Allah`ın zâti ve subûtî sıfatları arasındaki fark nedir?
Transkript
Allah`ın zâti ve subûtî sıfatları arasındaki fark nedir?
1 İçindekiler Vücudu muhal olan alemleri nasıl anlamalıyız. Bir mümkünün vücub mertebesine çıkması ve ya cenabı Hakkın ademe düşmesi gibi bu muhal olan alemi cenabı Allah mı yokluğa itmiştir? .........................................................................................................................................3 Bakara süresi 119 ayette geçen "la tüselü" kelimesi farklı kıraatlerde "la tesel" okununca anlamı değişmektedir. Bu konuyu açıklar mısınız? ....................................................................4 Teaddüd-i kudema nedir? ............................................................................................................5 Hz.Muhammed (sav)'in Putlar için "Gördünüz mü Lat'ı Uzza'yı Menat'ı; İşte bunlar yüce turnalardır, şefaatleride elbetteki umulur" söylediği ve ardından Hac Suresi 52. ayetin nazil olduğu doğru mudur? ..................................................................................................................6 Allah'ın zâti ve subûtî sıfatları arasındaki fark nedir? ...............................................................8 Hz. İsmail’in Medyen’de yaşadığını ve Hz. İbrahim’in uzun çöl yolcuğunu yapamayacağı iddialarına ne dersiniz? ..............................................................................................................10 “Yedi boyut/aşama daha vardır” “Boyuttan boyuta/kattan kata geçerek yükseleceksiniz.'' gibi ayetlerde geçen boyutlar ne demektir? ...............................................................................11 Depresyon ve diğer psikolojik rahatsızlıkları, vehimden nasıl ayırt etmeliyiz, farkı nedir? ....13 ''İçinizdeki müftüye sorun'' cümlesi hadis midir? ....................................................................14 Marmaris'te yeni yıl kutlaması yapılan alanda günaha batmış sarhoş topluluğun içinde namaz kılan kişinin yaptığı üsluba uygun bir tebliğ veya cihad metodu olarak değerlendirmek mümkün müdür? .............................................................................................14 TOKİ'den aldıkları arsa üzerine iş yeri yapacak olan kooperatife üye oldum. Kooperatifin TOKİ'ye ödemesi iki yıl sonra başlayacak fakat arsa ve inşaat harcamaları için aidat alımına başlandı. Bankada biriken üye aidatlarından kooperatifin faiz geliri oldu .............................14 ''Dünya ilmini öğrenen mala, mevkiye kavuşursa kazancı cehennem ateşi olur.'' , ''Allah rızasından başka maksatla ilim öğrenen cehennemdeki yerine hazırlansın.'' hadisleri sahih midir? ..........................................................................................................................................15 Hac Suresi 18. ayette geçen çoğu kelimesi ne anlama geliyor? ...............................................16 2 Vücudu muhal olan alemleri nasıl anlamalıyız. Bir mümkünün vücub mertebesine çıkması ve ya cenabı Hakkın ademe düşmesi gibi bu muhal olan alemi cenabı Allah mı yokluğa itmiştir? Hiç bir şey var olmadan önce “Şey” bile değildir. Varlığı kendinden olan ve ezeli olan Allah’tan başka hiç bir şey kendiliğinden yokluktan varlık sahasına çıkamaz. Aksi takdirde her varlığı ezeli kabul etmek gerekir. Mümkün kavramı, bir yerde var olan eşyaya bakmıyor. Sadece aklen yokluğu ile varlığı arasında fark olmayan, akli açıdan yokluğu veya varlığı zorunlu olmayan bir tasavvur unsurudur. Allah’ın bir şeyi yokluğa atması demek, onu varlıktan alıp yokluğa atması anlamına gelir. Halbuki mümkün için böyle bir tasavvur gerçek değildir. Zira ortada bir varlık yoktur. Tekrar edelim ki, soruda düşündüğümüz şekilde varlığa çıkan yok ki, yokluğa itilmiş olsun. Yalnız şu vardır ki, adem-i mutlak yoktur. Allah’ın ezeli ve sonsuz ilmi adem alemlerini de ihtiva etmektedir. Gerçek manada bir adem/yokluk