Sonsuza dek

Transkript

Sonsuza dek
SONSUZA DEK
Gülbahar teyze, kapının yavaşça çalındığını duyduğunda oldukça heyecanlanmış,
kırışmış yüzünde minik bir tebessüm oluşmuştu. Yerinden yavaşça kalkarak gidip kapıyı açtı. Şu an karşısında durmuş kendisine gülümseyerek bakan bu minik kız, altı yaşında ki torunu Buse’ydi. Zaten yaşlı kadının kızı Melek de bir üst katta oturuyordu.
Bugün torunun doğum günüydü. Bu yüzden sabahtan beri anneannesiyle dışarı
çıkıp gezmenin hayalini kuran Buse, ananesinin daha hazır olmadığını görünce :
-“Hadi anneanne sen daha giyinmedin mi? Bak, ben çoktan giyindim bile”diyerek
dedesinin ona aldığı elbisenin etek kısmını şöyle havalı bir şekilde hafifçe savurdu.
Anneannesi gülümseyerek:
-“Gel bakalım” buraya dedi. Minik torununu kucağına alarak içeri soktu. Sonra
da O’nu sandalyeye oturtarak akşamdan hazırladığı kek ve bir bardak sütü masaya
koydu. Yaşlı kadın, odasına gidip giyinmek için gardroptan bir şeyler seçerken, gözü bir
anda içi yıllardır boş bir halde duvarda asılı duran, kenarları oymalı ve sedeften yapılmış resim çerçevesine takıldı. İşte o an içi cız etti! Çerçevenin yanına giderek, o’nu hüzünlü bir şekilde eline aldı ve gelip yatağının bir köşesine yavaşça oturdu. Gözleri dolmuştu. Halbuki, yıllar önce bu çerçeveye öyle bir mutluluk anının resmini koymayı
hayal etmişti ki. Fakat, kader hayal ettiği resmin gerçeğe dönüşmesine ne yazık ki izin
vermemişti. Titreyen elleriyle derin derin baktı boş çerçeveye. Şu an gözleri o çerçevenin
içinde bir şey görmese de yüreğinin bitmek tükenmek bitmeyen acısı ve anıları bir
olup, o’na bir sürü hasret dolu resimler göstermeye başlamışlardı.. Öylesine özlemişti ki
şu an bu boş çerçevede hayal ettiği kişiyi. Yaşlı kalbi hızla atmaya başlamış, gözünden
süzülen yaşlar çerçevenin içine damlayıp, sanki şu an tekrar yaşamaya başlamış olduğu
anıların bitmemesi için can suyu olmuştu. Ne çok isterdi şimdi o’nun sesini duymayı..
Her sabah işittiğinde içini yaşam sevinciyle dolduran biricik oğlu Mehmet’inin sesini.
Geçmişe gitmişti gene.
Bir sonbahar gününün pırıl pırıl sabahıydı ve gene o sesti kendisine seslenen…
-“Günaydın anneciğim”dedi Mehmet. Her sabah yaptığı gibi bu sabah da erkenden kalkıp kahvaltısını yapacak ve ardındanda babasının çiçekçi dükkanını açmaya gidecekti.
Annesi, şu an masada çayını içip, büyük bir keyifle kahvaltısını yapan oğlu Mehmet’e iftiharla bakıyordu. Her zaman gurur duymuştu bu dürüst ve terbiyeli evladıyla.
Mehmet gelip annesinin yanına oturdu. Bir yandan çay içiyorlar bir yandan da ana
oğul sohbet ediyorlardı.
Annesi oğlunun gözlerine mahzunca baktı.
-“Eee oğlum, kısmetse üç ay sonra askersin. Şimdiden yüreğim sızlamaya başladı.
Nasıl dayanacağım ben senin yokluğuna?”dedi.
Annesinin bu sözleri Mehmet’i oldukça duygulandırmıştı. İçtiği çayı elinden masaya bırakarak, gelip annesinin boynuna sarıldı ve başını sevgiyle öptü.
-“Benim canım anacığım sen merak etme, ben de herkes gibi gider gelirim. Hem
biran önce askere gidip geleyim ki, hem işimin başına geçeyim hem de sana şöyle güzel
bir gelin getireyim” dedi hafifçe gülerek.
-“Ah oğlum” dedi annesi. “Yüce Allah’tan başka ne isterim ki? Zaten babanla da
konuştuk. Sen askerden geldikten sonra dükkanı tamamen sana bırakacakmış. İster
okula devam etsin, ister dükkanı işletsin dedi”
Mehmet, üniversite sınavlarına girip yüksek puan almasına rağmen istediği yerleri
tutturamayınca askere gitmeye ve geldikten da sonra sınavlara yeniden girmeye karar
1
vermişti. Mehmet’in babası İhsan bey, devlet kütüphanelerinde uzun yıllar çalıştıktan
sonra buradan emekli olmuştu. En büyük hayali emekli olunca bahçeli, müstakil bir ev
alıp, toprağında çeşit çeşit çiçekler ve bitkiler yetiştirmekti. Bu yüzden memuriyet yaptığı yerlerde o kadar çok çiçek beslemişti ki, O’nun bu düşkünlüğünü bilen iş arkadaşları zamanla kendisine ‘Gülistan amca’ demeye başlamışlardı. Fakat, İhsan bey’in aldığı
emeklilik parası hayalini kurduğu böyle bir evi almaya yetmemiş, üstüne de biraz borçlanarak şu an oturduğu daireyi alabilmişti ancak. Bu arada çiçeklere olan sevdasını da,
şimdi çalıştırdıgı cadde üzerindeki bu küçük çiçekçi dükkanını açarakgidermeye çalışmış, ama memuriyet mantığıyla ticaret yapmanın zorluğunu ancak uzun zaman sonra
aşabilmişti.
Mehmet, kahvaltısını yaptıktan sonra merdivenlerden aşağı inerek apartmanlarının önüne gelmişti. Bu arada “Hayırlı işler” demek için, hemen oturdukları binanın altında küçük bir tesbih atölyesi bulunan, Yusuf amca ve Onun oğlu olan ve aynı zamanda da en iyi arkadaşı Sinan’ın yanına uğramıştı. Yusuf amca, yıllarca tırlarda uzun yol
şoförlüğü yapmış, tesbihe olan merakı da o gittiği bitmek bilmeyen yollarda başlamıştı.
Daha sonra yaşlanıp şoförlüğü yapamayacak hale gelince de, emektar tırını satıp, bir
zamanlar vakit geçirmek için çektiği tesbihi, şimdi kendisine geçim kapısı yapmış ve bu
küçük tesbih atölyeysini açmıştı. Eşini yıllar önce kaybetmiş, oğlu Sinan’la bir başına
kalmışlardı. Yusuf bey’in en büyük isteği daha hayattayken, askerliğini de yapıp gelmiş
oğlunu bir an önce baş göz etmekti.
-“Günaydın Yusuf amca, günaydın Sinan” dedi Mehmet, neşeli bir sesle.
Mehmet’in kapıdan girdiğini gördüğünde yüzünde bir gülümseme belirmişti Yusuf
amca’nın. Mehmet’i oğlu gibi severdi. Yalnız bugünlerde bir şey dikkatini çekmişti!
Mehmet son bir haftadır dükkana her zamankinden daha erken, daha bir neşeli gitmeye
başlamıştı. Merakına dayanamayıp sordu:
-“Ne o Mehmet, bakıyorum bugünde erkencisin hayırdır! İşler çok yoğun galiba?”
Bu beklemediği soru Mehmet’in yüzünü bir anda kızarttı! “Demek, Yusuf amca
da fark etti, dükkanı her zamankinden daha erken açtığımı.” diye düşündü. Gerçekten
de bir haftadır dükkanı normal saatinden yarım saat daha önce açmaya başlamıştı. Bunun nedenide, geçen hafta bir müşterisinin istediği çiçek siparişini hazırlamak için erkenden dükkana gelip, tam kapıyı açtığı sırada, vitrinin önünde durup, çiçeklere bakan
öyle güzel bir kızla göz göze gelmişti ki. O an bu kıza adeta çarpılmıştı! Simsiyah düz
saçların, kapkara kocaman ışıltılı gözlerin sahibi olan bu güzel kızla, bir an göz göze
gelmişler ve bu bakışma Mehmet’i adeta büyülemiş, içini titretmişti. Ertesi gün, gene
kızı görebilmek umuduyla, içinde büyük bir heyecan, gelip dükkanı bu kez daha da
erken açmıştı. Aceleyle içeride ki işlerini bitirdikten sonra, Onunla karşılaşabilmek için
hemen dükkanın önüne çıkmış ve bu zayıf ihtimalli amacına ulaşmıştı. “Belliki bu kız
buralarda çalışıyor”diye düşünmüştü. Çünkü, daha ilk görüşte güzelliği başını döndüren bu kızın, dükkanın önünden geçiş saatleri hep aynıydı. ilk günler sadece Mehmet,
kıza ısrarla bakmış, ama kız, kendisine ısrarla bakan bu ela gözlerin farkına ancak
birkaç sonra varmıştı. Daha sonraki günlerde de bu sabah karşılaşmaları artık daha
sıcak bakışmalara ve karşılıklı masum tebessümlere dönüşmüştü.
-“Hanım”dedi İhsan bey. “Sen de farkettin mi bizim Mehmet’teki değişikliği? Son
bir haftadır dükkanı ben söylemediğim halde, daha bir erken açar oldu kereta. Görsen
bir heyecanlı, bir mutlu ki! Acaba diyorum, yoksa bizim bu küçük oğlan büyüdü de kızın birine mi aşık oldu, gönlünü mü kaptırdı? Haberin var mı, sana bir şeylerden bahsetti mi hiç?”.
2
İhsan beyin bu sözleri, Gülbahar hanımı bir anda heyecanlandırdı. Yoksa, evlenme sırası, şimdide gözünde hala küçük bir çocuk gibi gördüğü Mehmet’ine mi gelmişti?
Mehmet, onun iki kıymetli evladından birisiydi. Kızı Melek, Mehmet’in büyüğüydü. Şu
an oğlu gibi sevdiği damadı Murat’la evlenip kendisininde oturduğu binaya taşınmışlardı. Murat matematik öğretmeniydi. Aslında kızı Melek’de Türkçe öğretmeni olarak mezun olmuş fakat, devlet ataması Doğu Anadolu’nun ücra bir yerine çıkınca eşinden ayrılmamak için, İstanbul’da bir dershanede çalışmaya başlamıştı . Bu arada kısa bir
süre sonra doğum yapacağı için de şimdilik dershanede ki çalışmasına ara vermişti.
Gülbahar hanım, kendisinden cevap bekleyen eşine şaşkınca bakarak:
-“Valla ne bileyim bey! Bende farketmedim değil. Sabahları artık benden de erken
kalkıyor. Banyoda saatlerce saçıyla uğraşıp, kendi kendine şarkılar söylüyor. E.. Ne yaparsın? O’da büyüyüp kocaman adam oldu artık. Bak, yarın öbürgün askere gidecek.
Sanki sen onun yaşındayken pek usluydun, pek yerinde duruyordun? Bizim oğlanın
kime çektiği asıl şimdi belli oldu” dedi.
Eşinin, bu tatlı imalı sözleri İhsan bey’in, bir anda geçmişe gidip oğlunun yaşındayken yaptığı çapkınlıkları hatırlamasına ve keyiflice gülmesine neden oldu.
Mehmet, bu sabah da içinde büyük bir coşkuyla çiçekçi dükkanını erkenden açıp,
aceleyle çiçeklerin bakımını yapmaya koyulmuştu. Birazdan, beş altı gündür gece,
gündüz düşlerini süsleyen, hayali içini ürperten o kara gözlü kızın geçme saatiydi. İçerideki işlerini bitirdikten sonra aynada son kez saçını ve üstünü başını kontrol edip, kendini hemen kapının önüne attı. Sonbaharın kışla kolkola olduğu günler olmasına rağmen hava oldukça güzeldi. Bu sırada Alper’de kapının önüne çıkmıştı. Alper’in kuyumcu dükkanı Mehmet’lerin dükkanıyla yan yanaydı. Mehmet, bu çocuktan çok fazla
hoşlanmazdı, ama birbirlerine
komşu oldukları için densiz hareketlerine rağmen
mecburen konuşmak zorunda kalırdı. Alper kendisinden altı yaş daha büyüktü. Babası
köyde çiftçilikle uğraşırken, tarlalarından otoban yol geçmiş ve devletten yüklüce bir
istimlak parası almışlardı. Bir anda ellerinde bu kadar büyük bir parayı bulan aile parayı çarçur etmiş, özellikle de Alper İstanbul‘a gelerek paranın çoğunu,pavyonlarda ve
kumarda eritmişti. Bu duruma “Bir dur” demek isteyen garip babası, son çare olarak
avuçlarında kalan son parayla da, oğlunun şu anda çalıştırdığı kuyumcu dükkanını
açmıştı.
Alper, kendisi gibi kapının önüne çıkan Mehmet’i görünce:
-”Ne o Mehmet? Bakıyorum da erkenden damlıyorsun dükkana, paraya çok ihtiyacın var galiba?” dedi sırıtarak.
Mehmet, hep gıcık olurdu zaten, bu çocuğun konuşmalarına. Bir yandan Alper’e
cevap veriyor, bir yandan da, çaktırmadan sabırsızlıkla içini yakan kara gözlü o kızın
geleceği yöne doğru bakıyordu ki, bir anda gözlerinin içi parladı! Üzerinde kırmızı boğazlı kazağı, krem rengi pardösüsüyle gelen o’ydu. Yüreği deli gibi atmaya başladı.
Hemen birkaç adım öne çıkarak, yüzünü o’nun geleceğe yöne doğru çevirdi. An ve an
kendisine yaklaşan o kapkara kocaman gözlere, kendisiyle ilgilendiğini iyice belli etmek
için ısrarla bakmaya başladı.
Birkaç gündür, sabahları işe gitmek için buradan geçerken, kendisine sempatiyle
ve inatla bakan bu ela gözlü çiçekçi çocuk, Hamiyet’in de dikkatini çekmişti. Açıkçası,
ilk günlerde bu bakışların sahibiyle pek alakadar olmamış pek ilgisini çekmemişti. Ama,
iki gün önce bu ela gözlere gelişi güzel öylesine baktığında, içinde bir anda farklı duygu-
3
lar hissetmiş, vücudunu ateş basmıştı. Az ileride çalıştığı konfeksiyon mağazasına gittiğinde, içinde ki bu farklı duygular, o ela gözlerle bir olup bütün gün daha önce hiç hissetmediği mutluluk dalgalarıyla yüreğine tatlı tatlı vurmuşlardı. O günden sonra, sabahları işe gelirken bakışları içine hoşluk veren bu çiçekçi çocuğu görmek o’nun için büyük
bir tutku olmuştu artık.
Mehmet, şu an tam dükkanın önüne gelip, kendisine gülümseyerek bakıp geçen
kıza öyle bir bakakaldıki, bu hali Alper’in gözlerinden hiç kaçmadı. Zaten kızlara düşkünlüğüyle bilinen Alper de kendi dükkanının vitrininden sabahları gelip geçen bu
kızın güzelliğini fark etmiş, daha öncede parasının gücüyle kandırıp zorla sahip olduğu
kızlar gibi bu kızı da elde etmenin yollarını aramaya başlamıştı. O yüzden o da Mehmet’in yaptığı gibi her sabah kapının önüne çıkıp kızla göz göze gelmeye çalışmış ama
hiçbir seferinde de bu arzulu bakışlarına karşılık bulamamıştı. Bu yüzden, şimdi Mehmet’le kızın birbirlerine böyle edalı bir şekilde bakışmaları, Alper’i oldukça kinlendirmişti.
-“Oo Mehmet, bakıyorum da biz uyurken sen işi pişirmişsin.” dedi Alper. “Güzel
kız, hem de lokum gibi şerefsizim” deyip, bir yandan da uzaklaşmakta olan kızın arkasından dikkatle süzmeye devam etti.
Mehmet, müthiş rahatsız oldu Alper’in bu çirkince sözlerinden ve kızın ardından
yiyecekmiş gibi bakışlarından. Ama o an sinirini içine atarak, Alper’e zoraki yalancı bir
gülümsemeden sonra, kızgın bir şekilde tekrar dükkana girdi.
Gülbahar teyze, bu akşam yemeğini ayrı bir keyifle hazırlamıştı. Yemeğe sekiz aylık hamile kızı Melek’le, damadı Murat da gelmişlerdi. Ailede herkes, daha şimdiden
çok yakında aralarına katılacak bu bebeğin coşkusuna kapılmıştı. Çiçekçi dükkanını
kapatıp az önce gelen İhsan beyle, Mehmet de sofradaki yerlerini almış, bu arada tabaklara konan mis gibi tarhana çorbası da, sofradaki herkesi daha bir acıktırmıştı. Bir
yandan yemek yerken, bir yandan da sohbet ediyorlardı.
-“İşler nasıl Mehmet?”diye sordu eniştesi.
-“ Nasıl olsun be enişte işler bildiğin gibi, sabah gidiyoruz, akşam geliyoruz ” dedi
Mehmet. Çok severdi bu sıcakkanlı ve tatlı dilli eniştesini. Ablasıyla herkese örnek bir
evlilik yaşıyorlardı. Beraberlikleri döndüncü yılını doldurmasına rağmen, birbirlerine
olan aşkları, sevgileri halen yeni evlenmiş gibi taptazeydi. Eniştesi hiç umulmadık anlarda dükkana gelip kendi eliyle çiçek demetleri yapar, sonra da içine kendi yazdığı
romantik notları koyup liseli aşıkların heyecanıyla ablasına götürürdü.
-“Duydunuz mu? Şu bizim Sinan evleniyormuş” dedi İhsan bey.
-“Hangi Sinan?”dedi Gülbahar teyze şaşkınlıkla. “Yoksa şu bizim tesbihçi Yusuf
bey in oğlu Sinan mı?”
-“Evet” dedi, İhsan bey. “Bizim Yusuf bey’in oğlu Sinan.”
Kendilerini merakla dinleyen Melek hemen araya girip sordu:
-“Kimmiş baba bu istedikleri kız yoksa bizim sokaktan birisi mi ?”
-“Bilmiyorum kızım tam olarak” dedi, İhsan bey. “Bizim sokaktan mı yoksa akrabaları mı? Akşam üstü kapıda karşılaşıp öyle ayak üstü biraz konuştuk. Fakat ayrıntıya girmedik. Olmazsa ben yarın bir uğrar sorarım. Biliyorsunuz burada doğru, dürüst
kimseleri yok bakarsınız bize ihtiyaçları olur.”
Mehmet şaşırmıştı bu kız isteme olayına! Çünkü Sinan en yakın arkadaşıydı ve
kendisine bu olaydan hiç bahsetmemişti.
4
Hamiyet, yemeğini yedikten sonra üzerine pijamalarını giyip yorgun bir şekilde
yatağına uzandı. Şu an salonda kağıda itinayla sardığı tütünü içen Hamiyet’in babası
Battal bey, yıllar önce Diyarbakır, Ergani’ye bağlı küçük bir köyden, İstanbul’a göç
etmişti. Okuma yazması ve herhangi bir vasfı olmadığı için, önce toptancı halinde
kabzımanlık yapan akrabalarının yanında bir müddet hamallık yapmış, sonrada bir
tanıdığının aracılığıyla şimdi emekli olduğu fabrikanın gece bekçiliğini yapmıştı. Battal
beyin, Hamiyet’ten büyük bir de oğlu vardı Asım. O da köydeyken evlenmiş bir çocuğu
olmuş, babası İstanbul’a gelince, o da karısını ve oğlunu yanına alarak şu an babası,
anası ve Hamiyet’in yaşadığı bu küçücük eve kendisini zorla sığdırmıştı. Doğru dürüst
hiçbir işte çalışmadığı gibi, alkolün pençesine düşmekten de kendisini kurtaramamıştı.
Arada sırada yaptığı inşaat ameleliği ve hurdacılıktan eline geçen parayla da şu zamanlarda pavyonlara takılır olmuştu. Evin bütün yükü daha liseyi bitirmeden ailesinin
zoruyla, okulu yarım bırakıp, çalışmaya başlayan Hamiyet ve az bir emekli maaşı alan
babasına kalmıştı.
Gecenin bir yarısında kapı sert sert çalmaya başladı! Ev halkı, bu saatte gelenin
Asım olduğunu biliyordu artık! Alışmışlardı onun kimbilir nerelerde, hangi serseri arkadaşlarıyla içip de eve sarhoş gelmesine ve evde sürekli huzursuzluk çıkarmasına. Hamiyet, bıkmış usanmıştı artık evdeki sürekli kavgalardan, gürültülerden ve her şeye
rağmen abisine hiç toz kondurmayıp sürekli kendisini horlayan annesinden ve babasından. Bu şartlarda artık okuyabilme şansı kalmadığı içinde, bundan sonra tek dileği,
zengin birisiyle evlenip, rahat ve huzura kavuşmak olmuştu. Aslında evleneceği insanın
zengin olup olmaması onun için çok da önemli değildi. Ama, ailesi Onu okuldan aldıklarından beri kendi durumları da düzelsin diye hep “Çok zengin bir kocayla evleneceksin” diye şartlandırmışlardı kendisini. Bu yüzden anası ve babası her fırsatta nasıl bir
insanla evlemek istediğini sormaksızın, eli paralı birisini bulup bir an önce baş göz etmenin telaşına düşmüşlerdi.
Hamiyet, gecenin bir vakti zorla yatağından kalkarak uykulu gözlerle gidip halen
ısrarla çalmakta olan kapıyı açtı. Gelen Asım’dı. Onunla beraber leş gibi bir içki kokusu
da girdi içeri. Öyle çok içmişti ki ayakta duracak hali bile yoktu. Hamiyet, Onu kolundan tutarak odasına kadar götürdü. Asım’ın karısı Gülsüm’le, küçük çocuğu çoktan
uyumuşlardı. Asım, üzerine leş gibi sigara kokusu sinmiş elbiselerini çıkarmadan doğruca yatağına yattı.
Asım’ın babası Battal bey, derin bir “Of” çekti yatağında. Az önce gelenin içmekten ve serserilikten başka hiç bir işe yaramayan oğlu Asım olduğunu çok iyi biliyordu.
Karısı, Havva hanım da duymuştu hem Asım’ın geldiğini, hem de kocasının bir sürü
üzüntüyü, sıkıntıyı dile getiren ve artık sık sık tekrarlanmaya başlayan bu “Of” sesini.
Babasının da artık sözünü dinlemez olmuştu bu arsız oğlu. Hatta, bir keresinde sarhoş
bir halde babasının üzerine yürümüş, araya giren Hamiyet’i de epey bir hırpalamıştı.
Kızcağız yüzündeki morluklardan utandığı için birkaç gün işe bile gidememişti. Artık
bu sıkıntılardan, yoksulluktan kurtulmanın tek yolunun bu kızı varlıklı biriyle evlendirmek diye görüyorlardı. Böylece hem kendileri bu fakirlikten kurtulacak, hem de “Bu
kız, yarın, öbürgün koluna çulsuzun birini takar gider,bize faydası olmaz.” korkusu da
ortadan kalkmış olacaktı.
Yeni bir gün doğmaya, sonbahar güneşinin cılız ışığı her yeri yavaş yavaş aydınlatmaya başlamıştı. Bu arada Gülbahar teyze de sabah namazını kılmış, sabah
kahvaltsını hazırlıyordu.
Mehmet bugün de erkenden kalkmıştı. İçinde onu şu an yerinde durdurmayan
büyük bir mutluluk vardı. Tıpkı son bir haftadır her gece yaptığı gibi, dün gecede yatmadan önce saatlerce gene o kızı düşünmüştü. “Nasılda manalı manalı bakmıştı, o in-
5
sanın içini bir hoş eden kapkara gözleriyle kendisine. Hafif güldüğünde görmüştü o güzel dudaklarının arasında inci gibi dizilmiş bembeyaz dişlerini, ve yüzünde nur varmış
gibi parlayan beyaz tenini.” Onunla ilgili tek bildiği, kendi çiçekçi dükkanlarının da bulunduğu cadde de bir mağazada çalıştığıydı. Bunu da arkadaşı Sinan’ın yardımıyla öğrenmişti. Bir sabah tam o kızın geçeceği sırada Sinan dükkana gelmiş, o geçtikten sonrada, Sinan’a dükkanda biraz durmasını rica ederek, Onu, çalıştığı mağazaya kadar
belli etmeden takip etmişti. Artık onunla anlık bakışmalar ve tebessüm zerreleri yetmez
olmuş, bir an önce kendisiyle tanışıp, konuşmak için can atar olmuştu. Fakat nasıl? Öyle çok yırtık birisi değildi ki yolda çevirip konuşsun, ayrıca onu tanıyan ortak bir arkadaşları da yoktu ki tanışmalarını sağlasın. Epey düşündükten sonra karar verdi. Bugün
O’nun çalıştığı mağazaya gidecek ve bir şeyler alıyormuş gibi yapıp, azda olsa konuşmaya çalışacaktı. Eğer biraz da olsa konuşurlarsa, bunun verdiği güç ve tanışıklıkla sabahları dükkanın önünden geçerken artık Ona, sadece bakmakla kalmayıp “Günaydın”
veya “Nasılsınız?” diyebileceti. En azından böyle olabileceğini umuyordu.
-“Günaydın”dedi, Mehmet sevinçle. Sonrada masada oturmuş, kahvaltı yapmak
için kendisini bekleyen annesine gelip kuvvetlice sarıldı.
Gülbahar teyze, Mehmet’in bu neşeli haline şaşırmıyordu artık. İhsan bey doğru
söylemişti. Halen gözünde çocuk gibi gördüğü oğlunun hayatında bir kızın varlığını,
artık kendisi de hissetmiyor değildi. “Ama kimdi bu kız?” çok merak etmişti açıkçası.
“Mahalleden tanıdık, bildik birisi miydi? Yoksa dükkana gelip giden kızlardan herhangi birisi mi? Acaba tanıştığı kız, iyi ahlaklı saygılı birisi miydi? Peki ailesi nasıl?”diye
düşünmeden edemedi. Bir yandan hoşuna gitmişti, Mehmet’in bir kız arkadaşı olduğunu bilmek, ama bir yandan da biraz endişelenmişti açıkçası. Ne de olsa ana yüreğiydi,
oğlunu gözünden bile sakınırdı.
Mehmet, kahvaltıdan sonra dişlerini itinayla fırçalayıp, saçlarını da özenle taradı.
Bugün büyük gündü onun için. Neredeyse bir haftadır hayaliyle yatıp kalktığı, geceleri
yatmadan uzun uzun düşünüp, pembe düşler kurduğu, heyecanlandığı ve sabahları bir
anlık bakışını görebilmek için erkenden kalkıp dükkana gittiği kızla, bugün ilk kez konuşmaya ve tanışmaya çalışacaktı.
İçinde büyük bir coşku ve her geçen dakika biraz daha büyüyen bir heyecanla son
kez aynaya baktı. Gayet iyiydi. Aynanın karşısında dişlerinin de gözükeceği bir şekilde
birkaç kez “Merhaba, bir kaç kez de “İyi günler”dedi. Çünkü bu sözleri onunla ilk karşılaştığında söyleme ihtimali çoktu, o yüzden şimdi küçük bir provasını yapmıştı. Akşamdan özenle hazırladığı kıyafetlerini giyip, üzerine de bolca parfüm sıktıktan sonra
hızla evden dışarı çıktı.
Yusuf amca, dükkanını açalı epey olmuş, bir yandan tezgahın üzerinde ki tespih
boncuklarını ipe geçiriyor, bir yandan da oğlu Sinan’a kız isteme işini düşünüyordu.
Bu hafta sonu oğluna kız istemeye gideceklerdi. Ama, ne kızı, ne de ailesini doğru dürüst
tanımıyorlardı. Tek bildikleri kızın annesiyle beraber altı ay önce mahallelerine taşındıkları ve babasının da, daha o çok küçükken annesinden ayrıldığıydı. Bir de arada sırada tek ayağı aksak, esmer tenli bir adamın evlerine gelip gittiğini öğrenmişlerdi komşularından. “Bu kişi de olsa olsa yakın bir akrabalarıdır” diye düşünmüşlerdi. Aslında
bu iş çok acele olmuş, kızı ve ailesini çok fazla araştırmadan araya giren komşuların
ısrarıyla, Sinan kızı bir kez görüp beğenmiş, sonra da kızın annesine istemeye geleceklerine dair haber göndermişlerdi. Ama, işin garip tarafı kızın annesi de kendilerini hiç
tanımadıkları halde, hemen olumlu cevap vermişti “Buyrun gelin isteyin” diye.
Mehmet, büyük bir neşeyle açtı dükkanı. İçerideki çiçeklerin mis gibi kokusu dükkanın her yerini sarmıştı. Basamaklı ahşap raflardaki, rengarenk güller, karanfiller,
nergisler…Bütün bu güzellikler karşısında, Mehmet’in çoktan aşk havasına girmiş yü-
6
reği, daha adını bilmediği bu kızı hayal edip, Ona, kırmızı güllerden kocaman bir demet yapıp verdi. Simsiyah düz saçlarına sarı, mor nergislerden sevgiyle taç yapıp taktı.
Bu hayalleri sona erdikten sonra da, büyük bir istekle dükkanda ki işlerini yapmaya
koyuldu. Bir yandan çiçeklerin bakımını yapıyor, bir yandan da bu akşam üstü yüreğini yakan kızla nasıl tanışacağını planlıyordu. İşyerinden erken çıkacaktı bugün, sonrada
mağazaya giderek kendine bir şeyler alıyormuş gibi yapıp, onunla birkaç kelimede olsa
konuşmaya çalışacaktı. Temizliği bitirip, çiçeklerin sularını değiştirmişti. Az önce demlediği çaya bakıyordu ki, o sırada Sinan girdi dükkandan içeri.
Sinan’ı gördüğünde Mehmet’in yüzü güldü, çünkü o en candan arkadaşıydı.
-“Vay bee, Kaynanan da seviyormuş seni” dedi Sinan’a.”Çay da şimdi demlendi.”
-“Günaydın, hayırlı işler Mehmet”dedi Sinan. “Kaynanam seviyor mu, sevmiyor
mu? Cumartesi günü anlayacağız bakalım” dedi muzipçe.
-“Öyleymiş be Sinan! Benim niye haberim yok bakalım? Geçen akşam babam yemekte söyledi. Hem çok şaşırdım, hem de çok sevindim. Hayırdır! Kim bu yengemiz?
Ben tanıyormuyum?”diye sordu Mehmet.
-“Haklısın”dedi Sinan biraz mahcupça.”Kusura bakma önce sana söyleyecektim
ama bizim içinde öyle ani olduki! Ayrıca, olay daha tam kesinleşmediği için de sana söyleyememiştim. Ama bizim iş şimdi ciddiye bindi Mehmet. Senin yanına gelmemin nedeni
de bu zaten. Biliyorsun benim güven duyduğum, sırlarımı paylaştığım tek arkadaşım
sensin.” Sinan bunları söylerken hüzünlenmeye başlamıştı.
Mehmet de duygulanmıştı Sinan’ın bu hisli sözlerine. Yüzüne gülümseyerek baktı.
-“Sinan sende biliyorsun ki, benim de en can dostum sensin.” dedi Mehmet. “Biz
senle nelerimizi paylaşmadık ki? Biz seninle gerçek iki dostuz, bunu sakın unutma.”
Sinan konuşmasına içli bir şekilde devam etti.
-“Ben, garip anacağızı mı yıllarca evvel kaybettim. Babamla beraber çok uzun zamandır da yalnız başımıza yaşıyoruz. Kolay olmuyor temizliği, yemeği, bulaşığı. Ne kadar elimizden geldiği kadar yapmaya çalışsak da, hiçbir zaman bir kadının yaptığı gibi
olmuyor. Ayrıca babam da iyice yaşlandı artık biliyorsun. Adamcağız sırf ben üvey anne
görmeyeyim diye evlenmeye bile yanaşmadı.”
Mehmet, Sinan’ın bu konuşmalarını dinlerken oldukça efkarlanmıştı. Her sabah
kahvaltısını hazırlayan, yatağındayken gelip saçlarını okşayan, alnını öpen annesini düşündü o an. Sinan’a şimdi daha da çok üzülmüş, içi parçalanmıştı. “Yoksa insan annesini kaybedince mi değerini daha çok anlıyordu?” diye düşündü.
-“Seni çok iyi anlıyorum“dedi Mehmet, çayını ağır ağır yudumlayan Sinan’a.
“Peki nerede tanıştınız? Nasıl oldu bu iş öyle hemence? Benim tanıdığım birisi mi ?”
Sinan elindeki çay bardağını yavaşça masaya bırakıp Mehmet’in sorularını cevaplamaya başladı.
-“Senin tanıdığını sanmıyorum Mehmet, çünkü bende ilk kez gördüm. Bizim sokağa altı ay önce taşınmışlar annesiyle beraber. Oturdukları apartmanda bizim eski komşumuz olan Ayşe teyzeler var, babama bu kızdan bahsetmişler. Bu arada kızın adı da
Figen. Neyse babam da bana söyledi, ‘Böyle böyle bir kız var, düşünür müsün oğlum?’
diye. Sen de biliyorsun babamın da tek isteği hayattayken beni evlendirmek. Figen’i bir
kez uzaktan gördüm fena değil, hoş geldi gözüme. Sonrada babama “Olabilir” dedim.
Mehmet biraz afallamıştı, Sinan’ın Figen’i bir kez görüp de hemen evlenmeye karar vermesine!
-“Peki Figen’le hiç konuşmadınız mı? diye sordu Sinan’a .”Ya umduğun gibi birisi
çıkmazsa? Keşke acele etmeden birbirinizi biraz tanısaydınız, daha iyi olmaz mıydı? En
azından birbiriniz için uygun olup olmadığınızı anlardınız.”
7
Sinan’ın biraz keyfi kaçmıştı Mehmet’in bu nasihatmış gibi sözlerine. Ama öte
yandan arkadaşının söylediklerinde haklı olduğunu da biliyordu.
-“Doğru söylüyorsun Mehmet”dedi Sinan. “Ama sen beni tanıyorsun. Ben öyle
senin gibi kızlarla konuşmayı çok iyi beceremem. Ayrıca babama da, bu yaştan sonra
daha fazla yük olmak istemiyorum. Hem komşuları Figen için “İyi kız” diyorlarmış,
artık hayırlısı neyse o olsun.”
Mehmet durgunlaşmıştı biraz. Sinan’a hem hak veriyordu, hem de onun acele ettiğini düşünerek kaygılanıyordu. Tam bu sırada dükkanın kapısı açıldı, içeri giren Alper’di. Hemen konuyu kapattılar.
-“Vay yavrum vay! Bizim oğlanlar çayları götürüyor da hiç haberimiz olmuyor”dedi Alper. “Kafamda acayip zonkluyor. Dün pavyonda öyle bir dağıtmışız ki hiç
sormayın, bir karılar gelmiş hepsi bebek gibi şerefsizim.”
Mehmet’le, Sinan bir an göz göze geldiler, ikisinin de yüzünde Alper’in şu an ki
densizce konuşmalarının verdiği rahatsızlık vardı. Ama birbirlerine komşu oldukları
içinde ona ters davranmayı pek istemiyorlardı, o yüzden her zaman yaptıkları gibi onu
şimdi de dinlemiş gibi yapıp bozuntuya vermediler.
Saatler ağır ağır ilerlemiş, vakit nihayet akşam üstünü bulmuştu. Mehmet’in heyecanı artık içine sığmıyordu. Birazdan dükkandan çıkacak ve aralarında masum bakışmalardan öte hiçbir şey olmamasına rağmen, daha şimdiden deli gibi tutulduğu kızın
yanına gidip onunla ilk kez konuşmaya çalışacaktı.
Bu arada İhsan bey de, dükkana gelmiş kesme çiçeklerin bulunduğu vazolardaki
eski suları yeniliyordu. Çelenk isteyen müşterisiyle ilgilenen oğlunun, hararetli ve mutlu
hali onunda dikkatini çekmişti. Gözlerinde ki parıltı uzaktan bile belli olan Mehmet’in
yaşadığı duyduları şu an çok iyi anlıyabiliyordu. Gençliğinde kendiside çok kereler aşık
olmuş ve bu aşklardaki en son durağı da Gülbahar teyze olmuştu. Aşkın insanı ne hallere soktuğunu iyi bilirdi. Derin bir nefes çekerek ”Demek şimdi de aşık olup, bulutların
üzerinde uçma sırası bizim kerataya geldi öyle mi?” diyerek duygu dolu gözlerle evladına bakmaya devam etti.
Büyük an gelmişti. Mehmet, dükkandaki müşterisini gönderdikten sonra, babasından izin alarak aceleyle dükkandan dışarı çıktı. Adımları şu an onu kara gözlü kızın
çalıştığı mağazaya götürürken, yüreği daha şimdiden deli gibi çarpmaya başlamıştı.
Hamiyet, mağazada kendilerine kıyafet bakan birkaç müşterisiyle ilgilenmiş, onlar
gittikten sonrada tezgahın üzerinde kalan gömlek ve kazakları katlamaya başlamıştı. Şu
son günlerde, farkında olmadan çiçekçi dükkanının önündeki, ela gözlü sempatik çocuğu düşünür olmuştu, tıpkı şu an düşündüğü gibi. “Hoş bir çocuk, belki öyle çok yakışıklı
biri değildi, ama insana güven veren mutluluk veren sıcak bakışları vardı.” diye geçirdi
içinden ve bu düşündükleri farkında olmadan yüzünde bir gülümsemeye neden oldu.
Büyük bir keyifle ve aynı düşünceler eşliğinde tezgahtaki kıyafetleri yeniden katlamaya
devam etti.
Mehmet, mağazanın kapısına kadar gelmişti. Ama, hala heyecandan dizleri zangır
zangır titriyor, bütün vücudunu ter basıyordu. Konuşmayı düşündüğü bütün sözler bir
anda aklından uçup gitmişti. Kendini biraz toparlayıp, tam mağazadan içeri giriyordu
ki! Bir anda bu düşüncesinden vazgeçti. Mağazanın vitrinine doğru yönelip kendine
gelmek için biraz zaman kazanmaya çalıştı.”Ne kadar aptalım” dedi, kendi kendine.
“Bu ne heyecan? Altı üstü içeri girip kendime bir şeyler bakacağım, fırsatını bulunca
8
da merhaba deyip konuşacağım.” diye söylendi kendine. Az önceki çaylaklığına çok kızıyordu, ama bir yandan da bu utangaç haline gülmüyor da değildi. Halbuki gün boyu
çiçekçi dükkanında, bir sürü kızla ezilip, büzülmeden rahat rahat, konuşup sohbet ediyordu. Sonuçta Hamiyet de bu konuştuğu kızlardan birisi gibiydi. Hem nerden bilecekti
ki ona karşı farklı duygular beslediğini? “Belki beni görünce hiç farklı tepki vermeden
normal müşteri gibi ilgilenecekti” diye düşünüp heyecanını biraz yatıştırmaya çalışsa
da, nafile. Mağazanın olduğu caddede bir aşağı, bir yukarı yürüdü ve bütün cesaretini
toparlayarak, bu sefer yeniden emin adımlarla doğruca mağazanın kapısına yöneldi.
Daha kapıdan henüz girmişti ki Hamiyet’i bir anda karşısında buldu! Mehmet’in vücudu alev alev yanıyordu şimdi! Karşısında duran ve en az kendisi kadar şaşırmış olan,
kara gözlü kıza doğru yürürken, ayakları adeta yerden kesilmiş, kendini havada uçuyor
gibi hissediyordu. Sonunda yanına kadar gelerek, pek de anlaşılamayan bir sesle, “Merhaba” dedi.
***
Havva hanım, geceden ıslattığı fasulyeleri tencereye koymuş, yavaş yavaş akşam
yemeğinin hazırlığını yapıyordu. o sırada elinde sigarayla Battal bey de girdi mutfağa.
Kocasının canı sıkkındı. Köyde yoksulluk içinde yaşarken, “Belki İstanbul’da durumumuzu yoluna koyarız” diye buraya göçmüş, ama yoksulluk, sefillik burada da peşlerini
bırakmamıştı. Aldığı az bir emekli maaşı, bir de kızın getirdiği üç beş kuruşla ayakta
kalmaya çalışıyorlardı. “Zavallı oğulları ne yapsındı? Piyasada iş mi vardı doğru dürüst? Bu yokluktan kurtulmanın tek yolu bu cahil kızı adam gibi, cebi paralı biriyle evlendirmek”diye düşünüyordu sürekli.
Havva hanım, moralinin bozuk olduğu her halinden belli olan kocasına baktı.
-“Ne o herif, canın sıkkın gene.”
Battal bey karısının yüzüne dik dik baktı.
-“Sanki niye sıkkın olduğunu bilmiyormuş gibi birde soruyorsun. Canım nasıl
sıkılmasın ki? Evin kirası, geçimi, iki yakamız bir araya gelmiyor. Biz bu kızı adam gibi
birine veremezsek sonumuz felaket, aha ben buraya yazıyorum”dedi homurdanarak.
Karısı biraz kızgın bir ses tonuyla :
- “Herif!” Dedi. “Biz bu kızı bugüne kadar ne demeye besledik? Evde süs olsun diye
mi? Öyle kıçı kırık çulsuza verecek değiliz ya! Sen ne demeye boş yere kuruntulanıyon
şimdi gene?”
***
Hamiyet, şu an şok olmuş durumdaydı! Bütün gün, hep onu düşündüğü çiçekçi çocuk, hiç ummadığı bir anda kapıdan girip, yanına gelerek “Merhaba” demişti kendisine.
İkisi de şu an birbirlerinin gözlerine paniklemiş bir halde, derin derin bakıyorlardı.
Hamiyet’in kara gözleri şaşkınlıktan kocaman kocaman olmuş, beyaz tenli yüzü kızarıp
öylece kalakalmıştı. Neden sonra, o da Mehmet’e :
“Merhaba hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim? diyebildi.
Hamiyet’in sıcak bakışları, Mehmet’in heyecanını az da olsa yenmesine neden olmuştu.
“Kendime bir kazak bakmak istiyorum da, modellerinize bir bakabilir miyim ?”dedi
Mehmet.
9
“Tabi!” dedi Hamiyet.”Sizi şöyle alayım” diyerek karşı taraftaki kazakların olduğu
tarafa doğru ilerlemeye başladı. Mehmet’te Hamiyet’in arkasından ilerlerken, Hamiyet’in ardında bıraktığı teninin ve parfümünün kokusunu öyle bir içine çekti ki, koku
adeta bütün hücrelerine yayıldı. Mehmet’in belleği bu kokuyla, o kara gözleri hemen
harmanlayıp ölene dek unutulmasın diye yüreğinin derinliklerine çoktan yazmaya başlamıştı bile!
Hamiyet, raftan indirdiği farklı modellerdeki kazakları Mehmet’e gösterirken
oldukça telaşlıydı. Bu arada da kafası biraz karışmıştı! “Bu çiçekçi çocuk buraya tesadüfen mi gelmişti? Yoksa özellikle beni görmeye mi? Eğer buraya benim için geldiyse
burada çalıştığımı nereden biliyordu ki? diye sordu kendi kendine. Kazakları gösterirken belli etmeden Mehmet’e bakıyordu. “Hoş bir yüzü vardı özellikle de ela gözleri çok
hoş”diye düşündü.
Mehmet, tezgahtaki kazaklara bakarken, çaktırmadan o büyüleyen gözlere bakmayı da ihmal etmiyordu. Özellikle konuşurken o güzel dudaklarının arasından gözüken bembeyaz dişleri ve bunları çerçeveleyen o beyaz tenli nurani yüzü. Günlerdir hayalinden başka hiçbir şey düşünemediği bu kıza, bu kadar yakın olmak, nefesini içine
çekmek, sesini duymak Mehmet’i adeta büyülemişti. “Bu kızla bir an önce konuşmalıyım” diye aklında geçirdi. Yoksa sabahları karşılaştıklarında gene iki yabancı gibi sadece bakışacaklardı.
-“Sizce bana hangi model daha iyi olur?” diye sordu Mehmet.
Hamiyet’in hoşuna gitmişti, Mehmet’in kendine danışması. Anlıyordu artık Mehmet’in
kaçamak bakışlarından ve kendisiyle konuşmaya çalışmasından, kendisi için buraya
geldiğini. Tezgahın üzerindeki modellerden, Mehmet için seçtiği beyaz boğazlı kazağı
katlarken, onun gözlerine neşeyle bakarak:
-“Sizinde çiçekçi dükkanınız var galiba? Sabahları işe gelirken sizi hep orada görüyorum. Ben de çiçekleri çok severim, benim de odamda bir sürü çiçeğim var” dedi .
-“Sizin de çiçekçi dükkanınınz var galiba” kelimesi Mehmet’in çok hoşuna gitmişti.
“Demek ki beni orda fark etmiş” diye geçirdi içinden sevinçle.
“Evet” dedi Mehmet. “Çiçekçi dükkanı bizim. Eğer sizin de çiçeklerle ilgili bir
ihtiyacınız olursa bende sizi beklerim. Bu arada benim adım Mehmet” diyerek elini
Hamiyet’e doğru uzattı.
Hamiyet bir an ne yapması gerektiğini karar veremedi! Sonra, biraz da çekinerek
“Benim adım da Hamiyet, memnun oldum” deyip, Mehmet’in kendine uzattığı eli yavaşça tuttu. İşte o an ikisi de ellerinden yüreklerine doğru sıcak bir şeylerin aktığını hissettiler.
***
İhsan bey, dükkanı kapatıp zaten çok yakın olan evlerine doğru yürümeye başlamıştı. Tam binaya girecekken gözü tesbihçi Yusuf bey’in dükkanına takıldı, zaten dükkan binanın giriş katındaydı. Yusuf bey’in, yakında kız isteme işlerinin olduğunu biliyordu, “Yapabileceğim bir şey var mı? Ne de olsa komşuyuz. Ayrıca baba oğul bir başlarınaydılar, yanlarında onlara destek olacak kimseleri de yok”diye düşünmüştü.
-“İyi akşamlar üstat, kolay gelsin” dedi İhsan bey.
-“Ooo, iyi akşamlar! Hoş geldiniz” dedi Yusuf bey, yüzü gülerek. Çok sevinmişti
İhsan beyi karşısında görünce.Çünkü şu kız isteme işi çıktığından beri, kendini çok daha yalnız hissetmeye başlamıştı.
10
-”Sizi gördüğüme çok sevindim şöyle buyrun geçin” dedi, tezgahın yanında ki boş
sandalyeyi göstererek. İhsan bey usulca geçti oturdu sandalyeye. Ellerini dizlerine koyarak:
-”Hayırlı olsun bakalım şimdiden, hafta sonu kız istemeye gidiyormuşsunuz”dedi.
-“ Evet” dedi Yusuf bey, mutlu bir ses tonuyla. ”Kısmet olursa bu hafta sonu gideceğiz bakalım. Bizim Sinan’ın evlenme zamanı gelmişti artık. Hanımı da yılar önce kaybettik biliyorsun. Kolay olmuyor evi çevirmek. Hadi ben neyse yaşlandım, bekarlığa da
alıştım, yalnızlığa da. Ama, Sinan genç adam. Bir sürü ihtiyacı oluyor, evlensin yuvasını
kursun. Askerliğini de yaptı zaten. Bu dükkan ikimize de yeter, geçinir gideriz. Hiç olmazsa sağlığımda bu işler olsun da gözüm arkada kalmasın”dedi Yusuf bey. Bunları
söylerken oldukça duygusallaşmıştı. Bu arada “Darısı Mehmet’in başına” demeyi de
ihmal etmemişti.
-“İnşallah” dedi İhsan bey. “Bizim Mehmet de üç ay sonra asker.”
Hayırlısıyla bir yapsın gelsin de, ona da hayırlı bir kısmet buluruz bakalım. Bu
arada komşum, bizim yapabileceğimiz bir şey var mı ?”
İhsan bey’in, “yapabileceğimiz bir şey var mı” sözleri bile Yusuf bey’i az da olsa
rahatlatmıştı. On gündür, kafası hep bu kız isteme işiyle meşguldü. Kızın ailesini doğru
dürüst tanımıyordu. Ayrıca kızın “Olur” sözünü aldıktan sonra, bu işin nişanı, kınası,
düğünü olacaktı. Bu yaşlı haliyle bunların altından kalkmak kolay mıydı? Açıkçası, oldukça bunalmıştı bu aralar. İhsan bey’e dönerek yardım ister bir ses tonuyla:
-“Eğer sizler için sakıncası yoksa, kız istemeye giderken sizi ve Gülbahar hanımı
da götürmek istiyoruz?”dedi.
-“Elbette“dedi ihsan bey. Hoşnut olmuştu Yusuf bey’in bu davetinden. Çünkü Sinan’ı da, oğlu gibi severdi. O’nun böylesine önemli bir işinde yardımcı olmak kendisine
mutluluk verirdi. “Komşum o zaman haberleşelim, ona göre bir program yaparız” dedi,
iyi akşamlar diyerek dükkandan ayrıldı.
İhsan bey, apartmanın merdivenlerini ağır ağır çıkarken, Yusuf bey’in, “Darısı
Mehmet’in başına”sözünü düşünüyordu. Gerçekten şu an oğlunun hayatında bir kızın
varlığı aşikardı, ama şunun şurasında bu çocuk birkaç ay sonra askerdi. “Acaba bu sonu hayırlı olacak ciddi bir ilişki mi olurdu? Yoksa iki gün sonra bitecek öylesine bir
gençlik aşkı mı?” diye tasalanmadan edemedi.
Melek, masaya yemek örtüsünü sermiş, tabakları yerleştiriyordu. Bu akşam yemeğini annesin de yiyeceklerdi.
-“Kızım sen bırak ben yaparım.” dedi Gülbahar teyze. “Canımın içi zaten karnın
burnunda!” Kıyamıyordu canparesine. Çünkü doğum yapmasına bir aydan da az bir
süre kalmıştı. Ailede herkes gün sayıyordu. Bu yeni gelecek minik misafir için. Melek’in
daha hamile olduğunu öğrenir öğrenmez, doğmamış torununa şimdiden bir sürü kıyafetler örmüştü Gülbahar teyze. Bu arada sofra kurulmuş, Mehmet hariç herkes masadaki yerini almıştı. Babası tahmin ediyordu oğlunun neden geç kaldığını. Dükkandan
çıkarken görmüştü gözlerindeki ışığı ve yüzündeki heyecanı. Tecrübeleri ona hemen
fısıldamıştı oğlunun bir kız arkadaşıyla buluşmaya gittiğini.
Yemeğe henüz başlamışlardı ki, kapı çaldı, gelen Mehmet’ti. Masaya oturmadan
direk banyoya geçip elini yüzünü yıkadı ve “İyi akşamlar” diyerek o da sofradaki yerini
aldı. Yüzündeki mutluluğun nedenini, şu an sofrada oturan herkes biliyordu artık. Annesi Mehmet’in davranışlarından artık bir sevdiği olduğunun farkına varmış ve bunu
da kızı Melek’e anlatmıştı. Melek de bir bir akşam yemeğinde, Murat’a bahsetmişti bu
durumdan. Yemekten sonra çay içip sohbet ettiler. İlerleyen saatlerde Melek ve Murat
kendi evlerine çıkınca, Mehmet hemen sabırsızlıkla annesine, babasına “Ben yatıyorum,
iyi geceler”, diyerek odasına geçti. Üzerini değiştirdi ve bugün yaşadıklarını, bu kez ha-
11
yalen de olsa yeniden yaşamak için yatağına uzandı. Gözlerini diktiği tavan, bu akşam
üstü mağazada yaşananları gösteren dev bir ekrana dönmüştü adeta. Ekrana önce, yüreğini titreten güzelliğiyle Hamiyet geldi. Baktığında insanın içini ürperten kocaman
kapkara gözler ve bugün yakından gördüğü o gözleri dantel gibi kaplayan uzun kirpikler. Ya güldüğünde o etli kırmızı dudaklarının arasından ışıldayan, kar beyazı dişler.
Başını döndüren teninin kokusu. İnsanın kulağına bülbül nağmesi gibi gelen sesi. Kazaklara bakarken, bu güzellikleri hafızasının derinliklerine iyice kazıyabilmek için özellikle oyalanmıştı. Hamiyet, sizi hep çiçekçi dükkanın önünde görüyorum’ demişti. “Demek o da beni fark etmişti. Acaba o da benim ona hissettiklerimi hissediyor muydu?
Belki ediyordu, belki etmiyordu? Ya ben böyle kendi kendime gelin güvey olurken onun
konuştuğu, birlikte olduğu birisi varsa? Varsa zaten ortaya çıkacaktı ne yapalım. Ama,
ya yoksa! Bir an önce onu kendime aşık etmeliydim”diye düşünürken yavaş yavaş tatlı
bir uykuya dalmıştı Mehmet.
Hamiyet, gece yarısı su içmek için kalkmıştı. Mutfakta, sürahiden bardağına su
doldururken, gözleri pencerenin kenarındaki mor çiçekleri olan çöl menekşesine takıldı.
Bir anda yüzünde minik gülümseme oldu! Aklına o an Mehmet gelmişti. Gözleri daldı,
masanın yanındaki sandalyeyi hafifçe çekerek oturdu ve onu düşünmeye başladı. Bu
arada bütün uykusuda bir anda kaçmıştı. Şu mutsuzluklarla dolu hayatında, hasret
kaldığı bir coşkuyu yaşıyordu yüreğinde. İnsana güven veren temiz yüzünü, ela gözlerindeki sevecenliği, insana huzur veren sesini. Oldukça hoşlanmıştı Mehmet’den. Cesaretine de hayran kalmıştı, çünkü Mehmet’in alış verişi bahane ederek sırf kendisi için
geldiğinden emindi artık. Şöyle bir düşündü. ”Hadi diyelim birbirimizden hoşlandık ve
çıkmaya başladık. İyi ama bu işin sonu ne olabilirdi ki? Ona aşık olsa, arkasından evlilik. Evlilik belki de, yokluğun, huzursuzluğun karabasan gibi çöktüğü bu evden kurtulmak demekti. İyi ama mehmetin maddi durumu nasıldı ki? Dükkan kendisinin miydi?
Arabası var mıydı? Hali vakti iyi miydi? Çünkü annesi,babası onu “Hep gücü yerinde
olan biriyle evleneceksin” diye şartlandırmışlardı. Böylelikle hem kendileri, hem kızları
rahata, feraha erecekti, ama bu tamamen onların arzusuydu.
Bu düşünceler, canını sıkmış kafasını karıştırmıştı. Az önce yaşadığı mutluluğun
yerini, şimdi karamsarlık almıştı. Masadan kalkarak, odasına doğru ilerledi, salondan
geçerken yengesinin çocukla beraber, gene kanepede uyuduklarını gördü. İçi burkuldu!
Abisi, gene gecenin bir yarısında içip gelmiş, yengesini döverek yataktan kovmuştu. Zaten, bu evdeki tek dert ortağı Gülsüm yenge’siydi. O’nun da kaderi hiç gülmemişti. Küçük yaşta o da bütün genç kızlar gibi mutlu bir yuva kurmanın hayaliyle evlenmişti abisiyle. Ama, abisinin bitmek bilmeyen dayakları, küfürleri, anne babasının ona hizmetçiymiş gibi davranmaları, yengesinin o güzel yüzüne bir sürü keder dolu bakış sığdırmıştı. Gülsüm yenge’si, ilkokuldan sonra okumamıştı, ama okumaya çok sevdiği için
evde bulduğu her şeyi son noktasına kadar okur, bu okuduklarını da kendisiyle paylaşırdı. O’na, Mehmet’den de bahsetmişti. Her gün çiçekçi dükkanının önünde karşılıklı
nasıl bakıştıklarını ve mağazaya kendisini görmeye geldiğini anlattığında, yengesi de çok
heyecanlanmış ve her akşam odaya gelip “Bugün neler yaptınız?” diye sorar olmuştu.
İçli bir “Üff” çekerek, odasına gitti. Yatmadan önce o elemli yüzünde minik bir tebessüm belirdi! Mehmet’in mağazaya girdiğinde, kendisine o tatlı sesiyle “Merhaba” deyişini hatırlamıştı.
Güneşin ilk ışıkları, penceredeki tüllerin arasından sızıp, Mehmet’in odasını yavaş
yavaş aydınlatmaya başlamıştı. Mutfaktan gelen tabak sesleri annesinin kahvaltıyı hazırlamak üzere olduğunun işaretiydi. Mehmet’in içinde öyle bir mutluluk vardı ki yatağından adeta uçarak kalktı. Büyük bir keyifle dün akşamı hatırladı. Hamiyet’le yaşa-
12
dıkları gene gözlerinin önünden geçiyordu. Bunları düşünürken bile heyecanlanıyor, içi
bir hoş oluyordu. Birazdan dükkanı açtığında gene karşılaşacak ve belki de bu sefer, az
da olsa konuşacaklardı. Belki de Hamiyet dükkana girip çiçeklere bakmak bile isteyecekti. Bu son düşünce, Mehmet’in evden fırtına gibi çıkmasına neden oldu.
Murat, sabah ki dersine girmiş, ders bitince de öğretmenler odasına gelip, diğer
ders saati gelene kadar buradaki öğretmen arkadaşlarıyla sohbet başlamıştı. Tam bu
sırada öğretmenler odasının telefonu çaldı. Arayan kişi telaşla Murat’ı istiyordu. Murat, endişeli bir şekilde ahizeyi eline aldı! Telefondaki kişinin anlattıkları karşısında
yüzü bir anda bembeyaz olmuş, olduğu yerde donup kalmıştı! Öğretmen arkadaşlarının
şaşkın bakışları arasında hiçbir şey demeden odadan koşarak dışarı çıktı.
Mehmet, Hamiyet’i görmesi garanti olsun, diye dükkanı bu kez daha da erken açmıştı. Dükkandaki işlerini yaparken bir taraftanda Hamiyet’le, karşılaşınca neler konuşacağını tasarlıyordu. Saate baktı tam Onun geçme saatiydi. Hemen elindeki yarım işleri
bırakarak, aynada saçlarına ve üstüne başına baktı. Sonrada hem üstüne, hem de dükkanın içine bolca parfüm sıktı, olura Hamiyet dükkana girerse güzel koksundu. Şimdi
dükkanın önüne çıkmış ve bir atmaca kuşunun dikkatiyle, Hamiyet’in geleceği yöne
doğru bakıyordu. Caddenin yukarısından, dükkana doğru gelen bir sürü insan vardı,
ama bir türlü Hamiyet’i göremiyordu. Tekrar dikkatlice baktı, bir daha baktı ve bir
anda gözleri parladı! Gelen Hamiyet’ti. Simsiyah saçları krem pardösüsüne dökülmüş,
elinde çantası salına salına, kendisine doğru geliyordu.
Tam bu sırada Alper de çıktı dükkanın önüne! Mehmet’in caddenin yukarısına
dikkatli dikkatli baktığını görünce, bir şeyler sezinlemişçesine o da o yöne bakmaya başladı.
Mehmet, zaten sevmediği Alper’in de kapıya çıktığını görünce bir anda rengi attı!
Hamiyet’in dükkana oldukça yakınlaştığı,bir anda dükkanın telefonu çalmaya başladı.
Mehmet hemen aceleyle telefona bakıp gelmek istedi. Fakat, ahizeyi eline aldığında bir
anda suratı bozardı! Kaygılı bir şekilde telefonla konuşurken, bir anda gözü kapının
önünden geçip giden Hamiyet’e takıldı. Ahizeyi kapattıktan sonra, aceleyle dükkandan
çıkıp, hemen hastanenin yolunu tuttu.
Taksi şoförü, arabasını son sürat kullanıyor ve sürekli kornaya basıyordu! Ön koltukta oturan Murat, sürekli “Allahım sen onları koru, bana bağışla” diyor ve göz yaşlarına hakim olamıyordu. Şoför, Murat’ın bu perişan halini gördükçe gaza daha da yükleniyordu. En sonunda hastaneye vardılar.
Murat’ı, öğretmenler odasındayken arayan kişi, kayınpederi İhsan bey’di. Telefonda, Murat’a, Melek’in sabah pişirdiği çorbadan, alt kattaki annesine götürürken,
ayağının kaydığını ve merdivenlerden düştüğünü söylemişti. Gürültüyü duyan annesi
kapıyı açıp yerde yatan kızını görünce dehşete düşmüştü! Kızı sürekli,”Ne olur yavrumu
kurtarın, ne olur bebeğimi kurtarın demiş” sonrada bayılmıştı. Ve şimdi bütün aile, hastanede endişeyle doktorun Melek’in odasından çıkmasını bekliyorlardı. İhsan bey, Murat’ı aradıktan hemen sonra Mehmet’i de aramış, ona da dükkanı kapatarak aceleyle
hastaneye gelmesini söylemişti.
Aradan yaklaşık yarım saat geçtikten sonra, Melek’in odasına giren doktor yeniden dışarı çıkmış, gözlerinde endişeli bir hal belirmişti. Zaten, tetikte duran aile doktorun bu halini görünce hemen etrafını çevirip soru ardına soru sormaya başladılar.
Doktor önce herkesi sakinleştirdi sonrada temkinli bir biçimde konuşmaya başladı.
13
-“Maalesef hastamız merdivenlerden düşerken vücudunun bir çok yerini merdivenlere sertçe vurmuş! Kendisinde bir iç kanama tespit ettik, hemen ameliyata almak
zorundayız. Bu arada karnında ki çocuğu da acilen sezaryenle almamız gerekiyor. Sizlere şu an bu kadarını söyleyebiliyorum. Anne ve bebek için elimizden geleni yapacağız.”dedi.
On dakika sonra baygın halde ki Melek’i odadan çıkarıp ameliyathaneye götürürlerken hepsinin yüreği parçalandı. Mehmet, ilk kez eniştesini böyle ağlarken görüyordu.
Annesinin de gözyaşları hastaneye geldiğinden beri hiç dinmemişti. Babasına baktı,
adamcağız saatlerdir oturduğu banktan hep yere doğru bakıyordu. Mehmet anlıyordu
babasının yüzündeki ifadelerden şu an yaşadığı üzüntüyü ve içine akıttığı göz yaşlarını.
Ama özellikle eniştesi perişan bir haldeydi, adeta yıkılmıştı. Eniştesinin bu haline hiç
şaşırmamıştı, çünkü ablasıyla birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini, birbirlerine ne kadar tutkun olduklarını herkes biliyordu. Tam o sırada Murat yerinden kalkarak ağır
ağır koridorun sonunda kendisini kimsenin göremeyeceği bir köşeye doğru yürüyüp
orada durdu. Ellerini yavaşça açarak acı içinde dua etmeye başladı:
-“Allahım, bugüne kadar ne istedimse verdin ve bu verdiklerinin en kıymetlisi olan
eşimin yaşaması şu an senin taktirinde. Senden tek isteğim ya onu bana bağışla, ya da
onun canını aldığın an benim canımı da hemen al. Beni onsuz bir an bile yaşatma!”.
Murat’ın göz yaşları adeta sel olmuştu.
Aradan yaklaşık üç saat geçmişti ki ameliyathanenin kapısı yavaşça açıldı. Üzerinde yeşil ameliyat elbisesi ve ağzında beyaz maskesiyle çıkan doktor, Melek’i acil ameliyata almamız gerekli diyen doktorla aynı kişiydi. Saatlerdir endişe ve korkuyla bekleyen
aile bir anda doktorun çevresini kuşattı.
Ağzında ki maskeyi yavaşça indiren doktorun gözlerinde mutluluk vardı!
-“Hadi bakalım gözünüz aydın! Nur topu gibi bir kızınız oldu. Ayrıca hastamızın
durumu gayet iyi. Sadece merdivenlerden düşerken bebeğe bir şey olmasın diye kendini
son anda omuzlarının üzerine atmış, bu sayede bebeği kurtarmış. Omuzunun birkaç
yerinde ezilmeler var, ama endişe edilecek bir durum söz konusu değil. Fakat her ihtimale karşılık anneyi birkaç gün burada müşahade altında tutmak zorundayız” dedi
doktor.
Saatlerdir korkudan ve üzüntüden akan göz yaşları şimdi mutluluk göz yaşlarına
dönmüştü. O gece geç saatlerde eve geldiler. Mehmet üzerini değiştirip kendini yatağa
bıraktığında, kafasında adeta bir düşünce pazarı kurulmuştu. Bugün hastanede hayatının en zor, en kaygılı günlerini geçirmişti ama çok şükür ki her şey iyi bir şekilde
sonbulmuştu. Bu arada Hamiyet geldi gözlerinin önüne, o an öyle bir keyiflendi ki, sabahtan beri yaşadıklarından dolayı gerilen vücudu bir anda gevşedi. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Onunla göz göze gelmelerine, son anda çalan telefon engel olmuştu.
Eğer karşılaşsalardı, belki de konuşabileceklerdi. Bir an Hamiyet’le sabah karşılaştıklarını ve onun dükkana girdiğini hayal etti. Elele tutuştuklarını, sonra Hamiyet’in o incecik beline sarıldığını ve onun da sırtını göğsüne dayayıp raflardaki çiçeklere hayran
hayran baktığını düşledi. Bu arada sürekli olarak aklına takılıp, canını sıkan, bir şey
vardı ama Tam olarak bunun ne olduğunu bir türlü bilemiyordu! Bugün yaşadıklarını
düşündü, bir türlü bulamadı neden kaynaklandığını. Yeniden Hamiyet’i düşünmeye
devam etti. Bir an onu ne kadar çok özlediğini fark etti. İçini aydınlatan o kara gözleri,
yüreğinde binlerce çiçeği açtıran gülüşünü... ona aşık olduğunu biliyordu artık. “Onu
daha çok görmeliyim, ama nasıl?”diye düşünmeye başladı. “Kapının önünde çok kısıtlı
görüşebiliyorlardı. Bu sürede de ona olan duygularını nasıl açabilirdi
ki? Mağazaya
gitse ... Orada da çok fazla rahat konuşamazdı. Sonuçta orada çalışıyordu ve onu zor
durumda bırakabilirdi. Ayrıca patronundan ya da orada beraber çalıştığı arkadaşların-
14
dan çekinip kendisine soğuk davranabilir, daha başlamadan her şey şak diye bitebilirdi.”. Bu arada Mehmet şimdi hatırlamıştı, sürekli düşüncelerine karışıp canını sıkan
şeyin ne olduğunu. Bu Alper’di. Sabah Hamiyet’e bakarken, o da kapıya çıkıp Hamiyet’e doğru bakmıştı. Ne, geçen gün Hamiyet’le ilgili söylediği o pis lafları, ne de Hamiyet, kapıdan geçerken kendisine selam verdiğinde, Alper’in yüzünde kin dolu bakışları
halen unutmuş değildi. Hiç hoşlanmıyordu bu çocuktan. Bu aralar ondan iyice nefret
etmeye başlamıştı. İki kelimeyi bir araya getirip, doğru dürüst bir kızla konuşmayı beceremez. Ya parasının gücünü kullanıp pavyonlarda kızlarla alem yapar, ya da para
sıkıntısı çeken kızlara musallat olup onların gözlerini boyar, sonra da bu kızları kullanıp bırakırdı. Hatta bu kızlardan bazılarını, gittiği pavyonlarda ki adamlarla tanıştırıp
orada çalışmalarını sağladığını bile duymuştu. Bu son düşündükleri canını sıkmıştı. Daha fazla düşünüp celallenmemek için tekrar kendisine ninni gibi gelen Hamiyet’in sesini
düşünüp uyumaya çalıştı.
Tanyeri ağarmış, çatılardan havalanan güvercinler karınlarını doyurmak için çoktan uzaktaki tarlalara uçmuşlardı. Sabahın bu ilk saatlerinde İhsan bey de içinde büyük
bir coşku ve gururla kalkmış, bir an önce yeni doğan torununu görmek için hastaneye
doğru gidiyordu. Bir taraftan hüzünle emektar arabasının radyosundan çalan Türk sanat müziği parçalarını dinlerken, bir taraftan da dede olmanın tatlı duygularını yaşıyordu .
Kızının da kendisi gibi bir kızı olmuştu. “Acaba kime benziyordu, kendinden bir
parça olan bu sevgili minik torunu?” Bunları düşünürken gözlerinin içi ışıldıyordu sevinçten. Hastaneye oldukça yaklaşmıştı, kırmızı ışıkta beklerken aklına Melek’le, Mehmet’in doğumları geldi. Onları, doğumdan sonra ilk kez kucağına alışını, öpüşünü koklayışını hatırladı. Minik parmaklarını tutarken hissettiklerini. Gözleri yaşarmıştı şu an.
Yıllar sonra bu minik torun gene aynı heyecanı ve mutluluğu yaşatıyordu kendisine.
“Ee İhsan, bak sende dede oldun!” dedi kendi kendine. Duyguları had safhaya çıkmıştı.
Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sabah gelirken dükkana uğramış, kızına merdivenlerden düşerken sırf bebeğine bir şey olmasın diye hayatını feda eden -biricik kızına, koca bir demet çiçek hazırlamıştı. Bu arada aklına Mehmet geldi “İnşallah onun
da böyle mutlu günlerini görürüm” diye geçirdi içinden.
Hamiyet, üzerine gömlek deneyen müşterisiyle ilgilenirken, kafası oldukça dalgındı. Dün sabah Mehmet’in dükkanına yaklaşırken, onu bir an dükkanın önünde görmüş,
ama dükkana yaklaştığın da Mehmet birden dükkana geri girmişti. “Acaba o an benim
gelişimi fark etmedi mi?” diye düşündü. “Çünkü ona baktığında Mehmet’in yüzü başka
bir yöne dönüktü. Ayrıca bu sabah da oradan geçerken dükkan kapalıydı!” Bir an kendini kötü hissetti.“Duygularında yanılıyor muydu? Mehmet’i görmek, içinde bugüne
kadar hiç hissetmediği ve her geçen gün onu gördükçe daha da büyüyen farklı duyguların oluşmasına neden oluyordu. Tatsız tussuz karanlık hayatını, o ela gözler aydınlatmış,
kışı kovup baharı getirmişti hayatına. “İyi ama dün neden beni görmek istemedi? Ya
bugün? Yoksa benim hissettiğim duygular tek taraflı mıydı? Ama böyle olması mümkün değildi. Onun da, benden hoşlandığını bakışlarından ve mağazaya geldiğindeki davranışlarından belliyidi. Yoksa, yanıldım mı?” diyerek morali bozuk bir halde müşterisiyle ilgilenmeye devam etti. Bu arada bir şey dikkatini çekmişti, Kuyumcu çocuk! Dün
sabah oradan geçerken gözlerinin içine öyle bir bakmıştı ki, sanki bir şeyler demek ister
gibi bir hali vardı…
15
Mehmet’in içi içini yiyordu! Dün gece geç yattığı için bu sabah kalkamamış,
dükkanıda bir hayli geç açmak zorunda kalmıştı. “Tüh”! dedi içinden. “Keşke saati
kursaydım. Zaten dün kapıda Hamiyet’i gördüğüm halde kendimi ona gösteremedim .
Bugün de uyuyacağım diye kaçırdım. Acaba bu sabah geçerken, dükkanda ben var mıyım diye bakmış mıdır? İki gündür beni göremeyince merak etmiş midir neden yokum
diye? Yoksa farkında bile değil miydi yokluğumun? Ben onu böyle her saniye düşünürken, o beni hiç düşünüyor muydu ara sıra da olsa? Mehmet, karamsarlığa düşmüş, tam
canını sıkacak olumsuzluk kapılarını arka arka açmaya başlamıştı ki, imdadına kapıdan
neşeli bir şekilde giren Sinan yetişti. Daha girer girmez de:
-“Kolay gelsin bakalım taze dayımız” diye takıldı Mehmet’e.
Mehmet’in keyfi yerine gelmişti Sinan’ı görünce .
-“Sağol Sinan hoş geldin. Gel şöyle otur” diyerek masanın yanındaki boş sandalyeyi ona doğru uzattı.
-“Hayırlı olsun bakalım, tebrik ederim”dedi Sinan. “Artık dayı oldun yani? Güle
güle büyütün. Ama dün çok korktuk biliyor musun? Babamla dükkandaydık, birden
apartmandan bağırma sesleri geldi! içeri koşarak girdiğimde bir de ne göreyim? Melek
yerde yatıyor Gülbahar teyze ve diğer komşular da başında avaz avaz bağırıyorlar.
Hemen taksi çağırıp hastaneye acile götürdük. Sonra da öğrendik ki bir kız yeğenimiz
olmuş, ancak o zaman içimiz rahatladı”.
-“Hiç sorma”dedi Mehmet. “Dün hastanede yaşadığımız sıkıntıyı, endişeyi Allah
kimseye yaşatmasın be Sinan. Aklımızdan neler geçmedi ki! Neyse ki ne ablama ne de
yeğenime bir şey olmadı da hepimiz derin bir oh çektik”. Mehmet birkaç saniye durduktan sonra, meraklı bir şekilde Sinan’a baktı. “Asıl sen anlat bakalım, yarın akşam kızı
istemeye gideceksiniz heyecanlı mısın bari? Hadi artık evlen de bir yeğenimiz de senden
olsun” dedi gülümseyerek.
Sinan hafif mahcupça tebessüm etti, Mehmet’in bu sözlerine.
-“İnsan heyecanlanıyor tabi” dedi Sinan. “Oraya gittiğimizde ne konuşacağım?
Neler soracaklar ?Nasıl olacak bütün bunlar bilmiyorum. Düşündükçe ter basıyor zaten
beni. Zor işlermiş Mehmet bunlar. Kaç gündür gözüme doğru dürüst uyku girmiyor.
Neyse ki annenle baban da kız istemeye giderken bizimle gelecekler de o beni biraz rahatlatıyor. Hayırlısıyla şu isteme işini bir atlatabilseydim gerisi kolaydı”.
Mehmet, sanki Sinan’ın söylemek istediği başla şeyler de varmış gibi hissetti. İçinde tuttuğu bir kaygısı varmış gibiydi. Elini Sinan’ın omzuna koyarak,
-“Başka sıkıntımız yok değil mi? diye sordu dostça bir sesle .
Sinan, konuşmakla, konuşmamak arasında bir an tereddütte kaldı,sonra burnundan derince bir iç çekerek konuşmaya başladı:
-“Bak Mehmet geçen sene ben bir şey yaşadım, onu şimdi seninle paylaşmak istiyorum. Benim evlenme niyetinde olduğumu bilen memleketteki uzak akrabalarım, babama, kendi binalarında oturan bir kızın resmini göndermişler. Resme baktım kız hoşuma
gitti. Sonra ben de onlara kendi resmimi yolladım. Kıza, ailesine belli etmeden resmimi
göstermişler, O da beğenmiş. “Kısmetse neden olmasın?” demiş. Biz burada babamla
heveslenip, kendi kendimize gelin güvey olduk. Ama gel zaman, git zaman, baktık ki bir
türlü bizim akrabalardan ses soluk çıkmıyor. Babam, biraz sıkıştırınca duyduk ki kızın
ailesi, “Biz tesbihçiye kız mız vermeyiz” demişler. Bu beni çok yaraladı Mehmet. Anlayacağın işimi küçümsemişler, halbuki yeri geliyor ben burada imamesi altın, boncukları
kehribar taşından olan sadece bir tesbihten bile bir sürü para kazandığım oluyor. An-
16
layacağın evlendiğimde kimseye muhtaç olmadan yaşayabilirim. Korkum şu! Acaba
Figen’in ailesi de hadi ilk başta benim işime bir şey demediler, ama sonra birileri akıllarına girer de vazgeçerler mi diye?”.
Mehmet, çok şaşırdı Sinan’ın dediklerine! Açıkçası kendi hayat tecrübesinin şu an
için Sinan’a teselli verecek kadar dolu olmadığını biliyordu. Ama, aklına babasının tatile gittiklerinde eniştesi ve kendisiyle çay bahçesinde otururken böyle bir meseleyle ilgili
yaptığı sohbet gelmişti. Şöyle kafasında biraz toparlayarak, yüzünü tasalı bir hal almış
Sinan’ın yüzüne çevirdi.
-“Sinan söylediklerinde haklısın. İnsanlar, maalesef hemen ne iş yaptığına bakıyorlar. Tamam, tabiki bakacaklar. Buna bir şey dediğim yok. Adam mısın, değil misin?
Bunu, ikinci plana atıyorlar. Halbuki insanın, eşinin saçlarını sevgiyle okşaması için,
akşam elinde bir adet gül ile gelmesi için ve ya hiç ummadığı bir anda “Seni seviyorum”
demesi için, ne müteahhit, mühendis,ö ğretmen ne de simitçi, temizlik işçisi, ve ya
tesbihçi olması gerekmiyor ki. Önemli olan bunları yapabilecek düşüncede olmak, eşine
yüreğinden söküp verdiğin bir avuç sevgi, cebinden çıkarıp, ruhsuzca verdiğin bir ton
paradan daha çok mutlu eder onu. Babam hep derki, “Mutlu bir aile varsa orda muhakkak, saygı ve aşk vardır”.O yüzden sen tesbihçi olduğun için kız verirler mi, vermezler mi kafana takma. Zaten seni tanıdıkları zaman, ne kadar şanslı olduklarını anlarlar.”
Mehmet, söylediği bu sözlerin nasıl etki yaptığına anlamak için Sinan’ın yüzüne
dikkatle baktı. Sanki biraz daha rahatlamış gibiydi. Bu arada Mehmet Sinan’la konuşurken aklı hep Hamiyet’teydi. Gece yatarken, sabah onu görmenin hayalini kurmuştu
hep. Ama, ne yazık ki geç kalktığı için bu arzusunu gerçekleştirememişti. Şimdi Hamiyet’i o kadar çok özlemişti ki bir saniye daha beklemeye tahammülü yoktu. Onu hayal
ettikçe dükkandan fırlayıp, çalıştığı mağazaya koşası geliyordu. Bir an da olsa, onu bugün görmeliydi. “Peki ama nasıl?” diye düşündü ve hemen sonra da kararını verdi. Babası hastaneden gelince bir fırsatını bulup, çalıştığı mağazaya gidecek ve vitrin camının
ardından da olsa onu görmeye çalışacaktı.
Gülbahar teyze, beyaz nevresimleri büyük bir heyecanla yatağa seriyordu. Sabah
kahvaltısından sonra Mehmet’i dükkana göndermiş, sonra da hastaneden gelecek olan
kızı ve torununa hazırlık yapmak için üst kattaki damadının evine çıkmıştı. Temizlik
yaparken, aklında sürekli gelecek torununu kucaklamanın hayalini kuruyordu. Bugüne
kadar hiç tatmadığı lezzetleri tattırmıştı bu minik torunun gelişi. Nevresimi serdiği yatağın köşesine yavaşça oturdu. Şu an geçmişten bir sürü hatıra gelmişti aklına. İhsan
bey’le evliliklerini, melek’e hamile kalışını. Kızına da böyle hazırlıklar yapmıştı. Bunları düşünürken o zaman yaşadığı heyecanı, şu anda da yaşar olmuş, gözlerinde hüzün
belirmişti. Hafifçe başını sallayarak “Oldu mu o kadar?” dedi kendi kendine.” Benim
minik Melek’im büyümüşte şimdi kendi kızıyla mı gelecekti buraya?”. Melek’te, Mehmet’te halen ufak birer çocuktular onun gözünde. Mehmet’i düşündü. O da artık evlenecek yaşa gelmişti.” Hayırlısıyla o da askerliğini yapsın, gelsin, Onu da helal süt emmiş
biriyle evlendirip, onun da çocuğunun yatağını böyle hazırlamak nasip olur inşallah”
diye aklından geçirdi. Ama aklına takılan bir şeyler vardı! Mehmet’in davranışlarından,
halinden bir kızla ilgilendiği su götürmezdi artık onun için. Ana yüreğiydi bu, saçından
bir tel eksilse bunu bile hissedebilirdi.
-“Kimdi acaba bu kız? Hep tanıdık, bildik bir kız mıydı? diye düşünüyordu. Çünkü oğlunun bu mutlu haline sevinirken, oğlunun yanlış birine tutulup başını yakmasından da oldukça korkuyordu yaşlı yüreği. Televizyonda seyrettiği ve kendi yakın çevresinde de bizzat gördüğü sonu felaketlerle sonuçlanmış bir sürü evlilik vardı. O yüzden
17
Mehmet’in yanlış bir adım atmasını istemiyordu. “Nasıl yapsaydım da bu kızın kim olduğunu öğrenseydim?” diye düşündü. “Mehmet’e sorsam, bana kim olduğunu söyler
miydi acaba? Yoksa Sinan’a mı sorsam? Mehmet’in en yakın arkadaşı oydu. Ama daha orta da pek bir şey yokken, Sinan’a sormak çok doğru olmazdı.”. Birden içini bir
heyecan aldı! Yarın Sinan’a kız istemeye gideceklerdi. Onu da çok severdi. “İnşallah o
garibinde mutlu huzurlu bir yuvası olur” diyerek telaşla yarım kalan işlerini yapmaya
koyuldu.
Mehmet’in, gözlerinde bir anda mutluluk belirdi! Dükkandan içeri giren
bababasıydı. Sabırsızlıkla onu bekliyordu, hem yeni doğan yeğenin durumunu soracak,
hem de ilk fırsatta, Hamiyet’i görmek için dükkandan çıkıp onun çalıştığı mağazaya
gidecekti.
İhsan beyin, ilk kez torun sahibi olmasından dolayı, ne kadar bahtiyar olduğu yüzünden belli oluyordu. Çok fazla konuşmadı İhsan bey, sadece ;
-“İyiler oğlum,ablanın da minik yeğenin Buse’nin de durumları gayet iyi.” dedi.
Mehmetin “Nasıllar” sorusuna karşılık. “Bu arada ablan da, Murat da çok selam söylediler sana. Kısmet olursa pazartesi günü de Onları eve getireceğim”dedi.
Mehmet, hem yeni doğan yeğeninin, hem de ablasın iyi olmalarına çok sevinmişti.
Bu arada da, sabırsızlıkla çelenk yaptıran müşterisini çıkmasını bekliyordu. Aklında
sürekli Hamiyet vardı, zaten bir an olsun çıkmıyordu ki! Nihayet müşterisinin işini bitirdi ve babasına bir arkadaşına uğrayacağını söyleyip koşar adımlarla dükkandan dışarı çıktı.
İhsan bey, alelacele çıkıp giden oğlunun arkasından gülümseyerek baktı. Biliyordu
artık oğlunun “Bir arkadaşım” dediği kişinin, aslında onun kalbini çalan bir arkadaşı
olduğunu.
Mehmet, kısa ama sanki bitmeyecek gibi gelen yolu hızla yürüyerek, Hamiyet’in
çalıştığı mağazanın yakınına kadar gelmiş, sonra da yolun karşı tarafına geçerek bir
ajan gibi mağazayı gözetlemeye başlamıştı. Uzaktan da olsa onu görmek kendisini çok
mutlu edecek, yüreğini yakan özlem ateşini az da olsa söndürecekti. Buradan mağazanın
ancak girişi ve bazı kısımları görülebiliyordu. Gözleri sabırsızlıkla Hamiyet’i aramaya
başladı. Mağazada birkaç kız gördü. Fakat, Hamiyet’i bir türlü göremiyordu! “Acaba
yemeğe mi gitmişti? Yoksa lavaboya mı? diye düşündü. Ama ne olursa olsun onu görene
kadar burada beklemeye kararlıydı. Birden, şu an baktığı yerden çok dikkat çekmeye
başladığını fark etti! Çünkü kendisi de bu caddede esnaflık yaptığı için, buradaki insanların çoğu onu tanıyorlardı ve bu davranışını yanlış anlayabilirlerdi. Acaba “Ne yapsam
da dikkat çekmesem?” diye düşündü. İmdadına televizyonda seyrettiği bir film sahnesi
geldi. Hemen az ilerideki, büfeye gidip bir gazete satın aldı ve yüzünü mağazaya döndü.
Şimdi biraz rahatlamıştı. Gazeteyi okur gibi yapıyor sonra gözleri mağazanın içinde
Hamiyet’i arıyordu. Tekrar gazeteye baktığı bir an yüzü kıpkırmızı oldu! Heyecandan
gazeteyi ters tutmuştu. Belli etmeden hemen gazeteyi çevirip yeniden mağazayı gözetlemeye başladı. Birisini gördü mağazanın içinde! Arkası dönüktü ama saçları tıpkı onun
saçları gibi simsiyah ve dümdüzdü. Heyecanla yüzünü kendisine dönmesini bekliyordu
ki, bir anda gözleri kamaştı! Arkası dönük kız yüzünü Mehmet’e dönmüştü ve bu kız da
Hamiyet’in ta kendisiydi. Kırmızı boğazlı kazağı ve güzel yüzünden tanımıştı onu. Şu an
kalbi deli gibi atmaya başlamış, ne caddedenin kalabalığını, ne kendisini tanıyan insanların varlığı hiç birisi umurunda değildi. Gözlerini adeta Hamiyet’e kilitlemişti. Sanki
çok sevdiği bir filmi seyreder gibi o’nun her hareketini, yüzünü, saçlarını, gülüşünü pür
dikkat seyrediyordu. Fakat, içindeki ateş biraz daha söneceğine, kat kat daha da alevlenmiş, bu sefer de bir an önce onun yanında olup, gözlerine bakmayı, sesini duymayı,
kokusunu içine çekmeyi arzulattıran yeni bir ateş daha başlamıştı yüreğinde. Meh-
18
met’in içi adeta yangın yerine dönmüştü. Artık ne uzaktan bakışların ne de “merhabaların” içindeki ateşi, özlemi söndüremeyeceğini şu an daha iyi anlamıştı. Ona içindeki
bütün duyguları açmak istiyordu, ama bunu yapabilmesi için de baş başa sakin bir ortamda olmaları gerektiğini biliyordu. Onu acilen bir yere çay içmeye davet etmeliydi,
ama nasıl? Mehmet, derin bir nefes çekti ve bütün cesaretini toplayarak mağazaya doğru yürüyüşe geçti. Mazereti hazırdı, yeni doğan yeğenine bir şeyler alıyormuş gibi yapacak ve fırsatını bulup ya bir yere davet edecek ve ya biraz daha konuşup sonra yapacağı
davete zemin hazırlayacaktı.
Sinan, heyecandan tesbih tanelerini ipe geçirmekte zorlanıyordu. Yarın kendisine
kız istemeye gideceklerdi. Bunu düşündükçe bütün vücudu ısınıyor, alnında minik minik ter zerrecikleri oluşuyordu. Bugüne kadar öyle fazla kız arkadaşı olmamıştı. Zaten
kızlarla sürekli flört yapmayı değil de, kendine uygun, mütevazi birini bulup evlenmeyi
düşünüyordu hep. En büyük arzusu da Murat’la Melek’in yaptığı gibi bir evlilik yapmaktı. Başkaları gibi kendisi de, onların bu evliliklerine imrenerek bakıyordu. Sanki
karı koca değil de arkadaş gibiydiler. Ama bu evliliğin böyle iyi gitmesinde Melek’in iyi
bir aile terbiyesi almasının da büyük rolü olduğunu çok iyi biliyordu Sinan. Boşuna dememişlerdi: “Yuvayı çekip çevirmek, yavruları sağ sağlim büyütüp uçurmak ancak becerikli bir ananın marifetiyle olur” diye. “Acaba Figen de böyle bir kız mıydı?” diye
düşündü. Tek bildiği annesiyle bir süre önce gelip mahallelerine yerleştikleriydi. Bir de
arada sırada onlara gelen tek ayağı aksak olan adam! “Kimdi ki acaba bu? Dayısı mıydı
Figen’in yoksa, amcası filan mı? Belki de arada bir uğrayıp hallerini hatırlarını soruyordu. Neyse yakında nasılsa akraba olacağız o zaman tanışırız” diye düşündü.
Dirseklerini tezgaha dayamış, dalgın dalgın düşünen Hamiyet’in bu hali, mağazada
çalışan diğer arkadaşlarının da dikkatini çekmişti. Hatta nedenini sorduklarında da
“Başım biraz ağrıyor” deyip nedenini belli etmemeye çalışmıştı. Oysa Hamiyet’in gerçekte canının sıkılmasının tek nedeni, Mehmet’i göremeyişiydi. Şu an içinde büyük bir
boşluk ve üzüntü hissediyordu. Yaşadığı bu tatsız duygulardan, kalbinin kendisine haber vermeden çoktan Mehmet’e bağlandığını bugün iyice anlamıştı. Gözlerini kapıya
dikmiş dalgın dalgın gelip geçen arabalara, insanlara bakarken, bir anda hiç ummadığı
bir şey oldu! O kapkara gözleri ışıl ışıl parlamaya başladı birden! Sanki yıllardır görmediği bir sevdiğini görmüş gibi, coşkuyla bakıyordu şu an içeri giren Mehmet’e. Az
önce yaşadığı üzüntü bir anda yerini sevince bırakmış, asılmış yüzünde güller açmıştı.
Mağazadan girer girmez hemen yanına gelen Mehmet’e neşeli bir şekilde:
-“Hoş geldiniz”dedi. Aslında içindeki coşkuyu bastıramayıp hemen “Sizi dükkanın
önünde göremedim, dükkan da kapalıydı üstelik” diyecekti ki kendini son anda tuttu,
yoksa Mehmet daha şimdiden kendini hafif bir kız olarak düşünebilirdi.
-“Hoş bulduk” dedi, Mehmet. Şu an gene göz gözeydiler ve ikisinin de birbirlerinden en çok etkilendikleri andı. Sanki birbirlerine yıllardır hasretmiş de bir an önce sarılıp kavuşmak için can atan iki sevgilinin özlemi vardı bakışlarında.
-“Nasılsınız?” dedi Mehmet, sonrada:
-“Yeni doğan yeğenime bir hediye almak istiyorum da yardımcı olabilir misiniz?”
dedi. Bunları söylerken hafiften kızarmıştı ama, şu an hiçbir şey umurunda değildi.
Mutluluktan banyoda şarkı söylerken annesine yakalanması hep bu yüzdendi. Hamiyet’e olan aşkı kendisine müthiş bir cesaret vermişti. Çok fazla beceremese de, içinde
Hamiyet’in gözleri ve gülüşünü içeren birkaç tane şiir bile yazmıştı.
Hamiyet, biraz şaşırmış bir edayla:
-“Öyle mi! Hayırlı olsun güle güle büyütün. Daha şimdiden çok şanslı o zaman,
kendisini böyle seven bir dayısı var” diyerek anlamlı anlamlı Mehmet’in gözlerine baktı.
“Yalnız bebek reyonumuz üst katta” diyerek merdivenlerden yukarı büyük bir sevinçle
19
çıkmaya başladı. Mehmet’e olan hisleri şimdi biraz daha kabarmıştı. Bu tatlı çocuk sırf
kendisini görmek için her fırsatı kullanıyordu. Kendisine değer verdiğini, gözlerinin
derinliklerine bakan, o ela gözlerdeki mutluluktan anlamıştı. Kendisi de hoşlanmıştı
Mehmet’ten. Çiçekçi dükkanının önündeki bakışmalarla beraber, içinde adını tam olarak koyamadığı duygular da yavaş yavaş filizlenmeye ve Mehmet’i her gördüğünde bu
filizler daha da büyüyüp yapraklanmaya başlamıştı.
Mehmet, Hamiyet’in arkasından merdivenleri çıkarken, gene aynı baş döndüren
parfüm ve teninin kokusunu, içinin ta derinliklerine kadar çekip, adeta sarhoş olmuştu.
Merdivenleri yürüyerek değil de sanki uçarak çıkmıştı ! Üst katta onlardan başka kimse
yoktu şu an. Ne çok isterdi şimdi bakışlarıyla kendini yakıp kavuran Hamiyet’in o incecik beline sarılmayı. O simsiyah kömür gibi parlayan saçları eline alıp doya doya öpüp
koklamayı. Fakat merdivenlerden yavaş yavaş üst kata çıkan müşteriler Mehmet’in hayallerini bir anda isteksizce noktalamasına neden oldular.
Hamiyet, tezgahın üzerine rengarenk bir sürü bebek zıbını indirmiş Mehmet’e gösterirken, merakına daha fazla dayanamayıp sordu:
-“Bugün dükkanın önünde yoktunuz, dükkan da kapalıydı galiba?”
-“Evet” dedi Mehmet. “Bugün biraz geç açmak zorunda kaldım. Hani demiştim ya
yeni bir yeğenim oldu diye. O yüzden dün bütün gün hastanedeydik, gece de geç yatınca”. Bu arada Mehmet oldukça gururlanmıştı. Hamiyet, hem dükkanın önünde olmadığını, hem de dükkanın kapalı olduğunu bile fark etmişti. “Demek ki o da benle ilgileniyordu” diye düşündü sevinçle. Hem konuşuyorlar hem de tezgahtaki değişik zıbın modellerine bakıyorlardı. Bir ara, ikisi de aynı anda aynı zıbını tutmak istedi işte tam bu
sırada elleri birbirine değdi! O an ikisinin de tüyleri diken diken oldu. İçlerini tuhaf bir
ürperme almıştı. Birbirlerinin yüzüne bakamadılar, konuşamadılar bir süre. Sonra
Mehmet hafif kızarmış yüzüyle, Hamiyetin’ in de“bu model çok güzel dediği” kırmızı
üzerinde küçük çiçekler olan tulumu almaya karar verdi. Mehmet, bu arada yanlarında
başka müşteriler ve başka tezgahtar kızlar olduğu için Hamiyet’e çay içme teklifini söyleme fırsatını bulamamıştı. Ama, dükkanın önünde onu ilk gördüğünde söylemeyi de
kafasına koymuştu. Hamiyet, tulumu güzelce katladıktan sonra, neşeli bir şekilde beraberce merdivenlerden inmeye başladılar. Alt kata inince Hamiyet tulumu hediye paketi
yapmak için kasaya götürdü. Mehmet de aldığının parasını ödemek için tam kasaya
ilerliyorduki, bir anda yüzü asılıp, bozuldu! Hışımla, kapıdan giren müşteriye bakmaya
başladı!
İhsan bey, dükkanı kapayıp, eve doğru giderken aklında yarın Sinan’a kız isteme
işi vardı. Hafiften bir gülümseme belirdi yüzünde, Sinan’ı düşündü. Onu da oğlu gibi
severdi. Babası da kendisi de kendi hallerinde kimseye zararları olmayan iyi insanlardı
Oturduğu binanın önüne geldiğinde baktı, Yusuf bey’in dükkanı halen açıktı. Oraya
doğru yöneldi.
Yusuf bey, tezgahın üzerindeki malzemeleri toparlamış, o da yavaş yavaş gitmeye
hazırlanıyordu.
-“İyi akşamlar, kolay gelsin”dedi İhsan bey.” Galiba çıkıyordunuz? Ben de yarınki
şu kız isteme işiyle ilgili konuşmak için uğradım. Nasıl yapıyoruz şimdi ?”
-“İyi akşamlar hoş geldiniz”dedi, Yusuf bey. Kız isteme işinin arifesinde İhsan
bey’i görmek içine su serpmişti biraz. Çünkü, kendisine danışmak istediği konular vardı. Nasılsa İhsan bey, kızı melek’i evlendirdiği için, bu konularda tutulacak yolu iyi kötü
biliyordu. İhsan bey’in sandalyeye oturmasını sağladıktan sonra konuşmaya devam etti:
-“Sizi gördüğüm iyi oldu. Bildiğiniz gibi kısmet olursa yarın Sinan’a kız istemeye
gideceğiz. Bizim buralarda öyle pek bir akrabamız yok. Şimdi bu işin, istemesi ardından nişanı, kınası, düğünü olacak. Siz yabancı değilsiniz. Benim maddi durumum ortada. Tamam bu dükkan, beni de evlendiğinde Sinan’ı da geçindirir, fakat bu aralar eli-
20
miz biraz sıkışık. Kıyıda köşede öyle çok da bir şeyimiz yok. Ben de her baba gibi evladımı hiç eksiksiz evlendirmek isterdim. Ama, keşke gücüm olsaydı. Diyeceğim şu: Acaba
kızı istedikten sonra, sadece bir nikah yapıp bu işi tamamlasak diyorum!” Yusuf bey,
bunları söylerken büyük bir eziklik hissetmişti.
İhsan bey’in hem içi burkulmuş, hem de Yusuf bey’e hak verip vermeme konusunda kararsız kalmıştı. Tabii ki adamcağızın kendine göre haklı yanları vardı. Ama, kız
evi naz eviydi, bakalım onlar da Yusuf bey’in, bu kısa yoldan işi bağlama kararına
“evet” diyecekler miydi? Sonuçta kendisi de kız evlendirmiş bir babaydı. Önce istemişlerdi Melek’i, ardından bir çok akrabalarının geldiği bir kına gecesi ve aynı kalabalığın
katıldığı hoş bir düğünle baş göz etmişti. Kendisi için de öyle kolay olmamıştı. Bütün
bunları yaparken o da maddi açıdan sıkıntı çekmiş, hatta biraz da borçlanmıştı. Bundan dolayı Yusuf bey’in tedirginliğini çok iyi anlayabiliyordu. Adamcağızın, yanı başında öyle yürekten yardımcı olacak kimi kimsesi de yoktu. Bu yüzden elinden geldiği kadar bu insanlara, hem maddi hem de manevi olarak destek vereceğini Gülbahar teyze’ye de söylemişti. Yusuf bey’in yüzüne dostça bakarak:
-“Komşum, sen şimdi hemen canını sıkma dur bir bakalım. Şimdi şöyle yaparız;
yarın hayırlısıyla kızımızı bir isteyelim, onlar da “tamam biz kızımızı veriyoruz” desinler. O zaman, kızın annesiyle uygun bir zamanda görüşür, bu işlerin ayrıntısını konuşur,
onların da rıza göstereceği bir orta yolda buluşuruz. Senin için rahat olsun, bizler ne
güne duruyoruz değil mi ? Ne yapılacaksa hepsini el birliğiyle yaparız, sakın tasa yapma
olur mu ?”
