Martı Short Öykü ve Şiir Yarışması Eki Mayıs 2011

Transkript

Martı Short Öykü ve Şiir Yarışması Eki Mayıs 2011
bo sphorus
chron icl e
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle May 2011 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Mayıs 2011 ekidir.
MartI
Öykü ve Şiir
Yarışması Eki
Yayımlanmaya Değer
Görülenler
Öykü Yarışması Jüri Üyeleri
Sengül Özdemir
Birol Özdemir
Emre Erkorkmaz
Şiir Yarışması Jüri Üyeleri
Mehmet Uysal
Melek Giray İnce
Eda Yurdakul
Öykü Yarışması Sonuçları
BİRİNCİ: Bavul, Lara M. Güneri
İKİNCİ: Giderayak, Aysın Kadirbeyoğlu
ÜÇÜNCÜ: Meftun, Didem Kaya
öykü yarışması birincisi
Lara M. Güneri
Bavul
Bavul kapının yanında duruyordu.
Mektubu görünür bir yere bırakmalıyım, komodinin üstüne, yok yok; o da
tam gözüne sokar gibi. Zaten kahvaltıda gazetelerini okur o, görmez ki etrafını.
Kahvaltısında bir şey eksik olsun, bir şey farklı olsun o zaman ama, her şey gözüne batar.
Çalışma odasına mı koysam? Zaten her gün tam dokuzu sekiz geçe oturur masasına,
yanında çayı. Çayı da çok sever, ne açık ne de çok demli. Kırmızı değil ama bardağı
ışığa tuttuğunda karşıyı hafif bir pembelikle görebilecek kadar açık. Evet evet, en iyisi masaya bırakmak. Elbet görecek bir yerde, ha şurda ha burda, ne fark eder? Yok
yok onun için fark eder. Onun için her şey fark eder. En iyisi çalışma masasının üstü.
Tam sevdiğim gibi, tenimde hafif bir pembelik. En güzeli bu sabah duşları, tam
kırk iki buçuk dakika. Oh, ne rahat. Tüm dertlerim akıp gidiyor. Dertler, dertler, ah bu
dertler! Aklım da boşalıyor hem. Çay saatinden önce aldığım duş çok daha az mutlu
edici, hem daha kısa hem de Aylin’in işten dönüş saati. Yok yok, en iyisi sabah duşları.
En kötüsü de akşam yatmadan önceki duşlar. Aklım hep dolu, yatak çarşaflarının
katlanma izleri tam belime mi denk geliyor? Yok yok, Aylin düşünür bunları. Aylin
düşünmeli bunları. Garip mi kokuyorum, Aylin hangi pijamasını giymiş, yarınki bulmaca nasıl olacak, acaba yine yapamadığım olur mu? Ayy, Ahmet de üniversitede, o
ne yapacak, bir de motosiklet almış kendine. Offf. Evet, evet en iyisi sabah duşları.
Gitsem mi? Ama o bensiz ne yapacak? Bulur bir çaresini. Ya bulamazsa?
Yok yok, gitmeli artık buralardan. Daha fazla dayanamaz, yirmi üç yıl. Yirmi üç yıl.
Ne demek? Yirmi üç yıl sonra bırakıp gidilir mi? Ailem ne der? E, gerçi baştan beri
sevmemişlerdi ki onu. Gitmeli, gitmeli, kesin gitmeli. Artık dayanamam ki. Kesin, kesin.
Oh, bugün her şey yolunda gidiyor. Temizlenme ritüellerim hiç bozulmadı.
Sakalımın sağ tarafına yaptığım her bıçak darbesinin aynısını da diğer tarafa
yapmalıyım. Yok yok, diğer türlü olmaz. Bir sağ, bir sol. Tam otuz kere. Otuz iyidir.
İkiye bölünür, beşe bölünür, altıya, ona, on beşe bölünür. İyidir otuz. Otuz, otuz. Bıçağı
kenara bırakmalı, içimden tam üç kere otuza kadar saymalıyım. Acele etme, acele etmek her şeyi batırır, evet evet acele etme. Sakin yapınca her şey güzel olur. Tam olur.
Artık dayanamam. Bir kere de kapıdan çıkarken önce sol adımımı atmak istiyorum. Camlardaki gazete kâğıtlarını sökmek istiyorum. Yatağa girmeden önce duş almamak, her sabah iki bardak süt içmemek, onu rahatsız ediyor, diye parfüm sıkmamak,
makyaj yapmamak, o iğreniyor diye turuncu elbisemi giymemek, ağzında patlamasından
hoşlanmadığı için evde hiç bezelye yememek istemiyorum. Artık dayanamıyorum. Her
pazartesi, çarşamba sadece sarı renkli yemekler yemek istemiyorum. Mısır, patates püre-
si, hardalla kaplanmış sarı biberler. Yeter, artık cumaları Çin yemeği günü olmasına
rağmen, pizza yemek istiyorum. Onun hayatını değil, kendi hayatımı yaşamak istiyorum.
Takıntılarım var, biliyorum. Ocak açık mı kaldı? Camdan biri mi bakıyor? Süt
herhalde bozulmuş, bir kere daha koklamalı kahveye koymadan. Tuvaletten sonra ellerimi yıkadım mı? En iyisi tekrar yıkamalı, emin olmak için, evet evet emin olmak
için. Pantalonlarımı giyerken paçaları yere değdi mi. Bir kere daha yapmalı. Doğru
olana kadar. Tekrar, tekrar. Ellerini yıka, tekrar yıka. Daha çok sabun kullan, iyice ovala. Yerler kirli, temizle. Kirli yerin etrafından yürü, mümkün olduğunca az adım at.
Kirli yerin üstüne havlu at, mikroplar yayılmasın. Havluları yıka. Tekrar. Tekrar. Odaya
böyle girmek çok ters geliyor. Önce sağ ayak girsin; ama vücudum sola doğru dönsün.
Aylin de böyle girsin. Böyle girmeli, evet girmeli. Çok düşünme. 22, 44, 66, 88….1,222.
Her şey hazır. Kıyafetleri yatağın üstünde. Ayakkabıları yerde, düzgünce. Ah,
her zaman düzgün olmalı. Ayyakabıların uçları birbirine değmeli; ama topukları bir
santim kadar ayrı olmalı. Off, işte buna dayanmak istemiyorum, gitmek istiyorum. Yerlerde yıpranmış noktalar var, çamaşır suyuyla ovaladığı yerler. Temizlendiklerine bir
türlü inanmadığı yerler. Yeter, yeter, yeter. Gitmeli artık, gitmeli. Olmaz böyle, yirmi
üç yıl. Evet, evet en iyisi çalışma masasının üstüne bırakmak. Evet en iyisi. Evet, evet.
Bavulun durduğu yerde yalnızca yıpranmış parkeler görünüyor artık.
öykü yarışması ikincisi
Aysın Kadirbeyoğlu
Giderayak
Bir pazartesi akşamüstüydü. Saat altıyı geçiyor olmalıydı ki gökyüzü hangi renge
boyanacağına henüz karar verememiş, bocalıyordu. Hızla gelen arabaların arasından
karşıya geçebilmek için fırsat bulmaya çalışırken kasım soğuğu yüzüme çarpıyordu. Ellerim
titremesin diye ceplerime sokmuştum. Durağa yaklaştıkça burnuma tanıdık fakat hiç de
hoş olmayan bir koku gelmeye başladı. Ben ilerledikçe koku da artıyordu sanki. Bir anda
yazı anımsayıverdim. Evet evet, haziran sonunda deniz otobüsünden inip bir koca yazın
geçeceği adaya ayak bastığım an… Burgaz küçük adadır, içi dışı birdir. Ayak bastığınız anda
içinize çektiğiniz deniz kokusu iskeleden iner inmez kendini hemen sağ tarafta bekleyen
faytonların ağır kokusuna bırakır. Ağır dedimse de, kendini her an hissettiren ama adalıyı,
alışanını asla rahatsız etmeyen yerel bir kokudur bu. Öyle ki adanın havasına sinmiş, kendine yer edinmiştir adeta. Şimdi bir kasım akşamüstü Ulus’taki bir otobüs durağına ha
vardım ha varıyorum derken burnuma çalınan bu koku adadan alışkın olduğum at pisliği
kokusuydu. Ama ada havasının yumuşaklığı yoktu burada. Tabi İstanbul insanı da alışkın
değildi bu kokuya.
Otobüs durağına vardığımda benden başka yalnızca bir kişi vardı bekleyen. Duraktaki oturma bölümü boştu, bir köşesine ilişip daha uzun süre gelmeyeceğini tahmin
ettiğim parlak yeşil DT2 otobüsünü beklemeye başladım. Bir ara gözüm durağın sol ucunda ayakta bekleyen bayana ilişti. Fakat bu bayanda bir gariplik sezmiş olacaktım ki birkaç
dakika sonra dönüp tekrar bakma ihtiyacı hissettim. Beklerken içime işleyen soğuğun da
etkisiyle ilk fark ettiğim şey mont giymediğiydi. Üzerinde bollaşmış bir erkek kazağı vardı.
