16.Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat

Transkript

16.Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat
Muhterem Okurlar,
Bu sayımızın belirlenmiş bir konusu yok. İstedik ki yazarlarımız,
şairlerimiz; köyünde, yaylasında, sahil kenarlarında tatlı esintilerle
baş başa kalsınlar. Onları herhangi bir konuya yönlendirip can
sıkıntısı peydahlamayalım. Biz de merceğimizi artık birçok ilimizde
gerçekleştirilen şiir şölenlerine tutalım. Türkçe şenliği olarak
algıladığımız Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları’na, Sakarya’da Sapanca
Şiir Akşamları’na, Bayburt’ta Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne
bu niyetle katıldık. Oralarda gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazdık..
Şiir Akşamları olacak da “Miskin kul Hoca Ahmet, yedi atana
rahmet,/ Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi” diyen inancımızın
ve Türkçemizin kıymetlisi Hoca Ahmet Yesevi, hatırlanmayacak! Olur
mu? Dört yazarımız –Alimbay Botakaraev, Necdet Tosun, Hayati Bice,
Necati Kanter- Yesevi’yi ve Yesevi’nin hoşgörüsünü anlattılar.
Şiirimizin ve zihin dünyamızın mihenk taşlarından Hilmi Yavuz ile
“Edebiyat”, Alman Prof. Dr. Armin Burckhardt ile “Dil” üzerine, küçük
bir söyleşi yaptık.
Evet, bu sayımızda belirlenmiş bir konu yok, ama konularımız
arasında kopukluk da yok. İnancımızın, kültürümüzün mevzularını
ince bir damarla elden ele, dilden dile aktarmaya çalıştık. Bütünlük
kendiliğinden oluştu: Nazım Payam; Ses ve Yaz, Fırat Kızıltuğ;
Kopuz Coğrafyası ve Musikimiz, Mustafa Miyasoğlu; Mimar Sinan’ın
Dünyası, Mahir Adıbeş; Ayakları Mühürlü Atlar, Ünal Taşkın; Argamak,
İhsan Yaşa; Türkülerde Sağlık Temaları, Ömer Kemiksiz; Ramazanda
Çocuk Olmak üzerine düşüncelerini belirttiler.
Ayrıca yazarlarımızın, şairlerimizin yeni çıkan kitaplarına dair
okuma notları, incelemeler…
Hikâyesiz, şiirsiz edebiyat dergisi olur mu? Ümit Fehmi Sorgunlu ve
İmdat Avşar’ın hikâyelerini, Nurettin Durman, Abdullah Satoğlu, Yusuf
Dursun, Süleyman Daşdağ, Gökşad Özkaynar ve Ömer Demirbağ’ın
şiirlerini zevkle okuyacağınıza inanıyoruz.
Gelecek sayımızın dosya konusu: Edebiyat ve felsefe ilişkisi
Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle hoşça kalınız.
Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
Ö
nceleri tasarladığım yazı
yaşayamamış isem güneşin sıcağı yük olmuştur bana.
Karabasanlar çöker üstüme. Sıkıntıdan terlerim. “Bir yaz daha
geçti” hayıflanmasıyla meşgul
dimağım, sonbaharın eşiğinde
bütün bir ömürle hesaplaşır. Eğer yaz, yazlığını yapmış, sesinde, gölgesinde barındırmışsa
beni Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ını mırıldanadururum.
Ses ve zaman
arasındaki sarsıcı
birlikteliği sanırım
çokları düşünmüş,
düşündüklerini
bilimlik çerçeveye
yerleştirmişlerdir.
Ama Yahya
Kemal kadar,
Tanpınar kadar
öylesine berrak
sesten tablolar
çıkarabilmişler mi,
bilmem.
“Rü’yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan”
Huzurlu yaz, sesi çoğaltır. Böcek, kuş,
çocuk, sünnet, düğün en tatlı sesleriyle eşlik
3
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
ederler yaza. Yaz mevsimini biraz da, belki daha
fazla hatırlattığı seslerden dolayı severim. Sevdiğimiz seslerle doludur yaz. Bizim yazlarımız
artık kurutulacak meyvelerin, sebzelerin yazı
değil. Kendi sesinin yazı…
Öyle ya; yaz yazlığını yapmayınca kış neler
yapmaz ki insana.
Bu yaz tabiatın, çocukların sesine şairlerin sesi de karıştı. Hazar Şiir Akşamları tertip komitesinde görevliydim. Sapanca ve
Bayburt şiir akşamlarına katıldım. Elazığ’da,
Sapanca’da, Bayburt’ta yapılan şiir şölenleri
Türkçenin yaz şenliğine dönüştü. Tanığıyım
bu şenliklerin.
Sapanca’ya Nurettin Durman da geldi. İlk
karşılaşmamızdı bu. Durman’la yıllardır telefonla görüşürüz. Birbirimizin sesine aşinaydık. O, Sapanca’da durmadı. Sapanca’ya akşamüzeri gelen Yavuz Bülent Bâkiler’le gece
yarısı İstanbul’a döndü.
Yavuz Bülent Bâkiler, Sapanca’da olduğumu öğrenince, bana ve Vakıf Başkanımız Nihat
Eriş’e daha hamuru kurumamış “1944- 1945
Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar” getirdi. Allah sağlığını artırsın. Böylece
Bâkiler’in bütün eserlerine sahibim.
Sapanca’da, göl kıyısında sesin ve zamanın
toleransını yaşadım.
Hazar Şiir Akşamlarına katılan Yahya
Akengin’e verdiğim sözü tuttum. 15 Temmuzda
Mahmut Bahar ile Bayburt’taydık.
Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat
Şöleni’ne Meksika, Polonya, Gürcistan, Kazakistan, Azerbaycan, Pakistan ve Elazığ halk
oyunları ekipleri de katılmıştı. Ekipler ilkin
Dede Korkut otağı önünde oyunlarını sergilediler, sonra Bayburt’un ilçelerini, köylerini dolaşadurdular.
Bayburtlular, Elazığlılar aynı şehrin çocukları gibi. Aynı yerelliği taşıyorlar. Yurt içinde yalnızca Elazığ halk oyunları ekibinin bulunması
da Elazığlılara muhabbetten… Bir hafta boyun-
ca her akşam bir ses sanatçısını da ağırladı Bayburtlular. Kahkahalar… Islıklar… Alkışlar…
Alkışlar… Çoruh Nehri bu alkışlarla akıyordu.
Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman”
şiirinde zamanı “su sesi ve kanat şakırtısından
billur bir avizeye” benzetir. Tanpınar’ın benzetişinde yalnızca “ses” vardır aslında. Zamanın
gerçek tanımlayıcısı ses… Su, kanat ve billur
avize “ses”i, yani “zaman”ı hoşlandığımız esintide duyurur. “Bursa’da Zaman”, sesin zevk ve
heyecanıyla türbelerin, camilerin, eski bahçelerin, şanlı erlerin hikâyelerini dinletir bize. Sonra
‘bir zafer müjdesi’yle dikkatlerimizi yeşile, çinilere sinmiş anın saf neşesine çeker.
“Yeşil türbesini gezdik dün akşam
Duyduk bir musiki gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini
Fetih günlerinin saf neşesini”
Ses ve zaman arasındaki sarsıcı birlikteliği
sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten
tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem. Şimdiye
dek ses ve zaman üzerine herhangi bir bilimlik
esere baktığımı sanmıyorum. Ben, sanat eserlerindeki sesin anlattığı zamandan; zamanın
sakladığı sesten etkilenmişimdir hep.
Sanatçının eserinde kullandığı dil, konu,
mekân ve şahıslar onun bilincinde durmaksızın işleyen birer his ve fikir şubeleridir. Sanatçıya ait olanı temsil ederler. Oysa eseri kuşatan zamanda herhangi bir nesneye aidiyetlik
yoktur; zaman, sonsuzluğun temsilcisidir. Zaman dilimleri sanatçıya ancak ödünç olarak verilir. Ödünçlüğün süresini belirleyen sanatçıdır.
Sesini zamanla eşleştirebilen iade edeceğinden
arınır.
Her şairin her mevsimin bir tonu var. Fakat
başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı
sessizlik bile” bir başka ahenk çınlatır.■
4
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
VAY BAŞIMA BİR BENİ
Meğer benim böyle bir işim varmış burada
Can sıkıntısı, salkım söğüt, Türkî esintiler
Bilmiyor kimse peşinden gelecek olan nedir
Kaygısız başım ağusuz aşım zehir olsun mu?
İşte akıp gidiyor nasıl olsa toprağın iniltisi
Volkanın lavı, güneşin ışınları, korna sesleri
Hepsi birer birer sıra sıra sanki bir yıldız
Kaymasıdır dünyanın öğüten değirmeninde
Bakındım durdum bu ben miyim uçurum
Bu yükü kim kaldıracak omuzlarımdan
Çiçeklerden nilüfer dedim gölde kamışlar
Beni bilen olmadı bilenin ışıldayan sesi
Doğudan nefes alıp batıya savurduğunda
İşte bu muhtemelen kalacak olan bu
İnsanın insana armağanı böyle olmalı ki
Eliyle mahareti diliyle muhabbeti taşısın
Demek böyleymiş dedim oturup çay içtim
Seyrettim gelip geçenleri yolcu otobüslerini
Söylendim durdum hiç yokken mazeretim
Böylece tuhaf kaçmazdı belki konakların
Varisleri tarafından öldürülüyor olması
Sahibül hayrat ve hasenat el hac falan filan
Doğu ile batı ikiz kardeşi değil mi dünyanın
Bir zafer işareti olarak kapısında asılı duran
Demek bir şey için değil çok bir şey için
Bırakıp şehri göl kıyısına varmışım.
NURETTİN DURMAN
5
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
HİLMİ YAVUZ
ile edebiyat üzerine
Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e
dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların
beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların
silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da,
düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat
da, başta roman ve şiir olmak üzere,
sıradanlaşıyor. Mesele, budur…
TANER NAMLI
İlhan Berk’i ve Dağlarca’yı kaybettik geçen yıl.
Şiirin kaleleri düşüyor hissine kapılıyor insan bazen. Artık büyük şairler gelmeyecek, büyük şiirler
yazılmayacak diye korkabilir miyiz?
‘Büyük şair’ sıfatı, öyle kolay kolay edinilemiyor. ‘Büyük şair’lik için objektif kıstaslar getirmek
gerek. Aksi hâlde, herkes, birilerine, bazı gerekçelerle de olsa, sübjektif yanı ağır basan bir yaklaşımla,
‘büyük şair’ sıfatını yakıştırabilir. Benim bir objektif kıstasım yok. Bir olasılık, klasik olmak, şiiriyle
zamana karşı koyabilmek, denebilir. Mesela, Shakespeare, büyük bir şairdir; niçin? Çünkü soneleri
aradan dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün
büyük bir hazla okunabiliyor da ondan! Onun için
kaygılanmaya ya da korkmaya gerek yok. Kimin
büyük şair olduğunu bugünden kestirmek mümkün
değil çünkü…
Bir gazete yazınızda, Camus’nün “şiir elleri kirli
olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye başladı artık…” sözünü kullanarak Türk
şiir geleneğini, dünya şiiri ile birlikte tehlike içinde gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Geçen sayımızda
yaptığım bir röportajda Ataol Behramoğlu’na bu
yargınızı hatırlatmıştım. Kendisi de: “Şiir hiçbir
zaman yaşlı bir amca olmadı, olamaz, doğasına
aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda
bir talebi vardır…” gibi bir yorum getirmişti.
İki şairin aynı konuya getirdiği bu farklı yorumu nasıl okuyabiliriz?
Benim, Camus’den bir mecaz olarak alıntıladığım sözü, o arkadaş, gerçeklik zannetmiş. Maalesef,
böyle şeyler oluyor: Biz, gençken, böyle oyunları
şakacıktan oynar, mesela, ‘bardaktan boşanırcasına
yağmur yağıyor’ deyimini, bir arkadaşımızın başından aşağı bir bardak su dökerek, gerçekleştirirdik.
Zekâ, incelikleri anlamaktır.
Şairin ‘yaşlı amca’ olmadığını söyleyen o arkadaşa hatırlatayım: Şiiri, şimdiden çoktaaan ‘yaşlı
amca’ olan şairler var…
“Günümüz toplumunun şiirle olan ilişkisi” ve
“yazılan şiirin günümüz toplumuyla ilişkisi” üzerine fikirlerinizi öğrenmek istiyorum. Aralarındaki
uzaklık ve yakınlıkları nasıl ölçebiliriz? Başka bir
açıdan da nasıl bir şair figürü ile karşı karşıyayız?
Şiire, toplum tarafından eskisi kadar rağbet edilmediği bir gerçek. Edebiyat metalaşıyor: Edebiyat
yapıtı, ürün olmaktan çıkıp ticari mala dönüşüyor.
İyi şiir, bugünün Türkiye’sinde ‘müşterisiz meta’dır.
Kötü şiire gelince, o da ancak gitar eşliğinde müşteri buluyor. Bugünün edebiyatı, şüphesiz, roman
türünün öne çıktığı bir edebiyattır. Octavio Paz’ın
sözünü her zaman tekrarlarım: “Çok satan kitap-
6
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
lar, edebiyat ederi değil, ticari mallardır. Edebiyatın
mantığı, piyasanın mantığı ile örtüşmez.”
Şiir-gerçeklik ilişkisi üzerine fikrinizi öğrenmek
istiyorum. Bu meseleyi Türkiye’nin bugünkü meselelerini gözönünde bulundurarak nasıl ele alabiliriz?
Şiirin, gerçeklikle olan ilişkisi, problematiktir:
Gerçekliği, herhangi bir değiştirime uğratmaksızın
dile getirdiğinde şiir olmaz; gerçekliği, değiştirime
uğratarak dile getirdiğinde ise, gerçeklik, gerçeklik
olmaktan çıkar.
Bu problematik ilişkinin çözümü, şiir dilini, gündelik konuşma dilinden ayırmak; şiir dilini ‘sembolik dil’; gerçekliğin dilini de ‘gündelik konuşma dili’
olarak belirlemektir. Böylece gerçeklik, dünyaya
ait bir gerçeklikten, şiire ait bir gerçekliğe dönüşür:
Dünyaya ya da doğaya ilişkin gerçeklikle, sanata,
dolayısıyla da şiire ait gerçeklik ayrımı ortaya çıkar.
Gündelik dilin işaret ettiği gerçeklik, empirik olarak doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir önermelerle
dile gelir. Mesela, ben şimdi ‘Dışarıda lapa lapa kar
yağıyor’ desem, bu hemen pencereden dışarı bakılarak yanlışlanabilir. Oysa örneğin, Paul Eluard’ın:
“Dünya mavi bir portakaldır”
dizesi, yanlışlama ya da doğrulama eyleminin ötesindedir; bugüne kadar hiç kimse, dünyanın mavi
bir portakal olmadığını kanıtlamak, dolayısıyla da
Eluard’ın bu dizesini yanlışlamak gereğini duymamıştır.
Gazete yazılarınızda “Türkiye’de her şeyin sıradanlaştığından” bahsediyorsunuz. Eleştiri yazılarınızın çoğunun karşılığı bu yargıya çıkıyor. Bu
süreci doğuran sebepler nelerdir?
Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki
ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat
da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor.
Mesele, budur…
Böyle bir sosyal ortamda nasıl bir entelektüel
figürü ile karşı karşıyayız?
İki olasılık var: Ya, kitchleşen edebiyata ayak uydurmak, ya da kitchleşmeye direnmek…
Çağdaş Türk şiirinin bugünkü yönelimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çağdaş Türk şiirinde bana göre, en anlamlı ve
en değerli yönelim, ‘sahih şiir’ yönelimidir. Öteden
beri tekrarladığım gibi, ‘sahih şiir’, şiirin entelektüel tarihle birebir bir mütekabiliyet içinde olmasıdır.
Hem doğunun hem de batının poetik müktesebatını
temellük etmek! Deleuze’nin kavramsallaştırmasıyla söylersem, ‘ya o, ya öteki! (ya doğu ya batı!) yerine, köksap modelini ikame etmek: Hem o hem öteki
(‘Hem doğu hem batı). Somut şiire, şiirde görselliğe
yönelimin ne bir yeniliği vardır ne de entelektüel
arka planı… Genç arkadaşlar ‘heves’ ediyorlar işte!
Hocalığınız üzerine konuşabilir miyiz? Üniversitelerde hocalık yaptınız ve kesinlikle de bir şiir
mektebisiniz…Takipçileriniz var. Bir Hilmi Yavuz
ekolünden bahsetmek mümkün. Bu sevgi ve hayranlık hâlesini nasıl yorumluyorsunuz?
Şöyle yorumluyorum: ‘Marifet, iltifata tâbidir.’
7
Sohbetiniz için teşekkür ediyoruz efendim.■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
ARMIN BURKHARDT*
ile dil üzerine
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin
etkisi, Almanya’da hala devam ediyor.
Almanya’da, Almancanın yabancı
kelimelerden kurtarılmasına yönelik
birçok kurum var ve bunlar mücadele
veriyorlar.
TANER NAMLI-A.FARUK GÜLER
çev. MUSTAFA YAĞBASAN**
Öncelikle sizi tanımak istiyoruz Efendim.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
Almanya’da, Magdeburg Üniversitesi Germanistik Bölümü’nde Almanca (Germanistik)
profesörü olarak çalışmaktayım. Politika Derneği ve Alman Dil Kurumu üyesiyim. Bir Erasmus
programı kapsamında Türkiye’de bulunmaktayım. Fırat Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı
Bölümü ile bir anlaşmamız vardı. Bu anlaşma
kapsamında bölümün hoca ve öğrencileri bizleri
ziyaret etmişlerdi. Bizler de iade-i ziyarette bulunduk ve ben de Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerine ders vermek amacıyla buraya
geldim.
* Prof. Dr., Magdeburg Üniv. Öğretim üyesi
ve Alman Dil Kurumu üyesi
** Doç. Dr., Fırat Üniv. İletişim Fak.
Hocam, öncelikle Alman dili hakkında görüşlerinizi alarak başlamak istiyoruz sohbetimize. Bizim dilimiz, tarih boyunca birçok dillerin etkisi altında kaldı. Din değişimi ve kültürel
değişmelerle birlikte dilimiz de bu sosyal olaylardan etkilendi ve değişimlere uğradı. Almanca bizim dilimize benzer serüvenler yaşadı mı?
Yaşadığı koşullar ve değişimler Almancayı nasıl
etkiledi?
Bunu fark etmek zordur, ama yıllar geçtikçe
dilin bir değişim içerisine girdiğini gözlemlemek
mümkündür. Bu diğer dillere de bağlı. Tarihsel
süreç içerisinde insanlar birbirleriyle ilişki içerisinde bulunurlar. Diğer yandan komşu diller ve
komşu ülkelerin etkisi de söz konusu. Dolayısıyla dillerin bir etkileşim içerisinde olmasını doğal
karşılamak gerek. Almanca, tarihin ilk dönemle-
8
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,
Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,
Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına
yönelik birçok kurum var ve bunlar mücadele
veriyorlar.
rinde Latin dilinden ve Yunancadan çok etkilendi. Roma dilinden de epeyce şeyler aldı. Şu anda
bir Alman, bazı Almanca sözcüklerin Almancaya
Roma dilinden girdiğini bilmeyebilir, ama biz
dilbilimciler olarak biliyoruz. Tabii Hıristiyanlaşma süreci içerisinde teolojik kavramlardan da
dilimize ister istemez kelimeler girdi. Latince,
bütün Avrupa’da bir bilim dili olarak kabul ediliyordu o zamanlar. Örneğin benim uğraştığım
bilim dalının adı Linguistik. Linguistik de Latinceden gelen bir sözcük ve bu savımın bir örneği.
Alman dili, 16. ve 17. yüzyıllarda Fransızca’dan
da çok etkilendi. Özellikle iletişim ve posta terimlerinin Fransızca’dan dilimize geçtiğini söylememiz mümkün. Ancak daha sonra İngilizce’den
de etkilenmeye başladık. Bazı dillerde, çeşitli
dönemlerde dilleri etki etmenin kabul edilir bir
tarafı var ama burada dikkat edilmesi gereken
temel nokta gerekli olanları almak, olmayanları
bertaraf etmektir.
Diğer dillerin Almanca üzerindeki etkisi devam ediyor mu?
Elbette ki devam ediyor. Özellikle İngilizcenin büyük bir etkisi var. Bunun küreselleşme
ile doğrudan ilgisi var. Bütün iletişim terimleri,
özellikle bilgisayar terminolojisinin İngilizce olduğunu sizler de biliyorsunuz. Fransızcadan aldığımız bazı kelimelerin de şu anda İngilizce’nin
tehdidinde olduğunu söylememiz mümkün.
Bunu bir tehlike olarak görüyor musunuz?
Tehlike olarak görmek abartılı olur, ama kendiliğinden gelen bir etki bu, doğal karşılamak
lazım. Şunu söyleyebiliriz, Amerika’nın, dolayısıyla İngilizce’nin etkisi çok fazla. Ve bu küreselleşme sürecinde elbette etkilenmeler olacaktır. Bizim İngilizce’den aldığımız birçok kelime
var. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dilin
temel yapısının, gramatik yapısının değişmesini engellemek. Bu konuda gerekli tedbirlerin
alınması lazım. Bunun önüne geçmek de mümkün değil. Global bir dünyada İngilizce’nin etkisi elbette olacaktır, çünkü şu anda dünya dili
olarak görülüyor. Maalesef bu Almancada da
böyle. Fakat bir dilin temel yapısını etkileyecek
etkilerden, dillerden korumak lazım. Bu açıdan
önemli. Türkiye’de de gördüm. Burada da aynı
durum söz konusu. Birçok kelime Fransızcadan
girmiş. Ama Türkçe bunu kendi morfem yapısına
uydurarak morfolojisine uyarlamış ve kendi ses
uyumuna da uydurarak bir noktada bu kelimeleri
Fransızcadan almasına rağmen Türkçeleştirmiştir.
Bizdeki Türk Dil Kurumu’nun görevlerinden biri de, Türkçeye giren yabancı sözcük ve
terimlere karşılıklar bulabilmek. Alman Dil
Kurumu’nun bu yönde çalışmaları var mı?
Almancada, Fransızcadan aldığımız birçok
kelime var. Bu durum, milliyetçilik akımının
yoğun olduğu dönemlerde, özellikle Nazi döneminde, dilin temizlenmesi adına önemli girişimler oldu. Dilin temizlenmesine yönelik, altını
9
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
çizerek söylüyorum yabancı kelimelerin temizlenmesine yönelik çalışmalar gerçekleştirildi.
Örneğin Almancada olup da diğer Batı dillerinde
olmayan bizim bulduğumuz karşılıklar var. Buna
karşı direndik, yeni sözcükler bulduk. Örneğin
futbol dilinde kullanılan terminolojinin büyük
bir çoğunluğu da Almancadır. Alman futbol terminolojisi genelde İngilizceden alınmaydı önceden. Korner gibi birçok kelimeler, İngilizceden
gelmiş, ancak bizim Nazi döneminde yaptığımız
temizlikten dolayı Almanca karşılıklar bulunmuştur. Şu anda futbol terimleri, yüzde yüz olmasa da kendi bulduğumuz kelimelerdir. İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,
Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,
Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına yönelik birçok kurum var ve bunlar mücadele
veriyorlar. Şu anda bulunduğum kurum gibi. Biz
Alman Dil Kurumu olarak ciddi bir mücadeleyi de uygun bulmuyoruz. Dil, hiçbir zaman bir
devlete bir kuruma ait değildir. Dil halkındır, dil
nasıl konuşuluyorsa öyle kullanmak gerekir. Bu
konuda bir baskı gereksizdir, çünkü dil herkese
aittir. Aslında bunu dili kullananlara bırakmak
gerekir. Yani Arapçadan veya farklı dillerden bir
dile kelime transferi yapılıyorsa, bunun da çok
karşısında olmamak gerekir. Burada belirleyici
olan devletler olmamalı, bunu halka bırakmalıdır.
Bu konuda Alman aydınları arasında farklı
görüşler var mı?
Biraz önce söylediğim gibi kurulmuş dernekler var, kurumlar var, karşı tarafta da bunu kabullenmiş insanlar var. Her iki taraftan da görüşler
var. Çoğunlukla büyük Alman dilbilimcileri yabancı kelimelere karşılar.
Dünyada iki milliyetçilik akımının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar Fransız Milliyetçiliği ve Alman Folk Milliyetçiliği. Alman Milli-
yetçilik akımı, dille milliyetçilik ilişkisi kuruyor
mu? Mesela aydınlar, milli düşüncelerinin dilin
bir uzantısı olarak değerlendiriyorlar mı?
Yani birçok milliyetçi ve marjinal akım var.
Ama katı ve radikal bir dil milliyetçiliğinin olduğunu söylemek biraz zor.
Türkiye’de iki yüz yıl önce yazılan bir metni, günümüz Türk gençleri anlayamıyor. Harf
devrimi ve dil devrimi neticesinde Almanya’da
bir genç iki yüz yıl önce yazılmış bir Almanca
metni anlayabiliyor mu?
Bu problemi bizde yaşıyoruz açıkçası.
Latince’nin Almanca üzerindeki etkisi iki yüz yıl
öncesinde, üç yüz yıl öncesinde daha fazlaydı. Bu
etkinin çok derin olduğunu söylememiz mümkün.
O dönem Almancasının anlaşılamıyor olmasının
temel nedenlerinden biri Latince’nin çok etkin
bir şekilde Almanca’ya girmiş olmasıdır. Bu
birinci problem. Ama şimdi böyle bir problem
yok. Almanca’da günümüzde de dramatik açıdan
çok değişimler oldu. Dolayısıyla iki yüzyıl önce
yazılmış bir metnin anlaşılması sorunu bir yana,
gramatik açıdan da yanlış anlamalara neden olabiliyor. Böyle sorunları bizde yaşıyoruz. Bu arada noktalama işaretlerinde de değişiklikler oldu.
Bu da bir diğer problemdir. İkinci Dünya Savaşı
öncesinde de basım teknikleri açısından bazı sıkıntılarımız vardı. O tarihlerde basılan eserlerin
birçoğu eski olduğu için yeniden anlaşılmasının
zorluk yarattığını söyleyebiliriz. Yeni metinler
için çok da marjinal şeyler söylemek doğru değil. Özellikle eski Latince yazılmış eserlerde, sizinde yaşamış olduğunuz problemleri, bizim de
yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Devlet politikası olarak özellikle eğitim sistemi içerisinde, çocuklara dil bilinci aşılama
konusunda Almanya’nın nasıl bir programı
mevcut?
Almanca dil eğitiminin etkin biçimde ve-
10
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
kümetlerin devletlerin dile müdahale etmesini
de doğru bulmuyorum. Dil sadece konuşanlara
aittir. Devlete değil halka aittir. Buna karşı ne
yapılabilir? Bu eğitim sistemi içerisinde gayret
gösterilerek halledilebilir. Bunun devlet eliyle yapılmasını, bir baskı unsuru olarak devletin
ağırlığını koymasını doğru bulmuyorum. Burada şunun altını çizmek gerekir. Diller, çeşitli
kurumlar tarafından baskı altına alınmamalıdır.
Bu kültürlerarası iletişim açından da çok önemlidir. Diğer dillerin tanınması, yaşaması ve dil
öğrenimi bu açıdan önem arz ediyor. Bu nedenle
İngilizce’nin tüm Avrupa’da kullanılmasına da
çok karşı durmamak gerekir. Çünkü dünya dili
olarak kabul ediliyor.
Amerika ve İngiltere kültürünü de dil üzerinden aşılıyor ama?
Elbette ki İngilizce’nin bu etkisine ve tahribatına karşı durmamak mümkün değil. Ama şunu da
göz ardı etmemek gerekir. Farklı toplumların ve
farklı kültürlerin iletişim kurmasında bir dünya
dili etkilidir ve bu dil de maalesef İngilizce’dir.
İnsanların birbirlerini anlamasında önemli katkıları vardır. Ama İngilizceyi devletin değil, halkın
reddetmesi gerektiğini düşünüyorum.
rilmesine çalışılıyor Almanya’da. Eskiden
Almanca’ya Alman dil kurallarına uyma gayreti daha yaygındı, ancak bugün dilin yapısına ve
gramerine uyulduğunu söyleyemeyiz. Özellikle
Almanca derslerinde, Almanca’nın Alman öğrencilere stilistik ve dilbilimsel açıdan iyi öğretilmesi gerekmektedir.
Bu dil kullanımı problemleri kültürel dejenerasyona neden oluyor mu? Alman devletinin
bu dejenerasyonu önleme politikası var mı?
Elbette böyle bir durum söz konusudur. Hü-
İngiltere dil politikası gütmesine rağmen Almanya bunu yapmıyor, dilini pompalama gayreti gütmüyor?
Alman devletinin böyle bir çabası hemen hemen yoktur. Goethe Enstitüsü ve DAD adı verilen kurumların bu anlamda Alman dilini farklı
ülkelerde de öğretmeye yönelik faaliyetleri var.
Örneğin Çin’de bulunduğum dönemlerde Fransızca ve İngilizcenin daha etkili şekilde götürülmeye çalışıldığını görüyorum. Ama Almanca’nın
böyle bir çabası olmamıştır, en azından onlar
kadar. Bizim öyle Amerika gibi çok agresif ve
katı bir dil yayma siyasetimizin olmadığını düşünüyorum. Ben de Amerika’nın bu politikasına
11
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
elbette karşıyım. Fakat burada şunu göz ardı etmemek lazım. Amerika’nın teknik bir ülke olması ve güçlü olması, beraberinde birçok kelimelerin başka dillere girmesine neden olmaktadır.
Amerika’nın bu duruma yönelik bir programı
da olmayabilir. Fakat teknolojik kelimelerin çok
açık biçimde başka dillere girmesi kaçınılmaz
olmaktadır.
Göçmenlik meselesine de değinmek istiyorum. Almanya’da yoğun olarak Türkler yaşıyor.
Onların dil uyumu meselesi var, karşılıklı dilsel
etkilenmeler kaçınılmaz oluyor. Türkçenin Almancaya etkisi var mıdır?
Amerika’ya giden bir İtalya’nın İngilizce öğrenmesi gerekir. Almanya’daki Türkler yaygın
olarak Almancayı kullanıyor. Bu nedenle çok
yaygın olarak etkilendiğimiz söylenemez. Fakat
özellikle yemek kültürüne bağlı olarak çeşitli yemek isimleri transfer ettik. Bu nedenle Türkiye’de
yemek yerken mönülerdeki yemekleri seçerken
çok zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Döner,
lahmacun ve köfte gibi… Türklerin bu anlamda
Almancaya etkileri söz konusu zannederim.
Almanya’da bir göçmen edebiyatı da oluştu.
Siz Almanca ürün veren Türk yazarlarını nasıl
buluyorsunuz?
İkinci ve üçüncü jenerasyonda hemen hemen
Almancayı kendi anadilleri gibi konuşan Türkler
çoğunlukta. Onlar, o ülkeye elbette Türk gözüyle
bakıyorlar, değerlendiriyorlar. Açık söylemek gerekirse çok takip edemedim Almanca yazan Türk
yazarlarını. Kabare yazan bir Türk yazarı olan
Serdar Sabuncu ile tanışmıştım. Almanya’daki
tecrübelerini anlatan birkaç kitap yazmıştı. Sahneye koyduğu eserleri de çok ses getirdi. Kendi bakış açısıyla bizi sunumu, kendimizi farklı
bir gözle görmemizi sağlıyor. Biz Almanlar için
bazı acı tecrübelerin olduğu metinleri okumaktan kaçmamıza rağmen, bazı Türk yazarların de-
ğerlendirmeleri bizim için önemli.
Bir Almanın, Türk edebiyatı söz konusu olduğunda aklına ilk hangi şair ve yazar gelir?
Orada yeterince Türk edebiyatı tanınıyor mu?
Ben çok okuma imkânı bulamama rağmen
Orhan Pamuk’u biliyorum. Elbette ki birçok yazarın da Almancaya girmesi ve tercüme edilmesi
gerekir. Biz Türklerle yaşıyoruz ama Türkiye’yi
tanımıyoruz. Sadece Orhan Pamuk’la kalmamalı.
Türkiye bu konuda gayret göstermeli, Türk yazarlarını orada tanıtmalıdır. Edebiyat bir noktada
da farklı kültürleri tanımak demektir.
Almanya’da etnik gruplar var mıdır ve devlet onların kendi dillerini kullanımlarına nasıl
bakıyor?
Almanya’da birçok diyalekt de var, dil de
var. Bunlardan bir tanesi Zorbiş denen bir dildir.
Bunlar Alman kimliğine mensuptur ve Sırp kökenlidirler. Lehçe ve Çekçeyi andıran bir dildir.
Sakson eyaletinde bir bölgede yaşamaktadırlar.
Danimarka kökenli bir grup da var Almanya’da
yaşayan. Bunlar Danimarkaca’ya yakın bir dil
kullanırlar. Daha buna pek çok örnek verebiliriz.
Kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar mı?
Böyle talepleri var mı?
Bunlar kendi bölgelerinde kendi dillerini rahatça konuşabilirler, ama okullarda Almanca ile
eğitim görmek zorundadırlar. Devlet okullarında ancak kendi dilleri ile ilgili kurslar alabilirler. Eğer Almanya’da yaşıyorsanız, Almanca ile
eğitim görmek zorundasınızdır. Çünkü bu kendi
hayatınızı kolaylaştıracaktır. Bu etnik grupların
kendi yararına olmaktadır.
12
Hocam sohbetiniz için teşekkür ederiz.
İlginiz için ben teşekkür ediyorum. ■
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Türk
musikisi,
en doğru
ve eksiksiz
hâliyle Türk
dünyasında
haşmetini sürdürür.
Bundan kimsenin
şüphesi olmasın.
Makamlarımız,
usullerimiz, en kolayından en
karmaşık klasik
örneklere kadar,
her duyguyu, her
düşünceyi, her
olayı güçlü musiki
lisanıyla anlatacak
imkânlara sahiptir.
FIRAT KIZILTUĞ
K
opuz coğrafyasında epeyce farklı diller konuşulur. Hâkim
dil Türkçemizdir. Ama bu coğrafyada bir dil daha vardır ki,
herkes bu dilden konuşmak zorundadır. Bizim ısrarla vurguladığımız ve ikinci dilimiz diye tarif ettiğimiz Türk musikisi!
Bizim musikimiz, batıya doğru uzaklaştıkça değişir. Zevksizleşir, yabancılaşır. Orta Avrupa’da tamamen yabancı kılığa
bürünür. Güneye inildikçe, tesiri devam eder fakat basitleşir.
Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en
karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her
düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak imkânlara sahiptir.
Günümüzde bu imkânları tam anlamıyla
kullanamadığımız doğrudur. Tıpkı bir okyanustan sadece bir bardak su alıp onunla iktifa etmek gafleti içinde olduğumuz gibi
doğrudur. Çoğunlukta olan bireylerimizin sanatımızı tanımadığı, tanıdığını iddia edenlerin çoğunun
ilkel duyarlıkla algıladığı da
doğrudur.
Ama bu doğruların
karşısında,
yerçekimi
kadar gerçek, manyetik
çekim kadar hakiki ve
tabiatın gerçek seslerine
dayalı bir sanat, şan ve
13
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
şerefiyle hayatiyetini sürdürmektedir.
Türk ırkından gelen her bireyin, genetik kodlarında yaşayan bir sanat türüdür Türk musikisi!
Başka milletlere mensup olanlar, asla ve kat’a beceremezler; çalamazlar, söyleyemezler. Bu sanatı
icra edebilmenin bir tek yolu vardır: Türk ırkından
gelmek! Türk gibi hissetmek, duymak ve yaşamak
şartı en öncelikli olaydır.
Kopuz coğrafyasının dağları, ırmakları, gölleri,
sözlü ve yazılı edebiyatımızın en önemli membaıdır. Dolayısıyla bu edebî yaratıcılık, Türk musiki
sanatına da kaynak görevi yapar.
Düşüncemizi şöyle örnekleyelim: Türk dünyasında iki nehir vardır - ki gerek edebî gerek musiki
ürünlerinde, çok fazla yer alır- Aras ve Tuna!
Azeri kültür sahasında, Aras’ın anılmadığı şiir,
mahnı, marş, hatta senfonik eser yok gibidir. Türkiye kültür sahasında da Tuna Nehri, şiirlerin, şarkıların, baş tacıdır.
Hatta Türkiye kültür dairesinden de Aras’a seslenen özlem pervaneleri kanat çırpmıştır.
MEVLÂNÂ’YIM
AŞKTANDIR SESİM
Ben ki Mevlânâ’yım aşktandır sesim,
Bir ölümsüz canda aşktır adresim.
Dinle benden bir hikâyem var sana,
Âşık olsan cümle âlem yâr sana.
Hak’tan aldık halka sunduk aşkı biz,
Âşıkın gönlünde bulduk köşkü biz.
Aman Aras, han Aras,
Bingöl’den kalkan Aras,
Al başımdan sevdayı;
Hazar’da çalkan Aras!
Aşkı gönlün bahçesinden seyre dal,
Gördüğün her sahneden bir ibret al.
Bil ki yavrum bahçe sensin, gül de sen;
Gül yüzünden inleyen bülbül de sen.
Yüzyıldan fazla zamandır, elimizden çıkan Rumeli vatanı için seçtiğimiz özlem abidesi, Tuna
Nehri’dir.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım.
Yine gel, tövbeni bozsan yine gel;
Rahmetin yağdığı en son dine gel.
Aşk içinden nûru seyret aşka dön,
Nûr içinden aşkı seyret Hakk’a dön.
Şunu vurgulamak istiyoruz: Bizim gibi hissetmek için, coğrafyanızı Türk gibi yaşamak mecburiyeti vardır. Başka kökenden olanlar, mutlaka yüzüne
gözüne bulaştırır. İçimizde doğmuş olsalar bile…
Musiki ile uğraşmış olsa bile, Hüseynî makamını idrak edemeyenin Türklüğünden şüphe ederiz.
Yabancı müziklere kul köle olup sanatımızı küçümseyenler vardır. Bunların mutlaka kanları bozuktur,
karışıktır. Büyük Türk denizinde eriyip yok olmaları
kaçınılmazdır.
Türk sanatı son günlerde, bütün kültür değerlerimize karşı uygulanan, hem içten hem de dıştan
hıyanete uğramaktadır. Bütün bunlar geçicidir. Türk
sanatı, çok güçlüdür. Bin yıllara direnerek günümüze ulaşmıştır. Yarınlar daha görkemli olacaktır. Türk
dünyası, ortak paydada buluşacak, sanatına, kültürüne sahip çıkacaktır. “Yarından daha yakın”da…■
YUSUF DURSUN
14
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
ALİMBAY BOTAKARAEV
“Aşksızların hem canı yok hem imanı”
Ahmet Yesevî
Aşk insana doğru
yönü gösteren,
ruhunu arıtan ve
eğiten güçtür, yani
insanın manevi
olgunlaşması
ve toplumun
gelişmesinde
çok önemli bir
değerdir. Yesevî
düşüncesinde,
insanın insani
varlığını muhafaza
eden, onu nefis ve
gafletten alıkoyan da
aşktır:
H
oca Ahmet Yesevî düşüncesinin temelinde
aşk vardır. Bu sıradan bir muhabbet değildir,
ilahî aşktır. İlahî aşk, Allah’ı, insanı tüm yaratılmış
varlıkları sadece Allah için sevmektir. Ancak böyle
bir aşk, insanı, insanî zihniyete, insan denen şerefli
ada layık olmaya yönlendirmeye muktedirdir. İnsanın insanlığı da kendini işte bu aşka yönlendiren ana
ilke ve ideleri, duygu ve düşüncede, gönül ve dilde,
akıl ve davranışlarda, ibadet ve inançta insani ve toplumsal ölçüleri ilahî ölçülerle uzlaştırabilmede, kendini gösterir. Yani, insanı Allah’a yaklaştıran her şeyi,
Allah’tan gelmiş gibi kutsal bilmek gerekmektedir.
