72_Îmân ve Îkân

Transkript

72_Îmân ve Îkân
0
GÖNÜLDEN ESİNTİLER:
ÎMÂN VE ÎKÂN:
NECDET ARDIÇ
TERZİ BABA
NECDET ARDIÇ
İRFAN SOFRASI
TASAVVUF SERİSİ (72)
1
Sayfa no:
İçindekiler:…………………………………………………………………………………….(2)
Ön söz:…………………………………………………………………………………………..(4)
Îmân ve îkân: Sohbet (1)……………………………………………………………..(6)
Mesnevî-i şerif şerhi, cild-2-îmân mevzû:……………………………………(7)
Doğru söyledin, sus faş etme:……………………………………………………..(8)
Yâ Hârise, nasıl sabahladın!:………………………………………………………..(9)
Âmentü billâhi:…………………………………………………………………………….(10)
Mü’min olarak sabahladım:…………………………………………………………(12)
Sübhane rabbike:………………………………………………………………………..(14)
Birazda baskı yaparak:……………………………………………………………….(15)
Sohbet (2):………………………………………………………………………………….(17)
Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım:……………………………………………….(19)
İnsan da îmân, bir ömür boyu devam edermi, etmezmi?:……….(21)
Îkân, ne dir?:………………………………………………………………………………(23)
Yâ ben-i İsrâîl:…………………………………………………………………………….(26)
Sohbet (3):………………………………………………………………………………….(33)
Sohbet (4):………………………………………………………………………………….(38)
Ehli cehenneme nazar ediyorum:……………………………………………….(41)
Îmân:……………………………………………………………………………………………(43)
Şeriat, ef’al mertebesi îmânı:……………………………………………………..(47)
Sohbet (5):………………………………………………………………………………….(49)
Veteveffenâ meal ebrar:……………………………………………………………..(54)
Sohbet (6):………………………………………………………………………………….(61)
Ve mimmâ razeknâhüm yünfikun:……………………………………………..(70)
Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın:……………………………………………….(76)
Sohbet (7):………………………………………………………………………………….(84)
2
Âmenerrasulü:…………………………………………………………………………….(9o)
Küllün âmene billâhi:………………………………………………………………….(97)
Ve tatmeinne kulübühüm:………………………………………………………..(106)
Sohbet (8):………………………………………………………………………………..(110)
Zât-ı mutlak, Zât-ı mukayyet:………………………………………………….(116)
Bihamdi rabbike:……………………………………………………………………….(120)
Sohbet (9):………………………………………………………………………………..(123)
İrfan ehlinde îmân:……………………………………………………………………(128)
Tecelli:……………………………………………………………………………………….(129)
Îmân’ın harfleri yönüyle izâhı:………………………………………………….(132)
Bu kişinin hazin sonu:……………………………………………………………….(137)
İslâm, Îmân, İhsân, Îkân:…………………………………………………………(140)
Ön söz:………………………………………………………………………………………(142)
Babam bana şunu anlattı, “Cibril hadisi”:………………………………..(143)
Bakara suresi:…………………………………………………………………………..(146)
Gayba îmân, gaybı ile îmân:…………………………………………………….(149)
Sen ona korkma de Kur’an-ı nâtık:………………………………………….(151)
Mevzûmuzun başında:………………………………………………………………(154)
Allah’ın indindeki/yanındaki din:………………………………………………(156)
Hicr/15-98 - Rabb-ının Hamd-ı ile tesbih et…………………………….(158)
Yakîn gelinceye kadar Rabb-ına ibadet et.………………………………(159)
İlm-ü ledün ile ilm-i yakîn arasında ki fark……………………………..(160)
Terzi Baba kitapları sıra listesi:………………………………………………..(162)
3
ÖN SÖZ:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Muhterem okuyucularım bilindiği gibi İslâm, beş şart üzere
kurulmuştur. Bunlar kelime-i şehâdet getirmek, Allah’ın varlığına
birliğine, ve onun Peygamberi Muhammet Mustafa Efendimize
îmân etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacc’a gitmek, ve
zekât vermektir.
Daha evvelki kitaplarımızdan.
(02/Hacc divanı) ve diğer umre dosyaları kitaplarımız da,
Hacca ve umreye dair bazı yaşanmış bilgiler verilmiş idi.
(05/salât-namaz) isimli kitabımızda,
Hakk’ında da özel bilgiler verilmiş idi.
namazın bazı özellikleri
(07/ İslâm, Îmân, İkân) isimli kitabımızda da özetle imân ve
Îkân Hakk’ında da özet bilgiler verilmiş idi. Bu kitabımıza da ilâve
edildi.
(10/ kelime-i Tevhid) isimli kitabımızda da “kelime-i tevhid”
Hakk’ında özel bilgiler verilmiş idi.
(72/ Îmân ve Îkân) isimli bu kitabımızda da gene Îmân ve
îkândan biraz daha fazla mâlûmat verilmeye çalışılacaktır. Bu
kitabın oluşumuna.
Peygamber (s. a. v) in Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl
kalktın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah hakkan,
mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi.
Sebep olmuştur, bu hadis-i şerifi (17/05/ 2008) tarihinde
başlayarak bir sohbet konusu yapmıştım, o sohbetleri buraya
aktararak, sizlerinde faydalanmasını arzu ettim. Bu sebeb ile
“Îmân” mevzuunu biraz daha genişleterek, Îmân’ın kemâli olan
Îkân Hakk’ında da bir miktar bilgi vermenin faydalı olacağını
düşündüm.
Bilindiği gibi, daha evvelki kavimlerde, çoklu Allah anlayışları
vardı. İseviyyette ise “Teslis” yani “üçlü Allah” anlayışı vardır.
İslâmiyet bunu zâhiren tenzîh anlayışı olarak “yukarıda Allah,
aşağıda kul ikilisi olmak üzere iki” ye indirmiştir. Ancak teşbihi
ma’nâ da ise kulu aradan kaldırıp tam bir teklik anlayışını
getirmiştir. İşte İkân budur. Daha sonra kulun varlığı ile Hakk’ın
4
varlığını birleştirip gerçek Tevhid hakikatini getirmiştir. Bunların
hepsi kendi mertebeleri itibariyle başlı başına birer irfaniyyet
meselesidir.
Ancak bu işleri Ârif bir zattan eğitimini alarak idrak ederek
yaşamak mümkün olacaktır. Kişi evvelâ “islâm” olacak sonra onun
hakikati ve irfani yaşantısı olan Îmân ehli “mü’min” olacak, sonra
bütün bu hususları kendi bünyesinde toplayan “Îkân/yakîn” ehli
olacaktır. Bilindiği gibi bununda ilmel, aynel Hakkel yakîn, olmak
üzere üç mertebesi vardır.
Kitabımız içindeki yolcuğumuzda,
bunları mertebeleri ile görüp yaşamaya çalışacağız.
------------------NOT= Bu kitabın sohbetleri, muhtelif yerlerde yapıldığından, ve
aynı sohbette değişik kimselerinde bulunduğundan, bazı mevzular
tekrar edilmiş gibi olsa da her tekrar, o mevzuun başka bir
sahasında olduğundan, umarım bu yüzden okuyucularımı fazla
sıkmamış olurum.
------------------Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, düzenle-nişinde,
basılışında, bastırılışında, tüm oluşumunda emeği ve hizmeti
geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.
c.) gönlünde feyz kapıları açsın. Yarabbi; bu kitaptan meydana
gelecek manevi hasılayı, evvelâ acizane, efendimiz Muhammed
Mustafa, (s. a. v.) in ve Ehl-i Beyt Hazaratı’nın rûhlarına, Nusret
Babamın ve Rahmiye annemin de ruhlarına,
cedlerinin
geçmişlerinin de, ruhlarına hediye eyledim kabul eyle, haberdar
eyle, ya Rabbi.
Muhterem okuyucularım; yine bu kitabı da okumaya başlarken,
nefs’in hevasından,
zan ve hayelden,
gafletten soyunmaya
çalışarak, saf bir gönül ve Besmele ile okumaya başlamanızı
tavsiye edeceğim;
Gayret bizden muvaffakiyyet Hakk’tandır.
Terzi Baba Tekirdağ.
5
ÎMÂN VE ÎKÂN:
Sohbet (1)
Euzübillâhimineşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu akşam 17/05/ 2008 cumartesi akşamı İzmir’ de Ha…
bölgesinde Yı…. Bey kardeşlerimizde sohbetimize devam ediyoruz.
Bu akşamki sohbet mevzuu “îmân” Hakk’ında olacaktır.
Gerçi bu bilinmeyen bir konu değildir,
ancak biraz daha
teferruatı ile bilirsek, biraz daha gerçek halleriyle bilir isek daha
faydalı olur diye düşünüyoruz.
Bu arada mesnevi şerif Ahmet Avni Konuk şerhi ve çevirisi 2
cilt sayfa 436 da îmân mevzuu adlı bir bölüm vardır. Evvela oraya
göz atalım Faydalı olur inşallah. Yolumuza böylece devam ederiz.
Aleyhisselâtü vesselâm efendimizin zamanında ve onun
mahiyetinde olan “zeyd bin hârise” ismindeki efendimizin azadlı
evlâdı-evlâtlığı diyelim, ancak evlâtlığı diye bir şey yok hepimiz de
onun evlâdıyız. Ebul ervah yani ruhlarımızın babası olması dolayısı
ile hepimiz onun evlâtlarıyız. Onun ruh çocuklarıyız. Evlâtlığı
değiliz. Köleleri azatlıları değil, hakiki evlâtlarıyız.
Kendisi de bildirdiği gibi “Ben Allahın nurundanım,
müminler de benim nurumun nurundan” demek suretiyle onun
has evlâtları olmaktayız. Ancak bir has evlâdın ceddine yapması
lâzım gelen muameleyi yaptığımız zaman has evlât lar sırasındayız.
Ancak yapmadığımız zaman,
aslında yine has evlâtlarız ama
muamelemiz has evlât olamamaktadır.
Gayri Müslimlere gelince, aslında onlarda ümmeti muhammed
olması sebebiyle onlarda has evlâttırlar, ancak onlar bunu kabul
etmedikleri için hazreti peygamberin, peygamberliğini kabul
etmedikleri için has evlâtlıktan istifa etmekteler, böylece bunun
sorumluluğu kendilerine ait olmaktadır. Yani mücazat var ise o
kendilerine ait olmaktadır.
Hani bir hadiste “her doğan çocuk islâm fıtratı üzere doğar”
ifadesi bu hakikate dayanıyor. Hz peygamberden sonra gelen
çocuklar islâm fıtratı üzere doğar, Hz. peygamberden evvel gelen
İsâ (a. s.) dan sonra doğan çocuklar iseviyet fıtratı üzere doğdular,
İsâ (a. s.) gelmezden evvelki çocuklar Museviyet fıtratı üzere
6
doğdular. Bakın bunu ayırmamız lâzımdır. Çünkü hüküm onların
hükmü onların zamanı idi. İseviyet olmadığı için İseviyet fıtratı
üzere doğması zaten mümkün değildir.
Muhammediyet
olmadığından Muhammediyet fıtratı üzere doğmaları mümkün
değildir.
Çünkü olmayan bir şeyin doğuşuda olmaz. Ama museviyet
devri geçince, İseviyet devri geçince Muhammediyet devri başlayınca bütün insanlar mü’min olarak doğmakta yani Muhammediyyül meşrep üzere doğmaktadırlar.
Hadîs-i şerifte belirtildiği gibi “her doğan çocuk islâm fıtratı
üzere doğar. Ailesi onu putperest veya ateşperest yapar”,
Allah yapar denmiyor. Zâten öyle bir şey söz konusu değildir.
İşte Zeyd bin Hârise adlı efendimizn evlâdı, ( zâhir ehline göre
evlâtlığı, ama hakikat ehline göre evlâdı ) bir rüya görüyor ve o
rüyanın sabahında Peygamber efendimiz,
Zeyd bin Hârise’ye
bugün nasılsın ve nasıl sabahladın, diye bir soru sormuş bunun
üzerine ,
Zeyd in cevabı “Ya rasulüllah Hakkan mü’min olarak
sabahladım” mevzuunu mevlânâ hazretleri şu şekilde izah ediyor.
MESNEVÎ-İ ŞERİF ŞERHİ / II. CİLT îmân mevzuu
Peygamber (a.s.) ın Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl
kalktın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah Hakkan
mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi.
------------------Bu kıssa, şu hadîs-i şerifin meâlidir:
“(S.a.v.) Hz. Zeyd b. Hârise’ye “Yâ Hârise, nasıl sabahladın?”
buyurdular. O da cevâben
“Hakk’an mü’min olarak sabahladım” dedi.
efendimiz (s.a.v.)
Buyurdular ki:
“Her bir şeyin bir hakîkatı vardır; şimdi senin îmânının hakîkatı
nedir yâ Hârise?” Hz. Zeyd dedi ki:
“Nefsimi dünyâdan uzaklaştırdım, indimde taşı ve kerpici ve
altını ve gümüşü aynı oldu. Ve gündüz susuz, ve gece uykusuz
oldum, ve sanki açıktan açığa Rabb’imin arşına bakıyorum (nazar
ediyorum) ve cennet ehline nazar ediyorum ki, orada birbirlerini
7
ziyaret ederler; ve cehennem ehline nazar ediyorum
birbirlerine havlarlar. ” Nebi (s. a. v.) buyurdular ki:
ki,
“Doğru söyledin, sus (fâş etme) açığa vurma!”
------------------Bu hadîs-i şerîfin bâzı sözlerinde muhtelif rivâyetler vardır;
hepsi aynı mânayı ifâde etmektedir. Zeyd b. Hârise (r. a. )
Server-i Enbiyâ Efendimiz’in evlâtlığıdır.
Evlâtlığıdır ifâdesi zâhir ehline göredir,
evlâttır.
bâtın ehline göre ise
Burası küçük bir bölüm olmasına rağmen içerisinde büyük
hakîkatler gizlidir. Şimdi bunları anlamaya çalışalım. Cenâb-ı Hak
ufkumuzu açsın, gönlümüzü genişletsin, muhabbetimizi artırsın
da, hadiseleri daha iyi ve daha geniş anlayalım. Daha derûn-î
olarak genişçe anlamamızı sağlasın. Bunları anlamak içinde bir kaç
defa okunarak tekrar etmek lâzımdır. Çünkü bu mevzular sıradan
mevzu değil, beşerce roman türü mevzular değildir. Bunlar
okundukça okunmak, ve tekrar etmek isteği artan mevzulardır.
Çünkü bu konular tükenmez bir hazine bitmez bir yemek sofrasıdır.
Karnımız acıktıkça nasıl yemek yiyoruz. İlk okuduğumuzda bir
yönünü müşahede ettiğimiz zaman,
ikinci,
üçüncü beşinci
okuduğumuzda, üçüncü, beşinci yönü ortaya çıkar, kişinin ufku
açılır. Böylece bitmek tükenmek bilmez ma’nâları ile, diğer yönleri
ortaya çıkar. Şimdi tekrar başa geçerek soruya dönelim.
Ya Hârise Nasıl sabahladın? Buyurdular.
Bunu her
birerlerimiz kendi kendimize sormamız gerekiyor. Ey falan... . Ey
Ahmed... ... Ey Mehmet... gibi kişinin kendi aklı kendi nefsine
sorması gerekiyor. Çünkü aklımız âmir nefsimiz onun memurudur.
Ama ne yazık ki biz nefsimizi âmir, aklımızı memur yapıyoruz.
Yani aklımızı nefsimizin istikametinde kullanıyoruz. Nefsimize nasıl
daha güzel pay çıkartırız diye, aklımızı kullanıyoruz. Halbuki, tam
tersi olması lâzım gelmektedir.
Bizim aklımız irademiz âmir,
nefsimiz onun memuru olması lâzımdır.
Çünkü bu bedeni bize,
nefsimizin kontrolü altında değil,
aklımızın emri altında kullanmak için emanet verdiler. Bu ayaklar,
bu eller bize soracaklar. Niye Kur’an tutman gerektiği halde, sen
gittin taş toprak topladın. Ayaklar bize hacca gitmek için, camiye
gitmek için verildi. Niye oralara gitmedin diye ayaklar bizden
8
şikâyetçi olacak. Göz diyecek ki, benimle sen hak’kı görmen
gerekiyordu,
niye taş toprak eşya gördün diyecek.
Bakın
mevzuda, diyordu ya, taş ile toprak, altın ile kerpiç bir oldu. İşte
bize öyle bir göz lâzım ki! taşı toprağı birlesin tevhid etsin. Ve
aslında hepsinin toprak olduğunu anlasın. Ne kadar değerli eşya
varsa, bunların aslı topraktan çıkmaktadır. Hepsinin aslı topraktır.
“Ya Hârise nasıl sabahladın?” Her birerlerimizin kendimize
biraz şuurlanarak, sabah kalktığımız zaman, “dün ne yaptım ve
bugün nasıl sabahladım” diye sorması gereklidir. Çünkü dün ne
yapıldı ise, bugün onun getirisi ile uyanmaktayız. Dün yapılan
hayırlı işler mutlaka gönül aynamıza akseder, ve gece görülen
rü’yâlar, daha hoş ve verimli olur. Kişi bu durumda hiç vicdan
muhasebesine girmeden, huzur içinde uyanır. Ancak günümüzü
olmayacak işler ve kötülükler ile harcamış isek, o günün ertesi
günü, kalkış hüzünlü olur. İşte bunları zaman, zaman yaparsak,
hangi fiilleri yaptığımızda ertesi sabah huzurlu kalktık, hangi fiilleri
yaptığımızda ertesi gün hüzünlü kalktık, işte bunun tecrübesini
ehli ile yapabilir isek daha sonraki günlerde huzurlu kalkmanın
yollarını bulabiliriz.
“Ya Hârise nasıl sabahladın?” Buyurdular.
O da cevaben
“Hakkan mü’min olarak sabahladım. ” Yani gerçekten hakikaten
mü’min olarak sabahladım. Peki o daha önce mü’min değilmiydi?.
Efendimiz (s.a.v.) in o kadar yakınında olduğu halde mü’min
değilmiydi? Tabi ki mü’mindi. Ama bakın orada bir hususiyet
vardır.
O günün bir hususiyeti vardır.
Efenidimizin nasıl
sabahladın! sorusuna “Hak olarak,” yani, Hakk esmâsının zuhuru
olan, hakiki bir mü’min olarak sabahladım demiştir. İslâm olarak
müslüman olarak sabahladım dememiştir.
Mü’min olarak
sabahladım demiştir.
Demek ki her Müslüman, başlangıçta, mutlak ma’nâda mü’min
değidir. İslâm ve müslüman olmak başka, hakiki mü’min olmak
başka şeydir. Lisanen müslüman olan herkes mü’min hükmündedir. Ancak Hakkan, hakiki olarak mü’min değildir.
İşte bu mevzuda da,
bunun inkılâbı anlatılmakta lâfzi
mü’minlikten,
hakiki mü’min yaşantısına geçiş,
ve “Hakkan
mü’min olarak sabahladım. ” hükmü izah ediliyor. Bakın küçük
dört kelimelik bir mevzu ama,
içerisinde neler gizlenmiş
durumdadır.
9
İslâmın ilk şartı îmân etmektir.
deniyor. Neye îmân ediyor?
îmân edene de,
müslüman
Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî ve'l
yevmi'l-âhıri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihi (yahut hayrihi
ve hayrihi) lâtife olsun, mine'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'l
mevti Hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve rasûlühû.
Burada îmânın altı şartı sayılmaktadır. Mü’min yani müslüman
olan bir kimse,
islâmın şartlarını kabul ediyor.
İslâmın
şartlarından birincisi îmân etmek, îmânın şartlarıda altıdır.
Her kelimenin bir zâhir, bir de bâtın anlayışı vardır. Hem
lâfzan, hem de cidden, karşılığı vardır. Yani ciddi olarak o
kelimenin ifade ettiği ma’nâyı taşımak, yaşayabilmek Ve de,
onunla amel etmek. Bir de sadece onun kelâmını etmek vardır.
İşte demin okuduğumuz, âmentü billâh-ı çocuklara ezberletiyoruz. Allahı bilmiyor ki, ona îmân etmiş olsun, melekleri
bilmiyor ki, meleklere îmân etmiş olsun. Kitap bilmiyor ki
kitaplara îmân etmiş olsun. Ama küçük yaştan bunları çocuklara
öğretmemiz lâzımdır. Küçük yaştan lâfzını, büyüdüklerin de ise,
aslını öğretmemiz lâzımdır.
Sadece bunları ezberletip de bırakmak, yeterli olmuyor. Tabi
bu arada çocuklara, ya da çevremize öğretelim derken, ilk
yapacağımız şey evvelâ bu eğitimi kendimize vermemiz lâzımdır.
Kendimizin bilmediği bir şeyi zâten ne çevremize nede çocuklara
vermemiz mümkün olamaz.
Şimdi orada îmânın altı şartı içerisinde, bakın bir şeye daha
dikkat çekelim. Dinlere îmân diye orada bir kayıt yoktur. Eğer
dinlere îmân diye bir kayıt olsa idi. Eğer dinlere îmân diye bir kayıt
olsa idi, o zaman îmânın şartları yediye (7) çıkması lâzımdı. Bakın
tekrar edelim dikkat çekmek için, âmentü billâhi ve melâiketihi ve
kütübihi ve rusulihi, Bakın dinin 3 ana icabı olan melekler kitaplar
ve peygamberler. Bunlar dine dayanan dini oluşturan değil, dinin
zuhurlarıdır. Yani evvelâ aslı oluşturan din olacak. Dinin, kitabı,
melekleri, olacak. Melekler o kitapları aktaracaklar, ve aktarılacak yer olacak ki, risâlet mertebesi faaliyete geçsin.
Şimdi, din olmazsa bunlar faaliyete geçer mi? Geçmez. Bakın o
zaman dinler yoktur. Îmânın şartında çoğul olarak, dinlere îmân
10
yoktur. Ne var? Âmentü billâhi Allahın varlığına îmân, Allahın
varlığında da” İnneddîne indallahil İslâm” (3/19) olmak
suretiyle Allahın indinde bir tek din vardır o da, islâm dinidir.
Ne Âdem dini vardır, ne İbrâhîm dini vardır, ne Îsâ dini vardır,
ne mûsâ dini vardır. Ne de Muhammed dini vardır. Muhammed
(s.a.v. ) Efendimizin kendine ait bir dini yoktur. Getirdiği Âdemiyetten başlayan ve devam eden İslâm dini vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v. ) Efendimiz onun tebliğcisi, ve bütün
peygamberler hazarâtının insanlık çağının başlamasından beri,
yani Âdem (a.s.) dan, Hz Peygamber Efendimize kadar gelen
silsilede, başka dinler yoktur. İslâm dininin birimleri ve mertebeleri vardır.
Yani Cenâb-ı Hakk, İbrâhîm-î diye ayrı bir din göndermedi.
Mûsevî dini diye, bir din göndermedi. İseviyet dini diye bir din
göndemedi. İnsanlar bunu din haline soktular. Eğer bakın şartı
burda çok açık. Eğer ibrâhîmiyet dini İbrâhîme ait ayrı bir din
olsaydı, Mûsâ’ya ait ayrı bir din olsaydı, İsa (a.s.) ait ayrı bir din
olsaydı, Muhammed (s.a.v.) in ayrı bir dini olsaydı, o zaman bu
kelimeyi Cenâb-ı Hakk’ın. çoğul olarak kullanması gerekecekti
Nasıl ki “ve melâiketihi” meleklere îmân bakın çoğul, meleğe
îmân demiyor. “Ve kütübihi” kitaplara îmân “ve rasulihi”
rasullere îmân, bakın burada çoğul var. Rasule îmân denmiyor.
Bir dinin meleğine kitabına peygamberine îmânı şart koşuyor.
Ama dinlere îmân diye bir kayıt yoktur. Neden?. Açık ifade ile
dinler yoktur. Çoğul olarak dinler yoktur. Sadece bir din vardır,
bu dinin ismi de İslâm dinidir. Âdemiyetten Muhammediyete kadar
kıyamete kadar, sürecek olan tek dindir, “inneddîne indallahil
Îslâm” (3/19) Diğer âyette ise, “size din olarak İslâm-ı seçtim”
(5/3) diye açık olarak zâten belirtiliyor.
Peki! semâvi dinler yok ise. O zaman ne vardır... Çoğul olarak
semâvi kitaplar vardır. “ve kütübihi” demek süretiyle de zâten
bunu açık olarak belirtiyor. Amentü dinillâhi, yani Allahın dinleri
ve bunlara îmân hükmü yoktur. Dinler yok. Irkçılık milliyetçilik
tarafgirlik olarak Mûsâ (a.s.) gelen tevratı, mûseviler ırk olarak ele
almışlar kabul etmişler.
Demişler bu Tevrat Mâsânın dinidir.
Bunlar gerçekte, İslâm dininin birer mertebeleridir, kendilerine ait
hiç bir kimlikleri yoktur. Yani İslâm dinin dışında, semâvi dinler
diye bir kavram yoktur.
11
Ancak semâvi kitaplar vardır, bu doğrudur. Eğer dinler olsaydı
“âmentü” de, açık olarak dinlere îmânı şart koşardı. İşte bir insan
gerçek ma’nâ da kendini bulması için dinine yöneldiğinde îmân
ehli, yani islâm olmuş oluyor. Bunun ilk şartı îmânı gerektiriyor.
Îmânın faaliyete geçmesi ve bunun neticesinde kişide oluşan form
“mü’min” yani îmân ehli oluyor. İşte bu tür hakikatleri iyi idrak
eden “Hak’kan mü’min olarak sabahladım” diyor.
Tabi bütün
hakikati Îlâhiyyeyi idrak ettim. Tabi ki, Hz. Rasûlullahın yanında
olsun da bunları idrak etmesin bu olacak iş değildir.
Ancak Hz. Peygambere çok yakın olduğu halde, amcaları akrabaları, çok yakınlıkları olduğu halde, birçok inkâr ehli de vardı.
Meselâ ebu leheb, ebu cehil çok yakınlarıydı, ancak Efendimiz
geldiğinde onların inkârları arttı, diğerlerinin de îmânları arttı.
“Mü’min olarak sabahladım” bunun bir başka hakikati ise,
hadîs-i şerifte belirtildiği gibi, “Mü’min mü’minin aynasıdır”
hükmü vardır, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min esmâsıyla, îmân ehli olan
gerçek ma’nâ da ki, mü’min vasfını almış olan aynı zamanda
Cenâb-ı Hakk’ın aynası olmaktadır.
Biraz daha değiştirerek söyleyelim, aynısı olmaktadır. Kişi
aynaya baktığı zaman kendisini görür. Kendisi onun aynısıdır.
Yani ölçüleriyle birlikte görüntü olarak aynısıdır. Ama hayali ma’nâ
da aynısıdır.
Çünkü, 2 ma’nâ da düşünebiliriz. Aynadaki hayali, aynısı
olmakla birlikte, tutmaya kalksanız tutamazsınız tutulmaz. Ama
gayrısımıdır? değildir. Aynısıdır. O halde ne aynısıdır ne gayrısı
ayırmak mümkün değildir.
İşte Cenâb-ı Hakk’a gerçek olan bir mü’min ayna olduğu zaman
kendi gönül aynasında hak’kın bütün esmâ-i İlâhiyyesini müşahede
eder seyreder. Bakın burada başka bir esmânın aynasıdır, diye bir
ibare yoktur. Sadece “mü’min mü’minin aynasıdır” denmiş, Rahmân Rahmânın aynasıdır denmemiş. Kahhar Kahharın aynasıdır
gibi, denmemiştir.
Îmân gönülde olan bir anlayış bir idraktir. Ancak, Allahın
mü’min olan esmâsı, mü’min olan o gönülde zuhura çıkmaktadır.
İşte bu ayna faaliyete geçtikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın diğer
esmâlarını da, o aynada seyretmek mümkündür, yani aynalık
mü’minlikle başlamaktadır.
12
Mü’min de güzel bir îmân ehli olarak, kendi hakikatini idrak
ederek, bir yaşam olmaktadır. Mühim olan nokta bu mü’minlikte
aynalık başlıyor olmaktadır. Mü’min hakikatini idrak eden de de,
diğer esmâ-i Îlâhiyye seyredilmeye başlanıyor. ”Mü’min mü’minin
aynasıdır “ sözünün hakikati de buraya dayanıyor. Yani mü’min
ismiyle ve mü’min hakikatiyle aynalık başlamış oluyor. İşte bu
aynalık-aynilik Mü’min hakikatiyle ortaya çıkmaktadır.
Ve bu
kişinin gönlü Mü’min aynası olduktan sonra, diğer bütün esmâ-i
İlâhiyyeyi, o aynada seyretmek mümkün olmaktadır.
Mü’min hakikati ortaya çıkmadıkça, aynalık hakikati ortaya
çıkmaz. Aynalık hakikati ortaya çıkmayınca da, Cenâb-ı Hakkı
seyir güzelliği,
hususiyeti özelliği olmuyor.
İşte şartı bakın,
mü’minliğe bağlı ve o kadar müthiş bir dört kelime, ile cümle
sıralanmış ki, ”Hakk’an mü’min olarak sabahladım. ” Bakın bütün
esmâ-i İlâhiyye bu sözün içerisindedir.
Aleyhisselâtü vesselâm efendimiz, bunun üzerine buyurdularki, (Hz zeyd b. Hârise’nin sözü üzerine) “Ya Hârise her şeyin bir
hakikati vardır. ” Bakın bir kelâm ortaya söylenir ama bunun sahibi
olmak lâzımdır. Yani “Hakkan sabahladın” ama bu sözün ispatı
nedir gibilerden sordular. Her şeyin bir hakikati vardır. Şimdi
senin “îmânının hakikati nedir Ya Hârise?”
-“Hak’kan mü’min olarak sabahladım..”. Mü’min îmân etmiş
olarak. Ama lâfzı ma’nâ da bir îmân değil. Gerçek ma’nâ da bir
Allaha îmân etmiş, hayali bir Allaha îmân etmiş değildir. Ama ne
yazık ki, üzülerek söyliyelim hayali olan bir Allaha îmân genelde
söz konusudur. Nasıl! her birerlerimiz hayallerimizde bir Allah
tasavurru çizmişiz. Bugün bir yerde de konuşuluyordu, Allah nerde
ötelerde tahtında oturuyor, şeklinde yanında hizmetçileri vardır.
O hiç bir şeye el değdirmez, aynen bir padişah tasviriyle Allah
budur diyor. Öteki de diyor ki, bende dedim ki diyor Allah her
yerde vardır, bütün âlemde vardır. Yok senin allahın öyle değil
allah yukarıdadır, tahtında oturmaktadır diye söylüyor yani allah
başka türlü olmaz diyor. . Onun Allahı o işte, Yani hayalinde var
ettği allahına îmân ediyor. Ve bunu benim Allahım böyledir diye
kabul ediyor savunuyor.
Eğer her birerlerimiz ayrı, ayrı bitaraf olarak gerçekçi düşünürsek, hepimizin aklında bir Allah çizgisi vardır. Çizgisi derken bir
Allah remzi var, tasavvuru vardır. İşte biz bu Allaha îmân
ediyoruz. Rabbül âlemîn olan Allaha îmân edebilmemiz için onu
13
tanımamız gerekiyor.
Ve her birerlerimiz kendi Îlâhımızı
ürettiğimizden, o İlâh bize sevimli geliyor. Çünkü hayalen üreticisi
biz oluyoruz, ürettiğimiz şeyi de seviyoruz. Neden? çünkü. .
hayalimiz ona uygun geliyor. Ve üreterek sevdiğimiz o İlâhımızıda
savunuyoruz.
Benim İlâhım budur diye.
Tabi burada doğru
söylüyor, kendi İlâhını savunuyor, Allahı savunmuyor. Allahın
savunmaya ihtiyacı zâten yoktur.
Ama Kur’an-ı Kerîm Allahın öyle olmadığını açık olarak
söylüyor. ”Vel evvelü vel ahiru vezzahiru vel batın” (57/3)
Her şeyin evveli odur zahiri odur batını odur. Diyerek kendi
kendisini açık olarak belirtiyor.
“Sübhâne rabbike rabbil ızzeti amme yasıfun ve selamün
alel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn” (37/180) âyeti
kerîmede, “Sizin bütün vasıflandırdıklarınızdan o müstagnidir.”
Yani siz Allahı şu veya bu şekilde vasıflandırırsınız ama, ”subhane
rabbike rabbil ızzeti amme yasıfun” Yani sizin vasıflandırdıklarınızdan o tenzihtedir. Yani sizin vasıflandırdığınız gibi değildir.
Diye âyet-i kerîme bunu açık olarak belirtiyor. Biz ise daha hâlâ o
tahtında oturur, onu yapmaz bunu yapmaz, diye onun âmiri gibi
oluyoruz, Allah bunu şunu yapmaz diyoruz. Güya onu yüceltir
iken, onu sınırlıyoruz. Yani kendi değer yargılarımızı, Allah şunu
yapar veya yapmaz, diye âmir hükmüyle onu sınırlıyoruz. İşte
bütün bunlar bizim nefsimizin ürettiği rabba, olan îmân oluyor.
Ancak Birde rabbül erbaba olan îmân, ve gerektiği şekilde îmân
etmek var. Ancak buradaki îmânın kemâli îkân oluyor. Îkân da
yakîn ehli, kurb oluyor. İnşeallah bizim îmân islâm îkân diye
küçük bir kitabımız vardır vaktimiz olursa oraya doğru geleceğiz.
Îmân zâhiri olarak, yani kelâmi îmân da ne vardır? İkilik
vardır.
Yani îmân eden ve edilen şeklindedir.
İşte bununla
kesretten en az kesrete 2 ye düşürülmüş oluyor. Bu îmân’a
gelmeden de vahdete gelmek mümkün olmuyor. Neden? Tekliğe
en yakın olan iki ikilik te ondan. Bu ikilikten birinin kalkması
gerekiyor, îkânın oluşması için, yakîn halinin oluşması için. Bu da
Allah kalkmayacağına göre, kulun kalkması gerekecektir. İşte “çık
aradan kalsın yaradan” dediği gibi. Küçücük lâtife gibi söylenen bir
söz ama, ne kadar büyük gerçekleri vardır.
İşte aradan çıkıldığı zaman, aradan çıkan kişinin de, kendisi
kalmaz. Kendisi kalmayanın da îmân-ı hiç kalmaz. Îmân bir
14
kimliğe bağlıdır, bir kimliği olsun ki îmân olsun. kimliği olmayanın
îmânı olur mu. . ?
İşte o kimlik aradan çıktıktan sonra îmânı kalmaz. Ve îmân’a
da ihtiyaç kalmaz. Neden? Îmân ikiliği gerektiriyor. İkân da Hakla
Hakk olduğundan kendisi kalmadığından, îmân edecek kimsesi
kalmaz. Bir gün, İstanbulda sohbetimizde bir misafirimiz geldi,
Amerikada zamanın mehdisi olduğunu iddia eden kişinin temsilcisi
olarak gelmişti. Biraz da baskı yaparak,
“efendim diyor, bütün insanların bu gün mehdi as kabul etmeleri lâzım, önde olanların, yani şeyh gibi kişilerin kabul etmesi
lâzımdır, diyerek biraz da, ma’nevi baskı havası ile, bize bunu
söylüyor” du.
Eğer kabul etmezlerse bundan sorumlu olurlar diye de bir baskı
uyguluyor idi. 14 saat konuştuk 2 bölümde. Ezberlenmiş âyetleri
motorize, makineli tüfek gibi âyetleri patır patır söylüyor. Hep
aynı mevzu üzerinde ezberlenmiş olan şeyleri tekrarlıyordu. İşte,
bizde 30 ders vardır 27 sinde kişi
îmân ehli olur. şeklinde
anlatıyordu.
Kardeşim 30 dersin var,
27 ye geldiğinde
îmân ettim
diyorsun, Oraya gelinceye kadar daha henüz nefs mertebelerinden
kurtulamadın mı, ? beşeriyetinden hayalden, vehimden sen nasıl
geldin oraya? Baktık ki ikna olacak gibi değil, bırak iknayı kendi
fikrini zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Efendisinin zamanın mehdisi
imamı olduğunu söylüyor. Eğer, biat edilmezse de herkesin mesul
olacağını söylüyordu.
Bu kadar uzun lâftan sonra müsaade edersen sana bir şey
soracağım. Bu hususta kendisine ne düşünüyorsun diye sordum.
“Efendim bizim şeyhimiz mehdimiz o kadar büyük ki Hz
peygamber onun arkasında namaz kıldı” diyordu.
Şu iddaya bakın, kendisine, sus kardeşim dedim, bu hususu
meseleyi bilmeden konuşma, sen ne yapıyorsun dedim.
Bana ee olmaz mı diyordu.
Hz, Ebubekir efendimize
kıldırmadımı diyordu . Hz ebubekirin arkasında kıldı ise, mehdinin
arkasında niye kılmasın, diyordu. İşte tam bir şeytan ve iblis
mantığı. O kadar sarmış ki, bununla onu karıştırıyorlar. Hz.
Peygamber efendimiz. “Namazı ebubekir kıldırsın” dediği zaman
ebubekir hz. leri gidip o namazı kıldırmak istemedi. Ben Hz.
15
Peygamberin önüne geçemem dedi. Tekrar söyledi efendimiz onun
üzerine kıldırdı.
Neden? Bakın çünkü âmir hükümdü eğer
kıldırmasa idi isyan etmiş olacaktı. Emre isyan olacaktı. Hz Ali
Efendimizin Peygamberimizin omuzuna binmesi gibi, o da putları
kırarken Efendimizin omuzuna binmeseydi o kâ’be’de ki, büyük
putu kırarken asi olacaktı emre itaatsizlik yapacaktı.
Nezaket başka şey, âmir hüküm başka şeydir. İşte bu hakikatleri bilen o yüce zatlar, sıkılarak üzülerek yaptılar bu görevi.
Ama emin olduğu için yaptılar. Yapmasalardı isyan olacaktı. Bunu
bize misal olarak gösteriyor. Bak işte vaktiyle Hz peygamberin
önüne geçenler olmuş diye. Bakın dikkat edin, hastalığında onun
emriyle yerine geçen Hz Ebubekir’in, varlığındaki varlık, Hz
Rasulüllahtır.
Yani Hz peygamber kendi kendisinin arkasında
Ebubekir suretiyle kılmıştır namazı. Aslı budur. Çünkü Namazı
kıldır dediği vakit âmir hüküm Hz. Rasûlulahın ruhaniyeti ebubekir
efendimizi sarmasıdır. Fiziki hali yetmediğinden oradaki hadise Hz.
Rasûlullahın batınının öne geçmesidir. Hz. Ebu Bekir suretinden
görünerek. Dedim, sakın sen bunu onla karıştrma.
Peki! madem ki böyle bir iddanız var. Nerede kılındı bu namaz?
Ma’nâ âleminde mi madde âleminde mi? Yani dünya-müşahede
âleminde mi, âlemi ervah misal âleminde mi?
Eeee ben bunu bilmiyorum.
Kardeşim bilmediğin meseleyi niye konuşuyorsun da, böyle
büyük iddia da bulunuyorsun. Ne oluyor, güya bahsettiği kişiyi
yüceltmek için, bir şeyler söylüyor ama hepsi kökten yanlış ve
iftiradır.
Dedim, bak bu namaz dünya âleminde kılındı dersen, efendi
mehdi dediğin kişi, madde dünya âleminde yaşıyor. Hz Rasulullah
ma’nâ âleminde yaşıyor. bu yüzden mümkün değil.
Eğer ma’nâ âleminde kılındı dersen, efendimiz ma’nâ âleminde
senin şeyhinin vücudu burada, hem de nefsaniyetinin en ağır
şekliyle. Onun için burada da kılınması mümkün değildir.
Tamam insan lâtif bir hale gelir, letafetinden, ma’nâ âlemine
intikal eder, orada bazı kişilerle buluşur görüşür alış verişi olur
İbn-i Arabi Hz. lerinin belirttiği gibi bir çok kitabında bildirdiği gibi
olur. Evet ma’nâ âleminde bu tür hadiseler olur. Ama o lâtif hale
ermiş olan ârifler tarafından muhabbet ehli tarafından olur. Onlar
16
da sınırlarını aşıpta böyle iddialarda bulunmazlar. Yani bilen söylemez, söyleyende bilmez denmiştir.
Sohbet (2)
Euzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Dersimize kaldığımız yerden devam edelim.
Ders mevzuu
îmândı,
Zeyd bin Hârise’nin îmân Hakk’ında gördüğü rüyadı.
Cenâb-ı Hak cümlemize kolaylıklar ihsân etsin gerçek ma’nâ da
îmân
ehli de etsin.
Ondan sonrada ikân-yakîn ehli olalaım
inşeallah.
Evet nasıl sabahladın sorusuna “Hak’kan sabahladım” dedi.
Bunun üzerine peygamber efendimiz buyurdular ki her bir şeyin
hakikati vardır. Şimdi senin îmânının hakikati nedir ya Hârise?
dedi. O zaman her birerlerimiz bu soruyu kendimize sormamız
gerekiyor. Peygamber Efendimiz bu soruyu sorduğundan, ve o
günkü muhatabıda Zeyd bin Hârise olmuş ama, sadece bu soru
ona sorulmaması icab eder.
Hâdise o soru ile başlamış ama, nasıl ki bütün hadîs-i şerifler,
bütün âyet-i kerîmeler kıyamete kadar baki ise,
Peygamber
Efendimizin sorularıda kıyamete kadar bâkidir.
O halde Hz.
Hârise’nin şahsında her birerlerimize bu soru sorulmaktadır. Ey ...
falan kişi. nasıl sabahladın? Bu sabahlamanın neticesinde îmânının
hakikati nedir?
Hârise bin Zeydin cevabı şöyle
-Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. .
Bakın bu birinci bölüm. Yani îmânımızın hakikatini öğrenebilmek ve bunu yaşatabilmek için birinci şart, nefsimizi dünyadan
uzaklaştırmak.
Bakın mevzu dünyadan uzaklaşmak, dünyadaki nimetlerden
yararlanmamak değil,
nefsini uzaklaştırabilmektir.
Demek ki
evvelâ nefsin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ve bunun dünya ile
ilgisinin hangi düzeyde olduğunu, ve nereden hangi bölümden
uzaklaştırılması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor.
Çünkü
kendimi,
ruhumu,
aklımı,
uzaklaştırdım demiyor.
Nefsimi
dünyadan uzaklaştırdım diyor. Demek ki dünya ile ilgili tarafımız
17
nefsimizmiş. Bu nefsimizde hangisi imiş emmâre ve levvâme olan
âmir olan ve kendi istikametinde hüküm veren yönüdür.
Hani Yusuf (a.s.) Zindandan çıkarken demişti ya.
”Ve mâ überriü nefsi innefse le emmâratün bissui... ..” (12/53)
Bakın nefsi emmâre kötülüğü emreder, işte bu nefsi dünyadan
uzaklaştırdım diyor.
Çünkü nefsin meretebeleri vardır.
Bu
meretebelerin içerisinde râzıye mertebesi yani râzı olunmuşluk
mertebesi vardır. Merziye mertebesi vardır. Bunları dünyadan
uzaklaştırmadı. Çünkü bunlar bize dünyada lâzım ahirete gitme
aracımız kullanmamız gerekiyor.
Ama emmâre tarafını dünyadan uzaklaştırmamız gerekiyor.
Eğer emmâre tarafını dünyadan uzaklaştıramazsak, o dünyaya
yapışıyor, ileriye gitmemize engel mâni oluyor.
Meselâ elimizde bir arabamız var. Benzinde koyduk. 50 km ile
yola çıktık gidiyoruz. Ama bu arabanın içinde bir motor daha var,
o da geriye arkaya doğru çalışıyor. Aynı güçle arabayı arkaya
doğru çekiyor.
Şimdi 50 km. Süratle bir motor öne doğru
götürüyor bir motor ise arkaya doğru götürüyor. Kaç km hızla
gidiyoruz o zaman sıfır (0). Ama kişi gittiğini zan ediyor oysa iki
taraflı yakıt kaybediyor. O zaman ilk yapılacak şey arkaya doğru
çeken gücü azaltmak.
50 km süratle geriye giderken 40 a
düşürmek o zaman biz 50 km süratle yol alıyorsak hızımız 40 km
düşmüş oluyor. Ama az da olsa bir gidiş vardır. İşte arkadaki o
motorun ayarlarını yapmamız lâzımdır.
(Hani vosvogenler vardı ya motorları nerede idi, arkada idi,
yolda iki vosvogenli giderken biri yolda kalınca, benim motor
bozuldu deyince, öteki benim yedek bir motorum var onu sana
vereyim diyor)
İşte bizde de, arkada bir motor var, o motor da arkaya
çekiyor. O zaman ne yapmak lâzım ya arkaya giden motorun
yakıtını azaltmak gerekiyor, ya da, tekerleklerini biraz patinaj
yaptırmak gerekiyor ki, geriye çekemesin. İşte yavaş, yavaş
bizde o motorun gücünü azaltıp 30- 20 -10 -0 a düşürdüğümüzde,
geriye çeken bir şey olmayınca bizim sür’atimiz ne kadarsa 50 100
km o hızla devam ediyor. Ancak arkada bir yedek motor var,
şimdi ustasına götürüpte geri götüren o motoru ileriye götürecek o
pistonları kurduğumuz zaman, arkadaki o 50 km lik hız itiş gücü
18
görüyor o zaman. Ne oluyor, sür’atimiz, 150 km ye çıkıyor. 100
km biz gidiyoruz 50 km de o, oldu 150 km.
O halde bakınız, Nefsi emmâreden istifade etmemiz için onu
eğitmemiz gerekiyor.
İşte o zaman kişi “nefsimi dünyadan
uzaklaştırdım” oluyor.
Ve
artık dünyaya çekmiyor peki ne
yapıyor? İtici gücüyle âhirete giden yolda bize yardımcı oluyor.
Çünkü anlıyor ki o nefis bütün yapılan bu işler kendi menfeatine ve
lehinedir. Daha önce benliğin den ve enaniyetinden, bu işlerin
lehine olduğunun farkın da değildi. Haberi yoktu. Yani ben ne
kadar yersem içersem, şunu bunu yaparsam kendisine o kadar
faydalı olacak zannediyor idi. Halbuki daha sonraki senelerde onun
aleyhine olacaktır. İşte bu bilinci ona yüklediğimiz zaman, çünkü
cehenneme girerse kendi yanacak işte böylece, bunun sonucunda
bunu ona bildirdiğimizde vazgeçiyor. O zaman bizi firenlemekten
durdurmaktan vazgeçiyor, o zaman enerjisini gücünü itirmede
kullanıyor. Bakın iş nasıl değişiveriyor. Yoksa bu işler nefsi
öldüreceksin, kahrolasın şeklinde değildir. Bizim görevimiz nefsi
emmâreyi o ahlâktan, o kötü ahlâktan çıkarıp adam etmek, yani
hakikati üzere çalıştırmaktır.
İşte sür’at böyle oluşuyor. İşte irfan ehliyle yola çıkmak,
evvelâ mâniayı kaldırmak, kaldırdıktan sonrada onu ikinci bir güç
olarak faaliyete geçirmek suretiyle oluyor.
Yoksa nefsini
öldüreceksin kahrolasın gibi değil. Nefis kötü değil, biz onu o
ahlâkında bırakıyoruz.
Bizim görevimiz nefsi emmâreyi o ahlâktan çıkarıp adam etmek
hakikati üzere çalıştırmaktır. O perdelenmiş durumda, oysa onun
aslındada mayasında da temizlik vardır.
Emmâre-Levvamemülhime bu üç merebeyi hac ve umrede olduğu gibi, tavafta bu üç
mertebeyi fazla oyalanmadan hızlı geçmek ma’nâsındadır. Nefsi
emmâreden koşarak geçmek, Levvameden koşarak, Mülhimeden
koşarak geçmek çabuk geçmek. Say’da da. öyledir.
“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım.” Nefsi emmâreyi dünya
sevgilerinden uzaklaştırmak,
böylece onun dünya bağlantısı
kalmıyor. Böylece âhiret ehli olmaya başlıyor. Nefsi emmâre
baştan dünya ehli iken, eğitildikten sonra, bunların ebedi âlemde
kendisine yararı olacağını, kendisine bildirdikten sonra, o da buna
inandıktan sonra, artık emmâreliğinden vazgeçiyor.
Hem de
isteyerek vazgeçiyor zorlama ile değil. Ancak tek şey onu ikna
etmek oluyor. Bu yapılacak işler senin zararınadır yanacak olan
19
sensin. (nefsi emmâre) Yapılanların bu riyazatların eğitimlerin onun
lehine olduğunu anlayınca. . Efendimizin buyurduğu gibi, (s.a.v.)
”Ben nefsimi müslüman ettim “ dediği hâdise işte budur.
İçimizdeki nefsimiz müslüman olduktan sonra bize zarar
vermez. Neden?. Elinden dilinden emin olunan kişi mü’mindir.
İşte nefsimizde îmân ehli olduktan sonra, bu hakikatleri idrak
ettikten sonra, bize yardımcı olmaktadır. Böyle olunca da sür’at
artmakta. Yol kısalmaktadır. Ama bunun şartı dünyadan uzaklalşmasıdır.
Dünya cazibesin den tabiat hükmünden,
çıkması
gerekmektedir.
Şimdi birinci aşama dünyadan uzaklaşma dedik, İkinci aşama
yani bunun neticesi “taşı kerpici altını ve gümüşü müsavi görmek”
Bunlara değer veren değerlendiren nefsi emmâredir. Ne kadar
çok değerli şeyi olursa, elinde o kadar çok imkânı olacak. Neticede
elinde olanla, hoplayıp zıplayıp gezme dolaşma imkânı olacak.
Böylece de gaflet ehli olmuş olacaktır.
Ama taşla kerpiç,
altınla gümüş,
kendi indinde müsavi
olduğundan, artık onun değer yargılarıda değişmiş olmaktadır.
Yani parası var imiş yok imiş, artık onda fazla bir endişe meydana
getirmemektedir. Gerçi bugün parasız pulsuz bir şey olmuyor o da
ayrı bir konu da, burada bahsedilen o ma’nâ da değildir. Meselâ
her birerlerimizin tabi ve masum isteklerimiz vardır, kerpiçle altın
bir değil,
altın daha çok iş görmekte.
Buradaki amaç ona
muhabbet etmekten çıkarmaktır. Hani öyle diyor tuhfetül uşşakide
Cemâleddin Uşşaki Hz. leri “İttika malı elden çıkarmak değil,
gönülden çıkarmaktır”
Tabi ki, fiziki ma’nâ da altınla kerpiç, ikisi bir değildir. Ama
kişinin değer yargısında, bir olması gerekiyor. Altın daha üstün, ya
da kerpiç daha üstün değildir.
Aslında kerpiç altından daha üstündür.
Neden? Topraktan
hububat ürer, Altından buğday çıkmaz. Bir ton altınınız olsun aç
kaldınız, altın yenmez ki... .
Ama toprak biraz sulandırıldığında size buğday da ekinde verir.
Armut ta verir, her şey verir. Bir yere göre Altın kerpiçten daha
kıymetlidir, ama bir yere göre de kerpiç altından daha kıymetlidir.
Demin de denildiği gibi o taş maden, ama satarız çok para
kazanırız. Tamam satın aldığı o şey yine kerpiçten olma, toprağın
20
değeri daha fazla, ondan o değer ortaya çıkmış oluyor. İşte bu
yönüyle de taşla toprak, altınla kerpiç, bir gibidir. Onun da ayrı
bir değeri vardır. Onun da ayrı bir değeri vardır. Ne olacak işte,
kerpiç parçası, değeri ile bakmamalı, bu yönü ile de altınla
eşdeğer oluyor. Veya diğer şekliyle kerpiç gibi değersiz maddi
ma’nâ da, yani satışa çıkarsanız bir kilo altın kaç para yapar, bir
kilo toprak kaç para yapar. Yani her iki yönü ile de altının kerpiçle
karşılaştırılması, veya kerpiçin altınla karşılaştırılması, her iki
yönde de ikisinde de ayrı değer vardır. İşte taş ve kerpiç, altın ve
gümüş, müsavi oldu.
“Ve gündüz susuz gece uykusuz oldum”
Yani riyazatını söylüyor, o hale gelinceye kadar Şimdi buraya
bir iki dakika ara verelim. Demin bir mevzu oldu Şimdi aklıma
geldi. Görüştüğümüz bir arkadaştan bahsediyorduk ya, başlarının
şeyhlerinin zamanın mehdisi olduğunu ispatlamaya çalışanlara bir
soru sormuştum ve orada kalmıştık.
------------------NOT= Yukarı da kısmen bahsedilmişti.
------------------Şimdi o soruyu tekrarlayalım.
Çünkü o soru,
yine bu
mevzularla ilgilidir. Kendisine size bir soru soracağım, bunun
Hakk’ında ne düşünüyorsunuz dedim? O da tamam sorun dedi.
Dedim ki! İnsanda îmân bir ömür boyu
etmez mi?
devam edermi
Bir ömür boyu gelişme olan insanda devam edermi? Çünkü
seyirden bahsetti seyir de gelişmedir. Çünkü seyrin sonu olmaz.
Allahın sonu olmadığı için seyrin de sonu gelmez. İşte ömrünün
sonuna kadar bir insanda îmân devam edermi dedim?
Eder dedi ! bunun üzerine tamam kardeşim dedim. Kendisine
bundan sonra konuşacak, yapacak bir şey yok dedim. Sen kendi
cevabını kendin vermiş oldun, ve yerini de kendin söyledin.
Devam eden, sözüyle “ben ömrümün sonuna kadar ikilikte
yaşarım. Tekliğe ulaşamam” diyerek cevabını böylece vermiş
oldun. Hem kesret ehli olduğunu kendi sözünle ispatlıyorsun, hem
de benim efendim mehdi
âlemlerin sultanının yegâne varisi
diyerek, zamanın yegânesi diyorsun. Bu işin zâten birleşmesi
21
mümkün değildir. Daha henüz bu hakikatleri idrak edememiş bir
anlayışın mehdilikten, imamlıktan bahsetmesi acayip bir iştir,
mevlâm akıl fikir versin.
İnşallah bundan sonraki sohbetlerde, îmânın nerede gaybi
olduğu, gaybe olduğu nerede müşahedeye olduğu Hakk’ında yol
alacağız inşallah.
Şimdi bu meseleler, bir kaç geceye sığmaz. Yalnız îmân da
ikilik var derken, îmân ehlini küçümseme anlamında değildir,
bilgilenme anlamındadır.
Tabi ki îmân muhteşem bir şeydir. Allahın varlığını birliğini
kabul edipte ona yönelmek çok güzel bir şeydir. Ama bir kişi bir
adrese geliyorken o adrese ihtiyacı vardır. Adres elinde olmaz ise
aradığı yeri bulamayacaktır.
