30. Muzaffer Şamiloğlu

Transkript

30. Muzaffer Şamiloğlu
Muzaffer Şamiloğlu
MUZAFFER ŞAMİLOĞLU
Kars Eski Senatörü ve Milletvekili
Kars siyasetinin kültür ayağı Muzaffer
Şamiloğlu’dur. Hakim ve savcı olarak gösterdiği
meslek başarısı; on bin dönümlük dev bir çiftliği
ortaya çıkartan ve ayakta tutan girişimcilik ruhu;
Milletvekili ve Senatör olarak siyaset ilmine ve
ülkeye hizmetleri; etnik yapı temelinde bölünmüş
Kars’ta üstlendiği denge profili; ve en önemlisi de
kültür hayatımıza kazandırdığı kitaplarıyla Muzaffer Şamiloğlu taklidi imkansız bir ekol olarak
sıcaklığını hep hissettirecektir.
Muzaffer Şamiloğlu
Hayatım
1604 yılında İran Şahı Abbas I, Azerbaycan’a hücum edip Kars’ı
aldığı yıllar ailem Aras ve Kura nehirlerinin birleştiği yerde oluşan deltanın
ağzında kurulmuş bir köyde ikâmet etmekteymiş. Ailemin Nuri ve Sofi adlı
büyükleri, İran saldırısı nedeniyle köylerini terk edip farklı istikametlere göç
etmişler.
Nuri’ye bağlı aile kafilesi Osmanlı Devleti sınırları içindeki Ağrı
ilinin Tutak ilçesi, Kars’ın Digor ilçesinin Solhurlu köyü ve Susuz ilçesinin
Karakale köylerine gidip yerleşmişler.
Sofi’ye bağlı olanlar da Gürcistan üzerinden Dağıstan’a ulaşmışlar.
Benim bağlı olduğum aile kolu, Sofi’nin gurubundan türemedir.
Birinci Dünya Savaşı Yılları
Bolşevik İhtilali nedeniyle Kafkasya’da iç savaş ve karışıklıklar baş
gösterince, dedem Şamil, kardeşleri Rüstem ve İbrahim Halil’le beraber,
1918 yılında Kars’a gelmişti. Her şey öylesine ani olmuş ki aile fertlerinin %
80’nine yakını Rusya’da mahsur kalmış. Bunların ancak çok az bir kısmı sonraki yıllar sınırı geçip Türkiye’ye gelebildiler. Bu geçişler 1938 yılına kadar
azalarak devam etti.
Kars’a gelen dedemin ilk işi akrabaları etrafında toplayıp çete oluşturmak ve Osmanlı kuvvetleriyle istişare halinde Ermeni ve Ruslara karşı
direnme ve saldırı hareketlerini başlatmak olmuş.
Kars’ta göze çarpan üç önemli çete gücü varmış: Dedem Şamil Bey’in çetesi, Arpaçay’ın Kümbet köyünden Eli Bey oğlu Bekir’in çetesi ve
Susuz’un Porsuklu köyünden Gülizar oğlu Abdullah’ın çetesi. En sonunda bu
üç çete dedemin liderliği altında birleşerek üç yıl boyunca Ermenilere karşı
416
Iğdır Sevdası
birlikte mücadele etmişler.
Kars ve Ardahan bölgesini Rus ve Ermenilerden bu çeteler kurtarmıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın askerleri daha sonra gelmiştir.
Mustafa Kemal, 1924 yılında Kars’ı ziyaret ettiğinde, dedeme Susuz’a bağlı Çamçavuş köyünü milli mücadelede göstermiş olduğu yararlılıklardan dolayı hibe edince ailem Çamçavuş köyüne yerleşti.
1934 yılında, dedem, Kiziroğlu köyünde, Ataş oğlu Asaf’a ait 2000
dönümlük çiftliği satın alınca ailemizin bir kısmı da Kiziroğlu’na taşındı.
1957 yılında hakimlik mesleğini bıraktıktan sonra kendimi kısa süre
için çiftlik işlerine verdim. Çiftliğin etrafındaki arazileri satın alıp10 bin dönüme çıkardım. Arazi üzerindeki pınar sularını birleştirip alabalık yetiştirdim.
Çok geçmeden 500 damızlık koyun, 100’ün üzerine inek ve 30-40 yılkı atla
numune çiftlik kurmayı başardım. (Yılda 60 ton kaşar peyniri üretimi yapıyordum. )
Siyasete atıldıktan sonra köyden uzak kaldım, çiftlik gittikçe ihmal
edildi. Yazın Iğdır tarafından gelen aileler çiftlik arazisinin yarısını kiralayıp
mera hayvancılığı yapmaktadırlar.
24 Haziran 1924’te Kiziroğlu köyünde dünyaya gelmişim. Babam
(Yunus) ve annem Kiziroğlu köyünde; ben de dedemin yanında Çamçavuş’da kalıyordum. İlkokul dördüncü sınıfa kadar Çamçavuş köy ilkokuluna
devam ettim. Ailemin bir kısmı Kars’a yerleşince dördüncü sınıfı Kars Gazi
İlkokulunda bitirdim. Beşinci sınıfa geçtiğim yıl, Milli Eğitim Bakanlığından
özel bir emir geldi. Şamiloğlu ailesine mensup çocuklar Susuz ilçesinde yeni
açılan ilkokula transfer edileceklerdi. Bunun nedeni de köylülerin, “Eğer Şamiloğullarının çocukları yeni açılan ilkokula giderlerse biz de çocuklarımızı
göndeririz” şartını ileri koşmalarıydı.
Gazi İlkokulu müdürü Rasim İlker elimden tutup beni Vali Akif İyidoğan’ın huzuruna çıkardı:
“Sayın Valim, bütün Şamiloğullarını gönder ama Muzaffer çalışkan
bir öğrenci ona dokunma!” dedi. Hayatın garip cilvesi sonraki yıllar birlikte
Senatörlük yapacağım Vali Akif İyidoğan, okul müdürünün bu isteğini, “Hayır! İstisnai muamele yapamam!” diyerek geri çevirdi. Beni de Cılavuz’da
açılan ilkokula sürgün havasında gönderdiler.
Ortaokul ve liseyi Kars’ta okudum. Tıbbiyeyi kazandığım halde -18
gün bilfiil derslere devam ettim- Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım.
Hukuk adamı olmak istememin bir nedeni vardı: Çocukluk yıllarımda şahidi
olduğum trajik bir olayın beynimde “hak ve hukuk” kelime ve kavramlarına
kutsal bir değer kazandırmış olmasıydı.
417
Muzaffer Şamiloğlu
Babam ve Dedem Cezaevinde
Dedem Şamil Bey, kültürlü ve eğitimliydi. Almanca, Rusça, Ermenice, Çerkezce ve Kafkas dillerinin bir çoğunu ana dili gibi güzel konuşurdu.
1934 yılı güz mevsimiydi. Tüm aile fertleri Kiziroğlu köyündeki
çiftlik binasının önünde toplamış, koyunların kırpma işine yardımcı olmaya
çalışıyorduk. 15-20 işçi, ellerinde yün makasları, 500’ü aşkın koyunu tek tek
yere yatırıp yünlerini kırpıyordu.
Bu hengâme içinde Artvin’den geldiğini öğrendiğimiz bir atlı bize
doğru yaklaştı. Atın terkisinde kocaman küfeler içinde kara hurma yüklenmişti. Yünle takas edip yanımızdan ayrıldı. Biz çocuklar cebimizi kara hurmayla doldurup sevinçle oyun oynamaya başladık.
Ertesi gün jandarmalar çiftlik yerine geldiler. Dedem, babam ve amcam Yusuf’u alıp götürdüler.
Köyün tahsildarı ve aynı zamanda kirvemiz Tahir Efendi, Çiftbulak
denilen mevkide öldürülmüştü. İddiaya göre, bu öldürme emrini dedem vermiş; babam atına ateş etmiş; atından düşen tahsildarı da Yusuf amcam infaz
etmişti!
Halbuki olayın olduğu gün dedem, babam ve amcam çiftlik yerinde
koyun kırpmakla meşguldüler. Bu iftira ve haksızlığa uğramış sevdiklerimin
akıbeti çocuk yüreğimi acıyla doldurmuştu.
