kamutürk dergisi`nin 16. sayısını okumak için - Türkiye Kamu-Sen

Transkript

kamutürk dergisi`nin 16. sayısını okumak için - Türkiye Kamu-Sen
’ten…
Kıymetli KAMUTÜRK okuyucuları…
Kamu çalışanlarının ve Türk-İslam dünyasının gür sesi KamuTürk dergimizin yeni sayısı
ile huzurlarınızdayız.
Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonumuzun resmi yayın organı olan ve üç ayda bir yayınlanan KamuTürk 16. Sayısı ile okuyucularıyla buluşuyor.
Hem Türkiye Kamu-Sen’imizin hem de KamuTürk dergimizin misyonu ve vizyonuna
yaraşır bir sayı olduğuna inanıyoruz.
Kamu çalışanlarının içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve psikolojik iklimi analiz etmeye, çözüm önerileri sunmaya devam ediyoruz. Siyaset tarafından bir ‘balon’ misali
şişirilen, içinde ve dışında ‘boş’ havadan başka hiçbir şey olmayan ‘yetkilendirilmiş’
sarı sendika yüzünden memurların içine düştüğü buhranı yansıtmayı sürdürüyoruz.
Bu sayımızda çok özel haber dosyaları, birbirinden ilginç özel röportajlar ve tarihsel
anektodlar var.
Ünlü dizi oyuncusu Hacı Ali Konuk ile Türk sineması ve sanatı üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk ile kamu çalışanları ve çalışma
hayatına dair söyleşi yaptık.
Köşe yazarlarımız sizler için yine her zaman ki gibi birbirinden çarpıcı konuları kaleme
aldı.
Sözü daha fazla uzatmadan siz değerli okuyucularımızı dergimizin yeni sayısıyla baş
başa bırakırken, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz.
’
’
1 MAYIS TA KIZILAY DA
ŞEHiTLERiMiZi ANDIK
ALÇAK ALKOLiKLER
Siz bir şehidin nasıl
taşındığını bilir misiniz?
ÖZELLEŞTiRME EKONOMiK
VE SOSYAL YIKIM OLDU
ULUCANLAR CEZAEVi MÜZESi
08 - ÖZELLEŞTİRME EKONOMİK VE SOSYAL YIKIM OLDU
10 - ”ANAYASA YENİLEME SÜRECİNDE TÜRKİYE VE TEHDİTLER”
PANELİ
12 - 1 MAYIS’TA ŞEHİTLERİ ANDIK
18 - MEMUR AYLIK 7,5 ÇEYREK ALTIN KAYBETTİ
20 - MEMUR VERGİYE ÇALIŞIYOR
22 - “TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMU KANUNU”
YÜRÜRLÜĞE GİRDİ
26 - KUT-ÜL AMARE: UNUTTURULAN BÜYÜK ZAFER
30 - DÜNYANIN İLK KADIN HÜKÜMDARI: TÜRK TOMRİS HATUN
32 - DÜNYANIN İLK KADIN SAVAŞ PİLOTU: TÜRK SABİHA
GÖKÇEN
36 - TÜRK DEĞİLLER AMA KENDİLERİNİ TÜRK HİSSEDİYORLAR:
FAYMONVİLLE KÖYLÜLERİ
38 - EMRAH BEKÇİ / TEŞKİLAT-I MAHSUSA – AHMED CEMAL
PAŞA
44 - ESTETİK CERRAH TARIK ÇAVUŞOĞLU
48 - SEKSENLER DİZİSİNİN BEKÇİ BEKİR’İ: HACI ALİ KONUK
52 - İSMAİL KONCUK / TÜRKİYE KAMU-SEN GENEL BAŞKANI
58 - ERDAL ALTUN- Kendİ Mİlletİnİ Düşünmek ve
Mİllİyetçİlİk…
60 - BİR ŞEHİDİN NASIL TAŞINDIĞINI BİLİR MİSİNİZ?
62 - NEDEN TEHCİR EDİLDİLER? (ERMENİ YALANLARI /ÇIĞLIK
KİTABINDAN)
68 - Kemal AKAGÜNDÜZ / Bol keseden TRT!
70 - Doç. Dr. Şeref İba / Başkanlık sİstemİ üzerİne
notlar…
72 - ÇOCUK İŞÇİLİĞİ…
74 - ALÇAK ALKOLİKLER
76 - TÜRKİYE’NİN DOĞUM İSTATİSTİKLERİ
78 - BÜYÜK ŞAİR YURDAKUL KABRİ BAŞINDA ANILDI
80 - ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ
84 - Emİne Ergün/ Çocuk gelİşİmİ uzmanı 86 - KALP-DAMAR SAĞLIĞI İÇİN 7 ALTIN KURAL
88 - Nam-ı dİğer KÜÇÜK PARİS: Arhavİ
92 - AZERBAYCAN
96 - KAZAKİSTAN’DA UYDU ÜZERİNDEN YAYIN YAPAN İLK
UYGUR TV KANALI FAALİYETE GEÇTİ KÜNYE
Türkiye Kamu-Sen Adına Sahibi
İsmail KONCUK
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Sedat YILMAZ
TÜRKİYE KAMU-SEN YÖNETİM KURULU:
Genel Başkan: İsmail KONCUK
Genel Sekreter: Önder KAHVECİ
Genel Mali Sekreter: İlhan KOYUNCU
Genel Teşkilatlandırma Sekreteri: Fahrettin YOKUŞ
Genel Eğitim Sekreteri: Hazım Zeki SERGİ
Genel Toplu Görüşme Sekreteri: Necati ALSANCAK
Genel Mevzuat Sekreteri: Mehmet ÖZER
Genel Basın Sekreteri: Sedat YILMAZ
Genel Dış İlişkiler Sekreteri: Ahmet DEMİRCİ
Genel Sosyal İşler Sekreteri: Şerafeddin DENİZ
Haber Koordinatörü: Esra Ocaklı YÜCE
AR-GE Koordinatörü: Ercan HAN
Editör: Gökhan ALTUNKAŞ
Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ziya ERARSLAN
Kültür ve Sanat Danışmanı
Hasan Hüseyin YILMAZ
Türk Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı
Hukuk Danışmanı: Avukat İlhan KARA
Baskı Tarihi: Mayıs 2016
Hazırlık: YZE Medya Ajans - 0 530 363 55 91
www.yzemedya.com.tr
Baskı: Semih Ofset Büyük Sanayi 1. Cadde Çilingir Sok.
No: 26/47 06060 İskitler - ANKARA
Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonu
Yerel Süreli Yayın Organıdır.
3 ayda bir yayınlanır.
Bu dergi Basın Ahlak İlkelerine uymayı taahhüt eder.
Dergideki yazıların sorumluluğu yazı sahibine aittir.
Yönetim Yeri : Talatpaşa Bulv. No: 160 Kat 7
Cebeci - ANKARA Tel: (0312) 424 22 00 (pbx)
Faks: (0312) 424 22 08
www.kamusen.org.tr
E-posta: [email protected]
4
“Ağlama
yavrum,
düşmanı
sevindirme!”
Mardin, Şırnak ve Diyarbakır’da bölücü terör örgütü tarafından şehit edilen 8 kahraman asker
ve polisten 7’si memleketlerinde gözyaşları arasında toprağa verildi. Şehit Osman Belkaya’nın
dedesi Abdullah Onar ise, tabutun başında saygı nöbetinde bulunan merasim polisinin ağlaması
üzerine gözyaşını mendiliyle sildi. Abdullah Onar, “Ağlama yavrum, düşmanı sevindirme” dedi.
5
6
Adil bir gelir dağılımı için
adil bir vergi sistemi şarttır
Sedat Yılmaz
Türkiye Kamu-Sen Genel Basın Sekreteri
ve Türk Haber-Sen Genel Başkanı
Ülke içinde gelir dağılımını düzenlemenin en etkin yollarından bir tanesi de uygulanan vergi politikalarıdır.
Vergi politikalarının temel amacı, çok kazanandan çok,
az kanandan az vergi almak yoluyla, toplanan vergilerin kamu hizmetleri aracılığıyla topluma döndürülmesi, böylelikle de düşük gelirli ile yüksek gelirli kesimler
arasındaki dengenin sağlanmasıdır.
önemli olan bir başka kriter, vergilerin dolaylı mı yoksa dolaysız olarak mı toplandığıdır. OECD ülkelerinde
dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerine oranı ortalama %35 iken, Türkiye’de bu oran 2015 yılında %68,5
olmuştur. Buna göre Türkiye’de adaletsiz vergi toplamanın bir göstergesi olan dolaylı vergilerin, dolaysız
vergilerin yerine ikame edildiği görülmektedir.
Ne yazık ki ülkemizde bu durum tersine bir yol izlemektedir. Kamu tarafından izlenen vergi politikasının
temelinde belli kesimlerden yüksek oranda vergi alınması ve vergi vermesi gereken fakat vermeyenlerden
vergi alınamaması yatmaktadır. Hal böyle olunca iktidarlar da kamu harcamalarına kaynak oluşturacak gelirlerin başında gelen vergiyi, tahsilin en kolay olduğu
kesimden yani kayıt altında çalışan kesimden almakta
ve kaynağından kesilen vergiler yoluyla kaynak ihtiyacını gidermeye çalışmaktadır. Bu durum ülkemizde
öylesine çarpık bir hal almıştır ki, toplam gelir vergisi
tahsilatının yaklaşık %50’si GSYİH’nın yalnızca %7’sini
alabilen çalışan kesim tarafından ödenmektedir.
Buna ek olarak 2003 yılında yıllık geliri 62 bin 500
TL’den yüksek olan en yüksek gelir grubundan alınan vergi oranı 5 puan indirilerek %40’tan %35’e
çekilmiş, 2006 yılında yapılan bir düzenleme ile yıllık
toplam brüt geliri 18 ile 30 bin TL olan orta - düşük
gelirli grubun gelir vergisi oranı %25’ten %27’ye çıkarılmıştır.
Gelir dağılımının vergiler yoluyla etkilenmesinde
Yıllar içinde gelinen süreçte, ücretlileri ve düşük gelirli
kesimi doğrudan ilgilendiren gelir vergisinin alt dilimi
neredeyse hiç artırılmamakta ve düşük gelirli kesimin
ödediği gelir vergisi oranı kısa sürede %15’ten %20
’ye yükselmektedir. Buna bağlı olarak Hükümet, çalışanlar üzerindeki vergi yükünü iyice artırıp, 2015
yılında 12 bin lira olan %15’lik gelir vergisi üst sınırı-
7
nı, 2016 yılı için yalnızca 600 lira atışla 12 bin 600 lira
olarak belirleyince bütün ücretlilerin üzerindeki vergi
yükü iyice artmış, 2016 yılı içinde bir üst vergi dilimine
geçmesi ve 5 puan daha fazla vergi ödemesi kesinleşmiştir. 2015 yılında enflasyon artışı %8,81 olmasına
rağmen gelir vergisi alt dilimindeki artış yalnızca %5
olarak belirlenmiştir. Gelir vergisi dilimi alt sınırının
düşük tutulması sonucunda asgari ücretli çalışanlar da
2016 yılı içinde bir üst kazanç dilimine geçeceklerinden, Ekim ayında ödeyecekleri gelir vergisi %15’ten
%20’ye çıkacak ve maaşları azalacaktır.
Kayıtlı çalışanları yolunacak kaz gibi gören bu vergi politikası, gelir dağılımının geniş kitleler aleyhine bozulmasında büyük pay sahibi olmaktadır. Çünkü bu yolla
ücretli, sabit gelirli kesimin satın alma gücü önemli
ölçüde daraltılmaktadır. Buna karşılık hazine bonoları
ve devlet tahvillerinin vergiden muaf tutulması, rant
gelirleri lehine gelir dağılımının bozulmasına sebep olmaktadır.
Vergi politikalarındaki bu adaletsizlik nedeniyle, zaten
düşük ücret alan ve büyük ölçüde ülkenin en fakir kesimini oluşturan kamu görevlileri, KİT çalışanları, işçiler ve asgari ücretliler kısa sürede bir üst vergi dilimine
tabi olmakta, maaşları düşmekte ve Temmuz ayında
aldıkları maaş zammının büyük bölümü artan gelir vergisi ödemesine gitmektedir.
Ayrıca bilindiği gibi ücretli kesimin vergileri stopaj
usulü ile kesilirken, diğer kesimlerin vergilerinin bir
dönem sonra ve taksitler halinde tahsil edilmesi, hatta bir süre sonra çıkarılan vergi afları yoluyla indirime
gidilmesi, enflasyonun AB ve ABD gibi gelişmiş bölgelere oranla yüksek düzeyde olduğu ülkemizde, izlenen
vergi politikası ile gelir dağılımının geniş kitleler aleyhine bozulmasında rol sahibi olmaktadır.
Şu anda TBMM gündeminde Gelir Vergisi Kanununda değişiklik öngören bir tasarı bulunuyor. Yaşanan bu
olumsuzlukları gidermenin yolu, çalışanlar üzerindeki
vergi yükünün hafifletilmesidir. Bu tasarı vergi adaletinin sağlanması için bir fırsat olarak görülmeli ve uyarılarımız mutlaka dikkate alınmalıdır. Bunun için Türkiye
Kamu-Sen olarak iki farklı öneri getiriyoruz: Birincisi,
gelir vergisinin %15 orana denk gelen alt diliminin
tatminkâr seviyede yükseltilerek çalışanların yıl içinde
%20’lik vergi dilimine girmelerinin önlenmesidir. Bu
konuda herhangi bir yasal düzenlemeye gerek yoktur.
Her yılın başında Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından gelir vergisi tarifesi yayınlanmaktadır. Burada alınacak bir
prensip kararı ile gelir vergisi alt diliminin yükseltilmesi
sağlanabilir. İkincisi ise, kamu görevlileri, KİT perso-
neli ile sözleşmeli personelin gelir vergisi kesintilerinden dolayı yaşadığı adaletsizliğin ve mağduriyetin giderilmesi adına 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 23.
maddesine, Devlet memurlarına ödenen taban aylık
tutarının söz konusu çalışanlar için Gelir Vergisi’nden
muaf tutulmasını sağlayacak bir hükmün eklenmesi
şeklindedir.
Ülke içinde sosyal güvenliğin sağlanması, işsizliğin önlenmesi, emeğiyle yaşayanların korunması ve hayat
standartlarının yükseltilmesi yoluyla sosyal eşitsizlikleri giderme işlevini yüklenen devlete sosyal devlet
denir. Amacı, sosyal ve ekonomik açıdan güçsüz vatandaşlara yardım ederek sosyal adaleti ve insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyini sağlamak olan sosyal
devlette, bu unsurların sağlanması devletin bir ödevi,
vatandaşların da hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle
ise, adil bir gelir dağılımı sağlamak, sosyal devlet ilkesini benimsemiş olan ülkemiz için bir zorunluluktur. Bu
nedenle gelir dağılımının daha adaletli bir şekilde gerçekleşmesinin ana unsuru olan vergi politikalarının biz
çalışanlar lehine düzenlenmesini istemek her Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşının anayasal hakkıdır. Dolayısıyla bizler bu anayasal hakkımızı kullanarak yıllardır
üzerimizde ağır bir yük olan gelir vergisi sorununun
bir an önce çözülmesini istiyor ve bu konunun ülkemizi idare edenlerin yükümlülüğünde olduğunu bir kez
daha hatırlatıyoruz.
8
ÖZELLEŞTİRME
EKONOMİK VE SOSYAL
YIKIM OLDU
9
Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin yaptığı ekonomik veriler araştırmasına göre, özelleştirme politikaları ülkemizin çalışma hayatına da büyük bir darbe
vurdu.
Özelleştirme uygulamalarının başladığı 1986 ile 2003
yılları arasında yalnızca 8,2 milyar dolarlık özelleştirme
gerçekleştirilirken, 2004 ile 2015 yılları arasında ise
58,8 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Bu süreçte
Tüpraş, Petkim, Türk Telekom, Erdemir, Sümerbank,
Seka gibi yüzlerce kamu iktisadi teşekkülü satılarak,
birçoğunun tüzel kişiliğine son verildi ve kapısına kilit
vuruldu.
hayatında görüldü. Özelleştirilen kuruluşlarda görev
yapan memurlar maaşları dondurularak başka kurumlara gönderildi. Ailelerinden, evlerinden uzak kalan bu
çalışanlar, yıllarca hiç maaş zammı almadan çalışmaya
mahkum edildi.
Bu kuruluşlarda işçi statüsü ile çalışanların birçoğu
emekli edildi. Geriye kalanların büyük bölümü işten
çıkartıldı. Ortaya çıkan bu mağduriyeti gidermek amacıyla, işten çıkartılanlar kamuda 4/C’li olarak çalıştırılmaya başlandı. Ancak 4/C’li statü; bu çalışanlarımıza
daha önce aldıkları maaşın yarısını bile alamayacakları,
izin haklarının sınırlı olduğu, fazla mesailerinin verilmediği, tayin terfi gibi haklarının bulunmadığı bir sistemi dayattı.
Şu anda kamuda 4/C statüsünde çalışan 23 bin dolayında kamu görevlisi hizmet verirken, yaşadıkları bu
mağduriyetin giderilmesi için kadro bekliyor.
GENEL BAŞKAN: ÖZELLEŞTİRMENİN
YARATTIĞI TAHRİBATI ONARMAK İNSANİ
BİR SORUMLULUKTUR
Araştırma hakkında görüşlerini dile getiren Genel Başkan İsmail Koncuk, “özelleştirme ne ekonomik olarak,
ne de sosyal olarak bu topluma hiçbir fayda sağlamamıştır” dedi.
Genel Başkan açıklamasında şunları ifade etti;
“2004 ile 2015 yılları arasında özelleştirilen kurumların şimdi yeniden faaliyete geçirilmesi için trilyonlarca
dolarlık yatırıma ihtiyaç vardır. Oysa bu kuruluşlar 58
milyar dolar gibi komik bir rakama elden çıkarılmıştır.
Araştırmada, özelleştirilen şirketlerin %49’unun tesis
ve varlık satışı, %33’ünün ise blok satış yöntemiyle
bütün taşınmazları ile birlikte devredildiği belirtilirken,
milletin vergileriyle kurulan yüz milyarlarca dolarlık
şirketlerin mal varlıklarıyla birlikte 58,8 milyar dolar
karşılığında sermaye sahiplerine peşkeş çekildiği ifade
edildi.
2003 yılından bugüne kadar gerçekleştirilen özelleştirmelerin bir başka olumsuz yansıması ise çalışma
Milletimizin vergileriyle kurulmuş olan bu işletmelerin
ardından çalışanlara yapılan kıyım ise başka bir sosyal
felaket olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kuruluşların
özelleştirilmesi sonucunda buralarda çalışan işçi ve
memurlar yıllardan beri her türlü olumsuz ekonomik
koşullara karşı sahipsiz bırakılmıştır. Memurlar araştırmacı unvanıyla atıl bir vaziyette, maaşları dondurularak sefalete mahkum edildi. işçilerin bir bölümü ise,
şimdi 4/C ucubesi altında yaşam mücadelesi veriyorlar.
Türkiye Kamu-Sen olarak özelleştirme mağduru memurlarımızın haklarının korunması gerektiğini bir kez
daha vurgularken, çalıştıkları kuruluşlar özelleştirildiği için adeta cezalandırılan 4/C’li çalışanlarımızın da
toplu sözleşme görüşmelerinde kararlaştırıldığı üzere
kadroya geçirilmesinin insani bir zorunluluk olduğunu
ifade ediyoruz”
10
"ANAYASA YENİLEME
SÜRECİNDE TÜRKİYE
VE TEHDİTLER" PANELİ
GERÇEKLEŞTİRİLDİ
11
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Ocakları işbirliği ile düzenlenen, "Anayasa Yenileme Sürecinde Türkiye ve
Tehditler" konulu panel Türkiye Kamu-Sen Genel
Merkezi konferans salonunda gerçekleştirildi.
Panelin başında başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin aziz
ruhları için saygı duruşunda bulunuldu, ardından İstiklal Marşı hep bir ağızdan coşkuyla okundu.
PROF. DR. MEHMET ŞAHİNGÖZ: TÜRK MİLLETİ,
"TÖRE" YANİ HUKUK SAHİBİ BİR MİLLETTİR
Panelin açılışında konuşan oturum başkanı Prof. Dr.
Mehmet Şahingöz, "Türk milleti tarihin ötesinden
beridir töreli bir millettir yani hukuk sahibidir" dedi.
Şahingöz, "Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Bugün
bu panelde konuşmacı olarak bizimle birlikte olan katılımcılarımızın her biri Türkiye'de alanlarında en iyi
isimlerdir. Ülke olarak badireler içinden geçiyoruz ve
bu badirelerin tam merkezinde ise anayasa var.
Töre dediğimiz kavram anayasanın bizatihi kendisidir,
Türk milleti tarihin en ötesinden beri töreli, yani hukuk sahibi bir millettir. Tarihçiler Türk'ü tarif ederken
töreli olarak da tarif ederler. Bizim hukuk ve töre içerisinde söyleyeceğimiz çok şey vardır. Milletin temelini
belirleyen ana unsurlar, milli kimlik, milli dil ve adalettir. Hukuku olan bir millet olarak yeniden bunları
keşfediyormuş gibi yapılan çalışmalar milletimizi bir
kıskaç içine almaktadır. Çok değerli hocalarımız bugün
bizlere yeni anayasa adı altında dayatılmak istenenleri
anlatacaklar. Son günlerde yaşanan olaylar hepimizce
malum, terör çirkin yüzünü göstermeye devam ediyor ama Türk milliyetçileri terörün karşısında asla
teslim olmadı ve olmayacaktır" dedi.
Prof. Dr. Mehmet Şahingöz'ün konuşmasının ardından oturuma geçildi. Panelistler, Prof. Dr. Hasan Tunç,
Prof. Dr. Murat Sezginer ve Prof. Dr. Vahit Doğan
"Anayasa Yenileme Sürecinde Türkiye ve Tehditler"
başlığı altında görüş ve düşüncelerini katılımcılarla
paylaştılar.
Panele Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Türkiye Kamu-Sen Genel Basın Sekreteri ve
Türk Haber-Sen Genel Başkanı Sedat Yılmaz, Genel
merkez Yöneticilerimiz ve çok sayıda davetli katıldı.
12
13
1 MAYIS’TA
KIZILAY’DA
ŞEHİTLERİMİZİ
ANDIK
Türkiye Kamu-Sen olarak, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma
Gününde, şehitlerimizi ve teröre kurban verdiğimiz
vatandaşlarımızı, Kızılay meydanında, 34 vatandaşımızın
haince katledildiği otobüs durağında dualar ve karanfillerle
andık. Patlamanın olduğu otobüs durağına karanfiller bırakan
Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Yönetim
Kurulu Üyelerimiz ve konfederasyon heyetimiz ardından
edilen dualarla bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle andı.
Duaların ardından bir açıklama yapan Türkiye Kamu-Sen
Genel Başkanı İsmail Koncuk, terörü bir kez daha lanetlerken,
çalışma hayatında yaşanan sorunları da gündeme getirdi.
KONCUK: ŞEHİTLERİMİZİ
RAHMETLE ANIYOR, MİLLETİMİZE
BAŞ SAĞLIĞI DİLİYORUZ
Terörle mücadelenin yalnızca
teröristi yok etmek bağlamında değil terör örgütlerinin insan
kaynaklarını da kurutmak amacıyla yeni yaklaşımlar çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini
ifade eden Genel Başkan İsmail
Koncuk, “Dünyanın her yerinde
terör örgütlerine en yüksek katılım yoksulluğun yüksek, gelir
dağılımının bozuk, adaletsizliğin
yaygın olduğu yerlerden olmaktadır” dedi.
Genel Başkan İsmail Koncuk
açıklamasında şunları kaydetti;
“Hak aramanın kutsal olduğuna inanan, ülkemizde hakkı ve adaleti hâkim kılmak için mücadele veren bir
sivil toplum örgütüyüz. Hiç kuşkusuz ki, bir insanın yaşama hakkından
daha değerli ve daha önemli bir hak
da yoktur. Ne yazık ki, terör; asker,
sivil, çocuk, kadın, erkek, Türk, Kürt
demeden hepimizin yaşama hakkına
tecavüz etmekte, içindeki kini ve öfkeyi mayınlarla, tuzaklarla, canlı bombalarla, kahbece planladığı eylemlerle
dışa vurmakta; nice ocakları söndürmekte, nice canları yakmaktadır.
14
Millet olmak, acıyı da, sevinci de, coşkuyu da, matemi
de paylaşmak ve her birimizin derdiyle dertlenmekten
başka bir şey değildir. Sendikacılığın yolu da bir tek
çalışanın derdi için, topluca mücadele etmekten geçer.
Bugün 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü… Bugün
çalışanlarımızın karşı karşıya bulunduğu tehditleri dile
getirmek, sorunlara çözüm yolları sunmak ve emeğin,
dayanışmanın, birlikteliğin gücünü kavramak adına son
derece önemli bir gün. Ama anaların, babaların yüreklerine ateş düştüğü, bizlerin de her şehit haberiyle
yasa boğulduğumuz bugünlerde bu Bayramı davulla,
zurnayla kutlayacak da değiliz. Evlâtlarımızın yaşama
hakları eli kanlı terör örgütlerince gasp edilirken, 1
Mayıs’ı bayram tadında kutlamamızın imkânı da yok.
Biz hak mücadelesi verirken; hepimizin kardeşçe bu
topraklarda yaşama hakkını kullanabilmesi uğruna
canlarını feda eden güvenlik görevlilerimizi, akşam
işinden, okulundan, dershanesinden çıkıp evine giderken kahpe bir tuzakla hayatını kaybeden sivil vatandaşlarımızı unutmamız mümkün değil. Bu nedenle,
kahraman şehitlerimize olan minnetimizi ifade etmek
ve teröre kurban verdiğimiz vatandaşlarımızı anmak
adına, burada 34 vatandaşımızın canına mal olan terör
saldırısının gerçekleştiği noktada, 1 Mayıs açıklamamızı gerçekleştiriyoruz. Bu vesile ile terörü, teröristi ve
onların gizli-açık destekçilerini bir kez daha lanetliyor,
terör saldırılarında hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza ve şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve
milletimize de baş sağlığı diliyoruz.
Elbette şu anda milletimizin ve devletimizin başına
bela edilmiş olan bir terör sorunu ile karşı karşıyayız
ancak küresel güçlerin piyonu haline gelerek askerimizi, polisimizi ve hatta sivil vatandaşlarımızı dahi şehit eden eli kanlı canilerin büyük çoğunluğunun da bu
ülke topraklarından çıktığını unutmamak gerekmektedir. Dolayısıyla önceliğimiz teröristleri yok etmek
kadar terör örgütlerinin insan kaynağını da kurutmak
olmalıdır. Terör örgütlerine en fazla katılım, gelir düzeyinin en düşük, gelir adaletsizliğinin en yüksek olduğu, hukukun işlemediği ülkelerden olmaktadır. Bu
bakımdan adil bir gelir dağılımı sağlamak, nimeti ve
külfeti vatandaşlar arasında eşit olarak dağıtmak ve
hukukun üstünlüğü ilkesini hayata geçirmek, toplumsal bütünlüğümüzün korunması, millet olma bilincimizin pekiştirilmesi ve devletimize olan güvenin artması
adına son derece önemlidir.”
KONCUK: İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR
ÇALIŞMA HAYATI İSTİYORUZ
“Bugün, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı, yoksulluğun insanların kaderi olarak
sunulduğu, çaresizliğin ve biat kültürünün pompalandığı bir dönemi yaşamaktayız” diyen Genel
Başkan İsmail Koncuk, “Yalnızca kendi haklarımız, kendi geleceğimiz için değil, çocuklarımızın
hakları, çocuklarımızın geleceği için de mücadele etmek zorundayız” dedi. Koncuk, “Bizler bu
ülkenin kamu çalışanları, işçileri, işsizleri, emeklileri,
yoksulları, kadınları, gençleri için mücadele yürütüyoruz. Türk milleti olarak barış içinde, özgürce yaşamak için, demokrasi için, ekmek için, daha güzel bir
dünyada, baskısız, insan onuruna yaraşır bir hayat için
mücadele yürütüyoruz. En temel insani ve demokratik haklarımız, sosyal adalet ve eşitlik için mücadele
yürütüyoruz.
Yıllardır her 1 Mayıs’ı Taksim tartışmaları içinde, biber
gazı eşliğinde kutluyoruz. Artık çalışan sorunlarının biber gazında boğulmasını istemiyoruz. Emek, dayanışma, alın terinin ön plana çıktığı, çalışanların iş güvencesi, taşeronlaşma, sendikalaşma, ücret sorunlarının
gündeme geldiği 1 Mayıslar istiyoruz. Bugün burada
işçi, memur, emekli, işsiz her kesimden emekçimizin
insan onuruna yaraşır bir yaşam talebini bir kez daha
güçlü bir şekilde dile getiriyoruz.
Bugün, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı,
yoksulluğun insanların kaderi olarak sunulduğu, çaresizliğin ve biat kültürünün pompalandığı bir dönemi
yaşamaktayız. Çalışanların yarısı kayıt dışında, sosyal
güvenceden, emeklilik hakkından mahrum bir şekilde
çalışıyor. Çalışanlarımızın kıdem tazminatına göz dikiliyor, asgari ücret bölgeselleştirilmek, esnek ve kuralsız
çalışma biçimleri yaygınlaştırılmak isteniyor.
