9-4 - tesav
Transkript
9-4 - tesav
Kulak Burun Boğaz Baş Boyun Cerrahisi’nde Güncel Makaleler Konuk Editörler Yrd. Doç. Dr. Gamze ATAY Uz. Dr. Serdar Özer Cilt 9 • Sayı 4 • Aralık 2013 Önceki Sayılar Alerjik Rinosinüzitler, Editör Salih ÇANAKÇIOĞLU Mart 2005, Cilt 1, Sayı 1 Rinoplasti, Editör Bülent KARCI Haziran 2005, Cilt 1, Sayı 2 Baş Boyun Kanserlerinde Temel Bilgiler, Editör Hakan KORKMAZ Eylül 2005, Cilt 1, Sayı 3 Timpanoplasti, Editör Levent SENNAROĞLU Aralık 2005, Cilt 1, Sayı 4 Parotis Tümörlerine Yaklaşım, Editör A. Şefik HOŞAL Mart 2006, Cilt 2, Sayı 1 Pediatrik Otolaringoloji, Editör Ö. Faruk ÜNAL Haziran 2006, Cilt 2, Sayı 2 Septum Cerrahisi, Editör Halis ÜNLÜ Eylül 2006, Cilt 2, Sayı 3 Uyku Apnesi ve Cerrahi Tedavi, Editör Mustafa GEREK Aralık 2006, Cilt 2, Sayı 4 Burun Allerjilerinde Pratik Yaklaşım, Editör Murat Cem MİMAN Mart 2007, Cilt 3, Sayı 1 Temel Endoskopik Sinüs Cerrahisi, Editör Semih SÜTAY Haziran 2007, Cilt 3, Sayı 2 Efüzyonlu Otitis Media, Editör İbrahim HIZALAN Eylül 2007, Cilt 3, Sayı 3 Maksillofasiyal Travma, Editör Şinasi YALÇIN Aralık 2007, Cilt 3 Sayı 4 Estetik ve Rekonstrüktif Yüz Cerrahisi, Editör Taşkın YÜCEL Mart 2008, Cilt 4, Sayı 1 İleri Endoskopik Sinüs Cerrahisi I, Editör Fuat TOSUN Haziran 2008, Cilt 4, Sayı 2 İleri Endoskopik Sinüs Cerrahisi II, Editör Gürkan KESKİN Eylül 2008, Cilt 4, Sayı 3 Vertigo, Editör Umut AKYOL Aralık 2008, Cilt 4, Sayı 4 Tiroid Cerrahisi, Şefik HOŞAL Mart 2009, Cilt 5, Sayı 1 Sinüzit’te Medikal Tedavi, Serhat ÜNAL Haziran 2009, Cilt 5, Sayı 2 Kulak zarı, Editör Sefa KAYA Eylül 2009, Cilt 5, Sayı 3 KBB’ de Güncel Makaleler, Editör Özgür AKDOĞAN Aralık 2009, Cilt 5, Sayı 4 Kulak Enfeksiyonları, Editör Yıldırım BAYAZIT Mart 2010, Cilt 6, Sayı 1 Ses Hastalıkları, Editör Taner YILMAZHaziran 2010, Cilt 6, Sayı 2 Temporal Kemik Cerrahisi Atlası, Editör Ali ÖZDEK Eylül 2010, Cilt 6, Sayı 3 Tiroid ve Paratiroid Bez Hastalıklarında Güncel Makaleler, Editör Güleser SAYLAM Aralık 2010, Cilt 6, Sayı 4 Nazal Valf Bölgesi, Editör Orhan ÖZTURAN Mart 2011, Cilt 7, Sayı 1 Kulak Acilleri, Editör Yıldırım Ahmet BAYAZIT Haziran 2011, Cilt 7, Sayı 2 KBB İnfeksiyonları, Editör Adil ERYILMAZ Eylül 2011, Cilt 7, Sayı 3 Kulak Burun Boğaz Baş Boyun Cerrahisi’nde Güncel Makaleler Editörler Hakan KORKMAZ, Gamze ATAY Aralık 2011, Cilt 7, Sayı 4 Tinnitus, Editör Mustafa Asım ŞAFAK Mart 2012, Cilt 8, Sayı 1 Dakriyosistorinostomi Haziran 2012, Cilt 8, Sayı 2 Endoskopik Orbita Cerrahisi, Editör Hayyam KIRATLI Eylül 2012, Cilt 8, Sayı 3 Laringotrakeal Stenoz, Editör Hüseyin KATILMIŞ Aralık 2012, Cilt 8, Sayı 4 Septorinoplasti Diseksiyon Kılavuzu, Editör Metin ÖNERCİ Mart 2013, Cilt 9, Sayı 1 Sinüs Cerrahisi Diseksiyon Kılavuzu, Editör Metin ÖNERCİ Haziran 2013, Cilt 9, Sayı 2 Temporal Kemik Diseksiyon Kılavuzu Editör Ali Özdek Eylül 2013, Cilt 9, Sayı 3 Türkiye Eğitim ve Sağlık Vakfı Adına Yayın Sahibi: T. Metin ÖNERCİ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: T. Metin ÖNERCİ Yayın İdare Merkezi: Güniz Sokak 38/5 Kavaklıdere - ANKARA Telefon: 466 37 57 Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Yayın Dili: Türkçe, İngilizce Yayınlanma Biçimi: Üç ayda bir. Basımcı: İklim Ambalaj ve Matbaacılık Telefon: 0.312 384 72 74 Basım Tarihi: 25 Aralık 2013, Ankara ©Copyright 5846 ve 2936 sayılı telif hakları yasası gereğince, bu derginin bütün telif hakları Türkiye Eğitim ve Sağlık Vakfı’na ait olup, kendisinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen kullanılamaz, çoğaltılamaz, kopyası çıkartılamaz, fotokopisi alınamaz veya kopya anlamı taşıyabilecek hiçbir işlem yapılamaz. Kulak Burun Boğaz Baş Boyun Cerrahisi’nde Güncel Yaklaşım Current Management in Otorhinolaryngoloy&Head Neck Surgery Yazım Kuralları Guidelines for Authors A. Genel A.General • Yazılar Microsoft Word dökümanı şeklinde ikili aralık(double space) ile yazılmalıdır ve toplam 20 sayfayı geçmemelidir • Manuscripts should be submitted as Microsoft Word document in double space and should not exceed 20 pages. • Giriş sayfasında yazarların adı soyadı, çalıştıkları kurum, şu andaki pozisyonları, adres, e-mail, tel ve varsa fax numaraları yazılmalıdır. • On the title page the information of all authors should be included (The names, degrees, professional affiliations, adresses, e-mail, tel and fax) • Firma desteği ile yapılan çalışmalar belirtilmelidir. • Yazının başına Türkçe ve İngilizce başlık, özet ve anahtar kelimeler konulmalıdır. • Yazılar yazarın sorumluluğundadır B. Referanslar • Acknoledgement of grant support where appropriate( supported by ...) • Each article must have a Turkish and English title, abstract and key words • The responsibility for each article belongs to the author(s) of the article Referanslar metin içinde kesinlikle parantez içinde belirtilmeli ve metin içinde geçtikleri sıraya göre numaralandırılmalıdır. B. References References should be numbered in numerical order in which they are cited in the text, not in alphabetical order; and are enclosed in parentheses Örnekler Examples Dergi Makaleleri Knoll C, Smith RJH, Shores C, et al: Hearing genes and cisplatin deafness. Laryngoscope 2006, 116:72-74. Journal articles Knoll C, Smith RJH, Shores C, et al: Hearing genes and cisplatin deafness. Laryngoscope 2006, 116:72-74. Tam Kitap Gunter JP, Rodrich RJ, Adams WP: Rinoplasti, cilt(vol)1. 2. basım(ed 2). St Louis, Quality Medical publishing, 2002. Complete Book Gunter JP, Rodrich RJ, Adams WP: Rinoplasti, cilt(vol)1. 2. basım(ed 2). St Louis, Quality Medical publishing, 2002. Kitap Bölümleri Papel ID , Capone RB: Facial proportions and esthetic ideals. In: Behrbohm H, Tardy ME(eds): Septorhinoplasty, cilt(vol) 1, 2.basım(ed 2). New York, George Thieme Verlag, 2004, s(p) 65-74. C. Tablo ve Resimler Tablo ve resimler net ve anlaşılır olmalıdır. Bu özellikleri taşımayan resimler editör tarafından çıkartılabilir, silinebilir veya değiştirilebilir. Tablo ve resimlerin metin içinde nereye konulacağı belirtilmelidir. 1.Tablo Tablolar (Tablo 1, Tablo 2) şeklinde numaralandırılır. Ayrı bir sayfaya yazılır. Her tablonun başlığı ve metinden bağımsız olarak anlaşılabilecek açıklaması olmalıdır. Tablonun başlığı ve içeriği tablo üzerine, tablo ile ilgili kısaltmaların açıklaması tablonun altına yazılır. 2.Resim Resim ve şekiller ile (Resim 1, Resim 2) şeklinde numaralandırılır. Resim altları anlaşılır olmalıdır. Resimlerde birinci yazarın soyadı, resim numarası, resim üst tarafı belirtilmelidir. Elektronik ortamda resimler Mümkünse TIFF yoksa JPEG ortamda gray scale resimler 300DPI, çizgi şeklindeki resimler 1200 DPI olmalıdır. D. İzin Belgesi Daha önce başka dergi ve kitaplarda basılan resimler için copyright hakkı sahibinden izin almak gerekir. Resim altına “ ….izniyle basılmıştır” yazılır ve alıntı yapılan kaynak parantez içine numara verilerek referans bölümünde belirtilir. Hasta fotoğrafları için yazarlar hastalarından imzalı onay formu almalıdırlar. Bu konudaki sorumluluk tümüyle yazara aittir. Chapter of Book Papel ID , Capone RB: Facial proportions and esthetic ideals. In: Behrbohm H, Tardy ME(eds): Septorhinoplasty, cilt(vol) 1, 2.basım(ed 2). New York, George Thieme Verlag, 2004, s(p) 65-74. C. Tables and Figures All tables and figures should be clear and understandable. The editor has the right to add, delete, or modify submitted illustrations. Proper location of each figure and /or table should be indicated. i.Tables Each table should be typed on a separate sheet and cited in numerical order in the text (Table1, Table 2). Each table should have a title and A legend. The legend should be in sufficient detail to allow understanding without reference to the text. The title and the legend should be at the top and explanations below the table ii.Figures Figures, drawings and illustrations must be cited in numerical order in the text (Fig 1, Fig 2). A detailed legend should be provided for each figure, drawing and illustration and should be located below them. The name of the first author, figure number, and designation of the top of the figure should be identified. Images in electronic submission should be in TIFF or JPEG format. Gray scale images should be at least 300DPI and line art at least 1200DPI D.Letter of Permission If any illustration has been previously published, a letter of permission from the copyright holder must accompany the illustration. The source of illustration should be included among the References to the paper. The figure legend should conclude with “Reprinted with permission from...” followed by reference number in parentheses. For the photographs of patients, the authors should have a signed released form, the whole responsibility belongs to the author. Yazarlar • Contributors Yrd. Doç. Dr. Gamze Atay Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı Uz. Dr. Serdar Özer Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı Önsöz eğerli Meslektaşlarım, 2013 yılının sonuna yaklaştığımız bugünlerde, derginin artık klasikleri arasına girmiş olan güncel kulak burun boğaz makalelerinin yorumlandığı bir sayı ile daha karşınızdayız. Alanında en üst seviyede uluslararası dergilerde 2013 yılında yayınlanmış olan ve titiz bir çalışma ile aralarından en ilgi çekici olanların seçildiği yayınların yorumlarını bu sayıda sizlere ulaştırmayı amaçladık. Yazıların seçiminde genç meslektaşlarımızın temel bilgilerini desteklemeyi ve daha deneyimli hekimlerin ise rutin uygulamalarına katkı sağlamayı hedefledik. Çalışmaların konu hakkında literatür ile birlikte tartışmalara yer verilerek zenginleştirilen yorumlarını sizlerin de ilgi ile okuyacağını umut ediyoruz. Geçtiğimiz yıl içerisinde İngilizce literatürde dikkat çeken yazılardan oluşan bu sayının hazırlanmasında yoğun emeği olan çok değerli arkadaşım Dr. Serdar Özer’e teşekkür ediyorum. Sizlerin yorum ve katkıları ile her seferinde giderek geliştirilen bu konseptin yeni çalışma fikirlerine de zemin hazırlaması ve ışık tutması ümidi ile… Saygılarımla… Yrd. Doç. Dr. Gamze Atay Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı Aralık 2013, Ankara. İçindekiler • Contents Ani Sensörinöral İşitme Kaybının Kurtarma Tedavisinde Hiperbarik Oksijen ve İntratimpanik Steroid Enjeksiyonunun Randomize Prospektif Çalışması................................................................... 1 Konjenital Aural Atrezili Olan Hastalarda Atrezi Cerrahisi ile Osteointegre Kemik İletim Cihazının İşitme Sonuçlarının Karşılaştırılması:Sistematik Bir Gözden Geçirme........................... 3 Dix-Hallpike Testi Yapılırken Baş Sallama Hareketi Posterior Semisirküler Kanal BPPV ‘sinin Teşhis Edilme Oranını Artırır mı?..................................................................................................................5 Akut Alçak Ton Sensörinöral İşitme Kaybı Olan Hastalarda Manyetik Rezonans Görüntüleme ile Endolenfatik Hidrops Tanısı Konulması ................................7 İnkomplet Kemikçik Zincir Devamsızlığı Odyometrik ve Klinik Bulgular ile Tahmin Edilebilir mi?.....................................................................................................9 İntraktabl Meniere Hastalığı Tedavisinde Endolenfatik Kese Cerrahisi ile İntratimpanik Gentamisin Sonuçlarının Karşılaştırılması: Anket ile Retrospektif bir Gözden Geçirme............. 11 Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar................................ 13 Miringoplasti Hava-Kemik Aralığını Kapatabilir mi?............................................................................. 16 Otosklerozda Vasküler Aktivitenin Lazer Doppler Akımmetre ile Değerlendirilmesi: Bilgisayarlı Tomografi Dansitometre ile Karşılaştırılması..................................................................... 18 Kadavra Üzerinde Östaki Tüpünün Transtimpanik Balon Dilatasyonu............................................ 20 Hashimoto Tiroiditi, Mikrokalsifikasyon ve Normal Sınırlar İçinde Artmış Tirotropin Seviyelerinin Tiroid Kanseri İle İlişkisi.................................................................... 22 Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması................................................................................................................. 24 Seçilmemiş Bir Popülasyonda, Allerjik Sensitizasyon ve Allerjik Rinit Semptomlarının Yaygınlığı................................................................................................... 26 Koanal Atrezi Onarımından Sonra Stentler Gerekli mi?....................................................................... 27 Friedman Dil Pozisyonu Ve Mallampati Sınıflandırmasının Obstrüktif Uyku Apnesindeki Tanısal Değeri: Bir Meta-Analiz Çalışması...................................... 28 Rezeke edilebilir Baş ve Boyun Skuamoz Hücreli Karsinomlu Hastalarda İndüksiyon Kemoterapisi : Meta Analiz............................................................................... 31 Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği.......................................................................................33 Ciddi OSAS Hastalarında Relokalizasyon Faringoplastinin Pozisyonel Bağımlılığı ve Cerrahi Başarısı.........................................................................................35 Revizyon Septoplasti : Prospektif, Hastalığa Özgü Sonuç Çalışması............................................ 37 Çocuklarda Sinüs Cerrahisinin Rolü....................................................................................................... 39 Septoplasti Sonrası, Konka Rezeksiyonu Yapmaksızın, Nazal Yumuşak Doku Tıkanıklığının Düzelmesi................................................................................. 40 Erken Evre Baş-Boyun Kanserlerinde Gazsız Postauriküler Facelift İnsizyonu ile Yapılan Robotik Selektif Boyun Diseksiyonu: Teknik Açıdan Uygulanabilirliği ve Güvenilirliği....... 42 Tıkayıcı Uyku Apnesi Nedeniyle Uvulopalatofaringoplasti Yapılan Hastalarda Genel Anesteziye Bağlı Erken Dönemde Gelişen Komplikasyonlar.......................................................... 43 Septum Cerrahisinden Sonra İntranazal Splintler Kullanılmalı mı?........................................... 45 Endoskopik DSR’de Postoperatif Stentleme Gerekli mi ? ............................................................... 46 Tıkayıcı Tükrük Bezi Hastalıkları için Sialendoskopi Etkin bir Tedavi midir?.......................... 47 Mandibula Kırıklarının Fiksasyonu Acil mi?........................................................................................ 48 Tanısal Testler Nazal Valv Yetmezliği için Kullanışlı mı ?.............................................................. 49 Pediatrik Orbital Subperiosteal Apsede Medikal veya Cerrahi Tedavi........................................ 50 Kronik Rinosinüzit Tanısında Nazal Endoskopinin Rolü nedir ?.................................................. 51 Ani Sensörinöral İşitme Kaybının Kurtarma Tedavisinde Hiperbarik Oksijen ve İntratimpanik Steroid Enjeksiyonunun Randomize Prospektif Çalışması Randomized Prospective Trial of Hyperbaric Oxygen Therapy and Intratympanic Steroid Injection as Salvage Treatment of Sudden Sensorineural Hearing Loss *†Ljiljana Cvorovic, *†Milan B. Jovanovic, *†Zoran Milutinovic, *‡Nenad Arsovic, and *‡Dragoslava Djeric *Faculty of Medicine, University of Belgrade; Department of Otorhinolaryngology and Maxillofacial Surgery, Clinical-Hospital Centre ‘‘Zemun’’; and Institute for Otorhinolaryngology and Maxillofacial Surgery, Clinical Centre of Serbia, Belgrade, Serbia Otology & Neurotology 34:1021-1026 ;2013. ÖZET ABSTRACT Amaç: İdiyopatik ani sensörinöral işitme kaybının (İASNİK) primer tedavisinin başarısız olmasından sonra uygulanan hiperbarik oksijen (HBO) ve intratimpanik (IT) steroid enjeksiyonunun sonuçlarını karşılaştırmaktır. Objective: To compare the effects of hyperbaric oxygen (HBO) and intratympanic (IT) steroid injection on hearing after the failure of primary treatment in patients with idiopathic sudden sensorineural hearing loss (ISSHL). Çalışma Dizaynı: Prospektif randomize çalışma. Study Design: A prospective randomized trial. Ortam: Üçüncü derece referans merkezi. Setting: Tertiary referral center. Hastalar: İdiyopatik ani sensörinöral işitme kaybının primer tedavisinde başarısız olunan 50 hasta. Patients: Fifty patients with failure of primary therapy for ISSHL. Girişim(ler): Primer tedavi olarak uygulanan sistemik steroid tedavi sonrası başarısız olunan yani 10 dB’den az işitme kazancı sağlanan 50 hasta çalışmaya dahil edildi ve hiperbarik oksijen ya da intratimpanik steroid tedavisi aldı. Hastalar eşlenmedi ve aralarında benzerlik yoktu. Intervention(s): After primary treatment with systemic steroids and failure of therapy, defined as less than 10-dB hearing gain, 50 patients were enrolled in the study and received either hyperbaric oxygen or intratympanic steroid treatment. The patients were not matched and not similar. Temel Sonuç Ölçüt(leri): Tedavi sonrası 0.25, 0.5, 1, 2 ve 4 kHz’de elde edilen işitme kazancı. Main Outcome Measure(s): Hearing gain at 0.25, 0.5, 1, 2, and 4 kHz after treatment. Bulgular: Hiperbarik oksijen tedavisi öncesi ve sonrasında tüm frekanslardaki işitme eşiklerinde belirgin fark mevcuttu. Benzer şekilde, IT grubunda tedavi öncesi ve sonrasında frekansların büyük kısmında (2 kHz hariç) işitme eşiklerinde belirgin değişiklikler gözlendi. Saf ses eşik ortalaması 81 dB ve daha düşük olan ve 60 yaşından genç olan hastaların, daha ileri işitme kaybı ve daha yaşlı olanlara kıyasla HBO tedavisine yanıtları daha iyiydi. Results: There were significant differences between hearing thresholds at all frequencies before and after the HBO treatment. Similarly, there were significant differences between hearing thresholds at most frequencies (except 2 kHz) before and after the treatment in the IT group. The subgroups of patients with pure tone average less than 81 dB and were younger than 60 years had better response to HBO treatment than those with profound deafness and in the elderly. Sonuç: Ani işitme kaybı olan hastaların kurtarma tedavisinde HBO ve IT başarı ile kullanılabilir. Bu tedavilerden birinin diğerine üstünlüğünü ortaya koymak üzere daha ileri çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Conclusion: HBO and IT steroid therapy could be successfully used as salvage therapies in patients with sudden deafness. Further study is needed to demonstrate superiority of one of the treatments. Anahtar Sözcükler: Hiperbarik oksijen tedavisi – intratimpanik steroid – sekonder tedavi – ani işitme kaybı. Keywords: Hyperbaric oxygen therapy - intratympanic steroid secondary treatment - sudden deafness. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 1-2 2 Güncel Yaklaşım Yorum İdiyopatik ani sensörinöral işitme kaybı (İASNİK) tedavisi ile ilgili farklı kaynaklarda farklı öneriler mevcut olmakla birlikte üzerinde uzlaşma mevcut değildir. Çalışmada ilk tedavi sonrasında başarısız olunan olgularda HBO ve IT steroid tedavisinin etkileri karşılaştırılmıştır. Prospektif, randomize olarak 155 hasta çalışmaya dahil edilmiş ve kurtarma tedavisi öncesi ve sonrasında 0.25, 0.5, 1, 2 ve 4 kHz’de saf ses eşikleri elde edilmiştir. Başlangıç tedavisi olarak uygulanan sistemik steroidi takiben randomize olarak iki gruba bölünen hastalardan bir gruba 20 seans, günde bir kez HBO tedavisi verilirken, diğer gruba 13 gün içinde 4 kez IT steroid uygulanmıştır (0.3-0.5 ml deksametazon). Kurtarma tedavisi öncesinde saf ses eşiklerine gore hastalar 3 alt gruba ayrılmıştır: saf ses ortalaması (SSO) >60, 61-80 ve ≥81 dB. Hasta gruplarının yaş ortalamaları arasında istatistiksel fark yoktur. Hem HBO hem de IT steroid grubunun tedavi sonrası işitme eşiklerinde tedavi öncesine kıyasla iyileşme gözlenmiştir; sadece 2 kHz’deki eşikler IT steroid ile iyileşme göstermemiştir. Saf ses ortalamalarına gore kıyaslandığında ise, 81 dB ve daha fazla işitme kaybı olan alt grupta IT steroid ile, HBO’ya kıyasla daha belirgin işitme kazancı olmuştur. HBO grubunun içinde ise 60 yaştan daha genç olan grupta, daha yaşlı olanlara kıyasla daha iyi işitme sonuçları elde edilmiştir. Yazarların da belirttiği gibi, çalışmanın en ciddi kısıtlılığı hastaların eşlenmemiş olması ve benzer özelliklere sahip olmamasıdır. Ani işitme kaybı prognozunda öne sürülen çok çeşitli etkenler olduğu göz önüne alınırsa, bu durum çalışmayı oldukça şüpheli hale getirmektedir. Dahası, IT steroidin AİK’da kullanımı ile ilgili netleşmemiş pek çok unsur söz konusudur: doz, ilaç seçimi, uygulama sıklığı ya da toplam enjeksiyon sayısı halen oldukça tartışmalıdır. Ayrıca, çalışmada da ifade edildiği gibi bu iki kurtarma tedavisinin birbirine üstünlüğünün belirsiz olmasının yanında, HBO tedavisinin IT steroide kıyasla maliyeti belirgin olarak daha yüksektir. Çalışmada kurtarma tedavilerine 4 haftadan daha kısa süre içerisinde başlanmış olduğu belirtilmektedir. Tüm AİK tedavilerinde mümkün olduğunca erken dönemde uygulanan tedavilerin başarı şansı daha yüksektir. Vasküler etiyolojiye bağlı kayıplar gözönünde bulundurulduğunda, çalışmada gözlenen, 80 dB ve üzerinde kayıplı hastların HBO tedavisi ile işitme kazançlarının daha kötü olmasının geçici vazospazmın ötesine geçen hastaları ifade ettiği düşünülebilir.İşitme kazancının, HBO ile 60 yaş altındaki hastalarda belirgin olarak daha iyi olması da beklenen bir sonuçtur. Sonuç olarak, çalışma, HBO ve IT steroidi kurtarma tedavisi olarak değerlendiren az sayıda yazıdan biri olarak değerlidir ancak hasta gruplarının eşlenmemesi nedeniyle ihtiyatla değerlendirilmelidir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 3 Konjenital Aural Atrezili Olan Hastalarda Atrezi Cerrahisi ile Osteointegre Kemik İletim Cihazının İşitme Sonuçlarının Karşılaştırılması: Sistematik Bir Gözden Geçirme Hearing Outcomes of Atresia Surgery Versus Osseointegrated Bone Conduction Device in Patients With Congenital Aural Atresia: A Systematic Review *Garani S. Nadaraja, †Richard K. Gurgel, ‡Jaewhan Kim, and *Kay W. Chang *Department of OtolaryngologyYHead and Neck Surgery, Stanford School of Medicine, Stanford, California; Division of Otolaryngology, Department of Surgery, and Division of Public Health, Study Design and Biostatistics Center, University of Utah, Salt Lake City, Utah, U.S. ÖZET ABSRTACT Amaç: Konjenital aural atrezi (KAA) hastalarında atreziplasti ile osteointegre kemik iletim cihazı (OKİC) cerrahilerinin işitme sonuçlarını sistematik olarak gözden geçirmektir. Objective: To perform a systematic review, comparing hearing outcomes of atresiaplasty versus osseointegrated bone conduction device (OBCD) in congenital aural atresia (CAA) patients. Veri Kaynakları: PubMed araştırması ile, 1975 ve 2012 arasında yayınlanış olan 107 çalışmada, KAA olan hastalarda atreziplasti ve/ veya OKİC sonrası işitme sonuçları değerlendirildi. Data Sources: Approximately 107 studies, published from 1975 to 2012, evaluating hearing outcomes after atresiaplasty and/or OBCD in CAA patients were identified through a PubMed search. Çalışma Seçimi: Sadece dış kulak kanalı stenozunu değerlendiren, konuşmayı anlama eşiğini (SRT), saf ses ortalamasını (SSO), işitme kazancını ya da hava-kemik aralığını (HKA) değerlendirmeyen ya da 5 hastadan daha az sayıda olgu içeren çalışmalar dahil edilmedi. Birden çok raporu olan otör ya da merkezlerin, en geniş ya da en yakın dönemdeki serisi dikkate alındı. Çalışmaya dahil edilme ve hariç tutulma kriterlerini 41 makale karşıladı. Study Selection: Articles that evaluated external auditory canal stenosis alone, did not report speech reception threshold (SRT), pure tone average (PTA), hearing gain, or air-bone gap (ABG) or had less than 5 patients were excluded. For authors or institutions with multiple reports, the largest or most recent study was included. Fortyone articles satisfied our inclusion and exclusion criteria. Veri Elde Edilmesi: Cerrahi sonrası SRT, SSO ve HKA’sı 30 dB’nin altında olan kulak sayısı ve yüzdesi ve/veya ortalama işitme kazancı belirlendi. Toplam kulak sayısı ve postoperatif odyogramın zamanlaması da not edildi. Data Extraction: The number and percentage of ears with a postoperative SRT, PTA, ABG less than 30 dB, and/or average hearing gain were extracted. The total number of ears and the timing of the postoperative audiogram were also noted. Veri Sentezi: Atreziplasti yapılan kulaklarda, %73.8’inin SRT’si (%95 güvenlik aralığı – GA, %62.2-%85.4) 30 dB’nin altında (338 kulak), %60.3’ünün SSO’su (%95 GA, %45.8-%74.8) 30 dB’nin altında (390 kulak) bulundu ve %68.9’unda (%95 GA, %59.4-%78.3) HKA 30 dB’nin altında idi. Ortalama işitme kazancı, 516 kulak için, 24.1 dB (%95 GA, 21.62-26.51) idi. İşitme sonuçları zaman içinde kötüledi. Osteointegre kemik iletim cihazı (OKİC) hastalarının ise %95.9’unda SSO (%95 GA, %91.5-%100.0) 30 dB’nin altında (77 kulak), %98.2’inde HKA (%95 GA, %94.5-%100.0) 30 dB’nin altında (47 kulak) bulundu ve 100 kulakta ortalama kazanç 38.0 dB (%95 GA, 33.14-45.22) idi. Data Synthesis: Of the atresiaplasty ears, 73.8% (95% CI, 62.2%-85.4%), had a SRT less than 30 dB (338 ears), 60.3% (95% CI, 45.8%-74.8%) had a PTA less than 30 dB (390 ears), and 68.9% (95% CI, 59.4%-78.3%) had an ABG less than 30 dB (852 ears). The average hearing gain was 24.1 dB (95% CI, 21.62-26.51) for 516 ears. Hearing outcomes deteriorated with time. Of OBCD patients, 95.9% (95% CI, 91.5%-100.0%) had a PTA less than 30 dB (77 ears), and 98.2% (95% C I,94.5%-100.0%) had an ABG less than 30 dB (47 ears); the average hearing gain was 38.0 dB (95% CI, 33.14-45.22) in 100 ears. Sonuç: Konjenital kulak atrezisi olan hastalarda atreziplastiye kıyasla OKİC’nin işitme sonuçları daha iyidir. Conclusion: The OBCD has better hearing outcomes compared with atresiaplasty in patients with CAA. Anahtar Sözcükler: Atreziplasti – atrezi cerrahisi – kemiğe implante işitme cihazı – konjenital aural atrezi – osteointegre kemik iletim cihazı Keywords: Atresiaplasty-atresia surgery-bone-anchored hearing aidcongenital aural atresia-osseointegrated bone conduction device. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 3-4 Curr Pract ORL 2013, 9(4) 4 Güncel Yaklaşım Yorum Konjenital aural atrezi, dış kulak kanalının gelişme bozukluğunun yanı sıra, dismorfik orta kulak ve kemikçik anatomisinin de eşlik ettiği bir durumdur. İşitme azlığını cerrahi rekonstrüksiyon (atreziplasti) ya da BAHA gibi osteointegre kemik iletim cihazları (OKİC) ile gidermek mümkündür. Bu çocukların işitme rehabilitasyonuna erken dönemde yumuşak baş bandı ile başlamak oldukça önemlidir. Atreziplasti, en zor kulak cerrahisi işlemlerinden birisidir. Anatomik güçlükler, yüksek komplikasyon riski ve değişken işitme sonuçları bu cerrahinin temel zorluklarıdır. Bu nedenlerle, OKİC, atrezi cerrahisine iyi bir alternatif oluşturmaktadır. Konjenital aural atrezinin optimal rehabilitasyonunda bu iki yöntemin birbiri ile karşılaştırılması literatürde ilk kez bu geniş kapsamlı gözden geçirme ile ortaya koyulmuştur. Yazıya, kriterlere uygun 41 makale dahil edilmiş ve daha geniş seriler daha fazla ağırlık ile istatistiksel değerlendirmeye alınmıştır. Çalışmanın en kuvvetli taraflarından biri oldukça titiz bir istatistiksel değerlendirme yapılmış olmasıdır. Sözü geçen 41 makalenin tümü retrospektif olgu serileridir. Yazıların 35’inde 1617 olguda atreziplasti , 6’sında ise 112 hastada OKİC ile elde edilen işitme sonuçları verilmiştir. 