Dedem, babam ve amcam 18 yıl hapis istemiyle yargılandılar. Hilmi
Bey adında bir hakim vardı. Onun karar suretine eklediği “beraatların lehindeyim” şeklindeki muhalefet şerhi sayesinde karar temyiz edildi. Dedem bir
yıl; babam ve amcam da 2.5 sene cezaevinde yattıktan sonra serbest bırakıldılar.
Bu olay olduğunda ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiydim. Her gün
mahkemeye gide gele ve sevdiğim insanları haksız yere yargılandığına tanık
olmak duygusuyla ileride hukuk adamı olmak için kendime söz vermiştim.
Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra 40 yıl 2 ay süreyle adalete bağlı hukuk
adamı olarak ülkeme ve insanlarıma hizmet verdim.
Meslek Hayatım
Hukuk Fakültesinden sonra uzun yıllar savcı ve hakim olarak hizmet
verdim. 1957 yılında Hasankale askeri hakimliği görevimden ayrılıp Kars’ta
serbest avukat olarak çalışmaya başladım. 1965 yılında CHP’den Kars Milletvekili olarak parlamentoya girdim. 1973 yılında bu kez CHP’den Kars
Senatörü oldum. 1979 yılında politika defterini tamamen kapattım.
“Atatürk’ün ismi geçmiyor”
1983 yılında Kenan Evren “Adaylığını koysun veto etmeyeceğim”
418
Iğdır Sevdası
diye bana haber göndertmişti. Fakat politika konusundaki kararımı çoktan
vermiştim. Telefon açıp, “Paşam, teklifinize teşekkür ederim ama ben politikadan iğrendim” dedim.
Kenan Evren’in beni tanımasının ve takdir etmesinin nedeni 70’li
yıllarda geçen bir olaya kadar uzanır. O yıllar Bütçe Karma Komisyonu üyesiydim. Aynı zamanda Milli Savunma Bakanlığı raportörü de olduğumdan sık
sık kuvvet komutanlarıyla bir araya gelir, ordu bütçesini gözden geçirirdik.
Bir gün Senatör Suphi Karaman’la beraber komutanlarla bir araya
gelmiş, hazırlanan raporu görüşüyorduk. Konuşmalar sona erince Suphi Karaman, raporu imzaladı. Ben imza etmedim. Kenan Evren, “Niçin imzalamıyorsunuz?” diye sordu. “Bu raporun hiçbir yerinde Atatürk’ün adı geçmiyor”
dedim. Rapor yeniden hazırlandı.
Kenan Evren’le tanışmam bu şekilde olmuştu.
“Yüksek Kılıbık Diploması”
Iğdır’da Mecit Hun, Aziz Güney ve Cihangir Turan çok iyi dostlarımdı. Bir araya geldiğimiz zaman hoş sohbetlerimiz ve şakalaşmalarımız olurdu.
Bunlardan bazılarını aradan yıllar geçtiği halde hep gülerek hatırlarım. “Kılıbık diploması” şakası da bunlardan birisidir.
Yıl 1954 idi. Ağrı’nın Diyadin ilçesinde savcıydım. En küçük çocuğum Süreyya henüz dünyaya gelmişti –Türkiye’yi ziyaret eden İran Şahı’nın
eşinin adına atfen kızımıza Süreyya adını vermiştikBir Pazar akşamı Cimişit Güneş’in cipiyle Kiziroğlu köyünden Iğdır’a geldik. Mecit, Aziz ve Cihangir bizi geniş bir bahçede yemeğe aldılar. Konuşup şakalaşıyorduk. Ben, çocuk ağladığı zaman arada bir kalkıp kundaktaki
kızımla ilgileniyor tekrar dostlarımın yanına dönüyordum.
Diyadin ilçesinin tek savcısı olduğumdan Pazartesi sabahı mutlaka
iş başı yapmam gerekiyordu. Gece yarısına doğru dostlarımla vedalaşıp yola
koyuldum.
Aradan bir hafta kadar bir zaman geçmişti. Postaneden bir paket aldım. Bu, Mecit’in çıkardığı gazetelerden birisiydi. Özenle gazeteyi açıp okumaya koyuldum. Gazetenin bir köşesinde kendi resmimi görünce merakım
daha da arttı. Resmin altında büyük puntolarla, “Muzaffer Şamiloğlu kılıbık
diplomasını “pekiyi” dereceyle hak etti” şeklinde bir yazı vardı. Diploma olduğu için hangi derslerden kaç aldığımı da yazmışlardı:
“Ev idaresi 9; Çocuk bakımı 10; Yemek hazırlama 9; Bulaşık yıkama
5 vs.”
Her üçünün de özenle imzaladığı bu diplomayı çerçeveletip duvara
astım.
419
Muzaffer Şamiloğlu
Kitap çalışmalarım
Şimdiye kadar mesleki ve özel ilgi alanım dahilinde 12 kitap yayınlamış bulunuyorum. Bunlardan birkaçının serüveni sizlerle paylaşmak isterim:
Kitap I: “Köroğlu ile Kiziroğlu Mustafa Bey” (Ankara 2000)
Tarihteki ünlü “Kiziroğlu Mustafa Bey”in köyü olan Kiziroğlu benim
de doğup büyüdüğüm köy olduğu için, uzun yıllar bu tarihi kişilik hakkında
araştırmalar yaptım. Hatta ortaokul ikinci sınıfta “Köyüme” başlığı altında şu
şiiri yazmıştım:
Köroğlu ile Mustafa Bey
Kılıç çalmış buralarda
O sebeple sazda sözde
Dillerdesin Kiziroğlu
“Kiziroğlu Mustafa Bey” konusunda şimdiye kadar üçü yabancı olmak üzere 37 kitap yayınlanmış. Yabancı kitapların ikisi Fransız,biri de Ermeni tarihçi Arakel’e aittir. Ancak bu kitapların içinde doğru bilgiye sahip olan
tek kitap, Fransa’da yaşamaya mahkum ettiğimiz rahmetli Prof. Dr. Pertev
Naili Boratav’ın “Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği” adlı kitabıdır.
Araştırmacılardan Fahrettin Kırzıoğlu, “Köroğlu” nu Aras boylarından veya Türkistanlı; Ümit Kaftancıoğlu da “Köroğlu”nu Erzincanlı olarak
tanıtır. Ancak gerçek Köroğlu Evliya Çelebi’nin Seyhatname’de de belirttiği
gibi Bolu ilindendir.
Bolu yöresine beş kez gidip araştırmalarımı devam ettirdim. En sonunda Köroğlu’nun babası Yusuf’un evinin harabelerini bulmayı başardım.
Bu harabeler halen Bolu’nun Gerede kazasının Dörtduvar nahiyesinin Aşağısayık köyündedir.
Köroğlu’nun şiirlerinde “Nallıhan” diye bir yer ismi geçer. Araştırmalarım sırasında gerçek “Nallıhan”ı da bulmayı başardım. Bunun hikâyesi de
şöyle:
Köroğlu yanına yiğitlerini alıp yola koyulmuş. İstirahat için bir handa
konakladığı zaman atının nalının düştüğünü fark etmiş. Yiğitlerine, “İzi sürüp
nalı bulun!” diye emir vermiş. Ancak nal kırılmış artık işe yaramayacak durumdaymış. Köroğlu, bu nalı hanın kapısına çakmış. O günden sonra da bu
han, “Nallıhan” olarak bilinir olmuş.
Köroğlu’nun şiirlerinde “Gürcistan” dan bahsolunur. Gürcistan gezim
sırasında bir gün Tiflis’teki Şarkiyat Üniversitesine gidip bilim adamlarıyla
“Köroğlu” konusunda sohbet ettim. Bilim adamları, “Belgeler Köroğlu’nun
buraya kadar geldiğini gösteriyor” dediler.
420
Iğdır Sevdası
Köroğlu’nun Huruzat, Perizat ve Döne adında üç karısı varmış. Kiziroğlu Mustafa Bey’e yenilince Gürcistan’a sığınmış; orada da Telli Nigar’ı
kendisine dördüncü eş olarak almış.
Köroğlu ve Kiziroğlu Mustafa Bey’in yiğitleri Suluçayır denilen
mevkide karşı karşıya gelmişler. Kıyasıya geçen çarpışmalar yüzünden çok
kan dökülmüş. O günden sonra “Suluçay” adı “Kanlıçayır” olmuş.
