Allah`a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez!

Transkript

Allah`a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez!
Allah’a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez!
ALLAH’A İTAAT ETMEYENE İTAAT EDİLMEZ
1944 İlkbaharında (Büyük Doğu)yu, ilk defa olarak Vekiller Heyeti karariyle kapadılar.
Biraz evvel de, Güzel San’atlar Akademisi yüksek mimarlık şubesindeki hocalığımdan,
Hasan Ali Yücel’in emri ile atılmıştım.
Sebep, henüz rengini tam belli etme imkanını bile bulamayan (Büyük Doğu) nun ,bir iki
hadis meali neşretmiş olması… Şöyle, en pest perdeden de, birazcık; birazcık Allah ve
ahlaktan bahsetmiş olmak…
Kısa bir müddet evvel de, zamanın Başvekili (Saraçoğlu Şükrü) tarafından, tamim
olarak, her gün bir fıkra yazdığım gazeteye çifte aylı bir emir gelmişti:
“-Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır!”
(Büyük Doğu) da çıkan hadis meali şöyleydi:
“-Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.”
O zaman Ankara’da gördüğüm Hasan Ali, bana ne demiş olsa beğenirsiniz:
“-Bu hadisi neşretmek, bize itaat edilmez demektir.”
İnkâr eden, zaten itaat diye bir şey tanımayacağına göre, bir taraftan Allah’ı kabul
eder gibi olup bir taraftan itaat etmediğini söylercesine bu garip küfür ifadesi,
idrakimi dondurmuştu.
Sonra bu adam “Allah” diye kitaplar yazarak öldü. Ne cilve, Allah’ım!
Para (Eser İncelemesi)
PARA
Tiyatroyu; sanat şekilleri içinde en büyük keşif olarak gösteren ve ön tarafı açılırkapanır bir mikap içinde, hayatı, kapana kıstırır gibi yakalamak olarak nitelendiren
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in; Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye ve Sabırtaşı tiyatro
eserlerinin akabinde 15 Aralık 1941 yılında nihayete erdirdiği “Para” adlı piyesi,
tamamlanmış 15 ve çeşitli nedenlerle yarım kalmış 2 eserden teşekkül eden piyes
külliyatının istidad bakımından üst sıralarında yer alır. İlk defa, 1941-1942 kışında,
Üstad’ın tiyatro yazmaya başlamasına vesile olan iki çift sözün sahibi, Muhsin
Ertuğrul tarafından sahneye konmuş ve temsil edilmiştir. Halk tarafından büyük alaka
ve teveccüh gören “Para”, tez zamanda 21,929 kişi tarafından seyredilmiştir.
İslam davasının encamı bakımından demokrasilere destek olucu politika seyretmesi
hasebiyle Üstad’ı sevmeyen Peyami Safa, “Para” nın intihal olduğuna dair isnatta
bulunur. Sonucu “fiyasko” olan bu meseleyi Üstad’ın kaleminden okuyoruz:
“…..İkinci Dünya Savaşının ilk yıllarında Babıâli üç kampa bölümlü… Kendi tabirlerince
“hak ve hürriyet cephesi” demokrasileri tutanlar, Nazi’lere yapışmaya kalkanlar ve
Sovyetlere ümit bağlayanlar… Mistik Şair, bu üç grubu, hava – civacılar, muhteris
köleler ve dirilişsiz ölüm davetçileri diye vasıflandırıyor; bunlardan herbirinin
rakibinde keşfettiği marazın tek devasını İslâmiyette buluyor; ve buna rağmen İslâmın
zaferi noktasından, Batı âleminde faydalanılacak zaaf plânını elden kaçırmamak için
biricik politikayı demokrasilere destek olmakta görüyor ve ona göre, çalakalem,
yazıyor, yazıyor.
Uzun zaman (liberal) geçindikten sonra sola kayar gibi olup şimdi doğrulan ve bu defa
iki büklüm Nazizma’ya eğilen, gazetesinin mirasyedi küçük beyini de peşinden
sürükleyen Peyami Safa, sırf İslâm dâvasının encamı bakımından demokrasilere destek
olucu eski dostu Mistik Şair’e bu politikasından ötürü düşman… İleride bir mesele
çıkaracak ve “Para” piyesinin (Oro Puro) adlı İtalyanca bir eserden çalınma olduğunu,
Şehir Tiyatrosunda hınçlı bir serseriyle ele ele verip iddia edecek, arkadaşiyle
mahkemelik olacak, ispata davet edilecek ve mahkemede kemküm ettikten sonra bu
iftirayı aradaki siyasi görüş farkından yaptığını itirafla ve Mistik Şair’in
dâvasından vaz geçmesiyle kurtulacaktır.
…”
“Para”nın yazıldığı yıllarda çıkmaya yüz tutmuş -hatta çıkmış- cihan harbi ve dünyaya
hakim olan bir kargaşa mevzubahis… Haliyle, bu kargaşadan menfi yönde etkilenmiş
Türkiye… Tek Parti döneminin milli şef komutasındaki son yılları… Yoksullaşmış ve her
açıdan sömürülmüş Müslüman Türk halkı…
Üstad, “Para” yı yazdığı yıllarda 35 yaşlarındadır. Saint Joseph, Robert Kolej,
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ders vermekte, çeşitli yerlerdeki yazı hayatı da
devam etmekte… Savaş sahillerinde güneşlenen vatanın hal-i pür melalini hüzünlü
gözlerle takip eden Üstad, o yıllara dair bir anıyı bizlere anlatırken “Para” hakkında
da bazı ipuçları veriyor:
“Sene 1941… Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne
bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu
meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından
birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat… Harbe
sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna
kadar dinledikten sonra buyurdular ki: “Harbe girilmez. Yalnız, Birinci Cihan Harbinde
olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa (bari).” Buyurdukları gibi oldu.
Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu.”
………………………
“Para”ya, 5 perdeden hasıl olmuş bir tragedya numunesidir denilebilir. Zira vakanın
nihayetinin vahameti bedihidir. Ancak eserin zahirî nihayeti menfi gibi dursa da,
batınî anlamda müspet bir bitiştir. Olayın kahramanı nazarında farkına varılan
gerçekler bahis mevzusudur…
Eser, ağdalı ve akıcı bir dille kaleme alınmıştır. Eserin okunması ve anlaşılması
kolaydır. Gerek ikili gerekse daha fazla kişi arasında geçen konuşmalar oldukça
şairanedir, üst seviyededir. Hatta Müellifin büyük bir şair ve fikir adamı olduğunu
eserden anlamamak gayet zordur.
Perde girişlerinde yer alan uzun mekan tasvirleri, bizlere detay hakkında bilgi
sunarken, olaylarla mekanlar arasında bağıntı kurmamıza yardımcı olarak, mekanları
hayal dünyamızda adeta raks ettirir. Sahne dekoru açısından mekan tasvirleri pek
uygulanabilir gibi gözükmese de, piyes okuyucuları tarafından oldukça ehemmiyetlidir.
Olayın vuku bulduğu tarih ve memleket, müellif tarafından meçhul olarak
gösterilmiştir. Ele aldığı konunun umumi olması Üstad’ın olay tarihini ve memleketini
vermemesine neden olmuş olabilir.
Olay kişileri hayatta her lahza karşılaşılması tabii insanlardır. Üstad, kişilere isim
vermemeyi yeğlemiştir. Onları “o, kızı, hususi müdürü, casusu, oğlu…” gibi sıfatlarla
isimlendirmiştir. Eserde halkın çeşitli tabakalarından insanlara rastlamak mümkündür.
Devlet kademesinden, işçi sınıfına, zengin kesimden, orta tabakaya kadar her kısım
insan eserde kendine yer bulmuştur.
Olay kahramanı banka patronu, kendini “hayata hakim miskin hesapların adamı” olarak
tanıtır. O’na göre bir işin değeri getirdiği para nispetinde ölçülür, gerisi
ahmaklıktır. Ahlakı yok sayar, aklın hakimiyetine, üstün menfaat hesabına iman eder ve
bütün felsefesini bu şekilde özetler. Hesaplarında bir noktaya kadar muvaffak olmuş
bir kişidir. Hatta deha sahibi bir insan olduğu, yalnızca hayata hakim fikirlerinden
ve eylemlerinden de olsa anlaşılır. En önemli düsturu parayı anlamak, hesabı bilmek ve
zaaflardan kurtulmaktır. Aile efradından başlamak üzere çevresinde ilişki kurduğu
insanlar ahlaktan dem vuran, ahlaktan bi haber ve menfaat düşkünü kimselerdir.
Ahlaksızlıkları ile banka patronunun izinde gibi görünseler de, ahlaksızlıklarındaki
samimiyetsizlikleri ile O’ndan ayrılılar. Ve banka patronu tüm bu insanların püf
noktalarına maliktir. O, kendi ahlaksızlığını haykırarak, onlara, bir nebze ahlak
dersi verir.
Eserde para, öyle bir mevziye yerleştirilmiştir ki; adeta o herşeydir. Hiçbirşey de
para değildir. Hususi katibin ağzından yapılan para tarifi, bunun inkar kabul etmez
göstergesidir:
“BENZERΗ Banka patronunun odası!.
(Hususî Kâtibi elini cebine atar, cüzdanını çıkarır, içinden kocaman bir banknot
çeker. Banknotu ‘iki eliyle havada çarşaf gibi gerer, benzerine gösterir.)
HUSUSÎ KÂTÎBÎ — Ya bu ne?.
(Benzeri vahşi gözlerle paraya bakar. Dudakları kıpırdar gibi.)
HUSUSÎ KÂTİBİ — Bu ne diyorum sana!…
BENZERİ — Kâğıt parçası!.