Üşüyormuş gibi görünmüyordu ama avuçlarını çekiştirdiği kazağının kolları içine saklamış,
arada yüzüne doğru tutuyordu. Yüzünü göremesem de orta yaşlı olduğunu sezinlemiştim.
İyiden iyiye beyazlamış, kısa saçları vardı. Bir süre sonra rahatsız oldum kaçamak bakışlarla
onu izlemekten ve keskin kokunun da etkisiyle ayağa kalkıp gezinmeye başladım. Tam o
sırada Adana’dan arayan bir arkadaşım sayesinde, soğuğun, kokunun ve beklemenin verdiği
olumsuz havayı üstümden atarak uzun bir konuşmaya başladım. Telefonda konuşurken
yürümek, kısa mesafelerde tur atmak vazgeçemediğim bir alışkanlığım, yine durağın
çevresinde dönüp dururken durak dolmuş, otobüs de gelmişti.
Konuşma mevzusunu anımsayamasam da, önemli bir şey olacaktı ki otobüse
binerken kapatamamıştım telefonu. Kalabalık bir otobüste telefonla konuşmanın verdiği
sıkıntıya bir müddet katlanmak durumunda kaldım. Telefonu kapadığımda ise, otobüste
bir hareketlilik olduğunu fark ettim ama ne olduğunu sezemedim. Zaten çok da ilgimi çekmiyordu yorucu bir günden sonra çevremdeki kalabalığın ne konuştuğu. Fakat dikkatimi
bir şey çekmişti, biz otobüsün ön kısmında sıkış tıkış dururken orta bölüm bomboştu.
“Neden ilerlemiyoruz?” diye sorma gafletinde bulundum. Her bir kafadan ayrı bir
ses çıktı bir anda. Hareketliliği tetikleyen bir soru olmuştu bu anlaşılan. Önümdeki genç
dönüp:
“İlerleyemiyoruz ki!” dedi bana. Sol tarafta oturan bir teyze:
“Kokudan yaklaşılmıyor ki yanına!” diye haykırdı bir anda.
“İlerleyemiyoruz ki!” dedi bana. Sol tarafta oturan bir teyze:
“Kokudan yaklaşılmıyor ki yanına!” diye haykırdı bir anda.
O anda biraz önümde ayakta duran insanların elleriyle, peçeteleriyle burunlarını
kapattıklarını, kimilerinin benim olduğum tarafa doğru dönüp yüzlerini ekşittiklerini
fark ettim. Otobüsün sol tarafındaki teyze, durmadan önünde ve arkasındaki teyzelerle
konuşuyor, burnunu tıkıyor, “Allahım, bu ne koku!” diye söyleniyordu. Önümdeki omuzların
arasından otobüsün göbek kısmına, kokunun kaynağına doğru baktım. Ve kapının hemen
yanında yere çökmüş gibi oturan o bayanı gördüm. İnsanların ezici bakışlarından habersiz
belki de haberli ama umursamadan öylece oturuyordu yerde, hareketsizce. Keskin koku ondan geliyordu anlamıştım. İstanbul halkı da at pisliği kokusuna alışık değildi, hele de kapalı,
kalabalık bir otobüste. Ama bu kadar zor muydu buna katlanabilmek, rahatsız olduğunu
belli etmekten hiç mi çekinmiyordu bu insanlar? Ben bunları düşündükçe solumdan gelen
sesler artıyordu adeta. Muavin de olanlardan haberli, oda spreyi çıkardı depo gibi bir bölümden. Bitmişti, dibini çalkalayıp havaya sıkmaya çalıştı. Onun bu çabaları sonuç vermemişti
elbette. Soldaki teyze aldı yine sözü, bu sefer muavinden destek görmeye çalışıyordu:
“Yok yok geçeceği yok bu kokunun. Zaten ineceği de yok bunun. Baksanıza son
gittiği yere kadar gidecek belli!”
Teyzelerin böyle hamaset yapması muavinin de celâllenmesine sebep olmuştu sonunda. Bir karışmayan o kalmıştı, o da dahil oldu konuşmalara.
“Merak etme teyze, indirecem ben durakta onu!”
Dediğini yaptı muavin. İlk durakta indi koltuğundan orta kapıya doğru hışımla
yürüdü. Tuttu bayanın kolundan:
“Hadi kalk bakalım!”
Bayanın sesini duyamadım; ama itiraz ettiğini görüyordum. Muavinin elini itti
önce ama ayağa kalktı. Etrafına rahatsızlık verdiğini o ana kadar anlamamış olsa bile, şimdi
resmen otobüsten indiriliyordu. Otobüsten inerken söylendiğini duydum. Biraz sendeleyerek soğuğa doğru ilerlerken arkasını dönmüş muavine bağırıyordu; fakat ne söylediği
anlaşılmıyordu. Onun yerine gidişi üzerine rahat bir nefes alan otobüs ahalisinin derin
bir “Oh beee!” çekmesi duyuluyordu yalnızca. O giderken bir kez daha bu sefer dikkatlice
baktım ona. Hali süklüm püklümdü. Üzerinden düşen ince bir pantolon ve çorapları üzerine geçirdiği terlikleri onu soğuktan koruyamazdı. Belki haklıydı teyzeler, belki gidecek
bir yeri yoktu, yalnızca korunmak için binmişti o otobüse, geceden, soğuktan, hayattan…
Bir an önce inmek istedim o otobüsten. Yapamadım. Gidecek bir evim ve daha çok
yolum vardı, hava da soğuktu. Sadece kadıncağızın arkasından hâlâ konuşmayı sürdüren
teyzelerin yanından uzaklaşmakla yetindim.
Eve gelir gelmez çıkardım Orhan Veli’yi raftan, karşıma oturttum. Bir, iki duble
derken açıldı üstat, başladı ‘Giderayak’:
“Handan, hamamdan geçtik
Gün ışığındaki hissemize razıydık
Saadetinden geçtik
Ümidine razıydık
Hiçbirini bulamadık
Kendimize hüzünler icad ettik
Avunamadık
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?”
Biliyordum, beni bir tek o anlayabilirdi. Gidecek yeri olmayanların şairi…
öykü yarışması üçüncüsü
Didem Kaya
MEFTUN
Meftun Bey o sabah da saat tam beşte uyanmıştı, ne bir dakika eksik ne bir dakika
fazla. Öyle çalar saat marifeti ile falan da değil. Ne münasebet efendim! Koskoca, kırk
beş yıllık Saatçi Meftun, tıkır tıkır işlerdi evvel Allah. Mahalle efradı; konusu komşusu,
kedisi, kumrusu, hepsi uyurken Meftun Bey yatağını rahmetli eşinden yadigâr, ortası
dantelli, saten yorganı ile örttü. Eşi Feride Hanım bizzat işlemişti bu yorganı. Pek zarif bir
hanımefendi idi. Güzel yüzü çokça gülen, yumuşak fıtratlı bir hanımdı. Yürürken ayaklarını
yere sert basmazdı. Tıpkı eşi gibi, onun üzerine de hiçbir sabah güneş doğmamıştı.
Biricik eşini çokça yâd ederdi Meftun Bey. Her sabah uyanıp onu görememek en derinine sakladığı acısını hatırlatırdı ona. Bu yüzden minnet duyardı
sabaha. Bir sabaha minnettardı Meftun Bey bir de romatizmalarına. Acıyı ancak acı unuttururdu insana. Asansörü olmayan apartmanın dördüncü katından
yavaş yavaş inerken, Türk’e Frenk mayası ancak bu kadar tutar, diye hayıflandı.
Dükkânına doğru yürürken, caminin kilidini açmakta olan genç imama selam verdi. Hâlbuki daha geçen hafta, bu genç imama “Mabet kapısına kilit yakışmaz
delikanlı!” diye çıkışmıştı. Ne ayıplardı Feride’si görseydi yaptıklarını. Şimdi ise selam
vermekteydi bu genç imama. O başka o başka, Allah’ın selamını kuldan esirgeyecek
değiliz ya, dedi. Arnavut kaldırımının kenarından akan suyu takip eden gözleri
köşedeki küçük dükkâna ilişince bir tebessüm belirdi yüzünde. Feride’nin ellerinin
kokusunda başka sevdiği bir koku var ise o mutlaka bu küçük saatçi dükkânındaki
geçmişin kokusu olmalı idi. Tozlu raflardaki eski saatler, yıllar var ki dokunulmamış,
artık tanıdık gelen yegâne dostları idi. Meftun Bey severdi hayatı. Cemiyetinin en ehl-i
keyif şahıslarından olmakla bilinirdi. Ancak çok yabancılaşmış, çok yalnızlaşmıştı.
Bizim tayfayı toplayıp götüren seferi kaçırdık biz evladım, derdi soranlara.
