bana ayân eyledi
Anladım düşmân imiş oğlum kızım mâlım benim (174/5)
Âşıkın durumuna bakıp da onu kınamamak gerektiğini ifâde
eder Hz. Pir. Çünkü onun hâlinden, ancak onun gibi olanlar anlar:
Aşk oduna kim yanarsa ol bilir hâlim benim
Cân ü dilden kim Hû derse ol bilir kālim benim (174/1)
Aşk eğitiminin hocası mürşiddir. Tasavvuf literatüründe tarîkat
lideri olarak bilinen mürşid, “rehber, kılavuz, doğru yolu gösteren,
uyaran ve irşad eden” anlamlarına gelir. Mürşid mum ve merdivene
benzetilir. Mum gibi kendisi yanar fakat çevresindekileri aydınlatır.
Merdiven gibi başkalarının üzerine basarak yükselmesine sebep olur.
Mürşide bağlanmayan, yani bir öğretmenin rehberliğinde bu eğitimi
almayan kişi için Hz. Pir şunu söylemektedir.
Vâhib-i Ümmî yürü sen deme kim câhil ü nâdân
Ne insandır ne hayvandır mürşide ermeyen kimse (27/5)
Her bakımdan gerçek mürşid Hz. Peygamber’dir. Bu irşad vazifesi silsileyle aktarılarak devam eder. Dolayısıyla aşk eğitiminin ilk
hocası, başöğretmeni Hz. Peygamber’dir. Aşk eğitimini âşıka ancak
sevgili verebilir. Gönüldeki aşk sarmaşığı sevginin attığı küçük bir
tohumla yeşerir. Hz. Peygamber’in sevgili olma kimliği, her âşıkın
dilinde ömür boyu şahadetlerle tescillenmektedir.
80 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Enbiyâdan evliyâya nakl eden hâtem budur
Mürşidin irşâdını lutf ile ihsân buldum uş (137/10)
Bu eğitim sürecinde mürşid davranış geliştirme sürecinde gaflet
uykusuna dalmış sâliki uykusundan uyandıracak gönlünü aydınlatacak ve oradaki karanlık ve pusu kaldıracaktır.
Âr eyleme mürşide gel bildirsinler sana nefsin
Nefsine ârif olmazsan eremezsin âşıklığa (355/74)
Şübheni halleyleyen mürşid-i kâmildir senin
Aşk şerâbı şevkine hayrân olan mestânesin (80/5)
5. Aşk Hocası: Mürşid-i Kâmil
Günümüz eğitim anlayışında öğretmen, öğrencideki bilgiyi yapılandıracak bir rehber, ışık tutan ya da bir anahtar gibi tanımlanır. Hz.
Pir ezelde insanda var olan aşkı ortaya çıkaracak olanın mürşid olduğunu ifâde etmektedir. Kişi bir mürşide bağlanmakla kendinde var
olan hazînelerin kapılarını açacak anahtara sahip olmaktadır.
Hakk’a tâlib olanlara delîl olan mürşid imiş
Aşk bahrının miftâhıdır kimse elim bilmez benim (447/6)
Mürşid olan tâlibe şevkin nişân vermek gerek
Ol hicâbdan geçirip zevkin nişân vermek gerek (88/1)
Allah’a giden ve sâliki vuslat aşamasında götürecek yol, kemâl
derecesine ulaşmış olan bir mürşidden geçmektedir. Mürşid, aşk çölüne çıkacak mürîdin ihtiyacı olduğu, her an kana kana içebileceği
berrak bir pınardır adeta.
Mürşidi bilmek dilersen dervişinden bellidir
Sırrını bilmek dilersen tevhidinden bellidir (62/1)
Mürid bu vasıflara sahip olan bir mürşide kendisini teslim ederek, benliğini onun eline bırakmak ve onun kendisine verdiği emir ve
nehiyleri mânevî bir ilaç gibi içmek sûretiyle ancak derdine derman
bulabilecektir. Çünkü mürşid olmadan aşk derdine derman bulmak
imkânı ve ihtimâli yoktur.
Sâdıkın tevhîdini ârif bilir ancak hemân
Ehl-i inkâr meclisinin mürşidi şeytân olur (78/2)
Elmalı İrfan Ocağının Önd. Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim / H. Y. Acuner •
81
Ârife bir söz yeter lâzım değildir gayrısı
Pâdişâhın emrine fermandan almazsın haber (181/13)
Anladınsa pes yeter lâzım değil çok söylemek
Bulasın genc-hâneyi ma’mûru ko vîrâna bak (200/10)
Hz. Pir, öteden beri Allah dostlarının söylediklerini anlamak için
hazır bulunuşlukları yeterli olmayan bizleri, gönül dünyasından şu
sözlerle ikaz etmektedir. Anlamakta zorlandığımız hususlarda en
azından susmamız gerektiğini söylemektedir. Çünkü Allah dostları
incinmeseler bile, ola ki Nakkāş incinir. Bu ikāza kulak vermek gerektiğini düşünmekteyiz:
Bu nasîhatdır sana nefsin kabûl eylerse ger
Söyledim bu söz yeter aklın kabûl eylerse ger
Mü’minin tevhîdidir kalbin kabûl eylerse ger
Nakşına ta’n eyleme zinhâr ki Nakkāş incinir (215/2)
Aşk eğitimini bilen hak yolunun bütün önderleri gibi Vâhib-i
Ümmî de insanın yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşayarak yaratıcısına ulaşması için insanın nefsini bilmesi gerektiğinin önemle üzerinde durmaktadır. Nefsi bilmenin ancak tevhîde varmakla olacağını
ifâde eden Vâhib-i Ümmî, tevhîdi elde etmenin de ancak aşk ile
mümkün olacağını söylemektedir.
Sözün kısası, tasavvufî eğitim, bir aşk eğitimidir. Tasavvufta insan eğitimi, bütün ikiliklerden arınmak ve tevhîde ulaşmak için aşk
ateşine yanmaktır. Tasavvufî eğitim, insanı cehennem ateşinden kurtarmak için, ilk önce aşk ateşiyle yakmanın adıdır. Bu bağlamda irfan
ocaklarının önderleri ve Vâhib-i Ümmî bizleri, “Nâr” ile yanmadan “Nûr”
ile yanmaya çağırmaktadır.
Kaynakça
GÖZÜTOK, Şakir, Tasavvufta Şahsiyet Eğitimi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996.
KEMİKLİ, Bilal, Sun’ullâh-ı Gaybî: Hayatı-Eserleri-Şiirleri, Akçağ Yayınları,
Ankara 2000.
MACİT, Muhsin, Gelenekten Geleceğe, Kapı Yay., 2005.
ÖGKE, Ahmet, Vâhib-i Ümmî’den Niyâzî-i Mısrî’ye Türk Tasavvuf Düşüncesinde Metaforik Anlatım, Ahenk Yay., Van 2005.
82 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
TATCI, Mustafa, Elmalı’nın Canları, H Yayınları, İstanbul 2008.
TOZLU, Necmettin, Eğitim Problemlerimiz Üzerine Düşünceler, Mikro, Ankara
2003.
VÂHİB-İ ÜMMÎ, Dîvan, Elyazması, Abdullah Ekiz nüshası.
VARIŞ, Fatma, Eğitim Bilime Giriş, Atlas Kitabevi, Ankara 1994.
YILDIZ, Alim, Şeyh Hâlid Divanı, Es-Form Ofset, Sivas 2004.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet
Dr. Semih CEYHAN
Savm u salât u hacc ile sanma biter zâhid işin
İnsân-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
(Niyâzî-i Mısrî)
1. Tuhfetü’l-uşşâk
Elmalılı Ümmî Sinan Hz.lerinin hulefâsından Halvetiyye-i
Mısriyye’nin piri Niyâzî-i Mısrî’nin manzûm ve mensûr eserleri içerisinde en dikkat çekici olanı ve gözlerden kaçanı Tuhfetü’l-uşşâk (Âşıklara hediye) adlı türkçe risâlesidir. Tam adı “Tuhfetü’l-uşşâk ve
tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr” olan eser, Cenâb-ı
Mısrî’nin gerek divanında gerek diğer kısa hacimli risâlelerinde parça
parça dile getirdiği hakîkatleri derli toplu ve öz bir biçimde aynı zamanda âşikâre ihtivâ etmektedir.1 Risâlesinde ilâhi hakîkatlere ve
mârifetullâha dâir sözlerini derisiz, yani herhangi bir vecih kaydı
koymaksızın ıtlâkiyyet üzere söylediğini ileri süren Cenâb-ı Mısrî,
risâlesini şöyle tavsif eder:
 TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
1 Eser, Nezahat Öztekin tarafından Tuhfetü’l-uşşâk ve Turfetü’l-müştâk adıyla yayınlanmıştır (İzmir: Akademi Kitabevi 2006). Sn. Öztekin’e göre Tuhfetü’l-uşşâk İbn
Arabi’ye ait olup Niyâzî-i Mısrî tarafından şerhedilmiştir. İbn Arabi’nin Tuhfetü’luşşâk adlı bir eseri olmamakla birlikte, muhtevada risâlenin bir şerh olduğunu ima
edecek herhangi bir delil mevcud değildir. Kütüphâne kayıtlarına dayanarak Öztekin’in vardığı bu sonucun yanılgı olduğu kanaatindeyiz. Eserin bizzat müellifi
Mısrî’dir. Öztekin neşri transliterasyon kāideleri gözetilerek neşredilmiştir. Okumada kolaylık sağlaması gayesiyle bu kāidelerden sarf-ı nazar edilerek tarafımızca
yapılan yeni neşri tebliğ metninin sonundadır. Neşir iki nüsha karşılaştırılarak yapılmıştır: Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a; Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b. (Neşirde A nüshası olarak belirtilmiştir).
84 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
“Hakkā ki bu risâle nükte-âmîz ve fitne-engîz olup nice gamzeler
oldu ki devr-i kamer seyrini ve fitnesini izhâr eyledi. “‫”يَوْ َم تُ ْبلَى الس َﱠرائِ ُر‬
(Târık, 86/9) [“O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.”]
ma’nâsını âşikâr kıldı. Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve zübdetü’lesrâr ve hakîkatü’l-ahbâr vâki’ oldu. Nutk-ı kelâm arûs-i ma’nâya hicâb
olmuş. Ol nikābı ref’ edersen cemâlin gün gibi iyân gösterdik. Keşf-i
hicâb etmede mürüvvet ve sehâvet bundan özge olmaz.
Beyit:
Aşkım selefden artık olur ise mâni’ değil
Bezm-i şarâba sonra gelen kātî mest olur”
Osmanlı kültür muhitlerinde çokça tartışılan Şeyh Bedrettin’in
Vâridât’ına üslûp açısından benzeyen “Nükte-âmiz ve fitne-engiz” bir
eser olan Tuhfetü’l-uşşâk, her ne kadar Vâridât kadar ilgiye mazhar
olmamışsa da Mısrî’nin ifâdesiyle “sırları ağyârdan korumakla memur
olan ehlinden dirîğ edilmemesi” uzak tutulmaması gerekir.2
2. Tuhfetü’l-uşşâk’ ta Mârifet
Tuhfetu’l-uşşâk’ın muhtevasına gelince eserin ezcümle
mârifetullâh yani Allah’ın bilinmesine dâir olduğu söylenebilir. Bu
bilginin konusu olan Mısrî ifâdesiyle Tanrı Teâlâ hakkında sûfiyye
tâifesinin nefs tezkiyesi ve müşâhede tarîkiyle ulaştıkları netîceler,
Hakk’a veya Hakk’ın varlığının birliği gerçeğine, varlıktaki birliğe
ulaştıran aşk ve irfan yolunun mâhiyeti, bu yolda bir mürşid-i kâmile
intisabın zorunluluğu, hakîkat bilgisinin kâmil mürşidde bulunduğu,
mârifetullâha ulaştırmada köprü olan mârifetü’n-nefsin (insanın kendini bilmesi) dereceleri, âhiret ahvâlinin hakîkati eserde işlenen temel
2
Vâridât ile Mısrî’nin halka-bend olduğu Halvetî-Ahmedî geleneği arasında ilgiyi
Hediyyetü’l-ihvân müellifi Mehmed Nazmî Efendi kurmaktadır. İsâ ve Mehdî olduğunu şahitlik etmesini istemesinden dolayı Niyâzî-i Mısrî ile araları açılan Mehmed
Nazmî, Hediyyetü’l-ihvân’ında onun hakkında ağır sözler sarfettiği gibi onun mensup olduğu Yiğitbaşı kolu meşâyihi hakkında da şunları söyler: “Yiğitbaşı’dan bir
şu’be dahi Tâlib-i Ümmî, Eroğlu ve Elmalî Sinân-ı Ümmî’den, Elmalı’da ve
Uşâk’da ve Kütahya’da ve etraflarında hulefâ ve fukarâ bâkîdir. Riyazet ve
mücâheleri sebebiyle müridleri ve muhibleri vardır. Yiğitbaşı’ya müntesip olanların cümlesi ümmîlerdir. Vâridât sâhibi i’tikâdında olup “Âhiret işleri câhil âlimlerin
iddia ettikleri gibi değildir derler.” (Mehmed Nazmî, Hediyyetü’l-ihvân, İÜ Ktp. TY,
nr. 1604, vr. 81a-b).
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
85
konulardır. Bu konulara dâir Hz. Mısrî’nin çarpıcı fikirlerinden bazı
örnekler vermeden önce şu mukaddimeyi takdim etmeyi elzem addetmekteyiz:
Tasavvuf ilmine göre âlemde bütün varlıklar gibi eşref-i
mahlûkāt olan insan da bir maksada bir illet-i gâiyyeye binâen yaratılmıştır. Bu gâî illet tasavvuf söz konusu olduğunda bir mürşidin
taht-ı terbiyesindeki seyru sülûk vasıtasıyla insanda potansiyel durumda bulunan ezelî istidadın bilfiil hâle getirilerek insânî kemâlin
ortaya çıkarılması ve kemâli ne kadarsa o miktarda hakîkat bilgisinin
kazanılması olarak görülür. Dolayısıyla insanın yaratılış gayesi
eşyânın hakîkatlerine ve bu hakîkatlerin kaynağına dâir bilgiyi,
mârifeti tahsil etmesidir.
Mısrî, Tuhfetu’l-uşşâk’a bir soruyla başlar: “Biz bu dünyaya niçin
geldik?” ‫( ”و ما خلقت الجن و اإلنس إال ليعبدون‬Zâriyât, 51/56) [“Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”] âyetiyle verdiği
cevapta Mısrî insanın yaratılışındaki birinci gayenin mutlak anlamda
kulluk yani ubûdiyyet olduğunu söyler. Kulluğun gayesi ise kullukta
bulunduğumuz Hakk’ın bilinmesidir. Mârifetin gayesi ise tevhid ya
da Hakk’ı birlemek, âlemdeki çokluğu vahdete irca etmektir. Dolayısıyla yaratılış gayesi üç aşamalıdır: Kulluk, bilmek ve birlemek. Mısrî
şöyle der: “İmdi, ey şâh-ı men; bir kimse kırk yıl ibâdet eylese, gündüzü sâim ve gecesi kāim olsa, ammâ ibâdetten murâd nidüğün
idrâk eylemese bir zerre kadar fâidesi yoktur. Ya’nî bilmek, birliğe
yitmek oldur ki, kendüyi zât ve sıfât ve ef’âliyle fânî göre, belki cümle
varlık Hakk’ın vücûdu idüğün idrâk eyleye, Hak’la ma’mûr idüğün
bile. Ve benlikten geçmek bundan ibârettir. Böyle olacak ol kimse her
neye baksa Hakk’ı görür. Ve kendüde Hak’tan gayrı nesne görmez.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “‫( ”فأينما تولوا فثم وجه ﷲ‬Bakara, 2/115) Ya’nî
“Kande dönersen Hak yüzüne dönersin.”
Mısrî’nin bu cümleleri, onun aynı zamanda varlık anlayışını
özetler mâhiyettedir. Niyâzî-i Mısrî, “el-vücûd lillâh” diyerek gerçek
varlığın Allah’a ait olduğunu, insanın görünüşe aldanıp kendisinde
ve eşyâda varlık vehmettiğini, bu vehmin benlik perdesinden kaynaklandığını, perdenin aradan kaldırılmasıyla âfakta ve enfüste
Hakk’ın bir olan gerçek varlığını ve bu varlığın tecelliyâtını
müşâhede edeceğini söyler.
86 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Mısrî’ye göre mârifetin konusu ve hedefi gerçek tevhîde ulaşmaktır. Tevhid Risâlesi’nde ise tevhîde ulaşmanın bütün peygamberlerin ve evliyânın asıl maksadı olduğunu, bundan daha yüce bir gayenin bulunmadığını, yolun şehadeti olduğunu söyler.
Tarih boyunca tevhid hakkında çok söz söylendiğini, birçok farklı ekolün teşekkül ettiğini, herkesin akıl gücü ve basîret miktarı
tevhidden dem vurduğunu, ancak her birisinin de tevhid deryâsının
ancak kenarına varabildiğini söyleyen Mısrî, Allah’ı mutlak anlamda
bilmenin ve tanımanın insan gücünü aşan bir şey olduğunu,
mârifetin hayretle sonuçlanacağını, insana düşen şeyin Hz.
Ebûbekir’in dile getirdiği üzere acziyyetini itiraf olduğunu ifâde eder.
Mısrî’nin tefekküründe Hak Teâlâ’yı birlemek bir mertebedir. Bu
minvalde yaratılışın gayesi olan tevhîdi idrak üç mertebe kaydeder:
İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn. İlme’l-yakîn Hakk’ın var
olduğuna dâir bilgiyi nakledenden işitmekle hâsıl olur ki avâmın
tevhîdidir. Buna taklîdî tevhid de denir. Ya da aklî ve naklî deliller
ileri sürerek Hakk’ın varlığını ispat etmektir (isbât-ı vücûd). Burada
Hakk’ın varlığını ve birliğini sâbit kılan şey delildir. Delilin ortadan
kalkması ile sübût da ortadan kalkar ve bunun netîcesinde zorunlu
olarak Hakk’ın varlığı ve birliği nefy edilmeyi gerektirir. Kelâmcıların
ve filozofların tevhîde ulaşmadaki yöntemleri budur ve şüphe eksikliğiyle ma’lûldür. Tevhîdin ikinci mertebesi ayne’l-yakîndir. Tarîkat
ehlinin tevhîdidir ki tevhîdin basîretle müşâhede edilmesinden hâsıl
olan bilgidir. Mısrî tarîkatta sülûk eden kimselerin tevhîdi ayn’a eriştirdiklerini, zihnî bilgi seviyesinin üstüne çıkıp Hakk’ın varlığını ve
birliğini küllî bir şekilde müşâhede ve idrak ettiklerini söyler. Bu ise
bir zevk, hal ve vicdan işidir. Tevhîdin hakka’l-yakîn mertebesinde
idrak edilmesi ise Hakk’ın varlık ve birliğinin bütün tecelliyâtıyla ve
cüz’iyyâtıyla bilinmesidir ki hakîkat ehline ma’lumdur. Bu üç mertebe şu misalle daha iyi anlaşılabilir: Meselâ Elmalı ilçesinin var olduğunu işiterek bilmek ilme’l-yakîn, gelip uzaktan görerek bilmek
ayne’l-yakîn, sokaklarında gezerek ve her yerini tanıyarak bilmek
hakka’l-yakîndir.
Mısrî’ye göre sâlikin tevhid tecrübesi üç aşama kaydeder: Fiillerin, sıfatların ve zâtın tevhîdi. Bu aşamalar diğer mutasavvıflar tarafından da vahdet-i vücûd risâlelerinde sıkça kullanılmaktadır. Fiille-
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
87
rin tevhîdi, âlemde mutlak fâilin Allah olduğunu, kula ait zannedilen
fiillerin gerçekte Hakk’ın fiillerinin bir tecellîsinden ibaret bulunduğunun idrâkidir. Sıfatların tevhîdi ise Hakk’ın sıfatlarını mahlûkātın
sıfatlarından ayırıp her sıfatı Hakk’a sâbit kılmaktır. Bu mertebeye
kişi sülûk edip vardığında, kalbini saflaştırdığında Allah ona sıfatlarıyla tecellî eder. Zâtın tevhîdi ise sülûkün nihâî mertebesinde idrâk
edilir. Hak’tan başka hiçbir nesnenin olmadığı, mutlak varlığın
Hakk’ın zâtından ibaret bulunduğunun bilinmesi tevhîdin son aşamasıdır. Mısrî bu aşamaya gelen tarîkat ashabının zâtî tecellîye mazhar olduğunu ileri sürer. Bu tecellîye mazhar olan kimsede bir hal
hâsıl olur ki kişi âlemdeki tüm kudret ve tasarrufun kendi elinden
gerçekleştiğini görür. Halk artık ona bir âlet mesabesindedir. Meselâ
bir kişi kendisine bir şey verse, asıl verenin kendisi olduğunu görür.
Dolayısıyla âlemdeki her şey kendisinden kendisinedir. Kendisinden
başka bir şey yoktur. Bu kudrete ulaşan kimse kutbiyyet ve irşâd
makāmındadır ki insan-ı kâmillere aittir.
İnsanın yaratılış gayesi olan mârifetullâha ermek bir zevk ve vicdan işi ise bu yolda öncelikle ne yapmak gerekir? Niyâzî-i Mısrî’nin
bu konuda önemle üzerinde durduğu husus kişinin kendi başına
gerçekleştireceği nefs tezkiyesiyle mârifete ermesinin imkânsızlığıdır.
İrfan yolculuğunda bir mânevî otoriteye yani kâmil bir mürşide bağlanmak kaçınılmazdır. Neden mürşid zorunludur? Bu soruyu şöyle
cevaplayabiliriz: Öncelikle ilimleri zâhir/şerîat, bâtın/tarîkat ve
hakîkat bilgisi şeklinde üçlü tasnife tâbî tutan Hz. Niyâzî’ye göre, her
bir ilmin tahsil araçları farklıdır. Zâhir ilmini elde etmek isteyen kişi
şer’î ve aklî ilimleri öğrenir. Bâtın ilmini elde etmek isteyen kimse ise
mürşid vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e dek uzanan mânevî silsileye bağlanır, onun telkîn ettiği esma ve virdleri yerine getirir, yolun belirlediği çeşitli usûller muvâcehesinde nefsiyle mücâhede yapar. Bunun
netîcesinde hâsıl olan mânâ ve bilgilerin misâl âlemindeki karşılıkları
olan vâkıaların/rüyâların tâbîri ise yine mürşid tarafından yapılır.
Sâlik vâkıasında ne görmüşse bunları mürşidine arz eder. O da bunları tâbir ederek yani bâtından zâhire geçirerek sâlikin yol alması için
gerekli tedbirleri uygular. Mısrî hakîkat bilgisini insânî nefsin ve rabbin bilgisi olarak iki kategoriye ayırır. Bu iki bilgi aslında birbirinin
mazharlarıdır. Bu bilgiyi tatmak ve bunun hâlini elde etmek ise yine
88 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
kâmil bir mürşidin terbiyesi altında sıkı bir nefs terbiyesiyle tabîî ve
nefsânî bütün vasıf ve özelliklerini yok etmeye bağlıdır. Bütün bunlar
gerçekleştiğinde geriye Hakk’ın varlığından ibaret gerçek varlık kalır
ki tâlibin varmak istediği şey de zâten odur.
Mısrî’ye göre bir ilmi elde etmek isteyen kimsenin o ilmin öğretmeni ve mürşidine mürâcaatı zorunludur. Hele bu ilim bâtın ve
hakîkat bilgisi ise bu zorunluluk bir kat daha artar. Mürşidin bilgisini
elde etmek ve o bilgiye ait âlet ilimleri öğrenmenin yolu ise ancak
mürşidin iznine bağlıdır. Mürşid izin verirse ve kişi onun terbiyesi
altında mücâhede yaparak ve tam bir teslîmiyetle ona teslim olarak
kendi renginden çıkıp mürşidin rengine boyanırsa ancak o zaman bu
istediklerini elde etmesi mümkündür. Kendi başına bazı ilâhî isimleri
zikreden ve tezkiye-i nefs yapan kimselerin itidâlden saparak ifrat
veya tefrite düşme tehlikeleri vardır. Bu gibi durumlarda ifrata kaçan
kimsenin işi deliliğe kadar varır ve hakîkat bilgisine ulaşmak şöyle
dursun şerîat mükellefiyetinden bile mahrum duruma düşer. O nedenle insan tabiatını iyi tanıyan, insanın kabına göre teslik
faâliyetinde bulunan bir rûhânî hekime, kâmil mürşide ihtiyaç kaçınılmazdır.
Niyâzî-i Mısrî, insanın hakîkat talebinde olmazsa olmaz iki şart
ileri sürer: Muhabbet ve irfan. Şöyle der Cenâb-ı Mısrî:
“Bilgil ki ol yola giden kişi gerektir ki ma’rifet şarâbını içe ki
meşrebi sâfî ola. İlim ve ma’rifet olmayınca ol yol gidilmez. Ve gıdası
dahî cân gıdası olmak gerektir. Canın gıdası ilim ve mârifettir; zikir
ve tesbîh ve tâat ve ibâdettir. Tanrı Teâlâ’ya âşık olan kimesneye gerektir ki ciğeri kanını içe ve gözleri yaşını döke. Dünyada bir kişi bir
kendi gibi mahlûka âşık olsa, görürüsün ki ne zahmetler çeker ve ne
belâlar görür; sevdiği yoluna cemî’ varını verir, görmeye bin canını
terkeder. Kādir olduğu nesneyi sakınmaz. Malın rızkını vermeye
minnetler eyler, tek olsun. Pes kendi gibi âdeme âşık olan kimsenin
hâli böyle olacak ve aşk-ı mecâzî bu denli olucak âşık-ı hakîkînin hâli
nice olsa gerektir. Hak Teâlâ ki cemî’ âlemi yoktan var eyledi ve bunca ni’metler bağışladı, âdemin onunla münâsebeti var pes ona aşkı
dahî ma’lûmdur ki ne mertebede olmak gerektir. Hak Teâlâ’nın halk
ile farkı ne kadar ise aşkının farkı dahî öyle olmak gerektir. Onun
içindir ki onun âşıkları, dostları ve evliyâları ve peygamberleri her
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
89
kande ki olsa delidir derler idi, mecnûndur dîvânedir derler idi. her
kim Tanrı Teâlâ’ya can ve gönülden tâlib olsa, âşık olsa onun aşkına
lâyık vasfa âdemoğlanı kande kādir olur ve kimin elinden gelir. Onu
mertebesi kendi varlığından geçip fenâ-yı mahz olmaktır.”
Mısrî’nin ana hatlarıyla özetlediğimiz bu mârifetullâh tevhid ve
tevhîde ulaştıran yöntem hakkında fikirlerinin bir uzantısı olarak
Tuhfetu’l-uşşâk’ta vahdet-i vücûd mektebinde ele alınan fiillerin kaynağı, iyilik-kötülük problemi, haşrin keyfiyeti, kıyâmet ahvâli, cennet-cehennemin mâhiyeti, nübüvvet-velâyet ilişkisi, insanın ezelîliği
gibi pek çok konu hakkında görüş beyân eder. Özellikle Tuhfetu’luşşâk risâlesi kendisinin ifâde ettiği üzere bu konulara dâir düşüncelerinin özeti mâhiyetindedir. Bu düşüncelerini her hangi bir çekince
taşımaksızın kendine has üslûpla cesurca ifâde etmektedir. Zira
Cenâb-ı Mısrî Halvetî’dir, cehrî yolu tutmuştur. Kendisinin Hz. Peygamber ile başlayan ay devresinde dünyaya geldiğini, bütün sırların
bu devrede fâş edildiğini, efsâneye düşmeden her şeyin aslını, zâhir
ve bâtınını ortaya serdiğini, ancak bunların ağyardan korunması gerektiğini, korunmadığı takdirde fitneye yol açacağını, fakat fitne olmadan da kimin hidâyette olup kimin delâlette kalacağının âşikâre
bilinemeyeceğini söyler. Mısrî’ye göre söz derisiz söylenmelidir.
Şerîat libâssız gerektir. İşte Mısrî’nin sözlerinden birkaç misâl:
“İnsanın yaratılması Hakk’ı bilmek içindir. İman da budur. Bir
kimse bu dâireye varmazsa insan değil, hayvandır.”
“Hakk’ın zâtını müşâhede edenler âşıklardır ki onlara müttakîler
denir. Zâhir ehli takvâyı korkmak sanır. Gerçek takvâ ikiliği def edip
her şeyi Hakk’ın zâtıyla, sıfatlarıyla, fiilleriyle görmektir. İkilikte kalan kişinin içi ve dışı kör olur.”
“Hak Teâlâ bu dünyada görünmez. Cennette görünür” denirse
bu söz mahza cehâlettir. Demedik mi Hak’tan başkası yok! Dünyada
kör olan âhirette de kör olur. Hz. Ali demedi mi görmediğim Tanrı’ya
tapmam. Allah güneşten daha âşikârdır. Artık gördükten sonra hâlâ
açıklama isteyen görse görse ziyan görür.”
“Erenler haşri, neşri, cennet ve cehennemi burada görürler. Bir
nesnenin adı hem evvel hem âhir hem dünyâ hem âhirettir. Şâh-ı
90 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Merdân Hz. Ali buyurur: “Doğmak ölümün elçisidir. Doğan öldü.
Ölen kıyamete durdu.”
“Cümle eşyâ ene’l-hak zikreder. Amma şerîat ehline bu söz muhakkak olmaz. Zira bazı kimseler yarıncıdır. Yarın kıyamet kopar
derler. Bunlar ahmaktır. Bilmezler ki uyku ölümün kardeşidir. Her
gece ölüp yine sabah kıyamete durup haşrolurlar. Aksini anlayan
evliyâ remizlerini anlamayıp mahza cehâlette kalmışlardır.”
“Biz bu dünyaya Resûlullah hatırı için bir iki gün ayık geldik ve
şerîata tâbi olduk. Yoksa buraya din, iman, mezheb, dünya ve ahiret
için gelmedik. Biz Allah ve Resûlullah aşkı için geldik. İşimiz aşkdır
bizim.”
“Bu fakir ve hakir Mısrî der ki: Kahır ve lutfun aslı bir imiş. Kim
ki küfür ve imanı, kahır ve lutfu Hak’tan gayrı bile şeytandır ki ona
lanet olur. Yoksa şeytan dedikleri Hakk’ın mudill sıfatıdır. Ancak
şeytan ve mahlûkāt da insanın maslahatı içindir. İnsan her hâli bilip
kendisine ne teklif düşerse kahır veya lütuf onu işlese gerektir.”
“Hakk’ın evliyâsının korku ve tasası yoktur. Bu makāma
kutbiyyet derler. Daha önceleri nübüvvet derlerdi. Velâyet ise âşıklık
makāmıdır. Âşık olanın kıyamete değin korku ve tasası olmaz.”
“İmdi bir kimse varlıktaki birliği, vahdet-i vücûdu bilmese
hakîkatte kâfir olur. Benim azizim! Tenbîhât çok nihâyet yok. Sen her
dem seyrânından, sülûkünden geri kalma. Senin bir nefesin nice yüz
bin cihana değer. Bir daha ele girmez.”
Bibliyografya
Baha Doğramacı, Niyâzî-yi Mısrî Hayatı ve Eserleri, Ankara 1988.
Ekrem Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul 2009.
________ “Niyâzî Mısrî: Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XXXIII, s. 169.
________ “Tasavvufun Tutarlılık Arayışında Bir Yorum Çerçevesi olarak
Vahdet-i Vücûd: Yûnus Emre’de Vahdet-i Vücûd Anlayışının Yansıması Hakkında Bir Değerlendirme”, İslâm Araştırmaları Dergisi,
İstanbul 2009, sayı 29, s. 25-30.
Hasan Kavruk, Niyâzî-i Mısrî Hayatı-Sanatı-Eserleri ve Türkçe Şiirleri, Malatya
2004.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
91
İbn Arabî, Tuhfetü’l-Uşşâk ve Turfetü’l-Müştâk: Niyâzî-i Mısrî Şerhi (haz.
Nezahat Öztekin), İzmir 2006.
Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Ankara 1999.
Mustafa Aşkar, Niyâzî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1998.
Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Esmâ-i Halvetiyyesi”, Edebiyattan İçeri,
Ankara 1997, s. 272-286.
Mustafa Kara, Niyâzî-i Mısrî, Ankara 1994.
Niyâzî-i Mısrî, Tuhfetu’l-uşşâk: Vahdet-i Vücûd Risâlesi, Yapı Kredi Sermet
Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a; Süleymaniye Ktp. Hacı
Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b.
________ Mevâidü’l-irfân, Beyazıt Devlet Ktp. Veliyyüddin Efendi 1806, vr.
41b.
________ İrfan Sofraları (trc. Süleyman Ateş), Ankara 1971.
________ Risâle-i Tevhîd, Süleymaniye Ktp. Tahir Ağa Tekke 334, ss. 1-6.
________ Risâle-i Vahdet-i Vücûd, İBB Ktp. Osman Ergin yazmaları 893.
92 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk
ve zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr
VAHDET-İ VÜCÛD RİSÂLESİ
NİYÂZÎ-İ MISRÎ
Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp. Türkçe Yazmalar 277, 1b - 37a;
Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi 3299, 97b – 115b. (A nüshası)
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
93
(1b)
Risâle-i Vahdeti’l-Vücûd-i Cenâb-ı Mısrî (k.s.)
‫بسم ﷲ الرحمن الرحيم‬
‫الحمد الذي تجلى القلوب اإلنسان بذاته و صفاته و أفعاله و آثاره و جعل نفسه لنفسه‬
‫مرآتا ً لرؤيته و الصلوة و السالم على محمد و ھو من المحبوب و زبده و أخياره و على آله و ھم‬
:‫ أما بعد‬.‫من األبرار‬
[“Rahman ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla. İnsan kalplerine
zâtıyla, sıfâtlarıyla ve eserleriyle tecellî eden Allâh’a hamdolsun ki O
kendisini görmek için kendisini kendisine ayna yapmıştır. Salât ve
selâm Hz. Muhammed’e –ki Allâh’ın sevgilisi, köpüğü ve seçkin kuludur- ve onun ebrârdan olan âlinedir. İmdi:…”]
Çün ki bu mukaddime mebsût oldu, bil ve âgâh ol ki, Hak
Sübhânehu ve Teâlâ bir kimesneyi kendi inâyetine mazhar düşürse,
ol kimesnenin kalbine iştiyâk bırakır ki “Biz bu dünyâya niçin geldik?” der.
İmdi, Hak Sübhânehu (2a) ve Teâlâ Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur: “‫( ”و ما خلقت الجن و اإلنس إال ليعبدون‬Zâriyât, 51/56) [“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”] “‫“[ ”أي ليعرفون‬Bilsinler
diye”] “‫ليوحدون‬
‫“[ ”أي‬Birlesinler diye”] “‫“[ ”قال رسول ﷲ عليه السالم‬Allah
َ
Resûlü (a.s.)] buyurur: “ ‫ و في‬.‫إن للقرآن ظھراً و بطنا ً و لبطنه بطنا ً إلى سبعة أبطن‬
‫ ”رواية أخرى إلى سبعين أبطن‬Ya’nî “Kur’ân’ın zâhiri ve bâtını ve bâtınının
bâtını vardır” dedi, yedi ma’nâya varınca, belki yetmiş ma’nâya dek.
Öyle olsa Hak Sübhânehu ve Teâlâ “ibâdet için yarattım” dediğinin
ma’nâ-yı sânîsinde müfessirîn eyittiler: İbâdet hod emr-i i’tibârîdir.
Ya’nî “beni bilmek için yarattı” demek olur; ya “bilmekten murâd
nedir?” dediler “üçüncü batnın ma’nâsı birlik içindir” dediler.
İmdi, ey şâh-ı men; bir kimse kırk yıl ibâdet eylese, gündüzü
sâim ve gecesi kāim olsa, ammâ ibâdetten murâd nidüğün idrâk eylemese bir zerre kadar fâidesi yoktur. Ya’nî bilmek, birliğe yitmek
oldur ki, kendüyi (2b) zât ve sıfât ve ef’âliyle fânî göre, belki cümle
varlık Hakk’ın vücûdu idüğün idrâk eyleye, Hak’la ma’mûr idüğün
bile. Ve benlikten geçmek bundan ibârettir. Böyle olucak ol kimse her
neye baksa Hakk’ı görür. Ve kendüde Hak’tan gayrı nesne görmez.
94 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “‫( ”فأينما تولوا فثم وجه ﷲ‬Bakara, 2/115) Ya’nî
“Kande dönersen Hak yüzüne dönersin.”
Beyit:
‫در صورت جان و دل نھان غير تو كيست‬
‫در صورت آب كل عيان غير تو كيست‬
Ya’nî “Su ile balçık sûretinde senden iyân kimdir? Ve cân, gönül
halvetinde senden gayrı nihân olan kimdir?” Ve dahî dedi ki: “Benden gayrı gönüllerinizden giderin ey cân u cihân senden gayrı kim
vardır?! Öyle olsa zâhirde ve bâtında Hak’tan gayrı kimse yoktur”
demek olur. Ya’nî gizli ve âşikâre.
İmdi şöyle bilmek gerektir ki, bir nesne yoktur kim (3a) Hak
Sübhânehu ve Teâlâ ânı Kur’ân-ı Azîm’inde zikretmemiş ola lâkin
ْ ‫َوالَ َر‬
kāsıru’l-akl olanlar idrâk etmezler. Kavluhu Teâlâ: “ ‫س إِالﱠ‬
ٍ ‫ط‬
ٍ ِ‫ب َوالَ يَاب‬
‫ين‬
ٍ ‫( ”فِي ِكتَا‬En’âm, 6/59) [“Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık
ٍ ِ‫ب ﱡمب‬
kitâbdadır.”] deyu buyurduğu bu ma’nâdır.
İmdi iki cihânda gizli ve âşikâre ondan gayrı yoktur dediğinin
delîli oldur: “ ُ‫اطن‬
ِ َ‫( ”ھ َُو ْاألَ ﱠو ُل َو ْاآل ِخ ُر َوالظﱠا ِھ ُر َوا ْلب‬Hadîd, 57/3) [“O evveldir,
âhirdir, zâhirdir, bâtındır.”].
İmdi evvel ile âhiri sıfat-ı kadîme i’tibâriyle nazar olunursa cemîi âlem yaratılmazdan evvel ol var idi. Evvel olduğu oldur. Ve cemî-i
âlemin fenâsından sonra ol vardır. Âhir olduğu oldur. Ve zâhirliği
cihândır ve cism-i insândır kim cihânın ayn’ıdır. Ve bâtın olmasına
nişân cândır ki görülmez ve cemî-i hayvânât onunla diridir.
Beyit:
Butûnunun beyânı nûr-i cândır
Zuhûrundan nişân mülk-i cihândır
İmdi ey cân u cihân, nefsle rûh ikisi birdir. Lâkin (3b) şöyle ki iç
düşmüştür cân ve zât derler; şöyle ki dışra düşmüştür insân ve sıfât
derler. Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm)a Hak Sübhânehu ve Teâlâ
hadîs-i kudsîde buyurur: “‫ ”لوالك لوالك لما خلقت األفالك‬Ya’nî “Ey habîbim,
sen olmayaydın eflâkı yaratmazdım.” Ve yine buyurur: “ ‫ملك‬
‫و‬
‫ ”السموات و األرض‬Ya’nî “Yer ve göğün mülkü Allah içindir.” Ve mukaddem Resûl (aleyhi’s-selâm) için buyurulmuştu, bundan fehm olunan budur ki, hakîkat-i muhammeddir ki özündür. Zîrâ ittifâk bunun
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
95
üzerinedir kim mevlûdu’n-nebî (aleyhi’s-selâm)ı kendi nûr-i
pertevinden zü’l-celâl kıldı, Ahmed nûrunu bedr-i kemâl kıldı.
İmdi ibâdetten murâd hakîkat-i muhammedîyi bilip mü’min-i
hâs olmaktır. Ya’nî her şey müsebbih idüğün göre. Ve her müsebbih
ki bir isim giymiştir ayn-ı müsemmâ göre, ondan gayrı görmeye.
Bundan bir suâl vârid oldu ki, Hak Teâlâ bî-zevâldir. Öyleyse bu
insân ve bu eşyâ bu sıfatlardan cümle zevâl bulsa gerektir. Buna ne
cevâb verirsin? (4a) Cevâb budur ki, sıfat-ı zât-ı kadîmesi bî-zevâldir.
Ammâ sıfat-ı hâdisesi fenâ bulur. Bir cevâb dahî budur ki, fenâsı aynı bekādır. Eğer birisi fenâ bulursa ona bedel hezârı zuhûra gelmektedir. “Tecelliyât-ı Bârî gayr-ı mütenâhîdir” dedikleri bu ma’nâya
işârettir. Ve Muhammediyye’de ehl-i tahkîkin ittifâkı îmân husûsunda
şöyle olmuştur ki îmân üç merâtibdir: Biri îmân-ı avâmdır ve biri
îmân-ı hâsdır ve biri îmân-ı hâssu’l-hâsdır.
İmdi îmân-ı avâm oldur ki, ilim ile Tanrı’yı bir bile ve Resûl
(aleyhi’s-selâm)ı hak bile ve Kur’ân ve cennet ve cehennem hak bile
ve namâz ve niyâza îmân getire. Böyle hak bile îmân-ı avâmdandır.
Îmân-ı hâs oldur ki, ayne’l-yakîn hâsıl edip gözüyle Tanrının zât ve
sıfâtını müşâhede eyleye. Lâkin rûh ile nefsi bir bilmeye, ya’nî bir
görmeye. Kahırla lutfun aslı bir idüğün idrâk etmeye, şerîattan havf
eyleye. Nitekim denilmiştir:
Beyit: (4b)
Kahr u lutfun illeti ma’nâda vâhiddir velî
Bilmedi şeytân bu tevhîdi Ahaddan düştü dûr
Ve îmân-ı hâssu’l-hâs oldur ki cemî-i eşyâ sıfât-ı Bârî’ye mazhar
düşüp, zâkiri ayn-ı mezkûr göre ve cemî-i âlemde görünen Hak’tan
gayrı olmaya. Ya’nî fenâ fillâh ve bekābillâh olup hakka’l-yakîn rütbesine vâsıl ola.
Beyit:
İre hakkānî vücûd ândan sana keşf ola hâl
Kim odur mezkûr zâkir hem dahî ezkâr-ı Hak
Ya’nî zikreden ve zikrolunan ve zâkir Hak’tır. Bu makāma “kutbu’l-aktâb makāmı” derler. Ve “fenâ-yı sırf” ve “tecellî-i zât” ve
96 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
“cem’u’l-cem’”
ve
“hazret-i
ahadiyyet”
ve
“hakîkat-i
muhammediyye” derler. Buna delîl-i nâtık oldur ki “‫وحي‬
ِ ‫” َونَفَ ْختُ فِي ِه ِمن ﱡر‬
(Hicr, 15/29) buyurup, ya’nî “Ben âdeme rûhumdan nefhettim”der. Ve
bir dahî buyurur ki “‫ب إِلَ ْي ِه ِمنْ َح ْب ِل ا ْل َو ِري ِد‬
ُ ‫”ونَ ْحنُ أَ ْق َر‬
َ (Kāf, 50/16) Ya’nî “Ben
size boynunuz damarlarından (5a) yakınım” der. 3 Ve hadîs-i kudsîde
buyurur ki: Yâ Muhammed, “ ‫إذا أحببت عبدا كنت له سمعا و بصرا و يدا و به يبطش‬
‫ ”و به يسمع و به يبصر و به ينطق‬Ya’nî “Bir kulu ben sevsem, kulağı ve gözü
ve eli ben olurum. Benimle yürür ve benimle işitir ve benimle görür
ve benimle söyler.” Ve buna delîl oldur ki, Resûl-i Ekrem (sallallâhu
aleyhi ve sellem) efendimiz küffâra galebe edip ihâta eylemişler,
şeytân-ı laîn bir pîr sûretinde hâne-i saâdeti bastırıp kasta delâlet
eder.4 İnâyet-i rabbânî erişip küffâra nevm galebe edip şeytân dahî
uyudu. Resûl (aleyhi’s-selâm) Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) vâsıtasıyla bir
avuç toprak alıp bunların üzerine saçıp gitti. Düşmân kör olup görmediler. Şeytân-ı laîn uyanıp feryâd eyledi, “Ömrümde uyku görmemişim, Muhammed (aleyhi’s-selâm) kaçmıştır” dedi. Hâne-i
saâdete girdiklerinde tahkîk bildiler ki Muhammed (aleyhi’s-selâm)
gitmiş. Öyle olunca Resûl (aleyhi’s-selâm)a (5b) gurur gelip “Düşmanı bir avuç türâbla kör eyledim” deyu buyurdukta hemândem bir
ّ ‫”و َما َر َميْتَ إِ ْذ َر َميْتَ َولَـ ِكنﱠ‬
âyet nâzil olup “‫ﷲَ َر َمى‬
َ (Enfâl, 8/17) Ya’nî “Yâ Muhammed, habîbim Ahmed! Ol toprağı atan sen değildin, ben idim.”
