a Mektup,Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih

Transkript

a Mektup,Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih
Açlık Nimeti
AÇLIK NİMETİ
Fikret Adil “Asmalımescit 74” adlı kitabında Necip Fazıl’la ilgili bir hatırasına yer
verir. İkisi birlikte iken öğle yemeği saati gelmiştir. Ne yazık ki ikisinde de para
yok. Kahvede aç karna sadece çay içerek Peyami Safa’nın yönetiminde yayınlanan
Cumhuriyet’in edebiyat sayfasına yazı yazmaya başlarlar. Necip Fazıl’ın yazısının adı
“Açlık”tır. Fikret, az sonra kahveye gelen bir arkadaşından aldığı para ile Necip
Fazıl’ı Amerikan Lokanatası’na davet eder. Yemekten sonra birer kahve içerlerken Necip
Fazıl artık yazıyı yazamadığı için dostuna sitem eder:
“Karnım doydu ama açlık düşüncelerim kayboldu.”
(Edebiyatımızın Güleryüzü – Mehmet Nuri Yardım)
Abidin Dino’dan Üstad’a Mektup
ABİDİN DİNO’DAN ÜSTAD’A MEKTUP
Necip,
Mehmet’in doğması –bilmem inanır mısın- benim için bir bayram. Çok seviniyorum. Yüzünü
gözünü merak ediyorum. Nasıl şey, çok bağırıyor mu? Görmek lazım vesselam.
Dünya yüzüne ayağı uğurlu geldi. Mehmet bu, şaka değil, kolhoz reisi filan olur
inşallah.
Seni öperim.
Karına, yeryüzüne bir Mehmet kazandırdığı için teşekkür, ellerinden öperim.
Abidin.
(Mehmed’e selam, artık çabuk büyüsün, unutma söyle)
Abidin Dino
Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih (Eser
İncelemesi)
NÂM-I DİĞER PARMAKASIZ SALİH
KUMAR MANEVİ BİR İLLET, ÇARESİ DE ANCAK MANEVİ OLABİLİR diyor Üstad.
1949 yılında Türk Neşriyat yurdunca yayınlanan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, 1948-1949
kış sezonunda İstanbul Şehir tiyatrosunda temsil edilmiş ve “Üstad’ın sahnelenirken
durdurulan ve oyundan kaldırılan eserlerinden birisi” sıfatıyla tarihteki yerini
almıştır. Bu sıfatla ilgili Mehmet Kısakürek Kaşgar Dergisinin 31. sayısında(OcakŞubat.2003,Sh. 144) kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları paylaşır :
” Şehir tiyatroları tarihinde bir kere daha bir eser, sahibi tarafından sahneden
indirilmiş. Eseri kim indirmiş biliyor musunuz? Babam Necip Fazıl KISAKÜREK. Eser:
Parmaksız Salih. Yanılmıyorsam, başrolü oynayan aktör de Galip Arcan. Necip Fazıl ilk
gün gidip bakmış ki kendi eseriyle oynanan oyunun hiçbir ilgisi yok. Ki, Galip Arcan,
kendisinin dostu. İtirazları netice vermeyince, indirilmiş. Affetmemiş. Hem de ne
diyerek: ‘Bir cins atı, eşek seviyesine indirmiş!’ diyerek, Galip Arcan için. Sanatı
söz konusu olunca hassasiyeti bu.”
Bir kumarbazın hayatını anlatan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, sonradan And Film sahibi
Yönetmen Turgut N. Demirağ tarafından iki defa filme alınmış ve geniş ilgi görmüştür.
PARMAKSIZ SALİH
Yönetmen : Faruk Kenç
Senaryo : Necip Fazıl Kısakürek
Görüntü Yönetmeni : Kemal Baysal
Oyuncular : Muzaffer Tema, Talat Artemel, Nevin Seval, Melahat İçli, Vahi Öz, Cahit
Irgat, Leyla Nil, Nurhan Nur
Yapımevi (şirket) : And Film (Turgut Demirağ)
Konu : Kumarhane sahibi bir babayla, kumara düşkün genç oğlunun öyküsü
İlacı olmayan hastalık diyerek adlandırdığı kumarın, insan hayatını nasıl sardığını ve
hastayı kendisine mahkum ettikten sonra bırakıp gittiğini, giderken de insana ait her
şeyi beraberinde götürdüğünü Nam-ı Diğer Parmaksız Salih eserinde tüm açıklığıyla
ortaya koymuştur Üstad.
İnsana sığınacak bir liman gibi görünen, son çare diye başvurulan çaresiz hastalık,
eserde hem Parmaksız Salih’in hayatında, hem de
SALiH — O benim kanımı taşıyor!
MACiDE — Sizin kanınız pis mi?
SALiH — Pis!
dediği oğlunun hayatında tüm açıklığıyla anlatılmıştır.
17 yıldır oğlunu arayan, kumar yüzünden parmağından olan, kumarhane işletmesinin
sahibi olmasına rağmen her fırsatta kumarın, onu oynayanlar tarafından görmezden
gelinmeye çalışılan yüzünü dile getiren Parmaksız Salih, 22 yıl sonra oğluyla
karşılaşır. Hem de hayatını mahveden, oğlunun yüzünü 22 yıldır görememesinin tek
nedeni olan kumar illetine bulaşmış bir haldeyken.
Belki bundan sonrasını kurtarabilirim diye Yusuf (oğlu) un peşinden koşar ama geç
kalmıştır. Kısa bir zaman önce başkası için Parmaksız Salih’in katkılarıyla hazırlanan
tuzağa düşmüş ve
“Ölürsem şerefim temizlenmiş olmayacak. Aynı şerefsizliği sana ve çocuğuma
devretmiş, sonra da bunun dünyadaki azap ve mesuliyetinden kaçmış olacağım! “diyecek
kadar herşeyini kaybetmiş halde bulur.
Torunu ve gelini için yapabileceği tek şey kalmıştır. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu
Salih’in terk-i dünya etmesidir..
Eserin son sahnesinde Yusuf’un, Parmaksız Salih’in oğlu olduğunu ve kurtuluşun yolunu
öğrenmesi aynı anda olur.
Eserde, “en canhıraş sebepleri
‘kumarı’ göstermek” istediğini
kendisine yöneltilen bir suale
dava, bin bir tezad ve bin bir
ve neticeleriyle doktor ve ilacı olmayan hastalığı,
söyleyen Necip Fazıl, Parmaksız Salih ile ilgili olarak
şu cevabı veriyor: “Eserde ifadelendirmek istediğim tek
zıt kader cereyanı içinde hakiki fışkırışını bulamamış
ve hatta kötülük baskısı altında uyuşmuş bir ruhun, en büyük saike kavuşur kavuşmaz
birden şahlanışı; ve tam 55 yıl bilmeden hasret çektiği ve daima istekli yaşadığı ulvî
aksiyona şiddetle atılışıdır.”
(Yazıldığı tarih: 1948)
http://www.necipfazil.com/eser17-20.htm
Üstad’ın ,”hasta kumarbazın not defteri” eserinden alıntı
”Bir veliden birkaç satır:
-Ben varlığın her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye
perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve
haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son
şeref zerresine kadar kendini kumara adamakta devam eden bir kimseye sordum: (niçin bu
açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsiniz: Ben bu yoldan
dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye
mecburum. Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum!
Hiçbir işte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah’a iliştirilecek olsa, gayelerin
gayesi gerçekleşmiş olur..
Ben, hasta kumarbaz, veli’nin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru
hiçbir adım atamadım.”
Gaziantep devlet tiyatrosunun Parmaksız Salih piyesi için hazırlattığı afiş :
Herkes haziran ayında kabuğuna çekilmişken biz yine sahnedeyiz. Seyirci kaygısı
çekmeden, sahne dolacak mı sorunu gütmeden, herşey sanat için sloganıyla yine
sahnedeyiz.
Bir duygudur Tiyatro, bir şiir, bir resim, bir müziktir tiyatro, bence tiyatro
herşeydir. Bütün sanatı içine alan koskoca bir dünyadır. Tiyatro yaşanılması ve
yaşatılması gereken en büyük olgudur.
Tiyatro Bir Yaşam Biçimidir
Necip Fazıl Kısakürek anısına…
PARMAKSIZ SALİH
Bir kumarbazın kumarı nasıl bırakmak zorunda kaldığını, taşıdığı kan yüzünden oğlunun
da bu hastalığa nasıl bulaştığını ve onu bu hastalığından kurtarmak için nelere
katlanmak zorunda kalacağını anlatan bir oyundur bu.
Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu “PARMAKSIZ SALİH” adlı oyun; Bir kumarcının,
oğlunu, işlettiği bir kumarhanede bulması ve oğlunun kumar yüzünden müvekkillerinin
dahi parasıyla oyun oynayacak hale gelmesini anlatmaktadır. Oğlunun artık kurtulması
mucizedir, çünkü Avukat Yusuf ertesi sabaha kadar 3000 YTL bulmak zorundadır. Borcu 12
bin lirayı aşmıştır. Oğlunun kurtulması avukatlık barosundan kovulmaması, hapislere
düşmemesi, şerefi ve en önemlisi torununa iyi bir gelecek için Parmaksız Salih’in
ölmesi gerekmektedir. Çünkü Parmaksız Salih’in hayat sigortası diye biriktirdiği
100,000YTL lik bir parası vardır ve varisi oğludur.
Necip Fazıl gibi büyük bir üstadın kaleme almış olduğu bu enfes dram oyunu 25 haziran
2005 günü Gaziantep devlet tiyatrosunda sergilenecektir. Seyir tiyatrosu oyuncularının
kendilerine prensip haline getirdiği” ücretsiz” felsefesi bu oyun için de geçerlidir.