İhsan bey’in bu dostane sözleri, sanki Yusuf bey’in üzerinden tonlarca yükü kaldırmıştı. Yarın yapılacak kız isteme işiyle ilgili epey bir konuştuktan sonra, saat 18.00 de
Yusuf bey’in dükkanında buluşup, buradan kız evine gitmek için anlaştılar.
Hamiyet şu an büyük bir şaşkınlık yaşıyordu ! Hiçbir anlam veremiyordu az önce
merdivenlerden neşeyle inen Mehmet’in, birden bire bu kadar gerginleşip yüzünü asmasına! Bir an, acaba farkında olmadan “yanlış bir şey mi yaptım” diye düşündü. Ama
onu böyle huzursuzlandıracak bir şey de olmamıştı! Mehmet’in kızgınlıkla baktığı yöne
doğru baktı, bu kişi az önce kapıdan giren müşteriydi. Fakat Hamiyet biraz daha dikkatli bakınca, kendisi de öylece şaşakaldı! Bu çocuğu tanımıştı. Her sabah Mehmet’lerin
dükkanının önünden geçerken kendisine dikkatle bakan kuyumcu çocuktu bu! İyi ama
Mehmet’in, yüzü bu çocuğu görünce neden bu kadar tuhaf olmuştu? Üstelik bunların
dükkanları da birbirine bitişikti ve komşu sayılırlardı. Belki de birbirleriyle bozuşmuşlardı! Belki de…O an yüzünde minik bir gülümseme belirdi. Yoksa “beni bu çocuktan
mı kıskandı ?” diye düşündü. Ama kıskanması için ortada bir neden de yoktu ki! Ne
olursa olsun Mehmet’in bu hali kafasına takılmıştı ve yarın sabah dükkanın önünde
karşılaştıklarında ilk işi bunu sormak olacaktı.
Alper’in, mağazaya girdiğini gördüğünden beri, içinde büyük bir öfke ve kıskançlık oluşmuştu Mehmet’in. “Bu ırz düşmanı Alper mağazaya ne için gelmişti acaba? Tesadüfen mi? Yoksa Hamiyet’in burada çalıştığını biliyordu da, ayarttığı diğer kızlar gibi
onu da ayartmaya mı gelmişti? Çünkü Alper’in de kaç kere Hamiyet’e dikkatle yiyecekmiş gibi baktığını görmüştü.” İşte bu son düşünce Mehmet’in yüreğini bir bıçak gibi
saplandı. Alper’in taktiği hep buydu; gözüne kestirdiği bir kız olduğu zaman, onun çalıştığı yere musallat olur, göz boyayıp etkilemek için bir sürü alış veriş yapar, sonra da
yavaş yavaş o kızla samimi olup iğrenç emellerini alet edip bırakırdı.
Alper’in mağazaya gelmesinin tek nedeni, günlerdir kafasına taktığı ve bir an önce
elde etmek istediği Hamiyet’ti. Bu kızın dükkanlarının önünden geçerken, sadece Mehmet’e bakması, gülümsemesi onu çıldırtmıştı. Halbuki kendisi de her seferinde Hamiyet’in gözlerine ısrarla bakmış, ama Hamiyet oralı bile olmamıştı. Hırs yapmıştı bu kıza
sahip olmak için, bu yüzden de Mehmet’e sürekli kin besliyordu. Dün sabah gene Ha-
21
miyet dükkanın önünden geçerken ona arzuyla bakmış, ama gene aynı hayal kırıklığına
uğramıştı. Bu yetmezmiş gibi bir de Mehmet’in dükkanı açık mı, kapalı mı diye, kapıya
kadar gelip içeri bakması Alper’i iyice delirtmişti. Her ne pahasına da olsa bu kızı
Mehmet’e kaptırmayacaktı. O yüzden, dün belli etmeden Hamiyet’i çalıştığı mağazaya
kadar takip edip burada çalıştığını öğrenmişti.
Mehmet, ekşiyen yüzünü biraz daha toparladıktan sonra, kasaya yanaştı. Her ne
kadar Alper’den dolayı rahatsız olduğunu belli etmese de, şu an Hamiyet’in kendisine
şaşkınca bakmasından bir şeyler sezdiğini anlamıştı. Parayı ödeyip, Hamiyet’e “iyi akşamlar” dedikten sonra kapıda, Alper’le burun buruna geldiler.
-“Vay ne haber Memoş! dedi Alper. “Sen var ya.. az değilsin oğlum biliyor musun”diyerek kendilerine dikkatle bakan Hamiyet’i göz ucuyla gösterdi. “Nasıl, pas veriyor mu bari?” diye dalga geçer bir tavırlada sordu, Mehmet’e.
Mehmet, müthiş sinirlenmişti bu adice sözlere! İçinden Alper’in yüzüne tükürmek
geldi ama, son anda kendine hakim olarak:
-“Yok canım alakası var” dedi. “Yeni doğan yeğenime bir şeyler aldım da. Hayırdır sen? Bir şeyler mi alacaksın?”
-“He ya, kendime şöyle bir takım elbise bakacağım da, iyi bir şeyler varsa alacağım”
Mehmet zoraki bir şekilde: “bak bakalım” dedi ve öfkeli bir şekilde mağazadan
çıktı. Ama aklı hala içerideydi. “Acaba bu adi herif mağazada, özellikle Hamiyet’in
kendisiyle ilgilenmesini mi isteyecekti? yoksa herhangi bir çalışana mı yönelecekti?”diye
kuşkulu bir şekilde düşünmeye başladı.
Alper, mağazada Mehmet’i daha görür görmez, onun da Hamiyet için geldiğini
anlamış, içindeki kin ve nefret o an daha da büyümüştü.
Az önce Mehmet’i gönderen Hamiyet, henüz yeni bir müşteriye bakmamıştı. Alper
direk onun yanına gitti ve hafifçe sırıtarak:
-“Kendime şöyle iyi bir takım elbise almak istiyorum da, elinizdekileri bir gösterir
misin?”dedi.
Beraberce takım elbiselerin olduğu bölüme geçtiler. Hamiyet, Alper’in istediği modeli ve rengi sorduktan sonra tek tek takımları göstermeye başladı. Bu arada Alper de
başka kızlara yaptığı gibi şu an Hamiyet’i de etkilemek için, gömleğinin yakasını açmış
boynundaki kalın zinciri ve elindeki taşlı künyeyi onun görebileceği bir şekilde sergilemeye başlamıştı. Ayrıca Hamiyet’le muhabbeti kurmak için kendince espiriler yapıp,
fırsatını buldukça da askıdan takımları indirip geri yerine takan Hamiyet’in vücudunu
gizli gizli süzüyordu.
Mehmet eve doğru yürüyor ama, mağazadan uzaklaştıkça da içi içini yiyordu!
Acaba aşık olup yandığı Hamiyet’le, o ahlaksız herif şimdi bir aradalar mıydı? İçini
kemiren bu kıskançlık baskılarına daha fazla dayanamadı ve gerisin geri dönerek, içinde her an daha da kabaran bir kızgınlıkla mağazaya doğru ilerlemeye başladı.
Alper’in boynunda ki kalın zincir ve oldukça pahalı olduğu belli olan bileğindeki
taşlı künye, Hamiyet’in de ilgisini çekmişti. Belki yaşadığı yokluktan, belki de ailesinin
hep “varlıklı birini bul, evlen” demelerinden dolayı, bu zengin görüntü bir an hoşuna
gitmişti. Bu çocuğu zaten hep kuyumcu dükkanının önünde görüyordu. “demek ki dükkan onlarındı” diye düşünürken bir yandan da Alper’in yaptığı espirilere ister istemez
gülüyordu.
Mehmet mağazanın kapısına kadar gelmiş, içeri girmekle girmemek arasında karar veremiyordu. İçeri bu sinirle, öfkeyle girse, her şeyi berbat edebilir, daha Hamiyet’e
mantıklı bir açıklama yapamadan bu ilişki anında bitmiş olurdu. Hafifçe vitrine yanaşarak kendini gizledi. Çünkü içeriden Hamiyet ya da Alper kendisini görürse vitrinden
onlara bakışının mantıklı bir açıklamasını yapamaz rezil olurdu. Yavaşça içeri bakma-
22
ya başladı. Yüreği yerinden çıkacakmışçasına atıyordu. Önce gömleklerin olduğu raflar
gözüne göründü, sonra başını hafifçe diğer bölümlere çevirmişti ki, bir anda içinde büyük bir acı hissetti! ihanete uğramış birisinin bakışları vardı, içeride Alper’le gülerek
konuşan Hamiyet’e bakışlarında. Oysa ki her gece Hamiyet’i bu gülüşler eşliğinde hayal
ediyordu. Ama bu gülüşler şu an içerideki o pis herifeydi.
Alper, kendine takımları gösteren Hamiyet’in, güzelliğinden, çekiciliğinden öylesine etkilenmişti ki o an üzerine atılıp, ona sahip olmayı bile geçirdi içinden. “Bu kızla bir
an önce yakınlaşmalıyım” diyerek, almaya karar verdiği takımı katlayan Hamiyt’e, cebinden kartviziti çıkarıp uzattı.
-“Benim adım Alper, hemen şu caddenin aşağısında kuyumcu dükkanım var,
eğer bir şeye ihtiyacınız olursa muhakkak bekliyorum” dedi.
Hamiyet, çekinerek kartı almak zorunda kaldı ve kendi adını Alper’e söyleyerek,
takım elbiseyi götürüp kasaya bıraktı. Arkasından gelen Alper onun göreceği şekilde,
daha önce dükkanda hazırlayıp cebine koyduğu bir tomar parayı çıkararak ödemeyi
yaptı ve tekrar Hamiyet’in gözlerinin içine bakarak :
-“En azından bir çay içmeye bekliyorum” diyerek manalı manalı gülümsedi ve
sonra o da mağazadan çıkıp gitti.
Gülbahar teyze, akşam yemeği için sofrayı hazırlıyordu. İhsan bey de az önce gelmiş, sofra kurulana kadar, televizyonu açıp haberleri izlemeye başlamıştı. Kapı çalındı,
gelen Mehmet’ti. Kapıyı açan annesi daha oğlunu görür görmez canının bir şeylere sıkılmış olduğunu hemen anladı. Mehmet, ellerini yıkadıktan sonra hep beraber sofraya
oturdular. Yeni doğan torunlarının mutluluğu vardı, İhsan bey’in ve Gülbahar teyze’nin yüzlerinde. Sofrada yüzü gülmeyen tek kişi ise Mehmet’ti! Annesi ve babası da
fark etmişlerdi, kaç gündür yüzünde neşesi hiç eksik olmayan oğullarının şu anki zoraki
gülümsemesini ve içinde bir sıkıntısı olduğunu.
Mehmet her ne kadar canının sıkkın olduğunu anne ve babasına hissettirmemeye
çalışmış olsa da, kendine “neyin var oğlum” dermişçesine bakışlarından onların da bir
şeyler hissettiklerini anlamıştı. O yüzden herhangi bir soruya maruz kalmamak için,
“Ellerine sağlık anne” deyip hemen sofradan kalktı ve televizyonu izlemeye başladı.
Gözleri televizyonu izlerken aklı halen bu akşam üstü mağazada yaşadıklarındaydı. Bir
an odasına gidip her şeyi rahat rahat düşünmek istedi ama, zaten sofrada otururken
tasalı olduğunu anlamışlardı, bir de erkenden odasına kapanırsa, gereksiz yere onların
kafalarını karıştıp, kaygılandırabilirdi. Bir müddet daha televizyonu izledi boş boş, sonra da “iyi akşamlar” diyerek odasına geçti. Kafasında hem mutluluk veren, hem de asabını bozan bir sürü düşünce vardı. Yatağına uzandı ellerini ensesinin altında kenetleyerek, mağazada olanları yeni baştan yaşamaya başladı. Oysa ki her şey ne güzel başlamıştı. İçeri girer girmez Hamiyet’le karşılaştığı o anı düşündü. “Kendisini görünce nasıl
da gülümsemişti o insanı uçuran nurani yüzüyle.”Merhaba” dediğindeki sesi sanki
dünyanın belki de en güzel sesiymiş gibi gelmişti kulaklarına. Bunları düşünürken gerginliği biraz gitmiş, yüzünde biraz rahatlama belirmişti. Dükkanın önünde olmayışını ve
hatta dükkanın kapalı olduğunu bile fark etmişti. Yatağa iyice yayıldı Mehmet, “oh be”
dedi gülümseyerek. “Demek onun bu kadar dikkatini çekebildim, demek ki boşa kürek
çekmiyordum? Hamiyet de benimle ilgilendiğini belli etti artık.” diye düşünürken bir
an yüzü gerildi Mehmet’in! Aklına Alper gelmişti. Onu mağazada görmek içinde büyük
bir şüphe uyandırmış, aklına can sıkan bir sürü ihtimal düşürmüştü. Bir şeyden emin
olamıyordu. Hamiyet’e birkaç sefer dikkatli dikkatli bakarken yakaladığı bu çocuk,
gerçekten onunla ilgileniyordu da o yüzden mi oraya gitmişti? Yoksa tamamen tesadüftü de, öylesine alış verişe mi gitmişti? Aklına gelen bir şey o an canını daha da sıktı,
Hamiyet’in Alper’e güldüğü anlar gözlerinin önüne geldi. Vücudunun bir anda kasılmasına ve yüzünü buruşturmasına neden oldu bu görüntüler. İçinden Hamiyet’e kızmak
23
geldi ama, kızamadı. Kızamazdı da, kızcağızın ne suçu vardı ki? Alper de diğer müşteriler gibi gelip alış veriş yapmış, o sırada söylenen herhangi bir şeye öylesine gülmüş olabilirdi. Ama gene de ne olursa olsun Hamiyet’in kendinden başkasına, hele ki Alper’e
gülümseyişi hiç hoşuna gitmemiş kıskançlık damarını kabartmıştı. Bir an duraksadı
Mehmet, “Belki de bu Alper olayını fazla abarttım, her şey tesadüftür” diye düşündü.
Düşündü ama Alper’le ilgili bu şüpheler, aklının bir kenarında, hemen devreye girmek
için hazırolda beklemeye başladılar. “Fakat şu bir gerçekti ki, Hamiyet gerçekten çok
güzeldi, bu yüzden sadece Alper değil, bir çok erkek onunla arkadaş olmaya can atardı.
Hatta bir fırsatını bulup benden önce gönlünü bile çalabilirlerdi.” Mehmet bunları düşününce birden panikledi. “Bir an önce bir şeyler yapıp arayı iyice ısındırmak lazım”
diye düşündü. “Ama nasıl? Karar verdi, yarın sabah dükkanın önünde karşılaştıklarında onu bir bahaneyle dükkana sokup ertesi gün bir yere çay içmeye davet edecekti. Bahanesi de hazırdı, çiçekleri çok sevdiğini bildiği Hamiyet’e, dükkana bugün gelen ve çok
nadir yetişen sarmaşık orkideleri gösterecekti. İçini mutluluk veren bir heyecan kaplamıştı ki birden devreye Alper’le ilgili hazırolda bekleyen olumsuz düşünceler girdi. Çehresini çattı, ama yarın sabahı düşünerek bu düşünceyi hemen kafasından uzaklaştırdı.
İhsan bey, yatmadan önce biraz oturmak için salona geçmişti. Gülbahar teyze de
mutfaktaki işlerini az önce bitirmiş, pişirdiği kahveleri tepsiye koyarak eşinin yanında
ki yerini almıştı. Şu son zamanlarda konuşacak bir sürü şeyleri olmuştu. Özellikle de
yeni doğan torunları, İkisinini de derin bir mutluluğa boğmuştu. Bu arada, Gülbahar
teyze halen göremediği torununu çok merak etmişti. Bugün hastaneye yalnızca eşi gitmiş, kendisi de kızının evinde gelecek torunu için hazırlıklar yapmıştı.
-“Bey”! dedi Gülbahar teyze. “Torunum nasıl,? Melek, Murat nasıllar? Hepsi gözümde tütüyor, her an aklımdalar biliyor musun?” Bunları söylerken oldukça duygusallaşmıştı.
Bey’inin gözlerine sevgiyle ve merakla bakarak sordu.
-“Söyle bakalım Buse’m kime benziyor? Sana mı? Bana mı?”
-“Çok şükür hepsinin durumu gayet iyi” dedi İhsan bey. Minik Buse’yi, Melek’in
kucağında görünce bir tuhaf oldum be hanım! O, her zaman gözümüzde hiç büyümeyen
Melek’im, kendi yavrusunu sarmıştı o şevkatli kollarıyla. Biz farkında olmadan nasıl da
geçip gitmiş zaman.”
Bu konuşmalar, şu an ikisine de hüzünle, bahtiyarlığı bir arada yaşatıyordu. İhsan
bey konuşmasına devam etti:
-“Galiba bu minik Buse sana benziyor, onun da yüzü hep gülüyor” dedi. Sonra da
eşinin gözlerine manalı manalı bakarak:
-“İnşallah her şeyiyle de sana benzer” dedi. Çünkü hanımının kendisiyle beraber
bugüne kadar, her türlü sıkıntıya, zorluğa nasıl göğüs gerdiğini ve bir gün bile kendisine
“of” demediğini, surat asmadığını, tam tersine o güler, yüzüyle, iyimserliğiyle sıkıntıları
hep içine atıp ne kendisine, ne de çocuklarına yansıtmadığını çok iyi biliyordu. Her şeyini evlatlarına ve eşine adayan bu fedakar hanımının torunu da” inşallah kendisi gibi
olurdu”diye geçirdi içinden. “Hanım bu arada Murat’ı bir görmeliydin, çocukcağız sevinçten yerinde duramıyordu, gerçi biraz uykusuz kalmış.” dedi İhsan bey biraz gülümseyerek. “Ama buna değer. Baba olmak kolay mı? Hatırlıyor musun bizim kerataları?
Gecede kaç sefer kalkardık onlar için de, uyku nedir bilmez olmuştuk. Hele de Mehmet! Ne çok ağlardı da susturmak için saatlerce ayağında sallardın”. O an İhsan bey’in
aklına Mehmet’in bu akşam yemeğindeki tatsız hali geldi.
-“Hanım sen de fark ettin mi akşam Mehmet’teki durgunluğu?” dedi İhsan bey
tasalı bir şekilde.
Eşinin geçmişle ilgili anlattıklarını sanki ninni dinler gibi haz alarak dinleyen Gülbahar teyze’nin yüzü, eşinin sorusu üzerine birden ciddileşti.
24
-“Evet”, dedi Gülbahar teyze. “Bu akşam kapıyı açtığımda benim de dikkatimi
çekti, sanki bir derdi var gibiydi! Halbuki günlerdir cıvıl cıvıldı. Soramadım da oğlum
neyin var ?diye” Birkaç saniye durduktan sonra, İhsan bey’in yüzüne hafif mahcupça
bakarak:
-“Bey, sen de biliyorsun bizim oğlan bu aralar sevdalı, sakın onunla ilgili olmasın
tatsızlığı?”
-“Bende öyle tahmin ettim” dedi İhsan bey. “Tabii ki genç adam oldu. O da sevecek, aşık olacak, ama tek korkum yanlış bir seçim yapması. Hatırlar mısın hanım?
Rahmetli babam hep böyle gönül işleri olduğu vakit, dedelerinden duyduğu şu sözü derdi ya ‘insan, gönül verip bağlanacağı kimseyi evvel iyice bilmeli, ona göre sevmeli’ diye.
Anlayacağın hanım, şimdi diyelim ki bizim Mehmet bu kızı, ailesini iyice tanımadan,
eğri doğru yanlarını bilmeden kızı sevdi, aşık oldu, gönül bağladı. Sonra?..sonrası gözü
kapalı yapılan bir acele evlilik. Ardından da kızın ya da ailesinin evliliği bitirecek derecede kötü huylarının ortaya çıkması..! O saatten sonra ayrılsa bir dert, devam etse bin
dert. Ayrılsa bile bunun maddi manevi bedelinin ne kadar ağır olacağını sen de bilmez
değilsin? Tabii biz böyle mantıklı konuşuyoruz ama, aşk bu, sevda bu.. Hele ki bu duygular onun yaşlarındaki bir insanın gözünü kör eder mantığını da yok eder. O yüzden
hanım bize büyük iş düşüyor, eğer ki bu iş ciddileşecek olursa kızı ve ailesini güzelce bir
araştıralım ki, sonu hüsranla bitecek bir evliliği daha başlamadan engellemiş olalım”.
İhsan bey’in, bu sözleri Gülbahar teyze’yi oldukça germişti. Doğru söylüyordu
İhsan bey, iki çift lafa, iki çift söze kanıp da yapılan evliliklerin çoğunun ne kadar acı
bittiğini kendi de bilmez değildi. İçinde bir sıkıntı peydahlandı. Mehmet’inin başına kötü bir şey gelirse dayanamazdı. Her ana gibi kendisi de her şeyini onlara feda etmişti.
Tek isteği yavrularının huzurlu ve mutlu bir yuva kurmaları, saadet içinde yaşamalarıydı. İhsan bey’e kaygılı bir şekilde bakarak:
-“Aman bey! ağzından yel alsın. Şimdi böyle şeyler konuşup da yüreğime indirme
ne olur. İnşallah Mehmet’in sevdiği kız helal süt emmiş birisidir. Bu işin başı da sonu da
hayırlı olur”dedi.
-“İnşallah”dedi İhsan bey. Bu arada hanımının, konuştuklarından dolayı endişelendiğini anlamıştı, onun biraz rahatlaması için:
-“Hem içimden bir ses bu kızın iyi birisi olduğunu söylüyor. Ayrıca sen hiç merak
etme, Mehmet’in yanlış birine bağlanacağını hiç sanmıyorum” dedi İhsan bey.
Sonrada konuyu değiştirmek için :
-“Hanım bu arada yarın Sinan’a kız istemeye gideceğiz, saat 18.00 de onların dükkanında buluşacağız, sen de ona göre işlerini ayarla”dedi.
Hamiyet, günün yorgunluğunu üzerinden atabilmek için, yemekten sonra hemen
duşa girmişti. Aynanın karşısında simsiyah saçlarını tararken, kendine baktı dikkatlice.
“Demek Mehmet bu gözleri, bu yüzü sevdi “diye mırıldandı gülümseyerek. Bu akşam
üstü mağazada yaşananları düşünüyordu. “Nasıl da sevinmişti, Mehmet’in hiç ummadığı anda karşısına çıkmasına. Ela gözlü bu sevimli çocukla ne zaman bir araya gelsem
içimi kıpır kıpır bir şeyler sarıyor, tarifi mümkün olmayan bir mutluluğu yaşıyorum”
diye düşündü. Sonra da, aynada kendi gözlerinin içinde bakarak : “Hamiyet sen galiba
Mehmet’e aşık oluyorsun” dedi kendi kendine. Tezgahın üzerindeki bebek zıbınlarına
bakarken ellerinin birbirine değdiğini hatırladı heyecanla. “Nasıl da bütün vücudu cayır
cayır yanmıştı! Sanki o an Mehmet’in ellerinden yüreğine doğru sıcak bir şeyler akmıştı. Onunla görüşmeye başladığından beri, kendini hiç hissetmediği kadar coşkulu hissediyordu. Etrafındaki her şey ona daha da bir güzel görünmeye başlamıştı. Artık, anne,
babasının ve abisinin kendine üvey evlatmış gibi kötü davranmalarına bile fazla üzülmemeye başlamıştı. Bunun tek nedeni vardı “aşk”. Mehmet’e aşık olmaya başlamıştı.
Çünkü her fırsatta onu düşünüyor, her an, her saniye onunla görüşmek, konuşmak isti-
25
yordu. Hatta bazı geceler onunla beraber sinemaya gittiğini, kırlarda el ele tutuşup yürüdüğünü bile düşlemişti. İleride onunla evlenebilirdi de! İyi birisi olduğu her hareketinden belli oluyordu. Ama evlilik lafı geçince biraz keyfi kaçtı. Ailesine Mehmet’ten
bahsetse onu isterler miydi acaba?.. Çok zordu onu kabul etmeleri. Çiçekçi lafını duydukları an, dünyayı dar ederlerdi kendisine, hatta Mehmet’i görmesin diye işe bile göndermezlerdi. Onların tek isteği adam olsun olmasın zengin biriyle evlendirip, bu fakir
hayattan hep beraber kurtulmaktı. Aslında Mehmet’i tanıyana kadar kendisi de ailesi
gibi düşünüp, hep çok zengin biriyle evlenmeyi ve bu çileli hayattan kurtulmayı düşlemişti. İstediğini giymeyi, içmeyi, mağazaya gelen zengin müşteriler gibi yaşayabilmeyi
hayal etmişti. Ama Mehmet’ten sonra bu düşünceleri bir anda değişmişti. Kendini, hayatında ilk kez bu kadar mesud eden aşkın kollarına bırakmıştı kararlıydı. Ailesi Mehmet’i öğrenip karşı koysa da, zorluk çıkarsa da ondan asla vazgeçmeyecekti. Bu arada
aklına Mehmet’in tam kapıdan çıkarken, o kuyumcuyu görüp bozulduğu geldi. “Araların da ne vardı ki? daha da ilginci Mehmet çocuğu görünce surat asmış, ama mağazadan çıkarken de hiçbir şey yokmuş gibi konuşmuşlardı.”diye düşünürken Hamiyet’in
yüzünde gene aynı gülümseme belirdi! “Acaba Mehmet’in rahatsızlığı kuyumcu çocuğu
başka bir nedenden dolayı sevmemesi miydi? Yoksa o çocuğun benim çalıştığım mağazaya, yani benim yanıma gelmesi miydi?”diye düşündü. Farkında olmadan bir anda
kuyumcu çocuğu düşünmeye başladı. Boynundaki oldukça kalın altın zinciri ve elindeki
yine oldukça kalın üzerinde taşlar olan altın künyeyi hatırladı. Ayrıca aldığı takım elbisenin parasını öderken cebinden çıkardığı tomarla para da bir anda gözlerinin önüne
geldi. Bu çocuk, hiç tanımadığı halde kendisiyle ısrarla konuşmaya çalışmış, dahası
kartvizitini verip mağazadan çıkarken, gözlerinin içine imalı bir şekilde bakarak “ben
de sizi bekliyorum” demişti! Şimdi hatırladı çocuğun adı Alper’di. Zaten kart vizite de
adını kocaman yazdırmıştı. Aslında ailesi hep böyle zengin birisiyle evlenmesini istemişti. “Belki de böyle birisiyle evlensem, hem bugüne kadar düşlediğim hayatı yaşar, hem
de sürekli beni evlendirip rahata kavuşmayı isteyen ailemin isteğini de görmüş olurdum.” diye düşündü o an. Bu sırada aklına, sabahları Mehmet’in dükkanının önünden
geçerken Alper’in hep kendisine baktığını anımsadı. “Yoksa! mağazaya özellikle beni
görmeye mi geldi? İçeride çalışan başka tezgahtar kızlar varken, o yüzden mi özellikle
benim kendisiyle ilgilenmemi istedi? Hım.. Mehmet’in onu mağazada görünce canının
sıkılması yoksa bu yüzden miydi? Acaba benimle ilgili bilmediğim bir sıkıntısı mı vardı.
Alper’den dolayı?” Kafası biraz karışmıştı Hamiyet’in. Neler olup bittiğini anlamak
için yarın ilk fırsatta bunu Mehmet’e sormaya karar verdi.
Mehmet, kulağına tatlı bir melodi gibi gelen güzel sese, biraz daha kulak kabartınca içinde tatlı bir huzur hissetti. Annesi her sabah yaptığı gibi bu sabah da namazını
kılmış Kur’an okuyordu. Günlerdir erkenden içinde büyük bir coşkuyla uyanan Mehmet’in bu sabah pek keyfi yoktu. Dün akşam Alper’i mağazada gördükten sonra canı
sıkılmış, içinde şüpheler oluşmuştu. Kendi kendine “Acaba bu sabah Hamiyet dükkanın
önünden geçerken Alper’e de selam verecek miydi? Ya da durup onunla konuşacak
mıydı? Bu arada Alper’in kendisine takıldığını anlarsa ondan etkilenip ona karşılık verir miydi?” diye düşünmeden edemedi.
Bu keyif kaçıran düşüncelerden dolayı, sabah sabah içini afakanlar basmıştı. Ama
akşam karar almıştı, ne olursa olsun moralini bozmayacak ve Hamiyet’i kendisine aşık
edip, bağlamak için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Kendini toparladı. Yüzünde umut
dolu bir gülümseme belirdi.
Gülbahar teyze, sofrada çay içen oğlunun yüzündeki mutluluğun geri geldiğini görünce yüreğinde bir ferahlık hissetti. Artık iyice meraklanmıştı; ilk fırsatta Mehmet’le
konuşup, kız arkadaşıyla ilgili bir şeyler öğrenecekti.
26
Mehmet, kahvaltıdan sonra merdivenleri inerken aklına birden Sinan geldi. Bugün
ona kız istemeye gidileceğini biliyordu.”Acaba uğrayıp, ne yaptılar, bir şeye ihtiyaçları
var mı? Diye sorsam mı” diye içinden geçirdi. Ama şimdi geç kalırsa Hamiyet dükkanın
önünden geçip gidebilirdi! Böyle bir şeyin olmasını asla istemiyordu. Çünkü, onunla
bugünkü karşılaşmalarının, konuşmalarının dünden dolayı çok daha sıcak, çok daha
samimi geçeceğine inanmıştı. Ayrıca bugün ne olursa olsun bir fırsatını bulup ona olan
aşkını itiraf edebilmek için, uygun bir yerde çay içmeyi önerecekti. Ona olan duyguları,
hisleri öylesine yoğunlaşıp kabarmıştı ki ne saniyeyi doldurmayıp, tadını damakta bırakan bakışlar, ne birkaç kelime konuşma uğruna yapılan düzmece alışverişler… Artık
hiç birisi onun içindeki coşkuyu bastırmaya yetmiyordu. Tek isteği onun ellerini avucuna alıp, gözlerinin içine bakarak, “Seni seviyorum” diye haykırmaktı.
Dükkanın kapısını büyük bir hevesle açıp saatine baktı, Hamiyet’in geçmesine çok
az bir zaman kalmıştı. Fakat birden kaygılandı! “Ya ben içeride temizlik yaparken bugün daha erken geçmeye kalkarsa. Kapının önünde yokum diye geçip giderse! Ya da
benden önce Alper’le karşılaşıp onunla konuşursa!” bu kıskançlık dolu düşünceler
Mehmet’in hayatının en hızlı temizliğini yapmaya zorladı. Bu arada çayı da hemen ocağa koymayı ihmal etmemişti; sırf Hamiyet dükkana geldiğinde ona çay ikram edip içeride biraz daha fazla kalsın diye. Son sürat temizliğini yaptıktan sonra, soluğu hemen aynanın karşısında aldı. Saçlarını iyice düzelttikten sonra ayakkabılarını parlattı. Çekmeceden den çıkardığı parfümü hem kendisine hem de dükkanın içine bonkörce sıktı,
olurya Hamiyet içeri girerse içeri güzel koksundu.
Şimdi kapının önüne çıkmış hararetle Hamiyet’in geleceği yöne doğru bakıyor, bir
yandan da gizlice Alper’in de dükkanın önüne çıkıp çıkmadığını gözlüyordu. Tekrar
caddenin yukarısından kendine doğru gelen insanlara baktı. Gözleri Hamiyet’i ararken,
birden kalp atışlarıda hızlanmaya başladı.! Evet, evet kendisine doğru gülerek gelen
Hamiyet’in ta kendisiydi. İnsanın başını döndüren güzelliği ve o hoş bakışı ta ötelerden
bile göz alıcıydı. Mehmet, son kez yutkunup boğazını temizledi ve kendisine iyice yakınlaşmış Hamiyet’e tam “Günaydın” demeye, hazırlanıyordu ki, o an Alper’in de kapının
önüne çıktığını fark etti!
***
Yusuf amca dükkanı bugün her zamankinden daha erken açarken, İçinde büyük
bir heyecan vardı. Acil yapılması gereken siparişleri hazırlayıp öğleden sonra dükkanı
kapatacak ve hayattaki tek varlığı olan oğlu Sinan’a kız istemeye gideceklerdi. Hayatının en önemli günlerinden biriydi bugün. Müthiş bir duygu yoğunluğu yaşıyor, gözleri
dalıp dalıp gidiyordu. Bir ara elindeki tesbih tanelerini tezgahın üzerine yavaşça bıraktı.
Eli, hüzünlü bir şekilde pantolonun arka cebine gitti. Rahmetli eşinin resmini cüzdanın
içinden çıkarırken elleri titriyordu. Geçen yılların söndüremediği hasret ateşiyle bakıyordu, yıllar önce kaybettiği eşinin resmine. Dudakları acı içinde mırıldanmaya başladı.
-“Seher’im, ben bugün nereye gidiyorum biliyormusun? Hani her gece öpüp kokladığın, dualarla yatırıp büyüttüğün oğlumuz varya, işte ona kız istemeye gidiyorum.
Ama ne yazık ki sen yoksun” Bunları söylerken Yusuf bey’in gözleri yaşarmıştı. Dudakları elemle bir şeyler söylemeye devam etti:
-“Ne olurdu şimdi yanımda olsaydın be Seherim? Yanımda olupta koluma girseydin ve Sinan’ımızın bu güzel telaşını birlikte yaşasaydık”. Yusuf amca bir yandan gözyaşlarını siliyor, bir yandan da oğlu Sinan’ı düşünüyordu. O da evlendikten sonra yapayalnız kalacaktı. Şu an tek sevinci oğlunu kendi elleriyle evlendirmesiydi. Tek tesellisi de
Sinan’ın boşluğunu belki bir “Torun doldurur” düşüncesiydi. Eşinin resmini yerine koyarken, gözüne kenarları yıpranmış eski bir resim daha takıldı, onu da eline aldı. Uzun
27
uzun baktıktan sonra, Sinan’ın küçükken çekilmiş bu resmini öpüp eşinin resmiyle beraber tekrar cüzdanına koydu.
***
Mehmet’in kalbi heyecandan duracak gibiydi! Hamiyet, kendisine birkaç metre
ilerideydi ve gülümseyerek kendisine doğru geliyordu. Mehmet’in gözü bir ara ısrarla
Hamiyet’e bakan Alper’e kaydı, ama korktuğu olmadı. Hamiyet kendisine yiyecekmiş
gibi bakan Alper’i görmezden gelerek, doğruca kendi yanına geldi. Mehmet’in yüreğine
su serpilmiş derin bir oh çekmişti. Eğer Hamiyet durup Alper’le konuşsa suratı asılacak
ve Hamiyet de bunu hemen fark edecekti.
-“Günaydın”! dedi Hamiyet neşeyle. Mehmet’i gördüğü için sevindiği her halinden
belli oluyordu. Sonra gözlerini vitrindeki çiçeklere çevirerek heyecanlı bir sesle:
-“Ne güzel çiçekler, galiba bazıları yeni gelmiş, daha önce geçerken hiç görmemiştim bunları!’’
Mehmet şimdi, Hamiyet’i dükkana sokmak için aradığı fırsatı bulmuştu.
-“Evet dedi. Bunların çoğu yeni geldi. Hele içeride öyle bir çiçek var ki gördüğünüz
zaman hayran kalacaksınız, gelin size göstereyim.” diyerek Hamiyet’e söz hakkı bırakmadan hemen dükkanın kapısını içeri doğru açtı ve nazikçe “buyurun” dedi.
Hamiyet, Mehmet’in daveti üzerine, önce biraz duraksadı, beyaz tenli yüzü hafiten
pembeleşmişti. Mehmet’in yüzüne bakmadan:
-“Öyle mi? Çok merak ettim nasıl bir çiçek acaba?”dedi. Sonrada saatine bakarak: “Çok fazla vaktim yok ama görmeden de gitmek istemiyorum” dedi. Aslında bu
sabah evden çıkarken Hamiyet de, Mehmet’in dükkanına uğramayı ve kendisine hayatının en güzel duygularını yaşatan bu insanla daha fazla konuşmayı, gözlerinin içine
bakmayı, kalbini okşayan sesini duymayı bir kez hayal etmişti. Bu yüzden Mehmet’in
daveti kendisi için de iyi bir fırsat olmuştu. Nelerle karşılaşacağını merak ederek dükkana girdi.
Mehmet, Hamiyet’in ardından, büyük bir zafer kazanmışçasına dükkana girerken
birisinin ısrarla kendisine baktığını hissetti! O yöne dönüp baktığında Alper’in kin dolu
bakışlarıyla karşılaştı.
***
Battal bey’le karısı, bu sabah Hamiyet’i işe gönderdikten sonra, mutfakta kızlarıyla ilgili konuşuyorlardı. Battal bey sinirli bir şekilde:
-“Lan karı! Sen daha farkına varmadın mı? Bu salak kızda bir haller var. Sakın
bu cahil aklıyla, gidip kendine itin birini bulup da başımıza iş açmasın?” dedi.
Karısı bir şey diyemedi kocasının bu işkillenmiş haline. Çünkü kızındaki değişikliği
kendisi de fark etmişti. Son günlerde yüzü hep gülüyordu. Buda yetmez gibi aynanın
karşısından ayrılmaz, süsüne püsüne de iyice bir düşer olmuştu. Ne zaman Gülsüm’le
bir araya gelse, sessizce bir şeyler konuştuğunu görüyordu. Belliydi bu yarım akıllının
28
hayatında birisinin olduğu. Kaç gündür içi içini yiyordu “Bu kız bir çulsuza mı düştü”
diye. Ama eğer öyle olursa “burnundan fitil fitil getiririm” diyede yemin içmişti. Kocasının yüzüne kızgınca bakarak:
-“Ben nerden bileyim? Kız işe gidiyor geliyor, dışarıda gözüm yok ya” dedi.
Tam bu konuşmaların üzerine uzamış sakalı, dağınık saçlarıyla Asım girdi içeri.
Sinirli bir şekilde:
-“Ne oluyor ana? Kimden haberim yok diyorsun sen? Yoksa bizim bu sürtük bir
halt mı yiyor? dedi.
İkisi de susmuşlardı. Biliyorlardı bu serseri oğullarının gözü döndüğünde neler
yaptığını. Kızı az dövmemişti. Şimdi Hamiyet’in son günlerdeki haliyle ilgili konuşsalar,
eve huzursuzluktan başka bir şey getirmeyen, bu deli oğlan Hamiyet’i gene döverdi. Daha da önemlisi kızı işten çıkartır, eve getirdiği iki kuruştan da olurlardı. Hele ki bu kızın
birine tutulmuş gibi şen şakrak olduğunu bir bilse, şimdi gider onu mağazada herkesin
önünde çekinmeden bile döverdi. Zaten kaç kere sarhoş halde çalıştığı yere gidip, kızdan
zorla para istemiş, alamayınca da, herkesin önünde zorbalıkla avans çektirmişti de kız
utancından arkadaşlarının, patronun acıyan bakışları altında defalarca yerin dibine
girmişti.
-“Yok bir şey” dedi, Battal bey. “Öylesine konuşuyoruz işte. Anan “bu kız çok,
çalışıyor yoruluyor zavallı. Hayırlı birini bulup başını bağlayalım artık” diye konuyu
kapatmak istedi.
Ama Asım öfkeli bir şekilde:
-“Bana bakın, eğer bu kızla ilgili yarın öbürgün bir şey duyarsam, anam avradım
olsun, onun ayaklarını kırar, sizin de dünyanızı başınıza yıkarım” dedi ve söylene söylene mutfaktan dışarı çıktı.
***
Dükkana girmiş, çiçeklere hevesle bakan Hamiyet, şu an hayatının en güzel ve en
heyecanlı anlarını yaşıyor, yüzü ilk kez böyle gülüyordu. Sanki her şey rüya gibiydi. Ne
evdeki huzursuzluklar, ne mağazada abisinden dolayı yaşadığı rezillikler ne de maruz
kaldığı aşağılanmalar… Şu an kendini birbirinden güzel çiçeklere ve en önemlisi, hemen
yanı başında durupta, bu çiçeklerin ismini büyük bir heyecanla kendisine anlatan
Mehmet’in, o huzur veren sesine bırakmıştı. Mehmet’e dönerek :
-“Çok şanslısın biliyor musun? Bütün bu güzel çiçeklerle bir aradasın. Merak ettim hani o bahsettiğin nadir çiçek hangisi?”
Mehmet, mutluluktan uçuyordu. Deliler gibi aşık olduğu bu güzel kız, şu an
yanıbaşındaydı. Mehmet’i mutlu eden bir başka neden de Hamiyet’in dükkana girerken
Alper’e hiç bakmamasıydı. Ama Alper’in bundan dolayı ne kadar kinlendiğini, pis pis
bakışlarından anlamıştı. Çiçeklerin konduğu ahşap raftaki, Singapur orkidesi’ni yavaşça indirip, masanın üzerine koydu. Bu arada Hamiyet ilk kez “sen” diye hitap etmişti.
Artık onunla daha rahat konuşabilir, çay içmeye daha cesaretli bir şekilde davet edebilirdi.
-“Aman Allah’ım! Ne kadar güzel çiçek bunlar”, dedi Hamiyet. “İlk kez böyle bir
çiçek görüyorum, peki zor mu bunun bakımı?”
Mehmet, bir an anlayamadı Hamiyet’in ne sorduğunu. Çünkü, kendini o ışıl ışıl
parıldayan gözlere, o her gülüşü yüreğinde, şu masada ki orkideden bile daha güzel çiçekler açtıran o güzel yüzüne ve içerideki bütün çiçeklerin kokusunu bastıran teninin
29
kokusuna öyle bir kaptırmıştı ki!.. Ancak Hamiyet’in aynı soruyu tekrarlamasından
sonra anlayabildi.
Mehmet heyecanla:
-“Bunlar çok nazik çiçekler, aşırı güneşi sevmiyorlar. Özellikle nemli ortamları çok
severler”dedi. Bu arada Mehmet’in gözü ocağın üzerinde kaynayan çayın buharına takıldı. Sonra Hamiyet’e bakarak:
-“Birer çay içeriz değil mi?”diye sordu.
Hamiyet, hiçbir şey söylemedi. Sadece tatlı bir gülüşle başını hafif öne eğdi ve
Mehmet’in bu isteğini kabul ettiğini gösterdi.
Bu sırada içeri eşinin doğum günü için bir demet gül yaptırmak isteyen bir müşteri
girdi. Mehmet, Hamiyet’e “bir saniye diyerek”, aceleyle müşterisinin çiçeğini hazırlamaya başladı.
Hamiyet, hayran hayran Mehmet’in müşterisiyle konuşmasına, hareketlerine bakıyordu. Bir ara gözleri, Mehmet’in sempatik gözlerine takıldı ve ona derin derin bakmaya başladı. İşte tam bu sırada Mehmet, gözlerini elindeki çiçek demetinden kaldırıp
Hamiyet’e çevirdi. Bir anda göz göze geldiler! O an ikisinin de yüreği alevlendi. Birkaç
saniye birbirlerine tebessümle baktıklar, sonra ikisi de, mahcup bir şekilde başlarını
farklı yönlere çevirdiler.
Hamiyet, Mehmet’in işini bitirmesini beklerken, dükkana göz gezdirmeye başladı.
“Burası evlerinin salonu büyüklüğünde, orta halli bir çiçekçi dükkanı” diye düşündü!
“Acaba bütün sahip oldukları bu dükkan mıydı?” Mehmet’e aşıktı ama, bu haliyle
Mehmet, ona ve ailesine arzuladıkları hayatın ne kadarını verebilirdi ki?”. Nedenini
bilemedi ama o an aklına Alper geldi. Ailesinin onunla evlenmek istemesine hemen
“Evet” diyeceklerini biliyordu. Aslında sabah gelirken Alper’i uzaktan fark etmiş, ama
Mehmet’in rahatsız olacağını düşünerek ona bakmamıştı. Kendisi için şu an değerli
olan tek şey, her şeyiyle kendisine birbirinden farklı bir sürü güzel duygular yaşatan
Mehmet’ti.
Mehmet, müşterisini gönderdikten sonra, hemen bardaklara çayları doldurdu ve
masada kendisini bekleyen Hamiyet’in yanına gelip oturdu. Şimdi, akşamdan beri içinde söylemek için zorla tuttuğu sözleri rahatlıkla açıklayabileceği bir ortam oluşmuştu.
Masanın ortasında nefis bir orkide, iki bardak çay, bir tarafta kendisi ve bir tarafta hayallerinin prensesi!
-“Hamiyet” dedi ona ilk kez. Daha önce hep “siz” demişti Mehmet ama, bu gün
ikisi de birbirlerine daha bir samimi, daha bir yakın davranmaya başlamışlardı. Mehmet çayından bir yudum aldıktan sonra, Hamiyet’in gözlerine bakarak:
-“Sizin işleriniz de çok yoğun galiba? Mağazanıza iki kez geldim, ikisinde de oldukça yoğundunuz. İyi ki pazar günün var, yoksa bu tempoya dayanmak kolay değil”.
dedi. Aslında Mehmet’in böyle bir konuşma yapmasının tek nedeni, Hamiyet’in pazar
günleri çalışıp çalışmadığını öğrenmekti. Yoksa mağazaya ikinci kez gittiğinde oranın
çok kalabalık olmadığını gormüştü. Hamiyet’te herhangi bir müşteriyle ilgilenmeden
tezgahın başında dışarıyı seyrediyordu. Fakat yarın günlerden pazardı ve eğer çalışmıyorsa onu muhakkak bir yerlere çay içmeye davet edecekti.
Hamiyet, Mehmet’in gözlerine fazlaca bakamadan ona cevap verdi:
-“Normalde Pazar günleri çalışıyoruz ama, ben iznimi o gün kullanıyorum. Tabii
ona da izin denirse! Evde bir sürü işim oluyor. Zaten pazar günü dolaşacağım, birlikte
olacağım öyle pek fazla arkadaşım da yok”dedi.
Bu sözler Mehmet’i hem sevindirmiş, hem de cesaretlendirmişti. Çünkü yarınki
davet için artık pek bir engel kalmamıştı. Ayrıca Mehmet’in içinde bir türlü yanıt bu-
30
lamayan “acaba benden başka görüştüğü birisi var mı?” sorusu da böylece kendiliğinden cevap bulmuştu.
Bu kezde Hamiyet, Mehmet’in gözlerine hafif imalıca baktı.
-“ Peki Mehmet sen ne yapıyorsun pazar günleri? Dükkanı açıyor musunuz? diye
sordu.
-“Pazar günleri açıyoruz ama genelde babam duruyor dükkanda. Çok sevdiğim bir
arkadaşım var adı Sinan. Bazen sinemaya gideriz, bazen maçlara, bazen de Galata Köprüsü’nde balık tutmaya”dedi. Bu arada Mehmet, Hamiyet’in bardağındaki çayın bitmek üzere olduğunu görünce, daha asıl söyleyeceğini söylemeden kalkıp gitmesinden
korkarak, derince bir nefes çekip Hamiyet’e:
-“Ben yarın çalışmıyorum, eğer yarın müsait olursan bir yerlerde çay içelim mi?”
diye sordu.
***
Gülbahar teyze’nin sevinçten ayağı yere değmiyordu. Birazdan kızını ve torununu görecekti. Sabah mutfakta kızının çok sevdiği poğaçalardan yapmış, ona güç versin
diye de yanına kendi yaptığı vişne şerbetinden koymuştu. Eşiyle beraber şu an hastanenin merdivenlerinden Melek’in olduğu kata çıkarlarken, ikisi de sevinçle, hüznün birbirine karıştığı bir sürü duyguyu yaşıyorlardı. Koridora geldiklerinde, Melek’in odasının
önünde Murat’ı gördüler, oldukça yorgun gözüküyordu.
Murat bir anda karşısında kayınpederi ve kayın validesini görünce sevinçle yanlarına geldi. Gerçekten damattan çok oğulları gibi olmuştu Murat. Hiçbir zaman kendilerine saygıda kusur etmemişti. Zaten Melek’in bu kadar mutlu olmasının nedeni de, Murat’ın yine aynı danranışı kızınada göstermiş olmasıydı. İhsan bey sevgi ve saygının
insan hayatındaki bütün kör kapıları nasıl da açtığını gayet iyi biliyordu. Bu yüzden
çocuklarının karakterlerine bu tavırları sindirmek için, her davranışıyla, konuşmasıyla
onlara yıllarca örnek olmaya çalışmıştı. Kendisi de eşiyle geçirdiği otuz güzel seneyi,
karşılıklı sevgi ve saygıya borçluydu. Sağ olsun rahmetli babasından bu konuda çok şey
öğrenmişti, babası hep demiştiki, “Oğlum sevgi lokomotif gibidir, arkasından aşkı da
mutluluğu da son durağa kadar peşine takar götürür.” diye.
Melek, odanın kapısından annesiyle, babasının girdiğini görünce göz yaşlarına hakim olamadı. Hemen yatağından zorla doğrularak, annesine hasretle sarıldı.
Gülbahar teyze, kızının saçlarını okşayıp gözyaşlarını sildikten sonra:
-“Maşallah-Maşallah” diyerek şevkatle minik torunu Buse’yi yavaşça kucağına
aldı. Dünyalar şimdi Gülbahar teyze’nin olmuştu. Kendinden bir parça olan torunun,
minik ellerini tutuyor, hayranlıkla yüzüne, gözüne bakıyordu.
***
Hamiyet’in yüzü, Mehmet’in hiç beklemediği anda yaptığı bu çay içme teklifiyle
bir anda al al olmuştu! Açıkçası aklından böyle bir teklifin olabileceğini ileriki zamanlarda geçirmişti ama, bu kadar da çabuk beklemiyordu. Aslında ne güzel olurdu bu
31
hoşlandığı, güven duyduğu insanla, bir yerlerde karşılıklı bir şeyler içip saatlerce konuşmak, dertleşmek, gülmek.. Göz göze dakikalarca hiçbir şey söylemeden birbirini hissetmek.. Ama bu çok zordu! Annesi, babası böyle bir şeyi duysalar, dünyayı kendine
dar ederlerdi. Hele ki abisi bunu öğrense kendisini kesin hastanelik edene kadar döverdi. Aslında umurunda değildi, dayak ve ya pis küfürleri yemek. Ama bu olaydan sonra
işten çıkarıp evden dışarı bırakmayabilirlerdi. İşte en kötüsü de buydu. Çünkü hayatın
hep acı yanını yaşamıştı bugüne kadar. Yüreğinde, ruhunda yıllar önce yitip giden mutluluk şimdi Mehmet’in varlığıyla merhaba demişti kendisine. Eğer onu göremeyecek
olursa …Bunu asla, ama asla düşünmek bile istemiyordu.
Bir bahanesini bulup her şeyi göze alacak ve yarın muhakkak evden çıkmaya çalışacaktı.
-“Tamam” dedi Hamiyet. “Eğer bir aksilik olmazsa yarın bende seninle çay içmek
isterim. Yalnız kesin söz vermiyorum! Çünkü izin almam pek kolay olmayabilir, hatta
bana buranın telefon numarasını ver istersen, bir aksilik olursa ben seni ararım. Bu
arada nerede buluşacağız burada mı?” diye sordu.
Mehmet’in şuanki keyfine diyecek yoktu!. Açıkçası bu daveti yaparken Hamiyet’in
kabul edip, etmeyeceğini bir türlü kestirememiş, üstelik ters bir cevap verir diye de biraz çekinmişti. Daha şimdiden her an hayaliyle yatıp kalktığı kızla, yarın bütün bir gün
beraber olmanın heyecanı sarmıştı. “Demek ki ona olan tutkum tek taraflı değildi, yoksa
neden davetimi kabul edip bütün gün kendisiyle olmamı istesindi ki?”diye düşündü. Bu
arada gururlandı, çünkü bir çok erkeğin hayran kaldığı bu güzeller güzeli kızı etkilemeyi başarmıştı.
Mehmet, Hamiyet’e bakarak:
-“Gülhane Parkı’na ne dersin? Orada buluşalım mı? Ben orasını çok severim.
Asırlık çınar ağaçlarının altında oturup çay içebileceğimiz çok şirin yerler var” dedi.
Bir an şaşırdı Hamiyet !
-“Gülhane parkı mı?” diye sordu. Sonra biraz düşündü. İlginç gelmişti. Uzun zamandır gitmemişti buraya, en son parkın içinde düzenlenen bir konser için gittiğini hatırladı. Sonrada Mehmet’e hafif gülümseyerek :
-“Tamam olabilir, saat kaçta buluşacağız?” dedi Hamiyet. Sonrada ciddileşmiş bir
tavırla “Bu arada Mehmet yanlış anlamasan sana bir şey sormak istiyorum! Hani dün
bizim mağazaya gelip bir şeyler almıştın ya, tam kapıdan çıkarken bir anda yüzün asıldı, keyfin kaçtı! Merak ettim benim bilmediğim can sıkıcı bir şey mi oldu?” diye sordu.
Mehmet’in bir anda rengi attı! “Demek Hamiyet fark etmişti Alper’den dolayı gerildiğimi.” diye düşündü. Acaba “Ne desem ki?” diye panikledi. “Alper’den dolayı desem çok komik olurdu herhalde.” Biraz düşündükten sonra :
-“Dün yeğenime aldığım tulumun parasını ödemek için kasaya gelirken aklıma
ablam geldide! Sana söylemedim galiba, kendisi merdivenlerden düşmüştü. Ama şu an
kendisi de minik yeğenim de çok iyiler.” diye, bu tehlikeli soruyu kazasızca atlatmaya
çalıştı.
Hamiyet “Çok üzüldüm, geçmiş olsun” diyerek ayağa kalktı ve çıkmak için kapıya
yöneldi. Ertesi gün saat 12.00’de Gülhane Parkı’nın giriş kapısında buluşmak için sözleşmişlerdi. Dükkanının önünde birbirlerin den ayrılırlarken, yüzlerinde artık birer
sevgili olmanın tatlı heyecanı vardı.
32
Alper, hırsından çılgına dönmüştü! Daha dün Hamiyet’in gözünü boyamak için,
onun çalıştığı mağazadan pahalıca bir takım elbise almış, espiriler yapıp konuşmuşlardı.
Hatta ondan hoşlandığını anlasın diye, gözlerinin içine keskince bakıp üzerinde kuyumcu olduğunu yazan kartvizitini bile vermişti. Ama az önce buradan geçerken dönüp yüzüne bile bakmadan o uyuz Mehmet’in dükkanını girmişti. Biraz durdu Alper ve kafasını hırslanmış bir şekilde sallayarak :
-“Ben sana yapacağımı bilirim adi Mehmet. Bak o kızı sana yar ediyor muyum?”
diye nefretle geçirdi içinden. Çünkü o da kafayı Hamiyet’e takmış, her sabah onun
dükkanın önünden geçişini dörtgözle bekler olmuştu. Hamiyet’in güzelliği onun da başını döndürmüş, büyülemişti. Hele ki dün mağazadan alış veriş yaparken ona iyice yakınlaşmış, vücudunun her tarafını iyice süzdükten sonra, artık her saniye onu arzular
olmuştu. Pavyondaki kızlarla muhabbet ederken, hayat kadınlarıyla beraber olurken
hep onu hayal ediyordu. Ayrıca Hamiyet’in, kendisi gibi bir kuyumcuyla değil de, gidip
şu çiçek, ot, satan Mehmet’le ilgilenmesi kendisini iyice celallendirmiş, olayı gurur meselesi yapmasına neden olmuştu. “Ama” dedi, kendi kendine “Lan kıçı kırık Mehmet,
iman sendeyse para da bende! Bak parayı gösterdim mi kızı elinden nasıl kapıyorum
gör bakalım”. Alper kararını vermişti, bugün tekrar Hamiyet’in çalıştığı mağazaya gidip, gene alış veriş yapacak ve Hamiyet’i ayartana kadar buna devam edecekti. Bunları
söylerken kızgınlıktan köpürüyordu.
Mehmet, Hamiyet’i gönderdikten sonra masaya oturup kendine bir keyif çayı doldurdu. Az önce yaşadıkları yeniden gözlerinin önüne gelmeye başlamıştı. Bu sırada
dükkanın kapısı açıldı ve içeri takım elbiseli birisi girdi. Mehmet ilk başta kendisine
hafiften gülerek bakan, saçlarını ıslatatıp arkaya doğru taramış bu kişiyi bir an tanıyamadı! Ama, biraz daha dikkat edince birden gözlerinde bir sevinç belirdi! Gelen Sinan’dı. Onu böyle damatlıklar içinde görünce, çok duygulandı. Neden böyle giyindiğini
tahmin etmesi zor değildi. Çünkü bu akşam Sinan’a kız istemeye gideceklerdi. Mehmet
yerinden kalkarak, Sinan’ın yanına gitti ve birbirlerine sıkıca sarıldılar.
-“Buyurun bakalım damat bey! Size nasıl yardımcı olabiliriz” diye takıldı Sinan’a.
Sinan’ın, Mehmet’in yanına geliş nedeni, hem akşam kız evine götürmek için çiçek yaptırmak, hem de şu an yaşadığı heyecanı Mehmet’le paylaşıp biraz rahatlamaktı. Sinan,
masanın kenarında ki sandalyeyi çekerek oturdu.
Mehmet sürekli gülümseyen yüzüyle, bardaklara çayı koyduktan sonra, gelip Sinan’ın karşısına oturdu. Ona şöyle gurur duyarak baktıktan sonra:
-“Demek sen de evleniyorsun ha! desene Haliç’e tek başıma balık tutmaya gideceğim artık”.
-“Dur ya” dedi Sinan. “Ben burada heyecandan ölmek üzereyim sen bana balıktan
bahsediyorsun. Zaten vakit de bir türlü geçmek bilmiyor ki, of Allah’ım şu günü hayırlısıyla bir atlatabilseydim. Mehmet, bu arada bana akşam Figen’lerin evine götürmek için
şöyle torpilli tarafından güzel bir çiçek yapar mısın? Yalnız çiçekleri öyle bir yap ki elimiz boş dönmeyelim”dedi gülümseyerek.
-“Ne demek damat bey” dedi Mehmet. “Sana öyle bir çiçek yapacağım ki! bu çiçekle Cindy Crafort’ı bile istesen sana yok demezler yani” diyerek, iyice gerginleşmiş
olan Sinan’a takılıp biraz rahatlatmak istedi.
Mehmet, hemen kırmızı gonca güllerden, özenle güzel bir buket yapmaya koyuldu.
Bu arada aklında sürekli sabah Hamiyet’le konuştukları vardı. Nasıl da her şey istediği
gibi gitmişti, “Aferin bana”dedi içinden. “İyi ki bir yere davet etme cesaretini gösterdim, yoksa, sabahları sadece göz göze gelmeyle, tulum, kazak alma bahanesiyle bir yere
varamayacaktım. Daha da kötüsü ben onunla nasıl konuşacağım diye düşünürken, bir
33
başkası ben hiç farkında olamadan onu benden çalabilirdi”. diye düşündü. Bu arada
Mehmet güllerden oluşan buketi hazırlayıp üzerine simler serpiyordu. Sinan’a dönerek:
-“Çikolatayı yaptırdın mı bari damat efendi ?”diye sordu.
-“Evet yaptırdım”dedi Sinan. Mehmet’in hazırladığı güllere bakınca, sabahtan
beri yaşadığı heyecan şimdi ikiye katlanmıştı. Kafasında bir sürü olasılık kuruyordu.
Acaba Figen’lerin evinde kendisine neler soracaklardı? Onlarla ne konuşacaktı? Onlardan başka akrabaları da gelip kendisini soru yağmuruna mı tutacaklardı? İşin kötü tarafı öyle çok konuşkan birisi de değildi ki. Sinan’ı artık iyice bir sıkıntı basmıştı.
-“Tamam, çiçeğimiz de hazır” dedi Mehmet. Sonra da Sinan’a bakarak: “Şimdi
den hayırlı uğurlu olsun canım kardeşim diyerek”, yeniden sıkıca sarıldı ve dükkanın
kapısına kadar gelerek, iftihar eden gözlerle uğurladı onu.
Hastaneden geleli daha çok olmamıştı ama, İhsan bey’le, Gülbahar teyze’yi bu kez
de başka bir telaş sarmıştı. Birazdan Sinan’a kız istemeye gideceklerdi. İhsan bey
gardrobtan çıkarıp, giydiği takım elbisesini aynanın karşısında düzeltirken, birden hüzünlendi! Çünkü aynı takım elbisesini kızı Melek’i istemeye geldiklerinde de giymişti.
Kızını verirken, “acaba gittiği yerde mutlu olacak mı, canımın içi yavruma benim verdiğim değeri verecekler mi diye?” o gece sabaha kadar salonda oturup, efkarlı bir şekilde
düşünmüş, kızıyla yaşadığı bütün hatıraları tek tek hayalinde canlandırmıştı. Çok şükür ki damadı Murat ve ailesi iyi insanlar çıkmışlardı da, bütün endişeleri yersiz kalmıştı. “Peki Sinan’a isteyeceğimiz kız ve ailesi nasıldılar ki?” diye düşündü. Anne babasının küçükken ayrıldığı ve ara sıra yanlarına gelen ayağı aksak akrabaları hariç, hala
haklarında doğru dürüst bir şey öğrenmiş değillerdi. İhsan bey’in, içi biraz sıkılmış,
yüzünde düşünceli bir ifade oluşmuştu. “Ya sonradan Figen denen bu kızın başka tatsız
hikayeleri ortaya çıkarsa! Ya haklarında hiçbir şey bilmedikleri ailesiyle ilgili ortaya bir
anda kötü bir şeyler dökülüverirse! Zavallı Yusuf bey perişan olur bu acıya katlanamazdı. Yıllar önce, çok sevdiği eşini kaybettikten sonra ne kadar çöktüğünü ve hayata
sadece Sinan için tutunmaya çalıştığını kendisi çok iyi biliyordu. Acaba bu insanlar için
ne yapabilirim ki?”diye düşündü. Ama bu saatten sonra ne kızı ne de ailesini soramazdı
artık. Çünkü ne buna vakit vardı, ne de onları tanıyan bilen birileri. “İnşallah her şey
iyi gider de biz de bu insanların mutluluğuyla mutlu oluruz” diye içinden umutla geçirdi.
Bu arada Gülbahar teyze de hazırlanmıştı. Beraberce merdivenleri indiler. Yusuf
bey’in, hemen apartman girişindeki tesbihçi dükkanına gediklerinde, içeride Yusuf
bey’le Sinan’ı da hazırlanmış, heyecanla kendilerini beklerlerken buldular. Gülbahar
teyze’nin yüzünde gülümseme, gözlerinde gurur dolu bakışlar vardı. Sinan’ı öyle damatlıklar içinde görünce. Dayanamadı gelip Sinan’a anne şevkatiyle sarılıp ağlamaya başladı. Oğlu gibi severdi Sinan’ı. Çok kereler Mehmet’le beraber kendi evlerinde kalmış ve
elinden geldiği kadar ona da annelik yapmaya çalışmıştı. O yüzden Şimdi oğlunu evlendirir gibi duygusallaşmıştı. Bu hüzünlü manzara karşısında Yusuf bey’in de İhsan
bey’in de gözleri yaşarmıştı. Yusuf bey dükkanın ışıklarını kapattı. Sinan da eline
Mehmet’in yapıp parasını almadığı, gül demetini ve çikolatayı alarak, zaten çok yakın
olan kız evine doğru heyecanla yürümeye başladılar.
***
Alper hırslı ama kendinden emin bir şekilde Hamiyet’in çalıştığı mağazaya doğru
ilerlerken, bir yandan da kafasında planlar kuruyordu. Onun gibi kaç tane kızı elinden
34
geçirmemişti ki! Bu yosmanın da diğerlerinden ne farkı vardı sanki? Parayı biraz koklattın mı iki gün sonra o da koynunda olurdu nasılsa. “Salak Mehmet” dedi içinden.
“Oğlum bu işler parayla oluyor, öyle gül vermekle, seviyorum demekle olmuyor. Ulan
be, böyle bir kızı pavyona bir bağlasam bir sene benden hesap olmazlar şerefsizim.”Bu
arada Alper mağazaya iyice yaklaşmış, kafasında konuşacağı şeyleri şimdiden tasarlamıştı. Nasılsa Hamiyet dün kendisinden takım elbise aldığını biliyordu, bunların içine
gömlek bakacağını söyleyip, bunların rengini ve modelini özellikle ona seçtirip konuşma
fırsatı bulacaktı.
Hamiyet üzerine bluz deneyen müşterisiyle ilgilenirken, gözü bir an kapıdan giren
müşteriye takıldı! işte o an yüreği küt küt atmaya başladı! Bu gelen dünkü kuyumcu
çocuktu. Birden kafası karıştı. “Acaba niye gelmişti ?” diye meraklandı. Müşterisiyle
ilgilenirken belli etmeden, dikkatle Alper’e bakıyordu. “Normal alış veriş için mi gelmişti? Yoksa, tahmin ettiği gibi o da kendisiyle ilgileniyordu da o yüzden mi gelmişti?” diye
düşünürken Alper’in kendisine dikkatle baktığını fark etti. Göz göze gelmişlerdi, mecburen başını hafifçe öne eğerek, ona tebessüm edip selam vermek zorunda kaldı. Hamiyet tahminlerinde yanılıp yanılmadığını anlamak için, Alper’e baktığı sırada, onun
sırıtarak kendisine doğru geldiğini gördü.
-“Kolay gelsin”, dedi Alper gülerek. “Hani dün sizden bir takım almıştım ya!
Onun içine gömlek alacağım da, nasıl bir şey alsam acaba, bana yardım eder misin?”
diye sordu Hamiyet’e.
Hamiyet’in şüpheleri doğru çıkmıştı. Şu an müşterisi olmasına ve diğer kızların da
boş durmalarına rağmen, özellikle gelip kendisinden yardım istemişti. “İyi ama bu çocuğun amacı neydi? Bakışlarından, tavırlarından kendisiyle ilgilendiğinden iyice emindi
artık. Kimdi, nasıl biriydi? evli miydi acaba?”diye geçirdi aklından. Tek bildiği bu çocuğun oldukça zengin oluşuydu. Bluz deneyen müşterisini kasaya götürdükten sonra,
Alper’le birlikte gömleklerin olduğu reyona geçtiler. Hamiyet raflardan farklı modeldeki gömlekleri indirirken, Alper de gömleklere bakıyor gibi yapıp, belli etmeden Hamiyet’in bedenini baştan aşağı arzulayan gözlerle izliyordu.
Hamiyet, istemeden merak etmişti, kendisiyle ilgilenen bu çocuğu, biraz daha tanımak için ve amacının ne olduğunu anlamak için:
-“Sizin de kuyumcu dükkanınız vardı galiba?”dedi. “Sabahları işe gelirken sizi
bazen kapının önünde görüyorum”diye sordu Alper’e.
-“Evet orası benim” dedi Alper kabararak. Bir yandan da” Vay zilli nasılda fark
etmiş beni dükkanın önün de. Bu iş tamamdır” diyerek içinden keyifle geçirdi. Sonra da
Hamiyet’e sırıtarak bakıp:
-“Dün de söylemiştim ya, bir şeye ihtiyacınız olursa muhakkak uğrayın, para hiç
sorun değil, siz ne istiyorsanız alın, nasılsa sonra bir şekilde hallederiz. Ben size her kolaylığı yaparım”dedi.
Hamiyet’in hoşuna gitmişti, karşısındaki bu zengin çocuğun kendisine bu kadar
alaka göstermesi. Ama yarın ilk kez buluşacağı Mehmet’i düşününce, vicdanı rahatsız
olmuştu. Çünkü onun, Alper’i nedense hiç sevmediğini biliyordu.
Bu arada Alper’i, ne dükkanın önünde gördüğünde, ne dün mağazaya gelişin de,
ne de şimdi yaptığı, espirilerden dolayı kesinlikle çekici bulmamıştı, sadece paralı olması hariç! O da genç kız olmaya başladığından beri, ailesinin hep “zengin birini buldun
mu, hepimiz kurtulacağız “ diye diretmelerindendi.
-“Bence bu gömlek dün aldığınız takımın içine çok yakışır, isterseniz şu da olabilir” diyerek, Hamiyet değişik modelleri, Alper’in görmesi için raftan tezgaha indiriyordu.
35
Alper de dün yaptığı gibi, bugün de Hamiyet’i güldürüp, aradaki samimiyeti daha
da arttırmanın çabasına girmişti.
En sonunda beraberce birkaç gömleğe karar verdiler. Bu arada Hamiyet ister istemez Alper’in yaptığı espirilere gülmek zorunda kalıyordu ama, o an bir şey oldu ve
yüzü birden asıldı! Kendisine doğru gelen kişiye kin ve nefretle bakmaya başladı.
***
Merdivenlerden çıkarken Sinan’ın yutkunmaktan damağı kurumuş, takım elbisesinin içine giydiği beyaz gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Nihayet hep beraber Figen’lerin oturduğu dairenin önüne geldiler. En çok da Sinan heyecanlanmıştı. Elleri öyle
bir titriyordu ki, neredeyse tuttuğu çiçek demeti sallantıdan darmadağın olacaktı. Derin bir nefes çekerek, kapının zilini çaldı.
Kapıyı Figen açtı ve “hoş geldiniz” diyerek onları salona aldı. Kız evinde Figen,
annesi ve başka akrabaları olmadığı için üst katlarında oturan Ayşe teyze’yle, onun beyi
vardı. Önce, birkaç dakika sessizlik oldu. Salondakiler sadece birbirlerine bakarak ve
başlarını hafifçe sallayarak birbirlerine gülümsediler. Bu arada halen hararetli bir durumda olan Sinan, belli etmeden alıcı gözle Figen’i inceliyordu. Hoşuna gitmişti. Siyah
saçlarının arasındaki kızıl röfleler, kırmızı ruju ve tırnaklarında ki aynı renk ojeleriyle
Sinan’a oldukça çekici gelmiş, daha şimdiden onunla evlendiğini düşünerek bir sürü
güzel hayal kurmuştu.
Salondaki bu sessizliği bozan, Ayşe teyze’nin beyi oldu. Yusuf bey’e ardında da
diğer misafirlere hal hatır sormaya başladı, zaten aynı mahalleden oldukları için konuşmak için konu bulmakta zorlanmamışlardı. Bu arada Gülbahar teyze de Figen ve
annesiyle sohbet etmeye başlamıştı.
Epeyce bir sohbet ettikten sonra, İhsan bey oturduğu koltukta biraz daha doğrularak iki elini birbirine kavuşturdu ve Figen’in annesine bakarak konuşmaya başladı:
-“Kahvemizi içtik, güzel hoş sohbetimizi yaptık, gelelim şimdi ziyaretimizin asıl
sebebine”
Aslında bu kız isteme konuşmasını Yusuf bey’in kendisi yapacaktı ama, çok heyecanlanacağını ve bu konuda kendisinden daha tecrübeli bulduğu İhsan bey’in bu işi daha iyi kıvıracağını düşünerek, bu görevi ondan rica etmiş, o da severek kabul etmişti.
İhsan bey konuşmasına devam etti:
-“Allah’ın emri, sevgili Peygamberimizin kavliyle kızınız Figen’i oğlumuz Sinan’a
istiyoruz!..”
Herkesin dikkati Ayşe teyze’nin kocasına çevrilmişti, çünkü kız tarafının sözcüsü
olarak onu belirlemişlerdi.
Bu arada bir şey İhsan bey’in dikkatini çekmişti! İçeri girdiğinde görmeyi umduğu
o aksak ayaklı adam içeride yoktu.
Ayşe teyze’nin eşi, heyecanlanmış bir şekilde konuşmaya başladı :
-“Vallahi İhsan bey, doğrusunu söylemek gerekirse biz, sizi de, Yusuf bey’leri de
gayet iyi tanıyoruz, o yüzden sizleri araştırmamıza da soruşturmamıza da gerek yok.
Madem siz niyet edip kızımızı istediniz, biz de verdik gitti. Hepimize hayırlı uğurlu olsun bakalım.”
Bu konuşmanın üzerine Figen ve Sinan yerlerinden kalkarak herkesin elini tek tek
öpmeye başladılar. Mutluluk vardı, hüzün vardı yüzlerde. Bir ara İhsan bey merak
edip, saçları iyice kırlaşmış Yusuf bey’e baktı, adamcağızda mesut olmuş bir babanın
yüz ifadesi vardı.
36
İsteme işi hayırlı bir şekilde sonuçlandıktan sonra, biraz daha sohbet edip getirilen
çikolatayı yediler. Sonra da İhsan bey “hayırlı işleri fazla uzatmak iyi olmaz en kısa zamanda bir araya gelip bu işin ayrıntılarını konuşalım.”diyerek müsaade istedi ve hep
beraber kalkarak kapıya doğru yöneldiler.
Birbirlerine “Allahaısmarladık” deyip çıkarlarken, İhsan bey’in aklına o an aksak
ayaklı akrabaları geldi, merak edip sordu :
-“Sanırım akrabanız da rahatsız? Onu bu akşam aramızda göremedik!”
Figen’in annesi panikleyerek:
-“Hangi akraba!” dedi.
Herkes şaşırmıştı, özellikle de soruyu soran İhsan bey.
İhsan bey, onları rencide etmek istemediği için ilk başta “aksak ayaklı akrabanız”
diyemedi. Ama, bahsettiği kişinin kim olduğunu anlatmak için, mecburen söylemek
zorunda kalarak:
-“Hani şu arada sırada size gelen ayağı aksak kişi, sanırım akrabanız?”dedi.
O an Figen’in de annesinin de yüzü kıpkırmızı oldu! Birbirlerinin yüzüne suçüstü yakalanmışçasına şaşkın şaşkın bakmaya başladılar!
***
Alper az önce yaptığı espirilere gülen Hamiyet’in, bir anda suratının değişip, öfkeli bir hale gelmesine hiç bir anlam verememişti. Merak edip, onun böyle bozulmasına
sebep olan kişiyi görmek için, o yöne doğru baktığında birden şaşırdı! Çünkü şu an
Hamiyet’in nefretle baktığı bu kirli sakallı adamı bir yerden tanımıştı. Fakat bir türlü
nereden olduğunu çıkaramıyordu. Hafızasını biraz daha kurcalayınca kim olduğunu
birden hatırladı.
Hamiyet “Bir saniye”, diyerek Alper’den izin aldı ve kendisine doğru gelen abisini
de yanına alarak mağazanın dışına çıktı.
Alper, hala hayretler içinde kapıda Hamiyet’le konuşan bu kirli sakallı adama bakıyordu! Şimdi daha da emin olmuştu bu herifin kim olduğundan. Gittiği pavyonlarda
görüyordu sık sık. Hatta bir seferinde yan yana masalarda oturmuş ve şu an hatırlamadığı bir muhabbetleri bile olmuştu. “İyi de bu düdük herifin bu kızla ne işi var ki? Ulan!
Yoksa bu kız çoktan başkalarının kucağında gezer olmuştu da biz mi uyuyoruz ?” diye
geçirdi içinden.
Hamiyet kendisinden zorla para isteyen Asım’ı gönderdikten sonra, sıkkın bir şekilde Alper’in yanına geldi. Yüzünde hala kızgınlık vardı. Renk vermemeye çalışarak
“Kusura bakmayın ağabeyim gelmişti de ona baktım?” dedi.
-“Ağabeyim” lafını duyduğu an Alper’in gözlerinde sinsice bir parlama oldu! Gözlerini hafifçe kısarak Hamiyet’e baktı. “Demek ağabeyin ha !Vay zilli vay.. Ben şimdi
buldum seni araklamanın yolunu” diye keyiflendi. Çünkü o kirli sakallı herifin gittiği
pavyonların raconunu çok iyi biliyordu. Üç, dört tane bira ısmarlayıp, kafaları iyi yaptıktan sonra, bir de damardan muhabbet yaptın mı? Gerisi kendiliğinden gelir, bir anda hiç tanımadığın insanla bile can ciğer dost olurdun. Hemen kafasında o herifi pavyonda bulup kafaya almanın ve onun sayesinde de Hamiyet’e ulaşmanın planlarını
yapmaya başladı.
Oldukça yoğun bir gün yaşayan Mehmet, saatine baktı, birazdan dükkanı kapatıp
eve gidecekti. Çıkmadan önce musluğu kontrol ederken, gözü lavobanın kenarında ki
37
bir şeye takıldı! Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Lavabonun kenarında, Hamiyet’in sabah çay içtiği bardak vardı. Özellikle yıkamamıştı bunu, çünkü üzerinde halen
Hamiyet’in dudak izleri duruyordu. Aklına sabahki karşılaşmaları geldi, içinde yine
aynı heyecanı hissetti. “Off, be..”dedi kendi kendine. “Ne de güzel gülüyordu, o güzel
yüzüyle, caddenin yukarısından kendisine doğru gelirken… Onu gördüğünde yüreği
nasıl da kıpır kıpır olmuştu... İçeri girerken ardında bıraktığı kokuyu… Çiçeklere bakıp
konuşurken o cilveli sesini… Aynı masada çay içerken kendisine dikkatle bakan o büyüleyen gözleri… Ne güzel şeydi insanın deli gibi aşık olduğu kızla böyle baş başa olması.
Hatta bir ara dükkana gelen müşterisine çiçek hazırlarken, nasıl da yakalamıştı onun
kendisine dikkatle bakışını… Gözlerinde mana vardı o an, onun da kendisinden hoşlandığını gösteren. Daha şimdiden yarın yaşayacakları anların hayalleri canlanmaya başlamıştı gözlerinin önünde. Aşıklar gibi büyük bir hevesle buluşacaklardı Gülhane Parkı’nın önünde. İçeride dev gibi çınar ağaçlarının altında birbirlerine değerek yürüyecek,
çay bahçesinde göz göze bir şeyler içeceklerdi. Hatta banklara oturduklarında belki de
elleri birbirine değip, bir anda birbirlerine kenetlenecekti!” Mehmet iyice coşmuştu
bunları düşünürken. “Vay be, aşk iyi ki varsın” dedi içinden. Bir süre sonra girdiği hayallerden, istemeyerek çıktığında aklına Sinan geldi. “Ne yaptılar acaba? Nasıl geçti ki ?
kızı verdiler mi?”diye düşündü. “Sinan her şeyiyle gayet düzgün bir insandı, ona vermeyeceklerdi de kime vereceklerdi? Acaba şu an Sinan ne durumdaydı ki? Daha burada
çiçeği yaparken heyecandan tir tir titriyordu.” İstemeyerek hafiften güldü Mehmet.”
Garibim Sinan şimdi orada ecel terleri döküyordur.” dedi içinden.
***
-“Ha! o mu?” dedi Figen’in annesi kekeleyerek, sonrada telaşlı bir sesle:
-“Şey.. o aksak ayaklı kişi, bizim eski bir komşumuz olur da, arada, sırada hani
öyle bir uğrar, bir ihtiyacınız var mı diye”dedi.
Figen’in annesinin şüphe uyandıracak şekilde verdiği bu cevap, orada bulunan
herkesin kafasını karıştırıp, içlerine kurt düşürmüştü. Ayşe teyze’yle, bey’i de bu aksak
ayaklı adamı arada sırada görüyorlardı ama, “Akrabalarıdır” diye biliyorlardı o kadar.
İhsan bey’le, Gülbahar teyze o an göz göze geldiler. İkisi de, bu arada sırada gelen
eski komşudan dolayı işkillenmişlerdi. Fakat Figen ve annesinin bu paniklemiş halini
görünce, olayı burada daha fazla deşmek istemediler.
Bu arada Sinan ve Yusuf amca’nın da yüz ifadelerinden, duydukları bu esrarlı
komşuyu garipsedikleri belli oluyordu ama, onlar da bu konunun aslını bilmedikleri için
sessiz kalmak zorunda kalmışlardı.
Kafalarda cevap arayan bir sürü şaibeli sorular eşliğinde “İyi akşamlar” diyerek
kız evinden ayrıldılar.
***
Hamiyet, başını otobüsün camına yaslamış günün yorgunluğunu atmaya çalışırken, aklında bütün gün yaşadıkları vardı. Her gün evden işe gitmek için kullandığı ve
oldukça sıkıntılı geçen bu kırk beş dakikalık otobüs yolculuğunu artık iple çeker olmuştu. O’nun için bu süre, Mehmet’i düşlediği, içinde onun olduğu bir sürü hayaller kurduğu, bir zaman tüneli olmuştu. Fakat! bu akşam otobüsün camlarından dışarıya bakarken gözlerinde bıkkınlık vardı. Akşam üstü mağazaya, ağzı leş gibi içki kokan abisi
Asım gelmiş, zorla avans çektirmişti. Acıyarak bakan arkadaşlarının ve artık surat
38
yapmaya başlayan patronundan, gene yerin dibine girerek, para istemek zorunda kalmıştı. Bıkmıştı artık bu ayyaş abisinin işyerine gelip kendisini rezil etmesinden, ettiği pis
küfürlerinden, dayaklarından. Derin bir “Of” çekti. Birkaç saniye sonra gözlerinde zerre kadar da olsa bir tebessüm oluşmuştu. “İyi ki sen varsın Mehmet” diye içlendi. Yoksa, bezmişti yaşadığı bu hayattan. Anasının, babasının daha hayatının baharındayken,
içi yana yana kendisini okuldan almaları, sonrasında ha bire zengin bir kocayla evlendirme baskıları. Ama şu an Mehmet’le yaşadıkları bu güzellikler bütün bu sıkıntıları
örtüp kaybetmişti. Bu sabahı düşündü; Mehmet nasıl da bekliyordu kendisini heyecanla. Taa.. uzaklardan fark etmişti yüzündeki sevinci. Aynı heyecanı otobüsten inip onun
dükkanına yürürken kendisi de hissetmişti, tıpkı son on gündür hissettiği gibi.
Bu sırada aklına Alper geldi. Belki tesadüf, belki bilerek, ama tam o sırada, o da
kapının önüne çıkmıştı. Aslında ona da selam verip “Günaydın” diyebilirdi, çünkü bir
gün önce mağazaya gelip alışveriş yapmış, fazla olmasa da konuşmuşlardı. Fakat halen
nedenini bilemese de Mehmet’in bu çocukla ilgili bir rahatsızlık duyduğunu biliyordu
artık, o yüzden Alper’i hiç görmemiş gibi davranmıştı. Mehmet’in dükkanını düşündü.
“Öyle çok büyük değildi ama şirin bir yerdi. Acaba buradan ne kadar kazanıyordu ki?”
Mehmet’le evlendiğini hayal etti bir an. Bu kendi halindeki çiçekçi dükkanı bugüne kadar kendisinin ve ailesinin düşlediği hayatın ne kadarını verebilirdi ki? En fazla sıradan
bir hayat yaşarlardı. Nedense bu konuları düşünmeye başladığında hemen aklına Alper
geliyordu. Çünkü o da kendisiyle ilgileniyordu ve oldukça da zengin birisi olduğu her
halinden belliydi. Bu kez de istemeyerek onunla evlendiğini düşündü. O zaman hem
kendisi, hem ailesi bütün sıkıntılardan kurtulup, çok mutlu bir hayat yaşayabilirdi. Fakat, şu bir gerçekti ki, belki sıkıntılardan kurtulurlardı ama kendisi asla mutlu olamazdı! Çünkü mutluluk demek Mehmet demekti. Bu duyguyu hayatında ilk kez onun
güven veren gözlerinde, neşe veren sözlerinde bulmuştu. Ne olursa olsun, çölde yıllar
sonra bulduğu bir vaha gibi olan bu mutluluğun, kurumasına asla izin vermeyecekti.
Telaşla ayağa kalktı ve hemen düğmeye bastı. Çünkü otobüs inmesi gereken durağı
geçmek üzereydi.
***
Yatağında bir sağa, bir sola dönen Gülbahar teyze’nin, aklı hala kız evinden geldiklerinden beri halen salonda düşünceli, düşünceli oturan İhsan bey’deydi. Dayanamadı, yatağından kalkarak eşinin yanına geldi.
-“Bey ne oldu hayırdır? Nedir böyle seni düşündüren? Yoksa şu Figen’lerin evlerine gelip, giden aksak ayaklı adam mı canını sıktı?”
Hanımı doğru tahmin etmişti, gerçekten İhsan bey’in canını sıkan mesele buydu.
Kaygılı gözlerle karısının gözlerine bakarak:
-“Hanım”dedi. “Bu akşam kız evinde duyduklarım, her nedense içime kurt düşürdü! Her ne kadar bir erkeğin, eski komşularıda olsa yalnız başına yaşayan bir kadın ve
genç kızın evine girmesini çok doğru bulmuyorum. Hadi diyelim belki de gerçekten temiz duygularla, sırf yardım etmek için onlara gelip gidiyordur. Ama beni asıl tedirginliğe düşüren Figen’in annesinin, o adamdan bahsederkenki tuhaf haliydi!
Bilmiyorum ama, bu iş benim içime pek sinmedi. Sinan bizim de oğlumuz sayılır.
O yüzden hanım ben diyorum ki acele etmeyelim. Şu komşuları kimmiş, neyin nesiymiş
bir öğrenelim, ondan sonra bu işin ikinci adımını atalım. Cahilce ve acelece hareket
etmeyelim. Yoksa! Öyle bir hataya düşeriz ki, hem Sinan, hem de babası perişan olur.
Ayrıca, bu işe aracı olduğumuz için biz de ömür boyu vicdan azabı çekeriz.”
39
Kocasının kaygı veren bu sözlerini, onunla aynı endişede dinleyen Gülbahar teyze’nin yüzünde kuşkucu bir ifade belirdi! Kendisi de görmemiş değildi kadının o komşu
dediği adamdan bahsederken ki garip halini.
Gülbahar teyze, yüzü hafif kızarararak:
-“Bey” dedi. Bu ne olduğu belli olmayan adamın başka işleri çıkmasın sonra,? Bak
şimdi canım sıkıldı bu işe. Allah korusun, yarın Sinan bu kızla evlendikten sonra, ya
ortaya bu adamla ilgili edepsiz şeyleri çıkarsa?” Bunları söylerken, yaşlı kadın iyice
huzursuzlanmıştı.
Gecenin bir vakti eşinin bu kadar endişelendiğini gören İhsan bey onu biraz yatıştırmak ve henüz ortada netleşen bir şey yokken onun bu kadar karamsarlığa düşmesini
engellemek için:
-“Sen merak etme hanım” dedi. “Ben bu işle bizzat ilgileneceğim. Bakarsın kuşkularımız yersiz çıkar. Ama eğer tersi de çıkarsa. Yusuf bey’i derhal bu işten vazgeçireceğime emin olabilirsin. Gerekirse Sinan’a kızı ben bulur, kendi ellerimle evlendiririm, bu
iş bizim boynumuzun borcu oldu artık,”
Yusuf bey ve Sinan kız evinden geldikten sonra yemek yiyip, bundan sonra atılacak adımları konuşmuşlardı. Şu an mutfakta bulaşıkları yıkayan Sinan, büyük bir keyifle “artık bu işlerden de kurtuluyorum” dedi kendi kendine. Bu akşam üstü yaşadıklarını yeniden hayal etmeye başladı. Çok beğenmişti Figen’i. Kendisine kahve getirdiğinde, göz göze gelmişler, o an yüreğinde kendisine saadet veren ılık esintiler hissetmişti.
Nasıl da heyecanlanmıştı Figen’lerin evine girdiklerinde! Zaten heyecanı daha oraya
gitmeden doruğa çıkmıştı. Fakat bir şey dikkatini çekmişti! O da Figen’in çok rahat oluşu! Sanki kendisini istemeye değil de, oraya öylesine sohbet etmeye gitmişler gibi heyecansız bulmuştu O’nu. Halbuki annesi ondan daha hararetli ve işin bir an önce olmasını
ister gibi istekli davranmıştı! Hatta annesi bir ara Ayşe teyze’nin söylediği bir şeye kahkahayla gülen Figen’i, gözlerine sertçe bakarak uyarmıştı. Oysa Sinan kendi yaşadığı
mahcupluğu, çekingenliği onun da yaşayacağını tahmin etmiş, ama umduğu davranışları onda bulamamıştı. “Belki de bizi görünce çok sevindi, mutlu oldu, o yüzden böyle
coşkulu davrandı” diye geçirdi aklından.
Yusuf bey, mutfaktan gelen çatal, kaşık seslerinden oğlunun bulaşık yıkadığını tahmin etti. Kız evinden geldiklerinden beri kafası karmakarışıktı. Aslında her şey iyi gitmişti, ta ki kapıdan çıkana dek! Gerçi Figen’in cıvık davranışından biraz rahatsız olmuştu ama, “Zamane kızları, kendi zamanındaki kızlar gibi öyle bir köşede ezik büzük
durmuyorlar, tam tersine daha afralı tafralı oluyorlar” diye düşünüp, keyfini kaçıran
bu olayı biraz daha mazur görmeye çalışmıştı. Tek dileği Sinan’ı bir an önce evlendirmekti, öyle “Ha” deyince de kız bulunmuyordu ki. Asıl canını sıkan mesele bu değildi
zaten. “Kimdi bu bazı bazı gelen komşuları?” diye düşündü. “Kadıncağız ondan bahsederken sanki biraz telaşlanmış gibi miydi, yoksa kendisine mi öyle gelmişti? Bu olayı çok
da abartmaya gerek yok. İnsanlık hali, tabii ki insan eski de olsa komşusunu arayıp,
soracak yardım edecekti. En iyisi yarın kızın annesiyle konuşup ne yapılacaksa karar
verelim. Böyle hayırlı işleri uzatmak caiz olmaz. Dünya gözüyle elim ayağın tutarken şu
yetim yavrumu barklandırayım da içim rahata ersin artık.”
***
Mehmet’in, içi içine sığmıyordu bu pazar sabahında. Çünkü saat on ikide Hamiyet’le Gülhane Parkı’nda buluşacaklardı. Gardroptan özenle giyeceği kıyafetleri çıkarırken aklı gerilere gitti. Her şey nasıl da adım adım ilerlemiş bugüne gelmişlerdi. Önce-
40
leri ürkek, kaçamak bakışmalar... Ardından gözlerden, kalplere anlamlı mesajlar... Mağazaya tanışma ve konuşma umudu taşıyan turlar... Tezgahın üzerinde yeğenine tulum
bakarken ellerinin bir anda birbirine dokunuşuyla hissedilen arzulu yanışlar ve nihayet
dükkanda baş başa çay içerken, sözle değil ama “senden hoşlanıyorum” diye feryat eden
gözlerden masum itiraflar. Vee... bu itirafların büyük ödülü olan bugünkü buluşma.
Karar vermişti; bugün onunla bir araya geldiklerinde her şeyi göze alıp ondan hoşlandığını ve onunla ciddi anlamda bir beraber olmak istediğini söyleyecekti. Fakat söylemeyi düşündüğü bu sözlerin ardından, bazı kötü olasılıkların olma ihtimali de vardı.
“Acaba daha erken miydi bunları söylemek için? Her şey iyi giderken ya Hamiyet huylanır da bir anda tavır değiştirirse! Ya benim niyetimi yanlış anlayıp da benden soğur ve
bir daha görmek istemezse! İyi ama böyle yapacak olan birisi neden kendisine bu kadar
sıcak davranıp bugünkü teklifini kabul etsin ki?”diye bir an tereddüte düştü. Açıkçası
bir türlü emin değildi Hamiyet’in, konuşmalarına nasıl tepki vereceğinden. Bu can sıkan
olasılıklar Mehmet’in sabah uyandığındaki mutluluğunu biraz erozyona uğratmıştı.
Yine de bu düşüncelerini ona yavaş yavaş, söylemeye karar verdi. Bu arada hem abartılı olacağını düşünerek, hem de aptal aşık durumuna düşmemek için ona akşamdan
yazmış olduğu şiiri vermekten vazgeçti. “Nasılsa şiiri vereceğim daha nice zamanlar
olacak” diye umut etti.
Mehmet büyük bir coşkuyla giyinirken, heyecandan elinin ayağının boşaldığını
hissetti. Birazdan ancak düşlerinde hayal edebileceği güzellikte bir kızla iki sevgili gibi
buluşacaklardı. Öğleye doğru üstünü başını giyip kendini buluşmaya hazırladıktan sonra, Gülhane Parkı’na doğru yola çıktı.
Mehmet’in bugün için “işim var” demesinden dolayı dükkanı İhsan bey açacaktı.
Tahmin ediyordu bugün Mehmet’in neden izin istediğini. “Kerata kesin kız arkadaşıyla
buluşacak” diye düşündü. Bu arada sürekli olarak “Kimdi acaba bu oğlumun gönlünü
çalan?” diyede çok merak ediyordu. Birkaç haftadır hayatında bir kız arkadaşı olduğu
artık aşikardı. İşin garip tarafı onları ne dükkanda beraber görmüştü, ne de başka bir
yerde! “İyi, hoş tabii ki bir kız arkadaşı olacaktı”diye düşündü. Ama kendisini asıl tasalandıran oğlunun üç ay sonra askere gidecek olmasıydı. “Şimdi bunlar, bu kadar kısa
bir süre içinde birbirlerini gerçekten severlerse ve sonra da karşımıza “biz evlenmek
istiyoruz” diye çıkarlarsa, işte o zaman ne olacaktı? Kız, onu askerden gelinceye kadar
bekler miydi bakalım? Gencecik kız, birbirlerini bu kadar az tanımanın etkisiyle, ya
Mehmet askerdeyken aklı, gönlü başkalarına kayarsa! Hem bu kızın ailesi nasıl insanlardı? bakalım onlar böyle bir şeyi kabul edeceklermiydi?” Bu sorular İhsan bey’in
kafasında son dört, beş gündür çözemediği sorulardı. Bu kaygılar aklına Sinan’ı getirdi.
Çünkü dün kız istemeye gittiklerinde içine şüphe düşüren olaylar olmuştu. Bunları tekrar kafasında düşündüğünde, ileriye dönük hoş olmayan ihtimaller geliyordu. “En iyisi
Yusuf bey’le konuşup, kız evinden hazırlık yapmak için biraz süre isteyelim. Ben de şu
gizemli komşuyu iyice bir araştırayım bakalım” diye düşündü. Dükkanı açmadan önce
Yusuf bey’in dükkanına uğradı, amacı duyduğu rahatsızlığı ona uygun bir şekilde anlatmaktı.
Kapıdan giren İhsan bey’i görünce, Yusuf bey’in yüzünde bir memnuniyet belirdi.
Çünkü bugün kız eviyle konuşup yapılacak işleri belirleyeceklerdi, bundan dolayı oraya
gitmeden önce danışmak istediği bazı soruları vardı kendisine. Fakat kapıdan giren İhsan bey’in, şu an kendisiyle aynı coşkuyu taşıyan bir yüz ifadesinden çok, düşünceli bir
hali olduğunu gördü yüzünde! aklından bir an “hayırdır bir şey mi oldu?”diye sormayı
geçirdiyse de vazgeçti, nasılsa şimdi konuşacaklardı, bu esnada belki kendisi açardı sıkıntısının ne olduğunu! diye düşündü.
41
İhsan bey dükkana girip, sandalyeye oturduktan sonra, Yusuf bey’in sezgilerini
haklı çıkarırcasına konuşmaya başladı:
-“Komşu, biliyorum bugün kız eviyle konuşmaya gidilecek, ama! Onun öncesinde
sizinle konuşmak istediğim bir şeyler var. Biliyorsunuz, dün kız evine gittik, oturduk,
kahvemizi içtik, sonrada Allah’ın izniyle kızımızı isteyip aldık. Fakat! hatırlıyor musunuz? Tam evden çıkıyorduk ki ben onlara şu aksak ayaklı akrabalarını sordum, o anda
Figen’in annesinin tutumu bana biraz kuşku verici geldi! Hani beni yanlış anlamayın,
belki ben yanılmış olabilirim şüphelerimde. Ama sizi ve Sinan’ı ne kadar çok sevdiğimizi bilirsiniz. Sonradan sizin üzülmenizi hiç istemem. Ben diyorum ki, onlarla bugün gene
konuşalım, nisan, düğün her neyse belirleyelim. Bunların tarihini en az bir ay sonra olacak şekilde yapalım ki, bize de şu ne olduğunu tam bilemediğimiz komşuyu ve aileyi iyice tanımak için zaman kalmış olsun. Tabii siz de bu düşüncelerime katılırsanız eğer. Ne
dersiniz?
