ISRAEL and the ARAB-ISRAELI CONFLICT

Transkript

ISRAEL and the ARAB-ISRAELI CONFLICT
ISRAEL and the ARAB-ISRAELI CONFLICT: ...,
İsrail ve Arap-İsrail Çatışması :
Kararsızlar için Kısa bir Rehber
yazan
David A. Harris
Genel Müdür
Amerikan Yahudi Komitesi
11 Eylül'ün dehşet verici olaylarının boyutu içimize işlemeye başladıkça ve milletimizin çok yönlü askeri,
diplomatik ve ekonomik tepkileri harekete geçirildikçe, kamuoyunun dikkati - medyada, üniversite
kampüslerinde ve çeşitli diğer ortamlarda - yeniden Orta Doğu üzerine odaklanmaya başlamıştır.
Maalesef bu tartışmaların çoğu hatalı bilgilere dayanmakta ve tarihi derinlikten yoksun olmaktadır.
Bu yazı, tarihi ve güncel bir bakış açısı ile bazı tartışma satırbaşlarını sunmayı hedeflemektedir. Konunun
çok ayrıntılı bir incelemesi olarak tasarlanmamıştır.
İsrail namına öne sürülecek savunma bugün her zamankinden daha güçlüdür.
Gerçekler önlerine konduğunda makul insanlar içgüdüsel olarak şu hususları kavrayabilmelidir :
a. İsrail'in 53 senedir devam eden sürekli barış ve güvenlik arayışı;
b. New Jersey eyaleti boyunda minik bir ülke olan İsrail'in kargaşa dolu ve silah yüklü bir yörede karşı
karşıya bulunduğu gerçek tehlikeler;
c. İsrail'in demokrasiye ve demokratik değerlere sarsılmaz bağlılığı;
d. İsrail ile Birleşik Devletlerin karşı karşıya bulundukları ortak düşmanlar : aşırı uçlar ve fanatik
akımlar; ile
e. İsrail'in dünya uygarlığına bilim, tıp, teknoloji, tarım ve kültür gibi alanlarda yaptığı hatırı sayılır
derecede etkili katkılar. Bu katkılar ülkenin nispeten genç olması ve taşıdığı savunma yükünün ağırlığı
göz önüne alındığında daha da dikkat çekici olmaktadır.
Hiçbir ülkenin tarih sayfaları mükemmel değildir. İsrail de, diğer demokratik ülkeler gibi hatalardan
payını almıştır. Ancak hata yapıldığının kabul edilmesi ulusal bir zaaftan ziyade ulusal bir güçtür.
Amerikalıların inandıkları değerler bahis konusu olduğunda, İsrail'in gösterdiği performansı hiç
çekinmeden, gerek bu bölgedeki gerekse bu bölgeden çok ötedeki ortamlarda bulunan ülkelerin
performansı ile karşılaştırmaya hazırım.
İsrail'in sicili gurur vericidir. Bu ülkenin dostları bu gerçeği alenen ilan etmekten çekinmemelidir. Aslında
ülkenin bu sicili 1948'de modern devletin kurulmasından çok önceye dayanır.
Yahudi milletinin İsrail topraklarına olan bağı tartışılmaz ve kesintisizdir.
Takribi dörtbin seneyi kapsar. Bu konudaki bir numaralı delil İbrani Kitab-ı Mukaddes'tir. Kitab-ı
Mukaddes'in beş kitabının birincisi olan Tekvin Kitabı, Avraam'ın (Hz. İbrahim'in) öyküsünü, Tek Tanrı
ile yapılan akti, Ur şehrinden (bugünkü Irak) Kenaan'a (takribi olarak bugünkü İsrail'in bulunduğu
bölgeye denk gelmektedir) göçü anlatmaktadır. İki numaralı delil ise dünyanın herhangi bir yerinde
1
halihazırda kullanılmakta olan herhangi bir Yahudi dua kitabıdır. Dualarda Siyon'a, yani İsrail
topraklarına, birçok kere atıfta bulunulmaktadır.