İşte elindeki o proje onun yol
göstericisi onun îmân düzeyinde olmaktadır. Hedefe vardıktan
sonra o adrese projeye ihtiyaç varmı? Yoktur.
Hedefe varıpta, halen daha elindeki adresle, adres araması,
hedefe ulaştığı halde ulaşamadığının ifadesi olmaktadır. Allaha
îmân demek ona yönelmek demektir. Ama, hakikati Îlâhiyye
tevhid ilmi içerisinde belirtildiği gibi “çık aradan kalsın yaradan”
basit bir ifadeyle bu nu yaşadığı zaman kişi de îmân’a yer kalmaz
artık ihtiyaçta yoktur.
Çünkü “gerçek tevhid ikiliği kabul etmez.” Îmân ise kul ve
Allah ikiliği üzere olan anlayış ve yaşam şeklidir. Hakikatte/mutlak
Tevhitte ise, ikiye yer yoktur, bu ikiden birinin kalkması lâzımdır.
Bu vaziyette Hakk, kalkmayacağına göre, o halde suret olarak
halkedilmiş olan kul kalkacaktır. Kulun kulluk ve beşerlik anlayışı,
kuldan kalıktığı zaman, işte o yaşantının aldığı tarifin ismi (Îkân)
dır. İzahları daha ilerilerde gelecektir.
Îmân kendi varlığının dışında, bir varlığı bilemediği göremediği
halde,
varlığına inanıp îmân
etmektir.
Ancak kişi,
Hakkı
kendinde, gönlünde bulmuşsa, bütün âlemde bulmuşsa adrese
ihtiyacı yoktur. Ayrıca rehbere de ihtiyaç yoktur. Îmân bir rehber,
yol gösterici durumundadır. İşte böyle olunca îmân düşmekte
ama yerine başka bir şey gelmektedir. O nun tarifini belirten
kelime de (Îkân) dır.
-------------------
22
Cenâb-ı Hakk bunu açık olarak Bakara sûresinde (2/106)
belirtiyor.
------------------“Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu
unutturur, (yada ertelersek) yerine hayırlısını veya mislini getiririz.
Allah’ın gücünün her şeye Hakkıyla yettiğini bilmezmisiniz. ”
------------------İşte bir şey kaldırılır ama onun yeri boş kalmaz. Onun yerine
daha ilerisi veya eşdeğer bir şey konur. Îmânın kalktığı yerede
Îkân konur gelir.
------------------Îkân nedir? Yakîn ma’nâsınadır. Tekâsür sûresinde, (102/56-7-8)
------------------“Kellâ lev ta’lemûne ilmel yakîn, leteravünnelcahîm. sümme
leravünnehâ aynel yakîn. Sümme letüs’elünne yevme izin anin
na’îm.”
------------------5- Öyle değil, kesin yakîn, olarak bilseniz, 6- Andolsun ki,
cehennemi mutlaka göreceksiniz! 7- Sonra yine andolsun ki, onu
yakın yakîn, gözüyle göreceksiniz! 8- Sonra andolsun ki, o gün
her nimetten sorgulanacaksınız!
------------------Orada bir yakîn hadisesi geçmektedir.
”onlar cehennemi
yakîn olarak görürler müşahede ederler. Oradaki yakîn, “yakın”
değildir.
Türkçedeki “yakın,” arapçadaki “kurbiyyet” olarak belirtilen,
ayrı iki varlık arasında olan yakınlık/ kurbiyyet/akrabalık, yakînlik
değildir. Geçek yakînlik, “tek varlığın kendi bünyesinde ikiymiş
gibi görünmesinden ibarettir.”
İki ma’nâ da ki kelimelerin
arasında, sadece kelime benzerliği vardır, ama ikisi farklıdır.
Birisi yakın, diğeri yakîn’dir.
Âyet-i kerîme de (ilmel yakîn ve aynel yakîn’den bahsedilmektedir, bu hususun ayrıca birde, Hakk’al yakîn Halide vardır.
23
Muhyiddin arabi Hz. lerine soruyorlar yakîn nedir? Diye O da
“el yakînü hüvel Hakk” demiştir.
Yani yakîn denilen hâdise,
“af’aliyle, esmâsıyla, sıfatıyla zâtıyla” zâtın ta kendisidir.” Yani
Hakkın bulunduğu yer “yakîn” halidir. Kim hangi ehil ordaysa o
“yakîn” ehlidir.
Sohbetin bu bölümünde bir soru gelmiştir, şöyledir.
(Yakîn hâli, ittika hâli değilmidir. ?)
Ef’âl âleminin ittikası, esmâ âleminin ittikası, sıfat âleminin
ittikası vardır. Zat âleminin ittikası ise yakîn halidir.
İttika ile muttaki aynı şey değildir?.
Ma’nâları da başka,
mertebeleri de başkadır. Ancak zat mertebesindeki ittika yakîn ile
ilgilidir.
Ef’âl mertebesindeki ittika yakîn’lik ile ilgili değildir.
Çünkü yaşam sahaları, idrak sahaları ve anlayışları ayrıdır.
Şimdi yakîn,
ikiliğe düşmekten
sakınmaktır.
İttika ise,
şüphelilerden sakınmaktır. ”Ef’âl âleminde“, fiiller yaptırım mertebesin de, haramlardan sakınmaktır. Şüphelilerden sakınmaktır.
“Esmâ âleminde”,
yani tarikat mertebesinde,
duygusuz
kalmaktan sakınmaktır. Yani muhabbetin azalmasından sakınmaktır. Burada maddi bir durum yoktur artık konu hassaslaşmaktadır.
“Sıfat hakikat mertebesindeki ittika” Bütün varlıkta Hakk’ın
isimlerinin zuhuru olduğunu görememekten sakınmakdır. Yani “Fe
eynema tüvellü fesemme vechullah” (2/115) âyetinin
hükmüyle, nereye bakarsanız bakın, Hakk’ın varlığı müşahede
edilmekte, bu müşahededen düşmekten sakınmaktır. Korkmaktır.
Burada korku, nezaket ve irfani ma’nâdadır.
“Zat mertebesindeki ittika” ise, Allahın varlığının, zâtının
varlığından gaflette kalmaktan sakınmaktır. Bütün âlem de her
şeyin Allahın zâtının zuhuru olduğunu müşahede ettiğimizde, aynı
zuhurun kendi varlığımızda da zuhurunu idrak ettiğimizde, işte bu
zat mertebesinin ittikası,
sakınması olmaktadır.
Yani bu
anlayıştan düşmekten sakınmaktır. İşte bu anlayış yani “tevhidi
zat” mertebesindeki “îkân” olmaktadır. Burada îmân’a gerek
kalmamaktadır. Yani kişi yok ki, îmânı olsun. (Yani kişi îmânsız
olsun demiyoruz espirili olarak). .
“Bu ne îmân ki, îmândan içeri” denmiştir, burada ikisi de
birleşmiş, artık arada bir şey kalmamıştır. Eğer îmâna yer varsa,
24
daha o mertebe, “îkân” oluşmamış demektir. İşte o arkadaş,
şuraya vardım, buraya vardım, isteği kadar, mehdiyim desin,
âlemlerin kıralıyım desin, bütün bu sözleri ile kendini ele vererek
ne kadar açık olarak halini gösteriyor olmaktadır. Ve bu iddiaların
ne kadar abes uçuk olduğu, hatta uçuğu da bir tarafa bırakın, ne
kadar ahlaksızca, hiç bir nezakete sığmayacak bir haldir, kendisi
Allahın mehdisi olmadığı halde, kendisini onun mehdisi olarak
göstermesi, Allahın işine karışmaktır. Allahın göndermediği sahte
mehdiyi, gönderdi diyerek Allaha iftira etmesidir. Haşa. Ve bunlar
Allah ismiyle şirke davet ediyorlar. Ne büyük küstahlık değilmi. ?
İşte bunu ancak nefsi emmâre yapıyor. Kendi amelini kendisine,
süslü olarak ve en güzel bilgi olarak gösteriyor. Bunu ispatlamaya
çalışıyor ve de çevresini zorlamaya gidiyor. Allah etmesin...
“Mümin olarak sabahladım dediği” bu hakikatleri idrak
etttiğini belirtmiş oluyor. Burada yakîn olarak sabahladım dese,
bura da onu herkes anlayamaz. Çok büyük izahlar gerektirir. Yani
ef’âl mertebesinde olan îkân’ın ne olduğunu anlayamaz. Ama ef’âl
mertebesinde olan îmânın ne olduğunu yaklaşık olarak anlar. İşte
(s.a.v.) Efendimizin hususiyeti özelliği, Kur’an-ı Kerîmin de ki,
özelliği, her mertebede olacak kişilere, o kemâlâtta olacak bir
cümle düzenlenmesidir. Hadisler ve âyetler sadece zat mertebesi
itibari ile düzenlenmiş olsa, sıfat esmâ ef’âl mertebesinde olanlar
onu anlayamazlar. Ama sadece ef’âl mertebesinde yaşayanlara
göre düzenlenmiş olsa idi, o zaman da âyetler, yukarıdakilere bir
şey veremez, uruc ettiremez idi.
“Kellimünnâsi alâ kaderi ukulihim” ifadesi ne kadar mühim
bir eğitim sistemidir. “İnsanlara akılları kadar konuşunuz“ diyor,
ne kadar güzel bir ifadedir. İnsanlara akılları düzeyinde konuşmak
içinde, bütün insanların akıllarının derecelerini bilmek gerektiğini
de ayrıca belirtmiş oluyor.
Çocukların aklına göre, ya da, sadece çocuklara göre konuşun
denmiyor, bakınız. Karşınıza gelen insan hangi mertebeden ise, o
mertebeden konuşun deniyor. Başka türlü o kişiye zâten ulaşılamaz.
Kırk yaşında bir insan karşınıza gelmişse, kırk yaşının
kemâlâtına göre konuşun, beş yaşında çocuk gelmişse ona göre
konuşun deniyor.
Şimdi kırk yaşındaki kişiye, beş yaşındaki
çocuğa anlatılan şeyleri söylemekle ona yazık edilmiş olur. Zâten
bir şey alamaz. Ama beş yaşındaki çocuğa kırk yaşındaki insana
25
anlatılacak mevzû anlatılırsa, oda bir şey anlamaz. O halde kaba
göre yemek koymak lâzım gelmektedir.
“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım.
İndimde taşı ve
kerpiçi altını gümüşü müsavi oldu ve gündüz susuz gece
uykusuz oldum. ”
Gündüz susuz, gece uykusuz, oldum dan kasıt,
tarikat
yaşamında, oruçlar nafile namazlar, zikirler, tesbihler, riyazatlar
var. Riyazat yapmadan da bu işler olmuyor. Nefsini doyur, doyur
hoplasın zıplasın, sonra ben riyazat yapacağım de, olmaz ki. Biraz
onu kesmek gerekiyor ki, terbiye olsun, onun dizginleri ele almak
gerekiyor. Nefs mücadelesi ve murakebesi yapmak lâzım, bu
gerekiyor.
Geçen gün hani “isr” mevzuu olmuştu. Gece yürüyenlerin
çocukları, (yâ beni İsrâîl,) diye sohbet yapmıştık gece kalkmak,
gece uykusuz kalmak demekti o, gece uykusuz yani faaliyette
olmak demektir. Uykulu olmak demek ise, faaliyette olmamak
demektir.
(dün yapılan sohbetti galiba) Gece uykusuz “isr”
hükmüne girmektedir. Hani âyet-i kerîmede belirtiliyorya.
“Ya beni İsrâil ezkuru ni’meti yelleti en amtü aleyküm ve
inni faddaltüküm alel âlemîn” (2/47)
Biz bu âyet-i kerîmeyi musevilere ait zannediyoruz, halbuki
değildir, tevhid ehline aittir. “Yâ beni İsrâîl,” dendiğinde “ey gece
yürüyenin çocukları ma’nâsınadır.” İsr gece yürümedir. İsrâîl gece
yürüyen ma’nâsı’nadır. İsrâil oğulları gece yürüyenin oğulları
demektir. Bunlar Yakub aleyhisselâmın torunlarıdır. Yakub
aleyhisselâmın 12 oğlunun sülâsesidirler. 12 oğuldan gelen 12
kavim oldular, en büyük oğlunun ismi yahuda, olduğundan yahudi
diyorlar. Üç tane isimleri vardır, Beni İsrâil, yahudi diğeride
Museviliktir.
Musevi peygamberlerinden aldıkları isim, Yahudi büyük
abilerine atfen aldıkları lâkab. Beni İsrâîl ise Yakub’un kardeşinin
zulmünden, kendisini kurtarmak için, gece teyzezine veya dayısına
gitmesi, gece yürümesidir. İbrâni lügatında gece yürüyen kişiye
“isr” diyorlarmış.
Yâ beni İsrâîl, ey gece yürüyenin çocukları, bu tamamen
ümmeti Muhammede ait bir hitaptır.
Zâhiren yahudilere gibi
gözüküyor ise de, gece yürüyenler kimdir? Gece kalktı, yatsı
26
namazını kıldı, sabah namazını kıldı, başka bir şey yapmasa dahi,
onlarda gece namazı hükmündedirler, çünkü bu namazları kılmak
ta, bir hareket bir seyir olduğundan, gece yürüme ma’nâsı’nadır.
Ey gece yürüyenin çocukları, ey gece namazına kalkanlar ma’nâsı’nadır. Gafletten uzak uyanmış hali belirtiyor. İsr yol olduğu için,
yol almak içinde, gafletten uyanmak lâzım gelmektedir. Tabi olarak
bu hüküm de onların üstünde işlemiş olmaktadır,
gafletten
uzaklaş-mış ma’nâsı da içinde açık olarak gizlenmiştir.
Yâ beni İsrâîl “ezkuru nimeti” Size verdiğim nimetimi hatırlayın“
ve inni faddeltüküm alel âlemîn”
Biz sizi âlemlerin üstüne tafdil ettik. Gece kalkıp zikirlerini
yapanlar, âlemlerin üstüne tafdil edildiği yükseltildiği, âyet-i kerîme
de açık olarak belirtilmektedir, biz onu okuduğumuz zaman o âyet
İsrâîl olarak geçtği için, yahudilere ait olduğunu zannediyoruz,
Allahın âyetlerinde tahsis varmıdır, bu yahudi için bu bilmem kim
için diye. Hitap hepimizedir. Kabul edip etmemesi bir şey fark
etmiyor, o kişinin kendi kazancına bağlı, kabul etmiyorsa hitap ona
yine oluyor, ama nimeti kesiliyor. Ama kabul etmiyor ayrı konu.
Ama Cenâb-ı Hakk ayrımcılık yapmıyor,
herkese ayni âyet-i
gönderiyor. Tüm insanlara gelmedi mi geldi. kızıl ehlinede geldi
îmân ehline de. kabul edip etmemek kendi kazancı itibarıyla
oluyor. Ama Cenâb-ı Hakk hepsine bu lutfu gönderiyor. Ama tatbik
eden onu uygulamış oluyor, tatbik etmeyen de kenarda kalmış
oluyor.
------------------Ve devam ediyor “Keennehü “açıktan açığa rabbimin arşına
nazar ediyorum, diyor. Bakın ne kadar müthiş bir hadise. Açıktan
açığa rabbımın arşına nazar ediyorum. Diyor ve rüyayı anlatıyor.
Ve devam ediyor. Burada arş nedir? şimdi bu soru çıkıyor ortaya.
Kısaca bahsedelim arş, tavan çatı demektir, en üst âlem
demektir. Bireysel olarak varlığımızdaki, arş bizim başımız, yani
aklımız arşımız bizim çatımız demek oluyor.
Kürsi ise, bizim gönlümüzdür, kürsi oturma yeri, arş ise çatı
oluyor. Hani falan prof’un kürsisi var denir, orada masası iskemlesi
var, makamı var demektir, işte Cenâb-ı Hakkın bütün esmâ-i
Îlâhiyyesi, bütün bu âleme yaygın oturuyor vaziyette, ve bütün bu
âlemin ismi kürsidir, yani Allahın esmâ-i İlâhiyyesi bu âlemde
oturuyor ve isminin bir meretebesi vardır ve burada zuhura
27
çıkmaktadır. İnsanın varlığında da, gönlünde duygular olarak
esmâ-i Îlâhiyye ortaya çıkıyor. Aklında ise aklı küll zuhura geliyor.
Gerçi biz aklımızı nefsi küll nefsi emmâre olarak kullanıyoruz ama,
aslı aklı küldür, aklımızın ve aklımızı da oraya ulaştırmamız
gerekiyor. Yani başımızdaki makama aklı küllü oturtmamız
gerekiyor. Ama ne yazık ki bizim burada, nefsi emmârenin aklı,
aklı cüz oturmaktadır.
Evvela arş dediğimiz, bu arşımızın Hakk’ını vermemiz
gerekiyor.”Açıktan açığa rabbımın arşına nazar ediyorum” demesi,
bir bakıma aklı kül yerine yerleşti, yani Hakk’ını ona verdim
ma’nâsındadır.
“Ve ehli cennete nazar ediyorum ki orada birbirlerini
ziyaret ederler”
Hadi bakalım çıkalım bu sözün içinden. Kıyamet kopmadı
cennet cehennem ortada var mı?
Bu arada, sohbeti dinleyenlerden birisi
kastederek, ( işte ehli cennet efendim dedi)
sohbet
meclisini
İzâfi ma’nâ da söylemiyor, bakın gerçek ma’nâ da cennete
nazar ettim diyor. İzafi olarak tabi burası cennet bahçelerinden bir
bahçe, hani efendimiz buyuruyor, dünyada cennet bahçeleri vardır.
Cennet bahçelerine uğrayınız. Soruyorlar Ya rasulallah cennet
bahçeleri nerede? Zikir halkaları cennet bahçeleridir diyor.
Tarikat ehli bunun dönen zikir halkaları olduğu yönün de bu
cennet bahçelerini anlıyorlar ki, bu doğrudur o mertebede ama
tevhid ehli için zikir halkasından kasıt, hatırlama ma’nâ sınadır. İki
ma’nâ sı var biri sayıları sayma diğeri hatırlamaktır. Neyi hatırlayacağız? Kendi varlığımızın hakikatinde esmâi İlâhiyyenin olduğunu
hatırlayıp, bilip tatbikate geçirip, hangi esmâyı çekiyorsak o
esmânın hakikatini kendimizde bulmamaız suretiyle hatırlamamız
gerekiyor. Yani zikri 2 yönlü kullanıp birisi sayısal ve sesli olarak
esmânın tekrarı, diğeri ise bu esmânın hakikatinin kendimizdeki
yaşantısıdır. Bunlar ayrı, ayrı yapılıyor zikri sayısal olarak
yapıyoruz, ama yaşantısının farkında olmuyoruz. İşte “halakaz
zikra” dediği halka bir bütündür
Bir çubuk düşünün bunun başlangıcı ve sonu vardır. Ama
halkanın başlangıcı ve sonu yoktur. Dönüşümlüdür. Ring seferidir.
Hani otobüslerin ring seferi olur ya dönerler dururlar aynı yerde.
28
İşte tevhid sohbetleri halka sohbetleridir bir bakıma niyedir?
Nusret babam öyle derdi, “siryani zâti/zâti tesir” derdi. Zâti tecelli,
zâti dönüşüm derdi . İşte muhabbetiyle birlikte yapılan tevhid
sohbetleri, gönüllerden gönüllere sirâyet ederek, cereyan ederek
dönüşür. Ve her uğradığı yere bu hakikati ilkâ eder bırakır. İşte
cennet bahçeleri dediği bir bakıma da budur.
Halka olarak zikredilen yerler de, bir bakıma tarikat mertebesi
itibarıyla cennet bahçesi, ama hakikat mertebesi ve marifet
mertebesi itibarıyle, çıkan nefhayı gönüllerden gönüllere aktararak
devam ederek, bu hâlin sürmesi cennet bahçesi olmaktadır. Çünkü
dönüşmekte olan, o cereyan siryani zat-i, hakikati ilahiyyeyi
dolaştırıyor. Allahın isimlerini sıfatlarını zâtını dolaştırıyor. İşte
cennet demek te zâten Allahın zâtı demektir. Yoksa nefis cennetleri
demek değildir. İrfaniyet cennet demektir. İrfaniyetten daha büyük
cennet tasavvur edilemez. Gerçi nefislerle ilgili cennetler varsa da,
orada meyveler var. Oradaki insanlar “meyvelerle meşguller.”
“şugulin fâkihun” (36/55)
Ancak tevhid ehli ise “Allah ile meşguldür.” Hangisi daha güzel
cennet oluyor. İllâki akan nehirler güzel, güzel huriler gilmanlar
olması gerekmiyor, cennet olması için. Tevhid ehli kendi
bünyesinde, bu cenneti oluşturması gerekiyor. Ve de buna da zat
cenneti deniyor.
“Birbirlerini ziyaret ederler,” olduğunu görüyor. Bu ziyaretin
demin belirtildiği gibi, aynı katta olanlar birbirlerini ve yukarıdakiler
aşağıdakileri ziyaret edebiliyor, aşağıdakiler yukarıdakileri ziyaret
edemiyor, çünkü mertebeleri itibariyle çıkmaları mümkün değildir,
orayı anlıyamazlar.
Şimdi burada esas konu ki, bu sözde şek şüphe yotur. Çünkü
peygamber efendimiz tasdik ediyor, bu hadîs-i yani Zeyd bin
Hârise’nin sözlerini Efendimiz tasdik ediyor. Orada kendisini ikazda
edebilirdi, ey Zeyd cennette daha kimse yok, daha hesap kitap
görülmedi, şeklinde söyliyebilir di. İkaz edebilirdi. Bakın hadîs-i
şerifte böyle bir şey yok. Demek ki, Efendimiz daha 1400 sene
evvel cennetin varlığını, ve orada yaşayanları tasdik ediyor. Şu
hadîs-i şerifi inkâr mümkün mü?
Ama genelde şeriat ehli, daha cennette kimse yok diyor. Hesap
kitap olmadı ki, kıyamet kopmadı ki. Açık olarak Peygamber
Efendimiz tasdik ediyor. Eğer mutlak ma’nâ da orada hiç kimse
29
olmasaydı, ya Hârise sen yanlış görmüşsün daha orası boş diye
ikaz ederdi.
Ayrıca efendimiz cennete gittim şöyle, şöyle insanlar vardı,
cehennem ehlini gördüm şöyle idi, diyerek açık olarak hallerini
anlatmaktadır. Ama biz hâlâ cennet boş cehennem boş diyoruz.
Peki bizim hesabımızda kitabımızda görülmediğine göre, demek ki,
orada bir başka nesil insanları vardır.
Şimdi hesabımız görülmedi, bizden henüz giden yok, o doğru,
yani Âdem (a.s.) ile Muhammed (s.a.v.) bizim neslimiz oluyor,
bizden henüz giden, hesabı görülen olmadı. Demek ki bizden
henüz daha kimse yok, o doğru. Ama orada cennet ehli, ve
cehennem ehlide vardır. Demek ki yeryüzünde yaşayan yegâne
insan toplulukları bizler değiliz. Bizden evvel daha nice, nice Âdem
ve Muhammed, (s.a.v.) nesilleri geçti. Biz şu anda yer yüzünde
yaşayan nesiliz, bizden sonrada yine bu âlemde, bizim benzerimiz
Âdem ve Muhammed seyrini yapacak bir sürü nesiller gelecektir.
Bu da işin bir başka yönüdür.
Şu hadîs-i şerif bize bunu açık olarak belirtiyor. Tabi sadece bu
hadis değil, bu hususta başka haberlerde vardır. Meselâ
Peygamberimiz diyor ki.! “Âdem çamur ile balçık arasında iken ben
peygamberdim.” Hadi bakalım nasıl olacak bu işler. Nasıl oluyor,?
Diyelim ki, Hz. Peygamber bizim zamanımızın peygamberliğini
yaşadığı sürede, bizden sonra gelecek olan neslin daha Âdemiyeti
halkedilmedi demektir. Ve programı da başlıyor demektir. Bu
âlemde olacak, yada başka bir gezegende olacak. Yüz milyar
galaksi, her galakside ortalama, yüz milyar yıldız olacak? bu kadar
gezegenin içinde sadece dünyada mı insan yaşamı olacak?
Bu fezada dünyanın yeri, bir nohut tanesi kadar yer tutmuyor.
Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri sadece bizim dünyamız ve neslimiz
için mi halketti? Diyelim bizim de neslimizin süresi kıyamete kadar,
on bin sene olsun, on bin senecik, sonsuz uzay feza çağına göre bir
saniyecik bile yer tutmuyor. Ebedi ve sonsuz hayata göre, bütün
bu âlemleri Cenâb-ı Hakk bir saniye için mi halketti.?
Cenâb-ı Hakkın sonsuz zuhurları, yaşantıları içerisinde sadece,
bir neslin sistemiyle eğitimiyle kalacak değildir. Daha bilemediğimiz
ne âlemler, ve buralarda da ne tür hayatlar olabileceğini, açık
olarak düşünebiliriz. Eğer sadece bu âlemde İnsanoğlu yaşıyor diye
30
düşünürsek, Cenâb-ı Hakkın ilmini de zâtını da, sıfatlarını da,
sınırlamış oluruz.
İşte “cennet ehli birbirlerini ziyaret ederler, ve cehenneme
nazar ediyorum birbirlerine havlarlar” diyor. Havlama, hangi
hayvanın vasfı malûmdur. . Demek ki, cehennem ehlinden bir
kısım, insanlık vasfından çıkıp hayvanlık vasfına giriyorlar.
mahşerde insanların bazıları hayvan sureti üzere gelecekler.
Dünyada insan fıtratı üzere yaşamış ama özü batını hayvan
ahlâkında olduğu için, hangi hayvanın ahlâkında ise, kurt köpek
domuz gibi afedersiniz, işte o suret üzere gelecekler.
Mahşerde üç türlü mahşer gurubu olacak.
Birincisi. Dünyaya İnsan olarak gelmiş, insan gibi yaşamış, ve
insan gibi ölmüş olanlar. Gene mahşere insan sûretindeki halleriyle
gelecekler.
İkincisi. Dünyaya insan olarak gelmiş, fakat emirleri dinlememiş, ve hayvanlık mertebesinde yaşamış, ve öyle ölmüş, onlarda
hangi hayvan ahlâkında yaşamış ise, o hayvan suretine benzer bir
sûretle geleceklerdir.
Üçüncüsü ise. Dünya ya hayvan olarak gelmiş, hayvan olarak
gitmiş olanlar, gene kendi hayvan sûretleri ile gelecek olanlardır.
Bunların hesapları görüldükten sonra onlara, toprak olun denecek
onlarda hemen toprak olacaklar çünkü onların emir ve nehiy
mes’uliyetleri olmadığı için ahiretleride yoktur.
Ancak burada bir istisnâ vardır. Dünya da hayvan olarak
yaşayan, ama mübarek insanlara özel olarak yardımları dokunmuş
olan, (10) hayvan cennete gidip cennet ehli olacaklardır.
------------------Bu husustan da bizim için çıkarılacak dersler vardır. Aklı olmayan bir hayvanın hissiyatı ile yaptığı bir iyiliği dahi zayi etmeyen
Hz. Allah, elbette ki insanların da hiç bir amelini zayi etmeyecek ve
muhakkak mükâfatını verecektir.
İşte müstesna olarak Cennet’e girecek 10 hayvan şunlardır:
1- Salih aleyhisselâmın devesi,
2- İbrahim aleyhisselâmın danası,
3 - İsmail aleyhisselâmın koçu,
4- Musa aleyhisselâmın sığırı,
31
5 - Yunus aleyhisselâmın balığı,
6- Üzeyr aleyhisselâmın merkebi,
7 - Süleyman aleyhisselâmın karıncası,
8- Ve yine Hz. Süleyman’ın Belkıs'a gönderdiği Hüdhüd,
9- Eshab-ı Kehfin Kıtmir’i/köpeği,
10- Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.)
devesi Kusva. Mekke’den Medine’ye onun sırtında hicret
etmişlerdi.
MollaCami.Net.
------------------İşte onların toprak olduklarını gören. İkinci kısım, insan
türünden dönüşen hayvanlar. (Ya leyteni küntü türaba/ne olaydı
keşke bizde bunlar gibi toprak olsaydık) (78/40) diyeceklerdir,
ancak iş işten geçmiştir. ve ne hazin bir sondur. Allah (c.c.)
korusun.
Bakın burada çok açık olarak, Hârise hayvanlar ahlâkının toplu
olarak, bir bölümünü görmüştür.
Diğer bölümleri görmemiş, görmüş olsa bir kısmı kurt, bir kısmı
çakal, diye söylerdi. Yani köpek ağırlıklı gurubu görmüş, o
mertebeyi gördüğü, o düzeyi görmüşte onu ifade ediyor. Bunu
inkâr etmek mümkün mü? Değil Efendimiz diyebilirdi, orada
insanlar var burası yanlış, gördüğün hayali diyebilirdi. Ama bakın
Efendimiz görülen şeyleri, belirtilen ifadeleri tasdik ediyor.
Ve arkadan hemen Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki... “doğru
söyledin,” bakın tasdik bu. Eğer orada bir yanlışlık olsa idi, böyle
değil doğru değil derdi. Bakın ne kadar açık doğru söyledin,
arkadan da “sus fâş etme” Bu bize kadar gelmişse zâten fâş
edilmedik yeri kalmamıştır.
Ama bu tür hadisler, şeriat mertebesi itibari ile, geri plâna
alınmıştır. Neden? Çünkü işin içinden çıkılamamış da ondandır. Bir
taraftan, cennette cehennemde hiç bir şey yok diyor, ama hadiste
peygamber efendimizin beyanları şunlar şunlar var, hükmü çıkınca
bunları bağdaştıramıyor. Aklı da almayınca bağdaştıramayınca, o
zaman onu geriye çekiyor, onun hükmü ile amel etmiyor.
Kendisine neresi kolay gelirse onunla amel ediyor. Diğer bir ifade
ile dinin bazı bölümlerine inanıyor, ve bazı bölümlerine inanmıyor.
O da farkında olmadan gaflet hükmüne giriyor.
32
Çünkü Kur’ân-ı Kerîmin bazı bölümlerine inanıp, bazı
bölümlerine inanmayanlar, inkarcı din dışı olarak belirtiliyorlar. Biz
dinin içinde kendimizi âlim zannediyoruz, âyetlerin bazılarını tasdik
ediyoruz, bazılarını tasdik etmiyoruz, susuyoruz susmakta tasdik
etmemektir. Kabullenmemektir. Kabullendim diyemiyor, yani bu
âyet-i kerîme bu ma’nâyı ifade eder diyemiyor, sukût ediyor
susuyor. Ve Efendimiz “sus fâş etme” diye belirtiyor.
Burada bırakalım zamanımız da bitti salli ve sellim ve barik alâ
eşrefi nuri cemîil enbiyai vel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn,
cümle geçmişlerimizin ruhu için Allah rizası için, dertlerimize devâ,
borçlarımıza edâ, hastalıklarımıza şifâ olması için, gönüllerimizin en
geniş şekilde açılması için, akıl ve irfaniyetimizin artması için bi
hörmeti sırrı suretil fatihatı meassalavat... .
Sohbet (3)
Essalâtü vesselâmü aleyke ya rasullellah, essalâtü vesselâmü
aleyke ya habîbellah, esselâtü vesselâmü aleyke seyyidel evvelîne
vel âhirîn velhamdülillahirabbil âlemîn.
Herkese hoş geldiniz diyelim, bizler de hoş bulduk. Cenâb-ı
Hakk cümlemize akıl fikir zekâ genişliği, muhabbet çoşkunluğu,
zenginliği versin inşeallah. zaman zaman hep belirtmeye çalıştığımız gibi, dini hakikatleri beşeriyetimizin anladığı şekilde değil de,
hakikatimizin anlayacağı şekilde, öğrenmeyi bize nasip etsin.
Çünkü başeriyet kaynaklı öğrenimler, öğretimler ve çalışmalar,
sınırlı olmakta, yani aklı cüz sınırları içinde olmakta, ama bize
gelen Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif’ler aklı külden gelmektedir,
aklı cüzden değildir. Diğer şekliyle aklı külden aklı cüz’e
gelmektedir. Ki o aklı cüz hedefini aklı küll’e doğru yönlendirebilsin,
kendi sınırlarının dışına çıkabilsin aşabilsin.
İşte beşeri ma’nâ da, aklı cüz sınırlarını aşamadığımız zaman,
gerçek ma’nâ da hakikatleri idrak etmemiz mümkün olamamaktadır. Zâten sıkıntı da buradan doğmaktadır. İlk yapılması lâzım
gelen işlerin başlıcası, kendimizde var olan, külli akla olan bağlantıları faaliyete geçirmemiz gerekmektedir. Eğer bunları faaliyete
geçiremez isek, aklı külden bize gelecek
bilgileri anlamamız
mümkün olamamakta, aklı cüz bunu anlayamamaktadır.
Aklı cüz niye anlayamamakta? Çünkü, aklı cüz’ün ve zâhir
anlamda, islâmiyetin zâhiri olan, ve aklı cüz de belirtilen ifadeler,
33
ikilik üzere binâ edilmiş, şeriat ve isneyniyet ikilik üzere binâ
edilmiştir. Bu ne demek oluyor? Yani yukarıda bir Allah var,
aşağıda da kul var, aşağıdaki kul güzel ameller işleyerek, faydalı
fiiller meydana getirerek, yardımda bulunarak, namaz kılarak, zikir
yaparak sevabını arttırması, ve bu davranışlar ile de kendini Hakk’a
sevdirmesi anlayışındadır. Ve bunun neticesinde de cennete sahip
olsun cennete gitsin. Oradaki yaşantı aslında Allaha ulaşmak değil
cennete ulaşmaktır. Bir nevi ticaret gibidir. Kötü bir şey mi, tabiki
değildir, hiç bir şey yapmamaktansa, bunları yapabilmek iyidir.
Ama İslâm dininin Cenâb-ı Hakk’ın bize öğretmek istediği, böyle bir
başlangıçtan sonra kendimizi tanıma yolunda seyre çıkmaktır.
Şeriat mertebesi, bunun alt temelini kurmaktadır. Eğer biz binâ
yapacaksak, projesi varsa katları varsa, onun sadece temelini
yapmak süretiyle binâyı yaptık zannedersek, bu binanın içinde ne
oturabiliriz, ne de başka bir şey yapabiliriz. Ve o binâ zaman içinde
yine üstü kurulmazsa, altı yine otluk ve çöplük olur. Ve fazla bir işe
yaramaz. İşte insan tefekkür binâsını kurabilmemiz için, bazı fikir
değişiklikleri olması gerekiyor. İslâmi anlamda hayata bakışta,
ileriye doğru fikir değişiklikleri olması gerekiyor. Bu da tek olan
Allaha yönelmek gerekiyor. Tek olan Allaha yönelmek için ise teklik
gerekiyor.
Yani ikilik üzere olan şeriat mertebesindeki yaşantıların, teklik
üzere binâ edilmesi gerekiyor. O halde ikiden birinin kaldırılması
gerekiyor ki, bir’lik olsun. İki’lik yaşantısı devam ettiği müddetçe
ben, ben, ben, ben, lâfzı ve yaşantısı güncel olduğundan, Hakk’a
varmak mümkün olamıyor. Çünkü kişi kendi varlığını ortaya
koymuş, ben şunu yaptım, ben bunu yaptım, demek suretiyle,
kendi varlığını ispatlamaya çalıştığından Hakta fâni olamamaktadır.
İşte bu sistemin meydana gelmesi için, iki’den bir’inin gitmesi
gerekiyor. Tabi ki Allah (c.c.) lühü gidemeyeceğine göre, kulun
gitmesi gerekiyor. İşte hayata bu anlayıştan bakmaya başlarsak, o
zaman biz yavaş, yavaş gerçek Tevhîd yoluna çıkmış oluruz. Bu
hakikatin varlığını bilemezsek, her ne kadar herhangi bir tarikatının
müntesibi de olsak, yine yola çıkamamış oluruz.
Çünkü o
guruplarda çalışmalar anlayışlar zikirler, hep ikilik üzere olmuş
olmaktadır, tabî ki insan güzel bir hayat yaşar, güzel hoş bir zaman
geçirir. Çaylar kahveler diğer güzellikler, insanlar birbirleriyle
dertleşirler ve güzel bir gün geçirdik diye ayrılırlar. Ama, ilerleme
olmaz. Yani tefekkürî ma’nâ da, bazı soruların cevapları
34
bulunamaz. Soruların en başında da, benliğin yani ben kimim,
sorusun gelmesi lazımdır.
Bizler gâyet tabi, ben diye bir şeyin varlığını biliyoruz. Ben
dediğimiz zaman, biz dediğimiz zaman, işte falan kişiden doğdu,
falan ailenin çocuğu, falan şehirde falan yerde yaşıyor, yaşı bu gibi,
ama bunlar bedenimizin bilgileridir. Ruhumuzun bilgileri değildir,
yani bedenî bir tanıtmadır, ruhanî bir tanıma ve tanıtma değidir.
Bizim ruhanî olarak ceddimiz “ebul ervah” olan Rasulullah
Efendimizdir. Esas Babamız O, “ebul ervah/ruhlarımızn babası”
O’dur,
ve fiziki ma’nâ da da, ileriye doğru gittiğimizde fiziken
Âdem Babamızdır. Hepimizin Babası odur biz onun torunlarıyız.
Cenâb-ı Hakkın “fîhi min ruhi/ruhumdan” (15/29) hakikatiyle
ruhundan meydana gelen, diğer ifadeyle ruhunu taşıyan varlıklarız.
Bu özelliğimiz ya da hakikatimizle bizler, falan tarihte doğan
kimseler değiliz. Ezeli varlıklarız. Ancak doğan bu bedenlerimizdir.
Bu bedenin bir başlangıcı olduğuna göre, birde sonu olacaktır.
Çünkü dünyanın sistemi buna göre kuruludur. Yani belirli bir süre
var olup, sonra yokluğa gidiş üzere kuruludur. Ama bizim asli
varlığımız olan ruhumuz özümüz hakikatimiz, a’yân-ı sâbite’miz
ezelidir. Sorsalar ki bize yaşın kaçtır? Benim yaşım bilinmez, diye
her birerlerimiz bunu söyliyebiliriz. Ruhen ne zaman halkedildiğimizi ancak Allah biliyor. Aslımız o kadar eskiye dayanıyor, bu
yüzden kendimizi o kadar basit varlıklar olarak görmeyelim.
Cenâb-ı Hakk’ın gözbebeği olan insandır. Nasıl, beden de göz
ve göz bebeğinin değeri ne ise, âlem üzerinde insanın değeri de o
dur. Yani âlemin göz bebeği insandır. İnsan derken, belirli yerlere
ulaşmış insanlar değil, sadece istisna edilmiş insanlar değil, bütün
insanlar Allahın indinde âlemin gözbebeğidir. Eğer öyle olmasa idi
zâten, Cenâb-ı Hakk bütün insanları bu kadar değerli halketmezdi.
Belirli bazı insanları bu kemâlâtta halkederdi, diğerlerinin bazı
yerlerini bazısının ellerini, bazısının parmaklarını bazısının
ayaklarını yapmazdı. Ama bakın her birerlerimizde, istisnalar hariç
olmak süretiyle, bazı eksi bedenli evlâtlarımız çocuklarımız
tanıdıklarımız da zuhur ediyor. Ama onlarda ibret olsun diyedir.
Hüküm olarak değildir, yani biz onlara bakalım da bu güzel
varlığımızı makinemizi daha şükür ile kullanalım diyedir.
Eğer bu âlem hiç eksi uzvu olmayan insanlardan müteşekkil
olsa, bu eksikliğin farkında olamayız. Bakın Cenâb-ı Hakk onları
bize göstererek, bu nimetlere şükretmemiz ve şükrümüzü
35
artırmamız için onları feda ediyor. Bakın bu tür insanlar cemiyetin
fedaileridir. Kendileri o sıkıntıyı çekerler Allah yardımcıları olsun,
ama cemiyet içindir, onların kendileri için değildir. İşte her
gördüğümüz âzası eksik kişiye bakarak, şükrümüzü artırmamız
gerekiyor.
Yani şunu demek istiyorum Cenâb-ı Hakk bütün bu insanları bu
kemâlâtta halketti. Bir elin bir parmağın çalışması, bakın ne kadar
müthiş bir şeydir, her tarafa dönebiliyor. Her hali yaparken tabii
pratik olarak yapıveriyor, çabuk tarafından intibak ediyor. Ama şu
elimiz böyleyken yana gitmemiş olsa, bakın yan tarafa dönerken
büyük güç harcamamız gerekecektir. İşte her hareketimizi çok tabi
olarak yapabildiğimizden, bu müthiş makinenin nasıl sessiz sedasız
çalıştığının farkında bile olmuyoruz. Varlığından bile haberimiz
olmuyor.
Bakın
elimizi
kullanıyoruz elimizin
varlığının
farkında
olmuyoruz. Ayağımızı kullanıyoruz ayağımızın farkında olmuyoruz.
Neden?. Cenâb-ı Hakk ne kadar kemalli bir makine vermiş ki bize,
kullandığımız halde bize çalışmasını hissettirmiyor. Bakın sessiz
çalışan bir makine, eğer kalp atışlarımız başka bir makinede olsa,
içimizdeki kalp atışının sesinden çevrede kimse duramaz. Ama
Cenâb-ı Hakk ona öyle bir susturucular takmış ki, onu öyle bir
sistemde yapmış ki, bir dakikada beş litre, bir saatte 300 litre, bir
günde yedi bin litre, kan pompalıyor. İşte bu kan pompalanmasının fiziki makinede yapılması, eğer bunun sesini duysak kullanamayız kulaklarımız patlardı.
İşte Cenâb-ı Hakk fiziki ma’nâ da bizlere öyle bir makine
vermiş ve bu makinenin sadece fiziki tarafı olmaktadır. Bâtında
yapılan çalışmalar olsun, tıbbi anlamda olsun, daha bu bedeni
çözemedik. Bedenin madde yapısını çözemedik. Birde bunun içinde
ruhani hali vardır. Bunun içinde akıl denen bir oluşum vardır.
Bunun içinde nur denen bir oluşum vardır. Onları ne zaman
çözeceğiz.
Yani şunu demek istiyorum. Elimizde o kadar değerli bir makine
var ki, bu değer bize bedava verildiği için, bunun kıymetini
bilememekteyiz. Cenâb-ı Hakk dese ki, bülüğ dönemine erdiğimiz
zaman, çocukluk devresinden sonra, ey kulum, bak sen şimdi bu
makine ile çalışmaya başladın, kolunun diyeti on sene, bana
çalışmandır, diğer kolunun da on sene, eder yirmi sene. Ayağının
diyeti yirmi sene bana çalışmandır, borcun var bana dese, nasıl
36
bankaya gidip para alıyoruz, vadesini koyuyoruz ömrümüz
ödemekle geçiyor. Bu makine de 10 sene 20 sene 100 sene ile
karşılanacak bir makine değildir. Yani bir kişi 100 sene çalışacak
onun karşılığında kendisine bir ayak alacak bu mümkün değildir,
1000 sene de çalışsa mümkün değildir, çünkü yapılması mümkün
değildir.
Doktorlar yapıyorlar ama onlar, olanı tamir ediyorlar, yoktan bir
şey yapamıyorlar. Yani şunu belirtmek istiyorum. Evvelâ kendimizi
tanımamız ve şuurlanmamız gerekiyor. Ben neyim nerden geliyorum nereye gidiyorum diye, az da olsa şuurlanmamız gerekiyor.
eğer bu şuurlanmayı yapamaz isek, hayatımız bu anlamda gaflet
içerisinde geçiyor ise, okuduğumuz bütün Kur’ân-ı Kerîmler
hadîsler, kitaplar yaptığımız bütün zikirler, hepsi bunların hayel
âleminde oluyordur. Yani hayali şekilde bunları yapıyoruzdur. Peki,
kötümü? Değil ama uyanık yapmak ondan daha iyidir.
Yaptığımız zikrin ne olduğunu anlarsak, yaptığımız ibadetin
namazların ne olduğunu anlarsak, tuttuğumuz orucun neye
yaradığını niçin tutulduğunu anlayabilirsek, o zaman verimliliğimiz
kat, kat artmış olur, yüzlerce kat fazla artmış olur. Peki bir ömrü
böyle değerlendirmek süretiyle, binlerce sene on binlerce sene
yeryüzünde yaşamış, o kadar süre içinde kazanacağı sevapları
ifade edelim, bilgileri bir ömrün içerisine sığdırmış olur. Bir ömrün
tamamını zâten ibadetle geçirmek mümkün değildir, yani bir
ömrümüzün içerisinde ibadet saatlermizi, günlerimizi toplasak beş
sene, bilemedin on sene yapar. Elli altmış senelik ömrümüzün
tamamını ibadetle geçiremiyoruz, çünkü birçok fiziki şartlarımız
var. Bu 5 sene 10 senelik süre verimli çalışıldığı zaman 10 senede
20 senede ulaşıp almamız gereken hasılayı o kısa sürede ulaşıp
almamız mümkün olmaktadır. İşte bunun da yolu ikili anlayıştan
tekli anlayışa geçmekle mümkün olmaktadır. İşte bu 2 li anlayışın
ilk şartı dediğimiz gibi îmân olmaktadır. O zaman îmân’ın ne
olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Bir Salı sohbetinde îmân Hakk’ında küçük bir sohbetimiz
olmuştu. Bugün de Salı olduğundan o sohbeti devam ettirelim.
Bugünde bitiremez isek yine devam ederiz. Hatırlatma babından
daha evvelcede söylediğimiz gibi, mesnevi şerif 2 cilt (Ahmet Avni
Konuk) 436 sayfada ellerinde mesnevi şerif olanlar oraya bakarlar,
gerçi bunu konuştuk ama özet olarak duymayanlar varsa hangi
mevzu Hakk’ında sohbetimiz devam ediyor diye bir bilgi olmuş
37
olsun. Gerçi kısmen bir tekrar olmuş gibi olacak ama her tekrarda
mevzuun başka bir yönü açılabileceğinden, oda faydalı olacaktır.
Bunun bir başlığı vardı. Hani mevlânâ hazretleri bir hikâyeye
başlarken ona bir başlık koyuyor. Burada da bunun bir başlığı var.
Peygamber efendimizin, Zeyd bin Hârise adlı evlâtlığına bugün
nasılsın? Ve nasıl kalktın diye sormasını düz olarak okuyacağım,
şimdi tekrar edersek dinleyenler için tekrar olmuş olur. Fazla
gelmesin.
Sohbet (4)
MESNEVÎ-İ ŞERİF ŞERHİ / II. CİLT îmân mevzû
Peygamber (a.s.)ın Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl
sabahladın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah Hakkan
mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi.
Şimdi bakınız burada dikkat çeken o kadar çok mesele var ki,
küçücük bir hadis ile yaşanmış bir hâdise içerisinde biz onu sadece
yaşanmış bir hâdise olarak okumayıp, bizde onların yaşadığı bu
hali yaşamaya çalışarak öğrenmemiz gerekiyor. Sadece nakil
olarak aktarma tarzında değil. O zaman kelimeleri birer, birer
incelemek gerekiyor.
Bakın “Hakkan mü’min olarak sabahladım.” Peki bu insan
mü’min değilmiydi.? Sadece o gece mi mü’min oldu. Herhalde
mü’mindi. Ayrıca Hz Peygamberimizin oğludur o evlâtlığı deniyor
ama bu lâkab Hz. peygamberimize yakışmaz. Evlâtlık dendiği
zaman dışardan gelen ilâve bir varlık gibi gözüküyor. Evlâtlık değil
evlâdıdır. Gerçi burada evlâtlığı diye yazıyor ama, o yazı icabıdır,
fiziki hali belirtmek içindir. Bakın ma’nen efendimiz evlâtlık diye bir
şey almaz, çünkü gereği yoktur hepsi evlâdıdır, hepsi evlâdı ise,
evlâtlık nereden olacak mümkün değildir. Bizlerde hepimiz onun
evlâdıyız. Evlâtlık olması için bir form değişikliği başka bir hali
olması lâzımdır.
Ebul ervah olan aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz, bizlerinde
ruh babasıdır, biz onun ruhi evlâtları olduğundan evlâtlık nasıl
olacaktır? Bu yüzden evlâtlık değil, hepimiz evlâdıyız. Ve o
mubarek zât-ı şerifi böyle bilmemiz gerekiyor. Yok efendim Mekke
de Medine de bir peygamberimiz varmış, orada yaşamış hicret
etmiş, oraya gitmiş buraya gitmiş bu işin hikâye tarafı, alt bilgi
tarafıdır. Ama alt bilgi yeterli değildir. Eğer onun oğlu isek, bakın
38
bir evlâda yakışan nedir? Babasına lâyık bir evlât olabilmesidir.
Eğer ciddi ma’nâ da biraz düşünürsek, biz peygamber oğlu
peygamber olan varlıklarız, ama mühürsüz peygamber. Şimdi bir
düşünelim, padişahın oğluna ne diyorlar? Babası yaşıyorken
“Şehzade” diyorlar. Babası rahmetli olunca padişah diyorlar. Yani
padişah oğlu padişah deniyor. İşte bizimde ceddimiz fiziki ma’nâ da
peygamber ise, ruhi ma’nâ da babamız peygamber ise, bizde
peygamber namzetleriyiz. Ama namzeti.
Eğer bu hakikat ile kendi Babalarımıza Dedelerimize lâyık bir
hayat sürdürürsek o zaman bizlerde o sınıftanız. Ancak aradaki
fark onlara “vahiy” Îlâhi hükümler gelir. Onlarda bizlere, evlâtlarına
bu Îlâhi hükümleri bildirirler. Aradaki fark budur. Bizlere vahiy
gelmez. Çünkü vahiy belli bir noktaya risâlet mertebesine gelir.
Eğer herkese gelmiş olsa herkes kendi kitabını yazar. Kendi dinini
ilân eder. Tek din olmaz bir sürü dinler olur. O zaman kimse
farkında olmadan isyan etmiş olur. İşte tek merkeze vahyin
gelmesi insanlık ailesinin ki, biz, diğerleriyle dışarıda olan herkes
ile kardeşiz, bakın sadece buraya gelmiş yada cemiyetlere katılmış
olanlar değil, dışarıdakiler de bizim öz kardeşlerimizdir. Ancak
onlarla arada fark, onlar bunu bilmiyorlar. Hani Efendimiz diyor ya,
“yâ rabbi onlar bilmiyorlar.” neyi hakikati bilmiyorlar. Kendimize
böyle bakarsak çevreye hayata bakışımız ne kadar ileri duruma
geçecektir. Batılılar bize demokrasi insan hakları satmaya çalışıyorlar. Ama biz 1400 sene evvelinden insan haklarını kullanıyoruz .
Bir diğer hadîs-i şerif var bu konuda “mü’minler bir vücut
gibidir. O vücudun bir uzvu hastalandığında bütün vücut hastalanır” İşte bütün mü’minler bir vucuttur. Hepimiz tek bir vücuduz.
Bir tarafta bir ağrı varsa bakınız hepimize o sirâyet ediyor. Dolaylı
ya da dolaysız olarak sirâyet ediyor. Neden? Çünkü biz tek bir
vücuduz. Biz kendimizi ayrı gördüğümüzden bu vücudun birliğin
tevhidin farkında olmuyoruz. Ve kendimizi ayırıyoruz. İşte
yapılması lâzım gelen şey hayata böyle bakabilmektir, karşımızda
olan kimse, bizi böyle kabul etmese de, o onun kendi farklılığından
kendi kesretindendir. Kendi zannındandır. Ama biz karşımızdakini
kardeşimiz olarak göreceğiz. Kardeşimizin bize karşı muamelesi
nasılsa, biz iyi olarak muamele edeceğiz ama uzaklaşırsa uzaklaşmıştır, vicdanımız müsterih olacak. Onun mes’uliyeti kendine ait
olacaktır. Böyle bir kısa izahtan sonra tekrar yolumuza devam
edelim.
39
“Hakkan mü’min olarak sabahladım” Bakın ilk yapılması
lâzım gelen iş mü’minlik, îmân ehli olunması gerekiyor. O zaman
îmân’ın hakikati nedir, bu soru karşımıza geliyor. Bilinmesi lâzım
gelen ilk vasfın mü’minlik yani îmân, îmânın da ne olduğunu
anlamamız gerekiyor. ”Hakkan mü’min olarak” bakın bu kelimeyi
kullanmasa da sadece mü’min olarak sabahladım dese, sorun yine
pek olmayacak, Allaha îmân etmiş olan herkes bu mü’min sınıfı
içerisine girmiş olacaktır. Ama, “Hakkan mü’min olarak sabahladım” demesi ile bir istisna getirmiş oluyor. Yani mü’minliğin
hakikatinin olduğunu, sıradan “ben Allaha îmân ettim” demekle bu
işin tamamlanmadığını belirtiyor. Yalnız öyle başladığını, ama kim
kelime-i tevhidi söylerse îmân ehli, îmân etmiş oluyor. Ama,
“Hakkan” daha henüz îmân etmiş sayılmamaktadır.
İşte aleyhisselâtü vesselâm efendimizin yanında uzun zaman
kalmış olan, bu mübarek sahabeyi kiramdan olan, peygamber
efendimizin de evlâdı olan bu zat, belirli aşamadan sonra “Hakkan”
cevapladım diyor. Yanında belki 10 sene kaldı efendimizin.
Efendimizin yanında 10 sene kaldığı halde “Hakkan” mü’minliğe
ulaşamamış, ama çalışmaları neticesinde bu hal kendisinde zuhura
gelmiş. Bunun üzerine sabahladım demiş. .
Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki, “Her bir şeyin bir hakîkatı
vardır; şimdi senin îmânının hakîkatı nedir yâ Hârise?” Şimdi,
“Hakkan sabahladım” demen bir iddia. Madem böyle bir söz
söyledin, bunun ispatı ne diye soruyor. Nasıl bir sabahlama oldu.
“îmânının hakikati nedir,? yâ Hârise.”
Hz. Zeyd dedi ki, “nefsimi dünyadan uzaklaştırdım.” Bakın
birinci paragraf birinci bölüm bu, birinci yapılması gereken bu.
îmânın hakiki yani “Hakkan” olması için, bakın nefsini dünyadan
uzaklaştırmazsa, o nefis onun îmânına ortak çıkar. Neye muhabbet ediyorsa, kişi onun îmânı o tarafa kayar. O zaman kısmen
Allaha îmân etmiş olur. Kısmen de sevdiği şeylere îmân etmiş olur.
O da hedefe vardırmıyor.
“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. İndimde, taşı ve kerpici altını
ve gümüşü müsavi oldu” Yani dünyanın altını gümüşü taşı ve
kerpici müsavi oldu. Burada değer yargılarının değişmesi söz
konusu oluyor. Daha evvelce altın çok değerli, gümüş çok değerli,
pırlanta çok değerli derken, bakıyor ki taşla altının pırlantanın
arasında bir fark yok.
40
“Ve gündüz susuz gece uykusuz oldum.”