alemi yoktur. Çünkü her şey ya ilmi vücuduyla veya harici vücuduyla vardır. Çünkü Allah’ın kuşatıcı ilmi daha varlık sahasına çıkmamış yokları da içine alır. Ancak henüz var olmayanlar için “şey” tabirini kullanmayız veya tolerans avansını verdiğimiz bir mecaz olarak kullanırız. Eşyada vücut mertebeleri farklıdır. Bunların hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhardır. Fakat taayyunat-ı şahsiyeleri itibariyle çok perdelerden geçerek olgunlaşırlar. Kendi açımızdan sözün özü şudur: “İdrak-imaali bu küçük akjla gerekmez/ Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” 3 Bakara süresi 119 ayette geçen "la tüselü" kelimesi farklı kıraatlerde "la tesel" okununca anlamı değişmektedir. Bu konuyu açıklar mısınız? Sorudaki ayetle ilgili "ta"nın fethi ve "lâm"ın cezmiyle okunur ki, nehy-i hazır şeklindeki manayı çağrıştıran kıraat şekli Nafi' ve Yakub kıraatlerinde vardır Ancak kurralarca yaygın olan okuyuş la tüs'elü şeklindedir. İlgili ayetin meali şöyledir: “Biz seni sırf Kur’ân’la müjdelemen ve uyarman için gerçeğin ta kendisi olarak gönderdik. Yoksa sen cehennemliklerden ötürü sorguya çekilecek değilsin.”(Bakara, 2/119). Çünkü: a. Ayetin siyakı/akışı bu manaya uygun değildir. b. Filinin başına “vav” harfi gelmiştir. c. Bu kıraatin dayandığı bir hadis riaveti vardır ki, zayıfır(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Genel olarak mütevatir, sahih olan farklı kıraatlerin varlığı söz konusudur. Ancak bu kıraatler Kur’an’ın değiştirildiği anlamına gelmez. Çünkü bu farklı okuyuşlarda sadece farklı manalar söz konusu olur. Farklı manalar birine çelişmediği sürece ilgili ayetin kapsamını genişletmesine yardımcı olur ki güzel bir şeydir. Örneğin; Rum suresinin baş tarafında yer alan “Se yağlibûn” fiili aynı zamanda “se yuğlebûn” olarak da okunmuştur. Bu ikinci okuyuşu göz önünde bulunduran İbn Berrecan gibi bir müfessir, kendi vefatından yaklaşık 40 yıl sonra meydana gelen Kudüs’ün Salahaddin-i Eyyubî tarafından fethedileceğini istihraç etmiş ve zaman bu yorumunu haklı çıkarmıştır. Yedisi mütevatir, üçü meşhur olmak üzere "kıraat-ı aşere” denilen on kıraat şekliyle alakalı misaller değişik tefsir kaynaklarında yer aldığı gibi, Ebu Amr ed-Dânî’nin "et-Teysîr" adlı eseri ile Ebu Zur’a’nın “Huccetu’l-Kur’an” adlı eseri gibi bu konuyla ilgili müstakil eserler de vardır. Bu okuyuşların farklılığı, Kur’an’da -birbiriyle çelişen-farklı kelimeler olduğu anlamına gelmez. Bilakis, Hz. Osman döneminde yazılan Kur’anların hattı (Hatt-ı Osmanî) değişik kıraat şekillerine imkân verecek bir estetiğe ve elastikiyete sahiptir. Mesela: Fatiha suresinde yer alan “Maliki yevmiddin” ayetinde yer alan ilk kelime “MELİK” şeklinde yazılmış ki, Arapça hat itibariyle bu hem “Melik” hem de “malik” olarak okunabilir. Bu farklılık, farklı kelimelerin değil, farklı kıraatlerin bir tezahürüdür. Bu farklı kıraatlerin hepsi sonuçta değişik rivayetler zinciriyle Peygamberimiz(a.s.m)’e dayandırılmaktadır. 4 Teaddüd-i kudema nedir? Teaddüd-i kudema; kadimlerin birden çok olması; yani ezeli olanların birden fazla olması, yani; birden çok ilahların varlığı anlamına gelir. Bu mesele nazari bir meseledir ve Ehl-i sünnet ve Mu'tezile arasındaki bir problemdir. Mu'tezileye göre Allah'ın zatına çeşitli sıfatlar isnad edilirse bir çok kadim varlığın mevcudiyeti kabul edilmiş olur. Bu düşünceyle her şeyi zatına irca etmekte ve sıfatların mahluk olduğunu iddia etmektedir. Buna karşı Ehl-i Hakk'ın görüşü Allah'ın sıfatları vardır ve Allah'ın sıfatları zatının ne aynıdır ne de gayrıdır. Allah'ın sıfatları Zat'ı ilahi ile kaimdir ve bizim için bunun keyfiyeti de meçhuldür. Ehl-i Hakk'ın Allah'ın sıfatları Zat'ı ilahi ile kaimdir görüşü teaddüd-i kudema problemini de ortadan kaldırmış olmaktadır. (Geniş bilgi için bkz. DİA Sıfat Mad. ve Bekir Topaloğlu, Maturidiyye Akaidi, MÜİF Vakfı Yayınları) 5 Hz.Muhammed (sav)'in Putlar için "Gördünüz mü Lat'ı