Değerli Okurlarımız, İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz

Transkript

Değerli Okurlarımız, İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz
Değerli Okurlarımız,
İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz öğrencilerinden,
edebiyatla yakından ilgili, değişik türlerde yetenek ve birikimlerini
kâğıda döken hassas kalplerin okurlarıyla buluşması olarak
değerlendiğimiz bir bölümdür. Eserlerini sizlerle paylaşmakla,
kalplerinin kapılarını aralamış olan “şair “ ve “yazar” larımıza hak
ettikleri alkışları, iyi bir okuyucu olarak vereceğinize inanıyorum.
Onların heyecanlarına ortak olmak, duygu ve düşüncelerinizi
paylaşmak için sitemizden ziyaretinizi, gönlünüzden “ sanatçılarımızı” eksik etmemenizi
temenni ediyorum. Kendi adıma ve sizler adına emeklerini, eserlerini bizlere sunan, ince
ruhlarında edebi bir yolculuğa davet eden tüm öğrencilerimize teşekkür ediyor, başarılarının
devamını diliyorum. Raflarda kitaplarını göreceğim günlerin mutluğunu şimdiden
yaşadığımı, ayrıca belirtmek istiyorum. Sözü fazla uzatmamak ve onlarla aynı heyecanı
paylaşmak adına bir şiirimle onlara katılmak istiyorum.
NÂME-İ AŞK
Guruba karşı gözlerimde beliren buğusun
Enginlere indirdiğim o dağların doruğusun
Zapt edilmez kalbimin inatçı kabuğusun
Destursuz gelen aşkın hayâsı ol da gel!
Tozlu yollarda, boz bulanık bir siluetim
Ruhundan yoksunsam eğer, sade bir etim
Mahzun dizelerim, uzağında öksüz ve yetim
Berceste beyitlerin saf mayası ol da gel!
Mistik diyarlardan huşu ile akan
Aşkı bin bir hal ile şu kalpte yakan
Mana denizimin solgun hadikasından
Çiçeklerin bitmeyen rayihası ol da gel!
Fuzuli’nin aşk dolu mısralarından
O eski zamanların kıssalarından
El yazması sevdaların nüshalarından
Zamane aşklarının manası ol da gel!
Ölüm, ömür ipini kestiği vakit
İbretlik kabrime eşkle bak da git!
Aşk ehli gönüllerde biter mi akit?
Şu mevta ruhumun Fatiha’sı ol da gel!
Emine BAYINDIR
Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni
PEMBE FİL
Bir varmış bir yokmuş… Bir zamanlar Kaf Dağı’nın ötesinde
Anka Kuşu’nun kanatlarıyla örtülü gizli bir ormanda yaşayan bin
bir çeşit hayvan ve çiçek varmış. İnsan nefsiyle kirlenmemiş bu
sihirli ormanda pembe yavru bir fil yaşarmış. Bu fil, pembe olduğu
için kendini diğer hayvanlardan üstün görürmüş. Arkadaşlarıyla
oyun oynarken mızıkçılık yapar, büyüklerine saygısızca davranıp küçüklerini
korkuturmuş.
Günlerden bir gün yine oyun oynamak için dışarı çıkmış Pembe Fil. Her zaman
arkadaşlarıyla oyun oynadığı yere varmış. Bir süre sonra diğer yavru hayvanlar da gelmişler.
Ne oynayalım diye düşünmüşler ve saklambaçta karar kılmışlar; ama herkesin sırayla ebe
olması gerekiyormuş. Bu durumdan hoşlanmayan Pembe Fil, her zamanki gibi mızıkçı tavrıyla
“Hayır saklambaç oynamayalım, kör ebe oynayalım.” demiş. “Yine mızıkçılık yapıyorsun
Pembe Fil, hep senin istediğini oynuyoruz zaten. Bu sefer bizim istediğimiz olacak, istersen
sen oynama.” demiş Benekli Tavşan.
Onların bu tutumuna şaşıran Pembe Fil içinden “Ebe olma sırası bana geldiğinde yine
mızıkçılık yaparım,”diye geçirmiş ve çaresiz kabul etmiş saklambaç oynamayı. Bir süre sonra
ebe olma sırası Pembe Fil’e gelmiş. Yine ukala bir tavırla: “Valla kusura bakmayın, benim gibi
özel bir hayvan ebe olamaz.” demiş ve onların yanından ayrılmış.
Eve dönüş yolunda yaşlı kaplumbağa teyzeyi görmüş. Hemen yanına gidip “Ne oldu
kaplumbağa teyze? Yolda mı kaldın? Ha ha hah, şuna bak!” diyerek onunla alay etmiş. Onun
bu densizliklerine alışık olan kaplumbağa teyze, yine de çok üzülmüş. Onun yanından da
ayrılan Pembe Fil, ileride top oynayan tavşan Uzun Kulak’ı görmüş. Onunla da dalga
geçmeden eve dönmek istemeyen Pembe Fil, soluğu Uzun Kulak’ın yanında almış. Uzun
Kulak top sektirme yarışına katılacakmış. Bunu önceden bilen Pembe Fil, Uzun Kulak’ın
arkasından yavaşça yaklaşıp: “Böö!”diye bağırmış. Korkudan Topu düşüren Uzun Kulak:
“Yaptığını beğendin mi?” diye kızarak arkasına bakmadan oradan gitmiş. Pembe Fil ise
yaptığının yanlış olduğunu aklına bile getirmeden kahkahalara boğulmuş.
Tüm bu yaşananlardan büyük bir zevk duyan Pembe Fil mutlu mesut evine dönmüş.
Annesi o sırada yemek hazırlıyormuş. Pembe Fil eve girince annesi: “Hoş geldin yavrum, neler
yaptın bugün?” diye sormuş. Pembe Fil masadaki yemeklere bir göz attıktan sonra: “Of! niye
soruyorsun ki? Zaten yine dünden kalma yemekler var.” diyerek annesini terslemiş ve
odasına gitmiş.
Ertesi gün uyandığında annesi evde yokmuş. Bu durumu önemsemeyen Pembe Fil dışarı
çıkmış. Yine arkadaşlarıyla oyun oynadığı alana varmış. Beklemeye başlamış ama kimse
gelmemiş. Bir süre sonra canı sıkılan Pembe Fil eve dönmeye karar vermiş. Ama bir tuhaflık
varmış çünkü eve dönerken de kimseyi görmemiş.