Meftun Bey büyüteci altındaki minicik çarkların tik taklarına bir kez daha
hayret ve muhabbetle kulak veredursun, arnavut kaldırımları şimdi başka bir çift
ayak sesi ile şenlenmekte idi. Annesinin onun yaşlarındayken çok severek giydiği,
mürdüm rengi ceketin cebinde yaşlı bir cep saati ile Meftun Bey’in dükkânına doğru
yürümekte olan genç bir kızdı bu. Dükkân kapısını aralar aralamaz, anlatılmaz bir
güven kapladı içini. Tam karşısındaki eski masasında çalışmakta olan Meftun Bey’i
gördü. Buradaki her şey zamanın ötesinden gelmişti sanki. Yaşlı adamı rahatsız etmemek için hiç ona seslenmedi; oradaki saatlerle meşgul oldu bir müddet. Saniyeden ufak sapmalar dahi kulağından kaçmayan Meftun Bey onu fark etmişti. Gözlükleri üzerinden baktı bu genç hanıma: “Buyurun kızım, sebeb-i ziyaretiniz?”
Eski bir saatim var da, dedi Süveyda saati göstererek. Meftun Bey onun
hayırsız, ana-baba yadigârını satmaya gelmiş bir evlat olduğuna kanaat getirecekti ki: Tamir eder misiniz diye gelmiştim, dedi. Ne hoş bir seda kaplamıştı şimdi bu
küçük dükkânı. Tabii, pek tabii kızım, getiriniz bir bakayım, dedi. Süveyda birkaç
adımda bir ucundan diğerine, Meftun Bey’in bulunduğu köşesine, gelmişti dükkânın.
Meftun Bey, af buyurun lütfen, ben de aile yadigârını elden çıkarma niyetinde
olduğunuzu sanıp ayıpladım bir an sizi. Maşallah pek de güzel bir saatmiş, pek de kadim,
dedi. Babamındı, o da çok severdi, yanından ayırmazdı hiç. Babasından bahsederken
mahzun değil mütebessimdi bu genç hanım. Meftun Bey önce şaşırdı, sonra imrendi.
Demek sevdiklerinin ayrılışlarına hayıflanmaktansa var oluşlarına şükredebilenler
de vardı. Hiç teklediğini görmedim bu saatin, diyerek bu derin fikirlerden çekip aldı
Meftun Bey’i Süveyda. Babam geç kalmayı büyük saygısızlık, hakaret sayardı, dedi.
Muhterem bir zatmış babanız. Şimdilerde zaman mefhumu da soytarı olup çıktı, dedi
Meftun Bey. Siz de eski kafalılardansınız anlaşılan, dedi Süveyda. Bu söz üzerine saati elinden bırakıp şaşkın şaşkın Süveyda’ya baktı Meftun Bey. Benim kafam da eski
değil ama her daim eskilerde. Bilmediği, görmediği şeyi özler mi insan? Belki eskiler
değil aradığım, bugünden kurtulma isteği sadece, dedi Süveyda. Zor şey, dedi ve durdu
Meftun Bey, zamanının insanı olmamak yahut zamanın. Zamana uymamak erdem
mi bilmem. Ancak bu seçimin sonucundan şikâyet etmek erdemsizliktir. Hem bu kadar ümitsiz olmasın sesiniz rica ederim, kim bilir zaman ve mekânın ötesinden temiz
yüzlü bir genç çıkar gelir belki bir gün. Sessizce omuz silkti Süveyda, gözleri yerde.
Saatiniz de sıhhatine kavuştu, dedi Meftun Bey. Yavaşça kaldırırken başını
Süveyda, sabah güneşi taradı kirpiklerini. Hani bazen bir an gelir, öyle bir ışık düşer ki
üzerinize melekler kadar güzel gösterir göze, işte öyle bir andı bu da. Çok teşekkür ederim. Hem saat, hem sohbetiniz için. Borcum nedir? diye sordu Süveyda. Aman kızım,
ne borcu. Bu ihtiyarı mutlu ettin, ne vakittir iki çift laf edecek birini bulamamaktan can
meleğimi bekler dururdum, diye tatlı tatlı kızdı Meftun Bey ona. Çok naziksiniz Ancak
lütfen izin verin size bir ödeme yapmama. El emeğinize paha biçmek hadsizlik; ama
izin verin vicdanımı rahatlatayım, diye üsteledi Süveyda. O vakit, arada sırada yolun
düşünce uğra bu ufak dükkâna. Öyle evdeki saatlerden biri bozulsun diye de bekleme,
diye tembihledi onu Meftun Bey. Ne demek, zevkle, diyerek dükkândan çıktı Süveyda ve
bir daha göremedi Meftun Bey’i. O, dükkândan ayrılırken Meftun Bey’in ruhu da bedeninin esaretinden ebediyete doğru yola çıkmıştı. En sonunda gelmişti beklediği melek.
Mert Dilek
Kan Ter
Korkma. Seni korkutmasına izin verme. Yanıltmasın seni hissettiğin bu sıcaklık dalgası,
içine içine işleyen bu sıcak yaz günü. Deminden beri sana işkence eden kıvılcımlar değil, biraz
sonra içinde kaybolacağın yangınlar korkutmalı seni. Çünkü daha çok erken. Güneş daha en
tepeye çıkmadı. Ama çıkıyor. Sen saatine bakıp her iç çekişinde, o sinsice, adım adım, yükseliyor. Onun arkasında bıraktığı her basamak, senin pişmanlıklarınla dolu, biliyorum. Kendini
kıymet bilmezlikle suçluyorsun, bunu da biliyorum. Canını şimdiki kadar acıtmadığı saatlerde
güneşe o kadar sövüp saydığın için pişmansın; az önce seni yapış yapış terleten, gözeneklerini
sonuna kadar açan, her çektiğin nefeste senden ölümüne nefret ettiğini düşündüğün sıcaklığı
mumla arıyorsun. Ki daha hiçbir şey görmedin. Ama haklısın, işin zor. Biliyorum.
En yüksektesin, diğerlerinden çok daha yüksekte. Benden de. Hepsini görebiliyorsun. Hepsini ama. Ve her şeyleriyle. Acıları, pişmanlıkları, sevinçleri, kahkahaları, gözyaşları...
Hepsini. Acıları, pişmanlıkları, sevinçleri, kahkahaları, göz yaşları seninkilerle karışıyor. Sen
gözlerini her kırpıp açtığında onlarınkinin seninkilerle daha iyi yoğrulduğunu hissedebiliyorsun. Çünkü sen onların hepsine hakimsin. Ve yine sen bilirsin kimin ne zaman, nerede,
ne yaptığını. Hangi çocuğun burnunu karıştırdığını, hangi bebeğin denize işediğini, hangi
adamın bu saatte sızıp kaldığını, hangi kadının güneş batarken denize bakıp derin derin iç
çektiğini. Ama ben de biliyorum.
Burnun da yanıltmasın seni, onu yabana atma. Her kokuyu almayı, tanımayı,
değerlendirmeyi, eğer beğenirse damarlarında tutup saklamayı, sen acıktığında da onların gitmesine izin vermeyi öğrendi. Bilmiyorsun ama çok değişti o. En büyük düşmanın oluverdi; en
korkunç işkencecin, en güvenilmez dostun. Çektiğin onca acının doruğunda, sana arkandaki
ızgaradan kızarmış et kokularını, altındaki şezlonglardan güneş yağlarının kremamsı ve davetkâr kokularını getirdi. Ya da sen aldın onları, bilerek, isteyerek. Sen istedin acı çekmeyi.
Kendi kendine sapladın bıçakları. Kendi kendine zindan ettin hayatını. Belki. Bilmiyorum.
Ve sendin o her şeye neden olan. Sen geçtin oturdun buraya. Sen, kendin, istedin.
“Bana bir şey olmaz, çok çalıştım ben daha önce.” diyen sendin, “Ne sıcaklar gördüm ben, bunlar beni kesmez bile.” diye koltuklarını kabartan da. Hatırladın mı? Çalışmaya başladığın ilk
gün nasıl da mutlu, ne kadar da iyimserdin. Ben sana demiştim ama. Olmaz, yapamazsın, sen
yapamazsın, demiştim. Tamam, biliyorum. Sıcağa, tere, kokuya, öğle güneşine katlanabileceğini
düşünmen cesurca ve mantıklıydı. Senin yapman gerekendi. Ve öyle yaptın. Anlayamadığım
noktaysa onların mı çok saf olduğu yoksa senin mi çok iyi bir yalancı olduğun. Bir lafına
kandılar. Yazık. Ama sen... İşin öbür boyutunu biliyordun. Yalan söyleme. Biliyorum, biliyordun.
Sana o zaman da söylemiştim. Bundan on bir veya on iki yaz önceydi. “Git,” dedim, “git
öğren şu lanet işi.” Gitmedin. Israr ettim. “Git, bak sonra pişman olacaksın, boşu boşuna sıkıntı
çekeceksin.” Gitmedin. Odana çıkıp pencerenden babanın ve diğer üçünün ellerinde havlularla, şemsiyelerle, paletlerle, gidişlerini izledin. Gitmedin. Hemen o an, yatağından fırlayıp
merdivenin kenarına dizilmiş olan havlulardan birini alıp onlara yetişebilirdin. İnkar etme.