“Kanlıçayır” mevki bugün benim tapulum mülküm içinde yer almaktadır.
Kiziroğlu Mustafa Bey etnik bakımdan Kürt asıllıdır. Köroğlu şöyle seslenir:
Geldi bize yoldaş oldu
Acemistan Kürt yiğidi
Üç yiğide baş olmuştur
Arar şimdi dört yiğidi
Kitap II: “Şeyh Şamil” (Ankara 1997)
Suudi Arabistan Kralı Faysal 1967 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Ferruh Bozbeyli, Denizli Milletvekili Fuat Avcıoğlu ve beni, Hac ziyareti
içine Mekke’ye davet etmişti. Bir grup arkadaşla birlikte Hac yolculuğuna
çıktık.
Bizi çok iyi karşıladılar. Özel olarak yanımıza verilen mihmandar,
elinden geldiğince bize İslâm tarihinin önemli olaylarını anlatıyor ve tarihi
yerleri gezdiriyordu. Ancak sorduğum bazı kritik sorulara cevap alamayınca
şaşırmıştım. Bunlardan aklımda kalanlardan birkaçı şöyle:
“Şükran!”
Bir keresinde Mekke valisinin eşliğinde Hz.Hamza’nın mezarını
ziyaret ediyorduk. Normalin üzerinde uzun ve geniş bu mezarın başında mihmandara, “Bu mezarda kimler yatıyor?” diye sordum. Mihmandar ve Arap
misafirler bu soruyu cevaplayamadılar. Mekke valisi ileri atılıp, “Sayın Şamiloğlu siz cevaplayın?” dedi. “Tarih kitaplarından hatırımda kaldığı kadarıyla,
Hz. Hamza şehit düştüğünde kayın biraderi Abdullah ile aynı mezarda yan
yana defnedilmişti” diye cevap verdim. Mekke valisi, şaşkınlık dolu ifadeyle
“Ooo! Maşallah, şükran!” diyerek beni alkışladı.
“Safa ile Merve”
Mihmandar, “Safa ile Merve arası nedir?” şeklindeki sorumu da cevapsız bırakmıştı. Halbuki bu mekân bir mucizeye tanıklık etmişti.
Safa ve Merve, aralarında 350 m mesafe iki tepenin adıdır. Ortası çöl
olan bu yerde Hz. Hacer, İsmail’e doğum yaptığı zaman çocuk susuzluktan
421
Muzaffer Şamiloğlu
kıvranıyormuş. Hz. Hacer umutsuz şekilde bir tepeden diğerine koşarak su
arıyormuş. Sıcaktan kıvranan çocuk ayağının topuğunu yere vurduğunda su
fışkırmış. Hz. Hacer, göğe doğru fışkıran suya koşup, “Dur! Dur!” anlamında
“Zem! Zem!” diye bağırmış. O günden sonra bu suyun adı “Zemzem” olarak
bilinir olmuştu.
“Hacerü’l-Esved”
Kabeyi tavaf ettikten sonra yanımdaki arkadaşlara, “Kâbenin köşelerini öğrendiniz mi?” diye sordum. Ses çıkmayınca kısa bir izahat vermek
ihtiyacını duydum. “Bizim bulunduğumuz köşenin adı Rüknü Haceri’dir.
Geriye kalan diğer üç köşenin adı da sırayla Rüknü Yemeni, Rüknü Şami
ve Rüknü İraki dir. Namaz kılındığı zaman herkes kendi köşesine doğru yönelmek zorundadır. Unutmayın, namazın kıblesi kâbedir ama duanın kıblesi
gökyüzüdür!”
Ve Said Şamil...
Uçağımız Medine’ye indiğinde beni havaalanında sonradan Said Şamil olduğunu öğrendiğim Arap kıyafetli birisi karşıladı. Hasretle bana sarıldı.
Gözlerinde yaşlar duygulu bir halde yanaklarımdan öptü. “Şamiloğlu hoş
geldin!” dedi. “Beyefendi ben zatı âlinizi tanıyamadım! Siz beni nereden tanıyorsunuz?” diye sordum. Said Şamil, espriyi elden bırakmadan, “Boyunuz
kâfi geldi!” dedi. Uzun boyum, kıvır kıvır saçlarım ve üzerimdeki lâcivert
renkte takım elbisemle hey dey günlerimi yaşıyordum.
Said Şamil, “Ben Şeyh Şamil’in torunuyum. Kâmil Paşa’nın oğluyum” dedi.
Said Şamil 1918 yılının ortalarına doğru Kars’a gelmişti. O günleri
kendisi şöyle anlattı:
“1918 yılında Garbi Cenubi Kafkas Cumhuriyeti kurulduğunda 19120 yaşlarında bir genç olarak mücadelede yerimi aldım. Dışişleri bakanı
Fahrettin Erdoğan, Meclis Başkanı Dr. Esad Oktay ve deden Şamil Şamiloğlu’yla tanışma fırsatı buldum”
Bir gün beni yanına alıp Medine’deki İslam Arif Hikmet Kütüphanesine götürdü. Oradaki bir deftere şeceremi not etmemi istedi. “Hatıra olarak
kalsın!” dedi. Birkaç gün amca-yeğen gibi samimi duygularla beraber olup
sohbet ettik.
Bir konuşmamızda Said Şamil Türkiye’yi niçin terkettiğini şöyle
anlattı: “1946 yılında kurulan DP’nin kurucular kurulunda görev aldım. DP
Genel Sekreteri Osman Bölükbaşı, ‘Seni mutlaka milletvekili olarak meclise
sokacağız” diye söz verdi. Fakat politika oyunları nedeniyle seçilemedim.
Ben de onlara darılıp Suudi Arabistan’a geldim”
422
Iğdır Sevdası
Said Şamil, kültürlü ve Fransızca gibi batı dillerini iyi bilen birisiydi.
“Şeyh Şamil hakkında kitap yaz!”
Nihayet veda günü geldiğinde, Said Şamil beni bir köşeye çekip,
“Muzaffer Efendi, tembellik ettim dedem Şeyh Şamil hakkında kitap yazamadım. Piyasada çıkan kitapların hepsi yanlış bilgilerle dolu. Senden ricam
bu görevi üstüne al!” dedi. Ben de “Olur!” dedim.
O günden sonra Şeyh Şamil’le ilgili tüm kitapları toplamaya başladım. Türkiye’de bu konuda yayımlanmış olan yedi kitabın hepsi de eksik ve
yanlış bilgilerle doluydu. Çoğu yazar oturduğu yerde, hâyâl gücüne ve kalem
kuvvetine güvenerek Şeyh Şamil hakkında kitap yazmıştı.
30 yıl boyunca Şeyh Şamil’le ilgili tüm kaynaklara ve bilgilere ulaşmak için ciddi bir uğraşı verdim. Dağıstan, Gürcistan, Moskova, Leningrad
ve daha birçok yerlere gidip araştırmalarımı devam ettirdim. Şeyh Şamil’in
yaşadığı her mekâna gidip resim çekmeyi kendime görev bildim. Ancak bazen karşıma istenmeyen engeller de çıkmıyordu değil.
Şeyh Şamil, 1859-69 yılları arasında Ruslara esir olarak yaşadı. Bunun
dokuz yılını Moskova’nın Katüle banliyösünde geçirmişti. Tüm ısrarlarıma
rağmen beni Şeyh Şamil’in dokuz yıl boyunca kaldığı eve yaklaştırmadılar.
Şeyh Şamil çok hastalanınca Çar Aleksander II, kendisini Kiev’deki
çiftlik evinde iki yıl misafir etti. Osmalı Sultanı Abdülaziz’in ricası üzerine
Şeyh Şamil, Hac ziyareti için 1869 yılında Türkiye ve Mısır üzerinden Suudi
Arabistan’a gitti. Şeyh Şamil, hacı olduktan sonra iki yıl daha yaşadı. 1871
yılında prostat kanserinden vefat etti. Mezarı Cenneti Baki mezarlığındadır.