Pembe Fil bunları yaşayadurdun, Pembe Fil’in annesi dahil bütün hayvanlar toplanmış
Pembe Fil’in bu davranışları karşısında ne yapmalı diye düşünüyorlarmış. Düşünmüşler
taşınmışlar ve sonunda kimsenin Pembe Fil ile konuşmamasına karar vermişler. Olanlardan
habersiz evde canı sıkılan Pembe Fil, annesini bekliyormuş. Uzun bir bekleyişin ardından evin
kapısı açılmış ve içeri annesi girmiş. Büyük bir heyecanla ayağa fırlamış Pembe Fil:
“Neredeydin anne? Kimse yok, neler oluyor?” diye sormuş. Annesi ise bunu duymazdan
gelerek mutfağa gitmiş. Bütün gece annesine ne sorduysa cevap alamayan Pembe Fil,
olanları anlayamıyormuş. Ertesi gün annesinin tavırlarında değişiklik olmadığını fark eden
Pembe Fil sessizce evden çıkmış. Durum dışarıda da farklı değilmiş. Dışarıda gördüğü kimse
ya da arkadaşları da onunla konuşmamış.
Günler haftalara dönüşürken Pembe Fil kendini iyice yalnız hissetmeye başlamış.
Neden böyle olduğunu düşünüyor ama kendi yaptıkları aklına gelmiyormuş. Yine dışarı çıktığı
bir gün düşüncelerle yürüyormuş. Bir süre yürüdükten sonra etrafına bakmış ve tanımadığı
bir yerde olduğunu fark etmiş. Bir an telaşa kapılıp oraya buraya koşturmuş, yolu bulayım
derken hepten kaybolmuş. İyice korkmaya başlayan Pembe Fil, bir ağacın altına oturmuş.
Endişeli gözlerle etrafına bakarken “Hava da kararmaya başladı,”diye geçirmiş içinden. O
kadar korkuyormuş ki en sonunda “Ne yapacağım ben?”diye ağlamaya başlamış. O sırada
hemen yanından bir ses: “Neden ağlıyorsun?” diye sormuş. Yalnız olduğunu düşünen Pembe
Fil şaşırmış ve etrafına bakınmış. Ama etrafında mavi bir gülden başka bir şey görememiş.
“Buradayım.” demiş aynı ses. Pembe Fil çok şaşırmış çünkü konuşan Mavi Gül’müş. İlk
şaşkınlığını üstünden atan Pembe Fil: “Ama sen konuşuyorsun?!”diye kekelemiş.
“Elbette.”demiş Mavi Gül. Bir süre Mavi Gül’ü inceleyen Pembe Fil, onun güzelliğine hayran
kalmış. “Senin rengin mavi. Daha önce bu renkte bir gül görmedim. Bu renge nasıl sahip
oldun?”diye sormuş Pembe Fil. “Ben de hiç pembe bir fil görmedim. Sen nasıl bu renge sahip
oldun?” diye sorusuna soruyla karşılık vermiş Mavi Gül. Pembe Fil ise yine o mızıkçı tavrıyla:
“Önce ben sordum, yani önce sen cevap vermelisin.” demiş. “Nasıl pembe oldun?” diye
ısrarla sorusunu yinelemiş Mavi Gül. Onun bu ısrarı karşısında “Ben böyle doğdum.” diye
geçiştirmiş Pembe Fil, “Hadi şimdi sen söyle. Nasıl mavi oldun?”diye tekrar sormuş. Bir süre
sessiz kalan Mavi Gül sonunda anlatmaya başlamış: “Ben bu diyardaki ilk gülüm. Hem
güzelim hem çok güzel kokarım. Bu her zaman böyleydi. Ama bir süre sonra bunlar bana
yetmedi ve yalnızlık çekmeye başladım. O kadar çok yalnız hissettim ki kendimi, sonunda
sevgimi paylaşabileceğim birini aramaya başladım. Bu yüzden tohumlarımı toprağa bıraktım.
Böylece aynı benim gibi hem güzel hem de mis kokulu bir gül doğdu. Onunla yalnızlığımı ve
sevgimi paylaştım. Sonra başka tohumlardan başka güller doğdu. Bir süre her şey güzeldi
ama sonra diğer güller kendileriyle övünmeye, yalnızca kendileriyle ilgilenmeye başladılar.
Hem beni hem de güzelliklerini benden aldıklarını unuttular. Bense yine yalnız kaldım. Bu
sefer yalnızlığım daha ağır gelmeye başladı. Sevgimi ve yalnızlığımı paylaşacak birini de
bulamıyordum artık. Ve bir süre sonra güzel beyaz yapraklarım üzüntüden kırışmaya ve
donmaya başladı. Diğer gülleri kendileriyle o kadar meşgullerdi ki benim ölmekte olduğumu
fark etmediler. Yine çok hasta olduğum bir gün bir karartı belirdi gökyüzünde. Hepimiz
şaşkınlıkla gökyüzüne baktık ve kanatları ipekten, rengarenk ve kocaman bir kuş gördük…”
“Aman Allah’ım!”diye araya girdi Pembe Fil, “Yoksa…”
“Evet,” diye sözlerine devam etti Mavi Gül, “Anka Kuşu idi o. Tam üzerimizden uçarken
benim ölmekte olduğumu fark etti ve hemen yanıma geldi. Bir süre beni inceledikten sonra
üzerine eğildi ve iki gözyaşı damlasını hediye etti bana. O gözyaşlarıyla yıkandıktan sonra
yapraklarım kendime geldi ve maviye büründü. Anka Kuşu’nun bana gösterdiği bu ilgiyi
kıskanan diğer güller burayı terk ettiler…” “Ama yine yalnız kaldın,”diye sordu Pembe Fil.
“Hayır kalmadım. Çünkü Anka Kuşu ile karşılaştığım ve bana gözyaşlarını hediye ettiği o
günden sonra onunla aramda özel bir bağ oluştu.”
“Ama Anka Kuşu buraya her zaman gelemez ki. Nasıl konuşup yalnızlığını gidereceksin?”diye
tekrar sormuş Pembe Fil.