338 atreziplasti uygulanan kulakta, %73.8 hastada SRT 30 dB’nin altındadır. Rekonstrüksiyon sonrası ilk 6 ayda bu oran %78.4 iken, cerrahiden 1 yıl ve daha sonra bu oran %61.5’e gerilemektedir. Aynı parametrenin değerlendirildiği OKİC çalışması olmadığı için iki grup bu açıdan kıyaslanamamıştır. Saf ses ortalaması açısından, atreziplastide %60.3 hastda SSO 30 dB’nin altında bulunmuştur. Benzer şekilde ilk 6 ayda bu oran%71.7 iken 1 yıl ve ötesinde %57.2’ye düşmüştür. Bu oran, 77 kulakta OKİC için %95.9’dur ve SSO açısından fark gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlıdır. İşitme kazancı ameliyat öncesi ve sonrasındaki SSO farkı olarak tanımlanmıştır. Atreziplasti hastalarında ortalama işitme kazancı 24.1 dB (516 hasta) iken, OKİC hastalarında 38.0 dB (100 hasta) dir ve yine fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Bir diğer parametre açısından da gruplar arasında anlamlı fark mevcuttur: 852 atreziplastili kulakta, %69 oranında HKA 30 dB’nin altındadır. Ancak yine zaman içinde bu oranın kötülediği görülmektedir: cerrahi sonrasında ilk 6 ayda HKA’nın kapatılması %71.2 gerçekleşirken, 1 yıl ve ötesinde %51.6’ya düşmektedir. Diğer yandan, OKİC ile 47 hastanın %98.2’inde, HKA’nın 30 dB ve altına indiği görülmektedir ki gruplar arasındaki bu fark da anlamlıdır. Çalışmalardaki sonuçlar değerlendirilirken, atreziplasti sonuçlarının bildirildiği serilerin bazılarında revizyon cerrahileri sonrasında elde edilen en iyi işitme değerlerinin belirtildiğini göz önünde bulundurmak önemlidir. Ayrıca işitme başarısı açısından 30 dB gibi bir eşik tüm yazılarda sıklıkla kullanılmış olan parametredir ancak düşük beklenti düzeyini yansıttığı da açıktır. Atreziplasti cerrahisi sonrasında, sayısı belirtilmemiş olmakla birlikte, hastaların bir kısmının işitme cihazı kullandığı görülmektedir. İşitme cihazı kullanabilecek anatomiye sahip olmalarının “cerrahi başarı” olarak kabul edilip edilemeyeceği konusu tartışmalıdır. Atreziplasti sonrasında, 1 yıl ve sonrasında, SRT, SSO ve HKA’nın 30 dB’nin altında gerçekleştiği hastaların oranları sırasıyla %62, %57 ve %52 olarak oldukça düşüktür. Malforme kemikçiklerin yeniden fiksasyonu, yeni kulak zarının lateralizasyonu ve kulak kanalının restenozu uzun dönemdeki başarısızlığın temel nedenleridir. Ayrıca, yine oran bildirilmemiş olmakla birlikte hastaların büyük kısmında tekrarlayan cerrahiler gerektiği belirtilmiştir. Saf ses ortalamasının 30 dB ve altında olduğu OKİC hasta oranı %98 ve ortalama işitme kazancı 38 dB’dir. Dolayısıyla bu yazıda, KAA tedavisinde, OKİC’nin atreziplastiye, işitme sonuçları açısından, açık bir üstünlüğü olduğu gösterilmektedir. Dahası, fasiyal sinir hasarı, iletim tipi kaybın sebat etmesi, olası sensörinöral işitme kaybı riski, meatal stenoz, revizyon gerekliliği ve otore gibi riskler nedeniyle OKİC’nin atreziplastiye iyi bir alternatif olduğu söylenebilir. Maliyet açısından da OKİC’nin cerrahi rekonstrüksiyon ve sonrasındaki takip sürecine kıyasla daha ekonomik olduğu başka çalışmalarda ortaya koyulmuştur. Osteointegre cihazların önemli dezavantajlarından biri olan kozmetik problem yeni nesil transkütan implantlar ile aşılmaya başlanmıştır. Cihazların her iki kokleayı uyararak sesin lokalizasyonunda problem yaratması, pil değişimi ya da kaybedilmesi gibi olumsuzlukları olabileceği de akılda tutulmalıdır. Bu gözden geçirme yazısında, İngilizce dışındaki literatür çeviri güçlüğü nedeniyle sınırlı olarak incelenmiş ve değerlendirme parametrelerindeki farklılıklar nedeniyle önemli sayıda yazı çalışmaya dahil edilmemiştir. Ancak, geniş serileri ve sonuçlarını sistematik olarak, uygun istatistiksel yöntemlerle değerlendirmiş değerli bir çalışmadır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 5 Dix-Hallpike Testi Yapılırken Baş Sallama Hareketi Posterior Semisirküler Kanal BPPV ‘sinin Teşhis Edilme Oranını Artırır mı? Head Shaking During Dix-Hallpike Exam Increases the Diagnostic Yield of Posterior Semicircular Canal BPPV *Garani S. Nadaraja, †Richard K. Gurgel, ‡Jaewhan Kim, and *Kay W. Chang *Department of OtolaryngologyYHead and Neck Surgery, Stanford School of Medicine, Stanford, California; Division of Otolaryngology, Department of Surgery, and Division of Public Health, Study Design and Biostatistics Center, University of Utah, Salt Lake City, Utah, U.S. ÖZET ABSTRACT Amaçlar: Dix-Hallpike (DH) testi negatif olan hastalarda, test esnasında baş sallama hareketinin(HSDH) posterior semisirküler kanal benign paroksismal poziyonel vertigo (pBPPPV) tanısını koyma oranını arttırıp arttırmadığını araştırmaktır. Objectives: To examine whether shaking the head during the DH exam (HSDH) may improve diagnosis of posterior semicircular canal benign paroxysmal positional vertigo (pBPPV) in patients with a negative Dix-Hallpike (DH) examination. Çalışma Dizaynı: İki deneyimli nörootolog tarafından görülen, dengesizliği olan ardışık hastalardan oluşan bir prospektif kohort klinik çalışmadır. Hastalar, DH ve “roll test”i de içeren pozisyon testleri ile birlikte tam bir nörootolojik muayeneden geçirilmiştir. Negatif DH testi olan hastalara HSDH uygulandı. Pozitif DH’si olan (Grup 1) ya da sadece HSDH’si pozitif olan (Grup 2) gruplar Epley manevrasının modifiye edilmiş hali olan partikül repozisyon manevrasına (PRM) tabi tutuldu. Her bir gruptaki, cinsiyet, yaş, semptomların süresi ve kür sağlanana kadar gereken muayene sayısı gibi değişkenler incelendi. Ortam: Bir üçüncü derece denge kliniği ve 2 özel klinik. Study Design: A prospective cohort clinical study on consecutive patients with dizziness, who were seen by 2 experienced neurotologists. Patients underwent a complete neurotology examination, including positioning testing with roll test and DH. Patients with a negative DH underwent a HSDH. Patients with a positive DH (Group 1) or only with a positive HSDH (Group 2) underwent a particle reposition maneuver (PRM), which was a modification of the Epley maneuver. Variables including sex, age, the duration of symptoms until diagnosis, and the number of visits required until cure were examined in each group Setting: A tertiary dizziness clinic and in 2 private clinics. Olgular ve Yöntemler: Posterior BPPV tanısı alan tüm hastalar. Subjects and Methods: All patients diagnosed with pBPPV. Main Temel Sonuç Ölçütleri: Baş sallama sonrasında DH testi ve 2 çalışma grubu arasında değişkenlerin karşılaştırılması. Outcome Measures: DH test after head shaking and comparison of variables between the 2 study groups. Bulgular: Altmış dokuz hasta pBPPV tanısı aldı (Grup 1). Ek olarak 12 hastada negatif DH mevcuttu ancak tanı koyma oranını %14.8 arttıran HSDH ile pozitif sonuç elde edildi (Grup 2). İncelenen değişkenler açısından 2 grup arasında istatistiksel bir ilişki bulunmadı; ancak, Grup 2’de tanıya kadar geçen süre daha uzun (44.3 güne karşılık 64 gün) idi ve kür sağlanana kadar daha az sayıda muayeneye ihtiyaç duyuldu (1.5’a karşılık 1.7 muayene). Results: Sixty nine patients were diagnosed with PBPPV (Group 1). Twelve additional patients were negative on DH but were found positive on HSDH (Group 2), improving the diagnostic yield by 14.8%. There was no statistical relation between the 2 groups and the variables examined; however, there was a trend for longer duration of symptoms (44.3 versus 64 d) and less visits until cure (1.5 versus 1.7 visits) in Group 2. Sonuç: Dix-hallpike testi negatif olan hastalara HSDH uygulanmalıdır. Sadece HSDH testi pozitif olarak pBPPV tanısı alan hastalar, hastalığın daha hafif bir formunu temsil ediyor olabilir. Conclusion: Patients with a negative DH should undergo a HSDH. Patients only diagnosed as pBPPV by a positive HSDH may represent a subgroup with a milder form of disease. Anahtar Sözcükler: benign paroksismal pozisyonel vertigo – epley manevrası – baş sallama – vertigo. Keywords: Benign paroxysmal positional vertigo-epley maneuverhead shaking-vertigo. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 5-6 Curr Pract ORL 2013, 9(4) 6 Güncel Yaklaşım Yorum Amerikan Otolaringoloji – Baş ve Boyun Cerrahisi Derneği, DH testi negatif olan ancak BPPV şüphesi devam eden hastalarda “Roll testi” yapılarak horizontal kanal BPPV’sinin ekarte edilmesini ve kontrol muayenelerinde DH testinin tekrar edilmesini önermiştir. Ancak bu önerilerle dahi DH testi negatif olan ancak BPPV şüphesi devam eden hastalara tanı koymak mümkün olmayabilir. Yazarlar, klinik uygulamaları esnasında DH testi negatif olan hastalarda başın sallanması ile pozitif bulgu elde edilebildiğini görmüşlerdir. Mevcut çalışma da bu uygulamanın posterior kanal BPPV’nin tanısını koymada ne kadar katkı sağladığını belirlemek amacıyla yürütülmüştür. Hastalara horizontal kanal BPPV’yi ekarte etmek üzere “roll test”, her iki tarafa DH testi ve DH negatif olanlara baş sallama ile DH uygulanmıştır. Dix – Hallpike testi pozitif olan hastalar Grup 1, baş sallama DH ile pozitif sonuç alınanlar ise Grup 2 olarak sınıflanmıştır. Hastalar modifiye Epley manevrası ile tedavi edilmiştir. İşlem sonrası öneriler, 3 gün yarı oturur pozisyonda uyuma, boyunluk ve fiziksel egzersizden kaçınma şeklindedir. Ancak son dönemde, kanalit repozisyon manevraları sonrasında bu şekilde kısıtlamaların faydası olmadığı, hatta kimi zaman denge problemine yol açabileceği bildirilmektedir. Bu nedenle, yazarların bu uygulamasının rasyoneli tartışmalıdır. Çalışmaya dahil edilen 81 hastanın, 69’unda DH pozitiftir (Grup 1), kalan 12 hastada (Grup 2) ise baş sallama DH ile pozitif sonuç elde edilmiştir. dolayısıyla testin tanı koyma oranı %14.8 artmıştır. Benign paroksismal pozisyonel vertigo tanısında kullanılan DH testinde yalancı negatif sonuç elde edilen durumlar olabileceği bilinmektedir. Özellikle kanalitlerin posterior semisirküler kanal içine yapışması buna neden olabilir. Daha önce bu durumun üstesinden gelebilmek için kemik vibratör gibi ek yöntemler kullanılmıştır. Kanalitlerin mobilizasyonunu amaçlayan yöntemlerden biri de çalışmada olduğu gibi başın sallanmasıdır. Ancak elde edilen sonucun DH’nin tekrarlanması ile de ortaya çıkması olasıdır. Dolayısıyla, tanıya katkı sağlayan unsurun başın sallanması olduğu ispat edilmemiştir. Dahası, her ne kadar baş sallama esnasında hastaların boynunun zorlanmadığı öne sürülmüş olsa da standart DH testinden daha fazla kuvvet uygulanmış olması olasıdır. Yazıda, “subjektif BPPV” olarak adlandırılan hastaların, çalışmadaki Grup 2 hastalar olabileceği tartışılmış ve bu olgularda tanıya ulaşmak için baş sallama DH uygulanabileceği öne sürülmüştür. Sözü edilen hastalarda BPPV’nin daha hafif bir formunun söz konusu olabileceği ya da kısmi iyileşme durumu olabileceği düşünülmüştür. Çalışma, baş sallamanın DH testi negatif olan hastalarda tanıya katkısı konusunda kesin olmayan ancak dikkate alınabilecek düzeyde sonuçlar ortaya koymaktadır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 7 Akut Alçak Ton Sensörinöral İşitme Kaybı Olan Hastalarda Manyetik Rezonans Görüntüleme ile Endolenfatik Hidrops Tanısı Konulması Endolymphatic Hydrops Revealed by Magnetic Resonance Imaging in Patients With Acute Low-Tone Sensorineural Hearing Loss *Mariko Shimono, *Masaaki Teranishi, *Tadao Yoshida, *Masahiro Kato, †Rui Sano, *Hironao Otake, *Ken Kato, *Michihiko Sone, ‡Naoki Ohmiya, §Shinji Naganawa, and *Tsutomu Nakashima *Department of Otorhinolaryngology, Nagoya University Graduate School of Medicine;Department of Otorhinolaryngology, Chubu Rosai Rosai Hospital; and Department of Gastroenterology, and §Department of Radiology, Nagoya University Graduate School of Medicine, Nagoya, Japan Otol Neurotol 34:1241-1246, 2013. ÖZET ABSTRACT Amaç: Akut alçak-ton sensörinöral işitme kaybının (AATK) endolenfatik hidrops (EH) ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Ancak, endolenfatik boşluğun boyutunun değerlendirilmesi henüz rapor edilmemiştir. Akut alçak-ton kaybında, EH, manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Objective: Acute low-tone sensorineural hearing loss (ALHL) has been reported to be associated with endolymphatic hydrops (EHs). However, evaluation of the size of the endolymphatic space has not been reported. We attempted to visualize EH in ALHL using magnetic resonance imaging (MRI). Çalışma Dizaynı: Prospektif diagnostik çalışma. Ortam: Üniversite hastanesi. Yöntemler: Unilateral AATK olan 25 hastanın 25 kulağı değerlendirilmiştir. İntratimpanik gadolinyum (Gd) enjeksiyonunu takiben 24 saat sonra (n=5) ya da intravenöz Gd enjeksiyonundan 4 saat sonra (n=20) MRG(3 tesla) çekilmiştir. Hastaların klinik bilgileri ve hastalar konusunda bilgi sahibi olmayan bir radyolog tarafından MRG’ler incelenmiş; vestibül ve kokleadaki EH derecesi yok, hafif ve belirgin olmak üzere 3 gruba ayrılmıştır. Bulgular: Hasta taraflarda, 23 kulakta (%92) koklear EH belirlenmiş; hastalar belirgin EH (n=15) ya da hafif EH (n=8) olarak sınıflandırılmıştır; vestibüler EH 22 kulakta (%88) tespit edilmiş, belirgin EH (n=16) veya hafif (n=6) şeklinde sınıflandırılmıştır. Koklear EH, kontralateral kulağa kıyasla etkilenmiş tarafta daha sık gözlenmiştir (%90’a karşılık %40, p<0.05). Sonuç: Akut alçak ton sensörinöral işitme kaybında, EH sadece kokleada değil, Meniere hastalığında olduğu gibi vestibülde de gözlenmiştir. Anahtar Sözcükler: Akut alçak ton sensörinöral işitme kaybı – koklear meniere hastalığı – endolenfatik hidrops – manyetik rezonans görüntüleme – parvovirüs. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 7-8 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Study Design: Prospective diagnostic study. Setting: University hospital. Methods: We evaluated 25 ears of 25 unilateral ALHL patients. Threetesla MRI was obtained 24 hours after intratympanic injection of gadolinium (Gd) (n = 5) or 4 hours after intravenous injection of Gd (n = 20). A radiologist blinded to the patients’ clinical data classified the degree of EH in the vestibule and cochlea into 3 groups: none, mild, and significant. Results: On the affected sides, cochlear EH was recognized in 23 ears (92%) and was classified as significant EH (n = 15) or mild EH (n = 8); vestibular EH was detected in 22 ears (88%), classified as significant EH (n = 16) or mild EH (n = 6). Cochlear EH was more frequently observed in the affected ear than in the contralateral ear (90% versus 40%, p G 0.05). Conclusion: In ALHL, EH was observed not only in the cochlea but also in the vestibule as in Meniere’s disease. Keywords: Acute low-tone sensorineural hearing loss-cochlear meniere’s disease- endolymphatic hydrops-magnetic resonance imaging-parvovirus. 8 Güncel Yaklaşım Yorum Alçak tonlara sınırlı sensörinöral işitme kaybı patofizyolojisi ile ilgili çeşitli çalışmalar mevcuttur. Ani işitme kaybının hafif bir formu olarak değerlendirilebileceği gibi AATK’nin Meniere hastalığının erken döneminde de ortaya çıkabileceği düşünülmektedir. Otoimmünite ise altta yattığı düşünülen bir başka etkendir. Yazarlar bu yazıda, EH’nin histolojik konfirmasyonuna alternatif olarak endolenfatik boşluğu MRG ile görüntülemişlerdir. Çalışmaya, 2009-2012 yılları arasında Japon Sağlık Bakanlığı’nın kriterlerine göre AATK tanısı alan 25 hasta dahil edilmiştir. Akustik tümörü ya da AATK ile birlikte vertigosu olan hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Beraberinde vertigo olmayan akut alçak ton sensörinöral işitme kaybı tanı kriterleri şu şekildedir: Ana semptomlar: 1. Kulak dolgunluğu, tinnitus ve işitme kaybını içeren koklear semptomların akut yani ani başlamış olması, 2. Vertigo olmaması, 3. Nedeninin bilinmemesi, 4. Alçak ton sensörinöral işitme kaybı olması. Alçak ton işitme kaybı odyolojik kriterleri: (1). Alçak frekanslar olan 0.125, 0.25 ve 0.5 kHz’de işitme eşiklerinin toplamının 70 dB ve üzerinde olması. (2). Yüksek frekanslar olan 2, 4 ve 8 kHz’de işitme eşiklerinin toplamının 60 dB ve altında olması. Bu hastalarda koklear semptomlar tekrarlayıcı olabilir, daha sonra Meniere hastalığına ilerleyebilir ve bilateral olabilir. Hafif sersemlik hissi eşlik edebilir. Hastaların 5 tanesine 1:7 oranında serum ile dilüe edilmiş Gd intratimpanik olarak verilip, MRG 24 saat sonra elde edilmiş; kalan 20 hastaya ise standart dozda Gd intravenöz olarak verilip MRG 4 saat sonra çekilmiştir. Hastalarda alçak frekanslardaki işitme ortalaması 45.4 dB iken, yüksek frekanslardaki işitme ortalaması 16.1 dB’dir. Meniere hastalığı benzeri vertigo hiçbir hastada mevcut değildir; ancak 9 hastanın hafif dengesizlik hissi mevcuttur. Başvuru şikayeti 9 hastada kulak dolgunluğu, 7 olguda işitme kaybı, 12 olguda tinnitus ve 1 hastada hiperakuzidir. Koklear EH 23 kulakta (%92) ve vestibüler EH 22 kulakta (%88) saptanmıştır. Koklear EH etkilenmiş kulakta %90 oranında gözlenirken, kontralateral kulakta oran %40 oranında gözlenmiştir; ve aradaki fark anlamlıdır. Dahası, etkilenmiş kulaktaki EH daha şiddetli olarak belirlenmiştir. Her iki bulgu da AATK patofizyolojisinde EH’nin yeri olduğunu göstermektedir. Akut alçak ton işitme kaybı hastalarında Meniere hastalığındakine benzeyen fonksiyonel kayıplar olduğu daha önceki çalışmalarda gliserol testi ve ECoG ile gösterilmiştir. Ancak bu çalışmadaki gibi görüntüleme ile hidropsun varlığının gösterilmesi yeni çalışılan bir konudur. Çalışmada vestibüler EH oranı %88 olmasına rağmen hastaların ancak %36’sı dengesizlik hissi bildirmiştir. Bu durum EH’nin semptomatik hale gelmeden önce görüntülenmiş olabileceğini düşündürmektedir. Zaten AATK hastalarının yaklaşık %30’unun 3 yıllık bir sürede klasik Meniere hastalığı geliştirdiği de bilinmektedir. “Koklear Meniere hastalığı” adı verilen, vertigo olmaksızın fluktuan işitme kayıpları ile seyreden tablo, yazıda sözü edilen AATK’nin tekrarlayan formu olarak kabul edilebilir. Yazarlar çalışma grubu içindeki 12 hastanın “ani işitme kaybı, 9’ar olgunun ise “koklear Meniere” ve “olası Meniere” hastalığı kriterlerine uyduğunu belirtmektedir. Bu durum, sözü geçen tanıların birbiri ile oldukça yakın tablolar oluşturması nedeniyle ayrımının ne kadar güç olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, EH’nin değişik sınıflanan farklı tanıların tümünde altta yatan patofizyolojik mekanizmalardan biri olduğunu varsaymak mümkündür. Hastalığın bu doğası nedeniyle yazarların, çalışmaya dahil edilen hastalarda Meniere hastalığının ekarte edildiği iddiası güvenilir değildir. Yazıda, “human parvovirus B19” enfeksiyonu sırasında AATK gelişip, sonrasında işitmede tamamen düzelme gözlenen bir olgudan ayrıca söz edilmiştir. Viral enfeksiyonlarda ortaya çıkan immün kompleksin fokal kapiller akımı bloke ederek endolenfatik kese disfonksiyonuna yol açabileceği görüşü bu hasta üzerinden dile getirilmiştir. Sonuç olarak, EH’nin AATK patofizyolojisinde rolü olduğunu histolojik çalışmalara alternatif olarak MRG ile göstermesi açısından değerli ancak daha iyi seçilmiş hasta grupları ile tekrar edilmesi gereken bir çalışmadır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 9 İnkomplet Kemikçik Zincir Devamsızlığı Odyometrik ve Klinik Bulgular ile Tahmin Edilebilir mi? Can an Incomplete Ossicular Discontinuity Be Predicted by Audiometric and Clinical Findings? Jae Hoon Sim, Alexander M. Huber, Marc Hafliger, Lorraine A. de Trey, Albrecht Eiber, and Christof Röösli Clinic of Otorhinolaryngology-Head and Neck Surgery, University Hospital Zurich, Zurich, Switzerland; and Institute of Engineering and Computational Mechanics, University of Stuttgart, Stuttgart, Germany Otol Neurotol 34:699-704 ; 2013. ÖZET ABSTRACT Amaç: Kemikçik zincir bütünlüğünün kısmi olarak bozulduğu durumların neden olduğu iletim tipi işitme kaybı patolojisini araştırmaktır. Bu durum 3 bulgu ile ortaya çıkabilir: 1) en belirgin olarak yüksek frekanslarda ortaya çıkan iletim tipi işitme kaybı (yfİTİK), [4 kHz’deki hava kemik aralığı] > [0.25-0.5 kHz’deki ortalama hava kemik aralığı] + 10 dB ya da daha fazlası olarak tanımlanmıştır; 2) fluktuan işitme kaybı; ve 3) Valsalva manevrası sonrasında kısa süreli işitmede iyileşme. Objective: To investigate a pathology of conductive hearing loss caused by an incomplete ossicular discontinuity. It can manifest as a triad of the following: 1) conductive hearing loss most prominent in the high frequencies (hfCHL), defined as [ABG for 4 kHz] 9 [mean ABG for 0.25Y0.5 kHz] + 10 dB or more; 2) fluctuating hearing loss; and 3) short-lasting improvement of hearing after Valsalva maneuver. Çalışma Dizaynı: Retrospektif klinik çalışma. Setting: Tertiary referral center. Ortam: Üçüncü derece referans merkezi. Patients: Fourteen patients with an incomplete ossicular discontinuity who underwent incus interposition were included. Hastalar: İnkus interpozisyonu yapılan 14 inkomplet kemikçik zincir devamsızlığı olan hasta dahil edilmiştir. Girişim: İnkus interpozisyonu, matematiksel model. Temel Sonuç Ölçütleri: İlk olarak, bulgu triadının prevalansı ortaya konuldu. İkinci olarak, semptom triadından mekanik kemikçik kompliansının sorumlu olduğu hipotezi değerlendirildi ve matematiksel bir modelde uygulandı. Son olarak, 12 aylık takipte elde edilen postoperatif işitme sonuçları analiz edildi ve literatür ile karşılaştırıldı. Bulgular: Semptom triadının inkomplet kemikçik zincir devamsızlığı olan hastaların belirlenmesinde önemli bir gösterge olduğu bulundu. Yüksek frekanslarda iletim tipi işitme kaybı hastaların %93’ünde mevcutu (13/14 hasta). On dört hastanın 10’unda(%71) fluktuan işitme kaybı ve Valsalva manevrası sonrasında işitmenin iyileşmesi söz konusu idi. Matematiksel modelde yfİTİK yeteri kadar taklit edilebildi. Cerrahi girişimin başarı oranı ( 0.5, 1, 2 ve 3 kHz’de hava kemik aralığı <20 dB) %93 idi ve literatürde bildirilen sonuçlar ile kıyaslanabilir düzeydeydi. Sonuç: Yüksek frekans İTİK, fluktuan işitme kaybı ve Valsalva manevrası sonrasında işitmede iyileşme olan hastalarda inkomplet kemikçik zicir devamsızlığı olması olasıdır. İnkus interpozisyonu ile postoperatif işitme sonuçlarının düzeleceği beklenebilir. Anahtar Sözcükler: İletim tipi işitme kaybı – fluktuan işitme kaybı – yüksek frekans iletim tipi işitme kaybı – inkudostapedial eklem – inkus interpozisyonu – kemikçik devamsızlığı. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 9-10 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Study Design: Retrospective clinical trial. Intervention: Incus interposition, mathematical model. Main Outcome Measures: First, the prevalence of the triad was documented. Second, the hypothesis that mechanical ossicular compliance was responsible for the triad of symptoms was evaluated and simulated in a mathematical model. Finally, the postoperative hearing results with a follow-up of 12 months were analyzed and compared with those reported in the literature. Results: The presence of the triad of symptoms is a strong indicator for detecting patients with an incomplete ossicular discontinuity. High frequency conductive hearing loss was present in 93% (13/14 patients). Ten (71%) of the 14 patients presented with fluctuating hearing loss and improvement of hearing after Valsalva maneuver. The hfCHL could be simulated adequately in the mathematical model. Success rate for surgical intervention (ABG G 20 dB; 0.5, 1, 2, and 3 kHz) was 93% and was comparable to the results reported in the literature. Conclusion: Patients with hfCHL, fluctuating hearing loss, and improvement of hearing after Valsalva maneuver are likely to have an incomplete ossicular discontinuity. A favorable postoperative hearing recovery by incus interposition can be expected. Keywords: Conductive hearing loss-fluctuating hearing loss-highfrequency conductive hearing loss-incudostapedial joint-incus interposition-ossicular discontinuity. 