Şeyh Şamil konusunda yaptığım araştırmanın eksik kalan ikinci
kısmı, Gürcistan’ın Andi dağlarındaki Ezan gölünü ziyaret isteğimin yerine
gelmemesidir. Şeyh Şamil, yenilginin kaçınılmaz olduğunu anlayınca, tüm
hazineyi iki savaşçısına emanet edip Ezan gölüne gömdürtmüştü. Ne yapıp
edip bu gölün resmini çekmek istiyordum.
Bir akşam Gürcistan başbakanıyla masada beraber olmuştuk. Kendisine bu isteğimi iletince, “Biz çok aradık bulamadık!” dedi. Bu sözle neyi
ima ettiğini anlamıştım. “Ben hazine avcılığı için oraya gitmek istemiyorum.
Sadece gölün bir resmini çekmek istiyorum” dedim. Başbakan, sürekli bir şekilde “Elbette götürürüz!” diyerek beni oyaladı ve hiçbir zaman o göle yakın
gitmemi istemedi.
Bazı Gerçekler...
Şeyh Şamil’in annesi Kumuk, babası da Avar Türklerindendir. Kumuklar ve Karapapaklar arasında fark; tarım ve ziraatla uğaraşanlara Kumuk,
hayvancılıkla uğraşanlara Karapapak denir.
423
Muzaffer Şamiloğlu
Esas ismi “İmam Şamil”dir. Bazı yazarların uydurmasıyla “Şeyh Şamil” ismi halk arasında yaygın olarak bilinir oldu.
Sofi dedemin zürriyetinden Karapapak aileleri, 1834-1859 yılları arasında İmam (Şamil’e bağlı olarak Ruslara karşı savaşmışlardı.
Kars’tan Bazı Simalar
Kars ili etnik bakımdan çok zengin bir yapıya sahiptir. Gerçi, yeteneksiz politikacılar zaman zaman “tefrikacılık ve zümrecilik” yaparak bu zenginliğe gölge düşürürler. Hatta “ayrımcılık” yapmadığım için siyasi hayatımda
çok zorlandığımı da itiraf etmeliyim.
Kendilerine “Yerli” tabir edilen hemşehrilerimizin sözü geçen ve en
önde gelen ismi Ani köyünden Mehrali Ağa ve kuzey ilçelerinden Zikri Yılmaz idi.
Azeriler arasında da Şahin ve Ağa Yerdelen kardeşlerin sözü çok geçerdi.
Kürtler ve Karapapaklar belirli kişilerin arkasından gitmezdi. Her
önüne gelen, “Bu köyün ağası benim!” derdi.
Kars’ın en asil ailesine siyasetçisi Turgut Göle idi. Babası Celâl Bey
geldiği zaman Göle ayağa kalkardı! Kurtuluş Savaşı yıllarında Celâl Bey,
Osmanlılarla birlik olup Ermeni ve Ruslara karşı savaşmıştı. Şeyh soyundan
Celâl Bey’in köyü ve mezarlık yeri devletin özel koruması altındadır.
Aynı şekilde Arpaçay’da Kemal Kaya’nın amcası Sürmeli Bey de
saygı duyulan bir isimdi.
Kars’ı ziyaret eden dostlarıma Hasani Xargani Hazretlerinin türbesini
ziyaret etmelerini salık veririm. Bu bölgede İslamiyet’i ilk yayan bu alime
karşı derin sevgiyle dolu olduğum için, Sultan Üçüncü Murad’ın yaptırdığı
türbesini Kars’a her gidişimde ziyaret ederim.
Iğdırlı Dostlarım
Iğdır’a gittiğimde bana yakınlık gösteren birkaç dostumu özellikle
yad etmek isterim. Mecit Hun, Aziz Güney ve Cihangir Turan’la çok eskiye
dayanan bir dostluğum olmuştu. Özellikle Mecit Hun’un oturup kalktığı her
yerde benim için, “Şamiloğlu gerçek bir dosttur” şeklinde konuşmasını kendim için bir övünç nedeni sayardım.
Baharlı Mahallesinden “Şişko” Mehmet Efendi de geldiğimi duyunca
sevinç dolu yüz ifadesiyle yanıma gelirdi. Benimle sohbete değer verdiğini
anlardım.
Hamit Dönmez, Melekli köyünden Kadir Erol ve Taşburun köyünden
Ali Karasu’yu da hep iyi dostlar olarak hatırlarım. Ali Karasu bir keresinde
beni sıkıntılı bir durumdan kurtarmıştı.
424
Iğdır Sevdası
1979 yılı Senato seçimleriydi. Arabamla Taşburun köyünü geçerken
bir gurup sağ görüşlü genç önümü kesti: “Buraya girmek sana yasak” dediler.
Tartışma gittikçe sinir bozucu bir havaya bürünüyordu. Ali Karasu bir köşeden çıkıverdi: “Eye ne yapırsız? Eye o Şamiloğlu’du. O hepimizin dostudu”
diyince gençler kuzu kuzu dağılmıştı.
Tuzluca’dan rahmetli Tosun Ayrım’la da iyi bir dostluğum vardı.
Üzüm bahçesinde masayı kurup uzun sohbetlere dalardık.
“Çocuklarımın adını ben de bilmiyorum”
1960 yılından beri en çok severek yaptığım işlerden birisi her yıl 8
öğrenciye burs verip onlara eğitim hayatında yardımcı olmaktır. Okul müdürü
bana, “Falanca öğrenciler çalışkan fakat paraya muhtaçtırlar” diyerek bir liste
gönderir. Çoğunu hiç görmediğim bu öğrencilere düzenli olarak para göndermeyi kendime görev bilirim. Şimdiye kadar öğrencilerim arasından birçoğu
doktor, hakim, ressam olarak hayata atıldılar.
“Sana da koysunlar”
Belediye reisi pastaneleri teftişe çıkmıştı.
Çok sevdiği sınıf arkadaşının pastanesinden içeri girip,
“Oradan bir pasta ver!” demiş.
Belediye reisi, kontrol amacıyla ağzına koyduğu kurabiyeyi çok lezzetli bulunca, dayanamamış,
“Yahu ne güzel kurabiye! Buna ne yağ koydun?” diye sormuş.
Arkadaşının muzipliği üzerindeymiş:
“Sana koydum!” diye cevaplamış.
Belediye reisi şakayı anlamış, bozuntuya vermeden:
“Ha öylemi!..” demiş. Arkadaşı, “Evet öyle!” diye cevaplayınca, belediye reisi,
“Öyleyse öbür pastanelere gidince söyleyeyim, onlar da sana koysun!” demiş.
“Mina’da taşladım”
Kars’ın sözü geçen ve saygı duyulan isimlerinden birisi Axunt Malik
Işıklı idi. Müritleri onun seccadeye binip dolaştığına inanırlardı. Bu yüzden
onunla ilgili şöyle bir fıkra uydurmuştum:
Hacca gidip geldikten sonra, kendi kendime, “Malik Emmi’yi ziyaret
edeyim” dedim. Kalktım gittim Malik Emmi’ye. Beni huzurunda görünce,
“Ay Muzaffer Bey, deyesen sen de hacı olupsan! Allah kabul eylesin!” dedi.
Ben de, “İman Kur’an sahibi ol! Allah razı olsun!” dedim.
425
Muzaffer Şamiloğlu
Malik Emmi, “Meni orada gördün mü?” diye sorunca, “Ay Malik
Emmi, ne çabuk unuttun. Men seni hem gördüm hem de Mina’da taşladım”
diye cevapladım.
“Muzaffer hakikaten çok güzel!”
Kars’ta yetişen politikacılar arasında en kültürlü olanları Mehmet
Hazer ve Abbas Çetin’di
Abbas Çetin’le Anayasa ve Adalet Komisyonu’nda beraber çalıştım.
O AP’li ben CHP’li olmamıza karşın aramızda iyi bir dostluk vardı. Ondan
çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim.
Mehmet Hazer, Kâzım Karabekir Paşa’nın açmış olduğu “Yetimler
Okulu”ndan yetişmişti. 1980 İhtilâlinde Kara Kuvvetleri Komutanı olarak
görev yapan Orgeneral Nurettin Ersin de, Mehmet Hazer’in o yıllardan sınıf
arkadaşıydı.
Mehmet Hazer’in tek kusuru eli sıkı birisi olmasıydı. Sigarasını bile
cebinden tek tek çıkarır, öyle içerdi.