Çünkü her şey Allah’ın işi, onun sanatı ve kudretinin eseri olduğundan sevilmesi ve sayılması gerekir.
Allah’a giden yol sadece insan ve toplumdan geçer.
Bu Allah’a giden en doğru ve en kısa yoldur. Öyleyse,
her yerde, her şeyde Allah’ı görebilmek, Yesevî düşüncesinin temel ilkesidir.
Yesevî düşüncesinde ilahî aşk, “işk” kavramıyla
irdelenir. Divan-ı Hikmet’te, “pak aşk”, “aşk ateşi”,
“aşk bahçesi”, “işk babı”, “işk camı”, “işk dükkânı”,
15
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
“işk yolu”, “işk makamı”, “işk defteri”, “işk
derdi”, “işk bazarı”, “işk deryası”, “işk şarabı”, “işk cevheri”, “hum-i aşk” vs. gibi,
aşkla ilgili tanım ve sembolik kategoriler çoktur.
Tasavvuf felsefesinde Hak,
Aşk’tır. Yesevî düşüncesinde, aşk,
“mey[1]”, “padişah[2]”, “vahdet[3]”,
yani, öz, cevher, ruh, birlik mertebeleri anlamındadır. Burada Yesevî,
aşkı, “hakikat”, “Muhammet deryası”,
“didar”, “varlığın birliği”, “öz” ve “ruh”
olarak algıladığı için, “bütün işten aşkı yüce
buldum” demektedir. Böylece Yesevî, ilm-i
hâlin mânâsını, insanın aşk ile varlığa sahip
olabileceğini net bir şekilde göstermiştir.
Yesevî için aşk, marifetullaha ulaşmanın
yoludur. Tasavvufta, Allah, evrene sığmayabilir, ama insanın kalbine pekâlâ
sığabilir. Sebebi, insan ruhu hem
Allah’tan verilmiş bir cevher hem de
onu tanımanın ana objesidir.
Yesevî için, aşk, Hak ile insanı uzlaştırıcı güçtür: “Aşk olmadan
bulmak zordur, Mevlâm Seni[4]”. Burada insanın en büyük amacı Hakk’ı
bilmek için, ilk önce, Allah’a âşık olmak ve onun emirlerine teslim olmak
gerekir. Allah’ı bilmek her zaman aşkı
doğurur. Aşk da Allah’ın tanınmasına
götürecektir. İnsan Hakk’ı arayıp, onun
didarını talep ederek, sabırla ve büyük
özlemle onu beklemektedir. Bu büyük
bir derdi doğurmaktadır. Ancak, bu
derdi insan kendi hür iradesiyle seçmektedir. Yesevî’nin, “İşk derdini talep ettim, dermanı yok[5]”, dediği dert,
1.
2.
3.
4.
5.
“didar talep” derdidir. Bu dert, Dede Korkut
dünya görüşündeki dertten farklıdır. Hakk’ın
cemaline olan aşktan doğan derttir. Aşk derdi
ise, Hak cemaline olan özlemden gelmektedir. Cemal ise, Hak sıfatlarından bir
tanesidir. Hak cemali insanı marifete
götürecektir. Burada, Hak ve cemal
eşit ölçü ve esas amaçtır[6]. Allah, hem
âşıktır hem maşuktur hem de aşktır:
“Hem âşıkım ve hem maşukum, özüm canan[7]”. Burada, gerçek aşkın, insanın tüm kişilik kabiliyetlerini düzenleyip varlığın birliğine
kavuşturacağını görmek mümkündür[8].
Yesevî, Hakikat yolunda canını satarak, Allah
aşkını satın almaya davet etmektedir. Bu kendini feda
etmek veya Allah yolunda kendisini kurban etmektir.
Fedakârlık, ahlaki değerlerin en yüksek derecesidir.
Burada, Allah’a âşık olmak, Allah yolunda diğer tüm
değerleri feda etmek demektir.
Yesevî, aşkla ilgili hikmetlerinde şöyle demektedir:
“Hak önünde, akl-i kâmil, dura almaz,
Aşk gücünden bir an (dem) bile dura almaz[9]”.
Burada Yesevî’nin, akıl ile aşkı karşılaştırarak,
aşkı yok saymak gibi bir niyeti yoktur. Aksine, Yesevî düşüncesinde, akıl, insanın
hür iradesiyle, kendisini aşk yoluna
adamasına sebep olan güçtür. Buradan da, aklın aşka zıt bir şey olmadığı, bilakis, aşkın destekleyici
olduğunu görmek mümkündür.
İnsanın davranışlarında akıl ve
aşk birbirlerini muhasebe ederler. Aşksız akıl, insanı nefsani
işlere götürecektir. Aklı böyle
işlerden alıkoyabilecek ve kurtarabilecek tek güç de aşktır. Bunun
gibi, akılsız aşk da insanı doğru yolundan şaşırtır ve
Divan-ı Hikmet, H-8.
Divan-ı Hikmet, H-17.
Divan-ı Hikmet, H-12.
6.
7.
8.
9.
Divan-ı Hikmet, H-33.
Divan-ı Hikmet, H-33.
16
Divan-ı Hikmet, H-41.
Divan-ı Hikmet, H-54.
Burckhardt T., İslam Tasavvufı Doktrinine Giriş. s.41.
Divan-ı Hikmet, H-12.
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
batıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla, aşk ile aklın arasında uyum olması gerekmektedir[10].
Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan
ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması
ve toplumun gelişmesinde çok önemli bir değerdir.
Yesevî düşüncesinde, insanın insani varlığını muhafaza eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır:
“İşk değse, viran eyler, ma ü meni,
İşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin[11].”
Görüldüğü gibi, insan hayatının anlamı aşktır. Bu
yüzden, Yesevî, “Aşksızların hem canı yok hem imanı[12]”, demektedir. Gerçekte, Yesevî’nin Allah’ın aşkını istemesindeki amacı, toplumun huzuru ve saadeti
içindir. Yesevî düşüncesinde, Hak didarını görmek
bu dünyada, yani, toplumda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, bu yolda, Yesevî toplumunun Hızırı, halkın
Hakk’a giden yolunda üzerinden geçeceği toprak ve
köprü olmak amacıyla aşka sarılmaktadır. İnsanları
aşkla birlik ve beraberliğe, toplumsal dayanışmaya davet ederek, Allah aşkının insan ve toplumu sevmekten
geçeceğini ilk hikmetlerinden itibaren dile getirmiştir.
Bu yüzden Yesevî, ahlak, aşk ve toplum arasındaki
ilişkilerin önemini devamlı vurgulamaktadır.
Yesevî düşüncesinde, insanların, Allah’ın yarattığı
tüm varlıkların dili, dini, rengi ve ırkına bakmaksızın,
manevi kardeşliği, toplumsal dayanışma ve birliği bu
dünyada gerçekleştirmek için çabalamaları gerekmektedir. Her bir insan, diğer insanları kendi yerine
koyarak ve Allah’ın yarattığı kulu olarak bakıp onları
“benden” diyebilmesi gerekmektedir[13]. Ruhani kardeşlik, Allah’a ve insana olan aşkın ve saygının kaynağıdır. Sebebi ise, Yesevî düşüncesi, öz bakımından
insanı, onun milliyeti, jeografik sınırı, inancı ve diline
bakmaksızın, tüm insanlığı, “ben” ve “bir” olarak görmektedir. Yesevî’nin meclisinde Müslüman da puta
tapan da, ateşe tapan da kâfir de birdir. Bu yüzden, o,
10.
11.
12.
13.
Bayraktar M., Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, s.67.
Divan-ı Hikmet, H-54, s.74.
Divan-ı Hikmet, H-140, s.179.
Bayraktar M., age., s.89.
gerçek sufi olarak, yanında oturan insanın hangi din
ve milletten olduğuna önem vermeyen insandır.
İlahî aşk ile donanmış gerçek dindarlık insanı ruhani hoşgörüye götürecektir. Hoşgörü ise, insanları,
dinî inancına ve politik mensubiyetine göre değerlendirmemektir. Dolayısıyla, Yesevî’nin hoşgörü anlayışı, sadece, din içi değil, dinlerarası, hatta dinlerüstü bir
ilahî hakikati esas almaktadır. Hoşgörü olmazsa, insanlar arasında aşk da sevgi de, eşit sohbet de barış da
olmayacaktır. İlahî yaratılışın amacına göre, insanlar,
birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine ayna olan ilahî
hakikatin tecellisi olduklarına inanmaktadırlar.
Yesevî, aşka ulaşmanın yollarını şu aşamalarla ortaya koymaktadır: Birinci olarak, tarikatta, ilm-i hâli
vakfetmek (İşk bahçesini dolaşmayan âşık olmaz[14]);
ikinci olarak, riyazet ile ruhu eğitmek (Cürm ve cefa
çekmeden nefsin ölmez[15]); üçüncü olarak, Allah’a,
dünya ve ahiretteki nimetleri ve mükâfatları için değil, onun zatı ve özüne âşık olmak (İki âlem işretlerini Mey’e sattım, Hakk’ı sevdim[16]); dördüncü olarak,
Hakk’a zikir, vecd, sohbet gibi yöntemlerle ulaşmaktır (Zakir olup, şakir olup Hakk’ı buldum[17]).
Gördüğümüz gibi, Yesevî düşüncesinin temelinde
sohbet, hoşgörü ve aşk vardır. Düşünce ve düşünce
özgürlüğü vardır. Bu ise, iş ve davranışın özgürlüğü
demektir. Zikir, sohbet, vecd gibi psikoteknik yöntemler, hastalıklara maruz kalan kalbi tedavi ederek kalbi
Allah’ı sevebilecek duruma ve dereceye getirmeye
yarayan araçlardır. Bu araçlar ise, Yesevî için hiçbir
zaman amaç olmamıştır. Sonuç itibariyle, Yesevî düşüncesinde, aşk, hayatın gerçek anlamı, aynı zamanda insani varlığa ve insani zihniyete ulaşmanın temel
şartıdır.■
14.
15.
16.
17.
17
Divan-ı Hikmet, H-102.
Divan-ı Hikmet, H-77.
Divan-ı Hikmet, H-12.
Divan-ı Hikmet, H-13.
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed
Yesevî’nin “Aşk” Söylemi
HAYATİ BİCE*
1
993 yılında Pîr-i Türkistan Hazret Sultan
Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet eserini
ilk baskısına hazırlarken doğrudan doğruya “aşk”
kelimesinin ve “aşk” kavramı ile ilgili “âşık”, “maşuk”, “muhabbet” sözcüklerinin çok sık kullanılmış olduğu dikkatimi çekti. Şunu hemen belirtmek
isterim ki, Divan-ı Hikmet’te başka hiçbir ‘soyut’
kavram, bu yoğunlukla kullanılmamıştır.
laştırılan Türkçenin en nadide sözlerinden birisi
de “aşk” oldu. Önce, tercüme edilen Hollywood
filmleri artistlerinin diline uydurulmağa çalışılarak
formatı değiştirilen bu “nazenin” kelime -bugün
hormonların tesirindeki gövdelerin köpüklü ağızlarında- en yaban güdüleri tanımlama derekesine
indirildiği de acı bir gerçek. Prof. Dr. İskender Pala’nın şiir gibi sözleriyle
“aşk ilahîdir; imanla başlar, vahdete götürür. GöBüyüsü ‘taammüden’ bozulan bir
nülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar,
kavram: Aşk
başını verir. Aşk, Allah’ın “Bilinmeyi istedim;
Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük’ünde aşk, kâinatı yarattım.” buyurduğu noktada başlar. Varlı“aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi” olarak tanım- ğımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinlanıp aslına uygun bir şekilde, Yunus Emre’den “ de aşkın bütün çeşitleri mevcut… Divan edebiyatı
Gel gör beni aşk neyledi” mısraı ile örneklendiri- ve tasavvuf itibariyle beşeri aşkın (mecazi aşkın)
liyor.(1)
ilahî aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok mutaFakat son yıllarda güncel Türk kültürünü be- savvıf ilahî aşk için beşerî aşkı ilk basamak olarak
lirleyen kodların dejenerasyonu ile bozulan, yoz- görür… Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir
aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur… İlahî aş* Dr., Araştırmacı-Yazar
18
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
kın içerisinde beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur.
İlahî aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır;
ama deniz damladan ibaret değildir… Türk coğrafyasının en bereketli olduğu husus aşktır.” (2)
“Divan-ı Hikmet” bir “Divan-ı Aşk”
imiş meğer!
Hazret Sultan Yesevî’nin 144 adet ‘Hikmet’ adı
verilen şiirini içeren Divan-ı Hikmet’inde “aşk” kelimesi tam tamına 55 şiirde kullanılmıştır. Oran olarak
bakıldığında bu % 38’lik bir yaygınlığa işaret eder.
(Divan-ı Hikmet’te başka hiçbir kavram -sanıyorumbu yoğunlukla kullanılmamıştır.) İnceleme bir de aşk
ile doğrudan ilişkili “âşık, maşuk, muhabbet” kelimelerini kapsama alanına alarak genişletildiğinde çok
daha büyük bir oran ortaya çıkacağı kesindir.
Divan-ı Hikmet’te aşk kavramı tek başına bir
duygu durumunu anlatmak için kullanıldığı gibi “aşk
ateşi” gibi bazı tanımlamaların bileşeni şeklinde de
kullanılmaktadır. Aşk kelimesinin Divan-ı Hikmet’te
çeşitli formlarda 173 (yüz yetmiş üç) kez kullanıldığını görüyoruz. Aşk kelimesinin sıklıkla kullanıldığı
tamlamalar olarak “aşk yolu”, “aşk derdi”, “aşk
ateşi”, “aşk sırrı”, “aşk sevdası”, “aşk kapısı”, “aşk
ehli”, aşk pazarı” ve daha pek çok deyiş dikkati
çekmektedir. Bu incelememizde bu deyişlerin yer
aldığı hikmetler sırası ile verilecektir. (3)
“Aşk Yolu”
Hazret Sultan Yesevî’nin yolunun bir sevgi ve
muhabbet yolu olduğunun en kesin kanıtı aşk kelimesinin en sık kullanıldığı kavram “aşk yolu”dur.
Yesevî’de tasavvuftaki kemal makamlarına ulaşmanın yolu olarak tarif edilen “aşk yolu” kavramı on dokuz yerde kullanılmıştır.
12
Tarikatın yollarıdır çetin azap
Bu yollarda nice âşık oldu toprak
Aşk yoluna her kim girse hâli harap
Erenlerden yolu sorup yürüdüm ben işte
77
Âşık olsan aşk yoluna koy adımı
Dünya kaygısını boşayıp koy Edhem gibi
Akıllı isen dünya için yeme gam
Kıyamet günü cezalarını verir dostlar
81
19
İşbu aşkın yolu dilim olmaktır
Burada ağlayıp ahirette gülmektir.
Gül renkleri zeferan gibi solmaktır.
Böyle olmadan, âşıkım, deyip söylemeyin dostlar.
Sırdan anlam duymayanlar yabancıdır
O âşıkın mekânları viranedir
Aşk yolunda can verenler sevgilidir
Candan geçmeden candan haber bilmeyin dostlar.
4
Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harab
Aşk yolunda olamadım misali toprak
Hâlim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş
O sebepten Hakk’â sığınıp geldim ben işte.
11
Aşk yolunda âşık olup Mansur geçti
Belini bağlayıp Hakk işini sıkı tuttu
Melâmetler ihanetler çok işitti
Ey müminler hem Mansur oldum ben işte
29
Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm,
Arslan Baba’ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed.
33
Aşk yolunda yok olayım Hakk Bir ve Var
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
Elimi açıp dua kılayım, Azim Cebbar
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
…
Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;
Aşk yolunda can verenin korkusu yok;
Bu yollarda can vermese, imkânı yok;
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
…
Aşk pazarı ulu pazar, sevda haram;
Âşıklara senden başka kavga haram;
Aşk yoluna girenlere dünya haram;
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
51
Aşk yolunda damla damla kanlar yutarım
Rahman adı rahmetinden ümit tutayım
Şarap kadehini doyası versen candan geçeyim
Hasretinde iki gözümü yaşlasam ben
96
Dinmeden âşıklar Hű derler Allah’ına yalvarıp;
Yürür O’nun aşkında, gece gündüz sararıp.
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Çok ağlatıp âşıkı aşk elinde Allah’ım
Aşk yolunda melâmeti ona görür münasip.
“Aşk Ateşi” Kimi Yakar?
Hazret Sultan Yesevî aşk yoluna düşen aşığın
“aşk ateşi” ile yanmağa başlayacağını bildirir. Aşk
ateşi Divan-ı Hikmet’te en sık kullanılan kavramlardan birisi olarak hikmetlerin dokuz yerinde yanar. Yesevî, tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın bir
metodu olarak kişinin bilerek ve bilmeyerek aşk
ateşine düşmesini gösterir. Aşk ateşi aşığı yaktıkça
benliğinin negatif unsurları yok olarak batınındaki
kemal mertebeleri açığa çıkacaktır.
139
Şevki, zevki muhabbetten ayan eyle
Âşıklara aşk ateşinden beyan eyle
Hor görülme-ağlama, meşakkati nişan eyle
Gerçek âşıklar ateşten ne diye çekinsin?
61
Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,
Canı yakıp, yürek bağrımı kebap etti.
Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,
Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.
118
Her kim yanar cana alır aşkın ateşini
Canı yansa uzuvlarından çıkar duman
Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün
Halka zahiren görünüp duran yarası yok
12
Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar
Ahirete doğru çekip alıp burada geçer
Burada olan düğümlerini orada açar
Rasul dünya leştir dedi bıraktım ben işte
85
Kulum diyen daima dinmeden zikrini söyler
Aşk ateşine bağrı yanıp feryad eder
Habersizler bağrı ömrünü bilmeden yele satar
Gaflet ile cehenneme gider dostlar
93
Seher vakti kalkanlar, canı feda eyleyenler,
Aşk ateşinde yananlar seher vakti olanda.
94
Halka içinde “ Hû “ deyiniz, aşk ateşine yanı-
nız,
Beden-can ile tâlipler, tekbir başlayıp deyiniz.
126
Gece kalkıp yürümeden, durmadan ağlayanlar
Aşk ateşine yürek-bağrını dağlayanlar
Rüsva olup sırdan mânâ anlayanlar
Halk içinde rüsva olup yürüse olmaz
120
Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği
Kabul eyledi aşk ateşinde yanmaklığı
Canını verip satın aldı yanmaklığı
Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok
“Aşk Derdi”nin dermanı
Aşk yolunda ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa
başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını aramağa başlar. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardandır” sırrına erince anlar ki aradığı
zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Hazret
Sultan Yesevî “aşk derdi”ne ve dermanına Divan-ı
Hikmet’in on yedi yerinde değinmektedir:
17
Ey arkadaşlar, aşk derdine deva olmaz;
Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz
Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz
Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.
18
Riya tesbihi elinde, zünnar iyi bilseniz;
Hak rızası budur aşk derdini eyleseniz
Aşkını alıp mahşerde rezil olup dursanız;
Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.
33
Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;
Aşk yolunda can verenin korkusu yok;
Bu yollarda can vermese, imkânı yok;
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
…
Kul Hoca Ahmed aşktan ağır belâ olmaz;
Merhem sürme, aşk derdine deva olmaz;
Gözyaşından başka bir şey tanık olmaz;
Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.
102
Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok
Deva sormayın aşk derdinin devası yok
Bu yollarda âşık olsa dönüşü yok
20
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Canı bedenden ayrı eyleyip yürür olmalı
118
Gerekli değil aşk derdine deva sormak
Viran edip gider imiş devası yok
Canını incitip yaşın akıp aklın gidip
Aşk derdinden dostlar acı belası yok
…
Kul Hoca Ahmed söyledi dostlar işitin bunu
Kafdağı gibi taşlar değse çıkmaz sesi
Kime söyleyip kime ağlayıp aşk derdini
Vallahi-billahi aşk derdinin devası yok
123 Muhabbetin deryasına batmayınca
Ey dostlarım aşk mücevherini alsa olmaz
Tan atana kadar feryad edip ağlayıp inlemedikçe
Sarraf olup aşk derdini bilse olmaz
Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur
Erenlerin izin alıp dinmeden öper
Muhabbetin şevki ile yaşını döker
Yaşı akmadıkça riyazette solsa olmaz
133 Aşk derdine deva soran hazır tilbe
Zâhirde yok batın içinde eyler cilve
Mazı sarın hepsinin içinde eyler galip
Aşk derdine deva eylese Rahman eyler
140 Aşk derdini dertsizlere söyleyip olmaz;
Bu yolların engeli çok, geçip olmaz;
Aşk cevherini her nâmerde satıp olmaz;
Habersizlerin aşk kadrini bildiği yok
Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün;
Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun;
Derde doldun, gama soldun, tilbe oldun;
Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok.
Ey habersiz, aşk ehlinden beyan sorma
Dert iste, aşk derdine derman sorma
Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma
Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.
“Aşk Sırrı”na Ermek
bir kulluk ve başa gelecek “yüz bin bela”ya sabır
gerektiğini ve bu yolla Hakk cemaline vuslatın
mümkün olacağını bildirir. Ancak dikkat edilmesi
gereken incelikli nokta aşk sırrının ancak âşıklara beyan edilebileceği ve aşk sırrını herkese söylemenin caiz olmadığıdır.
61
Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz;
Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz;
Yolunu bulan merdleri bilse olmaz;
Ağlaya ağlaya gözyaşını habap etti.
86
Aşk sırrını beyan eylesem âşıklara,
Tâkat eylemeyip, başını alıp gider dostlar.
Dağa, taşa başını vurup, şuursuz olup
Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar.
82
Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibadet eyle
İbadet eyleyen Hakk cemalini görür dostlar.
Yüz bin belâ başa düşse, inleme
Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar.
137
Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz;
Maldan geçmeden ben benliği koysa olmaz;
Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz;
Öyle âşık halk gözünden gizli olur.
Yesevî’nin Tarifiyle : “Aşksız Kişi”
Hazret Sultan Yesevî, Divan-ı Hikmet’te dört
yerde “aşk sırrı”ndan söz eder. Aşk sırrına erme
yolunu da gösteren Yesevî; aşk sırrına ermek için
yakin derecesinde bir iman; takva derecesinde
“Aşk ehli” tabirini Divan-ı Hikmet’teki sadece bir mısrada kullanan Hazret Sultan Yesevî’nin, “aşk” üzerine söyledikleri kadar dikkat çeken bir
husus da “aşksız” insanları ayrıntılı olarak tarif
etmesidir. Yesevî “Allah’a erme yolunda “aşksız”
ilerlemenin çok zor olduğuna işaret eder. “Aşksız”
olma üzerinde Hazret Sultan Yesevî’nin gösterdiği
hassasiyet bu tarifin hikmetlerde tam on üç yerde
işlenmesi ile ortaya çıkmaktadır.
59
Aşksız kişi insan değildir anlasanız
Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz
Aşktan başka sözü eğer söyleseniz
Elinizden iman-İslam gitti olmalı
54
Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
21
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.
82
Arif âşık öz canını ateşe yakmaz
Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz
Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz
Aşksız kişi hayvandan beter dostlar
104
Allah der eğer ki kulum neylerse eylesin
Her ne eylese melekler ikram eylesin
Aşksız adam aşk makamını görüp yürüsün
Hakk kudretini ifşa eyleyip yürür olmalı
123
Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür
Müminim deyip imanları viran yürür
Mahşer günü cemal görmeden sersem yürür
Pir-i kâmil nazar eylemeden görse olmaz
115
Meleklerinden aşığı çok ey habersiz
Bir “ahh” eylese âlem olur altın ve mücevher
Zâhid, âbid, sâliklerin aşkı beter
Aşksız âdem vallahi yolda kalır imiş
3
Her sabah vakti ses geldi kulağıma
“Zikr söyle!” dedi, zikrini söyleyip yürüdüm
ben işte.
Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;
O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte.
20
Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü
Sabaha varsa, Hakk göstermez ona cemal
Arş ve Kürsű, Levh ve Kalem hepsi bizar;
Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar.
102
Gerçek dertliler dertsizliği göze almaz
Zâhid-âbid mesleklerini dile almaz
Fayda görse aşksızlara bakış iliştirmez
Gerçek dertliye deva eyleyip yürür olmalı
108
Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;
Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş.
Aşksızların imanı yok ey arkadaşlar;
Cehennem içinde dinmeden devamlı yanar imiş.
86
Aşksızların hem canı yok hem imanı;
Rasűlullah sözünü dedim, mânâ hani
Nice desem, işitici, bilen hani?
Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.
140
Zâhid olma, âbid olma, âşık ol
Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol
Nefsi tepip dergâhına lâyık ol
Aşksızların hem canı yok imanı yok.
Divan-ı Hikmet’teki diğer “aşk”
kullanımları
Divan-ı Hikmet’te yukarıda verdiğimiz sık
kullanımlar yanında “aşk” kelimesi ile birlikte
kullanılan bazı deyimleri de -sadece ismen bile
olsa- vermek isterim.
Divan-ı Hikmet’te “aşk kapısı” ise beş kez ;
“aşk bağı”, “aşk sevdası” dörder kez; “aşk dâvası”,
“aşk pazarı”, “aşk şarabı”,”aşk şiddeti” üçer
kez; “Hakk aşkı”, “aşk ehli”, “aşk makamı”, “aşk
cevheri”, “aşk dükkânı”, “aşk defteri”, “aşk küpü”
ikişer kez ‘aşk bağlamı’nda kullanılmış olan deyimler olarak görülmektedir.
Divan-ı Hikmet’te “aşk ışığı” , “aşk incisi”, “aşk
dalgıçı”, “aşk rüzgârı”, “aşk hançeri”, “aşk yâdı”,
“aşk belâsı”, “aşk darağacı”, “aşk yakarışı” deyimleri sadece birer kez kullanılmış ilginç deyişlerdir.
“Aşk olsun” Ya Hû…■
DİPNOTLAR:
1. TDK Güncel Türkçe Sözlük: http://tdk.org.tr/TDKSOZLUK/
SOZBUL.ASP
2. Prof. Dr. İskender Pala ile ( M. Mehmet Gündem ) : “Aşk
imiş her ne var âlemde!..” ; ZAMAN Gazetesi, 13.02.2000.
3. Kıta başlarındaki rakamlar, bu makalenin yazarı Dr. Hayati Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları
arasında yayınlanan Divan-ı Hikmet neşrindeki “aşk” kelimesinin
geçtiği hikmetlerin sıra numarasını göstermektedir. (Ahmed Yesevî,
Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice; T.Diyanet
Vakfı yayınları, 4. Baskı, 2005- Ankara)
22
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
NECDET TOSUN*
İ
slamiyeti basit bir şekilde ve tasavvufî motiflerle halka sunan Hoca Ahmed Yesevî (ö.
562/1166), Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda önemli bir rol oynamıştır. Pîr-i Türkistân lakabıyla anılan Yesevî, gerçek hayatından ve tarihî
kişiliğinden ziyade menkıbeleri ve fikirleri ile tanınmıştır. Onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan
ve günümüz insanına ışık tutan fikirlerinden en
önemlileri, sevgi ve hoşgörü hakkındaki görüşleridir. Burada gerek Hoca Ahmed Yesevî’nin ve gerekse diğer bazı mutasavvıfların “sevgi ve hoşgörü”
konusundaki düşüncelerine temas edilecektir.
1) Hoca Ahmed Yesevî’de Sevgi
a) Ahmed Yesevî ve takipçilerinde
Allah ve Peygamber sevgisi
kereksen”[1].
Yani: Aşkın beni çılgına çevirdi, herkes beni
bildi, gece gündüz düşüncem sensin, bana sadece
sen lazımsın ey Allah’ım! Âlimlere kitap gerekir,
sûfîlere mescit. Mecnûnlara Leylâ lâzım, bana ise
sen lâzımsın Allah’ım!
Ahmed Yesevî’nin talebesi Hakîm Süleyman
Ata da Allah aşkı konusunda şöyle der:
“Âşıkdın sormangız dünyâ ve ukbâ,
Âşık maşûk içün her dem öledür”[2].
Yani: Âşığa dünya ve ahreti sormayın; âşık, sevdiği için her an ölmektedir.
Hakîm Süleyman Ata başka bir hikmetinde de
şöyle der:
Hoca Ahmed Yesevî, Allah sevgisini şiirlerinde
sıklıkla dile getirmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:
“Aşkıng kıldı şeydâ meni, cümle âlem bildi
meni,
Kaygu sensin tüni küni, menge sen ok kereksen…
Âlimlerge kitâb kerek, sûfîlerge mescid kerek,
Mecnûnlarga Leylâ kerek, menge sen ok
“Ming yıl ibâdet kılsang, tâat içinde kalsang,
Muhâldur Hak’nı bilseng, arada aşk bolmasa.
Tesbîhin zünnâr bolur, seccâdeng murdâr bolur,
Barçası agyâr bolur, arada aşk bolmasa”[3].
*
Doç. Dr., Marmara Ü. İlahiyat Fak. İstanbul.
1. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (nşr.
Kuanışbek Kârî, Galiya Kambarbekova, Rasûl İsmailzâde),
Tahran: el-Hüdâ, 2000, s. 1 (Arap harfli bölüm), s. 186187.
2. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, Kazan
1884, s. 22.
3. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 39.
23
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Yani: Bin yıl ibadet etsen, ibadet içinde kalsan
bile içinde Allah aşkı olmadıkça onu tanıyamazsın.
Tespihin papaz kuşağı olur, seccaden murdar olur,
herkes sana yabancı olur, eğer Allah ile aranda aşk
yoksa.
Ahmed Yesevî’nin takipçilerinden Hoca İshak
b. İsmail Ata, insanın gönlünde Allah sevgisinin
oluşup gelişebilmesi için, o gönülden dünya sevgisinin gitmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Pes,
bilgil, kul birle Mevlâ azze ve cellening arasında
muhabbet-i dünyâ ve nefs hicâb turur. Her kim
muhabbet-i dünyânı köngül közgüsidin kiterse hicâb
aradın kiter. Andın keyin bu bende perverdigârnı
körer, inşâallâhü teâlâ”[4].
Yesevî yolunun temsilcilerinden Şemseddin
Özgendî[5] de Allah aşkını şöyle dile getirmiştir:
“Yâ Rab özüng bilür-sen, sendin özge kimim
bar,
4. Hoca İshak b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn,
Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü
Ktp., nr. 11838, vr. 29b.
5. Silsilesi şöyledir: Ahmed Yesevî, Hakîm Ata,
Zengi Ata, Sadr Ata, Elemîn Ata, Şeyh Ali Şeyh, Mevdûd
Şeyh, Kemâl Şeyh Îkânî, Seyyid Ahmed Velî (Şeyh
Aliâbâdî), Şemseddin Özgendî.
Bir ü barım irür-sen, sendin özge kimim bar…
Közüm seni közleyür, tilim seni sözleyür,
Könglüm seni isteyür, sendin özge kimim
bar”[6].
Ahmed Yesevî’de Peygamber sevgisi de ön
plandadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği
için, 63 yaşına gelen Ahmed Yesevî, peygambere
olan sevgisinden dolayı artık toprağın üzerinde yaşamak istememiş ve yer altında bir ibadet yeri kazıp
kalan ömrünü onun içinde geçirmiştir. Yesevî, peygamber sevgisiyle söylediği şiirlerde şöyle diyor:
“Başımga tüşüp na‘ra-i sevdâ-yı Muhammed,
Men anı üçün kuyıda şeydâ-yı Muhammed”[7].
“On sekiz ming âlemge server bolgan Muhammed,
Otuz üç ming ashâbga rehber bolgan
Muhammed”[8].
Allah ve Resulüne karşı gönlünde derin bir sevgi besleyen Hoca Ahmed Yesevî, Allah’ın kelâmı
olan Kur’an-ı Kerim’e son derece saygılı idi. Bir
6. 7. 8. 24
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, s. 74.
Yesevî, age. s. 53.
Yesevî, age. s. 55.
defasında Kur’ân öğrenmek için camiye giden çocukların mushaflarını boyunlarına asıp aşağı sarkıttıklarını, içlerinden bir tanesinin ise sevgi ve
saygısından dolayı Kur’an’ı başının üzerinde taşıdığını görmüş, bu manzaradan çok memnun olup
bu çocuğun zahiri ve bâtıni eğitimini üstlenmişti.
Bu çocuk zamanla hem din ilimlerini hem de tasavvuf ve ahlâk konularını hakkıyla öğrenip Hoca
Ahmed Yesevî’nin önde gelen talebelerinden biri
olan Hakîm Ata lakaplı Süleyman Bakırgânî’den
başkası değildir[9].
Yesevî şeyhlerinden Süksük Ata bir miktar çamaşır alıp çamaşır yıkayıcısına gitmişti. Yıkayıcı:
“Adınız nedir, yazayım da diğer çamaşırlarla karışmasın.” dedi. Süksük Ata: “Adım Firavun’dur.”
diye cevap verdi. Çamaşırcı: “Başka isim bulamadınız mı da böyle isim koydunuz.” diye sorunca,
Süksük Ata: “Adım Muhammed’dir. Ama Allah
Resulü’nün adı olan bu ismi yazıp kazana çer çöp
ile birlikte atarsan bu isme hakaret olur diye düşündüm.” diye karşılık verdi. O gece Süksük Ata rüyasında Hz. Peygamber’i gördü. Hz. Peygamber ona:
“Ey Süksük Hoca! Sen mademki benim ismine hürmet ettin, ben de sana, senin evladına ve sana tâbi
olanlara ahrette şefaat edeceğim.” buyurdu[10].
Bu rivayetlerden, Ahmed Yesevî ve takipçilerinin duygu dünyasında Allah ve peygamber sevgisinin önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.
b) Mahlukata karşı sevgi ve
merhamet
Ahmed Yesevî, şiirlerinde mahlukata merhamet,
fakir ve yetimlere yardımcı olmak gibi konulara sıkça temas etmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:
Kayda körseng köngli sınuk merhem bolgıl
Andag mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl
Ruz-i mahşer dergahıga mahrem bolgıl
Mâ vü menlik halayıkdın kaçtım mena.
Kaytıp tüşüp fakirlerni halin sordı
Gariblerni izin izlep tüştüm mena.[11]
Yani:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaş ol
Mahşer günü dergâhına yakın ol
Ben-benlik güden (kibirli) kişilerden kaçtım
ben işte.
Garip, fakir, yetimleri Resul sordu
O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü
Geri gelip indiğinde fakirlerin hâlini sordu
Gariplerin izini arayıp indim ben işte.
Muhammed aydılar her kim yetîmdür
Bilingiz ol meni hâs ümmetimdür
Yetîmni körsengiz agrıtmangızlar
Garibni körsengiz dag etmengizler.[12]
Yani:
Muhammed (a.s) dediler: “Her kim yetimdir,
Biliniz, o benim has ümmetimdir.”
Yetimi görseniz, incitmeyiniz;
Garibi görseniz, dağ etmeyiniz (incitmeyiniz).
Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunu devam ettirenlerden İsmail Ata şöyle derdi: “Güneşli günde insanlara gölge ol, soğukta elbise ol, açlık zamanında
ekmek ol!”[13].
Yesevî yolunun takipçilerinden Şemseddin
Özgendî de yetimlere karşı sevgi ve merhamet konusunda şöyle der:
“Bolsang Resûl’ga ümmet, kılıng yetîmge şefkat,
Bolgay sanga köp rahmet, Rasûl andag tidi
ya”[14].
Yani: Eğer Hz. Muhammed’e ümmet isen, yetime şefkat göster. Bu sayede sana çok rahmet olacaktır, peygamber böyle söyledi ya.
Garib, fakir, yetimlerni Resûl sordı
Uşal tüni mi’râc çıkıp dîdâr kördi
9. Anonim olan Hakîm Ata Kitabı’ndan naklen bk.
Karl G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata
Risâlesi”, Bulletin de l’Académie Impériale des Sciences de
St. Pétersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk),
cilt: IX, sayı: 2, (Septembre 1898), s. 107-108.
10. Hoca İshak, age. s. 74a.
11. Yesevî, age. s. 17.
12. Yesevî, age. s. 99.
13. Muhammed Şerîf Buhârî, Huccetü’z-zâkirîn lireddi’l-münkirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372,
vr. 100a.
14. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 127.
25
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
2) Hoca Ahmed Yesevî’de ve tasavvuf
kültüründe hoşgörü
Hat sanatımızın en anlamlı ürünlerinden biri
“Hoş gör yâ hû” levhalarıdır. Bu levha tekkelerde
sadece bir duvar süsü olarak kalmaz, aynı zamanda
tekke ve tasavvuf ehli için bir hayat düsturu olurdu.
Eskilerin müsamaha, yenilerin tolerans dediği “hoşgörü” toplumun ve fertlerin huzuru için anahtar bir
kavramdır. “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü”
diyebilmek engin bir gönül ister. Bu gönle sahip
insanların hoşgörü örneklerine tasavvuf tarihinde
sıkça rastlanır. Tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan
Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında ve şiirlerinde de
hoşgörü ile alâkalı örnekler bulunmaktadır. Bunlara kısaca temas edildikten sonra, konunun daha iyi
anlaşılması için tasavvuf kültüründe hoşgörü hakkında başka rivayetlere de yer verilecektir.
Hoca Ahmed Yesevî Müslüman olmayan kişilere karşı da hoşgörülü olmak gerektiğini ifade etmek
için şöyle demiştir:
“Sünnet irmiş kâfir bolsa berme azar
Könglü kattıg dil-âzârdın Hudâ bîzâr”[15],
Yani: Karşındaki insan kâfir bile olsa onu incitme, bu Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti ve yolu
imiş. Kalbi katı, gönül incitici kişileri Allah Teâlâ
sevmez.
Rivayete göre, Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti her tarafa yayılıp talebelerinin sayısı artınca
kendisini çekemeyenler dedikodu yapmaya başladılar. “Sohbet ve zikir meclislerine kadınlar geliyor,
erkeklerle birlikte oturup zikrediyorlar.” diye eleştiren medrese hocaları çıktı. Hoca Ahmed Yesevî
kendisini teftiş için gönderilen âlimlere, “Bizim
meclisimizde kadın ve erkeklerin beraber bulunması, onların gönlüne zarar vermez.” mesajını vermek
için, gelen heyetin huzurunda bir kutunun içine bir
parça pamuk ve ateş koru koydu. Sonra kutuyu onlara verdi. Heyet kendi memleketine dönüp kutuyu
açtığında ateşin pamuğu yakmadığı gördüler[16].
15. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 20.
16. Hüsâmeddin Sığnâkî, Menâkıb-ı Hoca Ahmed
Yesevî, Özbekistan Fenler Akademisi Birunî Şarkiyat
Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 12b; Muhammed Âlim Sıddîkî,
Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. M.Nezîr Rânchâ),
İslamabad 1986, s. 47; Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin
Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1 (1998), s.
76, 79.
Eski Türk geleneklerinde ve özellikle tarımla
uğraşan küçük yerleşim bölgelerinde kadınların
erkeklerle birlikte toplumsal hayatın içinde olduğu
bilindiğine göre, o dönemde tekkede insanların birlikte bulunmuş olması mümkündür. Hoca Ahmed
Yesevî kendi dönemindeki bazı din adamlarının
eleştirisine göğüs germiş ve kadınların da aynı çatı
altında tasavvufî sohbetlere ve zikre iştirak etmesine izin vermiş, bunu hoşgörü ile karşılamıştır. Bu
rivayette Yesevî’nin hem zikre katılmak isteyen
kadınlara, hem de kendisini eleştiren kişilere karşı
hoşgörü sahibi olduğu anlaşılmaktadır.
Rivayete göre bazı kendini bilmez kişiler Hoca
Ahmed Yesevî’nin oğlunu öldürmüş ve başını bir
beze sarıp Yesevî’ye göndermişlerdi. Oğlunun başını gören Hoca, sabır ve metanet göstermiş, sadece, “Kavunu olgunlaşmadan koparmışlar.” demekle
yetinmiştir[17].