Uzza'yı Menat'ı; İşte bunlar yüce turnalardır, şefaatleride elbetteki umulur" söylediği ve ardından Hac Suresi 52. ayetin nazil olduğu doğru mudur? Evvela, bazı tefsirlerde yer alan sözkonusu kıssanın uydurma olduğundan şüphe etmemek gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, Necm suresinin sonunda secde ayetinin olması ve Hz. Peygamberin orada secde etmesi ve ihtimal ki onunla birlikte bulunan bazı müşriklerin de biraz önce geçen ayetlerde putları olan “Lat-Uzza-Menat”ın isimlerinin de geçmesinden ötürü aynı secdeye iştirak etmeleri, bazı zındıklar için bu “Garanik” kıssasını uydurmaya güzel bir fırsat oluşturmuştur. Kıssanın çok garip olması insanların dikkatini çekmiş ve dilden dile, kulaktan kulağa yayılmıştır. Bu garip durumu kıssanın bazı tefsir kaynaklarına da girmesine sebep olmuştur. Bu kıssanın uydurma olduğunu gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz: a. Bu kıssayı anlatanların hepsi tabiin döneminde yaşamış kimselerdir. Bunlardan hiç biri sağlam bir senetle kıssayı müşahede eden bir sahabiye dayandıramamıştır. b. Rivayet zincirlerinin hepsi -delil olmayan-mürsellerdendir, muttasıl hiç bir sened zinciri yoktur. c. Buhari, Muslim ve benzeri muteber ve sahih kitapların ve meşhur müsnet kaynakların hiç birinde yer almamıştır. Şayet sahih olsaydı hiç olmazsa bir tane sahih ve muteber kaynakta bulunacaktı. c. İlgili rivayetlerin ifadelerinin farklı olması, bazılarında bulunan bir sözün diğerlerinde bulunmaması gibi çarpık ifadelerin varlığı da bu rivayetlerin uydurma olduğunun diğer bir delilidir. d. Muhakkik alimlerin bu kıssanın uydurma olduğuna dair kanaatleri de bu hususta çok önemli bir delildir. Mesela: İmam Ebu Hayyan’nın bildiridğine göre, meşhur siyer ve tarih alimi İbn İshak, bu kıssanın bazı zindıklar tarafından uydurlmuş olduğunu belirtmiş ve bu konuda bir eser talif etmiştir(İlgili ayetin tefsiri) Ünlü hadis alimi Beyhaki’ye göre, bu kıssa nakil cihetiyle sabit değildir. Ravileri ise cerhedilmiş gayr-ı muteber kimselerdir. Sahih hadis kaynaklarında yer almamaktadır, dolayısıyla bunu tamamen ortadan kaldırmak gerekir. Kendisi de bu konuda ilk adımı atarak bu kıssayı kendi eserine almamıştır(bk. Ebu Hayyan, a.g.y) Hafız İbn Kesir de “Garanik/granik kıssası ile ilgili bir tek sahih senet bulamadım, hepsi de mürseldir” diyerek tavrını ortaya koymuştur(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Alusî’nin bildirdiğine göre, İmam Maturidi hazretleri de bu kıssanın şeytanın telkiniyle bazı zındıklar tarafından uydurulduğunu belirtmiştir(Alusî, ilgili ayetin tefsiri). Kadı Iyaz da şu görüşü seslendirmiştir: “Bu kıssa ile ilgili bir kısım tefsir ve tarih kaynaklarında yer almasına rağmen, hiç bir sağlam senedinin bulunmaması ve hiç bir sahih-muteber kaynaklarda yer almaması onun sağlam olmadığının delildir”(Alusdi, a.g.y) Meşhur hadis otoritesi İbn Huzeyme de “Bu kıssanın zındıklar tarafından uydurulduğunu” belitmiştir(Şevkanî, ilgili ayetin tefsiri) Şevkanî, Alusî, Merağî, İbn Aşur gibi son asrın müfessirleri de bu kıssasnın uydurma olduğu görüşündeler(bk. a.g.e, ilgili ayetin tefsiri) 6 e. Akl-ı selim tarafından bu kıssanın düzmece olduğunu gösteren deliller: Hiç mümkün müdür ki, Necm suresinin başında: “ Kayan yıldıza yemin olsun ki; Arkadaşınız (Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı. O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.”