2002 yılında kamuda 20 bin dolayında olan taşeron
işçisi, 720 bine ulaştı. Devlet memuru kavramını kaldıracaklarını gözümüzün içine baka baka söylüyorlar:
“ İşçi ile memur arasındaki farkı kaldıracağız, devlet
memurlarını da iş güvencesiz çalıştıracağız, gerektiği
zaman kıdem tazminatını vereceğiz ve kapının önüne koyacağız” diyorlar. Çocuklarımızın geleceğini
çalmak, onları köleleştirmek isteyen, açlıkla, işsizlikle
tehdit eden ve en olumsuz çalışma şartlarını dayatan
bir anlayış söz konusu… Genç işsizlikte, işsizlikte, enf-
15
16
Hizmetlilerin ek gösterge sorunu; memurlarımızın,
teknisyenlerin, şeflerin ek ödeme başta olmak üzere,
maruz kaldıkları adaletsizlikler, çalışanlarımızı canından bezdirmiştir. Kamu çalışanlarımız düşük maaşla,
elverişsiz ortamlarda adeta bir sefalet içerisinde hizmet vermeye çalışmaktadır. Emeklilerimiz de düşük
maaşla, dışlanmışlıkla yüz yüze kalmakta ve yoksulluk
içinde, mutsuz bir yaşama mahkûm edilmektedir”
dedi.
KONCUK: DEVLET MEMURUNA HASIM OLAN
BİZE DE HASIMDIR!
Çalışanların hayatlarının bugün artık kâbusa dönüştüğünü belirten Genel Başkan İsmail Koncuk,
hükümetin dağ gibi yığılan sorunları görmezden
geldiğine dikkat çekti. Koncuk, “Kıymetli basın
mensupları, sizler de birer çalışan, birer emekçisiniz.
Çalışma hayatındaki olumsuzluklardan en fazla etkilenen kesimlerden birisi de sizlersiniz. Biliniz ki, bu çeşit
uygulamaların temel amacı, kamudaki istihdam güvencesini yok etmek ve çalışanlarımızı köleleştirmektir.
lasyonda OECD ülkeleri içinde en ön sıralardayız. Her
evde en az bir işsiz evladımız var.
Biz yalnızca kendi haklarımız, kendi geleceğimiz için
değil, çocuklarımızın hakları, çocuklarımızın geleceği
için de mücadele etmek zorundayız. Sendikasızlaştırma yaygınlaşıyor, sendikal örgütlenmenin önüne engeller çıkarılıyor. Kamuda bizden olan olmayan ayrımı
çalışma barışını bozuyor. Hâlâ ülkemizde 4/C gibi insanlık dışı bir istihdam türü mevcut ve bunların sayısı
da giderek artıyor. Toplu sözleşmede karar altına alınan konular bile hayata geçirilmiyor, gereği yapılmıyor.
Devletinin verdiği görevle, milletine hizmet eden
kamu çalışanlarının yaşadığı sıkıntılar, her geçen gün
katlanarak artmaktadır. Sorunlar çözüleceği yerde,
her geçen gün yenileri eklenmektedir. Kamu görevlilerimizin haklarında aldıkları olumlu mahkeme kararları ısrarla uygulanmamakta, hukukun üstünlüğü
ilkesi yerle bir edilmektedir. Kendi insanına, çalışanına,
memuruna düşman bir anlayışa daha ne kadar sabredeceğiz?
Bugün ne yazık ki, çalışanlarımızın hayatı kâbusa dönmüştür. Hükümet, çığ gibi yığılan sorunları görmezden
gelmektedir. Birileri, çalışanların iş güvencesinin olmadığı, alınıp satıldığı, kiralandığı, istenildiğinde işten çıkarıldığı bir yapı istiyor. Bu kimseler, devletin vatandaşına parasız hizmet vermesini istemiyor. Onlara göre,
her şey özelleşmeli ve para ile satılmalı. Bu sistemde,
her çalışanın işsizlikle tehdit edildiği, sendikasız, dayanaksız, güvencesiz ve güçsüz bırakıldığı; düşük ücretli,
düşük maliyetli bir istihdam piyasası yaratılmak temel
hedeftir.
Memurluk güvencesinin yok edilmek istenmesi, sözleşmeli personel çalıştırılması, 4/C’li geçici işçilerin
sayısının her geçen gün artması, işsizlerin bir çığ gibi
büyümesi, işte hep bu yüzdendir. Bu nedenle, ekonomik krizlerde fatura, çalışanlara çıkartılmakta, maaşlar
düşmekte, işsizlik artmakta, ama ülkenin kaynağını da,
krizin kaymağını da hep aynı kişiler yemektedir.
Kurumlar arasındaki ücret adaletsizliği almış başını gidiyor. Maaşlar açıklanan enflasyon kadar artıyor; gerçek enflasyon karşısında eriyor. Ülke nüfusunun %20
’sini oluşturan gençlerimizin beşte biri kayıtlı işsizdir.
350 bin ataması yapılmayan öğretmen, 430 bin iktisadi
idari bilimler mezunu, 250 bin sağlıkçı, 1 milyon mes-
17
lek yüksekokulu mezunu, 2 milyon lise mezunu işsiz,
aşsız, hayata tutunmaya çalışıyor. Bu ülkede iş bulmanın bir dert, çalışmanın ayrı bir dert olduğunu biliyor,
sorunların çözülmesini istiyoruz.
Defalarca devlet memuru kavramını ortadan kaldıracaklarını iddia ettiler. Kim devlet memuruna düşmansa bize dost olamaz. Devlet memuruna hasım olan
bize de hasımdır. Bizim gözümüzde muteber değildir.
Emeklilerimiz adeta kaderine terk edilmiştir. Emekliyi
sıkıntıda bırakanlar, asla bizden olamazlar” dedi.
KONCUK: BİZ BİRLİKTE TÜRKÜZ, TÜRKİYEYİZ
Türkiye Kamu-Sen’in, her alanda mücadelesini
kararlılıkla sürdüreceğini belirten Genel Başkan
İsmail Koncuk, “Birlikteliğimiz,Türk milletini
ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bir ve bütün
olarak ilelebet payidar kılacaktır” dedi. Koncuk,
“Biz, birlik içinde bütün bu haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Hiçbir güç, bizleri yolumuzdan döndüremeyecek. Tüm çalışanların
grevli toplu sözleşmeli sendikal haklara sahip olduğu
bir Türkiye için, sosyal devlet için mücadele edeceğiz.
Çoğulcu demokrasinin sınırlarını genişletmek, gerçek
anlamda sendikal haklarımıza kavuşmak, sosyal devlet ilkesini hayata geçirmek için çalışacağız. Toplumsal
barış ve huzurun sağlanması için, uzlaşma, hoşgörü ve
bir arada yaşama kültürünün geliştirilmesi için sesimizi
yükselteceğiz.
Çevremizdeki ülkelerin savaşması için değil, barışması için, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarının
hayat bulması için mücadele edeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm kurumlarının hukuk devleti
anlayışıyla hareket etmesi için uğraşacağız. Anti demokratik sendikal yasalar değişsin diye, toplu pazarlık
ve örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın diye,
vatandaşlarımızın yüzü gülsün diye mücadelemizi sürdüreceğiz.
“İnsan onuruna yaraşır iş” herkesin hakkıdır. İstihdamın korunmasını, geliştirilmesini ve işsizliğin önlenmesini istiyoruz. Adil bir gelir dağılımı, hakça bir paylaşım
istiyoruz. Güvenceli bir çalışma hayatı istiyoruz. Dar
ve sabit gelirlinin üzerine bir karabasan gibi çöken vergi adaletsizliğinin son bulmasını istiyoruz. “Çalışanların, emeklilerin açlık sınırının altında ücret almasına bir
son verilsin” diyoruz.
Bütün bu olumsuzlukların üstüne, bizleri birbirimize
düşürmek isteyen, her fırsatta milletimiz içine nifak
tohumları ekmek isteyenler var. Ancak birliğimizi ve
beraberliğimizi yenecek hiçbir güç de yok. Ne terör,
ne işsizlik, ne güvencesizlik, ne de yoksulluk kaderimiz değildir. Bizler birlik oldukça, hiçbir güç, bizleri
yok saymaya, haklarımızı gasp etmeye yetmeyecektir.
Bu birliktelik, Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti
Devletini, bir ve bütün olarak ilelebet payidar kılacaktır. Tek başımıza yalnız kalırız ama hep birlikte dağ
olur, direniriz; sel olur, her engeli aşarız. Tek başımıza
güçsüzüz ama hep birlikte yenilmez oluruz. Biz birlikte Türk oluruz, Türkiye oluruz. Ne mutlu Türküm
diyene!
Tüm milletimizin 1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü
kutlu olsun” diyerek sözlerini noktaladı.
Genel Başkanımız İsmail Koncuk, Yönetim Kurulu
Üyelerimiz, Genel Merkez Yöneticilerimiz, Şube Başkanlarımız ve üyelerimiz bombalı saldırının gerçekleştirildiği otobüs durağına kırmızı karanfiller bırakarak,
şehitlerimiz ve teröre kurban verdiğimiz tüm vatandaşlarımız için dua ettiler.
18
Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin
yayınlamış olduğu ekonomik veriler
memur maaşının yıllar içerisinde
nasıl eridiğini bir kez daha gözler
önüne serdi. Yayınlanan ekonomik
veriler, kamu çalışanlarının
maaşlarının son 13 yılda, hem
çeyrek altın hem de dolar karşısında
tutunamadığını ortaya çıkardı.
MEMUR AYLIK
7,5 ÇEYREK ALTIN
KAYBETTİ
19
2002 yılı itibarı ile ortalama memur maaşı ile 22,1 çeyrek altın alınabilirken 2015
yılında bu rakam 14,6’ya geriledi. Ortalama memur maaşı çeyrek altın karşısında
%33,9 değer kaybetti. En düşük maaş
alan bir memur 2002’de maaşı ile 14,9
adet çeyrek altın alabiliyordu; 2015’de
aynı memur, maaşı ile ancak 10,9 çeyrek
altın alabildi. En düşük memur maaşının
çeyrek altın karşısındaki kaybı ise aylık
%26,8 oldu. Memurlar geçtiğimiz yıl 2014
yılına göre yaklaşık yarım çeyrek altın daha
kaybetti.
Geçtiğimiz yıl bile, memur maaşının çeyrek altın fiyatları karşısında %3,5 değer
kaybettiği görüldü.Ortalama memur maaşı 2002 ile 2015 yılları arasında çeyrek
altın fiyatları karşısında %32,6; en düşük
dereceli memur maaşı ise, %26,8 oranında değer kaybetti.
GENEL BAŞKAN: BU HEZİMETİN
SORUMLUSU TOPLU
SÖZLEŞMEDE MEMURUN
HAKKINI SAVUNAMAYANLARDIR
Araştırma sonuçlarını değerlendiren Genel Başkan İsmail Koncuk, memur maaşlarının bütün mal ve hizmetler karşısında
değer kaybettiğini ifade ederek “Konfederasyon olarak memur maaşlarının gelişimini ve kamu görevlilerimizin alım gücünü
bütün kalemler karşısında düzenli olarak
değerlendiriyoruz. Maaşların çeyrek altın
karşısındaki durumunu ortaya koyduğumuz bu çalışma da yaptığımız araştırmaların bir bölümünü oluşturuyor “ dedi.
Genel Başkan, değerlendirmesinde şunları söyledi: “Bilindiği üzere, ailelerimizin en
önemli tasarruf kaynağı yastık altı olarak
tabir edilen ve çeyrek altın şeklinde değerlendirilen tasarrufları idi. Biz biliyoruz
ki, vatandaşlarımızın artık tasarruf etmek
gibi bir imkanı kalmadı. Ancak, bu çalışma
memur maaşlarının geride kalan 13 yılda
üçte bir oranında değer kaybettiğini ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Bu erime yaşamın her alanında kendini göstermekte ve kamu görevlilerimizin
alım gücü günden güne erimektedir. Her
ne kadar borçlanma yoluyla geleceğimizi
ipotek altına alarak bugünümüzü idame
ettirmeyi başarıyorsak da, alım gücümüz
sürekli geriye gittiği için ileride borç ödeme acziyetine düşeceğimiz gün gibi ortadadır.
Ekonomideki her türlü değişimi en yakından hisseden memurlar, emekliler, dar ve
sabit gelirliler özellikle son yıllarda düşük
maaş artışları, unutulan enflasyon farkı
hakları, geriye dönük gasp edilen ekonomik kazanımları nedeniyle büyük kayıplar
yaşamaktadır.
Son 13 yılda çeyrek altın karşısındaki
%32,6’lık kaybı bile Türkiye Kamu-Sen
olarak haklı tepkimizin en açık dayanağıdır” dedi.
20
MEMUR
VERGİYE ÇALIŞIYOR!
Gelir vergisinin alt dilimi 2016 yılı için yalnızca 600 TL
artırılınca, memurun sırtındaki vergi yükü de bir kat daha arttı.
Memur maaşları azalmaya başlayacak. Temmuz’da alacağı zam
bile vergi artışını karşılamayacak.
Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezinin yaptığı araştırmaya
göre gelir vergisi oranlarını belirleyen kazanç dilimlerinin
yıllar içinde neredeyse hiç artmaması nedeniyle çalışanlar, daha yılın ilk aylarında bir üst kazanç dilimine geçiyor
ve ödedikleri gelir vergisi oranı %15’ten %20’ye çıkıyor.
Öyle ki, %15 oranında gelir vergisi kesilen brüt kazanç
dilimi üst sınırı 2009 yılında 8,7 bin lira iken 2015 yılında
bu rakam 12 bin lira, 2016’da ise 12 bin 600 lira oldu.
Memurların tamamı Eylül ayına kadar %20’lik gelir
vergisi dilimine girmiş olacak
Hükümet, çalışanlar üzerindeki vergi yükünü iyice artırıp, 2015 yılında 12 bin lira olan %15’lik gelir vergisi üst
sınırını, 2016 yılı için yalnızca 600 lira atışla 12 bin 600
lira olarak belirleyince bütün ücretlilerin 2016 yılı içinde
bir üst vergi dilimine geçmesi ve 5 puan daha fazla vergi
ödemesi kesinleşti. 2015 yılında enflasyon artışı %8,81
olmasına rağmen gelir vergisi alt dilimindeki artış yalnızca %5 olarak belirlendi. Bu politikalar sonucunda asgari
ücretli çalışanlar da 2016 yılı içinde bir üst kazanç dilimine
geçeceklerinden, Ekim ayında ödeyecekleri gelir vergisi
%15’ten %20’ye çıkacak ve maaşları azalacak.
Doktor, öğretmen, hemşire, KİT çalışanı, sözleşmeli personel gibi birçok kamu görevlisinin ödeyeceği gelir vergisi
oranı önümüzdeki aydan itibaren %20’ye yükselecek.
Böylece Hükümet, memurlara ikinci yarıyıl zammı olan
%5 artışı daha vermeden, vergiler yoluyla %5 kesinti
yapıp, verdiğini fazlasıyla geri almış olacak. Diğer kamu
görevlileri ise önümüzdeki birkaç ay içinde aynı makûs
kaderi paylaşacak; Eylül ayına gelindiğinde bütün memurların ödeyeceği gelir vergisi oranı %20’ye çıkmış olacak
ve enflasyon yükselmeye devam ederken maaşları artmak
yerine azalacak.
21
En fazla mağduriyeti KİT çalışanı ve sözleşmeli
personel yaşıyor
KİT’lerde ya da diğer kuruluşlarda çeşitli adlar altında sözleşmeli olarak çalıştırılan sözleşmeli personel, gelir vergisi
bakımından en mağdur kesim oldu. Gelir vergisi matrahı
3500 TL olan sözleşmeli personel, Mart ayında 525 lira
gelir vergisi ödemişken, Nisan ayının ortasında %20’lik
vergi dilimine girecek ve Mayıs ayında ödeyeceği vergi
miktarı 175 lira artışla aylık 700 liraya ulaşacak.
Doktorlar 145 lira öğretmen 110 lira daha fazla
vergi ödeyecek, memur maaşları azalacak
Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin yaptığı araştırmaya
göre; 1. derecenin 4. kademesindeki 25 yıllık bir uzman
doktor, Nisan ayında 435 lira vergi öderken, bu rakam
Mayıs’ta 580 lira olacak. Böylece bu doktorun maaşı Mayıs ayında 145 lira azalacak.
Haziran ayına kadar maaşından 330 lira gelir vergisi kesintisi
yapılacak olan 4. derecenin 1. kademesindeki 25 yıllık bir
öğretmen, bir üst dilime çıkınca 440 lira gelir vergisi ödeyecek. Bu öğretmenin maaşı da 110 lira azalmış olacak.
Hemşireler de adaletsizlikten payını alıyor
Çalışma, hemşirelerin de adaletsizlikten payını fazlasıyla
aldığını ortaya koydu. Buna göre döner sermaye ödemesi de alan 1. derecenin 4. kademesindeki bir hemşirenin
maaşından, şu anda 337,5 lira gelir vergisi kesilirken vergi oranında yaşanacak 5 puanlık artışla ödeyeceği vergi;
Temmuz ayında 450 liraya yükselecek. Böylece bir hemşirenin ödediği gelir vergisi 112,5 lira artacak dolayısıyla
maaşı da aynı oranda azalmış olacak.
Memur ünvanlı kamu görevlilerinin maaşı Ekim
ayında eksiye dönecek
Araştırma, düşük maaşlı kamu görevlilerinin de gelir vergisi oranının %20’ye yükselmesi dolayısıyla kayıplar yaşayacağını ortaya koydu. Buna göre üniversite mezunu, 16
yıllık, 3. derecenin 2. kademesindeki memur ünvanlı bir
kamu görevlisi, şu anda aylık 195 lira gelir vergisi öderken,
bu rakam %20’lik dilime geçtiği Ekim ayında 260 liraya
yükselecek.
Memurların ödeyeceği vergi, yapılan zamdan ve
enflasyondan daha fazla yükselecek
Konfederasyonun Ar-Ge Merkezi tarafından yapılan araştırmada, vergi dilimi belirlenirken enflasyonun ve maaşlara
yapılan zamların dikkate alınmaması nedeniyle, memurların ödediği verginin çok daha yüksek oranda artacağı
belirtildi.
Buna göre 2015 yılında sözleşmeli personel toplam 6 bin
554 TL gelir vergisi ödemişken bu rakam 2016’da 8 bin
TL’ye ulaşacak. Sözleşmeli personelin ödeyeceği vergi de
bir yılda %22 oranında artmış olacak.
Aynı şekilde araştırmaya konu edilen bir doktordan kesilen gelir vergisi miktarı 2015 yılında 5 bin 729 lira iken
2016 yılında bu rakam %13,6’lık artışla 6 bin 510 liraya
ulaşacak.
2015 yılında maaşından toplam 4 bin 213 lira gelir vergisi
kesilen öğretmenin de ödediği vergi miktar %13,6 artarak 4 bin 785 lira olacak.
Geçtiğimiz yıl 4 bin 284 lira gelir vergisi ödeyen hemşire
bu yıl 4 bin 4905 lira; 2 bin 2257 lira vergi ödeyen memur
ise bu yıl toplam 2 bin 556 lira gelir vergisi ödeyecek.
Böylece memurun ödediği vergi hem enflasyon artışını
hem de maaşına yapılan oransal artışları geride bırakmış
olacak.
Koncuk: “Ücretliler vergiye çalışıyor, zenginler
muafiyetten yararlanıyor”
Konu ile ilgili olarak açıklama yapan Türkiye Kamu-Sen
Genel Başkanı İsmail Koncuk, asıl amacı çok kazanandan
çok; az kazanandan az vergi almak olan vergi sisteminin,
Türkiye’de yakaladığından vergi almak şeklinde işlediğini
belirtti.
Yetkililerin vergi toplamanın en kolay yolunu seçtiğini ifade
eden Koncuk, vergi kaçıranların üzerine yeterince gidilemediği için işçi, memur ve asgari ücretliden kolayca vergi
toplandığını, ülke ekonomisinin çalışanların kaynağından
kesilen vergileriyle ayakta durduğunu söyledi.
Memurların ve sözleşmeli personelin; iş adamlarından,
sanayiciden, yıllık kazancı milyonlarca lirayı bulan işletmeciden daha fazla gelir vergisi ödediğini vurgulayan Koncuk, bu adaletsizlik nedeniyle memur maaşlarına yapılan
zamların vergi artışından dolayı yaşadıkları kayıpları bile
karşılamadığını, memurların yüzde 80’inin maaşının Haziran ayında alacakları zamma rağmen artmayıp azalacağını
ifade etti.
Genel Başkan İsmail Koncuk, “Ülkede daha adil bir gelir
dağılımı sağlamanın en önemli yolu vergi sistemidir. Herkesten kazancı ile orantılı olarak doğrudan vergi toplanması gerekirken, harcamalar üzerinden toplanan dolaylı
vergiye ağırlık verildiği için, bir çalışan elde ettiği gelirin
üçte birini vergi yoluyla tekrar devlete iade ediyor. Bu
oran ticaretle uğraşanlarda onda bir bile değil… Hal böyle
olunca da vergi toplamanın en kolay yolu olan kaynağından
vergi kesmek suretiyle bütün yük kayıtlı çalışanlar üzerine
biniyor. Bu durum da gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik yaratıyor. Vergi sisteminde yaşadığımız bu adaletsizlik
nedeniyle Türkiye OECD ülkeleri içinde en yüksek gelirli
kesimle en düşük gelirli kesim arasındaki farkın ne büyük
olduğu ülkelerin başında geliyor. Bu mağduriyetin giderilmesi için ya her yıl maaş zamlarını vergi adaletsizliğini de
hesaba katarak belirlemek ya da çalışanlar için farklı bir
gelir vergisi tarifesi belirlemek gerekiyor.” dedi.
22
23
“TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMU KANUNU” YÜRÜRLÜĞE GİRDİ
SENDİKAL AYIRIM YAPAN
ZORBALAR YANACAK!
KONCUK: AYRIMCILIK YAPANLARI TEK
TEK TESPİT EDECEK VE BU KANUN
KAPSAMINDA YASAL İŞLEM BAŞLATACAĞIZ
Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “6701
sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu”na ilişkin değerlendirme yapan Türkiye Kamu-Sen
Genel Başkanı İsmail Koncuk, kanunun son derece
büyük önem arz ettiğini belirterek, işlerliği noktasında
takipçisi olacaklarını belirtti.
Kanunun 5. Maddesinin 4, fıkrasında; “Dernek Vakıf, Sendika, Siyasi parti ve meslek örgütlerine, ilgili
mevzuatlarında veya tüzüklerinde belirtilen istisnalar
dışında üye olma, organlarına seçilme, üyelik imkanlarından yararlanma, üyeliğin sonlandırılması ve bunların
faaliyetlerine katılma ve yararlanma bakımından hiç
kimse aleyhine ayrım yapılamaz.” Hükmüne yer verilirken, toplu özgürlükler arasında yer alan sendika
özgürlüğü ihlaline ilişkin ihlallerde kapsama alındı.
Koncuk, “Bu kanun önemli bir kanun olmakla birlikte
ne derece işlerlik kazanacağını önümüzdeki günlerde
göreceğiz. Ayrımcılık yapanları sendika olarak tek tek
tespit ederek haklarında her türlü yasal işlemi başlatacağız. Bu konuda tüm teşkilatlarımızın ayrımcılık
yapanları delilleri ile birlikte tespit etmesi önemlidir.
Kanunun, özellikle son yıllarda gayri ahlaki yöntemlerle barışın tamamen bozulduğu çalışma hayatımıza yeni
bir umut olmasını temenni ediyorum” dedi.
Bu kapsamda, 4688 sayılı kanunun 18. Maddesi kapsamında sendika şube yöneticilerinin, işyeri sendika
temsilcilerinin, sendika işyeri temsilcilerinin sırf sendika üyesi olmaları nedeniyle, maruz kaldıkları yer
değiştirme işlemleri, sendikal baskı olarak nitelendirilecek sendika üyeliğine veya istifaya zorlama, bu kapsamda mobbing boyutuna kadar giden uygulamalar,
sendikal faaliyetlere katılmadan dolayı disiplin cezası
ile karşı karşıya bırakılmalar, 4688 sayılı kanun ve ilgili
tüm mevzuatta yer alan hakların kullanılmasına engel
olan hususların tamamı kanun kapsamına girmiştir.
“KAMU KURUM VE KURULUŞLARI
SENDİKAL AYRIMCILIK YAPAMAYACAK,
AYRI TUTAN AYRIMCILIK TALİMATI
VERENLER MÜEYYİDEYE TABİ
TUTULACAK”
Ayrıca; Kanunun tanımlar kısmında açıkça ifade edildiği üzere; ayrı, tutan ayrımcılık talimatı veren, sendikal
ayrımcılıkla açıklanabilecek çoklu ayrımcılık tanımları
yapılırken, bu tanımlarla örtüştüğü şekilde sendikal ayrımcılık yapan talimat vermeye yetkili kişilerde kanun
kapsamında sorumlu olacaklardır.
24
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK
KURUMUNA BAŞVURULAR NASIL
YAPILACAK?
Başvuru hakkı ayrımcılığa maruz kalan gerçek ve tüzel kişiliğe tanınmıştır. Başvuru için herhangi bir ücret
alınmayacaktır. Başvurular kurumun yanı sıra illerde
Valilikler, ilçelerde ise Kaymakamlıklar vasıtası ile yapılabilecektir.
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK
KURUMUNA BAŞVURU SÜRECİ NASIL
İŞLEYECEKTİR?
6701 sayılı “Türkiye İnsan Hakları
ve Eşitlik Kurumu Kanunu”
20 Nisan 2016 tarihli Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
girdi. Yürürlüğe giren kanunla
birlikte, temel hak ve özgürlükler
kapsamında sendikal hakların
korunması, geliştirilmesi de
kanun bakımından zorunlu olarak
kapsama alındı.
Ayrıca, geniş bir alanı ilgilendiren
temel hak ve özgürlüklerin
korunması, geliştirilmesi amacıyla
kurumsal bir yapı öngörülürken, bu
kurumsal yapının işleyişinde, temel
insan hak özgürlükleri kapsamında
hukuki ve idari bakımdan kamu
idaresi, özel ayrımı yapılmaksızın
ihlallerin izlenmesi, müeyyideye
bağlanması, yargı kararına
bağlanmış hususlarda, sonuçların
izlenmesi amaçlanıyor.
Kurumun re’sen tespit ettiği hususlar dışında, ilgililer
öncelikli olarak ihlal gördükleri hususun düzeltilmesini ilgili taraftan talep edecek, talebin red edilmesi
veya otuz gün içerisinde cevap verilmemesi halinde
kuruma başvuru yapabilecektir. Ancak; telafisi güç
veya imkânsız zararların doğması ihtimali halinde, ihlali yapan ilgiliye başvuru yapılmaksızın doğrudan kuruma başvurular kabul edilecek, Dava açma süresinde Kuruma yapılan başvurular işlemeye başlayan dava
süresini durduracaktır. Kurul başvuru ve resen inceleme kararı tarihinden itibaren 3 ay içerisinde başvuruyu sonuçlandıracak, tüm kamu kurum ve kuruluşları
ile gerçek ve tüzel kişilerden bilgi, belge isteme, inceleme yapma, yazılı ve sözlü bilgi alma hakkına sahip
olacak, incelemelerinde bilirkişi görevlendirecek, tanık dinleyebilecektir.
BAŞVURULAR HANGİ TARİHTEN İTİBAREN
YAPILMAYA BAŞLANACAKTIR?
Kanunun 19. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında “işleme konulmayacak başvurular ve gerekçeli kabul edilmezlik kararları ile başvuruya ilişkin usul ve esasların
yönetmelikle düzenleneceği hükme bağlanmıştır.
Geçici 1. Maddeye göre; kanunun uygulamasını gösteren yönetmelikler Kurulun ilk toplantısını yaptığı
tarihten itibaren altı ay içerisinde yürürlüğe girecek,
kuruma başvurularda yönetmeliğin yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren alınacaktır. Yönetmelik henüz söz
konusu değildir. Bu nedenle başvuru süreci şu an için
başlamamıştır.Kanunun Geneli itibariyle dikkati çeken hususlar aşağıdaki gibidir.
1-Kanunun temel amacı; insan onurunu temel alarak
25
insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, hukuken
korunmuş temek hak ve hürriyetlerden yararlanmada
ayrımcılığı önleme ve eşitliği sağlamak amacıyla Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması,
teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesidir.
2- Kanun 3. Maddesi ile her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Ayrımcılık yasağının ihlali halinde kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları ihlali sona erdirecek, tekrarına engel olacak adli ve idari yoldan takibini sağlayacak tedbirleri
almakla yükümlü olacaklardır.
3- Kanunun 5. Maddesi ile ayrımcılık yasağının kapsamı
düzenlenmiş, kamu hizmeti alanlar aleyhine ayrımcılık
yapılmayacağı esasa bağlanmıştır. Yine 5. Maddenin
4. fıkrasında; “ Dernek Vakıf, Sendika, Siyasi parti ve
meslek örgütlerine, ilgili mevzuatlarında veya tüzüklerinde belirtilen istisnalar dışında üye olma, organlarına seçilme, üyelik imkanlarından yararlanma, üyeliğin
sonlandırılması ve bunların faaliyetlerine katılma ve
yararlanma bakımından hiç kimse aleyhine ayrım yapılamaz. İfadesine yer verilmiştir.
4- Kanunun 9. Maddesinde kurumun görevleri sayılmıştır. C) bendinde Milli eğitim müfredatında bulunan
insan hakları ve ayrımcılık yasağıyla ilgili bölümlerin hazırlanmasına katkıda bulunmak ibaresi yer almaktadır.
5- Kurulun yapısı kanunun 10. Maddesinde düzenlenmiştir. Kurul biri Başkan biri ikinci Başkan olmak üzere
on bir üyeden oluşacak, kurulun sekiz üyesi Bakanlar
Kurulu, üç üyesi ise Cumhurbaşkanınca seçilecektir.
Kurul üyeleri; yaş şartı dışında 657 sayılı kanunun 48.
Maddesinde memurluğa giriş için sayılan şartları taşıyacak ve dört yıllık fakülte mezunu olacak, görevleri
ile ilgili konuda en az on yıl çalışmış olacaktır.
