Burhan Dergisi 30. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 30. Sayı
4
içindekiler
Günde Beş Vakit Câmideyiz Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
4
Nimete Değil Külfete Talibiz Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
7
Günde Beş
Vakit
Câmideyiz
Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 13 Prof.Dr. İbrahim BAYRAKTAR 8
16
Tevhid Penceresinden Hayatın Anlamı Ramazan ÇAKIR
10
Amelî Boyuttaki Vazifelerimiz Hüseyin SELAMCI
14
Özgürlük ve Başörtüsü Prof. Dr. Orhan ATALAY
16
Satırlık Hakikatler Yahya MACİT
19
Şeytanın Adaveti Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL
20
Şiir
23
Söyleşi Sezgin ÇAKIR
24
Allah Dostları Abdullah ÇAKIR
30
Yol Kandilleri Ersan BİLGİN
34
Fıtratın İnşâsı İçin Vahiy Mehmet DEMİRCİ
38
Son Kapı Çanakkale… M.Akif ARICAN
40
Korkulardan Kurtulmak Hasan BAŞAR
46
Büyük Haber Yeniden Diriliş Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
49
Canım Annem...! Özkan KILBAŞ
52
Gittin Sebahattin TÜZÜN
54
Kerim Elçi Sebahattin TÜZÜN
55
Gönül Dilinden Öğütler
56
Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL
58
Hayat Halil Atik
60
İbrahim DİRLİK Efendi Hazretleri Nizamettin SÜRMELİ
62
Çocuk Terbiyesi Zeynep GÜLOĞLU
68
Burhan Çocuk Musa KARACA
70
Özgürlük ve
Başörtüsü
24
Prof.Dr.
Osman
TÜRER le
Söyleşi
34
Hz. Osman
Bin Affan
56
Gönül
Dilinden
Öğütler
62
İbrahim
DİRLİK Efendi
Hazretleri
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 30
Mart 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTAŞ
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası 1673 Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik
yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan
kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu
reklam verene aittir.
editörden
Selam ile
Rasûlü Ekrem (s.a.v)'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika'
gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın
muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da
misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti.
Rasûlullah (s.a.v) ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı.
Allah Rasûlü akşamüstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve
yanındakilere sordu:
— Bu gece istirahatımızda bize kim bekçilik yapacak?
Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler:
— Ya Rasûlallah, biz sizler için nöbet tutarız.
— Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin.
Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece
nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den
olan Ammar'a:
— Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu.
O da:
— Gecenin ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi.
Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar
arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin
değerlendirmek için gece namazına durdu.
Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı.
Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir
ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır
yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve
arkadaşını uyardı:
— Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!..
Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı.
Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu:
— Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya!
— Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek
istemedim. Eğer Rasûlullah’ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar
gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim.
Din, sahabe-i kiram, namaz- ibadet ve biz… Neredeyiz? Allaha
emanet olun.
Otuz
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Günde Beş Vakit
CÂMİDEYİZ
Süleymaniye Camii
Hz. Peygamber efendimiz ve O’nun çevresindeki ilk Müslümanlar, Mekke döneminde namazlarını kendi evlerinde kılıyorlardı. O zaman
cemaatle toplu namaz kılınamıyordu. Çünkü Mekke’de Müslümanların namaz için toplanabileceği bir
mescid yoktu. Müslümanların böyle bir câmileri
olsa bile müşrikler, Müslümanların toplu namaz kılmalarına izin vermezlerdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve
Hz. Ammar (r.a.), evlerinin birer odalarını mescide
çevirmişlerdi; orada namaz kılar ve Kur’ân-ı Kerim
okurlardı.
Hz. Peygamber efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret ederken, Medîne şehir merkezine girmeden önce birkaç gün Kubâ köyünde kaldı. Bu
köyde hemen bir mescid yaptırdı. Kur’ân-ı Kerim’de bu mescidden bahsedilmekte ve temellerinin takvâ üzerine atıldığına vurgu yapılmaktadır.
(Geniş bilgi için bakınız: et-Tevbe Sûresi, âyet:108)
Hz. Peygamber efendimiz, hicretten sonra
Medîne’ye yerleşince birtakım işlerin bir an önce
yapılmasına öncelik verdi. Bu işler arasında Medîne merkezinde bir mescidin yapılması da vardı.
Medîne’nin yerlisi olan Ensâr ile Mekke’den gelen
4
Muhâcirlerin kardeş ilân edilmesi ve Medîne vesîkası da bu işler arasındaydı. Hz. Peygamber efendimiz, Medîne’ye girdiği esnada devesinin çöktüğü
arsayı sahiplerinden aldı. Arsanın bedelini Hz. Ebû
Bekir ödedi. Arsa düzeltildi ve hemen bir mescid inşaatı başlatıldı. Temelleri taştan, duvarları kerpiçten olmak kaydıyla kısa zamanda yapılan bu
binanın üstü de hurma dalları ve yaprakları ile gölgelik şeklinde yapıldı. Hz. Peygamber efendimizin
kendisi de Ashâb-ı kirâm ile birlikte bu mescidin inşaatında çalıştı. Mescid yapılıncaya kadar namazları bulundukları yerde, açık havada ve uygun
mekânlarda kıldılar. Mescidin inşaatı bittikten sonra
günde beş vakit namaz ve Cuma namazları bu
mescidde kılındı. Mescid, Medîne Müslümanlarının hem ibâdet yeri, hem sohbet mekânı, hem
mekteb ve medresesi, hem dinlenme yeri ve hem
de buluşma yeriydi. Mescid, Hz. Peygamber efendimizin kurduğu “Medîne İslâm Devleti”nin merkeziydi. Peygamberimiz misâfirleri mescid de kabul
eder, Suffe’de yatırırdı. Bu konuda geniş bilgi sahibi olmak isteyenler benim “Hz. Peygamber
(s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları”
isimli kitabımı okuyabilirler. (Ravza Yayınları, Telefon: 0 212
528 46 17)
Burhan
Hz. Peygamber efendimiz, Medîne şehir
merkezinde yaptırdığı bu câminin imâmıydı. Medîne’de bulunduğu sırada namaz vakitlerinde muhakkak mescidde olur ve cemaate namaz kıldırırdı.
Herhangi bir iş için Medîne’nin dışına çıkınca, kendisi dönünceye kadar, uygun birini imam tâyin
ederdi. Rahatsızlığı esnasında bile câmiye gitmeyi
terk etmezdi. Yalnız, vefatından önceki hastalığında birkaç vakit câmiye gidememiş ve namazlarını evde kılmıştır. Vefat ettiği Pazartesi günü
sabah namazını câmide cemaatle kılmış ve aynı
gün kuşluk vakti vefat etmiştir. Sevgili Peygamberimiz işte bu derece câmiye ve cemaate düşkündü.
O’nun ümmeti olan bizler, bu konuda O’na neden
benzemiyoruz?
Yüce Allah, bize kitap olarak Kur’an-ı Kerim’i,
Peygamber olarak da Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v.)’i göndermiştir. Biz, dinimizi bu iki kaynaktan öğreniriz. Özellikle, dinin nasıl yaşanacağını
Hz. Peygamber efendimizden öğreniriz. Bu dinin
peygamberi günde beş vakit namazı câmide cemaat halinde kılıyordu. Bize ne oluyor veya bizler
ne biliyoruz ki, câmilere gitmiyor; namazlarımızı evlerimizde, bürolarımızda veya işyerlerimizde kılıyoruz? Bu fetvayı kimden alıyor ve bu yaşantıyı
kimden öğreniyoruz? Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in râzı olmadığı bu yaşantıyı ne zaman
terk edeceğiz?
Kur’ân-ı Kerim’i okumayan, Hz. Peygamber
efendimiz gibi yaşamaya çalışmayan müslümanlar, dinsizlerden ve misyonerlerden niçin şikâyetçi
oluyorlar? Aslında bu gibi tembel müslümanlar,
Yüce Allah’ın emrini ve Hz. Peygamber’in sünnetini
yerine getiremediklerinden dolayı dinsizleri sevindiriyor ve misyonerlerin işlerini de kolaylaştırıyorlar. Rabbimizi sevindirmek ve din düşmanlarını
üzmek istiyorsak câmileri dolduracağız. Namaz vakitlerinde sel gibi câmilere akacağız.
Hz. Peygamber efendimizin bu konu ile alakalı olan hadîs-i şeriflerine hep birlikte kulak verelim. O, şöyle buyuruyor:
“Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı
namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan
yirmi küsûr derece daha sevaptır. Şöyle ki: Bir
kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir
maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her
Burhan
adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz
kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe
melekler: “Allah’ım! Ona merhamet et! Allah’ım! Onu bağışla! Allah’ım! Onun tevbesini
kabûl et!” diye ona duâ ederler.” (Buhârî, Salât 87; Müslim, Tahâret 12; Ebû Dâvûd, Salât 48; İbn Mâce, Tahâret 6.)