Ahmed Yesevî’nin bağlı bulunduğu tasavvuf
kültüründe hoşgörünün yeri ve önemi konusunda
aşağıda verilecek olan örnekler konunun daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Müslümanlar içinde ibadette veya günlük işlerde hatalı olan kimseler bulunabilir. Bunlara hoşgörü ile yaklaşmak konusunda tasavvufî eserlerde birçok rivayet bulunmaktadır. Bu örneklerden bazıları
şunlardır:
a) İbadetlerdeki kusurlara karşı
hoşgörü
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlattığı bir rivayete göre Peygamber Efendimiz’in (a.s) müezzini Bilâl-i Habeşî ezan okurken dili tam dönmediği
için “hayye ale’s-salâh” yerine yanlışlıkla “heyye
ale’s-salâh” dermiş. Peygamberimizin arkadaşlarından bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Bilâl bir harfi yanlış okuyor, ezanı başka birisi okusa daha iyi
olmaz mı?” diye sormuşlar, ancak Hz. Peygamber
(a.s) samimiyetle okuduğu için ezanı Bilâl’in okumaya devam etmesini uygun bulmuştur[18]. Başka
bir rivayete göre Bilâl “Eşhedü” yerine yanlışlıkla
“Eshedü” dermiş. Şikâyet olunca Hz. Peygamber:
“Bilâl’in s harfi, Allah katında ş harfidir”, diyerek
onu hoş görmüştür.
Mesnevî’deki bir başka hikâyeye göre, Hz. Musa
yolda giderken kenarda oturup dua eden bir çoban
17. 18. 26
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât, s. 46.
Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 172-177.
görmüştü. Çoban: “Yâ Rabbi! Bana misafir olsan,
sana en güzel yemeklerden ikram etsem, ayağına
çarık (ayakkabı) yapsam, saçlarını yıkasam, saçındaki bitleri kırsam.” diye dua ediyordu. Hz. Musa
bunu duyunca çobana: “Ey çoban! Allah Teâlâ’ya
böyle dua edilmez, onun yemeye içmeye ihtiyacı
yoktur, insana benzemez.” dedi. Bunun üzerine çoban: “Ey Musa! Ben cahil bir çobanım, bana nasıl dua edeceğimi öğret de öyle dua edeyim.” diye
karşılık verdi. Hz. Musa ona Allah’ın şanına yakışır bazı dualar öğretti, sonra yoluna devam etmek
için yürümeye başladı. O esnada Allah Teâlâ’dan
kendisine şöyle bir hitap geldi: “Ey Musa! Ben o
kulumun duasından mutlu oluyordum, çünkü samimi idi. Niçin onun duasını değiştirdin?” Bu hitap
üzerine Hz. Musa tekrar çobanın yanına döndü ve:
“Sen nasıl istiyorsan öyle dua et.” dedi ve yoluna
devam etti[19].
Bu hikâyelerde verilmek istenen mesaj, insanın
ibadetlerinde samimi olmasının çok önemli olduğu,
ihlas ve samimiyetle yapılan ibadetlerde bazı şeklî
hatalar olsa bile Allah Teâlâ ve resulü tarafından
hoş görüldüğüdür.
b) Günlük işlerdeki hatalara karşı
hoşgörü
Bazı insanlar Müslüman olmalarına rağmen
nefsinin isteklerine uyarak Müslümanlıkla bağdaşmayan işler yapabilirler. Onların yaptığı yanlış işlere kızmak ile o insanlara kızmayı birbirine karıştırmamak gerekir. O insanlara acımak ve merhametle
doğru yola çağırmak en doğrusudur. Tasavvufî eserlerde sufîlerin bu konudaki bazı söz ve hikâyeleri
bulunmaktadır.
Hamdûn-i Kassâr şöyle demiştir: “Bir sarhoşla
karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü o
duruma sen de düşebilirsin.”
İbrahim b. Edhem bir gün bir sarhoşun yanından
geçiyordu. Onu ağzı bulaşmış, yerde yatar vaziyette
gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve “Allah Teâlâ’nın
isminin anıldığı bir ağzı böyle kir bulaşmış bir hâlde
bırakmak hürmetsizlik olur.” dedi. Sarhoş kendine
gelince İbrâhim b. Edhem hazretlerinin yaptığı şeyi
ve söylediği sözü kendisine bildirdiler. O sarhoş
tövbe etti ve salih insanlardan oldu. Sonra İbrâhim
b. Edhem’e rüyasında: “Sen bizim için onun ağzını
19. Mevlânâ, Mesnevî, c. II, beyit: 1720-1786.
yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.” buyurdular[20].
İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin komşusu bir genç
vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır
çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam: “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince,
bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun
üzerine İmâm-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin
sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, Vali:
“Böyle önemsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar
niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi
idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam
o gence; “Bak, seni unuttuk mu?” diye sordu. Genç:
“Hayır…” dedi, yaptığı kötü işlerden tövbe edip,
İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı
ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti[21].
Sa‘dî Şîrâzî Gülistân isimli eserinde anlattığına
göre bir zahidin evine hırsız girmiş, ancak çalacak
bir şey bulamamış. Üzüntüyle evden çıkarken durumdan haberdar olan zahit sarınıp içinde uyuduğu
kilimi hırsızın yoluna atmış ki alsın da eli boş ve
mahzun gitmesin[22].
Benzer bir hikâye de Ahmed er-Rifâî hakkında
anlatılır. O, evine gelen hırsıza bir miktar kaliteli un
ikram etmiş ve helâllik isteyip yolcu etmiştir. Onun
bu şefkatinden etkilenen hırsızın tövbe edip doğru
yola geldiği nakledilir[23].
c) Gayrimüslimlere karşı hoşgörü:
Bir toplumda her dinden insan bulunabilir. Toplumların asayiş ve huzur içinde yaşayabilmesi için
farklı din mensuplarının birbirine hoşgörü işe bakması çok önemlidir. İslam hukukuna göre Müslüman ülkelerde yaşayan gayrimüslimlere “zimmî”
denir ve devlet onların güvenliğini sağlamakla gö20. Ferîdeddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr.
Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374/1995, s. 125.
21. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî,
Ukûdü’l-cümân
fî
menâkıbi’l-İmâmi’l-a‘zam
Ebî
Hanîfeti’n-Nu‘mân (nşr. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarabad
(Hindistan): Lecnetü ihyâi’l-ma‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, 1974,
s. 289-290.
22. Sa‘dî Şîrâzî, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn Yûsufî),
Tahran 1384 hş., s. 87.
23. Ken‘an er-Rifâî, Ebu’l-Alemeyn Seyyid Ahmed
er-Rifâî (hzr. Mustafa Tahralı- Müjgan Cunbur), İstanbul
2008, s. 24-25.
27
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
revlidir. Tasavvuf tarihinde sufîlerin Müslüman olmayanlara karşı hoşgörü ile muamele ettiğine dair
birçok örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları
şunlardır:
Bayezid-i Bistami’nin Mecusi olan (ateşe tapan,
zerdüşt) bir komşusu ve bu komşunun süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu Mecusi bir gün yolculuğa çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bayezid-i Bistami her
gün bir çıra alıp komşusunun evine götürdü. Mecusi
yolculuktan dönünce durumu haber alıp kendisinde
değişiklikler hissetti. Bayezid’e karşı kalbinde bir
sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi, bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun
değildir.” deyip Bayezid-i Bistami’nin huzuruna
gitti ve Müslüman oldu[24].
Hz. Mevlânâ’ya da nispet edilen fakat ondan
daha önce yaşamış olan Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın
şiirleri arasında yer alan şu rubai meşhurdur:
diyerek bütün insanlara (72 millete) aynı gözle bakmak gerektiğini ifade etmiş, böyle bakamayanların
görünüşte evliya gibi olsalar bile aslında asi ve
günahkâr olduklarını kaydetmiştir.
İlk dönem sufîlerinden Mâlik b. Dinar’ın komşusu Yahudi idi. Bu kişi Mâlik b. Dinar’ın evinin
duvarını tuvalet olarak kullanır ve bahçesini kirletirdi. Mâlik de her gün duvarını ve bahçesini temizlerdi. Bir gün komşusu Mâlik’e: “Bu necasetten rahatsız olmuyor musun?” diye sordu. Mâlik: “Evet,
rahatsız oluyorum ama temizliyorum.” dedi. Komşusu: “Bu sıkıntıyı niçin ve kim için çekiyorsun?”
diye sorunca, Mâlik: “Allah rızası için, çünkü Allah
öfkesini yutup insanları affedenleri muttakilerden
saymaktadır.[26]” diye cevap verdi. Bunun üzerine
Yahudi komşusu: “Ne güzel bir din! Allah dostu,
Allah düşmanının sıkıntısına katlanıyor ve sabır
ediyor.” dedi, Müslüman oldu[27]. Bu hikâyenin bir
benzeri de İmam-ı A‘zam Ebu Hanife için anlatılır[28].
Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve dostları sema
ederlerken meclise bir sarhoş daldı ve sağa sola çarpıp meclistekileri rahatsız etmeye başladı. Oradaki
müritler o sarhoşu azarlayınca Mevlânâ müritlerine
mâni oldu ve: “Şarabı o içmiş ama sarhoş siz olmuşsunuz.” dedi. Müritler: “Bu adam Hristiyan’dır.”
dediler. Mevlânâ: “Siz niye Allah’tan korkmuyorsunuz.” diye cevap verdi[29].
Bu menkıbelerden anlaşılmaktadır ki, gayrimüslimlere karşı hoşgörü ile yaklaşmak sufîlerin hayat
felsefesi olmuştur. Ve bu hoşgörü, birçok gayrimüslimin İslamiyete girmesine de vesile olmuştur.
Hoşgörünün bulunduğu yerde muhabbet ve ülfet
olur. Gayrimüslimlerin İslama ısınması ve hidayete
ermesinde en önemli unsurlardan biri de hoşgörü
olmuştur. Hoşgörünün zıddı olan kabalık ve sertlik
ise insanları küstürmek ve uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulur: “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç
şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân,
3/159). Güzel söz, hoşgörü ve fedakârca davranışlar tarihte olduğu gibi bugün de insanların İslama
yönelmesine sebep olmaktadır.
Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî’de ve onun
bağlı bulunduğu tasavvuf kültüründe “sevgi ve
hoşgörü” en temel kavramlardır. Bu iki kavramı yitiren toplumlar huzursuzluğa ve kargaşaya
mahkûmdurlar. Diğer taraftan toplumda sevgi ve
hoşgörüyü özümsemiş insanlar çoğaldıkça, huzur
ve asayiş de artacaktır. Bu sebeple bütün felsefelerin
eskiyip modasının geçebildiği dünyamızda, Hoca
Ahmed Yesevî ve Mevlânâ gibi büyük mütefekkir
sufîlerin hayat felsefesi ve ilkeleri eskimeden, hatta
her zamankinden daha fazla önemi anlaşılarak devam etmekte ve insanlığa ışık tutmaktadır.■
24. Ferîdeddin Attâr, age. s. 176.
25. Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i
Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr (nşr. Sa‘îd Nefîsî), Tahran 1334
hş./1955, s. 4 (rubâî no: 21). Rubâî’nin metni şöyledir: Bâz
â bâz â her ânçi hestî bâz â/ Ger kâfir u gebr u but-perestî
bâz â/ În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst/ Sad bâr eger
tevbe şikestî bâz â.
26. Âl-i İmrân, 3/134.
27. Ferîdeddin Attâr, age. s. 52.
28. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ,
Kâhire 1374/1954, I, 54.
29. Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn (Frs. nşr. Tahsin
Yazıcı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, I,
356.
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel,
Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel,
Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,
Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel.[25]
Anadolu sûfîlerinden Yunus Emre:
Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan
Şer‘ ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.
28
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
NECATİ KANTER
Allah’ı bilerek
anma, önce ilahî
lezzetlenmeğe
neden olur; sonra
bu lezzet ilahî
muhabbete çevrilir
ki bu da manevi
mutluluğun elde
edilmiş olduğunun
alametidir. Hikmet
kuşağını sıkı sıkı
beline sarmayan
insan, dünyaya meyil
ve muhabbetten
kurtulamaz.
S
ayram’da Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi neslinden gelenlere “Hace”, bu silsileye
bağlı olanlara da “Hacegan” denilmekteydi. Ahmet
Yesevi de Hacegan silsilesine bağlı olduğu için “Pir-i
Türkistan Hace Ahmed-i Yesevi” namı ile anılmıştır.
Batı Türkistan’daki Çimkent Şehrinin doğusunda
bulunan Tarım Irmağına dökülen Şehriyar Nehrinin
küçük bir kolu olan Sayram Kasabasında doğdu. Adı,
Ahmet bin İbrahim bin İlyas olup, Pir-i Türkistan,
Hazreti Türkistan, Hace Ahmet, Kul Hace Ahmet olarak anılır. Babası Hacı İbrahim’in nesebi Hz. Ali’nin
oğlu Muhammet bin Hanefi’ye ulaşır. Soyu Hz. Fatma
validemize dayanmadığı için Seyyid değil, Hace’dir.
Annesi evliyadan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kızıdır.
Bazı kaynaklarda onun Yesi’de bugünkü adıyla
Türkmenistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yusuf
el-Hamdemi’ye intisabı ve onun halifelerinden oluşu
XI. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini gösterir. Kerametleri ve menkıbeleriyle tanınmış evliya
bir zat olan babası Şeyh İbrahim’in, Gevher Şehnaz
adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Yesevi, önce annesini ardından da babasını
kaybetti.
29
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Yesevi’nin İbrahim adlı bir oğlu olur, daha küçük yaşta iken vefat eder. Gevher Hoşnaz, Gevher Gülnaz adlarında iki kızı dünyaya gelir. Soyu
Gevher Gülnaz adlı kızından devam eder. Türkistan ve Maveraünnehir bölgelerinde olduğu gibi
Anadolu’da da kendilerini Yesevi soyundan kabul
eden pek çok müellif bulunmaktadır. Bunlar arasında şair Ata ve Evliya Çelebi zikredilmektedir.
Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıra
Türkistan’da Su havalisinde İslamlaşma cereyanı
yanında İslam ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf cereyanı da sürmekteydi. Bu uygun şartlar
altında Ahmet Yesevi, Taşkent ve Sirderya havalisinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan
göçebe Türkler arasında kuvvetli bir nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslamiyete bütün benliği ile
bağlanan yerli halk ile göçebe köylüler toplanıyordu. Bu yüzden Ahmet Yesevi etrafında toplananlara İslamın esaslarını, şeriat ahkâmını, tarikatın
adap ve erkânını öğretmek gayesi ile sade bir dille
halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyordu. Diğer manzumelerden
ayırt etmek için “ Hikmet” adı verilen bu manzumeler dervişleri vasıtası ile en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılabiliyordu. Hikmet’ler, bilhassa Türkler arasında bir inanç ve düşünce birliğinin
teşekkülüne hizmet etmesi bakımından oldukça
önemlidir.
Yesevi’nin şöhreti Türk ülkelerine yayıldıkça,
Yesevilik de buna bağlı olarak gittikçe büyüyen
ve yaygınlaşan bir tarikat hâlini alıyordu. Özellikle Sirderya (Seyhun) ve Taşkent yöresindeki bozkırlarda İslam inancının gelişmesinde etkili olan
Ahmet Yesevi, çeşitli bölgelere halifeler göndererek tarikatını kolaylıkla yaymayı başardı. Göçebe
Türkler arasında eski Türk âdet ve törelerini içeren bir öğreti olarak yerleşti. Etkisi sonraları Türkistan sınırlarını aşarak Horasan ve Hazar’ın doğu
ve kuzey kıyılarına XII. Yüzyılda da Azerbaycan
yoluyla Anadolu’ya yayıldı. Öyle ki zamanla Türkler arasında Babailik ve Bektaşilik gibi tarikatların
kurulmasına yol açtı.
Menkıbeye göre yedi yaşında Hızır’ın delaletine nail olan Ahmet Yesevi, Yesi’de Aslan Baba’ya
intisap ederek ondan faydalanmaya başladı. Ashaptan olan Aslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmet
Yesevi’yi bulması ve Hz Peygamberin kendisine
teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul
olup onu irşat etmesi Hz. Peygamberin bir manevi
işaretine rivayet olunur.
Çok sevdiği ve ziyadesiyle bağlı bulunduğu
şeyhinden ayrı düşünce Aslan Baba’dan söz eden
şiirler yazdı:
Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler
Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler
Aslan Baba’m sözlerini dinleyiniz teberrük
Aslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya
gider, devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hamdani’nin vefatı üzerine, önce
Abdullah-ı Berki, onun vefatı ile Şeyh Hasan-ı
Endaki, onun vefatından sonra da Ahmet Yesevi
irşat postuna oturur. Bir müddet sonra da makamını Abdulmelik-i Gücüduvani’ye bırakarak Yesi’ye
döner. Vefatına kadar burada irşadına devam ederek
Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya
başlar. Talebeleri günden güne çoğalır. Büyüklüğü
ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harzem’e yayılır. Zamanında bulunan âlim ve evliyanın en büyüklerinden, en üstünlerinden olur. Yetiştirdiği talebelerden her biri birer
ülkeye gider, İslamiyeti en doğru şekliyle öğreterek
yayarlar.
Yesevi Dergâhı, fakir, yetim ve çaresizler için
sığınak yeri idi. Kerametlerinin görülmesi, onun
ününü daha da artırdı. Onun zamanında bölgeye ilk Türk-İslam devletlerinden Karahanlıların
hâkimiyeti, Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe
olan Kazak ve Kırgızlar arasında İslam dininin ve
Yesevilik tarikatının daha kolay yayılmasına neden
oldu. Sade bir Türkçeyle söyleyip yazdığı derin
manalı “ Hikmet” denen sözleriyle tekke edebiyatının ilk temsilcilerinden oldu.
Ahmet Yesevi, İslamda şeriat-tarikat ayrılığı bırakmamış, İslam şeriatını en az tarikat erkânı ölçüsünde tanıtarak din ve tasavvufu sade söyleyişlerle
birleştirmiştir. Ona göre Allah’ı çok zikretmek, çok
anmak, kemale ulaşmanın şartıdır. Allah’a yaklaşabilmek ise ibadet etmek ve onun adını anmakla mümkündür. Peygamberimiz de: “Bir şeyi çok
anmak muhabbete, muhabbet de yakınlığa neden
olur.” buyurmuştur. Muhabbet ve yakınlık ise aşka
atılan adımdır. Allah’a ulaşmak için onu anmadan
başka çare yoktur. Nitekim Kur’anda: “Allah’ı çok
30
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
zikrediniz.” ayetiyle kullarına anmayı öğretmiş ve
bununla da onlara merhamet ve şefkatini açıklamıştır. Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe
neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline
sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten
kurtulamaz. Günahlar nedeniyle paslanan gönüllerin kurtuluşu Allah’ı düşünmek, onu çokça anmak,
onun razı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir
zaman ondan gafil olmamakla mümkündür.
Yesevi’ye göre hayat, uzun bir ibadet yoludur
ki, Hak âşıkları için bu yol ne kadar uzun olursa
yine de kısa sayılır. Bu hayat aşkın Allah’a olan
kulluğunu tamamlaması için yeterli değildir. Bu
nedenle ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle
dolu ve uyanık bir ibadet anı bilmek, öyle yaşamak
gerekir. Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek,
ancak aşk yoluyla mümkündür. Aşk yolu ise çok
zorlu bir yoldur. Aşk, çaresi güç, sabrı güç bir hâl
olmakla beraber gerçek âşık bütün bela ve felaketlere göğüs gererek en sonunda kemale erip Allah’a
ulaşır. Âşık olmak için nefsi ıslah etmek, kendi
benliğinden uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir.
Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran, gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak bu
da çilelerin ve yenilen zorlukların sonunda olur.
Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi, vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibadetle
meşgul olur, ikinci bölümünde öğrencilerine zahiri
ve bâtıni ilimleri öğretir, üçüncü ve en kısa bölümde ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta
kaşık ve kepçe yaparak geçimini sağlardı. Hz Peygamberin sünnetine aşırı bağlılığı nedeniyle 63 yaşına vardığında tekke’sinin avlusunda müritlerine
bir“ Çilehane” kazdırarak ancak bir insanın sığabileceği büyüklükte bir hücre hazırlattır.
Altmış üçe yaşım yetti bir künce yok
Vadiriğa Hakkını tapmay gönglüm sunuk
Yir istide “ Sultan men” tip boldum buluğ
Pur-gam bolup yir astığa kirdim mına
Bugünkü Türkçesi:
Yaşım altmış üçe vardı bana bir günden az geldi
Eyvah! Yazık! Tanrı nerede gönlüm kırık
Yer üstünde “Sultan benim” diyerek ululandım
Gamla dolup yer altına girdim işte
Çilehanesine girerken kısa ve özlü bir konuşma
yapar.
“Ey gönül dostları! Yüce Allah’ın sevgili kulu
olan peygamberimiz Muhammet Mustafa 63 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek,
ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.” buyurdu.
Müritlerin gözleri yaşlı:
“Ey sultanımız, sensiz bizim hâlimiz nice
olur!”
“Sizi Allaha emanet ediyorum!” dedi, sonra merdivenle çilehaneye indi. Mezar misali olan
o yerde vefat edinceye kadar devamlı ibadet ve
Rabb’ini düşünmekle meşgul oldu.
Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği öğrencilerin her birini bir ülkeye göndermek suretiyle İslamiyetin doğru bir şekilde öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği Alperenlerden bazıları, Moğolların katliamından kaçıp Anadolu’ya
geldiler. Bu suretle onun yolu Anadolu’da yayılıp
tanındı.
Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması
bir bakıma Pir-i Türkistan’ın manevi işaretleriyle
hazırlandı. Daha çok didaktik şiirler yazan Ahmet
Yesevi, kurduğu tarikatla birçok mürit yetiştirdi.
“Horasan Erleri” diye şöhret bulan bu müritler
XIII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılan Türk
halkının İslam dinini öğrenmelerinde etken rol oynamış, eski İran kültürünün hüküm sürdüğü bölgede faaliyet göstermelerine rağmen hiçbir zaman
Acem mutasavvıflarının etkisinde kalmamışlardır.
Tasavvufi Türk şiirinin de öncüsü olan Ahmet
Yesevi hece vezni ve yalın bir Türkçe ile yazdı.
Hikmet adı verilen bu şiirlerin iki belirgin özelliği,
öz açısından tasavvufa, biçim açısından Türk halk
edebiyatına dayanmaktadır. Sanat kaygısıyla değil,
düşüncelerini anlatmak amacıyla yapılan bu tasavvufi şiirler, “Divan-ı Hikmet”te (1882) derlenmiştir. Yapıtta Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerinin yanı
sıra başka Yesevi dervişlerinin Hikmet’lerine de
yer verilmiştir. Hikmet söyleyen Yesevi dervişleri,
şeyhlerine duydukları saygıdan dolayı kendi adlarını anmamışlardır. Böylece anonim bir Hikmetler
kitabı ortaya çıkmıştır. “Divan-ı Hikmet”in eldeki
en eski yazma nüshası, XVII. Yüzyıldan kalmıştır.
Ahmet Yesevi, Türkistan’ın geniş bozkırlarında
31
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
yaşayan göçebe halk kitlelerine hem İslamı hem
tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış bir mürşit sıfatıyla, sözlerini dönem Türklerinin çok iyi
anlayacakları sade bir dille söylemiş, halka çabuk
öğrenip hemen terennüm edeceği bir vezin ve şekille söyleyerek Orta Asya’da tasavvufi bir halk
edebiyatı oluşturmuştur. Onun gerek Türk tekke
edebiyatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk tasavvuf edebiyatı üzerindeki etkisi bu yüzden geniş
ve devamlı olmuştur.
Ahmet Yesevi’nin şiirleri öğretici mahiyette ve
yüksek sanat seviyesinden uzak söyleyişlerdir. Bu
manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretini, yazarının insani ve söyleyişlerindeki samimiliğinden
almıştır. Bu nedenle içinde saf, samimi ve bazen
deruni bir lirizm ile rüzgârlanmış manzumeler de
vardır. Bu manzumelere “Hikmet” adı verilmiştir. Bu isim bir tasavvuf terimi olarak manalıdır.
Hikmet’lerinde kullanılan kafiyeler de halk şiirinin
karakteristik yarım kafiyeleridir ve pek çok kere rediflidir. Şiirlerin iç âleminde daha sonraki tasavvufi
şiirlerinde görülen taşkınlıklar ve cezbe anında söylenmiş, anlaşılması zor ifadeler kullanılmaz. Ahmet
Yesevi, yerinde bir düşünüşle bu hikmet’leri daima
çevresinin hazmedebileceği ölçüde, tartılı sözler
hâlinde söylemiş, çok kere, dinî, ahlaki öğütler veren bir Müslüman hüviyetinden uzaklaşmamıştır.
Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerini içine alan mecmuanın adı “Divan-ı Hikmet”tir. Hikmet adı altında ve sade bir halk diliyle yazılan şiirlerinden müteşekkil olan bu divan, çeşitli tarihlerde İstanbul,
Taşkent ve Kazan’da bastırılmıştır. Zaman zaman
aruz vezni de kullanan Yesevi Hikmet’lerinde hece
veznini tercih etmiştir.
Yesevi’nin dili yaşadığı bölge göz önüne alınırsa doğu Türkçesi özellikleri taşıyordu. Nitekim
Kazan baskısında yer alan Kazan Tatarcası, Taşkent yazma ve basma nüshalarında Özbekçe, hatta
Türkmence özellikleri görülmektedir.
Hikmet’lerin büyük bir kısmı dörtlükler şeklindedir. Bu dörtlüklerde hece vezninin 12’ li ölçüsü
kullanılmıştır. Bir kısım Hikmetler ise gazel tarzında olup aruz vezni ile yazılmıştır. Bu Hikmet’lerin
samimi ve coşkun söylenip, dinî tasavvufi halk edebiyatının en güzel örneklerini teşkil ettiğini kabul
etmemiz gerekmektedir. Onun için şiir amaç değil,
araçtır. Ahmet Yesevi, edebî kişiliğinden ziyade
fikri kişiliğiyle tanınır.
Divan-ı Hikmet’te Ahmet Yesevi’nin derin
aşkla sevdiği Hz. Muhammet için şiirler, tanınmış
İslam sofilerine ait manzum menkıbeler vardır.
Dervişliğin güçlüğü anlatılır. Allah aşkına ibadete,
cennet ve cehenneme, kıyamet gününe, dünyanın
geçici oluşu nedeniyle dünyaya duyulan sevginin
gönülden çıkarılması lüzumuna dair manzumeler
sıralanması; Muhammet ümmetinden olmanın saadetine dair şükürler belirtmiştir. Yesevi’nin şiirlerindeki lehçe XIII. Asırda Orta Asya edebiyatının
hâkim lehçesi olan Kaşkar-Hakaniye lehçesidir. Bu
lehçe Karluk Türkçesinin edebî Uygur lehçesinin
hâkimiyeti altında gelişmesiyle meydana gelmiş bir
dildir ki, İslam Türk Edebiyatının Orta Asya’daki
ilk eseri, o çağlarda Orta Asya’nın ortak edebiyat
dili hâline gelen bu lehçe ile yazılmıştır.
Evliya Çelebi Anadolu’da gezdiği yerlerdeki
Ahmet Yeseviye mensup Alperen evliyanın türbelerini birer birer anlatır.
Avşar Baba, Sarı Saltuk, Merzifon’da tekkeleri bulunan Pir Dede, Karadeniz kıyılarında
Batova’da tekkesi bulunan Akyazılı, Filibe yolu
üzerinde Gazi Antep’te metfun olan Kıdemli Baba
Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Unkpan’ında metfun Hoca Dede, Bozok sancağı diyarında tekke
yaptıran Emir Çin Osman, Zile sahrasındaki Şeyh
Nusret, Tokattaki Gaj gaj Dede. Ahmet Yesevi’nin
Yesi’deki ocağında pişerek Rum diyarına gönderilen ve Alp-Eren denilen Gaza dervişlerini yetiştiren halifelerdir bunlar. Hatta Hacı Bektaş Veli gibi
Anadolu’da büyük etki bırakmış bir sofinin Ahmet
Yesevi’nin müridi kabul edilmesi, Anadolu Türklüğünün Ahmet Ysevi’den ne kadar etkilendiğini
göstermesi açısından önemlidir. Yine Anadolu’da
büyük bir menkibevi ün kazanan Sarı Saltuk’un
da( Muhammet Buhari) Horasan erlerinden 700
kişi ile birlikte Ahmet Yesevi tarafından Anadolu
ve Rumeli’ye gönderildiği rivayet edilir.
Ahmet Yesevi’nin efsanevi bir kimliğe bürünmüş olan Anadolu’daki halifelerinden söz açmışken onun yerine geçen halifelerini sıralamak yerinde olacaktır.
Yesevi vefat edince yerine Aslan Baba’nın oğlu
Mansur Ata geçti. Onun 1797 Miladi yılında vefatı
üzerine oğlu Abdulmelik Ata halife oldu. O vefat
edince oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi
Ata irşat mevkiine getirildiler.
Tarikatlar tarihinde önemli bir yeri olan Nakşiben-
32
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
diye ve Bektaşilik tarikatları Yesevi tarikatlarından
doğmuş olan kollardır. Muhammed Bahauddin
Nakşibend hem Yesevi şeyhlerinden Kasım Şeyh
ve Halil Ata’dan feyiz almış hem de asıl müridi
olan Abdulmelik Gücüdüvani vasıtasıyla tarikat
silsilesi Ahmet Yesevi’nin şeyhi Yusuf Hemdani’de
birleşmiştir.
Hoca Ahmet Yesevi’nin kerametleri vefatından
sonra da devam etmiştir.
Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Timur (Miladi
1336- 1405)’un rüyasına girer ve zafer müjdesinde bulunur. Timur zaferler peşinde koşarken Seyhun Nehrini gerçek Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve
nüfuzu iyice yayılmış bulunan Ahmet Yesevi’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelir.(M.1396) Ziyaret ettikten
sonra kabrinin üstüne o devrin mimari şaheserlerinden
olan bir türbe, cami ve dergâh ile bir külliye yaptırmasını buyurur. Özbek Hanı Abdullah Han, daha sonra
da Nakşibendî tarikatı mensubu olan Şeybani Han’ın
Hace Ahmet’in türbesini onarması Yesevi’ye karşı duyulan aşırı hürmeti gösterdiği gibi, nüfuzunun Özbekler arasında da yayılmış olduğunu gösterir.
İngiliz Müsteşrik Eugane Schuyler, “Türkistan
Seyahatnamesi” adlı eserinde Ahmet Yesevi Camii ve
Timur tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem
türbesi hakkında şöyle der:
“Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci
bir mescit daha ilave edilmiş olup, caminin dış avlu
kapısı fevkalade büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki yuvarlak kubbe yükselir. Kapının büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki
kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kufi yazılarla süslenmiş kubbe, binayı daha da
güzelleştirmiştir.
Caminin avlusunda çok güzel bir medrese ile arkasında bir kubbe içinde Aslan Baba’nın, Ahmet
Yesevi’nin ve ailesinin yer aldığı birer türbe vardır.”
Maverünnehir halkı ve Bozkır göçebeleri için
bir ziyeretgâhtır Yesevi Türbesi. Her yılın belli bir
ayında Yesi’de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız Türkü bir hafta süreyle burada
ibadet ve ayin yaparlar. Bilhassa Bozkır göçebelerinin yakınları ölünce Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına gömülmesi ayrı bir değer taşır. Bu nedenle
daha hayatta iken toprak satın alarak kabirlerini
hazırlatırlar.■
(YESİ’DE) HALVET
Hâlî
Ben geldim.
Birikmiş bin yıllık gözyaşım var,
Ve dahi günahlarım.
Günahlarım boşluk kadar!
Leyl
Seherde saf saf sekiz tekbir,
Gecede karadarı çorbası.
Boşlukta yıldızlar tek tektir,
Günahları toplar gecenin torbası.
Vuslat
Aklımı iplik iplik yol etsem.
Yoktan vara hangi yol ulaşır?
Kim bende secde eden kendine,
Kim kendi etrafında dolaşır?
Hidayet
Ve O, Mudil ve Hâdî.
Duamızı işiten her sabah.
Biz ki yalnız kulluk ederiz,
El hidayet’ül lillah.
GÖKŞAD ÖZKAYNAR
33
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
MUSTAFA MİYASOĞLU
Büyük devlet olmakla
büyük kubbeli
mabet yapmak
arasında her zaman
vazgeçilmez bir
alâka kurulmuştur.
Sözlü rivayetlerden
efsanelere kadar
üzerinde durulan
bu husus, devlet
gücünün temsili
gibi algılanmakta,
tarihçiler bile bu
türden rivayetleri
çalışmalarında
dikkate
almaktadırlar.
M
imar Sinan’ın büyüklüğü konusunda yerli
yabancı hemen herkes söz birliği hâlindedir.
Fakat onu anlatma konusunda o kadar belirgin bir yetersizlik var ki, bu dünya çapındaki mimarımız hakkında
ne devlet destekli ne de özel kitapçılarda onunla ilgili
herkesin okuyup anlayabileceği iki kitabı kitapçılarda
göremezsiniz. Aynı şeyi Bâkî, Kanûni ve benzeri bir Osmanlı için de söyleyebiliriz.
Buna rağmen, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle ilgili o kadar çok şey yazılıp çizilerek yayınlandı ki,
bunların bir araya getirilmesinden büyük bir kütüphane ortaya çıkması mümkündür. Pek çoğu sanat tarihçisi veya tarihçi tarafından yazılan bu kitaplar genellikle
teknik nitelikte olduğu için herkes okuyamaz. Bunların
okunmasıyla bile tam bir Sinan portresi ortaya çıkarmanın mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bu kitapların
büyük çoğunluğu ya mimarlık bilgisi yahut da tarihî
kaynakları ortaya koymak kaygısıyla yazılmıştır. Bazıları da onun devşirmeliği veya Türklüğü gibi konulara
ağırlık vermiş, Sinan’ı ortaya çıkaran ruhu ve klasik Osmanlı toplumunu dikkate almamıştır. Hâlbuki bir insanı
yetiştiren şartları, bulunduğu çevreyi ve yaşadığı dönemin temel düşüncelerini dikkate almadan onun ortaya
çıkışını anlatabilmeniz mümkün değildir. Bütün bu unsurlarla bir insanı anlatmak da mimarlarla tarihçilerden
çok edebiyat adamlarıyla sanatçıların meselesi…
Bilindiği gibi, ABD ve Batı Avrupa’da yalnız batılı
34
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
devlet adamlarıyla ilgili biyografik kitaplar yazılmıyor; mimarlar ve müzisyenlerle de ilgili çok zengin
bir kütüphane var. Millî kültür, ana edebiyat türleri
sayılan şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri kadar,
yardımcı türler sayılan biyografi, seyahatnâme ve
portre kitaplarıyla da zenginleşir. Edebî eserlerin
ortaya çıkışı biraz da sanatçının mizacı ve temel
tercihlerine bağlı olduğu için, yan türlerde eser verilmesi daha çok toplumla yöneticilerin alâkasına
bağlı. Pek çok tarihî romanla biyografik eserin yazımında, kültür çevreleri kadar millî kültüre önem
veren kamu görevlileriyle devlet yöneticilerinin de
etkisi vardır. Çünkü bunların ortaya çıkışı kadar
etkili olması da tamamen marifet-iltifat hususuyla
ilgilidir.
Bugün Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili kitapların hemen hepsini bir araya toplasanız iki elin
parmaklarını aşmaz. Bunlar çoğu da onun Mustafa
Sâi Çelebi’ye not ettirdiği kitapların tıpkıbasımıyla
sadeleştirmelerinden ibaret. Sinan’ı anlatan edebî
eserlerin sayısı üçü beşi geçmez. Çoğu da yetersiz…
Sinan'ın kubbeleri
Osmanlı dili ve kültürü gibi, Osmanlı mimarlığının da devletin gelişimine paralel bir gelişim
içinde olduğunu görüyoruz. Özellikle çok kubbeli yapıdan tek kubbeli yapıya doğru gelişen cami
mimarisinde, Osmanlının Anadolu birliği yanında
İslam birliğini de sağlamayı başaran ve “imparatorluk gücü”ne ulaşan iradenin eserlerini ortaya
koyduğu görülebilir. Bu iradenin sözcüleri olan Fatih, Yavuz ve Kanunî gibi büyük şahsiyetlerin iddialarını somut mimarî yapılara kavuşturan Mimar
Sinan’ın dünya çapındaki eserleri klasik Osmanlı
çağının bütün özelliklerini çarpıcı bir tarzda temsil
etmektedir.
Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet
yapmak arasında her zaman vazgeçilmez bir alâka
kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar
üzerinde durulan bu husus, devlet gücünün temsili
gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri çalışmalarında dikkate almaktadırlar. O yüzden, Süleyman Peygamberi sadece devlet adamı
gibi gören Yahudi geleneğine itibar eden Yunanlı
tarihçi Stefanos Yerasimos, Süleymaniye adlı kitabının ön sözünde şöyle bir yorum yapar:
“İmparator İustinianus’un, Süleyman’ı ve
onun Kudüs Tapınağı’nı alt ettiğini açıkladığı 27
Aralık 537 günü ile Süleyman’ın, adaşı Muhteşem Süleyman aracılığıyla öcünü aldığı 15 Ekim
1557 günü arasında kalan bin yıllık iktidar düşleri,
Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin minarelerini ayıran zaman-mekân içinde birbiri ardınca
tespih taneleri gibi sıralanırlar.”
Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii ve külliyesini Sinan’a yaptırırken Stefanos
Yerasimos’un sözünü ettiği türden bir öç alma
duygusunu taşımadığını elbette biliyoruz. Fakat
İmparator Justinianus’un Roma İmparatorluğunu
yeniden kurmaya çalışmasıyla Osmanlının dünya
hâkimiyetine yürüyüşü arasında paralellik kuran
ve “Ayasofya’nın ilk rakibi: Fatih Sultan Mehmed
Camisi” diyen Yunanlı tarihçi, mimarî eserleri siyasi bakış açısıyla değerlendirirken önemli bir tavır
ortaya koyuyor. Konstantinopolis’i yeni Roma’nın
merkezi yapmaya çalışan imparatorunkiyle ondan
dokuz yüzyıl sonra İstanbul’u fetheden Fatih’in
hedefini karşılaştırırken, Süleymaniye’yi yaptıran
Kanunî’nin bunu her alanda gerçekleştirdiğini de
vurgulayarak, Ayasofya gibi Süleymaniye’yi de
dinî olduğu kadar siyasi bir eser olarak nitelendirir:
“Böylece Süleymaniye, imparatorluk başkentinin göğünde ikinci kez, hem bir saygı duruşu hem
de bir meydan okuma gibi yükselen kubbesinin
kusursuz biçimiyle, tarihte yaşanan değişikliklerin
ötesinde bir sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir.”
Burada, Süleymaniye için kullanılan, “kubbesinin kusursuz biçimi” ile “bir sonrasızlığın peşine
düşmüş gibidir” ifadelerine dikkat çekmek istiyorum. Doğrusu Sinan’ın kubbeleri için söylenen
takdir ifadeleri arasında bu kadar net bir sonsuzluk
iştiyakı tespitine az rastlandığını belirtmek zorundayız. Yakın zamana kadar pek çok sanat tarihçisiyle mimarın, Sinan’ın büyüklüğünü anlamak ve
anlatmakta yetersiz olduğu ve kof övgülerle bir
dehayı anlamaktan uzak kaldığı ortadadır. Hâlbuki
büyük eser ancak ona benzer bir eserle anlaşılıp anlatılabilir.
Sakarya Türküsü’nde, “Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu” diyen ve Osmanlı kubbelerinin
her birini çil çil altınlara benzeten Necip Fazıl,
“Mermerlerin nabzında çarpar mı hâlâ tekbir”
mısraıyla camilerin manasını vurgularken yapılış
amacını da belirtmiş olur. Büyük şairimizi Yunan-
35
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
lı tarihçi haklı çıkarır: Kubbeler gücün ve inancın
semboldür...