Herkesin oyun izlemesi ve sanatsız kalmaması düşüncesiyle büyük üstadın ölüm yılı
etkinlikleri kapsamında oynanacak olan bu oyuna herkes davetlidir
Oyun adı: Parmaksız Salih
Yazan: Necip Fazıl KISAKÜREK
Yönetmen: İhsan ATA
Işık tasarımı: Gökhan YAKIN
Millî Nizam Davası’nda Necip Fazıl’ın avukatlığını yapan Süleyman Arif Emre bir
söyleşide Üstad’ı anlatırken şunları paylaşır:
“Üstad Nam-ı diğer Parmaksız Salih”i yazmak için kumarhaneye gider. İhbar sonucu
baskın olur. Ertesi gün bütün Bab-ı Ali’de gazeteler Üstad’ın kumarhanede
yakalandığını yazarlar. Tabi Üstad, Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanımadan kumar
oynamıştır. Ancak ondan sonra terk etmiştir. Aleyhinde yazan gazetelere Büyük Doğu’da
“Moskova Lağımının İğrenç Fareleri” başlıklı korkunç bir yazıyla cevap verdi. O
yıllarda Büyük Doğu dedin mi, akan sular dururdu.”
Dârül Muallimin-i Aliye’de okurken (Yüksek Öğretmen Okulu), Maarif Vekâleti, Avrupa
üniversitelerinde tahsile göndereceği ilk Cumhuriyet talebeleri için bir imtihan açar.
Necip Fazıl da imtihana girer, iyi derece ile kazanır ve Marsilya’ya Sorbonna
Üniversitesine Felsefe tahsili için gönderilir. Marsilya’da Üstad için sadece felsefe
hayatı değil bohem hayatı da başlar. Parmaksız Salih eserinin Üstad’ın hayatıyla
kesiştiği yer burasıdır. O da Yusuf gibi dünyanın en korkunç sihrini ve cazibesini
kumarda bulduğu için kendisini ilacı olmayan bu hastalığın kollarına atmıştır (Üstadın
kumara bağlanma nedeninin ruhî çalkantılarından, bitmez tükenmez vehimlerinden bir
kaçış, bir anlık da olsa onlardan kopuş, bir nefes alış ve ruhunu doyuracak olan şeyin
hasretinin cereyanı içerisindeki büyük sarsılış olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu
hususta daha fazla malumata sahip olmak için Üstad’ın O ve Ben ile Babıâli isimli
eserleri okunmalıdır) Ama hikâyelerinin sonları farklıdır. Yusuf babasını bulduktan ve
her şeyini kaybettikten sonra hastalığın panzehirini bulmuş olur, Üstad ise Efendisi
Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanıdıktan sonra panzehiri bulmuştur.
Üstad’ın “Bence sahne, toprak üstüne tebeşirle çizilen esrarlı bir dört köşe…”
şeklinde tarif ettiği tiyatronun bu tanıma uygunluğunun anlaşıldığı eserini okurken,
Üstad’ın bu dört köşeyi nasıl ustalıkla kullandığına bir kez daha şahit oluyor insan.
Üstad’ın imzasının olması tavsiye edilmesi için yeterince geçerli bir sebep ama yine
de Parmaksız Salih’in okunmasını tavsiye etmeyi bir borç biliyorum.
Saygılarımla…
Üstad Sınıfı / Rabia OCAK
Abdülhak Hamid Tarhan
ABDÜLHAK HAMİD TARHAN
“ŞÂİR-İ ÂZAM” lâkaplı Abdülhak Hâmid’i görünce insan, bunca İngiliz soylusu arasında
Kraliçe Viktorya’yı hayran bırakan Bâlâ rütbeli bu Osmanlı Beyinin kıyafet ve tavır
asaletine tutulmaktan kendisini alamıyor. Sultan Abdülaziz’in Londra’yı ziyaretinde
kravatına âşık olduğu ve kendisine hediye edilmesini istediği genç sefaret kâtibi,
işte 60 yıl sonraki haliyle!..
80 küsurluk yaşına rağmen dökülüp gitmemiş ve beyazları arasında siyah telleri kalmış,
yatık ve taralı saçlar… Açık, ferah, saygı ve güven verici, saray cephesi gibi bir
alın… Sağdaki yukarıya kalkık ve çatık, bir çift hiddetli kaş… Göz kapaklarının ve
gözaltlarının kıvrımlarında şahsiyet mühürü çizgiler… İstihâ habercisi irice bir
burun, büyükçe kulaklar ve gayet zarif, rengi saçlarına denk bir sakal… İpekli ve
(Fantezik) bir yelek etrafında gayet biçimli ve ağır başlı bir (desen)den, henüz
ütülenmiş ve hiç yorulmamış hissini veren bir kostüm ve harikulade bir çift potin…
Sahibinin incecik, taraksız ve son derece endamlı ayaklarını sıkı bir eldiven gibi
teşhir edici, (potisuet) konçlu ve düğmeli potinler…
Maçka Palas’ın ilk katındaki dairesinin büyükçe salonunda, (Goblen) desenli, (berjer)
dedikleri uzun arkalıklı koltuğunda, tek gözlüğü kalkık kaşının altında, Abdülhak
Hâmid; ve ziyaretçileri, kadınlı, erkekli bir grup… Ayakta da, taburenin üstündeki
tepsiden misafirlerine ikramla meşgul, Lüsyen Abdülhak Hamid Hanımefendi… Hamid’den en
aşağı 35 – 40 yaş genç, ona 65 yaşlarındayken Brüksel sefirliği zamanında ve
kendisinin en taze çağında âşık olup zevceliğine giren kadın… Abdülhak Sinasi, sözü:
– Yeni neslin en kuvvetli şairi…
Diye takdim ettiği gence getirip, biraz evvel mahut züppeler çerçevesinde onun yeni
harflere dair aforizmalarını anlattı ve:
– Genç Şaire göre, dedi; bu harflerle zekâ terbiyesi bile yerine getirilemez. Hâmid,
dikkatli anlarında daima yaptığı gibi (monoklünü gözünden düşürdü ve Genç Saire döndü:
– Aferin oğlum, fikirlerine tamamiyle katılıyorum! Ve sonra (d) sesi veren bazı
kelimelerin (t) ile yazılmasındaki sakilliğe işaret ederek dedi ki:
– Ömrümün sonunda, ismimin sonuna bir “it” ilâve ettiler.
Misafirler halkasından İsmail Hami Danişmend ellerini çırpmaya kadar giderken zevcesi,
gül dalı misali incecik Nâzân Hanımefendi, en keskin nefret ifadesini acı bir
tebessümle gösterdi; biraz önceki pastahane halkasının sükûtî figürü Mithat Cemal ise
bahse el attı:
– Bu, cesur bir ameliyat, doğrusu… Bilmem ki, bünyemiz bu operasyonu benimseyebilecek
mi?
İsmail Hami sinirlendi:
– Yani benimserse iyi mi olacak? Siz her zamanki şüpheci tavrınızı bırakın da açık
hükmünüzü koyun ortaya!..
Genç Şair, kendi açtığı mevzu başkalarını akıntısına almış götürürken, Lüsyen Hanımın
yanı başında öbür hanımlarla ve apayrı şeyler üzerinde konuşmaktadır. Alevlenen
münakaşayı uzaktan dinliyorlar:
Fazıl Ahmed:
– Yeni nesiller sizin gibi düşünmeyecek… Hele 50 yıl geçsin 1928’in üzerinden ve eski
harfleri bilen tek kişi kalmasın; kimsede böyle bir dâvaya mevzu diye bir şey de
kalmıyacak?.. Biri:
– Bu mu yeni harflerin üstünlüğü?.. Mahzene tıkılıp da karanlıkta kalmak ve ona
alışmak, ışığa karşı zafer midir?
Başka biri:
– Fazıl Ahmed Bey; biz sizi Enver ve Cemal Paşalara bile ayak diremiş ve hicviyeler
yazmış, zevk ve irfan sahibi bir kalem tanıyoruz. Samimî olduğunuzu iddia edebilir
misiniz bu bahiste?..
Fazıl Ahmed:
– Vâkıâ Millet Meclisi âzısındanım ve bu gibi kültür inkılâplarına memur kadrodanım;
bu bakımdan da şüphe çekebilirim; fakat inanınız ki, yüzde yüz samimî olduğum
kanaatindeyim.
Abdülhak Hâmid’in evine, başında siyah satenden takkesi İbnülemin Mahmud Kemâl ile,
Ekrem ve Cemâl Resid’in babaları, “Nazariyat-i Edebiye” müellifi eski ‘nazırlardan
Reşid Rey de gelir ve bunlar “Şairi Âzam” ile “yâd-ı mazi – geçmişi anma” kılıklı,
tatlı tatlı konuşurlardı. O zaman, Hâmid’in, tiryakisi olduğu Genç Şair, bu muhterem
adamların meclislerini bomba mizaciyle örselememek için bir kenara çekilir ve Lüsyen
Hanımefendi ve bazı ecnebi kadın misafirler arasında otururdu. Lüsyen Hanım, onu,
ecnebi ziyaretçilerine şöyle tanıtırdı:
– Otuzundan eksik Şairlerin en üstünü!..
Bu “otuzundan eksik” sözü, o zamanlar moda, Fransızca bir tabir…
Genç Şair için bomba mizaçlı dedik. Evet, bu mizaç onda o derecede keskindi ki,
kimsede ve hiçbir oluş üzerinde tek kıymet tanımaz aforizmalarla ortalığı yakıp yıkar,
kırıp geçirir ve bazı kıymetlerin bile görülememiş, ölçülememiş, anlaşılamamış
olmasından yakınıp dururdu.
Meselâ, en gülünç bir yaftaydı, o, Hâmid’in kuyruğuna takılan “Şair-i Âzam” tenekesi…
Şairlik masonluk muydu ki, “üstad- âzam” dercesine “en büyük” mânasına bir sıfatla
ifade edilmiş olsun?.. Eğer Süleyman Nazif bu tenekeyi Hâmid’in kuyruğuna takmamış
olsaydı, kim, neyin farkında olacaktı ve takıldıktan sonra da kim, neyin farkında
oldu?..