Pek beklemediği bu konuşmalar üzerine Yusuf bey’in keyfi kaçmıştı. Ne diyeceğini
bilemeden elindeki tesbihe öylece bakıyor, ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu. “Tamam! şu aksak ayaklı adam, dün gece onun da kafasına takılmamış değildi, ama bu kadar ince eleyip sık düşünmemişti bu konuyu. İhsan bey endişelenmekte belki haklı olabilirdi ama bu kadar da abartılacak bir durum yoktu ki ortada. Sonuçta ana kız bir
başınalardı, adamcağız da belki onlara üzülüp yardım edip, ihtiyaçlarını gideriyordu.
Hem Sinan, bu kızı çok beğenip bir an önce evlenmek isterken gereksiz yere ortalığı
karıştırmayada gerek yoktu. Ayrıca bu saatten sonra bu işi uzatmak kıza ve annesine
karşı çok ayıp olurdu. O yüzden derin derin araştırmaya soruşturmaya hiç gerek yoktu,
tam tersine bu işi bir an önce başlatıp, hayırlı bir şekilde sonuçlandırmalıydı.”diye aklından geçirdi.
***
Mehmet, az önce Gülhane Parkı’nın giriş kapısına gelmiş, heyecanla Hamiyet’in
gelmesini bekliyordu. Bu arada gözü, hemen yanı başında birbirleriyle buluştuktan sonra el ele tutuşup Gülhane Parkı’ndan içeri neşeyle giren çiftlere takıldı. Belki bu buluşmaların da değil ama, bir gün kendisinin de Hamiyet’in ellerini böyle tutacağını hayal etti. Bunu hayal etmek bile içine tarifsiz bir mutluluk doldurdu. Bu arada buluşma
saati gelmiş olmasına rağmen Hamiyet halen ortalarda yoktu. Ama “Herhalde birazdan
gelir” diye düşündü. “Belki trafik sıkışmış ya da evde bir işi çıkmış da olabilirdi” Bu
teselli edici ihtimallere rağmen, buluşmaları gereken saatin üzerinden yaklaşık yarım
saat geçmişti. Mehmet’in ışıldayan yüzünde yavaş yavaş bir karamsarlık havası oluşmaya başladı. “Yoksa gelmeyecek miydi? Belki de bu kadar gecikmesi için önemli bir bahanesi vardı.”diye kendince bahaneler üretmeye başladı. Parkın kapısının önünde canı
sıkkın bir şekilde voltalamaya başladı. Saatine baktı, yaklaşık bir saat geçmesine rağmen halen ortada yoktu. Sıkıntılı bir şekilde düşünmeye başladı. “Yoksa Hamiyet bu
buluşmayı önemsemeyip, yarında bu buluşmaya gelememesinin nedeni olarak uyduruk
bir bahaneyle mi çıkacaktı karşısına?” Halbuki bugün geleceğinden çok emindi. Bütün
bir haftayı oldukça hoş geçirmiş, karşılıklı samimice konuşup, gülmüşlerdi. Hatta dükkanda çay içerken ikisi de birbirlerine olan duygularını olabildiğince hissettirmişlerdi.
Geçen her saniye Mehmet’i iyice huysuzlandırıp umutlarını tüketmeye başlamıştı. Son
kez Hamiyet’in geleceği yöne doğru baktı ve göremeyince üzgün bir şekilde oradan ayrılmaya karar verip tam adımını attığı sırada, bir anda iki elin sıcaklığı gözlerini kapattı!
42
***
-“Sağ olun İhsan bey”dedi Yusuf bey. “Biliyorum endişeleriniz bizim iyiliğimiz için
ama, bence o komşuları olacak adam zannetmiyorum ki kötü birisi olsun. Hem belki
bugün, yarın o adamı da tanıma şansımız olur o zaman hepimizin içi rahata erer. Ayrıca
şimdi kızın ailesi olur da onlarla ilgili böyle bir araştırmaya girdiğimizi duyarlarsa, belki bu işten vazgeçerler, işler o zaman daha kötü olur. Bence sizin içiniz rahat olsun, ben
onların çok iyi insanlar olduğunu düşünüyorum. Siz hiç merak etmeyin, içinizi serin
tutun” diyerek bu konudaki tavrını ortaya koydu.
***
Mehmet’in gözlerini ansızın saran ellerin sıcaklığı, bir anda bütün vücudunu kapladı. Heyecandan eli ayağı birbirine dolanmıştı. Parfüm kokusundan tanımıştı şu an
yüzünü saran pamuk yumuşaklığındaki bu elleri. Hemen arkasını döndü. Şimdi karşısında kendisine gülümseyerek bakan ve bu bakışıyla da kendini adeta sarhoşa çeviren
Hamiyet duruyordu.
-“Çok özür dilerim Mehmet”dedi Hamiyet. “Biliyorum seni çok beklettim ama
inan evden çıkmam öyle kolay olmadı. Ayrıca trafikte de bayağı bekledim, o yüzden
gecikmek zorunda kaldım.”
-“Yok canım, gecikmen önemli değil” dedi Mehmet. “ Ben sadece başına bir şey
geldi diye korktum! Yoksa seni burada sonsuza kadar bekleyebilirim” dedi. Ama! Sonra
bir an pişman olur gibi oldu, hemen böyle demekle abartmış mıydı acaba? Daha şimdiden “Sonsuza dek bekleyebilirim” demek de ne oluyordu? “Yine duygularıma hakim
olamadım”diye kızdı kendine.
Mehmet’in ruhunu okşayan bu yiğitçe sözü Hamiyet’in hoşuna gitmiş, biraz da
utandırmıştı. Ama böyle iddialı bir sözü açıkçası bu kadar erken beklemiyordu, hele ilk
buluşmalarında asla. İstemeden de olsa içinde bir işkillenme oldu. Daha ilk buluşmalarında böyle söylemesi için, ya kendisine sırılsıklam aşık olması gerekiyordu, ya da güzel
sözler söyleyip kızların kalbini çalan usta bir çapkın! Ama yüreğinin sesini dinlediğinde,
bu sözlerin kendine aşık birisinin ağzından çıkmış olduğuna ikna olması hiçte zor olmadı. Her ne kadar Mehmet’i tanıyalı şunun şurasında bir hafta ve ya on gün olsa da,
sanki yıllardır onu tanıyormuşçasına onda gördüğü dürüstlüğün ve samimiyetin, içinin
dışa yansımış hali olduğu konusunda hiç şüphesi kalmamıştı.
Sonbaharın, kışa göz kırpmaya başlamasına rağmen hava oldukça güzel ve güneşliydi. Gülhane Parkı’nın içine doğru ikisi de içlerindeki heyecan veren duygular doruğa
çıkmış bir şekilde ilerlemeye başladılar. Yürürken kolları birbirine dokunuyor ve her
dokunuş anında yüreklerine bir sürü güzel duygu olarak ulaşıyordu.
Mehmet elleriyle parkın içindeki kocaman ağaçlarını göstererek:
-“Ben bu parkı çok seviyorum, burada İstanbul’un o baş döndüren kalabalığı,
kargaşası yok, insan burada huzur buluyor”. dedi
-“Haklısın, gerçekten çok güzel bir yer burası” dedi Hamiyet. İstanbul’un ortasında böyle bir yerin kalmış olması ne güzel. Daha önce de birkaç kez gelip, çok eğlenmiştim burada.
43
Mehmet’in birden rengi attı! “Acaba daha önce kimle gelmişti Hamiyet buraya?
Yoksa yakın zamanda başka bir sevgilisiyle mi? Ne zaman ayrılmışlardı ki?” Mehmet
tam kendini saran kıskançlık yumağına iyice dolanmak üzereydi ki yardımına Hamiyet’in sözleri yetişti.
-“Çok güzel konserler oluyor burada, mağazada çalışan kız arkadaşlarımla gelmiştim’’dedi Hamiyet.
Ağaçlardan yerlere dökülen sarı, turuncu yapraklara basarak hem yürüyor hem
de kaçamak bakışlar eşliğinde, birbirlerini iyice tanıyacak şekilde konuşuyorlardı.
Bu arada vakit öğleyi geçmişti, Mehmet eliyle az ilerideki tek katlı, yazlık bahçesinin çitleri çiçeklerle çevrilmiş küçük lokantayı işaret ederek :
-“Buranın köftesi harikadır, hem bir şeyler yeriz, hem de sohbet ederiz olur mu?”
diye sordu Hamiyet’e.
-“Olur” dedi Hamiyet. “Gerçi ben çok acıkmadım ama, çok sevimli gözüküyor
orası”dedi. Ama içinden de “Demek ki buradaki köftelerin tadını daha önce test etmiş,
kimle acaba?” diye geçirmeyi de ihmal etmedi .
Beraberce lokantanın bahçesine girip çiçeklerin hemen yanı başında ki bir masaya
oturdular.
Hamiyet, Mehmet’e bakıp gülümseyerek:
-“Çok şanslısın Mehmet, bak çiçekler seni burada da yalnız bırakmıyorlar” dedi.
Mehmet bu sözler üzerine tam “Benim için artık tek çiçek sensin” diyecekti ki,
kendini son anda tuttu. Gene duyguları kabarıp diline vurmuş ama, bu sefer parkın girişinde yaptığı gibi hemen döküp saçmamıştı.
İkisinin de şu an, baş başa olmanın büyüsüne kapılmışlardı.
Mehmet, Hamiyet’in gözlerine gülümseyerek bakıp:
-“Gelmene çok sevindim! Bir an ekildim diye çok korktum ama, neyse korktuğum
olmadı” dedi.
Hamiyet “aşk olsun” der gibi baktı Mehmet’e. “Gelmez olur muyum? Ama gerçekten evden çıkmam kolay olmadı. Annem bugün çalışmadığımı biliyor, o yüzden de evden
çıkmak için mazeret bulmak zorunda kaldım. Mağazadaki bir arkadaşımın hasta olduğu için işe gelemediğini ve onun yerine çalışmam gerektiğini söyledim. Yalan söylemeyi
hiç sevmiyorum ama, maalesef başka çarem yoktu”.
Bu arada siparişini verdikleri köfteler de masaya gelmişti. Yemeklerini yerken bir
taraftan da karşılıklı konuşmaya başladılar. Önce Mehmet’i oldukça üzen, Hamiyet’in
okul durumunu konuştular, sonra en çoksevdikleri filmleri, kitapları, yeni doğan Buse’yi. Ardından da işyerlerinde yaşadıklarını ve en sonunda da Hamiyet’in biraz canını
sıkan Mehmet’in üç ay sonra askere gidişini.
Bu arada Mehmet, Hamiyet’le ilgili düşünceleri söylemek için iyice sabırsızlanmıştı. Konuşurlarken sürekli fırsat arıyordu ki, gözüne lokantanın karşısındaki çınarların
altında bulunan tenha banklar ilişti. Burası içindekileri söylemek için hem daha müsait,
hem de daha romantikti.
Köfteciden çıkıp Mehmet’in teklifiyle banklara doğru giderlerken ikisinin de yüreği deli gibi çarpmaya başlamıştı! Çünkü birazdan banklara oturdukları andan itibaren
ikisi de birbirlerine olan duygularını itiraf etmeye başlayacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Omuzları birbirine hafifçe değer bir şekilde gelip, bir süre sessizce banklarda
oturmaya başladılar. Bu arada Hamiyet ayaklarını öne doğru uzatmış, sessizce yere bakıyordu. Sanki her an Mehmet’in kendisine bir şeyler söylemesini bekler gibiydi.
En sonunda Mehmet’in beklediği an gelmişti. Derince bir nefes çekti, iyice yutkundu bu arada vücudu alevler içinde kalmıştı, sonunda gür ve kararlı bir sesle:
-“Hamiyet” dedi.
Hamiyet biraz durduktan sonra Mehmet’in gözlerine bakarak masumca:
44
-“Efendim” dedi, aslında bu “Hamiyet” kelimesinin arkasından gelecek güzel sözleri tahmin etmişti, ama sabırla bunların Mehmet’in dudağından dökülmesini bekledi.
Mehmet çekinerek konuşmaya başladı:
-“Benim sana söylemek istediğim bazı şeyler var, bilmiyorum belki biraz erken
ama yine de bilmeni istiyorum”dedi.
-“Aa.., öylemi!” dedi Hamiyet, sanki Mehmet’in söyleyeceklerinin hiç farkına varmamış gibi. “Nedir söyleyeceklerin ?” “Yoksa kötü bir şey mi oldu?”
-“Hayır”dedi Mehmet. “Tabii ki kötü bir şey değil, hatta tam tersine güzel bir şey,
en azından benim için öyle ama sen söylediğimde ne düşünürsün bilemiyorum”.
-“Bak sen!” dedi Hamiyet. “Neymiş bakalım senin için güzel olan şey, şimdi çok
merak ettim bak”.
Mehmet’in eli yüzü iyice kızarıp yanmaya başlamıştı ama, kendini toparlayarak
cesurca konuşmaya başladı :
-“Biliyorsun Hamiyet, seninle neredeyse bir haftadır görüşüyoruz. Bundan önce de
dükkanın önünden geçerken seni hep izlerdim, hatta bu bakışlarımı çok kez yakaladığın
da oldu”. dedi. Sonra da Hamiyet’in gözlerinin içine derince bakarak :
-“Kısaca söylemek istediğim şu, “Senden hoşlanıyorum ve seninle ciddi anlamda
beraber olmak istiyorum”dedi. Mehmet çok rahatlamıştı şimdi. Geriye doğru yaslanıp
merak içinde Hamiyet’in neler söyleyeceğini beklemeye başladı.
Hamiyet’in, beyaz tenli yüzü al al olmuş, utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Yüzünü Mehmet’e dönmeden, önüne bakarak konuşmaya başladı:
-“Aslında doğruyu söylemek gerekirse, ilk başlarda sizin dükkanın oradan geçerken ne seni, ne de bakışlarını fark etmemiştim. Ama, daha sonra bana, o dost gözlerinle
dikkatlice baktığını gördüm ve bu bakışlar nedense beni rahatsız etmedi, tam tersine
bakışların bir anda, içimde hoş duygular hissetmeme neden oldu. Her sabah oradan geçerken gözlerim hevesle seni aramaya başladı ve seni her bulduğumda da içide tarifini
yapamayacağım bir mutluluğu yaşar oldum. Hatırlıyor musun? Hani bizim mağazaya
ilk gelişini? sana belli etmedim ama seni karşımda görünce elim ayağım birbirine dolaştı. Hatta mağazadaki arkadaşlarım benim bu halimin farkına varıp, sen gittikten sonra
“Kim bu? Yoksa özel bir arkadaşın mı?’’ diye bile sordular, ben de “hayır sadece mağazaya gelirken çiçekçinin önünde birkaç kez görmüştüm dedim”.
Hamiyet’in, duygularını bu kadar açık açık söylemesi, Mehmet’in çok hoşuna gitmişti. “Demek ki o da benim için aynı derecede bir şeyler hissediyordu. Tek taraflı değildi bu hoşlanma. Ayrıca korktuğum olmadı. Yani Hamiyet ters tepki verip, kalkıp
gitmemiş ve ya bozulmamıştı.”diye düşündü.
Hamiyet iyice duygusallaşmış bir şekilde konuşmaya devam etti:
-“Aslında hoş ve sempatik birisin, ayrıca bana güven veriyorsun. Ben de seni düşünmüyor değilim inan. Çok sıcaksın, ne bileyim seninle konuşmak bana mutluluk ve
huzur veriyor”dedi. Gözlerini yavaşça, Mehmet’in gözlerine çevirerek, “Anlayacağın
ben de senden hoşlanıyorum Mehmet”dedi.
Mehmet, sevincinden havalara uçuyordu. Şu an dünyanın en mutlu insanı olarak
kendini görüyordu. Deliler gibi aşık olduğu kız kendisine aşıktı. Açıkçası Hamiyet’in
kendisinden bu kadar hoşlandığını hiç tahmin etmemişti. Ayrıca hoşlansa bile bu kadar
açık yüreklilikle itiraf edeceğini hiç ummamıştı.
İkisinde de biraz mahçupluk vardı. Karşılıklı bu hoş itiraflardan sonra, tatlı bir
haz sarmıştı bütün benliklerini.
-“Ne yani bundan sonra sevgili miyiz?” diye düşündü Mehmet ve Hamiyet’in o
tatlı gözlerine derin ve anlamlı bir şekilde uzunca baktı. Aynı anda Hamiyet de gözlerini
Mehmet’in gözlerine çevirmiş manalı bir şekilde bakıyordu.
Nihayet, Mehmet, Hamiyet’in bu yüreklendiren sözlerine sığınarak:
45
-”Gözlerin öyle güzel ve öyle büyüleyici ki, seni her gördüğümde çarpılmamak
mümkün değil. Yani söyler misin, insan seni görüp de nasıl aşık olmasın?”
Mehmet iyice açılmıştı, içindeki coşkunluğu, onunla ilgili düşüncelerini rahat rahat
söylemek istiyordu artık.
Hamiyet’in çok hoşuna gitmişti Mehmet’in bu ruhunu okşayan sözleri. Aslında
kendisi de bir şeyler söylemek istiyordu Mehmet’in sözleriyle aynı manayı taşıyan, fakat
Mehmet’in bu kadar hararetli olduğunu görünce onu dinlemeyi ve minik gülümsemelerle karşılık vermeyi daha uygun buldu.
Vakit epey geçmiş, hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı artık.
-“İstersen kalkalım” dedi Hamiyet. “Geç kalırsam evdekiler merak edebilirler.”
Oysa ki bu güzel günün bitmesini ve Mehmet’ten ayrılmayı hiç istemiyordu. Onunla
ilgili hislerinde yanılmamıştı, düzgün birisi olduğu, her sözünden ve davranışından belli
oluyordu. Ayrıca insanı rahatlatan o güzel ses tonuyla yaptığı iltifatlar kalbini okşamıştı. Bu arada bundan sonra her görüştüklerinde ona biraz daha bağlanacağını da şimdiden anlamıştı.
Banklardan kalkıp, Gülhane Parkı’nın saray burnuna bakan çıkış kapısına doğru
ilerlemeye başladılar. İkisi de, bugünü hayal ettikleri gibi, hatta daha ötesinde geçirmişlerdi. Bundan sonra birbirlerinin hayatlarında, her an birbirini düşünen, her an birbirlerini kavuşmanın hayalini kuran birer sevgili olacaklardı. Artık ikisi de kaderin kalplerini birbirlerine aşk köprüsüyle sımsıkı bağladığını biliyorlardı.
Mehmet daha şimdiden, gelecek pazarın, yarın sabahın, akşamları işi çıkışının yani
Hamiyet’le beraber olabileceği bütün zamanların hayalini düşlemeye başlamıştı bile.
Artık Hamiyet, dükkana herhangi biri olarak değil de, sevdiği olarak gelecekti. Bu arada Gülhane Parkı’nın, Sarayburnu kapısına gelmişlerdi. Buranın eşsiz bir manzarası
vardı, boğazın masmavi suları, her iki kıyıdaki yalılar, villalar, tarihi camiler ve boğazın iki yakasını birbirine gümüş gerdanlık gibi bağlayan devasa köprüler.
Bir an kapıda durdu Mehmet! önlerindeki bu eşsiz manzarayı Hamiyet’e göstererek:
-“Bu parktan çıkarken en büyük sabırsızlığım, insanı büyüleyen bu görüntüyü doya doya seyretmek. İnsana özgürlük hissi ve tarifsiz bir mutluluk veriyor. Şu denizin
üzerinde uçan martılar gibi olup, o mavi suların, camilerin, yalıların, gemilerin üzerinde
kanat çırpmadan süzülmeyi ne kadar çok isterdim biliyor musun? Bu konuda en şanslı
kuşlarda martılar galiba? Baksana, bu güzellikleri görmek için havada istedikleri gibi
uçuyorlar, canları sıkılıp serinlemek isteseler korkusuzca şu denizin dalgalı sularında
batmadan yüzüyorlar, ayrıca hiç para vermeden istedikleri yalının çatısında boğazı doya doya seyretme lüksleride var daha ne olsun?”dedi Mehmet. Sonra da, “Ama tek eksiklikleri var! o da hiç birinin Hamiyet’i yok” diyecekti ki son anda gene kendini durdurmayı başardı. Artık duygularına hakim olup yüreğinden dile gelmek isteyen hislerinden, hangisini sesli, hangisini sessiz söyleyip, söylemeyeceğini yavaş yavaş öğrenmeye
başlamıştı.
Hamiyet de, Mehmet’in, kendisine gösterdiği bu manzaradan çok etkilenmişti.
Daha öncede bu parka gelip, bu kapıdan çıktığı halde, şu an seyrettiği büyüleyici görüntüye hiç bu kadar dikkat etmemişti. Hiçbir şey konuşmadan, ikisi de kendilerini hüzne
daldıran bu seyre öylece dalıp gittiler.
Bugün ikisi de, bundan sonraki beraberliklerinin, aşklarının tohumunu kalplerine
umutla bırakmışlar ve bundan sonra da bu tohumu, sevgileriyle, fedakarlıklarıyla büyütüp çiçeklendirmek için, her türlü zorluğa katlanmayı, seve seve göze almaya karar
vermişlerdi.
Mehmet, Hamiyet’i otobüse bineceği durağa kadar götürdü. Yaklaşık on dakika
sonra gelen otobüs, Onu Mehmet’ten uzaklaştırırken kara gözlerine şimdiden hasretine
yandığı ela gözlerin sevdasını düşürmüştü.
46
Mehmet, daha şimdiden, bir saniye önce uğurlamış olduğu Hamiyet’in özlemine
düşmüştü. Kendi bineceği durağa giderken içinde hem hüzün vardı, hem de Hamiyet
gibi güzel bir kızla sevgili olmanın gururu.
***
Gülbahar teyze:
-“Bey” dedi. “Daha şimdiden heyecen bastı beni! Torunum yarın geliyor hayırlısıyla bakalım. Kaç gündür gözümde tütüyorlar, Melek, Murat, Buse. Allah onların yokluğunu göstermesin bize. Nasıl da zor geldi onlardan ayrı kalmak bana, ne yediğim
boğazımdam geçiyor, ne içtiğim serinletiyor. Hele şu minik Buse hanım bir gelse de onu
doya doya elime alsam, koklasam, yanaklarını şöyle minik minik bir öpsem. Bu arada ne
yaptınız Yusuf bey’le konuştunuz mu?” diye sordu.
Ta ki “Yusuf bey’le konuştunuz mu?” lafını duyana kadar yüzü gülen İhsan
bey’in, bir anda neşesi kaçtı. Yüzünde bir şeylerin iyi gitmediğini gösteren sıkıntılı bir
ifade belirdi!
Derin bir iç çektikten sonra:
-“Hanım, Yusuf bey’le görüştüm, ama anlaşılan bizim kadar endişeli değil. Kendisine şu komşu olayını, bu konudaki rahatsızlık duyduğum bütün noktaları tek tek güzelce izah ettim. Kendisine, istersen biraz süre isteyelim şu işi iyice bir araştıralım dedim, hani öyle uzun bir süre de değil bir ay. Fakat, bilmiyorum anlaşılan o ki Yusuf bey
kafasına takmış, hemen yapalım diye. Bana dedi ki “Komşu komşuya yardım edebilirmiş” hem kız evi kendilerini ve ne olduğu belirsiz komşuyu araştırdığımızı duyarlarsa
alınıp kızı vermeyebilirlermiş. Ben de daha fazla üstelemeden siz bilirsiniz dedim. Bakarsın kız evi ve ya Yusuf bey tutar şimdi lüzumsuz bir şey söylerler bu sefer de bizim
canımız sıkılır. Ama bilesin ki bu işin sonu hayır mı olur şer mi hiçbir şey diyemiyorum.
İnşallah iyi olur, bugün kız eviyle görüşecekti Yusuf bey artık neye karar verecekler
bilmiyorum ama nasılsa bizi aldıkları karardan haberdar ederler.”dedi.
Gülbahar teyze, bu konuşmalara ve eşinin bu sıkıntılı haline üzülmüştü.
-“Sen üzerine düşeni yaptın.” dedi, moral veren bir sesle. “Bu saatten sonra bence
bu işe çokta fazla karışmak doğru olmaz.Biliyorum Yusuf bey’i de Sinan’ı da çok seviyorsun. Ben de onları çok seviyorum ama, şimdi onlara yardımcı olacağız diye işlerine
karışır, sonra kız evi de bunu bahane ederek bu işi bitirmeye kalkarlarsa, işte o zaman
ömür boyu bunun azabını çekeriz.”dedi. Sonra da kocasının yüzüne sevgiyle bakarak:
-“Senin için rahat olsun, belki de o komşu meselesi bizim zannettiğimiz gibi kötü
değildir.”dedi. Sonra da yüzünde bir gülümsemeyle, “Hem bey, sen asıl bizim Mehmet’ten haber ver! Bugün nereye gittiğini söyledi mi sana? Gerçi söylemesine gerek yok
evde o kadar çok bakındı ki aynaya, üstüne başına, belli ki o kızla buluşmaya gitti benim minik kuzum. Oh şuna bak! Kocaman adam olmuş da, kız arkadaşını gezdiriyor.”
-“Haklısın” dedi İhsan bey. “Mehmet de büyüdü, kocaman adam oldu artık. Vakit
su gibi geçiyor. Aslında ben de merak etmiyor değilim şu kız arkadaşını ve ailesini. Bazen canım sıkılmıyor da değil hani. Bu çocuk yakında askere gıdecek, bu işin sonu nereye varır kafamı kurcalamıyor değil. Hanım sen şu keratanın ağzını bir yokla bakalım
kimmiş bu kız. Bu arada yemeği hazırladıysan biz geçelim, Mehmet “Ben geç gelebilirim.” demişti. Yemeği yerlerken masada sadece iki kişilerdi. İhsan bey eşinin gözlerine
hüzünle baktı:
47
-“Ee hanım, Melek’i evlendirip, yuvadan uçurduk. Mehmet de yarın öbürgün askere gidiyor, desene bundan sonra baş başa kalacağız” .
Bu sözler Gülbahar teyze’nin biraz moralini bozmuştu. Hafif asılmış bir yüzle kocasına
bakarak:
-“Bey, Mehmet’i askere gönderiyorsak ömür boyu orada kalacak değil ya! Hem
Melek’i evlendirdiysek bile onu kaybetmedik ya, o da çok şükür hemen yanıbaşımızda.
Hem Mehmet gidiyor ama bak onun yerine Buse geldi, biz de onu severiz” dese de
Mehmet’in askere gidiyor olmasının ateşi aylar öncesinden düşmüştü yüreğine. Ama,
kimseye belli etmemişti. Sürekli , “canım Mehmet’im askerdeyken onun yokluğuna nasıl
dayanacağım, o boş yatağını gördükçe içim sızım sızım sızlayacak.” demiş, ama “Bu
vatana feda olsun benim oğlum, Mehmet’ler olmasa kim koruyacak bu vatanı?” diye de
sık sık kendini teselli etmişti. Konuşulanlar ikisini de derinden etkilemiş, içlerindeki endişeyi, kederi daha da alevlendirmişti.
Tam bu sırada “İyi akşamlar “diyerek Mehmet girdi içeri. Yüzündeki neşeli hali,
annesi de, babası da hemen fark etmişlerdi. Mehmet, elini, yüzünü yıkadıktan sonra,
keyifle sofraya oturdu.
Annesi merakla bakıyordu iştahla yemek yiyen oğluna. “Kimdi acaba Mehmet’i bu
kadar mutlu eden?” diye düşündü. Çok merak ediyordu bu kızın nasıl biri olduğunu.
Kararlıydı, fırsatını bulur bulmaz bunu Mehmet’e sorup öğrenecekti, ama öyle pat diye
sorup ürkütmek istemiyordu oğlunu. Şöyle kıyısından, köşesinden girmek istedi konuya:
-“Ne yaptınız oğlum bugün gezdiniz mi? havada çok güzeldi. Yoksa Sinan’la gene
balık tutmaya mı gittiniz?”diye sordu.
Annesinin, bu sorusu Mehmet’i biraz telaşlandırdı. “Acaba ne söylesem.” diye bir
an düşündü ve “Bir arkadaşla beraberdik” diye olayı geçiştirmeye çalıştı.
Fakat, Gülbahar teyze kararlıydı, şimdi fırsatını bulmuşken az da olsa bir şeyler
öğrenmek için can atıyordu.
Bu arada İhsan bey, konuşulanlara ilgisizmiş gibi davranıp, yemeğini yiyor, ama
en az o da eşi kadar bu kızın kim olduğunu merak edip anlamak için, onları can kulağıyla dinliyordu. Kendisi soramazdı, çünkü Mehmet’in hassas ve duygusal bir çocuk
olduğunu bildiği için bu tarz soruların onu mahçup edeceğini biliyordu. O yüzden yemeğini yavaş yiyor ve mümkün olduğunca masada fazla kalarak konuşulanları duymak
istiyordu.
Gülbahar teyze, hafif imalı bir şekilde Mehmet’e sordu:
-“Kimmiş bakalım bu arkadaşın? Biz tanıyor muyuz”
Mehmet yakalanmıştı şimdi. Asla yalan söyleyemezdi. Yalandan nefret ederdi ve
annesi de, babası da şimdi kendilerine yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Mehmet’in yüzünü ter basmış, lokmalar boğazından zor geçer olmuştu. Annesinin huyunu
biliyordu, şimdi bir kız arkadaşım dese. Bu sefer “Hangi kız arkadaşın” diyecek, “Okuyor mu diyecek”, evet dese, “nerde Okuyor” diyecek, yok dese, “Niye okumuyor” diyecek. Yani annesi, her cevaba, yeni bir soruyla karşılık verecekti. Belki sofrada babası
olmasa daha rahat konuşabilirdi, hatta annesiyle bu konuyu konuşmak çokta hoşuna
giderdi. Ama babasının yanında bunları konuşmak biraz kasar, rahat olamazdı.
-“Hayır anne siz tanımıyorsunuz, ama en yakın zamanda sizinle tanıştırmak istiyorum.” dedi ve “Ellerine sağlık”, diyerek sofradan süratlice kalktı. Çünkü sofrada oturmaya devam etse, annesinin soruları aynı hızla arka arkaya gelecekti. Ayrıca henüz
kendisi de ne Hamiyet’le, ne de ailesiyle ilgili çok fazla bilgiye sahip olmadığı için, bu
sorulara net cevap veremeyecek ve şimdiden annesinin ve babasının kafasında yersiz
şüpheler oluşmasına sebep verecekti.
48
***
Alper’in, bu gece Asım’a rastlamak için gittiği ikinci pavyondu. Daha önce karşılaştığını zannettiği pavyona gidip, orada saatlerce oturmuş sonra da şimdi masasında
rakı içip, konsomatris kızlarla muhabbet ettiği bu pavyona gelmişti. Yarı sarhoş halde
yanındaki kızlarla alem yaparken, pavyonun loş ve sigara dumanı kaplamış masalarında gözü döne döne Asım’ı arıyordu. Zaman gece yarısını çoktan geçmesine rağmen halen Asım’a rastlayamamıştı. Vakit geçtikçe daha da hırslanmaya başlamıştı, çünkü aklından sürekli çıkmayan Hamiyet’i elde etmenin en kolay yolu, abisiyle samimi olmaktı
diye düşünüyordu. Hamiyet’in yanına iki kez gidip, alış veriş yapmış, hatta bayağı konuşup gülüşmüşlerdi. Ama, bütün bunlara rağmen kapının önünden geçerken kendisine
dönüp bakmamıştı bile. Artık bu mesele onun için bir erkeklik meselesi haline gelmişti.
Komiden hesabı istedi, sonra da içinden hınçla:
-“Ulan Asım iti, bugün seni buralarda yakalayamadım ama, elbette buralara düşeceksin, o zaman da iki tek içirip kız kardeşini nasıl kucağıma konduruyorum bak sen.
Mehmet denen o salak da bu işlerin nasıl olduğunu görsün de, öğrensin bakalım”dedi
içinden. Kominin getirdiği hesabı ödedi ve masasında oturan konsomatris kızın yanağını
sıkarak, kapıya doğru yönelmişti ki, bir anda gözlerinde bir sevinç belirdi!
***
Hamiyet, akşam yemeğinden sonra odasına çekilmiş, az önce yanından çıkan Gülsüm yenge’sine de Mehmet’le bugün Gülhane Parkı’nda yaşadıklarını, büyük bir sevinçle anlatmıştı. Bir an ellerine baktı, içi titredi! Mehmet Gülhane Parkı’nın girişinde
kendisini beklerken nasıl da arkasından gözlerini kapatmıştı. İlk kez dokunmuştu tenine
ve bu sırada içi bir tuhaf olmuştu. Sonra kendisine dönüp baktığında, ela gözlerindeki o
büyük ışıltıyı görmüştü. Hayatı berbat bir şekilde giderken, nasıl da her şey bir anda
değişmişti? Parayla satın alabileceği duygular, hisler değildi bunlar kesinlikle. “Demek
aşk dedikleri buymuş ve insan ancak aşık olunca bu duyguları yaşıyormuş”diye düşündü. Parkın içinde yürürken Mehmet’in kolunun kendisine her dokunuşunu koluyla değil
kalbiyle hissetmişti. Nasıl da yakalamıştı köfte yerlerken Mehmet’in kendisine hayran
hayran bakışını, hem de kaç kez! Ama kendisi de belli etmeden hayranlıkla Mehmet’in
yüzüne, gözlerine, gülüşüne az bakmamıştı hani. Belki öyle aman aman yakışıklı değildi
ama, hayatında hissedebileceği ve bugüne kadar da hiç hissetmediği en güzel duyguların tadına onunla varmıştı. Şirinliği, güvenilirliği, belki de ona bu kadar çabuk açılmasına neden olmuştu. Hem ona olan duygularını açıkça itiraf ettiği için de hiç pişman olmamıştı. Bir an gerilere gitti, yüzünde minik bir gülümseme belirdi! Halbuki son zamanlarda kafasında hep çok zengin biriyle evlenip, lüks bir hayat yaşamanın planlarını
yapmıştı. Çektikleri fakirlik ve evdeki huzursuzluktan kurtulmak için evliliğin aşk kısmını hiç düşünmemişti. Belki de sırf ailsinden korktuğu için, düşünmeye cesaret bile
edememişti. Ama şimdi aşıktı ve hiç olmadığı kadar da mutluydu. Fakat, aynı zamanda
da kafası karmakarışıktı! “Acaba, Mehmet’i ileriki zamanlarda ailemle tanıştırsam ne
derlerdi?”diye düşündü. Bu soruya cevabı ekşiyen yüzü verdi. Daha şimdiden onların ne
diyeceklerini çok iyi biliyordu. “Bula bula bu çocuğu mu buldun? Bu kendi karnını zor
doyurur bizi nasıl doyuracak? Gençsin güzelsin. Durdun durdun da bu çulsuzu mu buldun?”diyeceklerdi. Peki ne yapacaktı bundan sonra? Ailesine kalsa evleneceği adam
kendinden büyükmüş, kaba sabaymış ne fark ederdi ki? Yeter ki paralı birisi olsun da
49
ne olursa olsun. Çok mu umurlarındaydı sanki duyguları, evleneceği kişiyi sevip, sevmeyeceği? Hamiyet’in sinirden ve üzüntüden gözleri yaşarmıştı. Kendini şu an tam bir çaresizlik içinde hissediyordu. Mehmet’ten asla vazgeçmek istemiyordu ama, ailesinede
karşı gelemezdi. “En iyisi her şeyi zamana bırakmak.” dedi çaresizce. “Ama ne olursa
olsun asla Mehmet’ten vazgeçmeyeceğim, benim tek neşe kaynağım onun tatlı, sözleri
içimi aydınlatan ela gözleri.” dedi titreyen dudaklarıyla. “Ama ailem beni ondan zorla
vaz geçirirlerse de, onu asla unutmayacağım ve yüreğimde ölene dek saklayacağım”diye
de içlendi. Bu arada kara gözlerinden, beyaz tenli yüzüne göz yaşları yavaş yavaş süzülmeye başlamıştı.
***
Alper’in, parlayan gözlerinde saatlerdir ısrarla beklediği kişinin silüeti vardı. Az
önce hesabı ödeyip, umutsuzca tam kapıdan çıkarken birkaç arkadaşıyla beraber Asım
girmişti pavyona. Kapının önünde biraz oyalanıp, sabırsızlıkla onların masaya oturmalarını bekledi. Onlar oturduktan sonra, az önce hesabı getiren kominin ve masasına
kons yapıp, oynaştığı sarı saçlı konsomatris kızın şaşkın bakışları altında, onların oturduğu yerin yakınında ki bir masaya oturdu. Şu an Alper’in yüzünde zafer kazanmış
birinin halleri vardı. Gözleri sürekli arkadaşlarıyla içip konuşan Asım’ın üzerindeydi.
Eskiden olsa böyle dökük bir adama bu kadar dikkatlice bakmak bir kenara, dönüp
selam bile vermezdi ya, işin sonunda Hamiyet’i elde etmek vardı. Bu yüzden bu adamla
ahbaplık kurmak için her kılığa girmeye razıydı. Aradan biraz zaman geçmişti ki Alper
komiye gel işareti yaptı. Asım’ın oturduğu masayı göstererek:
-“Şuraya benim hesabımdan bir büyük rakı aç, saygılarımı ilet” dedi.
Tam muhabbetin koyu yerinde masalara gelen büyük rakı, Asım’ın da, arkadaşlarının da şaşırmalarına neden oldu! Komi bu şaşkınlığı gidermek için masadakilere, Alper’i göstererek:
-“Şu karşıda ki bey gönderdi, size de hürmetlerini söylememi istedi.”dedi.
Alper kendine şüpheyle bakan Asım ve arkadaşlarının yüzüne hafifçe sırıtarak
bardağını havaya kaldırdı ve sağlığınıza anlamında başını salladı. Masadakilerin hepsi
işkillenmişti! Çünkü hiç birisi bu adamı tanımıyorlardı. Birbirlerine bakarak “kim bu
adam” diye söylenmeye başladılar. İçkilerini yudumlayıp, sahnede dar ve mini elbiseleriyle misket havası oynayan kızları iştahla seyrederken, bir yandan da kendilerini tanımadıkları halde sanki tanıyormuş gibi gülerek bakan Alper’i kuşkuyla izliyorlardı.
Tam bu sırada Alper komiye bakarak eliyle gel işareti yaptı ve Asım’ı gösterip “şu
arkadaşı masama davet ettiğimi söyle” dedi.
Komi gelip Alper’in, Asım’ı kendi masasına davet ettiğini söylediğinde, hepsinde
bir gerilme oldu! Hiç tanımadıkları bu adam önce rakı açtırmış şimdi de Asım’ı masasına çağırıyordu, şimdi iyice huylanıp, sinirlenmişler, Alper’e dik dik bakmaya başlamışlardı. Asım masada oturan arkadaşlarını yatıştırarak “Siz bir durun bakalım neymiş bu
adamın kaşıntısı ben yanına bir varayım bakalım” dedi ve gergin bir şekilde Alper’in
masasına giderek, sert bir şekilde:
-“Kardeş beni masana davet etmişsin, hayırdır tanışıyor muyuz? diye sordu.
Alper masumca:
-“Kusura bakma, muhabbetinizi böldüm ama, hele şöyle geç otur da seni niye davet ettim bir söyleyeyim”dedi. Asım’ın gözlerine sanki çok eski bir arkadaşıymış gibi
dikkatlice baktı ilkin, sonra da “Beni tanımadın ya helal olsun.” diye de bu bakışını pekiştirdi Alper. Kendisine şaşkın şaşkın bakan Asım’a:
-“Hani hatırlıyor musun? seninle beraber burada deli gibi içmiştik, sonra da ne
muhabbet etmiştik. İnan, hala o ettiğimiz muhabbetin tadı damağımdan gitmedi biliyor
musun?” Aslında geçmişte küçük muhabbetleri olmuştu ama şu an Alper de hatırlamı-
50
yordu o gün ne konuştuklarını, belki sağlığına falan filan, belki de nerelisin türünden
bir şeylerdi diye anımsıyordu. Ama ne olursa olsun Alper her türlü yalanı , her türlü
sahtekarlığı yapıp Asım’la samimi olmayı kafasına kesin kes koymuştu.
Asım’ın kafası biraz karışmıştı! Alper hiç tanıdık gelmemişti, hele içip sohbet ettiklerini
hiç hatırlamıyordu. Şüpheli gözlerle Alper’e bakarak:
-“Kardeş doğrudur yemişizdir, içmişizdir de sen şimdi beni niye masana çağırdın?
hem ne diye bizim masamıza içki gönderdin ki?”diye sordu.
Bu arada az önce geldiği masadan “Bir durum var mı, gelelim mi “dercesine bakan
arkadaşlarına da “merak etmeyin” anlamın da bir el işareti yaptı Asım.
Alper, Asım’ın dik çıkışına aldırmadan:
-“Birader sen hatırlamıyorsun ama, dedim ya ben ettiğimiz muhabbeti hiç unutmadım. Gene böyle bir akşam gelmiştim buraya, moralim de acayip bozuktu. O arada
sen de hemen yan masada gene arkadaşlarınla oturup, içiyordunuz. Benim canımın sıkkın olduğunu hemen anlamış olacaksın ki, masama gelip kardeş bir derdin mi var? diye
sordun. Zaten senin bu hareketin ne kadar delikanlı olduğunu o dakikada gösterdi bana. Demem o ki seni masama çağırmamın sebebi bu akşam canım epey sıkkın. Keşke
dedim kendi kendime, şimdi yanımda kalender bir arkadaş olsaydı da bir dertleşseydim
diye. Tam o sırada seni gördüm iyi mi? Biliyorum masanda arkadaşlar seni bekliyor
ama, eğer onlara ayıp olmazsa bir iki bir şeyler içip, biraz dertleşsek sonra da masana
geri dönsen? Görmüş, geçirmiş, insanın halinden anlayan birisi olduğun belli. Şu kızlara
bak” dedi, yan masadaki konsomatris kızları göstererek. “Bunlar masana gelir, ‘Kocacım, canım, şekerim’ diye yalancı dost olur, karı olurlar sana. Votka, cin diye içtikleri
sularla da seni derdini dinliyormuş gibi yapıp söğüşlemeye kalkarlar.
Asım ne yapacağını şaşırmıştı! Alper’in bugüne kadar kimsenin kendisiyle ilgili
söylemediği bu övücü güzel sözleri, hani hoşunada gitmemiş değildi. Alper’e “Bir saniye” diyerek az önce bıraktığı arkadaşlarının yanına geldi ve Alper’i göstererek “Arkadaşla tanış çıktık, ben biraz konuşup geleceğim”dedi. Sonra yeniden, ama bu kez daha
bir hevesle Alper’in masasına gelip oturdurduktan sonra:
-“Anlat bakalım kardeş neymiş canını sıkan mevzu? diye sordu
Alper, içinden “keklik masaya kondu” dedikten sonra, sırıtarak Asım’a baktı.
-“Birader be, sen gerçekten delikanlı adammışsın, arkadaşlarını bırakıp benim
derdimi dinlemeye geldin ya.. Ama and olsun ki, ben de bunun altında kalmam haberin
olsun. Bu arada benim adım Alper”.
-“Benim de Asım”.
Alper acıklı bir şekilde derdini anlatmaya başladı:
-“Biz köy de huzur içinde yaşarken, devlet bizim güzelim arazilerimizden yol geçirdi. Elimize de bir sürü para verdi. Anlayacağın şu an elimde tonla para var ama, yanımda senin gibi yiğit bir tane dostum yok. Bu şehir insanlarının hepsi şerefsiz ! Dinleri
imanları para. Baksana şu sahnede oynayan zillilere, işte bu şehir kızlarının çoğu aynen
böyle. Ne namustan, ne de ardan haberleri var. Bunlara güvenip de nasıl evleneceksin?
Hele bizim gibi namusu her şeyden önce gelen insanlar için kolay mı bu?”
Alper’in, bu para ve delikanlılık türünden sözleri, Asım’ın bir anda gözlerini parlattı. Çünkü o da babası gibi Ergani’nin fakir bir köyünden büyük umutlarla İstanbul’a
gelmiş, ayak uyduramayıp, doğru dürüst çalışmaya da pek gönüllü olmayınca, çektiği
sıkıntının suçunu büyük şehir insanın halden anlamayan ve para göz olmalarına yıkmıştı. O yüzden Alper’in dediklerine yüzde yüz katılmıştı. “Baksana koç gibi çocuk evlenememişti bile! piyasada doğru dürüst kız mı vardı ki?”diye içinden geçirdi. Bu arada
aklına birden kız kardeşi Hamiyet geldi. “tabii ya! Bu herif anca benim bacı gibi birini
bulursa evlenmek ister.’’ diye düşündü.
51
Asım coşkulu bir sesle:
-“Haklısın be kardeş, bu şehir adamlarının yüreği beş para etmez. Ulan açlıktan
ölsek bize kıçını döner bu şerefsiz gavatlar”dedi.
Alper, Asım’ın sözlerini onaylar ve birazda pohpohlar bir tarzda:
-“Bak gördün mü? Boşa değil, o yüzden benim derdimi şak diye anlıyorsun. Ne
anlar bu şehrin davarları muhabbetten, insanın derdini dinlemekten.”dedi.
Asım bir anda havaya girmiş, karşısında kendisinin bile şaşırdığı methiyeleri söyleyen Alper’e hemen ısınıvermişti.
Alper, Asım’ı iyice tavına soktuğunu görünce bunu perçinlemek istedi. Komiye gel
işareti yaparak masaya çağırdı ve buraya bir otuz beşlik getir, mezeleri de bir yenile”
dedi.
Asım bu güzel muhabbetin sürmesini sağlayacak rakının ve mezelerin gelmesini
beklerken gözü, gitmek için ayağa kalkan arkadaşlarına takıldı.
Alper de Asım’ın bakışlarından arkadaşlarının gitmek için ayaklandığını gördü, ve
Asım’a bakarak:
-“İstersen onlar gitsin, ben seni eve bırakırım merak etme. Hem bak muhabbetin
en koyu yerine geldik. Eğer sıkıldıysan ne yaparız biliyor musun? Şu hatunlardan beğendiğin iki tanesini masamıza kons yaptırır, muhabbetimizi onlarla şereflendiririz. Ne
dersin? Ayrıca hesaplar da benden” diyerekte göz kırptı Asım’a.
Asım’ı uçurmuştu bu iki kons ve bedava hesap lafları. Hemen arkadaşlarını yanına
koşarcasına gidip “Arkadaşlar siz gidin ben biraz arkadaşın yanında kalacağım özel bir
mevzu var da onu konuşuyoruz. Zaten çıkışta beni eve bırakacak, hadi geceniz iyi olsun” dedi. Sonra da aceleyle Alper’in masasına geri döndü.
Kadınlar masaya gelmiş, güle oynaya muhabbetlerle epey vakit geçirmişlerdi. İlerleyen saatlerde kalktılar. Alper, Asım’ı evine bırakırken, Asım da kendi evinin telefon
numarasını verip “ne zaman ararsan hemen gelirim” demeyi de ihmal etmemişti.
Alper, arabayla eve dönerken keyfine diyecek yoktu. İşler umduğundan da iyi gitmişti. “Asım denen zibidi nasıl da tav olmuştu, para lafına, sen mertsin, delikanlısın yalanlarına ve de masaya gelen cıbıldak karılara! Ulan Hamiyet şırfıntısı, sen daha benim
yüzüme bakma bakalım, ama bak iki gün sonra abin seni bana nasıl baktırıyor” diye
sinsice güldü.
***
Gülbahar teyze, yatakta henüz mışıl mışıl uyuyan Mehmet’ini duygu yüklü gözlerle seyrettikten sonra, sevgiyle alnından öptü. “Hadi oğlum kalk artık bak geç kalacaksın, elini yüzünü yıka da gel sofra çoktan hazır seni bekliyor”dedi şevkatle.
Mehmet gözlerini hafifçe araladığında kendisine gülümseyerek bakan anasının o
nurlu yüzünü gördü. İçinde dün Hamiyet’le yaşadığı güzel günün halen tazeliğini yitirmeyen coşkusuyla kalkarak annesine sıkıca sarıldı ve yanağından öptü. Annesinin sabırsız bakışlarından, yaşadığı mutluluğun kaynağının kim olduğunu öğrenmek istediğini
hemen anlamıştı. “Gel anne” diyerek onu elinden tutup yatağının kenarına oturttu,
kendisi de onun yanına oturarak elini boynuna doladı. Annesinin yüzüne hem tebessümle bakıyordu, hem de hafif muzipçe gülümseyerek “Merak etme söyleyeceğim.” anlamında mesaj veriyordu.
Gülbahar teyze heyecanlanmış, yüzünü sevinçli bir hal almıştı. Oğlunun bu ifadeli
bakışlarından ve yatağının kenarına bir şeyler diyecekmiş gibi oturtmasından, son günlerde yaşadığı mutlulukla ilgili bir şeyler söyleyeceğini hissetmişti.
52
-“Anne geçen hafta bir kızla tanıştım, öyle tesadüfen. Adı Hamiyet. Çok iyi bir kız,
görsen eminim sen de çok seversin. Hani dün beraber olduğum kişi vardı ya, oydu işte”dedi Mehmet.
Gülbahar teyze, oğlunun bir kız arkadaşı olduğuna hem çok sevinmiş, hem de bu
meseleyi kendisine açmasından dolayı da oldukça hoşnut olmuştu. Tabii bu arada
Mehmet’in “Şimdi annem gene bir sürü şey soracak” endişesine boşa çıkarmadan hemen sormayada başlamıştı.
-“Çok sevindim oğlum, peki kim? Ben tanıyor muyum? Yoksa bizim sokaktan mı?
-“Hayır anne, sen tanımıyorsun zaten bizim sokakta oturmuyorlar ama bizim
dükkanın olduğu caddede bir konfeksiyon mağazasında çalışıyor”.
-“Hayırlısı olsun bakalım oğlum, demek adı Hamiyet! ismi de pek güzelmiş.Ee peki
ne zaman tanıştıracaksın bizi bakalım?”
-“Anne biz de yeni tanıştık, şöyle biraz vakit geçsin zaten ben de sizlerle getirip
tanıştırmayı çok istiyorum”dedi Mehmet. Daha şimdiden, annesinin, babasının hatta
Murat ve Melek’in de Hamiyet’i çok seveceklerini tahmin etmişti. Hatta kaç kez onların
bir araya gelip güzel bir şekilde sohbet ettiklerini bile hayal etmişti. “Artık annem de
Hamiyet’i öğrendiğine göre bu iş daha da ciddileşti” diye düşündü ve bir anda tatlı bir
heyecan sardı Mehmet’i. Saate baktı, Hamiyet birazdan geçmek üzereydi. Süratle kahvaltısını yaptı ve hızla bugün Hamiyet’le yaşayacağı özel anların hevesiyle evden dışarı
çıktı.
Anası, Hamiyet’i sabah işe gönderirken sanki ona söylemek istediği bir şeyler varmış gibi gözlerinin içine keyifli keyifli bakmış ama bir şey dememişti. Kızı evden çıktıktan sonra, odasında sarıp içtiği tütünleri harmanlayan kocasının yanına gitti. Yüzünde
çoktandır olmayan bir neşeyle:
-“Adam sana diyeceklerim var, gözümüz aydın olsun, bizim kıza alıcı çıktı!”dedi
Bir an elindeki tütünleri torbanın içine bırakarak, kuşkulu gözlerle karısına baktı
Battal bey!
-“Alıcı mı? Hayırdır kim? Bildik birisi mi?diye sordu karısına.
Karısı aynı sevinçle konuşmaya devam etti:
-“Bildik sayılır, hani şu bizim sokağın başındaki kocaman market var ya işte onun
sahibi. Bizim kızı her sabah işe giderken görüyormuş çok beğenmiş. Ee beğenilmeyecek
kız mı bizimkisi? Mahallede ondan daha güzeli mi var sanki? Şu bizim yandaki Fatma
markete gittiğinde adam ona açmış içini; geçen sene karısından ayrılmış, kadın lanetin
biriymiş, zavallı adama etmediğini bırakmamış. Neymiş adam içiyormuş da yok sarhoş
olunca dövüyormuşta, bilmem neler neler. Erkek bu tabi içer de, söver de, döver de.
Adamın iki tane de çocuğu varmış, geberse de o mikrop karıya vermem demiş. Kadın
çirkef! Tutturmuş çocuklarım diye, adam da bir güzel pataklamış, iyi yapmış. Sanki
kadın başına çocuklara bakacak hali varda, neyiyle bakacaksa pis karı. Hem adamın
marketinin olduğu binada üç tanede dairesi varmış Fatma söyledi. Adam demiş ki o kızı
alırsam çok rahat ettiririm, hem sadece o değil, ailesini de öyle boş bırakmam onları da
kalkındırırım. Yaşı kırk üçmüş ama olsun, Fatma “çok genç gösteriyor.” dedi.
Karısının anlattıklarını dinledikçe heyecanlanan, Battal bey’in yüzünde bir memnuniyet beliriyordu.
-“Demek o büyük marketin sahibi ha! Gerçi adamın yaşı biraz ileriymiş ya neyse”
diye düşündü. Zaten ne çıkardı ki bundan? Daha iki sene önce amcası da ileri yaşına
rağmen başlık parasını verip körpecik kızı koynuna almamış mıydı? Hem adamın iki
çocuğu olsa ne olacaktı ki? Kendisi de köyde bir göz odada yedi kardeşiyle beraber yaşamamış mıydı? Ne olmuştu yani açlıktantan mı ölmüşlerdi sanki? Hem de kardeşlerinin üçü babasının kuması olan Fikriye ananın değil miydi? Ne vardı bunda yani. Gül
53
gibi geçinip gitmişlerdi. Yarın bizim kızda üç beş tane bebe doğurur, hepsine beraber
bakardı. Nasılsa adamın çuvalla parası vardı sıkıntı mı çekeceklerdi sanki? Hem bizi de
anca böyle bir adam sefillikten kurtarır.” dedi kendi kendine.
Karısının gözlerine hafif burun kıvırırmış gibi bakarak:
-“Bizim kızın tam dengi değil ya neyse, madem yazgı böyleymiş hayırlısı olsun bakalım dedi”Ama, gözlerinde aradığı birini bulmuş olmanın ferahlığı vardı. “Bu adamı
kesinlikle kaçırmamak lazım, yarın bu salak kız kıt aklıyla gider bir züğürtü sever kapılarına damat diye getirirse, perişan olurlardı, bir daha da böyle yağlı bir kapıyı hayatta
bulamazlardı”diye düşündü. Sonra da karısına sinsice bakarak “peki sen ne diyorsun
bu işe?” diye sordu.
Karısı bezgin bir halde:
-“Ben ne diyeyim ki? Halimizin perişanlığı ortada! Bıktım yokluktan, sefillikten.
Çürüdüm kaldım bu kokmuş evde. Adamın durumu belli, çok zengin, kum gibi parası
da var, evleri de var anlayacağın her şeyi var. Hem yaşı biraz büyükse büyük, hem evine
daha iyi er olur bu sayede. İki çocuk dediğin ne ki? Sen bilmez misin ki köydeykene o bit
gibi evlerde kaç kardeş büyüdük. Yarın o adamın çocukları evlenir gider her şeyi bizim
kıza kalır. Hem adamın koca marketi var, mutfağımız, dolabımız dolar taşar, biz de
zaten bugünleri görelim diye beslemedik mi o kadar?”dedi.
Bunları konuşurlarken ikisinin de aklına Hamiyet gelmişti, acaba o ne diyecekti
bu duruma.
Battal bey, karısına sertçe bakarak:
-“Peki bu salak kızın haberi var mı? diye sordu.
Karısı, kızgın bir sesle:
-“Ana, baba he dedikten ona söz mü düşermiş? Bizden daha iyi bilecek değil ya
kız aklıyla? Hem biz istiyorsak onun kötülüğüne mi istiyoruz? Diye diklendi kocasına.
“Tamam o zaman.” dedi Battal bey. “Sen Fatma’ya söyle adama haber salsın, gelip istesin kızı. Ama önce Fatma’yı buraya bir çağır şartlarımızı söyleyelim, öyle bedava verecek değiliz herhalde. Bugüne kadar kim yedirdi içirdi onu? Nişan da düğün de ne takacaklarını söyleyelim, bir daha bu fırsatı bulamayız, adamdan sonra zırnık da koparamayız. Hem bizim durumumuzun olmadığını da söyleyelim. “Madem körpe kızı alacam” diyor açsın o zaman kesenin ağzını”.
-“Kurtulduk Çok şükür” dedi Hamiyet’in annesi sevinçle. “Bundan sonra komşular görsünler bakalım halimizi de çatlasınlar domuz gibi. Bizim nasılda soylu bir aile
olduğumuzu anlasınlar.”dedi. Bütün konuşmalardan sonra ikisi de birbirlerinin gözlerine ganimet bulmuş gibi bakıyorlardı.
***
Hamiyet, otobüsten inmiş Mehmet’in dükkanına giderken içi kıpır kıpırdı. Bu sabah onu görmeyi o kadar çok istemişti ki, kırk beş dakikalık yolculuk neredeyse hiç
bitmeyecek sanmıştı. Şu an dükkana epey yaklaşmıştı, son günlerde yaptığı gibi hep bu
mesafeden itibaren Mehmet’e bakmaya başlar, ona yaklaştıkça kalp atışları iyice hızlanır ve tam onunla aynı mesafeye geldiğinde de içi ürpererek gözlerine bakardı. Ama şu
an dikkatlice baktığı halde Mehmet’i dükkanın önünde göremedi! Bir an içi burkuldu.
“Belki de içeride müşterisi vardır.” diye düşündü. Dükkanın kapısına gelip içeri baktığın an dünyalar onun olmuştu! Karanlık dünyasına aydınlık saçan Mehmet, arkası dönük bir şekilde, elinde ki gülleri vazoya koyuyordu. Biraz muziplik olsun ve birazda
54
şakadan onu korkutmak için iki ayağının üzerinde sıçrayarak dükkandan içeri girdi ve
yüksek bir sesle:
-“Günaydın” diye bağırdı.
Zaten her an Hamiyet gelecek diye heyecandan yerinde duramayan Mehmet bu ani
ses üzerine birden şaşkınlıkla elinde ki vazo ve gülleri havaya saçtı! Dün geceden beri
duymaya can attığı Hamiyet’in sesini hemen tanımıştı. Yere düşürdüğü güllerin hafif
kızarttığı, ama sevincin bunu örttüğü yüzünü hemen Hamiyet’e döndü. İşte şu an karşısında duran tablo gene aynı tabloydu. Sanki dünyanın en güzel kızının resmin yapan
ressamın fırçasından çıkmışçasına, uzun tel tel kirpiklerin şemsiyesi altındaki içini bir
hoş eden ve şu anda kendisine gülücükler saçarak bakan o kapkara gözler ve bu güzelliği tamamlayıp Mehmet’in yüreğini hoplatan güzel dudakları arasındaki kapkaranlık
gökyüzünde ışıl ışıl parlayan yıldızları anımsatan bembeyaz dişler… Dükkanı açtığından beri hep bu karşılaşma anını düşlemişti, gerçi yere döktüğü güller sanki onu paniklemiş gibi gösterip hafif mahçup etmişti ya ne önemi vardı ki? O şimdi burada, hemen
karşısında duruyordu.
-“Günaydın” dedi Mehmet mutlulukla. Yere düşürdüğü gülleri tek tek toplarken
kendini acemi aşık gibi hissediyordu.”acaba Hamiyet bu halime gülüyor mudur şimdi?”
diye belli etmeden de onun yüzüne bakıyordu.
Gerçekten de yüksek sesle günaydın dediği için korkudan gülleri havaya fırlatan
Mehmet’in bu komik hali, Hamiyet’in istemeden de olsa gülmesine neden olmuştu.
-“Korkuttum mu yoksa seni?”dedi Hamiyet gülümseyerek. “Bilseydim beni görünce bu kadar heyecanlanacağını böyle bir şey yapmazdım” diye de muzipçe takılmak istedi Mehmet’e. Sonra da “Dur bende sana yardım edeyim” diyerek, Mehmet’in hemen
yanı başına çömeldi.
Mehmet, işte şimdi çarpılmıştı! Hamiyet yerdeki gülleri toplarken kendisine o kadar yakındı ki sanki hava yerine sadece onun sarhoş eden teninin kokusunu soluyordu.
Fark ettirmeden, simsiyah pırıl pırıl parlayan saçlarına, tablo gibi yüzüne baktı. Saçlarını eline alıp onları yüzüne sürmeyi doya doya koklamayı istedi. Gülleri toplama bahanesiyle ona doğru biraz daha yanaşarak kokusunu, derin bir nefesle vücudunun her bir
noktasını kaplayacak şekilde içine çekti. Mehmet öylesine etkilenmişti ki bu kadar yakınlaşmanın vermiş olduğu hazdan, o an zamanın durmasını, ve hep böyle kalmasını
istedi. Gülleri alırken farkında olmadan yanlışlıkla Hamiyet’in parmaklarını tuttu! O
an ikisininde bedenlerini cayır cayır yanmaya başladı! Mehmet bu şehvete dayanamadı
ve sadece parmaklarını tuttuğu elin tamamını kavrayarak avucunun içine aldı. Hamiyet’in yüzü beyazdan pembeye dönmüş, öylece kalakalmıştı.
Bu arada Mehmet’in de kalbi deli atmaya başlamış, bu yaptığına en az oda Hamiyet kadar şaşırmıştı. Böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğine kendi de inanamıyordu.
Alper az önce vitrin camından Hamiyet’in gülerek Mehmet’in dükkanına girdiğini
görmüştü. Yanında çalışan elemanın şaşkın bakışlarına aldırmadan, öfkeli bir şekilde
ağzından bir sürü küfür savurdu ikisine de. İçindeki kin ve nefret bir anda kabarmıştı.
Şu an onların yan yana konuşup gülüştüklerini düşündükçe kıskançlığından çıldırıyordu. En az o da Mehmet kadar bu kıza vurulmuş ama şu ana kadar hiçbir gelişme olmamıştı! O kadar hiddetlenmişti ki, dayanamayıp kapının önüne çıktı ve sinsice Mehmet’in
dükkanının içine baktı, ama bakmasıyla beyninden vurulmuşa dönmesi bir oldu! Şimşekler çakan gözlerinde Mehmet’le, Hamiyet’in ele ele tutuşmuş görüntüsü vardı! Dişlerini sıkıp, kafasını hafifçe sallayarak, “Az kaldı, az kaldı. Görüşeceğiz bakalım seninle
şerefsiz Mehmet” dedi hırsla.
55
Hamiyet’in elleri titriyordu heyecandan. Bir zaman sonra ellerini hafifçe geri çekti,
kendini sıkıca tutan Mehmet’in ellerinin arasından. Bütün bedenini baş döndüren tatlı
bir haz kaplamıştı.
-“Benim gitmem gerekli” dedi utanmış bir sesle.
-“Tabii” dedi Mehmet. “Ben de senin mağazaya geç kalmanı istemem, yoksa bir
daha yanıma uğramazsın! Bu da benim hayatta en son isteyeceğim şey. Bu arada Hamiyet sana bir şey diyeceğim ama... Eğer sakıncası yoksa akşam iş çıkışına gelip seni tekrar
görmek istiyorum olur mu?” diye tereddütlü bir şekilde sordu.
Hamiyet, Mehmet’in yüzüne gülerek baktı.
-“Tabi ki olur. Bende seni yeniden görmeyi çok isterim Mehmet. Akşam 19.30’da
işten çıkıyorum ona göre gel istersen”dedi.
Mehmet’in keyfine diyecek yoktu şu an. Hamiyet, her dediğine ve yaptığına olumlu karşılık vermişti. Hamiyet’in gözlerine bakıp: “Sabırsızlıkla seni bekleyeceğim “dedi.
Evde telaş çoktan başlamış, Gülbahar teyze’yle, İhsan bey mutluluktan yerlerinde
duramıyorlardı. Az önce Murat hastaneden arayıp, Buse’nin çıkış işlemlerini yaptırdığını ve bir saate kadar evde olacaklarını söylemişti onlara. Şu an torununu görecek olmanın sevinciyle ayakları yere basmayan Gülbahar teyze, sabah erkenden kalkmış bir
sürü hazırlık yapmıştı onlara. Bu arada İhsan bey de onların hastaneden gelmelerini
beklerken bir ara Yusuf bey’in yanına inip, kız eviyle neler konuştuğunu öğrenip gelmişti.
Gülbahar teyze, daha aylar öncesinden minik torunuma aldığı rengarenk zıbınları
kanepenin üzerine katlayıp koyarken, gözüne eşinin kendisine gülümseyerek baktığı
ilişti.
-“Ne o bey? Yoksa beni torumundan mı kıskandın?” diye latife etti.
İhsan bey biraz sitemkar, biraz da şaka yollu:
-“Minik Buse geldi ya! Bizim pabucumuz dama atıldı artık. Bundan sonra bize pas
da vermesin”dedi.
Gülbahar teyze, elinde ki zıbınları bir an katlamadan tuttu ve eşinin gözlerine saadetle baktı.
-“Aşk olsun bey” dedi, duygu yüklü sözlerle ve gelerek eşinin elini öptü. “Sen olmasan ben neyim ki? Bugüne kadar ne kalbimi kırdın, ne incittin. Allah senden bin kere
razı olsun. Üzüldüğün zamanlarda bile kahrını içine atıp, tatlı dilini mahrum etmedin
bizden.” Zaten torunu gelecek diye oldukça hassaslaşmış olan Gülbahar teyze’nin kırışmış gözlerinden yaşlar ince ince süzülmeye başlamıştı. Hüzünlü bir şekilde konuşmasına devam etti: “Ne demekmiş o bize pas vermezmişsin! De bana, neyleyim ben sensiz
bu dünyayı? bu dünyanın malını, mülkünü güzelliğini? Yemedin yedirdin, içmedin içirdin. Yıllarca hep aynı kıyafetleri giymedin mi? Sırf evlatlarım, hanımım sıkıntı çekmesinler diye. Her gece dua ettim yüce Rabbim’e senin gibi dürüst ve temiz bir insanı bana
nasip ettiği için. Bu çocuklar senin sayende böyle ahlaklı, dürüst, saygılı yetişmediler
mi? Ben daha ne isteyeyim ki, kalkmış birde bana pastan mastan bilmem neden bahsediyorsun”.
Hanımının bu hisli sözleri İhsan bey’in kalbinin derinliklerine kadar tesir etmişti.
Öyle duygulanmıştı ki, gözlerinden akan yaşa mani olamadı, ama hanımının görmesini
istemediği içinde arkasını dönerek avucunun tersiyle gözlerini silmeye başladı.
Eşinin neden yüzünü kaçırdığını hemen anlamıştı. Bilirdi bu nazik eşinin ne kadar
duygusal olduğunu. Dayanamadı, gitti eşinin yanına ve kendi elleriyle yüzündeki yaşları
sildi. Hanımının eli yüzüne değdikçe İhsan bey’in hisleri daha da yoğunlaşmış göz yaşları daha da hızlanmıştı.
Gülbahar teyze, hemen konuyu değiştirmek istedi.
56
-“Sana bir sürprizim var!” dedi heyecanla.
İhsan bey, yüzünü hafifçe kaldırarak hanımına baktı. Az önce o kadar duygusallaşmıştı ki, boğazı tıkanmış o yüzden “Nedir bu sürprizin” diye soramamıştı.
Hanımı aynı hararetle kouşmaya devam etti:
-“Mehmet, bu sabah şu kız arkadaşından bahsetti bana adı Hamiyet’miş. “Anne
bir görsen sende onu çok seversin.” dedi bana. Kız arkadaşını anlatırken yüzündeki neşeyi bir görmeliydin. Belli ki bu kız bizim oğlanın kalbini şimdiden fethetmiş. Hem bu
kız bizim dükkanının olduğu caddede bir mağazada çalışıyormuş. Dedim ki oğlum bizimle ne zaman tanıştıracaksın bu tatlı kızı, o da “En yakın zamanda” diye cevap verdi
bana.”
İhsan bey ilgiyle dinlemişti hanımının bu sözlerini. Kendisi de çok merak ediyordu
oğlunun nasıl bir kızla arkadaşlık kurduğunu. “Demek adı Hamiyet! Hem de bizim
caddede bir mağazada çalışıyor”diye düşünmeye başladı. Mehmet’in yanına ara sıra o
caddedeki işyerlerinde çalışan kızlar gelirdi ama, bu isimde birini hiç hatırlamıyordu.
Ayrıca gelen kızlar arasından Mehmet’in böyle özel bir arkadaşlık yaptığı birini de hiç
fark etmemişti. İyiydi, hoştu. Tabii ki oğlu bir kızı sevecekti, aşık olacaktı. Ama şu an
için kafasını karıştıran tek konu Mehmet’in yarın öbür gün askere gidecek olmasıydı.
Hani şu askerliğini bitirip, tamamlamış olsaydı sorun yoktu. İşin ciddiyete binmesi halinde kızı gider isterlerdi. Zaten çocuğun işi de hazırdı. Fakat şimdi bunlar birbirlerine
aşık olup iyice bağlanacaklardı! Peki bu şekilde askere gidince aklı hep kızda kalmayacak mıydı? O zaman da askerlik ona hiç bitmeyecek gibi gelecekti. Ayrıca bu arada ne
kızı ne de ailesini doğru dürüst tanımıyorlar, nasıl insanlar olduğunu da bilmiyorlardı.
Ya çocuk askerdeyken bunlar işi bozmaya kalkarlarsa! O zaman Mehmet oralarda perişan olur, üzüntüden, sıkıntıdan başına her kötü iş gelebilirdi. Şimdi tutup da, oğlum
daha askerliğin var, gel sen bu gönül işlerine girme dese, anca dediğiyle kalırdı. Gönüldü bu, sevdiğini bulunca ölüm fermanı olsa gene dinlemezdi. Kendisi de aşklar yaşamıştı, hem de ne aşklar! Bu uğurda dayakta yemişti, sabahlara kadar dışarılarda türkü de
söylemişti. Hatta sadece bir iki kez görüp aşık olduğu kızı bir an görebilmek için onbeş
yirmi saatlik yollara bile gitmişti.” Bunları düşünürken geçmişe gitmiş, şu an yüzünde o
günlerin tatlı keyfinin ifadesi belirmişti. Yeniden Mehmet’i düşünmeye başladı. “Hele ki
bu çocuklar karşılıklı birbirlerine aşık olmuşlarsa işte o zaman bu mesele çok daha ciddiydi. Peki ne yapmak lazımdı bu durumda? En iyisi ne çok endişelenip, üzülmeli, ne de
her şey çok iyi olacakmış gibi rehavete kapılmalı. Zaman karşılarına neyi getirirse ona
göre davranmalı. Bekleyelim bakalım, belki bir süre sonra anlaşamayıp, ayrılırlar ama
tam tersi olursa da, o zaman hem gelinimiz olacak bu kızı ve dünürümüz olacak bu aileyi bir şekilde araştırır ona göre hareket ederiz. Hem bu kız olmasa bile, Mehmet askerdeyken huyunu, suyunu bildiğimiz bir ailenin kızı bulur, gönül rahatlığıyla bu çocuğu
evlendiririz. Yoksa, öbür türlü aceleye getirip, gözü kapalı bu işe evet dersek o zaman
her türlü sonuca katlanmak zorun da kalırız. Bu arada, bakalım bizim kerata ona bulduğumuz kızı ister miydi? Tabii ki biz hayatı gördük geçirdik. Evliliğin tamamen mantık işi olduğunu, zaten mutluluğun da, huzurun da bunun takipçisi olduğunu biliyoruz
da, ya bizim oğlan bunları biliyor mu bakalım?
Karşısındaki kızı aklıyla, mantığıyla mı seçecekti? Yoksa, ona ileride karşılaşabileceği olumsuzlukları şu an göstermeyen, gençlik ateşinin verdiği coşku ve hevesle mi?”.
Kafası bir sürü olasılıklarla dolmuştu İhsan bey’in, hanımına bakarak :
-“Demek sana söyledi bir kız arkadaşını olduğunu, ben de merak ettim bu hanım
kızımızı. Bir gün bize de bir getirsin de tanıyalım. Hamiyet! Hım.. ismi de güzelmiş. Hanım bu arada sabah Yusuf bey’le konuştum”.dedi
Gülbahar teyze, heyecanını gösteren bir ses tonuyla:
57
-“Konuştun mu? Neye karar vermişler” diye sordu. Bu arada eşinin, Yusuf
bey’den bahsederken, yüzünün düşünceli bir hal aldığını fark etti! Bunun nedenini tahmin edebiliyordu. Eşinin tereddütlerine rağmen Yusuf bey’in acele etmekte ısrar ettiğini
sezmişti.
İhsan bey, karısının sorularını durgun bir şekilde cevaplamaya başladı:
-“Düğün olmayacakmış, sadece nişan. Bu arada kız eviyle de anlaşmışlar, Sinan’la,
hanımı nişandan sonra bir müddet Yusuf bey’le beraber kalacaklarmış, sonra durumları biraz düzeltince de ayrı bir eve çıkacaklarmış. Umarım haklarında hayırlısı olur. Zaten bu saatten sonra bize de bundan başka kelam düşmüyor.
Tam bu sırada kapı çaldı, önde Gülbahar teyze, arkada İhsan bey seviçle kapıya
yöneldiler. Işıldayan gözlerinde damatları Murat ve kucağındaki minik Buse’yi gururla tutan kızları Melek vardı.
***
Mağazada çalışan kız arkadaşları, Hamiyet’in rafları düzeltirken, sürekli kendi
kendine gülümsemesine şaşırıp, nedenini merak etmişlerdi. En sonunda samimi olduğu
bir kız arkadaşı gelip “Ne o kız aşık mısın nesin ne diye sabahtan beri kendi kendine
gülüyorsun?” diye sorduğunda Hamiyet kendini biraz toparlayarak :
-“Hiç sorma, aklıma bir şey geldi de ona gülüyorum” dedi. Aslında Hamiyet’in
gülmesinin nedeni başkaydı. Sabah Mehmet’in dükkanına ansızın girmiş ve yüksek sesle
günaydın diye bağırmıştı. Bu sesle biranda irkilen Mehmet elindeki vazoyu güllerle birlikte havaya savurmuştu. Israrla kendisinden gülüşünün nedenini öğrenmek isteyen arkadaşının kapıdan giren müşteriye yönelmesiyle, Hamiyet bu sabah yaşadığı tatlı anlara
hızla geri döndü. Yerdeki gülleri toplamak için Mehmet’in yanına çömeldiğinde, ne de
çok yakınlaşmışlardı birbirlerine… Ya elinden çiçekleri alırken yanlışlıkla nasıl da
parmaklarını tutmuştu…Hatta, cesaret edip, elini avucunun içine aldığında, içi bir garip
olmuş, teninin sıcaklığını bütün vücudunu sarmıştı. Şu an bunları düşünmek bile aynı
heyecanı yaşatıyordu. Evet seviyordu bu şeker çocuğu, hem de yürekten ve onunla ilgili
kafasına takılan hiçbir şüphe ve endişe olmadan. Sanki dünyanın en mutlu insanıydı.
Belki de Mehmet onun hayatına en sıkıntılı anında karşısına çıktığı için böyle düşünüyordu. Ama şu bir gerçekti ki, geçmiş hayatında ne kadar mutlu olursa olsun, Mehmet’in şu an verdiği mutluluğun yerini asla tutamazdı.
Tertemiz gülen yüzünü, insana hoşluk veren tatlı diliyle yaptığı espirileri, kendini
iyi hissetmesine neden olan iltifatlarını, kısaca onun her şeyini seviyordu. Ruhunun ihtiyacı olan her duyguyu onda bulmuştu. Her ne kadar kısa bir süredir tanışıyor olsalar
da, sanki onu yıllardır tanıyormuş hissediyordu. Artık her an onu görmek, saatlerce
konuşmak istiyordu. Hatta son zamanlarda ona doya doya sarılmayı bile içinden geçirmemiş değildi. İşte, otobüste, evde aklında hep Mehmet vardı. Fakat, aklına bir anda
gelen bir düşünce yüzünün ekşimesine neden oldu. Mehmet’le beraber her geçen an,
birbirlerine daha sıkı bağlanmalarına neden oluyordu. Peki bundan sonra ne olacaktı?
Ailesinin umurunda mı olurdu ki Mehmet’i bu kadar sevip, ona aşık oluşu? Hayatta
takmazlardı ki hislerini, duygularını, öyle olsaydı, kalbi dağlana dağlana okulundan,
arkadaşlarından ayırırlar mıydı hiç?” Bir türlü anlayamıyordu ailesinin kendine neden
bu kadar vicdansız davrandıklarını ama gene de ne olursa olsun en değerli varlıklarıydı.
Belki de haksızlık ediyordu, kendisinin bu kadar mutlu olduğunu görünce, “Tabi kızım
neden olmasın sen sevdikten sonra biz niye karşı duralım ki sen mutlu ol yeter.” diyeceklerdi. Bugüne kadar belki de ailesinin dayatmasıyla hep lüks bir hayatın hayalini
58
düşlemişti. Ayrıca Mehmet’in şu anki durumu ailesini de kurtarmazdı. Ama olsun küçükte olsa şirin bir dükkanı vardı ya, evlendiklerinde gül gibi geçinir giderlerdi. Hem
yokluk olsa ne olurdu ki Mehmet’in varlığın da? “Tamam” dedi suni bir umutla . “İlk
fırsatta anneme bu konuyu açacağım. Belki de hemen ‘Mehmet’i getir tanıştır’ diyecekti” Bu olasılıklar Hamiyet’i bir anda sevince boğmuş, gözlerinde sevinç gözyaşları belirmişti. Hele bir de Mehmet’in iş çıkışı yanına geleceğini hatırlayınca sevinci bu kez
ikiye katlandı.
***
Hamiyet’in annesi, “Üff.. Gene kim bu?” dedi, ısrarla çalan telefonu açarken.
Asım’ı istiyordu hiç tanımadığı bu ses.
Öğle vakti olmasına rağmen gece geç saatlerde eve sarhoş gelen ve şu an odasında
yatmakta olan oğlunun yanına giderek, “Adamın biri seni telefona istiyor.” dedi annesi.
Asım önce biraz ofladı pufladı sonra da darmadadağınık haliyle telefonun başına
geldi.
Bu arada anası oğlunu arkasından takip etmiş merakla kimle konuştuğunu dinliyordu.
-“Kimbilir hangi soyka?” diye düşündü. Sonra da “Olsa olsa pavyonda tanıştığı
serseri arkadaşlarından biridir.” diye somurttu.
-“Alo! Asım, ben Alper. Ne yapıyorsun gözüm? Bir arayayım dedim şu canım kardeşimi. Biz aramasak hiç arayacağın yok bu fukarayı”dedi Alper. Mehmet’in dükkanda
Hamiyet’in elini tutuğunu gördüğü andan itibaren kıskançlıktan kudurmuş, yerinde
duramaz hale gelmişti. Asım’ı şu an aramasının nedeni de buydu. Bir an önce onunla
yiyip içmeye ve iyice samimi olduktan sonrada evlerine sızmaya karar vermişti. Hatta
“Evlerine giderken marketten şöyle biraz öteberi, biraz hediye falan... Bir de moruk
anasına, babasına yağlı ballı okkalı bir bağlama çektinmi... Ondan sonra kendi evim gibi
girer çıkarım. Bir de o Hamiyet kancığına dükkandan kalın bir zincir taktım mı bak o
zaman hepsi Alper Alper diye nasıl paçama sarılıyorlar.” diye kafasında plan yapmıştı.
-“Vay canım kardeşim”dedi Asım, telefondaki Alper’e. Az önceki miskinliği birden keyfe dönmüştü. Çünkü o gece pavyonda beraberce deliler gibi içip, masaya gelen
konsomatris kadınlarla epey bir eğlenmişler, ayrıca Alper denen bu çocuk hesabın hepsini de kendi ödemişti. “Hem nasıl da beğenmişti muhabbetimi? Durumu da iyiydi. Belki
bana arada koltuk çıkar.” diye de hep hayal etmişti o geceden sonra. Asım biraz sitemkar bir sesle:
-“Nerelerdesin kardeşliğim be? Ben de diyorum bizim oğlan bizi unuttu” dedi.
Asımın kendisine böyle sıcak ve ilgili davranması Alper’in daha da havaya girerek
konuşmasına neden oldu.
-“Biraderime bak ya, sen hiç unutulacak adam mısın? Şerefsizlerle dolu şu koca
şehirde senin gibi adam oğlu adam birini bulmuşum da bırakır mıyım hiç peşini? Ben
şimdi seni niye aradım biliyor musun? Bu garibin dertleri gene depreşti, hani diyorum
ki seni evden alsam, pavyona gitsek yesek, içsek dertleşsek, sonra da masaya iki hatun.
Ne dersin? Tabii başka işin yoksa! Ama seni zorlamış olmayayım”dedi Alper.
Asım, pavyon ve hatun lafını duyunca zevkten dört köşe olmuştu. Hafif darılırmış gibi
bir edayla:
-“Olur mu be kardeşime bak. Şimdi ayıp ettin! Ne zaman istersen emrindeyim, hiç
sözü bile olmaz”dedi.
Alper’in keyfine diyecek yoktu, planı adım adım onu Hamiyet’e yaklaştırmaya
başlamıştı.
-“Tamam iki gözüm benim, insanın senin gibi dostu olsun yeter. Bu arada bir isteğin var mı benden? Eğer bir şeye ihtiyacın olursa hiç çekinme söyle. Bu saatten sonra
59
seninle kardeş sayılırız artık. Ha... bu arada anana, babana selam söyle, hürmetle ellerinden öperim. Aman, hayır dualarını eksik etmesinler bizden. Zaten seni almaya geldiğimde onlarla da tanışırız artık.”dedi ve kapattı telefonu. O an Hamiyet’i hayal edip,
ince ve derinden bir iç çekti şehvetle. Sonrada hınçla “Ulan Mehmet, kızı dükkanda kıstırıp elini sıkarsın ha! Bak ben sana nasıl gösteriyorum kızı kendi evinde kıstırıp da
tadına bakmayı” dedi içinden.
Mehmet akşam üstü dükkanın kapanmasını sabırsızlıkla beklemiş sonra da, Hamiyet’le buluşmak üzere çalıştığı mağazanın önüne nerdeyse koşar adımlarla gelmişti.
Vitrinin önünden pek fazla görünmeyerek içeri baktığında, çıkmak için üzerini giyen
Hamiyet’i gördü. Şu an ona bakışlarında, böyle güzel bir sevgiliye sahip olmanın gururu
vardı. Aklına sabah dükkanda yaşadıkları geldi, zaten gün boyu da aklından çıkmamıştı. İlk defa bedenleri birbirine bu kadar yakın durmuştu. Gülleri alırken elini tutuşundaki o hazı, belki de ömür boyu onsuz zamanlarda hatırlayıp, aynı mutluluğu yaşayacağı en güzel anısı olarak hep yüreğinde saklı tutacaktı. Mağazada telaşla üzerini giyen
işte bu kız, artık her sabah dükkanın önünde görmeyi beklediği, hakkında hiçbir şey
bilmediği birisi değildi artık. Sanki kalbinden bir parça, canı gibi, kanı gibiydi. Açıkçası
bu kadar güzel bir kıza bakarken olayların bu kadar istediği gibi ve bir bu kadar hızlı
gelişeceğini hiç tahmin etmemişti. Gülhane Parkı’nda ilk kez buluştuklarından itibaren
“Aşkların en güzeli, her an hayal ettiğin ve her görüşünde sanki yeni görüyormuş gibi
etkilendiğin kişininde, aynı duyguları sana besleyip, bunuda açık ve dürüst bir şekilde
göstermesiydi”diye düşünmeye başlamıştı.
Hamiyet mağazadan çıkıp, kendisini kapıda bekleyen Mehmet’in yanına gelmişti.
-“Merhaba Mehmet çok bekledin mi ? diye sordu.
-“Ne demek! Seni sonsuza kadar beklerim” dedi Mehmet. Ama içinden. Merhabalaştıktan sonra, beraberce caddeden aşağı doğru Hamiyet’in bineceği otobüsün durağına doğru yürümeye başladılar. İkisinde de yeniden bir araya gelmenin sevinci vardı.
Ayrıca bugün Mehmet’in içinde, sabahtan beri yabani kuş gibi kafesten çıkmak için
çırpınıp, yüreğinden dile gelmek isteyen bir kelime vardı “Sana aşığım”. Sürekli bu
sözü söylemenin fırsatını kolluyordu. Eğer Hamiyet birazdan otobüse binip giderse ve
bu kelimeleri ona söyleyemesse içinde büyük bir ukte olacaktı. O an gözü caddenin kenarındaki etrafı ağaçlarla çevrili çocuk parkına takıldı. İşte şimdi içindekileri söylemek
için uygun bir yer bulmuştu. Çekine çekine Hamiyet’i üç beş dakika oturmak için parka davet etti.
Hamiyet önce biraz şaşırdı bu davete! Mehmet’e ne kadar güvense de parkın tenha oluşu biraz ürküttü ama, yine de kısa bir süre oturmak kaydıyla “Olur” dedi.
Yapraklarını dökmüş bir ağacın altındaki banka oturduklarında, kolları ve omuzları da birbirlerine sıkıca değmişti. Mehmet kadar, Hamiyet’in içinde de dile gelmek
isteyen bir sürü duygu yüklü sözcükler vardı. Fakat ikisi de bir türlü cesaret edip açılışı
yapamıyorlardı. Sadece günlük işlerine dair birkaç kelime konuşabildiler. Hamiyet saatine bakıp “Kalkalım” dediğinde Mehmet’in içi içini yemişti! Çünkü bu kadar güzel bir
ortam oluşmuşken cesurca davranıp bir türlü o sihirli kelimeyi söyleyememişti. İçinde
bin pişmanlıkla, ve kendine kıza kıza durağa geldiklerinde durakta kendilerinden başka
kimse yoktu. Mehmet bunun verdiği cesaretle derin bir nefes çekti ve tam o sihirli kelimeyi söyleyeceği sırada Hamiyet’in bineceği otobüs geldi. Durakta da kimse olmadığı
için ve Hamiyet de otobüs hemen gitmesin diye aceleyle otobüse bindi.
Mehmet hüsrana uğramış bir şekilde Hamiyet’in arkasından bakıyordu. Ama o an
bir şey oldu! Mehmet kendini birden otobüsün tam kapanmak üzere olan kapılarından
içeri attı.
60
***
Gülbahar teyze, minik Buse’nin ellerini tutarken, hayatının en mutlu anlarından
birini yaşıyordu. Bu akşam hem torununu, hem de kaç gündür gözünde tüten kızı ve
damadını görmek için yemeği onlarda yiyorlardı. Kızına yük olmasın diye sabahtan bir
sürü yemek hazırlayıp, onun üst kattaki evine çıkarmıştı. İhsan bey, tabaktaki yemeğini
yerken gözü, hastanede Melek’e refakatçilik yapan Murat’ın yorgun gözlerine takıldı.
-“Sen ne yaptın oğlum okuldan kaç gün izin aldın?”diye sordu.
-“Sağolsun müdür bey yardımcı oldu, ben de on gün raporlu olacağım”dedi Murat.
Sonra ananesinin kucağındaki Buse’ye bakarak, “Hem biraz dinlenmiş olurum, hem de
şu ufaklığı bol bol sevmiş olurum.” dedi neşeyle. Yemek yerlerken minik Buse’nin getirdiği mutluluk ve heyecan herkesin yüzüne yansımıştı.
Melek, meraklı bir şekilde:
-“Baba, şu Sinan’ın kız isteme işini ne yaptınız? Nasıl geçti ?” diye sordu.
O ana kadar gayet keyifli olan İhsan bey’in yüzünü birden düşünceli bir hal aldı.
Hanımını yüzüne baktı “ne desem acaba” der gibi.
Melek de, Murat da bu soru üzerine, babalarının susup, canının sıkıldığını görünce
bir şeylerin iyi gitmediğini hemen sezdiler.
Melek kötümser bir bakış eşliğinde, “Ne oldu baba, yoksa kızı vermediler mi?”
diye sordu.
İhsan bey, yeni doğum yapan kızını fazla endişelendirmemeye gayret ederek konuşmaya
başladı:
-“Vallahi kızım, kızı Sinan’a verdiler bir sorun yok. Ama sanki bu iş biraz aceleye
geldi gibi! Yani bence kız tarafını keşke biraz daha tanısalardı bizce daha iyi olurdu
diye düşündük annenle”.
Babasının bu tatsız imalı konuşmaları Melek’in biraz kafasını karıştırmıştı!
-“Nasıl yani? Niye sanki acele ediliyormuş gibi dedin?, yoksa kızla ilgili, ya da ailesiyle ilgili nahoş bir şeyler mi duydunuz?”diye tekrar sordu babasına.
İhsan bey iyice meraklanan kızını sakinleştirir bir sesle:
-“Yok kızım, ne kulağımıza gelen bir ters bir haber var, ne de öyle bir şey gördük.
Ama geçen akşam kızı istemeye gittiğimizde bizi endişeye salacak bir takım konuşmalar
oldu! Ben de bunun üzerine Yusuf bey’e dedim ki, kız evinden biraz süre isteyelim şu
kafamıza takılan soru işaretlerini onlara pek belli etmeden bir araştıralım dedim.
Gelgör ki Yusuf bey buna gerek olmadığını söyledi, ben de ne diyeyim tamam dedim.
Anlayacağınız olay bundan ibaret.” diyerek sözlerini tamamladı.
En az Melek kadar İhsan bey’i kaygıyla dinleyen Murat, sakin bir sesle:
-“Baba, belki de nişan yapılana kadar az da olsa birbirlerini tanırlar, bu sırada da
şüpheli durumlar kendiliğinden ortaya çıkar. Bakarsınız tasalanacak bir şey yoktur da
her şey gider”dedi.
Melek, biraz muzipçe hem bu sıkıntılı havayı değiştirmek, hem de gerçekten merak
ettiği için annesine dönerek, babasının da duyacağı bir şekil de:
-“Siz asıl benim yakışıklı kardeşimden bahsedin bakalım. Ne yaptınız öğrenebildiniz mi kimmiş bu kalbini çalan kız arkadaşı?”diye sordu.
Melek’in bu sözleri ortamın bir anda değişip, annesiyle babasının keyifli bir hal
almalarına neden oldu.
61
***
Hamiyet, hayrete düşmüş bir şekilde kendini son anda otobüsten içeri atan Mehmet’e bakarak:
-“Sen deli misin ya Mehmet? Ya aşağı düşseydin?”dedi panikle. Ama hoşuna da
gitmemiş değildi, Mehmet’in kendisi için yaptığı bu yüreklice hareketi. Bu arada durakta ondan ayrılmanın hüznü de şimdi bir anda sevince dönmüştü.
Bu arada Mehmet nefes nefese kalmıştı, yine de gülümseyerek, “Bak gördün mü
senden bir türlü ayrılamıyorum.” dedi.
O an Mehmet’in bu hali Hamiyet’e o kadar sevimli gelmiştiki, otobüste kimse olmasa boynuna atılıp sarılmak istedi. Bindikleri otobüste koltukların tümü dolu olduğu
için ayakta gidiyorlardı. Mehmet azmetmişti; şimdi otobüste de olsa ona “Sana aşığım.”diyecekti, o yüzden Hamiyet’e biraz daha yanaşarak kimsenin duyamayacağı bir
şekilde:
-“Hani bugün dükkana gelmiştin ya? Yerdeki gülleri alırken elini tuttuğumda
kendimi bir anda bulutların üzerinde uçuyormuş gibi hissettim biliyormusun? Ve ben
galiba sana a…….”demek istedi ama heyecandan gerisini getiremedi.
Hamiyet, meraktan kocaman kocaman açılmış gözleriyle Mehmet’e döndü. Sözlerin geri kalan kısmını duyabilmek için:
-“Eee Mehmet sen bana ne diyecektin dedi?”heyecanla
Mehmet Hamiyet’in gözlerinin içine bakarak tam ben sana a…. diyeceği sırada,
otobüsün şoförü önünde duran arabaya çarpmamak için birden frene bastı. Askılardan
tutunan Hamiyet öne doğru fırladı! Tam yere savrulacakken, Mehmet ani bir hareketle
Hamiyet’in beline sarılıp düşmesini engelledi. Bu durum Mehmet’in öyle hoşuna
gitmiştiki, otobüs durmuş olmasına rağmen eli hala Hamiyet’in belindeydi. Sanki çok
sevdiği bir şeyi sahiplenmiş de, kimseye kaptırmak istemez gibiydi.
Hamiyet, belini sımsıkı kavrayan Mehmet’in elinden dolayı bütün vücudunun cayır cayır yanmaya başladığını farketti. Bu el ona şu an huzur veriyordu, kendini sanki
her türlü kötülükten koruyacak erkeğinin himayesine girmiş hissediyordu.
Mehmet tam zamanı olduğunu düşünüp, Hamiyet’i biraz daha belinden çekerek
onun sırtını göğsüne değmesini sağladı. Siyah saçlarının arasından kulaklarına eğilerek:
“Hamiyet ben sana aşığım haberin olsun!”dedi.
Hamiyet’in yüzü kulaklarının en uç kısmına kadar kıpkırmızı olmuştu! Hafifçe
öne doğru çıkıp, kendini sıkıca saran elden kurtuldu ve utanarak Mehmet’e doğru baktı.
Mehmet’in yüzü de, bu kadar cesur davranmasına rağmen, Hamiyet’inkinden daha fazla kızarmıştı. Şu an masum gözlerle, kendisine “Sen ne dedin Mehmet” dercesine
bakan Hamiyet’e, acaba nasıl bir tepki verecek diye bakıyordu. Bu arada inecekleri
durağa gelmişlerdi, beraberce inerek hiç konuşmadan yürümeye başladılar. Bir müddet
gittikten sonra, Hamiyet “Ben bundan sonrasını tek başıma gideyim, bir gören olursa
yanlış anlayabilirler.” dedi ve “İyi akşamlar.” diyerek uzaklaşmaya başladı.
Mehmet kendisine “sana aşığım lafına” karşılık olarak hiçbir şey demeden giden
Hamiyet’in ardından birazda sitemkarca bakıyorduki! Birden gözleri parladı!
Hamiyet, Mehmet’ten hiç ayrılmak istemeyen yüreğini, zorla en fazla birkaç adım
ileriye götürebilmişti. O da Mehmet’le aynı duyguyu yaşıyordu ve o da bunu itiraf etmek istiyordu. İçindeki duyguların baskısına daha fazla dayanamadı ve geri dönerek
Mehmet’in yanına geldi. Önce Mehmet’in yanağına bir buse kondurdu. Ardından da
ellerini tutup, tatlı bir gülümseyişle “Ben de sana aşığım Mehmet“ dedi.
62
***
Annesi, telaşlı bir şekilde sürekli saate bakıyordu. Kızı işten çıkıp birazdan eve
gediğinde, marketçi adamın müjdesini verecek olmanın heyecanıyla bütün gün yerinde
duramamıştı.
Bu arada akşam yemeği hazırlanmış, herkes sofranın başına geçmişti. O sırada az
önce Mehmet’ten ayrılan Hamiyet girdi içeri, yüzündeki mutluluk halen kaybolmamıştı.
Bunun farkına en çok annesi ve Mehmet’i bilen Gülsüm yenge’si vardı. Hatta annesi
“Tabi ya, zavallı kızım nasıl da mutlu. Kesin o da anladı kendine hayırlı bir görücünün
geldiğini” diye düşündü.
Yemekler yenmişti. Hamiyet boş tabakları mutfağa götürüp tezgahın üzerine bıraktığında, anası bunu fırsat bilip hemen usulca yanaştı:
-“Kız sana diyeceklerim var. İşini bitirince hemen odana git ben geliyorum” dedi.
Hamiyet bir anda huylanmıştı! Annesi ne demeye! odana git! demişti de burada
mutfakta konuşmamıştı? Ne söyleyecekti ki? Çok meraklanmıştı. “Yoksa gene patronundan avansmı çek” diyecekti. Bunu düşünüce yüzü asıldı. Biraz duraksadıktan sonra,
yüzünde birden bir ferahlık oluştu! “Yoksa canım annem benim şu birkaç haftadır yaşadığım heyecanı mutluluğu mu fark etti ?“diye düşündü. “Evet ya, benim bu halimden
kesin bir erkek arkadaşım olduğunu anladı. Belki de ‘Kızım kimmiş senin bu doğru dürüst gülmeyen yüzünü bu kadar sevince boğan? Getir bizle de tanıştır bakalım’ diyecekti. Güzel yürekli annem benim nasılda günahını aldım”diye düşünüp yüreğini umutla
doldurdu. Hemen odasına gidip Mehmet’i annesine anlatacak olmanın sevinciyle beklemeye başladı.
Az sonra annesi geldi. Kızının yüzündeki mutluluğu görünce:
-“Vay cadı!” dedi içinden. “Hissetti tabi söyleyeceklerimi. Şuna bak nerdeyse sevincinden havalara uçacak mikrop. Yoksa! Bu Fatma karısı, sakın benden önce marketçi adamı bizim kıza söylemiş olmasın? Tabi ya akıllı kızım benim, yoksa niye bu kadar
sevinsin ki? Ee.. Biz seni bu kadar zaman boşuna mı beklettik! Davul bile dengi dengine
çalarmış. Seni öyle sıradan birine verecek değildik ya! Çok şükür hepimiz kurtulduk
artık”diye keyifle geçirdi içinden. Sonra da heyecanla :
-“Kız sana bir müjdem var! Bundan sonra fakirlik sefillik yok artık”dedi. Ardından da bugüne kadar kendisinin de daha önce yaptığını hatırlamadığı bir şekilde, iki
eliyle kızının saçlarını okşayarak :
-“Artık o mağazada kokmuş karılara hizmet etmeyeceksin”dedi.