(Necm, 53/1-4) mealindeki ifadeler özellikle vurgulanmış olsun; Surenin sonlarında ise, Kur’an’dan olmayan “şeytanın uydurukları”na izin verilsin. Kur’an bundan münezzehtir. “Ey şeytan senin kullarım üzerinde asla bir tasallutun olmaz”(Hicr: 42; İsra: 65) , “Şüphesiz şeytanın mümin olnanlar üzerinde hiç bir tasallutu olmaz”(Nahl:99) mealindeki ayetlerde şeytan Allah’ın samimi mümin kullarını aldatamayacağı, onlara güç yetiremeyeci ifade edilmiştir. Kulların en üstünü olan Hz. Muhammed’de şeytanın musallat olması, özellikle vahiy konusunda onu aldatması ve şaşırtmasına imkân var mı? Hz. Muhammed’in bir elçi olarak Kur’an’da olmayan bir sözü Kur’an’dan olduğunu sanabileceğine ve putları yanlışlıkla övebileceğine ihtimal vermek imanla bağdaşır bir şey değildir. Çünkü o zaman dinin tamamında bir güvensizlik olur. Ebu Bekir İbn’ul-Arabi’nin dediği gibi; şayet şeytanın bir melek suretinde gelip Hz. Muhammed’i aldatması mümkün olursa, aynı şekilde Hz. peygamber şeklinde gelip insanları iğfal etmesi de mümkündür. Bu ihtimale ihtimal veren ya imanının tazlesin veya akıl hastanesine gitsin. Hülasa: “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.”(Hicr, 15/9), “Kendilerine gelen bu şanı yüce dersi inkâr edenler elbette cezadan kurtulamazlar.Halbuki o eşsiz ve pek kıymetli bir kitaptır .Öyle bir kitaptır ki batıl ona ne önünden, ne ardından, hiç bir taraftan yol bulamaz.(Tam hüküm ve hikmet sahibi, bütün hamdlerin ve övgülerin sahibi olan) O Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir.”(Fussilet, 41/42), “Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.”(Hakka, 69/44-46) mealindeki ayetlerin ifadeleri ile, bu uydurma kıssayı uzlaştırma imkânı yoktur. 7 Allah'ın zâti ve subûtî sıfatları arasındaki fark nedir? Allah’ın zâtî sıfatları şunlardır: a. Vücut: Var olmak demektir. b. Kıdem: Allah ezelidir. c. Beka: Allah ebedidir. d. Muhalefetü’n-Lil-havadis: Allah yarattığı hiçbir varlığa benzemez. e. Kıyam Bi-nefsihi: Allah Kendi zatıyla vardır. Allah yarattığı hiçbir varlığa benzemez. f. Vahdaniyet: Allah birdir. - Allah’ın zati sıfatları anlamlarından da anlaşılacağı üzere, dış dünya ile, yaratıklarla bir ilişkisi ve ortak paydası olmayan sıfatlardır. Mesela Allah’ın bağımsız, kendinden başka vacibul-vücud olan varlığı gibi bir varlık yoktur. Keza, önsüz olan kıdem sıfatı Allah’tan başka hiç bir varlık için söz konusu değildir. Diğer zâtî sıfatlar da aynı şekilde Allah’ın zatına mahsus olup başka varlıklarla ortak paydası olmayan sıfatlardır. Allah’ın subûtî sıfatları şunlardır: a. Hayat: Allah’ın diri olmasıdır. b. İlim: Allah’ın her şeyi ezelde bilmesidir. c. İrade: Allah’ın yapmak istediği her şeyde özgür ve bağımsız olmasıdır. d. Kudret: Allah’ın her şeye gücünün yetmesidir. e. Semi/işitme: Allah her şeyi işitir. f. Basar/görme: Allah her şeyi görür. g. Kelam/konuşma: Allah organa, sese ihtiyaç duymaksızın konuşur. h. Tekvin/yaratma: Allah yoktan yaratır. -Allah’ın sübûti sıfatları, zati sıfatları gibi diğer bütün varlıklardan tamamen ayrı ve şahadet alemindeki varlıkların tamamen ötesinde değildir. Mesela, Hayat sıfatı, mahiyeti ve hakikatı itibariyle çok farklı olmakla beraber, insanlarda da vardır. Diğer bütün subûti sıfatlar da aynı şekilde melek, cin ve insanlarla ortak paydası olan sıfatlardır. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Allah’ın zati sıfatları ile sübuti sıfatları arasındaki fark şudur: a. Zati sıfatlar, Allah’a mahsus olup başka hiç bir varlıkla müşterekliği söz konusu değildir. Halbuki sübuti sıfatlar -mahiyet farkıyla da olsa- insanlarda da bulunuyor. Örneğin: Allah Kadimdir, fakat insan kadim değildir. Buna mukabil Allah irade sahibi olduğu gibi insan da irade sahibidir. Tabii ki iki irade arasında fark vardır. Allah’ın iradesi sonsuz ve mutlakdır, insanın iradesi ise sınırlı ve kayıtlıdır. İnsanların iradesi Allah’ın iradesi sonucu var olmuştur. 8 b. Zati sıfatların başka varlıklarla bir ilişkileri yoktur. Örneğin: Allah’ın kadim/ezeli olması zat-ı akdesine mahsus bir durumdur. Buna mukabil, subuti sıfatların diğer varlıklarla da ilişkileri vardır. Örneğin: Allah’ın görmesi, kendi zatının dışındaki varlıkların vücuduyla ilişkilidir. Keza Allah’ın yaratması, yaratıkların hepsiyle ilişkilidir. Yani yaratılan varsa yaratmak da var, yaratmak varsa yaratılan da var demektir. 