Evet, Sinan’dan önceki Osmanlı ve İslam mimarisi, Arap ve İran mimarî eserleriyle sanki onu
hazırlamaya memur edilmişlerdir. O yüzden Mimar Sinan, kendinden önceki bu İslam eserleri yanında, pek çok mimarî eserle Ayasofya gibi büyük
bir Bizans eserinden de faydalanarak Osmanlı kubbelerini muhteşem bir âbide hâlinde İstanbul’un
pek çok tepesiyle devletin dört bucağına dikmesini
bilmiştir. Bunlar arasında dünyanın incisi bilinen
İstanbul’daki Süleymaniye ile külliyesinin kubbeleri gerçekten çok önemlidir, farklı bir yeri vardır.
Ayasofya’ya yaptığı desteklerle kubbesini korumuştur.
Cami kubbesinin Müslümanları gök kubbeye
benzer bir çatı altında topladığı ve toplanan cemaatın aynı mekânda İslamın ruhuyla bütünleştiği
görülüyor. Bunlar ne kadar büyük ve çok sayıda
olursa o kadar güç ve güven vereceği ortadadır. O
yüzden, yüzlerce cami kubbesi yapan ve cami mimarisinde hâlâ aşılamamış bir üslup formu oluşturan Sinan’ı iyi değerlendirmek zorundayız. Batılılara göre de Sinan, hâlâ gelmiş geçmiş mimarların
en büyüğüdür.
Sinan'ın öteki mimarlardan farkı
Bugüne kadar Sinan hakkında yazılan kitapların
pek çoğu, ya ona sahip çıkma hevesine kapılanlara
karşı çıkmak ya eserleri üzerinde ilmî çalışma yapmak ya da 500. ölüm yıldönümü vesilesiyle yapılan
sempozyumdan sonra oluşan bilimsel kamuoyunun
beklentilerine cevap vermek maksadıyla yazılmıştır. Pek çoğunun takdire değer bir çaba eseri olduğu
muhakkaktır. Bu arada, iki tiyatro eserinden sonra
yayınlanan edebiyat iddialı kitaplar da maalesef
son derece yetersiz. O yüzden bu kitaplar itibarlı
yayınevlerinde yayınlanmasına rağmen genel kabul görmemiş, tarih bilgisinden mahrum olarak
yazıldıkları için de Sinan’la ilgilenenlerin dikkatini
çekmemiştir.
Hâlbuki bilindiği kadarıyla eski dünya mimarları arasında Sinan kadar kendini ve eserlerini anlatma, yaptıklarının listesini yazdırarak unutulmasını ve karıştırılmasını önlemek maksadıyla çaba
gösteren yoktur. Çağımıza kadar pek çok mimar,
ya meslek sırlarını saklama çabası yahut da eser
üzerine koyduğu kitâbedeki tarihi yeterli görme
kaygısı yüzünden yazılı belge bırakmamıştır. Bunun sonucu olarak da pek çok bilgi ve tecrübe yok
olup gitmiştir. Mimar Sinan, kendi çağının bütün
önemli sanatçılarından pek çok bakımdan farklı bir
tavır sahibidir. Eserlerindeki üslup birliğinde olduğu kadar hayır dualarla anılmak isteğinde de farklıdır. Ondan sonra Osmanlı mimarisinde damgası
vardır.
Ölümünden bir süre önce Mimar Sinan, genç
şair ve nakkaş dostu Mustafa Sâi Çelebi’ye kendini ve eserlerini tek tek ifadeye, Süleymaniye ve
Büyükçekmece Köprüsü gibi önemli eserlerinin de
yapılış serüvenlerini anlatıp yazdırmaya çalışmıştır. Mimar Sinan’ın eserleriyle ilgili yazmalardan,
Mustafa Sâi Çelebi’nin yazdığı Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye adlı risalelerden başka,
onun eserlerine dair pek çok yazmanın bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan yazarı bilinmeyen Adsız
Risale’nin daha büyük bir eserin bir bölümü olduğu
sanılırken, 18. yüzyılda Dayezâde Mustafa Efendi
tarafından yazılan Selimiye Risalesi sadece bir eserini konu edinmektedir. Mühimme Defterleri ile
Süleymaniye Vakfiyesi ve caminin yapımı sırasındaki muhasebe kayıtlarından çıkarılan bilgilerin de
Sinan’ın mimarî tavrıyla ilgili farkları vurguladığı
açıktır.
Sonraki dönemlerde yabancı seyyahlarla Osmanlı tarihçilerinin, bu arada Evliya Çelebi’nin
Sinan’ın eserleriyle ilgili verdikleri bilgilerin ne
kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Bütün bunların Ahmet Refik’in yayınladığı dokümanlarla birlikte yerli yabancı araştırmacılara cesaret
verdiği söylenebilir. Bugün bu türden çalışmaların sayısının bini geçtiği görülüyor, fakat bunların
çokluğu sanat ve edebiyat adamlarımızı nedense
harekete geçirmekte yetersiz kalıyor. Hâlbuki eserleri arasında çok da önemli bir yeri olmayan Drina
Köprüsü bile İvo Andriç gibi bir yazarın romanına
konu oluyor.
Ortada bulunan eserler, belki sanat tarihi ve mimarlık bakımından önemli bir birikim oluşturuyor,
ama bir dünya devletinde 50 yıl Başmimarlık yapan ve üç kıtaya Osmanlı mührünü vuran Mimar
Sinan’ı ve onun dünyasını anlatmaya yetmiyor. Bunun sorumluğu elbette hepimize ait...
Ben bu sorumluluğu Mimar Sinan Üniversitesinde düzenlenen sempozyumda hissettim de
romanını yazmaya o yıllarda karar verdim. Bu ko-
36
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
nuda, Mimar Sinan’la ilgili çalışmalarıyla dikkati
çeken araştırmacılardan başta Suphi Saatçi ile Zeki
Sönmez olmak üzere, pek çok dostun teşviklerini
ve yardımlarını gördüm, epeyce bir zaman okuyup
hazırlandım. Eserlerini uzunca bir zaman tasarladıktan sonra ortaya koyan bir sanatçının dünyasını
anlatmak da galiba onun tarzında uzun soluklu bir
çalışmayı gerektiriyor. Çünkü Sinan, bir bakıma
tek başına Osmanlıyı temsil eden nâdir sanatçılardan...
Mimar Sinan’la ilgili yaptığım okuma çalışmalarında, onun Osmanlı mührünü 16. yüzyıl dünyasına nasıl vukuflu ve şuurlu bir tarzda vurduğunu
fark ettim. Onsuz Osmanlı kimliğini anlamanın
imkânı olmadığı gibi, Osmanlının ruhunu anlamadan da onu ve eserlerini tam olarak değerlendirmenin mümkün olmadığı ortada. Bu hususları sanat
tarihçisi Selçuk Mülayim ile tarihçi İlber Ortaylı
kadar mimarlık felsefesi geliştiren Turgut Cansever
ve Suphi Saatçi de eserlerinde bütün boyutlarıyla
ortaya koymuşlardır. Bunlar kadar o ruha âşina sanat ve edebiyat adamları için yeterli malzeme oluştu bence.
Mimar Sinan'ın romanı
Değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, Ters
Lâle adlı Osmanlı Mimarisinde Sinan Çağı ve
Süleymaniye’yi konu edinen eserinde, öteki sanat
eserleri yanında “büyük sanatlar” grubunda mütalaa ettiği mimari eserlerini, “bir yandan teknik olarak mühendisliğin, bir başka yönden de sanatın”
konusu olarak ele alır. Kazancakis için antik çağın
Partenon Tapınağı şudur: “Bana aklın, rakam ve
geometrinin eseriymiş gibi göründü. (...) İnsanın
yüreğine dokunmuyor.” V. Loon’ göre de Mısır
piramitleri “Mimarlıktan çok mühendislik işidir.
Onlar güzellik tutkusundan doğmamıştır;” sadece
firavunların cesetleri için “banka gibi düşünülmüştür”...
Bunlar elbette Hristiyan aydınların pagan dönemi yapılarına kendi bakışlarını ortaya koyuyor.
Osmanlı sanat anlayışı çevresinde konuya yaklaşan Selçuk Mülayim, Rönesans sonrası Avrupa
mimari anlayışıyla bazı yönlerden paralellik gösteren ve özgün bir şehircilik anlayışı sergileyen
Osmanlı mimarisinin evrensel yönleri üzerinde dururken, Sinan çağının ortak özelliklerini de vurgular. Kitabını da “Sinan’ın mimarlık tavrı etrafında
dönemin toplumsal tarihini ele alan bir deneme”
olarak sunar. Bu arada konusuyla ilgili olarak şöyle
bir tespit yapar:
“Mimari bütün yerleşik toplumlar için, kent
kültüründeki standardı anlatan başlıca övünç
kaynağıdır, uygarlığın göstergesidir. Paris, Atina,
Persopolis’in çekiciliği buradan gelir. Edebiyat
için aynı şeyleri söyleyemiyoruz.”
Gerçekten edebiyattan çok mimari somut bir
biçimde “uygarlığın göstergesi” sayılabilir. Çünkü gözle görülebilen eserlerle Eski Yunan ve Roma
medeniyetlerini tanımak ve tanıtmak, edebî eserlerle tanıtmaktan kolaydır. Fakat onları yapanlardaki ruhu anlayabilmek o kadar kolay olmuyor.
Olabilseydi, Partenon Tapınağı’nı oluşturan ruhu
en kolay kavrayabilecek insan, o çevrede yaşayan
Kazancakis olurdu. Demek ki taşların oluşturduğu
yapıyı anlayabilmek için de ortak bir ruh gerekir. O
yüzden olsa gerek, Selçuk Mülayim eserinin başında şöyle der: “Bu kitabı noktaladığım anda, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymamiye’de Bayram
Sabahı” adlı şiirinin bir tek mısrasına bile ulaşamayacağımı anladım. Bir mimarlık kompozitörünü
kavramak yeni bir yaratıcılık gerektiriyor.”
Bunlar, haddini bilen bir bilim adamının tespitleri olarak son derece önemlidir.
Gerçekten de Yahya Kemal’in mısraları bu değerli sanat tarihçisine hak verdiriyor:
“En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmarînin.”
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gâzîleri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmarıyle.”
Mimar Sinan’ın romanını, konuya ancak bu
çerçevede yaklaşmakla yazabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü Sinan 50 yıldan fazla süren Başmimarlığı ile görevde en uzun süre kalan Osmanlı
sanat ve devlet adamıdır. En önemli yanı ise, her
bakımdan ruhumuzu temsil eden bizden bir sanatçı
oluşudur.
Bizi biz yapan değerleri bütün dünyaya anlatmakta Mimar Sinan ve eserlerinin eşine ender rastlanacak nitelikte zengin bir birikim oluşturduğu
hususuna sanatçılarımızın dikkatini çekmek istiyorum.■
37
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
BU ŞEHİR
Bu şehir bir evliyalar şehridir
Metfundur bir nice pîr bu şehirde
Zamanlı bir sevgi bir aşk nehridir
Görülmez kimse hakir bu şehirde
Işık ışık kubbe kubbe mazimiz
Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz
Biz kaptan-ı Derya, şehit Nazım’ız
Ondan kan rengi nehir bu şehirde
Kızıl ırmak coşup coşup durulmuş
Erciyes bir şahtır ufka kurulmuş
Hamuru nur mayasıyla yoğrulmuş
Olmaz meleke ne kir bu şehirde
Kabe yollarında Karani’yiz biz
Muhabbet telinde Seyrani’yiz biz
İbrahim Tennuri hayranıyız biz
Duygu, düşünce, fikir bu şehirde
Nice müftü, âlim, şair, üdeba
Bir nice seziş ki sığmaz kitaba
Davut-ı Kayseri, Somuncu Baba
Bir o şehirdedir, bir bu şehirde
Osmanlıdan kalma şu mangal, sedir
Bünyan halısı bir çini kâsedir.
Doğan gün, Seyyit’den nur nur busedir
Gönül dergâhına gir bu şehirde
Surlarda izi var, Sultan Mesut’un
Sinan’dır şu minare, bu sütun
Gevher Nesibe’yle Mahberi Hatun
Eser bırakmış bir bir bu şehirde
Bir İrem bağıdır Erkilet, Gesi
Uzanır sularda mabet gölgesi
Dört mevsim Hisarcık, Talas yöresi
Zümrütten bir ziynettir bu şehirde
İnler at sesiyle meşhet ovası
Keykubat’ın otağ yeri burası
Titretir dağları yiğit narası
Yatmada kaç cihangir, bu şehirde
Altın çağı seyret, gözünü kapa
Gümüş gümüş sebil, bakır maşrapa
Gereme’den tut da Kaniş-Kültepe
Kurulmuş nice şehir bu şehirde
ABDULLAH SATOĞLU
38
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Soğuk şeker
EYVAZ ZEYNALOV*
çev. İMDAT AVŞAR
K
adın, uzun zamandan beri hastaydı. Kaç gündür yataktan kalkamıyordu. Dünden beri
ağzına ne bir lokma ekmek ne de bir yudum su koymuştu. Sık sık dalıp gidiyor, neden
sonra kendine geldiğinde ise inleyerek, birinin ismini sayıklıyordu. Evde yapayalnızdı, feryadını duyan, yardımına gelen hiç kimse yok... Gelinini ve iki torununu, her ihtimale karşı, komşu köye, gelininin babası evine göndermişti. Ermeniler köyü dört bir yandan kuşatmışlardı.
Oğlu ise cephedeydi, düşmanla çarpışıyordu. Her taraf düşman askerleriyle doluydu. Yurdunu
yuvasını terk etmek istemeyen insanlar, evlerine kapanıp korku ile bekliyorlar, başka yerlere
gitmeye de çekiniyorlardı. Çünkü her an düşmanla yüz yüze gelme tehlikesi vardı...
Kadın birden garip sesler duymaya başladı. Sağdan soldan kadın sesleri ve çocuk bağırtıları
geliyordu. Feryatlar, figanlar, ağıtlar... arşa yükseliyordu. Köpek ulumaları ve ara ara duyulan,
anlaşılmaz, vahşi bağırtılar, bu kadın ve çocuk seslerini karın altına gömüyordu. Sesler gâh
yakınlaşıyor gâh uzaklaşıyor, sonra tüm sesler alacakaranlıkta eriyip kayboluyordu. Kadın,
neler olduğunu bir türlü anlayamadı. Neydi bu sesler? Kıyamet mi kopmuştu? Dünyanın sonu
muydu? Öbür dünyadan mı çağırıyorlardı? Nefesi tıkanıyor, göğsü daralıyor, kalbi sıkışıyordu. Yorganı üstünden atmak, ayağa kalkmak istedi. İçinden garip bir ses, ona ‘kalk’ dese de bu
sese uymakta zorlanıyordu.
Ansızın kapıya vurulan tekmeler ve dipçik darbelerinin şiddetiyle derme çatma kulübe
sallandı, titredi. Az önceki köpek ulumaları, meçhul, anlaşılmaz sesler, bir de askerlerin karda
yürüdükçe çıkardığı karç kurç sesleri duyuluyordu. Sesler kulağının dibindeydi artık. Sonra,
kapı şiddetle sarsıldı. Bu darbenin içerden mi, dışarıdan mı olduğunu anlayamadı. Biraz sonra
* Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde, Ağdam şehrinde doğan, Ermeni işgali
ile yurdunu kaybeden Azerbaycanlı yazar.
39
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
kapı gıcırdayarak açıldı. Ayaklar altında ezilen karın sesini duydu yeniden. Sesler hemen
uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşan ayak seslerine, az önceki köpeklerin havlamaları eşlik ediyordu. Sonra otomatik tüfek sesleri geldi ve köpek sesleri aniden kesildi...
Rüzgâr estikçe, menteşeleri yağsız olan eski kapı, sinir bozucu bir şekilde gıcırdıyordu.
Kadın üşümeye başladı. Ayaz, onun damarlarındaki kana hücum ediyor, onu âdeta donduruyordu. Kapıyı örtmeyi düşündü. Ama nasıl? Bir şekilde kapıyı kapatmak lazımdı. Kadın birden duman kokusu hissetti, ardından yanan bir şeylerin kokusu... Yoksa komşusu gelip sobayı
mı yakmıştı? Hani söz vermişti, bir yerlerden odun bulup getirecekti; ama neden nefes almak
gittikçe zorlaşıyordu? Duman genzini yakıyor, gözlerini acıtıyordu. Göz kapaklarını iyice açtı.
Odadaki dumanlar, eğilip kıvrılıyor, binbir şekle giriyordu. Odaya bir sis perdesi inmişti sanki.
Duman git gide daha da kesifleşiyor, bir şeyler çıtırdayarak yanıyordu. Tavandan aşağı uzanan
kızıl alevler, yüzünü gözünü yalamaya başladı. Bağırmak istiyordu; ama öksürükten fırsat
bulamıyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çırpınıyor, çabalıyor, sudan çıkmış balık gibi ağzını
bir açıp bir kapatıyordu. Gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Gözlerinde bir dehşet kıvılcımı yandı. Olanca gücünü toplayıp, âdeta yataktan aşağı yuvarlandı. Yüzüne çarpan soğuk
rüzgârın geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladı...
Rüzgâr, açık olan kapıdan esiyordu. Sürüne sürüne dışarıya çıktı. Temiz, buz gibi soğuk
havayı büyük bir istekle ciğerlerine çekti. O anda titredi, takati kesildi ve kendinden geçmiş
hâlde karların üzerine serildi. Kapıya kadar gelen ve yüzünü yalayan alevin sıcak nefesiyle
kendine gelir gibi oldu. Yarı baygın bir hâlde, çevresine bakıyor, başına gelenleri hatırlamaya,
olanları anlamaya çalışıyordu. ..
Alevler bir anda tahta kulübeyi yuttu, kulübe yanarak yan tarafa doğru çöktü. O, mucize
eseri sağ kurtulmuştu. Biraz gecikse, alevler amansız bir şekilde, yüzünü, gözünü, bütün vücudunu yakıp kavuracaktı. Ölüm korkusu, bü­tün bedenini titretti. O an, bedenine bir kudret eli
değmişti sanki. Dehşetle bağırarak birkaç adım öteye sıçradı. Bunu nasıl, ne zaman yaptığını
kendisi de anlayamadı...
Az ötede toparlanıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı; lakin ilk denemesinde başaramadı.
Mecali kalmamıştı. Susuzluktan dudakları kuruyor, içi yanıyordu. Yerden biraz kar avuçlayarak ağzına götürdü. Avcunda hissetmediği soğukluğu, ağzında duydu o an. Kar, diline ya­pıştı
önce, erimedi, öylece kaldı. Sonra ağzında eriyen kar, boğazını ıslatsa da su tadı hissetmedi;
ama gözlerine bir hayat ışıltısı geldi, ölgün gözleri hafiften parladı. Ellerini yere dayayarak
güç bela yerden kalktı, etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf alevler içindeydi, dört bir taraf
yanıyordu. Yürümeye çalıştı, birkaç adım attı. Birilerini bulmak ve ne olduğunu öğrenmek
istiyordu; lakin ortalıkta in cin top oynuyordu. Ermeniler, sanki köyün ahalisiyle birlikte,
inekleri, koyunları, kedileri, köpekleri de bir yerlere doldurup yakmışlardı...
Ayakta çok duramadı. Başı dönüyor, titriyor, gözle­ri kararıyordu. Sanki derin, zifiri karanlık bir kuyunun dibine yuvarlanıyordu. Yüzüstü düşmemek için, boşluğa asılıyormuş gibi
ellerini ileriye uzattı. Ama direnemedi, dizlerini yere koyamadan dirseğine kadar kara battı.
Par­mak­ları, karın altında bir şeye temas etti. Beyninde aniden bir yıldırım çaktı, bir ümit ışığı
peyda oldu. Belki ellerine değen bir parça ekmekti? Eline değen o şeyi tutup çıkarttı. Elini
gözle­rinin ta önüne getirerek baktı. İlahi! Bu bir şekerdi! Nereden, nasıl düşmüştü? En son ne
zaman şeker yediğini hatırlamaya çalıştı. Şekerin karını, buzunu ağaç gibi olmuş parmakla-
40
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
rıyla temizledi ve dışındaki kâğıdı koparttı. Elindekinin şekere benzer bir yanı kalmamıştı, bir
buz parçasıydı...
Çocuk gibi şekeri sağa sola çevirmesi tuhaf geldi ona. Karnı açtı. İçi geçiyor, gözleri
süzülüyordu. Şekeri yemek istedi. Çocukken, şekeri önce emer, ağzına biriken tatlı sıvıyı büyük bir zevkle yutardı. Şekeri ağzına götürdü ama çenesi ar­tık kıpırdamıyor, şeker dudaklarına
yapışıyor, ağzına girmiyordu. Dudaklarında şekerin karını buzunu ısıtıp eritecek sıcaklık da
yoktu. Dili damağı kurumuştu. Öfkeyle dudaklarına yapışan şekeri geri çekti, dudakları acıyla
yandı. Sanki dudaklarına milyonlarca iğne batırmışlardı. Bir çare bulmalıydı. Çenesini iyice
açmak, şekeri ağzına atmak istiyor, atamıyordu. Allah Allah! Ne kadar garip bir durumdaydı.
Öfkelenmenin zamanı değildi. Sadece ihtiyatlı davranmalı, özel bir gayret ve maharet gös­ter­
me­liy­di! Şeker elinden kayarak düşebilir, yeniden karların arasında kaybolabilirdi. En kötüsü
de buydu!..Çenesini deminkinden daha da fazla açtı. Ona öyle gel­di ki, ağzını hiçbir zaman,
bu kadar geniş aç­ma­mıştı ve bir daha da açamayacaktı. Şekeri ağzına atmak istediğinde yan
tarafından bir ses geldi. Korktu, yüreği yerinden fırlayacak gibi çarptı. Şekeri gayrıihtiyari,
bir çocuk gibi avucunda sakladı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, kendi de şaşırdı. Hâlbuki demin parmaklarına söz geçiremiyordu. Korkuyla ayak sesinin geldiği tarafa döndü. Üstü başı yanmış,
yüzü gözü kapkara olmuş, sadece dişl­eri parlayan, başı açık, ayağı yalın bir kız çocuğuydu!
Karın içinde, bir kuş gibiydi. Yalın ayaklarının birini kaldırıp tek ayak üzerinde duruyor, sonra
onu kaldırıp diğer ayağının üzeride duruyordu. Bir çift köz gibi parlayan gözlerini, kadının
şekeri gizlediği avcuna dik­mişti. Kızın ağzı açıktı ve dişleri parlıyordu. Kızcağızın kadına
bakan gözlerdeki ifadeyi tarif etmek müm­kün değildi. Koskoca kadın, kendini kaybetmişti;
ne yapacağını kestiremiyordu. Kızcağızın da kendisi gibi aç olduğu belliydi. O da ümi­dini,
şekerlikten çıkmış, bu buz parçasına bağ­la­mıştı.
Kız, neler olup bittiğini bilmiyordu, hâlâ olanlardan habersizdi ancak kadının ağzına götürdüğü şeyin yiyecek olduğunu anlamıştı. Bu buz parçası, onlardan birine ha­yat bağışlacaktı
sanki. Kadının hiç mecali kalmamıştı. Kızca­ğı­zın durumu da hiç iyi değildi. Belki şekeri ikiye
bölmeliydi. Ka­­­­­rarı verecek olan kadındı. İstese, kıza şekerden vermeyebilirdi. Şeker onun avcundaydı. O bulmuştu. Onun kıs­me­tiy­di. Acaba? Belki de tam tersi idi. Onun elindeki şeker, o
kızın nasibiydi. Öyle olmasaydı, kız birdenbire ortaya çıkar mıydı? Kızın yüzüne baktı. Kızın
ağzı hâlâ açıktı. Göz­le­ri­ni aç, vahşi hayvan yavrusu gibi onun yumulu elinden ayırmıyordu.
Sanki o an üstüne atılacaktı. Kadın, kendi torununu hatırladı. Sevimli, şirin, şeytan torununu...
Bir yanı tıpkı bu kız­cağızaca benziyordu.
Kadın ileri doğru süründü. Avcundaki şekeri, torununa benzeyen kızın ağzına koydu. O
da şekeri alır almaz ağzını kapadı. Şeker kızın ağzında erimeye başladı. Kızın dudaklarının
kenarında bir ıslaklık belirdi. Kız ağzına biriken şekerli sıvıyı yuttu. Kadın da yutkundu. O an
da göz­leri tuhaf oldu kadının. Boş bakmaya başladı. Önce ağzında, daha sonra boğazında garip bir tat hissetti. Gözle­rindeki hafif pırıltı bir yıldız gibi akıp gitti. Dizleri büküldü. Yüzüstü
karın içine, kızın ayaklarının dibine devrildi.
Alacakaranlıktı. Etrafta sessizlik vardı. Gümüş renkli karın üze­ri­ne, ayın donuk ışıkları
vuruyordu. Hâlâ için için yanan kulübelerden, gökyüzüne doğru koyu bir duman yükseliyordu...■
41
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Dağlar var ara yerde
ÜMİT FEHMİ SORGUNLU*
A
Değerli hikâyecimiz Ümit
Fehmi Sorgunlu 26 Haziran
Cumartesi günü vefat
etmiştir. Kendisine Allah’tan
rahmet, yakınlarına,
Berceste ailesine, okurlarına
başsağlığı ve sabırlar
diliyoruz.
Bizim Külliye dergisi.
rabanın içinde üç kişiydiler. Üçü de yorgun ve
hâlsizdi. Dokuz saattir yol almanın ezikliği çökmüştü üzerlerine. Buna rağmen biraz olsun uyumamış, bir yerde
durup dinlenmeyi dahi düşünmemişlerdi. Beş yılın getirdiği
hasret, yüreklerini bir kor gibi yakıyor, en ufak bir zaman kaybına dahi tahammül edemiyorlardı. Gözleri hiç bitmeyecek
gibi uzayıp giden asfaltın, ufukta kaybolan çizgilerine bakıyordu. Tek kelime dahi konuşmadan, her biri kendi hayalleriyle yaşıyor, çocuklarını, karılarını, ağzı dualı analarını ve
içlerine burgu burgu işleyen vatanlarını düşünüyorlardı.
Direksiyondaki orta boylu, ince yapılı biriydi. Kalın siyah kaşların çevrelediği gözleri kısılmış, bütün dikkatini yola
vermişti. Çok hızlı ve delicesine araba kullandığı için, arkadaşları süratli gitmesini önlemek amacıyla ona “Tekbas Nuri”
lakabını takmışlardı.
Şoförün yanında oturan Kara Mehmet sabırsızlıkla elinde
oynadığı iri taneli, püsküllü tespihini cebine koyup gözlerini
yoldan ayırdı. Saatine baktı. “Tam dokuz saat!” diye düşündü.
Dokuz saattir yüreğinin ta içine oturan vatan hasreti son haddini bulmuştu. “Oğlumuz beş yaşına bastı.” diyordu mektubunda Zehra. “Gel gayrı Mehmet’im. Buralarda herkes başka
şeyler söylüyor. Kimi gâvur kızına tutuldu, seni unuttu kimi
de üstüne evlendi diyorlar. Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına ve bir koruyucu erkeğe hasret kaldığından...”
içini çekti. Beş yıldır görmediği oğlunu ve karısını hatırlamak
yüreğinin içindeki özlem ateşini alevlendirdi. “Gâvur kızı
ha!” diye söylendi belli belirsiz. Gözlerinin önüne bir süre gönül eğlendirdiği Monika geldi. Acı acı güldü. Onların hiçbiri
de buram buram toprak kokan, elleri nasırlı, başı yaşmaklı
42
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Zehra’sına denk olabilir miydi? Derin bir nefes aldı. Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra gözlerini arabanın camından dışarı kaydırıp amaçsız seyretti, dağları, ovaları. Neredeyse hava kararmak üzereydi.
Arka koltuktaki şişman, iri yapılı Selami, yuvarlak, kıllı elleriyle karnını ovuşturarak:
- Acıktım, dedi. Bir yerde durup bir şeyler yesek mi?...
Tekbas Nuri söyleneni duymadı bile. Gözleri dağların arasında kara bir yılan gibi gittikçe uzayan yoldaydı. Anasının mektubu aklından hiç çıkmıyor, sağ ayağı gaz pedalına daha bir gömülüyordu. “Oğlum, karın
sık sık annemlere gidiyorum diye evden çıkıyor. Lâf anlatamıyorum. Söylentilere bakılırsa Tilki Selim’le kırıştırıyormuş. Gel ne yapacaksan yap ...” Nuri hırsından dişleriyle dudaklarını ısırıyor, karısının böyle bir şey
yapabileceğine akıl erdiremiyordu. Bir an için söylentilerin asılsız olabileceğini düşündü. Karısını çekemeyenlerin ya da onda gözü olanların uydurduğu sözler olabilirdi. Fakat “Ateş olmayan yerde duman tütmez.”
derler.
- Allah kahretsin!
Belli belirsiz hırsla söylenmişti. Göz ucuyla, duyup duymadığını anlamak için Kara Mehmet’e baktı. Kendi havasında, dışarıyı seyrediyordu. Nereden çıkmıştı sanki yurt dışında çalışmak! Köyünü, evini terk edip, el
içinde çile çekmeye değer miydi! Çok para kazanmak hırsıyla geldiği Almanya’da, kendisi eğlenceye dalıp
benliğini unutmuş, karısı hakkında da pis dedikodular çıkmıştı. Altındaki araba bütün bunlara değer miydi!
Üstelik de her geçen gün artan, Türk işçisinin horlanmasına rağmen.
Selami cevap alamayınca teklifini üstüne basa basa tekrarladı. Kara Mehmet can sıkıntısıyla Selami’ye
çıkıştı.
- Daha çok yolumuz var. Acıktıysan arabada sandviç olacak, bir iki atıştır.
Gözleri yeniden pencereden dışarı kaydı. Ağaçlar birbiriyle yarış edercesine önlerinden hızla geçiyordu.
Selami arkasına yaslandı. Uyur gibi yaptı. Aslında uyumuyor, babasının hastalığını ve köyünü düşünüyordu. Anasının “...Baban hasta, ölmeden seni görmek istiyor. Gurbete kök salmadıysan kalk da gel gayrı...”
diye yazdırdığı mektup, memleket hasretinin üstüne eklenmiş, içindeki vatan özlemini kat kat artırmıştı. Bir
an önce köyünün ağaçlarıyla, toprağıyla kucaklaşmayı o da istiyordu.
Tekbas Nuri sağ eliyle konsüldeki kasetleri karıştırdı. Sonra rastgele birini alıp arabanın teybine sürdü.
Yanık bir ses hoparlörden çıkıp üç gurbetçiyle kucaklaştı. Sonr a içlerindeki yurt özlemiyle birleşip otomobilin kelebek camlarından dışarı taştı ve rüzgârla birlikte bilinmeyen istikametlere doğru uçup gitti. “Yol uzun
gurbet acı/ Dağlar var ara yerde/ Yol verin geçeyim dumanlı dağlar./ Dağların ardında nazlı yar ağlar.” diye
boşa yakarıp durdu. Bitmez tükenmez bir dağ yığını, sanki masal kaçkını devler gibi önlerine dikiliyor, yol
vermiyordu.
Nuri, sinirle farları yaktı. Ön lâmbalardan çıkan kuvvetli ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan karayolunun pürüzlü sırtını yalayıp bilinmeyen karanlıklarda eridi. Taksinin ışığında buluşan kelebekler ön cama çarpıp kayboluyordu.
Kara Mehmet’in esmer yüzü buruştu. Şarkının sözleriyle birlikte, karısının hayali gözlerinin önünden
bir kez daha geçti. Beyninde ses olup yankılandı. “...Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına hasret
kaldığı için ..” Elleri gayri ihtiyarî cebindeki tespihine gitti. Can sıkıntısıyla mırıldandı. “Geliyorum Hasret,
az kaldı sabret.” Sonra Nuri’ye döndü:.
- Topuklayıver Nuri... Tek basma, artık çift bas...
Tekbas Nuri sanki böyle bir teklif bekliyormuş gibi, gaz pedalına daha sıkı bastı. Sürat ibresi yukarılara
doğru tırmandı. Bir an önce memleketine ulaşmayı istiyordu. Gittikçe uzayan asfaltın üstünde karısının hayalini görüyor, hırslanıyordu. Yüz hatları gerilmiş, hiç konuşmadan yolu takip ediyor, karısının hayalini ezmeye
çalışıyordu. Araba ileri atıldıkça karısı kaçıyor, Nuri pedala daha bir yükleniyordu. Yurt dışına gittiği zaman,
evini ihmal edip para biriktirerek aldığı son model araba rüzgârla yarış edercesine uçar gibi gidiyordu.
Akşam karanlığında karşılarından gelen arabalar bir sinek vızıltısı gibi geçiyordu yanlarından. Bir an asfaltın altlarından kaybolduğunu ve yıldızlara kavuşurcasına uçtuklarını gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu.
“…Dağlar var ara yerde...”■
43
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
GAZEL
Budur senden niyâzım hâcetim yâ Rab budur senden
Yönüm döndürmesin artık hevâ gaflet gurur senden
Bu kalp bir levhadır müthiş yazıp bozmak senin her iş
İçim iklîmi sendenmiş keder senden sürûr senden
Muhît’sin çevrelersin hep kulun kendin sokan akrep
Gazab etsen amân yâ Rab kimi kimdir korur senden
Her ân var yok bütün eşyâ ne olmaz sen dilersin ya
Eğer sahrâ eğer deryâ taşar senden kurur senden
Kulun kul olsa kimdendir esenlik bulsa kimdendir
Yanıp kavrulsa kimdendir bütün “zıll u harûr” senden
Kerem senden Kerîm’sin sen ve Rahmân’sın Rahîm’sin sen
Celîl’sin sen Azîm’sin sen cihânlar dem vurur senden
Bu kul bîçâredir her dem yarım asroldu ömrüm hem
Kerem yâ Ekreme’l-Ekrem doyur nûrunla nûr senden
ÖMER DEMİRBAĞ
44
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
MAHİR ADIBEŞ
Türkler, attan
cesaret, attan
kuvvet, attan
can almıştır!
Yeryüzünde
at sütünü içen
Türklerden başka
bir millete daha
rastlayamazsınız.
Bu bir akrabalık
gibi kabul
edilebilir.
“Bir çivi bir nalı,
Bir nal bir tırnağı,
Bir tırnak bir ayağı,
Bir ayak bir atı,
Bir at bir kumandanı,
Bir kumandan bir vatanı kurtarabilir.”
Cengiz Han
R
oman yazmak, tarih yazmak anlamına gelmez.
Ama roman da yaşanarak yazılır; tarihe not düşer, tarihten bir sayfadır. Eğer şu yeryüzünde “at” üzerine roman yazılacaksa bunu da Türkler yazmalı, diye
aklımdan geçerdi. Yaşanmış bir at medeniyeti, oluşmuş
bir at kültürü varsa o da Türklerde mevcuttur. Türk tarihinde atın yerini görmezlikten gelmek bir kültürün büyük bir bölümünü yok saymaktır ki bu da nesiller arası
kopukluklara sebep olacaktır. Cengiz Han’ın yukarıdaki
sözü söylediği günden bu yana at ile bilinen bir tarihî
geçmişe sahibiz. Türklerdeki at uygarlığını şehirleşmenin dışında düşünmek gerekir. Her ne kadar bu me-
45
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
deniyet Taşkent, Semerkant, Buhara gibi şehir
medeniyetleri meydana getirmiş olsa da sürekli
olarak taşradaki insanın gönlündeki sıcaklığını
korumuştur.
Türk tarihi ve toplumu hakkındaki asıl
ve sağlam görüşlerden hareket edilerek
hem mahallî ağızları hem de Türkçenin
küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini
yeni gelişmelerle kaynaştırarak kullanmak gerekir. Yazılmayan/konuşulmayan
kültür zamanla hafızalardan silinir. Önce
konuyla ilgili terminoloji bilinmelidir.
Eğer Türklere koyun ile at arasında
bir tercih yapma hakkı sunulsaydı, belki çok düşünülebilir. Koyun ve at kültürü
çok eskilere dayanır. Hayatını sürdürmek
ve geçim için koyun kaçınılmaz ve çok tercih edilmesine rağmen bu göçebe millet sanırım atı seçerdi. Yalnız hayatta kalmak, yeni
otlaklar elde edebilmek, yurt kurabilmek, millet
olmak, bağımsız kalabilmek için, sözün kısası
Kafdağı’nın ötesindeki hedeflere (Kızılelma’ya)
varabilmek için ata ihtiyaç vardı. Kızılelma ülküsü, elbette atın kısa zamanda ulaşacağı bir yer
değildi ama başını dikip keskin gözlerle en iddialı bakış ondaydı. Bakışlarıyla uzak hedefleri
en iyi gözüne kestiren ve hayalini kuran sanırım
ki atlardır. Bir tepenin üzerine çıkıp sonsuzluğa
gözlerini dikerek dakikalarca kıpırdamadan bakabilir. Onsuz da o hedeflere ulaşmak mümkün
görünmüyordu.
Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan can almıştır! Yeryüzünde at sütünü içen
Türklerden başka bir millete daha rastlayamazsınız. Bu bir akrabalık gibi kabul edilebilir. Kımız olarak kullanılmanın yanı sıra,
annesi ölen ya da annesinin sütü olmayan bebeklere at sütü çoğu zaman atın memesinden
emzirilmiştir, sütanne olmuştur, taylara kardeş olmuştur. “Yiğit yiğidin yoldaşı / At yiğidin
öz kardaşı...” derken Karacaoğlan bunu kastetmiş olmalı. At sütünün bebekler için şifalı olduğu düşünülmektedir.
Anam; “Allah, atların ayaklarını mühürlemiştir.” derdi. Yıllarca bu kafama takıldı. Halk arasında da, “Atların ayakları mühürlüdür ya da atın
girdiği yerde bereket vardır.” sözlerini duyardım.
Mutlaka bu sözlerin bir dayanağı olmalıydı…
Uzun yıllar aradım durdum. Ta dört bacağında o
işareti bulana kadar. Hz Süleyman’ın atların bacaklarını sıvazlamasını, düşünüyorum,
ayette öyle geçiyordu
(Sâd
suresi 33).
Mührü yıllarca ben atların tırnaklarında aramışım meğer. Annemin mühür dediği bu olsa gerek!... Ön bacaklarının iç tarafında, dirsek ekleminden dört/beş
parmak üste ortanın biraz gerisine düşecek şekilde, elips bir oluşum durur. Orada tüy olmazdı.
Neden şimdiye kadar gözümden kaçtı, ona hayıflandım. Aynı şeklin benzeri ama daha küçük,
arka ayakların diz eklemlerinin bir/iki parmak
aşağısında, iç kısımda oldukça geriye doğru yer
almaktadır. Bu oluşum diğer hayvanlarda bulunmaz, yalnız atlara mahsus bir oluşumdur. Bu
oluşumdan dolayı halk arasında, “ayakları mühürlü atlar” denmiş olmalı. Doğrusu bu mührün
hikmeti henüz çözülememiştir.
1894’te Tolu Biğ (Dolu Bey) adında bir Türk
beyinin emriyle yazılmış olan (Kitab’ı Riyazat’ı
Hayil) isimli bir risalede “El hayru makûdun
bi-nevasıyıl hayl ilâ yevm’ilkıyame” hadis’i şerifi Türkçeye nakledilerek şöyle denilmektedir:
“Eş’şumu Yani Nebi eydür kim ercellik üç nesnede türür. Biri apcıda ve biri atta ve biri evde
(Uğur ya da uğursuzluk üç şeydedir: Kadın, ev
ve at.)” İşte dinî cevaz hâlinde kendilerinden
uğur beklenmesi gereken üç şeyin içinde at... Bu
peygamberin sözü... Sanırım Türklerdeki, kadın,
at ve silah kutsallığı buradan gelmektedir ve
kimseye emanet edilmez. Dilimizde bu olay; “at,
46
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
avrat, silah”
darbımesel hâlini almıştır.