Yetişebilirdin, biliyorum. Ama sen pencerenin kenarında öylece durdun. İzledin. Onların gittikçe küçülen gölgelerini takip ettin hep. Kaldın orada. Onlar gitti ama. Gittikçe küçüldüler.
O kadar küçüldüler ki onları görmek için gözlerini kapatman gerekti. Ve öyle yaptın. Biliyorum.
Dedim ya, korkma. Seni korkutmasına izin verme. Seni korkutmalarına izin verme.
Güneşin, kokuların, insanların, bulutların, kuşların. Yanıltmasın seni güneş, kokular, insanlar,
bulutlar, kuşlar. Daha bir şey görmedin sen. Üstünde yürüdüğün ip şu âna kadar hep kalın
oldu. Şu âna kadar. Gittikçe inceliyor artık. Bunu hissedebildiğini biliyorum. Yalan söyleme. Küçük sicimler artık terk ediyor onu. Aslında sen soyuyorsun. Sen istiyorsun bu sonu. Bu
oyun fazla uzadı, diyorsun. Ama içinden. Benim duymamı istemiyorsun. Yanılıyorsun.
Peki daha fazla devam etmeye cesaretin var mı? Ufuk çizgisini aramaya devam etmek canını hâlâ acıtmadı mı? Mavinin her tonunun tependeki güneş tarafından emilmesini
izlemeyi hâlâ kaldırabiliyor musun? Bu gürültü, bu çocuk çığlıkları, bu koku, bu eziyet. Hâlâ
bıkmadın mı? Hâlâ utanmıyor musun?
*
Küçük kızın çığlıkları boğazına dizildi, her biri kendini bir su baloncuğu suretinde dışarıya vurdu. Çevreden gelen çığlıklar ve meraklı bakışlar, denizin yüzeyinde, su
baloncuklarının patlarken çıkardıkları sesle kucaklaştı. Kız biraz daha battı. Kumsalda bir
kadın ağlamaktan helak olmuş gözlerini –sonunda- cankurtaran kulesine çevirdi.
*
Korkma. Seni korkutmasına izin verme. Yanıltmasın seni bu meraklı ağlak bakışlar,
çığlıklar, çığlıklar. Sana bakan onlarca göz, sana bakmıyor aslında. Boş bir kuleye bakıyorlar.
İçinde kimsenin olmadığı, içinde kimsenin sıcaktan terlemediği, açlıktan ölmediği, sıkıntıdan
aklını kaçırmadığı bir kuleye. Bu yüzden, işte sadece bu yüzden, koş. Her ne kadar hiçbir şey
yapamayacak olsan da koş. İn artık oradan. Bas yere. Havada sallanan ayakların bırak yeryüzüne kavuşsun. Çünkü oyun bitti. Haklıydın, fazla uzamıştı zaten. Bundan on bir veya on
iki yaz önce başlayan bir oyun bitmeli artık, değil mi? Bütün oyuncular sıkıldıysa oynamanın
anlamı var mı ki?
Korkma. Seni korkutmasına izin verme. Yanıltmasın seni o küçük bedeni, küçük
ayakları. Kıyıya çarpan, küçük bir kız değil, küçük bir ceset. Senin kurbanın. Katili sen olan
ceset. Kurbanı o olan sen.
*
Nedendir bilinmez, küçük kızın ilk önce kolları değdi kuma. Yerde cansız yatan beden,
ilk kez, kumu tanıdı. Başında duran adam –herhalde cankurtarandı- yavaşça eğildi. Meraklı
bakışların altında yere uzandı, kızın elini tuttu. Gözlerini kapadı. Nedendir bilinmez, aynı
anda, cankurtaran kulesi büyük bir gürültüyle çöktü. Tepesindeki tente, demir ayakları, tahta
zemini, ilk kez kumu tanıdı. Ve nedendir bilinmez, aynı anda, küçük bir akrep –çok ama çok
küçüktü- , demir ayakların birinin içinden çıkıp kuma adımını attı. On bir veya on iki yıllık
küçük ve sığ yaşamı boyunca, kumu ilk kez tanıdı.
Çok uzaklarda bir yerlerde, belki de başka bir zamanda, bir baba, üç çocuğuna
yüzme öğretirken aklına, evdeki dördüncü geldi. Bir an, ama sadece bir an için, onun bu işi
hiç kıvıramayacağını düşündü. Bu düşünceyi hemen kafasından sildi. Çocuklarına döndü,
“Korkmayın!” dedi ve kollarını ardına kadar açıp memelerini hoplatarak denize doğru koşmaya
başladı.
Belki de cankurtaran kulesinin bir anda yıkılmasına neden olan şey, o büyük cüssenin
kayalara çarparken çıkardığı müthiş gürültüydü.
*
Bilmiyorum.
Hilal Temel
İstanbul İntihar
Beş kişiydik: Cemil, Ahmet, Fırat, İsmail ve ben.
Her birimiz farklı umutlarla, farklı hayallerle ayak basmıştık bu şehre. Aslında
hikâyelerimizin farklılığıyla yakınlaşmıştık biraz da. Hani o, ötekinin hislerini hiçbir zaman tamamıyla anlayamayacağınızı düşündüğünüz anların büyüsü vardır ya...
Cemil, otobüs bileti için paltosunu satmıştı; fakat bunu anlatırken gözlerinde çakan şimşekten o paltoyu bu şehirden katbekat fazlasıyla geri alacağını
anlamıştım. Ahmet, para biriktirip geri dönecek ve yanından ayırmadığı
fotoğrafını herkese “Baak bu benim sevdıcağım!” diye bozuk Türkçesiyle böbürlenerek gösterdiği o güzelim kara gözlü Ayşe’siyle evlenecekti. Fırat’ın isteği ise
gün görmemiş, doğurduğu sekiz çocuktan sonra hastalıktan yataklara düşmüş
anasını gerçek bir doktora göstermekti. İsmail, başına buyruktu ve hiçbir şeye
bağlanmak istemezdi, eğlence arayışıyla takılmıştı peşimize. Ben mi? Ben sadece..
“Öldürecekler sonunda bizi bu lanet olasıcalar!” diye bağıran Cemil’le bölündü
düşüncelerim. Burada sessizlik uzun sürmezdi zaten. Daha ilk günden anlamıştı Fırat
bunu ve her nasılsa bu küçücük odada hiçbir şeye fazla karışmadan bir örümcek gibi
etrafına ördüğü çelikten ağlarla kapamıştı dünyasını bize. İsmail’in gür sesi geldi sonra
“Yine o Allahın belaları mı?” Evet, yine onlardı, bu rezil köhne gecekonduda kurmaya
çalıştığımız hayatın –kendi deyimleriyle- ‘şehir hayatı açısından olumsuzluklar teşkil
ettiğini’ her hafta sonu başımıza kakmaya gelen dört ‘apartman sakini’. Tavırlarıyla
bizi hor gördüklerini belli ediyorlar, “yavrum” derkenki manidar hitaplarını “Ulan
hâlâ burda mısınız, gidin başka in bulun kendinize!” demek istediklerini gösteren
mi-mikleri ve jestleriyle destekliyorlardı. Bir şekilde hayatlarına sızmış olmamıza,
onların dünyasında bir yer edinmeye çalışmamızaydı bütün öfkeleri. Ahmet “Açmayın
kapıyı, giderler sonunda.” dedi; ama üçüncü vuruşlarında zaten artık kapı denemeyecek olan tahta parçası kendiliğinden açıldı. Kapının açılmasıyla bakışlarımı bu
şehir beyefendilerine diktim: takım elbiseleri, iş çantaları, kolalı yakalarıyla –ya da ben
öyle sanıyordum- çok yükseklerden bakıyorlardı kokuşmuşluğumuza, rezilliğimize.
İçimizde yeşeren umutların, hayallerin pırıl pırıllığını, eskimemişliğini anlayabilselerdi keşke. “Artık konuşmayacağız.” dedi içlerinden biri, her kelimesini ellerinin
yukarı aşağı hareketiyle pekiştiriyordu. Anlamayacağımızdan mı korkuyordu, yoksa
İstanbul beyefendileri böyle mi yaparlardı, bilmiyordum. Sonrasında zihnimde kalan,
savurduğu tehditler, ‘zavallılığımızı’ yüzümüze vuruşu ve üç aydır çelik ağlarından
ördüğü dünyasında yaşayan Fırat’ın nerden geldiğini bilmediğimiz bıçağıyla beyefendinin gırtlağını gözünü kırpmadan kesişi... Bağırışlar, feryatlar... Ve demir parmaklıklar.
“Çok mu şey beklemiştin? Sen bir şehri terk ettin diye tüm dünya sana kucak mı açacak sanmıştın?” Koğuş arkadaşım Ali, fazla gerçekçi. O da yemiş
İstanbul’un tokadını, belli. Bizi birkaç ay içeride tutacaklar; ama Fırat’a ne
olacağını bilmiyoruz. Ayrı koğuşlardayız zaten. Yıkmaya çalıştıkları hayallerimizi hâlâ yeşertebileceğimize inanıyorum ben oysa. Buna inancım tam. Her şeyimizi
alabilirler elimizden, ama inancımızı, umudumuzu alamazlar. Buna izin vermeyiz.