Demek ki bir hayli riyazat
güya açıktan açığa “rabbimin
müşahedesi mükaşefesi açılıp
sonra, ufku sonsuz açılmakta ve
gerekmektedir. ”Ve keennehü”
arşına nazar ediyorum.” Bakın
ufku aklı cüz sınırlarını aştıktan
artık önünde bir mania kalmıyor.
“Arşa nazar ediyorum ve ehli cennete nazar ediyorum ki
orada birbirlerini ziyaret ederler”, bakın ne kadar müşahede
açılması var. Bu da bir başka hususu açıyor. Cennette o gün dahil
bu gün dahi insanlar vardır. Eğer olmasa bunu gördüm diyemez
Hz. peygamberin karşısında diyemez, diyebilir mi yanlış bir şey
söyliyebilir mi? söyliyemez. Söylemediğine göre o zaman 1400
sene evvel dahi cennet, ehli ve cehennem ehli vardır. Ancak şer’an
bugün cennet ve cehennemde kimsenin olmadığı söyleniyor. Neye
göre kimsenin olmadığı, bizim Âdem (a.s.) Ve Muhammed (s.a.v.)
Ve ondan sonra kıyamete kadar gelecek olan
bizim içinde
bulunduğumuz neslimiz.
Bizim neslimizin cennetinde, gidileceği yerde bize ait insanlar
yoktur, çünkü daha bizim hesap kitabımız görülmedi. Cennete
cehenneme gidecek kimseler ayrılmadı. Ayrılmadığına göre daha
oralarda bizden kimseler yoktur, boş olan orasıdır. Bizden evvel
yeryüzünde insanlar yaşadılar çok evvel, Ad kavmi lût kavmi değil.
Âdem (a.s.) dan evvel o seyri sürdüren bir çok nesiller yeryüzünde
yaşadı. Âdem (a.s.) dan kıyamete kadar olan biz bir nesiliz. Hepsi
birlikte bizler bir nesiliz. Burada bunun da tespitini yapıyor. Yani
cennetlerin bazılarında insanların olduğunu söylüyor. Yukarıda
kısmen bahsedilmişti.
Ve devam ediyor, “ehli cehenneme nazar ediyorum ki
birbirlerine havlarlar.”
Peygamber efendimiz bir hadislerinde mahşere çıkacak
insanları üç tür suretinde çıkacaklarını söylüyor. Bazıları dünyada
insan olarak yaşamış, mahşere insan suretinde gelecekler.
Bazılarıda dünyada yaşadıkları o insan suretine benzer kendi
ahlâkına benzer hayvan suretinde gelecek. Ve o bunları gördüğünü
söylüyor. Hangi bölümü, havlayan cinsin bölümünü görmüş. Ama
bunun dışında daha bir çok ayrı hayvanın cehennemde yerleri var.
Ona sadece bir tanesini göstermişler.
41
Nebi (s.a.v.) efendimiz buyurdular ki, “doğru söyledin.” Bakın
şimdi bu söze karşı diyecek bir şeyimiz var mı? Mümkün mü. ?
Değil.
Sahabeyi kiramdan peygamber efendimizin evlâtlarından birisi
bir zuhurat görüyor. Ve huzuru Muhammedide bunları anlatıyor.
Hz. peygamberde tasdik ediyor. “Doğru söyledin yâ Hârise” diyor.
Eğer cehennem de kimse olmamış olsa, cennette de kimse
olmamış olsa, o zaman Efendimiz, bu sözü söylemez. Der ki ona
ikaz ederek şu an, cennette ve cehennemde kimse yoktur,
gördüğün hayaldir der, yukarıdakiler doğru bunlar yanlış
diyebilirdi. Ama bakın o kadar kesin ki hiç şüphe yok. Gördüğün
şudur, yanlış görmüşsündür, yandan görmüşsündür diye bir yorum
yoktur. Kesin olarak “doğru söyledin ya Hârise” diyor. Bu sözün
üzerine artık, cennette cehennemde, kimse yok demek, mümkün
değildir. Ve bu hadis sahih hadistir. Ve arkasından diyor ki “sus fâş
etme,” yani yeter bu kadar fazla açıklama diyor.
Bu hadîs-i şerifin bazı lâfızlarında muhtelif rivâyetler vardır.
Hepsi aynı ma’nâya müfittir. Yani hepsi aynı ma’nâya gelir. Zeyd
bin Hârise, Efendimizin evlâtlığıdır. diye de bir dip not malûmat
verilmiş. Yukarıda da bahsi geçmişti.
Bu hadîs’in bu bölümünü okuyorken, dinleyenlere bir soru
sorulmuştu. “Her şeyin bir hakikati vardır.” Şimdi senin “îmânının
hakikati nedir? Ya Hârise.” diye bizde Hârise nin yerine bu soruyu
kardeşlerimize, îmânının hakikati nedir, ya filân, gibi kim varsa o
sohbette sormuştuk. Bazıları yazdılar, bazıları yazamadılar, yazan
kardeşlerimizden bir tanesi, bu yazısını ulaştırmış. Şimdi isim
vermeden o yazıyı okuyalım.
------------------“Ya rab ne cevab vereyim her yerde kokuyor nefesi rahmanın
kokusu buram buram.”
Ayırmak mümkün mü, ayıldık, ayıklık halimidir yoksa halimiz
mi menam. (uyku)
Anlayan anlar bizi gerekmiyor artık bir tercüman.
Ayrılmışmıdır ki,? taş ile kerpiç hepsi de zâtından.
Altında yalan, gümüşte yalan, gönlümde etmişim hepsini talan.
Aslına bakarsan ne falan var ne de filân.
42
Bu sırrı anlamadınsa eğer zavallıyız biz halimizden utan.
Nice günler geçti geceler geçti zayi ettik biz kendimizi her
zaman.
Ahadiyyet sırrına ulaşmaksa kastımız, çalışmak olsun gayemiz
her an.
Sa’yü gayret bizden, yardım Hak’tan, delilimiz olsun kur’an.
Biz ona sığındıkça, daldıkça bahrı zâtına, açılmıyormu her an.
Ne güzel okutur onu anlatır satır, satır onunla her an zuhurda
olan.
Ma’nâ ikizi değilmidir,? hani kur’an ile insan. .
Ne kadar dua etsek azdır size, bize bu soruyu soran,
Babamızdan, Peygamberimizden.
------------------Kardeşimizin diline gönlüne sağlık coşkulu duygularını böylece
bizlere aktarmış.
Şimdi gelelim böyle bir ön girişten sonra, îmânın mertebeleri
itibarıyla hangi aşamalardan geçilmesi gerektiğine, daha sonra
sohbetin devamında da da.
------------------“7- Îmân, İslâm, ihsân îkân” adlı küçük kitabımızdan
yolculuğumuza devam edeceğiz inşallah. .
------------------Îmân; dini kitaplarımızda çok geniş şekilde izâh edilmiştir.
îmân, özet olarak; Allah’ı ve gönderdiklerini “dil ile ikrar, kalb
ile tasdik etmektir, ” diye belirtilmiştir. Yani dilimizle kelime-i
şehâdeti getirdiğimiz zaman ve inandığımız zaman dilimizle kelimei şehâdeti getirip kalbimizle de tasdik etmemizdir. Ancak bu husus
kelâmi olarak söylenmektedir. Dilimiz ile ilgili olan bölümü şuhudi
olarak dilimizle söylüyoruz, ancak kalb ile tasdik bölümü meçhulde
kalıyor.
Neden meçhulde kalıyor? Kendi hakikatimizi bilmiyoruz.
Bilmiyorsak kendi hakikatimizdeki bir varlığın tasdikini nasıl
43
yapacağız. Kendimizi bilmiyoruz ki! bilmediğimiz bir şey, İnsan
bilmediği bir şeyi nasıl tasdik etsin.
Efendim, işte Allah var yukarıda. Hz. Peygamber de var bunları
biliyoruz. İyi, biliyoruz da! lâfzi biliyoruz, kelâm olarak kelime
olarak biliyoruz, ezberden biliyoruz.
Kendimizi bilmiyoruz, kendimizi bilmiyorsak nasıl tasdik
edeceğiz. Allahı bilmiyoruz, Peygamberimizin hakikatini bilmiyoruz.
Zannediyoruz ki o da Mekke Medine de yaşamış bizim gibi bir
beşer.
O da öyle diyor zaten, tevazu ederek, ”Ene beşerün
mislüküm” “Ben de sizin gibi beşerim.” (41/6) Ama bana,
“Vahiy gelir” deniyor. Allahın birliği Hakk’ında bana vahiy gelir
deniyor. İşte orasını bilmiyoruz. Beşer olduğunu biliyoruz. Mekke
de dünyaya geldi, orada yaşadı, Medine ye hicret etti gibi, beşer
tarafını biliyoruz ama vahyi Îlâhi tarafını bilmiyoruz. Bize de,
aslında orası lâzımdır.
Zâhir dilimizle onu tasdik ediyoruz. Yani beşeriyeti yönüyle
peygamberdir diye tasdik ediyoruz . Ama batını yönüyle tasdik
ettiğimizi zannediyoruz, ama tasdik edemiyoruz, etmemiz de
mümkün değildir, çünkü tanınmayan bilinmeyen bir şeyi tasdik
etmek mümkün değildir.
Şimdi şu kitabı birisi alıp açsa dese ki bunun içerisinde çok
güzel şeyler var. Bakın bu hayalidir. Okuyacak içine nüfuz edecek,
bilecek yaşayacak kendi tasdik edecektir, işte o zaman içindekini
tasdik etmiş olur. Yoksa hayalen iyi niyet veya ezbere bir tasdiktir.
Ya bunun (kitabın) dış görüntüsü cildi böyleyse de, içerisinde
olmayacak, fücur dolu mevzular olsa, o zaman neyi tasdik edecek.
Bakın ne kadar yanlış bir iş yapılmış olunuyor.
Ama içini açar bakar okursa, ya da bir aşçıya gider de oranın
yemeğini yerse, o zaman bu aşçının yemeği çok güzelmiş diye
tasdik eder. Ya aşçı zehir veriyorsa, o zaman zehiri, yanlışı tasdik
etmiş oluyor.
İşte “dil ile ikrar kâlb ile tasdik” Kalbin tasdik etmesi demek,
evvelâ o kalbin kendini bilmesi, tasdik edecek vasfı kendinde
bulması, ve sonrada tasdik edeceği kişiyi de, bilmesi lâzımdır. Hani
nasıl bazı şirketlerde anlaşma yapılıyor, yanındaki görevli
sekreterler onları yazıyorlar, sonrada mes’uliyet sahibi olana
44
getiriyorlar şirket sahibine, müdürüne o da onu tekrar okuyor ve
bend, fasıl içeriğinde bir yanlışlık varmı, diye kontrol ediyor. Ondan
sonra mührünü basıp tasdik ediyor.
Her önüne gelen şey tasdik edilmez. Ya fazladan bir şey
koydularsa, eksik bir şey bıraktılarsa, ne olur? İşte küçük bir
dünya işi için, bu kadar araştırmacılık gerekiyor iken, biz ise ebedi
hayatımızın tasdikini yapıyoruz . Ebedi hayat tasdiki yapıyoruz.
Bizim önümüze amel kitabımızla bunu koyacaklar, sen tasdik
ettin ama o anda bizim beynimizde olan filmi çekiyorlar, ve senin
tasdik ettiğin buydu diyorlar. Yani gönlümüzde ne var ise biz onu
tasdik ediyoruz. Yani Allahı değil de gönlümüzde ne varsa onu
tasdik ediyoruz. Bakın sevdiğimiz şey ne ise o anda rabbımız da o
oluyor. Bir başka zaman geldi ertesi gün gönlümüz bir başka şeye
takıldı, farkında olmadan rabbımız o oluyor.
Bakın hangi muhabbet, o gün veya saat itibarıyle ya da dakika
itibariyle Hakk muhabbetinin önünde ise, bizim putumuz rabbımız
odur.
Ve söylediğimiz her şey ona dönüktür. Çünkü ilk aynamızda o
var. Yani beynimizde güncel itibariyle o var. İşte tasdik meselesi
çok mühim bir meseledir. Efendim diyor, benim şeyhim gavsül
A’zâm, nereden biliyorsun be kardeşim? Tasdik ediyor, hayalini
tasdik ediyor. Keşke olsa da hep tasdik etsek. .
Meselâ geliyor birisi diyor ki, benim şeyhim zamanın kutbu,
zamanın gavsı, zamanın mehdisi, diyor ve böyle tasdik ediyor.
Ama Allah onu ben gönderdim o benim mehdim demiyor. Yok
böyle bir şey. Allahın gönderdiği mehdi geldiği zaman onu Allah
tasdik edecek, başkalarının tasdikine de gerek kalmayacak. bunu
kıyas olarak düşünebiliriz.
Şimdi böyle bir girişten sonra şuhudi îmân mertebe-leri, bakın
anlatmak istediğimiz lâfzı kelâmi, ağızda olan boğazdan aşağıya
geçmeyen dilin ucunda olan îmân değil. Şuhud yani müşahede hali
ile yapılan îmândır.
Bunun da 4 mertebesi vardır. Bir çok mertebeleri vardır ama,
asıl olarak 4 mertebesi vardır. Bu 4 mertebe den birisi “ef’âl
mertebesi” îmânıdır. Ef’âl yani şeriat mertebesindeki îmân
anlayışıdır.
45
Şeriat mertebesindeki îmân derken, burası hafife alınacak bir
îmân yeri değildir. Kendsini müslüman zannedip te îmân etmiş
olanların sahası değildir. Onların anlayışından çok ileri olan bir
sahadır.
Ef’âl mertebesi bilinci içinde olan îmân, kısmen de kendini
tanıma bilincinde olan kişinin yaptığı îmândır. Yoksa hiç bir tevhid
bilgisiyle ilgisi olmayan, hayali ve vehmi olan Cenâb-ı Hakk-ı
yukarılarda kabul eden kuru bir îmân değildir. Bakın tevhidi ef’âl
îmân-ı gerçek îmânının başlangıcıdır.
Bu aynı zamanda şeriat mertebesinin hakiki ma’nâ daki îmânıdır. Diğer varlıklarda şeriat mertebesi itibarıyle îmân ettiklerini
söylerler, ancak şeriat mertebesinin farkında olmadıklarından,
aslında orası hayal mertebesidir.
Şeriat mertebesi derken fiziki
fiili ma’nâ da yapılan çalışmalar vardır buna şeriat mertebesi denir.
Bunu bir, bilinçli olarak kullanmak vardır. Bir de hayali olarak
kullanmak vardır. İşte elhamdülillah namazımızı kıldık, orucumuzu
tuttuk, diyerek yapılması vardır. Bir de yavaş, yavaş kendine
dönük olarak, yola çıkmış kimsenin şeriat mertebesi îmânı vardır.
Diğerlerinin küçük görüldüğü zannedilmesin. Hepsinin başımızın
üstünde yeri vardır. Onların hepsi zâten bizden daha iyi îmân
ehlidir o ayrı bir konudur, bizim yaptığımız eleştiri değil de
araştırıdır.
Bakın bir resim ortaya konmazsa, bir başkada resim ortada
yoksa, hayaldeki o resim mutlak resim olarak görülür bilinir.
Başkası olmadığı için o bilinir. O resmin bir başka yönden
çekilmişini yanına koyarsak işte o zaman bunların içinden misal
yaparak nispet yaparak en güzel resmi ayırabiliriz.
Ama karşımızda ayıracak ölçü yoksa, o zaman bu budur der
geçer gideriz. İşte yapılmasına çalışılan şey, bazı resimler, bazı
sahneler göz önüne getirerek, ne yaptığımızı, o sahnelerdeki
ölçülere göre değerlendirelim. Kendi sahnemizin elemanlarını ona
göre uyduralım. Kendi sahnemizde, hangi eleman eksik ise, onu
oraya koyalım ki faaliyet sahası gelişmiş olsun. Şimdi burada.
------------------(11-Vahy ve Cebrâîl) İsimli kitabımızın, ikinci sayfasından,
îmân bölümünden, ilgisi dolayısıyla, şerhleriyle birlikte,
yolumuza devam edelim. Gerçi bu bölümü bir sefer daha okuduk
46
ama, o sohbette herkes yoktu, dinleyenlere de bir tekrar olmuş
olur.
------------------Şeriat (ef’âl) mertebesi îmânı.
Kur’ân-ı Kerîm de âli imran suresi 193 âyetinde açık olarak
îmânın oluşumu bize gösterilmektedir ki şuhudi îmânın başlangıcı
bu âyet-i kerîme ve benzerleridir.
------------------“Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdîlil îmâni en
âminü birabbiküm fe âmennâ, rabbenâ fağfirlena zünübenâ
ve keffir anne seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar”
Mealen= “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin
diye îmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik.
Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış
kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”
Bakın her bir kelimede, bir varlık bir şuurlanma vardır. Ve de
asli olarak ne lâzımsa onun talebi vardır.
“Rabbimiz biz gerçekten rabbinize îmân edin diye çağıran bir
çağırıcıyı duyduk.”
Bakın evvelâ, kulak faaliye geçmiş, duyduk diyor. Daha henüz
gördük demiyor da, duyduk diyor. İşte mesnevi şerifin ilk kelimesi
“bîşnev” dinle ma’nâsında’dır. Birde dinledik, ma’nâsında duyduk
diyorlar.
Kur’ân-ı Kerîmin ilk kelimesi “ikra’” bakın... söyle, peki! söyle
hangi mahalle hitab ediyor.? Kulağa hitab ediyor. Söyle dediği
zaman, gözümüze hitab etmiyor elimize hitab etmiyor. Çünkü
“sözün müşterisi kulaktır.” Kulağımız olmasa, on bin defa söyle
ikra, ikra, ikra, yok duymayız. Neyle duyarız? Kulakla duyarız.
Bakın burada da duyduk diyor. Demek ki bu kişilerin kulakları
açılmış, yavaş yavaş duyucu hâle gelmişler. Neyi duyuyorlar?.
Hakikati duyuyorlar. Şimdi bizde dışardan bir sürü sesler sözler
duyuyoruz. Ama duymuyoruz. Neden duyduğumuz, hayel
duyuyoruz, kendimize intikal ettirmiyoruz. Duyduğumuzun ne
olduğunun farkında değiliz. İşte bütün mesele, fark etmek fark
edebilmektir. Hak sözü ile batıl sözü ayırabilmek farkına
47
varabilmektir. İşte bu kişiler Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, Cenâbı Hakk onların lisanından konuşturuyor.
Nakın ne kadar açık “Rabbenâ innenâ semi’nâ” Ey bizim
rabbimiz, ”innenâ” muHakkak ki biz demek suretiyle, burada çok
dikkat çeken bir hadise, ben yok biz vardır. Birliktelik ve cem’iyyet
vardır. Yani bu ma’nâ da olan bazı kişiler kendi aralarında istişare
etmek suretiyle, îmânın hakikatini anlamaya çalışan, bir guruptan
söz ediliyor. Ve bunlarda çok saf temiz iyi niyetli halleriyle, bunu
araştırıyorlar. Ve duyduk diyorlar. “Duyduk” yani müşahedeli dir.
Eğer böyle bir şey olmamış olsa idi âyet-i kerîme böyle
bahsetmezdi. Kur’anı Kerîmin birçok âyet-i kerîmesinde, “onların
kulakları perdelidir duymazlar, gözleri perdelidir görmezler.” (2/18)
Bakın burada da diyebilirdi, îmâna çağırıldıkları halde duymadılar.
Bakın îmâna çağırıldılar, seslenicinin sesini duydular ”ve semi’nâ”
duyduk dediler.
Nerden duydular?
Kulaktan alarak gönüllerinde duydular.
Kulak kanalından giren sesi gönüllerinde duydular Akıllarına da
tespit ettiler ve şahid oldular.
“Münadiyen yünadiylil îmân” “İmâna davet eden birinin
sesini duyduk.” . ”fe âminû” ve “îmân ettik” diyorlar. İşte bu
hakiki îmânın başlangıcı ve dil ile ikrarın başlangıcı dilin kulağın ne
olduğunu bilerek yapabilmedir. Evvelâ kulaktan duyuyor ve hemen
rablarına îmân ettiler.
Ve bunun üzerine devam ederek, ”fağfirlenâ zünubenâ”
Îmânından evvel, bazı eksik olan şeylerin de farkına varmaları ve
eksik olan şeyi istiyorlar. Olmayacak bir şey istemiyorlar. İşte ilk
istenmesi lâzım gelen şey “fağfirlena” sen bizi mağfiret eyle.
”zünubenâ” yani günahlarımızdan sen bizi mağfiret eyle.
Bunu da ilk yapan zâten ceddimiz olan, Âdem babamız ile
havva validemizdir.
”Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ ve in lem tağfirlenâ ve
terhamnâ lenekünenne minel hâsirîn” (7/23)
Bunu ilk yapan bizim ceddimizdir. Ne yapıyor bakın nefsimize
zülm ettik diyor. İşte gerçek ma’nâ da îmân ehli yolunda yol
almaya çalışan kimse bu âyet-i kerîmenin izniyle demektedir.
48
“Rabbena fağfirlenâ zünubena ve keffir annâ seyyiâtinâ
ve teveffenâ meal ebrâr” (3/193)
Talebi ise bizi son nefesimizde ebrar ile birlikte öldür. Yani
bulunduğumuz mertebeden, yerden değil bir üst mertebeden
canımızı al deniyor.
Sohbet (5)
Euzübillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahıym
Bu akşam 21-05-2008
Çarşamba akşamı yine İzmirde
göztepedeyiz. Sohbetimize başlıyalım. Cenâb-ı Hakk neler
lütfedecek, bu akşamın sohbet mevzû, daha evvelki günlerde
başladığımız, îmân mevzû idi. Devam ederek geldiğimiz vahiy ve
cebrail kitabında îmân bölümünde idik. Geçen sefer şeriat
mertebesi ef’âl mertebesi îmânı olan, aynı zamanda ef’âl
mertebesinin îmânını belirten, âyet-i kerîmeyi okumuştuk. Onun
üzerinde konuşmalar yapıyorduk. Yine kaldığımız yerden devam
edelim. Cenâb-ı Hakk cümlemize islâmın îmânın hakikatini
bildirsin.
Taklidi îmândan tahkiki (hakiki) îmâna,
hakiki îmândan
müşahedeye, müşahededen de, bizi îkâna geçirtsin inşallah. .
Gönül âleminin yollarında sağa sola sapmadan mi’râc yolunda
ilerlemeye devam edelim.
Hatırlatma babından söylüyorum. “Rabbenâ innenâ semi’nâ
münâdiyen yünâdiylil îmâni en âminü birabbiküm fe
âmennâ, rabbenâ fağfirlenâ zünübenâ ve keffir annâ
seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar” (3/193)
Mealen “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin
diyeîmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik.
Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış
kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”
“Veteveffenâ meal ebrâr.” Bizi iyilerle öldür. Bunlar kendi
mertebelerinde etmiş oldukları duaların bir mertebe üzerine
ulaşmayı taleb etmekteler. Ebrar onun üzerinde bir mertebedir.
Ebrar-bêr bereata uğramış iyiler ma’nâsı-nadır. İyilerden kasıt ise
esmâ mertebesinde yaşayan kimselerdir. Hani beraat etti,
49
mahkeme beraat kararı verdi deniyor ya, suçlu bulunmadı ma’nâ
sına, bêr, suçsuzluk, ebrâr ise, beraat etmişler ma’nâsınadır.
İşte daha evvel “fağfirlenâ zünübenâ” denilen günah-lılık
mertebesinden,
günahsızlık
mertebesine yükselmeyi
taleb
ediyorlar. Yani birinci îmân mertebesinin hakikati, günahlı
olmaktan günahsız olmaya doğru yola çıkmaktır.
Lafzi ve taklidi îmândan müşahedeli îmâna geçişi gösteren bu
âyet-i kerîmeyi incelemeye çalışalım.
Başta da diyor ya “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz “İnnenâ”
muHakkkak ki biz. . ”Semi’nâ” muHakkak ki biz içten ve gönülden
işittik.
Şimdi bu âyet-i kerîmeyi ee canım bizde bir şeyler duyduk
ama! Ne olduğunu anlayamadık, şeklinde zâhiri bir duyum ile
geçirtebiliriz. İşte bu îmânın bize bir faydası olmaz. Lâfızda olan,
ee îmân ettik işte canım gibi, olur.
Ama gereği yerine getiriliyor mu? Getirilmiyor mu? Îmân
etmekten kasıt îmân edilen şartların yerine getirilmesidir. Yoksa bir
kişi istediği kadar ben müslümanım desin. Ben Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı-yım desin. Bu kişi vergi vermesin, kötülük
yapsın, adam öldürsün, onun Türkiye Cumhoriyeti vatandaşlığı
nerede kalır. Lâfta kalır uygulanmamış olur.
İşte îmân etmiş bir kimse de, îmânın şartları neyse, onu zuhura
getirmesi lâzımdır, getirmemiz lâzımdır. İslâmın 5 şartı vardır,
“İmân etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat
vermektir.” Îmân edip te bunları yerine getirmeyen kimse, aslında
îmân etmiş sayılmamaktadır. Îmânın hakikati, tatbikatıyle
mümkün-dür, tatbikatı yapılmayan bir sözleşmenin geçerliliği
yoktur. İki şirket, iki firma, birbirleri ile bir anlaşma yapsın, ben
senden şu kadar mal alıcam, şu kadar mal satıcam, şeklinde bütün
anlaşmaları yapsınlar, ama anlaşmalar uygulanmadı ise, ne o ona
mal gönderdi, ne diğeri ona para gönderdi, o îmân yani o sözleşme
geçerli olmaz.
İşte zâhiri olarak yapılan îmânların hükmü bunun gibidir.
İmânların çoğunluğu bu hükümdedir, îmân etmiş ama, hükmünü
yerine getirmemiş ise, bu hükümde sayılmaktadır. Diğer birisi de
diyor, îmân etmişse lâfzi de olsa geçerlidir, ama yapmadığından
ahirete sorumlu gider, o da böyle düşünüyor. Tabi bizler işin o
50
durumunu çoktan aşmamız gerekiyor. Yani îmânın gereği olan
ibadetleri çoktan yapmış olmamız gerekiyor ki, zâten yapmasak
buralarda işimiz olmaz. Bu işlerle uğraşmayız, uğraşamayız.
“Münâdiyen yünâdiylil imân” “Gerçek îmâna ulaşmak için
batından gelen bir çağrıcıyı duyduk.” Bakın ezanı muhammedi
bütün İslâm ülkelerinde okunmakta, ezan da davettir. Her yönüyle
her kiişiyi bir üst mertebesine davettir.
Ezân-ı Muhammed-i her mertebede olana, her ayrı yolda olana
davettir. Müslüman olmayan gayri Müslimleri, Îslâmiyete davettir.
Eğer bir kişi müslüman ama ibadeti yoksa, ibadete davettir. Eğer
bir kimse evini ihmal edip akşamcılık yaparak, şuraya buraya
gidiyorsa, evine davettir. Şer’i olarak sokakta olanı evine davettir
Eğer bir kişi, şer’i olarak ibadet ehli ise, bir üstü olan tarikata
onu davettir. Eğer tarikat ehli ise hakikate davettir. Hakikat ehli ise
marifete davettir. Yani mutlaka bir üst derece vardır. Dereceleri
sonlandırmak mümkün değildir.
Zâhirdeki
Ezân-ı
Muhammed-i
bâtındaki
hakikati
muhammediye ye davet etmektedir. Bütün yönleri ve mertebeleri
ile birlikte, davet etmektedir. Bakın zâten işin özü de budur.
------------------“Ezân-ı Muhammed-i yer yüzünde, beş vakti ile, birlikte her an,
hiç kesilmeden, kıyamete kadar da’vetine devam edecektir.
Dileyen uyar dilemeyen uymaz zorlama yoktur.”
------------------“Ezân-ı Muhammed-i Hakkında (5-Salât-Namaz ve Ezân-ı
Muhammed-i de bazı hakikatler,” isimli kitabımızın “Ezân-ı
Muhammed-i” bölümünde özet bilgiler vardır dileyen oraya da
bakabilir.
------------------Ve bunu duyanlar, çünkü bu davet nereye hitap ediyor? Kişinin
saçına başına ayağına değil tabiki. Bu daveti kabul eden neresi,
anlayan duyan faaliyete geçiren. “Kulak” tır. Bakın Allahu ekber
dendiği zaman kulağımız duyuyor. Yani davet kulaktan oluyor. Bu
kulaktan iç bünyemize giren davet, içeride dolaşıyor seyrini
tamamlayıp gönlümüze iniyor. Yani muhabbet oluşuyor. Oradan
51
aklımıza ulaşıyor, irademiz meydana geliyor ne yapacağımızı tatbik
ediyoruz. Bakın farkında olmadan iç bünyemizde neler çalışıyor.
İşte “en âminû birabbiküm” sizin rabbinize inanın diyor.
Gerçek îmâna ulaşmak için, bâtından gelen bir çağrıcıyı duyduk.
Sizin rabbinize inanın, her ne kadar şuhuden idrak edemiyorsanız
da îmânen kabul edin dendiğinde “fe âmennâ” bizde duyduk,
inandık, deniyor. Bakın gereğinin ne yapılması lazım geldiği
söyleniyor. Davetçiye olan güvenden dolayı hemen îmân ettik
derler.
Şimdi, îmân edin de, neye îmân edelim.? Allahın varlığına
birliğine,
ettik dedik de, gerçek ma’nâ da, Allahın Varlığının
birliğinin ne olduğunu bilmiyoru ki, bilmeden îmân ediyoruz, niçin?
îmân edin, diye bize tavsiyede bulunan kişiye güvencimizden
dolayı, îmân ediyoruz. Peygamberimize olan güvencimizden
itimadımızdan Allaha îmân ediyoruz. Çünkü o diyor Allaha îmân
edin diye, Allah birdir “Lâilâhe illâllah” ona îmân edin diyor. Çünkü
bizim ve insanlığın, Efendisi ve senedidir.
İşte baştaki îmânın oluşumu böyledir. Îmân
hadise-sinin
faaliyet sahası böyle olmaktadır. Bunun üzerüne
“rabbenâ
fağfirlenâ
zünubenâ”
“Ey
rabbimiz
kendimi-ze
benlik
vermemizden dolayı işlediğimiz günahlarımızı bağışla.”
Yani ayrıca, Efendimiz günah için sana vücudun yeter demiş.
Yani başka günah işlemene gerek yok, senin vucudun benlik
vucudun sana günah olarak yeter de artar bile, hadîs-i şerifte
“vücudike zenbike/vucudun en büyük günahtır.” Neden? Bu varlığa
sahip olupta, kişi benim dediği zaman, Hakk’ın karşısına benlik ile
çıkmış oluyor. Hakkın karşısına benlik ile çıkması şirk
oluşturmakta, şirk ise suçun günahların en büyüğüdür.
Gerçi kişi bunun farkında değil, kasti olarak böyle bir şey
yapmaz îmân ehli ama farkında olmadan bir suç unsurudur. O
zaman bundan kurtulmanın yolu “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz
“fağfirlenâ zünübenâ” günahlarımızı af et bağışla demek
gerekiyor. Bakın, îmân ile ilgili âyet gereğinin nasıl yapılacağını
bize talim ettir-mekte öğretmektedir.
Ey rabbimiz, kendimize birer varlık vermemiz dolayısıyle
işlediğimiz benlik günahlarımızı bağışla.
52
“Ve keffir annê seyyiâtinâ” Beşeriyetimizden kaynaklanan
kötü hallerimizi settâr isminle ört ve bize ait bir şey kalmasın.
“Ve tevveffenâ meal ebrâr” Ve bizi beratını almış olan
iyilerle birlikte vefat ettir. Arzuyu beşerin, ilk îmân nertebesinde
olan kişinin, istediği şey, kendisinden bir mertebe üstte olan
kişilere ilhak olunmaktır. Yani ebrar ile birlikte ölümünü istemektir
“Veteveffenâ” Bizi vefat ettir, yani sonumuzu getir. Ne ile,
“meal ebrâr” ebrar tâifesi ile birlikte bizi âhirete intikal ettir. Ve
bizi beratını almış olan iyilerle birlikte vefat ettir. Dünya hayatımızı
sonlandır. Bu âyet-i kerîme de açık olarak gözüken şu ki, kişi kendi
nefsi ve bireysel benliği içerisinde lâfzi ve taklidi îmân ile hayatını
sürdürüyorken,
(not. buradaki îmân görsel, aileden çevreden
anadan babadan kardeşlerinden vb, kişilerden gördüğü şeklinde
kendi bireysel varlığı içerisinde sürdürüyor) herhangi bir vesile
kendisinde meydena getirdiği muhabbet ile halinin değişmeye
başlaması ile îmânın daha ileri hal ve mertebelerini araştırmaya
başlamasıdır.
“N” diye âyetlerin sonunda geçen” innenâ- semi’nâfağfirlenâ- zünubenâ feâmennâ- veteveffenâ gibi kaç tane NÂ
var, biz ma’nâsına işaret etmektedirler.
“N” bilindiği gibi arapçada “biz” sözcüğünü ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi âyet-i kerîme içerisindeki talepler ben ile değil ,
hep biz ile belirtilmektedir.
Özellikle bireysel kişinin îmânından bahsederken yani onu
anlatmaya çalışıyorken âyet-i kerîme, biz diye bunu ifade ediyor.
Yani biz-bizi-bizim, öldür iyilerle birlikte gibi...
Buradaki yaşam daha henüz gerçek kimliğini bulamamış, fakat
beşeriyet
kimliğinden
de
çıkmaya
çalışan,
ve
kendi
değerlendirmelerine uygun bir topluluğa iltihak ederek, böylece
inançlarına daha çok destek bulmaya ve onlarla birlikte rabbine
niyaz etmeye çalışan kimseleri belirtmeye çalışmaktadır.
Yani şeriat mertebesinde gaflet halinde hayatını sürdüren ve
îmân ettiğini zan ederek böylece yaşamaya devan eden kişiler,
böylece yalnız başına bu işleri yapamayacaklarını anlıyorlar.
Araştırmaları veya bir raslantı neticesinde, bir guruba vaya bir
cemeate intisab etme zorunluluğu hasıl oluyor. İşte burası da
53
tarikat mertebesi oluyor. Yani bunlar yapılan araştırmalar şeriat
mertebesinden tarikat mertebesine geçme vesilesidir.
“N” diyor bakın, birlikte neden? Çünkü o mertebede olanlar
birbirine destek vermekte, birbirlerini harekete geçirmektedirler.
Ve bunlar “vetevveffenâ meal ebrâr” Ve bizi ebrar ile öldür
talebinde bulunmaları ise, bulundukları îmân mertebesinin üzerinde
bir ebrâr, yani iyiler, kendilerin den daha iyiler, yani bireysel
benliklerinden kurtulup beratlarını alan kimselerin varlıklarından
haberdar olmalarıdır.
Çünkü bir şeyi talep etmeleri, onun da varlığının bilincinde
olmaları gerekiyor. Eğer ebrâr diye bir gurubun varlığından
haberleri olmasalar, onu taleb edemezler. Bulundukları halde
ölmelerini isterler. Onlardan haberdar olmakla, onların halleriyle
hallenerek hayatlarının son bulmalarını taleb etmeleridir. Bu
anlayış saf
temiz bir muhabbet ile yapılan şeriat mertebesi
îmânıdır.
Şimdi bu îmân yeterli mi değil mi? Evvela onu bilmemiz
lâzımdır. Kişi bu mertebede kaldığı sürece bu îmânı kendisine
yeterli olur. Ama kişi daha ileriye gitmek istiyorsa îmânın
hakikatlerine doğru yol almayı istiyorsa, o zaman yoluna devam
ederek, ikinci kısım yahut ikinci bölüm, ikici mertebe olan esmâ
mertebesi, diğer ifadeyle tarikat mertebesi îmânına doğru yola
çıkması gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız şeyler bunlar zaten. Her
mertebenin îmâni anlayışı yani Allah anlayışı değişik olmaktadır.
Neye göre, kendi mertebesine göre oolmakyadır.
Eğer bu mertebeler olmamış olsa, İslâm dini içerisinde de,
ilerleme mümkün olmazdı. Ve İslâm dini sadece şeriat mertebesi
itibarıyla vâz edilen bir sistem olur. Yani sadece fıkıh mertebesi
olur. Yani bedensel olarak deminde denildiği gibi, saçını şöyle
yapıcan ayağını böyle yapıcan, dizini böyle yapıcan kolunu böyle
yapıcan, vb, gibi sadece bu mertebede kalır. Yükselme imkânı ve
Allaha ulaşma ihtimali olmazdı. Çünkü Allaha, kalıp kıyafetle
ulaşılmıyor. Allaha ilimle sevgiyle muhabbetle ulaşılıyor. İşte bize
lâzım olan ilmi irfaniyeti muhabbeti artırmak çoğaltmaktır. Yoksa
kaç rek’at namaz, kıldın üstünde toz mu vardı, gibi bunlar değildir.
Onlar olabildiği kadar, ihmâl olmayacak şekilde ya rabbi Allahu
Ekber dedim, senin huzuruna girdim beni böyle kabul et, ne
54
yapayım başka imkânım yok. Allah bilmiyor mu, bizim nasıl
olduğumuzu imkânımızın olup olmadığını.
Evet bu hadiseyi böyle yaşadıktan sonra, kişi “veteveffenâ”
dediği mertebeye geçiyor. Yani esmâ mertebesi tarikat mertebesi
ebrâr mertebesi bêr yani berâtini almış kişilerin mertebesidir,
ama, gerçek tarikat mertebesi olması gerekir. Yoksa onunda taklidi
îmân olduğu gibi taklidi tarikat mertebesi de vardır. Taklit edenlere
ne diyorlar? Mukallit diyorlar. Mukallitin halini herkes biliyor,
taklitçi diye. Hani sahneye çıkıyor ya, bazı mukallitler, ciddiye
alınmayan hareketler yaparlar, mu-kallitler ciddiye alınmazlar.
Ancak bunlarında içinde ibret alınmak için yaptıkları taklitler,
mukallitlikler vardır bunlar güzel örneklerdir.
Bu mertebenin de
taklitleri vardır, Kur’ânı Kerîm de
baktığımızda bakara suresi (2/ 3- 4-) âyetleri, yani bakara suresi
ikinci suredir, bu surenin (3-4) üncü âyetleri, esmâ mertebesinin
zâhiren îmânından bahset-mektedir.
Ama âyet-i kerîmenin
zâhiridir, ancak bir de âyet-i kerîmenin bâtını vardır, vakit bulursak
ona daha sonra bakarız inşallah... “Esteîzü billah”
“ellezîne yu’minune bilğaybi ve yükıymunes-salâte ve
mimmâ rezaknahüm yünfikun” (3)
“vellezîne yu’minune bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min
kablike ve bil âhiretihüm yukînun”(4)
Meâlen :
“Onlar ki, gaybe (görünmeyene) inanırlar”Şimdi birincide
îmân, edin lâfzi îmân, Allaha ve onun paygamberine îmân edin
dendi, sadece lâfzen îmân edilmektedir. Ama burda bakın, îmânın
şekli değişmekte gayba îmân ederler, olmaktadır. Yani birincide
lâfzen, ama gayba mı şahadete mi belli değil, yani bir Allah var ona
îmân ediyor. Ama burada yol göstererek, ayırarak, neyi, îmân
edilecek hangilere îmân edilecek tarikat mertebesinde gayba îmân
gerekiyor.
Bakın şimdi, ”Onlar ki, görünmeyene inanırlar (gaybe) ve
namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz
şeylerden de infak ederler.” (3)
Bakın, İslâmın şartlarını yerine getirirler diyor. İslâmın şartları
ne idi.? Namaz kılmak,
oruç tutmak ve zekât vermek. Ve
55
verdiğimiz şeylerden de infak ederler nafaka verirler. Demek ki
îmânın şartı, îmân edilen şeyi tatbik etmekte oluşuyor.
“onlar sana indirilene de senden önceki indiril-mişlere de
inanırlar ve onlar âhireti de yakînen tanırlar. ” (4)
Bakın îmânın ikinci faslı gaybe îmân etmektir. Ve burada bir
değişiklik var. Şeriat mertebesindeki îmânı, bireyler taleb
ediyorlarken,
”Rabbenâ innenâ semi’nâ münadiyyen yünadiylil îmânü en
âminü birabbikim fe amennâ, rabbenâ fagfirlenâ zünübenâ vekeffir
seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr”
Âyet sıralamasına dikkat edersek, bireyler taleb etmekte,
bizim günahlarımızı af eyle, biz îmâna çağıran birisini duyduk ona
yöneldik, bizi ebrar ile iyiler ile ahirete gönder ruhumuzu al,
sonumuzu getir diye taleb bireyden geliyor.
Ama burada iş çok değişik. . neden? “Ellezîne yü’minune bil
gaybi” O kimseler ki gaybe îmân ederler.
”Ve
yukîmunessalâte” Namaz kılarlar... . ”Ve mimmâ razeknâhum
yunfıkûn” Kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. Bakın
aradaki ifade farkı çok büyük. Burada o mertebenin insanları bir
şey talep etmiyorlar. Taleb eden kimse yok. Bu mertebenin
insanlarının tavrını Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor, o hayattan bilgi
veriyor.
“Ellezîne” O kimseler ki, yani tarikat mertebesi itibarıyla
yaşayan kimselerin îmânlarını belirtmek için,
O kimseler ki
“yu’minûne bil gaybi” gaybe îmân ederler.
Bakın birincide ya rabbi bizi buraya buraya indir buraya, buraya
götür diye bireyler, haktan talep ediyorlar. Ama burada talep yok,
Cenâb-ı Hakk onların vasıflarını anlatıyor. Anlaşılıyor değil mi. İşte
Kurân-ı Kerîmin bölümlerini böyle anlayabilirsek, âyetleri daha iyi
değerlendirmiş oluruz. Yoksa hiç bunların farkında olmadan
okuyalım, okuyalım geçelim Kur’an okumuş oluruz ama, aslında
Kurân-ı okuyamamış oluruz. Yani sureta okumuş, ama içini özünü
okuyamamış oluruz.
56
Bir daha okuyalım “Ellezîne” O kimseler ki “Yu’minune”
îmân ederler “bilgaybi” gaybe îmân ederler. Daha sonra “Ve
yukîmunessalâte”
namaz-larını
kılarlar.
”Ve
mimmâ
razeknâhum yunfikûn” kendilerine verilen rızıklardan infak
ederler. Yani zekât verirler nafaka verirler. Yardımda bulunurlar.
“Vellezîne” Yine o kimseler ki, ”yü’minûne” îmân ederler,
”Bimâ ünzile ileyke” sana inene îmân ederler. Yani
peygamberimize gelen Kur’an-ı Kerîme de îmân ederler. ”Ve mâ
ünzile min kablik” senden önce gelen kitaplara da îmân ederler.
”Ve bil âhiratühüm yûkînûn” Ahirete de yakîn olarak îmân
ederler. Bakın yukarıdan aşağıya kadar âyet-i kerîme anlatıyor ki,
o halleri Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor.
Yani tarikat mertebesi düzeyinde olan kişilerin îmânlarını artık
kendileri ifade etmiyorlar. Yani oldukça güzel bir îmân haline
ulaşmışlar. Bu yaşantıyı Cenâb-ı Hakk onların halleri böyledir diye
bizlere bildiriyor.
Meselâ diyelim ki, okulda iki talebe var, iki talebenin de ailesi
babaları var. Talebenin bir tanesi, babasına yahut öğretmenine,
öğretmenim bize şunları şunları ver, şöyle yapalım diye talep,
talebeden geliyor. Ama diğerinde de talebe çok güzel çalışmış,
hocasından istediği bir şey yok. Neden yok? Çünkü talebe daha
evvel hocasının verdiklerini zaten almış. Öğrenmiş talep
gerekmiyor. Öğretmeni yahut babası benim oğlan şöyle şöyledir
diyerek tasdik ederek anlatıyor. İşte aradaki fark bunun gibidir.
Cenâb-ı Hakk burada, o kimselerin îmânını, kendisi bizlere
aktarıyor. Burada îmân talebi yada diğer şekilde bireyden gelen
talep yok. Îmân talebi yada bir başka isteme talebi yok. Burayı
anladık değil mi?
“Nâ” demek suretiyle oradaki kişiler îmânın
yükselmesini talep ediyorlar. Oraya gelen ebrar kişilerin hallerini
ise Cenâb-ı Hakk bizlere anlatıyor. Onlardan bir ses çıkmıyor.
Neden çıkmıyor. Görevlerini yapmışlar zâten, yaptıkları içinde
başka bir şeye gerek kalmıyor. Onların da hallerini Cenâb-ı Hakk
bizlere aktarıyor.
Özet yorum. . Esmâ Tarikat mertebesi îmânını ifade eden bu
âyet-i kerîmeleri incelemeye çalışalım. ”Ellezîne yü’minune bil
gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Bu âyet-in çevirisi genel olarak
meal ve tefsirlerde yukarıda da belirtildiği gibi, onlar ki gaybe yani
görünmeyene inanırlar şekliyledir. Tefsirleri açtığımız zaman
57
ittifakla budur. ”Onlar ki gaybe de îmân ederler yani görünme-yene
îmân ederler yani görmediklerinede îmân ederler” şeklindedir.
Ancak bu ifade ef’âl mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir.
Fakat âyet-i kerîme gayba îmândan bahsetmektedir. Eğer gayb
mutlak bilinmeyen görülme-yen bir yokluk olsa idi, ona îmân
sadece hayali olurdu. Ve îmân şartı koşulmazdı. Gayb dediğimiz
şey mutlak ma’nâ da yok olsa idi ona îmân şartı koşulmazdı.
Ancak gayba îmân dendiği zaman, bir gaybında
varlığı
ispatlanmaktadır. Gayb varki îmân isteniyor. Bu âyet-i kerîmenin
gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için, ”Bil gaybi” deki, ”Be” ye
ulaşmamız gerekiyor. Bakın yü’minune bil gaybi orada bir be
harfi var.
Eğer “Be” harfi orada olmasa idi “yü’minunel gaybe” olarak o
âyet-in okunması gerekecekti. Ama bize “yü’minune bil gaybi”
olarak okutuyorlar. Araya be harfi konmuş. Normalde olmaması
gerekiyorken, yani mutlak gaybe îmân olsa, ”yü’minunel gaybe”
olması gerekiyor.
Ama orada “yü’minune bil gaybi” el gaybi-lâm-ı tarifli değil,
bil gaybi be harfi var. İşte “Be” harfi de “ile” birlikteliği ifade
ediyor. Ve bağlantıyı kurmuş oluyor. Be’ ye ulaşmamız gerekecek.
Yani oradaki o be harfini okuyoruz, ama ma’nâsı na ulaşamıyoruz.
Farkında olmuyoruz. İşte ulaşmaktan kasıt oradaki o be nin
varlığını tespit etmek ve ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.
“Yü’minune bil gaybi” diye ezbere geçiyoruz ama, ezbere
geçmeden o sahada yavaş yavaş dolaşarak “be” harfi iskelesine
geldiğimiz zaman, o iskelede biraz durmamız gerekiyor. Hızlı
geçersek anlayamıyoruz sahaya seyretmeden geçmiş oluyoruz.
Oradaki be farkedilmiyor, harfi cer, olarak görülüyor, harfi ma’nâ,
olarak görülmüyor. Bakın “bil gaybi” dendiği zaman oradaki be
sondaki i sesini verdiriyor. İşte o iskeleye uğranılmadığı için,
sadece cer ifadesi sonunu i okutacak, esre okutacak, diye gelip
geçiliyor. Halbuki sadece öyle değil. Tabi o görevide yapıyor. Eğer
onun altında arkasında batınında başka bir ma’nâ olmamış olsa,
”yü’minun el gaybe” gelmesi gerekiyor. O zaman gaybe îmân
ederler. Tamam açıktır.
Ama bil gaybi “be” girdiği zaman ile îmân ederler. Peki ne ile
îmân ederler? Evvela kendilerinden yola çıkarak, kişi önce kendi
gayb-ı’nı araması gerekiyor. Orada be kendi gaybıdır. . Naıl ki
58
kıstas yapmak suretiyle bizim bir aklımız var mı? Açık olarak var
inkârı mümkün mü değil, ama gaybta, ama şuhutta
Neden şuhut da,
varlığını müşahede ettiğimiz için âlemi
şahadette, gözle fiziken aklımızı göremediğimizden gayb ta yani
batında oluyor. Yani hem gayb hem bâtın , hem gayb hem şuhud...
Ruhumuz böyle değilmidir. Ruhumuzun varlığından şüphemiz
var mı yok.? İşte o zaman hayatımızdaki etki-sini görmemiz
müşahededir, çünkü her şeyi ruhumuzla yapıyoruz. Bunu
müşahede ediyoruz. Kalktık tuttuk ettik hep bunları, ruhumuzun
enerjisi ile yapıyoruz müşahede oluyor, ama elle tutamıyoruz o
zaman gayb oluyor. Yani hem gayb hem şahadet
Nurumuz duygularımız böyle değilmidir. Duygu diye bir şeyi
elle tutabiliyormuyuz. Ama bütün hayatımız duygularımızla
geçiyor. Yemek yerken o duygu müşahede halinde tadıyoruz, ama
elle tutalım derken de. Elle tuttuğumuz elmanın tadını elle
tutamıyoruz. Tat hissiyle onun içindeki tadı alıyoruz, acı yada tatlı
şeklinde işte, o tadı tattığımız zaman, müşahede oluyor hissedip
varlığını yaşıyoruz. Ama elle tutmaya geldiği zaman gayb oluyor.
İşte ne oluyor “Âlimül gaybi veşşehadeh” (59/22) gayb ve
şehadet âlemini ortaya getirdik. Bu yoldan hareketle âlemin gaybı’nı anlamamız çok kolay olacaktır. İşte oradaki “be” kendi
gaybımızla, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yani kendi gaybımızdan
misal alarak, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yoksa başka şekilde
“yü’minune bil gaybi” sadece kelimede kelâm da kalır.
Şimdi bir daha tekrar edelim. Varlığımızı oluşturan iki tarafımız
görünen ve görünmeyen taraflarımızdır. Görünen tarafımız
şahadetimiz, görünmeyen kısmımız gaybımız olmaktadır. Ancak
görünmeyen tarafımız gaybımız derken, akıl fikir bunlar hep gayb
ta olan şeyler başlıcaları ruh, nur ve duygular, göremediğimiz
halde zuhurlarıyla varlığını müşahede ediyoruz, şeksiz ve şüphesiz
olarak faaliyetleriyle, zuhurlarıyla bunları müşahede ediyoruz.
Kendimizde, bu gayb âlemi nasıl şiddetli şekilde zuhur
ediyorsa, ve varlığını tasdik ediyorsa,
buradan yola çıkarak,
âleminde bir ruhunun olduğunu, âleminde bir aklının, aklı küllünün
olduğunu, âleminde bir nurunun olduğunu, âleminde hislerinin
duygularının olduğunu, bu yolla anlamamız ve bu yolla dış âlemi
anlamamız güç olmayacaktır. İşte oradaki “be” kendi gaybınla
âlemin gaybına îmân edebilirsin diyor.
59
Kişi bir üst mertebeye doğru seyirde olduğundan ilmel yakînden
aynel yakîne doğru yolu açılmış oluyor. Burası anlaşıldı mı? “Onlar
kendi gayblarından yola çıkarak âlemin de gaybına böyle îmân
ederler.” İlimle ve tahakkunu da müşahede ederek.
Bakıyoruz mesela bu âlemin aklı varmı? Neresinde bu akıl.
Bakın bütün sene baharda meyveler bir sene öncesinin aynısını
zuhura getiriyorlar. İşte bu bir aklın neticesidir. Eğer orada bir akıl
sistem program olmamış olsa, bu sene çıkan kırmızı kirazlar,
seneye sarı kiraz çıkar, siyah çıkar. Aynı ağaçlar kirazları daha
büyük yapar yahut ekşi yapar. Binler onbinler senedir, kiraz aynı
kiraz, ayva aynı, elma aynı, gözümüzün önünde olan bu muhteşem
hadiseleri, devamlılık
arzettiği
için
sıradan
işler
olarak
zannediyoruz.
İşte âlemde külli bir akıl olmasa, bütün mevcudatı her zerresine
kadar yöneten akıl olmasa, bu âlem karma karışık olur. Sabah
kalktığımızda kimse kimseyi tanımaz. Hiç bir şey yerinde kalmaz.
Yani akıl ile bunlar korunma-mış olsa her şey bozulur.
Sadece bu türkiyede, sadece bir şehirde oluşan bir sistem değil,
dünyanın neresine giderseniz gidin, uygun iklimde kiraz aynı kiraz,
ama ne diyor napolyon kirazı diyor, bilmem ne kirazı diyor. O
kendi içinde aşılar dna lar tarafı yönüyle onlara daha müdahele
edilerek daha verimli hale getirilmesidir. Bu müdahelelerin
yapılmadı-ğını düşünelim ki, bu müdaheleler 15 20 senelik bir
süreçtir. Ondan önce hiç müdahele olmuyordu ve hiç birinde de bir
şaşma yoktu. Dünyanın neresine giderseniz Sarı kiraz, sarı kiraz,
erik aynı erik, patlıcan aynı patlıcan soğan aynı soğandır.
Hadi bir bölgede onlar birbirinden gelerek hiç değişim olmadı.
Hiç birbirleriyle ilgisi olmayan arazilere ekilen, sahipleride ekerken
hiç bir şey bilmeyen, yani kasıtlı bir şey yapmayan her yerde
dünyanın her yerinde aynı şey çıkmaktadır. Yani soğan mercimek
pirinç dediğimiz zaman, Çin de de aynı pirinç çıkıyor ege de trakya
da da aynı pirinç çıkıyor. Tabi vasıf değişiklikleri oluyor. Ama özü
itibarıyle pirinç sınıfı içerisinde, ve o hangi pirinç ise o pirinç
devam ediyor. Baldo pirincinden bir başka pirinç çıkmıyor. Yahut
diğerinden baldo çıkmıyor.
Kolayca denildiği gibi, ne ekersek onu biçiyoruz. Peki bu neyi
ifade ediyor ? Bir aklı ifade ediyor. Bir akıl neticesinde bunlar aynı
şekilde üretiliyor. Diyelim fabrika konfeksiyon türü 100 tane takım
60
çıkardı. Ondan sonra formunu değiştiriyor 100 tanede başka model
çıkarıyor. Niye hep aynı çıkartmıyor neden? İdare edildiği için form
değişiyor. İşte Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemlerde kudret tecellisini
gösteriyor. Müdahele ediyor değişmemesi yönünde müdahele
ediyor. Eğer müdahele edilip de o gıdaların içindeki terkipler
değişmiş olsa, bugün yediğimiz pirinç değişe, değişe 5 sene sonra
bize zehir olarak gelir.
Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti bu ki, binlerce yıl evvel yapılan şu ot,
şu hastalığa iyi gelir, binlerce yıl evvel yapılan, şu meyve bu
hastalığa iyi gelir, diye söylenen reçeteler hep geçerlidir. Eğer
değişiklik olsa idi bu reçeteler tutmazdı. Bütün kitaplar atılması
lâzım gelirdi. Değişken hale göre yazılır, 3-5 sene sonra onlarda
geçer, çünkü meyve sebze değişken olunca faydalarıda değişken
olacağından, o zaman evvelki tespit edilen, faydaları da
geçeceğinden o kitaplarda hükümsüz kalırdı.
Ama yüzlerce binlerce yıl öncesinden gelen, tıp kitapları, faydalı
olan o otun kökün baharatların bugünde aynı faydayı verdikleri
açık olarak bilinmektedir. Bu da bütün bu âlemde, bir aklı küllün
olduğunu ve her şeyin o akla tabi olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu
aklın çalışmasına bu âlemin faaliyetine sebep olan bir enerjinin
olduğunu da biliyoruz bilmemek zâten söz konusu değildir, bu
dünyayı hangi enerji döndürüyor, güneşin yakıtını hangi enerji
sağlıyor hem de hiç bitmek tükenmek bilmeyen şekliyle. İşte o
bütün âlemlerde mevcut olan ruhu azam. Bu âlemleri ne
aydınlatıyor? Allahın nuru aydınlatıyor. İşte bütün bunları
düşündüğümüz zaman âlemin gayb-ı’nı anlamamız çok zor
olmayacaktır.
Sohbet (6)
Euzü billâhimineşşeytanirracîm
Bismillâhirrahmanirrahîm
Bu gün (22/05/2008) Perşembe gecesi. İzmir hatay’dayız.
Kardeşlerimizin evinde sohbetimize devam etmeye gayret edelim.
Cenâb-ı Hakk bakalım neler lütfedecek. Onları anlamaya çalışalım.
Bu gecenin sohbet mevzû daha evvelce başladığımız îmân
Hakk’ında idi ona devam edeceğiz.
Bu akşamki mevzû’un kaynağı Vahy ve Cebrâîl kitabı sayfa 4
ten itibaren yolumuza devam edelim. Bilindiği gibi evvelâ mesnevi
61
yi şeriften alınan bir hadîs-i şerif vardı. O hadîs-in izahı yapıldıktan
sonra
îmân Hakk’ında, burada da kitabımızdan îmânın
mertebelerini anlamaya ve araştırmaya çalışalım.
Îmân
bilindiği gibi kendi içerisinde mertebeleri olan bir
oluşumdur. İslâmın her halinde bu mertebeler olduğu gibi, îmân
oluşumunda da bu mertebelerin varlığı açık olmakta, eğer bu
mertebelerin varlığı olmamış olsa her mevzuda olduğu gibi tek
düze bir hayat sistemi olur idi. Yani mertebeler olmasa, İslâm dini
sadece tek düze fıkhi meseleleri belirten bir sistem olurdu. Fıkıh ise
insanın sadece sosyal yaşantısını düzenlemekte, ibadetlerini
yönlendirmektedir. Ama, kendini tanıtamamakta, yani kişiye
kişiliğini bildirememekte, rabbını bildirememekte, sadece, Allahın
varlığına îmân etmeyi inandırmayı sağlamakta, yani şeriat
mertebesinden yaşanan İslâmın hali olmaktadır.
Ancak İslâmiyet sadece zahiri yaptırımlar düzenlemeler değil,
ma’nevi hayatımızı da düzenleyen, ebedi hayatımızı da düzenleyen,
bir sistemi bünyesinde bulundurmaktadır. İşte bu manevi hayata
İslâmi hayata girmenin ilk şartı îmân olmakta, îmân olmassa zâten
İslâm dışı gayri müslim olarak sistem dışında kalmış oluyoruz. Ve
bu yaşam içerisinde dünyada İslâma ulaşamadığımızdan, büyük bir
hüsran içerisinde ahiretini geçirmeleri açık olarak, yani keşif
gerektirmeyecek bir hadisedir.
Peygamber
Efendimiz
geldiğinden
itibaren,
kendisine
peygamberlik verildiği andan itibaren, bütün geçmiş kanunlar,
geçmiş hükümler nesh edildi yani kaldırıldı. Sadece ümmeti
muhammed olarak, kur’an olarak, İslâm olarak. Âdem (a.s.)
itibaren, zâten diğerleride sonradan takılmış isimlerdir, museviyet
iseviyet gibi.
Peygamber Efendimize peygamberlik verildiği andan itibaren,
iseviyet nesih olundu. Peki mutlak olarak kaldırıldı mı?. Mutlak
olarak kaldırılmadı. Hayali olan isevilik zâten olmadığından nesh
edildi, o kaldırıldı. Ve iseviyetin aslı, kur’anın içine konuldu. Yani
İslâmın bir mertebesi olarak kaldı. Bakın yeni bir hüküm olarak
değil, kendi bünyesinde müstakil bir hüküm olarak değil, zâten hiç
bir zaman müstakil bir hüküm olmadı. Ne Îsevilik, ne Mûsevilik, ne
İbrâhîmilik bunlar zâten İslâm dininin bölümleri idi.
Ama ne yazık ki, insanlar bunun farkında olmadan Mûsâ (a.s.)
Getirdiği Tevrât-ı ve onun şeriatını ayrı bir din olarak, Mûsâ (a.s.)
62
Ayrı bir din getirmiş zan ettiler. İsa (a.s.) Ayrı bir din getirmiş zan
ettiler. Böyle bir şey olmadı olması da mümkün değildir.
Yani yeryüzünde ne yazık ki, kabul görmüş bu anlayış ancak
çok yanlış bir anlayış ki, şu semâvî dinler anlayışı. Yeryüzünde
semâvî dinler çoğul olarak yoktur. Semâvî olan bir şeyler vardır,
nedir onlar? Kitaplar semâvî kitaplar vardır. Semâvî dinler yoktur
yeryüzünde. Semâvî tek din vardır, o da İslâm dinidir ”İnneddîne
indallahil İslâm” (3/19) Çok açık olarak Allahın yanında/indinde
tek din İslâm dinidir.
Bu âyet gelmiş iken ve söz konusu olmuş iken, bunun da iki
özelliği vardır bu âyet-i kerîmenin iki hali vardır. ”İnneddîne”
muHakkak ki din Allahın indindeki din İslâm dinidir. Şimdi o halde,
bir din var ki Allahın yanında. Yanında dır, tefsirler bunu böyle
kabul etmezler, sadece Allahın kabul ettiği din islâm dinidir derler.
Halbuki Allahın indindeki din diyor “İnneddîne indallahil İslâm”
Allahın yanındaki dindir İslâm dini. Yani diğer şekliyle İslâm dini
Allahın indindedir deniyor. İslâm dini Allahın yanındadır.
Peki bizim kullandığımız din, “İnnedînel insan” Yani beşerin
yanındaki dini kullanıyoruz. Bakın bu farkı bilmemiz gerekiyor.
Beşerin yanındaki, beşerin anladığı dini kullandığımızdan. daha
ötesinin varlığından haberimiz olmadığından, “inneddîne indallahil
İslâm’a” ulaşamıyoruz. Bakın Allahın indindeki yanındaki İslâma
ulaşamıyoruz
Bakın çok mühim bir hadisedir bu, kopukluk var arada. Biz
beşerin yanındaki fıkıh dinini kullanıyyoruz. Yani şunu şöyle
yapıcan ayağını böyle kulağını böyle yıkayıcan, tabi buda dinin
içerisindedir ama beşerin yanındaki dinin içerisinde bedenin dinidir.
Ama bir de ilâhi varlığımız var. İlahi varlığımızın dini ise, o Allahın
indinde Allahın yanındadır
O halde yapılması lâzım gelen iki şey vardır. Beşeri dinimizi
anlayıp, bunun yetersiz olduğuna müdrik olup, idrak edip, Allahın
indindeki dine yönelmek, işte araştırılmalarımız hep bu dinin
hakikatlerini araştırmak oluyor. İki yolu vardır, ya o din indimize
inmesi gerekiyor yani beşerin yanına gelmesi gerekiyor, Ve ya ,
beşer olan bizlerin oraya yükselmemiz gerekiyor. İkisinden biri.
İşte zaman zaman beşer oraya yükselir belirli halleriyle, zaman
zaman da, orası nüzül ederek beşere bu dini getirir, anlatır. Tabi
buda özel bir çalışma gerektiren bir sahadır.
63
Şimdi bu İslâmın anlaşılması için evvela îmân gerekmektedir.
îmân dışı olunduğu zaman bunların hiç bir geçerliliği yoktur, o
kişiler Hakk’ında, yani o kimselere bir değer arzetmiyor. Ama işin
hakikati de, değeride budur. Dinin îmân bölümü vardır. İşte sadece
beşeri anlamda dini kabullenip faaliyete geçmek sadece o düzeyde
kalmak, yani kurban bayramında kurban kestik, camiye gittik gibi,
işte bu tamamen beşerin indindeki dindir.
Ama bunun karşılığında nefsimizi kurban etmek, Allahın
indindeki dindir. Yani zâhirinden batınına geçirmektir. Bize de orası
lâzımdır. Ama girişi de orasıdır beşeri dinden ilahi dine geçme
yolunu da açmışlardır.
Şimdi bu îmân hakikatine gelince, başta da yazıldığı ve bilindiği
gibi, îmân’ın hakikati diye bahsedilen “Dil ile ikrar kalb ile tasdik”
dır. Biz onu dil ile tasdik ediyoruz, dil ile söylüyoruz da, kâlb ile
tasdik bölümüne gelindiği zaman, orada da sadece lisanını
söylüyoruz. Kâlb ile tasdik demenin hakikatinde ne vardır, bu
sahaya girmeden kelâmını yapıyoruz.
Şimdi kâlb ile tasdik lâfla oluşacak bir şey değildir. Evvelâ kişi
görecek, onu görecek, müşahede edecek, içine sinecek, nasıl bir
şey aldığımız zaman, içimize sindi deniyor, işte kalbimiz tasdik
ediyor onu bu basit bir benzetme. Âleme bakıp göreceğiz, bu
âlemin hakikatini idrak edeceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın her varlıktaki
olan zuhurunu isimlerini sıfatlarını fiillerini göreceğiz, ondan sonra
da tasdik edeceğiz bu Allahın zuhurudur kendi varlığının zuhura
çıkmış halidir diye ve mutmain olacağız.
İşte bu tasdiki yapmak için Allahı tüm mertebelerde bilmemiz
gerekiyor. İşte bu anlayış içinde biz “Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah”
dediğimiz zaman kalbimiz bunu tasdik ediyor. Ama biz ne
yapıyoruz sadece ikrarın tasdikini yapıyoruz. Yani dil ile söyledik
ya, o söylediğimize şahit olduk diyoruz. Kelimeye şahit ediyoruz
yaşantıya değil. Yaşantısına şahit olabilmemiz için ne gerekiyor?.
Hakikati gerekiyor müşahedesi gerekiyor.
İşte bu îmân mertebelerinin de dört hali vardır. Birincisi, tevhidi
ef’al. ef’al mertebesi îmânı onu görmüştük daha evvel. . İkincisi
esmâ mertebesi îmânı. Birincisi ef’al mertebesi şeriat mertebesi
îmânıdır. Hani “münâdiyyen yünâdiylil îmân” diye geçiyor ya, işte
onlar diyorlar biz davetçiyi gördük, o davetçiye inandık îmân ettik
bizi çağırdığı yere îmân ettik diye... Bu kısaca herkesin anlayacağı
64
bir tarzda bir tatbikat oluşmakta, Ve onlar sonunda “Ve teveffenâ
meal ebrar” Yani bir üst mertebenin ehli olan kişilerle bizi vefat
ettir, diye o mertebede kendilerini yükseltmeye çalışıyorlar.
Ölümlerine kadar en azından ef’al mertebesinden esmâ
mertebesine geçelim. ”Ebrar” ne demek “ebrar”... iyiler ma’nâsına
orasıda tarikat mertebesidir.
İşte buraya geldiğimizde, burayı okumuştuk ama özetle tekrar
okuyalım. Esmâ tarikat mertebesi îmânı Kur’ân-ı Kerîmde bakara
suresi 3 ve 4 . ncü âyet-inde “esteîzübillâh” Ellezîne yü’minûne
bil gaybi ve yukîmunessâlâte ve mimmâ razeknâhum
yünfikûn. bakara 3. . ”Velleziyne yü’minûne bimâ ünzile
ileyke ve mâ ünzile min kablik ve bil âhiratühüm yûkinûn. .
bakara 4. ”
“Onlarki gayba görünmeyene inanırlar namazı kılarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.
Onlar sana indirilene de senden önceki indirilen-lere de inanırlar.
ve onlar ahireti de yakîn’en tanırlar” Buraları daha önce konuştuk
ama özet olarak geçiyorum.
Şimdi burada 2 âyet arasında çok mühim fark vardır. Takdim
farkı, yahut bildiriliş farkı. Birinci îmân mertebesinde yani ef’al
mertebesinde çoğul olarak talepleri var insanların, aşağıdan
yukarıya rablarına doğru.
“Rabbenâ innenâ semi’nâ” ey bizim rabbimiz “fe âmennâ
zünübenâ ve teveffenâ fağfirlenâ seyyiâtinâ” Kelimelerin
sonları NÂ, biz olarak geçmektedir işte biraz arapça bilmenin ne
kadar faydası var. Yoksa onu anlayamazlar
Biz diye bir talep var. Birinci ef’al mertebesi îmânını belirten
âyetlerdeki yaşantı biz olarak. Yani birey kendi kendine bu işi
başaramayacağını anladığından, bir guruba iltihak ederek o
gurupla birlikte biz hükmünü almakta. biz deyince en az iki kişi ve
daha yukarıya doğru çoğalmaktadır
Bu âyet-i kerîmenin böyle bir talep arz ediyorken, kuldan ya da
kullardan bu talep geliyor iken esmâ mertebesindeki îmândaki
ifade çok değişiktir. Nasıl?” Ellezîne yü’minune bilgaybi” O
kimseler
ki
gayba
yani
görülmeyene inanırlar. ”
Ve
yükıymunessalâte” namazlarını dosdoğru kılarlar ”Ve mimma
razeknahüm yünfikun” Kendilerine verilen rızıklardan infak
ederler.
65
“Vellezîne yü’minune” Yine o kimseler ki sana indirilene de
îmân ederler.
”Ve ma ünzile min kablik” Senden evvel
indirilenlere de îmân ederler “Ve bil ahiratühüm yukînun”
Ahirete de yakîn olarak inanırlar.
Bakın şimdi iki âyet arasındaki takdim farkına yahut ifade
farkına. . Çok büyük fark var. Birincisinde yani ef’al mertebesi
îmânında kişiler de rabbenâ yâ rabbenâ bize ver bize ver talebi var
iken, esmâ mertebesinde o kişiler “meal ebrar” bizi iyilerle birlikte
öldür dendikten sonra bunu kabul ettikten sonra yavaş yavaş fenâ
haline doğru geçmeye başladıklarından aynen Âdem as gibi; Nasıl
Âdem (a.s.) üzerinde döndü bütün hadise. Âdem (a.s.) sakindi hiç
konuşmadı. Melekler konuştu şeytan konuştu Rububiyet olarak
Rabları konuştu ve hâdise Âdem (a.s.) mihraklı olduğu halde Âdem
(a.s.) mın sesi hiç çıkmadı. Ne zaman çıktı. Dünyaya indikten
sonra çıktı. ”Rabbena zâlemnâ” bak o da işte af’al mertebesi îmânı
anlayışı içerisindedir.
İşte o kimseler biraz kendilerini bulmaya başladıkların dan
sükûn haline geldiler. Ama o hadisenin de belirtilmesi anlatılması
gerekiyor, işte o zaman Cenâb-ı Hakk onların halini anlatıyor burda
bakın ifade ne kadar değişik. Kişiler biz böyle istiyoruz böyle olsun
demiyor.
“Elleziyne yü’minune bil gaybi” O kimseler ki gaybe îmân
ederler. Bakın başkası vasfediyor. Başkasından kasıt “Hak” onları
belirtiyor bakın ne kadar açık değil mi... Bunlara dikkat çekmemiz
gerekiyor.
Ve burada “Yü’minûne bil gaybi” gaybe îmân ederler kelimesi
de çok mühim. ”B” yi niye koymuşlar oraya tabi ki orada onun bir
ifadesi var. Yosa aslında gaybe îmân ederler cümlesinin ifadesinin
“yü’minûne el gaybi” olması lazım yani kelimenin öyle gelmesi
lazım.
Ama “Be” ilave ediliyor yü’minûne bil gaybi diyor. İşte
oradaki”Be” harfi cer olarak düşünülüyor aslında harfi cer görevini
de yapıyor sonunu ii okutuyor ama orda yaptığı çok büyük bir
görev var. İşte bizler gaybe îmân ederler dendiği zaman bu gaybe
îmân etmek nasıl olur, gaybi bir şeye nasıl îmân edilir. Elimizde
müşahhas bir süliet bir tablo olmadığı için,
o sahneyi biz
hayalimizden üretiyoruz Biz ürettiğimiz sahneye îmân ediyoruz.
66
Ama âyet-i kerîme açık gayba îmân ederler diyor. Bunu yok
saymak yada yersiz saymak mümkün değildir. O zaman bir sistem
var ki, böyle söyleniyor, o sistemi bulmamız gerekiyor. Şimdi
bütün âlemde bir gayb vardır âmennâ. Peki ama bunu nasıl
anlayacağız, ve nasıl müşahede edeceğiz, ve mutmain nasıl
olacağız.? O zaman kendi gaybımıza yöneleceğiz. Çünkü kendi
gaybımızı, kendi şehadetimizi bilmez isek, dışarıdaki gaybı,
şahadet âlemini bilmemiz mümkün değildir.
Yine kısaca bir özetler isek,
aklımız var mı? Var.
Görebiliyormuyuz?
Göremiyoruz.
Ancak
aklımızın
varlığını
müşahede ediyormoyuz? Ediyoruz. O halde şuhud müşahede.
Gözümüz görmüyor ama aklımız aklımızın varlığını faaliyetini ve
bize hakim olduğunu müşahede ediyoruz. Ne ile? Fiillerimizle. O
zaman aklımız dahi müşahede âlemidir. Fiziken göremediğimiz,
ama hâl ile müşahede âlemi olmaktadır.
Ayrıca ruhumuz var mı? Var. Olmazsa hayatımız olmuyor. Göz
ile görüyormuyuz? Göremiyoruz. Göreme-diğimiz için gayb ama
göremediğimiz halde fiillerini gözümüzle gördüğümüz için
müşahede ettiğimiz için yaşadığımız için şehadet âlemi olmaktadır.
Nurumuz varmı? Var. Aynı şekilde. Hislerimiz duygularımız var
mı? Yemek yedik, tattık, birisine kızdık, sevindik bunlar elle tutulan
gözle görülen şeyler mi?
Maddi ma’nâ da ispatı mümkün mü?
Değil. O halde gayb
Ama yemeği yediğimiz zaman erik armut
şeftali neyse bir tat aldık mı? İşte şehadet âlemi. Ne oldu bakın
“Alimül gaybi veşşehadeh” Şehadet âlemi ile gayb âlemi birleşti
işte gayb diye bir şey kalmadı.
“İşte “Yü’minûne bil gaybi “ dediği kişilerde olan kişinin
kendi varlığında gaybi olarak bildiği zan ettiği şeylerin aslında
şehadetinde olduğunu idrak etmesi ve bu idrak ile âlemlere
bakması, âlemin gayb-ı’nı bu şekilde müşahede etmesi ne oluyor?
“Yü’minûne bil gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Nasıl? Oradaki
“Be” kendi gaybları ile, kıyas edip böylece müşahedeli olarak idrak
ederler.
İşte oradaki küçücük bir “Be” noktası oraya kendi gaybları ile
âlemin gaybına kıyas yaparak îmân ederler. Bu îmân gaybi bir
îmân olmaz şuhud îmânı olur. İkinci derece esmâ âleminin îmânı
da bunu ifade etmektedir.
67
Şimdi bunları okuyalım “Ellezîne yü’minûne bil gaybi” bu âyetin çevirisi genel olarak meal ve tefsielerde yukarda da belirtildiği
gibi, onlar ki gayb’a görünmeyene inanırlar şeklindedir. Ancak bu
ifade ef’al mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir. Buradaki
îmân hakikati esmâ mertebesi asıllı olmakla birlikte, ama genelde
âyet-i kerîmeleri ef’al mertebeli anlayışa indirildiğinden, ef’al
mertebesinde bu şekilde anlaşılmakta, yani onlar gaybe îmân
ederler. Hayal kurdukları hayallerine îmân ederler.
Eğer gayb mutlak bilinmeyen bir yokluk olsaydı ona îmân
sadece hayali olurdu. O îmân da zâten istenmezdi. Bu âyet-i
kerîmenin gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için “Bil gaybi” de ki
“Be” ye ulaşmamız gerekecektir.
“Be” bilindiği gibi ile ve
birlikteliği ifade etmektedir.
Hal böyle olunca verilecek diğer ma’nâ, onlar ki kendilerinde
var olan gaybları ile, kendi dışlarında olan gabyb’a, yani
görünmeyene îmân ederler olur. Her kişinin bir içi bir de dışı vardır.
Diğer ifadeyle bilse de bilmesede, şehadeti ve gaybı vardır. Bazı
insanlar bunu düşünür veya düşünmez. Ama onun düşünüp
düşünmemesi bir şey teşkil etmemekte, ve asli olan gayb-ı’nın da
şehadeti’nin de olmasıdır. Kim bunu idrak ederse, bu idraki ile de
gayb-ı’nı şehadete dönüştürmüş olmaktadır. İşte biz gayb-ı’mızı
şahedete dönüştürdüğümüz zaman, bakın 2 defa verimli kazanç
elde etmiş oluyoruz.
Bir zâhirimizle yaptığımız ibadetlerimiz, çalışmalarımız bir de,
buna akıl nur ve ruh duygularımız ile de değer kattığımızdan, bakın
ne kadar köklü bir anlayış ortaya çıkmakta ve hacim genişlemekte,
idrak etme anlayışı da gelişmekte, meselelere vukuf gelişmektedir.
Aksi halde bakın, biz akılsız, ruhsuz, nursuz, bir bilgiyi, aktarmış
oluyoruz. Bir bakıma bu bilgi hayat vermeyen, hareket ortaya
getirmeyen, bir bilgi, tabiri caiz ise, kusura bakılmasın ama,
ölüden ölüye bilgi nakli yapmaktan öteye gitmemektedir.
Yani bir âza var çalışıyor ama, o âza kendini bilmeden çalışıyor.
Makinenin arabanın tekerleğinin dönmesi pistonlarının inip çıkması
gibi. Bir iş görüyor ama kendinden haberi yok, ne yaptığını
bilmiyor. Motor biliyor mu ne yaptığını, tekerlek biliyor mu, nereye
gittiğini? bilmiyor. Ama onun içinde akıl ile düşünebilen insan,
tekerleğin nereye gittiğini, nereye götürdüğünü biliyor, neden?
Çünkü kendi direksiyona hakimdir.
68
İşte o araba beden arabamız, şöförü de aklımızdır. Akıl, nefs,
ruh, ve duygularımız, bütün varlığımızı kaplamış olduğu halde,
gayblarımızı oluştururlar. Fakat görünmezler. Cesedimizde
zahirimizi oluşturduğundan görünür. Eğer kişi kendinde var olan
gayb-ı’nın hakikat-lerini idrak edememiş ise, âlemin gayb-ı’nı hiç
idrak edemez. Çünkü kendi varlığında mevcudu anlayamayan kişi
dış geniş âlemdeki varlığı nasıl anlar.?
Laf olarak söylenir akıl var ruh var âlemlerde diye ama bu
sadece kelami olarak dile getiriş ama hakikatini bilemeyiştir. Eğer
kişi kendinde var olan gayb-ı’nın hakikatlerini idrak edememişse
âlemin gayb-ı’nı hiç idrak edemez. Kendini tanıdığı kadar âlemi ve
gayb-ı’nı idrak edebilir. Kendi gayb-ı’n da olan gerçek hakikatleri
idrak ettiğinde ancak daha gerçekçi olarak gaybe îmân hakikatinide
idrak etmiş olacaktır.
Kişi gerçek varlığında esmâi İlâhiyye’nin zuhurundan başka bir
şey olmadığını anladığında âlemlerde de esmâi İlâhiyye’nin
zuhurundan başka bir şey olmadığını anladı-ğın da bahsedilen
âyet-i kerîmenin gerçek ma’nâ sı ortaya çıkmış olur. Bu anlayış
ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi îmânıdır.
Şimdi diyoruz ya, “ne var âlemde o var Âdemde” diye, kısaca
ifade edilir. Varlığımızda Cenâb-ı Hakkın esmâsının zuhurlarından
başka bir şey yoktur. Yani her birerlerimiz birey olarak, Cenâb-ı
Hakk bize bir terkip vermiş, ama bütün meyvelerden içine belirli
miktarlarda
koymuş. Bazılarımızda elma fazla ağırlıklı,
bazılarımızda armut, bazılarımızda ayva, ağırlıkta diyelim. Yani her
insanda bütün esmâi İlâhiyye mevcudtur, ama bu bir ilaç terkibi
gibidir, her birerlerimiz, bu hususta, başka şeyler sergilemekteyiz,
değişik hayat anlayışları gibi. Ama bunların hepsi birbirine yakın
anlayışlardır. İnsan anlayış-ları, terkipleri çok başka olmuş olsa,
insanlar birbirine ünsiyet edemezler. Yani her birerlerimizde
hepimizde olandan var. Ama kimimizde binde iki buçuk, diğerinde
üç var, birinde beş var, iki var bir var gibi.
İşte
kendi
varlığımızda
Hakk’ın
esmâi
İlâhiyye’sinin
mevcudiyetini idrak ettiğimizde, kendi değerimizi çok daha iyi
anlamış olacağız, saman çuvalı gibi, af edersiniz bir varlık
olmadığımızı, bu et kemik olan arabamızın içinde, mevcudunda var
olan ruhu İlâhi, nuru İlâhi
sıfatı İlâhiye, nefsi İlâhiyye’nin,
vucudumuzda, varlığımızda, mevcud olduğunu anladığımızda, o
zaman âlemde de, Allahın isimlerinden başka bir zuhurun
69
olmadığını, yakîn bir bilgi ile idrak ettiğimizde, o zaman “Âlimül
gaybi veşşehadeh” in anlaşılması çok kolaylaşmış olur. Ve gayba
îmân da gerçekçi bir îmân olmuş olur. Hayali bir îmândan gerçekçi
bir îmâna geçiş olur. İşte bu anlayış ilmel yakîn hali ile esmâ
mertebesi îmânıdır.
Birinci mertebedeki îmânın tarifi ilse bilmel yakîn yani bilimle
bir şeyi aktarmaktır. İlimle bilim arasında biraz fark vardır. Her ne
kadar aynı şey gibi gözüküyorsa da fark vardır.
Bilindiği gibi Namaz salat İslâmın 5 şartından biri uygulaması
en çok sürekli olan dinin direği ve mü’minin miracıdır.
“Ve
yûkıymûnessâlete” geçmişti ya âyette hani îmân ehlinin
vasıflarını anlatıyor şimdi burada.
Hangi îmân ehli? Esmâ mertebesindeki.
”Yü’minûne bil
gaybi” Gaybe îmân ederler ve namazlarını dosdoğru kılarlar.
İslâmi uygulamanın her mertebesinde, kişinin içsel bâtın
âlemindeki değişik uygulamaları vardır. Bu mertebede namaz
kılmaya çalışan kişinin hâli, kendi varlığından beşeriyetinden
çıkmaya, saflaşmış olmaya başlamasıdır.
Biz af’al mertebesinde namaz kılıyorken, tam saf bir namaz
kılamıyoruz. Neden? Nefsimizin içersinde bir sürü dünya vardır.
Kafamız oraya takılıyor, buraya takılıyor, daha henüz tam saf
berraklık yoktur. Ama gayretli olan kişi bu safiyete doğru yol
almaya başlıyor. Beşeriyetinden çıkmaya saflaşmaya başlamış
olmasıdır. İşte af’al mertebesinin îmânıyla esmâ mertebesinin
îmânı arasında ki fark da bu dur.
“Ve mimmâ razeknâhum yünfikûn” Kendilerine verdiğimiz
madde ve ma’nâ rızıklarından da başkalarını da faydalandırırlar.
Bakın bunları hep bizlere yukarıdan bir mertebe tanıtıyor. O îmân
halinde olan, biz böyleyiz biz şöyleyiz demiyor.
Ama af’al mertebesinde ne idi? Talep vardı. Biz istiyoruz. Ya
rabbi böyle yap diye . ”Ve teveffenâ meal ebrâr” En sonunda
bizi iyilere ulaştır diye. Bakın orda o talep bitiyor, kişi sakinleşiyor
kendi gönlüne yönelmeye başlıyor, sesi çıkmadığından Cenâb-ı
Hakk onların hallerini anlatıyor. Bakın vasıfları başka yerden
başkası tarafından, yani Hakk tarafından bildiriliyor.
“Ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn” Onlara verdiğimiz
rızıklardan infak ederler. Bakın Ya rabbi sen bize bunları verdin
70
bizde infak ediyoruz demiyorlar. Hakk onların vasıflarını anlatıyor
ki, bu oldukça ileri bir haldir.
Yukarıda onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, hükmünün altında
şeriat ehli olarak af’al mertebesinde, dosdoğrudan kasıt tadili
erkâna uyuyorlar hükmündedir. Yani ruküya varırken, secdeye
varırken, tahıyyata otururken, âdabı neyse yani gerçek edebi
neyse, ona uyuyorlar demektir ki, o şeriat mertebesinin âdabıdır.
Burada namazlarını dosdoğru kılarlar, şu demek; Kendi
varlıklarındaki nefsaniyetlerini çıkarırlar, rahmâni hakikatleri ile
namazlarını kılarlar. Aksi halde biz eğriyiz. Zâhir ma’nâ da tadili
erkâna ne kadar riâyet edersek edelim, onlar etin kemiğin
riâyetidir. Arabanın riâyetidir. Tabi ki tadili erkâna onun riâyet-i
lâzımdır ancak dışında doğruluk içinde eğrilik varsa, buna ne
deniyor? Münafık diyorlar değil mi. Ancak kasıt olmadığından suç
unsuru değildir.
Hâ şâ yanlış anlaşılmasın onu demek istemiyorum, (münafık)
Tabi ki Cenâb-ı Hakk her türlü hal içinde kılınan namazları kabul
eder, İyi niyetle olduktan sonra. Mesele her halükârda namazın
kabul edilmesi değil,
âyet-i kerîmede bahsedilen dosdoğru
namazını kılarlar, tarifi içinde biz namazımızı eda etmemiz
gerekiyor.
İşte dosdoğrudan kasıt da, zâhir ve bâtın düzgünlü-ğünün
gereğini yerine getirerek kılmaktır. Zâhir namazın düzgünlüğü
tadili erkâna, yani rükûnlarına riâyet etmek, secdeye giderken
kalkarken, rükuya Hakkı ile gitmek secdeler tesbihler arasındaki
Kur’an tilâvetini okurken düzgün, kelimeleri yutmadan okumak,
fiziğimizin dosdoğruluğudur. Ama Bâtınımızın dosdoğruluğu ise
düşüncede ve irfaniyette olması gerekiyor. O da varlığımızda
Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığını anlayıp, esmâi
İlâhiyye cemaati içerisinde namaz kıldığımızı bilmemiz gerekmekte,
veya esmâi İlâhiyyeyi hullet, olarak giymiş halde namazımızı
kılmamız gerekmektedir.
İşte namazlarını dosdoğru kılarlar, ve kendilerine verilen
rızıklardan infak ederler. ( madde ve ma’nâ rızıklarından ) Eğer biz
sadece maddi olarak imkânımız dahilinde yardımcı oluyorsak ki, bu
para mal mülk yönündedir. Bu af’al mertebesinin infakıdır.
Esmâ mertebesinin infâkı ise, kişinin öğrenmiş olduğu bâtıni
ma’nâ da esmâ-i İlâhiyye’nin insan üzerindeki tesirlerini idrak edip,
71
bunları aktarması da o mertebenin manevi infâkıdır. Bu da irfaniyet
demek, yani irfaniyetle infak etmektir. Yine bilindiği gibi maddi ve
manevi olarak rızık 2 türlüdür. Maddi olan yeme içime gibi maddi
ihtiyaçlar ve zevklerdir. Manevi olan ise din ilimleri ve onun içinde
olan irfaniyet ilimleri ruhâni rızıklardır. Kim de, bunların her
ikisinden de fazlaları varsa, onlardan başkalarınıda faydalandırırlar.
Maddi rızık infâkı ile bu günün geçimine, ma’nevi rızık infâkı ile de
âhiretin geçimine faydalı olmaya çalışırlar.
Maddi infak yapıldığı zaman, bunun âhirete o kişi için faydası
yoktur, veren kişi için var, alan kişi için yoktur. Neden?. Onu
burada yiyor, burada tüketiyor. Gerçi şükretmesiyle o da âhirete
intikal ediyor ama, gıda olarak âhiret yurdunun gıdası olmuyor.
Veren kişi iyi niyetle sevap kazanıyor alan kişi de teşekkür bâbında
şükretmiş oluyor.
Ancak yemek (maddi gıda) burada tüketiliyor. Burada bitmiş
oluyor. Öyle bir gıda olmalı ki âhirette kulanı-lacak, âhirette
yenilecek tüketilecek bir şey olsun. O da ma’nevi bilgi irfaniyet
bilgisi ve yaşantısı, kendimizi tanıma yolundaki bilgilerdir.
“Vellezîne yü’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile
min kablik” Ve onlar zat mertebesi itibarıyle rabbından sana
indirilene ve senden önce sıfat esmâ af’al mertebeleri itibariyle
indirilmişlerede inanaırlar.
Burda bakın ne ayrıldı?. Diyebilirdi indirilen bütün kitaplara
bakın öyle demiyor. ”Vellezîne” yine tarif ediliyor, o kimselerin
hususiyetleri “ yü’minûne “ îmân ederler. “ Bimâ “ Neye îmân
ederler. Şuna îmân ederler ki, “Ünzile “ indirildi. nereye indirildi?
“İleyke “ sana indirilenede îmân ederler. Bakın burada bir ayırım
yapıyor. “Vemâ ünzile min kablik “ Ve senden evvelki-lere de
îmân ederler. Bunu burada ayırmayıp bütün indirilenlere îmân
ederler de diyebilirdi. Yuvarlak toparlak olarak diyebilirdi. Ama
âyet-i kerîme öyle demiyor.
“Bimâ
ünzile
ileyk”
Sana
indirilenden
kasıt,
zat
mertebesinden indirilenedir. Çünkü diğer kitaplar incili şerif, sıfat
mertebesinden tevratı şerif esmâ mertebesin den, İbrahim (a.s.)
indirilen suhuf ta, af’al mertebsinden indirildi. Gerçi hepsi Allahtan
indirildi ama, indirildiği mertebe af’al mertebesi, esmâ mertebesi,
sıfat mertebesi idi. Ama Kurân-ı Kerîm zat mertebesinden indirildi.
Zat mertebesi de, zâten bütün mertebeleri bünyesinde
72
bulundurduğundan bütün mertebelerle birlikte,
mertebesi de mevcut olmak üzere indirildi.
ama
en
üst
Sana indirildi dediği ki orada, muhatap alıyor bundan kasıt
efendimizedir, ve ardından onu okuyanadır. Bakın sana da indirildi,
tahsis yok orada. Eğer tahsis olsaydı Muhamme de indirildi derdi.
Ya Muhammed sana indirilene de, inanırlar derdi. Tabi ki, başta
efendimiz olmak üzere, bizlerde onun nurundan olduğumuza göre
ona ne indirilmişse, bize de indirilmiştir. Ancak aradaki fark şu
olmakta, ona indirilen kendisine farz olmakta bize indirilen ise
müstehab, veya vacib olmaktadır. Ona olduğu gibi bize de farz
olmuş olsaydı, efendimize hususide indirilen şeyler için, o zaman
biz altından kalkamazdık. ( teheccüd namazı gibi )
“Ve minelleyli fetehecced bihi nafileten lek” (17/79)
“Sana nafile olarak bildirilen namazına, gecenin bir vaktinde kalk.”
Nafile olarak ona indiriliyor. Eğer bütün ümmeti kapsayacak bir
hükümle gelmiş olsaydı hepimize farz olurdu. Ama ümmetine
rahmeten efendimizin ismi muhatab olarak geçtiğinden, ve dolaylı
olarak bizde ondan gayri şeyler olmadığımızdan, bizim de zaman,
zaman kılma yolumuz açıktır. Aynı âyet-in hükümleri bizim beden
mülkümüz içinde “Umulur ki rabbin seni makamı mahmuda
ulaştırır” bizede kendi makamı mahmudumuza ulaşmanın yolu
açıktır.
Yani burada “İleyke” Sana indirilene dediği Kur’âna yani zâti
mertebede indirilenede inanırlar. Ve ondan sonra indirilenler de
sıfat mertebesi esmâ mertebesi ve af’al mertebesi olarak
indirilenlerede inanırlar, îmân ederler ma’nâ sındadır.
Âdem (a.s.) itibaren gelmiş olan bütün seyir mertebelerini idrak
etmeye çalışarak, her peygamberin hayatından hisseler çıkartarak,
böylece ilimlrini imkânlarını geliştirerek, irfaniyet yolunda hergün
biraz daha ilerleme kaydederler.
“Ve bil âhiratühüm yûkinûn” Ve onlar âhirete de ilmel yakîn
idraki ile canlı ve içten îmân ederler.
Sadece îmân etmekle kalmayıp yaşadıkları sürece dönüş
yapacakları âhiret yurdu için gerekli malzemeyi tedarik etmeye
çalışırlar. Bu âyetlerde dikkatimizi çekmesi gereken bir husus
vardır o da şudur. Evvelki îmân mertebesinde kişiler bireysel
kişilikleri ile istekte bulundukları halde burada ise bu mertebenin
73
ehilleri rahmaniyet mertebesinden rububiyyet mertebesi özellikleri
ile ifade edilmektedirler.
Af’al mertebesinde kişiler talep etmekte, bu mertebede ise,
rahmaniyet mertebesi rububiyyet mertebesi özellikleri ile onları
anlatmaktadır. Kendilerinden bir talepleri olmamaktadır. Çünkü
yokluğu ve hiçliğe doğru kanat açmışlar “mûte kable ente mût”
“ölmeden evvel ölünüz” hükmü ile ve nefislerini terbiye etmek için,
ölüm vadisine gitmişlerdir, ama daha ölmüşler değildir. Ama o
yolun yolcularıdır. Bu yaşantı ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi
yaşantısıdır.
Af’al mertebesinde kişiler talep etmektedirler,
esmâ
mertebesinde ise onlar yavaş, yavaş yola çıktıklarından onların
vasıfları Hakk tarafından yapıldı. Ve Kurân-ı Kerîmde bakara suresi
başında o 5 muhteşem âyette. Onun o başlangıcı daha devam
ediyor sonuna kadar devam ediyor biz bir bölümünü aldık.
Ve Sıfat hakikat mertebesi îmânı; Bu îmânı belirten âyetlerden
bir tanesi bu hususlarla ile ilgili bir çok âyet var, ama onların
hepsini yazmaya kalkılacak olursa müstakil bir kitap olması lazım
gelecektir.
Biz de kitabımızın bir bölümünde özetle bunları
vermeye çalışmışız.
Kurân-ı Kerîm Meryem suresi 19. sure 96. âyet-inde
Bismillâhirrahmenirrahîm.
.
”İnnellezîne
âmenû
ve
amilussâlihati seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”
Burada mertebe biraz daha yükseldi. Hususiyet de yükseldi
Hakka yaklaşma da yükseldi tamamen değişti. Birinci âyet başka
sahadan bahsetti ikinci âyet başka sahadan bu âyet ise daha
yukarıdan bahsetmektedir.
Kurân-ı Kerîmin hangi âyet-i hangi mertebeden başlatıyor,
anlamını biz eğer idrak edemez isek, Kurân-ı Kerîmi Hakkıyla
anlamış olamayız. Kur’an okumuş oluruz sevabınıda kazanırız. Ama
mertebeler gereği meratibi İlâhide, hangi mertebeden bahsettiğini
bilemezsek irfaniyetimiz olmamış, olur yazık olur. Yazık olur derken
anlayamamış oluruz. Anlamamız için bu mertebeleri bilmemiz lâzım
ki af’al mertebesi, esmâ mertebesi, sıfat mertebesi, zat mertebesi,
olarak yani şeriat tarikat hakikat ve marifet mertebesi olarak
bilmemiz gerekiyor. İşte burada üçüncü îmân mertebesi, hakikat
mertebesinin îmânıdır.
74
İman mertebelerinde üçüncü merhale sıfat hakikat mertebesi
îmânı Meryem suresi (19/96) âyetinde “İnnellezîne âmenû ve
amilussâlihâti seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”
Bakın farkında da değiliz, çok açık olarak belirtiliyor aynı
kelimeleri, aynı ma’nâları kendi asli harfleriyle yazıldığında o kadar
çok ma’nâ çıkıyor ki o kadar olur.
Ama aynı ma’nâlar lâtin harfleriyle okunduğu zaman hiç bir şey
çıkmıyor. Bu çok mühim bir hâdisedir, neden öyle? Çünkü arapça
aslındaki harflerin şekilleri itibarıylâ da ma’nâları var. Bakın bir
elifin ne kadar yüce ve nasıl bir varlığa sahib olduğunu gördük.
La’mın neyi ifade ettiğini Rı’nın Ze’nin neyi ifade ettiğini kendi şekli
içerisinde gördük.
Bir Rı ve Ze harfleri, bunun lâtin harflerindeki şeki o ma’nâyı
verememektedir. Neden? Çünkü onlar genelde beşer kaynaklı
şekillendirmelerdir ama, arapça Kurân harfleri Cenâb-ı Hakk’ın
bildirdiği şekiller, yani ma’nâyı daha geniş aksettiren şekiller
semboller ve elbiselerdir. Bunların hepsi birer elbisedir.
Bakın “İnne” diye bir şekil var. Elif-Nun ve şedde. Bu bir
sembol bir şekil inne ma’nâ sının elbisesi o. Bakın burada
gördüğümüz kâlem ile yazılmış ( hani bir şiir vardı mürekkeb ile
kâlem arası) bunları hep yazdık, ne ile yazdık kağıt ile kâlem arası.
. Bu yazıların hepsi kağıt ile kâlem arasında oluşmaktadır. Kâlemi
aklı küll kağıdı nefsi küll olarak düşündüğümüzde aklı küll ile nefsi
küllün izdivacından da genel olarak bu âlemler meydana
gelmektedir.
İşte kâlem ile kağıdın izdivacından çocukları olan harfler yazılar
sayılar rakkamlar meydana gelmektedir. Düşünüldümü hiç
düşünülmedi. Ama işin aslı budur.
Kâlem bahsedildiği gibi “Nûn Vel Kâlem vemâ yesturûn”
(68/1) Kâlem kağıt ve yesturun yani satırlar yazılnış olan âyetler,
bütün âlem yazılmış olan âyetler hükmündedir. İşte şunu belirtmek
istiyorum, arapçayı biraz bilmenin bunlar hep faydalarıdır, bunun
“İnne” olduğunu okuyamazsak, ma’nâ sını bilmez isek, bakın
burada bulunanların hepsi birer haldir. Ölü gibi gözüküyor sanma
mürekkep yakarsın yanar. Ateş yakar âyet mâyet diye bakmaz. Bu
Allah kelâmıdır diye bakmaz. Neden Allah kelâmını da yakıyor,
diğer yerleri de yakıyor? Ateş te Allahın gücü de ondan. Başka bir
güç olsa kendine ait bir güç olsa bu âyetleri yakamaz mümkün
75
değil. Ama o da onun celâl sıfatından olduğundan, celâl sıfatınında
önünde hiç bir şeyin durması mümkün olmadığından onları da
yakmaktadır.
Yani şunu demek istiyorum, bunlar hay yani hayat sahibi,
yaşayan kur’an bunlar. Biz bunları duran Kur’an olarak bakıyoruz
ya, işte mushaf alıp açıyoruz. Bin sene aynı yerde dursa beni
neden tuttun demiyor. Niye beni açıp okumadın demiyor. O haliyle
ölü Kur’an, ama maddesi itibarıyle ölü Kur’an. Ama içindeki, içerisi
kaynıyor âdeta hayat kaynıyor. Ama biz göremiyoruz.
Hani öyle demişler ya dündü sanırım geçti bir yerde
“Hep kitâbı Haktır eşya sandığın
Ol okur kim seyrü evtân eylemiş “
Yani eşya sandığın bu âlemdeki her şey Hakkın kitabıdır. Ama
bunları okumak için vatanları seyretmiş olmak lâzımdır. Tevhid
mertebelerini idrak etmiş, af’al mertebelerini, nefis mertebelerini
idrak etmiş olmak gerekiyor
Yani bu kitabın şifresi, ona deşifremi diyorlar çözmek için bir
eğitim almakla mümkün. O eğitim de tevhid eğitimi yani birlik
eğitimidir.
“MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman
sevgili kılar” 19/96
Bakın burada fiiliyattan muhabbete geçti. Birincide fiiliyata
yönelme vardı. Ya rabbi, şöyle olsun böyle olsun temennimiz bu,
en büyük temenisi de “meal ebrar” iyilerle birlikte öldür idi.
İkinci îmân mertebesinde kişiler suskun suküt halınde,
Rahmaniyet mertebesi itibarıyle rububiyyet mertebesinin hali
anlatılmaktadır.
Yani esmâ mertebesinde yaşayanların hali
anlatılmaktadır.
İşte “Ellezîne yü’minune bilgaybi ve yukîmunes--selâte
ve mimmâ razeknâhüm yünfikun” 2/3 diye anlatılmaktadır.
Burada da anlatılmakta ancak bakın, îmân edip sâlih amel
işleyenleri rahman sevgili kılar. Bu nereden! rahmâniyet
mertebesinden anlatılmaktadır. Rahmân kendine bunları sevgili
kılar. Diğerinde Rahmâniyet mertebesi rububiyyet mertebesindeki
76
hâli anlatıyor. Burada ise rahmân kendi mertebesini kendi halini
anlatıyor.
MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahmân sevgili
kılar. Yani kendine muhabbetli kılar. Bu mertebede bir âyet-i
kerîme daha var. Bir çok âyet-i kerîme daha vardır. ”Rahmânın
öyle kulları vardır ki gelen giden yolda ona sataşırlar, yani onları
hafife alırlar, dışarıları ile fazla ilgilenmediği için bu kendi halinde
şudur budur gibi hafife alırlar.
İç bünyelerindeki hakikati
bilmeyenler, ve onlar da geçerlerken yoldan size selâm derler gelir
geçerler. Ama onlar bağırırlar alay ederler bağırırlar çağırırlar
arkasından koşarlar. Ama o sadece size selâm der âyet-i kerîme
de ve geçer demekteler.
Ne kadar açık, “Rahmânın öyle kulları vardır ki yoldan geçerken
giderken onlara sataşırlar takaza ederler, o sadece size selâm
der.” (25/63) Çünkü biliyor onların bir zavallılık içersinde
olduklarını ve hiç bir zaman onlara Allah sizi kahretsin, Allah sizi
yok etsin diye bedduada bulunmaz. Selâm der. Yani Allah sizi
selâmete çıkarsın diye ne güzel bir şekilde onlara öyle cevap verir.
Şimdi bakın muhakkakki îmân edip, buradaki” îmân” demin
bahsetmeye çalıştığımız gibi yani kişinin kendi bâtınını idrak ederek
âlemin bâtınına îmân etmesidir. Şimdi birinci yol sadece Allaha
îmân hangi îmân hayalde olan Allaha îmân ama bu giriş kapısı bu
olmadan olmuyor. İkinci kata çıktığı zaman bâtına da îmân var.
Zahire îmân olduğu gibi bâtına da îmân “yü’minune bil gaybi”
gaybada îmân ederler kendi gaybları ile
Bakın şimdi îmân mertebe olarak yükseliyor. Burada muhakkak
ki îmân edip… öteki mertebelerle bu mertebe arasında îmân
bakımından fark var mı? Tabi ki var. Ama bütün bu îmân
mertebelerini
topladığımız
zaman
zannediyoruzki
af’al
mertebesindeki îmân. Değil, eğer öyle olsa idi arkasından gelen
âyetler bu tarzda olmaz ifadeleri değişmezdi.
İşte buradaki îmânın hakikati rahmân suresinde bildirilen
“Errahman allemel kurân halekal insân allemehül beyân”
(55/1-2-3-) hükmü içerisinde olan ma’nâları anlayarak îmân etmek
vardır. Bu daha yukarılarda bir îmân olmaktadır. İşte, bu îmânın
şartı sâlih ameldir. Onlar sâlih amel işlerler. ”Ve amilüssâlihâti”
Sâlih amelleri yaparlar.
77
İşte bu amelleri yaptıktan sonra “Seyec’alû lehü-mürrahmânü vüddê” Buradaki aslında yakında umulur ki Allah
onları
muhabbet
ehli
edecektir.
Âyet-i
kerîmeyi
böyle
çevirmemişler. Burada yakında ma’nâ sına olması gerekiyor.
Yakında kılacaktır. ”Vüdde” Muhabbetli kılacaktır.
Bu mertebedeki îmânın başlangıcı, rahmânın sevgisine
ulaşmaya ümitvar olmak ve onun yolunu açmaktadır. Bu
mertebenin kemali de rahmanın sevgisine ulaşmış olmaktır.
Vüdden- Vedüd, ismi cihetiyle.
Şimdi sâlih amel dendiği zaman ne anlayacağız. Zâhir fiziki
ma’nâ da amel, iyi işler yapmak. Namaz kılmak oruç tutmak
abdest almak yolda giderken birisine yardım etmek yaşlıya
insanlara yardım etmek, olabildiğince faydalı yaşamak. Kendi
yaşantısını da düzenleyerek örnek olmaya çalışmak bunlar ameli
sâlih diye belirtiliyor.
Ameli sâlihin tevhidi ma’nâ daki terkibi vardır, zaman zaman
söylüyoruz. Ne idi ameli sâlih? Gerçek ma’nâ da “ameli sâlih
ma’nâ sı Hakk’tan tatbiki kuldan” olan ameldir.
Ma’nâ sı Hakk’tan ne demek? Hakkın kuluna yaptığı tavsiyeler.
Ey kulum şöyle şöyle yap, şöyle şöyle yap dediği ki bu ma’nâ sı
programı Hakk’tan tatbiki kuldan olan fiil ameli sâlih olmaktadır.
Peki tersi nasıl olmaktadır? Kurgusu düşüncesi fiili tatbikatı da
kuldan nefs’ten, olanlar da, gayri sâlih amellerdir. Yani sâlih
olmayan amellerdir. Yani insanın zararına olan fiiller nefsi
emmarenin kendi menfaati için kurguladığı ameller gayri sâlih
olmaktadır. Salâh üzere yani düzgünlük üzere değildir.
Ve bu sâlihlik Cenâb-ı Hakk’ın Kurân-ı Kerîmde belirtmiş olduğu
4 mertebenin en son mertebesidir. ”Cenâb-ı Allahın seçmiş
olduğu
kimseler
vardır.
Onlar
ki
peygamberlerdir,
sıddıklardır şehidlerdir sâlihlerdir” (4/69) demek suretiyle
Cenâb-ı Hakk’ın seçilmiş, seçkin kullarını dört mertebeden ifade
etmektedir. Bunun üzerinde daha çok durulur ama bu kadarla
bırakalım.
Kısaca anlayabildik mi, ameli sâlih kelimesi kitapları-mız da
geldiği zaman bizim bilincimizde ( kitapta bunu yazmaz ) okuyun
hiç bir kitapta bu ibareyi bulamazsınız. Peki buraya nereden
gelindi nasıl ulaşıldı denirse, Peygamber efendimizin mubarek
78
lisanlarından çıkan üç türlü üç bölüm cümleler var. Birisi Kurân,
birisi Hadîs-i Kutsî, bir bölümü de Hadis... .
Peki bunların hepsi peygamber efendimizin mubarek lisanından
çıktığı halde, niye hepsine Kurân denmemiş ne farkı var ki, aynı
dilden aynı kelâmdan aynı gönülden çıkıyor. Ve ya kutsî hadis
denmemiş, ve ya hadislerin hepsine kutsi hadis denmemiş te
hadîs-i şerif, şerefli hadis diye ayrılmış? Neleri itibarıyla manaları
itibarıyladır.
Fiili hepsi efendimizin lisanından çıkmakta gibi görünüyorsada,
manaları ve zuhurları yönünden değişik olduğundan değişik isimler
almaktadır. Bakın gözümüzün önünde olan hadiselerin ne kadar
bâtınlarında hakikatlerinde özlerinin ne kadar derin ve güzel hoş
ma’nâlar olduğunu böylece anlamaya çalışıyoruz.
Kurân dendiği zaman “ma’nâ sıda lâfzıda Allahtan” olan sesi
Muhammed ten olan, lafzı da ma’nâ sıda Allahtan işte bu Kurân
olandır. Zat hükümleridir.
Hadîs-i kutsi ye gelince,
“ma’nâ sı Hakk’tan lâfzı
peygamberden” ve ayrıca seside peygamberden olandır. Kurân,
lafzıda ma’nâ sıda Allahtan, hadîs-i kutsi , ma’nâ sı Allahtan lâfzı
peygamberden,
hadîs-i şerifler ise,
“lafzıda ma’nâ sıda
peygamberden” ve seside peygamberdendir.
Bakınız şimdi üçününde sesi peygamberden, lisanı mubarek
ağızlerından çıkıyor. Ses olarak hepsi onun ama Kurânın ma’nâ
sıda lâfzı kelâmı da yani âyet-in ifadeleri bunların ikisi de Allahtan
olmakta onun için Kurân zat kitabı deniyor diğerlerinden müstesna
ayrılıyor.
Kutsî mukaddes olan sözleri ise efendimizin, kutsi yani yarı
Kurân ma’nâ sına onlarda, neden öyle? Ma’nâ sı Hakk’tan olduğu
için. Bakın hadîs-i kutsiler incelenecek olursa, hadîs-i şeriflerle çok
büyük farklılıkları vardır. Hadîs-i şerifler fiziki ma’nâ da af’al
âlemini bildirirler. Namaz oruç hac zekât nasıl yapılıp edilecek
bunların hükümleri nelerdir fiili ma’nâ da onları belirtirler, ama
kutsî hadisler Allahın zatından bahsederler. Çok geniş bir sahadan
bahsederler. Mesela “levlâke levlâk lemâ halektül eflâk” Eğer
sen olmasaydın, olmasaydın (2 defa) âlemleri halk etmezdim.