Hâmid bu bombalardan öyle zevk alırdı ki, bir hayli güldükten ve dehşetle kulak
verdikten sonra sinir yorgunluğuna uğrar, en büyük derdi olan uykusuzluğun dermanını
bu bombalarda bulur ve koltuğunda sızıp kalırdı.
O zaman Lüsyen Hanımın, elini dudağına götürüp verdiği “sus!” işaretiyle sükûta geçen
Genç Şair…
Biraz sonra uyanır ve mahmur gözleriyle etrafı araştırır ve seslenirdi:
– Ey zekâ!.. Neredesin?
“Ey zekâ!” Hâmid’in Genç Şaire sık sık tekrarladığı hitap şekli…
– Buradayım! Diyebilir mi?
Yani kendisini mücessem zekâ yerine koyabilir mi?
– Zekâ sizde, dizinizin dibinde efendim!
Gibilerden bir lâf ederdi.
Hâmid, hoşlanmadığı ve beylik nakaratlarından usandığı ziyaretçilerini savmak için
eğer içeri odada veya yakınlardaysa Genç Şairi çağırtır ve onu ileri geri
konuşturarak, saçtığı bombaların gürültüsü ve dumanı içinde bu rahatsız edici
ziyaretçilerin sıvışıp kaçmalarını sağlardı.
Bir gün Genç Şaire demişti ki:
– Tanzimatı yaşayan benim de mânasını senden öğreniyorum!
Gerçekten ve her şeye rağmen öyle bir Tanzimatçı ruhu taşıyordu ki, meselâ satranç
oynarken taşını, yalandan titrettiği eliyle dört karenin merkez noktasına koyuyor,
böylece o taşın hangi karede olduğunu belli etmiyor ve hasmının oyununa göre hangi
karesine gelirse oradan hareket etmek (strateji)sini kolluyor. Siz de bu muhterem
ihtiyara taşın asıl yerini ihtar ve itiraz edemiyorsunuz.
Lüsyen Hanıma sorarsanız şaheseri bilinen “Makber”i, ilk sevdiği ve evlendiği kadın,
meşhur Fatıma hanım ölmeden, onu ölmüş farziyle yazmıştır. Korkunç sanatkâr
hokkabazlığı!..
Arif Dino’nun Genç Şairde bulduğu (farsör) mizacın ta kendisi!..
Şiirde büyük lâf ve büyük üniformalı mâna düşkünlüğüne, iç dünyalara hülûl edemeyişine
ve en çetrefil giriftlerin sırrını basitlerde bulamayışına rağmen (metafizik – madde
ötesi) bir kıvranışın yarım yamalak da olsa Tanzimat ötesi şiirde ilk haysiyetli
örneği… Onun, ömrünün sonuna kadar aradığı irşad ediciye ait sözü ve hasretiyle,
Müslüman, Bizans ve Fars noktaları arasında bir müselles çeken ruhunun istihzalı
tecellileri ve nükteleri, Genç Şairin Hâmid’e dair konferansı ve “O ve Ben” adlı
eserinde…
Öleceği güne değin Genç Şairden uzak yaşayamayan Abdülhak Hâmid’e bundan böyleki 5 yıl
boyunca sık sık rastlayacağız.
(…)
Yeni senenin ilk ayları içinde kendisini gayet iyi hissetmeye başladı. Eyüp, Babıâli,
Beyoğlu, Maçka Palas… Ortalara çıkabilmekte… Yeni fikirlerini dikkâtle dinleyen
Abdülhak Hâmid, Genç Şair’in kapılandığı zatı öğrenince:
– Ah, demekte; ben de bir irşad ediciye muhtacım.. İrşad edici, bir irşad edici!…
– Götüreyim sizi irşad edicinin huzurlarına…
– Hiç durma götür!
Genç Şair Efendi Hazretlerinin huzurlarında: .
– Abdülhak Hâmid bir irşad edici arıyor. Getirmeme izin verir misiniz?
– Hayır, buyuruyorlar; o bizden daha yaşlı… Biz gideriz.
Fakat kısmet değilmiş… Karşılaşamadılar…
Abdülhak Hâmid, 80 küsur yasında, pelteleşmiş haline rağmen, hâlâ ruhunun (metafizik)
adalelerinde düşünme gücü bulundurabilmektedir. Genç Şair de, kapılanma devresinde,
onu hep bu noktadan kamçılamakta:
– Biliyorsunuz ki, Batıda nefs muhasebesi, varlık murakabesi geçirmemiş, bunun
buhranını yaşamamış olanlara adam diye bakmazlar… Bizim Tanzimat sonrası edebiyatımız
ise bu bakımdan yavan altı yavan… Gençliğinizde böyle bir muhasebeye hiç yanaştığınız
oldu mu… Abdülhak Hâmid, Genç Şair’in iki yıl sonra Zonguldak’ta vereceği
“Abdülhak Hâmid ve Dolayısiyle” konferansında gösterilen cevabını veriyor:
– Oldu! Gençliğimde bu humma beni tuttu. Rize’deydim. Dağlara çıktım ve şehre inemez
oldum. Sonra baktım ki, işin içinden çıkamayacağım; kalabalık nereden gidiyorsa oradan
gideyim, dedim ve şehre indim.
İste cins yaratılışına rağmen işi muvazaacılıkta bitiren Hâmid’in, büyük oluş zirvesi
eteğinde geri çekilmekle kendisini gösteren yarım adam olma kaderi!… Nesildaşlarıysa,
bu yüzde ellinin yanında yüzde bir bile değil…
Kedinin, kuyruğuna takılan makara etrafında fırıl fırıl dönmesi gibi “hayat mı, eser
mi?” probleminin dolap beygiri Burhan Toprak, Hâmid’i yakından tanısaydı, muhteşem bir
hayatın göğsü zafer nişanlariyle süslü bu temsilcisi karşısında şöyle düşünürdü:
– İşte hayattan kastettiğim şeyin heykeli!.. Eseri de bu hayatın; bu görünüşün çok
gerisinde… Şimdi, “dâva işte böyle olmaktır!” diyebilir miyim?…
(…)
Mistik Şair Abdülhak Hâmid’in evinde… Mevzu ölüm… Tanınmış biri öldükçe Hâmid’in daimî
suâli:
– Nasıl kalktı, cenazede kaç kişi vardı; cenaze arabasiyle mi, eller üstünde tabutla
mı? Çelenk, çiçek, hitabe, nutuk vesaire?..
Mistik Şair ateş püskürmekte:
– Şu cenaze arabaları var ya, Belediyenin?.. Yaldızlı çatısının tepesinde bir de
madenî delik… İşte, ölü hıristiyansa oraya bir put geçiriyorlar, Müslümansa bir hilâl…
Ve Müslüman tabutunu, gâvur cenazeden domuz yağı sızmış bir zemin üzerine
sürüveriyorlar!..
Abdülhak Hâmid’in iki yumruğu sıkılı, kollarını titreterek nefretinden “ay, ay, ay!”
diye çırpınışını hiç unutamaz.
Abdülhak Hâmid; Burhan Toprak’ın “hayat mı?” dediği şeklin belki en şanlı temsilcisi,
ölünce kendisine ne yapılacağını, nasıl kaldırılacağını merak etmekte, ölümü
tevekkülle beklerken hâlâ geride ne olup biteceğini anlamak istemekte, sağ ayağını
ölüm denizine atarak sol ayağını karada bırakmayı düşünmekte ve dış hasselerinin
dünyasından vaz geçememektedir.
Salonunda duvara asılı, çok eskiden Paris’te açılmış “Mekteb-i Osmanî”deki talebeler
arasında kendi çocukluk resmini gösteriyor ve renkleri duman olup uçmuş bu resmin,
herbiri kendisinden yasça büyük fertlerini gösterip mırıldanıyor:
– Şimdi bunların hepsi duman…
Mistik Şair’in “hayat bu mu?” diye diye düştüğü bir macar pansiyonundaki oda kapısı
bir sabah sert sert vuruldu ve bir ses:
– Kalk, dedi; Abdülhak Hâmid öldü!
Koştu. Maçka Palas’ın önünde bir kalabalık ve bir top arabası… Ve içeride, kadınlı
erkekli,
(mondanite – kibar sınıf) âzasından bir grup… Lüsyen Hanım, vakarlı bir ıstırap
tavriyle, onu, cenazenin erkek sahibi gibi karşıladı. Hadîse birdenbire olmuş, Hâmid
bir gün önce ânî bir fenalaşma neticesi ölmüş, her tarafa haber yayılmış. Mistik Şair
aranmışsa da bulunamamış ve ancak bir gün sonra, hazırlıklar bitince haberdar
edilebilmişti.
Hâmid, ata binercesine, ayaklarını iki yandan sarkıtarak tabuta binseydi de görseydi:
Çoğu gençlik, belki elli bin kişi… Top arabasının, vaziyetten ürkmüş, tabuta doğru
çifte atmaya kalkan, mahsus seçildiği belli, simsiyah kadanaları… Müslüman olduğu
bilinen Lüsyen Hanım da siyahlar içinde…
Doksanına yakın bir ömür, şiirinden daha şaşaalı bir görünüş. Kraliçe (Viktorya)yı ve
İngiliz lordlarını büyüleyici bir zarafet ve olanca (lüks)leriyle iştihalı bir dünya
tadımı…
Bu mu Hayat?.