Beş kişiyiz: Cemil, Ahmet, Fırat, İsmail ve ben.
Oturmuşuz bir meyhanede, herkes anlatıyor, sırayla. Her şeyimizi birbir
ortaya döküşümüze şaşıyorum. Dünkü ketumluğumuzdan, çekingenliğimizden
eser kalmamış. Bana geliyor sıra. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Kelimeler dilimden süzülmeye cesaret edemiyorlar sanki. Herkesin gözü üzerimde, bir
hikâye bekliyorlar benden, benim hikâyemi. Her şeyimi tüm çıplaklığıyla masaya döküşüm geliyor gözümün önüne; ama beni kabul etmeyeceklerinden o kadar korkuyorum ki. Reddedilme kaygısıyla bir dörtlük takılıyor aklıma. Uzun zaman önce dinlemiştim bir şair dosttan. Rakımdan bir yudum alıyorum, boğazımı
temizliyorum ve başlıyorum dilimin ucuna dökülen mısraları sıralamaya:
Bu şehir tüketir
Bu şehir aldatır
Bu şehir kaybeder aşkı
Bir damla gözyaşı, üç kadeh yalnızlık,
Beş satır intihar kalır...
Bengisu Güçkan
Şairane Matem
Aşk, insanı yeniden doğmuşa çevirir. Bakışları bir bebeğinki kadar şaşkın, ilk adımları
bir o kadar acemidir. Hiç büyümeyen bir çocuk gibi, sevenin yaptığı her şey masum, her hatası
hoş görmeye değerdir. Âşık şairin kalemi, kâğıda dosttur. Gönlünden geçenleri kâğıda aktaran
bir vasıtadır. Şairin gözü gibi, kalemi de kör kalır, ucu kimseye batmaz. Hayal dünyasının
yemyeşil bahçelerinde gezinir. Sivri ucunu kimseye değdirmeden, kimseyi incitmeden, sadece
güzellikleri tasvir eder.
Hayat, sevene her hâliyle güzel gelir. Her duruşuyla sevgiliye benzer, her bakışıyla onu
hatırlatır. Şair, yüreğine sevgi ateşi düşüren hayata âşık olur; fakat bilmez ki hayat, sevgililerin
en ikiyüzlüsü, en aldatanıdır.
Ölümün gün gibi gerçekliğine inanamaz şair. Ölmeyi sevdiğine konduramaz.
Avuçlarının içindeki bir çift el hep sıcak kalsın; siyah kirpiklerin arasından bir çift tebessüm
yeni doğan gün gibi odaya dolsun ister. Ölüm, önünde boylu boyunca uzanır: Karanlığa teslim
olan gökyüzü kadar aşikâr; gecenin, tüm bedenine sahip olmasına göz yumacak kadar ayıpsız...
İçindekilerin dayanılmaz bir raddeye geldiğini hisseder, yüreği, kederinin altında ezilir, şair
ağlar. Ak sayfalar paklamaz göğsünün ortasında biriken kesif, kapkara isi. Dolar dolar, taşar
yapraklar. Sevgili, ancak beyaz sayfalarda yaşar. Ben ben, gamze gamze yârin yüzünü kâğıda
nakşeder. Bedeni beyaz kefenle toprak olur, bir tek gül cemali beyaz sayfalarda kalır.
Her şeyin son kez yaşandığına, son güzelliklerin son olduğunu bilmeden, onları
harcayıp tükettiğine ağlar. Sevgiliyle gezdiği her yer şimdi yabancı, her aşk köşesi ıssız gelir.
Sanki her şey güzel maskesini indirmiş, gerçek yüzünü artık bütün çıplaklığı ve çirkinliğiyle
göstermektedir. Sevgilinin elinden yediği her lokma bedenine şifayken şimdi onsuz içtiği bir
damla su, zehir gibi gelir. Kış apansız bastırır; rüzgâr, önüne çıkanı sürükler götürür. Dudaklar derin uykuya yatar. Bıçak gelse açamaz şairin ağzını. Beden, hayat membasına muhtaç,
yağmursuz kalmış toprak gibi parça parçadır. Dudakların, bal çiçeği dudaklara son kez
konduğuna, âb-ı hayatım dediği nektarından son kez içtiğine ağlar.
Yârin, gidişiyle açtığı kocaman boşlukta kaybolan şair, öksüz çocuklar gibi mahzun
ve boynu bükük kalır. Ne soğuk döşekler ateşini alır ne sıcak kucaklar sancısını dindirir. Eller
dermansız kalır; tutunacak başka bir el arayıp iki yanına bomboş düşer, yetim kalır. En zoru
da üşüyünce başlar. Sevgilisiz geceler soğuk, sevgilisiz uykular kimsesizdir. Son sarılmanın en
sıcağında bedenlerin kaynayıp bir olmadığına, sevginin ateşinde eriyip birbirine akmadığına
ağlar. İpek saçlar, şairin parmaklarının arasından akıp gider. Uçlarına sıkı sıkı asılır: “Dur!”
der, “Nereye gidiyorsan beni de götür.” Kıyamaz sevgiliye, güzelim saçlarının bir tek teline dahi
kıyamaz. Ellerini bırakır, ipek saçlar parmaklarının ucundan kayar gider. İki tel kalır avucunun
içinde, yeni açmış çay çiçeği gibi kokar. Meyhane köşelerinde, keskin anasonla erir, yok olur
sevgilinin kokusu. Şairin göğsü tütün dumanıyla körük gibi inip kalkar. Tenin çiçek kokusunu
göğsüne son kez doldurup orada sonsuza dek hapsetmediğine ağlar.
Ne büyük acıdır ya Rab, sen şairlerini ölümle sınama! Sayfalar şaire dar gelir, acısını
alamaz; kalem ağırlaşır, kederini taşıyamaz, kifayetsiz kalır. Şair âciz, eli kolu bağlı, köşesinde
suskun oturur. Yorgun kalem kendine gelir, kudretinin bilincine varır. Eskiden olduğu gibi
kâğıda ve mürekkebe dost değildir artık. Kör ucunu biler, gözünü kan bürür. Batırır sivri
ucunu şairin kalbine. Batırır, hiç acımaz. Mürekkep işlemez kaleme, keskin ağzını şairin kanına
bandırır. Kanın kokusunu bir kere aldı mı onu kimse tutamaz. Aç kurt gibi, kudurmuş köpek
gibi koşar. Bir şairin kan sızan yüreğine, bir kâğıda koşar, mekik dokur. Kalem artık bir vasıta
değil, hakimiyetin kendisidir.
Dil hapsolur, yalnız kalem konuşur. Şair, son ilan-ı aşkların dillerde kaldığına, hep bir
sonraki kavuşmalara ertelendiğine ağlar.
Say
Alperen Elibol
Her tabloya konu olmuş kırmızı tramvayın önünden geçtiği bir apartmanın, duvarları
tuğladan olan çatı katında yaşıyordu.
Şimdi ise 11 yaşından beri sahip olduğu kahverengi Schineder piyanosunun önündeydi.
Oturağı bile hiç değişmemişti. Hareket ettikçe gıcırdıyordu.
Bazen piyanoyu çalmak yerine oturağına oturur, sağa sola sallanırken çıkardığı sesleri
dinlerdi.
Say’dı ismi piyanosunun, Fazıl Say’dan geliyordu; ama kızdı o.
Her şeyiydi Say onun, yaşamıydı.
O da Say’ın her şeyiydi.
Her gece birlikte dans ederlerdi o tuğladan çatı katında.
Bu gece de diğer geceler de yaptıkları gibi Chopin’in La Minor Waltz’iyle başladılar.
Her gece olduğu gibi çok güzel bir başlangıçtı. Bittiğinde ise her zaman yaptığı gibi
yanağına bir öpücük kondurup viskisinden bir yudum aldı.
Dansları kendi bestelerine gelince sevişmeye dönüşüyordu.
Öyle dokunuyorlardı ki her gece birbirlerine, ikisi de tekrar doğuyordu âdeta.
Bitiremediği bir bestesi vardı, hayatının bestesi.
Bu beste bittikten sonra o tuğladan çatı katında artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağını biliyordu.
Bestesini o gece bitirmişti.
Öyle güçlüydü ki aralarındaki bağ, sonucu ne olursa olsun buna hazırdı ikisi de.
Her zamanki gibi viskisinden bir yudum almak yerine bir dikişte hepsini bitirmişti.
Pek alışık olduğu bir şey değildi bu Say’ın.
Tuşlara dokunmaya başladı; ama neredeyse dokunmuyordu.
Öyle hassas yerlerdi ki oralar, kalbi hızlı atmaktan ters dönecekmiş gibi oluyordu
Say’ın. Sanki o noktaları bulabilmek için yıllarca çalışmıştı.
Yavaş yavaş gidiyordu başlarda, allegretto hatta.