“Kim, sabah-akşam câmiye gider gelirse,
her gidip gelişinde Yüce Allah, o kimseye cennetteki ikrâmını hazırlar.” (Buhârî, Ezân 37; Müslim, Mesâcid 285.)
“Şüphesiz, kıldığı namazdan en çok sevap
kazanacak insanlar, uzak mesâfelerden câmiye
yürüyerek gelenlerdir. Namazı imamla birlikte
kılmak için bekleyen kimsenin sevâbı, namazı
tek başına kılıp sonra uyuyan kimsenin sevâbından daha çoktur.” (Buhârî, Ezân 31; Müslim, Mesâcid 227.)
“Karanlık gecelerde câmilere yürüyerek
giden kimselere, kıyâmet gününde tam bir nûra
5
kavuşacaklarını müjdeleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Salât 50; Tirmizî, Salât 166.)
“Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivâyet edildiğine
göre, Rasûlullah (s.a.v.): “Size, Allah’ın, kendisiyle günahları yok edip dereceleri yükselteceği
hayırları haber vereyim mi?” buyurdular. Ashâbı Kirâm: “Evet, yâ Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine O da şöyle buyurdu: “Güçlükler de olsa
abdesti güzelce almak, câmilere doğru çok
adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki
namazı beklemek. İşte ribâtınız, işte bağlanmanız gereken budur.” (Müslim, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 39.)
“Câmilere devam etmeyi alışkanlık haline
getiren bir adamı gördüğünüz zaman, onun
gerçek mümin olduğuna şâhidlik ediniz.” (Tirmizî,
Îmân 8.)
Câmi ve mescidlerin İslâm toplumlarında pek
önemli birçok işlevi varsa da, bunlardan en başta
geleni cemaatle namaz kılınan mekânlar olmasıdır. Namaz, müminleri günde beş kere bir araya
getiren toplayıcı bir ibâdettir. Namaz, ibâdet bahçesinin gülü; câmi de Yüce Allah’ın evidir. Câmide
6
namaz kılmak, Yüce Allah’ın evinde gül koklamak
demektir. Günde beş vakit yüksek sesle okunan
ezân, bizleri bu ilâhî ziyâfete dâvet etmektedir. Ne
yazıktır ki, Müslümanların çok azı, bu sese kulak
vermekte ve bu dâvete icâbet etmektedirler. Çoğunluk ise, dünyalık işlerinin peşinde koşmakta ve
kendilerine yazık etmektedirler. Müslümanların
dünyalıkları arttıkça, makam ve mevkileri yükseldikçe Yüce Allah’a yakın olmaları gerekirken, tam
aksine Allah’tan uzaklaşmaktadırlar. Sahibini,
Yüce Allah’tan uzaklaştıran makam ve mal yerin dibine batsın!
Aziz okuyucu! Aklını başına topla! Bu dünyada Yüce Allah’tan ve O’nun evinden uzak durma,
O’na yakın ol ki, öbür dünyada da O sana yakın
olsun ve sana sahip çıksın.
Câmiler, Yüce Allah’ın evleridir. Câmiye
giden, Allah’ı ziyâret etmiş olur. Rabbim, kendini
ziyâret edenleri hiç eli boş, geri çevirir mi? Elbette
çevirmez. Öyle ise haydin, hep birlikte, toptan, cemaat halinde namaz kılalım ve câmileri dolduralım.
Biz, günde beş vakit inananlarla birlikte, komşularımızla birlikte câmilerdeyiz. Bundan sonra sizleri
de bekliyoruz. Bizi, fazla bekletmeyin!
Burhan
Otuz
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Nimete Değil
KÜLFETE TALİBİZ
“İslam’ın ve müslümanların meseleleri bizim de
meselemizdir. Davamızın kaymağına değil, hamallık
ve çilesine talibiz.”İman ettik” diyenlerin dün olduğu
gibi, bugün de, yarın da çile imtihanından geçeceklerine iman ederiz. Deliller: el-Bakara / 214; et-Tevbe /
82; el Ankebut /2.”
İnsanoğlu yaratılışı icabı; külfeti değil, nimeti
sever ve zorluktan değil kolaylıktan hoşlanır. İman ise;
başlı başına zorluklara göğüs germe ve külfetlere meydan okuma tercihidir. Herkes imtihan olacaktır. Çünkü
dünya bir imtihan yurdudur. Mü’min daha çok imtihan
olunacaktır, tarih boyu hep böyle olmuştur ve olacaktır. (bkz. Ankebut (29)/2) Şu halde iman ehli için külfet
ve çileye tahammül kaçınılmazdır.
Yıllardır yaşadığımız vasat / ortamın; okulu,
medyası, çarşı ve pazarıyla telkine çalıştığı kolaycılık,
kaytarıcılık, kaymak yiyicilik… sebebiyle; mü’min insan
da Cennet yolunun yokuşluğunu unuttu. Meşhur sözdür: “Hayrın yolu yokuştur.” Bunu hatırdan hiç çıkarmamak lazımdır.
Müslümanların çilesiz Cennet’e giremeyecekleri,
muhtelif Âyet ve Hadis’lerle sabittir. Bakara Sûresi’nin
214. Âyeti; körlerin bile gözlerini açacak ve sağırlara
bile işittirecek güçtedir. “Yoksa (ey mü’minler!) sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza
gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannettiniz?
Yoksulluklar, sıkıntı ve elemler onların yakalarını
Burhan
bırakmadı…” Hakikî mü’minler için bu ve benzeri haller yani imtihan; kurtuluşu imkânsız iptilâlardır.
İmanın çilesini çekmeye ve davasının külfetine
katlanmaya peşinen rıza göstermemiş olanların, samimiyetlerine inanmak imkânsızdır. Zaten böylelerinin
nimet görmeyince bir müddet sonra gemiyi terk etmeleri, her zaman karşılaştığımız olağan işlerdendir. Gemiyi terk etmeyip de; “biz bu çileleri niye çektik, elbette
kaymağı hak ettik” diyenlere de sıkça rastlanılması bilinen bir vâkıadır. Bir de çile ve külfetten tamamen habersiz, sırf nimete konmak için gemiye son anda
binenler vardır ki, son yıllarda en büyük baş ağrısı bunlardır.
Safâ, cefa çekenlerin hakkıdır. “Şüphe yok ki
her zorluğu takip eden bir kolaylık vardır.”(İnşirah (94)
/ 5-6) Cennet; can ve mal infâkının karşılığında elde edilir. (bkz. Tevbe (9) /111)
Cihad eden ve gayret gösterenlerle, geri durup,
yan gelip yatanlar ortaya çıkmadan Cennet’e girmek
yoktur. (bkz. Âl-i İmrân (3) / 142)
Cennete çabasız ve amelsiz vâris olunmaz. (bkz
A’raf (7) / 43)
Cennet, takvâ çabası olanların yurdudur. (bkz. Ra’d
(13) / 35; Meryem (19) / 63; Muhammed (47) / 15)
Cennet Sıratı Müstakim’de sabr u sebât gösterenlerin istirahat mekânıdır. (bkz. İnsan (76) / 12)
7
Otuz
Hadis
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 13
Mucizeler
Parmaklarının Arasından Su Fışkırması
Kader ve Amel
74. Abdullah b. Mes’ut’tan rivayet edildiğine
kendisi şöyle demiştir. “Biz, ayetlerden bereket
umardık. Hâlbuki siz, ayetleri korkutucu bir şey
73 Enes’ten rivayet edilmiştir. O dedi ki: “Hz
zannediyorsunuz. Bir defasında Rasûlullah’la bir-
Peygamber, Zeyd, Cafer ve İbnu Revaha’nın ölüm
likte bir yolculuktaydık. Yanımızdaki su bitmek üze-
haberini, haberci gelmeden önce bize bildirdi ve
reydi. Rasûlullah buyurdu ki “Yanında fazla suyu
şöyle buyurdu: “Sancağı, Zeyd aldı şehid oldu.
olan getirsin!” İçinde az bir su olan bir kap getir-
Sonra Cafer aldı O da şehid oldu. Sonra İbn Re-
diler. O da elini kabın içine soktu ve şöyle buyurdu.
vaha aldı. O da şehid oldu. Gözlerinden yaşlar
“Bereketlenmiş olan suya gelin! Bereket, Allah’tandır.” Bu arada ben, suyun Rasûlullah’ın
parmakları arasından fışkırarak aktığını gördüm.”
Hadisi, Buhari eserinde tahric etmiştir.
8
akıyordu. Ta ki sancağı Allah’ın kılıçlarından bir
kılıç aldı. Yani Halit b. Velid aldı. Ve fetih, müyesser oldu.” Hadis, Buhari’nin kitabında mevcuttur.
Burhan
İlk Vahiy
72. Hz. Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiş-
- “Yaratan Rabbinin adıyla oku ki O, insanı
tir. Rasûlullah’ın aldığı ilk vahiy uykuda gördüğü
bir alak- kan pıhtısı, nutfe-den yarattı. Oku, in-
doğru rüyalardır. O’nun gördüğü rüya sabah aydın-
sana kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğreten
lığı gibi ortaya çıkardı,
Rabbin kerem sahibidir.”
Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Hira Mağara-
Rasûlullah bu sebeple korkarak ve kalbi titre-
sında yalnız başına kalır, orada ibadet ederdi,
yerek geri dönüp Hatice’nin evine gitti ve şöyle
O’nun ibadeti ailesine dönmeden bir kaç gece
dedi:
orada kalıp tefekkür etmekti. Orada kaldığı süre için
azık alırdı. Sonra Hatice’ye döner, yine kalacağı
- “Beni örtünüz, beni örtünüz”.
süre kadar azık alırdı. Ta ki, hak yani vahiy gelinceye kadar Hira mağarasında böyle kalırdı.
Bunun üzerine O’nu örttüler sonunda korkusu
dindi. Hatice’ye olayı anlattı ve
O, Hira Mağarasında iken Melek O’na geldi
ve
- “Helak olacağımdan korktum” dedi.Bunun
- Oku dedi.
üzerine Hatice:
- Peygamber: “Ben okuma bilmem” dedi.
- “Hayır! Vallahi, Allah seni asla rüsvay
Peygamber dedi ki: “Cebrail beni tuttu ve
etmez, şüphesiz ki sen akrabaları ziyaret eder-
gücüm kesilinceye kadar sıktı sonra beni ser-
sin, doğru söylersin, zayıf, güçsüz insanların sı-
best bıraktı, sonra:
kıntılarını giderirsin, fakirlere yardım edersin,
- “Oku” dedi.
misafiri ağırlarsın, hak yolunda musibetlere
- Dedim ki: “Ben okuma bilmiyorum”.
göğüs gerersin.” dedi ve sonra amcasının oğlu
Varaka b. Nevfel’e gitti. Ona:
Yine O beni tuttu ve gücüm kesilinceye kadar
sıktı, sonra serbest bıraktı ve şöyle dedi:
- “Ey amcamın oğlu! Kardeşinin oğlundan
dinle” dedi. Bunun üzerine Varaka Hz. Peygamber’e: “Ne gördün” dedi. Rasûlullah ona gördüğünü
haber verdi. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi:
- “Bu Musa’ya indirilen Melektir. Keşke
orada bir genç olsaydım, kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman hayatta olsaydım”. Rasûlullah:
- “Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?”
dedi. Varaka:
- “Evet! Senin getirdiğin gibisini getiren her kişi
düşmanlığa maruz kaldı, senin davetine kavuşursam sana güçlü bir destek veririm” dedi. Çok
zaman geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy kesildi.
Bu hadisi, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
Burhan
9
Otuz
[email protected]
Ramazan ÇAKIR
Tevhid Penceresinden
HAYATIN ANLAMI
“Ancak sana ibadet eder
ve
ancak senden
yardım dileriz.”
(Fatiha,5)
İnşallah bu yazımızda lâfzî ve ıstılah anlamlarına çok fazla girmeden hayatı anlamlandırma ve
Müslüman’ca yaşama noktasında ‘Tevhid’i anlamaya çalışacağız.
“La ilahe illallah, Muhammmedürresulullah” ifadesinde özetlenen kelime-i tevhid İslâmî
düşüncenin, Müslüman’ca düşünmenin özü ve
esasıdır. Bu kelimeye inanmak kısaca, “Allah’tan
başka ilah olmadığına, Hz. Muhammet(sav)’in
Allah’ın kulu olduğuna” iman etmektir; bu da
mümin olmanın ilk şartıdır.
Kelime anlamı itibariyle Tevhid; bir şeyin bir
olduğunu kabul etmek, tek kılmak, birlemek anlamlarına gelir. İslâmî bir ıstılah olarak Tevhid; Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka bir ilah
bulunmadığına, ortaktan uzak olduğuna inanmayı
ifade eder. Tevhid; Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir olduğuna inanmaktır. Tevhid; ibadeti
yalnızca Allah’a has kılmaktır.
“Yoksa onların Allah’tan başka ilahları mı
var? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir.”(Tûr, 45)
“Muhakkak Allah benim, ben! Benden
başka hiçbir ilah yoktur. Onun için bana ibadet
10
et ve beni anmak için namaz kıl!”(Tâhâ, 14)
Tevhidin karşıtı şirktir. Şirk, Allah’ın zatında,
sıfatlarında, fiillerinde, mülkünde Allah’ın ortakları
olduğunu kabul etmektir. Şirk; Allah’a herhangi bir
şekilde ortak koşmak, benzeri olduğuna inanmak,
yaratmada, hüküm koymada Allah’tan başkasına
yetki tanımak v.s. demektir.
“Allah, ‘iki ilah tutmayın, O ancak bir tek
ilahtır ve yalnız benden korkun’ buyurdu.” (Nahl,
51)
Şirk, en büyük zulümdür. Bütün günahların
bağışlanma ihtimali vardır, ama şirkin asla. “Allah,
kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz;
bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.
Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah ile
iftira etmiş olur.” (Nisa, 48)
İslâm itikadının asıl hedefi, bir ilaha ihtiyaç
duygusunu ortaya çıkarmak değil, insanın bu konudaki düşüncesini düzenlemek, doğru hale getirmek ve Allah’ı dosdoğru bir şekilde tanıtmaktır.
Kuran’ın tamamı Tevhid’in çeşitlerinden biriyle ilgilidir. Çünkü Kuran ya Allah’ın esma ve sıfatlarından bahseder ki bu Tevhid’in kendisidir; ya
Allah’a ibadete davet eder ve O’na ortak koşmakBurhan
tan men eder ki bu ‘amelî Tevhid’dir. Yahut Allah’ın
emir ve nehiylerinden bahseder ki bu da Tevhid’i
tamamlayan unsurlardır; ya da cennet ve cehennemden bahseder ki bunlar da Tevhid ehline verilecek mükâfat, şirk ehline verilecek cezalarla
ilgilidir.
İnsanlık tarihi aynı zamanda bir Tevhid mücadelesi tarihidir. Bütün peygamberler ümmetlerini
“Allah’tan başka ilah olmadığına inanmaya ve
yalnız O’na ibadet etmeye” davet etmişlerdir. İlk
insan Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk peygamber olması bunun en açık göstergesidir. Allah(cc), Araf
59, 65, 73, 85. ayetlerde; Hûd 51, 61, 84. ayetlerde
ve başka ayet-i kerimelerde peygamberlerin dilinden “Allah’a kulluk edin, yalnız O’na ibadet
edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.” ifadelerini tekrarlar.“Senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur ve bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”(Enbiya, 25)
Tevhid, Allah’tan başka bütün ilahları reddetmek demektir. Bu aynı zamanda hayatın her alanını yalnızca Allah’a yöneltmek, hayatın her
alanında O’nun isteğine tabi olmak anlamını taşır.
“Sen Rabbin tarafından sana vahyolunana tabi
ol! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’a
ortak koşanlardan yüz çevir.”(En’am, 106)
Tevhid’e iman eden Müslüman hayatının
merkezine Allah’ı almış insandır. Buna göre her
yerde, amellerinde-hatta niyetlerinde- Allah merkezdedir ve her an müdahildir. Bugünkü batı sekülarizminin temeli olan Eski Yunan’da, “Tanrı kâinatı
yarattı, sonra bıraktı.” felsefi düşüncesi sadece Batı’da değil bizde de yaygınlaşmış bir durumdadır.
Oysa Allah, Kuran’ın haber verdiği gibi sadece göklerin ilahı değil, hayatımızın her anını düzenleyen
hem yerlerin, hem göklerin ve tüm kâinatın en yüce
Rabbidir. “O, gökte ilah, yerde de ilahtır.” (Zuhruf,
84)
Tevhid inancına göre yaşantımızın tek ölçütü
Allah’tır. Hayatımız boyunca niyetlerimizin ve eylemlerimizin O’nun yüce rızasına uyması esastır.
Yaratılış gayemiz de Allah’a ibadet etmek eğil
midir? “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat,56) “De ki:
‘Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”(En’am, 162)
Burhan
11
İnsan dışındaki bütün varlıkların Tevhid ilkesine göre hareket ettiklerine hem biz şahit olmaktayız, hem de Allah(c.c) çeşitli ayetlerle bizlere
bildirmektedir: “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedirler. Yıldızlar(bir başka mealde
bitkiler) ve ağaçlar secde ederler.”(Rahman, 5-6)
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes
O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen
hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini
anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır.”(İsra, 44)
Bu sebeple baştan başa bütün mahlukat birilerinin
iddia ettiği gibi bir kaos, karışıklık değil; düzenli ve
Tevhid’i gösterici bir nizamdır. İnsan da düzenli ve
amaçlı evrene bakarak –Çünkü bütün mahlûkat Allah’ın ayeti(Ayetullah)dir.- sorumluluğunu anlamalı
ve ona göre bir hayat yaşamalıdır. Kuran’da
Allah(c.c), bir amaca matuf olarak yaratılan bu düzenli kâinatın da insan vasıtasıyla imar edilmesini
dilemiştir: “…Sizi yeryüzünde meydana getiren
ve sizin orayı imar etmenizi dileyen
O(Allah)’dur…” (Hûd, 61)
Tevhid’in bize gösterdiği bir başka nokta da
bütün insanların eşit olduğudur. Bunu bizatihi kelime-i tevhidin anlamından da çıkartabiliriz. Çünkü
Allah tek ilahtır. Allah evrenin tek yaratıcısı olduğuna göre geride kalan her şey mahlûktur ve mahlûk olma açısından birdir. Yalnız Allah ilahsa geride
kalan her şey kuldur ve bütün canlılar gibi, her
insan da Allah’ın kulları olma noktasında eşittirler.