1979 yılında Sovyetler Birliğine resmi bir gezi nedeniyle gitmiştim.
Dönüşte anılarımı “Komşumuz Sovyetler Birliği” adı altında küçük bir kitapçıkta topladım. Sonra bu kitabı Anadolu Kulübünün vestiyerine koyup
göstermelik bir fiyatla milletvekili ve senatör arkadaşlarıma satışa çıkardım.
Kitabımı alanlardan birisi de Mehmet Hazer’di.
Salonda Mehmet Hazer’i elinde benim kitapla görünce çok şaşırmıştım. “Vay be! Kitabım için nasıl kıydı o güzel parasına?” demekten kendimi
alamamıştım. Meğerse onun amacı, kitabımda eleştiriye açık bir şeyin olup
olmadığını kontrol etmekmiş!..
Ertesi gün yanıma geldi.“Muzaffer bu kitap hakikaten çok güzel!”
diyerek iltifat etti. Tüm çabasına rağmen beni eleştirecek bir nokta bulamamıştı.
“Affeyle padişahım...”
Aşağıda bahsi geçen tarihi hikâyeyi dostum Mecit Hun’dan duymuştum:
Osmanlı Sultanı Murat III, ordusunun başında Allahüekber dağları
üzerinden İran’a doğru sefere gidiyormuş. Ordu, Selim (Çukur) ovasına
girdiği zaman, bölgenin ileri gelen Kürt ağası, yanında 50-60 kişilik süvari
birliğiyle 3. Murat’ı karşılamaya gitmiş.
Yazın sıcağında dört nala gelen kafile ortalığı toz duman içinde bırakınca, yüzü gözü toz içinde kalan padişah, yanındakilere Kürt ağasını işaret
ederek, “Tiz, bu adamın kellesini vurun!” diye emretmiş. Padişahın ölüm
işareti verdiğini gören yardımcıları ağanın yanına koşturup , “Aman ağam,
426
Iğdır Sevdası
padişah kellen için emir verdi!” demişler. Ağa atını sürüp padişahın huzuruna
gelmiş ve şu sözleri söylemiş:
Hatta ettim, ben de bilirem ki mürdem
Affeyle padişahım, adam değilem Kürd’em
“Sizi taşıyacak atı nerden bulayım?”
Yıl 1949. Ankara’da yedek subay okulunda askerlik görevimi yapıyordum. Soğuk kış günleriydi. Üzerimde kalın bir palto vardı. Zaten uzun
boylu ve iri yarı bir gençtim. Bu kalın elbiseler içinde deyim yerindeyse
“dev” gibi görünüyordum.
Bir gün dönem arkadaşım ve benim gibi iri yarı Ardahanlı İbrahim
Us’u yanıma alıp komutanın huzuruna çıktık. Sert bir selam verdikten sonra:
“Komutanım, biz Karslı’yız. Attan çok iyi anlarız. Bizi Piyadeye verdiniz
eğer Süvariye alsanız çok memnun olacağız” dedik. Tümgeneral kafasını kaldırıp ikimizi baştan ayağa dikkatlice süzdü, “Çocuklar sizi Süvariye alıyorum
ama sizi taşıyacak atları ben nerden bulayım?” dedi.
Kör pişman bölüğe dönmüştük.
“Ah Çamlıça Kız Lisesi!”
Tabur komutanımız Binbaşı Sıtkı Ulay’dı. Daha sonra MBK üyesi ve
senatör olan Sıtkı Ulay, bir gün bölüğü sıraya dizdikten sonra bir aşağı bir yukarı gidip, yedek subay adayı bizleri dikkatlice süzdü. Ne düşündüyse aniden
beni yanına çağırıp, “Seni bölüğün başçavuşu seçtim!” dedi.
Yedeksubay okulunu bitirdikten sonra çekilen kurada görev yerim İstanbul Selimiye kışlası çıktı. Bölük komutanı olmadığı için bu göreve vekâlet
ediyordum. Altımda güzel bir at vardı. Keyfim istediği zaman dışarı çıkıyor,
Çamlıça tepelerini ve Kız Lisesinin önündeki geniş bahçeyi kahraman asker
edasıyla arşınlıyordum. Her geçişimde Kız Lisesinde sanki yer yerinden oynuyormuş gibi gelirdi bana. Ey gençlik!
“Dilibal”
Tiflis’ten ayrılmaya hazırlanıyorduk. Görevliler bizi alıp çay merkezine götürdüler. Kocaman bir defter açıp anı olarak bir şeyler karalamamızı
istediler. Tiflis Şarkiyat Enstitüsü müdür muavini yanıma gelip, “Buraya bir
şiir yaz!” dedi. “Her zaman şiir olmaz!” diye nazlandımsa da söz geçiremedim. Elime kalemi alıp şu mısraları karaladım:
Suyu güzel, kızı güzel, çayı bol,
İnsanları güler yüzlü, dili bal,
427
Muzaffer Şamiloğlu
İşte bizler gidiyoruz,
Güzel Tiflis, sen hoşça kal!
Bu mısraları sesli okuduğum zaman salonda bir alkış tufanı koptu ki
hiç sormayın!
“Aslan” adlı öküzüm
Bir öküzüm vardı. Adı Aslan’dı. Öyle akıllı ve sözden anlayan bir
hayvandı ki aradan bunca yıl geçmesine karşın onun dostluğunu hâlâ yüreğimde hissederim.
Örneğin öküzleri arabaya koşup yola koyulurduk. “Aslan” öküz yorulduğu zaman başını geriye çevirip, “Mmmmm!” diye böğürürdü. Bu, “Ben
yoruldum. Biraz istirahat edelim sonra tekrar yola devam ederiz” anlamına
gelirdi. Boyunduruğu çıkardığım zaman “Aslan” öküz ağır adımlarla sakin
bir köşeye gider, 5-10 dakika kendisine dinlenirdi. Sonra tıpış tıpış geri gelip
boyunduruğa kendiliğinden girerdi. Bana dönerek tekrar, “Mmmmm!” eder,
sesinin tonundan, “Ben istirahat ettim, gel boyunduruğu bağla, artık yola koyulalım!” anlamı çıkardı.
Onun arkadaşı Karaxan, böyle akıllı davranmazdı. Boyunduruktan
kurtulduktan sonra onu tekrar geri getirmek beni saatlerce uğraştırırdı.
“Tayyar” adlı atım
Köyümüzün aşağısında Kuzukulak mevkiinde geniş çayırlarımız vardı. Her yıl babam birkaç tırpancı kiralar, otları biçtirirdi.
Ortaokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Her gün “Tayyar” isimli atıma binip annemin hazırladığı yemeği işçilere götürüyordum. Yine bir gün annemin
verdiği azığı heybeye yerleştirmiş atımla yola çıkmıştım.
Atım yeni biçilmiş ot kümelerini görünce korkuyla irkildi. Beni yere
atıp dört nala uzaklaştı. Yüzü koyun taşların üzerine düşmüştüm. Burnum
kırılmıştı! Kendi durumuma aldırış etmeden yerden doğrulup çok sevdiğim
atımın arkasından “Tayyar! Tayyar!” diye bağırarak koştum. “Tayyar” birkaç
km yol kat ettikten sonra durdu, geriye döndü, beni görünce tırısa kalkıp yanıma geldi. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu vefalı hayvana sarılınca acımı
unuttum.
İnsanlardan görmediğim vefayı hayvanlardan gördüm dersem lütfen
beni bağışlayın.
“Savcı Bey, ben de bilmeyum...”
Of ilçesinde savcıydım. Bu kasabanın eşrafından soyadı “Tellioğlu”
birisi her gün atının üzerinde kasabaya gelir, geniş caddeyi atın “tak tak” şek428
Iğdır Sevdası
linde gürleyen nal sesleriyle geçip giderdi. Bu nal seslerini ne zaman duysam
at sevgisinden olacak, kafamı pencereden yana çevirir, özlemle atlıya bakardım.
Bir gün bu atı çok zayıflamış buldum. İsmail isimli kâtibimi yanıma
çağırıp, “Bu atlı geri gelince ‘Savcı Bey seninle görüşmek istiyor’ diyerek
durdur” dedim.