HUSUSÎ KÂTİBÎ — (Müthiş bir kahkaha kopararak.) Deli, buna para derler, para!. Şeref
de bu, namus da bu, akıl da bu, hikmet de bu, sıhhat de bu, hayat da bu, dünya da bu,
ahiret de bu, parrra!!!
BENZERİ — (Gözleri banknotta heceliyerek.) Parrra, parrra!
(Hususî Kâtibinin çınlıyan kahkahaları…)”
Olay tamamen para eksenli menfaat çatışmasından hasıl olan kararmış kalpler, pörsümüş
şahsiyetler, harcanmış ahlaki değerler, çürümüş aile bağları, günlük hesaplar ve
topyekun İslamî anlayıştan yoksunluk olarak özetlenebilir.
Banka patronu etrafından şekillenen vaka oldukça ilgi çekicidir. Hayata hakim
hesapları ve üstün menfaatleri çizgisinde yol alan “O”, banka işlerinin yanı sıra,
patlak vereceğini tahmin ettiği harpten kendine pay çıkararak servetine servet katma
amacındadır. Çeşitli ürünleri, mükemmel bir nizamla savaştan evvel tekelinde
toplayarak, savaş sırasında muazzam bir kârla elden çıkarma gayesindedir. Yani
ihtikârın büyük nazımı olma yolundadır:
“HUSUSÎ KÂTİBİ — Ya umduğumuz gibi çıkmazsa?.
O — Yani, ya harp patlamazsa, öyle mi? Seni hâlâ istediğim kıvama getiremedim. Hâlâ
ezici sermayenin ne demek olduğunu anlamıya niyetin yok. Sen bu parayla çakıltaşı
toplasan, çakıltaşı pahalılaşır. Sonra onu ustalıkla, sindire sindire satmayı
bilirsen, nasıl olsa kâr hazır. Amma işler umduğumuz gibi gider de harp patlarsa, kâr
bire yirmi, yüzde iki bin…
HUSUSÎ KÂTİBİ — Başüstüne efendim!.
O — Kafana iyice mıhla!… Çiviyi malûm iki şehirden numara beş toplıyacak. Yanına beş
on emniyetli adam alacak! Hiçbirini öbürleriyle yüzyüze getirmeden, maksadı
sezdirmeden, parça parça, levhaları ve çuvalları da numara üç, yedi ve dokuz… Aynı
şekil, aynı tarz, aynı usul… Hiçbir faaliyet cinsinden öbürleri haber almayacak.
Mallar kısım kısım sende toplanır, sen de onları bildiğin yerlerde, birer bütün
halinde, kafandaki gizli fikirle beraber muhafaza edersin.
HUSUSÎ KÂTİBİ — Dehânızın, doğrusu, her an yeni bir eseri karşısındayım.
O — (Koltuğuna yaslanır.) Bu dalkavukluğu salak bir şâire yapsan, belki onu mes’ut
edersin. Dehâ ile işimiz ne bizim? En korktuğum hastalıklardan birisi de bu, dehâ!…
Beyin nezlesi gibi bir şey!. Mevcut olmayan büyük şeyi elde edeyim derken, mevcut olan
küçük şeyden mahrum olmanın felâketi… Biz, hayata hâkim küçük tedbirlerin, miskin
hesapların adamıyız.
HUSUSÎ KÂTİBÎ — (Gülümsiyerek.) Aman efendim!…
O — Besbelli ki bir harp patlarsa, bundan evvelâ, memleketimize dışarıdan gelen her
türlü demir malzeme müteessir olacak. Çuvala gelince, o Hindistan’dan çıkıyor, piyasa
daha şimdiden tıkalı. Haber aldığıma göre Avrupa’daki harp hazırlığı daha şimdiden
Hindistan piyasasını kapatmış. (Acı acı gülümser.) Avrupa’da, yüz elli, iki yüz milyon
kadının bütün iç çamaşırlarından fazla kum torbasına ihtiyaç var; milyonlarca kum
torbasına… Çuval dedikleri nesne, hiç bundan sonra uğrar mı bizim semtimize?.
HUSUSÎ KÂTÎBÎ — Herşeyi çok iyi anlıyorum.”
Harp patlak verip de amacına ulaşacağı vakit “O” nun foyası meydana çıkar. Yoksul
halkın kanını emen ihtikâr nazımı olarak hedef gösterilir ve toplu bir hareketle
bankasına baskın düzenlenir.
“NOTERİ — (Büyük bir heyecan içinde gazeteyi uzatarak.) Çıktı. Kapışan kapışana!…
O — (O, daima kendisine hâkim olmak gayretinde.) Ne lüzum var? Bu sabahkileri gördüm.
Ağızlarını diledikleri kadar yırtabilirler.
NOTERİ — Fakat bu müthiş… Birinci sahifesi yalnız size ait… Yedi sütun üzerine
başlıklar… Memlekette ihtikârın büyük nâzımı!. Yoksul halkın kanını emen hain!!! Bütün
foyasını meydana vuruyoruz!! Maskeler aşağı!!!
O — (Elini gazeteye doğru uzatır.) “Bayrak” gazetesini ben yarın ihtikâr lehinde, fiat
yükselişlerinin vatana faydaları hakkında, yedi sütunluk başlıklarla donatayım mı,
ister misiniz?
NOTERİ — (Daima nefes nefese.) Fakat efendimiz, o yarının işi, biz bugüne bakalım.
Ortada korkunç bir kaynaşma var. Gençlik, akın akın, Zafer meydanını dolduruyor. Şimdi
oradan geliyorum. Görülmemiş bir toplantı… Hükümet, artık eski hükümet değil. Belki
gençliği harekete teşvik eden de o… Ne olacağı belli olmaz!.
O — Boş yere telâş etmeyin! Bir hasad mevsimi içindeyiz. Heyecansız hasad olmaz.
Sinirlerimizi koruyalım! Haykıran haykırır; toz, duman, birbirine karışır, fakat hasad
kalkar ve herşey durulur. Siz bana yalnız şunu söyleyin! Hukukî vaziyetimde zayıf bir
nokta var mı? Bana kanun ve hukuk yolundan gelme bir çelme atılabilir mi?
NOTERİ — Ne münasebet efendim, hukukî vaziyetiniz demir gibi!.
O — Siz yalnız ona bakın! Beni hukuk korusun da, isterse hak tekmelensin! Aşağıda,
kasa mahzen dairesinde, Avrupa’ya gidecek hisse senetlerimin cetvelleri çıkarılıyor.
Bunların sayım ve kayıt işlerine bakıp tasdiklerini yapacaksınız. Sizi bunun için
çağırttım. Lütfen elinizi çabuk tutmanızı rica ederim.
NOTERİ — Baş üstüne! İcap eden hemen yapılır. Efendimize muvaffakiyetler dilerim.”
Beklenmedik bir şekilde çıkan kargaşada, hususi katibi ve hususi katibinin bulup
bankada himaye ettiği banka patronunun benzeri öldürülür. O, benzerinin kılığına
girerek bu olaydan dahi pay çıkarmasını bilmiş ve kurtulmayı başarmıştır. Ölenin banka
patronu olduğunu zannedenler ya da zannetmek isteyenler “O”nu maddi planda olmasa da
toprağa verirler. Tüm servetine el koyan aile efradı tıpkı O’nun söylediği gibi
yaparak üstün menfaatleri gereği hareket etmişlerdir. Ölenin banka patronunun benzeri
olması olasılığı gündeme gelse de, bu kimsenin işine gelmez. Bir akşam benzerinin
kılığında çıkıp gelen banka patronu, kendinin banka patronu olduğuna dair
reddedilemeyecek deliller ikram etse de, aile efradınca ve çevresince paraya
değişilmez. Onu tanıyan ve sayan yalnızca sadık köpeği olmuştur. Kendi yolunun yolcusu
olma mahkumiyetindedir.
O — (Kimsenin yüzüne bakmadan.) Ahlâka mı dönmek? Ahlâka dönmekten başka çare bırakan
var mı bana? Ahlâka dönüyorum. Dünyanızı ahlâksızlıkta o kadar ileriye götürdüm ki,
nihayet anamdan doğduğum günün çıplaklığına iade edip ahlâkla başbaşa bıraktınız.
Ahlâka dönüyorum, siz döndürüyorsunuz; düşünün, siz ne kadar ahlâksızsınız!…
KADIN MÜŞTERİSİNİN KIZI — Kesin artık sesinizi!
O — (Hep aynı tavırla.) Kendi kendime her zaman derdim ki “sen bu kadar ahlâk
düşmanlığı yaptığın halde, sakın tohumunun merkezinde gizli bir ahlâk cevheri taşıyan
biçare şaşkın olmayasın?” Ben sakın, gizli bir ahlâk tohumunun üstünde, kocaman bir
ahlâksızlık ağacı yetiştirmiş biçare şaşkın olmayayım? Ve işte, benden kopan
çekirdekler, hem tohumlarını, hem de ağaçlarını kapkara bir ahlâksızlık ahengi içinde
yetiştirip beni kuruttu, gizli tohumuna döndürdü.
(Soldaki kapı açılır. Oğlu, elinde bir demet para, görünür. Kimsede ne bir ses, ne bir
hareket… O hep aynı halde… Oğlu eşikte bir an durur.)
O — Ahlâka dönüyorum! Tohumumla ağacım arasındaki tezadı barıştıramadım amma, kendi öz
çekirdeklerime kadar, ahenk içindeki dünyayı, tezadsız dünyanızı ne güzel belli ettim!
Benzerinin kılığında benzerinin mekanına icabet eden banka patronu, oranın mütemadi
misafirleri ile sohbete başlar. Gerçeği anlamıştır artık, yanlışlarını anlamıştır.