“İlla dilimle konuşmama gerek yok. Kalbimden geçirdiğim her şey Anka Kuşu’nun da kalbinde
yankılanıyor. Böyle onunla konuşmuş oluyorum.” diye sözlerini bittirmiş Mavi Gül. Bunları
büyük bir dikkatle dinleyen Pembe Fil bir süre konuşmamış. Sonra: “Biliyor musun ben de
yalnızım. Şimdi de kayboldum.”demiş ve tekrar ağlamaya başlamış.“Ağlama.”diye teselli
etmeye başlamış Mavi Gül ve “Hem neden yalnız olasın? Ailen ya da arkadaşların yok
mu?”diye sormuş. “Var ama hiçbiri benimle konuşmuyor.”diyerek hem başından geçenleri
anlatmış hem ağlamaya devam etmiş Pembe Fil. Onun anlattıklarını düşünen Mavi Gül: “Peki
neden böyle davrandıklarını biliyor musun?”diye sormuş. “Hayır ben onlara bir şey
yapmadım ama hiçbiri benimle konuşmuyor.”diye yanıtlamış Pembe Fil. Onun bu cevabı
karşısında iç geçiren Mavi Gül: “Belki de hata sendedir,”demiş.“Nasıl yani?”diye sormuş
Pembe Fil.
“Baksana anlattıklarına. Ona buna sataşıp üzmüşsün, dalga geçmişsin falan filan. Bunlar hiç
iyi şeyler değildir Pembe Fil. Mesela arkadaşlarınla oyun oynarken mızıkçılık yapmışsın. Önce
oyunu oynamak istememişsin sonra ebe olmamışsın.Oysa bir tek senin isteklerin
olmaz.Herkesin istekleri vardır.Ama sen arkadaşlarının isteklerine kulak vermemişsin.Sonra
da ebe olma sırası sana geldiğinde “Benim gibi özel bir hayvan ebe olamaz,”diye böbürlenip
arkadaşlarının kalbini kırmışsın.Aynı şekilde kaplumbağanın yaşlılığıyla dalga geçmişsin.Oysa
bu hayatta nefes alan herkes özeldir.Bunun dış görünüşle ilgisi yoktur.Önemli olan
kalplerdeki sevgidir.İşte birini özel kılanda budur.Ve anladığım kadarıyla senin bu
davranışların karşısında sana ders vermek için böyle yapmışlar.Yani seni seviyorlar ve hala
yalnız kalmış değilsin.”demiş Mavi Gül.
Hatasını yeni yeni anlayan Pembe Fil mahcup bir tavırla başını eğmiş ve: “Haklısın galiba.Hiç
böyle düşünmemiştim.Galiba kendi isteklerimi ön planda tutup kişileri dış görünüşleriyle
yargılayıp
onları
üzdüm,kalplerini
kırdım.Peki
ama
bu
durumu
nasıl
düzelteceğim?”demiş.Mavi Gül yine bir iç geçirmeyle: “Çok basit aslında.Yapman gereken üç
şey var:Özür dilemek,benliğinden kurtulmak ve diğerlerinin isteklerine kulak
vermek.”demiş.Pembe Fil ise başını evet anlamında sallamış ve: “Ama kayboldum.” demiş
çaresizlikle.”Mavi Gül’ün: “Merak etme her şeyin bir çaresi var.”demesiyle bir kanat sesi
duyulmuş.Arkasına bakan Pembe Fil gözlerine inanamamış.Çünkü karşısında duran Anka
Kuşu imiş. “Seni eve götürmek için burada.”diye açıklama yapmış Mavi Gül,
“Hadi şimdi evine git ve yapman gerekeni yap.”
Pembe Fil buna hem sevinmiş hem üzülmüş. Evet, eve gitmek istiyormuş ama Mavi Gül’ü
yalnız bırakmak istemiyormuş. Sanki onun aklından geçenleri okuyan Mavi Gül dalından bir
yaprak düşürmüş ve: “Al bunu. Bu sende olduğu sürece aramızda özel bir bağ olacak.”demiş.
Yaprağı alan Pembe Fil gözünde yaşlarla Mavi Gül’e teşekkür ettikten sonra usulca yerde
oturan Anka Kuşu’nun sırtına tırmanmış ve eve doğru uçmaya başlamış…
Hava karardığından ve Pembe Fil hala eve dönmediğinden herkes telaşla onu arıyormuş.
Bütün hayvanlar meydanda toplanmışlar. Pembe Fil’in annesinin ise gözleri ağlamaktan
şişmiş. İşte tam o sırada gökyüzünde bir gölge belirmiş.Herkes ne olduğunu anlamaya
çalışırken Anka Kuşu yere inmiş.Kimse şaşkınlıktan ne yapacağını bilememiş.Anka Kuşu yere
çökmüş ve Pembe Fil hızlı adımlarla annesine doğru yürümeye başlamış.O ana kadar öylece
kalakalan hayvanlar Pembe Fil’i görünce “Pembe Fil geldi!”diye sevinç çığlıkları
atmışlar.Birkaç saat kutlama yapıldıktan sonra herkes evine dağılmış.O gece iyi bir uyku
çeken Pembe Fil ertesi gün herkesi meydanda toplamış.Herkes geldikten sonra Pembe Fil
konuşmaya başlamış: “Açıkçası söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum.Ama uzatmaya da
niyetim yok.Haftalardır benimle konuşmuyorsunuz.Düne kadar bunun nedenini
anlayamamıştım.Ama artık biliyorum ve sizden özür diliyorum.Bencillik ve ukalalık ettim.Beni
affeder misiniz bilmiyorum ama aynı hataları tekrarlamayacağıma söz veriyorum.”
Bir süre kimseden ses çıkmamış.En sonunda arkalardan biri: “Bugün top onayacağız,istersen
gel.” demiş.Bunu söyleyen yavru Aslan Kral imiş.Buna sevinen Pembe Fil: “Tabi
gelirim.”demiş.Sonra yaşlı kaplumbağa teyze: “Çok yavaşım.Önce bana evime kadar eşlik
eder misin?”diye sormuş.Mutluluğu kat kat artan Pembe Fil bunu da memnuniyetle kabul
etmiş.Herkesin gönlünü alıp sarıldıktan sonra bir köşede duran annesine bakmış.Gözünde
yaşlar yüzünde mutlu bir ifadeyle ona bakıyormuş.Pembe Fil’in ona baktığını görünce
gülümsemiş.Pembe Fil’de annesine gülümsemiş ve kalbinde Mavi Gül’ün “Aferin
sana,”dediğini hissederken annesine doğru yürümeye başlamış.
Berre Zeynep UÇAN
11 J
PAMUKLAR YAĞMAZ OLDU
Soğuk bir şubat günüydü. İnsanlar, gökyüzünden düşen tanelere aldırış etmiyorlardı.