Yahudi milleti ile Kudüs arasındaki ilişki açısından da aynı durum geçerlidir.
Bu ilişki, takribi olarak 3,000 sene önce yaşamış olan ve Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak ilan eden Kral
Davut dönemine kadar uzanır. O günlerden beri Kudüs, sadece Yahudi milletinin coğrafi merkezi olmakla
kalmamış, aynı zamanda inancımızın ve kimliğimizin manevi ve metafizik kalbinin simgesi olmuştur.
Doğrusu, Kudüs ile Yahudi milleti arasındaki ilişki, tarihte benzeri bulunmayan bir oluşumdur.
Kudüs iki Tapınağın bulunduğu bir mevkidir - birincisi, M.Ö. onuncu yüzyılda Kral Süleyman tarafından
inşa edilip Babil saldırıları sırasında M.Ö. 586'da yıkılan Tapınak, ikincisi ise bir yüzyıldan daha kısa bir
süre sonra tekrar inşa edildikten sonra Kral Herod tarafından onarılan ve M.S. 70'te Roma kuvvetleri
tarafından yıkılan Tapınak.
Mezmurların yazarının dediği gibi : '' Eğer seni unutursam, Ey Kudüs, sağ elim çürüsün; dilim damağıma
yapışsın seni düşünmeyi bırakırsam, ve eğer Kudüs'ü en mutlu saatimde bile hafızamda tutmazsam.''
1900 sene kadar zorunlu sürgünde olmalarına rağmen Yahudiler'in Siyon ve Kudüs özlemi hiç bitmedi.
Bu fikirleri dualarla dile getirmek bir yanda, özellikle Kudüs'te ve İsrail topraklarında her zaman için
yerleşmiş Yahudiler mevcuttu. Doğrusu 19. yüzyıldan beri Yahudiler, bu şehrin nüfusunun çoğunluğunu
teşkil etmiştir. Örneğin, İsrail Devlet'inin Politik Sözlüğü'ne göre, 1892'de Kudüs'ün nüfusunun yüzde
61.9'u Yahudiydi.
Kudüs şehri ile ilgili tarihi ve dini bağ özellikle önemlidir. Zira bazı Araplar, tarihi yeniden kaleme alarak
Yahudilerin, bu topraklarla herhangi bir gerçek bağlantısı olmayan ''yabancı işgalciler'' veya
''sömürgeciler'' olduğunu iddia etmektedirler. Buna benzer İsrail'in meşruiyetini inkar etme teşebbüsleri
hatalıdır ve bunların yalan olarak teşhir edilmesi gereklidir. Bunun dışında Kudüs'e Müslüman (yani
önceleri Osmanlı ve daha sonra Ürdün) egemenliği altında olduğu dönemde ''ilgilenilmeyen bir bölge''
olarak davranıldığı da tamamen untulmaktadır.
Siyonizm, Yahudi milletinin bir ulus olarak elindelik (kendi kaderini kendi tayin etme) arayışıdır.
Bir Yahudi anavatanına duyulan özlem, binlerce yıl öncesine dayanıyorsa ve bu hasret, klasik Yahudi
eserlerinde de dile getiriliyorsa da bu duygu, daha güncel bir gerçekten kaynaklanmaktadır.
Modern Siyonizmin babası sayılan Theodor Herzl, Yahudilere tüm haklarını veren ilk Avrupa ülkesi olan
Fransa'da devam etmekte olan ''rezil'' Dreyfus vakasını körükleyen bariz antisemitizm karşısında dehşete
düşen Viyana'lı layik bir gazeteciydi. Herzl, yüzyıllar boyu süren hazin antisemitizm geleneğinin derin
izlerini taşıyan Avrupa toplumlarındaki azınlıkların hiçbir zaman tam olarak eşit yaşayamayacakları
kaçınılmaz sonucuna vardı. Bu yüzden de, 1902'de yayınlanan ve bir dönüm noktası olarak kabul edilen
Altneuland (''Eski-Yeni-Topraklar'') adlı eserinde tarif ettiği gibi bir Yahudi devletinin kurulması için
çağrıda bulundu.