Annesi konuştukça Hamiyet’in şaşkınlığı da o oranda artıyordu! Ne demek fakirlik, sefillik bitti? Bir yerden para falan mı çıktı ki? Merakla annesini dinlemeye devam
etti.
Annesi aynı hararetle konuşmaya devam etti:
-“Fatma da her hal benden önce söylemiş sana. Zaten o karının ağzında bakla ıslanmaz ki.”
Hamiyet’in kafası iyice karışmıştı! Yüzü biraz gerilmiş şekilde annesine bakıp:
-“Ne Fatma’sı anne? Fatma teyze bana ne diyecekmiş ki? Sen bana ne söylemeye
çalışıyorsun? Dediklerinden hiçbir şey anlamadın ben.” dedi kızgınca.
Anası biraz huylanır gibi oldu! “Demek Fatma bu kıza söylememiş adamı.. Olsun.
Ben şimdi söyleyince nasıl da sevinecek. Hele adamın şu koca marketin sahibi olduğunu,
bir de onca evi olduğunu duyunca nasıl da ‘kurtulduk’ sevinip boynuma sarılacak”diye
düşündü.
-“Hadi kızım gözümüz aydın! Seni istemeye geldiler, hem de başımıza talih kuşu
kondu” dedi annesi sevinçle.
63
-“Ne?” dedi Hamiyet o an beyninden vurulmuşçsına! Yüzü kireç gibi bembeyaz
olmuş, güçlükle nefes alıp veriyordu. “Nerden çıkmıştı şimdi bu isteme işi? Nasıl da
yanılmıştı ,annesinin ‘seninle konuşacaklarım var’ dediğinde,yaşadığı mutluluğun nedenini soracak diye. Tam bir şok ve hayal kırıklığı yaşıyordu şu an.
Annesine kızgın bir şekilde bakıp, sinirli ,sinirli:
-“Kimmiş beni isteyen ?”diye sordu.
Annesi bozulmuştu kızının bu dik çıkışına, “Ama isteyen adamın kim olduğunu
öğrenince nasılsa yumuşayacak” diye düşünüp meseleyi anlatmaya başladı.
-“Seni isteyen kim biliyormusun? Hani şu köşede kocaman bir market var ya aha
işte onun sahibi. Fatma söyledi Adam çok zenginmiş. O binada da bilmem kaç tane dairesi varmış biliyon mu? Hem demiş ki, benimle evlenirse onu çok mutlu ederim, ailesini
de unutmam onları da paralandırırım demiş. Adam seni her gün işe giderken görüyormuş ayrıca çokta beğenmiş seni”
Bunları dinlerken öfkeden bütün vücudunu bir titreme almıştı Hamiyet’in. Sürekli alış veriş yaptığı marketti orası ve saçları kırlaşmış o adamı da iyi tanıyordu. Hatta ne
zaman markete gitse adamın kendisine yiyecekmiş gibi baktığını görmüş, ama bunu pek
önemsememişti. Hınçla annesinin gözlerine baktı!
-“Kız ana! O babam yaşındaki adamı mı bana layık gördünüz?” dedi kızgınlıktan
titreyen sesiyle.
Annesi, kızının bu tavırlarına sinirlenmeye başlamıştı artık.
-“Salak kızım benim! sen kıt aklınla bu işleri bizden daha mı iyi bileceksin? , yarın
bu adamla evlenip, kalkındığında şükredersin bize. Hem bize de günah değil mi? seninle
beraber biz de kurtulacağız bu izbe evden, kahrolası hayattan. Sen daha ‘yok babam
yaşındaki adamı istemem’ diye burnunun dikine git bakalım. Yarın baldırı çıplak birini
elinden tutup, getirirsen bak ben sana ne yapıyorum o zaman” diye bağırdı ve kapıyı
çarparak çıktı odadan.
Hamiyet yıkılmıştı. Böyle bir haberi hiç beklemiyordu. Kendini yatağının üzerine
atarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
***
Mehmet, bu sabah dükkanı açarken, yüreğinde hala Hamiyet’in akşam yanağına
kondurduğu busenin sıcaklığı vardı. Hızlıca dükkandaki işlerini bitirip, birazdan dükkana gelecek olan Hamiyet’le neler konuşacaklarını düşünmeye başladı. Aradan biraz
vakit geçip işlerini bitirdiğinde saate baktı, Hamiyet normalde bu saatte gelmiş olurdu!
Bu arada çay da demlenmişti, kendine bir bardak çay doldurup kapıyı görecek şekilde
sandalyeye oturdu. Büyük bir keyifle çayını içip her an kapıdan girecek Hamiyet’i beklerken, geçen vakit onun bu heyacanlı bekleyişine karamsarlığa çevirmeye başladı.
Mehmet dördüncü çayını içerken canı iyice sıkılmış, bütün keyfi kaçmıştı. Hamiyet bu
saatte buradan çoktan geçmiş olurdu. “Acaba neden gelmedi?” diye suratı asık bir şekilde düşünmeye başladı. “Hasta mıydı ki? Ama akşam ayrılırken hiç de öyle hasta hali
yoktu!. Belkide dükkanı açmadan önce geçmiş olabilir miydi? Yoksa akşam otobüs fren
yaptığında beline sarılıp, sana aşığım dediğinde çok mu ileri gitmiştim?”diye evhamlandı.
Bunları düşünürken dükkandan içeri keyifle giren Sinan azda olsa yüzünün gülümsemesine neden oldu.
Mehmet, Sinan’daki bu neşeli halin nedenini biliyordu. Annesiyle sabah kahvaltıda
konuşmuşlardı Sinan’ın yakın zamanda nişan yapacağını. Sinan’a bakıp:
64
-“Hoş geldin, hayırlı olsun bakalım”dedi. “Demek bekarlığa veda ediyorsun?” diyerek elini hafifçe bu çok sevdiği arkadaşının omzuna koydu.
Sinan duygusal bir şekilde konuşmaya başladı.
-“Evet, ilk adımı attık bakalım. Hayırlısıyla nişanı da bir atlatırsak bu iş tamamdır”.
Sinan bunları söylerken, Mehmet arkadaşının yüzündeki mutluluğu hemen fark
etmiş, bundan dolayı arkadaşının adına çok sevinmişti.
Karşılıklı konuşmaya başladılar. Sinan hevesle kızı nasıl istediklerini orada neler
yaşadığını anlatıryordu.
Mehmet Sinan’ı ilgiyle dinliyordu. Ama aklı hala bu sabah göremediği Hamiyet’teydi. Kafasında bir sürü ihtimaller oluşmuştu gelmeyişiyle ilgili. Çok merak ediyordu, “Acaba işe gelmiş miydi?”diye düşündü. Babası gelince ilk iş olarak onun çalıştığı mağazaya gidip orada olup olmadığına bakacaktı.
Bir süre sonra dükkana gelen İhsan bey, Mehmet’in yanında oturan Sinan’ı görünce
sordu:
-“Merhaba Sinan nasılsın? Baban nasıl? Ne yaptınız bakalım nişan işlerini?”
-“Sağolun iyiyim, babam da iyi. Nişan telaşı işte” dedi Sinan, sonrada Mehmet’e
dönüp “Ben kalkayım artık dükkanda yapılacak işler var.” diyerek kapıya yöneldi.
Tam bu sırada Mehmet, Sinan’a bakıp telaşla:
-“Bir dakika dur. Bende dışarı çıkacağım beraber çıkalım”dedi. Sonra da babasına “Ben birazdan geleceğim.” diyerek izin aldı ve birlikte dükkandan çıktılar.
Sinan, Mehmet’e bakıp:
-“Hayırdır! Sen nereye gidiyorsun ?diye sordu merakla.
Mehmet bir an Sinan’ın yüzüne baktı bir şey söylemeden. Gideceği yerle ilgili yalan söyleyemezdi. Ama şimdi “Hamiyet’e gidiyorum” dese.. ‘o kim’ , ‘bak sen’ ,‘ne zaman tanıştınız da haberim yok’ gibi bir sürü şey sormaya kalkabilirdi. Şu an bunları
konuşamayacak kadar sabırsızlanmış ve bir an önce Hamiyet’i görmenin sevdasına
düşmüştü. Sinan’ın gözlerine hafifçe gülerek göz kırptı ve “ben sana sonra anlatırım”
dedi. Bu arada Sinan’ın başka bir şey sormasına olanak vermemek içinde, hızla yanından uzaklaşıp mağazaya doğru yürümeye başladı.
Mehmet, yolda büyük bir heyecanla giderken “acaba işe gelip gelmediğini mağazanın dışından mı bakıp öğrensem? yoksa içeri girip sorsam mı?diye düşündü.
Mehmet kısa bir süre sonra mağazanın önüne gelmişti. Belli etmeden içeri bakarken, Hamiyet dışında çalışan bütün kızları görmüştü. Biraz daha bekleyip göremeyince,
kendine çeki düzen verip ve her an daha da artan bir heyecanla mağazadan içeri girdi.
Rafları düzelten kıza yanaşarak, “kolay gelsin Hamiyet yok mu acaba?” diye sordu.
Tezgahtar kız, Mehmet’e merakla baktı. Bu çocuğu tanımıştı. “Daha önce de mağazaya gelmişti, hem de birkaç kez galiba”diye düşündü. Ayrıca hatırladığı kadarıyla
Hamiyet ilgilenmişti bu çocukla.“Hamiyet bugün gelmedi, ben yardımcı olabilirmiyim?”
diye sordu Mehmet’e.
Mehmet, Hamiyet’in gelmediğini duyunca biraz bozuldu! Bunu belli etmeden,
“Öyle mi? Peki teşekkür ederim” diyerek, içini sıkıntı kaplamış şekilde mağazadan çıktı. “Demek işe de gelmemiş” diye düşündü. İşte şimdi gerçek anlamda bütün keyfi kaçmıştı. Neden işe gelmediği hakkında hiçbir şey aklına gelmiyordu. Düşünceli ve kaygılı
bir şekilde ağır ağır dükkana doğru yürümeye başladı.
Aradan günler geçmişti. Mehmet o günden beri Hamiyet’ten hiçbir haber alamamıştı. Ne dükkana uğramış, ne de mağazaya çalışmaya gelmişti. Mehmet onu görememenin üzüntüsünden yemeden içmeden kesilmiş, harap olmuştu. En son görüştükleri
65
akşam beraberce otobüse binmişler, indikten sonra da o bütün vücuduna hoş bir haz
veren o tatlı buseden ve “Ben de sana aşığım.”dedikten sonra sırra kadem basmıştı.
Gülbahar teyze, bu akşam da eve perişan halde gelen oğlunun halini görünce, daha fazla dayanamadı ve sordu:
-“Oğlum nedir bu halin? Günlerdir doğru dürüst ne yiyorsun ne içiyorsun. Bir
derdin bir sıkıntın mı var bizim bilmediğimiz? Yoksa kız arkadaşınla mı küsüştünüz?”
Mehmet’in, zaten günlerdir Hamiyet’i göremediği için canı o kadar çok sıkılıyordu
ki, şu an annesiyle ne konuşmaya tahammülü vardı, ne de sorularını cevaplamaya isteği. Hem şimdi ne diyecekti annesine? Hamiyet’le ne tartışmışlardı, ne de kavga etmişlerdi. Aksine her şey çok iyi gitmişti. Ama şimdi tutup Hamiyet de günlerdir haber
alamadığını dese, hem şaşıracaklardı , hem de kafalarında daha şimdiden bir sürü kuruntu olacaktı. Keyifsiz bir şekilde annesine bakıp:
-“Biraz üşüttüm, o yüzden pek iştahım yok” diyerek hızlıca sofradan kalkıp odasına gitti.
İhsan bey, sofrada hanımıyla , oğlunun konuşmalarını sessizce, ama ilgiyle dinlemişti. Moral bozukluğundan omuzları iyice aşağı düşmüş oğlunun ardından öylece bakakaldı. Günlerdir yüzü gülmeyen evladının yaşadığı huzursuzluğu dükkanda da fark
etmişti. Sanki her an birisi gelecekmiş gibi gözlerini sürekli kapıya bakıyordu. Ayrıca
gün içinde de üç dört defa dışarı çıkıp bir yere gidip geliyordu. “Yoksa hanımın dediği
gibi kız arkadaşıyla mı kavga etmişti?” diye düşündü. “Ya da ayrılmışlar mıydı? İyi
ama öyle olsa bu çocuk gün içinde sürekli nereye gidip, geliyordu? Bir şeyler olduğu
kesindi.” İhsan bey’in en büyük endişesi oğlunun gençliğin verdiği heyecanla geri dönüşü olmayan bir hata yapmasıydı.
Gülbahar teyze, kocasına endişeli gözlerle bakıp:
-“Bey, bu oğlanın halini hiç beğenmiyorum, besbelli hamiyetle kavga etmiş, ya da
aralarında kesin tatsız bir şey olmuş. Diyorumki şu oğlanla bir konuşsan, belki sana
açılır, anlatır derdini. Bu kadar üzüntüyü içine atıp da hasta olursa ben ne yaparım o
zaman?”dedi.
İhsan bey ,sıkıntılı bir nefes çekip:
-“Tamam, hanım sen merak etme”dedi. “Gençlikte olur böyle şeyler . Şimdi ikisinin de en alıngan, en kıskanç olduğu dönemler. Çok basit bir şey için bile birbirlerine
naz yapar, gereksiz yere günlerce boş yere dargın kalırlar. Sen tasalanma, ben bir yolunu bulur konuşurum”.
***
Günlerdir odasından çıkmayan ve üzüntüsünden doğru dürüst bir şey yeyip içmeyen Hamiyet’in, ağlamaktan gözleri şişmişti. Annesini söyledikleri halen kulağında çınlıyordu “Yok koca marketi varmış da, evleri, parası varmış da, beni çok beğeniyormuş
da”. Bunları hatırladıkça sinirinden çıldıracak gibi oluyor, avazı çıktığı kadar haykırmak istiyordu. “Onlara göre ben neydim ya? Ruhsuz, duygusuz para kazandıracak bir
eşya mı? Ne anlardı annem, babam ve ayyaş abim benim hislerimden? Umurlarında
mıydı benim şu babam yaşındaki adamın koynuna girip, daha mutluluğun ne olduğunu
Mehmet’le yeni anladığım şu küçük dünyamın kararması?” Hamiyet, bunları düşünürken, kara gözlerindeki ışıltının yerini solgun bir bakış almıştı. İşyerindeki arkadaşlarına
da ailevi sorunları olduğunu söyleyip günlerdir işe de gitmiyordu. Şu kabus gibi geçen
beş günde içini aydınlatan tek şey Mehmet’i düşünmekti. Onun sesini, gülüşünü, gözlerini hayal ederek ayakta kalmaya çalışmıştı. Bu arada Mehmet’in de şu an kendisi için
66
ne kadar endişenlendiğini de tahmin ediyordu. Ama evdeki herkesin gözü üzerindeydi.
Onu, telefonla aramaya kalksa ve bunu fark ederlerse o zaman her şey daha da berbat
olur diye, bu sıkıntısını da çaresizce içine gömmüştü.
-“Heriff, herif” dedi sinirli bir şekilde Hamiyet’in annesi. “Bu kızla işimiz var.
Ölürümde o adama varmam diyor. Neymiş babası yaşında adammış. Salak kız bilmiyor
ki, yarın bu herif geberdi mi bütün malı mülkü bize kalacak. Sonra kafası dank edip,
‘ah anam sen doğru dediydin’ diyecek ama o zamana kadar böyle ballı babayı boş bırakırlar mı bakalım?”
Karısının yüzüne öfkeyle bakan Battal bey. “Lan karı! Git şu uğursuz kıza söyle,
tamam bu işten vazgeçtik de. Zaten kaç gündür işe gitmiyor, birde işten çıkarırlarsa bu
beyinsizi hepten beter oluruz o zaman.”dedi.
***
Alper saatine baktı, vakit akşamı üzerini çoktan geçmişti. Kafasında yapacaklarının hesabını bir bir kurmuştu. Şimdi Asım’ı arayıp, “Hadi pavyona gidelim, hem dertleşiriz, hemde karılarla alem yaparız” diyecekti. Bu arada, Hamiyet’i görmek ve ona biraz daha sokulmak için Asım’ı evden alırken, “Şu mübarek ananın, babanın ellerini
öpüp, hayır dularını alalım” diyecekti. “Nasılsa ailesini kafaya aldım mı her dakika o
eve girer, çıkarım artık” diye heveslenmişti. Bunları hayal ederken gözlerinde sinsice
bir gülüş oldu. İştahla telefona sarılıp Asım’ın evini aradı.
-“Akşam, akşam bu da kim” diyerek açtı telefonu Asım’ın anası.
-“Anacığım ellerinden öperim, ben Alper. Asım evde miydi?”
Anası bir an düşündü! ”Alper de kim diye? yoksa geçen akşam Asım’ı arayan gene
bu adammıydı? Ne diye dadanmıştı şimdi bu adam oğluna? Yoksa pis işler mi çeviriyorlardı?”diye içine kuşku düşmüş bir halde gitti Asım’ı çağırdı.
Asım, gelipte merakla ahizeyi kulağına götürğünde, bir anda kendini hazırola
geçmiş asker gibi toparladı.
-“Vay, Alper’im sen misin? Nerelerdesin be kardeşliğim?”dedi coşarak.
-“Ben buradayım da, asıl sen nerelerdesin? dedi Alper. “Unuttun bu kardeşini,
unuttun! Neyse, bak ne diyeceğim bu akşam bir işin var mı?”
-“Ne demek işin var mı ? Benim can kardeşim Alper arayacakta işim olacak! İki
elim kanda bile olsa senin için her zaman hazırım ben”
-“Tamam Asım’ım, canım benim. Sen var ya.. Benim bir numaralı kardeşimsin
haberin olsun. Seni evden alayım, gideriz bizim her zaman ki mekana. Hem muhabbet
ederiz, hem de yeni karılar gelmiş. Aboo.. Varya, avratları bir görsen taş gibi şerefsizim
taş!”
Alper’in söyledikleri karşısında Asım’ın ağzının suyu akmaya başlamış, gözleri
parlamıştı.
Alper, Asım’ı iyice tavına sokmak için konuşmasına devam etti.
-“Sen şimdi hazırlan ben bir saate kadar ordayım. Hem seni alırım, hem de sizinkilerin şu nurlu ellerini öpüp, biraz bereketlenirim. Nasılsa artık benim de anam babam
sayılırlar.
Anası dik dik az önce telefonda keyifle konuşam Asım’a bakıp, bezmiş bir şekilde:
“Kimdi bu? adı Alper miymiş, ne zıkkımmış buda senin gene o serseri arkadaşlarından
birisi mi?” sordu.
67
-“Ana” dedi Asım öfkeyle. “Gene benim kafamın tasını attırmayın. Sana kaç kere
benim arkadaşlarıma karışmayın demedim mi?” diye bağırdı. “Hem serseri dediğin
adamın zebil gibi parası var. Köküne kadar da delikanlı bir arkadaş. Ama adamın şansı
yok! Bu koca şehirde kendine bir tane adam gibi arkadaş bulamamış ki. Geçen pavyonda tanışıp, biraz muhabbet ettik. Adam ondan sonra paçama bir sarıldı ki, bak zırt pırt
nasıl arıyor beni. Anladı tabi has adam olduğumu. Hem sizi de tanıyıp, elinizi öpmek
istiyor. Zaten, birazdan beni almaya gelecek siz de görürsünüz” diyerek üstünü giymek
için odasına gitti.
Karısı Gülsüm de, Asım’ın bu konuşmalarını mutfaktan olduğu gibi duyup, “Bu
adam da kim ki? Hem ne diye bizim serseri herifi kendine dost tutmuş” diye düşünüp,
işkillenmişti!
Anası, Asım’ı dikkatle dinlemiş, yüzündeki kızgınlığın yerini bir anda kurnazca
bir bakış almıştı. “Demek paralı, hem de mert çocuk ha! Ah benim Asım’ım iyi çocuk
ama, kıymetini bilen kim ki? kaderi kötü yavrumun kaderi. Bak nasıl değerini bilen
biliyor oğlumun.” diye düşündü. Sonra da, hemen coşkulu bir şekilde kocasının yanına
gitti.
-“Adam sana diyeceğim var ”dedi. “Bizim bu oğlan adam olalı ilk defa kendine
düzgün bir arkadaş tutturmuş. Şimdi buraya geliyor, bizi de tanımak istiyormuş haberin olsun”.
Karısının yüzüne ters ters baktı Battal bey.
-“Bu it herif mi kendine doğru adam bulmuş? O da onun gibi serserinin biridir.
Aklı başında olsa ne işi olurdu ki bu serseri oğlanla?
-“Ben de öyle belledim ilkin.”dedi karısı. “Ama Asım’ın dediğine bakılırsa adam
karun gibi zenginmiş. Bizim oğlanıda acayip sevmiş.
Battal bey’in yüz ifadesi bir anda değişmeye başladı. Karısına bakarak:
-“Demek zenginmiş ha?” dedi. “İyi hele bir gelsin tanışalım bakalım. Oğlumun
arkadaşının başımızın üstünde yeri var. Keşke itin bütün arkadaşları böyle paralı kalender olsalar sırtımız yere mi gelir bizim.”
Aradan yaklaşık bir saate yakın zaman geçmişti. Az önce merdivenlerden yukarı
çıkan Alper şimdi Asım’ların zilini çalıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra kapı
açıldı ve o an Alper’in yüzünü müthiş bir keyif bürüdü.
***
Mehmet, uykusuzluktan çökmüş gözleriyle saatlerdir yattığı yatağından tavana boş
boş bakıyordu. Günlerdir Hamiyet’i düşünmekten gözüne uyku girmemiş, ona ulaşmak
adına bir şey yapamadığı için de çaresizlikten kahrolmuştu. Şu an, dükkanda Hamiyet’in elini tuttuğunu düşünürken , hayatında ilk kez birisi için gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Eli kolu öylesine bir bağlanmıştı ki, artık ne yapacağını düşünemez olmuştu. Hamiyet’le bağlantı kuracağı tek yer çalıştığı mağazaydı. Ama oraya da defalarca gitmiş,
mağazadakilere neden gelmediğini sorduğunda pek de inandırıcı olmayan bir şekilde,
nedenini bilmedikleri söylemişlerdi. Ayrıca çok önemli olduğunu söylemesine rağmen,
onlardan Hamiyet’in ne telefonunu, ne de ev adresini öğrenebilmişti. Zaten orada çalışan kızların şüpheci bakışlarından, Hamiyet’e asılan biri olduğunu düşündüklerinide
açıkça anlamıştı. Otobüsle gittikleri akşamı hatırladı. Evlerine yakın bir yere kadar yürümüş olmalarına rağmen ne oturduğu sokağı ne de, apartmanlarını biliyordu. Meh-
68
met’in canını sıkan bir başka şeyse, Hamiyet’in, çiçekçi dükkanın ,telefonunu bildiği
halde neden kendisini hiç aramadığıydı ?Çünkü, Gülhane Parkı’nda buluşmadan bir
gün önce dükkanda karşılıklı çay içerken ,Hamiyet “Yarın için bir aksilik olursa ben
seni ararım” deyip telefon numarasını almıştı , bunu kesin olarak biliyordu. “İyi o zaman, bir kere de olsa neden aramadı?”diye düşünmeye başladı. “Hamiyet, duygusal ve
dürüst biri bu konuda hiç şüphem yok artık. Normal şartlarda arayıp, en azından gelemeyişini sebebini söylerdi bana. O zaman sorun neydi?” Hasta mıydı ? Allah korusun
başına bir felaketmi gelmişti? Her şey mükemmel giderken ne olmuştu da bir an da ortadan kaybolmuştu. Ona nasıl ulaşabilirim?” diye günlerdir aynı şeyleri düşünmeketen
neredeyse kafası patlayacaktı.
Aklına bir şey geldi! Belki saçma bir fikirdi, ama yine de şu an kalbinin hızlı hızlı
atmasına sebep verdi. Hani gerçekte olma olasılığı az, fakat “Ya olursa diye” düşündüğünde bütün kalbini saran bir heyecana meyil verecek cılız bir fikir! Yarın sabah erkenden Hamiyet’le otobüsten inip yürüdükleri en son noktaya giderek, onunla karşılaşma ihtimaliyle akşama kadar o sokaklarda, otobüs duraklarında dolaşacaktı. Bu
zayıf ihtimal bile Mehmet’i şu an umuda boğmuştu. Bir hamlede yerinden kalkarak salonda televizyon seyreden babasının yanına gidip:
-“Baba” dedi heyecanla. “Yarın sabah eğer sana zahmet olmazsa dükkanı sen açabilir misin? Benim sabah erkenden biraz işim var da.”
İhsan bey hiç düşünmeden, “Tabi oğlum, ben açarım. Sen işlerini hallet, keyfine
bak.” dedi.
-“Sağol baba” dedi Mehmet. İçindeki Hamiyet’i görme umudu biraz daha büyümüş olarak odasına gitti.
Oğlunu yeniden böyle neşeli görmek İhsan bey’i çok duygulandırmıştı. “Ne demek
oğlum dükkanı açmak! Ben senin için canımı veririm, yeter ki yüzün hep böyle gülsün”
dedi içinden.
***
Alper kapıyı açan Asım’a bakarak :
-“Koçuma bak be! artık benden kurtuluşun yok, her dakika çat kapı buradayım.
Ölsem de senin gibi yiğit bir arkadaşı bırakmam artık.” dedi.
Alper’in bu övücü sözleri Asım’ı gururlandırmış, koltuklarını kabartmıştı. Doğru
dürüst tanımadığı bu adam nasıl da değer veriyordu kendine, nasıl da geliyordu kapısına kadar.
-“Oo Alper’im hoş geldin” diyerek kapıda öpüştüler. Sonra da Asım onu içeri salona alarak ortası çökmüş, eski kanepeye oturttu.
Alper daha adımını evden içeri atar atmaz gözleri hemen Hamiyet’i aramaya başlamıştı. Bir ara Asım’la konuşurlarken içerideki odanın kapısı aralandı! Alper gözlerini
hemen oraya çevirdi. Kalb atışları iyice hızlanmıştı. “Acaba o kapıdan Hamiyet mi çıkacak şimdi? Diye heyecana kapıldı.
Kapı iyice açıldı, gelen ağzında sigarasıyla Battal beydi.
-“Hoş geldin yeğen” dedi Alper’e, Battal bey.
-“Hoş bulduk” diyerek abartılı bir şekilde Battal bey’in elini öptü Alper.
-“Baba bu arkadaşın adı Alper, dedi Asım. “Anama da behsettiydim bugün.
Geçenlerde tanıştık, ama sanki kırk yıldır tanışıyoruz arkadaşla. Seninle, anamı da çok
merak etti gelip onlarında bir elini öpeyim” dedi.
-“Sağolasın yeğen var ol” dedi Battal bey.
69
Tanışma faslı bittikten sonra, oradan, buradan memleket havalarından konuşmaya
başladılar. Bu sırada mutfağın kapısı açıldı, Alper yeni bir umutla bu kez oraya baktı
ama gelen Hamiyet değil yaşlı anasıydı.
-“Hoş gelmişsin oğul.”dedi Alper’e, Asım’ın annesi.
-“Hoş bulduk” dedi Alper ve gene aynı abartıyı göstererek kalkıp ellerini kuvvetlice öptü.
-“Ee yeğen nerelisin ? Ne iş tutuyon?” buralarda diye sordu Battal bey.
Alper de tam bu soruyu bekliyordu. Bu soruya vereceği cevabın onları nasıl etkileyeceğini evdeki sefil görüntüden anlamıştı. Evde doğru dürüst hiçbir eşya yoktu, olanların hepsi de dökülüyordu. Bu arada Alper’in aklı hala yanıp tutuştuğu, ama geldiğinden
beri henüz göremediği Hamiyet’teydi. Şu ana kadar bir türlü ortaya çıkmamıştı. “Akşamın bu saatinde çoktan işten gelmiş olmalıydı! Yoksa erkenden yatmış mıydı?” diye
düşünüp, bir an onunla aynı yatakta olmayı düşledi. Yanındakileri umursamadan derin
bir iç çekti. Bunu düşünmek bile Alper’e büyük bir haz vermişti. Konuşmasına keyifle
devam etti:
-“Amca biz aslen Çankırı’nın İnceboğaz köyündeniz. Zamanın da devlet bizim
topraklardan otoban yolu geçirip, kamyon dolusu parayı elimize saydı”.
Bu arada, Hamiyet odasına gelen seslerden salonda yabancı birisinin olduğunu
anlamıştı. İlk başta kulak asmadı bu yabancı kişinin kim olduğuna. “Gene abimin o kopuk arkadaşlarından birisidir, ya da babasının köyden gelip buraya yerleşen hemşerilerinden biridir.” diye düşündü. Ama içeriden gelen o yabancı sese biraz daha dikkatlice
kulak kabartınca bir anda irkildi! Bu sesi tanıyordu, ya da tanıdığı birisinin sesine benzetmişti. Ama kime? Bir süre düşündü fakat çıkaramadı. Çok meraklanmıştı, dayanamadı gitti kapıya kulağını dayadı. Sesi dinledikçe şaşkınlığı daha da artıyordu! Evet bu
sesi çok iyi tanıyordu, hatta dilinin ucuna kadar bile gelmişti, ama bir türlü kimin olduğunu çözemedi. Süratle arkadaşlarının, komşularının, akrabalarının yüzlerini, sesleriyle
beraber aklından geçirdi, ama bu ses hiç birine uymuyordu.
Alper, şu an kendisini merakla dinleyen Hamiyet’in ailesini iyice etkilemek için,
abartarak konuşmasına devam etti:
-“Babamla düşündük, taşındık bu kadar çok parayı ne yapalım diye? Bir sürü para! Köy yerinde nereye harcayacan? Ne yapacan? Benimki gençlik aklı işte. Babama
dedim ki, gel İstanbul’a yerleşelim, kendimize şöyle kocaman bir işyeri açalım, paramıza para katalım. Zavallı yaşlı babam da dedi ki ‘oğlum ben bu yaştan sonra büyük şehri
ne yapayım? Ayak uyduramam oralara ananla bana buralar yeter gayri. Sen gençsin,
akıllısın tutuğunu koparansın git nasıl istiyorsan öyle yaşa’dedi. Ben de atladım geldim
büyük şehire, önce ayak uydurmak öyle kolay olmadı. Buraların insanlarının çoğu kalleş, namussuz, hırsız oluyor. Neyse, sonra kendime büyükçe bir kuyumcu dükkanı açtım, açtım ama buraların yaşantısı bize göre değil, babam haklıymış da ben anlamamışım. Büyüklerin sözünü dinlemek lazım. O yüzden, her zaman onların bir dediklerini iki
etmeyeceksin. Her şeyin doğrusunu onlar biliyorlar da, bakmayın işte biz cahillik yapıyoruz.” dedi masumca.
Alper öyle bir konuşmuştu ki, Asım’ın, anası da, babası da ona hayran kalmışlardı.
Her dediğine sürekli olarak “Tabi, tabi çok haklısın oğlum.”anlamında başlarını aşağı
yukarı sallıyorlardı.
Alper, istediği havayı şimdi bulmuştu. Kendine hayran hayran bakan yüzlerden
sözlerinin ne kadar tesir ettiğini görüyordu. Ama aklı fikri hala geldiğinden beri görmek
için can atıp da, bir türlü göremediği Hamiyet’teydi. O yüzden konuşmasını mümkün
olduğu kadar uzatıp onu görmeden kalkmak istemiyordu. Onlarla konuşurken gözleri
70
sürekli olarak salona açılan odaların kapısında nöbet tutuyordu. Abartarak konuşmasına devam etti:
Kuyumcu dükkanım çok iyi çalışıyor, iyi de kazanıyorum. Ama her şey para mı be
amca? Para dediğin benim için el kiri. Buraya geleli seneler oldu. Ama, bak kendime
daha adam gibi bir tane arkadaş bulamadım. Buranın insanı hep çıkarcı, menfaatleri
varsa hemen kulun kölen oluyorlar. Sana dost diye yaklaşıp malına, ırzına göz diken bir
sürü kansız gördüm ben. Şansım varmış ki, Asım gibi pırıl pırıl bir arkadaş çıktı karşıma. Keşke daha önce çıksaydı, ben o zaman bu kadar yalnızlık mı çekerdim şu gurbet
elde? Ama önce size helal olsunki böyle mert, aklı başında hayırlı bir evlat yetiştirmişsiniz.”.
Asım gene şaşırmıştı Alper’in kendisiyle ilgili söylediği bu yüceltici sözlere! Her
ne kadar bunları kendine pek konduramasa da, yine de olduğu yerde omuzları dikleşmiş, göğsü öne doğru gururla gerilmişti.
Alper, iyice havaya girmiş olarak konuşmasına devam etti:
-“Artık Asım benim son nefesime kadar en baş arkadaşım. Hatta, bak burada şimdi söylüyorum daha kendisinin de yeni haberi olacak! Ben geçenlerde oturdum düşündüm. Bir sürü param var, aklıma o an Asım geldi. Dedim ki kendi kendime ulan insanın böyle bir kardeşi olur da onu boş bırakır mı? Karar verdim Asım’ın elinden tutup
ona kocaman bir işyeri açacağım. Ne işi var da gidip beş para etmez insanların yanında
çalışacak. Bundan sonra bu kardeşimi, hayatta ezdirmem bu şehrin pis kodamanlarına.
En başta kendisine iş kurulacağından haberi olmayan Asım başta olmak üzere,
anası da babası da hayretle karşılarında Alper’i dinliyorlardı! Nerden çıkmıştı bu piyango gibi çocuk? diye düşünmekten kendilerini alakoyamıyorlar, ve daha şimdiden
Alper’in yaldızlı vaatlerinin katkılarıyla kafalarında oluşan bir sürü güzel hayale dalıp
dalıp çıkıyorlardı.
Bu hayallerden ilk çıkan Battal bey oldu ve merakla sordu Alper’e:
-“Peki yeğenim sen hiç evlenmedin mi?
İşte şimdi Alper’in beklediği sorular içinde en kıymetli olanı gelmişti.
-“Yok be amca ne evlenmesi, nasıl evleneyim ki? bu şehir kızlarına güven mi olur
hiç. Ne ardan haberleri var, ne namustan. Yoksa ben de evlenmem mi? Zaten, bulsam
helal süt emmiş iffetli birini, para pul hiç önemli değil hemen evleneceğim”. Alper verdiği bu mesajın yerine gittiğini, Asım’ın, anasının ve babasının bir anda düşünceli bir
hale geçen gözlerinden anlamıştı. Her şey iyi gidiyordu ama keyfini kaçıran tek şey Hamiyet’i halan görememiş olmasıydı. Asım’a bakarak:
-“Hazırsan biz çıkalım” dedi. Ardından da anasına babasına dönüp
-“Ben sizleri çok sevdim. Beni de Asım gibi bir oğlunuz bilin artık. Neye ihtiyacınız
olursa hiç çekinmeyin söyleyin yoksa dinim hakkı için çok üzülürüm.
Battal beyle, karısı kapının eşiğine kadar gelip, uğurladıkları Alper’in arkasından
yüzleri gülerek bakıyorlardı.
-“Herif, gördün mü benim akıllı oğlumu? Nasıl da bulmuş kendine arkadaşın hasını. Neyse, ben de gidip kıza söyleyeyim bari de yarın işine gitsin. Hem de söyleyeyim
onu marketçi adama bizim de vermek istemediğimizi. Bizim kızımız, kala kala saçı başı
ağarmış adama mı kaldı ? Bir de çocukları varmış, bizim kızımız hizmetçi mi ki? O
marketçi heriften bin kat daha iyi kısmetler bakarsın ayağımıza. Hatta evimize kadar
gelir” diyerek Battal bey’in gözüne imalı imalı baktı.
***
71
Gülbahar hanım, günler sonra oğlunun yüzüne geri dönen bu neşeli hali oldukça
özlemişti. Gece yatarlarken İhsan bey söylemişti kendisine, Mehmet’in sabah erkenden
işi olduğunu ve dükkanı açmayacağını. Şu an yatağında uyuyan Mehmet’e bakarken.
“Belli ki Hamiyet’le barışmışlar” diye düşünmeye başladı. “Acaba sabah erkenden ne
yapacaklardı ki? Bir pastanede mi, ya da bir parkta mı buluşacaklardı? Belki de öyle
yapıp, biraz konuşacaklar, sonra da Hamiyet’i çalıştığı mağazaya geri bırakacaktı”.
Yavaşça, “Hadi oğlum kahvaltın hazır, çayın soğumasın” dedi.
Mehmet gözlerini aralayıp önce annesine baktı, sonra telaşla duvardaki saate. Geç
kalmıştı. Hızla yerinden kalkarak üzerini giydi ve kahvaltı yapmadan koşar adımlarla
evden dışarı çıktı.
Ağır ağır dükkanının önünü süpüren Yusuf amca’nın, gözü bir anda apartmandan
rüzgar gibi çıkıp, giden Mehmet’e takıldı. Biraz şaşırmıştı! Çünkü dükkanı açmak
onun icin erken sayılırdı. “Yoksa bir gönül işi mi var?” diyerek hafifçe güldü arkasından. Mehmet’in bu halini görünce, aklına oğlu Sinan geldi. Onun da beş gün sonra nişanı olacaktı. O an aklından “acaba son kez kız evine gidip, bir şeye ihtiyaçları var mı yok
mu sorsam? Kadıncağız bir başına, ne de olsa akrabayız” diye geçirdi. “Hem onlara da
sürpriz olur ziyaretim hoşlarına gider. En iyisi Sinan gelince evlerine bir varıp geleyim”
diye karar verdi.
Hamiyet, acı dolu geçen günlerin ardından bu sabah işe gitmek için otobüs durağına yürürken, mutluluktan adeta uçuyordu! Ama, onun asıl sevince boğan işe gitmek
değil, günlerdir bir saniye bile aklından çıkaramadığı Mehmet’i görecek olmasıydı.Durakta kendisini ona götürecek otobüsü sabırsızlıkla beklerken, birazdan Mehmet’in kendisini görünce ne kadar sevineceğini düşünüyordu. Fakat, bir an yüzü asıldı!
“Biliyorum” dedi kendi kendine. “Onu hiç arayamadım, ne kadar merak edip üzülmüştür şimdi. Ama dükkana gidince ona öyle bir sarılacağım ki”. Birden heyecanlandı!
Çünkü az önce ki hayalini gerçekleştirmesine ve Mehmet’ine kavuşmasına sebep olacak
otobüs durağa gelmişti.
Mehmet, yanlış yerde inmemek için sürekli olarak otobüsün canımdan dışarıdaki
binalara, işyerlerine ve caddelere bakarak, o gece Hamiyet’le beraber indiği durağa en
yakın bir yerde inmeyi hedefliyordu. Otobüsün şöförü, o ara kırmızı ışığı geç fark edip
frene sertçe basınca, otobüsteki yolcuların yüzü biranda gerildi! Ama Mehmet hariç.
Tam tersine şu an yüzünde tebessümle, hüznün harmanlanmış bir hali vardı. Hamiyet’i
en son gördüğü akşam beraber otobüse binmiş ve şoför frene gene böyle sertçe bastığında Hamiyet savrulup düşecekken son anda elini beline dolayıp düşmesini engellemişti.
Aradan geçen günlere rağmen o anı hiç unutmuyor, elini beline doladığında, oradan
bütün vücuduna yayılan sıcaklık halen yüreğinde olduğu gibi sımsıcak duruyordu. Bunları düşündükçe Hamiyet’i görme arzusu içini o kadar yakıyordu ki, neredeyse otobüsten inip onu son bıraktığı yere doğru koşmak geliyordu içinden. Biliyordu şu an yaptığının zayıf ihtimalli bir arayış olduğunu. ”Olsun” dedi kendine. “Her saniyesi onu aramakla, onu düşünmekle ve onu görme ümidiyle dolu olacaktı ya bu da yeterdi bana”
diye teselli etti kendini.
Hamiyet hiç bitmeyecek gibi gelen yolculuk nihayet bitmiş, büyük bir heyecanla
otobüsten inmek için düğmeye basmıştı. Açılan kapı sanki Mehmet’in yüreğine, kollarına açılıyormuş gibi hızla inerek, sevinçle çiçekçi dükkanına doğru yürümeye başladı.
Yaklaştığı her saniye kalp atışları sanki yerinden çıkacak gibi hızla atmaya başlamıştı.
Önce büyük bir sevinçle uzaktan dükkanın önüne baktı. Fakat Mehmet burada yoktu.
72
Moralini bozmadı, “Nasılsa içerideydi”diye düşündü. Nihayet dükkanın kapısına kadar
geldi ve beş günlük hasreti bitirmek için coşkuyla kapıdan içeri girdi.
Kalfası merak etmişti Alper’in bu kadar merakla kime baktığını! Öyle ki kafası
neredeyse vitrin camından dışarı çıkacaktı. Çok meraklandı ve o da Alper’in baktığı
yere doğru baktı ama anormal bir şey göremedi. Sadece çiçekçiye sevinçle giren siyah
saçlı bir kız vardı baktıkları yerde. Gerçi patronunun kızlara olan düşkünlüğüne, vitrinden gelen geçen kızlara ağzı sulanarak bakışlarına yabancı değildi. Fakat, son günlerde dikkatini çeken ciddi bir mesele vardı dükkanda! Alper, pavyonlara ve kumar
kulüplerine dadandığından beri bir sürü para yemiş, dükkandaki sermaye de her geçen
gün biraz daha erimeye başlamıştı. Ellerinde nerdeyse hep modası geçmiş mallar kalmıştı. Bu yüzden durma noktasına gelen işleri canlandırmak için “biraz yeni çeşit getirelim” dediğinde de umursamadan hep “boş ver elimizdekileri satmaya bak sen” demişti.
Köyden arayıp kendisinde para isteyen yaşlı babasını da, ‘işler kesat’ diye sürekli sallar
olmuştu.
Hamiyet, “Günaydın” diyerek, sevinçle dükkandan içeri girdi. Fakat, karşısında
Mehmet’i değil de yaşlı birisini görünce şaşırdı ve hemen kendisini toparladı. Bir an
hayak kırıklığı yaşadı. Acaba, Mehmet buralarda bir yerde miydi veya yakın bir yere
kadar mı gitmişti.” diye düşündü. “Kolay gelsin. Mehmet yok mu acaba?”diye sordu
karşısında ki yaşlı amcaya.
İhsan bey, gözlerinin altı ağlamaktan şişip, hafif morarmış olmasına rağmen kendisine oldukça sempatik gelen bu kıza ilgiyle baktı. Kafasından,”Bizim oğlanın bahsettiği Hamiyet yoksa bu kızcağız mıydı?” diye geçirdi. Üstelik daha önce dükkanda ve ya
Mehmet’le birlikte hiç görmemişti de. Hem bu kız, oğlunun adını da biliyordu. Karşısında duran bu hoş kızın, oğlunun bahsettiği Hamiyet olup, olmadığından emin olamadı.
Fakat kafasın da bir soru işareti daha belirmişti. “Diyelim ki bu kız Hamiyet, o zaman
bizim Mehmet nereye gitmişti ki sabahın erken saatinde? Hem de mutlu bir şekilde”diye
kafası karıştı. Karşısında duran bu tatlı kıza gülümseyerek :
-”Mehmet yok kızım ama öğleden sonra gelir, ben yardımcı olabilir miyim?” diye
sordu.
Hamiyet, çok üzülmüştü Mehmet’in olmayışına.
-“Peki teşekkür ederim. Ben bir arkadaşıyım öylesine uğramıştım olmazsa daha
sonra gene uğrarım, iyi günler” diyerek sessizce kapıya yönelmiştiki!
-“Bir saniye kızım” dedi İhsan bey. “Adınız neydi? Ben gelince Mehmet’e söyleyeyim”.
-“Benim adım Hamiyet” dedi hafif gülümseyerek.
‘Hamiyet’ adını duyunca İhsan bey’in yüzüne inceden bir tebessüm tesir etti.
“Tamam kızım ben Mehmet gelince kendisine söylerim” dedi. O gittikten sonra, “Demek Hamiyet buymuş” dedi kendi kendine. “Şu son dört beş gün hariç, oğlunun hep
çok mutlu ve neşeli olmasının nedeni olan kız buydu demek. Hiç şaşırmamak lazım hem
çok güzel hem de sıcak bir kız. İyi ama sonra ne oldu bunların arasında? Mehmet kaç
gündür perişan haldeydi! Kızcağızı düşündü. Onun durumu da öyle çok hoş gözükmüyordu. Ayrıca ağlamaktan şişmiş gözlerini de fark etmemiş değildi. Acaba ayrıldılar da
o yüzden mi bu kadar üzgündüler? Madem bu kadar çok üzüleceklerdi niye o zaman
ayrıldılar? Anlaşılan şu an bunların birbirlerinden haberleri de yok! Yoksa kızcağız
gelip de Mehmet burada mı diye sorar mıydı hiç? Belki de ayrıldıkları için Mehmet’in
kendisine hediye ettiği bir şeyimi geri vermek için gelmişti?” diye kafasından bir sürü
73
karışık olasılık geçiyordu. “Neyse Mehmet gelince kendisine Hamiyet’in uğradığını söylerim. Zaten vereceği tepkiden vaziyetin rengi az da olsa belli olur.” diyerek çiçeklerle
uğraşmaya devam etti İhsan bey.
Mehmet, az önce içinde büyük bir umutla otobüsten inmişti. En son burada inip
biraz ileride bir yere kadar yürümüşler, sonra da, Hamiyet oradan yalnız başına yoluna
devam etmişti. “Acaba şimdi onu nasıl aramalıyım?” diye düşünmeye başladı.
-“Önce bu bölgedeki sokakları, ardından da buraya en yakın otobüs duraklarına
bakarım. Çünkü işe ve ya başka bir yere gitmek için nasılsa bu düşündüğüm yerleri kullanacaktı ve ancak bu şekilde onu görme ihtimalim olabilirdi.”
Çaresizce, tek tek sokakları dolaşmaya başladı. Geçtiği yollarda ki gidip gelen kızlara tek tek dikkatle bakıyor, sağ da sol da, markete, bakkala ve değişik işyerlerine giren insanları “acaba o mu?” diye umutla inceliyordu. Hatta girdiği sokağın ortasında ve
ya sonunda yürümekte olan kızlara bile koşar adımlarla yanaşıp, Hamiyet olup olmadıklarını bakıyordu. Fakat geçen zaman Mehmet’in ümitlerini biraz daha tüketmeye
başlamış, kaçıncı kez geçtiğini hatırlamadığı sokakları tekrar tekrar arşınlarken yüzündeki heves, yerini derin bir yıkıntıya bırakmıştı. “Maalesef yoktu Hamiyet” diye düşündü acıyla. Zaten, bu şekilde aramanın çölde bir bulgur tanesi aramaktan çokta farklı
olmadığını kendisi de biliyordu. Ama, şu an onu ararken onunla her an karşılaşacakmış
duygusu bile ona yetiyordu. Sokaklarda ona rastlayamayınca, bu kezde şişmiş ayaklarıyla oraya en yakın otobüs duraklarına gidip, burada bekleyen, kızlara baktı umutsuz
bir umutla! Göremeyince de tükenmiş bir şekilde en son baktığı duraktaki boş bir banka oturdu. Rastlayamamıştı! Aslında evden çıkarken mantığı da biliyordu imkansızı
yapmaya çalıştığını. Ama ne beş gündür onu göremediği için yanıp kavrulan yüreği, ne
de şu an saatlerdir yürüdüğü için şişmiş ayaklarının mantığını dinlemeye hiç niyeti yoktu. Ne olursa olsun onu bulacaktı. Çünkü onu görmeye çok ihtiyacı vardı. Günlerdir
yemekten, içmekten, gülmekten uzak yaşıyordu. Moralsizliğin verdiği çöküntüyle dükkandaki en küçük işi bile yapacak takati bulamıyordu kendinde. Oturduğu bankta Hamiyet’i hayal etti. Gülüşünü, sesini ona dokunuşunu. Bu hayal ettikleri ona yeniden öyle
bir güç verdi ki, yeni bir ümitle defalarca geçtiği sokaklara doğru yeniden koşarcasına
yürümeye başladı.
***
Alper, az önce vitrin camından gördüğü Hamiyet’in ardından keyiflice gülüyordu.
Çünkü artık onu elde etme konusunda kendin den çok emindi. Geçen akşam onların
evinde anasına, babasına damardan öyle bir bağlama çekmiştiki. Ayrıca oradan çıkıp
Asım’la gittikleri pavyonda da yiyip içtikten sonra, onun cebinede hatırı sayılır bir para
koyup “artık seni parasız bırakmayacağım” deyip onun da dizginlerini eline almıştı.
“Bundan sonra beni kapıda çiçeklerle karşılarlar” diye geçiriyordu şu an aklından.
Hamiyet mağazada günler sonra kendisini görmenin mutluluğuyla etrafını saran
arkadaşlarına kaç gündür neden işe gelemediğini anlatırken, belli etmese de hala sabah
Mehmet’i dükkanda görememenin üzüntüsünü yaşıyordu. Kaç gündür yaşadığı berbat
günlerin tek tesellisi bu sabah Mehmet’i görüp, hasretle ona sarılmanın hayaliydi. Ama
yine de moralini bozmak istemiyordu, çünkü “Mehmet dükkana geldiğinde babası nasılsa benim geldiğini ona söyleyecek, o da hemen buraya gelecek.” diye düşünüyordu. O
74
yüzden şu an arkadaşlarıyla konuşurken, gözü sürekli mağazanın kapısında sanki her
an Mehmet girecekmiş gibi oraya bakıyordu.
Mehmet, saatler süren arayıştan sonra karamsarlık çökmüş bir şekilde şu an ne
yapacağını düşünüyordu. Ne defalarca artık insanların kendisine şüpheli bir şekilde dik
dik bakmaya başladığı sokaklarda, otobüse binmeyeceği halde girip çıktığı duraklarda
rastlayamamıştı Hamiyet’e. Sıkıntıdan, yorgunluktan içi daralmıştı artık, öyle ki nefes
almakta bile zorlanır olmuştu. Şu an içinden ne dükkana gitmek, ne de başka bir şey
yapmak geçiyordu. Şimdi geldiği bu son duraktaki banka ikinci kez aynı bezginlikle
oturmuş, nereye gideceğine, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Tek isteği yalnız
başına kalmaktı. O an aklına Gülhane Park’ı geldi ve az da olsa yüreğinin ferahlamasına neden oldu bu mekanın adı. Çünkü burası hem ruhunun huzur bulduğu, hem de şu
an saatlerdir onu bulma umuduyla dolaşmasına neden olan Hamiyet’le ilk buluştukları
yerdi. Yüzünde küçük de olsa bir gülüş belirdi! Hamiyet belki şu an Gülhane parkında
yoktu. Ama, en azından oraya gittiğinde, kafasında onunla orada beraber geçirdikleri o
ilk buluşmanın güzel hatıralarını yeniden canlandırma imkanı olacaktı ya! Küçük de
olsa böyle bir teselliye çok ihtiyacı vardı.
Hava kararmak üzereydi, İhsan bey sabah erkenden çıkıp da hala dükkana dönmemiş olan Mehmet için endişelenmeye başlamıştı artık. “Acaba buraya uğramadan
direk eve mi gitti?” diye düşündü. İçini rahatlatmak için evi aradı.
-“Alo! Hanım dükkanı kapatacağım da, Mehmet eve geldi mi acaba? Yoksa biraz
daha bekleyeyim onu”dedi.
Gülbahar teyze’nin içini evham bastı! Çünkü sabah erkenden evden çıkan oğlunun
çoktan dükkana dönmüş olduğunu düşünüyordu.
-“Bey, Mehmet dükkanda değil mi?” dedi telaşla.
İkisini de merak sarmıştı. Aslında bu kadar huylanmalarını nedeni Mehmet’in
son günlerde çok kötü günler geçirmiş olmasıydı ve bu sabah da erkenden çıkıp hala
gelmeyince başına kötü bir şey gelmesinden korkmuşlardı.
İhsan bey eşinin tedirginliğini gidermek için:
-“Neyse hanım belki bir arkadaşına takılmıştır, birazdan buraya ya da eve gelir”
dedi sakince. Ama, asıl içinde tedirginliği büyüyen kendisiydi. Kaç gündür üzgün olan
oğlunun bu sabah ilk kez yüzü gülüyordu. Bu haliyle sabah erkenden çıkan oğlunun
hala gelmemiş olması çok canını sıkmıştı. Üstelik o çok sevdiği kız arkadaşı olan Hamiyet de sabah dükkana uğradığında ondan habersiz vaziyetteydi!
Mehmet, saatler öncesi geldiği Gülhane Parkı’ndaki banklara oturmuş, saatlerdir
hiç kıpırdaman Hamiyet’le burada yaşadığı, o güzel günün her saniyesini tekrar tekrar
aynı sıcaklığıyla yaşamıştı. Parktan çıkıp yorgunluktan ve moralsizlikten iyice düşmüş
bedeniyle dükkana doğru yürürken, içinde kalan son bir umutla.”Acaba şu an Hamiyet
mağazada olabilir miydi” diye düşündü. Saate baktı mağazanın kapanmasına daha kırk
beş dakika vardı, içinde uyanan küçük bir mutluluk rüzgarıyla, yürümekten kurşun
gibi ağırlaşmış bacaklarını bu kez mağazaya doğru yöneltti. Yürüdükçe içindeki mutluluk rüzgarı biraz daha büyümüş, ayaklarının ağrısı sızısı sanki bir anda kaybolmuştu.
Bir süre kadar yürüdükten sonra, şu an tam mağazanın kapısına kadar gelmişti, “Allah’ım, ne olur şimdi o içeride olsun” diye düşündü yaralı yüreği. Bütün vücudunu tarifsiz bir heyacan kaplamıştı. Sanki şimdi Hamiyet’i görecekti. Mağazaya girmek için
ilk adımını atıyodu ki, olduğu yerde durdu! “Ya yoksa?”diye düşündü. Çünkü kaç sefer
gelip sormuştu Hamiyet’in gelip gelmediğini. Eğer şimdi de gelmemişse ters ters bakacaklardı kendisine. Girmekten vazgeçip geri dönerek, içindeki son umudu da tüketmiş
75
olarak oradan uzaklaşmaya başladı. Dükkana bu haliyle gitmek te istemedi. Babası bu
yorgun, perişan halini görse çok üzülecek, adamcağız yardımcı olmak için bir şeyler
sormaya kalkacaktı. Fakat şu an kimseye derdini anlatacak hali yoktu. Tek isteği bu
ızdırabla bir an önce eve gidip, kendini yorganın altındaki karanlık dünyaya gizlemek
ve her şeyden herkes den uzaklaşmaktı.
Gülbahar teyze’nin, yüreği dayanmaz olmuştu artık, az önce eve yıkık bir şekilde
gelip de sadece ‘Yorgunum’ diyerek odasına kapanan Mehmet’ine. “Ne oluyordu bu
oğlana? Neydi sıkıntısı?”diye düşünüyordu sürekli. Kendisine zarar vermesinden korkuyordu, o yüzden İhsan bey eve gelir gelmez muhakkak Mehmet’le konuşmasını isteyecek ve neymiş bu çocuğun derdi öğrenecekti. Yoksa zavallı oğlu her geçen gün gözü
önünde erimeye devam edecekti.
Bu sırada İhsan bey de dükkanı kapatıp eve gelmişti. Gülbahar teyze, hemen yanına
giderek “Hoş geldin bey” dedi, sonra da yüzüne kaygılı bir şekilde bakarak:
-“Mehmet az önce geldi. Ama durumunu hiç iyi görmedim! Zavallı yavrum perişan olmuş haldeydi. Diyorum ki şu oğlanla artık oturup iyice bir konuşsan”
İhsan bey’in canı bu kez iyiden iyiye sıkılmıştı. “Demek sabah neşeyle evden çıkan
oğlu gene günlerdir yaptığı gibi eve moralsiz gelmişti”diye düşündü.
-“Tamam hanım sen merak etme”dedi. “Hele yemeğimizi bir yiyelim de, ben bir
konuşur bakarım neymiş bu keratanın derdi”.
Sofraya oturmuş yemek yiyorlardı. İhsan bey içeride yatan oğlunu düşündükçe bir
türlü lokmalar boğazından geçmiyordu. Dayanamadı sofradan yavaşça kalkarak,” Hanım ben şu oğlana bir bakıp geleyim” diyerek, usulca Mehmet’in odasına gitti.
Yorgunluktan çoktan uyumuş olan Mehmet’inin baş ucuna bir sandalye çekerek
oturdu ve onu seyretmeye başladı. “Şu an acaba neler yaşıyordu oğlu bu gencecik yüreğinde? Hangi sıkıntılarla uğraşıp, neleri dert etmişti ki kafasında?”diye geçirdi içinden.
Kendisi de bilmez değil di, bu yaşlarda birbirini seven iki genç arasındaki gönül işleri
biraz ters gittiğinde yaşanan tesellisiz ızdırapları. Şefkatle alnını, saçlarını okşadı oğlunun. Belki de çocukluğu hariç, uzun zamandır Mehmet’i hiç böyle yakından sevmemişti.
Masumca yatan oğluna böylesine yanaşıp ona dokunmak oldukça hislendirmişti.
Mehmet gözlerini hafifçe araladı. Alnında, saçlarında sevgiyle dolaşan bir elin varlığını hissetmişti. Uyku sersemliğine bürünmüş gözlerini biraz daha açınca, bu elin sahibinin babası olduğunu anladı. Bunu anlamasıylada o an kendini çok mahcup hissetti.
Utanmıştı içine düştüğü bu aciz durumdan. Sadece kendisine verdiği üzüntü yetmezmiş
gibi anasını da, babasını da üzmüştü. Babasının şu an yanıbaşında olmasının nedeninin
de bundan olduğunu çok iyi biliyordu. Üstelik bugün sabahın erkeninden çıkmış, gün
boyu dükkana bile uğramamıştı. Ayrıca, eve geldiğinde yemekte yememiş, direk odasına
kapanmıştı. Şu an kendisine “Neyin var oğlum.” dercesine bakan babasına ne diyeceğini
bilemiyordu. Elini çekinerek, hala saçlarının üstünde tutan babasının elinin üstüne koyup:
-“Kusura bakma baba, bugün işlerim biraz uzadı o yüzden dükkana uğrayamadım, çok yorulunca ben de doğruca eve geldim” dedi.
Evladının gözlerine tebessümle bakan İhsan bey :
-“Önemli değil oğlum”dedi. “Ben sadece sen dükkana gelmeyince merak ettim,
yoksa dükkanda öyle bir yoğunluk da yoktu zaten. Bak annen içeride çok güzel yemekler yapmış, bizi bekliyor. Hadi onu fazla bekletmeyelim” diyerek tam Mehmet’in odasından çıkıyorduki, bir anda geri dönüp, “Ha, bu arada söylemeyi unuttum oğlum, bugün bir kız arkadaşın uğradı adı da..” Biraz düşündü ismi hatırlamak için sonrada “Adı
galiba,“Hamiyet’miş “dedi.
76
-“Kim” dedi Mehmet heyecanla. Sonra hemen yatağında doğrularak “Hamiyet
mi?”diye tekrar sordu babasına. Gözleri faltaşı gibi açılmış bir an da o mutsuz yüzü
sevince bürünmüştü. “Ne zaman geldi? Ne dedi?” Mehmet bu soruları büyük bir hararetle arka arkaya soruyordu babasına.
İhsan bey, oğlunun bu Hamiyet adını duyduğundaki tepkisini görünce, günlerdir
yaşadığı acıların nedeninin bu kızcağızla aralarındaki ilişkilerden dolayı olduğunu hemen kavramıştı. Mehmet’in bu ferahlamış coşkulu halini görünce bu sabah dükkana
gelen o sempatik güzel kızın, oğlunun kalbini nasıl da çalmış olduğunu düşündü bir an!
“Kerataya bak, nasıl da şahlandı hemen Hamiyet adını duyunca” diye güldü içinden.
“Oğlum, ben bu sabah dükkanı açarken, gelip seni sordu. Ben de, şu an kendisi yok
deyince, O da ‘Ben daha sonra gene uğrarım’ dedi”. Bu arada İhsan bey oğlunun şu an
düzelen moralini biraz daha çoğaltmak için, “Kız arkadaşın da çok güzelmiş” diyerek
göz kıptı kendisine. Sonra da “Ama biz burada biraz daha kalırsak annen bizi sofraya
oturmayacak” diyerek oğlunun elinden tuttu ve ikisi de neşeli ama, özellikle de Mehmet
yeniden dirilmiş bir şekilde gelip sofraya oturdular.
Gülbahar teyze tasalanmış bir şekilde, “Acaba şu an içeride neler konuşuyorlar?”
diye sıkıntılı bir şekilde yemek yemeden sofranın başında beklerken, bir anda keyifli bir
şekilde odadan çıkıp sofraya gelen eşi ve oğluna şaşkınlık içerisinde bakıyordu. Oğlunun
yüzündeki sevinci ve günler sonra yeniden iştahla yemeğe sarıldığını görünce yüreğine
adeta soğuk su serpilmişti. “Ah Bey”, dedi içinden. “Nasıl da anlarsın sen bu çocukların
dilinden”
Hamiyet, bu sabah içinde büyük ümitlerle evden çıkıp Mehmet’i dükkanda
göremeyinci, bunun verdiği hayal kırıklığıyla otobüsten inip eve doğru keyifsizce yürüyordu. Halbuki bugün dükkana uğrayıp Mehmet’in babasına adını söylediğinde, onun
hemen mağazaya geleceğini ummuş ve gözünü kapıdan bir saniye bile ayırmamıştı.
Kendini suçlu hissetmeye başladı bir an! “Belki de Mehmet kendisine küsmüştü. Eğer
küstüyse de bunda haklıydı. Çünkü günlerdir elinde olmadan bir kere bile arayıp haber
vermemişti. “Ya benden vazgeçtiyse?” diye düşündü bir an. Bu düşünce yüreğini derinden sızlattı. Bir an Mehmet’in kendisini bıraktığını hayal etti, daha hayal eder etmez
kendini karanlık bir boşlukta hissetti. Bir kaç saniye sonra, onu bu karanlık boşluktan
çıkaransa, mağazadaki arkadaşlarının sürekli seni soran kişi diye tarif ettikleri kişinin,
Mehmet’le aynı kişi olması oldu. “Eğer benden vazgeçtiyse neden sorsun ki? Hem de
kaç kere? Hayır! Benim bildiğim Mehmet olanları dinlemeden, bilmeden beni asla bırakmaz. Yarın sabah erkenden dükkana gidip, başımdan geçen her şeyi anlatacağım
ona ve o berbat günlerin her saniyesini onu düşünerek yaşamaya çalıştığımı söyleyeceğim. Ama, yine de bana inanmaz ayrılalım derse? O karanlıklar ve mutsuzluklara bürünmüş dünyama dönmekten başka elimden ne gelir ki?”diye düşündü ve kendini tutamayarak, eve gidene kadar göz yaşı dökmeye başladı.
Mehmet, babasının “Hamiyet dükkana geldi.” demesinden sonra sabahı zor etmiş,
şu an dükkana giderken dünkü yorgunluğundan, karamsarlığından eser kalmamıştı.
Dün geceden beri içinde bir sürü umut dolu anların hayalini kurmuştu. “Acaba” diyordu kendi kendine, “Günlerdir hastaydı da, dün yeniden mi işe başlamıştı ve geçerken de
bana uğramıştı? Tüh!” diyerek bir an kızdı kendine. “Keşke dün dükkanda kalsaydım
ya da mağazaya gittiğimde içeri girseydim. Ne kadar aptalım. Hadi o değil madem oraya kadar gittim, vitrinden içeri baksaydım bari.” diye hayıflandı. Sonra bir an yüzü
güldü, hafifçe başını sallayarak “Demek o sokaklarda, boş duraklarda boşuna dolaşıp
durmadım ha? Dükkana sabah uğradığına göre onu görmeyi kıl payı kaçırdım.”diye
77
düşündü. Kaçırdığı bu kıl payı karşılaşma anı bile içini bir hoş etmişti. O an karşılaştıklarını varsayarak içini kıpır kıpır yapan bir sürü şey geçirdi aklından. Bu arada dükkanın önüne kadar gelmişti, kapıyı açarken gözü Alper’in dükkanına takıldı. Son günlerde
bu çok da sevmediği çocuk artık dükkana gelmez olmuş, karşılaştıklarında da çok soğuk
davranır olmuştu. “Yoksa Hamiyet’i mi kıskanıyordu? İyi de Hamiyet’i niye kıskansın?” diye düşündü ve bu konunun üzerinde fazlaca durmadan dükkanda işlerini yapmaya başladı.
Az kalmıştı, çok az! Hamiyet, Mehmet’in dükkanına yaklaştıkça heyecandan sanki
ayakları yerden kesiliyor, yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Kaç gündür onu görmenin
hasretiyle yanıp tutuşan yüreğinin tek dileği, onu birkaç dakika sonra dükkanda bulabilmekti. Yürürken hep “O da benim onu özlediğim kadar özlemiş miydi?” diye düşünüyordu. “Fakat! Ya özlememişse? Ya bana soğuk davranırsa?” diye içinden geçirdi
korkuyla. Ama, bu olumsuz düşünce yüreğinin ateşiyle anında yanıp kül oldu. Nihayet
bitmez gibi olup biten yolun sonunda, Hamiyet dükkanın kapısına kadar gelmişti. “Bu
kez Mehmet içeride miydi? Yoksa gene babasıyla mı karşılaşacaktı?”diye düşündü. Kapıyı yavaşça içeri itti ve o an gözlerinde müthiş bir aydınlanma oldu! İçeride arkası kapıya dönük olarak bir şeyler yapan Mehmet’in ta kendisiydi. Hemen belli etmeden
ayaklarının ucuna basa basa geldi ve elleriyle Mehmet’in gözlerini kapattı.
Mehmet’in gözlerini ikinci kez saran bu pamuk gibi eller, sanki yaşadığı o kötü
günlerin acısını da kapatmıştı bir anda. Şu an ruhunu kıştan çıkarıp, bahara sokan bu
ellerin Hamiyet’e ait olduğunu sarıştaki sıcaklıklıktan dolayı anında anlamıştı.
Mehmet ellerini yavaşça gözlerini kapatan Hamiyet’in ellerinin üzerine koydu. Şu
an elleri birbirine değerken, ikisi de yaşamış oldukları bunalımlı günlerin yaralarını
ruhlarından, kalplerinden söküp atıyorlardı. Mehmet, Hamiyet’in ellerine avucunun
içine sıkıca alarak ona döndü. Özlemle kendisini büyüleyen o gözlere tekrar doya doya
bakmaya başladı. Fakat bir an içi burkuldu! O güzelim gözlerin altı morarıp şişmişti.
İşte o an Hamiyet’in tatsız bir şeyler yaşadığını sezdi. Ama yaralarını şu an tekrar depreştirmek istemediği için, ona yapılanların öfkesini içine atıp, hemen soramadı “Ne oldu
sana böyle?”diye.
Hamiyet’in, Mehmet’e bakan gözlerinde hüzünlü bir sevinç vardı. Elini avucunun
içine alan Mehmet’in ellerini şimdi kendisi de sımsıkı tutuyordu.”Nasılsın Mehmet?”
dedi suçluluk duygusu içinde. Çünkü günlerdir Mehmet’i arayamadığı için, onu ne kadar sıkıntı ve endişe içinde bıraktığını, Mehmet’in şu an kendisine gösterdiği şaşkın ve
heyacanlı davranışlardan görüyordu.
-“İyiyim.”dedi Mehmet. “Asıl sen nerelerdesin Hamiyet? Seni çok merak ettim.
Kaç kere çalıştığın mağazaya gittim seni sormak, sana ulaşmak için ama, arkadaşların
bana doğru dürüst bir şey söylemediler. Belki telefonla ararsın diye kulağımı hep telefona verip, her çalındığında sen diye sarıldım ama maalesef…Ve dün artık dayanamadım
ne yaptım biliyor musun?”
Aralık vermeden büyük bir heyecanla konuşan ve sorduğu soruları yanıtlamasına
bile fırsat vermeyen Mehmet’i büyük bir dikkatle dinleyen Hamiyet, şaşkınlıkla “Ne
yaptın?” diye sordu ona.
-“Seni günlerdir göremeyip, haber alamayınca oturup çaresizce seni nasıl bulurum? diye düşündüm hep. Sana ulaşamadığım için merak ediyorum bir yandan, hasretin beni yakıp yok etmeye başladı bir yandan. Ne telefonun, ne adresin var ki beni sana
ulaştırsın bir yandan.
78
Hamiyet, Mehmet’in bu sözlerini duydukça içi ürpermiş, gözleri dolmaya başlamıştı.
-“Karar verdim seni o sokaklarda ve duraklarda aramaya. “Hatırlıyor musun?”
dedi Hamiyet’in yüzüne bakarak, “Hani seninle görüştüğümüz son akşamı ve otobüsten
inip ayrıldığımız yeri? İşte oranın etrafında ki bütün sokakları, otobüs duraklarını tek
tek dolaştım seni görme umuduyla, hem de kaç sefer?”
Hayretle Mehmet’i dinleyen Hamiyet öylesine duygulanmıştı ki, gözlerinden yanaklarına yaşlar çoktan bir bir süzülmeye başlamıştı. “Demek ki sadece kendisi değildi
yanıp tutuşan ve yüreği her an onu görmek için çırpınan… Yanılmamıştı Mehmet’e olan
hislerinde ve boşa değildi bu kadar kısa zamanda ona duyduğu sevgi.”diye seviçle geçirdi içinden. Mehmet’in gözlerine bakıp :
-“Canımsım sen benim ya! İyi ki varsın, iyi ki senin gibi bir insanı tanıdım
ben.”dedi.
Mehmet konuşmalarına devam etti:
-“Hatta o sokaklardan ve duraklardan o kadar çok geçip, oradan geçen kızlara
öyle bir dikkatle baktım ki “dedi ve bir an Hamiyet’in yüzüne baktı gülerek. Sonra da
“Az daha oradaki esnaftan bir güzel dayak yiyecektim biliyor musun?”
Hamiyet artık kendisi için bu kadar cefaya katlanan Mehmet’in daha fazla konuşmasına dayanamadı ve yanına gelip eliyle ağzını kapattı. Islak gözleriyle ona derince
bakıp:
-“Seni seviyorum Mehmet. Hem de çok.” Diyerek sıkıca sarıldı ona. Bir kaç saniye
öylece kaldıktan sonra “Çok özür dilerim senden, bu çektiklerine ben neden oldum biliyorum. Sana haber de veremedim, ama, inan ki yaşadıklarımı bir bilsen bana hak verirdin.”dedi kahırlı bir şekilde ve ağlayarak konuşmasına devam etti “Sen sokaklarda
dolaşırken bir başına, ben seni unuttum mu ki bir saniye?”
Mehmet şimdi daha iyi anlıyordu Hamiyet’le görüşmediği o günlerde onun bir çok
ciddi sıkıntı yaşadığını. Daha rahat konuşmasını sağlamak için sandalyeyi çekerek
oturmasını sağladı ve az önce demlediği çaydan iki bardak doldurarak Hamiyet’in neler
anlatacağı merakıyla gelip yanına oturdu.
Hamiyet elinde tuttuğu çay bardağına derin derin bakıp, kederli bir şekilde konuşmaya başladı.
-“Bilmiyorum Mehmet sana daha önce anlatmış mıydım? Biz daha çok küçükken,
babam durumumuz belki daha iyi olur diye Diyarbakır, Ergani’ye bağlı küçük bir köyden buraya, yani İstanbul’a gelmişiz. Fakat burada da aradığı o mutlu, ferah hayatı ne
o, ne bizler bir türlü bulamadık.”dedi. Sonra da, Mehmet’in gözlerine iyice rahatlamak
istiyormuşçasına bakarak :
-“Mehmet sana kendimle ilgili her şey anlatmak istiyorum.” dedi, titrek bir sesle.
“Ben lisede okurken çok başarılı bir öğrenciydim, okulumu da arkadaşlarımı da çok
seviyordum. Zaten, en büyük isteğim neydi Mehmet biliyor musun? Bir sınıf öğretmeni
olmak. Öyle çok istiyordum ki bunu, o yüzden hep o çok sevdiğim öğretmenlerimi ilgiyle
izlerdim nasıl ders anlatıyorlar, nasıl konuşuyorlar diye. Zaten, bir çok öğretmenim bu
isteğimi bildikleri için onlara dikkatle bakmamın nedenini bilip, bana bir şey söylerken
ve anlatırken iyice öğreneceğim şekilde anlatmaya gayret ederlerdi” Hamiyet bunları
anlatırken hüzünlenmişti. “Ama! Ne annem, ne babam ne de ab..! Bir an abisinin durumunu söyleyip, söylememek arasında kararsız kaldı, çünkü Mehmet’in, kendisinin bu
kadar kötü bir ortamda yaşadığını bilmesini istemiyordu. Ama, artık ondan da bir şey
gizlemek de istemiyordu. Konuşmasına bütün açıklığıyla devam etti:
79
-“Ne de sürekli içmekten başka bir şey yapmayan ağabeyim asla okumamı istemediler, okumama tek destek veren Gülsüm yenge’mdi. Dünyalar iyisi birisidir. Ailemin
tek isteği neydi biliyor musun?” dedi Mehmet’in gözlerine çekinerek bakarak. “Beni bir
an önce zengin biriyle evlendirip, kendilerini ve beni bu fakir hayattan kurtarmak. Bu
yüzden bana zorla okulu yarım bıraktırdılar, karşı koyunca da, o içince kendini kaybeden ağabeyimden az dayak yemedim ben de, bana destek veren Gülsüm yengem de.
Okuldan ayrılınca işe girmek zorunda kaldım. En zoru, en ağırıma gideni de neydi
Mehmet biliyor musun? Sabahları ben işe giderken, yolda okula giden arkadaşlarımla
karşılaşmak ve onlara neden okulu bırakmak zorunda kaldığımı anlatamamak. Bu yüzden çok kereler hep yolumu değiştirip uzattım, sırf arkadaşlarıma rast gelip de aynı
onur kıran konuşmaları ve onların acıyarak bakan gözlerini görmemek için.” Bu arada
dertleri iyice depreşen Hamiyet’in gözyaşları, uzun kirpiklerinin arasından beyaz tenli
yüzüne, gene yavaş yavaş süzülmeye başlamıştı. “Bu sırada annemle, sürekli bastıran
babamın, ‘daha kendine zengin birini bulamadın mı?’ sorularının ardı arkası hiç kesilmedi. Artık o kadar mutsuzdum ki Mehmet o çok sevdiğim okuldan ayrıldım. Evde bir
saniye huzurum yok, o zaman düşündüm ki gerçekten zengin birini bulup bu acı hayattan bir an önce kurtulmalıyım. İşte tam o sırada karşıma sen çıktın. Seni tanıdıktan
sonra düşüncelerim, hayata bakışım çok değişti. Dürüstlüğün, güler yüzün, sevgin hayatımda hiç yaşamadığım mutluluğu, güzel duyguları yaşattı bana! Anladım ki mutluluk
senmişsin Mehmet, artık sensiz yapamayacağımı ve hayatı ancak seninle cennet tadında
yaşayacağımı anladığımda, bu düşüncemi annemle paylaşmak istedim. İşte o zaman işe
gelememin nedeni olan o şok haberi öğrendim annemdem! Bana bir görücü gelmiş,
adam çok zenginmiş de, beni çok mutlu edecekmiş de” Mehmet’in gözlerine utançla bakarak, “Adam kaç yaşındaymış tahmin et?”diye sordu. “Tam kırk beş! Ayrıca ayrıldığı
eşinden iki de çocuğu varmış yanında. Ben neyim Mehmet? Ruhsuz, taştan yapılmış bir
yaratık mı? Benim de yüreğimin seçtiği birine aşık olmaya, her gece onu düşünüp mutlu
olmaya hakkım olamaz mı? Ben de asla o adamla evlenmem dedim, günlerce odamda
gözyaşı döktüm ve Mehmet..” dedi sonra da Mehmet’in ellerini sıkıca tutarak, “İçimde
bana güç veren tek şey sadece senin hayalindi. Yoksa anamın babamın ve o ağabeyimin
beni canımdan bezdirdikleri o ıstırap dolu günlere nasıl katlanırdım bilmiyorum.”
Mehmet hayretler içerisinde, gözyaşları neredeyse masanın her yerini ıslatan
Hamiyet’e bakıyordu. Onun bir sıkıntısı olduğunu tahmin etmişti ama bu kadarını da
hiç beklemiyordu. Hamiyet’in durumu içini parçalamıştı. Ayağa kalkarak sandalyede
oturan Hamiyet’in başını göğsüne dayadı ve eliyle akan gözyaşlarını sildi. Sonra da onu
ayağa kaldıp kendisine çevirdi ve o ıslak kirpiklerin arasından kendisine bakan kara
gözlere bakarak “Son nefesime kadar seni bırakmayacağım”dedi.
Hamiyet, gözü yaşlı bir şekilde Mehmet’ten müsaade isteyip mağazaya doğru yürümeye başladı.
Onun ardından kayboluncaya kadar bakan ve sonrada canı sıkılmış bir şekilde
tekrar dükkana giren Mehmet, az önce kalktığı sandalyeye yeniden oturmuştu. Hamiyet’in anlattıklarını düşündükçe tekrar tekrar hayrete düşüyordu. “Zavallı Hamiyet
neler yaşamıştı da hiç haberi yoktu. Bu nasıl bir aile, nasıl bir anne baba ki sırf para
uğruna bu kızı babası yaşında birisiyle evlendirmeye kalkıyorlardı.”diye düşündü. Bu
arada Mehmet, Hamiyet’le işler iyice ciddileştiğinde onun ailesiyle ne büyük sorunlar
yaşayacağını şimdiden tahmin ediyordu. Aklı gene az önce yanından ağlayarak giden
Hamiyete gitti. İçi hiç elvermemişti onu bu şekilde üzgün göndermeye. Bunu düşündükçe onun için kaygılanıp, içi içini yiyordu. “Acaba ne yapsam da Hamiyet’in yüzünü güldürsem?” diye düşündü. O an gözleri vazoda duran kırmızı güllere takıldı. Hemen ye-
80
rinden kalktı ve büyük bir coşkuyla en güzel kırmızı gülleri toplayıp, kocaman bir buket
yapmaya başladı. Yaparkende “Buketi nasıl ona ulaştırsam.” diye de kara kara düşünüyordu. Daha babasının gelmesine daha epey zaman vardı ve şu an Hamiyet’in bir
saniye bile öyle üzgün kalmasına tahammülü yoktu. Zaten babası olsaydı da, ona götüremezdi ki. Hamiyet normal bir müşterisi olsa sorun yoktu götürür, kendisi verirdi.
Ama mağazadaki çalışanların hepsi artık kendini “Ha bire Hamiyet yok mu?” diye soran çoçuk diye tanıyorlardı zaten. Onların gözü önünde kocaman gül buketini götürüp
Hamiyet’e vermek çok da hoş olmayabilirdi. Birden aklına Sinan geldi, şimdi içi rahatlamıştı. Hemen telefona sarılarak can dostunu aradı. Kendisini kırmayacağını biliyordu,
çünkü o da Sinan’ın sıkıntı çektiği bir çok konuda ona yardımcı olmuştu. Kendisine merakla ‘Hayırdır Mehmet bir şey mi oldu yoksa?’ diye soran Sinan’a “Gelince sana anlatırım.” dedikten sonra telefonu kapatarak, hızla buketi tamamlamaya koyuldu. Gülleri
vazodan tek tek çıkarırken, tek istediği Hamiyet’in bu çiçekleri gördüğünde o kederli
gözlerinde küçükte olsa bir gülümseme oluşturabilmekti.
Bu sırada Mehmet’in “Hemen gelmelisin.” dediği Sinan da telaşlı telaşlı kapıdan
çoktan girmişti bile.
Mehmet “Artık zamanı geldi.” diyerek Hamiyet’le olan durumunu Sinan’a bir bir
anlatmaya başladı.
Sinan Mehmet’in anlattığı bu kadar olaydan hiç haberi olmadığı için önce biraz
serzenişte bulundu. Ama daha sonra bu çok sevdiği dostunun başına gelenlere hem
üzüldü hem de sevindi. “Çiçekleri tabii ki götürürüm.” dedi Sinan. “Hem şu şanslı yengemiz de kimmiş bir görelim bakalım. Bu arada bahşişi senden mi yengemizden mi alacağım?” diye de takılmadan da edemedi Mehmet’e. Mehmet’in itinayla özenle hazırladığı buketi almış tam kapıdan çıkmıştı ki!
-“Mehmet bir saniye!” dedi telaşla. Hemen masanın üzerinde küçük bir kağıdın
üzerine küçük bir not yazarak, “Bunu kimse görmeden Hamiyet’e verirsin.” diye Sinan’a uzattı.
Arkadaşları, mağazada keyifsiz bir şekilde rafları düzelten Hamiyet’e kaygıyla
bakıyorlardı. Her ne kadar Hamiyet günlerdir işe gelmeyişinin nedenini açıklamış olsa
da, şu an ki ağlamaklı halinin nedenini gene de çok merak etmişlerdi.
Hamiyet, kazakları katlayıp raflara götürürken aklında Mehmet vardı. Dükkanda ona bütün sorunlarını anlatmıştı. “İyi mi yaptım acaba ona her şeyinimi olduğu gibi
söylemekle? Her ne kadar Mehmet o an belli etmese de, daha sonra bu kadar sorunlu
bir ailem olduğu için belki de benden yavaş yavaş uzaklaşacaktı.” diye düşündü acıyla.
“Ona beni bırakma diyemezdim ki. Haklıydı, ne diye bile bile ileride başına bela olacak
bir ailenin kızına bağlanacaktı, etrafında evleneceği bir sürü ailesi düzgün, sorunsuz kız
varken.”diye düşünüp, o an kendine ve yaşadığı hayata isyan etti. Mehmet’in başka bir
kızla olma olasılığı bile o an yüreğine hançer gibi saplandı. Her ne kadar Mehmet dükkanda kendisine ‘Son nefesime kadar seninleyim.’ dese de, “Tercih senin Mehmet” diye
düşündü. “Bıraksan da, bırakmasan da ömür boyu yüreğimdesin artık.”
O sırada mağazadaki kızlar, imrenerek kapıdan elinde kocaman bir çiçek demetiyle giren kişiye bakmaya başladılar! Hamiyet arkadaşlarının bu halini fark edip, moralsiz bir şekilde arkadaşlarına bir şeyler soran eli çiçekli çocuğa baktı. ilk başta pek
önemsemedi bu durumu, ama çocuğun kedisine doğru gelmeye başladığını görünce birden heyecanlandı!
-“Pardon, Hamiyet hanım siz misiniz acaba? dedi çiçekçi çocuk.
-“Evet, benim.” dedi, Hamiyet şaşkınlıkla!
-“Bu çiçekler sizin için, ayrıca bir de notunuz var.” diyerek elinde tuttuğu rulo
şeklindeki kağıdı Hamiyet’e uzattı.
81
Sinan mağazadan çıkarken, “Vay be Mehmet! Nasılda bulmuşsun kızın güzelini de
hiç haberimiz olmamış” diye geçiriyordu aklından.
Hamiyet, hemen yanı başına toplanmış kız arkadaşlarıyla beraber afallamış bir
şekilde kocaman gül buketine bakıyordu. Hiç beklemediği bir anda gelen bu çiçekler,
bozulan moralini hemen düzeltmişti. O ara arkadaşlarından birisi “Aç sana kız şu notu,
kimdenmiş bir bakalım” dedi. Hamiyet titreyen elleriyle rulo olmuş kağıdı yavaşça açtı
ve okumaya başladı. “Keşke şu an o çiçeklerin yerinde ben olsaydım da, bana bakan o
kara gözlerde en güzel hayallere dalsaydım.” Dünyalar Hamiyet’in olmuştu. “Ah Mehmet!” Nasıl da sevindirdin beni. Ama, inan ki bende kalbimin son vuruşuna kadar seninim”dedi içinden.
***
Yusuf amca, kapının önüne gelip zili çaldığında oldukça heyecanlanmıştı. Gerçi
bugün geleceğini kız evine haber vermemişti ama, “Bu saatten sonra nasılsa akraba
sayılırız.”diye düşünmüştü.
Kapıyı Figen’in annesi açtı. Açtı ama kadının kapıyı açmasıyla birlikte yüzü bir
anda mosmor oldu! Panik halinde Yusuf bey’e bakıyordu.
Yusuf bey, kadının bu haline biraz bozumuş. Bu kadar garip bir tepki verdiğini
nedense anlayamamıştı.
Kadın kendini biraz toparladıktan sonra hafif kekeleyek:
-“Buyrun Yusuf bey.” dedi.
Kadının bu hali Yusuf bey’in iyice tuhafına gitmeye başlamıştı! Ama “Normal”
diye düşündü. “Sonuçta dul, namuslu bir kadın, ee bende dul bir erkeğim tabi ki böyle
davranacak.” diye düşünüp kadının bu garip davranışlarını biraz daha mazur görmeye
çalıştı
-“Rahatsız ettim galiba?” dedi Yusuf bey “Ben bir şeye ihtiyacınız var mı? diye
soracaktım. Hani olurya gelecek gidecek bir şey varsa, yardımcı olmak isterim.”
Kadın sanki bir şey saklıyormuşçasına Yusuf bey’i içeri almakla, almamak arasında kıvranıyordu! Sonra yarım ağızla:
-“Buyrun içeri burada konuşalım.” dedi.
Yusuf bey kadının bu isteksiz hali üzerine “Eğer müsait değilseniz ben daha sonra
da uğrarım”dedi.
-“Hayır, buyrun niye rahatsız olayım ki?” dedi kadın kendini savunurcasına.
Önde Yusuf bey ardın da kadın beraberce salona geçip oturdular.
Kadın aceleci bir şekilde, “Sağolun hiçbir şeye ihtiyacımız yok, olursa söyleriz.”
Deyip Yusuf bey’i bir an önce evden göndermenin telaşına düşmüştü!.
-“Peki” dedi Yusuf bey. “Bu arada kızımız Figen nasıl? Onun da bir ihtiyacı olursa
bana çekinmesin söylesin, nasılsa babası sayılırım artık.”
-“Yok yok! Onun da bir sıkıntısı yok. Zaten, kız da çarşıya gitti.”dedi kadın lafı
uzatmadan.
-“Peki, öyleyse.” diyerek ayağa kalkmıştı ki Yusuf bey, o sırada içerideki odanın
kapısı açıldı! Yarı çıplak halde odadan çıkan Figen, Yusuf bey’den habersiz kahkaha
atarak salona girdi ve onu karşısında görünce büyük bir çığlık attı!
Yusuf bey şoka girmiş, öylece dona kalmıştı. En son hatırladığı, Figen’in çıktığı
odadan çıkan çıplak adamın, kendisini görünce aksak ayağıyla evden hızla kaçtığıydı.
82
***
Aradan bir hafta geçmişti. Hamiyet şu an Mehmet’in geçen hafta gönderdiği üzerinde ‘Keşke şimdi o baktığın çiçeklerin yerinde olsaydım da, o kara gözlerde en güzel
hayallere dalsaydım’ yazılı çiçeklere bakarken için de bir burukluk hissetti! Çünkü çiçekler yavaş yavaş solmaya başlamıştı ve Mehmet bu çiçeklerin yerinde olup o gözlerine
baksam demişti. Hamiyet gene hislenmişti. “Mehmet sen solana dek değil, ben ölene dek
bu gözlerim sana feda olsun” diye geçirdi içinden. Şu kısacık zamanda Mehmet’i öyle
çok sevmiştiki. Hiç tahmin etmemişti bir erkeğin kendisini bu kadar mutlu edeceğini,
hislerini, duygularını onunla bu kadar korkusuzca paylaşacağını. Sanki Mehmet yeni
tanıştığı birisi değil de, hayatın da hep var olan birisi gibiydi. Çiçeklerin mağazaya geldiği günden sonraki bir haftayı düşündü. Nasılda çabucak geçmişti zaman. Sabahları
Mehmet’in dükkanında elleri birbirine kenetlenmiş halde çay içip, o güzelim çiçeklerin
önünde geleceğe dair bir sürü güzel şeyin hayalini kurmuşlardı. Akşamları ise, iş çıkışında da kah yürümüş, kah bir parktaki banka oturarak başını onun omzuna dayamış
ve Mehmet’in ruhunu okşayan romantik sözleri eşliğinde gökyüzündeki yıldızları seyretmişlerdi. Sanki her şey, içinde sadece mutluluk anlarının yaşandığı bir rüya gibi sürüp gidiyordu. Ama! Bu birbirinden güzel geçen günlerin yanında içini kemiren sorular
da iyice olgunlaşmaya başlamıştı. Ailesi Mehmet’le olan beraberliğini er geç öğrenecekti
ve bunu düşünmek bile istemiyordu. Çünkü her düşündüğünde kendini çaresizlik yumağına dolanmış olarak buluyordu. Ailesinin Mehmet’e vereceği tepki ortadaydı;
Mehmet onların istediği zenginlikte değildi. Bunu kendiside biliyordu. Ayrıca Mehmet’in ne kadar iyi insan olduğunu, ona aşık olduğunu ve ondan başkasıyla evlenmek
istemediğini söyleyip direttiğinde başına gelecekleri de çok iyi biliyordu. Önce işten çıkaracaklardı, sırf Mehmet’le görüşmesin diye. Ardından ondan vazgeçmediğini gördüklerinde, sırf ondan koparmak için parası olan sıradan biriyle evlendirmeye kalkacaklardı. Derin bir “Of” çekti yüreğinin derinliklerinden gelen. Müthiş bir sıkıntı girmişti içine. Kederli bir şekilde ne yapacağını düşündü. O an aklına Mehmet geldi ve bunun verdiği cesaretle, “Mehmet seni asla bırakmayacağım. Başıma ne gelecekse de varsın gelsin, hiç korkum yok artık. Ne olursa olsun yarın anneme de bu konuyu açacağım,
sonunda ölüm de olsa” diye düşündü. Çünkü yarın pazardı ve Mehmet’le, Eminönü’ndeki çiçekçi dükkanlarının önünde saat on ikide buluşmak üzere sözleşmişlerdi.
İhsan bey ve ailesi, bugün pazar kahvaltısını hep beraber kızı Melek’ler de yapıyorlardı. Az önce yeğeni Buse’yi yanaklarında öpen Mehmet de, Hamiyet’le buluşacağını söyleyerek neşeli bir şekilde evden çıkmıştı.
Halen sofrada kahvaltı yapmakta olan Melek babasının gözlerine manalı manalı
bakıp:
-“Baba annemim dediğine göre sen dükkanda Hamiyet’le karşılaşmışsın. Çok merak ettim nasıl birisi?”diye sordu.
-“Oldukça hoş bir kız.” dedi İhsan amca. Sonra da hanımının gözlerine bakarak:
-“Babası gibi güzelden anlıyor bizim oğlan” dedi gülümseyerek.
Melek ve Murat hafiften gülümsediler babalarının bu sözlerine. Sadece Gülbahar
teyze’nin yüzü hafiften kızarmıştı. Ama, sonradan o da başını “İlahi bey” dermişçesine
sallayarak, küçük bir gülüşle karşılık verdi eşine.
-“Bu arada haberiniz olsun” dedi Gülbahar teyze heyecanla. “Mehmet bu hafta
içinde Hamiyet’i bizlerle tanıştırmaya getirecekmiş.”
83
O an hepsini bir merak sardı. “Demekki bu iş adım adım evliliğe doğru gidiyor”
diye düşündüler. Özellikle İhsan bey, “Demek Hamiyet’i bizle tanıştırmaya getiriyor!
Anlaşılan bizi bayağı hareketli günler bekliyor.” diye düşünürken, onu bu düşüncelerden çıkaran Murat’ın “Baba Sinan’ın kız isteme işindeki mesele neymiş? Ne diye bir
anda apar topar bu işten vazgeçtiler? Geçen sabah Yusuf amca’yla karşılaştık durumunu hiç iyi görmedim.” sorusu oldu.
İhsan bey bir an hiçbir şey söylemeden durdu.. Keyfinin kaçtığı asılan suratından
belli oluyordu. Zar zor da olsa Yusuf bey’den, o gün kız evin de yaşanan iğrenç olayı
öğrenmişti. Aslında şimdi bu olayı buradakileri anlatıp kimsenin canını sıkmak istemiyordu. Ama bir yandan da yaşanan bu rezilliği onlara anlatıp, hayatta nelerin de yaşanabildiğini göstermek ve yarın öbürgün buna benzer olaylarla karşılaştıkların da nasıl
davranmaları konusunda bilgilendirmek istiyordu. Yüzünü kaplayan ciddi bir tavır eşliğinde konuşmaya başladı:
-“Çocuklar burada konuşacaklarımız tamamen aramızda kalacak ve ne olursa
olsun bu olayı asla kimse bilmeyecek. Her ne kadar bu olanlarda suçları olmasada, eğer
iş duyulacak olursa Yusuf bey’in de, Sinan’ın da gururları rencide olur, kimsenin yüzüne bakamazlar.
İhsan bey’in, gerginlik veren bu sözleri kendisini dikkatle dinleyen ailesini daha
da meraklandırmıştı. “Acaba neler olmuştu da, babaları daha konuşmadan bu kadar
sıkı sıkı tembihlemişti kendilerini?”diye düşündüler.
-“Çocuklar” dedi İhsan bey. “Anneniz de biliyor, Sinan’a bu kız isteme işi ortaya
çıktığında bizde çok sevinmiştik o zaman. Fakat, ben Yusuf bey’e dedim ki, tamam bu
kızı isteyelim, ama bunun yanında onlardan biraz süre isteyelim. Şu kızı da, ailesini de
iyice bir araştıralım, sonuçta bu evlilik işi dedim. İnsanın hayatta yapacağı en önemli
seçim eş seçimidir dedim. Doğru seçersen vezir, yanlış seçersen rezil olursun. Ama Yusuf bey bana pek kulak asmadı ve bu işler hemen olsun istedi. Hani şu kızı istemeye gittiğimiz akşam vardı ya, anneniz de biliyor, bu kız evinin bir akrabası mı, dostumu ne
olduğu belli olmayan bir adamın bahsi geçti konuşurken. Bir baktık ki kız da, annesi de
bir anda paniklediler! İşte o akşam benim de annenizin de midesi bulandı açıkçası.
Rahmetli babamın böyle hayırlı işler öncesi söylediği güzel bir sözü vardı sanırım oda
bu sözü alim birinden duymuş hep derdi ki ‘İnsan gönül vereceği kişiyi önce iyice bir
tanımalı, sonra ona bağlanmalı.’ Şimdi Sinan genç çocuk tabii, nerden bilsin kızı. İlk
görüşte tutuldu ona. Yusuf bey desen, zaten o da bir an önce ‘oğlum evlensin’ diye acele
edip duruyor. Anlayacağınız çocuklar bu iş biraz oldu bittiye geldi. Geçen gün Yusuf
bey haber vermeden kız evine gitmiş, hani adamcağız bir şeylere ihtiyaçları var mı yok
mu diye. Kadın kapıyı açıp da karşısında Yusuf bey’i görünce eli ayağı birbirine dolaşmış! Neyse, adamcağız çekinerek mahcup bir şekilde içeri girip hal hatır sormuş. Sonra
da annesinin ‘çarşıya gitti’ dediği kızının bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorup tam
kalkacakmış ki, önce Figen, sonra ayağı aksak olan o adam uygunsuz bir şekilde aynı
odadan çıkmışlar!”.
Murat ve Melek duydukları karşısında hayrete düşmüşlerdi!
İhsan bey sözlerini tamamladıktan sonra son kez:
-“Çocuklar unutmayın bu konuştuklarımız dediğim gibi kesinlikle aramızda kalacak.” dedi ve sofradan kalkarken de “Çocuklar şunu hiç unutmayın ki, büyüklerimizin
sözleri, her zaman sözlerin büyüğü olmuştur. Yarın ciddi bir işe adım atacağanız zaman büyüklere danışmanız her zaman sizin faydanıza olur” dedi.