Artık O, Allah’ı ve ahlakı arayan bir adamdır. Hiç de eski banka patronundan
beklenmeyecek şekilde hikmetli kelamlar eder. Paraya tapmaktan vazgeçmiştir… :
O — Bir zina parasına on okka ekmek alıyoruz, yahut on okka ekmek parasını bir zinaya
ödüyoruz. Para hangisinin değeri, has ekmeğin mi, halis zinanın mı?
(Bir anlık durak… Dehşet…)
O — Koyunun bembeyaz sütü de bir kaç mangıra, yalancı şahidin kapkara gündeliği de… Bu
maddeleri birbirine para mı karıştırdı, paranın kepçesinde biz mi karıştırdık? Amma
bir kere karıştırdık, bir daha da ayıklanır sanmayın!
(O, orta yerde, tek başına duran masasına doğru bir adım atar, masaya oturur, iki
eliyle masanın iki yanından kavrar, tuhaf bir eda içinde gözlerini tavana diker.
Katil, Hırsız, Yankesici ve işsizde korkunç bir hayret cezbesi…)
O — (Sanki kendi kendine söyleniyor.) Bu böyleeee!… Allah, bütün ihtiyaçlarımızı
melekleri vasıtasiyle yerine getirmedikçe, para bu dünyadan kalkamaz. (Başını, ağır
ağır, kendisine bakanlara çevirir.) Hani din kitapları, “Sefillerin en sefili” diye
bir yer tarif ediyor ya, işte o, bu dünya, para dünyası… Vaktiyle varmış, paranın
geçmediği bir yer varmış. İnsan oğlu, oraya lâyık olmadığı için buraya atılmış. Şimdi
buradan da oraya gitmek için, parasız pulsuz, çalışanlar var…
İŞSİZ — Cenneti mi anlatmak istiyorsun?
O — Cenneti, cenneti anlatmak istiyorum. Cenneti sen de böyle anlat! Paranın geçmediği
yer…
YANKESİCİ — Bu dünyada böyle bir cennet kurulamaz mı?
O — Kurulamaz, yooo, kurulamaz. Yalancı çiçeklerle bahçe yapılabilirse, bu dünyada da
böyle bir cennet kurulabilir. Burası para dünyası; bu dünyanın bu dünya olabilmesi
için para lâzım, parrrrra!.
HIRSIZ — Para lâzım, ha!
O — Elbette para lâzım!. O olmazsa cennete giden yol bulunabilir mi? Aydınlık neresi?
Karanlığın çıktığı yer!. Karanlık neresi? Aydınlığın girmediği yer!… Gelin siz, paraya
ışık deyin! Para olmazsa ben karanlığı nerede bulacağım?
İŞSİZ — Karanlıkta ne arıyorsun? Kâtip.
O — Allahı arıyorum, ahlâkı arıyorum!
Yaptıklarından pişmandır. Kendisini canilerin canisi, hırsızların hırsızı,
ahlaksızların ahlaksızı olarak görmektedir:
O — (Eliyle teker teker göstererek patlar.) Burası katillerin, hırsızların,
yankesicilerin, ipsizlerin sapsızların yatağı mı, meleklerin yuvası mı? (Katile.) Sen
Katil olasın da en büyük cinayetten haberin olmasın? (Hırsıza.) Ya sen Hırsızların
Sultanı, tüylerinde ancak pire gibi dolaşacağın hırsızlık devesini nasıl bilmiyorsun?
Bu develerden kervanlar geçiyor, kervanlar! (Yankesiciye.) Sen usturayla insanların
ceplerini kesiyorsun ha, böyleyken ruh keselerini yırtıp içinde nüfus kâğıtlarını
aşıranları duymamışsın! Aman kaç, ruhuna bir ustura atmasınlar yankesiciliği öğrenmiş
olursun! (İşsize) Senin neye yarar olduğunu bilmiyorum, işsizin biri dediler, ipsiz
sapsız bir adam! Dünya ipini çekenlerin ipinden sapından niçin haber sormıyorsun?
Belki de sen, ipine, sapına güvenmediğin için bu hale geldin! (Hepsine birden) Bana
bakın, dostlarım, son nutkumu geçiyorum, kulak kesilin! Dostlarım, Allahı ve ahlâkı
ense kökünüzde duymuyor musunuz, burnunuzun ucunda görmüyor musunuz? Bir parça kambur
taklidi yapın, duyarsınız; biraz şaşı bakın, görürsünüz!
KATİL — (Şaşkın ve bitik.) Vay canına yandığımın!
O — Kim onları benim kadar inkâr edebilirse bir hamlede bulur ve kim onlara benim
kadar iman edebilirse bir daha kaybetmez, inkârı da, imanı da zayıf iki ayaklı bir
köpek soyu türedi!
Dünya malının tehlikesine dikkatleri çeker:
“KATİL — (O’nu koltuk altlarından çekip kaldırırken.) Ben size, malın fazlası insanı
öldürür demedim mi?.
YANKESİCİ — (O’nun altına yarım iskemleyi sürerek.) Bir şey yok, bir şey yok! Gözleri
açık!.
HIRSIZ — (O’nun oturmasına yardım ederek.) Hiç bir şeyi yok canım! Nefesi sıkışmıştır.
O — (iskemlesine oturtulmuş, etrafındakilere.) Malın fazlası insanı öldürür diye kim
lâf etti?
KATİL — Bizde mal diye esrara derler.
O — Bizde de mala esrar derler. Hani bir lâf vardır: fazla mal göz çıkarmaz! Fazla mal
insanın iki gözünü birden çıkarır. Bakın, bunu siz biliyorsunuz da biz bilmiyoruz!”
Çektiği esrar dumanları vücudunu iyiden iyiye sarmıştır. Mal ikinci kez banka
patronunun kafasına vurmuştur. Gözleri açık gider…….
Esere hangi cihetten bakılırsa bakılsın, eserin büyüklüğü ile karşılaşılır. Gerek
ferdî, gerekse içtimaî dairede vücuda getirilmiş ehemmiyeti haiz bir eserdir. Eser
kahramanları halk arasından seçilmiş, ekseriyeti ile tahribata uğramış, yanlış
temayülleri olan tiplerdir. Müellif, ferdî ve içtimaî dairedeki bozuklukları
eleştirmiş ve olması gerekeni bir muallim titizliği ile göstermiştir. Herşeyin zıddı
ile bilinmesi gerçeğinden hareketle, Üstad, müspeti menfi üzerinden, olması gerekeni
perde ardından hissettirmiştir.
Paraya bağlanan halat görünümlü örümcek ağı lifleri kopmaya mahkumdur. Eserde de bunu
tüm çıplaklığı ile görmek mümkündür. Araç olarak görülmesi gereken ve bir emanet olan
paraya, amaç nazarı ile bakanların nihayeti her dem feci olur. Para araç olmaktan
öteye varamaz, varmamalıdır.
Üstad’ın bir mevhum olarak paraya dair ufak bir yazısını okuyalım:
“Hakiki gani kimdir biliyor musunuz? O, herşeye malik olacak, o şey ona hakim
olmayacak… O ki paraya sahiptir. O ki para ona sahiptir. İşte ikincisi felakettir.
Paraya sahip, ona hükmeden , onu istediği yere götüren demektir. İslam’ın nazarında
makbul sermayedar, paraya hakim adamdır, paranın hakim olduğu adam değil… Gördüğünüz
milyonlarca adam var; önünde şu şu şu kadar milyonları… Gidin hayatını görün… Paranın
zıplattığı insanlar…”
İşte bir müminin paraya nazarı böyle olmalıdır. Para bir araçtır, bir emanettir, hakim
olunması gereken bir maddedir…
…………………………………………………………………
Kendimizi; yalnızca kuş sütünün noksan kaldığı bir sofranın hemen kıyısına, sofraya
sırtı gelecek vaziyette oturmuş bir kimseye, ağızlardan suların damlamasına vesile
envai çeşit taamın lezzetinden dem vurma ve aldığımız sayılı nefesin diyetini,
yemeklerden nazlı bir sevgili edası ile göğe doğru yükselen dumanı, mahut kişinin önce
koku alma sonra da idrak uzvu ile hasret gidermesine sebep olarak verdiğimiz yine
sayılı olan nefesimizle bir nebze olsun ödeme gibi basitliği ulviliğinin üzerinde
gölge teşkil etmeyen bir vazifeye malik görüyoruz. Umulur ki, ziyafetten bihaber
dimağlar(Nasrettin Hoca misali) ters oturdukları sofranın usul ve erkanına, bizlerin
basit çabaları vesilesi ile riayet ederler ve “Bismillah” deyip harekete geçerler…..
Üstad Sınıfı / Mürid
Aksiyon Adamı Ve Hapishane
AKSİYON ADAMI VE HAPİSHANE
Bundan sonra Washıngton(Vaşington)… Amerika’nın banisi… Ve Garibaldi, G. (Garibaldi).
Bunlar da büyük (aksiyon) adamları…
Bu noktada bir küçük hatıram var:
Ben hapishanedeyken 1947’de… Bir Amerikalı kadın geldi İstanbul’a… Hapishaneler ve
mahkûmlar üzerinde etüd yapan, terbiye mütehassısı ve resmî vazife sahibi yaşlı bir
kadın… Bir tahkik yapmış, benim de orada olduğumu duymuş ve sormuş: “Kimdir bu adam?”…
Anlatmışlar; yâni beni tanıdığından değil… Evet… Geldi hapishaneye, ben bir köşede
oturuyordum… Katilleri, canileri gezdi, durdu… Bana getirdiler. Döndü tercümana bir
cümle söyledi. Benimle Fransızca konuştu. Ona İngilizce söyledi, o cümleyi… Ve dedi
ki, tercümana:
“- Yüksek sesle tercüme ediniz alâkalı memurlar da duysun!”