Bakanlar Kurulu bir üyeyi Yüksek öğretim Kurulu tarafından insan hakları alanında çalışan iki aday arasından, kalan diğer yedi üyeyi ise, insan hakları alanında
çalışma yapan svil toplum kuruluşları, sendikalar, sosyal ve mesleki kuruluşlar, akademisyenler, avukatlar,
görsel ve yazılı basın mensupları, alan uzmanlarının
göstereceği adaylar arasından veya adaylık başvurusu
yapanlar arasından belirlenecektir. Kurul üyesi olmak
için gereken şartlar 4. Madde de sayılmıştır. Kurulun
görev süresi 4 yıldır. İki dönem görev yapan üyeler
bir dönem geçmeden aday olmayacaklardır. Üyeler
kurulda görev yaptıkları sürece önceki görevleri ile
ilişkileri kesilecektir.
Bakanlar Kurulunca ilk yapılacak seçimde seçilecek
üyelere dair başvurular ve aday bildirimleri Başbakanlığa yapılacak ve konuya ilişkin hususlar Başbakanlıkça
ilan edilecektir.
6- Kurulun görev ve yetkileri içerisinde; insan hakları
ve ayrımcılık yasağı ihlallerine ilişkin yargı kararlarının
uygulanmasına ilişkin sorunları izlemek ve değerlendirmek,
Görev alanıyla ilgili olarak yargı organlarına, kamu kurum ve kuruluşlarına ve ilgili kişilere talepleri halinde
görüş bildirmekte sayılmıştır.
7- Ayrımcılık yasağından zarar gören; gerçek ve tüzel
kişiye Kuruma başvuru hakkı tanınmıştır. Başvurular
Valilikler, ilçelerde Kaymakamlıklar vasıtasıyla yapılabilecek ve başvurularda herhangi bir ücret alınmayacaktır.
İlgililer öncelikle kanuna aykırılığı iddia edilen hususun
düzeltilmesini, ilgili taraftan talep edecek, talebin red
edilmesi veya otuz gün içerisinde cevap verilmemesi
halinde Kuruma başvuru yapabilecektir. Ancak; telafisi
güç veya imkânsız zararların doğması ihtimali halinde,
doğrudan kuruma başvurular kabul edilecektir. Dava
açma süresinde Kuruma yapılan başvurular işlemeye
başlayan dava süresini durduracaktır.
8- Kurul başvuru ve resen inceleme kararı tarihinden
itibaren 3 ay içerisinde başvuruyu sonuçlandıracak,
tüm kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerden bilgi, belge isteme, inceleme yapma, yazılı ve
sözlü bilgi alma hakkına sahip olacak, incelemelerinde
bilirkişi görevlendirecek, tanık dinleyebilecektir.
9- Kanun kapsamında ayrımcılık yasağıyla ilgili konularda sorunlara çözüm önerilerini tartışmak, görüş
alışverişinde bulunmak üzere; kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, sendikalar, ilgili diğer
kişilerin katılımıyla, istişare komisyonları kurulacak ve
istişare toplantıları yapılacaktır.
10- Ayrımcılık yasağının ihlali halinde, ihlalin etki ve
sonuçlarının ağırlığına göre; ilgililere bin Türk Lirasından on beş bin Türk Lirasına kadar idari para cezası
uygulanacak, idari para cezası bir defaya mahsus olmak üzere uyarma cezasına dönüştürülebilecek, ancak tekrarı halinde ceza yüzde elli arttırılacaktır.
İdari para cezasının kamu kurumu veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında uygulanması
halinde, ilgili para cezası kusuru olan görevliye rücu
ettirilecektir.
UNUTTURULAN
2. ÇANAKKALE:
26
KUT’ÜL
AMARE ZAFERİ
Yusuf Ziya Erarslan
Gazeteci-Yazar
Birinci Dünya Savaşı’nda
Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar
ve imkansızlıklar içerisinde,
Çanakkale’den sonra İngilizlere
karşı kazandığı ve bir tümeni bütün
personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz
bir zafer…​
27
Alman Prof. Naumark’ın dediği gibi: ‘’Tarihten Türkler
çıkartılırsa tarih diye bir şey kalmaz.’’
Binlerce yıllık geçmişe dayanan Türk tarihi büyük acılara,
soykırımlara, dramlara ve elbette daha çok büyük zaferlere sahne olmuştur.
Her zafer mühimdir, kutsaldır ama bazıları var ki, okudukça okuyasınız gelir. Aradan asırlar geçse de efsanesi
dilden dile dolaşır.
Mesela Malazgirt, Fatih’in İstanbul’u fethi, Timur’un Hindistan gazası ve Çanakkale ilk akla gelenler… ve daha
niceleri…
Ama öyle bir muhteşem zafer daha var ki; aman Allah’ım…
Kut Zaferi… Yani Kut’ül Amare Savaşı…
Çanakkale’de esaslı bir Osmanlı tokadı yiyen İngilizlerin
1 yıl sonra (1916) bu kez Irak-Basra’da tarihi bir hezimet
yaşadığı kutlu zafer Kut’ül Amare…
1.Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zafer; Çanakkale ve Kut’ül Amare…
Diyeceksiniz ki ‘’Çanakkale’yi ne kadar biliyor-unutmuyoruz ki, Kut’ül Amare’yi bilelim, unutmayalım!’’
Haklısınız… Çanakkale’yi bile unutmuştuk birkaç yıl öncesine kadar…
Anzaklar sağ olsun, bıkıp üşenmeden dünyanın öbür
ucundan her 25 Nisan’da gelip zafer ayinleri yaptıkları
için utandık da Çanakkale Zaferi, Çanakkale Şehitleri için
bir şeyler yapmaya başladık.
Ama 100. Sene-i devriyesinde Kut için daha henüz onu
bile yapmadık.
Bu ayıp bize yeter!
Gelelim bu muhteşem zafere… Kut’ül Amare’ye…
Kut’ta 10.000 Mehmetçik uçmağa vardı ama kanları yerde kalmadı. Şımarık Türk düşmanı İngilizler 40.000 kayıp
vermelerinin dışında 13 bin 300 askeri ile Türk birliklerine teslim oldu.
Ağır silahlarla donatılmış, üstelik Hintli askerlerle takviye
edilmiş koca bir İngiliz Tümeni’nin dörtte üçü yok edildi,
geri kalanı silahlarıyla birlikte teslim olmak zorunda kaldı.
Emperyalist İngilizler için utanç verici bir durumdu bu.
Unutmak-unutturmak istediler bu utancı…
Ve sanırım bunda başarılı da oldular.
Kut’ül Amare Zaferi, bu zaferin başbuğu ve daha sonra
‘Kut’ soyadını alan Halil Paşa ve Basra Körfezi’nde kahramanca cenk eden yiğit alpler pek bilinmez!
Bu savaşı ders kitaplarında bulamazsınız! Ne zafer kutlaması ne de 10.000 şehidimiz için anma töreni yapılmadı
şimdiye kadar ne hikmetse!
İngilizler unuttu, bize de unutturdular!
Kendi tarihlerinden, hafızalarından çıkarıp attılar. Ama
dünya tarihinden ve Türk tarihinden söküp atamayacaklar.
Unutmadık, unutmayacağız Allah’ın izniyle…
Türkler, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da olduğu gibi ‘Mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır’ veciz
sözünü Kut’ül Amare’de de dimağlara nakşetmişlerdi…
Ve Halil Paşa (Halil Kut Paşa) zafer sonrası ordusuna yayınladığı bildirisinde şöyle demiştir: ‘’Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu.
İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir
vaka daha göstermemiştir.’’
Ve Halil Paşa o bildirisinde şu sözleriyle Kut’ül Amare Zaferinin ‘unutulmamasını’ istemiştir: ‘’Bugüne Kut Bayramı namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene
bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Sühedamız, hayatı ulyatta,
semevatta kızıl kanlarla pervaz ederken, gazilerimiz
de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar.”
28
KUT-ÜL AMARE ZAFERİ VE DETAYLARI
Aydın Ayhan ‘’ 1. Dünya Savaşı’nda Unutturulan Kutü’l
Ammare Zaferi’’ başlıklı çalışmasında Kut’ül Amare Savaşını şöyle anlatıyor:
İngilizler’in “Mezopotamya Seferi” adı verdikleri Irak
Cephe’si, Hindistan’ın Bombay şehrinden hareket eden,
İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim
1914’te Bahreyn ve 21 Kasım 1914’te Basra Körfezi’ndeki Fav Yarımadası’ndan başlayarak Irak Basra’yı işgali ile
açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı
kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra’yı geri almak
üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman
Askerî Bey cephe komutanlığına atandı.
Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe’de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, 3
gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta
bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin
önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır
şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti.
Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri
ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve
Bağdat’a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla
bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna’yi daha sonra da
Amare’yi işgal ettiler.
Ardından Kûtü’l-Amare’ye hareket ettiler. Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü’l- Amare, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet
yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915’te
düştü.
Kütü’1-Amare kaybedilmesi Bağdat’ı büyük bir tehlikeye fazla bir engel kalmamıştı. İngilizler Bağdat’a oldukça
yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri
düzgün bir şekilde Selmanipak’a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar.
4 AY 23 GÜN SÜREN KUŞATMA
23 Kasım 1915’te Selmanipak’a taarruz eden İngilizler
şiddetli bir direnişle karşılaş’tılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp
vererek 25 Kasım’da Kûtü’1-Amare’ye doğru çekildiler.
Burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar.
1914 sonlarında Irak’a asker çıkaran İngiliz ve Hint askerleri, General John Nixon ve General Charles Townshend komutasında 1915 sonbaharında Bağdat’a doğru
yürüyüşe geçti. Albay Nureddin Bey ( Nureddin Paşa)
27 Eylül 1915’te İngilizleri Kut önünde karşıladı. İlk önce
Bağdat’ın 30 km güneyine kadar çekilen Türk ordusu,
İngilizleri püskürttü ve General Townshend etrafı Dicle
nehri ile çevrili Kut yarımadasında kuşatıldı. Nureddin
Bey’in yerine Irak komutanlığına getirilen 52. Tümen Komutanı Halil Paşa kumandasındaki kuşatmayı yarmak için
Basra’daki İngiliz genel karargahının yaptığı üç taarruz da
büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı.
Kut-ül Amare’de İngiliz birliklerinin komutanı General
Townshend de diğer dörtgeneral ile birlikte esir alınmıştı
İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi;
ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı. Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri
Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah
bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kut üzerine yaptığı saldırı da sonuçsuz kaldı.
Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı
çeken General Townshend, Halil Paşa’ya 26 Nisan’da
mektup yazarak Kut’u teslim etmeye hazır olduklarını
bildirdi. Halil Paşa ise birlik, silah ve cephaneleri teslim
etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi.
Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29
Nisan 1916’da teslim oldu.
40 BİN KAYIP VERDİLER
Yaklaşık 5 ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481
subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kut ül Amare zaferi olarak
geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti.
Kut ül Amare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda
uçakla önemli görevler yaptı. Keşif görevleri yapan Türk
uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etti. 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz
kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da
Türk avcı uçağı tarafından düşürüldü.
Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917’de işgal etmesine engel olamadı.
Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler,
ancak Mart 1917’de Bağdat’a ulaşarak kenti işgal etti.
Halil Paşa zafer sonrası ordusuna yayınladığı bildirisinde
şöyle demiştir:
29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri…
ORDUMA ..!
Arslanlar!..
29
1. Bugün Türkler’e şerefü şan, İngilizlere kara meydan
olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında sühedamızın ruhları şadü handan pervaz ederken, ben de
hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik
ediyorum.
2. Bize ikiyüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir
vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamd-ü şükür eylerim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan
harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.
3. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin
neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün
Kut’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen
İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
4. Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak
için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
5. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı
Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz.
6. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer
yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında
muvaffakiyeti atiyemizin parlak bir başlangıcıdır.
7. Bugüne KUT BAYRAMI namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar.
Sühedamız, hayatı ulyatta, semevatta kızıl kanlarla
pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle
nigehban olsunlar.
Mirliva Halil
Altıncı Ordu Komutanı
24 / 04 / 1916
HALİL KUT PAŞA
KİMDİR?
Halil (Kut) Paşa (1882 1957) Enver Paşa’nın ondan iki yaş büyük amcası.
“Kut’ül Amare Kahramanı” olarak bilinir.
1882’de İstanbul’da doğdu. Harp Akademisi’nde
Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. İttihat ve
Terakki Fırkası’na girdi. I. Dünya Savaşı’nda Kut’ül
Amere cephesinde General Townshend komutasındaki İngiliz kuvvetlerini esir aldı. Ardından Irak
askerî valiliğine getirildi. Goltz Paşa’nın ölümü
üzerine 6. Ordu komutanlığına atandı.
Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Diğer İttihaçılarla birlikte Bekirağa Bölüğü’ne kapatıldıysa da Yahya Kaptan tarafından kaçırıldı. Sivas’a giderek Heyet-i Temsiliye
Başkanı Mustafa Kemal ile görüştü. Buradan Azerbaycan’a giderek Enver Paşa ve kardeşi Nuri Paşa
ile buluştu. Kurdukları İslam Ordusu’yla Ermeniler’e karşı savaştı. Bu arada Ankara Hükümeti adına Moskova yönetimi ile görüştü. Sovyetler’in Ankara Hükümetine gönderdiği külçe altınları getirdi.
Ankara Hükümeti’nin Türkiye’de oturmasına izin
vermemesi üzerine Moskova’ya döndü.(1921)
Enver Paşa, Türkistan’da Sovyet yönetimine karşı
savaş başlatınca, Halil Paşa Rusya’yı terk ederek
Almanya’ya gitti (1922). Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hükümetin izniyle İstanbul’a yerleşti.
1957’de İstanbul’da vefat etti. Anıları, “Kut’ül
Amare Kahramanı Halil Paşa’nın Anıları: Bitmeyen
Savaş” adıyla 1972’de yayımlandı.
30
Dünyanın ilk kadın hükümdarı;
TOMRİS HATUN
13 bin kişilik ordu ile 100 bin kişilik Pers ordusunu
yerle bir eden Türk kadın başbuğ…
Tomris hatun ve destan milattan önce 6. yy'da yaşayan
İskit-Saka hükümdarıdır. Türkleri tek bir çatı altında
toplayıp Turan Birliği'ni sağlayan Alp Er Tunga'nın torunudur.
Ayrıca tarihte bilinen ilk kadın hükümdardır. Tomris
Hatun döneminde Saka Devleti kendi tarihinin en
parlak dönemini yaşamıştır. Tomris Hatun, bölgedeki hakimiyeti sağlamış fakat bu hiç kolay olmamıştır.
Güneylerinde bulunan Pers İmparatorluğu ile amansız
mücadelelerde bulunmuş, gerçekleştirdiği mücadelelerden en ünlüsü ise Pers İmparatoru Kiros ile verdiği
mücadelelerdi.
İmparator Kiros sürekli olarak Saka Devleti topraklarına akınlar düzenliyor ve Saka halkına büyük kayıplar
yaşatıyor. Saka Türkleri ise imparator ile mücadeleye
girmeden önce daha iyi bir ortamda savaşabilmek için
geri çekiliyorlardı.
Bu durumdan sıkılan Kiros, Tomris Hatun'a bir elçi
gönderir ve devletinin kendine bağlanmasını ayrıca
kendisi ile evlenmesini ister. Bunun sonucunda ise
Tomris Hatun ve devleti ile uğraşmayacağını belirtir.
Tomris Hatun, Kiros'un bu isteğini reddeder ve Kiros yüzlerce fil, savaş için eğitilmiş binlerce köpek ve
100.000 kişiyi aşan büyük bir ordu toplayarak Saka
Devleti'ne saldırır.
31
Tomris Hatun ise 9.000'i kadından oluşan 13.000 kişilik ordusunu toplar ve uygun bir bölgede Kiros'u beklemeye başlar. Kiros ordusunu Tomris'in bir kaç km ötesinde mevziler
ve plan yapmaya koyulur.
Kiros önce, Tomris’in oğlunun emri altındaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozguna uğrattı. Tomris’in oğlu
düşmana yenilmenin verdiği yasla kendi kendini öldürdü.
Bu savaşı kazanan ve gözleri dönmüş olan Kirus, Türk Hakanı Tomris Hatun’un da üzerine yürüdü. Türklerle, İranlıları bir kere daha karşı karşıya getiren bu savaş, pek kanlı
oldu. Önce her iki taraf birbirlerine ok atmaya başladılar.
Bu oklaşmalar öyle şiddetli oldu ki, iki taraftan yaralanmayan hemen hiç kimse kalmadı. Böylece gayet kanlı bir
başlangıçtan sonra, ordular mızrak ve kılıçlarla göğüs göğüse geldiler. Türklerin kadın başbuğu ile İranlıların erkek
hükümdarının idare ettiği bu müthiş savaşın sonu çabuk
geldi. Her vuruşmada olduğu gibi, bunda da zafer kartalı,
kahramanlık, askerlik kabiliyeti ve zekada üstün olan tarafın esiri oldu. Savaşı Türkler kazanmıştı. Yüce Türk Hakanı
Tomris Hatun hem milletinin ve yurdunun mukaddes sevgisiyle ve hem de savaşta yenildiği için hayatına kıymış olan
sevgili oğlunun, gönlüne saldığı büyük acı ile dövüşmüştü ve
başardığı bu kahramanca dövüşle, İran ordusunun büyük
kısmını cansız olarak yere sermiş olmakla beraber Kirus’u
da öldürmüştü.
Alp Er Tunga'nın torunu Türk hükümdarı
Tomris Hatun
Dedesi Alp Er Tunga'yı zehirlemiş olan,
İranlılardan öcünü Tomris Hatun aldı.
Tarih içinde İskitler olarak yer bulan,
Saka Türklerinin ününü Asya'ya saldı.
Tomris Hatun Turan ülküsünü hakim kıldı,
Türk töresi hükmünce devlet görevi aldı.
Gelip Saka Türklerinin hükümdarı oldu,
İran'a sefer eyleyerek Perslere daldı.
Güçlü bir memleket için mücadele verdi,
Savaşta düşmanları hiç acımadan vurdu.
Çinden gelecek saldırılara karşı durdu,
Ülkeyi korumayı en büyük görev bildi.
Türkün düşmanına Asena gibi dalarak,
Ünlendi İran'ın bir çok yerini alarak.
Erkek gibi güçlü yiğit bir kadın olarak,
Yıllar yılı Acem ülkesine korku saldı.
Kirus hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Bunun
için, kahraman Türk kadını Tomris, bu kan akıtıcı adama,
dünyaya ibret teşkil edecek bir muamelede bulundu ve
Kirus’un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak “Hayatında kan
içmeğe doymamıştın, şimdi, doya, doya iç!” dedi.
Yusuf karar verdiği zaman yoldan dönmedi,
Onun zamanında hiç bayrak yere inmedi.
O düşman askerlerinden asla çekinmedi,
Erkeklere karşı erkek gibi kılıç çaldı.
Bu hadise yüz yıllarca dünya milletlerinin dillerinde söylendi
durdu ve bugüne kadar ulaştı.
Yusuf Tuna
32
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün manevi
kızı, dünyanın ilk
kadın savaş pilotu,
vatan ve millet
sevdalısı Türk
kadını….
SABiHA
GÖKÇEN
33
Sabiha Gökçen
(22 Mart 1913-Bursa – 22 Mart 2001 Ankara)
Türkiye'nin ilk kadın pilotlarından birisidir ve dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotudur. Mustafa Kemal
Atatürk’ün sekiz manevî evladından birisi idi. Uçuş
kariyeri boyunca 8.000 saat civarı uçuş gerçekleştirdi;
bunlardan otuz ikisi muharebe görevi idi. Adı, Sabiha
Gökçen Uluslararası Havaalanı'na verilmiştir.
Bursa Vilayet Başkatibi olan Hafız Mustafa İzzet Bey
ile Hayriye Hanım’ın kızları Sabiha, 22 Mart 1913'te
Bursa'da dünyaya geldi. Edirne Defterdarı olan babası
Hafız İzzet Bey, Bursa'ya sürülmüştü.
Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi
Neşet tarafından büyütülen Sabiha, 1925'te henüz 12
yaşındayken Bursa ziyareti sırasında evlerinin yakınındaki Hünkar Köşkü’nde konaklayan dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e ulaşmayı ve okumak istediğini
iletmeyi başarmıştı.
Atatürk, ağabeyinden izin alarak, zor şartlar altında
yaşayan Sabiha'yı evlat edindi ve Ankara’ya götürdü.
Sabiha, Çankaya İlkokulu, Arnavutköy Amerikan Kız
Koleji ve Üsküdar Amerikan Lisesi’nde eğitim gördü.
Rahatsızlığı nedeniyle öğrenimini yarıda kesip Heybeliada ve Viyana’da tedavi gördü.
Bir süre Fransızcasını ilerletmek amacıyla Paris’te bulundu.
1934'te Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra Mustafa Kemal Sabiha'ya Gökçen soyadını verdi.
Havacılık kariyeri
Sabiha Gökçen, 1935'te Türkkuşu'nun açılış töreninde
yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa
ilgi duydu. Atatürk’ün de destek vermesi ile 1935'te
Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık
Okulu'na girdi, Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı.
34
“Beni çok mutlu ettin… Şimdi artık senin için
planladığım şeyi açıklayabilirim… Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın… Bir Türk
kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması
ne iftihar edici bir olaydır, tahmin edersin değil
mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir’deki Tayyare Mektebi’ne göndereceğim.
Orada özel bir eğitim göreceksin ”
O yıllarda kızlar askerî okullara alınmadığı için özel
bir üniforma giydirilerek Eskişehir Uçuş Okulu’nda,
1936-1937 döneminde 11 ay boyunca özel eğitim
aldı. Bu eğitim sırasında kendisine ilkokul öğretmeni
Nüveyre Uyguç eşlik etti. Gökçen, brövesini aldıktan
sonra Eskişehir’deki 1. Hava Alayı’nda altı ay görev
yaptı, bu sırada Trakya ve Ege manevralarına katıldı.
Hatay Sorunu ile ilgili çıkışı
1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberler, Ankara'da sert tepkiyle
karşılandı. Mustafa belgeselinde Can Dündar'ın iddia
ettiğine göre, Atatürk'ün emriyle Üniformasını giyen
Sabiha Gökçen Fransız elçisinin önünde havaya üç el
ateş etti ve "Hatay'ın vatana katılması için gerekirse
silahlanırız" dedi. Olay sonunda yine Atatürk'ün emriyle tutuklanan ve mahkemeye çıkan ve yasa gereği
bir gün hapis yatan Sabiha Gökçen'in çıkışı sayesinde
Atatürk’ün planı tutmuş ve Fransızlara gözdağı verilmiş, kararlılık gösterilmiştir.
Balkan Turu
Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Kırım'a gönderilerek altı aylık yüksek planörcülük eğitimini Koktebel
Yüksek Planör Okulu'nda tamamladı. Moskova'ya motorlu uçak okuluna gitmeyi planlıyordu. Ancak manevi
kız kardeşi Zehra'nın ölüm haberini alınca bu düşünceden vazgeçerek ülkesine döndü.
Bir süre dünyaya küsen Sabiha, Atatürk'ün ısrarları ile
yeniden çalışmalara başladı. Eskişehir Havacılık Okulu’nda Savmi Uçan ve Muhittin Bey’den özel uçuş eğitimi aldı. 25 Şubat 1936'da ilk defa motorlu uçak ile
uçmaya başladı.
Gökçen'in, uçuş eğitimde gösterdiği başarılardan dolayı, Atatürk kendisine şunları söyledi:
1938'de uçağıyla 5 gün süren Balkan Turu yapan Gökçen’in ünü bu turla dünyaya yayıldı. Ankara'da bulunan
Balkan Paktı heyeti üyelerinin Sabiha Gökçen ile tanıştıktan sonra kendisine uçakla başkentlerine gelmeyi önermeleri üzerine bu tur fikri doğmuştu. Gökçen,
Atatürk'ün arzusu üzerine bu turu yanına bir makinist
dahi almadan, tek başına gerçekleştirdi.
Vultee tipi bir uçakla İstanbul'dan havalandıktan sonra
Atina'ya ardından Sofya ve Belgrad'a gitti. Kendisine
Yugoslav Genel Kurmay Başkanı tarafından "Beyaz
Kartal" nişanı verildi. İstek üzerine Bükreş'te bir gösteri uçuşu yaptıktan sonra 6. gün olan 22 Haziran'da
İstanbul'a döndü. Bu Balkan turu, basının büyük ilgisini
uyandırmış, her yerde göklerin kızı olarak anılmasına
neden olmuştur.
35
Son uçuşu
1953 ve 1959'da davet edildiği ABD'ye Türk toplumu
ve Türk kadınını tanıtmak amacıyla giden Gökçen için
büyük bir Amerika turu düzenlenmiştir. Son uçuşunu
1996'da 83 yaşında iken Fransız pilot Daniel Acton eşliğinde Falcon 2000 uçağıyla yapmıştır.
"Dünya tarihine adını yazdıran 20 havacı" arasına katılışı
1996'da havacılık kariyerinin en büyük ödülünü almıştır. Amerikan Hava Kurmay Koleji'nin mezuniyet töreni için düzenlenen Kartallar Toplantısının onur konuğu olarak katıldığı Maxwell Hava Üssü'ndeki törende
"dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri" seçildi. Bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı oldu.
Ölümü
Sabiha Gökçen 2001 yılında, tam doğum gününde (22
Mart) Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde öldü. Öldüğünde 88 yaşında idi.
Aldığı ödül ve madalyalar
• THK'nın bir numaralı Övünç (Murassa) Madalyası
ve beratı.
• Yugoslav Ordusunun en büyük nişanı olan Beyaz
Kartal Nişanı ve ordu brövesi.
• Romanya Ordusu Havacılık Brövesi.
• Trakya ve Ege Manevraları'ndan dolayı verilen hatıra madalyalar.
Atatürk'ün ölümünden sonraki dönem
Manevi babası Atatürk öldükten sonra hayatını yeniden düzene sokan Gökçen, kadınların orduda görev
yapmasına ilişkin yasa çıkmadığı için ordudan ayrıldı
ve Türkkuşu Uçuş Okulu'na başöğretmen tayin edildi. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Türk
Hava Kurumu yönetim kurulu üyesi oldu. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçmuştu.
Gökçen, 1940 yılında Hava Okulu’nda askerî coğrafya
ve topoğrafya öğretmeni Üsteğmen Kemal Esiner ile
evlenmiş ve eşine kendi soyadını vermiş; ancak üç yıl
sonra, 12 Ocak 1943’de eşini kaybetmiştir.
• Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı kazanmasının 50. yılında TBMM'deki törende verilen mesleklerinde öncü kadınlar plaketi.
• Selçuk Üniversitesi'nin fahri doktorluk payesi.
• THK tarafından 1989'da verilen altın madalya.
• 1991'de Uluslararası Havacılık Federasyonu'nun
havacılığın bütün dallarında üstün başarı gösteren
havacılara verdiği FAI altın madalyası.
• 1996'da ABD'nin Maxwell Hava Üssü'ndeki törende "dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan
biri" ünvanı.
• Ordu, çeşitli dernek ve kuruluşların verdiği 28
adet plaket.
36
Belçika’da bir Türk aşığı köy: Faymonville
TÜRK DEĞİLLER AMA
KENDİLERİNİ TÜRK
HİSSEDİYORLAR
Bine yakın insanın yaşadığı bu
köyün meydanında Türk bayrağı
dalgalanıyor, köyün tek oteli “Le Vieux (Eski)
Sultan” ismini taşıyor, köyün tek futbol
takımının adı ise RFC Turkania (Genç Türkler
Birliği). Belediye binasının duvarındaki Türk
arması ve içeri girince duvarda asılı duran
Atatürk resmi gözlerden kaçmıyor.
37
Yaklaşık 100 haneden oluşan ve bin kişinin
yaşadığı Faymonville köyünün her köşesinde bir Türk bayrağı görmek mümkün.
Türk bayrağını taşımakla yetinmeyen köylüler fes gibi aksesuarlar kullanarak Türklere
daha da çok benzemeye çalışıyor.
Bine yakın insanın yaşadığı bu köyün meydanında Türk bayrağı dalgalanıyor, köyün
tek oteli "Le Vieux (Eski) Sultan" ismini taşıyor, köyün tek futbol takımının adı ise RFC
Turkania (Genç Türkler Birliği). Belediye
binasının duvarındaki Türk arması ve içeri
girince duvarda asılı duran Atatürk resmi
gözlerden kaçmıyor.
İşin ilginç yanı ise bu köyde tarihin hiç bir
döneminde hiçbir Türk yaşamamış.
Faymonville köylülerine Türk denilmesinin
sebebi hakkında birçok rivayet bulunsa da
en gerçekçi olanı 16.yy'a dayanıyor.
16.yy'da Osmanlılarla savaşmak için yardım
adında kilise tarafından para toplanırken,
Feymonville köylüleri diğer Valon (Belçika'nın içinde otonom bir bölge) köylerinin
aksine Lüksemburg Düşesliği’ne bağlı oldukları için ödeme yapmayı reddetmişler
ve bu sebeple "Hristiyanlık aleminin düşmanı ve Türklerin dostu" ilan edilmişler.
O zaman düşman olarak görüldükleri için
"Türk" ismi verilen Faymonville, Türklüğü
benimsemiş hatta rivayet odur ki bir dönem kilise çanlarını susturup dua çağrısını
ezan taklidi sesle yapmaya başlamışlar.
Köyün yaşlıları 2. Dünya Savaşı ile ilgili çok
ilginç bir anektod anlatırlar.
Alman orduları 2. Dünya Savaşı sırasında
köyün girişindeki Türk bayrağından dolayı
bu köye zarar vermezler çünkü Türkiye ile
saldırmazlık anlaşması vardır.