Herzl'ın bu hayali, 2 Kasım 1917'de bir bildiri yayınlayan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour
tarafından da onaylandı :
'' Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Yahudi milleti için bir anavatan kurulmasının olumlu olduğunu
düşünmektedir ve bu hedefin gerçekleşmesi için elinden gelen her türlü kolaylığı sağlayacaktır. Ancak,
Filistin'de şu anda bulunan Yahudi olmayan toplumların vatandaşlık ve dini haklarını zarara uğratacak,
2
veya başka herhangi bir ülkede yaşamakta olan Yahudilerin sahip olduğu haklara veya politik durumlarına
zarar verecek herhangi bir harekete yer verilmeyeceği açık ve seçik bir şekilde anlaşılmalıdır. ''
İngiltere'yi Filistin Manda'sının yönetimi ile görevlendiren Devletler Topluluğu 1922'de ''Yahudi milleti
ile Filistin arasındaki ilişkiyi'' tanıdı.
Hitler'in yükselişi ve Almanya'nın ve müttefiklerinin başını çektiği - ve Yahudilerin kaderine yönelik
yaygın işbirlikçilik ve umursamazlık tarafından kolaylaştırılan - Nazi ''Nihai Çözüm''ü, bir Yahudi
devletine duyulan ümitsiz ihtiyacın trajik boyutlarını ortaya çıkardı. (Bu arada, Kudüs Müftü'sü Hacı
Emin El Hüseyini, Hitler'in ve Yahudi milletinin Nazi soykırımı konusunda en hararetli destekçisiydi.)
Siyonist hareketi, ancak böyle bir devlet kurulduğunda, Yahudilerin kendi kaderlerinin tayininde
başkalarının ''iyi niyetine'' güvenmelerine gerek kalmayacağına inanıyordu. Bütün Yahudilerin, bu Yahudi
devletinde, zulümden barınmak veya ''Siyon özlemini'' gidermek için yerleşmeleri memnuniyetle
karşılanacaktı. Bu tutum, o zamanlar çöl görünümünde olan Filistin'de 19. yüzyılın sonlarında ve 20.
yüzyılın başlarında, ülkücü inançlarla yerleşmeye karar veren ve modern İsrail devletinin temellerini atan
birçok Yahudi'nin hayallerini alevlendirdi.
Bugüne dek İsrail'in düşmanları, Siyonizmin manasını çarpıtarak, onu şeytani bir güç olarak sunmaya
çalışırlar. Hedefleri, İsrail'in varoluş nedenini temelden zayıflatmak ve bu devleti milletler topluluğundan
tecrit etmektir.
Böyle bir durum 1975'te, Birleşmiş Milletler demokratik ülkelerin hararetli itirazlarına rağmen Siyonizm'i
''ırkçılık'' olarak niteliyen bir önergeyi kabul ettiğinde meydana geldi. Bu önerge 1991'de BM tarafından
iptal edildiyse de, bu senenin başlarında Durban, Güney Afrika'da tertiplenen Dünya Irkçılık Karşıtı
Konferansında tekrar su yüzüne çıktı. Ancak Arap grubu, konferansın yazılı evraklarında Siyonizm'i
kınama teşebbüsünde başarılı olamadı. Bereket versin ki bu sefer birçok ülke, İsrail ile Filistin arasındaki
çatışmanın - şimdi ve herzaman için - ırkçı değil politik olduğunu kavramış oldu.