Mehmet, Eminönü’ne gelip sabırsızlıkla Hamiyet’i beklemeye başlamıştı. Onu
beklerkende buradaki çiçekçi dükkanlarının vitrinlerine bakıyor, bazen de birkaç adım
84
ilerleyerek boğazın muhteşem manzarasını seyrediyordu. Her şey tahmin edemeyeceği
kadar iyi gidiyordu. Özellikle de son bir hafta birbirlerine öyle kaynamışlardı ki, neredeyse bir saniye bile ayrı kalmaya tahammül edemez hale gelmişlerdi. Mehmet’in gözü
bir an çiçekçi dükkanındaki güllere takıldı! Aklına Hamiyet’e gönderdiği güller gelip
keyiflenmişti ansızın. Hamiyet daha sonra kendisine, mağazada çalışan kız arkadaşlarının çiçek yüzünden, özelliklede onların önünde okuduğu nottan dolayı nasıl kıskandıklarını anlatmıştı. Bir an aklına çiçeği mağazaya götüren Sinan geldi, canı sıkılmıştı şimdi. “Yazık” dedi içinden. En iyi dostunun büyük bir hevesle giriştiği kız isteme olayı ne
yazık ki hüsranla. Sinan, ilk başta haklı olarak olayı gurur meselesi yapıp kendisine anlatmamıştı. Fakat daha sonra o da içinde ki bu acıyı daha fazla tutamayıp, kendisine
anlatarak rahatlamak istemişti. O gün, babasının Figen’lerin evinde yaşadığı olayı kendisine anlattığında, duyduklarına inamamış şok olmuştu! Bu olaydan sonra Sinan’ın
çöken moralini düzeltmek için epeyce uğraşmıştı. Bütün bu olanlardan sonra Yusuf amca da, Sinan da kendi içlerine kapanmış kimseyle doğru dürüst görüşmez olmuşlardı.
Mehmet Sinan’ın anlattıklarından sonra şunu düşünmüştü, ”Ya o gün, Yusuf amca kız
evine gitmemiş olsaydı ve Sinan bu kızla evlendikten sonra bu rezillik ortaya çıkmış olsaydı?” Bunu hayal etmek bile şu an Mehmet’i fazlasıyla öfkelendirip, germişti. Bu arada saatine baktı Hamiyet’in şu an gelmesi gerekiyordu. Sağdan soldan gelen insan seline
baktı ama onu göremedi. Aslında şu an gönlünden geçen tek şey Hamiyet’in tıpkı Gülhane parkının girişin de yaptığı gibi gelip gözlerini kapatması ve bu hiç unutamadığı
duyguyu bir kez daha yaşamasıydı. Bu arzuyla kendisine doğru gelen kızlar arasında
Hamiyet’i ararken, bir anda iki el gözlerini kapattı!
Mehmet’in kalbi deli gibi atmaya başlamıştı gene! Hayalini kurduğu gibi olmuş
“Hamiyet gene aynı sürprizi yaptı” diye düşünürken bir faklılık hissetti! Burnuna gelen
parfüm kokusunu ilk kez duyuyordu. O an bu farkı pek önemsemedi ve sevinçle gözlerini kapatan elleri sıkıca tutarak döndüğünde şok oldu! Karşısın da duran Hamiyet değil, liseden kız arkadaşı Selda’ydı.
İlk şaşkınlığını üzerinden atan Mehmet, yıllar sonra karşılaştığı bu arkadaşıyla
tokalaşıp, hemen ayak üstü eski günlerden konuşmaya başladılar. Bu arada Mehmet
Selda’yla konuşurken biraz huzursuz olmaya başlamıştı. Tam “Hamiyet her an gelebilir
ve Selda’yı gördüğünde de belki yanlış anlayabilir” diye düşünürken…
-“Merhaba Mehmet bey” dedi Hamiyet’in ciddileşmiş sesi, imalı bir bakış eşliğinde.
***
Alper Pazar günleri Hamiyet’in çalışmayıp evde olduğunu geçen akşam pavyonda
iyice sarhoş olan Asım’ın ağzından öğrenmişti. Kaç gündür bu anın hayalini kuruyordu.
Öğlenleyin bir bahaneyle evlerine gidecek ve bu sefer kesin olarak Hamiyet’le karşılaşacaktı. Ayrıca evlerine giderken marketten bolca alışveriş yapıp iyice gözlerini boyamayı
da hedeflemişti. Hamiyet’i ilk gördüğü andan itibaren onun için deli oluyordu. Artık en
büyük hevesi onun o körpecik bedenine sahip olmaktı. Bu uğurda dükkanın sermayesini
eritmeyi bile göze almıştı. Keyifli bir şekilde sırıtarak hemen ahizeyi eline aldı ve numarayı çevirdi. Telefonu Asım’ın annesi açtı.
-“Merhaba anacım ben Alper, ellerinden öperim. Asım yok mu?”diye sordu.
Alper’in araması, Asım’ın annesinin çok hoşuna gitmişti. “Bir saniye bekle yavrum” diyerek koşarcasına uyumakta olan Asım’ın yanına gitti ve telaşla omuzundan
dürterek
85
-“Koş koş Alper telefonda, çocuğu bekletme”dedi telaşla.
-”Alper” lafını duyan Asım yataktan ok gibi fırlayarak hemen telefonun başına
geldi.
-“Vay canım kardeşliğim, sesini duymak ne güzel emret.” dedi, Asım.
-“Kusura bakma Asım seni uyandırdım, istersen başka zaman arayayım?” diye
blöf çekti Alper, Asım’a.
-“Olur mu ya hiç?” dedi Asım hararetle. “Bak şimdi bozuldum. Ben ölü de olsam
kalkarım senin için ne demek.”
-“Eksik olma ciğerim ben seni bilmez miyim” dedi Alper, dizginleri artık eline iyice
geçirmiş olmanın rahatlığıyla :
-“Bak bugün ben ne düşündüm! Hani bugün pazar, ben çalışmıyorum. Benim burada ne anam var, ne de babam. Şimdi bir şey diyeceğim ama yanlış ama sakın, gerçi
söylemekten de utanıyorum aslında ya neyse gene söyleyeyim. Diyorum ki bugün yemeği
sizde yesek de, ben de desem ki kendi kendime, bak benim de burada anam var babam
var, Asım gibi kardeşim var artık burası bana gurbet değil desem.”
Alper’in bu sözleri Asım’ı çok duygulandırmış, neredeyse ağlayacak duruma gelmişti.
-“Alper’im ya şu dediğine bak” dedi Asım. “Ben sana ne dedim? Bu evi artık kendi
evin gibi bil demedim mi? Sen şimdi hemen çık gel buraya. Hatta istersen gelirken de
bir otuzbeşlik rakı getir hem ufaktan demleniriz, hem de muhabbet ederiz.”
Alper’in keyfi şimdi gıcır olmuştu, asımın bu ‘otuzbeşlik getir ‘lafı karşısında. Bir
an orada içtiklerini ve Hamiyet’in kendilerine hizmet ettiklerini hayal etti. “Ulan!” dedi
kendi kendine. “Bu Asım pezevengi neredeyse kardeşini kendi ellerinle koynuma sokacak.”
-“Tamam Asım’ım ben gelirken hem rakı, hem de biraz bir meze türünden bir
şeyler alıp gelirim. Hadi sizinkilerede ben de selam söyle.” diyerek telefonu kapattı.
***
Mehmet, yanıbaşına dikilipte gözlerinin içine” Kim bu kız” dermişçesine kızgınca
bakan Hamiyet’e, Selda’nın yanında olmasının verdiği tedirginlikle “Hoş geldin. Bak
seni liseden eski bir arkadaşımla tanıştırayım.”dedi.
Hamiyet’le el sıkışan Selda, Hamiyet’in Mehmet’e kıskançlık iması taşıyan
bakışalarını hemen fark etmişti! Bu yüzden “Ben sizi daha fazla tutmayayım.” diyerek
Mehmet’i yanaklarından öptü ve yanlarından uzaklaştı.
Mehmet yanağına konan öpücükten sonra, Hamiyet’in idam etmek istercesine bakan gözlerine baktı çekinerek.
Hamiyet biraz kızgın birazda şaka yollu, “Oh ne güzel, ne güzel. Mehmet bey bakıyorum da sizi bir dakika boş bırakmaya gelmiyor. Şu andan itibaren bir daha görüşmeyelim ve beni bir daha asla ama asla arama.” diyerek arkasını dönüp gitmeye başladı.
O an Mehmet’in bütün rengi attı! Koşarak Hamiyet’in kolundan tuttu.
-“Hamiyet bir saniye, inan yanlış anladın. Mesele bildiğin gibi değilki. Olur mu hiç
öyle şey? Benim gözüm senden başka herkese kör bilmiyormusun? Selda benim liseden
arkadaşım, çok uzun zamandır da görmüyordum.” Hatta, “Seni beklerken gözlerimi
kapattı” diyecekti ki son anda Hamiyet’i daha da kızdırmamak için kendini tuttu.
86
Hamiyet, Mehmet’e kaşları çatık bir şekilde yan yan bakmaya başladı. Sonra bir
anda gülümseyerek gidip Mehmet’in yanaklarından öptü.
-“Sana şaka yapıyorum be Mehmet. Ben sana her şeyimle güvenmişim. Bir sürü
kızın içinde olsan da aklıma hiçbir kötü düşünce gelmez.”dedi. Ama, birkaç saniye durduktan sonra Mehmet’in gözlerine kıskanan birisinin tavırlarıyla bakıp:
-“Her ne kadar ben sana güveniyor olsam da, sen gene de benden başka kızlarla
fazla samimi olma emi?” diye de ekledi.
Hamiyet’in bu rahatlatan sözleri üzerine, Mehmet az önce Selda’nın verdiği gerginlikten dolayı alnında oluşan ter zerreciklerini belli etmeden sildi hemen. Sonra ellerini sıkıca kenetledikten sonra, önce Mısır çarşısını dolaştılar neşe içerisinde, oradan
Kapalı çarşıya geçerek dükkanlara, vitrinlere bakarak konuştular, gülüştüler. Ardından
tekrar Eminönü’ne gelip çiçekçi dükkalarının arkasındaki çay bahçelerinden birisine
oturdular. Garsona söyledikleri çayların beklerken Mehmet, Hamiyet’e ansızın “Sana
bir sürprizim var!” dedi.
-“Sürpriz mi?”dedi Hamiyet şaşkınlıkla. ”Ne sürprizi Mehmet hayırdır?” Kafasından “Ne olabilir ki?” diye birkaç olasılık geçirdi. Ama hemen öğrenmek için, “Nedir
Mehmet bu sürprizin? Bak şimdi çok merak ettim hemen söyle lütfen.” dedi.
Mehmet karşısında sürprizini öğrenmek için kıvranan Hamiyet’e bakarken, “Acaba söyleyeceğim şey onun için güzel bir sürpriz mi olacak? Yoksa somurtmasına neden
olacak bir sürpriz mi?” diye bir an tereddütte düştü. Ama geri dönüş olmadığını bilerek
açıklamaya başladı:
-“Bizimkilere senden bahsettim, özellikle de anneme. Seni çok merak edip, tanımak istediler. Ben de onlara eğer bu hafta içinde müsait olursa Hamiyet’i sizle tanıştırmaya getireceğim.” dedim.
Hamiyet’i bir anda sıcak bastı. Mehmet’in ailesiyle tanışacağını duyunca kendini
bir tuhaf hissetti! Sanki bir anda Mehmet’in eşi veya nişanlısı olmuştu da onları ziyarete
gidiyormuş gibiydi! Ne diyeceğini bilemiyordu şu an. İşlerin bu kadar çabuk ilerleyeceğini doğrusu hiç tahmin etmemişti. Her saniye artan heyecandan dolayı eli titremeye
başlamış, yüzü al al olmuştu. “Demek bu işin şakası kalmadı. Bizi saran aşk rüzgarı,
artık ikimizide önüne katıp evliliğe doğru hızla sürüklemeye başladı öyle mi?” diye düşündü.
-“Ciddi misin Mehmet sen?” Dedi Hamiyet. “Çok şaşırdım! Benim için gerçekten
bir sürpriz oldu. Aslında ben de sizinkileri çok merak ediyorum ve onları tanımak istiyorum. Hatta ben de seni bizimkilerle tanıştırmayı çok istiyorum.” dedi. Ama, dediği
anda da ikisinin yüzünde bir kaygı belirdi!
Hamiyet, neşesi biraz düşmüş bir şekilde konuşmaya devam etti:
-“Fakat, açıkçası biraz korkuyorum Mehmet! Sana ailemden bahsetmiştim. Endişem şu ki, senden bahsettiğimde sırf bizim görüşmemizi engellemek için beni kesin işten
çıkarırlar ve eğer işten çıkıp seni göremeyecek olursam ben kahrolurum Mehmet.” diyerek bir anda korkuyla onun ellerine sarıldı. “Yoksa senden dolayı beni dövmüşler,
sövmüşler umurumda bile değil! Bir de senin şu askerlik meselen var. Yarın sen askere
gittiğinde ben ne yaparım sensiz? Ama dahada canımı sıkan, ailemin benim sana bu
kadar bağlandığımı öğrendikten sonra bunu fırsat bilip, sırf beni sana vermemek için
parası olan herhangi bir adamla bir an önce evlendirmeye kalkışmalarıydı. Bütün bunları düşünmekten sabaha kadar yatamadığım kaç gece oldu biliyor musun?” dedi üzülerek. Sonra Mehmet’in gözlerine baktı biraz hırçınca! “Ne senden vazgeçerim Mehmet,
ne de senden başkasıyla evlenirim, gerekirse...”
87
Mehmet anlamıştı Hamiyet’in bu “Gerekirse” sözünün ardından gelecek fedakarlığı. Elini daha bir sıkıca tutmaya başladı ve gözlerine kararlı bir şekilde bakarak, “Artık bizi hiçbir şey ayıramaz. Biz birbirimizi böyle sevdikçe, hiç merak etme her türlü
zorluğu yıkar geçeriz seninle. Hem bakarsın ailene benden bahsettiğin zaman öyle senin
zannettiğin kadar tepki göstermezler, hatta bakarsın tam tersine beni tanımak isterler
bile! Bence şimdiden bu kadar karamsa olma! Zaten, sana asıl söylemek istediğim bir
sürprizim daha var! Hamiyet ben iyice düşündüm ve şuna karar verdim, seni bizimkilerle tanıştırdıktan sonra, askere gitmeden önce gelip seni istemelerini söyleyeceğim.
Çünkü askere gittiğimde ardımda beni bekleyen güzeller güzeli bir nişanlım olsun istiyorum.”
-“Ne! Ne!” Diyerek, hayret dolu gözlerle Mehmet’e bakıyordu Hamiyet. Sonra
elindeki bardağa baktı biraz utanarak ve tekrar başını doğrultarak bu kez Mehmet’in
gözlerine daha bir keskin bakarak, “O nişanlın ,değil sen askerden gelene kadar, bir
ömür gelmeyeceğini bilse de, seni bekler.”
***
Alper, marketten öteberi alırken aynı ürünlerin en ucuzunu almış, “Nasılsa bu salaklar için yiyecek olsun da ne fark eder.” diye düşünmüştü. Ayrıca Asım’ın istediği 35
lik rakı yerine de sırf orada daha fazla kalıp Hamiyet’i daha çok görmek amacıyla rakının daha büyüğünü almıştı. Şu an elinde poşetlerle Asım’ların kapısını çalarken, en büyük arzusu kapıyı Hamiyet’in açıp ,onun ellerini böyle dolu dolu kendilerine bir şeyler
getirdiğini görmesiydi, fakat öyle olmadı kapıyı Asım’ın annesi açtı.
-“Bak kim gelmiş! Benim ikinci oğlum.” Diyerek sevinçle elindeki poşetleri aldı ve
alperi salona soktu.
Az sonra Asım’la, babası da onlar için parasızlığın sonu olarak düşündükleri, misafirlerinin yanına büyük bir keyifle gelmişlerdi.
Asım’ın annesi, Alper’in getirdiği poşetleri memnuniyetle boşaltıp buz dolabına
yerleştirirken,”İşte bize de böyle zengin ve cömert bir damat yakışır.” diye düşünüyordu.
Az önce salona gelirken hanımının Alper’in elinden aldığı poşetleri gören Battal
bey, “Yeğen ne gerek var ? bir sürü şey alıp gelmişsin , zahmet etmeseydin keşke.”dedi.
-“Ne zahmeti? Olur mu öyle şey amcam benim. Ben ne dedim? Burada ki anam da
babamda sizlersiniz artık. Hatta, kovmayacağınızı bilsem anamın o güzel yemeklerini
yemek için her gün gelirdim buraya ya! Artık o kadar yük olmak istemem size.”
-“La Yeğenim o nasıl söz?” dedi Battal bey. “Sen de bizim için artık bir Asım’sın.
Eğer çekinip te gelmesen asıl o zaman kızarım. Canın ne çekerse ananı ara hemen hazır
eder sana.
Bu arada Alper’in gözleri eve girdiğinden beri sürekli Hamiyet’i arıyor, kulakları
ondan gelecek bir sesi bekliyordu sabırsızlıkla. Geleli aşağı yukarı bir saat olmuştu ama
halen onu ne görmüştü, ne de sesini duymuştu. “Odasında mıydı acaba?” Yoksa bugünde mi çalışıyordu?” diye düşünüp endişelendi bir an. Eve geldiğinden beri farklı olarak bir ara Asım’ın sıska karısını görmüştü, oda çocuğunu almış odasına girmişti. Zaten
onu da hiç çekici bulmamıştı. “Çiroz karının neredeyse kemikleri gözükecek, hem de
suratsızın biri, bundan bir halt olmaz”diye aklından geçirmişti.
O sırada Battal bey, “Ben bir kahveye varıp geleyim siz keyfinize bakın” diyerek
evden dışarı çıktı.
88
Asım babası gittikten sonra çok rahatlamıştı. Alper’e bakarak “Rakıları parlatmanın zamanı da gelmişti.” diyerek göz kırptı ve doğruca mutfağa giderek içki servisini
hazırlamaya başladı.
Hamiyet otobüsten inmiş, eve doğru yürürken halen Mehmet’in “Seni isteteceğim”
sözünün heyecanını yaşıyordu. Sanki her şey bitmeyen güzel bir düş gibiydi. Önce, böyle
birisiyle karşılaşacağını hiç hayal etmezken ,hiç ummadığı bir anda ve hiç tahmin etmeyeceği bir şekilde tanışmaları… Sonra bugüne kadar hayatında hiç yaşamadığı mutlulukları tattığı şu son bir ay… ve şimdi de deli gibi sevip bağlandığı insanla evliliğe giden
ilk adım olan ‘isteme’ işi.. “Belki de Mehmet haklıydı, ailem bu isteme işini duyunca hiç
ummadığım şekilde davranıp beni gönül rızalığıyla ona vereceklerdi. Zaten neden
vermesinlerdi ki ? İyi kötü bir çiçekçi dükkanı vardı nasıl olsa . Her şeyden önemlisi
Mehmet’i deli gibi seviyordu ve onun nasıl bir insan olduğunu bilince belki benden bile
çok seveceklerdi.”diye düşündü tereddütlü bir umutla. Hamiyet coşmuştu yüreğini ferahlatan bu düşüncelerden dolayı. Adımlarını hızlandırdı. Kararını vermişti, eve varır
varmaz annesine Mehmet’i söyleyecekti.
Asım mutfakta bardaklara rakı ve suları koyarken, kapının zili çaldı. Mutfakta
Asım’la, Alper’e meze hazırlayan annesi, Asım’ın yüzüne bakarak:
-“Herhal bizim kız geldi, dükkanda vitrin mi ne yapacaklarmış gene.” diyerek kapıyı açmaya gitti.
Asım, annesinin ‘Her hal bizim kız geldi’ derken ki sinsi bakışlarının nedenini hemen olmasa da biraz düşündükten sonra anlamış ve aynı gülüş kendi yüzünde de belirmişti.
Gelen Hamiyet’ti. Kapıyı açan annesi, kızının Alper evdeyken gelmesine çok sevinmişti. Daha mutfakta Alper’in getirdiği poşetleri boşaltırken “Acaba bu çocuk bizim
şu salak kızı alır mıydı ki?” diyerek kafasında bir sürü hesap yapmıştı.
-“Gel kız, çabuk içeri geç” dedi annesi telaşla. “Bak salonda misafirimiz var, git
şöyle yüzün iyice bir gülerek ,hoş geldin de koş çabuk.”
Hamiyet bir anda evhamlanmıştı annesinin bu garip haline! “Hem kimdi ki bu
misafir, annesi ona gülerek hoş geldin demesini söylemişti” diye düşündü. Çekine çekine
solona girmişti ki o an küçük dilini yutacak gibi oldu! Gözlerine inanamıyordu. Oturduğu kanepeden kendisine sırıtarak bakan Alper’in ta kendisiydi. “İyi ama bu adamın bu
evde ne işi vardı?” diye şaşkaldı. Aklı bir türlü almıyordu. Şaşkınlığını belli etmeden
hafifçe hoş geldiniz anlamın da başını salladı ve hızla odasına doğru yöneldi.
Annesi, kızının Alper’i gördüğünde ki ilk tepkisini fark edince önce biraz tuhafına
gitti. Açıkçası kızının bu çocuğu görünce hemen böyle çarpılacağını da hiç tahmin etmemişti. “Ya nasıl anladı hemen çocuğun pırlanta gibi olduğunu. Akıllı kızım benim”
diye düşünüp, gurur duydu kızıyla.
Alper’in gözlerinden ışık fışkırıyordu. Aklı ,gözü, kulağı az önce gelip de kendisini
selamlayan ve oradan da kendi odasına giden Hamiyet’eydi.
Bu arada Asım da servis tabağını hazırlayıp Alper’in yanına gelmiş, yavaş yavaş
içmeye başlamışlardı. Alper, az önce anasını hiç umursamadan Hamiyet’i odasına gidene kadar arkasından büyük bir şehvetle süzmüştü. Şu an içmeye başladıkları rakının
etkisiyle de her an onun odasına dalıp bedenine sahip olmayı hayal eder olmuştu.
Hamiyet’in annesi boşalan bardakları yeniden doldurmak için mutfağa gelen
Asım’a öfkeyle:
-“Bırak bardakları, tepsiyi!”diye çıkıştı. “Bu evin kızı varken sana mı düşer bu
işler? Ben şimdi Hamiyet’e hazırlatırım rakılarınızı. Sen git çocuğu yalnız bırakma konuşun, sohbet edin eğlenin.”dedi. Sonra da içinden “Salak oğlum benim, sen kardeşini
sergilemeyi bilmezsen, elin adamı farkına varır mı bu deli kızın? Ah ben olmasam bu
89
kafasızlar, kafese giren kekliği de kaçırırlar ya neyse, iyi ki başlarında ben varım.Yoksa
açlıktan oturur, çıkardıklarını yerler bu aptallar.”
Hamiyet üzerini değiştirmeden yatağının ucuna oturmuş, hayretler içerisinde Alper’in evlerinde ne işi olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu. O çocuğu az önce gördüğü andan itibaren İçini hoş olmayan duygular kaplamıştı. Öyle meraklanmıştıki, hemen
odasında çocukla ilgilenen Gülsüm yengesi’nin yanına gitti.
Gülsüm Hamiyet’in odasına böyle telaşla girdiğini görünce biraz irkildi!
-“Ne oldu kız ne var?” diye sordu.
-“Yenge içerideki adamı sen tanıyor musun? Ne işi var bizim evde?”diye sordu
Hamiyet.
Yengesi Hamiyet’in bu meraklı haline biraz şaşırarak, “Ne bileyim, gene o
ağabeynin pavyondan mı , gazinodan mı ne bir arkadaşıymış. İyi de sen niye bu kadar
soruştuyorsun bu adamı ki? Zaten geçen de bize gelmişti ya! Sen görmemişmıydin o
zaman?”
Hamiyet hayretle “Hangi geçen gün?” yenge diye sordu? Hamiyet’in aklı iyice allak bullak olmuştu.
Yengesinin de kafası iyice karışmıştı! “Hamiyet’in bu içerideki adamla ne alıp veremediği vardı da bu kadar ilgileniyordu?”diye meraklandı.
-“Hani annen marketçi adamı senle evlenmek istiyor demiş sende günlerce odana
kapanmıştın ya işte o günlerden birinde gelmişti bize.”dedi Gülsüm.
İşte o zaman kafasına dank etti! O günü çok iyi hatırlıyordu. İşe gitmeyip odasına
kapandığı bir gün gene eve yabancı birisi gelmişti. İlk başta odasına gelen sesi umursamamış, ama sonra dinledikçe bu sesi çok iyi tanımış ama bir türlü kim olduğunu çıkaramamıştı. Evet, şimdi hatırlıyordu o sesi. Bu ses şu an içeride abisiyle içen Alper’in
sesiydi. Kafası karmakarışık olmuştu. İçeride oturan Alper’in varlığı an ve an artan bir
huzursuzluğa düşmesine neden olmaya başlamıştı. Mehmet’in de sevmediğini bildiği bu
adam, ne zaman Mehmet’in dükkanının önünden geçecek olsa dikkatle kendisine bakıyordu. Ayrıca bir bu da değildi, mağazaya gelip alış veriş yaparken kendisiyle fazlaca
ilgilenmişti. Belki de mağazaya da sırf bu yüzden gelmişti. “Yoksa bu adam benim peşimde miydi?” düşünerek irkildi! “Burada olmasının nedeni ben miydim? Sırf bana
ulaşmak için mi ağabeyimi kendine dost etti? Yoksa önceden arkadaşlardı da bu yaşanalar tamamen tesadüf müydü?” Şu an olanlara bir türlü mantıklı bir açıklama getiremiyordu.
Yengesi, Hamiyet’le konuşurken kapıdan aceleyle giren kaynanasına baktı birden!
-“Hadi kız!” dedi annesi Hamiyet’e. “Ben mutfakta tepsiyi hazırladım, git ağabeylerinin önüne koyda gel çabuk.”
Hamiyet, annesinin bu emredercesine konuşmasına çok içerlemişti. Üstelik hizmet
etmesini istediği kişi de, bu evde olma niyeti ne olduğu belli olmayan adamın tekiydi. Ne
yapacağına karar veremeden, olduğu yerde öylece donup kalmıştı.
Annesi bu kez daha da kızgın bir sesle:
-“Hadi kız daha ne duruyorsun ? Yengen götürecek değil ya elin adamına tepsiyi!
Bak şimdi ağabeyni kızdıracan gene. Uyuşukluk yapma da götür şunu.”dedi.
Hamiyet, anasının bu onur kıran sözlerine alışmıştı artık. Halbuki eve ne umutlarla gelmişti. Mehmet’ten bahsedecekti annesine, oturup saatlerce Mehmet’in nasıl birisi
olduğunu ve onu ne kadar çok sevdiğini söyleyecekti . Ama şu an yıkılmıştı.
Mahfolmuş bir şekilde odadan çıkıp, salonda içen Alper ve Asım’a bakmamaya
özen göstererek tam oradan geçiyordu ki abisi:
90
-“Nerdesin kız ?”diye bağırdı. “Mal gibi gezineceğine git tepsiyi getirsene. Görmüyor musun burada misafirimiz olduğunu?”dedi. Ağabeyinin, Alper’in önünde söylediği
bu sözler sırtına saplanmış bıçak gibi yaraladı gururunu.
Gülsüm, az önce hiç sevmediği kaynanasının Hamiyet’e söylediği ağır sözlerin nedenini ve ayrıca sadece o değil kayınpederinin ve kocasının da bu kızcağıza neden böyle
zalimce davrandıklarını çok iyi biliyordu. Aslında bu Hamiyet’in bilmediği bir sırdı.
Ama şu an ona bunu açıklasa her şey çok daha kötü olurdu.O yüzden zamanı gelene
kadar yüreğini kanatan bu sırrı tutmaya karar vermişti.
Hamiyet utanç içinde rakı bardaklarını tepsiye koyarken , az önce abisinin elin
adamının yanında bağırarak söylediği pis sözler hala yüreği sızlatmaya devam ediyordu.
Elinde tepsi salonda kahkahalarla muhabbet eden Alper ve abisinin yanına giderken “Affet, beni Mehmet.” diye geçirdi.
Asım’ın annesi, gelininin odasından kapıyı aralamış ,büyük bir keyifle Alper’in
önüne tepsiyi koyan kızına bakıyordu.
Alper, Asım’la konuşuyor gibi yapıp sehpaya bardakları koymak için eğilip kalkan
Hamiyetin vücudunun bütün kıvrımlarına içi giderek bakıyordu.
Hamiyet, o akşam Alper gittikten sonra yaşadığı olayların verdiği üzüntüyle yatağına uzandı. Öyle içi daralmıştı ferahlamak için gökyüzünü, yıldızları düşündü ama
hepsi sönük ve kapkaraınlıktı. Kırları, çiçekleri düşündü ama hepsi kuruyup çöle dönmüştü. Bu akşam, abisi olacak o vicdansızın ve düşüncesiz annesinin yüzünden genç kızlık onurunu rakı tepsisiyle beraber Alper’e sunduğunu düşünmüştü kahırlı bir şekilde.
***
Sabah annesiyle Mehmet büyük bir neşeyle kahvaltı yapıyorlardı.
-“Ne yaptınız oğlum? Dün Hamiyet’le nerelere gittiniz bakayım?” diye sordu Gülbahar teyze.
Mehmet iştahla kahvaltısını yaparken ,bir yandan da annesinin merakla sorduğu
soruları cevaplıyordu.
-“Dün biraz dolaştık. Mısır çarşısına gittik, oradan Kapalı çarşıya, sonrada gelip
Eminönü’ndeki bir çay bahçesine oturup, akşama kadar sohbet ettik. Ha ! Anne bu
arada haberin olsun ,çarşamba günü Hamiyet’i sizlerle tanıştırmaya getiriyorum.”
Gülbahar teyze’yi bir anda heyecan bastı! “Demek bu canından çok sevdiği evladı
kız arkadaşını bize getiriyordu. Demek ki bunlar birbirlerine iyice gönül vermişlerdi
yani bu yolun sonun da hayır vardı.” diye geçirdi aklından sevinçle. Sonrada :
-“Biz de çok merak ediyoruz oğlum Hamiyet’i. Bu arada ablanla ,eniştene de bahsetmiştim bu olaydan, onlarda gelecekler yemeğe. Çok merak ediyorlar Hamiyet’i. Peki
oğlum sen ne yaptın ailesiyle tanıştın mı?”diye sordu Gülbahar teyze.
Bu soru Mehmet’i biraz gerdi! Ailesiyle birebir hiç tanışmamıştı. Ama Hamiyet’in
kendisine anlattıklarından dolayı yeteri kadar bilgi sahibi olmuş, kafasında hangi mantıkta insanlar olduğuna dair bir fikir oluşturmuştu. Hele şu marketçi adam meselesi
hala kafasından hiç çıkmış değildi. Ne zaman aklına bu çirkin olay gelse durup durup
sinirleniyordu. Şimdi tutup, annesine sadece şu marketçi olayını anlatsa, kadıncağızın
şak diye yüreğine inerdi !
-“Hayır anne ben de daha tanışmadım, kısmet olmadı.”dedi Mehmet bozuntuya
vermeden. “Ama en yakın zamanda onlarla tanışmak istiyorum zaten.”
91
-“Tabii oğlum tanış.”dedi Gülbahar teyze. “Onlarda şimdi seni merak ediyorlardır. Ee kız anası ,babası olmak kolay değil. Onlar da şimdi düşünürler kızımız nasıl birisiyle? İyi mi kötü mü? Ailesi nasıl, düzgün mü , edepli mi diye? Sen git onların güzelce
ellerini öp, hal hatırlarını sor ki senin nasıl birisi olduğunu görüp içleri rahat etsin. Bu
arada bizlerden de çok selam götür. Zaten , kısmetse yakında bir araya gelir, tanışırız.
Oğlum bu arada, ben Hamiyet’e ne pişireyim ne sever? Bana söyle ki kızıma ona göre
yemek pişireyim.”
Mehmet annesinin yüzüne ‘aşk olsun’ dermiş gibi baktı.
-“Anne, Hamiyet senin pişireceğin hangi yemeği sevmez ki ? Ama gene de sorarım
istiyorsan.”
Hamiyet bu sabah işe giderken dün akşam yaşadığı o rezil sahneleri Mehmet’e anlatmamaya karar vermişti. O’nun Alper’i hiç sevmediğini biliyordu. Ayrıca O çocuğun
kendi evlerinde ne işi olduğunu sorsa doğru dürüst bir cevap veremeyeceği gibi bir de
kafasında kendisine karşı bir sürü şüphe oluşacaktı haklı olarak. Hele hele bir de o çocuğun evde ağabeyiyle beraber içki içtiklerini ve kendisinin de onlara hizmet ettiğini bir
bilse.. Mehmet’in o an vereceği tepkiyi düşünmek bile istemedi. “Kahretsin” dedi kendi
kendine. Zaten ailesiyle olan sıkıntısı yetmiyormuş gibi hala nasıl evlerine geldiğini çözemediği birde Alper olayı çıkmıştı karşısına. Oysa ki her şey ne kadar da güzel gidiyordu. Belki de akşam Alper evde olmasaydı annesine her şeyi anlatacak ve şu an
Mehmet’e “Ailem seni bir an önce tanımak istiyor” deme sürpriziyle gidiyor olacaktı .
İneceği durağa gelmişti, açılan kapılardan inip Mehmet’in dükkanına doğru yürürken,
içinde mutluluktan çok her geçen an büyüyen bir sıkıntı olmaya başlamıştı. “Ya o geri
zekalı çocukta kapının önündeyse ve Mehmet’in yanında bana dün akşamla ilgili bir şey
demeye kalkarsa?”diye düşünüp, içi içini yemeye başladı.
Mehmet, bu sabah dükkanda çiçeklerin bakımını yaparken mutluluktan adeta
onlarla konuşuyordu. İçinde büyük bir huzur vardı. Hamiyetsiz yaşadığı o kötü günlerden sonra her şey yeniden yoluna girmiş, daha şimdiden çarşamba günü hep beraber
yenecek yemeğim heyecanına tutulmuştu. Çok merak ediyordu bu ilk tanışma anını.
Ama Hamiyet’i çok seveceklerini biliyordu, çünkü hem sıcakkanlıydı hem de saygılı. Bir
an düşündü...“Ya onun ailesi? Bakalım onlar da beni sevecekler miydi? İşimi gücümü
beğenecekler miydi?” Her ne kadar Hamiyet’e hissettirmese de onun ailesiyle tanıştığı
zaman ve sonrasında da sorunlar yaşanacağını ve ailerin de öyle pek anlaşamayacaklarına şimdiden hissetmişti üzülerek. “Neyse, en iyisi her şeyi zamana bırakmak” diyerek
canını daha fazla sıkmak istemedi bu hoş olmayan ihtimallerlerden , bu düşüncelerden
kurtulmak için , gidip kaynamakta olan çayla ilgilenmeye başladı.
Hamiyet tedirgin bir şekilde dükkanın önüne kadar gelmişti. Alper’i kapının
önünde göremeyince derince bir “Oh” çekti. Dükkandan içeri yavaşça girerken Mehmet’in ocaktaki çayla ilgilendiğini gördü. Şimdi değil de başka zaman olsaydı, gidip arkasından sarılır ya da gözlerini kapatabilirdi. Fakat şu an bunu yapacak morali bulamadı kendinde. Dün akşam ki üzüntüleri halen hazmetmiş değildi ve ne olursa olsun bu
üzüntünün nedenini Mehmet’e söylemek istemiyordu. Bu konuda en büyük korkusu
Mehmet’in olanları duyduğunda kendisinden soğuması ve terk etmesiydi. Ailesiyle yaşadığı zehir gibi hayatın yanında eğer bir de Mehmet’i kaybederse buna asla dayanamazdı.
-“Günaydın.” dedi Hamiyet sakin bir sesle.
O an çayı demleyen Mehmet neşeyle Hamiyet’e dönerek “Günaydın” dedi. Hamiyet’in
yüzünde ki durgunluk Mehmet’in hemen dikkatni çekmişti!
92
-“Gel otur” diyerek sandalyeyi ona doğru çekti, sonra kendiside onun yanına oturdu.
-“Sabah kulakların çınladı mı? Annemle senden konuştuk” dedi Mehmet
Hamiyet, Mehmet’i gördüğü andan itibaren morali biraz daha iyi olmuştu.
-“Hadi ya!”dedi Hamiyet merakla. “Bak bak! Demek sabah sabah beni çekiştirdiniz öylemi?” dedi kendini zorlayarak.
-“Evet, seni öyle bir çekiştirdik ki hiç sorma, hep dedikodunu yaptık.” diyerek gülümsedi mehmet. “Bu arada yemeğe ablamla, eniştemde gelecekler haberin olsun çünkü
onlarda seni çok merak ediyorlarmış. Ayrıca annem özellikle sordu’ Hamiyet kızım ne,
sever ona ne pişireyim’ diye”
Hamiyet çok duygulanmıştı kendisini böyle merak edip bir an önce tanışmak istemelerine. Özellikle de annesinin ‘Hamiyet kızım ne ister ne pişireyim’ diye sorması
kendini değerli hissetmesine ve dün akşam evde kırılan gururunun az da olsa tamir olmasına neden olmuştu.
-“Olur mu öyle şey” dedi Hamiyet mahcupça. “Annen ne pişirse seve seve yerim.
Keşke hiçbir şeye zahmet edip yorulmasa” demişti ki o an çiçekçi dükkanının kapısından birisi girdi sırıtarak. Hamiyet bu gelen kişiye dönüp baktığında sanki başına kaynar
su dökülmüş gibi oldu!
Mehmet, Hamiyet’in, bu hayrete düşmüş halini anlamak için onun baktığı tarafa
doğru başını çevirince karşısında pis pis gülerek içeri giren Alper’i gördü ve görür
görmez de bütün sinirleri bir anda gerildi ! Ama asıl kafasına takılan hamiyetin Alper’i
gördüğünde ki bu telaşlı haliydi! Bir an aklından, “Yoksa aralarında benim bilmediğim
bir şey mi var?” diye geçiriyordu ki, işin aslı alperin konuşmasıyla ortaya çıkmaya başladı.
-“Ne yaparsın Mehmedim?” dedi Alper gülerek ve sonra Hamiyet’e dönerek “Benim çakmak herhalde sizde kalmış, neyse bir gelişimde onu alırım.” dedi sonra tekrar
Mehmet’e dönerek “Ne yaparsın be Mehmet’im insan içince akıl mı kalıyor ki, her şeyi
unutuyor şerefsizim.”
Mehmet adeta beyninden vurulmuştu !Şu an yaşadıkları bir kabus muydu yoksa
gerçek miydi inanamıyordu! Önce utancından olduğu yerde ezilip büzülmüş olan Hamiyet’e baktı nefretle! Sonra da “Görüşürüz canım benim.” deyip pis pis sırıtarak dükkandan dışarı çıkan Alper’e!
Hamiyet olduğu yere çömelip başını iki elinin arasına alıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Mehmet çıldıracak gibiydi! Halen Alper’in söylediği sözleri düşündükçe öyle bir
hiddetleniyordu ki bir anda her şeyi kırıp ,dökmek ve “Yazıklar olsun Hamiyet sana,
benim bilmediğim neler karıştırıyorsunuz?” diye haykırmak geliyordu içinden. Ama
Hamiyet’in bu kadar derinden ağlamasına yüreği dayanamadı ve öfkesini içine atarak
yanına gelip yüzünden tutarak kendisine bakmasını sağladı. İlk defa Hamiyet’i bu kadar çaresiz ve perişan görmüştü. İşte o zaman anladı Hamiyet’in bu olanlardaki masumiyetini. “Kesin o cahil ailesinin bir işiydi bu olanlar” diye düşündü köpürerek.
Hamiyet biraz kendine gelip gözyaşları içerisinde olanları bir bir anlatırken sinirden eli ayağı titremeye başlamıştı.
Mehmet kızgınlık içinde Hamiyet’i dinlerken, o’nun o evde hangi şartlar altında ve
ne kadar çaresizce yaşadığını şimdi daha yakından görmüş oluyordu. Bu arada da Alper’e duyduğu kin öylesine büyümüştü ki ,kendine hakim olmasa, şu an onun dükkanına gidip bir güzel pataklamayı bile düşünüyordu .
Alper az önce yaptıklarından duyduğu keyifle girdi kendi dükkanına “Ya Mehmet” dedi, kendi kendine “Sen dükkanda kızla konuşuyom diye bize hava salıyon ama,
93
bir de bana bak! Kancığa kendi evinde nasıl da içki servisi yaptırıyorum kendime! Hele dur bakalım daha işin başındayız çarıklı Mehmet. Aşk, meşk nasıl oluyormuş daha
bundan sonra göreceksin sen.” dedi gülerek.
***
Asım’ın annesi, daha şimdiden kızını Alper’e vermenin hesabını kitabını yapıp
bitirmişti. Alper tam onun istediği gibi bir damattı. “Hürmetli, namuslu ve eli paralı bu
çocuk bizi de kızı da kurtarırdı artık. Sağ olsun, daha şu kız işi olmadığı halde bile oğlu
Asım’a üzülüp ,ona dükkan açmaya karar vermemiş miydi? Demek ki şu bizim akılsız
kızı alsa bizi kesin saraylarda yaşatır Alper’im benim.”diye içinden geçirdi. Fakat bir an
hamiyeti düşündü… “Ya bu akılsız kız o marketçiden sonra bu mis gibi çocuğu da kaçırırsa?” Aceleyle mutfakta bulaşık yıkayan Gülsüm’e seslendi. “Gel kız buraya, git şu
Asım’ı kaldırda hemen yanıma bir gelsin.” dedi.
Az sonra oflaya, poflaya akşamdan kalma haliyle Asım geldi anasının yanına.
-“Ne var ana? Niye kaldırdın beni? Gene ne oldu?” dedi sinirli bir şekilde.
-“Sen geç otur hele şuraya” diyerek yanındaki sandalyeyi gösterdi anası. Sonra da
acıklı bir sesle konuşmaya başladı:
-“Bak oğlum ben de senin gibi bu Alper denen arkadaşını çok sevdim. Burada anası yook.. babası yok..Yetim gibi zavallım. Gurbet elde bir başına garip. Ne zaman yemek pişirsem aklıma o çocuk geliyor, lokmalar boğazıma diziliyor. Günah! O da bizim
evladımız ,senin kardeşin sayılır. Bundan sonra o gelmek istemese de sen kolundan tut
sık sık getir bize. Çocuğun kursağından ev yemeği geçsin. Bak, eğer getirmezsen analık
hakkımı helal etmem sana. Hem yersiniz, hem içersiniz burada. Pavyonada gitmenize
gerek kalmaz, nasılsa kardeşin size güzelce hizmet de eder tamam mı?” diyerek bir şeyler ima ediyormuşçasına asımın gözlerine baktı .
***
Mehmet, ikinci defa Hamiyet’i gözü yaşlı dükkandan mağazaya gönderirken, Alper’e ve Hamiyet’in ailesine olan öfkesi halen dinmemişti. Bundan sonra ne yapacağına
bir türlü karar veremiyordu. En çok da yaşanan bu olaylarda Hamiyet’in hırpalanmasına üzülüyordu. Cahil ailesi yetmez gibi birde ırz düşmanı alper çıkmıştı ortaya. O adi
herifin ne işi vardı evlerinde?, Hamiyet’te doğru dürüst bilmiyordu bunu. ‘Ağabeyimin
arkadaşı’ demişti ama bu tesadüf ikisine de çok inandırıcı gelmemişti. Hamiyet gibi,
Mehmet’in de aklına bu herifin sırf Hamiyet’e ulaşmak için abisini kullandığı gelmişti.
İşler bu duruma geldikten sonra artık elini dahada çabuk tutması gerektiğini daha iyi
anlıyordu. Çünkü bir yandan sürekli kızlarına zengin bir damat bulma gayretinde olan
ailesi, bir yandan Alper gibi bir namussuzun o eve girip çıkması... “Keşke şu askerlik
şimdi olmasaydı” diye bir an isyan etti içinden. “Şimdi askere gitmeden hamiyeti istetip
nişan yapsa, askerden gelene kadar o serseri ailesinin yanında kalacaktı. Orada ne kadar mutlu olabilirdi ki ?Belki de, ha bire başının etini yiyip ‘Niye bizim istediğimiz biriyle evlenmedin’ diye burnundan getireceklerdi. O da yetmez gibi abisi olacak o herifle
bu adi Alper o evde bir araya gelip içecekler, bu kıza da kendilerine hizmet ettireceklerdi.” Bunları düşündükçe az önceki sakinleşmiş hali gene kaybolmaya başlamış yerine
öfke ve kızgınlık gelmişti. “Çarşamba günü Hamiyet bizimkilerle tanıştıktan sonra ,ilk
94
fırsatta ben de onun ailesiyle tanışıp bir an önce bu işleri yoluna sokmalıyım. Hatta, sadece benim onun ailesiyle tanışmam yetmez, aileleri de bir an önce bir araya getirip tanıştırmalıyım” diye düşündü telaşla. Çünkü olayların gidişatı göstermişti ki geçen her
saniye kendi aleyhineydi. O yüzden Hamiyet’le bir an önce konuşup bu tanışma fasıllarını bir an önce başlatmalıydı. Bu arada aklı halen burada yaşadıklarını hıçkırıklarla
anlatan Hamiyet’teydi. Onun şu an mağazada ıstırap içinde olduğunu düşündükçe isyan
ediyordu. Hiç düşünmeden yerinden kalkarak çiçeklerin yanına geldi ve büyük bir hırsla vazolardan en güzel çiçekleri toplamaya başladı. Tek amacı onun çektiği acıları azda
olsa hafifletmek ve hep yanında olduğunu göstermekti. Üstelik, bu sefer Sinan’ı da çağırmayıp, hazırladığı çiçekleri kendisi götürüp verecekti. Eline bir kağıt kalem alarak
üzerine küçük bir yazı yazdı bunu da katlayarak cebine koydu. Şu an tek dileği o ’nun
solan yüzünde küçük de olsa bir gülümseme görmekti. Babasını beklemeden dükkanı
kapatıp, mağazadaki çalışanların göstereceği tepkiyede aldırmadan çiçek buketini kaptığı gibi doğruca mağazaya gitti.
Hamiyet yaşadığı olaylardan dolayı oldukça yıpranmıştı. Tek tesellisiyse Mehmet’e o gün Alper’in evlerine geldiğini anlatmasına karşın bu olaylardaki masumiyetini
anlayıp bu zor durumda kendisine destek vermesiydi. Ayrıca içinde sır olarak tutmaya
karar verdiği bu olayı Mehmet’e anlattığı için vicdanı da ayrıca rahatlamıştı. Duygulanmıştı gene. “İyi ki varsın Mehmet, iyi ki sevmişim seni. Eğer bu zar zor katlandığım
olaylarda sen olmasaydın ben biterdim artık.”diye geçirdi içinden.
Mağazada çalışan arkadaşları, Hamiyet’in bir gün mutlu, bir gün gözü yaşlı gelmesine alışmışlardı artık. Kızcağızın ailesiyle olan sorunlarını az çok biliyorlardı. Mehmet’i de ne kadar çok sevdiği ,onlar için bir sır da değildi artık. Mehmet’in mağazaya
sürekli gelip gitmesinden ve ayrıca gönderdiği çiçekten dolayı arkadaşları iyice meraklanıp Hamiyet’e neler olduğunu anlatması için ısrar etmişler , hamiyet de onları kıramayıp Mehmet’e olan duygularını olduğu gibi anlatmıştı.
Hamiyet şu an üzerine bluz deneyen müşterisiyle ilgilenirken, Mehmet’i düşünüyordu. Daha onunla beraberliklerinin baharını yeni yeni yaşamaya başlarken, bir anda
onu ailesinin sorunlarıyla istemeden de olsa karşı karşıya getirmişti ve bundan dolayı da
büyük bir utanç duyuyordu. “Çaresizim Mehmet” Dedi kendi kendine. “Ne senden vazgeçebilirim, ne de ailemin dertlerini sana yansıtıp seni üzmeye mani olabilirim.”
Bir an Hamiyet’in gözü kapıdan giren kocaman çiçek buketine takıldı gözlerine
inanamadı! Çünkü çiçekler Mehmet’in ellerindeydi. Onu öylece görünce sevinçten ağlayacak gibi oldu.
Mehmet gülümseyerek yanına geldi ve işine mani olmamak için sadece “Sonra görüşürüz”dedi ve çiçekleri tezgahın üzerine bırakarak geldiği hızla mağazadan çıktı.
Hamiyet gene şok olmuş mutluluktan havalara uçuyordu! Kendisine gıpta edercesine
bakan arkadaşlarının ve bluz deneyen müşterisinin gözleri önünde çiçekleri eline alıp az
önce daralan yüreğini ferahlatırcasına derin derin kokladı. “Ah Mehmet! Sen varken
dünyanın bütün acıları bana boş gelir” dedi içinden. Çiçekleri koklayıp yeniden tezgahın üzerine koyarken , birden gözleri bir şey fark etti! Buketin kenarına ilştirilmiş bir
not vardı heyecanla notu alıp okumaya başladı:
-“ Hamiyet’im yalnız değilsin, her an senin için yanan kalbimdesin”
Aradan geçen üç günden sonra nihayet Gülbahar teyze’nin sabırsızlıkla beklediği
çarşamba günü gelmişti. Şu an mutfakta kızı Melek’le, Hamiyet’in de katılacağı akşam
yemeğinin tatlı telaşına düşmüşlerdi.
95
-“Anne çok merak ettim Şu Hamiyet’i, kardeşimi bu kadar mutlu ettiğine göre
belli ki iyi birisi , şimdi o da bizi çok merak ediyordur neyse gelsin de birbirimizi tanırız
nasılsa “dedi Melek.
-“Vallahi kızım ,en az ben de senin kadar merak ediyorum Hamiyet’i. Kaşını
,gözünü,huyunu, suyunu gelince göreceğiz. Ama Mehmet bu kadar sevdiğine göre iyi bir
kız olduğu kesin.”dedi Gülbahar teyze.
-“Desene anne artık Mehmet de gidiyor, babamla baş başa romantik kumrular gibi
takılırsınız.”dedi Melek gülümseyerek.
Fakat kızının şaka yollu söylediği bu sözler Gülbahar teyze’nin bir anda efkarlanmasına neden oldu. Başını hafifçe kızına çevirerek hüzünlü gözlerle ona baktı. “Kızım
ben sizleri hiç kimseye muhtaç etmeden en iyi şekilde yetiştirmek için elimden geleni
yaptım. Tabii ki sizlerden ayrılmak kolay değil, onun acısını gel benim yüreğime sor..
Ama taktiri ilahi bu. Sizler de yuva kuracaksınız. Bak sen şimdi ne güzel evlendin, yuvanı kurdun bizden ayrıldın. Ama, istediğin zaman bir araya geliyoruz değil mi? Hem
sen evlenmeseydin ben minik Buse’mi sevebilir miydim?” dedi.
Melek çok hislenmişti annesin bu anlamlı sözlerine. Bu sırada salonun telefonu
çaldı.
İhsan bey, iftihar eden gözlerle şu an annesini telefonla arayan Mehmet’e bakıyordu. Saçlarını bugün ayrı bir özenle taramış oldukça da şık giyinmişti oğlu. “Ee kolay mı
bugün kız arkadaşını bizlerle tanıştırmaya getirecekti ilk kez”diye aklından geçirdi.
-“Alo! Merhaba anne kolay gelsin” dedi Mehmet coşkulu bir sesle. “Hazırladınız
mı bakalım yemekleri akşam Hamiyet’le kalite kontrole geleceğiz ona göre” dedi gülerek. Arkasından da “Eve gelecek bir eksiğiniz var mı?” diye de ekledi.
-“Oğlum biz hazırız, ne zaman isterseniz teftişe gelebilirsiniz” dedi annesi. “Bu
arada bir eksiğimiz yok, siz sağ salim gelin yeter” diyerek telefonu kapattı Gülbahar
teyze.
Hamiyet bugün belki de en heyecanlı gününü yaşıyordu. Delicesine sevdiği Mehmet’inin ailesiyle ik kez tanışacaktı . Sabah evden çıkarken sahip olduğu tek takım elbisesini içine beyaz bir gömlekle beraber giymişti. Evden gelirken de kuaföre uğrayarak
simsiyah saçlarını bir güzel topuz yapıp , o up uzun kirpiklerinin üzerine de perçemlerini düşürmüştü. Hamiyet’in bu büyüleyen muhteşem güzelliği mağazada çalışan arkadaşlarının da büyük bir hayranlığını kazanmıştı. Onun bu akşam Mehmet’in ailesiyle
tanışacağını bilen arkadaşları onun yanına gelip hem muzipçe takılıyor hem de bu çok
sevdikleri arkadaşlarının sevincini paylaşıp ona şans diliyorlardı.
Hamiyet’i bütün bu güzel olaylar karşısında kaygılandıran ise, Mehmet’in ailesinin
kendi ailesiyle ilgili soracağı sorulardı! En çok tasalandığı soruların başında da abisinin
işi ve kendisinin okul durumu geliyordu. Saate baktı , baktığı anda da vücudunu büyük
bir hararet bastı! Vakit gelmişti ve Mehmet de şu an onu kapının önünde bekliyor olmalıydı. Hemen elindeki işleri bitirerek arkadaşlarına “Bana şans dileyin” dedi ve büyük
heyecanla mağazadan çıktı.
Mehmet, uzun uzun alıcı gözlerle baktı, karşısında durup da kendisine hafif utanarak bakan bu güzeller güzeli takım elbiseli kıza. “Kusura bakmayın ben bir kız arkadaşımı bekliyordum. Ama, öyle güzelsiniz ki size böyle hayranca bakmadan edemedim.”dedi mehmet.
-“Aa öyle mi, adı neymiş bakalım bu kız arkadaşınızın?” dedi Hamiyet ve sonrada
gelip kendisine iltifat eden Mehmet’e bir güzel sarıldı.
96
Salonda ki masa birazdan akşam yemeğine gelecek olan Hamiyet ve Mehmet için
özenle hazırlanıp birbirinden güzel yemeklerle donatılmıştı. İhsan amca da dükkanı
normalden daha erken kapatıp evdeki bu heyecanlı bekleyişe az önce katılmıştı.
Basamakları bir bir çıkıp Mehmet’lerin dairesine yaklaştıkça , Hamiyet’i her geçen saniye daha da artan bir heyecan sarmaya başlamıştı. Mehmet’in elini sıkıca tutarak ondan güç almak istedi. Aslında Mehmet’in annesi evde şu an yalnız olsa belki bu
kadar paniklemeyecekti, Ama, Mehmet’in babasının ve öğretmen olan ablasıyla, eniştesinin de orada olacaklarını düşündükçe neden se kendin de bir güvensizlik hissediyordu. Çünkü hep beraber sohbet ettikleri bir anda okul durumunu sorsalar ve “Okulu şu
durumdan dolayı yarım bıraktım desem bu okumuş insanların önünde yerin dibine gireceğim” diye düşünüyordu. Sadece bu da değildi ailesiyle ilgili sorulacak bütün soruların cevaplarını düşündükçe daha şimdiden utanır olmuştu!
Mehmet zile uzunca bastı, en az oda Hamiyet kadar heyecanlıydı. Onu çok seveceklerini biliyordu, ama tek endişesi ailesinin Hamiyet’e onun ailesiyle ilgili bir şeyler
sorup kızcağızın kendini kötü hissetmesiydi.
Kapıyı Melek açtı, önce Mehmet’e kısa bir bakış yaptıktan sonra güzelliği kendisini de büyüleyen Hamiyet’e baktı dikkatlice. Sonra da “Hoş geldiniz, buyurun” diyerek
onları içeri aldı. Hamiyet önde Mehmet arkada salona doğru giderken Melek bir anda
kardeşinin kolundan tuttu ve Hamiyet’in göremeyeceği bir şekilde “Böyle güzel bir kızı
da nereden buldun” dercesine baş parmağını havaya kaldırıp salladı.
Salonda ayakta kendisini bekleyen Gülbahar teyze’yle, Murat da Hamiyet’in güzelliği karşısın da etkilendiler. Zaten, İhsan amca da herkes den önce onu dükkanda
görüp güzelliğini karısına anlatmıştı.
Hamiyet, İhsan bey’le, Gülbahar teyze’nin ellerini öptükten sonra Melek ve Murat’la tokalaşarak Mehmet’le beraber televizyonun yanında ki ikili koltuğa oturdu.
Karşılıklı hal hatır sorulduktan ve kısa ama hoş bir sohbetin ardından, İhsan bey ,
“Hadi bakalım sofrayı bekletmek doğru olmaz” dedi ve bunun üzerine hep beraber yemek masasına geçtiler.
Tabaklara konan leziz yemekleri yerken, İhsan bey, bir ara “Babanız çalışıyor
mu?” diye sordu Hamiyet’e.
Ailesiyle ilgili sorulara geçilmesi Hamiyet’i biraz germişti! Ama şu ana kadar ona
öyle sıcak davranıyorlardı ki o ilk baştaki telaşlı hali yerini biraz daha sakinliğe bırakmaya başlamıştı. “Kendisi şu an çalışmıyor bir fabrikadan emekli oldu.”dedi
Bir ara Hamiyet’in mağazada çalıştığını önceden bilen Melek merakla sordu:
-“Hangi mağazada çalışıyorsun? Bildiğim kadarıyla bizim dükkana yakın bir yerdeymiş”
-“Evet sizin dükkana yakın, caddenin biraz daha yukarısına doğru. Belki de biliyorsunuzdur? ‘Şık Giyim’ dedi Hamiyet.
-“Aa.. orasını biliyorum” dedi Melek heyecanlı bir sesle. “Çok kaliteli ürünler satılıyor sizin orada.”
Hamiyet gülümseyerek “Evet” dedi.
-“Peki senden başka kardeşin var mı kızım?” diye sordu Gülbahar teyze.
Hamiyet’in cevaplamaya çekindiği sorulardan bir tanesi de buydu ama sadece “Bir
ağabeyim” var dedikten sonra ,Gülbahar teyze’nin daha fazla ayrıntıyla sormaması onu
rahatlatmıştı.
Konuşmalar sıcak ve keyifli bir şekilde uzayıp giderken, tabaklara konan yemeklerde tek tek bitmişti. Hamiyet’i tedirgin eden birkaç soru dışında oldukça neşeli bir
yemek olmuştu. En çok da Gülbahar teyze’nin, zamanın da İhsan bey’in kendisi için
yaptıklarını konuşup gülmüşlerdi. Hamiyet bu aileyi çok sevmişti, ailesin de göremediği
sevgiyi, saygıyı, ilgiyi göstermişlerdi O’na.
97
Sofranın toparlanmasına Hamiyet de yardım etti, sonrada Melek’in “Sen içeri geç
ben yıkarım” ısrarlarına rağmen beraberce mutfağa geçip bulaşık yıkamaya başladılar.
Hamiyet’in bu sıcak kanlılığına, mütevaziliğine hayran kalmıştı Melek. Konuşmasından
oldukçada akıllı olduğu bu kızın neden okumayıp ta çalıştığına şaşırmıştı doğrusu! Merak edip sordu:
-“Hamiyet okul durumun nedir? Liseden sonra okumayı düşünmedin mi?”
Okulla ilgili, işte bu soru öğretmen olma isteğiyle yanıp tutuşan Hamiyet’in bir türlü
kapanmak bilmeyen yarasını bir anda kanatmaya başladı! “Ne demek liseden sonra
okumayı düşünmedin mi? Sanki liseyi bile bitirmesine müsaade etmişlerdi de”diye içlendi bir an. Başını önüne eğip lavaboda duruladığı tabağa baktı bir an, Melek’e ne söyleyebilirdi ki ? Her şeyi olduğu gibi anlatsa daha şimdiden neler düşünmezdi .Ama nereye kadar kaçabilirdi bu gerçeklerden ? Melek’in bir abla gibi sıcak davranmasının
verdiği cesaretle Mehmet’e anlattığı her şeyi Melek’e de anlattı.
Melek, elindeki bulaşıkları yıkamayı bırakmış hayretler içerisin de Hamiyet’in
anlattıklarını dinliyordu. Adeta içi parçalanmıştı! Bu gencecik kızın gülen yüzünün ardında çektiği acıları düşündü bir an, ne diyeceğini nasıl teselli vereceğini bilemedi. Nedense, bu dinlediklerinden sonra Hamiyet’e daha bir ısınır oldu, onu bir abla bir anne
gibi korumak, kollamak istedi.
“Üzülme” dedi Melek abla tonunda şevkatli bir sesle. “Bilmiyorum Mehmet sana
anlattı mı? Ben de öğretmenlik okudum ama tayinim başka bir yere çıkınca Murat ağabeyinden ayrılmamak için işimi şimdilik bırakmak zorunda kaldım. Ne oldu? Hayatın
sonu değil ya! Bak şimdi çok sevdiğim bir insanla evlendim mutlu bir yuvam,huzurlu
bir yaşantım var. Hem sen okumanı devam ettirmek için hala geç kalmış değilsin ki!
Liseyi dışarıdan bitirip, üniversite sınavlarına gene girebilirsin ve istersen ben sana ders
çalışman konusunda elimden geleni yaparım.”
Melek’in kendisiyle böyle içten ilgilenip, yardımcı olması Hamiyet’i derinden etkilemişti. Alışık olmadığı bir alakaydı bu.
Salonda otururlarken, Gülbahar teyze Mehmet’e manalı manalı bakarak:
-“Oğlum nereden buldun bu tatlı kızı ? Pek şirinmiş Maşallah” dedi.
-“Annem doğru söylüyor” dedi Murat Mehmet’e bakarak. “Çokta temiz bir yüzü
var.”
Bunları duydukça Mehmet’in koltukları kabarıyor, hem Hamiyet gibi birisini bulduğu için hem de, Hamiyet’in davranışlarından dolayı kendisine gelen bu övgü dolu sözlerden dolayı gurur duyuyordu. Bu arada Mehmet’in aklı, içeride ablasıyla bulaşık yıkayan Hamiyet’in neler konuştuklarındaydı.
Bir süre sonra melekle, Hamiyet de gülerek salonda oturanların mesut olmuş bakışları eşliğin de gelip onlara katıldılar. Hamiyet de, Mehmet’in ailesi de birbirlerinden
çok hoşlanmışlar ve bu hava eşliğinde birbiriyle sıcak bir sohbete dalmışlardı ki, vaktin
ne kadar çabuk geçtiğini fark etmemişlerdi bile.Hamiyet hiç ayrılmak istemediği bu insanlardan müsaade isteyerek kalkmak zorunda olduğunu söyledi. Onları daha yeni tanımasına rağmen hepsini de çok sevmişti ve şu an onlarla yaptığı sohbetlerin tadı damağında kalarak ayrılıyordu buradan. Nedense, onların yanında kendini çok kıymetli birisi
gibi hissetmişti.
Salonda oturanlar, az önce evden çıkan Hamiyet ve Mehmet’le ilgili konuşuyorlardı.
-“Aferin Mehmet’ime” dedi Gülbahar teyze. “Ben bu kızı çok sevdim. Hem cana
yakın hem terbiyeli. Mehmet’i de çok seviyor baksana gözlerini bir saniye bile üzerinden ayırmıyor.”dedi. Sonra Melek’e dönerek:
-“Ne yaptınız kızım? Neler konuştunuz bakalım mutfakta?” diye sordu.
98
Melek durgun gözlerle annesine bakıp “Ben de çok sevdim Hamiyet’i.” dedi. Derince bir
iç çektikten sonra hüzünlü bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
-“Hamiyet bana bazı şeyler anlattı hem canım sıkıldı, hem de çok üzüldüm.”dedi
Az önce yeni tanıyıp, çok sevdikleri bu gelin adayıyla ilgili güzel güzel konuşurken, Melek’in söylediği bu sözler salonda bulunanların bir anda kaygılanmalarına neden oldu!
İhsan bey ciddileşmiş yüzüyle:
-“Ne oldu kızım? Ne söyledi ki Hamiyet sana?”diye sordu.
Melek anlatmaya başladı:
-“Baba sanırım Hamiyet’in ailesiyle ilgili biraz sorunları var. Mutfakta konuşurken bir ara ‘Okulu ne yaptın diye sordum’ Bana dedi ki ‘Aslında benim de en büyük
hayalim bir öğretmen olmaktı’ Ama ailesi daha liseyi bile bitirmesine izin vermeden
okuldan almışlar kızı. Yazık! hala bunun acısını atamamış içinden.”
Salonda herkesin üzerine bir hüzün bulutu çökmüştü!
İhsan bey’in keyfi kaçmıştı bu duydukları karşısında. Hem kızcağıza üzülmüş hem de
böyle bir aileyle dünür olmanın endişeleri basmıştı içini. Fakat canını sıkan bu durumu
hemen ailesiyle konuşup daha işin başında onların olumsuz yönde fikirler geliştirmelerini istemedi ve herkesin yüzünde oluşan kederli hali silmek için de konuyu
değiştirmek istedi.
-“Sağlık olsun bakalım” dedi İhsan bey. “Kızcağızın suçu yok baksana istediği halde okulu bitirememiş. Ama işi işten de geçmiş değil. Eğer okumak isterse Melek kızım
sen ona gereken yardımı yaparsın olur mu?” Sonra da oradakileri biraz daha neşelendirmek için eşinin yüzüne bakarak, “Senin oğlan da az değil hani! Baksana babası gibi
kızların en güzelini koluna takıp getirmiş” Dedi.
Bu sözler az da olsa salondakilerin üzerine çöken karanlık sis bulutunun dağılmasına neden oldu.
Gülbahar teyze, az önce ikili koltukta oturan Mehmet’le, Hamiyet’i daha şimdiden
birbirlerine öyle çok yakıştırmıştı ki, o an onların resimlerini çekip rahmetli annesinden
kalan kenarları sedefle işlenmiş ve yıllardır içi boş duran çerçeveye yerleştirdiğini hayal
etti.
***
Hava kararmış, saat de oldukça ilerlemişti. Hamiyet’in eve gelmeyişine huylanan
Asım, “Lan ana saat kaç oldu? Bu kız daha ortada yok” dedi.
-“Gelir oğlum gelir şimdi” dedi anası. “Akşam üstü aradı beni, mağazada yeni sezon mu ne ona benzer bir şey dedi. Yeni bir sürü mal gelmiş onları açacaklarmış.” Aslında anası da sabırsızlıkla bekliyordu Hamiyet’i ama geç kaldığı için değil, gelir gelmez
Alper’den bahsedip kafasına sokmak için. Tek düşündüğü ayaklarına kadar kendiliğinden gelen bu cevher gibi kısmeti kaçırmamaktı. “Yoksa bizim mal kafalı kız gözünü
açana kadar elin fingirdek kızları çoktan bu çocuğu çarpar götürürlerdi.” diye düşünüyordu. Aklına birden, Hamiyet’in geçen gün evde Alper’i gördüğündeki telaşlı hali geldi.” Tabi ya hınzırın kızı”dedi içinden. “O da o gün Alper’e göz koydu da benden çekindiğinden diyemedi. Vay gavur vay! Ben de burada boşuna dövünüyom kızın aklına o
çocuğu nasıl sokacağım?”.
Evden çıktıktan sonra Mehmet’le Hamiyet beraberliklerini bir adım daha ileriye
götürmenin mutluluğuyla ellerini daha bir sıkıca birbirlerine kenetlemişlerdi. Şu an
otobüsten inip Hamiyet’in evine doğru yürürken birazdan birbirlerinden ayrılacak ol-
99
manın üzüntüsünü yaşıyorlardı. Epey yaklaşmışlardı ki Hamiyet, “Ben bundan sonrasını yalnız gideyim” dedi.“Her şey için çok teşekkür ederim.” diyerek birkaç adım atmıştı
ki! Gerisin geri dönerek tekrar Mehmet’in yanına geldi. “Sana bir şey söylemek istiyorum”dedi. “Çok şanslısın biliyor musun? Çünkü öyle güzel, öyle şefkat dolu bir ailen
var ki insan onların içinde hiç mutsuz olur mu? Bu akşam yemeği beraber yerken çok
farklı duygular hissettim. Ne bileyim, demek ki insan evinde böyle neşeli ve huzurlu da
olabiliyormuş. En çok da annenle babana bayıldım, sanki iki arkadaş gibi yemek boyunca birbirlerine hoşça takılıp durdular.” Hamiyet’i bunları söylerken sesinde keder vardı. Mehmet’in yüzüne çaresizce bakarak:
-“En çok ne isterdim biliyor musun Mehmet? Evde ailemle böyle vakit geçirebilmeyi. Ama, geçiremesem de önemli değil çünkü seninle evlendiğimizde vakitlerin en güzelini artık kendi evimizde geçireceğimden hiç şüphem yok.”
Hamiyet’in bu dokunaklı sözleri ehmeti kah gururlandırdı, kah kederlendi. Onun
bugün ailesiyle tanışıp onları çok sevmesinden dolayı hoşnut olmuştu , ama birazdan da
o hiç mutlu olmadığı, sürekli horlandığı eve gideceğini düşündükçe de dertlenip duruyordu belli etmeden. Hamiyet’in ellerini sıkıca tutup:
-“Her şey güzel olacak hiç merak etme sen.”dedi. “Emin ol ki bizim de sadece
mutluluğun var olduğu bir yuvamız olacak için rahat olsun” diyerek bir eliyle de saçını
ve yüzünü okşadı ona güç verircesine. “Bu arada haberin olsun bir an önce bende senin
ailenle tanışmak istiyorum. Askerden önce nişanlımı şöyle koluma takıp rahat rahat
dolaşayım değil mi ?”dedi gülümseyerek.
***
Murat’la, Melek akşam yemeğinden sonra kendi evlerine çıkmış bu akşam tanıdıkları Hamiyet’le ilgili konuşuyorlardı. Melek, düşünceli bir şekilde:
-”Ne dersin, Hamiyet işi ciddileşirse ailesiyle ilgili bir sorun çıkar mı?” diye sordu
Murat’a.
Aslında Melek, Hamiyet’le mutfakta konuşurken, hisleri bu beraberliğin tatsız
olaylara gebe olacağını söylemişti. Ama, bunu murata söylemeden onun da bu konu da
neler düşündüğünü öğrenmek istedi.
-“Bilmiyorum” dedi Murat. “Senin anlattıklarından sonra ben de Hamiyet’in ailesiyle ilgili karamsarlığa düşmedim değil, ama şimdiden çok da önyargılı olmak istemiyorum. Bakarsın belki de iyi insanlardır. Olur ya, Hamiyet’i parasızlıktan dolayı gönderememişlerdir okula. Zaten, işler bu şekilde hızlı giderse er geç tanışıp nasıl insanlar
olduklarını göreceğiz.”
Üzerini değiştirip, büyük bir iç huzuruyla yatağına uzanan Hamiyet, bu akşam
Mehmet’lerde yediği o güzel akşam yemeğini en baştan yeniden düşünmeye başladı. Şu
an nedenini bilmesede kendini çok mühim biriymiş gibi hissediyordu. Bugün değer
görmüştü söyledikleri.. ilgi bulmuştu hevesleri.. sevgi merheminin kuşatmasında kalmıştı, aşağılanmanın açtığı yaraları. Bunları düşündüğü sırada açılan kapıdan annesinin
gülümseyerek girdiğini fark etti. Bakışlarından kendisine bir şeyler diyeceğini anlamıştı
gene, ister istemez gerildi acaba gene ne diyecekti annesi? “İnşallah” dedi içinden, “Gene canımı sıkacak bir şey yoktur.”, diye umut etti. “Yoksa bu akşam benim eve tekrar
neşeli geldiğimi görüp vicdan azabı mı çekiyor?” diye bir an üzüldü annesine. “Hatalarını anladılar belki de.” ‘Kızım kusura bakma biz seni marketçi adama vermeye kalkışmakla yanlış yaptık, var git gönlünün seçtiğini sahiplen.’ diyecekti. Bunları düşün-
10
dükçe yüreği umutla kabarıp hızlı hızlı atmaya başladı. Nerdeyse kalkıp annesine sarılıp
ağlamak geldi içinden.
-“Kızz! Nerede kaldın? diye azarladı annesi. “Sezon mudur nedir, senden başka
açacak kimse kalmadı? Haberin var mı? ağabeynin öfkesini bastırmasaydım az kaldı
tepeleyecekti seni”.
Gene bir hayal kırıklığı yaşıyordu Hamiyet! Halbuki birkaç saniye önce umut dolu
neler düşünürken, annesinin daha odaya girer girmez zehir gibi acı konuşmaları bir
anda Hamiyet’in onurunu da ,paylaşmak istediği güzel hayalleri de yerle bir etti.
Annesi halen kızgınca konuşmaya devam ediyordu:
-“Bana bak kız, sana bir şey söyleyeceğim yalnız kulaklarını iyi aç da dinle. Şu
ağabeyinin arkadaşı var ya! Hani şu kocaman kuyumcu dükkanı olan çocuk burada
gurbet elde bir başına, mert, delikanlı üstelik denizin kumu gibi de parası varmış. Ayrıca evli de değil. Ee.. haklı senin gibi bir kız var mı ki etrafta evlensin?” Bunları kızına
söylerken bir yandan da onun söylediklerine verdiği tepkiyi sezmeye çalışıyordu.
Hamiyet’in cinleri tepesine çıkmış, çıldırmasına az kalmıştı! Annesinin Alper’i
böyle öven sözleriyle lafı nereye getirmek istediğini çok iyi biliyordu. Dayanamadı ve
annesinin gözlerine hışımla bakarak:
-“Kız ana! Banane adamın parasından pulundan, efendiliğinden! Sen gene bana ne
demeye getiriyorsun?” diye yüksek sesle bağırdı annesine. Bu arada sinirden her yeri
zangır zangır titremeye başlamıştı.
-“Kız sen aptal mısın! Şu cahil kafanı değiştirmeyecek misin?” diye azarladı annesi. “Kör mü oldu gözlerin ahmak kızım benim? Böyle bir fırsat kaçar mı hiç? Elalem
böyle zengin adamların peşinden koşar, sen kapımıza dayanan kısmete yüz çeviriyorsun.
Dur bakalım biz istesek de o adam senin gibi dangalağı isteyecek mi? Beni iyi dinle,
marketçi adamı kaçırdın hadi ona bir şey demiyorum. Amaa.. Eğer bu altın gibi çocuğu da kaçırırsan bak gör ben sana ne yapıyorum?” diye de tehdit etti.
-“Yeterrr! Yeter!” diye haykırmaya başladı Hamiyet. Anasının hakaretlerinden
dolayı ağlama krizine girmişti!
-“Ne istiyorsunuz benden ya? Beni delirtmek mi istiyorsunuz? Yerin dibine girsin
marketçisi de, Alper denen o pis herif de! İkisinin de canı cehenneme tamam mı?” Hamiyet o kadar öfkelenmişti ki bir anda bu öfke ona cesaret verdi. Annesinin gözlerinin
içine hiddetle bakarak:
-“Bak anne” dedi. “Ben Mehmet’i seviyorum, ve ondan başka varacağım tek yer
de mezar olur! Hepiniz bunu kafanıza sokun” dedi gözyaşları içinde.
Anası hırsla odadan çıkarak, mutfaktaki kocasının yanına gitti.” demek Mehmet’i
seviyorsun ha! Baban sana şimdi Mehmet’i sevmek ne demekmiş bir göstersin bakalım”
diye söylendi kendi kendine.
-“Adam.. adam! Namusumuz iki paralık olmuş sen burada kıçını kırmış oturuyorsun!
Battal bey namus kelimesini duyunca kulaklarına kadar kızardı! Elindeki sigarayı
yere fırlatarak hırsla ayağa kalktı.
-“Ne diyorsun lan sen şapşal karı? Ne manusu ?”Diyerek karısını kolunu öfkeyle
sarsmaya başladı.
-“Bana soracağına git o uğursuz kızına sor” diyerek kocasını biraz daha hışımla
Hamiyet’in üzerine salmak istedi.
Battal bey delirmişçesine Hamiyet’in odasına koştu, ağlamaktan yatağında yarı
baygın halde yatan Hamiyet’i saçlarından tutarak küfürler eşliğinde tokatlama başladı.
Ağzı burnu kan içinde yere düşen Hamiyet’i bu kez de öldürürcesine yerde tekmelemeye
devam etti. Battal bey’in her yanına Hamiyet’in kanı bulaşmıştı. Kızını iyice bir döv-
10
dükten sonra, namusunu temizlemenin verdiği gururla odadan çıkarken, geride kanlar
içinde kalan Hamiyet’in iniltileri duyuluyordu.
***
Mehmet iyice huysuzlanmıştı! Çoktan öğle vakti olmasına rağmen bu sabah Hamiyet dükkana gelmemiş, dahası çalıştığı mağazayı az önce aradığında oraya da gelmediğini söylemişlerdi. Gene içini kurt kemirmeye başladı. “Hamiyet gene neredeydi?”diye
düşündü. Burayı da aramamıştı bu saate kadar. Aklına gelen tek şey dün akşam eve
biraz geç gitmesinden dolayı, ailesinin sorun çıkarabileceğiydi. Ama, dün annesini arayıp geç geleceğini zaten söylemişti. Bunalmış bir şekilde derin bir “of” çekti ve gidip
sandalyeye oturarak başını iki elinin arasına aldı. “Ne olmuştu? Yoksa ailesine benden
mi bahsetti? Eğer bahsettiyse!..” işte bunu düşündüğü an Mehmet’in yüzünde korkulu
bir hal belirdi! Aklına arka arkaya bir sürü kötü düşünce gelmeye başladı. Dünden bugüne sarkan neşesi bir anda kaybolup gitti. Biraz daha bekleyip “Eğer Hamiyet’ten bir
haber çıkmazsa, en son çare olarak onun ev telefonunu ablama söyleyip arattırmak.”
diye düşündü. Ama, bunu en son ihtimal olarak saklıyordu, çünkü Hamiyet evinin telefon numarasını verirken ‘Çok çok önemli olmadıkça sakın arama! Ve eğer arayacak
olursan da ablan arayıp ben mağazadan arıyorum desin. Yoksa senin aradığını ve ya
arattırdığını öğrenirlerse dünyayı bana dar ederler’ demişti.
Gülbahar teyze’yle, İhsan amca “bu çocuğa gene ne oldu” dercesine sofrada tatsız,
tuzsuz akşam yemeğini yiyen Mehmet’e bakıyorlardı.
Gülbahar teyze dayanamayıp sordu:
- “Neyin var Mehmet pek neşen yok gibi hasta mısın yoksa ?”
-“Yok anne iyiyim, sadece biraz yorgunum o kadar.” dedi ve müsaade isteyip “İyi
akşamlar.” dedikten sonra sessizce odasına geçti.
İhsan bey bir şeyler sezinlemişti, hanımına bakarak:
-“Bizim bu oğlanın gene tadı kaçmış, büyük ihtimalle gene hamiyetle araların da
sıkıntı var. Bugün dükkanda da hiç keyifli görmedim Mehmet’i” dedi.
***
Gülsüm’ün yüreği dağlanmıştı, yediği tekme ve tokatlardan yüzü gözü şişip morarmış ve şu an yatağında çektiği acılardan dolayı inleyen Hamiyet’in içler acısı haline.
Yanına oturarak saçlarını okşamaya başladı.
-“Ne senin yüzün güldü, ne benim yüzüm güldü bu kahrolası evde. Hadi ben alıştım ayyaş ağabeynin edepsizliklerine, ananla babanın pis pis konuşmalarını da, ya sen?
Yüreğim götürmüyor artık senin bu körpe halinle yaşadığın bunca zulüme. Vicdansızlar
hepsinin elleri kırılsın başlarına taş yağsında sen de, ben de kurtulaydık. Senin için hep
dua ediyorum Allah’ım bu biçare kız ne olur benim çektiğimi çekmesin. Sen ona dürüst
bir insan nasip et ki hemen bu kızı burada daha da eriyip solmadan çekip alsın götürsün
bu cehennemden hak ettiği ve yüzünün artık hep güleceği bir yuvaya.”dedi sessizce. Bu
arada Gülsüm yenge’sinin kederden akan gözyaşları Hamiyet’in yatağına damlıyordu.
10
Yesin diye tepsiye koyarak getirdiği çorbadan birkaç kaşık içirmek istedi, ama Hamiyet’in başını bile kaldırmaya takati kalmamıştı.
-“Hadi kız ne olur birkaç yudum bir şey iç de benim yüreğimi daha fazla parçalama. Bak ne zamandan beri ağzına bir damla koymadın, şimdi hepten hasta olup beter
olacaksın” dedi. Hamiyet başını hafifçe yengesine çevirerek parçalanmış dudaklarıyla
yengesine bir şeyler demeye çalıştı. Yengesi zor da olsa Hamiyet’in kendisinden bir kağıtla kalem istediğini anladı. Hemen sehpanın üzerindeki defterden bir kağıt parçasıyla
kalemi ona uzattı ve üzüntüyle Hamiyet’in ne yazacağına bakmaya başladı.
Hamiyet başını zorla doğrultarak yengesinin omzuna yasladı.
-“Yenge senden bir ricam var, Mehmet’e bir mektup yazacağım lütfen bunu hemen postaneden ona gönderir misin? Bu benim için çok önemli” dedi ve başını yengesinin omzundan çekerek tükenmiş vücuduyla yeniden karanlıklara gömüldü.
Yengesi kendini tutamayıp için için ağlamaya başlamıştı. Ailesinin neden Hamiyet’e
bu kadar eza ettiklerinin sırrını artık içinde tutamayıp ilk fırsatta O’na söylemeye ve
bu kızı bir an önce, bu evden cesedi çıkmadan kurtarmaya karar vermişti!
***
Öğlen güneşi vitrindeki altınları daha bir parlatırken, “Alper abi” dedi, yanında
çalışan elemanı.“Gelen müşterilere hep yok çekip kaçırıyoruz abi haberin olsun. Elimizdeki çeşit de iyice azaldı, böyle giderse satacak bir şey kalmayacak. Diyorum ki toptancılara gitsen de şöyle güzel bir çeşit yapsan, özellikle şu tek taşlardan ve incili setlerden.
Elimizde sadece demode modeller kaldı, anca çeyrek satıyoruz benden söylemesi.”
-“Boş ver oğlum”dedi Alper umussamaz bir tavırla. “Almazsa almasın şerefsizler!”
Sen elinde olanı satmaya bak. Demode memode o da altın değil mi sanki?”
Yanında çalışan elemanı bozulmuştu Alper’in dükkanın kötü gidişatına seyirci
kalmasına ve nerdeyse durma noktasına gelen satışları umursamamasına! Böyle giderse
yakında kapıya kilit vurulacağı kesindi, çünkü Alper kasaya giren bütün parayı gittiği
pavyonlarda yemeye başlamış, bu yetmez gibi son günlerde kumar oynanan
kulüplerlerden çıkmaz olmuştu. Sürekli arayıp, “Oğlum niye para göndermiyorsun?”
diyen babasından başka, son zamanlarda birileri de arayıp ısrarla ne zaman ödeme yapıp yapmayacağını soruyorlardı. Ne zaman bu adamlar arasa Alper sürekli olarak büyük bir korkuyla “Tamam abi, halledeceğim abi” diyor eli ayağı birbirine dolaşıyordu!
Elemanı, bu arayanların kumar ve pavyon borcundan dolayı arayanlar olduğunu biliyordu.
Bu arada dükkandaki sermaye iyice tükenirken, Alper de sinsice planlar kurmaya
başlamıştı. Buna göre, Asım’ı önce pavyona götürüp bir güzel içirecek sonrada kumar
oynadığı kulübe götürerekti. Daha sonrada orada birikmiş borçlarına karşılık ona senet
imzalattırıp borçlarını O’na yıkacaktı. Hemen eline telefonu alarak Asım’ı aradı. Telefonu Battal bey açtı.
-“Alo! Amcam sen misin? Ben evladınız Alper saygıyla ellerinden öperim. Sizleri
özledim de şöyle arayıp bir sesinizi duyayım dedim. Asım ne yapıyor gene yatıyor mu?
Söyle ona bundan sonra artık öyle öğlene kadar yatmak yok. Kaç gündür ona kuracağım işle uğraşıyordum çok şükür onu da bugün hallettim, gerçi halledene kadar öldüm
geberdim ama sizlere canım feda olsun. Amcam sen şimdi Asım’a selam söyle akşama
şöyle güzelce bir traş olup, en güzel kıyafetlerini giysin sonra da benim gelmemi beklesin. Hadi amcam senin de, anamın da ellerinden öperim. Ha! Bu arada Hamiyet bacıma
da selam edin.” diyerek telefonu kapattı. Sonra da kendi kendine “Demek Hamiyet bacı
10
ha” diye alaycı bir şekilde sırıtmaya başladı. “Şu bacının tadı nasılmış bakmaya çok az
kaldı, dayan oğlum Alper dayan”diye şehvetli bir iç çekti.
Asım’ın annesi, coşkuyla tuvaletten yeni çıkan oğlunu kolundan tutarak salona
getirip oturttu. Sonra kendisi de yanına oturarak “Akıllı oğlum benim”dedi ve başını
okşamaya başladı.
-”Bil bakalım az önce kim aradı ?”dedi sevinçle.
Asım daha yeni uykudan kalkmanın mahmurluğunu atamamışken, bir de annesinin
telaşla kolundan tutarak salona getirmesinden dolayı aklı karışmıştı! Annesine şaşkın
gözlerle bakarak:
-“Kimmiş arayan”diye sordu.
-“Lan deli oğlum kim arayacak? “Seni kardeş gibi sevip, değerini bilen kim var de
bana?”
Asım heyecanla anasına bakıp:
-“Yoksa Alper mi aradı? diye sordu.
-“Tabii o aradı” dedi annesi. Bu akşam şöyle güzelce giyinip, tıraşını da olsun benim gelmemi beklesin’ dedi. Hem de niye geliyormuş biliyor musun?” dedi sevinerek.
Asım’ın gözleri meraktan kocaman kocaman olmuştu! “Niye geliyormuş” diyerek
anasına baktı.
-“Lan benim eşşek oğlum! Sen kaç gündür bu adamı aramıyorsun?”diye sordu
oğluna. Sonrada O’nun susup cevap vermediğini görünce anası konuşmaya devam etti:
-“Sen adamı arayıp hal hatır sorma? Adamda aman Asım, canım Asım diyerek
sana iş kurmak için kendini parçalasın! Anlayacağın adam sana kuracağı işi halletmiş,
akşam da seni oraya götürecek her hal. Bu arada sana ne diyeceğim biliyor musun?”
diyerek hafifçe kulağına eğildi. “Baban bu arsız kızı niye dövdü hiç haberin var mı?
Yok tabi! Evin namusu yerlerde geziyor hiç umurunuzda değil.!
Asım delirmiş gibi anasının yakasını tuttu!
-“Ne diyorsun lan ana sen? Ne olmuş bizim namusumuza? diyerek bağırmaya başladı!
-“Dur hele dur, dana gibi bağırmada beni güzelce bir dinle şimdi.” dedi anası. “Bu
senin kardeşin olacak kıt akıllı ne yapsa iyi? Bize hiç belli etmeden itin birine meyil etmiş. Hem de ne meyil ondan başkasına varmam diyor!
Asım bunu duyur duymaz bir hışımla yerinden kalkmaya çalıştı. Ama, anası kolundan tutarak zorla tekrar yanına oturttu.
-“Dur şurda diyorum, hemen celallenme” diyerek oturduğu yerde köpüren oğlunu
zorla zapt etmeye çalıştı.
- “Gözünü kulağını bana ver de söyleyeceklerimi iyi bir dinle şimdi. Lan oğlum!
Hepiniz de mi kör oldunuz? Biz senelerdir bu kıza zengin bir koca bulacağız diye yırtınmıyor muyuz? dedi anası.
-“Ee ne olmuş yani yırtınıyorsak ? dedi Asım annesini pek anlamamışçasına.
-“Peki” dedi anası. “Senin bu arkadaşın Alper, adam gibi bir kız bulup evlenmek
istemiyor mu şimdi?
Asım biraz öfkelenmiş bir halde “Sen sanki bilmiyor musun da bana soruyorsun,
bulsa elbet evlenecek” diye çıkıştı anasına.
Anası “Daha anlamadın mı sen benim demek istediği mi ?”diyerek yan yan baktı
oğluna. “Demek sen de kapımıza kadar gelip hatta içine girip kucağımıza oturan kısmeti
göremedin ha? Yazıklar olsun hepinize” dedi anası. Artık iyice kızmaya başlamıştı oğlunun, anlamasını istediği şeyi hala anlamamasına.
Asım annesinin ne söylemek istediğini en sonunda anlamış, sakallı yüzünde sinsice
bir gülümseme belirmişti. Sonra hafifçe başını sallayarak:
-“Tabi ya ! Ana sen var ya dinime imanıma şeytanı bile tokatlarsın” dedi.
10
Asım’ın, bu akıllılığını öven sözü anasını gururlandırmış, deminki sinirli halini alıp
biraz daha rahatlatmıştı.
-“Gel buraya” diyerek Asım’ı iyice kendine yanaştırdı ve alçak bir sesle konuşmaya başladı:
-“Sen şimdi bizim odaya gidip, yatağın yanındaki dolabın en alttaki çekmecesini
usulca aç. Orada babanın fabrikada bekçilik yaparken kullandığı silah var. Onu alıp
güzelce beline yerleştir. Sonra git bu domuzun odasına, silahı çek kafasına daya! Diyeceksin ki ulan şıllık, namusumuzu iki paralık ettin! Bundan sonra o Ahmet mi, Mehmet
mi her ne haltsa o çocuktan vazgeçeceksin yoksa ikinizi de gebertirim! Bundan sonra
işe de gitmek yok diyeceksin ki Alper oğlum her geldiğinde onu evde görsün. Hadi bakalım kurtulmamıza az kaldı diyerek” oturduğu yerde sinirinden duramayan oğlunun
anlından öptü.
Asım oturduğu yerden hırsla kalkarak doğruca babasının odasına gitti. Çekmeden
aldığı silahı beline bile koymaya gerek görmeden hışımla, yatakta ölü gibi yatan Hamiyet’in odasına daldı.
***
Mehmet’in morali gene sıfıra düşmüştü. Maalesef Hamiyet’ten halen bir haber
yoktu. Ne dün ne de bugün çiçekçi dükkannıa uğramış, ne de gelip gelmediğini sormak
için aradığı mağazaya uğramıştı Hamiyet. Kara kara düşünüp yapacağı bir şey bulamayınca son çare olarak Hamiyet’in verdiği telefon numarasını her şeyi göze alarak ablasına aratmaya karar vermişti. İşin kötüsü iki gündür Hamiyet’ten haber alamadığını ne
ablası, ne annesi ne de babası biliyorlardı. Ama, artık onlar da mecburen öğreneceklerdi. Yerinden son bir umutla kalkarak ablasının evini aradı.
-“Alo! Abla ben Mehmet,nasılsın?.” dedi iyice düşen sesiyle.
-“İyiyim ablacım sen nasılsın? Ne o hasta mısın? Sesin kötü geliyor!”
-“Yok abla hasta değilim, iyi sayılırım. Abla şimdi sana bir şeyler söyleyeceğim
şimdilik aramızda kalsın olur mu?”
-“Ablacım ne oldu yoksa kötü bir şey mi var? Söyle çabuk çok merak ettim! Yoksa
Hamiyet’le mi ilgili ?”
Hamiyet adını duyunca biraz duraksadı Mehmet. Kısık bir sesle
-“Evet abla onunla ilgili.” diyerek derdini ablasına olduğu gibi anlattı. Sonra da
Hamiyet’in ev telefonunu vererek son kez, “Abla mağazadan arıyorum demeyi unutma”
dedikten sonra telefonu kapatıp heyecanla ablasından gelecek haberleri beklemeye başladı!
Asım’ların evinde dördüncü kez çalmaya başlayan telefonu yaşlı bir kadın açtı.
-“İyi günler teyzecim ben Hamiyet’in mağazadan bir arkadaşıyım da kendisi evdeyse bir görüşebilir miyim?” dedi Melek.
Yaşlı kadın kızgın bir sesle;
-“Hamiyet evde yok! Zaten, bundan sonra işe de gelmeyecek. Yakında düğünü var,
burayı da bir daha aramayın” diyerek sertçe kapattı telefonu!
Melek elinde ahize öylece kala kalmıştı! Hamiyet mutfakta kendisine ailesini anlatmıştı. Fakat onların bu kadar da kaba insanlar olduğunu hiç tahmin etmemişti. O
evde, böyle insanların içinde yaşamaya çalışan o hanım hanımcık Hamiyet’in hali şimdi
daha çok içini burkmuştu. Yaşlı kadın Hamiyet’in evleneceğinden bahsetmişti ama hiçte inandırıcı gelmemişti bu söylediği. Ama, o kızcağızın evde şu an büyük sıkıntı içinde
10
olduğunu da hemen hissetmişti. Sinirden titreyen elleriyle ve bu duyduklarını Mehmet’e
nasıl söyleyeceğinin tedirginliğiyle dükkanın telefonunu çevirdi.
***
Yengesi kaç gündür aç susuz kalmak isteyip, adeta ölüm orucuna yatan Hamiyet’e
elindeki tepsiden birkaç kaşık yedirmeye çalışıyordu. Tam bu sırada odanın kapısı bir
yumruk darbesiyle açıldı! İçeri büyük bir hışımla giren Asım’dı ve içeri girer girmezde
Gülsüm’ün elindeki tabağa tekme atarak:
-“Lan mikrop karı senin kendi beben varken sana mı düştü bu namussuzu beslemek defol çık buradan” diyerek bir tekmede karısına savurdu.
Kudurmuşçasına elindeki silahı, solmuş gözlerle kendine bakan Hamiyet’in yüzüne bastırarak ;
-“Ulan şırfıntı! Elin adamlarıyla oynaşırsın ha!” diyerek boş kalan eliyle de saçlarını sündürmeye başladı. “Lan sürtük bir daha Mehmet midir nedir, o piçin adını daha
ağzına alırsan, anam avradım olsun seni de, onu da toprağa koyarım.” diyerek sertçe
elinin tersiyle Hamiyet’in yüzüne bir tokat attı ve küfür ederek odadan çıktı.
Hamiyet’in cansızlaşan bedeni, ne suratına atılan tokadın acısını hissetmişti, ne
edilen aşağılayıcı küfürlerin iyice yerlere serilen onurunu hepten bitirişini. Sadece ağlamaktan kurumuş göz pınarlarından bir damla düştü! Bu düşen damla da abisinin
Mehmet’i öldürme tehdidinin ardından, artık onu görme umudunun bitmesindendi. Şu
andan itibaren karanlık dünyasını aydınlatan tek ışığı Mehmet de yoktu artık! Çünkü
bu deli abisinin ona zarar vereceğinden hiç kuşkusu yoktu. Az değildi abisinin adam
bıçaklamaktan, yaralamaktan ceza evine girip girip çıkışı! Mehmet’inin canına bir şey
gelmesindense, kendi canını vermeyi bir an bile düşünmezdi.
Zorlukla yerinden kalkarak az önce abisinin attığı tokat yüzünden tekrar kanamaya başlayan dudağını sildi ve kan bulaşan ellerini iki yana açarak içli bir dua etmeye
başladı.”Allah’ım, yalvarırım bana mutlulukların en güzelini yaşamama sebep olan bu
insanı karşıma çıkardığın gibi, bu canımdan çok sevdiğim ve bin canım olsa binini de
uğruna vereceğin bu insanı unutmama da gene böyle yardımcı ol. Yoksa ne bu parçalanmış yüreğimin onsuzlağa tahammülü, ne de onun başına gelecek bir şeye katlanacak
yalan bir aşkım var!”
***
Nihayet çiçekçi dükkanındaki telefon çalmaya başladı! Dakikalardır telefonun başında büyük bir sabırsızlıkla bekleyen Mehmet hemen ahizeye sarıldı.
- “Alo! Abla ne oldu aradın mı?”dedi telaşla.
-“Aradım ablacım” dedi Melek sıkıntılı bir ses tonuyla ve Hamiyet’in annesiyle
konuştuklarını anlatmaya başladı.
Ablası konuştukça Mehmet’in beti benzi atıp, iki gündür dikliğini kaybeden omuzları biraz daha aşağıya düştü! Ablasının son söylediklerini ancak bezginlikle çekip oturduğu sandalyede dinleyebildi ve yarı anlaşılır anlaşılmaz bir sesle sadece “Tamam abla
sağolasın” diyerek telefonu kapattı.
10
***
Gecenin ilerleyen saatleriydi. Alper akşam evinden aldığı Asım’ı yeniden evine bırakıyordu şu an. Bu gece dükkanda yaptığı bütün planlar bir bir tutmuştu. Önce
Asım’ların evine giderek, “Senin işle ilgili görüşmemiz var” diyerek ona takım elbisesini
giydirmiş, sonra da onu pavyona götürerek içirip bir güzel sarhoş etmişti. Planın ilk
adımını başarıyla tamamladıktan sonra yerinde durmakta zorlanan sarhoş Asım’ı, kumar borcunun olduğu kulübe götürüp, oranın sahibine Asım’ı göstererek, “Bu arkadaş
benim altın toptancım, borcumu kendi üstüne alacak sağolsun” demişti. Sonra da üzerinde Asım’ın evinin adresi ve telefonu yazılı boş senedi Asım’a götürerek, “Hadi hayırlı uğurlu olsun, bu senin dükkana alacağımız malların öyle formalite icabı senedi” diyerek bütün kumar borçlarının olduğu senedi ona bir güzel imzalatmıştı.
***
İhsan bey canı sıkkın bir şekilde müşterisiyle ilgilenen oğluna bakıyordu.
Üç gündür çocuğunun bütün neşesi gitmiş, evde, dükkanda hayalet gibi gezer olmuştu. Oğlunun bu haline daha fazla dayanamadı ve müşterisi gittikten sonra onu bir
kenara çekip neymiş gene bu keyifsiz halleri öğrenmeye karar verdi.