Dışarıda yağan yağmur gibiydi, yavaş ve sakin. Şimdi ise allegro olmaya başlamıştı ve
şiddetleniyordu.
Forte...
Şimdi ise staccatoları başlamıştı.
Hızlanmaya devam ediyordu, her notada daha da artıyordu ve arttıkça eriyordu.
Doruk noktasına ulaştı, agitato.
Say artık ne kadar kaldırabilirdi bilmiyordu, şansına parça yavaşlamaya başladı, çok
yavaştı artık, grave.
Yavaş, sakin fakat öldürücü.
Öyle bir besteydi ki bu, Say’ın her teli kullanılmış, kullanılmak ile kalmamış aynı
zamanda harap olmuştu.
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. “Affet be-”
Pınarnaz Eren
Kalbin Diğer Parçası
Her zamanki gibi günün en sevdiğim kısmı gelmiş, yurttaki odama doğru çevremdeki insanları inceleyerek yürümeye başlamışım. Çevremdeki gürültü, odama ulaşabilmek için
sabırsızlıkla attığım, daha doğrusu atmaya çalıştığım adımlar ve başımdaki o dayanılmaz ama
tanıdık ağrı... O kalabalığın coşkun neşesi ve okulun bitmesiyle çiçekler açan yüzler beni biraz
yorgun düşürmüşken, ufak bir sığınağa aynı zamanda da zihnimin derinlikerine açılan sevimli
odamın kapısına gelmişim. O kapının önünde yarına yetiştirmem gereken ödevleri ve yıkamam
gereken çamaşırlarımı zihnimin bir kenarına saklayıp kendimi özlemlerime vermişim: uzaklardaki sokaklar, sıcak insanlar ve o bilge yalnızlık.
Yavaşça odama adım attım ve gözlerim en sadık dostlarımdan biri olan, aynı zamanda
sabahtan beri beni bekleyen yalnızlık için arandı. Kendi kendime gülümsedim ve küçüklüğümü
hatırladım. Karanlık haricindeki tek korkum yalnızlıktı küçük bir kızken. Evdeki tek çocuk
olmanın bir etkisiydi bu sanırım. Yalnızlığımı paylaştığım hayali arkadaşlarım varken artık
hayali arkadaşlara bile yer yok yalnızlığımla aramda. Artık o dost benim için çirkin, korkutucu
bir adamdan çok sakinleştirip hafifletici, omzunda ağlanıp acıma dilenilecek kişi. Beni asla
ayıplamayacağını bildiğimden başımdan geçenleri tüm ayrıntılarıyla anlatıp şikâyet ettiğim;
ancak şikayet duymadığım tek arkadaş. Kendimdeki değişimi fark edip gülümseyen gözlerim
bir diğer dostum için aranmaya başladı. Masamın üstünde beni başka dünyaların kahramanı
yapmak için bekleyen kitaplarım da sabırsızlıkla beni dinlemeyi beklemekteler. Benim için
deyim yerindeyse altından değerli –her ne kadar altın benim için küpelerim hariç bir şey ifade etmese de- anlarımı ziyan etmemek için kulaklıklarıma koştum. Zihnimdekileri iyice saklayan gürültülü ancak her kelimesiyle beni anlatan müziğim, çantamı masamın üstüne fırlatıp
pencereden görmeyi umduğum sokaklar için aranmaya başladım.
İstanbul’a ilk geldiğimde aslında burası bana cennetten bir köşe gibi gözükmüştü. Her
ne kadar değişiklikten hoşlanmasam da yeni okulum ve yaşadığım yeni şehir mutluluğumdan
bir şeyler azaltmayacak, diye düşünmüştüm. Halbuki bu şehrin sokaklarında anılarım yoktu. Baktığım denizin bende çağrıştırdıkları sadece “Çanakkale’de de boğaz var. Neresi özel
bunun?” gibi ufak bir kıskançlıktı. Çanakkale’yi, sokaklarında dolanırken bile her zaman
özlemişimdir ve birileri ona o kadar da önem vermeyince kıskanırım. Tarihi eserlerin yanında
hayran kaldığım, katlarını çocuksu bir heyecanla saydığım o gökdelenler benim için en
büyük farklılıktı aslında ve tabii o kocaman alışveriş merkezleri… Abartıyı severdim; ama bu
şehirde her şeyin abartısı var gibi gözüküyordu, en çok da olumsuzlukların: açlığın, yokluğun,
pahalılığın, karışıklığın…
Penceremden dışarıya bakarken İstanbul’un bende çağrıştırdıklarının nasıl da değiştiği
güldürdü biraz da beni. O kocaman binaları ve abartıları seven ben, artık Çanakkale’min o
minik evlerini, alışveriş merkezi yerine dükkânlarla dolu sokaklarının olmasını, karmaşıklık,
pahalılık ve açlık gibi konularda abartının oraya uğramayışını özlemiştim. Hem de nasıl…
Dışarıya çocuksu bir umutla baktım. Kulaklarımda annemin sesi, beni yaptığı o mis kokan
çikolatalı keki yemek için çağırıyor. Güneş paltosunu giyip şapkasını takmış, belli ki gidecek;
ancak hâlâ paltosunun eteklerini tam toplayamamışken üzerimizden, gözüme tüm ihtişamıyla
dalgalanan o bayrak ve karşımdaki “Dur Yolcu” yazısı ilişiyor.
Kapı tokmağının ufak bir hareketiyle penceremden baktığımda artık sadece karmaşık
bir şehir var. Kulaklıklarımı çıkarıp arkamı döndüğümde bana yorulmuş ancak gülümsemekten bıkmamış biricik oda arkadaşlarımın gülümsemesi hayat veriyor. Değerli arkadaşım
yalnızlıkla yarın aynı saat için randevulaşıp onların yanına atıyorum kendimi ve içimden
konuşmaya başlıyorum. “Şimdi Elif çantasını bırakacak. Işıl bilgisayarını çıkarmaya gidecek.
Elif kurabiyelerine saldıracak.” Gözlerimden düşüncelerimi anlamış gibiler. Işıl bir yandan
nasıl olduğumu sorarken bir yandan bilgisayarını çıkartıyor. Aynı zamanda zihnimden geçenleri tekrarlıyor. “Elif kurabiyen çok kalorili midir? Ayy, yiyebilir miyim? Yoksa yemesem mi?”
Elif de Işıl’la beraber aynı oyunu oynuyor bana ve o da âdeta zihnimi okuyor. “Ye canım olmaz
bir şey. Sen zayıfsın.” Ve beklenen diğer hareket “Sen de alır mısın Pınarnaz?” Ufak bir gülümsemeyle elimi o anne kokan ev kurabiyelerine daldırıp bir tanesini yiyorum. Zaten mükemmel olan kurabiyeler biricik oda arkadaşlarımla daha da bir lezzetleniyor ağzımda. Herkes
işini yapmaya koyulurken bir yandan da gününü anlatıyor. En sonunda herkes aceleyle işlerini
bitirmiş, yarının cuma olmasının sevinciyle yatacağına uzanırken pencere gözüme ilişiyor.
Gözlerimi kapattığımda tekrar o pencerenin önünde, tekrar Çanakkale’mdeyim.
Cuma aslında haftanın en çok beklenen günü ve o günün en beklenen anı yine gelmiş;
odamın kapısının önünde biricik dostumla kucaklaşmak için sabırsızlanıyorum. Odamın
kapısını açtığımda o yine karşımda beni bekliyor. Her zamanki gibi özenle giyinmiş ve beni dinlemeye hazır. Her zamanki gibi pencerenin önünde dışarıyı izliyoruz. Önümüzde en sevdiğim
yerlerin başında gelen Çimenlik Kalesi… Çimenlere uzanıveriyoruz ve denizi izlerken bana
soruyor: “İstanbul’dan kurtulmak ve sonsuza dek burada kalmak ister miydin?”
Bu soru beni ürkütüyor. Çanakkale, düşüncelerimde bile bana ev sıcaklığını hissettiren o tarih
kokan şehir. Sokaklarında düşüp ağladığım, gülerek koşuşturduğum, stresle dolaşıp toprağına
gözyaşı karıştırdığım yer. Ben her ne kadar Çanakkale kokuyorsam o da buram buram ben
kokuyor. Sorusuna cevap veremiyorum biricik arkadaşımın. O da anlıyor hissettiklerimi ve o
da beni terk ediyor; çünkü odamın kapısı, beni tekrar Çanakkale’mden kopardı.
Elif ’le şakalaşıp Işıl’la şarkı söyleyip kampüste koşuşturduktan sonra bir film açıyoruz.
Başımı Elif ’in omzuna yaslamış her şeye ağlamaya kurulu ben, yine ağlanacak ayrıntılar
arayarak nemli gözlerle ekrana bakıyorum. Koltuğumuza uzatmışız bacaklarımızı, elimizde
içeceklerimiz… Bir an başımı çeviriyorum. Bir de ne göreyim, pencereden bana gülümseyen
Boğaz Köprüsü! Filme odaklanmam imkânsız hâle gelmişken kendimi tekrar evime atıyorum.