( Bâbıâli’den )
Abdülbaki Fazıl Bey
ABDÜLBAKİ FAZIL BEY
(Ö. 29 Kasım 1921)
İkinci Abdülhamîd devrinin İstanbul’u… Motor hırıltısından, fren gıcırtısından
(klâkson) dırıltısından, (egzost) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok… Sokaklarda
kire (tek atlı, iki tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri…
Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar…
Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüzler
aydınlık…
1904 yılının ilkbahar sonları… 26 Mayıs Perşembe…
Sabahın alaca karanlığında ilgililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışırken
(İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklarında beyaz gömlekli havagazı
lâmbaları yanmaktadır) Çemberlitaş tarafında bir konağın ahırında tek atlı bir (brek)
araba çıkartılıyor. Ona 17 – 18 yaşlarında bir delikanlı atlıyor ve kamçısını
şaklatarak atı dört nala sürmeye başlıyor.
Arkasından bakan seyis ve arabacıların “deliye de bak!” gibilerden mırıldanıp
mırıldanmadıkları meçhûl…
Bu delikanlı, benim adı “Deli Fazıl”a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sarıyer’deki
köşkünde bulunan Büyük babama bir müjde götürmektedir:
— Baba, bir erkek çocuğum dünyaya geldi! Torunun!..
. . . .
Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı
Abdülbâki Fazıl’a öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı
astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatiyle hayâle
sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına
kırmızı yüzlü ve «Deli Fazıl» lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu
zaptetmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere
çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu
da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.
Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:
— Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu
kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..
Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız
vermeye razı olan yok…
Derken araya Zafer Hanım’ın (Fazıl Bey’in annesi) akrabalarından biri giriyor.
— Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece
temiz ve müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!..
Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün
mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.
Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resûlünü ve emirlerini anıp
ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul
ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet
örneği derin ve fedakâr Müslüman – Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip
izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile…
•
Uğultu girdabı konakta, ondört – onbeşlik mâsum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî
bakirenin hali?..
Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o “götürün!” nârasını basar
basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “getirin!” nârasında yakınlaştırmak üzere civarda
bir ev tutmayadek gidiliyor.
. . . ..
Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut
Tepebaşı Tiyatrosunda (Miloviç)in (Çardaş Fürstin) operetine götürdü. O da kadının
uzaktan uzağa âşıklarından…
Opereti tek seyredişte adetâ ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu
operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim.
Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni
dinlerdi.
Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.
Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:
— Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz.
Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu
hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye
bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden
çekmeli…
Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek
söz söylemeden odasına çekildi.
Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu –
Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye
çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını
kaybetme yolundaydı.
Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana
mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.
Babam bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba:
— Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!
Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.
4 yıl sonra, ben Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı
bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar
konuşamadım.
O, girdaplar çizen, her türlü nefs muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini
bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip
geçti.
Bir gün endam aynası karşısında:
— Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!
Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına mâlik bulunduğu halde olamamanın,
yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…
(Fazıl Bey, 1920 kışında, müthiş karlı ve fırtınalı
yaptığı, Mediha Hanım’ın tam tersi bir yapıya sahip
münakaşa sonunda ayrıldı ve babası Hilmi Efendi’nin
Geceyarısı vasıta bulamadığı için, sandalla geçtiği
yürümüştü. Soğuk algınlığı yüzünden yatağa düştü ve
bir gecede, ikinci evliliğini
Kadıköylü eşinin evinden sert bir
Sarıyer’deki köşküne döndü.
Karaköy’den Sarıyer’e kadar
bir daha kalkamadı.)
Mukaddes Emanet (Eser İncelemesi)
MUKADDES EMANET
Üstadın bu eserinde kaleme aldığı olaylar, 1. Meşrutiyetin ilanından ( Osmanlı’nın son
dönemi ) Cumhuriyet dönemine ve günümüz Türkiye’sinden bugüne kadar devam eden ve hala
devam etmekte olan olaylar silsilesinin kısa bir özeti halinde karşımıza çıkmaktadır.
Eser, son 150 yıla yakın bir süredir adeta ruhumuzu, maneviyatımızı, örf, adet ,
gelenek, eskiye dair ne varsa kısaca mukaddesatımızı topyekün tasfiye etmek isteyen ve
kısmen de başırılı olmuş bu kişilerin Anadolu insanı ve toprakları üzerinde
oynadıkları oyunları apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Mukaddes Emanet, 4 padişahın tahta çıkışlarını görmüş ve Osmanlı-Rus (93 harbi)
harbinde cephede aktif olarak rol almış bir baba’nın, Cumhuriyet’in ilanından sonra
gelinen son durumda oğluna (Abdullah) yaptığı nasihatleri ve Abdullah’ın da çocukları
ve torunları arasında yaşadığı mücadeleyi anlatır. Eserde Baba; Osmanlı’nın son
dönemleri ile Cumhuriyet dönemine, oğul (Abdullah) Cumhuriyet’in ilk devirlerinden
orta devrine, Abdullah’ın oğlu ve torunları ise Cumhuriyet’in en son devrelerine
tekabül eder ve gerek maddî gerekse manevî-ruhî olarak yaşanan değişimi en çarpıcı
örnekleriyle gözler önüne serer.
Babasının isteği üzerine, eğitimine köyde kalarak devam eden Abdullah, kendini
yetiştirir ve en üst dereceye kadar yükselir. Hatta ilim ve bilgi bakımından köyün en
ileri geleni olur. Ancak buna rağmen, oğlu onun sözünü dinlemeyip annesinin de
altınlarını çalarak köy enstitüsünde okumaya karar verir ve okur. Oradan tanıştığı
sıra arkadaşıyla evlenir, çocuk sahibi olur ve ileride valilik makamına kadar
yükselir. Ama o Abdullah’ın gözünde hala adî bir hırsızdan başka bir şey değildir.
Üstad, Mukaddes Emanet’i, bütün insanların anlaması, kavraması, idrak etmesi ve buna
bağlı olarak da memur oldukları işleri yapması ve yerine getirmesi bakımından zorunlu
bir görev olarak telakki eder:
Kâfir — İnsan nedir?
Mümin — Allah’ın aynası…
Kâfir — Neye memurdur?
Mümin — Mukaddes emanete…
Kâfir — Mukaddes emanet ne demektir?
Mümin —Allah’a ermek sırrı…
Kâfir— Nasıl erilir?
Mümin — Kullukla…
Kâfir — Kulluk nasıl olur?
Mümin —Allah’ın emir ve yasaklarına baş keserek. (1)
Üstad bu durumu bizim zaviyemizden, yani Anadolu insanı gözüyle şu iki satırla
özetliyor.
‘’Yüzlerce yıl keşfedilemeyen, hep yabancılar elinde sömürülen, bir türlü kendi
kendisinin efendiliğini alamayan Anadolu’nun derdi!… Şuurlandırılamayan dert..
Son birkaç asırdır Batı’nın bizzat kendisi ve onun içimizdeki sadık ajanları sayesinde
bilinçli ve sistematik bir şekilde mukaddesat-maneviyat yıkımı tüm hızıyla
sürdürülmüştür. Bu hastalığı gören, sahtelikleri anlayan ve bunların canına ot tıkayan
ilk padişah 2. Abdülhamid olmuştur. (ama gücü bir yere kadardı ve zamanı yetmedi )
Bu devrelerin en sonuncusunda ise artık iş işten geçmiş ve deyim yerindeyse mukaddes
emaneti kökünden devirmek ve bu topraklardan silmek isteyenlerin yaptığı çalışmalar
meyvesini vermeye başlamıştır. Yahudi ve masonların işbirliğiyle mukaddesatımızı
tasfiye etmeye bu son devrede başlanmıştır. Yani sonun başlangıcı işte bu son devre..
‘’Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?’’ (2)
Sadece onlar mı suçlu? Bizim suçumuz yok mu? Asırlarca gafletten uyanamayan bir millet
üzerinde elbette oyunlar oynanır, projeler çizilir ve bunlar tatbik edilmeye başlanır.
Ama iş işten geçtikten sonra ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor maalesef. Tıpkı Endülüs
Emevileri’nin son Hükümdarı Abdullah Sagir gibi.. Ülkesi işgal edildikten ve o da
ülkeyi terk ettikten sonra, geriye baktığında muhteşem Elhamra Sarayını görünce
ağlamaya başladı. Annesi ona tarihe mal olmuş şu sözü söylemişti: Ağla utanmaz, ağla.
Erkekçesine vatanını, dinini, müdafaa ve muhafaza etmeyenlere, kadınlar gibi ağlamak
yaraşır.
Bizim Abdullah’tan tek bir farkımız var; hala bu topraklar bizim ve bu topraklar
üzerinde yaşıyoruz.
‘’O’nun mukaddes emanetini, asırlarca koruduktan, zaman ve mekanın zirve noktasına
çıkardıktan sonra, iki felaketli devre halinde, önce hikmetsiz yobaz ve peşinden
nasipsiz kafir elinde pörsütülmüş ve çöplüğe atılmış gören Türk, şimdi onu bütün
saffet ve asliyetiyle ihya etmek ve bu muazzam hamlenin yeni kaynağı olmak memuriyet
ve mesuliyeti altındadır. Evvela kendisine, sonra İslam âlemine en sonra da insanlığa
sunulacak kurtuluş iksiri, petrolden evvel sondaj burgusunu, beyin beyin ve yürek
yürek daldırıp bu iksiri bulmak. Burada bozulan, burada bozulup bütün İslam âleminde
bozulanı, burada düzeltip bütün İslam âleminde düzeltmek! Dava bu. Ve sonra Allah’ın
Türk’e bahşettiği tarihi kader tecellisindeki imtiyazla tek noksanı olmayan bir
tamamlık içinde Batı’nın karşısına çıkıp ona, yaşanmaya değer hayatın örneğini vermek.