Mehmet müşterisin beğendiği çiçekleri arajman yaparken gözü kapıdan girip babasına bir evrak veren postacıya takıldı! ilk önce bunun herhangi bir fatura olduğunu
düşünüp pek önemsemedi, ama babasının kendisine mektubu gösterip “Oğlum sana
gelmiş” demesiyle yüreği bir anda hızlıca atmaya başladı! “Kimden olabilirdi ki? Yoksa! yoksa Hamiyet’ten gelmiş olabilir miydi?”diye düşündü. Müşterisinin işini aceleyle
bitirip, heyecanını babasına belli etmeden masanın üzerindeki mektubu aldı ve bir köşede okumaya başladı. Nihayet Mehmet’in üç gündür üzerinde taşıdığı kara bulutlar
fırtınaya kapılmış gibi kaybolup, yerini bir anda güneşe bırakmışlardı. Çünkü şu an
büyük bir umut ve sevinçle okuduğu mektup Hamiyet’ten gelmişti.
-“Mehmet ne olur beni bağışla! Gene üzdüm gene kırdım ve merak içinde bıraktım
seni. Ama başıma gelenleri bir bilsen Mehmet. Gerçi bunları anlatıp seni de daha fazla
üzmek istemiyorum ama, bazı şeyleri bilmeye hakkın olduğunu biliyorum. Hatırlıyor
musun, hani sizde yemek yeyip geldiğimiz akşamı? İşte o akşam her şeyi göze alarak
anneme senden bahsettim ve bahsettiğim anda da annem çılgına dönüp, bana bir sürü
hakaret etti. O da yetmez gibi hemen babama gidip senden bahsettiğimi söyledi, gerisini
ne sen bana sor ne ben sana anlatayım. Ben çok düşündüm Mehmet ne ben, ne de ailem
sizin gibi insanlara asla layık değiliz. Ben çektiğim acılara değil, şu kısacak zamanda
senin gibi iyi birisine çektirdiklerime kahroluyorum! Her ne kadar seni delicesine sevsem de buna hiç hakkım yok. Zaten, benim gibi sorunlu bir ailesi olan kızın senin gibi
düzgün birini sevmeye hakkı da olamaz! Söylemek istediğim şu: Ne olur beni bırak
Mehmet! Yalvarırım beni bir daha hiç ama hiç arama, sorma! Yoksa her şey daha da
kötü olacak! Beni unut, hiç tanımamış bil yalvarırım sana Mehmet. Sanma ki seni sevmiyor, senin için ölmüyorum. Ama ikimiz için de en hayırlısı bu ve artık sana daha fazla
ıstırap çektirmek istemiyorum. Lütfen ailenede buradan taşındığımızı söyle ki, o sevgi
dolu insanların üzülmesinede neden olmayayım. Tekrar söylüyorum evi sakın arama!
Yoksa acıların en büyüğünü yaşatırsın bana! Farz et ki o güzel günleri yaşayan biz değildik. Farz et ki gördüklerimiz bir düşten ibaretti! Hem Mehmet sen benden çok daha
10
iyilerine layıksın inan! Ama, şunu da bil ki hep ‘Çok seviyorum’ dediğin bu kara gözlerim bundan sonra, ne sana baktığı gibi başkasına ışıldar, ne de seni düşündüğümde deli
gibi çarpan yüreğim senden sonra başkasına aynı mutlulukla çarpar! Hakkını helal et
Mehmet.”
Mehmet mektubu yavaşça masanın üzerine bıraktı ve hiç beklemediği bu ayrılık
sözlerinin verdiği hayal kırıklığını babasına hissettirmemek için arkasını ona döndü.
İnanmak istemedi mektupta yazılanlara, bu kabustan başka bir şey olamazdı! “Hamiyet’le evlenme hayallere kurarken, bu ölüm fermanına benzeyen mektup da nerden
çıkmıştı? Ne olmuştu Hamiyet’e? Yoksa babası onu benden dolayı hırpalamış o da benden vazgeçmek zorunda mı kalmıştı?” diye düşündü ıstırapla. Sinirden çıldıracak gibiydi şu an! İçi öylesine daralmıştı ki babasına hiçbir şey söylemeden dükkandan hızla çıkarak dışarıda sağanak halinde yağan yağmurun altında yürümeye başladı. Hamiyet’i
kaç gündür görmüyordu. Ama yine de o’nun geçen sefer olduğu gibi çıkıp geleceği
umuduyla yaşıyordu hep. Fakat bu mektup bütün dünyasını karartmıştı bir anda! Şu
an kafasın içindede yüreğinin derinliklerinde, öfke, kahır, şaşkınlık bir sürü duygu birbirine karışmış durumdaydı! Ama emin olduğu tek şey vardı; eline böylesine kahredici
bir mektupta geçmiş olsa Hamiyet’ten asla vazgeçmeyeceğiydi. Saatlerdir sırılsıklam
halde nereye gittiğini bilmeden sokaklarda yürümesine rağmen, Mehmet’in içindeki
ıstırap bir türlü dinmek bilmiyordu. Ani bir kararla yoldan geçen bir taksiyi çevirdi ve
“Gülhane Park’ı” dedi.
Babası endişeli bir halde kendisine hiçbir şey demeden çıkıp giden oğlunun arkasından öylece bakakalmıştı! Biliyordu oğlunun bir kaç gündür moralinin çok bozuk olduğunu. “Acaba bu mektup kimden gelmişti? diye düşündü. Çünkü mektubu okuduktan sonra oğlu kendisine belli etmese de daha beter olup dükkandan kaçarcasına çıkıp
gitmişti. Mektup hala masanın üzerinde açık bir şekilde öylece duruyordu. İhsan bey
mektubu okumakla okumamak arasında kararsızdı. Sonuçta mektup oğluna gelmişti ve
içinde özel bir şeyler yazıyor olabilirdi? Bir an düşündü ve birden kaygılandı! “Ya mektupta kötü şeyler yazıyorsa ve bunları okuyan oğlu şu an çok büyük bir felaketin içine
doğru gidiyorsa?” diye düşünüp hemen mektubu eline aldı ve dikkatle okumaya başladı.
Okudukça yüzünün rengi değişiyor sürekli “Ah kızım, zavallı yavrucak” kelimeleri çıkıyordu dudaklarından. En sonunda içini sızlatan bu mektubu bitirdi. Nemli gözlerini
dışarıda sağanak şeklinde yağan yağmura çevirip olduğu yerde öylece donup kaldı. Sonra vicdanının derinliklerinden gelen içli bir “Off” çekti. “Hayır kızım! Sen yalnız değilsin.” diye mırıldandı. “Sen oğlumu bu kadar sevip bizleri bu kadar sayarken, ben seni o
zulümlü dünyada bir başına bırakır mıyım hiç? Senin üzüntüden akan o göz yaşlarını
görmezden gelip hiç bir şey olmamış gibi davranabilir miyim ki?” İhsan bey uzun süredir hiç bu kadar dertlenmemişti. Hamiyet’in bu feryatları yüreğini adeta kor gibi yakmıştı. Hemen karar verdi. İlk iş olarak oğluyla konuşup sonuna kadar arkasında olduğunu ve ne kadar çok sevdiğini bildiği Hamiyet’ten asla vazgeçmemesini isteyecekti. Ayrıca bu kızcağızı o azap dolu hayattan kurtarmak için ne yapılması gerekiryorsa hemen yapmalarını söyleyecekti. Hamiyet’i hem kendisi, hem de ailesi çok sevmiş, birbirlerine söylemeseler de, daha yemeğe geldiği o akşam onun sıcaklığına, saygılı tavırlarına
bakarak “inşallah gelinimiz olur.” diye içi geçirmişlerdi. Fakat İhsan bey oğluyla konuşurken mektubu okuduğunu söylemeyecek, ama mektupta yazılanlara cevaben konuşacaktı.
Mehmet sırılsıklam bir halde, Hamiyetle ilk buluştukları yer olan Gülhane
Park’ına gelmiş, çınar ağaçlarını altındaki ıslak bir banka çaresizce oturmuştu. Saatlerdir yağan sağanak yağmur şiddetinden bir şey kaybetmemiş, iyice kararmaya başlayan
10
hava parkı daha da tenhalaştırmıştı. Hamiyet’in yazdıklarını bir türlü kabullenemiyordu. Oysa ki, ne de güzel kendi ailesiyle tanışıp, kaynaşmışlar ve en kısa zamanda da
onun ailesiyle tanışıp nişan hazırlıklarını yapmayı planlamışardı. Ama şimdi Hamiyet
hiç ummadığı bir anda karşısına ayrılma kararıyla çıkmıştı. Fakat, onun bu kararı,
kendi yüreğiyle değil ailesinin baskısıyla verdiğini de çok iyi biliyordu. İçindeki öfke
öylesine büyümüştü ki, kendine hakim olamasa gidip Hamiyet’in kapısına dayanacak,
“İsteniz de istemeseniz de kızınızı nasılsa alacağım” diyecekti. Ama bu böyle davranmakla Hamiyet’in başını daha çok derde sokacak, belki de o cahil ailesinin yüzünden
Hamiyet’i bir daha hiç göremeyecekti. Tam bu umutsuzluk çukurunda çabalarken birden aklına gelen askerliği, onu bu çukurun en dibine kadar sürükledi! Eğer Hamiyet’le
bu durumdalarken askere giderse, ailesi onu kesin başkasıyla evlendirmenin gayretine
düşerlerdi. Hamiyet’in bir başkasıyla evlenme düşüncesi, Mehmet’in yüzünde adeta bir
şamar gibi patladı! ”Hamiyet” dedi dudakları acıyla “Seni bu kadar severken ve bizi
ölüm bile ayıramaz derken gerçekten ellerimden uçup gidiyor musun?” Mehmet’in sinirleri iyice gerilmiş, her ne kadar ağlamamak için kendini zorlasa da gözünden akan
yaşlar yağmur damlalarıyla birleşip ilk sevgili oldukları sanki ayrılık fermanlarını uzaklara taşırcasına akıp gitmeye başlamışlardı. Ne kadar düşünse de, üzülse de, şu an elinden hiçbir şey gelmiyordu. Aksine ona ne kadar ulaşmaya çalışsa, o kadar zarar verecekti ve bu da Mehmet’i daha çok kahrediyordu! Aklına kendi ailesi geldi. Onlar da
Hamiyet’i çok sevmişlerdi. Şimdi onların karşısına çıkıp, ”Biz ayrıkdık.” dese hem çok
üzüleceklerdi hem de neden ayrıldıklarının açıklamasını onlara bir türlü yapamayacaktı. Ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. “Acaba bu ayrılık meselesinin düzeleceğini düşünerek biz ayrılmadık dese! Ama sanki bu berbat halinden anlamayacaklar
mıydı ki işin aslını? Özellikle de babasının gerçeği öğrenmesi durumunda olaya hemen
müdahale etmek isteyeceğini ve Hamiyet’in ailesiyle konuşmaya kalkacağını çok iyi biliyordu. Ama korkusu iyi niyetli olarak konuşmaya giden babasına ters davranmaları ve
onu üzmeleriydi. Böyle bir şeyi hayatta istemezdi. En iyisi bu iş bitti deyip meseleyi kapatmak. Yoksa kendimle beraber onları da yasa sokmaya hiç ama hiç hakkım yok.” Bu
“Bitti” kelimesine kendi de inanamıyordu! içini derin bir acı kapladı. Hava tam anlamıyla kararmıştı. Sırılsıklam olmuş bedenini, bezginlik içinde oturduğu banktan kaldırarak ağır ağır çıkış kapısına yöneltti.
***
Hamiyet zar zor yattığı yerden pencereye doğrularak eliyle buğulanmış camları
silmeye çalıştı. Babasının tekme tokat dövdüğü o geceden sonra vücudunun her tarafı
ağrıdan sızlıyordu! Ölü gözlerle sokak lambasının üzerine yağan sağanak yağmura baktı derin derin. “Mehmet, Mehmet.. “diye sayıkladı. “Keşke seni bir kez daha
görebildeydim. Keşke bunlar olmasaydı da şu an yanında olup bu yağmurda el ele saatlerce yürüseydik. Kim bilir nerdesin şimdi? Evde mi? İşte mi? Yoksa bir camın ardından sen de benim baktığım yağmura bakıp beni mi düşünüyorsun? Nerdesin Mehmet?
Yoksa kara kader dedikleri bu muymuş? Sana yazdığım mektubumu okudun mu acaba? Okuyup da bana kızdın mı? Yoksa sana çektirdiğim bu acılara ve beni tanıdığına
lanet mi ettin? Ama etmezsin ki! Bilmem mi nasıl merhametli bir kalbin olduğunu. Bilirim. Bilirsin burada her an senin için öldüğümü. Bilirsin her an sana kavuşmak için
delicesine vuran yüreğimin çaresizliğini..” Hamiyet bunları düşünürken gene göz yaşlarına boğulmuştu. O an aklına gelen ağabeyi, yüzünde derin bir korkunun belirmesine
10
neden oldu. Geçen akşam elinde silahıyla odasına gelip Mehmet’le görüşmemesi için
tehdit etmiş bir sürü pis laflar savurmuştu. Bu arsız abisinin, özellikle alkol aldığı zaman gözünün nasıl döndüğüne ve karşısındakine hiç acımadan her türlü acımasızlığı
nasıl yaptığına az tanık olamamıştı. Sırf bu yüzden apartmanda ve sokakta onunla karşılaşan insanlar, yollarını değiştiriyor ve onunla göz göze gelmemeye çalışıyordu. En
büyük endişesi kendini kolay kolay bırakmayacak olan Mehmet’in abisinden bir zarar
görmesiydi. Onun kılına zarar gelse... Buna asla dayanamazdı. Geriye yapacak tek bir
şey kalıyordu o da Mehmet’i kendinden soğutmak ve vazgeçirmek. Çünkü bu saatten
sonra kendi canını umursadığı yoktu. Fakat Mehmet’e zerre kadar bir fenalık gelmesine.. Bunu düşünmeye bile yüreği varmadı Hamiyet’in. Yavaşça yatağından kalkarak
sehpanın üzerinde duran defterden bir sayfa yırttı ve tekrar camın önüne gelerek her
kelimesi yüreğine bıçak gibi saplanan mektubunu yazmaya başladı. Her sözü yalan olan
bu mektubu yazarken kahrından gözlerinden süzülen yaşlar kağıttaki yazıların mürekkeplerini sağa sola yayıyordu. Bir süre sonra yazmayı tamamladığında hıçkırıklara boğulmuştu. “Mehmet’im, bilki sana olan bu duygularım bu mektuba yazdıklarımın tam
tersine ve bin kat daha fazla. Ama seni koruyabilmek için başka çarem de yok.” dedi
kendi kendine. Titreyen elleriyle buğulanan cama son kez ”Seni seviyorum” yazdı ve
bir daha hiç uyanmamak istercesine kendini yatağa bıraktı.
Yeni bir günün sabahında, Alper az önce büyük bir keyifle dükkana gelmişti. Vitrine altınları seren kalfasının yanından belli etmeden Mehmet’in dükkanına bakıyordu.
“Bu zilli kaç gündür buralara da gelmiyor? Yoksa bizim hergele Mehmet’le arayı mı
bozdu? Diye geçirdi içinden. “Eğer öyleyse benim işler daha da gıcırında” diyerek iyice
bir neşelendi.
-“Gel lan buraya” dedi kalfasına. “Sana bir şey soracağım: Şu bizim çiçekçi
Mehmet’in yanına sabahları bir kız geliyordu siyah uzun saçlı güzel bir kız. Son günlerde hiç gördün mü o kızı buralarda?”
Elemanı bir an düşündü.
- “Şu kara gözlü afet mi?”
-“Vay puşt vayy! Ulan, nasıl da biliyorsun avradın iyisini. Bir de dükkanda işler
durdu diyordun. Dışarıdaki karılara bakacağım diye sen müşteriyi de iplemiyorsundur
tabi?
-“Yok abi banane elin kızından” dedi elemanı. “Ama kızı iyi biliyorum bende kaç
gündür görmüyorum. Zaten, görsem kesin hatırlardım.” dedi. Sonra da Alper’e imalı
imalı bakarak “Ne o abi, gene çapkınlık işleri var galiba. O kızda yakışır hani Alper
ağabeyime benim” diyerek Alper’i iyice pohpohladı.
Kalfasının sözleri Alper’in gururunu okşamıştı.
-“Ee oğlum benim adım Alper bugüne kadar ne uçan ne kaçan kurtuldu muki lan
benden” dedi havalı bir edayla. Sonra da “Lan hırbo, sen bu işlere kafa yoracağına hemen bezi eline alda biraz temizlik yap” diye bir güzel fırçaladı elemanını.
-“Demek haklıymışım bu kız gerçekten piyasada yok!”diye içinden geçirdi Alper.
“Vay sürtük nerde olduğunu şimdi anlarız “diyerek, hemen Asım’ın evini aradı.
-Alo! anacığım sen misin? Senin sesini duyunca içim bir hoş oluyor, sanki kendi öz
anamla konuşuyorum. Ana şimdi seni niye aradım?” diyerek çok ciddi bir tavıra büründü. “Asım’a söyle akşam muhakkak evde olsun! O’na kuracağımız işle ilgili çok
önemli gelişmeler var, gerçi ben hallederdim ama nasılsa ortağız size anlatıp sizin de bir
fikrinizi alayım dedim. Hem sizi de görüp ellerinizi öpmüş olurum. Bir isteğin var mı
anacağım benden? Gelirken getireyim.” dedi.
11
Mutfaktan konuşma seslerini duyan Battal bey karısı yanına gelince asabi bir biçimde “Arayan kimmiş?”diye sordu.
Anasının yüzü gülüyordu, arayanın Alper olduğunu söylediğinde. “Akşam bize
geliyormuş hem de öyle boşa gelme değil?”.
Alper lafını duyduğunda yüzünde bir memnuniyet belirdi Battal bey’in. “Ne demek boşa gelmiyor! Hayırdır çocuğun bir derdi mi var?” dedi baba şefkatiyle.
-“Ne derdi?” diye sesini yükseltti karısı. “Dert onda mı? Bizde mi? Sanki biz kendimize yettikte bir de bu çocuğun derdi kaldı. Herif en sonunda sende şaşırttın ya sonumuz hayırlı olsun bakalım. Gerçi çözsek çözsek ancak bir sıkıntısını çözeriz ya beni
dinleyen kim? Hani şu bizim oğlana iş kuracaktı ya o iş tamammış galiba, ama çocuk
öyle efendi ki ne söyledi biliyor musun? Ben işi tek başıma da hallederdim ama artık
ortak sayılırız o yüzden size de danışayım istedim dedi. Gör işte herif, adamın hası nasıl
oluyormuş.”
-“Ulan karı bana bak” dedi Battal bey hışımla! “Sen ağzında ne geveliyorsun? Ne
demek biz onun bir sıkıntısını çözeriz? Beni dellendirme de adam gibi söyle ne söyleyeceksen.”
-“Of anam of!” dedi karısı. “Hepiniz kör olmuşsunuz kör! De bana şimdi, Alper
nasıl bir çocuk?”
Önce biraz terslendi Battal bey.
-“Ne demekmiş bu çocuk nasıl biri” diye. Dik dik karısının yüzüne bakıp “Ne demeye sordun sen şimdi bunu? Koç gibi çocuk olduğunu sen de bilmiyor musun sanki?
Lan karııı! O şeytan aklınla gene ne cinlikler kuruyon kafanda? De bakayım hele bana.”
Karısının yüzünde kurnazca gülümseme belirdi!
-“Ben olmasam hepiniz bu çöplükte gebereceksiniz ya, benim değerimi bilip, el
üstünde tutan kim? İyi dinle şimdi, bizim bu kıza eli paralı, bizi bu çirkef hayattan kurtaracak cömert bir adam aramıyor muyuz?”
Daha lafını tamamlamamıştı ki Battal bey meseleyi hemen kavradı, karısını yüzüne hafif kısılmış gözlerle baktı.
-“Lan kokmuş karı, sende bu zeka varken sen kendini bile allayıp pullayıp o çocuğa yamarsın dinim hakkı için. Peki bu çocuğun haberi var mı? Azcık kulağına değdirdiniz mi bizim sidikliden için?”
-“Ya, nasıl da keyiflendin gözün açılınca”dedi karısı. “Yatın kalkın da bana dua
edin. Daha bu çocuğun haberi yok bu hayırlı niyetimizden. Zaten, kıza da daha öyle
doğru dürüst bir şey demedik.
Battal bey birden şimşek gibi parladı!
- “Ne demek kıza doğru dürüst bir şey demedik! O dangalak kafalıya bir de
fikrinimi soracaktık” dedi öfkeyle. Sonra karısının yüzüne iğrenerek bakıp:
-“Tüh! Senin yüzüne emi!” dedi. “Bu büyük şehre geldik diye hepten unuttun bizim oranın adetlerini. Ulan salak karı! Biz he dedikten sonra o’na laf mı düşermiş? Git
hemen Asım’a söyle, akşam Alper geldiğinde kardeşini bu çocuğun aklına iyice soksun.
Yoksa eğer o mis gibi marketçiden sonra bu çocuğu da kaçırırsa, beni evlat katili edersiniz haberiniz olsun.”dedi.
Karısı sevinerek hemen mutfaktan çıkıp, dışarı çıkmaya hazırlanan Asım’ın yanına geldi. “Nereye gidiyorsun ? Otur hele bir. Sana diyeceklerim var.”dedi.
Asım telaşlı telaşlı odasına gelen anasına surat bükerek baktı. “Gene ne oldu koştura koştura geldin? Kahvede çocuklar bekliyor bir diyeceğin varsa hemen de.”
-“Bırak şimdi kahveyi mahveyi de dinle beni” dedi anası. “Az önce Alper aradı,
akşam Asım evde olsun bir yere çıkmasın dedi. Seninle konuşacakları çok mühim şeyler
varmış. Asıl sana ne diyeceğim! Az önce içerde babanla konuştuk, hani senle bizim kızı
11
Alper’e yapmak için konuşmuştuk ya, mutfakta babanla konuşurken ona da çıtlattım
durumu, o da sevindi ‘Olur’ dedi. Sen şimdi akşam Alper gelince güzelce yeyin, için
sonra sen, ‘benim kardeşim şöyle, benim kardeşim böyle’ diye ballandır ki adamın kıza
iştahı olsun! İşten de ayağını kestik de, ben kardeşimin namusunu herkese emanet etmem de, etraf namussuz kaynıyor şöyle senin gibi namuslu bir enişte bulamadık ki everelim de. Ben de bu uyuz kızla konuşayımda üzerine düzgün bir şeyler giyip hizmet etsin size. Baban biraz el vurdu diye fırsattan istifade tembel tembel kıçını büyütüyo yatakta. Sen dua et de Alper’imin karşısına korkuluk gibi çıkıp ödünü patlatmasın! Bu
arada Alper sarhoş olunca ondan biraz para sızdır, acil ihtiyacımız varde, hemen yarın
öderiz de, nasılsa ortaksınız bundan gayrı, sonra hesaplaşırız de! Bu işin başka çaresi
yok bu bokluyu işten çıkardık babanın iki kuruşuyla geçim mi olur?” hadi akşama göreyim diyerek oğlunun sırtını bir güzel sıvazladı.
***
Aradan yaklaşık bir hafta geçmişti. İhsan bey, Hamiyet’in dükkana Mehmet için
gönderdiği o mektubu okuduğu akşam, eve gece geç saatlerde sırılsıklam gelen oğluyla
uzun uzun konuşmuş derdine ortak olmaya çalışmıştı. Gelen mektubu sanki hiç okumamış gibi Mehmet’e “Oğlum seni kaç gündür neşesiz görüyorum hayırdır diye” sormuştu. İlk başta pek konuşmak, anlatmak istememişti çektiği ıstırabı. Gerçi o gece oğlunun konuşacak hali olmadığını yüreği burkularak kendi de fark etmişti. Ama onu bu
şekilde kendi haline bırakmak da hiç içine sinmemişti. Konuşup biraz moral vermek ve
sonuna kadar ardında olduğunu göstermek için biraz zorakide olsa Mehmet’e bir şeyler
söyletmeye ikna etmişti.
Evladı oldukça kederli bir sesle ‘Baba biliyorum, istemeden de olsa günlerdir sizi
üzüyorum! Bir şeyi bilmenizi istiyorum biz Hamiyet’le ayrıldık’ demişti. Sonra da kendince ayrılma nedenlerini anlatmaya çalışmıştı ‘Olmadı baba bazı konularda anlaşamadık onunla. Zaten bugün yarın askerliğim de var. Hamiyet gerçekten iyi bir insandı.
Ama ne yapalım kısmet değilmiş’ diyerek olayı bu şekliyle kapatmak istemişti. Eğer oğluna gelen o mektubu okumamış olsaydı, oğlunun söylediği bu sözlere belki itibar edebilirdi. Lakin işin aslının böyle olmadığını gayet iyi biliyordu. Zaten, yüreği yaralı çocuğunun vaziyeti başka türlü açıklamasını da beklemiyordu. “Bak oğlum” demişti. “Hamiyet’le ayrılmanıza gerçekten çok üzüldüm, çünkü hem ben, hem annen, Melek ve
Murat da onu çok sevmişlerdi. Herkesin arasında böyle küçük anlaşmazlıklar çıkabilir.
Bak, annenle ne kadar mutlu olsak da, bizim aramızda da bazen sorunlar olabilir. Ama,
karşılıklı anlayışla, hoş görüyle bunları çözmek çok da zor değil. Yeterki Allah çözümü
olmayan dertler vermesin insana. Yoksa onun dışında imkansız gözüken bir çok sorun
aslında bir şekilde halledilir” demişti. Sonra da “Eğer sorun Hamiyet’in ailesiyle ilgiliyse!” diyerek mevzuyu asıl yerine getirmişti. “Olabilir, Hamiyet’in ailesi çok anlayışlı
olmayabilir, bu ondan vazgeçmen için neden olamaz oğlum. Eğer bana müsaade edersen
ben gider onun ailesiyle hemen konuşurum” demiş ama Mehmet babasının tüm bu cesaret verici sözlerine rağmen, ‘Hayır baba onun ailesiyle konuşmana gerek yok, çünkü biz
kendi aramızda bu işi bitirdik.’ diyerek olaya son noktayı koymak istemişti. Lakin İhsan bey birbirlerini kadar çok sevdiklerini bildiği bu çocukları yeniden bir araya getirmeyi çoktan kafasına koymuştu.
***
11
Yaşadığı o tatsız olaylardan sonra, çok uzun zamandır kimseyle görüşmeyen ve en
sevdiği arkadaşı Mehmet’e bile günlerdir uğramayan Sinan, nihayet bu tavrını bugün
değiştirip çiçekçi dükkanına uğramıştı. Figen’le yaşadığı o iğrenç olayın etkisini tamamen atamasa da, insanların karşısına çıkabilecek kadar bir cesareti yavaş yavaş kendinde bulmaya başlamıştı. Şu an kendisi gibi mutsuz olan Mehmet’le yaşadıkları kötü
günleri konu ettikleri keyifsizce bir sohbete dalmışlardı.
Her ne kadar Hamiyet’ten “Ayrıldık” mektubunu almış olsa da Mehmet’in yüreği
halen tükenmeyen bir ümitle ondan gelecek küçük de olsa bir haber bekliyordu. Her
çalan telefona o diye koşuyor, kapının önünden gelip geçen postacıya yalvarırcasına
umutla bakıyordu.
-“Hamiyet’ten ayrılmana çok üzüldüm”dedi Sinan. “Biz senle ne şansızız be Mehmet! Tam aradığımızı bulduk derken başımıza neler geldi.” dediği sırada dükkanın telefonu çalmaya başladı.
Mehmet sanki hazır bekliyormuş süratle telefonun başına gitti.
-“Alo! Evet benim” dedi Mehmet heyecanla. Fakat heyecanı konuştukça düşmeye
başladı. Arayan eski bir müşterisiydi ve bir çiçek siparişi vermek için aramıştı. Mehmet
“Tamam” dedi. Verilen siparişin gideceği adresi yazarak hayal kırıklığı içinde telefonu
kapattı. Kendisine merakla bakan Sinan’a dönerek “Arayan eski bir müşterim de, acil
bir buket istedi benden, beni bir yarım saat idare eder misin? Ayıp olmasın şimdi.” dedi.
Mehmet, Sinan’ın “Tabii ki ben burada beklerim, sen işini hallet.” demesinden
sonra, aceleyle çiçekleri toplayıp verilen siparişi hazırlamaya başladı. Günler sonra ilk
kez Mehmet’in yüzünde küçük bir gülümseme belirmişti! Çünkü şu an yanında oturan
Sinan ve elindeki güller, aklından hiç çıkmadığı halde, gene Hamiyet’i hatırlatmıştı!
Gene böyle kırmızı güllerden oluşan kocaman bir gül demetini Sinan’la beraber Hamiyet’in çalıştığı mağazaya göndermişti. O günü düşündü ve düşündüğü anda da yüreğinin en derinliklerinde acı bir sızı hissetti! Birkaç dakika sonra müşterisinin buketi hazırdı, “Sinan’a hemen geliyorum” diyerek tam kapıdan çıkıyordu ki içeri giren postacıyla burun buruna geldiler! Mehmet’in bir anda gözleri parladı! Hayatında ilk kez bir
postacıyı görünce bu kadar seviniyordu. Sevinci de gerçekten boşa çıkmamıştı postacının kendisine uzattığı mehtup Hamiyet’ten geliyordu. Mutluluktan neredeyse çılgına
dönmüştü! Mektubu hemencecik orada açıp okumayı düşündü, ama kendisine pür dikkat bakan Sinan’dan çekinerek cebine koydu ve hızla dükkandan dışarı çıktı. Yolda
giderken kafasından bir sürü güzel düşünce geçirmeye başlamıştı hemen. “Yoksa Hamiyet ailesini ikna mı etmişti? Yarın tekrar işe başlayıp sabah gene el ele, göz göze beraber çay mı içeceklerdi? Günler sonra hasretiyle yanıp tutuştuğu o kara gözlerini..
içinde güller açtıran o gülüşünü.. sesini.. Mehmet’in sevinçten ayağı yerden kesilmişti.
En sonunda siparişi yerine teslim etti ve dükkana gitmeye sabredemeyerek hemen orada
ki bir parka girip, banklardan birine oturdu. Mektubu çıkartmak için zarfın kenarlarını yırtarken heyecandan elleri titriyordu!
***
Hamiyet’in içler acısı haline baktıkça yengesinin içi daralıyordu. Kızcağız günlerdir ne yiyor ne de kimseyle konuşuyordu. Sadece geçen gün, Mehmet’in özlemiyle dolan
yüreğinin ağırlığına dayanamayıp, göz yaşları içerisinde onunla neler yaşadılarını, onu
ne kadar sevdiğini ve özlediğini anlatmış, kararlı bir şekilde ondan başkasına da yar
11
olmayacağını söylemişti. Fakat abisinin ona zarar vermesini istemediği için de ayrılmanın tek çare olduğunu ve Mehmet’in kendisinden iyice umudunu kesmesi için de noktasına kadar, her kelimesi yalan olan ve asla gerçek hislerini yansıtmayan o mektubu yazdığını anlatmıştı. Yengesi çaresizce ne yapacağını bilemez durumdaydı. İçini acıtan sadece Hamiyet’in, Mehmet’ten ayrılıp bu hale düşmesi değildi. Geçen gün o cadı kaynanasıyla mikrop kocasının konuşmalarını duymuş, Alper midir nedir gözü hiç tutmadığı
bu çocuğa kızı zorla yapmaya çalıştıklarını anlamıştı. Hatta, geçen akşam o çocuk kurulacak işle ilgili eve geldiğinde cadaloz kaynanası Hamiyet’i zorla giydirip, onlara hizmet
ettirmek istemiş, ama “Kızın bitkin ve korkuluk gibi hali çocuğun hoşuna gitmez” diye
bu isteğinden şimdilik vazgeçmişti. Bu arada da kıza bir sürü beddua etmeyi de ihmal
etmemişti. Gülsüm yenge’sinin, Hamiyet için artık en büyük korkusu, bu kadar üzüntü
çeken kızın ince hastalığa yakalanması, ya da bir delilik yapıp canına kıyması olmuştu.
Hamiyet, yengesine Mehmet’i ne kadar sevdiğini anlatırken, O’nun ailesinden de
bahsedip onların ne kadar iyi insanlar olduğunu söylemiş ve ‘Neden benim ailem bana
böyle şefkatle davranmıyor? Bir anne, baba sırf para için kızını sevmediği birine vermeye kalkışır mı?’ diye kendi kendine kahırlanmıştı. Aslında yengesi, zaman bu zamandır deyip Hamiyet’e yıllardır içinde tuttuğu sırrını açıklayıp doğruyu bilmesini istemişti.
Ama, bunları öğrendiğinde ne yapacağından emin olmadığı için zor da olsa söylemekten
vazgeçmişti. Bütün bunlar yetmez gibi Asım olacak kocası kaynanasıyla birlikte çevirdikleri pis oyunlarına kendisini de alet etmeye kalkmış ve “Alper denen bu çocuğu kızın
kafasına sokmaya çalış” demişlerdi kendisine. Onlar ne derse desin yengesi şunu iyi biliyordu ki, Hamiyet ne Alper’e, ne de başkasına varmaktansa ölümü göze alacak kadar
kara sevdaya düşmüştü artık. Yengesi, Hamiyet’i “Bu durumdan nasıl kurtaracağım?”
diye düşünürken, son günlerde aklına o’nu, köyde yaşayan anne ve babasının yanına
kaçırma fikri gelişmeye başlamıştı. Bu son çareydi, “Yoksa bu gidişle bu kızın evden
ancak tabutu çıkacak” diye düşünmeye başlamış ve bu fikrini Hamiyet’e de açmıştı.
Ama, ‘Hayır’ demişti Hamiyet. “Mehmet’e kavuşamasam da, burada kalıp onunla aynı
havayı solumak yeter bana.” deyip bu fikrini geri çevirmişti.
***
Mehmet sevinçle zarfı yırtıp içindeki mektubu okumaya başladı. Fakat! Okumaya
başladıkça az önce mutluluğa bürünen yüzü değişti ve yerini önce büyük bir hayret ve
ardından da kin ve nefret duyguları kaplamaya başladı! Okudukça sinirinden dişlerini
sıkıyordu. En sonunda mektubu zar zor bitirdikten sonra buruşturup hızla yere fırlattı!
“Lanet olsun! Bunların hiç birisi doğru olamaz” dedi kendi kendine! “Bu kadar yanılmış olamam! Bu sözler benim tanıdığım Hamiyet’in ağzından nasıl olur da çıkar? Bir
insan bu kadar kısa zamanda bu kadar değişir mi? Hayır mümkün değil.. Bunları yazan
kesinlikle Hamiyet olamaz.” diyerek, az önce yere büyük bir öfkeyle fırlattığı ve yer yer
ıslanıp çamur olmuş mektubu yerden aldı, kırışıklığını düzeltip yeniden okumaya başladı.
-“Mehmet, sana bu mektubu yazmamın nedeni, senin de, benim gibi gerçekleri
görüp üzülmemen ve beni kafana boş yere takıp, ne şimdi ne de daha sonra rahatsızlık
vermemen için. Kabul ediyorum, senden ilk ayrıldığım zaman gerçekten biraz üzülmüş,
ölene kadar kalbimde sadece senin aşkını taşyacağımı sanmıştım. Ama geçen günler gösterdi ki, bizimki de gelip geçici çocukça bir hevesten başka bir şey değilmiş. Kusura
bakma, ama şu an sana karşı hiçbir şey hissetmediğimi söylemek zorundayım. Anladım
11
ki kendime çok yazık etmişim, birkaç günlük bir macera yüzünden hem işimi kaybettim,
hem bu kadar üzülüp kendimi boş yere harap ettim. Ayrıca senin yüzünden bir de babamdan dayak yedim. Neyse, bunların dışında asıl söylemek istediğim şu, yakında evleniyorum! Çok şükür ki evleneceğim insan hem beni, hem de ailemi en iyi şartlarda yaşatacak kadar da zengin. Sonuçta ailemi de düşünmek zorundayım, benim için hayatlarını
mahvedip, bir sürü fedakarlıklar yaptılar. Yanlış anlama da, seninle daha şurada tanışalı kaç gün oldu ki? Tabii ki onlar benim için senden çok ama çok daha kıymetliler.
Zaten, senin yüzünden onları üzmekle çok büyük bir hata yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Ya senle evlenmek gibi bir hata yapsaydım ne olacaktı? O çiçekçi dükkanıyla mı
karnımızı doyuracaktık? Darılma ama benim istediğim yaşamı sen bana hiçbir zaman
veremezsin. Gencim, güzelim ben de hayatı doya doya yaşamayı istiyorum o yüzden sen
de kendi gücüne göre bir kız bulsan iyi edersin. Darılma ama aşk yalanmış Mehmet,
biraz geç oldu ama ailem beni uyarmasa seninle evlenip hayatımın en büyük hatasını
yapacaktım. Tekrar söylüyorum, yakında evleneceğim. Beni arayıp da rahatsızlık verme
sakın.”
Mektup, yıkılmış vaziyetteki Mehmet’in ellerinden kendi kendine kayarak yerdeki
su birikintisine düştü. Şu an Hamiyet’e olan o büyük aşkı aynı oranda büyük bir tiksintiye dönmüştü. “Yazıklar olsun” dedi nefretle. “Ne kadar da aptalmışım. Nasıl da aldanmışım o kara gözlere, sahte gülüşlere! Nasıl da oynamış benim duygularımla. Demek
zengin birisi ha! Git.. git bakalım Hamiyet. Lanet olsun bana ki, senin gibi birisini bu
kadar körü körüne sevmişim. Ama şu andan itibaren kalbimde yaşattığım o Hamiyet
öldü artık ve senden bana kalan sadece ömür boyu hiç unutmayacağım nefretim olacak!” Yere düşen mektuba son kez iğrenerek baktı. İlk mektubu okuduğunda dikkatini
çeken şey, şimdi de dikkatini çekmişti. Yazının dağılan mürekkepleri! “Yoksa bunları
yazarken ağlamış mıydı?” diye düşündü. “Ama böyle bir mektubu yazacak kadar ruhsuz olan bir insanda gözyaşı ne gezer” diyerek yerdeki mektuba derin derin bakmaya
başladı. Nedense aklına birde Alper geldi! “O adi herif de Hamiyet’lerin evine girip çıkıyordu! Acaba onun da bu işlerde bir parmağı var mıydı? Varsa da, yoksa da bundan
sonra ikisinin de canı cehenneme” diyerek hışımla yerinden kalktı ve dükkana doğru
yürümeye başladı.
Yürürken içinden sürekli olarak Hamiyet’e kızgınca söyleniyordu. “Sen bitirdiysen ben de bitirdim. Sanma ki arkandan koşarım, sanma ki ısrarla arayıp sorarım.”
diyordu ama şu gerçeği iyi biliyordu ki, her şeye rağmen Hamiyet halen kokusuyla, rengiyle solmayan bir gül gibi yüreğindeki varlığını koruyordu.
***
Alper elindeki tesbihi sallarken gözü sürekli vitrinin önünden geçip giden kızlara
takıyordu. Hamiyet’i düşündü. Geçen akşam iş konusunu bahane edip onların evine
gittiğinde onu nedense bir türlü görememişti. Gerçi Asım az çok nedenini söylemişti bunun. Dediğine göre kardeşi Mehmet diye bir iti sevmiş babası da bunu duyunca namusunu korumak için işten çıkartıp bir güzel pataklamıştı. Ayrıca bir şey daha dikkatini
çekmişti o akşam! Asım denen puşt, nedense kız kardeşini kendine öve öve bitirememişti! “Vay şerefsizler! ” dedi içinden. “Beni biraz paralı sanınca kızı nasıl da hemen bana
yamamaya kalktılar aptallar. Ulan, zaten benim Hamiyet diye gözüm dönüyor, şunların
yapmaya çalıştığına bak! Ulan Hamiyet olmasa, benim o boklu evde ne işim var? Bunlar
sandığımdan da malmış. Halen nasıl yutuyorlar? Yok Asım’a iş kuracakmışım da, yok
11
onlara danışmaya gelmişim de” Tam bunları düşünürken yanında çalışan elemanı panikle “Abi gene o adamlar geliyor dedi”
Alper korkuyla dışarı baktı ve koşarak dükkanın tuvaletine girip hemen kapıyı
arkadan kilitledi!
-“Selamın aleyküm kardeş” diyerek Alper’in dükkanına giren iki kişiden kel kafalı
ve bıyıklı olanı kızgınca:
-“Alper iti yok mu gene?” dedi.
Elemanı tırsmıştı bu insan bozması adamlardan. Çekinerek:
-“Yok abi, dört beş günlüğüne memleketine gitti.” dedi.
Kel kafalı adam elemanın üzerine yürüyerek onun yakasından tutup duvara sertçe
yapıştırdı! “Ulan pezevenk, eğer bana yalan söylüyorsan o dilini söker sana çiğ çiğ yediririm! Şimdi Alper denen fırıldağa söyle, bizi bir daha atlatmaya kalkarsa o soysuzun
bu dükkandan leşi çıkar! Yavşak herif kaçacağına adam gibi gelip borcunu ödesin.
Pavyonda karılarla alem yap, ye iç sonrada ortadan kaybol. Biz orada neciyiz lan,
dümbük mü? Alper denen döneğe söyle eğer parayı getirdi getirdi, getirmedi, o zaman
ilmeği boynuna kendi geçirsin” diyerek elemanı havaya kaldırıp hızla yere fırlattı.
Adamlar gittikten sonra tuvaletten korkuyla çıkan Alper’in eli ayağı titriyordu!
Arkalarından “Şerefsizler” diye bağırıp el kol hareketleri yaptı “Nankörler o pavyona
dünya kadar para bıraktım. Ne var yani biraz borcumuz varsa? Ama benim gibi dürüst
bir müşteriyi zor bulursunuz adi herifler.” Eli ayağı tutuşmuş olarak nasıl para bulacağını düşünmeye başladı. Bu adamların hiç şakası olmazdı! Gözlerini kırpmadan adam
öldürüp, kör testereyle doğrayacak kadar vicdansız olduklarını herkes biliyordu. Borç
da öyle kolay kolay ödenecek cinsten değil ki. Zaten dükkanda doğru dürüst iş olduğu
da yoktu. Daha önce de başka bir pavyona böyle borçlanmıştı ama şansı yaver gitmiş,
evinden kaçıp İstanbul’a gelen saf bir kızla günlerce beraber yaşamış ve kızı zorla esrara alıştırıp biraz da tehditle borcuna karşılık pavyona satmıştı. “Ama şimdi böyle bir
kızı nerden bulacağım?” diye düşünürken birden gözlerinde bir kurtuluş umudu belirdi! “Hamiyet” dedi içinden umutla. “Ulan bu kızın ailesi zaten dünden bana tavdı. Evleneceğim diye alıp, iyice tadını çıkarsam sonrada biraz esrar muhabbetine soksam! Değil
pavyona olan borcumu kapatmak, bu kızın üzerine bir de bana para verirler şerefsizsim! Böyle bir karıyı hayatlarında o pavyonda göremezler de bulamazlar da.” Alper’in
korkusu bir anda kaybolup, acayip keyiflenmişti. “Vay be ne aileymiş ama?” diye düşündü. Mübarek banka gibi ; kumar borcumu pezevenk Asım’a yükledim. Zaten bugün
yarın onun kafasına çökmeye başlarlar. Pavyon borcunu da bu kancıkla kapattık mı
tamamdır.” Hemen kafasında plan yapmaya başladı. “Yarın kumar borcundan dolayı
Asım hergelesinin kuyruğuna basmaya başladılar mı, it gibi gelip bana yalvaracak. Ben
de kusura bakma bir yanlışlık olmuş o gece kafam iyi olduğu için sana yanlış senet imzalatmışım, tamam sana para vermeyi isterim ama şu an benim elim de kesat, babam da
‘Oğlum sen evlenmeden sana para göndermem.’ diyor. Anlayacağın benim bir an önce
birini bulup evlenmem lazım diyeceğim. Zaten bu şapşallar kızı bana vermeye dünden
razılar. Ama diyeceğim ki babamdan parayı almak için şimdilik hemen bir imam nikahı kıyıp aynı eve taşınalım, babam gelip bizi böyle beraber gördükten ve parayı verdikten sonra bir ara resmi nikahı yaparız diyeceğim. Sonra da o zilliyle aynı evde baş başa,
öf.. be öf.. Sonra da biraz tozu damardan verdin mi, it gibi arkamda gezer zilli. ”Alper
bunları düşünürken O an aklına gelen bir şey biraz keyfini kaçırdı! Bu kızın Mehmet’i
deli gibi sevdiğini abisi söylemişti. Eğer, bu kızı Mehmet’ten soğutamazsa bütün planı
yatar ve bu da o az önceki pavyon azmanlarının canını almalarına sebep olurdu. Birkaç
saniye düşündü ve yüzünde gene bir sinsice gülme belirdi. Hemen eline tezgahın üzerinde duran kalemle dosyadan çıkardığı boş bir kağıdı aldı. “Ulan Mehmet senin ağzından
şu zilliye şöyle güzel bir mektup yazayım da kız senden iki dakikada nasıl iğreniyor bir
11
gör.” diyerek kahkahayla gülmeye başladı. Alper yazalı yedi sekiz satır olmuştu ki birden yazmayı bıraktı! “Ulan bu kansız Mehmet şimdi kıza bir sürü şiir miir yazmıştır, o
zaman da bu kız benim yazıyı kesin çakar.” diye düşündü canı sıkılarak. Tam bu mektup yazma işinden vazgeçecekti aklına bir fikir geldi. “Çabuk gel lan buraya” dedi elemanına. “Bak şimdi sana bir iş vereceğim; Şu yanda ki çiçekçi Mehmet’e git, de ki annemin evdeki çiçekleri kurumaya başladı, onlara nasıl bakım yapılacağına kağıda yazar
mısın? de, sonra da o kağıdı kap gel buraya. Sakın benim söylediğimi söyleme tamam
mı? Eğer Mehmet yok, babası ordaysa çaktırma, şöyle çiçeklere bakmaya geldim de.
Beş dakika yalandan bak, sonra çık gel buraya, hadi uç şimdi.”
Aradan on dakika geçmişti ki elemanı Mehmet’in çiçeklerin bakımını yazdığı kağıtla dükkana geri döndü.
Alper yüzü gülerek “Aferin lan” dedi ve hemen elinden kağıdı kaptı. Sonra da
Mehmet’in yazısını taklit ederek büyük bir dikkatle mektubu yazmaya başladı.
***
Aradan geçen haftalar sonbaharı yolcu edip kışı ağırlamaya başlamıştı artık. Gökyüzünden yere lapa lapa yağan kar, şu an Gülhane parkındaki banklardan birinde mateme bürünmüş olarak oturan Mehmet’in saçlarını, sanki çektiği acıyı yansıtırmışçasına
bembeyaz yapmıştı. Ne aradan geçen zaman, ne de onurunu kıran o mektup Hamiyet’i
unutmasına güç yetirememişlerdi. Sadece geçen günler, o mektuptan sonra ona duyduğu
öfkeyi, nefreti biraz bastırmış ona olan aşkını zerre kadar eskitememişti. Çok denemişti
onu unutmayı ve ismini kazıdığı yüreğinden söküp atmayı. Hatta bunu başarabilmek
için o ikinci mektupta ki o aşağılayıcı sözleri sürekli aklına getirip ondan defalarca nefret etmeye çalışsa da, çok kısa bir süre sonra bu nefret duygusu yok olup gitmiş yerini
Hamiyet’e duyduğu gerçek duygulara bırakmıştı. Kaç kere gururunu ayaklar altına
alıp, o incitici sözleri yazan Hamiyet’i görebileceği sokakları gece, gündüz, kar, çamur
demeden defalarca avare gibi gezip durmuştu. Her ne kadar onu görme ihtimalinin az
olduğunu bilse de, ona yaklaşmak, içindeki terk edilmenin ezikliğiyle beraber onsuzluğun hasret ateşini az da olsa dindirmişti. Aradan bu kadar zaman geçmesine ve Hamiyet’in mektuptaki o yaralayıcı sözleri söylemesine rağmen hala bir türlü anlam veremiyordu. Başına ne gelirse gelsin o bu sözleri yazacak birisi olamazdı. Onun gibi birisinin ağzı böyle şeyleri asla söyleyemezdi. Muhakkak bu işin içinde bir şeyler olmalıydı.
Ama ne Hamiyet’in böyle yazdığını öğrenebilecekti ne de onu son bir kez görmeyi başarabilecekti. Çünkü gelecek hafta askere gidiyordu. En çok hazmedemediği de, “Yakında
evleniyorum.” demesiydi! “Gerçekten evleniyor muydu? Bu kadar kısa zamanda ve benimle birlikte bu kadar mutlu olduğunu söylediği bir anda nasıl şak diye evlenebilirdi
ki? Belki de bana yazdıkları yalandı ! Ama neden ? O evde kesin bir şeyler dönmüştü
ama ne? Ya benden gerçekten soğuduysa? Ya mektupta yazdıkları onun gerçek yüzüyse? Ya ben burada aptal aşıklar gibi her an acı çekerek biraz daha erirken o gününü
gün edip başkasının kolunda gülücükler saçıyorsa?” Bunları düşününce bir anda kahroldu Mehmet. Artık tek isteği bir an önce askere gidip Hamiyet’ten, Gülhane parkının
acı veren hatıralarından, kafayı üşütmüşçesine dolaştığı o sokaklardan, sürekli kendisine üzülüp kaygılanan ailesinden kaçıp kurtulmaktı. Yoksa, burada kaldıkça onu asla
unutamayacağını çok iyi biliyordu. Askerlik şu an içine düştüğü bu acizlik batağından
kurtulmanın tek yoluydu. Ama, bu yolun sonunu bitirip tekrar başına yani evine geri
döndüğünde, artık ne bir zamanlar içini yakan o kara gözler, ne geceleri en güzel düşlere daldıran o gülüşler, ne içini ürperten teninin kokusu hiç biri ama hiç birisi olmaya-
11
caktı. Her sıkıntıya, her zorluğa katlanabilirdi ama onsuzluğa nasıl katlanacağını kendisi de bilmiyordu. Başını geriye yaslayıp lapa lapa karların geldiği gökyüzüne doğru bir
müddet öylece bakakaldı sonra içli bir şekilde”Allah’ım bu kadar üzüntü ve aşk dolu
yüreğimi bundan sonra ne başka aşklara ne de başka acılara açma ne olur.”dedi.
***
Asım’ın annesi salonda çalan telefona giderken arayanın Alper olduğunu düşünerek gene keyiflenmişti. Fakat, arayan kişi sert bir şekilde Asım’ı telefona isteyince bir
anda afalladı! İşkillenmiş bir şekilde gidip oğluna haber verdi ve merakla telefondaki bu
garip adamla, oğlunun konuşmalarını dinlemeye başladı.
-“Alo buyrun” dedi Asım.
-“Alo! Asım sen misin?” dedi adam kabadayı bir sesle!
-“Benim, ne oldu? Sen kimsin?”
-“Koçum sen bizi tanımadın herhalde! Geçen gece Alper’le beraber bizim kulübe
gelipte onun borç senedini üzerine alan sen değil misin? Dün çocuklara bankayı yoklattırdım senedin günü dolduğu halde para mara yatmamış. Bak koçum, beni iyi dinle. Ben
adamı bir kere ararım iki kere değil! Ya aklını başına al, ya parayı adam gibi bul buluştur getir bana, ya da tahsilatı bizim çocuklara havale ederim senin ciğerini sökerek alırlar haberin olsun.” diyerek sertçe kapattı telefonu.
Asım’ın yüzü bembeyaz olmuş, elindeki ahize titremeye başlamıştı! Korkuyla kanepeye oturdu. Hafızasını zorlayarak o gece Alper’le yaşadıklarını hayal mayal hatırlamaya çalıştı. Önce pavyona gidip deli gibi içmişler, birbirinden güzel karılarla alem
yapmışlardı. Oradan da kafalar iyi olmuş bir halde lokal mi, kulüp mü ona benzer bir
yere gitmişlerdi. Sonrasını hatırlamaya çalıştı. Alper, galiba oranın sahibine benzeyen
birisine kendisi gösterip bir şeyler demiş, sonra da ortak olduklarının kanıtı mı ne, ona
benzer bir şeyler deyip bir kağıt imzalatmıştı! Ama o zaman o kadar sarhoştu ki imzaladığı kağıdın ne olduğuna bile bakmamıştı. Asım’ın bir anda yüzünün şekli değişti!
“Yoksa.. Lan yoksa bu Alper yavşağı o gece bana madik mi attı?” diye düşündü ve hiddetle telefona sarıldı.
Telefonu açan elemanına, “Alper’i ver lan çabuk” diye bağırdı Asım.
Ahizeye eline tereddütle alan Alper’e “Kardeş” dedi Asım köpürerek. “Az önce
herifin biri beni senetleri niye ödemiyorsun diye aradı. Sözde o gece gittiğimiz kulüpde
ben senin borçlarına imza atmışım bu doğru mu?”
Alper içinden kıs kıs gülerek büyük bir hazla Asım’ı dinliyordu. “Demek kafana
çökmeye başladılar ha! Güzell..Güzel.. Bak şimdi it gibi nasılda dediklerimi yapıyorsun.” diye geçirdi içinden.
-“Asım canım benim ya” dedi Alper. “Demek seni senetler için arayıp rahatsız ettiler ha! Vay terbiyesizler. Halbuki ben onlara daha yeni talimat verdim senetleri ben
ödeyeceğim diye. Neyse kusura bakma canım kardeşim benim. Bir yanlış anlama olmuş.
Ben şimdi onları arar canlarını okurum meraklanma sen. Bu olayın aslını da sana anlatayım da adamların seni niye rahatsız ettiklerini sen de bil. Hani sana bir işyeri kuracaktım ya, istedim ki senin gibi birine layık şöyle kocaman bir yer olsun içinde bir sürü
çalışan adam olsun. Tuttum babamı aradım, dedim böyle böyle burada kendime delikanlının delikanlısı bir arkadaş buldum, onunla ortak büyük bir yer açacağız acil bana
yüklüce bir para gönder dedim, o da hiç ikilemeden ‘tabi oğlum ne demek hemen
salıyom’ dedi. Ben de ona güvenerek dükkanın biraz ödemesi vardı onun için kulüpçü
arkadaştan biraz borç aldım. Sonra o külübe beraber gittik ya! Seni oraya niye götür-
11
düm, niye takım elbise giydirdim hiç haberin var mı? Yok tabi. Oğlum bundan sonra
sen benim ortağımsın. İstedim ki benim önümde eğildikleri gibi senin önünde de eğilip
el pençe divan dursunlar. Senin de itibarın yükselsin. O gece kulüpçü arkadaşıma seni
göstererek dedim ki, bu arkadaş benim yeni ortağım bundan sonra İstanbul piyasası bu
adamı çok iyi tanıyacak dedim. Hatta getirin benim size olan borç senetlerimi arkadaşım hepsini ödeyecek dedim. Niye? Çünkü senin ne kadar büyük bir adam olduğunu
anlasınlar diye. Bak Asım şunu hiç aklından çıkarma! Benim adım Alper. Ben birinin
elinden tuttum mu, o adamı kral yaparım kral! Haberin olsun.
Alper’in bu dostane sözleri Asım’ı çok duygulandırmış az önce ki korku ve telaşının yerini derin bir rahatlama almıştı. “Kusura bakma”dedi Alper’e. “Ben bilemedim
olayların böyle olduğunu cahilliğime ver kardeş ya! Bizimkilere de hep diyorum Alper
gibisi var mı şu nankör dünyada. Anam zaten boşa demiyor hep ‘Alper gibi bir evladım
olaydı’ diye.
Alper, söylediklerinin Asım üzeride tesir ettiğini görünce, acıklı bir şekilde konuşmasına devam etti:
-“Ne demek! Ne demek! Bundan sonra benim her şeyim sizlersiniz artık. Bütün
koşturmam sizlere. Ben burada yıllarca öksüz gibi yaşadım. Artık benim de bir ailem
var sayılır. Daha ne isterim ki?”
Asım neredeyse ağlamak üzereydi. “Alper’im sen şimdi benim içimi yaktın. Sakın
kendini yalnız bilme, biz her zaman senin arkandayız.” dedi.
-“Eksik olmayın”dedi Alper hafif hüzünlü bir şekilde. “Zaten sizin bu sevginiz olmasaydı, sizin gibi bir aileyi tanımasaydım, karar vermiştim bu gurbete daha fazla dayanamayıp köye geri dönecektim. Yalnız bu arada küçük bir problemimiz var! Az önce
babam aradı. Ne dese iyi? ‘Oğlum ben sana dargınım para mara göndermiyorum.’ Niye
dedim? Bana dedi ki; ‘Ben de anan da artık iyice yaşlandık senin mürüvetini görmeden,
torunumuzu kucağımıza almadan ölmek istemiyoruz. Ama, sen bizim dediklerimizi hiç
hesaba katmıyorsun. O yüzden ya hemen evlenirsin, ya da sana para göndermiyorum
bir daha.’ dedi. Gördüğün gibi benim hemen evlenmem lazım. Hani namuslu bir kız
bulsam hiç beklemeceğim. Babam da haklı böyle bekar bekar nereye kadar? Yarın ölüp
gitsem, arkamda dünyanın parası öylece kalacak. Geçen gün oturdum düşündüm, dedim ki kendi kendime. Oğlum Alper, sen şöyle helal süt emmiş, bildik tanıdık, namuslu
bir kız bulup hemen evlenmelisin. Düşündüm düşündüm aklıma birisi geldi. Ama! Sana
nasıl diyeceğim bilemiyorum. Asım biraderim söyleyeceklerimi sakın yanlış anlama!
Ama eğer anlarsan şimdiden canın sağolsun. Kuracağımız işin çekini sana hemen şimdi
keser veririm, utancımdan bir daha da kapınızdan geçemem. Şimdi beni çok iyi dinle;
ben sizleri tanıdıktan sonra aile yaşantınızdan çok etkilendim, tam da hayalini kurduğum bir ev ortamı. Lafımın sonu şu ki, Ben kız kardeşin Hamiyet’e talibim! Biliyorum
çok şaşırdın. Belki de çok kızdın. Ama, karar vermekte çok acele etmeyin. Ama, evet
derseniz şunu bilin ki dünyanın en mutlu insanı ben olacağım bunu sakın unutmayın
diyerek.” telefonu kapattı.
***
Gülbahar teyze camın kenarına oturmuş, akşamdan beri yağan karın bembeyaz
yaptığı ağaçlara, çatılara bakıyordu. Hüzünlenmişti! Çünkü oğlu bugün yarın askere
gidecekti. Oldukça düşünceli bir şekilde, camdan dışarı, ağaçların tepelerine, oradan da
daha uzaklara baktı, sonra da “Allah’ım ne olur sen Mehmet’imi de diğer asker evlatlarımı da bu karda kışta koru. Onların acısını bizlere yaşatma! Sağ salim uğurladığımız
11
gibi, sağ salim bize kavuştur.” diye dua etti. Ardından da kahvaltı yapmak için aşağı
inen Melek’le, İhsan bey’in olduğu masaya geçip oturdu.
Son günlerde bütün ailenin canını sıkan tek şey, birkaç gün sonra askere gidecek
olan Mehmet’in Hamiyet’ten dolayı düştüğü derin bunalımdı.
Gülbahar teyze, kendisi gibi isteksiz bir şekilde çayını içen eşiyle, kızına bakarak:
“Oğlan bu kızı gerçekten unuttu mu acaba? Eğer unutmadıysa da, inşallah askerde
unutur da kendine gelir yavrum biraz. Yoksa bu gidişle hastalanıp mahvolacak benim
oğlum.“dedi üzüntülü bir halde.
İhsan bey eşinin endişelerini onaylamışçasına dudaklarını hafifçe ısırıp başını salladı. “Haklısın hanım Mehmet’i bu şekilde askere göndermek benimde içime hiç sinmiyor.”dedi. “Eğer ki bana, ‘Biz kesinlikle ayrıldık ve bu mesele tamamen kapandı.’ demeseydi, karar vermiştim gidip Hamiyet’in ailesiyle konuşup, bu çocukları yeniden birbirine kavuşturmak için elimden geleni yapacaktım. Ama, böyle söyleyince benim de
elimi kolumu bağladı. Gerçi her ne kadar bizim oğlan ‘Bitti’ dese de ben bu işin ikisi
arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı olduğuna inanmıyorum! İnadığım tek şey kızın
ailesinin bu işe çomak soktuğu. Yazık, düşünün kızın şimdi ne durumda olduğunu? Ben
zannetmiyorum ki, Mehmet burada bu kadar perişanken o kız zil çalıp oynasın! Siz de
görmediniz mi bize geldiğinde, Mehmet’e her an ne büyük bir aşkla, istekle baktığını?
Ya Mehmet’in onunlayken yaşadığı mutluluğu. ”İhsan bey, birden Melek’e dönüp “Kızım sen hiç konuştun mu kardeşinle, bizim bilmediğimiz bir şey anlattı mı sana?”diye
sordu.
Melek’in yüzü bir anda kızardı! Babasının sorusuna sanki suçüstü yakalanmış gibi
tepki verdi. Birkaç saniye durdu ve “Evet baba, Mehmet’le geçen gün aramızda bir konuşma geçti ama ona kimseye söylemeyeceğime söz verdimiştim.” dedi biraz mahcupça!
“Ama lütfen anlatacaklarım aramızda kalsın, yoksa bana çok darılır ve bir daha asla
sırrını söylemez. Bilmiyorum! Belki de şu an burada anlatacaklarım onun iyiliğine olabilir.”
İhsan bey’le, Gülbahar teyze, Melek’in, bu hiç ummadıkları andaki açıklamalarına
çok şaşırmışlardı! Melek anlatmaya başladı:
-“Hamiyet’le ayrıldığı o günlerin birinde, Mehmet telefonla beni aradı. Sesinin çok
kötü gelişinden moralinin bozuk olduğunu hemen anlamıştım. Hayırdır ablacım ne oldu
pek neşen yok gibi dedim. ‘Abla’ dedi. ‘Hamiyet’le birkaç gündür görüşemiyoruz, mağazayı aradım, kaç gündür oraya da gelmemiş! Ben şimdi evlerini ararsam sıkıntı olabilir. Sana zahmet sen arayıp, ben mağazadan bir arkadaşıyım, ona bir şey soracaktım
diye bir bilgi alır mısın ondan?” diye rica etti. Bende tabii hemen olur dedim. Sonra sakin bir şekilde evlerini aradım, karşıma Hamiyet’in annesi çıktı. Nazik bir şekilde Hamiyet’i istedim, istedim ama benim istememle kadının köpürmesi bir oldu! ‘Yok benim
kızımı bir daha aramayın da! Ne bileyim yok bir daha işe gelmeyecekte, zaten o yakında
evleniyor’ falan filan da, anlayacağınız kadın beni resmen haşladı!”
İhsan bey Hamiyet’in dükkana gönderdiği o mektubu okuduktan sonra, kızının
maruz kaldığı bu hoş olmayan konuşma şekline aslında çok da şaşırmamıştı. Ama, oğluyla kızın ayrılmasındaki şüpheleri, şimdi iyice dallanıp, budaklanmıştı. “Demek annesi
sana Hamiyet’in yakında evleneceğini söyledi ha!” dedi Melek’e. “Çok ilginç! Mehmet’le araları bu kadar iyiyken ve biz bu beraberliğin sonu kesin evliliğe gider diye beklerken zaten garip bir şekilde ayrılmışlardı. Şimdide bir anda Hamiyet’in evleniyor olması bana hiç te inandırıcı gelmedi! Bence o evde kesin bir şeyler oluyor, ama ne? Fakat, olan her nedir bilmiyorum ama, maalesef acı fatura bizim bu çocukla, o zavallı
kızcağıza çıktı. Yine de içimde bir his birbirini bu kadar çok seven çocukların bu işi burada yarım bırakmayacaklarını söylüyor ya, hayırlısı bakalım. Hele biraz zaman geçsin,
bakarsınız belki her şey kendiliğinden yoluna girer.”
12
***
Postacı, elindeki mektubu vermek için Asım’ların zilini çalıyordu. Kapıyı açan
Hamiyet’in annesi, postacının kendine uzattığı mektubu görünce çok heyecanlandı!
Okuma yazması yoktu, o yüzden elinde ki mektuba baktığı halde hiçbir şey anlamadı ve
mektubu hemen kocasının yanına götürüp ona okutmak istedi. Ama, kocası helaya girmişti. Sabırsızlıkla onun çıkmasını beklerken, merakına dayanamayıp zarfı açıp içindeki mektubu incelemeye başladı. Ama, yazılanlardan hiçbir şey anlamamamıştı, kocasının da tuvaletten çıkması gecikince sabredemeyip bu kez mutfakta yemek yapan Gülsüm’ün yanına gitti.
-“Al kız şunu oku bakalım kimdenmiş?” diye mektubu gelinin eline tutuşturdu.
Gülsüm de meraklanmıştı kaynanasının eline tutuşturduğu mektuba! “Acaba
kimdendi ki?” diye içinden geçirdi. Dikkatle okumaya başladı, okudukça bir anda kalbi
korkudan küt küt atmaya başladı! Çünkü gelen mektup Mehmet’tendi, ve kaynanası
bunu bir öğrenirse hem kendini, hem içeride ki zavallı Hamiyet’in başına her türlü felaketi getirirdi.
-“Hadi kız dilini mi yuttun, yoksa gözün mü kör oldu? Ne diye öyle mal gibi bakıyorsun mektuba? Söylesene kimden gelmiş?” diye söylendi kaynanası, Gülsüm’e.
Gülsüm paniklemişti! Titreyen bir sesle, “Ana, bu mektubu Hamiyet’in mağazadaki kız arkadaşları göndermiş, dur sana okuyayım.” diyerek dili sürçe sürçe mektubu
okumaya başlaşdı. ‘Sevgili arkadaşımız Hamiyet nasılsın? İnşallah iyisindir. Bizleri sorarsan bizler de iyiyiz şükür. Kaç zamandır nerelerdesin kız, yoksa evleniyor musun,
eğer evlenirsen bizi de çağır olurmu? Seni çok özledik ne zaman çalışmaya başlayacaksın bize haber ver şimdilik yazacaklarımız bu kadar herkese selam ederiz, sen de bize
mektup sal olur mu’ dedi ve hemen mektubu katlayıp avucunun içine aldı.
Kaynanası sinirli bir şekilde, “Çokta lazımda ya bu şıllıkların selamı, Hamiyet’te
ölüyordu sanki onlara. Neymiş evlenirsen bizi de düğününe çağır! Olur. Elin yosmalarını düğünümüze çağırıp ta kendimizi rezil edelim bari.”dedi.
Tam bu sırada Battal bey girdi içeri, “Ne o lan karı! Gene nedemeye söyleniyon
sen?” dedi sinirlenerek. “Hem ne diye helanın kapısına vurup vurup duruyon? Kurt mu
var karnın da az beklesen ya!”
Karısı iyice sinirlenmişti. “Herif git sende canımı hepten sıkma! Çok meraklıyım
sana ya, helalarda arıyorum sanki seni. Senin bu salak kıza, arkadaşları mektup salmış,
sana okutacaktım ya, neyse bu kız okudu.” dedi, korkuyla bekleyen Gülsüm’ü göstererek. Sonra da söylene söylene mutfaktan dışarı çıktı.
-“Acaba kayın babam gelen mektuba bakmak isteyecek mi?” diye, Gülsüm’ün eli
ayağı birbirine dolanmış her yerini hararet basmıştı!
- “Gelin, nerde mektup ? diye sordu Battal bey. Sonra da “Sakın o mektubu bu
deli kıza veripte, işe mişe heveslendirme yırt at onu.” diyerek o da mutfaktan oda çıkıp
gitti.
O an korkudan her yeri zangırdayan Gülsüm derin bir nefes aldı ve hemen mektubu koynuna sokarak usulca Hamiyet’in odasına gitti.
Hamiyet, o sırada dertli dertli pencerenin önüne koyduğu ekmek kırıklarını yiyen
kuşlara bakıyordu, yengesinin telaşla içeri girdiğini görünce sorgulayan gözlerle ona
baktı hemen.
12
Yengesi yüzünde bir gülümseme vardı, aceleyle koynuna gizlediğini çıkarıp, “Kız
gözün aydın Mehmet sana mektup salmış.” dedi sevinçle.
Hamiyet o an öyle bir bir çığlık attı ki! Yengesi korkudan hemen onun ağzını kapatmaya çalıştı.
Hamiyet her ne kadar Mehmet’i unutmaya çalışıp ona ayrılık mektupları yazmış
olsa da yüreği ona karşı olan gerçek hislerini olduğu gibi korumuştu. Şu an, haftalar
sonra ilk kez mutluluktan uçacak gibiydi. Yengesinin elinden mektubu öyle bir süratle
alıp okumaya koyuldu ki, yengesi şaşkınlıkla öylece kalakaldı! Ama kızcağızın bu haline
de hiç şaşırmadı, çünkü ne aradan geçen zaman ne Hamiyet’in yediği dayaklar onun
Mehmet’e olan sevdasından zerre kadar bir şey kaybettirmemişti ve bunun en yakın
tanığı da kendisiydi.
Hamiyet neredeyse sadece bir deri, bir kemik kalmış elleriyle aldığı mektubu soluk
soluğa okumaya başladı. Fakat, okumaya başladıkça günler sonra ilk kez gülmeye başlayan yüzü sararıp bozarmaya başladı! Daha mektubun tamamını bitirmemişti ki, gözleri kaymaya başladı ve zorlukla ancak “Yenge..” diyebildi sonra da elindeki mektupla
beraber olduğu yere yığıldı!
Yengesi korkuyla;
-“Hamiyet!” diye bağırdı, sonra yanına çömelerek onu kucağına alıp ayıltmaya
çalıştı, ama ayılmayınca bu kez de gidip kolonya getirdi ve eline yüzüne sürmeye başladı.
Bir süre sonra yengesin ellerinde baygın halde yatan Hamiyet, yavaş yavaş gözlerini açmaya başladı ve yengesini görür görmez de eline sıkıca sarılıp zor anlaşılır bir sesle,
“Yenge ne olur beni götür buradan, yalvarırım götür! Hem de çok uzaklara!”dedi.
Gülsüm’ün gözünden yaşlar süzülmeye başladı, Hamiyet’i hiç bu kadar tükenmiş
durumda gömemişti. “Tamam, tamam.” dedi ağlayarak. “Sen hiç merak etme!” Sonra
da onu kolundan güçlükle kaldırarak zorla yatağına yatırdı. Saçlarını okşamaya başladı. “Burada kalıp senin her geçen gün ölmene müsaade etmeyeceğim, tamam canım sakin ol!” diyerek ağlama krizine girmiş Hamiyet’i teskin etmeye çalıştı. “Ben hemen köydeki annemle, babamla arayıp seni oraya göndereceğim dedi ardından. Sonra aceleyle,
“Ben hemen geliyorum” diyerek odadan dışarı çıktı ve birkaç dakika sonra avucunda
sıkı sıkı tuttuğu bir şeyle geri döndü! Hamiyet’in yatağına oturarak sıkı sıkı tuttuğu
avucundan iki adet çeyrek altın çıkarıp bunları Hamiyet’e gösterdi. “Bak bunlar benim
garip annemim evden beni gelin çıkarırken verebildiği tek şeydi. Zaten, bunlardan başka da bir şeyim olmadı. Belki benim bebe bir gün hasta olursa ona kullanırım diye saklıyordum ama sana kısmetmiş, al anamın ak sütü gibi helal olsun sana. Bunları bizim
köye giderken yol parası yaparsın, ben onlarla konuşup sana nasıl oraya gideceğini söylerim, sen de bu mikroplara haber vermeden hemen öteberini toplarsın.” dedi. Bu arada
Gülsüm’ün aklına birden Hamiyet’e bu kadar azap veren Mehmet’in mektubu geldi,
hışımla yerdeki mektubu alıp okumaya başladı.
***
İhsan bey, sabah namazını kılarken içindeki özlem ve hüzün her geçen saniye biraz
daha büyüyordu. Kahvaltısını eşiyle beraber yaptıktan sonra, yine eşinin giyinmesine
yardımcı olduğu emektar paltosunu sırtına geçirip düşünceli bir şekilde evden çıkıp
dükkana geldi.
Yavaş bir şekilde paltosunu çıkarıp, “O bu çiçekleri çok severdi.” diyerek vazodaki
kırmızı ve beyaz karanfillerin en güzellerinden toplamaya başladı. Saatine baktı yakla-
12
şık bir saat sonra hasretle kavuşmayı arzuladığı yere varacaktı. Tamamlamış olduğu
karanfil demetini eline alıp arabasına bindi ve içinde buruk bir sevinçle yola çıktı. Kafasında geçmişten gelen bir sürü anı eşliğinde bir saatlik yolu tamamlamıştı. Arabasından
inip yerdeki karlara basarak buluşma yerine yürürken duyguları iyice yoğunlaşmış gözlerinde inceden inceye bir nem olmuştu. Ve nihayet, birkaç dakika sonra buluşma yerine gelip, yere çökerek elinde ki karanfil demetini büyük bir saygı ve dinmeyen bir hasretle rahmetli babasının mezarına bıraktı. Aradan geçen yıların yokluğunu unutturtamadığı, şefkatini, sevgisini, tatlı dilli sohbetinin lezzetini bir türlü hatırından çıkaramadığı babası için önce içli bir dua etti, tıpkı her sene ölüm yıldönümünde yaptığı gibi.
Sadece kendi duyabileceği bir sesle “Baba” dedi İhsan bey. “Hani şu küçükken hiç
omzundan indirmediğin, elinden tutup parklarda oynattığın küçük torunun var ya! O
şimdi askere gidiyor haberin var mı? Yalnız baba bu senin torun bir kızı sevmiş, kızı
görsen sen de torununla gurur duyardın! Fakat ne olduysa oldu nedenini halen benim
de bilmediğim bir sebepten dolayı ayrılmak zorunda kaldılar ve bu yüzden senin torunun da, o biçare kız da şu an çok berbat durumdalar. Maalesef, bu durum karşısında ne
kadar üzülsem de ben de çaresiz kaldım. Keşke sen şimdi burada olsaydın. O deryalar
gibi maneviyatınla, ne de güzel çözerdin bu tatsız işi. Açıkçası ne yapmam gerektiğini
bilmiyorum, Mehmet üzüntüden iyice eridi bitti. O zavallıcak da öyle. Senden öğrendiklerimle, bir çok insanın yuva kurmasına ve ufak şeyler için yuvasını dağıtmamasına
elimden geldiği kadar yardımcı oldum. Ama, bu işi nasıl çözeceğimi bir türlü bilemiyorum. Acaba sen burada olsaydın ne önerirdin bana?” İhsan bey’in gözü bir bir an mezardaki karın üstünde birbirine sıkı sıkı sarılmış kırmızı ve beyaz karanfillere takıldı!
Yüzünde aradığı cevabı bulmuşçasına bir tebessüm belirdi. “Sağol baba ben de senin
gibi düşünüyorum. Birbirine şu iki çiçek gibi sıkıca bağlanan ve bir o kadar da yakışan
bu gençleri bir araya getirmek için elimden geleni yapacağım.” diyerek vicdanı rahatlamış olarak mezarlıktan ayrıldı.
***
Gülsüm kızgınlıkla Mehmet’in Hamiyet’e gönderdiği mektubu okuyordu!
-“Senden ayrıldığım için çok mutluyum, gerçi seninle daha çok oynaşmadığımıza
deli gibi yanıyorum ya neyse, senin gibi sürtükleri her zaman bulurum ben. Düşünüyorum da iyi ki bırakmışım seni, yoksa o içkici ağabeyinle aç gözlü anan baban beş dakikada söğüşlerdiniz beni. Kızım sana tavsiyem önce ne mal olduğuna bak, ondan sonra
kendine göre bir herif bul! Bak söylüyorum bir daha da sakın benim peşime düşme,
eğer düşersen seninle yattım, kalktım sonra da bıraktım derim bütün dünyaya rezil
olursun. Zaten babam bana evlenmem için bir kızı çoktan buldu bile, hem zengin hem
de okumuş! Ha bu arada duydum ki benim yüzümden seni işten çıkarmışlar, sen en iyisi
ne yap biliyor musun Asım denen o pezevenge söyle gittiği o pavyonların birinde sana
güzel bir iş bulsun, senin gibi zilliler orada iyi para ediyor.”
Gülsüm mektubu bitirmişti, ama hırsından nefes alamıyordu! Öfkesinden neredeyse çıldırmak üzereydi. “Hamiyet’in anlattığı Mehmet bunları nasıl yazabilirdi ki? Ya da
Hamiyet böyle bir adi bir çocuğu severken gözleri mi kör olmuştu ?”diye içinden geçirdi. Fakat, yengesi bu işten biraz huylanmıştı! Çünkü Hamiyet’in anlattığı Mehmet’le bu
iğrenç, aşağılık sözleri yazan kişinin bir olması mümkün olamazdı. Yengesinin içine o an
kurt düştü! Ama şu an yatağında zaten sefil bir halde yatan Hamiyet’in acısını iyice
deşmek istemediği için bu şüpheyi şimdilik onunla paylaşmayıp içinde tutmaya karar
verdi.
12
***
Pazar günü askere gidecek olan Mehmet, gecenin bir vakti efkar basmış bir şekilde
yatağına uzanmış, yaşadığı olayları düşünüyordu. Şunun şurasında askere gitmesine bir
kaç gün kalmış olmasına rağmen sanki saniyeler bile onun için geçmek bilmiyordu. Bir
an önce buralardan, etrafında Hamiyet’i anımsatıp acı veren her şeyden kaçıp kurtulmak istiyordu. Askere götüreceği valizini bile hazırlamıştı ama! En büyük üzüntüyü de
işte o zaman duymuştu! Çünkü bu kadar delicesine sevip uğruna kahrolduğu Hamiyet’in ne bir resmi vardı valize koymak için, ne de ondan gelen küçük bir hatıra. Çünkü
o güzel günleri yaşarlarken böylesine selamsız, sabahsız düşman ayrılacaklarını bir an
bile düşünmemişti ki! Bunları düşünürken kapının açıldığını ve babasının gülümseyerek
içeri girdiğini gördü, hemen kendini toparlayarak yatağının kenarına oturdu.
-“Rahatsız olma oğlum, eğer uyumadınsa biraz konuşalım diyecektim ?”dedi İhsan
bey.
-“Hayır baba uyumuyorum sadece biraz uzanmıştım.” diyerek hafifçe kenara kaydı ve babasının da yatağa oturmasını sağladı.
-“Ee Mehmet, kısmetse iki gün sonra çakı gibi asker oluyorsun nasıl heyecanlı mısın oğlum?”
-“Bilmiyorum baba, ama öyle çok fazla heyecanlı değilim, sadece bir an önce askere gitmek istiyorum.” dedi Mehmet bezmiş birinin ruh haliyle.
İhsan bey anlamıyor değildi oğlunun neden böyle kaçarcasına askere gitmek isteyişini. Onun bir an önce, Hamiyet’i anımsatan mekanlardan, kor gibi yakıp, yıkan düşüncelerden, her gece uykularını kaçıran karabasan gibi hayallerden uzaklaşmak istiyordu.
Ağır gelmişti oğluna Hamiyet’ten ayrılmak, hem de altında kalıp ezilecek kadar ağır!
Zaman her şeyin ilacıydı ama, oğluna aynı merhameti göstermemişti bu kez, aksine geçen her saniye, Hamiyet’ten ayrılmak oğlunu daha da yasa boğmuştu. Ne annesinin birbirinden güzel yemekleri kapanan iştahını, ne de ailenin diğer fertlerinin onun kararan
yüreğini ferahlatmak içinki çabaları! En büyük korkusu da, ertesigün askere gidecek
oğlunun yanında içine düştüğü bu kara sevdayı da götürecek olmasıydı! “Acaba askerdeyken onu unutup kafasında karman çorman olmuş duyguları biraz daha yoluna koyup kendine gelecek miydi? Yoksa o karman çorman olmuş duygular bir girdap gibi
çocuğunu daha da karanlık diplere mi çekecekti? Şu an odasına gelmesinin nedeni de
oğluyla son kez bu Hamiyet meselesini konuşmaktı. Tek bilmek istediği şuydu, bu çocuklar gerçekten bu işi kendi istekleriyle mi bitirmişlerdi, yoksa başka nedenlerden dolayı mı? Ayrıca şu an Hamiyet’e karşı hisleri neydi?” diye düşündü. Çünkü bunları öğrenip ancak ona göre bir şeyler yapmaya çalışacaktı.
-“Oğlum demek on beş ay boyunca bizden ayrı kalacaksın öylemi? On beş ay dedim de, dedenlerin zamanlarında askerlik kaç seneymiş biliyor musun tam dört sene!
Düşün.. annenden, babandan, sevdiğinden ayrı kaldığın koca bir dört sene.” İhsan bey
birden gülerek oğluna baktı. “Şu senin deden, yani annenin rahmetli babası var ya az
değilmiş biliyor musun?”
Az önce kasvet çökmüş bir halde oturan Mehmet babasının anlattıkları artan bir
ilgiyle kulak vermeye başladı ve bir an merak etti dedesinin ne yaptığını.
-“Deden o zamanlar senin gibi genç delikanlı, köyde oturuyorlar o vakit. Deden o
sıralarda bir kıza gönül veriyor, veriyor ama bu tam askere gideceği zamana denk geliyor. Bu arada kızın ailesi sert! Dedene dönüp bakmıyorlar bile çünkü deden hem çok
yakın zamanda askere gidiyor hem de maddi durumları öyle çok kötüymüş.
12
Babası anlattıkça Mehmet daha bir heyecanla dinler olmuş, farkında olmadan
kendisini yavaş yavaş dedesinin yerine koymaya başlamıştı.
-“Deden, deli divane yerinde duramıyor kıza iyice tutulmuş, işin aksi tarafı askerlikte gelip dedenin kapısına iyice dayanmış. Düşünsene dört sene! Kıza yüzük takmadan
gitse, geldiğinde ne kızı bulabilir, bulsa da anca yanında kocası araların da çocuklarıyla
bulur, öyle çaresiz bir durum senin anlayacağın.
Babasının söylediği bu son sözler Mehmet’in çok komiğine gitmiş farkında olmadan bir anda gülmeye başlamıştı. Bu arada babasının anlattıklarını daha bir hevesle
dinliyor, dedesinin bu kız için ne yapacağını öğrenmek için sabırsızlıkla babasının konuşmasının sonunu bekliyordu.
-“Sonra senin bu deden anasına, babasına diretmeye başlamış, ‘illaki bu kızı bana
alacaksınız’ diye! Garipler ne yapsın? Kızı vermeyeceklerini bile bile sırf dedenin ateşini
söndürmek için istemeye gitmişler. Bu arada dedene söylememişler ama, istemeye gitmeden önce kız evine aracı göndermişler hani bu işin bir oluru var mı yok mu diye.
Ama, neredeyse aracının bile canını okuyacaklarmış, ‘Bizim onlara verilecek kızımız
yok’ diye.
Neyse bunlar sözde istemeye gitmişler ama işin sonu zaten baştan belli olduğu için
kendilerine önceden hazırlana ‘Yok’ cevabını ceplerine koyup gerisin geri eve gelmişler.
Tabi bunu duyan deden çıldırıp, ortalığı birbirine katmış! O gece gidip kız evinin
bütün camlarını taşlamış, siniri alamayınca da bu kez ‘Bana bir kızı isteyemediniz.’ diye
kendi anasının babasının camlarını taşlamış! Ama ondan sonra babasının korkusundan
üç gece dışarıda ayazda yatmış. Tabi sonra eve gelmiş ama, babasından güzel bir dayak
yemekten de kurtulamamış.”Hikayenin bu kısmına babasıyla Mehmet karşılıklı gülmüşlerdi.
Mehmet’in morali düzelmiş, az da olsa keyfi yerine gelmişti. Dinlediği hikayenin
başından beri ilk kez konuşmaya başladı.
-“Gerçekten dedem de az değilmiş, baba! Bunları daha önce ne sen, ne de annem
anlatmıştı, Peki benim bu çılgın dedem, daha sonra ne yapmış?” diye sordu babasına.
-“Dedenin gözü kara? Öyle dayakmış, dışarı da soğukta ayazda yatmakmış, hiçbir
şey dedeni kızdan vazgeçirtmiyormuş. Peki niye oğlum biliyor musun?” diye bir anda
Mehmet’e döndü!
Mehmet babasının anlattıklarına tatlı bir şekilde dalmışken babasının birden kendisine böyle bir soru sorması karşılında ne diyeceğini bilemedi ve kestirme yolu seçerek,
“Neden vazgeçmiyormuş ?” diye sordu babasına.
-“Çünkü kızı gerçekten öyle bir sevmiş ki! Ne kızın ailesinin ters davranışları, ne
kızın ağzından çıkıyormuşçasına ‘Bu kız seni istemiyor zaten’ türünden ailesinin uydurduğu yalanlar, ne de yarın öbür gün gideceği askerlik. Bu arada kızın da gönlü dedendeymiş, kaç kere sopa yediği halde ayak direyip ‘Ben ondan başkasına varmam’ diyormuş. En sonunda askerlik zamanı gelmiş deden üç gün sonra asker, hem de dört yıl. Dedeni basmış bir telaş, askere gitmeden bu işi haletti halletti, yoksa bu sevda bitti! Bu
senin deden ne yapsa iyi? Sen kalk gecenin bir yarısı köyde herkes uyurken, kızın babasının ahırına gir ordaki ineklerin, koyunların üzerine traktörden çektiği mazotu dök!
Sonra da elini kibriti alıp ‘Ya bana Zeliha’yı verirsiniz, ya da bu hayvanları da köyü de
cayır cayır yakarım’ diye avaz avaz bağır! Bütün köy ayağa kalmış! Herkes dedenin
etrafında onu sakinleştirmeye çalışıyor! O sırada senin rahmetli Zeliha ninen, o da pencereye gelmiş dedene bakıp sevinçten kıs kıs gülüyormuş. Bu arada deden dediğini yapmakta kararlı, kimse söz dinletemiyor! En sonunda Zeliha nine’nin, babası çıkıp ne demiş biliyor musun? ‘Allah kahretmesin ikinizi de hayvanları bırak, Zeliha’yı alıp defolun gidin bu köyden, hatta cehennemin dibine gidin’ demiş; demiş ama sonraki gün bu
12
iş gönül rızalığına binmiş ve eller öpüldükten sonra deden muradına erip öyle askere
gitmiş.”
Mehmet babasının anlattığı bu hikayeye hem gülmüş, hem de çok duygulanmıştı.
Bir an gözü kendisine dikkatle bakan babasına kaydı! Sanki bir şey söylemek ister gibiydi.
Mehmet babasıyla ilgili yanılmamıştı. İhsan bey az önce anlattığı hikayeye bağlı
olarak oğluna bir şey sormak istiyordu, Mehmet’in gözlerinin içine şefkatla bakarak
sordu. “Oğlum, sen de halen seviyor musun Hamiyet’i, tıpkı dedenin Zeliha’yı sevdiği
gibi?”
***
-“Gelin sen de gel” diye bağırdı Gülsüm’e, kaynanası. Asım karşısına anasıyla,
babasını almış büyük bir gururla Alper’in, Hamiyet’e nasıl da talip olduğunu anlatıyordu.
-“Yaa ana! Sen bu kızı Alper’e nasıl yapacağım diye dövünürken, adam nasıl da
kıymetimizi bilip yanaştı bize.”dedi Asım.
-“İyi çocuk” dedi Battal bey. “Ben daha ilk gördüğümde size diyecektim adamın
hası diye.”
-“Bize de ancak böyle aslan parçası yakışır.” dedi Asım’ın anası. “Yalnız geçende
bu dangalak kız ben ölsem de bu çocuğa varmam dediydi ya! Bakalım bu sefer ne diyecek mal akıllı.”
Asım birden öfkeyle anasına çıkışmaya başladı! “Kız ana sen saçma sapan ne konuşuyorsun? Bu evde bizim sözümüze mi bakılıyor o şırfıntının mı? Bak gene beni
dellendirdiniz, gidip ağzını yüzünü bir güzel patlatacağım.” diye bağırdı ortaya.
-“Otur oturduğun yerde” diye bağırdı Asım’a, anası. “Zaten baban bir güzel dövüp eğri büğrü etti kızı, bir de sen döversen biz kime vereceğiz bu korkuluğa dönmüş
kızı? Bakın şimdi hepiniz beni iyice bir dinleyin, ben kafamda bir plan yaptım. Şimdi bu
kıza desek ki ‘Bak Alper seni istiyor naz etmede he de artık’ yok diyecek, ayak direyecek, canıma kıyarım diyecek soysuz. Düşünün o marketçi heriften sonra bu süt kuzusunu da kaçırdık mı, ne yapacağız? Oturup kustuğumuzu mu yiyeceğiz? Şimdi hepinize
soruyorum bu kızın başına ne hal gelse bu çocukla evlenmek zorunda kalır?
Asımla babası birbirlerine bakındılar, hiçbir şey anlamamışlardı.
-“Lan karı bizim kafa senin kadar çalışıyor mu ki? Bize dalga geçer gibi soru soruyorsun, ne söyleyeceksen söyle” dedi Battal bey.
Karısı konuşmaya devam etti. “Şimdi bu Alper kuzum, istemeden, hani yanlışla
bu kızın namusunu kirletse? O saatten sonra bu inatçı kız, ‘Ben bu çocuğu yok istemiyorum’ diyebilir mi hiç?”.
Asım’la, babası şimdi meseleyi anlamışlardı, ikisinin de gözlerinde belli olmayan
bir gülümseme belirdi.
-“Ana kız, sen bu kadar uyanıkken, babam gibi bir çulsuza nasıl düştün hayret
ediyorum!” dedi Asım.
Babası çok bozulmuştu Asım’ın bu onurunu inciten lafına, ama bu lafın altında
kalmak istemedi, sinirli bir şekilde “Lan gavurun dölü! Sanki sen bir bok oldun da, babana laf mı vuruyon?” dedi.
Anası gene “Susun” diye bağırdı. “İkinizi birleştirsen yarım adam etmezsiniz, tutmuş bir de, birbirinize krallık yapmaya kalkıyorsunuz.”dedi. Sonrada, sertçe Asım’a
dönerek “Sen şimdi Alper oğlumu ara, ben bizimkilerle konuştum bacımın işini, ilkin
12
biraz mırın kırın ettiler ama ben kabul ettirdim, kız bundan kelli senin de. Yalnız gelirken şöyle irisinden bir tek taş getir hemen olayı burada bağlayalım de. Bak şimdi ben
Pazar günü Fatma’lara geçerim babanda kahveye gider, senle, gelinde evde olursunuz.
Alper gelince ona durumu anlatıp, diyeceksin ki, ‘Bu kız seni çok seviyor ama genç kız
tabi biraz naz yapmak istiyor, hem de heyecanlanıyor ne yapsın’ diyeceksin. Hem diyeceksin ki ‘Bak baban da bugün yarın köyden geliyor gel bu işi çabuklaştıralım’ deyip
kızın odasına salacaksın. Bu arada sen gittiğin pavyonlardan bu inatçı kardeşini uyutacak bir şey bul getir ki çocuğa zorluk çıkarmasın. Alper’i kızın odasına gönderip ben
yarım saatliğine kahveye varıp geleceğim dersin, gelince de hemen odaya hücum edip
hemen kardeşinin yakasına yapışacak namusumuzu iki paralık ettin, hemen burada
temizle diyeceksin .”
Gülsüm bu duydukları karşısında dehşete düşmüş kusmamak için kendini zor
tutmuştu. Elinden gelse yerinden fırlayıp karşısında ki bu iğrenç kaynanasının boğazını
sıkacaktı, ama işleri daha da beter etmemek için kendini güçlükle tutabildi.
***
İhsan bey tekrar sordu Mehmet’e, “Oğlum bu kızı halen dedenin sevdiği gibi seviyor musun? Hamiyet’e olan duyguların şimdi de, o gün bize getirdiğindeki gibi mi?”
Mehmet babasının hiç beklemediği bu soruları karşısında adeta afallamıştı. Şimdi
babasına ne cevap verecekti ki? Hele ki babasının dedesiyle ilgili anlattığı fedakarlıklardan sonra! Hikayeyi dinlerken sürekli “Erken pes edip belki de biraz daha cesur davranmış olsaydım şimdi bu kahrolası ayrılık olmayacaktı.” diye düşünmüş ve şu an büyük bir pişmanlığın içine düşmüştü. “Günlerce Gülhane parkında, o sokaklarda boş
yere dolaşmaktansa cesaret edip Hamiyet’in kapısına dayansaydım belki de şu an onunla nişanlanmış olarak askere gidecektim.”diye kendi kendine kahırlandı Mehmet, çünkü
şu an küçük de olsa içinde açmaya başlayan umut tohumunu büyütmeye artık vakti
kalmamıştı. Sonuçta askere gitmesine saatler kalmıştı. Başını öne eğerek kendisinden
merakla cevap bekleyen babasına “Evet baba seviyorum “dedi. Mahcupça. İçi dolmuştu
Mehmet’in hem babasının dedesiyle ilgili anlattığı ve içinde cesaretin, gerçek aşkın var
olduğu hikaye, hem de şu an içini kemiren ve “Keşke dedem gibi yapsaydım.” diyen
pişmalık duygusu. Artık “Yeter” deyip, bir anda günlerdir içinde tuttuğu acıları boşaltmaya başladı.
-“Evet baba Hamiyet’i seviyorum. Belki dedem gibi belki ondan da öte! Sen de
biliyorsun baba, ilk zamanlar her şey gayet iyiydi, hatta bize de getirip sizlerle bile tanıştırdım, ama her şey iyi giderken size söyleyemediğim bir şey vardı baba, Hamiyet’in
ailesi! Nasıl desem? Biraz tersler, kıza sürekli baskı yapıyorlarmış, hatta bize geldiği o
akşam vardı ya..” deyip biraz duraksadı Mehmet. Sonrada biraz öfkeli bir sesle “Bizden
kendi evine döndükten sonra babası nasıl yaptı, vicdanı nasıl elverdi bilmiyorum ama
kızı acımadan dövmüş galiba. Zaten, ne olduysa o günden sonra oldu. üç dört gün ondan
hiç haber alamadım, sonra dükkana bir mektup gönderdi, içinde ayrılmamız gerektiğini, çünkü ailesinin bu beraberliğe asla izin vermeyeceğini yazan. Hadi bu mektubu zor
da olsa kabul etmeye çalıştım, ama baba beni asıl yıkan sonraki mektup oldu.
İhsan bey çok şaşırdı! diğer mektuptan hiç haberi olmamıştı. “Neymiş oğlum bu
sonraki mektup, kızcağız seni bu kadar yıkacak ne yazmış olabilir ki?” diye sordu merakla!
12
Mehmet mektupta yazan o aşağılayıcı cümleleri şimdi aklına getirdikçe yüzü gene
gerilmeye başlamıştı! Bunları babasına söylese adamcağızın şimdi yüreğine inerdi, ama
az önce içindekileri babasına anlattıkça rahatlamaya başlamıştı, bu yüzden mektupta
yazılan her şeyi söylemeye karar verdi.
-“Baba sana bu diğer mektupta yazanları anlatacağım, Ama! Yine de bunları Hamiyet’in yazmış olabileceğini halen içime sindirmiş değilim bunu bilmeni istiyorum.
Sözde beni sevdiğini sanmış ama meğerse o kadar çok sevmiyormuş… Yok kendine zengin birini bulmuş onunla evleniyormuş ...Yok zaten ben ona layık değilmişim de falan
filan, buna benzer kırıcı bir sürü söz. Ama, baba eğer sende Hamiyet’i benim tanıdığım
kadar tanısaydın onun böyle şeyler yazacağına hayatta inanmazdın. O bunları değil
yazmak, ağzına bile alacak birisi değil, ama o evde bu kıza neler yaptırıyorlar bunu da
bilemiyorum. Ben de mecburen bu işten vazgeçmek zorunda kaldım çünkü hem elimden
bir şey gelmiyor, hem de kendim için sizleri sürekli üzüp duruyorum.
İhsan bey’in yüreği sızlamıştı. Kızcağızın gerçek duygularını yansıtmadığına inandığı bu ikinci mektup meselesinden sonra, o evde kesin tatsız bir şeylerin döndüğüne ve
şu an kızın büyük bir cefa içinde kıvrandığına artık kesin kanaat getirmişti. Sevindiğiyse oğlunun içindeki her şeyi bu kadar açıkça kendisiyle paylaşmasıydı.
-“Oğlum” dedi İhsan bey. “Biz zaten senin üzüntünü de, mutluluğunu da paylaşmak için varız. Önemli olan senin dertlerini bizlerle paylaşıp hata yapmaman. Demek
Hamiyet’i bu kadar seviyorsun, işte buna çok sevindim, neden biliyor musun? Çünkü
Hamiyet’i seven yalnız sen değilsin! Bizler de onu çok sevdik. Tamam oğlum artık için
rahat olsun, sana söz veriyorum bu iş olacak! Biliyorsun ki baban söz verdi mi ucunda
ölüm de olsa sözünü tutar.