Tercüman tercüme etti:
“- Siz buradaki, hapishanedeki hayatınızdan memnun olunuz; unutmayınız ki (Vaşington)
dahi hapiste yatmıştır!”
Bakın Amerikalıdan gelen teveccühe ve alâkalı memurların durumuna!..
(İman ve Aksiyon’dan)
Açlık Nimeti
AÇLIK NİMETİ
Fikret Adil “Asmalımescit 74” adlı kitabında Necip Fazıl’la ilgili bir hatırasına yer
verir. İkisi birlikte iken öğle yemeği saati gelmiştir. Ne yazık ki ikisinde de para
yok. Kahvede aç karna sadece çay içerek Peyami Safa’nın yönetiminde yayınlanan
Cumhuriyet’in edebiyat sayfasına yazı yazmaya başlarlar. Necip Fazıl’ın yazısının adı
“Açlık”tır. Fikret, az sonra kahveye gelen bir arkadaşından aldığı para ile Necip
Fazıl’ı Amerikan Lokanatası’na davet eder. Yemekten sonra birer kahve içerlerken Necip
Fazıl artık yazıyı yazamadığı için dostuna sitem eder:
“Karnım doydu ama açlık düşüncelerim kayboldu.”
(Edebiyatımızın Güleryüzü – Mehmet Nuri Yardım)
Abidin Dino’dan Üstad’a Mektup
ABİDİN DİNO’DAN ÜSTAD’A MEKTUP
Necip,
Mehmet’in doğması –bilmem inanır mısın- benim için bir bayram. Çok seviniyorum. Yüzünü
gözünü merak ediyorum. Nasıl şey, çok bağırıyor mu? Görmek lazım vesselam.
Dünya yüzüne ayağı uğurlu geldi. Mehmet bu, şaka değil, kolhoz reisi filan olur
inşallah.
Seni öperim.
Karına, yeryüzüne bir Mehmet kazandırdığı için teşekkür, ellerinden öperim.
Abidin.
(Mehmed’e selam, artık çabuk büyüsün, unutma söyle)
Abidin Dino
Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih (Eser
İncelemesi)
NÂM-I DİĞER PARMAKASIZ SALİH
KUMAR MANEVİ BİR İLLET, ÇARESİ DE ANCAK MANEVİ OLABİLİR diyor Üstad.
1949 yılında Türk Neşriyat yurdunca yayınlanan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, 1948-1949
kış sezonunda İstanbul Şehir tiyatrosunda temsil edilmiş ve “Üstad’ın sahnelenirken
durdurulan ve oyundan kaldırılan eserlerinden birisi” sıfatıyla tarihteki yerini
almıştır. Bu sıfatla ilgili Mehmet Kısakürek Kaşgar Dergisinin 31. sayısında(OcakŞubat.2003,Sh. 144) kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları paylaşır :
” Şehir tiyatroları tarihinde bir kere daha bir eser, sahibi tarafından sahneden
indirilmiş. Eseri kim indirmiş biliyor musunuz? Babam Necip Fazıl KISAKÜREK. Eser:
Parmaksız Salih. Yanılmıyorsam, başrolü oynayan aktör de Galip Arcan. Necip Fazıl ilk
gün gidip bakmış ki kendi eseriyle oynanan oyunun hiçbir ilgisi yok. Ki, Galip Arcan,
kendisinin dostu. İtirazları netice vermeyince, indirilmiş. Affetmemiş. Hem de ne
diyerek: ‘Bir cins atı, eşek seviyesine indirmiş!’ diyerek, Galip Arcan için. Sanatı
söz konusu olunca hassasiyeti bu.”
Bir kumarbazın hayatını anlatan Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, sonradan And Film sahibi
Yönetmen Turgut N. Demirağ tarafından iki defa filme alınmış ve geniş ilgi görmüştür.
PARMAKSIZ SALİH
Yönetmen : Faruk Kenç
Senaryo : Necip Fazıl Kısakürek
Görüntü Yönetmeni : Kemal Baysal
Oyuncular : Muzaffer Tema, Talat Artemel, Nevin Seval, Melahat İçli, Vahi Öz, Cahit
Irgat, Leyla Nil, Nurhan Nur
Yapımevi (şirket) : And Film (Turgut Demirağ)
Konu : Kumarhane sahibi bir babayla, kumara düşkün genç oğlunun öyküsü
İlacı olmayan hastalık diyerek adlandırdığı kumarın, insan hayatını nasıl sardığını ve
hastayı kendisine mahkum ettikten sonra bırakıp gittiğini, giderken de insana ait her
şeyi beraberinde götürdüğünü Nam-ı Diğer Parmaksız Salih eserinde tüm açıklığıyla
ortaya koymuştur Üstad.
İnsana sığınacak bir liman gibi görünen, son çare diye başvurulan çaresiz hastalık,
eserde hem Parmaksız Salih’in hayatında, hem de
SALiH — O benim kanımı taşıyor!
MACiDE — Sizin kanınız pis mi?
SALiH — Pis!
dediği oğlunun hayatında tüm açıklığıyla anlatılmıştır.
17 yıldır oğlunu arayan, kumar yüzünden parmağından olan, kumarhane işletmesinin
sahibi olmasına rağmen her fırsatta kumarın, onu oynayanlar tarafından görmezden
gelinmeye çalışılan yüzünü dile getiren Parmaksız Salih, 22 yıl sonra oğluyla
karşılaşır. Hem de hayatını mahveden, oğlunun yüzünü 22 yıldır görememesinin tek
nedeni olan kumar illetine bulaşmış bir haldeyken.
Belki bundan sonrasını kurtarabilirim diye Yusuf (oğlu) un peşinden koşar ama geç
kalmıştır. Kısa bir zaman önce başkası için Parmaksız Salih’in katkılarıyla hazırlanan
tuzağa düşmüş ve
“Ölürsem şerefim temizlenmiş olmayacak. Aynı şerefsizliği sana ve çocuğuma
devretmiş, sonra da bunun dünyadaki azap ve mesuliyetinden kaçmış olacağım! “diyecek
kadar herşeyini kaybetmiş halde bulur.
Torunu ve gelini için yapabileceği tek şey kalmıştır. Bunun gerçekleşmesinin tek yolu
Salih’in terk-i dünya etmesidir..
Eserin son sahnesinde Yusuf’un, Parmaksız Salih’in oğlu olduğunu ve kurtuluşun yolunu
öğrenmesi aynı anda olur.
Eserde, “en canhıraş sebepleri ve neticeleriyle doktor ve ilacı olmayan hastalığı,
‘kumarı’ göstermek” istediğini söyleyen Necip Fazıl, Parmaksız Salih ile ilgili olarak
kendisine yöneltilen bir suale şu cevabı veriyor: “Eserde ifadelendirmek istediğim tek
dava, bin bir tezad ve bin bir zıt kader cereyanı içinde hakiki fışkırışını bulamamış
ve hatta kötülük baskısı altında uyuşmuş bir ruhun, en büyük saike kavuşur kavuşmaz
birden şahlanışı; ve tam 55 yıl bilmeden hasret çektiği ve daima istekli yaşadığı ulvî
aksiyona şiddetle atılışıdır.”
(Yazıldığı tarih: 1948)
http://www.necipfazil.com/eser17-20.htm
Üstad’ın ,”hasta kumarbazın not defteri” eserinden alıntı
”Bir veliden birkaç satır:
-Ben varlığın her zerresiyle, sağa ve sola kıpırdayamayacak şekilde bir gayeye
perçinli olmanın hakikatini bir kumarbazdan öğrendim. Malını, mülkünü, ruhunu ve
haysiyetini kumarda tükettikten sonra, ayağındaki eski pantolona ve kalbindeki son
şeref zerresine kadar kendini kumara adamakta devam eden bir kimseye sordum: (niçin bu
açık felaket yolundan dönmüyorsun?) Ne cevap verse beğenirsiniz: Ben bu yoldan
dönemem! Kayıplarımı bana her defa misilleriyle geri verseler, yine ona iade etmeye
mecburum. Felaket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum!
Hiçbir işte bağlılığın bu şekli kumardan çözülüp Allah’a iliştirilecek olsa, gayelerin
gayesi gerçekleşmiş olur..
Ben, hasta kumarbaz, veli’nin bu sözüne bayıldım ama onun yakıcı gerçeğine doğru
hiçbir adım atamadım.”
Gaziantep devlet tiyatrosunun Parmaksız Salih piyesi için hazırlattığı afiş :
Herkes haziran ayında kabuğuna çekilmişken biz yine sahnedeyiz. Seyirci kaygısı
çekmeden, sahne dolacak mı sorunu gütmeden, herşey sanat için sloganıyla yine
sahnedeyiz.
Bir duygudur Tiyatro, bir şiir, bir resim, bir müziktir tiyatro, bence tiyatro
herşeydir. Bütün sanatı içine alan koskoca bir dünyadır. Tiyatro yaşanılması ve
yaşatılması gereken en büyük olgudur.
Tiyatro Bir Yaşam Biçimidir
Necip Fazıl Kısakürek anısına…
PARMAKSIZ SALİH
Bir kumarbazın kumarı nasıl bırakmak zorunda kaldığını, taşıdığı kan yüzünden oğlunun
da bu hastalığa nasıl bulaştığını ve onu bu hastalığından kurtarmak için nelere
katlanmak zorunda kalacağını anlatan bir oyundur bu.