9 Hz. İsmail’in Medyen’de yaşadığını ve Hz. İbrahim’in uzun çöl yolcuğunu yapamayacağı iddialarına ne dersiniz? - Mekke’nin göbeğinde yer alan Kâbe Hz. İbrahim’den beri Mekke’nin varlığına öyle bir mühürdür ki, hiç bir siyonistin kazıyıp ortadan kaldırması mümkün değildir. Hz.İbrahim’den beri nesilden nesle devam edip gelen dini bir simge olan Kâbe’nin Mekke halkı tarafından kutsal bir mabet olarak varlığı, hiç bir arkeolojik delile ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. - “Hz İsmail’in yaşadığı yerin Medyen bölgesi olduğu” iddiası tam da bu noktada bu iddia sahiplerinin kimliğini ele vermektedir. Evet, Medyen Hz. Musa’nın Mısır’dan kaçarken sığındığı bir bölgedir. Hz. İsmail’in yaşadığı yerin Medyen olmasını hayal edenler siyonist Yahudilerdir. Bununla Hz. Muhammed’in ve Arapların nesep bakımından -Tüm semavi din mensupları tarafından saygı gösterilen- Hz. İbrahim ile olan bağlantısını koparmak istiyorlar. Ve “Mekke’nin Medyen bölgesinde olduğunu gösteren bazı arkeolojik kanıtlar”ın varlığını iddia eden ve bu arkeoloji kanıtların safsatasını uyduranlar da bu siyonistlerdir. “İstanbul Türkiye’de değil, Hindistan’da bir bölgenin adıdır” şeklinde bir iddia ne kadar yalancılık ise, Mekke’nin Medyen bölgesinde olduğu iddiası da o kadar hatta daha fazla komik bir palavradır. - Tarih boyunca Filistin’den, Türkiye’den, Hindistan’dan ve dünyanın her bölgesinden hac görevini yerine getirmek üzere pek çok mümin insan Mekke’ye gitmiştir. Bu gün Türkiye’de bu son yüz yılda bile yaya veya deve ile altı ay veya bir yıl yolculuk yaparak Mekke’ye giden dedesini hatırlayanların sayısı oldukça fazladır. Hz. İbrahim’in de deve üzerinde -farz edelim ki- altı aylık bir yolculuk yaparak Mekke’ye varmasında ne gibi bir tuhaflık vardır? Hz. Ömer devrinde İslam orduları Filistin’i, Kudüs’ü fethetmeye giderken uçak kullandıklarını mı iddia ediyorlar yoksa bunlar..! Hz. Ömer’in bizzat deve üzerinde Kudüs’e gittiğini söyleyen yüzlerce tarih kaynakları ortada ilken, Hz. İbrahim’in Filistin’den Mekke’ye gitmesini imkânsız gibi göstermeleri ne kadar mantıklı olabilir.. - Filistin bölgesinde bulunan Mescid-i Aksa ile Mekke arasının bir aylık yaya mesafesi olduğu kaynaklarda yer almaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Miraç hadisesi ile ilgili Kudüs’e gittiğini bildirdiğinde, Mekke müşrikleri Mescid-i Aksa’nın şeklini sormuşlardı. Çünkü Mekke’den bazı kimseler ticaret için Kudüs’e gitmişler ve orayı biliyorlardı. Keza bu yolculuk esnasında Hz. Peygamberin Mekkelilerin bir kaç ticaret kervanı ile de karşılaştığına dair bilgiler sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır. - Tarih boyunca Mekke’den Filistin bölgesine ve Filistin’den Mekke’ye gidip gelmek, çok sıradan bir hadise olduğu halde, bunu Hz. İbrahim için imkânsız kılan nedir? Hemen söyleyelim ki, bunun imkansız kılan başta bir kısım siyonist ve onların peşinde takılmış İslam dininin düşmanı olan zihniyettir. 10 “Yedi boyut/aşama daha vardır” “Boyuttan boyuta/kattan kata geçerek yükseleceksiniz.'' gibi ayetlerde geçen boyutlar ne demektir? İlgili ayetlerin mealleri: “Şu da bir gerçektir ki, Biz sizin üstünüzde yedi yol/tabaka yarattık. Biz yaratmadan da, yarattıklarımızdan da habersiz değiliz.” (Müminun, 23/17) “Dolunay halini alan ay hakkı için: Siz halden hale geçeceksiniz!” (İnşikak, 84/18-19) - Müminun suresinde yer alan “Seb’a taraik” ifadesi lügat itibariyle “yedi yol” anlamına gelir. Araplar üstüste tabakalar halinde bulunan şeyler için yol/tarik tabirini kullanırlar. Ayette “yedi adet yollar” demek, “yedi adet gökler” demektir. (Taberi, ilgili ayetin tefsiri) İmam Maverdi’nin bildirdiğine göre, ayette “yedi gök” için kullanılan “Seb’a taraik” ifadesi, şu üç manaya göredir: 1. Yedi tabaka göklerin her tabası, ayrı bir sanat ve ayrı bir şekil yoluyla yaratıldığı için “yedi yol” denilmiştir. 2. Her bir gök, bazı meleklerin yolları olduğu için bu adı almıştır. 