Bakın bu sözün cümlenin bir beşer lisanından söylenmesi mümkün
değildir. Kurân değil lâfzı peygamberden, hadîs-i şerif değil ma’nâ
79
sı Hakk’tan. İşte bakın hadîs-i kutsi, kutsi mukaddes hadis ma’nâ
sında.
Ve hadîs-i şeriflerde, kurgusu da ma’nâsı da düzenlenmesi de
peygamber efendimizden ve onun tavsiyeleridir. Namazı böyle
kılın, orucu böyle tutun zekâtınızı şöyle verin gibi, gerçi onları da
ilhamı İlâhi olarak söylemekte, ama günlük yaşantı üzerinde bazı
sorular sorulmakta peygamber efendimize o da tavsiye ediyor,
şöyle şöyle yapın diyor. Ma’nâsı da peygambe-rimizden lâfzı da
peygamberimizden kelâmı da peygamberimizden.
Bunlarda
müşterek olan üçününde sesinin Peygamber Efendimizden
olmasıdır.
Gerçi Kurân, lâfzı da ma’nâ sı da Hakk’tan alanın sesi de
Hakk’ tan ama görüntüde Hz Rasulüllah olduğundan, birliktelik
teşkil ettiği nokta olarak, her mertebede sesin peygamberimizden
olmasıdır.
Eğer peygamber efendimizi ortadan çıkarmış olursak mertebe-i
Muhammediyeyi ıska geçmiş oluruz. Yanlış kelâm olmasın Hakk’ını
vermemiş oluruz. Hakikati Muhammediyeye mertebesi başlı başına
bir mertebedir.
Ve bunu teyit etmek için ilgisi olmadığı halde yeri gelmişken
belirtmeye çalışalım. Cenâb-ı Hakk Mekkede dileseydi ona bir yer
veremezmiydi? Ve bazı kimseler hayret edilcek bir şey Kabe-i
Muazzamayı Hz Peygamberin kabri zan edip hacca öyle
gidiyorlarmış.
Zaman zaman duyuyoruz peygamber orada yatmıyor mu ?
Diyor.
Şimdi bu ne tür bir şuur altı Hz peygambere Mekkede bir yer
verilezmiydi niye çıkarıldı dışarıya, üç beş tane ( af edersiniz)
çapulcumu çıkarttı onu, nasıl çıkarttılar? Mâdem ki Allahın habibi
bütün âlemleri kendisi için halk ettiğine göre ona Mekkede 2 metre
bir yer bulamadılar mı gibi soru insanın aklına gelebilir.
Bulamadılar yapılamadı edilemedi değil. onların hepsi birer örtü
birer perdedir. Eğer aleyhisselatü vesselâm efendimiz Mekkede
kalıpta kabri mubarekleri orda kalsa idi ikinci derede ziyeret yeri
olacak idi.
80
Kâbenin yakınlarında bir yerlere defnedilecek idi. Ama ikinci
derecede olacaktı. Cenâb-ı Hakk rasûlünün ikinci derecede olmasını
değil birinci derecede olmasını ister.
Bu oluşum Mekkede olamayacağına göre çünkü orada Kâbe-i
Muazzama var birinci derecede O dur. O zaman Medine-i
Münevvereyi saltanatlık yeri (padişahlık saltanatı anlaşılmasın)
olarak verdi. Hakikati İlâhiyye’nin orada tek olarak zuhurunun
ispatı için yani oluşumunu ortaya çıkarmak içindi.
Yani efendimize Medine-i Münevvereyi oradaki ensarın daveti
ile oraya gidilse de o da ayrı bir ilim yani bir seyri göstermektedir,
ama aslında Cenâb-ı Hakk rasûlüllaha bir sancak vermeyi, müstakil
bir beldede hakikati muhammedi bayrağını istiklâl olarak vermeyi
diledi onun için Medineye gidildi. Yoksa birilerinin bir kaç kişinin
baskısı ile değil.
Eğer öyle olmasa idi Mekkeyi fethettikleri zaman Hz peygamber
gelir Mekkede otururdu. Kim ne diyebilirdi ki ? Diyemez di.
Medineliler söylediler Mekke fethedilirken, sen bizi bırakırsın ya
rasulellah dediler. O da, yok bırakmam diye söz vermişti baştan.
O da işin bir başka vechesi olmaktadır. Bununla devam edelim
kısaca,
Hz Ali efendimize Medinede iki metre bir yer bulunamazmıydı!
Üç tane halife orada O garip gitti Irak Necef’te kabri var, şimdi
biraz düşünelim, Medinede kalamazmıy dı kim ne diyebilirdi ki. Hz
Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman orada. Hz Ebubekir ve Ömer
hatta peygamber efendimizin yanında orada boş yer olduğu
söyleniyor ki zaten orası Fatma validemizin odası olmakta Fatma
validemizin odası Hz Ali nin evi olmakta kabri şerif onun evi onun
olduğu yerde Ayşe validenin evi ama aynı mücavir alan birbirlerine
bitişik odalar olduğu için fatma validenin evi sayılır. Hem de kayın
pederi, hem de amcası; öyle olduğu halde gitti Necef’te kabri
oldu. Onun kabri her sabah büyük cümbüşle davul zurna ile ilan
edilerek açılıyor. Sabah ezan okunduğu zaman kapıları var geniş
bir arazi içinde merasimlerle açılıyor kapılar.
Şimdi bu üç mertebenin kendine ait istiklâliyeti vardır. Bu
istiklâliyet olduğu için Cenâb-ı Hakk onları ayrı yerlere kabri
şeriflerini iskan etti. Eğer onlar üçü bir arada olsa idi birbirinin
altında gölgesinde kalacaklardı.
O zaman da ma’nâ itibarıyle
muhtariyetleri olmayacaktı.
81
Mekke-i Mükerremede Cenâb-ı Hakk’ın İlâhi saltanatı var.
Orada “Lâ ilâhe illâllah” sancağı var. Medine-i Münevverede
“Muhammedürrasulullah”
sancağı
var.
Eğer
Mekke-i
Mükerremede değil de Medine-i Münevverede Hz peygamberin
kabri şerfileri olmuş olsa idi bu sancak oraya asılamazdı. asılsada
yarım kalırdı. Yarıya kadar çekilir yukarıya kadar çıkamazdı. Orada
kelime-i tevhid bayrağının üzerine çıkacak bir bayrak yoktur.
Gerçi bazı levhalarda Lailahe illâllah muhammedün-rasülullah
birlikte yazılmakta ama peygamber efendimizin saltanatını
küçültmemekte aksine büyültmektedir. Hani Mecnun bir gün çakıyı
almış eline çıkmış ormana gençler sevdiklerinin isimlerini yazı
olarak bir yerlere yazarlar ya, o da her yere Leylâ, Leylâ, leylâ
diye yazıyormuş. Biriside farkedip görmüş. Yanına gelip soruyor
ne yapıyorsun deyince, Mecnun sevgilimin ismini kazıyo-rum. Eee
kendi ismini niye yazmıyorsun ? deyince!
Mecnun; Leylâ yı okuyan arkadan kendisi Mecnun’ u getirir
yazmama gerek yok diyor. Yani o kadar birleşmiş ki bu isimler
Leylâ dendiği zaman Mecnun ona bağlı olarak arkadan gelecektir.
İşte nerede Lâ ilâhe illâllah görür isek, Muhammedün-rasülullah
oradadır ve hemen söyleriz. Yazılmasına bile gerek yoktur.
Şimdi bu işin bu tarafı böyle, diğer yönden ise, Cenâb-ı Hakk
Medine-i Münevvereyi peygamberimize saltanat için müstakil bir
vatan olarak verdi. Eğer kabri Mekkede kalmış olsa idi o bayrak
oraya çekilemezdi. Cenâb-ı Hakk’ın habibine verdiği ne kadar yüce
bir değeri vardır.
Yoksa bir kaç kişi geldi baskı yaptı korkuttu şunu bunu yaptı
gibi değil. . Tabi onun da seyrü süluk yolunda olanlara büyük
hikmetleri vardır. Ama asli ma’nâ da ki hikmet buraya dayanıyor.
Hz Ali efendimizin de Medinede kabrinin olması, ”Aliyyün
Veliyyullah” bayrağı oraya çekilemezdi.
Neden? Çünkü
Peygamber efendimizin bayrağı var orada. Muhammedürrasulullah
bayrağı var çünkü orada. Hiç bir Muhammedi müntesibi bayrağını
onun üstüne çekmez çekemez. Ve onun olduğu yere zâten bayrak
asmaz. Onun olduğu yerde bayrak asılır mı? Aaa o bayrak verirse
elinde tutarsın ki onun da vereceği bayrak bir bölük bayrağıdır.
Ama Hz Ali efendimizin bayrağı “Aliyyün Veliyyullah” bayrağı da
küçümsenecek bir bayrak değildir o velilerin önderidir.
82
Peygamberimiz bütün peygamberlerin önderi, Hz Ali efendimiz ise,
bütün velilerin önderidir.
Bazı kimseler günümüzde gelip biz
zamanın velâyet kemalâtındayız diyorlar.
Allah Allah,
tüm
velilerden üstün bir kemalâta sahib olduğunu iddia ediyorlar. Bakın
hayal din içinde neler yaptırıyor. Hani nefsi emmâre onların
konturollarını da eline almış öyle konuşturuyor. Allah ıslah etsin
hepimizi...
Özet yorum: Sıfat hakikat mertebesini ifade eden bu âyet-i
kerîmeyi inceleye çalışalım.
“İnnellezîne âmenû” O kimseler ki îmân ettiler. Peki nasıl?
Hakikat ilmi ile îmân ederler. Orası hakikat mertebesi sıfat hakikat
mertebesinin îmânı yani belirli çalışma belirli yaşantılardan belirli
aşamalardan sonra belirli bir yere geldiler. İşin hakikatini anladılar.
Îmânları kendi gayblarına olan anlayışları ile gayba îmân ettiler.
Burda da kendi hakikatlerinde bulunan Allaha îmân ettiler.
Diğerinde gayblarıyla îmân ettiler derken burada Allahın hakikatine
îmân ettiler. Gayb ve şehadeti bireleştirerek irfaniyet yolunda da
epey yol katederek rahmaniyet hakikati yolculuğunu anlayarak
hakikat ilmiyle îmân edenlerdir.
“Ve amilussâlihâti” Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. Demin de
dediğimiz gibi buraya da yazılmış. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili kuldan
olan ameldir” diyebiliriz.
Sâlik, seyru sülûk yolun da nefsini temizleyerek Hakk’tan gelen
ma’nâları idrak ederek beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi
sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar. Bu hal ona îmân yolunda çok
şey kazandırır.
Kendindeki beşeriyetinin gitmesi ve yerine hakikatinin gelmesi
ile, görüşüde değişir hayatı da değişir anlayışıda değişir. Bütün
bunlar değişince îmânı da değişir.
“Se yecalü lehümürrahmânü vüdden” Böylece çalışmalarını
sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman kendine sevgili
kılar. Bakınız ne kadar mühim bir meseledir, rahmânın sevgisine
muhatab olamak yahut onu kazanmak, herhalde bu âlemde
küçümsenecek bir şey olmasa gerektir
Efendim bunlar olur mu olmaz mı? Olur olmayacak şey Kurâna
yazılmaz. Bakın “ Seyecalü lehümürrahmanü vüdden” Yakında
rahman onları kendisine sevgili-vedûd-vedad kılacaktır.
83
Böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları
rahman sevgili kılar. Bu yaşantı aynel yakîn mertebesi hali sıfat
mertebesinin îmânıdır diyerek burada bırakalım sonra da zat
mertebesinin îmânının yolu açılmış olacaktır.
Cenâb-ı Hakk cümlemize hayırlar idrakler güzel anlayışlar
versin. Gerçekten hayali îmân ehli değil, îmânın en kemali olan
îkân hakikatine bizleri ulaştırsın inşallah. Devamında bu mevzuun
devamında oraya da geleceğiz inşallah. Cenâb-ı Hakk bütün bunları
bizlere kolaylaştırıp yollarını da âsân eylesin bu seyru sülûk
yolunda yolumuza devam edelim inşallah. .
Salli ve sellim ve barik ala eşrefi nuri cemiyıl enbiyai vel
mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn. Cümle
geçmişlerimizn
ruhları için Allah rızası için bi hürmeti sırrı suretil fâtihati
meassalevât.
Sohbet (7)
Euzübillâhimineşşeytânirraciym
Bismillâhirrahmânirrahıym
Bugün 24 -05 2008 . cumartesi günü. İzmir hatay’da Hatice
annemizin evindeyiz. Allah evvela ona sonra hepimize sağlık
sıhhat ve hoşluklar versin inşallah... . amin
Ve uzun seneler kendilerini ziyaret edelim birlikte güzel güzel
sohbetler yapalım inşallah. . Evet devam edelim sohbetleimizden
birisi de biliyorsunuz îmân bahsi idi. Mesnevi yi şeriften küçük bir
bölüm alarak o sahaya girip yolumuza devam etmiştik. Ve bunun
neticesinde de vahiy ve cebrâîl isimli kitabımızdan îmân bölümüne
geçmiştik.
Tevhidi af’al yani şeriat mertebesi îmânı, Tevhidi esmâ tarikat
mertebesi îmân bölümlerini gördükten sonra bu günde üçüncü
mertebe sıfat mertebesi yani hakikat mertebesi îmânını anlamaya
çalışalım.
Gerçi orasınıda geçen sefer görmüştük ama, bağlantı olsun diye
özetle geçelim. Sonrada zat marifet mertebesi îmânına geçelim.
Sıfat
mertebsi itibarıyle, meryem suresi 19/96 âyet-inde
“muHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili
kılar.” Diğer birinci mertebede kişiler îmânlarının hakikatlerini
kendileri talep ediyorlarken, diğer tarikat esmâ mertebesi
84
düzeyinde olan îmân hallerini Cenâb-ı Hakk kendisi vasfetmekte
idi.
Yani iki mertebe arasındaki büyük fark budur. Birincisinde
kişiler îmân talep etmekteler ve bir mertebe yukarıdakilere itaat
etme işinde iken “meal ebrar-bêr” ebrar mertebelerinde olanlarla
öldür diye talep ederlerken, ikinci mertebede olanların halini
Cenâb-ı Hakk anlatmakta idi. Nasıldı “yü’minûne bilgaybi” onlar
gayba îmân ederler “ ve yukıymunessalete” ve namazlarını
dosdoğru kılarlar.
Bakın bu mertebe ile birinci mertebenin farkı birinde kişiler,
talep etmekteler, burada Cenâb-ı Hakk onları anlatmaktadır. O
mertebenin hâlini kişilerinin hâlini anlatmaktadır.
Bu mertebe biraz daha yukarıya doğru çıkarak yine burada da
onları rahman anlatmaktadır. İkinci mertebeyi rahman rububiyyet
mertebesinden anlatmak burada ise rahman kendi mertebesinden
rahmaniyyetini anlatmaktadır.
Naıl bakın “Ellezîne, o kimseler ki, âmenû îmân ettiler ve
amilussâlihâti sâlih amel işlediler.
İşte çok yakın bir
gelecekte Seyec’alü kılacaktır,
lehümürrahmanü vüdden
rahman onları kendine dost sevgili muhabbetli kılacaktır”
demek suretiyle bu sıfat mertebesinin îmânının hakikatini
gösteriyor.
Kısaca okuyup geçelim. Sıfat hakikat mertebesinin bu îmânını
incelemeye çalışalım. ”İnnellezîne âmenû” o kimseler ki hakikat
ilmi ile îmân ederler. Her mertebe yükseldiğinde idrakleri de
yükseldiğinden birinci derece ile îmânı kelime olarak aynı ikinci
mertebede de îmânın îmân olarak yazılışı aynı, üçüncü mertebede
de yazılış olarak îmân aynıdır.
Ancak hepsinin anlayış idrak ve mertebeleri başka, kelime
müşterek ama, kelimenin mertebeleri başkadır. Meselâ bir çocuğa
doktor dediğimiz zaman doktor aynı şekilde yazılır. Bir gence
doktor dediğimiz zaman o çocuk doktoru başka anlar genç başka
anlar. Ama hastanın ta kendisi doktorla yakın ilşkisi olan kişinin
doktor kelimesinden anlaması daha başkadır.
Hepsi doktor kelimesi ile yazılmakta, ama farklı anlamlarda
olmaktadır, işte îmân kelimesi de hangi mertebede olursa olsun
îmân diye belirtilmekte ancak onun devamı önde ve sonda olan
85
kelimelerle o îmân mertebesinin hangi mertebe olduğu anlaşılmaktadır.
“İnnellezîne âmenû” o kimseler ki, hakikat ilmi ile îmân ederler.
Yani îmân bakış sahaları değişiktir. ”Ve amilussâlihâti” sâlih amel
işlerler. Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili
tatbikatı kuldan” olan ameldir.
Bunun dışında olan ameller fiiller, ma’nâ sıda beşerden nefisten, fiilide nefisten olduğu için gayri sâlih amel denmektedir.
Salik, seyrü sülûk yolunda nefsini temizleye, temizleye
Hakk’tan gelen ma’nâları idrak ederek kerih sıfatlarından temizlenerek İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar.
Yani üzerimizde Cenâb-ı Hakk’ın belirgin olarak ve her
birerlerimizde mutlak var olan, olmazsa olmaz sıfatı subutiyyesi
vardır. Nedir onlar?. “Hayat, İlim, irade, kudret, kelâm, semi,
basar.” Biz bunları evvela kendi beşeriyetimiz yönünden
kullanmaktayız. Yani beşerce nefs olarak kullanmaktayız.
İşte
belirli
sohbetlerden
belirli
zikirler
riyazatlardan
aşamalardan sonra, bakıyoruz ki bu sıfatlar bize ait değilmiş.
Hakkın sıfatları imiş. O halde bakın Hakk’tan gelen ilhamları idrak
ederek, beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi sıfatlarla tahakkuk
etmeye başlar. Bu hal ona îmân İdrak ve anlayış yolunda çok şey
kazandırır. .
Eğer hayatımızın bize ait bir hayat olmadığını, Cenâb-ı Hakk’ın
gerçek ma’nâ da hay isminin üzerimizdeki tasarrufu olduğunu
düşündüğümüzde,
daha evvelce hayat benim hayatımdır
iddiasında bulunulduğu gibi ki yanlış bir iddiadır, yani kendimize
mâl ettiğimiz o hay sıfatını Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman
sıfat mertebesinin îmânı bizde ortaya çıkmış olmaktadır.
Yani hayat ilim irade yani yapmış olduğumuz bu tasarruflar ki
hayatımız bunlarla kâimdir bunlar olmayınca hiç bir şey olmuyor.
Diğer esmâi İlâhiyyede bunlara bağlı olarak çalışıyor. Hayat olmaz
ise başka bir şeyin olması mümkün değildir. İlim olmazsa hayatın
düzenlenmesi mümkün değildir, İrade olmasa bunların faaliyeti
tahakkuku mümkün değil, Kudret olmazsa bunların zuhura çıkışı
mümkün değildir.
İşte bu gibi sıfatların Hakk’ın sıfatları olduğunu ve bizde o
şekilde tahakkuk etmeye başladığı zaman îmân yolunda bize çok
86
şey kazandırır. Yani sıfat mertebesindeki îmânımız Hakk’ında çok
şey kazandırır. Olgunlaşmış olur.
Böylece “Seyec’alürrahmanü’ vüdden, böylece çalışmalarını
sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar.
Nasıl olmasın ki kul, hayat Hakk’ın rahmanın, ruhaniyetinin, nefesi
rahmanisinin, zuhuru olduğunu anladığında, ve ilminin Hakk’ın
rahmanın ilmi olduğunu anladığında ve kudretinin kuvvetinin
görüşünün kelâmının hepsinin Hakk’ın olduğunu anladığında kul, o
mahalli rahmân sevmezde ne yapar.
Neden sever? Daha evvelce o zuhurları o esmâi İlâhiyyeleri
kendi malı olarak kullanıyor iken, o anlayışta iken, sonra bakıyor
görüyor ki, aa bunlar benim değilmiş Rahmanınmış rahmanın
vekâleti ile bunları kullanıyorum dediğinde, ve malı sahibine
ilettiğinde, o zaman sahibide ona güzellikle, ve huzurla bunları
kullanma yetkisini vermektedir. Yetkisini vermesi onu sevmesidir.
Anlaşılıyor mu rahmanın kulu sevmesi
yani sıfatlarının o
mahalden zuhur etmesi rahmanın hoşuna gitmektedir. Çünkü daha
evvel benim malım dediği kullandığı, ve rahmaniyete ilgi
duymadığı, bağlamadığı, yani kendine mâl ettiği, rahmânın
kuvvetlerini, bu sefer idrak edip ya rabbi, ya rahman, bunlar
seninmiş sana iade ediyorum, senin vekâletin olarak kullanıyorum,
ama sahibi sensin dediği zaman, bu tabiki babaların çocuklarından
memnun olması gibi oluyor.
Şimdi diyelim ki bir babanın beş tane çocuğu var. Beş tanede
fabrikası var. Çocuklar bu fabrikaları almışlar müdür olmuşlar.
Kendileri üretmiş değiller fabrikalar bizim anlayışındalar.
Ve
kendilerine mâl etmişler kullanıyorlar ve düşünmüyorlar bu mal
nereden kimin diye. Hazıra konmuşlar rahatlarına gidiyor. Ayrıca
onu nefsani yolda kullanıyorlar. Yemede içmekte gezmekte gibi. .
Ama sonradan birisi diyor ki evlâdım sen bunu sorumsuzca
kullanıyorsun ama, bu babanın malıdır. Babandan geçmedir. O da
diyor ki, haa öylemi ; iyiki söyledin bak ben bunun farkında
değildim, dediğinde ve babasına döndüğünde, baba bu mal
seninmiş al diye iade ettiğinde,
o babada memnun oluyor.
Bakıyor ki ard niyetli değil, ona hadi oğlum sen artk bunu kullan
diyerek bu baba çocuktan böylece memnun oluyor. ”Vüdden sevgili
muhabbetli oluyor”
87
Ama diğer çocukları bunu yapmadığından, onlar babalarına
sevgili muhabbetli olamıyor. Bakın arada ne kadar büyük fark var.
Basit bir misalle bir sahne olsun diye bunu söyledim.
Ayrıca burada bir başka hadise daha var. Bir bakıma radıyemerdıyye mertebesi burada vardır. aslında biz radıye-merdıyye
mertebesini bir yönü ile anlamaya çalışmaktayız. Ama bir başka
mertebe,
aynel yakîn Hakkal yakîn mertebelerideki hükmü
değişmektedir.
Şimdi bir esmâi İlâhiyye bir varlıktan zuhura çıktığında, ama
bilinçli olarak zuhura çıktığında, o kişi esmâi İlâhiyyeyi zuhura
çıkararak Hakk’ını vermek suretiyle, faaliyete geçirdiğinde dengeli
olarak faaliyete geçirdiğinde, o esmâ ondan razı olmuş oluyor.
Esmâ o varlıktan razı olmuş oluyor.
Yani diyelim, herhangi bir kuldan, zuhur mahallinden bir nuriyet
esmâsı zuhura çıktı ve ya, hay esmâsı bir tarafa faydalı olacak
şekilde zuhura çıktı. İşte o çıkıp yerini bulup karşı tarafta faaliyete
geçtiği zaman o hay esmâsı, daha evvelce batında hükümsüz iken,
sadece proje halinde iken, o kişiden zuhura çıkmasıyla hayat
bulduğundan, o esmâ o kişiden razı oluyor. Şimdi biz burada ilmi
olarak bunu yapıyoruz, âhirette onlar fiili olarak ortaya
çıkacaklardır. Bütün ma’nâlar suretlenmiş olarak karşımıza
çıkacaklardır.
Eğer yaptığımız fiiller artı fiiller ise, güzel suretler olarak
ağaçlar, meyveler, evler, binalar, çiçekler, olarak karşımıza çıkacak
eğer yaptığımız fiiller eksi ise, korkunç suretler olarak karşımıza
çıkacaklar. Korktuğumuz zaman onlar kişiye, korkma niye korkuyorsun, ben senin fiilinim, amelinim diyecekler, tabi onun geriye
döndürülmesi mümkün değildir. . Allah etmesin...
Şimdi kişiye gelmeden, esmâ radiye-razı olmuş oluyor. O kişi o
esmâyı zuhura çıkardığı için kişide râzı olunmuş oluyor. Hani râdıye
merdıyye nefs mertebeleri var ya,
ordan geçerken oradaki
mertebenin anlayışı yani Cenâb-ı Hakk’ın o kişiye vermiş olduğu,
zor hallere razı olmak o mertebenin halidir.
Başımıza hastalık geldi, ya rabbi razıyım senden ne yapalım
bunu sen verdin bunda rahmet vardır, diye artı düşüncelerle
olduğunda, o zaman Cenâb-ı Hakk o kulundan imtihanları böyle
güzellikle karşıladı diye râzı olmaktadır.
88
Şimdi bütün peygamberlere velilere bunlar veriliyor verilir.
Neden, dayanma güçleri diğerlerinde de zuhura gelsin diye. Eğer
peygamberlere bir musibet verilmemiş olsa, o zaman örnek kim
olacak, halka verilen bu zorlamaların karşısında örnek nasıl olacak.
Evvelâ bir baba yapacak ki çocuğuna örnek olsun her yönden iyilik
yönünde de diğer yönlerde de, ya da baba yapmayacak ki çocuk ta
yapmasın, çünkü yapmak ta bir fiil yapmamak ta
bir fiildir.
Yapmadığı halde işlenmeyen bir fiildir. Eksi fiili işlemektense
işlememek daha zordur. O halde o da fiildir. Ama ortada görünen
bir fiziki hâli olmaz.
Diyelim ki, bir yerde bir kişiye yardım edilecek, merhamet
rahmet edilecek, o kişi gitti oraya bilinçli olarak gitti, ve ben
Hakk’ın rahman esmâsını yahut cemal esmâsını cemali isimlerinden
birisini meselâ reşid ismini ortaya çıkaracağım, yani her
mertebeden değil o mertebenin rüşdü. Bir yerden bir kişiye yardım
ederken reşit hükmü o mertebedeki rüşd yani değişmiş halini
anlatması, ve onun anlatmaya başlaması ile birlikte karşı tarafın
fayda sağlaması, reşid isminin o kişiden o fiilden râzı olmasıdır.
O kişide onu zuhura getirdiğinden, merzi yani kendisinden râzı
olunmuş
olmaktadır.
Bu
esmâ
mertebesindeki
isimler
mertebesindeki rızalık olmakta aynel yakîn mertebesinde de
diyebiliriz.
İlmel yakîn olanı birinci mertebede olan yani Cenâb-ı Hakk’ın
kendisine vermiş olduğu zorlamaları huzurla karşılayarak isyan
etmeden karşılamasıdır. Bu af’al mertebesi râzıye merdiyye ilmel
yakîn halidir.
Bu anlattığım esmâi ilâhiyyedeki râzıye merdiyye aynel yakîn
mertebesinde bir de onun Hakkal yakîn halide vardır. O daha
ileride bakarız inşallah.
İşte böylece bakın rahmâni hakikatlere ulaşanları rahman
sevgili kılar.
Neden? Çünkü rahmanın zuhurlarını orada
gördüğünden “hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi, basar,” bu
sıfatların rahmânın sıfatları olduğunu bilen kimse olduğu için, ve o
şekilde kullanan kimse ve bunları sahibine verip, kendisinin
vekâleten kullandığını bilmesi bu anlayış ve idrak yüzünden
rahmân ona muhabbet eder.
89
Diğerleride onun fiillerini isimlerini kullanırlar rahmândan
haberleri olmadıklarndan onu arka plâna attıklarından rahmân
onlardan razı olmaz. Olunmayan şey de sevilmez.
Anlaşılıyormu bakın “Seyecalü lehümürrahmanü vüdden”
Yakında rahman onları sevgili kılar. ”seyecalü” demesinden kastı
nedir? Bu mertebeye gelen kişileri rahman bir müddet kontrol
eder. Hemen olacak demiyor. Yakında olacak yani tatbikatını
görecek gördükten sonra bu mertebeye geldiğini tasdik etmiş
olacak ve orada onu sevgili kılacaktır, bu da az bir mertebe
değildir. Şimdi şöylece okuyup geçiyoruz ya muhteşem bir şey,
ifadesi beşer lisanıyla anlatılacak bir hususiyet değil.
Dördüncü îmân mertebesi: Zat Marifet Mertebesi İmanı:
Bu da Bakara suresi 2 /285 âyet-indende.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
“Âmenerrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel
mü’minûn küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve
rusulih” diye devam eden âyet-i kerîme zat mertebesi îmânını
diğerlerinden farklı yönüyle, bize bildirmektedir.
Özetle meal olarak ne deniyor bakalım. “ O elçi rabbinden
kendisine indirilene inandı.
Müminlerde inandılar. Allaha
meleklerine ve kitaplarına ve elçilerine inandılar. ila ahir... devam
ediyor âyet. .
Amenerrasülü, bunu bilmeyen bir müslüman olmasa gerek.
Camiye gidenlere de namazdan evvel sonra hep okunur. Evlerde
de en çok okuduğunuz dualardan birisidir bu. Ve onun Hakk’ında
mümkün olsada başlı başına sohbet mevzuu olsa, devam eden
âyetlerinde . .
“lâ yükellifullahe nefsen illâ vüsahê lehê mâ kesebet ve
aleyhâ mektesebet” ne kadar muhteşem ifadeler.
Cenâb-ı Hakk gücünden fazlasını kimseye yüklemez. ”Lâ
yükellifu” teklif etmez “İllâ” eder ama şartlı eder, nasıl? “Vüs’ahê”
Kendi gücünün çekeceği kadarını teklif eder o kadarını verir. Bu
kadar açık olan âyet-i kerîmeyi duyduktan bildikten îmân ettikten
ve rabbımızada mutlak ma’nâ da güvendikten sonra, artık bizim
başımıza gelenlerin dengeli geldiğini, gücümüzün üstünde
90
rabbımızın bize bir şey yüklemeyeceğini çok iyi idrak etmemiz
gerekmektedir.
Eğer yüklemiş ise herhangi bir yük üzerimizde görüyor isek,
bunun karşılığı bizde var demektir. Çekme gücümüz var demektir.
Ama ağır geldi efendim... . Ee olacaktır neden? Çünkü biz çekme
gücümüzü kullanmıyoruz da onun için ağır geliyor.
Diyelim ki yüzde yüz verilen bir gücümüz var. Bunu yüzde
elli kullanırsak, yüzde altmış gibi verilen ağırlık bize fazla gelir.
Ama bizim yüzde yüz gücümüz var. Yüzde kırk daha çekecek
gücümüz de var. Ama biz onu faaliyete geçirmemişsek, bu Hakk’ın
bize fazla yüklemesinden değil, Hakk’ın bize verdiği gücü
kullanmamamızdandır. İşte bu bana çok ağır geldi çok fazla geldi
gibi, ya rabbi hep benimi buluyorsun gibi nefsimiz başlıyor
konuşmaya. Tabi böyle konuşmakta kolay, yani ateş düştüğü yeri
yakar derler ya oda ayrı bir konudur.
Ancak bunlar bilincimizde olursa hâdiseleri karşılamamız
daha kolaylaşıyor. Ve kendimizdeki gücü arttırmaya çalışıyoruz.
Dayanma gücünü arttırmaya çalışıyoruz. O zaman tabiki
anlayışımızda büyük değişim oluyor hadiseye bakışımızda. Şikâyet
etmeyi artık ortadan kaldırıyoruz. Ya rabbi bu senin rahmetindir,
lütfundur mutlaka diye öyle bakıyoruz.
Bir gün bu şekilde beni israilden bazı kimseler Musa (a.s.)
gelmişler. Ya Mûsâ bizim anlamadığımız bir şey var, bize bunu
anlatırmısın? O da kavmine nedir diye soruyor.
Diyorlar ki biz sana inandık, rabbına inandık, bu kadar
yollara düştük, bu kadar eziyetler çekiyoruz, başımız dertten
kurtulmuyor. Ama falan kişi var, sende tanıyorsun, evlât var çoluk
çocuk var mal mülk var sağlık var sıhhat var herşeyi yerli yerinde,
bir tek derdi yok. Biz sana îmân ettik rabbına inandık dertten
kurtulamıyoruz.
Mûsâ (a.s.) da düşünüyor durun ben rabbıma sorayım
diyor. Akşam olunca gece namazını kılınca Ya rabbi böyle, böyle
kulların diyor ben cevap veremedim nedir bu diye niyaz ediyor.
Rabbınden cevap geliyor. Ya Mûsâ ben ona öyle bir dert
verdimki farkında değil. Ya rabbi diyor nasıl bir dert bu. Hiç bir
derdi yok fiziki anlamda evlât çoluk çocuk herşey var yerli yerinde
yok yok.
91
O zaman diyor ki Ya Mûsâ, ben ona öyle bir dert verdim ki o
dert “dertsizlik derdidir.” Demek ki dertsizlik dertlerin en
büyüğüdür. Neden? Çünkü insan gaflette kalıyor. Şimdi bir kişinin
paraya ihtiyacı yoksa, sağlığı yerinde ise, şikâyet-i yoksa, çoluk
çocuk işi gücü hepsi yerinde ise o kişi aman demesi mümkün
değildir. Allahı hatırlaması da mümkün değildir, ihtiyacı yok o işleri
yürütmek için daha çoğu,
daha çoğu olsun diye Hakk’tan
uzaklaştıkça uzaklaşıyor
İşte bir nimetki Hakktan uzaklaştırıyorsa o nimet değil
nikmettir. Yani nimetin karşılığı olan zorluktur. Ama o anda nimet
gibi gözükür. ( N. A. söze giriyor, cevaben T.B. Senin hâlin başka,
sen nimeti alnının teri ile kazanı-yorsun onların ise dertleri yok,
sorumlulukları yok tamamen nefsani ma’nâ da, kazanç üzere
yaşam üzere kullanıyorlar, ve rahat ediyorlar.) Gerçi onların rahatı
hiç bir zaman mutlak ma’nâ da rahat olmaz.
Bir insanın yatakta yatması hasta olmasa bile o rahatlık değil
gaflettir. Ve yatakta yatmanın birçok anlamları vardır. Kişilere göre
de değişmekte orda onun yatakta yatması gaflet üzere iptal olmuş
olması demektir. Yani gaflet üzere kayıtlanmış olmasını gösterir.
Ama diğer ma’nâ da yatakta yatmak, tevhid yolunda olan
kimseler için, yeri geldi onuda söyleyelim. Yatak bir bakıma
kişinin teslim olduğu yerdir. Çünkü yatağa yatıyorsun teslim
oluyorsun değilmi? Rahmani ma’nâ da bakın tam teslimiyettir.
Uykuya dalmak şuurunun dahi teslim edilmesidir.
İşte bir kimse belirli bir yerde yatakta yatıyorken kendini
gördüğünde o kişi Hakkta fani olmuş demektir. Ama diğer bir kişi
aynı rüyayı gördüğünde nefsinde fani olmuş yani gaflette yok
olmuş ve hakikatini bulmasıda mümkün değildir.
Bakın iki kişi aynı rüyayı görüyor. Biri kendisine ebedi hayatı
rahmeti gösteriyor. Diğeri de ebedi zülmü gafleti gösteriyor.
Nerden oluyor bakın? Kişinin kendi idrak ve anlayışından
kaynaklanıyor. Yani bir bakıma neticeyi biz oluşturuyoruz
yaptığımız fiillerle.
Yani biz hâkim değil biz mahkum olmuş
oluyoruz. Evet buda işin bir başka yönü idi. Buraya kadar anlaşıldı
herhalde değil mi? Şimdi gelelim zat mertebesi îmânını
incelemeye. .
“Amenarrasûlü” Bakın bazılarında “yü’minune bilgaybi “
dedi diğerinde “vüdden” muhabbet ehli olur dedi. Rahman sevgili
92
kılar dedi. Diğerinde de “Münadiyyen yünadîlil” Ya rabbi bizi
îmâna davet eden birisini duyduk dedi. Bunları ancak dikkat
ettiğimizde ayırmamız mümkün oluyor. Aksi halde ezbere düz
okuduğumuzda ne îmânımızın farkındayız Ne de hangi mertebeden
Cenâb-ı Hakk’ın bize hitab ettiğinin farkında değiliz.
Burada bakınız değişti îmân. Ne kadar farklı bireyin yani
ümmetin îmânından bahsetmiyor. Buraya kadar gelen üç mertebe
ümmetin îmânından bahsediyordu.
“Âmenarrasûlü” Şimdi buraya dikkat çekilmemiş olsa bunun
farkında olabilirmiyiz acaba? Peygamberin îmâna ihtiyacımı var idi
ama âyet-i kerîme açık “Âmene” İman etti. Kim? “Errasûlü”
Rasül îmân etti. Eyvaaah! O zaman işimiz zorlaşıyor.
Daha evvel buraya kadar ümmetin îmânından bahsediliyorken,
burada rasülün îmânından bahsediliyor. Az buz bir şey değildir.
Raşul îmân etti. Peki rasulün îmâna ihtiyacı varmıydı ki? Akla
gelebilecek sorular bunlar. Eksi ma’nâ sında çürütme ma’nâ sında
değil. O zaman tekrardan biz îmânımızı bu mertebeye geldiğimiz
halde, biz beşeriyet ve ümmetlik halinden o îmânı anladık ve
buraya geldik. ”Vüdden” muhabbetli sevgili kılar mertebesine kadar
geldik.
Ama burada rasülün îmânından bahsediyor. O rasül de bizim
rasülümüz. Bütün insanların ancak hasseten özel olarak rasüle
îmân etmiş olanlara bir hitap oluyor. Bütün insanlara bu hitap var
ama tatbik etme zorunda olanların önceliği vardır. İşte biz hemen
bu îmânın hakikatini anlamamız gerekiyor. Ve ya ilgilenmemiz
gerekiyor.
Yukarıdaki âyette belirtilan bu husus çok mühimdir. Çünkü
Âdem (a.s.) bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min,
peygamberler dahil, böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler. O
yüzden bu bize hususi olarak belirtiliyor.
Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri
kadar Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydedir. Museviyet
mertebesinin îmânı tenzihtir. Teşbih ve tevhid onlarda yoktur
çünkü mertebeleri olmadığı için, isteseler de yoktur. Ancak bugün
onlar yani muhammediyet mertebesi zuhurda olduğu için onlarda
gerçek ma’nâ da mü’min olmaları için İslâmiyeti kabul etmeleri
gerekiyor.
93
Çünkü İseviyet de Museviyet de ibrahimiyet de nesh oldu. Yani
bugün bunlar artık hükümsüz. Ama onlar kendilerini ayırıyorlar biz
hıristiyanız museviyiz şeklinde o kendi zan ve hayalleridir. Böyle
bir hukuk yoktur. Peygamber efendimize peygamberlik geldikten
sonra onların hepsi nesh oldu. Ancak böyle bir yaşam onların
hayellerinde devam ettiği için siyasi iktisadi ve milliyetçilik yönü ile
onları sürdürüyorlar. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın hukukunda onlar bir
şey değiller.
Neler peki! Daha evvel konuşulduğu gibi onlar
ümmeti davet, yani davet ediliyorlar. Bakın nasıl ezan-ı
muhammedi dünyanın her tarafında her an beşi ile birlikte
okunuyor. Beşi de her an, bir yerde sabah ezanı, bir yerde akşam
ezanı, teker teker okunuyor değil,
aynı anda beşi de hiç
kesilmeden okunuyor.
Şu anda bakınız, bir yerde akşam ezanı oldu, bir yerde ikindi
oldu, bir yerde öğlen oldu bir yerde sabah oldu bir yerde yatsı
oldu. Bütün namazlar şu anda okunuyor. Anlaşılıyor mu.
Yani beş vakit ezan her an okunuyor şekliyle bir saat evvel
sabah ezanı okundu bir saat sonra ikindi bir saat sonra akşam yatsı
değil, her an beşi ile birlikte hiç kesilmeden okunuyor. Ama biz
duyamıyoruz neden? Dünyanın çevresi geniş olduğundan, ama
bütün dünyada müslümanlar olduğundan,
insanlar yaygın bir
halde olduklarından, dünyanın dönmesi dolayısıyle hareket halinde
olduğundan, dünyanın her bir yerinde her an akşam var, her an
ikindi, öğlen sabah yatsı var. O halde her an ezanı muhammedinin
beşi bir yerde, durmadan okunmaktadır.
Biri bitiyor diğeri
başlıyor. Hatta bitmeden başlıyor. Düşünebiliyormusunuz ne kadar
büyük ve muhteşem bir davet.
İşte bu kadar büyük bir davete daha hâlâ batılılar kulak
tıkıyorlar. Ve onların şehirlerinde cami yapılırsa dışarıda ezan
okumayıda yasak ediyorlar. Ama Türkiyede çanlar serbest çalıyor.
Anlaşılıyor mu ?
Şimdi yukarıdaki paragrafı bir kere daha
okuyalım.
Yukarıdaki âyette belirtilen bu husus çok mühimdir. Çünkü
Âdem (a.s.) dan bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min
peygamberler dahil böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler.
Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri kadar
Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydendir.
94
Museviyet îmânı, yukarıda olan Allaha îmân eder, onlarında
kendine göre ilmel yakîn ve aynel yakînleri olur. Hakkal yakînleri
oluşmaz çünkü. O düzeydendir.
Hz Rasûlüllah (s.a.v.) ise, bütün İlâhi mertebeleri câmi, yani
kendinde toplamış olduğundan, onun îmânı bütün îmânlara badel
ve onlardan üstündür. Burada îmân aslında îkândır. Zat mertebesi
itibarıyle ve idrakiyle yaşamaktır.
“Bimâ ünzile ileyke” Kendisine indirilene: O güne kadar
yeryüzüne indirilmemiş olan ilahi hakikatler Allah zat isminin
zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul
etmiştir.
“İkra bismi rabbikellezi halak” Geldiği zaman bakın onu
bile kabullenmesi, yeni bir hadise olduğundan kâinatta veya bizim
güneş sistemimizde ilk olan bir hadise olduğundan ne kadar
zorlanmıştır başlarda.
Neden zorlandı? Müşahedesini geliştirmek için. Müşahededen
sonra îmân yani kabullenme başladı. Gelir gelmez kabul etse idi
peygamber efendimiz için bu biraz ihtiyatsızlık olurdu.
Çünkü daha henüz kaynağını tespit edememişti. Neden ?
Cebrâîli tanımıyordu çünkü. Bu tür hayat kendisinde başlamadığı
için tereddütleri vardı. Daha neye tereddütleri vardı kendisine
ilhami ma’nâ da belirtilen vahyin öncüleri, tevhid anlayışları, bütün
âlemde Hakk’ın varlığından başka bir şey yoktur. Allah zat ismi ile
bütün âlemlerde zuhurdadır. Bu ve buna benzer tevhidi anlayışlar
hira dağında efendimize zuhura gelmekte idi.
Ama daha evvelden hiç bir insana hiç bir varlığa bu tür tecelli
olmadığından ilim olarak yeryüzüne inmemiş olduğundan
bilinmiyordu. Acaba böyle bir şey var mı olur mu diye. İşte bu
hakikatler içerisinde bu anlayışlar içerisinde cebrâîl (a.s.) İkra- oku
dedi. Gönül kitabını oku yani bunları oku. Düşündüğü anlayışları
tasdik etti. Yani düşündüğü anlayışları tasdik ederek oku dedi.
Mantıklı olanı cebrâîl (a.s.) mın evvelâ bir sure getirip, yani
yazılı bir metin getirip “İkra” bunu oku demesi idi. Bakın mantıklı
olan bu. Ama, hiç bir şey vermeden oku dedi.
Şimdi bizim bir çocuğumuz olsa ona durup dururken oku
bakalım desek, bakıcak neyi okuyayım diyecektir. Ama eline bir
kitap versek oku dediğimizde o zaman şaşırmaz makulu budur.
95
Elde verilen bir metin yok oku emri var. Yahut tavsiyesi var.
İşte burası şaşırtıyor insanları nedir bu okunacak diye...
İşte orada okuyacağı kendi gönlüne ilhami olarak gelen şeylerin
okunmasıdır. Ve okuyamam nasıl okuyayım diyor. Anlatmak
gerekirse nasıl neyi anlatacağım kadir değilim diyor, Efendimiz ve
bu üç defa devam ediyor biliyorsunuz
İşte o zaman daha evvel kendisine ilhami olarak gelen bilgiler
bu sefer vahyi tasdikli olarak geliyor.
Vahiy olarak geliyor.
Neden? Çünkü o zaman daha vahiy peygamber efendimizde
faaliyete geçmemişti.
Ama öncüleri ilham olarak gelmeye
başlamıştı tevhid hakikatleri olarak.
İşte böylece nerden oku diyor “Bi ismi rabbike” rabbının
ismiyle oku bakın orada da yolunu gösteriyor. İşte müslümanların
ilk besmeleside bu “Bi ismi rabbik” Rabbının ismi ile oku. Sonra bu
zat mertebesi olarak “Bismillâhirrahmânirrahîm” kuruluyor.
Kendisine indirilene: O güne kadar yeryüzüne indirilmemiş olan
İlâhi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden
hiç şüpheye kapılmayıp kabul etmiştir. Ve o kısa bir tereddütten
sonra onun ne olduğunu anlamış,
hatta biliyorsunuz Hatice
validemizin evine giderek örtün beni demiştir. Bu dünya âlemler
çapında bir iş ki sarsılacak o kadar. Bu şurdan 10 kilo peynir al
değil yada 10 metre bez al değil alış veriş değil, tabi sarsılacak.
“Min rabbihi” Rabbinden oku ma’nâsına yani rabbani
hakikatlerden.
İslâmiyetin ilk başlangıç sahası rububiyet
mertebesi. Neden? Çünkü o güne kadar museviyet mertebesi geldi
iseviyet mertebesi de geldi. Niye Rahmaniyetten başlatılmıyor da
rububiyyetten başlatı-lıyor. Yani iseviyetin bir üstü anlatılmıyor da
iseviyetin bir altı museviyetten bağlantı kurduruyor.
Neden?
İseviyet hakikatleri karıştığından yenilenmesi için bakın genel
ma’nâ da bizlerin eğitim sahası rububiyyetten başalyıp rahmaniyet
ve ulûhiyet sistemi içerisindedir. Âyet-i kerîmenin işareti ile...
Ancak bizler bunun farkında olmadığımızdan, ve rububiyyete
kadar gelen mertebeyi daha evvel idrak etmediğimizden eğitimini
almadığımızdan Cenâb-ı Hakk getiriyor bizi tekrar Âdemiyetten
başlatıyor.
Evet kaldığımız yerden devam edelim vaktimizde daralıyor.
“Bimâ ünzile ileyhi” kendisine indirilene îmân etti. O günlere
96
kadar yeryüzüne indirilmemiş olan İlâhi hakikatler Allah zat isminin
zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul
etmiştir.
Peygamber efendimizin îmânı, kendisine zat mertebesinden
gelen bilgilere îmân etmiştir. Nereden? “Min rabbihi”
Rabbinden... Ancak burada rabbinden kelimesini biraz incelememiz
lâzımdır.
Her varlığın kendi özel rabbı hassı vardır. Ve onun terbiyesi
altındadır. Ve her bir esmâi ilahiyye bir rab, terbiye edicidir. Hz
rasulullah (s.a.v.) efendimizin rabbı ise, rabbül erbab olan Allah c.
c. dür.
Bakın orada rabbından gelene îmân etti demesi esmâ
mertebesinden bir rabbı has değil, rabbül erbab olan Allah (c.c.)
ismidir. Bu dilek içerisinde rabbından demesi Allahtan olur. Bütün
isim ve sıfatlar Allahındır. Fakat hepsinin ifade ettiği ayrı, ayrı
mertebeleri vardır. Bunları tanıyıp idrak ettiğimiz kadarıyla Allahü
taalâyı tanımış olabiliriz. Aksi halde hayel ve zannımızda var
ettiğimiz bize ait, sadece bizim olan bir hayali rab ile ünsiyet etmiş
oluruz. Yani herkes kendi ürettiği rabbı hassıyla ünsiyet etmiş olur.
İşte onun için kendi rabbı sevimlidir. Benim rabbım çok güzel der.
Neden, çünkü kendi ürettiğidir. Hani halk arasında konuşulur bütün
akıllar pazara çıksa herkes kendi aklını alırmış dediği bir bakıma
budur.
“Vel mü’minûne” Ve mü’minlerde böyle îmân etti. Bakın iş
şimdi bize düştü. Eğer biz gerçek ma’nâ da peygamberimizin
ümmeti isek, o nasıl îmân etmişse bizde ona yakın bir anlayışta
îmâna sahib olmamız gerekiyor.
Şimdi burada Cenâb-ı Hakk mü’minlerde öyle îmân etti diyor.
Bakın “Âmenarrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel
mü’minûn” Mü’minlerde böyle îmân etti.
Hak yolunda her peygamberin bir mertebesi ve o mertebeninde
bir îmân düzeyi vardır. Bunlara îmân edenlerede mü’min denir.
Buradaki mü’minlik ise, Hakikati Muhammedi idraki ve anlayışı ile
zat mertebesi îmânı yani mü’minidir. Diğerleri sıfat esmâ af’al
mertebesi mü’minidir.
“Küllün âmene billâhi” Tüm mertebelere îmân ettiler. Yani
Allahın bütün mertebeleriyle îmân ettiler.
97
“Ve melâiketihi” Melek ismiyle belirtilen bütün ma’nâ ve
güçlerin Hakk’tan olduğuna îmân ettiler. Hani kanatlı melekler
varda, onlara îmân edelim değil. Meleklerin hakikati olan Allahın
kuvvetleri, ve kudret sıfatının zuhuru olan Melâikeyi Kirâmı bu
şekilde tanıyarak îmân ettiler.
Hani kanatlı gök yüzünde uçan latif varlıklar diye melekler
bilinir ya, işte melek kuvvet demek. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin
sıfatlarının kuvvet sıfatıyla zuhura gelmesinden başka bir şey
değildir.
“Ve kütübihi” Manevi ilimlerle donatılmış aslı bozulmamış
olduğu haliyle, bütün kitaplara îmân ettiler.
“Ve rusulihi” Mertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve
ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati
İlâhiyye’nin en iyi şekilde anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyyet
bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.
Bakın burada îmânın şartlarından bahsederken aşağıya doğru
da okuduğumuzda îmânın şartlarını 6 şartında , Allahın dinlerine
îmân şartı yoktur. Meleklerine kitaplarına peygamberlerine var ama
dinlerine diye bir îmân yok. Böyle bir şey olsaydı evvelâ Allaha
îmân dinlerine îmân sonra meleklerine îmân yani dinin uzantısı
olan diğerlerine olurdu.
Diyelim ki ağacın gövdesinin varlığı belirtilmeden bu ağacın
dalları var, yaprakları var, gibi dal yaprağı tanıtmaya benziyor.
Evvelâ gövdenin tanıtılması lâzım çünkü dallar yapraklar çiçekler
gövdeye bağlıdır gövde olmadan, onlardan bahsetmek mümkün
değildir. Gövde olmadan bu uzantıların varlığını şuur etmek
mümkün değildir.
Ama bakın gövdeye îmânı istemiyor, dal
yapraklara îmânı istiyor. Neden? O zaman dinler yok. En büyük
ispatı budur. Dinler yok, din var sadece. Amentü billâhi, Allaha
îmân dediğimiz zaman Allahın dini de tek din İslâm olduğundan
aynı zamanda Allaha îmân ve dinine îmân ikisi bir arada
olmaktadır.
İşte Allahın dininin ki ismi de “İnneddiyne indallahil İslâm”
Allahın indindeki din İslâm dinidir. İşte onun melekleri o dinini
ulaştıran kuvvetleri, ve o dinin kitapları merhale merhale mertebe
mertebe , zaman içersinde gelen kitapları çoğul olarak da
peygamberleri var.
98
Çoğul olarak, irsal edici yani görevli, melekler vardır.. Kitaplar
vardır peygamberler vardır. Yani semâvi kitaplar semâvi melekler
semâvi peygamberler vardır, ama semâvi dinler yoktur. Yahudi dini
Îsâ dini Mûsâ dini İbrâhîm dini (a.s.) diye çoğul olarak dinler
yoktur.
Peki Âdem (a.s.) dan peygamberimize kadar gelen İslâm
dini ve onların bölümleri vardır. İşte amentü billâhi dendiği zaman
bu dine îmân da onun içerisinde ve diğer dinlerde zâten bir oluşum
olmadığından îmânın şartına konmamıştır. Eğer konsaydı Amentü
billahiden sonra amentü diynillahi (dinlere îmân ) ile îmânın şartı
yedi olması gerekirdi.
Hani bazen mevzu olduğunda, nasıl olur diye bir soru
çıkıyor. Fakültelerde olsun büyük profösörlerimiz olsun, semâvi
dinler diye, büyük, büyük cilt, cilt kitaplar yazıyorlar. Ama bakın bu
kadarcık şeyin farkında değiller. İlk yapılması lâzım gelen şey
îmânın şartı, Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, îmân
var.
Ama, dinlere îmân yoktur. Cenâb-ı Hakk unutmuş tam
olmamış. Hâşâ böyle bir şey yoktur. O zaman neden yok. Çünkü
yok olduğu için de, zâten çoğul olarak dinler yoktur.
Var gibi batılılar o şekilde kendilerini kabul görmüşler.
Kendilerini ayırmışlar. İslâmın dışına nasıl çıkacaklar. Mûsâ (a.s.)
ayrı bir din getirmiş gibi gördüler. Ayrı değil o İslâm dininin bir
mertebesi, olan tenzih mertebesini getirdi. O güne kadar insanlık
tarihinde yaşanan putlara tapma şu gibi bu gibi hadiselerden
kurtarmak için Mûsâ (a.s.) mertebesi tenzihte, Allahı göğe
çıkardılar. Yerdeki putlardan, yani tapınmaktan kurtarmak için.
Ama orada bir başka mahsur ortaya çıktı, neden çünkü rablar
hayelleşti. Her kişi kendi hayalinde rablar kurmaya başladı. Buda
insanlık için yeterli bir Allah anlayışı olmadı. Cenâb-ı Hakk bunu
müşahhaslaştırmak için tekrar yere indirdi. Yani teşbih hakikati
için.
Yani Allah şurada şurada vardır. Bunun gibidir diye. Ama
insanlar yine bunu anlayamadılar. O külli olarak bahsedilen
varlıkların cüz olarak Allahın orada olduğuna insanlık tekrar döndü.
Bu durumda “tenzih ve teşbih” hakikatleri ancak, Hazreti
Muhammed (s.a.v.) in kimliğinde Tevhid edilerek gerçek haline
ulaştı.
99
Cenâb-ı Hakk’ın, hakikati Muhammedi tevhidi gerçek ma’nâ da
işte budur diğerleri lâfzı tevhiddir.