Alışılagelmiş bir şeydi onlar için. Neyi anımsatıyordu bu yağan taneler? Hangi hüznün, hangi
insanın hayallerinden düşen incilerdi? Haberleri var mıydı? Bu tanelere apayrı dünyalardan
bakan, hayallerinde, hislerinde bu tanelerin varlığıyla yaşayanlar vardı. Bu kış gününde,
insanlar sıcak yuvalarında sevdikleriyle vakit geçirirken, ürkek bir kuş gibi yürüyen küçük bir
çocuk, sokağın köşesinde belirmişti. Küçük ayakları, bütün acımasızlığıyla ona meydan
okuyan betonun üzerinde ilerlemekteydi. Minicik yanaklarında büyük manalar vardı,
yüzündeki çizgiler gittikçe derinleşiyordu. Yavaş yavaş gökyüzünden süzülen bembeyaz
pamuklar yere ne kadar güzel düşüyordu! Sokakta ilerlerken kenardaki, tek katlı evlerin, kirli
duvarlarında gördüğü çatlaklar; her üşüdüğünde mor renge bürünen parmaklarını,
dokundukça bıçak kesiği gibi açılan ellerini anımsatıyordu. Zayıf, çelimsiz vücudunun bütün
yükünü ayaklarına vermişti. Bir kedi yavrusunun çöp yığınlarının bulunduğu yükseklikten
sırtüstü düşerken, aniden toparlanıp dörtayağının üstünde durması merakını o yöne çekmişti.
“Minik kedicik! Kim bilir ne kadar üşümüştür? “ diye geçirdi içinden. Kedicik ağlıyordu, iniltisi
kulaklarına kadar gelmişti. Karnı mı acıkmıştı yoksa? Minicik elleriyle sımsıkı tutup, bu sabah
bin bir zorlukla bulduğu; göğsüne bastırdığı ekmeğe baktı, çaresizdi. Başını öne eğdi,
yürüdü…
Bahar mevsiminde gördüğü yemyeşil ağaçların dallarını şimdi beyaz pamuklar
çepeçevre sarmıştı. Her ne kadar güzel gözükse de, yeryüzüne her ne kadar süzüle süzüle
düşse de; ayaklarını donduran, başının tepesinde nokta nokta beliren pamuk taneleri canını
acıtıyordu.
Karşıdan gelen bir kadın gördü. Kadın, bir hayli uzaktaydı. Orta boylu, acele acele
ilerleyen kadının sırtında; kalın bir kürk vardı. Başını himaye altına alan bere ona daha da hoş
bir görünüm veriyordu. Dudakları, ayağında giydiği büyük, kırmızı çizmeleriyle eşdeğer
renkteydi. Ona doğru yaklaşırken gözlerinin içine baktı; yüreğinden fırlayıp gökyüzüne
kanatlanan kuşunun, yükseklere uçarken üşüyüp, kalbinin titrediğini, kırılgan vücudunun
heyecandan eridiğini hissediyordu. Sevgi doluydu gözleri…
Dün, bir cadde köşesinde birkaç kâğıt parçası bulmuştu. Yazılar yazıyordu ön
sayfalarda, okuyamamıştı. Kâğıdın arka tarafında bulunan resme bakmakla yetinmişti.
Resimde; küçük bir çocuğun elinden tutan bir bayan vardı. Bu resim, darmadağınık
duygularını tekrardan harekete geçirmişti. Resmi ani bir hareketle sağ cebinden çıkardı.
Tekrar tekrar baktı; resimdeki kadının gözleri ışıl ışıldı, elinden tuttuğu çocuğun da… O ışığı
ondan başka gören var mıydı? Bu kâğıt parçaları; ayaklar altında ezilip yıpranmıştı. Hâlbuki ne
kadar değerliydi onun için. Yollarda, caddelerde, sokaklarda; her gün, her gece yürüyen
insanlar neden onu görmüyorlardı? Pamuklar şiddetini artırmıştı. Ruhunun derinliklerine
işleyen, nehir gibi çağlayan, gözlerindeki küçük yağmurlar; usulca süzülüp, ayaklarının
altındaki kocaman dünyasına inci misali yağıyordu.
Pembemsi, güzel yüzünün üzerinde tane tane ıslaklıklar beliren kadın; bir vitrin
camının hemen yanı başında bulunan durakta durmuştu, bekliyordu. Aralarında on beş-yirmi
adım kadar vardı. Bütün kalbiyle tasdiklediği duyguları, kadına hayran hayran bakmasına
sebep oluyordu, ellerine baktı; eldivenler vardı, ama:
“Eldivenlerin altındaki eller; en az resimdeki kadar yumuşaktır, beyazdır, sıcacıktır” diye
düşündü. Kadının gözlerindeki ışıltıyla resimdeki aynıydı.
Sahi, kimse neden onu sevmiyordu? Neden bahar aylarında, parklarda, yemyeşil
ağaçlar arasında; kendisi gibi küçük çocuklara sarılan, çocukların ellerini tutup ısrarlar üzerine
pembe şekerlerden alan, başını okşayanlar yoktu? Çocuklar hep inatçılık yapıyorlardı. Onları
bu kadar seven, ilgilenen, her zaman yanlarında olan bu fedakâr kadınlara neden bunu çok
görüyorlardı? Onun elini tutan, onu seven, ona sarılan böyle bir kadın olsa onu üzer miydi
hiç? Ondan ayrılıp parktaki tahterevallide vakit geçirip, kaydıraktan kayar mıydı? Hayır!
Yanındaki kadına sarılır, onu hiç bırakmazdı, ondan hiç ayrılmazdı. Aslında yağan bu beyaz
pamuklar onun kâbusuydu. Hiçbir zaman pamukların gelişini anlayamamıştı zaten. İlk olarak
onları çiçeklerin yapraklarında görürdü. Ardından da, sapsarı güneşin bahar aylarında, sıcak
günlerde ısıttığı; serçelerin, güvercinlerin, martıların ötüşleri eşliğinde yeryüzüne düştüğünü
görürdü hep. Pamuklar geldiğinde bütün sesler, yeryüzünü, hayallerini saran güzel kokulu
çiçekler kalmazdı. Her şey kaybolurdu. Serçeler, yerdeki kırıntıları minik gagalarıyla yemek
için, pır pır uçup yere konmazdı. Hava sıcak olsa serçelerin üzerine giderdi; sevmek için,
onları okşamak, avuçlarının içine alırken zarifçe tutup incitmemek için... Ama serçeler her
defasında ondan kaçardı. Üzülürdü; bir serçeyi avuçlarına alıp onu sımsıkı göğsüne
bastıracağı günün hayaliyle yaşardı. Acaba ona da sarılmak, sevmek, göğsüne bastırmak,
ısıtmak isteyenler var mıydı?