Necip Fazıl Kısakürek’in yazmış olduğu “PARMAKSIZ SALİH” adlı oyun; Bir kumarcının,
oğlunu, işlettiği bir kumarhanede bulması ve oğlunun kumar yüzünden müvekkillerinin
dahi parasıyla oyun oynayacak hale gelmesini anlatmaktadır. Oğlunun artık kurtulması
mucizedir, çünkü Avukat Yusuf ertesi sabaha kadar 3000 YTL bulmak zorundadır. Borcu 12
bin lirayı aşmıştır. Oğlunun kurtulması avukatlık barosundan kovulmaması, hapislere
düşmemesi, şerefi ve en önemlisi torununa iyi bir gelecek için Parmaksız Salih’in
ölmesi gerekmektedir. Çünkü Parmaksız Salih’in hayat sigortası diye biriktirdiği
100,000YTL lik bir parası vardır ve varisi oğludur.
Necip Fazıl gibi büyük bir üstadın kaleme almış olduğu bu enfes dram oyunu 25 haziran
2005 günü Gaziantep devlet tiyatrosunda sergilenecektir. Seyir tiyatrosu oyuncularının
kendilerine prensip haline getirdiği” ücretsiz” felsefesi bu oyun için de geçerlidir.
Herkesin oyun izlemesi ve sanatsız kalmaması düşüncesiyle büyük üstadın ölüm yılı
etkinlikleri kapsamında oynanacak olan bu oyuna herkes davetlidir
Oyun adı: Parmaksız Salih
Yazan: Necip Fazıl KISAKÜREK
Yönetmen: İhsan ATA
Işık tasarımı: Gökhan YAKIN
Millî Nizam Davası’nda Necip Fazıl’ın avukatlığını yapan Süleyman Arif Emre bir
söyleşide Üstad’ı anlatırken şunları paylaşır:
“Üstad Nam-ı diğer Parmaksız Salih”i yazmak için kumarhaneye gider. İhbar sonucu
baskın olur. Ertesi gün bütün Bab-ı Ali’de gazeteler Üstad’ın kumarhanede
yakalandığını yazarlar. Tabi Üstad, Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanımadan kumar
oynamıştır. Ancak ondan sonra terk etmiştir. Aleyhinde yazan gazetelere Büyük Doğu’da
“Moskova Lağımının İğrenç Fareleri” başlıklı korkunç bir yazıyla cevap verdi. O
yıllarda Büyük Doğu dedin mi, akan sular dururdu.”
Dârül Muallimin-i Aliye’de okurken (Yüksek Öğretmen Okulu), Maarif Vekâleti, Avrupa
üniversitelerinde tahsile göndereceği ilk Cumhuriyet talebeleri için bir imtihan açar.
Necip Fazıl da imtihana girer, iyi derece ile kazanır ve Marsilya’ya Sorbonna
Üniversitesine Felsefe tahsili için gönderilir. Marsilya’da Üstad için sadece felsefe
hayatı değil bohem hayatı da başlar. Parmaksız Salih eserinin Üstad’ın hayatıyla
kesiştiği yer burasıdır. O da Yusuf gibi dünyanın en korkunç sihrini ve cazibesini
kumarda bulduğu için kendisini ilacı olmayan bu hastalığın kollarına atmıştır (Üstadın
kumara bağlanma nedeninin ruhî çalkantılarından, bitmez tükenmez vehimlerinden bir
kaçış, bir anlık da olsa onlardan kopuş, bir nefes alış ve ruhunu doyuracak olan şeyin
hasretinin cereyanı içerisindeki büyük sarsılış olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu
hususta daha fazla malumata sahip olmak için Üstad’ın O ve Ben ile Babıâli isimli
eserleri okunmalıdır) Ama hikâyelerinin sonları farklıdır. Yusuf babasını bulduktan ve
her şeyini kaybettikten sonra hastalığın panzehirini bulmuş olur, Üstad ise Efendisi
Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi tanıdıktan sonra panzehiri bulmuştur.
Üstad’ın “Bence sahne, toprak üstüne tebeşirle çizilen esrarlı bir dört köşe…”
şeklinde tarif ettiği tiyatronun bu tanıma uygunluğunun anlaşıldığı eserini okurken,
Üstad’ın bu dört köşeyi nasıl ustalıkla kullandığına bir kez daha şahit oluyor insan.
Üstad’ın imzasının olması tavsiye edilmesi için yeterince geçerli bir sebep ama yine
de Parmaksız Salih’in okunmasını tavsiye etmeyi bir borç biliyorum.
Saygılarımla…
Üstad Sınıfı / Rabia OCAK
Abdülhak Hamid Tarhan
ABDÜLHAK HAMİD TARHAN
“ŞÂİR-İ ÂZAM” lâkaplı Abdülhak Hâmid’i görünce insan, bunca İngiliz soylusu arasında
Kraliçe Viktorya’yı hayran bırakan Bâlâ rütbeli bu Osmanlı Beyinin kıyafet ve tavır
asaletine tutulmaktan kendisini alamıyor. Sultan Abdülaziz’in Londra’yı ziyaretinde
kravatına âşık olduğu ve kendisine hediye edilmesini istediği genç sefaret kâtibi,
işte 60 yıl sonraki haliyle!..
80 küsurluk yaşına rağmen dökülüp gitmemiş ve beyazları arasında siyah telleri kalmış,
yatık ve taralı saçlar… Açık, ferah, saygı ve güven verici, saray cephesi gibi bir
alın… Sağdaki yukarıya kalkık ve çatık, bir çift hiddetli kaş… Göz kapaklarının ve
gözaltlarının kıvrımlarında şahsiyet mühürü çizgiler… İstihâ habercisi irice bir
burun, büyükçe kulaklar ve gayet zarif, rengi saçlarına denk bir sakal… İpekli ve
(Fantezik) bir yelek etrafında gayet biçimli ve ağır başlı bir (desen)den, henüz
ütülenmiş ve hiç yorulmamış hissini veren bir kostüm ve harikulade bir çift potin…
Sahibinin incecik, taraksız ve son derece endamlı ayaklarını sıkı bir eldiven gibi
teşhir edici, (potisuet) konçlu ve düğmeli potinler…
Maçka Palas’ın ilk katındaki dairesinin büyükçe salonunda, (Goblen) desenli, (berjer)
dedikleri uzun arkalıklı koltuğunda, tek gözlüğü kalkık kaşının altında, Abdülhak
Hâmid; ve ziyaretçileri, kadınlı, erkekli bir grup… Ayakta da, taburenin üstündeki
tepsiden misafirlerine ikramla meşgul, Lüsyen Abdülhak Hamid Hanımefendi… Hamid’den en
aşağı 35 – 40 yaş genç, ona 65 yaşlarındayken Brüksel sefirliği zamanında ve
kendisinin en taze çağında âşık olup zevceliğine giren kadın… Abdülhak Sinasi, sözü:
– Yeni neslin en kuvvetli şairi…
Diye takdim ettiği gence getirip, biraz evvel mahut züppeler çerçevesinde onun yeni
harflere dair aforizmalarını anlattı ve:
– Genç Şaire göre, dedi; bu harflerle zekâ terbiyesi bile yerine getirilemez. Hâmid,
dikkatli anlarında daima yaptığı gibi (monoklünü gözünden düşürdü ve Genç Saire döndü:
– Aferin oğlum, fikirlerine tamamiyle katılıyorum! Ve sonra (d) sesi veren bazı
kelimelerin (t) ile yazılmasındaki sakilliğe işaret ederek dedi ki:
– Ömrümün sonunda, ismimin sonuna bir “it” ilâve ettiler.
Misafirler halkasından İsmail Hami Danişmend ellerini çırpmaya kadar giderken zevcesi,
gül dalı misali incecik Nâzân Hanımefendi, en keskin nefret ifadesini acı bir
tebessümle gösterdi; biraz önceki pastahane halkasının sükûtî figürü Mithat Cemal ise
bahse el attı:
– Bu, cesur bir ameliyat, doğrusu… Bilmem ki, bünyemiz bu operasyonu benimseyebilecek
mi?
İsmail Hami sinirlendi:
– Yani benimserse iyi mi olacak? Siz her zamanki şüpheci tavrınızı bırakın da açık
hükmünüzü koyun ortaya!..
Genç Şair, kendi açtığı mevzu başkalarını akıntısına almış götürürken, Lüsyen Hanımın
yanı başında öbür hanımlarla ve apayrı şeyler üzerinde konuşmaktadır. Alevlenen
münakaşayı uzaktan dinliyorlar:
Fazıl Ahmed:
– Yeni nesiller sizin gibi düşünmeyecek… Hele 50 yıl geçsin 1928’in üzerinden ve eski
harfleri bilen tek kişi kalmasın; kimsede böyle bir dâvaya mevzu diye bir şey de
kalmıyacak?.. Biri:
– Bu mu yeni harflerin üstünlüğü?.. Mahzene tıkılıp da karanlıkta kalmak ve ona
alışmak, ışığa karşı zafer midir?
Başka biri:
– Fazıl Ahmed Bey; biz sizi Enver ve Cemal Paşalara bile ayak diremiş ve hicviyeler
yazmış, zevk ve irfan sahibi bir kalem tanıyoruz. Samimî olduğunuzu iddia edebilir
misiniz bu bahiste?..
Fazıl Ahmed:
– Vâkıâ Millet Meclisi âzısındanım ve bu gibi kültür inkılâplarına memur kadrodanım;
bu bakımdan da şüphe çekebilirim; fakat inanınız ki, yüzde yüz samimî olduğum
kanaatindeyim.