Akşama doğru kâtibim atlıyı büroma getirdi. “Atın niye zayıflamış?”
diye sordum. Adam, “Savcı Bey, ben de bilmeyum. Son zamanlarda bir şey
yemez oldu” dedi.
Birlikte atın yanına gittik. Atın ağzına bakınca damak hastalığına yakalandığını anlamıştım. Damağı iltihaplanan hayvan otun dikeni battığı için
yemeden kesilir. “Bana parmak kalınlığında bir çubuk, bir kilo tuz ve keskin
bir bıçak getir” dedim. Adam, çok geçmeden istediğim malzeme yanında çıkageldi. Birkaç kişi atı sıkıca tuttu. Keskin bıçakla atını damağını birkaç yerden kestim. Simsiyah kan çıktı. Yarayı bol tuzla ovalayıp atlıyı yolcu ettim.
Aradan bir hafta geçti. Bir gün Tellioğlu, mutlu yanıma geldi. Atı artık
kilo almaya başlamıştı!
Hayatımın önemli bir kısmı hayvancılık ve ziraatla ilgili olduğundan
bu konularda geniş bilgiye sahibim. Hatta bir gün şöyle bir anım olmuştu.
Fikret Gündoğdu Tarım Bakanıydı. Bütçe Plan Karma Komisyon
üyesi olarak Tarım Bakanlığına hayvancılıkla ilgili bazı sualler tevcih ettim.
Bakan ertesi gün yanıma gelip, “Aman Muzaffer Bey, senin soruları cevaplayacak adam bulamadık. Ne olursan o sualleri geri al!” dedi.
“Bundan sonra adsız gezeceksin!”
Sevgili arkadaşım ve hemşehrim Osman, ilk çocuğuna hamile olan
eşinin doğum haberini sabırsızlıkla bekliyormuş. Kars Devlet Hastanesi
önünde toplanmış olan kalabalık birden müjdeli haberle çalkalanmış. Kalabalıktan birisi Osman’a yaklaşıp, “Osman gözün aydın bir oğlun oldu. Adını
ne koyak?” diye sormuş. Osman, sağ elinin başparmağını yanağına vurarak
kendinden emin bir edayla, “Osman” demiş. Oradakiler buna şaşarmışlar.
“Babam senin adın Osman oğlanın adı Osman bu oler mi heç?” diye itiraz
ettiklerinde, Osman yanıt olarak:
“Eh bundan sonra ben adsız da gezerem” demiş.
Benim Osman’la ilgili uydurduğum bu fıkra ağızdan ağıza dolaşıp
durdu. ZAD-ZUD kitabımda da yayımlayınca artık duymayan kalmamıştı.
Aradan yıllar geçti. Osman ve ben Milletvekilliğinden emekli olmuştuk. Bir gün Anadolu Kulübüne gitmiştim. Uzak bir köşede Mecit Hun ve
Osman bir masaya oturmuş sohbet ediyorlardı. Mecit, Osman’a, “Haberin var
429
Muzaffer Şamiloğlu
mı? Muzaffer’in bir torunu olmuş. Adını Muzaffer koymuşlar” demiş.
Osman usulca yanıma yaklaştı. Kulağıma eğildi, “Ulan it! Bundan
sonra sen de adsız gezeceksin ha!” dedi. Herkes kahkahaya boğuldu. Osman
yıllar sonra intikamını acı bir şekilde almıştı.
“Of’ta atacağum”
Trabzon’un Of ilçesinde savcılık yaptığım için kasabanın ileri gelenlerini tanırdım. Bunlardan birisi de lokanta işleten Ahmet Aküz’dü.
Hac dönüşü bir gün Kars CHP İl başkanı Saffet Tiryaki’yi ziyarete
gitmiştim. Oflu olan Saffet Tiryaki beni görünce:
“Vayyy! Gel bakayum, gel bakayum!” diye çığlık attı.
İçerisi tıklım tıklımdı. Beni özenle yanındaki sandalyeye oturttu.
“Yahu sen de Hacı oldun ha!” dedi.
“Allah bana nasip etti, sana heç etmesin!” diyince gülmeye başladı.
Saffet Tiryaki, “Anlat bakayum neler yaptun?” dedi.
Bu soruyu soracağını bildiğim için öncede uydurduğum hikâyeyi ciddi ciddi anlatmaya başladım.
“Vallahi çok acayip şeyler oldu. Arafat’ta Ahmet Aküz’le karşılaştım.
Tanır mısın?”
“Oy tanimaz olurmiyim hiç!”
“Mina’da ben kucağıma taşları doldurmuş yorulmadan şeytanı taşlıyordum. Baktım az ileride Ahmet Aküz! Gittim yanına. ‘Hacım atsana taşları
niçin duruyorsun’ dedim. Bana döndü, ‘Ha Savcı Bey! Ben burada şeytan
göremeyum! Bu taşları götürüp Of’ta atacağum’ dedi”
Hikâyem bitince odadakiler gülmeye başladı. Turgut Artaç da aralarındaydı. “Allah senin belanı versin. Yine uydurdun” dedi.
Haberi Yokmuş
Cenab-ı Hakk’a sormuşlar:
“Terekemeyi ne için yarattın?”
“Adam öldürmek, at çalmak ve yalan söylemek için” diye buyurmuş.
“Peki Kürdü?”
“Onu da her türlü hırsızlığı yapmak ve adam öldürmek için”
“Peki Acemi?”
“Şeytanlık için”
“Ya Yerliyi?”
Cenab-ı Hak duraklamış ve:
“Yerli diye bir kul yaratmış değilim” diye buyurmuş.
430
Iğdır Sevdası
Diyadinli Şamil Peker
İzmit’te Savcı yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bir gün İtalya’dan çimento ithal eden DP İl Başkanı suç duyurusu yapıldı. Çimentoların
Türk normlarına uygun olmadığı iddia ediliyordu. Tahkikatı ben yürütünce,
DP İl idaresinin boy hedefi oldum. Diyadin’e sürgün edildim.
Diyadin’e taşınma hazırlıklarını yaptığım günlerdi. Bir gün Komiser
Zeki Bey eve gelerek, “Sayın Savcı, hemşehriniz olduğunu söyleyen birisi
sizinle görüşmek istiyor” dedi.
Asya Oteline vardığımda saat gece yarısına yaklaşıyordu. Hemşehrim
olduğunu söyleyen şahıs yatağından uyanıp salona geldi. Şamil Peker isminde Diyadin’in tanınmış ve önde gelen ismiydi. “Hoş geldiniz, buyurun beni
görmek istemişsiniz” dedim.
Şamil Peker, “Savcı Bey, ben Diyadinliyim. Tayininizin Diyadin’e
çıktığını öğrenince sizi ziyaret etmek istedim” dedi.
Savcı olarak gittiğim il ve ilçelerde tarafsızlığımı korumak için bu
türden özel ziyaretlere hep karşı olmuşumdur.
“Ne münasebet!” diyerek sinirli şekilde ayrıldım.
“Üzülme! Erkeğin başına her iş gelir!”
Diyadin’de göreve başlar başlamaz halk, âdet olduğu üzere büroma
bana “hoş geldin!” demeye geldiler.
Ertesi gün kapım alışılmışın dışında bir şiddetle “Tak! Tak!” diye
dövüldü. Açılan kapıdan içeri Şamil Peker girdi. Elinde kocaman bir baston
vardı.
“Kapıyı vuran siz miydiniz?” diye sordum.
“Evet!”
“Çık dışarı! Burası Cumhuriyet Savcısını makamıdır. Kapıyı nasıl
öyle vurabilirsiniz?”
Şamil Peker uyarıma rağmen çıkmakta tereddüt edince, bu kez,
“Ağaysan ağayım, beysen beyim, eşkıyaysan eşkıyayım” dedim.
2.5 yıl Diyadin’de Savcı olarak görev yaptım. Bu süre boyunca Şamil
Peker’le aramız açık oldu.
Bir kış günüydü. Aladağlar’da bir köyde iki kardeşin öldürüldüğü
haberi geldi. Yanıma jandarmaları alıp olay yerinde tahkikat yaptım. Bir gece
Fethi Yardımcı’nın evinde kaldıktan sonra Diyadin’e geri döndüm.