Türk şu haline rağmen bu kadar büyük bir teklif aldı. Ve ‘Ya ol-Ya öl’ çizgisinin orta
yerinde şimdi, ölüm güdücülerinden sonra hayat güdücülerini beklemektedir’’ (3)
Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir
gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale
getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine
çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir
gençlik…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret
çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir
gençlik… (4)
ABDULLAH — (Başı hafif kalkık) Mukaddes emaneti unutma!…
KIZINDAN TORUNUNUN OĞLU — Allah Allah… Allah… (5)
1)
2)
3)
4)
5)
Mü’min Kafir
Destan
1400 hitabesi
Gençliğe hitabe
Mukaddes Emanet
Üstad Sınıfı / Abdulhamid
Abdullah Kars’ın Sahnelediği Üstad
Piyesleri
ABDULLAH KARS’IN SAHNELEDİĞİ ÜSTAD PİYESLERİ
Necip Fazıl’ın son eseri “Püf Noktası” hakkında kaynaklarda yeterli bilgiler mevcut
değil. Ancak kısa bir bilgiyi de bize tiyatro oyuncusu Abdullah Kars veriyor. Abdullah
Kars açıklamalarında Necip Fazıl’la tanışmalarını ve bu tanışma ortamında Püf
Noktası’nın da adının geçtiğini belirtir. Necip Fazıl Kısakürek ile tanıştıkları gün
Üstad’ı Yunus Emre oyununu yazdırmaya ikna ettiğini söyleyen Kars, o büyük buluşmayı
şu cümlelerle bize aktarıyor:
Üstad, benim oyunumu seyretmek için salonu dolduran kalabalığı görünce o da oyunu
izlemeye karar vermiş. Oyunun ardından beni çağırdı. Maraşlı olduğumu öğrenince,
‘Zaten böylesi Maraş’tan çıkar’ diyerek beni yanına oturttu. Bana ‘Sen abanoz
kütüğüsün. Senden mihrap, minber olur, seni işlemek için nakkaşe lazım, o da ben
olacağım” dedi. O gün kendisinden Yunus Emre’yi yazmasını istedim. En kısa sürede
yazıp bana teslim edeceğini söyledi. Uzun süre beni aramadı.” Daha sonra Tekirdağ’da
Hz.Ömer’in Adaleti oyununu oynarken Üstad’dan yıldı
rım telefonu aldığını söyleyen Kars, “Üstad telefonda Yunus Emre oyununu yazdığını
söyleyip, ‘Piyesi Neslihan’a okudum, gözpınarları kurudu. Gel eseri al’ dedi. O gece
benim için sabah bir türlü olmadı. Ertesi sabah erkenden arkadaşlarımla Erenköy’deki
köşke gidip oyunu aldım.”
Yunus Emre’yi 1350 kez oynamasına rağmen bir kez bile Üstad’ı oyunu izlemeye ikna
edemediğini anlatan Kars, “Oyundan sonra Üstad ‘Mukaddes Emanet’i de benim için yazdı”
diye konuşuyor. Üstad’ın daha sonra ‘İbrahim Ethem’i kaleme aldığını belirten Kars, bu
oyunu da 1300 defa oynadığını anlatıyor. Üstad ise Kars’ı ilk kez bu oyunda izlemiş:
“Oyunun ardından Üstad koluma girdi ve ‘Ben Muhsin dışında sanatçı kabul etmiyordum.
Şimdi eğer oyunları seyretmediğim için kafamı duvarlara vuracağım geliyor’ dedi.
Üstad, beni bugüne kadar izlemeyişinin nedenini ise ‘Daha önce yazdığım ve başka
oyuncuların oynadığı Abdülhamit’in galasında perişan oldum’ diyerek anlattı.”
Üstad’dan tek sahnelik bir oyun yazmasını da istediğini kaydeden Kars, bu kez Üstad’ın
ilk komedi oyunu olan Püf Noktası’nı yazdığı anlattı. Kars, Üstad’ın bu oyunu kendisi
için yazdığını söyledikten sonra, eseri peşin olarak o gün için epeyi büyük olan 20
bin liraya satın aldığını da söyler. Fakat ne yazık ki o günkü şartlarla bu oyunu
oynayamayan Kars’ın en büyük isteği, Püf Noktası’nı oynamadan ölmemek (Kars; 2002)
Şaban Sağlık – Tiyatro Yazarı Olarak Necip Fazıl
(Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı’ndan iktibas edilmiştir.)
Kanlı Sarık (Eser İncelemesi)
KANLI SARIK
Üstadın 1967 yılında kaleme aldığı Kanlı Sarık isimli tiyatro eseri, tarih
sahnesindeki Müslüman Türk’ün rolünü, aksiyonunu, gayesini Anadolu’nun doğusundan
başlayıp mekânı daha da hususileştirerek Kars şehrinden tüm yurda tuttuğu ışık
ekseninde anlatan bir mahiyete sahiptir.
Olay örgüsünü, Müslüman Türk’ün Anadolu’yu kendine vatan edinmek için ilk olarak tarih
sahnesinde giriştiği hamle ile açan ve bu hamleden sonraki devirlerde adım adım
ilerleyerek Anadolu’nun kapılarının açılmasının âmili olan maneviyat ikliminin
ruhlarda taşınarak Anadolu’ya da intikal etmesini tablolaştıran kitap, bu topraklar
üzerinde vuku bulan ve bu topraklardan diğer memleketlere doğru uzanan kemale eren
ruhun uzattığı iman elinin, öncelikle kendi içinde başlayan zeval ile dâhili
tefessühünü, memleketin yekûnuna yayılan ve doğuda Kars üzerinde mihraklaşan bir
terkibini de okuyucusuna sunmaktadır.
Dünya sahnesinde hiç şüphesiz gayesiyle, duruşuyla, diğer insanlara ve devletlere bir
nizam ruhu aşılamasıyla tarihe yön veren en önemli devletlerden biri Osmanlı
Devleti’dir. Kanlı Sarık piyesinin fikir eksenli sahnesinden sonra gelen aksiyona dair
ilk sahnesi, Osmanlı Devleti’nin tohumlarının atıldığı o ilk ânın, Sultan Alparslan’ın
Anadolu üzerine yaptığı kutlu seferin anlatılması ile başlar. Kurulduktan sonra en
parlak devrinde peygamberler peygamberinin övgüsüne mazhar olabilecek bir aksiyonu
gerçekleştirecek raddede manevi ve dini mertebeye ulaşacak olan bir devlete adım adım
yaklaşmakla birlikte; çıkış noktaları hep ruhî müessirlere bağlı olan, tarihî akış
içerisinde boy gösteren her türlü hadise, Üstadın bizlere anlatmaktan, izah etmekten
hiç bıkmadığı bir mefhumu, kaideyi de karşımıza çıkarmaktadır. O kaide ruh ve ruhun
bağlı olduğu iman çerçevesinde kendine bir bina kurmuş ve hayata geçen her olayın
temelinde yer alan biricik etmen olmuştur. Eşya ve hadiseler üzerindeki hakiki kudret
ve tahakküm insanın tohumu olan ruha bağlı olduğuna göre, tarih sürecinde tahakkuk
eden olaylar; insanların hangi ruh haletine malik olduğunu, gerçekleştirilen
hamlelerin nefse hizmet mi yahut ruhun bağlı olduğu iman uğrunda mı hayat bulduğunu
anlamak adına önemli bir yere sahiptir.
Kitabın baştan sona üzerine mercek tuttuğu nokta, ruhtur. İman dolu ruh. En saf ve
temiz iman ateşiyle alevlenen tarih seyri, bu ateşin yavaş yavaş sönmesi ile birilikte
pörsümeye başlayan, sonunda gide gide ruh kökünden kopmaya yüz tutan bir örgüyü gözler
önüne sermektedir. Bu örgü içinde karşımıza kanlı bir sarık çıkacaktır ki, işte o,
taşıdığı manayla bu örgünün içinde sıkışıp kalan Müslüman’ın alacağı şekli, döküleceği
kalıbı ve yeniden mayalayacağı iman teknesini bizlere gösterecektir.
Kitap, tarihi temsil eden bir ‘ihtiyar timsal’ ve ‘fraklı adam’ ifadesi ile
nitelendirilen bir tarih profesörünün karşılaşması ile başlar. Bu karşılaşma mâziye
ışık tutacak olan sohbetin kapısını açmakta ve tarih, onun temsilcisi tarafından
bizzat işlenmektedir. Mâziye yapılan atıfta tarih mefhumunun temsilciliğini ihtiyar
timsal yapmaktadır. Fraklı tarih profesörü ise, hem ilk anda ihtiyar timsale
yaklaşımı, hem de müşahhasta taşıdığı frak ile cumhuriyet devri tarihçisini
simgelemektedir. Fraklı Adam, istidatı ve tarihi kendi kaleminde evirip çeviren değil,
hakikatin payını vererek tarihi dimağlara sunan bir yapıya namzet oluşu ile, ihtiyar
timsalin sathı aşarak ötelerde gezinen mâna tahlilleri sayesinde erişmesi gereken
tarihçi kimliğine bürünmeye başlayacaktır.
Kitabın ilk sahnesinde ihtiyar timsal ve fraklı adamın karşılaşması, kitapta irdelenen
ilk mevzuu da zuhur ettirir.
ÎHTÎYAR TİMSAL — Siz kimsiniz?
FRAKLI ADAM — Tarih Profesörü’yüm! Ya siz kimsiniz?
İHTİYAR TİMSAL — Ben de bizzat Tarih! Tarih’in ta kendisi!…
FRAKLI ADAM — Ben sizin canlı bir şey olduğunuzu sanmıyordum.
İHTİYAR TİMSAL — Her varlık bir yaratıktır. Her yaratık da canlı… Kendisine mahsus bir
can sahibi…
FRAKLI ADAM — Siz bizim eserimiz değil misiniz?