Abdülhak Hâmid’in evine, başında siyah satenden takkesi İbnülemin Mahmud Kemâl ile,
Ekrem ve Cemâl Resid’in babaları, “Nazariyat-i Edebiye” müellifi eski ‘nazırlardan
Reşid Rey de gelir ve bunlar “Şairi Âzam” ile “yâd-ı mazi – geçmişi anma” kılıklı,
tatlı tatlı konuşurlardı. O zaman, Hâmid’in, tiryakisi olduğu Genç Şair, bu muhterem
adamların meclislerini bomba mizaciyle örselememek için bir kenara çekilir ve Lüsyen
Hanımefendi ve bazı ecnebi kadın misafirler arasında otururdu. Lüsyen Hanım, onu,
ecnebi ziyaretçilerine şöyle tanıtırdı:
– Otuzundan eksik Şairlerin en üstünü!..
Bu “otuzundan eksik” sözü, o zamanlar moda, Fransızca bir tabir…
Genç Şair için bomba mizaçlı dedik. Evet, bu mizaç onda o derecede keskindi ki,
kimsede ve hiçbir oluş üzerinde tek kıymet tanımaz aforizmalarla ortalığı yakıp yıkar,
kırıp geçirir ve bazı kıymetlerin bile görülememiş, ölçülememiş, anlaşılamamış
olmasından yakınıp dururdu.
Meselâ, en gülünç bir yaftaydı, o, Hâmid’in kuyruğuna takılan “Şair-i Âzam” tenekesi…
Şairlik masonluk muydu ki, “üstad- âzam” dercesine “en büyük” mânasına bir sıfatla
ifade edilmiş olsun?.. Eğer Süleyman Nazif bu tenekeyi Hâmid’in kuyruğuna takmamış
olsaydı, kim, neyin farkında olacaktı ve takıldıktan sonra da kim, neyin farkında
oldu?..
Hâmid bu bombalardan öyle zevk alırdı ki, bir hayli güldükten ve dehşetle kulak
verdikten sonra sinir yorgunluğuna uğrar, en büyük derdi olan uykusuzluğun dermanını
bu bombalarda bulur ve koltuğunda sızıp kalırdı.
O zaman Lüsyen Hanımın, elini dudağına götürüp verdiği “sus!” işaretiyle sükûta geçen
Genç Şair…
Biraz sonra uyanır ve mahmur gözleriyle etrafı araştırır ve seslenirdi:
– Ey zekâ!.. Neredesin?
“Ey zekâ!” Hâmid’in Genç Şaire sık sık tekrarladığı hitap şekli…
– Buradayım! Diyebilir mi?
Yani kendisini mücessem zekâ yerine koyabilir mi?
– Zekâ sizde, dizinizin dibinde efendim!
Gibilerden bir lâf ederdi.
Hâmid, hoşlanmadığı ve beylik nakaratlarından usandığı ziyaretçilerini savmak için
eğer içeri odada veya yakınlardaysa Genç Şairi çağırtır ve onu ileri geri
konuşturarak, saçtığı bombaların gürültüsü ve dumanı içinde bu rahatsız edici
ziyaretçilerin sıvışıp kaçmalarını sağlardı.
Bir gün Genç Şaire demişti ki:
– Tanzimatı yaşayan benim de mânasını senden öğreniyorum!
Gerçekten ve her şeye rağmen öyle bir Tanzimatçı ruhu taşıyordu ki, meselâ satranç
oynarken taşını, yalandan titrettiği eliyle dört karenin merkez noktasına koyuyor,
böylece o taşın hangi karede olduğunu belli etmiyor ve hasmının oyununa göre hangi
karesine gelirse oradan hareket etmek (strateji)sini kolluyor. Siz de bu muhterem
ihtiyara taşın asıl yerini ihtar ve itiraz edemiyorsunuz.
Lüsyen Hanıma sorarsanız şaheseri bilinen “Makber”i, ilk sevdiği ve evlendiği kadın,
meşhur Fatıma hanım ölmeden, onu ölmüş farziyle yazmıştır. Korkunç sanatkâr
hokkabazlığı!..
Arif Dino’nun Genç Şairde bulduğu (farsör) mizacın ta kendisi!..
Şiirde büyük lâf ve büyük üniformalı mâna düşkünlüğüne, iç dünyalara hülûl edemeyişine
ve en çetrefil giriftlerin sırrını basitlerde bulamayışına rağmen (metafizik – madde
ötesi) bir kıvranışın yarım yamalak da olsa Tanzimat ötesi şiirde ilk haysiyetli
örneği… Onun, ömrünün sonuna kadar aradığı irşad ediciye ait sözü ve hasretiyle,
Müslüman, Bizans ve Fars noktaları arasında bir müselles çeken ruhunun istihzalı
tecellileri ve nükteleri, Genç Şairin Hâmid’e dair konferansı ve “O ve Ben” adlı
eserinde…
Öleceği güne değin Genç Şairden uzak yaşayamayan Abdülhak Hâmid’e bundan böyleki 5 yıl
boyunca sık sık rastlayacağız.
(…)
Yeni senenin ilk ayları içinde kendisini gayet iyi hissetmeye başladı. Eyüp, Babıâli,
Beyoğlu, Maçka Palas… Ortalara çıkabilmekte… Yeni fikirlerini dikkâtle dinleyen
Abdülhak Hâmid, Genç Şair’in kapılandığı zatı öğrenince:
– Ah, demekte; ben de bir irşad ediciye muhtacım.. İrşad edici, bir irşad edici!…
– Götüreyim sizi irşad edicinin huzurlarına…
– Hiç durma götür!
Genç Şair Efendi Hazretlerinin huzurlarında: .
– Abdülhak Hâmid bir irşad edici arıyor. Getirmeme izin verir misiniz?
– Hayır, buyuruyorlar; o bizden daha yaşlı… Biz gideriz.
Fakat kısmet değilmiş… Karşılaşamadılar…
Abdülhak Hâmid, 80 küsur yasında, pelteleşmiş haline rağmen, hâlâ ruhunun (metafizik)
adalelerinde düşünme gücü bulundurabilmektedir. Genç Şair de, kapılanma devresinde,
onu hep bu noktadan kamçılamakta:
– Biliyorsunuz ki, Batıda nefs muhasebesi, varlık murakabesi geçirmemiş, bunun
buhranını yaşamamış olanlara adam diye bakmazlar… Bizim Tanzimat sonrası edebiyatımız
ise bu bakımdan yavan altı yavan… Gençliğinizde böyle bir muhasebeye hiç yanaştığınız
oldu mu… Abdülhak Hâmid, Genç Şair’in iki yıl sonra Zonguldak’ta vereceği
“Abdülhak Hâmid ve Dolayısiyle” konferansında gösterilen cevabını veriyor:
– Oldu! Gençliğimde bu humma beni tuttu. Rize’deydim. Dağlara çıktım ve şehre inemez
oldum. Sonra baktım ki, işin içinden çıkamayacağım; kalabalık nereden gidiyorsa oradan
gideyim, dedim ve şehre indim.
İste cins yaratılışına rağmen işi muvazaacılıkta bitiren Hâmid’in, büyük oluş zirvesi
eteğinde geri çekilmekle kendisini gösteren yarım adam olma kaderi!… Nesildaşlarıysa,
bu yüzde ellinin yanında yüzde bir bile değil…
Kedinin, kuyruğuna takılan makara etrafında fırıl fırıl dönmesi gibi “hayat mı, eser
mi?” probleminin dolap beygiri Burhan Toprak, Hâmid’i yakından tanısaydı, muhteşem bir
hayatın göğsü zafer nişanlariyle süslü bu temsilcisi karşısında şöyle düşünürdü:
– İşte hayattan kastettiğim şeyin heykeli!.. Eseri de bu hayatın; bu görünüşün çok
gerisinde… Şimdi, “dâva işte böyle olmaktır!” diyebilir miyim?…
(…)
Mistik Şair Abdülhak Hâmid’in evinde… Mevzu ölüm… Tanınmış biri öldükçe Hâmid’in daimî
suâli:
– Nasıl kalktı, cenazede kaç kişi vardı; cenaze arabasiyle mi, eller üstünde tabutla
mı? Çelenk, çiçek, hitabe, nutuk vesaire?..
Mistik Şair ateş püskürmekte:
– Şu cenaze arabaları var ya, Belediyenin?.. Yaldızlı çatısının tepesinde bir de
madenî delik… İşte, ölü hıristiyansa oraya bir put geçiriyorlar, Müslümansa bir hilâl…
Ve Müslüman tabutunu, gâvur cenazeden domuz yağı sızmış bir zemin üzerine
sürüveriyorlar!..
Abdülhak Hâmid’in iki yumruğu sıkılı, kollarını titreterek nefretinden “ay, ay, ay!”
diye çırpınışını hiç unutamaz.
Abdülhak Hâmid; Burhan Toprak’ın “hayat mı?” dediği şeklin belki en şanlı temsilcisi,
ölünce kendisine ne yapılacağını, nasıl kaldırılacağını merak etmekte, ölümü
tevekkülle beklerken hâlâ geride ne olup biteceğini anlamak istemekte, sağ ayağını
ölüm denizine atarak sol ayağını karada bırakmayı düşünmekte ve dış hasselerinin
dünyasından vaz geçememektedir.
Salonunda duvara asılı, çok eskiden Paris’te açılmış “Mekteb-i Osmanî”deki talebeler
arasında kendi çocukluk resmini gösteriyor ve renkleri duman olup uçmuş bu resmin,
herbiri kendisinden yasça büyük fertlerini gösterip mırıldanıyor:
– Şimdi bunların hepsi duman…
Mistik Şair’in “hayat bu mu?” diye diye düştüğü bir macar pansiyonundaki oda kapısı
bir sabah sert sert vuruldu ve bir ses:
– Kalk, dedi; Abdülhak Hâmid öldü!