İstanbul’da pamukların gelişiyle insanlar da artık gezmiyorlardı. Sadece; o, pamuklar
ve gövdesine bağlanan dinamitler kalırdı. Şehir sessizleşirdi, karanlıklaşırdı. Boğaz’ın üzerini
de; çoğu zaman, huzur verici olarak görünen bir beyazlık kaplardı. Kimi zaman simsiyah
bulutlar; kimi zamansa gökyüzünde tunç rengi sabahlar görülürdü. Henüz, lalelerin üzerine
pamuklar düşmemişken; toplu halde, beyaz, kahverengi, siyah, çeşit çeşit desenlerle süslü
kanatlıların; rakamlar, harfler, şekiller yaparak gökyüzünü düğün havası içine çevirişlerini
seyrederdi.
Şişmiş parmaklarının ucuyla tuttuğu resim, düşünce ve hayallerini tazelemişti.
Vücudunun hiçbir yerini hissetmiyordu. Artık soğuk işlemiyordu narin vücudunun
derinliklerine. Kadın, onu görmemişti; ellerini birbirine bağlamış, başını omuzlarının biraz
içine doğru çekmiş, büzülmüş bekliyordu. Dalmıştı; onu seyrediyordu. Her baktığında
kalbindeki kafese kapatılmış kuşu, kurtulmak için çırpınıyordu. Üşüyordu, bayana her
baktığında gözlerindeki güneş vücudunu sarıyor, ısıtıyordu. Keşke resimdeki çocuk gibi onun
ellerini de tutsaydı, öpseydi, koklasaydı, onun da başını okşasaydı. Hayali bile ne kadar
güzeldi! Soluk renkli dudakları gerildi, küçük gamzesi belirdi; bir an tebessüm etmişti. Sonra
gözleri bir müddet boşlukta dolaştı, ardından kendi ellerini buldu. Resimdeki çocuğun
ellerinden farklıydı. Belki de ellerini; böyle renksiz, çirkin gözüktüğü için kimse tutmuyordu,
ısıtmıyordu.
Gözlerini engin maviliklere dikti. Pamuklar düşerken, insanların sımsıcak
yuvalarındaki, yüzlerindeki mutluluğu hayalinde canlandırmaya çalıştı bir an. Kadın, başını
onun bulunduğu yöne doğru çevirdi. Heyecanlanmıştı. Elindeki ekmeği daha da sıkarak güç
aldı. Ne kadar yürüyecek hali kalmasa da, gücünü topladı, cesaretlendi, kadının bulunduğu
vitrin camına doğru ağır adımlarla yaklaştı. Gözleri istek dışı vitrin camından içeriye baktı.
Kırmızı bir araba, vitrin camını boydan boya kaplayan bir tren ve çeşit çeşit renklerde ismini
bilmediği bir sürü oyuncak vardı. Ama onun gözü vitrinin arka tarafında bulunan küçük bir
çocuğun elinin tutmuş bir adam ve kadının küçük heykeline ilişti. Kadın, büyük bir şaşkınlıkla
onu izliyordu.
Küçük çocuk dayanamamıştı, dizlerinin üstüne çöktü. Elindeki ekmek parçası
yuvarlanarak, betonda kendine bir yer edindi. Sırtüstü yuvarlanacaktı ki, kadın, onu kavradı.
Gözlerini açmakta zorluk çekiyordu artık, yorgundu, halsizdi. Kadın, ağlıyordu, yüzüne düşen
sımsıcak damlaları hissetti; yüreğindeki buzları eriten o sıcacık inciler... Onu kucaklayan,
dizlerinin üzerine yatıran, eliyle başının arka kısmını tutan bir meleğin gözlerindeydi.
Gözlerinin içi gülüyordu, özgürdü artık; onu da kucaklayan, seven biri vardı. Her zaman
yeryüzüne düşen beyaz pamukları kendine benzetirdi. O da bu pamuklar gibi soğukta düşer,
bahar aylarında kaybolurdu; neşelenirdi. Yeryüzü, belki de insanların kalbiydi. İnsanlar, sıcak
günlerde pamuklara özlem duyardı. Oysa o pamuk hep karşılarındaydı. Sokakta, yollarda ona
bakarlardı; görmezlerdi. Soğuk günler geldiğinde ise; o, tıpkı pamuklar gibi insanların pencere
kenarlarından izlediği, kimselerin görmediği, ıssız, tenha yerlere yağardı. Fakat kimse yağan
bu pamukları ellerine alıp asıl evlerine; kalplerine götürmezlerdi. Çünkü onların gözlerinde
bazen görülen korkunç, acımasız ışık ellerinde tuttuğu pamukları eritirdi. Hoş, artık ne önemi
vardı ki bunların? Gördüğü her kadını annesine benzeten küçük pamuk, artık bir defa da olsa,
ona dokunan, onu seven, onu ısıtan bir güneşin; özlem duyduğu annenin kolları arasındaydı.
Artık serçelerin, yeryüzünün, çiçeklerin, oyuncakların, insanların, parkların; hiçbir şeyin ama
hiçbir şeyin önemi yoktu. O, gökyüzüne, annesine kavuşmuştu. Sevinçliydi, içi içine
sığmıyordu. Gökyüzünü anlatan gözlerinden, eşi benzeri bulunmayan yağmurlar döken
kadının yüzüne kocaman bir tebessümle baktı. Her zaman söylemek istediği, fakat hiçbir
zaman söyleyecek kimse bulamadığı o tarifsiz sözleri, son kelimelerini fısıldadı:
“Seni seviyorum anne!”
Bahar yaklaşmıştı. Kollarını; başlarında zümrütten taç olan iki beyaz güvercin
kavramıştı. Yükselirken, hassas bedenini, melek yüzlü bayanın kucağında görüyordu.
Gökyüzünden, bu acı dolu dünyaya ufak bir pamuk tanesi olarak yağmıştı. Düştüğü noktada
bıraktığı iz, ufacık bir görüntüden ibaretti. Belki de bu sefer, dünyada pamuk olarak geçirdiği
ömrünün acılarını hatırlamayacak; başka iklimlerin, eşi benzeri bulunmayan maviliklerinden
başka bir surete bürünerek düşecekti.
Hüseyin Üsame KOZ
ŞEHR-İ İSTANBUL
En çok bu şehirden gitmek zor. Dalgalar halinde gelen yalnızlığından, apartman
camlarının yansıttığı o parlak renklerinden kopmuş olmak… Gecenin bir köründe sızdığın o
duvar dibine iyi bak. Çünkü; unutulmaması gereken karanlığın yalnızlığına orası kavuşturur.