İnsanlığın
ufku,
kâinatın efendisi ve
Allah’ın sevgilisi peygamberimizi
Miraç
gecesinde ilahî visal
âlemine uçuran ışıktan
hızlı vasıtanın “Burak”
isimli kanatlı at şeklinde yaratılışındaki hikmet, Allah tarafından
atın manasına bağışlanmış ne büyük şereftir. Kâinatın efendisine ait her kelime,
her hareket, her eda bir
hadis olduğu- na göre, Allah’ın sevgilisi,
Allah’ın ve kendisinin sevdiği ata dair, söz, hareket, iş ve eda hâlinde birçok hadis vermişlerdir: “Hayır, atların alınlarına nakşedilmiştir.”
ya da “Dünya saadeti atların sırtındadır.” Ata
dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin kavrayışı içinde atı çepeçevre kuşatamaz. Son derece
sade bir ifade içinde öyle girift ve derin bir mana
kuyusu ki, ancak, peygamber sözü olabilir.
Allah, Kur’an’da, bazı mahluklar üzerine yemin eder. Bunlardan biri de at. Allah’a mahsus
sır... Kur’an’ın “El’âdiyât” suresinden, (âdiyât,
koşan atlar demektir) dört ayet meali: “Kasem
olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine...
Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana
boğanlar üzerine... Peşinden doğruca düşman
saflarının içine dalanlar üzerine...” Dış perdeden bakıldığında muazzam bir nur cümbüşü
içerisinde atı seyrediyoruz. İşte asil atın koşu ve
yarış tablosu... Sâd suresinin 31, 32 ve 33. ayetlerinde; “Akşama doğru kendisine, üç ayağının
üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştur.
Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı.
(O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin,
dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya
başladı.”
Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiiri-
nin; “Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül
öter.” mısrasında olduğu gibi Türk edebiyatında
gül ve bülbül mazmunları çok fazla kullanılmaktadır. Bülbülün sesi, gülün rengi ve kokusu Türk
edebiyatının içine oldukça fazla sinmiştir. Çoğu
yerde gül ve bülbül beraber zikredilmektedir. Bu
birliktelik Türk edebiyatında bir aşk hikâyesine
dönüşmüştür. Bülbül ve gül anlatımı daha çok
bir şehirli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan fazla birlikte olduğumuz, iç içe yaşadığımız
“at” ise taşralı bir bakış açısı ile ele alınmıştır!
Yazmaktan çok sözlü edebiyatımızda rastlanmaktadır. Neredeyse Köroğlu hikâyeleri olmasa edebiyatımızda atlara rastlayamayacağız.
Hâlbuki dünyada en çok ata yakın olan, seven,
sırdaş olan daha ileri gidersek kardeş (karındaş)
olan Türklerdir.
Türkler atı bir hayvan, bir ticari mal, ya da iş
gücünden faydalanılan bir araç olarak düşünmemişlerdir. Onu bir dost, kardeş, aileden bir birey
olarak görmüşlerdir. Türkler atı kendilerinden
bir parça olarak bilmiştir. “Aynı dili değil aynı
duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” diyor Mevlana, yoksa rüzgârlarla yarışan atlarla insan nasıl
bu kadar iyi anlaşırdı?...
Canlılar arasında erkek ile dişi kıyaslandığında; erkeği kadar gösterişli, albenili, hızlı ve cesur sanırım yalnız atlarda çıkar. Şu yeryüzünde
erkeğine meydan okuyan canlı, bir kadın bir de
at. Başarıda erkeğinden geri kalmazlar… Dede
Korkut’ta; kız ve delikanlı yarışlarına çok zaman şahit oluruz. Atla olan bağlılığımız, cesaret
ve hayat tarzı olarak olmasının yanında duygusal
bir yaklaşımdır. Bu sebeple eski Türklerde at ile
insan aynı çadırda kaldıklarına şahit oluyoruz.
İnsanlarla atlar arasında ilginç bir benzerlik daha vardır. “Kısrağı döversen huysuz olur,
aygırı döversen sessiz (pısırık) olur” sözü incelendiği zaman ortaya benzerlikler çıkmaktadır.
Mesela, kadını dövmekle sövmekle sindiremezsin, itaat ettiremezsin; severek, yüzüne gülerek,
okşayarak onu yola getireceksin. Kısraklara da
vurursan azar, huysuzlanır ve itaat etmez. Kısrağı döverek emir altına alamazsın. Erkekler ise
dövülmeyi onurlarına sığdıramazlar; onlar için
küçümsenmek, küçük düşmek, hakaret sayılır.
Yani atlar korkuyu bilir. Aygırlara vurmaya kal-
47
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
kışırsan siner. Yarışlarda kamçılarsan ya hedefi
göğüsler ya da koşarken ölür (çatlar). Bu karakterlerin iz düşümleri insanlarla çakışmaktadır.
Baş eğmeyen, yükseklere bakan/yüksekten
bakan at, beraber olduğu insanla yan yana, omuz
omuza yürürken ortak bir benzerlik bulmuştur.
Asildir, onurludur, dik başlıdır diye birçok meziyetini saysak da her şeye rağmen atlar yarı
yabani hayvanlardır. Göçmen toplumlarda şehirli dışında meziyetlere sahiptir. Mesela, ikisi
de dağları, hür yaşamayı sever. Yılkı atlarında
görüldüğü gibi serbest kaldıkları an dağların en
yüksek tepelerini, yaylaları tercih ederler. Kar
düştükçe ovalara doğru inerler. Bu bir Yörük yaşantısıdır.
Bu birliktelikte elbette karşılıklı çıkar ilişkileri olduğu gibi çok daha ayrı sebepler bulabiliriz. Şirazlı Sadi’nin dediği gibi; “Önemli olan olaylara kuş bakışı bakmaktır kuş gibi
değil.” Kısacası bu bir ailenin birlikte yaşaması
gibidir. Aslında bu iş; bir sevda bir aşktır. Hâlâ
Anadolu’nun köylerinde atın yeri özel yapılır
ve altı tahtayla kaplanır. Atın kaşağısı, gübresi,
toz bezi, ter bezi vardır. Atın soğuk ve yağmurlu
günler için sırtına atılacak minderi vardır. Atın
nafakası ayrı hazırlanır, yatsıdan sonra yem verilir. Son dört bin yıllık verilere baktığımızda
şunu söyleyebiliriz: Galiba bu millet ata âşık...
Her şeye rağmen Türk edebiyatında at hak
ettiği yeri alamamıştır, yani bülbül kadar hatta mizahlarda önemli yer tutan eşek kadar bile
boy gösterememiştir. Benim anladığım manada,
Türk edebiyatında at istendiği gibi şahlanamamıştır. Bunun da sebepleri vardır. At kültürünün çok eski olmasına rağmen yazılmamasında
önemli bir sebep, yazarların atın çok uzağında
olması, at terminolojisini bilmemeleri veya ata
yakın olanların yazmaya meyilli olmamasıdır.
At, Türklerde hiçbir zaman şehirli olamamıştır,
taşrada kalmıştır. Mevlana diyor ki: “Yeryüzünde söylenmedik söz yok ancak bunu söyleme şekli var.” Hâlbuki at konusunda daha söylenmedik
çok söz var. Eğer edebiyatta konuşulmaya/yazılmaya başlanırsa karşımıza çok zengin bir arşiv
çıkacağından eminim.
Kaşgarlı Mahmut, “At Türk’ün kanadıdır”
sözünü, gününde düşünürsek ufuk ötesi geçişleri
görmek mümkündür. Zaman zaman kanat, en sadık dost, iş arkadaşı, yoldaş, kara gün dostu olmuştur. Türkler at ile o kadar içli dışlı olmuş ki
kendinden bir parça görmüş, yazmaya gerek bile
görmemiştir. Bu samimiyeti normal bir yaşantı
olarak kabul etmiştir.
Zaman içerisinde de bazı yazarlar heveslenip
bir şekilde ata yaklaşmışlar. Ama bu da tam olarak anlaşma değil, uzak bir akrabalık gibi olmuş.
Atı tanımaya yetmemiştir. Her dönem, atın cazibesi, albenisi insanları etkilemiştir. Bu şekilde yazılan yazılar öze dönük değil ufki/geriden
bakış şeklinde bir çalışma olmuştur. Uzak, at
tarifinden öteye geçilemediğine rastlıyoruz. Bu
bakış açısı fotoğraf çekme/resim yapma anlayışıdır. Atlar özenilerek yaratılmış, kibar, estetik,
sevimli, gösterişli oluşlarıyla insanların dikkatini çeken tablo yaratıklardır. Genç ve yakışıklı
bir kız/delikanlı kadar düzgün olan vücut, onunla
uyumlu insanın aklını başından alan parlak tüyler, dalga dalga yeleler, kâkül, uzun bir kuyruk
ve mükemmel bir duruş. Hâlbuki bunun bir de
duygu, ruh ve görülmeyen yanları vardır. Hırslı,
sevimli, sevilen/sevmeyi bilen, korkusuz, duygu
tarafı da vardır.
Türk edebiyatında öyle efsanevi atlara rastlanmaz. Yani uçan, olağanüstü koşan, acayip
şekillere giren, boynuzlu atlar olmaz. At olduğu
gibi kabul edilmiştir. Yeterince özenerek yaratıldığı için ona başka bir sıfat vermek yakışık
almazdı. Türkler, hayatındaki güzellikleri, zorlukları, çileleri atıyla paylaşmış; sırrını ona anlatmıştır. Çoğu zaman ölüme beraber gittiklerine rastlıyoruz. Bu sebeple at bir şekil değil bir
“tür” aslında bir “boy/soy” olarak anlatılmıştır.
Türkülerde, şiirlerde, yazılarda atı kendimiz gibi
bilerek yer vermemişiz. Hâlbuki onun Türk tarihinde çok özel bir yeri var. Fatih Sultan Mehmed
Hanın, İstanbul surlarının önünde Venedik gemilerini durduramadığı için Çandarlı Halil Paşa’ya
kızarak denize sürdüğü kırata bakın!... Kıratın
azametini ve binicisinin zapt edilmez hâlini göreceksiniz. Bu tablo, atla insanın en iyi birlikteliğini, kararlılığını, uyumunu gösteren tablodur.
Denize dalan kırat ile sultanın kararlığı aynı. Bu
bir düğün değil, bayram değil, tören değil, neden
sultan kıratın üzerinde?...■
48
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
ÜNAL TAŞKIN
İlginç rivayetlerden
biri de atlara fecr
İnsanoğlunun
vaktinde
duaya
düşünüş
tarzını
izin
verildiğinin
derinden etkileyen
söylenmesidir.
evcil
at, kendi
Bu
rivayete
göre
coğrafyasını
atların
duası terk
eden muzaffer
Yarabbi
beni
savaşçıları taşıyarak
insanlardan
bellikime
bir düzen
her
ihsan ve
hukuka sahip
edersen,
onunbüyük
imparatorlukların
ehl-i
malının
oluşmasına
zemin
ziyade
sevgilisi
kıl
hazırlamıştır.
şeklindedir.
B
ozkır kültürü at üstünde doğmuş, attan beslenmiş ve atla yayılmıştır. Türklerin yaşamında çok önemli ve özel bir yeri olan at, özel adlarla
nitelendirilmiştir. Törenle gömülen atlar, zekâ sahibi
olan kutsal hayvanlar olarak kabul edilmişlerdir. At,
Türk destanlarının en önemli motiflerindendir. Birçok
destanda, destan kahramanının hem bu dünyada silah
arkadaşı olduğu için hem de öldükten sonra yoldaşı
olacağı için, ayrı ve eşsiz bir değer taşır.
Atın evcilleştirilmesi ile ilgili tartışmalar sürmekte
olup genel kanaat Türkler tarafından evcilleştirildiği
yönündedir. Atın evcilleştirilerek insanın hizmetine
sunulması tarihte büyük bir hamle sayılır. Evcilleştirme insanoğlunun hayvan türleri üzerinde hâkimiyet
kurmasını ve “çoban kültürü” olarak adlandırılan
kültürel aşamanın gerçekleşmesini sağlamıştır. Atın
evcilleştirilmesi, insan topluluklarının birbirleriyle
ilişki kurmasına vesile olmuş ve medeniyetlerin gelişmesinde etkili olmuştur. İnsanoğlunun düşünüş tarzını derinden etkileyen evcil at, kendi coğrafyasını terk
eden muzaffer savaşçıları taşıyarak belli bir düzen ve
hukuka sahip büyük imparatorlukların oluşmasına ze-
49
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
min hazırlamıştır.
Asya bozkırlarının iklimine uygun bir şekilde hayatlarını sürdürmek zorunda olan Türkler, güttükleri
hayvanları için yeni otlaklara göç etmek ve su kaynaklarına yakın yerlere gitmek zorunda kalmışlar ve
hayvanları uygun mevsimde bu yerlere sevk etmek
için hızlı ve dayanıklı araçlara ihtiyaç duymuşlardır.
Atın insanlığın hizmetine kazandırılması süreci bu ihtiyaçlardan hareketle başlatılmıştır.
Bu aşamadan sonra at Türk insanın ayrılmaz bir
parçası olmuştur. Sadece etinden, sütünden, derisinden faydalanılan bir hayvan olmanın dışında gerektiğinde sahibiyle konuşabilen, düşmanın kokusunu
alıp sahibini uyarabilen, kahramanın anası, babası,
kardeşi, yoldaşı olan, sahibini tenkit eden, ona hatırlatmalarda bulunan, kahramana yardım eden ve hatta
onunla ağlayan bir canlıya dönüşmüştür. Bazen atlar,
Dede Korkut Hikâyeleri’nde olduğu gibi, kahramanlarıyla birlikte zikredilmiş; bazen de Bey Böyrek ve
Şah İsmail hikâyelerinde olduğu gibi mucizevî bir
şekilde sahipleriyle birlikte dünyaya gelmişlerdir.
Dünyadaki bütün toplumlar içinde özel bir yere sahip
olan atın, Türk mitolojisinde kendine has özellikleri
olduğu görülür.
Türkler atların sudan, dağdan, gökten, rüzgârdan,
mağaradan zuhur eden kutsal aygırlardan türediğine inanmışlardır. Buradan hareketle günümüz Türk
edebiyatında atlara ilişkin efsaneler, gök, rüzgâr,
mağara-toprak ve su menşeli atların bulunduğu efsaneler olmak üzere dört başlık altında toplanmaktadır.
Bu türden bir ayırım, ilkçağlardan beri evrenin özünü
oluşturduğuna inanılan dört unsur (anasır-ı erbaa) görüşünü akla getirmektedir.
Eski Türkler tarafından atın gök ve su bağlantılı
olduğu, daha fazla kabul görmüş bir anlayıştır. Bu
inanışın izlerini destan, masal ve hikâyelerde görmek
mümkündür. Mesela Akhan ve Atın Taycı adlı Altay
masalında, kahramana atı ve elbisesi tanrı tarafından
gönderilmiştir. Yakut destanında kahramanların atları, at sürüsü ilahesi tarafından güneş memleketinden
gönderilir. Bir Teleut efsanesine göre ise, tanrı atına
binerek yeryüzüne iner. Manas’ın Kula Tay’ının görünmez kanatları ve olağan üstü güçleri vardır. Yine
Başkurtlar, “tulgar” adını verdikleri kanatlı atın, kendilerine yukarı âlemden haber getirdiklerine inanırlar.
Atın yukarı âlemle aşağı âlem arasında birleştirici
işlevi olduğu Anadolu Türkmen geleneklerinde de
görülür. Mesela Baba İlyas, Amasya Savaşı’nda öl-
memiş, atına binerek gökyüzüne çıkmıştır.
Atın kanatlı olması ve uçabilmesi, su menşeli atların bir özelliğidir. Abdal söylencelerine göre, Kaf
Dağı’nın ardındaki süt gölünde yakalanamayan atlar
yaşarmış. Hızır, ölüme çare ararken bunları görmüş
ve yakalayamamış. Bir gün göle şarap dökerek atları sarhoş etmiş. Atlardan bir çiftini alarak kanatlarını koparmış ve bunları çiftleştirmiş. İlk at böylece
zuhur etmiş. Yine Avşar söylencelerine göre Âdem
Ata, Allah tarafından ata bindirilerek cennetten çıkarılmış. At o zamanlar kanatlıymış. Âdem Ata, at tekrar cennete dönmesin diye onun kanatlarını yolmuş.
Kanatları yolunan atın kanat gücü ayaklarına geçmiş.
Atın Burak soyu ise hala cennette yaşamaktaymış. Bu
inanış kimi baytarnamelerde işlenmiştir. Mesela, Hz.
Peygamber’e sorulan Cennette at var mıdır? sorusuna; Cennete girdiğinde yakuttan iki kanatlı bir at sana
yanaştırılacak ve cennet içinde istediğin yere uçacaksın cevabı verilmiştir. İlginç rivayetlerden biri de atlara fecr vaktinde duaya izin verildiğinin söylenmesidir.
Bu rivayete göre atların duası Yarabbi beni insanlardan her kime ihsan edersen, onun ehl-i malının ziyade
sevgilisi kıl şeklindedir.
Gök ve su menşeli at efsaneleri Türklerin en
meşhur atı olan Argamak’ın hayat hikâyesine köken
oluşturmaktadır. Asya bozkırlarında, Fergana’da “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atların
(argamak)[1]” yaşadığı söylentisi yaygındı. Divan-ı
Lügati’t-Türk’te tanımlanan, yaban aygırıyla evcil
kısrağın çiftleşmesinden doğan ve “arkun” denilen
atlar muhtemelen argamaklar olmalıdır. Atın Türkler
tarafından hafif teçhizatlı süvari birliklerinde kullanılması, dünya savaş tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu
sayede kolay hareket edebilen, uzun mesafeleri kısa
zamanda kat edebilen, manevra yeteneği fazla ve oldukça etkili atlı birlikler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle
Çinliler, Türklerin hâkimiyet sırrının, onların atlarından kaynaklandığına inanıyorlardı. Diğer yandan denizden veya dağdan çıkan ilahi aygırlardan türeyen,
hızda rakipsiz atların, Allah tarafından Türklere bahşedilmesi, Türklerin diğer milletlere üstün oldukları
inancını beraberinde getirmişti. Türk usulünü örnek
alarak ordularını ıslaha girişen Çinliler, Hun atlarının
en iyi yetiştirildiği bölge olan Fergana’dan yetişip
1. Bu atların omuzlarında, parafiliaria multipapilosa’nın
neden olduğu bir cilt hastalığı nedeniyle, hafif kanamalar
olup, terlerine hafif bir kızarıklık vermesinden dolayı, atlar
kan terleyen adıyla meşhur olmuşlardır.
50
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
hanedanın geleceğini tehlikeye
sokmuştu”.
“kan terleyen atlar” ya da
“Gök Tanrı atı” diye adlandırdıkları bu atları temin
etmek için büyük gayretler
göstermişlerdir. Zira o dönem itibariyle Asya’nın en
cins ve en uzun koşan atlarını Hunlar yetiştiriyorlardı.
Argamak
İmparator Wu-ti (M.Ö.
140–87) döneminde Çin, batıya doğru yönelmiş, büyük
kaynaklar aktararak zaferler
kazanan bir ordu kurmuştu.
Ancak Hun Devleti’ni bir
türlü bastıramamış ve yok
edememişti. Kurulan süvari
birlikleri Hun atlılarıyla boy ölçüşemiyordu. Çinliler
buradaki başarısızlığı süvarilerinin kullandıkları atların kalitesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu sırada İmparator Wu-ti’ye Fergana’daki “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atlardan (argamak)”
söz edildi. Bunun üzerine İmparator Wu-ti kan
terleyen atları elde etmek için hareket geçti. Kan
terleyen atlara ilişkin Argamak hikâyesinin devamı
ise şu şekildedir:
“Fergana’daki yüksek dağlarda asla yakalanamayan atlar yaşardı. Bu atlar, seçilerek dağ eteklerine salınan benekli kısraklarla çiftleşirler ve bu
kısraklardan kan terleyen taylar doğardı. Wu-ti
bu hikayeyi duyunca ne pahasına olursa olsun
argamakların ele geçirilmesini istedi. Fergana
üzerine iki sefer düzenleyen Wu-ti, ilkinde hiçbir şey elde edemedi. Fakat ikinci sefer oldukça
etkili oldu ve yapılan savaşta Fergana ileri gelenleri ya esir edildi ya da öldürüldü. Geride kalanlar
kaleye çekilerek, müzakerelere başlandı. Ferganalılar, Çinlilerin geri çekilmesine karşılık olarak
argamakları vereceklerini; aksi halde onları öldüreceklerini söylediler. İçinde bulunulan durumu
değerlendiren Çinliler, şartları kabul ederek bir
miktar argamakla 300 adet kısrak alarak geri döndüler. Ancak Fergana seferleri Çin’e çok pahalıya
mal oldu. Savaş için yönetimin yaptığı hesapsız harcamalara karşı, savaş sonunda elde edilen başarı son
derece mütevazı gibi görünüyordu. Bu durum Çin’de
Hikâyeden de anlaşılacağı
üzere Türk atı çok değerliydi
ve onu elde etmek her şey demekti. Ama bu tutku sadece
Çinlilere has bir şey değildi.
Bu atların hızına ve güzelliğine
Büyük İskender de hayran kalmıştı. Abbasi Devleti’nin ordularında Türk nüfuzunun görüldüğü yıllarda, Türkler, göl
aygırının neslinden türediğine
inandıkları bu atları halifeler için yetiştiriyorlardı. Orta
Asya’dan Anadolu’ya gelen
Türklerin yetiştirdiği atların
Türkistan neslinden olduğu ifade edilmektedir. Bu
dönemde, en değerli atların Kastamonu-Sinop bölgesinde yetiştirilen atlar olduğu söylenmektedir.
Yine aynı dönemde Doğu Anadolu ve Urmiye civarındaki Türkmenlerin yetiştirdikleri atlara da itibar
edilmiştir. Karakoyunluların yetiştirdikleri güzel
argamaklar, XV. yüzyılda Timurlular vasıtasıyla
Çin’de tekrar gündeme gelmiş ve Çin imparatoru
tarafından talep edilmiştir.
Türk toplumunun belleğinde ayrı bir yeri olan
at, efsane, destan, masal ve halk hikâyelerinde ayrı
ayrı rollere bürünmüştür. Sadece etinden, sütünden,
derisinden faydalanılan bir hayvan olmanın dışında,
gerektiğinde sahibiyle konuşabilen, onun kardeşi,
yoldaşı olan, kahramana yardım eden bir canlıya dönüşmüştür. En eski çağlardan beri Türklerin siyasal,
dinsel ve toplumsal yaşamında at önemli bir yere
sahiptir. Folklorik ve dinsel değerinin yanı sıra,
binit ve savaş aracı olarak kullanılması, atı sosyal
ve siyasal hayatın vazgeçilmez bir parçası haline
getirmiştir. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı süvari birliklerinde kullanılması, kolay hareket
edebilen ve oldukça etkili atlı birlikler ortaya çıkarmış ve bu birçok topluma örnek teşkil etmiştir. Siyasi
olaylara neden olabilecek kadar değerli olan Türk atı,
her devirde istenilen ve aranılan bir varlık olmuştur.
Türklerin değişik sebeplerle, eski dünyaya yayılmaları, beraberlerinde oldukları atlarının geniş bir alanda
tanınmasını sağlamış ve Türk atı, insanlık tarihindeki
en önemli at ırklarından biri haline gelmiştir.■
51
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
İHSAN YAŞA
Ş
üphesiz türküler yalnızca gönül tellerimizi
titreterek ruhumuzu dinlendiren birer sanat
eseri değildir. Onlar aynı zamanda ortaya çıktığı
dönemlerin acı, hüzün veya sevinçlerini, darlık
veya ferahlık gibi ekonomik gelgitlerini, toplumsal
huzursuzluk veya gerginlik gibi sosyal dalgalanmalarını da aksettiren sözlü verimleridir.
Büyük oğlan esker, öteki çırak
Han için param yok, oteli bırak
Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli uzak
Bir değil, beş değil yara dohdur beg
Türkülerin analizini
yapanlar, aynı
zamanda halk
kültürünün de
analizini yapmış
oluyorlar. Dolayısıyla
kültürümüzün çeşitli
konulardaki tespit
ve telkinlerini gün
ışığına çıkarmış,
böylece milletimizin
yaratıcı ve üretken
bir zekâya, geniş bir
zihin yelpazesine
sahip bulunduğunu
kanıtlamış oluyorlar.
Keza türküler, halkımızın sağlık, gençlik ve
aşk ile ilgili düşüncelerini de yansıtır; bazı bedenî
ve ruhî hastalıkların sebepleri ve çareleri ile ilgili
olarak da bir şeyler söyler. Kısacası Türkülerimizde milletimizin çeşitli konulardaki temel görüşleri,
hayata bakışı, dünya ve ahret anlayışı, insanlar arası ilişkileri vardır. Farzımuhal gurbet hasretliğinin
kimi insanı hasta edebileceğini, bunun çaresinin
ise sılaya gitmek olduğunu birçok türküde görmek
mümkündür. Şu mısralar gurbette hasta olup hekime giden vatandaşın hâlini gösteriyor:
52
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Valla doktor bana dedi
Dön artık çaren yoktur
(Çukurova türküsü)
de unutulmamış:
Bilhassa yâre kavuşamamak yüzünden pek çok
insanın hasta olduğunu anlatan türküler çoktur.
Mesela aşağıdaki Şanlıurfa türküsünde vuslatın
gerçekleşmemesinin sebep olduğu rahatsızlık belirtiliyor ve buna ciğer hastalığı deniliyor. Burada ve
daha pek çok başka türküde geçen ciğer tabiri bildiğimiz karaciğer veya akciğer değil, gönül yorgunluğundan kaynaklanan genel bir düşünlük veya çökkünlük (depresyon) hâlidir. Türkülerde sık geçen
ve ‘gönül yarası’ olarak da ifade edilen, yâr’dan
başka dermanının bulunmadığı iddia edilen durum
da budur. (Hemen hatırlatalım ki günümüzde artık
bu tip rahatsızlıkların da çaresi vardır.)
Kara giydim yastayım ben
Yâr yüzünden hastayım ben
Derman kâr eylemez bana
Ciğerimden hastayım ben
Türkülerde hekimlerin yapması ve yapmaması gereken davranışları veya halkın tabiplerden ne
beklediğinin ipuçlarını bulmak da mümkündür.
Mesela hastalar herkesin yanında, kalabalık bir
ortamda doktora bütün şikâyetlerini söylemezler.
Çünkü bunun bir sır olduğunu düşünüp hekimin de
bu sırra riayet etmesini ve hasta ile yalnız olarak
konuşmasını beklerler. Hastane polikliniğinde başı
çok kalabalık olan hekime şikâyetini söyleyemeyen vatandaş yaşadığı hayal kırıklığını ve hekime
serzenişini –onu incitmeden- bakın ne de güzel dile
getiriyor:
Diyeceğim çok ama
Pek kalabalık yerdesin
(Kırşehir türküsü)
Vatandaşın hekimden bir başka beklentisi de
onun bacı kardeş gibi olmasıdır:
Üreklerin tacı olan
Bize kardaş bacı olan
Dermanları acı olan
Ağ halatlı doktorlar
Benim güzel hemşirem
İğne düşmez elinden
Hastalarını çok sever
Bal akıyor dilinden
Bu arada hemşireye gönlünü kaptıran hastalar
da oluyor. İnsanlık var olduğundan beri hep yaşanmış ve yaşanacak olan zaafları da türkülerinde
dillendiriyor halkımız. Bazen aşk bazen de nefis ile
karşımıza çıkan bu ezeli duygu da elbette türkülerde yer alacaktı:
Giymiş beyaz önlüğü
Başına takmış tacı
Senin gibi güzele
Diyemiyorum bacı
Bilindiği gibi sağlık denilince akla sadece ‘beden sağlığı’ ya da ‘ruh sağlığı’ gelmez, bunlarla
birlikte ‘fikren sağlıklı olmak’ hâli de gelir. ‘Sağlıklı düşünebilmek’ kabiliyeti veya keyfiyeti biraz
sübjektif bir hüküm olmakla beraber farzımuhal
“Pire için yorgan yakan” veya “nefsanî arzuları
için bütün varını yoğunu tüketen” bir kişinin sağlıklı bir düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek
de mümkün değildir. Hakeza ertesi gün okulda
imtihanı olduğu hâlde akşama kadar sokakta oyun
oynayıp hiç ders çalışmayan bir öğrenciyi -yanaklarından kan damlasa da- tam olarak sağlıklı kabul
etmek doğru değildir. Aynı şekilde gece gündüz
yârini düşünerek Mecnun’a dönmüş, böylece zihin ve ruh sağlığını kaybetmiş bir kişiye de normal
denilemez. Yani vücudunda herhangi bir hastalık
belirtisi olmayan, bedenen sağlam gibi duran nice
insan vardır ki aslında ruhen ve fikren maluldür.
Türkülerimizde (ve onun gibi anonim atasözlerimizde) bunlara ait değerlendirmeler de var.
Mesela ‘Duvarı nem, yiğidi gam bitirir’ deyişi
bunu gösteriyor. Aslında halkımız uzun süren derin
üzüntü ve düşüncenin ne kadar zararlı olduğunu bilir; lakin gene de sosyal tarihimizde bu tip vakalar
az değildir. Üzüntü ve karasevdadan dolayı hasta
olanlar, maalesef türkülerimizin çoğunun konusunu teşkil etmiştir:
Türkülerde hastayı anlayan müşfik hemşireler
53
Sevda çekenlerden gülen olmamış
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Doktorlarda bulamadım
Zalim yârda çaresi var
Ağlamış gözyaşın silen olmamış
Veya aşağıdaki türküde gördüğümüz gibi yârden
ayrılmaya ölüm yeğ tutulmuştur:
Karadır kaşların benzer kömüre
Yârdan ayrılması zarar ömre
Kollarımdan bağlasalar demire
Kırarım demiri koşarım yâre
İnsanımızın gönül yarasına çok çabuk kapılmış
olmasının sebeplerini anlamak ayrı bir konudur
ama bu hususta da birkaç şey söylemekte yarar var
sanırım. Bizce sebeplerin en önemlisi türkü, hikâye
ve masallardaki bu yöndeki telkinlerdir. Yani böylesi söz ve deyişler karasevdanın sebebini teşkil ettiği gibi sonucunu da etkilemiştir. Bir bakıma birbirini etkileyerek artıran karşılıklı tesirler söz konusudur. İnsanlar bu telkinleri yapan türkü, hikâye ve
masalları dinleye dinleye hassas, nazlı ve karamsar
bir kişilik ve zihniyet yapısını bürünmüş oluyorlar.
Tersi de varittir. Yani fazla duygusal ve hassas bir
şahsiyet yapısına sahip bulunanlar bu tip söz ve deyişleri yaratmaya daha yatkın oluyorlar.
Türkülerdeki psikolojik ve sosyal
tespitler
İnsan ne kadar iradeli ve erdemli olursa olsun
gene de nefsinin etkisi ile sonradan pişman olacağı yanlışlıklar yapabilir. Hem toplumumuzda hem
de insanlık tarihinde bu hakikatin sayısız örnekleri
vardır. İşte bu gerçeği de türkülerimizde görmek
mümkündür. Bir türkünün şu güftesi hem bu ezeli
gerçeği ifade ediyor hem de kişinin kendini tanıması gerektiğini hatırlatıyor:
Suda balık yan gider
Açma yaram kan gider
Açma güzel sineni
Cahilim aklım gider
Aslında insanımız bir taraftan yâri her şeyin dermanı olarak görürken diğer taraftan onun da zalim
bir tarafının bulunduğunu söylemekte ama gene de
ondan vazgeçmemektedir:
Bazı âşıklar ise hem sevdiğini yücelterek yere
göğe sığdıramaz hem de onun da el olduğu için tam
bir bağlılık içinde bulunmadığından yakınır. İnsanın kafasının zaman zaman karışık ve çelişkilerle
dolu olduğuna bir örnek teşkil etmesi bakımından
şu Kırıkkale türküsü çok manidardır:
Altın yüzük ulanmaz
Suya atsan bulanmaz
Elkızı değil mi ki
Kurban olsan inanmaz
Bu farklı iki türkü de gösteriyor ki âşıkların, uğruna her şeyini feda ettikleri güzel yârin de kusurları var. Bu kusur yalnızca ‘her beşerde kusur bulunur’ vecizesi ile açıklanacak bir durum değil, daha
karmaşık duyguların hâkim olduğu bir şaşkınlık ve
tutarsızlık hâlidir. İnsanların zaman zaman hata yapabilmesi başka bir şey, güvenmeme ve inanmama
hissiyatı daha başka bir şeydir. Hata yapan kişi kusurunu fark ederek düzeltir, izahını yapar, mesele
tatlıya bağlanır. Fakat inanmamak ve güvenmemek
daha yaralayıcı ve etkileyici bir olumsuzluktur. Bu
zaafın yârde bulunması az bir uyumsuzluk değil.
Buna rağmen âşıklar bunu da tam olarak değerlendiremezler. Sanıldığının aksine halkımız çok eşliliği tasvip
etmez. Birkaç karısı olan kişilere bazı bölgelerde
ender olarak rastlansa da çoğunluk bunu doğru bulmaz ve yadırgar. İşte bir Orta Anadolu türküsü:
Bir yiğide bir gelin yeter
İki alanın derdi artar
Hayat felsefesine ait önemli tespit ve tavsiyeler
de vardır türkülerde. Her şeyin zamanında yapılması gerektiğini telkin eden, yaşlanma olmadan
gençliğin değerinin bilinmesini öğütleyen şu Elâzığ
türküsüne kulak verelim:
İki dağın arası var
Bu gönlümün yarası var
54
Yüce dağ başını aştıktan sonra
Olmamış yaramı deştikten sonra
İster ölüm olsun ister ayrılık
Neden bu genç ömrüm geçtikten sonra
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Başkalarına özenip onları taklit etmenin insana,
dolayısıyla topluma zarar verdiğini telkin eden türkülere de rastlıyoruz. Ama gene de toplumumuzda,
bilhassa aydınlarımızda başkalarına benzeme meyli var. Hatta bu durum bazen o derece ileri gitmiş ki
yabancı kültürleri üstün tutma noktasına kadar varmıştır. ‘Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür’
misali, milletimizin yöneticileri ve zenginleri Orta
Asya’da iken Çinlilere benzemeye çalışıyorlardı,
günümüzde ise Avrupalıların yaşantısına özenti var.
İşte heveslenme ile ilgili bir Gaziantep türküsü:
Yağmur yağdı ben ıslandım
Geldim kapına yaslandım
Eller de yârim dedikçe
Ben ellere heveslendim
Hayatta hiçbir suçun cezasız kalmayacağını,
bu dünyada olmasa bile öbür dünyada herkesin
ettiğinin karşılığını bulacağını telkin ederek insanları dürüstlüğe ve fazilete teşvik eden türküler de
çoktur. Bu deyişler toplumsal dokumuzun sağlam
kalmasına yardım ettiği gibi dürüstlükten ayrılmayanlara moral ve destek vererek onların kendine
olan güvenini artırmakta, böylece insanların doğru
yolda yürüme kararlılığını diri tutmaktadır:
Ağlama sen garip anam bu işler olur
Beni vuran zalim Allah’tan bulur
Malum, hastanelerdeki hasta ziyaretlerinin gerekli olup olmadığı, hastaların bundan rahatsızlık
duyup duymadığı hususu zaman zaman tartışılmaktadır. Ancak türkülerden öğreniyoruz ki, hastalar dostlarının ziyaretinden memnun olmaktadır.
İşte bir Şebinkarahisar türküsü:
Geçen yıl bu zaman sapa sağlamdım
Serum şişesine bağlandım kaldım
Yatmadan dostlarım var idi sandım
Kimseler gelmiyor yanıma benim
Günümüzde gelişmiş tıbbın önerileri varken,
psikoloji ve sosyoloji gibi modern bilimlerin verileri ortada iken eski insanlarımızın bu mevzulardaki tespit ve tavsiyelerine değer vermeye ne gerek
var’ diye düşünenler olabilir. Bunun açıklamasını
yapmadan önce bir hususu belirtelim: Türkü ve
atasözlerindeki bazı bilgi ve tavsiyeleri günümüzdeki modern hekimliğin alternatifi ve zıddı olarak
görmemek lazım. Zaten dikkat edilirse bu bilgilerin
çoğu çağımızın verileriyle bir tezat teşkil etmiyor,
bilakis uyuşuyor. Dolayısıyla bunları birbirlerinin
karşıtı gibi değil, tamamlayıcısı olarak kabul etmek
daha doğru olur. Zira herkesçe malum olduğu üzere
herhangi birimiz -Allah korusun- amansız bir hastalığa yakalandığımızda bugünkü tıbbın tedavisinin
yanında manevi telkin ve dualardan da medet umuyoruz. Biri maneviyatımızı yükselterek hastalıklara
karşı direncimizi kuvvetlendirirken, diğeri bedendeki hastalığı yok ediyor. İkisi birbirini desteklemiş
ve tamamlamış oluyor.
Çağımızın sosyal bilimleri ve tıp teknolojisi
fevkalade gelişmiş, birçok hastalığa çare bulunmuş
ama mutluluk ve huzurun reçetesi maalesef henüz
tam olarak bulunamamıştır. Dolayısıyla çağımızın
insanı tedirgin ve mutsuzdur. İnsanlar, yaşadıkları
endişe ve sıkıntılardan kurtulmak için eski metotlara başvuruyorlarsa demek ki yeterince rahat ve
huzurlu değiller.(Allaha sığınıp ondan yardım dilemenin anlamı da budur.)
Türkülerimizde ve atasözlerimizde de bunlara
ait tavsiyeler var. Şu veciz ifade ne kadar etkileyicidir: ‘Ayağını sıcak tut, başını serin; düşünme derin derin.’ Bu deyiş hem bedenî hem de psikolojik
sağlığı korumayı amaçlayan önemli bir düsturdur.
Eskilerin kafası şimdikilerden daha rahat ve
huzurlu olduğuna göre demek ki onlar kendilerini
rahatlatmak ve mutlu olmak için daha tesirli yollar
bulmuşlardı. O yolları şimdi bizim de bilmemizde fayda var diye düşünüyorum. ‘Damdan düşenin hâlini en iyi gene damdan düşen anlar’ deyişi hikâye ve masallarda olduğu gibi türkülerde de
var:
Hastanın hâlinden ne bilir sağlar oy
Döşek melûl mahzun yastık kan ağlar oy Yâr’dan çok şey beklemek
Türkülerimizde en fazla konu edilen hususlardan
biri de yukarıda bir iki örneğini verdiğimiz ‘sevda’
hissiyatıdır. Türkülere bakılırsa kişi her sıkıntıyı yâr
ile aşar. Uykusuz geceleri hep yârden bilir. İştahsız,
yorgun ve işlerine karşı isteksiz olmasının sebebi
de yârdir. Hatta bedensel hastalıkların kaynağında
da yâr hasreti vardır. Yani yâr varsa her şey güzel,
55
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
o yoksa her şey kötüdür. Bu tespitler günümüzün
tıp anlayışına tam olarak uymasa da tespitlerde kısmen gerçeklik payı var. Çünkü her şeyin başında
moralin geldiğini tıp camiası da kabul ediyor. Hatta
amansız hastalıkların sebepleri arasında, büyük ve
uzun süren üzüntü ve streslerin bulunduğunu iddia
eden hekimler de var.
Ancak yâre kavuşmanın her şeye deva olması,
yokluğunun ise neredeyse her hastalığa davetiye
çıkarması gibi telkin ve düşünceler bizce doğru
değil. Çünkü bu görüş hem gerçeklerle tam olarak
bağdaşmıyor hem de terbiye sistemi bakımından,
çocukları ve gençleri tutarlı yetiştirme açısından
isabetli değil.
Yâre bu kadar çok şey yüklemenin ve ondan
çok şey beklemenin sebebi nedir acaba?