Meyre Şıx adında bir mahalle bekçimiz vardı. Halk arasında dolaşan
konuşmaları bize iletirdi. Bir gün yanıma gelip, “Savcı Bey, o iki kişiyi öldüren Mehmet Kaya’dır. Şu an Şamil Peker’in evinde saklanmaktadır” dedi.
Jandarmaya haber verip evin etrafını kuşatmaya aldırttım. Hâkimden
431
Muzaffer Şamiloğlu
arama emrini aldıktan sonra eve gittim. Kapıyı vurunca , bir genç kız kafasını
pencereden uzatıp, “Evde kimse yoktur!” dedi. “Ben Cumhuriyet Savcısıyım.
Lütfen kapıyı açın yoksa kırmaya mecburuz” dedim. Kız, “Açmam!” dedi.
Ayağımda çizmelerimle şiddetli bir şekilde nasıl kapıya vurdumsa, kapı menteşeden çıkıp yana kaydı. Kapının arkasında genç bir adam vardı.
“İki kardeşi öldüren sen misin?” diye sordum.
“Evet!”
“Üzülme! Erkeğin başına her iş gelir. Silahını bana ver!” dedim.
Cebinden çıkardığı 7.65’lik tabancayı bana uzattı. Orada zabıt tutup
genç adamı tevkif ettim.
Bu olayın üzerinden 10-15 gün geçti. Adalet Bakanlığı’ndan bir yazı
aldım. “DP ilçe başkanın evine zorla girmişsin. Bu hususta savunmanızı...”
Elimdeki bütün zabıtların bir fotokopisini yapıp, “Müdafaam ilişik
zabıt ve varakaların münderecatından ibarettir. Gereğini arz ederim” diyerek
Bakanlığa postaladım.
Bir ay sonra Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağlı’dan, “İşlerde
yolsuzluk yok. Takibatına nail olmadığına karar verildi. Tercihen terfi edilmesine..” şeklinde bir yazı aldım.
1955 yılında Diyadin’den ayrılacağım zaman Belediye Başkanlığı seçimleri vardı. Çok sevdiğim Hikmet Özmen’in başkan olması için el altından
ağırlığımı koydum.
Aradan uzun yıllar geçti. Ben Kars Senatörü olarak görev yapıyordum. Köy İşleri Bakanı Ali Topuz, bir gün yanıma gelip, “Muzaffer, Ağrı’ya
gideceğim, bölge milletvekilleri senin yanımda götürmem için ısrar ediyorlar” dedi. Birlikte Diyadin’e gittik.
Benim geldiğimi duyan Diyadinli dostlarım bir kahvehanede toplantı
hazırlamışlardı. Kapıdan içeri girdiğim zaman Şamil Peker en önde beni bekliyordu. Bana sarıldı, “Kurban olmuşam sana. Ben senin kıymetini bilmedim.
Beni affet!” dedi. Şamil Peker’le orada barıştım.
Kitap 3: Karapapaklar (Karakalpaklar)
Fransızların Focus dergisinde, 1995 yılında “Atam Anam Terekemem” başlıklı bir yazı yayımlandı. Karapapaklar ve Terekemeler konusunda
eksik ve yanlış bilgilerin ortalıkta dolaştığını görünce, kendi düşüncelerimi ve
gözlemlerimi bir kitapçıkta toplamaya karar verdim.
Burada özellikle belirtmek ihtiyacı duyduğum bir konu var: Toplumsal ve siyasal açıdan önemli olan insanların kökenleri değil, rahmetli Prof
Ahmet Taner Kışlalı’nın da belirttiği gibi, insanların “kendilerini ne olarak”
duyumsadıkları ve algıladıklarıdır.
432
Iğdır Sevdası
Irkçılık ve mezhepçilik yapanlara ben insan demiyorum ve bu tür davranışları çağdışı ve akıldışı kabul ediyorum.
Karakalpak mı, Terekeme mi?
“Terekeme” diye bir kavim yoktur. “Terekeme”, Karakalpakların oynadığı bir tür halk oyununa verilen addır. Bu kelime zamanla halk arasında
yanlış bir uygulama alanı bularak, “Karakalpak/Karapapak” anlamında kullanılır olmuş.
Bugünkü Türkmenistan sınırları içinde olan tarihi Karakalpakistan
devleti dağılınca, 2.5 milyon kadar bir nüfus Afganistan’a göç etmiş. 3500
aile, İran’ı geçerek Azerbaycan’a ve Kafkasya’ya yerleşmiş. Zamanla İran’da
kalanlar Şii mezhebini kabul ettiler. Kafkasya’ya göç edenlerin çoğu Suni
mezhebine bağlı kaldılar.
Türkiyeye Karapapaklar 1810 yılında Şeyh Şirazettin adlı bir şeyhi
takibe ederek giriş yapmışlardı. Çoğu Amasya taraflarına yerleşmişler. Bugün
Iğdır’daki Karapapaklar (Eşref Başaran) bu guruba dahildirler.
Benim ailemin bağlı olduğu Karapapaklar 300 yıllık arayla iki kez
Türkiye’ye gelmişler. Birinci dalga 1604 yılında Nuri Dedemi takip ederek
Ağrı’nın Tutak ilçesine bağlı Han köyüne gidip yerleşmişler. Soyadları genellikle “Cengiz” olan bu gurupla Diyadin’de savcılık yaptığım yıllar tanışma
fırsatım olmuştu. Bu gurubun lideri olan Bedir Bey, bir ihtilaf nedeniyle Halis
Öztürk’e bağlı milis güçlerce vurulup öldürüldü. Olay benim bölgemde meydana geldiği halde, Bakanlığa bir yazı yazarak, “Öldürülen Bedir Bey’le olan
akrabalığım nedeniyle bu görevin başka bir savcıya emanet edilmesi” yolunda ricada bulundum. Taşlıçay savcısı bu olayla ilgili tahkikatı yürütmüştü.
Benim ailemin bağlı olduğu ikinci dalga 1918 yılında Türkiye’ye
gelmiş. Bunların bir kısmı Kürt kökenli hemşehrilerim arasında yaşadıkları
için –Susuz ve Digor’da- zamanla onların dillerini ve adetlerine uyum göstermişler.
Seçim çalışmalarım sırasında artık Kürteleşmiş bu akrabalarımın yanına gidince, Türkçe’yi zorlukla konuşarak bana, “Senden başkasına oy mu
vereceğiz! Sen bizim emisin oğlisin” diyorlardı.
Kitap 4: Yüce Dinimiz İslamiyet
Liseden yeni mezun olmuştum. Rahmetli dedem, bir gün beni yanına
çağırarak, “Evladım, sen dinini pek bilemedin. Biz de ihmal ettik, sana gereken ilgiyi gösteremedik. Dinini bilmeden gidersen bu bizim ailenin şanına
yakışmaz. Bir yıl okuluna geç git ama dinini öğren!” dedi.
Of’tan benim için Hüseyin Sura adında özel bir din hocası getirtildi.
433
Muzaffer Şamiloğlu
Bu şekilde bir yıl boyunca yoğun şekilde dini tedrisat aldım. Ancak bu benim
için bir başlangıçtı. 50 yıl devam eden tetkiklerim ve araştırmalarım sonunda,
“Yüce Dinimiz İslamiyet” isimli bir kitap yazdım.
Yaşantım boyunca iki insana olan hayranlığım ve bağlılığım hep güçlenerek devam etti: Bunlar sırasıyla Hz. Muhammet ve Atatürk’tür.
Hz. Muhammet ne yazık ki hep farklı şekilde tanıtıldı. Onun kişiliğinin bilinmeyen iki yönü hakkında birkaç laf etmek isterim.
Hz. Muhammet, 20 Eylül Pazartesi günü (Miladi 622) Mekke’den
Medine’ye hicret ettiğinde karşısında Musevi, Hıristiyan ve Müslümanlardan
oluşan bir topluluk vardı. Hz. Muhammet, “Site (şehir) Cumhuriyeti kuracağım” diye buyurdu. Her üç dinin ileri gelenlerini Mescid-i Raia denilen bir
yerde bir araya topladı; 67 maddeden (İmam Şamil’in torunu Sait Şamil’e
göre 64 madde) oluşan bir anayasa hazırlattı. Bu anayasaya önünde her üç
dinin mensupları eşit şekilde korunuyordu.
Hatta bazı Müslümanlar arasında bu konuda hoşnutsuzluk olunca, Hz.