Peygamber Efendimiz(sav) Veda Hutbesi’nde
“Bütün insanlar Âdem’den, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Aceme takva dışında bir üstünlüğü yoktur.” buyurarak bu gerçeği dile
getirmektedir. Allah(c.c), Hucurât Suresi 13.ayet-i
kerimesinde de, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz,
Allah’a karşı en takvalı olanınızdır. Şüphesiz
Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” buyurarak insanların eşit olduğunu, farklılıkların tanışmak gibi bir amaca matuf olduğunu bildirmektedir.
Tevhid ilkesinden çıkarılacak, hayatımıza
anlam katacak yukarıda belirttiğimiz noktaya göre
çıkacağımız sonuç şudur: Tek ilah olan yüce yaratıcının kullarını O’nun tekliğine uygun olarak bir
araya getirmek, Müslüman toplum içerisine dâhil
etmek -etmeye çalışmak-. Bu yeryüzünün halifesi
olmayı hak eden (Bakara, 30) Müslüman toplumun
en önemli görevidir. “Sizden hayra çağıran, iyili
12
emredip kötülüğü nehyeden bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(Al-i İmran, 104)
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz
ve Allah’a inanırsınız.”(Al-i İmran, 110) ayet-i kerimelerinde Allah(c.c) bu noktaya dikkatleri çekmiştir.
Peygamber Efendimiz(sav) de toplumların helak
edilme sebeplerinden en önemlisinin emr-i bil
maruf, nehy-i ani’l-münkeri tek etmeleri olduğunu
haber vermiştir.
Al-i İmran 104 ve 110. ayetlerin bize haber
verdiği bir başka husus da Müslüman toplumun
ümmet olması gerektiğidir. Allah Müslüman toplumu ‘vasat ümmet (Bakara, (143)’ olarak vasıflandırır. Ümmet olmak; ırk, dil, kabile
mensubiyetiyle sınırlanamayacak,; sınırlı bir coğrafya ile ilgili olmayan, idealde (Yeryüzünde Allah’ın
dininin hakim olması) ve eylemde (Kuran ve sünneti temel ölçü kabul ederek) birliği esas kabul
eden en yüce ve şümullü bir İslâmî birlikteliktir. Bu
aynı zamanda Tevhid ilkesinin bir toplumsal yansımasıdır. Müslümanların, dolayısıyla tüm insanlığın
buna ne de çok ihtiyacı var. Bu konuda çeşitli Müslüman önderlerin çeşitli çalışmaları olmuşsa (Prof.
Dr. Necmettin Erbakan’ın önderliğinde başlatılan
D-8 çalışmaları, D-60 ve Yeni Birleşmiş Milletler
projeleri) da bunların devam ettirilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir.
Tevhidin bize öğrettiği en önemli nokta İslâm’da dini ve din dışı diye bir ayırımın olmadığıdır.
İslâm bize külli bir ibadet, siyaset, ekonomi, ahlak
Şirk, en büyük zulümdür.
Bütün günahların bağışlanma
ihtimali vardır, ama şirkin asla.
“Allah, kendisine şirk
koşulmasını asla
bağışlamaz; bundan
başkasını dilediği kimse için
bağışlar. Allah’a ortak koşan
kimse büyük bir günah ile
iftira etmiş olur.”
(Nisa, 48)
Burhan
ve sosyal yapı sistemi vermiştir. Faizin haramlığı,
miras hükümleri, toplumsal yaşamla ilgili hükümler
bunlardan bazılarıdır. Hz. Peygamber (sav)’in Medine’ye vardıktan sonra bir devlet oluşturmuş olması İslâm’ın bir devlet sisteminden bağımsız bir
din olmadığını göstermesi açısından önemli bir örnektir. Modernliğin getirdiği yozlaşmayla beraber
İslâm’da siyaset yoktur, İslâm Devleti diye bir kurumsal yapıdan bahsedemeyiz diyenlere Medine
örneğini nereye koymamız gerektiğini sormak
lazım. Madem Allah, tek ilahsa; başka bir ilah
yoksa her şeyin mutlak kaynağı da Allah’tır. Bu sebeple her şey Allah’la ilgilidir. İslâm’da hiçbir şekilde dini-seküler (dünyevî), kutsal-profan,
kilise-devlet gibi bir ayırım yoktur. Allah, hem göklerin Rabbi, hem de yeryüzünün Rabbi’dir. Allah
hem din gününün sahibi, hem de bu dünya tarihinin sahibidir. Allah(cc), bir ayette bunu çok beliğ bir
şekilde ifade eder: “O, gökte ilah, yerde de ilahtır.” (Zuhruf, 84) Dinin bir kısmına inanıp, bir kısmına
inanmamak Kuran’da Allah tarafından eleştirilen bir
şirk tutumudur. Meşhur rubai şairi Ömer Hayyam’ın
şu şiiri bugün de sıkça karşımıza çıkan bu tutumu
çok güze anlatmaktadır:
Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helaldir işimiz, bir haram;
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman.
Burhan
Tabiinin büyüklerinden Hasan-ı Basrî Hazretlerinin ashapla ilgili söylediği “Hangisiyle karşılaştıysam Allah’tan en fazla sığındıkları nokta
münafıklığa düşmek idi.” sözü bize önemli bir
mesaj vermelidir. Bizim de şirke, nifaka düşme tehlikesinden sürekli Allah’a sığınmamız gerekir. Bu
yazının bu anlamda faydalı olması Allah’tan dileğimizdir.
Tevhid’in bize gösterdiği birçok önemli nokta
daha var. Özellikle Tevhid’in ikinci kısmı olan “Hz.
Muhammed Allah’ın elçisidir.” konusuna hiç giremedik. Allah izin verirse Tevhid’le ilgili bu yazıda
yer veremediğimiz konuları başka yazılara bırakarak ilgili birkaç ayetle yazımıza son verelim:
“Eğer aldırmazlarsa de ki: ‘Bana Allah
yeter! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben
ancak O’na güvendim. O büyük arşın sahibidir.’
” (Tevbe,129)
“İnanıp da imanlarına hiçbir haksızlık bulaştırmayanlar var ya işte güven onlarındır ve
hidayette olanlar da onlardır.” (Enam, 82)
13
Otuz
Hüseyin SELAMCI
Amelî Boyuttaki
VAZİFELERİMİZ
İnsan olarak yaşam tarzımızı şekillendiren,
bize yön veren, hayatımızı canlı canlı yaşatmayı
sağlayan, yaptığımız işlerde ölçülü olmayı gerektiren, insanlarla olan ilişkilerimizi düzenleyen, yaratıcımız ile kurmamız gereken ilgiyi bize öğreten,
aile içi hayatımızı tanzim eden… Bütün bunlara
benzer hayatımızın basamaklarını tayin eden olayları, kişinin yaşamı olarak belirleyecek olursak,
buna fertlerin hayat tarzı da deriz.
Burada önemli olan Müslüman bir şahsiyetin
hayatını yönlendirirken, neyi ölçü alacağını bilmesidir. Ölçüyü tayin edemediğimiz zaman, çelişkiler
içinde yaşar ve sürekli çıkmazları oynarız. Burada
hayat kabımızın adına İslam dememiz yetmez.
Önemli olan kabın içerisine koyduklarımızdır. Kap
kendini içindekileriyle tanımlar. Kabın adına İslam
der de, içine İslam’ın sevmediği şeyleri doldurur,
daha sonrada onları hayatımıza aksettirirsek, ileri
sürdüğümüz bütün fikirler inandırıcılığını kaybeder.
İslam’ı şekilcilikle sunmak değil, ameli boyutta yapmış olduğumuz işlerimizdeki ölçülerle
sunmayı kendimize vazife bilmeliyiz. İlmi, irfanı, bilgiyi, edebi, ölçülü olmayı ve ölçülü yaşamayı kendi
14
benliğimizde yaşayarak, başkalarına örnek olmayı
öğrenmeliyiz.