Evvela, türkülerde bu konuda bir abartı olduğunu söyleyelim. Çünkü toplumda yaygın olan bir durum değil bu. Vuku bulan böylesi tek tük hâdiseler
türkülere ve hikâyelere konu olup defalarca dinlenince karamsarlık ve bedbinlik meydana geliyor.
‘Bir insana kırk kere deli denirse o da kendisini deli
zanneder’ misali insanlar uzun süre bu tip sözlere maruz kaldığında olumsuz etkileniyor.
İkinci sebep türküleri ortaya çıkaran insanların kişilikleriyle alakalıdır. İnsanımız bir şeye bağlanırken
de bir şeyden uzaklaşırken de maalesef bazen aşırıya
gidiyor. Yani övgülerinde de, yergilerinde de ölçüyü
kaçırıyor. Bu mizaç yapısı böylesi karasevdayı ortaya
faktörlerden biridir.
Üçüncü olarak, insanlar eskiden birçok şeyi aileleri
ve yakınlarıyla paylaşmıyorlardı. Çekingenlik ve aile
içindeki yetersiz diyalog yüzünden şahsi duygular ve
düşünceler kâfi derecede konuşulmuyordu. Dolayısıyla gençler her şeyini paylaşan bir evdeşin hayalini
kuruyorlardı. Hatta gerçekte onda olmayan özellikleri
de varmış gibi düşünüyorlardı. Aşk böyle başlıyordu.
Âşıklara göre yâr, hem sırdaş hem eş hem de önemli bir güç kaynağı idi. O, kusursuz, her bakımdan
mükemmel bir insan, her derde deva bir varlık idi.
(Malum, âşıklar birbirlerinde kusur göremezler). O
varsa dünya var, yoksa dünya anlamsızdır.
Başka nedenler de sayılabilir ama netice itibariyle genel kültürümüzde ve özel olarak türkülerimizde rastladığımız yârle ilgili telakkiler bize göre
gerçekçi bir bakış değil. Yâr gerçekten önemli ve
insanı hayata bağlayan unsurlardan biridir elbette
ama her şey değildir. O duyguyu ne gereğinden
fazla büyütmek ne de önemsiz bir duyguymuş gibi
görmezlikten gelmek doğru olmaz. Bazı kimselerin
amiyane tabirle söyledikleri ‘dünya karşı cins üzerine kurulmuştur’ sözü isabetli ve doğru değildir.
Kişiler yârini kaybettiği zaman her şeyini yitirmiş
gibi bir duyguya kapılmamalı veya derin bir yeise
düşmemeli ya da vuslat olmadan da ayakları üzerinde durmasını becerebilmelidir. Bu şekildeki telkinlere daha fazla ihtiyaç var.
Tıp uzmanı Dr. Sait Eğilmez, ses sanatçısı ve araştırmacı Salih Turhan ve yazar Osman
Güzelgöz’ün birlikte hazırladıkları ‘Türkülerde
Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türküler” isimli kitabı
okurken bunları aklımdan geçirdim. Sağlık Bakanlığı yayınları arasında yeni çıkan bu önemli kitap
kanaatimce bir boşluğu doldurmuştur.
Göz hastalıkları doçenti S. Eğilmez’in, Âşık
Veysel’e atfen yazdığı ve halk müziği sanatçısı Salih Turhan’ın notaladığı şiir de çok manidar:
Sesin duydum Veysel, dengin aradım
Sözünün üstüne söz bulamadım
Görmenin ilmine ömrüm adadım
Veysel’ce gören bir göz bulamadım
Bu çerçevede ‘kansere sitem’ diyebileceğimiz
şiirin sahibi değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakileri
de hatırlayalım:
Sanma ki ben senden korkan biriyim
Ha bugün ha yarın, ölüm mukadder.
Bir kız torunum var; dünya güzeli
Ki şimdi burada ne söylesem az
Sabah akşam bir gül gibi elimde eli
Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz
Sonuç olarak, Türkülerin analizini yapanlar,
aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış
oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış,
böylece milletimizin yaratıcı ve üretken bir zekâya,
geniş bir zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış oluyorlar. Ayrıca Türk Kültürünün çok
köklü ve engin bir yapısının bulunduğunu da göstermiş oluyorlar. Politikacıların, bir kısım aydınların ve bazı sosyal bilimcilerin ‘halkın engin sağduyusu’ ya da ‘halkın şaşmaz feraseti’ dedikleri şey
bu olsa gerek.■
56
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
ÖMER KEMİKSİZ
R
amazana günler kala evimizde tatlı bir
telaş başlardı. Her taraf baştan aşağı temizlenir, bu esnada ayakaltında dolaşmamızı istemeyen büyüklerimiz, bizleri evin dışına göndermenin planlarını yaparlardı. Açılan yufkalar, biz
çocukların ulaşamayacakları yerde saklanırdı. Ne
olduğunu o zamanlar pek anlamasak da bu koşuşturmaca hoşumuza giderdi, eğlenirdik. Ramazan
geliyor derlerdi bize. Biz, çocuk aklımızla gelenin
bir misafir olduğunu düşünür, nasıl biri olduğunu merak eder dururduk. Oruç tutmanın anlamını bilmezdik. Tutmak deyince somut olarak elle
kavramayı gözümüzde canlandırdığımız bir dönemdeydik. Büyüklerden dinlediğimiz kadarıyla
oruca bir “mana” yüklemeye çalışıyorduk.
Çocukluğumuzun ramazanları hep kış günlerine rastlardı. Soğuk kış gecelerinde sahura kalkmak bize hep zor gelirdi. Akşam yatmadan önce
kahramanlık gösterip sabahleyin kesin uyanacağımızı ve ertesi gün oruç tutacağımızı söylesek de
o vakit geldiğinde yan çizmeye başlardık. Kar yağınca köyümüzün elektrikleri –özellikle gecelerisık sık kesilirdi. Gaz lambasının ışığı ve kokusu
altında kalktığımız sahurlarda uyku sersemliğiyle kardeşler arası çarpışmalar sıkça yaşanan kazalardandı. Her ne kadar soğuk suyla yüzümüzü
yıkasak da sofraya oturduğumuzda gözlerimizden
uykunun aktığı hemen belli olurdu. Sabah ezanını
duyar duymaz bütün lokmalar olduğu gibi sofraya
bırakılır, oruç başlardı. Ezana yakalanmadan su
içmek ve oruca niyet etmek için acele ediyorduk.
Ne vakit sahura kalksam,
bir iftar sofrasında
ezanı beklesem, teravih
namazı için evden
çıksam, bayram sabahı
kapımı çalan çocuklarla
göz göze gelsem,
bayram ziyaretlerinde
büyüklerimin elini
öpmek için davransam
aklıma hep o çocukluk
günlerimin ramazanları
gelir ve şimdilerde sıkça
duyduğumuz “Nerede
o eski ramazanlar?”
sözündeki özlenen
eski ramazanların o
ramazanlar olduğunu
düşünürüm.
57
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Bazı sabahlar uykumuz kaçmış ve elektrikler de bizi
terk etmemiş olursa sahur programlarını takip ediyorduk. O günlerde televizyonlarda yüzlerce kanal
ve sahur programı adı altında magazin türü etkinlik
yapanlar yoktu henüz. Ailenin bütün üyelerinin bir
arada aynı sofra etrafında buluştukları ramazan günleriydi o günler. Sonra sırası gelen ayrıldı o sofradan.
Evlenenler, okumaya gidenler derken büyüdükçe
koptuk sahur sofralarından.
Okula gittiğimiz hafta içi günlerinde oruç tutmamızı istemezdi anne babamız. Herhalde açlığa dayanamayacağımızı düşünürlerdi. Biz de hafta sonları
için onlardan söz alırdık. Ama bazen kendi sözümüzü bile tutamazdık. Kışın günler ne kadar kısa olsa
da belli bir saatten sonra midemiz hareket geçmeye
başlardı. O zaman devreye giren büyükler öğleye
kadar tutulan orucun da kabul olacağını söylerler,
bizi rahatlatırlardı. Hatta ara sıra “Yarın da öğleden akşama kadar tutar, ikisini tam gün yaparsınız.”
şeklinde de takılırlardı bize. Orucu bozup karnımızı
bir güzel doyurduktan sonra pişman olurduk. Keşke
biraz daha dayanıp akşama kadar sabredebilseydik
diye düşünürdük. İnsanın karnı aç olunca düşünemiyor işte böyle şeyleri. Her zaman böyle olmazdı tabi.
Yıllar ilerledikçe oruç tuttuğumuz gün sayısında da
artış olurdu elbet. Evde kardeşler, okulda arkadaşlar
arasında kaç gün oruç tuttuğumuzun yarışını yapardık. Bu rekabet hem bize oyun gibi gelirdi, hem de
ramazanları ve orucu daha çok sevmeye başlardık.
Oruçlu olduğumuz günlerde iftar sofralarına zafer
kazanmış bir edayla oturur, bu iftarı fazlasıyla hak
ettiğimizi düşünürdük. Ailemizden aldığımız övgü
dolu sözler de işin bir başka güzelliğiydi.
İftar sofralarının hazırlanması ne çok sevindirirdi
bizleri. İkindi vakitlerinde evdeki kadınlar arasında
yapılan iş bölümü sonrası yemek hazırlıkları başlardı. Tencerelerden taşan yemek kokuları akşama doğru dayanılmaz bir hâl alsa da o vakte kadar açlığa
dayanmış olan biz çocuklar, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi gösterirdik onlara. Dışarıda yağmur,
kar varken bahçeye çıkıp oyun oynayarak vakit geçiremeyeceğimize göre çaresiz dayanmak zorundaydık o kokulara. Çorbası, salatası, kadayıfı… Şu ezan
bir okunsun hepsinden fazla fazla yiyeceğiz derdik
de iş yemeye gelince bir anda kesilir, doyardık. Ramazanın bereketi derlerdi bu duruma.
Tek kanalda iftar programı başladığında ekranın
herhangi bir köşesinde hangi ilin iftar saati olduğu
yazardı. Şehirlerin adını okuduğumuzda oradakileri içten içe kıskanırdık. Şimdi iftar sofrasında doya
doya yemek yiyorlar diye hayal ederdik. Gözümüz
bir ekranda, bir duvardaki imsakiyede, bir de saatte;
kulağımız ise ezanda olurdu. İftar yaklaştıkça zaman
sanki durur, vakit geçmezdi. Köyde olduğumuz için
daha sonra şehirlerde duyacak olduğumuz top sesini de bilmezdik. Hele elektrikler de kesikse evde çıt
çıkmazdı. Televizyonda da iftar saatini takip edemeyeceğimize göre okunacak ezanı duyabilme gayesiyle susardık. İmamın “Allahu Ekber” nidası ne büyük bir mutluluk ve huzurdu bizim için! Hem günü
oruçlu geçirmiş hem de yer soframızdaki yemeklere
rahatça dokunabileceğimiz anı yakalamıştık. Önce
dualar edilir, ardından sular içilirdi. Sonra derin bir
sessizlik… Herkes karnını doyurmakla meşgul olurdu. Yemeğin akabinde imsakiyeden o günün üzerini
çizme görevi bana verilmişti. İlk günler bitmeyecekmiş gibi görünen ramazan günleri sona doğru sanki
çifter çifter azalırdı. Sayılı günler çabuk geçermiş.
Öyle derlerdi.
Teravih namazı hazırlığı mutluluğun zirveye
çıktığı anlardı. İbrikten alınan abdest, ellerimize
sürdüğümüz esans, giyilen temiz elbiseler teravih
hazırlıklarından yalnızca birkaçıydı. Yollar çamur
içinde olduğundan paçalarımızı çoraplarımızın içine
sokar, o şekilde giderdik camiye. Namaz esnasında
çocukların yeri hep en arkalardı. Ön saflar yaşlılara
ayrılmıştı. İnsanlar saflarda ilerledikçe yaşlanıyorlardı ya da yaşlandıkça saflarda ilerliyorlardı. Saflara veda edenlerin yerini başkası alıyordu. Namazın
uzun olmasından mı nedir camideki çocuklar bir
süre sonra sıkılmaya, kendi aralarında gülüşmeye
hatta son cemaat yerinde koşuşturmaya başlarlardı.
Bu yaramazlıkların büyüklerin tepkisine neden olduğunu hatırlamıyorum hiç. Ne onlara kızmak ne de
onlardan orayı terk etmelerini istemek… Hiçbirine
başvurmuyorlardı. Yaşlıların çocuklara olan sevgi ve
tahammülü o dönemde daha fazlaydı.
Ramazanda soframıza katılan misafirlerin içinde
en çok pideyi severdik. Babamın pazardan getirdiği
pidelerin evimize girdiği günlerin oruçları daha bir
güzel gelirdi bize. O gelene kadar sofrada saltanat
süren mısır ekmeği onun karşısında ikinci plana atılmış gibi olurdu. Evimize pidenin girmesi gerçekten
olağanüstü bir şeydi. Sanki farklı bir dünyadan gelmiş gözüyle bakardık ona.
Önce teravih namazları ayrılırdı bizden. Sonra
son sahur… Arife günleri bayram coşkusunun arttığı günlerdi. Yine temizlik başlardı evde. Tatlıların
kokusu buram buram yayılırdı etrafa. Arife hangi
güne denk gelirse gelsin o gün ilçede pazar kuru-
58
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
lurdu. Babam alışveriş yapmak için çarşıya inerdi.
Biz sabırsızlıkla onun getireceği şekerleri beklerdik.
Elbet ayakkabı, elbise de getirirdi fakat biz yine de
şekeri yeğlerdik. Bizim oralarda arife gününe “Ekmek günü” derlerdi. Niye öyle dendiğini bilmezdik,
merak da etmezdik. Bizim için o günün tek anlamı
bayramın habercisi olmasıydı. Elimize pirinç ve su
tutuşturan büyüklerimizin emriyle mezarlığın yolunu tutardık. Kuşlar istifade etsin diye suyu ve pirinci mezarların üzerine bırakır, öğrendiğimiz duaları
okur, gerisin geri eve dönerdik.
Teravih ve sahurun ardından bizi terk etme sırası
iftara gelirdi. Son iftarlar hep buruk geçerdi. Önümüzdeki seneye kimin çıkıp kimin çıkmayacağı bilinmediğinden bu iftarın belki de bu fani dünyadaki son iftar olma ihtimali düşündürürdü büyükleri.
Hepsinin dilinde daha nice ramazanlara ulaştırması
için yaratıcıya gönderilen dua olurdu. Biz susardık.
Ölüm düşüncesi çok uzaktı henüz bizlere. Tek düşüncemiz bir an önce sabahın olması ve bayramın
başlamasıydı. Sofradan kalkınca babamın pazardan
getirdiği torbalar ortaya dökülür, herkese bayram
hediyeleri takdim edilirdi. Bayram şekerleri gizli bir
yere konur, bizden sabaha kadar onlara dokunmamamız istenirdi. Ama annem, annelik içgüdüsünden
kaynaklanan bir şefkatle gizlice verirdi o şekerlerden
bize. Şimdi düşünüyorum da galiba bayramlarda en
çok lezzet aldığımız şekerler, gizlice yediğimiz o şekerlerdi.
Çocuklar bayram sabahlarının en erken uyanan
bireyleridir belki. Zaten çoğu geceleyin doğru dürüst uyuyamamış, sabahı iple çekmiştir. Sahuru olmayan bir sabaha uyanmak biraz garip gelirdi bize.
Bayram namazlarını mezarlık içindeki eski camide
kıldığımızdan yola erken çıkmak icap ederdi. Ayrıca
bayram için köye gelenlerin fazla olması sebebiyle
camide yer bulmak da başka bir sıkıntıydı fakat kalabalık bir ortamda bayram namazını eda etmenin de
tarifi imkânsız bir iç huzuru vardı.
Namaz sonrası cami avlusunda gerçekleştirilen
bayramlaşma, ardından mezarların ziyaret edilmesi,
arabayla veya yaya olarak evlerine dönen insanların yollardaki görüntüsü, eve girişlerde önümüzde
hazır bulduğumuz kahvaltı sofraları, el öpmek ve
şeker toplamak için kapıyı çalan çocukluk arkadaşlarımızın sesi… Hepsi bayramın güzelliklerini tamamlayan unsurlardı. Ramazanları kış günlerinde
yaşayan çocuklara sanki Allah’ın bir lütfüydü bayram günlerinde havanın güneşli oluşu. Kahvaltıdan
sonra evdekiler arasında gerçekleştirilen mini bay-
ramlaşmadan sonra dışarı çıkma sırası bize gelirdi.
Arkadaşlarla toplaşır, köyün en ucundan başlardık
bayramlaşmaya. Hiçbir evi atlamadan dört dönerdik köy içinde. Ziyaret ettiğimiz evlerde önümüze
uzatılan şeker tabaklarından biraz da utanarak şekerlerimizi alır, atardık torbalara. Torbamızdaki şeker
sayısı arttıkça artardı mutluluğumuz. Çikolatalar o
dönem için oldukça “lüks”tü. Bunun için yalnızca
birkaç evden alabildiğimiz çikolataları cebimize
bırakır, onları torbadaki şekerlerin arasına karıştırmazdık. Bayramlaşma bitip de eve döndüğümüzde
de önce şekerlerden başlardık yemeye. Çikolataları
en sona saklar, yemeye kıyamazdık onları.
Şimdi büyüdük…
Ne ramazanlarımız ne bayramlarımız eski güzelliğini taşıyor. Dört gözle beklenen günler değil artık
o günler. Bir ramazana daha afiyetle eriştiğine şükretmek bir yana yaz sıcağında ramazanı yaşamaktan
şikâyet eder olmuş bazıları.
Sahur ve iftar sofralarımızın etrafı çekirdek ailelerle çevrelendi. Sofralarımız çekirdek misali küçüldü. Özlemle evimize girmesini beklediğimiz pide
ve hurma ramazan haricinde de evlerimizde bulunabiliyor ama hiçbiri eski tadı vermiyor. Bir zamanlar
büyüklerimizden beklediğimiz bayram hediyelerini
şimdi bizim çocuklarımız bizden bekliyorlar. Teravih namazlarında son saflardan ortalara doğru ilerledik. Arife ve bayram günleri ziyaret ettiğimiz kabristanlıklardaki mezarların sayısı arttı. Nice sevdiğimiz
ramazanlara veda edip göç etti bâki âleme. Bayram
sabahları ellerinde torbalarla kapımızı çalan küçükler tıpkı bizim gibi mahcubiyetten dolayı kızaran
bir yüzle elimizi öpmek için davranıyorlar ve kendilerine verilecek bir şeker bekliyorlar. Bayramlar
tatil amaçlı eğlencelere döndü. Yaşlılar, çocuklarını
gözleri yollarda boş yere bekliyorlar. Bavulunu arabasına atan soluğu tatil köylerinde, otellerde alıyor.
Bizim, bayramlarda giymek için can attığımız ayakkabı ve elbiselere şimdiler modası geçmiş gözüyle
bakıyorlar. Bayram kutlamaları adı altında ekranlardan türlü rezaletten fışkırıyor.
Ne vakit sahura kalksam, bir iftar sofrasında ezanı beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem,
bayram ziyaretlerinde büyüklerimin elini öpmek
için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin
ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz
“Nerede o eski ramazanlar?” sözündeki özlenen eski
ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. ■
59
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Leylâk kokulu bahçemiz
İBRAHİM ÇAPAN
“ Ağlama
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.”
İsmet Özel
Ç
ocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr.
Götürdü birlikte hatıralarımın çağ sürgünü
ayak izlerini de.
Çocukluğumun geçtiği, Ruslardan kalma, toprak
damlı bahçe içerisinde yedi hanelik bir evdi. Bahçenin
girişi, taş kemerli Kars’ta nadiren bulunan mimarî bir
özelliğe sahipti. Tahtadandı, evimizin kapısı ve pencere çerçeveleri. Başlardı damlamaya evimizin damı;
karlar erimeye başladığında. Davetsiz misafirimizdi
Nisan yağmurları. Annem, evin damlayan her bir köşesine bez yaydığı plastik leğenler ve kovalar koyar;
yetmediğinde nenemin (babaannem) değer biçemediği bakır taslarını çağırırdı imdada. Vardı huzur “hayat
bahçesi” dediğimiz yedi farklı renk mozaiği taşıyan
bahçemizde. Akraba ilişkisi tazeliğindeydi, komşuluk
bağlarımız.
Malakan idi ev sahibimiz. Etmedik hiçbir zaman
merak Rusça ismini. Vermemiştik izin meraka. Aslan
ve Şükrü isimli oğulları vardı. Hatta annem, Şükrü
abinin askerliğini Asteğmen olarak yaptığını anlatırdı,
uzun kış günlerinde masal yerine.
Lâle Teyze; uzun boylu, deniz mavisi gözleri ve
buğday sarısı kıvırcık saçlarıyla barbi bebek güzelliğindeydi. Kırmızıya gönlünü kaptırmış gibiydi Lâle
Teyze. Eksik olmazdı dudaklarından kırmızı ruju, tırnaklarından da kırmızı ojesi. Vardı incecik parmakları.
Bakımlıydı uzunca tırnakları. Benzemiyordu hiç annemin, nenemin, diğer komşu kadınların tırnaklarına.
Benziyordu burnu “ Tatlı Cadı” televizyon dizisindeki
Sementa’nın burnuna. Merak etmişimdir hep, oynattığında burnunu neler yapabileceğini. Güzelliğine güzellik katardı yuvarlık altın sarısı gözlüğü. Mümkün
değildi unutmak beyaz çoraplarını ve kot pantolonlarını. Hatasız konuşurdu Türkçeyi. Tek tek dökülürdü
ağzından Türkçe kelimeler. Benzemezdi konuşması
bizim konuşmalarımıza. Hele anneme “ Meloş ” demesi giderdi çok hoşuma. Azdı anneme ismiyle hitap
edenlerin sayısı. Ya “ yenge ”, ya “ gelin ” ya da “ g(k)
ız ”dı adı annemin. Duymamıştım babamdan da adını
annemin. Benim için de “anne” idi. Güzelleşirdi Lâle
Teyzenin, o güzel Türkçesiyle annemin adı.
Lâle Teyze, kışın yaşardı İstanbul’da. Nevruz bayramını kutlamak için gelir, kar yağıncaya kadar çıkarırdı Kars’ın tadını. Bahar tazeliğiyle gelirdi “hayat
bahçemize” Lâle Teyze. Yan yanaydı evlerimiz. Kapı
bir komşuyduk. Gelişine, sadece biz değil; sevinirdi
kendi elleriyle diktiği leylâk ağaçları da. Belirtirlerdi sevinçlerini dallarında göstererek tomurcuklarını.
Leylâk ağaçlarının annesi Lâle Teyze, sulardı ağaçlarını bûselik makamıyla. Özellikle sabahları, farklı bir
kokuyla karşılardı güneşi, musikişinas ağaçlar.
Sadeydi evi Lâle Teyzenin. Evin tek süsü, Hz.
Îsa’nın çarmıha gerilişini kompoze eden altın kaplama ikonaydı. Sayısız plâk… Soba borusuna benzeyen;
ama soba borusu olmayan, sonraları öğrendim ismini,
gramofon… Öğrenebilmiştim, iki şarkının tamamını
60
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
bu gramofonda çalan plâklardan. Taş plâktan çıkan
ses ederdim vokalistlik bile zaman zaman. Değildi o
zamanlar da sesim güzel. Dinledik akşam ezanından
sonra defalarca hayran olduğum Müzeyyen Senar
ve Kamuran Akkor’u. Verirdi önceliği Müzeyyen
Senar’a. Çevirdikten sonra gramofonun kolunu sese
gelirdi taş plâk:
“ Benzemez kimse sana
Tavrına hayran olayım
Bakışından süzülen
İşvene hayran olayım.”
Devreye girerdi sırasını sabırsızlıkla bekleyen Kamuran Akkor:
“Talihin elinde oyuncak oldum.
Kader böyle imiş buymuş alın yazım
Zalim elinden sarardım soldum
Şimdi gönlü kırık yaralı kuşum.”
Kendini arıyordu şarkılarda Lâle Teyze sanki. Gramofondan yayılan bu sesle birleşince leylâk kokusu;
ayaklarını yerden kesiyor insanın; “ gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara ” yolculuğa davetiye çıkartıyordu.
Tercih ederdi erken kalkmayı sabahları Lâle Teyze.
Ederdi sohbet, sevgi dolu sözleriyle leylâk ağaçlarıyla.
Dinlerlerdi manevî annelerini, sakin sakin ve sessizce leylâk ağaçları. Ağzından çıkan her bir kelimeyi
anlarcasına kulak kesilirlerdi leylâk ağaçları, Leyla
Teyze’ye. Denedim birkaç kez ben de; ama ciddiye
almadılar beni, mis kokulu leylâklar.
Yerleştirmişti, duvarın dibine pirinç semaverini.
Bakır leğeni ve bakır maşası altındaydı pirinç semaverin. Vardı horozlu kurnası pirinç semaverin.
Kaynardı, Lâle Teyzenin çam kokulu külfet masasının yanı başında mütevazı dost sohbetleri pirinç
semaverde. Yankılanır hâlâ “ Meloş! Gel Müslüman
işi sabah çayı iç ” deyişi iç kulağımda.
Yalnızdı Lâle Teyze. Uğraşırdı örtmeye gecenin
astarsız laciverti ile yalnızlığını. Dökülürdü, ele avuca sığmayan; yalnızlık, ıstırap, korku ve sıkıntı deniz
mavisi gözlerinden. Saklardı, koynunda ve udunda
hüzünlerini Lâle Teyze. Talipti paylaşılmayacak yalnızlığa gecenin perisi. Çalışırdı, aydınlatmaya, gecenin karanlığında yüreğini. Kaldırırdı kadeh, yıldızların
en karasının şerefine, Lâle Teyze. İçerdi kırmızı şarap.
Gazabından korkmazdı şarabın. Dönüşürdü leylâk
rengine kırmızı şarabı, tükenince parası Lâle Teyzenin. Terk etmemişti, göz bebeklerini korkunun rengi
Lâle Teyzeyi.
Vardır, bir ağıdı her yalnızlığın, duymamıştı ne
başkaları ne de ben yalnızlık ağıdı Lâle Teyzeden. Ağlatıyordu, sessiz sessiz onun ağıtları kendi yüreğini.
Giyindirirdi naftalin kokulu gömlekler, New York
ve Köln’de yaşayan; oğullarının, gelinlerinin, torunlarının ilgisizlikleri karşısında ezikliğine. Etmezdi sitem
kimseye. O, çakır keyf olunca, baş kaldırırdı gecenin
ihtiraslarına ve yalnızlığına; uduna ( o müzik aletine
şişman saz derdim ben); oğullarına, gelinlerine, torunlarına sarılır gibi sarılır; geceye, yalnızlığına, hüzünlerine, leylâk ağaçlarına ve komşularına Müzeyyen
Senar ve Kamuran Akkor’u aratmayacak sesiyle, başlardı iki parçalık konserine Lâle Teyze.
Suzînak bir şarkıydı yalnızlığı Lâle Teyzenin.
Tiryakisiydi bütün içeceklerin. İçerdi, kare beyaz
kutulu, üzerine kırmızı puntolarla “Bahar ” yazılı
sigaradan günde üç paket. Sararmıştı sol elinin parmakları sigarayla buluşmaktan. Yakışmıyor değildi
parmaklarına nikotin sarısı Lâle Teyze’nin.
Ramazan ayına denk geldiği dönemlerde “ hayat
bahçemizin” bahçıvanı; çay, kahve ve sigaranın dışındaki içeceklerine koyardı ipotek. Pişirmezdi öğlen
yemeği, bayram sabahına kadar. Etmezdi kabul, tek
ziyaretçisi olan Peder Vovo’yu bile.
İlkokul beşinci sınıftaydım. Geçirdik; sönük, hüzünlü, neşesiz Nevruz Bayramı’nı Lâle Teyze’siz.
Onsuz geçirdiğimiz ikinci Nevruz’dan sonra kurudu leylâk ağaçları. Yoktu artık bahçemizde leylâk
kokusu. Takıldı peşine, suları yangınlarla ısıtmaya
giden Lâle Teyze’ye, leylâk kokusu.
Çok sesli bir orkestra yalnızlığı idi Lâle Teyze.
Seviyorum seni çocuk kalbimin sıcaklığıyla;
eserken kendi ruhunda fırtınalar, kendi içine gömdüğü yalnızlığında bana hayâl kurmayı öğreten Lâle
Teyze.
Geleceğim sana, kendi ellerinle yetiştirdiğin
leylâkların torunlarıyla kabrinin yerini öğrendiğim
zaman.
Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü birlikte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de.
Yalnızım şimdi ben de. “Gündüzler geceler boyu.”■
61
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
BÜKREŞ’TE EYLÜL
Yine ünlem yüzlü insanlarda
Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.
Sancılı bir doğumdu belli
1990 Romanya’sının ilkbaharında.
Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken,
Yeniden bir devirim yaşanıyordu bu topraklarda.
Ve bir toplantı erteleniyordu;
Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da.
Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e üç kafadar
İnsanlar gördük bir yanları mahşer, gözlerinde yaş ve telaş
Oymalar yapılmıştı mermi izlerinden binalara
Ve süsler kardeşkanından bir çağı dört duvar
İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.
Adanmış mum islerinden bir bulut
Göbeği karaborsada bir dolar yirmi lei olan
Her zamanki yerinde yine cüzdan
“Work, work, work no money” diyor taksici,
Eski ve yeni zamanlardan bahseden bir eskici
“İnsanoğlunun sahip olma duygusu”
Engel tanımadan yine, her şeyi devrediyordu
SÜLEYMAN TAŞDAĞ
62
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Siyasetin, memleketi ‘medeniyetin bekleme odası’ndan çıkarıp AB’nin
saadet halkasına dâhil etmek, batıdan dalga dalga gelen ekonomik krizin teğet
geçmesi için gerekirse coğrafyamızın enlem ve boylam ayarlarıyla oynamak,
gençlerimizi onların ruh ve beden sağlığını bozan her tür SSS sınavlarından
kurtararak aş ve iş sahibi eylemek adına yapılan bir hizmet yarış ve nöbeti,
içinde hiçbir hile ve desisenin barınamadığı bir temsil mücadelesi olduğunu
biliyor, her seçimde sandık başına gitmeyi asla ve kat’a ihmal etmiyorsanız bu
yazıyı ivedilikle okumalısınız.
ŞİNASİ GÜLAÇTI
Ş
Milletin
mukadderatını
etkileyecek
olan bu tarihî 12
Eylül gününde(!)
memleketimin
insanları sandık
kuyruğunda
vicdanları tirtir
titreken ben ne
süt içeceğim ne
de kahve.
inasi Gülaçtı’yı hep dil, edebiyat, sanat ve kültür üzerine yazıp çizen bir kelam meraklısı sanmayın. Gülaçtı, aynı zamanda partilerüstü bir siyaset meraklısıdır da.
Amma şimdiye kadar hangi partiye oy verdiğini hiç kimseye
söylememiştir. Keşke “açık oy, gizli tasnif” sistemi yeniden
devreye girse de memleketin bu münevver(!) evladının hangi
zamanlarda, hangi partiye oy verdiğini bir görsek diye aklınızdan geçirmeyin sakın.
“Evet” mi “hayır” mı tartışmasının memleket sathına yayıldığı şu günlerde onun kalemine elbette ihtiyaç vardır, hem
de acilen. Çünkü memleketin en önemli meseleleri, evet ya da
hayır’ın sayım dökümü neticesinde yarı yarıya çözülmüş olacak. İster evet’te hayır vardır ister hayır’da hayır vardır yanlısı
olun, ama mutlaka oyunuzu kullanın, renginizi belli edin…
Şimdi size Alfred Adler’in “Psikolojik Aktivite” adlı eserinden bir bölüm aktaralım.
Örneğin anne, arsız çocuğuyla arasını düzeltmek ister ve
ona ,”Sen seviyorsun diye portakal aldım.” der. Çocuk hemen
bağırır:”Ben portakalı canım istediği zaman isterim, sen getirdiğin zaman değil.” Aynı anne bir keresinde, “İstersen süt,
istersen kahve iç.” dediğinde, çocuk şöyle cevap vermiştir:
63
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
“Sen süt iç dersen, kahve içerim; sen kahve iç dersen, süt içerim.”
Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu
tarihî 12 Eylül gününde(!) memleketimin insanları
sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne
süt içeceğim ne de kahve. Televizyonun başına oturup keyifle sütlü kahve içeceğim. Çünkü tatildeyim.
Hayatımda ilk kez oy vermezlik edeceğim. Ben ki
12 Eylül öncesinin mükerrer seçmenlerindenim...
Tek seçimde, biri Topkapı Suriçi’ndeki bir kilisede
-zangoç odasının bitişiğinde- biri cami avlusunda, biri mektepte, diğerini hatırlamıyorum, olmak
üzere dört oy kullanmış ideolojik seçim kahramanıyım. Hâşâ, suçlu ben değilim. Suç, memlekete
Hindistan’dan boya, Yemen’den kahve, Çin’den
ipek, İngiltere’den kumaş, Afganistan’dan haşhaş,
Amerika’dan blucin getirmeyenlerde. Şimdi değiştim; adam olana tek oy yetiyor... Mükerrer oy
kullanma suçunun ağır, vebalinin büyük olduğunu
biraz geç anladık.
12 Eylülde bana “Sen git, bağında bahçende
çalış, senden memur olmaz.” diyenler, şimdi “Paşa
paşa gel, oyunu kullan.” diyor. Ölçek sağlam: “Her
vatandaştan memur olmaz, ama her vatandaştan
seçmen olur.” Ve bu sayfadan sesleneyim: Doğu
vilayetlerimizin kırsal kesimlerinde hâlâ, “Bu annemin, bu yengemin, bu halamın, bu teyzemin, bu
bacımın yerine...” diyerek başkalarının yerine ‘rey’
kullanan çok oylu seçmenlerimiz; “Ağamızın köyünden bu partiye nasıl oy çıkar!” deyü, belki de
sandık başkanının attığı tek oyu yakmaya kalkışan
vatandaşımız var, desem kimse inanmaz.
Niye siyasetten söz ediyoruz? Bir esinlemeyle
cevap verelim bu zor suale: Çünkü siyaset, siyasilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.
Bu yazının maksad-ı âlisi nedir diye bir sual
ile karşılaşacak olursak, “yazımızın maksadı yine
kendisidir, yani yazıdır.” diyerek sıyrılırım işin
içinden. Şerif Mardin’in Kemal Karpat’tan aktardığı “Türkiye’de siyasi düşünce ve yazılar inanılmayacak kadar gelişmiş bir tarihçeye sahiptir.” tespiti,
beni hiç mi hiç ırgalamaz.
Bu girişi okuyanlarımız, yukarıdaki iddiaların
‘Güler Yüzlü Yazılar’ tefrikasının form ve mantığına uysun diye ‘siyaseten’ söylenmiş olduğunu
bilirler.
Şimdi sizlere Nizamü’l-mülk Hasan bendelerinin 1077-1080 yıllarında ‘tertib ettiği’ Siyâset-
Nâme’ adlı eserden ilginç bulduğumuz hikâye,
yorum ve hükme dair fasıllar aktaracağız ki onca
sözümüz havada asılı kalmasın. Niye Nizamü’lmülk’ün ‘Siyâset-Nâmesi’ derseniz, cevaben, okuyunca anlarsınız efendim, derim. Lakin kitabın
muhtevası hakkında müellifin ettiği kelamı da vebal altında kalmayalım diye olduğu gibi aktaralım:
“...bu kitapta hem nasihat, hem hikmet, hem
atasözü, hem peygamberlerin hikâyeleri, hem
velîlerin faaliyetleri, hem âdil padişahlarla ilgili
hikâyeler vardır. Bütün uzunluğuna rağmen kısadır
ve adil padişahın siyasetini söz konusu eder.”
Eminim ki bu kitap Millî Maarifimizin anlı şanlı Tebliğler Dergisi’nde “Okunmasında bir sakınca
yoktur” listesi dâhilindedir.
1.1.Arapça bilmeyenler de âlim olur
SEKİZİNCİ FASIL – Din işlerinin nasıl olduğunun arayıp sorulmasına dair
Hikmet: Lokman Hekim; “Dünyada bana ilimden daha iyi yardımcı yoktur. İlim hazineden (daha)
iyidir. Çünkü, sen hazineyi korumak zorundasın;
ilim ise seni korur.” diyor.
Hasan Basri, “ Âlim Arapçayı daha çok konuşan ve bilen, Arap sözlerine ve diline hâkim olan
değildir. Âlim bütün bilgiye vakıf olan kimsedir.
Sahip olduğu her dil yerindedir. Eğer bir kimse Türk ve Fars ve Rum dilinde (yazılmış) bütün
Kur’an ve şeriat ahkâmını ve tefsiri bilip de Arapça
bilmezse âlim olur. Fakat Arap dilini bilirse daha
iyi olur.”diyor.
Hüküm : “...din ve padişahlık kardeş gibidirler: Memleketinde her ne zaman bir karışıklık olsa,
dinde de bozukluk olur; kötü din sahipleri ve müfsidler baş gösterirler. Her ne zaman ki din bozulur,
memleket karışır; müfsidler, kuvvetlenirler; padişahı güçsüz kılarlar. Gönüllerde ıstırap husule gelir.”
Yorum: Hasan Basri’nin sözlerini bir daha, bir
daha, olmadı bir daha okumak lazım gelir diye düşünüyorum. Zira ülkemizde ‘Cennet dili Arapçadır.’
diyen onlarca din âlimi var... “Ben Arabım, dilim
Arapça, cennet dili de Arapçadır.” hadisini –ki sahih olup olmadığı bilinmiyor- söylemek için fırsat
kollayan, Divanü Lügati’-t-Türk’te geçen “Türk diliniz öğreniniz; zira bu millet için uzun bir saltanat
mevcuttur.”hadisinin mevzu hadis olduğunda ısrar
eden din adamlarımız, dünyanın bilmem hangi ülkesinde -Arap ülkeleri değil- üç beş aylık çocuğun
64
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
çatır çatır Arapça konuştuğu asparagası var. Bütün
bunları bir tarafa atın; “Türkçe bilim dili değildir;
olacağa da benzemiyor.” diyen YÖK Başkanımız
bile oldu çok şükür!
1.2 Atı gemi ile götürmek
ONUNCU FASIL - İstihbarat sahiplerine,
memleket işleri için alınacak tedbirlere dair
Hikâye: Sultan Mahmut, Irak’ı aldığı zaman
bir kadın gelerek eşyalarını Deyr Keçin’den olduğu bilinen hırsızlar tarafından çalındığını söyler.
Sultan’dan, “Kirman vilayeti mülkümün dışındadır.” karşılığını alan kadın, “Şu hâlde raiyyeti koruyamadığına göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın? Ve ne biçim çobansın ki koyunları kurttan koruyamazsın? Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin
kabiliyetsizliğin.”dedi.
Mahmut’un gözünden yaşlar aktı...
Hüküm: “...eğer bir kimse, haksız yere bir tavuğu veya bir torba samanı almışsa 500 fersahlık
mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu
kimseyi cezalandırmıştır.”
Yorum: Eloğlu minareyi çalmak için kılıf
diktirir, deveyi hamutuyla, atı gemi ile götürür.
1.3 Nedim, her şeye ‘iyi yaptın’ ve
‘bravo’ demelidir
ON YEDİNCİ FASIL- Padişahların nedimlerine dair
Hikâye: Bir toplantıda konuşma yapan hatibin
konuşmaları esnasında ağlayanların yanlarında
mendilleri olmadığı için oturdukları minderleri ve
dahi yere serili Acem işi halıları, gözlerdeki sürmelerin ise akarak yüzlerdeki maskeleri tahriş ve
tahrip ettiği görülmüştür.
Hüküm : “Padişahın büyükler, vilayetler erkânı
ve sipahsalarla çok oturması, padişahın kudret ve
haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olur. Nedimler padişaha arkadaşlık eder. Padişahın ruhu nedim
sayesinde açılır. Padişah, rahat yaşamak, maskaralık ile şakayı birbirine karıştırmak, nedimlerin
önünde güldürücü ve nadir hikâyeler söylemek
isterse haşmetine ve padişahlığına ziyan vermez.