Muhammet, “Önemli olan insandır!” diye buyurdu.
Araştırmalarım süresince 1.5 milyonu aşkın sahte hadis tespit ettim.
Doğruluğu tartışma götürmez hadislerden birkaçı:
“Cennete ilk gidecek olan alimlerdir”
“Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum”
“Oku!” (Bu sadece Kur’an-ı Kerim’i değil genel anlamda kullanılmış)
Hz. Muhammet’in şiirleri
Softalar ve yobazlar “Bizim dinimizde şiir olmaz” derler. Halbuki
Hz. Muhammet hem yanında şair dolaştırırmış hem de şiir yazarmış. İşte Hz.
Muhammet’in iki şiiri:
Kul döner kendini düzeltir belki,
Uzun ömür hayra bedeldir belki,
Acı çekmiş olmak korku vermesin,
Gelecek geçmişten güzeldir belki.
***
Fani dünya için hayaller kurma,
Malının üzerinde hasisce durma,
Öldükten sonra verilen milyondan üstün,
Sağlığında verdiğin bir taze hurma.
Kitap 4: ZAD – ZUD (Fıkra Demeti – 1985)
Zad-Zud isimli fıkra kitabım ilk yayınlandığı zaman büyük sıkıntılar
434
Iğdır Sevdası
yaşadım. Karapapak kökenli dostlarım, “Herkesin adamı gedir Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya yazır menim ki de gedir zad zud yazır” diyerek beni alaya
aldılar. Halbuki daha önce mesleğim olan hukuk konusunda beş kitap yayımlamıştım. Hatta bu nedenle iki de takdirname almıştım. Ama bu gerçeği çoğu
insan göz ardı ediyor, beni gördükleri zaman, iğneleyici şekilde, “Senden
bunu beklemezdik! Bizim Terekemeleri biyabır (berbat) edipsen” diyorlardı.
Aradan yıllar geçti, benim Zad-Zud kitabım çok tuttu. Şimdilerde en
çok da Karapapak kökenli hemşehrilerim bu kitabın taliplisi!
Kitap yayımlandığı zaman Azeri kökenli iki avukat hemşehrim, “Bu
kitap müstehcen sınıfına girdiği için poşete konmalıdır” diyerek hakkımda
dava açtılar. Bir gün savunmam için mahkemeye davet edildim. Söz sırası
bana gelince mahkeme heyetine, “Savunmamı yapmadan önce size bir sitemde bulunacağım” dedim. “Benim fıkra kitabımı okudunuz mu?” diye sordum.
Savcı ve hakim dostlar birbirlerine baktıktan sonra bana dönerek yavaş bir
sesle, “Muzaffer Bey, bu kitabı almak istiyoruz ama bulamıyoruz ki...” dediler. Dava o gün öylece kapandı.
“Fıkra bir zekâ fışkırmasıdır”
Avrupa Konseyi fıkranın tanımını şöyle yapar: “Fıkra bir zekâ fışkırmasıdır. Bir kültürün en önemli öğesidir. Herkes fıkra üretemez”
Fıkralar, müstehcen ve zümrecilik gibi suçlamalarla yasaklanamaz.
Daha doğrusu fıkra ve şiirde müstehcenlik olmaz.
Alın size halk dilinde söylenen müstehcen (!) bir şiir:
Xodax ho ho!
Kırmızı tuman, al baldır
İçindeki ne maldır
Xodax ho ho!
Ay hepire hepire!
Xodaxların ağzına osurax
Majyarın ağzına köpürek
Xodax ho ho!
Not: “Xodax”, çift süren öküzün boynuna binen çocuklara verilen isimdir.
Sapanı tutana da “majyar” denir.
Hani Sen Durdurdun
Rahmetli Fikri Kalafat adında bir Karadenizli, Aralık ilçesinden Iğdır’a geceleyin gelmekte iken önüne bir Kürt çıkar. Arabayı durdurur. Kürt,
435
Muzaffer Şamiloğlu
“Baban xeyrine beni arabaya al! Çamurlu Köyüne geder”, diye yalvarır.
Fikri, “Atla bakayum” deyince Kürt hızla kamyona biner.
Çamurlu Köyü’ne gelince Kürt ne kadar kamyonun karisörine vurursa
da Fikri duymaz ve gaza basmaya devam eder. Iğdır’ın içine gelince Fikri,
arabayı durdurur.
Sağına solunca göz atınca Kürt’ün arabada olduğunu görür: “Ula sen
buraya musun? Niçün inmedin?” diyince, Kürt şöyle yanıt verir: “Babasının
hayrını s..... hani sen durdun ben inem”
Pekmez Varmış
Şehir görmemiş bir Kürt ilk olarak Kars’a gelir. Eski Hapan mevkiinde dolaşırken karnı acıkır, fırından bir ekmek alır ve kundura tamircilerinden
bir Acem’in tamirci dükkânına girer:
“Sizde pekmez var mıdır?”
Acem, Kürd’ün acemi ve saf olduğunu hemen anlar ve pekmez var
diye, köselelerini ıslattığı su tenekesini gösterir.
Kürt, “Kaç peredir?” deyince Acem, “Doyumluğu 25 guruşdu” der.
Kürt oturur tenekenin başına, ekmeği bitinceye kadar kösele suyuna
batırıp karnını doyurur. Acemin 25 kuruşunu verir. Kapıdan çıkınca Acem’e:
“Demeyesen Kürt eşektir, ağnamadı, valla pekmezin de heç dadı
yohdu..”
Acem’in Piçliği
Iğdır’da Acemin biri Kürtlerden dert yanıyor:
“Aya bu ne işdir? Zor dağında duvar çökür, Kürt altında galır ölür.
Oraya toplanan Kürtler diyiler ki Acem’in piçliğidi. İki Kürt birbirini öldürür
diyiller ki gene Acem’in piçliğidi. Ekinleri, otları eyi olmur, diyiller ki Acem’in piçliğidi. Böyle şey olmaz canım, nedi bunların yaptığı”
Küçük Küçük Doğra
Terekeme’nin oğlu bir koyun çalmış, eve getirip kesmiş, soymuş, etini parçalıyormuş. 70-80 yaşındaki babaannesi de namaz kılıyormuş. Namaz
kıldığı esnada torununun eti parçaladığını görünce:
“Ay bala gurvan olom (kurban olayım), eti hırda hırda doğra, bilersen
menim tişim yoxtu...”
(Babamın notları arasında Muzaffer Şamiloğlu’nun aşağıdaki şiiri
karşıma çıktı. Karapapak lehçesiyle yazılmış güzel bir şiir! Mücahit)
436
Iğdır Sevdası
Ölüm Döşeğindeki Terekeme (Karapapak) nin Çoktan Ölmüş Baba (lele) sına Seslenişi:
Bir başını galdırırsan bahasan
Men civanı bir göresen ay lele,
Lazımdı ki dil deyif ağlayasan,
Mana mezer örüyesen ay lele.
Yetmiş ildi arvada er idim men,
Ser geçinen serrere ser idim men,
Bu on ildi gocadım eridim men,
Bir beçere hala tüştüm ay lele.
Civannığım iyittiğim dildeydi,
Höykürüşüm ıldırımda seldeydi,
Bilmerem ki mana ne nazar deydi,
Öz dediğim eşitmerem ay lele.
On putu men zırt deyin galdırerdim,
İyitderi gözünnen aldırerdim,
Bir pireye on yorğan yandırerdim,
İndi burnum çekemmerem ay lele.
Menim derdim çekilesi dert döyül,
Öz öyümün özgesiyem ele bil,
Oğul, uşah torunnarım gaynım gil
Meni yaman buduyollar ay lele.
Can diyerem çor ganeller söyüller,
Danışdırer hem üsdüme gülöller,
Durdun yerde birdenbire döyüller,
Yetişen tüyümü dider ay lele.
Töyüh cüce yan yöremi eşiyer
Serçe kuşdar sağ başımı gaşıyer,
Çoluk çocuk gavagımda işiyer,
El içinde irbet oldum ay lele.
Ne oldu ki dengil divan deyişdi,
Ol devranım bir soluh kimi geçti,
Annamerem ne nagıldı ne işdi,
Ottuğ yerde zıv gederem ay lele.
437

Benzer belgeler