Bu bağlamda, Muhterem Martin Luther King Jr.'ın anti-Siyonizm hakkındaki söylediklerini hatırlamakta
fayda var :
'' Peki anti-Siyonizm nedir ? Haklı olarak Afrika halkı ve Kürenin diğer milletleri için talep ettiğimiz
temel haklardan Yahudi milletini mahrum kılmaktır. Dostlarım, bu turum, Yahudilere karşı, Yahudi
oldukları için ayırımcılık yapmaktır. Kısacası bu antisemitizmdir... Sözlerim ruhunuzun derinliklerinde
yankılansın : İnsanlar Siyonizmi eleştirdiklerinde Yahudileri kastetmektedirler - sakın başka türlü
düşünmeyin. ''
Şu hususu da vurgulamak çok önemlidir : Yahudi olmayanlar İsrail devleti kurulurken dışlanmamışlardır.
Aksine bugün için İsrail vatandaşlarının beşte biri, bir milyonun üstündeki Arap nüfusu dahil, Yahudi
değildir. Ayrıca Arapça, ülkenin resmi dillerinden biridir.
İsrail'in Yahudi nüfusu her zaman için, büyük çapta milli, etnik, kültürel ve dil çeşitliliği göstermiştir. Bu
görüntü 1980'lerde İsrail, Etyopya'da kuraklıktan kıvranan ve İsrael'e yerleşme hayaliyle yaşayan
onbinlerce siyah tenli Yahudi'yi kurtardığı zaman daha da belirgin oldu. O aralar NAACP'nin (Siyah Tenli
Kişilerin Kalkınması için Ulusal Birlik) Hukuki Savunma ve Eğitim Fonu genel direktörü Julius
Chambers'ın sözleri tekrarlanmaya değer :
'' Eğer Etyopya kıtlığının kurbanları beyaz olmuş olsalardı belki de sayısız ülke onlara sığınma hakkı
verebilecekti. Ancak Etyopya ve Sudan'da hergün açlıktan ölen insanlar siyah tenlidir. Irkçılığın nerdeyse
her örgütlü hükümet tarafından kınandığı bir dünyada sadece tek bir Afrika dışı ülke kapılarınıı ve
3
kollarını onlara açmıştır. Kurtarılanların deri rengine itibar etmeden, İsrail devletinin sessiz sedasız
gerçekleştirdiği bu insani hareket, birçok söylev ve önergeden öte ırkçılığı kınayan bir anıt olarak
kalacaktır. ''
Arap-İsrail Çatışması Önlenebilirdi
1945'te kuruluşunun hemen ardından Birleşmiş Milletler, Manda ile idare edilen (ve o zamanlar İngiliz
egemenliği altındaki) Filistin'in geleceği ile ilgilendi. Bir BM komisyonu (UNSCOP, veya Birleşmiş
Milletler Filistin Özel Komitesi), Genel Kurula ülkenin Yahudi ve Araplar arasında bölünmesini önerdi.
Hiçbir taraf tam olarak istediğini elde edemeyecek ancak bu bölünmenin sonucunda ülkede, her biri bir
devlet olmaya layık olan iki ayrı nüfusun - Yahudi ve Arap - varlığı kabul edilecekti.
29 Kasım 1947'de BM Genel Kurulu, 33 lehte, 13 alehte ve 10 çekimser oyla Taksim (Bölme) Planı olarak
bilinen 181 numaralı önergeyi kabul etti.
Taksim Planının kabulu, iki ayrı devletin kurulması anlamına gelecekti, ancak Arap devletleri ve yerel
Arap halkı, teklifi şiddetle geri çevirdi. Bu toprakların herhangi bir kısmına yönelik Yahudi hak talebini
tanımayı reddettiler ve hedeflerini gerçekleştirmek için savaş yolunu seçtiler.
14 Mayıs 1948'de İsrail Devleti kuruldu. O zamanlarda Winston Churchill'in dediği gibi :
'' Bir Yahudi devletinin oluşumu, sadece bir nesil veya bir yüzyılın görüş açısından değil, bin, iki bin ve
hatta üç bin senelik bir görüş açısından bakılması gereken bir dünya tarihi olayıdır. ''
Seneler sonra, Başkan John F. Kennedy İsrailin anlamı konusunda kendi görüşünü açıklayacaktı :
'' İsrail, yok olmak için yaratılmadı - varlığını sürdürmek için dayanacak ve gelişecektir. Umudun
doğurduğu bir çocuk ve cesur insanların vatanıdır. Düşmanlıklar veya başarılar onun moralini bozamaz.