Nedim küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz, dinlenmez. Bir tehlike vuku bulursa, nedim,
ceket ve kravatını çıkarıp vücudunu belaya siper
etmekten korkmaz. Padişah her ne yapar ve söylerse, nedim ona ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir.
Padişaha ‘bunu yap, onu yapma’ diye öğretmenlik
yapmamalıdır. Sonra nefrete götürür.
“Gazneyn sultanının 10’u ayakta, 10’u da
oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni
Sâmânilerden almışlardır.”
Yorum: Nedimler, bir yandan kendileri eğlenirken bir yandan da padişahı eğlendirirler. Zaman
zaman padişahın küfür ve hakaretlerine maruz
kalsalar da padişah efendimizin deşarj olmalarını
temin ettiklerinden nedimler asla bu kabilden sözlere aldırmayarak içtimai bir vazifeyi zevk ve dahi
şevkle edaya devam ederler. İşbu sebeple yeni nedim kadrolarının ihdasına ihtiyaç vardır.
1.4 “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben
geliyorum.”
YİRMİ BİRİNCİ FASIL- Elçilerin ahvaline
dair
Hikâye: “...ben kendi çadırımda oturmuş satranç oynuyordum. Arkadaşlardan birini satrançta
yenmiştim ve yüzüğünü rehin olarak almıştım. Sol
parmağıma geniş geldiği için yüzüğü sağ parmağıma takmıştım.’Semerkant elçisi kapıdadır.’ dediler.
‘İçeri getiriniz dedim.’ Elçi içeri girdiği zaman söyleyeceğini söylüyor; ben de sağ parmağımdaki yüzüğü dalgınlıkla çeviriyordum. Elçi parmağıma ve
yüzüğüme bakıyordu. Şemsü’l-Mülk, Alp Aslan’ı
nasıl bulduğunu sordu. Elçi, ‘Efendimizi, görünüş
ve gösteriş, yiğitlik, siyaset ve heybet... bakımından hiçbir eksiği yoktur. Ancak vezirinin bir kusuru
vardır. Onun sağ parmağına bir yüzük takmış olduğunu gördüm. Hem parmağında döndürüyor hem
de benimle konuşuyordu.’dedi. Bu söz sultanın kulağına gitmesin diye otuz bin dinar sarf ettim.”
Hüküm: “Elçiler daha fazla kusur arayıcıdırlar... söz söylemekte cesur olan, her ilimden nasibi
olan, hafız ve ileriyi gören, boyu ve gösterişi iyi
olan bir adam elçiliğe layıktır.”
Yorum: Elçi, zeki ve uyanık olmalı; kapıda
asla üç dakikadan fazla beklememeli; oturup kalktığı yeri iyi bilmeli; iskemle ya da minder seviyesinin muhatap olduğu kimselerinkinden alçak
olması hâlinde ya oturmamalı ya da maiyetindekilere minder getirmelerini emretmeli. İlle de Ömer
Seyfettin’in ‘Pembe İncili Kaftan’ını okumuş ve
hatmetmiş olmalı.
Reşat Ekrem Koçu’dan:
Yavuz Sultan Selim, 1515 yılında Dulkadiroğlu’nu
65
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Turnadağı Savaşında mağlup ederek, bu ülkeyi sınırları içine katmıştı. Ancak Mısır Sultanı Gansu
Gavri elçi göndererek yapılan işgali protesto ediyordu. Türk hakanına, “Hutbelerde sultanımızın
adı okunan memleketleri iade ediniz.” dediğinde
Yavuz da şöyle cevap verdi: “Sultanınıza söyleyin,
hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz olan Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.” Elçi başını yere eğip: “Ben bunları sultanıma
nasıl söylerim, siz bir elçi gönderin de o söylesin.”
deyince Yavuz da, “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben
geliyorum.”dedi.
1.5 Herkesin kendi sürahi ve
sakisini getirmesi caiz değildir
OTUZUNCU FASIL – İçki meclisi tertip edilmesine dair
Hikâye: IV. Murat, içki yasağı getirmiş ama
kendisi de hatırı sayılır bir içici olduğundan yasağı
dinlememiş, yani kendi koyduğu yasayı – diğger
büyüklerimizde görüldüğü gibi -ara sıra delmiştir.
Mesela, şarapla dolu kadehi eline alıp mübarek dudaklarına götürüp bir iki yudumda boğazlarından
midelerine yolcu eyleyip ağzını şapırdatıp kadehi
masaya koyuncaya kadar geçen zaman zarfında
içki yasağı kalkmıştır; bu asla hile-i şeriyeden sayılmaz.
Hüküm: “Neşe ve eğlence olan bir hafta içinde
1 gün veya 2 gün de umumi kabul vermek lazımdır ki, her kime âdet olmuş ise gelsin; kimseyi geri
çevirmesinler. Onların huzura geliş günü olduğu
kendilerine bildirilsin... Herkesin kendi sürahi ve
sakisini getirmesi caiz değildir; asla âdet olmamıştır ve çok beğenilmemiştir. Çünkü, her devirde yiyecek, meze ve şarabı kendi evlerinden meliklerin
meclisine getirmezler; aksine, meliklerin ve padişahın sarayından kendi evlerine götürürlerdi. Çünkü, sultan cihanın aile reisi, cihandakiler de hep
kendisinin çoluk çocuğudur.
“Padişah şarabı sarhoş olmak için içmemeli; ne
daima neşeli ne de birdenbire asık suratlı olmalı.”
Yorum: Kethüdanın meclise Fransız ve İtalyan
mamulü şaraplar yerine El-aziz, Şarköy, Ürgüp
mamullerini getirmeleri memleketin istifadesi babındandır. Ancak haram olduğundan içmek istemeyenlerin ellerinde kadehleri ile dolaşıp bir yudumluk gargarayı en yakın çiçek ya da nebat saksısına
adabı ilen püskürtmelerinde bir mahsur yoktur.
1.6 Muaviye’den annesini istemek
OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL- Yüksek makam
sahiplerinin azarlanmalarına dair
Hikâye: “Bir kabul resminde eski püskü elbiseli
genç bir adam içeri girdi, selâm verdi. Muaviye’nin
önünde küstahça oturdu. ‘Muaviye, ben bugün mühim bir iş için huzuruna geldim. Eğer yerine getirirsen söyleyeyim; eğer yapmazsan bileyim.’ Muaviye, ‘Mümkün olan her şeyi yerine getiririm.’dedi.
Adam, ‘Bil ki ben yabancıyım; karım da yok. Senin
bir annen vardır; kocası yoktur; onu bana ver ki, ben
hanımlı o da kocalı olsun; sana bu işten sevap hâsıl
olur.’dedi. Muaviye, ‘Sen genç bir adamsın; annem
ise ihtiyar bir kadındır; ağzında bir tek dişi yoktur.
Bu işe neden rağbet ediyorsun?’dedi. Adam, ‘Onun
sevgi konularında büyük hüneri olduğunu işittim;
ben de bunun için istiyorum.’dedi. Muaviye cevap
verdi, ‘Vallahi babam da onunla aynı sebepten evlenmişti ve kendisinin bundan başka bir hüneri de
yoktu. Lakin bu sözü anneme de söyleyeyim; eğer
o rağbet ederse, bu dellalığa benden daha uygun
başka bir kimse yoktur.’dedi. Kızgınlık da göstermedi.
Hüküm: “İnsanın mükemmelliği ve aklı, kızmamasındadır; sonra eğer kızarsa, kızgınlığının
aklına değil, aklının kızgınlığına galip gelmesi lazımdır. Onlar bir yanlışlık ve hata yaptıkları zaman,
açıktan açığa azarlanırsa haysiyet kırıcılık hâsıl
olur. Bir kimse hata yapınca, ‘Şöyle şöyle yaptın,
biz kendi yükselttiğmizi alçatmamak için seni affettik. Bundan sonra kendine dikkat et.’ demeleri
daha uygun olur.
Yorum: Hata küçükten af büyüktendir, velâkin
kimi devlet büyükleri, azarlamak için fırsat kollar.
Hz. Ali’nin kızdığı zaman kendisini tutan ve bir şey
yapmayan kimseyi daha savaşçı olarak nitelendirmesi dünyadaki liderin kaçında görülür? Muaviye,
sabır ve tahammül göstermiş, neredeyse ‘al validemi götür!’ demeye getirmiş.
1.7 Dünyanın iki büyüğü: ABD ve
d’si’ düşmüş AB
ELLİNCİ FASIL – Zulme uğrayanların işlerine cevap vermeye dair
Hikâye: “Derler ki, Yezdgird Şehryâr, Müminlerin Emiri Ömer b. Hattab’ın katına şöyle
bir mektup yazdı: ‘Bugün bütün dünyada bizim
66
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
dergâhımızdan daha kalabalık bir dergâh, bizim
hazinemizden daha mamur bir hazine, bizim ordumuzdan daha fazla bir ordu yoktur; bizim sahip olduğumuz alet ve teçhizata hiç kimse sahip değildir.’
Müminlerin Emiri, cevap vererek, ‘Evet, sizin söylediğiniz gibidir. Dergâhınız zulme uğrayanlardan
dolayı kalabalıktır; hazineniz, haram servetlerden
dolayı mamurdur; askeriniz fazladır, lakin ferman
dinlemezler. Talih (devlet)i sona eren birinin alet
ve teçhizatı olur, lakin devam etmez. Bütün bunlar
sizin talihsiz (bîdevlet)liliğinizin, memleketinizin
yıkılacağının delilidir.’dedi”
Hüküm: “Bu dünya meliklerin ruznamesidir.
Eğer iyi olurlarsa, onları iyilikle anarlar; eğer kötü
olurlarsa, keza kötülükle anarlar. Unsuri’nin söylediği gibi. Tahtını gök yapmak istiyorsan meşhur
olacaksın. Kemerini yıldızdan yapmak istiyorsan,
tanımış olacaksın...”
Yorum: Doğuda Çin ve Rusya, batıda AB ülkeleri, daha batıda ABD gibi güçler dünyadaki eşsiz
demokrasinin, hürriyet, eşitlik ve adaletin kurucusu
ve kollayıcısıdırlar. Özellikle ABD, nerede adalet,
hürriyet, müsavat üçgeni eşkenar olmaktan çıkmışsa düzene koymak için oraya derhal apoletlerini yığar, aydınlatmak için de yıldızlarını gönderir. Akabinde de “d”si düşmüş AB’nin lojistiği yetişir. “Kemerini
yıldızdan yapmak isteyenler”lerin, kemerlerini kendi
kafa derileriyle süslemeye çalışanlara tahakkümünün
neticesidir bu.
1.8 Benin divitim ve sarığım ile senin
tacın ve tahtın…
Yazının bu kısmında soyca İranlı olan Nizamü’lMülk’le Alp Aslan’ın oğlu Melikşah arasındaki söz
düellosunu kitabın ‘ÖNSÖZ’ünden naklediyoruz.
Sultan Melikşah devlet dizginlerini ele alıp git gide
İranlılaşmaya doğru yol alan devleti, her yönü ile bir
Türk Devleti yapmaya girişerek, ordusunun başında
yer aldığı zaman, karşısında vezirini bulur. Melikşah
vezirin büyük nüfuz kazandığını ortaya çıkaran bir
hâdise üzerine, kendisine “Başında bulunduğum devlete ortak mısın, ister misin ki önündeki divit ile başındaki sarığın alınmasını emredeyim? Melikşah bu
sözü ile, vezirliğin iki alametini geri almak suretiyle,
Nizamü’l-Mülk’ü azledeceğini söylemek ister, ona ilk
defa meydan okur. O zamana kadar tedbirli ve ihtiyatlı davranmayı elden bırakmayan ve böyle durumlarda
genç Selçuklu sultanını yatıştırmanın yollarını bulan
ihtiyar vezir, bu defa sultanın meydan okumasına, bir
meydan okuma ile karşılık verir. “Sen benim fikrim
ve tedbirim sayesinde bugünkü ikbâle ulaştın. Baban
öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettiğimi, ayaklanmaları nasıl bastırdığımı hatırla ve unutma ki benim
divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın birbirine
sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor.
Divitin ve sarığın ortadan kalkmasıyla tac ve taht da
ortadan kalkar.
Yorum: “Bu saydıklarımız Nizmü’l-Mülk’ün
müsbet rolleridir. Onun burada açıklanması uzun sürecek olan menfi rolleri de vardır ki, bunda da suç,
İranlıları devlet hayatına ortak eden, başta hükümdar
olmak üzere, hâkim Türklerindir.”
Hüküm: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Demokrasimiz, ömrü, içindeki ‘a’ harfinden daha kısa
partilerin, ayrık otu gibi her tarafa kök salmış partilerle aynı mekânda varlık mücadelesi verme gibi bir
çelişkiyi de barındırarak güçlenmektedir. İlk mektep
mezunu ve askerliğini yapmış her vatandaşın, bir partinin kapısını çalarak üç nüshalık “Hizmet Yarış ve
Nöbeti Formu” doldurmasıyla demokrasimiz daha da
güçlenecektir.
1.9Fasl-ı Şinasi- Şiir
Bu bölüm, 51.Faslın sonunda yer alıyor.
“Dünyanın hâlini âlim adamdan sordum;
‘Ya uykudur ya rüzgârdır ya da efsane.’dedi.
“Gönül rahatlığı hususunda ne nasihat verir,
söyle.”dedim.
‘Ya bir deli ya sarhoş ya da divane.’dedi.
Şimdi ey kari! Yukarıdaki satırları ister ciddiye
alın ister elinizin tersiyle itin. Çünkü his ve fikir atmosferinizi etkilemeyen bu sözler ya bir deli divaneye ya da bir sarhoşa ait olsa da Jung Psikolojisinde
buyrulduğu üzere “Toplum, her bireyin kendisine
düşen rolü mümkün olduğunca kusursuz oynamasını
bekler.” sözünden ilham alarak, siyasetten çok particiliği seven rahmetli pederimin aziz ruhunu üzmeden
içtimai bir vazifeyi yerine getirmiş olmanın verdiği
gönül hoşluğu ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.■
KAYNAKÇALAR
1.Nizamü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, çev. M.Altay Köymen,
1000 Temel Eser dizisi, Kültür Bakanlığı, İst. 1990.
2. Alfred Adler, Psikolojik Aktivite, çev. Belkıs Çorakçı, Say
Yay., İst. 1993.
3. Frieda Fordham, Jung Psikolojisi, çev. Aslan Yalçıner,
Say Yay., İst. 1994.
67
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Orhan Koloğlu
ve "Oklu Kirpi"leri
M. NACİ ONUR
S
Şair Koloğlu,
görmüş geçirmiş,
eskilerin deyimiyle
umurdide bir
kişiliğe sahip, gönlü
zengin, Arapça,
Farsça ve Türkçeye
hâkim, kelime
hazinesi engin,
hafızası kuvvetli,
son derce mütevazı
bir insandır.
ayın Orhan Koloğlu, okuduğum ve incelediğim “Harput”
isimli eseriyle “Oklu Kirpi” serisinin 12. şiir kitabına
imza atmış oluyor. Kendisi 1926 yılında Elazığ’da doğmuş,
ortaokulda Türkçe öğretmeni Hasan Fehmi Erginol’dan, lisede
Zeki Ömer Defne, Faruk Nafiz Çamlıbel’den feyz ve ders
alarak edebiyata karşı sevgi hisleriyle dolmuş, üniversite tahsili
sırasında da İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın edebiyat
sohbetlerine katılmıştır.
Orhan Koloğlu, ticaret ve ekonomi tahsili yapmasına ve bu
alanda mesai sarf ederek uzman olmasına rağmen; edebiyata
ve şiire de o derece zaman ayırmış, bu sahada da çalışmalarını
başarılı bir şekilde sürdürmüş, Türk edebiyatı ve şiirini iyi
derecede bilen, şiir alanında da 12. eserini yayınlayacak şekilde
maharet sahibi olmuştur. Şiirlerle dolu bir ömür ve yine o
şiirlerin yer aldığı bir düzine koca eser… Şair Koloğlu, görmüş
geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide bir kişiliğe sahip, gönlü
zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi
engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı bir insandır.
Benim yayınladığım kitapların son üç tanesine yayınlanış
tarihlerini belirten ve ebced hesabıyla, yani Arap harflerinin her
birinin taşıdığı rakam değerlerine göre hesap edilerek düşürülmüş
tarihleri ihtiva eden manzumeleri oldukça orijinaldir. Mesela
2004 yılında “Harputlu Şair Hacı Hayri Bey”(İnceleme-Metin)
ismiyle yayınladığım kitabın neşir zamanını hicri tarih olarak
veren şiiri şöyle:
“Unutmak işlemişdi
Derinden içimize
Onur lutfeylemişdir
Sunup faidemize
Yeniden hayat verdi
Sağ olsun Hayri’mize
Tarihimden eylesin
O elem istifaze (H.1425/ M.2004)
68
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Harput’un isminde sihir her daim yad eylerem
Azm ile nazm eyleyüp bir kutlu serhad eylerem
Yine 2007 yılında “Harputlu Şair Mustafa Sabri
Efendi” adıyla yayınladığım eser için de ebced hesabıyla
tarih manzumesi yazmıştır.
Düşse dilimden n’ola zihinden zikre başlarım
Gönlüme kazdım adını geçmişe ad eylerem
“Doktor ONUR geç kalmadı bu işde
Farkeylemek üstadı fark etmekde
Çok şey zayi eyler tarihim O’nu
Terkeylemek nisyana terk etmekte (M. 2007)
Bir talakat hoş belağat nur semahat dağıdır
Her gazelde dikkat eder lafza eb’ad eylerem
Çekdim ucundan hayalin İzmir’e demirledim
Bir Recai-zadeyim Harput’u Nijad eylerem
2010 yılında çıkardığımız “Elazığlı Güftekarlar” isimli
eserin çıkış tarihini işaret eden şiiri de şöyledir.
“ Sn ONUR’a
Tuğları Orhan tozutur kirletir
Şahane kitap emek heder olur
Seksen ikiden zibil çıkarılsa
Güftekarlar şehri şahaser olur. (H.1470-39= 1431
/M.2010)
Oklu Kirpi serisinin son 12.sinden önceki on birincide
yüzlerce şiir meydana getiren şairimiz, 12.sinde şiirlerinin
çoğunu Harput ve Harputlulara ayırmıştır. Şiirlerinin bir
kısmı serbest vezinle bir kısmı hece, bir kısmı da aruz
vezniyle ortaya konmuştur. Bir kısım şiirler de Ömer
Hayyam’ın rubailerini andırır şekilde felsefi ve didaktik
özelliklere sahiptir. Aşağıdaki şiir buna örnek olur diye
düşünüyorum:
“ ÖMÜR
Haysiyetten bahse hakları yoktur
Bir ömür boş gövde taşıyanların
Geçmişi şanlarla doludur bence
Toprağın altında yaşayanların”
Muhtac-ı himmettir Orhan yüz sürer toprağına
Tab’ımın fevkinde eş’arımla imdad eylerem”
“Oklu Kirpi 12”, Sayın Orhan Koloğlu tarafından 2010
yılında bastırılmış. 108 sayfalık bu değerli şiir kitabının
başlangıcında layık olmadığım halde benim de ismimin geçtiği
şaire ait özlü bir ‘Önsöz’ ardından ‘Harput’ isimli Elazığ ve
Harput’un kimliğini belirleyen bir manzume var. Bunu takiben
eğitimci şair Nazım Payam’ın, “Koloğlu’nun Oklu Kirpisi”
başlığıyla şairin şiirlerine ve şiir tekniğine dair yazısı ve daha
sonra da eserde, şaire ait kendi şiirleri yer alıyor.
Şiirlerinin birçoğu çeşitli isimlere ithaf edilmiş; Kerim
Sunguroğlu, Şükrü Kacar, Nurettin Ardıçoğlu, M.Naci Onur,
Avni Anıl, Nihat Eriş, Nazım Payam, Cahit Kıraç, Fikret
Memişoğlu, Celal Koloğlu, Zekeriya Bican bu isimler arasında
yer alıyor.
Nazım Payam’a ithaf edilen şiir şöyledir:
“BUZLUK BAĞLARI
Vakt eriyor gül sarardı, dalda durmaz ey gönül
Gülzare yalnız inen bülbül eder naz ey gönül
Kuytu serin bir yerin hayali bendetti canı
Vuslat ile mest olan diller kararmaz ey gönül”
Yine on birli hece vezniyle yazılmış “Yukarı Şeher”
başlıklı şiir oldukça güzeldir:
“Şarkın üzerinde kuru yaşlanmış
Kuytularda bir özerliktir Harput
Göz görür ancak sevgiyle bakarsa
Örselenmiş bir güzelliktir Harput”
Aruzun ‘Failatün / Failatün / Failün’ kalıbına göre
yazılan, Harput’a özlemini dile getiren şu şiiri de Fuzuli’ye
nazire olmakla beraber, hisli ve duyguludur.
“FUZULİ GİBİ
Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yad eylerem
Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem
Bence, Orhan Koloğlu’nun yukarıda saydığımız vasıfları
çerçevesinde zihninin, yaşına göre dinç oluşu, “Oklu Kirpi
12” yi vücuda getirmesinde en önemli faktördür. Bu eserde
Harput’un ön plana çıkışı, şairin doğup büyüdüğü beldeye
vefa borcunu ödeme isteğinden kaynaklanıyor. Çünkü “Oklu
Kirpi”lerin diğerlerinde, ağırlıklı olarak sosyal içerikli, isimlere
ithaf edilmiş ve İzmir’le ilgili şiirler bulunmaktaydı.
Sayın Orhan Koloğlu ağabeyimiz ve üstadımızın daha
nice yıllar sağlık içerisinde o güzel tarzı, dili, üslubu ve
hayalleri ile “Oklu Kirpi”lerini vücuda getirmesini temenni
ediyoruz; zihnine, yüreğine, diline ve kalemine sağlık
diyoruz.■
69
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
"Dil gölgesi"nde bir şair:
Mehmet Aycı'nın şiir kitaplarının yeni
basımları üzerine
HAKAN ORHAN
"...kullandığı dil,
okuyucuyu çok yoran
dil oyunlarından
çok uzak. Sezdiren
bir üslupla geniş
ve zengin bir hayal
dünyası sunuyor
okuruna. Geleneğin
ve İslam yaşayış
hafızasının insana
dokunan en ince
bağlantı noktalarını
keşfediyor ve
kaydediyor. "
M
ehmet Aycı’nın; Mor Kitap, Aşk Bir Deniz
Rüyası, Yakı, Derin, Bağ(d)at Kitabı, Dil
Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi ve
Aramadığım Günler adlı 9 şiir kitabı, 4 Kitap Yayınları (Birleşik Dağıtım Kitabevi) tarafından yayınlandı. Daha önce başka yayınevlerinden çıkmış olan şiir
kitapları da, yeni kitaplarıyla birlikte böylece yeniden
yayınlanmış oldu.
Aycı, şiir tutkunlarının yakından tanıdığı modern
Türk şiirinin genç ustalarından. Modern insanın yalnızlığını, aşkı algılayışını, acılarını, uyumsuzluğunu
çağdaş şiir dilinin imkânlarını kullanarak işliyor. Halk
şiirinin biçim ve içerik imkânlarından da nasıl ustalıkla
faydalandığını; divan şiirinin imge dünyasından nasıl
siluetler ve sesler taşıdığını Aycı’nın şiirlerinde görebiliyoruz. Divan şiirinin ve halk şiirinin inceliklerini
keşfederek kendi şiirinin kaynaklarından biri haline
getirdiğini görüyoruz. Akıcı, kuşatıcı ve ilgi uyandırıcı
sağlam bir dille şiirini kuruyor. “Açık Bir Deniz Rüyası” kitabındaki gazeller, koşmalar eski şiir geleneğimizle olan yakınlığını gösteriyor. Bağ(d)at Kitabı, şairin
insanlığın acılarına ortak olduğunu sosyal meselelere
de ilgisiz kalmadığının güzel bir örneği.
70
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Dil Gölgesi’ndeki “semah II” şiirinde; insanın bu dünyadaki yalnızlığını anlatmaya çalışıyor. Hayatın anlamını sorgulayan bir zihin ve
yürekle yola çıkıyor. İnsanın dünya macerasındaki yalnızlığını, gerçeğin aldatıcı görüntüler
altında kayboluşunun uyandırdığı arayışlarını
paylaşıyor ve anlatmaya çalışıyor.
“herkes kendine döner, yalnızlık dediğimiz
ne acıdan giysiler, ne bilinmeyen ada
susayınca varlığın kıyısına ineriz
adımız taş atımı bir anlık dalga suda”
Yakı’daki “”bunlar yazmaz kitapta…” başlıklı şiirinde; Aycı belki bütün hatırladıklarını, yaşadıklarını, şahit olduklarını imge imge
şiirine yerleştiriyor. Fakat şunun hep farkında olarak;
her şeyi anlatmaya kalemin
gücü yetmiyor ve her şey kitaptan öğrenilemiyor, öğretilemiyor. Aycı için çocukluğun insan
hafızasında bıraktığı anılar ve hayaller kadar
zengin bir hayal sığınağı olamaz. Şair, hayatın
en onulmaz çıkışlarına karşı çocukluğundan
hep güç almaya çalışıyor.
“tahta silahım vardı, ah ne güzel oyuncak,
Bilmezdi kimsecikler ateşten ve baruttan
Korktuğumu usulca/şeytandan korkar gibi
Kömürlük cadılarından kuyu analarından
Karanlıkta geçilen mezarlık kenarından
Kırk haramiden ya da /
-biraz da ondan sarıldım tahta oyuncağımaBüyüdüm, işe yaradı silahım
Namlusu toprak saksıda bir çocukluk anısı
Sanki dünyayı sarıyor odamdaki sarmaşık
o yeşermez ağacın minick kabzasında
-bu yazmıyor kitapta!-
rüya
gün gider hüzün gider ben hep aynı yerdeyim
ne camda arap kızı kafdağı’nda hüzün
giden günle beraber eskir elbiselerim
giden günle beraber yağmura çalar yüzüm
bütün esrik kızların gül koydum avucuna
sonra şiir söyledim bir güle yaslanarak
ondan bağlıdır dilim bulutların ucuna
ondan ayaklarımı aşina bulur toprak
şair hep aynı yerde bir yangın avaresi
ellerim ateş sunar çeşmelerin diline
ben kimim çeşme nerde ellerim neyin nesi
bilmeden süzülürüz ölümün kandiline!
MEHMET AYCI
Aycı’nın kullandığı dil, okuyucuyu çok
yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren
bir üslupla geniş ve zengin bir hayal dünyası
sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış
hafızasının insana dokunan en ince bağlantı
noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. Aycı’nın,
modern Türk şiirinin usta bir sesi olarak uzun
yıllar ürün vermesini ve şiirlerini zevkle okumayı diliyoruz. ■
71
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
"Gel gitme gençliğim
ömür bildiğim."
ÖMER KAZAZOĞLU
A
nı türü edebiyatımızda teknik bakımdan
yeni olmakla birlikte diğer türlere varlığını
sindirmiş ve hep var ola gelmiştir. Eleştirmenler tarafından ciddiye alınmamış, zaman zaman ağır hücumlara da uğramıştır. Hatta anı türünü edebiyatın
içerisinde saymayanlar bile çıkmıştır. Bu tartışma
ve eleştirilerin kaynağında anıyı meydana getiren
dil, üslûp ve yaşanmışlık, okuyucu nezdinde kadir
kıymet bulması yazarın kamuoyundaki durumunun
ilgi uyandırmasıdır.
Anı türünün edebi yolculuğunda işinin hiç de
kolay olmadığını edebi muhit içerisinde görmek
mümkündür. Anı türünde yazarının en önemli çıkış
sebebi yaşadıklarını yazma ihtiyacından, geçmişe
sarılma mecburiyetinden değil, geçmişin alınyazısındaki çoğulculuğundan ve paylaşımdan kaynaklanmaktadır. Okuyucunun ilgi ve tarafgirliğini
her edebi tür gibi anı da taşımak zorundadır. Anın
işlevsel ve şiirsel dili, coşkulu anlatımı ve yaşanan
olayların bölüşülmesi tarihe ve sosyolojiye de payanda olmaktadır. Anı bir noktada romanın alt yapı
problemini ortandan kaldırmaktadır düşüncesindeyim.
Yahya Akengin
denilince elbette
Hisar Dergisi akla
geliyor. O Hisar’ın
şairidir. Yahya
Akengin edebi
üslûp sınavını
Hisar dergisinde
vermiştir. “Bir
Semaverlik
Muhabbet”in
demlenmesi de o
yıllarda başlamıştır.
72
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Nasıl ki güçlü roman toplumsal tabakaların
yaşam alanlarından beslenmiş ise anı yazarlarının yaşadıklarını yazıya ve kitaba dönüştürmeleri
de onların edebi türle beslenmeleridir. Halit Ziya
Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ında olduğu gibi. Edebiyatımızda birçok edebi üründe varlığını hissettiren anı
türü başta sosyoloji, tarih ve psikoloji olmak üzere
bunun gibi bilim dallarına da kaynaklık etmiş, rehber olmuştur.
Hele anı yazarı edebiyatın içerisinde ise yani
şair, romancı, hatip, siyaset adamı kimliğini taşıyorsa yaşadıklarını tarihin tanıklığına geleceğin
sorumluluğuna sunmuştur. Kimliğini Tanzimat’la
onaylayan edebiyatın bu şanssız türü şiirin romanın
ve hikâyenin karşısında tutunabilmek için dilin istisnasızlığına ihtiyacı vardır. Yazar bu bilinci unutmamalıdır. Yazar, mensup olduğu dilin vakarıyla
gerçek bir edebi zevk içinde yaşadıklarını realist
yalın ve muhattabını ciddiye alan tutum içerisinde
olmalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlüklerinde olduğu gibi…
Yukarıdaki satırları bana yazdıran son dönemde
zevkle okuduğum Yahya Akengin’in “Bir Semaverlik Muhabbet” adlı anı kitabıdır. Üstadın anılarını
okurken her şeyden evvel kullandığı dilin hakkını
veren ve diline âşık bir yazarla karşılaşıyorsunuz.
Kitabın tamamı bittiğinde dolu dolu yaşamış bir
şairin yaşadıklarını paylaşıyorsunuz.
Yeri gelmişken şu satırı da eklemek durumundayım; anı salt yazarın yaşadıklarından ibaret değildir. Gündelik hayattan hiyerarşik çekişmeye,
siyasetten ekonomiye hülasa yaşanmışlıklardaki
bütün derin renkleri barındırır. Yine yaşanmışlıktan okuyucu payına düşen o soylu hisseyi çekinmeden helâlinden alır ve dilin huzuruna varır.
Yazarımız Yahya Akengin anılarına Bayburt
ve Erzurum’dan başlıyor. Bu iki şehir onun için
önemlidir.
Erzurum Gar’ında bir tren,
Sırtına sonbaharı yükleniyor
Dalından düşmüş yapraklar gibi yolcular,
Rüzgârlara boyun eğmiş, bir de ben..
hayatına en önemlisi de şiire başladığı yıllar…
“Isparta’da askerlik”, “tabur çeşmesi”, “tekmil
şiiri”…
Bu anılar yolculuğunda Akengin’in önemli
yönlerini keşfediyorsunuz: Milli manevi duyarlılık, mesleki duyarlılık, anadiline yaşadığı dile
duyarlılık. Bir şairden daha ne beklenir ki. Ayrıca anılarda devlet kurumlarının sebepsiz çekişmelerle yıpratıldığı açıkça ortaya konulmuş.
Bazı kurumları işgal eden yazarların sanıldığı
kadar dil erbabı olmadıklarına tanık oluyorsunuz. Yazar, inandığı dünya görüşünü, inancından
dolayı başına gelenleri bütün içtenliği ile okurla
paylaşıyor. Milliyetçi duruşundan dolayı başına gelenler okuru hayretler içerisinde bırakıyor.
Milliyetçilerin entrikalarla nasıl dışlandığını görüyorsunuz.
Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin edebi üslûp sınavını Hisar dergisinde vermiştir. “Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de
o yıllarda başlamıştır.
Bize ait değerlerin bir edebi türle var olması Türk yazarının dikkatle üzerinde durması
gereken bir konudur. Akengin, edebi akımlara
kısmen mesafeli, fakat kendine has zevki ve
derinliği eserlerine yansıtmayı bilmiştir.
Yahya Akengin, Yazarlar Birliği’nin kuruluşu, çalışmaları kurduğu kurumda devre dışı
bırakılması, İLESAM’ın kuruluşu, yaptığı
hizmetler, son olarak TÜRKSEV’in kuruluşu
Türk dünyası ile birlikte yapılan çalışmalar.
Anlatılanlar kuru yaşanmışlıklardan ibaret değil kullanılan yalın dil okuyucuyu isteyerek
o anılar dünyasına çekiyor. Hem yazarımızın
başka yönlerini de açıyor.
Yahya Akengin’de olan seçkinci bir duruş
mertçe bir tavır tavizsiz bir dünya görüşü.
Milli duyuş, düşünüş yaşayış… Çok yakın tanımakla bahtiyar olduğum Yahya Ağabeyin “Bir
Semaverlik Muhabbet”e isim babalığı yapan
“Erzurum” şiirinin ilk dörtlüğünü veriyorum.
Doğduğu Bayburt’tan ayrılış heyecan ve burukluğu, ilk gençlik yılları bir şairin ayak izlerini
belirliyor. Yazarın “Gençliğim Eyvah” demediği
diyemediği buna zaman bulamadığı yıllar meslek
73
Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin
Ve göz ufkunda bir kağnıdır göçer gider
Palandöken yaylasında bir türküdür zaman
Ötesi karlı bir düş uçar gider■
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Kırım'ın ebedi sesi
Cengiz Dağcı
BEYHAN KANTER
E
debi eserler, kaderlerini yayınlandıktan
sonra yaşarlar. Ancak edebi eserlerle ilgili yapılan çalışmalar da kimi zaman bu eserlerin kaderlerinde belirgin bir rol oynar. Zira
yazarların ne söylediği kadar bu eserlerle ilgili
söylenenler ve yapılan çalışmalar da edebiyat
dünyası için birer kazanım niteliğindedir. Nitekim İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Güçlü Sesi
Cengiz Dağcı” kitabı, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen yönlerinin ortaya çıkarılmasında ve onun
yaşam algısının aktarılmasında bir aracı rolü
üstlenmektedir. Kırım edebiyatının güçlü yazarı
Cengiz Dağcı’nın yaşamının ve edebi yönünün
samimi bir üslupla anlatıldığı kitap, bir devrin
anatomisini yapması bakımından dikkat çekicidir. İsa Kocakaplan, önsöz, bibliyografya ve
fotoğraflar hariç dört bölümden oluşan kitapta
Cengiz Dağcı’nın bütün yönlerini detaylarıyla ve belgeler/kaynaklar ışığında ortaya çıkarır.
Önsözde yazar, kitabın yazılma serüvenini yine
samimi bir dille aktarırken Cengiz Dağcı’nın
kendisine yazmış olduğu bir mektubu da ekleye-
İsa Kocakaplan,
Dağcı’yı anlatırken
onu tek başına bir
fert olarak değil
Kırım topraklarında
güçlüklere,
dayatmalara
katlanan biri
olarak tanıtır. Bunu
yaparken de onu
yaşadığı çevreden
ve ailesinden
soyutlamak
yerine onlarla
bütünleyerek
anlatır.
74
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
rek okurun duygu dünyasını
harekete geçirir. Bu mektup,
bir yazarın kendisiyle ilgili
yapılmış bir çalışma hakkında düşüncelerini, çalışmayı
yapan araştırmacıyla birebir
paylaşması açısından önemlidir. Sanıyoruz, bu da pek
az araştırmacıya nasip olur.
Kırım
edebiyatından
doğup tüm Türk Dünyası
içinde güçlü kalemiyle kendine bir yer edinen Cengiz
Dağcı’nın
romanlarının,
hikâyelerinin ve mektuplarının tanıtıldığı ve tahlil
edildiği kitaba yazar, öncelikle Kırım Hanlığının tarihsel geçmişinden bahsederek
başlar. Zira bir edebiyatçıyı, bir yazarı anlamak
için öncelikle onun yetiştiği sosyal çevreyi ve
onun ruhuna işleyen tarihsel zemini bilmek gerekir. Birinci bölümde Kırım tarihi hakkında kısa
bilgi veren İsa Kocakaplan, daha sonra ikinci
bölümde Cengiz Dağcı’nın biyografisine değinir. Bir yazarın aile ortamı ve yetiştiği şartlar,
onun sanatına olgunluk kazandıran ve sanatını
tetikleyen unsurlardır. Bu bağlamda, bir yazarın
eserlerini iyi anlamak için onun hayat öyküsünün
ve yaşamındaki geçiş dönemlerinin de bilinmesi, gözden kaçırılmaması gereken bir husustur.
Her eserin bir doğuş öyküsü vardır ve bu öykü
genellikle yazarların yaşamlarıyla ilintilidir. İsa
Kocakaplan da Cengiz Dağcı’nın biyografisini
verirken onun yaşamındaki dönüm noktalarına
değinmiş ve bu dönüm noktalarının yazar üzerindeki etkilerinden bahsetmiştir. Bu bölümde
kullandığı alt başlıklarda araştırmacının Cengiz
Dağcı’nın yaşamındaki dönüm noktalarını ve
onun kişiliğini ve ruh evrenini şekillendiren unsurları anekdotlarla açıklaması okuru farklı mecraların içine çeker.
Kitabın ikinci bölümüne, yazarın biyografisini
verdikten sonra “Kırımda
Açan Kardelen” başlığıyla
giriş yapan Kocakaplan, bu
bölümde yazarın kişiliğini
ve eserlerini/sanatını tahlil
eder. Araştırmacının, öncelikle Dağcı’nın edebi yönünü geliştiren ve ortaya çıkaran ortamlardan bahsetmesi,
eserlerde geçen mekânların
ve olayların zemininde yatan
gerçekliklerin açığa çıkması
bakımından önemlidir. Zira
zor bir yaşam süren ve çeşitli dayatmalara maruz kalan
Cengiz Dağcı’nın sanatında,
yaşamsal süreçte karşılaştığı
güçlüklerin yansımaları/izleri görülür. Edebiyat
dünyasına şiirle giren Cengiz Dağcı, komünizme yönelen Sovyet insanını değil de şiirlerinde,
dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları işlediği
için eleştirilir. Çektiği maddi sıkıntılarla beraber
baskıcı rejimin dayatmaları da Cengiz Dağcı’yı
zor bir yaşam sınavının içine hapseder. İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın sanatına etki eden
bu unsurları yazarken onun çevresiyle olan ilişkilerine de vurgu yaparak etrafındaki insanların
onun üzerinde kurduğu baskının Dağcı’yı yıldırmadığını örneklerle gözler önüne serer. Cengiz
Dağcı’nın şairliğe, yazarlığa giden serüvenini
onun yaşamından kesitler/anekdotlar sunarak
yansıtan İsa Kocakaplan, böylelikle kitabın sade
bir biyografi çalışması olmasının da önüne geçer.
Yazarın, Dağcı’nın kişiliğini anlatırken özellikle onun ailesinden ve sosyal çevresinden detaylı
olarak bahsetmesi, onun edebiyat dünyasına girişinde bu unsurların önemini yansıtması bakımından dikkate değerdir. Kanaatimizce, özellikle
Cengiz Dağcı gibi kendi yaşadığı çevreyi eserlerine konu alan bir yazar incelenirken onun sadece
75
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
kısa özgeçmişinden bahsetmek bir yazarın tam
anlamıyla anlaşılması noktasında bazı eksiklikler kalmasına neden olabilir. Nitekim bu bilinçle
yazılan kitapta İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken
onu tek başına bir fert olarak değil Kırım topraklarında güçlüklere, dayatmalara katlanan biri olarak
tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve
ailesinden soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek
anlatır. Böyle bir anlatım/tanıtım hiç şüphesiz ki
bir yazarın geçmişini, şimdisini okurlara sunarken
eserlerinin yaşamıyla bağlantısını da gözler önüne
serer. Yazar, Cengiz Dağcı’nın portresini de adeta
romanlaştırarak anlatır.