Hayata geliş gayemizin sırlarını bilmek mecburiyetindeyiz. Hayvansal duyularımızın ötesinde,
iç dünyamızın gizemini keşfedip, yok mu benden
yardım dileyenler! yardım edeyim! hitabına mazhar
olmanın yollarına erişmeliyiz. Unutmayın bizler
insan olarak en güzel bir surette yaratıldık. Yaratıcının muhatabı olma seviyesine yükseltildik. Yükseldiğimiz
bu
seviyeyi
kimler
yeniden
kazanabilirlerse, işte onlar bahtiyar ve müreffeh yaşayan kimseler olacaktır.
Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki;
- “Dikkat edin! Amellerinizin en hayırlısını,
Allah katında en değerlisini, altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha
yükselten, düşmanla karşılaşıp sizin onların
boyunlarını vurmanızdan, onların da sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlı bir şeyi
size haber vereyim mi?”
Sahabeler;
Burhan
- Evet, deyince Rasûlullah’ ta;
- “Her zaman ve her yerde Allah’ı devamlı
hatırlayıp, gündemde tutmaktır.” buyurdu. (İbn
Mace; Edeb;27)
Hayatımızın en büyük amelinin Allah (c.c)’ ı
gündemde tutmamız gerektiğini unutmamalıyız.
Eğer gündemimizde Allah (c.c) olacaksa, o zaman
ilmi çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Çünkü Allah
(c.c) kâinatı bir ölçü ile yarattığını bize bildiriyor.
Her şeyi ayrı kabiliyetlerde yarattığını, her şeye
ayrı ayrı şekiller verdiğini, her şeyin farklı farklı
yaşam tarzlarıyla yaratıldığını…
Bizlerin Allah (c.c)’ı gündemde tutmamız için,
her insan topluluğuna anlayışları, bilgi birikimleri
ve ilgilendikleri alanlara göre görüşler ileri sürebilmeliyiz.
Bir sanatçıya, kâinattaki yaratılmış eşyanın
nasıl süslendiğini, incelikleriyle anlatmalıyız.
Bir bilim adamına, kâinattaki dengenin nasıl
kurulduğunun, güneşin, ayın, yıldızların nasıl bir
dengeyle hareket ettiğini anlatmalıyız.
“Ve Allah, sizi yerden (sanki) bir bitki olarak bitirdi (sizi topraktan yarattı).”
Bir eğitimciye, kâinatın nasıl terbiye edildiğini,
yaratılan mahlûkatın nasıl bir terbiyeden geçirildiğini anlatmalıyız.
“Sonra sizi oraya döndürecek ve sizi
(yeni) bir çıkarışla (oradan tekrar) çıkaracaktır.”
Bir anne ve babaya, insan terbiyesinin nasıl
yapılacağı, çocuklarımıza nasıl yön verileceği,
Peygamberimizin müstesna hayatından örneklerle
anlatılmalıyız.
“Ve Allah, yeri sizin için bir yaygı yaptı.”
“Ta ki ondan, bir takım geniş yollarda gidesiniz!’ (diye nasihat ettim).”
Kısacası toplumun bütün kesimlerine ilmi bir
sunumla, Allah (c.c) gündemde tutulmalıdır. Bakın
Nuh (a.s) Kur’an’da toplumuna bunları nasıl anlatıyor:
“Hâlbuki (O), sizi tavırdan tavıra geçirerek
yarattı.”
Müslüman şahsiyetler; güzel ahlaklarıyla, tevazusuyla, yumuşak huyluluğuyla, hayâsıyla, merhameti ve şefkatiyle, yardım severliliğiyle, af ve
bağışlamasıyla, ahde vefasıyla, nezaketiyle, adaletiyle, vakarıyla, cesaretiyle, sabrıyla, ticari ahlaklarıyla, ilimleriyle… v.s örnek olup, toplumları
“Görmediniz mi, Allah yedi (kat) göğü
nasıl tabaka tabaka (birbiriyle ahenkli olarak)
yaratmıştır!”
yönlendirmeliler. Yoksa kuru kuruya İslam kabını
“Onların içinde ayı bir nur yaptı ve güneşi
(ışık verici ve ısındırıcı) bir kandil kıldı.”
vazifemizi yerine getirmeliyiz.
Burhan
boş bırakmakla bir yere varamayız. Bu kabı yukarıda saydığımız özelliklerle doldurup, ameli boyutta
(Nur suresi 14-15-16-17-18-19-20)
15
Otuz
Prof. Dr. Orhan ATALAY
Özgürlük ve Başörtüsü
Tarih boyunca insanlığın kazanımı için verdiği mücadele alanlarından en önemlisinin özgürlük olduğu hususu ispata hacet duymayacak kadar açık bir
gerçekliktir. Öyle ki insan, tabiatı gereği, özgürlüğüne
adeta mahkûmiyet derecesinde düşkün bir varlıktır. Zira
insanî var oluşun en yüksek tezahürü özgürlük bilincinde tecessüm eder. Bu durum belki de insanı diğer
canlılardan ayıran en önemli özelliktir. Mantıksal ifadesi
ile özgürlük, insanî kimliğin en baskın ve en ayırıcı vasfıdır. Bu aslî hakikat kadar bir başka gerçek daha vardır
ki, o da tarih boyunca birey veya toplumların bu en
temel insanî hakları olan özgürlük eğilimlerini ve taleplerini görmezlikten gelmek, bastırmak, baskı altında tutmak, sınırlandırmak veya bütünüyle ortadan kaldırmak
misyonuyla yüklü kişi veya sınıfların da olmasıdır. İkinci
kesimin baskın ve ayırıcı özelliklerinin toplumsal yapı
içinde daha imtiyazlı ve egemen şartlara sahip oldukları ise gözlenen bir durumdur. Her toplumsal ve tarihsel şartlarda rastladığımız bu sınıfın başka bir özelliği
ise, sayısal açıdan cumhura nispetle ‘bir avuç azınlık’
olmalarıdır. Dolayısıyla özgürlük onlar için her şeyden
önce sahip oldukları bu şartların cumhur lehine dönüşmesi anlamına gelir. Bu nedenle bireylerin veya toplumların özgürlük taleplerine düşkünlükleri kadar,
bunların da bireysel veya sınıfsal imtiyazlarını koruma
ve kollamaya düşkün olmaları, hatta bu konuda en
16
Başörtüsünün
sembolize ettiği bir
şey varsa, o da
özgürlüktür;
Özgürlük ise daha
çok üniversiteye
yakışır
Burhan
paralellik arz eden bir durum yaşanmaktadır. Nitekim
problemin taraftarları açısından bakıldığında ortada
yine genel anlamda iki kesim yer almaktadır; bir tarafta kurumsal konumlarının kendilerine sunmuş olduğu imtiyazları ilâ nihaye koruma refleksi veya
içgüdüsü tarafından tahrik edilen ve yönlendirilen
egemenler; diğer tarafta ise bu kesim tarafından özgürlüklerinden mahrum bırakılmışlar yer almaktadır.
temel insanî kıymetleri çiğneyecek kadar gözü kara
vahşetler işlemeyi bile göze almaları beklenen bir durumdur. Dolayısıyla hak, hukuk, demokrasi, özgürlük,
ötekinin bütün aidiyetleriyle birlikte yaşama hakkı gibi
temel insanî kazanımları ifade eden bu tür kavramların bu kesim için taşıdıkları negatif imaları anlamak
zor değildir.
Konuyla ilgili bir başka gözlem ise, ikinci kesim
özgürlük taleplerinde ısrar ettikçe, birinci kesimin
daha fazla hırçınlaşmasıdır. Nitekim bunun en somut
örneği Karanlık Ortaçağ Batı dünyasında ortaya
çıkan Engizisyon tecrübesidir. Hatırlanacak olursa,
Kiliseye bağlı üyelerin sayısı azaldıkça Kilise gelirleri
de o oranda azalmaktaydı. Kilise gelirlerinin azalması
ise seçkinliklerini Kiliseye borçlu bulunan kesimin moralini daha fena bozuyordu. Uzun süren bu moral bozukluğu da onlara ötekilere ibret olacak benzersiz
cinayetler işletiyordu. Dolayısıyla bugün üniversal karakterini ve kimliğini ayaklar altına alarak onu âleme
rezil edercesine bir moral bozukluğu içine düşüp Roma’yı yakmak dâhil her türlü cinayeti işleyebilecekleri
görüntüsü içinde olan kimi rektör ve senato üyelerini
bu açıdan ‘anlayışla’ karşılamak gerektiği kanaatindeyim.
Öyle ise, Türkiye’nin onlarca yıldır hem de kurumsal kimliği, anlamı ve amacı gereği özgürlük alanlarına en geniş sınır ve imkân tanıması beklenen
üniversitelerde yukarıda bahsi geçen imtiyazlı kesim
tarafından başlatılan ve yaşatılan başörtüsü problemini de bu zaviyeden ele almak gerekir. Yani bu tarihsel kesitte ve bu mekânda özgürlük bilinci ve
tutkusu bu sefer de başörtüsü şeklinde ete ve kemiğe
bürünmüştür.