Koştu. Maçka Palas’ın önünde bir kalabalık ve bir top arabası… Ve içeride, kadınlı
erkekli,
(mondanite – kibar sınıf) âzasından bir grup… Lüsyen Hanım, vakarlı bir ıstırap
tavriyle, onu, cenazenin erkek sahibi gibi karşıladı. Hadîse birdenbire olmuş, Hâmid
bir gün önce ânî bir fenalaşma neticesi ölmüş, her tarafa haber yayılmış. Mistik Şair
aranmışsa da bulunamamış ve ancak bir gün sonra, hazırlıklar bitince haberdar
edilebilmişti.
Hâmid, ata binercesine, ayaklarını iki yandan sarkıtarak tabuta binseydi de görseydi:
Çoğu gençlik, belki elli bin kişi… Top arabasının, vaziyetten ürkmüş, tabuta doğru
çifte atmaya kalkan, mahsus seçildiği belli, simsiyah kadanaları… Müslüman olduğu
bilinen Lüsyen Hanım da siyahlar içinde…
Doksanına yakın bir ömür, şiirinden daha şaşaalı bir görünüş. Kraliçe (Viktorya)yı ve
İngiliz lordlarını büyüleyici bir zarafet ve olanca (lüks)leriyle iştihalı bir dünya
tadımı…
Bu mu Hayat?.
( Bâbıâli’den )
Abdülbaki Fazıl Bey
ABDÜLBAKİ FAZIL BEY
(Ö. 29 Kasım 1921)
İkinci Abdülhamîd devrinin İstanbul’u… Motor hırıltısından, fren gıcırtısından
(klâkson) dırıltısından, (egzost) gümbürtüsünden henüz kimsenin haberi yok… Sokaklarda
kire (tek atlı, iki tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri…
Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar…
Hava berrak, gök mavi, deniz temiz, gidiş gelişler sakin, bakışlar ılık ve yüzler
aydınlık…
1904 yılının ilkbahar sonları… 26 Mayıs Perşembe…
Sabahın alaca karanlığında ilgililer havagazı fenerlerini söndürmeye çalışırken
(İstanbul’da elektrik de yoktur ve yüksek aile konaklarında beyaz gömlekli havagazı
lâmbaları yanmaktadır) Çemberlitaş tarafında bir konağın ahırında tek atlı bir (brek)
araba çıkartılıyor. Ona 17 – 18 yaşlarında bir delikanlı atlıyor ve kamçısını
şaklatarak atı dört nala sürmeye başlıyor.
Arkasından bakan seyis ve arabacıların “deliye de bak!” gibilerden mırıldanıp
mırıldanmadıkları meçhûl…
Bu delikanlı, benim adı “Deli Fazıl”a çıkarılmış babamdır ve o sırada Sarıyer’deki
köşkünde bulunan Büyük babama bir müjde götürmektedir:
— Baba, bir erkek çocuğum dünyaya geldi! Torunun!..
. . . .
Soyunun erkek temsilcilerine düşkün Büyük babam, iki kızdan sonra erkek evlâdı
Abdülbâki Fazıl’a öylesine düşkünlük göstermiştir ki, ortaya kırdığı kırdık, astığı
astık bir canavar çıkmış… Çocukluğunda, Büyük babamın biricik oğlu sıfatiyle hayâle
sığmaz haşarılıkların kahramanı, son derece sıhhatli, yanaklarından kan damlarcasına
kırmızı yüzlü ve «Deli Fazıl» lâkaplı babam, saldırganlığını o hale getiriyor ki, onu
zaptetmesi için eve bir pehlivan alıyorlar… Ama türlü oyunlarla, meselâ, bastığı yere
çukur açarak, geçtiği kapıların tepesine açılınca devrilen saksılar yerleştirerek onu
da yıldırmayı beceriyor ve konaktan kaçırtıyor.
Nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri, bütün bu hallere katlanan Büyük babama:
— Olmaz, olmaz diyorlar; bu böyle gitmez!.. Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu
kurtarmak için, hemen, tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..
Denk ailelerden hangisine başvurulsa beklenen cevap alınamıyor. Bu garip çocuğa kız
vermeye razı olan yok…
Derken araya Zafer Hanım’ın (Fazıl Bey’in annesi) akrabalarından biri giriyor.
— Ben oğlunuza seve seve verecekleri kızı buldum!.. Girit muhacirlerinden son derece
temiz ve müslüman bir ailenin kızı… Gidip bir bakın!..
Aksaray taraflarında, kulübemsi, basık, ahşap bir ev… Bu fakir evin önünde bir gün
mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.
Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resûlünü ve emirlerini anıp
ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahiret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul
ve ümmî anneannem (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet
örneği derin ve fedakâr Müslüman – Türk annesi timsali mübarek kadın, bu garip
izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızını isteyen büyük bir aile…
•
Uğultu girdabı konakta, ondört – onbeşlik mâsum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî
bakirenin hali?..
Konak, küçük beyin deli iradesine o kadar zebundur ki, o “götürün!” nârasını basar
basmaz kadıncağızı uzaklaştırmak ve “getirin!” nârasında yakınlaştırmak üzere civarda
bir ev tutmayadek gidiliyor.
. . . ..
Bahriye Mektebinden üç ayda bir çıktığım tatillerden birinde, babam beni, mahut
Tepebaşı Tiyatrosunda (Miloviç)in (Çardaş Fürstin) operetine götürdü. O da kadının
uzaktan uzağa âşıklarından…
Opereti tek seyredişte adetâ ezberledim. Sonraları bando ve piyanodan dinlediğim bu
operet bana öyle işledi ki, harfi harfine hafızama nakşettim.
Babam beni yanına oturtur ve (Çardaş)ı söyletirdi. Mest, kendinden geçmiş, beni
dinlerdi.
Babamdan gördüğüm bütün alâka bu kadardır.
Tiyatrodan eve dönerken bana dedi ki:
— Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin! Bak, şimdi eve gidiyoruz.
Göreceksin, kapıyı anan açacak… Taşlıkta bir kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu
hal, kadınlık sırrına ters… Erkeğine bunca mahkûmluk gösteren bir kadında cazibe diye
bir şey kalmaz… Kadın dediğin, tiyatroda bir örneğini gördüğün gibi, erkeği peşinden
çekmeli…
Gerçekten kapıyı annem açtı. Uykusuzluk ve yorgunluktan gözleri mahmur… Babam ona tek
söz söylemeden odasına çekildi.
Kadın, her yerde, çeşitliliğine rağmen aynı mahlûk olsa da, bu misalde yine bir Doğu –
Batı ayırımına mevzu teşkil ediyor ve fedakârlığını zillet diye gösteren bir telâkkiye
çarpıyordu. Zira Türk Cemiyeti, eskiden tek mihrakta topladığı erkeğini ve kadınını
kaybetme yolundaydı.
Nitekim babam, kendisi 30 yaşında ve oğlu 13 yaşındayken, annemi boşadı ve bana
mektepten her çıkışımda dayıma, annemin yanına sığınmak düştü.
Babam bir müddet sonra kendisine yazacağım mektuba:
— Ne de güzel yazın ve üslûbun varmış!
Cevabını verecek kadar oğlundan habersizdi.
4 yıl sonra, ben Erzurum’da dayımın yanındayken ölüm haberini alacak olduğum babamı
bir daha görmedim ve onunla, o çağıma değin hayatımda hepsi hepsi 1 günlük kadar
konuşamadım.
O, girdaplar çizen, her türlü nefs muhasebesine yabancı, ne yaptığını ve ne istediğini
bilmez bir rüzgârdı; ve ne durgunlaşabildi, ne de kasırgalaşabildi, satıh üstü esip
geçti.
Bir gün endam aynası karşısında:
— Ben güzelim, ben güzelim, ben soyluyum!
Diye mırıldandığına şahit olduğum babam, istidadına mâlik bulunduğu halde olamamanın,
yerini alamamanın hazin ve içinden mahzun örneği…
(Fazıl Bey, 1920 kışında, müthiş karlı ve fırtınalı
yaptığı, Mediha Hanım’ın tam tersi bir yapıya sahip
münakaşa sonunda ayrıldı ve babası Hilmi Efendi’nin
Geceyarısı vasıta bulamadığı için, sandalla geçtiği
yürümüştü. Soğuk algınlığı yüzünden yatağa düştü ve
bir gecede, ikinci evliliğini
Kadıköylü eşinin evinden sert bir
Sarıyer’deki köşküne döndü.
Karaköy’den Sarıyer’e kadar
bir daha kalkamadı.)
Mukaddes Emanet (Eser İncelemesi)
MUKADDES EMANET
Üstadın bu eserinde kaleme aldığı olaylar, 1. Meşrutiyetin ilanından ( Osmanlı’nın son
dönemi ) Cumhuriyet dönemine ve günümüz Türkiye’sinden bugüne kadar devam eden ve hala
devam etmekte olan olaylar silsilesinin kısa bir özeti halinde karşımıza çıkmaktadır.
Eser, son 150 yıla yakın bir süredir adeta ruhumuzu, maneviyatımızı, örf, adet ,
gelenek, eskiye dair ne varsa kısaca mukaddesatımızı topyekün tasfiye etmek isteyen ve
kısmen de başırılı olmuş bu kişilerin Anadolu insanı ve toprakları üzerinde
oynadıkları oyunları apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Mukaddes Emanet, 4 padişahın tahta çıkışlarını görmüş ve Osmanlı-Rus (93 harbi)
harbinde cephede aktif olarak rol almış bir baba’nın, Cumhuriyet’in ilanından sonra
gelinen son durumda oğluna (Abdullah) yaptığı nasihatleri ve Abdullah’ın da çocukları
ve torunları arasında yaşadığı mücadeleyi anlatır. Eserde Baba; Osmanlı’nın son
dönemleri ile Cumhuriyet dönemine, oğul (Abdullah) Cumhuriyet’in ilk devirlerinden
orta devrine, Abdullah’ın oğlu ve torunları ise Cumhuriyet’in en son devrelerine
tekabül eder ve gerek maddî gerekse manevî-ruhî olarak yaşanan değişimi en çarpıcı
örnekleriyle gözler önüne serer.