Cengiz Dağcı’yı ailesi, sosyal çevresi, bulunduğu ülkenin siyasi durumu ve yaşadığı mekânın
özellikleri ile birlikte tanıtan araştırmacı, üçüncü
bölümde öncelikle eserlerin kronolojik sırasını
verir. Bir yazarın edebi değişim sürecini takip
edebilmek için onun eserlerinin kronolojik sırasını bilmek elbette önemlidir. Bu sıralamadan sonra araştırmacı, Cengiz Dağcı’nın eserlerini özetleme tekniğiyle tahlil eder. Kırım halkının sadece sesi değil aynı zamanda çığlığı olan Dağcı’nın
romanlarında savaşın izlerinin ve savaş yıllarının
yer tutması yaşanılan ortamın kaotikliğiyle ilintilidir. Dağcı’nın romanları hakkında fikir verebilmesi açısından on yedi romanının özetini veren
İsa Kocakaplan, aynı zamanda bu romanların
doğum tarihlerinden ve kaderlerinden bahsederek okuru genel olarak bilgilendirmektedir. Cengiz Dağcı’nın hikâye ve mektuplarının toplandığı Haluk’un Defteri ve Londra Mektupları’nın
tanıtıldığı bölümde araştırmacı, yine bu eserlerin
içeriklerinden bahseder. Özellikle mektuplar, tür
olarak bireyin yaşam içindeki konumlanışının
ipuçlarını verir. Cengiz Dağcı’nın mektupları da
onun sürekli sorguladığı yaşamının, eserlerinin
ve kendisinin aynasıdır. Cengiz Dağcı’nın hatıralarının ve günlüklerinin olduğu bölümde ise
onun günlük yaşantısı ve hayallerinin izlerini süren İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın özlemlerini ve onun şahsında Kırım Türklerinin acılarını
ayrıntılarıyla yansıtır.
Kitabın dördüncü bölümünde İsa Kocakaplan,
samimi bir üslupla Cengiz Dağcı’yla tanışmasını
anlatır. Önce kitaplarıyla tanışıp hayran olduğu
bir yazarla ilgili çalışma yapmanın hazzını yaşayan Kocakaplan, bu kitabın yazılış serüvenini de
okurlarıyla paylaşır. Özellikle Cengiz Dağcı’yla
tanışmasını, onunla ettiği sohbeti ve Dağcı’nın
samimi söylemlerini aktarması, okurun bu kitabı doğuran şartları görmesi açısından önem arz
eder. Cengiz Dağcı’yla yapılan söyleşi, bir yazarın dünya görüşünü kendi ağzından yansıtması
bakımından önem taşımaktadır. Dağcı’nın içten
bir şekilde kendini/geçmişini anlatması, kırgınlıklarından, mutluluklarından ve mutsuzluklarından bahsetmesi, ömrü boyunca hayata meydan
okuyan bir yazarın belki de ömrünün sonbaharında yaptığı en samimi itiraflardır.
İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı” kitabı, içeriği ve samimi üslubu ile
Türk kültürünün geniş bir coğrafyaya yayılan
edebi mirasını tanıtması açısından bir eksikliği
doldurduğu inancındayız.■
76
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Bir varmış bir yokmuş
A. FARUK GÜLER
Ağabeyim Şükrü Güler’e
Ç
ocukluğumda masallar hep bir varmış, bir
yokmuş ile başlardı. Ama adı üstünde masaldı
onlar ve daima iyiler kazanır, kötüler cezasını bulurdu. Büyüdükçe masalların gerçek olmadığını anlıyor
insan. Tekerlemelerin ise anlamsız olduğunu sanıyorsun. Oysa tekerlemeler çocukların dünyasında büyük
anlamlar taşımasa da insan büyüdükçe fark ediyor tekerlemelerdeki gerçeği.
Çevremizdeki insanları sevme nedenlerimizden
birisi ve belki en önemlisi kendi hayatımıza olan tanıklıkları. Bir anlamda onların sayesinde kendi yaşamlarımızı somutlaştırıyor ve yaşadığımız gerçeğine
şahit kılıyoruz. Tanıkların birer birer bu dünyadan
çekilip gitmeleri hem kendi yaşam gerçeğimize olan
inancımızı azaltıyor; hem de bizleri yalnız kılıyor. Yalnızlaştıkça yalanların içerisinde büyüdüğümüzü fark
edip hayatın ne denli boş ve bir o kadar gelip geçici
olduğunu kavrıyoruz. Masallar işte bu noktada devreye giriyor. Ve her masalın başlangıcında büyük bir
zevkle söylediğimiz “bir varmış; bir yokmuş” ifadesi
kendisini gerçeğe bir adım daha yaklaştırıyor.
Oysa insan inanmak istemiyor, gidenlerin ardından
bakakalınca kabullenmek zor geliyor. Gitmek belki
kolay olan, ya arkada bırakılanlar? Arkada bakakalmak, hafızalarda yer alan onlarca hatıranın ağırlığının
yanı sıra sırtımıza yüklenen onlarca sorumluluğu beraberinde getirmiyor mu? Ta ki kendi yolculuğumuzun
başlayacağı o ana kadar.
Dünyaya gözünüzü açıp da aile içerisinde yaşam
kavgasına ortak olduğunuz kardeşinizin bu mücadeleden erken vazgeçmesine ne dersiniz? Oysa ailenize
dair tüm birikimlerin devamını sağlayacak olan iki
kardeşten birisinin erken vedası karşısında duyulan
o şaşkın ve bir o kadar yalnız kalışa hangi merhem
derman olacaktır ki! Geleceğe dönük kurduğunuz tüm
hayallerde yer verdiğiniz, varlığından güç aldığınız biraderinizin hayatı boyunca yaptığı tek yanlış sizi yarı
yolda bırakmak olsaydı hayata boş gözlerle bakmak
dışında ne söyler, neler hissederdiniz?
“Güçlü ol” diyenlere küfredercesine baktıktan
sonra onların sözlerindeki içi boş ama çaresiz ifadeyi
görünce cevaplar da anlamsız kalmıyor mu? Susmak,
belki de en güzeli. Sözcüklerin değerlerini yitirdiği bir
ortamda 14 ay süren bir mücadeleden yenik ayrılan
tarafın imzaladığı bir sözleşmedir yazdığım cümleler.
Kardeşim bıraktığı için kaybettim kendi savaşımı. Ve
yeniden doğmak gerekiyor küllerin içinden. Kendim
için değil elbet bu uyanış, geride kalanlara karşı; biraderin bıraktığı tüm yarım kalmışları tamamlama
gayesi. Ve bir dönüm noktası aynı zamanda. Kaknüs
her zaman aynı şarkıyı söylemiyor maalesef. Artık neşeli değil tüm şarkılar. Her yeniden doğuş beraberinde
yeni bir melodiyi mırıldanıyor. Bu bazen hüzzam oluyor bazen nihavent. Seçmek mümkün değil, seçileni
söylemeye başlıyorsun. Nefesin tükenip de bir başkasına nefes verdiğin o ana değin.
Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si limandan böyle
ayrılmıyor muydu? “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”
Bir siyah ufka bakarcasına fotoğraflara bakıyor insan.
Zamanı dondurduğumuz o karelerde geçmişe dönük
hatıraları yeniden yeniden yeniden yaşamaya çalışıyoruz. Ama hiçbiri o ânı bir daha yaşatmıyor ve asıl korkunuz baktıkça unutmaya başladığınızı fark ettiğiniz
zaman çıkıyor ortaya.
Masalları severim çocukluğumdan beri. Kocaman
bir hayatın özetidir başlangıcındaki tekerlemeler. Bir
varmış, bir yokmuş ile başlayan…■
77
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
KEMAL BATMAZ
Şehrin şiirle buluşması
Hazar’da şiir her sene yeniden çalışılır, şehir; kültür, sanat, edebiyat insanlarının toprağı sürer gibi sürmesiyle nefes alır. Havasını,
suyunu, toprağını, güneşini sürer şiir yazan
eller. O eller cümle hayali yazar, kaleme dokunmadan kelamı işletir. Hazar da hezar verir
daim. Cömerttir…
18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları 1013 Haziran 2010’da 12 ülke ve Türkiye’den
toplam 35 şairin katılımıyla gerçekleştirildi.
Bu yılki Hazar Şiir Akşamları, Ahmet
Yesevî anısına yapıldı. Sevgi ve hoşgörü başköşede yer aldı. Yesevî olur da “sevgi ve hoşgörü” olmaz mı? Program çerçevesinde Sevgi
ve Hoşgörü konulu panelde katılaşan kalpler
Şairlerin asıl yürüyüşü
yüreklerinden dillerine
gelen şiir sözleriyle anlamını
buluyor gecede. Onlar
sözün hızlı atlarıyla Hazar
kıyılarından geçiyorlar ta
Orta Asya’dan, Balkanlar’dan
gelip doğudan ve batıdan,
kuzeyden ve güneyden
süzülüyorlar göğümüzde. Bize
ise bu lezzeti idrak etmek
görevi düşüyor.
78
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
için ilham reçeteleri yer aldı. Biz de unutturulmaya çalışılan köklü tarihimizi hatırlayıp mirasımıza sahip çıkmak gerektiğini hatırladık, bağlarımızın kuvvetini fark ettik.
Hazar Şiir Akşamları çerçevesinde birçok etkinliğe imza atıldı. Bu etkinliklerin bazıları geçmiş yıllardan tekrar ede ede gelirken bazıları da
18. Hazar Şiir Akşamları’nda ilk defa yerini aldı.
Etkinlikler 10 Haziran Perşembe akşamı, Harput musikisinin sunulduğu Kürsübaşı tanışma
toplantısı ile başladı. 11 Haziran Cuma günü saat
11.15’te açılan sergiyi ilklerden saymak gerekir.
Sergi, “Sevgi ve Hoşgörü” temalı afiş, illüstrasyon, fotoğraf ve kitap içerikli idi.
Ancak asıl açılış 11 Haziran Cuma günü
15.00’te şairlerin, önde Elazığ Belediyesi’nin
mehter takımı olmak üzere Gazi Caddesi’ndeki
eski belediye binasının önünde toplanıp açılış
töreninin yapılacağı öğretmenevine doğru yürümeleri ile başladı. Bu yürüyüş; şiir ile şehrin
buluştuğu, şairin şehre sunulduğu, şehrin şairi
damarlarına çektiği sembolik bir yürüyüştü. Bu,
şiirin ayak seslerinin şehrin sesiyle buluştuğu şairler caddesinde şairden başka, yazar, bürokrat,
gazeteci, esnaf, memur, çocuk, kadın, yaşlı genç,
yediden yetmişe herkesin hem yürüdüğü hem de
kendini temaşa ettiği bir yürüyüştü. Öğretmenevinde tamamlanan yürüyüşü birçok ajans izlerken TRT canlı yayınladı.
Açılışta, Türkiye’den Yahya Akengin bir konuşma yaptı. Şiir Akşamlarıyla ilgili heyecanını
dile getirdi. Sonra Dua Okuyucu Bekarys Shoıbekov, domra eşliğinde dua okudu. Dualarla başladı 18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları. Açılış
programı protokolün konuşmaları ile devam etti.
Konuşmaların merkezinde, şiir vasıtasıyla gündeme gelen “sevgi ve hoşgörü” yer aldı, Elazığ’ın
tarihî ve kültürel değerleri, insanlık tarihinde
Yesevî’nin tesis ettiği sevgi ve hoşgörü, bu hoşgörü dilinin Türkçenin şiirini gündeme taşımakta
ve gündemde tutmadaki gücünün dile geldiği düşünceler vardı.
Açılış programı Yesevî Sanat Topluluğu’nun
yaptığı dans gösterileri ile tamamlandı.
Cuma günü 17.00’de “Ahmet Yesevî ‘Sevgi
ve Hoşgörü’ konulu panel gerçekleştirildi. Prof
Dr. Osman Horata’nın yönettiği panelde Doç. Dr
Necdet Tosun, Dr. Bahtiyar Aslan, Dr. Hayati Bice
ve Alymbay Botakarayev konuşmacı olarak yer
aldı. Konuşmacılar; Yesevî’nin “Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda oynadığı rolü, Pîr-i
Türkistân lakabıyla anılan Yesevî’nin, gerçek hayatından ve tarihî kişiliğinden ziyade menkıbelerini ve fikirleri ile tanınmasını, onun tasavvuf
kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına
ışık tutan “sevgi ve hoşgörü” yaklaşımını, ayrıca
Yesevî’nin hikmetlerinin nasıl ezberden okunduğunu, bu okumaların günümüz insanlarını nasıl
79
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
derinden etkilediğini dile getirdiler. Böylelikle
Hikmetler ve Yesevî’nin hayatından hareketle
“Sevgi ve Hoşgörü” kavramı panelistlerin sözlerinde can buldu.
Cuma günkü program ‘Hoşgörü Senfonisi’ ile
sona erdi. Programda, Yesevî bestelerine yer verildi.
12 Haziran Cumartesi günü program iki koldan başladı.
Şairlerin bir kısmı ilçelerdeki programlar için
erkenden yola çıktılar. Şiiri tüm şehre ve şehrin
uzuvlarına taşımak için yaydan boşanır gibi dağıldılar dört bir yana. Yesevî dervişleri gibi ellerinde ve gönüllerinde Yesevî hikmetlerinden
süzülmüş sevgi ve hoşgörü sözcükleri... Heybelerinde Türkistan mayası, gönüllerinde sözün gücünden başka bir şey yokken…
Diğer program ise Hazar Şiir Akşamları’nın
önemli etkinliklerinden biri olan Dergicilik Paneli idi. Şair Nazım Payam’ın yönettiği panelde,
“Şiir Akşamlarının Kültürümüze Katkısı” üzerinde duruldu.
Cumartesi günü saat 14.30’da Türk Dünyası
Hizmet Ödülü için AKM’de bir tören düzenlendi.
Geleneksel olarak verilen Türk Dünyası Hizmet
Ödülü bu yıl TİKA’ya (Türk İşbirliği ve Kalkın-
ma İdaresi Başkanlığı) verilecekti.
TİKA’nın başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere,
gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel, eğitim alanlarında işbirliğini projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek
gibi amaçları ve hizmetleri dolayısıyla verilen
ödül, TİKA adına Eğitim, Kültür ve Sosyal İşbirliği Dairesi Başkanı Mehmet Yılmaz tarafından
kabul edildi. Ödül, Milletvekilimiz Necati Çetinkaya tarafından verildi. Ödül töreninden sonra
Mehmet Yılmaz teşekkür ederek ödülü öncelikle
Türkmenistan ve Afganistan’da kaybettikleri görev şehitleri, çok fedakârca çalışan mesai arkadaşları ile kamu ve sivil toplumdan işbirliği, çözüm ortakları adına aldığını, söyledi.
Ödül töreninden sonra Yesevî Sanat
Topluluğu’nun konseri vardı. Aslında bu sadece
kulağımıza hitap eden bir konserden ziyade hislerimizi doyurmaya yönelik bir gösteri idi. Gösteri boyunca kâh en tatlı anılarıyla Asya topraklarını bir uçtan bir uca gezindik kâh Anadolu’da
bağdaş kurduk. Kardeşlerimizin görsel ve işitsel gösterilerini sanatın dilinden seyreyledik.
Gösteri müzik eşliğinde Ahmet Yesevî Sanat
80
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Topluluğu’nun sahneyi 18. Hazar Şiir Akşamları’na katılan
ülkelerin bayraklarıyla doldurmasıyla son buldu. Tablonun
oluştuğu anlar kendimizden
geçtiğimiz anlardı.
Damağımızda
Ahmet
Yesevî sanat topluluğunun
yaptığı gösterinin tadıyla asıl
program olan şairlerin şiirlerini
okuyacağı geceye geldik. Şiirler Hazar Gölü kıyısında okunacak. Şairlerimiz sesini Hazar
Gölü’nün suyuna Hazarbaba
Dağının toprağına, doruklarına
Hazar’ın güneşine duyuracak.
Bu sene katılan ülkeleri ve şairlerden bazılarının adlarını anmak istiyorum.
Azerbaycan: Naringül Babayeva, Faik Abas
Sefer – Kazakistan: Muhtar Şahan, Yesdevlet Ulubeğ, Begari Şoyibeko, Alimbay Botakara – Türkmenistan: Ogulcennet Başhimova – Kırgızistan:
Kozhogeldi Kulu, Ömer Sultan – Özbekistan: Babahan Şerif – Kırım: İsmail Kerim, İsmet Zato
- Karaçay / Malkar: Yürüzlan Bolat – Makedonya: Fahri Ali-Kerkük: Metin Abdullah Kerküklü
– Suriye: Muhammet Mevlüt Faki - Başkurdistan
Cumhuriyeti: Kısmetullah Yoldaş - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti: Beste Sakallı.
Türkiye: Bahaeddin Karakoç, Yasin Boztaş,
Yahya Akengin, Cemal Safi, Bahtiyar Aslan,
Ozan Taşdemir, Fazıl Ahmet Bahadır, İlter Yeşilay, Mehmet Nuri Parmaksız, Hikmet Yavuz,
Hıdır Toraman
Elazığ: Ömer Kazazoğlu, M. Faik Güngör,
R.Mithat Yılmaz, İhsan Nazik, Mahmut Bahar.
Akşam programında 18. Hazar Şiir Akşamları
dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasının ödül töreni var en başta. Ödüle layık görülen eserler ve
sahipleri arz-ı endam ediyor. Konuklar genç yüreklerden taşan sözleri dinliyor önce. Onların da
ödüllerini Necati Çetinkaya takdim ediyor.
Ve şairler çıkıyor kürsüye bir masalı yaşar gibi
dalıp gidiyoruz tılsımlı sözlerin etkisiyle. Şairler
okudukça etrafa bir sihir tozu serpiliyor. Her birimiz bir sözün peşine takılıp gidiyoruz.
Şairlerin asıl yürüyüşü yüreklerinden dillerine gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede.
Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından
geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip
doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak
etmek görevi düşüyor.
Şiir Akşamları 13 Haziran Pazar günü misafirlerin sözlerini bıraktıkları coğrafyada gezdirilmesiyle tamamlanıyor. Gezide Sivrice, Harput ve
Pertek yer alıyor.
Uluslararası Hazar Şiir Akşamları, hummalı
çalışmalarla ve büyük bir heyecanla hazırlanıyor
her sene.
Şiir çok çalışma ve çok emek yumağı. Bazen
yıllarca tekrar gerektirir.
Olunca akşam vakti olur, gün batarken…
Bir de Hazar’da dağların ardınca göz kırpar da
suya teğet durursa tamamdır.
Adı Hazar olur,
Hezar olur,
Hem zâr olur,
Akşam olur;
Olunca da şiir olur.
18’incisi gerçekleştirilen bu büyük organizasyonda emeği geçen herkese bir Elazığlı olarak
şükranlarımı sunuyorum. ■
81
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
16.Uluslararası Bayburt
Dede Korkut Kültür ve Sanat
Şöleninden izlenimler
MAHMUT BAHAR
Şölen, Bayburt Valiliği, Bayburt Belediyesi ve sivil
toplum örgütlerinin katkılarıyla 14-18 Temmuz 2010
tarihlerinde gerçekleştirildi.
13 Temmuz 2010 Salı
Sabah 11.00, Elazığ’dan hareket saatimiz.
Bingöl’deki yarım saatlik bir molanın ardından
yola çıkıyoruz. Aslında tırmanışa geçiyoruz. Rakım yükseldikçe kulaklarımızın pıtpıtları artıyor.
Karlıova’dan sonra otobüsümüz tam anlamıyla
yol yapım çalışması kapsamına giriyor. Her taraf
toz içinde. Müteahhit harıl harıl çalışıyor. Uzaktan
bir asfalt parçası parladığında kara görmüş denizci heyecanıyla ‘hah, tamam!’ dememizin üstünde
on dakika geçmiyor ki bir başka yol çalışmasına
dalıyoruz.
Yol boyunca adı kendinden daha şırıltılı köy
isimleri. Soğukçeşme... Çobanderesi....
Âdeta 2010 yılının ikinci baharını yaşıyoruz.
Dağ taş yemyeşil, çayırlar yeni biçiliyor. Öbek
öbek biçilmiş ot yığınları. Sarı ve mor çiçeklerin
cıvıltısı... Bahar yeni gelmiş olmalı. Elazığ’da
sığırkuyrukları çoktan oduna dönmüşken burada taptaze, çayır oğlanları gibi geçişimizi izliyor.
Sağımızdan solumuzda su cılgaları. “Güzel memleketim, taşı toprağı güzel memleketim. Bir de
dağların temiz olsa.” diyorum içimden. “Karlıova
kırsal kesiminde...”sözleriyle başlayan haberlerin
etkisi olmalı bunları söyleten. Dağlarda hâlâ parçaları var. Kendilerini kuytulara gizlemeye çalışsalar
da saf beyazları ele veriyor.
Saat 17.30. Uzaktan Erzurum gözüküyor. Yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Palandökenlerin bir
yanı yerden dağın tepelerine dökülen betonlar he-
82
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Dede Korkut Türbesi
men bize 2011 Kış Olimpiyatlarını hatırlatıyor. Bir
geçidin yanında duruyor, tünel girişindeki yazıyı
okuyoruz: Harput Kapısı... Gel de heyecanlanma.
Bu güzel memleketin birbirlerine açılan kapıları,
Harput Kapısı, Kars Kapısı; Urfa Kapısı, Mardin
Kapısı hiç kapanmasın.
18.00’de Bayburt’a hareket edeceğiz. Hava püfür püfür. Malum terminal manzaraları. Bavullu,
valizli, çanta ve poşetli insanlar, perona giren ya
da perondan ayrılan otobüsler... Suluboya gözyaşı tabloları... Bizi bir fıskiye karşılamıştı yine aynı
fıskiye uğurluyor. Anlaşılan şehre sırtımızı dönüyoruz.
Kop Dağı’ndaki Abidenin ayakuçlarından geçiyoruz. “Ayağını turabı olmaya razıyım
Mehmet’im.” diyorum. Aklıma hemen Arif Nihat
Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri geliyor:
Bir bayrak rüzgâr bekliyor
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs, nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
Ülkemin doruklarına ay yıldızlı al bayraktan
başkasını kimse yakıştırmasın!... Sesim titriyor,
gözlerim doluyor ancak Nihal Atsız’ın o mısrası
ile irkiliyorum:
“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz
Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.”
Hey koca Türk, sendeki bu ‘yufka yürekliliği’
tedavi ettirmediğin müddetçe, başına daha çok iş
açılacak!
Ve Çoruh bizi şehre götürüyor, Bayburt
Kalesi’nin bütün kapıları açılıyor.
Öğretmenevi’ne vardığımızda saat 20.00’ye
geliyordu.
İki kişilik 411 numaralı odamız herhâlde güneydoğuya bakıyor. Balkondan aşağıdaki üç katlı
apartmanla Öğretmenevi arasının sol yanına tarh
tarh lahana, sol yanında geniş bir çayırlık... Ve
Anadolu’nun subaşlığını yapan kavak ile söğüt.
Akşam kokteyl var.
Arabalara binip kale surlarının dibine kadar
yaklaşıyoruz. Kalabalık. Masalarda kokteyl geleneğine uygun yiyecek ve içecekler. Gömlekli kravatlı insanların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Bende
bir tişört, Nazım Payam Hoca’da bir gömlek. Üşüyoruz da. Kale dibindeki daracık yamaca 16 meşale
83
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
dikilmiş. Vali Bey’in tutuşturduğu meşaleyle Dede
Korkut kıyafeti giymiş aksakallı biri tarafından
kalenin bucuna çıkarılarak şenlik ateşi yakılıyor.
Harika bir sinevizyon gösterisi. “Soy soylamaya,
boy boylamaya” devam edeceğiz Korkut Ata’m.
Veteriner hekim olduğunu öğrendiğimiz Mesut
Çavdar, Bayburt türküleriyle başlıyor programına.
Söz konusu yamaçta yaşlı kadınlar oturmuş, sessiz
ve sakin olup biteni izliyor, türküleri dinliyorlar.
Kaleden şehre bakıldığında köprü ve ışıklarla yolu
kesilen Çoruh Nehri, peş peşe sıralanan olimpik
havuzlarını andırıyor. Evler, şehre sığmayınca yavaş yavaş tepelere tırmanmaya başlamış. Şehir, il
sorumluluğunu yüklenince kendine yeni yerler aramaya koyulmuş olmalı.
Şehrin yetiştirdiği bürokrat ve iş adamlarının
Bayburt sevgisine şaşırıyoruz. Lakin Çoruh kıyısındaki küçük parkta bir tabela dikkatimizi çekiyor:
“Bayburt’u sevmek bir iddiadır. İspatı yatırımdır.”
Bizim yatırımsever iş adamlarımızın mekânı
İstanbul-Kocaeli arasıdır.
Bayburt Üniversitesinin önünden geçerken Mühendislik Fakültesini göreceksin. Sakın şaşırma.
Orhan Veli’den esinlenen sözlerimiz sizi yanıltmasın. Çünkü yeni üniversitelerin çoğu, Meslek
Yüksek Okulları üzerine inşa edilmiştir. İnşallah
devamı gelir.
14 Temmuz Çarşamba
Kahvaltıdan sonra Masat Köyü’ndeki Dede
Korkut türbesine gitmek üzere yola çıkıyoruz.
Bayburt- Erzurum yolunun bilmem kaçıncı kilometresinden sola dönüyor, dere boyunca ilerliyoruz. Tezek kokuları arasında köyü çıkar çıkmaz
türbe görünüyor. Kıl çadırdan iki otağ kurulmuş.
Kalabalık. Civar köylerden gelenler de olmalı. Bu,
köy kalabalığından çok öte. Türbede aşir okunuyor,
dualar edilip fotoğraflar çekiliyor. İçeri geçiyor,
Dede Korkut’un -haddim olmayarak- ak saçlarını
sıvazlıyorum. Belediye tarafından dağıtılan beyaz
şapkalardan birini zar zor kapıyorum. Mikrofonda
Belediye Başkanı H.Ali Polat. Güzel şeylerin yanı
sıra özel şeyler de söylüyor. Galiba Türk Cumhu-
riyetlerinden biri kendisine, “Siz güzel atlara binip
Anadolu’ya geldiniz. Biz atları kesip yedik ve burada kaldık.” demiş. Anadolu’da kalma mücadele
ve serüvenimiz devam ediyor.
Çiğdem gibi sekiz kız. Edi Mau Halk Dansları
Topluluğu. Bir şarkı eşliğinde oynuyorlar. “Parampa, parampa” nakaratına iştirak ediyoruz. Kırmızı elbise, sarı yelek, kuş tüyü sorguçlu başlıklar.
Programdan sonra yanlarına yaklaşıp kıyafetlerin
adlarını soruyorum. Not defterime kendi el yazısıyla şunları yazıyor esmer bir kız: Ükı, kamzol,
köylek. Akabinde Gürcistan İmedi Halk Topluluğu,
Kafkas oyunlarını sergiliyor. On yaşında var yok
bir Gürcü erkek çocuğu sıçrayıp sıçrayıp diz vuruyor. Sıra, bizim Bayburtlunun ata barında.
Dede Korkut çeşmesinde elimizi yüzümüzü yıkıyor, şifa niyetine su içiyoruz. Kanımız tazelensin. Hiçbir topluluk ya da millet Anadolu’yu bizim
kadar hak etmedi…
Dönüşte kitabesinden anlayabildiğim kadarıyla
Anadolu’da kurulan ilk Türk Beyliği Saltukoğulları (1092-1202) komutanlarından Mengüç Gazi’nin
kardeşi Osman’a ait kümbeti ziyaret ediyoruz. Halk
arasında ‘Şehit Osman’ olarak biliniyor. Türküden
bir bölümü, Bayburtlu kardeşimiz okuyor:
“Şehit Osman, Duduzar, Bayburt Kal’ası
Ne hoş olur yontma taştan binası”
15 Temmuz 2010 Perşembe
Sabahleyin erkenden kalkıp tıraşlarımızı olduk.
Şehir merkezine yürüyeceğiz. O sakin çağıltısıyla
Çoruh bize eşlik ediyor. Pazar sabahını hatırlatan
sokaklar. Mesai gününe dair iz yok. Ağaçların altında başımız salkım söğütlere değe değe ilerlerken
karşı taraftan aksi yöne ilerlemekte olan bir zat,
“Selâm aleyküm” diyor. Aramızda en az on metre
var. Herhâlde selam bize değildir. İyi şiirler yazıyoruz ama şöhretimiz bu kadar yaygın değil, eş dostla sınırlı. Ağaçların altından yola çıkıp bakıyorum,
kimsecikler yok. Selam, bize. “Aleykümselâm”
diye bağırıyorum adamcağızın arkasından. Tepki
göstermediğine göre ya ‘Bu adamlar Tanrı selamına
değmez’ demiş ya da bize kırılmıştır. Ne bilelim…
Selam artık yalnızca eşe dosta, cami diplerinde na-
84
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
maz vaktini bekleyen emekli ve tekaüde mahsus
dinî bir ritüel olup çıktı. İnsanlar tanımadıklarına
niye selam versin ki! “Selam verdim rüşvet degil
deyu almadılar” Fuzuli ne kadar haklı. Yüzümüzde 16. yüzyıl utancıyla yürüyoruz. Çoruh, bizden
uzak dur…
Bayburt, bir heykelin etrafına kümelenmiş iki
üç katlı dükkân ve iş yerlerinden oluşan küçük bir
şehir. Meydan Arnavut usulü kaldırım taşlarıyla
kaplanmış. Bu küçük çarşı, köprülerle mahalle ve
sokaklara bağlanıyor. İşimizi hallettikten sonra bir
çay ocağına oturuyor, günün ilk çayını yudumluyoruz.
Saat 15.00
Öğretmenevinin yanı başındaki binaya, İl Kültür Merkezi binasının çift girişli merdiveninin
solundan sokuluyoruz. Yahya Akengin, baba tarafından Bayburtlu olan merhum Halil Soyuer’in
Aziz Nesin sanılarak dövülmeye kalkışılmasından
bahsediyor. Sanatsever yanımız bazen aksi şekillerde de tezahür ediyor. Müteveffa Aziz Nesin’in
Türk milleti hakkındaki istatistikî değerlendirmesi(!) başına çorap ördü. Elime yapıştırdığım Bizim
Külliye dergisinin arasındaki dosya kâğıtlarında
beş şiir var. Hangisini okusam? Ben biraz ters
adamım, herkesin okuduğunun aksini ya da kel
alakalı bir şiiri okumak gibi bir eksikliğim var. Atmosfere kendimi kolay kolay kaptırmam. Nazım
Payam, benden daha heyecanlı. Sabahleyin beni
“Tuz Tadında” şiirini okumam için yönlendirmeye çalıştı, ama yok. Kürsüye ilkin Yahya Akengin
çıkıyor. Şiire geçmeden önce şairleri tanıtıcı bir iki
kelam ediyor, tanıtılan şair oturduğu yerden ayağa kalkarak mütebessim bir eda şiir dostların
selamlıyor. Diğerleri hakkında ne söylendi ama
benim için “modern şiirler yazan şair” dediğini
işitir gibi oldum. Ayağa kalkıp diğer şairleri taklit ettim. O da ne, Akengin ağabeyimiz Abdullah
Satoğlu’nu unuttu. Hatırlatılması üzerine de lafı
evirip çevirdi, “Unutur muyum, aslında bir sürpriz
yapacaktım.”deyiverdi. Salonun yarısı inanmışsa,
dönüp Aziz Nesin’in istatistikî verilerini bir daha
değerlendirelim. Asıl suçlu olan hiç şüphesiz sahne heyecanı. Bazıları şiir okurken hiç heyecanlanmazlar, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir yazısında
belirttiği gibi araba süsleyen bir zanaat erbabı rahatlığı içinde ellerindeki fırçayı sabit tutup tekeri
çevirdiğinde teker kendiliğinden boyanmış olur ve
zanaatkârımız ıslık çalmayı da ihmal etmez. Şair
öyle mi! Çünkü sanat heyecandan doğar ve sanatın
bizzat kendisi heyecandır. Yahya Akengin, “Annem” şiiri ile “Kimselere Anlatamadım”ı okuyor.
Her iki Bayburtlu şairden sonra bir misafir şair çıkıyor. Bayburtlu şairler tek şiir okurken, misafirler
iki şiir okuyor. Kural bu. Âşık geleneğini hatırlatan
ölçülü, kafiyeli şiirler… “Haram ile helali süzmeye geldim” gibi içinde yaşadığımız tezatlar âlemini
çok şık bir biçimde ifade eden pırıltılı mısralar hemen dikkat çekiyor. Nazım Hoca, “Kırdım Söz
Putlarını Kısık Sesimle” şiiri ile “Ateş Su, Toprak Hava” şiirini okuyor. Sanatçı heyecanı, hem
ses tonunu hem çehresinin rengini değiştiriyor.
Sıra bana geliyor. Bastırmaya çalışıyorum ama
o heyecan, kurulu bir zemberek gibi beni dağıtmaya çalışıyor. Heyecanla cebelleşe cebelleşe
ilk şiir bitiyor ve ben “Vera”yı okuyorum.
Özbekli Hocamız Babahan Muhammet Şerif
Bey, o güzel Türkiye Türkçesiyle şiirini seslendirirken eşi muhterem hanımefendi Nene
Hatun’a yazdığı bir şiiri okuyor. Biz, hangi Özbek, hangi Tatar, hangi Kırım, hangi Kırgız, hangi Türkmen kahramanına şiir yazdık? Solumuz
Che Guevara’ya, Hiroşima, Nagazaki’ye, sağımız
Filistin’e yazar desem, yalan ya da yanlış mı söylemiş olurum?
Kosova Prizren’den Balkan Aydınları ve Yazarları Derneği Başkanı Osman Baymak, dostumuz, şiirinde bir destandan hareketle Tanrılarla
Tanrıçaları buluşturuyor. Akşamki kritikte Akengin, “Evet, atalarımız da çok Tanrılıydı belki ama
biz şimdi tek Tanrıya inanıyoruz.” sözleriyle şiiri tatlı tatlı hicvediyor.
Plaketlerimiz çok ağır, kristalden. Bilgisayarla
yapılmış, bir camın içinde elinde kopuzuyla Dede
Korkut. Ey Oğuz elinin bilicisi, gaipten türlü haberler vericisi, hele bize bir şeyler söyle…
16 Temmuz 2010 Cuma
Kop Dağı’na, Şehitlik Abidesini ziyarete ve
mevzileri gezmeye gidiyoruz.
85
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
Yukarıda da yazdığımız gibi Bayburt’a girişte önünden geçmiştik. Şoförümüz Hasan, bu tatlı
rampanın bizi aldatmaması gerektiğini söylüyor.
“Hocam bu yol kış boyunca karlı buzludur. Tırlar,
kamyonlar çıkamaz…” Kop’un tepesinde Atatürk
heykeli ile Ruslara karşı mücadele veren Türk
askerinin anısına dikilen bir abide. Kitabesinden
okuduklarımı aktarmak istiyorum:
“Onlar içimizde ülkü, dilimizde türkü, imanımızda rehber ve hayatımızda gururdur.”
Okunan aşiri’ı yine huşu içinde ve gözlerimiz
dolu dolu dinliyoruz.
Kop Dağı’ndan bahsedince Yahya Akengin’in
şu güzel mısralarını atlamak olmaz:
Kop Dağı’nın tepesinde bir anıt
Anıtın üstünde bir bayrak
Bayrakta bir rüzgâr ılgıt ılgıt
Taşırlar ruhumuza selamları.
Selamınız ne sıcak.
Kanımızla erimişti bu dağların karı.
Size yeşil, size çiçek olsun…
Öldük ki bu milletin evlatları
Yetim kalır ama
Kalamaz özgürlükten yoksun.”
Mevzilere tırmanıyoruz. Bu sırtta, kuzey-güney
istikametinde kazılmış ve taşlarla yükseltilmiş dalgalar hâlinde mevziler sıralanıyor. Mehmetçik, bir
çukur ve bir taşla kendisini korumaya çalışırken
aslında siper ettiği göğsüyle vatan ve imanını
korumaktadır. Ayakucumda bir mermi kovanı.
Tabanında “1325”, “mavzer” yazıyor Arap rakam ve harfleriyle. Vali Bey’e verdiğim kovanı
dönüşte Nazım Payam’ın elinde görüyor, hayıflanıyorum. Benim böyle saflıklarım pek çoktur.
Bir defasında da bizim köyün girişinde bulduğum “hürriyet, adalet, müsavat” yazılı sikkeyi
de halaoğlu elimden almıştı.
Askerimiz Erzurum düşünce buralarda tam beş
buçuk ay Ruslarla çarpışmış. Rusların 4.Türkistan
Tümeni Almuşka’dan iner, 17. Ve 18. Türkistan
alayları ise Aksunk ve Maçur önünden Bayburt’a
girer.
Rehberimiz, yakın zamana kadar mevzilerde
insan iskeletine ait kemiklerin, hatta kafatasının
bulunduğunu söylüyor. Yöre halkına göre neresi
daha gür ve yeşilse orası toplu mezar alanıdır. Allahüekber! Cepheden ayrılma hazırlıkları başladığında aşçı “Uşak, geri çekileceğiz çekilmesine de
bu kartolları (patates) ne yapacağız?” der.
Ruslar zamanla çekilir. Bu kez mücadele Ermeni iledir. “Babamın da içinde olduğu ordumuz
Ermenileri Gümrü’ye kadar takip etmiş. Yol boyunca bir köy camisinde yakılan insan yağlarının
köy meydanına sızması gibi kötü olaylara şahit
olmuşlar. Gümrü’de yapılan anlaşma ile Kars’ın
Kızılçakçak beldesi sınır olmuş ve bizimkiler geri
dönmüşler. (U.Ahmet Aker, Hicranı Anlayan Şehir) Fransa ve İngiltere’de o işlek giyotinlerin koparttığı başlardan akan kanların bir süre sonra toprağı doyurup metrelerce uzağa akmaya başladığını
hangi kitapta okumuştum acaba?
Bu ziyaretin akabinde ziyafete gidiyoruz. Hedefimiz Helva Köyü. Yağmurlu bir öğle saatinde
cuma namazını kılıp traktörlerin de eşliğinde Buz
Mağarasının bulunduğu tepenin eteğine yapışıyoruz. İki kıl çadır kurulu. Yemekte helva da var. Bu
helva, Kop Dağı’nda günlerce kartolla ayakta kalmaya çalışan Mehmetçiğin helvası mı, bize hediyesi mi? Masada tam karşımda oturan arkadaş gülümsüyor. “Korkmayın, kepçe Deli Hoca’nı elinde
olduğu sürece aç kalmazsınız.”
Kafileden ayrılıyoruz.
Bu güzel insanlardan ve güzelliklerden ayrılma
vakti gelip çattı.
Geleneksel Türk misafirperverliğinin en
güzel örneğine tanık olduğumuz geçide kurulu
şehrin insanlarına el sallamak hiç de kolay olmuyor.
Sonuç niyetine
Bu etkinliğin hem kültür, sanat ve edebiyat
adamlarını hem bürokrat ve iş adamlarını buluşturma, kaynaştırma gibi bir fonksiyonu yerine getirdiğine, bahar ve yazı iki üç ay gibi kısa
bir süreye sığdıran halkın hayatına dördüncü bir
cemre gibi düştüğüne inanıyorum.
Teşekkür ederim Bayburtlum.
Allahaısmarladık Korkut Ata’m.■
86
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
87
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
88
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
89
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
90
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
91
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
92
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
93
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
94
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0
NAMIK YUSUF
95
eylül-ekim-ka sım
2 0 1 0
96
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 0

Benzer belgeler