Gerçekten Faymonville köyü çevre köylerin aksine Nazi işgaline uğramamıştır.
23 Şubat’ta düzenledikleri karnavala komşu
köyler her yıl farklı farklı ülkelerin kıyafetleri ile, Faymonville sakinleri ise Türk bayrağının başı çektiği korteje Osmanlı kıyafetleri
ile katılıyorlar.
38
Emrah BEKÇİ
Araştırmacı / Yazar
TEŞKİLAT-I MAHSUSA
AHMED CEMAL PAŞA
I – KANAL (SÜVEYŞ) TAARRUZU
Tarihte ‘’1.Kanal Harekâtı’’ olarak bilinen hadisenin
amacı; İngiltere’nin Hindistan üzerinden takviye olarak gelecek kuvvetlerini engelleyip, Mısır’da okumuş
ve aydın tabakası vasıtasıyla iç isyan tertip edip, İngiltere’nin Batı’daki gücünü kırmak, böylelikle Batı cephesinde Osmanlı ve Alman iş birliğinin gücünü arttırmaktı.
Birçok tarih kitaplarında yer alan hadise (Taarruz),
ülkelerin siyasi tarihi açısından ele alındığı için tarafsız gözle irdelenmesi şüphe ile bakılması gereken bir
nokta olarak görünmekte. Bundan dolayıdır ki hadisenin cereyan ve neticesi konusunda ‘’Teşkilat-ı Mahsusa Günlükleri’’ne göz atmakta fayda olacaktır. Okuyacağınız satırlar, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey’in
nakilleri ile kaynak vesikaların ibrazı niteliğinde olup,
konuyu okuyucu kendi zihninde daha iyi analiz edeceğini umarak hadiseyi (Osmanlı Yenilgisini) üzülerek ve
‘’Kanal Taarruzunda Şehit Olan Ecdadımızı Rahmetle
Anıyor’’, tarihsel hadisenin yazılı nakline başlamak istiyorum.
39
Taarruzu) Mısır ve civarı ile alakalı mevzularında
ve yine mümasil siyasi faaliyetinizde müşarünileyh
ile temasta bulunmanız ehemmiyetle bildirilir.’’
Ardından birkaç saat sonra Mısır Fevkalade Kumandanı Abbas Hilmi imzasını taşıyan ikinci bir telgraf gelir.
Yukarıda bahis ettiğim gibi, Osmanlı Harbiye Nazırlığı (Nazır Enver Paşa) İngiliz’lerin Hindistan üzeri Batı
cephelerine takviyesini engellemek amacıyla, ‘’Süveyş
Kanalı’’nda bulunan birliklerine bir taarruz kararı alır.
Kararın alındığı sırada siyasi çekişmeler ve koltuk savaşları da Osmanlı Devleti içerisinde sürmektedir.
Tarihsel olarak kaynaklarda yer almayan, ama Teşkilat-ı Mahsusa günlüklerine düşülen bazı hadiseler söz
konusudur. Bunlardan biri, Osmanlı İstihbarat Reisi
Eşref Bey’e gönderilen bir telgraftır. Bu telgraf ‘’GİZLİ VE ŞAHSA ÖZEL’’ ayrıca telgrafın eline geçtiği,
okuduğu rapor edilerek geri bilgi verilecek kadar da
önemli bir konuyu içerir.
(Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa)
El’ariş’te size iltihak etmek üzere mutemetlerimden Yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman Efendi, karargâhlık kadrosundan bir kısım ile yoldadırlar. İnşallah yakında sizlerle el ele vererek aziz vatanımız
Mısır kıta’sının istihlasında beraber bulunacağız.
Şahsiyetiniz, bu mesut neticenin tahakkuku için
en kuvvetli teminattır. Bu şerefli günün tahassürü içinde bütün mücahit arkadaşlarınıza selam
ve muvaffakiyet temennilerimi delaletinizle iblağ
ederim, efendim.
Mısır Fevkalade Kumandanı
Abbas Hilmi
(Eşref Bey, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi)
Eşref Bey Mısır’a bağlı Sina Yarımadası’nın kuzeyinde
bulunan ‘’El-Ariş’’tedir. Başkomutanlıktan kendisine gelen telgrafta; ‘’Mısır Hidiv’i (Vali) Hilmi
Paşa, bugünden itibaren Mısır fevkalade kumandanı olarak vazife almıştır. Harekatınızın (Süveyş
Eşref Bey telgrafı aldıktan üç gün sonra Yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman Efendi gelir. Çölün metruk hali
yanında gelenlerin ihtişamlı bir vaziyette çadırları ve
imkânları tezat oluşturmaktadır.
Bir süre sonra Adana’dan bir telgraf daha gelir. Gelen
telgraf akılları karıştırmaktadır.
‘’Bahriye Nazırlığı vazifeme ilaveten, Dördüncü
Ordu ve Mısır cephesi fevkalade kumandanlığı vazifesini de deruhte ederek geliyorum. Siyasi faa-
40
liyetinizin haricinde, mıntıkam dâhilindeki askeri
çalışmalarıma yardımcı olacak malumatı ve kıymetli muavenetinizi rica ederim. Bütün mücahit
arkadaşlarınızla gözlerinizden öper, muvaffakiyet
temennilerimi ve muhabbetlerimi teyit ederim.’’ /
Ahmed Cemal Paşa.
ve mesainizi müşarünileyhle müştereken tespit ve
idadeniz rica olunur.’’
(Ahmed Cemal Paşa)
(Cemal Paşa’nın Eşref Bey’e Kudüs’ten Yazdığı Mektup)
Soru: Mısır Fevkalade Kumandanı kim? Abbas
Hilmi mi? Ahmed Cemal Paşa mı?
**
Üst üste gelen telgraflar ve Mısır Fevkalade Kumandanlığına atandığını beyan eden iki önemli kişi. Aslında,
durumun tutarsızlığı telgrafların gelmesiyle birlikte en
başından beri net bir şekilde gözükmekte iken, Eşref
bey’i de telaşlandıran hadisenin cevabını almak için
gizli ve şifreli olarak bir telgrafla konu başkumandanlığa sorulur. Gelen cevap şaşırtıcı ve yapılacak taarruzun
en başından kaybedileceğinin habercisi niteliğindedir.
Başkumandanlık makamından gelen cevap şöyledir:
‘’Bazı fevkalade ahval dolayısıyla Hidiv Abbas Hilmi
Paşa yerine Bahriye Nazırı Cemal Paşa Dördüncü
Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. Müşarünileyhin mıntıkası dâhilinde Filistin-Sina cephesi de
vardır. Siyasi faaliyetiniz haricinde, askeri ihtiyaç
Artık Mısır Fevkalade Kumandanın Ahmed Cemal
Paşa olduğunu yazılı emirle anlayan Teşkilat-ı Mahsusa
Reisi Eşref Bey, Osmanlı devletinin karmaşık unsurları
içerisinde, birliğin sağlanmasına inanan Ahmed Cemal
Paşa’ya Taarruzdan ziyade farklı bir öneri sunmuştu.
Eşref Bey’in kendisinden dinleyelim. Cemal Paşa’ya: ‘’.. kendisine, Suriye, Hicaz, Necid, Filistin, Lübnan, Yemen ve kısacası bütün Arap ülkelerinin kaynaşmakta olduğunu, Süveyş üzerine yapılacak bir harekatın
artık ‘’Baskın’’ dan ileri gidemeyeceğini, çünkü Mısır’ın
hemen hemen her tarafına yerleştirilmiş mutemed
ajanlarımızdan gelen haberlerin, Süveyş kıyılarına Yeni
Zelanda, Hindistan, Avustralya ve hatta bizzat İngiltere’den taze ve mühim kuvvetler sevk edildiğini, ağır çaptaki ve Mısır’da, bilhassa gençlik arasında ne kadar tesirli propaganda yapmış olsak da,Mısır’ın tam manasıyla
diktatörü haline gelmiş olan Sör Con Maksvel’in bir iç
ayaklanma ihtimaline karşı bütün tedbirleri almış bulunduğunu izah ettim.’’
41
kani idi. Arap ayrılış hareketlerini bu inancı dolayısıyladır
ki şiddetle bastırma yolunu tuttu. Müsamaha tanımadı.
Hâlbuki bütün bu hava ve mesnetlerin yaratılış ve oluşu,
bizden çok eski idi. Cizvit müesseseleri, İngiliz propagandası ve altınları, menfaatini her duygunun üzerinde
tutmaya alışmış bu diyarda, yapacağını zaten yapmıştı.
Geriye, daha iyi hatıralarla ayrılmak kalıyordu. Maalesef
onu da yapamadık.’’
(Teşkilat-ı Mahsusa’nın Telgraf İçin Kullandığı Şifre)
**
Osmanlı Gizli Servisi’nin Cemal Paşa’yı uyarması, paşa
üzerinde bir tesir yaratmamış, Cemal Paşa’nın bölgeyi fiziki olarak bilmemesi Eşref Bey’i içten içe üzüyor,
ama emirleri uygulamaktan başka da bir çaresi bulunmuyordu. Hatta konunun ciddiyeti ve alınacak hiçbir
neticenin olmadığını tarihe şu satırlar ile şerh düşüyordu:
‘’..Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günde esaslı fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöle hemen hemen ile defa geliyordu. Çok kısa sürmüş olan Bağdat valiliğinde tanıdığını
zannettiği iklimin burası ile alakası yoktu. Kum deryası
içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, İslam
âlemi içinde yaratacağı nevmidiyi kendisine anlattım,
Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mısır ve çevresinde telkin ettiği
manevi fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgunun tevlid edeceğini zararın
maddi olmaktan fazla, Kutsiliğine inandırılmış fikirlerin iflası olabileceğini söyledim. Cemal Paşa, bütün bu
noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat
Süveyş üzerine bir inişin ‘’şart’’ olduğunu, hatta kendisinin bunun için geldiği cevabını verdi. Bu cevabın tarih
huzurunda ki değerini ve nasıl bir mazeret olacağını münakaşa edecek değilim. Söyleyeceğim şudur ki, Cemal
Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet otoritesinin
devamını zaferlerde aradı, bu zaferlerin de ancak tam
bir disiplin hayatı içinde temin edileceğine samimiyetle
I.Kanal Taarruzu kalkışmayı planlayan Ahmed Cemal
Paşa’nın komuta ettiği silahlı kuvvetin devleti olan
Osmanlı şu haldeydi; İskenderun körfezi düşman donanmasının devamlı ateşi altında idi. Kanal Taarruzuna
kalkan Osmanlı Devleti’nin ana malzeme sevkiyatı bu
yol idi. Bağdat yolunun bazı bölümleri, henüz tamamlanmamıştı. Kısacası, Süveyş Kanalına yapılacak olan
taarruzun başarı olması için mucize gerekiyordu.
Ve savaş başlıyor…
1915 seneleri başında cereyan eden hadiseyi İngiliz
kaynakları savaş sonrası neşrettikleri ‘’Harbin İngiliz
Kaynaklarına Göre İzahı ve Resmi Vesikalar’’ adlı eserde, şöyle anlatıyorlardı. Bu eser, sansürlenen ‘’Türk
Tarihi’’ açısında da büyük önem taşımaktadır.
42
‘’… 1915 senesi başlarında Bir’ün-Nas’da görülen Arap
Bedevilerinin hareketi, kanalı korumaya memur makamlar tarafından, harbin yarattığı fevkalade vaziyetten istifade etmek isteyen Arap Bedevilerinin ferdi hareketleri
telakki edilmişti. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bütün
harp müddetince Türk gizli istihbarat teşkilatını idare etmiş ve hemen hemen bütün Arabistan’da şahsiyeti malum olan Eşref Bey’in bilmesi gerekirdi. Kal’atül-Nahl’de
olduğu, Mısır İngiliz askeri istihbaratı emrinde çalışan bir
Yahudi sarraf tarafından haber verildikten sonra, meseleye önem verilmiş ve Türklerin Süveyş üzerine ani baskın
gibi cüretkâr bir plan tatbiki üzerinde araştırmalar yaptıkları kavranılmıştır.
Daha sonra bu Yahudi ajana, bizzat Sör Con Maksvel tarafından büyük bir nakdi yardımda bulunulmuştur. Çünkü Türkler, Eşref Bey’in Kal’atül-Nahl’de, urban arasında topladığı ve maiyetindeki tecrübeli çetecileri takviye
eden kuvvetleri kısa müddet içinde hazırlayıp, daha sonra yapılan taarruzu o günlerde yapmış olsa idi, Delta’nın
bilhassa sağ bölümündeki müdafaa kuvvetlerimiz çok
zayıftı ve çökebilirdi. Türk propagandasının bu günlerde,
Mısır’da kesif bir hal aldığı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire Hukuk mektebi talebeleri arasında tam bir ihtilal
havası yarattığı da daha sonra endişe ile tespit edilmişti.
Nitekim Mansura iplikçilerinden ve koyu milliyetçilerden
Mehmed Halil namında bir genç, Abbasiye hastanesini
ziyaret eden Mısır Sultanı (Mısır’ın Türklerle olan münasebeti kesildikten son Hidiv Abbas Hilmi Paşa İstanbul’a
yerleştikten sonra Hidiviyet makamına gelen Hüseyin
Paşa, Sultan unvanını almıştır.) Hüseyin’e rövelverle hücum etmiş, iki el ateş etmiş, fakat isabet ettirememiş,
divan-ı harp tarafından idama mahkûm edilmişti. Kahi-
re Hukuk talebeleri de, Sultan Hüseyin’in mekteplerini
ziyareti sırasında, fakültelerini topyekûn terk suretiyle
aleyhte nümayiş yapmışlardı. Bütün bu hareketlerin aynı
zamana rastlaması, Türklerin İttihad-ı İslam propagandasını askeri harekâtla muvazi yürütme yolunda oldukça
muvaffakiyet gösterdiklerini de anlatır.
43
Kudüs’te ve Halil-ür Rahman mıntıkasında bulunan
Türk kuvvetleri, 1914 senesi Aralık ayı içinde takviye
aldılar. Kudüs’e gelen ve Cemal Paşa’nın Erkânı Harbiye
reisi olan Fon Kres Krensstayn Kudüs Yahudileri tarafından büyük heyecanla karşılandı. Pan-İslamizm taraftarlarını Medine’den getirdikleri müftü efendi, Cami-i
Ömer’de toplanmış olan on binlerce Müslüman’a, mukaddes Mısır toraklarının
kurtarılması günlerinin yaklaştığını müjdeleyen bir hitabede bulundu. Maddi hazırlıklar, manevi havayı müsait
hale getirmek suretiyle tamamlamıştı.
Cemal Paşa’nın merkezdeki
kuvvetlerine kumanda ettiği
Türk askerlerinin miktarının
25.000 civarında olduğu söylenebilir. Ocak ayında Harab
Kuyu mıntıkasında 10.000
kişi tahmin edilen bir Türk
kuvveti, deniz teyyarelerimiz tarafından görülmüştü.
Ocak aynın 26. Günü güney
ve merkez Türk kuvvetlerinin
kanala yaklaştıklarını tespit
ettik. Yeni Zelandalılar, Kahire’den trenle bu yaklaşma
haberi üzerine derhal kanal
mıntıkasına sevk edildi. Eğer
kanaldan içeri girmek hususunda Süvetçer, Osin, Minerva, Selyo harp gemilerimizle,
onları takip eden Fransızların
Rekan, Dantre Kastro harp
gemileri bu hareket süratini
gösterememiş olsa idi, esir
Türklerin daha sonra söylediklerine göre ‘’Kanalın Suyu
İle Yıkanacak’’ Türk mücahitlerinin sayısı, karadaki
müdafaa kuvvetlerimizin durduramayacağı kadar çoğalmış
olacaktı.
Türklerin karşısında, Hind,
Yeni Zelanda, Avusturya ve
İngiltere adalarından gelmiş en güzide askerler vardı.
Türkler, elli iki günlük bir ge-
cikme içinde idiler. İtiraf etmelidir ki, bu gecikmenin
başlıca sebebi, malzeme yoksulluğu idi. Türkler, Kızıl
Denizin gündüz-gece arasındaki bazen kırk dereceyi bulan sühunet farkından çok müteessir oluyorlardı.
Türklerin maneviyatı, çölü, dedeleri Yavuz Sultan Selim gibi aşabilmiş olmanın gururuyla yerinde idi. Cemal
Paşa tarafından ertesi sabah başlayacak hücum için verilmiş olan emirler, Türk kumandanının zaferden nasıl
emin olduğunu anlatır.
“Donanmamızın Türkleri gafil avladığına hiç şüphe yoktur. Bu hadise, harbi bizzat idare etmek arzusuna kapılan, fakat hiçbir zaman iyi bir erkânıharp veya kumandan olamayan Cemal Paşa ile bütün harbin devamınca
mükemmel istihbarat yapmış olan Teşkilat-ı Mahsusa
arasında rabıta veya irtibatın mevcut olmadığını gösterir.
Harp gemilerimiz, Timsah gölü ile Büyük Acıgöl arasında mevzi almışlardı. Türk topçularının kanala kadar
fiilen yaklaşmış olması ve ilk isabetli atışlarla Hind efradını taşıyan Harding gemisini batırmaya muvaffak
olmaları, Türk kuvvetlerinin arkalarında ağırlıkları olarak çölü muvaffakiyetle geçtiklerinin en bariz delilidir.
Türkler, araziden mükemmel istifade ettiler, ilerledikçe
de takviye edildiler ve sahra toplarına mevzi aldıracak
kadar da saflarımıza yanaşmaya muvaffak oldular. General Knoks ve Wilson’un 3 Şubat 1915 Çarşamba’yı, 4
Şubat’a bağlayan gecede büyük endişeler içinde kaldıklarına hiç şüphe yoktur. 4 Şubat gecesi, zifiri karanlıkta
saflarımıza beş yüz adıma kadar sokulan Eşref Bey’in
çeteleri ile şiddetli tüfek ateşi teati edilmişti. Gerilla
harbi ile netice almak gibi. Kanal’ı aşabilmenin en kolay
ve emin çaresini bulan bu seyyar kuvvetlerin yanında
kuvvetlerimize bir Rum Doktor hediye ettiler.. Bu, bir
casus muydu? Hala bilinmemektedir..’’
**
Yukarıda İngiliz harp kayıtlarında da görüleceği üzere, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ne kadar doğru bir halde
hadiseyi yorumladığı. Cemal Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni bir felaketin eşiğine sürüklediğini, I-Kanal Taarruzunda hiçi hiçine hayatını kaybeden binlerce vatan evladının hayatlarını kayıp ettiklerini acı bir halde
görmekteyiz.
Türk tarihimizde çok az bilinen bu hadiseyi sizlere
farklı kaynaklardan sunmaya gayret gösterdim. I-Kanal Harbinde, hayatlarını kaybeden ecdada Allah’tan
Rahmet diliyor, ‘’Kamu-Türk Dergisi’’ okuyucularına,
saygı ve selamlarımı Sunuyorum.
44
Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı
Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu:
ESTETİK OPERASYON
YAPTIRANLARIN
KADIN
ERKEK!
Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu, ‘’Artık
erkeklerde kadınlar gibi kendilerine
bakıyorlar, saç ektiriyorlar,
yüzlerindeki lekeleri aldırıyorlar
vs. hatta yüzde 50 kadınlar yüzde
50 erkekler diye bir oranlama
bile yapabilirim bu alanda. Bu
açıdan hastalar çok mutlu bizde
mutluyuz’’ diyor...
Röportaj: Gökhan Altunkaş-Yusuf Ziya Erarslan
Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu’nu tanıyabilir miyiz?
2003 yılından beridir Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik
Cerrahi Uzmanı olarak hizmet veriyorum. Özellikle
baş ve boyun cerrahisinde, ağız ve yüz cerrahisi alanlarında uğraş veriyorum. Son beş yıldır lazer yardımlı
cerrahiler ve lazer yardımlı estetik uygulamalar sahasındayım. Bu saha içinde özellikle lazer liposaction,
koltuk altı terlemesinin lazer ile tedavisi, lazerle yüz
gençleştirme ve leke çıkartılması gibi lazer yardımlı
uygulamalar ve cerrahiler konusunda çalışmalarım var.
*Estetik cerrahi deyince hep belli başlı ameliyatlar
aklımıza geliyor ama genel olarak içinde barındırdıkları dersek neleri katabiliriz?
Tarık Çavuşoğlu: Elbette bu işin bir estetik cerrahi kısmı var ama birde rekonstrüktif tarafı da var. Bu buz
dağının görünmeyen kısmıdır. Saç ekiminden tırnağa
kadar, dudak ve damak yarıkları, çocuklardaki kafa ve
45
çene şekil bozuklukları bir bölgedeki kanserlerin çıkarılması ve onarımını içeren bir çok işlemi bünyesinde
bulunduran geniş bir saha olarak tanımlayabiliriz. Bu
işin popüler basında parlayan kısmı tabii ki estetik cerrahi. Bu kısım alanın yüzde 10 ya da 20’lik bir kısmını
kapsarken buz dağının görünmeyen yüzde 80’lik kısmı
rekonstrüktif cerrahidir denilebilir.
HASTALARIN YARISI KADIN YARISI ERKEK…
* Estetik operasyonlar son yıllarda çok ciddi bir
artış gösterdi, bunun öncelikli sebepleri nelerdir?
Tarık Çavuşoğlu: İnsanlar artık kendilerine bakıyorlar,
sosyal kabul ve gereklilik için estetik görünüm son derece önemli. Örneğin bir şirketin CEO’su ya da bir
banka müdürü, yönetici ya da bir memur sosyal hayatta artık görünümün önemini fark etmiş durumda. Eskiden tabu olarak görünen şeyler artık doğal yaşamın
bir parçası. Eskiden sadece sahne sanatçıları bu işleri
yaparken artık sade vatandaşlar bile bunları yaptırma
rahatlığı içerisinde. Genç kızlar eksik gördükleri şeyleri değiştirmek istiyor ve bu yolda ilerleyebiliyorlar.
Elbette eskiden de bu operasyonlar vardı ama insanlar
bunu bir kader gibi kabul ediyorlardı. Artık insanlar
kendilerini ifade edip istedikleri şekilde bunları yaptırabiliyorlar. Yine eskiden estetik cerrahi biraz daha
üst segmente hitap eden bir alandı, özellikle maddi
bakımdan. Artık sokaktaki adama dahi hitap edebilen
bir alan haline dönüştü. Artık erkeklerde kadınlar gibi
kendilerine bakıyorlar, saç ektiriyorlar, yüzlerindeki
lekeleri aldırıyorlar vs. hatta yüzde 50 kadınlar yüzde 50 erkekler diye bir oranlama bile yapabilirim bu
alanda. Bu açıdan hastalar çok mutlu bizde mutluyuz.
*Toplumun estetik cerrahiye bakışı ve değişiminde
basın yayın organlarının etkisi ne oldu?
Tarık Çavuşoğlu: Medyanın korkunç bir etkisi oldu.
Görsel basın ilerledikçe, TV’lerde insanların görünüşlerinin önemi, diziler ve filmler sayesinde daha ön
plana çıktı. Bu algının gelişmesinde basın ve medya en
önemli faktör diyebiliriz.
* Geçmişte toplum estetik cerrahiye nasıl bakıyordu? Dini inançlar insanlar üzerinde nasıl bir etki
yaratıyordu? Şimdi geline noktada bunlar daha da
aşıldı mı?
Tarık Çavuşoğlu: Artık her şeyi okuyan, yorumlayan
bir toplum var. Bu konularda kendi yorumlarını da katıyorlar. Herkes şimdi kendi değer yargıları ve inançları ile bunu yoğurup kararlarını veriyor. Estetik cerrahi
haramdır algısı yıkıldı. Dudak ve damak tedavisi de yapıyoruz, yani “Dudağında sıkıntı olan bir çocuğun kaderidir, bu böyle devam etsin” demek doğru değil. O
insanlarda normal sosyal yaşama katılmak zorunda ve
herkes gibi yaşamak zorunda. Bir çok ünlü insan dudak ve damak yarıkları ile dünyaya gelmiş ama bugün
çok ön plandalar ve hayatlarını gayet güzel bir şekilde
devam ettirmektedirler. Bu da plastik cerrahinin ne
kadar önemli olduğunu gösteren bir şeydir.
Artık her şeyi okuyan, yorumlayan
bir toplum var. Bu konularda kendi
yorumlarını da katıyorlar. Herkes
şimdi kendi değer yargıları ve
inançları ile bunu yoğurup kararlarını
veriyor.
MERDİVENALTI YERLERDE OPERSYON
YAPTIRMAYI!
Operasyon yaptırmaya karar verdik, bunun belirli bir
süreci var mı? Hemen bu gerçekleştirilebiliyor mu?
Tarık Çavuşoğlu: Ben hastalarıma hep şunu söylüyorum, “Buzdolabı bile alırken 4-5 yeri dolaşıyorsunuz,
mutlaka bu işlemi yapmadan birkaç hekimden fikir alın
ve karar kılın. Sakın düşünmeden apar topar bu işlemleri yapmayın.” Burada hekime de önemli sorumluklar
düşmekte. Ben her zaman hastanın istediklerini yapmıyorum ve hastayı yönlendirmeye gayret sarf ediyorum. O fikri söyleyip ötelediğim zaman o fikir mayalanıyor ve yeni değişik fikirlerde ortaya çıkıyor. Hastanın
46
her dediği yapılacak diye bir şey yoktur. Bizim hastayı
yönlendirmek gibi bir misyonumuzda var. Talep varsa
bizde arz edeceğiz düşüncesi bana göre son derece
yanlıştır, sonrasında hasta mutsuz olursa biz de mutsuz oluruz.
* Her alanda olduğu gibi sağlık sektörü de istismara açık bir alan. Bu işi sulandıran ve merdiven
altına taşıyanlarda var, bu noktada vatandaşa tavsiyeleriniz nelerdir?
Tarık Çavuşoğlu: İnsanlar fiyat kaygısı ile merdiven altı
tabirini kullandığımız yerlerde bu işlemleri yaptırıyorlar. Maalesef bir şeyin bozulduktan sonra tekrar düzeltilmesi süreci çok zor. Genellikle bir çok konuda da
tek kurşunumuz var ve hedefi o tek kurşunla vurmamız gerek. Vuramazsak bozulanı düzeltmek çok zor.
İnsanlar o zaman mağduriyet için çare arıyorlar. Fiyat
kaygısıyla merdiven altı yerleri tercih etmek yerine bu
işlemi en iyi yapabilecekleri ve doktor gözetimin de
olacak yerleri bulmak lazım. İşi yapan kişinin hekim olması lazım. Maalesef hekim olmayan ve ehil olmayan
yerlerde bu işlemler yapılıyor. Hastaların mutlaka bu
yönde araştırma yapmaları gerekli.
LAZER LİPOSUCTİON İLE KİLOLARDAN KURTULMA…
* Kilo belki de en büyük problemlerden birisi. Lazer liposuction uygulamasını Türkiye’de kullanan
ilk isimsiniz. Biraz bu konuda bizleri aydınlatır mısınız?
Tarık Çavuşoğlu: Uzun yıllar yurt dışında bu uygulama
üzerine çalıştım ve uzun zamandır emek veriyorum.
Bu uygulamaların avantajlarını gördükten sonra artık
normal liposuction yapmıyorum. Normal liposuction
da sarkma olayı korkulu rüya iken bunda çok faklı sonuçlar elde diyoruz. Bu uygulamada en önemli özellik
sıkılaştırıcı olması. Kanama diğerinde çok daha fazla
İnsanlar fiyat kaygısı ile merdiven
altı tabirini kullandığımız yerlerde bu
işlemleri yaptırıyorlar. Maalesef bir şeyin
bozulduktan sonra tekrar düzeltilmesi
süreci çok zor. Genellikle bir çok konuda
da tek kurşunumuz var ve hedefi o tek
kurşunla vurmamız gerek. Vuramazsak
bozulanı düzeltmek çok zor.
olurken bunda çok daha az kanama oluyor. İnsanlar
birkaç gün içinde masa başı işlerine gidebiliyorlar. Lazer liposuction da üç ya da dört kesi açarak lazerle
yağları parçalıyoruz ve o minik kesilerden parçalanan
yağları dışarı alıyoruz. Sonrasında içerden bir sıkılaştırma işlemi yapıyoruz ki en büyük avantajı bu. Bel
oyuğu olmayan insanların bel oyuğu ortaya çıkıyor,
gıdı bölgesinde ciddi sonuçlar elde ediyoruz ve tek seansta bunu başarıyoruz. Bu operasyon bir kilo verme
yöntemi değil. Nihayetinde kilo elbette veriyorsunuz
ama amaç bu değil, amaç bölgesel olarak o yağlardan
kurtulmak ve sıkıştırmak.
* Koltuk altı terlemesi de ciddi bir sosyal sorun aslında. Bu konuda da çok ciddi çalışmalarınız var,
detayları sizden dinleyelim.
Tarık Çavuşoğlu: Bu konuda da Türkiye de çalışma yapan birkaç kişiden biriyim. Hastalarımızın yüzde 90’ın
da ömür boyu koltuk altı terlemesini tek seansta yaklaşık bir ya da bir buçuk saatlik bir işlem sonrasında lokal
anestezi yaparak bitiyoruz. Ömür boyunca insanlar bu
dertlerinden kurtuluyorlar. Hastanede her hangi bir
yatış söz konusu değil. Bu konu toplumda çok ciddi
bir sosyal problem aslında. Bir çok insan bu sıkıntıları yüzünden kalabalıklar içerisine çıkamıyor. Kendini
ifade etme sıkıntıları yaşayan insanlar var. Bunlardan
tamamen kurtulmak o insanın sosyal yaşamında çok
büyük artılar getiriyor.
47
*Estetik operasyonlarda moda akımı var mı?