İmdi bu ma’nâdan ma’lûm oldu ki, cümlenin elinden işleyen
Hak’tır. “‫ ”ف َعال لما يريد‬dir. Ya’nî “dilediğini işler”. Bunda suâl vârid
oldu ki, “Bâtılı dahî işleyen Hak mıdır?” Cevâb oldur ki, “ ‫ُض ﱡل بِ َھا َمن‬
ِ ‫ت‬
5
‫( ”تَشَاء َوتَ ْھ ِدي َمن تَشَاء‬A’râf, 7/155) buyurulduğu dilediğine hidâyet verir
ّ ‫( ”قُ ْل ُك ًّل ﱢمنْ ِعن ِد‬Nisâ, 4/78) âyeti
ve dilemediğine gayr-ı hidâyet verir. “ِ‫ﷲ‬
mezheb-i ehlullâhdır. Ya’nî “Hayr u şerri Allah’dan bilin”. Bunda
suâl vârid oldu ki, “Hayrı ve şerri Allah verecek, kulun suçu nedir?
Cevâb oldur ki, Hak Teâlâ dilediğini işleyici olucak hayrı ve şerri
A: “ َ‫صرُون‬
ُ ‫ ” َونَ ْحنُ أَ ْق َر‬+ (Vâkıa, 56/85) [“Biz ona sizden daha yakınız
ِ ‫ب إِلَ ْي ِه ِمن ُك ْم َولَ ِكن ﱠال تُ ْب‬
ancak göremezsiniz”]
4 A: Ve buna delîl oldur ki, Hazret-i Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz küffâra galebe edip Hazret-i Ali’yi yerinde koyup kendileri Medîne’ye hicret
ettiklerinde gördü ki küffâr hâne-i saâdeti ihâta eylemişler. Şeytân-ı laîn bir pîr
sûretinde hâne-i saâdeti bastırıp suikasta delâlet eder. (99a)
5 Her iki nüshada âyette geçen “‫ ”بھا‬ifâdesi düşmüştür.
3
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
97
senin gönlüne ol bırakır. Şerri şeytân vâsıtasıyla işlersin ki fikir ve
vesvesedir ve hayrı ilhâm vâsıtasıyla işlersin ki vahy-i Cebrâîl’dir.
Ammâ Hak Teâlâ böyle edecek zâlim olmaz. (6a) Zîrâ bunca
peygamberân ki belâlar çekerlerdi fiil yönünden bulmazdı. Belki
takarrub ziyâde ola deyu sevinirler idi. Hak Teâlâ’nın bir ismi
Mümît’tir ve bir ismi Kahhâr’dır ve bir ismi Cebbâr’dır. İmdi öldürse
veya dirgörse veya kahreylese veya cebreylese zulüm etmiş olmaz
illâ Mürîd olur ve dilediğini işleyici olur. Bundan gayrı i’tikād
fâsıddır, hazer oluna! Allah saklaya gayrı i’tikāddan.
Beyit:
‫بنى فرسود كه او مانند گبرست‬
‫ھرانکس را که مذھب غير جبرست‬
[“Her kimin ki mezhebi cebrden başkadır, o kâfir gibi mahvolmuş biridir.”]
Ya’nî her kimin mezhebi cebrden gayrı ise kâfirdir. İmdi cebr oldur ki hayrı ve şerri Allah’dan bile. Zîrâ ki sen zâhirinde ve bâtınında
Hak’tan gayrı görmeyecen nice ihtiyâr-ı cüz’î yâ nice gayrı iş kalır;
gayrı görmen ve Hak’tan gayrı nesne mülâhaza etmen hakîkatte küfürdür. Zîrâ Hak’tan (6b) gayrı yoktur. “‫ ”ليس غير ﷲ شيئا أبدا‬bu ma’nâyı
okşar. Ya’nî “Allah’tan gayrı ebedâ nesne yoktur.”
‫ز تحت الثريا تا فروز افالك بى پوست‬
[“Yerden parlak yıldıza kadar felekler gayr-ı cismânîdir.”]
Taht-ı serâdan felek üstüne dek denli Hak’tır. Sözü derisiz söyledim. Ya’nî şerîat libâssız demektir.
Beyit:
6‫است‬
6
‫ميان اين و آن باشد طريقت‬
‫چو مغزش پخته شد بى پوست نغز‬
‫شريعت پوست مغز آمد حقيقت‬
‫خلل در راه سالك نقص مغزست‬
Şebüsterî, Gülşen-i Râz (nşr. Tevfîk Sübhânî), Tahran 1384 hş., s. 40.
Ahmed Avni Konuk beyitleri şöyle tercüme etmektedir:
Şerîât kışrdır mağzı hakîkat
İkisinin arasıdır tarîkat
Halel sâlikde naks-ı mağzdır bil
Fakat puhte olunca nağzdır bil.
Bk.: Şeyh Mahmud Şebüsterî, Gülşen-i Râz (haz. Turgut Karabey), Erzurum 2007, s.
121.
98 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Ya’nî “şerîat” meyvenin üst kabına derler. İçi hakîkate benzer,
badem ve ceviz gibi. İmdi her kaçen içi murâd olunsa üst kabını kırmak gerek. Sâlikin yolunda içine zarar gelmek hatadır ki hakîkattir.
Yoksa üst kabını ufatmaktan zarar gelmez. Belki fâidesi vardır. Zîrâ
badem (7a) ve cevizin kabuğu ufanmayınca bitmez. İmdi şunca
ehlullâh kelâmı ve âyât ve ahâdîs ki denilmiştir bu ma’nâya işâret
edip lâf-ı güzâf değildir.
Kıt’a:
Siyâset meydânında galabadan bakan ol
Siyâset kendi olmuş kendi meydân içinde7
Uğrı olmuş uğrılar kendi kendüyi çalar
Sicin8 kendisi olmuş kendi zindân içinde9
İmdi azîz-i men, eğer Hazret-i Yûnus ümmî idi, tarzı, usûlü
şuarâ-yı mütekaddimîne muhâlif görünür, ammâ ma’nâsı hakîkatte
birdir.
Beyit:
Gerçi sûret giz durur yâ müstakîm
Rast yol varmak arazdır ey hakîm
Pes rûh-i men, bir kimesne mü’min-i bi’l-ayn10 olsa Hakk’ı her
yerde görse gerek. Belki kendüden dahî gören Hak olsa gerek. (7b)
Yukarıda söylenen kavil mûcebince buna münâsib Resûl (aleyhi’sselâm) buyurur: “‫ ”إتقوا فراسة المؤمن فإنه ينظر بنور ﷲ‬Ya’nî “Mü’minin
firâsetinden hazer eylen! Zîrâ onlar Allah nûruyla11 nazar ederler.”
Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi ise şöyledir:
Şerîat kabuktur, hakîkat iç.. Bu ikisinin arası da tarîkattır.
Yolcu da yolda şerîata riâyet etmezse bozulur. Fakat erişti, oldu mu kabuksuz daha âlâdır,
dah güzeldir.
Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1944, s. 30.
7 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divanı-Tenkitli Metin, İstanbul 2008, s. 322.
8 “Sahne” ve “şahsa” okunuşları da vardır. Bk.: Mustafa Tatcı, a.g.e., s. 322.
9 Mustafa Tatcı, a.g.e., s. 322.
10 A: ve’l-hak +.
11 A: nûruna.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
99
İmdi “mü’min” îmâna gelmişe derler ve “îmân” anlamaya derler.
Anlamak görmek ile olur. Ve eğer anlamak görmeden bilmek murâd
ederse muhâlif zanneder. Rast idrâk etmek nâdir vâki’ olur.
İmdi bir kişi mü’min olduktan sonra her nefesi bin yıllık ibâdet
yerine sarf olunur. Zîrâ nazarı Hak nazarıdır. Bu nazara demişlerdir
ki, “‫ ”طوبى لمن كان في عمره نفس‬Ya’nî “Saâdet şol kişiye ki ömründe
müşâhede-i Hak’la bir nefesi ola.” Ammâ şunlar ki hep ömrü
müşâhede-i zâtta olup ondan gayrı görmeye, onlar Hakk’ın
mahbûblarıdır ve âşıklarıdır ki onlara “müttakîn” ve “mukarrabîn”
derler. Eğerçi ehl-i zâhir “takvâ” hakkında derler ki12, onlar korkuculardır. Ammâ hakîkat-i takvâ ikiliği def’ edip taaddüdsüz Hazret-i
Hakk’ın müşâhedesinde müstağrak olup cemî-i şeyi zâtıyla gördüğünü (8a) ve kimini dahî sıfâtıyla ve kimini dahî âsârıyla müşâhede
edip zâhirde ve bâtında ondan gayrı görmeye, gâyet-i takvâ budur ki
ikilikte kalmayalar ve ikilikte kalan kişinin içi ve dışarısı kör olur.
Beyit:
Fâil-i mutlaktan özge kimse yoktur ârede13
Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr
İmdi azîz-i men! “‫“ ”كنت كنزا مخفيا فأحببت أن أعرف فخلقت الخلق ألعرف‬Ben
gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Bilinmek için mahlûkātı yarattım.”14 dedi.15 Öyleyse Âdem’in yaratılması Hak Teâlâ’yı bilmek
içindir. Öyle olsa îmân bu olur. Bir kimse bu dâireye varmasa
hakîkatte insân değildir, hayvândır. Nitekim Muhammed (aleyhi’sselâm): “‫ ”المؤمن أنينه تسبيح و صمته تھليل و نومه عبادة‬Ya’nî “Mü’minin inlemesi tesbîhdir ve samtı tehlîldir ve nevmi ibâdettir.” Ammâ ba’zı
kimesneler aklî ve naklî olup her nesnenin zâhir kabına nazar edip
bâtınından mahrûm olurlar imiş. Bu nazar denâettir. Resûl (aleyhi’sselâm) zamânında münâfıkîn gelip (8b) Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-selâm) ile namâz kılarlar idi ve evâmir-i şer’iyyeye imtisâl ederler
idi. Ammâ yine onların hakkında âyât nâzil oldu ki “ ‫إِنﱠ ا ْل ُمنَافِقِينَ فِي الد ْﱠر ِك‬
12
A: ki -.
A: arada -.
14 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Kahire 1351, s. 132.
15 A: hadîs-i kudsîde +.
13
100 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
‫سفَ ِل ِمنَ النﱠا ِر‬
ْ َ‫( ”األ‬Nisâ, 4/145) [“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin
en aşağı tabakasındadırlar.”]. Öyleyse namâz ve niyâz kılan16 ehl-i
riyânın hakkında bu âyet-i kerîme buyurulmuştur. Ve ehlullâh zâhirbîn olmazlar. Belki ehlullâhdan niceler vardır ki kendisini setr için
muharremâta mürtekib olup puthâne ve meyhâne köşesinde şarâb ve
tersâ-beçe cemâlini17 müşâhede ederler. Görenler fâsık veyâhud kâfir
nazarın ederler, zâhir hâline nazaran. Lâkin kābil olan, kelimâtından
fehm edip nediğin anlar. Nefsinin tesirinden behre-mend olup
ehlullâh olur. “‫“ [”طوبى لمن كان في عمره نفس‬Ömründe bir nefesi olan
kimseye müjdeler olsun.”]
‫زاھدى پاك باش اطلس پوش‬
‫زاھدى در پالس پوش نيست‬
“Zâhidlik palâs-pûşlukta değildir; zâhidlik pâk olmaktır (9a) atlas gibi.”18 İmdi pâk olmak Allah sıfatıyla sıfatlanmaktır, “ ‫تخلَقوا بأخالق‬
‫“[ ”ﷲ‬Allah’ın ahlâkını ahlâk edininiz.”] hükmüyle. “‫”كان ﷲ فكان ﷲ له‬
[“Allah var idi. Allah onun için idi.”]. Ya’nî “‫( ”فَ ْاذ ُك ُرونِي أَ ْذ ُك ْر ُك ْم‬Bakara,
2/152) [“O halde zikredin beni, zikredeyim sizi”]. İmdi ba’zı kimesneler vardır ki hakāyık söylense incinirler. Gûyâ ki onun bir nesnesini
eksiltirler, kāsıru’l-akl ve dûne’l-fehm19 olduklarındandır. Ol ecilden
buyurmuşlardır ki “‫“[ ”كلَموا الناس على قدر عقولھم‬İnsanlara akılları ölçüsünce konuşunuz”]. Bunu bilmezler20 ki tasarrufât-ı rabbânî böyle
iktizâ eder ki söylene. Eğerçi dünyâda ne kadar esrâr-ı rabbânî var ise
söylense, bir kimsenin ki Hak’tan nasîbi olmaya inkâra düşüp şaşar
anlamaz. Ve hem bunu bilmez ki Hak Teâlâ cemî-i âlemleri bu ilimden ötürü halk eyledi. Eğerçi sussa bundan gayrı söz söylememeydi
ki, “‫ ”من أحب شيئا أكثر ذكره‬hadîs-i şerîfinde buyurmuştur: “Bir kişi ne
severse onu çok zikreder.”
İmdi ey âşık-ı sâdık! Âşık ayn-ı ma’şûk olmuştur. “ُ‫”يُ ِح ﱡب ُھ ْم َويُ ِح ﱡبونَه‬
(Mâide, 5/54) [“O onları sever, onlar da O’nu severler.”] Seven ve sevi-
16
A: kılan -.
A: cemâlini -.
18 Şeyh Sa’dî Gülistân’ında der ki: “Zâhidlik yamalı hırka giymekle olmaz. Tertemiz
bir zâhid ol da istersen ipek atlas giy!”
19 A: deniyyü’l-fehm.
20 A: bilmez.
17
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
101
len Hak’tır, arada gayrı yoktur. Belki bâtında dahî görünen Hak’tır.
(9b)
21‫نمايد‬
‫كه حق گه گه ز باطل مي‬
‫كجا شھوت دل مردم ربايد‬
Ya’nî “Şehvet kanden âdemin gönlünü kapar. Hak bâtıldan görünür.”22 Şâh-ı men Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm) bu makāma gelmiş azîzlere ve Hazret-i Hakk’ın mahbûblarına “‫”آه وا إلى لقاء إخواني‬
[“Âh ki âh! Kardeşlerime kavuşsam.”] buyurmuştur. Bunların hasretliğine âh vâh etmişlerdir. Bunların temâşâ-yı dîdârdan gayrı işleri
yoktur. Müşâhede-i likā-i rabbânîde müstağraklardır.
Eğer suâl olunursa “Hak Teâlâ bu dünyâda nice görünür?”
“Cennette görünür imiş” derlerse bu sözü mahza cehâlettir23. Zîrâ ki
yukarıda âyât ve ahâdîs zikrolundu, ondan gayrıyı nefyetti. 24“ ‫ان‬
َ ‫َو َمن َك‬
‫اآلخ َر ِة أَ ْع َمى‬
‫( ”فِي ھَـ ِذ ِه أَ ْع َمى فَ ُھ َو فِي‬İsrâ, 17/72) Ya’nî “Dünyâda kör olan
ِ
âhirette dahî kör olur” imiş. Ve Hazret-i Şâh-ı Velâyet buyurur: “ ‫لو‬
‫ ”كشف الغطا ما ازدادت يقينا‬Ya’nî “Benim perdelerim -ki tenimdir- götülürse
bundan ziyâde (10a) bana yakîn hâsıl olmaya.” Ve bir dahî buyurur:
“‫ ”رأيته فعرفته فعبدته و لم أعبد ربنا لم أراه‬Ya’nî “O’nu gördüm, O’ndan bildim,
O’ndan kulu oldum. Görmediğim Tanrı’ya tapmazam” demiş. Buna
delîl-i nâtık oldur ki “ ‫الحق أظھر من الشمس من طلب البيان بعد العيان فھو في‬
‫ ”الحسران‬Ya’nî “Hazret-i Hak güneşten iyân ve zâhirdir. İyândan sonra
beyân isteyen ziyân görür.”
İmdi ehl-i nazar olanlar cennet ve cehennemi, haşr ve neşri hep
bunda görürler; ferdâya, kıyâmet kopmaya nazar etmezler. Zîrâ Hazret-i Şâh-ı merdân buyurur: “‫ ”الوالدة رسول الموت‬Ya’nî “Doğmak mevtin
21
Şebüsterî, Gülşen-i Râz, s. 63.
Ahmed Avni Konuk beyitleri şöyle tercüme etmektedir:
Nasıl şehvet dile olsun hüküm-rân
Olurken bâtıl u Hakkdan nümâyân
Bk.: Şeyh Mahmud Şebüsteri, Gülşen-i Râz (haz. Turgut Karabey), s. 153.
Abdülbâki Gölpınarlı çevirisi ise şöyledir:
Şehvet, nereden insanların gönlünü çekecek? Hak bazı bazı bâtıl sûretinde de görünüp durur... işte o kadar
Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), s. 53.
22 A: der +.
23 A: cehâlet-i mahzdır.
24 A: Buna delîl oldur ki +.
102 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
elçisidir.” Bir dahî buyurur: “‫ ”من مات فقد قامت قيامته‬Ya’nî “Ölen
kıyâmete durdu.” Yukarıda demişti ki “doğan öldü.” Bunda “ölen
kıyâmete durdu” dedi. Ma’lûm oldu ki erenler haşri ve neşri ve cennet ve cehennemi bunda görürler imiş. Belki bir nesnenin adı hem
evvel hem âhir hem dünyâ hem âhiret olmuş.
Beyit:25 (10b)
Haşr u neşrin sâati geldi ve hem yevmu’l-hisâb
Uykudan doğrul ki ol günden ibârettir bu gün
Ve dahî ehlullâhdan Nâsır-ı Hüsrev hazretleri buyurmuştur ki:
‫طابوت جان مرده فراغت‬
‫تنت كورست و پالحدست دلست‬
Ravza-i hürrem taalluk-i arafe-i nîrân. Ya’nî “Kabir tenindir.
Ayağın lahdindir. Tâbût cânın olmuştur ve ölse gerektir.” Veyâhûd
gaflet uykusunda ölmüştür. Zîrâ ki “‫“[ ”النوم أخ الموت‬Uyku ölümün
kardeşidir.”] Dünyâ ve âhiretten ferâğat etmek cennettir, taalluk etmek cehennemdir. İmdi dünyâ ve âhiretten ferâğat etmek bu değildir
ki var ömrünü felâketle geçiresin. Geçmek budur ki bunlara dünyâ ve
âhirette nazarın etmekten geçesin. “Hüve’z-Zâhir” i’tibâriyle ki sıfât-ı
Bârî’dir. Nitekim Hazret-i Hüdâvendigâr Mesnevî’sinde buyurur:
‫( نى قماش نقره و فرزند و زن‬11a)
‫چيست دنيا از خدا غافل بودن‬
Ya’nî “Dünyâ oldur ki seni Hak’tan gâfil eyleye. Yoksa esvâb26
ve akçe ve oğul ve kız değildir.” (Mesnevî, I, b. 983) Mâdem ki bunlar
seni tarîk-i Hak’tan alıkomaya sebebdir. Buna şâhid oldur ki Hazret-i
İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)ın yirmi sürü koyunu var idi, cümlesi helâk
oldu. Bir an nazarını Hak’tan ayırmadı. Ve Süleymân (aleyhi’s-selâm)
pâdişâh idi ve Yusuf (aleyhi’s-selâm) kezâ nübüvvet-i bâhireleri bâkî
idi. Bir nesne ki iltâf-ı Hak ola niçin yaramaz olur?! Husûsan Hak
Teâlâ cenneti hûblar ile ve güzel saraylar ile methedip kullarına
va’detti, niçin yaramaz olsun?! Ve illâ Hak’tan gâfil olmamak için
sâliki ibtidâda nehyederler. Tâ ki Hakk’a vuslat bulunca ve Hakk’ı
25
26
A: Beyit -.
A: esbâb.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
103
görünce terkettirirler.27 Yoksa “‫“[ ”موتوا قبل أن تموتوا‬Ölmeden önce ölünüz.”] sıfatında olup yine dirileler.
Beyit:28
Bulmak istersen hayât-ı câvidân
Ölmeden ölmeye sa’y et öl diril
Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm) buyurur ki: “ ‫الدنيا حرام على أھل اآلخرة و‬
‫“[ ”اآلخرة حرام على أھل الدنيا وھما حرامان على أھل ﷲ‬Dünya âhiret ehline
harâmdır. Âhiret dünya ehline harâmdır. Dünya ve âhiret Allah ehline harâmdır.”] (11b) Ya’nî iki cihân ehlullâha harâmdır. Eğerçi zâhir
ma’nâsı verilirse, cemî-i enbiyâ ve evliyâ29 harâm yemiş30 olurlar.
Zîrâ dünyâ ve âhiret31 onlar içindir. “Levlâke”32 ma’nâsı sıdkınca.
İmdi bunun ma’nâsı budur ki ehlullâha dünyâ ve âhiret görmek ve
sevmek harâmdır. Zîrâ dünyâ ve âhiret dedikleri Tanrı’nın sıfatıdır.
Gayr tasavvur etmek bâtıl ve harâmdır.
“Lâ ilâhe illallâh” ma’nâsının remzi oldur ki meşâyih-i kirâm
ederler: “Lâ ilâhe” ref’ olur, “illallâh” kalır. Ondan dahî geçecek “illâ”
dahî gider, “Allah” kalır. Ya’nî “lâ” yok demektir. 33Yokluk âlemi ki
vardır, pes ölmek gerek. Ol seni Hak’tan ayırır. Ben yok olsam ne
mümkündür ki34 Hak sıfatıyla sıfatlanam. Ammâ Allah Teâlâ kalacak
ba’de’l-fenâ bekā bulmak oldur ki görürsün ki fenâ ayn-ı bekādır.
Zîrâ sen ölücen hebâ olmazsın, çâr unsura katılırsın. Bir küçük kimesne iken büyür35 dünyâ olursun ki nitekim Resûl (aleyhi’s-selâm)
buyurur: “‫“[ ”المؤمنون ال يموتون بل ينقلون من دار الفنا إلى دار البقا‬Mü’minler
ölmezler. Fenâ yurdundan bekā yurduna intikāl ederler.”] (12a)
Dünyâ zannettiğin Hakk’ın vücûdu olur. Ba’zı kimesneler bunda bu
mezhebe “ilhâd” ve “zındık” derler ve “hulûlî” ve “tenâsühî” dahî
27
A: Ol vakit adüvvü’l-kemdir.
A: Beyit -.
29 A: ki vardır +.
30 A: imiş.
31 A: te +.
32 “Sen olmasaydın sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadisine işaret etmektedir.
33 A: Bu +.
34 A: kim +.
35 A: büyük.
28
104 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
derler. Ammâ bilenler nizâm-ı âleme halel gelmemek için söylemezler. Bilmeyenler cehâlettendir. Hadîs-i kudsîde Peygamber (aleyhi’sselâm)36 hazretlerinin37 gizli haberlerinden biri budur ki, Hazret-i
Şâh-ı Merdân’dan menkūldür ki İmâm Ca’fer ve İmâm Aliyyü’r-Rızâ
ve İmâm Mûsâ el-Kâzım naklederler: Allah Teâlâ buyurur: “ ‫ال تسبوا‬
‫“ ”الدھر فإن الدھر ھو ﷲ‬Yâ Muhammed! Dehre sövünmen. Zîrâ dehr
zamânullâhdandır.”
İmdi azîzim! Bu böyle olucak Hakk’a fenâ yoktur, buna dahî fenâ
yoktur, şöyle bileler. Eğer suâl olunursa “Şunca âyât ve âhâdîs vardır
kıyâmet hakkında ve bu cihânın yıkılması hakkında, ona ne dersin?”
Biz eydürüz ki, Hak Teâlâ buyurur: “ُ‫( ” ُك ﱡل ش َْي ٍء َھالِ ٌك إِ ﱠال َو ْج َھه‬Kasas, 28/88)
[“O’nun vechi dışında her şey yok olucudur”] deyu vecih bu âlemdir.
Fülân şey’ dediği âdem gibi ve nebât gibi ve eşcâr gibi ve ahcâr gibi
bunlar fenâ bulur, ammâ yine bir dahî biter. Öyleyse fenâsı ayn-ı
bekādır. Zîrâ “ َ‫اجعون‬
ِ ‫( ”إِنﱠا ِ ّ ِ َوإِنﱠـا إِلَ ْي ِه َر‬Bakara, 2/156) Ya’nî “Siz Allah (12b)
için halk olundunuz ve yine Allah’a râci’sizdir.” Ve bir dahî Hak Teâlâ buyurur: “‫ نُ ِعي ُد ُك ْم َو ِم ْن َھا نُ ْخ ِر ُج ُك ْم تَا َرةً أُ ْخ َرى‬38‫( ” ِم ْن َھا َخلَ ْقنَا ُك ْم َوفِي َھا‬Tâhâ, 20/10)
Ya’nî “Topraktan sizleri halk eyledim, yine ona avdet edersiz, yine
ondan çıkarsız” dediğinin ma’nâsı oldur ki, siz fenâ bulup od oda,
bâd bâda, âb âba, hâk hâke karışacak mahvolursuz. Ve yine senden
biri dahî gelir. İmdi sen bunlardansın. 39Ve senden mukaddem gelenler dahi bu çâr unsurla seyrederler imiş. Ben sen dediğin çâr unsur
imiş. Ve çâr unsur fenâ bulmaz imiş. Zîrâ Hakk’ın sıfatı imiş. Bu
takdîrce beyân olundu. Hadîs-i kudsîde buyurulmuş: “ ‫آل تسبوا الريح فإنه‬
‫ ”من نفس الرحمن‬Ya’nî “40Sövünmen, zîrâ yel Hakk’ın nefesidir.” Ve yine
âteş hakkında buyurur: “‫ستُ نَا ًرا‬
ْ َ‫( ”إِنﱢي آن‬Tâhâ, 20/10) Ya’nî “Ben ol âteşim
ki yâ Mûsâ sana göründüm.” Ve yine su hakkında buyurur: “ ‫و من الماء‬
‫( ”كل شيئ حي‬Enbiyâ 21/30)41 Ya’nî “Habîbim, dükeli42 eşyâ sudandır43.”
36
A: ‘ın -.
A: hazretlerinin -.
38 Âyetin tersine her iki nüshada “‫ ”منھا‬şeklindedir.
39 A: Sen +.
40 A: Yele +.
41 Âyetin aslı şöyledir: “‫شيء حي‬
‫” َو َج َع ْلنَا ِمنَ ْال َماء ُك ﱠل َ ْ ٍ َ ﱟ‬
42 Dükeli: Bunlar.
43 A: sudan diridir.
37
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
105
Ve yine toprak hakkında44: “‫ض ِ ّ ِ يُو ِرثُ َھا َمن يَشَاء‬
َ ‫( ”إِنﱠ األَ ْر‬A’râf, 7/128)
[“Şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı
kılar.”] Ve Mûsâ (aleyhi’s-selâm) için Hak Teâlâ Tûr’da zeytin (13a)
‫سى إِنﱢي أَنَا ﱠ‬
ağacından buyurup nidâ kıldı45 ki “ َ‫ﷲُ َر ﱡب ا ْل َعالَ ِمين‬
َ ‫( ”يَا ُمو‬Kasas,
28/30) [“Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.”]
Ağacın neşv u nemâsı ve cüz’-i a’zamı ve terkîbi toprakdır. Bu cümlesine şâhid oldu ki46 bunlar Hakk’ın vücûdu imiş. Görmeyene kaçen
görünse gerektir. “‫“[ ”ال تسبوا الدھر فإن الدھر ھو ﷲ‬Dehre sövmeyiniz. Zira
dehr Allah’tır.”] ma’nâsı sahîh olur.
Yâri47 yarın görmek için48 kim bugün yâri göre49
Görmeyen yarin bugün yarın kaçen yâri göre50
“‫اآلخ َر ِة أَ ْع َمى‬
َ ‫( ” َو َمن َك‬İsrâ, 17/72) [“Bu dünyada kör
ِ ‫ان فِي َھـ ِذ ِه أَ ْع َمى فَ ُھ َو فِي‬
olan kimse ahirette de kördür.”] İmdi ihtilâfa düşmek olmaz. Zîrâ
buyurur: “‫“[ ”اإلختالف و اإلنقسام في العدم و الخلق يظنون في الوجود‬Yokluk ve
halktaki farklılık ve ayrımın varlıkta da olduğunu zannerderler.”]
İmdi azîzim, bilmek gerektir ki dünyâ dedikleri âhiret imiş.
Beyit:51
Bu âlem-i kesrette sen ey Yûsuf ve Ya’kûb
O âlem-i vahdette ne Yûsuf ve ne Ken’ân
Ve âhiret dedikleri Hazret-i Rabbu’l-âlemîn imiş ki fenâ bulmaz.
Ammâ ol âyet-i kerîmeler ki “ ْ‫ب انتَثَ َرت‬
‫( ”إِ َذا ال ﱠ‬İnfitâr,
ُ ‫س َماء انفَطَ َرتْ َوإِ َذا ا ْل َك َوا ِك‬
82/1-2) [“Gök yarıldığı zaman, Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman”]
dahî bunun emsâli bunca âyât nâzil olmuştur, nizâm için bu sûret
bağlanmıştır, yoksa insân (13b) için dünyâda cümle vardır. Nitekim
Hak Teâlâ52 buyurur: “‫س ِھ ْم‬
َ ” (Fussılet, 41/53) ilâ
ِ ُ‫اق َوفِي أَنف‬
ِ َ‫سنُ ِري ِھ ْم آيَاتِنَا فِي ْاآلف‬
44
A: buyurur +.
A: geldi.
46 A: kim.
47 A: Yârini.
48 A: görendir.
49 A: görür.
50 A: görür.
51 A: Beyit -.
52 A: celle ve alâ.
45
106 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
âhirihi…53 Ya’nî “Âfâkda gördüğünüz nefsinizde vardır, lâkin görmezsiz.” İmdi “yıkılır” dediği kişinin kuşağından yukarısı cemî-i
ehlullâh ittifâkıyla yedi kat göğe taksîm olunmuştur. Rûh güneşe
mazhar ve akıl kamere mazhar ve tefekkürât-ı rûhânî sâir kevâkibe
mazhar düşüp, ve kıs alâ hâzâ.
İmdi “yer ve gök yıkılır” işâreti insânın ölümü geldiği vakit yer
ve gök ve yıldızları helâk olsa gerektir. Bu ma’nâda54 Kur’ân’da
“âyât-ı müteşâbihât”55 diye buyurdu. Ve teşbîh eder, ammâ gayrı
yoktur. Çünki bu mukaddime bast olundu, Hak’tan gayrı nesne olmadığı sâbit oldu. Cennet ve cehennem56 olduğu mukarrer oldu. Bu
cihân fenâ bulmadığı zâhir oldu. Zîrâ “Hayy u Kayyûm” cihândır ve
cemîsine âlemdir. Lâkin bundan anlanır ki çâr unsur sıfatıdır, “Hayy”
olduğu oldur. Kur’ân’da buyurur: “‫( ” ِمنَ ا ْل َماء ُك ﱠل ش َْي ٍء َح ﱟي‬Enbiyâ, 21/30)
[“Hayatı olan her şey’i sudan yaptık”] Dahî “Kayyûm” olduğu oldur.
Kāimdir, durur, (14a) müteğayyir olmaz, oturmaz, ber-karâr ve
dâimdir. “ َ‫ب ا ْل َعالَ ِمين‬
‫( ”ا ْل َح ْم ُد ّ ِ َر ﱢ‬Fâtiha, 1/1) [“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a
hamdolsun.”] buyurduğu âlemleri besleyici demektir. İnsânda on
sekiz bin âlem vardır. Ve yine insânın gıdası bundandır ki güneşin
şiddetiyle deryâdan nem kapar, göklere vardığı anda yine yere
katarât-ı emtâr olup yağar. Ol yağmur yere hayât vermesiyle yerden
nebât biter. Ba’dehu nebâtı hayvânât ekleder. Hayvânâtı insân
ekleder, hayât bulur. Hezâr fevâkih ve hubûbât yağmur sebebiyle
hâsıl olur. Ve insân beslenmeye sebep olur. “Müsebbibü’l-esbâb” ve
“Rabbu’l-âlemîn” buyurulduğu bu maânîdir.
Beyit:57
Ey uman yarın günün cennâtını gel gel ki ben
Satmışam anı bugün yârin leb ü dendânına
A: “ َ‫ْصرُون‬
ِ ‫( ”أَفَ َال تُب‬Kasas, 28/72) [“Hâlâ görmeyecek misiniz?”]
54 A: zîrâ +.
55 [“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar
kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne
çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşâbih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek mânâsını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak
akıl sahipleri düşünüp anlar.”] (Âl-i İmrân, 3/7) âyetine işâret edilmektedir.
56 A: bu âlemde +.
57 A: Beyit -.
53
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
107
Beyit:58
Ene’l-Hak çağırır çeng u def u ney
Yalancı lâ ile illâya düşmüş
Eğerçi cümle eşyâ “Ene’l-hak” zikrin eyler, ammâ ehl-i şer’a bu
söz muhakkak olmaz. Zîrâ ba’zı kimesneler ferdâyîdir. Ya’nî yarın
kıyâmet (14b) ola derler, bunlar eblehdir. Bilmezler ki “‫”النوم أخ الموت‬
“uyku mevtin karındaşıdır.” Her gece ölüp geri sabâh kıyâmete durup haşr olurlar. İmdi ölüp geri haşr olmak bu ma’nâdır. Cehl-i
mahzda kalıp rumûz-i evliyâyı anlamamışlardır.
Beyit:59
Bugün vâiz beni ferdâya saldı
Yalancı kıssahân billâh değil mi
Beyit:60
Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Anma ferdâ gussasın ferdâya sal
İmdi soru ve61 hesâb dedikleri bunda günâh edip sorarlarsa olur,
sormazlarsa kurtuldun. Ve mîzân dedikleri “akıl”dır. Ve cennet dedikleri “hüsn-i hulk”dur. Ve cehennem dedikleri “sû-i hulk”dur. Ve
azâb dedikleri 62gaflettir.
Beyit:63
Zâhid aceb mi cennete girsem hesâbsız
Yoktur ki günâhım haşrde çün azâbsız
İmdi sırât dedikleri kişinin doğru yoludur.64 Ve Hakk’ı (15a)
hâzır görecek güyâ öldü ve dirildi. Sırât ve mîzânı görüp geçti ve
58
A: Beyit -.
A: Beyit -.
60 A: Beyit -.
61 A: ve -.
62 A: cehil ve +.
63 A: Beyit -.
64 A: Hakk’a gider +.
59
108 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
cehennemden ve azâb ve ikābdan kurtuldu ve cennete girip dîdâr
gördü.
Beyit:65
Sırâtın köprüsüne hak deyip durursun ey zâhid
Göresin nice yanarsın eğer geçmezsen ol hakdan
İmdi bu âlemde kişi ehlullâh olucak ehl-i cennet olmaktır. Zîrâ ki
buyurur “‫“[ ”ما في الجنة شيئ سوى ﷲ‬Cennette Allah’tan başka bir şey
yoktur.”] Allah’tan gayrı göremezsin ve puthânede ve gerek
meyhânede. “‫ ”ال راحة للمؤمن دون لقاء ﷲ‬dır [“Mü’min için Allah’a kavuşmaktan başka rahatlık yoktur.”]
Beyit:66
Ka’be’yi puthâneden fark etmezem
Kad raeytü’l-hakka fî külli makām67
Beyit:68
Ka’be’yi puthâneden fark etmezse vechi var
Yârinin her yerde dîdârın görür bînâ-yı aşk
İmdi cennette âdemin gönlü ne arzu ederse gözü de görse gerektir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ ُ‫س َوتَلَ ﱡذ ْاألَ ْعيُن‬
ْ َ‫( ” َما ت‬Zuhruf, 43/71)
ُ ُ‫شتَ ِھي ِه ْاألَنف‬
[“Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı herşey vardır.”]
Kur’ân-ı Kerîm’de böyle buyurulacak ne diyeler.
İmdi cennette dîdârdan yek nesne yoktur, gerektir kim69 Resûl-i
Ekrem (aleyhi’s-selâm) (15b) buyurur:70 “ ‫رأيت ربي في ليلة المعراج على صورة‬
‫ ”شاب أمرد قطط‬Ya’nî “Mi’râc gecesinde Hak Teâlâ hazretlerini bir yiğit
güzel sûretinde gördüm.” İmdi âşık olanlara ma’şûk gerektir.
65
A: Beyit -.
A: Beyit -.
67 “Hakk’ı her makāmda gördüm.”
68 A: Beyit -.
69 A: yek nesne gerek.
70 A: buyururlar.
66
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
109
Beyit:71
Ey veren yârin visâlin kün fe-kânın vârına
Vermişim kevn u mekânı dilberin dîdârına
Ya’nî Resûl (aleyhi’s-selâm) hâtırı-çün bir iki gün ayık geldik
ya’nî şerîattan olduk demek olur. Yoksa biz bunda dîn ve îmân ve
mezheb ve dünyâ ve âhiret için gelmedik. Biz aşk-ı ilâhî için geldik ve
işimiz aşkdır.
İmdi azîzim, Resûl (aleyhi’s-selâm) nübüvvet makāmında karâr
etti. Cebrâîl (aleyhi’s-selâm) gelir giderdi. Cebrâîl (aleyhi’s-selâm)
kendilerinin akl-ı küllîleridir. Haber verilecek, Cebrâîl (aleyhi’sselâm) geldi diye buyururlar idi. Zîrâ “yerde ve gökte Hak’tan gayrı
bir nesne yoktur” sözü sâdıktır. Akl-ı küllünden ne tekāzâ gelse “âyet
geldi” diye haber verirlerdi.72 Zîrâ ol makāmda Hak’dan gayrı (16a)
nesne olmaz. Nitekim buyurmuştur: “ ‫لي مع ﷲ وقت ال يسعني فيه ملك مقرب و ال‬
‫ ”نبي مرسل‬Ya’nî “Benimle Hak mâbeyninde bir vakit olur ki ânda ne
melek-i mukarreb sığar ve ne nebiyy-i mürsel sığar.” İmdi bu
istiğrâk-ı tâm ve tevhîd-i sırf makāmıdır. Hak’tan gayrı nesne görünmez ne yerde ve ne gökte ve ne hayvânda ve ne âdemde hep gördüğün Hak görür. Belki kendinde dahî73:
Beyit:
Görünen gören Hak olur
Beyit:
Her kande ki baktım ise yüz göründü
Şol yüz ki dirim düpdüz göründü
Beyit:
Baktığın gördüğün cemâl kamu
Sen sanırsın ânı hayâl kamu
71
A: Beyit -. (A nüshasında şiirlerden önce “Beyit” ifâdesi bulunmamaktadır. Bundan sonra bu ifâde farklılığına işaret edilmeyecektir.)
72 A: buyururlar idi.
73 A: görünen gören Hak olur.
110 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
‫( ”فَأ َ ْينَ َما ت َُولﱡوا فَثَ ﱠم َو ْجهُ ﱠ‬Bakara, 2/115) “Artık nereye dönerseniz dö“ِ‫ﷲ‬
nün, orası Allâh’a çıkar.” ma’nâsını okşar.
İmdi her kim ki bu ma’nâdan bî-haberdir ona “huşyâr” derler.
Ve “tâlib” dedikleri eğer talebi nihâyet mertebede ise ona “âşık” derler, tâ kim vuslat bulunca. Ammâ eğerçi şerîat gülünden kokup âdâbı tarîkatı edâ ve riâyet (16b) ederse “âşıklık ve ubûdiyyet”
makāmıdır, “kulluk” makāmı demek olur, bir kimesne Tanrı’nın hep
emrini yerine getirirse. Ve nice kim bir sultân bir kuluna emredip ol
kulun cânı yoktur kim onun hilâfın işleye, korkar ki bir hışma uğraya. Ammâ bir tâife vardır ki onlara “meczûbân” derler. “Kutbiyyet”
ve “nübüvvet” ve “hizmet” ve “kulluk” makāmıdır. Dîvâne diye beğenmezler, emr-i i’tibârî anlar, ol makāma esîr olmaya âr etmez.
Resûl (aleyhi’s-selâm) buyurur: “‫ ”حسنات األبرار سيئات المقربين‬Ya’nî
“Ebrârın sevâbı mukarrebînlerin günâhıdır.” Zîrâ ebrâr namâz kılarlar ve duâ edip sevâbdır derler. Ve illâ mukarrebîne ubûdiyyette ikilik olduğu-çün günâh gelir. Zîrâ bir hâle varır ki kendisi yerde ve
gökte Hak’tan gayrı nesne görmezler. “ ُ‫اطن‬
ِ َ‫”ھ َُو ْاألَ ﱠو ُل َو ْاآل ِخ ُر َوالظﱠا ِھ ُر َوا ْلب‬
(Hadîd, 57/3) [“O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır.”] sıdkınca âşık ayn-ı
ma’şûk olduğun bilirler. Ve mahbûb-ı Hak olup dilediklerini işlerler.
Hak Teâlâ onlara niçin böyle işledin diye sormaz. Lâ-hesâb ve lâ-azâb
bu tâifelerdir. (17a)
Eğer suâl ederse ki Resûlullah (aleyhi’s-selâm) dahî mahbûbluk
dâiresine varmış mıydı? Cevâb: Var idi. Lâkin makām-ı nübüvvette
karâr kıldı. Bu makāmda karâr eden Hakk’ın buyruğun tutmak îcâb
eder. Zîrâ ba’zı günâh işlense Peygamber (aleyhi’s-selâm) şöyle etmiş
diye âlem azıp bir kimesneye i’tibâr olmaz idi. Ammâ bu da’vâ eksiğine bakmayan kimesne nice dilerse olur. Ba’zı mürâîler vardır ki
işlerin azıtıp riyâ donlarını giyip geçinecek tarîki bulamayıp bi’zzarûrî bu şekli ihtiyâr edip halk bunun hakkında hüsn-i zan eylesin
diye sâim olurlar. Bunlara “zâhid-i huşk” derler. Mihnetleri ziyâde,
yükleri ağır ve bağları kavî olup şeytân azâbda yaraşır. Hak Teâlâ
hazretleri Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm) efendimize buyurur: “ َ‫لِيَ ْغفِ َر لَك‬
‫ﱠ‬
(Fetih, 48/2) Yan’î “Habîbim evvel ve âhir
‫”ﷲُ َما تَقَ ﱠد َم ِمنْ َذ ْنبِكَ َو َما تَأ َ ﱠخ َر‬
günâhların yarlığandı.” Ve yine buyurur: “ ‫س َرفُوا َعلَ ٰى‬
ْ َ‫ي الﱠ ِذينَ أ‬
َ ‫قُ ْل يَا ِعبَا ِد‬
‫ﷲَ يَ ْغفِ ُر ﱡ‬
‫س ِھ ْم َال تَ ْقنَطُوا ِمنْ َر ْح َم ِة ﱠ‬
‫ﷲِ ۚ إِنﱠ ﱠ‬
‫وب َج ِمي ًعا ۚ إِنﱠهُ ھ َُو ا ْل َغفُو ُر ال ﱠر ِحي ُم‬
َ ُ‫الذن‬
ِ ُ‫( ”أَ ْنف‬Zümer,
39/53) “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
111
Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (17b) Ya’nî
“Habîbim söyle ol kimesnelere ki nefsleri üzerine isrâf ederler,
ümîdlerini Hak’tan kesmeyip” İsm-i Rahîm şöyledir ki Resûl-i Ekrem
(aleyhi’s-selâm) Mi’râc’da cismini ve nefsini koyup kāb-ı kavseyn-i ev
ednâya vardı. Ya’nî kendinden fenâ bulup ol zamân Hak’la ma’mûr
oldu. Ol vakit bir kubbe gördü. ol kubbe içinde bir deryâ ve ol
deryâda bir dıraht-ı müntehâ ve üzerinde bir kuş minkārında bir zerre görüp suâl buyurdular: “Yâ Rabbe’l-âlemîn, bunlar nedir?” Nidâ
geldi ki: “Habîbim bu sıfâtımdır. Zîrâ rûh-i kudretimin hakîkatidir.