Bilmediğini öğretir bu şehir, sokak sokak kapıları başka uygarlığa, olgunluğa açılır. Kişilik
sahibidir ve asırlardır kimseyi yarı yolda bırakmamıştır. Her şeyi sevdirebilir de her şeyden
vazgeçirebilir de. Yaşatır krallar gibi bazen, bazen de soldurur bir gül gibi, başını yerden
kaldırmak zordur. Yağmurunda ıslanırken sahillerinden birinde yürüdüğünde anlarsın.
Yaprakların yolları esir aldığı bir günde Kız Kulesi’ni izlerken bile burada yaşamayı
öğrenebilirsin. Vapurda sana eşlik etmekten çekinmeyen o güzel martılara simit atarken
düşünmeyi öğrenebilirsin, mesela. Mevsimlerin en tatlı rüzgarları arasında gün gelir koşarsın
gün gelir beklemekten sıkılırısn. Rüyanı korkutan siyah yağmurlar bekçisidir sokakların.
Farklılıkların melodisi işlenmiştir kaldırımların köşelerine, yalnız bankların yalnızlığına.
Vakti geldiğinde, ölüm marşıyla yürürken koyu umutsuz sokaklarından birinde, arkana
bakmadan terketmeyi bilirsin. Düşünmeden edemezsin, sevgili de ayrı dert. Üzülürsün ama
bunu yenmeyi öğrenirsin. En iyi dostunun kendin olduğunu anlarsın. Her şeyi öğretir bu şehir
insana. Ama her şeyi öğrenene kadar çok yanılır, yalnız kalırsın. Bir bahar günü herkese farklı
doğabilir bu şehirde.
Söz konusu canım İstanbul olunca, kubbede hoş sedalar bırakan üstad Nedim’nin şu
müstesna beyitiyle kapanış yapmak uygun olur sanıyorum:
Bu şehr-i Stanbûl ki bi- misl ü bahâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır
Furkan ÇİNTOSUN
11E
GEL DE SULARLA SON BULSUN YANGINLAR
Yorgun adımlarımın tozunu yellendiriyor aşk.
Gözlerimin kayığında ağlamaklı haykırışlar
Anla ki nehir gözlü yar!
Seni iç yalnızlığımdan daha çok seviyorum
Pusulu bir göğe düşüyor gövdemin raksı
Sen içimde gülümsüyorsan
Ebediyen üşür şarkılar.
Ecel gelmiş kapıma
Hüzünlü bir ömür yatar musallada
Uçurumlara mı damlasın gözyaşım?
Vakitsiz sızılar büyürken bedenimde
Kaç bahar bekleyeceğim gelmeni?
Daha ne kadar öleceğim ayakta?
Sana geldim üşüyen ruhumla
Gel de sularla son bulsun yangınlar.
Bilmelisin ki yar,
Minik bir kar tanesisin yanaklarımda
Özlemin darağaçlarına çıksak da birlikte
Sana sarılışlarla bitsem de bir geçitte
Ruhumun eşkâlini çizmişim yüreğime
Umudum örümcek ağlarına dolansa da…
Seni beklerim hayatımın bir ucunda
Kuşatsa da dört bir yanımı yangınlar.
Gözlerimin derinliklerinde bir hazan
Her gün bir yaprak kopan sayfadan
Sırlar bile çiçek açtı olmazlığında
Güneş yeniledi kendini
Barındıracak yer bulamadım düşlerime
İtme beni uçurumlara yar…
Üşüdüm yokluğunun damarlarında,
Gel kabrimi nurunla donat
Gel sessizliğe ersin umutlar…
Seda ÇAKMAK
ŞİMDİ SEN YOKSUN YA
Bazen bir şeyleri yıkasım geliyor.
Her gece susup , hıçkırıklarımı dinleyen duvarları mesela.
Ve ben duvarlarla konuşuyorum.
Ama duvarlar benimle konuşmuyor.
Yetim bir çocuğun baba vuslatı kadar imkansızsın bana.
Sevmek mi?
Yok, daha başka bir şey bu.
Belki bir ihtimal, bir umut...
Dipsiz sokakların, kör edici karanlıklarında arıyorum seni
Elim kolum bağlı.
Prangaya vurulmuşum, ellerim kelepçede.
Beni senden götüren bu İstanbul sanki hücrelere kilitliyor beni.
Ben mahkum, sana muhtaç...
Elimden gelmiyor hiç bir şey.
Ellerini istiyorum ellerimde.
Geçmişim kadar acıtan, yıkık dökük duvarlar kadar soğuk ellerini...
Tutamıyorum hiçbir yanı.
Tutunamıyorum, ne sana ne de seninle biten hayallerime.
Uyuyamıyorum rahatça, ölümler dürtüyor beni.
Şimdi çıkıp bağırsam ''dön'' diye,
Kimsesiz sokakların kimsesiz köpekleri güler halime.
Dokunamadım diye bir kere ellerine,
Duvarlarda nasır tutmuş ellerim üşüdü her gece.
Gelmeyişin kanattı yüreği.
Bu kadar acıtmamalıydı, bu kadar sevmemeliydim seni,
Ve sen bu kadar gitmemeliydin benden.
Şilan CEYLAN
NEHRİMDE HÜZÜNLÜ BİR BAŞAK
Duygularımdaki nemliliğin tanecikleriyle aylardır,
Ben de sırılsıklamım şimdi.
Kalbimde bitmeyen bir yağmurun,
Şırıltılı sesi var.
Cümlelerim vasıfsız ihtiyarların mağdurluğu,
İçimdeki hazinem, aşkına sobelenen
Bir tutkunun, kaçağın adımlarını atıyor şimdi.
Yüreğine inciler yüklediğim iki oda bir salon,
Bir yüreğe ceviz kabuğundan yapılmış
Bir sandalla uzanıyorum odalarına…
Geride kalan eskimiş bir kentte sayıyorum,
Kalbimin, delirtircesine çarpıştırdığı atışlarını
Bir sonbahar yatıyor uzanmış içimde,
Saçlarımda solmuş mevsim,
Boş veren gençliğim.
Yağmurlu bir girdabın serabı gibi,
Seninle üşüyorum sevdanın sokaklarında…
Bir eylül serinliğinde korkularını bırakmıştın kapıma,
Elleri çamurlara bulaşmış bir çocuktum senden önce.
Yüreğimdeki mevsim kokularını hapsederken tutsaklığıma,
Ezik bir papatya bahçesinin tam orta yerinde,
Seni bekliyorum belki de…
Kalbimin dar sokaklarından, kulelerinden geçerek buldun beni.