Tarık Çavuşoğlu: Her dönem bir akım olabiliyor. Mesela bu dönem lazer liposuction akımı var. Herkesin
bölgesel bir yağlanması var. Böyle bir teknik var ve insanlar buna yöneliyorlar ve son derece mutlu oluyorlar bu operasyonlar sonrası. Çünkü yağları gidiyor, son
derece fit bir görünüm sağlanıyor. Yan etkisi asla yoktur. Bundan sonraki süreçte kilo da alsanız o bölgelerde yağ birikmesi söz konusu olmaz. Kilo aldığınızda
oranlı bir şekilde alır ama bir orantısızlık söz konusu
olursa bunu zaten biz düzeltiyoruz. Lazer liposuction
vücut şekillendirmede dünyada şu an altın standart bir
yöntemdir.
Saç ekimi konusunda da ciddi bir talep olduğunu
biliyoruz. Bu konuda tavsiyeleriniz nedir?
Lazer liposuction da üç ya da dört kesi
açarak lazerle yağları parçalıyoruz ve
o minik kesilerden parçalanan yağları
dışarı alıyoruz. Sonrasında içerden
bir sıkılaştırma işlemi yapıyoruz ki
en büyük avantajı bu. Bel oyuğu
olmayan insanların bel oyuğu ortaya
çıkıyor, gıdı bölgesinde ciddi sonuçlar
elde ediyoruz ve tek seansta bunu
başarıyoruz. Lazer liposuction vücut
şekillendirmede dünyada şu an altın
standart bir yöntemdir.
BOTOKS DÜZGÜN KULLANILIRSA HARİKA
BİR SİLAH…
*Botoks yine çok başvurulan bir operasyon, buna
ilişkin neler söyleyeceksiniz?
Tarık Çavuşoğlu: Botoks çok talep gören bir uygulama
ve aslında bir besin zehridir. Ancak, teknoloji onu da
öyle güzel evirdi çevirdi bir şekle soktu ki insanlara
faydalı hale getrdi. Bu yöntemle kırışıklık oluşan kaslarımızı geçici olarak 6 aylığına bloke ediyoruz. Yüzün
kas dengesiyle öyle ahenkle oynuyoruz ki, kaşlarımızı
kaldırıyoruz, göz çevresi kırışıklılarını ortadan kaldırabiliyoruz. Etkin ve düzgün bir şekilde uygulandığında
botoks harika bir silah elimizde ama ehil ellerde olması şartıyla tabii.
Tarık Çavuşoğlu: Saç ekimi de merdiven altı merkezlerde değil ehil ellerde olması gereken bir uygulama.
Kolay gibi görünen ama incelikleri olan bir işlemdir.
Sorun şu ki, alınacak donör alacağımız saha tektir. Onu
harcatırsa hasta, başka bir yerden alma şansımız yoktur. Saç ekimini plastik cerrahlar ve hekimler yapar.
Hekim olmayanları saç ekimi yapması yasaktır. Bin TL
daha ucuza yaptırayım diye gider ehil olmayan ellere
bırakırsanız kendinizi, daha sonra olanı da düzeltme
şansınız kalmaz. Yani geriye dönüş mümkün değil.
* Estetik cerrah olmanın avantaj ve dezavantajları
nelerdir?
Tarık Çavuşoğlu: Ben estetik cerrahiye girerken işin
sanat kısmı yoğun olduğu için girdim ve çok sevdim.
Bizde bir ameliyatın birden fazla doğru yöntemi vardır.
Sizin görüş açınız, yaratıcılığınız ve sanatçı yönünüze
göre değişir. Bakışınız geniş açılıysa çok farklı yorumlar
yaparsınız ve hastaya katkınız çok daha fazla olabilir.
Plastik cerrah olmanın en güzel tarafı yeniden şekillendirmedir. Ben mesleğimi çok seviyorum.
* Türkiye Kamu-Sen üyelerine yönelik neler söyleyeceksiniz?
Tarık Çavuşoğlu: Estetik cerrahi konusunda insanlar
haklı olarak “Benim bütçemi aşar, karşılayamam” diyor. Bu artık böyle değil. Ben Türkiye Kamu-Sen aileleri ve mensuplarına diyorum ki, “Renata Estetik ve
Güzellik merkezi sizin kliniğiniz” tahmin edemeyeceğiniz kadar uygun ve güzel fiyatlarla en güzeli hizmeti
size sunuyoruz. Türkiye Kamu-Sen bizim için çok değerli bir topluluk, biz onlara özel indirimler yapmayı
da taahhüt ettik. İlginiz için çok teşekkür ediyorum.
48
Seksenler Dizisinin Bekçi Bekir’i
Hacı Ali
Konuk
“Seyirciyi aldatamazsınız, kimin nasıl
bir karaktere sahip olduğunu anlar’’
Röportaj: Yusuf Ziya Erarslan-Erdal Codur
Türkiye onu
izlenme rekorları
kıran, TRT’de
yayınlanan
‘’Seksenler’’ isimli
dizi ile tanıdı.
1980’li yıllarda bir
mahalle bekçisi
yani bir kamu
çalışanı olan ‘Bekçi
Bekir’’ tiplemesiyle
çok sevildi. Erzurum
şivesi konuşan,
saf, şakacı ve
temiz kalpli ‘’Bekçi
Bekir’i canlandıran
tiyatro oyuncusu
Hacı Ali Konuk ile
keyifli bir sohbet
gerçekleştirdik.
Hacı Ali Konuk Kimdir?
1 Mayıs 1969 Erzurum doğumludur. Başarılı oyuncu
eğitim hayatını tamamladıktan sonra oyunculuk için
Müjdat Gezen Tiyatro Okuluna devam etmiştir. Son
günlerde TRT 1`de yayınlanmakta olan Seksenler dizisinde Bekçi Bekir karakteri ile izleyicilere keyifli anlar
yaşatan Hacı Ali Konuk bir çok yapımda rol almıştır. Rol
Aldığı Dizi ve Sinema Filmleri
• 1995 yılı başrollerinde Erol Günaydın ve Cengiz Kü-
•
•
•
•
•
•
•
•
•
çükayvaz olduğu unutulmaz diziler`den Çiçek Taksi
dizisin`de rol almıştır.
2001 yılı Haluk bilginer ve Türkan Şorayın başrollerini paylaştığı Tatlı Hayat 2002 Sırlar Dünyası 2002 Şeytan Bunun Neresinde adlı sinema filmi
2003 Kampüsistan adlı dizi filmde 2003 yılı beğeni ile izlenen Kurşun Yarası adlı dizi
filmde rol almıştır.
2003-Parmak İzi adlı beğeni ile izlenen dizi filmde
2005 Beşinci Boyut
2005-Karanlığın Gözleri adlı aşk ve aksiyon tadında
olan yapımda rol almıştır.
2012 -TRT 1`in nostaljik dizisi Seksenler`de Bekçi
Bekir rolünü canlandırmaya hala devam etmektedir.
49
50
Tiyatro macerası ne zaman başladı?
Lisede okurken tiyatroya başladım. İzmit Şehir Tiyatrosu’nda bir çok oyunda rol aldım. Böylece tiyatro
serüvenim başlamış oldu.
Bir süre memuriyet döneminiz oldu, hatta dişçi olarak
da çalıştınız galiba…
Düzce’de bir memuriyet dönemim oldu. Daha sonra diş estetisyeni olan amcaoğlunun yanına İstanbul’a
geldim. Onunla birlikte çalışırken diğer yandan da
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden mezun oldum.
Ardından Levent Kırca ile çalıştım. Hayatımda hep
tiyatro vardı. Hemen her yıl bir oyun sergilerdik. Şu
anda dizi çekimleri dışında ‘’Cibali Oyuncuları’’ isimli
bir tiyatro grubumuz var, tiyatro yapıyoruz, yurt içi ve
yurt dışı turnelere çıkıyoruz.
Esasen çok eski bir tiyatro sanatçısısınız ama
sizi ekranlardan tanıyoruz. Ekran tiyatroya
göre daha mı ağır bastı?
Şu anda ‘’Panik atak mahir atak/ Göğe Bakan adam’’
isimli bir oyunda oynuyorum. Benim için tiyatro hiçbir
Tiyatroda Türkiye’nin
yetiştirdiği çok önemli
tiyatro sanatçıları var.
Özellikle orta oyunu ve
meddahlık alanında çok
ustalarımız var. Ama yeni
oyunlar yazılmıyor. Ben
sadece Türk yazarların
oyunlarını oynuyorum,
yabancı yazarların oyunları
oynamıyorum. Tabi
Shakespeare ve Tostoy’un
bir sürü eserleri var ama
hem devlet tiyatrolarında
hem de özel tiyatrolarda
temcit pilavı gibi ha bire
sahneleniyorlar. Bu kadar
yeter artık.
51
zaman geride kalmaz. Ama şu bir gerçek ki tiyatronun
medyada yansıması yer bulması dizi ve sinema filmlerine göre daha az. Yaptığımız oyunlar yurt dışında
büyük ilgi gördüğü halde bu basına pek yansımıyor.
Halkımızın tiyatro ile ilgisi ancak medyaya yansıdığı
kadar maalesef. Tiyatroda Türkiye’nin yetiştirdiği çok
önemli tiyatro sanatçıları var. Özellikle orta oyunu
ve meddahlık alanında çok ustalarımız var. Ama yeni
oyunlar yazılmıyor. Ben sadece Türk yazarların oyunlarını oynuyorum, yabancı yazarların oyunları oynamıyorum. Tabi Shakespeareve Tostoy’un bir sürü eserleri var ama hem devlet tiyatrolarında hem de özel
tiyatrolarda temcit pilavı gibi ha bire sahneleniyorlar.
Bu kadar yeter artık. Bizim toplumumuza ve bizim
sosyolojik yapımıza ait oyunların gösterilmesi önemlidir. Bence asıl olan budur. Biz onu yapmaya çalışıyoruz. Özümüzle alakalı oyunlar sahneliyoruz. Bizim
kökenimizde var meddahlık, Anadolu’nun neresine
giderseniz gidin herkes meddahtır.
Sizin için tiyatro mu, diziler mi sinema mı?
Sinema ve televizyon elbet çok önemli iletişim aracı
ama asıl olan tiyatrodur. Elbette tiyatro daha ağır basıyor. Tüm oyuncuların da tiyatro ile uğraşmaları gerekir. Çünkü tiyatro yaptığınız zaman oyunculuğunuzu
geliştiriyorsunuz. Tiyatro canlıdır çünkü, mimiklerinizi, duruşunuz ne bileyim her şeyinizi geliştirirsiniz.
Seksenler dizisi ile çok sevildiniz, hayranlarınız arttı. Bu kadar ünlü biri olacağınızı tahmin
ediyor muydunuz ve bu sevgi nasıl oluştu?
Bu elektrik ekrandan geçiyor insanlara… Ne kadar rahatsanız, ne kadar doğal ve samimi iseniz izleyici bunu
fark ediyor. Seyirciyi aldatamazsınız. Seyirci kimin nasıl biri olduğunu, nasıl bir karaktere sahip olduğunuz
anlayabiliyor. Benim şöyle bir şansım var. Seksenler
dizisindeki oyuncuların hepsi tiyatro kökenli. Başta
Soray (Şoray Uzun-Ahmet) Rasim ağabey (Rasim Öztekin-Fehmi), Berat Yenilmez (Pastacı Sami), Faruk
Sofuoğlu (Kasap Bahtiyar), Ceyhun’dan (Ceyhun Fersoy-Şahin) tutun İlker’e (İlker Ayrık-Çağatay) hepsi
yani tüm oyuncular çok sıcak ve candan oldukları için
bu ekrana yansıyor.
Benim şöyle bir
şansım var. Seksenler
dizisindeki oyuncuların
hepsi tiyatro kökenli.
Başta Soray (Şoray
Uzun-Ahmet) Rasim
ağabey (Rasim ÖztekinFehmi), Berat Yenilmez
(Pastacı Sami), Faruk
Sofuoğlu (Kasap
Bahtiyar), Ceyhun’dan
(Ceyhun Fersoy-Şahin)
tutun İlker’e (İlker
Ayrık-Çağatay) hepsi
yani tüm oyuncular
çok sıcak ve candan
oldukları için bu ekrana
yansıyor.
52
RÖPORTAJ: GÖKHAN ALTUNKAŞ
Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail
Koncuk’tan KamuTürk’e çok özel açıklamalar:
“Bu sendikamsı yapı
kamuda ne kadar büyürse
kamu çalışanları o kadar
kaybetmeye mâhkumdur!”
Kamuda bir sendika türedi. İktidarla beraber palazlanan bir sendika.
Ben buradan iktidarı da, sayın Başbakan’ı da uyarıyorum, bu ülkenin
hükümetini, Bakanlarını da, Milletvekillerini de uyarıyorum. Kamuda
istediğiniz kadar düzenlemeler yapın ama bu sendikamsı yapının bu rezil
stratejisine göz yumduğunuz sürece yaptığınız hiç bir düzenlemenin
kamuda olumlu bir sonuç doğurması mümkün olmayacaktır.
53
Türkiye Kamu-Sen olarak bu sene 1 Mayıs’ı kutlamadınız. “Analar ağlarken, yürekler yanarken
1 Mayıs’ı bayram tadında kutlamanın imkanı
yoktur” diyerek, Kızılay’da 34 vatandaşımızın
haince katledildiği otobüs durağında, hem teröre kurban verdiğimiz vatandaşlarımızı, hem
de şehitlerimizi anmayı tercih ettiniz. Ülkemizin
içinde bulunduğu ortam ve terör olayları hepimizce
malum. Yaşanan süreç ve gelişmeler için siz neler söyleyeceksiniz?
İsmail Koncuk: Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi
olarak Genel Başkanlarımızın da katıldığı bir toplantıda ittifakla bir karar aldık. Her gün bir ya da birden
fazla şehit geliyor, anaların, babaların göz yaşı sel oldu,
kardeşlerin yüreği paramparça. Milletimiz üzgün. 1
Mayıs Emek ve Dayanışma bayramı sendikacılık açısından son derece önemli bir bayramdır. Ancak biz
Türkiye Kamu-Sen olarak 1 Mayıs’ı davulla zurnayla
kutlamanın günü olmadığını düşünüyoruz.
Milletimizin yüreğinin kanadığı şu günlerde 1 Mayıs’ı alanlarda kutlamayı doğru bulmadık ve Türkiye
Kamu-Sen olarak bayram tadında 1 Mayıs kutlaması
imkanı olmaması gerekçesiyle alanlara inmedik ve bu
sene 1 Mayıs’ta Kızılay’da olmayı tercih ettik. Hain
saldırının yapıldığı, vatandaşlarımızın şehit edildiği o
durağa giderek orada bütün şehitlerimiz adına o mekana kırmızı karanfiller bıraktık.
Biz Türkiye Kamu-Sen olarak milletimizin acılarını
paylaştığımızı her zaman gösterdik ve göstermeye devam edeceğiz. Bu bir millet olmanın gereğidir. Millet
olmak, tasada ve kıvançta bir olmak demektir. Elbette, hem sevinçlerimizi, hem de üzüntülerimizi paylaştığımızda gerçek anlamda bir millet olabiliriz. Bizler
bu 1 Mayıs’ta bunu gösterdik ve şehitlerimizi unutmadığımızı, milletimizin acısını paylaştığımızı herkese bir
kez daha ilan ettik.
“Taşerona kadro” meselesi gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Başbakan “Kadro”
dedi ama Maliye Bakanı farklı şartlar ortaya
koydu. Geçtiğimiz gün Çankaya Köşkü’nde sayın
Başbakan’a bu konuda “Verdiğiniz sözü tutun”
dediniz. Detayları sizden alabilir miyiz?
İsmail Koncuk: Sizin de ifade ettiğiniz gibi, geçtiğimiz gün Çankaya Köşkü’nde sayın Başbakan’la bir
araya geldik. Burada söz aldığımda çalışma hayatının
sorunlarını kendisine aktarırken taşeron meselesini de
gündeme taşıdım. Sayın Başbakan’a, aynen şu ifadeleri söyledim, “2006 yılında kısmi zamanlı sözleşmeli
öğreticilik adı altında bir istihdam türü çıktı ve öğretmenler 8 aylığına sözleşmeli olarak görevlendirildi.
Millet olmak, tasada ve kıvançta
bir olmak demektir. Elbette,
hem sevinçlerimizi, hem de
üzüntülerimizi paylaştığımızda
gerçek anlamda bir millet olabiliriz.
Bizler 1 Mayıs’ta bunu gösterdik
ve şehitlerimizi unutmadığımızı,
milletimizin acısını paylaştığımızı
herkese bir kez daha ilan ettik.
Türk Eğitim-Sen olarak bu düzenlemeye dava açtık ve
iptal ettirdik. Tabii daha sonra öğretmen ve memurlar
4-B’li olarak istihdam edildi. 2007 yılından 2011 yılına
kadar 4-B’liliğin iptal edilmesi için yapmadığımız eylem, söylemediğimiz söz kalmadı.
2011 seçimleri öncesinde bütün siyasi partiler 4-B’ye
kadroyu seçim beyannamesine alınca Adalet ve Kalkınma Partisi 4-B’lileri kadroya aldı ama sonrasında da
4-B’li istihdam devam etti. Halen 4-B’li çalışanlar var.
Şimdi taşerona kadro sözüne rağmen, taşeron çalışanları “Özel Statü” ile istihdam etmek istiyorsunuz. Bu
doğru bir istihdam türü değildir. Bu özel statü şayet
bu şekilde uygulanırsa süreç içinde hem hükümetinizin hem de sendikaların başı çok ağrıyacaktır.
“Göç yolda düzelir” mantığı ile yapılan bu çalışmalar
hiç doğru değildir. Dolayısıyla bu özel statü konusunun yeniden değerlendirilmesi doğru olacaktır. İster
işçi yapın, isterseniz memur ama güvenceli bir sistem
ihdas edilmelidir. Ayrıca esnek istihdam, kiralık işçi ve
benzeri uygulamalar asla doğru olmayacaktır” dedim.
Şimdi bakın, 14 yıl önce, yani 2002 yılında kamuda 20
bin taşeron vardı, bugün tam 720 bin taşeron olmuş.
Kim yaptı bunu mevcut siyasi iktidar yaptı? Şimdi taşeronun mucidi olan siyasi iktidar bugün çıkmış “Kadroya alacağız” diyor. Sevindik, “Bir hata yapıldı ama en
azından hatandan dönülüyor” dedik. Ardından Maliye
Bakanı çıktı, “Özel statü vereceğiz” dedi. Bu nasıl iştir?
Başbakan’ın söylediği kadro; ya kamu işçisi olmaktır ya
da 4-A’lı devlet memuru olmaktır. Biz tüm sözleşmelilerin kadroya alınması mücadelesini veriyoruz. Nedir
özel statü? Yeni bir istihdam modeli demektir. 4-A4-B, 4-C,4-D var şimdi de 4-E geliyor demektir. Ne
idüğü belirsiz bir statüyü asla kabul edemeyiz. Bunlarla
ilgili bir mücadele vereceğiz. Bir kere sağlam bir sendikal mücadele vereceğiz, daha diri ve kararlı bir sendikal mücadele. Nasıl mücadele edeceğiz? “Sayımız 1
milyon olacak” diyorlar, değil 1 milyon 2 milyon 600
bin memurda üye yapsanız da sizin sendikacılığınız tat
54
Korkmayandan herkes korkar.
Yeter ki doğruyu yapın,
kimseden korkmayın. Dik
durun, tehdit eden var ise gelin
yanımıza biz gerekeni yapalım.
Bunlara boyun bükerseniz
bunun sonu nereye gider? Bu
ahlaksız anlayışla mücadele
ederek bunları yok edebiliriz.
Bu sendikamsı yapı kamuda ne
kadar büyürse kamu çalışanları o
kadar kaybetmeye mahkumdur.
Hem ekonomik hem sosyal
anlamda kayıplar yaşanır.
vermiyor ve kayıplarla sonuçlanacak bir sendikal mücadelenin içine sürüklendiğimizi herkes görüyor.
Dik durun, tehdit eden var ise gelin
yanımıza biz gerekeni yapalım.
Geçtiğimiz günlerde beni bir taşeron çalışan kardeşimiz aradı, “Sayın başkanım bu sendika geliyor, taşeron
çalışanlara yazılı sınav geliyor, bizim sendikamıza üye
olmazsanız sizin kadroya geçmeniz mümkün olamayacak” diyor. Bu bir alçaklıktır, gariban taşeron çalışanı
bile korkutarak, bunları tehdit ederek tarih bile atma-
dan üyelik formu doldurtuyorlar kenara koyuyorlar.
Düzenleme yapıldığında “İşte bizim üyemiz” diye,
gerekli yerlere verecekler. Böyle bir sendikal anlayış
memura ne verebilir? Memuru korkutmak, huzursuz
etmekten başka memura ne verebilir? Hiçbir şey veremez! Eğer biz bu ahlaksız anlayışın kamuda yer tutmasına göz yumarsak ki yummayacağız, sadece Türkiye Kamu-Sen üyeleri değil, kamu çalışanlarının hepsi
aydın sıfatını hak eden insanlar, okumuş adam, aydın
sıfatını üzerinde taşıyan bir insan bu tür teklifleri nasıl
sessiz kalır? Bu tür tehditlerle, şantajlarla taşeron işçilere gelen var ise, bunların yüzüne tükürsün, iki tokat
atsın ve yanıma gelsin . Bunlar kamu çalışanları korktukça üzerlerine geleceklerdir. Korkmayandan herkes
korkar. Yeter ki doğruyu yapın, kimseden korkmayın.
Dik durun, tehdit eden var ise gelin yanımıza biz gerekeni yapalım. Bunlara boyun bükerseniz bunun sonu
nereye gider? Bu ahlaksız anlayışla mücadele ederek
bunları yok edebiliriz. Bu sendikamsı yapı kamuda ne
kadar büyürse kamu çalışanları o kadar kaybetmeye
mahkumdur. Hem ekonomik hem sosyal anlamda kayıplar yaşanır.
Genç işsizlik, 4-C’liler, Üniversiteli işçiler, İİBF’liler, Toplu Sözleşme kararları, uygulanmayan
yargı kararları gibi bir çok sıkıntıyı da Çankaya
55
Köşkü’ne taşıdınız. Bu konularda
kadrolarına geçirilmesi konusundaEskiden amele
sayın Başbakan’dan talepleriniz
ki karar da uygulanmamıştır. Bunlar
pazarları vardı,
neler oldu?
toplu sözleşme kararlarıdır ve kanun
giderdiniz
oradan
gereği bu kararlar mutlaka uygulanİsmail Koncuk: Çankaya Köşkü’nseçerdiniz.
Şimdi
o
malıdır. Bu konuda zaman zaman
deki toplantıda, çalışma hayatının
ve bu ülkenin gençlerinin yaşadığı bir
amele pazarlarının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
da sendikaların talepleri karşısında
çok sıkıntıyı sayın Başbakan’a iletme
modern şekli özel
zor durumda kalmaktadır. Artık, bu
şansım oldu. Ataması yapılmayan öğistihdam
büroları
kararların uygulanması için harekete
retmenler meselesi sıkça gündemde.
geçilmelidir. Bunları aynen sayın Başolacak
ve
artık
Biz de bu konuda sürekli olarak öğretmen ataması yapılması yönünde Türkiye’de kiralık işçi bakan’a ilettim.
çağrılarda bulunuyoruz. Sayın Baş- dönemi başlayacak. Bu Kamuda yaşanan ciddi huzursuzbakan’a, Ağustos ayında öğretmen
luklardan birisi de yargı kararlarının
alımı yapılmayacağına dair duyum- istihdam türü sadece uygulanmamasıdır. Sayın Başbakan’a
kamu çalışanları
lar aldığımızı, halbuki şu an yüz bin
bu konuda da görüşlerimi ilettim ve
öğretmen ihtiyacımız bulunduğunu
değil 78 milyonu da Başbakanlık genelgesi ile kurumların
söyledim ve Ağustos ayında mutlaka
ilgilendiriyor. Kimler uyarılmasını talep ettim. Mesela Milli
öğretmen ataması yapılması gerekliEğitim Bakanlığı buna en iyi örnektir.
kiralık işçi olacak?
liğini ifade ettim. Şu an Türkiye’de,
Biz bu konuda uygulanmayan yargı
75 bin ücretli öğretmenle eğitim-öğSenin çocuğun,
kararlarına yönelik açtığımız tazretim faaliyeti yaptığımız, sadece İsbenim kızım, senin minat davalarını da kazanmaya baştanbul’da 15 bin ücretli öğretmenin
Sayın Başbakan’dan bu yargı
yeğenin vs. Bu milletin ladık.
görev yaptığını düşündüğümüzde
karalarının uygulanmasına adına bir
ciddi bir öğretmen ihtiyacı olduğu evlatlarını kiralık hale talimat vermesini istedim.
görülmektedir.
getirmeye çalışan
Çalışma hayatında onlarca sorun
Bunun yanı sıra, 400 bin ataması yavarken, yeni yeni sorunlar türebir düzenlemeden
pılmayan öğretmen olduğu göz önütecek adımlarda atılmaya devam
bahsediyoruz
ne alındığında bu sayıyı eritmek için
ediyor. “Esnek İstihdam” modeli
yeni projeler üretilmesi gerektiğini dile getirdim. Me- de bunlardan birisi. Siz bunu sık sık konuşmalasela bu sayıyı eritmek için, öğrencilerimizin ödev ve rınızda gündeme taşıyorsunuz. Nedir Esnek isbenzeri çalışmalarını yönlendirmek üzere etüt öğret- tihdam ve Türkiye’de ne gibi sonuçlar doğurur?
menlik sistemi uygulanabilir ya da AKP iktidarı tarafın- İsmail Koncuk: Yakın zamanda TBMM’de bir kanun
dan büyük bir iddia ile başlatılan kurs merkezlerinde taslağı görüşüldü. Bu taslağa göre, özel istihdam bürogörevlendirilmek üzere öğretmen ataması yapılabilir.
ları kurulacakmış, ve kiralık işçiler temin edilebilecekYine sayın Başbakan’a, ülkemizde 430 İİBF mezunu, miş. Eskiden amele pazarları vardı, giderdiniz oradan
1 milyon Meslek Yüksek Okulu mezunu olmak üze- seçerdiniz. Şimdi o amele pazarlarının modern şekli
re ciddi oranda genç işsizler bulunduğunu belirterek, özel istihdam büroları olacak ve artık Türkiye’de kiragenç işsizliği en aza indirmek adına radikal tedbirler lık işçi dönemi başlayacak.
alınması gerektiği yönünde çağrıda bulundum.
Bu istihdam türü sadece kamu çalışanları değil 78 milyonu da ilgilendiriyor. Kimler kiralık işçi olacak? Senin
çocuğun, benim kızım, senin yeğenin vs. Bu milletin
4-C’ye kadro toplu sözleşme kararı
evlatlarını kiralık hale getirmeye çalışan bir düzenleme
haline gelmesine rağmen hala uyguresmen TBMM’de görüşüldü ve devam ediyor. Bütün
lanmamıştır.
Ayrıca, toplu sözleşmede alınan 21 kararın hala haya- bu çalışma hayatını bozan anlayışlara karşı mücadele
ta geçmediğini, bunlardan acil çözüm bekleyen, 4-C etmemiz lazım.
meselesi ve üniversiteli işçiler konusunun artık çözül- 4-B yaptılar, 4-C, 4-D, vekil ebe, vekil hemşire, vekil
mesi gerekliliğini de ifade ettim. Bakın, şu ana kadar imam, İHS, şimdi de esnek istihdam yoluyla kiralık işçi
21 toplu sözleşme kararı uygulanmamıştır. 4-C’ye dönemi geliyor. Çalışma hayatı adeta köstebek tarlasıkadro toplu sözleşme kararı haline gelmesine rağmen na döndü. Yapanda bu hükümet. Bunların tamamı özel
hala uygulanmamıştır. Üniversiteli işçilerin memur sektöre ve kamuya ucuz iş gücü temini için çıkarılan
56
sistemlerdir. Memleketin evlatlarını ucuz iş gücü yapmanın yolunu arayan anlayışlardır. Bunlarla mücadele
etmemiz lazım, anlatmamız lazım. Birlikte yaparsak
bunu başarırız. Herkese, çalışanlara, ana ve babalara
anlatarak bir tepki oluşturabiliriz. Buna sessiz kalırsak, sineye çekersek daha beter uygulamalar da gelir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ilişkin
tartışmalar zaman zaman gündeme getiriliyor.
Bu konudaki net duruşunuz ve kırmızı çizgileriniz ortada. Sizce kamu çalışanlarının iş güvencesi noktasında bir sıkıntı yaşanabilir mi?
İsmail Koncuk: 657 konusunda sayın Cumhurbaşkanı ne demişti? “657 değişmeli ki paralel ile mücadele
edelim. Bu söz söylendikten sonra kraldan fazla kralcı
olanlar harekete geçti. STK’ların temsilcileri, iş adamları koro halinde “657 Değişmeli” diyorlar. Geçen gün
bir köşe yazarı, “657 sayılı yasa değişmeli” diye yazmış. “657’li kral, millet maraba! diyor. Bu izansız adam
şunu düşünmüyor, sen hayatında acaba ortalama 2500
TL maaş alan bir kral duydun mu? 1600 TL emekli maaşı alan bir kral var mı?
Yine geçtiğimiz günlerde aralarında benim de bulunduğum 25 sivil toplum örgütünün başkanı ile bir araya
gelen Başbakan’a 657 sayılı kanun ile uğraşılmasından
duyduğum rahatsızlığı dile getirdim. O sırada bir sivil
toplum örgütünün başkanı “657 sayılı devlet memurları kanunu değişmelidir” dedi. Kendisine hiç yasayı
okuyup okumadığını sordum. Olumlu cevap veremeyen o kişiye kendisini ilgilendirmeyen ve hiçbir bilgisi
olmadığı yasa hakkında konuşmamasını ve ahkâm kesmemesini söyledim. Kraldan fazla kralcılık yapan bu
adam, sadece birilerine yaranmak için bu şekilde konuştu ama devlet memurlarıyla uğraşmayın. 2 milyon
600 bin memurun geleceğiyle oynamayın. Bir insanın
cumhurbaşkanı ya da Başbakan olması her söylediğinin doğru olabileceği anlamına gelmez. Bunu kabul etmiyoruz. Her fırsatta ta bunu kendilerine söylüyorum.
kanunda devlet memuru ne yaparsa
yapsın işten atılamaz diye madde yok.