Bir başka gözlem de, imtiyazlıların, tehlikede
gördükleri durumun aslında kendi bireysel ve kurumsal imtiyazları olduğu gerçeğini gizlemek için bir takım
kavramları kılıf olarak kullanmalarıdır. Nitekim başörtüsü tartışmalarına imtiyazlı taraftan katılanların her
vesile ile tehlikede olanın aslında değerleriyle birlikte
cumhuriyet rejimi olduğunu haykırmaları bunun en
tipik örneğidir. Oysa cumhuriyetin karşıtının saltanat
rejimi olduğunu, saltanat sisteminin ise tarihsel miadını doldurduğunu, arzulansa bile böyle bir talebin
suyu tersine akıtmak gibi pratik açıdan imkânsız ve
boş bir hayal olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Nitekim bugün bu ülkede saltanata dönmeyi arzulayanların niceliğini tespite yönelik bir alan taraması
yapılacak olursa, bu oranın milyonda birlik bir sayıya
bile ulaşamayacağını tahmin etmek zor olmasa
gerek... Bu nedenle imtiyazlı sınıfın dillerine pelesenk
ettikleri argümanların tarihsel gerçeğe elverişli olmadığını; dolayısıyla daha makul delillendirmelere ihtiyaçları olduğunu hatırlatmak gerekir. Aksi takdirde
iddialarını ispatlama konusunda bir çaresizlikle karşı
karşıya kalacakları kaçınılmazdır.
Bu tartışmada yer alanların bireysel ve kurumsal kimlik ve konumlarına baktığımızda ise, esasında
her tarihsel ve toplumsal süreçte izlenebilen çizgilerle
Bu tartışmalarda dikkati çeken önemli bir husus
ise, gerek CHP’nin gerekse aynı safta tartışmaya katılan üniversiteli kimi yönetici seçkinlerin bir alandaki
Konuyla ilgili önemli bir husus ise şudur: insanın
özgürlük talebinin sembolize edildiği objenin zaman
zaman farklı alanlarda ve farklı biçimlerde tezahür etmesidir. Bu nedenledir ki, bu talep bazen bir renkte,
bazen bir kelime veya cümlede ifade edildiği gibi,
bazen de başörtüsü veya bayrak gibi bir ‘bez parçası’nda tecelli eder. Ama bütün farklılıklara rağmen öz
olarak aynı şeydir: özgürlük bilinç ve tutkusu.
Burhan
17
yeteneklerinin olabildiğince gelişmiş olduğudur. Fazla
meraklanmayın hemen söyleyeyim; başarılı oldukları
bu alan ne yazık ki, bilimsel nitelikli olmaktan ziyade,
gerilim, çatışma ve ayrışmayı körükleyici edebiyat
üretmekle ilgilidir. Elbette ki bu tür önemli (!) konularda karşıt tarafların oluşması son derece tabii bir
şeydir. Ancak ortada gerçekten tehlikeli ve ürkütücü
bir durum vardır ki, o da imtiyazlı kesimin hiddet ve
şiddeti ihtiva ve işaret eden edebiyatlarıdır. Bu söylem biçiminin CHP’den sadır olması çok da önemli
değildir, zira artık bunun bir CHP klasiği olduğunu bilmeyenimiz kalmadı. Ancak aynı söylem türünün üniversiteleri yönetme makamında bulunanlardan
duyulması kadar bahtsız, tehlikeli ve ürkütücü bir
durum olamaz. Bu nedenledir ki, özgürlüklerin en dış
çeperinde konum alması beklenen üniversitenin üniversal karakterini ve kimliğini tersyüz eden bu tür totaliter ve faşizan söylem ve yaklaşımları kabul etmek
mümkün değildir.
larından binip ön ve orta sıralarda oturdukları; siyah
çocuklarla beyaz çocukların aynı sıraları paylaştıkları
bu dünyada suları tersine akıtmaya imkân yoktur. İnsanların özgürlük alanlarını artan bir istekle genişletme eğilimlerinin durdurulamaz ve bastırılamaz bir
ilerleme vetiresi olduğunu ve en önemlisi de özgürlükler için verilen mücadelelerin başarı şansının kaybetme ihtimalinden çok daha yüksek olduğunu da
bilmelerinde fayda vardır.
Buradan bazı tarihi referansları hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Gerilim, çatışma ve ayrışma yaratmaya kabiliyetli bu seçkinlerin bilmeleri gerekir ki;
beyazlar için yapılmış çeşmelerden artık siyahların da
su içme haklarının olduğu ve bunu fiilen kullandıkları;
siyahların da artık beyazlar gibi otobüslerin ön kapı-
Şunu da unutmayalım ki, hak ve özgürlük taleplerini bastırmanın üniversitenin adeta başat vazifesi olduğu algısına yol açacak söylemler kadar
üniversiteye zarar veren bir vahamet düşünülemez.
Öyle ise, hiç kimsenin böyle bir algılama biçimini inşa
etmeye hak ve yetkisi olamaz.
18
Ayrıca belleklerine iyice yerleştirmek zorunda
oldukları bir başka husus daha vardır ki, o da dillerinden düşürmedikleri pozitivizmin ve bilimciliğin bugün
için geri bir evreye tekabül ettiğidir. Öte yandan üniversitenin asıl görevinin, yöneticilerinin imtiyazlarını
korumak ve kollamak değil, insanlığın mutluluk çıtasını bir derece daha yükseltecek bilimsel ve düşünsel
açılımlara daha fazla imza atmak olduğunu da hatırlamak gerekir.
Burhan
Satırlık Hakikatler
Yahy a MA Cİ T
[email protected]
İçinde Kur’an dan bir şey
bulunmayan kalp harap
olmuş ev gibidir.
Hz. Muhammet (a.s.)
Çocuklarınızı kendi devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz.
Hz. Ali (r.a.)
Yükselirken etrafındakilere Herkes kendi kapısının
iyi bak. Alçalırken aynı kişi- önünü temizlerse, şehir temiz
lerle karşılaşacaksın.
olur.
Melânâ
Geothe
Çölde kalmış bir kimsenin suya duyduğu isteği, çocuk da
kitaba karşı duyabilmelidir.
Saliha ŞAHAN
Cinayete ses çıkarmayan,
caninin suç ortağıdır.
İnsanın karakteri, en çok
nelere güldüğünden belli
olur.
Cemil MERİÇ
Küçük kafalar kişileri, orta
kafalar olayları ve büyük
kafalar fikirleri tartışırlar.
Burhan
Geothe
Çocuk, doldurulacak bir
vazo değil, tutuşturulacak
bir ateştir.
19
Otuz
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL
Şeytanın Adaveti
Yeryüzünde insan tek başına değil, toplu olarak yaşamak zorundadır. Zira Rabbi onu sosyal bir
varlık olarak yaratmıştır. Topluluk halinde yaşayan
insanların arzu ve ihtiyaçlarının çatışmaması mümkün değildir. Çatışan arzular ve ihtiyaçlar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıkları beraberinde getirecek,
insanlar birbirinin kurdu olacaktır. Onları ıslah edecek, uygarlaştıracak, ihtiyaç ve arzuların kültür ve
medeniyete kaynaklık etmesini sağlayacak bir nizama ihtiyaç vardır. İşte hak dinler bu nizamı koymak üzere gönderilmiştir. Ona uyanlar dünyada
korkudan kurtulacak, hür ve güvenlik içinde yaşayacak; dileyen mümin, dileyen kâfir, isteyen Salih,
isteyen fasık olabilecek; ahiret hayatında da Salihler hüzün ve kederden kurutulup mutluluğa kavuşacak, kâfirler ise dünyada ettiklerinin cezasını
çekeceklerdir.
Konu başlığımızdan da anlaşıldığı üzere, iblisin1 insanlığa düşmanlığı Hz. Âdem’le başlamıştır. Hz. Âdem’e düşmanlığının sebebi, onun çok
kıskanç2 olması. Zira o Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem
(a.s)’deki nimetlerini görünce, onu kıskandı ve ona
düşman oldu. Hz. Âdem genç ve bilgili idi. Çünkü
Cenab-ı Hak, onun hakkında, “(Allah) Âdeme
bütün isimleri öğretti” (Bakara, 31) buyurmuştur. İblis
20
“Ey Âdemoğulları
şeytana tapmayın,
çünkü o sizin için
apaçık bir düşmanınızdır diye sizden
ahid almadım mı?”
(Yâsîn, 60).
Burhan
ise cahil bir ihtiyardı. Çünkü o, kendisinin üstün oluşunu, yaratıldığı şeyin üstün oluşunu delil getirerek ispata kalkışmıştır. Bu ise bir cahilliktir. Cahil
olan ihtiyar her zaman genç ve âlim olan kimseye
düşman olur. İblis, ateşten Âdem (a.s) ise, su ve
topraktan yaratılmıştır. Bu iki asıl unsur arasında
bir zıtlık vardır. Dolayısıyla bu, o düşmanlığın neticesi ve devamıdır.3 Cenab-ı Hak bu düşmanlığı
pek çok ayette vurgulamıştır. Nitekim bir ayeti kerimede: “Ey Âdemoğulları şeytana tapmayın,
çünkü o sizin için apaçık bir düşmanınızdır diye
sizden ahid almadım mı?” (Yâsîn, 60).