Dudaklarındaki şifa, ellerindeki iksirlerle,
Ve yüreğinin odacıklarındaki hayatla çaldın kapılarımı sen…
Nehrimdeki hüzünlü bir başak,
Dalgın gözlerimin koridorlarında bir kadın sevdası
Gecemin derinliklerinde portre resminle,
Bir ırmak yürüyor sana doğru şimdi.
Bir gün çizeceksin beyaz günlüğüne beni de,
Beni anmaktan usandığında,
Serçelerin papatya taşıdığı kentte,
Her sonbaharın yeşili özlemediği bir labirentte
Beni kazıyabilme kolaylığı içerisinde,
İman edeceksin seni sevdiğime…
Seda ÇAKMAK
ÇANAKKALE
(Çanakkale Şehitlerine İthafen)
Nur saçan çeşmin ahmer bir havaya uyandı:
“Yenilmez denen ordu sularıma dayandı!”
Bir avuç gönüllüdür çelik ve zırha rakip;
Bir paresine bin can verilen nara talip
Küfürden, zulmetmekten korkmaz bi-çare kâfir
Göklerin himayesi altında Seddülbahir!
Ateş parçasına denk arsız top atışları;
Sen, nurunla ısıttın dondurucu kışları
Hazırlanın, atiye seferberliğimiz var!
Elhamdülillah! Sana kavuşacağım ey yar!
Eli silah tutan ins, haydi, budur tek kanun;
Ebediyet vakti geldi, ey, ey Darülfünun!
Ne korku, ne keder, ne de dönüşünüz yoktur;
Seni durduran ancak hediye gelen oktur
Sahip ki, seni sevdiği için katına aldı
Bu vatan ne zalime ne de soysuza kaldı!
Ey beyaz kebuterler! Tarihe yazın bunu;
Kükremiş bir aslandır korkusuz Arıburnu!
Can evinden vuruldu kardeşim, varlıkta ah;
Yenilir mi göklerden kanatlanan karargâh?
Ebabil’lere eşit yücelik abidesi
Keskin bakışlı kartal, Bigalı müfrezesi!
Nar püsküren çeşmini, mahzun, semaya daldır
Ey kızıl kuşum, yerden kaldır başını, kaldır!
Yerin ve göğün kanla paklandığı bir gündü
Ahire ve evvele yazılan gün bugündü
Uykusuz, kör, riyakâr; onlarca geminin sesi
Diğer yanda namusun ve şerefin matemi
Aydınlık kayıp, sanki karanlığa esirdir
Düşmanda beliren o tebessüm, hoyrat kirdir
Zafere yüzer gibi -şu gelin alaylarıKadehler tepelerde, sanki bayram ayları…
Avuçların sahibe açıldığı o anlar
Her an kusmaya hazır, büyük, melun sırtlanlar
İmtihandır, bilirim, bulunmaz dilde ahın;
Sinendeki o şavktan başka yoktur silahın
Varlığın tüm edvara, cihana emsal olmuş
Çehren Firdevs’e, Arş’a asılan timsal olmuş
Hak ve adalet için aşılmazları aştın;
Cennetten bir ırmaksın, sen ki, Hakk’a ulaştın!
Hoyrat kurşunların başları mermine değer
Vicdan, edep, bi-çare; olana boyun eğer
Göklerden sicim sicim yağar güllesi, topu;
Kim kimdir, nedir, belli değildir soyu, sopu!
Kalın, siyah zincirden örülmüştür örgüler
Şimşektir göğüslere saplanan kör süngüler
Haka düşünce Rab ’be kavuşsa da pak eşin
Korku salar kalplere çeşmindeki ateşin
Üst üste sıralanmış binlerce ins yığını
Gören gözler çözer mi âdemin manasını?
İnsanlık tarihine kara lekedir izler
Zalime ateş, sana gül bahçesi denizler!
Toprakla sarmaş dolaş olan kan, kemik, ettir
Rab’ binin nazarında hasmına felakettir
Cehennem çukuruna uğurlanırken leşler
Düşünmezler ölümden sonrasını kalleşler…
Evvelden yolcusudur mücella bir seferin
Billur kanı toprağa berekettir neferin
Uzuvlar gür sel gibi akar dağdan, sulardan
Haberi yok sırtlanın ebedi uykulardan
Fırtınalar esiyor kutsalın, mabedinde;
Kudretli gözükenden künde üstüne künde!
Birkaç neferin kalmış sayısız âdeminden
Bir mucize beklenir fezanın hakeminden...
Simsiyah bulutlar mı sarmış mahzun yârini;
Beyaz yıldız iletsin Rahman’a ahvalini
Küduru libas diye giyme nazenin gülüm;
Hürce nidanı haykır göklerde ey bülbülüm!
Basamaz toprağına melun, kirli ayaklar
Sen olmadan belirmez ufuklarda şafaklar!
Bırak zalimin gaddar başını sema ezsin;
Sen namusunu birkaç soysuza çiğnetmezsin!
“Ey Rabbim! Seni anan ve çağıran analar;
Sineme, şefkat denen leal-i pakı salar
Siyah ve hoyrat zincir, sarmış ayaklarımı;
Yolcuysam da, indirmem göklerden aklarımı…
Hak uğrunda vurulsun başım, asla gam yemem
Üç beş zalimin ardında kölelik edemem
Mazlumdur sırdaşım, tüm âdemlerdir sevgilim;
Başka bir çıkar yol yok, budur hakikat ilim
Dünyevi hayaller için şerefimi satmam
Kökten kesilse de kolum harama uzatmam
Cadde başını tutmuş kelbe yoldaş olamam
Ben, hak bahçesindeki narin gülü yolamam
Asırları yeniden yazar dağlar aşarım
Dokunmayın! ‘Ezelden hür doğdum, hür yaşarım!’
Kubbeme küfreden başları ezer geçerim
Mahremime uzanacak elleri keserim
Olur da bir gün hak uğruna kesilir başım;
Ağırdır, toprak göğe çekilse kalkmaz naşım!
Kâinatın tam göğsünde taht kurmuştur erim
Âdemi Rahman’dan geldiği için severim
Zincirler vurulsa yaşayamam, kudururum
Adalet için zaman deneni durdururum!
Sen için çarpışanı haktan ayırma ya Rab;
Umudu sana bağlı millet olmasın harab!”