Tenzih, yani yukarıda olan Allahla aşağıda olan Allahın (teşbih)
her iki yerde mevcudiyetini ve hangi hususiyette olduğunu belirtti
ve açık olarak bunu getirdi.
Ne dedi Vel evvelü-vel âhiru-Vezzâhiru-Velbâtinu. . Yani
göktede o var aşağıda da o var. Görünende o görünmeyende o.
Yü’minune bilgaybi-gayba îmân istedi.
Şimdi burası gelmişken o mertebenin bir özelliğinden daha
bahsedelim. Gayba îmân da mutlak ma’nâ da geçerli ve gereklidir
ama hangi mertebede?
Şimdi ikinci mertebede esmâ mertebesinde, îmânın gaybe
olacağını âyet-i kerîme yü’minune bilgaybi ile anladık gördük.
Ancak buradaki îmân mertebesinin şuhud mertebesi olduğunu
anladık. Gayba derken aslında şuhuda îmân demek olduğunu
anladık Neden? Şuurumuzla anladık. Aklımızı fikrimizi nefsimizi
duygula-rımızı ruhumuzu nurumuzu göremediğimiz halde, elle
tutamadığımız halde, madde müşahedesi yapamadığımız halde
faaliyetlerini müşahede ediyoruz.
Aklımız var işte akıllıyız. Akıllıyız derken evin yolunu biliyoruz.
Ekmek almayı biliyoruz. Ruhumuzun varlığını biliyoruz hayatımız
var. O halde bunlar gayb değil şahadettir Görülmüyor ama fiilleri
görülüyor. Yani uygulaması görülüyor. Bu şekilde bilinç içine inmiş
olan bilince gelmiş olan bir şeye gayb denmez. Gayb ismi verilmiş
şekliyle. İzafi gayb denir.
Şimdi bu âyet-i kerîmenin zat mertebesinden zuhuru var. Daha
evvel onu belirttim ama belki farkında değildik. Orayı geçerken
sonradan dedim burasını tekrar ele alacağız. İşte buradaki gayb
mutlak gayb.
Âyet-i kerîme bir yönü ile, izafi gaybtan
bahsetmekte ki, esmâ mertebesi az evvel bahsettiğimiz izafi gayb
izafi yokluk, ama bir yönü ile de mutlak gayb vardır.
İşte oraya ne duygularla ne hislerle, ne akıllarla ne herhangi bir
şekilde ulaşılması mümkün olmadığından âyet-i kerîme zat
mertebesi yönüyle oradan da bahsediyor. Gaybı mutlak dedikleri
yer burasıdır. İşte. Diğer ismiyle ahadiyet mertebesi diyelim.
İşte bakın yü’minune bil gaybinin hakikati zat mertebesi
itibarıyle orasıdır. Esmâ mertebesinden zuhura çıkması izafi gayb,
100
yani idrak edemeyene göre gayb idrak edene göre müşahededir.
Şimdi bakın burada esmâ mertebesinde akıl fikir duygular
hissedilebiliyor bilinebili-yor. İşte bunlar bilindiğinden şehadet
oluyor. Ama yukarıda böyle bir hâdise olmadığından zat mertebesi
itibarıyle gaybına inanırlar. Varlığına inanırlar ama ne olduğunun
bilinmesi mümkün değildir. İki gaybın arasındaki fark budur.
Gaybların gaybı denen yer burası olmakta buraya ne akıl ne
fikir ne ruh ne nur ulaşamadığından burası mutlak gayb olmakta,
işte tenzihi bu itibarlada anlayabiliriz. Bir tenzihi kadim var ki,
buranın tenzihidir.
Biz tenzihi Allahı yukarıdadır onu yapmaz şunu etmez bunu
etmez derken lafzi tenzih yapıyoruz. Bu tenzih değil bu Allahı
sınırlamaktır. Ve afedersiniz küstahlıktır. Yani Hakk’ın işine
karışmaktır.
Allah onu yapmaz efendim bunu yapmaz. Kardeşim nerden
biliyorsun yapıp yapmadığını. Allahla beraber mi yaşıyorsun bütün
âlemde. Bedeninde yaşıyorsun da bu senin şartlanmış halin. Ama
gerçek Allahla beraber mi yaşıyorsun da onu yapmaz bunu yapmaz
diyorsun.
Bakın museviyet mertebesinin zâhiri bu ve burası
kullanılıyor.
İslâmiyetin zâhirî şeriatı da museviyet hakikati üzere binadır.
Bakın idrak edin meselelerle yapılan tatbik edilen soruları ve
anlayış ma’nâları İslâm dininin zâhiri mûseviyet hakikati üzere,
tenzih hakikati üzeredir. şeriat dediğimiz museviyet şeriatının
hakikatini kullanıyoruz biraz daha geliştirilmişi diyelim. Ancak
itikad ve anlayış olarak aynı. “Len terani” (7/143) “sen beni
görenezsin” var bakın surette olmaz Allah görülmez diyorlar.
Zâhir hukukta öyle doğru, “len terani” ayakkabıları çıkarmamış
ki. . Nerden o sahaya ayak basacak. Eymen vadisine nerden ayak
basacak. Eymen vadisine tuva vadisine gelmemiş ki nereden ayak
bassın. Yolumuzun üstünde onların hepsi vardır.
Ve İslâmiyetin batını teşbih üzeredir. İseviyet mertebesi bizlere
bâtını ruhbanlık. Zâhiri ve bâtını tenzihi ve teşbihi tümünü Hakk’ını
vererek kullanmak tevhidi İslâm işte budur.
Tevhid dedikleri de bu. Yoksa kelâm olarak Lâilâhe illâllah
söylemek tevhid değil kelâmi tevhid dir.
101
Tenzih ile kayıtlanmak ta bir kayıt. Teşbih ile kayıtlan-mak ta o
da bir kayıttır. Ama tevhid bütün bu kayıtları kendisinde
bulundurduğundan hiç bir şeyle kayıtlanma-mış gibi zannedilir.
Neden? Bütün kayıtları kendi bünyesinde bulundurduğundan bir
kayıtla kayıtlanma-mıştır.
Ve bir vasıflada vasıflanmamıştır.
Onun için tevhid ehli
vasıfsızdır. Bütün vasıflar kendisinde bulunmak süretiyle ama o
vasıfların birisiyle kayıtlanmamak şekliyle vasıfsız denir. Nerde ki
bir silüet bir görüntü var bir vasıf var o orayla kayıtlıdır. Kendisi de
ispat ediyor ben buyum buraya kayıtlıyım diyor.
İşte bilindiği gibi bazı gurupların başında olan kişiler, cüppesi
sakalı poturu gibi, tamam işte kayıtlı.
İstediği kadar ben
allemeyim şuyum buyum desin. Kayıtlı kayıt içinde sınır içinde yani
hapis içinde olduğunu gösteriyor.
Şimdi özet olarak bu âyet-i kerîmeye baktıktan sonra bu mevzu
üzerinde başka bir âyet-i kerîmeye geçiyoruz. Bir son paragraf var
onu bir daha okuyalım.
“Ve rusulihi” Mertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve
ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati
İlâhiyye’nin en iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyet
bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.
Kurân-ı Kerîm Râd suresi 13/28 âyetinde. .
“Ellezîne âmenû ve tatmeinnü kulûbühüm bizikrillâhi elâ
bizikrillâhi tatmeinnül kulûb”
“Onlar ki inanmışlardır. Ve kalpleri Allahı anmakla
huzura kavuşmuştur. İyi bilin kikalpler ancak
Allahı
anmakla huzura kavuşur. ”
Bu âyet-i kerîmenin ifade ettiği gerçek ma’nâ Allah esmâsının
mutlak ma’nâ da mutmain ettiği.
Râziye merziyye var ya
mutmainne var ya daha evvel
İşte Allah esmâsının zuhuru o kişide meydana geldiğinde Allah
esmâsı ondan râzı olmakta ve o kişide o rıza neticesinde merzi
olmakta yani kendisinden rıza olunmuş olmakta ve bu hakikat
içerisinde de bu mertebeyi idrak ettiğinden kalbinin tatmin olmuş
yani huzur bulmuş olmasıdır.
102
Diğer esmâi İlâhiyyelerde de böyle zuhur bulmuş olması
olacaktır, ancak her esmâ kendi mertebe itibarıyle huzurda olur.
Diğer mertebelerde huzursuz olabilir. Ama Allah esmâsının zuhuru
içerisinde olursa bütün mertebelerdeki huzuru bulmuş olur. Çünkü
Allah esmâsı hepsine câmidir. Allah esmâsının en büyük zuhuru
Efendimizdir. Yani âlem kitabının en büyük âyet-i Hz rasulüllah
(s.a.v.) ve âlemi şehadette ki ismi a’zâm da Muhammed’tir
Bakın hani hamd geçmişti ya, işte o hamd tır. Bâtın âleminde
ismi a’zâm hûû ismi, zâhir âlemde ismi a’zâm Muhammed’tir. Âlem
kitabının en büyük âyet-i âyetel kübrâ dediği Muhammed (s.a.v.)
dır. Ve mirac gecesi gördüğü en büyük âyet de bu âyettir. Yani
efendimiz mirac gecesi hakikati muhammedi halini idrak ettiğinde
o gece bunu idrak etti. Oraya kadar gelen hep kendisindeki
gelişimiydi.
Mirac ve ikra gecesi çok büyük bir inkılâptır, insanlık
tarihinde. Kendi varlığının hakikatini bütün âlemlerde yaygın halini
gördü, ve âyetel kübra bu âyet gösterildi kendi hakikati ve orada
oluşan şey bu hâli idrak ettiğinde, gözünün gördüğünü kalbi
yalanlamadı. Ve gözü ne şaştı ne aştı. Ne de kendisinde bir
değişiklik bir başkalaşma olmadı. (53/1-18) Ne de kendisinde
olağan üstü bir hâdise olmadı.
Ama ikra geldiğinde bir olağan üstü hadise oldu. Bu arada
geçen süre içerisinde kendiside oturuştu. Artık kendi zuhurunun
Hakk’ın zuhuru olduğunu “attığın zaman sen atmadın ancak Allah
attı” (8/17) hükmüyle bütün hayatının böyle geçtiğini idrak etti ve
o muhteşem geceyi çok sıradan bir hâdise imiş gibi döndüğü
zaman anlattı. Abartılı hiç bir şey yok sadece şunu gördüm bunu
gördüm şeklinde ne bir heyecan vardı ne abartı ne de herhangi bir
şey vardı.
Bizler veya diğer insanlar, Burak denilen cisme bir binsin
insin, ne akıl kalır ne beyin kalır, ne kafası kalır bunu çok büyük
şeyler gibi anlatır. Ama işte o yüce peygamberimizin gücü ne kadar
yüksek .
Hani denilir her peygamberde kırk insan gücü vardır. Bizim
peygamberimizde kırk peygamber gücü vardır diye belirtirler. Yani
1600 insan gücü olmaktadır. aslında 1600 insan gücü bile bunu
çekmez o mirac hakikatini kaldıramaz. İşte gittiydi de gidecekti de
103
zahiriyle mi gitti bâtınıylâmı gitti, nasıl
konuşulan bir sürü konular vardır.
gitti
diye üzerinde
Aslında bir bakıma gidilen gelinen yer yoktur. Eğer olmuş
olsa bu kadar kısa sürede o yerlerin gezilmesi mümkün değildir.
Gerçi bâtın âlemiyle zâhir âlemi arasında zaman farkı vardır. Çok
kısa sürede çok büyük hadiseler olması ayrı konudur. Onun izahı
mübarek geceler kitabımızın “isra mi’rac” bölümünde vardır.
Özetle şöylece diyelim. Minicik bir çekirdek o toprağa
dikildiği zaman, belli rutubeti havası suyu, olduğu zaman, o bir
müddet sonra bakıyoruz ki, ölçülemeyecek, sayılamayacak kadar,
adet meydana getirmekte, yani yapraklar çiçekler meyveler ve
koskocaman bazı ağaçlar var iki, üç kişi saramıyor. Bir çok yere
sığmayacak kadar büyük olan bir cüsse mibicik olan çekirdeğin
içindedir.
O çekirdeğin içersinde o dal yaprak meyveler ve kaç sene 20
sene 40 sene ömrü ne kadar varsa hepside onun içindedir o ağacın
hakikati çekirdeğin içindedir. Gördüğü-nüz çekirdeğin içinde,
ağacın fiziki olarak kendisi vardır. Ama nerede? Gaybte a’demde
bu a’dem izafi a’dem izafi yokluktur, mutlak yokluk değildir. Mutlak
yokluk diye zâten bir şey yoktur.
Yok diye bir şey olsa, oraya bir şey vermek lâzım, istiklâl
vermek lâzımdır. Allahın mülkünde de istiklâl verilecek bir mahal
yoktur. Yokluk izâfi yokluktur, geçici yokluk ma’nâ sınadır.
İşte o çekirdeğin içindeki koskocaman kütle, çok uzun ömrü
olan kütle, işte onun içinde hepsi vardır. Canıda var, varlığıda var,
kazasıda var, kaderide vardır.
İşte peygamber efendimizi, böyle bir çekirdek olarak
düşündüğümüzde, ve bu çekirdeğin çok kısa bir sürede açılıp
kemâle erdiğini düşündüğümüzde, Kısmen de olsa miracı
çözebiliriz.
Peygamber efendimiz, hakikati muhammediyenin özü, ve
çekirdeğidir, ama programı içinde olan bütün âlemi kaplamış bir
çekirdektir. Allah esmâsının mi’racı, bu cami-i cemi esmâ ve
sıfatın mi’racıdır.
Kim kendi varlığının hakikatini idrak ettiğinde o esmâ yönünden
miracını yapmış olmakta.
Yoksa gökyüzüne çıkacakta Allahın
sarayına ulaşacak değil, kendindekine ulaşacak.
104
Bir bakıma evvela rabbül erbabına veya bir başka esmâya,
çünkü sadece rabbül erbaba ulaşması tek yönlü bir rab anlayışı
olur. Ama rab hususiyeti olan birçok esmâi İlâhiye var. İşte
yaşantısının hangi devresinde kimlerle münasebette ise, dünyevi
uhrevi alışveriş yapıyorken çarşıda bir rabbıyla karşılaşıyor işte
yani orada o rabbin tecellisi oluyor. Onu idrak ettiği zaman o
yönden de karşıdakini tanıdığı zaman, o zaman bile mi’rac yapmış
oluyor, kişi farkında bile olmadan.
Bunları böyle idrak ettiğinde, her esmânın hakikatini idrak
ettiğinde bir tecrübe sahibi olmuş oluyor. Böylece yavaş, yavaş
rububiyet mertebesinden rahmaniyet mertebesine intikal etmiş
oluyor. Ve neticede de peygamber efendimizden bize olan
ruhaniyetin aktarılmasıyla, kişilerde kendi bünyelerinde genel
miracını yapmış oluyorlar. Ama peygamber efendimiz gibi değil,
tabiki onun ki müstesna o âlemler mertebesi kapsamında bir mirac
yaptı, bizlerinde beden mülkümüz kapsamında miracımız olacak,
yani kendi hakikatimizi idrak etmek süretiyle miracımız olacaktır.
“Ellezîne” O kimseler ki, “âmenû” îmân ettiler “ve tatmeinne kulûbühüm bizikrillâhi” Allahın zikriyle kalpleri mutmain
oldu.
“Elâ” bakın dikkat çekiyor. Yani bu hakikate âgah olmayanlara
dikkat çekiyor. İyi biliniz ki “ bizikrillâhi tatmeinnül kulûb”
kalpler ancak Allah zikriyle mutmain olur.
Âyet-i okuduğumuz zaman alıyoruz tesbihi elimize Allah-AllahAllah çekiyoruz da kalbimiz mutmain oldu diyoruz. Bu işin suri
tarafıdır, tabi buda olacak bu işten vazgeçelim demiyoruz.
Burada Allah zikrinden kasıt, Allah esmâsının hakikatini idrak
ederek anlamaktır. Eline tesbih alıp sadece on bin, yirmi bin, sayı
ile zikretmek değildir. Eğer bu zikirle Hakka ulaşılmış olsaydı,
bizlerden çok daha fazla zikir çeken kardeşlerimiz, aldıkları daha ilk
zikirlerinin başında, Allaha ulaşırlar ve miraclarını yaparlardı.
Ama bakıyoruz ki ömürlerinin sonlarına kadar günde 90 bin 100
bin tane Allah esmâsı çekiyorlar ama bakıyorsunuz gözleri
toprakta, yani tefekkür cihetinden, Allahla ilgileri yoktur. Yani bu
şekilde zikir Allaha götürmüyor. Sadece sevap kazandırmaktadır.
Ancak eksi kötü bir şey mi? Hayır çok güzel ne kadar çekmişse
o kadar sevap kazanıyor. Kendileri sayısal bir hesaplama ile bin
105
tane zikir yaparsan on bin tane sevap kazanırsın. Ama on bin değil,
milyar kere sevap kazansa, insan cennetteki yerini artırır, ama
onun/Hakk’ın yanındaki yerini artıramaz.
Yani mesafeyi
kısaltamaz.
Eğer tenzihi anlayışla, o zikiri yapıyorsa, daha da acaibi o
kadar onu Hakk’tan uzaklaştırır.
Yaptığı zikir kadar Hakk’tan
uzaklaşır. Buda işin bir başka tarafıdır. Çünkü ede, ede, farkında
olmadan Hakk’tanda kendisini tenzih ediyor uzaklaştırıyor.
Allah şunu yapmaz bunu yapmaz, şekliyle bir taraftan Allah
zikrini çekerken bir taraftan da, Allah onu yapmaz bunu yapmaz
gibi, Allaha elbise biçerken Allah onu yanına sokar mı? Tabi yanlış
anlaşılmasın bunların hepsi güzel şeylerdir, hiç yapmamaktansa bir
tanede Allah çekmek, bin tane on bin tane çekmek, tabiki çok
güzel bir şeydir. Bizim bahsetmeye çalıştığımız işin bir başka ufku
dur, bu husus herkese lâzım değil gibi deniyorsa da, herbirerlerimiz
Allahın kulu ve esmâlarının zuhuru olduğumuzdan, aslımızı bilmek
hepimize lâzım olan bir gerçek hâdisedir. aslımızı bilemeyişimiz
şuna benzemekte ki, Ailemizi tanımayıp hangi anadan babadan
geldiğimizi bilemeden yaşamak, yani Allahı bilmeden yaşamak gibi
olur.
Onlar ki inanmışlardır ve kalpleri Allahı anmakla huzura
kavuşmuştur. İyi bilin ki gerçekten kalpler ancak Allahı anmakla
huzura kavuşur 13/28
Kelâmi olsa da huzura kavuşur, ama kısmen kavuşur. Allah
esmâsını çektiği zaman kişi en azından içine bir güvence huzur
gelir. Neden? Dedikodudan kıylü kâl, gereksiz, dış şeylerden
bunları düşünmekten uzaklaşmış olur.
Ama bir de Allah esmâsının hakikatini bilerek bu zikri çekmek
var ki, işte o miraca götürür.
“Ellezîne âmenû” o kimseler ki, af’al, esmâ, sıfat ve zat,
mertebeleri idraklerini oluşturup bu anlayış içinde îmân edip îkân
ederler.
“Ve tatmeinne kulûbühüm” bu anlayışla evvelce kendilerinde
var olan, hayali ve vehmi, îmânlarından arınır. Kâlpleri gerçek
îmân-îkân ile mutmain olup îlâhi huzuru bulurlar.
“Bizikrillâhi” ne ile bulurlar ? Allah zikri ile. Allah ismi celâli
bütün mertebe ve esmâi İlâhiyyeyi bünyesinde bulunduran, câmi
106
bir isimdir. Hehangi bir isim zikredildiğinde sadece o ismin ma’nâ
sının açılımları olur. Yani hangi esmâyı çekiyorsak o isim açılır.
Allah ismi ise, kişide bütün ma’nâların ortaya çıkmasını sağlar.
“Elâ bizikrillâhi” iyi bilin ki, yukarıda bahsedilen oluşumlar,
ancak Allah isminin gerçek anlamda zikriyle meydana gelir.
“Tatmeinnül kulûb” kalplerin mutlak tatmini Allah zikrine
bağlanır.
Zikir iki yönlü olarak izah edilebilir. Birinci yönü, kişi herhangi
bir esmâi İlâhiyyeyi, veya duayı, belirli veya belirsiz sayıda, tekrar
etmektir ki buda iki türlüdür. Yani zikir 2 türlüdür, birinci tür de 2
türlüdür.
Birincisi, kişinin kitaplardan veya çevresinden aldığı bazı
tavsiyelerle kendi başına çektiği zikirlerdir. Bundan ahirette sevap
beklemektedir. İyi niyetle yapılan bu çalış-malar kişiye az da olsa
huzur sağlar şeriat mertebesi dir.
İkincisi,
yani birinci bölümün ikinci zikri izinli zikirlerdir.
Bunlarda üç kısımdır. İzinli zikirlerin birinci kısmı, esmâ tarikat
mertebesinde şeyh diye vasıflandırı-lan, bazı kimselerin kendi
sistemleri içerisinde belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi
ilahiyyelerdir. Bunlar kişide azda olsa muhabbet ve iyi ahlâkın
artmasına sebep olurlar. Ancak, burası oldukçada tehlikeli bir
yerdir. Zikir veren kişinin mutlaka o yerin/mertebenin ehli olması
lâzımdır. Aksi halde psikolojik ma’nâ da istenmeyen haller
meydana gelebilir, kişinin sosyal dengeleride bozulabilir.
İzinli zikirlerin ikinci kısmı, sıfat hakikat mertebesi itibarıyle,
Ârif diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içersinde
belirli bir sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir.
Bakın birincisini şeyh efendi diye belirtilen kişi yapıyor diğerini ise
Ârifler yapıyor. Arada büyük fark vardır. Ancak genelde bu vasıflar
ayrılamadığından şeyh efendiler, aynı zamanda Ârif-Ârif-i billâh
mürşid gerçek ma’nâ da zannediliyor. Halbuki şeyhlik başka, âriflik
başka, ârifi billahlık başka, mürşidlik başka, başkadır. Ama bir
kimsede bunların hepsi olurmu? Olur. Ama bütün şeyh efendilerde
bunların hepsi olacak diye bir şart yoktur. Ancak iyi niyetli işe
bakıldığından zannediliyor ki, bunların hepsi vardır. İş burada
karışıyor.
107
Onlar dahi bunların farkında olmadığından almış oldukları
şeyhlik vasfını ve görevini bütün mertebelere şâmil olduğunu
zannedip, o şekilde hareket etmeleri ve bunları kabullenmeleridir.
Bu da işi kısmen de olsa zora sokmaktadır.
İzinli zikirlerin ikinci kısmı sıfat hakikat mertebesi itibarıyle Ârif
diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içerisinde belirli
sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bunlar kişide
çok daha geniş ufuklar açarak kendi gerçek ilahi kimliğini
bulmasına ve kendini yakinen tanımasına sebep olur.
Daha evvelki mertebelerde çektiği zikirlere hayal ve duygular
kısmen de olsa karıştığı halde burada kendi gerçek kimliğini
bulmaya başladığından, hayal ve vehmin burada pek etkisi kalmaz.
İlk irfaniyet mertebesidir. Ehlini bulmak ta oldukça zordur.
İzinli zikirlerin üçüncü kısmı zat marifet mertebesi itibarıyle Ârifi
billâh diye isimlendirilen bazı kimselerin İlâhi sistem içerisinde,
belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyeledir. Bunlar
kişide daha da yeni ufuklar açarak, kendi İlâhi kimliğinin bulduktan
sonra oradan yola çıkarak hakikati İlâhiyyeyi Allahın gerçek
hakikatini bulmaya başlarlar. Burası oldukça gerçekten güç, güç
olduğu kadar da mühim ve değerli bir saha epey de yüksek bir
irfaniyet ufkudur. Ehlini bulmak çok daha zordur.
Ancak Kurân-ı Kerîm Sâd suresi 38/72 âyetinde ”Ve nefahtü
fîhi min rûhi”
Mealen Ona ruhumdan üfledim hakikati ve nefhayı İlâhiyye
bunlardan meydana gelir. Her söyledikleri sözlerle dinleyenlere
yeni yeni bâtıni yaşam,
hay esmâsının zuhurunu meydana
getirirler.
“Nefsini bilen rabbını bilir” hükmüyle en geniş ma’nâ da kendi
nefsinde bulunan rububiyet hakikatleri ile rabbül erbâbı idrak
ederek, Allah ismi câmisini olabildiğince her mertebesi itibarıyle,
en geniş ma’nâ da idrak etmiş olurlar.
Hani zikrin iki yönü var demiştik. Birinci yönü 4 merhale olarak
anlatıldı. Zikrin ikinci yönüne gelince, lugat ma’nâ sı itibarıyle
anma anılma hatırlama gibi kelimelerle ifade edilmektedir. Bu
yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil, kendinde
bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilahiyyeleri hatırlayarak zuhurda
faaliyete geçirmektir.
108
Bakın zikir kelimesi ma’nâ sı iki türlü birirsi elde tespih zikir
çekmek, diğeri ise lugat ma’nâ sı itibarıyle anma hatırlama ve
anılma ma’nâ sındadır.
Bu yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil kendinde
bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilâhiyyeyi hatırlayarak zuhurda
faaliyete geçirmesidir.
Bakın “zikir ona derler ki fikri aça” hükmü ile yapılan tespihi
zikirler sonunda, ama baştaki zikirler olmadan buda olmuyor,
tespihi zikirler sonunda açılmaya başlayan idraki gelişmeler
neticesinde, kişi kendini ve kendinde bulunan hakikatleri ortaya
çıkararak “Tahallaku bi ahlâkillâh” hükmüyle Allahın ahlâkıyla
ahlâklanmaya başlar. Bütün bu oluşumlar neticesinde zâten gaye o
anlayışa gelmektir gelebilmektir.
Neden Allahın ahlâkıyla! Bütün esmâi İlâhiyye zuhura çıkmaya
başladığından, Alllahın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlar ki bu ahlâk-ı
Kurâniyyedir.
İşte yukarılarda kısaca ifade etmeye çalıştığımız Allahın zikriyle
kalpler gerçekten huzur bulur.
Çünkü zikir-zâkir-mezkûr
birleştiğinde arada gayri kalmadığın dan mutlak huzur meydana
gelmiş olur.
Buraya ulaşmak daha evvelce belirtilen mertebelerden geçip
yükselmekle olur. Bu yaşantı Hakkal yakîn mertebesi ile zat
merteebsi îmânı diğer ifade ile îkân- yakîn halidir.
Şimdi devam ediyoruz. Îmânın diğer özellikleri diye ama
süremiz de bitmek üzere bir iki dakika kalmış. Îmânın diğer
özellikleri, haliyle bu îmân daha devam ediyor. Arkadan îmânın
“elif, lam, mim,” hakikatlerinin açılması vardır.
Arkalarda bir
kardeşimizin îmân ile ilgili bir zuhuratı vardır. Zuhurat derken rüya
ma’nâ sında zuhurat değil gelişim ma’nâ sında yazıları vardır.
Herhalde çoğunuzda vahiy ve cebrail kitabı vardır. Oradan bunların
devamını okuyabiliriz. Vaktimiz olursa burada iken devam ederiz,
olamaz isek artık kişiler buradan devam edeceklerdir.
Îmânın diğer özellikleri, şimdi buraya kadar îmânın oluşumunu,
mertebelerini gördük, ama bu kadar değildir, İnsanlığın seyrinde,
îmânın daha başka hususiyetleri de vardır. îmânın da seyr
mertebelerini görmek gereklidir. Âdem (a.s.)ın îmânı, bakın şimdi
burada peygamberlerin îmânı ile neyi ifade ettiğini görüyoruz.
109
Âdem (a.s.) mın îmânı günahlarından arınmaları için rablarına
yalvarmaları yolunda idi. “Rabbenâ zâlemnâ….” (7/23) buranın
îmân budur.
İbrâhîm (a.s.) ma kadar îmân, dua niyetinde geçti. İbrâhîm
(a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya başladı.
Onun
mertebesi tevhidi af’al kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı.
Onun îmânı tevhidi af’al mertebesi îmânı oldu. Mûsâ (a.s.) da
tenzihi ma’nâ da îmân anlayışını getirdi diye devam etmekte,
inşallah vaktimiz oldukça bizde devam ederiz.
Cenâb-ı Hakk
cümlemize kolaylıklar idrakler, geniş gönül huzuru ve muhabbeti
versin. En iyi şekilde anlamaya çalışalım inşallah.
Sohbet (8)
Euzübillahimineşşeytanirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu akşam 25/05/2008 Pazar günü akşamı İzmir Buca Şirinyer
bölgesindeyiz. Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim. Bu
akşam ki sohbet mevzuunun konusu, Îmânın özelliklerinin devamı
Vahiy ve Cebrâîl kitabı sayfa 16 îmânın diğer özellikleri diye başlığı
vardır.
Daha evvelki sohbetlerimizde mesnevi şeriften bir bölüm, bir
paragraf alarak îmânın bazı hakikatlerinden bahsedilmişti. Daha
sonra aynı kitaptan af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi îmânı
sıfat mertebesi ve zat mertebesinde oluşan îmânlardan bahsedilmişti.
Burada biraz daha değişik yönü ile mevzumuza devam edelim.
Îmânın diğer özellikleri:
İnsanlık seyrinin gelişiminde îmânında seyr mertebelerini
görmekteyiz. Yani Âdem (a.s.) devrindeki Allah bilinci ne kadar ise,
o mertebenin îmân bilincide o kadardı. Yani kendinden sonraki
mertebeler henüz daha oluşmadığından îmân haliyle o mertebesi
kadardı.
Biz ümmeti Muhammed olmak üzere, îmânın bütün mertebelerini bilen bir ümmetiz. Neden? Çünkü son ümmet olduğumuzdan
başkada yeni bir hukuk gelmeyeceğinden, bu günlere kadar
gelmiş olan bu mertebeler ise İslâmın içinde mevcuttur.
110
Muhammediyet gelmeden evvel, en yüksek îmân anlayışı
Îseviyette idi. Îseviyet gelmeden evvel en yüksek îmân anlayışı
museviyette idi. Ondan evvel ibrâhîmiyet mertebesinde idi.
Ama işte bizlerin özelliği ve güzelliği, bütün meratibi İlâhiye de
olduğu gibi en üst yerden bakıp, bütün îmân mertebelerini
müşahede etmektir. İşte kemâli bir îmâna sahip olmak için bize
lâzım olanda aslında budur.
Îmânı dörde bölmüştük. Af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi
îmânı sıfat ve zat mertebesi itibarıyle ki, zat mertebesinde îmânın
aldığı isim îkân olmakta idi. Nerde bahsediliyordu Cibril hadîs-inde
ve onun devamında bir sürü Kurân-ı Kerîm âyetlerinde açık olarak
belirtiliyordu.
Yavaş yavaş yolumuza yine devam edelim. İnsanlık seyrinin
gelişiminde îmânında seyir mertebelerini görmekteyiz.
Âdem
(a.s.) îmânı günahlarından arınmak için rablarına yalvarma
yolunda idi. ”Rabbena zâlemnâ enfüsenâ………….” gibi.
İbrâhîm (a.s.)a kadar îmân dua mahiyetinde idi. Yani Allahı
idrak etme şuurlanma şeklinde dua mahiyetinde geçti. İbrahim
(a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya
başladı, onun
mertebesi tevhidi af’al, kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı.
Îmânı tevhidi af’alin îmânı oldu.
Mûsâ (a.s.) ile tenzih hakikatleri ortaya geldi. O mertebede
Allah sadece göklerdedir bilinmez ve ulaşılmaz haldedir, tenzih
mertebesi itibarıyle. Bu yüzden Mûsâ (a.s.) ın îmânı tenzih oldu.
Ve kendisinden bahsedilirken Mûsâ’nın rabbı diye ifade edildi.
Neden Mûsâ (a.s.) anladığı ve kavmine öğrettiği bir îmândı. Buna
ne diyorlar yahovalar, yahve adını verdiler. Bu arada firavun
boğulurken ne dedi? Ben Mûsâ’nın rabbine îmân ettim dedi. Allaha
îmân ettim demedi de Mûsâ’nın rabbine dedi. Neden, Mûsâ kendi
rabbına nasıl îmân etmişse, bende öyle îmân ettim dedi. Yani
oradaki îmânın en ileri derecesine ulaşan Mûsâ (a.s.) dır.
Îsâ (a.s.) ile teşbih hakikatleri ortaya geldi. Benzetmeli
ifadelerle gerçekler izah edilmeye başlandı. Meselâ bir şeyi genel
ma’nâ sı ile anlamak anlatmak mümkün değil iken, onu daha
küçük vasıflı bir şeye benzeterek, misallerle anlatmak. Bunun
neticesinde üçlü Allah anlayışı îmânı ortaya çıktı. “Ebâ-ebi ve ruhul
Kudüs” anlayışı ortaya çıktı. Yani “Baba oğul ve ruhul Kudüs” ile
ifade edilmeye çalışıldı.
111
Muhammed (s.a.v.) de ise, museviyetin tenzihi, yani ötelerde
bir Allah inanışı, Îsevilerinde teşbih misallendirilmesi birleştirilip
tevhid oluşturuldu.
Yani museviler Allahı yukarılara attılar tenzih yaptılar aşağıda
görmediler, hıristiyanlar ise, o gökte değil yerdedir Allahın oğlu da
buradadır dediler ve Allahı aşağıya indirdiler gökte olan Allahı
kaldırdılar.
Ama Cenâb-ı Hakk hem gökte hem yerde, ve her yerdedir. “Vel
evvelü-vel âhiru-vezzâhiru-vel bâtın.) (57/3) bütün âlemleri ihâta
etmiş olduğundan Muhammed (s.a.v.) ın şahsında da tevhid
dediğimiz gerçek îmân ortaya çıktı ki, aslı ve kemâli îkân’dır.
Tevhid dediğimiz zaman “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün
rasülullah” dediğimiz sadece kelâmi olan yönüdür. Halbuki bunlar
çok gerçekçi yaşanacak meselelerdir.
Tenzih ve teşbihi birleştirip tevhid oluştuğunda “evvel, âhir,
zâhir, bâtın,) hepsi odur diyerek gerçek îmânın ne olduğunu açık
olarak ortaya getirdi.
Tek’i ifade eden “Bismillâhirrahmânirrahîm” bakın diğer bütün
anlayışlardan onların üstünde bir idrak ve şuur ile Allahın rahmân
ve rahîm isimleriyle, tek olarak ifadesi oldu. Ve kelime-i tevhid ile
de bu îmân netleştirildi.
Mûsâ (a.s.)ın kavmi, birçok ilâhlar üreterek kesrete, yani şirke
düştüler. Romalılar da birçok erkek ilâh ve kadın ilâheler ürettiler.
Îsâ (a.s.) mertebesinde ilâhlar üçe düşürüldü. Yani batının,
romanın çok ilâhları üçe düşürüldü. Bir anda onu teke düşürmek
mümkün değildi, zâten onlar bunu anlayamazlardı.
Üçe
düşürüldüğü halde gerçek ma’nâ da anlayamadılar. Yani “baba
oğul ve kutsal ruh” olarak üçe indirdiler.
Halbuki Îsâ (a.s.) bunlarında tek olduğunu söyledi, ama
çokluğa alışmış olanlar bir anda teke gelemediler, çoğun en azı
anlayışı 3 olarak bakmaya başladılar.
İslâmın zâhirinde ise, kimlikler ikiye indirilerek yani iseviyet
mertebesinde, üçlü Allah inancı var iken, İslâmiyetin zâhirinde bu
ikiye indirildi. Nasıl oldu? kul ve rab hükmüyle. İslâmiyetin zâhiri
ikilik üzere bina edildi. Yani yukarıda Allah aşağıda kul anlayışı ile
oluştu.
112
İslâmın özünde bulunan mutlak tevhidin oluşması için, az önce
söylediğimiz lâfzi tevhid, ama bu lâfzı tevhidin içerisinde mutlak
tevhid de vardır. İşte o mutlak olan tevhid anlayışında ikiye yer
yoktur. İslâmın zâhirinde ikiye yer vardır, ancak bâtınında
hakikatinde iki ye yer yoktur. İşte bu mutlak tevhid’in oluşması
için ikiden birinin ortadan kaldırılması lâzımdır. Bu kaldırılması
gerekecek olanında tabi ki rab değil kul olması lâzım gelecektir.
O halde bizler evvelâ kendimizi varlık sahasından dışarıya
çekmemiz gerekmektedir, aksi halde ben var Allah da varsa, bu
gizli de olsa bir şirk hükmündedir. Gerçi suç unsuru o mertebede
oluşturmamaktır. Ama kişi seyrine devam edip, yukarılara doğru
çıkmak istiyorsa, yukarılara doğru çıkacağı zaman üstündeki
ağırlıklarını atması gerekecektir, üzerinden ne kadar çok ağırlığı
atarsa, yukarıya doğru kolay çıkacağı aşikar olduğundan, o zaman
kendi varlığının maddesel ve bedensel yönünü terkedip lâtif
tarafıyla hareket etmesi gerekmektedir.
O lâtif tarafı da, Hakk’tan gayri bir şey değildir. “Ve nefahtü
fihi min ruhi” (15/29) Bizim varlığımızda mevcut ve var olanı bulup
Hakka ulaştırıp bu şekilde bedensel nefsi benliğimizi de ortadan
kaldırdığımızda işte o zaman “tevhîd/birlik/îkân” oluşmuş
olmaktadır.
“Çık aradan kalsın yaradan” ifadesi ile, çok açık basit ve lâtif
olarak telâffuz edilen, bu kısa cümle büyük bir ma’nâ hakikatini
ortaya koymaktadır.
Kişi kendi varlığında bulunan nefs ve
hevasından ne derece sıyrılabilirse o derece kendisinde ki Hakk
meydana çıkacaktır.
Bakın bizle Hakk arasına rabbımız arasına perde olan tek varlık,
hayal ve vehim zan’dır. O nedir? Kendi varlığımızın bir gerçek
olduğunu zannetmektir.
Halbuki bizim her birerlerimiz, bir
hayelden ibaretiz. İşte bu zannımızı aradan çıkardığımızda kalacak
olan Hakk’ın ta kendisidir.
Böylece kendinde, beşeri kendinden bir şey kalmadığıdan,
gerçek tevhide tevhidin îmânına-îkâna ulaşmış olacaktır. Yani zat
mertebesindeki îmânın hakikati îkân’dır.
İseviyette îmân teslis, yani “Hak âlem ve kul” üçlüsü
mahiyetindedir. Yani “ebâ-ebî ve ruhul Kudüs” teslis-üçlü Allah
ma’nâ sınadır. İşte teslisin bir diğer ifadesi bir Hakk var bir âlem
113
var bir de kul vardır. Bu üçlü anlayıştır. Yani âlem ayrı, Allah ayrı,
kul ayrı, bakın birliktelik yok tevhid yoktur.
İslâmın şeriat mertebesindeki îmânı, şeriat mertebesi ikilik
üzere vâz edildiğinden kul ve Hakk ikilisi üzere binâ edilmiştir.
Aradan ne kaldırıldı âlem kaldırıldı. Yani iseviyet teslisinde Hak var,
âlem var, âdem vardır.
Ama İslâmiyetin zâhiri âlemi kaldırıyor, sadece rab ve kul
ikilisini bırakıyor. İmân esmâ mertebesinde duygusallık ve
muhabbet üzerine binâ edilmiştir. Esmâ tarikat mertebesinde
duygusallık ve muhabbet üzerine binâ edilmiştir.
Îmân hakikat-sıfat mertebesinde ikilikteki tekliği bulmaktır.
Yani Cenâb-ı Hakk’ın zâtında var olan insan vasfını, insandan kasıt
beşer özellik vasfını ortadan kaldırıp iki gibi görünenin aslında bir
tek olduğu şuuruna ulaşmaktır. İnsanı ortadan kaldırmak demek
tabancayla vurup mezara sokmak ma’nâ sında değildir, vasfının ne
olduğunu hakikatinin ne olduğunu idrak etmek suretiyle yokluğunu
anlamaktır.
Yani bizim, bize ait olan bir varlığımızın olmadığını, bütün bizde
görünenlerin, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının zuhurundan
başka bir şey olmadığını anladığımızda, “çık aradan” dediği hakikat
meydena gelmekte, biz ortadan kalkmaktayız, bizde var olan Hakkı
müşahede ettiğimizde bize verilmiş olan emaneti, Hakk’a teslim
etmiş olmaktan mülk sahipliğimizden vazgeçtiğimizden mülkü
sahibine iade ettiğimizden, kendi varlığımız kalmamış, bu şekilde
bizde var olanın, Hakk olduğu ortaya çıkmış olur. Ve bu sıfat
mertebesindeki ikilikteki tekliği anlamak olur. Yukarıda Allah,
aşağıda kul, gibi olan ikiliği kulun kalkmasıyle tekliğe, sadece
Allahın kalmasıyla sıfat mertebesindeki îmân anlayışı oluşmaktadır.
Îmân marifet mertebesinde, bunun biraz daha ilerisi olarak,
kendindeki uluhiyyet ve abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek
tek olarak yaşamaktır. Bu sıfat mertebe-sindeki îmâna biraz
benzemektedir, yalnız şu farkı vardır. Îmân, sıfat mertebesinde
ikilikteki tekliği bulmaktır. Yani şuur olarak ikilikteki tekliği bulmak,
ve bunu Allaha vermektir. Yani kişinin idraki kendi yokluğu bunu
Allaha vermektir.
Îmân marifet zat mertebesinde ise, kendindeki ulûhiyyet ve
abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek tek olarak yaşamaktır.
Bakın şimdi, sıfat mertebesindeki îmânda kişi kendini kaldırıyor
114
her şeyi Hakka veriyor, her şeyi. Ama zat mertebesindeki îmânda
yine aynı teklik vardır ama, bu defa kul kendindeki Hakk’la, kendi
beşeriyetiyle abdiyyetiyle, uluhiyyet ve abdiyyet metre-belerini
birleştirerek onun Hakk’ını vererek, Hakk olarak yaşamakta, kul
olarak değildir. Tabi ki ismi de görüntü-süde kuldur ama, bâtıni
ma’nâ da hakikati İlâhiyyeye ulaşmış ve onunla yaşadığı için, artık
kendisinin varlığı söz konusu olmadığından, bu îmân diğer îmâna
göre bir mertebe üstte olan ve yaşayarak bilinen yaşanan bir
îmân/îkân’dır.
Ulûhiyyet ve abdiyyet, bakın burada ifade edilen beşeriyet değil
abdiyyettir. Peygamber efendimizin ilk Muhammedün rasulüllah
tan sonra “abdühû ve rasulühû” İşte bahsedilen abd, bu mertebede
velilik-velâyet mertebesi olmaktadır. Kul bu hakikati idrak ettiği
zaman, Allahın velisi ve tek bir varlık olarak yaşamakta, Hakkani
vücudu ile ve Hakkın velisi olarak yaşamaktadır. Bunun diğer tarifi
ise, “zuhur hâlinin kadîm hâline dönüşmesi” şekliyledir.
İşte burada, Cenâb-ı Hakk, zat-Allah sıfatı ile kendisinden razı
olmakta,
“râzıye-merzıyye”
(89/28)
mertebesinin
kemâli
buradadır. Bakın burada Allah esmâsı ile teknik bir konu vardır.
Cenâb-ı Hakk o kulunda abdında, yani kemâli ile zâhir olduğundan, velisi olmaktadır, peygamberlik süresi zâten geçtiğinden velisi
olmaktadır. Veli ise zâten, en yakını demektir, ve bu halkıyyeti ile
Cenâb-ı Hakk’ın Allah sıfatının ondan razı olması, mertebeyi rıza
halinin oluşmasıdır.
Esmâlarının rızası değil, bakın zâtının rızası olmakta ve o zaman
da kul da merzıyye yani râzı olunmuşlardan olmaktadır. Neden?
Allah esmâsının, ma’nâsı’nı zuhura çıkardığından dolayıdır.
Tek olarak böylece yaşanmakta, işte “abduhû” bu hakikati
itibarıyle, ve “rasüluhû” işte bu mertebenin kişileride, risâlet
mertebesinin zuhurlarıdır. Bu yüzden Peygamberimizin vârisleri
olarak Nübüvvet risâlet-i devam etmekte ancak mühürsüz
olaraktır.
Peygamberlik kaldırıldı, ancak Peygamberin vârisleri olarak
risâlet devam etmekte, yani habercilik devam etmektedir, eğer bu
kesilmiş olsa idi
insanlık sona ererdi. İnsanlığın sona erdiği
devrede bu kesilecek, risâlet tamamen kesilecektir. Ancak bu
risâlet mühürlü bir risâlet değil batında olan bir risâlettir. Ve yeni
115
hükümler getirmez, gelmiş olan İlâhi hükümlerin ilhâmi olarak
açılımlarını zuhura getirirler.
Herkesin bulup bilip peygamber hazretleri gibi tanıyabileceği bir
risâlet değildir. Ama risâlet bu yüzüyle devam etmektedir.
Zat mertebesinin iki özelliği vardır. Yani zat mertebesinde
yaşanan îmânın iki özelliği vardır.
1... Zat-ı Mutlak
2... Zat-ı Mukayyed
Zat-ı Mutlak aynı zamanda gaybı mutlaktır. Ve burası mutlak
tenzihtir Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. Hani diyoruz, Yukarıda
mevzu oldu, ”yü’minune bil gaybi” Onlar gayba îmân ederler.
Oranın gayb-ı’nı kendi gaybımızı idrak etmek suretiyle Allahın
gayb-ı’nıda kolayca idrak ederiz gibi bir bilinçlendirme geçmişti.
Bunun bir mertebe sonrası daha var vakti gelince bakacağız
demiştik şimdi orası geldi.
Belki daha önceki sohbetlerde bir miktar konuşulmuş olabilir.
Ancak, bir kez daha tekrarda yarar vardır. Mutlak ma’nâ da tenzih
gaybı mutlaktır, ve burası mutlak tenzihtir.
Daha evvel yapılan, museviyet mertebesi tenzihi önceden de
konuştuğumuz gibi lâfzi tenzihtir. Mutlak tenzih değildir. İşte
burada zât-ı mutlak gaybı mutlak, yani Cenâb-ı Hakk ehadiyet ve
a’mâiyyet mertebeleri itibarıyle mutlak gaybta’dır. Mutlak tenzih de
orasıdır. Mutlak gayb’ta orasıdır.
Çünkü orada ne bir akıl ne bir fikir ne herhangi bir şey ne
peygamberlere, nede bir başka varlıklara haber bilinç yoktur.
A’mâ, deniyor bilinmezlik hâli kendi kendinde, dışarıya gizli ama,
kendine gizli değil, olduğu âlem burasıdır. İşte burası
bilinemediğinden mutlak gayb, diğerleri izâfi gayb isimlendirilmiş
gayb’dır.
Oraya ermek mümkün olmadığından kendimizdeki ne ruh
tarafından ne akıl tarafından ne de duygular nefsimiz tarafından
kıyas yaparak orayı bilmek mümkün değildir.
Ancak yü’minune bilgaybi deki var olan âlemin gaybi
düşünüldüğünde orayı kıyasla anlamak mümkündür, ama mutlak
116
gaybı kıyaslada anlamak mümkün değildir. Çünkü benzetmesi
yoktur
Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. İşte sadece burası için
îmânı gaybi-gayba îmân hükmü mevcuttur. Âyet-i kerîmede
bahsedilen esmâ mertebesi olarak gayba îmân oraya ulaşımak
mümkün çünkü kendimizde karşılığı var nispetleri var. Ruh bizde
var âlemde de var, Oradan yola çıkarak, gayba îmân kolay
olmakta, o zaman müşahedeye şuhuda îmân olmaktadır.
Ama burada ne ruhtan ne nefisten ne nurdan ne duygulardan,
hiç bir şeyden haberi olunmayan, haber verilmeyen bilinmeyen, bir
sahaya müşahedeli îmân etmek mümkün değildir. İşte burası
mutlak surette gayba îmân yeridir. Neden? Hiç bir şey bilinmiyor.
Peki neye îmân ediyoruz? Bize bildirilenlere itimat ederek. . Onlar
diyorlar ki burası böyledir buraya îmân edeceksiniz, tamam
amennâ ve saddaknâ işte burası sıddıkıyet mertebesini
gerektiriyor.
Dört tane halifemiz vardır.
Halifelerimizin her birerleri
İslâmiyette bize birer mertebeyi bildiriyor. Tarihi bir vakıa değil
sadece, yaşanacak bir hadisse, bu da ayrı bir konu yeri gelmişken
kısaca bahsedelim.
Her birerlerimizde olması gereken ilk şey tasdik’tir. Neyi tasdik,
Allahın varlığını birliğini peygamberimizi, evliyaullahı pirlerimizi
hakiki ma’nâ da olan, evvelâ bunları tasdik etmek gerekiyor.
Tasdik etmeden peşlerinden gitmek mümkün değildir.
Tasdik ettikten sonra ne mertebesi geliyor, Fâruk-fark edicilikayırıcılık vasfı geliyor. İşte kişi bu vasfa da bürünmesi lâzımdır.
Karşısına gelen her şeyi tam olarak kabul etmesi, farukiyet
mertebesini anlamamaktır.
Teslim olmak derken, bir şey önümüze konacak. Bu hayatımızın
herhangi bir sahasında da olabilir. İtimat ettiğimiz şey ise bunu
alacağız ama ihtiyata bırakacağız. Sonra farukiyet devreye girecek
aldık ama, meselâ bize bir çek verdiler, o çeki işleme koymadan
önce araştırmaya başlayacağız. Mutlak kabul etmeden önce
araştırma yapacağız, farukiyet ortaya çıkacak. Soracağız ilgili
birimlere ona ona ona tamam ise o zaman mesele yok. Değilse al
kardeşim çekini sen, bu sende kalsın deriz. Akıllıca olan iş bilen
budur, bu hususları sadece ticarete değil hayatımıza da
uygulamamız gerekiyor.
117
Tamam tasdik ettik, farukiyeti de çalıştırdık oldu. Ama buda
daha yetmiyor. O zaman bunu tatbik sahasına koyduğumuzda
mutedil ve muhabbetli olacağız, O zaman iki nurlu zinnûreyn
devreye girecek. İki nurlu zâhir ve bâtın ve muhabbet ehli...
Hz Osmanın özelliği oymuş, halim selim çok yumuşak bir
insanmış, ve bu yüzden de yüzü tutmuyormuş, kendi yakın
akrabalarını devlet işlerine getirmiş, bu yüzden de fitneye sebep
olmuş, zâten ömrü de öyle yumuşaklıkla gitmiş. Bu da bir vasfımız
olacak, ondan sonrada Hz Ali efendimizin de vasıflarıyla vasıflanmış
olacağız.
Hz Ali efendimiz ise, şeceat, doğruluk mertlik ve ilimdir. En
büyük vasfı peygamberimizin buyurduğu Hz Ali efendimiz için “Ben
ilmin şehriyim Ali kapısıdır.” (Ali bâbuhâ) O halde yolumuz onun
ayak izi ile devam ederek, dört halife dönemini böylece
bünyemizde yaşamamız gerekecek.
Bunlar rast gele, şöylece böylece oraya konmuş isimler değildir.
Hem tarihi vakıa gerçekler olarak,
hem de onlardan sonra
gelenlerin, yani dervişin bir Hakk yolcusunun kendisindeki ahlâkları
olarak düzenlenmiş gerçek yaşam hadiseleridir.
Ve kendi irâdi halimizde, aleyhisselâtü vesselâm efendimizin,
yani akıl ve irademizde onun tecelli mahalli olacak, O zaman biz
beşli bir ayak üzere durmuş sağlam ayaklarla basmış, her iki
dünyaya da tatbik edilebilir, gerek ticarete, gerek maneviyata,
tatbik edilebilir bir sistemi, kendimizde oluşturmuş olacağız.
İnşallah böyle olunca da ne dünya da ne ahirette hiç bir zarar
çekmeden tedbirli davranıp, ve zaman vakit kaybetmeden her iki
dünyada da saadet üzere olmuş olacağız.
Tabiki bu bir temennidir. Cenâb-ı Hakk’ın da bir kazâ ve
kaderi vardır.
Biz istediğimiz kadar bu sistemi oturtmaya
çalışalım, tatbik etmeye çalışalım Cenâb-ı Hakk’ın kazâ ve kaderi
bizim üzerimizde olacaktır.
Ancak, kazayı mübrem, kazayı
muallak, diye bir özellik vardır. Biz kendi irademizi de kullanmak
ve bu yolda yürümek zorundayız. Bütün bunları kullandıktan sonra
başımıza bir eksi hâdise gelirse, o zaman bu kaderdendir diyerek
boyun bükmemiz daha kolay olacaktır. Ama bütün bu tedbirleri
almadan, hiç araştırma yapmadan, gerek dünya için gerek tarikat
yaşantısı üzerinde olsun körü körüne girdiğimiz bir hâdise o zaman
118
bizim hatamız olmaktadır. O zaman Cenâb-ı Hakka diyemeyiz ki,
sen bunu bana yazmışsın diye! Bu yanlış olur.
İşte böylece dört halifenin hakikatlerini de yaşamamız
gerekmektedir. İşte ancak sadece burası îmânın gaybi îmân hükmü
mevcuttur. Gaybe îmânda sıddıkıyet mertebesi yani tasdik
mertebesidir.
Buradan sonraki tecelliler, idrak edilir hallerde olduğundan,
yani a’mâiyyet ahadiyyet vâhidiyyetten sonraki tecelliler idrak
edilebilir hallerde olduğundan, ilmi îmân, şuhudi îmân, ve bunların
toplamını bünyesinde bulunduran “îkân” dır.
Îkân yakîn-kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değildir. Biz
bunu karıştırıyoruz Yakın ile yakîni birbirine karıştırıyoruz. Yakînlik
dendiği zaman yakınlık akla geliyor bunun arapça karşılığı yakının
arapça karşılığı kurb-kurbiyyet kurban denilen hâl dir
Kurb’an niye diyorlar? O koç, ne kurban ne bir şey, yanlış ifade
edilmektedir. Kurb’an olan koyun değil oradaki ameldir. Yani
kurb’an kesmeye niyet etmiş bir kimse, bazı fedakârlıklar yapması
gerekiyor. Evvelâ kurb’anı alacak parayı tedarik etmesi gerekiyor,
bunu cebinden çıkarması gerekiyor. İkinci kesimi sırasında bir çok
sıkıntı sıra beklemesi getirmesi götürmesi gibi işlemler gerekiyor.
İşte bu işlemler neticesi Allaha yaklaşması kurb’an! Kesilen koç
kurban değil. Ama biz o hayvanı kurb’an zannetmişiz. O, muamele
içinde yapılan bir vasıtadır. Yoksa kesilen o kurb’anın ne eti ne
kemikleri ne kanı Hakk’ın huzuruna gider. Ona giden yaptığımız
hareketler fiillerimiz niyet ve düşüncelerimiz olmaktadır, kurb’an
budur.