Razi, bu ayeti tefsirinde şöyle demektedir:
“Şeytana tapmayın” ifadesinin manası, “Ona itaat
etmeyin” şeklindedir. Bunun delili şudur: Yasaklanan şey, sadece şeytana secde etmemek değildir.
Aksine onun emirlerini kabul edip tutmak da yasaktır. Çünkü boyun eğmek de bir ibadettir… Şeytana ibadet etmek, ya Allah’ın emrine muhalefet
etme suretinde yahut da Allah’ın emirlerini, hâşâ O
emrettiğinden değil başka amaçlar uğruna yapılan
ibadetle olur. Binaenaleyh bazen şeytan senden
başka bir varlıkta iken sana emreder. Bazen de
senin içinde iken sana emreder. Dolayısıyla bir
şahıs gelip sana bir şey emrettiğinde, bir düşün Ya
o iş Allah’ın emirlerine uygundur, ya değildir. Eğer
uygun değilse, bu demektir ki şeytan, o şahsın ağzından sana emredeceğini emretmektedir. Kalkar
da ona itaat edersen, şeytana ibadet etmiş olursun.
Şayet nefsin seni bir şey yapmağa çağırırsa dur
düşün: Bu iş ya şer’an müsaade edilmiş bir şeydir
yahut değildir. Eğer müsaade edilmemiş bir şey
ise, bu durumda nefsin şeytanın tâ kendisidir yahut
da şeytan nefsin vasıtasıyla seni bu işe zorlamaktadır. Binaenaleyh şimdi kalkar da nefsine uyarsan,
şeytana ibadet etmiş olursun…4
Keza daha önce şeytanın insanlığa veya insana düşmanlığı Hz. Âdem’e düşmanlığı ile başladığını söylemiştik. Zira Allah Teâlâ, melekleri Hz.
Âdem’e secde ettirmek suretiyle onu yüceltmiştir.
O nedenle şeytan hem ona hem de eşi Havva’ya
aşırı kıskançlığı ve düşmanlığı yüzünden, onlara
vesvese verip kendilerine yasak edilen ağacın
meyvesinden yedirmiştir. Böylece onları ellerindeki
bütün nimetlerin yok olacağı bir masiyete sevk etmiştir. Aşağıdaki ayetlerde de belirtileceği gibi
Cenab-ı Hak, iblisin kendilerini aldatıp yasak ağaca
yaklaştırması konusunda onları uyarmış ve şöyle
buyurmuştu: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete
yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin,
Burhan
ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden
olursunuz.” (Bakara, 35). Yüce Allah Hz. Âdem’e bir
ağacın dışında oradaki tüm meyvelerden yemesini
belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir
yasaktı. İnsan ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları
aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan
arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu
ve isteklerin egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın
yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kriter budur
işte. İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya
başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf
düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar.
Başka bir ayette ise: “Ey Âdem şüphesiz bu
(iblis) sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi
cennetten çıkarmasın. Sonra mutsuz olursun.
Çünkü sen burada acıkmayacak çıplak kalmayacaksın, burada susuzluk çekmeyeceksin.
Güneş (in sıcağında) kalmayacaksın dedik”
(Tahâ, 117–119) ifadeleriyle Hz. Âdem (a.s.) i sürekli bir
rahatlığa ve geçime teşvik etmiştir. Bu ayetlerden
de anlaşıldığı üzere, Allah Teâla Hz. Âdem ve Havva’ya cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, onlara yine bir sınır tayin etmiş ve yasak ettiği
ağaca yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini, ayrıca onlara, söz konusu ağaca yaklaşmaları halinde kurtuluş ve saadetlerinin
bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu da
bildirmiştir. Buna rağmen şeytan Hz. Âdem’e hitaben “Seni ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak
bir mülke götüreyim mi?” diyerek onlara yasak
meyveyi yedirmek suretiyle cennetten kovulmalarına neden olmuştur. Nitekim daha sonra gelen
ayette şöyle buyrulmaktadır: “Derken şeytan onların ayağını oradan kaydırdı, içinde bulundukları cennet yurdundan çıkardı. Bunun üzerine
Biz de birbirinize düşman olarak inin, sizin için
yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma
vardır” (Bakara, 36) dedik. Yüce Allah'ın bu buyruğu,
belirlenmiş bir alan içerisinde şeytan ile insan arasında kıyamete kadar sürecek olan savaşın başlangıcını ilan etmektedir. Hz. Âdem ruhuna
yerleştirilen fıtrat sayesinde hatasını anladı ve yuvarlandığı yerden doğruldu. Her başvurma ve sığınma anında sürekli olarak imdadına yetişecek
olan Allah'ın rahmeti' kendisine yetişerek elinden
tuttu da şöyle buyurdu: “Derken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi
21
onu affetti. Hiç şüphesiz O, tövbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir” (Bakara, 37).
Şeytan Hz. Âdem’e hitaben, “Seni ebedilik
ağacına ve zeval bulmayacak bir mülke götüreyim mi?” (Taha, 120) ayetinden de anlaşılacağı üzere
Hz. Âdem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Binaenaleyh o, Rabbi’ne
verdiği sözü unutarak uğradığı kışkırtma karşısında
zayıf düştü. Böylece de yüce Allah'ın sözü gerçekleşmiş ve takdiri meydana çıkmış oldu. Allah (c.c.)
da, “Onlara cennetten çıkıp yeryüzüne inmelerini emretmiş ve bir kısmınız bir kısmınıza zülüm
ve tecavüz edecek, düşman ve sizin için de yeryüzünde ölünceye kadar oturulacak bir yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak bir hak
olsun”5 diye buyurmuştur. Sonuçta Hz. Âdem, hatasının neticesi olarak yeryüzüne inince, Allah’ın lütfüyle kendini toparladı ve yaratılışı gereği aldığı
kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz
etti ve: “Ya rab, beni kendime bırakma!...” diye
yine hilafetini yalvararak istedi de: “Rabbine tövbe
etti” Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat ederek
şöyle buyurdu: “Zira senin Rabbin olan Allah,
tövbeleri kabul eden, merhamet edendir ve hem
de tövbeleri kabul eden ve merhametli olan
22
O’dur.” Binaenaleyh O, o kadar merhametli bir Allah’tır ki, kulunu bir kere terk edivermekle ilelebet
terk etmez. Kulu Kendisine her fırsatta iltica edip
tövbe ettikçe ve iblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar,
yine bakar tekrar tekrar sonsuza dek döner bakar.
Çünkü O, Rahim sıfatıyla kullarına karşı “çok merhametlidir.” Şu kadar var ki, insanı ümitsizleştirecek şey, bilerek veya bilmeyerek işlediği bir günah
değil, günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak şeytana
uymayı
huy
edinmektir.
Not: Devam Edecek
..................................................................................................................
1 İbn Abbas der ki: İblis'in adı Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O
dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı. Simak
b. Harb'ın İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: İb¬lis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu. Keza iblis, cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı
idi. Ora¬nın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en
çok iba¬det eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare
eder¬di. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu
gö¬rüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a
asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. İmam Kurtubi, elCamiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/576-578.
2 İbnü'l-Kasım'ın İmam Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana
ulaş¬tığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve
ağaçtan yemeyi onu teşvik etti. el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, 1/578-579.
3 Razi, Fahruuddi’n, Tefsir-i Kebir (Mefatihü’l Gayb) 22/124-125.
4 Razi, a.g.e, 26/96.
5 Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 1/277.
Burhan
Şiir
TASAVVUF
Bidayette tasavvuf sofi bîcân olmaya derler
Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler
Tarikatta ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten
Hakikatte saray-ı sırda mihman olmaya derler
Bu abu kil libasından tasavvuf arî olmaktır
Tasavvuf cismi safi nur-ı Yezdan olmaya derler
Tasavvuf lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmaya derler
Tasavvuf şerait name-i hestiyi dürmektir
Tasavvuf ehli iman olmaya derler
Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha
Tasavvuf cümle ehli derde derman olmaya derler
Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf bu imaret külli viran olmaya derler
Tasavvuf sofi kali tebdil eylemektir bil
Tasavvuf her söz ki söyler ab-ı hayat olmaya derler
Tasavvuf ilm-i tabirat-ü tevilatı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırrı sübhan olmaya derler
Tasavvuf hayret-i kübrada mestü valih olmaktır
Tasavvuf Hakkın esrarında hayran olmaya derler
Tasavvuf kalb evinden masivALLAHı gidermektir
Tasavvuf kalbi mümin arşı Rahman olmaya derler
Tasavvuf her nefeste şarka vü Garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehban olmaya derler
Tasavvuf cümle zerratı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümayan olmaya derler
Burhan
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler
Tasavvuf urvet-i vüska yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mahzar-ı ayat-ı gufran olmaya derler
Tasavvuf ismi azamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf Camii ahkâmı Kuran olmaya derler
Tasavvuf her nazarda zatı Hakka nazır olmaktır
Tasavvuf sofiye her müşkil asan olmaya derler
Tasavvuf ilmi Hakka sinesini mahzen etmektir
Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmaya derler
Tasavvuf küllü yakmaktır vücudun nar-ı lâ ile
Tasavvuf nur-ı “illa” ile insan olmaya derler
Tasavvuf on sekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf Nuh felek emrine ferman olmaya derler
Tasavvuf “kul kefa billâh” ile davet dürür halkı
Tasavvuf irci’i lafzıyla mestan olmaya derler
Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler
Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakk’da fani olmaktır
Tasavvuf “kurbu ev edna”da pinhan olmaya derler
Tasavvuf canı canana verip azade olmaktır
Tasavvuf can-ı canan can-ı canan olmaya derler
Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim
Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler
Oğlanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi (k.s.)