3. Yedi gök, üst üste tabakalar halinde bulundukları için “yedi yol” olarak ifade edilmiştir(Maverdi, ilgili ayetin tefsiri). Fahruddin Razi’ye göre, ayette “yedik gök” yerine “yedi yol” ifadesinin kullanılması, (atmosfer dahil), göklerde yağmur yolu, peygamberlerin gönderildiği ve vahiylerin indirildiği yol, meleklerin bulunduğu yerler, sevapların/amellerin yukarıya çıktığı yol gibi değişik maddimenevi yollardan dolayıdır. (Razi, ilgili ayetin tefsiri) - Diyebiliriz ki, tefsirlerin hepsinde “yedi yol” ifadesi “yedi gök” anlamında olduğu belirtilmektedir. Bu sebeple, bu ifadeden insanlar için ayrı bir boyut veya boyutlar çıkarmak kolay görülmemektedir. - İnşikak suresindeki ayetlerin yorumu hakkındaki alimlerin görüşleri şöyle özetlenebilir: a. İnsanların halden hale geçmeleri, onların ölümle başlayan yolculuklarının kabirde, berzahta, mahşerde, mizanda, sıratta karşılaşacakları durumlardan, ta cennet veya cehenneme varıncaya kadar halden hale, tavırdan tavıra, durumdan duruma, menzilden menzile devam eden bir süreçten geçmeleri manasına gelir. b. Ayette, insanların kıyamet gününde birbirinden zor sahnelerde, mahşer meydanında karşılaşacakları hesap, korkunç manzaralar gibi peş peşe devam eden zorlu bir süreçten söz edilmektedir. c. Kıyamet günü/mahşerde insanların halden hale geçmesi; dünyada değersiz kabul edilen bazı kimselerin orada yüksek mertebelere kavuşması, buna mukabil dünyada çok değerli kabul edilen bazı kimselere beş para kıymet verilmemesi, sıkıntılı bir dünya hayatı geçiren bazı kimselerin artık çok rahat bir hayata başlaması, buna karşılık dünyada çok konforlu bir hayat sürdüren bazı kimselerin de bundan böyle en sıkıntılı bir hayata sürüklenmeleri gibi bir durumdan başka bir duruma geçmesi manasına gelir. (krş. Razi, ilgili ayetin tefsiri) 11 - İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, peygamberimiz “Ayette yer alan “tabekan an tabekin” ifadesini “halen ba’de halin= halden hale geçmek” şeklinde açıklamıştır. Hadisi Buhari aktarmıştır. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) - Bu ayetin muhatabı Hz. Peygamber olduğu, buradaki halden hale geçmenin de onun gök tabakalarını geçip miraca çıkacağı manasına geldiği görüşünde olan alimler de vardır. (bk. Razi, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) Mekke’de inen bu surenin ilgili ayetinin bu manası ihbar-ı gaybi türünden bir mucize olarak değerlendirilebilir. - Ayrıca bu ayetten Ay’a çıkma işaretini çıkaranlar olmuştur. Bu isabetli de olabilir. Bunun gibi ayetin daha başka şeyler işaret etmesi de söz konusu olabilir. - Gerek Müminun suresinin 10-16. ayetleri, gerek İnşikak suresinin 1-16. ayetlerinde ifade edilenler insanın -Tefsirlerde yer aldığı şekliyle- ölüm ötesi yolculuğunun boyutuna işaret edildiği ve bu üslubuyla da söz konusu ettiğimiz ayetlerin manasını da pekiştirdiğini söyleyebiliriz. 12 Depresyon ve diğer psikolojik rahatsızlıkları, vehimden nasıl ayırt etmeliyiz, farkı nedir? a. Evvela hastalıkların dışa yansıması, hastalara göre farklılık arz edebilir. Bu sebeple her hastada görülen aynı bulgulardan, bir kısım ortak paydalı semptomlardan hareketle aynı teşhisi koymak yanıltıcı olabilir. Bunun için her şeyden önce hastalık belirtileri veren kimsenin yapacağı iş, ilgili bir uzman doktora gitmesidir. Bugün modern tıp literatüründe psikolojik veya ruhi diye ifade edilen hastalıkların, beynin bir şekilde tahriş ve tahrip olmasından kaynaklanan organik bir sebebe dayandığına dair görüş, uzmanların büyük çoğunluğu tarafından kabul görmüş bir husustur. Vehim/Evham ise, tamamen olmayan bir hastalığı varmış gibi hayal ederek rahatsızlık duymaya dayalı bir fenomendir. Mesela iç organlarından birinde şiddetli ağrı çeken iki kişiden biri bu ağrının bir kanserden olabileceğini düşündüğünde, bunu böyle düşünmeyen diğer hastaya göre on kat daha fazla acı çekebilir. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, psikolojik, psikiyatri hastalıklar genel kabule göre, organik arızalar sebebiyle beynin fonksiyonunu düzgün bir şekilde icra edememesinden kaynaklanan ve hafif bir depresyondan tutun ta en ağır bir şizofreni hastalığına kadar değişik perdelerde seyreden hastalıklardır. Evham ise, daha çok bazı vitamin eksikliği yüzünden bünyede oluşan aşırı hassasiyetlerin bir tezahürüdür. Ayrıca, herkeste bir derece etkisini gösteren vehim, kişilerin geçirdikleri sıkıntılara paralel olarak artış gösterebilir. Geçmişte vuku bulmuş bir sıkıntıdan ötürü oluşan evham, gelecek kaygılardan kaynaklanan evhamdan daha fazla sinir bozucu olabilir. Evham hastalığı çoğu kez sinirleri zayıf olan kimselerde daha şiddetli ortaya çıkar ve ilaç almadan da geçebilir. Güçlü bir irade ve -boşlukta kalan- kişinin kendi ekseni etrafında, fasit bir daire çizerek dönmeye başlaması da bu tür evhamlara davetiye çıkarır. Psikolojik hastaların daha fazla dindarlığa kaymaları, bilimsel açıdan bir hastalık semptomu değildir. Ancak, içine kapanmaya doğru yol olan bu gibi hastalar bulundukları çevre itibariyle bir eksen kaymasını yaşarlar. Dinsiz bir çevrede olanlar dinsizliğe doğru kaydığı gibi, dindar bir çevrede yaşayanlar da dindarlığa doğru kulaç açarlar. b. Her sıkıntı bir depresyon olmadığı gibi, sıradan bir sıkıntı da olmayabilir. Süreklilik arz eden, normal sıkıntıların ötesinde bir panorama çizen, uykusuzluk, aşırı sinirlilik gibi bir kısım davranış bozuklukların eşliğinde seyreden sıkıntıları bir depresyonun semptomları olarak görebiliriz. Bu konuda bir karşılaştırma yapmak yanlış olmasa gerektir. Şöyle ki: Her depresyon ve psikolojik hastalık, evhamların eşlik ettiği bir hastalıktır; ama her evhamlı hastalık psikolojik bir fenomen değildir. Ara sıra da olsa, bazı görüntülerin görülmesi veya seslerin duyulması psikolojik hastalıkların önemli bir semptomudur. Mutlaka uzmanına gitmeyi gerektiren bir ciddiyettedir. Tabii ki ehl-i velayeti bundan istisna ediyoruz. Çünkü halüsinasyonda bu gibi belirtiler olduğu gibi, ehl-i keşif için de bunlar söz konusu olur. 13 Başta şizofreni olmak üzere akıl hastalıklarında en çok rastlanan semptom işitme ile ilgilidir. Bu sesler hastaya yöneliktir, ondan söz eder, onun görüşlerini yansıtır ya da belirsiz bir nitelik taşır. Kişi bu sesleri dış ya da iç bir kaynağa bağlayabilir ve gerçek olduğundan kuşku duymaz. İşitilen sesler dışında görsel ve tat, koku ya da dokunmayla ilgili varsayımları da yaşayabilir. Sebepsiz sıkıntı dediğimiz olguların da mutlaka bir nedeni vardır. Ancak bu sebepler bazen akıl ile teşhis edilmediğinden ve şuuraltı bilincin bir yansıması olduğundan bunları aklımızla görmeyebiliriz. ''İçinizdeki müftüye sorun'' cümlesi hadis midir? Bu anlamda hadis vardır. "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî, "Buyû`", 2; Müsned, IV, 228) Marmaris'te yeni yıl kutlaması yapılan alanda günaha batmış sarhoş topluluğun içinde namaz kılan kişinin yaptığı üsluba uygun bir tebliğ veya cihad metodu olarak değerlendirmek mümkün müdür? Namaz Allah’ın emridir. Eda edilmesi gerekli olduğunda her yerde kılınır. Ancak başka uygun yerler bulunduğu halde, sırf bir tebliğ olsun diye sarhoşların bulunduğu mekânda kılmak uygun bir metot olmayabilir. Önemli olan yapılan işin, kullanılan üslubun karşı taraf üzerinde müspet etki yapmasıdır. Oralarda kılınan namazın böyle bir etkiye sahip olduğunu düşünmüyoruz. Zaten akılları başlarından geçmiş, nefislerinin heva ve heveslerinin peşine takılmış insanları etkileyen olumsuz etkiler o kadar güçlüdür ki, o anda başka taraftan telkin edilen müspet bir etkiyi hissetmeleri çok zordur. TOKİ'den aldıkları arsa üzerine iş yeri yapacak olan kooperatife üye oldum. Kooperatifin TOKİ'ye ödemesi iki yıl sonra başlayacak fakat arsa ve inşaat harcamaları için aidat alımına başlandı. Bankada biriken üye aidatlarından kooperatifin faiz geliri oldu Kendi adınıza ödediğiniz aidatların, faiz ve repoya yatırılmasına imkanınız varsa izin vermemelisiniz. Yönetim kurulu ile görüşerek, faizli işleme razı olmadığınızı açık bir dille belirtmelisiniz. Şayet böyle bir imkan yoksa sizin maksadınız paradan faiz kazanmak değil, emlak sahibi olmaktır. Kooperatifin, laik ülke mevzuatı gereği parası bankada tutuluyor ve faiz tahakkuk ediyorsa siz hissenize düşen faizi alır fakirlere verirsiniz.