10 Güncel Yaklaşım Yorum Hava kemik aralığının 50 dB’nin altında olduğu hastalarda inkomplet kemikçik zincir devamsızlığı ya da kemik devamlılık yerine fibrotik doku ya da skar dokusu ile bağlantı (inkus uzun kolunun kırılması ve skar dokusu ile kısmi readaptasyon) olduğu tespit edilebilir. Bu hastalarda gözlenmesi beklenen semptom triadı: a) 1 kHz ve üzerindeki yüksek frekanslarda belirgin hale gelen iletim tipi işitme kaybı, b) fluktuan işitme kaybı, ve c) Valsalva manevrası sonrasında işitmede kısa süreli düzelme. Bu çalışmanın amacı da stapes suprastrüktürü ve malleusu sağlam olan, inkomplet kemikçik zincir devamsızlığı bulunan hastalardaki işitme kaybı patolojisini araştırmaktır. Bu durum Fisch ve May grup I ya da Austin-Kartush grup A’ya tekabül eder. Bu semptom triadından inkus uzun kolu ile stapes suprastrüktürü arasında oluşan skar dokusunun sorumlu olduğu hipotezi ortaya atılmıştır. Bu nedenle bu triadın kemikçik zincirin durumunu öngörmede kullanılmasının mümkün olup olmadığı araştırılmıştır. Ayrıca bu durum matematiksel bir modelde tekrar edilmiş ve ossiküloplasti sonrası en az 12 aylık takip sonrasında işitme sonuçları verilmiştir. Mart 2006 ve Haziran 2011 arasında inkus interpozisyonu yapılan 14 hasta çalışmaya alınmıştır. Yüksek frekans İTİK (yfİTİK) şöyle tanımlanmıştır: 4 kHz’deki preoperatif hava kemik aralığı (HKA)na kıyasla, 0.25 ve 0.5 kHz’deki ortalama HKA’nın 10 dB ve daha az olması. Postoperatif işitme sonuçlarında ise, 0.5, 1, 2 ve 3 kHz’deki ortalama HKA’nın 20 dB ve altında olması başarı olarak tanımlanmıştır. Kemikçik zincir bütünlüğünün kısmen bozulduğu bu hasta gruplarında, yüksek frekanslarda ses enerjisinin kemikçik zincirde daha fazla kayba uğraması nedeni ile HKA’nın bu frekanslarda daha fazla olması beklenen bir sonuçtur. Valsalva ile ortaya çıkan geçici işitme düzelmesi, orta kulak basınç değişikliğinin inkus ve stapes arasındaki skar dokusunu gererek ses enerjisinin daha iyi transfer edilmesini sağlamasından dolayıdır. Ancak çalışmanın retrospektif olması nedeniyle, fluktuan işitmenin odyogramlarla kanıtlanması mümkün olmamış, subjektif verilere dayanılmıştır. Valsalva öncesi ve Valsalva yaparken elde edilecek odyogramlar ile daha kesin veriler elde edilebilir. Etiyolojide 9 hastada (%64.5) rekürren akut enfeksiyon, 4 hastada (%28.5) inkus uzun kolunun kırık ve yumuşak doku ile kaplanmış olması sorumlu bulunmuş, 1 hastada (%7) ise herhangi bir neden bulunamamıştır. Hastaların 13’ünde (%93) yfİTİK, 10’unda (%71) fluktuan işitme kaybı ve Valsalva menvrası ile kısa süreli (saniyeler ile dakikalar süren) işitme düzelmesi mevcuttur. Hava kemik aralığının alçak frekanslarda daha fazla olmasının stapes fiksasyonu ile ilşkili olduğu bilinmektedir, ancak yfİTİK ile inkomplet kemikçik zincir devamsızlığı arasındaki ilişki daha önce yazılmamıştır. Çalışmada bu yönde kanıtlar ortaya konulmuş olması ve bu hasta gruplarında ossiküloplasti ile tatmin edici postoperatif işitme sonuçları elde edilmesi çalışmayı önemli kılmaktadır. Ortalama HKA preoperatif olarak, 0.25, 0.5, 1, 2 ve 3 kHz’de 20 dB iken postoperatif 11 dB olarak bulunmuştur. Postoperatif hastaların hepsinde HKA 0.5, 1 ve 2 kHz’de 20 dB’nin altındadır. Buna 3 kHz de dahil edildiğinde oran %93 olmaktadır. Postoperatif işitme düzelmesi, 2 kHz’de 13 dB, 3 kHz’de 13 dB ve 4 kHz’de 14 dB’dir ve bu iyileşme alçak frekanslara kıyasla belirgin olarak yüksektir (0.25 kHz’de 4 dB, 0.5 kHz’de 4.5 dB ve 1 kHz’de 8 dB). Elbette bu sonuç, HKA’nın preoperatif olarak alçak frekanslarda daha az olması nedeni ile beklenen bir durumdur. İnkudostapedial eklemdeki mekanik özelliklerin (sertliğin azaltılması) değiştirilmesi ile kemikçik zincir devamsızlığı taklit edilmiş ve yfİTİK matematiksel bir model olarak da tekrar edilmiştir. Bu model ile de yfİTİK nedeni olarak öngörülen patoloji desteklenmiştir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 11 İntraktabl Meniere Hastalığı Tedavisinde Endolenfatik Kese Cerrahisi ile İntratimpanik Gentamisin Sonuçlarının Karşılaştırılması: Anket ile Retrospektif bir Gözden Geçirme Endolymphatic Sac Surgery Versus Intratympanic Gentamicin for the Treatment of Intractable Meniere’s Disease: A Retrospective Review With Survey Josee Paradis, Amanda Hu, and Lorne S. Parnes Department of Otolaryngology, Head & Neck Surgery, Western, London, Canada Otology & Neurotology 34:1434-1437, 2013. ÖZET ABSTRACT Amaçlar: 1) İntraktabl Meniere hastalığı (MH) için yapılan endolenfatik kese cerrahisi (EKC) ve intratimpanik Gentamisin (İTG) ile olan 10 yıllık deneyimi gözden geçirmek, ve 2) girişim öncesi ve sonrası sonuçları karşılaştırmaktır. Objectives: 1) To review a10-year experience of endolymphatic sac surgery (ESS) and intratympanic gentamicin (ITG) for intractable Meniere’s disease (MD), and 2) to compare preoperative and postoperative outcomes. Dizayn: Retrospektif dosya taraması ve anket. Design: Retrospective chart review and survey. Ortam: Üçüncü derece merkez. Hastalar: Londra Sağlık bilimleri Merkezi’nde (“London Health Sciences Centre”) 1997-2007 arasında EKC veya İTG ile tedavi edilen hastalar dahil edildi. Girişimler: EKC veya İTG. Temel Sonuçlar: 1) “1995 Amerikan Otolaringoloji- Baş ve Boyun Cerrahisi” işitme evresi, vertigo sınıfı ve fonksiyonel seviye; ve 2) 40 maddelik, hayat kalitesi anketi (MH sonuç anketi). İstatistiksel Analizler: ki-kare ve t testleri. Bulgular: Çalışmaya 67 hasta dahil edilmiştir(n=30 EKC, n=37 İTG). İşlem öncesi İTG grubunun işitme evresi daha kötü olup(p=0.03), girişim öncesi gruplar arasında fonksiyonel seviye ve hayat kalitesi açısından fark bulunmamıştır. Ameliyat sonrası, EKC hastalarında daha fazla tinnitus (p=0.003) ve kulak dolgunluğu (p=0.01) olduğu bildirilmiştir. Tedavi sonrası vertigo sınıfı açısından fark görülmemiştir. Ikinci tedavi EKC hastalarının %27’sinde gerekirken, İTG hastalarında bu oran %3 olmuştur. Tedavi sonrasında işitme İTG grubunda değişmezken, EKC grubunda düşmüştür(p=0.03). İntratimpanik Gentamisin katılımcıları daha iyi postoperatif fonksiyonel seviye (p=0.02) ve daha yüksek global (p=0.04), sosyal (p=0.001) ve toplam hayat kalitesi skorları (p=0.03) bildirmişlerdir. Sonuç: Endolenfatik kese cerrahisi ile karşılaştırıldığında; İTG, tedavi sonrasında daha iyi fonksiyonel seviye ve daha yüksek global, sosyal ve toplam hayat kalitesi skorları ortaya koymaktadır. Vertigo sınıfı açısından istatistiksel fark olmamakla birlikte, klinik fark olduğu gözlemlenmiştir. Anahtar Sözcükler: Endolenfatik kese cerrahisi – intratimpanik gentamisin – meniere hastalığı. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 11-12 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Setting: Tertiary care center. Patients: Patients treated with ESS or ITG between 1997 and 2007 at London Health Sciences Centre were eligible for recruitment. Interventions: ESS or ITG. Main Outcomes: 1) 1995 American Academy of Otolaryngology Head and Neck Surgery hearing stage, vertigo class, and functional level; and 2) a 40-item validated quality-of-life questionnaire (MD Outcome Questionnaire). Statistical Analyses: Chi-squared and t tests. Results: Sixty-seven patients were recruited (n = 30 ESS; n = 37 ITG). Preoperatively, the ITG group had poorer hearing stage ( p = 0.03). There were no differences between groups on preoperative functional level and QOL measures. Postoperatively, ESS patients reported more tinnitus ( p = 0.003) and aural fullness ( p = 0.01). There were no differences in posttreatment vertigo class. Secondary treatment was required for 27% of patients in the ESS compared with 3% in the ITG. Posttreatment hearing remained unchanged for the ITG and was overall decreased in the ESS group ( p = 0.03). Participants in the ITG reported better postoperative functional levels ( p = 0.02) and higher global ( p = 0.04), social ( p = 0.001), and overall QOL scores ( p = 0.03). Conclusion: ITG, compared with ESS, reveals better posttreatment functional levels, and superior global, social, and overall QOL scores. Although no statistical difference in vertigo class, a clinical difference is observed. Keywords: Endolymphatic sac surgery-intratympanic gentamicinmeniere’s disease. 12 Güncel Yaklaşım Yorum Meniere hastalığında hayat tarzı ve medical tedavi seçenekleri ile kontrol sağlanamadığı durumlarda girişimsel tedavi yöntemleri öne çıkmaktadır. Bu modaliteler arasında yer alan endoskopik kese cerrahisi (EKC) ve intratimpanik gentamisinin (İTG) karşılaştırıldığı başka çalışma mevcut olmaması nedeniyle bu yazı bir ilk teşkil etmektedir. Çalışmada retrospektif dosya taraması ile prospektif anket çalışması birleştirilmiştir. Londra Sağlık Bilimleri Merkezi’nde (“London Health Science Centre”), 1998 ve 2007 yılları arasında, EKC veya İTG ile tedavi edilen 67 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Gentamisin, orta kulağı dolduracak şekilde, haftada bir kez, 3 ya da 4 doz olarak uygulanmıştır. Sonuçlar ise, 1995 Amerikan Otolaringoloji- Baş ve Boyun Cerrahisi işitme evresi, vertigo sınıfı ve fonksiyonel seviye kriterleri ve 40 maddelik hayat kalitesi anketi ile değerlendirilmiştir. Toplam 67 hastanın 30’u EKC uygulanan, kalan 37’si ise İTG yapılan hastalardır. Girişim öncesinde İTG grubunun yaş ortalaması daha yüksek ve işitme düzeyi daha kötüdür. Grupların ortalama takip süresi arasında fark yoktur: İTG’de ortalama 29.3 ay, EKC’de ortalama 27.8 aydır. İşlem sonrasında EKC grubundaki hastalar, İTG’ye kıyasla daha fazla kulak dolgunluğu ve tinnitus bildirmişlerdir. Postoperatif işitme evresi açından gruplar arasında fark yoktur. Tedavi sonrası belirgin sensörinöral işitme kaybı İTG grubunda gözlenmezken, EKC grubunda bu oran %10 olarak bulunmuştur. Vertigo sınıfı, tedavi öncesi 6 aylık dönemdeki vertigo atak sayısının, tedavi sonrası 18- 24 ayda gerçekleşen ataklara bölünmesi ile elde edilmiştir. Gruplar arasında vertigo sınıfı açısından istatistiksel fark yoktur. Ancak, İTG’de hastaların %87’si sınıf A veya B bildirirken bu oran EKC’de %63’tür. Postoperatif fonksiyonel seviye; sosyal, global ve total hayat kalitesi skorları İTG grubunda EKC’ye kıyasla daha iyidir. İkincil tedavi gerektiren hasta oranı EKC’de %27 iken İTG’de yalnızca %3’tür. Çalışmanın retrospektif olması ve kimi sonuçların anket kullanarak elde edilmesi en önemli eksikliktir. Ayrıca İTG grubunun daha ileri yaş ve/veya daha ileri hastalık evresindeki hastalardan oluşması karşılaştırma açısından yanıltıcı olmaktadır. Dolayısıyla sonuçlar arasındaki farklılıkların, başlangıçtaki farklardan hangi düzeyde etkilendiğini net olarak ortaya koymak güçtür. Dahası, Meniere hastalığının kendi seyrinin de akıldan çıkarılmaması gereklidir. Daha önceki çalışmalardan, tedavi verilmediğinde, vertigonun tam kontrolünün %57 hastada 2 yıl sonunda, %71 hastada ise ortalama 8.3 yılda elde edilebildiği bilinmektedir. Klasik bilgilerimize göre EKC vestibüler fonksiyonu daha iyi ya da fonksiyonel ve tek işiten kulaklarda veya bilateral kulak tutulumu olan hastalarda tercih edilmelidir. Ancak yapılan çalışmalarda EKC’nin başarı oranı istenilen düzeyde olmadığı için alternatif tedavi arayışları devam etmektedir. Literatürde, hastaların %18-26’sında İTG sonrası 10 dB’nin üzerinde işitme kaybı ortaya çıktığı bildirilmiştir. Mevcut çalışmada, İTG grubunda işitme kaybı olmadığı gibi, işitmede iyileşme tespit edilmiş olmasında başlangıçtaki kötü işitme düzeylerinin yanıltıcı etkisi söz konusu olabilir. Hastaların hayat kalitesi ve fonksiyonel seviyelerinde belirgin yükselme olması ise önceki araştırmalar ile uyumlu bir bulgudur. Çalışmanın kısıtlılıkları nedeniyle, Meniere hastalığı tedavisinde, İTG’nin EKC’ye üstün olduğu sonucuna ulaşmak doğru olmamakla birlikte randomize kontrollü çalışmalar ile bu iki tedavinin karşılaştırılması daha yol gösterici sonuçlar verebilir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 13 Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar Current trends in the management of the complications of chronic otitis media with cholesteatoma Sampath C. Prasada, Seung-Ho Shinb, Alessandra Russoa, Giuseppe Di Trapania, and Mario Sana Curr Opin Otolaryngol Head Neck Surg 2013, 21:446-454. ÖZET ABSTRACT Derlemenin Amacı: Kolesteatom komplikasyonları diğer otitis media komplikasyonlarından farklılık gösterir. Bu derleme kolesteatom komplikasyonlarına yaklaşım ile ilgili güncel literatürü analiz etmeyi amaçlamaktadır. Purpose of review: Complications of cholesteatoma can be of a different nature from those of other otitis media. This review aims to undertake an analysis of current literature regarding management of the complications of cholesteatoma. Yakın dönemdeki bulgular: Gelişmiş ülkelerde kolesteatoma ikincil komplikasyonların insidansında belirgin bir azalma olmakla birlikte, gelişmekte olan ülkelerde halen önemli bir problem olmaya devam, etmektedir. İntratemporal komplikasyonlardan fasiyal sinir paralizisi, labirent fistülü; intrakraniyal komplikasyonlardan menenjit, beyin apsesi ve lateral sinüs trombozu en sık görülen komplikasyonlardır. Fasiyal sinir paralizisinde, temel prensip hastalığın tamamen temizlenmesi ve fasiyal sinirin dekomprese edilmesidir. Ancak dekompresyonun ne kadar geniş yapılması gerektiği ve epinöral insizyonun yapılıp yapılmaması konuları halen tartışmalıdır. Labirent fistülü tedavisi, sıklıkla, matriksin kaldırılması ve fistülün kapatılması şeklinde tek basamaklı cerrahi şeklinde yapılmaktadır. Günümüzde, zor vakalarda parsiyel labirentektomi cerrahlar arasında kabul görmeye başlamıştır. Menenjit ve beyin apsesi tedavisinde, cerrahi antibiyotik baskısı altında hasta nörolojik olarak stabil olduğunda yapılmalı, cerrahi sonrasında antibiyotik ve steroidler verilmeye devam edilmelidir. Lateral sinüs trombozunda, mastoidektomi ve enfekte dokunun temizlenmesi primer tedavidir. Sinüs insizyonu ve trombektominin rekanalizasyonu arttırmadığı görülmüştür. Antikoagülasyon sıklıkla gerekli değildir. Meningoensefalik herniasyonların tedavisinde, herniasyonun çapına göre karar verilmelidir. Recent findings: Despite a significant decline in the incidence of complications secondary to cholesteatoma in developed countries it is still a considerable problem in the developing countries. Among intratemporal complications, facial nerve paralysis and labrynthine fistula and among intracranialomplications, meningitis, brain abscess and lateral sinus thrombosis are most common. In cases of facial nerve paralysis, decompression with complete disease eradication is considered to be the mainstay of treatment and usefulness of an epineural incision and the range of the decompression are still debatable. Labyrinthine fistula is commonly managed by a single staged matrix removal, followed by closure of the fistula. Partial labrynthectomy in difficult cases is gaining favor among surgeons today. Meningitis and brain abscesses are reated with antibiotics and steroid therapy followed by surgery when the patient is neurologically stable. In lateral sinus thrombosis, mastoidectomy and removal of infected tissue is the primary treatment. Sinus incision and thrombectomy does not seem to improve recanalization and anticoagulation is usually not necessary. Treatment of meningoencephalic herniations is based mainly on the diameter of the herniation. Özet: Kolesteatomun hemen her komplikasyonunun tedavisi konusunda farklı görüşler mevcuttur. En iyi tedavi seçeneklerini belirlemek için, çeşitli tedavi yöntemlerinin etkilerini karşılaştıran çok merkezli çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Anahtar sözcükler: Beyin apsesi, kolesteatomlu kronik otitis media, kronik otitis media, fasiyal sinir paralizisi, labirent fistülü, lateral sinüs trombozu, menenjit, meningoensefalik herniasyon, otitis media Summary: There is considerable debate in the management of almost every complication of cholesteatoma. Multicentric studies to compare the efficacies of various treatment modalities are the need of the hour to come to definitive conclusions regarding the best treatment options. Keywords: brain abscess, cholesteatomatous chronic otitis media, chronic otitis media, facial nerve paralysis, labyrinthine fistula, lateral sinus thrombosis, meningitis, meningoencephalitic herniation, otitis media Curr Pract ORL 2013, 9(4): 13-15 Yorum Kolesteatomlu kronik otitis media (KOM) yaklaşık %5 oranında komplikasyona yol açmaktadır. Literatürde, komplikasyonlara dair yayınların oldukça sınırlı sayıda olması ve komplikasyonların tedavileri konusunda halen çok farklı görüşler olması nedeniyle bu derleme kaleme alınmıştır. Ayrıca, KOM komplikasyonları klasik olarak intrakraniyal ve intratemporal (ekstrakraniyal) olarak sınıflanmakla birlikte, kolesteatomlu KOM hastalarında diğer otitis medialarda rastlanmayan farklı komplikasyonlar da söz konusudur. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Sınıflama Kolesteatomlu KOM komplikasyonları yazarlar tarafından şu şekilde sınıflandırılmıştır: İntrakraniyal • Menenjit, • Beyin apsesi, • Epidural apse, • Subdural apse, • Lateral sinüs trombozu/perisinüs apsesi, 14 Güncel Yaklaşım • Otitik hidrosefali, • Ensefalit, • Meningoensefalosel. İntratemporal (ekstrakraniyal) • Temporal apse (mastoid, zigomatik, Luc’s Cetelli’s Bezold’s), • Postauriküler fistül, • Labirent fistülü, • Fasiyal sinir paralizisi, • Gradenigo sendromu Kombine Diğerleri • Uzak apseler (parafaringeal, paravertebral, zigomatik vs), • Temporal kemik osteomiyeliti, • Juguler foramen sendromu, • Malign transformasyon, • Septisemi. Fasiyal sinir paralizisi Kolesteatomun neden olduğu fasiyal paralizi %1-3 arasında bildirilmektedir. Ani başlangıç daha sıktır. Devaskülarizasyon, fibrozis ya da sinir bütünlüğünün bozulması ile ortaya çıkabilir. Cerrahide odaklanılması gereken iki önemli nokta vardır: hastalığın tam eradikasyonu ve fasiyal sinirin dekompresyonu ya da tamiri. Sinir hasarı 4 farklı şekilde gözlemlenebilir: a) Sıkışmış fakat normal bir segment, b) Hiperemik ve ödemli segment, c) Fibrotik segment d) Sinir bütünlüğünde bozulma. Fallopian kanalın ne kadar dekomprese edileceği, epinöral insizyon, kanal duvarının korunması ve eş zamanlı kemikçik zincir rekonstrüksiyonu tartışmalı konulardır. Cerrahların çoğu “canal wall down” işlemini tercih etmekle birlikte, kolesteatomun yerleşim yeri ve yaygınlığına bağlı olarak dekompresyon, “canal wall up” ya da radikal mastoidektomi ile de yapılabilir. Kimi yazarlar, enfeksiyonun yayılımına doğal bir bariyer oluşturan epinöriyuma insizyon yapmaktan kaçınıılması ve kanalın sadece sinirin hiperemik ve ödemli olduğu bölgede sınırlı açılmasını önermektedirler. Öte yandan, genikulat gangliyondan stilomastoid foramene kadar tüm sinirin dekomprese edilmesini ve epinöryuma insizyon yapılmasını öneren cerrahlar da mevcuttur. Sinirin fibrotik, incelmiş olması ya da bütünlüğünün bozulması nadir görülür ancak rekonstrüksiyon gereken durumlarda “canal wall down” yöntemi ile sinir grefti kullanılarak ya da “rerouting” yapılarak uç uca anastomoz sağlanmalıdır. Fasiyal sinir paralizisi kolesteatom cerrahisine bağlı olarak da gelişebilir. Kolesteatomlu KOM’da fasiyal sinir dehisansı kolestaeatomsuz KOM’a nazaran oldukça sıktır. Primer cerrahide dehisans insidansı %30-33 iken, revizyonlarda %3042’ye kadar çıkmaktadır. Dehisans en sık timpanik segmenttedir (%81-94); bunu %6-10 insidans ile mastoid segment takip eder. Labirent Fistülü Labirent fistülü de kolesteatomlu KOM’da kolesteatomsuz olana göre daha sık görülür. İnsidansı %4-15 gibi geniş bir aralıkta bildirilmiştir ve son dekadlarda da bu insidansta değişiklik olmamıştır. Labirent fistüllerine yaklaşımda, eskiden mevcut olan matriksin kaldırılması ile sensörinöral işitme kaybına neden olunacağı inancı yıllar içinde değişikliğe uğramıştır. İşitme korunması, matriksin kaldırılması ile %84, korunması ile de %83 oranında bildirilmektedir. Küçük fistüllerde matriksin tek seansta temizlenmesi önerilmektedir. Büyük fistüllerde, ilk cerrahide matriks yerinde bırakılıp kapalı timpanoplasti yapılmakta, 6 ay sonraki ikinci cerrahide ise temizlenmektedir. Açık tekniğin uygulandığı tüm durumlarda ise matriksin yerinde bırakılması tavsiye edilmektedir. Tek işiten kulak ve > 2mm fistüllerde açık teknik endikedir. Fistülün membranöz labirente yapışık ya da > 1 mm olduğu durumlarda, ilk cerrahide 1 mm’nin altına inecek şekilde tıraşlanıp ikinci cerrahide temizlenmesi de mümkündür. Yazarlar, ikinci cerrahide olguların %67’sinde kolesteatomun tamamen ortadan kalkmış olduğunu, kalan %33 hastada ise rezidü kolesteatomun kolay temizlenebilen küçük bir kistik yapı halinde olduğunu gözlediklerini bildirmişlerdir. Hastaların %97’sinde postoperatif işitme korunmuştur. İşitmenin korunması amacıyla Kobayashi ve arkadaşları derin fistülün temizlenmesi için semisirküler kanalın turlanıp, her iki ucunun oblitere edilmesini önermektedirler. Bu yazıda işitme sonucunun fistülün boyutu ile yakından ilişkili olduğu; daha büyük ve multiple fistüllerin işitme kaybı açısından daha fazla risk yarattığı da belirtilmiştir. Menenjit Kronik otitis medianın en sık rastlanan intrakraniyal komplikasyonlarından olan menenjit 3 yol ile gelişir: kemik erozyonu ile direkt uzanım, mevcut anatomik kanallar ve hematojen yayılım. Ayrıca hematopoetik kemik iliği ile orta kulak arasındaki bağlantılar da enfeksiyonun yayılmasında rol oynayabilir. Menenjitin, baş ağrısı, ense sertliği, ateş ve fotofobi gibi klinik bulgularının yanı sıra, BOS’ta >300/cm3 beyaz küre varlığı ve kültürde mikroorganizmaların üretilmesi tanıyı kesinleştirir. En sık Proteus mirabilis ve anaeroblar etkendir. Stafilokoklar, Enterokoklar ve Pseudomonas aeruginosa da etkenler arasında sayılabilir. Tedavi esas olarak geniş spektrumlu antibiyotikler ve mümkün olduğunca erken dönemde başlanan intravenöz kortikosteroidler ile yapılır. Modern antibiyotiklerin kullanımından önce mevcut olan ilk 24 saatte mastoidektomi yapılması görüşü artık önerilmemektedir. Acil cerrahi, sadece, koalesan mastoiditi olan, nörolojik bulguları ortaya çıkan ya da drenaj ve yüksek doz antibiyotik tedavisine rağmen 48 saat içinde nörolojik bulguları kötüleşen hastalarda endikedir. Hasta nörolojik olarak stabil hale gelir gelmez radikal cerrahi yapılmalıdır. Erişkinlerde, bakteriyel menenjitin yüksek mortaliteye (%5-18.75) neden olduğu unutulmamalıdır. Özellikle yaşlı hastalarda pnömokokkal menenjitin mortalitesi yüksektir. İntrakraniyal apse İntrakraniyal apse otojen enfeksiyona bağlı ortaya çıkan ikinci en sık intrakraniyal komplikasyondur. Ayrıca temporal lob ve serebellumdaki apselerin en sık nedeni kronik kulak enfeksiyonudur. Apse formasyonunun ortaya çıkmadığı başlangıç aşamasında tedavi sadece intravenöz antibiyotikler ile yapılabilir. Apseler boyut açısından oldukça değişken, düzensiz şekilli ve multiloküledir. Gram negatif, gram pozitif ve anaerobları içerecek şekilde ampirik olarak geniş spektrumlu antibiyotik tedavisine derhal başlanmalıdır. Kültür-pozitifliğine göre antibiyotik değiştirilebilir. Konservatif tedavi, 1 cm’den küçük apselerde söz konusudur ancak mümkün olan en erken dönemde cerrahi ile kolesteatomun eradike edilmesi gerekir. Kolesteatom için yapılan mastoidektomiden apseye ulaşılabiliyorsa, drenaj bu yolla da yapılabilir. Yeterli olmadığı durumda kraniyotomi ile boşaltma, eksizyon, “burr hole” dan Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kolesteatomlu Kronik Otitis Media Komplikasyonlarına Güncel Yaklaşımlar 15 aspirasyon ya da sterotaktik aspirasyon alternatif yöntemlerdir. Her iki haftada bir elde edilen seri MRG’ler ile tedaviye en az 6 hafta devam edilmelidir. Mortalite %0-31 olarak bildirilmiştir. Lateral sinüs trombozu Kolesteatomun mastoid kemik erozyonu ile oluşturduğu perisinüzal apse, sinüsün dış duvarına bası uygularak nekroza ve enfekte mural trombusa neden olur. Enfekte pıhtı süperior sagittal sinüse ulaşırsa otitik hidrosefali gelişebilir. İnternal juguler vene doğru yayılması halinde septik pulmoner emboli oluşabilir. Kan dolaşımına geçerse septisemiye yol açabilir ve metastatik apseler ortaya çıkabilir. Klinik bulgular arasında baş ağrısı, ateş, otalji, otore, ense sertliği, sersemlik hissi, postauriküler ağrı, eritem ve fasiyal paralizi yer alır. Tedavisi konusunda görüş birliği mevcuttur: antibiyotikler ve cerrahi tedavi kombinasyonu. Modifiye radikal mastoidektomi ile hem trombozun hem de kolesteatomun kesin tedavisi tek seansta sağlanabilir. Erken cerrahinin iyi prognozu sağlamada önemli olduğu bilinmektedir. Hastanın kliniğine bağlı olarak alternatif tedavi yöntemleri: gözlem, basit mastoidektomi ile beraber sinüs dekompresyonu, sinüs etrafındaki enfekte dokuların temizlenmesi, iğne aspirasyonu, trombusun kısmi ya da tam boşaltılması için venotomi, internal juguler ven ligasyonu ve endovasküler transvenöz trombektomidir. Sinüsten kan aspire edilebilirse ek girişime gerek yoktur. Pıhtı varlığında ise sinüse insizyon yapılarak pıhtının boşaltılması önerilmektedir. İnternal juguler venin ligasyonu tartışmalı bir konudur. Güncel Curr Pract ORL 2013, 9(4) antibiyotiklerden önce sinüs trombozuna bağlı ortaya çıkan en sık komplikasyon septik emboli olduğu için, internal juguler ven ligasyonu yaygın bir uygulama idi. Ancak günümüzde, juguler venin bağlanması aşağıda sayılan özel durumlarda önerilmektedir: pıhtının mastoid bölgenin ötesine geçmesi, persistan septisemi olması, cerrahi ve antibiyotiklerle yapılan primer tedaviye rağmen pulmoner komplikasyonlar gelişmesi, internal juguler ven enfeksiyonunun ya da trombozunun oluşması. Meningoensefalik herniasyon “Fungus serebri” olarak da bilinen bu komplikasyon, potansiyel olarak hayatı tehdit eder. Kolesteatom tarafından ya da kolesteatom cerrahisi sırasında iatrojenik olarak tegmenin erode olması ile oluşur. Tedavisi defektin boyutuna göre değişir. Küçük herniasyonlarda (<1 cm²) transmastoid olarak doku kafa içine itilerek, kıkırdak ve fasya ile tamir edilebilir. Orta boyutta herniasyonlar (1-2 cm²) kombine yaklaşımla, trasmastoid yaklaşıma ek olarak küçük bir kraniyotoyapılarak defekt yine tabakalar halinde onarılabilir. Büyük defektlerde (>2 cm²) ise orta kraniyal fossa yaklaşımıyla herniye doku koagülasyonla eksize edilir ve yine iki ayrı fasya tabakası (biri beyin dokusu ile dura arasına, diğeri ekstradural) ve kıkırdak ile tamir edilir. Sonuç olarak, her bir komplikasyonun tedavisi ile ilgili farklı yaklaşımlar ve farklı görüşler mevcuttur. Hastalığa göre uygun yaklaşım seçilmelidir. 16 Güncel Yaklaşım Miringoplasti Hava-Kemik Aralığını Kapatabilir mi? Can Myringoplasty Close the Air-Bone Gap? Alain Pfammatter, Eva Novoa, and Thomas Linder Department of Otorhinolaryngology, Head and Neck Surgery, Kantonsspital Luzern, Switzerland Otol Neurotol 34:705-710,2013. ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı, kemikçik zincirin salim olduğu durumda,yalnızca timpanik membran perforasyonunun kapatılmasının hava-kemik aralığını kapatmayı sağlayıp sağlamadığının araştırılmasıdır. Çalışma Dizaynı: Kronik otitis media nedeniyle temporal fasya ile miringoplasti yapılan 154 hastanın verilerinin prospektif olarak toplanması ve incelenmesidir. Ortam: Üçüncü derece referans merkezi. Hastalar: 2001 ve 2009 arasında, kemikçik zinciri salim olan ve sentral timpanik membran perforasyonu olan toplam 106 hasta daha ileri incelemeye alınmıştır. Girişimler: Tüm hastalara underlay teknikle temporal fasya ile miringoplasti uygulanmıştır. Temel Sonuç Ölçütleri: Kronik otitis media nedeniyle miringoplasti yapılan hastaların ameliyat öncesi ve sonrası işitme sonuçlarının karşılaştırılmasıdır. Bulgular: 0.5 ile 4 kHz aralığında, postoperatif hava-kemik aralığı (HKA) ortalama 8.2 dB’di. Seksenüç hastada (%78), postoperatif HKA, ortalama olarak 10 dB ve altında idi. HKA’daki değişiklik (iyileşme) her bir frekans için (0.5, 1, 2, 3 ve 4 kHz) istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.0001). 0.5 ile 4 kHz aralığında, preoperatif timpanik membran perforasyon boyutu ve postoperatif HKA arasında doğrusal bir ilişki mevcuttu (p=0.0017). Orta kulak mukozasının durumu, temporal kemik pnömatizasyonu, timpanometrik orta kulak/mastoid hacmi ve postoperatif HKA arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki mevcut değildi. Sonuç: Miringoplasti ile HKA’nın tamamen kapatılması olguların ancak %20’sinde sağlanabildi. Hastaların kalan %80’inde HKA rezidü ortalaması 8 dB idi. Timpanik membran perforasyon boyutu ile postoperatif HKA arasında belirgin ilişki saptandı; ancak mastoid hacmi, temporal kemik pnömatizasyonu ve mukozanın durumu ile ilişki bulunamadı. Anahtar Sözcükler: Kronik otitis media – işitme kaybı – miringoplasti – postoperatif işitme – timpanik membran perforasyon boyutu – timpanik membran perforasyonu - timpanoplasti. ABSTRACT Objective: The aim of this study is to evaluate whether closure of a tympanic membrane perforation with an intact ossicular chain results in a closure of the air-bone gap. Study Design: Prospectively collected data from 154 patients undergoing temporalis fascia myringoplasty for chronic otitis media simplex were identified. Setting: Tertiary referral center. Patients: Between 2001 and 2009, overall, 106 patients with a central tympanic membrane perforation and, an intact ossicular chain were further analyzed. Interventions: All patients underwent myringoplasty using temporalis fascia in an underlay technique. Main Outcome Measures: Comparison of the preoperative and postoperative hearing results in patients undergoing myringoplasty for chronic otitis media simplex. Results: The mean postoperative air-bone gap (ABG) was 8.2 dB for the frequencies 0.5 to 4 kHz. Eighty-three patients (78%) showed postoperatively a mean ABGof 10 dB or lower. The ABG difference (improvement) was statistically significant for each single frequency (0.5, 1, 2, 3, and 4 kHz) (p G 0.0001). There is a linear correlation between the preoperative tympanic membrane perforation size and the postoperative ABG (p = 0.0017) for the frequencies 0.5 to 4 kHz. No statistical significant correlation was seen between the state of the middle-ear mucosa, temporal bone pneumatization, tympanometric middle-ear/mastoid volume, and the postoperative ABG. Conclusion: Complete ABG closure by myringoplasty could be achieved in only approximately 20% of the cases. 