Buna “zât” derler ve “bâtın” dahî derler. Bunu böyle görenler
sıfâtımdan, zâtımdan yol bulurlar. Ve bu deryâ -ki sen gördün- benim rahmetim deryâsıdır. Ve ol ağaç –ki gördün- dünyâdır. Ve ol kuş
ki ümmetinin misâlidir. Ve ol zerre -ki gördün- ümmetinin
günâhlarının bir katresidir. (18a)
Beyit:
Kesme şeyhî havf edip ol bahr-i rahmetten recâ
Kim olur her katresi yüz bin cihânın cürmüne
İmdi azîzim, şöyle olmak gerektir ki kişi kendini ol zâtın sıfâtı
olduğun görebile. Ya’nî munfasıl değil muttasıl olup ayrılık yokmuş.
Nitekim Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ ‫إذا رأيت ظاھر العشق فعليك‬
‫ ”بالفناء عن العشق ألن العشق حجاب بين العاشق و المعشوق‬Ya’nî “Kaçen sana aşk
zâhir olsa senin üzerine lâzımdır ki aşktan fenâ bulup ya’nî aşkı terk
etmek, zîrâ aşk dahî âşık ve ma’şûk beyninde hicâbdır.” Zîrâ âşık
ayn-ı ma’şûkdur. Hemân ki vâsıl oldukta aşk makāmında temkîn
bulur.
İmdi bana aşk şöyle vâsıl oldu ki:
Beyit:
Aşkla âşık ve ma’şûk bir imiş (18b)
Hem emen hem emziren hem şîr imiş
Nitekim Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ ‫جسم اإلنسان و روحه و‬
‫”قلبه و سمعه و بصره و يده و رجله و لسانه و نفسه و ذلك بنفس لنفس إال ھو و أنا ال أنا غيره‬
Ya’nî “Cismi ve rûhu ve kalbi ve sem’i ve basarı ve eli ve ayağı ve dili
ve nefesi ve her nesne ki bir nefese bir nefesi için zâhir ola ol benden-
112 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
dir, gayrıdan değildir. Ve ben onun gayrı değilim. Bu cümlesi hep
benimdir.”
Beyit:
‫ھم خانهء خويش امد و ھم خانه خودست‬
‫ھر كز كه شنيد ازين طرفه كه كس‬
Ya’nî der: “Kim işitmiştir bundan aceb söz! Hem kendisi ev olmuştur ve hem o ev ıssı kendisidir.”
İmdi azîzim, hak nûruyla hak, bâtıl nûruyla bâtıl görürler.
Beyit:
Hakk’a münkirdir fakîh inanma ol şeytâna kim
Yoktur ol cin hilkatin zâtında ikrâr isteme
Ya’nî hakîkatte şeytân ol fakîhlerdir ki (19a) Hakk’ı görünmeden
men’ ederler ve ehl-i Hakk’a “mülhid” ve “zındık” diye ad korlar ve
kendi isimlerini ehl-i Hakk’a isnâd ederler. dîv ve cinnî ve şeytân ol
mezheb-i fukahâdır. Ve i’tikādları Hakk’ın görünmemesinedir.
İmdi bir kimesne bu birliği bilmese tahkîk kâfir olur. Benim
azîzim, tenbîhât çok nihâyet yok. Sen seyrânından geri kalma. Senin
bir nefesin kadarı nice yüz bin cevher değer, bir dahî ele girmediği
takdîrce.
Beyit:
Ko geçmişi geleceğine bakma hemân
Sâat bu sâat dem bu demdir
Ya’nî dediği âlem-i ervâhdır. Ulemâ-yı zâhir eydürler ki: “Elest
deminde ervâh dirildi. Kimi îmân getirdi kimi inkâr eyledi.” Bizler
eydürüz ki: “Ko geçmişi. Zîrâ ol dediğin zamân budur ki kimi inkârda kimi ikrârda yürürler idi.” Ve gelecek dediğin o âlem-i kıyâmettir
ki ulemâ-yı zâhir derler ki “yarın kıyâmet günü.” Biz eydürüz: “Ol
dahî bu demdir. Zîrâ kimine azâb ve kimine ikāb ve kimine cennât ve
dîdâr müyesser olmuştur. Bu cümlesi hâlen dünyâ âleminde
mevcûddur.” (19b)
Beyit:
Mâzîyi müstakbeli ko hâle bak
Ef’âl u evsâfı bırak zâta bak
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
113
dedikleri buna işârettir.
Beyit:
‫نى ز فردا گفتن از شرط طريق‬
‫صوفى ابن وقت باشد اى رفيق‬
[“Ey dost! Sûfî ibnü’l-vakttir. Yarın demek tarîkatın şartlarından
değildir.”]
İmdi nazar-ı hâl olucak kendi hâline nazar eyle. Münâsibi her ne
ise onu işle ki Hak Teâlâ hadîs-i kudsîde buyurur: “ ‫الطرق الى ﷲ تعالى‬
‫“[ ”بعدد أنفاس الخاليق‬Allah Teâlâ’ya giden yollar mahlûkātın nefesleri
adedincedir.”] Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur: “ ‫ب بِ َما لَ َد ْي ِھ ْم‬
ٍ ‫ُك ﱡل ِح ْز‬
َ
َ‫( ”ف ِر ُحون‬Rûm, 30/32) Ya’nî “Her bölük ellerinde olanı ile müreffehlerdir.”
Beyit:
Her birini bir işe dûş eylemiş
Ânın ile gönlünü hoş eylemiş
Nitekim Muhyiddîn-i Arabî buyurur: “‫ ”أھل النار يلعبون بالنار‬Ya’nî
“Ehl-i cehennem âteşle oynarlar.” Hiç hazer etmezler. Öyle ya fâsıka
fıskı âlim olduktan sonra senin kabîh gördüğün ona ziyânı ne?
Hakk’ın esmâ-yı şerîflerinden biri Mudill’dir.
İmdi azîzim, Hak müşriklerden (20a) bîzârdır ki buyurur: “ ‫إِنﱠ َما‬
ْ ‫( ”ا ْل ُم‬Tevbe, 9/28) ilâ âhiri’l-âyet.74 İmdi fukahânın şeytânlarından
َ‫ش ِر ُكون‬
sakınmak gerektir. Zîrâ bir kimesnenin birliğe yettiğine râzı değildir
ki bunlar dîvler ve cinnîlerdir. Onlar ittifâkla yürürler. Hak’tan
mahrûm olmaktan sakınasın ki, zîrâ fukahâdan hazer oluna. İblîs-i
nâs onlardır.
Beyit:
‫تا كه با مايى مدار انديشه از كفر و دين‬
74
‫گفتمش از كفر و دين انديشه دارم گفت رو‬
Âyet şöyledir: “ ۚ ‫س ِج َد ا ْل َح َرا َم بَ ْع َد عَا ِم ِھ ْم ٰ َھ َذا‬
ْ ‫يَا أَ ﱡي َھا الﱠ ِذينَ آ َمنُوا إِنﱠ َما ا ْل ُم‬
ْ ‫س فَ َال يَ ْق َربُوا ا ْل َم‬
ٌ ‫ش ِر ُكونَ نَ َج‬
َ
ً
َ
‫س ْوفَ يُ ْغنِي ُك ُم ﱠ‬
‫ضلِ ِه إِنْ شَا َء ۚ إِنﱠ ﱠ‬
‫ﷲَ َعلِي ٌم َح ِكي ٌم‬
ْ ‫ﷲُ ِمنْ ف‬
َ ‫“[ ” َوإِنْ ِخ ْفتُ ْم َع ْيلَة ف‬Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi
lutfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.”]
114 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
[“Ona: Küfür ve din konusunda endişem (düşüncem) var dedim.
Dedi ki: Git! Bizimle beraber olduğun sürece küfür ve dinden endişen
olmasın.”]
Ya’nî bi’l-cümle cehennem cehildir ve cennet Hak’la olmaktır.
“‫“[ ”يسر با و إياكم لقاء ﷲ تعالى بالخير و القضاء‬Allah’la müyesser olur. Siz
‫أَ َال إِنﱠ أَ ْولِيَا َء ﱠ‬
ancak iyilik ve kaza ile Allah’a kavuşursunuz.”] “ ٌ‫ﷲِ َال َخ ْوف‬
‫ون‬
َ ُ‫( ” َعلَ ْي ِھ ْم َو َال ُھ ْم يَ ْحزَ ن‬Yûnus, 10/62) Ya’nî kelâm budur ki “Hakk’ın
evliyâsının gussası ve korkusu yoktur.” “‫“[ ”المخلصون على خطر عظيم‬İhlâslı (kurtulmuş ve halâs) olanlar büyük bir tehlike içindedirler.”]
dediği makām-ı kutbiyyettir. Zamân-ı evvelde “nübüvvet” derler idi.
Ammâ velâyet nâmı ki mahbûbiyyettir, onda korku ve hatar olmaz,
tâ kıyâmete değin.
Beyit:
Kāmetinden fâş olupdur ey sanem (20b)
Zâhid-i ebter hesâb üstündedir
Beyit:
Ben yüzün bağında gördüm cennet u dîdârımı
Zâhid alsın ol behişti kim kitâb üstündedir.
İmdi bu risâle-i mergûbu ehlinden dirîğ etmeyeler. “ ‫األسرار صونوھا‬
‫“[ ”عن األغيار‬Sırları ağyârdan (bu yolun ehli olmayanlardan) koruyunuz.”] (21a) derler. Bu mazmûnla âmil olalar. Resûlullah (aleyhi’sselâm) buyurur: “ ‫إن في جسد ابن آدم لمضغة إذا فسدت فسدت أعضاء كلھا و إذا صلحت‬
‫“[ ”صلح بھا أال و ھي القلب‬Âdemoğlunun bedeninde bir et parçası vardır ki
bozulduğunda tüm organları bozulur. Düzgün olduğunda tüm organları düzgün olur. İşte o kalbtir.”] Ya’nî ma’lûm oldu ki kalb gönüldür ve cesedin sultânıdır. A’zâ onun mahkûmudur. İllâ bu sultânı
kullanan kimlerdir dersen, Resûlullah (aleyhi’s-selâm) buyurur: “ ‫قلب‬
‫“[ ”بين االصبعين من أصابع الرحمن تقلبھا كيف يشاء‬Kalb, Rahman’ın iki parmağı
arasındadır. Dilediği şekilde evirip çevirir.”] Pes kahr u lutf ve küfr ü
îmân bunlar hep Cenâb-ı Hak’tan emrolunup gönüle tefekkür bırakıp
ol gönül ne tefekkür-i amelin ederse a’zâ dahî onu işler. Ammâ
“isbaayn”den murâd olan “iki parmak” demektir. Muhaddisînin
ittifâkı budur ki “‫“[ ”أي جالله و جماله‬Ya’nî Rahmân’ın celâl ve cemâli”]
demektir.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
115
Beyit:
Mukalleb isbaaynındır çü taklîbine kalbin
Ayıran pâyimâl olsun celâlini cemâlinden (21b)
İmdi75 bu sözler zâhirde birbirine muhâlifdir, hakîkatte ayrılık
yoktur.
Beyit:
Nâr-ı gam nûr-ı safâ hep bir çerâğın pertevi
Çeşm-i irfânıyla baksan arada bîgâne yok
Beyit:
Kahr u lutfun illeti ma’nâda vâhiddir velî
Bilmedi şeytân bu tevhîdi ahaddan düştü dûr
İmdi bu hakîr u fakîr Mısrî eydür: Kahr u lutfun aslı bir hakîkat
imiş. Kim ki küfr ü îmânı kahr u lutfu Hak’tan gayrı bile, şeytân oldur ki ona la’net olur. Yoksa şeytân dedikleri Hakk’ın sıfat-ı
mudıllidir.
Beyit:
İki gözümdür celâlinle cemâlin çün benim
İki gözüm nûru ânı görmeyen şeytân olur
Beyit: (22a)
‫كه دل ھر دو تصرف واوست‬
‫از خدا دان خالف دشمن دوست‬
Ya’nî “Hak’tan bil dostun muvâfakatin ve düşmânın
muhâlefetin. Zîrâ ikisinin de gönlü Hak tasarrufundadır.” İmdi “ ‫فعال‬
‫( ”لما يريد‬Hûd 11/107) [“Dilediğini yapandır.”] olduğunun ma’lûmu olan
kişi tecellî-i ef’âle mazhar düşmüştür. Bunu böyle bilen, cemî-i eşyâ
Hakk’ın mazharı olduğunu bilmek gerek. Ve şöyle i’tikād etmek gerektir: Hak Teâlâ zâtıyla ve sıfâtıyla ve ef’âliyle ve âsârıyla bilinmek
istedi ve kendi kendini görmek diledi. Sıfâtını zâtına ya’nî bu cismi
rûha ve yokluğu varlığa mir’ât edip kendi kendisini temâşâ eder ki
zîrâ bakan ve bakılan, gören ve görünen hep oldur.
Beyit:
75
A: Ammâ.
116 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Hem cân ve hem ten oldur hem sen ve hem ben oldur
Cümle görünen oldur ırâkta ve yakında
(22b) Beyit:
‫پس از چه سبب كشت بدين ھمه غوغا‬
‫چو ناظر و منظور تويى غير تو كس نيست‬
[“Bakan ve bakılan sensin. Senden başkası yok ki! Öyleyse bütün
bu kavganın sebebi ne?!”]
Ve Muhammediyye’de eydür ki: “Cennette bir bağçe vardır. Onda
kişi ne sûret dilerse girer ve dilerse şehristân ve bezistân ve bağ ve
bostan olur, almak ve satmak eder. Alan ve satan Hak kendisidir.”
Ya’nî rumûz ile eydür ki: Cennet dediği, bir kimesne Hak ile olsa ol
cennettedir. “‫ض‬
ُ ‫( ”يَ ْو َم تُبَ ﱠد ُل ْاألَ ْر‬İbrâhîm, 14/48) Ya’nî “Bu yer bir
ِ ‫ض َغ ْي َر ْاألَ ْر‬
gün ola ki gayrı yere tebdîl olur” demektir. Müfessirîn ona “kıyâmet
günü” derler. Ammâ uşşâk katında hakîkat-i kıyâmet “oğlan ayağa
binmeye” derler. Hemân ki oğlanlıkta yürümeye başladın kıyâmete76
durdun, kıyâmet ol gündür. Ve ne asıl amel işlerse anandan gördüğün gibi77 göre terbiyet görürsün, ya’nî kangi mezheb ve millet üzere
zuhûr edersen ol kavmin taklîdine (23a) boyanırsın. Ve cennetlik olduğun Hak ile ma’mûr olduğundur. Ve cehennemlik olmak
mevcûdâtı gayrı görmektir. Ve esmâ her ne tekāzâ ederse senden ol
amel zuhûr etse gerektir derler.
İmdi78 şehristân ve bağ ve bostan dediğin gayrı yoktur ki bu
dünyâdan hâriç ola, hep bu dünyâdır. Lâkin ne evde ve ne ev içindedir.
Beyit:
‫و آنكه كلخن مى نمود اكنون بديدم گلشن است‬
‫آنكه مى پنداشتم اغيار بود آن يار شد‬
[“Yabancı olduğunu düşündüğüm (kişi) dost oldu. Ateş fırını görünen, şimdi gördüm ki gül bahçesidir.”]
76
A: kıyâma.
A: âna +.
78 A: ol +.
77
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
117
Nitekim İbrâhîm (aleyhi’s-selâm) niçin ibtidâ dünyâyı ağyâr ve
düşman gördü, sonra gördü ki hep yâr imiş. Ve âteş gülşen olduğu
andan ibârettir.
Tefsîr’de buyurur: Süleymân (aleyhi’s-selâm) der ki; ey Bâri
Hüdâ şeytânı niçin âdemoğullarına musallat buyurmuşsun ki günâh
işlerler. Senden dilerim ki onu mahpus eyleyim, ayrık benî âdeme
vesvese (23b) verip azdırmaya.” Hak’tan izin olup, tutup bir kumkumaya vaz’ ve deryâ-yı ummâna attırdı. Ve herkesin basîreti açılıp
gördüler ki bu cihânda emlâk ve erzâk ve evlâd hep lu’b imiş. Niteُ َ‫ب َولَ ْھ ٌو َو ِزينَةٌ َوتَف‬
kim Kur’ân’da buyurur: “ ‫اخ ٌر بَ ْينَ ُك ْم َوتَ َكاثُ ٌر فِي‬
ٌ ‫أَنﱠ َما ا ْل َحيَاةُ ال ﱡد ْنيَا لَ ِع‬
ْ (Hadîd, 57/20) [“Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir
‫ال َو ْاألَ ْو َال ِد‬
ِ ‫”األَ ْم َو‬
süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir.”] Dahî her kişiye mâl ve evlâd düşman imiş. Bir dahî
buyurur: “‫اح َذ ُرو ُھ ْم‬
ْ َ‫اج ُك ْم َوأَ ْو َال ِد ُك ْم َعد ًُّوا لَ ُك ْم ف‬
ِ ‫( ”إِنﱠ ِمنْ أَ ْز َو‬Teğābün, 64/14) [“Ey iman
edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler
vardır. Onlardan sakının.”] Pes bunlara ölüm gussası fikr olup dağlara düşüp, mağaralara kapanıp, nefsî nefsî olup ibâdâta meşgûl oldular. Ve nizâm kalkıp, Süleymân (aleyhi’s-selâm) dünyâya nazar buyurup, nübüvvet ve sultânlık ve cümle nizâm-ı âlem şeytân ile imiş.
Böyle olunca Süleymân (aleyhi’s-selâm)ın san’atı zenbil örüp satmak
olmakla bir kimesne almayıp şeytânın ruhsatından hikmet olduğu
ma’lûm-i devletleri buyruldukta, Hak Teâlâ’dan şeytânın itlâkını ricâ
ve niyâz edince İblîs dışarı (24a) çıktı. Cümle halâyık yerli yerine gelince yine gaflete düşüp dîvân-ı hümâyûn ve saltanat ve nübüvvet
kuvvet buldu.
İmdi şeytân ve ve mahlûkāt maslahat-ı insân içindir. İnsân dahî
her hâli bilip ve her ne teklîf düşerse gerek kahır ve gerek lütuf onu
işlese gerektir.
Beyit:
‫در خزانهء دل مھر نشانهء تست‬
‫من ان نيم كه و ھم نقد دل بھر شوخى‬
Ya’nî “Ben değilim ki gönül nakdini her şûha verem. Ve gönül
hazînesi mührüyle ve nişânıyla durur.” Nitekim Yûnus Emrem hazretleri der ki:
Nutk-ı Şerîf:
118 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Tehî sanman siz bizi dost yüzün görüp geldim
Bâkî devlet-rüzgâr dost izime79 sürüp geldim
Âdem oldum bilmedim nefsin boynun urmadım
Yanılıp buğday yedim cennetten çıkıp geldim (24b)
Nûh oldum tûfân için çok çalıştım dîn için
Dînime dönmeyeni suya garkedip geldim
Îsâ oldum kudretten bahâne bir avretten
İnâyet oldu Hak’tan ölü diriltip geldim
Mûsâ oldum Tûr oldum bin bir kelime kıldım
Asâyı yere urdum ejderhâ olup geldim
Eyyûb oldum tenime cefâ kıldım cânıma
Sığındım Sübhânıma kurtlar doyurup geldim
Zekeriyyâ oldum kaçtımvardım ağaca geçtim
Dört yana kanım saçtım tenim biçtirip geldim
Çün yer oldum basıldım Mansûr olup asıldım
Elimle külümü göğe savurup geldim
Muhammed’i bir gece Hak okudu mi’râca
Ser-te-ser yüce yüce gökler seyredip geldim
Yalnız Sübhân idim peygamberler cânı idim (25a)
Yûnusda minhân idim sûret değişip geldim80
79
80
A: izin
Yûnus Emre Dîvânı’nda nutk-ı şerîf şöyledir:
1 Tehî görmen siz beni dost yüzin görüp geldim
Bâkî devrân-rûzigâr dostıla sürüp geldüm
2 Ne var söylenen dilde varlık Hakk’undur kulda
Varlıgum hep ol ilde ben bunda garîb geldüm
3 Bezirgânam meta’m çok dest-gîrüm üstâdum Hak
Ben ziyânum assıya anda degişüp geldüm
4 Yir ü gök yaradıldı ‘ışkla bünyâd oldı
Topraga nazar kıldı aksurdı durup geldüm
5 Gördüm yidi Tamu’sın sekiz Uçmak kamusın
Korkıdan günâhumı andan sızurup geldüm
6 Âdem olup turmadın nefsüm boynın burmadın
Yanıldum bugday yidüm Uçmak’dan sürlüp geldüm
7 Nûh oldum Tûfân içün çok dürişdim dîn için
Dînüme dönmeyeni suya gark idüp geldüm
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
119
Ya’nî Hak celle ve alâ hazretleri kendi sıfâtıyla libâslanıp kiminde Îsâ ve kiminde Mûsâ ve kiminde Muhammed (aleyhi’s-selâm)81 tâ
âhire dek böyle kendi kendini seyreder. Ve İbrâhîm (aleyhi’s-selâm)
sıfât-ı Hâdî’nin mahkûmu ve mazharı idi. ve Nemrûd ki sıfat-ı
Mudill’in mahkûmu ve mazharıdır. Ve yine onun emsâli Ebû Cehil
ve Firavun ve Yezîd kâfirdir. İmdi her biri bir ismin sûretidir. Ve onlar mudillerdir, pes onları dahî ağyâr görmek olmaz.
İmdi bu gelip gitmek tecellî tekāzâsıdır, zîrâ gayr-ı mütenâhîdir,
birbirine benzemez. İbtidâdan intihâya değin Tanrı’nın azametini
bildirir. Pes cümle Hak kendi imiş. Nitekim Muhyiddîn-i Arabî buyurur: “‫“[ ”سبحان من خلق األشياء و ھو عينھا‬Ayn’ı olduğu halde eşyâyı yaratanı tesbih ederim.”]82
8
Yalan degüldür sözüm bak yüzüme aç gözün
Dah’örtülmedi izüm uş yoldan urup geldüm
9 Eyyûb oldum tenüme cefâ kıldum cânuma
Çagurdum Sübhân’uma kurtlar toyurup geldüm
10 Zekeryâ oldum kaçdum irdüm agaca geçdüm
Kanum dört yana saçdum depem deldürüp geldüm
11 Mûsâ’yla Tûr’a çıkdum bin bir kelime kıldum
Bu halâyık bilsünler anda bulınup geldüm
12 ‘Îsâ oldum kudretten bahâne bir avretten
İnâyet oldı Hak’dan ölü dirgürüp geldüm
13 Cercîs olup basıldum Mansûr oldum asıldum
Hallâc panbugı gibi bunda atılup geldüm
14 Muhammed’i bir gice Hak okıdı Mi’râc’a
Ser-te-ser uçdan uca bile yüz sürüp geldüm
15 Yalunuz Sübhân’ıdı peygamberler cânıdı
Yûnus hod pinhânıdı sûret degşürüp geldüm
Bk.: Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı-Tenkitli Metin, s. 211-212.
81 A: oldu +.
82 Bu cümlenin “‫ ”سبحان من أوجد )أظھر( األشياء و ھو عينھا‬şeklinde başka bir versiyonu
da vardır. İncelediğimiz kadarıyla cümlenin aynısı İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde
bulunmamaktadır. Ancak Sadreddin Konevî’nin Nefehâtü’l-İlâhiyye adlı eserinde
“‫ ”فسبحان من أوجد األشياء فكان عينھا‬şeklinde bir ibâre bulunmaktadır. Bk.: a.mlf.,
a.g.e. (nşr. Muhammed Hâcevî), Tahran 1996, s. 154. Şeyh Hâkî el-Mekkî (ö.
926/1520) el-Cânibü’l-Garbî fİ Hall-i Müşkilâti’ş-Şeyh Muhyiddîn İbnü’l-Arabî adlı
eserinin I. Bâbının II. Faslı olan “Vahdet-i Vücûdla Alâkalı İtirazlar” kısmında bu
cümle İbnü’l-Arabî’ye yönelik tenkidlerin ilki olarak yer alır. Şeyh Mekkî cümlenin Fütûhât’ta geçtiğini söyler. Bk.: a.mlf., a.g.e. (nşr. Necip Mâyil Herevî), Tahran
1985, s. 45; Ahmed Neylî Mirzâzâde, el-Fazlu’l-Vehbî, Süleymaniye Ktp. Es’ad
Efendi 1347, vr. 15-17. Köstendilli Süleyman Şeyhî ise cümleyi kudsî hadis şek-
120 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Beyit:
Bu sensin dediğin bil sen değilsin
Sen olsan cân değilsin ten değilsin (25b)
Beyit:
‫ھم پرده خود گشت و پس پرده نھان شد‬
‫ھم پرده بر انداخت روح كرد تجلى‬
[“Ruh, hem perdeyi kaldırıp attı, tecellî etti (göründü). Hem de
bizzat kendisi perde oldu ve perdenin ardında gizlendi.”]
İmdi tâ Âdem (aleyhi’s-selâm)dan Resûl-i Ekrem (aleyhi’sselâm)a gelince ve ondan bu deme gelince Hak Teâlâ hep kendi kendini seyreder, birinden birine tayarân eder. Kesretle geldiği için âlemi
mest ve hayrân eder.
Beyit:
‫ھم تنم را جان شيرينست و ھم جان را تنست‬
‫با منست آنكس كه بودم طالب او با منست‬
[“Tâlibi olduğum (zât) benimle beraberdir, yanımdadır. Hem bedenime tatlı bir candır, hem de canıma bedendir.”]
Âlem-i cân ve cân-ı âlem bu ma’nâdır.
Beyit:
Hem bitiren hem biten hem yitiren hem yiten
Cümle menem cümle men dehr ile hem kâinât
İmdi küfür ve cehil ve zulmet Hakk’ın kahrına mazhar düşmüştür. Nitekim buyurur: “‫ون‬
َ ُ‫( ”إِنﱠ ُھ ْم لَ َم ْح ُجوب‬Mutaffifîn, 83/15) [“Onlar perdelinde kabul etmektedir. Bk.: a.mlf., Burûku’l-âşıkān ve Sülûku’l-merdân, Süleymaniye Ktp Birinci Serez 1515, vr. 3a; 62a. İsmail Fennî Ertuğrul’a göre bu cümle
Aliyyü’l-Kārî’ye göre İbnü’l-Arabî’nin tekfîr edilmesine sebep olmuştur. İsmail
Fennî’nin bu cümle muvâcehesinde Aliyyü’l-Kārî’ye cevâbı ve İbnü’l-Arabî
müdâfaası için bk.: a.mlf., Vahdet-i Vücûd ve İbn-i Arabî (sad. Mustafa Kara), İstanbul 1991, s. 188-193. İsmail Fennî cümleyi Fütûhât’ta bulamadığını fakat İbnü’lArabî müdâfîleri tarafından sıklıkla kullanıldığı için büyük ihtimâlle Fütûhât’ta
geçtiğini belirtir. Cümle Abdullah Salâhî Uşşâkî tarafından müstakil bir risâlede
şerh edilmiştir. Konu hakkında bk.: Semih Ceyhan, Abdullah Salâhî Uşşâkî ve
Vücûd Risâleleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 1998, s. 52-67. Niyâzî Mısrî ileride görüleceği üzere cümleyi aynı
zamanda Bâyezî-i Bistâmî’ye atfetmektedir.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
121
lenmişlerdir.”]83 Ehl-i cehennem onlardır. Ammâ Âdem’in (26a) hakkında ki Kur’ân’da buyurur: “‫”ولَقَ ْد َك ﱠر ْمنَا بَنِي آ َد َم‬
َ (İsrâ, 17/70) [“Andolsun,
biz insanoğlunu şerefli kıldık.”] Onlar cemî’ kemâlâta mazhar oldu.
Ve Hak onlarda kemâliyle kendini gördü, ibtidâ Âdem (aleyhi’sselâm)dan Resûl-i Ekrem (aleyhi’s-selâm)a değin. Ondan Alî’dir ve
kutb-i evliyâdır. “‫“[ ”أنا مدينة العلم و على بابھا‬Ben ilim şehriyim, Ali onun
kapısı.”] ve “‫“[ ”أنا دار الحكمة و علي بابھا‬Ben hikmet yurduyum, Ali onun
kapısı”] ve “‫“[ ”أنا علي من نور واحد‬Ben ve Ali tek bir nûrdanız.”]
Meşâyih ittifâkıyla Alî’den sonra Hasan-ı Basrî’ye ve ondan Habîb-i
Acemî’ye ve ondan Dâvûd-ı Tâî’ye ve ondan Ma’rûf-i Kerhî’ye ve
ondan Seriyy-i Sakatî’ye ve ondan Cüneyd-i Bağdâdî’ye ve ondan
Mimşâd ed-Dîneverî’ye ve ondan Muhammed el-Bekrî’ye ve ondan
Buhtu’s-Sühreverdî’ye ve ondan Kutbüddîn-i Ebherî’ye ve ondan
Rükneddîn Muhammed en-Necâşî’ye ve ondan Şeyh Şihâbüddîn
et-Tebrîzî’ye ve ondan Şeyh Cemâleddîn-i Tebrîzî’ye ve ondan
Şeyh İbrâhîm Ahî’ye ve ondan Ömer el-Halvetî’ye ve ondan Harem-i Hâcî İzzeddîn’e ve ondan Pîr Sadreddîn’e ve ondan Seyyid
Yahyâ-yı Nâgûrî’ye ve ondan Şeyh Rûşenî’ye ve ondan Şeyh
İbrâhîm Gülşenî’ye (26b) değdi (kaddesenallâhu esrârahum).
Velhâsıl Hazret-i Şâh-ı Velâyet’ten sonra her kim ki esrâra mazhar düştü Şâh-ı Velâyet’in irşâdıyladır. “‫“[ ”العلماء ورثة األنبياء‬Âlimler
peygamberlerin mirasçılarıdır.”] bu mîrâsdır. Bu esmâları yazan Halvetîlerdir.
Ammâ meczûblar -ki Hakk’ın mahbûblarıdır- onların teklîf-i
şer’iyye eksiğine bakılmaz. Ol kişiler ki Veys el-Karanî’ye mazharlardır. Ve evvel giden ehlullâhın ve ehl-i küfrün yerine elbette kāimmakāmı bu dünyâda hâlî değildir.
Ammâ Şîâ mezhebinde olanlar derler ki: “Silsile-i esrâr Hazret-i
Şâh-ı Velâyet’ten84 sonra evlâda değdi, bu hadîs-i şerîf mûcebince.
Resûlullah (aleyhi’s-selâm) buyurur: “ ‫األئمة من بعدي إثنا عشرة من قريش أولھم‬
‫“[ ”علي و آخرھم مھدي‬Benden sonra imâmlar on ikidir. Birincisi Ali, sonuncusu Mehdî’dir.”]
Âyetin aslı şöyledir: “ َ‫جوبُون‬
ُ ‫“[ ” َك ﱠال إِنﱠ ُھ ْم عَنْ َربﱢ ِھ ْم يَ ْو َمئِ ٍذ لَ َم ْح‬Hayır! Onlar şüphesiz o
gün Rablerinden (O’nu görmekten) mahrum kalmışlardır.”]
84 A: Merdân’dan.
83
122 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Ammâ Ebû Hanîfe mezhebinde Şîa mezhebi bâtıldır. Ammâ
fuzalâ-yı acem eydürler: “Şîa mezhebi İmâm Ca’fer-i Sâdık ve İmâm
Alî Mûsâ er-Rızâ mezhebidir ki her biri bunca deve yükü kitâblar
te’lîf ettiler. Ve İmâm-ı A’zam İmâm Ca’fer-i Sâdık’ın şâkirdi idi.
Ammâ (27a) yine başka mezheb peydâ eyledi. Zîrâ Ebû Hanîfe mezhebinde Muâviye’ye la’net etmek hatâdır, ta’zîr ederler. Ammâ
mervîdir ki Muâviye İmâm Alî’nin üzerine asker çekti. Yine inkâr
ederler. Ve nice kere gelip cenk edip on iki bin sahâbe kılıçtan geçti.
Muâviye sebeb oldu. Hattâ askeri85 içinde Ebû Bekir hazretlerini kızı
Âişe bile idi derler. Ammâ Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)
zamânında Rûm gazâsına giderken bir gece Âişe86 hazretleri bile idi87
yol yitirip meğer Hazret-i Resûl (aleyhi’s-selâm)dan evvel bir kimesneye nâmzâd olmuş idi. Ol kimesne Âişe88 hazretlerine râst gelip
“kimsin?” dedikte, “Âişe’yim” dedi.89 Devesine bindirip Resûl (aleyhi’s-selâm) hazretine getirdi. Hazret-i Alî eydür: “Yâ Resûlullah, ol
kimesne senden mukaddem ona nâmzâd idi. Ol yabandan90 getirecek
ayrık hânedânına lâyık değildir.” deyip reddettirip babasının
haymesine gönderdiler. Altı aydan sonra Resûlullah (aleyhi’sselâm)ın (27b) sevgilisi olduğu için âyet geldi,91 Âişe92 hazretinin
suçu yoktur diye. Pes Resûlullah (aleyhi’s-selâm) kabûl eyledi. Bu
dahî ma’lûmdur ki kelâm-ı Muhammed Hak’la birliğe yiticek
kelâmullâhdır. Bâtıl bile Hak sûretiyle görünecek Muhammed (aleyhi’s-selâm) sûretinde görünmek hatâ mıdır?!
Buna münâsib bir latîfe geldi. Mervîdir ki; İslâmbol pâdişâhı
Arap diyârından haber gönderdi ki “biz size gayrı harâç vermeziz.
Âlimlerinizden gönderin gelsinler, bahsedelim. Kimin dîni hak ise
hükm-i gâlibin ona muayyen ola.” Pes cümle fuzalâdan Ebû İshâk
hazretlerini ihtiyâr edip İslâmbol’a gönderdiler. Geldiklerinde
85
A: asker.
A: Hanım +.
87 A: bile idi -.
88 A: Hanım +.
89 A: der.
90 A: yabanda bulup.
91 A: geldi ki.
92 A: Hanım +.
86
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
123
ruhbânlar ittifâk ettiler ki bunları şöyle ilzâm edelim ki Muhammed
(aleyhi’s-selâm)ın nübüvvetinden bahsedelim. Pes eyittiler ki: “Sizin
peygamberiniz iyi âbid ve zâhid kişidir ve âl-i abâdandır. Ammâ şol
Âişe93 hazretleri hakkında olan mesâvî onların hânedânına lâyık değildir.” dediler. Ebû İshâk buyurur: “Bu dediğiniz töhmet Hazret-i
Meryem’e olan bühtân misillidir. Hazret-i (28a) Îsâ (aleyhi’s-selâm)
babasız doğdu.94 Harâm-zâde dediniz. Gâyeti Meryem hazreti doğurdu, bu hod doğurmadı.” buyurduklarında küffâr hacîl olup “Yere
urun şu Türkü! Bizim dînimizi ibtâl eyledi. Dahî söyletirsiniz bizi
dînimizden usandırır.” deyip ilzâm olup göndermişler.
Pes Âişe (radıyallâhu anhâ) hazretinin Hazret-i Alî
(kerremallâhu vechehû)ya ol vecihle infiâli olmağın Muâviye ile bile
oldu. Hattâ Tevârîh’de yazar ki, Resûlullah (aleyhi’s-selâm) âhirete
teşrîflerinden mukaddem bir gün Hazret-i Alî (kerremallâhu
vechehu) ile otururken Âişe95 hazretini çağırtıp buyurmuşlar ki:
“Eğer benden sonra Hazret-i Alî’ye muhâlefet edersen vekîl-i
mutlakım olup sana talâk vere!” diye buyurmuşlar. Pes ol cenkte
Hazret-i Alî (kerremallâhu vechehu) Âişe96 hazretine yetişip demişler
ki: “Yâ Âişe, diler misin ki Resûl (aleyhi’s-selâm) hazretlerinin buyurduğu sözü ister misin ki söyleyem.” diye buyurduklarında
licâmın tutup hemân Âişe hazretleri atından (28b) inip özürler dilemiştir. Pes Şâh-ı Velâyet hazretleri çadırına göndermişlerdir.
Ammâ Talha’ya ve Zübeyr’e ve Sa’d’a ve Saîd’e mezheb-i
hanefîde “aşere-i mübeşşere” diye ad vermişler. Bunlar on kişidir.
On’u dahî Muâviye’nin ulularından ve beylerinden olup ve onlar Ebû
Hüreyre ve Amr İbn-i Âs fetvâsıyla Hazret-i Alî’ye97 kılıç çektiler. Ve
dahî derler ki: “Kıyâsen yetmiş üç bölükten bir bölüğü ancak Hazret-i
Alî’ye98 tâbi’ oldu. Sâir bölüğü -ki ekseri ashâbdan idiler- Muâviye
bunları akçe ve altınla kendine döndürmüş.” Bunlar hep mezheb-i
93
A: Hanım +.
A: doğurdu.
95 A: Hanım +.
96 A: Hanım +.
97 A: Alî hazretlerine.
98 A: radıyallâhu anhâya +.
94
124 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Ebû Hanîfe katında makbûllerdir. Ve Resûl99 (aleyhi’s-selâm) hazretleri buyurur: “‫”ستفترق أمتي على ثلثة و سبعين فرقة كلھم في النار إال فرقة واحدة‬
[Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Biri hariç hepsi de cehennemdedir.”] Ve dahî Ebû Hanîfe katında onlar Yezîdden idi,
evlâddan değil idi, hâricden idi. Yezîd’e tâbi’ olup Kûfe ulularından
idi. Onların gönlünce kitâblar ve âyât ve ahâdîs ve zu’mlarınca te’vîl
ettiler. Ve bu husûsta şâhid budur ki Yezîd’e ve Mervân’a ve
Muâviye’ye la’net edeni ta’zîr (29a) ederler idi. Pes ona la’net olmaz
mı ki Hazret-i Alî’ye defeâtla kastedip asker çektiler. Âhirü’l-emr hîle
ile İbn-i Mülcem’e şehîd ettirdiler. Ve dahî on iki imâm ve çihâr-ı100
zevi’l-ihtirâm ve Hasaneyn (rıdvânullâh-i teâlâ aleyhim ecmaîn)
efendilerimiz hazerâtının şehîd olmalarına sebeb onlar olmuş ve nesilleri olmuştur. La’netullâhi aleyhi ve âlihi ve etbâihi ecmaîn.
[“Allâh’ın laneti onların, âilesinin, onların yolundan gidenlerin tümünün üzerine olsun.”]
Pes dördüncü kuşak Mervân neslinden Ömer bin101 Abdülazîz
nâmında bir pâdişâh gelmiş, evlâdın şehîd olmasına sebeb budur. Ve
her ne kadar havâric –ki vardır- onların tarîkindedir ve onlardandır.
Ve on ikinci velî Mehdî olsa gerektir. Ve Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem): “Evveli Alî, âhiri Mehdî” buyurdu. Tevârîh’de derler ki: “Yezîd zamânında Hazret-i Alî’ye hutbede la’net ederler idi ve
Muâviye’yi medhederler idi, tâ dördüncü kuşak. Bunların neslinden
Ömer ibn-i102 Abdülazîz bin Süleymân bin Abdülmelik bin Mervân
pâdişâh olucak la’neti men’ ve iyilik ile yâd etmek ile emretmiştir.103
Ammâ Şîa mezhebi -ki İmâm (29b) Ca’fer es-Sâdık mezhebidironlar eydürler ki: “Kendilerini ve nesillerini la’netten korktuklarından halâs için böyle eyittiler.”
Ammâ Mansûr hazretine: “Ne mezhebdensin?” diye suâl etmişler, buyurmuş ki: “‫“[ ”أنا على مذھب ربي‬Ben Rabbımın mezhebindenim.”]
Ve Nâsır-ı Neccârî’den suâl ettiklerinde “Mezheb ma’lûm, ammâ
99
A: Resûlullah.
A: yâr-ı +.
101 A: bin -.
102 A: ibn-i -.
103 A: emretmiş.
100
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
125
meşrebim ne olduğunu sorarsanız Mehdî gelinceye dek İmâm-ı
A’zam mezhebini ta’tîl ederiz.” diye kitâblarda yazılmıştır. Eğer hak
üzere olaydı bozulur mu idi?!
İmdi cehdedip kişi mehdî olup, makām-ı Muhammed’i bulup,
hak mezhebin bulmak gerek. Ya’nî ondan gayrı görmemek gerek ve
başın kavgaya salmamak gerek. Tezkiretü’l-Evliyâ’da mezkûrdur:
Râbia-i Adeviyye’ye sorarlar ki:
‫أَ ِطي ُعوا ﱠ‬
- Hazret-i Muhammed (aleyhi’s-selâm)ı sever misin ki “ َ‫ﷲ‬
‫سو َل‬
ُ ‫”وأَ ِطي ُعوا ال ﱠر‬
َ (Nûr, 24/54) [“Allâh’a itaat edin ve peygambere itaat
edin”] Dahî şeytânı düşman tutar mısın ki “ ‫أَلَ ْم أَ ْع َھ ْد إِلَ ْي ُك ْم يَا بَنِي آ َد َم أَنْ َال‬
‫( ”تَ ْعبُدُوا ال ﱠ‬Yâsîn, 36/60) [“Ey Adem oğulları! Size şeyٌ‫ش ْيطَانَ ۖ إِنﱠهُ لَ ُك ْم َعد ﱞُو ُمبِين‬
tana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” demedim
mi?”] buyurur?
Eyitti kim:
- Sevmezem, düşman tutmazam.
Eyittiler ki:
- Niçin âyet-i kerîmeye muhâlefet edersin?
Eyitti kim:
-Hak’tan gayrısın bilmezem ve görmezem.
(30a) Beyit:
‫ساقى بده پياله مطرب بزن نوايى‬
‫من آن و اين ندانم سرمست جام عشقم‬
[“Ben onu bunu anlamam, aşk kadehinin sarhoşuyum. Sâkî! Kadeh ver! Çalgıcı bir nevâ (makâmı) çal”]
Beyit:
‫گر راه بين خواھی ھر حال ما نظر کن‬
‫سرگشتگان عشقم نه دل نه دين و دنيا‬
[“Aşkın sarhoşuyum, kalp, din veya dünyanın değil. ٍ◌Eğer bir
yol gösterici istiyorsa, her hâlimize bak!”]
İmdi azîz-i men, insân muhammed sûreti üzerinedir tahrîrde.
Zîrâ başı “mim” gibi müdevver ve iki elleri “hâ”ya benzer. Ve göbeği
“mim”e benzer. ve iki ayağı “dâl”e benzer. pes cümle insân Muhammed gibi mahbûb olur. Onun104 onun sırrıyla sırlanırsa ve hak104
A: Eğer.
126 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
kında levlâke denir. Zîrâ ki sen olmasan cihân olmaz idi. Öyle olduğundan sana ne belli olurdu. İmdi Muhammed hakîkatte ayn-ı
Ahmed’dir ve Ahmed ayn-ı Ahad’dir.
Beyit:
‫دو عالم اندرين يگ ميم غرقست‬
‫ز احمد تا احد كه ميم فرقست‬
(30b) Beyit:
Ahad Ahmed’dir105 ammâ mîm eder fark
İki âlem o bir106 mîm içredir ğark107
İmdi bilmek gerektir ki insân lafza-i celâle mazhar düşmüştür.