Kurb, ama yinede ikilik gerektiren bir hadise bir kurb’an eden
var, bir de kurb’an edilen vardır. İkilik vardır. Ancak yakîn
kelimesinde ikilik yok teklik vardır, ikiliği ortadan kaldıran bir teklik
anlayışı vardır.
Kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değil, yakınlık iki varlık
gerektirir. Îkân ise, böyle bir şeyi kabul etmez. Yani ikiliği kabul
etmez. Îkân ikiliği kabul etmez. İkiliği kaldıran en keskin kılıçtır.
Îkânı tarif ederken şöyle demişler ”El yakînü hüvel Hakk”
“Yani yakîn, zatıyla sıfatıyla af’aliyle her şeyiyle Hakk’tır.” Tefsirler
bazı yerlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da
doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tn başka
119
bir şey kalmadığından ikilikte düşer teklik olan yakînlik kalır. Bu
dolaylı bir benzetmedir.
Şimdi tefsirlerde ölüm ifadelerinde, yakîn ifadelerinde ölüm
yorumu var öyle kullanıyorlar. ”Fesebbih bihamdi rabbike ve
kün minessâcidîn Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn”
Hicir 98/99
Fesebbih-tesbih et: Tesbih edecek kişide diyor, ya rabbi neyi
tesbih edeyim. Tabi sorulacak. Şimdi birisi gelse bunu yap?
Dense. . O zaman diyecek ki ne yapayım nereye götüreyim adresi
neresi diyecektir. Tabi bunlar sorulacak.
Biz diyoruz ki şimdi yahut kul neyi tesbih edeyim? Neyle nasıl
tesbih edeyim?
Bihamdi rabbike Rabbının hamdınla tesbih et, senin hamdınla
beni tesbih etme diyor, neden? Çünkü sen beni hayal, zan ve
vehimle tesbih edersin, o bana ulaşmaz diyor. Benim hamdımla,
yani rabbının hamdınla tesbih et. Fesebbih, ne kadar açık âmir
hüküm emir fiili ve oradaki “fe” ise hemen acele tesbih et ma’nâ
sınadır.
Soruyor kişi nasıl tesbih edeyim, yahut ne diyeyim, on tana mi,
yirmi tane mi, yüz tane mi? O zaman yolunu açıyor “Bi hamdi
rabbike” rabbının hamdıyle tesbih et. O zaman ortaya neler çıktı.
Evvela rabbımızı bilmek şart oldu, ve rabbımız nasıl hamd ediyor,
onuda öğrenmek şart oldu, onu öğren de ondan sonra tesbih et
diyor.
Fesebbih bihamdi rabbike ve kün minessâcidîn ve secde ehli
ol. İşte ondan sonra “Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn”
Yakîn gelinceye kadar rabbine ibadet et.
Burayı tefsirlere
baktığımız zaman ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et hükmünü
çıkartırlar.
Ama yakîn ehli ise burada ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet
hükmünü çıkarmaya gerek yok, bunu söylemeye bile gerek yoktur.
Zâten ölüm geldiği zaman o kişi ibadet etmesi mümkün değildir. O
halde bunu söylemek tam bir anlayış değildir, bunu söylemenin
bile gereği yoktur. Yani Kurân-ı Kerîmin aslı öyle demiyor.
Şimdi küçük bir benzetme yapalım. ”Küllü nefsin zâikatül
mevt” yerine “Küllü nefsin zâikatül yakîn” niye denmemiş?
120
Küllü nefsin zâkatül mevt :Her nefis ölümü tadacaktır. Bakın
burada ölüm mevt olarak geçiyor. Cenâb-ı Hakk ayıramıyormu ki
burada” Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel mevt” diyemezmiy di.
Açık olarak hiç bir tereddüt kalmazdı orada. Ama bakın buraya
yakîn halini koymuş. İşte buradaki mevt ile yakînin hâli, aslında
yakînlik bir bakıma ölümdür, ama fiziki ölüm değildir, kulunun
rabbında “fâni onun la bâki” olmasıdır. Ölümlede yorum-lanabilir
ama fiziki ölüm değildir.
Peki nasıl bir ölüm! “Va’büd rabbeke” Rabbine ibadet et ne
zaman kadar? Yakîn gelinceye kadar. Ölüm gelinceye kadar
demiyor.
Ne zaman ki biz yakîn hakikatini hayatımızın bir
bölümünde idrak ettik, 45 yaşımızda idrak ettik veya 30 veya 60
veya 80 yaşında ettik. İşte bizim süremiz oraya kadardır.
“Va’büd rabbeke” “Rabbına ibadet et.” Hangi rabbına,
rabbı hassına, Allaha değil, Rabbül erbaba değil. .
“Va’bud rabbeke” Onun rabbına diyor.
demiyor
O da
Allaha rahmana
Yani hangimizin rabbı hası ne ise hangisi ise, biz genelde oraya
ibadet etmekteyiz çünkü ilk önümüzdeki odur. Hani çocuğun
annesi varken, ne padişaha ne valiye gitmiyor, anne diyerek
annesine gidiyor. Baba diye gitmiyor gitse de annesini bulamadığı
zaman babasına gidiyor. İlk gideceği yer annesi oluyor neden
çünkü rabbı o terbiye edicisi de o.
“Va’büd rabbeke” Rabbına ibadet et bunun süresi, sana yakîn
gelinceye kadardır diyor. Ölüm gelinceye kadar değil. Kişi bu
idrake erdiği zaman, bu idrakten kastım, bütün varlıkta Hakk’ın
varlığı olduğunu, kendinin hayali bir varlık olduğunu, kendi
gerçeğinin Hakk’ın varlığı olduğu, gerçeğini idrak ettiğinde, yani
kendi kimliğinin, hiçliğini anladığında kendinin sıfır noktada
olduğunu, kendi diye bir varlığının olmadığını anladığında “Câel
Hakku ve zehakul bâtıl” (17/81) İşte o zaman beden mülkün de,
“gerçek zâtın olan Hakk geldi, hayal vehim, ve bâtıl olan nefsi
kimliğin gitti,” hakikati sende oluşmaktadır. Ve bunun gelmesi ile
de, yakîn hali hasıl oldu. Ondan sonra işte sen, gerçek rabbına
ibadet üzeresin. Yani kendin olmadan hakikatin itibarıyle
ibadettesin,
Eğer bundan, yakîn geldikten sonra, sen tekrar eski anladığın,
rabbına ibadet edersen yine geriye kalmışlardansın, geriye
121
düşmüşlerden olmaktasın. İşte yakîn gelinceye kadar, ibadet et
dediği budur, yoksa ölüm gelinceye kadar ibadet et değildir,
Ölüm geldiği zaman, bu söylenmese de, zâten ibadet
yapılamıyor. Neye bunu bildirsin ki, bu mantık işi değil ki. Ama
ömrümüzün belirli bir süresi içerisinde bize yakîn geldiğinde, ondan
sonra yakîn gelmeden evvelki, ibadet türünü artık yapamazsın. O
zamana kadar da mazursun denmek istiyor.
Sana yakîn geldi ! eyvah benim eski hallerim ne olacak diye,
onu da düşünme, bir daha geriye dönme bundan mazursun, diyor.
Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ne kadar fazla.
Tefsirlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da
doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tan
başka bir şey kalmadığından ikilikte düşer, teklik olan yakînlik
kalır. Bu halin tabii süresi oluşumudur.
Kişinin batınında kendi yoktur ki, îmânı olsun. Kimlik olarak
bizler ortadan kalkmış isek, şuur ve anlayış olarak ortadan kalkmış
isek o zaman bizim neyimiz kalır ki! iflâs etmişiz, bu halde, ne
îmân kalır ne bir şey kalır.
İşte burada îmân terakki ederek inkılâb ederek bu halde
yaşayanın îmânı ikân-yakîn olmaktadır.
Daha evvelki mertebelerde îmânı kaldırmak küfrün ta
kendisidir, yani inkârın ta kendisidir, ama burada îmânı kullanmak
şirkin ta kendisidir. Biraz ağır mı oldu.
Allahın birliğine ulaştıktan sonra, o idrake ulaştıktan sonra,
tekrar geriye eski haline dönüp, benim diye ortaya çıktığımız
zaman, şirkin ta kendisi olmaktadır.
Çünkü Allah tektir mülküde tektir. Mülkünde olan varlıklar ona
aittir. Benim diye ortaya çıktığımız zaman putpereslerden hiç
farkımız kalmaz.
Daha evvelki bunları idrak etmediğimiz devrelerde, zâten hayali
vehmi yaşadığımızdan, îkân da söz konusu olmadığından, Cenâb-ı
Hakkı anlamanın, ilk en iyi yolu ikili anlayıştır, o da îmânla ortaya
çıktığından burada mazuruz. Burada bir şey yoktur.
Ama yukarıya doğru çıkmaya başladığımız zaman, terketmemiz
gereken ikili îmân anlayışı vardır. O zaman birisi çıkacak, ortadan
122
çıkanda bizim hayali ve vehmi zannımız olduğundan, ortada da
bize ait bir şey kalmadığından îmân hükmüde düşmektedir.
Şimdi aklımıza bir soru gelecektir. Peki îmân hükmü düştü,
ibadet hükmü düşmeyecek mi? Biz yokuz o zaman ibadet nereye
olacaktır. Hayır o düşmeyecek, neden düşmeyecek? Çünkü o
ibadeti bizden yapan Hakk artık kendisi olacaktır. Bu mertebedeki
fiilin ismine de tasavvuf lisanın da, “Ubûdet” diyorlar.
“İbadet” kulun fiili, “ubûdet” Hakk’ın fiilidir. Namaz oruç
bunların hepsi var. Ama biz yapıyoruz ben yapıyorum hükmüyle
değil. İşte ben sen şu bu ortadan kalktığı, zaman o zaman kişinin
îmânıda kalkmış oluyor. Ama yerine daha değerlisi olan îkân
konmuş oluyor.
Sohbet (9)
Euzübillahimineşşeytanirrahîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Evet kaldığımız yerden devam edelim, gece epey ilerledi, geç
kalmayalım. Özetle, tefsirler yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir.
Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında
Hakk’tan başka bir şey kalmadığından ikilik düşer böylece teklik
olan yakînlik kalır.
Kişinin batınında kendi yoktur ki îmânı olsun. Zâhirinde ise
vücut heykeli ile hayal gibi dolaşıp durmaktadır. Yani kendi varlığını
Hakka veren kişinin, dolaşması hayal gibi, ruh gibi dolaşır, durur.
Öyle perdelenmiştir ki tanımak mümkün değildir. Öyle âşikârdır
ki, tanımamak mümkün değildir. Burada bir hadîs-i şerif var iaman
Hakk’ında onuda görelim.
Ebu hureyre radiyallahu anhu, dan rivâyetle, Peygamber
efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
“İmân 70 veya 60 bâb’a ayrılmıştır en üstünü Lâilâhe illâllah
sözüdür”
Hani bahsediyorduk ya bugün, Lâilâhe illâllah diyoruz, ama
kelâmi olarak söylüyoruz. En üst mertebeyi kelâmla söylüyoruz
şuhudla/müşahedeli değil.
123
İşte o mertebenin şuhudla söylenmesi için evvela Lâ fâile
illâllah seyrinden tevhidi af’al ki sekizinci mertebede başlıyor, Lâ
mevcude illâllah, Lâ mevsûfe illâllah ... . .
Lâ mevcûde illâllah-Mevcutta Allahtan başka hiç bir ilâh yoktur
“Fe eynemâ tüvellü fesemme vechullah “ âyet-i açık olarak
bunu gösteriyor.
Lâ mevsûfe ilâllah, sıfat mertebesi itibarıyle vasıflanmış hiç bir
varlık yoktur. Bütün vasıflar sıfatlar Hakk’ın vasıflarıdır.
Lâ ma’bûde illâllah Mabud, ibadet edilen ilâh yoktur ancak Allah
vardır.
Lâ ma’bûde illâllah-Lâ ilâhe illâllah, aynı mertebede bununda
kemali,
Kelime-i
tevhidin
kemali
Lâ
ilâhe
illâllah
Muhammedürrasûlullah’tır
Lâ ilâhe illâllah, zati ma’nâ da idrak edip fâni olmak kelime-i
tevhidin içinde ama bunun tekrar dönüşü yaşanması vardır,
Muhammedürrasulüllah ilavesiyle. Böylece ne devam etmiş oluyor;
Risâlet mertebesi devam etmiş oluyor.
İşte böylece, “abduhû” ve “rasuluhû” hükmü lâfzan kelâmen,
söylediğimiz hüküm, hakikate geçmiş oluyor. Aleyhisselâtü
vesselâm efendimizin “abduhû” bülümü veliliğini, “ve rasûluhû”
bölümü de risâletini anlatıyor. Çünkü velâyet olmadan risâlet
olmaz. Yani abd hükmü velâyet-i, rasül hükmüde risâletidir.
Bizlerde bunu idrak ettiğimizde, kendi mülkümüzün velisi, kendi
mülkümüzün rasulü olmaktayız. Ne şekilde; Cenâb-ı Hakk ilham
gönderdiği vakit o ilhamı gaybtan alıp, şuhudumuza açmak
getirmek risalettir.
“Îmânın en üstünü Lâ ilâhe illâllah sözüdür. En aşağısı da
insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmaktır.”
Bakın insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmak
dediğimiz zaman ne geliyor aklımıza. taş toprak vs.
Yoldan
kaldırmak değil mi !
Oysa ki bu işin zâhiridir. Bâtını ise. Hakk yoluna giderken,
akılda gönülde lüzumsuz taşlar, topraklar, ne varsa onları açıp yolu
serbestleştirmek. Gönül yolunda muhabbet yolunda manialar varsa
bunları yoldan kaldırıp atmak oradan geçenleri rahatlatmak içindir.
124
Meselâ birçok sorular sualler vardır, şüpheci düşünceler vardır.
Bunların hepsi Hakk yolunda mani,
taşlar topraklar duvarlar
çukurlar engellerdir. Bunları yoldan kaldırmak çukurları doldurmak
Hakk yolunda bu hadîs-in hükmünü bâtın olarak yerine getirmektir.
Efendimiz (s.a.v.) “Haya da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır” diye
buyurmuştur. Bu hadîs-in kaynağı hac xxxx? cilt 1 sayfa 24 hadis
no 10
Efendimiz (s.a.v.) bu hadîs-i ile îmânın bütün mertebelerini
toplu olarak ifade buyurmuşlardır. Burada anlatılan, daha evvelde
anlatılan, kıyamete kadar anlatılacak olan, burada da özetle
bahsedilen, bütün îmânın mertebelerini bu hadis içerisine
toplamıştır.
Ne kadar tabi bir anlatımla, en alt mertebesini hem de, zirvesini
bildirmiş. Îmânın kemâli “Lâilâhe illâllah,” en alt mertebesi de
Hakka giden yolda, taşları temizlemek yolu açmak. Ve haya da
îmândan bir şübedir demek suretiyle osman zinnureyn hakikatine
de temas etmektedir Çünkü o çok edeb ve haya sahibi insandır.
Hani demişti ya îmân 70 yada 60 bab –kapı şubedir. Bunların
genelde 70 bâb kapı olması 7 nefs mertebesini her mertebesinde
10 özelliği ile idrak etmektir.
Lâ ilâhe illâllah, kelime-i tevhid, isimli kitabımızda belirttiğimiz
anlayışla, ifade etmektir. Bu Lâilâhe illâllah kelimesinin hakikatine,
biraz daha derinlemesine girebilmemiz için, vaktimiz olsa da
Kelime-i tevhid kitabını baştan sona okuyabilsek. Ama
herbirerlerimizin elinde olduğundan herbirerlerimiz onu gözden
geçirip bir seyr edelim.
İnsanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırmak: Hakk ve tevhid
seyrü süluk yolunda kendisine mâni olan her türlü şeylerin
kaldırılıp yolunun açılmasına yardımcı olmaktır. Ayrıca taş kalpli
olan nefsi emmâremizi ortadan kaldırmak lâzım gelmektedir. Haya
utanma sıkılma Allah korkusu ise, kendinde olan tüm varlığını
Hakka teslim edip kendi nefsine mal etmekten, utanma sıkılma ve
Allah korkusudur diyebiliriz.
İşte Cenâb-ı Hakk’ın bize emanet olarak vermiş olduğu, bu
varlığa sahib çıkarsak, hayanın dışına utanmanın sıkılmanın dışına
çıkıyoruz. Bu varlığı Hakka teslim ettiğimizde haya hükmü bizde
faaliyete geçmiş ve yaşanmış olmaktadır.
125
Varlığını Hakka teslim edip, kendi nefsine mal etmekten
utanmak, sıkılmak. Hani deniyor ya utanmadan sıkılmadan bir de
buna sahip çıkıyorsun gibilerden.
Cenâb-ı Allah (c.c.) den, cümlemize mutlak gerçekleri idrak
ettirecek akıl ve irfaniyet vermesini niyaz ederiz. Amin
Bu hususta küçük bir hatıramızıda belirtelim. Gerçi zaman
zaman belirtilmişti, ama burada tahkik olarak yani kaynağıda belli
olarak tekrar edelim.
Küçük bir hatıramıda anlatmaya çalışacağım. 1997 senesinde
idi. Yeni tanıştığımız B... Bey isimli arkadaşımız ile bir kaç defa
görüşmüş idik. Bu arkadaşımız bakın zamanın mehdisi olduğunu
söylediği bir zâta gönülden bağlı idi. Değiştirerek söylemek
gerekirse nefsinden bağlı idi. Samimi bağlı idi ama bu samimilik
gönül bağı değil, nefsi ma’nâ da idi. Neden? Çünkü hepsinin
nefisleri kabarıyordu...
Bu arada bizlere de mutlaka bu zat’a bağlanmamız gerektiğini,
kendisinin zamanın sahibi olduğunu bu durumda herkesin
kendisine biat etmek zorunluluğu bulunduğunu adeta manevi bir
baskı kurmak isteyerek bizleri zorlamakta idi.
Aramızda karşılıklı birçok mevzular oldu. ( Sefer kardeşimizin
annesinin evinde olan hâdıse) 16 saat konuştuk çıkardığım netice(
1-2 fasıl görüşmede) Ne kadar büyük bir hayel vehim ve cüret
içinde bulundukları yolunda idi.
İşte bu kişi diyor ki, B... bey, bizim efendimizin mertebesi çok
yüksek hâşâ ! o kadar edebsizce cüretle konuşuyor ki
peygamberimiz onun arkasında namaz kıldı diyor. Bu kadar büyük
iddialarda bulunuyor idi.
Dedim dur kardeşim! Sen ne yapıyorsun yaaa! Bir de, tekrar
söylüyor; B... bey olmaz mı ? Neden olmasın diye israr ederek
cevabını da şöyle açıklıyor idi. Hz Peygamberimiz Hz Ebubekirin
arkasında namaz kılmadı mı? Kıldı O halde neden kılamasın diyede
onu mesnet gösteriyordu.
Aaa dur dedim o iş öyle senin anladığın gibi değil. O sahabeyi
kiramın büyüklerinden, Hz Rasulullahın nazargahı, kayın pederi,
can yoldaşı, dert yoldaşı, bütün varlığını onun yolunda sarf etmiş,
ve yinede geçmek istemedi. Yani Ebu bekir namazı kıldırsın dediği
126
zaman kaçtı Ebu bekir efendimiz.
namazı. . Haya etti
Uzaklaştı oradan kıldırmadı
Ama ikinci defa Ebu bekir kıldırsın namazı, dediğinde efendimiz,
Emir olarak yaptı kıldırdı namazı. Orada önde durması, görünürde
namazı kıldıran Hz Ebubekir, ama ma’nâ da Hz Muhammed idi.
Muhammedin önünde durdu Ebu bekir değildi orada duran namazı
kıldıran. Amir olan hükümle yaptığından, memur mazurdur, oraya
geçmek âmirin hükmü ile olduğu için, yani Ebubekir kisvesi ile
namazı kıldıran Hz Peygamberin âmir hükmüdür. Hükümde
sahibinin olduğuna göre, o namazı manevi vasfı ile kıldıran Hz
Peygamberdi.
Ve emir olarak yaptı. İstek gereği veya emir almadan değil,
peygamberimiz rahatsız olmasın ben kıldırayım gibi şahsi bir iş
yapış fiil değildir.
Dedim ki ona, peygamber efendimiz emrettiği için o orada
vardı, bunu kendinizle kıyas etmeyin dedim.
Peki ! dedim . Farzı muhal böyle bir hadise oldu. Nerde oldu bu
hadise. Ma’nâ âleminde mi madde âleminde mi?
Ee ben bilmiyorum dedi.
Kardeşim bak. Bilmediğin şeyi söyleme o zaman, biliyorsan
konuşma, bir şeyi müşaheden varsa konuş. Bakın konuşmanın en
mühim hâli budur. Bildiğin bir şeyi sağlam olarak bildiğini konuş.
Müşahede ettiğin inandığın bir şeyi konuş.
Eğer bilmiyorsan mertçe söyle, ben bunu bilmiyorum de.
Küçülmez ki insan, herkes herşeyi bilmek zorunda değildir. Ama
biliyorsan da doğru olanını söyle hayalden söyleme. Nerde kıldırdı
onu da bilmiyorum diyor.
Farzı muhal diyelim olmayacak şey ama, hadi oldu diyelim.
Nerde kıldırdı. Eğer dünyada kıldırdı ise, mümkün değil. Neden.
Çünkü senin efendim dediğin kişi taş gibi ortada duruyor madde
varlık, Aleyhisselatü vesselâm efendimiz ruhani, nasıl gelecek
onun arkasına. Yok ki cismi yok. Dünyada kıldırılsa bu mümkün
değil. .
Diyelim esmâ âleminde kıldırdı. Esmâ âleminde aleyhisselatü
vesselâm efendimiz lâtif haliyle mevcut, ama senin efendin burada
taş gibi, bünye halinde mevcut. Oraya gitmesi mümkün değil ki.
127
Dedim, bak dikkatli olun, bu kadar abartılı cür’etli şeyler
söylemeyin yazık günah gerçekten kendinize yazık.
Bu hali edepsizce ve pervasızca söyleyen ve savunan kimseye
bu küstahlığın hesabını sormazlar mı.
Bu görüşmelerden sonra, sonunda daha fazla görüşmeye lüzum
görmeden baktı ki, olacak gibi değil kendini dinleyen kimse de yok,
bir müddet sonra kalktı gitti ve bir daha da aramadı.
Zâten anlaşıldığı kadarı ile, gönülleri, nefisleri tarafından istilâ
edilmiş, kurtarılamaz vadiler- ümitsiz vak’alar halinde, farkında
olmadan, benlik ve hayal deryası içinde, yaşayıp durdukları, açık
olarak görülüyor idi.
Bizle onun adına görüşen B. Bey istanbul temsilcisi, birde C. .
bey vardı Türkiye temsilcisi imiş o da geldi T……ğa davetiye
verdiler. Gittik merak ettik nedir ne değildir diye. . Kişinin hâli, dini
bir tarafa koyun tam bir benlik deryası halinde idi. Cenâb-ı Hakk
hepimize selâmet versin.
Zamanın mehdisi imamı, diye o kişi bağlı olduğu yeri bizlere
anlatırken, evvelâ şeyh mürşit diye bilinen kimselerin ona tabi
olmalarını istiyor, kendinse evvelâ sizlerin biat etmeniz lâzım diyor
böyle bir de baskı yapıyordu .
Bunun üzerine ben onlara dedim ki, o kişiye, size bir soru
sorabilirmiyim dedim. Buyurun dedi.
Soru-“İrfan ehlinde, îmân ömür boyu sürer mi”? dedim.
Bakın îmân’dan îkân’dan bahsediyoruz.
-Evet sürer diye cevap verdi. Hiç bir izahta yapmadı-ğından, bu
cevap neticesinde gerçekten irfaniyetten ve seyri sülukten hiç
haberleri olmadığı açık olarak anlaşılmış oluyordu. Yani kesret ehli
şirk ehli oldukları açıktı.
Herhangi birinde değil, “İrfan ehlinde” eğer bir kişi gerçekten
Ârif ise îmân bir ömür boyu sürer mi? Sürmez çünkü “îmân” bir
vesile vasıtadır. Yerine “îkân” gelir.
“îkân” “îmân” ın kemâlidir. “îmân” sızlık değildir.
Şimdi biz buraya gelip oturmuşuz burayı müşahede etmişiz.
Buranın varlığına tekrardan îmân ettim burası varmış denir mi!
128
Ama evin dışında iken, evin adresini alırız bütün yollarını
öğreniriz, o zaman o bizim îmânımız olur. Evin orada varlığına
îmân etmiş kabullenmiş oluruz. Neden? Ev sahibine veya bize tarif
edilenlere itimat ettiğimiz için, bu evin varlığına, dışında iken îmân
ederiz. Kabullenmek demek îmân etmek demektir.
Şimdi hani eve bir arkadaş geldi, dışarıda iken ona evi tarif
ettiler o da dışarıda iken varlığına îmân etti değil mi; Başka yolu
yok çünkü. Ama şüpheye düşse idi, Muzaffer kardeşim oralarda ev
mevcut olmaz, benim aklım ermez dese idi, inkâr etmiş olacaktı.
Ama görmeden tasdik edip sıddık oldu. Herhangi birimize de
yapılan tarif aynı bu ma’nâ da. Dışarıda olduğumuzda bize adresi
verene güvenimiz olduğundan orada vardır diye îmân ettik varlığını
kabul ettik.
Ama adres elimizde geldik, kapıya tak tak kapıya vurduk, girdik
içeriye buyrun dediler, ev ile birleştik artık dışarıda olan bir kimse
yok.
O halde bu eve îmân etmeye gerek yoktur. Neden?
Müşahede geldi çünkü yakîn hasıl oldu. Artık birlikte olduk dışarıda
kalan ayrı bir şey kalmadı.
İrfan ehli, Hakk’ın içinde kendini bulduğu zaman, îkân-yakînmüşahede hâlinde olmuş olmaktadır. İşte yakîn hali budur.
------------------Onların, bu hallerin hiç birinden haberleri 0lmadığı açık olarak
anlaşılmış oluyordu. Bu görüşmemizden sonra başka bir görüşmemiz de olmadı. Ne ben aramayı arzu ettim. Ne de onlar aradılar.
Allah cümlemize hayırlar versin âmîn.
------------------Îmân hakkın da şu âyet-i kerîmeye de bir bakalım. (2/165.)
“Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.”
“Îmân edenlerin, Allah için sevgileri en şiddetli sevgidir.”
------------------“Şiddetli sevgi,” Çünkü aşk bir sevginin şiddetinden ibarettir.
Bu durumda olan bir kimse ise, Hak’ta mahv/fani olduğundan
kendisi ortadan kalkmış ve Hak’ta fâni, “fenâfillâh” olduğundan
kendi de kalmamıştır. Kendi dahi kalmadığından tabî olarak îmân-ı
da kalmamıştır.
129
Bu hâl içinde bir süre yaşamına devam eden sâlik, tekrardan
”sahve/uyanıklık” “bakâbillâh” haline dönünce, ve kendi gerçek
ilâhi hakikatine ulaşınca, “Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.”
Hükmü faaliyete geçmiş olur. “Şiddetli sevgi,” den kasıt, bütün
bu mertebeleri ile “îmân, Îkân, İhsân” hükümlerini birlikte
yaşamaya başlar. Hayatının yaşam düzeyine göre bahsedilen üç
özellikleri bünyesinde bulundurur, ve yeri geldiğinde hepsi ile amel
eder. Bunların hepsi birer irfaniyyet idrak ve yaşamlarıdır.
------------------Şimdi bu hususta bir başka kardeşimizin bir tecellisi var. Onu
da ilâve edelim. T.B.
------------------B. G. İ.
Tecelli
02/05/2003 Cuma’yı Cumartesi’ne bağlayan gece
Gönlümde
“Deryâyı-i Deryâ” “Deryâmın Deryâsı” beyanı zuhûr etti.
Bilâhare şühûd açıldı ve namütenahi, kenarları olma-yan bir
deryâ şühûd ettim. Rengi yeşil, çok hafif lâciverte çalan temiz ve
sessiz, canlı ve diri bir görünümdeydi. Sukünet veriyordu.
(Daha evvelki kendimi Nûh olarak gördüğüm muaz-zam dalgalı
deniz rengi olarak koyu lâcivert olmadığı şühûd ettirilerek
hatırlatıldı)
Görünümü ve renkleri itibariyle, boyutları olduğu bel-liydi.
Sonra o deryânın tam ortasında, içi görülebilecek derecede
tamamen renksiz, saf, katıksız ufak yuvarlak görünümlü bir su
belirdi. Deryânın tam ortasında olan bu su, bütün deryanın
anasıydı, onu var eden, onu boyutlandırandı, bir diğer deyişle,
şühûd ettiğim deryâ, o ortada bulunan saf suyun görünmesiydi. O
olduğu halde ona karışmıyor; onu boyutlandırdığı halde, kendinde
boyut yoktu. Bu öyle bir su idi ki, içi görülüyordu, ama içi yoktu.
Dikkat edersem derinlemesine hortum gibi bir dikeylik kazanıyor.
İçinde birşey yok diyorum, ama zerrelerinin her biri o deryâ gibi
daha nicelerinin anası olacak gibiydi. Bu hal bende tefekkür ve
sohbet halinde bir müddet devam etti.
130
Bilâhare bunu Necdet Bey Sultân’a nakledeyim diye düşündüm.
Hanımım G… Hanıma bu durumu danıştığımda,
“vaktin geç
olduğunu rahatsız etmememi” salık verdi.
“İstersen
Rabb’ine danış” dedi. Ben de “Bu danışma edeb-i tevhîde
uymaz” dedim.
Bir müddet sonra Rabb’im, Necdet Bey Sultânı kastederek,
“an’da kemâlimden yeni bir kemâl zuhûrda-dır” dedi. Devam
ederek;
“kadiri’yül kadiri” “kadiriyet ne ise, ben onun kadiriyim
sırrı. ” Devam ederek,
“sen neden elinin hem üstünü,
hem de elinin içini
öpüyorsun? elinin üstünü öpmekle, “ell vesile sırrını” “sırrı
Âdemiyeti”, tasdik ediyorsun;
(buradaki “ell” sehven değil, beyan ile böyledir)
elinin içini öpmekle,
“sırrı
kadiriyeti” tasdik ediyorsun. ”
kadiriyeti”
“Ene Gavsül Azamı Muazzama Abdülkadir
“Bahşı Ata-yı mübareke”
“kadiri’yül
Gey-lani”
Şimdi bu geçişten sonra, îmânla ilgili bir mevzu var onun için
bunu okudum
RÜYA 23/04/2003
Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun himayesi ve
bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum.
Sonra bana üç harf gösterdiler
( ) “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun”
(  ) “Bu nedir ?” dediler; - “emin” dedim
( ) “mim”in yanına bir () “elif” koydular
 (  ) ve “nedir” dediler, - “îmân” dedim.
bu sefer o konan () “elif” in üstüne “hemze” koydular ( ) 
(   )  (  ) Bu sefer cevap vermedim.
131
Devam ederek, ( ) “mim” yanındaki (  ) “elif” ve “hemze”
yi kaldırıp, başka başka seçemediğim sonsuz harfler konup süratle
kalkmaya başladı. Ben sadece seyrettim. Şu anda zuhûr eden
“himmet-i muzaffer selâmün aleyküm”
Müsaadenizle hürmetle ellerinizden öper; içini dahi öperek sırrı
tasdik ederim
------------------B. G. İ. (Bâtından Gelen İkram) Bu kardeşimizin rumuzu B.
G. İ Yani batından gelen ikram. O günlerdeki bilgisayar kayıtlarını
o yapıyordu ilgisi de vardı.
Ayrıca çok faydalı ve gayretli olarak o günlerdeki birkaç
kitabımızında bilgisayar yazılımlarını yapmış idi.
Burada Batından gelen ikram derken aşağı yukarı bu
arkadaşımızın gelmesinden 35 yıl önce ma’nâ âleminde gördüğüm
bir zuhurat vardı Terzi Baba 1 kitabında bahsediliyordu. Rastlayan
varsa görmüşsünüzdür.
“İki tane erkek evlâdımızın olacağı yeni evlendiğimiz de
belirtilmişti, zâhirende öyle olmuştu, ancak ben bunları ma’nâ
yönünden de bekliyordum, hâdiselerin ve işaretlerin zuhuruyla işte
onlardan birisi bu kardeşiniz di, 35 sene evvel bildirilen kişiydi.
Biriside doktor kardeşiniz bu daha uzun bir mevzu şimdilik bu
kadarını bildirelim.
Onun için lâkabı “batından gelen ikram.” Yani kendi ismi de
zâten E…... Yani Cenâb-ı Hakk’ın bize batından gönderdiği ikram.
Fiziki ma’nâ da değil bâtıni ma’nâ da. Bize ulaşmışlar idi.
Tabi yanlış anlaşılmasın bu kadar değil,
herkes bizim
evlâdımız, kardeşimiz, dostumuz, muhabbet olarak kimse
kimseden ayrı farklı değildir. Herkese olan muhabbetimiz en
üstünündendir.
------------------Şimdi, îmânın harfleri yönüyle izahı, ve bu kardeşimizin
gördüğü rü’yanın izahına, ya da biraz açılımına bakalım.
Îman’ın Harfleri Yönüyle İzahı
(B. G. İ. ) rumuzlu kardeşimizin görmüş olduğu yukarıda
kayıtlı olan zuhûratını, kitabımızın îmân bahsi bölümüyle ilgili
132
olması cihetiyle, mümkün olabilen izâhını yapmağa çalışarak, bu
bölüme ilâve etmeği uygun buldum. Cenâb-ı Hakk cümlemize akıl
ve gönül genişliği versin. T.B.
------------------Zuhûratta gösterilen üç harf,
( ) “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun” dur.
Evet bunlar ilk okunduğunda () “emin” olur,
 doğrudur.
( ) “mim”in önüne bir () “elif” konduğunda
() “îmân” olur,  doğrudur.
İkinci () “elif” in önüne (  ) “hemze” konduğu zaman ()
“ima’en” olur, ki izâh gerektirir.
Bu harflere “ebced” hesabıyla baktığımız zaman
() “elif”
( ) “mim”
ilâve gelen () “elif”
ve
( ) “hemze”
( ) “nun”
1
40
1
1
50
toplamı 93 olur.
93 sayısını kendi arasında toplarsak (9 + 3) = 12 eder, ki bu
da seyr-i sülûk mertebelerinin tamamıdır.
Bu değerden, “Hakikat-i Muhammedi” değeri olan “mim”i
yani 40'ı çıkardığımızda (93 - 40) = 53 kalır, ki bu gerçekten bizi
şaşırtan ve oldukça da duygulandıran bir netice olmuştur. Çünkü
53, bizim mânâ âlemindeki şifre sayımızdır.
133
Netice olarak kalan 53 sayısından,
40 sayısını tekrar
çıkarırsak, yani (53 - 40) = 13 eder, ki böylece bu mertebenin
dahi “Hakikat-i Muhammediye” ye bağlı olduğunu görmekteyiz
Rabb'ım “îmâ’en”  “mim”in, “nun”da
yani (40) ın (53) te bâtınen gizli olduğunu ifâde etmiş oldu.
Bilindiği gibi (40) ve (13) “Hakikat-i Muhammedi ye”yi
ifâde etmektedir.
Ancak,
bu
“husûsi”dir.
oluşum
ve
değerlendirme
“umumi”
değil
İlâve gelen “elif” ve “hemze” harflerinin tekrar kal-dırılması
aslına dönüş, yani “Muhammed-ül emin” oluştur. Daha sonra
gelen harfler, gerçek îmânın ve “Hakikat-i Muhammedi”nin
diğer yönlerini ifâde etmektedirler.
Bir başka yönden mevzûumuza baktığımızda;
( -  - ) “elif - lam - mim”in, zâhir âlemin koordinatları
olduğunu ki,
() “elif”
 “ehadiyyet”,
( ) “lâm”
 “lâhut”,
( ) “mim”
 “Hakikat-i Muhammedi”dir
( -  - ) “elif - mim - nun” ise,
bâtın âlemimizin
koordinatları olduğunu idrâk etmemiz zor olmayacaktır. Onlar da,
() “elif”  “ehadiyyet”,
( ) “mim”  “Hakikat-i Muhammedi”
( ) “nun”  “nûr-u ilâhi”dir
Ehadiyyet
mertebesinin
Muhammediyye”;
onun görünmesini,
ilâhi”dir.
zuhûru
olan,
“Hakikat-i
şühûda gelmesini sağlayan da “Nûr'u
134
İşte bütün mevcûdat gerek bireyler olarak, gerek tümden bu
sistem içerisinde var oluşlarını ortaya “îmân” kelimesi sırrı ile
koyabilmektedirler.
Şu mevzu îmânın çok daha değişik bir halidir. Biz îmânı hep
bireysel bir yaklaşım ve anlayış olarak bakmaktayız. Ama “elif,
lâm , mim” deki tahkikat, “elif, mim , nun” şifresinde de vardır.
Ama bâtın olarak.
Bütün varlık fertlerinde, “îmân” yani “elif, mim, nun”
hakîkatlerinden başka birşey yoktur ve varlıkları bunlara bağlıdır.
Bütün varlık fertlerinde çiçek hayvan, madde insan tür,
ayırmadan birbirinden bütün varlık mertebelerinde af’al-esmâsıfat-zat dahil ve “tafsilâtı şehadiyye,” yani şehadet mertebesindeki
tafsilâtlarda, bütün zerrelerde bu vardır.
Vücûd-u mutlak bu sistem içerisinde görünümünü sağlayıp
zuhûr etmiştir.
Îmân olgusu, aslı itibariyle her varlıkta mevcûttur,
genellikle perdelidir.
ancak
Bu sır evvelâ zâhiri olarak “kelâm îmânı” ile zuhûra çıkmaya
başlayarak, yukarıda izâh edilmeye çalışıldığı şekilde “îkân”a yani
bütün âlemi kendi bünyesinde toplayan gerçek “bâtın-i îmân”,
“elif - mim - nun”un hakîkatine ulaşılmış olur. Bu ise gerçek
İslâmiyyettir.
Aleyhisselâtu vesselâm efendimiz bir hadis-i
îmân’ın başlıca şartı:
şerifle-rinde,
“Her nerede olursan ol Cenâb-ı Hakk’ın seninle olduğunu
bilmendir, ” diye buyurmuşlardır.
Kişi bu hakîkati bilse de, bilmese de bu böyledir.
Zâhiren bilen, “zâhir ehli”; bâtınen bilen “bâtın ehli”dir.
Böylece “zât-ı mutlak”ın bireyde ve bütün âlemdeki varlığı
“îmân” olgusu içerisinde “ima’en” en güzel bir biçimde zuhura
çıkarılmış olmaktadır. Hamdından aciziz
Yukarıda bahsi geçen (  ) “hemze” Hakk’ında biraz daha
malûmat almak isteyenler, "Kelime-i Tevhid" isimli kitabımızın
(Uhud savaşı) bölümüne bakabilirler.
135
(  ) “hemze” ve () “elif”, aslında aynı sesleri, “e, i, ü”
vermekle birlikte, “hemze”nin kendine has bir özelliği vardır, ki o
da sekte yani içinde bulunduğu mânâya göre kelimeyi bazen
kesik okutmaktadır.
Meselâ, îmân edene ( ) “mü’'min” dendiği gibi, eğer biz
kelimeyi düz “mümin” şekliyle okursak,
oluruz.
aslından uzaklaştırmış
(  ) “hemze”, () “elif”in şekillenmiş halidir.
“Hazret-i ehadiyyet’in “Hazret-i şehâdet”te şeenler halinde
zuhûra çıkmasından başka bir şey değildir.
Kelime içerisinde ifâde ettiği “sekte” mânâsı,
oradaki varlığına dikkat çekilmesi içindir.
ehadi-yetin
Îmân hakîkatinin ortaya çıkardığı gerçek () “mü’min” bu
ifâde ve mânâ ile yaşayan kimse demektir.
Ebced hesabıyla ( ) “mü’min” kelimesine baktığımızda
( ) “mim”
40
( ) “vav”
6
( ) “hemze”
1
( ) “mim”
40
( ) “nun”
50
Toplarsak 137 değer çıkar,
ki yine şaşırtıcıdır.
Görüldüğü gibi 13 ve 7 sayısı burada da zuhûra çıkmaktadır.
Bilindiği gibi;
(13) “hakîkat-i Muhammed-i”nin şifre sayısı
(7) ise,
nefis mertebelerini ifâde etmekle beraber;
efendimizin yukarıda belirtilen îmân hadîsinde bildirdikleri îmân 70
küsur mertebe, bab/dal'a ayrılmıştır
En üstünü “lâ ilâhe illâ Allah”sözüdür.
136
En aşağısı da insânlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp
atmaktır.
“Hayâ” da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır, buyurmuşlardır.
İşte böylece “îmân hakîkati” “îmâ’en” “mü’min”de zuhûra
çıkmaktadır.
Bu yüzden bütün peygamberlerin tabiilerine
“mü’min” denildi, çünkü mertebelerine göre hepsi aynı asıl ve
kanaldan
meydana
gelmektedirler
ve
özleri
“Hakikat-i
Muhammedi”dir.
Bu seyrin kemâli, “Hakikat-i Muhammedi”de “ümmet-i
Muhammedi” ismi altında zuhûra çıkmıştır.
Mevzuumuz olan “Vâhy” ve “Cebrâil” hakîkatlerini daha açık ve
kolay anlayabilmemiz için hangi mertebelerden zuhûra geldiklerini
idrâk etmemiz gerekmektedir.
Bu mertebeler birçok Tasavvuf kitaplarında uzun uzadıya
anlatılmıştır; gayemiz bunların tekrarı değil, özet olarak daha
kolay anlaşılmalarını sağlamaya çalışmaktır.
“Vücûd mertebeleri” diye ifâde edilen bu tecellileri ne kadar
açık, seçik idrâk edebilirsek, rabbımızı o derece güzel ve sıhhatlı
bir anlayışla “taassub takıntısı”nda kalmadan, ayrıca gereksiz
“hayâli rabb”lar da oluşturmadan, tanımamız mümkün olacaktır.
Cenâb-ı Hakk cümlemize kolaylıklar ihsân etsin bütün bu
anlatmaya çalışılan hakikatleri anlamaya çalışalım cümlemize
kolaylıklar ihsân eylesin.
------------------Şimdi burada, bu kişinin hazin sonun dan bahsedeceğim.
------------------Yukarıda bahsedilen zuhuratı gören, bahsi geçen kişi ile (2,000)
senesinde bir vesile ile tanışmıştık, daha sonraları bize olan ilgisi
arttıkça arttı. Çünkü eski devam ettiği yerden uzaklaştırılmış, bu
yüzden maddi ma’ne vi yıkılmış bir vaziyette idi. Daha sonraları
kendi ifadesine göre o günlerde intiharı bile düşündüğünü ifade
etmişti.
Bizimle tanıştıktan sonra ailece hayatları kısmen düzene
girmişti, bu arada yazılarımı bilgisayar kayıtlarına alarak yardımcı
da oluyordu, dervişliğine de devam ediyordu, ancak kimseleri
137
olmadığından çok yalnız bir hayat yaşıyorlar idi. Böylece seneler,
(2,006) civarlarında idi, kendisinin iyi davranışları yüzünden bizim
çevremize yeni gelen birkaç kişi ile birlikte arada bir buluşmalarını
ve bizim sistemimiz ve bizim kitaplarımızı okumak sureti ile
hareket etmelerini söylemiş idim. Bunun üzerine yavaş, yavaş bazı
kişilerle ayın belirli günlerinde toplanmaya başladılar, bende
yalnızlıktan kurtuluyorlar diye de memnun oluyordum.
Bir müddette böyle geçti, ancak tarih (2,0010) yıllara doğru
gelmeye başladığında, kendisinden bazı şikâyetler gelmeye
başladı, ve bazı tevhid mevzularının gerçeğini değiştirerek güya
kendisine “İlham” geliyormuş gibi ifade ederek, “evham” lar içinde
çok tehlikeli bir sahaya geçtiği anlaşılmaya başladı, kendisini bu
hallerinden dolayı ikaz ederek bir müddet bu işleri bırak ne zaman
ki, normal hale döneceksin o zaman haber vererek tekrar
buluşmalarına devam edersin diye ikaz etmiştim. Ve
bunun
üzerine ayrıca
kendi “varidat” diye belirttiği yazıların neyi ifade
ettiği ve nasıl bir küfür hükmünde olduğunu, “Hayal vâdisinin
çıkmaz sokakları” ismi ile yazdığım kitabımı da kendisine
göndermiş idim.
Verdiği cevapta ne dendi ise bütün bunları aynen yapacağını
ifade ederek söz vermişti. Ancak daha sonra kendi aklına estiği gibi
hareketlerine devam ettiği, kendini hiçbir şekilde değiştirmediği
gibi, çevresinde oluşmaya başlayan ve bizim ismimizle ve
mes’uliyetimizle oraya devam eden kişilere tasavvuf budur diye ne
kadar eziyet edip onları maddi manevi kullanmış olduğu daha
sonra yapılan araştırmalar ile ortaya çıkmıştır.
(2011/2013) senelerinde gene ikaz edilmiş, olduğu halde gene
kendini düzeltmemiş ve nihayet kendisi hakkında bu husları
anlatan iki kitap daha yazılmıştır ancak kendisi artık ümitsiz vakıa
olduğundan
(2015)
senesinde
verilen
bütün
emanetleri
kendisinden alınmıştır.
Bunun üzerine bize hakkımızda “firavunluk” dahil söylemediği
edepsizlik kalmamıştır. Kendisine hiçbir beklentimiz olmadan (15)
sene hizmet vermiş, ve belirli bir yerlere getirmiş olan bir yere,
böyle bir muamelede bulunması, kendisine nasıl bir mes’uliyet
yüklemiştir zaman içinde görülecektir.
Bu hadiseden sonra çevresinde olan kişilere isterlerse bizle
devam edebileceklerini isterlerse bulundukları yerde kalabilecek-
138
lerini isterlerse başka bir yer bulup oraya gidebileceklerini
bildirerek verecekleri kararlarını kendilerine bırakmış idim, bunun
üzerine zaten orada rahatsız olan kimseler asıl yerlerine geldiler,
diğerlerinin bir kısmı herhalde orada kaldılar diğerlerinin de ne
yaptıkları zaten bizi ilgilendirmiyor kim ne yaptı ise canı sağ olsun.
Şimdi bunlar özetle niye anlattım derseniz. Bahsi geçen kişi o
zor ve sıkıntılı hallerinin safiyeti ile bu ve benzeri daha birçok
zuhuratları var idi. Bize olan hitap ve saygısı, yukarıda bahsedildiği
gibi, “Bilâhare bunu “Necdet Bey Sultân”’a nakledeyim diye
düşündüm.”
Ve diğer isimlerim ile hitab etmekte idi. Safiyet halinde idi.
Aşağıda ki zuhuratında da görüldüğü gibi.
“Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun
himayesi ve bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum.”
“Veled-i kâlb”ini/gönül oğlunu oluşturduğunu ve büyütmeye
çalıştığını açık olarak görmüş olduğunu ifade etmekte idi.
(02/05/2003) tarihlerinde görmüş olduğu bu zuhuratını,
buraya ve isyanın dan daha evvelce diğer kitabıma almış olmamda
benim için bir mahsur yoktur, çünkü bu zuhuratlar o evvelki safiyet
hallerinde yaşadığı gerçek olan halleri idi. Ancak daha sonra halini
değiştirmesi, isyan ve inkârda olması benim hakkımda bir şeyi
değiştirmez ancak onun hakkında bütün bu veya benzeri
hakkımızdaki düşüncelerinin hepsi kendi yönünden hükümsüz ve
karşılıksız kalmıştır. Yani bunlardan hiçbir olumlu ma’nâ da karşılık
alamayacak ve ayrıca da bütün yaptıklarının ve kendisine verilen
(15) senelik hizmetin diyetini de ödemek zorunda kalacaktır.
Böylece. (B.G.İ.) ile gelen, (Z.G.E.) ile giden hükmüne
dönüşmüş oldu. Bunların hepsi yaşanmış ibretlik tecrübelerdir
Rabbım hepimizi
“Îmân ettikten sonra küfre dönenlerden
eylemesin” (3/8) Âminn.
------------------Özetle bu hadiseden de bahsettikten sonra mevzûmuzla ilgili
olması dolayısı ile (7) nci kitabımız olan, GÖNÜLDEN ESİNTİLER
dizisinden (VII) yi de ilâve etmeyi uygun gördüm İnşeallah faydalı olur.
-------------------
139
GÖNÜLDEN
ESİNTİLER (VII)
İSLâM
ÎMÂN
İHSÂN
ÎKÂN
TASAVVUF
NECDET ARDIÇ
Necdet Ardıç
"Serisi VII"
140
Alemde tek kurtuluştur İslâm,
Getirdi yüce aleyhisselâm,
Uyanlar huzur bulur vesselâm,
İslâm ile oluşur muhabbetullah.
Yücelmek iste, yolu îmân'dır,
Nefs-i'ni gemle sana düşmandır,
Venefahtü varlığında can'dır,
İmân ile asılır sıratullah.
Hakk'tan gelince yüce bir ihsân,
Mest olur bunu anlayan insan,
Gayriyı çıkarınca aradan,
İhsân ile belirir ruyetullah.
Sende zuhur bulduğunda ikan,
Cümle varlığını odur yakan,
İki gözünden âleme bakan,
Îkân ile bulunur marifetullah.
141
ÖNSÖZ
Muhterem okuyucum, bu kitapçık bazı kimselerin "îmân"
hakkındaki söz ve kanaatlerine cevap olarak hazırlanmıştır.Bilindiği gibi
îmânın muhtelif mertebeleri vardır, ve sonu da "îkân"dır. Biz
müslümanların en iyi bilmemiz gereken ilk şey'in îmân, ve îmân
mevzuu olması tabiidir. Ancak ne yazık ki bu ilkeyi genelde alışkanlık
ve taklid üzere ilgisiz bir şekilde değerlendirmekteyiz. ALLAH ile insan
arasında zâten mevcud, fakat perdelenmiş olan batındaki ezeli birlik,
İslâm ile zuhura çıkmaya başlar, îmân ile güçlenir, ihsân ile müşahede
edilir, îkân ile de birlik ve teklik tekrar meydana gelir. Îmândan gaye
ikilikte, (îmân eden ve edilen) yaşayıp Hak'tan ayrı kalmak değil, o
yoldan tek'liğe ulaşmaktır.
Cenâb-ı Hak'tan cümlemize gerçek dinimizi anlamaya yetecek zekâ
ve gönül genişliği vermesini dilerim. (Rabbi zidni ilmâ).
İlâhi bu kitaptan meydana gelecek manevi hasılayı Pirimizin
muhterem eşleri Halvai bacı validemizin ve o zamanın dergâhında
hizmeti geçmiş bütün hanımefendilerin ruhlarına hediye eyledim.
Sevgili okuyucum. Bu kitabın yazılışında, dizilişinde, basılışında,
bastırılışında emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine
hayır dua et, ALLAH c.c. gönlünde feyz kapılan açsın.
Necdet ARDIÇ UŞŞAKİ
TEKİRDAĞ
142
İSLÂM, ÎMÂN, İHSâN, ÎKÂN, BAHSİ
Euzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillâhirrahmâmnirrahîm.
Elhamdüllillâhi Rabbil alemîn, vessalâtu vesselâmu alâ Resulina
Muhammedin ve alâ alihi ve eshabihi ecmain.
Muhterem okuyucum, evvela Cenab-ı Hak'tan cümlemiz için
akıl, fikir, zeka ve gönül genişliği niyaz ederim.
Konumuz İslam, iman, ihsan ve ikan'dır.
Bu düşündürücü kelimelerin açıklanmasında Yahya bin
Ya'mur'dan, rivayet edilen bir Hadis-i şerifle, yüce kitabımızın 2'inci
süresi olan, Bakara süresinin ilk beş ayeti ve ihsân'dan bahseden
diğer bazı âyetlerden de yararlanmak istiyoruz.
Daha ziyâde dikkatimizi çeken "İHSÂN" kelimesidir.
Yahya bin Ya'mur; Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)dan, o
da babası Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh)dan rivayet
ediyor.
Babam bana şunu anlattı: (Özetle) "Ben Hz. Peygamber
(aleyhisselâtu vesselâm)ın yanında oturuyordum. Derken elbisesi
bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza gelip Hz. Peygamber
(aleyhisselâtu vesselâm)ın önüne oturduktan sonra sormaya başladı:
Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı;
"İslâm", Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun
kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât
vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde
Beytullah'a haccetmendir".
Yabancı: "Doğru söyledin" diye tasdik etti.
Sonra tekrar sordu:
"Bana îmân hakkında bilgi ver!"
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı:
143
Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe
inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da
inanmandır!
Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti.
Sonra tekrar sordu:
"Bana ihsân hakkında bilgi ver!"
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı:
"İhsân" Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a
ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de 0 seni görüyor."
Adam tekrar sordu:
"Bana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bilgi ver!"
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) bu sefer "Kıyamet
hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor"
karşılığını verdi.
Yabancı: "Öyleyse kıyametin, alâmetinden haber ver!" dedi.
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı.
(Bir cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak,
fakir, davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını
görmendir."
Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti.
Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) Ey Ömer, sual soran bu
zâtın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben; "Allah ve rasulu daha iyi
bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrâîl aleyhisselâmdı. Size
dininizi öğretmeye geldi: dedi" "ilâ ahır" (1) .
(1) Kütüb-i sitti C.1, Sahife 50, 15. No. Hadis
Çok büyük anlam ve incelik taşıyan bu hadis"e "Cibril hadisi" de
denmektedir.
Aziz kardeşlerim. Yukarıda "hadis" içinde geçen "ihsân"
"Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet
etmendir. Sen O'nu (şimdilik) görmesen de o seni görüyor,
bilincine mutlaka erişmemiz gerekmektedir.
144
Allah'ı bilmek, müşahede etmek konusunda aşılması gereken
üç önemli merhale vardır. Bunlardan birincisi Allah'ı bilmek yani
Allah'ın var olduğunu bilmektir. ikincisi Allah'ın nasıl bir varlık
olduğunu daha geniş şekilde anlayarak bilmek, îmân etmektir.
üçüncüsü ise Allah'ı müşahede etmeye yolun açılışını bilmektir.
Böylece müşahede, "şâhit olma" olgusuna yol açar ki bu da
"eşhedü" kelimesiyle ma’nâsını bulur.
Cibrîl hadisindeki "ihsân" sorusu ya da konusu, biraz daha
şûmullendirilirse, şu eklemleri yapmak gerekecektir: İhsân
kelimesinin biri fiziksel yaşamdaki zahiri yani maddi, görünür
mertebede, diğeri de batınî yani ma’nevî, ibret ve irfan bakımından
olmak üzere iki anlamı vardır.