80% respectively presented with a mean residual ABG of 8 dB. We found a significant linear correlation between the preoperative size of the tympanic membrane perforation and the postoperative ABG, whereas mastoid volume, temporal bone pneumatization, and the condition of the mucosa did not affect the outcome. Keywords: Chronic otitis media-hearing loss-myringoplastypostoperative hearing-size of tympanic membrane perforationtympanic membrane perforation-tympanoplasty. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 16-17 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Miringoplasti Hava-Kemik Aralığını Kapatabilir mi? 17 Yorum Tip 1 timpanoplastinin primer amacı timpanik membran perforasyonunu kalıcı olarak kapatarak rekürren orta kulak enfeksiyonlarını engellemek ve kemikçik zinciri optimal ses enerjisi iletilmesini sağlayacak şekilde restore etmektir. Timpanik membranın perfore olduğu durumlarda, zarın iki tarafı arasındaki basınç farkının kaybolması nedeniyle zar ve kemikçik hareketi azalır ve iletim tipi işitme kaybı ortaya çıkar. Kemikçik zincirin salim ve mobil olduğu bir durumda, miringoplasti ya da tip 1 timpanoplasti sonrasında HKA’nın 0-5 dB olması gerekeceğini varsaymak mümkündür. Bu nedenle, yazarlar miringoplasti sonrasında bu varsayımın gerçekleşip gerçekleşmediğini göstermek amacıyla bu çalışmayı yapmışlardır. 2001 ve 2009 yılları arasında, orta kulak patolojisi olmayan, kemikçik zinciri mobil olan 154 hasta çalışmaya alınmış; 22 hasta(%14) tekrar perforasyon gelişmesi nedeniyle çalışma dışı bırakılmıştır. Bunun yanısıra, 26 hasta verilerindeki eksiklik nedeniyle çalışmaya dahil edilmemiş ve toplam 106 hasta çalışmaya alınmıştır. Genel olarak literatürde re-perforasyon oranı %6-34 aralığında bildirilmekle birlikte, bu çalışmada cerrahiler 3 deneyimli otolog tarafından gerçekleştirildiği için serideki oran beklenenden daya iyidir. Ameliyat öncesinde, hastaların timpanik membran perforasyon boyutu “Cyclops Auris Software” ile değerlendirilerek, perforasyonun tüm zar yüzeyine oranı ölçüt olarak kullanılmıştır. Ameliyat sonrasındaki HKA’ya gore hastalar 3 gruba ayrılmıştır: HKA 10dB ve altında, HKA 10-20 dB ve HKA 20 dB ve üzerinde. Ameliyat öncesinde dış kulak kanalı, orta kulak ve mastoid hacmi timpanometri ile ölçülmüştür. Temporal kemik BT’si ile pnömatizasyon kötü, orta ve iyi olarak 3 gruba ayrılmıştır. Ameliyat sırasında orta kulak mukozasının durumu ise iyi (normal) ya da kötü (inflame) olarak belirlenmiştir. Posterior perforasyonlarda endaural, diğer tüm durumlarda ise retroauriküler insizyon ile cerrahi girişim gerçekleştirilmiştir. Ameliyat sonrası tekrar timpanik membran perforasyonu ise ortalama %21 hastada ortaya çıkmıştır. Hastaların yaş ortalaması 33.7’dir. Postoperatif HKA, 83 hastada (%78) 10 dB ve altına; 21 hastada (%20) ise 5 dB ve altına inmiştir. Hastaların 19’unda (%18) HKA 11-20 dB arasında iken 4 hastada (%4) ise 20 dB ve üzerinde bulunmuştur. Tüm grupta, 0.5-4 kHz aralığında ameliyat öncesinde ortalama HKA 17.8 dB iken, postoperatif bu aralık ortalama 8.2 dB Curr Pract ORL 2013, 9(4) olmuştur. Bu iyileşme, her bir frekans için istatistiksel olarak anlamlıdır. Hava kemik aralığı 2 kHz’de en düşük düzeyde iken, 4 kHz’de en fazladır. Iki kHz, orta kulağın rezonans frekansını temsil ettiği için HKA’nın en fazla bu frekansta azalması beklenebilir. Ancak, stapedotomi sonrasında Carhart çentiğinde, 2 kHz’te kemik eşiklerinde gözlenen yükselmeye benzer şekilde bu hastalarda da 2 kHz’te kemik eşiklerinde iyileşme olması dikkat çeken bir bulgudur. Hastaların birinci yılda elde edilen odyogramları, daha uzun dönem takip odyogramları le karşılaştırıldığında(ortalama 26 ay) belirgin bir değişiklik olmadığı, stabil kaldığı gözlenmiştir. Ancak, işitmenin uzun süreli stabilize olduğunu iddia etmek için, ortalama 26 ay olan bu süreden daha uzun dönem takibe ihtiyaç vardır. Perforasyonun boyutu ve postoperatif HKA arasında kuvvetli bir doğrusal ilişki bulunmuştur. Literatürde bu ilişkiyi ortaya koyan başka çalışmalar da olmakla birlikte, farklı sonuçlar bildiren çalışmaların da olduğu akılda tutulmalıdır. Orta kulak mukozasının durumunun, temporal kemiğin pnömatizasyonunun ve timpanometrik hacimlerin postoperatif HKA ile ilişkisi gösterilememiştir. Bu etkenlerin tümünün ameliyat sonrası işitme düzeyi açısından önemli olduğu bilinmektedir; daha geniş ve heterojen hasta serilerinde işitme üzerinde etkileri olduğunu göstermek mümkün olabilir. Yazarlar araştırmada iki önemli sorunun yanıtını vermeye çalışmışlardır: (1) Miringoplasti ile HKA neden tam olarak kapatılamamıştır? (2) En fazla HKA neden 4 kHz’de ortaya çıkmıştır? Timpanik membranın fibröz tabakasındaki kollajen liflerinin radyal ve sirküler yerleşimi işitme açısından önemlidir. Miringoplasti sonrasında bu orta tabakadaki kollajen liflerin organize olamayan bir yapılanma gösterdiği histolojik olarak ispat edilmiştir. Bu rastgele yapılanma tam olmayan HKA kapanmasını kısmen açıklayabilir. Ses dalgasının timpanik membran üzerindeki yayılımı esnasında, 4 kHz ve üzerindeki yüksek frekanslarda, radyal kollajen liflerinin daha da önem kazandığı düşünülmektedir. Bu nedenle bu başarısızlık en belirgin olarak yüksek frekanslarda ortaya çıkmaktadır. Ancak HKA’nın tam kapanmama nedenlerini araştırırken, ameliyat sonrasında orta kulakta meydana gelen yapışıklıklar gibi değişiklikleri de akıldan çıkartmamak gerekir. Sonuç olarak, çalışma, pek çok KBB hekiminin sıklıkla gerçekleştirdiği bir ameliyat olan miringoplasti ve sonrasındaki işitme başarısını tekrar gözden geçirmek açısından dikkate değer özelliktedir. 18 Güncel Yaklaşım Otosklerozda Vasküler Aktivitenin Lazer Doppler Akımmetre ile Değerlendirilmesi: Bilgisayarlı Tomografi Dansitometre ile Karşılaştırılması Evaluation of Vascular Activity in Otosclerosis by Laser Doppler Flowmetry: Comparison With Computed Tomographic Densitometry Michihiko Sone, Tadao Yoshida, Hironao Otake, Ken Kato, Masaaki Teranishi, Shinji Naganawa, and Tsutomu Nakashima Department of Otorhinolaryngology, and Department of Radiology, Nagoya University Graduate School of Medicine, Nagoya, Japan Otol Neurotol. 2013 Dec;34(9):1559-63. doi: 10.1097/MAO.0b013e3182a44476. ÖZET ABSTRACT Amaç: Otosklerozdaki vasküler aktivitenin, ameliyat sırasında lazer Doppler akımmetre ile kan akımının ölçülmesi ve sonuçların bilgisayarlı tomografideki (BT) dansitometre ile karşılaştırılmasıdır. Objective: To evaluate vascular activity in ears with otosclerosisby intraoperative measurement of blood flow using laserDoppler flowmetry and to compare the data with densitometryon computed tomography (CT). Dizayn: Retrospektif olgu serisi. Ortam: Üniversite hastanesi. Hastalar: Otoskleroz nedeniyle cerrahi uygulanan 33 hastanın 39 kulağı dahil edilmiştir. Girişim: Bilgisayarlı tomografi (BT) bulgularına gore hastalar fenestral (29 kulak) ve retrofenestral (10 kulak) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Bilgisayarlı tomografi görüntüleri üzerinde, oval pencere anteriorundaki (AOP) ya da yuvarlak pencere nişi yakınındaki promontoryum (PT) bölgesindeki kemik dansitesinin labirentin otik kapsüldeki kemik dansitesine oranları hesaplandı. Bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilen iki alandaki kan akımı ölçümleri lazer Doppler akımmetre ile e lde ölçülerek karşılaştırıldı. Design: Retrospective case series. Setting: University hospital. Patients: Thirty-nine ears from 33 patients who underwent surgery for otosclerosis. Intervention: The subjects were divided into fenestral (29 ears) and retrofenestral (10 ears) groups based on CT findings. Ratios of bone density in the area anterior to the oval window (AOW) or the promontory (PT) near the round window niche to that of the basis labyrinthine otic capsule were calculated on CT images. Measurements of blood flow were performed with a laser Doppler flowmeter at the corresponding areas evaluated by CT. Temel sonuç ölçütleri: Görüntüleme ve kan akım değerleri. Main Outcome Measures: Imaging and blood flow values. Bulgular: Her iki grupta, nispeten genç olgularda, AOP ya da PT ‘de yüksek kan akım değerleri olanlarda kemik dansite oranları göreceli olarak düşüktü. Aksine, yaşlı olgularda, kemik dansite oranları düşük olan olgularda, aynı alanlarda düşük kan akım değerleri tespit edildi. Retrofenestral grupta, PT’de yüksek kan akım değerleri olan olgularda, AOP’de düşük kan akım değerleri mevcuttu, ancak kemik dansite oranları her iki bölgede de benzer şekilde düşüktü. Results: In both groups, relatively young subjects with high blood flow values in the AOW or PT had rather low ratios of bone density in the corresponding areas. In contrast, old subjects with low ratios of bone density showed low blood flow values in the same areas. In the retrofenestral group, subjects with high blood flow values in the PT showed low blood flow values in the AOW, but their ratios of bone density were similarly low in both areas. Sonuç: Kan akımı değişkenlik gösterdiği için BT dansitometresi ile ilişkili bulunmamıştır. Kan akımının lazer Doppler akımmetre ile değerlendirilmesi vasküler aktivitenin ilerleyişi hakkında yararlı bilgiler sağlayabilir. Conclusion: Blood flow varied and did not correlate with CT densitometry. Measurement of blood flow by laser Doppler flowmetry could yield useful information to evaluate the progress of vascular activity. Anahtar sözcükler: Kan akımı – bilgisayarlı tomografi – dansitometre – lazer doppler akımmetre – otoskleroz. KeyWords: Blood flow-computed tomography-densitometry-laser doppler flowmetry-otosclerosis. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 18-19 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Otosklerozda Vasküler Aktivitenin Lazer Doppler Akımmetre ile Değerlendirilmesi: Bilgisayarlı Tomografi Dansitometre ile Karşılaştırılması Yorum Otosklerotik lezyonların yaygınlığı sıklıkla BT’de kemik dansitesinde azalmanın olduğu bölgelerin gösterilmesi ile belirlenmektedir. Bilgisayarlı tomografide belirlenen kemik dansitesinin işitme eşikleri ile ilişkili olduğu daha önce yapılmış olan birkaç çalışmada gösterilmiştir. Otosklerozun belirgin patolojik özelliklerinden biri de yeni damar oluşumudur ve bu durum hastalığın aktif olduğu dönemde en yüksek düzeydedir. Ancak aktif otoskleroz ile ilişkili vaskülarite artışını BT’de ayırt etmek mümkün değildir. Çalışmada bu durum göz önünde bulundurularak, otosklerozlu kulaklarda, ameliyat sırasında lazer Doppler akımmetre ile kan akımının direkt değerlendirilmesine çalışılmış ve bulgular ameliyat öncesi elde edilen BT’deki kemik dansitometre ile karşılaştırılmıştır. Araştırmaya 29-66 yaş arasındaki 33 hastanın 39 kulağı dahil edilmiştir. Bilgisayarlı tomografi bulgularına dayanarak olgular 2 gruba ayrılmıştır: (1) fenestral – oval pencere anteriorunda (AOP) lezyonu olanlar ve (2) retrofenestral – lezyonun labirint kapsülüne doğru uzandığı olgular. Ancak, belirtmek gerekir ki, retrofenestral gruba, AOP bölgesinde lezyonu olan ve olmayan olguların da dahil edilmiş olması bu grubu daha heterojen hale getirmiş ve değerlendirmenin güvenilirliğini azaltmıştır. “Region of interest” (ROI) adı verilen BT’deki değerlendirme alanları, otoskleroz odağı olabileceği bilinen sabit kesitlerden belirlenmiştir. Ancak her biri 1 mm² olan bu alanların her bir olguda sadece birer tane olması yanlış sonuçlara yönlendirebilir. Zira daha önceki çalışmalarda da her bir olgunun farklı ROI’lerde farklı dansite değerlerine sahip olabileceği bilinmektedir. Çalışmada, her bir ROI’den elde edilen değerlerin direkt olarak kullanılması yerine lateral semisirküler kanaldan elde edilen değere oranlanması standardizasyon açısından olumludur. Ameliyat esnasında kan akımı ölçümünde kullanılan lazer Doppler akımmetre probunun dış çapı 0.8 mm’dir ve ölçümler, BT’de değerlendirilen 2 temel alan olan oval pencere Curr Pract ORL 2013, 9(4) 19 anterioru (AOP) ve oval pencerenin 1.5 mm inferiorundaki promontoryumdan (PT) elde edilmiştir. Bulgularda, fenestral grupta AOP ve PT’den elde edilen kemik dansite oranları arasında ilişki bulunmazken, retrofenestral grupta bu iki noktadaki kemik dansite değerleri istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Ancak retrofenestral grupta, daha öncede belirtildiği gibi, AOP’de de lezyonu olan olgular mevcut olduğu için bulguyu anlamlı olarak yorumlamak doğru olmayabilir. Oval pencere anteriorundaki kan akımı açısından gruplar arasında fark yoktur. Promontoryumdaki kan akımı değerleri retrofenestral grupta, fenestral gruba kıyasla belirgin olarak daha yüksektir. Ancak, Schwartze bulgusu pozitif olan 4 olgu, negatif olanlarla kıyaslandığında PT’deki kan akımları arasında fark olmaması bu bulguyu da sorgulanır hale getirmektedir. Yaş, kemik dansitesi ve kan akım değerlerinin birbirleri ile olan ilişkisi incelendiğinde ise değişken sonuçlar elde edilmiş ve anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Kırk beş yaş altındaki fenestral gruptaki olguların AOP’de elde edilen yüksek kan akımı ve düşük kemik dansite oranları aktif otospongiotik sürece işaret edebilir. Ancak düşük kemik dansitesi olan bu olguların kan akım değerleri de değişkendir. Retrofenestral grupta, PT’de ölçülen yüksek kan akım değerleri, bu grubun AOP’lerinde mevcut değildir ve PT’deki yüksek vasküler aktiviteye işaret edebilir. Özetle, fenestral grupta AOP’de ve retrofenestral grupta PT’de elde edilen yüksek kan akımı olan olgularda kemik dansite oranları bu bölgelerde düşüktür ancak çalışmada düşük kemik dansite oranlarının yüksek kan akımı ile ilişkili olduğu gösterilememiştir. Çalışmanın yazarlarının da belirttiği gibi, otoskleroz ve inflamasyon olmayan kontrol grubu olgularının mevcut olmaması çalışmanın eksik yanını oluşturmaktadır. Mevcut çalışma ortaya kesin sonuçlar koymamakla birlikte, otosklerozlu hastalarda, lezyonun aktivite düzeyinin ve bunun yaş ve BT bulguları ile olan bağlantılarının araştırılması ilginç bir çalışma ortaya çıkartmıştır. 20 Güncel Yaklaşım Kadavra Üzerinde Östaki Tüpünün Transtimpanik Balon Dilatasyonu Transtympanic Balloon Dilatation Of Eustachian Tube: a Human Cadaver Pilot Study J KEPCHAR, J ACEVEDO, J SCHROEDER, P LITTLEFIELD Department of Surgery, Walter Reed National Military Medical Center, Bethesda, Maryland, USA The Journal of Laryngology & Otology (2012), 126, 1102–1107. ÖZET ABSTRACT Amaç: Östaki tüpünün transtimpanik balon dilatasyonunun uygulanabilirliği ve güvenilirliğini belirlemektir. Objective: To determine the feasibility and safety of transtympanic balloon dilatation of the eustachian tube. Yöntemler: Transtimpanik östaki tüpü dilatasyonu, balon kataterler kullanılarak 6 kadavra kafasında uygulandı. Kataterler her bir östaki tüpüne yerleştirildi ve kafa bilgisayarlı tomografi ile görüntülendi. Her bir kafadaki balon randomize, kör olarak dilate edildi ve ikinci bir bilgisayarlı tomografi görüntüsü ile takip edildi. Önceki tedavi konusunda körlenmiş olan bir nörootolog ve nöroradyolog tarafından görüntüler değerlendirildi ve ölçülebilir dilatasyon ve insidental hasar kaydedildi. Methods: Transtympanic eustachian tube dilatation was performed on six cadaver heads using balloon catheters. Catheters were placed in each eustachian tube and the head scanned by computed tomography. Randomised, blinded dilatation of one balloon in each head was performed, followed again by a second computed tomography scan. The scans were reviewed by a neurotologist and neuroradiologist who were blinded to previous treatment, and measurable dilatation and incidental damage noted. Bulgular: Toplam 10 östaki tüpünün 6’sında balon katater kemik istmusun ötesine yeterli olarak yerleştirildi. Kataterlerden birinin yetersiz, üçünün ise uygunsuz (birinin petröz karotis kanalına; ikisinin vidian kanala) yerleştirilmiş olduğu belirlendi. Dilate edilmiş tüplerden sadece birinde çapın ölçülebilir düzeyde arttığı tespit edildi. Results: There was adequate placement of the balloon catheter beyond the bony isthmus in 6 of 10 eustachiantubes. There was one insufficient catheter placement and three adverse placements (one into the petrous carotidcanal and two into the vidian canal). Only one dilated tube showed a measurable increase in diameter. Sonuç: Bu deney transtimpanik östaki tüpü dilatasyonu ile ilgili ciddi güvenlik sorunlarını ortaya koymuş olup, bu yaklaşımın uygulanması şu an için uygun görünmemektedir. Conclusion: This experiment revealed serious safety issues with transtympanic eustachian tube dilatation.Therefore, this approach should not be considered feasible at this time. Anahtar Sözcükler: Östaki tüpü; işitme kanalı; faringotimpanik tüp; dilatasyon; balon Keywords: Eustachian tube; auditory tube; pharyngotympanic tube; dilatation, balloon Curr Pract ORL 2013, 9(4): 20-21 Yorum Östaki tüpü disfonksiyonu etiyolojisinde anatomik bozukluklar, kronik sinüzit, alerjik rinit, adenoid hipertrofisi ve gastroözefageal reflü gibi çok sayıda etken yer alır. Peritubal ödem ve inflamasyonu ortadan kaldırmaya yönelik medikal tedaviler kimi zaman yetersiz kalabilir. Tüpün petröz internal karotise ve orta kraniyal fossa tabanına olan yakın komşuluğu nedeniyle cerrahi tedavi seçenekleri de kısıtlıdır. Dolayısıyla, günümüzde evrensel olarak kabul edilmiş tek cerrahi tedavi timpanostomi tüpü yerleştirilmesidir. Östaki tüpüne yönelik geleneksel cerrahi tedavilerde tüpün en dar yeri olan kemik istmusun genişletilmesi amaçlanmış; bu bölgenin turlanması ve stentlenmesi gibi uygulamalar denenmiş ancak gerek komplikasyonları, gerekse uzun dönem sonuçlarının tatmin edici olmaması nedeniyle günümüzde terk edilmiştir. Son dönemde, tüpün kıkırdak kısmındaki bozuklukların “östaki tüpü disfonksiyonu”nda daha çok rolü olduğu düşünülmektedir. İlk kez 1997’de Kujawski tarafından tüpün nazofarinksteki orifisi etrafındaki yumuşak dokular lazer ile eksize edilip dilatasyon yapılmıştır ve bu en sık tarif edilen teknik olagelmiştir. Yakın zamanda Poe ve arkadaşları bu tekniği 10 hastada uygulamış ve 6 aylık takipte hastaların %70’inde efüzyonun tekrarlamadığını saptamışlardır. Bir başka çalışmada ise lazer östaki tuboplastinin en çok reflü ya da allerjisi olan hastalarda başarısız olduğu tespit edilmiştir. Daha yakın dönemde, Metson ve arkadaşları tübün posteriorundaki hipertrofik mukozayı mikrodebrider ile alarak hastaların 13 aylık takibinde, subjektif semptomatik iyileşmeyi %70 oranında sağlamışlardır. Sözü geçen tekniklere ek olarak, en yeni gündeme gelen, balon östaki tuboplastidir. Yine Poe ve arkadaşlarının bir kadavra çalışmasında kıkırdak östaki orifisi balon ile transnazal dilate Curr Pract ORL 2013, 9(4) Kadavra Üzerinde Östaki Tüpünün Transtimpanik Balon Dilatasyonu edilmiş ve tüm tüplerde istatistiksel olarak anlamlı dilatasyon sağlanmıştır. Bu çalışmada sadece minör mukozal yırtıklar komplikasyon olarak ortaya çıkmıştır. Ockermann ise hibrid bir yöntemle balon dilatasyonunu östaki tüpünün hem kemik, hem de kıkırdak kısımlarına uygulayarak bir kadavra ve arkasından insan çalışması yapmıştır. Komplikasyon olmaksızın subjektif hasta memnuniyeti sağlanmış, ancak uzun dönem takip olmadığı için rekürrens insidansı ve komplikasyonlar bildirilmemiştir. Mevcut çalışma ise nispeten yeni bir teknik olan balon katater dilatasyonunu transtimpanik yolla test etmeyi amaçlamıştır. Bu teknik ancak seçilmiş hastalarda, örneğin retraksiyon cepleri ya da kolesteatom gibi kronik östaki tüpü disfonksiyonu komplikasyonu olanlarda transtimpanik ya da transmastoid cerrahi uygulandığı sırada kullanılabilir. Çalışmada 6 kadavra kafa üzerinde, anterior bazlı bir timpanomeatal flep oluşturulup anterior timpanotomi yapılarak östaki tüpü orifisi görülmüştür. Dahil edilebilen 10 kulağın 6’sında dış kulak yolu posteriorunu turlayarak uygun açı sağlanmıştır. İki mm’lik “Lacricath” katater (lakrimal kese için kullanılan) kullanılmıştır. Kadavraların her iki östaki tüpü kataterize edilmiş ancak tek tarafta balon ile dilatasyon yapılmış, karşı taraf kontrol olarak bırakılmıştır. İnsersiyondaki amaç kemik istmusun ötesine yani tüpün kıkırdak kısmına da ulaşan derinliği sağlamaktır. Yüksek çözünürlüklü BT görüntüleri, dilatasyon öncesi ve sonrasında elde edilmiştir. kataterin maksimum basıncına kadar, su ile 13 atmosfer basınca çıkılarak, 90 dakika dilatasyon yapılmıştır. Dilatasyondan 30 dk sonra BT elde edilmiştir. Birinci kadavrada sağ tarafta yetersiz insersiyon olmuş, bu tarafa dilatasyon yapılması planlanmış ancak bu nedenle mümkün olmamıştır. İkinci kadavrada her iki tarafta yeterli insersiyon çevre dokulara zarar vermeden sağlanmıştır. Üçüncü kadavranın sağda mikst tip temporal kırığı olduğu BT ile tespit edilmiş ve bu tarafta katater petröz karotis kanalına girmiştir. Dördüncü ve beşinci kadavraların birer östaki tüpünü kataterize etmek mümkün olmadığı için her ikisi birlikte tek kafa gibi değerlendirilmiş; bu tüpler çevre dokulara zarar vermeden yeterli olarak kataterize edilebilmiştir. İkinci kadavra haricinde dilatasyon öncesi ve sonrasındaki tüp çapı arasında fark yoktur: ikinci kadavrada östaki tüpünün çapının 2 mm’den 2.8 mm’ye arttığı tespit edilmiştir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) 21 Östaki tüpü, basınç eşitleme, orta kulak sekresyonlarının temizlenmesi ve orta kulağın nazofaringeal sekresyonlardan korunması gibi fonksiyonlar üstlenir. Her ne kadar tüpün en dar bölgesi olan kemik istmusun disfonksiyon açısından önemli olduğu halen düşünülse de, günümüzde kıkırdak kısmın bundan sorumlu olduğu görüşü daha ön plandadır. Transnazal teknikle kıkırdak östakinin başarılı ve komplikasyonlar olmaksızın dilate edilebildiğini bildirmiş olan yayınlar mevcuttur. Bu çalışmada ise hem kemik hem de kıkırdak parçaların transtimpanik olarak dilate edilip edilemeyeceği araştırılmıştır. Ancak bu yaklaşım farkı önceki yayınlardan farklı olarak başarılı sonuç ortaya koyamamıştır. Transnazal olarak östaki tüpü orifisi her ne kadar görülebilse de, sert bir katater ile entübe ve dilate edilebilmesi çok da kolay değildir. Çalışmada değerlendirilen 10 kulağın 6’sında dış kulak yolu arka duvarının turlanması gerekmiştir. Dolayısıyla kullanılan teknik rutin olarak mastoidektomi yapılmasını gerektirebilir. Aksi takdirde, kataterin medialde karotis kanalına yönlenmesi gibi oldukça ciddi bir komplikasyon söz konusudur. Dahası, insersiyonların yarısında direnç hissedildikten sonra işleme devam edilmesi komplikasyonların bir diğer nedeni olabilir. Çalışmanın bir diğer kısıtlılığı, normal timpanik membran ve mastoid kavitesi olan kadavraların kullanılmış olması; yani kronik disfonksiyonu olmayan östaki tüplerine girişim uygulanmasıdır. Patolojik kriterlere uyan kadavra temin etmenin çok güç olduğu açıktır ancak bu hipotezin doğru koşullar altında test edilmediği anlamına gelmektedir. Bu çalışmada kullanılan “Lacricath” katater dar ve rijiddir. Östaki tüpüne yerleştirilecek kataterin ucunun çapı 1 mm’nin altında olmalıdır ancak sert bir kılavuz ile ilerletilmesi ince kemik duvarın hasarlanmasına neden olabilir. Karotis ater ya da vidian kanala yerleştirilen kataterler, temporal kemik kırıklarının olduğu kadavralardadır; bu da komplikasyonların bir diğer olası nedenidir. Ayrıca, dilatasyon konusunda başarısız olunmasının balonun çapının 2 mm olmasına bağlı olduğu düşünülebilir, zira önceki çalışmalarda 3 mm ya da 6-7 mm’lik balonlar ile etkin sonuç alınabilmiştir. Sonuç olarak, transtimpanik balon östaki tuboplasti etkin ve güvenli olmayan bir yöntem gibi düşünülebilir ancak doğru ekipman ve seçilmiş hastalarda kullanılabilmesi için üzerinde daha fazla çalışılması gereken bir yöntemdir. 