Tefsîr-i İhlâs’da108: Elin birisi “elif”e benzer. ve iki ayağı “lâm”a benzer. ve sol eli lafzatullâhın “he”sine benzer. Ammâ başı gitmeyince
bu olmaz. Ve pençe-i insân dahî lafzatullâha mazhar düşmüştür. İnsanda benlicek var idi. Kendisini bir nesne anlar idi. Başdır o gidecek
ayn olur.
Beyit:
‫بنياد دل و جان را از عشق معتبر كن‬
‫در نفس سرنگون شو گر میشوی کنون شو‬
[“Nefs konusunda yerle bir ol! Eğer olabilirsen böyle ol! Gönül
ve can binânı ise muteber (hakikî) bir aşktan oluştur”]109
İmdi “mîm” cismânîdir ki Ahad’in ortasına bir “mîm” kosan
Ahmed olur. Bu cismi gayrı nesne anlarlar. Gelip Hakk’ı gayrı nesne
zannederler, görmezler, bilmezler, fehmetmezler.110
(31a) Beyit:
‫ندانيم چه ھر چه نقشی تويى‬
105
‫جھانرا بلندى و پستى تويى‬
A: Ahmed durur bir.
A: bir -.
107 Yukarıdaki farsça beytin Niyâzî-i Mısrî tarafından yapılan türkçe manzûm tercümesidir. Beyitte geçen “‫ ”دو عالم‬yerine Tevfîk Sübhânî neşrinde “‫ ”جھانى‬kelimesi
geçmektedir. Bk.: Şebüsterî, Gülşen-i Râz, s. 8.
108 A: eydür.
109 Beyit Ferîdüddin Attâr’ın Dîvân’ında geçmektedir.
110 A: görmezler, bilmezler, fehmetmezler -.
106
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
127
[“Kâinâtın yüksekliği ve alçaklığı (üstü ve altı) sensin. Bilmiyoruz ki, her ne iz (nakış) varsa, sensin.”]
Beyit:
Ne mümkündür ki gayrı göre aynım
Ki aynın noktası şekl-i hebâdır
Beyit:
Çü nokta aynın aslından gelirmiş
Niçin münkir bana der kim hatâdır
Ya’nî nokta-i şems dediği Zât-ı Bârî’dir. Ve nokta-i hakîkat kastederler ki ondan cümleye sıfât-ı mezâhiri iyân oldu. Şol nokta gibi ki
evvel kâğıd üzerine kalem koyacak olsan nokta olur, çeksen harf olur.
Öyle ya “ayn” üstüne bir nokta kosan “ğayn” olursa ne hatâsı var.
Ya’nî vücûd libâsı nokta gibidir. (31b)
Nutuk:
‫چه جاى نقش صورت خود ھمه اوست‬
‫دو عالم چيست نقش صورت دوست‬
‫چو از درياست آن درياست نه جوست‬
‫ھر آن جويى كه از دريا روان شد‬
‫درخت برك و بار مغز پوست‬
‫چو يكدانه پرست آمد بديدار‬
‫ھمان يكدانه اصلى خود اوست‬
‫غلط نبود اكر كويى كه مجموع‬
‫اكرچه صد نمايد ليك يكروست‬
‫ صد آيينه يك رو مقابل‬111‫نه‬
‫كه آن نقاش آن نقش است و نيكوست‬
‫ھر آن نقشى كه مى بينى از آن رو‬
(32a)‫يقين ميدانكه آن اين چشم ابروست‬
‫تو اين چشمی و ابرويى كه بينى‬
‫ دوست‬112‫بايشان بين عيان حسن روح‬
‫نظر كن يار در خوبان نظر كن‬
‫در ايشان مغربى حيران ازآن دوست‬
‫چو خوبان مظھر ذات نكارند‬
[“Her iki âlem de dostun sûretinin nakşıdır. Zâtına ait sûret nerededir ki?! Her şey O’dur”
Deryâdan akan nehir, deryâ gibidir. Ancak deryâ, nehir değildir.
111
112
A: ‫ز‬
A: ‫رخ‬
128 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Bir tane dolu tohum zuhûr ettiğinde, ağaç, yaprak, meyve kabuğun özünde gizlidir.
Şâyet o cüz’î tek bir tohumun küllün aslı olduğunu söylersen
yanlış değildir.
Tek bir yüz yüz aynaya mukābil. Her ne kadar yüzlerce gözükse
de sâdece tek bir yüz vardır.
O yüzden temâşâ ettiğin her nakış nakkāşın kendisidir ve mahza
hayrdır.
Sen bu gördüğün göz ve kaşı yakîn bil ki O bu göz ve nakıştır.
Temâşâ et sevgiliyi güzeller içinde temâşâ et. O güzellere bak ki
dostun yanağının hüsnü iyân olmuştur.
Zâtın mazharı olan güzeller baktıklarında… Mağribî o güzellere
bakarak O dosttan hayrete dûçâr olmuştur.”]
Ya’nî “Cümle nukûş cemâl-i rabbânîdir. Vech-i insânî hod cemâli sübhânîdir. Başı,113 burnu ve kalbi arşdır, cennet ve hûrîdir, melek
ve peridir. Her ne türlü vasıfla vasfolunsa mütehammildir. Hak Teâlâ
zât ve sıfât ve ef’âl ve âsârını bunlarda gösterip ve bunların zâhir ve
bâtını Hak’tan gayrı değildir.
Beyit:
‫كه آنكش كه كفت قصهء ما ھم ز ما شنيد‬
‫اى دل بيا كه عشق ندا ميكند بلند‬
[Ey gönül gel ki aşk yüksek sesle seslenmekte. Hikâyemizi söyleyen de yine o hikâyeyi bizden duymuştur.]114
Ya’nî “‫( ”فَ ْاذ ُك ُرونِي أَ ْذ ُك ْر ُك ْم‬Bakara, 2/152) [“Beni zikredin ki ben de sizi
zikredeyim”] ma’nâsını okşar. “‫صي ٌر‬
َ ‫( ”و ﷲ‬Mücâdele, 58/1) [“Allah
ِ َ‫س ِمي ٌع ب‬
113
114
A: ve +.
Beyit Hâfız-ı Şîrâzî’ye aittir. Aslı şöyledir:
«‫کان کس که گفت »قصهء ما ھم ز ما شنيد‬
« ‫ساقی بيا که »عشق ندا می کند بلند‬
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ait benzer bir söyleyiş vardır:
‫“[ کای دل باال بپر بنگر باالی عشق‬Aşk, hafif bir sesle yüce bir sesleniş kopardı da o yüce gönül dedi, yücelere uç da aşkın yüceliklerini gör. “] Bk.: Hamza Ali
Ferhâdiyân, “Mevlâna ve Hafız’da Müşterek Söyleyişler” (trc. Yakup Şafak),
Nüsha, yıl: VI, sayı 20, Kış 2006.
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
129
işitendir, görendir.”]115 Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “Mi’râc gecesi Hazret-i Rabbu’l-âlemîn ile doksan bin kelâm-ı
mahfî söyleştim. (32b) Geldim yine halktan işittim.” Kaygusuz Abdâl
hazretleri buyurur:
Kelâm-ı Şerîf:
Zehî116 muhît-i zevrak gözün aç anlayubak
Gayrı ne var küllî Hak lâ ilâhe illallâh
Cümle âlem zât imiş deryâ-yı hikmet imiş
Hakla vuslat imiş lâ ilâhe illallâh
İmdi Hakk’ı gördüm diyen kişi insândan gayrı yerde görmez.
Nitekim buyurur: “‫يم‬
َ ‫س‬
َ ‫اإل ْن‬
َ ‫ان فِي أَ ْح‬
ٍ ‫س ِن تَ ْق ِو‬
ِ ْ ‫( ”لَقَ ْد َخلَ ْقنَا‬Tîn, 95/4) [“Biz insanı en
güzel biçimde yarattık.”] Zîrâ dükeli gizli nesneler zuhûra geldi, her
biri bir sûret gösterdi, insân Hakk’ın sûretin gösterdi. Nitekim
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “ ‫إن ﷲ خلق آدم على‬
‫“[ ”صورته و على صورة الرحمن‬Allah âdemi kendi sûretinde ve Rahmân’ın
sûretinde yarattı.”] “‫“[ ”أي على صورة أسمائه‬Yani isimlerinin sûretinde”]
İmdi hemân kendi kendini seyreder. Halk azıp birbirine düşmemek için örterler.
Beyit:
Kim dilerse görmeye tahkîk Rahmân sûretin (33a)
Gelsin ûş görsün yakîn cânıyla117 cânân sûretin
“‫“[ ”المؤمن مرآت المؤمن‬Mü’min mü’minin aynasıdır.”] İmdi insânın
adı mü’min, Hakk’ın bir ismi dahî Mü’min’dir. İnsân Rahmân’ın
âyînesidir. Rahmân’a sıfat düşmüştür ki Hakk’ı Hakk’a gösterir. Nitekim sen bir âyîneye baksan kendini görürsün.
Beyit:
‫بر عكس رخ خويش نكارم نكران شد‬
‫چون عكس رخ يار در آيينه عيان شد‬
Beyit:
Âyetin aslı şöyledir: “‫صي ٌر‬
ِ َ‫ب‬
A: Tehî.
117 A: cânla.
115
116
‫“[ ”إِنﱠ ﱠ‬Muhakkak Allah işitendir görendir.”]
‫س ِمي ٌع‬
َ َ‫ﷲ‬
130 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Hak cemâlin vech-i hûbunda çü peydâ eyledi
Çeşm-i uşşâkıyla kendüsin temâşâ eyledi
Gâh âşık olur gâh ma’şûk. İmdi benim rûhum, i’tibâr-i zâhirîye
aldanıp ve korkup kişi ahvâl-i hakîkatten mahrûm kalmak hayfdır ki
iki cihân onun sıfâtıdır.
Beyit: (33b)
‫مسكين گشد كز آن گل قانع شود بخارى‬
‫از گلشن حقيقت خار نيست اھل ظاھر‬
[“Ey zâhir ehli! Hakîkatın gül bahçesinde diken yoktur. Zavallı
kişi o gülden dolaşır (geçer), diken ile kanâat eder.”]
Ya’nî ehl-i zâhir ola118 ehl-i hakîkat olanlar kutb-i âlem olurlar.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunlara göre buyurmuştur119:
“‫ ”إذا تحيرتم في األمور فاستعينوا من أھل القبور‬Ya’nî “Kaçen ki hayrete varasız
bir mesâlihde ehl-i kubûrdan istiâne120 taleb eylen.” dediği ehl-i zâhir
için değildir. Belki “‫“[ ”موتوا قبل أن تموتوا‬Ölmeden önce ölünüz.”] ile
âmil olanların hakkındadır ki “‫“[ ”كل آت قريب‬Her gelecek olan yakındır.”]
İmdi onlar ölümü görmüş ve mülâhaza edip kendilerini meyyit-i
müteharrik bilip fenâ fillâh olup bekā billâha vâsıl olmuşlardır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurur: “ ‫كن في الدنيا كأنك غريب أو‬
‫“[ ”عابر سبيل و عد نفسك من اھل القبور‬Dünyada garip gibi veya sebilden geçen gibi ol. Kendini kabir ehlinden addet.”] Bu hadîs-i şerîf
Muhammediyye’de türkî nazm olmuştur.
Beyit:
Dedi dünyâdan ol şöyle121 nitekim bir garîb insân
Ki ya’nî hiç vatan tutma Semerkandı Buhâra’dan
(34a) Beyit:
Dahî bir yolcu gibi ol ikāmet eyleme aslâ
Ki ya’nî hiç karâr etme elin çek zîr u bâlâdan
118
A: ammâ +.
A: ki +.
120 A: istiânet.
121 A: şöyle ol.
119
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
131
Ya’nî sen dahî kendini kubûr ehlinden olmuş bil ki ya’nî terk-i
dünyâ olup sırran bu sözlerden haberdâr olasız. Resûlullah
(sallallâhu aleyhi ve sellem) fenâya tenbîh eyledi ki tâlib olunmaya,
ma’zûr geçe beyzâ ve esvedden122, ölüm gelmezden ön öle, kubûra
girmeden dura, bekā-i zâta haşrola, tecellî ede esmâdan, “ölün ölmezden evvel” diye buyurmuştur. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve
sellem)den muhakkikler pes aldılar rumûzu bu muammâdan.
“Tecellî ede esmâdan” dediği oldur ki kendi “‫ ”موتوا قبل أن تموتوا‬öle
ölmezden ön. Kimse gücüyle ölmez ammâ ölmezden ön kendini ölmüş bile demektir. Ya’nî şöyle fânî ol ki hemân Hak bâkî kala görünürde. Öyle ya görürsün ki esmâdan tecellî eder. Ya’nî Hak Teâlâ
esmâsını kendi sıfâtına hâkim eylemiş. Ol sıfatın adı “âdem” olup
esmânın hükmü ne olursa (34b) ol işi işlese gerektir. Pes “ehl-i
kubûrdan istiânet dileyin” diye buyurduğu Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) bunları işâret eder ki bu makām Muhammed’de ve
Alî’de karâr etmiştir. Zamân bunlardan hâlî değildir ki üçlerdir. Ve
üçlerin ikisi kutbun iki tarafında otururlar, vezîrdirler. İsimleri
“imâmân”dır. Kutub ile üç olurlar. Zâttan her ne feyz ki nâzil olsa
kutba erişir, ondan imâmâna erişir, ondan yedilere Hakk’ın emriyle
ki sıfât-ı Hak’dır. Yedi yıldıza emreder. Yedi yıldız dahî sıfât-ı
ahkâmıyerine getirir.
Beyit:
Çün ki iş takdîrdir ahterden efgân eyleme
Hükm-i sultândır siyâset ağlama cellâddan
Çünki cemî-i te’sîrât Hakk’ındır. Evvel-i eşyâ dahî oldur sıfât yönünden.
Beyit:
Hüve’z-Zâhir ki zâhirdir sıfâtı
Hüve’l-Bâtın ki gizli gayb-ı zâtı
(35a) İmdi esmâ-i muhtelife ile kendini sûret ıssı olsun diye
murâd edindi. Onun için sûret-i muhtelife ile zâhir oldu. Azîz isminin sûretini görmek istesen azîz olanı görmek gerektir, yâ dünyâ ile
veyâ ilimle azîz ola her ne yüzden ise. Mudıll isminin sûretini gör122
A: sevdâdan.
132 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
mek istesen azgın ya’nî Hak’tan gâfil olanı görmek gerektir. Hâdî
isminin sûretini görmek istesen hidâyet bulmuş ve Tanrı bilmiş görmek gerektir. Müzill isminin sûretini görmek istersen zelîl ve hor
olanı görmek gerektir. Pes Hak Teâlâ hazretleri cümle esmânın ahkâmını icrâ etmektedir. Ammâ neşv u nemâ zâttan tutarlar, onun için
hakîkatte cümle birdir. Eğer bir türlü hâl dahî olsa bir isim sûreti
olurdu. Onun için Kelâm-ı Kadîm’de buyurur: “‫([ ”لجعلكم أمة واحدة‬Nahl,
16/93)] Ya’nî “Ey habîbim Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)
istesek bir ümmet ve bir millet ederdik.” Fe-emmâ “bir tecellî ve bir
sûreti olurdu” demek olur. Hak Teâlâ her zevki ve her hâli görmek
istedi, onun için böyle oldu.123
Beyit:
Her birini bir işe tuş eylemiş
Onun ile gönlünü hoş eylemiş
(35b) Pes onunla safâ bulup hep sâlih olsa124 ism-i Hâdî mazharı
olup kalan esmânın mazhariyyeti olmayıp bu kadar bin esmâ-i
hüsnânın125 sûreti nice göründü. Belki hayvânâtın dahî envâı esmâ-i
hüsnânın tekāzâsıdır. Nitekim Bâyezîd126 buyurur: “ ‫سبحان من خلق األشياء‬
‫“[ ”و ھو عينھا‬Ayn’ı olduğu halde eşyâyı yaratanı tesbih ederim.”] Dahî
Hak celle ve alâ Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur: “ ‫س ْبتُ ْم أَنﱠ َما َخلَ ْقنَا ُك ْم َعبَثًا‬
ِ ‫أَفَ َح‬
‫ون‬
َ ‫”وأَنﱠ ُك ْم إِلَ ْينَا َال ت ُْر َج ُع‬
َ (Mü’minûn, 23/115) Ya’nî “Sanır mısız Hak Teâlâ sizi
abes yere halk etti, ona gelmez misiz?” demek olur. Bir dahî buyurur:
“ َ‫اجعون‬
ِ ‫( ”إِنﱠا ِ ّ ِ َوإِنﱠـا إِلَ ْي ِه َر‬Bakara, 2/156) Ya’nî “Habîbim Ahmed, siz Allah’tan geldiniz yine O’na râci’ olursuz.” Bir hadîs-i şerîfinde buyurur: “‫“[ ”كل شيئ يرجع إلى أصله‬Her şey aslına döner.”]
İmdi benim azîzim, götürü âlemin ve âdemin aslı Hak’tır. Buna
şâhid oldur ki âlem ve âdem yoğ iken yalnız Hak Teâlâ var idi. İmdi
cemî-i zuhûrât Hak’tan zuhûr eyledi. Kendini kendi(n)de seyreder.
Bu mukaddimeyi gökçek bilmek gerek ki götürü hâllerden ve amellerden memdûh ve mergûb birle. Hak ile ma’mûr olup kimesneyi
123
A: eyledi.
A: olsalar.
125 A: hüsnâ.
126 Bâyezîd-i Bistâmî.
124
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
133
incitmemek gerektir. Zîrâ ağyâr görmeyecek ne lâyıkdır ki aslına eğri
bakmak.
Beyit:
‫که در شريعت ما غير ازين كناھى نيست‬
‫مباش در پی ازار ھر چه خواھی کن‬
Ya’nî eydür ki: “Bir kimesneyi incitici olma. (36a) Ve nice dilersen eyle kim bizim şerîatimizde bundan büyük günâh yoktur.”
Beyit:
Cihân bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin
İmdi sevâb dedikleri mahlûkāta ziyân eriştirmeyip iyice geçinmektir. Dahî kişi kendini incittirmeyip tehlike ve zarardan hazer eylemektir. Hak Teâlâ buyurur: “ ‫سو ُل بَلﱢ ْغ َما أُن ِز َل إِلَ ْي َك ِمن ﱠربﱢكَ َوإِن لﱠ ْم تَ ْف َع ْل‬
ُ ‫يَا أَيﱡ َھا ال ﱠر‬
ُ‫سالَتَه‬
َ ‫( ”فَ َما بَلﱠ ْغتَ ِر‬Mâide, 5/67) Ya’nî “Sen bildiğin deyiver. İşlemezlerse
sana ne zarar var.”
Beyit:
‫بر رسوالن پيام باشد و بس‬
‫گر نيايد به گوش رغبت کس‬
[“Eğer bir kişinin itibar kulağına gelmezse, Resûllere haber (vahiy) olur, vesselâm”]127
Ve dahî ihvân bu emânetin128 gayr-ı ehlinden sakınalar ki “ ‫أَن تُؤدﱡوا‬
‫ت إِلَى أَ ْھلِ َھا‬
ِ ‫( ”األَ َمانَا‬Nisâ, 4/58) Ya’nî “bu emâneti ehlinden sakınmayıp vereler.”
Beyit:
‫مگو جبرى كه در عالم نگنجد‬
‫زبان اى مغربى در كش ز گفتار‬
[“Ey Mağribî! Konuşmaktan el çek! (İtikadda) cebrî gibi konuşma, çünkü âleme sığmaz (veya zâhirî âlim anlayamaz”]
İnsâfdır ki hadd-i şerîatı bundan özge tahfîf lâyık değildir.
Beyit:
127
128
Beyit, Sa’dî’nin Gülistân’ında geçmektedir.
A: emâneti.
134 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
‫كه آب روى شريعت بدين نخواھد رفت‬
‫بپوش دامن عفوى بذلتى من مست‬
[“Ben sarhoşun kusuruna afv eteğini (örtüsünü) ört! Çünkü
şerîatın hürmeti bununla zâil olmayacaktır.”]
İmdi mürîd şimden geri efsâneye düşmek olmaz ki her şeyin aslı
ve zâhir ve bâtını bilindi. İmdi zâhid-i zâhir-perestin sözlerine inanırsan bir cüz-yere mihnet-âbâda şöyle (36b) bağlayalar ve bir va’deye
salalar ki ölünceye dek dirilmeye ve kendine gelmeyesin.
Beyit:
Ko sakalı129 var ol rind-i kallâş
Gehî ol lâübâlî gâhî evbâş
Hakkā ki bu risâle nükte-âmîz ve fitne-engîz olup nice gamzeler
oldu ki devr-i kamer seyrini ve fitnesini izhâr eyledi. “‫س َرائِ ُر‬
‫”يَ ْو َم تُ ْبلَى ال ﱠ‬
(Târık, 86/9) [“O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.”]
ma’nâsını âşikâr kıldı. Tuhfetü’l-uşşâk ve tarfetü’l-müştâk ve
zübdetü’l-esrâr ve hakîkatü’l-ahbâr vâki’ oldu. Nutk-ı kelâm arûs-i
ma’nâya hicâb olmuş. Ol nikābı ref’e edersen cemâlin gün gibi iyân
gösterdik. Keşf-i hicâb etmede mürüvvet ve sehâvet bundan özge
olmaz.
Beyit:
Aşkım selefden artık olur ise mâni’ değil
Bezm-i şarâba sonra gelen kātî mest olur
Beyit:
Harf-i mey oldu çü bir taraf oldu kāfiye
Nûş eden abdâle sıhha’l-âfiye
Mertebe-i muvahhid “‫“[ ”الرزق على ﷲ الكريم‬Rızık Kerîm olan Allah’a aittir.”] olmaktır. Bu mertebede olan muvahhid130 vücûd-i
vâhidden gayrı vücûd görmeye.
Meselâ bir âdem yine bir âdemden birinin yalnız elini ve ba’dehu
ayağını ve ba’dehu re’sini görse bu makūle dâiye131 lâ-büd kesret
129
A: sâlûsluğu.
A: vücûda +.
131 A: râiyye.
130
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet / S. Ceyhan •
135
galebe eder. Ammâ velâkin cümleten a’zâ ile âdemi görse (37a)
vücûd-i vâhid ile âdemi görür. Vücûd vâhiddir, kusûru kesrettir.
Hüve’t-tevekkül, ya’nî ashâb-ı tevekkül min hazâinillâh olur.
Seyyidü’t-tâife Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sırruhu) hazretlerine tevekkülden suâl olundukta “ ‫حقيقة التوكل أن يكون ﷲ كما لم يكن فيكون ﷲ كما لم‬
‫“[ ”يزل‬Tevekkül, Allah’a karşı kulun var olmadan evvelki gibi olması,
kula karşı da Allah’ın o kul mevcud olmadan evvelki gibi olmasıdır.”]132 diye buyurdu. Ve dahî Şeyh Şiblî hazretlerinden suâl olundukta “‫“[ ”التوكل كربة حسنة‬Tevekkül güzel bir meşakkattir.”] Ya’nî tevekkül budur: Terk-i esbâb ve müteveccih ale’l-müsebbibdir.
Ve dahî vusûl ile’l-Hak mücerred kıyâm-ı şeb ve samt, sıyâm-ı
rûz ile müyesser olmaz.
Hakk’a tâlib olagör sa’y ile olmaz devlet
mâ-sadakı buna nâfi’dir. Dervîşlik ancak ism-i Rezzâk’a îmândır.
Kusûru hemân emân kapısında karâr eylemektir efendim,133 ve’sselâm.
Hû Dost.
1125 [1713]
132
Cümlenin aslı şöyledir: “‫ فيكون ﷲ له كما لم يزل‬،‫ أن يكون تعالى كما لم يكن‬:‫ ”حقيقة التوكل‬Bk.:
Kelâbâzî, Taarruf: Doğuş Devrinde Tasavvuf (trc.: Süleyman Uludağ), İstanbul 1979,
s. 151.
133 A: efendim -.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM
Kaygusuz Abdal’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre
İnsanın Mânevî Eğitimi
Doç. Dr. Mustafa SEVER
1. İnsanın Mânevî Eğitimi (Seyr ü Sülûk)
Tasavvuf yolunda insanın mânevî eğitimine seyr ü sülûk denmektedir. Seyr, temaşa etmek, yürürken görmek, ibretle bakmak demektir.
Sülûk ise bir yoldan gitmek, bir şeyin içine girmek demektir.
Bir tasavvuf ıstılahı olarak sülûk, “Allâh’a vâsıl olmak için kabiliyeti artırmak, nefisten arınmak Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmak şeklinde açıklanabilir.
Sülûktan gaye, Muhammedî ahlâk üzere olmaktır. Muhammedî
ahlâk ise, güzel ahlâktan ibârettir.
Hakk’ı anlamak ve Allâh’a vuslat etmek, ancak sülûk ile mümkündür. Sülûk ehline “sâlik,” sâlikin takip ettiği yol ve yönteme “meslek,” menzile ulaşan sâlike ise, “vâsıl” (kavuşan) ismi verilir.
Sülûk sırasında bir takım makâmlar geçilir, hâller yaşanır. Bunlar
basîretle alâkalı olduğu (gönül gözüyle seyredilerek algılandığı) için,
sülûk kavramı seyr kavramıyla birlikte kullanılır. Mânevî iyolculuğa,
seyr ü sülûk (görmek ve vuslat için bir yoldan gitmek) denmesinin
sebebi budur.
Sülûk sırasında yaşanacak olan makâm ve hâller, kul ile Allah
arasında mânevî birer sırdır. Sülûk seyreden sâlik, sülûku esnasında,
nefis merhalelerini sırasıyla yaşar, türlü menziller aşar, Hak ve
hakîkate ulaşır.
 Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Halk Bilimi A. D., Ankara.
140 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Sülûk bir kâmilin murâkabesinde gerçekleşir. Mâlûm olduğu üzere, kılavuzsuz kuş uçmaz, karanlık yollarda ışıksız gidilmez. Sâlik, aşk
ve irfân kanatlarını takıp maddeden mânâya, beşerî benliğinden hakikî benliğe, çokluk berrinden teklik bahrine doğru uçan bir göçmen
kuşa benzer. Yâhut, deryâsını arayan bir ırmağa. İnsan, hazret-i insana
ulaşmak istiyorsa, sülûk etmeli, “kanatlanıp uçmalı”; bir deryâ
(cem’)dan geçmeli, bir selâmet sahili (fark)ne ulaşmalıdır. Hak sırrı bir
şaraptır ve bu şarap, ancak selâmet sahiline çıkanlarca içilecektir
Sülûk, sûfîlerin mi’râcıdır. Her sûfî, bu mânevî yolculuğu, kendi
enfüsünde yaşar. Hz. Peygamber’in Cebrâil, Hz. Mûsâ’nın Hızır ile
yola çıkması gibi, sâlikler de mânâ yoluna hakîkî bir kâmilin kılavuzluğunda giderler. Sülûk çıkarmak kolay değildir. Yol uzaktır, korkulu
geçitleri vardır. İncedir, derincedir; kılıçtan keskincedir. Bütün bu tuzaklardan, derin ve korkulu geçitlerden kolaylıkla geçmek için nefis
terki gerektir, sabır gerektir, zikir, tefekkür gerektir, aç ve susuz çok
çok emek çekmek gerektir. Elest şuuruyla şuurlanmak, tevhîdi gerçekleştirip yeniden birlik âlemine dönmek için bu mücâhede şarttır. Seyr
ü sülûk, “başlangıç ondandır, dönüş onadır” ilâhî hükmünce, mâzî ve
istikbâli bir noktada birleştiren yolculuktur. Bu yolculuk, burada,
dünyada yaşarken tamamlanacaktır. Sülûk, nefsî vücûttan ilâhî
vücûda (seyr ilallâh); ilâhî isimlerden sıfatlara ve zâta (seyr fillâh) bütün zıtlıklardan kurtulup Ka’be Kavseyn’e (aynü’l-cem) ve Allah ile
Allah’ta seyre (seyr billâh anillâh) doğru bir silsile arz eder. Bu son
makâm, tam velâyet makâmı olup Hak’tan -Hak ile beraber- tekrar
halka dönmeyi ifâde eder. Artık vahdette kesret, kesrette vahdet yaşanacaktır. Esasında bu vahdet âleminde tevhîdi yaşayan şuurlular için
ne seyr edilecek bir şey, ne sefer edilecek bir yol vardır. Sülûk bu
mânâda insanın kendinden kendine seferi; kendini keşfidir. Hem dahi
sülûk seyreden âşıkın -her şeyi birlediğinden ötürü- mezhebi de dîni
de Hak olmuştur1.
Bu çalışmada Elmalı Erenlerinden ve Bektaşî Edebiyatının ilk ve
önde gelen isimlerinden olan Kaygusuz Abdâl’ın hayatı ve eserlerinden hareketle Kaygusuz Abdâl’ın ve dolaylı olarak insanın mânevî
eğitimi konusunu ele almaya çalışacağız.
1 M. Tatcı, İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2009, s. 101.
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
141
2. Kaygusuz Abdal Kimdir?
Kaygusuz Abdâl, XIV. yüzyıl sonu ile XV. yüzyılın birinci yarısında yaşamıştır. Doğum tarihi H. 742/M. 1341’den sonradır. Teke İli
Alâiye Sancağı beyi Hüsâmeddin Mahmûd’un oğludur. Asıl adı
Alâaddin Gaybî olup “Kaygusuz Abdâl” mahlasıyla şöhret bulmuştur.
Yûnus Emre’den sonra, Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın en önemli
temsilcisi olan Kaygusuz, Türk dili ve Türk Tasavvuf edebiyatı tarihi
için son derece önemli olan 15’e yakın eserin şâiri ve müellifidir. Bektaşî erkanı içinde yetişen şâir, aynı zamanda Zümre edebiyatı özelliği
gösteren Bektaşî edebiyatının da ilk ve en büyük temsilcisidir.
Kaygusuz Abdâl, genç yaşında Elmalı’daki Abdâl Mûsâ’ya intisap etmiş ve uzun müddet onun terbiyesinde ve hizmetinde bulunmuştur.
Tasavvuf öğrenimini tamamladıktan sonra, tahminen H. 800/M.
1379-1398 yıllarında Mısır’a gelerek orada kısa bir müddet kaldıktan
sonra Hacca gitmiş; Hicaz, Suriye ve Irak’ı dolaşarak Anadolu’ya
dönmüştür. 1424-1430 tarihleri arasında Rumeli’ye geçen şâir, Edirne,
Yanbolu, Filibe ve Manastır’da bulunmuştur. Bundan sonra muhtemelen tekrar Anadolu’ya (belki de Mısır’a) dönen Kaygusuz, tahminen 1444 yılında vefat etmiştir. Mezarı büyük bir ihtimalle Elmalı
Tekke köyündeki Abdâl Mûsâ türbesindedir.
Kaygusuz Abdâl’ın menkabevî hayatı, yaşadığı dönemden itibaren dilden dile nakledilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Yazılı kaynaklara da kaydedilen menâkıbına göre Kaygusuz, Alanya Beyinin
oğludur. O, bu özelliğinden dolayı, bazı şiirlerinde Alâî (Alâyî) veya
Sarâyî (Saraya mensup) mahlâsını, çoğu şiirinde de, “Kaygusuz
Abdâl”, “Kaygusuz”, “Kul Kaygusuz” mahlâslarını kullanmaktadır.
Kaygusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında iyi bir tahsil görmüş, Arapça ve Farsça öğrenmiştir.
Menâkıbnâme’ye göre Kaygusuz, Mısır’a gitmiş, Hicaz’da hac
görevini yerine getirdikten sonra Bağdat yoluyla tekrar Abdâl Mûsâ
Tekkesi’ne dönmüştür.
142 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Kaygusuz’un doğum tarihi gibi, ölüm tarihi de tartışmalıdır. Tarihî belgeler onun, 1424’ten sonraki bir tarihte vefat ettiğini göstermektedir.
Kaygusuz Abdâl’ın ölüm tarihi ve mezarı hakkında iki rivâyet
vardır. Birincisine göre Kaygusuz Mısır’da ölmüştür ve mezarı buradaki Mukattam dağında bir mağaradadır. Araplar, ona “şeyhü’lMağarevî” demektedirler. İkinci rivâyete göre Kaygusuz Abdâl, Elmalı’ya bağlı Tekke Köyü’nde bulunan Abdâl Mûsâ Türbesi’nde gömülüdür.
Kaygusuz, bazı araştırmacılara göre Bâtınî ve Kalenderî bir mutasavvıftır. Şâirin yaşadığı dönemlerde Kalenderî, Hayderî, Rum
Abdâlları gibi adlarla tanınan Melâmîler, kendilerini hor, çirkin ve
garip gösterecek kıyafetler ile dolaşır, çâr-darb kuralı gereğince, saç,
sakal, kaş ve bıyıklarını usturaya vurdururlardı. Bu özellik Kaygusuz
tasvirlerinde de görülmektedir. Ancak, Kaygusuz’un Melâmî tavırlar
yansıtan eserlerinden hareketle sâdece “Bâtınî” olduğunu söylemek
doğru değildir. Zira eserlerinde dört kapı geleneğine mensup olduğuna
dâir pek çok ifâde bulunmaktadır.
Kaygusuz, Eski Anadolu Türkçesinin gramatik özelliklerini yansıtan manzum ve mensur 15 kadar eser kaleme almıştır. Bunların
tamamı tasavvufî muhtevaya sahiptir. Zengin kelime kadrosuyla, ses
taklitleri, kullanılan atasözleri ve deyimleriyle bu eserler döneminin
en renkli kaynaklarıdır. “Ben Türkîce’den başka dil bilmezem…” diyen
ve Cenâb-ı Hak’la Türkçe konuşan ve Cebraîl’i de Türkçe konuşturan
Kaygusuz, aynı zamanda Türkçe’nin şuurlu kalemlerinden biridir.
Kaygusuz’un bilinen eserleri şunlardır: Dîvân, Gülistân, Mesnevî-i Baba Kaygusuz (I-II-III), Gevher-nâme, Minbernâme, Budalâ-nâme, Kitâb-ı
Miglâte, Vücûd-nâme, Sarây-nâme, Dil-güşâ, Risâle-i Kaygusuz Abdâl.
3. Kaygusuz Abdal’a Göre Mânevî Eğitim (Seyr ü Sülûk)
Kaygusuz Abdâl, Menâkıbnâme’sinde verilen bilgilere göre o:2
“Alâiye Sancağı Beyi’nin oğlu olup adı da Gaybî idi. Gâyet âkil, ‘ârif,
âmil, ‘âlim, kâmil ve tüvâne idi. On sekiz yaşında onunla kimse mukabele durup bahsi edemezlerdi. (Her hâl üzerine cümlesin mülzem
2 A. Güzel, Kaygusuz Abdal Menâkıbnâme’si, TTK Yay. Nu.: 11, Ankara, 1999. s. 90.
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
143
kılurdu.) Zirâ, çok kitâblar okumışdı. (her) ‘ulûmı, bi’t-tamâm bilürdi
ve hem ziyâde pehlevânıdı. Zor bâzûya mâlik, at üzerinde silâhşorlukda, ok atmakda ve kılınç çalmada ve gürz salmakda ve sünü
oynatmakda hüner-mend idi. Bunun gibi işlerde onun nazîri yogıdı.
Ve her dâim, kendü kullarıyla çevre etrâfında olan tagları şikâr
iderdi: Beher ve kaplan (ve âhû) eline her ne geçirse ve gözi her ne
görse kurtulmazdı” şeklinde tanıtılır.
Bilindiği gibi o, bir av esnasında bir âhû sûretine giren Abdâl
Mûsâ’yı yaralamış ve onu takip etmek sûretiyle dergâha gelmiş bu
sûretle ona intisap etmiştir. Gaybî, tâbiri câizse, ava giderken avlanan
olmuş sâliklerdendir. Abdâl Mûsâ bunu, gördüğü her canlıya ok atan
delişmen Türkmene bir ders vermek, onu ikaz etmek için yapar. Gaybî
ise âhûya attığı oku Abdâl Mûsâ’nın koltuğunda görünce kendinden
geçer. Kendine geldiğinde de Abdâl Mûsâ’dan kendisini hizmetine
almasını niyaz eyler. Abdâl Mûsâ, Gaybî’yi bu yolun zorlukları hususunda uyarır:
“Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak nıücerredlik
gerekdir. Sonunu düşünmeyüp sonra pişmân olmakdan dek durmak
yeğdür. Zirâ kim, bu yol, ince; sarp bir yoldur ve bu yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur ve bu tarîka giren kişi kâdir olduğu denlü
elden gelen işi men’ etmeye. Halkdan kendisine her ne cefâ gelirse
sabreyleye ve cânib-i Hak’dan ne belâ nâzil olursa kendisine ganîmet
bile, feryâd kılmaya, incinip melûl ve mahzûn olmaya. Hak Ta’âlâ
Hazretleri’nin, her işde bir hikmeti vardır. Meselâ dünyâ ve âhiret,
Cehennem ve Cennet, gice ve gündüz, kış ve yaz, gam ü şâdî, ağlamak
ve gülmek, dağ ve sahra, yokuş ve iniş hep biribirinin mukabilidir.
Senin pederin bir sancak beğidir. O sana riyâzatı çekmeğe rızâ vermez.
Var imdi pederinden icâzet al, ondan sonra bizim katımıza gel. Gönlüne de danış ki, sonra pişmân olmayasın.”3
Her ne söylenirse söylensin, Allâh’ın takdiri Gaybî’nin Kaygusuz
hâline gelmesi yönünde olmalı ki Gaybî, traş edilir, erkân üzre
tekbîrlerle tâc ve hırka giydirilip kemer bağlanır; öğütler verilir. Yer
gösterirler; erenlerin huzurunda diz çöküp edebiyle oturur.
Menâkıbnâme’de daha sonra Gaybî’nin maiyetindekilerin Abdâl Mûsâ
3 Güzel, a.g.e., s. 92.
144 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
dergâhına gelmeleri; bütün çabalarına rağmen onu götürememeleri;
Alanya Beyi’nin, oğlunun durumundan haberdâr olup Abdâl Mûsâ’yı,
Teke Beyi’ne şikâyet etmesi, Teke Beyi’nin Abdâl Mûsâ’yı cezalandırmak için askerleriyle dergâha gitmesi, Abdâl Mûsâ’nın gösterdiği
kerâmetle ölümü, Teke Beyi’nin öldüğünü duyan Alanya Beyi’nin
oğlunu Abdâl Mûsâ’ya teslim ederek geri dönmesi anlatılır.
Bundan sonrasında Gaybî; beyliğinden, atından, ihtişamlı giysilerinden vazgeçip Abdâl Mûsâ âsitânesinin bir kulu olur; ki giydiği bu
giysiyle (fakr libasıyla) dünyadan el çeker, kendisini mânâya verip
terk yolunu seçerek Hakk’a teslim olur. Onun bu hâlini gören Abdâl
Mûsâ, Gaybî’nin yüzüne bakıp:
“Gaybî, kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra Kaygusuz oldun.” der. Bu andan itibaren Gaybî Beğ’in adı “Kaygusuz” olur.
Bundan sonrasını Kasîde-i Dolâb’tan takip edelim: Kasîdede hikâyesi anlatılan ağaç, yüce bir dağda nice bir zamandır yaşarken Allah’ın
takdirince kesilir4. Yüzü üzre yıkılır; dalları, budakları kırılır. Boynuna
kement takıp sürüklerler; gelip geçenler üzerine basarak geçerler. Bağrını (Hz. Eyyûb’un bağrını kurtların yediği gibi) kurtlar yer; gözlerinden kanlı yaşlar akar. Hz. Zekeriyyâ’yı kestikleri gibi ağacı da biçerler;
yüreğine demir mıhlar çakarak onu dolap yaparlar. Dolap su üstünde
dönmekte, dost diyerek inilemektedir. Dolabın bu sergüzeşti,
Kaygusuz’un da sergüzeştidir. Zira, o da yüce bir makamda, bir
beyzâde olarak, maiyetindeki adamlarıyla (dalı ve budaklarıyla) yaşarken takdir gereği beyzâdeliğini terk etmiş, Abdâl Mûsâ’ya mürîd
olmuştur:
Abdâl Mûsâ’ya kul oldı cândan5
Çekdi elini iki cihândan
4 Güzel, a.g.e., s. 124. Kasîde-i Dolâb/19. beyit: “Kazâ irdi meger dest-i kaderden/Ki
bir şahs irişüb çaldı bıçağı”
5 Kaygusuz Abdâl’ın mürettep bir dîvânı yoktur. Muhtelif yazmalarda iki yüzden
fazla manzûmesi görülmektedir. Bunların en iyisi Marburg nüshasıdır. (bk.: Divan-ı
Kaygusuz, Marburg, Staatsbibliothek Ms. or. Oct. 4044, vr. 288a-340b. Ayrıca bk.:
Nûruosmaniye, nu: 4904; Ankara Genel Kitaplığı, nu: 52; Süleymâniye Ktp., Düğümlü Baba, nu: 411/1; Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî Bölümü, nu: 909; nu: 979;
İstanbul Belediye Kütüphânesi, OE, nu: 663.
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
145
Seyr ü sülûk insanı halktan Hakk’a, çokluktan birliğe cehilden ilme ve irfâna yükselten bir mânâ eğitimidir. Bu eğitimin sonunda her
işin, oluşun fâilinin Allah olduğu, varlığın Hakk’ın varlığından ibaret
olduğu hakîkatine ulaşan mürîd tevhîde erer. Bu yolculukta mürîd,
kılavuzunun/mürşidinin tavsiye ve telkinlerine göre davranarak nefsî
istek ve arzularını, kötülükleri terk eder, arınır. Bunları yaparken şüphesiz kayıtsız, şartsız mürşide bağlılık en önemli husustur. Kaygusuz,
bu hususu şöyle dile getirir.
Kend’özini mürşide ver tâ bilesin Hakk nedir
Nice bir susuz gezersin gel beri hayvânı gör
Üstâd olana şâkirdlik eyle
Üstâd olasın sen dâhi üstâd
Cenab-ı Hak işlerini İnsanın eliyle işler. Mürşid-i kâmil adeta
Hakkın gören gözü, konuşan dili, yapan eli mesabesindedir. Allah
adına fâil olan Mürşid-i kâmile bey’at, dolayısıyla Allah’a imân ve
bağlılıktır. Âdeme secde esasen Hakk’a secde demektir. Cenab-ı Hak
bir âyetinde “Allah, imân edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 2/257) buyurmaktadır. Dolayısıyla mürşid, mürîdi
karanlıklardan aydınlığa, nefs-i emmâreden nefs-i sâfiye mertebesine
çıkaran, onu çokluktan çekip birliğine ileten ve kötülüklerden koruyan
kişidir. Kaygusuz Pîrin nefesini haklayan, yani emrine râm olan dervişin Pîr tarafından korunacağını söyler:
Tâlib oldur pîrin nefesin haklar
Pîr oldur tâlibi hatâdan saklar
Çalınır kudümler altun sancaklar
Tuğlar gelür Sultân Abdâl Mûsâ’ya
3.1. Edeb
Mânevî terbiyede/eğitimde amaç, mürîdin Allâh’ı ve kendini
bilmesi, yani “Men ‘arefe nefsehu fekad arefe rabbehu / Nefsini bilen
Rabb’ini bilir”i gerçekleştirmektir; ki bu da edeb ile mümkündür.
Edeb insanın eline, diline, beline hâkim olmasıdır. Ebcede göre edeb
kelimesinin toplam değeri yedidir (‫=ادب‬1+4+2=7). Bu da edebin yedinci nefs mertebesine, yani nefs-i sâfiyeye ulaşıldığında tam olarak
ortaya çıkacağını gösterir. İnsan o mertebeye gelinceye kadar yedi
146 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
mertebeden geçer ki bu mertebelerin ilki, insanın karanlıklar içinde
veya bedeninin emrinde olduğu mertebe olan nefs-i emmare mertebesidir. Kaygusuz bu mertebeyi şöyle dile getirir:
Nefs-i zulmet bu vücûd’a dirler
Sen zulmet içinde nûr-ı îmân
İnsan nefs-i sâfiye mertebesine geldiğinde, her şeyin kendisinden
farklı olmadığını, kendi nefsinin eşyânın aslıyla aynı olduğunu görüp
edebe ulaşır. Kaygusuz Abdâl edebin insân-ı kâmilin işi olduğunu
belirtir:
İnsân-ı kâmil işidir ibâdet ü takvâ
Bu zühd ü tâat u savm u bu edeb u erkân
Kaygusuz’a göre imânın, her türlü ibadetin aslı edeptir.