Çoğu kişi, 657 sayılı kanuna göre bu devlet memurları
ne yaparsa yapsın, asla işten atılamaz şeklinde düşünüyor. Devlet memurlarının iş güvencesi diye bir şey
yoktur. Çünkü kanunda devlet memuru ne yaparsa
yapsın işten atılamaz diye madde yok. İş güvencesi
kanun maddesinden değil, hukuka olan, yargıya olan
güvenden kaynaklanıyor. Eğer yargı benim üzerimde
hukuksuz bir karar uygularsa, ben yargıya giderim.
Bundan kaynaklı bir iş güvencesi var. Anayasanın 125.
Maddesi idarenin her türlü tasarrufuna karşı yargı yo-
lunun açık olduğunu söylüyor. Ama
bu durum bütün vatandaşlarımız
için geçerlidir. Sadece memurlarımız için değil. Bu kanun esnaf için
de var, çiftçi için de var, elbette
memur için de olacak. Tek farkımız
bizimle ilgili soruşturma açılacaksa,
amirimizin izin vermesi gerekiyor.
Bu durum da, bizim yaptığımız işin
özelliğinden kaynaklanıyor. Hırsızlık yapılmış ise zaten soruşturma
açılacaktır. Türk Ceza Kanunu’nda
adam öldürmek ciddi bir suçtur.
657’ye tabi bir memur adam öldürürse işten atılır diye madde yok.
Ama maalesef kanundan haberleri
yok, Sayın Cumhurbaşkanı bunu
söylemiş diye, o da döşüyor, ahkam kesiyor. Devlet memurlarının
sınırsız, koşulsuz iş güvencesi vardır diyenler koskoca bir yalancıdır,
sahtekardır.
Anayasa’nın 125. Maddesi kaldırılması bile bizim yargı hakkımız
ortadan kalkmaz. Ülkemizin üye
olduğu uluslararası kuruluşlar var.
İmzaladığımız uluslararası sözleşmeler var. İmzaladığımız uluslararası sözleşmelere, iç hukukumuz tezat
düşerse o zaman uluslararası sözleşmedeki hüküm
esas alınır. Dolaysıyla bizim yargı hakkımızı ortadan
kaldırmak kolay değil.
Kamuda performans değerlendirmesi konusu
da yine çalışma hayatının önemli başlıkları arasında. Bu konuda sizin görüş ve düşünceleriniz
nelerdir?
İsmail Koncuk: Bugünlerde performans değerlendirmesi gündemde. Kamuda performans değerlendirmesi objektif olarak yapılması imkansız bir uygulamadır. Devlet Personel Başkanlığı’nda bir çalışma
yapıldı. Kamuda performans konusunda taraflar bir
araya geldi. Bu çalışmanın içinde biz de varız. Kamuda
performans değerlendirmesi amacında olan insanlar,
dünyadan bihaberdir. Dünyaya gözünü kapamış insanlardır. Memurlar hizmet üretiyor. Bu hizmetin kalitesini ölçebilecek objektif kriterler yokken, performans
değerlendirmesinin hakkını vererek yapmak imkansız.
Bu performans konusu içinden çıkılmaz bir hal aldı.
Ne çalışanlara, ne de hizmet kalitesini arttırmaya faydası olmayan bir sistem. Geçmiş yıllarda da uygulandı.
Örneğin PTT’de de performans sistemi uygulanıyor.
57
Biz Türkiye Kamu-Sen olarak her zaman mücadelenin
içindeyiz. Sonuna kadar da çalışanlarımız için var gücümüzle mücadeleye devam edeceğiz. Yandaş sendikanın piyonluğunu yapanlar, yarın bizimle karşı karşıya
kalacaklar. Yarını düşünerek hareket etmeleri lazım.
Memurların son yıllarda yaşadığı kayıplar hepimizce malum. Toplu sözleşme masasında böylesine bir sendikal anlayış varken, kamu çalışanlarının bundan sonraki süreçte bir kazanım elde
edebilmeleri mümkün mü?
Çoğu kişi, 657 sayılı kanuna göre
bu devlet memurları ne yaparsa
yapsın, asla işten atılamaz
şeklinde düşünüyor. Devlet
memurlarının iş güvencesi diye
bir şey yoktur. Çünkü kanunda
devlet memuru ne yaparsa
yapsın işten atılamaz diye
madde yok. İş güvencesi kanun
maddesinden değil, hukuka
olan, yargıya olan güvenden
kaynaklanıyor.
Bir postacının günde 15 km yürüyerek o performans
kriterlerini aşması lazım. Bu konuyla ilgili yıllarca çalışma yapmış bir profesör hocamız yanıma geldi.
Kendisine de sordum, objektif kriterlerin ortaya koyulup koyulamayacağını. Kendisi de bunun mümkün
olmadığını söyledi. Bu performans kriterleri sadece,
bir takım insanları korumaya yönelik uygulanır. Bunun
soncunda da çalışma barışı ortadan kalkarak çalışanlar boğaz boğaza gelir. Bu konuda mücadeleyi birlikte
yaparsak sonuç alabiliriz. Bu işi bilen insanlarla yola
devam etmemiz gerekiyor. Bu millete doğruları anlatabilecek bir grup, sivil toplum kuruluşu kalmamış.
bu sendikal anlayış o düzenlemeleri böylesine istismar ettiği sürece
olumlu sonuçlar çıkamaz.
İsmail Koncuk: Kamuda bir sendika türedi. İktidarla
beraber palazlanan büyüyen bir sendika. Ben buradan
iktidarı da, sayın Başbakan’ı da uyarıyorum, bu ülkenin
hükümetini, Bakanlarını da, Milletvekillerini de uyarıyorum. Kamuda istediğiniz kadar düzenlemeler yapın
ama bu sendikamsı yapının bu rezil stratejisine göz
yumduğunuz sürece yaptığınız hiç bir düzenlemenin
kamuda olumlu bir sonuç doğurması mümkün olmayacaktır. Mesela stajyer öğretmenlikle ilgili bir düzenleme yapılıyor. Bu sendikamsı yapı gidiyor stajyer
öğretmene diyor ki, “Bak performans değerlendirme
zamanı geldi, bu değerlendirmeyi bizim adamlarımız
yapacak, arkadan yazılı sınav, sonrada sözlü sınav…
Eğer sendikamıza üye olamazsan senin stajyerliğini
kaldırmayız” diyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı istediği kadar güzel düzenlemeler yapsın, bu sendikal anlayış o
düzenlemeleri böylesine istismar ettiği sürece olumlu
sonuçlar çıkamaz.
Aynı örnekler sağlık alanında da verilebilir. Döner sermaye ile ilgili sağlık teşkilatında düzenleme yapılıyor.
“Benim üyem olmazsan senin çalışacağın birimi değiştirir döner sermayesi az olan birime veririz” diyorlar.
Bu nasıl bir anlayıştır?
Kamu Türk okuyucuları için mesajlarınızı alabilir
miyiz?
İsmail Koncuk: KamuTürk dergimiz yayın hayatına
başladığı günden beri hem kamu çalışanlarının hem
de Türk dünyasının sesi-gözü-kulağı oldu. KamuTürk,
Türkiye Kamu-Sen’in yayın organı olmaktan çıktı,
Türk Milletinin, Türk ve İslam Aleminin hür kelamı
haline geldi. Böyle bir yayın organına sahip olmaktan
biz iftihar ediyoruz. Buradan tüm KamuTürk okuyucularına kalbi selam ve hürmetlerimi iletiyorum. Dergimizi hazırlayan yayın ekibini kutluyor, başarılarının
devamını diliyorum.
58
Osmanlı gemisinin batmak üzere olduğu 20. yüzyılın
başlarında her millet, boğulmamak için kendi derdine
düşmüştü. Gayrimüslimler her fırsatı değerlendirerek
Osmanlıdan kopmayı başardılar. Geride kalan Müslüman unsurlar da kendi milletlerinin milliyetçiliklerini
yaparak batan gemiden sağ salim kurtulmayı seçtiler.
Açıkça söylemeliyim ki bunda pek de şaşılacak ve yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü Osmanlının kimseyi
kurtaracak gücü yoktu; Osmanlı can çekişiyordu. Böyle bir vaziyette en doğru olanı her Müslüman milletin
kendisini kurtarmasıydı. İşte bu gerçeği gören aydın-
lar ve devlet adamları, Batı’nın Osmanlıya silah olarak
kullandığı milliyetçiliği, Batı karşısında Müslüman milletleri uyandırmada tek çare olarak gördüler.
Çünkü milliyetçiliğin yükseldiği o dönemde ümmet
düşüncesi Müslüman milletlerde pek aksi sedasını bulmuyordu. Cemalettin Afgani, bu acı gerçeği görenlerden biriydi:
“Mademki milliyetçilik ölü toplumları diriltiyor, can ve
heyecan veriyor biz de mensup olduğumuz topluluklara bu fikri aşılayarak onları uyandırmalı ve gelecek
59
mücadelelere hazırlamalıyız. Bu durumda Müslüman
her kavim kendi milliyetçiliğini yaparak toplumunu
diriltmeli ve Batı’dan gelecek sömürgeci hareketlerle
savaşmaya hazırlanmalıdır.”
Türk milliyetçiliğinin fikir babası Ziya Gökalp de bütün Müslüman milletlerin milliyetçilik yaparak kendilerini kurtarmalarını istiyordu. Görüldüğü gibi o buhranlı dönemde ortak akıl, bu realiteyi çok net ortaya
koymuştu. Bu bakımdan sömürgecilerin karşısında
Arap’ın kendi topraklarında Arap milliyetçiği yapması,
Arnavut’un Arnavutluk’ta Arnavut milliyetçiliği yap-
ması gayet doğal ve gerçekçiydi. Her Müslüman milletin milliyetçilik yaparak kendisini kurmak istediği o
zamanda Osmanlı gemisinin kaptanı olan Türkler de
en son olarak milliyetçiliğe sarılarak bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurdular.
Herhangi bir milletin ferdinin, başka topraklarda yaşasa da kendi milletini sevmesi, kültürünü yaşa(t)mak
istemesi biçimindeki milliyetçilik anlayışı en doğal insani bir haktır. Bu hakkın ihlali hem insani hem dini hem
vicdani hem de evrensel değerlerin çiğnenmesidir.
60
Sİz bİr şehİdİn
nasıl taşındığını
bİlİr mİsİnİz?
61
Sizler bir şehidi hep al bayrağa sarılı bir tabutun içinde gördünüz.
Peki siz bir şehidin nasıl taşındığını bilir misiniz?
Şehit düştüğü yerden tabuta konacağı, al bayrağa sarılacağı, komutanlık töreninin yapılacağı alana hangi
zorluklarla ve nasıl geldiğini?
Şehit ve yaralıları çatışma alanlarından çıkartmak için
daha nice şehit ve yaralı verildiğini...
rağı üstüne atılıncaya kadar. Sahadan, mücadele
alanlarından, silah arkadaşlarından ve silah arkadaşlığından “Bir Nefes” olarak atılan son toprağa kadar
şehidin başında durmaya devam edecek.
O da bir toprak atacak arka‘r’daşının üstüne.
(Arka’r’daş ise Azeri Türkçesinde; “Onur ve Namus
Arkadaşlığı” demek.)
Böylece görevi sona erecek.
Sadece millet için değil, milletin onuru için de ölündüğünü...
Ve kaçacak oradan.
Daha yeni; Dağlıca’da Ejder Yarbayın şehit düşen üsteğmenini çekmek için şehit düştüğünü.
TA ŞEHİDİN DÜŞTÜĞÜ YERE KADAR!
Şehitlerin, mermilerin roketlerin altında, çatışma
toprağından, çamurundan, kayasından, molozundan,
tozundan ve bunlara karışmış şehit kanından kaldırılıp, kucaklarda, sırtlarda, çatışma sıcağı yol verirse
pançolarda, sedyelerde, sonra ciplerde, kobralarda,
kirpilerde en nihayet helikopterlerde taşındığını bilmelisiniz.
Abdullah Ağar, 27 Nisan 2016’ Yüksekova-Hakkari
Not:
Yer: Yüksekova
Sabah dördünden sonra yine uyuyamadım. 91’i 92’ye
bağlayan kış Şırnak Gabar Görmeç’te ‘ÇIĞ’a şehit
verdiğimiz 65 Memedimiz; 64 komandosuyla birlikte şehit düşen Alaattin Üsteğmenim aklıma geldi.
Şehit helikopterin içinde, dipte, siyah torbada!
Ağladım.
Birazdan “Yüksekova’dan Van’a Havada.”
Sonra da okuduğunuz bu yazıyı yazdım.
Helikopterin içinde şehidin ayak ucundaki kim peki?
Ben, kamyonun sırtındaki al bayrağa sarılı 65 tabutla
‘Bir şehit refakatçisi olarak’ Şırnak’tan nasıl yola çıktığımı hiç unutamadım. Koca kırmızı bir kamyonla,
bir kamyon şöförüyle ve 65 şehitle Cizre’den, Nusaybin’den, Mardin’den nasıl geçtiğimizi. O karda
kışta kıyamette ve karla kaplı o gecede Mazı dağı
geçidinin nasıl geçit vermediğini. 65 şehit yüklü o
koca kırmızı kamyonun o yolda nasıl kayıp durduğunu, ikide bir nasıl yoldan çıkmaya kalktığını. Öndeki
eskort polisimizin nasıl kaza yaptığını. Ancak gecenin
köründe Diyarbakır’a ulaştığımızı.
Fotoğraf o anlardan birine ait.
O’nun adı da; “ŞEHİT REFAKATÇİSİ.”
O, şehit naaşının gideceği bütün yol boyunca şehidin ya ayak ucunda ya baş ucunda duracak. Şehidin
naaşı ile birlikte şehitten geriye kalanları çantaların
torbaların ya da sarı bir zarfın içinde ailesine teslim
edecek. Şehidin cenaze namazı kılınırken de, devlet
töreni yapılırken de, kabrine konurken de başından
ayak ucundan hiç ayrılmayacak.
Ama hep ötede, bir kaç adım geride kenarda duracak.
Şehidi uğurlayanlar, cenazesine katılanlar, siz, onun
kim olduğunu hiç bilmeyeceksiniz.
O ise bu anlar boyunca hep, al damgalı şehidin sarılı
olduğu al bayraklı tabuta bakacak.
Gözlerini de hiç ayıramayacak.
İstese bile!
Ta ki şehit mezarına konup, üstü kapatılıp, son top-
Yolculuğun sonunda da Gülhane’nin morgu önünde
Alaattin Üsteğmeninden kalanları ‘Sarı bir zarfın içinde’ ailesine nasıl teslim ettiğimi.
Ve oradan Şırnak’a (!) kadar nasıl kaçtığımı.
Gencecik bir teğmenken yaşadığım bu ağır acıyı hiç
unutamadım.
Fotoğraf: Nisan ayı ortalarında Yüksekova çatışmalarında şehit düşen özel harekatçı polis Mehmedimizin
tahliyesinden.
62
Her sene temcit
pilavı gibi ısıtılıp
ısıtılıp Türk
Milletinin ve dünya
kamuoyunun önüne
konulan mevzuu:
Ermeni olayları…
NEDEN
(Kaynak: Ermeni Yalanları / Çığlık Kitabı Türkiye Kamu-Sen Yayınları 2015)
TEHCİR
EDİLDİLER?
Osmanlı tarih terminolojisinde geçen tehcir kelimesi, bugünkü tabirle tam olarak, ülke içinde bir yerden
başka bir yere nakil anlamını taşıyan “zorunlu göç”
karşılığında kullanılmıştır. Bu nedenle tehcirin anlamı,
çoğu kimselerin ve özellikle Ermeni diasporasının kullandığı, yurt dışına çıkarma anlamındaki “deportation”la eşdeğer değildir.
İkinci Dünya Savaşı’nda ABD ile Japonya arasında çatışmalar başladığı zaman ABD, Pasifik kıyısında bulunan
Japon asıllı vatandaşlarını, güvenlik nedeniyle Missisipi
vadisine nakletmişti. Bu nakilde Japonların herhangi
eylemi olmamasına rağmen, potansiyel bir tehlikeye
karşı böyle bir tedbir uygulamaya konulmuş ve nakil
sırasında birçok Japon hayatını kaybetmişti. Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı zorunlu göç ise,
ABD’deki Japonlardan çok daha farklı bir durum göstermektedir. Her şeyden önce Ermeniler, arka plânda
bir devlet kurmak düşüncesiyle Birinci Savaş’tan 2530 sene önce silaha sarılmışlardı. Osmanlı Devleti’nin
1914 Kasımında Almanya’nın yanında savaşa katılması, Ermenileri destekleyen Batılı Devletlerle Rusya’yı,
yeni bir politikayı uygulamaya itti. Ermenilerle gizli görüşmeler yapıldı ve silahlandırıldılar. Tiflis’teki Ermeni
Bürosu da Ruslarla Osmanlı Devleti’ne karşı ittifakı teyit etmektedir. 30 Kasım 1914 tarihinde yayınladıkları
bildiride, “Dünyanın dört yanından Ermenilerin Rus
ordusu saflarına katıldığı, Rus bayrağının Çanakkale
ve İstanbul boğazlarında dalgalanacağı, hristiyan inancından dolayı acı çekmiş olan Türkiye Ermeni halkının
Rus koruması altında yeni ve özgür bir hayata kavuşacağı” vurgulanmıştır.
Gerçekten de daha sonra Rus, İngiliz ve Fransız ordularında, Ermeni askerleri yer almıştır (Bkz. BELGE 1).
Meselâ Alman istihbarat kaynakları, Şubat 1915 itiba-
63
riyle 592 Osmanlı Ermenisi ve 11.854 diğer Ermenilerden olmak üzere toplam 12.446 Ermeni’nin Fransız
ordusuna alındığını bildirmektedir. Keza İngiliz Mareşal Allenby, Türkleri Şam’ın güneyinde yendiğinde,
yanında 8.000 Ermeni savaşçının mevcut olduğundan
bahsetmektedir. Trabzon’daki Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu Konsolosu Moricz de, 30 Ocak 1914
tarihli bir raporunda, Rusların, Ermeniler üzerindeki
etkisiyle ilgili olarak şöyle demekteydi : “Ruslar, Ermenileri harekete geçireceklerdir. Bu maksatla çok
para harcıyorlar, gizlice âsilerin hizmetine silah sevk
ediyorlar ve bir Ermeni ayaklanmasının patlak vermesine aracılık ediyorlar”.
Nitekim İstanbul’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Askerî Ateşesi Joseph Pomiankowski de Ermenilerle Ruslar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır:
“Talat ve Enver Paşa, hemen harp başlar başlamaz, Ermenilerin düşman tarafını tutmaları, bilhassa Osmanlı
ordusuna karşı düşmanca girişimlerde bulunmaları halinde şiddetli karşı önlemler alınacağı hususunda kesinlikle uyardı. Buna rağmen Ermeniler, Türklere karşı
düşmanca faaliyetlerde bulunmaktan, bilhassa Türk silahlı kuvvetlerine saldırmaktan geri kalmadılar. Başlangıçta çok sayıda Ermeni asker, bazı Ermeni subayları,
başlarında bir Ermeni milletvekili olduğu halde kaçıp
Rusya’ya gittiler. Bunlar, Rus hududunu geçen Ermenilerle birlikte Ermeni gönüllü alaylarına katıldılar. Rusların safında Türk hududunu geçerek Müslüman halka
barbarca saldırılarda bulundular. Ermeni haydut çeteleri Osmanlı ordusunun gerisine, ikmal kuvvetlerine,
postalara ve bağımsız birliklere hücum ettiler. Türk
hükûmeti ve ordusunun ileri gelenleri, Ermenilerin
genel bir ayaklanmaya girişecekleri hususunda endişe
etmekte haksız değildi. Gerçekten de bu isyan Nisan
1915’te Van’da patlak verdi”
.
İstanbul’daki Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın, 26
Haziran 1915 tarihli raporunda belirttiği gibi, “Türk
hükümeti, Doğu Anadolu’daki Ermeni halkını, yoğun
olduğu eyaletlerde ihtilâl çıkarmalarını engellemek için
askerî sebeplerden dolayı sürgün etmiştir. Ermenilerin o zamana kadar yürüttükleri faaliyetler ve kendi
ülkelerine karşı olan dış güçlerle işbirliği yapmaları,
tehcir kararını zorunlu hale getirmiştir. Buna rağmen
daha tehcir kararı alınır alınmaz Osmanlı Devleti ile
savaş halinde bulunan İtilâf Devletleri’nin bir bildirge yayınlayarak Osmanlı Devleti’ni suçlu ilân ettikleri görülmektedir. İşte tehcir bu şartlarda başlamıştır.
ABD Başkanı Wilson’un, Amerika’nın savaşa katılımını
meşrulaştıracak ve bunun için kamuoyu oluşturacak
bir takım olayların bulunması yolundaki talimatı doğrultusunda, o sırada Osmanlı nezdinde büyükelçi olan
Henry Morgenthau Ermeni tehciri meselesini ele almıştır.
Morgenthau, ezilmekte ve yok edilmekte olan mazlum bir hristiyan millet olarak değerlendirdiği Ermenilerle ilgili gelişmeleri ve Ermenilerin zorunlu göçü sırasında meydana gelen bazı ölüm olaylarını, çok başarılı
bir katliam propagandasına dönüştürmüştür. Henry
Morgenthau’nun asıl raporlarıyla açık çelişkiler taşıyan
bir “senaryo”, Büyükelçinin danışmanı ve tercümanı
olan Türk Ermenisi Arshag K. Schmavonian, gazeteci
Burton J. Hendrick ve Amerika Dışişleri Bakanı Robert Lansing tarafından hazırlanmış ve Morgenthau
adına “Ambassador Morgenthau’s Story” adıyla (New
York 1918) yayımlanmıştır.
1914’ten itibaren Fransızlar da, Ermenilere bir devlet
kurmak için söz verdiler ve bunun için haritalar yaptılar ve onlarla sıkı bir işbirliğine girdiler (Bkz. BELGE
2). Musa Dağı Ermenilerine destek vererek, yaklaşık 5000 Ermeni’nin dağlara çekilmesine ve Osmanlı
Devleti ile mücadele etmelerine yardım ettiler (Bkz.
BELGE 3). Bu konuda Egyptian Gazette’si 21 Ekim
1915 tarihli nüshasında, Musa Dağı Ermenileriyle ilgili
şu haberi geçmişti :
64
rın Kafkas ordusu ve Suriye ordularının ikmal yollarını
basıyor ve gönderilen yardım konvoylarını vuruyordu.
Bu hareket Rus Büyükelçisi’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 24 Şubat 1915 tarihli bir memorandumda, “Zeytunlu bir Ermeni’nin Kafkasya’da Kont Worontzoff Dachkoff ile temas kurduğu, Türk ordularının
ulaşım hatlarına baskın yapmak üzere 15.000 kişilik bir
kuvvet topladıkları, ancak silah ve cephanelerinin yeterli olmadığı, İngiliz ve Fransızlar tarafından İskenderun Limanı üzerinden bunun yapılabileceği....” şeklinde dile getirilmiştir.
“…Tepenin eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağı’nın
Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni
köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4
yaşın altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası
kızlar 505, 4 –14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü
kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak
üzere toplam 4.049 kişidir”.
Daha sonra Musa Dağı Ermenileri Fransız savaş gemileriyle Süveyş Kanalı’nın Asya tarafında bulunan Lazaret
toplama kampına yerleştirildiler. Bu arada İngiltere ve
Fransa İskenderun körfezine çıkarma yapmayı plânlıyordu. Bu plân çerçevesinde Anadolu Ermenileriyle
temas sağlandı ve silahlandırılmaları için girişimlerde
bulunuldu (Bkz. BELGE 4). 12 Kasım 1914 günü İngiltere’nin Kahire’deki diplomatik temsilcisi M. Chcetham,
Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta “Boghos Nubar
Paşa’nın, Türkiye ile reformlar konusunda anlaşmak
için pek umudu kalmayan Kilikya Ermenilerinin, Adana, Mersin ve İskenderun’a yapılacak bir çıkartmada
Müttefiklerin safında gönüllü olarak yer alabileceklerini;
bölgenin dağlık kısımlarındaki Ermenilerin de silah ve
cephane ile donatılırlarsa Türkiye’ye karşı isyan edebileceklerini” bildirdiğini nakletmektedir.
Ancak Suriye ordusu komutanı Cemal Paşa’nın Süveyş
harekatı, çıkarmanın yönünü Çanakkale’ye çevirdi.
Osmanlı ordularının Çanakkale, Kafkasya ve Suriye
cephelerinde savaştığı bir sırada, savaş alanı olan bu üç
bölgeyi birer çizgiyle birbirine bağladığımızda, üçgen
içerisinde kalan bölgede Ermeni örgütleri, Osmanlıla-
Çanakkale Savaşları’nın başladığı 18 Mart 1915 tarihinden itibaren Ermeniler Anadolu’da İtilâf güçleriyle
eş zamanlı olarak eylemlerini genişlettiler. Van ve çevresinde gerçekleştirdikleri olaylarda sivil halktan pek
çok kişiyi öldürdüler. Mahmudiye’de müslümanları
toplu olarak katlettiler; camileri ahır haline getirdiler.
15 Nisan 1915’te Van, Çatak ve Bitlis’te isyan başlattılar. Van ve çevresinde memur ve jandarmaları öldürdüler, karakollara ve Türklere ait evlere saldırdılar,
resmî binaları yaktılar. Ruslarla işbirliği yapan Ermeni
kuvvetleri, 16/17 Mayıs gecesi Van’ın Ruslara teslimini
sağladılar. Ermeni isyanları, Anadolu’nun batı kesimlerinde de bir hareketlenmeye sebep oldu. Topyekün
bir isyan tehlikesi başgösterdi.
Bu durumu İngiliz Albay Mark Sykes, Ermeni liderlerle yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Ağustos 1915 tarihinde Kahire’deki İngiliz Kuvvetleri Komutanı Sir John
Maxwell’e şu cümlelerle rapor etmiştir :
“Talimatlarınızın gereği olarak, Boghos Paşa’nın sekreteri Malezian ve Hınçak liderlerinden Damadian’la
dün görüştüm. Kıbrıs’ta yaklaşık beş bin Ermeni toplanacak ve Kuzey Suriye sahiline bir baskın için Müttefiklerin nezaretinde silahlandırılacak ve hazır bulundurulacaktır. Bu kuvvet, Bulgar ve Türk ordularında
hizmet etmiş bin beş yüz kadar kişi ile Amerika Birleşik Devletleri’nde işçi olarak bulunan ve askerî deneyimi yetersiz kişilerden oluşacaktır..…Suedieh’e kadar
uzanacak olan harekat için sekiz yüz kişi kullanılacak
ve bu alanın yirmi mil kadar çevresinde isyan çıkarılacaktır. Geriye kalan kuvvetler 50-60 kişiden oluşan
küçük birlikler halinde Ayas ile Payas arasındaki noktalara çıkartılacak; Zeytun ve Elbistan istikametinde
daha Kuzeyde Makedonya hatlarındaki komiteciler
gibi görevlendirilecektir” .
65
Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Ermeni ileri gelenleri, çıkacak muhtemel isyanların önlenmesi konusunda
uyardı. Ancak uyarıların dikkate alınmaması üzerine
bu olayları başlatan ve Ermenileri silâhlandıran komite
yuvalarını dağıtmak için 24 Nisan 1915’te vilâyetlere
ve mutasarrıflıklara “acele ve gizli” kaydı ile bir talimat
yolladı. Bu talimat da, Ermeni komite merkezlerinin
kapatılması, evrakına el konulması ve komite ele başılarının tutuklanması bildirildi. Bunun üzerine, “bugün
Ermenilerin soykırım günü” olarak nitelendirdikleri
tutuklamalar gerçekleşti. Mısır’daki İngiliz Askerî Ofisi’ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bir bilgiye göre, “24
Nisan 1915 gecesi üç Ermeni din görevlisi ile Ermeni gazetesi “Puzantion”un sahibi de aralarında olmak
üzere toplam 1800 Ermeni yakalandı. Tutuklular Ankara’ya gönderileceklerdir. Tutuklananların 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır” denilmektedir.
Tutuklanan Ermenilerin “Müttefik ordularına hizmet
eden Ermeni gönüllüler veya müslüman katliamı sorumluları” olduğu İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral’e gönderilen şifre telgraflarda da kaydedilmektedir. Tutuklananlar, 25 Nisan 1915 tarihinde
Ayaş ve Çankırı cezaevlerine sevkedildiler. Buna rağmen isyanların devam etmesi üzerine, Almanya’nın da
telkiniyle Ermenilerin, savaş alanı dışında bulunan Suriye’ye nakli kararlaştırıldı. Bu durum Avusturya-Macaristan diplomatik belgelerinde özetle şu şekilde
aktarılmaktadır : “Sert tedbirlerin alınmasının suçu Ermenilerindir. Ermeniler savaş başladıktan sonra Türk
memurlarına ve Türk ordusuna karşı, akla gelebilecek
her türlü düşmanca faaliyetlerde bulundular. Ayrıca
Rusların gelmesinden sonra Van vilâyetinde Müslümanları acımasızca katlettiler”
66
TEHCİR NASIL GERÇEKLEŞTİ
Tehcir, Çanakkale, Kafkasya ve Filistin’de savaşan
Osmanlı ordularının lojistik destek yollarına yakın
yerlerdeki Ermeniler ile örgütlere destek veren tüm
Ermenileri kapsamıştır. Zorunlu göçe tabi tutulan İç
ve Doğu Anadolu’daki Ermenilerin, savaş alanına uzak
olan Suriye ve Şehr-i Zor bölgesine nakledilmeleri
kararlaştırılmıştır. Naklin kolaylıkla gerçekleştirilmesi
için ana yollar ve tren yolları seçildi. Haritada görüldüğü gibi, beş merkez, ana toplama alanı olarak belirlendi (Bkz. HARİTA I). Tehcire tabi tutulacaklara, hareket
hazırlığı yapmaları için, konsolos raporlarında da yer
aldığı gibi ortalama bir hafta süre verildi. Tehcir emri
verilen Ermeniler, 2000’er kişilik kafileler halinde sevkedildiler. Kafilelerin korunması için, savaş dolayısıyla
imkân nisbetinde koruma verildi (Bkz. BELGE 5).