İHTİYAR TİMSAL — (Güler) Eğer her gördüğünüz, yahut gördüğünüzü sandığınız, sizin
eserinizse, ben de öyleyim… Gören gözle, manzaranın zâtı arasındaki fark!…
Tarihçinin “siz bizim eserimiz değil misiniz?” sorusu ile, tarihçi ve tarih ilmi
arasındaki ilişkiler kompleksine doğru bir mercek tutulmuştur. Girift bir bilmece olan
zamanın, ağına hapsettiği ve nesilden nesile her insana miras bıraktığı mâzi,
tarihçinin elinde şekilden şekle giren bir malzeme midir? Ve tarihi tarihçiler mi
yazmaktadır? Tarihi, tarihte derin izler bırakan, bu izleri ya menfi ya müspet sahada
vuku bulan bir hamle girişimi esnasında bırakan, tarihe adı ya altın harflerle altın
duvarlara yahut bütün kötü temennilerin, kahır dolu sözlerin arasında kara tahtalara
yazılan, tarih sahnesinde sivrilmiş şahsiyetlerin ve onların her türlü hamlesinde
görünmez imzalar taşıyan diğer kişilerin yazdığını, tarihin ruhunu onların dokuduğunu
ve tarihçiye kalanın ise her devrin ve şahsiyetin içinde bulunduğu şartlar çizgisinde
maziye ışık tutacak bir ehliyete, salahiyete ve liyakate mazhar olduktan sonra mazi
hazinecisi olmak sıfatını üzerinde taşımak ve bu sıfata layık işler yapmak olduğunu en
başta söyleyerek bu mevzua giriş yapabiliriz. Tarih zaten mücerret zemine yazılmıştır
(ve yazılmaya da devam etmektedir) ve tarihçiye düşen o mücerreti müşahhas sahaya
dökmektir.
Hazine dedik. Gerçekten de mazi, dünya yaratıldığından beri insanlığın insanlığa
bıraktığı muazzam bir hazinedir. Suyu membaından içmekle şişeden içmek arasındaki fark
gibi, tarihçi de mazinin sayfalarında dolaşırken o hazineyi ana kaynağından araştırmak
ve ya kaynağa yabancı, zararlı unsurların çöreklendiği bir sahadan çekip çıkarmak
arasındaki hayatî tercihi rikkatle yapabilecek derecede mücehhez bir yapıda olmalı ve
tarihin bütün insanlığa bırakılan bir hazine olduğunun şuurunda olarak onu
örselemeden, bozmadan çıkarmanın metodunu bulmalıdır.
“Gidemediğin yer senin değildir” sözünün kemiyet zaviyesine binaen, tetkik ve tahlil
edemediğin, imbiklerden geçirmeyip ruhların önüne seremediğin, yani ulaşamadığın,
gidemediğin, bilemediğin, her noktasına nüfuz edemediğin mazi de senin değildir
diyerek tarihin soyut manasına, tarihimize ve tarihçimize dair bir gönderme
yapabiliriz. Tabi burada ana nokta, tarihi kendi tahakkümü altına alarak ona
olduğundan farklı bir şekil vermeye çalışan tarihçinin, yani “tarihi tarihçi yazar”
ifadesinin menfi misali olan kişinin teşkil ettiği düğümdür. Kendine has ayrı bir
araştırma sahası olan tarihin, tarihçi elinde maddeden manaya, kabuktan öze, zarftan
mazrufa intikal edeceği ve ortaya ferdler ve cemiyetler için bulunmaz kıymette bir
ibret tablosu, medeniyet kaynağı, genç dimağlardan başlatarak ruh imar edici,
hadiseler karşısında tayin edilecek davranış, düşünüş ve hamle şekli, bir milletin tek
yumruk olarak bir nokta üzerinde toparlanabileceği ve ana gaye olarak belirledikleri
bir hedefe ulaşma noktasında herkesin birbirini tamamlayacağı bir silsilenin
teşekkülünde oynayacağı rol şüphesiz, bir mütehassısın hasta üzerinde iyileşmeye yahut
günden güne daha da kötüleşmeye doğru giden bir çizgiye vesile olacağı metodlar kadar
büyük ehemmiyet taşımaktadır. Milletlerin ve o milletleri oluşturan ferdlerin de ruhi
ve manevi anlamda bir sağlıkları vardır ve sıhhati haiz bir cemiyet kurmanın ilk
yollarından biri tarihin tam olarak doğru bir şekilde yazılmasından, öğrenilmesinden
geçmektedir.
Cemiyetin ruh ve hafıza sahasını teşekkül ettiren parçalardan olan tarih (iman ve
imana bağlı âmiller de bu sahanın en önemli unsurlarındandır) bir kültür ve medeniyet
mirası taşıması hasebiyle tarihçi eliyle cemiyete ulaşacağı için, bir cemiyetin maziye
bağlı olarak gelişen şahsiyet ve karakter ikliminde tarihçilerin payı çok büyüktür. Bu
yüzdendir ki bu incelikli işin mesuliyetinin ağırlığı karşında işinin hakkını veren ve
tarihi tozlu sayfalardan çıkararak hakikate uygun bir şekilde toplumun önünü tenvir
edecek şekilde sunan tarihçi, ‘tarih yazma’ vasfını hak eden bir konuma yerleşmiş
olacaktır. Onun dışında, eğrilerin doğru, doğruların eğri gösterildiği bir tarih
sisteminden neşet eden, kendini ve mazisini bilmeyen, nereden gelip nereye gittiğinin
şuurunda olmayan nesillerin varacağı zelil noktada en büyük pay gene tarihçinin
kalemine ve oradan da tarihçinin olmayan vicdanına dayanmaktadır.
Kitabın akışı içerisinde ihtiyar timsal, fraklı adama yazmakta olduğu “Türkiye
Tarihi”ni bir köşesinden, doğu cihetinden göstermeyi murad eder ve fraklı adamın
ihtiyar timsal yanında tarihin akışı içinde cereyan eden hadiseler üzerinden yapacağı
değerlendirmeler, onun, mazinin özüne ve ruhuna sadık kalan bir tarihçi olduğunu
gösterir.
Eserde tarihin akışı, Üstadın kitapta geçen ifadeleriyle “doğuya doğru yol açmak
gayretindeki haç’ı batıya doğru yürüttüğü hilalle parçalayan ilk Müslüman Türk
başbuğu” Sultan Alparslan’ın Kars topraklarında Bizanslıları tepelediği kutlu feth ile
başlar. Fetihten önce Sultan Alparslan’ın davudi sesinden, İslam’ın cihat anlayışının
mânalarını tüttüren bir nâra yankılanmaktadır Kars toprakları üzerinde:
“Kafirleri berbad eyle Yâ Allah. Tek Muradı yol bulmaktır Batı’ya, muradını murad eyle
Ya Allah. Mübarek kıl Türk’e şu Kars ilini, İslam ile âbâd eyle ya Allah. –Amin, amin
sesleri-“
Müslüman Türk’ün dünya üzerinde koşturduğu atın ve kuşandığı kılıcın hakiki manasına
müteveccih bu şahane duanın ardından Sultan Alparslan’ın sesi bu sefer de hedefe ve
hamleye yönelik en keskin işareti yapar:
“Düşman, yurdunu değil, canını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen korkak adam!… Sen
de, yaşamanın iğreti, asıl hayatın din uğrunda ölmek olduğunu bilen eroğlu ersin! Şu
kılıcı tutan elimde derman kalmayıncaya kadar çarpışacağım. Dinini, vatanını,
başbuğunu seven ardımdan gelsin!”
İslam’a göre insanların üstünlüğü ve kıymeti maddeye, kemiyete, bağlı oldukları kan
bağına veya kemiyet ifade eden başka bir unsura değil, başlarını verdikleri davaların
mahiyetine göre bir değer ifade etmekte ve bu meyanda Allah ve Resulünün yolunda
yapılacak olan hizmetlerin önemi ile birlikte ferdin ve cemiyetlerin kavuşacağı kıymet
derecesi bu hamleler ile tayin edilmektedir. Mazimizdeki iman ve aşk eksenli bir
aksiyonun göz kamaştırıcı pırıltılarından bir kesit sunan Müslüman Türk’ün Anadolu’ya
attığı adımın gayesini mihraklaştıran Sultan Alparslan’ın duası ve sözleri, Allah
katında kıymeti haiz hamlenin ve hamleye temel teşkil eden niyetin ulviliği nispetinde
eserde işlenmiştir ve bu hakikatin ardından gelen Milliyetçilik meselesine hangi
zaviyeden bakılacağına ve hakiki bir milliyetçilik değerlendirmesi yapmak için lazım
olan zeminin teşekkülüne dair ilk adım böylece atılmıştır:
İHTİYAR TİMSAL — Kars’ta yerleşen Müslüman Türkler, bir buçuk asır, kendi Hıristiyan
cinsleriyle çarpıştılar.
FRAKLI ADAM — Aynı ırktan olduklarının, farkına varmaksızın…
İHTİYAR TİMSAL — Biri ateş, öbürü buz dolu, aynı topraktan iki çanak, aynı şey
olduklarını düşünebilirler mi? İş, çanağın toprağında değil, içindekinde…
FRAKLI ADAM — Milliyetçilik dâvasının en nazik noktası!…
İHTİYAR TİMSAL — Öyle bir nokta ki, bembeyaz bir yüzle kapkara bir suratı aynı renge
bular da, iki aynı rengi akla kara hâline getirir.
FRAKLI ADAM — Eşler, ne kadar gizlenirse gizlensin, daima birbirine eştir.
İHTİYAR TİMSAL — (Eliyle dikkat işareti vererek) Ama, kemiyette değil, keyfiyette;
posada değil, cevherde eş olurlarsa… Eşleri birbirine ters, tersleri de eş yapan ve
her şeyi içinde eritip birleştiren kuvvet.. Tarih onun emrindedir.
FRAKLI ADAM — Ruh ve iman…
İHTİYAR TÎMSAL — Ta kendisi!… Türk, bu ruh ve imana erince, Alparslan’ın şahsında
heykelleşen Anadolu’yu açma dâvasının karşısında Haçlı Türkleri buldu; ve henüz bütüne
bağlayamadığı Kars’ı, 143 yıl bunlara karşı korudu. Tarihin en çilekeş havzası, Kars,
1207 de, Müslüman – Türk’ün domuz sürüsü diye baktığı Ortodoks Türkler’in eline geçti.