22 Güncel Yaklaşım Hashimoto Tiroiditi, Mikrokalsifikasyon ve Normal Sınırlar İçinde Artmış Tirotropin Seviyelerinin Tiroid Kanseri İle İlişkisi Hashimoto’s Thyroiditis, microcalcification and raised thyrotropin levels within normal range are associated with thyroid cancer Zhi-qiang Ye1, Dian-na Gu2, Hong-ye Hu1, Yi-li Zhou1, Xiao-qu Hu1 and Xiao-hua Zhang Ye et al. World Journal of Surgical Oncology 2013, 11:56 ÖZET ABSTRACT Amaç: Tiroidektomi yapılan bireylerde klinik ve biyokimyasal değişkenlerin ya da Hashimoto tiroiditinin (HT) malignansi riskini tahmin etmede kullanılıp kullanılamayacağı, HT’nin papiller tiroid kanserinin (PTK) biyolojik davranışına olan etkisini belirlemektir. Background: To confirm whether clinical and biochemical parameters or Hashimoto’s thyroiditis (HT) could predict the risks of malignancy among subjects who underwent thyroidectomy, as well as to determine the influence of HT on the biological behavior of papillary thyroid cancer (PTC). Yöntemler: Haziran 2006 ve Ağustos 2008 arasında tiroidektomi yapılan toplam 2052 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Serum serbest T4, serbest T3, tirotropin (TSH), tiroglobulin, tiroglobulin antikor, antimikrozomal antikor, tümöre ait durum ve tiroid hastalıkları bakılmıştır. Bulgular: Tiroid kanserinde risk etkenlerini tanımlamak üzere ikili “logistic regression” analizi uygulandı. Sonuçta çok değişkenli modele kalsifikasyon, HT, TSH ve yaş dahil oldu. Çok değişkenli “logistic regression” analizi tiroid kanseri riskinin, normal sınırlar içinde TSH konsantrasyonunun artışı ile paralel olduğunu açığa çıkardı; serum TSH seviyesinin 0.35 mIU/L ve altında olmasına kıyasla, TSH’ın 1.97-4.94 mIU/L olmasının malignansi riskini belirgin olarak arttırdığı görüldü (OR=1.9511,%95 CI=1.201-3.171, P=0.007). Ayrıca HT olan (OR=3.732, %95 CI=2.563-5.435) ve mikrokalsifikasyonu olan (OR=14.486, %95 CI=11.374-18.449) hastalarda tiroid kanseri riskinin arttığı belirlendi. Hashimoto tiroditinin PTK’nın agresifliği üzerinde etkisi olmadığı şu parametreler ile belirlendi: ekstratiroidal invazyon (P=0.347), kapsül infiltrasyonu (P=0.345), anjioinvazyon (P=0.512) ve lenf nodu metastazı (P=0.634). Methods: A total of 2,052 patients who underwent initial thyroidectomy were enrolled between June 2006 and August 2008. Serum free T4, free T3, thyrotropin (TSH), thyroglobulin, thyroglobulin antibody, antimicrosomal antibody, tumor-associated status, and thyroid disorders were documented. Sonuçlar: Normal sınırlar içinde daha yüksek TSH seviyesi , HT mevcut olan ve mikrokalsifikasyonu olan hastalarda malignansi riski artmaktadır. Hashimoto tiroiditinin varlığının PTK agresifliğini arttırdığını destekleyen kanıt yoktur. Results: Binary logistic regression analysis was performed to define the risk predictors for thyroid cancer. Finally, calcification, HT, TSH, and age, were entered into the multivariate model. Multivariate logistic regression analysis revealed the risk of thyroid cancer increases in parallel with TSH concentration within normal range, and the risk for malignancy significantly increased with serum TSH 1.97–4.94 mIU/L, compared with TSH less than 0.35 mIU/L (OR = 1.951, 95% CI = 1.201–3.171, P = 0.007). Increased risks of thyroid cancer were also detected among the patients with HT (OR = 3.732, 95% CI = 2.563– 5.435), and microcalcification (OR = 14.486, 95% CI = 11.374–18.449). The effects of HT on the aggressiveness of PTC were not observed in extrathyroidal invasion (P = 0.347), capsular infiltration (P = 0.345), angioinvasion (P = 0.512), and lymph node metastases (P = 0.634). Conclusions: The risk of malignancy increases in patients with higher level TSH within normal range, as well as the presence of HT and microcalcification. No evidence suggests that coexistent HT alleviates the aggressiveness of PTC. Anahtar Sözcükler: Tiroid kanseri, tirodit, papiller tiroid kanseri, tirotropin Keywords: Thyroid cancer, thyroiditis, papillary thyroid cancer, thyrotropin Curr Pract ORL 2013, 9(4): 22-23 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Hashimoto Tiroiditi, Mikrokalsifikasyon ve Normal Sınırlar İçinde Artmış Tirotropin Seviyelerinin Tiroid Kanseri İle İlişkisi Yorum Tiroid nodüllerinde malignansi için belirlenmiş predispozan etkenler şunlardır: genç yaş (<20 yaş), ileri yaş (>70 yaş), erkek cinsiyet, büyük (>4 cm) ya da hızlı büyüyen nodüller, radyasyon maruziyeti, kalsifikasyon ve tiroglobulin. Yakın zamanda Boelaert ve arkadaşları TSH seviyesinin tiroid nodülü olan hastalarda malignansi için önemli bir ölçüt olduğunu bildirmiştir. Bir başka yazıda da yüksek TSH seviyesinin artmış diferansiye tiroid kanseri riski ve ileri tümör evresi ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. Hashimoto tiroditi ile papiller tiroid kanserinin %0.5-%38.0 oranında birliktelik gösterdiği bilinmektedir. Ancak bu iki hastalık arasındaki ilişki halen tartışmalıdır. Bu nedenle, çalışmada tiroid nodülü olan hastalarda hangi klinik özellikler ya da biyokimyasal kriterlerin tiroid malignansisi ihtimali ile ilişkili olduğunun belirlenmesi amaçlanmıştır. Diğer amaçlar: 1) tiroidektomi yapılan hastalarda HT ve PTK insidansı, ve 2) HT’nin PTK’nın klinik davranışı ve agresifliği üzerindeki olası etkisini incelemektir. Tiroid nodülü olan ve ince iğne aspirasyonu ya da ultrasonografi ile malignansi şüphesi bulunan ya da hızlı büyüyen nodülleri olan veya çevre dokulara fikse nodülleri olan ve Haziran 2006 – Ağustos 2008 arasında tiroidektomi yapılan 2052 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Tiroid kanseri olan 1024 hastanın %98’inde PTK, 2 hastada eş zamanlı PTK ve malign lenfoma, 4 hastada folliküler kanser, 12 hastada medüller kanser ve 4 hastada anaplastik kanser tespit edilmiştir. kadın/erkek oranı 4.66/1.00 şeklindedir. Hastaların büyük kısmı (%43.8) 30-44 yaş arasında; %36.1’i ise 45-60 yaş arasındaki hastalardan oluşmaktadır. Gruplar birbiri ile karşılaştırıldığında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık mevcuttur. Benzer şekilde, HT ve mikrokalsifikasyon varlığının da tiroid kanseri ile anlamlı ilişkisi söz konusudur. Ancak tek ve multiple nodülleri olan hasta gruplarında kanser prevelansı benzerdir. Ayrıca serum TSH seviyesi 1.97-4.94 mIU/L aralığında olan hastalarda, 0.35 mIU/L altında olanlara kıyasla Curr Pract ORL 2013, 9(4) 23 kanser riskinde belirgin artış saptanmıştır. Bununla birlikte, TSH’nın 4.94 mIU/L üzerinde olması kanser riskinin artmasına yol açmamıştır. Bu bulgu önceki çalışmaların sonuçları ile uyum göstermemektedir. Çalışmada bu değerin üzerinde TSH seviyesi olan hasta sayısının az olması bu istatistiksel yanılgıya neden olmuş olabilir. Öte yandan, TSH seviyesinin malign tiroid tümörlerinin gelişme ya da ilerlemesinde rolü olmayabileceğine dair oldukça önemli argümanlar olduğunu göz ardı etmemek lazımdır. Malign tiroid tümörlerinde TSH reseptör mutasyonları olmaması, diğer büyüme faktörlerinin tiroid kanseri gelişiminde daha etkili olması ve TSH’nın etkisini “insulin like growth factor 1” gibi büyüme faktörleri aracılığı ile göstermesi gibi bilinen kanıtlar bu çalışmadaki bulguyu zayıflatmaktadır. Çalışmada, önceki yayınların aksine, Tg seviyesi ve tiroid malignansisi arasında bağlantı bulunmamıştır. Mikrokalsifikasyonun risk etkeni olarak tespit edilmesi ise tüm literatürle uyumludur. Hashimoto tiroiditi malignansi için bağımsız bir risk etkeni olarak ortaya çıkmıştır. Ancak HT’si olan hastalarda PTK’nın gelişimine neden olan onkojenik etkiler net olarak ortada değildir. Ayrıca henüz HT’nin PTK için premalign bir lezyon olduğuna dair kanıt da mevcut değildir. Hashimoto tiroiditine ilişkin bu çalışmada farklı sonuçlar elde edilmesinin olası nedenleri: retrospektif bir çalışma olduğu için sadece tiroidektomi yapılan hastaları içermekte, HT olup konservatif olarak tedavi edilen hastalar gözden kaçırılmaktadır; farklı çalışmalarda tiroidektomi endikasyonları açısından değişiklikler olabilir; PTK dışındaki histolojik tiplerin çalışmaya dahil edilmesi sonucu değiştirebilir. Tiroidit tanımları arasında farklar olabilir. Sonuç olarak, oldukça geniş hasta serisinde yapılan bu çalışmada özellikle HT ve PTK arasında ortaya çıkan ilişki dikkate değer özelliktedir. 24 Güncel Yaklaşım Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması Comparison of Eardrum Mobility in Acute Otitis Media and Otitis Media With Effusion Models Xiying Guan, Wei Li, and Rong Z. Gan University of Oklahoma, Norman; and ŞHough Ear Institute, Oklahoma City, Oklahoma, U.S.A. Otol Neurotol 34:1316-1320 _ 2013. ÖZET ABSTRACT Amaç: Deneysel olarak, akut otitis media (AOM) ve efüzyonlu otitis mediada (EOM) kulak zarının hareketliliğini karşılaştırmaktır. Objective: To investigate the eardrum mobility difference between acute otitis media (AOM) and experimental otitis media with effusion (OME). Hayvan Modelleri: Çalışmaya 33 Hartley “guinea pig” (ginepig) dahil edildi. Kulak zarından orta kulağa Streptococcus pneumoniae ve lipopolisakkarid enjekte edilerek sırasıyla AOM ve EOM oluşturuldu. Temel Sonuç Ölçütleri: İnokülasyondan 3 gün sonra, orta kulaktaki morfolojik değişiklikler otoskopi ve histolojik kesitler ile değerlendirildi. Timpanik membranın (TM) saf ses eşiklerine yanıt olarak umbodaki titreşimi lazer Doppler vibrometre ile ölçüldü. Bulgular: Akut otitis mediası olan kulaklarda, pürülan efüzyon, ossiküler adhezyon, ve orta kulak mukozası ve TM’de kalınlaşma gözlendi ve EOM olan kulaklarda seröz efüzyon ve orta kulak mukozası ve TM’de daha az kalınlaşma saptandı. Timpanik membranın yer değiştirmesi, özellikle 0.2 – 4 kHz’de, AOM olan kulaklarda EOM olan kulaklara kıyasla daha düşüktü. Sonuç: Akut otitis media ve EOM olan kulaklarda, TM’nin hareketliliğindeki farklılık esas olarak AOM’deki bakteriyel enfeksiyon nedeniyle oluşan orta kulaktaki kemikçik zincirin yapısal değişikliklerine bağlıdır. Anahtar Sözcükler: Akut otitis media – kulak zarı hareketliliği – orta kulak – efüzyonlu otitis media. Animal Models: Thirty-three Hartley guinea pigs were included in this study. The AOM and OME were created by transbullar injection of Streptococcus pneumoniae and lipopolysaccharide into the middle ear, respectively. Main Outcome Measures: Three days after inoculation, the morphologic changes of the middle ear were assessed with otoscopy and histologic sections. Vibrations of the tympanic membrane (TM) at umbo in response to pure tone sound were measured using laser Doppler vibrometry. Results: The purulent effusion, ossicular adhesion, and thickened TM and middle ear mucosa were observed in the AOM ears, and the OME ears had serous effusion and less thickened TM and mucosa in the middle ear. The displacement of TM in AOM was lower than that in OME ears, especially at 0.2 to 4 kHz. Conclusion: The TM mobility difference between the AOM and OME ears were mainly caused by the middle ear ossicular structure changes during the bacterial infection in AOM. Keywords: Acute otitis media-eardrum mobility-middle ear-otitis media with effusion. Curr Pract ORL 2013, 9(4): 24-25 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması Yorum Akut otitis media (AOM) ve efüzyonlu otitis media (EOM) sıklıkla öykü ve otoskopik muayene bulguları ile birbirinden ayırt edilebilen hastalıklar olmakla birlikte, kimi zaman ayırıcı tanıları güç olabilir. Timpanik membran hareketi orta kulağın yapısına oldukça duyarlı olduğu için, sözü geçen iki durumda zarın hareketliliğindeki farklılıklar tanının zorlaştığı durumlarda işe yarayabilir. Bu çalışmada da, ginepiglerde AOM ve EOM oluşturularak, orta kulak morfolojisi ve TM hareketliliğindeki farklılıkların incelenmesi amaçlanmıştır. Böylece orta kulaktaki yapısal değişikliklerin ve biyomekanik fonksiyonel değişikliklerin ilişkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Otuz üç ginepig 3 gruba ayrılmıştır: 7 kontrol, 15 AOM (S. pneumoniae tip 3 ile sol kulak inoküle edilmiştir) ve 11 OME (lipopolisakkarid ile sol kulak inoküle edilmiştir). Üç gün sonra, her gruptan iki ginepig histolojik çalışma için sakrifiye edilmiştir. Kalanlarda otoskopik muayene, timpanometri, lazer vibrometre (saf ses ile 0.2 – 40 kHz) ile ölçümler yapılmış ve sonrasında tüm orta kulak efüzyon hacmi ve kemikçiklerin durumu açılarak incelenmiştir. Otoskopik muayenede kontrol grupta TM translüsan, EOM’de seröz efüzyon ile uyumlu bulgular ve AOM’de pürülan efüzyon bulguları ve zarda hiperemi gözlenmiştir. Orta kulakta ise, EOM’de kemikçik zincir normal iken, AOM’de kemikçikler ve orta kulak kemik duvarı arasında yapışıklıklar belirlenmiştir. Hasta kulaklarda TM kalınlığı artmış olarak bulunurken AOM’de EOM’ye kıyasla kalınlaşma daha belirgindir. Bu iki Curr Pract ORL 2013, 9(4) 25 grup arasında orta kulak efüzyon miktarı ve orta kulak basınçları açısından ise fark yoktur. Dış kulak yoluna 80 dB olarak verilen saf ses ile ortaya çıkan TM hareketinde ise alçak frekanslarda (0.2-4 kHz), AOM’de EOM’ye kıyasla belirgin hareket azalması gözlenmiştir. Çalışmadaki çarpıcı bulgu, her iki grup kıyaslandığında, orta kulaktaki efüzyon miktarı ve yüksek frekanslardaki zar hareketliliği arasında fark olmamasına rağmen, alçak frekanslardaki bu farkın ortaya çıkmış olmasıdır. Bu nedenle, yazarlar TM kütlesinin ya da orta kulaktaki efüzyon miktarının bu iki gruptaki zar hareketliliğinin farkının esas nedeni olmadığını düşünmektedirler. Timpanik membranın 2 kHz’in altındaki frekanslardaki hareketliliği, orta kulaktaki “stiffness” (sertlik) ile adlandırılır. Orta kulağın “stiffness”ını arttıran temel 3 etken; orta kulak basıncı, azalmış orta kulak hacmi ve kemikçik fiksasyonudur. Akut otitis mediada orta kulaktaki bakteriyel enfeksiyon nedeniyle oluşan pürülan efüzyon ve neden olduğu yapışıklıklar (özellikle manibrium ile koklear promontoryum arasında) orta kulak “stiffness” ını arttırmakta ve zar hareketini EOM’ye gore belirgin olarak azaltmaktadır. Çalışma ilginç olmakla beraber oluşturulan EOM modeli gerçek EOM’yi yansıtmamaktadır. Lipopolisakkarid inokülasyonu ile oluşturulan EOM’de üst solunum yolu enfeksiyonlarını takiben ortaya çıkan Östaki tüpü obstrüksiyonu ve AOM sonrası gelişen EOM’ları oluşturmak mümkün olmamıştır. Bu nedenle çalışmanın sonuçları tartışmalıdır. 26 Güncel Yaklaşım Seçilmemiş Bir Popülasyonda, Allerjik Sensitizasyon ve Allerjik Rinit Semptomlarının Yaygınlığı Prevelance Of Allergic Sensitization Versus Allergic Rhinitis Symptoms In An Unselected Population Katrien Blomme, Peter Tomassen, Hilde Lapeere, Wouter Huvenne, Michiel Bonny, Frederic Acke, Claus Bachert, Philippe Gevaert Int Arch Allergy Immunol 2013;160:200–207 ÖZET ABSTRACT Arka Plan: Allerjik rinit (AR), en sık görülen allerjik hastalıktır. Yaygınlığı dünyada ciddi şekilde artmakta ve günümüzde genç erişkin popülasyonunun %40’ını etkilemektedir. Bu çalışmada amaç; allerjik sensitizasyonun ve klinik olarak tanı konulmuş AR’nin Belçika popülasyonunda yaygınlığını ve yaş ile cinsiyetin AR ile ilişkisini değerlendirmektir. Background: Allergic rhinitis (AR) is the most common allergic disorder and its prevalence has significantly increased worldwide, nowadays affecting up to 40% of the population in young adults. The objective of the present survey was to evaluate the prevalence of allergic sensitization and the prevalence of clinically diagnosed AR in a sample of the Belgian population, and to estimate the effect of age and gender. Metodlar: Ghent/Belçika’da yıllık halk festivali sırasında, kesitsel toplum bazlı bir çalışma gerçekleştirildi. Araştırmaya katılanlara 3 allerjen için deri prik testi (DPT) yapıldı; ağaç allerjenleri karışımı (fındık, kızılağaç ve huş ağacı), çim poleni ve ev tozu akarı (ETA). Sensitizasyon ve allerjik rinit semptomları ile, DPT sonuçları uyumluluğu değerlendirildi. Methods: We performed a cross-sectional population based study at an annual public fair in Ghent. Participants underwent a skin prick test (SPT) to 3 aeroallergens: a mix of trees (hazel, alder, and birch), grass pollen, and house dust mite (HDM). The clinical relevance of sensitization was assessed by relating relevant symptoms of AR to the corresponding SPT. Sonuçlar: Toplamda 2320 katılımcı (1475’i bayan, ortalama yaş 44.7 yıl, 3-86 yıl) çalışmaya dahil edildi. Sensitizasyonun yaygınlığı, ağaç polenleri için %13.2, çim polenleri için %25.9 ve ETA için %25.9 olarak bulundu. En az 1 allerjene hassasiyet olguların %40.3’ünde vardı. Semptomatik sensitizasyon; ağaçlar için olguların %9.7’inde, çim için %17.6 ve ETA için ise %17.1 rapor edildi. Allerjik rinitin genel yaygınlığı %30.9 olarak bulundu. Results: A total of 2,320 participants (1,475 females, median age 44.7 years, range 3–86) were included in this study. The standardized prevalence rates of sensitization were 13.2% for tree mix, 25.9% for grass pollen, and 25.9% for HDM. Sensitization to at least one of the allergens was present in 40.3% of the subjects. Symptomatic sensitization related to trees was reported in 9.7% of cases, grassrelated AR was 17.6%, and HDM-related AR was 17.1%. The overall prevalence of AR was 30.9%. Sonuç: Bu çalışmada, olguların %40.3’ünde bir veya daha fazla allerjene DPT pozitifliği olduğunu gösterdik. Klinik olarak AR, olguların %30.9’unda vardı ve en sık 3. ve 4. dekadlarda görüldü. Daha sonraki dekadlarda, yani bu jenerasyon yaşlandığı zaman, genel AR prevelansının da artacağı beklenebilir. Conclusion: In this study we demonstrated a 40.3% prevalence of a positive SPT to one or more common aeroallergens. A clinical diagnosis of AR was present in 30.9% of cases, peaking in the third and fourth decades of life. It is to be expected that in the next decades, when this generation grows older, the general AR prevalence will further increase. Anahtar Kelimeler: Allerji, allerjik rinit, semtpomlar, deri prik testi, prevelans, epidemioloji, sensitizasyon Keywords: Allergy, allergic rhinitis, symptoms, skin prick test, prevalence, epidemiology, sensitization Curr Pract ORL 2013, 9(4): 26-27 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Seçilmemiş Bir Popülasyonda, Allerjik Sensitizasyon ve Allerjik Rinit Semptomlarının Yaygınlığı Yorum Allerjik rinitin yaygınlığının giderek arttığı birçok çalışmada gösterilmiştir. AR yaygınlığı, genelde anket çalışmaları ya da deri prick testleri ile tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu çalışma ise, festival alanına gelen ve AR ile ilgili açılan bir stand alanına uğrayanlar arasında deri testi yaptırmak isteyenlere uygulanmıştır. Yani genel toplumda yapılan klinik AR araştırması olması bakımından önemlidir. Bu konu ile ilgili bilgisi olanların stand alanına gelmesi nedeniyle olduğundan daha sık olarak veya zaten AR tanısı olan veya bu konuyu bilenler stand alanına hiç uğramamış olabileceğinden toplumda var olduğundan daha seyrek olarak bulunmuş olabilir. Çalışma, sadece anket sonuçlarına yada DPT’ye bağlı kalmadan yapılmıştır. Semptomların değerlendirilmesi, deri testi yapılması ve bu iki sonuçun karşılaştırılması, toplumdaki AR prevelansının saptanması açısından oldukça değerlidir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) 27 Test edilen allerjenler arasında en sık çimen polenine ve ETA’ya karşı hassasiyet olduğu bulunmuştur. DPT’de reaksiyon görülen allerjen sayısı ve reaksiyon derecesi ile semptomlar arasında doğru orantılı bir ilişki gösterilmiştir. DPT’de pozitiflik saptanan 5 hastanın 4’ünde AR semptomları saptanmıştır. Bu anlamda DPT’lerinin AR taramasında ki değeri kaçınılmazdır. Allerjene hassasiyet ile semptomatik olma arasında cinsler arasında farklı sonuçlar gösterilmiştir. Bu çalışmada, önceki çalışmaların aksine, AR erkeklerde kadınlardan daha sık olarak bulunmuştur. Ancak DPT’de reaksiyon görülenler değerlendirildiğinde, kadınların erkeklere göre daha fazla semptomatik oldukları görülmüştür. DPT sonuçları daha ayrıntılı incelendiğinde, tek bir allerjene hassasiyet, birden çok allerjene hassasiyete göre daha nadir görülmüştür. Bu da allerjen sensitizasyonunun, bağımsız bir durum olmadığını göstermekte ve sıklıkla genel bir atopi durumunun parçası olduğu anlaşılmaktadır. 28 Güncel Yaklaşım Koanal Atrezi Onarımından Sonra Stentler Gerekli mi? Are Stents Necessary After Choanal Atresia Repair? Joshua R. Bedwell, MD; Sukgi S. Choi, MD Laryngoscope. 2012 Nov;122(11):2365-6 ÖZET ABSTRACT Koanal atrezinin endoskopik transnazal cerrahisi oldukça güvenli ve etkin bir tedavidir. Bu cerrahi sonrasında stent kullanımı konusunda farklı görüşler vardır. Bu çalışma, stent kullanımından bağımsız oldukça başarılı sonuçlar alınabildiğini belirtmektedir. Stentsiz yapılan cerrahi işlemlerin en az stent ile yapılanlar kadar başarılı olduğu ve ayrıca stent kullanımına bağlı gelişebilecek komplikasyonlardan da sakınılmış olacağı belirtilmektedir. Endoscopic transnasal repair of choanal atresia is a safe and effective surgery. This review demonstrates that outcomes are good regardless of whether postoperative stents are used. Repair without stenting reduces the intensity of postoperative management and avoids the potential for stent-related complications. Anahtar Kelimeler: Koanal atrezi, endoskopik cerrahi, stent Keywords : Choanal atresia, endoscopic surgery, stent Curr Pract ORL 2013, 9(4): 28 Yorum Koanal atrezi cerrahisinde, ilk tarif edildiği dönemlerden günümüze kadar çok farklı yöntemler kullanılmıştır. Günümüzde kabul edilen endoskopik transnazal cerrahinin, artan enstrümantasyon ve endoskopik teknikler ile çok başarılı sonuçları vardır. Bu konuda tartışılan tek konu, postoperatif stent kullanımının gerekli olup olmadığıdır. Cerrahi sonrasında stent, koanada oluşturulan mukozal fleplere destek amaçlı ve skar dokusu oluşana kadar nazal hava pasajı sağlanmak için kullanılmaktadır. Koanal atrezi cerrahisinde başarı oranları, stent varlığı, çeşidi ve kullanım sürelerinden bağımsızdır. Stent kullanımının olası faydaları dışında, kolumellada, alar rimlerde veya septumda basıya bağlı nekrozlar gelişebilmekte, granülasyon dokusu ve sineşi görülülebilmektedir. Cerrahi sonrasında, nazal hava pasajının devamlılığını sağlamak, kurutların gelişimini azaltmak ve skar dokusunu sınırlandırmak için yoğun nazal irrigasyon, steroidli damlalar ve aspirasyonlar gerekmektedir. Stent kullanıldığında, bu uygulamaların daha yoğun olarak yapılması gerekir. Yapılan çalışmalar, stent kullanılsın yada kullanılmasın çok yüksek başarı oranları bildirmektedir. Sonuç olarak koanal atrezi cerrahsisinden sonra olası komplikasyon riskleri nedeniyle stent kullanımı önerilmemektedir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması 29 Friedman Dil Pozisyonu Ve Mallampati Sınıflandırmasının Obstrüktif Uyku Apnesindeki Tanısal Değeri: Bir Meta-Analiz Çalışması Diagnostic Value of the Friedman Tongue Position and Mallampati Classification for Obstructive Sleep Apnea: A Meta-analysis Friedman M, Hamilton C, Samuelson CG, Lundgren ME, Pott T. Otolaryngology–Head and Neck Surgery 148(4) 540–547 ÖZET ABSTRACT Amaç: Mallampati sınıflandırması ve Friedman dil pozisyonunun apne-hipopne indeksine göre belirlenmiş obstrüktif uyku apnesi şiddetiyle ilişkisini araştırmak ve hangi metodun obstrüktif uyku apnesi şiddetiyle en yakın korelasyonu gösterdiğini belirlemek. Objective: To assess the association between the Mallampati classification and Friedman tongue position for obstructive sleep apnea severity as determined by apnea-hypopnea index and to determine which method is most closely correlated with prediction of obstructive sleep apnea severity. Veri Kaynakları: PubMed,MedLine ve Cochrane veritabanındaki İngiliz dilindeki aramalar. Ayırt edilen çalışmaların referans bölümleri ek makaleler için incelendi. Değerlendirme Metotları: Aralık 2011’e kadarki veritabanları araştırıldı ve ilişkili makale kaynak listeleriyle birleştirildi ve 4 değerlendirmeci tarafından incelendi. Sistematik değerlendirme ve dil pozisyonu ve obstrüktif uyku apnesi şiddetini araştıran çalışmaların rastgele-etkileşimsel meta-analizi yapıldı. Sonuçlar, ilişkiler şeklinde belirtildi. Sonuçlar: 10 çalışma kriterleri karşıladı ve veri havuzuna dahil edildi (2513 hasta). Friedman dil pozisyonu ve Mallampati sınıflandırması 0.351 korelasyonla (0.094-0.564,P=.008) obstrüktif uyku apnesi şiddetiyle anlamlı ölçüde ilişkiliydi. Dil pozisyonunun ve Mallampati sınıflandırmasının obstrüktif uyku apnesi şiddetiyle ilişkilerinin analizi sırayla 0.184 (0.052-0.310,P=.006) ve 0.388 (0.049-0.646,P=0.26) korelasyon değerleri göstermekteydi. Yayına yönelik taraf tutma anlamlı bir Egger regresyon kesişimi göstermemekle birlikte atfedilen 4 adet değer Duval ve Tweedie’nin kes-doldur metoduna göre 0.498 genel korelasyon göstererek ortalamanın sağında bulunmuştur (güvenilirlik aralığı=0.474-0.521). Sonuç: Mallampati sınıflandırması ve Friedman dil pozisyonu değerlendirme teknikleri obstrüktif uyku apnesi şiddetini öngörmede anlamlı ölçüde eşyönlü bir ilişki sergilemektedirler. Yayına bağlı taraf tutmalar sonuçlarımızı anlamlı ölçüde etkilememektedir. Bu eşyönlü ilişkinin gücü Friedman dil pozisyonu için daha yüksek olmakla beraber %95 güvenilirlik aralıkları kesişim göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Friedman dil pozisyonu, mallampati klasifikasyonu, mallampati, tıkayıcı uyku apnesi, modifiye mallampati klasifikasyonu Curr Pract ORL 2013, 9(4): 29-30 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Data Sources: English-language searches of PubMed, MedLine, and the Cochrane database. Reference sections of identified studies were examined for additional articles. Review Methods: Databases through December 2011 were searched, combined with review of relevant article bibliographies, and assessed by 4 reviewers. Systematic review and random-effects meta-analysis of studies evaluating tongue position and obstructive sleep apnea severity were performed. Outcomes were reported as correlations. Results: Ten studies met inclusion criteria and had data for pooling (2513 patients). Friedman tongue position and Mallampati classification were significantly associated with obstructive sleep apnea severity, with a correlation of 0.351 (0.094-0.564, P = .008). Analysis of the correlation of tongue position with obstructive sleep apnea severity reveals correlations of 0.184 (0.052, 0.310, P = .006) and 0.388 (0.049, 0.646, P = .026) for the Mallampati classification and Friedman tongue position, respectively. Publication bias does not yield a significant Egger regression intercept; however, 4 imputed values to the right of the mean were found using Duval and Tweedie’s trim-andfill method, yielding an overall correlation of 0.498 (confidence interval = 0.474-0.521). Conclusion: The Mallampati classification and Friedman tongue position assessment techniques are significantly correlated with predicting obstructive sleep apnea severity. Publication bias does not significantly affect our results. The strength of this correlation is higher for Friedman tongue position, although 95% confidence intervals for the respective correlation coefficients overlap. Keywords: Friedman tongue position, mallampati classification, mallampati, obstructive sleep apnea, modified mallampati classification 30 Güncel Yaklaşım Yorum Tıkayıcı uyku apne sendromu tanısı diğer hastalıklardan farklı olarak, fizik muayene ile değil daha çok hikaye ve polisomnografi (PSG) testi ile koyulabilmektedir. OSAS hastalarının fizik muayenesinde tespit edilebilen çok sayıda bulgu olmasına rağmen, hastalığın varlığı ve şiddeti ile korele ve tanıyı koymamıza yardımcı olabilen çok az kriter vardır. Diğer hastalıklardan farklı olarak, OSA tanısında hikaye hastanın kendisinden daha çok eşinden alınabilmektedir. OSA tanısı koymak ve şiddetini öngörmek için kullanılan çok sayıda yöntem vardır ve bu kadar fazla yöntemin varlığı, hekimler arasında ortak bir görüş olmadığını göstermektedir. Mallampati klasifikasyonu (MK) ve Friedman dil pozisyonu (FTP) skorları OSA değerlendirmelerinde kullanılan en sık fizik muayene yöntemlerinden 2’sidir. Mallampati klasifikasyonu 1983 yılında, potansiyel zor entübasyonlar için geliştirilmiştir. Dil kökü, tonsil plikaları, yumuşak damak ve uvulanın anatomik ilişkilerine bakılır ve potansiyel zor entübasyonlar öngörülmeye çalışılır. Mallampati klasifikasyonunda dil dışarıdadır ve tonsil plikaları, yumuşak damak ve uvulanın görünebilirliğine göre 3 sınıfa ayrılır. Friedman dil pozisyonu skorlamasında orofarinks, MK’dan farklı olarak, dil nötral pozisyonda ağız içerisinde iken yapılmaktadır ve tonsil plikaları, uvula ve yumuşak damağın görünürlüğüne göre 5 gruba ayrılmaktadır. Bu meta analizde, dil pozisyonu ile OSA şiddetinin korelasyonunu yapan 10 çalışma değerlendirmeye alınmıştır. 