Gaflet içünden uyan
Edebsüz olma iy cân
Edebdür asl-ı îmân
Var edeb ögren edeb
Edebdür asl-ı tâ’at
Küllî sıfât cümle zât
Varlıgun edebe sat
Var edeb ögren edeb
3.2. Kibri Terk
Mânevî eğitimin bir basamağı da kibrin terkidir. Kaygusuz, pek
çok şiirinde kendini beğenmişliğin, kibrin terk edilmesiyle gönlün aşk
ile nurlanacağını, kibirle gönlün taşlaşacağını belirtir.
Gel gel i gönül neye gerek ucb ü tekebbür
Kibri ko gönül tâ olasın aşk ile pür-nûr
Dirîgâ hayf dirîgâ bilmedün özün
Bu kibr ü acîb tekebbür bagrını eyledi daş
Ucb (kendini beğenme), tekebbürlük ve riyâ, âşıkta bulunmaması
gereken vasıflardır. Zira, Kaygusuz’a göre girilen bu yolda aşk işi
mürâîliği kaldırmaz.
Sıdkın safa kıl aşk işi riyâyı götürmez
Aşka batur seni gönül ikrâr-ı bikrün
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
147
Tasavvufî makamların ilki sayılan tevbe, günahtan rücû edip
Hakk’a yönelmektir. Bir başka ifâdeyle sâlikin, İslâm’ın rûhuna aykırı
davranışlardan uzaklaşarak içtenlikle güzel huylara yönelmesidir.
Kur’ân-ı Kerim’de istiğfar ve tevbe buyurulur: “Ey mü’minler tevbe
ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”(Nûr/31); “Ey imân edenler! Allâh’a içtenlikle
tevbe edin. Umulur ki Rabb’iniz sizin kötülüklerinizi örter.” (Tahrîm/8);
“Rabb’inizden bağışlanma dileyin, sonra da tevbe edin ki sizi belirlenmiş bir
süreye (ömrünüzün sonuna) kadar güzel bir şekilde yararlandırsın ve her
fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hûd/3).
3.3. Tövbe
“Tasavvufta tevbe, bir irkilme, teyakkuz, cezbe ve Hakk cânibine
yöneliştir”6 Kaygusuz Abdâl, Şeyh Abdâl Mûsâ’nın huzurunda yaşadıklarından sonra, o güne kadar yaptıklarından, yaşadıklarından derin
bir pişmanlık duyarak Abdâl Mûsâ’ya kul olur. Ona göre, tevbe pişman olmaktır. Abdâl Mûsâ’nın huzuruna gelinceye kadar geçirmiş
olduğu ömür, ona göre câhilliğinden dolayı hiç yere harcanmış bir
ömürdür:
Ömürin hiç yire harc itdügünden
Câhil kendü işine pişman oldı
Tevbe kıl özüni oda yakmagıl
Su gibi her gördügine akmagıl
3.4. Mücâhede ve Riyâzat
Sâlikin nefsine galip gelmesi, nefsinin arzu ve isteklerini yerine
getirmemesi yönündeki çabaları tasavvufî dilde mücâhede olarak
adlandırılır. Sâlikin nefsin mertebelerini geçerek kâmil insan olması,
zorlu bir nefis terbiyesiyle mümkündür. Bu da riyâzat ve mücâhede
ile olur. “Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzat da nefsi bu işe alıştırmaya çalışmaktır.”7 Kaygusuz bunun için kanaat sahibi olmanın
gerektiğini, kim kanaat sahibi ise, onun amacına ulaşacağını söyler:
Kanâat gencini her kim ki buldı
Saâdet mülkine sultân olubdur
6 H. K. Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İst. 2000, s. 161.
7 Yılmaz, a.g.e., s. 191.
148 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Kur’ân-ı Kerim’de mücâhede, mânevî cihad olarak geçer. Sözgelimi, Ankebût sûresinin 69. âyetinde “Bizim uğrumuzda cihad edenler
var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz” şeklinde
buyurulmaktadır. Kaygusuz Abdâl, nefsin terbiyesi için dünyevî lezzetlerin terk edilmesini, Nefs-i sâfiye mertebesine varmak için
evliyânın dâmeninden tutulmasını tavsiye eder. Zira, nefs terbiyesi,
mürşidin kılavuzluğunda gerçekleşecektir.
Cehd idüb terk eyle nefs-i şehveti
Mihnetine değmez anun lezzeti
Cehd eyle hemân ışk eteğine elün irsün
Işk sâfi kılur seni gönül hiç melâl olma
Sen dahı cehd eyle imdi hümâm
Evliyâlar eşigin eyle makâm
İmdi (gel) cehd eyle bu yola düriş
Evliyânun dâmenin tut budur iş
Mücâhede ve riyâzatın uygulama şekli olarak açlık ve az yemek,
az uyumak ve az konuşmak şeklinde üç esası vardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Gecenin bir kısmında O’na secde et; geceleyin de O’nu uzun uzadıya tesbih et” (İnsan/26) buyurulmaktadır. Kaygusuz, geceler uyumaz;
gecelerini ibadet ve tesbihle geçirir. Çünkü nefs terbiyesi öyle kolay
bir iş değildir; bir filin taşıyamayacağı veya katlanamayacağı bir yükü, gereklilikleri vardır.
Gündüzün bu aşk benim arturdı âh u feryâdum
Giceler gözlerime uykuyı harâm eyledi
Her gice gönül gözlerüme uyku harâmdur
Ta subha degün tesbihüm âh u figan oldı
Çekilmez ammâ çekdik çar-nâ-çar çille-i ‘aşkı
Tahammül idemez fil çekemez bar-i girândır bu
3.5. Halvet
Nefs terbiyesinde açlığa, az yemeye, az uyumaya ve az konuşmaya halvet veya uzlet8 de dâhil edilir. Mürşidin buyruğu ile sâlikin,
8 Halvet, genel olarak süresi belli olan bir yalnızlık, uzlette ise süresi belli olmayan
bir yalnızlık ve kişinin keyfiyeti söz konusudur.
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
149
tekkenin çillehânesinde/halvethânesinde inzivaya çekilmesi halvet
olarak adlandırılır. Sâlikin açlık, az yeme, az uyuma, az konuşma,
hattâ hiç konuşmama esaslarına uyarak murâkabe etmesi, gönlünden
mâsivâyı temizlemektir. Kaygusuz, halvet mekânının yâr ile buluşulacak, yalnız kalınacak yer olduğunu, her an sadakat ve samîmiyetle
Allâh’ı düşünenler için ise, halvet yerinin aslında kişinin gönlü olduğunu belirtir.
Halvet olucak yâr ile yâr gülşen içinde
Tâvûs gibi yâr cevlân idüp gezdügi hoşdur
Sarâyî’nün safâ sıdkıyla her dem
Gönli bu ışka halvet ü odadur
Mürşid, L. Filiz’in9 ifâdesiyle “Kur’an’la ikiz kardeş olmuş” ve
Hz. Peygamber’in vasıflarını taşımakta olan kişidir. Sâlik, bu gerçeği
idrak ederek mürşidinin işaret ettiği yönde zikr ve ibadetle meşguliyeti ölçüsünde birtakım tecellîlere mazhar olur; “ben” fikrinden
uzaklaşmaya, kendisine ait sandığı bedenin Allâh’a ait olduğunu
idrak etmeye başlar. Bu süreçte sâlik, sağlam inanç, hâlis niyet ve
tevekkül hâli içinde olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Mü’minler, yalnız
Allâh’a tevekkül etsinler” (Âl-i İmrân/122); “Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân/159); “Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül ederler”
(Zümer/38) şeklinde, tevekküle birçok âyette yer verilmiştir. Kaygusuz
da:
Sabır seccâdesün altına salmış
Tevekkülde kuşanmışdur kuşagı
derken sabrı seccade ettiğini, müridlik kuşağını tam bir teslîmiyet,
tevekkül hâli içinde kuşandığını söyler. Zira tevekkül, Allah’tan gayrı
fâil ve O’ndan gayrı güvenecek varlığın olmadığını idrak eden sâlikin
hâlidir. Kaygusuz, Abdâl Mûsâ’ya intisab ederken tam bir iman ve
güvenle, yani Allâh’a güvenerek, dayanarak müridlik kuşağını kuşanmıştır.
9 L. Filiz, Noktanın Sonsuzluğu II. Kitap, Pan Yay. (8.b), İst. 2009, s.145.
150 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
3.6. Zikir
Zikir, Allah’ı anmak, sürekli hatırlamak, “Allah” adını dile dolamak anlamındadır. Kur’ân-ı Kerim’de bir âyette: “Rabb’ini, içinden
yalvararak ve korkarak yüksek sesle olmayan bir sesle sabah akşam zikret ve
gafillerden olma!” (A’râf/205) şeklinde zikrin gerekliliğinden, gafilliği
giderici oluğundan söz edilirken, diğer bir âyette de: “Onlar, inananlar
ve kalpleri anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki kalpler ancak Allâh’ı
anmakla huzur bulur” (Ra‘d/28) buyurulmaktadır.
Kaygusuz Abdâl, şiirlerinde zikri tesbîh ile birlikte kullanır; ki
tesbih etmek de “Sübhânallâh” kelimesini söyleyerek Allâh’a ta’zîm
etme demektir. Ona göre aşk ile, şevk ile Allâh’ı zikr ve tesbîh etmek,
Hakk’a vasıl olmaktır:
Tesbîh ü zikrüm hemîşe yâ hû direm yâ hû direm
Her lahza her dem her sâ’at lâ bilmez illâ hû direm
Vuslat şarabun ışk elime sunalı günden
Işkla gönül tesbih ü zikrimiz ene’l-Hak
Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Eğer Allâh’a karşı gelmekten
sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/29) şeklinde
buyurulmaktadır. Allâh’a karşı gelmekten sakınmak, O’ndan korkmak ve kişinin bu korku ile kalbini kötülüklerden arındırması takvâ
olarak adlandırılır. Kaygusuz Abdâl’a göre, Allâh’ı bilmek ve O’ndan
korkmak, yani takvâ işin aslıdır.
Her bir işin aslını bilmek dilersen hoca
Takvâyı sen kabûl it zünnârı tersâya vir
4. Sonuç
Tasavvufî terbiye ve eğitim, kişinin tam bir imân ve hâlis niyetle
bir mürşide müracaatı, mürşidin de bu müracaatı değerlendirerek kişiyi mürîd olarak kabul ettiği takdirde, bu kişiye kılavuzluğu ile gerçekleşen bir süreçtir. Sülûk, kişinin kendinden kendine yolculuğu,
İçindeki Allâh’ı arama çabasıdır. Kaygusuz, bunun insanın kendini
bilmesi, vücûdun tekliğini, birliğini idrak etmesi yolculuğu olduğunu
belirtir:
Kaygusuz Abdal’a Göre İnsanın Mânevî Eğitimi / M. Sever •
151
Ey tâlib olan yâr-i mahrem
Hakk seninle biledûr her dem
Mabûd vücûdunda bile mevcûd
Zâhir ü bâtununda biledûr hem
Bir anlayu bak ki gayrı yokdur
Oldur vücûdunda nefes ü dem
Ol mûr’sun ki var idün ezelde
Dü heft ü mâh’da olmaya kem
Her mutasavvıf şâir, kendi sergüzeştini şiirleri vasıtasıyla sonra
gelenlere aktarır. Yaşadığı hâlleri dile getirme, kişinin söz söyleyebilme kabiliyeti ile orantılıdır. Kaygusuz Abdâl, şiirlerinde doğrudan
olmasa da kendi sülûkunu dile getirir. Sülûkunu tamamladıktan sonra
çıktığı seyahati Menâkıbında anlatılır; ki burada anlatılanlar da çevresindeki mürîdler için eğitim ve terbiye işlevindedir. Kaygusuz’un şiirlerinde kullandığı terbiyevî sözler, ferdî kusur ve eksiklikleri dile getirmekten öte, tasavvufî eğitim ve terbiyenin genel esaslarını işaret
eden sözlerdir. Tasavvufî bir gelenek olarak tarîkat büyüklerinin tekke
muhitlerinde okunması amacıyla manzum veya mensur eserler meydana getirdikleri bilinmektedir. Kaygusuz’un eserleri de bu mantıkla
meydana getirilmiş, kendi yaşadığı tecrübelerin söze dökülmüş halleridir.
Kaynaklar
GÜZEL, Abdurrahman, Kaygusuz Abdâl Menâkıbnâme’si, TTK Yay. Nu.: 11,
Ankara, 1999.
FİLİZ, Lütfi, Noktanın Sonsuzluğu II. Kitap, Pan Yay. (8.b), İst. 2009.
----------------, Noktanın Sonsuzluğu IV. Kitap, Pan Yay. (7.b), İst. 2010.
Kur’ân-ı Kerim Meâli, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.(14.b), Ank. 2007.
TATCI, Mustafa, İşitin Ey Yârenler, İstanbul 2009.
YILMAZ, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İst.
2000.
Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk
Arş. Gör. Muhammed BEDİRHAN
Diğer pek çok sûfî şâir gibi Eroğlu Nûrî hazretlerinin de şiirlerinin ana teması insanın seyr u sülûkudur. Biz bu tebliğimizde Eroğlu
hazretlerinin dîvânında yer alan ve özellikle bu temanın belirgin olarak işlendiği bazı beyitler çerçevesinde konuyu ele almaya çalışacağız.
Tasavvuf, âlemin var oluş gayesinin mârifet yani bilgi olduğunu
söyler. Çünkü Hakk bilinmeyi istemekte, bundan dolayı da âlemi
yaratmaktadır. İnsan ise bütün bir varlığın özeti konumunda olması
nedeniyle âlemde özel bir yere sahiptir. Zîrâ insan düşünebilen, düşündüğünü düşünebilen ve düşündüğünü ifâde edebilen bir varlıktır.
Yine insan, dînin bize bildirdiğine göre âlemin hakîkatleri olan ilâhî
isimleri toplu olarak bilebilen yegâne varlıktır. Allah ilk insana bütün
ilâhî isimleri öğretmiş ve onu meleklerden üstün kılmıştır. Onu yeryüzünde kendisine halîfe yapmış ve âlemi onun emrine boyun eğdirmiştir. İnsanın âlemdeki diğer şeylerden daha üstün olmasını temin eden şey ise onun taşıdığı hakîkatte gizlidir. Aslında insanın ve
her varlığın hakîkati Hakk’ın ilminde birbirinden ayrışan
nisbetlerden ibarettir. Bununla birlikte insanın taşıdığı hakîkat diğer
hakîkatleri de kuşatan ve içinde taşıyan bir hakîkattir. Bu nedenle
insan âlemin küçük bir nüshası durumundadır.
İnsan, bu yapısı itibariyle âlemde Hakk’ın bilinme muradı açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. İşte bu yüzden yine dînin
bildirdiği üzere yerlere ve göklere arz edilen fakat onların taşımaktan
kaçındıkları emaneti o yüklenmiştir. En genel anlamıyla bu emânet
dînî yükümlülük ve sorumluk olarak yorumlanır. Bu ise kul Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf A.D., Çanakkale.
154 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
luk/ubûdiyet kavramının açılımından başka bir şey değildir. Yine
din bize insanın yaratılış gayesinin ancak ibâdet etmek olduğunu
haber verir. Bahsi geçen ibâdet ise tefsir âlimlerinin pîri diyebileceğimiz İbn Abbâs tarafından Allah’ı tanımak şeklinde yorumlanmıştır.
Dolayısıyla insanın yaratılışındaki amaç da mârifettir.
1. Nefsi Bilmek, Sübhân’dan Haberdar Olmak
Ey “nefsimi bildim” diyen, Sübhân’dan haberin var mı?
Zâhir-bâtın, nedir ma’nâ, Kur’ân’dan haberin var mı?
İnsanın Sübhân’dan haberdâr olması yani her türlü eksikliklerden münezzeh olan Allah’ı tanımasının yolu nedir? Bu sorunun cevabı “Nefsini bilen Rabbini bildi” hadisinde gizlidir. Bu hadiste nefsi
tanımak yaratıcıyı tanımanın basamağı olarak görülmektedir. Sûfîler
insanın nefsini tanımasının ancak seyr u sülûk ederek kendi
hakîkatine ve var olmazdan önceki hâline geri dönmekle mümkün
olacağını söylerler. Sülûkun sonu olan var olmazdan önceki hâl,
sâlikin Allah’ın ilmindeki sâbit, basit ve bir olan hakîkatidir ve insan
Allah’ın ilmindeki bu hakîkatten maddî âleme gelmiştir. Buradan
hareketle tasavvufun nefs anlayışının sudûr nazariyesi çerçevesinde
gelişmiş bir anlayış olduğu sonucuna varabiliriz. Buna göre insanın
hakîkati Allah’ın zaman üstü bir âlem olan ilminden ve maddeden
mutlak mânâda soyutluk mertebesinden bu maddî âleme inmiş ve
dört unsurun çeşitli bileşiklerinden oluşan beden içerisinde ete kemiğe bürünerek zuhûr etmiştir. Bu iniş insanın var olmazdan evvel bildiği şeyleri kendisine unutturmuş, insanla Allah arasında bir perde
olmuştur. İnsanın maddî var oluşunun çeşitli terkiplerden meydana
gelmesi ve insanın sâbit, basit ve bir olan hakîkatinin bu terkiplerle
birleşmesi bu cehâletin nedenidir. Zîrâ insan artık Allah’ı ve diğer
hakîkatleri bilmesini temin eden nisbeti yani birlik ve basitliği kaybetmiştir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere insan ilâhî ilimden bu âleme
doğru yaptığı iniş yolculuğunda geçmiş olduğu bütün varlık mertebelerinden o mertebelere ait özellikleri ve tesirleri alarak en yoğun
varlık katmanı olan madde dünyasına ulaşmıştır. Şimdi kendi
hakîkatini ve dolayısıyla Rabbini tanıyabilmek için ona gereken şey
yükseliş yolculuğunu da yaparak tekrar var olmazdan önceki duru-
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
155
muna dönmesidir. Tasavvuf bu yolculuğu seyr u sülûk ve tahlil
mîrâcı olarak tanımlar. İnsan bu yolculukta maddî âleme gelmezden
önce geçtiği her varlık mertebesine teker teker uğrayarak oradan aldığı renk ve etkileri birer birer bırakır ve ilâhî ilim mertebesindeki
hakîkatine ulaşır. Bu yükseliş sayesinde nefsin, Rabbini ve diğer
hakîkatleri bilmesinin önündeki engeller kalkmış olur. Zîrâ nefs,
kendi birliğine ve basitliğine ulaşmıştır. Böylece ilk ilkeyi yani Allah’ı
ve diğer hakîkatleri bilmesi için gerekli olan hükmü gerçekleştirecek
münasebeti tesis etmiştir.
2. Nefsi Bilmeye Giden Yol: Seyrandan Haberdar Olmak
Nüsha-i kübrâdır insân, hazînedir cümlesine
Arşdır mü’minlerin kalbi, seyrândan haberin var mı?
Sülûk kelimesi sözlükte bir şeyin başka bir şeyin içine girmesi,
ona nüfuz etmesi ve yola girmek, yol almak gibi anlamlara gelir. Tasavvuf terimi olarak sülûk aşağı âlemden yukarı âleme yükseliş ve
mânâda âlemleri ve menzilleri geçmek, kötü ahlâkı giderip iyi huylarla kendini bezemek şeklinde târif edilir. İnsanın mânevî mertebelerde yükselişini ifâde ederken sülûk tâbiriyle birlikte kullanılan seyr
ise sülûk ile benzer anlamlar içermekle birlikte bazı yönlerden ondan
ayrışır. Tasavvuf terminolojisinde seyr cehâletten ilme, kötü ahlâktan
güzel ahlâka ve kişinin kendi varlığından Hakk’ın varlığına doğru
mânevî ve kalbî bir hareket şeklinde târif edilir. Bu anlamda sülûk
seyrin şartıdır. Kişi tarîkatta ilerleme kaydetmek için öncelikle nefsi
ile şiddetli bir savaş durumuna girer ki bu tasavvuf ıstılahında
mücâhede olarak adlandırılır. Bu mücâhedeler netîcesinde mânevî
yolda ilerlemeler kaydeden kişi sülûk etmeye yani nefs mertebelerinde ilerlemeye başlar. Bu şartın yerine getirilmesi netîcesinde ise kişi
mânevî âlemlerle ilgili şeyleri seyre başlar. İşte bu seyr u sülûk
tâbirinde ifâde edilen seyrdir.
Seyr genel itibariyle iki kısımda mütâlaa edilmiştir: Seyr-i nüzûlî
(iniş seyri), seyr-i urûcî (çıkış seyri). İnsanın çeşitli varlık kademelerinden geçerek bu maddî âleme ulaştığı hem aklen hem de naklen
kesin olan bir durumdur. İnsanın aslı rubûbiyyet âlemine aittir. İnsan
bu asıldan ayrılarak küllî akıl, küllî nefs, dokuz felek, dört unsur ve
üç müvelled (türeyen)’i geçerek insan olmuştur. Dolayısıyla âlemde
156 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
en son ortaya çıkan varlık insandır. İşte insanın bu var oluş serüvenine seyr-i nüzûlî adı verilir.
Bununla beraber insan mertebesi taşıdığı ezelî istidat gereği bütün mertebeleri içeren bir yapıya sahiptir. Bu nedenle insan, seyri
sırasında daha önce geçtiği âlemlerden mânen tekrar geçerek asıl
vatanına döner. İnsanın aslına doğru yaptığı bu seyr ise seyr-i urûcî
adını alır. Bu seyirde geçilen yola ise tarîkat denir. Tarîkat görünür ve
görünmez engelleri aşarak kalbden Allah’a sefer etmektir. İnsanın
Allah’a doğru yolculuğu önce duyuları ile başlar. Duyular insanda
doğasında yaratılıştan bulunan şeylerdir. Daha sonra akıl vâsıtasıyla
yolculuğuna devam eder. Yalnız bu akıl insanın günlük işlerini yapmasında kullandığı ve sebep sonuç ilişkisinden ötesini görmeyen
akletme gücü değildir. Bu akletme insanın duyularla algılanamayan
fakat akılla bilinen şeyler âlemine yükselmesine neden olur. Bunlar
küllîler âlemidir. Bundan sonra ise sâlik Allah’ın nuru ile seyrine devam eder.
Seyr-i urûcînin küllî olarak dört seyir olduğu kabul edilir: seyr-i
ilallâh, seyr-i fillâh, seyr-i maallâh ve seyr-i anillâh. Ancak Osmanlı
döneminde yaşayan bazı sûfîler seyr-i alellâh, seyr-i lillâh ve seyr-i
billâh seyrlerini de ekleyerek bu seyrlerin sayısını yediye ikmâl etmişlerdir.
Seyr-i urûcî’nin ilk seyri olan seyr-i ilallâh, sâlikin Allah’a doğru
yolculuk yapmaya başladığı ilk mertebedir. Bu mertebeyi bazı sûfîler
birliğin yüzünden çokluk perdesini kaldırmak diye târif ederler. Bu
mertebede sâlik dünyevî bazı şaibeler içerisinde olmakla birlikte
Hakk’a yönelir. Seyr-i lillâh, sâlikin dünyevî bağlardan kurtularak
ancak âhirete ve bir takım irfânî bilgilerin elde edilmesine yönelik
amaçlarla Hakk’a yöneldiği seyrdir. Seyr-i alellâh, sâlikin âhirete ve
bir takım mârifetlere yönelik amaçlardan kesinkes kurtularak yalnızca Allah’ı gaye edindiği seyrdir. Sâlik bu mertebede ilâhî isimleri ve
sıfatları müşâhede ederek Allah’ı müşâhede etmiş olur. Seyr-i
maa’llâh, Allah ile beraber ve O’nun huzurunda isimler ve sıfatları
müşâhede etmektir. Bu mertebede ikilik devam etmekte olup sâlik
henüz tam bir fenâ hâlinde değildir. Zîrâ bu mertebede sâlik hem
kendisini hem de Hakk’ı görmektedir. Seyr-i fi’llâh, Allah’ta seyr anlamına gelir. Sâlikin ikilik, isimler, sıfatlar ve birliktelik gibi durum-
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
157
lardan kurtularak sırf ilâhî zâtın tecellîlerine tecellîgâh olmasıdır. Bu
seyrin sonu yoktur. Çünkü Hakk Teâlâ’nın nihâyeti yoktur. Seyr-i
ani’llâh sâlikin âlemdeki şeylerin hakîkatlerinde Allah’ın güç ve
irâdesini keşf ve müşâhede yoluyla bilerek bütün sevk ve idare işlerini Allah’a bırakmasıdır. Sâlik bu mertebede cem makāmından fark
makāmına gelmiş ve sekr yani sarhoşluk hâlinden sahv yani ayıklık
hâline geçmiştir. Bu mertebede sâlik Allah’tan tekrar âleme döner. Bu
dönüş varlığın Hakk’tan ilk ayrılışındaki dönüşten farklıdır. Bu dönüşte sâlik Hakkānî varlıkla var kılındığı için kendisini gaflet bürümez ve daha önce gāfil olarak geçtiği âlemlerden Hakk’tan gāfil olarak geçmez. Aksine Hakk’ın varlığı ile dopdolu olmuştur. Bundan
dolayı bu fark hâline ikinci fark hâli de denir. Seyr-i billâh sâlikin
hayatının Allah Teâlâ’nın hayatında fânî olması ve kendi beşeriyetini
görmemesi ve yokluğa dalması ve mutlak varlık demek olan Hakk’ı
yine Hakk’la birlemesidir. Bu durumda sâlik sanki hiç var olmamış
gibi olur. Böylece Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanır. Kendi varlığını yok
ettiği için de Hakk’ı birlediğinde aslında Hakk kendi kendini birlemiş
olur.
Seyrde yapılan hareketin dâiresel bir hareket olduğu kabul edilir.
Çünkü eğer seyr hareketi düz bir hat izleyecek olsa insan kaynağından ayrıldıktan sonra kat ettiği her mesafe onu kaynaktan daha da
uzaklaştıracaktı. Aksine seyr sırasında insanın kaynağa olan uzaklığı
kısalmakta en sonunda kaynağa ulaşmaktadır. Bununla beraber kaynağa ulaşan kişinin yolculuğu tekrar başlar. Bir farkla ki, yeniden
yola başlayan kişi artık geçmişte geçtiği yolları bilerek seyretmektedir.
3. Gönlün Yedi İklimi: Nefsin Mertebeleri
Gir gönüle, taşra kalma, yedi iklîmden haber al
Hakka’l-yakîn sana farzdır, Rahmân’dan haberin var mı?
Tasavvuf tarihi boyunca nefsin sülûku ve mîrâcının nasıl gerçekleşeceği konusu sûfîlerin en fazla dikkatini çeken alan olmuştur desek
abartmış olmayız. Zîrâ tasavvuf tarihini incelediğimizde bu konuyu
işleyen pek çok eserin kaleme alınmış olunduğunu görürüz. Nefs
konusunda müstakil kitap kaleme alan ilk yazar Sülemî’dir. Uyûbu’nNefs ve Müdâvâtuhâ ismini taşıyan bu eserde Sülemî, nefste görülen
158 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
hastalıklara ve bunların tedavilerine yer verir. Sülemî, âriflerin
sülûkuna dâir de Sülûku’l-Ârifîn isimli kısa bir risâle kaleme almış ve
bu risâlede âriflerin sülûk sırasında geçtikleri merhâleleri açıklamıştır. Kuşeyrî, Serrâc, Hücvîrî, Ebû Tālib el-Mekkî, Ruzbihân Baklî gibi
isimler ise nefs konusunda müstakil eser yazmamış olmakla beraber
bu konuya eserlerinde yer veren müellifler arasındadır.
el-Hâris el-Muhâsibî gibi kimi sûfîler ise neredeyse bütün yazdıklarını bu konuya hasretmişlerdir. el-Muhâsibî tasavvuf tarihi içerisinde nefs hakkındaki fikirlerini kapsamlı ve teorik bir zemin içerisinde ifâde eden sûfîlerdendir. Yazdığı eserlerde insanın tabîatı ve
onu kurtuluşa götüren yollar üzerinde durmuştur. Ayrıca kendini
kontrol etme ve hesaba çekme görüşü ile tasavvufun ahlâk anlayışının kurucuları arasında yerini almıştır.
Hakîm et-Tirmizî de nefs konusunda yazan önemli sûfîler arasında yer alır. el-Muhâsibî gibi onun da bütün eserlerinde nefs meselesine dikkat çektiğini görmekteyiz. Tirmizî’nin nefs hakkındaki görüşlerinin oluşmasında el-Muhâsibî’nin payı büyüktür. Tirmizî’nin
eserlerinde göze çarpan kimi görüşler ile el-Muhâsibî’nin görüşleri
arasında paralellikler bulunmaktadır. Tirmizî’nin dikkat çeken önemli bir yanı ise ilk defa nefsin mertebelerinden söz eden sûfîlerden oluşudur. Tirmizî’nin bu tasnifi sonraki dönemlerdeki gibi sistemli olmayıp sâdece Kur’ân’dan aldığı kavramlara dayanan dörtlü bir tasniftir. Bununla birlikte Tirmizî nefs mertebeleri tasnifi 1. Emmâre 2.
Mülheme 3. Levvâme 4. Mutmainne şeklindedir. Bu da çoğunlukla
yapılan 1. Emmâre 2. Levvâme 3. Mülheme 4. Mutmainne şeklindeki
sıralamadan farklıdır. Tirmizî ayrıca bu nefs mertebelerini Kur’ân’da
bahsi geçen dört kavramla ilişkilendirir. Buna göre Nefs-i Emmâre
sadrla, Nefs-i Mülheme kalble, Nefs-i Levvâme fuâd ile ve Nefs-i
Mutmainne ise lübb ile ilişkilidir. Tirmizî bütün bu nefs mertebelerini
birer kuşa benzeterek onların özellikleri ve yuvaları hakkında bilgiler
verir. Tirmizî yalnızca nefs hakkında bilgi vermekle kalmamış ayrıca
seyr u sülûk hakkında da müstakil eserler kaleme almıştır. Sonraki
dönemlerde ele alındığı gibi belirgin olmasa da Tirmizî’nin sülûk
anlayışında da ilâhî bir âlem ve var oluş öncesi bir vatan fikrinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Ona göre insan bu âlemde var olmazdan
önce elest vatanında bulunmaktaydı. İnsan bu vatandan ayrılıp dün-
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
159
ya hayatına gelmiştir ve burada yaptığı amellere göre âhiret yurdundaki gideceği yeri belirleyecektir.
Nefs hakkında kapsamlı bilgiler veren ve onun mertebelerini anlatan bir diğer önemli yazar da İmam Gazâlî’dir. Gazâlî nefs anlayışını konu edinen müstakil eserler kaleme aldığı gibi ayrıca bu konuyu
parça parça diğer tasavvufî eserlerinde işlemiştir. Yazdıklarından
hareketle onun nefs anlayışının en azından bir bölümünün İbn Sînâ’cı
bir anlayışa dayandığını söylemek sanırız yanlış olmaz. Özellikle
Meâricu’l-Kuds isimli eserinde nefsi ele alış biçiminde bu anlayış hakimdir. Bu eserde Gazâlî nefsin tanımını, güçlerini, nefsteki
fazîletlerin ve rezîletlerin kaynağını inceleyerek sülûkun felsefî teorisini kurmaya çalışır. Bu çaba daha sonra özellikle İbnü’l-Arabî ve
Sadreddin Konevî gibi isimlerin görüşleriyle kemâle erdirilecek ve
oradan da Osmanlı dönemi müelliflerine aktarılacaktır. Ayrıca İmam
Gazâlî nefsi mertebelere göre ele alan sûfîlerdendir. Gazâlî nefsi 1.
Emmâre 2. Levvâme 3. Mutmainne şeklinde üçlü bir şekilde tasnif
etmiştir.
Avârif müellifi Sühreverdî de nefs konusunda Gazâlî’yi izleyenlerdendir. Sühreverdî de selefleri gibi nefsi insandaki kötü huyların
kaynağı olarak görür. Nefsin kötülüklerinin kaynağı konusunda ise
Gazâlî’nin görüşünü benimser. Buna göre nefsin şehvet ve gazap
güçleri insandaki kötülüklerin kaynağıdır. Sühreverdî’ye göre nefsin
Emmâre, Tâibe, Levvâme ve Mutmainne mertebeleri vardır ve bunlar
nefsin kemâldeki muhtelif derecelerini temsil ederler.
Kübrevîliğin pîri Necmeddin Kübrâ’da nefs mertebeleri hakkında bilgi veren müellifler arasında yer alır. Fevâihu’l-Cemâl isimli eserinde nefsi Emmâre, Levvâme ve Mutmainne olmak üzere üç ana
mertebede inceleyen Necmeddin Kübrâ diğer sûfî müelliflerden farklı olarak ilk defa bu nefs mertebelerinde ortaya çıkan hâller ve
vâkıalara değinir.
Nefs mertebelerinin yedili tasnifi ilk olarak atvâr-ı seb’a anlayışının ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. Atvâr-ı seb’a anlayışı ilk
olarak Eroğlu Nûrî’nin de bağlı bulunduğu silsiledeki isimlerden biri
ve Zâhidiyye tarîkatının pîri olan İbrahim Zâhid Geylânî tarafından
tesis edilen bir sülûk sistemidir. Bu anlayış insanın yedi tavrı oldu-
160 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ğunu kabul eder. Nefsin mertebeleri de bu tavırlarla ilişkilendirilip
yedi mertebe şeklinde tasnif edilmiştir. Daha önceki sûfî yazarlar
tarafından kendisinden söz edilmeyen bu durum aslında yukarda
zikrettiğimiz üçlü ve dörtlü tasnifin açılımından başka bir şey değildir. Buna göre nefsin Mutmainne mertebesi aslında üç mertebeyi içeren bir mertebedir ve bu mertebelere basamaklık eder. Bu mertebeler
Râziye, Merzıyye ve Kâmile (Sâfiye) mertebeleridir. Atvâr-ı seb’a
anlayışı İbrahim Zâhid Geylânî’den sonra onun silsilesini takip eden
sûfîler ve diğer bazı tarîkatlar tarafından seyr u sülûk usûlü olarak
kabul edilmiş ve geliştirilmiştir.
4. Hakk’ı Bulmak, Kâmil Mürşide Varmak
Sevenden bilinir sevmek Hudâ’yı
Sevilmez böyle erkân olmayınca
Mürşid, bazı tasavvuf ıstılahlarında Allah’ı kula, kulu da Allah’a
sevdiren kişi diye târif edilir. Bu târifte Allah ile kul arasında göze
çarpan ilişki sevgi temelli bir ilişkidir. İnsanın Allah’ı sevmesi için
öncelikle tanıması gerekir. Çünkü insan kendisi hakkında bilgi sahibi
olmadığı şeyi sevemez. Allah ise bilinmeyi sevmektedir. Bu bilinme
sevgisi bizi Hakk’ın âlemi var etmesinin gayesine götürür. Bu gaye
sûfîlerin sık sık atıfta bulundukları “Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi istedim/sevdim ve bilinmek için mahlûkātı yarattım” kudsî
hadisinde ifâdesini bulan Hakk’ın bilinme arzusudur. Zîrâ Hakk,
zâtında gizlenmiş olan kemâl vasıflarının ve isimlerinin ortaya çıkmasını istemektedir. Bu nedenle bu kemâlini yansıtacak bir eser ortaya koyar ki bu âlemdir. Bununla beraber insan dışında âlemdeki bütün varlıklar sâdece birer ilâhî ismin mazharıdırlar. Dolayısıyla âlemdeki bütün şeylerin Hakk hakkındaki bilgisi sâdece kendi zâtının
iktizâ ettiği şeyle sınırlıdır.
Âlemdeki diğer bütün mümkün varlıklar gibi insan da bir illet-i
gâiyyeye mâtuf olarak var edilmiştir. Âlemde dağınık halde bulunan
bütün ilâhî isimlerin tek bir varlıkta toplanması insanın var oluşunun
ontolojik gayesini teşkil eder. Bu nedenle insan bütün ilâhî isimleri
kendisinde toplayan bir hakîkatin maddî âlemdeki mazharıdır. Bu
hakîkat insanın ilâhî ilimdeki sûretinden başka bir şey değildir. Aslında âlemdeki her şeyin ilâhî ilimde ezelî bir sûreti vardır. İnsan bu
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
161
cem edici olan hakîkatten dolayı âlemdeki her şeyin hakîkatini içerir.
Bu durum insanı âlemde ayrıcalıklı bir konuma yükseltir ki bu konum insanın Allah’ın halîfesi olması durumudur. Peki insan neden
Allah’ın halîfesi olmuştur? Bunun cevabı insanın bütün hakîkatleri
cem etmesinde gizlidir. İnsanın âlemdeki bütün hakîkatleri cem etmesinin nedeni Allah’ın onu kendi sûretinde yaratmasıdır. Yani insan
diğer varlıkların hiçbirinin sahip olmadığı bir vasfa sahiptir: ilâhî
sûret üzere olmak. Bu da onun hilâfetinin sırrıdır.
İnsan halîfe olması dolayısıyla yeryüzünde Hakk’ın vekilidir. Bu
vekâlet Hakk’ın hükümlerini icra etme anlamı taşısa bile bu vekâlette
asıl önemli olan nokta insanın Allah’ın tanınması konusunda vekil ve
halîfe olmasıdır. Bu durum da insanı epistemolojik olarak bir ilke
durumuna getirir. Hakk ile âlem arasındaki aracılık özelliğini de
bundan kazanır. Bu aracılık âlemin Hakk’ı tanıması ve Hakk’ın da
âlemle irtibat kurmasını temin eder.
İnsanın hem ontolojik hem de epistemolojik bir ilke hâline gelmesine neden olan bu aracılık durumu ne ile insanda tahakkuk eder?
Bu sorunun cevabı insanın Hakk’a kurbiyyeti ile ilgilidir. Şöyle ki,
insan farz ve nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaştığında Allah’la olan
münasebetinde bir takım özel durumlar ortaya çıkar. Söz gelimi kul
nâfile ibâdetlerle Allah’a yaklaştığında Allah onun gören gözü, işiten
kulağı, yürüyen ayağı v.b. organları konumuna gelir. Böylece kul
Allah ile görür, Allah ile duyar, Allah ile yürür. Farzları yerine getirerek kazanılan yakınlıkta ise durum tersine döner. Bu yakınlıkta Allah
kul ile görür, kul ile duyar, kul ile yürür. İlkinde kul bâtın Hakk zâhir
iken ikinci durumda Hakk bâtın kul zâhirdir. Kulun Hakk’a vâsıta
olması âlemin insan sayesinde Hakk’ı tanıması demektir. Bu durumda insan Allah ile âlem arasında bilgiyi tesis eden nisbet hükmündedir. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Hakk âlemi bilinmek için yaratmıştır. Şu kadarı var ki, bilgi bilinen ile bilen arasındaki bir münasebetten kaynaklanır. Hakk’ın mutlaklığı bakımından âlem ile arasında
bir bağıntı yoktur. Bu ise bilinme isteği/sevgisi ile tenakuz arz etmektedir. Bu bakımdan Hakk, bu sevgisinden kendisi ile âlem arasında
nisbet olacak ve bilgiyi tesis edecek bir varlık meydana getirmiştir.
Bu varlık Hakk’ın zâtının mazharı ve ilk mevcuttur. Bu nedenle
Hakk’ın zâtî bilinme sevgisi tecellîsi doğrudan kendisine ulaşır. Diğer
162 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
bütün varlık mertebelerinin hakîkatlerini kapsadığı için de âlem ondan yaratılmıştır. Bu varlık, zâtın mazharı olması nedeniyle zâta delâlet eder. Âlem bu yüzden onun vasıf ve fiilleri aracılığıyla Hakk hakkında bilgi sahibi olur. Bu anlamda Hakk’ın en büyük delilidir. Bu ilk
varlık, insanın hakîkatidir. İnsan türünün her ferdi bu hakîkatin potansiyel taşıyıcısıdır. Bununla beraber bu hakîkatin bilfiil zuhûru Hz.
Muhammed’de gerçekleşir. Hz. Muhammed ise bir peygamberdir. Bu
anlamda bu hakîkat bir peygamberin hakîkati demektir. Peygamberlik kullara doğru yolu gösterme makāmıdır. Âlem Hz. Muhammed’in
kendilerine mürşid olması nedeniyle Hakk’ı tanır ve Ona yönelir.
Zîrâ Hz. Peygamber cennetteki vesîle mertebesinin sahibidir. Bu nedenle âlem hem varlığını hem de bilgisini Ondan almak durumundadır.
Ayrıca Hz. Peygamberin insanları irşâdı şerîat getirmek şeklinde
de gerçekleşir. Şerîatın yani dînin iki yönü vardır. Birinci yön tanrı
hakkında doğru inanç; ikinci yön ise tanrının istekleri doğrultusunda
yapılan ameller. Peygamberler insanlara tanrı hakkında doğru inancın ne olduğunu tebliğ etmek ve tanrıya ulaşmak için yapılması gerekenleri göstermekle yükümlüdürler. İnsanlar peygamberin bu tebliğine uyarak (ittibâ) peygambere katılırlar. Böylece kendileri de yukarda bahsettiğimiz yakınlık türlerinden ikisiyle tahakkuk ederek
benzerleri için epistemolojik bir ilke hâline gelirler. Bu da onları âlemin kendisinden hareketle Hakk’a ulaştığı ve Hakk’ın da kendisi
vâsıtasıyla âleme imdâd ettiği kişi konumuna getirir.
5. Dokuz Katlı Kalp Hastalıklarının Doktoru: Mürşidin
Sülûktaki Rolü
Dokuz kat kalb emrâzının şifâsın isteyen gelsin
Eroğlu tıb kitâbıdır, Lokmân’dan haberin var mı?
Eroğlu hazretleri insan nefsindeki belli başlı dokuz türlü hastalık
olduğunu ve bu hastalıkların ancak seyr u sülûk ile ortadan kalkabileceğini ifâde etmektedir. Buna göre her insanda dokuz nûrânî, dokuz
da zulmânî hastalık vardır. Mürşid denetimindeki Sâlik bu hastalıkları Atvâr-ı Seb’a düzenine göre belirlenmiş olan ilâhî isimleri belli
miktarlarda zikrederek zulmanî hastalıkları giderince bahsi geçen
dokuz nûrânî perde de yok olur ve insan aslına ulaşır ve Hakk’a mah-
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
163
rem olur. Eroğlu hazretlerine göre bu dokuz nûrânî perde, ebrâr ile
mukarrebîni birbirinden ayıran farktır. Bu perdeler yukarda da değinildiği üzere insanın rubûbiyyet âleminden maddî âleme doğru olan
inişinde kazanılmıştır.
Eroğlu hazretlerine göre Nûrânî perdeler ve hastalıklar, Hakk’ın
dîdârını görmek konusunda büyük günâhlardan daha büyük perdelerdir. Zulmânî perdeler olan Nefsî perdelerden sonra nûrânî hicaplar
da ortadan kalkmadan insan aslına ulaşamaz.
Söz konusu dokuz zulmanî perde ve hastalıklar şunlardır: Birinci
hastalık sülûk etmekten utanmak; İkinci hastalık, insanların rubûbiyyet
âleminden maddî dünyaya gelirken varlıklarının dokuz nûra dönüşmüş olması yüzünden Hakk Teâlâ’dan ayrı düşmeleridir. Üçüncü
hastalık, dünyâ ıstırâbıdır. Bu ıstırap Nefsin emrinde olmak ve bu nedenle Allah ile sâlik arasında yetmiş bin hicap, doksan bin perdenin
ortaya çıkmasıdır. Dördüncü hastalık, anâsır hükmünün zindanında
olmak yani insanın maddî bünyesini oluşturan dört unsurun ve bunların asılları olan dört tabiatın etkisinde kalmak nedeniyle rûhânî
aslından perdelenmektir. Beşinci hastalık, insanın dünyâda bulunan
şeylere gönlünü kaptırmasıdır. Altıncı hastalık, insanın söz ve hareketleriyle zulmânî günah ve nûrânî hicap kazanmasıdır. Yedinci hastalık,
-ister doğru, ister yanlış olsun- insanların kalblerini sülûktan utanacak şeylerle ünsiyet kurdurmalarıdır. Sekizinci hastalık, insanların
kalblerini iş ve kazanca, yâhut da çocuklarının teşvişine mûnis kılmalarıdır. Dokuzuncu hastalıkları, kalblerini irfânla donatmayıp câhil bırakmalarıdır. Kalpte yer alan bu hastalıklar tedavi edilmeksizin insanın gerçek anlamda âleme, kendine ve Allah’a dâir bilgisi tam olmayacaktır.