Mehmet bir anda karanlık dehlizlerden, yemyeşil kırlara çıkmış gibi hissetti kendini. Umutlarının tükendiği bir anda babasının bu sözü, yüreğinde yeniden Hamiyet’le
ilgili kuracağı hayallerin müjdecisi olmuş, günlerdir üzerine çökmüş kasvetli havayı bir
anda dağıtmıştı.
Oğlundaki ferahlamayı hisseden babası, onun yüzünü biraz daha güldürmek istedi.
-“Dua etki burada rahmetli deden yok! Yoksa bu durumu bir öğrense hem Hamiyet’lerin hem bizim bütün camlarımızı taşlar, o da yetmez gider birde bizim dükkanın
camlarını taşlar.”.
Babasının bu sözleri artık iyice rahatlamış olan Mehmet’i gene güldürmüştü.
Oğlunu günler sonra böyle mutlu gören İhsan bey, “Canım oğlum yeter ki sen gül,
baban ne kadar kırılacak cam varsa onları senin için eliyle bile kırar.”dedi içinden.
***
Alper’in dükkandaki sinirli ve gergin hareketleri yanında çalışan elemanın da dikkatini çekmişti. Bir yandan ikide bir dükkana baskın yapar gibi gelen borçlu olduğu
pavyonun adamları, bir yandan kumar borcunu Asım’dan alamayıp kendi kapısına dayanacak adamların korkusu Alper’i adeta aptallaştırmıştı! O sırada çalan telefon Alper’i daha da tedirgin etti!
-“Bak lan şu telefona, gene o adamlarsa Alper abim yok dersin tamam mı?” dedi
elemanına korku içerisinde.
Elemanı tedirginlikle açtı ısrarla çalan telefonu, sonra “Bir saniye” diyerek eliyle
telefonun mikrofonunu kapatıp sessizce “Asım abi arıyor” dedi.
Asım lafını duyunca derin bir “Oh” çekip, hemen gevşedi Alper. Hızlıca ahizeyi
eline alıp konuşmaya başladı.
12
-“Vay ne haber Asım? Ben de heyecanla senin telefonunu bekliyordum, ne yaptın
konuştun mu sizinkilerle?”
-“Alper’im, konuştum tabi konuşmaz olurmuyum.” dedi Asım. “Dedim ki can
kardeşim bacıma talip olmuş. Önce biraz düşündüler, biraz naz ettiler, ama ben arada
oldum mu olay tamamdır. Senin için şöyle delikanlı, şöyle mert dedim, onlar da ‘Madem
öyle alsın hayrını görsün’ dediler.
Alper’in keyfine diyecek yoktu şu an! “Peki yanlış anlama da Asım kardeş bir şey
soracağım, Hamiyet bacının haberi var mı o ne diyor bu işe?”diye sordu.
Asım bir anda ciddileşti! “Alper’im sen bizim nasıl bir aile olduğumuzu daha anlayamamışsın galiba? Bak, biz bu işe tamam dediysek tamamdır. Bizde karının ağzına
bakıp iş yapılmaz haberin olsun.” dedi kızgınca. “Sen şimdi pazar günü için rahat bir
şekilde gel kızı iste, bu arada gelirken de şöyle irisinden tek taşlı bir yüzük getir, hani
kalbine yanlış bir şey düşmesin yüzük için, maksat bu işi orda hemen bağlayalım tamam
mı?”.
-“Ne demek Asım ya!”dedi Alper. “Tek taşın lafı mı olur? Siz beni kendinize layık
gördünüz ya! Değil tek taş yakında bütün taşları o eve yığacağm göreceksiniz. Çok şükür dualarım kabul oldu en sonunda. Hep sizin gibi bir ailem olsun istiyordum. Ben
hemen meseleyi babama haber vereyim, şimdi nasıl da sevinecekler garip anamla beraber biliyor musun? Babam şimdi sevinçten parayı hemen salar hem de misliyle. Ben pazar günü geliyorum o zaman.” diyerek kapattı telefonu. Vitrinin camından gülümseyerek dışarı baktı. “Demek bu iş tamam ha?” dedi içinden sonra da, derin bir iç çekerek
şehvetli bir şekilde Hamiyet’i hayal etmeye başladı “Ulan zilli az kaldı yatağımı seninle
ısıtmaya, bu arada baldırı çıplak Mehmet’e söyleyeyim de pazar günü onun yavuklusunu istemeye giderken en güzelinden bana kendi elleriyle bir çiçek yapsın.” diye kahkaha
atmaya başladı. Ardından, kendinden emin bir şekilde koltuğa iyice yayılıp keyifli bir
şekilde ahizeyi aldı ve gözlerindeki kurnazca bakışlarla borçlu olduğu pavyonun numaralarını tuşlamaya başladı
-“Alo! Bana Şehmuz ağabeyi verin çabuk! Alo.. Abi ben Alper, kuyumcu Alper,
hürmetler ederim canım abicim benim, umarım rahatsız etmedim seni? Sana söyleyeceğim bir mevzu var da! Abi.. Hani benim size olan şu borcun vardı ya, bu aralar elim
iyice daraldı, sizin adamlar da ikidir bizim dükkanı yoklayıp duruyorlar. Canım ağabeyime diyeceğim şu, elimde bir kız var hem de taş gibi! Sıfır, ağzı daha süt kokuyor, hani
geçen sene size bir kız daha vermiştim ya ona, bin basar şerefsizim. Diyorum ki, bu kızı
size getirsem de benim borcumu helalleşsek? Olur ya ölümlü dünya hakkın bende kalmasın.”.
-“Lan gavat!” dedi Şehmuz. “Sen de tam pezevenk oldun çıktın bu alemde! Peki
sübyanın soyu sopu burada mı? Sonra başım ağrımasın bak! Biliyorsun eğer bana bir
madik atmaya kalkarsan senin de, kızın da boynunu koparırım dinime imanıma!
-“Yok abi, rica ederim olur mu öyle şey?”dedi Alper. “Ben öyle karaktersiz birimiyim? Teessüf ederim. Zaten kızı sana getirmeden önce ben onu beyaz unla mayalayıp
getireceğim, anlarsın ya! Sonra da itin köpeğin olur, ne istiyorsan yaptır zilliye.”
-“Bak bak, lan oğlum sen ne şerefsizmişsin de hiç haberimiz yok.”dedi Şehmuz.
“Ulan godoş! sen bizim işleri bakıyorum da bizden daha iyi biliyorsun. Anlaştık sana bir
hafta müsaade kızı getirdin getirdin, yok getiremedin, anam avradım olsun sana yırtmaçlı etek giydirir masalarda karı diye oynatırım.” Diyerek sertçe kapattı telefonu. Alper’in eli titriyordu, biliyordu bu Şehmuz denen mafia babasının hiç acıması olmadığını,
öylesine korkmuştu ki biraz cesaret toplamak için çekmecede ki silahı hemen beline taktı.
Hava oldukça soğuktu ve günlerdir yağan kar yerde kat kat buz tabakasına dönüşmüştü. Asım’ın karısı üşüyen çocuğunu kendi vücuduna bastırarak ısıtmaya çalışır-
12
ken bir yandan da sabırsızlıkla, telefon kulübesinin boşalmasını bekliyordu. Kaynanasının Hamiyet’le ilgili kurduğu kalleşçe plan aklına geldikçe hırsından ağlayacak gibi oluyordu. En sonunda külübede bağıra çağıra konuşan adam dışarı çıktı. Aceleyle oğlunu
da yanına alıp hemen boş külübeye girip köydeki annesinin telefonunu çevirdi.
- “Alo !.ana ben Gülsüm ne yapıyorsunuz? Babam nasıl?” Diye sordu acele acele!
-“Gülsüm sen misin kızım?”dedi anası. “Çok şükür iyiyiz, biliyorsun senin sesini
her duyuşumda içim parçalanıyor, seni de, torunumu da, yaşlı babanla nasıl özlüyoruz
bir bilsen.”
-“Ana dur! gene aynı şeyleri söyleme, ben de sizi özlemez olur mu hiç! Her vakit
burnumda tütüyorsunuz, ana şimdi sana diyeceklerim var çok önemli! Hamiyet var ya
görümcen işte onu durumu çok kötü!”
-“Kötü mü?” dedi heyecanlanarak Gülsüm’ün annesi. “Ne oldu kız? Başına bir
felaket mi geldi yoksa?”
-“Ana hiç sorma! Kaynanamla, kayınbabam olacak o domuzlar, yanlarına benim
pis herifi de alıp bir oldular. Burada biçare kızın başına oynayacakları oyunu bir bilsen
yüzlerine tükürürdün mikropların! Benim herifin bir arkadaşı var ne olduğu belli olmayan mundarın biri, eli paralı diye bu kızı zorla ona yapmaya çalışıyorlar ama bizim
kız ölsem de ona varmam dedi, çünkü onun sevdiği Mehmet diye biri var. Canımı alsalar da ondan başkasına varmam diyor. Garibimi önce işten çıkardılar, sırf sevdiğinden
ayrı koymak için, sonra da o vicdansız kayınbabam kızı öyle bir merhametsizce dövdü
ki bir görsen, kız günlerce inleye inleye ağrıdan yatamadı! Şimdi ne yapacak bu gavurlar biliyor musun? Kızı zorla o çocuğa kirlettirip evlenmek zorunda bırakacaklar.”
-“Tühh...” dedi Gülsüm’ün anası. “Boyları devrilmesin utanmaz, arlanmazlar.”
diye beddua etmeye başladı.
-“Ana bak şimdi, ben size sormadım ama, düşündüm ki bu kızı size salayım, çünkü
hem gidecek başka bir yeri yok garibin, hem de burada kalırsa ya canına kıyacak ya
evden kaçıp deli divane olacak.”
-“Vah yavrum vah! Hele şu körpenin başına gelene bak! dedi acıyarak Gülsüm’ün
annesi. “Demek o yavrunun da kaderi anasının babasınınki gibi karaymış ha! Tabi kızım sen hemen durma sal, yalnız geberesicelerin bundan haberi olmasın yoksa kızı burada da rahat bırakmaz arsızlar. Gelsin yavrum buraya, Allah ne verdiyse beraberce
yer gideriz, yeterki mazlum oralarda solup kalmasın. Peki bu kız geçmişiyle ilgili her
şeyi biliyor mu? Ona bir şey anlatan oldu mu hiç?”diye sordu Gülsüm’e.
-“Yok ana hiçbir şeyden haberi yok, ne ben ne de başkasından bir şey duymadı
ama artık söyleyeceğim sizinde haberiniz olsun. Yeter, kızcağız niye bu kadar zülüm
görüyor bilsin! Ana ben Pazar günü Hamiyet’i yanınıza salıyorum ona göre hazırlığınızı
yapın. Bak ana ben Hamiyet’e çok düşkünüm bunu sen de biliyorsun ? Biz bu evde kardeş gibi büyüdük, o yüzden önce yüce Allah’a sonrada size emanet. Ne olur gönlünü hoş
tutun, ağır iş buyurmayın, kızı zaten burada kahrettiler hiç değilse orada biraz yüzü
gülsün.”
-“Kızım sen ananın babanın ne olduğunu bilmiyor musun da ? Böyle söylüyorsun!
Sen nasıl ciğerimden bir parçaysan bundan sonra Hamiyet’i de öyle bil. Ah kızım keşke
sen de çocuğu alıp Hamiyet’le gelseydin, bundan sonra senin o vicdansızlarla kalmana
gönlüm nasıl razı olur ki? Seni düşündükçe içim yanıp yanıp duracak haberin olsun.”
***
13
Kahvaltı masasında oturan herkesin yüzünde derin bir hüzün vardı, çünkü şu an
sofrada bulunan Mehmet’in askere gitmeden ailesiyle yaptığı bu son pazar kahvaltısıydı. Bu akşam otobüse binip, yarın İzmir Narlıdere’deki acemi birliğine teslim olacak ve
artık on beş ay sürecek vatani görevini yapmaya başlayacaktı.
Mehmet’in gidişi en çokta Gülbahar teyze’yi perişan etmişti, sabaha kadar uyumayıp gözyaşı dökmüş sabahtan beri de her fırsatta oğluna sarılıp öper olmuştu. Kahvaltıya eşi Murat’la gelen Melek de, kardeşinden ilk kez bu kadar ayrı kalacak olmanın
kederine bürünmüştü.
Mehmet’in morali birkaç gün önce içini babasına dökmesinden dolayı şu an biraz
daha iyiydi. Hamiyet’le ilgili kurutup yok etmeye çalıştığı hayalleri şimdi babasının verdiği sözle yeniden can suyu bulup yeşermeye başlamıştı. Eğer şu an askere gidiyor olmasaydı tıpkı dedesinin yaptığı gibi cesurca bir harekette bulunup Hamiyet’e ulaşmayı
düşünmüştü kaç kere! Ama, olsun yine de içinde büyük bir umut canlanmıştı bunun da
nedeni kendisine söz veren babasıydı, ayrıca ablasıyla da bu konuyu konuşup, Hamiyet’ten vazgeçmediğini ve onun evini arayarak bir şeyler öğrenmesin, rica etmişti.
-“Şanslısın” dedi Murat, Mehmet’e. “Şimdi İzmir de hava bayağı sıcaktır. Çok
seversin İzmir’i, özellikle fırsatını bulursan kordonda yürüyüp, çay içmeyi ihmal etme
sakın! Bu arada askerdeyken ihmal etmeyeceğin bir şey daha söyleyeceğim “K.K.K.”!
Mehmet tıpkı kendilerini dinleyen annesi ve Melek gibi şaşkınlıkla eniştesine baktı! Hiçbir şey anlamamıştı eniştesinin bu kısaltma harflerinden. Bir tek İhsan bey’in
yüzünde, Murat’ın söylediğinin ne anlama geldiğini bildiğini belirten bir gülümseme
meydana belirmişti.
Murat kendisinde merakla cevap bekleyen Mehmet’e bakarak konuşmaya başladı.
“Belki de duymuşsundur? İzmir, Narlıdere’deki birlik, acemi birliğidir. Orada birbirinden farklı huylarda binlerce insanla arkadaş olup, bir oturup, bir kalkacaksınız. İyi,
güzel olaylarla karşılaşacağın gibi, hiç ummayacağın tatsız olaylara da tanık olacaksın.
Böyle durumlarda kendini bu hoş olmayan işlere bulaştırmamak için yapacağın tek şey,
üç ‘K’ yani, Konuşmayacaksın, Karışmayacaksın, Kaytarmayacaksın.”
-“Enişten doğru söylüyor” dedi İhsan bey. “İnsanı doğruya götüren en güzel rehber içinde yaşanmış tecrübeler olanıdır.” diyerek Murat’ın sözlerini onayladı.
Mehmet eniştesiyle, babasının ders niteliğinde sözleri kafasından bir kez daha geçirip hafızasına iyice yerleşmesini sağladıktan sonra, saatine baktı ve telaşla ayağa kalkarak Sinan ve birkaç arkadaşa vedalaşmaya gideceğini söyleyerek evden dışarı çıktı.
Güneş yer yer kendini kar serpiştiren bulutların arasından gösterse de hava oldukça soğuktu. Mehmet üzerini sıkıca giyip, pazar günü olmasına rağmen elindeki siparişleri bitirmek için dükkanda tek başına çalışan Sinan’ın yanına geldi.
Sinan, Mehmet’i karşısında görünce kendini bir anda çok kötü hissetti! Bugüne
kadar, acısını derdini, mutluluğunu heyecanını paylaştığı tek insandı. Figen olayının
şokunu halen atamadığı bir dönemde Mehmet’in askere gidiyor olması, kendini tamamen yalnız hissetmesine neden olmuştu.
Mehmet, sandalyeyi Sinan’ın yanına çekerek oturdu. İki dertli arkadaş başladılar
konuşmaya, dertleşmeye. Tabii ki ilk konuştukları konu Sinan’ın askerlik anıları oldu.
Anlatıkça kah güldüler, kah hüzünlendiler ve anlatılacaklar anlatılıp bugüne geldikleri
zaman, ikisinin de yüzünde yaşadıkları taze acıların izleri belirdi!
Sinan istemeye istemeye, Figen’le yaşadığı o kötü olayları büyük bir iskonto yaparak Mehmet’e anlattı, tabi bu anlattıkları ister istemez Mehmet’in de Hamiyet’le ilgili
yaşadığı ıstıraplı beraberliği anlatmasına sebep oldu.
Mehmet, yaşananları en başından anlatmaya başladığında, farkında olmadan içinde o günlerden kalma, mutluluk ve heyecan zerreleri kıpırdamaya başlamıştı, fakat ya-
13
şadıklarının son kısımlarını anlatmaya başladığında yüzünde karamsar bir hava oluşmaya başladı. Sonra da babasıyla konuştuklarını ve babasının bu konuda verdiği sözü
anlattı Sinan’a.
-“Anlayacağın, Sinan bu iş burada bitmedi daha”dedi Mehmet. “Hala içimde büyük bir umutla gidiyorum askere. Bu arada Sinan senden de bir ricam var, Hamiyet’i
bir kez görmüştün hani mağazada benim gönderdiğim gülleri verirken. Şimdi sana onun
telefonunu ve adresini vereceğim, bilmiyorum nasıl yaparsın ama, ona ulaşmanı ve ondan aldığın haberi hemen bana söylemeni istiyorum. Ben askerdeyken bu konuda tek
yardımcım sizlersiniz. Elimden gelen tek şey sizlere bolca dua etmek.” deyip gitmek için
ayağa kalktı, Sinan’la birbirlerine sıkıca sarıldılar. Sinan elini Mehmet’in omzuna koyarak,
-“Sen merak etme gözün arkada kalmasın. Şu saatten sonra nasıl askerlik senin en
şerefli görevinse, bu işi halletmekte benim en şerefli görevim olacak.” dedi.
Mehmet oldukça duygusallaşmış olarak ayrılmıştı Sinan’ın yanından. Şu an yüreğinin delicesine gitmek istediği son bir yer vardı, o da Hamiyet’in oturduğu sokak!
***
Gülsüm yenge’si, Hamiyet’e çekine çekine anlatıyordu kaynanası olacak o cadının
kendisi için kurduğu o hain planı.
Yengesinin anlatıkları karşısında günlerdir soluk duran gözleri fal taşı gibi açılmıştı Hamiyet’in. İnanamıyordu! Bir ana kızına böyle alçakça bir şeyi nasıl yapardı?
Öfkesinden çıldırmak üzereydi artık, içi öyle daralmıştı ki bağırmak, haykırmak lanet
etmek istiyordu şu an duyduklarına ve günlerdir yaşadıklarına. Bir an gözleri pencereye
gitti, kendini oradan atıp kurtulmak istedi, boğazına karabasan gibi sarılıp boğan bu
ardı arkası kesilmeyen cefa dolu olaylardan, ailesinin gaddarlığından ve en önemlisi her
an daha da dayanılmaz hale gelen Mehmet’in hasretinden!
-“Dur hele biraz sakin ol!” dedi yengesi. “Sana söyleyeceklerim daha bitmedi. Bugün köydeki anamla konuştum, senin buradaki durumunu olduğu gibi anlattım ona, içi
parçalandı, hepsine lanet okudu domuzların! Sonra hemen Hamiyet’i buraya sal, hiç
tasa yapmasın, artık oda benim evladımdır dedi.” Hamiyet’in yanına oturup elini sıkıca
tuttu yengesi. “Sen hiç dert etme sakın, görünce çok seveceksin anamla, babamı. Hele
bizim köyü bir görsen, bir daha buraları hatırına bile düşürmezsin. Etrafında, yamaçları karlı kocaman dağlar... Hemen köyün altında akan mis gibi pırıl pırıl dere… Derenin her iki boyu dedelerim diktiği, senin bedeninde söğüt ağaçları… Hele baharda bizim
ineklerin yayıldığı çiçek dolu o meraları görsen ben bu kokmuş yerde boşa yaşamışım
dersin. Bak sana anlatırken benim şimdiden içim bile gitti oralara. Ne olur Hamiyet’im
sen yüreğini serin tut. Orada bir başına değilsin, bakarsın ben de yanına gelmişim.” diyerek Hamiyet’in biten gücünü ayakta tutmaya çalıştı. “Bu arada sana bir mektup vereceğim!” dedi biraz çekinerek! Hamiyet birden yalvarır gözlerle yengesine bakıp sıkıca
kollarına yapıştı. “Yenge mektup kimden yoksa Mehmet’ten mi?” diye sevinçle sordu.
Yengesinin içi yine cız etmişti! Bu kızın, o pis mektuba rağmen bu çocuktan şuncacık vazgeçmediğini belliydi. Ama, bu saatten sonra yapılacak tek şey bu kızı uzaklara
kaçırmaktı. “Hayır! Mektup Mehmet’ten değil, ama en az ondan gelecek mektup kadar
önemli, belki ondan da önemli! Ama bana söz vereceksin, mektubu ancak otobüse binip
İstanbul’dan çıktıktan sonra açacaksın!”dedi Hamiyet’e.
Hamiyet şaşkına dönmüştü! Bu kadar önemli ne olabilirdi ki mektupta? Gönülsüzce “Tamam yenge, söz.” dedi.
13
Gülsüm yengesi, kapının ardında kimsenin olup olmadığını kontrol ettikten sonra
yeniden Hamiyet’in yanına gelip oturdu. “Bak şimdi, biz de senin gavur anana bir plan
yapacağız! Bu Alper denen namussuz birazdan gelir, sen şimdi hiçbir şey bilmiyormuş
gibi davran, üstünü başını hemen dışarı çıkacakmış gibi kuşan, anan da baban da evde
olmayacak, niye olmayacak az önce anlattıydım sana, o kalleş kardeşinde bir ara kahveye gidiyorum diye çıkacak, işte tam o sırada ben ırz düşmanı adamı oyalarken sen çantanı alıp bu pis evden çıkıp gideceksin. Şimdi hemen çantanı hazırlamaya koyul, sana
verdiğim altınları da unutma sakın.”
Hamiyet içinde büyük bir kahırla elbiselerini çantaya yerleştirmeye başladı. En
son elbisesini koyarken birden hıçkırıkla ağlamaya başladı! Elinde şu an Mehmet’lere
gittiği o gün giydiği takım elbisesi vardı! Gene Mehmet’in hasreti düşmüştü yüreğine.
Şu son gününde, şu son saatindeki tek isteği buralardan tamamen yitip gitmeden Mehmet’i bir an da olsa görebilmek, bir saniye de olsa o sesini duyabimekti.
Alper, yüzünde gülücük elinde İhsan bey’e yaptırdığı kocaman bir çiçekle zile bastı. Dükkandan çıkıp buraya gelene kadar sürekli olarak, Hamiyet’le beraber olmanın
hayalini düşlüyordu, artık öyle bir şehvete kapılmıştı ki şu an karşısına kim çıksa üstüne
atlayabilirdi!.
Kapıyı içeride sabırsızlıkla Alper’in gelmesini bekleyen Asım gelip açtı.
-“Ooo eniştem, benim” diyerek, Alper’i salona aldı.
Asım’la, muhabbet etmeye başlayan Alper’in aklı sürekli Hamiyet’teydi. Bu arada
biraz zaman geçmesine rağmen, yanlarına ailenin diğer fertlerinin gelmemesi biraz garibine gitti. “Annenle, baban neredeler?” diye Asım’a sordu kuşkuyla.
Asım hiç kızarmadan yalanını söyledi. “Bizim bir hemşeri vardı, biraz rahatsızlanmışta ona gittiler. Sen bizimkileri boş ver, nasılsa onlar bu işe ‘Olur’ dediler. Biz
şimdi kendi aramızda bu yüzük işini de hallederiz. Bu arada ne yaptın kardeş tek taşı
getirdinmi?” diye sordu gözleri parlayarak!
Alper huylanmıştı, “Bu işte kesin bir puştluk var!” diye düşündü. “Ne demek lan,
akrabaya ziyarete gittiler! Bana yüzüğü al, gel diyen bunlar değil miydi?”
Asım, Alper’in hafiften işkillendiğini görünce somurtarak “Önce biraz içelim keyif
yaparız, sonra da yüzük merasimin hallederiz.” dedi. Sonra da “Ben bir mutfağa varayım” diyerek ayağa kalktı, ardından da, “Gülsüm sen de gel kız” deyip, onuda yanına
katıp beraberce mutfağa geçtiler. Asım büyük bir zevkle raftan aldığı su bardağına,
pavyonda ki konsomatris kızlardan aldığı uyku ilacını kattı, tadı belli olmasın diye de
içine vişne reçelinin şerbetinden dökerek Gülsüm’ün eline verdi. “Bana bak” dedi karısına sertçe azarlayarak. “Al bu şerbeti içeri bizim kıza götürüp güzelce içir, bitene kadar da başında bekle.”
Gülsüm içinde büyük bir kinle, elindeki ilaçlı şerbeti Hamiyet’in odasına götürdü,
kendisine korkuyla bakan görümcesine eliyle sus işareti yaparak, bardağı penceredeki
saksının içine döküverdi. Sonra da serinkanlı olmaya çalışarak yeniden mutfağa gidip
bu kez de içeride bekleyen Asım ve Alper’e rakı ve mezeleri götürmeye başladı.
Aradan yaklaşık bir saate yakın geçen zamandan sonra, ikisi de yavaş yavaş çakır
keyif olmaya başlamışlardı. Alper’in gözü bir ara kendilerine hizmet eden Gülsüm’ün
vücuduna takıldı, bir an onunla olduğunu hissederek yutkunmaya başladı, içindeki arzu
ve istek o kadar artmıştı ki yanında ki Asım’a aldırmadan yanlarına gidip gelen Gülsüm’e yiyecek gibi bakmaya başladı.
Asım sarhoş olmanın verdiği rahatlıkla meseleyi yavaş yavaş Alper’e açmaya başladı.
-“Bizim bu kız, aslında seni ilk gördüğü anda vurulmuş ama, ne yaparsın genç kız
işte! Biraz inat yapıp aklınca sana cilve, naz yapmaya çalışıyor. Nerden bilsin senin ace-
13
len olduğunu, bugün yarın gelecek babanın senin evli olduğunu görmesi gerektiğini. Ben
diyorum ki, biz bu işi cahil kızın aklına bırakmayalım, tez yoldan halletmeye bakalım,
nasılsa eniştemizsin artık! Sen şimdi bizim kızın odasına gir, kendi avradınmış gibi işini
bir güzelce hallet, sonra da hemen yüzükleri takıp bu hayırlı işi tamamına erdirelim!”
Alper’in bir anda gözleri yuvalarından fırlatacakmış gibi oldu! Şu an duyduklarına inanamıyordu. “Yuh be! Ulan bunlar benden de pezevenkmiş!”dedi içinden.
Alper’in heyecandan eli ayağı birbirine karışmaya başlamış, birazdan Hamiyet’e
sahip olma düşüncesi bütün bedenini hareretlendirmişti!
-“Hadi enişte yüzümü kara çıkarma” dedi Asım. “Ben bir kahveye varıp gelecem,
bir şeye ihtiyacın olursa bizim karıya seslenirsin, hadi rast gele.” Diyerek o da evden
dışarı çıktı.
***
Mehmet son kez derin bir acıyla bakıyordu Hamiyet’lerin oturduğu binaya. Gözlerini binanın kapısına dikmiş sanki Hamiyet her an kapıdan çıkıp kendisine o gülüşüyle
koşup gelecekmiş gibi bakmaya başlamıştı. Saatine baktı 15.05 daha fazla geç kalmadan,
oradan ayrılmaya karar vermişti ki, kapıdan kirli sakallı genç bir adamın çıktığını gördü, oysa İstanbul’daki şu son saatlerinde, şu kapıdan çıkan kişinin günlerdir kokusuna, gülüşüne, gözlerine hasret kaldığı Hamiyet olmasını ne çok isterdi. Ama, hüsrana
uğramış bir şekilde Hamiyet’lerin oturduğu binadan uzaklaşmaya başladı.
Asım’ın evden çıktığını anlayan Gülsüm aceleyle Hamiyet’in yanına geldi, içinde
yıllardır saklı tuttuğu sır olan mektubu hemen koynundan çıkarıp Hamiyet’e verdi, sonrada belki de son kez olacak şekilde birbirlerine gözyaşları içinde sıkıca sarılıp vedalaştılar. Bu arada Alper iyice azgınlaşmış halde Hamiyet’in odasına doğru ilerlemeye başlamıştı!
Yengesi tam odadan çıkmıştı ki Alper’le burun buruna geldi! o an öyle bir panik
oldu ki, Alper’in alev alev yanan gözlerine korkuyla baka kaldı! Sonra birden ağlıyormuş gibi yapıp, “Alper kardeş ocağına düştüm, bebem ölüyor!” dedi ve onu kolundan
tutarak zorla odasına götürmeye başladı.
Alper hem sarhoşluğun verdiği rehavetle, hem de birazdan Hamiyet’e sahip olacağının heyecanıyla ne olduğunu anlamadan Gülsüm’ün peşi sıra çocuğun odasına gitti.
Hamiyet bütün bu olanları kapının aralığından korkuyla izliyordu. Onlar odaya
girince hemen çantasını kaparak, keder içinde çocukluğunun, genç kızlığının, iyi kötü
yanlarıyla yaşadığı bu eve bir daha geri dönmemek üzere hızla çıktı evden. Fakat abisi
daha yeni çıktığı için onunla karşılaşmak istemedi o yüzden beş dakika daha apartmanın içinde tedirginlikle beklemek zorunda kaldı. Mehmet’i sevmesiyle başlayan bu yaşadıklarının, düş mü, gerçek mi olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Saatine baktı 15.10
du. Hemen merdivenin basamaklarını koşarcasına inerek apartmanın önüne geldi, son
kez dönüp ıstırap dolu gözlerle, yıllarca oturduğu evine baktı, sonra da hiç bilmediği
diyarlara son bir umutla, umutsuzca yürümeye başladı.
Alper, Gülsüm’ün ardından gelirken, gözleri sürekli Gülsüm’ün bedenini süzüyordu, O sıra dış kapının açılıp kapandığını duydu! Fakat, şu an o kadar sarhoş, o kadar
gözü dönmüştü ki bunu önemsemedi bile. Odaya girip Gülsüm’ün “Bebem ölüyor” dediği çocuğunu öyle uyur görünce şaşırdı önce!
Sonrada Gülsüm’e dönerek sırıtmaya başladı, “Ulan yosma demek senin canın da
beni çekiyor öylemi? Ama önce şu içerideki kızın işini bitireyim, sen burada soyun beni
13
bekle.” diyerek ateşli bir şekilde Hamiyet’in odasına doğru yürümeye başladı. Kapıyı
açıpta Hamiyet’i göremeyence bir anda çılgına döndü! Sonra az önce dış kapının açılıp
kapandığını hatırladı ve bu kez büyük bir hışımla Gülsüm’ün odasına daldı!
-“Ulan adi karı! O kızı sen kaçırdın dışarı de mi?” diyerek Gülsüm’ü tekme tokat
dövmeye başladı. O Hamiyet olacak kaltak gene Mehmet’e gitti de mi? Lan şerefsizler,
bok mu var bu Mehmet denen itte! Bu kızı babası dövdü uslanmadı, ben Mehmet’in
ağzından zehir gibi mektup yazdım gene uslanmadı. Nedir lan bu sürtüğün derdi? nerdeyse Mehmet için canını verecek şıllık. Biz adam değil miyiz lan burada?” Alper iyice
kudurmuştu bir yandan Gülsüm’ü saçlarından tutmuş tokatlıyor, bir yandan da ağzından en pis küfürleri savuruyordu.
Gülsüm en sonunda yediği darbelerden dolayı kanlar içinde yere düştü! Alper Gülsüm’ün halsiz bir şekilde yere düştüğünü görünce bir anda niyetini bozarak bu kez
onun üzerine saldırdı. bir taraftan zorla, “Yapma” diye yalvaran Gülsüm’ün elbiselerini çıkarmaya çalışırken, bir taraftan da korkuyla anasına sarılan çocuğunu tekmeyle
uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Asım, elinde sigara büyük bir keyifle ıslık çalıyor, az önce gittiği kahveden şimdi
gelmiş evin kapısını Alper’i rahatsız etmemek için yavaşça açıyordu. İçeri girer girmez
birden avaz avaz bağırmaları duyunca, yüzünde bir mutluluk hali belirdi! “Ulan enişte
sen de pek sertmişsin hani, nasılda işi biliyorsun.” diye gülmeye başladı. Fakat içeriden
gelen seslere biraz dikkat verince bir anda tüyleri diken diken oldu! Çünkü bu gelen
bağrışma sesleri karısıyla oğlununa aitti! Haykırarak karısının odasına gitti. Kapıyı açtığında dehşete düştü! Gözlerinden ateş fışkırıyordu Asım’ın! Ani bir hareketle belinden
sustalıyı çıkarıp, karısını üzerine abanmış Alper’i bıçaklamaya başladı!
***
Hamiyet, elinde çantası tedirginlik içerisinde evden uzaklaşırken, günler sonra dışarı çıktığında yüreği ve ayakları onu hemen Mehmet’e götürmek istemişlerdi. Ama!
Mehmet’in nasıl yazdığına bir türlü inanamadığı o acı sözler aklına geldikçe sanki başından kaynar sular dökülmüş gibi hissediyordu kendini! Yine de her şeye rağmen, yüreği tıpkı yanardağ gibi sürekli Mehmet’in aşkıyla, hasretiyle kaynayıp lavları bütün
benliğini hiç boşluk bırakmasızsın sımsıkı sarıyordu.
Güneş batmaya meyledip sıcağı yavaş yavaş kaybolurken, havanın soğuğu iyice
kendini hissettirmeye başlamıştı. Hamiyet yerdeki bembeyaz yağmış karları görünce
yüreği sızladı! Ne çok isterdi şimdi, acı içinde hiç bilmediği karanlıklara gitmek yerine,
Mehmet’le şu bembeyaz karların üzerinde el ele yürümeyi, yuvarlanmayı.. Günler sonra
dışarı çıktığında gökyüzünü, ağaçları, işyerini ayrı kaldığı her şeyi ne kadar da çok özlediği hissetti. Fakat, bu özlemle beraber içinde derin bir burukluk oluştu! Çünkü geçen
her saniye onu buralardan acımasızca söküp alacak hiçbilmediği yerlere savuracaktı.
etrafındaki her şeye sanki ilk kez, ya da sonkez görüyormuşçasına elemle baktı, çünkü
yarın bu saatlerde, Diyarbakır, Egani’ye bağlı bir dağ köyünde olacaktı, belki de ölene
kadar. Bu sırada aklına gelen bir şey, bir anda heyecanlanmasına neden oldu. Yengesi’nin verdiği mektubu hatırlamıştı, hemen eli çantaya gitti alıp okumak için, ama biraz
duraksadıktan sonra bu hevesinden vazgeçmek zorunda kaldı, çünkü yengesine otobüse
bindiğinde okumak için söz vermişti. Kolundaki saate baktı, biraz daha zamanı vardı
kendini buralardan acımasızca alıp çok uzaklara götürecek olan otobüse binmek için.
13
İçinde şu an her geçen saniye büyüyüp, artık içine sığmaz bir isteği vardı, o da son
kez, karşı kaldırımdan, ya da bir ağaç ardından, ya da yürüyen insanların yanından
suçluymuşçasına kaçamak bir bakışla olsa da, Mehmet’i görebilmek! Bunu düşünmek
bile yüzünü güldürmeye yetmişti şimdi. Mağazadaki arkadaşlarını da özlemişti, onları
görmeyi de çok isterdi ama bu perişan, çökmüş halini kimse bilsin istemiyordu. İstemiyordu kendisine acıyan gözlerle bakıp tükenmişliğini, mahvolmuşluğu bir kere de onların bakışlarından görmeyi! Bu arada Mehmet’i görme isteği öylesine kabarmıştı ki bu
isteğe daha fazla karşı koyamadı, zaten koyocak boş bir yüreği de yoktu! Mehmet’in hep
“Hayranım” dediği simsiyah saçlarını mavi bereyle kapatıp, yüzünü de mavi atkısıyla
iyice gizledikten sonra, tıpkı önceden yaptığı gibi içinde büyük bir heyecanla kendisini
Mehmet’e götürecek olan otobüsün durağına yürümeye başladı.
Mehmet, hayal kırıklığı içinde otobüsün camlarından dışarı bakıyordu. bugün
Hamiyet’in oturduğu sokağa gidip, apartmanlarına onu görme ümidiyle bakarken, aslında bu ümidinin ne kadar az olduğunu da bilmiyor değildi, ama ümit yine de ümitti azı
da çoğuda şu an onun için aynı değerdeydi. Sadece şu an onu göremediğine üzülmüyordu, bugünden itibaren üç ay boyunca, ne onu hayal ederek o vefasız sokakları dolaşabilecekti, ne de onu düşünüp kendi kendine avunduğu dert mekanı ve ilk buşuktukları yer
olan Gülhane parkını görebilecekti. Kimbilir bu üç ay içinde Hamiyet belkide gerçekten
evlenecek, hatta buralardan çok uzaklara gidecekti ve şu an bu tatsız düşünceleri ve
ihtimalleri engelleyecek ne çaresi ne de zamanı vardı. Umutlarını ayakta tutan tek güçse
ailesinin ve can dostu Sinan’ın kendisine yüreklerinden verdiği söz ve destekleriydi.
Bunları düşünürken buarada ineceği durağa da gelmişti.
Haftalar sonra ilk kez otobüse binen Hamiyet’in içini büyük bir coşku kapladı!
Çünkü bu otobüsler onu hep Mehmet’e, hep sevdiği arkadaşlarına götürmüştü. Oysa
şimdi! Uğruna canını vereceği Mehmet’ini, sanki düşmanıymış gibi, sanki aşk mahkumuymuş gibi, onu dikenli tellerin ardındaymış gibi bakıp görmeye çalışacak, sonra da
bu şehirden çok büyük bir suç işlemişçesine ve içindeki, halen kanamaya devam eden
yaralarla kaçıp gidecekti. Peki neden? Halbuki tek yaptığı Mehmet’i delicesine sevmekti. Onu sevmenin bedelinin, ondan ayrılıp bu kadar acıyla bu kadar uzaklara gitmek
olduğunu nereden bilebilirdi ki? Zaten bilseydi belki de sevmezdi, çünkü onun gibi birisini tanıyıp, aşık olmak inanılmaz lezzetliydi, ama ondan ayrılıp uzaklara gitmek, ona
aşık olmanın lezzetinden bin kat daha acı vericiydi!
Mehmet, son günlerde biraz düzelen keyfi gene kaçmış, gönülsüz bir şekilde dükkanlarının bulunduğu caddeden eve doğru yürüyordu. Babası dükkanı sadece öğleden
sonra bir ara açmıştı,o’nun nedeni de Alper’in yanında çalışan elemanın, kız istemeye
gideceklerinden dolayı babasına rica ederek bir çiçek yaptırmasıydı. Mehmet yürürken
gözü kırtasiyeye takıldı, aklına askerde kullanmak için kalem ve bloknot almak geldi.
Bu arada saatine baktı 16.00 olmuştu, ama biraz daha zamanı vardı çünkü, terminalden
İzmir’e kalkacak otobüsün hareket saati 18.30 du. Kırtasiye dükkanından içeri girip
ihtiyaçlarına bakmaya başladı.
Otobüsten inip Mehmet’in dükkanına giderken, Hamiyet’in heyecandan ayakları
titriyordu! Kalbi her adımda o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki, sanki yerinden çıkacak
zannetti. Mehmet’e olan özlemi artık öyle bir hale gelmişti ki, daha şimdiden yürürken
gözleri dolup dolup boşalmaya başladı. Mavi şapkasıyla beresini iyice sarınıp ne Mehmet’e ne onun babasına ne de bir tanıdığın kendisini görmesini istemedi. Yanında yürüyen birkaç kişiyi siper edinerek dükkanın önüne geldiğinde her yeri zangır zangır titri-
13
yordu, büyük bir hasretle başını çevirip dükkana baktı, fakat dükkanın kapısı kapalıydı
ve içeride de hiç kimse yoktu! O an kalbinde bir acı hissetti! Ama, her ihtimale karşın
fark edilmemek için dükkanın önünde durmayarak caddenin yukarısına doğru yürümeye başladı. Kafası karışmıştı, saatine baktı 16.10’du bu saatte dükkanın kapalı olması
normal değildi! İçindeki özlem ateşi onu yeniden cesaretlendirip dükkana doğru yeniden
yürütmeye başladı.
Mehmet kırtasiye dükkanından kendine kalem ve bloknot alırken morali sıfıra
düştü! Oysa ki ne hayaller kurmuştu askere giderken, Hamiyet’e bir sürü şiirler, mektuplar yazacaktı, onunla paylaştıklarını, kuracakları yuvada paylaşacaklarını yazacaktı.
Ama şimdi! Ne yazacaktı? Onu kaybetmenin acısını mı?
Hamiyet ürkek bir şekilde yeniden caddenin aşağısına doğru yürüyüp dükkanın
önüne gelmişti, Mehmet’e susayan gözleri bu kez daha cesurca aramaya başlamıştı onu
içeride. Fakat, iyice dikkatli baktığı halde bir türlü içeride kimseyi göremiyordu. İşte o
an iyice yıkılmıştı! Kapıya yanaşıp yalvarırcasına kapıyı açmaya çalıştı, son dileğiydi
Mehmet’i görmek. Ama, keç kez eşiğinden girip Mehmet’in boynuna sarılmasına izin
veren bu kapı, bu kez ona Mehmet’i göstermemek istercesine bir türlü açılmıyordu..
Mehmet kırtasiyeden aldıklarının parasını ödeyip caddeden dükkana doğru yürüyordu ki, bir anda kapalı olan dükkanlarını açmaya çalışan mavi bereli bir kızı gördü!
“Herhalde bügün kapalı olduğumuzu bilmeyen müşterilerimizden biridir.” diye düşündü. Ama ona doğru yaklaştıkça bir anda garip bir heyecan bütün vücudunu sarmaya
başladı! Kapının önündeki bu kız Hamiyet’i o kadar andırıyorduki, hatta üzerinde ki
pardesü bile aynıydı. Ama yüzünü mavi atkısıyla öyle sıkıca örtmüştü ki suratını bir
türlü seçemiyordu. Yalan bir ümitle adımlarını ona doğru hızlandırdı, nafile de olsa içi o
diye coşmuştu şimdi, o an neredeyse yürümeyi bırakıp ona doğru koşacaktı ki! Dükkanın kapalı olduğunu anlayan müşterisi elindeki valizi alıp ağır ağır oradan uzaklaşmaya
başladı.
Mehmet hemen onun ardından dükkanın kapısına geldiğinde ikinci şoku yaşadı!
Az önce burada kapıyı zorlayıp giden müşterisi, Hamiyet’inkiyle tıpatıp aynı parfüm
kokusunu bırakmıştı! Elindeki bloknotu ve kalemi atarak, hemen ardından koşmaya
başladı, tam ona iyice yakınlaşmıştı ki! Birden adımları yavaşladı ve birkaç cansız
adımdam sonrada durdu! “Hamiyet’in burada ne işi olabilirdi ki? Hem de elinde valiziyle!” diye içinden geçirdi. Bir anlık yanıp, sönen umudunun ardından perişan bir
şekilde dükkanın önüne geri dönerek, yere düşürdüğü kalem ve bloknotu aldı ve tekrar
eve doğru doğru yürümeye başladı.
Hamiyet şu an o kadar üzgündü ki, sanki şu koca dünyada yapayalnız kalmıştı.
Caddenin yukarısına doğru elinde valizi amaçsızca yürümeye başladı, bir ara içinde
küçük bir heyecan can buldu, çünkü çalıştığı mağazanın tam karşısına gelmişti. Geçmişte arkadaşlarıyla yaşadığı güzel günlerin coşkusuna dayanamayarak yüzünü gözünü
atkı ve başlığıyla iyice sakladı, sonrada karşı tarafa geçerek belli etmeden mağazanın
sıcak havasında neşeyle çalışan arkadaşlarına baktı. Güzel günler yaşadığı, Mehmet’in
kendine çiçekler gönderdiği bu eski işyerini, arkadaşlarını, her şeyi öyle çok özlemişti ki
o an kahrından oturup ağlamak istedi. Bir an her şeyi boş verip mağazadan içeri girmeyi bütün arkadaşlarına tek tek sarılmayı, onlarla konuşmayı, şakalaşmayı öyle çok istedi
ki! Ama artık geri dönüşü olmayan, sonu da ne olacağı belli olmayan bir yola girmişti.
Son kez mahzun gözlerle mağazaya ve çalıştığı arkadaşlarına baktı, sonra da hüsran
içinde yerdeki buzların üzerine koyduğu valizi alarak oradan ayrıldı.
13
Mehmet evden içeri girdiğinde, karşısındaki manzara onu çok etkiledi. Can dostu
Sinan eline kocaman bir bayrak alıp, Yusuf amca’yla beraber kendisini uğurlamak için
hazır bekliyorlardı. Mehmet’i askere götürecek otobüsün kalkmasına artık az bir zaman kalmıştı, Sinan ve Yusuf amcaya “Hoş geldiniz” dedikten sonra Mehmet kırtasiyeden aldıklarını, annesinin yolda yemesi için koyduğu yollukla beraber çantaya yerleştirdi. Sonrada son kez “Unuttuğum bir şey var mı?” diye odasına gitti, baktı yoktu. Yavaşça yatağının kenarına oturdu bir an daldı. Odasında unutmadığı şeylerin en başında bir
şey vardı! o da Hamiyet. Onu bir an bile unutmamıştı, çok merak ediyordu acaba şimdi
nerdeydi, kiminleydi? “Camın kenarına oturmuş hayaller mi kuruyordu içinde ben
olan, yoksa beni çoktan silmiş başka alemlerde başka birisinin gözünümü kamaştırıyordu şu an?” diye düşünüp, derinlerden kuvvetli bir “Of” çekti, sonrada kapıda kendisini
bekleyen ailesiyle beraber terminale doğru yola çıktı.
Her taraf adeta ana baba günüydü şu an! Otobüs terminaline gelenler, gidenler
davul zurnayla uğurlanan askerler, Hamiyet az önce terminale gelmiş baş döndüren bu
kalabalığın ortasında öylece kalakalmıştı. Şaşkınlıkla Diyarbakır’a gidecek otobüsün
bilet gişelerini ararken birden adamın birisi üzerine doğru gelmeye başladı!
-“Nereye abla? İzmir, Ankara?” diye sordu Hamiyet’e, bu hiç tanımadığı adam,
-“Diyarbakır’a gideceğim” dedi Hamiyet çekinerek.
-“Tamam ablam, hemen kalkıyor gel” diyen adam, Hamiyet’i arkasına takarak
bilet gişesine kadar götürdü. “Ablama hemen 19.00 arabasına bir bilet kes.” dedi bankoda duran adama ve yeni müşteriler bulmak için oradan ayrıldı.
Hamiyet elindeki bilete baktı, yaklaşık bir saati daha vardı, bu arada çalan davul,
zurna sesleri ve ‘En büyük asker bizim asker’ bağrışları onu çok duygulandırmıştı!
çünkü Mehmet’i de bügünlerde askere gidecekti.
Murat arabayı daha bir hızlı sürmeye başlamıştı, çünkü hem trafik çok yoğundu
hemde otobüsün kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Nihayet gara girdiklerinde saat
16.15 ti hemen arabayı uygun bir yere park edip aceleyle otobüsün kalkacağı perona
doğru yürümeye başladılar. Perona geldiklerinde hepsinde hem büyük bir mutluluk
hemde büyük bir hüzün vardı. Terminalin her tarafından Askere gidenlerle ilgili sloganları yükseliyor, al al bayraklar, tıpkı buğday tarlalarındaki kırmızı gelincikler gibi dalga
dalga dalgalanıyordu. Tam İzmir’e gidecek otobüsün önüne geldiklerinde bu coşkulu
atmosferden etkilenen Sinan elindeki bayrağı havaya kaldırıp bir yandan delice sallamaya bir yandan da terminali inim inim inleten sloganlara eşlik etmeye başladı.
Bu arada Gülbahar teyze’yle, Melek’in gözlerinden yaşlar çoktan süzülmeye başlamıştı.
Öte yandan, Sinan o kadar coşmuştı ki, bu kez Mehmet’i omuzlarına alarak bu
şekilde slogan atmaya başladı.
Mehmet karmakarışık duygular yaşıyordu, sevinç, hüzün, ayrılık, şaşkınlık!.. Ama
şu an en çok da istediği ise Hamiyet’in burada olup kendisine sarılıp uğurlaması ve otobüs perondan ayrılırken gururla el sallamasıydı. Ama, maalesef artık böyle bir şey asla
mümkün olmayacaktı.
Otobüsün kalkacağını bildiren anons yapıldığında, herkesdeki duygusallık had
safhaya gelmişti. İhsan bey ve Gülbahar teyze hala ufak bir çocuk gibi gördükleri evlatlarının büyüyüpte askere gitmesine bir türlü inanamıyorlardı!
Mehmet hazin bir şekilde herkezle tek tek vedalaşmaya başladı, sıra annesine geldiğinde onun elini bir başka öpüp, bir başka sarıldı ona! Çünkü ona sarıldığında içinde
öyle derin bir huzur ve güven hissetti ki, bir türlü bırakmak istemedi.
13
Zar zor olsa da annesinden ayrılıp ona da veda ettikten sonra, otobüse binip camın
kenarındaki yerine oturdu.
Otobüs yavaş yavaş perondan çıkmaya başlayınca son kez gözyaşları içinde birbirlerine el salladılar.
Hamiyet yolcu edilen bu kadar askeri görünce birden içine bir umut düştü! Mehmet de şimdi burada olabilirmiydi? Telaşlı telaşlı eline valiziyle slogan atılan yerlere
koşturmaya başladı, yüreğini yeni bir heyecan daha sarmıştı. Belki de son kez onu burada görebilecekti! Perondan perona tükenmiş vücüduyla koştururken bir anda gözlerine inanamadı! Karşıdan kendisine doğru gelen Mehmet’in ablası Melek’ti, yanındakilere biraz daha dikkatli bakınca onların da Mehmet’in annesi, babası ve eniştesi Murat
olduğunu gördü. Bu kez gözleri delice Mehmet’i aradı yanlarında, baktı yoktu, iyice
baktı hemde çıldırırcasına ama gene yoktu. Heyecandan kalbi ağzından dışarı çıkmak
üzereydi! “Peki bunlar neden buradalardı? Yoksa Mehmet’i askere uğurlamışlardı da
geri mi dönüyorlardı?” diye umutlandı. Bu kez aklı başından gitmişçesine az önce peronlardan hareket etmiş otobüslerin ardından koşmaya başladı. Otobüslere, ezilme pahasına yanaşıp son bir ümitle camlarında Mehmet’i aradı aradı fakat maalesef yoktu.
Saat 18.30 da kalkan otobüslerin hepsi bir bir terminali terk ettiğinde, Hamiyet orta
yerde, koşuşturma sırasında sapları kopan valiziyle tek başına öylece kala kaldı. Bitmiş
bir şekilde valizini bir köşeye sürükleyerek üzerine oturdu. “Mehmet az önce burada
mıydı acaba? Yoksa ailesi başka bir nedenden dolayı mı buraya gelmişti? Ama bugün
dükkan da kapalıydı! Hayır, hayır Mehmet az önce kesin buradaydı ve askere gidiyordu. Ben onu bir an görmek için yanıp tutuşurken ve nefesim kadar bana yakınken!..Şimdi anladım ki Mehmet’im kaderim beni sensiz yazmış..” diye acıyla geçirdi
içinden.
***
Ambulans ve polis arabalarının sirenleri sürekli yanıp sönüyordu! Binanın önüne
toplanan halk endişeyle içeriden gelen silah sesleri ve ferytaları konuşuyorlardı.
Gülsüm üstü başı kan içinde, kucağında çocuğu evin bir köşsesinde tir tir titriyordu!
Asım’ın anası, Alper’in cesedinin hemen yanıbaşındaki oğlunun cansız bedenine
kapanmış feryat figan ağlıyordu!
Battal bey, bir bir köşede durmuş, zangır zangır titreyen elinde sigara polise ifade
verirken yerde kan içinde yatan Alper’i gösterip, “Bu ırz düşmanı gavat eve girip, zorla
benim gelinin ırzına yeltenmiş, oğlum da avradını korumak için çekmiş vurmuş bıçağını
bu ırz düşmanına, meğer iblisin belinde silah varmış o da çekmiş benim dağ gibi oğlumu
yere devirmiş. Zavallı kızım da bu eşkiyanın namusunu kirletmesinden korkup oda
kendini atmış dışarılara, korkudan daha hala eve bile gelemedi.”dedi.
***
Hamiyet, otobüse bindiğinde iyice bitkin düşmüştü. Az önce Mehmet’i kıl payı göremeyişi, hayatının geçtiği bu yerlerden, Mehmet’ten saniye, saniye uzaklaşmak kendini
çok kötü hissetirmiş, yüreğini daraltmıştı. Sarhoş gibiydi, başına gelenleri bir türlü aklı
almıyordu. Sürekli olarak “Benim bu otobüste ne işim var? Nereye gidiyorum? Niye
13
gidiyorum?” diye sorup duruyordu kendi kendine. Kafası karmakarışık duygularla doluydu. Birden aklına, evden çıkmadan az önce yaşadıkları geldi “Acaba Alper denen o
adi çocuk beni görmeyince yengeme zarar vermiş miydi? Ya da bizimkiler beni göremeyince bunu acısını yengemden nasıl çıkarılardı ki?” diye düşündü endişeyle. Bunları
düşünürken yengesinin verdiği mektup hatırladı. Aceleyle çantasını açıp mektubu bulmaya çalıştı, fakat bir türlü bulamıyordu, kaygılanmıştı! Yoksa evde mi unuttun diye
telaşlandı, ama biraz düşününce aklına gelmişti. Evdekiler belki görürler diye takım
elbisesinin içine saklamıştı, hemen valizindeki takım elbisesini araladı ve içindeki mektubu çıkararak heyecanla okumaya başladı.
-“Canım Hamiyet’im benim, istedim ki bu mektubu otobüste okuyasın, çünkü bu
şirret evde o kadar çok üzülüp yıprandın ki, bu mektubu okuyup daha da perişan olmandan korktum burada. Hani senin bu ananla baban varya! İşte onlar senin gerçek
anan baban değiller! Şimdi anladın mı sana niye bu kadar eziyet ettiklerini? Senin gerçek anan bizim köye yakın köylerin birinde zengin birinin kızıymış. Baban da aynı köyde yaşlı anasıyla reçberlik yapan genç bir delikanlıymış. Anan, bir gün babasının tarlalarını ekip, biçen bu gence gönül vermiş, tabi baban da ona deli gibi tutulmuş çünkü
anan da en az senin kadar güzelmiş o vakitler. Bunlar aralarında gönül birliği etmişler
ama, ağanın babası bu işe hiç razı gelmemiş çünkü onun niyeti kızına yakın köyden kızına talip olan bir ağanın oğluna vermekmiş. Baban da “demek bana kızı vermiyorsunuz” deyip tutmuş ananın elinden dağlara kaçırmış. Aylarca dağlarda saklanmışlar,
çünkü ağanın babası ‘Onları gördüğüm yerde vuracağım’ diye yemin etmiş, garip ananla babanın ardından salmış. Adamlarına da, “Dağda gördüğünüz yerde namusumu temizleyin” diye tembih etmiş.
Bir gün zavallı babanı derenin kenarında pusuya düşürüp vurmuşlar, anan zor
kurtulmuş ellerinden. Günlerce aç susuz, ölen babanın acısıyla dağlarda dolanıp durmuş, ama daha fazla dayanamış çünkü sana yüklüymüş! Kara kara ne yapacağını düşünürken, aha şimdi bu senin anam babam dediğin deyyuslar varya, onlar aklına gelmiş,
çünkü ana tarafından biribirlerine uzak akraba düşerlermiş. O gebe haliyle zar zor onların olduğu köye geldiğinde, senin bu deyyuslar gerçek anana sırt dönüp, cefasını görmezden gelmişler. Anan yalvarınca da bebeni doğur bize bırak, sende geber git nereye
gidersen başımızı yakma demişler.
Çünkü bu mikropların amacı, anan erkek doğurursa tarlaya koşarız, kız doğurursa yarın birine verir başlık alırız düşüncesiymiş. Tabi biçare anan ne yapsın? Başka çaresi olmadığından kabul etmiş, sen doğunca da yüreğine taş basıp seni onlara bırakmış,
sonra da boynu bükük ayrılmış o köyden. O gün bugündür ne yüzünü gören olmuş ne
sesini duyan!”
Hamiyet, hayatının en ağır şokunu yaşıyordu şu an! “Demek ailemin bir türlü anlayamadığım, hakaretlerinin, dövmelerinin aşağılamalarının cevabı buydu.” diye düşündü acıyla. Dehşete düşmüştü! “Bu yüzdendi bu kadar vicdansız oluşları.. bu yüzdendi gözyaşlarıma gülüp, okuldan almaları ve demek bu yüzdendi sırf para uğruna beni
babam yaşındaki marketçiye vermek istemeleri.”Bunları düşününce tiksindi, midesi
bulanmaya başı dönmeye başladı. Sanki birisi boğazını sıkıyordu birkaç saniye sonra
gözleri kararmaya başladı, başını zorlukla otobüsün camına dayayabildi ancak.
Hava sıcak ve pırıl pırıldı. Mehmet kollarını açmış büyük bir sevinçle kendisini
Gülhane parkının önünde bekliyordu. Koşarak onun yanına geldi ve hiç konuşmadan
sıkı sıkı birbirlerine sarıldılar. Sonra bir anda yemyeşil kırlara geldiler, her taraf rengarenk çiçeklerle doluydu. El ele koşmaya başladılar çiçeklerin arasında, sanki uçuyorlardı. Çimlere uzanıp masmavi gökyüzüne bakmaya başladılar. Mehmet papatyalardan taç
14
yaptı hemen saçlarına, başını Mehmet’in omzuna koydu derin bir huzurla. Fakat, biraz
sonra başı üşümeye ve ağrımaya başladı! Mavi gökyüzü, kırlar, çiçekler ve Mehmet arka arkaya karanlıklara doğru akıp kaybolmaya başladılar. Bu arada başında ki ağrının
şiddeti de iyice artmaya başlamıştı.
Zorlukla uyuşmuş gözlerini açmaya çalıştı, her taraf puslu bir karanlığa bürünmüştü! sadece uzakta yakınlaşıp kaybolan ışıkları görebiliyordu. Gözlerini açıp, başını
buz gibi camdan çekerek etrafına dikkatlice baktı, işte o an kahroldu! Az önce gördüklerinin hepsi bir hayaldi ve şu an köye giden otobüsteydi. Kahrederek ağrıyan başını
yeniden otobüsün buz gibi camına yasladı ve sessizce gözyaşlarını içine akıtmaya başladı.
***
İzmir’e giden otobüs, İstanbul’dan çıkalı bir hayli zaman olmuş, yolcular yavaş
yavaş uyumaya başlamışlardı. Mehmet’in camdan uzaklardaki belli belirsiz görünen
evlerin ışıklarına bakan gözlerinde hüzün vardı. Kafasından parça parça, bir sürü anılar, düşünceler geçiyordu hızla.
Karanlıkta hayal meyal gözüken yerleşim yerleri, dağlar, tepeler onu her geçen an
Hamiyet’ten biraz daha uzaklara alıp götürüyordu, tıkpı sele kapılıp giden bir dal parçası gibi.
Halbuki şu askere gitmesine rağmen bunun ne mutluluğunu ne de heyecanını bir
türlü hissedemiyordu, Hamiyet’ten ayrılmanın acısı tıpkı demirden bir perde gibi bütün
duygularını örtüp dondurmuştu! Başını iyice cama yaslayıp gökyüzüne baktı, Hamiyet’le yaşadığı o güzel günleri yıldızların ışığında yeniden canlandırmaya başladı, düşündükçe yüzünde tebessümler oluşuyordu. Hamiyet’i o kadar özlemiş ve o kadar derin
derin hayal ediyordu ki, sanki, şu an onun, o içini bir hoş eden parfüm kokusunu duyuyordu. Bu arada babasının dedesiyle ilgili anlattığı hikayede, sürekli olarak Hamiyet’le
ilgili anılarına karışıp duruyordu istemeden. Çünkü Mehmet hayran kalmıştı sevdiğini
söke söke alan dedesine. O yüzden kaç kere “Ah” çekmişti, kaç kez “Tüh” demişti cesaretsizliğine.
***
Hamiyet, yaklaşık yirmi saatlik bir yolculuktan sonra, sabah saatlerinde Diyarbakır’a bağlı Ergani ilçesine gelmiş, buradanda kendini köye götürecek minübüste diğer
yolcuların gelmesini bekliyordu Hamiyet. Hiç tanımadığı, bilmediği bu yerlerde kendini
çok tuhaf ve yalnız hissetti. Buradaki bir çok şey İstanbul’a göre daha farklıydı, insanların konuşmaları, giyim tarzları, özellikle de erkeklerin boyun ve başlarına sardıkları
kareli atkılar, altlarında ki şalvarlar, kadınların altın dişleri ve yüzündeki dövme ve
hızmalar oldukça ilginç gelmişti.
Köye gidecek minübüs yolcularla tamamen dolduktan sonra hareket etmeye başladı. Bir müddet ana yoldan ilerleyip daha sonra çok düzgün olmayan bir köy yoluna
girdi. Burada hava İstanbul’da olduğu kadar çok soğuk değildi, sadece uzaktaki dağların tepelerinde ve yamaçlarında küçük küçük kar birikintileri vardı. Çukurlarla dolu
yolun sol tarafında, kenarında dev gibi gövdeleri olan söğüt ağaçlarının olduğu bir dere
akıyordu, yolun sağ tarafında ise uçsuz bucaksız topraklar vardı, bu arada Hamiyet’in
14
bir şey dikkatini çekti; Uzaklarda pamuk şekerine benzeyen küme küme bir şeylerin
hareket ettiğini gördü, bu kümeler bazen birleşiyor bazen üç dörte bölünüyordu,
minübüs ilerleyip bu kümelere iyice yaklaşınca bunların koyun sürüleri olduğunu fark
etti. Yol sürünün hemen yanından geçiyordu, merakla koyunlara ve onları koruyan boğazlarında çivili tasmaları ve kulakları kesilmiş olan kocaman köpeklere baktı. En çok
ilgisini çeken de çobanın üstündeki kocaman paltoya benzeyen omuzları oldukça geniş
beyaz giysisiydi ilgisini çekti. Bu arada derenin berrak suları yer yer yolla buluşup kendini şöyle bir gösterdikten sonra, yeniden yoldan ayrılıp iç kısımlara gidiyordu. Hamiyet, gördüğü bu güzellikler karşısında içinde yaşama sevincinin cılız kıpırdanmalarını
hissetti. Aradan yaklaşık bir saate yakın zaman geçmiş yol üzerindeki köylerde inip
binen yolculardan sonra gideceği köyün uzaktan minaraleri ve tepedeki evleri yavaş
yavaş gözükmeye başladı. Hamiyet’in içini büyük bir heyecan sarmıştı. Yaklaştıkça sırtını dağa yaslamış bu köyün öyle çokta büyük olmadığını gördü, sayabildiği kadarıyla
aşağı yukarı yirmibeş otuz tane ev vardı. En sonunda oldukça sallantılı yolculuk bitmiş,
minübüs gelip köy meydanındaki çeşmenin yanında durmuştu.
Gülsüm’ün annesi ve babasından başka, Hamiyet’in geleceğini duyup merak eden
köylü kadınlar da onun dolmuştan inmesini heyecanla bekliyorlardı.
Hamiyet haftalardır doğru dürüst bir şey yememenin ve üzerine de bu uzun ve yorucu yolculuğun ardından oldukça bitap düşmüştü, kucağına sapı kopan valizini alarak
bu hiç bilmediği dünyaya ilk adımını attı.
***
Mehmet neşeyle dükkanı açıp işlerini hemen bitirmiş, sabırsızlıkla kapıdan girecek
olan mutluluk kaynağını beklemeye koyulmuştu ki! O, büyüleyen bakışları, asil duruşuyla, kapkaranlık gecenin tek yıldızı gibi kapıda ışıldadı Hamiyet!
Mehmet “Seni çok ama çok özledim” diyerek hemen Hamiyet’in yanına gidip sıkıca sinesine bastırdı ve hasretle biribirlerine sarıldılar. Raflarda duran rengarenk çiçeklerin önünde hiç konuşmadan ve birbirlerine delice sarılmış bir şeklide dönmeye başladılar. Mehmet öyle susamıştı ki ona, elleriyle iyice göğsüne doğru çekip, kendinden geçmişçesine o simsiyah saçlarını öpüp koklamaya başladı. Hamiyet’in teninin sıcaklığı,
kokusu şu an bütün vücudunu sarmıştı. Mehmet “Nerdesin bu kadar zamandır?” diye
sitemle sordu Hamiyet’e. Fakat, Hamiyet ona cevap vermiyor sadece gülümsüyordu.
Mehmet, kendisine yalnızca tebessüm eden Hamiyet’e vermek için elini raftaki güllere
uzatmaya çalıştı, ama eli bir türlü güllere ulaşmıyordu! Sonra kulağına garip garip
uğultu şeklinde anlayamadığı sesler gelmeye başladı! Bir müddet geçmişti ki, bu kez
sesler daha yakınından gelmeye başladı. Bu sefer sözleri anlamıştı ”Koğuş kalk” diye
bağırıyordu birisi. Bu kez ses o kadar yakınından geldi ki, çiçeklerde sıkı sıkı sarıldığı
Hamiyet’te bir anda gri bir renge bürünüp, kaybolmaya başladılar. Mehmet gözlerini
oğuşturarak açtığında bir anda afalladı! Nerede olduğunu bir türlü anlayamıyordu,
sonra yattığı iki katlı ranzanın üzerinden koğuşun içine bakıp diğer asker arkadaşlarını
görünce bugün askerliğinin ilk günü ve az önce gördüklerinin acı bir şekilde hepsinin
bir düşten ibaret olduğunu anladı. Ranzanın üzerinde bir müddet oturarak kafasını toparlamaya çalıştı, şimdi hatırlıyordu her şeyi. Dün İstanbul’dan İzmir’e geldikten sonra
akşamüstüne kadar kordonda gezinti yapıp, yemek yemiş sonra da gelip birliğine teslim
olmuştu. Hemen ranzasından aşağı inerek diğer arkadaşları gibi telaşla askeri elbiselerini giymeye başladı, hayatında ilk kez taktığı palaskayla yeşil kalın kumaştan yapılmış
pantolonunu bir güzel sıktı, altına da siyah postallarını giyerek doğruca banyoya gitti.
14
Aynada kısacık kesilmiş saçlarına ve üstündeki kıyafetlerine bakınca büyük bir gurur
duydu kendiyle. Ailesi onu böyle görünce kimbilir ne kadar çok mutlu olurlardı, ama
asıl bu halini Hamiyet görseydi, en çok mutlu olacak olan kendisiydi.
***
Olayların üzerinden bir hafta geçmesine rağmen Gülsüm yaşadığı felaketlerin şokunu halen üzerinden atabilmiş değildi. Şu an girdiği telefon kulubesinden annesinin
köydeki evini ararken bile numaralar aklına zor geliyordu. Bu arada kocasıyla, Alper’in
öldüğünü ne ansına ne de Hamiyet’e söylemeyecekti. Hatta Hamiyet’in, Mehmet’in kendisine yazdığını zannettiği o pis mektubu, bu geberen Alper’in yazdığınıda söylemeyecekti, çünkü bunları duyduğunda çıkıp hemen buraya gelmeye kalkacaktı. Haberi yoktu
ama, babası Asım ile Alper’in ölmesinden suçsuz kızı sorumlu tutmuş, ve onu ilk bulduğu yerde elleriyle boğmaya yemin etmişti! Hele köydeki yaşlı annesi burada olanları
duysa o an yüreğine iner, inmese de “Beni burada ki domuzların eline bir dakika bile
bırakmamak için o haliyle otobüse atlayıp buralara gelmeye kalkardı.”
diye düşünmüştü.
-“Alo! Ana ben Gülsüm.” dedi neşesiz bir sesle. “Ana kaç gündür seni arayacağım
ama evin telefonları kesik, ne yaptınız Hamiyet vardı mı yanına?”
-“Vardı kızım vardı da, senin sesin kötü geliyor!” dedi anası. “Yoksa o imansızlar,
kızın buraya kaçtığını anlayıpta, zülüm mü ettiler sana? Hem kızım, bu Hamiyetin hali
ne böyle? Kız bir deri bir kemik kalmış! Kuru ekmekle mi beslediler bu yavruyu vicdansızlar?”
-“Ana ben kızı sana niye saldım şimdi anladın mı?” dedi Gülsüm. “Burada kalsa
evden cenazesinin çıkar dediğime şimdi inandın mı? Ana ben fazla konuşamayacağım,
sana tekrar diyorum onun gönlünü hoş tutun, canı ne çekerse geri koymayın. Biliyorsun, ben bu evde onunla büyüdüm, onunla arkadaş, kardeş oldum, yeri geldi kendi bebeme olduğu gibi ona da ana oldum. Zaten onu, hele iyice bir tanıyın benden daha çok
yüreğinize basarsınız. Ana benide merak etmeyin ben burada şimdilk idare ediyorum,
babamla Hamiyete çok selam söyle.” diyerek kapattı telefonu.
***
İhsan bey, oğlunun askere gönderir göndermez söz verdiği gibi ilk işi hemen Hamiyet’in izini bulmak ve bu çocuklara yeniden kavuşturmanın çaresine bakmak olmuştu.
Önce kızı Melek’ten Hamiyet’in ev telefonunu almış, elindeki bu numara sayesinde
de onların oturduğu evin adresini bulmuştu. Fakat, onların evlerine gittiğinde nasıl bir
tepki vereceklerini bilemediğinden önce mahallenin muhtarına gidip Hamiyet’in ailesiyle ilgili bilgi almayı planlamıştı.
İhsan bey, şu an muhtarın odasına girerken ne kadar bilgi alıp alamaycağından
hiç emin değildi. İçeride muhtara ilmuhaber yazdıran bir vatandaş vardı, İhsan hem
muhtarla rahat konuşabilmek için hem de konunun özel olmasından dolayı işi olan
adamın çıkmasını bekledi.
Kırkbeş elli yaşlarındaki güleç yüzlü muhtar işini gördüğü kişiyi gönderdikten
sonra İhsan beye dönerek ‘Hoş geldiniz ‘dedi,
-“Kolay gelsin” dedi İhsan bey. “Eğer vaktiniz varsa sizinle özel bir şey konuşmak
istiyorum, aslında bu konuşacağım hayırlı bir mesele sayılır”.
14
Muhtar biraz şaşırdı! “Hem özel, hem hayırlı bir mesele ne olabilirdi ki ?” diye aklından geçirdi bir an.
-“Demek hayırlı bir iş!” dedi muhtar. “Eğer elimden gelen bir şeyse tabii ki yardımcı olabilirim, mesele nedir?”
İhsan bey, önce derin bir iç çekti, sonra da yardıma ihtiyacı olan bir kişinin haliyle
konuşmaya başladı.
-“Benim bir oğlum var, şu an kendisi bir haftalık asker oldu. Bizim bu oğlan aylar
önce sizin mahalleden bir kızcağızla tanışıp arkadaş olmuşlar. Bir müddet sonra bu işi
ciddi boyuta getirdiler yani anlayacağınız gibi evliliğe doğru, hatta kızcağızı bize de getirdi biz de tanıştık kendisiyle.”
Muhtar, İhsan beyi merakla dinlerken, bir yandan da “Acaba bizim mahalleden
kimin kızıymış ki?” diye düşünüyordu.
İhsan bey, kendisini ilgiyle dinleyen muhtara derdini anlatmaya devam ediyordu.
-“Fakat, ne olduysa birbirlerini seven ve aralarında hiç problem yaşamayan çocuklar bir anda ayrılmak zorunda kaldılar. Bizim çocuk perişan oldu, tabi kız da öyle.”
Muhtarın tuhafına gitmeye başlamıştı İhsan bey’in anlattıkları, çünkü karşısındaki bu insan oldukça beyefendi ve görgülü birine benziyordu. “Böyle bir insanın
oğluda muhtemelen herhalde böyle olurdu, madem aralarında sorun da yoktu neden
ayrılmışlardı ki? Yoksa kızın ailesi mi işi yokuşa sürmüştü?” diye düşündü.
-“Peki beyefendi, sizin bu bahsettiğiniz ailenin elinizde adresi var mı?” diye sordu
İhsan bey’e.
-“Evet var.” diyerek cüzdanından adresin yazılı olduğu kağıdı çıkarıp muhtara
doğru uzattı İhsan bey.
Muhtar gözlüklerini takarak elindeki kağıda baktığında bir anda irkildi! Birkaç
saniye bir şey söylemeden öylece durdu, sonrada karşısında kendisine merakla bakan
İhsan bey’in yüzüne acıyan gözlerle bakarak. ”Sizin bahsettiğiniz bu kızın adı Hamiyet
miydi ?”diye sordu.
Melek şu an telefonda Murat’la konuşuyordu. İhsan bey, bugün okulda dersi olmayan Murat’a, meseleyi anlatarak dükkanda durmasını rica etmiş sonrada muhtara
gitmişti.
Melek oldukça endişeli bir şekilde “Babam dükkana geldi mi?” diye sordu Murat’a.
-“Henüz gelmedi”dedi Murat. “Ben de senin kadar tedirginim ne yaptı acaba? Bir
şeyler öğrenebildi mi ki? İnşallah hayırlı haberlerle gelir.”
-“İnşallah” dedi Melek. “Mehmet’in cumartesi günü bizi telefonla aradığında gördün, ne yaptığı askerlikten doğru dürüst bahsetti ne de başka bir şeyden, canım kardeşimin tek sorduğu Hamiyet’ti. Habire ‘Dükkana geldi mi? Haber alabildiniz mi?’ diye
sorup durdu. Murat biliyor musun, açıkçası bu kızcağızı ben de çok merak ediyorum.
Kimbilir başına neler geldi ki, birden bire böyle kaybolup gitti. En çok da anneme üzülüyorum! Hem Mehmet’e, hemde o kıza çok üzülüyor, tutmasam kendi başına atlayıp
Hamiyet’lerin evine gidecek neredeyse. Keşke Mehmet dağıtım iznine gelmeden şu işi
hayırlı bir şekilde çözebilseydik.”
İhsan bey, heyecanlanmış bir şekilde “Evet ismi Hamiyet” dedi. Muhtar yüzünde
karamsar bir ifadeyle kendisinden sabırsızlıkla bir şeyler söylemesini bekleyen İhsan
bey’e baktı.
-“Beyefendi maalesef sizin bahsetiğiniz ailenin başına onbeş yirmi gün önce çok
kötü olaylar geldi! Kızcağızın babasının adı Battal bey’di, O adamın bir de oğlu vardı
adı Asım, işsiz güçsüz mahallelinin sevmediği aylağın birisi. Sen tut doğru dürüt tanı-
14
madığın bir adamın birini eve getir, sonra da rakıları içip bir güzel sarhoş ol. Buda yetmez gibi karısını ve o bahsettiğiniz kızı bu sarhoş adamla evde bir başına bırakıp dışarı
çık! Adam zaten ırz düşmanının tekiymiş, üstelik sarhoş! Adam evi boş bulunca, sen tut
Asım’ın karısına tecavüz etmeye kalk!”
İhsan bey, dehşet içinde muhtarın analattıklarını dinliyordu.
Muhtar gergin bir şekilde anlatmaya devam etti, “Kadın debelenmiş, başlamışlar
boğuşmaya! Bu sırada Asım denen o serseri eve geri geliyor, bakmış ki evde bıraktığı
adam, karısının üzerine abanmış ona sahip olmaya çalışıyor, hemen çekmiş bıçağı belinden adama saplamaya başlamış, ama adam da boş değilmiş, silahını çekip o yaralı
haliyle arka arkaya sıkmış devirmiş Asım’ı, sonra da onun yanına cansız bedeniyle serilmiş. Bu arada da sizin bahsettiğiniz kız da korkudan evden kaçmış gitmiş, ne karakoldan bir haber var “Bulduk” diye nede akrabalarının yanına sığındığina dair bir bilgi. Anlayacağınız o günden beri ne gören var ne duyan.”
İhsan bey, duyduklarına inanamıyordu! Böyle bir felakat haberiyle karşılaşağını
hiç tahmin etmemişti. İyice emin olmak için, “Benim bahsettiğim bu kız ondokuz yirmi
yaşlarında. Babası Diyarbakır’lı, sanırım bir fabrikadan emekli olmuş.” dedi az önce
inanması zor olan, dinlediklerini bir kez daha onaylatmak için.
Muhtar, karşısındaki bu beyfendi, hoş insanın, söyledikleri karşısında böyle kahırlı bir hale geldiğini, görünce çok üzüldü. “Evet” dedi başını sallayarak. “Üzgünüm ki
aynı kızdan bahsediyoruz.”
İhsan bey’in canı çok sıkılmıştı. Hamiyet için olan tasası şu an doruklara ulaşmıştı.
“Bu kızacağız şimdi nerdeydi acaba? Muhtarın dediğine göre ne akrabalarına gitmiş, ne
de karokoldan nerede olduğuna dair bir haber çıkmıştı.”diye geçirdi içinden.
-“Peki muhtar bey, siz biliyor musunuz buralarda kimi kimsesi var mı benim gidip
sorabileceğim?” diye sordu çaresizce.
-“Yok” dedi muhtar gerçekten üzülmüş bir şekilde. “Ben hiç duymadım. Zaten
Hamiyet’in ailesi eve baş sağlığına gelenlerede doğru dürüst bir şey söylemiyorlarmış.
Ayrıca, bu olayların içinde sanki başka bir şey varmış gibide sırlı konuşuyorlarmış!
Anlayacağınız aile şu an tam perişan bir durumda. Bence, eğer oraya gitmeyi düşünüyorsanız bu fikrinizden şimdilik vazgeçin, çünkü yürekleri yaralı. Olur ya, size ters
davranıp zarar verebilirler.”
İhsan bey muhtara teşekkür edip dışarı çıktığında iyice ümitsizliğe düşmüştü.
Halbuki buraya gelirken içinde büyük bir umut vardı, oğlunu arayıp güzel bir müjde
vermeyi hayal ederken, az önce muhtarın odasında insanı dehşete düşerecek şeyler dinlemişti. Artık eli kolu iyice bağlanmıştı. “Hamiyet’i nasıl bulacağım?” diye sıkıntıyla
düşünmeye başladı. Bu arada muhtarı dinlerken bir tesadüf dikkatini çekmişti, yan tarafta kuyumculuk yapan Alper’de, aşağı yukarı bu olayların yaşandığı zamanlarda ve
buna benzer bir şekilde öldürülmüştü. “Devir ne kadar kötü oldu” diye düşündü. “Şuna
bak cinayetler hep namus meselesinden çıkıyor.” diyerek olayın üzerinde fazlaca durmamaya çalışıp, zaten bozulan moralini daha da bozmak istemedi.
***
14
Hamiyet hiç bilmediği bu köy hayatına zorda olsa yavaş yavaş ayak uydurur olmuştu artık. Önceleri biraz tuhaf ve güç gelmişti bu yaşam biçimi ama, Gülsüm’ün anne
ve babasının şefkatli davranışları ve hayvanlarla olan uğraşısı ona buraları sevdirmeye,
yitip giden yaşam sevincini yeniden canlandırmaya başlamıştı. Kaldığı ev iki katlı ve
kerpiçten yapılmıştı. Evin alt katında iki tane kocaman ala ineğin, tavuklarla beraber
yaşadığı bir ahır vardı. Aslında inekler beş taneymiş, ama köye gelen bir hastalık ineklerin üç tanesinin ölmesine neden olmuş. İlk başlarda bu iri cüsseli kocaman memeli
hayvanlardan biraz ürkmüştü, ama sonra yavaş yavaş onlara yanaşıp sevmeye ve hatta
sütlerini sağmaya bile başlamıştı. Sabahları erkenden kalkıp, ineklerin önüne samanla
beraber, suyla ıslatılmış süt yemini tek başına önlerindeki yalağa koyup yemelerini bekliyor, sonra da onları köyün aşağısında, derenin hemen yanında bulunan yeşil meraya
götürüyordu. Bütün bunları yaparken yalnız da değildi, evin emektar iri gövdeli adı da
garip olan çoban köpeği şimdi onun ey iyi arkadaşı olmuştu. Köyün temiz havası, hayvanlarla kurduğu arkadaşlık ve hepsinden önemlisi Hayriye nine’yle, Osman amca’nın,
kendi öz anne ve babasından bile görmediği, ilgiyi, sevgiyi göstermeleri Hamiyet’in günden güne o kötü günleri atlatıp iyileşmesine ve o eski güzelliğine bürünmesine neden
olmuştu. Bu yüzden de köyün bütün gençlerinin gözü, şehirden gelen bu büyüleyici güzelliği olan kıza kilitlenmiş, özellikle de bekar olanlarının evlilik hayallerindeki kişi olmuştu. Bu gençler içinde de öyle birisi vardı ki Hamiyet’e adeta çarpılmıştı! İdris, köyün en zengini olan muhtarın oğluydu. Daha Hamiyet’i ilk gördüğü günden beri anasına, ‘Bana bu kızı alacaksınız’ diye dayatmaya başlamıştı.
Fakat, Hamiyet her ne kadar etrafındaki erkeklerin ısrarcı bakışlarını fark etse
de, hiç birine dönüp bakmamış, aksine surat asıp başını hep öne eğmişti. Hamiyet’in bu
tavrından dolayı da köyde ismi ‘dilsiz kız’a çıkmıştı. Evde sadece Hayriye nine ve Osman amca’yla konuşuyordu, birde kulaklarını dikip, kendisini dinledikçe kuyruğunu
sallayan, bütün detlerini anlattığı, kendisi gibi garip olan köpeği garipti konuştuğu. Sabah ineklerin yemlerini verdikten sonra onları şimdi gene otlamaları için meraya getirmişti. İnekler kuyruklarını sallaya sallaya yerdeki çimleri yerken, Hamiyet de sırtını
kalın gövdeli irice bir söğüt ağacına yaslamış, garip de gelip başını Hamiyet’in dizine
yaslamıştı. Eliyle bir yandan bu dilsiz vefalı dostunun başını sıvazlarken bir yandan da
onunla içindeki acıyı paylaşmaya çalışıyordu.
-“Garip, sen benim gerçek anamı gördün mü hiç? O da buralardaki bir köydenmiş. Yıllar sonra öz annemin başka birisini bilmek ne acı bir bilsen! Öldü mü? Kaldı
mı? Evlendi mi? Buralardan çok uzaklarda mı şimdi hiç kimse bilmiyor. Buraya gelir
gelmez büyük bir hevesle önce annemi sordum Hayriye nine’ye ama o da Gülsüm yenge’min mektupta yazdığının aynısını söyledi bana. Hatta canım annem benim, ben daha
bebekken sonradan kaç kere beni görmeye gelmiş de, şimdiki annemle babam, ‘Kızını
öldürürüz’ diye tehdit edip bir kere bile yüzümü göstermeden köyden kovmuşlar. Zavallı annem, o zaman ne annesiyle ne de babasıyla görüşüp onlardan güç alacak durumda değilmiş. Çaresizce beni son bir kere göremenin kahrıyla alıp başını gitmiş, zaten
gidiş o gidiş bir dahada gören yok. Şu an ne isterdim biliyor musun garip?”
Hamiyet bunu söylerken oldukça duygulanmış gözünden süzülen yaşlar garibin
başına damlamaya başlamıştı. “Keşke onu bir kez görebilseydim, ona doya doya sarılıp
kokusunu içime çekebilseydim, anam deseydim, canım anam deseydim yavrun bu gurbet elde perişan oldu deseydim, Mehmet’imin özlemi içimi yaktı, kurtar beni anam deseydim, sinene sarılıp doya doya ağlasaydım!” Garip Hamiyet’in bu kederli halini anlamışçasına hemen yerinden doğrulup Hamiyet’in elini yüzünü yalamaya başladı, bunu
yaparken de inlemeye benzer sesler çıkarıyordu. Hamiyet gene hıçkırıklara boğulmuştu,
hem varlığını şimdi öğrenip ama kavuşamadığı annesi, hem hayatının en güzel duygula-
14
rını ona yaşatan Mehmet’in hasreti artık içini karşı konulmaz bir şekilde dağlamaya
başlamıştı. Bir an gözlerini hemen önünden akıp giden derenin buz gibi sularına dikti!
Kendini suya bırakıp içindeki yangını sonsuza dek söndürmek istedi. Birkaç saniye
donmuş gözlerle akan suya bakan Hamiyet, dereye doğru yürümeye başladı. Bu arada
garip, Hamiyet’in niyetini anlamışçasına eteğinden onu geri geri çekiştirmeye başladı,
fakat Hamiyet buna rağmen derenin tam kenarına gelmiş, kendini yaşadığı bu ıstıraplı
hayattan kurtaracak son hamleyi yapmak için çoktan kararını vermişti. Kararmış gözlerini hızla akıp giden suya diken Hamiyet ellerini son kez havaya kaldırıp “Elveda
Mehmet” dedi.
***
Mehmet, akşam yemeğinden sonra postallarını çıkarıp her zaman yaptığı gibi
ayaklarını yıkayıp, dişlerini fırçalamış, sonra da koğuştaki iki katlı ranzanın üstüne çıkıp yatağına uzanmıştı. Askerliğe iyice alışmıştı artık, sabahları erken kalkıp kahvaltı
yapıyor, ardından ictima ve sporla güne devam ediyorlardı. Belli zamanlarda şu an henüz kendilerinin olmayan tüfeklerle de sihahlı eğitim yapıyorlardı. Zaten askere gelirken Sinan’dan acemi birliğinde kimseye silah verilmediğini ancak usta birliğine gittiğinde burada herkese genelde bir uzun namlulu G-3 tüfek zimmetlendiğini öğrenmişti.
Akşam yemeğinden sonra bazı akşamlarda askeri bilgilerin verildiği dersler alıyorlardı.
Günler böyle geçip giderken, Hamiyet’in özlemi de içinde çığ gibi büyüyüp gidiyordu.
Şu an yaptığı, gibi her ranzasına gelip uzandığında ilk yaptığı onu düşünmekti. Ne yazık
ki ne babasından ne ablasından ne de Sinan’dan Hamiyet’le ilgilki hiçbir haber ulaşmamıştı kendisine. Hatta ablasıyla en son konuştuklarında Hamiyet’lerin ev telefonun
uzun süredir kesik olduğunu söylemişti. Bundan yaklaşık kırk beş gün sonra sonra dağıtım izni olacaktı, işte o zaman İstanbul’a gittiğinde ilk yapacağı, her şeyi göze alıp Hamiyet’lerin kapısına dayanacak ve onu ellerinden çekip alacaktı. Alacaktı ama! Bir an
yüzünde bir umutsuzluk belirdi! “Acaba ben onu böyle unutmamış, her an burnumda
tüterken, o da beni düşünüyor muydu hiç? O da özlemle benim yolumu gözleyip, bir an
bile görmenin hayalini kuruyor muydu ki? Belki de çoktan unuttu gitti bile. Ben onun
için her saniye burada ölürken o belki de başkasının kollarında. Bana gönderdiği o ikinci mektupta yazılanlar belki de tamamen doğruydu da, ben hala geçmişte aşık olduğum
Hamiyet’in var olduğunu mu sanıyordum? Ne acı! O her şeyi çoktan bitirip beni yüreğinden söküp atmışken ben burada aptallar gibi nelerin hayalini kuruyorum.”diye acıyla geçirdi içinden. Mehmet’in morali, düşüncelerinin bu son durağındaki olasılıklara
çok sıkılmıştı. “Allah’ım, eğer gerçekten beni unuttuysa bu laftan anlamaz deli yüreğime sen de onu unuttur! Çünkü benim ona olan sevdam, kalbimin onu unutmasına asla
izin vermeyecek.”
***
Sinan, Hamiyet’lerin oturduğu binaya girmiş, onların oturduğu daireye çıkarken
yürüği heyecandan deli gibi atmaya başlamıştı. Can dostu Mehmet’e söz vermişti, ne
olursa olsun Hamiyet’e bir şekilde ulaşıp onunla ilgili bilgi alacaktı. Defalarca ev telefonlarını aramış ama karşısına hep açılmayan hattı kapalı bir telefon çıkmıştı. Günlerce
düşünmüştü ‘Hamiyet’e nasıl ulaşırım’ diye. Bir gün kargo şirketinde çalışan bir arka-
14
daşı ona şehir dışından bir paket getirmişti, içinde tesbih yapımında kullanılan değerli
kehribar taşları olan. Sinan kendi adı yazan teslimat fişini imzaladıktan sonra paketini
almıştı. Arkadaşı gittikten sonra kafasında birden bir şimşek çakmıştı, günlerdir bu işi
başaramayacağım karamsarlığını aydınlatan. Hemen arkadaşını arayıp ona durumu
anlattı. Kırmadı arkadaşı onu sonunda böyle hayırlı bir işin olduğunu duyunca. Arkadaşı ona hem iş elbiselerini getirdi, hemde kargo firmasının amblemini taşıyan boş bir
koli. Sinan o gün planınını yapmıştı, kutunun üzerindeki alıcı kısmına Hamiyet’in adını
ve adresini yazacak, kolinin içine de güzel bir bluz koyup doğruca onların evine gidecekti, tabi arkadaşının getirdiği iş elbisesini giyerek. Sonra da kutuyu teslim etmek için kutuda ismi yazan kişinin imzası gerekli diyerek, Hamiyet’in kapıya çıkmasını sağlayacak
işte tam bu esnada da, önceden hazırlayıp minicik yaptığı üzerinde de Mehmet’in askere
gittiğini ve halen kendisine deli gibi aşık olduğunu yazan kağıdı verecekti. Bu arada basamakları çıkıp Hamiyet’lerin oturduğu dairenin önüne de gelmişti, arkadaşından aldığı elbise Sinan’a o kadar dar gelmişti ki zile basarken yırtılmasın diye kolunu yavaşça
kaldırmak zorunda kaldı. Heyecandan her yerini ter basmıştı, biraz bekledi fakat kapı
açılmadı tam ikinci kez zile basıyordu ki kapı yavaşça açıldı.
-“Buyurun kimi aradınız?” dedi Gülsüm, Sinan’ın elindeki pakete şaşkınca bakarak.
Sinan bir an kapıyı açan Gülsüm’e dikkatlice baktı, yüzü solmuş sanki büyük bir
hastalıktan yeni kurtulmuş gibi bir hali vardı. Mehmet, kendisine Hamiyet’in yengesinden bahsetmişti ve tariften de şu an karşısında olan kişinin Gülsüm olduğunu anlamak
hiç de zor olmamıştı.
-“İyi günler”, Hamiyet hanımın bir paketi var da kendisi burada mı acaba?” diye
sordu Sinan.
Gülsüm, Hamiyet’e bir paket geldiğini duyunca çok şaşırdı! “Acaba kim göndermişti ve içinde ne var?” diye düşünürken aklına birden Mehmet geldi! O göndermiş
olabilirdi, çünkü Hamiyet’in anlattığına göre bu zamanlarda asker olmalıydı. Karşısında duran bu genç adama önce ne cevap vereceğine karar veremedi. Sonra da içerideki
kaynanasının ve kayınbabasının duymayacağı şekilde Hamiyet’in evde olmadığını ve
memlekete gittiğini söyledi usulca.
Sinan afallamıştı! “Peki memlekete ne zaman gitti ve ne zaman gelir?” diye sordu
bir kargo elemanının sormaması gereken sorular olduğunu bildiği halde, fakat başka
çaresi yoktu, çünkü bilgi alacağına dair söz vermişti Mehmet’e, o yüzden bütün imkanları sonuna kadar zorlayacaktı.
Gülsüm, “Maalesef hiçbir zaman” diyerek yavaşça kapattı kapıyı.
Sinan duydukları karşısında mahvolmuştu, şimdi ne diyecekti kendisinden sabırsızlıkla iyi bir haber bekleyen Mehmet’e? Ona nasıl diyebilirdi ki “Hamiyet memleketine gitmiş, hem de hiç dönmemek üzere!”
Garibin çaresizce çekiştirmelerine karşın Hamiyet süratle akıp giden derenin soğuk sularına bırakmak için ileri doğru iyice eğilmişti. Tek isteği her an içinde yanardağ
gibi kaynayan ve kaynadıkçada yakıp kavuran Mehmet’in özlemini ve hiç görmediği
halde duyduğu andan itibaren içinde ikinci bir yangın yeri olan annesinin hasretini bu
serin sularda söndürmekti. Bu saatten sonra artık hiçbir şey için umudu kalmamıştı.
Mehmet’e kavuşamazdı, çünkü hem o pis abisi sandığı gaddar adam buna izin vermez,
hem de… Mehmet’in yazdığı , yüreğine hançer gibi saplanan o mektup..
Ya kendisi gibi kara talihli annesi? O da bugüne kadar yıllarca ortaya
çıkmamıştıda şimdi mi ortaya çıkacaktı? Artık ne o insanın içini aydınlatan Mehmet’in
yüzüne bakıp ellerini tutabilecek, ne de doya doya elini yüzünü öpüp, koklayacağı bir
annesi olcaktı! Gözünden akan yaşlar derenin sularına karışıp giderken son kez Elve-
14
da”, dedi ve tam kendini dereye bırakcaktı ki o an bir şey oldu! Deminden beri kendini
çekiştirip duran garip bir anda kızgınca havlamaya başladı! Hamiyet göz yaşlarını silip
garibin havladığı yöne bakınca, ta uzakta köyün içinden çıkan yaşlıca bir kadının kendine doğru telaşla geldiğini gördü! Aradan birkaç dakika geçtikten sonra kendisine doğru gelen o yaşlı kadının Hayriye nine oluğunu fark etti. Bir anda az önceki intihar isteğinden vazgeçti, çünkü bu insanlar kendisine o kadar iyi davranmışlardı ki, sanki gerçek annesi babası onlar olmuştu. Kalkıştığı işten büyük bir pişmanlık duydu, “Onlara
böyle bir acıyı yaşatmaya ne hakkım vardı ki?”diye düşündü. Hemen elini yüzünü derede bir güzelce yıkayarak merakla Hayriye nine’ye doğru koşmaya başladı.
Soluk soluğa kalmıştı yaşlı kadının bedeni, Hamiyet onu kolundan tutarak az önce
yaslandığı söğüt ağacının dibine yavaşça oturttu. Yaşlı kadının iyice soluklanmasını bekleyen Hamiyet endişeyle, “Hayırdır nine ne oldu, niye böyle koşturarak geldin?” diye
sordu.
Yaşlı kadın kırışmış elleriyle Hamiyet’in yüzünü iki avucunun içine sıkıca
alıp,”Kızım, benim garip kızım ! Artık yüzün gülsün emi.” dedi büyük bir sevinçle!
Hamiyet’in gözleri kocaman olmuş, şaşkınlıkla ninesini dinliyordu, neredeyse merakından çatlayacak gibiydi.
-“Canım kızım benim anan yaşıyor!” dedi ağlayarak.
Hamiyet, inanamadı duyduğuna, o an kalbinin durduğunu sandı heyecandan!
-“Nine doğru mu söylüyorsun?” dedi yalvarırcasına!
-“Evet kızım benim, çok şükür anan yaşıyor. Osman amcan sen geldiğinden beri
ananı yana yana aramadığı, sormadığı kimse kalmadıydı, her yere haber bıraktıydı,
‘Gören duyan olursa beni hemen arasın’ diye. Az önce evde otururken telefon çaldı,
arayan Osman amca’nın uzaktan bir akrabasıydı onun da haberi varmış olaydan. Anan
seni bıraktıktan sonra günlerce hem sana, hem rahmetli babana ağıt yakmış dağlarda,
sonra da biçare ne yapsın uzak köylerdeki bir akrabasının yanına sığınmış. Yıllar sonra
köydeki babası geçen sene ölünce, doğduğu eve geri dönüp gelmiş. Şimdi onada haber
salmışlar ‘sen buradasın’ diye, kadıncağız duyar duymaz olduğu yere yığılıp kalmış.
Hemen kalk eve gidelim anan şimdi arar seni.” dedi yaşlı kadın.
Hamiyet bir anda az önceki kabustan çıkıp, düşünü bile kuramayacağı bir haberle
karşılaşmanın sevinciyle Hayriye nine’nin boynuna öyle bir sarıldı ki yaşlı kadınla beraber yere yuvarlandılar. İkiside şimdi sevinçten ağlıyorlardı! Garip de sanki onların bu
mutluluğunu anlamışçasına kuyruk sallayıp inleyerek onlara sokulmaya çalışıyordu.
***
Elleri heyecandan o kadar titriyordu ki, telefonun tuşlarını bile zor çeviriyordu.