(Açılan iç perde… İhtiyar Timsal ile Fraklı Adam, geri geri çekilirler ve aynı
noktalarda dururlar.)
Üstadın, ‘ruh deryasının dalgıcı’ (1) ifadesiyle nitelendirdiği Shakespeare’in gene
Üstad tarafından bir çok eserinde misal verme noktasında önem arzeden kitabı
Hamlet’te, üzerinde duracağımız Milliyetçilik mefhumuna adapte edebileceğimiz şahane
bir söz vardır: “Kanımız bir fakat cinsimiz ne kadar ayrı!” Hamlet’in aynı kanı
taşıdığı lakin ruh itibariyle birbirine zıt iki kutup olarak ayrılık gösteren amcası
ile kendisi arasında yaptığı bu tahlil, Üstadın eserinden iktibas ettiğimiz yukarıdaki
parçada incelikli bir şekilde açıklanan Milliyetçilik mefhumunu anlatmamız için de
güzel bir çıkış noktası olacak. İslamî çerçevede milliyetçilik; ete, kemiğe, kana,
ırsî birlikteliğe göre şekillenen bir yapıyı değil, insanları tek bir noktadan (iman)
yakalayıp din kardeşliği yelpazesinde birleştiren ve kardeş olmayan davet eden bir
zemini kurmaktadır. Hakiki manada dünya üzerindeki ferdleri birbirlerine yaklaştıran
ve ortak bir gayeye baş koyma hamulesini ruhlara yükleyen âmil, biyolojik verasetten
değil, ulvî ve manevî meselelerin, mukaddes emanetin, insan için biricik mesele olan
sonsuza varma mevzuunun çerçevesini hakiki olarak çizen İslam’dan geçmektedir.
Kanı bir olan fakat ruh, iman ve gaye ekseninden birbirinden ayrılan, zıtlaşan ve
birbirlerinin karşısına düşman olarak çıkan Müslüman Türk ile Hristiyan Türk’ün,
birinin ulvi ve uhrevi hamlesine karşılık diğerinin nefsi, dünyevi ve süfli hevesleri
arasındaki kulvar farkını doğuran biricik müessir, ruhlarını adadıkları
gayelerdir. İslamiyet’in bildirdiği “Müslümanlar kardeştir” düsturu, tarihte karşımıza
çıkan ve Müslümanların imzasını taşıyan zaferlerin muhtevasında tek bir kavimden
değil, birbirini kardeş olarak gören ve imanın tek bayrak altında toparlayıcı kudreti
ile cihat ve gaza gayesinde birleşen insanların tablosu ile doludur. O halde
milliyetçilik hususunda insanları toparlayıcı etmen Allah’ın dinine sarılmak ve onun
adını dünyaya yaymak, her saha üzerinde O’nun hükümlerini tatbik etmek gayeleri
etrafında birleşenlerce hakiki manada kendine bir hayat sahası bulmakta ve ötelerin
ötesinden gelen emirle birleşen ulvi bir birlikteliğe değil, kavim, soy, sop üzerinde
kalanlar ise posa milliyetçiliği yapmakta, milliyetçiliğin kabuğundan öteye
gidememekte…
Her şey ruhu anlamakta, ruha gerçek anlamda hayat veren ve ruh kökümüz olan dinin
dairesi içinde erimekte ve cevheri posadan süzmekte… Aynı kavimden olmalarına rağmen
karşı karşıya gelmeleri ve birbirleriyle savaşmaları yani Türk’ün Türk’le mücadelesi,
maddede eş olmalarına rağmen manada zıt kutuplarda olmaları, en net tabirle birisinin
İslam ile şereflenerek Allah yolunda yaşamanın ve savaşmanın hakiki saadetine
kavuşması, diğerinin ise namütenahi âlemde hiçbir işe yaramayacak olan dünyevi hırs ve
ihtiraslarına esir olması ile açıklanır.
Ruhun bağlı olduğu nokta, insanları birbirine bağlayan yahut birbirinden koparan,
düşman kılan ne kadar muazzam bir kudrete malik. Hak yola bağlı iseler, hem dünya
üzerinde gerçekleştirilen bir dayanışma ve muaşakaya, hem de sonsuz hayattaki
yerlerini hazırlayan bir saadet tablosuna; bâtıl kolda iseler hem dünyada akıtılan kan
ve gözyaşına, hem de sonsuz azaba müstehak olma yolunda yürüyen bir bedbahtlar ordusu
olmaya doğru yürüyen bir beşeriyet… Her şeyde olduğu gibi Milliyetçilik mevzuunda da
işin hakikatini bize gösteren İslam’dır ve İslam’ın bildirdiği ölçüden ayrılmadıkça,
insanın kendi milletinin en iyiye, en güzele ulaşması ve ulvi yola adanmış bir ömre
geçmesi için cehd göstermesi ve bütün bunları diğer Müslüman kardeşlerini de her iki
cihanda aziz ve mesut kılmak için yapması, ne muazzam ve kutsî bir aksiyondur…
Tarih sahnesinde aynı ruhtan, eş gayeden nasiplendiği halde birbirinin yolunu kesen
yahut yoluna menfi zaviyeden bir engel dikilmesine sebep olan vakalarla da karşılaşmak
mümkündür. Eserin ilerleyen bölümlerinde karşımıza önemli tarihi kişiliklerden biri
olan Timurlenk çıkar ve onun Altunordu devletini yıkmakla, Altunordu’nun tahakküm
altında tuttuğu Moskof’a hayat sahası açmakla ve onun İstanbul’a, kutlu fethin kutlu
şehrine musallat olmasına yol açacak ve Osmanlı tarihi içinde en büyük belalardan biri
olan Rus belasını devletin başına musallat edecektir. Tarih bu noktadan sonra, Türk’ün
şahsında İslam’a kılıç çeken Moskof’un hamlelerine karşı koyan Osmanlıyı izleyecek, bu
hamleler zayıf ve çelimsiz iken kökünden kırılmadığı ve yok edilmediği için aşk ve
vecd devresinden sonra ruhu zayıflayan ve buna bağlı olarak da toprak üzerindeki
hâkimiyetlerini de teker teker kaybetmeye başlayan Osmanlı’nın Moskof karşısında
kaldığı acziyeti Kars şehri üzerinden bir kalıba dökecektir. Doğu meselesi çözülmeden
ve arkaya tam bir dayanak sağlanılmadan Batıya yüklenmek, doğuyu ve eserin ana mekânı
olan Kars’ı geri plana atmak, umumi olarak Osmanlıya, hususi olarak da Kars şehrine
yapılan tecavüzün, yıkımın ana etmeni olmuştur.
Eser, yarısına kadar, ihtiyar timsal ve fraklı adamın bir sinema şeridinden
izlercesine tarihin basamaklarını adım adım takip eder, Osmanlının son devirlerine
kadar vuku bulan hadiseleri ve hadiselerin özü olan mana ve ruh iklimlerini tetkik
eder, kitabın bundan sonraki kısmı ihtiyar timsal ve fraklı adamın yerlerini tarih
içindeki gizli kahramanlara bırakmasıyla ayrı bir seyir takip etmeye başlar.
Üstadın kitabına isim olarak seçtiği kanlı sarık, kitapta nesilden nesile intikal
ettirilen, madde ile tecessüm ettirilmiş bir mana olarak karşımıza çıkar. Tefessüh
devrinde bir Moskof baskını esnasında süngülenen göğsünden akan kanı ‘durdursun diye
değil, içsin diye’ başındaki sarığını çözdürüp yarasına bastıran Yetim Hoca, şehadet
şerbetini içerken, kanlı sarığını da Kars’ı ve Kars’ın bünyesinde İslam’ı muhafaza
etmekle memur olan evlad u iyaline yadigâr olarak bırakır. Ölüm ânında Mazlum hocanın
kendi şansında bütün bir millete yaptığı tahlil ve tenkid dikkat-i şayandır:
“Nuruna layık, emanetine sadık olamadık. Bu yüzden çekiyoruz.”
Allahın kendine halife olarak seçtiği ve imtihan için dünya üzerine gönderdiği beşer,
Allahın mukaddes emanetini muhafaza edebildiği, onu yüceltebildiği ölçüde kendi de
yükselmiş, tam aksi bir istikamet izlediği vakit ise, başına binbir türlü belaların,
musibetlerin gelmesine engel olamamıştır. İnsanın dünyadaki biricik gayesinin o nura
layık olmak ve o emanete sadık kalmak olduğu hakikati düşünülürse, Müslüman
devletlerin yükseliş ve batış müsebbiplerini görmek netleşecektir. Bu halde olmasına
rağmen Kars halkı, tohumu uzun zaman önce atılan iman ağacını hala ruhlarında muhafaza
etmekte ve küffarın bayrağının Kars kalesine dikilmemesi için bütün gücüyle çevresine
maddi-manevi bir kalkan teşkil etmektedirler. Kitapta karşımıza çıkan ve Kars’ın
manevi atmosferini teşkil eden mübarek şahsiyetlerden Altun Halkanın yedicisi olan
Ebûlhasan-i Hırkaanî Hazretlerinin kabri, Kars halkı üzerine manevi olarak ağını örmüş
ve yapılan hücumlar karşısında direnme gayretini içlerinde bulan halk, bu manevi gücün
geldiği kaynağı o mübarek insanın şahsında bulmuştur. Ebûlhasan-i Hırkaanî
Hazretlerinin sandukalarının yanından çıkarılan bir taş, Kars kalesi inşa edilirken
temele yerleştirilen son taş olarak kullanılmış ve tamamlanan kale Ebûlhasan-i
Hırkaanî Hazretlerinin manevi hamiyetine kendini teslim etmiştir.