Peki insanın kalbindeki bu hastalıklar nasıl ve kim tarafından tedavi edilebilir? İşte bu noktada karşımıza tabiplik ile tasavvuf yolunun şeyhleri arasındaki benzerlik çıkar. Eski tıp ilmine göre insanda
bedensel ve psikolojik hastalıkların ortaya çıkmasının nedeni insandaki denge yani itidalin yitirilmesidir. Bu kavram aynı zamanda
mürşidin yani şeyhin sülûktaki rolünü anlamamız konusunda da
bize ışık tutacak kavramların başında gelir. Zîrâ sûfîlerin sülûk hakkındaki görüşleri incelendiğinde sülûkun itidal kavramı ile sıkı bir
ilişki içinde olduğu görülür. İtidâl kavramı özellikle eski tıp ilmi çer-
164 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
çevesinde geliştirilmiş bir kavramdır. Buna göre insan sağlığı bedendeki dört hıltın yani kan, balgam, safra ve sevdânın itidâl üzere yani
dengede olmasına bağlıdır. Bu itidâl bu dört hıltan biri lehine değiştiğinde beden sağlığı bozulur. Hekimin görevi bedenin sağlığını düzeltmek için mizacı itidâle çekmektir. Bunun yolu ise bedene egemen
olan şeyin zıddı ile tedavi uygulamak ve bu nedenle bir takım perhizlere başvurmaktır.
Seyr u sülûk sırasında yapılan riyâzatların amacı da sâlikin mizacını dengeye çekmektir. Zîrâ sûfîler de müridlerde görülen mânevî
ve ahlâkî kusurları mizâçtaki itidâlin bozulmasıyla ilişkilendirmişlerdir. Mürşid ise bozulan mizacı düzelten bir hekim olarak kabul edilir.
Nitekim İbnü’l-Arabî, mürşidi ruhânî hekim olarak tanımlar. Buna
göre mürşid, ledünnî ilim ve mânevî tıp bilgisi sayesinde sâliklerin
nefslerinde görülen hastalıkları tedavi eder. Çünkü mürşid, mürîdin
hâtırı ve kalbi kendisine düşen bir şüphe nedeniyle hasta olduğu ve
mürîd bu şüphelerin sağlamını ve çürüğünü bilmediğinde, mürîdin
muhtaç olduğu şeylerin tamamını şahsında toplayan kişidir. Mürşidin mürîde yaptığı bu rehberlik mürîdin terbiyesi, sülûku ve keşfi
şeyhlik ehliyetinde son bulana değin sürer.
Mizâcın itidâli iki şekilde ortaya çıkar. Birinci tür itidal doğuştan
gelen itidaldir. Diğer tür itidal ise riyâzat sonucu elde edilen itidaldir.
Birinci itidale sahip olanlar insanlar arasında çok azdır. Ancak insan
çalışarak mizacını itidale çekebilir ve böylece sülûk için hazır hâle
gelebilir.
Ancak dikkat etmemiz gereken önemli bir husus sûfîlerde karşımıza çıkan mizacın itidali kavramının aynı zamanda mistik filozoflarca da benimsenmesidir. Bununla berber sûfîler onların itidale ermek için yaptıkları riyâzat ve mücâhedenin geçerliliğini tartışırlar.
Buna göre riyâzatın geçerli olması bir peygambere tâbî olmakla gerçekleşir. Bu da şerîatın getirdiği hükümlerin nefs terbiyesi konusundaki asgarî çizgiyi belirlemesi açısından önem arz etmektedir ki bu
konuya aşağıda değinilecektir.
Sûfîlere göre mürîdlerde görülen hastalıklar imkân âleminin tâbî
olduğu hükümlerden ve mürîdin bedeninde egemen olan tabiattan
kaynaklanır. Yani insan rûhu maddî âleme indiği ve bedenle irtibat
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
165
kurduğunda, maddî âlemde geçerli olan hükümlerin etkisi altında
kalır. Nitekim Niyâzî-i Mısrî de bu durumu dört unsurun esiri olmak
şeklinde yorumlar ve “Gökte uçarken yere indirdiler / Çâr-anâsır
bendlerine urdular / Nûr iken adın Niyâzî koydular / Şol ezelki îtibârın
kandedir?” mısraları ile bu duruma işaret eder. Bu hükümler insanın
hakîkatinin dış dünyada zorunlu olarak tâbî olduğu hükümlerdir.
Ayrıca kendi bedeninde egemen olan tabîat da onun iç âlemindeki
durumuna hâkimdir. Yani insan rûhu dört unsur ve dört tabîatın
insan bedenindeki karşılığı olan dört ahlâtın (karışım; kan, balgam,
safra ve sevdâ) etkisiyle oluşan mizacın tesiri altında kalır. Söz gelimi
kan karışımının etkin olduğu tabîat sanguin tip adı verilen kişilik
tipini ortaya çıkarır. Bu mizaçtaki insanlar kolay öfkeye kapılan ve
yıkıcı bir tabîata sahip olan kişilerdir. Veya sevdâ adı verilen karışımın etkin olduğu insanlar melankolik yapıda olurlar. İşte bütün bu
durumlar nefsteki temyiz, gazap ve şehvet güçlerinin itidâlden sapıp
nicelik bakımından ifrat (artma) ve tefrit (azalma); nitelik bakımından
ise redâet (sapma, fıtrata muhâlif olma)’e düşmesine sebep olan durumlardır. Kâmil mürşid, mürîdlerde etkin olan maddî âlemin ve
tabîatların hükümlerini dengeye çekerek rûhu, tabîatın esaretinden
özgür kılar.
İtidâlden sapmanın anlamı insanın mârifetü’n-nefs ve
mârifetullâhı elde edememesidir. Zîrâ mizacın itidalden sapması,
insanda çirkin nitelikler ve kötü huyları meydana getirir. Bu çirkin
nitelikler ve kötü huylar insanın hakîkati ile bu hakîkatin kaynağı
arasında engel teşkil ederler. Dolayısıyla sâlik mânevî âlemle olan
irtibâtını yitirir. Bunlar öncelikle sâlikin nefsinde ortaya çıkar, oradan
mânevî âleme ait idrâk melekleri durumundaki rûha ve sırra sirâyet
ederler. Bu hastalıklar kimi insanda sülûktan yüz çevirmeye neden
olurken kimileri de hastalık yüzünden sülûkta geç uyanır. Bazı insanlar bu hastalıklardan dolayı sülûkun kimi mertebelerinde ve hâllerinde takılıp kalırlar. Kimileri de bu hastalıkların kendilerindeki etki
şiddetinin azlığı nedeniyle çabucak mertebe ve makamları geçerler.
Mürşidlerin, sülûk etmek isteyenlerde bulunan bu gibi hastalıkları basîret güçleriyle müşâhede etmeleri gerekir. Hastalıklar herkeste
değişik biçimlerde ve şiddetlerde ortaya çıktığı için mürşidin herkesi
aynı şekilde tedavi etmeye kalkması doğru bulunmamıştır. Dolayısıy-
166 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
la mürşid ilâhî zât mertebesine yaklaşmaya niyetlenen her bir sâlikin
yok etmek zorunda olduğu perde ve engellerin birbirinden farklı
olduğunu bilmelidir. Böylelikle her sâlikin durumuna göre, bu gibi
hastalıkları ve onların zıtlarını temizleyecek sözleri, zikirleri, kalbî ve
bedenî amelleri tâyin edecek temyize kavuşur.
Mürşidin sâlik hakkındaki bilgisi iki kaynağa dayanır. Birincisi
müşâhede yöntemi ile elde edilmiş olan varlık mertebeleri ve ilâhî
isimler hakkındaki metafizik bilgidir. Diğer bilgi ise mürşidin daha
önce kendisi sülûk ederken bu yollardan geçmiş olması nedeniyle
bildiği tecrübî bilgidir. Ayrıca mürşidde şerîat, tıp ve siyaset bilgisinin bulunması zorunludur. Ancak bu takdirde sâliklere gerçekten yol
gösterebilir. Mürşid mârifetullâhtan kaynaklanan şeyhlik nasibi ile
yani müşâhede yöntemi ile elde ettiği bilgi vasıtasıyla insanlardaki
davranışların kaynaklarını tanır. Allah şeyhlere sâliklerde bulunan
mânevî hastalıkları tedavi etmekte gerekecek olan bilgileri vermiştir.
Bu bilgiler üç ilim kapsamında değerlendirilir. Bu üç ilim şerîat,
tarîkat ve hakîkat ilimleridir. Mürşid bu ilimler vâsıtasıyla mürîdin
kalbine doğan nefsânî, şeytânî, melekî ve rabbânî duygu ve düşünceleri, bunların gönderilmekte olduğu kökü, kalbe gelen düşüncelerin
iyilerini, kötülerini ve iyi düşünce sûretinde ortaya çıkan kötü düşüncenin temas ettiği noktaları, nefesleri ve bakışları ve onların Allah’ın râzı olduğu hayırdan ve Allah’ın râzı olmadığı şerden ne içerdiğini, hastalıkları ve tedavilerini, zamanları, yaşı, mekânları, gıdaları
ve mizâcı düzelten ve bozan şeyleri, hakîkî ve hayâlî keşfin arasındaki farkı tanır. İlâhî tecellîyi, mürîdin çocukluktan gençliğe ve yetişkinliğe geçişindeki terbiyesini bilir. Mürîdin görünen hareketlerini, onda
bulunan ve hakîkatin kaynağına sağlıklı bir şekilde ulaşmaktan onu
alıkoyan hastalık ve kusurları, bu hastalık ve kusurların ilaçlarını,
mürîdin bu ilaçları kullandığında kaldırabileceği zamanları, mizaçları, mürîdin sülûkuna engel olan ana-baba, çocuklar, eş-dost ve iktidar
gibi beden dışındaki mânîleri ve bağları ve bunların idaresini ve bu
bağlar elinde bağlı olan mürîdi onlardan çekip kurtarmayı, mürîdin
tabîatında ve aklında şeyhin egemenliğinin ne zaman sonlandırılması
gerektiğini, mürîdin gönlüne gelen düşüncelerin ne zaman tasdik
edileceğini, nefs ve şeytan için olan hükümleri ve şeytanın ne zamana
kadar mürîd üzerinde güç sahibi olacağını, şeytanın, insanın gönlüne
Eroğlu Nûri’nin Şiirlerinde Seyr ü Sülûk / M. Bedirhan •
167
düşürdüğü telkinlerden onu koruyan perdeleri, mürîdin nefsinde
gizli olup kendisinin bile farkında olmadığı şeyleri bilir ve mürîdin
bâtınına mânevî bir açılım geldiğinde o açılımın rûhânî mi yoksa ilâhî
mi olduğunu birbirinden ayırır. Tarîkat ehlinden ıslâh olacakları ve
olmayacakları kokusundan bilir.
Bu teşhisin ardından mürşidler, mürîdlerin hastalıklarını zikir,
amel, riyâzet, mücâhede, terbiye, nefse muhâlefet, zühd, benlikten
soyutlanma, halvet, irâde ve seçim yapma özgürlüğünü terk etme
v.b. ilaçlarla tedavi ederler. Bunlar, insanın Rabbine ulaşmasını engelleyen perdeleri ortadan kaldırırlar. Şeyhler bu ilaçları, bu ilaçlar için
gereken söz, fiil, hareket ve tutumlarla gerektiği gibi belirlerler.
Sûfîler sâlikin nefsinde ortaya çıkan hastalık iyileşinceye kadar, o
hastalığın zıddı olan ilaçla tedavi uygulanması gerektiğini dile getirirler. Açıktır ki onların bu görüşü Galen tıbbı çerçevesinde gelişmiş
olan İslâm tıbbının hastalık ve tedavi teorisinden etkilenmiştir. Nitekim bu tıbbın hastalık ve tedavi teorisine göre beden sağlığına uygun
yiyecek ve içeceklerle beslenmek sağlığı artırır. Eğer beden sağlıklı
değilse yani mizacında bozukluk varsa ve bazı keyfiyetler kendisine
egemense, bu durum bedenin sıhhatine ve dengesine engel olur.
Bundan dolayı kişi sağlıklıyken yediği besinler hasta iken ona zarar
verir. Bu durumda bedene egemen olan niteliğin zıddı ve onun özelliğini gideren ilaçların kullanılması gerekir. Çünkü hastalığa yol açan
şey her ne ise, bu şey bedende dengede olan ahlâttan (kan, balgam,
safra ve sevda) birinin dengesini diğerleri aleyhine artırmış ve bu
ahlâtın artması ve keyfiyetin dengeden sapması netîcesinde beden
hasta olmuştur. İşte tabip hastanın bedenindeki dengeyi tekrar kurmak için çeşitli ilaçlar terkip eder. Bu ilaçlar, keyfiyetler itidale kavuşup, karışımlar denkleşinceye kadar kullanılmalıdır. Bunun sonucunda, bedenin sağlığını korumak için gereken gıda ve içecekler alınabilir.
Sûfîler mizacı dengede tutmak için şerîat hükümlerine bağlı
kalmayı tedavi ve sağlığı koruma amacıyla tabip tarafından öngörülen diyete uygun hareket etmekle ilişkilendirirler. Çünkü şerîat hükümleri itidâlin korunması için emredilmiştir. Kişi normal durumda
bu hükümleri yerine getirerek mizacını dengede tutmayı sağlayabilir.
Ancak kötülüğü emreden nefsin hükümlerinin kişide egemen olması,
168 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
bundan dolayı kalbin karanlık perdelerle çevrilmesi durumu kalb için
bedene yerleşen hastalıklar gibidir. Bunların giderilmesi için şerîatın
belirlediği söz, fiil, hareket, tutumlar gibi ilaçlar yeterli gelmeyebilir.
Bunun yerine, mânevî tabip yani şeyh tarafından belirlenen ve bu
hastalık ve perdeleri giderecek olan söz, fiil, hareket ve tutumlara
ihtiyaç vardır. Bunlar, kalbde ve nefste ortaya çıkan bu hastalıkların
ortadan kalkmasını sağlarlar. Bu tedaviden sonra sâlikin denge ve
birlik özelliğindeki kalb demek olan mânevî mizacı sağlığına kavuşur
ve kalbin hakîkatinin zuhûr eder. Ancak bu noktadan sonra kalb sağlığını korumada şerîatın belirlemiş olduğu şeylerle yetinilebilir. Fakat
kişi bu perdeler ve hastalıklardan kurtulmadan önce sâdece şerîatın
belirlediği amelleri yerine getirmekle yetinirse bu onun hedefine
ulaşmasını geciktirir hattâ engeller. Bu gibi amelleri yerine getiren ve
tarîkat erbâbı olmayan kimselerin çoğunda gözlenen amellerini beğenme ve riyâ gibi hususlar bunun örneği sayılabilir.
Tasavvufta kâmil mürşidlik mertebesi olan şeyhlik makāmı
tarîkattaki en üst mertebedir. Bu mertebe sûfîler tarafından peygambere vekâlet makāmı kabul edildiğinden şeyhler Allah’a davet konusunda Hz. Peygamberin gerçek vârisleri kabul edilirler. Bu yüzden
onlara itaat etmek Hz. Peygambere ve Allah’a itaat etmek gibidir.
Nitekim İbnü’l-Arabî, Futûhat isimli eserinde şeyhlere hürmet konusunu işlediği 181. bâbda şeyhlere hürmet göstermenin Allah’a hürmet
göstermekle eşit olduğu ve onların nebevî ilimde Hz. Peygamber’in
vârisleri olduklarını belirtir. Bu verâset hiç kopukluğa uğramayan bir
silsile ile Hz. Peygamber’e ulaşmalıdır. Çünkü mürîdin mizacını
itidâle sokacak gerçek unsur bu silsile vâsıtasıyla Hz. Peygamber’den
anane yoluyla aktarılarak mürşidden mürîde geçen ve feyz, bereket ve
nefes diye de adlandırılan mânevî etkidir.
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Ümmî Sinân ocağı, Manisa’yı ilim ve irfan şehrine dönüştüren
Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin uyandırdığı aşk
çerağı Abdülvâhib-i Ümmî’nin nefesiyle Elmalı’da hayat bulmuş bir
irfan ocağıdır. Bu ocak Vâhib-i Ümmî’den Eroğlu Nûri’ye, ondan
Ümmî Sinân’a gelinceye değin Elmalı’yı aydınlatmıştır. Ümmî Sinân
ile de Uşak’a, Afyon’a, Kütahya’ya, Bursa’ya, İstanbul’a, Edirne’ye,
Rodos’a ve nihâyet Limni’ye kadar uzanan geniş bir tesir alanına ve
mânevî coğrafyaya sahip olmuştur. Bilahare başta Niyâzî-i Mısrî olmak üzere, bu ocakta gönül kandilleri uyanan kâmillerin hizmeti ve
himmetiyle bu ocağın daha geniş coğrafyalarda nice doğuşlara vesîle
olmuştur. Yıllardır bizi burada misâfir ettiğine ve çeşitli mahfillerde
bu yoldan gelenlerin eserleri hâlâ okunduğuna göre, bu kültür ve
irfan ocağının hâlâ hizmete devam ettiğini, teveccüh edenleri hâlâ
nuruyla aydınlattığını görüyoruz.
Bu ocağın, belki zâhirde temsilcileri yokmuş gibi görünmekle
birlikte, hâlâ tesirini sürdürmesi ve Elmalı’yı ilim ve irfan şehri olarak
muhafaza etmesi dikkate şayandır. Bu durum, her halde Yûnus’un
“âşıklar ölmez” deyişini anlamamızı kolaylaştırıyor. Kâmil ruh, hizmetini ve himmetini sürdürüyor ve kendisine teveccüh edenleri himaye
ediyor. Neden? İlim soru sormaktır; ama cevaplar farklıdır… Şimdi
bu “neden” sorusu etrafında kuru birkaç cümleyi burada zikretmenin
bir anlamı yok. Fakat şu var ki, böylesine hâlâ hizmet eden ocakları
ziyaretimde, orada sırlanmış büyük ruhları ziyaretimde şu düşünce
doğar içime: Evet, bu büyük ruh her şeyden önce kendini buldu, insanlığını bildi ve ona göre bir ömür sürdü de onun için bu denli hizmet ifa
 Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Edebiyatı A.D., Bursa.
170 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ediyor. İsterseniz siz buna, hoş seda bırakmak deyin. Ama mesele
nedir? Mesele, öncelikle insanın kendisini bulması ve bilmesidir.
Ümmî Sinan, bir nefesinde şöyle sesleniyor:
Kendi nefsinin illetin bilmeyen insân değildir
Hem rûhının hakîkatin bulmayan insan değildir
Bilmek, nefsin illetini teşhis ve tedavi etmektir. Nefsin illeti, onun
sahip olduğu hastalıklardır; onu tespit edecek ve tedavi yollarına
başvuracaksın… Eğer bunu yaparsan insanlık mertebesine çıkarsın.
Bulmak ise, biraz daha farklı bir anlama sahip: İnsanın içindeki cevheri keşfetmesi…
1. İnsanı Bulmak
Burada insanın kendini bulması meselesi üzerinde biraz durmakta yarar vardır. Fakat öncelikle insan nedir? Bütün dinler, felsefeler ve
irfan ocakları bu soruya cevap aramıştır. Bendeniz bu cevapları teker
teker irdeleyecek ve sözü uzatacak değilim; ama Ümmî Sinân’ın yukarıda matla’ını okuduğum nefesi bu meyanda çok önemli cevaplar
ihtiva eder. Kendini bulma gayretinde olanlar, o nefese bakacaklardır. Ancak şunu söylemek isterim: İnsan, âlemin özü, varlığın gözbebeğidir.
Mevlâna insanı akıl ve şehvetten ibaret varlık olarak nitelendirir.
Akıl, ondaki melekçe tarafa, şehvet ise hayvânî tarafa tekābül eder.
İnsanın yarısı melek, diğer yarısı yılan ve balıktır. Bu bakımdan insan, iç âleminde zıtları barındıran bir varlıktır. Dolayısıyla o, eşref-i
mahlûk olmanın yanında esfel-i sâfilîn derekesine de duçar olabilir.
Zâten insan kelimesinin etimolojik anlamında da bu iki uç bulunmaz
mı? İnsan, bir yanıyla ünsiyet eden, kâşif; merhamet ve sevgiyle yol
alan varlıktır… Öteki yönüyle de unutan, cehâlete saplanıp kalan,
fikr-i sâbit.
İnsanın yeryüzü serüveni, ünsiyet peyda eden kâşif yönüyle
unutkan ve câhil yönü arasında cereyan edecek olan bir savaşı beraberinde getirmektedir. İçimizde cereyan eden bu savaşı en iyi anlatan kitap, hiç şüphesiz Yûnus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’sidir.
Orada aklın öncülüğünde savaşa katılan cömertlik, doğru sözlülük ve
hilm gibi iyi huyların, nefis yâhut şehvetin komutasındaki kibir,
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli •
171
hased ve öfke gibi kötü huylarla olan savaşı anlatılır. Eğer, aklın öncülüğündeki kuvvetler savaşı kazanırsa, insanın melek yönü ortaya
çıkar ve o eşref-i mahlûk olarak hizmet ifa eder. Aksi takdirde şehvet
galebe ederse, o düşer de düşer… Esfel, bu düşüşü işaret eder; sefillerin en sefili... Evet, içimizde böyle büyük bir savaş var ve çoğumuz
bu savaşın farkında değiliz. Oysa Hz. Peygamber bu savaşı cihâd-ı
ekber olarak nitelendirmiştir.
İnsanın iki yönü var: Sûreti ve bâtını. Sûreti, onun bedeni, maddî
yanı, görüntüsü ve hayatın içinde yapıp ettikleri… Kazandıkları,
kaybettikleri. Bilimsel keşifleri, araştırmaları, yazıp çizmeleri, ürettikleri; velhasıl dünyaya sunduğu maddî kazanımlar. Bâtını ise, onun
iç âlemi, rûhu, canı, aklı, vicdanı, hissi vs… Sözü, sohbeti, yapıp ettiklerine, hayat verdiklerine üflediği nefha. Fikirleri, düşünceleri,
hayalleri ve rüyâları. Bu onun mânevî tarafı. Şunu anlıyoruz; insan
maddî ve mânevî tarafıyla tamamlanan bir varlıktır. Bazıları, “esas
olan mânevî taraftır, sûret de ne ki!” diyebilirler. Sûreti kabuktan
ibaret olarak görebilirler. Oysa kabuk öyle hafife alınacak bir şey değildir; zira o, özü saklar. Mevlâna’dan mülhem söyleyelim; kabuksuz
meyve yetişmez. Toprağa ekilen çekirdek kabukludur; o kabukla birlikte göverir ve fidana dönüşür… Sûret, sîreti muhafaza eder. Burada mesele ne? Mesele şu: Sûreti, sîretle tezyin etmek… Sûret, her ne
kadar sîreti yani mânâyı korusa da asıl mâyesini o koruduğu özden
alır. Bu bakımdan insanın içâlemini, bâtının mamur etmesi önemlidir.
Bunun için içerde cereyan eden savaşın, cihâd-ı ekberin sâlimen tamamlanmasına gayret sarfetmek gerekir.
Cihâd-ı ekberle insan içindeki nadide cevhere ulaşacaktır. Şehvetin
tesiriyle nefis kumandasındaki kötü huy askerleri, insanın içindeki
cevheri perdelemekte, onun keşfedilmesini engellemektedir. Oysa
insan kâşiftir… Keşf, merakla ve hayretle başlar. Ancak ne kadar merakın olursa olsun, ne kadar hayret makāmında olursan ol; eğer sana
o içinde saklanan cevheri yâhut Ümmî Sinân’ın ifâdesiyle söyleyecek
olursak, “rûhunun hakîkatini” bulmanı sağlayacak ehil bir rehberin
yok ise… Eğer yol almış, tecrübe kazanmış bir delilin yok ise; işte o
zaman işin pek zordur. Zira savaş taktiklerle kazanılır. Sana taktik
verecek, yol gösterecek bir kurmaya ihtiyacın olacak. Bu yüzden, yol
delilsiz aşılmaz derler.
172 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
İnsanı bulmak derken, bir farkındalığa işaret etmiş oluyoruz.
Nedir o? İnsanın kendisini bilmesi… İçindeki cevherin farkına varması. Nitekim,”kendini bilen Rabbini bilir.”
Aslında mürşidin yaptığı nedir? Elbette, bir örneklik, rol modelliğiyle tâlibi bir edep dâiresi içerisinde yetiştirmek, onu uyandırmaktır. Fakat aslında o, tâlipte olmayan bir şeyi ona nakşetmiyor; şunu
yapıyor: Tâlibi kendi şehrinde gezintiye çıkarıyor… Eroğlu Nûrî’nin:
Gel ey gâfil nazar kıl bu vücûdun şehrine
Gör ki nice boyandı bu dünyanın zehrine
matla’ıyla başlayan nefesi, vücûd şehrinin kale kapısından içeri girip
bir gezinti yapmamızı sağlar. Evet, içimizde bir şehir var, insan şehri;
o şehrin sokaklarında gezintiye çıkmak, seyahat etmek. Hayret ve
haşyeti artıran, öğrenmeyi teşvik eden de bu seyahattir. Diğer bir
ifâdeyle delil, insana ayna tutuyor… Mevlâna Hz. Yûsuf’a atfen bu
konuyu tahkiye yoluyla izah eder. Uzaktan bir arkadaşı Hz. Yûsuf’u
ziyarete gelmiştir. Hz. Yûsuf, onu buyur eder, hoş beşten sonra, “bana ne hediye getirdin?” diye sorar. “Arkadaşının verdiği cevap ve
seçtiği hediye bilgecedir: “Sende olmayan ne var ki, onu sana getireyim? Hem senin neye ihtiyacın olabilir ki? Ancak sana bir ayna getirdim, onunla cemâlini seyreder, tefekkür edersin diye…” Mürşid, işte
bu bilge arkadaştır. Tâlib ise, Hz. Yûsuf’tur; o güzeliği içinde barındırmaktadır, fakat o güzelliği seyretmesi için bir aynaya ihtiyacı vardır. Ayna ise, gayret ve himmetle arınan kalptir. İnsanın kendini
bulması, o aynaya bakmasıyla mümkün olacak.
2. Kemâle Yolculuk
Ayna, kalptir, gönüldür. Fakat başlangıçta, o içerdeki aynanın
arınma sürecinde ayna, delil yâhut kelimenin tam anlamıyla kâmil
mürşiddir.
Her insanın içinde ayna var; gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Lâkin her
insan içinde bir ayna taşıdığının farkında değildir. Bunun farkında
olan ise, onu nasıl işlevsel hâle getireceğini bihakkın bilemez. Bu ancak, bir başka aynaya bakarak öğreniliyor. Bu bakımdan kemâle yolculuk, öncelikle gözün farkına varmak ve bakmayı bilmekten geçiyor.
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli •
173
Mevlevîlikte, yola girmek, manen uyanmak ve kemâle ermek niyetiyle matbahtan içeri giren derviş -ki ona nevniyaz yâhut nevzad
diyoruz- evvelâ üç gün saka postu’nda oturtulur. Burada onun tekbir
görevi vardır; orada oturup etrafı temâşâ etmek… Bakmak. O temâşâ
ederken, onu da gözetleyenler vardır. Bu gözlem sonucu dervişlik
kabiliyeti varsa, matbahta diğer görevlere buyur edilir. Aksi takdirde
ayakkabısı ters çevrilir, kendisine yol verilir. Bakmak, temaşa etmek,
müşâhede ve murâkabe gibi iki temel bilgi kaynağının kapısını aralamak anlamına gelir. Hani Mevlâna’mız: “İnsan gözdür, gözden ibarettir” diyor ya, insan aslında bir bakıma bakarak kendini buluyor,
yâhut kendini bulma yollarını keşfediyor. Sonra zamanla, müşâhede
ve murâkabeyle bütünüyle göz oluyor; dinlerken kulağı, söylerken ve
tadarken dili, dokunurken elleri… Velhasıl bütün bir beden göz olur.
İnsanı göze çeviren, mürşidin sözü, sohbeti ve nazarıdır. O, bunlarla mayalanır. Bu mayalanma ne ile olur? Aşkla… Rahmetle, muhabbetle ve meveddetle! Evet, maya aşk ile atılır. Aşk, varoluş iksiridir. Bu iksirle varlık âlemine doğan insan, içindeki cevheri aşkla keşfedecek.
Söz dönüp dolaşıp aşka geliyor. Aşk nedir? Bunu târif mümkün
mü? Hal târif edilmez, ancak tasvir edilir. Nitekim Mevlâna’nın
ifâdesiyle, “şerh-i aşk hususunda akıl çamura saplanıp kalmıştır.” Bu
yüzden sanatkârlar, söz mülkünün sultânı şâirler ve hükema âşıkın
hallerinden yola çıkarak aşkı tasvir etmişlerdir.
İşte size bir tasvir: Harun er-Reşid, dönemin bilge şâirlerinden
Esmai’ye aşkın hakîkatini sormuş. Esmai, halîfeye şöyle cevap vermiş: “Aşk öyle bir şeydir ki, insanın kalbini sevgilinin güzellikleri
baştan sona doldurur. Âşık, sevgilinin bırak bir benzerini, dengini
bile göremez. Sevgiliden soğan kokusu gelse, ona misk u anber kokusundan a’lâ gelir.”
Bu tasvirden yola çıkarak aşkı tanımlamak mümkündür. Ancak o
tanım, eskilerin dedikleri gibi, hadd-i tâm yani tam bir tanım olmayacak. Fakat konumuzla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Kemâle yolculukta, insan önce önündeki örneğe âşık olur; Onun sözüyle, sohbetiyle, işaretiyle, örnekliğiyle ve bütün güzellikleriyle dolup taşar… Bu
174 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ilk basamaktır. Eroğlu Nûri’nin şu kıtasıyla devam eden nutku tam
da bu hâli dile getirir; buyurur ki hazret:
Bir dilbere gönül verdim
Cümle dilber anda mât
Çok şükür gördüm dîdârın
Hamdü lillâh kalmadı yâd
Bu dilber delildir, rehberdir. Onu diğer rehberlerden üstün tutacaksın ki, yol alasın. Dîdârı görmek bu anlamdadır; biliş olmak, hemebân, hem-hâl olmak. Keza Ümmî Sinân’ın ifâdesiyle,
Geçek mürîd gerçek erin bir katresin bahre sayar
Nâkıs olan nefse uyar sükkerini zehre sayar
Kendü bilişinde kalan ilm-i ledün bilmeyiser
Mürşidine eğri bakan lutfını hem kahra sayar
Gerçek er, delildir, rehberdir, mürşiddir. Tâlib, mürşidin küçük
bir cümleciğiyle yol alır… Kendini bulur. Bunun adı, fenâ fi’ş-şeyhtir.
Böylece şahsiyet intikali olur… Fakat oradan bir öte basamak daha
var. O, aklın ve ilmin kaynağı gerçek örneklik makāmıdır. Nedir bu?
Muahmedî hakîkat. Muhammedî ahlâk ve bilgiyle lebaleb dolup
taşma süreci. Bu süreci, fenâ fi’r-Resûl olarak niteliyorlar. Onun maverasında bir hakîkat durağı daha var: el-Vedûd esmasının tecellîsiyle,
“Allah’ın boyasıyla boyanma” hâli. Bu hal, tam tevhid hâlidir: “Allah
bes, bâki heves…” Bunu literatürde fenâ fi’llâh kavramıyla izah ediyorlar. Her şeyde ve her halde, mutlak fâilin, hallâk-ı mutlakın ve hüsn-i
mutlakın farkına varmak… Her şey O’nun; “yol O’nun, varlık
O’nun.” O güzellikle dolup taşmak. Ve varlıkta nâkısa görmemek.
Bu hal, rızâ hâlidir… Râzı olmak. Sâdi-i Şirâzî der ki:
Kusur arayan göz rızâyı görmez
Rızâ gözü kördür kusur görmez
Şu halde tasavvuf, insanı Allah’a götüren yoldur. Onun düzenini anlamamızı sağlayan bir disiplin. Bu yolda insan önce kendine
geliyor, kendini buluyor. İnsanın kendini bulması, rızâya ermesidir.
Burası, zannın tükendiği, hakîkatin konuşulduğu yerdir. O bakımdan
kemâle yolculuk, insana bildiklerini konuşturma sürecidir. Kur’ân’ın
ifâdesiyle yolda, “De ki: Rabbim ilmimi artır…” (Taha, 114) diye her an
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk / B. Kemikli •
175
Hakk’a sığınmak ve hakîkate ilişkin bilginin artmasını talep etmek
lâzımdır.
3. Ümmî Sinan Ocağında Devrân Halkası
Her dem Hak’la olma hâli, dem, ân-ı dâimî ve salât-i dâimî gibi
kavramlarla anlatılır. Ancak bu hâle ermek nasıl mümkün olacaktır?
Baştaki aşk tanımına dönerek soruyu şöyle soralım: Her an sevgilinin
güzellikleriyle dopdolu olmak nasıl mümkündür?
Evvelemirde bunun en önemli yolunu, “Rabbim ilmimi artır!”
telkîniyle bizzat Rabbimiz öğretiyor: Duâ etmek… Niyaz hâlinde
olmak. Zâten salât-ı dâimî de budur; her an duâ hâlinde olmak. Burada Ümmî Sinân’ın bir münacatı var ki, orada “musâhib eyledim sana
ki sanma olasın ağyâr” diye Hakka iltica eder; onu hatırlatmak isterim.
Hazret der ki: “Tutuşup nâr-ı aşkınla bu dil yanmak diler…” Münâcât,
zâten fısıltıyla Hakk’a niyazdır. Bu niyaz hâli, insanı insan ediyor.
Şöyle sesleniyor:
Sinân Ümmî sana senden yakîn olmak diler yâ Rab
Benim hükmeyleyen şimdi vücûdında olup Settâr
Evet, niyaz hâlinde olmak! Her dem dostla sohbet etmek. Ümmî
Sinân ocağında pişen tâlibler arasında en çok temayüz eden, her halde Niyâzî-i Mısrî’dir. Bursa’da Orhan Gazi Medresesi’nde misâfirken
gördüğü bir rüyânın peşine düşüp, gönül ibriğini kalaylatmak maksadıyla yola çıkan ve Elmalı’ya gelerek, Ümmî Sinân’a bende olan
Mısrî’nin şu nutku bizi başka bir âleme götürür:
Ey karındaş bir sözüm var tut samâh
Zikre meşgûl ol sakın olma ırâh
Sanki Mısrî, dostuna yâhut kardeşi Ahmed Efendi’ye mektup
sadedinde bu nutku söylemiş, sonra da kaleme alıp yollamıştır. Bir
başka yerde de şunu söyler:
Zikrile tevhîde ererse gönül
Ma’rifetle bula sadrın inşirâh
Demek istiyor ki, gönül, mârifetle dolsun istersen, irfan mektebinden feyiz-yâb olmak dilersen, zikre devam et! Bu emre istinaden,
şimdi Ümmî Sinân ocağında bir devranı zikirdeyiz farzedelim. Beden
176 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
gözünü sırlayıp, can gözünü açalım ve Ümmî Sinân’ın huzurunda
kurulan halkayı temaşa edelim. Bir yanda Mısrî, öte yanda Kütahyalı
Müftî Derviş ve beride Afyonlu Askerî ve diğer yârân meydanda cem
olmuşlar… Dâire kurulmuş, Hû esmâsıyla gönül aynası temizlenmektedir. Ehl-i dil, Eroğlu’nun ilâhîsini terennüm etmektedir:
Hû zikri ihtiyar komaz elimde
Aşk döndürür cânım nice dönmesin?
Sekrân bulur şevkden aklım bilim de
Aşk döndürür cânım nice dönmesin?
Dönmek… Devr etmek. Döne döne yücelmek, içerde daha içerdeki cevheri keşfetmek. Halkanın ortasında adeta ay gibi parlayan
Ümmî Sinân, hemen oracıkta şu nutku irad buyurur:
Bir Allâh’ı zikredenin gümânı hep ‘ayân olur
Nimetine şükredenin müşkülleri beyân olur
…
Top eyleyüp cân u başı her kim ki meydana gele
Zulm eylemez Allah ana hidâyeti burhân olur
…
Yoktur Sinân Ümmî gibi gerçi bu yolda bir gedâ
Niyeti hâlis olmağın yardımcısı ol hân olur
Netîce itibariyle şunu söylemek istiyoruz: Bu ocakta insanın
kendisini bulması ve kemâle yolculuğu, her şeyden önce niyetinin
hâlis olmasıyla, nefsin illetlerini tanıma gayreti ve bu meyanda içerde cereyan eden savaşın farkına varmakla mümkün oluyor. İçerdeki savaşı kazanmak için aşkla sabretmek, rehberin verdiği taktikleri hayata geçirmek, ilmin ve aklın kaynağı olan Hz. Peygamber’in ahlâkıyla
ahlâklanmak ve her dâim şükür ve zikir hâlinde olmak gerekir. Bunun içinde evvelemirde insanın insana ermesi icabeder… İnsan insana ererek ocak kurulur, gelenek inşâ edilir. Ümmî Sinân ocağı, bendenizin güneyin incisi olarak nitelendirdiğim Toroslar’ın bağrındaki
bu huzur şehrinde, Elmalı’da, asırlardır huzur ve sükûnetin kaynağı
olmuştur; dün olduğu gibi, bugün de arayış içinde olanları aydınlatıyor ve hakîkatle buluşturmaya devam ediyor.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî–İrfânî Eğitimi
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI
Bulmak ister isen hayât-ı câvidân
Ölmeden ölmeye sa’y et, öl, diril!
1. İnsan Bu Dünyaya Hakk’ı Anlamaya Gelmiştir
Hazret-i Pîr, (M. 1658) senesinde kardeşi Ahmed Efendi’ye bir
mektup yazar. Bu mektup, Ahmed Efendi’nin şahsında, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, elinde varlığının hakîkatiyle ilgili bir
alâmeti olmayan, efsâne bilgileri hakîkat bilgisi zanneden biz kendini
bilmezlere yazılmış gibidir.
Hiç şüphesiz ki insan bu dünyaya Hakk’ı bilmeye, Hakk’ı anlamaya gelmiştir!
Hazret-i Pîr bir yerde “Hakk’ı anla, etmeden bundan ubûr” der. Fakat Hakk’ı anlamak o kadar kolay değildir. Zira, Cenâb-ı Hak böyle
erkân eylemiştir. Hazret-i Pîr bunu “Hakk’ı anlamak değil âsân ola /
Adetâ Hak böyle erkân eylemiş” şeklinde dile getirir. Hakk’ı anlamanın
tek yolu vardır. Seyr ü sülûk çıkarmak! Sülûk insanın kendinden
kendine, aslına mirâç etmesidir. Esasen mânevî eğitimden maksat da
budur. Hazret-i Pîr yaratılışla ilgili bu hakîkati kardeşine yazdığı söz
konusu mektubunda şöyle dile getirir:
“Gözüm nûru kardeşim Ahmed Efendi,
Binlerce özlemle selâmlar ve hayır duâlardan sonra bildirmek ve
anlatmak istediğim şey şudur:
Benim cânım, ne hâl ve ne âlemdesin?
 Gazi Üni. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi A.D., Ankara.
178 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Yani demek isterim ki, insan dünyâda var oldukça dert ve elemden kurtulamaz. Sen, o dert ve elemde, cezâ ve korku da mısın; yoksa
sabr-ı cemîlde misin? Yâhûd dert içinde dermânı gece karanlığında
gün bulanlar gibi sen de günü buldun mu? Hasta gönlün sağ, yediğin
yürekte yağ, her dağ üstü bâğ oldu mu?
Kardeşim,
Nefsini bildin mi, Rabb’ini buldun mu?
Bunun alâmeti vardır (Lafla olmaz!).
Yetmiş iki millete bir göz ile bakabiliyor musun?
Bütün yaratılmışlar hepsi bir ağızdan bağrışıp “Fe eynemâ
tuvellû fe semme vechullâh.” (Nereye dönerseniz Allâh’ın vechi -zâtıoradadır. Bakara, 2/115) zâhir oldu mu?
Cemâlini nice yüzden görem diyen diller
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek
Kardeşim,
Bu arsaya bî-nişân ve lâ-mekân illerinden kudret yularıyla yedilerek çıkageldin. Gözünü açıp kendini bir ulu hengâme içinde buldun. Buradaki çokluğa aldanıp, hakîkatin izini kaybetme. Bu dernek
çabucak dağılır; yabanda kalırsın. İzini izleyerek geldiğin kapıyı bul.
Yokluk yolunda bî-nişân ve lâ-mekân illerine -ki, vatan-ı aslîdirulaşagör ki, “Hubbü’l-vatan mine’l-imân (Vatan sevgisi imândandır)”
dedikleri budur. Bu yolu yitirdin ise, bilene sor. Şöyle ki, eşiklerine
yüzünü ko! Hizmetlerinden ayrılma ki her derdine dermân onlarda,
ehlullâhta bulunur. Kâmiller bahîl (cimri) olmazlar. Tek hemen sen
tâlib ve râgıb ol. Âşık-ı sâdık ol. Azıcık yokluk ile gelirsen, “Mâ lâ
aynun raet”e (yani, gören hiç bir gözün olmadığı, hadisinin sırrına)
mazhar olursun. Dürr-i yetîmlerini ve cevâhirlerini -ki, babası oğluna
görtermeye kıyamaz- hep senin eline teslîm ederler.
Tek sen sözlerimi anlamaya liyâkat kesbeyle. Cümle riyâzât,
cümle müşâhedât -ki, vardır- bunları işlemek li-zâtihi (kendisi için)
değildir. Belki insân-ı kâmil sözünü anlamaya liyâkat kazanmak içindir. Eğer bir kimse onların sözlerini anlaya, onun irfânı ayn-ı
mücâhededir.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
179
Benim kardeşim,
Münâsebetsiz birkaç söz söyledim. Daha düzgün söyleyebilecek
zerâfetim yok. Kerâmet bilecek velâyetim yok.
Karpuz gibi bir top düzdüm ve önüne yuvarladım. Çevgân elinde! Hemen her nereye çekersen ve her nereye çalarsan, o semte gider,
muhâlefet etmez. Ammâ sen çevgânı elinden bırakıp topu kapasın ki,
asıl mesele budur, ve’s-selâm.”
2. Elmalı’da Eğitilen Bir Eren: Mehmed Niyâzî-i Mısrî
Hâsılı, bütün bir gülzâr bir gül için olduğu gibi, eşyâ insanlar
için, insanlar da insan-ı kâmil olmak; Hakk’ı burada bilip, buradan
Hakk’a dönmek için vardır.
Yakın dönemlerde Uşak’ta yaşayan Halvetî erenlerinden
Yakupzâde Mustafa Efendi (ö. 1973) derdi ki, “Allah Allah! Damla
veriyoruz, okyanus oluyor!”
Bu söz, zamanın gereği Hak idrâkinin ne kadar kolaylaştığının
bir ifâdesidir. Başka bir şey değil. Tabiî ki, insanlık bu seviyeye bir
günde gelmemiştir. Emânet-i ilâhiyye olan Hak sırrına ulaşabilmek
için nice ehlullâh şerîat binâsında açılan gediklere başlarını koymuşlardır. Hazret-i Mısrî de zerresini güne; katresini ummâna dönüştüren bu merd-i Hudâ’dan birisidir. Kendisi yolun başında her ne kadar: “Erişmedi dosta elim Rahmân’a varmadı yolum / Çıkmadı başa menzilim âh gurbetâ vâh gurbetâ” dese de o, istidâdı gereği mânâ yolunun
zirvesine ulaşanlardandır. Aşka girişen pek çok Mecnûnun Leylâ’nın
zülfüne dolandığı bir âlemde, Hakk’ın celâlini cemâl kabul ederek
mânâda yalpalamadan yürümesini bilen Hazret-i Mısrî, Elmalılı
Ümmî Sinan gibi bir zât postunun elini öptüğü gün, katresini
deryâya saldığının farkındadır. Zira öyle bir mürşide ulaşmıştır ki,
eli Hakk’ın eli, dili Hakk’ın dilidir. Yani ulaştığı kişi sığ bir nehir değil, zât deryâsıdır.