8 çalışmada Friedman dil pozisyonu, 2 çalışmada ise Mallampati dil pozisyonu kullanılmış. Her iki dil pozisyonu klasifikasyonunun apne-hipopne indeksi (AHI) ile ve OSA şiddeti ile pozitif korelasyon gösterdiği görülmüştür. Bir çalışmada burun tıkanıklığı olan hastalarda Mallampati klasikasyonu ile OSA tanısı ve şiddeti arasında korelasyon bulunurken, bir diğer çalışmada korelasyon olmadığı belirtilmiştir. Mallampati skorunun düşüklüğünün OSA tanısının ekartasyonu için kullanılabileceğini belirten çalışmalar da vardır. Friedman dil pozisyon skorunun ise çalışmaların bir çoğunda OSA şiddeti ile korele bulunduğu belirtilmiştir. Bu çalışmalarda, erkek cinsiyetin, hipertansiyon hikayesinin, vücut kitle indeksinin ve Müller manevrasının AHI değerlerini öngörmekte yararlı olabileceği belirtilmiştir. Tüm çalışmaların aksine, dil pozisyonu ile herhangi bir korelasyonun görülemediğini gösteren çalışmalarda vardır. Tüm çalışmalar beraber değerlendirildiğinde, MK ve FTP skorları bağımsız olarak AHI ile korele bulunurken, FTP skorlarının korelasyonunun daha güçlü olduğu görülmektedir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması 31 Rezeke edilebilir Baş ve Boyun Skuamoz Hücreli Karsinomlu Hastalarda İndüksiyon Kemoterapisi : Meta Analiz Induction Chemotherapy in Patients With Resectable Head and Neck Squamous Cell Carcinoma: a Meta-Analysis Jie Ma, Ying Liu, Xi Yang, Chen-ping Zhang, Zhi-yuan Zhang and Lai-ping Zhong World Journal of Surgical Oncology 2013, 11:67 ÖZET ABSTRACT Arka plan: İndüksiyon kemoterapisi, özellikle rezektabıl lokal ileri evre baş boyun kanserli hastalarda, tümörün küçültülmesi, bu sayede indüksiyon kemoterapisinden sonra lezyonun tamamının rezeksiyonuna olanak sağlaması amacı ile geliştirilmiştir. Bu çalışmanın amacı; rezektabıl baş boyun skuamoz hücreli kanserli hastalarda indüksiyon kemoterapisinin etkisini araştırmaktır. Background: Induction chemotherapy has been investigated as a possible strategy to shrink or downstage locally advanced head and neck cancers, providing opportunity to remove the lesions completely after induction chemotherapy, especially in the patients with resectable advanced disease. The aim of this study was to investigate the definitive effect of induction chemotherapy in patients with resectable head and neck squamous cell carcinoma. Metodlar: İndüksiyon kemoterapisinin bu hastalık grubunda yaşam süresine, hastalık kontrolüne ve toksisiteye etkisini değerlendiren randomize çalışmaların (1965-2011) meta analizi gerçekleştirilmiştir. Kaplan-Meier eğrileri, Engauge-Digitizer ile okunmuş. Data toplama RevMan kullanılarak yapılmıştır. Methods: A meta-analysis of randomized trials (1965–2011) was performed on the impact of induction chemotherapy on survival, disease control, and toxicity in this population of patients. KaplanMeier curves were read by Engauge-Digitizer. Data combining was performed using RevMan. Sonuçlar: Ondört çalışma (2099 hasta) bu analize dahil edildi. İndüksiyon kemoterapisi alan ve almayan hastalar arasında yaşam süresi, hastalıksız yaşam ve lokorejyonel rekürensler açısından anlamlı farklılık gözlenmedi (P>0.05). Ancak, indüksiyon kemoterapisi ile tedavi edilen hastalarda indüksiyon kemoterapisiz tedavi edilenlere göre uzak metastaz % 8 oranında daha düşük görüldü (% 95 güven aralığı %1-%16, P=0.02). Larinks kanserli hastalarda, radikal cerrahi ile karşılaştırıldığında, indüksiyon kemoterapisine cevap alınan grupta yaşam süresinde kısalma olmadan larinks korunabilmiştir (P>0.05). İndüksiyon kemoterapisine bağlı ölüm oranı % 0-5 arasındadır. Results: Fourteen trials (2099 patients) were involved in this analysis. There was no significant difference on overall survival, disease free survival, or locoregional recurrence between the patients treated with and without induction chemotherapy (P >0.05). However, the patients treated with induction chemotherapy had a lower rate of distant metastasis by 8% (95% confidence interval 1%–16%, P = 0.02) than those treated without induction chemotherapy. In patients with laryngeal cancer, comparing to radical surgery, the larynx could be preserved in responders to induction chemotherapy without survival decease (P >0.05). Induction chemotherapy-associated death was 0%–5%. Sonuç: Yukarıdaki sonuçlara bakarak, rezektabıl baş boyun skuamoz hücreli kanserli hastalarda indüksiyon kemoterapisinin uzak metastazları azaltmada anlamlı katkısı vardır. Larinks kanserinde indüksüyon kemoterapisi, yanıt alınan hastalarda larinks korumasına olanak sağlamaktadır. Conclusions: Based on the results above, there is a significant benefit of induction chemotherapy on decreasing distant metastasis in patients with resectable head and neck squamous cell carcinoma. In patients with laryngeal cancer, induction chemotherapy provides larynx preservation in responders to induction chemotherapy. Anahtar Kelimeler: İndüksiyon kemoterapisi, rezektabıl baş ve boyun skuamoz hücreli karsinom, randomize kontrollü çalışma, meta-analiz Keywords: Induction chemotherapy, resectable head and neck squamous cell carcinoma, randomized controlled trial, meta-analysis Curr Pract ORL 2013, 9(4): 31-32 Curr Pract ORL 2013, 9(4) 32 Güncel Yaklaşım Yorum Baş ve boyun skuamoz hücreli karsinomlar, tüm kanserler içerisinde altıncı en sık görülendir. Erken evre kanserler cerrahi veya radyoterapi (RT) ile, ileri evre kanserler ise genelde cerrahi + RT ± kemoterapi ile tedavi edilmektedirler. Yeni geliştirilen tüm tedavi şemalarına rağmen 5 yıllık yaşam süreleri % 50-60’ları geçmemektedir. Geliştirilmeye çalışılan yeni tedavi modaliteleri ile tümör boyutlarında küçülme, uzak metastazlarda azalma, organ koruma oranlarında ve lokorejyonel kontrollerde artış sağlanılmaya çalışılmaktadır. İndüksiyon kemoterapisi bu amaçlarla geliştirilmiştir ve bu amaçlara ne ölçüde hizmet ettiği araştırılmaktadır. Kemoterapi ilaçlarının hedef dokuya ulaşması, cerrahi geçirmemiş yada RT almamış dokularda daha iyi olduğundan, indüksiyon kemoterapisinin etkinliğinin daha yüksek olması beklenmektedir. İndüksiyon kemoterapisinden sonra, radikal cerrahi veya kemoradyoterapi protokolleri uygulanmaktadır. İndüksiyon kemoterapisinden sonra yapılacak cerrahinin, orjinal tümör sınırları göz önüne alınarak planlanması önerilmektedir. Bu meta analize, indüksiyon kemoterapisi verilen ve verilmeyen grupları karşılaştıran 14 kontrollü klinik çalışma dahil edilmiştir. PF (Cisplatin, 5-Fluorouracil) ve TPF (Docetaxel, cisplatin, 5-fluorouracil) gibi farklı indüksiyon kemoterapileri kullanılan çalışmalara bakıldığında, bu protokollerin yaşam süreleri, hastalıksız yaşam, lokorejyonel kontrol oranlarında anlamlı fark yaratmadığı tespit edilmiştir. İndüksiyon kemoterapi en önemli etkisini, uzak metastaz görülme oranlarını azaltarak göstermiştir. Son zamanlarda Cetuximab (epidermal growth faktör reseptör inhibitörü) FDA tarafından lokal ileri olgularda RT’e ek olarak, rekürren veya metastatik tümörlerde ise tek başına kullanılmak üzere onay almıştır. Bu ajanın etkinliği konusunda yapılacak klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. İndüksiyon kemoterapiye alınan yanıta göre, tümör davranışı öngörülebilmektedir. Yeterli yanıt verenlerde yaşam süreleri iyi iken, yanıt vermeyenlerde yaşam sürelerinin kısa olduğu görülmüştür. Geliştirilecek biyolojik belirteçler ile hangi hastaların indüksiyon kemoterapisinden fayda göreceği belirlenerek, tedavi yanıt alınabilecek hastalara verilecektir. Yanıt alınması öngörülmeyen hastaların doğrudan radikal cerrahiye yönlendirilmesi mümkün olacaktır. İndüksiyon kemoterapisine yanıt alınan larinks kanserli hastalarda, organ koruma sağlanabilmiştir. Benzer şekilde diğer bölge kanserlerinde de indüksiyon kemoterapisine yanıt alındığında, tümör radikal cerrahi ile veya kemoradyoterapi ile daha güvenli bir şekilde tedavi edilebilmektedir. Larinks kanserleri dışındaki tümörlerde de indüksiyon kemoterapisinin organ korumaya katkısı olup olmadığı daha geniş ölçekli çalışmalarla gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Rezeke edilebilir Baş ve Boyun Skuamoz Hücreli Karsinomlu Hastalarda 33 İndüksiyon Kemoterapisi : Meta Analiz Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Long-Term Effectiveness of a Reconstructive Protocol Using the Nasoseptal Flap After Endoscopic Skull Base Surgery Edward D. McCoul, Vijay K. Anand, Ameet Singh, Gurston G. Nyquist, Madeleine R. Schaberg, Theodore H. Schwartz World Neurosurg. 2012 Sep 25. ÖZET Amaç: Vaskülarize nazoseptal flep (NSF) kullanımının rekonstrüksiyon protokolüne eklenmesinin, ön kafa kaidesi (ÖKK) cerrahisinden sonra ortaya çıkan BOS fistülü ve komplikasyonlar üzerine etkisini araştırmak ABSTRACT Objective: To describe the effect on postoperative cerebrospinal fluid (CSF) leak after anterior skull base (ASB) surgery and complications associated with the addition of the vascularized nasoseptal flap (NSF) to an existing reconstruction protocol. Metodlar: Endoskopik ön kafa kaidesi cerrahisi geçiren tüm hastaların prospektif olarak dataları incelendi. Hastalar, NSF kullanımı ile ilgili olarak 3 gruba ayrıldı. Grup A, yüksek volümlü BOS kaçağı olan ve çok katlı rekonstrüksiyona ek olarak NSF ile onarım yapılan hastalardan oluşmakta idi. Grup B, cerrahi ile eş zamanlı NSF yapılan, yüksek volümlü BOS kaçağı olmayan yada hiç BOS kaçağı görülmeyen hastalardan oluşmakta idi. Grup C, NSF kullanmaya başlamadan önce ve her türlü BOS kaçağı olan hastalardan oluşmakta idi. İntraoperatif ve postoperatif BOS kaçak oranları, istatistiksel olarak analiz edildi. Methods: A prospective database of all patients undergoing endoscopic ASB approaches was reviewed. Patients were divided into three groups based on the date the use of the NSF was adopted. Group A included patients with high-volume CSF leak closed using the NSF in addition to a multilayer closure. Group B included patients operated on during the same time period with no highvolume leak and no NSF. Group C included patients operated on before the adoption of the NSF with all types of CSF leak. Rates of intraoperative and postoperative CSF leak were analyzed for statistical significance. Sonuçlar: Endoskopik ön kafa kaidesi cerrahisi yapılan 415 hastanın 96’sı grup A’da, 114’ü grup B’de ve 205’i grup C’de yer aldı. Grup A (% 3.1) ve grup B (% 2.6)’deki BOS fistül oranları anlamlı olarak grup C (% 5.9)’den daha düşük bulundu (p<0.05). Lumbar dren ve ‘gascet seal’ ile rekonstrüksiyon grup A’da (% 75, % 32), grup B’den (%21, %12) ve grup C’den (% 28, %11) daha sık kullanıldı. NSF’e bağlı postoperatif mukosel gelişim riski % 2 olarak bulundu. Results: Of 415 consecutive patients undergoing endoscopic ASB surgery, there were 96 in group A, 114 in group B, and 205 in group C. CSF leak rates in group A (3.1%) and group B (2.6%) were significantly lower than in group C (5.9%; P < 0.05). Lumbar drains and the gasket seal closure were performed more frequently in group A (75% and 32%) compared with group B (21% and 12%) and group C (28% and 11%). NSF carried a 2% risk of postoperative mucocele. Sonuç: Çok katlı kapama algoritmasına NSF eklenmesi, postoperatif BOS fistül oranını düşürmektedir. Conclusions: The addition of NSF to an algorithm for multilayer closure can decrease the rate of postoperative CSF leak. Anahtar Kelimeler: Kafa tabanı, endonazal, endoskopik kafa tabanı cerrahisi, minimal yaklaşım, minimal invasiv, nazoseptal flep, kafa tabanı rekonstrüksiyonu Keywords: Cranial base, endonasal, endoscopic skull base surgery, minimal access, minimally invasive, nasoseptal flap, skull base reconstruction Curr Pract ORL 2013, 9(4): 33-34 Yorum Ön kafa kaidesi rekonstruksiyonlarında, NSF geniş flep alanı ve hareket kabiliyeti sayesinde, sıklıkla kullanılmakta ve başarılı sonuçlar alınmaktadır. Ön kafa kaidesi BOS fistüllerinde özellikle düşük basınçlı ve küçük defektlerde, çok katlı greft teknikleri kullanılarak yapılan kapamalarda başarı oranları oldukça yüksektir. Genelde problem oluşturan olgular, yüksek basınçlı BOS fistülleri ve geniş dural defekti olanlardır. Bu gruptaki hastalar için NSF oldukça iyi bir seçenektir. Bu çalışmada, NSF kullanılmadan önce ameliyat edilen olgular ile NSF kullanılan yüksek basınçlı ve düşük basınçlı olgularda BOS fistül oranları karşılaştırılmaktadır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) NSF kullanımaya başlandıktan sonra ister yüksek basınçlı, ister düşük basınçlı olsun yada fistül olmasın tüm ön kafa kaidesi cerrahisi yapılan olgularda NSF uygulanmış. NSF kullanılmadan önceki dönemle karşılaştırıldığında, NSF kullanılan olgularda BOS fistül oranları anlamlı derecede düşük bulunmuş. NSF kullanımının problemli hastalarda (yüksek basınçlı BOS fistülü, geniş dural defekt) kullanımı ve etkinliği tartışmasızdır. Bu çalışmada bizim dikkatimizi çeken en önemli konu, NSF’nin BOS fistülü olsun veya olmasın tüm olgularda kullanılmış olmasıdır. Düşük basınçlı veya fistülü olmayan olgularda NSF’nin Curr Pract ORL 2013, 9(4) 34 Güncel Yaklaşım istatistiksel olarak daha etkin olduğu gösterilmiştir. Ancak ilk yapılan olgularda NSF’nin kullanılmamış olması, daha tecrübeli olunan dönemlerde kullanılmış olması aradaki istatiksel farkın sebebi olabilir. Aradaki bu olası çelişkiyi elimine etmek için, prospektif kontrollü düşük basınçlı grupta NSF’li ve NSF’siz rekonstrüksiyon sonuçlarının karşılaştırıldığı çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu nedenle yüksek basınçlı BOS fistülü olmayan grup B’de hastalara NSF uygulanmasının gereksiz olduğunu düşünmekteyiz. Çok katlı kapama ve NSF uygulanan hastalarda daha sık lumbar drenaj yapıldığı belirtilmektedir. Bu çalışmada ve literatürde genel olarak lumbar drenaj önerilmektedir. Lumbar drenajın BOS fistül kapama oranlarına ne ölçüde katkı sağladığı belirsizdir. Ancak post operatif BOS fistülü gelişen olgularda, sadece lumbar drenaj ile düzelen olguların varlığı, konservatif izlemin bazı olgularda da etkin olabileceğini göstermektedir. Malign tümörlerde, septum genelde invaze olduğu için NSF kullanılamamaktadır. Kullanılan olgularda da cerrahi sınır çalışmasının yapılması en önemli husustur. En sık, menenjiom gibi dura rezeksiyonu gereken ve kraniofarenjiom gibi sisterne girilmesi gereken olgularda yani yüksek volümlü BOS kaçağı olan olgularda NSF ihtiyacı doğmaktadır. Bu çalışma ön kafa kaidesi BOS fistüllerinde ister yüksek ister düşük basınçlı olsun tüm hasta gruplarında NSF’nin postoperatif kaçak oranlarını düşürdüğünü göstermesi bakımından önemlidir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Akut Otitis Media ve Efüzyonlu Otitis Media Modellerinde Kulak Zarı Hareketliliğinin Karşılaştırılması 35 Ciddi OSAS Hastalarında Relokalizasyon Faringoplastinin Pozisyonel Bağımlılığı ve Cerrahi Başarısı Positional Dependency and Surgical Success of Relocation Pharyngoplasty among Patients with Severe Obstructive Sleep Apnea Hsueh-Yu Li, Wen-Nuan Cheng, Li-Pang Chuang, Tuan-Jen Fang, Li-Jen Hsin, Chung-Jan Kang, Li-Ang Lee Otolaryngology Head and Neck Surgery 2013 149: 506 ÖZET ABSTRACT Hipotez: Modifiye uvulofaringoplasti (relokalizasyon faringoplasti) yapılan ağır OSAS hastalarında, pozisyon bağımlılığının cerrahi başarı üzerine etkisini araştırmak Objective: To examine the effect of positional dependency on surgical success among patients with severe obstructive sleep apnea (OSA) following modified uvulopalatopharyngoplasty, known as relocation pharyngoplasty. Çalışma Dizaynı: Planlanan veri toplama ile oluşturulan olgu serisi Yer: Üçüncü basamak referans merkezi Materyal ve Metodlar: Ciddi OSAS’lı, CPAP tedavisi kullanamayan 47 hastada (AHI, 59.5±18.2, Epworth Uykuluk Skala (ESS) skorları, 12.2±4.4), relokalizasyon faringoplasti öncesi ve sonrası farklı uyku pozisyonlarındaki AHİ’ni karşılaştırmak için standart noktürnal polisomnografi kullanıldı. Pozisyonel OSAS, supin/non-supin oranı AHİ >2 olması olarak tanımlandı ve olmaması durumunda non-pozisyonel OSAS kabul edildi. Cerrahi başarı; AHİ’inde % 50’den daha fazla azalma ve postoperatif AHİ’nin 20’den düşük olması olarak tanımlandı. Polisomnografik parametreler, ESS ve postoperatif cerrahi başarı kaydedildi. Sonuçlar: 47 hastanın 27’sinde (%57) pozisyonel, 20’sinde (%43) non-pozisyonel OSAS vardı. Non-pozisyonel OSAS’ı olan hastaların AHİ ve ESS skorları pozisyonel OSAS hastalarına göre daha yüksekti (P=.002 ve .104). Relokalizasyon faringoplasti, postoperatif 6. ayda hem pozisyonel hem de non-pozisyonel OSAS’lı hastalarda AHİ ve ESS skorlarında anlamlı derecede düzelme sağladı(P<0.05). Genel cerrahi başarı oranı %49 olarak bulundu; ancak pozisyonel OSAS hastalarındaki cerrahi başarı non-pozisyonel OSAS hastalarınındaki cerrahi başarıya göre anlamlı derecede yüksekti (%67, % 25, P=.008). Sonuç: Relokalizasyon faringoplasti ameliyatı olacak şiddetli OSAS hastalarında, pozisyonel apne olması başarı konusunda olumlu prognostik faktördür. Anahtar Kelimeler: Tıkayıcı uyku apnesi, pozisyon bağımlı, uyku pozisyonu, relokalizasyon faringoplasti Curr Pract ORL 2013, 9(4): 35-36 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Study Design: Case series with planned data collection. Setting: Tertiary referred center. Subjects and Methods: Standard nocturnal polysomnography was used to compare the apnea-hypopnea index (AHI) in different sleep positions before and after relocation pharyngoplasty in 47 consecutive patients with severe OSA (AHI, 59.5 6 18.2 events/hour; Epworth Sleepiness Scale [ESS] scores, 12.2 6 4.4) who failed continuous positive airway pressure therapy. Positional (dependency) OSA was defined when the supine:non-supine AHI ratio was .2, otherwise it was defined as nonpositional OSA. Surgical success was defined as a 50% reduction in AHI and a postoperative AHI of 20 events/hour. Polysomnographic parameters, ESS, and surgical success following surgery were recorded. Results: Of the 47 patients, 27 (57%) had positional OSA and 20 (43%) nonpositional OSA. The nonpositional OSA patients had higher AHI and ESS scores than the positional OSA patients (P = .002 and .104, respectively). Relocation pharyngoplasty significantly improved AHI and ESS scores in both positional and nonpositional OSA groups 6 months postoperatively (P \.05). The overall surgical success rate was 49%; however, positional OSA patients had a significantly higher success rate than nonpositional OSA patients (67% vs 25%, P = .008). Conclusion: The presence of positional dependency at baseline was a favorable outcome predictor of surgical success among severe OSA patients undergoing relocation pharyngoplasty. Keywords: obstructive sleep apnea, positional dependency, sleep position, relocation pharyngoplasty, outcome 36 Güncel Yaklaşım Yorum Tıkayıcı uyku apne sendromunda, uyku sırasında üst hava yolunda tam veya kısmı kollaps görülmektedir. Bu çalışmada modifiye UPP (relokalizasyon faringoplasti) cerrahisinin ağır OSAS hastalarında ki sonuçları değerlendirilmektedir. Relokalizasyon faringoplastide tonsillektomi yapılmakta, yumuşak damak ilerletilmekte ve gerginleştirilmekte, alt tonsil kutbu düzeyinde ön plika üst faringeal konstriktör kasa, arka plika da ön plikaya sütüre edilmektedir. Bu sayede klasik UPP’de görülen dil kökü seviyesindeki ön-arka çapta ki daralma olmamaktadır. Yapılan çalışmalar, supin pozisyonunda lateral pozisyonlara göre daha fazla apne/hipone atakları olduğunu göstermektedir. Supin pozisyonda AHİ’nin non-supin pozisyonun 2 katından fazla olması durumunda pozisyonel OSAS’dan bahsedilmektedir. Genel olarak pozisyonel OSAS daha hafif ve orta düzeyde OSAS’ı olan hastalarda, non-pozisyonel OSAS ise, daha ağır OSAS’lı hastalarda görülmektedir. Bu çalışma relokalizasyon faringoplastinin pozisyonel OSAS’lı hastalarda daha iyi sonuçlar verdiğini göstermiştir. Non-pozisyonel ve daha ağır OSAS’lı hastalarda ise cerrahi başarı oranları yeteri kadar iyi olmasa da ameliyat sonrası hastalar pozisyonel OSAS’lı hastalar haline gelmekte, pozisyon önerileri ve mandibula ilerletme apereyleri için uygun hastalar olmaktadırlar. Pozisyonel OSAS hastalarında başarının daha yüksek olması, bu hasta grubunun AHİ’lerinin diğer gruba göre daha düşük olmasına bağlıdır. OSAS’da cerrahi tedavi, daha düşük AHİ’li hastalarda daha başarılıdır. Bu çalışmanın sonucu bu duruma bağlı olarak bu şekilde çıkmış olabilir. Pozisyonel OSAS hastalarının lateral pozisyonda AHİ’lerine bakıldığında ortalama değerin 13.3 olduğu görülmektedir. Bu hasta grubunda yatış pozisyonları AHİ’lerini belirleyen en önemli kriterlerdendir. Daha fazla supin pozisyonda yatan hastalar ağır OSAS grubunda değerlendirilirken, lateral pozisyonda daha fazla yatan hasta, hafif OSAS olarak algılanabilmektedir. OSAS hastalarının hava pasajı, pozisyonel olanlarda genelde elips şeklinde iken, non-pozisyonel olanlarda sirkülerdir. Bu çalışmada non-pozisyonel OSAS hastalarının bir kısmı cerrahiden fayda görmeseler bile pozisyonel hale geldikleri görülmüştür. Bu hasta grubu cerrahi sonrası, pozisyon önerilerinden veya mandibuler ilerletme aparatlarından fayda sağlayabilirler. Bu çalışma bize, ağır OSAS’da olsa, özellikle pozisyonel komponenti olan hastalarda, cerrahinin başarılı sonuçlar verebileceğini göstermektedir. Bir diğer sonuç ise literatürdeki çalışmalarda olduğu gibi non-pozisyonel ve ağır OSAS hastalarının cerrahi başarı oranlarının % 25 gibi çok düşük seviyelerde olduğu yönündedir. Bu hasta grubunda ek cerrahiler veya maksillomandibüler ilerletme gibi daha kapsamlı cerrahilerin yapılması gerekir. Bu çalışma post operatif 6. ay sonuçlarını sunmaktadır. OSAS cerrahisinin sonuçlarını değerlendirmek için 6 ay oldukça kısa sayılabilir. Bu çalışma ile ilgili daha kesin sonuçlar için uzun dönem takiplerin yapılması gerekir. Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 37 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Revizyon Septoplasti : Prospektif, Hastalığa Özgü Sonuç Çalışması Revision Septoplasty: A Prospective Disease-Specific Outcome Study Grant S. Gillman, Ann Marie Egloff, Carlos M. Rivera-Serrano Laryngoscope. 2013 Aug 14. ÖZET ABSTRACT Amaç/Hipotez: 1) Revizyon septoplasti sonuçlarını, hastalığa spesifik soru formu ve hasta memnuniyet anketi ile değerlendirmek 2) Cerrahinin nazal konjesyonu gidermek için ilaç kullanımı üzerine etkisini araştırmak 3) Revizyon cerrahide deviasyon bölgelerini belirlemek Objectives/Hypothesis: 1) Study outcomes of revision septoplasty using a validated disease-specific questionnaire and a patient satisfaction survey; 2) assess the effect of surgery on the use of medication to treat nasal congestion; and 3) report on sites of persistent septal deviation identified at revision septoplasty. Çalışma Dizaynı : Prospektif tek merkezli çalışma; Daha önce yapılan septoplastiye rağmen, burun tıkanıklığı şikayeti devam eden ve muayenede septum deviasyonu olan hastaları kapsamaktadır. Metod: Hastalara ‘Burun Tıkanıklığı Semptom Değerlendirme Ölçeği’ (NOSE), preoperatif olarak ve postoperatif 3. ve 6. aylarda uygulandı. Hastalara aynı zamanda pre-op ve post-op nefes almada rahatlama, ilaç kullanımı ve cerrahi sonuçla ilgili memnuniyetleri soruldu. Rezidüel septum deviasyonunun anatomik yerleri intraoperatif kaydedildi. Sonuçlar: Çalışmayı 39 hasta tamamladı. Ortalama NOSE skorları pre-op 75.9’dan post-op 3. ayda 14.9’a, nefes almada rahatlama skorları ortalaması, 3/10’dan 8.5/10’e yükseldi. Her iki sonuç, post-op 6. ayda da korunmuştur (p<0.0001). Hasta memnuniyeti oldukça yüksekti ve bir çok hastada post-operatif dönemde burun tıkanıklığını gidermek için kullanılan ilaç ihtiyacı azalmıştı. Rezidü septum deviasyonları en sık kaudal veya dorsal septumda yer almaktaydı. Sonuç: Septoplastiye rağmen septum deviasyonu ve buna bağlı şikayetleri devam eden hastalarda yapılan revizyon septoplasti, yaşam kalitesini arttırmakta, hasta memnuniyeti yüksek olmakta ve bu cerrahi sonrası burun tıkanıklığını gidermek için gereken ilaç kullanımı azalmaktadır. Kaudal veya dorsal septumda yer alan deviasyonlar, düzeltilmesi zor olması sebebiyle daha sık revizyon cerrahiye ihtiyaç göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Septoplasti, revizyon, sonuçlar Study Design: Prospective, single-center outcome study of patients with symptomatic nasal obstruction and persisting septal deviation despite prior septal surgery. Methods: The Nasal Obstruction Symptom Evaluation (NOSE) scale was administered preoperatively and at 3 and 6 months following revision surgery. Patients were also questioned regarding ease of breathing and medication use preoperatively and postoperatively, as well as satisfaction with the surgical outcome. Anatomic site(s) of residual septal deviation were recorded intraoperatively. Results: Thirty-nine patients completed the study. Mean NOSE scores decreased significantly from 75.9 preoperatively to 14.9 3 months after revision surgery. Mean Ease-of-Breathing scores over this interval improved from 3/10 preoperatively to 8.5/10. Both results were sustained at 6 months (P <0.0001). Patient satisfaction was very high, and many patients required less medication to treat symptoms of nasal congestion postoperatively. Deviations persisting from prior surgery most commonly involved the dorsal or caudal septum. Conclusion: In patients who experience ongoing nasal obstruction with a persistent septal deviation despite prior septoplasty, revision surgery significantly improves disease-specific quality of life, results in high patient satisfaction, and may diminish the need for nasal medications postoperatively. Caudal or dorsal deflections may be more difficult to correct, leading to the need for revision surgery. Keywords: Septoplasty, revision, outcomes Curr Pract ORL 2013, 9(4): 37-38 Yorum Burun tıkanıklığı, KBB hekimlerinin en sık karşılaştığı semptomlardan biridir. Septoplasti ise tüp tatbiki ve tonsillektomi+adenoidektomiden sonra KBB pratiğinde üçüncü en sık yapılan ameliyattır. Primer septoplasti sonuçları oldukça yüz güldürücüdür ve genel olarak %65-80 arasında başarılıdır. Ancak revizyon septoplastinin sonuçları konusunda yeterli çalışma yoktur. tıkanıklığı semptomu arasında her zaman korelasyon kurmak kolay olmamaktadır. Ciddi, nazal pasajda tam tıkanıklık yapan septal patolojilerde, burun tıkanıklığını öngörmek kolaydır ancak daha hafif deviasyonların hastada ne ölçüde rahatsızlık yarattığını kestirmek her zaman mümkün değildir. Bu nedenle septoplasti operasyonlarının başarısı, muayene bulguları ve daha da önemlisi, hastanın semptomları ile değerlendirilmelidir. Nazal septum deviasyonu, burun tıkanıklığının en önemli sebeplerinden biridir. Ancak burun tıkanıklığına, farklı patolojiler de sebep olabilmektedir. Muayene bulguları ile burun Bu çalışma, primer septoplasti cerrahisinin başarısızlık sebeplerini ortaya koyması bakımından da önemlidir. Bu çalışmada tespit edildiği gibi rezidüel septum deviasyonları en Curr Pract ORL 2013, 9(4) 38 Güncel Yaklaşım sık, kaudal ve dorsal septumda görülmektedir. Bu bölgelerin özelliği internal ve eksternal nazal valv bölgerinde darlık oluşturmalarıdır. Primer cerrahi sırasında nazal valv bölgesinde yer alan küçük deviasyonlar burun tıkanıklığı sebebi olabilir ve revizyon ihtiyacı doğurabilir. Kaudal ve dorsal septum, nazal destek mekanizmalarının parçalarıdır. Birçok cerrah, bu mekanizmayı bozmamak ve cerrahi süreyi uzatmamak için, bu bölgelere müdahale etmekten kaçınmaktadır. Ancak nazal valv bölgesindeki küçük sorunların, burun tıkanıklığına sebep olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu bölgelerdeki deviasyonların düzeltilmesi ve rekonstrüksiyonu konusunda titiz davranılmalıdır. Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 39 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Çocuklarda Sinüs Cerrahisinin Rolü The Role of Sinus Surgery in Children Chadi A. Makary, Hassan H. Ramadan. Laryngoscope, 123:1348–1352, 2013 ÖZET ABSTRACT Hipotez: Kronik rinosinüzit (KRS)’li çocuklarda endoskopik sinüs cerrahisi (ESC)’nin sonuçlarını tartışan güncel literatür, eleştirsel inceleme Objectives/Hypothesis: To critically review the current literature discussing the outcome of endoscopic sinus surgery (ESS) in children with chronic rhinosinusitis (CRS). Çalışma Dizaynı: Literatür incelemesi. Study Design: Literature review. Metodlar: PubMed veritabanı ve Cochrane kütüphanesi tarandı. PubMed taraması, Ocak 1990 ile Temmuz 2012 yılları arasındaki kronik sinüzitli çocuklardaki ESC’nin rolünü tartışan tüm İngilizce yayınlar üzerinde yapıldı. Kistik fibrozis, primer immün yetmezlik veya silier dismotilite bozuklukları olan hastaları içeren çalışmalar taramaya dahil edilmedi. Methods: PubMed database and the Cochrane Library were searched. The PubMed search included all English-language literature published between January 1990 and July 2012 discussing the role of ESS in children with CRS. Studies that included patients with cystic fibrosis, primary immunodeficiency disorders, or ciliary dysmotility disorders were excluded. Sonuçlar: İlk tarama stratejisinde değerlendirilen 507 makale arasından, 11’i daha fazla tartışılmak üzere seçildi. Randomize kontrollü çalışma yoktu. Pediatrik ESC başarı oranları, seçilmiş hastalarda % 82 ile % 100 arasında idi. KRS için ESC olan çocukların, medikal tedavi alan veya adenoidektomi geçirenlere göre daha ciddi hastalıkları vardı. Komplikasyon oranı % 1.4 idi ve BOS kaçağı, hematom veya körlük gibi ciddi orbital yaralanma bildirilmemişti. Results: Of the 507 articles retrieved from the primary research strategy, 11 studies were included for further discussion. There were no randomized controlled studies. The rate of success of pediatric ESS ranged from 82% to 100% in selected patients. Children undergoing ESS for CRS usually have more severe disease compared to those who get medical treatment or adenoidectomy. The extracted rate of complication was 1.4%, with no cases of cerebrospinal fluid leak or major orbital injury such as hematoma or blindness reported. Sonuç: ESC, çocuklarda KRS tedavisinde çok güvenli alternatif bir seçenek sunmaktadır. Çocuklardaki ESC endikasyonlarını gösterecek, daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Conclusions: ESS offers a surgical alternative in the treatment of CRS in children with an excellent safety profile. There remains a need for higher level studies addressing the indications of ESS in children. Anahtar Kelimeler: Sinüzit, endoskopik sinüs cerrahisi Keywords: Sinusitis; children; endoscopic sinus surgery. Kanıt Düzeyi: 2a Level of Evidence: 2a Curr Pract ORL 2013, 9(4): 39 Yorum Bu makale, çocuklardaki kronik rinosinüzit tedavi sonuçlarını yayınlayan çalışmaları inceleyerek, sinüs cerrahisinin rolünü bulmaya çalışmaktadır. Çocuklarda erişkinlerden farklı olarak, kronik rinosinüzite ait klinik tablo, adenoid hipertrofisi veya kronik adenoiditin semptomlarından ayrı değildir. Çocuklardaki kronik rinosinüzitte, erişkinlerde olduğu gibi öncelikle uzun dönem medikal tedavi uygulanmalıdır. Medikal tedaviye yanıtsızlık durumunda, boyutlarından bağımsız olarak adenoidektomi ilk yapılması gereken cerrahi müdahaledir ve burun tıkanıklığı yapmasa da, enfeksiyon odağı oluşturabileceğinden, odağın ortadan kaldırılması gerekir. Çocukluk çağında yapılan ESC konusunda, en önemli çekince, sinüs cerrahisinin yüz gelişimine olası olumsuz etkisinden dolayıdır. Mair ve arkadaşları yaptıkları hayvan çalışmasında, kemik gelişimi tamamlanmamış sinüslerde yapılan cerrahinin maksiller sinüs ve etmoid sinüs gelişimi üzerine olumsuz etkileri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak diğer çalışmalar, ESC’nin çocuklarda uzun dönemde yüz gelişimi üzerine herhangi bir etkisi olmadığını göstermiştir. ESC’nin etkinliği konusunda, diğer tedavi seçenekleri ile randomize kontrollü karşılaştırmaların yapıldığı çalışma yoktur. Genel yaklaşım, medikal tedavi vermek, medikal tedaviye dirençli olgularda adenoidektomi yapmak, halen bulguların devam ettiği olgularda ise endoskopik sinüs cerrahisi yapmaktır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Çocuklarda kronik rinosinüzit şiddetinin tayini için genellikle subjektif ölçümler kullanılmıştır. Semptomlar, anket veya dosya taraması ile sorgulanmış ve çalışmaların bir kısmında da BT skorlaması yapılmıştır. Tedavi etkinliklerinin karşılaştırıldığı çalışmaların çoğunda daha ciddi hastalık olanlarda tek başına veya adenoidektomi ile beraber ESC uygulanmış, daha hafif hastalıklarda ise tek başına adenoidektomi yapılmış. Daha ciddi klinik tablodaki hastalarda uygulansa da, özellikle adenoidektomi ile kombine uygulanan ESC’nin sonuçlarının sadece adenoidektomi yapılan veya sadece ESC yapılan gruba göre daha iyi olduğu görülmüştür. Basamaklı tedavi planlaması yapılan bir merkezin yayınladığı sonuçlara göre ise hastalara öncelikle medikal tedavi önerilmiş ve bu hastaların % 67’si fayda görmüş, fayda görmeyen grubun % 75’i ise adenoidektomi sonrası düzelmiş, adenoidektomiden fayda görmeyenlerin tamamı ise ESC’den fayda görmüştür. Çocuklarda yapılan ESC’nin sonuçlarını inceleyen çalışmaların hiçbirinde ciddi denebilecek komplikasyon bildirilmemiştir. Çok nadiren minör komplikasyonlar görülmekle birlikte, çocuklarda ESC korkulduğu kadar tehlikeli bir ameliyat değildir. Yapılan çalışmalar, ESC’nin çocuklardaki KRS tedavisinde etkin bir tedavi alternatifi olduğu göstermektedir. Ancak etkin bir tedavi olması, ilk tercih edilecek yöntem olduğunu anlamını taşımamaktadır. Önemli olan, cerrahinin ne zaman yapılması gerektiğidir. Klinik bulgular ile korele edilen kontrollü çalışmalar ile hangi hastaların medikal tedaviden fayda görmeyeceği ve ne zaman cerrahi tedavi uygulanması gerektiği araştırılmalıdır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) 40 Güncel Yaklaşım Septoplasti Sonrası, Konka Rezeksiyonu Yapmaksızın, Nazal Yumuşak Doku Tıkanıklığının Düzelmesi Nasal Soft Tissue Obstruction Improvement After Septoplasty Without Turbinectomy Yasser Haroon • Hala Aly Saleh • Ahmed H. Abou-Issa Eur Arch Otorhinolaryngol (2013) 270:2649–2655 ÖZET ABSTRACT Bu çalışmanın amacı, burun tıkanıklığı ve septum deviasyonu olanlarda alt konka rezeksiyonu yapmadan yalnızca septoplasti yapılan hastaların sonuçlarının değerlendirilmesidir. Allerjik rinitli hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Çalışmaya septoplasti için hazırlanan ancak konka rezeksiyonu yapılmayacak, 30 septum deviasyonlu ve konka hipertrofili hasta dahil edildi. Hikaye alındıktan ve tam bir KBB muayenesi yapıldıktan sonra, tüm hastalar ‘Burun Tıkanıklığı Semptom Değerlendirme Skalası’ kullanılarak tıkanıklığın derecesine göre derecelendirildi. Deviasyonun şekli ve tarafını belirlemek, konkav ve konveks taraflardaki medial ve lateral mukoza kalınlığı ve alt konka kemiğini değerlendirmek için BT çekildi. The objective of the study was to evaluate the outcome of septoplasty without inferior turbinectomy in patients with septum deviation and nasal obstruction. After exclusion of allergic rhinitis, this study included 30 patients with deviated nasal septum and hypertrophied inferior nasal turbinate who were prepared for septoplasty without turbinectomy. After full history taking and complete otorhinological examination, all patients graded their extent of obstruction using the Nasal Obstruction Symptoms Evaluation scale and underwent CT scans to evaluate the side and shape of deviation, thickness of the medial and lateral mucosa and inferior conchal bone on both the concave and convex sides. Postoperative (PO) follow-up consisted of evaluation of surgical outcome, nasal obstruction grading and patient’s satisfaction. CT imaging was repeated for evaluation of the previous items and to compare with preoperative data. All surgeries were conducted smoothly without intraoperative complications and all were managed as day surgery. The mean duration of follow-up was 20.1 ± 4.4 months. All patients showed progressive significant decline of nasal obstruction symptoms and only eight patients still had mild symptoms. Patients’ satisfaction scores showed significant progressive increase reaching a peak at the 12th month. Preoperative CT confirmed the presence of hypertrophied mucosa on the concave septal side with significantly thicker medial and non-significantly thicker lateral mucosa on the concave side compared to the convex side. At the 12th month PO, mean medial mucosal thickness significantly decreased on the concave side with significant increase on the convex side, but the effect was significantly pronounced on the concave side. Mean lateral mucosal thickness was significantly decreased on the concave and non-significantly increased on the convex side. Conchal bone thickness showed non-significant change despite the diminution on both sides In the absence of allergic rhinitis, septoplasty without turbinectomy significantly improves nasal obstruction-related manifestations and approaches high patient satisfaction with associated reduction of hypertrophied mucosa and spares turbinectomy-related complications. Postoperatif takip cerrahi sonucun değerlendirilmesi, burun tıkanıklığının derecelendirilmesi ve hasta memnuniyeti anketi ile yapıldı. BT görüntülemesi, daha önce belirtilen maddeleri değerlendirmek ve preoperatif data ile karşılaştırmak için postoperatif tekrar çekildi. Tüm cerrahiler sorunsuz bir şekilde ve intraoperatif herhangi bir komplikasyon olmadan ve günübirlik cerrahi olarak gerçekleştirildi. Ortalama takip süresi 20.1±4.4 ay idi. Tüm hastaların burun tıkanıklığı semptomlarında progresif anlamlı düşüş görüldü ve hastaların sadece 8’inde hafif semptomlar yine de vardı. Hastaların memnuniyet skorları, anlamlı düzelme gösterdi ve en iyi düzeyine 12. ayda geldi. Preoperatif BT incelemesinde, konkav septum tarafında konveks taraf ile karşılaştırıldığında, medial mukoza anlamlı derecede, lateral mukoza ise anlamlı olmasa da diğer tarafa göre daha kalın olduğu görüldü. Onikinci ayda, konkav tarafta ortalama medial mukozal kalınlıkta anlamlı azalma ve konveks taraf lateral mukozal kalınlıkta da anlamlı artma vardı ama konkav taraftaki etkinin daha anlamlı olduğu görüldü. Ortalama lateral mukozal kalınlık konkav tarafta anlamlı derecede azaldı ve konveks tarafta anlamlı olmayacak şekilde arttı. Konkal kemik kalınlığında her iki tarafta azalma olsa da, anlamlı bir değişiklik görülmedi. Allerjik rinit olmayan hastalarda, alt konka rezeksiyonu yapılmadan yapılan septoplasti sonrası, burun tıkanıklığı anlamlı bir şekilde azalmakta, hasta memnuniyeti artmakta ve konkav taraftaki mukoza hipertrofisinde azalma ortaya çıkmakta; konka rezeksiyonu ameliyatı yapılmadığı için bu ameliyat nedeniyle ortaya çıkacak komplikasyonlardan kaçınılmaktadır. Anahtar kelimeler: Septoplasti, türbinektomi, BT, mukozal kalınlık Curr Pract ORL 2013, 9(4): 40-41 Keywords : Septoplasty, turbinectomy, CT, mucosal thickness Septoplasti Sonrası, Konka Rezeksiyonu Yapmaksızın, Nazal Yumuşak Doku Tıkanıklığının Düzelmesi Yorum Nefes almanın en kolay ve en fizyolojik yolu burun solunumudur. Burun tıkanıklığı KBB pratiğinde en sık karşılaşılan semptomlardandır. Genellikle muayenede deviye bir nazal septum ve deviasyonun karşı tarafında konka hipertrofisi görülür. Lateral nazal duvarda yerleşen konkalar, vasküler erektil dokuları nedeniyle, nazal fizyoloji açısından çok önemli fonksiyonlara sahiptirler. Burun tıkanıklığı cerrahisinde septoplasti ile beraber genelde rutin olarak farklı teknikler ile de olsa alt konka rezeksiyonları yapılmaktadır. Alt konka rezeksiyonları konusunda kesin endikasyonlar halen tartışmalıdır. Yapılan bu çalışmada, allerjik riniti olmayan, septum deviasyonu ve konka hipertrofisi olan hastalarda konkaya müdahale etmeden yapılan septoplastinin, cerrahi sonuçları, hasta memnuniyeti ve pre ve post op çekilen paranazal BT değişiklikleri incelenmiştir. BT’de alt konka medial ve lateral mukoza kalınlıkları ölçülmüş ve konkav tarafta anlamlı bir şekilde azalma, konveks tarafta ise artma tespit edilmiştir. Tüm bu değişiklikler septoplasti sonrası nazal pasajlardaki hava akım değişikliklerine bağlı ortaya çıkmıştır. Preoperatif dönemde görülen mukozal membranların, gereğinden fazla patent hava pasajı tarafında kuruma ve kabuklanma gelişmemesi için gösterdiği kompansatuar hipertrofi, cerrahi sonrası yeni oluşan hava pasajına uyum sağlayarak küçülmektedir. Septoplasti sonrası düzelen nazal hava pasajı, nazal kavite içerisindeki patolojiler dışında, solunum fonksiyon testlerinde Curr Pract ORL 2013, 9(4) 41 düzelme sağlamakta, aynı zamanda OSAS hastalarının yaşam kaliteleri üzerine de olumlu katkıları olmaktadır. Septoplasti sonrası cerrahi başarı, anterior rinoskopi ve endoskopik muayene ve radyoloji bulguları ile kısmen anlaşılabilse de en önemli kriterler hasta memnuniyeti ve hastanın hayat kalitesinin artmasıdır. Septoplasti sonrası alt konka mukozal yüzeydeki düzelmeler, daha önce yapılan çalışmalarda da gösterilmiştir. Cerrahi sonrası zaman içerisinde görülebilen kompansatuar hipertrofideki düzelmeyi, genel olarak intraoperatif olarak konka rezeksiyonu yaparak sağlamak yönünde bir eğilim vardır. Burun tıkanıklığına yönelik yapılan cerrahilerde görülen postoperatif sorunların birçoğu konka rezeksiyonuna bağlı gelişmektedir. Yapılan çalışmalar da göstermiştir ki, alt konka hipertrofisi septumun düzelmesi ile gerilemekte ve burun tıkanıklığı sebebi olmamaktadır. Tüm bunlar beraber değerlendirildiğinde, burun tıkanıklığına katkısı konusunda bu kadar şüphe olan ve cerrahisi birçok sorun yaratabilen alt konka rezeksiyonu endikasyonları, yapılacak çalışmalar ile belirlenmelidir. Her ne kadar bu makalede septoplastinin konka hipertrofisini düzelttiği gibi bir sonuca ulaşılmış ise de tam tersini gösteren çalışmalar da mevcuttur. Konka hipertrofisinin kompansatuar olduğu durumlarda bu hipertrofiyi düzeltmek açısından cerrahların kullanabileceği birçok instrüman mevcuttur. Kişisel deneyimlerimiz konka hipertrofilerinin düzeltilmediği kişilerde şikayetlerin tam düzelmediği yönündedir. Bu nedenle makaleyi ihtiyatla değerlendirmek gerekir 42 Güncel Yaklaşım Erken Evre Baş-Boyun Kanserlerinde Gazsız Postauriküler Facelift İnsizyonu ile Yapılan Robotik Selektif Boyun Diseksiyonu: Teknik Açıdan Uygulanabilirliği ve Güvenilirliği Robotic Selective Neck Dissection Using a Gasless Postauricular Facelift Approach for Early Head and Neck Cancer: Technical Feasibility and Safety Kyung Tae, MD, Yong Bae Ji, MD, Chang Myeon Song, MD, Hyun Jung Min, MD, Kyung Rae Kim, MD, and Chul Won Park, MD Journal of Laparoendoscopic & Advanced Surgical Techniques Volume 23, Number 3, 2013 ÖZET ABSTRACT Arka Plan: Baş-boyun cerrahisinde skar izi bırakmayan minimal invaziv cerrahiler gün geçtikçe daha popüler hala gelmektedir. Baş-boyun skuamöz hücreli kanserlerinde boyunun lateralinde uzun ve görünen bir insizyon skarından kaçınmak üzere yeni bir robotik selektif boyun diseksiyonu prosedürü geliştirdik. Background: Scarless and minimally invasive surgery is becoming popular in the head and neck area. We have developed a new robotic selective neck dissection procedure for head and neck squamous cell carcinoma (HNSCC) to avoid a long visible lateral neck scar. Here we report on the technical feasibility and safety of our procedure. Materyal-Metod: Transoral robotik cerrahi (TORS) ve eş zamanlı da Vinci cerrahi sistem (Intuitive Surgical Inc., Sunnyvale, CA) kullanılarak gazsız postauriküler facelift yaklaşımı ile robotik selektif boyun diseksiyonu gerçekleştirilen erken evre baş-boyun skuamöz hücreli kanser (HNSCC) tanılı 4 hasta prospektif olarak incelenmiştir. Subjects and Methods: We prospectively analyzed 4 patients with early HNSCC who underwent transoral robotic surgery (TORS) and concomitant robotic selective neck dissection via a gasless postauricular facelift approach using the da Vinci_ Surgical System (Intuitive Surgical Inc., Sunnyvale, CA). Sonuçlar: Hastaların 3’ü erkek, 1’i kadındı. Ortalama yaş 59.0 ± 8.8 idi. Tüm hastalar klinik olarak negatif boyuna sahip dil kanserleriydi. Hastaların 3’ü T1 bir tanesi T2 evresindeydi. Tüm hastalara TORS ile parsiyel glossektomi ve Level 1-2-3’ü içeren robotik selektif boyun diseksiyonu uygulandı. Robotik selektif boyun disekiyonu yöntemi tüm hastalarda başarı ile uygulandı. Ortalama operasyon süresi 276± 48 dakika idi. Ortalama eksize edilen lenf nodu sayısı 19.3 ± 7.3. idi. Birer hastada postoperatif hematom ve geçici marjinal mandibuler sinir parezisi görüldü. Tüm hastalarda kozmetik memnuniyet mükemmeldi. Sonuç: Gaz kullanılmadan postaurikuler facelift yöntemi ile yapılan robotik selektif boyun diseksiyonu yaklaşımı ile ilgili ilk sonuçlar bu yöntemin uygulanabilir ve emniyetli bir yöntem olduğunu ve mükemmel postoperatif kozmetik sonuçlara olanak tanıdığını göstermektedir. Onkolojik açıdan güvenilirliğini ve cerrahi olarak yeterliliğini kanıtlamak için konvansiyonel boyun diseksiyonu ile karşılaştırmalı başka çalışmalar gerekmektedir. Anahtar kelimeler: endoskopik boyun cerrahisi, facelift yaklaşımı, başboyun skuamöz hücreli karsinom, skarsız cerrahi Results: Of these patients, 3 were male, and 1 was female. The mean age was 59.0 – 8.8 years. All patients had tongue cancer, with a clinically negative neck. Three patients were T1, and 1 patient was T2. All patients underwent partial glossectomy by TORS and elective robotic selective neck dissection including levels I, II, and III. The robotic selective neck dissection procedure was completed successfully in all patients. The mean operative time was 276 – 48 minutes. The mean number of lymph nodes removed was 19.3 – 7.3. Postoperative hematoma and transient marginal nerve palsy occurred in 1 patient each. Cosmetic satisfaction was excellent in all patients. Conclusions: Preliminary results indicate that robotic selective neck dissection via a gasless postauricular facelift approach is feasible and safe and allows for excellent postoperative cosmesis. Further studies are necessary to determine the oncologic safety and surgical completeness of this procedure compared with conventional neck dissection. Keywords: endoscopic neck surgery, facelift approach, head and neck squamous cell carcinoma, robotic neck dissection, scarless surgery Curr Pract ORL 2013, 9(4): 42 Yorum Robotik cerrahi, artan tecrübe ile farklı alanlarda kullanıma girmeye devam etmektedir. Oral kavite, larinks ve tiroid cerrahisi sonrasında boyun diseksiyonlarında da robotik cerrahi kullanılmaya ve bu konuda çalışmalar yayınlanmaya başlanmıştır. Kadavra çalışmalarından sonra yapılan bu çalışma, klinikte kullanılabilirliğini göstermesi açısından önemlidir. Yüz germe cerrahilerinde sıklıkla kullanılan bu insizyon ile yapılan robotik boyun diseksiyonu, özellikle estetik kaygısı ön planda olan, genç bayan hastalarda skarsız bir operasyon için iyi bir alternatif sunmaktadır. Erken evre, N0 boyunda yapılan cerrahilerdeki bu veriler, artan tecrübe ile daha radikal cerrahilerde de kullanılabileceğini göstermektedir. Robotik cerrahinin, oldukça pahalı olması, öğrenme süreci gerektirmesi ve cerrahi süreyi uzatması nedeniyle rutin olarak kullanılması beklenmemektedir. Kullanılması ile ilgili en önemli husus, özellikle kanser cerrahisi veya burada olduğu gibi koruyucu amaçlı yapılan boyun diseksiyonlarında, onkolojik prensiplerin uygulanmasında eksikliğe yol açıp açmadığının ortaya konulmasıdır. Burada sunulan dört hastalık çalışma, bu anlamda kendilerinin de belirttiği gibi yeterli değildir ve klasik açık boyun diseksiyonları ile karşılaştırılmalı çalışmalara ihtiyaç vardır. Robotik cerrahi ile onkolojik prensiplere uygun yeterli diseksiyonların yapılabildiği gösterildikten sonra daha çok kullanılabilecektir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 43 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Tıkayıcı Uyku Apnesi Nedeniyle Uvulopalatofaringoplasti Yapılan Hastalarda Genel Anesteziye Bağlı Erken Dönemde Gelişen Komplikasyonlar Immediate Complications Related to Anesthesia in Patients Undergoing Uvulopalatopharyngoplasty for Obstructive Sleep Apnea Benjamin Talei, Anne L. Cossu, Ralph Slepian, Ashutosh Kacker Laryngoscope,123: 2892-2895,2013 ÖZET ABSTRACT Amaç: Tıkayıcı uyku apnesi(OSA) olan hastalarda genel anestezi altında yapılan cerrahi işlemlerde perioperatif risk ve komplikasyonların değerlendirilmesi. Objectives/Hypothesis: To analyze and assess the perioperative risks and complications in patients receiving general anesthesia undergoing surgery for obstructive sleep apnea (OSA). Çalışma Tipi: Ocak 2009 ile Ocak 2010 tarihleri arasında septoplasti ile birlikte veya tek başına uvulopalatofaringoplasti(UPPP) yapılan hastalar retrospektif olarak taranmıştır. Anestezi, operasyon, klinik, ve postoperatif uyanma dönemi kayıtları toplanmış ve daha önceden belirlenen komplikasyon ve risk faktörleri açısından araştırılmıştır. Study Design: Retrospective chart review of patients with documented OSA who underwent uvulopalatopharyngoplasty (UPPP) with or without septoplasty for OSA between January 2009 and January 2010 at a specific institution. Anesthesia, operative, clinical, and postoperative/recovery nursing records were collected and reviewed for predetermined complications and risk factors. Method: Elektronik medikal kayıtlar kullanılarak grafik analiz yapılmıştır. UPPP yapılmış 32 hasta, güncel işlem terminoloji kodları ile perioperatif olarak izlenmiştir. Perioperatif klinik ve anestezi kayıtlarında; cerrahi işlemde gecikme ya da uyanma sırasında hasta sağlığını tehlikeye sokacak olumsuz herhangi bir olay gibi komplikasyonlar ve riskler gözden geçirilmiştir. Zor entübasyon, reentübasyon, postoperatif pulmoner ödem, postoperatif desatürasyon ve/veya CPAP destek ihtiyacı olması gibi rutin genel anestezi işlemlerinden farklı müdahaleler değerlendirme kapsamına alınmıştır. Veriler, entübasyon teknikleri, hava yolu açıklığını sağlamak için kullanılan ek malzemeler, reentübasyon, indüksiyon ve idame için kullanılan ilaçlar, nöromusküler blokajlar, ağrı kesiciler, vücut kitle indeksi ve anestezi riskleri olarak sıralanmıştır. Sonuçlar: Değerlendirilen, 32 hastada reentübasyon, uzamış entübasyon veya postoperatif pulmoner ödem gibi ciddi komplikasyonların hiçbiri görülmedi. Zor entübe edilen veya nazal/oral airway ihtiyacı duyan hastaların hiçbirinde ciddi komplikasyon olmadı. Sonuç: OSAS nedeniyle cerrahi yapılan hastalar, komplikasyon gelişimi açısından riskli kabul edilmektedir. Bu çalışmada değerlendirilen 32 hastada hayatı tehdit edecek herhangi bir risk veya komplikasyon görülmemiştir. Methods: Chart review was performed via electronic medical records, reviewing the perioperative course of 32 patients undergoing UPPP as identified by Current Procedural Terminology coding. Perioperative, clinical, and anesthetic records were reviewed for any complications and risks, defined as any adverse event delaying surgical progress or recovery along with any additional risk to patient safety. Criteria included interventions beyond those involved in undergoing routine general anesthesia. This included difficult intubation, reintubation, postoperative pulmonary edema, postoperative desaturations, and/or need for continuous positive airway pressure. The data obtained were stratified into results for intubation and special equipment needed along with airway visibility and intubation technique, reintubation, induction and supplemental drugs, neuromuscular blockade, neuromuscular blockade reversal, pain medications, body mass index, and overall anesthesia risk. Results: Thirty-two patients were reviewed with no severe adverse events such as reintubation, prolonged intubation, or postoperative pulmonary edema. Patients who were difficult to intubate or required nasal/oral airways failed to show any adverse outcomes. Conclusions: Patients undergoing surgery for OSA are considered to be at increased risk of complications. Review of 32 patients failed to show any life-threatening risks or complications. Anahtar Sözcükler: tıkayıcı uyku apnesi, uyku apnesi, anestezi, uvulopalatofaringoplasti, tıkayıcı uyku apne sendromu Keywords: Obstructive sleep apnea, sleep apnea, anesthesia, uvulopalatopharyngoplasty, obstructive sleep apnea syndrome. Kanıt Düzeyi: 4 Level of Evidence: 4 Curr Pract ORL 2013, 9(4): 43-44 Curr Pract ORL 2013, 9(4) Curr Pract ORL 2013, 9(4) 44 Güncel Yaklaşım Yorum Tıkayıcı uyku apne sendromunu olan hastalar, bilinen riskler dolayısıyla, peroperatif yakın ilgi ve dikkat gerektirmektedir. OSAS için veya başka bir sebeple anestezi almaları gerektiğinde, üst havayolu darlığı ve eşlik eden hastalıkları sebebiyle entübasyon sırasında ve/veya sonrasında problemler gelişebilir. Vaka-kontrol çalışmalarında, OSAS olan hastalarda olmayanlara göre daha sık problem ve komplikasyon geliştiği bildirilmiştir. OSAS’lı hastalarda anesteziye bağlı sorunlarla karşılaşılmasının nedenilerinden birisi kullanılan anestezik ve sedatif ilaçlardır. Bu ilaçlar normal hastaların bile üst hava yolu kas aktivitesini bozdukları için zaten sorunlu kas aktivitesi olan OSAS’lı hasta grubunda kas aktivitesini daha da bozarlar. Yapılan çalışmalar, entübasyon problemlerinin genelde daha obez hastalarda ortaya çıktığını göstermektedir. Oysa ekstübasyon sonrası problemler intraoperatif daha fazla narkotik analjezik kullanılan hastalarda daha sık ortaya çıkmaktadır. Bu çalışma ortalama apne-hipopne indeks (AHİ)’i 42 olan OSAS’lı hastalarda genel anestezi altında yapılan cerrahi işlemlerin peroperatif dönemini retrospektif olarak incelemiştir. Çalışmaya dahil edilen 32 hastanın hiçbirinde anesteziye bağlı ciddi peroperatif komplikasyon görülmemiştir. Küçük hasta popülasyonu, farklı anestezi protokolleri nedeniyle kesin kanılara ulaşmayan bu çalışma, OSAS’lı hastalarda öyle korkulduğu kadar anesteziye bağlı ciddi komplikasyonlar görülmediğini belirtmektedir. Bu çalışma, her ne kadar OSAS’lı hastaların peroperatif döneminin çok problemli olmadığını söylese de, bu hasta grubu yakın takip gerektirmektedir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 45 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Septum Cerrahisinden Sonra İntranazal Splintler Kullanılmalı mı? Should Intranasal Splints Be Used After Nasal Septal Surgery? Shan Tang, Ashutosh Kacker Laryngoscope. 