Bu manevi atmosferde Moskof’un Müslüman Türk’ün ruh köküne musallat olduğu ve
saldırılarını her geçen gün artırdığı demlerde, kanlı sarık, üzerindeki kan ile
şehadeti, sarığın dindeki yeri ile de şeriati resmeden bir manaya kadar ulaşır. Vatan
kurtulacaksa o imanın yüzü suyu hürmetine kurtulacak ve imanın verdiği kuvvetin kanlı
sarıkta temsil edilmesi üzerine dudaklardan şu söz dökülecektir:
“Bir gün Kars’ın adını kanlı sarık koyabilirler. Onu her defa sarık kurtardı.”
—
(1)Hitâbeler –Necip Fazıl Kısakürek
Üstad Sınıfı / Reyhan
Abdullah Gül’ün Üstad’a Telgrafı
ABDULLAH GÜL’ÜN ÜSTAD’A TELGRAFI
Necip Fazıl Kısakürek’e…
İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında
sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh
gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder,
hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz
emrinizde
olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün
doğmuş gün batmış ebet bizimdir.
Mehmet Tekelioğlu
Abdullah Gül
Ahmet Taşcı
3-7-1969
Abdullah Cevdet
ABDULLAH CEVDET
Salih Zeki, Genç Şair’in 4 formalık minicik şiir kitabı için hararetli medhiyeler
yazdı ve onları Abdullah Cevdet’in meşhur “İçtihat” mecmuasında yayınladı. Mecmuanın
kapağına Genç Şair’in resmini koydurdu ve hakkında şu hükmü verdirdi: “Türkiye’nin
Bodler’i…”
Ve bir gün onu Abdullah Cevdet’e, Cağaloğlu’ndan Sultanahmed’e doğru Yerebatan
tarafında, kapısında “İçtihat” yazılı binaya götürdü. Bu yazı, talik dedikleri İran
üslûbu eski harflerle; altında da Fransız diline uysun diye (İdjtihad) seklinde Lâtin
harfleriyle… Ve yeni değil, Meşrutiyetten beri böyle… Abdullah Cevdet, ileride bazı
Müslüman aydınlarının “Adüvvullah Cevdet” adını takacağı, çiçek bozuğu suratlı ve
derisinin altı sanki için için iltihaplı bu adam, iki tarafiyle meşhur: İslam’a
düşmanlığı ve çingenece hasisliği… Türkiye’de, vatan kurtuluşunu Batı kazanına ‘cup’
diye atlamaktan ve özünü inkâr etmekten ibaret bilen Mustafa Reşit Paşa cereyanı
üzerinde satıhçı ve gözükara aydıncıklar plânı İttihat ve Terakki’nin ilk kurucuları
arasında… Sonra onlarla geçinemeyen, anlaşamayan, onlara bile sapık ve sapıtık
görünen, kendisine göre bir fikir yolu tutturup bu yolda en küstah ve mecnun
formüllere bayrak açtıran bir küfür kuduzu… Türk ırkını ıslah etmek için
Macaristan’dan damızlık erkek getirmek fikrini ortaya atar, Allah’a inanmaz, İslâm’ı
her türlü oluş ve yükselişe engel bir müessese sayar; üstadı 10’uncu sınıf Fransız
fikir adamı (Güstav Löbon)un dar ve sınırlı hükümlerini bütün insanlığı kurtarıcı
hayat iksiri bilir. Doktor (Duzi)nin “İslâmiyet Tarihi”ni Kâinatın Efendisini küçük
düşürme yeltenişiyle Türkçeye çevirmiş ve bu yüzden itikadı sarsılan bir tıp
talebesinin intihar etmesine sebep olmuştur. Kendince, Meşrutiyet ve Cumhuriyet
hareketlerinin getirdiği bütün yenileşme şekilleri ondan kopyadır ve o, daima ve her
devirde hakkı ödenmemiş bir alacaklı olarak kalmıştır.
Süleyman Nazif’in:
“O suretten hayâyı Dest-i Hak tırnakla yırtmıştır.”
Diye, çiçek bozuğu içinde ruh bozukluğunu ilân ettiği ibret misalidir o…
Bir gün Babıâli’den aşağı doğru iniyormuş… Aşağıdan da yukarıya doğru Süleyman Nazif
çıkıyor. Karşılaşmışlar..
– Sorma, sorma, demiş, Abdullah Cevdet; bugün çok üzgünüm!
– Neden?
– “Ben vatanın bir öksüzüyüm!” şeklindeki bir mısraım, mürettip hatâsı yüzünden “Ben
vatanın bir öküzüyüm!” diye çıktı.
– Ayol, ona mürettip hatâsı değil, sevabı demek lâzım!..
Şairdir de… Hikmetlerini şiirle savurmaya bayılır ve şiir adına bütün anlayışı,
birtakım tezatları aynı kâse içinde çalkalama gayretinden ileriye geçemez. Meselâ
“yükseğe çıktım!” yerine “yükseğe alçaldım!” demek gibi âdi hokkabazlıklara düşkün…
Misafirlerine bir kahve ikramına bile yanaşmaz ve işçisine para verirken “Servet-i
Fünun”cu Ahmet İhsan’ın yaptığı gibi, silik kuruşları seçer.
Genç Şair, Abdullah Cevdet’i görür görmez irkildi, ondan cehennemlik bir odun, daha
doğrusu tezek kokusunu aldı, onun “bütün yapılanlar ve yapılacak olanlar benden
kopya!” iddiasını dinledi, nasıl dibe yükseldiği ve tepeye alçaldığı mevzuunda
mısralar dinledi ve bu, kalbiyle kesesi birbirinden hasis adamın, belki de misafirler
tarafından getirilen bisküilerine bile el sürmedi.
Şark ve Garp hesaplaşmasında, oltanın ucundaki solucan ölüsüne koşan avanak balıklara
eş, çurçurlar zümresi içinde Abdullah Cevdet, üstelik sırtı dikenli ve dişleri zehirli
bir topyekûn inkâr ve batıya teslim olma örneğiydi; ve o kadar benimsediği Batının
hiçbir çilesini görmez ve hiçbir derinliğine inmez ve yalnız genişliğine bir takım
kuru akıl hesapları peşinde gezer ve deri üstü sahte nispetler kurar, içini boğmuş ve
bütün ulvî ses deliklerini tıkamış bir mizaç temsil ediyordu. Bu da, geçirdiği
sarsıntılar yüzünden, ulvî olandan çok daha fazla süflî olana kucak açan Babıâli’nin
İkinci Abdülhamîd sonrası manzarasını belirtmekte, ona (prototip – baş örnekler
arasında yer veriyordu. Ve Cumhuriyet başlarına kadar aynı çizgi üzerinde
yürüyenlerin, tam ortaklıkları halinde Abdülhamid düşmanlığında birleştiklerini
gösteriyor ve anahtar şahsiyet olarak Ulu Hakanı büsbütün yüceltiyordu. İslâmiyet
düşmanlığı, Abdülhamîd düşmanlığiyle bir arada yürütülmüş ve yürütülecekti. Genç
Şairin, Sabık Şair çığırında meseleyi ilk defa ve tek başına ele alacağı güne kadar…
Fakat yaşı 22’lerdeyken Genç Şair, Babıâli manzarasını heceleyebilmekten uzak ve
yalnız (estetik) bir seziş idrakiyle çirkin ve sahteyi hissetmek makamındadır.
Küfür müçtehidi Adüvvullah Cevret’in yazısı Fransızca (İdjtihad) evinden ayrılırken
Genç Şair, böyle bir adamın kalemiyle övülmektense yerilmeyi tercih ettiğini söyledi
ve (Olemp) dağının iklimini toroslara nakletmek sevdasındaki şair kırıntısının her
kuvvetli fikre “hû!” diyen yalpalı tabiatından bir tasdik işareti aldı.
Genç Şair:
– O, senin inandığın efsane dünyasına bile inanmayan kâbus suratlı bir (kaos)… Sen hiç
olmazsa efsaneden gerçeğe
geçebilirsin; ama böyleleri nereden nereye geçebilir?.. Ebedî (kaos)…
Salih Zeki:
– Öyle; leşleriyle toprağın birbirine katışamayacağı insanlardan… Ama biz ona
kendimizi
övdürelim, yeter!..
Bir müddet sonra Abdullah Cevdet ölecek, namazını kılmak üzere etrafında
Müslümanlıktan habersiz marka Müslümanları toplanacak ve o sırada bir ses
yükselecektir:
– Bu adam dinsizdi, İslâm dışındaydı, namazı kılınamaz!
Ne tecellidir ki, bu sesin sahibi bir komünisttir ve bu sözü Abdullah Cevdet adına
değil, cenaze namazının lüzumsuzluğu adına söylemektedir. Ve ne hazindir ki, eğer bu
sözü, cenaze namazının kıymeti uğrunda Abdullah Cevdet’e tahsis edecek olursak,
komünistin sözü yerindedir.
( Bâbıâli’den)
***
Ruh hasisliğiyle bir arada madde cimriliğiyle maruf, Allah ve Resul düşmanı Abdullah
Cevdet, bir kenarda unutulmuş ve hakkı verilmemiş bir insan, bütün inkılâpların ilk
tebşircisi bir mütefekkir olduğunu zanneder ve ufunet dolu içini çekerek şöyle derdi:
«— ittihat ve Terakki’yi kuran, benim! Abdülhamid’e karşı ilk hareket bayrağını açan
benim. Sonra İttihatçılar iktidara geçince unutulan ve bir köşede bırakılan da benim!
Ha! Mustafa Kemal’in bütün inkılâpları benden kopya olduğu hâlde (henüz Abdullah
Cevdet’in şiddetle taraftar olduğu yeni harf inkılâbı olmamıştı), onca da takdire
mazhar olamayan, benim!»
( Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin’den )

Benzer belgeler

Allah`a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez!

Allah`a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez! idrakimi dondurmuştu. Sonra bu adam “Allah” diye kitaplar yazarak öldü. Ne cilve, Allah’ım!

Detaylı