Biz burada bu zât deryâsında yüzen bir dalgıcı dilegetirmeye çalışacağız: Mehmed Niyâzî-i Mısrî…
Dolayısıyla bu satırlarda Hazret-i Mısrî’nin tâliblik, müridlik,
sâliklik ve vâsillik dönemlerinde yaşayıp geçirdiği değişimleri, kısa-
180 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
cası onun, yolun başından hilafete getirildiği döneme kadar geçirdiği
mânevî evreleri (=sülûkünü) anlamaya çalışacağız.
2.1. Mısrî’nin Eğitimiyle İlgili Kaynaklar
Hazret-i Mısrî’nin hayatı1 ve mânevî eğitimi hakkında birinci derecede kendi eserlerinden bilgi almaktayız. Onun başta Divân’ı ve
İrfan Sofraları olmak üzere Hızır Kıssası, Eşratü’s-Sâat; Sorular ve Cevaplar ve Vahdet-i Vücûd Risâlesi, kendi mânevî eğitimiyle ilgili önemli
ipuçları vermektedir. Diğer taraftan hakkında yazılmış olan Menâkıbnâmelerde de fevkalâde önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu menâkıbnâmeler sırasıyla şunlardır:
İbrahim Râkım Efendi (ö. 1163/1749), Vâkıât-ı Pîr-i Rûşen-zamîr
Hazret-i Mısrî.
Mısrî’nin halîfesi Ahmed Gazzî hakkında torunlarından
Gazzîzâde Abdullatîf Efendi’nin (ö. 1832) yazmış olduğu Menâkıb-ı
Gazzî.
Mısrî’nin Limnili Halîfesi Abdî-i Siyâhî (ö. 1851), Menâkıb-ı
Niyâzî-i Mısrî.
Bursa Mısrî Dergâhı şeyhlerinden Mustafa Lutfî (ö. 1903),
Tuhfetü’l-Asrî fî Menâkıbi’l-Mısrî.
Yazarı bilinmeyen ve tek nüshası Bursa Eski Eserler
Kütüphânesinde (Yz. Nu: 854/101a-115) bulunan Menkabe-i Mısriyye.
Mısrî Dergâhı’nın son şeyhi Mehmed Şemseddin (Ulusoy) Efendi
(1867-1936) tarafından yazılan Gülzâr-ı Mısrî.
Hüseyin Vassâf Bey (1872-1929), Sefîne-i Evliyâ, (C. V. İstanbul
2006, s. 73-143), Mısrî maddesi.
2.2. Niyâzî-i Mısrî’nin Hayatı ve Eserleri
8 Şubat 1618 Cuma gecesi Malatya’da doğan Niyâzî-i Mısrî, 16
Mart 1694’de 78 yaşında vefat etmiştir. Malatya, Diyarbakır, Mardin,
Kerbelâ, Bağdat, Şam ve Kahire Medreselerinde öğrenim görmüş ve
1 Bu makaledeki bilgilerin kaynakları için bk.: Mustafa Tatcı, Burc-ı Belâda Bir Merd-i
Hudâ- Niyâz-î-i Mısrî, İstanbul 2010.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
181
nihâyet Elmalılı Ümmî Sinân Hazretleri’ne intisap ederek seyr ü suluk çıkarmış, vâsil-i Hak olmuştur. Dîvân-ı İlâhiyat’ı bir ledün ilmihâli olan Hazret-i Mısrî’nin kendi seyr ü sülûkü hakkında bilgiler de
ihtiva eden Mevâîdü’l-İrfân, Risâle-i Devriyye, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i
Mutasavvıfâne, Risâle-i Vahdet-i Vücûd, Risâle-i Eşrâtü’s-Sâat, Ta’bîrnâme, Risâle-i Hızriyye, Risâle-i Arşiyye, Risâle-i Nokta, Akîdetü’l-Mısrî,
Etvâr-ı Seb’a, Şerh-i Esmâü’l-Hüsnâ, Mektûbât gibi eserleri vardır.
3. Malatya’dan Elmalı’ya; Zâhirden Bâtına Bir Yolculuk
Niyâzî-i Mısrî, on dört yaşındayken, babası kendisinden, bağlı
olduğu Nakşî tarîkına intisâp etmesini istemişse de Hazret-i Pîr o
zamân Malatya’da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisâp
etmiştir. Bu zât da kısa bir zaman sonra vefat edince, Mısrî hem
tahsîlini devam ettirmek, hem de bir mürşid bulup biat etmek gayesiyle Malatya’dan ayrılmış; Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ ve Şam’da
kalmış ve nihâyet Mısır’a gelmiştir. Bu sırada 23 yaşlarındadır. Kahire’de el-Ezher’de Kādiriyye’den bir mürşide intisâp ederek gündüzleri medresede ders, geceleri de tekkede tasavvuf eğitimi görmüştür.
Burada biat ettiği mürşidinden tatmin olamayan Hazret-i Mısrî, gördüğü bir vâkıa üzerine yüzünü tekrar Anadolu’ya çevirir. Önce İstanbul’a, oradan Bursa ve Uşak’a geçer. Uşak’ta 1646 senesinde (28
yaşında) Elmalılı Ümmî Sinân Halvetî Hazretlerine intisâp eder.
Kendisi Mevâidü’l-İrfân adlı eserinin on dördüncü sofrasında bu bahiste şunları yazmaktadır2:
“Ben ibtidâ-yı hâlimde Malatya’da tahsîl-i ilm ediyordum. Lâkin
sûfiyyenin ilmine, tarîkine muhabbetim çok idi. Onlarla düşüp kalktıkça,
isteğim daha artar, günden güne aşkım çoğalırdı. Nihâyet meşâyıh-ı
Halvetiyye’den birine intisâp ettim, dervîş oldum. Gerçi pederim kendi şeyhine bağlanmamı isterdi. Fakat o zâtı o kadar ehl-i kemâl göremedim. O
şevkle artık seyâhate niyyet ettim. H. 1048/ M. 1638 târîhinde -ki Bağdâd’ın
fetholduğu târîhtir. - çıktım. Evvelâ Diyârbekir’e gittim. Maksadım, tahsîl-i
ilm ise de en ziyâde şevkim muhabbetim ilm-i tarîkat ve tasavvufu öğrenmek
idi. Bir sene kadar orada bulundum. Sonra Mardin’e gittim. Bir sene de
orada oturdum. Mantık ve Kelâm ilmi okudum. Bundan sonra da Mısır’a
gitdim. Şeyhûniyye’de Kādiriyye şeyhlerinden bir zâta kavuştum ve kendi2 Niyâzî-i Mısrî, Mevaidü’l-İrfan-İrfan Sofraları, Ankara 1971, s. 47.
182 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
sinden bîat yeniledim. Gündüzleri Câmi-i Ezher’de ders okur ve geceleri de
Şeyh Efendi’nin dergâhında imâmet eder; sülûka devamla pek çok çalışırdım.
Bir gün Şeyh Efendi dedi ki:
“Sen zâhir ilmi talebinden vazgeçmezsen sana tarîkat ilmi açılmaz!”
Bu söz bana ağır geldi. “Bu kadar emek çektiğim ilmi nasıl terk edeyim?” diye o gece ağlaya ağlaya Cenâb-ı Hakk’a niyâz etdim, yalvardım,
istihâreye yattım3. Rüyâmda bir büyük beldede büyük bir sarâyda imişim.
Güyâ orada Hazret-i Gavs Abdülkādir Geylânî (k.s.) pâdişâh imiş. Etrâfında
kudemâ ve vüzerâdan birçok kalabalık var imiş ve ben de mütereddid bir
hâlde gazabından korkuyor ve kaçacak yer de bulamıyormuşum. Beni bu
hâlde görünce:
“Gel yâ sûfî!” buyurdu hemen koşarak karşılarında durdum. Hizmetçilerinden birine hitâben:
“Haydi bir kese getir!” dediler. Hizmetkâr giderken:
“Gel, gel yanımda vardır, ondan vereyim!” deyip cebinden bir kese çıkardı. Bana verdiler. Ben de alarak huzûrlarında açtım. İçinden sikkeli gümüş paralar çıktı ve bir de başka kese vardı onu da açtım. Bunun içinden de
sikkeli altınlar çıktı. Güyâ diyorum ki:
ki:
“Amân Efendim! Bunların tevîli acaba nasıldır?” Onlar da buyurdular
“Gümüş akçe ilm-i zâhirdir. Onu öğreneceksin. Çalış ve amel et! Altın
da ilm-i tarîkattır. Nasîbin olan şeyhten ona da vâsıl olursun.” Sanki demek
istediler ki:
3 Halvetiyye’de ve umumiyetle sûfiyâne anlayışta, sadece mürşid-i kâmil aramak
için istihâreye cevaz verilmiş, bunun dışında dünyevî işler için bu vesîleye pek tenezzül edilmemiştir. Burada ayrıca bir noktaya daha temas edelim. Bazı araştırmalarda Hazret-i Mısrî’nin hayatına rüyâlarla istikamet verdiği yazılmaktadır. Bu
görüş doğru değildir. Bir mürşid-i kâmil arayan ve hakîkat yoluna intisap etmek
isteyen kişi eğer istihâre yapıp netîce aldıysa, yaşadığı mânevî hâle tâbi olup o
doğrultuda hareket etse gerektir. Gelenek böyledir. Kaldı ki Hazret-i Mısrî değil,
bütün peygamberan ve ehlullâh vâkıalarıyla hareket etmişler, yine vâkıalarıyla
seyr ü sülûk çıkarmışlardır. Nitekim Hazret-i Mısrî’nin sâliklerin işini kolaylaştırmak için yazdığı risâlelerden birisi Ta’bîrâtü’l-Vâkıat’tır. (Bu risâlenin metni için
bk.: Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tasavvufî Bir Rüyâ Tâbirnâmesi,” Türk
Folklor Araştımaları, Ankara 1989, s. 85-96).
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
183
“Seni tamâmen irşâd edecek şeyh bu memlekette değildir.” Kalbim ferâh
ve sürûrla dolu olarak uyandım. Şeyh olan zâta bu rüyâyı söyledim. Onlar
da bunun üzerine bana hilâfet vermek istediler. Dedim ki:
“Amân efendim, kalbim bu husûsta mutmaîn değildir ve durmaya
mecâlim de yok. Eğer müsâade etmezseniz ihtimâl ki helâk olurum. Çünki
mânevî işâret de bu yoldadır. Bunun üzerine ruhsat alarak yine seyâhate
devama başladım. Mukadder olan mürşid-i kâmile vâsıl oluncaya kadar gezeceğim, ilm-i tarîkati öğreneceğim. İşte bu hâl ile bir hayli seneler gezdim,
dolaştım. Ne Arabistan kaldı ne de Rumeli ve Anadolu kaldı!”
Bu sofranın devamı daha sonra tekrar ele alınacaktır.
4. Güğümün Dışını Herkes Kalaylayabilir
Hazret-i Pîr Mehmed Niyâzî-i Mısrî, Ümmî Sinân Hazretlerine
ulaşıncaya kadar tarîkat-i aliyyeye mensup bir hayli zevâtla görüşür.
Fakat hiçbiri onu tatmin edemez. Kahire’den yola çıkar, bir buçuk ay
İskenderiye’de Şeyh İbrahim Efendi’nin yanında kalır. Yine seyâhatle
İstanbul’a gelir. Burada Sultan Ahmed’deki Sokullu Medresesi’nde
bir hücreye yerleşir. Bir müddet sonra Bursa’ya geçer. Bursa’da
Sabbâğ Ali Dede’nin evinde kaldığı günlerde şöyle bir mânâ görür:
“Elinde bir güğüm vardır. Bu güğümü kalaylatmak için kalaycıya gider. Kalaycı der ki:
“Mısrî Efendi! Güğümün dışını herkes kalaylayabilir, bu kolaydır. Asıl hüner onun içini kalaylamaktır, öyle değil mi?” Hazret-i
Mısrî:
“Evet, Efendim öyledir!” deyince:
“Öyleyse içini de kalaylayalım!” diyerek güğümü elinden alır.
Önce bir âletle ikiye ayırır, sonra içini ve dışını güzelce kalaylayarak
yine eskisi gibi birleştirip Mısrî’nin eline verir. Niyâzî uyandığında
meseleyi anlamıştır. Tıpkı Yûnus gibi: “Zâhirim iyi adda, gönlüm
fâsid tâatte” diyerek gönül kabını kalaylayacak olan mânevî kalaycıyı
aramak üzere yeniden yollara düşer.
5. Bursa’dan Uşak’a
Hazret-i Mısrî Bursa’dan yola çıkar, Uşak’a gelir. Uşak’ta devrin
büyük ârif ve kâmillerinden, Elmalılı Şeyh Ümmî Sinân Hazretle-
184 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ri’nin halîfesi Şeyh Mehmed Efendi, dergâhında insanların irşâdıyla
meşgûldür. Mısrî Uşak’a gelip doğrudan Halvetî tekkesine, Şeyh
Mehmed Efendi’ye müracâat eder. Şeyh Efendi Mısrî’yi kabûl eder ve
kendi şeyhi -Ümmî Sinân Hazretleri- Uşak’a gelinceye kadar, emâneten, yani rabıta vermeden- evrâd ve ezkârını tâlim ettirir. Hazret-i Mısrî burada, daha önceki alışkanlıkları üzere bütün zamanını
halvette zikir ve ibâdetle geçirir. Bu hâl üzere yaşarken Şeyh Mehmed
Efendi bir gün müjdeli haberi verir:
“Mısrî Efendi! Bizim bir şeyhimiz vardır. Gerçi Ümmî şöhretiyle
tanınır, fakat Hızır ile Hazret-i Mûsâ kıssasında olduğu gibi hakîkat
ilminde allâmedir. Yılda bir kere Uşak’taki ihvânına ziyârete gelir.
Yakında yine gelecekler, sizi onunla görüştüreyim; memnûn olursunuz.”
Hazret-i Pîr buna, “Eyvallah!” diyerek Ümmî Sinân Hazretlerinin
gelmesini sabırsızlıkla beklemeye başlar.
6. Gönül Kalaycısı: Ümmî Sinân
Ve beklenen gün gelir.
Ümmî Sinân Hazretleri Uşak’taki dergâha iner. Bu dergâh muhtemelen şimdiki Ali Ağa Câmii’nin bünyesindedir. Şeyh içeri girip
daha Mehmed Efendi’yi görür görmez:
“Mehmet Efendi! Senin hizmetinde Mısrî Mehmed isminde bir
dervîş var imiş, onu bize getir!” der. Mehmed Efendi de:
“Evet Sultânım! Huzûrunuza takdîm edilmek üzere bizde
emânettir.” diye Hazret-i Mısrî’yi getirip şeyhe teslîm eder. Mısrî,
daha ilk bakışta Bursa’da mânâda gördüğü kalaycının Yûsuf Ümmî
Sinân hazretleri olduğunu anlar. Bu sırada Şeyh Efendi Mısrî’nin konuşmasına fırsat vermeden:
“Mısrî Efendi! Esas hüner, güğümün dışını değil, içini kalaylamaktır, değil mi?” diye Mısrî’nin mânâsını açığa vurunca bütün düğümler çözülür. Gavs-ı Azam Abdülkādir-i Geylânî’nin daha Kahire’deyken zuhûr edip kendisine:
“Nasîbine mukadder olan mürşidi ara, bulursun!” diye buyurdukları kâmil mürşidin Ümmî Sinân Hazretleri olduğunu anlar ve
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
185
kendisine hemen oracıkta intisâp eder. Bu sırada tarih H. 1057/M.
1647’yi göstermektedir ve Mısrî 28 yaşındadır.
Kendisi, İrfan Sofraları adlı eserinin 14. faslında yazdığı rüyânın
devamında bu intisabın nihâyetini şöyle anlatacaktır:
“Nihâyet, şeyhim, azîzim, gözümün bebeği, kalbimin devâsı olan
eş-şeyh Ümmî Sinân (k.s.) hazretlerine yetiştim. Gönlümün şifâsını
derdimin devâsını onun şeref-i hizmetinde buldum. Kimyâ-yı
hakîkiyyeye onun nefes-i mübârekiyle eriştim. Nasıl ki Cenâb-ı
Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri rüyâ-yı mezkûrede işâret buyurmuştu, aynıyla zuhûr etti. Telâşım gitti, temkîn hâsıl ettim, elhamdü
lillâh.”
Ümmî Sinân Hazretleri bir müddet Uşak’ta eğlenir. Mısrî’yle birlikte kendisine yeni intisâp eden Matlaî, Şeyhî, Müftî Dervîş,
Gülâboğlu Askerî mahlaslarıyla tanınan beş dervîşini yanına alarak
Elmalı’ya döner4.
Bu biatla birlikte Niyâzî-i Mısrî’nin kararı gitmiş, mecnûna dönmüştür. Ogünlerde “Mecnûn’um bugün Leylî derdinden / N’eylerim aklı
dîvâne geldim” demesinin sebebi budur. Aşk meyini içtikçe gözyaşları
mürekkep olmuş, derdini gizli gizli kâğıtlara dökmeye başlamıştır.
Bir yerde şöyle der:
Aşkın meyine ben kana geldim
Şevkin oduna hoş yana geldim
“Ben aşkın şarabına kanmaya geldim. Şevkin ateşine hoş (kendi
arzumla), yanmaya geldim.”
Şem’-i tevhîdi gördüm yakılmış
Gitdi karârım pervâne geldim
“Tevhîdin mumunu yakmışlar gördüm. Kararım gitti pervâne
gibi yanıp yok olmaya geldim.”
4 Hazret-i Mısrî bu beş tarîkdaşıyla çıktıkları yolculuğu anlatırken aynı zamanda
göz, kulak, dil, el ve ayak olmak üzere beş uzvuyla tevriye yaparak şöyle der:
Biz beş er idik çıkdık bir demde yola girdik
Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince
Çavdaroğlu’nun bir şiirinde de aynı mevzûya bir atıf vardır:
Cem’ olıcak bir araya beşimiz
Sevdiğimiz zikr etmekdir işimiz
186 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Halka-i zikri kurmuş âşıklar
Ben de sahnında cevlâna geldim
“Âşıklar zikir halkasını kurmuş. Ben de ortasında dönüp dolaşmaya geldim.”
Mecnûn’um bugün Leylî derdinden
N’eylerim aklı dîvâne geldim
“Leylâ derdinden bugün Mecnûnum. Aklı ne yapayım dîvâne
geldim.”
Derdi cânânın açdı yareler
Bağrım üstünde dermâna geldim
“Sevgilimin derdi bağrımın üstünde yaralar açtı. Dermân bulmaya geldim.”
Ümmî Sinân’ın hâk-i pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
“Ümmî Sinân’ın ayağının toprağına yüzümü sürmek için sultâna
geldim.”
Yâremi bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî Lokmân’a geldim
“Yaram sevgilidenmiş bildim. Niyâzî bu sebepten Lokmân’a geldim.”
7. Hazret-i Mısrî’nin Elmalı’daki Günleri
Hazret-i Mısrî, Elmalı’da dokuz sene kalmıştır. Geçen bu zaman
içinde Ümmî Sinân Hazretleri Mısrî’yi tarîkat âdâbı gereği sülûka
devam ettirdikleri gibi, onu, dergâh-ı şerîfin imâmetiyle ve
şeyhzâdelere ilim öğretmek gibi birtakım hizmetlere de tâyin etmiştir. Bir müddet sonra da bu gibi meşgûliyetler sülûk için gerekli olan
erbaîn riyâzat ve zikr-i dâimîye engel olduğu için mürşidi tarafından
Elmalı dışındaki başka bir hizmete –muhtemelen dergâhın taşradaki
değirmenine- gönderilir. Mısrî burada dergâhın günlük ihtiyacı olan
buğdayı her gün götürüp öğütür ve geri getirir. Bu sırada o, tamamen
zikre ve riyâzata yönelmiştir. Aradan biraz zaman geçer, Mısrî kendi
kendine:
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
187
“Şeyhim beni hiç kimsenin olmadığı boş bir yere gönderdi. Kendisinden ayrı düştüm, taşrada böyle başı boş hayvanlar gibi yaşıyorum. Bu hâl, feyz almama engel olacak. Hâlbuki sâlikin yegâne tesellî
kaynağı mürşidinin cemâlidir. Hattâ mürşidin yanında olmak
sülûkun yarısıdır. Ondan uzakta benim hâlim ne olacak?” gibi düşüncelerle şüpheye düşer. Gerçi gönlüne gelen bu vesveseyi
râbıtayla, kelime-i tevhîdle ve istiğfârla gidermeye çalışır; fakat şekk-i
muhabbetten bir türlü kurtulamaz. Tam bunları düşündüğü bir sırada yolda yapayalnız giderken bir ayı ortaya çıkıp Mısrî’ye hücûm
eder. Ayıyı kendisinden uzaklaştırmak için ne kadar mücâdele ettiyse
de başaramaz. Nihâyet mürşidinin rûhâniyetine sığınıp:
“Himmet Yâ Hazret-i Pîr!” diye niyâz eder. O esnâda Ümmî
Sinân Hazretleri tecellî edip Mısrî’yi hayvanın pençesinden kurtarır.
Hazret-i Şeyh buyururlar ki:
“Bu hayvan senin yabancın değildir, hâtırandan zuhûr etmiştir.
Bu yaşadığın hâl de senin irşâd olman içindir. Korkma! Sen, “Himmet-i pîr var mı yok mu?” diye düşünüyordun, gördüğün gibi himmet varmış. İşte gönlündeki vesvesenin mânevî sûreti de böyle yabanî bir mahlûktur!”
8. İçin Dışa Zuhûrâtı
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri bir yerde der ki:
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
“Dıştan içe yansıyan hayâller (ve düşünceler), içten dışa çıkan
olaylar, birinden diğerine -iç içe- sürekli yeni oluşumlara sebep olurlar.”
Bilindiği üzere, tasavvuf yolunda tâlibe telkin edilen kelime-i
tevhîdin gücüyle seyr ü sülûk çıkaran sâlikin mânâsında tecellî eden
ilk görüntüler, nefs-i emmârenin behimî sıfatlarıdır. Hazret-i Mısrî
kendi sülûkundaki tecrübelerden hareketle bu behîmî (hayvânî) sıfat-
188 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ların zuhûrunu Hazret-i Peygamber’den nakledilen eşrâtu’s-sâati
yani kıyâmet alâmetlerini enfüsî olarak şöyle yorumlar5:
“Ey tâlib-i esrâr-ı İlâhî bil ve âgâh ol ki, âlem-i âfâkda her ne var
ise, âlem-i enfüsde dahi vardır.
Hazret-i Sultânü’l-Kevneyn ve Resûlü’s-Sakaleyn (s.a.v.) Efendimiz âfakda eşrât-ı sâati beyân etmişlerdir. Bunun âlem-i insânda
dahi bilinmesi lâzımdır. Ve bize bilinmesi lâzım olan da, kendi
vücûdumuzda olanıdır. Yoksa, afakda olacağı intizârdan bir şey hâsıl
olmaz.
Hazret-i Resûl-i Ekrem: “Her peygamber, ümmetini Deccâl ile
korkutmuşdur” meâlindeki hadîs-i şerifleri ile “Deccâl”in enfüsî olduğunu işâret etmişdir. Zirâ, peygamberler, meşhûr olan Deccâl’in kendi zamanlarında zuhûr etmeyeceğini bilirlerdi. Öyleyse, niçin ümmetlerini Deccâl ile korkutmuşlardır? Onların kizb ve cehilden
muarrâ ve müberrâ olduklarına zerre ve şemme îmânı olan şübhe
getirmez.
Malûm olsun ki: Evvelâ “Benî Asfâr”ın zuhûrundan murâd:
İnsânda olan sıfât-ı behimiyyenin zuhûr etmesidir. Zirâ insânda evvel
halk olan bu sıfatlardır.
“Yecüc ve Mecûc”un çıkmasından murâd: İnsanda olan sıfât-ı
zemîme ve efkâr-ı fâsidenin külliyet ile zuhûr ve hücûmudur.
“Deccâl”den murâd: İnsânda olan akl-ı maâşın sıfat-ı rubûbiyet
ile kibr ve istilâsı ve taleb-i uluvv ile zuhûrudur.
“Hazret-i İsâ’nın yere inmesinden” murâd: Akl-ı maâdın nûr-ı
yakîn ile zuhûrudur.
“Hazret-i İsâ’nın Deccâl’ı katletmesinden” murâd: Deccâl’in
hükmünü ibtâlden ibaretdir. Nitekim, Şeyh Sadreddin-i Konevî buyurdular ki: “Deccâl, dünyânın hakîkati mazharıdur. Onun içindir ki,
sağ gözi kördür. Ya’ni Hakk’ı görmez. Ve Hazret-i İsâ aleyhisselâm,
hakîkat-i âhiretin mazharıdır ki, anın zuhûru vakti, fecrin tulûu
zamânıdır. Çünki, akl-i maad zuhûr eder, akl-ı maâş ölür.
5 Mustafa Tatcı, “Niyâzî-i Mısrî’nin Tasavvufî Bir Risâlesi: Eşrâtu’s-Saat,” Dolunay
Dergisi, Eylül 1988, S. 32-33, ss. 22-23.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
189
“Hazret-i Mehdî’nin çıkması”ndan murâd: Akl-ı küll ve rûh-i
a’zamın zuhurudur. Ol rûh, havassa nefh olunur, herkese nefh olunmaz. “Ve nefahtü min rûhî” (Secde/8) âyeti bu rûha işaretdir. Bu rûhu
mürşid-i kâmil, Allah’dan halîfe olup tâlibe nefh eder. Buna, Mâye-i
Muhammediyye derler.
Dâbbetü’l-arzdan murâd: Nefs-i levvâme’nin zuhurudur.
Bir elinde Mûsâ’nın asâsı, bir elinde Süleymân’ın mührü olup,
asâ ile mü’minlerin yüzin sıvazlayıp Cennet ehli idiği zâhir olup ve
mührü kâfir yüzüne değirip kâfir olduğunu meydâna çıkarır. Kâfir
olduğu şudur ki, nefs-i levvâmenin bir yüzü nefs-i mülhimeye ve bir
yüzü nefs-i emmâreye karşıdır. Saîd veyâ şakî olmaya istidâdı vardır.
Nefs-i mülhimeye tâbi’ olursa saîd olduğu zâhir olur ve salâh-ı hâli
yüzünden nişân verir. Eğer nefs-i emmâreye tâbi’ olursa şakî olduğu
meydâna çıkar ve fesâd-ı hâli yüzünden nişân verir.
Günün mağribden doğması: Rûhun bedenden müfarekatına
işaretdir. Zirâ cisme taalluk etdiği vakit doğmuşdu. Taalluku kesildiği vakit yine mağribden doğar. Bu sözleri duymak içün kişinin tabîatı esâfilînden semâvât-ı melekûta vülûc etmesi (girmesi) gerekir. Bu
vülûc içinde de iki kerre doğması gerekir. Birinci doğuş anasından,
ikinci doğuş da kendi kendisindendir. Nitekim Hazret-i İsâ (A.s.)
“Men lem yûledu merreteyni len yelice melekûtü’s-semâvâti ve’larz.” Yani, iki kerre doğmayan cevâhir-i eşyâyı anlayamaz; nefsini ve
Hakk’ı dahi tanıyamaz.
Bu eşrât-ı enfüsî’yi ancak ehl-i sülûk olanlar anlar ve bilir. Avâmı nâs, bundan bî-haberdirler. “Ülâike ke’l-en’âm bel hüm adal” (Onlar
hayvan gibidirler. Hattâ daha da sapıktırlar. A’raf/179) Onların
şânındadır.
Rumûz-ı enbiyâ ve evliyâyı anlamak İnsân-ı kâmil işidir. Onların
sözünü duyan dünyâ ve âhiretde onların yoldaşıdır. Duymayan nâşey’dir ve’s-selâm.”
9. Sıla Özlemi Yâhut Destûrsuz Seyahat
Hazret-i Mısrî, sülûku sırasında ibretlik daha birçok olaylar yaşamıştır. Bunlardan birisi de Malatya’ya (eski adıyla Aspozi’ye), anababa ocağına duyduğu özlemdir.
190 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Hazret-i Mısrî senelerden beri memleketini ve âile çevresini görememenin verdiği özlemle Malatya’ya gitmek ister. Kaldı ki, sılâ-i
rahîm ziyâreti de meşrûdur. Bu meşrû hakkını kullanmak için mürşidinden izin almak gerekmez sanıp baba ocağına doğru yola çıkar. Bir
zaman sonra gönlünde bir darlık ve sıkıntı meydana gelir. Öyle ki,
öğrendiği zâhirî ve bâtınî bütün bilgiler gönlünden silinir. O zaman
anlar ki, bu sıkıntının sebebi pîr huzûrundan destûrsuz ayrılmaktır.
Gönlüne hemen şeyhine danışıp ondan izin almak fikri gelir. Elmalı’ya derhâl geri döner. Dönüşünde –tıpkı üstâdı Yûnus Emre gibimürşidinin eşiğine yüz sürüp özür diler. Ümmî Sinân Hazretleri buyururlar ki:
“Mısrî Dervîş! Bostan sâhibi meyvenin olup olmadığını bilir. Biz
seni sılânın sevâbından mahrûm etmek istemedik. Fakat bilinirden
bilinmez çoktur. Onun da vakti gelince hâsıl olur.”
10. Hızırla Yolculuk Zordur, Sabır Gerektir!
Yine Hazret-i Pîr, Kur’ân’daki Hazret-i Hızır ile Mûsâ’nın yolculuğunu kendi sülûk tecrübeleriyle birleştirerek yorumlar. Tasavvufta
en önemli kural, teslîmiyettir. Zâkir olunabilir, şâkir de olunabilir
fakat sıddîkiyet ve teslîmiyet-i tâmme sahibi olmak zordur.
Teslîmiyet, nâmerdin değil, merd-i Hudâ’nın kârıdır.
Sülûk bir nev’i makām-ı Mûsâ’dan makām-ı Muhammed’e,
(=sıfattan zâta) yolculuktur. Biz buna şerîatten hakîkate yolculuk da
diyebiliriz. Her sâlik bu mânâda yolun başında biraz Hazret-i Mûsâ
gibi “Hızr-ı Mânâ”yı, yani mürşidini anlayamaz, onun söz ve davranışlarına en azından gönülde itirazları vardır. Bu hâli Hazret-i Pîr de
yaşamış olduğu için, bilahare Hak sâliklerinin anlamasını sağlamak
ve işini kolaylaştırmak gayesiyle bir makâlesinde Kehf sûresindeki
Hızır-Mûsâ kıssasını yorumlamıştır6. Bu yorum –anlaşılacağı üzerebiraz da kendi seyr ü sülûkudur7:
6 Nitekim Hazret-i Pîr İlâhiyât’ının bir yerinde şöyle buyurmaktadır:
Sâlikin mürşidine hizmeti şâhâne gerek
Eşiğine koya başın diye şâhâ ne gerek
“Mürîdin mürşidine hizmetinin hükümdarlara yakışacak şekilde olması gerekir.
Ey şâh eşiğine baş koymak için ne gerekir?”
Geçe dünyâ ile ukbâyı dahi etmeye âr
Bu yolun mihnetine ol katı merdâne gerek
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
191
Allah Teâlâ Kehf sûresinde şöyle buyurmuştur: “Mûsâ, genç arkadaşına, “Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yâhut yıllarca yürümeye
kararlıyım” dedi.” (Kehf/60).
İki deniz, nübüvvet ahlâkı olan şerîat ilmiyle Mevlâ’nın hakîkat
ilmidir. Hızır’ın, Mecmau’l-Bahreyn (iki denizin birleştiği yer)de olması, onun her iki ilme sahip bulunmasına; Allah Teâlâ’nın Mûsâ
aleyhisselâmı Hızır’a göndermesi, insan kemâlinin ancak ledünni
ilimle tamam olacağına; birinci ilim her ne kadar ülu’l-azm nebilerde,
ikinci ilim rütbe itibariyle onlardan aşağıda olanlarda ise de ikincisinin arandığına, ledünni ilim sahibine Allah Teâlâ’ya ibadet edecek
kadar şerîat öğrenmesinin kâfi olduğuna işarettir. Bunun içindir ki
Hz. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz amel edeceğini söyleyen insana
“Âdem tefakkuh etti: anladı” buyurmuşlardır. Zilzal Sûresi’ni görünce adam öğrenimi terk etmişti. Avârif’te ve diğer eserlerde de böyle
yazılıdır.
“Dünyâyı ve âhireti geçmeli, âr (benlik) etmemelidir. Bu yolun zahmetine katlanmak için yiğitlik gerekir.”
Nâ-murâd olmağa tâlib ola kim menzil ala
Dahi halk içre adı âkil u dîvâne gerek
“Muratsız olmaya talip olmalı ki menzil almalı. Adının da halk içinde akıllı ve deli
olması gerekir.”
Dahi Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol
Eski dîvârı yıkıp hem katl-i oğlâne gerek
“Hattâ o, Mûsâ gibi Hızır’a gemisini deldirmeli, dahası bu yolda eski duvarı yıkıp
oğlanı da katletmelidir.”
Gemi sağ olsa anı gasb eder emmâre-i nefs
Yeni dîvâra begüm bak eski vîrâne gerek
“Gemi sağlam olsa onu kötülüğe sürükleyen nefis gaspeder. Beyim yeni duvara
bak, eskisinin yıkık olması gerekir.”
Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsık olurdu
Bu bâğın bülbülü aşk oduna pervâne gerek
“Eğer oğlanı öldürmeseydi, sonu fasık olurdu. Bu bağın bülbülünün aşk ateşine
pervane olması gerekir.”
Bu yola kim ki Niyâzî gire kurbân ede cân
Iyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek
“Niyâzî kim ki bu yola girerse canını kurban etmelidir. Bu kurban, ona sevgiliye
kavuşturmaya vesîle olacak olan büyük bayramdır.”
7 Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan, s. 146.
192 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Hızır aleyhi’s-selâmın Mûsâ aleyhi’s-selâma: “Sen benimle sabredemezsin. Haberin olmayan bir şeye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf/67-68)
demesi, ilk çarpışmada hakîkat ilminin şerîat ilmine mukavemet edeceğine işarettir. Velev bu şerîat ilminin sahibi zamanında insanların
en bilgini olsa da. Hattâ Mûsâ aleyhisselâm dahi olsa. Mûsâ
aleyhisselâmın ilk itirâzı, ilmi icabı, dînî gayretinden ileri gelmişti.
Sonra özür dilemesi, ledünni ilmi kabûle istidatlı olduğunu gösterir.
Ey kardeşim, ilminle hakîkat erbâbına karşı geliyorsan, itiraf edip
özür dilemede de Mûsâ aleyhisselâm gibi ol. Münkir ve muannid
olma ki onların ilimleri bereketinden mahrum kalmayasın. Sefineyi
delmek, halka, şerîatle amel etmede dâima noksan yaptıklarını düşünmeye işarettir. Tâ ki kendini beğenme meliki gemiyi zaptetmesin.
Bil ki: âlim, her şeyden önce ilminde amelinde ve ahlâkında halkın sevgi ve itaatini kazanmalıdır. Sonra şerîat ve hakîkat denizlerini
(ilimlerini) kendinde toplamış bir mürşid aramalıdır. Böyle bir mürşidin alameti, o âlimin başına toplanmış bulunan halkı usûlüyle kaçırmasıdır. Kendini beğenme melikinin zaptından kurtulmak için
emir ve nehiyleri çok sık yapmaz. İrşâdı o âlimin arzusuna muvafık
olan kimse, mürşid-i kâmil değildir. Öyle kimsenin zararı, faydasından çoktur. Çünkü eğer o şekilde irşâd mümkün olsaydı, Hızır, Mûsâ
aleyhisselâmı irşad ederdi. Öyle bir gemi lâzım ki Hızır’la Mûsâ
aleyhisselâm o gemide bulunsun ve Hızır o gemiyi yaralasın. Yara
olmayan gemide Hızır’ın bulunması umulmaz. Hızır’ın çocuğu öldürmesi, çok şekillerde görünen cüz’î ruh makāmından görüntülerin
birleştiği küllî rûha yükseltmesine işarettir. Beyt:
“Her güzelin güzelliği, (O’nun) cemâlindendir;
Her güzelin güzelliği O’ndan âriyetdir. Hattâ her güzel O’dur.”
Hızır’ın, duvarı yıkıp sonra yapması, Mûsâ aleyhi’s-selâmın tabiî
vücûdunu yok edip Hakk’ın varlığı ile bâki kılmasıdır. Gemiyi delmekle Fiiller Tevhîdine ulaştı; çocuğu öldürmek ile Sıfatlar Tevhîdine
vasıl oldu; duvarı yapmakla da Zât Tevhîdine kavuştu. Bu sûretle
Mûsâ aleyhisselâmın irşadı tamam oldu. Bu konuda çok şeyler söylemişlerdir ama gerçek böyledir.
Bil ki: Hızır iki denizin birleştiği yer (Mecma’u’l-bahreyn)’de olduğundan onu bulan da Mecma’u’l-bahreyn’de buldu. Mûsâ aley-
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
193
hi’s-selâmın Mecma’u’l-bahreyn olduğuna delil, kadının ona zina
iftirasında bulunması olayıdır. Eğer Mûsâ, mûcizelerle suçsuzluğunu
isbat etmeseydi, hakîkatte suçsuz olduğu halde o utanç, kıyamete
kadar üzerinde kalırdı. Yine Hz. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in,
Zeyd’in boşadığı karısını alması üzerine çok şeyler söylediler. Hz.
Aişe radiyallâhü anhaya de iftira ettiler. Cenab-ı Hak çeşitli âyetlerle
bunları temize çıkardı ve savundu. İki denizi kendisinde toplayan her
peygamber ve velî de böyledir. Elbette onun gemisi delinmiş, çocuğu
öldürülmüş, duvarı yıkılıp yapılmış olmalıdır. Artık anla.
Allah Teâlâ, onlardan kiminin beraatini vahiy ile kiminin
mu’cizelerle, kiminin kerâmetlerle göstermiş, kimini de suçsuz olduğu halde halleri üzerinde (zanlı) bırakmıştır. Hepsi de suçsuzlukta
eşittir. Şâyân-i hayrettir ki Cenabı Hakk’ın, Hızır’ın Mûsâ aleyhi’sselâma söylediği sözü nakleden:
“Sana sabredemediğin şeylerin te’vilini söyliyeceğim” (Kehf/78) âyeti
de tıpkı iki denizin birleştiği yer gibi Kur’ân-ı Kerîm’in tam ortasında
bulunmuş ve iki yarısını birleştirmiştir. Hele Nazm-ı Şerîf’in güzel
tertibine ve bu Kıssa’nın, iki ayrı denizinin birleştiği yerde bulunmasına bak.
Ey halkın rızâsını kazanmış mürşid, eğer sen, bir cihetten onların
sevgilisi, bir cihetten de onların nefret ettiği isen, bil ki sen,
Mecma’u’l-bahreyn’sin. Vaktin Hızır’ını arayan, seni Hızır bulur.
Yani ne kendisinden tamamen nefret edilen âlim, ne de kendisinden
tamamen râzı olunmuş âlim irşada layık değildir. Zira birincisi
mülhid, imandan hariç; ikincisi câhil ve mürâîdir. Câmi olan (her iki
ilmi birleştiren) de, her iki tarafın hükmü zuhura gelmelidir. Yani (iki
tarafta da) Allah Teâlâ’nın emri ve iradesi demek istiyorum. Nitekim
Allah Teâlâ Hazretleri Hud aleyhi’s-selâmdan naklen:
“Hiçbir canlı yoktur ki O, onun alnından yakalamış olmasın” demiştir. Artık anla. Çünkü bu, kılın kırkta birinden daha incedir. Ben Mısır’da Nil ile Denizin birleştiği yerde bu söylediğime uygun bir şeye
şahid oldum. O da şu idi: Nil, denizin tuzluluğundan yarım mil kadar ya da daha çok içine almıştı. Deniz de Nil’in tatlılığından kapmış
ve yarım mil kadar, ya da biraz daha fazla içine çekmişti. Şimdi ikisi-
194 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
nin mecmaı (birleştiği yer) sanki Nil idi, deniz değildi ve sanki denizdi, Nil değildi.
“Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiriyle buluşmak üzere salıvermiştir.
Ama aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar” (Rahman/1920). Hakîkatine ne tamamen aykırı, ne de tamamen uygun idi.
Ey sâlik, mürşid yanında, denizin yanındaki Nil gibi ol. Deniz
kenarında bulunan sahil taşları gibi olma. Ki sertliğinden dolayı uzun
zaman beraber kaldığı halde denizin letafetinden ve rikkatinden bir
şey alamaz. Nehirlerin tatlılığı ve denizlerin tuzluluğu yaşayanlara
(ehillerine) göredir. Yani deniz, içinde bulunan hayvanlar için tuzludur. Nehir de karada yaşayanlar için tatlıdır. Ama birleşimde her
ikisi de tatlıdır.
Bil ki: Bu iki ilmin misali ve birbirine lüzûmu Âdem ile Havva
gibidir. Çünkü eğer bunlar birbirine muhâlif kalsalardı çocukları olmaz, dünya insanlarla dolmazdı. Yine biri diğerinde tamamen
cem’olup yok olsaydı Âdem’in kalbinde Allah Teâlâ’nın:
“De ki: Rabbin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı,
Rabbin kelimeleri tükenmeden o(nlar) tükenirdi. Bunun bir mislini daha
getirseydik, yine (Rabbin kelimeleri) bitmezdi” âyetiyle ifâde edilen Allah
Teâlâ’nın kelimelerine ait bilgiler hâsıl olmazdı. Ama bunların cem’i,
irşad için ve bilhassa peygamberler için çok mühim olduğundan Allah Teâlâ Mûsâ aleyhisselâmı Hızır aleyhisselâma gönderdi.
Bil ki: Havva, nasıl Âdem aleyhi’s-selâm’ın kaburga kemiğinden
yaratıldı ise şerîat ilmi de tıpkı böyle hakîkat ilminden doğmuştur,
onun yankısıdır. Ona zıt görünür ama hakîkatte onun aynıdır. Çünkü
bir şeyin yankısı, onun aynıdır. “Allah gerçeği söyler, o yola iletir.”
11. Niyâzî-i Mısrî’nin Mücâhede Günleri
Hazret-i Mısrî, mücâhede ediyor, gece gündüz nefsiyle boğuşuyordu. Bir gece şöyle bir mânâ tecellî etti:
Kendisini bir aynanın içinde bir köpek şeklinde seyrediyor, köpek kendisine karşı saldırıyor, havlıyordu. Sanki kuduz olmuş gibiydi. O sırada şeyhi yanına gelmiş, o akûr köpeğin boynuna bir demir
zincîr vurup bağlamış, Mısrî de rahat bir nefes almıştı. Bu rüyâyı
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
195
gördüğü anda ulu bir hengâme içinde uyandı. Kan ter içinde kalmıştı. Biraz kendine gelince tefekkür bahrine daldı, düşünmeye başladı.
Aynadaki köpek nefs-i emmaresiydi. Bu saldırgan köpekten ancak
himmet-i pîr ile kurtulabileceğini biliyordu. Nitekim öyle de oldu.
İleride nefsiyle olan bu zorlu mücadelesini kendisi şöyle dile getirecekti:
Adâvet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki aslâ senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ
“Kimseyle düşman olma, sana düşman olarak kendi nefsin yeter.
Ki nefsin ömrünün sonuna dek senden ayrılmaz.”
12. Sülûktan Vüsûle
Hazret-i Pîr 1647 senesinden 1656 tarihine kadar Ümmî Sinân
Hazretlerinin yanında sülûk çıkardı; Pîrin hizmetiyle meşgûl oldu. O,
bu dokuz seneyi nefsiyle boğuşarak geçirdi. Pek çok halvet çıkardı.