Demokrasinin kalkanını taşımakta ve özgürlüğün kılıcını onurlandırmaktadır. ''
İsrail'in Kuruluş Beyannamesinde ise şu sözler yer almaktaydı :
'' Bütün komşu devletlere ve halklarına elimizi uzatarak, barış ve iyi komşuluk niyetlerimizi sunmaktayız,
ve onlara kendi öz topraklarında yerleşmiş olan egemen Yahudi halkı ile işbirliği ve karşılıklı yardım
bağlarını tesis etmeleri için çağrıda bulunmaktayız. ''
Çok acıdır ki bu teklif, kale bile alınmadı.
15 Mayıs 1948'de Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan ve Suriye orduları yeni doğanYahudi devletine onu yıkma
amacıyla saldırdılar.
Arap cephesi tarafından başlatılan bu savaş sırasında, her savaşta olduğu gibi sivil halk da etkilendi. Yerel
Araplardan kaç tanesinin, liderleri onlara kaçmalarını söylediği için, veya bu emirlere uymazlarsa
başlarına neler geleceği konusunda tehdit edildikleri için ülkeyi terkettikleri, kaç tanesinin savaş
korkusundan kaçtığı veya kaç tanesinin İsrail kuvvetleri tarafından kaçmaya zorlandığı, günümüze kadar
devam eden bir tartışma konusudur. Daha da önemlisi, yüzbinlerce Arap sonunda İsrail'de kaldı ve bu
devletin vatandaşı oldu.
Ancak en önemli nokta unutulmamalıdır - Arap ülkeleri yeni İsrail devletindeki 650,000 Yahudiyi yok
etme niyetiyle bu savaşa başlamışlardı. Bu hareketleriyle Araplar, hem Arap hem de Yahudi devletlerinin
kurulmasını öngören BM planını hiçe saymış oluyordu.
4
Arap -İsrail çatışması, bir değil, iki mülteci topluluğu yaratmıştır.
Dünyanın bütün dikkati Filistin mültecilerine odaklandığı için, Arap ülkelerinde bulunan ve yüzbinlercesi
mülteci durumuna düşen Yahudilerin kaderi, çoğunlukla gözardı edilmiştir. Doğrusu birçok uzman, iki
grubun nüfuslarının takribi olarak eşit olduğuna inanmaktadır. Ancak çok önemli bir fark vardır: İsrail,
Yahudi mültecilerini derhal kendi içine dahil etmiştir. Halbuki Filistin mültecileri kamplara yerleştirilerek
özellikle ve planlanmış bir Arap politikası gereği ve BM'in de suç ortaklığı ile oralarda tutulmuşlardır.
Bir mülteci topluluğunun bu şekilde ahlaksızca kullanıldığı başka hiçbir karşılaştırılabilir örnek bugün
dünyada mevcut değildir.
Şimdiye kadar, sadece bir Arap ülkesi - Ürdün - Filistin mültecilerine vatandaşlık teklif etmiştir.
Geniş arazi imkanları, ve Filistinlilerle ortak olan dil, din ve etnik kökenlere rağmen diğer 21 Arap ülkesi,
bu adımı atmayı reddetmiştir. Acaba neden ? Çok üzücüdür ki, iki üç nesildir çoğu sefil durumda olan
kamplarda yaşamakta olan mültecilerin kötü durumlarının hafifletilmesi ile hiç ilgilenmemektedirler.
Onun yerine İsrail'e karşı nefret duygularını daha da pekiştirerek, mültecileri İsrail'e karşı devam etmekte
olan mücadelede önemli bir silah olarak kullanmaya devam ettiler.