Osmanlı Devleti tehciri, 29 Ağustos 1915 tarihiyle vilâyetlere gönderdiği şifre telgrafta şöyle tarif etmektedir:
“Ermenilerin bulundukları mahallerden çıkarılarak tayin edilen mıntıkalara sevklerinden hükûmetin beklediği gaye, bu unsurun hükûmet aleyhine faaliyetlerde
bulunmalarını ve bir Ermenistan hükûmeti teşkili hakkındaki millî emellerini takip edemeyecek bir hale getirilmelerini temin esasına matuf olup, masum kişi ve
şahısların imhası he-deflenmediğinden, sevkiyat esnasında kafilelerin can emniyeti sağlanmalı ve muhacirîn
tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü
tedbir alınmalıdır. ...Daha önce de tebliğ edildiği üzere
asker aileleriyle, ihtiyaç nisbetinde sanatkâr, Protestan
ve Katolik Ermenilerin sevkedilmemesi hükûmetçe
kesin olarak kararlaştırılmıştır. Kafilelere saldırıya ve
bilhassa gasb ve hiss-i hayvaniyelerine mağlup olarak
ırza geçmeye teşebbüs edenlerle, bunlara ön ayak
olan jandarma ve memurlar hakkında gecikmeksizin
kanunî tedbir alınarak, şiddetle cezalandırılmalı ve
bu gibiler derhal azl edilerek Divan-ı Harblere teslim edilmelidir. Bu gibi olayların tekrarından vilâyet
ve sancakların yetkililerinin sorumlu tutulacağı beyan
olunur” (Bkz.BELGE 6).
Yukarıdaki belgede de yer verildiği gibi, Ermenilerin na-killerinden maksadın, onları imha maksadıyla
yapılmadığı, onların savaşın bitiminde, yani 1918 yılı
sonunda, evlerine geri döndürülmesinden de anlaşılmaktadır. Bununla ilgili olarak çıkarılan kararnamede,
isteyenlerin geri dönmesi, dönmek istemeyenlere
baskı yapılmaması, evlerine dönen Ermenilere tüm
emlâkinin iadesi, müslüman olanların istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri, yetimhanelerdeki ve zengin aileler yanındaki çocukların aileleri ve
yakınları bulunarak teslimi, vergi borçlarının silinmesi,
yolculuk sırasındaki tüm masraflarının devlet
tarafından karşılanması gibi maddeler yer almakta idi
(BELGE 7).
67
Kaynak:
UK ARCHIVES FO 371/2484/46942, No. 22083; 30 Kasım 1914
tarihli Horizon'dan aktarılmıştır.
Berlin’den 24 Şubat 1915 tarihinde yazılan rapor, Geschaeftsgang
mit der Bitte in Wiedergabe nach Konstantinopel, imza, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A, Türkei 183, Bd. 36, No.
7117, R. 14085. Aynı konuda bir haber Matin’in 23 tarihli nüshasında yer almıştır.
Amerikan Kongresi’nin Kansas üyesi 23 Ocak 1920’de Kongre’de
yaptığı konuşma (Bkz. The New Near East, Vol. 6, No. 7, Genel No.
31, Ocak 1920, s. 28).
Österreichischer Haus-Hof-und Staatsarchiv, Politisches Archiv, XII,
463'den naklen N. Göyünç, "Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları", Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000, s. 10.
Joseph Pomiankowski, Der Zusammenbruch des Ottomanischen
Reiches. Erinnerungen an der Türkei aus der Zeit des Weltkrieges,
Zürich, Leipzig, Wien 1928, s. 159'dan naklen N. Göyünç, Aynı makale, s. 12.
İstanbul Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın 29 Haziran 1915 tarihli
raporu, Almanya Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A Türkei
183, Armenien Bd. 37, No. 7122, R. 14086, No. 3898.
İstanbul’daki Alman Elçiliğinden Metternick’in gönderdiği 18 Eylül
1916 tarih ve 567 nolu raporu, “Die Aufzeichnung über die armenische Frage”, Die Aufzeichnung ist von dem Botschaftssekretaer nach
meinen Weisungen aktenmaessig angefertigt worden, s.13, Alman
Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, Berlin, A Armenien, Türkei 183, R.
14093, Bd. 44-45.
Bu konuda orijinal bir araştırma için bkz. Heath W. Lowry, Büyükelçi
Morgenthau'nun Öyküsü'nün Perde Arkası, İstanbul 1991.
US ARCHIVES NARA 867.4016/207.
Bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCVI, XCVII, Belge 265, 266,
272’den naklen Turquie/Vol. 870/ Syrie-Palestine.
UK ARCHIVES FO 371/2146, No. 70404; Chcethem'den Sir Edward
Grey'e, 12 Kasım 1914, Kahire.
UK ARCHIVES FO 371/2484, No. 22083; Rus Büyükelçisinden İngiliz Dışişlerine 15 Şubat 1915 tarihli memorandum; Gürün, Ermeni
Dosyası, s. 208.
ATBD, Nisan 1987, Sayı 86, belge 2051.
ATBD, Ekim 1985, Sayı 85, belge 2003, 2005.
Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. LXXIX, Belge 75’ten Turquie/Vol. 848850, 8 Mart 1915.
UK ARCHIVES FO 371/2485, No. 115866; Albay Mark Sykes'ten Sir
John Maxwell'e mektup, 3 Ağustos 1915, Kahire.
BOA, DH. ŞFR., no. 52/96-97-98.
UK ARCHIVES, WO 157/691/9; İngiliz Karargâhı Askerî İstihbarat
Bülteni, 5 Mayıs 1915, Kahire.
UK ARCHIVES, FO 608/78, (75631), No. 869; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 20 Mayıs 1919 ve UK ARCHIVES, FO 608/78, No.
1094; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 21 Mayıs 1919.
Bkz. BOA, DH, ŞFR, no. 52/102.
Bunun için bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCI, belge 215’ten
naklen Turquie/Vol. 862, 863.
KA AOK NA 1915 K 3528 (15 Juli 1915, AO VI p. 4624'den naklen
İnanç Atılgan, Das Kriegsjahr 1915 : Reaktion Österreich-Ungarns
auf die Umsiedlung der Armenier innerhalb des Osmanischen Reiches
anhand von Primaerquellen, Wien 2003, s. 190-191.
68
İyi yönetilmeyen TRT!
Kemal AKAGÜNDÜZ
Gazeteci
Güya mahkeme iptal etti elektrik faturalarına yansıtılan TRT payını…
Ama bu kararını uygulayan kim? Ya da saygı duyan (!)
Bilirsiniz her ay evinize, o dönemde kullandığınız
elektriğin faturası gelir. Sizin kullandığınız tüketime
çeşitli kalemler eklenir, fatura kabardıkça kabarır. İşte
o kalemlerin içinde yer alanlardan biri de, yüzde 2
oranında alınan TRT payı.
Örnekle açıklayacak olursak; diyelim ki elektrik faturanız 100 lira geldi, bu 100 liranın içinden 2 TL TRT
için sizin cebinizden isteniyor…
Yani yaklaşık 35-40 milyon elektrik abonesi her ay düzenli olarak, TRT’ye para ödüyor.
69
2 saat 15 dakika, HDP’nin 1 etkinliğine 18 dakika ayırdı.
Resmi rakamlar bunlar… O yüzden ben yoruma gerek bile duymuyorum… Tabloyu değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
TRT’nin yayıncılık ilkelerini (!) bir kenara bırakıp, TRT’nin kadrosunu tartışmaya açmak istiyorum bu noktada. Çünkü TRT’de çalışan sayısı
7 bin küsür.
TRT bu parayla kasasını dolduruyor, kurumu
döndürüyor…
İşin bir de yargı kısmı var… Çünkü elektrik faturalarındaki kayıp kaçak bedeli üzerinden tahsil edilen yüzde 2’lik TRT payını mahkeme iptal
etti. Güya iadesi de mümkün ödenen bedelin
ama daha o parayı geri alan kimseye rastlamadım…
Tabi TRT devlet kanalı, bunda hemfikiriz. Ancak soru işaretlerini aklımızda uçuşturan bir
nokta var ki; o da özellikle seçim dönemlerinde TRT’nin siyasi partilere yer verme süreleri.
Örnekle değil resmi rakamlarla yazacağım bu
noktayı da.
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi öncesi…
Recep Tayyip Erdoğan’a üç günde 5 saat 26 dakika süre ayıran TRT Türk’e, diğer adaylara hiç
yer vermediği için 7 program durdurma cezası
verildi.
7 Haziran öncesi… AKP mitinglerine 18 saat,
CHP mitinglerine 3 saat 57 dakika, MHP mitinglerine 2 saat 12 dakika, HDP mitinglerine
36 dakika yer verildi.
1 Kasım seçimi öncesinde tablo değişti mi?
Tabii ki hayır. TRT ekranları
AKP’nin 52 etkinliğine 21 saat, CHP’nin 29 etkinliğine 7 saat 8 dakika, MHP’nin 5 etkinliğine
Para kaynağı vatandaşın ödediği elektrik faturalarından alınan TRT payı.
Yani TRT çalışanlarının maaşı halktan geliyor…
Ama TRT’nin yaptığı programlara bakıyorsunuz, çoğu –belki de hepsi- dış yapım. Yani TRT
bir yapım şirketine dizi veya programı yaptırıyor ve para karşılığı satın alıyor. E sormazlar mı,
bu 7000 kişi TRT’de ne iş yapıyor?
TRT’de kadro yok mu? TRT’de ekipman yok
mu? TRT’de stüdyo yok mu? Bunların hepsinin
cevabı “var” ise TRT’nin elemanlarının bunları
yapacak yeteneği, becerisi yok mu?
Elbette var, hatta çok iyi bir kadroya sahip. TRT
yayıncılıkta bir okuldur ama bu nitelikli kadrolar iyi yönetilmeyen kurum tarafından pasif hale
getirildi. Yazık değil mi bu kadrolara?
Haa birde merak ediyorum devletin bir kurumu neden ıslak mendil bastırır? Reklama mı
ihtiyaç var? Siz hiç bir devlet kurumunun ıslak
mendiline rastladınız mı?
Mesela Başbakanlık; mesela Maliye Bakanlığı?
Acaba bu ıslak mendillerden kaç tane yaptırıldı?
TRT Destek Hizmetleri Dairesi Başkanlığı bütçesinden, bu ıslak mendillere ne kadar para
ödendi?
O para kimin cebine girdi?
70
Doç. Dr. Şeref İBA
Yarı-Başkanlık
Sistemi ve Fransa Örneği
Üzerine Notlar
Farklı hükümet sistemlerinin ya da değişik versiyonlarının uygulamadaki başarı karnesi, o ülkenin kendine has gerçekleri ve tarihi arka planıyla doğrudan
ilgilidir. Fransa’da 5. Cumhuriyet öncesi siyasi tabloda,
parlamento aşırı güçlenmişti. Siyasi iktidarın odağı konumundaki yasama organı, tüm siyasi sisteme hakim
olmuştu. Bu soruna Anayasa yoluyla çözüm üretilmesi
amaçlanmıştı. Dolayısıyla, 1958 Anayasası ile kurulan
5. Cumhuriyet, parlamentonun sistem içindeki gücünü azaltmak ve yürütmeyi güçlendirmek esasına dayanmıştır. Başka bir ifadeyle, tipik örneği Fransa olan
yarı-başkanlık sisteminin çıkış noktasında, siyasi sistem
içinde aşırı güçlü konumdaki parlamentonun dizginlenmesi hedefi yer almaktadır.
Bu nedenle, yarı başkanlık sistemleri parlamenter sistem ile başkanlık sisteminin birtakım özelliklerini bünyesinde barındıran; parlamenter rejimlerde rastladığımız “yürütmenin istikrarsızlığı” sorunu ile başkanlık
rejimlerinde görülen “yasama ile yürütmenin kilitlenmesi” sorununa çözüm arayan ve üreten bir rejimdir.
Yarı başkanlık rejimi, yasama ve yürütme erklerinin
karşılıklı uzlaşma ve işbirliği içinde hükümet etmelerine dayanan bir rejimdir. Hükümet Parlamentoya Karşı
Sorumludur temelde, yarı başkanlık rejiminin parlamenter rejimlerde görülen özelliği devam etmektedir: Parlamento içinden çıkan bir hükümet (kabine)
yine ondan aldığı “güvenoyu” ile görevine başlamakta,
görevde kaldığı sürece “soru”, “meclis soruşturması”,
71
“meclis araştırması” ve “gensoru” gibi parlamenter
sistemin denetim yollarına tabi olmakta ve “güvensizlik” oyu ile de görevden uzaklaştırılabilmektedir. Bir
başka deyişle, parlamentoya karşı siyaseten sorumlu
başbakan ve bakanlar kurulu, parlamentonun denetiminde ve onun güvenine bağlı olarak icraatını sürdürmektedir.
Öte yandan, Halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı
hükümet yetkilerine ortak olmaktadır. Ancak, kural
olarak devlet başkanının siyaseten sorumsuzluğu devam etmektedir. Çünkü, parlamentoya karşı hesap
vermez; hesabı verecek olan hükümettir. Böylece, yasama ile yürütme arasında zorunlu bir “uzlaşma” arayışına girilerek “kilitlenmenin” önüne geçilmek istendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Cumhurbaşkanının Meclisi
Fesih Yetkisi vardır.
Günümüzde 6. Cumhuriyet tartışmalarının gündemde
olduğu Fransa’da, 2007 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleriyle parlamenter sisteme geri dönüş
anlamına gelebilecek sinyaller görülmüştür. Örneğin,
sistemi çağın koşullarına daha uygun bir şekilde uyarlamak ve güçler kurgusunu daha dengeli ve etkin kılmaktır. Bahsedilen amaç doğrultusunda, V. Cumhuriyetin Anayasası yirmi dördüncü defa revize edilmiştir.
Bu bağlamda, kohabitasyon dönemlerinin engellenmesi için yine birtakım adımlar atılmıştır. Tıkanıkları
engelleme amacı ile cumhurbaşkanının ikiden fazla
seçilemeyeceği düzenleme altına alınmıştır. Ancak,
Türkiye’de yürütülen siyasi sistem tartışmalarında nedense bu noktaya hiç değinilmiyor olması son derece
anlamlıdır.
Kavramsal çerçeve bakımından parlamenter hükümet
sisteminde, paradoksal bir durum olarak kuvvetlerin
karşılaştırmalı üstünlüğüne baktığımız zaman, siyasi
sisteme adını veren parlamento, güçlü/hakim kuvvet
değildir. Gerçekten de, ülkemizde de parlamento siyasi sitem içerisinde yürütme karşısında sürekli zayıf
ve giderek güçsüzleşen nitelik sergilemektedir. Sartori, “hükümet sistemlerinin sınıflandırılmasında şekli
anayasanın ölü sözlerine değil, anayasal teamülleri de
kapsayan maddi anayasanın yaşayan hükümlerine bakılmalı” demişti. Bu noktadan hareketle, Türkiye’de
yaşanan sorun ne?
Türkiye’de sorun esas itibariyle kuvvetler ayrılığı teorisinden kaynaklanmaktadır. Cari siyasi sistemde,
yasama ve yürütme kuvvetlerinin fiilen aynı elde birleşmesi şeklinde çalışmaktadır. Bu fiili birliktelik sebebiyle, halihazırda cumhurbaşkanı, siyasi sistem içinde
“tek hakim aktör” diğerleri ise siyasi oyuncular durumundadır. Hal böyle olunca, ülkemizde, parlamento,
sistem içerisindeki zayıf silüeti ile tipik parlamenter
sistem hüviyeti taşımasına karşın, yürütme organı,
parlamentoya hükmetmek de dahil çok aşırı güce sahip olduğu için “isimsiz başkanlık sistemi” niteliği sergilemektedir. Kısaca, parlamenter sistemin bariz örneği yasama kuvveti, süper başkanlık sisteminin canlı
örneği yürütme kuvveti, adı konulmamış “fiili başkanlık sistemi” olgusuna yol açmış durumdadır. Ancak,
gelinen nokta, zaten doğmuş çocuğa isim vermekten
ibaret bir husus değildir. Şöyle ki, iki başlı yürütme ile
yasama çoğunluğunun aynı siyasi harekete mensup
olmaması halinde yüksek düzeyde risk ve siyasi kriz
üretme potansiyeli her zaman söz konusudur.
Özetle, Türkiye’nin özgün şartları dikkate alınmadan
soyut düzlemde yürütülen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi tartışmaları ihtiyatla karşılanmalıdır.
Fransa’da son yıllarda, yarı-başkanlık sisteminden vazgeçme ve parlamenter sisteme geri dönüş anlamına
gelebilecek anayasa değişikliklerine gidilmiş olması
dikkatlere sunulması gereken kritik gelişmelerdir.
72
Kronik sorun:
Çocuk işçiliği
Türkiye’de 6-17 yaş arasında
yaklaşık 900 bin çocuk işçi
var. Çalışan çocuklar en fazla
tarım sektöründe…
73
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre
nüfusun yüzde 29,4’ünü çocukların oluşturduğu Türkiye’de, çocuklarla ilgili kronik sorunlar var. Bunlardan
ilki çocuk işçiliği. TÜİK 2012 verilerine göre, ülkede
6 - 17 yaş arasında yaklaşık 900 bin çocuk işçi var.
Çalışan çocuklar en fazla tarım sektöründe. Çalışan
çocukların yarısı da eğitim hakkından da mahrum. Çalışan çocukların yüzde 49,8’i okula devam ederken,
yüzde 50,2’si okula devam etmiyor.
Türkiye nüfusunun %29'unu çocuk nüfus
oluşturdu
Üç çocuktan biri yoksul
Çocuk nüfus oranının en yüksek olduğu il
Şanlıurfa oldu
TÜİK verilerine göre Türkiye'de yaklaşık 16 milyon
yoksul var. Yoksul fertlerin yüzde 44,3’ü çocuk. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) 2014 verilerine göre de
Türkiye’de her üç çocuktan biri şiddetli maddi yoksulluk çeken hanelerde yaşıyor. Çocuk maddi yoksunluğunda en yüksek oranlara sahip iki bölge Kuzey Doğu
Anadolu ve Güney Doğu Anadolu. Yoksulluk çeken 7
milyondan fazla çocuğun yüzde 40’ı protein ihtiyacını
et, tavuk ya da balıktan karşılayamıyor.
Türkiye nüfusu 2015 yılı sonu itibariyle 78 milyon 741
bin 53 iken çocuk nüfus 22 milyon 870 bin 683 oldu.
Birleşmiş Milletler tanımına göre "0-17" yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 1935 yılında toplam nüfusun
%45'ini oluştururken 2015 yılında toplam nüfusun
%29'unu oluşturdu.
Çocuk nüfusun toplam il nüfusu içindeki oranı illere
göre incelendiğinde, en yüksek çocuk nüfus oranına
sahip olan il, %47,4 ile Şanlıurfa oldu. Şanlıurfa ilini
%47,1 ile Şırnak ve %45 ile Ağrı izledi. Çocuk nüfus
oranının en düşük olduğu iller ise %17,5 ile Tunceli,
%19 ile Edirne ve %19,5 ile Kırklareli oldu.
74
75
Sarhoş Hollandalı taraftarlardan, İspanya’nın
göbeğinde Suriyeli mülteci kadınlara insanlık dışı
davranışlar…
ALÇAK
ALKOLiKLER!
Madrid meydanında oturan ve maç saatini bekleyen
PSV taraftarları eğlenmek için çevredeki dilenci kadınları seçti. Sıcak havada, kafede biralarını yudumlayan
PSV’liler, dilenci kadınlara para atıp onları bir sağa bir
sola koştururken, alınan her para sonrası oley çekti.
Bununla da yetinmeyen Hollandalılar mültecilere şınav çektirip para verdikleri bardakların içine bira döktü. Bu son derece üzücü olaylar İspanyol TV şovu El
Chiringuito tarafından canlı olarak yayınlanırken, sosyal medyada adeta deprem etkisi yarattı. Görüntüleri
hayretle izleyenler birbirinden çarpıcı yorumlar yaptı.
İşte o yorumlardan bazıları: Hollanda’da PSV taraftarlarının mültecilere para atarak eğlenmesi. İnsanlığını
kaybetmiş bir Avrupa profili. Bir Alçaklığın Anatomisi.
Faşizm heryerde aynı hastalık. PSV’lilerin yaptığı mide
bulandırıcı. Fakat dramatik olan, sığınmacıların kendilerine yapılan aşağılamayı umursamayacak kadar muhtaç olması. Muhtemel Hollandalı bir baba, “Ben sana
PSV’li olamazsın demedim, insan olamazsın dedim”
Sosyal medyayı sallayan PSV’li taraftarların İspanya’nın Madrid kentinde bozuk para atıp dalga geçtiği,
şınav çektirdiği kadınları, şarkıcı Haluk Levent buldu.
Levent’in çektiği ve Twitter’da yayınladığı bir video
inanılmaz gerçeği ortaya çıkardı. Söz konusu görüntülerdeki kadınlar İstanbullu çıktı! Yani İstanbul’dan
İspanya’ya gitmişler!
76
TÜİK’in 2015 Doğum
İstatistikleri Araştırması’na
göre Türkiye’de geçen yıl 1
milyon 325 bin 783 bebek
dünyaya geldi
77
Türkiye’nin doğum istatistikleri…
En
Fazla Doğum Ş.urfa’da,
Düşük Çanakkale’de…
Canlı doğan bebek sayısı 1 milyon 325 bin 783 oldu
Canlı doğan bebek sayısı revize edilen 2014 yılı verisine
göre 1 milyon 345 bin 286 iken 2015 yılında 1 milyon 325 bin
783 oldu. Canlı doğan bebeklerin %51’i erkek, %49’u kızdı.
Toplam doğurganlık hızı 2,14 çocuk oldu
Toplam doğurganlık hızı, bir kadının doğurgan olduğu
dönem (15-49 yaş grubu) boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısını ifade etmektedir.
Toplam doğurganlık hızı, 2014 yılında 2,18 çocuk iken
2015 yılında 2,14 çocuk olarak gerçekleşti. Yani, bir kadının doğurgan olduğu dönem boyunca doğurabileceği
ortalama çocuk sayısı 2,14 oldu. Bu durum, nüfusun
yenilenme düzeyindeki (2,1) doğurganlık seviyesinin
üzerinde kalındığını gösterdi.
Doğurganlık hızının en yüksek olduğu il 4,38 çocuk
ile Şanlıurfa oldu
Toplam doğurganlık hızının en yüksek olduğu il 2015 yılında 4,38 çocuk ile Şanlıurfa oldu. Bu ili 4,01 çocuk ile
Şırnak, 3,80 çocuk ile Ağrı ve 3,55 çocuk ile Siirt izledi.
Toplam doğurganlık hızının en düşük olduğu iller ise 1,53
çocuk ile Edirne ve Çanakkale oldu. Bu illeri 1,54 çocuk ile
Kırklareli ve 1,55 çocuk ile Eskişehir ve Zonguldak izledi.
En yüksek yaşa özel doğurganlık hızı 25-29 yaş grubunda görüldü
Yaşa özel doğurganlık hızı, belli bir yaş grubunda bin kadın başına düşen ortalama canlı doğan çocuk sayısını ifade
etmektedir.
Yaş grubuna göre doğurganlık hızı incelendiğinde, en yüksek yaşa özel doğurganlık hızı 25-29 yaş grubunda görüldü. Bu yaş grubundaki doğurganlık hızı 2010 yılında binde
126 iken 2015 yılında binde 135 oldu. Diğer bir ifadeyle,
2015 yılında 25-29 yaş grubundaki her bin kadın başına
135 doğum düştü.
Adölesan doğurganlık hızı düştü
Adölesan doğurganlık hızı, 15-19 yaş grubunda bin kadın
başına düşen ortalama canlı doğan çocuk sayısını ifade etmektedir. Adölesan doğurganlık hızı, 2010 yılında binde
34 iken 2015 yılında binde 25’e düştü. Diğer bir ifadeyle,
2015 yılında 15-19 yaş grubundaki her bin kadın başına
25 doğum düştü.
Kaba doğum hızı binde 16,9 oldu
Kaba doğum hızı, bin nüfus başına düşen canlı doğum sayısını ifade etmektedir. Kaba doğum hızı, 2014 yılında binde 17,4 iken 2015 yılında binde 16,9 oldu. Diğer bir ifade
ile 2014 yılında bin nüfus başına 17,4 doğum düşerken,
2015 yılında 16,9 doğum düştü.
Kaba doğum hızının en yüksek olduğu il binde 33,2
ile Şanlıurfa oldu
Kaba doğum hızı illere göre incelendiğinde, 2015 yılında kaba doğum hızının en yüksek olduğu il binde 33,2
ile Şanlıurfa oldu. Bu ili binde 29,5 ile Şırnak, binde
28,7 ile Ağrı ve binde 27,1 ile Van izledi. Kaba doğum
hızının en düşük olduğu il ise binde 10,4 ile Çanakkale
oldu. Bu ili binde 10,5 ile Edirne, binde 10,7 ile Karabük, Kırklareli ve Giresun izledi.
78
BÜYÜK ŞAİR YURDAKUL
KABRİ BAŞINDA ANILDI
79
Yurdakul, büyük bir şair ve milli bir aydındır. O, kendisini anlatırken, ‘ben halk adamıyım’ diyor. Annesini
babasını anlatırken de onların halk evlatları olduğunu
belirtiyor.
Şair Milli orduya seslenirken de;
‘Ey Türk vur, vatanın bakirlerine
Günahkar gömleği biçenleri vur
Kemikten taslarla şarap yerine
Şehitler kanını içenleri vur’ diyor.
Tabii biz aydın tanımını da Mehmet Emin Yurdakul’dan öğreniyoruz. Aslında bugün kendini aydın vasfı içine koyan, milletin dertleriyle dertlenmeyenlerle
ilgili de bir sözü var;
‘Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et;
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;’
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Genel Eğitim ve Sosyal İşler
Sekreteri Cengiz Kocakaplan ve Türk Eğitim-Sen
İstanbul Şube Başkanları ile birlikte doğumunun 147.
Yıl dönümünde milli şair Mehmet Emin Yurdakul'u
(D:13 Mayıs 1869 - Ö:14 Ocak 1944) kabri başında
dualarla anıldı. İstanbul 4 No’lu Şube Başkanlığı’nın
düzenlediği törende Mehmet Emin Yurdakul’un torunu Tomris Hanımefendi de hazır bulundu.
Genel Başkanımız törende yaptığı konuşmada, bu
ülkenin manevi mimarlarını unutmamamız ve unutturmamamız gerektiğine vurgu yaparak şunları kaydetti: “Mehmet Emin Yurdakul’u anmamıza vesile
olan teşkilatımıza teşekkür ediyorum. Biz her zaman, Türkiye Kamu-Sen hareketini aynı zamanda bir
aydınlar hareketi olarak da tanımlıyoruz. Yaptığımız
faaliyetleri sadece sendikal faaliyet olarak görmüyoruz. Bu ülkenin manevi mimarlarını bizim unutmamamız ve unutturmamamız lazım. İnanıyorum ki,
Mehmet Emin Yurdakul’u bu milletin evlatları her
zaman minnet ve şuurla hatırlayacaktır.
Bu dizelerden daha güzel bir tanım yoktur. Maalesef
günümüzde, dünyevi menfaatler uğruna kendilerini
aydın sanan insanların üç günlük dünya için karakterlerini ayaklar altına serdiklerini görüyoruz. Bugün
aydın diye geçinen kimilerinin Mehmet Emin Yurdakul’un yaptığı aydın tanımının ne kadar uzağında bir
yaklaşım içerisinde olduğunu görüyoruz.
Yurdakul, milli ve tarihi duyguları içeren şiirlerinin
yanı sıra, maddi ve tabi değerlerimize de vurgu yapan
eserler ortaya koymuştur. Şu dizelerde olduğu gibi:
Ey hemşehri, sakın kesme!
Yaş ağaca balta vuran el onmaz;
Bu kütükler 'Nice yıldır, hiç birine kervan gelmez, kuş
konmaz'
İşte böylesine büyük bir şair ve milli bir aydın olan
Mehmet Emin Yurdakul’u rahmetle anıyor; bu vesileyle onu anmamızı sağlayan teşkilatımıza teşekkür
ediyorum.”
80
81
Bir çok ünlü yazarın, politikacının, şairin hatta sinemacının yolu geçti
Ulucanlar’dan… Sayısız idamlar yaşandı… Ve şimdi Ulucanlar Cezaevi
Müzesi olarak tarihe ışık tutuyor
DÜŞÜNCELERİ FARKLI
OLSA DA KADERLERİ AYNIYDI!