Ödediğiniz mevcut paranıza şimdiye kadar tahakkuk eden faizi, fakir kimselere veya hayır kurumlarına sevap karşılığı beklemeden verebilirsiniz. Prof. Dr. Hayrettin Karaman 14 ''Dünya ilmini öğrenen mala, mevkiye kavuşursa kazancı cehennem ateşi olur.'' , ''Allah rızasından başka maksatla ilim öğrenen cehennemdeki yerine hazırlansın.'' hadisleri sahih midir? “Allah rızasından başka maksatla ilim öğrenen Cehennemdeki yerine hazırlansın” manasındaki hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. (Tirmizi, İlim,6) Tirmizi, bu hadis için “Hasengarip” diyerek zayıflığına işaret etmiştir. “Kim ilmi (Allah rızası için değil) sırf alimlere karşı övünmek veya sefih olanlarla meclislerde mücadele etmek için öğrenirse o ateştedir” manasındaki değişik rivayetler vardır. Hafız Heysemi bunların hepsinin zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/183-184) Bu hadislerin zayıf olması, doğrudan cehennemle cezalandırılmayı ifade etmelerinden ötürüdür. Yoksa Allah rızasının içinde olmadığı her amel ve her işin vebali vardır. - Bu vebal din ilimleri ile ilgilidir. Çünkü bu ilimleri öğrenmenin ana hedefi Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekten ibaret olan rızasını kazanmaktır. Bu sebeple, görünürde Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan bir kimse, gerçekte dünya malını, makam ve mevkiyi elde etmeye çalışırsa elbette suç işlemiş olur. - Dünya ilimleri ise, böyle değildir. Örneğin bir mühendis, bir doktor bu ilimleri öğrenirken baştan beri maksadı dünya menfaatini kazanmaktır. Şayet bununla insanlara yararlı olmak gibi güzel bir niyet taşırsa bununla sevap da kazanmış olur. Böyle bir niyeti yoksa günahkâr olmaz. Keza bir Mimar, bu mesleği öğrenirken baştan beri inşaat yapıp para kazanmak ister. Maksadı bu olduğu için iki yüzlülük etmez ve günahkâr da olmaz. Şu var ki, insanlara hizmet etmeyi, Allah rızası için -fazla kâr etmekten ziyade- insanların mesken ihtiyaçlarını gidermeyi ve bununla da sevap kazanmayı niyet ederse bundan hem dünyevi hem uhrevi kazancı olur. 15 Hac Suresi 18. ayette geçen çoğu kelimesi ne anlama geliyor? Kur’an’da “Kesir” sözcüğüyle ifade edilen “bir çoğu/çoğu” kelimesi, bir bütünü iki eşit parçaya veya “bir tarafı az bir tarafı çok olan” iki parçaya bölen bir anlama gelmez. Buna göre, “insanların çoğu iman eder” denildiği zaman, bunun anlamı “insanların yüzde ellinin üzerinde bir bölümü iman eder” değildir. Şayet öyle olsaydı, “insanların çoğu inkâr eder” ifadesi doğru olmazdı. “İnsanlardan bir çoğu/çoğu” ifadesinin doğru anlamı, “insanlardan bir kısmı/veya önemli bir kısmı” manasına gelir. Bu ifade kemiyet/sayısal çoğunluktan ziyade, keyfiyet çokluğu için kullanılır. Nitekim inkâr edenlerin sayısı daha fazla olmasına rağmen, Kur’an’da onlar için “çoğu” sözcüğü kullanıldığı gibi, sayısal olarak daha az olmalarına rağmen iman edenler için de aynı sözcük kullanılmıştır. Bu da gösteriyor ki, “Bir çoğu/çoğu” kavramı görecelidir, bazen kemiyeti, bazen keyfiyeti ifade eder. Nitekim soruda söz konusu edilen Hac suresinin 18. ayetinde bu iki kavramın yan yana kullanıldığını görüyoruz: “Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler, hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar ve insanların da birçoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar. İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar.” İşte bu ayetten de anlaşılacağı üzere, “Çokluk” kavramı her şeyden önce sayısal çoğunluğu anlatmıyor. Kalabalık bir kitleyi anlatıyor. İkinci olarak, küfrü-kötülüğü-cahilliği, kemiyet/ sayısal olarak; imanı-iyiliği-marifeti ise keyfiyet/kalitedeki katma değeri anlatıyor. 16