2012 Aug;122(8):1647-8 ÖZET ABSTRACT Yapılan randomize kontrollü bir çok çalışmada, kullanılan nazal splintin beklenildiği gibi burun içi yapışıklıkları ve diğer komplikasyonları azalttığı yönünde yeterli kanıt bulunamamış ayrıca ameliyat sonrası ağrıyı ciddi şekilde arttırdığı gösterilmiştir. Yeni yapılmış daha küçük boyuttaki bir çalışmada, daha ince bir splintin, mukozal iyileşmeye faydası olduğu ve klasik splinte göre daha az rahatsızlık hissi verdiği gösterilmiştir. Conventional septal splints have been shown in multiple large RCTs to cause significantly increased postoperative pain without sufficient evidence of decreasing rates of intranasal adhesions or other clinically significant complications. However, one recent smaller RCT shows that a new thinner splint may result in both improved mucosal status and decreased postoperative discomfort. Anahtar Kelimeler: Septoplasti, intranazal splint Keywords: Septoplasty, intranasal splint Curr Pract ORL 2013, 9(4): 45 Yorum Bu makale septoplasti sonrası burun içine yerleştirilen intranazal splintlerin kullanımı ile ilgili yapılmış çalışmaları değerlendirerek gerekliliği konusunda bir sonuca varmaya çalışmaktadır. İntranazal splintler, burun içi yapışıklıkları engellemek ve septumu desteklemek için kullanılmaktadır. Genelde nazal tamponlarla birlikte cerrahinin sonunda yerleştirilmekte ve yaklaşık 1 hafta sonra çekilmektedir. Splint kullanılan ve kullanılmayan hastaları inceleyen, randomize kontrollü çalışmalarda, splint kullanılan hastalarda erken dönemde intranazal yapışıklıklar daha az görülürken, geç dönemde her iki grup arasında yapışıklık açısından anlamlı Curr Pract ORL 2013, 9(4) farklılık saptanmamıştır. Bunun dışında splint kullanımı ile ilgili belirtilen en önemli sorun, intranazal splintlere bağlı oluşan ağrı şikayetleri olup splint kullanımının postoperatif ağrıda artışa sebep olduğu belirtilmiştir. Tek taraflı daha küçük boyutlu splint kullanılarak yapılan bir çalışmada, küçük boyutlu splint kullanılan taraftaki mukozanın daha sağlıklı olduğu belirtilmektedir. Sonuç olarak, splint hastalarda genellikle rahatsızlık hissi yaratsa ve postoperatif komplikasyonları azaltmada beklenilen katkıyı sağlamasa da, mukozal iyileşme üzerine olumlu etkileri söz konusudur. 46 Güncel Yaklaşım Endoskopik DSR’de Postoperatif Stentleme Gerekli mi ? Is Postoperative Stenting Necessary in Endoscopic Dacryocystorhinostomy? Jonathan Liang, Andrew Lane. Laryngoscope. 2013 Nov;123(11):2589-90 ÖZET ABSTRACT Endoskopik dakriosistorinostomi (DSR), nazolakrimal kanal tıkanıklığına bağlı gelişen epiforanın tedavisini için yapılmaktadır. Endoskopik DSR sonrasında slikon stentler alışkanlıktan ve oftalmologların rutin uygulamaları ve bazı çalışmalardan esinlenilerek sıklıkla kullanılmaktadır. Bu konu ile ilgili literatür gözden geçirildiğinde stent kulanımının sonuçları değiştirmediği görülmektedir. Stent kullanımı postoperatif bakım ihtiyacını arttırmakta ve stent kullanımına bağlı komplikasyon gelişme ihtimali doğmaktadır. Endoscopic dacryocystorhinostomy is a safe and effective surgery for treatment of epiphora due to nasolacrimal duct obstruction. Based on the external DCR literature and the established practice of ophthalmologic surgeons, silicone stents have been favored with endoscopic DCR and remain widely utilized today. However, review of the current literature demonstrates comparable outcomes in endoscopic DCR whether stents are used or not. Endoscopic DCR without stenting reduces the intensity of postoperative management and avoids the potential for stent-related complications. Anahtar Kelimeler: endoskopik dakriosistorinostomi, stent, dakriosistorinostomi, epifora Keywords: Endoscopic dacriocystorhinostomy, stent, dacriocystorhinostomy, epiphora Curr Pract ORL 2013, 9(4): 46 Yorum Dakriosistorinostomi (DSR), nazolakrimal kanal tıkanıklığı tedavisi için kullanılan etkin bir yöntemdir. Endoskopik sinüs cerrahisinin gelişimine paralel olarak, transnazal endoskopik yaklaşım giderek popülarite kazanmış ve günümüzde nazolakrimal kanal tıkanıklıklarında esas tedavi yöntemi haline gelmiştir. DSR ameliyatı gerek eksternal gerekse endoskopik olarak yapılsın, başarı oranları yüksek olan bir cerrahidir. DSR ameliyatlarında stent kullanımı, 1980’lerde eksternal DSR ameliyatlarında stent kullanılması ile çok başarılı sonuçlar alındığını söyleyen çalışmalara dayanmaktadır. Bu makalede, son dönemlerde yapılan randomize kontrollü çalışmalar ve meta analizler incelenmiştir. Stent kullanımı ile ilgili olarak; granülasyon dokusu oluşturması, kanalikül hasarı yapması, yerinden çıkması, rahatsızlık yaratması, cerrahi süreyi uzatması ve ameliyat masraflarını arttırması gibi sorunlar belirtilmektedir. İncelenen çalışmalarda, stent kullanımının cerrahi başarı üzerine herhangi bir etkisi olmadığı; hatta, revizyon ihtiyacı olan olguların, anlamlı istatistiksel farklılık göstermese de, genelde stentli olgular olduğu belirtilmektedir. Stent kullanımı ile ilgili tartışmalı bir diğer konu da, stentin ne kadar süre kalacağı ile ilgilidir. Bu konuda yeterli çalışma yoktur. Stentin uzun süre kalmasının burun içindeki rinostomide granülasyona neden olacağı ve başarı şansını azaltacağı; punktumlardan geçen silikon tüpün yabancı cisim etkisi yaparak enfeksiyon riskini arttıracağı öne sürülmektedir. Bu nedenle silikon tüpün 2 aydan fazla tutulmaması gerektiği belirtilmektedir. Silikon tüp intübasyonunun yapılması gereken özel durumlar vardır. Bunlar arasında presakkal stenoz, burun apeksinin dar olması ve nüks cerrahiler sayılabilir Sonuç olarak, DSR ameliyatlarında stent kullanımının başarılı olduğunu gösteren objektif bulgular yoktur. Stent kullanımı ile cerrahi başarı oranları değişmemektedir. Stent kullanılmadan yapılan cerrahilerde, post operatif bakım ihtiyacı daha az olmakta ve stente bağlı komplikasyon görülme ihtimali ortadan kalkmaktadır. Endoskopik intranazal DSR cerrahisinde silikon entübasyon özel durumlarda kullanılmalıdır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 47 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Tıkayıcı Tükrük Bezi Hastalıkları için Sialendoskopi Etkin bir Tedavi midir? Is Sialendoscopy an Effective Treatment for Obstructive Salivary Gland Disease? Rahmatullah Rahmati, M. Boyd Gillespie, David W. Eisele Laryngoscope. 2013 Aug;123(8):1828-9 ÖZET ABSTRACT Diagnostik sialendoskopi tıkayıcı tükrük bezi hastalıklarının tanı ve tedavisinde kullanılabilen bir yöntemdir. Endoskopik olarak tespit edilen, 5 mm’den küçük, yuvarlak veya oval şekilli ve hareket edebilen taşlar, güvenle çıkartılabilmekte ve bu sayede açık cerrahi ihtiyacı kalmamaktadır. Diagnostic sialendoscopy is highly effective in identifying sialolithiasis in obstructive salivary gland disease. Endoscopic findings of round or oval mobile stones <4 to 5 mm generally permit utilization of interventional sialendoscopy in a safe and efficacious, minimally invasive, gland-sparing manner. Large palpable submandibular duct stones or intraglandular stones may be approached with traditional transoral excisional techniques or sialoadenectomy, whereas large intraparotid stones may be managed with a sialendoscopy assisted approaches or usual conservative means. Anahtar Kelimeler: Sialoendoskopi, sialolitiazis, sialoadenektomi Keywords: Sialendoscopy, sialolithiasis, sialoadenectomy Curr Pract ORL 2013, 9(4): 47 Yorum Taş, stenoz veya kronik sialadenite bağlı tükrük bezi hastalıklarının klasik tedavisi, bezin cerrahi olarak çıkarılmasıdır. Bu cerrahide kanama, siyalosel oluşumu, sinir hasarları ve kozmetik deformiteler görülebilmektedir. Sialendoskopi, tükrük bezi kanallarını değerlendirebilen küçük boyutlu semirijit endoskoplar ile yapılmaktadır. Terapötik girişimler için forseps, tur, balon veya lazer gibi ek malzemeler gerekmektedir. Farklı kullanım şekilleri ile sialendoskopi hem tanısal hem terapötik faydalar sağlayabilmektedir. Bu makale, tanısal ve terapötik sialendoskopi sonuçlarınının verildiği çalışmaları değerlendirerek, sialendoskopinin tıkayıcı tükrük bezi hastalıklarında etkin bir tedavi olup olmadığını sorgulamaktadır. Sialolitiazise bağlı tıkayıcı tükrük bezi hastalıklarında, diğer tüm cerrahi işlemlerde olduğu gibi günümüzde daha az invaziv yöntemler araştırılmakta ve tercih edilmektedir. Son zamanlarda endoskopik müdahale imkanlarının artması ile, tanısal ve terapötik amaçlarla yapılan sialendoskopik işlemler, inflamatuar tükrük bezi hastalıklarının tedavisinde radikal değişimler sağlamıştır. Konservatif yaklaşımlar veya transoral müdahaleler ile tedavi edilemeyen tüm hastalarda, ister submandibüler bez olsun, Curr Pract ORL 2013, 9(4) isterse parotis bezi olsun, yapılacak işlem cerrahi olarak tükrük bezi rezeksiyonudur. Sialendoskopi sayesinde, tüm klinik durumun gelişmesine neden olan taş çıkarılmakta ve semptomlar giderilmektedir. Aynı zamanda açık cerrahinin olası komplikasyonlarından da kaçınılmış olunmaktadır. Yapılan çalışmalarda, tanısal sialendoskopi, parotis bezi taşlarının yaklaşık %80’inde, submandibüler bez taşlarının ise % 90’ından fazlasında tanı koydurucudur. Terapötik sialendoskopi yapılan, submandibüler ve parotis bezi sialolitiazis hastalarının tamamına yakınında semptomlar düzelmekte ve cerrahi ihtiyacı ortadan kalkmaktadır. Şu anki teknik imkanlar nedeniyle, sadece belli özellik ve boyuttaki taşlarda, terapötik sialendoskopi etkin olarak kullanılabilmektedir. Sialendoskopinin başarılı olmadığı ve açık cerrahi gerekenler, bu hasta popülasyonunun en çok % 10’unu oluşturmaktadır. Ciddi komplikasyonlar çok nadiren görülmektedir. Diğer endoskopik işlemlerde olduğu gibi, sialendoskopide de öğrenme eğrisine paralel, tecrübenin artması ile komplikasyon oranları azalmaktadır. Sialolitiazise bağlı tükrük bezi hastalıklarının tedavisinde, sialendoskopinin gelişimi minimal invaziv yaklaşımlar ile tedavi imkanı sağlayacaktır 48 Güncel Yaklaşım Mandibula Kırıklarının Fiksasyonu Acil mi? Is Fixation of Mandible Fractures Urgent? Daniel A. Barker, Stephen S. Park Laryngoscope. 2011 May;121(5):906-7 ÖZET ABSTRACT Mandibula kırıklarında onarımın daha geç yapılması, teknik zorluklara ve komplikasyonlara neden olabilmektedir. Cerrahinin geç yapılması cerrahi sırasında daha dikkatli debridman yapılmasını, gerektirecek, redüksiyon ve fiksasyon aşamaları daha zor olacaktır. Yapılan çalışmalar 5 güne kadar yapılan müdahalelerin, kemik kaynaması ve çene oklüzyonu üzerine olumsuz bir etkisi olmadığını göstermektedir. Ancak madde bağımlısı hastalarda, enfeksiyon riskinin arttığı görülmüştür. Delay in repair can be associated with technical challenges and complications. A more vigilant debridement, reduction, and fixation are all warranted. Delay up to 5 days after injury has not been shown to compromise outcomes in terms of bony union and occlusion. Substance abuse appears to be associated with a greater rate of infection. Anahtar Kelimeler: Mandibula kırıkları, fiksasyon Keywords : Mandibular fractures, fixation Curr Pract ORL 2013, 9(4): 48 Yorum Mandibula kırıklarının, erken dönemde onarılması gerektiği yönünde genel bir kanı olmasına rağmen, tedavinin aciliyeti konusunda halen görüş ayrılıkları vardır. Bu kanı erken dönemde yapılan cerrahilerin başarılı olduğunu bildiren çalışmalara dayandırılmaktadır. Bu makale, mandibula kırıklarının gerçekten de erken dönemde onarılmaları gerekiyor mu sorusunu araştırmaktadır. Mandibula kırıklarının onarımında önemli olan noktalar; enfeksiyon oranı, komplikasyon gelişimi, kemik kaynaması ve oklüzyondur. Mandibula kırıklarının erken dönemde fiksasyonunu öneren çalışmalar, bu durumu enfeksiyon oranlarının daha düşük olması ile ilişkilendirmektedir. Ancak yapılan birçok çalışmada enfeksiyon gelişimi, erken ve geç dönem onarım yapılan gruplar arasında farklılık göstermemektedir. Erken veya geç dönem sonuçlarını karşılaştıran çalışmalar, zamanlamanın enfeksiyon oranları dışında, kemik kaynaması ve oklüzyon üzerine de etkisi olmadığını göstermiştir. Çalışmaların bazılarında, geç cerrahi yapılan grupta marjinal mandibüler sinir arazı, plak problemleri, nöropatik ağrı ve maloklüzyon gibi cerrahi teknik ile ilgili komplikasyonların daha sık olduğu belirtilmektedir. Enfeksiyon riskini arttıran ana faktörün madde bağımlılığı olduğu düşünülmektedir. Madde bağımlısı olmayan hastalarda geç dönemde yapılan cerrahilerin, sonuçlar üzerine etkisi olmadığı belirtilmektedir. Erken veya geç dönemde yapılan cerrahilerin sonuçları arasında anlamlı farklılıklar olmasa da, cerrahinin ameliyatı geciktirmeyi gerektirecek herhangi bir sebep yoksa, optimal şartlarda hatta ameliyatı zorlaştıracak ödem gelişmeden yapılmasının uygun olduğu söylenebilir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Endoskopik Kafa Tabanı Cerrahisi’nde Nazoseptal Flep ile yapılan 49 Rekonstrüksiyonun Uzun Dönem Etkinliği Tanısal Testler Nazal Valv Yetmezliği için Kullanışlı mı ? Are Diagnostic Tests Useful for Nasal Valve Compromise? Lisa E. Ishii, MD, MHS; John S. Rhee, MD, MPH Laryngoscope. 2013 Jan;123(1):7-8. ÖZET ABSTRACT Nazal valv yetmezliği, burun tıkanıklığının sık görülen sebeplerinden birisidir. Tedavisi için tariflenmiş etkili metodlar vardır. Günümüzde, nazal valv yetmezliği tanısında kullanılan rutin bir test yoktur. Nazal valv yetmezliğinin ayırıcı tanısında hikaye ve fizik muayene kullanılmaktadır. Nazal endoskopi burun tıkanıklığına yol açacak daha posteriordaki problemleri değerlendirmek için kullanılmaktadır. Nazal valv bölgesini ölçen ve yetmezliğin olası sebebini objektif olarak ayırtetmeyi sağlayacak tanısal testleri tanımlayan çalışmalara ihtiyaç vardır. Yapılan çalışmalardan elde ettiğimiz verilere bakarak, şu an için nazal valv yetmezliği tanısında kullanılacak herhangi bir tanısal test önerilmemektedir. Nasal valve compromise is a common source of nasal airway obstruction, with multiple effective methods for correction. Currently, in the absence of a gold standard test to diagnose the specific source of nasal valve compromise, history and physical exam are key measures for distinguishing among septal, turbinate, and sidewall causes. Nasal endoscopy may be useful as an adjunct test to rule out other pathology that could also contribute to nasal airway obstruction with photography being useful for documentation. Future research is needed to define a diagnostic test to measure the nasal valve area and objectively distinguish among the possible sources of compromise. A diagnostic test is not recommended to diagnose the cause of nasal valve compromise based on the existing data to support any diagnostic tests. Anahtar Kelimeler: burun tıkanıklığı, nazal valv, nazal valv kollapsı Keywords: Nasal obstruction, nasal valv, nasal valv collapse Curr Pract ORL 2013, 9(4): 49 Yorum Nazal valv bölgesi septum, alt konka ve yan nazal duvar arasında yer alır. Septum ve alt konka nispeten daha rijid dokular olmasına rağmen, artan burun içi negatif basınç alar bölgede kollapsa yol açabilir. Nazal valv bölgesinde hangi yapının, burun tıkanıklığına sebep olduğunu bulmak oldukça güçtür. Bu makalede, nazal valv patolojisini tanımaya yönelik yazılarda, yazarların kişisel tercihlerini ve literatür bilgilerini paylaştıkları yayınlar değerlendirilmiştir. Burun tıkanıklığı olan bir hastanın ilk değerlendirilmesinde, öncelikle inspeksiyon ile eksternal nazal valv ve kolumelladaki patolojilere bakılır. Anterior rinoskopi nazal valv patolojisi olan hastaların değerlendirilmesinde kullanılan en değerli muayene yöntemlerinden biridir. Anterior rinoskopi, dekonjesyon öncesinde ve sonrasında yapılmalıdır. Bu aşama burun içi inflamatuar patolojilerin ayırıcı tanısı için kullanılır. Ancak endoskopik muayene spekulum kullanmadan alar bölgeyi dinamik olarak değerlendirme imkanı verdiği için oldukça yararlıdır. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Nazal valv bölgesinin küret gibi ince bir alet yardımı ile lateralize edilmesi veya eksternal spreader kullanımı ile açılması, şikayetleri azaltıyor ise, valv cerrahisinden fayda görebileceği öngörülebilir. Amerikan Akademisinin valv patolojilerine yaklaşım konusundaki görüşü, valv patolojilerinin tanısında en önemli bilginin hastanın hikayesi ve fizik muayenesinden alınabileceği ve günümüzde kullanılabilen valv patolojisini gösterebilen altın standart bir test olmadığı yönündedir. Nazal valv bölgesi patolojilerinin tedavisinde tariflenmiş, etkin birçok yöntem olmasına rağmen, işlemlerin bir kısmının sonuçları önceden kestirilememekte, bir kısmında ise açık cerrahi girişimlere ihtiyaç olmaktadır. Valv bölgesine yapılacak cerrahi müdahaleleri planlarken, eşlik eden septum ve/ veya konka patolojileri de değerlendirilmelidir. Valv yetmezliğinin, alar yetmezlik sonucu olabileceği gibi, burun içi tıkanıklık yapan patolojilere sekonder artmış negatif basınç sonucu da gelişebileceği akılda tutulmalı ve bu sorunlar da varsa düzeltilmeye çalışılmalıdır. 50 Güncel Yaklaşım Pediatrik Orbital Subperiosteal Apsede Medikal veya Cerrahi Tedavi Medical Versus Surgical Management of Pediatric Orbital Subperiosteal Abscesses Joshua R. Bedwell, Sukgi S. Choi Laryngoscope. 2013 Oct;123(10):2337-8 ÖZET ABSTRACT Orbital subperiosteal apse (SPA) varlığı acil cerrahi girişim için mutlak bir endikasyon değildir. Görme keskinliğinde azalma, artmış intraoküler basınç, oftalmopleji ve ≥5mm proptosis gibi komplike hale gelmiş göz bulguları ile başvuran hastalarda en uygun tedavi yönteminin cerrahi olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Klinik tablosu daha hafif olan olgular, intravenöz antibiyotikler, nazal lavaj ve topikal dekonjestanlar ile cerrahiye ihtiyaç kalmadan konservatif yaklaşım ile düzelebilirler. İleri yaşlarda medikal tedaviye yanıt olasılığının azaldığı belirtilmekle birlikte, yaş konservatif tedavi uygulamasında kontrendikasyon oluşturmamalıdır. Tüm hastalar sık göz muayeneleri ile izlenmeli, kötüleşme gösterenler vakit kaybetmeden cerrahi drenaja alınmalıdır. Medikal tedaviye 48 saat sonunda yanıtsızlık, muhtemel tedavi başarısızlığına işaret edeceğinden, bu hastalarda cerrahi tedavi düşünülmelidir. Orbital SPA in children is not an absolute indication for immediate surgical intervention. Patients presenting with advanced ophthalmologic findings (impaired visual acuity, elevated IOP, ophthalmoplegia, proptosis _5 mm) or with large abscesses (width >10 mm) are best treated surgically. Patients with a less serious presentation may improve with conservative management (intravenous antibiotics, nasal saline lavage, topical decongestants). There is evidence that older patients are less likely to be adequately treated with medications alone; however, age should not be a contraindication to a trial of conservative management. All patients must be monitored closely with serial ophthalmologic examinations, and any deterioration should lead to timely drainage. Failure to improve after 48 hours likely reflects treatment failure and should prompt consideration for surgical intervention. Anahtar Kelimeler: orbital abse, orbital komplikasyon, orbital subperiosteal abse Keywords : Orbital abscess, orbital complication, orbital subperiosteal abscess Curr Pract ORL 2013, 9(4): 50 Yorum Orbital subperiosteal apse (SPA), kemik ile periorbita arasında püy koleksiyonu gelişmesidir. SPA en sık akut sinüzite bağlı gelişen orbital komplikasyonların bir parçası olarak görülebilmektedir. SPA tedavisi, medikal izlem veya cerrahi drenaj ile yapılmaktadır. SPA’nın cerrahi tedavisi eksternal yaklaşımla veya endoskopik olarak yapılabilmektedir. Son dönemlerde endoskopik yaklaşım ağırlık kazanmıştır. Fakat hangi SPA’ların drenaj gerektirdiği, hangisinin sistemik antibiyotik ile tedavi edilmesi gerektiği tartışmalıdır. Orbital SPA tedavisi için, tanı konulduğu anda derhal cerrahi yapılması yönünde genel bir yaklaşım varken, son dönemde medikal tedavi ile de tedavi edilebilen olgular gösterilmiştir. Günümüzde tüm hastaların mutlak cerrahi olması gerektiği yönünde genel bir kabul kalmamıştır. Şu anki en önemli tartışma, hangi hastaların medikal tedavi ile tedavi edileceği, hangi hastalara cerrahi yapılacağı ile ilgilidir. Genel olarak oftalmolojik muayenesi giderek bozulan, intrakranial yayılım gösteren veya sistemik toksisite gelişen hastalarda cerrahi tedavi önerilmektedir. Bu makalede, orbital SPA’da cerrahi ve medikal tedavi yaklaşımlarını karşılaştıran yayınlar değerlendirilmiştir. Bazı çalışmalarda cerrahiye giden hastalarda proptozis derecesi en önemli klinik bulgu olarak gösterilirken, bir başka çalışmada proptozis derecesinden ziyade, intraoküler basıncın cerrahi için en önemli kriter olduğundan bahsedilmekte ve bu konuda kesin çizgiler olmadığı belirtilmektedir. Orbital SPA tedavisine yaklaşımda, hastaların ilk muayene bulguları kadar takiplerde ki değerlendirmeler de önemlidir. İlk değerlendirmede; daha büyük çocuklar, ateşin eşlik ediyor olması ve büyük apse varlığı, kliniğin daha ağır olduğunu ve cerrahi tedavi gerekeceğini gösteren en önemli kriterler olarak görülmektedir. Büyük çocuklardaki durumun, küçük çocuklara göre daha farklı bakteri profiline bağlı olabileceği belirtilmektedir. Orbital SPA’da ilk başvuruda veya takiplerde komplikasyon varlığı veya, medikal tedaviye yanıtsızlık cerrahi için kesin endikasyon oluşturmaktadır. Klinik olarak daha hafif formda başvuran hastalar genelde medikal tedavi ile tedavi edilebiliyor iken, daha ciddi klinik tablosu olanlarda cerrahi tedavi gerekmektedir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Septoplasti Sonrası, Konka Rezeksiyonu Yapmaksızın, Nazal Yumuşak Doku Tıkanıklığının Düzelmesi 51 Kronik Rinosinüzit Tanısında Nazal Endoskopinin Rolü Nedir ? What is the Role of Nasal Endoscopy in the Diagnosis of Chronic Rhinosinusitis? Josef Shargorodsky, Neil Bhattacharyya Laryngoscope 123: January 2013;123(1):4-6. ÖZET ABSTRACT Nazal endoskopi, anterior rinoskopi ile görülmesi mümkün olmayan anatomik oluşumların daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olur. Değerlendirilmek istenen bölgenin daha yakından muayenesi yanında kültür veya biopsi alma imkanları sağlar. BT sonuçları ile karşılaştırıldığında, nazal endoskopinin kronik rinosinüzit (KRS) tanısı için tek başına yeteri kadar yüksek sensitivitesi yoktur. Ancak KRS tanısında endoskopik muayenenin (bulguları farklılıklar gösterse de) spesifitesi yüksektir. Nazal endoskopi, KRS uyumlu semptomları olanlarda daha değerlidir. KRS semptomları olan hastalarda, endoskopik muayene bulguları da varsa, radyolojik değerlendirmeye gerek kalmadan hastalara KRS tanısı konularak medikal tedavi verilebilir. Böylece özellikle medikal tedaviye yanıt veren hastalarda, BT’nin maliyetinden ve radyasyondan kaçınmak mümkün olabilir. KRS tanısını koymak için, semptomları ve endoskopik bulguları beraber değerlendiren çalışmalara ihtiyaç vardır. Nasal endoscopy enhances the sinonasal evaluation by allowing visualization of anatomy that is not possible with anterior rhinoscopy. It produces a closer inspection of the involved areas, as well as the opportunity for directed culture or biopsy. When compared with CT results, nasal endoscopy alone does not have a high enough sensitivity to rule out CRS. However, even though the definition of CRS on endoscopy has varied in different studies, the modality has demonstrated a high specificity in identifying CRS. Endoscopy is especially valuable in individuals with symptoms consistent with CRS, and the combination of symptom criteria and positive findings on nasal endoscopy has a high diagnostic accuracy. Although the evidence is somewhat limited, in select individuals with positive symptom criteria combined with an endoscopic confirmation of CRS, a confident diagnosis of CRS may be made without additional imaging. This may then allow for initiation of medical management of CRS for example, thereby sparing patients the cost and radiation exposure of CT, particularly for those who respond therapeutically,. Future studies are needed to further investigate the accuracy of endoscopy in combination with symptom-based criteria in diagnosing CRS. Anahtar Kelimeler: Kronik rinosinüzit, endoskopi Keywords: Chronic rhinosinusitis, endoscopy Curr Pract ORL 2013, 9(4): 51 Yorum Nazal endoskopik muayene, KRS tanısında önemli bir yöntem olmasına rağmen tek başına KRS değerlendirilmesinde yeterli olup olmadığı tartışmalıdır. KRS tanısı hikaye, endoskopik muayene ve radyolojik inceleme sonuçları değerlendirilerek konulur. Hikayede mukopürülan akıntı, burun tıkanıklığı, yüz ağrısı, yüzde baskı veya basınç hissi veya koku almada azalma sorgulanmalıdır. Endoskopik olarak orta meada veya etmoid bölgede nazal polip veya pürülan mukus görülebilir. Paranazal sinüslerin bilgisayarlı tomografisi en güvenilir tanı yöntemidir. BT’nin kolay ulaşılabilir olması ve çok yüksek olmayan maliyeti KRS tanısında sıklıkla kullanılmasına ve kronik sinüzit tanısında ana yöntem olmasına yol açmıştır. Kronik sinüzit tanısında hikaye veya endoskopik muayene, tek başlarına kullanıldığında sensitivitesi ve spesifisiteleri düşüktür. Ancak beraber kullanıldıklarında, KRS tanısında anlamlı olduğu yönünde çalışmalar vardır. Hikaye ve endoskopik muayene ile kronik sinüzit tanısı konabilir ve BT ihtiyacı ortadan kalkabilir. Curr Pract ORL 2013, 9(4) Yapılan çalışmalarda, endoskopik muayene bulguları KRS ile uyumlu olanların % 90’ında, burun tıkanıklığı şikayeti ve endoskopik muayene bulguları beraber olanların ise tamamında BT’de KRS tespit edilmiştir. Endoskopik muayene bulgularının spesifitesi yüksek olmasına rağmen, sensitivitesi o kadar yüksek değildir. Yapılan çalışmalarda, BT görüntülemede KRS tespit edilen olguların en çok yarısında endoskopik incelemede bulgulara rastlandığı belirtilmiştir. Endoskopik olarak tespit edilen bulgulardan, mükopürülan akıntı dışındaki hiçbir bulgu, KRS’nin BT bulgularına spesifik değildir. KRS tanısı ve tedavisi halen tartışmalı konulardan biridir. BT bulguları ile cerrahiye yönlendirilmeden önce medikal tedavi verilmelidir. KRS semptomları olan hastalarda yapılan endoskopik muayenede pozitif bulguların saptanması, BT’de de pozitif bulgular olabileceğini göstermekte ve tanısal anlamda fayda sağlamaktadır. Ancak endoskopik muayenenin negatif olduğu durumlarda, kaçınılmaz olarak radyolojik görüntüleme gerekmektedir.