Annemin yanında televizyon izliyorum. Beraber oturmuşuz ve yüzleşmem gereken soruyu
o bana soruyor bu sefer: “Hep burada kalmak ister miydin?” Bu sefer annemin kokusunun
yanında başka kokular ziyaret ediyor algımı. Her sabah burnuma gelen o parfüm ve hafif bir
süt kokusu… Yanımda Elif sarsıla sarsıla ağlarken hayretler içinde kalıyorum. Kokusu hayallerimdeyken onunla bu şehirde yaptıklarımızı hatırlıyorum. Çanakkale’nin ben koktuğunu
düşündüğümü anımsıyorum ve aklıma Elif ’le İstanbul’da kaybolduğumuz gün geliyor. İlk kez
otobüse binişimiz, diyeti inkar edip tatlı yemeye gittiğimiz, hamburger yemek için karda kışta
titreye titreye Bebek’e gitmemiz ve dönüşte takside konuşamayacak bir hâldeyken birbirimize
sokulup ısınmaya çalışmamız… Sonra aklıma daha niceleri hücum ediyor. Taksim’e gidişim,
orada yediğim mükemmel kebap, lunapark, okulun ilk günü ve ayağıma vuran ayakkabılarım…
Düşüncelerimden kurtulmaya çalışıyorum. Filme odaklanıyorum. Hayallerime sızmış o koku
iyice kendini belli ediyor ağlarken bana sarılan Elif ’le…
Sorumun cevabı beni iyice rahatsız etmeye başlamışken artık kendime itiraf ediyorum:
İstanbul belki de beni çok sevmedi, benim onu sevmediğim gibi. Göz pınarlarım daha coşkun,
alınganlığım ve sinirliliğim daha bir formda olabilir; ancak ağladığımda burnuma çarpan o
tatlı kokuyla bana sarılan, Çanakkale’mden ayrılışımın acısını dindirebilen insanlar burada.
Alınganlığıma, sinirliliğime katlanan, ağlayan gözlerimi mendilleriyle kurulayan, ailem yokken yanımda olan insanlar burada. İstanbul’u hoş kılanlar, ne başta farklı gelen o kocaman
binaları ne de alışveriş merkezleri Çanakkale’deki odamda yürüttüğüm tahminlerin aksine…
Benden izler taşımadığını iddia ettiğim İstanbul, benden parçalar, en yakın arkadaşlar taşıyor.
Yalnızlığımla arama giren, beni annemin yanından ayrılmaya razı eden, kısacası kalbimin
diğer parçasını oluşturan insanlar buradayken İstanbul’a biraz haksızlık ediyorum sanırım.
Ertesi sabaha, elimden tutup karışıklığından ürktüğüm sokaklarda yanımda olan o
biricik dostlarımla dışarı çıkma planları yaparak uyanıyoruz. Aklımda yapacaklarımızın hayali… Biliyorum ki döndüğümde bu şehre kokumu birazcık daha sindirmiş olacağım.
Ekin Büyükakten
Bulaşıklar
Daha bulaşıklar var, diye düşündü Kâmile Hanım. Evi süpürmeyi yeni bitirmişti.
Çalışmaktan yorgun düşmüş ellerine, kollarına baktı; kırışıklarını sevgiyle inceledi.
Çoğu kadının aksine yaşlanmaktan hoşlanırdı Kâmile Hanım. Tüm derisini kaplayan
kırışıkları, ona geçirdiği güzel yılların bıraktığı tek şeydi. Çocuklarının dokunuşu
vardı her kırışıkta; çocuklarını ne kadar da severdi. Hiç olmamış çocukları gibi. Ne
kadar isterdi Kâmile Hanım anne olmayı; ama olmayınca olmuyordu işte. Denemediği
yol, gitmediği doktor kalmamıştı. Hatta kocasının zoruyla kocakarı ilaçlarına bile
başvurmuştu.
Kocası, Ali. Gençliğinde ne sevmişti Ali’yi. Ama şimdi, gençliğinde kalp yarasına
neden olan Ali, başka yaralara neden oluyordu. Boş düşüncelerle doldum, dedi kendi
kendine, daha bulaşıklar var. Tam mutfağa giderken salonun dağınıklığı gözünü rahatsız
etti. Ali değişiklikten hoşlanmazdı. En ufak dağınıklık bile bir değişiklikti. Temizlik yaparken yerinden oynattığı kanepeyi kaldırmak daha zordu onun için. Kanepeyi tekrar
yerine yerleştirdiğinde yine ellerine, kollarına baktı. Artık o kadar acımıyorlar, diye
düşündü, ben ne kitaplar taşırdım eskiden. Eskidendi hepsi, öğretmenliği bırakalı çok
olmuştu. Bıraktığını düşünse de Kâmile Hanım, Ali istemişti bunu. Gençliğinde Ali’ye
öyle vurgundu ki her istediğini yapmıştı kocasının. Ah ne severdi Ali’yi...
O anda beline bir ağrı saplandı. Hep kanepe yüzünden oluyordu bunlar; sadece
kanepe, diye düşündü. Kendi düşündüklerine bile inanmayan Kâmile Hanım susadığını
fark etti. Salonda masanın üstündeki sürahiden doldurduğu suya ne kadar ihtiyacı
olsa da pek içmeye gönüllü değildi. Bardağı yavaşça dudaklarına götürdüğünde birkaç
gündür tekrar tekrar hissettiği acıyı yine hissetti. Dudağı patladıktan sonra yediği içtiği
hiçbir şeyin tadına varamıyordu. Suyunu içtikten sonra kapıda anahtarın sesini duydu.
Ali’nin “Kâmile!” diyen sesi tüm evde yankılandı. Daha bulaşıklar var, diye düşündü
Kâmile Hanım.
Martı Kanadında İstanbul Masalı
Elif Alkaş
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bilgisayarlar
konuşurken, arabalar uçuşurken, insan kendini klonlamaya çalışırken, bir kız varmış.
Bu kız, iki kıtanın köprülerle birleştiği, güzel mi güzel ama bir o kadar da yorucu bir
şehirde yaşarmış. Kızcağız, gündüzleri şehrin diğer insanları ile birlikte, yapılması gereken (ama kimsenin neden yaptığını bilmediği) işlerle uğraşır, gece olunca da yorgun
argın evine dönermiş.
Günlerden bir gün, evine dönen kız, kapısında eski mi eski bir kitap bulmuş.
Kitapların gitgide azaldığı, her şeyin bilgisayarlara yazıldığı bu dönemde kapısında
kitap gördüğüne şaşıran kız, hemencecik kitabı almış ve okumaya başlamış. Kitap,
yaşadığı şehri anlatıyormuş; meğer bu şehir lanetliymiş! Bir kere içeri giren kimse
dışarı çıkamazmış, büyülenmiş gibi hep burada kalırmış. Şehrin insanları asla durup
dinlenmezmiş. Daima bir iş peşinde koşar, hep didinip dururlarmış. Hatta şehrin adı
bu lanetten geliyormuş “İşten-bol”, sizin bildiğiniz haliyle “İstanbul”.
Kitabı okuyan kız, kendini çok çaresiz hissetmiş. İstese de İstanbul’u terk
edemeyeceğini, burada kaldığı sürece de huzur bulamayacağını düşünerek deliye
dönmüş. Bir yanı “Hiçbir şey yapmadan otur.” diyormuş; ama olacak şey mi? Kız
İstanbullu, elbette bir iş peşine düşecek.
Ertesi sabah kız, çantasını sırtına takmış ve yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş,
yedi tepe düz gitmiş. Ayasofya’nın kubbesinin üstüne ay gelip de yerleşince kız da Sultanahmet Meydanı’ndaki yaşlı ağacın kavuğuna kıvrılıp uyumuş. Turistler, çöpçüler,
sarhoşlar bir bir inlerine çekilmiş. Sokaklarda şehrin derin ve içli nefes alışlarından
başka ses kalmamış.
İstanbul’da sessiz geçen bir an bile yoktur aslında. Bu tuhaf sessizlikten irkilen
kız, uyanıp etrafına bakınmış. Bir de ne görsün? Haliç tarafından dev, ak bir martı ona
doğru uçmakta. Ay ışığında tüyleri parlayan martı sessizce kızın yanına inmiş. Geniş
kanatlarını katlayıp gagasını açmış. “Demek İstanbul’un lanetli olduğunu sanıyorsun
ha?” Kızcağızın dili tutuluş bu haşmetli martının karşısında. “İstanbul’u lanetleyen de
kutsayan da çoktur kızım; fakat İstanbul bunlara aldırmaz. O arayan herkesin, aradığını
bulmasını sağlar. Önemli olan, ne arayacağını bilmektir. Yoksa şehir sana yardım edemez. Sen de sokaklarda kaybolursun, kendini unutursun.” Bu sözlerle birlikte martı,
kızı sırtına almış ve gece boyunca yedi tepeyi gezmişler. Martı, ona şehre ve şehrin
insanlarına dair yüzlerce masal anlatmış. Boğaz, günün ilk ışıklarıyla aydınlanırken
martı, kızı evine bırakmış. Güneş yükselince martı da bir ışık hüzmesi olup yok
olmuş.