Bunlardan maddî mertebedeki zahirî anlamı ihsân, vermek,
lütfetmek, elindeki ile karşısındakine yardım etmektir. Ma’nevî
mertebedeki bâtıni anlamı ihsân (ise) Allahü tealâyı görememekle
birlikte onun tarafından görüldüğünü bilmek ve bu şekilde
düşünmek demektir.
İşte bu hakikati yakalayan kimse, Cenâb-ı Allah'a giden yolun
başlangıcını bulmuş olur. Cibril hadisindeki özellik, bu hususu
vurgulamakta ve bizlere bütün açıklığı ile sergilenmektedir.
Şimdi, namaz kılmakta olan kişinin Cenâb-ı Allahı görmesi veya
Cenâb-ı Allah tarafından görülmesi olayına şöyle bir şekilde
yaklaşalım.
Genelde bir kişi, diğer bir kişiyi veya bir şeyi görüyorsa hedef
tutmuş demektir. Bu takdirde o görünen kişinin veya şeyin de
kendisini görmesi gerekir. Ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle, burada
görebilirlik hükmü geçerlidir. Ancak genelde böyle olmakla beraber
çeşitli sebeblerle hedefler kitlenemeye bilir. Bunun pek çok
sebebleri olabilir. Hatıra gelebilen olasılıklar; a) kişinin gözündeki
gözlük uygun değildir. b) gözde katarakt, miyop, hipermetrop veya
astigmat rahatsızlığı vardır, c) hava kararmış veya sisli olabilir, d)
göz kapağı kapalıdır, e) kördür v.s.
Bu varsayımlara daha pek çokları eklenebilir. Ama inkârı
mümkün olmayan bir gerçek vardır ki o da Allah-ı azimüşşanın
bizleri ve her şeyi her daim görmekte oluşudur. İşte biraz evvel ifade
ettiğimiz hedef kitlenmesi olayı Allah (c.c.) tarafından gerçekleştiğine
göre, bizlerin de O'nu görebilirlik hükmü gereğince görmemiz
icabeder.
145
İnsanlığın ezeli arzusu olan, Allah-ı görmek sırrının kapısı, ihsân
ifadesindeki gizli ma’nâ ile aralanmıştır. Ama buna rağmen o kapıdan
girerek O'nu göremiyorsak yukarda sıraladığımız veya daha
sıralayamadığımız hallerle malülüz demektir. İşte başlangıçtan beri
"İhsân" nedir? Ne demektir? diye açmaya çalıştığımız konunun
önemi şimdi biraz daha artmıştır sanırım.
İlerdeki bölümlerde "İhsân" ile ilgili izahatımıza devam edecek
olmakla beraber, başlangıçta bu konu için yararlanacağımızı
söylediğimiz Bakara suresinin ilk ayetlerine değinelim.
------------------Yukarıda da kısmen bahsedilmişti.
------------------Bakara suresi, bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in 2'nci suresidir.
İçerisinde Hz. Musa’nın inekle ilgili bir hikâyesi bulunduğundan Bakara
yani inek suresi diye adlandırılmıştır.
Bak-Ara şeklinde telâffuz edilmesi halinde bizleri başka bir gerçekle
karşı karşıya getiren bu sure, sanki okuyucuyu ikaz etmekte, başından
sonuna kadar bak-ara demekte hatta daha geniş ma’nâ sıyla da bütün
Kur'an-ı Keriym-i başından sonuna kadar bakıp aramamız istenmektedir.
Yoksa onu süslü, işlemeli muhafazalara koyup duvarlara asmamız tabii
ki değil. Bakıp aranılacak bir kitabın öncelikle açılmasının gerekeceği
pek tabiidir.
Açma olgusu da işte "Fatiha" suresiyle, açmak ma’nâ sına gelen
"Fatiha" kelimesiyle yerine getirilmektedir. Tesadüfle açıklanamayacak
bu oluşumların hatırlanmasından sonra Bakara suresinin ilk ayetlerine
şöyle bir göz atalım.
"Elif Lam Mim" (Sûre 2 Ayet 1) huruf-u mukattaa diye tabir
olunan, bugünkü bilgilerimizle açıklayamadığımız bu harfler Kâmil
insanın isimlerinden bir isimdir. Bunlardan (‫ ) ا‬elif Ahadiyet
mertebesini, (‫ ) ل‬Lâm Lâhut mertebesini, (‫ ) م‬mim de makam-ı
Muhammediyyeyi temsil ediyor. Ayrıca bir bakıma bu âlemlerin
koordinat noktalarını da belirtmektedirler.
Elif dediğimiz zaman - eski bilgilerimizi tazelemeye çalışırsak bunun 12 noktadan oluştuğunu, ilk 7 noktasının ettur-u seb'a (yedi tur)
denilen nefsin 7 mertebesini, sonra gelen 5 noktanın da hazarat-ı hamse
(beş hazret) mertebesini ifade etmekte olduğunu hatırlarız. (2)
146
------------------(2) İrfan mektebi adlı kitabımızda anlatıldı.
------------------Cenâb-ı Allah'ın elif, yani Ahadiyyeti ile tenezzülünden sonra Lâhut
âlemini, diğer bir ifadeyle Vahidiyet ve sıfat alemlerini, sıfat âlemi de bu
âlemleri meydana getiriyor. Böylece hakikat-i Muhammedi bütün
mertebeleriyle zuhura gelmiş bulunuyor. Bu bakımdan elif, Lâm, mim'in
her biri ayrı bir kitap; Kur'an-ı Keriym'in kendisi bir kitap, İnsân-ı kâmil
dahi bir kitaptır. "Zalikel kitabü la raybe fihi hüden lilmüttekın" (Sûre
2/Ayet 2) "Bu o kâmil kitaptır ki ALLAH tarafından gönderildiğine şek ve
şüphe yoktur. Takva sahiplerine (şirk, günah, ve kötülüklerden korunanlara, ALLAH'tan korkan, .sakınan ve gereği gibi kulluk edenlere)
hidayettir, yol göstericidir."
Buradaki ittikayı yani sakınmayı ma’nevi yönüyle yorumlamak, kendi
varlığının hakikatinin, Hakk'ın hakikati olduğunu unutmaktan sakınmak,
gaflete ve nefsaniyetine yenik düşmekten sakınmak, varlığındaki
mevcudun bizatihi Hakk'ın varlığı olduğunu idrak ederek hayatını
sürdürmek şeklinde anlamalıdır.
"Ellezine yü'minüne bilgaybi ve yükımünessalâte ve mimma
razeknahüm yünfikun" (Sûre-2 Ayet 3)
Evvelâ bunu, hemen bütün Kur'an-ı Keriym'lerin Türkçe
açıklamalarındaki izah şekliyle tercümesini yapalım ve sonra da bu
izahlardaki bir eksikliği ve hemen de çok önemli bir eksikliği dile
getirelim. Genelde bu ayet "O takva sahipleri, yani ittika edenler,
sakınanlar ki gaybe iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar ve onlara
verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan ALLAH yolunda sarf ederler,
şeklinde açıklanmaktadır. Ve ilk okumada da ne demek istendiğinin
anlaşıldığı sanılır. Oysa ki burada küçücük bir takı ile oynayarak manâ
başka bir zemine kaydırılmaktadır.
Arapçada "be" takısı, "ile" "birlikte" lik anlamında kullanılır. "Bil gaybi"
deyince de, "gaybı ile" diye tercüme edip "gaybı ile îmân ederler" demek
yerine, cümle düşüklüğü yapıldığı zannı ya da gayba îmânın daha
inandırıcı bulunması nedeniyle "gayba îmân ederler" şeklinde
tercümelerle karşılaşılmaktadır.
Eğer "gayba îmân ederler" denmek istenseydi "yü'mimüne bil gaybi"
yerine "yü'minünelgaybe" denirdi. Demek ki burada yüce ALLAH'ımız
tarafından vurgulanmak istenen sadece "gaybe îmân" değil kişinin
147
kendi gaybı ile îmân ve gaybı tasdik söz konusudur.
Az yukarıdaki izah tarzı ALLAH'ın gâipte olduğunu düşünenler için
doğrudur. Ama... acaba... ALLAH (c.c.) gerçekten sadece gaipte midir?
"ALLAH'u nurussemavati vel ardı" (Sûre 24/Ayet 35) "ALLAH c . c .
göklerin ve yerin nurudur."
"Velillâhil meşriku vel mağribu fe eynema tüvellu fesemme
vechullahi, innellahe vasiun alîm" (Sûre 2 Ayet 115)
"Doğu da batı da ALLAH'ındır c.c. nereye dönerseniz ALLAH'ın
vechi orasıdır. ALLAH (c.c.) herşeyi kaplar ve herşeyi bilir:
"Bunlar ve benzeri birçok âyetler ALLAH'ın c.c. sadece gaipte
olmadığının açık ifadeleridir.
"Alimül gaybi veşşehede" (Sûre 59 Ayet 22).
"O, görüleni de görülmeyeni de bilendir." Dendiğinde alemlerin;
biri gaip alemi, diğerinin de şehadet yani müşahade alemi olmak
üzere iki türlü olduğunu öğreniyoruz. Eğer bir şey görülmüyor veya
görülemiyorsa ona îmân söz konusu olabilir. Ama görünüyorsa ona
îmân edilmez, şahitlik edilir veya müşahede edilir. O da “îkân” dır.
İşte cennet, cehennem, alın yazısı, melekler, arş, sırat köprüsü,
mahşer v.s gibi varlıklara îmân söz konusudur. Ama maddi olan
varlıklara şehâdet edilir, müşâhede edilir. Peki "Eşhedü en lâ ilâhe
illâllah" deyince ne oluyor? Yani "ALLAH'tan (c.c.) başka ilâh
olmadığına şahidim" dediğimizde, yukarda gâiplik ve şâhitlik diye
vasıflandırdığımız hallerden ikincisini yani, görüyormuşçasına şâhit
olma halini kabullenmiş oluyoruz. Eğer o niyetle söylemesek
"şâhidim" yerine "îmân ediyorum dememiz gerekecekti.
Âlemler düzeyindeki, bu gâiplik ve müşâhede, aynen insanlar
için de geçerlidir. Her birimizin eti, kemiği, derisi, saçı zahirimiz
yani şehâdet alemimiz; ruhi durumumuz, aklımız, nefsimiz,
gönlümüz de gayb âlemimiz olmaktadır. Her halükârda gerçek olan
şudur ki müşâhede âlemi —insanın kendisi dahil— sınırlı yani
sonlu, gâip âlemi —yine insanınki dahil— sınırsızdır, sonsuzdur.
Bütün bu anlatılanları bir cümle ile özetlersek gerekirse
diyebiliriz ki; îmân gaybedir, şehâdete îmân gerekmez. Bu
bakımdan eğer biz bu âlemde Hakıın varlığını müşahede ediyorsak
îmâna gerek kalmıyor, îmân düşüyor, îmân görevini yerine
148
getirmiş müşahedeye dönüşmüş oluyor. Bu halin diğer ifadesi ise
“îkân” dır.
Belirli çalışmalar ve riyazatları sonunda Hakk'ı müşahede edemeyip
ALLAH'a hâlâ îmân yollu yaklaşmaya çalışıyorsak ondan epeyce uzaktayız
demektir.
Hazır olana îmân garip bir iştir. Ama eğer biz ALLAH'ı müşahade
etmeden "Eşhedü" kelimesini söylüyorsak, affınıza sığınarak biraz
yalancı ve gaflet ehli olmuyor muyuz? Bizler bu âleme Cenâb-ı ALLAH'ı
müşahede etmek ve onu tanımak için gönderildik. Yoksa Hak Tealâ
bizleri esmâ âleminde bırakırdı. Yani ruhlar âleminde kalırdık. Oradan
da cennete veya cehenneme gönderilirdik.
Demek ki bizler zâhirimizle şehâdet âleminin ve orada rabbımızı
müşahede ediyoruz. Gaybımızla da Hakk'ın varlığını gayb âleminde idrak
ediyoruz. Neticede bunu başarabilen veya başaramayan yine insanın
kendisi oluyor.
Yani kendini bilen, nefsini bilen, Rabbini de bilmiş oluyor,
Efendimizin buyurdukları gibi. "Men arefe nefsehu fekat arefe
rabbehu" "Kim ki nefsine arif oldu o ancak rabbine arif oldu."
Ayetin "gaybe îmân" veya "gaybı ile îmân" diye çevrilen
bölümünün kısa izahından sonra "Namazlarını dosdoğru kılarlar"
ifadesini ele aldığımızda bunun da biri zâhiri, diğeri bâtıni iki anlamı
bulunduğunu görüyoruz. Zâhiri anlamda namazın kılınışı sırasında
"tadil-i erkân"a (namazın hareketlerinin düzenli olması) uyulması
gerektiği vurgulanmaktadır. Namazın şekli olarak dosdoğru bir şekilde
nasıl kılınacağı çok önemli bir husus olmakla beraber, bâtıni yönden
düşüncedeki fikirdeki doğruluk da bir o kadar, belki de daha fazla
önemlidir''. Gerçekten istediğimiz kadar namazın rükünlerine tamamen
uyalım, elimizi, ayağımızı, yani dışımızı düzgün tutalım, ama ya içimiz
eğriyse, düşüncelerimiz başka yerlerde ise namazımızın sıhhatinden
emin olabilir miyiz? (3)
-------------------
(3) Bu husuta (5) Salât, Namaz kitabımızda izahat verildi.
------------------Âyetin devamında,
"Ve onlara verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan yerli verince infak
ederler" mevcuttur.
Demek ki nafaka verecek kadar bir varlığa sahip olan bir
149
müslüman,
bu
rızkından
diğer
ihtiyaç
sahiplerini
de
rızıklandıracaktır. Bu rızık maddi olabileceği gibi kendini tanıma bilgisi,
Marifetullah bilgisi gibi ma’nevi yönleri de olabilir. Çünkü verilen bu
çeşit bilgide ruhun rızkını temin etmiş oluyor ki, bu ebedi bir rızıktır.
Karnı doyan bir kimsenin bir kaç saat sonra acıkması mukadderdir.
Ama Marifetullah olan rızık ebedi olarak verilmiş veya kazanılmış
rızıktır.
"Vellezine yü'minüne bima ünzile ileyke vema ünzile min
kablike, ve bil ahiratihüm yükînüne" “yakîn” (Sûre 2 Ayet 4)
Yani "Onlar sana indirilen Kur'an'a senden önce indirilen
kitaplara îmân ederler ve ahireti şeksiz “yakîn” haliyle bilirler."
Buradaki "îmân" kelimesinin de biraz açılmasında fayda vardır.
Îmân'ın; taklidi îmân, tahkiki îmân, ve yakîn "îkân" olmak üzere
birbirini takip eden 3 aşaması vardır. Bunlardan taklidi olan îmân
aileden, yakın çevreden, okuldan vs.’ den genelde daha çocukken
işitilerek öğrenilir. Böylece kişide, ALLAH'ın varlığı ve bilinci
oluşmaya başlar. Yaş ilerledikçe düşünce ve idraktaki gelişmeye paralel olarak çevredeki varlıklar müşahede edilmeye başlanır.
Bunların varoluşları, yaşam ve gelişme tarzları, bir süre sonra şekil
değiştirmeleri dikkati çeker. Sebep sonuç ilişkileri kurulmaya
başlanır. Bütün bu oluşumların kaynağının bulunması, ALLAH
bilincini iyice geliştirir. Bütün bu çalışmalar, insanın tahkik
safhasını oluşturur. Bundan da ileri gidildiğinde "îkân" denilen
"yakân" mertebesine ulaşılır, varlığın hakikatine vakıf olunur.
Gaybe, îmân ile yaklaşılır, müşahede de ise şehadet edilir. Yani
gözle görülene şahitlik, görülmeyene de îmân edilir.
Îmândaki 3 safhayı Kur'an-ı Kerîm'le somutlaştırırsan birinci
haldeki yani taklidi îmân safhasındaki kişi.
"evet bu Kur'an-ı Kerîm'dir der ve öperek başının üzerine
koyar, hörmet eder ve bir köşeye bırakır.
İkinci halde ki, yani tahkiki îmân safhasındaki kişi Kur'an-ı
Kerîm'i alır, açar, okur, hükümlerini yerine getirmeye çalışır yapabildiği kadarını yapar hayli gayret sarfeder.
Üçüncü haldeki yani îkân, yakîn safhasındaki kişi îmânı, îmânı
demeyelim de îmân üstü yaşamı, hadis-i şerifte belirtilen "el insan-ü
vel kur'an-ü tev emânü" dedikleri hakikatin zuhura çıkmasıyla
150
olur. Yani "insan ve kur'an bir(4) batında doğan ikiz kardeş
gibidirler" (4) Lübb-ül Lüb, Özün Özü, Sayfa 30.
tabii ki buradaki batın, insanın zahiri için ana rahmi, batınî yönü
ve Kur'an-ı Kerîm için ise "Bismillâhirrahmânirrahîm" deki
Rahman'ın rahmidir, yani "Ulûhiyettir" .
Hakkın zatından doğmak yani (zuhura gelmek) nedeniyle ikiz
kardeş olan Kur'an ve insandan; Kur'an-ı Kerîm'e ALLAH'ın kelâmı
kelâmullah denmesine karşılık insana da habibullah, ALLAH'ın
habibi ve "Kur'an-ı natık" yani "konuşan Kur'an" denmektedir.
Sen ona korkma de kur'an-ı nâtık,
Gönül kâ'besine gir ol mutabık,
Devreyle ol kâ'benin etrafını,
Devrederler bir gün gelir şems-i zâtını.
Şehadet âleminde zuhura gelen bu iki zâti tecelli îmân
yoluyla birbirlerine yaklaşıp hakikatlerini idrak ederler, böylece
(likâ) mülâki buluşma yakîn meydana gelmiş olur.
Yakîn mertebesinde îmândan söz edilemez, çünkü îmân, biri
îmân eden, diğeri de îmân edilen olmak üzere ikiliği gerektirir.
Diğer yönü ile ise, “îmân, îmân eden, ve îmân edilen, olmak
üzere üçlü bir husus vardır işte bunların teke düşmesi, yani ortada
sadece Hakk’ın kalması îkân’dır”
Halbuki tasavvufta tevhid yani birlik esas olduğuna göre bu
ikilik ne şekilde tekliğe indirilecektir? Bir düşünürün "çık aradan,
kalsın yaradan" diye çok derin ve özlü bir sözü vardır. Yani kulun
kendisini idrak mertebesinde aradan çıkarması gerekmektedir. Bu
takdirde "kul" var zannettiği kendi varlığını, kafasındaki, zihnindeki
izâfi benliğini, nefsi benliğini ortadan kaldırabilirse ortada sadece
"İlâhi benlik" kalacaktır.
İşte bu bakımdan gerçek tevhide ulaşılınca îmân düşmektedir.
Îmân ile hareket etmeye çalışılıyorsa ikiliğin hüküm sürdüğü bir
yaşam tarzına devam ediliyor demektir. Ancak burada özellikle
belirtmek gerekir ki, kişi, kendi bulunduğu yeri bilmeli, derecesini
aşan durumlara tevessül etmemeleridir. Zira zemin kaygandır,
kılavuzsuz yola çıkılmamalıdır. Meselelerin iyi anlaşılması ve yerinde
değerlendirilmesi lâzımdır, şeriat ve tarikat mertebelerinde
mutlaka îmân vardır, hakikat ve marifet mertebelerinde îkân
meydana
geldiğinden
îmân
kendiliğinden
müşahedeye
151
dönüşmektedir. Devam ediyoruz "Ve bil ahirati hüm yükınün”
"Yani" ahirete de yakîn bir îmânla, îmân ederler." Diye
çevirebileceğimiz âyetin son bölümünde "yakîn ifadesiyle
yaklaşırlar ve öyle müşahede ederler" de diyebiliriz. Yani Hazret-i
Rasulüllahın Kur'an ve hadislere dayanarak bildirmiş olduğu âhiret
hukukunu sanki görüyorlarmış gibi yakîn olarak müşahede ederler.
Şurası bilinmelidir ki yakîn bilgisinin dışındaki bütün bilgiler
naklidir. nakledilen bilgilerle sağlanılan yakınlığa, "bilmel yakın"
denilirse bunun da ilerisi, "ilm-el yakîn, ayn-el yakîn, ve Hakk-el
yakîn olmak üzere 3 aşaması vardır. Bunlardan ilm-el yakîn,
konuya akliyle, bilgisiyle, ruhuyla o bilgiye varmak özüne
ulaşmak demektir. Kısacası ilimle yaklaşmaktır. Ayn-el yakîn,
görerek yaklaşmayı ifade eder. Hakk-el yakîn ise bilginin sahibi
olmak, kendisi olmak demektir. Buna şekeri misal gösterirsek:
Birincisi şekeri tarif etmektir. İkincisi şekeri tatmaktır, yemektir,
görmektir. Üçüncüsü de şekerin kendisi olmaktır, yani şeker olmaktır.
İşte âyette bahsedilen yakîn, (yakın) değil, gerçek yakîn hüve
hüvesine o olmaktır. Ariflerden birisine "yakîn nedir"? diye sorulduğunda
"el yakînü hüvel Hak" yani "O Haktır" cevabını vermiştir. Böylece âhireti
de yakîn haliyle yaşamaktadır her an ölecekmiş gibi yaşamaktır. Yaşantısını bu düzen üzerine oturtmuş olan kimseler yani yakînlar
müşahade ehlidirler, her şeye o mertebeden değerlendirirler.
5'inci âyete geldiğimizde "ülâike alâ hüden min rabbihim ve ülâike
hümül müflihun" yani.
"işte bu vasıfta olanlar Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler
ve ancak onlar felâh bulmuşlar, kurtuluşa ermişlerdir."
Genel anlam bu olmakla beraber, yani namazını dosdoğru kılıp,
kötülüklerden korunup, günahlardan kaçındıktan ve sevaplarını
çoğalttıktan sonra ALLAH'a iyi bir kul olma yolunda kendilerini
kurtarmışlardır.
Batıni manâda felâh bulmak ise kişiyi nefsinin tasallutundan, nefsi
benliğinden, birimsel benliğinden, izafi benliğinden kurtararak yerine
Hakkın kâim olmasını sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle kişi beşeriyetinden
kurtularak Ulûhiyetine yükselmesi ve huzura kavuşmasıdır.
Rabbimizin, gerçek ismi "Eb’rahem" yani "halkın babası" anlamına
gelen, batılıların ise "Abraham" olarak telaffuz ettikleri Hazret-i
İbrahim'e şu hitabını hatırlayalım. "İz kâle kehu rabbuhu eslim, kâle
152
eslemtü lirabbilalemin" (Sûre 2 Ayet 131) .
"Rabbi ona: "Teslim ol" buyurduğunda. "Alemlerin Rabbine
teslim oldum" demişti.
Bu hitapta Hazret-i İbrâhîme "Rabbine teslim ol" buyuruluyor.
Daha açıkçası bütün varlığınla bana teslim ol, beni vekil kabul et, senin
kefilin olayım deniyor. Hazret-i İbrâhîm'in cevabı hemen. "Eslemtü
lirabbilâlemîn" oluyor. Yani "ben âlemlerin rabbına teslim oldum"
diyor. Ama bu teslimiyetin çok önemli bir özelliği vardır. Şöyle ki;
"İnni veccehtü vechiye lillezi fatarassemavati velerda hanifen
vema ene minelmüşrikîn" (Sure 6 Ayet 79) Yani
"Ben vechimi öyle bir veche karşı tuttum ki o vecih, semavat ve
arzı fıtratı üzere halk etmiştir. Ve ben de şirk ehli değil, tevhid
ehliyim.
Burada şirkten bahsedilmesi, muhtemelen Babası Azer'in put
yapan birisi olduğunun vurgulanması içindir.
İnsanların puta, taşa, güneşe, hayvana (v.s.) ye tapmaları kaba
ma’nâ sıyle şirki oluşturuyor. Halbuki bir de peygamberimizin "ben
ümmetimin gizli şirkinden korkarım" diye buyurdukları gizli şirk
olayı vardır. Yani semavat ve arz içindeki varlıkları ayrı birer varlık
olarak görmek veya düşünmek. İnsan, zihninde Hakk'ı bir tarafa,
diğer varlıkları başka bir tarafa veya taraflara koyarsa zımmi
olarak Hakk'tan başka varlıkların mevcudiyetini kabullenmiş olur
ki işte korkulan ve insan-ı imanda zayıflatan bu şirk, gizli şirktir,
yani ALLAH'ın varlığının yanında veya karşısında veya ötesinde
başka varlıkların bulunduğunu kabul etmektir.
Hâlbuki "Hüvel evvelü, vel âhiru, vezzahiru, vel batın, ve hüve
bikülli şey'in alîm" (Sure 57 Âyet 3) yani o hem evveldir, hem
âhırdır, hem zâhirdir, hem bâtındır, ve o her şeyi bilicidir,
dediğimizde, Cenâb-ı ALLAH'ın hem evvel, hem âhır, hem zâhir, ve
hem bâtın, ve de her şeyi bilici olduğu bildiriliyorsa, o hâlde
Hakk'dan başka bir varlığın mevcudiyetinden bahsetmek mümkün
müdür?
İşte bu gerçeği ilk idrak eden kişi "hanif' yani tevhid ehli
Hazret-i İbrâhîm'dir. Böylece ilk defa tevhid-i af’al bilinci oluşmuş
ve bundan da “lâ fâile illâllah” hükmü kaynağını bulmuş oluyor.
Makam-ı İbrâhîm'in ileri safhalarına gelindiğinde ise Cenâb-ı
153
Hak bu defa kullarına "Belâ men esleme vechehü lillâhi ve hüve
muhsinün" (Sure 2 Ayet 112) yani, « iyi bilin ki kim vechini
ALLAH'a teslim ederse ona ihsan olunur,”
diye hitabetmektedir. Burada "vechini" ifadesi yüzünü, alnını,
kaşını, gözünü v.s. gibi dar ma’nâ sıyla yorumlanırsa çok sathi
kalınmış olur. Oysa ki, vecih kelimesinin başka anlamları da vardır.
Yani kişi, Hakk'a sadece bedeni ve uzuvlarıyla değil; bilgisiyle,
ruhuyla, özüyle, nefsiyle hepsiyle birlikte yönelmeli ve tüm varlığını
O'na teslim etmelidir. işte bu kimseye "muhsin" denilir ki "ihsânı
alan" "ihsân edilen" anlamını taşır.
Mevzuumuzun başında İslâm, îmân, ihsân, ve îkân,
derken Marifetullah, yani Allah bilgisinin ve müşahedesinin,
peygamber bilgisinin hakikat-i Muhammedî bilgisinin, özü bu
"ihsân" kelimesinde yatmaktadır. Bu durumda vechini Hakk'a
teslim eden kişiye "muhsin" dendiğine göre, o kişiye ihsân olunmuş
demektir. Olaya tersinden yaklaşıldığında, eğer bir kimse muhsin
değilse yani ihsân olunmamış ise, o kimse vechini Hakk'a teslim
etmemiş demektir. Burada ihsân'ın bir özelliğini belirtmekte fayda
vardır. Vechin Hakk'a teslimiyeti devam ettiği sürece Zat'tan
yapılan ihsân devamlı bir şekilde çoğalarak artar. Çünkü ihsân
olunan da devamlı bir kapasite genişlemesi olur. Ve bu alış veriş
devamlı inkişaf eder. Halbuki
babamızdan, annemizden,
dedemizden intikal eden ihsânlar, milyonlar, milyarlar dolayısıyla da
muhsin oluyoruz ama, onların yaşamının bitiminde ihsânları da son
buluyor.
Yaşantısını ibadetlerle, sohbetlerle, zikirlerle, tefekkürlerle
renklendirerek sürdüren kişi, bu defa "İnne rahmetellahi karibün
minel muhsinin" (Süre 7 Ayet 56) hitabına mazhar olur. "Yani
ALLAH'ın rahmeti ancak Muhsinlerden gelir" Dikkat edilirse bu âyet-i
kerîme ALLAH'ın rahmetinin nereden geldiğini çok net bir şekilde
ifade ediyor. Tabiiki ALLAH'ın (genel) rahmeti gökyüzünden, sağdan, soldan, hocalarımızdan, alimlerimizden, sanatkârlarımızdan,
tabiat ismini verdiğimiz bu varlık zuhurlarından, her yerden
gelmektedir, ancak burada bahs edilen genel rahmet değil, (ilâhi
ve zâti) rahmettir ki; o da ancak ve ancak en kısa yoldan muhsin
kişilerin gönüllerinden tâlip kişilerin gönüllerine gelmektedir.
İhsânla ilgili başka bir âyet-i Rahmân suresinde görüyoruz. "Hel
cezâül ihsânü illel ihsânü" (Sure 55 Âyet 60) Yani "ihsânın cezâsı
ancak ihsan değil midir?" Buradaki cezâ kelimesinin anlamı,
154
genelde kullanmaya alıştığımız cezâ kelimesinden çok farklıdır.
Cezâ, arapçada karşılık, her hangi bir şeye karşılık, eşdeğer bir
karşılık anlamına gelmektedir. Yüce ALLAH bir âyet-i kerîmesinde
"Cezâ ühüm inde Rabbihim cennatü adnin tecri min tehtihel enhâru
hâlidine fihe ebeden" (Sure 98 Ayet 8). Yani "Onların Rabları
katındaki mekâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden
ırmaklar akan adn cennetleridir." gibi veya "cehennemle
cezâlandıracağız" gibi.
Burada da ihsân'ın karşılığının yine ihsân olacağı ifade
edilmektedir. Yani muhsin olan bir kimse, muhsin olduktan sonra
vermeye başladığında yaşamı ihsâna dönüşmüş oluyor. İhsân
sahibi oluyor. Verebildiği kadar veriyor, bunun karşılığında da
alabildiği kadar alıyor ve bu hal süreklilik kazanıyor. Bu yaşantı
içersinde artık kişi "Eşhedü enlâilâhe illâllah" dedigi zaman
gerçekten müşahede sahibi oluyor ve îmâna ihtiyacı kalmıyor.
Îmân safhasını yaşayan kişi, aslında kesret âleminin ehlidir. Çünkü
îmân olgusunda daha evvel de belirttiğimiz gibi biri îmân eden,
diğeri îmân edilen . olmak üzere iki varlığın mevcudiyeti sözkonusu
olmaktadır.
"Eşhedü en lâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
Resulüllah" diyen kişi bunu gerçek mânâsıyle söylüyorsa o artık
îmân safhasını aşmış, gâibliği geride bırakmış, kesretten
kurtulmuş, Vandeti bulmuş, müşahede ehli olmuştur.
Ve yine başka bir âyet-i kerime de "Ve eşhedehüm alâ
enfüsihim" (Araf 7/ 172) buyurulmaktadır. Yani "kendi nefisleri
üzerine şâhit olurlar" denmektedir. Îmân ederler denmemektedir. Eğer
nefisleri üzerine îmân ederler denseydi kişinin bu kadar terakkiden
sonra yeniden dersine bir'inci sınıftan başlaması gibi olurdu. Oysa ki
ihsân-muhsin dönüşümü yukarıda belirtildiği gibi sonsuza kadar
kapasite artışını içerir.
Müşâhede halinin zirvesini ifade eden şu âyet bütün bu anlatılanlar ne
güzel özetlemektedir. "Şehidellahu ennehu lâ ilâhe illâ hu" (Sûre 3 Ayet 18)
“ALLAH şahittir ki ALLAH'tan başka ilâh yoktur, ancak ALLAH vardır.”
Sözümüzü bitirmeden evvel konumuzun başlangıcında Cibril Hadisinde
yerini alan "İslâm" kelimesini de bir nebze açmakta fayda görmekteyim.
İslâm selâmdan, selâmetten, teslim olmaktan kaynaklanan bir
kelimedir. ALLAH'ın birliğine inanmak ve O'na şirk koşmamaktır.
İslâm
dininin
zâhiri
"şeriat-ı
Muhammedi;
155
bâtını
ise
hakikati
Muhammedi'dir". ikisini birlikte yürütmek ise kemalâttır. İslâm aynı
zamanda Âdem A.L'dan Muhammed A.L.'ma kadar bir semâvi sistemin
ismidir.
Cenâb-ı Hakk; İbrâhîmiyet, Museviyet, İseviyet, Muhammediyet diye
ayrı ayrı dinler vazetmemiştir. Allah'ın indinde (yanında) din İslâmdır. Onun
için Kur'an-ı Kerîm de "İnneddine indellahil islâm" (Sure 3 Ayet 19)
denmiştir.
Allah'ın indindeki (yanındaki) din islâm olmakla beraber, acaba
kulun indindeki din nedir, nasıldır? İşte Museviyet, İseviyet vs. dinler bu
safhada ortaya çıkmaktadır. Çünkü kul, zâhir hali daha kolay
benimsemekte ve her kitap sahibi peygambere ayrı bir din ismi
yakıştırmaktadır. Hazret-i İbrâhîm'in getirdiği tevhid-i ef’al
hukukunu, Hazreti Musa'nın getirdiği tenzih hukukunu, Hazret-i
İsa'nin getirdiği teşbih hukukunu, Hazret-i Muhammed'in getirmiş
olduğu tevhid ve vahdet hukukunu, ümmetleri, peygamberlerinin
isimlerine izafeten İbrâhîmilik, Musevilik, İsevilik, Muhammedilik
olarak isimlendirmişlerdir ve böylece kulların yanındaki dinler
ortaya çıkmıştır. Halbuki ALLAH birdir ve âyette belirtildiği gibi
indindeki (yanındaki) din de "bir'dir, o da İslâmdır.
Adem A.L. ile başlayan ALLAH'ı (c.c.) bilme ve bulma olgusu
Hazret-i Muhammed A.L. ile kemâle erdi, o yüzden son peygamber
olmuştur. İlâhi sırları zuhura çıkarmış gizli bir şey bırakmamıştır,
yeter ki biz kulak, göz, gönül ve akıl ayarlarımızı güzel yapalım,
ayarı bozuk cihaz gerçekleri yansıtamaz.
Kur'an-ı Kerîm peygamberler kıssaları ile bir Hak yolcusunun
seyr-i sülük'unu nasıl yapacağını çok açık bir şekilde göstermektedir. Bir Ârif kişinin nezaretinde yeterli sürede 10-20 sene arası
olabilir, istisnalar hariç, bâzen daha kısa, veya daha uzun da
olabilir. Kısaca özetlersek gafletine tevbe edip mertebei
Âdemiyyette venefahtü ile şuurlanmaya başlayan kişi, nefs
temizliğine yönelir, kendini anlamaya başlar Hakk'a teslim
olmaktan başka çaresinin olmadığını idrak eder. Teslimi külli ile
teslim olur, daha sonra vechini (bütün varlığını) Hakk'a teslim eder
bunun karşılığı ihsandır, Cibril hadisinde bu olgu çok muhteşem bir
şekilde ifade edilmiştir. Benlik perdesinin kalkmaya başladığı ilâhi
zâti müşâhedeye dönük oluşumların yer aldığı bir mertebedir.
Mertebei İbrâhimiyette dostluk hullesini giyer gerçek tevhide
ulaşır.
156
Mertebei Museviyette eymen vadisinde gerçek tenzihe ulaşır.
Mertebei İseviyette Ruhül kuds'ten destek alır.
Mertebei Muhammediyye de ise seyr-i zirveye çıkıp mi'racını
yapar böylece (büyük ayet) olan kendini ve Rab- bini müşahede
etmiş daha dünyada iken ruyetullah'a ulaşmış olur. İşte İslam
ALLAH'ın yolunu ilk aşamasından başlatıp zirveye yani zatına kadar
ulaştıran sistemin ismidir.
Bu oluşumlar bütün varlıkta da ALLAH c.c.yü müşahede etmek
için düzenlenmiştir. ALLAH c.c. kendini bildirmeyi diledi ve bilebilecek
olan "halife" insan-ı "hâlk" etti (yaratma değil) ve onda en geniş
manâda zuhur etti. Bu hakikatleri bilen ayn bilinen gayr oldu. Bilen
de vechini açtı, bilinende hicapladı yani perdeledi.
Ne zaman ki bu perdeleri açacağız işte o zaman şu dünya
hayatımızın ne kadar değerli bir şey olduğunu anlayacağız .
Hz. Muhammed s.a.v. ve Kur'an ile bütün hakikat ortaya
konduğundan daha başka bir peygamber ve kitabın gelmesi
mümkün değildir. Eğer böyle bir şeyler varsa kökünden yanlış ve
aldatmacadır, çünkü Kur'an zattır ve O'na ilâve edilecek başka hiç
bir şey yoktur, ancak bizim O'nu iyi inceleyip anlamamıza
ihtiyacımız vardır.
Bu saha sonsuz bir deryadır, gayemiz o deryadan alınan bir avuç
su ile yüzümüzü yıkayıp gözlerimizi Hakk'ın eliyle benliğimizden
mehs etmektir. ALLAH'u tealâ gayretli olanları basar'dan basirete
ulaştırsın.
Ehlullahtan birisine sormuşlar ALLAH'ı görmek mümkün mü?
diye o da cevap vermiş ALLAH'ı görmemek mümkün mü? diye.
Daha ileride inşeallah Cevab-ı Hak izin verirse bu mevzu ile
alâkalı daha geniş kapsamlı bir yazı meydana getirebiliriz, daha fazla
bilgi almak isteyenler de "mübarek geceler" isimli kitabımızın mi'rac
bölümüne bakabilirler.
Bu risâle îmânın hakikatleri yönünde şüpheleri bulunan bazı
kimselerin sorulan üzerine yazılmaya çalışıldı. Gayret bizden tevfık
ve ihsân ALLAH'dan'dır.
Muhterem okuyucum bu risaleyi sabrederek eğer sonuna kadar
okuyabildinse lütfen ön yargılı davranma iyi anlamaya çalış ki
157
ufkun ve gönlün genişlesin bu, hayata daha değişik yönlerden
bakmaya alışmalısın.
Rabbimizden cümlemize ilim bereketleri vermesini niyaz ederim.
Hoşçakalın, dostça kalın.
06.09.1996 Cuma
El fakir
NECDET ARDIÇ UŞŞAKİ - TEKİRDAĞ
TERZİ BABA
------------------Bu mevzu hakkında, Hicr suresinin son iki âyetinden, tekrar
başka yönü ile, özetle bahsetmekte yarar olacağını düşünüyorum.
-------------------
َ ِٖ
‫َ َ ْ ِ َ ْ ِ رَ َ َو ُ ْ ِ َ ا‬
Hicr/15-98 - Fesebbih bihamdi rabbike ve kum mines sâcidîn.
15.98 - O hâlde, Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt) ve secde
edenlerden ol.
------------------Yukarıda genel meali verilen âyet-i kerîmenin diğer yönden
bâtıni hakikatlerini de incelemeye çalışalim.
“Fesebbih bihamdi rabbike” Fesebbih, tesbih et, nasıl edeyim?
Bihamdi, Hamd ile, rabbike, “Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.”
“Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.” Âyet-i kerîme’ye bu yönü
ile baktığımızda! Evvelâ Rabb’ımızı bilmemiz, daha sonra onun
hamdının nasıl olduğunu bilmemiz ve bu bilinçle “Rabbu’l erbab
olan Allahımızı tesbih etmemiz mümkün olabilecektir.
Özetle, bilindiği gibi Rububiyyet mertebesi “esmâ Melekût”
mertebesi’dir, ve bu mertebede bütün esmâ-i İlâhiyyeler birer
terbiye edici mürebbiye Rablardır. Ve hakikatleri varlık sebebleri
Rabbu’l erbab olan Allah’a bağlıdır, bu yüzden kendilerine varlık
veren Allah-ı övmek/hamd, kendilerinin bir görevidir.
158
Esmâların yapmış oldukları övgü “Rabbı’nın Hamdı” dır. İşte
onlar bu hamd anlayışları ile Rabbu’l erbab olan Allah’ı tesbih
et, emrini böylece yerine getirirler. Tesbih, bilindiği gibi kudsiyyet,
“esmâ ve sıfat mertebesi”nin faaliyet sahasıdır.
------------------Âyet-i kerîmenin bu bölümünün ma’nâ’sını, kendi beden
mülkümüzde görmek istediğimizde, şöyle dememiz gerekecektir.
Varlığımızda daha evvelce mevcud olan, ancak beşerileşmiş
esma ve sıfatlarımızı terk edip, onlardan fâni olduğumuzda, bütün
esmâ-i İlâhiyye ve sıfatı ilâhiyyenin Hakk’a ait olduğunu
anladığımızda, ve bu yolla gerçek hamd/övgü’ye ulaştığımızda
kendimizde meydana gelecek kudsiyyetimizin idrak tesbihi,
“Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.” Hükmünü ortaya çıkaracak,
nefsi ma’nâ’da kullandığımız esmâ ve sıfatlarımızı, bundan sonra
gerçek Rabbani yönleriyle kullanmaya başlayacağımızdan, onlar
bizden râzı olmuş olacaklardır. Bizlerde böylece “marzî” razı
olunmuş kimselerden olmuş olacağız.
“ve kum mines sâcidîn.” İşte bu anlayış ile secde edenlere
dâhil olup, gerçek secde ehli olun. Secde makamı bilindiği gibi
“fenâfillâh” “Îseviyyet” mertebesidir, kişi kendi hakikatinin Hakk’ın
hakikati olduğunu anlayınca beşeriyetinden sıyrılıp kimliksiz kalır
bunun en tevazu hali ise secdedir. Kendinden ve her şeyden fenâ
bulmaktır. “ve kum mines sâcidîn.” İşte sizler de böylece beşeri
nefislerinden geçip, Hakk’ta fâni olanlarla birlikte secde edenlerden
olun.
-------------------
ُ ٖ َْ ‫َ ْ َِ َ ا‬
َ َ َ‫َوا ْ ُ ْ ر‬
Hicr/15-99 - Vağbud rabbeke hattâ yeé'tiyekel yakîn.
Diyanet Meali:
15.99 - Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.
Elmalılı Hamdi Yazır Meali:
15.99 - Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o yakîn gelene kadar
-------------------
159
“Vağbud rabbeke” Bu anlayışlarla, hayali rabb’lardan geçip
geçek olan Rabb’ına ibadet et,
“hattâ ye'tiyekel yakîn.”
Yukarıdaki meal yorumlarında iki
değişik yol izlenmiş, birincide, Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine
ibadet et. Böylece “yakîn”i ölüm ile yorumlamış.
Diğerinde ise, “Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o yakîn gelene
kadar.” İfadesi ile “yakîn”i gene “yakîn” olarak vermiş ancak
yakîn’in ne olduğundan bahsetmemiştir.
Yukarılarda da bahsedildiği gibi, “elyakînü hüvel Hakk” Yani
“yakîn” ef’ali ile, esmâsı ile, sıfatı ile, zâtı ile Hakk’ın ta kendisidir.
Diye Belirtilmiş idi. Yani senin beşeri bütün isim ve sıfatların,
yok olduğunda ve yerlerine Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının kâim
olduğunda, sende Hakk’tan başka bir varlık olamayacağından ve
bu anlayış ile sende Hakk’al yakîn müşahedesi tecelli ettiğinde
daha evvelce yaptığın nefsine dönük ibadetleri bundan böyle
yapamıyacağın için bu devreden sonra beşeri ma’nâ’da ki ibadet
analayışının yolu sana kapanmıştır. Bundan sonraki ibadetlerin
“ubedet” hükmünde olacağından “ubudet” ise “Hakk’ın ibadeti”
olduğundan senin ibadetlerinde bu hale dönüşeceğinden artık sana
“yakîn” geldiğinden, eskisi gib nefsi “ibâdet” yolu sana kapanmıştır.
Daha evvelce bu tür nefsine ait “ibadet”in yolu sana açık ve
bundan mazur iken “yakîn” geldikten sonra, kendinin tükenmişliği
ve senin varlığında bütün mertebeleri ile hakk’ın varlığı cem
olduğundan, arada gayrı kalmadığından beşeri ibadet hükmü
senden düşmüş, ancak Hakk’ın ubudet hükmü sende zuhura
çıkmıştırki bu da “ubudettir” buda Hakk’ın kulluk mertebesinden,
kulunda kul olarak, yapmış olduğu kendinden kendine olan
ibadetidir.
------------------Yeri gelmiş iken bir mevzua daha dikkat çekmek isterim o da!
“ilmü ledün ile ilmi yakîn”in arasındaki farktır.
“İlmü ledün” Allah’ın indinde’ki/yanında ki ilimdir, tahsil ile
kazanılmaz Hakk’ın zâti tecellisi ile olan atası/vergisidir. Hakk’tan
halka’dır.
“İlmi yakîn” ise çalışılarak gayret ve sabırla zaman içinde
mertebeleri itibariyle oluşturulan Hakk’ın zâtına dönük bilgilerin
160
toplanmasıyla meydana gelen zâti bilgiler toplamıdır. Kâmil bir
Mürşidin gözetiminde çalışılarak/kesb ile elde edilir. Halktan Hakk’a
doğru olan ilimdir.
İlmü ledün, ancak “İlmi yakîn” ehline verilmektedir. Çünkü
başkaları zâten onu değerlendiremez, “İlmü ledün” Hakk’ın zâtına
ait zâti bilgilerdir. Kur’an-ı kerîmde birçok yerde geçmektedir.
------------------Rabbımızdan her birerlerimiz için, evvelâ özünden özlerimize,
“İlmi yakîn” sonra da “İlmü ledün” vermesini bütün muhabbetimle
niyaz ederim.
------------------İnşeallah Rabb’mızdan, bundan sonraki yaşantılarımızda Îmânlarımızın Îkânlarımız haline dönüşmüş olan, gerçek abd/kul olan
kimseler gibi yaşamayı bizlere nasib etmesini niyaz ederiz.
-------------------
Bu kitabımızı da böylece şimdilik tamama erdirmiş olduğumuzdan zaman ve sağlık verdiği için Rabb’ımıza şükrederiz.
Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tan’dır
Herkese başarılar diler selâmlarımı iletirim, hoşça kalın hoşlukla
kalın.
Terzi Baba, Necdet Ardıç Tekirdağ
Ramazan.
-------------------
161
(17 haziran-2016 Cuma
KAYNAKÇA
1. KÛR’ÂN VE HADîS :
2. VEHB
: Hakk’ın hibe yoluyla verdiği ilim.
3. KESB
: Çalışılarak kazanılan ilim.
4. NAKİL
: Muhtelif eserlerden, Mesnevi’i şerif,
İnsân-ı Kâmil, Fusûsu’l Hikem ve sohbetlemizden müşahede ile
toplanan ilim.
-------------------
Terzi Baba
Baskısı olan kitaplar.
------------------1. Necdet Divanı:
2. Hacc Divanı:
3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri:
4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan
çeviri):
5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı
hakikatler:
“İngilizce, İspanyolca”
6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve
Hakikatleri: (Fransızca)
7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):
8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri):
9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet:
10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle:
11. Vâhy ve Cebrâil:
12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi:
162
13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye:
14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve
şerhi
15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah
(a.s.)
16. Divân (3)
19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i.
21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah:
(a.s.)
22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik:
24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.)
35. Fâtiha Sûresi:
39. Terzi Baba: (2)
41. İnci tezgâhı:
49. 36-Yâ’sîn, Sûresi:
59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.)
60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah:
61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed:
(a.s.)
(s.a.v.)
67. 067-Mülk Sûresi:
91-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)
96- 41-Fussilet Sûresi.
-------------------
(H)
Yayınları tarafından basılan kitaplarımız:
------------------6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve hakikatleri:
14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri.
15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem-safiyeti. Safiyyullah. (a.s.)
-------------------
163
Terzi Baba kitapları sıra listesi
------------------(Gönülden Esintiler)
------------------1. Necdet Divanı:
2. Hacc Divanı:
3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri:
4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan
çeviri):
5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı
hakikatler: “İngilizce, İspanyolca”
6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve
Hakikatleri: (Fransızca)
7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):
8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri):
9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet:
10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle:
11. Vâhy ve Cebrâil:
12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi:
13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye:
14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve
şerhi
15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah
16. Divân (3)
17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.
18. Peygamberimizi rû’ya-da görmek.
19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i.
20. Terzi Baba Umre (2009)
164
(a.s.)
21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah:
(a.s.)
22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik:
23. Değmez dosyası:
24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.)
25. -1-Köle ve incir dosyası:
26. Bir zuhûrât’ın düşündürdükleri:
27. -2-Genç ve elmas dosyası:
28. Kûr’ân’da Tesbîh ve Zikr:
29. Karınca, Neml Sûresi:
30. Meryem Sûresi:
31. Kehf Sûresi:
32. 3-Terzi Baba İstişare dosyası:
33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010)
34. -3-Bakara dosyası:
35. Fâtiha Sûresi:
36. Bakara Sûresi:
37. Necm Sûresi:
38. İsrâ Sûresi:
39. Terzi Baba: (2)
40. Âl-i İmrân Sûresi:
41. İnci tezgâhı:
42. 4-Nisâ Sûresi:
43. 5-Mâide Sûresi:
44. 7-A’raf Sûresi:
45. 14-İbrâhîm Sûresi:
46. İngilizce, Salât-Namaz:
47. İspanyolca, Salât-Namaz:
165
48. Fransızca İrfan mektebi:
49. 36-Yâ’sîn, Sûresi:
50. 76-İnsân, Sûresi:
51. 81-Tekvir, Sûresi:
52. 89-Fecr, Sûresi:
53. Hazmi Tura:
54. 95-Beled-Tîn, Sûresi:
55. 28- Kasas, Sûresi:
56. İrfan-Mek-Şer-Fransızca-Baba:
57. 20-TÂ HÂ Sûresi:
58. Mirat-ül-İrfan-ve-şerhi:
59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.)
60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah:
(a.s.)
61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed:
(s.a.v.)
62. -4-Bir ressam hikâyesi:
63. İnci mercan tezgâhı
64. Ölüm hakkında:
65. Reşehatt’an bölümler:
66. Risâle-i Gavsiyye:
67. 067-Mülk Sûresi:
68. 1-Namaz Sûrereleri:
69. 2-Namaz Sûrereleri:
70. Yahova Şahitleri:
71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits:
72. Îman bahsi:
73. Celâl Cemâl Celâl:
74. 2012 Umre dosyası:
166
75. Gülşen-i Râz şerhi:
76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi:
77. Aşk ve muhabbet yolu:
78. A’yân-ı sâbite. Kazâ ve kader:
79- Terzi Baba-(4) İstişare dosyası.
80- Terzi Baba-(5) İstişare dosyası.
81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları:
82- Mektuplarda yolculuk-M.Nusret-Tura.
83- 2013 Umre dosyası.
84- Nusret Tura-Vecizeler ve ata sözleri.
85- Nusret Tura-Tasavvufta aşk ve gönül.
86- Terzi Baba-(6) İstişare dosyası.
87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.
88- Nusret Tura-Divanı.
89- 6-Her şey merkezinde hikâyesi.
90- İnsân-ı Kâmil A.K.C. şerhi. Cild (1) kitap (1)
91- Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)
92- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (2) şerhi.
93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):
94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara.
95- Terzi Baba-(8) (19/53)
96- 41-Fussilet Sûresi.
97- 2015 Umre dosyası.
98- Solan bahçenin kuruyan gülleri.
99- Terzi Baba-(9) İstişare dosyası.
100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca.
101- Bosna Hersek dosyası.
167
102- 14-İrfan mektebi ve şerhi-İngilizce.
103-terzi Baba yüksek lisans tezi.
104-Hacc Umra ve hakikatleri.
105-Cemo ve Farko106-(2016) Umre dosyası.
107-Vahy ve Cebrâîl- (Fransızca)
108-Terzi Baba ile ilgili zuhuratlar.
-------------------
Altı peygamber serisi:
------------------15. (1) 6 Pey-(1) Hz. Âdem Safiyyullah
(a.s.)
21. (2) 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah:
(a.s.)
24. (3) 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah:
(a.s.)
59. (4) 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah:
(a.s.)
60. (5) 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah:
(a.s.)
61. (6) 6 Pey-(6) Hz. Muhammed:
(s.a.v.)
-------------------
Terzi Baba kitapları serisi:
------------------12- 1-Terzi Baba-(1)
39- 2-Terzi Baba-(2)
32- 3-Terzi Baba-(3) İstişare dosyası.
79- 4-Terzi Baba-(4) İstişare dosyası.
80- 5-Terzi Baba-(5) İstişare dosyası.
86- 6-Terzi Baba-(6) İstişare dosyası.
91- 7-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)
95- 8-Terzi Baba-(8) (19/53) İstişare dosyası.
168
99- 9-Terzi Baba-(9) İstişare dosyası.
103-10-Terzi baba yüksek lisams tezi.
108-11-Terzi Baba ile ilgili zuhuratlar.
-------------------
Bir hikâye birçok yorum serisi.
------------------25. -1-Köle ve incir dosyası:
27. -2-Genç ve elmas dosyası:
34. -3-Bakara dosyası:
61. -4-Bir ressam hikâyesi:
76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi:
89. -6-Her şey merkezinde hikâyesi.
-------------------
Dîvanlar serisi:
------------------1. Necdet Divanı:
2. Hacc Divanı:
16. Divân (3)
87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.
88- Nusret Tura-Divanı.
-------------------------
İbretlik dosyalar serisi:
------------------17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.
23. Değmez dosyası:
73. Celâl Cemâl Celâl:
81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları:
169
94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara.
98- Solan bahçenin kuruyan gülleri.
(7) 105-Cemo ve Farko
-------------------
Mektuplar ve zuhuratlar serisi:
-------------------
Terzi Baba İnternet dosyaları:
------------------Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
1-2- 3-4-5- 6-7- 8- 9- 10Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
11- 12- 13- 14- 15- 16-17- 18- 19-20Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
21- 22-23- 24-25- 26-27- 28-29-30Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
31-32-33- 34-35- 36- 37- 38- 39-40Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
41- 42-43- 44-45- 46-47-48- 49-50Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
51-52- 53-54-55- 56-57- 58-59- 60Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
61- 62-63-65-66- 67-68- 69-70Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.
71-72-73-74-75-76-77-78-79-80
-------------------
Kitaplar devam ediyor şu an Yekün= (108/80=188)
170
NECDET ARDIÇ
Büro : Ertuğrul mah.
Hüseyin Pehlivan caddesi no. 29/5
Servet Apt.
59 100 Tekirdağ.
Ev : 100 yıl Mahallesi uğur Mumcu Cad.
Ata Kent sitesi A Blok kat 3 D. 13.
59 100 Tekirdağ
Tel (ev)
: (0282) 261 43 18
Cep
: (0533) 774 39 37
Veb sayfası: Amerika: <http:// necdetardic. org/
Veb sayfası: Amerika: <www.necdetardic.info>
Veb sayfası: Almanya: <www.terzibaba.com>
Radyo adresi (form): <terzibaba13.com>
İnternet, MSN Adresi:
Necdet Ardıç
[email protected]+
171

Benzer belgeler