Filistinlilere Arap dünyasında nasıl davranıldığı ile ilgili bir örnek : Yasser Arafat Körfez Savaşı sırasında
Irak'ı desteklediği ve Filistinliler, olası bir beşinci kol kuvveti olarak görüldüğünde Kuveyt, ülkede
çalışan (ancak Kuveyt pasaportu verilmeyen) 300,000 Filistinliyi bir kerede kovmuştu. Diğer Arap
ülkeleri koca bir Filistin topluluğunun sınırdışı edilmesi karşısında protesto mahiyetinde nerdeyse hiç
seslerini çıkarmadılar.
Maalesef, Arap ülkelerinden gelen Yahudi mültecilerin öyküsü pek tartışma konusu edilmez.
Arap ülkelerinden gelen Yahudi mültecileri konusu açıldığında, Arap ülkelerinin sözcüleri, çoğu zaman
konudan haberleri olmadığını iddia ederler veya hararetli bir şekilde Yahudilerin, Hıristyan Avrupa'da
yaşayan Yahudilerin aksine, Müslüman yönetimi altında iyi yaşadıklarını iddia ederler veya
samimiyetsizlikle, Yahudiler gibi Sami ırkından olan Arapların antisemit olamayacaklarını öne sürerler.
Doğrudur ki, Müslüman ülkelerindeki Yahudiler, Soykırıma eşdeğer bir deneyim geçirmemişlerdir. Yine
doğrudur ki, uyum ve işbirliği dönemleri yaşanmıştır. Ancak iş bununla bitmemektedir. Müslüman
ülkelerinde yaşayan Yahudiler, Müslümanlara göre eşit ve tam haklara pek seyrek sahip olmuşlardır.
Çoğunlukla, Yahudilerin hareketlerini ikinci sınıf vatandaş olarak açık bir şekilde kısıtlayan davranış
kuralları konmuştur. Yahudilere karşı şiddet uygulamaları da İslam dünyasında duyulmamış olaylardan
değildi.
Arap ülkelerindeki Yahudilerin kaderine bir örnek : Yahudiler kesintisiz olarak Fenikeliler zamanından
beri Libya'da yaşamaktaydı. Yani Araplar, Arap Yarımadasından gelerek İslamiyeti Kuzey Afrika'ya
getirmeden ve Berberlere (ve başkalarına) ait topraklara yerleşmeden (onları işgal etmeden ?) çok önce.
Libyadaki 40,000 Yahudi'nin büyük bir çoğunluğu 1948 ile 1951 yılları arasında yani 1945 ve 1948
pogromlarını takiben ülkeyi terkettiler. 1951'de Libya bağımsız bir ülke oldu. Anayasadaki garantilere
rağmen, ülkede kalan Yahudiler, oy kullanma, devlet memuru olma, Libya pasaportuna sahip olma, kendi
cemaat işlerini yönetme veya yeni mülk satın alma gibi haklardan mahrum kılındılar. 1967'deki üçüncü bir
pogromun ardından, Libya'da kalan son 4,000 Yahudi kaçtı. Yanlarına sadece bir valiz ve 50 $ karşıtı para
ile çıkmalarına izin verildi. 1970'te, Libya hükümeti, Libya'nın sürgündeki Yahudilerinin servetlerine el
5
koyan bir dizi yasa ilan etti. Adil telafi mahiyetinde de onbeş yıl ödemeli tahviller çıkartıldı. 1985 senesi
gelip geçmesine rağmen, hiçbir telafi edici ödeme yapılmadı.
Bir taraftan da hükümet Yahudi mezarlıklarını talan etti. Mezar taşlarını yeni yolları döşemek için
kullandı. Bütün bunlar, ülkedeki Yahudi tarihi varlığının izlerini silmek için girişilen planlı bir çabaydı.
İsrail devletinin kurulduğu yıl olan 1948'de, Arap ülkelerinde tahmini olarak 754,000 Yahudi vardı.
Bugün bu sayı 8,000'den az. Kalanların çoğu Fas ve Tunus'ta yaşamaktadır.
*** (Mid page 7).
6