Sürekli mücâhede hâlindeydi. Mânen yükseldikçe zikir ve açlığın
şiddetini de arttırdı. Bu arada mürşidi ona, nefsine dokunacak çeşitli
hizmetler de vermeye başladı. Bazı günler dergâhın mutfağına sırtında odun, buğday veya kırbayla su taşıyordu. Tıpkı Yûnus Emre gibi,
sırtı, elleri ve ayakları bunları taşımaktan yara olmuştu. Bununla
berâber Hazret-i Mısrî:
“Elbette bu görevler de mânevî feyzimizin husûlüne sebeptir”
diye sabredip şikâyet etmezlerdi. Her nasılsa bir gün Hazret-i Şeyh’in
yakınında bulunan, kendisinin de sırdaşlarından olan sevdiği bir
ihvânına gizlice arkasındaki yaralara merhem ve pamuk koymasını
ricâ etti. O zât da görevini yerine getirdikten sonra doğruca Ümmî
Sinân Hazretleri’ne gidip:
“Azîzim! Mısrî bendenizin sırtı buğday, su ve odun taşımaktan
yara olmuş. Bu kadar zahmet ve meşakkate sabır ve tahammül,
kemâle erdiğine delildir. Lütfen bunun icâzesini ihsân buyurun. “
diye ricâ etti. Hazret-i Şeyh bunun üzerine:
“Doğrudur. Mısrî’nin kemâle geldiğini ben de bilirim. Fakat
onun bizden alacağı bir şey vardır” diye cevap verdi.
196 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Mücâhedesini artırdıkça perdeler açıldı. Sülûkünün dördüncü
senesinde dördüncü esmada seyrediyordu8. Bir gün En’am sûresinin
75-79.cu âyetlerinde anlatılan Hazret-i İbrahim’in yaşadığı mânevî
tecrübeyi düşünüyordu. Mâlûm olduğu gibi, bu âyetlerde şöyle denilmektedir:
“Yakînen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu göstermiştik. Gece olunca bir yıldız görmüştü: “İşte bu benim Rabbim” dedi; yıldız batınca, “Batanları sevmem” dedi. Ayı doğarken görünce: “İşte bu benim Rabbim” dedi, batınca, “Rabbim beni
doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum” dedi.
Güneşi doğarken görünce, “İşte bu benim Rabbim, bu daha büyük”
dedi; batınca: “Ey milletim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım” dedi. “Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, dosdoğru çevirdim, ben puta tapanlardan değilim.”
Hazret-i Mısrî kendisi de böyle bir hâl yaşadı. O bu mânevî tecrübesini İrfan Sofraları’nın on üçüncü sofrasında şöyle anlatır:
“Bu fakir kula da Allah’a sülûkum sırasında sülûkun istikâmeti
bereketiyle Allah’a şükür, aynı şey vâki oldu. Ben o günlerde on iki
konaktan beşinci konakta idim. Hiç kararım kalmamıştı. Bir yandan
öbür yana kaçıyor, mücâhede şiddetinden dolayı bir yerde ve bir
halde duramadığım için kendimi minâreden, yâhut da dağlardan
aşağı atacak oluyordum. Sülûk günlerimin ekserisinde gıdam yirmi
dirhem arpa ekmeği idi. Nihâyet bin altmış senesi Muharrem Ayı’nın
son on gününde dördüncü Cuma gecesinde (25 Ocak 1650’de) sülûk
esnasında uyanık iken bir de gördüm ki evin içinde karşımda bir yıldız. Onu baş gözümle gördüğümü zannettim de gözümü yumdum.
Baktım ki hayır, yine öyle görünüyor. Gözümü açtım, yine önceki
gibi karşımda. O zaman anladım ki bu, kalb gözüyle görülüyor. Bir
kaç gün o yıldız gözümden kaybolmadı. Sonra büyüdü, büyüdü ay
kadar oldu. Birkaç gün de böyle devam etti. Sonra git gide büyüdü
güneş kadar oldu. Birkaç gün de böyle gittikten sonra yine yavaş yavaş büyüdü, yükseldi, altı ciheti kapladı. İlk gördüğüm zamandaki
8 Mâlumdur ki Halvetîler yedi esmâ seyrederler. Esmâyı tamamlayan sâlike bunla-
rın üzerine hilâfet esmâsı yani fürûat denilen isimler verilebilir. Bunu mürşid belirler.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
197
ıstırabım, kalb çalkantım, nûrun genişleyip altı yönü kaplayıncaya
kadar yavaş yavaş tamamen dinmişti. Artık bundan sonra cesetle
mücâdele ve riyâzet yapamadım. Kalb ve ruh ile bunların durumlarına uygun şekilde mücâhedeye devam ettim. Bu hâli, şeyhim, göz
bebeğim Elmalılı Ümmî Sinan (k.s.)a söyledim. Dedi ki:
-İbrahim Aleyhisselâm’dan kalan beşinci menzilin hâli budur. Bu
menzil onun ilk makāmı idi. Onun ilk menzili, ittibâ bereketiyle Muhammed Aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimiz’in ümmeti için beşinci
menzil oldu. Fakat Allah’ın Resûlu (a.s) için bir makâm yoktur. Bütün
makâmlar onun ayakları altında bir tek adımdan ibarettir.
Sonra buyurdu:
-Seni İbrahim Aleyhisselâm’a lutfettiği Sırat-ı Müstakime ileten
ve seni onun izinde gittiğin için O’na vâris kılan Allah’a hamdolsun.
Sonra şu âyeti okudu:
“Gece onu örtünce bir yıldız gördü.” (En’âm/76).
13. Şübhesiz Menzilgeh-i Hızr-ı Zamândır Aspozi
Hazret-i Pîr dokuz sene süren seyr ü sülûku döneminde her ne
kadar memleketi Malatya’ya gidip baba ocağını ziyaret etmek istediyse de, şeyhi “Sıla-i rahîmin henüz zamanı var” dediği için gidememiştir. Ümmî Sinân Hazretleri Hazret-i Mısrî’yi irşâd ettiğinde,
yanına oğullarından birini de vererek bu sefer sılâya gitmesi için izin
vermiştir. Onun bu seyahati hilâfetten sonraya bırakmasının hikmeti,
kendisinin:
Halvetten ettim rıhleti kesrette buldum vahdeti
Bâzârda düzdüm halveti rûz u şebim ıyd ü berât
dediği üzere, müşâhedesinin kavîleştirilmesiyle –yani, cem’den farka
getirilmesiyle-ilgilidir. Ehlinin bildiği gibi, geçmiş dönemde kâmiller
cem’e gelip de cezbeden kurtulamayan sâliki farka getirmek için
seyâhat ettirirlerdi. Nitekim Niyâzî Hazretleri de artık gönlü vatan-ı
asliyesinde, vücûdu vatan-ı mecâzî olan Malatya’da bu seyâhati gerçekleştirmiştir. Mısrî:
Bârekallâh gülsitân-ı bülbülândır Aspozi
Cenneti tezkîr eder âlî-mekândır Aspozi
198 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
beytiyle başlayan “Aspozi” (yani Malatya) redifli medhiyyesini muhtemelen bu seyâhatinde yazmıştır9.
14. Derd-i Dile Dermân Olan Elmalı Göründü
Hazret-i Mısrî’nin şeyhzâde ile birlikte Malatya’da ne kadar kaldığını bilmiyoruz. Malatya’dan sonra İstanbul’a gelen Mısrî ve
şeyhzâde, bir müddet de burada konaklamışlardır. Onun İstanbul’da
bulunduğu sırada Oğlan Şeyh İbrahim Efendi’yle (ö. 1655) görüşüp
tanıştığı da bilgilerimiz arasındadır. Bu tanışıklık, anlaşılacağı üzere
yol arkadaşı Çavdaroğlu Müftî Dervîş’in oğlu Sun’ullâh-ı Gaybî
vesîlesiyledir. Nihâyet İstanbul’dan dönüş zamanı gelir ve Elmalı’ya
doğru yola çıkarlar. Şeyhi Ümmî Sinân’dan uzun zamandır ayrı kalan
Mısrî, Elmalı göründüğünde azîzine duyduğu hasretin de galebesiyle
şu nutk-ı şerîfini yazar:
Dost illerinin menzili key âli göründü
Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü
Tûtîlere sükker bâğının zevki erişdi
Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü
Mecnûn gibi sahrâları ağlayı gezerken
Leylî dağının lâlesinin alı göründü
Ten Yakûb’unun gözleri açılsa aceb mi
Cân Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü
Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî
Şimden gerü hâl ehlinin ahvâli göründü
Bu şiirini kendi el yazısı Hâtırât’ına da kaydeden Niyâzî-i Mısrî:
“Azîzim Ümmî Sinân Hazretlerini ziyârete giderken Elmalı
göründükde tulû’ etmiş idi bu şiir10“ diye bir açıklamada bulunur. Bu
nutk-ı şerîfteki Elmalı kelimesini ikiye bölüp “Mürşid-i hakikînin
9 Aspozi, o dönemde Malatya’nın mesireliği iken bugün yeni şehir merkezi ortasın-
da kalmıştır. Muhtemeldir ki Hazret-i Mısrî memleketine gittiğinde âile Malatya’nın bağlık bahçelik bölgesi olan Aspozi’de bulunuyordu ve kendisi de burada
konaklamıştır.
10 Niyâzî-i Mısrî, Kelimât-ı Kudsiyye, Bursa Eski Eserler Ktp. Orhan Gazi Bl. Yz. Nu.
690, vr. 90b.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
199
elinden alınacak olan sır,” anlamında “el mâlı” şeklinde de okumak
gerekir. Zira sırr-ı ilâhî gökten zenbîlle inmez, mürşid-i hakîkînin
elinden alınır.
15. Mısrî Efendi! Korkma, Konuş!
Yıl 1656. İhvân, Mısrî Hazretlerinin yetiştiğinin ve bir müddet
sonra hilâfetle gönderileceğinin farkındadır. Kendisinden biraz daha
istifâde edebilmek için şeyhleri Ümmî Sinân’dan izin alıp Mısrî Hazretleri’nin kendilerine nasihat etmesini isterler. Şeyh destûr verir,
cumâ günü mescitte va’z kürsüsüne çıkmasına müsaade eder.
Hazret-i Mısrî o gün kürsüye çıkar; fakat bir türlü konuşamaz.
Dili tutulmuştur. Bu sırada gönlüne gelir ki, bunun sebebi şeyhidir ve
onun destûru olmadan kendisi bir kelâm konuşamaz! Şeyhine teveccüh eder. Ümmî Sinân Hazretleri tebessüm ederek:
“Mısrî Efendi! Bundan sonra korkma, konuş! diyerek bir latîf
sûretle izin verir. O anda diline selâset gelen Hazret-i Mısrî konuşmaya başlar. Onun Ümmî Sinân vasfında yazdığı şu övgü bu olaydan
sonradır:
Eylesin Allah çok tahiyyâtı
Ana kim verdi ilm-i gâyâtı
Gizli sultândır sırr-ı Sübhân’dır
Mürşid-i cândır hep makālâtı
Kutb-ı halâyık bahr-ı hakâyık
Ferd-i câmidir hep makâmâtı
Nokta-i kübrâ göremez amâ
Gizlidir zîrâ cümleden zâtı
Kalbini keşşâf eylemiş şeffâf
Görünür anda hep beriyyâtı
Arayıp bulan kulluğın kılan
Telkînin alan buldu hâlâtı
Ey nice cânlar yanını bekler
Bulmadık derler bunda lezzâtı
Neylesin talîm olamaz teslîm
Ya nice bulsun ol kemâlâtı
200 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Mâyenin zevkın alamaz şol kim
Şeyhi hak bilmez yok riâyâtı
Şehri Elmalı cânda bulmalı
Ümmî Sinân’dır şöhret-i zâtı
16. Elmalı’da Son Vaaz yâhut Mürşid-i Cân Ümmî Sinân
Mısrî Hazretleri’nin 1656 senesinde irşâd olup hilâfetle Uşak’a
gönderilmesi kararlaştırılınca, ihvân şeyhleri Ümmî Sinân’dan son bir
kere daha Onun va’zını dinlemek arzularını dile getirir. Ümmî Sinân
Hazretleri de buna müsaade eder.
Aylardan Ramazan’dır. Halktan ve ihvandan bazı kişiler kendilerine oruca dâir bir va’z vermesi için Ümmî Sinân’a müracâat ederler. Hazret-i Şeyh de Mısrî’ye bu konuda va’z etmesini emreder.
Mısrî, şeyhinin emriyle kürsüye çıkar. Orucun hakîkatine dâir çok
duygulu ve manidâr bir konuşma yapar, dinleyenlerin içinde gözyaşı
dökmeyen kalmamıştır. Bu sırada şeyh iki dervîşiyle, bir parça ekmek
ve peynir gönderir:
“Mısrî’ye söyleyin, namazdan sonra gönderdiğim bu ekmeği şadırvanda yesin!” diye emreder.
Dervîşler, Mısrî kürsüden inip namazı kıldıktan sonra tam
câmiden çıkarken Ümmî Sinân hazretlerinin emrini kendisine iletirler. Mısrî bu emri duyar duymaz, hiç tereddüt etmeden ekmek çıkınını açar, şadırvanda halkın gözünün önünde bir güzel yemeğe başlar.
Tabiî, biraz önce duygulu anlar yaşayan ve gözyaşı döken
cemâat, Mısrî’nin bu tavrı karşısında şaşırır ve “Sen ne biçim insansın! Hem oruca dâir va’z edip hem de halkın gözü önünde oruç bozarsın!” diye üzerine çullanır. Bu arbede sırasında Mısrî biraz da hırpalanmıştır.
Bu arada Ümmî Sinân hazretleri Mısrî’yi erbaîne koymadan birkaç gün önce kırk tane koyun satın aldırmıştır. İhvân, “Şeyh efendi
bu kadar koyunu ne yapacak?” diye merak içindedir.
Nihâyet kendilerine görev verilen iki dervîş Mısrî’yi bu arbededen kurtarıp tekkeye getirirler.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
201
Ümmî Sinân, Mısrî içeriye girince, “Oruç bozmanın cezası nedir?” diye sorar. Mısrî cevap vermez, Ümmî Sinân yine, “altmış bir
gün!” diye kendisi cevap verir. Sert bir ifâdeyle, “Hiç bu hareket
dervîşe yakışır mı?” diyerek Mısrî’yi halvet hücresine attırır. 61 günlük süre biter. Hücreyi açınca Mısrî’nin halvette öylece yaşadığını
gören Ümmî Sinân, “Sen hâlâ yaşıyor musun?” diye kapıyı tekrar
kapatır ve üzerinden kilitler. Kilidini bu sefer cebine koymuş ve kırk
gün bir daha hücrenin kapısını açmamıştır.
101 günün sonunda hücre kapısını açar ve tekbirlerle Mısrî’yi
meydana getirir.
Hazret-i Mısrî, saçı-sakalı ağarmış, latîf ve nûrânî bir hâl ile fevkalade değişmiş olarak ihvânın karşısına çıkmıştır.
Sabahtan koyunların birisini kestiren ve fırına gönderen Ümmî
Sinân, sofrayı kurdurmuş ve koyun biryânını bir bütün olarak getirtmiştir.
Mısrî’ye, “ye!” diye emreder. Mısrî Efendi hiç tereddüt etmeden
koyunun tamamını yer. Bu hal böyle kırk gün devam eder. Hazret-i
Şeyh’in neden kırk tane koyun beslettiği anlaşılmıştır.
Bu arada bazı ihvân, “Mısrî, her gün bir koyun biryânını tek başına yiyor, sonu ne olacak bakalım?” diye çoktan dedi-koduya başlamıştır bile…
17. Mısrî’ye Hilâfet Veriliyor
Hazret-i Mısrî H. 1066/M. 1656 senesinde irşâd olup hilâfete nâil
olur. Kendisine meşâyıhın erkânı üzere törenle tâc, sancak, ridâ,
tesbîh, seccâde ve âsâ gibi emânetler teslîm edilir.
Rivâyete göre Ümmî Sinân hazretleri evvelce Mısrî’ye hilâfet teklif ettiği hâlde: “Daha noksanlıklarım tamamlanmadı!” diyerek -tıpkı
Şeyhûniye’deki Kâdirî şeyhi tarafından teklîf olunan hilâfeti: “Benim
hilâfete gönlüm kanmaz!” diye kabûl etmedikleri gibi- yine kabûl
etmemişlerdir. Fakat bu defa şeyhinin emrine itâate mecbûr kalmışlar
ve tam kırk yaşına bastıklarında hilâfetle müşerref olmuşlardır.
202 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Bilindiği gibi, enbiyâ davete kırk yaşında memûr olmuşlardır.
Hilâfet sahiplerinin de insanlara irşâda kırk yaşında memûr olmaları
o sünnete uymak içindir.
18. Kırk Koyunu Yediririz Ama
Hazret-i Mısrî’nin bir nutk-ı şerîflerinde “aşkın gamı” diye anlattığı ayrılık günleri gelip çatmıştır. Fakat bu dert, dert değildir; zira
birlik tahakkuk etmiş, gönül şâd olmuştur:
Şâdılık ehl-i aşka aşkın gamıdır velî
Şol ayrılık güzeldir ola visâl içinde
Hazret-i Ümmî Sinân, Mısrî’ye, “Hadi bakalım” der. “Yola çıkma
vakti!”
Emir, edepten önce gelir. Hazret-i Mısrî derhâl yola çıkar. Kâide
bellidir, hiç arkaya dönülüp bakılmayacaktır. İstikâmet için bu önemlidir.
Ümmî Sinân, Hazret-i Mısrî’nin önünden-arkasından dedikodu
yapan dervîşlerinden ikisini yanına çağırır, der ki:
“Mehmed Mısrî kardeşiniz yola çıkıyor, ona görünmeden arkasından gidin. O Baltası Gedik’e geldiğinde ihtiyaç giderecek. Siz, şu
dülbenti alın. Islak toprağı kazıyıp dülbentin içine bir güzelce sarıp
bana getirin!”
Hazret-i Mısrî ihtiyacını gidermiş ve arkasına dönüp bakmadan
yola revan olmuştur.
İhvân, emredildiği gibi Mısrî’nin arkasından giderler ve ıslak
toprağı kazıyıp dülbente sararak huzura getirirler.
Şeyh hazretleri dülbenti açarlar. Toprak, altın külçesine dönüşmüştür.
Dönüp o dedikodu yapan ihvânına der ki:
“Biz Mısrî’ye kırk koyunu yediririz ama, …. ni de altın hâline getiririz!”
İhvân mahçuptur…
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
203
19. Evvelimde Dinmez İdi Âh u Efgânım Benim
Hazret-i Mısrî sülûkunu anlattığı bir manzûmesinde evvelinden
âhirine huzûr-ı mürşidde ve gönlünde meydana gelen değişiklikleri
şöyle dile getirir:
Evvelimde dinmez idi âh u efgânım benim
Gece gündüz gitmez idi zâr u giryânım benim
“Âh edip inlemem önceleri dinmezdi. Ağlamam ve gözyaşlarım
gece gündüz gitmezdi.”
Düşdü aşk odu bu câna yakdı kül etdi beni
Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzânım benim
“Aşk ateşi bu cana düştü, yaktı beni kül etti. Yakıcı ateşim, kül
olunca yanmaz oldu.”
Hâr u hâşâk-i enâniyyet yanalı aşk ile
Arş u kürsîden geniş açıldı meydânım benim
“Benlik dikeni ve çöpü aşk ile yanalı arş ve kürsüden bana geniş
bir yer açıldı.”
Âr u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan
Vech-i Hakk’ı olmadı her yüzde seyrânım benim
“Ar ve nâmus şişesini yerlere çalıp kırmadan, ben bütün yüzlerde Hakk’ın yüzünü seyrân edemedim.”
Râhat ile istedim vaslını kahr etdi bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim
“Ona kavuşmayı rahat ile istedim, bana kahretti. Cânânım ben
derde düşüp ağlayınca güldü.”
Top ile çevgânı sundu bana cânân lutf ile
Bendedir ammâ görünmez top u çevgânım benim
“Cânânım bana lutf edip top ile çevganı sundu. Top ve çevgânım
bendedir, ama görünmez.”
Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü
Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim
204 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
“Hayret içinde hayrete öyle bir düşürdü ki şimdi bu dille o hayranlığım açıklanmaz.”
Âlem-i evvel amâdır hayret andandır bana
Bu vücûdum gaymı örtdü mihr-i rahşânım benim
“İlk âlem amâ (=hava)dır. Benim hayretimin sebebi odur. Bu
vücûdumun bulutu, o parlak güneşimi örttü.”
İbtidâ azm eyleyince bu cihân iklîmine
Bir libâsım yok idi kim örte üryânım benim
“Önceden bu cihân iklimine geldiğimde çıplaklığımı örten bir elbisem yoktu.”
Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana
Anların dahi durur eskidi kaftânım benim
“Dostlarım ile bana hep birer kaftan verildi. Onların ki dah duruyor benim kaftanım eskidi.”
Suya vardık anlar ile kapların doldurdular
Ben de girdim, destimi mahv etdi ummânım benim
“Kardeşlerimizle birlikte suya (mürşid huzuruna) vardık, onlar
kaplarını doldurdular. Ben de (huzura) girdim okyanusum (=zât
mürşidi Ümmî Sinan Hazretleri) destimi (=dört unsurdan oluşan
benliğimi) mahvetti.”
Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin
Ben dönerim lîk gözden mahfî devrânım benim
“Zikir halkasına girip, niçin dönmez, niçin devrâna gelmez diye
dedi-kodu yaparlarmış. Ben dönerim ama benim devranım gözden
gizli olduğu için zâhir erbâbı döndüğümü görmezler.”
Halka bir kez dönmedin ben nice kez devreyledim
Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim
“Zikir halkası bir kez dönmeden ben birçok defa döndüm. Yanımdaki dostlarım bile benim sürekli döndüğümü anlamadı.”
Yâr ile ahd eyledim geh dağılıp geh cem’ olam
Tâ ezel budur anınla ahd u peymânım benim
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
205
“Yâr ile bazen dağılıp bazen toplanayım diye sözleştim. Onunla
ahd ve yeminim tâ ezelden budur.”
Anın için gâhi cem’im geh perîşân tâ ebed
Döndü kaldı üstüme cem u perîşânım benim
“Onun için ebede kadar bazen cem’de, bazen de dağılmış hâlde
bulunurum. Ne yazık ki cem’ ve perişânım üzerime döndü kaldı.”
Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni
Nokta-i zâtım değil sûretde cevlânım benim
“Muîd (Döndüren, iade eden, tekrar eden) isminin zorlaması beni sürekli döndürür. Benim dönüp dolaşan yanım sûretim, yani sıfatlarımdır; zâtıma ait noktam (hakîkatim) değildir.”
Devre-i Arşiyyeden her kim haberdâr olduysa
Ol duyar ancak Niyâzî ilm ü irfânım benim
“Ey Niyâzî, arşlık devrinden (=yani maddeye tenezzül edip ilk
elbiseye girdiği halden insan-ı kâmile gelinceye kadar geçirdiği evrelerden) her kim haberdâr olduysa, benim ilim ve irfânımı ancak o
anlar.”
20. Mısrî’nin Nâmı Ne Uşak’a, Ne Bursa’ya, Ne de Dünyâya
Sığar!
Hazret-i Mısrî’nin hilâfetle Uşak’a gönderilmesi kararlaştırılınca
bazı ihvân Ümmî Sinân Hazretlerine demişler ki:
“Efendim, Mısrî Mehmed Efendi bendenizin zâhirî ve bâtınî ilimlere kemâli meydânda iken onu Uşak’a gönderdiniz. Hâlbuki büyük
bir beldeye özellikle Bursa’ya memûr buyursaydınız daha iyi olmaz
mıydı?” Şeyh Ümmî Sinân Hazretleri onlara cevaben:
“Settâr olan Allah’ın kudretiyle biz görmezsek de sizler görürsünüz, bizim Dervîş Mehmed Mısrî ne Uşak’a, ne Bursa’ya, ne başka bir
diyâra ve ne de dünyâya sığar! Kibâr ve kümmelden büyük ve şöhretli bir mürşid olur.” buyurmuşlar. Gerçekten Ümmî Sinân Hazretlerinin nutku tahakkuk etmiş ve Mısrî’nin nâmı dünyâyı tutmuştur.
21. Uşak, Çal ve Kütahya Günleri
Hazret-i Pîr, hilâfet aldıktan sonra Denizli yoluyla Uşak’a gelir.
206 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
Uşak’ta bir câminin hazîresinde erbaîne girip yoğun bir ibadete
yönelir. Bu sırada yirmi dört saatte bir, yirmi dirhem kadar ekmekle
yetinmiştir. Bu erbaîn sırasında kendisine ledünnî pek çok sırlar açıldığını Mevâidü’l-İrfâniyye’nin on birinci sofrasında şöyle anlatır11:
“Bin altmış yedi senesi Rebiu’l-âhir sonlarında bir gün kulların
çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhidlerin nâdir olduğunu,
âriflerin de yani âriflerden Allah’a yaklaştırılmış olanların azdan az
olduğunu; çoğunluğu fasıkların, âsilerin ve kâfirlerin teşkîl ettiğini ve
bana göre bunların Allah’ın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki: “Acaba bu çoğunluğun hâli ne
olacak? Biz iyi biliyoruz ki Yüce Allah Erhamü’r-râhimîndir.”
Bunun sırrının, Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı.
Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı:
“Bu, dünyânın sırrıdır.” Ötekine de: “Bu, âhiretin sırrıdır” yazılmıştı. Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenâsip endâmlı, yüzünün nûrundan güneşin utandığı bir genç gördüm. Bana dedi ki:
“Sana dünyâ ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşerî elbiseyi ve
izâfî varlığı (vücûdu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve
sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.”
Üzerimdeki elbiseyi çıkardım ve kapıdan içeri girdim. Bana
nûrânî bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti. Günüm, “arzın
başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek kahredici
Allah’ın huzûrunda duracağı gün” oldu. Ve: “Onun vechinden başka
her şey helâk olacaktır” âyetinin mânâsı meydana çıktı. Bildim ki
Rabb’ımın bana giydirdiği elbise, Hakkânî varlıktır. Sonra o hâlimle
yaratılmışlara baktım. Gördüm ki benim zannımda âbid, zâhid,
veliyyullâh olanların çoğu Allah’tan ve Onun rahmetinden uzaktır.
Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi
11 Niyâzî-i Mısrî, Mevaidü’l-İrfan, s. 40.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
207
yâhut insanlar hakkında Allah’a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren
kendinden aşağı olana hakâret gözüyle bakmaktan meydana gelen
bir perde vardır. Hâlbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor. Ve zannımda
fâsık, âsî, riyâkâr, sapkın, bid’atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu
da Allah’a yakın, Allah’ın dostu, Onun sevgilisi gördüm. Bunlar,
kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allah’ı bilme, kendi nefsi
ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah’a yaklaşmışlardı. Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah’a
yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyettir. Aslında
yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhûm şeylerdir ya!
Sonra bana: “Benim velîlerim, benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez.” kudsî hadîsinin sırrı açıldı. Allah
Teâlâ’nın örtüsüyle gayb kubbelerinin altında gizli olan velîleri kimse
bilmez. Bunları, izâfî varlığı atanlar bilirler. Peygamber Aleyhisselâm
Efendimiz buyurmuştur: “Varlığın öyle bir günâhtır ki onunla hiçbir
günâh mukâyese edilmez.”
Sonra Hakkânî vücûdu giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkātı Yüce Allah’a yakın gördüm. Gözüm
önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü. İmâm Şatıbî bu görüş makâmında bir beyit söylemiş:
“Bütün insanlar mevlâ sayılır; Çünkü Allah’ın kazâsına göre bir
iş yapıyorlar. Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki onları ifşâ etmek helâl değildir. İşte o vakitten beri o görüş ve o varlık
benden hiç gitmedi.”
Hazret-i Pîr Uşak’ta sâdece halîfelere özgü olan fürûât-ı esmâyı yani ilk yedi esmânın üzerinde çekilen hilâfet esmâsını- Şeyh
Mehmed Uşşâkî Hazretleri’nin yanındayken tamamlar. Bir zaman
sonra da tarîkat âyîn ve devrân icrâsına mezûn olur.
Hazret-i Pîr bugünden itibaren önce (Denizli’nin ilçesi olan)
Çal’da sonra Kütahya’da irşâdla görevlendirilir. Bu görev için
Çal’dan birkaç kişi gelmiş ve Şeyh Mehmed Efendi’ye:
“Efendim! Bize bir şeyh gönderiniz, bizim zâhir ve bâtınımızı
ıslâh etsin. Şerîat ve tarîkatin emirlerini bize öğretsin” diye
208 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
müracâatta bulunmuşlardır. O da “Mısrî Efendi tam aradığınız kişidir!” diye Hazret-i Pîr’i Çal’a gönderir. Hazret-i Mısrî kabûl edip
gitmişlerse de: “Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar”
(Fetih/11) âyeti hükmünce maksatları gerçekten hâllerini ıslâh etmek
olmayıp “Bizim de böyle şeyhimiz var!” diye övünmek imiş. Çünkü
oranın halkının çoğu dünyâ tâlibi ve ukbâ târiki imişler. Nihâyet Çal
halkı Hazret-i Pîr’i incitecek kadar da ileri gitmişler. Hazret-i Pîr onların bu hâline vâkıf olunca Uşak’a geri dönüp mücâhede ve erbaînle
vakit geçirmeye devam etmiştir.
Bir zaman sonra da Kütahyalı dervîşlerden bir talep gelmiş, kendilerini irşâda muktedir bir zâtın gönderilmesini ricâ etmişlerdir. Bunun sonucunda Şeyh Mehmed Efendi Hazretleri Mısrî’yi Kütahya’ya
memûr etmiştir. Kütahya halkı Hazret-i Pîr’in memleketlerine
teşrîfinden çok memnûn kalırlar. Hürmet edip kendisinden istifâde
ederler. Hattâ bu hâli gören Hazret-i Pîr:
“Çal kasabası ahâlisini çalı ile kırmalı, lâkin Kütahya ahâlisini
cân u dilden kayırmalı” buyurup memnûniyetlerini bildirmişlerdir.
Ne çâre ki haset ve nifâk ehli kişilerin bütün kemâl sahibi
ehlullâha ettikleri buğz ve düşmanlığa Hazret-i Pîr de duçâr olur.
Kadızâdeliler’in etkisiyle pâdişah fermanıyla zikir ve devrân yasaklanır. Bazı kendini bilmez kişiler Hazret-i Pîr’in mazhar olduğu muhabbeti ve halkın ona olan ilgisini çekemezler. Birtakım dedikodulara
başlarlar. Hazret-i Mısrî’ye intisâp eden âşıklar ve müntesipler çoğaldıkça düşmanları da dedikodularını ve küfürlerini arttırırlar. Hazret-i
Pîr bu haddini bilmezlerle mücâdeleye de girişmez. Zira onların hakkı kabûl etmesi mümkün değildir. Mısrî, “Hakk’ın hangi tarafta olduğu zâhirdir” diye bir zaman bunlara sesini çıkarmamışsa da bu
taife düşmanlıklarının şiddetini gittikçe arttırmıştır. Öyle ki düşmanları onu şehid etmek için plânlar bile yapmışlardır. Bu sıkıntılar içinde bir gece zikrullâh ile meşgûlken oturdukları mekânın tavanı açılmış, semâvâtın sırları kendilerine keşfolunmuştur. Kendisine böyle
daha birçok hârikalar zuhûr etmiştir. İki-üç sene kadar bu hâllere
tahammül edip nihâyet sabrı tükenmiş, ihvânı ve dervîşânı Cenâb-ı
Hakk’a emânet ederek yine Uşak’a dönmüşlerdir.
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi / M. Tatcı •
209
Hazret-i Mısrî artık bundan sonra makām-ı sâfiyeye ulaşmış kâmil ve mükemmil bir mürşid olarak başta Kütahya, Bursa ve Limni
olmak üzere insanların irşadıyla uğraşmıştır. Onun, hayatının geri
kalan dönemlerindeki mücâhedesi, erbainleri kendi sülûkuyla ilgili
değil, insanlığın geleceğiyle ilgilidir. Nitekim divanında ortaya koyduğu hakîkatler, bugünün modern dünyasında yaşayan seyr ü sülûk
ehline yol gösterici olmaya devam etmektedir.
Son söz yine onundur:
Ârife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâda müsemmâ görünür
Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür
Âdem isen semme vechullâh’ı bul
Kande baksan ol güzel Allâh’ı bul
“Ârife eşyâda isimler görünür. Bütün isimlerde, isimlerin sahibi
görünür. (Yanılma!) Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür. (Ey sâlik!)
Âdem isen “semme vechullâhı=nereye dönersen Allah’ın yüzünü”
bul. Nereye bakarsan o güzel Allah’ı bul.”
Allah onun sırrını anlamak için bizlere aşk versin.
DEĞERLENDİRME ve SONUÇ
Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Bu sene dördüncüsü düzenlenen Elmalı’nın Canları-İrfan ve
Sevgi Sempozyumu, her yıl bir temayı esas alarak bugünlere geldi.
Bu Sempozyum, “bizde düşünce yok, sanat yok, ilim yok” gibi kolaycılığa varan yaklaşımları tashih eden anlamlı bir projedir.
Şunu açıkça görüyoruz: Toroslar’ın zirvesinde, belki merkezden
çok uzak bu şehirde, ilim ve irfan sahibi kâmil insanlar bir kültür
merkezi ihya etmişler. Bendeniz her zaman söylerim, yine söyleyeyim; merkez, insan-ı kâmilin bulunduğu yerdir. O, bulunduğu ortamı
merkeze, ocağa dönüştürür. Demek ki, tarihî süreç içinde, Elmalı’da
ilim, eğitim ve kültür geleneği oluşmuştur. Şimdi mesele nedir? Mesele şudur; bu büyük mirasın sahibi olan Elmalı’lılar bunun farkındalar mı?
Şunu açıkça söylemekte bir beis yok, bugün dört yıl öncekinden
farklı bir yerdeyiz. Kitaplar yayınlandı, araştırmalar yapıldı, yazılar
yazıldı, ulusal basında haberler çıktı, belgeseller çekildi… Elmalı’nın
üzerine adeta bir tâlih kuşu kondu. Esasen, o kuş Vâhib-i Ümmî’den
Abdâl Mûsâ’ya her zaman vardı. Ama bu ilmî çabalar, konuyu duygusal boyuttan, aklı zemine taşıdı. Bunun için bizlere de bir hizmet
ortamı çıktı. Şimdi hatırlıyorum da beş yıl önce, AKİK başkanı Dr.
Mehmet Bey, “Elmalı için ne yaparız?” sorusuyla fakirin kapısını çaldığında, bu mütevazı çağrının bu noktalara geleceğini ne yalan söyleyeyim hayal etmemiştim. Evet, meseleyi ilmî zeminde ele almanın
ve ülkemizin akademik çevrelerinin dikkatini buraya çekmenin önemine işaret etmiştim. Böylece sempozyum süreci başladı… Tâbiî, musikiyle ve sanatla birlikte. Şimdi geride büyük bir zenginlik bıraktı Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Edebiyatı A.D., Bursa.
214 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ğımızı, Hakk’ın inâyeti ve keremiyle, nice güzelliklerin hayat bulduğunu görüyorum.
Bu mutevazi gayretler, tarihe not düşme imkânını sundu. Bereketli bir not… Bu seneyi de sayarsak dört sempozyum kitabı, bir güzel roman ve Ümmî Sinân’ın nutuklarından yapılan besteler. Farklı
disiplinlerde çalışan ilim adamları Ümmî Sinan ocağını tanıdı, divanlar okundu, tebliğler yazıldı, yeni tespitler yapıldı. Elmalı, ilmin,
irfânın ve sanatın merkezi olma özelliğini korudu. Sadık Yalsızıçanlar
Anka romanını yazdı, Erdoğan Ateş ve diğer bazı dostlarımız besteler yaptı, konserler verildi… Değerli hocam Mustafa Tatcı’nın gayretleriyle başlanan araştırmalar, kardeşim Ahmet ÖGKE’nin çabalarıyla
gelişti. Ne büyük bir bereket, ne güzel bir gayret.
Dikkat çeken en önemli husus şudur: Bu kültür kazıları, gayretler
ve bunca çalışma mahallî imkânlarla oldu. AKİK’in, Ümmî Sinan
Derneği’nin ve Elmalı Kültür ve Turizm Derneği’nin yani Antalyalı
ve Elmalılı kadirşinas dostların gayretleri… Elbette Kaymakamımızın
ve Belediyemizin destekleri bu gayretleri taçlandırdı. Fakat gönül
isterdi ki, Kültür Bakanlığımız da bu hizmete destek versin. Bu olmadı…
Burada şu güzelliği de söylemek isterim. Buraya her gelişimizde,
Antalya’mızda kurulu, ama bir türlü faâliyete geçemeyen İlâhiyat
Fakültesi’nin kurumsal mâhiyet kazanmasını dile getirdik. O, ilk toplantıdan itibaren ana konularımızdan birisi buydu. Zira Antalya, Elmalı’dan başka, Akseki ve Alanya gibi ilim merkezlerine sahiptir.
Buralardan büyük âlimler, devlet adamları yetişmiştir. Şimdi neden
bu güzel şehrimiz, tarihî misyonuna uygun olarak bu fakülteye sahip
olmasın? Yıllar önce kurulan bir kurum, neden bu denli ötelensin?
Temaslarımızda bunları konuştuk…
Şimdi ne büyük bir lütuf; bu çabalar boşa çıkmadı ve Fakültemiz
kuruldu, Dekanımız Prof. Dr. Ahmet YAMAN da bizimle beraber
oldu. Gerçi onu dört yıl evvel de çağırmıştık; ama nasip bugüneymiş… Şimdi, bu sene bendenizden emaneti devralıp bu güzel
faâliyeti koordine eden kardeşimiz, Doç. Dr. Ahmet ÖGKE de artık
Antalya İlâhiyat Fakültesi âilesine katıldı. Bu vesîleyle çok mutluyuz;
Elmalı: Bir İlim ve Kültür Merkezi / B. Kemikli •
215
şimdi bu iki güzel insanın yapacakları nice güzellikler var… Hak
yardımcıları olsun.
Bendeniz, kendimi biraz Elmalılı sayarım… Yıl içinde gönlümün
bir parçası burada, Ümmî Sinân’ın huzurunda kalıyor. Sizin yanınızda. Bu bakımdan yapılan güzel çalışmaların, şehrimizin, ülkemizin
kültür ve sanat hayatına nice katkılar sağlamasını niyaz eder, hepinizi can u gönülden selâmlarım. Bilemeyiz; acaba seneye buralara gelebilir miyiz? Dolayısıyla hepinizden helallik isterim, hakkınızı helal
edin ve bu aciz kardeşinizi Ümmî Sinân’ın ve diğer canların huzurunda hatırlayın. Baki selâmlarımla…
SİNÂN-I ÜMMÎ KÜLTÜR ve SANAT ETKİNLİKLERİ
ELMALI’NIN CANLARI:
İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4
“EĞİTİM GELENEĞİMİZ”
DÜZENLEYEN KURULUŞLAR
Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü
Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği
Elmalı Kültür ve Turizm Derneği
10 Eylül 2011 – Cumartesi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi
ELMALI / ANTALYA
218 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ELMALI’NIN CANLARI:
İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4
“EĞİTİM GELENEĞİMİZ”
10 Eylül 2011 Cumartesi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi
ELMALI / ANTALYA
P R O G R A M
AÇILIŞ (09:00 – 09:30)
Açılış ve Protokol Konuşmaları
AÇILIŞ BİLDİRİLERİ (09:30 – 10:40)
09:30–10:00 Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ (Diyanet İşleri Başkan Yrd.)
Tasavvufî Eğitim Geleneğimiz
10:00–10:40 Prof. Dr. Necmettin TOZLU (Yüzüncü Yıl Üni. Eğitim Fak. Eski
Dekanı)
Erenlerin Eğitimi
ARA (10:40 – 11:00)
BİRİNCİ OTURUM (11:00 – 12:20)
ELMALI’DA EĞİTİM GELENEĞİMİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üni. İlâhiyat Fak.)
Oturum Başkanı
11:00–11:20 Doç. Dr. Şevket TOPAL (Rize Üni. İlâhiyat Fak. İslâm Huk. A.D.)
Klâsik İlim Öğretim Geleneğimiz ve Elmalı’nın Canları
11:20–11:40 Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER (Rize Üni. Eğt. Fak. Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi Eğitimi A.D.)
Elmalı İrfan Ocağının Önderlerinden Vâhib-i Ümmî’de İnsan ve Eğitim
11:40–12:00 Dr. Semih CEYHAN (TDV İslâm Araştırmaları Merkezi)
Niyâzî-i Mısrî’nin Tuhfetü’l-Uşşâk Adlı Eserinde Mârifet
12:00–12:20 Sadık YALSIZUÇANLAR (Yazar)
“Yûnus Bir Doğan İdi, Kondu Tapduk Koluna”
ARA (12:20 – 14:00)
Sempozyum Programı •
219
İKİNCİ OTURUM (14:00 – 15:20)
ELMALI’DA MÂNEVÎ EĞİTİM
Prof. Dr. Ahmet YAMAN (Akdeniz Üni. İlâhiyat Fak. Dekanı)
Oturum Başkanı
14:00–14:20 Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI (Gazi Üni. Gazi Eğt. Fak. Türk Dili ve Ed. Eğt. A.D.)
Niyâzî-i Mısrî’nin Mânevî – İrfânî Eğitimi
14:20–14:40 Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üni. İlâhiyat Fak. Türk-İslâm Ed. A.D.)
İnsanı Bulmak: Ümmî Sinan Ocağında Kemâle Yolculuk
14:40–15:00 Doç. Dr. Mustafa SEVER (Gazi Üni. Fen-Ed. Fak. Türk Halk Bilimi A.D.)
Kaygusuz Abdâl’ın Menâkıbnâme’sine ve Şiirlerine Göre İnsanın
Mânevî Eğitimi
15:00–15:20 Ar. Gör. Muhammed BEDİRHAN (Çanakkale Onsekiz Mart Üni.
İlâhiyat Fak. Tasavvuf A.D.)
Eroğlu Nûri’nin Şiirinde Seyr ü Sülûk
DEĞERLENDİRME ve KAPANIŞ OTURUMU (15:20 – 16:00)
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Oturum Başkanı)
Ömer Tuğrul İNANÇER
Prof. Dr. Necmettin TOZLU
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI
Doç. Dr. Ahmet ÖGKE (Sempozyum Düzenleme Kurulu Bşk.)
Süleyman AYKUT (Akdeniz Kültür ve İletişim Kulübü Bşk.)
Salih TÜRKİŞ (Sinân-ı Ümmî Kültür ve Sanat Derneği Bşk.)
ARA (16:00 – 16:30)
TASAVVUF MÛSİKÎSİ KONSERİ (16:30)
Ömer Tuğrul İNANÇER (Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu Emekli Müdürü)
Türk Din Mûsikîsi Geleneğinde Halvetî Devrânı
Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu
Halvetî Devrânı
(Elmalı’nın Canları ve Sinân-ı Ümmî İlâhîleri Eşliğinde)
220 • Elmalı’da İlmî ve İrfânî Eğitim Geleneğimiz
ELMALI’NIN CANLARI:
İRFAN ve SEVGİ SEMPOZYUMU – 4
“EĞİTİM GELENEĞİMİZ”
10 Eylül 2011 Cumartesi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Kültür Merkezi
ELMALI / ANTALYA
DÜZENLEME KURULU
Başkan
Doç. Dr. Ahmet ÖGKE
Üyeler
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Süleyman AYKUT
Salih TÜRKİŞ
Mehmet TAŞ
Sadık SARIKAYA
BİLİM KURULU
Başkan
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI
Üyeler
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. İbrahim HATİBOĞLU
Prof. Dr. Mustafa KARA
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Doç. Dr. Ekrem DEMİRLİ
Yrd. Doç. Dr. H. Yusuf ACUNER
Sekreterya & İletişim
Süleyman AYKUT
0532.7769960
[email protected]