Göğün gürültüsü ki, sanki kıyamet gibi
Hak’tan bize verilen yüce alamet gibi
İniyor göklerden bir bir sayısız süvari;
Ruhlarla donanmış bir güç yayıyor havari
Kaldır kollarını ey Seyyit! Zafer yakındır
Zulme boyun eğecek olan -Haşa!- halkındır
Çıtırtılar geliyor Arş’ın lal tepesinden;
Bir şefkattir yayılır Nebi’nin cübbesinden…
Lokmalar ki şahidi olsun nurdan aşının;
Hak uğrunda toprakta çiçek açan başının!
Namus ve şeref yayar fezadaki mabedi
Başın Kâbe’den başka bir yöne eğilmedi!
Yârisin, cevherisin kat kat yanan âlemin
Asilliğe adanmış ruh; kırılmaz kalemin!
Allah u Ekber! Gitmez lisanından nağmeler
Yeri göğü sindirir “Allah birdir!” demeler…
Bir yanda Cibril, diğer yanda namzed Azrail
Üfle sura, dağılsın yer ve gök ey İsrafil!
Düşmanı çevreleyen onlarca beyaz atlı;
Kalplere korku salan on bin yeşil kanatlı
Mahşerin görüntüsü yayılır, azam eda;
Şimdi uyanmak vakti ey lazeval şüheda!
Neferim “Ebedi yok olsun zalim!” deseydi
Kopardı kıyamet, Hak merhamet etmeseydi!
Cihanın ezberinde, bir gücü ki, lalenin;
Sahibiyiz imkânsız denilen bir güllenin
Kadehler parçalanıp, zaferin hayal olmuş;
Kudretli sırtlanların diplerde zeval olmuş!
Yaşananları Rahman bilir ancak ve ancak;
Kimsin ki sahibine tersçe kafa tutacak?
O günün ihtişamı gönlümde yara oldu
Gururu bayrağıma, hüznü edvara oldu
Tutup da Gök kubbeyi yerinden söküversem
Silkeleyip ecramı al makberine serpsem
Zatın ki; vecd dolusu nazarların sahibi
Güle tutulan narin bülbülün ahı gibi
Yazamam sinemdeki yaresini, edanın;
Anlatamam halini dirilen şühedanın
Ahir de sensin evvel de kudretli Mehmed’im
Kapı komşundur yârim, nazenin Muhammed’im!
Hüseyin Üsame KOZ
BİR ESARET ROMANI
“ SERGÜZEŞT”
Sami Paşazade Sezai'ye ait olan bu Tanzimat dönemi eserini okumakla okumamak
arasında kalmıştım aslında. Romanın dili beni korkutmuştu, önyargılıydım diyelim. Adını
sıklıkla duyduğum eseri, merakıma yenik düşerek okuma kararı aldım. Daha ilk sayfasında
roman bana kararımın doğruluğunu muştuladı. Şöyle ki o dönemi daha iyi hissedip
anlayabilmek için, dönemin yetiştirdiği yazarın izlenimlerini duymak bambaşka bir tecrübe.
Sergüzeşt de bir Tanzimat dönemi kitabı olarak bana o dönemin zihniyeti, yaşam tarzı ve
sosyal hayatı hakkında istediğim tüm bilgileri altın tepside sunuverdi. Kitabın yapısı, şekil
özellikleri günümüz kitaplarından biraz farklıdır. Anlamlı ve kaliteli tümcelerle donatılmış bir
eser. Okurken kaliteyi gerçekten hissettim ve böyle bir eseri okuduğum için mutlu oldum.
Tanzimat dönemi dil ve anlatımıyla ilgili bir düşüncem oldu. Dili günümüz Türkçesi olmasa
da hepimizin anlayabileceği bir akıcılığa sahip bir eserdir. Yazar betimlemelere bol bol yer
vermiş, olayların gözümüzde canlanmasını arzulamış ve başarmıştır.
Bence romanda öğreticilik payı büyük olmalıdır. Roman dediğin, yaşattığı okuma
zevkinin yanında dimağı da şenlendirmeli. İşte bu özelliği taşıyan Sergüzeşt, değerli bir eser
olarak yerini almıştır benim gözümde. Yazar dönem hakkında birçok bilgi vermiş. Esaret
konusunu ele alarak bir paşazade ile cariyenin uygun görülmeyen aşkını anlatmıştır. Bu aşk
üzerinden öğütler de verir. Kalıplaşmış sözler de olsa bunlar, eserde öyle yerinde ve doğru
kullanılmış ki... Ayrıca “esaret” duygusunun insanı ne denli çaresizliğe, umutsuzluğa
düşürdüğü vurgulanmış; bu hal “yaşamdan vazgeçiş” ile neticelenmiştir. Gerçekliği doğrudan
yansıtan bu eser, ait olduğu dönemden ve yaşanmış olaylardan kesitler sunar. Mesela şu an
yaşadığımız dönemde Tanzimat dönemini anlatan bir roman yazılsa ne kadar gerçeklik payı
olabilir ya da eserde ne kadar alabiliriz o dönemin kokusunu? Günümüzde yaşayan bir yazar
Tanzimat Dönemini ne kadar gerçekçi anlatabilir? O yazar yalnızca yaşadığı dönemin
zihniyetini, toplumsal hayatını ve siyasi yaşamı okuyucuya yansıtabilir. Sami Paşazade Sezai
yaşadığı dönemi; insan, özellikle de kadın açısından değerlendirmiştir.
Yazar sözlerini büyük bir içtenlikle, yapmacıksız, samimi bir şekilde söylemiştir. Ve
bu nedenle ben de kitabı okurken hiç sıkılmadım, aksine merak duygum hep uyanıktı.
Romanda beğenmediğim tek şey; hayal unsurunun yetersiz olması. Hayal ürünü paragraflara
pek fazla yer vermemiştir. Her şey o kadar gerçekçiydi ki, betimlemelerde bile hayalden çok
gerçeği duyumsadım. Yazar, hayalle renklenmiş birkaç bölümü esirgemeseydi beni daha fazla
etkileyebilirdi. Eser romantizmden realizme geçişin izlerini taşımaktadır. Sanırım bu durum,
kendimce eksikliğini hissettiğim yönü açıklar nitelikte. Yazar gerçeklerle yüzleşme, tanışma
zamanı dercesine bir eser ortaya koymuştur. Ve bu eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
Ortaöğretim kurumları için hazırlanan Yüz Temel arasında yer almaktadır. Eserin yüz temel
arasına niçin alındığını, ancak eseri okuduğunuzda idrak edeceğinizi düşünüyorum.
Kitapseverlere güncel kitapların yanı sıra Sergüzeşt gibi müstesna eserleri okumalarını
şiddetle tavsiye ediyorum.
KÜBRA ATEŞ

Benzer belgeler