Kız yeni başlayan güne karışmaya hazırlanırken kendi kendine gülümsemiş:
“Ey İstanbul! Kendimi ararken bana yol göster.”
Şiir Yarışması Sonuçları
BİRİNCİ: Usul Usul, Batuhan Sicimoğlu
İKİNCİ: Kesercesine Kan Karanlıkta, Ecegül Bayram
ÜÇÜNCÜ: İlkbahar, Zeki Ş. Ekmekçi
şiir yarışması birincisi
Usul Usul
Merak etme,
Ben söylerim kalbimin yapraklarına,
Usul usul dökülsünler
Sen
Tatlı uykundan
Uyanma diye.
Batuhan Sicimoğlu
şiir yarışması ikincisi
Ecegül Bayram
kesercesine kan karanlıkta
çırpınırcasına karanlıkta bir deli
yağmur yağıyor
sarhoş edercesine şimşek
beyazını aydınlatıyor
bıçak tenli kadının
kalbini yansıtıyor.
bir şey varsa yere düşen damlalardan daha keskin
gözlerindeki yaşanmışlıktır kadının
boğulurcasına kaybolur, kaybolurcasına boğulurum
gözlerindeki okyanusta mavi
kalbi kadar kimsesiz elleriyle sımsıkı sarılmış
son bir umutçasına, ümitsiz bir soncasına
yararsız/anlamsız/öksüz
kanlı bıçağa.
sarhoş ruhlar kolay âşık olur derler.
o bir yasağa âşıktı,
kalbi İstiklâl’de kayba
şiir yarışması üçüncüsü
İlkbahar
Şair
ayrılmak istermiş bazen,
koyarmış şiire noktayı,
geri dönmek istediğinde hayata;
Tan ağarırken usulca aydınlanan gölgelerine ağaçların,
Denizin bembeyaz koşuşturan sakinlerine havada,
Ilık, pürüzsüz hava can verirken hücrelerine;
Dönermiş, ilkbahar güneşine kalbini ısıtan,
Mis, gökkuşağından bahçelere,
Yumuşak ve canlı dalgalarına
Turkuaz akıntının ışıl ışıl,
Korkusuzca esen rüzgâra,
Yeniden doğmuş gibi
Baharlarda hep ----- .
Zeki Ş. Ekmekçi
Joe Florentin
Başka Şey
kapı tıkırtılarının yavaşlığını duyuyor musun
sanki bizi delirtmeye çalışıyorlar
başkalaşım geçirdikleri içindi ilk suçlama
aynı inkâr, aynı zıtlığın habercisi
yanılmak seni beni üzmese de
onların elinde büyük bir koz
gideceğini söylüyorsun
ve kendi kendime konuşmam
hiç güvenli değil
neden tekrara dayalı ki aflarım?
aynılığa şaşıranı ilk defa görüyorum
hepimiz ve hepinizle
aradakileri anlatmak
toplanmış çaresizliği vurgulamak gibi
belirtmek istediğim kâfirlik değil
(ne benim ne de başkasının)
vurgu sabitse zaten
kısmi olarak
veya çoğunlukla
ya da dilime güvendiğiniz kadar
dediğim doğrudur
gözümün demin kapalı olduğunu biliyorum
biçarelikten söz etmiştim
acaba ona mı alınıp gitti
ve sen yenisin
aklımdakilerin hepsi kadar eski
ama gidenden yeni
hâlsizlik nedir bilmezdim
sanki tüm dediklerimin sarsılmaya ihtiyacı var
gayretimi aradığım yardıma yüklemişim
her haber alışım, en az bir önceki kadar şaşırtıcı
-ve nasıl rol yapıldığını o anda öğrendim-(desem)
-
benden başkasıyla konuşuyor musun?
kendimi her gördüğümde
yanımda sen vardın
kesinlikle varlıklardan bahsetmiyorum
ama hep sen vardın
‘bir sen’de demiyorum, ‘onca sen’de
ama sen sanki hep vardın
sordum
sen hiç bensiz oldun mu?
dediklerim öncesinin mi, sonrasının mı takip edemiyorum
hâlsizlik nedir bilir misin?
ben öğrenmeye gayret ediyorum
hitabım mecburiyetten mi
değil mi
sanırım bir fikir yürütemiyorum
eskiden aslı kaybolmuş derdim kendimin
ama aslen olmak bitmekmiş
ve olmama yarışı (tutukluk yaratan)
ve olmama yarışı bitmezmiş
çünküyle cümleler başlamaz, dendi
ben bildiğimle gidemeyeceksem, ne yapacağım?
itiraf etmesi zor ama
yaralar hakaretten ziyade
iltifat gibi
bol ceplidir hafızam
yanımda sen varsın ve ben de anlatıyorum
sana bir kere bile ‘kimsin’ dedim mi?
hatırıma yazılmış aynı kişilersin
seni tanımak uğraş değil
başka şey
-
Laçin Edis
Virane Hayallerim
Sanki ay solmuş, gökten kopup düşüyor yıldızlar,
Sanki azgın bir şelale, akıyor gözyaşlarım,
Sanki yitmiş umudum, mahzun yüreğim sızlar,
Dört bir yana dağılmış, virane hayallerim…
Yalancı bahara uyanmış taze bahar dalları,
Kaderine terk edilmiş köyün ıssız yolları,
O biçare ruhuma yığılmış bulutları,
Savamayan kalbimde, virane hayallerim…
Vadi kendinden geçmiş, lavantalar rüyada,
Bir benim gözüm açık, şu yalancı dünyada,
Perçem perçem söğütler, dans ediyor rüzgârda,
Taç yapraklar dökülmüş, virane hayallerim…
Berrak gölün içinde, boynu bükük bir kuğu,
Bir hüzünlüdür, bakar, gözlerinde buğu,
Benim gibi, burkulmuş yüreği varı yoğu,
Geçmişimde bir sızı, virane hayallerim…
Harabeler üstünden esen kum fırtınaları,
Ruhuma işleyen hararetli buhranları,
Kızıl tepelerden dökülen kızgın kumları,
Aşamayan benliğimde, virane hayallerim…
Parlak mermer bir çeşme, suyunda yakamozlar,
Az ötesinde bir dere, sağa sola eğilmiş sazlar,
Benim üzgün tavrıma lakayt kalmış o yazlar,
Bir hüzün burgacında, virane hayallerim…
Bir avuç eski fotoğraf, yer yer sararmış, solmuş,
Elinden tuttuklarım, puslu birer hayal olmuş,
Meğer benim seçtiğim yol, en hicranlı yolmuş,
Geçmişin burukluğunda, virane hayallerim…
Derilmemiş güller iken, gün yüzü göremeden,
Dallanıp, budaklanıp, bir çiçek veremeden,
Köklerini kaybedip derinlere gömülen,
Zavallılar misali, virane hayallerim…
Gönlümde uçsuz bucaksız kırların majestesi,
Dudağımdan düşmeyen, ılık bir şarkının sesi,
Hayata zor tutunmuş, lazımdır sevilmesi,
Solmuş birer papatya, virane hayallerim…
İnsanların başından yel gibi esip geçmiş,
Ömrünün en başından yalnızlığı seçmiş,
Sonsuzluğa uçarken yolunu kaybetmiş,
Bir yıldızlar geçidi, virane hayallerim…
Mutluluğu arayan ruhumun isyanında,
Yüreğimdeki saadetin biçare feryadında,
Ebediyen mühürlü dudağımın kenarında,
Zoraki bir tebessüm, virane hayallerim…
Elemle çırpındıkça, yüreğimi acıtan,
Zalim soğukluğuyla bakışlarımı donduran,
Bir zerre ümidimden felaketimi yaratan,
Yüreğimde cam kırıkları, virane hayallerim…
Gece
Gece, içimi daraltan karanlıkta
Binlerce yıldızının aydınlığına sığındım.
Etrafta görebildiğim tek ışık olan
Parlayan kalbine sığındım.
Gece, zaman kadar sonsuz büyün
Senin büyüklüğüne sığındım.
Elimi uzatıp, çekip koparmak için yalnızlığımı
Senin cazibene sığındım.
Gece, yitip giden sıcaklığın içinde
Rüzgârının savurduğu soğuğa sığındım.
Çaresizliğimden sönen ışığımda
Isıtamadığım bedenimle sana sarıldım.
Gece, kasvetin ve kokun üstüme sinmiş.
Beni hatırladın mı?
Kutup yıldızın bana göz kırpıyor bak,
Sen neredesin, geldiğimi duymadın mı?
Gece, kuyu kadar derin gözlerin...
Beni görebiliyor musun?
Doğan güneşinim ben senin
Bana kucak açıyor musun?
Gece, güzellik uykundan uyanır mısın artık!
Bak sana olan aşkımla gün doğuyor,
Senin aşkın nerede?
Nerede o sevgi yıldızın, yoksa söndü mü?
Gece, öldün mü?
İpek Betül Özçivit