Babasının isteği üzerine, eğitimine köyde kalarak devam eden Abdullah, kendini
yetiştirir ve en üst dereceye kadar yükselir. Hatta ilim ve bilgi bakımından köyün en
ileri geleni olur. Ancak buna rağmen, oğlu onun sözünü dinlemeyip annesinin de
altınlarını çalarak köy enstitüsünde okumaya karar verir ve okur. Oradan tanıştığı
sıra arkadaşıyla evlenir, çocuk sahibi olur ve ileride valilik makamına kadar
yükselir. Ama o Abdullah’ın gözünde hala adî bir hırsızdan başka bir şey değildir.
Üstad, Mukaddes Emanet’i, bütün insanların anlaması, kavraması, idrak etmesi ve buna
bağlı olarak da memur oldukları işleri yapması ve yerine getirmesi bakımından zorunlu
bir görev olarak telakki eder:
Kâfir — İnsan nedir?
Mümin — Allah’ın aynası…
Kâfir — Neye memurdur?
Mümin — Mukaddes emanete…
Kâfir — Mukaddes emanet ne demektir?
Mümin —Allah’a ermek sırrı…
Kâfir— Nasıl erilir?
Mümin — Kullukla…
Kâfir — Kulluk nasıl olur?
Mümin —Allah’ın emir ve yasaklarına baş keserek. (1)
Üstad bu durumu bizim zaviyemizden, yani Anadolu insanı gözüyle şu iki satırla
özetliyor.
‘’Yüzlerce yıl keşfedilemeyen, hep yabancılar elinde sömürülen, bir türlü kendi
kendisinin efendiliğini alamayan Anadolu’nun derdi!… Şuurlandırılamayan dert..
Son birkaç asırdır Batı’nın bizzat kendisi ve onun içimizdeki sadık ajanları sayesinde
bilinçli ve sistematik bir şekilde mukaddesat-maneviyat yıkımı tüm hızıyla
sürdürülmüştür. Bu hastalığı gören, sahtelikleri anlayan ve bunların canına ot tıkayan
ilk padişah 2. Abdülhamid olmuştur. (ama gücü bir yere kadardı ve zamanı yetmedi )
Bu devrelerin en sonuncusunda ise artık iş işten geçmiş ve deyim yerindeyse mukaddes
emaneti kökünden devirmek ve bu topraklardan silmek isteyenlerin yaptığı çalışmalar
meyvesini vermeye başlamıştır. Yahudi ve masonların işbirliğiyle mukaddesatımızı
tasfiye etmeye bu son devrede başlanmıştır. Yani sonun başlangıcı işte bu son devre..
‘’Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?’’ (2)
Sadece onlar mı suçlu? Bizim suçumuz yok mu? Asırlarca gafletten uyanamayan bir millet
üzerinde elbette oyunlar oynanır, projeler çizilir ve bunlar tatbik edilmeye başlanır.
Ama iş işten geçtikten sonra ağlamaktan başka çaremiz kalmıyor maalesef. Tıpkı Endülüs
Emevileri’nin son Hükümdarı Abdullah Sagir gibi.. Ülkesi işgal edildikten ve o da
ülkeyi terk ettikten sonra, geriye baktığında muhteşem Elhamra Sarayını görünce
ağlamaya başladı. Annesi ona tarihe mal olmuş şu sözü söylemişti: Ağla utanmaz, ağla.
Erkekçesine vatanını, dinini, müdafaa ve muhafaza etmeyenlere, kadınlar gibi ağlamak
yaraşır.
Bizim Abdullah’tan tek bir farkımız var; hala bu topraklar bizim ve bu topraklar
üzerinde yaşıyoruz.
‘’O’nun mukaddes emanetini, asırlarca koruduktan, zaman ve mekanın zirve noktasına
çıkardıktan sonra, iki felaketli devre halinde, önce hikmetsiz yobaz ve peşinden
nasipsiz kafir elinde pörsütülmüş ve çöplüğe atılmış gören Türk, şimdi onu bütün
saffet ve asliyetiyle ihya etmek ve bu muazzam hamlenin yeni kaynağı olmak memuriyet
ve mesuliyeti altındadır. Evvela kendisine, sonra İslam âlemine en sonra da insanlığa
sunulacak kurtuluş iksiri, petrolden evvel sondaj burgusunu, beyin beyin ve yürek
yürek daldırıp bu iksiri bulmak. Burada bozulan, burada bozulup bütün İslam âleminde
bozulanı, burada düzeltip bütün İslam âleminde düzeltmek! Dava bu. Ve sonra Allah’ın
Türk’e bahşettiği tarihi kader tecellisindeki imtiyazla tek noksanı olmayan bir
tamamlık içinde Batı’nın karşısına çıkıp ona, yaşanmaya değer hayatın örneğini vermek.
Türk şu haline rağmen bu kadar büyük bir teklif aldı. Ve ‘Ya ol-Ya öl’ çizgisinin orta
yerinde şimdi, ölüm güdücülerinden sonra hayat güdücülerini beklemektedir’’ (3)
Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir
gençlik…
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale
getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine
çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir
gençlik…
Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret
çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir
gençlik… (4)
ABDULLAH — (Başı hafif kalkık) Mukaddes emaneti unutma!…
KIZINDAN TORUNUNUN OĞLU — Allah Allah… Allah… (5)
1)
2)
3)
4)
5)
Mü’min Kafir
Destan
1400 hitabesi
Gençliğe hitabe
Mukaddes Emanet
Üstad Sınıfı / Abdulhamid
Abdullah Kars’ın Sahnelediği Üstad
Piyesleri
ABDULLAH KARS’IN SAHNELEDİĞİ ÜSTAD PİYESLERİ
Necip Fazıl’ın son eseri “Püf Noktası” hakkında kaynaklarda yeterli bilgiler mevcut
değil. Ancak kısa bir bilgiyi de bize tiyatro oyuncusu Abdullah Kars veriyor. Abdullah
Kars açıklamalarında Necip Fazıl’la tanışmalarını ve bu tanışma ortamında Püf
Noktası’nın da adının geçtiğini belirtir. Necip Fazıl Kısakürek ile tanıştıkları gün
Üstad’ı Yunus Emre oyununu yazdırmaya ikna ettiğini söyleyen Kars, o büyük buluşmayı
şu cümlelerle bize aktarıyor:
Üstad, benim oyunumu seyretmek için salonu dolduran kalabalığı görünce o da oyunu
izlemeye karar vermiş. Oyunun ardından beni çağırdı. Maraşlı olduğumu öğrenince,
‘Zaten böylesi Maraş’tan çıkar’ diyerek beni yanına oturttu. Bana ‘Sen abanoz
kütüğüsün. Senden mihrap, minber olur, seni işlemek için nakkaşe lazım, o da ben
olacağım” dedi. O gün kendisinden Yunus Emre’yi yazmasını istedim. En kısa sürede
yazıp bana teslim edeceğini söyledi. Uzun süre beni aramadı.” Daha sonra Tekirdağ’da
Hz.Ömer’in Adaleti oyununu oynarken Üstad’dan yıldı
rım telefonu aldığını söyleyen Kars, “Üstad telefonda Yunus Emre oyununu yazdığını
söyleyip, ‘Piyesi Neslihan’a okudum, gözpınarları kurudu. Gel eseri al’ dedi. O gece
benim için sabah bir türlü olmadı. Ertesi sabah erkenden arkadaşlarımla Erenköy’deki
köşke gidip oyunu aldım.”
Yunus Emre’yi 1350 kez oynamasına rağmen bir kez bile Üstad’ı oyunu izlemeye ikna
edemediğini anlatan Kars, “Oyundan sonra Üstad ‘Mukaddes Emanet’i de benim için yazdı”
diye konuşuyor. Üstad’ın daha sonra ‘İbrahim Ethem’i kaleme aldığını belirten Kars, bu
oyunu da 1300 defa oynadığını anlatıyor. Üstad ise Kars’ı ilk kez bu oyunda izlemiş:
“Oyunun ardından Üstad koluma girdi ve ‘Ben Muhsin dışında sanatçı kabul etmiyordum.
Şimdi eğer oyunları seyretmediğim için kafamı duvarlara vuracağım geliyor’ dedi.
Üstad, beni bugüne kadar izlemeyişinin nedenini ise ‘Daha önce yazdığım ve başka
oyuncuların oynadığı Abdülhamit’in galasında perişan oldum’ diyerek anlattı.”
Üstad’dan tek sahnelik bir oyun yazmasını da istediğini kaydeden Kars, bu kez Üstad’ın
ilk komedi oyunu olan Püf Noktası’nı yazdığı anlattı. Kars, Üstad’ın bu oyunu kendisi
için yazdığını söyledikten sonra, eseri peşin olarak o gün için epeyi büyük olan 20
bin liraya satın aldığını da söyler. Fakat ne yazık ki o günkü şartlarla bu oyunu
oynayamayan Kars’ın en büyük isteği, Püf Noktası’nı oynamadan ölmemek (Kars; 2002)
Şaban Sağlık – Tiyatro Yazarı Olarak Necip Fazıl
(Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı’ndan iktibas edilmiştir.)

Benzer belgeler

a Mektup,Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih

a Mektup,Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih üniversitelerinde tahsile göndereceği ilk Cumhuriyet talebeleri için bir imtihan açar. Necip Fazıl da imtihana girer, iyi derece ile kazanır ve Marsilya’ya Sorbonna Üniversitesine Felsefe tahsili i...

Detaylı