Yıllar sonra, şimdi kızıyla konuşacak olan Hamiyet’in annesinin kalbi deli gibi atmaya
başlamıştı. Senelerce taş basmıştı bağrına, yavrusu diye! Defalarca görmek istemesine
rağmen o vicdansızlar en ağır hakaretleri ederek onu kapıdan kovmuşlar, bu da yetmez
gibi çirkin iftira atmakla tehdit etmişlerdi. Zaten, ondan sonra da buralardan göçüp
gitmişlerdi. Acısını içine atarak uzak akrabalarından birine sığınmış, yıllarca burada
kahır çekmişti. Çok güzel olup bir sürü isteyeni olmasına rağmen, çok sevdiği kocasının
ve eline alıp koklayamadığı yavrusunun sevgisinden başka bir sevgiyi, yüreğine son nefesine kadar koymayacağına and içmişti. Yıllarca kendisini affetmeyen babası geçen
sene ölünce, yaşlı anası, onca tarla, mal, mülkle bir başına kalmış yanına dönmesi için
kendisini zorla ikna etmişti. Yıllar sonra genç kızken çıktığı köye, gene yıllar sonra
ağarmış saçlarıyla geri dönmüştü. Bu arada kalbi duracak gibi oldu! Az önce çevirdiği
14
telefon karşı tarafta çalmaya başlamıştı! Ömrünün her saniyesini hasretiyle yanıp tutuştuğu kızının sesini ilk kez duyacaktı! Gözünden süzülen yaşlar hafif kırışmış yüzünden
kayarak ahizenin kordonunun ıslatmış, boğazı düğüm düğüm olmuştu.
Ve telefon açıldı! Karşıda genç bir kız sesi “Alo” diyordu.
***
Gülbahar teyze, kızı Melek’in yanına çıkmış torunu Buse’yi severken aklı halen,
İhsan beyin muhtardan duyup anlattıklarındaydı. Kocasının anlatıklarını dehşetle dinlemiş bir müddet kendine gelememişti. O günden beri de aklı hep Hamiyet’te kalmıştı.
Onu bir kere görmesine rağmen kanı kaynamış, sanki gelini veya kızıymış gibi görmüştü onu. “Zaten, oğlumun ona bu kadar kısa sürede böyle bağlanması boşa olabilirmiydi
hiç! Peki ama nerdeydi bu süt tazesi körpe kız? Yazık kimbilir. Nasıl kormuştuki o evden çıkıp bir daha geri gelmemişti. Allahım ne olur sen bu yavrucağı kötü ellere
düşürüpte geleceğini karartma” diye her gece üzüntü içinde dua etmişti onun için. Yerini yurdunu bilse bir an durmayıp çekip alacaktı kanadını altına, ama elinden hiçbir şey
gelmiyordu ki! “Ya Mehmet! Zavallı yavrum, zaten Hamiyet’ten ayrıldım diye boynu
bükük gitti askere, şimdi bir de onun yaşadığı felaketleri ve ardından da evden kaçtığını
duyarsa temelli çıldırır oralarda. Aman “Allah korusun” dedi içinden. “Fakat, bu bildiklerini her an kendisinden haber bekleyen Mehmet’ten nasıl gizleyecekti ki? Şunun
surasında Mehmet on gün sonra dağıtım iznine gelecekti ve ilk işi de gelir gelmez Hamiyet’e ulaşmak olacaktı. Yüreğini daraltmıştı bu çözümünü bir türlü bulamadığı düşünceler, yeniden sıkıntılı bir şekilde Buse’nin saçlarını okşamaya başladı.
***
Karşıdaki genç kızın sesini duyar duymaz gözyaşları akmaya başladı Hamiyet’in
annesinin, öyle bir ağlama krizine girmiştiki zorlukla, “Kızım! Hamiyet’im sen misin?”
diyebildi.
Hamiyet telefonun ucunda ağlayan bu şefkat dolu sesin gerçek annesine ait olduğunu hemen anlamıştı, o da şu an, en az annesi kadar hislendiği için, kelimeler boğazında düğümlenmiş, tüyleri diken diken olmuştu! Hiç ummadığı anda karşısına çıkan öz
annesine şu an diyeceğini bilemiyordu ve içi gerçek bir anne sevgisine o kadar hasret
kalmıştı ki hiçbir şey diyemeden o da annesi gibi gözyaşlarını akıtmaya başladı.
Telefonun öbür ucundaki anasıda kızının sesini ilk kez duymanın sevinciyle ağlamaya devam ediyordu, en sonunda “Ağlama kızım” diyebildi. “Ağlama benim canım
yavrum, anan yanında artık. Ağlama ne olur gözümün nuru ayrılık bitti artık. Ben hemen yola çıkıp yanına geliyorum, ağlama artık canımın içi hasretlik geride kaldı artık.”
İdris, İstanbul’dan köylerine gelen Hamiyet’e öyle bir vurulmuştu ki, gece gündüz
aklında hep o vardı. Ne anasının, ne de muhtar babasının kendisine bulduğu kızların hiç
biriyle evlenmek istememişti, ta ki Hamiyet’i görene kadar. Annesine sürekli “Onu bana
isteyeceksiniz.” diye diretmiş en sonunda da annesini bugün babasıyla konuşmaya ikna
etmişti.
-“Adam” dedi İdris’in anası. “Hadi gözün aydın! Bizim oğlan en sonunda evlenmeye karar verdi.
15
Muhtar “Demek aklı başına geldi “der gibi keyifli gözlerle karısının yüzüne baktı.
-“Bak sen! Demek bizim oğlan en sonunda sevecek birini buldu hayret! Peki kimin
kızıymış bu? diye sordu karısına.
Karısı başladı hevesle anlatmaya. “Hani şu bizim Hayriye nine’lere İstanbul’dan
gelen kız var ya, hani dilsiz kız dedikleri işte ona deli gibi tutulmuş bizim oğlan. İkide
bir bana, ‘Tez babamla konuşup o kızı isteyin diye’ başımın etini yiyip duruyor.
Muhtar önce biraz duraksadı! “Demek İstanbul’dan gelen şehirli kız!” Diye içinden geçirdi. “Oğlumun bu kıza tutulması çok normaldi, çünkü köyün erkekleri hep bu
güzel kızın ardında aç tilki gibi dönüp duruyorlardı. Ayrıca edepli namuslu olduğu da
belliydi, çünkü bugüne kadar köyden bir erkekle ne tek kelime konuşmuş, ne de dönüp
birinin suratına bakmıştı. Bu arada İdris’i de kaç kere Osman amca’ların evini gözetlerken yakalamıştı. Tabii böyle bir kızı gelini olarak almayı isterdi ama! Bildiği bazı
şeylerden dolayı, içinde şüpheler vardı! Bir gün köy odasında otururken Osman amca,
kendisine kızı Gülsüm’den duyduklarını anlatmıştı. Kızın üvey anası babası, kıza yıllarca zulüm edip hep besleme evlat muamelesi yapmışlar, daha da kötüsü kızı kara sevdaya düştüğü oğlandan zorla hatta döverek ayırmışlardı. Bakalım kız bu çocuğun sevdasını yüreğinden atabilmiş miydi? Yoksa halen bu sevda olduğu gibi taze mi duruyordu?”
Karısına düşünceli bir şekilde baktı.
-“Bak şimdi, konuşacaklarımı iyi dinle. Ondan sonra bana boşu boşuna diretme
tamam mı?” dedi biraz sertçe. “Bu kız buraya gelmeden İstanbul’da birini sevmiş, ama
ondan zorla ayırmışlar. Eğer kızı istediğimizde “Yok” deyip vermezlerse o zaman ne sen
onlara gönül koy ne de İdris. Bu işler anca gönül rızalığıyla olur. Ha! Tamam kız
“Olur” derse başım üstüne gider isteriz, ama kız “Yok” dedi mi bu işi orda keser bitiririm haberiniz olsun. Ben kimsenin vebalini almam. Sen de bilmez değilsin, yanan yüreğe
ev konmaz. Sen şimdi git Hayriye nine’ye haber et, oturmaya geleceğiz de!”.
***
Mehmet ve diğer asker arkadaşları öğlen sporundan sonra istirahate çekilmişlerdi.
İzmir’de hava İstanbul’a göre daha sıcaktı. Mehmet sırtını altına oturduğu çam ağacına
yaslayarak uzaklara doğru bakmaya başladı, hafızası gene derin bir özlem ve iştahla
Hamiyet’e ait ne kadar görüntü varsa tek tek gözlerinin önüne getirmeye başlamıştı.
Yüzündeki mimikler sürekli değişip duruyordu, gözlerinin önüne gelen hayallerden ne
kadar etkilendiğini gösterircesine. “Ah!.. Hamiyet ah!” dedi kederle. “Nerdesin şu an?”
Dedi içinden, tıpkı askere geldikten sonra her yalnız kalışında dediği gibi. “O gülümseyen halinle evdemisin? Yoksa mutfakta duygusal bir şarkı mırıldanıp yemek yaparken
aklından beni mi geçiriyorsun? Ya da gene aynı yerde işe başladın da, bizim dükkanın
önünden değil de, karşısından geçip gizli gizli bana mı bakıyorsun?” Yüreğini cesaretlendirip defalarca aramıştı evini, ama her seferinde umutlarını biraz daha çökerten
meşgul sesini duymuştu. Şu an ne çok isterdi bir martı olup ona doğru hızla kanat
çırpmayı ve penceresine konup, onu kana kana seyretmeyi. “Belki ağzımda kırmızı bir
gül! O simsiyah gözlerinde kalbim gibi yansıyan kıpkırmızı bir gül!” diye mırıldandı
dudakları. Dağıtıma az kalmıştı, öyle sabırsızlıkla bekliyordu ki bu dağıtımı sanki askerliği bitmiş de tezkeresini alacakmış gibi. Eve vardığında ilk işi hemen, Hamiyet’le ilk
buluştuklarında giydiği hafif taşlanmış blue jean ve üzerine beyaz gömleğini giymek,
ardından kokusunu özlediği parfümü sıkıp kısacık saçlarıyla Hamiyet’in evine gitmekti.
15
Tıpkı dedesinin yaptığı gibi her şeyi göze alarak bunu yapmaya askere geldiği ilk günden karar vermişti. Bu yapacaklarını düşünmek Mehmet’i keyiflendirmiş gönül bahçesinde bir anda binlerce çiçek açmıştı. Ama! Bu bahar havası yerini biraz sonra soğuk kış
rüzgarına bıraktı! Gene o kahrolası mektup gelmişti aklına! Kurduğu her güzel düşün
sonuna bir karabasan gibi çökmeyi bekleyen o kahrolası mektup. Az önceki umut ve
mutluluk aşılayan o düşünceleri, şimdi yavaş yavaş yerini acı ve karamsarlık veren düşüncelere bırakmaya başlamışlardı, kalleşçe ve hiç insaf etmeden. “Gerçekten evleniyor
muydu? O insanı çarpan bakışları artık başka bir insanın yüreğini mi hoplatacaktı
?”diye düşündüğünde, morali gene berbat duruma düşmüştü. Bu kez yüreğinin ızdırap
dolu yanından kalkan martı ona değil, ondan çok uzaklara kanat çırpmak istedi hiç,
durmamacasına ve bu kez ağzında gül değil, yüreğine batmış binlerce dikenle.
***
Hayriye nine, kaygılı bir şekilde kapıyı açıp muhtarla, hanımını içeri alırken oldukça meraklanmıştı, tıpkı içeride oturan eşi Osman amca gibi. Köyün içinde zaten bu
insanlarla her zaman karşılaşıp sohbet ediyorlardı, ama dün durup dururken haber
salmışlardı, “Bugün size oturmaya geleceğiz.” diye. Acaba diyecek önemli bir şeyleri mi
vardı, yoksa öylesine oturmaya mı gelmişlerdi. Düşünceli bir şekilde onları içeri aldıktan sonra, arkalarından gidip yüksekçe yapılmış sedirlerin üzerine hep beraber oturdular.
Hamiyet, odasına gelen konuşmalardan muhtarla hanımının gelmiş olduklarını anladı, çünkü dünden oturmaya geleceklerini haberini o da biliyordu. Fakat onların gelişine Osman amca ve eşi kadar şaşırmamıştı, çünkü bu yaşlı insanlar, kendisi gibi köylünün de çok sevip saydığı kişilerdi ve ara sıra buraya hem oturmaya, hem akıl danışmaya gelirlerdi. Odasında otururken çok fazla önemsemeden gelişi güzel onların konuşmalarını dinliyordu, ama bir müddet sonra Hamiyet’in yüzü kızarmaya başladı! Şaşkınlık
içerisinde, kulağına gelen konuşmaların kendisiyle alakalı olduğunu gördü.
Muhtarla, karısı önce hal hatır sormuş, sonra da köyün sorunlarından konuşmuşlardı biraz, sonra muhtar olduğu yerde biraz daha dikleşerek boğazını temizlemiş ve asıl
meseleye gelmişti.
-“Osman amca, şimdi bizim buraya gelişimizin sebebi hayırlı bir iş konuşmak.”
dedi muhtar.
Bu “Hayırlı iş” sözü hem Osman amca’yı, hem eşini hemde içeride konuşulanları
dinleyen Hamiyet’in bir anda donup kalmalarına sebep oldu!
Muhtar, karşısındaki insanların şaşkın bakışları altında konuşmalarını sürdürdü.
-“Sizin de haberiniz var! Bizim İdris askerliğini yaptı geldi şükür. Tarlamız, tapanımız ne varsa hepsi onun sayılır artık. Biz ne zamandır bu oğlanı evlendirme niyetindeydik ama kimseyi beğendiremedik, kısmet işte ne yaparsın. Şimdi bizim bu İdris, sizin
İstanbul’daki Gülsüm’ün yanından gelen kızımızı görmüş beğenmiş, anasıyla, banada
vazife etti. Anlayacağınız biz, Allah’ım emri, peygamberimizin kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz.”
Odada derin bir sessizlik oldu! Kimseden çıt çıkmıyordu. Hiç akıllarının ucundan
bile geçmemişti bu ziyaretin nedeni, bir buçuk ay önce gelen ve kızları gibi sevdikleri
Hamiyet’e talip olmak için olduğunu.
-“Biliyorum bu iş sanki biraz acele gibi oldu.” dedi muhtar. “Ama, gönül ferman
dinlemez derler. Siz kızımızla bir görüşün, fikrini alın ona göre bize haber ulaştırın.
Eğer bu iş olursa memnun olur seviniriz. Ama, bu iş gönül işi, eğer kızımız olmaz derse
15
sakın üzerine varmayın her zaman başımız üstünesiniz.”dedi muhtar. Ardından müsade
isteyip kapıya doğru giderlerken, yeniden Osman amca’ya dönerek. “Osman amca, bu
arada şunuda söyleyeyim, şayet kızımız evet derse hani yanlış anlama adettir kız tarafına bir şeyler verilir emeklerine karşılık. Şimdi bu kızın artık anası da babası da siz sayılırsınız artık. Benim gönlümden şöyle geçti, hani geçen sene bizim köye bir kıran girdiydi de senin banka kredisiyle aldığın ineklerden üç tanesi murdar olup ölmüştü. Duydum
ki elin dar olduğu içinde borcunu ödeyememişsin, bir de üzerine bir sürü faiz binmiş.
Allah korusun bu adamlar kimsenin gözünün yaşına bakmaz yarın her şeyine haciz getirir, hatta hapise bile koydururlar adamı! Dediğim gibi kızımız evet derse ben senin
bütün borçlarını kapatacağım hem de faizleriyle beraber. Ayrıca benim çayın yanındaki
büyük bahçeliği biliyorsun, oda size helal olsun.”
Muhtarın, bu borçla ilgili konuşmaları, Osman amca’nın, hem onurunu kırmış
hem de, karısının yanında küçük düşmesine neden olmuştu. Biraz durdu ve suratında
sert bir ifadeyle konuşmaya başladı.
-“Bak muhtar efendi, birincisi, sen benim banka borcumu böyle hayırlı bir meseleyi konuşurken sakın bir daha ortaya koyma, gerekirse ben ceketimi de satar borcumu
öderim, mapusta da yatar gene öderim. İkincisi bu yavru bize önce Yüce Allah’ın, sonrada kızımın emaneti sen de biliyorsun bunu, sana da anlattım bu kızın yarası daha yaştır. Tamam ben de isterim benim ellerimde gelin olsun, ayrıca seni de sevmez değiliz.
Ama bu iş bizim karar vereceğimiz bir iş değil, nenesi gene de bir konuşsun ‘Tamam’
derse verdik gitti, ama ‘olmaz’ derse de kusurumuza bakma.”
Doğduğundan beri görmediği kızına kavuşmak için artık saatler kalmıştı. Ona bir
sürü yiyecek ve kıyafetler almıştı yarın sabah onu gördüğünde vermek için. “Canım
kızım benim yaşadığım sefilliği sana asla yaşatmayacağım, babamdan kalan onca mal,
mülk hepsi sana feda olsun. İster okula salın beni de, ister ben sevdiğimle evleneceğim
de, istersen canımı iste, her şeyim senin mutluluğuna feda olsun.”dedi kendi kendine.
Köyde yatsı ezanı okunmaya başlamıştı. Muhtarla, karısı, Osman amcaların evinden gideli yaklaşık iki saat olmuş, bu arada Hamiyet’in de duydukları karşısında içi
parçalanmıştı. Üzüldüğü muhtarın kendisini oğluna istemesi değildi. Anası babası gibi
sevdiği bu yaşlı insanların kendisine hiç hissettirmedikleri bu borçlu ve parasız halleriydi. “Yazık” dedi içinden. “Bu sıkıntılı durumları yetmez gibi, bir de annemi bulmak için
telefonlarla aramadıkları yer kalmamış saatlerce telefonla konuşmuşlardı.”
Şimdi
anlıyordu köye bir resmi araç geldiğinde neden korkuya kapıldıklarını ve günü geldiği
halde yatmayan telefon faturasını! İçinde derin bir üzüntü hissetti. Onlara nasıl yardım
edebilirdi ki? Cebinde bir kuruş parası yoktu. Hatta yengesinden aldığı iki çeyrek altın
anca otobüs biletini almaya yetmiş, yirmi satlik yolu gelirkende sadece otobüsün içinde
dağıtılan bisküvilerle karnını doyurmuştu. Kendisini Ergani’den köye getiren minübüs
şöförüne de kimse duymadan ve yerin dibine gire gire “Param yok” demişti. Şu an parası olsa bu insanlara bir an bile düşünmeden son kuruşuna kadar verirdi. Ama, maalesef hiçbir şeyi yoktu ki. Birden gözlerini kısarak kararlı bir şekilde yere bakmaya başladı! Evet karar vermişti, kendi bedenini feda edecekti bu insanlar için, ama ruhu ve yüreği hariç. Çünkü bunları çok önceden Mehmet’e teslim etmişti. Artık Mehmet’le evlenmesi mümkün değildi bunu çok iyi biliyordu. Peki, ne için yaşayacaktı? Belki annesi
için. Mehmet’i kaybettikten sonra zaten kendini ölmüş gibi biliyordu. “Hiç olmazsa bu
cansız bedenim bu dünyalar iyisi insanlara hayat versin.”dedi içinden. Hemen ayağa
kalktı ve kendinden emin adımlarla içerideki küzine sobasının başında çaresizce oturan
Osman amca ve Hayriye nine’nin yanına geldi.
15
-“Ne o nine canınız sıkkın gibi oturuyorsunuz, bir şey mi oldu?” dedi, sanki konuşulanlardan hiç haberi yokmuş gibi.
Hayriye nine, aniden içeri giren Hamiyet’i görünce önce biraz telaşlandı, sonra da
Osman amcanın yüzüne baktı “ona da anlatalım mı” der gibi ve tekrar Hamiyet’e dönerek, “Gel kızım, hele şöyle geç bir otur. Canımız sıkkın değil çok şükür ama senle konuşacaklarımız var bizim. Hani bugün muhtarla karısı bize geldiydi ya, onlar niye gelmiş
haberin var mı?”diye sordu Hamiyet’e.
Şaşırmış gibi yaptı Hamiyet. “Yok nine bilmiyorum. Oturmaya gelmemişler mi?”
-“Yavrum onlar oturmaya gelmişler, ama hayırlı bir iş için!”
-“Hayırlı bir iş mi!” dedi Hamiyet gene aynı şaşkınlıkla.
-“Evet.” dedi Hayriye nine. “O muhtarın bir oğlu vardı adı İdris. Ne zamandır evlendirmeye uğraşıyorlardı, çocuk kimseyi beğenmiyordu. İşte bu çocuk seni görmüş beğenmiş, anasına, babasına da senden bahsetmiş. İşte bugün buraya gelmelerinin nedeni
seni oğullarına istemekmiş.” dedi hafif mahcup bir şekilde.
Hamiyet, zaten bütün konuşulanları en ince ayrıntısına kadar dinlemişti. Osman
amca’yla, Hayriye nine şu an kendisine merakla bakıyorlardı acaba nasıl bir tepki verecek diye. Hamiyet biraz durdu, düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra, kaderine razı olmuş
birinin ses tonuyla,” Eğer siz uygun buluyorsanız ben de kabul ediyorum.” dedi.
Bu cevap, bu iki yaşlı insanın biraz kuruntulanmasına neden oldu! Hamiyet’in
hemen ‘Evet’ demesine çok şaşırmışlardı! Hatta İstanbul’dan buraya acılarıyla gelen
Hamiyet’in, bu isteme işine ters tepki vereceğini bile düşünmüşlerdi.
Ama, Osman amca’nın hiç içine sinmemişti Hamiyet’in hemen böyle “Evet” demesi.
-“Gel kızım” diyerek Hamiyet’i hemen yanıbaşına oturttu. Sonra da elini omzuna
koyarak, “Bak kızım, benim aklım biraz karıştı, sen bu muhtarın oğlu İdris’le hiç konuştun mu? Tanıyor musun kendisini?”diye sordu.
Hamiyet başını iki yana sallayarak, “Tanımıyorum” dedi.
-“Peki tanımıyorsun da neden onunla evlenmek istiyorsun? De bana, yoksa bizim
bilmediğimiz bir şey mi var Allah korusun?”
Gene “Yok” dedi Hamiyet. “İçiniz rahat olsun, benim sizden başka ne bir kimseye
yüzümü çevirip baktığım var ne de konuştuğum, garibim hariç.”
Osman amca, zaten zerre kadar kötü bir şey yaptığını aklına getirmemişti Hamiyet’in, tıpkı şu an kendilerini kaygılı bir şekilde dinleyen eşi gibi. Ama bu kızcağızın
hemen böyle kabul etmesini hiç normal bulmuyordu. Bir anda aklına muhtarın banka
borcuyla ilgili konuştukları geldi. “Hımmm!” dedi içinden. “Yoksa bu mazlum yavru
konuştuklarımızı dinledide, bizi kurtarmak için mi yaptı?” Hemen Hamiyet’in yüzüne
baktı.
-“Kızım sana bir şey soracağım ama bana doğruyu söyleyeceksin! Muhtar burada
konuşurken sen bizim konuştuklarımızı duydun mu hiç?”
Bu soru Hamiyet’in yüzünü biraz gerdi! Konuşulanların çoğunu dinlemişti, ama
şimdi nasıl yalan söyleyecekti ki “Dinlemedim.” diye. “Odama konuşmalarınız geldi
ama pek anlayamadım, o arada temizlik yapıyordum.” dedi.
Osman amca, Hamiyet’i omuzlarından tutup kendine doğru çevirdi. “Bak yavrum,
sen sahiden kendin içinmi evleniyorsun, yoksa bizim için mi? Allah hakkı için bana
doğruyu söyle, yoksa sana hakkımı helal etmem!”
Hamiyet kendini köşeye sıkışmış gibi hissetti! Ama fazla bozuntuya vermeden konuşmaya başladı. “Yengem size anlattı, İstanbul’da isteyenlerim olmuştu ama ben iste-
15
memiştim o zamanlar. Çok düşündüm artık ben de evlenip yuva kurmak istiyorum, bugün olmasa zaten yarın evlenenceğim, hiç değilse sizin tanıdığınız birisiyle olsun bu iş.
Hem bu köyde, sizin yanınızda kalmış olurum. Eğer annem istiyorsa o da gelip bu köye
yerleşsin. Siz onları hiç bekletmeyin, söyleyin onlara ben evlenmeye razıyım.” diyerek
ayağa kalktı ve hızla odasına giderek kendini yatağa attı. Gözlerinden sel gibi yaş akıyordu! Aylar öncesine gitti, Mehmet’le ilk kez Gülhane parkında buluştuklarını düşündü. Dev gibi çınar ağaçlarının altında, el ele, göz göze yemek yiyip, çay içmişlerdi. En
içten duygularıyla defalarca birbirlerine ‘Seni seviyorum’ demişlerdi. Ve eklemişlerdi,
“Bizi ancak ölüm ayırır.”diye. Ama şu an başlarına gelen ölümden de beter bir ayrılıktı.
“Of Mehmet, of, nerdesin sen şimdi? Ben hayatımda hiç görmediğim bu diyarlarda bir
başıma yapayalnız, sense kimbilir nerelerde askersin. Allah’ım artık ona kavuşmanın
hiç imkanı kalmamışken ne olur artık onu düşündürtme bana, aklımdan da yüreğimden
de tamamen çıkar yalvarırım. Ne sabah gözümü açar açmaz, ne gece başımı yastığa
koyduğumda düşlerime onu sokup da onsuz olduğumu hatırlatma bana! Beni affet
Mehmet. Eğer şu an evlenmek üzereysem bilki evlenen ben değilim, eğer yarın birinden
evlendiğimi duyarsan, deme ki ‘Sevdiğim Hamiyet evlenmiş’, senin sevdiğin Hamiyet
senden ayrıldıktan sonra zaten öldü,hem de sonsuza dek!”
***
Sinan kahrından ne yapacağını bilmiyordu, şu an kendisinden ısrarla haber bekleyen Mehmet’e, Hamiyet’in memlekete gittiğini nasıl söyleyeceğini düşünüyordu kara
kara! Geçen akşam bu öğrendiklerini İhsan amca’lara anlatmak için onlara gitmişti,
Gülsüm’den duyduklarını onlarada söylediğinde bu habere çok sevinmişlerdi. Çünkü.
İhsan bey muhtardan Hamiyet’in sadece evden kaçtığını ve bir daha geriye dönmediğini
öğrenmiş, bu yüzden ailece derin bir üzüntüyle kızcağızın başına “Acaba ne geldi?” diye
düşünüp durmuşardı. Ama şimdi en azından memlekete gittiğini ve en kötü ihtimal de
bir akrabasına sığındığını tahmin ederek az da olsa rahatlamışlardı. Hatta, İhsan amca’yla memleketteki adresi bulsalar oraya gitmeye bile karar vermişlerdi, ama ellerinde
Hamiyet’in nerde kaldığına dair en küçük bir ipucu yoktu. Bu arada Sinan, Mehmet’in
göstereceği her türlü tepkiyi göze alarak ona Hamiyet’in memleketine gittiğini söylemeye karar verdi, çünkü dağıtıma gelince bunu er ya da geç öğrenecekti.
Gülsüm’ün yüreği ıstırap bahçesine dönmüştü, bir yandan hiç sevmese de kaybettiği eşi, bir yandan gözü yaşlı köye gönderdiği Hamiyet. Aslında kaç defa eli telefona
gitmişti, Hamiyet’i arayıp o mektuptaki kötü sözleri yazan kişinin deli gibi sevdiğin, uğrunda canını vermeye razı olduğun Mehmet değil de, o ırz düşmanı Alper diye. Eğer, ‘O
Mehmet denen çocukla evlenirsen, gözümü kırpmadan onu da, seni de öldürürüm!’diyen serseri kocasının da öldüğünü söyleyip, “Hadi gel artık sevdiğini kavuş bitsin bu körolası ayrılık” diye. Çok büyük vicdan azabı çekiyordu bunları söyleyemediği
için, ama söyleyemezdi, çünkü kocasının anasıyla babası halen tek oğullarının ölüm nedenini evden kaçan bu kız olarak görüyorlardı. Eğer ellerine geçse etlerini lime lime
yaparlardı! “Acaba nasıldı sağlığı, sıhhati ?”diye düşündü. Ne zamandır arayıp soramıyordu da, evin telefonu borç yüzünden çoktan kesilmişti. “Annem kimbilir beni kaç kere
aradı da ulaşamadı zavallım benim.”diye geçirdi içinden, sonra da ilk fırsatta postaneye
gidip Hamiyet’e burada olanları anlatmadan, oradaki durumunu öğrenmeye karar verdi.
15
Daha o akşam muhtarın evinde düğün havası başlamıştı bile! Bugün öğleden sonra
Osman amca, muhtarın evini arayıp “Bizim kızın gönlü bu işe razı oldu, biz de verdik
gitti hepimize hayırlı uğurlu olsun.” demişti. İdris o akşam “Köyün en güzel kızıyla ben
evleniyorum.” diye hava atmak için kahvede kağıt oynayan arkadaşlarına koşmuştu
hemen. Bu arada muhtarın karısı da hemen düğün teleşına düşmüştü. Fakat, Hamiyet’in, İdris’le evlenmeyi hemen kabul etmesi muhtarı biraz şüphelendirmişti! “Çünkü
Osman amca’nın, daha geçen gün bana anlattığına göre bu kız İstanbul’da bir çocuğu
ölesiye sevmişti. Şimdi nasıl olduda o çok sevdiğini hemen unutup, hiç tanımadığı benim
oğlana evet demişti. Acaba bilmediğimiz bir sır mı vardı bu işte! Neyse olan oldu artık
kızı da istedik. Bundan sonra işin ilerisine bakmak lazım.” Diye geçirdi aklından. Zaten
Osman amca da bu işi uzun tutmayalım, “Herkese haber verelim ki, bu kızın başının
bağlandığını herkes bilsin.” demişti. O akşam karşılıklı olarak bir an önce düğün dernek
kurulmasına karar vermişlerdi.
Hamiyet, bu sabah kalktığında içinde tarifsiz duygular yaşıyordu. Yıllar sonra ilk
kez annesini görecekti, kalbinin yarısı bu kavuşmanın heyecanını, mutluluğunu yaşarken, diğer yarısıda Mehmet’i artık yüreğinin derinliklerine gömüp ve istemediği halde
sırf bu zor duruma düşmüş çaresiz insanların başına daha da büyük felaketler gelmesin
diye, İdris denen o çocukla evlenecek olmasının acısını yaşıyordu. Her sabah yaptığı gibi
bu sabah da ineklere yemini verdikten sonra onları buraya derenin kenarına getirmişti.
Bahar yavaş yavaş gelmeye başlamış, yeşile bürünen merada sarı ve beyaz çiğdemler
gökyüzüyle tanışmaya başlamışlardı. Hamiyet oturduğu yerin kenarındaki bir kaçtane
sarı çiğdemi koparıp hayran hayran bakmaya başladı. Aklına, yüreğine gene Mehmet
düştü! “Nasıl da kır çiçeklerinden yaptığı demeti büyük bir cesaretle mağazaya getirip
kendisine vermişti!”diye düşündü. Olmuyordu, onu ne kadar unutmaya çalışsa da,
masmavi gökyüzü, çiçekler, pırıl pırıl akan şu dere güzel olan her şey hemen onu hatırlatıyordu. Şu an Mehmet’i öylesine özlemişti ki, tıpkı yılladır çölde susuz kalmış birisi
gibi hissediyordu kendini. Mağazayıda özlemişti, beraber çalıştığı arkadaşlarınıda! Bunları düşünüce bir an kendine buralarda yapayalnız hisseti. Aklına, Mehmet’le beraber
neşeyle, el ele dolaştıkları, Gülhane parkı, Birbirlerine sarılıp vitrinlerinlerine bakıp bir
sürü güzel hayal kurdukları Kapalı çarşı, Mısır çarşısı geldi.
Başını kaldırıp uzaklara baktı! Tepelerinde karları kaybolmaya başlamış dağlardan ve uçsuz bucaksız topraklardan başka bir şey göremedi. Bir an büyük bir kederle
“Ben burada ne yapıyorum? Ne işim var var diye? düşündü. Ama başına gelenleri düşününce başka çaresinin kalmadığını da biliyordu. Hele o merhametsizlerin kendisini,
Alper’e vermek için kurdukları hain tuzağı düşündükçe tüyleri diken diken oluyor, midesi bulanıyordu! Bir an aklına İdris geldi onun nasıl biri olduğunu düşünmeye çalıştı
ama bu konuda hiçbir bilgisi olmadığı için düşüncesi hemen bitiverdi. “Onunla evlenmesem ne olacaktı ki! İstanbul’dayken, marketçi demişlerdi, Alper demişlerdi, şimdi
burada da İdris! Nereye kadar kaçacaktım ki? Gittiğim her yerde bu sıkıntıyı yaşatacaklardı, zaten yaşamayı da göze almıştım artık.”diye düşündü. Mehmet’i kaybettikten
sonra evlenmeyi de hiç düşünmüyordu. Ama, bu insanların, bu yaştan sonra hacizlerle,
hapislerle karşı karşıya kalmalarına ne vicdanı, ne de yüreği asla izin vermiyordu. Bunları düşündüğü sırada uzaktan bir arabanın, arkasında toz bulutları bırakarak köyün
içine doğru girdiğini gördü, fakat buna çok fazla şaşırmadı, çünkü arada bir köye seyyar satıcalar arabalarıyla gelip, plastik kap kacak ve giyim eşyaları satıyorlardı. Gerçi
bugün annesini de bekliyordu sabırsızlıkla ama, Ergani’den köye gelecek minibüsün
gelmesine daha çok vardı. Biraz ötede çimlerin üzerine yatan garibi yanına çağırarak,
bir yandan başına okşamaya bir yandanda gene onunla içli içli konuşmaya başladı. “Senin annen kim garip? O da mı bu köyde? Halen yaşıyor mu? Yoksa, kader seni de be-
15
nim gibi sevdiğimden koparıp buralara mı savurdu?”. Garip, kesik kulaklarını dikmiş
sanki konuşulanları anlarmışçasına dikkatlice kendisine bir şeyler anlatan Hamiyet’e
bakıyordu. O ara garip başını Hamiyet’ten çevirip dikkatlice köye doğru bakmaya başladı! Hamiyet ilk başta garibin bu hareketine pek şaşırmadı, çünkü ne zaman köyden
başka köpeklerin havlama sesini duysa, hemen o yöne döner dikkatle havlama seslerini
dinlerdi. Fakat biraz sonra garip ön ayaklarının üzerine doğru kalkarak bu kez daha
heyecanlı bir şekilde bakmaya başladı! Hamiyet merak edip başını garibin baktığı yöne
çevirdiğinde, köyden birisinin kendilerine doğru geldiğini gördü. Hamiyet de, garip gibi
şaşkınlıkla kendilerine doğru her geçen dakika biraz daha yaklaşan kadına bakıyordu,
dikkatlice baktığında bunun Hayriye nine olmadığını anladı. “Acaba muhtarın karısıydı
da bir şeyler söylemeye mi geliyordu?”diye düşünüp, o yöne doğru daha dikkatlice baktı
ama o da değildi! “İyi ama kimdi bu hiç görmediği kadın?”diye sordu kendi kendine.
Kalp atışları iyice hızlanmaya başlamış, hiç tanımadığı, siyah düz saçlarının çoğuna aklar düşmüş, güzel yüzlü kadın iyice yaklaşmıştı. En sonunda yanına kadar gelip hasretle
Hamiyet’in gözlerinin içine bakmaya başladı!
Hamiyet heyecandan neredeyse bayılmak üzereydi! Hayatında ilk kez gördüğü bu
kadın, gözlerinin içine öyle bir bakıyordu ki, yüreğinde bir anda daha önce hiç
hisettmediği kabarmalar oldu!
Kadın ağlamaklı bir sesle, “Hamiyet kızım.” dedi.
Hamiyet bu ‘Kızım’ sözünü duyunca “Anne” diye öyle bir bağırdı ki! Bu ses bütün
köyde yankılandı. Gene “Anne” diye bağırıp sarıldı ona ve yılardır sevgisine, sıcaklığına
aç kaldığı bu insanın, çıldırmışçasına elini yüzünü defalarca öpüp, koklamaya başladı.
İkisi de şu an hiçbir şey konuşmadan birbirlerine sıkıca sarılmış hıçkırıklarla ağlıyorlardı.
Anası Hamiyet’i göğsüne bastırmış durmadan saçını yüzünü, gözünü öpüp okşuyordu!
Bu arada Osman amca’yla, Hayriye nine de onların yanına gelmiş gözyaşları içinde, seneler sonra birbirine kavuşan anasıyla, kızına bakıyorlardı.
***
Gülsüm çocuğunu kaynanasına bırakıp postaneye geldiğinde oldukça tedirgindi!
Günlerdir Hamiyet’in, annesiyle babasının durumlarından hiç haber alamamıştı. Eli
telefonu çevirirken, “Allah’ım, İnşallah kızın durumu iyidir.” diye içinde geçiriyordu.
Köydeki telefon çalmaya başladı nihayet.
-“Hayriye nine “Alo” diyerek açtı telefonu.
-“Alo, ana ben Gülsüm.”
-“Kızım sen misin? Nerdesin yavrum? Kaç defa aradım seni, telefon hep kesikti?
Nicedir sen de aramadın bizi, aklımız fikrimiz hep sende kaldı! Sana diyecek bir sürü iyi
haberim var!
Gülsüm’ün bir anda kafası karıştı bu “Bir sürü iyi haberin lafına” köyde en fazla
ne olabilirdi ki, iyi olabilecek? Hem de bir sürü diye düşündü.
-“Ana, hayırdır neymiş bu iyi haberler çok meraklandım bak şimdi?”
-“Kızım hepimizin gözü aydın! Allah bu gözü yaşlı masumu anasına kavuşturdu.
Bir an telefonun ucunda bir sessizlik oldu, sonra
-“Ne” diye çığlık attı Gülsüm. “Ana sen doğru mu söylüyorsun? Hamiyet’in anasını buldunuz mu gerçekten?”
15
-“Evet kızım, Allah’a çok şükür. Şimdi ikisi de yanımızda, anası sabahtan geldi saatlerdir hasret gideriyorlar garipler.”
Gülsüm, Hamiyet’in bu kadar acıdan sonra anasına kavuşmasına o kadar çok sevinip, duygulanmıştı ki, telefon kulübesinde olduğu yere çömelip hıçkırıklarla ağlamaya
başladı.
Hayriye nine, anasının nasıl bulduklarını analattı tek tek, sonra “Kızım sana bir
diyeceğim daha var ama belki de inanmaycaksın bana!” dedi.
Gülsüm daha Hamiyet’in anasına kavuşmasının şokunu atamamıştı ki, anasının
bu diyeceği haber onu dahada şaşırtıp aklının karışmasına neden oldu.
-“Ya ana, orada neler oluyor? Bu sefer ne diyeceksin? Kalbim durmadan hemen
söyle ne olur.” dedi.
-“Kızım biz Hamiyet’i evlendiriyoruz”dedi annesi.
-“Ne! Ne! Ne yapıyorsunuz?” dedi Gülsüm hayrete düşmüş bir şekilde. “Ana ne
evlendirmesi? Bana şaka mı yapıyorsunuz yoksa ?”
-“Yok kızım ne şakası, bu işin şakası olur mu hiç? Bizim muhtarın oğlu İdris’i biliyorsun, gelip ona istediler işte. İlkin biz de şaşırdık bu iş de nerden çıktı diye, ama adet
yerini bulsun diye, hele kızımıza bir soralım diye zaman istedik. Hamiyet kızım böyle
böyle bir durum var bak senin isteyenin var dedik bu işin olacağını hiç aklımıza getirmeden. Ama Hamiyet, ‘Eğer siz uygun gördüyseniz ben evlenmeye hazırım’ dedi. Hatta
baban da şaşırdı! Hamiyet’i biraz sıkıştırdı, gerçekten evlenmek istiyor musun diye gene
“Evet ben evleneceğim.” dedi.
Gülsüm, tam bir şoktaydı şu an! Nerden çıkmıştı şimdi bu evlilik işi, köye gideli
şurda daha üç ay olmuş ya da olmamıştı ve Mehmet’i nasıl deli gibi sevdiğini de en iyi
kendisi biliyordu. “Ee peki ne oldu ki bu kız şimdi evlenmeye kalkıyordu? Bu işin içinde
muhahakkak başka bir iş var!” diye geçirdi aklından, hemen, “Ana Hamiyet orada mı
hele bir görüşeyim onunla” dedi. İçine kurt düşmüştü!
Hayriye nine sabahtan beri anasının kollarında duran Hamiyet’i çağırdı telefona.
Hamiyet telefona gelirken içinde Mehmet’in eksikliğide olsa anasına kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Bu arada yengesini de çok özlemişti. Bu yüzden anasını bulduğunu ve
evleneceğini söylemek için defalarca aramış ama kesik olan telefon yüzünden bir türlü
ulaşamamıştı. Ahizeyi eline aldığında içinde bir sıkıntı oldu! Şimdi yengesine “Evleniyorum” dediğinde yengesinin ne kadar şaşıracağını ve kolay kolay inanmayacağını biliyordu! Çünkü Mehmet’e olan duygularının en yakın tanığı oydu.
-“Yenge” dedi Hamiyet ve sonrada özlem ve heyecan dolu bir şekilde konuşmaya
başladılar.Biraz konuştuktan sonra yengesi şüpheli bir tavırla sordu, “Hamiyet kız!
Anamın dediği doğrumu, gerçekten evleniyormusun yoksa?”
Hamiyet o an öylece susup kaldı! Sonrada suçluymuşçasına “Evet yenge evleniyorum” dedi.
Hamiyet’in çekinerek konuşması, yengesinin kafasını iyice bulandırdı!
-“Peki kız, sen Mehmet’i unuttun mu de bana?”diye sordu Hamiyet’e.
-“Hayır” dedi Hamiyet ağlamaklı bir sesle.
-“Peki o muhtarın oğluyla isteyerek mi evleniyorsun bana doğruyu söyle gözünü
seveyim?”
Hamiyet kahırlı bir sesle konuşmaya başladı.
-“Yenge, ben ne Mehmet’i unuttum, ne de bu İdris’le isteyerek evleniyorum! Ama
yenge söyle bana Mehmet’ime kavuşmamın imkanı var mı hiç? Benim evlenmemin derdi başka ama sorma anlatamam sana.”
-Yengesi meraktan çatlamak üzereydi, o an burada yaşanan bütün gerçekleri söylemek geçti içinden ama, son anda tuttu kendini. Çünkü söyler söylemez, bu kızın buraya atlayıp geliceğini ve burada da canından olabileceğini çok iyi biliyordu. Yengesi kar-
15
şısında ağlayan Hamiyet’i daha fazla üzmek istemedi ve azap içinde, “Peki, Hayırlı olsun sen bilirsin.”dedi ama aklı Hamiyet’in “Sana anlatamam.”dediğine takılmıştı.
Gülsüm telefonu kapattıktan sonra içi içini kemiriyordu! Hamiyet ‘Ne Mehmet’i
unuttum demiş, ne İdris’le isteyerek eveleniyorum demişti’. “Bana analatmadığı derdi
neydi ki? anamda bana bir şey demedi, sadece evlendiriyoruz dedi. Kızcağız belkide
Mehmet’e kavuşamayacağını anlayınca, başına kötü bir şey gelmesin, yada İstanbul’dan
kaçıp buraya geldim diye adım kötüye çıkıpta Osman amcayla, Hayriye nineye laf getirmeyeyim diyemi evleniyordu acaba?” diye aklından geçirdi. Bu tahminlerinin doğru
olup olmadığına kendi de emin olmadı. Şu an, ona doğruları söylemediği için çektiği
vicdan azabı içini yakıp kavuruyordu. Hele ki bu kız hiç sevmediği birisiyle evlenir ve
ömür boyu mutsuz kalırsa bunun tek suçlusu kendisi olacaktı! Telefon kulübesinde çaresizce düşünmeye başladı, bir anda bir umut ışığı içini aydınlattı! “Mehmet’i bulup her
şeyi ona anlatsam! Bu kız hala senin için yanıp tutuşuyor desem, git elinden tut çek getir
buraya desem.. Ama, Mehmet şu an askerdi. Nasıl ulaşabilirdim ki ona?” diye düşündüğü sırada, aklına Mehmet’in babası geldi. Hamiyet, onun çok iyi bir insan olduğunu ve
kendisini de çok sevdiğini söylemişti ve belki lazım olur diye de çiçekçi dükkanının adresini vermişti. Son çare olarak, daha kötü şeyler olmadan ve daha geç kalmadan, Mehmet’in babasına gidip her şeyi ona anlatıp, ondan yardım istemeye karar verdi.
***
Aradan günler geçmiş, köyün her hanesinde üç gün sonra İdris’le, dilsiz kızın yapılacak düğünleri konuşulmaya başlanmıştı.
Hamiyet, o gece yatağında üzüntüden yatamıyor, bir sağa bir sola dönüp duruyordu! Aklı karmakarışık olmuş, acı dolu bir sürü düşüncelerle boğuşup duruyordu. Hayatının en kötü günlerini Mehmet’ten ayrıldığında yaşadığını sanarken, şimdi ondan başkasıyla evlenmesinden daha kötü hiçbir şey olamayacağını daha iyi anlamaya başlamıştı. Bir kaç gün sonra düğünü vardı ve ilk kez Mehmet’ten başkası ona dokunacaktı...
Ellerini tutmaya çalışacak... Saçlarını okşamak isteyecekti! Bunları hayal etmek bile,
yüreğinde hala sımsıcak duran Mehmet’ine karşı ihanet ediyormuş gibi hissettiriyordu.
Annesine “Evleneceğim” dediğinde o da çok sevinmişti, tabi Mehmet’i nasıl ölümüne
sevdiğimden ve bu garip insanların borcunu kapatmak için evlendiğimden haberi olmadan. Bir an kaçıp kurtulmak istedi buralardan, kendini boğan bu ıstırap dolu düşüncelerden. Ama nereye? Bıkmıştı artık kaçmaktan, hatta anasının köyüne bile gitmeyi düşünmüştü ama! Artık, anası, babası gibi olan bu insanları, başlarına gelen bu sıkıntıyı
bile bile burada bırakıp gitse, orada rahat olurmuydu hiç. Kendini iyice daralmış hissetti, sanki birisi boğazını sıkıyor, odanın duvarları üzerine geliyormuş gibi oluyordu. Nefes almakta öyle zorlanıyordu ki, hava soğuk olmasına rağmen kalkıp pencereyi sonuna
kadar açtı. Yatağından dışarı gökyüzündeki yıldızlara doğru bakıp soluk almaya çalıştı.
“Mehmet” diye mırıldandı. “Kimbilir neredesin şimdi? Sen de, özlemle benim baktığım
yıldızlara mı bakıyorsun şimdi? Yoksa hep içimi aydınlatan o yeşil gözlerin kapalı da
beni mi hayal ediyorsun şimdi.?” Gene yüreğine gam düşmüştü! Parlaklığı kaybolan
kara gözlerinden yaşlar usul usul süzülüp yastığını ıslatmaya başladı! Bu haldeyken gözleri yavaş yavaş kaydı ve ardından derin bir uykuya geçti. Fakat, o gece bir rüya gördü!
Yatağında uyurken birisi sürekli ‘Gel kızım, buraya yanıma gel’ diyordu. Yatağından
yavaşça kalkarak gecenin bir yarısında kendisine seslenen kişiye doğru gitmeye başladı.
Ses evin dışından geliyordu, kapıyı açtı, açmasıyla bir baykuşun evin çatısından öterek
havalanması bir oldu! Gecenin zifiri karanlığına bürünmüş köyde, bir başına halen
15
kendisini ısrarla çağıran sese doğru yürümeye başladı, ’Buraya gel, çeşmenin yanına
gel’ dedi bu kez ses. Köyün içinde o karanlıkta yavaş yavaş çeşmeye doğru ilerlemeye
başladı, o tarafa doğru bakınca bir anda içi ürperdi! Çeşmenin başında uzun beyaz sakalları ve beyaz saçları olan bir dede ona bakıyordu. Gülümseyerek, “Gel kızım yanıma,
korkma benden” dedi huzur veren bir sesle.
Hamiyet, dedeye iyice yanaşmış, uzun zamadır yüzünden kaybolmayan üzüntülü
haliyle ona bakıyordu.
-“Kızım, senin bu gözündeki yaşlar niye diye?” sordu dede.
-“Sevdiğimden ayrıldım.” dedi Hamiyet farkında olmadan.
-“Kızım, senin bu sevdiğin yoksa Mehmet mi ?”
-“Evet” dedi Hamiyet çırpınırcasına.
-“Sil kızım göz yaşlarını.” dedi dede. “Yüce Allah, sizin kaderinizi bu çeşmenin
başında birbirinize yazacak. Hadi gel şu suda elini yüzünü yıkada bir güzel ferahla!
Mehmet’inide bu çeşmenin başında fazla bekletme tamam mı?”
Hamiyet “Tamam dedecim.” dedi büyük bir sevinçle. Aceleyle çeşmede elini yüzünü yıkamaya başladı, sonra tekrar dedeye döndü, ama o yoktu! Bir anda korkuyla “Dede nerdesinn..” diye feryat etmeye başladı. Avazı çıktığı kadar “Dede yalvarırım beni
bırakıp gitme” diye bağırıyordu.
O an kolundan birisi tuttu!
-“Hamiyet kızım uyan, uyan.” dedi Hayriye nine.
Hamiyet bir anda gözlerini açıp kendini yatağında ve Hayriye nine’nin kollarından tutmuş endişeli gözlerle kendisine baktığını görünce her şeyin bir rüya olduğunu
anladı. Yıkılmıştı gene! Az önce Mehmet’ine kavuşmaya çok az kalmışken “Niye gittin
dede? Sende mi çok gördün Mehmet’imi bana?’’ diye bir kez daha kahırlandı!
Sonra da yanıbaşında kaygılı gözlerle kendine bakan Hayriye nine’yi sakinleştirmeye
başladı ve onu gönderdikten sonra, dedeyi bir kez daha görmek umuduyla hemen uyumaya çalıştı.
***
Sinan, belki kendisini arayıp Hamiyet’in memlekete gitmiş olduğunu söylemeseydi,
şu an dağıtım iznine çıkmış otobüsle İstanbul’a gelirken morali ve Hamiyet’i bulma
umudu bitmiş tükenmiş olmayacaktı. Oysa ki askerde ne cesurca hayaller kurmuştu onu
Hamiyet’e kavuşturacak, ama şimdi! Kolu kanadı tamamen kırılmıştı. Sinan, Hamiyet’in memleketine neden gittiğini de öğrenememişti. “Belkide ordaki akrabalarından
birisiyle evlenmek için gitti.” diye düşünmüştü. Acı da olsa onu kaybetmenin gerçekliğini yavaş yavaş kabul etmeye başlamıştı artık. Tek isteği İstanbul’da kalacağı şu an on
günlük dağıtım izninin bir an önce geçip, Mardin Kızıltepe’deki usta birliğine teslim
olmaktı. Yoksa, İstanbul’da Hamiyet’in hatırısana bulanmış her şey, onu ve onu kaybetmenin acısını her an yüreğinde hissettirecekti.
İhsan bey kaygılı gözlerle, dün askerden gelip şu an dükkanda Sinan’la konuşan
Mehmet’e bakıyordu. Akşam evde ailece bolca sohbet edip özlem gidermişlerdi, ama
hepside Mehmet’in gülmeye zorladığı gözlerinin ardındaki hüsranı hemen fark etmişlerdi. Bu arada Mehmet’in oldukça zayıfladığını fark etmişti. Askerdeyken bol bol spor
yapıyorlardı, ama zayıflamasının yalnızca yaptığı spor olmadığını, Hamiyet’ten ayrıldıktan sonra düştüğü iştahsızlık olduğunu hemen anlamıştı İhsan bey. Annesi dün ona
en sevdiği yemekleri yaptığı halde gönülsüzce şöyle ucundan biraz yemiş, sonra da
“Doydum” diyerek hemen sofradan kalkmıştı. Oğluyla her yüz yüze geldiğinde, söz ver-
16
diği halde Hamiyet’le ilgili bir şeyler yapamanın mahcubiyetini yaşıyordu. Maalesef, ne
kendisi, ne Sinan, ne de başkası bu konuda elle tututlur doğru dürüst bir şeyler yapamamışlardı. O an Sinan’la konuşan Mehmet’in ayağa kalkarak birden kendisine doğru
geldiğini gördü!
-“Baba ben biraz dolaşıp geleceğim” dedi Mehmet. Dükkandan dışarı çıkmak için
kapıya yöneldiği sırada, elinde küçük çocuğu olan genç bir bayan içeri girmek istedi.
Mehmet hafifçe kenara çekilerek, ürkek bir şekilde hareket eden bu bayanın içeri girmesini sağladı, sonra da dükkandan çıkarak bütün duygularını harmanladığı, ona huzur veren büyük dostu Gülhane parkına doğru yola koyuldu.
İhsan bey, dükkandan içeri elinde küçük çocuğuyla giren ve şu an kendisine masumca bakan hanıma, Buyrun kardeşim size nasıl yardımcı olabilirim?dedi.
Dükkanın dip tarafında oturan Sinan, elinde çocuğuyla içeri giren kadına bakınca
bir anda dili tutulacak gibi oldu! Çünkü bu kadın Hamiyet’in yengesi Gülsüm’dü!
***
Hamiyet, sabah uyandığında, halen gece rüyasında gördüğü ak sakallı dedeyi düşünüyordu. Ne demek istemişti ki ‘Senin kaderin Mehmet’le birbirinize yazıldı’ diye?
Hem neden, ‘Mehmet’i bu çeşmenin başında fazla bekletme demişti ki?’ Üzüntüyle
“Dede sen de yanıldın!” dedi içinden. “Senin haberin var mı benim iki gün sonra başkasına yar olacağımdan? Canım Mehmet’imin benden çok uzaklarda kimbilir nerelerde
asker olduğundan? Belki de yazdığım o kahredici yalan yanlış mektuptan sonra, yüzünü
görmek isteyeceği en son kişinin ben olduğumdan?”
Osman amca, Hayriye nine ve köydeki herkes yapılacak düğünün mutluluğunu ve
heyecanını yaşıyorlardı, ama bir tek kendisi hariç!
Düğün saati yaklaştıkça kendini dahada berbat hissetmeye başlamıştı. Halbuki,
Mehmet’le yapacakları düğünü daha hayal ederken bile tarifsiz sevinçler yaşamış, heyecandan sabahlara kadar hep bunu düşünmüştü. Fakat şu an yaşadığı her şey ona bir
kabus gibi geliyordu. Sanki üzerine kocaman karanlık bir bulut çökmüş nefes almasını,
aydınlığa çıkacak bir yol bulmasını sürekli engelliyordu. Bu kötü kabustan bir türlü
uyanıp kurtulamıyordu. Kaç kere kendini dağlara vurup, buralardan kaçıp kurtulmayı
ve hayatının sonuna kadar oralarda yaşamayı düşünmüştü. Ama, ne iz biliyordu ne de
yol. Hem oralarda nasıl yaşayacağını da hiç bilemiyordu ki. Gerçi ölümden zerre kadar
korkusu yoktu. Fakat, artık yokluk içinde bile her an kendisi için bir şeyler yapmaya
çalışan bu insanları, detlerini bile bile bir başlarına nasıl koyup giderdi ki? Yatağında
doğrularak ellerini iki yana açıp dua etmeye başladı. “Allah’ım beni Mehmet’imle tanıştırıp dünyanın en mutlu insanı yapan da sensin, beni ondan koparıp acı içinde bu uçsuz
bucaksiz diyarlara savuran da sensin! Senin yazgına karşı koyacak gücüm yok! Ama,
senden tek isteğim bundan sonrası için bana güç ver, Mehmet’siz yaşayabilmem için
sabır ver! Rüyamda da olsa son kez onu görüp doya doya sarılmama izin ver!”
***
16
Sinan büyük bir sevinçle, hiç ummadığı anda dükkandan içeri giren Gülsüm’ün
yanına giderek, “Hoş geldiniz” dedi.
İhsan bey, az önce içeri giren, bu tanımadığı kadına, Sinan’ın tanıyormuşçasına
”Hoş geldiniz” demesine biraz şaşırdı. Sinan’ın davranışlarından bu kadının onun için
çok kıymetli olduğunu hissetti. “İyi ama kimdi ki bu kadın?” diye içinden geçirdi.
Bu arada asıl hayrete düşen Gülsüm’dü! Çünkü Sinan’a dikkatlice bakınca kapılarına kargoyu getiren çocuk olduğunu hemen anlamıştı. “İyi de, bu çocuğun burada ne
işi vardı ki? Böyle de tesadüf olur muydu hiç?”diye düşündü şaşkınlıkla.
İhsan bey de iyice meraklanmış, bu ikisinin birbirlerine şaşkın şaşkın bakmalarına
pek bir anlam verememişdi.
-“Buyur hanım kızım sana nasıl yardımcı olabilirim?”diye tekrar sordu İhsan bey.
-“Siz Mehmet’in babası mısınız?”diye sordu Gülsüm.
-“İhsan bey biraz irkildi! Bu tanımadığı genç hanım, Mehmet’i nereden tanıyordu
ki?”diye aklından geçirdi.
-“Evet kızım benim. Hayırdır ne için sordun?”
-“Ben Hamiyet’in yengesiyim! Hani oğlunuzun kız arkadaşı Hamiyet varya, işte
onun.” dedi masumca.
İhsan bey, tam kara kara Hamiyet’e ulaşacak bütün yolların kapandığını düşünürken bir anda karşısına çıkan yengesi, kuruyan bütün ümitlerini yeniden yeşertmişti.
-“Gel kızım, otur şuraya” dedi İhsan bey. Derin bir oh çekerek “Biz de haftalardır
Hamiyet’i merak ediyorduk. Ne oldu kızım Hamiyet’e ? Nerde şimdi? Kendisi iyi mi?”
Gülsüm, İhsan bey’i çok sıcak bulmuştu. Hamiyet’in bu yaşlı insanı, neden bu kadar çabuk sevdiğini şimdi daha iyi anlamıştı. Gülsüm, olanları içli bir şekilde tek tek
anlatmaya başladı. ilk söylediği, Hamiyet’in halen Mehmet’i nasıl da sevdiği oldu. Sonra
da Hamiyet’in ailesinin, gerçek ailesi olmadığını bu yüzden kıza çok zülüm ettiklerini ve
yeri geldiğindede onu hiç acımadan nasıl da dövdüklerini ve Hamiyet’in gerçeği daha
yeni öğrendiğini anlattı. Gülsüm bunları anlatırken farkında olmadan sinirleri boşalmış
gözleri dolu dolu olmuştu.
İhsan bey’le, Sinan karşılarında zavallı halde duran bu kadına ve Hamiyet’in çektiklerine tanık oldukça kederlenip duruyorlardı.
Gülsüm konuşmaya devam etti. “Yenge dedi bir gün, ben birini sevdim adı Mehmet. Bana onu anlatırken mutluluktan ayakları yere değmiyordu. Geceleri odasında
konuşurken, onunla nasıl mutlu olduğunu, hayatında hiç olmadığı, hiç yaşamadığı duyguları onunla yaşadığını, ilk kez yüzünün onunla güldüğünü anlattı hep. Hatta Mehmet’le kuracakları yuvadan bahsetmeye bile başlamıştı artık. Sizlere geldiği o akşamı
anlatmıştı bana, sizleri ne çok sevmiş. Ne çok özenmiş, ‘Benim ailem niye böyle değil’
diye de bir sürü gam yapmıştı kendine zavallım benim. Her gece birbirinden güzel hayaller kurup, heyecanla bana anlatırdı, taki vicdansız kocam, bu kızın Mehmet’i sevdiğini öğrenene kadar! Gerçi o da öldü gitti, ama bu kızın başını yaktıktan sonra.” Gülsüm kocasının öldüğünü söyledikten sonra bir an suskunlaştı ve bezgin bir şekilde “Kocam evde bir arkadaşıyla kavga etti, ikiside birbirlerini öldürdü!” diyerek olayı fazlaca
açmamaya çalıştı.
Zaten, Gülsüm’ü dinleyen İhsan bey de, Sinan da o evde yaşanan acı olayları biliyorlardı, bu yüzden olayın ayrıntılarını çok fazla sorup kadıncağazın yaralarını daha
fazla depreştirmek istemediler.
Gülsüm, gözyaşlarını elinin tersiyle silip, konuşmasını sürdürdü “Benim bu vicdansız kaynanamla, kayınpederimin tek derdi, bu üvey kızlarını zengin biriyle evlendirip paralarına çöreklenmekti. Mehmet’i bunlar da biliyorlardı, o yüzden benim herifi
iyice doldurup acımasızca kızcağızın üzerine saldılar. Benim deli herif de silahı çekip
16
kızın alnına dayamış, ‘Eğer bir daha bu Mehmet’in lafını edersen senide, onuda gebertirim demiş’ birde bu yetmezmiş gibi, kızı Mehmet’ten iyice soğutmak için Mehmet’in
ağzındanmış gibi pis bir mektup yazıp salmışlar kıza! Buna rağmen Hamiyet, Mehmet’in canına bir şey gelmesin diye ve onu kendinden soğutmak ve peşini bırakması için,
o da Mehmet’e tamamı yalan olan bir mektup yazdı yüreği parçalanarak! En kötüsü de
bizim bu zalimler kıza öyle bir oyun oynamak istediler ki anlatmaya bile dilim zor varıyor! Bizim adamın zengin bir arkadaşı vardı kuyumcu mu neydi, zorla bu çocukla evlendirmeye kalktılar, tabi Hamiyet de ‘Ben ölürüm, ama onunla evlenmem’ dedi. Bunlarda kalkıp kalleşçe Hamiyet’e uyku ilacını içirip, zorla çocuğun altına vermeye kararlaştılar! İşte o gece kızın başına bir şey gelmeden ben hemen Hamiyet’i Diyarbakır’daki
anamlara kaçırttım. Dün telefonla konuştum, ‘İki gün sonra ben evleniyorum.’ dedi bana. Ama ben inanamadım! Bu işin içinde kesin bir iş var, çünkü o yüreğine Mehmet’ten
başkasını komaz, yalvarırım atlayın gidin, onu kurtarın ve Mehmet’ine kavuşturun.”
İşte şimdi İhsan amca oğluna verdiği sözü yerine getirme fırsatın bulmuştu.
-“Tamam kızım tamam sen biraz sakinleş.” dedi babacan bir tavırla. Sen hiç merak etme artık. Zaten, haftalardır biz de elimiz kolumuz bağlı ne yapacağımızı düşünüyorduk, bundan sonrasını sen bize bırak.” dedi. Sonra da Sinan’a dönerek “Bu hanım
kızımızla ilgilen, ben hemen Mehmet’in yanına gidiyorum.” diyerek hızlıca dükkandan
çıktı.
İhsan bey, oğlunun nereye gideceğini çok iyi biliyordu, az önce burada Sinan’la
konuşurlarken duymuştu Gülhane parkına gidip biraz yalnız kalmak istediğini.
İhsan amca dükkandan dışarı çıktıktan sonra Gülsüm sanki bir şeyden emin olmak istercesine Sinan’a dikkatlice bakmaya başladı, daha dükkana girer girmez tanımıştı onu ya da çok benzetmişti Hamiyet’e paketi getiren o çocuğa. Kendini tutamayıp
sordu, “Bizim eve o paketi getiren siz miydiniz?”
Sinan, foyası ortaya çıktığı için mahcup olmuştu. Hafif tebessüm ederek “Evet,
bendim.” dedi ve neden böyle yapmak zorunda olduğunu anlatmaya başladı. “Mehmet o
mektuba rağmen Hamiyet’i o kadar çok seviyordu ki, gece gündüz her an onu düşünüyordu. Kafasına koymuştu, bir şekilde ona ulaşıp neler olduğunu öğrenecekti. Ama, askere gitme zamanı gelince yapamadı ve bunu yapma görevini bana verdi, çünkü biz
onunla can dostuyuz. Ona canım feda olur benim.”
Gülsüm’ün büyük hayranlığını kazanmıştı Sinan’ın, Mehmet için gösterdiği bu
tavır. Nedense şaşırmamıştı, “Çünkü Mehmet gibi iyi bir insanın arkadaşıda aynı olurdu.”diye düşündü. Aklına ölen kocası ve onun serseri ve ayyaş takımından arkadaşları
geldi, bir an tiksindi onları düşününce.
Bu arada Sinan yerinden kalkarak ocakta kaynayan çaydanlıktan bardaklara çay
dolduruyordu, o arada Gülsüm’ü düşündü. Çektiği bu kadar zorluklara rağmen ayakta
kalmayı başarmış, kocasının ne olduğunu bile bilmeden eve getirdiği adamlara rağmen
namusuna leke getirmemişti. Birde Figen’i düşündü, “Ya bir hata yapıp onunla evlenseydim!” İşte o zaman rezil olmuştum. Ne olurdu da, Figen de böyle, Hamiyet’in yengesi
gibi birisi olsaydı.” Doldurduğu çayları masaya koyup doğruca yandaki büfeye gitti ve
oradan aldığı çikolatayı getirip Gülsüm’ün çocuğuna verdi.
Gülsüm, Sinan’ın oğluna aldığı çikolatadan dolayı oldukça duygulanıştı, farkında
olmadan bir anda ona karşı bir güven ve sıcaklık hissetti. Çay içip karşılıklı konuşmaya
başladılar. Epey bir süre sonra Gülsüm kalkmış, kapıdan çıkarken, aklında Sinan vardı.
“Ne iyi birisi dedi içinden. “İşte Hamiyet de, Mehmet gibi Sinan gibi insanların layıkı
zaten.” dedi, sanki kendi hayatına lanet edercesine.
16
Aylar sonra Mehmet gene huzur bulduğu Gülhane parkına gelmiş, her zaman yaptığı gibi dev gibi bir çınar ağacının altındaki banka tek başına oturmuştu. Yoktu! Artık
o yoktu. Hamiyet hayatına bir düş gibi girip bir kabus gibi çıkıp gitmişti. Bundan sonra
onsuz nasıl yaşayacaktı? Nasıl unutacaktı ki onun kalbini tireten sesini, her baktığında
adeta sarhoş eden o kara gözlerini, baharın çiçeklerini andıran teninin kokusunu…
Bunları tadıp, sonra bunları unutmak mümkün müydü?
Hele hele bunları bir başkasıyla paylaşmasına nasıl göğüs gerekecekti ki? Asabı
iyice bozulmuştu Mehmet’in, bu başına gelenleri bir türlü hazmedemiyordu, içi öylesine
daralmıştı ki oturduğu banklardan kalkıp haykırmak, bağırmak istedi o an! Dirseklerini ayağına koyup başınıda iki avucuna alarak çaresizce yerdeki yapraklara bakmaya
başladı. Tam bu sırada birisinin gelip önünde durduğunu fark etti! Merak edip başını
kaldırdığında şaşkınlıkla bu kişinin babası olduğunu gördü.
***
Muhtar, öbür gün düğün yapacak olmasına rağmen hala içindeki şüpheleri gidermiş değildi. Aklı Osman amca’nın ‘Bu kızın, İstanbul’da çok sevdiği bir genç vardı”
demesindeydi. “Madem bu kadar birbirlerini seviyorlardı da niye ayrıldılar ki? Çocuğun başına mı bir hal geldi acaba, yoksa başka bir şey oldu da ondan mı birbirlerine
eremediler?”diye düşündü. Hem korkuyordu, bu kız eski sevdiğini unutmaz bu evde hiç
yüzü gülmez diye, hem de vicdanı rahatsız oluyordu başkasına tutulmuş bir kızı evine
gelin getiriyor diye. Kendisine kalsa bu işten şimdi vazgeçerdi ama ne bu saatten sonra
bu dilsiz kıza vurulan oğluna ne de şu oğlanı habire evlendirelim diye başının etini yiyen
karısına laf anlatamazdı ki, hem köylü de ne derdi? Şurda iki gün sonra düğün olacakken, “Yok biz vaz geçtik” desek, Herkes olayı kendi kafasına göre yorar canımızı sıkarlardı.
***
O gece Gülbahar teyze’nin evinde büyük bir hareketlenme vardı! İhsan bey dükkana gelen Hamiyet’in yengesini dinledikten sonra, doğruca Gülhane parkına gidip oğlunu bulmuş, her şeyi ona da anlatmıştı.
Mehmet her şey bitti derken, bir anda babasının anlattıklarından sonra yeniden
hayata dönmüş gibiydi. Oturup hep beraber bir karar almışlardı, İhsan bey, Mehmet ve
damatları Murat hemen bu gece yola koyulacaklardı! Çok acele etmek zorundalardı,
çünkü yol uzundu ve Hamiyet’te evlenmek üzereydi! Gece geç saatlerde bütün hazırlıklar yapılmıştı, saat 2.30 da İhsan bey’in emektar arabasıyla başlarına gelebilecek her
türlü olasılığı göze alarak yola koyuldular. Çünkü gittikleri yer, hiç bilmedikleri Diyarbakır’ın bir köyüydü, ve Hamiyet de şu an evlenmek üzere olan bir genç kızdı! Bu işin
kolay olmayacağını şimdiden hepsi de biliyorlardı. Ne diyeceklerdi oraya varınca
“Durdurun bu düğünü! Biz kızımızı oğlumuza almaya mı geldik?” Birbirlerine söylemeseler bile hepside çok iyi biliyorlardı ki, bu işin sonunda canlarından olmak bile vardı.
Çünkü bu bir yerde namus meselesiydi. Kolay mıydı gelin olacak kızı başkasının elinden
çekip almak. Ama bütün bu olasılıklar şu an hiç birinin umurunda değildi, çünkü onlara bu ölümü bile göze alacak kadar cesareti veren inandıkları bir şey vardı, oda şu an
ızdırap içinde olan Hamiyet’in, hala Mehmet’i delicesine sevdiğiydi!
16
***
Hamiyet odasına çekilip uyuyalı çok olmuştu. Osman amca az önce tezek attığı
küzinenin başında Hayriye nine’yle beraber şu kısacık zamanda ard arda yaşadıkları
olayları konuşuyorlardı. Hamiyet’in anası kızıyla iyice hasret giderdikten sonra kendi
köyüne gidip oradaki işlerini halledecek ve tekrar düğün için geri dönecekti. İkisinin de
içinde hala kaygılar vardı, kızları Gülsüm, Hamiyet’i buraya salarken ‘Ona iyi bakın
hala yüreği yaralı Mehmet’i çok seviyor ondan başkasına da sevda tutmaz’ demişlerdi.
Öyleyken bu kız hiç tanımadığı İdris’e niye evet demişti ki? Onu burada evlen diye sıkıştıran da yoktu? Ellerinde fazla olmamasına rağmen onun gönlünü hep hoş tutmaya
çalışmışardı, ayrıca kendi kızlarından farkı da yoktu onlar için. Akıllarına tek gelen
kendilerini çok sevdiklerini bildikleri bu kızcağızın, muhtarın burada banka borcuyla
ilgili konuştuklarını duyup bu yüzden evlenmeye razı olduğu şüphesiydi. Çünkü Hamiyet’i tanıyorlardı artık, ancak böyle bir şey için sevdiğinden vazgeçip böyle bir
fedarkarlığı yapardı. Ama ne yapacaklarını şaşırmışlar, Hamiyet ‘Ben evlenmek istiyorum’ deyince onlar da bir şey diyemeden, bu işe razı olmak zorunda kalmışlardı.
***
Saatlerdir arabayı kullanan İhsan bey oldukça yorulmuştu. Yol boyunca birbirleriyle çok fazla konuşmamışlardı, ama hepside kafalarında oraya gittiklerinde karşılarına çıkacak manzarayla ilgili bir sürü ihtimal üretmişlerdi. Özellikle de o bölgelerin
adetlerini, törelerini iyi bilen İhsan bey ve Murat bu işin çok zor olacağını biliyorlardı.
Çünkü oralarda namus demek ölüm demekti. Hamiyet’i kendilerine gelin alacacak
taraf bu yüzden kendilerine her türlü tepki verebilir canlarını bile kasdedebilirlerdi.!
Ama bunları bilmelerine rağmen, bu işi sonuna kadar gitmeyi o gece yola çıkarken kafalarına koymuşlardı. Bir tek Mehmet köyde başına gelebilecek kötülükleri düşünmüyordu. O’nun tek düşündüğü, artık dayanılmaz bir özlem olan Hamiyet’i bir an önce
görmekti.
Aşağı yukarı on saatlik yolculuktan sonra Adana’ya varmış, benzin almak ve bazı
ihtiyaçlarını karşılamak için bir dinlenme tesisine girmişlerdi. Benzin aldıktan sonra
İhsan bey’le, Murat tesisin lokantasına doğru giderken, Mehmet bir an arkalarında kalarak, yüzünü Adana’nın doğusunda kalan ve adını haritadan bildiği, Gavur dağlarına
doğru dönüp, artık sabrı kalmamışçasına “Az kaldı Hamiyet, az kaldı.” diye sızlandı.
***
Yusuf bey tesbih tanelerini ipe geçirirken, gözü sürekli sanki kendisine bir şeyler
söylemek istecesine bakan Sinan’a takılıyordu. Elindeki son boncuk tanesini de ipe geçirdikten sonra, Sinan’a dönerek, “Oğlum bir sıkıntın ve ya bana bir diyeceğinmi var”
diye sordu.
16
Bu soru sabahtan beri içindekileri söylemek için kıvranan Sinan için iyi bir fırsat
olmuştu. Babasının gözlerine fazla bakmadan çekingen bir şekilde konuşmaya başladı.
“Baba, hani sen hep benim evlenmemi isteyip, ‘Oğlum kendine birini bul ve yuvanı kur’
diyorsun ya!”
Yusuf bey hemen heyecanla “Yoksa birisini mi buldun” der gibi bakmaya başladı.
Sinan konuşmasına devam etti. “Bir bayan var, İhsan amca da, Mehmet de çok iyi
tanıyorlar, hatta Mehmet’in kız arkadaşının akrabası sayılır.”
-“İyi oğlum, ne güzel.” dedi Yusuf bey sevinerek. “Peki tanıştınız mı, görüşüyor
musunuz?”diye hevesle sormaya başladı.
-“Evet, tanıştık baba.” dedi Sinan. Ama asıl sıkıntısı şimdiydi! Gülsüm’ün dul ve
çocuklu olduğunu nasıl söyleyecekti babasına? Biraz sustuktan sonra cesaret edip söylemeye karar verdi.
-“Yalnız baba, bu bahsettiğim kişi daha önce evlenmiş ve bir de küçük bir çocuğu
var! Fakat, hem çok iyi birisi hem de çok namuslu. Ayrıca yaşı benim yaşıma da yakın.
-“Hımm!” dedi Yusuf bey, Sinan’ın dediklerini dinledikten sonra. Açıkçası bu
beklemediği bir durumdu, ama evlenmelerine engel bir durumda değildi. Eğer oğlu evlenmek istiyorsa seve seve bu iş için elinden geleni yapardı. Sevgili peygaberimiz de, ilk
evliliğini dul ve çocuklu bir bayanla yapıp, bizlere güzel bir örnek olmamış mıydı sanki.
Ayrıca dul bir insanla evlenmenin sevap olduğunuda bilmez değildi.
Derince bir nefes çekip oğlunun yüzüne baktı. “Oğlum sen istiyorsan, tabi ben de
isterim, ayrıca ne güzel bu sayede İhsan bey’lerle de akraba olmuş oluruz.” dedi.
***
Adana’dan yola tekrar devam ettikten yaklaşık altı saat sonra Ergani’ye varmışlar, buradan da Osman amca’ların köyüne gidecek ara yolu alcakaranlıkta zor da olsa
bulmuşlardı. Tozlu topraklı yollardan Hamiyet’in olduğu köye doğru giderken üzerlerindeki tedirginlik de had safhaya ulaşmıştı. Anayoldan köy yoluna girdikten sonra her
yer zifiri karanlığa gömülmüş, sadece uzaktaki köylerin ışıklarıyla, dağların hayal meyal silüetleri görünüp yavaş yavaş gerilerine düşüyordu. Geçen her dakika içlerinde heyecan ve kaygı daha da büyümeye başlamıştı. Epey bir gittikten sonra nihayet varacakları köyün ışıkları uzaktan belirmeye başladı.
İhsan bey, köye varınca neler yapacağını önceden belirlemişti, çünkü buralarda bu
tür olayların ne kadar hassas olduğunu zaten çok iyi biliyordu. Üstelik almaya gittikleri
kız neredeyse üzerine gelinliğini giymiş birisiydi. Bu durumda köye gitmeleri, ateşe barutla yaklaşmaktan farksızdı. Ama, sonu nereye varırsa varsın, bu saatten sonra bu
gidişin, geri dönüş yoktu. Belki de bu köyden bir daha sağ salim çıkamayacaklarını bile
bile.
En sonunda köye gelmişlerdi. İhsan bey, arabayı yavaşça köyün meydanında cılız
bir şekilde yanan bir kaç tane sokak lambasının aydınlattığı çeşmenin yanına çekip kornaya bastı. Büyük bir tedirginlikle başlarına nelerin geleceğini bilmeden beklemeye
başladılar!
Köye bu saatte yabancı bir arabanın geldiğini gören köylüler, biraz merak biraz da
şüpheyle arabanın başına toplanmaya başladılar.
İhsan bey’le, Murat arabadan inerek yanlarına gelen köylülerle selamlaşmaya başladılar. Bir tek Mehmet arabada kalmıştı, bunu da babası istemişti, çünkü henüz burada durumun ne olacağı belli değildi. Olurya, ters bir durum olursa, kızla evlenecek taraf önce Mehmet’e zarar verirdi. Bu arada İhsan bey, Osman amca’nın evine hemen
16
gitmemeyi planlamıştı, çünkü Hamiyet oradaydı ve kız şu an köydeki başka insanların
gelini durumundaydı. Eğer oraya üç erkeğin gittiği duyulursa, bu hemen namus meselesi yapılır, evi bile basıp hiç konuşturmadan dinlemeden infaz edebilirlerdi. Başlarına
toplanıp kendilerini şüpheyle süzen köylülere, “Biz İstanbul’dan geliyoruz, Osman amca’nın misafirleriyiz.” dedi İhsan bey. “Yalnız benim sizlerle de biraz konuşacaklarım
var! Mümkünse beni köy odasına götürür müsünüz ?”diye sordu.
Köylüler biraz tedirgin olmuşlardı! Özellikle de toplanan gurubun içinde bulunan
İdris! Bu adamların hem İstanbul’dan geliyor olması, hem de ‘Osman amca’nın misafiriyiz’ demesinden dolayı bir anda içinde bir şüphe belirdi! Çünkü yarın düğünü vardı
ve evleneceği kızın İstanbul’dan geldiğini ve orada başından geçenleri, babasının anlattığını, annesi söylemişti kendisine. Bir an gözlerini kin bürüdü, “Eğer bu dürzüler o kız
için buraya geldilerse! Buradan ancak hem o kızın, hem kendilerinin cesedi çıkar!”
İhsan bey, Murat’la beraber köy odasına girdikten sonra, yaşça kendi emsali olan
güler yüzlü bir köylüden buraya Osman amca’yı, muhtarı ve bir de köyün imamını çağırmasını rica etti. Çünkü burada söyleyeceklerini ancak bu insanların sayesinde onaylatabileceğini düşünüyordu. Yoksa, Hamiyet’i başka türlü buradan alıp götürmenin
çaresi yoktu. Ayrıca, şu an Hamiyet’in ne durumda olduğundan da hiç haberleri yoktu.
Yaklaşık yarım saat sonra köy odası meraklı köylülerle dolmuştu. En son gelen Osman
amca da oldukça telaşlı bir şekilde köy odasına girip, şaşkın şaşkın İstanbul’dan gelen
ve hiç tanımadığı halde kendisini buraya çağıran insanlara bakıyordu.
Bu arada İdris gözlerini kısmış, hınçla bu yabancı insanlara bakıyor ve çeşmenin
başında duran arabanın içindeki kısa saçlı çocuğun arabadan neden immediği sezmeye
çalışıyordu.
Köy odasının iyice dolduğunu gören İhsan bey, konuşmaya başladı.
-“Kusura bakmayın sizleri bu saatte buraya kadar çağırıp hepinize zahmet verdim. Ama sizlerle konuşacağım önemli bir durumum var! Biliyorum yarın düğünüzü
var. Bu “Düğününüz var” sözü önce muhtarı, sonra da, zaten bu insanları gördüğünden
beri huylanan İdris’i bir anda gerdi! “Kimdi bu insanlar? Nerden biliyorlardı yarın düğünleri olduğunu ?”diye düşündü oradakiler.
İhsan bey belli etmeden insanların tepkilerini kontrol ederek konuşmasını sürdürdü. “Yalnız bu düğün yapılmadan önce buradaki herkesin bilmesi gereken şeyler var!”
dedi cesurca. “Şu an dışarıda arabanın içinde oturan kişi benim oğlum ve dağıtım iznine
gelmiş bir asker aynı zamanda. Burada konuşacaklarım onunla da ilgili olduğu için
özellikle onu dışarıda bıraktım. Aylar öncesinde benim oğlan bir kızı sevmiş, hem de
canını ona verecek kadar! Tabi kızda benim oğlanı aynı şekilde sevmiş. Bundan bizim
de haberimiz vardı, hatta bu kızcağız bizim evimize gelip bizim ellerimizi de öptü, anlayacağınız bu işin sonu hayırlı bir birleşmeye doğru gidiyordu. Ama ne olduysa oldu.”
demiştiki.. Köylülerden birisi kafası bulanmış bir şekilde sordu, “Efendi biz bu senin
anlatıklarından pek bir şey anlamadık! Sen şimdi o kadar yolu tepipte niye bize bunları
anlatıyorsun?” diye sordu.
Bu arada muhtarda, İstanbul’dan gelen bu adamın anlatıklarının, gelin edeceği
kızla bir ilgisi olduğunu hissetmişti, ama işin aslını iyice öğrenmek için usulca dinlemeye
devam etti. “Çünkü, zaten kızın halinde bir hal vardı, açıkçası bu iş başından beri içine
sinmemişti. Hiç değilse iyice dinleyip daha düğün olmadan çaresine bakmak lazımdı.
Ama bu adamların doğruyu söylediklerine de nasıl inanacaktı ki, ya kıza iftira ediyorlarsa? Hiç bilmedikleri bu insanlara düğüne az bir zaman kala niye inansındı ki? Hem
kız kendi gönlüyle oğluna evet demişti.
İhsan bey, köy odasında iyice gerginleşen havaya rağmen konuşmasını sürdürdü.
-“Biz hanımla beraber, bu gençlerin hayırlı işlerinin hazırlıklarını düşünürken, bu
çocuklar durup dururken birden bire ayrıldılar, tabi bizim çocuk üzüntüden perişan
16
oldu, kız da öyle. Sonra öğrendik ki bu kızın ailesi, gençlerin biribirini sevdiğini duyup
bu kıza hem eziyet etmişler hem de bu çocukla ‘Bir daha görüşmeyeceksin’ diye feci
şekilde dövmüşler. O da yetmez gibi abisi kafasına silah dayayıp zorla ‘Bu oğlandan
vazgeçeceksin yoksa ikinizi de öldürürüm!’ diye tehdit etmiş. Bir de bunların üstüne
benim oğlanın ağzındanmış gibi bu kıza yalan yanlış bir mektup gönderip bizim çocuktan iyice soğutmak istemişler. Kızcağız da, sırf bizim oğlanın canına bir şey gelmesin
diye ve ölesiye sevdiği halde bizim oğlana ‘Beni bırak’ demiş. Daha da kötüsü bu kızın
ailesi kıza öyle bir zalimce tuzak kurmuşlarki, İhsan bey bu tuzağı ve Hamiyet’in bu
tuzağa yakalanmadan nasıl kaçıp kurtulduğunu anlattığında, köy odasındaki herkesin
yüzü gerilmiş bir çoğu ‘Lanet olsun’ der gibi kafalarını sallamışlardı.
İhsan bey, kanuşmasının sonunda, en can alıcı ve belki de başlarına büyük bir felaketi getirecek olan sözünü söyledi.
-“İşte sizlere bahsettiğim bu kız, yarın düğününü yapacağınız kişi, yani Hamiyet!”
Köy odasında bir anda büyük bir gerilim oldu! İdris birden ayağa fırlayarak,
“Kimsiniz lan siz! Benim evleneceğim kız hakkında ne diye ileri geri konuşuyorsunuz?”
diye öfkeyle bağırdı.
Muhtar oğluna sinirli bir şekilde, “Sen otur hele yerine, burada ben varım!” diye
sertçe çıkıştı. Köy odasında tansiyon iyice yükselmişti! İdris ve arkadaşları, İstanbul’dan gelen bu adamları hemen orada parçalayacak gibi bakıyorlardı.
Muhtar, kendini köylülere rezil olmuş gibi hissediyordu. Ama, “Dur bakalım” dedi
içinden. “Ya bu adamların dediği yalansa! Ya kız gerçekten o çocuktan soğumuş benim
oğlana varmak istiyorsa!” İhsan bey’e dönerek, “Bak hemşerim, bizim yarın düğünümüz kurulacak, bu söylediklerinin aslı astarı var mı bilemiyorum ama çok canımızı sıktı! Ben kimseyi zorla gelin edip, evime koymam, madem bu kız senin oğlanı bu kadar
seviyordu da niye benim oğlana razı oldu?”diye sordu.
İhsan bey bu soruya karşı susmak zorunda kaldı. Muhtar söylediğinde haklıydı,
çünkü Hamiyet evlenmeyi kabul etmişti. Ama bunu isteğiyle değil de, muhakkak bir
bilemediği bir nedenden dolayı kabul ettiğine, kalbinin bütün gücüyle inanıyordu.
-“Haklısınız” dedi, İhsan bey muhtara. “Ben de bunu niye kabul etti bilmiyorum.
Ama, sizden bu düğünü yapmadan evvel bir ricam var! Hamiyet’i buraya çağırıp soralım, eğer gerçekten baskı altında kalmayıp kendi isteğiyle evleniyorsa, sizden özür diler,
hemen bu saat buradan gideriz. Ama! Hala bizim oğlanı seviyorsa ve başka bir nedenden dolayı istemeyerek evleniyorsa, bunu öğrenir, Hamiyet’e de son kez sorarız,
“Kızım kimle evlenmek istiyorsun ?diye.”
Bu sözler, odada oturan köylüllerin hiç hoşuna gitmedi!
Bu arada Murat, “Nerden çıktınız” diye kendilerine ters ters bakan köylülere bakıyordu, ama özellikle de gözü az önce kayınpederi İhsan bey’e bağıran İdris’e takılıyordu. Çünkü İdris sürekli olarak başını sallayarak ‘Ben size gösteririm’ anlamında
nefret dolu gözlerle kendisine bakıyordu.
Afallamış durumda, İhsan bey’le, muhtarın gergin konuşmalarını dinleyen Osman
amca’nında kafası allak bullak olmuştu, gerçi oda Hamiyet’in bu işe hemen rıza
göstemesine şaşırmış ama sonra bu olayı normal karşılamaya çalışmıştı.
Tam bu sırada bütün bu konuşmaları büyük bir sakinlikle dinleyen köyün imamı
söze girdi. İhsan bey’e bakarak “Ben sizin doğru söylediğinize inanıyorum, yalan söyleyecek insanlara benzemiyorsunuz. Ama, muhtar bu kızı Osman amca’lardan dinimize
uygun bir şekilde istemiş, kızımız da kendi isteğiyle kabul etmiş. Eğer bu yavrucağın
ruhunda, yüreğinde sizin oğlanın ateşi, hayali varsa bu iş kabul etse de çok makbul olmaz! Çünkü bu işler anca gönül rızalığıyla olur. Zaten bunlar sizin dediğiniz gibi birbirlerine sevdalılarsa bu işin içinde bilmediğimiz bir şey var demektir. Fakat şu da varki
gönül bu, aradan belli bir zaman geçmiş, belki sizin oğlandan gerçekten uzaklaştı ve
16
kendi arzusuyla evlenip barklanmaya karar verdi. Ben derim ki bu kızı buraya çağıralım, gerçekleri bir de onun ağzından dinleyelim ki, bile bile bu günahın altında kalmayalım.
Ben böyle düşünüyorum, sen ne dersin muhtar bu fikrime?” diye sordu.
Muhtar, imamın bu haklı konuşmalarından sonra ne diyeceğini pek bilemedi.
Korktuğu başına gelmişti, olayın başından beri zaten içinde büyük bir huzursuzluk vardı. Eğer bu iş olcaksa zaten sorunsuz olsun istiyordu. Osman amca’ya dönerek, “Osman
amca, hele sen bir Hayriye nine’yi arada kızı buraya bir alıp gelsin.” dedi.
Osman amca aklı fikri bin yerde olmuş bir şekilde köy odasındaki telefondan evini
aradı.
Hayriye nine’nin içine zaten kurt düşmüştü! Az önce köye yabancı bir araba geldiğini ve bu gelenlerin de Osman amca’yı köy odasına çağırdıklarını biliyordu. Bu yüzden
telefonu açarken yaşlı kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Buyur bey. Hayrola! Ne oldu? Biz
de seni merak ettik kimmiş, gelenler?” diye endişeyle sordu.
Osman amca sesi titreyerek aceleyle bir şeyler anlatmaya başladı karısına.
Hamiyet, köydeki bu hareketlenmeyi anlamış, endişeli gözlerle Hayriye nine’ye
bakıyordu.
Tam bu sırada Hayriye nine ” Hamiyet mi?” dedi irkilerek!
O an kendi adını duyan Hamiyet’in, her yerini hararet bastı! “Benim adım niye
söylendi ki?” diye büyük bir kuşku düştü içine.
Hayriye nine telefonu kapatır kapatmaz, Hamiyet’e “Hemen üzerine bir şey al bizi
köy odasına çağırıyorlar!” dedi korkmuş bir şekilde.
Hamiyet’in, heyecandan eli ayağı birbirine dolanmıştı. “Nine bu saatte ne işimiz
var orada?” dedi iyice paniğe düşmüş haliyle.
-“Bilmiyorum kuzum, Osman amcan hemen gelin dedi.
Hamiyet, çabucak üzerine hırkasını aldı ve beraberce dışarı çıkarak karanlıkta
köy odasına doğru telaşla yürümeye başladılar. Hamiyet’in yüzü alev alev yanıyor, aklından bir sürü kötü şey geçiyordu! Bu saatte oraya böyle acele acele gitmeleri hiç hayra
alamet değildi.
Tam köy meydanındaki çeşmenin yanından geçiyorlardı ki, Hamiyet orada duran
bir arabanın varlığını hissetti. Karanlıkta pek belli olmuyordu ama hayal meyal bu arabadan inen birinin çeşmede elerini yıkadığını gördü. Fakat, bu kişinin kim olduğuna
aldırmadan, Hayriye nine’nin kollarında yerdeki çamurlara bata çıka, köy odasına doğru hızlıca yürümeye devam ettiler.
Mehmet bu sırada arabada oturuken öyle sabırsızlanmıştı ki, daha fazla dayanamayıp arabadan aşağı indi. O ara karanlığın içinden kendine doğru hızla gelen yaşlı
kadınla kızınını fark etti. Onlara görünmemek için, hemen çeşmenin başına eğilip ellerini yıkıyor gibi yaptı. Köy odasının bulunduğu bu tarafa giden bu genç kızla anası geçtikten sonra çeşmenin başında dikilip sıkıntı içinde beklemeye devam etti. Babasıyla,
eniştesinden hala bir haber çıkmamış neler olduğunu çok merak etmişti. “Yoksa Hamiyet buradan da başka bir yere mi gitmişti?” diye düşündü. Çünkü bu saate kadar halen
ne gelen ne de giden vardı. İçine büyük bir karamsarlık düştü. Yoksa, saatlerce süren
bu yolu gelirken ve her dakika onu burada bulma hayalini boşunamı kurmuştu? Her
geçen saniye, yolda biriktirdiği ümit dolu hayalleri, birer birer alıp götürmeye başladı.
Çeşmenin duvarına yaslanarak gökyüzündeki yıdızlara bakıp ıstırap içinde düşünmeye
başladı. “Acaba boşuna mı çabalıyordum? Buralara kadar babamla, eniştemi, hiç olmayacak bir şey için boşuna mı sürüklemiştim? Hem de canları tehlikeye atarak. Hamiyet’in duyguları nasıldı ki? Halen beni eskisi gibi seviyor muydu gerçekten? Acaba benim buraya geldiğimi duyduğunda sevinecek miydi, yoksa umursamayıp niye geldinki
mi diyecekti?”
16
Köy odasının kapısına geldiklerinde, Hamiyet’in aklına gelen bir düşünce bir anda
yüreğine bıçak saplandı! “Yoksa yarın yapılacak düğünle iligili bir şeyler mi konuşulacaktı şimdi? Artık bu işin şakası kalmamıştı demek! Gerçekten evleniyordu ve artık bu
saatten sonra sonsuza kadar Mehmet’i ne görme, ne de onunla birlikte olma ihtimali
kalmamıştı.” Bunları düşünüp acısını yüreğine bastırdı. Hayriye nine’nin, arkasından
kimsenin yüzüne bakmadan, başını öne eğerek köy odasına girdi o da.
-“Siz şöyle geçin oturun” dedi Osman amca, eşi ve Hamiyet’e bakarak.
Hayriye nine, içerideki kalabalığı ve kendilerine merakla bakan bu insanları görünce iyice evhamlandı! Burada neler dönüp, bittiğini bir türlü anlayamıyordu, “Hem
bu saatte bu kızı ne diye onca adamın içine çağırmışlardı ki?” diye düşündü şaşkınca.
Hamiyet’in eli ayağı titremeye başlamış, bu kadar insanın içinde ne işi olduğunu
anlmaya çalışıyordu. Bu arada konuşmalardan, yüzlerine bakmasada şu anda odada
köyün dışından gelmiş insanların da var olduğunu anlamıştı.
İhsan amcayla, Murat’ın yüzünde, aylar sonra Hamiyet’i sağ salim görmenin tebessümü oluşmuştu.
Odadaki sessizliği bozan Osman amca oldu. Hamiyet bakarak, “Kızım bak İstanbul’dan misafirin gelmiş seni görmek istiyorlar!” dedi.
Hamiyet içerideki uğultudan dolayı Osman amca’nın kendisine söylediğini yanlış
anladığını düşündü önce. Ama başını kaldırıp gelen bu misafirlere baktığında, çıldıracak gibi oldu! Şu an karşısında durup kendine sevgiyle gülümseyen İhsan amca’nın ta
kendisiydi! Hemen yerinden fırlayıp, delirmişçesine İhsan amca’nın ellerine sarıldı, sonra gözlerine yalvarırcasına bakarak:
-“Ne olur söyleyin Mehmet nerde, oda mı burada yoksa? Yalvarırım İhsan amca
söyle bana Mehmet nerde? diye feryat etmeye başladı. Aylardır içinde biriktirdiği acılar
bir gözlerinden sel gibi akmaya başlamıştı. Kendini kaybetmişçesine hızla İhsan amaca’nın ellerini sallıyordu ”Mehmet nerde diye? O an aklına rüyasında gördüğü dede
geldi, ona “Mehmet’i çeşmenin başında fazla bekletme demişti” bu kezde hemen aklı
başından gitmişçesine, kapıdan çıkıp karanlıkta köyün çeşmesine doğru koşmaya başladı. Hamiyet kendinden öyle bir geçmiş gibi koşuyordu ki, ne ayağından fırlamış terlikler, ne de yalın ayak bastığı çamurlar umurundaydı. Şu an tek isteği bir an önce, hasretinden deli divaneye döndüğü Mehmet’ine sarılmaktı!
Çeşmenin başında bütün ümitleri tükenmeye başlayan Mehmet kulağına gelen seslerden dolayı irkildi! Karanlıkta kendine doğru koşan birisi sürekli ‘Mehmet, Mehmet’
diye bağırıyordu! Hemen, oraya baktığında, heyecandan kalbinin durduğunu hissetti!
Bu gelen, aylardır onu düşünmekten delirececeğini sandığı Hamiyet’ti.!
En sonunda Hamiyet gelip çeşmenin başındaki Mehmet’e öyle bir sarıldı ki, neredeyse yere yuvarlanacaklardı. Birbirlerine tek beden olmuşçasına sarılıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar.
Fakat bu olayı hazmedemeyen İdris hemen eve koşarak babasının pompalı tüfeğini
alıp oda Hamiyet’in ardından çeşmeye doğru koşmaya başlamıştı.
Mehmet’le, Hamiyet mutluluktan öyle bir sarhoş olmuşlardı ki, kendilerine çevrilen namlunun farkına bile varmadan dört el silah sesi arda arda, köyde acıyla yankılandı! Bu yankılanmaya, garibin ağıt gibi acı acı ulumaları da karıştı.
Başta İhsan amca ve Murat, arkalarında köylüler çeşmenin başına geldiklerinde
acı manzarayla karşılaştılar! Hamiyetle, Mehmet’in birbiribe sımsıkı sarılmış cansız
bedenleri çeşmenin önüne öylece yatıyordu.
***
17
-“Hadi babaanne” dedi minik Buse. “Ben kekimi de yedim sen hala üzerini giyinmemişsin acele edelim, hem akşama Gülsüm teyze’yle, Sinan ağabeyler de bize geleceklermiş!”
- SONMustafa SAKARYA
17
17

Benzer belgeler