Düşündükleri, söyledikleri ve yazdıkları farklı olsa da,
kaderleri onları Ulucanlar’da buluşturdu…
Ulucanlar, unutturmak için değil umut edebilmek için
kapılarını açtı
Ulucanlar Cezaevi sadece infazların değil, tanınmış
mahkumları ile de tarihe ismini yazdırdı. Çok gazeteci
girdi kapısından, çok şair… Bir çok yazarın, politikacının hatta sinemacının yolu geçti Ulucanlar’dan. Şairler hiç eksik olmadı… Necip Fazıl Kısakürek de girdi,
Nazım Hikmet de, Ahmet Arif de kaldı burada, Hasan
Hüseyin Kormazgil de… Ulucanlar’da hapis yatan gazeteci ve edebiyatçıları sıralayacak olursak, Necip Fazıl
Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Sami Cebeci, Yılmaz
Güney, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Metin
Peker, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Beyhan Cenkçi Adnan Cemgil, Cüneyt Arcayürek, Fakir Baykurt, Hasan
Hüseyin Korkmazgil, Metin Toker bunlardan bazıları… Siyasi suçluların yolu da Ulucanlar Cezaevi’nden
geçti. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Talat Aydemir, Yusuf Aslan, Hüseyin
İnan, Mustafa Pehlivanoğlu, Fikri Arıkan, Ali Bülent
Orkan, Muharrem Şemsek bunlardan bazıları…
Açık kaldığı 81 yıl boyunca adı infazlarla, işkenceyle,
acıyla anılan Ulucanlar Cezaevi, tüm bu gerçekleri ile
bugün bambaşka bir görev üstleniyor. Ulucanlar Cezaevi, Yok saymak için değil, ders çıkarmak için, unutturmak için değil tekrar umut edebilmek için kapılarını
açtı ziyaretçilerine… Bir kaç yıl öncesine kadar sadece
mahkumların girdiği Ulucanlar Cezaevi, tüm geçmişi
ile artık yeni ziyaretçilerini ağırlıyor. Ulucanlar Cezaevi üstlendiği yeni misyon ile birlikte özgünlüğünü de
ziyaretçilerine fazlası ile hissettiriyor. Hangi köşesine
giderseniz gidin, Ulucanlar Cezaevinde ziyaretçileri
farklı bir anı, farklı bir hikaye, 81 yıllık bir tarih karşılıyor. Bütün yaşanmışlıkları ile birlikte şimdi bambaşka
bir yüzle ziyaretçilerini ağırlayan Ulucanlar Cezaevi,
bizleri Türkiye’nin yakın tarihi ile birlikte kendi içsel
yolculuğumuza da çıkarıyor.
82
İlk durak Hilton Koğuşu
Cezaevinin pek çok bölümü belirlenen bir güzergah
dahilinde gezilebiliyor. Geçmişe duygulu bir yolculuk
yapan ziyaretçiler ana kapıdan girdikten sonra karanlık, soğuk ve rutubet kokan ve sonu Hilton diye
anılan 9. ve 10. koğuşa uzanan koridordan geçiyor.
Koridorun sonunda, ziyaretçilerin karşısına “Hilton”
denilen bölüm çıkıyor. Hilton’da daha çok edebi anlamda hepimizce bilinen isimler, şairler, gazeteciler ve
yazarların kaldığı biliniyor. Bülent Ecevit ve Necip Fazıl
Kısakürek Hilton’da kalan isimlerden ikisi.
Ardından tek kişilik hücreleri gezebilirsiniz
Hilton’un hemen yanından, ilk yıllarında Müteferrika
olarak adlandırılan tek kişilik hücrelere geçiş yapılıyor.
Henüz mahkumiyet kararı kesinleşmemiz tutuklular ile, cezaevinde disiplin suçu işleyen veya dışarıda
işlediği suç nedeni ile diğer mahkumlardan ayrılması
gerektiği düşünülen kişiler bu kısımlarda tutuluyordu.
Dar koridoru, loş ışıkları, demir kapıları ve kapkaranlık
tek kişilik hücreleri ile bu bölüm, cezaevi koşullarının
daha net anlaşılmasını sağlıyor. Hiç bitmeyeceğini düşündüğünüz koridorda, işittiğiniz sesler ürpermenize
neden olurken, karanlık, soğuk ve derin dehlizlerden
özgürlüğe uzanan avlulara doğru ilerlerken burada
kalan mahkumların bu zor koşullara nasıl dayandığını
düşüneceksiniz.
Koğuşlar, eski Türk filmlerini anımsatıyor
Hücrelerin ardından sıra koğuşlara geliyor. Koğuşlar
da o günkü koşullara uygun olarak düzenlendi. Bu
düzenlemeler titizlikle yürütülen çalışmalar sonunda,
Ulucanlar’ın tarihindeki hemen hemen her dönemi
anlatacak materyallerle tamamlandı. Düzenlemesi
titizlikle yapılan koğuşlarda demir ranza ve dolaplar,
tahta masa ve sandalyeler, eski bir soba ve pek çok
eşya dikkat çekiyor. Koğuşlardaki görsel zenginlik balmumu heykellerle tamamlanıyor. Bir mahkum sazın
tellerine vuruyor, bir türkü duyar gibi oluyorsunuz. Bir
mahkum efkarla yudumluyor çayını, bir başkası yatağına uzanmış özgürlüğün hayalini kuruyor sanki. Titiz
bir araştırma ile elde edilen tüm bu eşyalar, balmumu
heykellerin yarattığı etki ile birleşince koğuşlar, eski
Türk filmlerindeki hapishane görüntülerini andırıyor
sanki. Kendinizi Duvar filmi ya da Feride Çiçekoğlu’nun Ulucanlar’da çektiği Uçurtmayı Vurmasınlar
83
Filmi’nden bir kare izliyormuş hissine kapılabiliyorsunuz. Koğuşlar dışında avlular da, Ulucanlar Cezaevi’ne
ait fotoğrafların yer aldığı bir açık hava sergisi görevini
üstleniyor. Geçmişte mahkumların volta attığı, tespih
çektiği, racon kestiği avlularda bugün onların yerine
fotoğrafları yer alıyor. Tanınmış mahkumların cezaevi
süreçleri ile ilgili fotoğraflarının yer aldığı avluda, bazı
adli suçlulara ait Ulucanlar Cezaevi’nde çekilmiş eski
fotoğraflar ve fotoğraflara ait bilgiler de bulunuyor.
Film şeridi konseptinde özel olarak tasarımı yapılan ve
sergilenen fotoğraflar, cezaevi tarihçesinin bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesini sağlıyor.
Darağacına ''Müebbet'' hapis cezası!
Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde idamların yapıldığı
dar ağacı da sergileniyor. Toplam 18 kişinin infazının
gerçekleştiği dar ağacı, daha önce hep önüne kurulan "Ulu Kavak" adıyla anılan ağacın bu kez arkasına
yerleştirilmiş. Türkiye’de idam cezasının 2004 yılında
kaldırıldığına dikkat çekmek amacıyla dar ağacı demir
parmaklı bir hücreye yerleştirilmiş ve üzerine artık bu
cezanın uygulanmadığına dair bir yazı yazılmış.
Tanınmış mahkumların kişisel eşyaları da müzede
sergileniyor
6. koğuş, Ulucanlar’da kalmış tanınmış isimlere ait
bilgi, belge ve eşyaların bulunduğu koğuş olarak düzenlendi. Her ranzanın başında o kişilere ait fotoğraf
ve biyografileri bulunuyor. Aynı koğuşta farklı zamanlarda Ulucanlar Cezaevinde kalan gazeteci, yazar, şair,
siyasetçi, sanatçılara ilişkin eşyalar da sergileniyor. Bülent Ecevit’in şapkası ve kravatı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun
namaz takkesi ve seccadesi, Mustafa Pehlivanoğlu’nun
kardeşine yazdığı mektup, Fikri Arıkan’ın elbisesi gibi
kişisel eşyalar da bu koğuşta yer alıyor.
(Kaynak: Ulucanlar Cezaevi Müzesi)
84
ÇOCUKLARLA
KALiTELi ZAMAN GEÇiRMENiN
Emine Ergün
Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı
Aile Danışmanı
85
Hangi yaşta olursa olsun, çocuklar anne babaları ile zaman
geçirmekten çok hoşlanırlar. Hatta anne babaları ile birlikte
vakit geçirirken, zamanın nasıl geçtiğini anlamazlar ve onlara doymazlar.
Günümüzde anne babaların çalışma hayatında aktif olması
ile birlikte, çocuklar küçük yaşlarda kreş yaşantısına başlıyorlar. Anne babalarının mesai saatlerine göre sabah yedide
kreşe gelip, akşam yedide eve dönen çocuklar da olabiliyor.
Çocuk yaklaşık olarak günün yarısını kreşte geçirince, anne
babasını fazlasıyla özlüyor. Akşam olup da anne baba ve çocuk evde buluştuklarında çocuklar anne babaları ile mümkün olduğunca çok zaman geçirmek isterken, anne babalar
da evde onları bekleyen sorumluluklarını yapabilme telaşında olabiliyorlar.
Benzer bir durum anneanne, babaanne ya da bakıcı tarafından bakılan çocuklar için de geçerli. Çocuklar kreşte değil,
evde de olsalar, yine tüm gün akşam olmasını ve anne babalarının eve gelmesini dört gözle bekliyorlar.
Peki, anne babalar akşam çocukları ile geçirdikleri sınırlı zamanları nasıl daha kaliteli hale getirebilirler.
1-ÇOCUĞUNUZU DİNLEYİN
Eve geldiğinizde çocuğunuz sizi bütün gün görmediği için, size
anlatacak çok fazla konu biriktiriyor ve bunların hepsini bir
çırpıda size anlatmak istiyor. Onu dinliyormuş gibi yapmayın,
dinlemek için kısa zamanlar ayırın. Zamanınız yoksa da “Anlatacaklarını merak ediyorum ama şu anda dinleyemiyorum,
işimi bitirince seni dinleyeceğim” diyerek erteleyin. Ama işinizi
bitirince de söz verdiğiniz gibi onu mutlaka dinleyin.
2-AKŞAM YEMEĞİNDE SOFRAYA BİRLİKTE OTURUN
Akşam yemekleri, aile olarak geçirebileceğiniz çok değerli
zamanlardır. Çocuk, akşam yemeğinde anne ve babasını
evde ve aynı sofrada görmeli. Bu durum, çocuğa güven verir. Yemek sırasında o güne ait değerlendirmeler yapılabilir,
keyifli kısa sohbetler edilebilir.
3-ÇOCUĞUNUZA BASİT SORUMLULUKLAR VERİN
Eve geldiğinizde sizi bekleyen sorumluluklara çocuğunuza
dahil edin. Onun yapabileceği basit işleri ona verdiğinizde,
birlikte zaman geçirmiş olursunuz. Örneğin, siz mutfakta
yemek yaparken, çocuğunuzun önüne de kıvırcık, marul,
maydanoz gibi sebzeleri koyup, bunları parçalamasını isteyebilirsiniz. Bunları yapacağınız salataya eklersiniz.
4-ÇOCUĞUNUZA SÜREKLİ SORU SORMAYIN
Siz işten geldiğinizde, çocuğunuzda kreşten ya da okuldan
geldiğinde, ona gün içinde yaptıkları ile ilgili sürekli soru
sormayın. Soru sormak, onunla sohbet etmek anlamına
gelmez. Çocuklar kendilerine sürekli soru sorulduğunda
kaygılanabilir, sıkılabilir, hatta bu nedenle de doğru olmayan
bilgiler b ile verebilirler. Siz kendi günlük yaşantınız ile bilgi
verin, neler yaptığınızdan bahsedin. Bu şekilde hem çocu-
ğunuza model olmuş olursunuz, hem de onu zorlamadan o
gün ile ilgili bilgiler almış olursunuz.
5-ÇOCUĞUNUZ İLE OYUN OYNAYIN
Çocuklar hangi yaşta olursa olsun, oyun oynamak onlar
için en temel ihtiyaçlardan birisidir. Çocuk oyun ile dünyayı
keşfeder, öğrenir, kendini ifade eder. Anne babaların da çocuklarını daha iyi gözlemlemeleri ve tanımaları için, oyun en
önemli araçlardan birisidir. Çocuğunuz ile oyun oynarken,
onun tercih ettiği oyunları oynamaya özen gösterin. Siz ded
oynadığınız oyundan keyif alın. Oyun oynamayı bir mesai
gibi görmeyin, sıkılarak ve zorunlu olarak oyun oynadığınızda, çocuğunuz bunu fark eder.
6-ÇOCUĞUNUZA AYIRDIĞINIZ ZAMANI BÖLMEYİN
Çocuğunuz ile oyun oynamaya ya da vakit geçirmeye başladığınızda, tam oyunun en keyifli yerinde oyunu bölmeyin.
“Sen oyun oynamaya devam et, ben çamaşırları asıp geleyim” demek, çocuğa ayrılan zamanı bölmektir ve çocuklar
bundan hiç hoşlanmazlar.
7-ÇOCUĞUNUZA AYIRDIĞINIZ ZAMANI BELİRLEYİN
Çocuklar anne babaları ile ne kadar oyun oynasalar da onlara doymazlar ve yorulmazlar. Bu nedenle çocuğunuzla
geçireceğiniz zamanı sınırlandırmanız da gerekmektedir.
Oyun oynamaya başladığınız ve bitireceğiniz zamanı baştan çocuğunuza belirtin. Çocuk anne babası ile sınırlarını
bilerek zaman geçirmeye başladığında, “Oyun zamanı bitti”
cümlesini duyduğunda verebileceği tepkiler azalabilir.
8-ÇOCUĞUNUZU ELEŞTİRMEYİN, KIYASLAMAYIN
Çocuğunuz ile oyun oynarken ya da onunla vakit geçirirken, söyledikleri, yaptıkları ve duygu düşünceleri için onu
eleştirmeyin, diğer çocuklar ya da kardeşi/ abisi ablası ile
kıyaslamayın. Duygu ve düşüncelerini ifade etmesine fırsat verin, bunların içinde doğru olmayanlar varsa da, bunu
uygun bir dille ona belirtin, hatta doğru davranış kalıplarını
kazanması için ona model olun.
9-ÇOCUKLA VAKİT GEÇİRMEK ANNENİN
TEKELİNDE DEĞİL
Çocuklarla zaman geçirmek, oyun oynamak söz konusu olduğunda, bu sorumluluk sadece annelerin göreviymiş gibi
anneler üzerinden konuşmalar yapılır. Oysaki, çocuk gelişiminde, anne kadar baba da önemlidir. Çocuğun cinsiyeti
kız da olsa erkek de olsa babası ile kaliteli zaman geçirmeli
ve oyun oynamalıdır.
10-AİLECE ÖZEL ZAMANLAR GEÇİRİN
Çocuğunuzun sosyal ve duygusal gelişimi için ve aile olma
olgusunu ona yaşatmak için, ev içinde ya da farklı sosyal ortamlarda çocuğunuz ile birlikte ailece zamanlar geçirmeye
özen gösterin. Hatta boşanmış anne baba bile olsanız, çocuğunuz için belli zaman aralıkları ile bir araya gelin ve birlikte zaman geçirin, sinemaya gidin, dışarıda yemeğe gidin.
86
7
KALP-DAMAR
SAĞLIĞI İÇİN
Doç Dr. Oğuz Taşdemir
Dünyada erken ölüm nedenlerinin başında gelen
inme; kalp damar hastalıkları ve özellikle beyni besleyen damarının tıkanma veya daralması
sonucu oluşuyor. Avrupa’da 75 yaşından önce
gerçekleşen tüm ölümlerin yüzde 42’si kadınlar
yüzde 38’i olmak üzere kalp damar hastalıklarından oluyor. Türkiye’deki durumda bundan farklı
değil. 2013 yılında oluşan ölümlerin yüzde 66’sı
yine aynı sebepten.
Kalp ve Damar Cerrahisi Doç. Dr. Oğuz Taşdemir kalp damar hastalıklarından korunmada
başlıca uyulması gereken temel kuralları anlattı.
Doç. Dr. Oğuz Taşdemir “Hastalığı oluşturan risk
faktörlerinden korunduğu sürece kalp ve damar
hastalığında ölümlerde yüzde 50’den fazla azalma
görülüyor. Kardiyovasküler hastalıklardan korunmaya çocukluk döneminde başlayıp erişkinlik ve
yaşlılık dönemlerinde devam edilmeli, bunu yaşam şekli haline getirmelidir” diyor.
87
• Sigaradan uzak durun
Her çeşit sigara içimi kalp damar hastalığı için kaçınılmaz bir risk faktörüdür. Kesinlikle içilmemelidir. Sigara dumanı olan yerlerden uzak
durulmalı, pasif içicilik olmamalıdır. Gençlerin sigara kullanmaması teşvik edilmelidir.
• Diyet yapın
Genel olarak kepekli ürünler, meyve - sebze ve balık tercih edilmelidir.
Doymuş yağların yerini doymamış yağ asitleri almalı, trans yağlardan
kaçınılmalıdır. Mümkünse işlenmiş gıdalar hiç alınmamalı günlük tuz
miktarı 5 gramın altında olmalıdır. Günlük lifli yiyecekler 30-45 gram
alınmalı, meyve-sebze 200 gram ve haftada en az iki defa balık yenmelidir. Alkollü içeceklerin tüketimi kısıtlanmalı erkeklerde iki, kadınlarda
bir bardağı geçmemelidir.
• Fiziksel aktivite yapın
Her türlü egzersiz kalp damar hastalığı riskini azaltır. Sağlıklı yetişkinler
haftada 2.5 - 5 saat veya günlük 30 - 60 dakika orta şiddetli fiziksel aktiviteyi hayat tarzı haline getirmelidir. Ya da haftada 1 – 2.5 saat yoğun
egzersiz yapmaları gerekir.
• Beden ağırlığınıza dikkat edin
Kilo verme, kan basıncı ve kan yağları üzerinde ve koroner kalp hastalığını azaltıcı etkiye sahiptir. Kilo fazlalığı olan ve obezlerin mutlaka kilo
vermesi gereklidir. Bel çevresi kadınlarda 80 – 88 santim, erkeklerde
94-102 santim ise daha fazla kilo alınmamalıdır. Hem kilo alma hem de
obezite kalp hastalığından ölüm riskini artırır.
• Kan basıncına dikkat edin
Kan basıncı yüksekliği tüm hastalar için yaşam riskli bir seyir takip eder.
Hedef kan basıncı 140/90 mm Hg’nin altında olmalıdır. Yüksek kan
basıncı olan hastalar, fizik aktivitelerini artırmalı, kilolarını azaltmalı,
alkol ve tuz alımını kısıtlamalı, meyve-sebze ve az yağlı süt ürünleri
tüketmelidir.
• Kolesterol tehlikesi
Hedef kan yağı LDL kolestroldür. Ayrıca HDL kolestrolü düşük ve
trigliseridleri yüksek olanlar riskli birey sınıfına girer. Diyetle bu değerlerin normal kan değerlerine indirilmesi hedeflenir.
• Diyabete dikkat edin
Diyabeti olanlar, diyabeti olmayanlara göre kadınlarda 5, erkeklerde 3
kat daha risklidir. Kalp damar hastalıklarından korunmak için diyabetli hastalar kan şekerlerini normal ölçülerde tutmalı, HbA1c değerini
yüzde 7’nin altında olmasına dikkat etmelidir.
88
Nam-ı dİğer KÜÇÜK PARİS:
ARHAVİ
Esra Ocaklı Yüce
Türkiye Kamu-Sen Basın Danışmanı
Benim adım mavi ve yeşil, kuş sesleri, dere şırıltısı,
toprak kokusu, insan sevgisi…
Ben festivalim katılmak isteyene, ben huzur-u sükûnum arayana…
Kapatıp gözlerini, hiç eteklerime oturup da kuş seslerini dinledin mi?
Toprak kokusunu çektin mi ciğerlerine dolu dolu?
Ağustos yağmuruna yakalandın mı yaylalarımda?
Mençuna Şelalesi’nin buz kokan sularına kendini bırakmayı denedin mi?
Çay toplayan memleket insanıma “kolay gele” dedin mi?
Asfalt görmemiş taş toprak uçurumlarımdan geçmeye
cesaretin var mı?
Bir elim uçurum, bir elim ağaçtır benim.
Üşürsün ağustos ayının ayaz gecelerimde, ama
Bir ateş, bir mısıra bakar …
Ateş böcekleri eşlik eder gecene, bir de susmayan cırcır böcekleri…
Dallarımın arasından kayıp gider, engin maviliklere kızıl güneşim, izlemeye doyamazsın
Ben adım ARHAVİ…
Nam-ı diğer, “Küçük Paris”
Saymakla bitmez güzelliklerim, işte sana birkaçı;
Mençuna Şelalesi, Ortacalar Çifteköprü, CİHA Dağı
ve Kalesi, Ortacalar Merkez Camii, Metruk Kilisesi,
Buzul göllerinden, Nogadid, Sarıgöl, Alacagöl, Büyük
Agara ve Küçük Agara
Ama asıl keşifçilerin mekanıyım ben…
BENİM ADIM ARHAVİ…
89
Dallarımın arasından
kayıp gider, engin
maviliklere kızıl
güneşim, izlemeye
doyamazsın
Ben adım ARHAVİ…
90
TARİHÇE:
Karadeniz’in şirin kıyı ilçesi. Batısındaki Fındıklı ile
arasındaki uzaklık ise, 15 km. İl merkezi, Artvin’e
uzaklık ise: 86 km. Rize il merkezine uzaklık ise; 100
km.
MÖ.831 yılından itibaren, Urartu egemenliği görülür.
MÖ.200-150 yılları arasında: Roma imparatorluğu,
yöreyi, Armanya krallığı adı altında kendisine bağlar.
Bu durum: MS.532 yılına kadar sürer. Bu dönemde:
Doğu Romalılar bölgede egemen olmasına rağmen,
Türkmen İlbeyleri de, etkinliklerini sürdürmüşlerdir.
625-630 yılları arasında: Hazar Türklerinin egemenlikleri görülür. 1050 yılından sonra ise, yörede
Selçuklu ve Osmanlı egemenlikleri görülür. 1471
yılında, Fatih Sultan Mehmet, Trabzon’daki Pontus
İmparatorluğunu ortadan kaldırınca, bu topraklar,
Osmanlı devletine kalır. 1915 yılında, Ruslar bölgeyi işgal ederler. Ancak, Çarlık Rusyasının iç işlerinin
karışması nedeniyle, Rus kuvvetleri, 1918 yılında
bölgeden çekilirler. 12 Mart 1918 tarihinde, Arhavi
kurtulur. İlçe, 1954 yılında, ilçe statüsü kazanmıştır.
Arhavi ismi, Arkabi isminden türemiş ve günümüze
Arhavi olarak gelmiştir.
91
92
ANAYURTTAN ATAYURDUNA-3
Gökhan Altunkaş
Türkiye Kamu-Sen Basın Danışmanı
93
AZERBAYCAN
Başkent: Bakü
Telefon kodu: +994
Cumhurbaşkanı: İlham Aliyev
Başbakan: Artur Rasizade
Para birimi: Azerbaycan Manatı
Nüfus: 9,417 milyon (2013, Dünya Bankası verileri)
Yüzölçümü: 86.600 km2
Komşu Ülkeler: Ermenistan, Rusya, Türkiye, Gürcistan, İran
94
Azerbaycan veya resmî adıyla Azerbaycan Cumhuriyeti. Batı Asya ile Doğu Avrupa'nın kesişim noktası
olan Kafkasya'da yer alan ülkedir. Güney Kafkasya'nın
en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Azerbaycan'ın doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Rusya,
kuzeybatısında Gürcistan, batısında Ermenistan ve
güneyinde İran ile komşudur. Kendisine bağlı olan
Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin ise kuzey ve doğusu Ermenistan ile, güneyi ve batısı İran ile çevrilmiştir,
Türkiye ile de 17 km'lik sınırı bulunmaktadır.
Azerbaycan, zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra, 26 Nisan 1920’de Kızıl
Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan
1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına
katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir.
Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ
bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti.
Azerbaycan, üniter bir anayasal cumhuriyettir. Türk
Konseyi ve TÜRKSOY'un aktif üyesidir. 158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. GUAM, Bağımsız Devletler Topluluğu ve
Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'nün kurucu
üyelerindendir. 1992'den bu yana Birleşmiş Milletler'e
üyedir, 9 Mayıs 2006'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kurulan İnsan Hakları Konseyi'nin üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca AGİT ve Avrupa Konseyi'ne
de üyedir, Barış İçin Ortaklık projesinde NATO ile
işbirliği yapmaktadır.
Diğer Doğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu
ülkeleri ile karşılaştırıldığında Azerbaycan, sosyal ve
ekonomik gelişme ile okuryazarlık oranında yüksek
düzeylere ulaşmıştır. İşsizlik ve intihar oranları da düşüktür. Azerbaycan, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren
95
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık daimi
olmayan üyeliğe başlamıştır.
DİL:
Azerice
ÖNEMLİ ŞEHİRLERİ:
Bakü, Gence, Sumgayıt, Mingeçevir, Alibayramlı, Şeki,
Lenkeran
İKLİM / NE ZAMAN GİDİLİR?
Kuru ve subtropikal karakterdedir. Kuzey bölgesinde
kuru karasal iklim hakimdir. Bakü için Mayıs, Eylül ve
Ekim aylarının idealdir, diğer aylarda sıcaklık, nem,
rüzgar keyfinizi bozabilir.
TARIMSAL ÜRÜNLER:
Üzüm, pamuk, tütün, çay, sebze ve meyve
YER ALTI KAYNAKLARI:
tan, Azerbaycan Taş Sanatı - Eski Tarihi Abideler, Hudaferin köprüleri, «Ağoğlan» Kasır Kompleksi, Gülüstan Kalesi, Diribaba Türbesi…
NE YENİR / NE İÇİLİR?
Çeşitli pilav, çorba ve salata türleri olan Azeri mutfağında sebze yemekleri oldukça azdır. Mantı ve buna
benzer hamurlu yemekler ise her restoranda kendini
gösterir. Küçük mantılarla yapılan Düşbere , oldukça
lezzetli bir çorbadır. Büyük bir tas içinde ikram edilir
ve oldukça doyurucu bir özelliğe sahiptir.
Yaygın olarak içilen bir diğer çorba ise yoğurt ve yeşillikle yapılan, kişnişle tatlandırılan Dovga’dır. Bu çorba,
yazları bardakla soğuk olarak da tüketilebilmektedir.
Yine lahana çorbası Borş farklı Azerbaycan lezzetlerinden biridir. Bizdeki börekleri andıran Kutab adlı
yiyecek, üzerine yoğurt eklenerek ve sumak dökülerek yenilmektedir. Kebaplar ise lezzetleri bakımından
ülkemizdekilerden farksızdır.
Petrol, doğal gaz, kurşun, çinko, bakır, demir cevheri,
barıt, kobalt, arsenik, mermer, kireç taşı, siyanit, maden tuzu ve kayatuzu
Hazar’ın ünlü balığı Asetrin ise ızgarası yapılarak tüketilmektedir. Bunun yanında çok yaygın tüketilen ve içi
kıymalı ya da patatesli olan Piroşki de bir tür hamur
kızartmasıdır.
TARİHİ YERLERİ
NASIL GİDİLİR?
Bayıl Kalesi, Kız Kalesi, Şirvanşahlar Sarayı, Ateşgah,
Ramana Kalesi, Merdekan Kalesi, Şıh Kalesi, Gobus-
THY’nin Bakü’ye günde dört seferi var. Azerbaycan
havayollarının da İstanbul’a her gün seferleri var.
96
KAZAKİSTAN’DA UYDU ÜZERİNDEN
YAYIN YAPAN İLK UYGUR TV KANALI
FAALİYETE GEÇTİ
Uygur Haber ve Araştırma Merkezi (UYHAM) Kazakistan’da uydu üzerinden yayın yapan ilk Uygur Tv.
kanalının kurularak yayın hayatına başladığı açıklandı.
Kaztr.com internet sitesinde yer alan bilgilere göre,
Doğu Türkistan sınırlarına 300 km. uzaklıkta olan ve
Uygur Türklerinin kalabalık ve yoğun olarak yaşadığı
Kazakistan’ın eski başkanı Alma-Ata merkezli olarak
yayın yapacak yeni TV kanalının adı ”Tenrıtag Uygur
TV Kanalı ” olarak belirlendi.
“Tanritag Uygur Tv. kanalının uydu üzerinden yayın
yapacağı ve tüm Kazakistan’a yönelik yayın yapacağı
de belirtildi. Tengritag Uygur TV kanalının Kazakistan’daki Uygur Türklerinin yaptığı bağışlarla kurulduğu de ifade edildi.
Ayrıca, Tenritag Uygur TV.’nin Kazakça, Uygurca
ve Rusça yayın yapacağı de kaydedildi. TV kanalının
program ve yayın içeriği kültür ve eğlence formatında
olup, programları daha çok Kazakça ve Uygurca olarak sunacağı ifade edildi.
Kazakistan’da ilk kez kurulan ve Uygur Türkçesi ile
yayın yapacak bu Televizyon kanalının kurulması ve
yayına başlayabilmesi için Kazakistan’da yaşayan Doğu
Türkistan asıllı Uygur Türklerinin(Kazakistan Uygur
Diasporası’nın) maddi olarak büyük fedakarlıklar ve
katkıda bulunduklarını ve yaklaşık 5 milyon Tenge bağış yaptıkları de bildirildi.
Tengritağ Uygur TV kanalının kurucusu ve sorumlusu
ve aynı zamanda Alma-Ata merkezli Uygur Kültür
Merkezi Başkanı de olan Abdullan Uşirov, Uygurca
yayın yapacak bir TV kanalı kurma projesini 1990’lı
yılların başından beri düşündüğünü ve bu kanalın
aynı zamanda Alma-Ata ve tüm Kazakistan’da yaşayan Uygur Türklerinin başta dilileri (Uygur Türkçesi)
kültür-medeniyet gelenek ve göreneklerinin devam
ettirilmesi ve yeni nesillere aktarılması için bir ihtiyaç
olduğunu belirtti.

Benzer belgeler