23
Otuz
Söyleşi
Sezgin ÇAKIR
Prof.Dr. Osman TÜRER:
İnsanın gerçek mutluluğunun yolu zikrullahtır.
Burhan: Tasavvuf ve tarikatlar, ülkemizde yazılı ve görsel medyada bir şekilde sürekli gündemde tutuluyor ve tartışmalara konu oluyor.
Toplum mühendisleri de, tasavvuf ve tarikatları kullanarak toplumun belli bir kesimini sindirmeye çalışıyor. Gerçekten tasavvuf ve tarikatlar ürkütücü
ve korkulacak bir şey mi? Nedir bu tasavvuf ve tarîkat olgusu?
Tasavvuf ve tarîkatların ne olduğu, şu temel
izahı yaparsak rahatlıkla anlaşılacaktır sanırım: Tasavvuf ve tarîkat olgusu, İslâm dünyasının on dört
asırlık inanç, düşünce ve kültür tarihinin en önemli
unsurlarından biridir. İslâm düşüncesi ve medeniyetinin zamanla ortaya çıkıp gelişen en önemli ilmî
ve fikrî disiplinlerini, kelâm-felsefe, fıkıh ve tasavvuf
oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, İslâm’ın inanç
sisteminin akıl plânında izahını ve ispatını; ikincisi,
müslümanların ibadetlerinde ve beşerî, ailevî, ticarî, iktisadî, adlî, siyasî vb. her türlü dünyevî faaliyetlerinde uymaları gereken dînî ölçülerin
belirlenmesini; üçüncüsü, yani tasavvuf ise, müslümanların gerek ibadetlerinde ve gerekse dünyevî
ve beşerî ilişkilerinde, tam bir kulluk bilinci ve sorumluluğu içerisinde, ihlâs, takvâ ve istikâmet anlayışıyla, Cenâb-ı Hakk’ın bir mü’minde
24
bulunmasını arzu ettiği her türlü ahlâkî ve insanî
güzellikleri tam bir muhabbet ve rızâ duygusuyla
yüreklerine sindirmeleri misyonunu üstlenmiştir.
Görüldüğü gibi, bu üç disiplinden her biri,
meşhur Cibrîl Hadîsi’nde izahı yapılan üç temel
kavramın fert ve toplum hayatına aktarılmasını üstlenmiştir ki, bunların üçü birden anlaşılıp yaşanılmadıkça, kâmil müslümanlıktan bahsedilemez.
Tarîkatlar ise, Tasavvuf kültürü ve terbiyesinin öğretilip yaşatıldığı sivil ve yaygın birer eğitim kurumları olup, tıpkı itikadî ve fıkhî mezhepler gibi,
tasavvufî düşüncenin kurumsallaşmış ekolleridir.
Tekke ve zaviyeler de, tasavvufî terbiyenin verildiği
müesseseleri oluşturmaktadır. Bizim kültür tarihimizde, asırlar boyu dînî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar medreseler iken, tasavvufî
terbiyenin insanlara öğretildiği edeb, ahlâk ve irfan
mekteplerini de tekke ve dergâhlar teşkil etmekteydi. Durum böyle olduğuna göre, tasavvuf ve tarîkatların nasıl bir şey olduğuna ve korkulacak bir
tarafının olup olmadığına siz karar verin!
Burhan: Bir kişi dese ki, “Namaz kılıyorum
ve bazen kendimi Mâûn Suresi’ndeki namaz kılanlar gibi hissediyorum. Bazen münafıklar için zikredilen “namaza tembel tembel kalkarlar” tespitine
Burhan
muhatap gibi görüyorum. Kur’an’da “ve innehâ le
kebîratün illâ ale’l-hâşi‘în” diye buyruluyor. Namazın ağırlığını kaldırmanın yolu olarak “huşû sahibi
olmak” gösteriliyor. Nedir huşû sahibi olmak? Nasıl
böyle bir ruhî kıvama ulaşabilirim? Buna ne dersiniz?
sinden istifade etmek, en sağlıklı ve kestirme yoldur. Tarîkat terbiyesinde vazgeçilmez kabul edilen
“kâmil bir mürşidin terbiyesiyle yetişme” prensibi
de, insanların manevî terbiyesi konusunda bu anlayışın icraata dökülmesinden başka bir şey değildir.
Bilindiği üzere, namaz ibadetinin şer’an sahîh
olması için, fıkıh ilmince belirlenen ve mutlaka uyulması gereken birtakım şartları ve kuralları vardır.
Namazın icrası esnasında riayet edilmesi gereken
kurallar bütününe “ta‘dîl-i erkân” denilir. Bütün bu
kurallar namazın bir bakıma şeklî ve zahirî unsurları olup, namazın bedeni mesabesindedir. Bir de
namazın ruhu diyebileceğimiz yönü vardır ki, o da
namazdaki huşû duygusudur. Bu duygudan mahrum olan bir namazın ruhsuz bir bedenden farkı
yoktur.
Burhan: Tasavvuf ve tarîkatlarda çokça üzerinde durulan “tezkiye” nedir? Tezkiye fizik arınmadan öte bir arınma ise, neyin nasıl arınmasından
söz edilmektedir?
Huşû duygusu, çok değer verilen ve yüceltilen bir varlık karşısında, saygıyla karışık bir korku
ve ürpertiyi ifade eder. Bir mü’minden beklenen,
Cibrîl hadîsinde ifade edilen “ihsân” kavramının gerektirdiği şekilde, hayatın her anında Cenab-ı
Hakk’ın huzurunda ve ilahî murakabesi altında olduğunun bilincinde olması, bunun tabiî sonucu olarak da, O’nun emir, tavsiye ve yasaklarına riayette
azamî titizliği göstermesidir. İnsanlara bu meziyeti
kazandırmada en etkili terbiye ekolü de, tasavvuf
yoludur.
Namazdaki huşû ise, namaz anında kişinin
kalbini her türlü dünyevî duygulardan arındırarak,
Yüce Allah’ın (c.c.) manevî huzurunda, O’na tam
bir yönelişle ilticâ etmesi ve mutlak bir fakr, acziyet
ve mahviyet duygusu içerisinde halini arz etmesidir. Bu şekilde kılınan namaz, insanı ruhen arındırır ve kulluk bilincinin sürekli canlı tutulmasını
sağlar. Bundan dolayı Rasûlullah (sav) Efendimiz,
günde beş vakit namaz kılan bir kimseyi, evinin
önünde akmakta olan ırmakta her gün beş kere yıkanan insana benzeterek, namazın insanı manevî
kirlerden arındırma özelliğine dikkatimizi çekmiştir.
Böyle bir ruhî kıvama ulaşmanın yolu ise, nazarî bilgilerle yetinmeyerek, tam bir ihlâs ve samimiyetle Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete-i Seniyye
çerçevesinde yaşamayı şiar edinmektir. Bu konuda
aşılması zor beşerî ve nefsanî zaafları alt etmekte
zorlanma söz konusu ise - ki çoğunlukla böyledir tıpkı sahabe-i kirâmın Efendimiz (sav)’in terbiyesinde yetiştikleri gibi, varis-i Nebî konumunda olan,
bu işi başarabilmiş ve bu konuda insanları manen
eğitebilme kabiliyetine sahip kâmil zatların terbiyeBurhan
“Tezkiye”, tasavvufî terbiyenin insanlarda gerçekleştirmeyi amaçladığı en önemli hedeflerden biridir. Esasında tezkiye, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz.
Peygamber’in temel misyonları arasında zikredildiği gibi, “Nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceği,
onu kirletenin ise hüsrana uğrayacağı” beyan edilmektedir. Tezkiye, kısaca insanın, onu Allah’tan
uzaklaştıran nefsanî ve şeytanî duygulardan ve
günah kirinden arınması ve Cenab-ı Hakk’ın onda
görmek istediği güzel duygu, düşünce ve ahlâkî
meziyetlerle donanması anlamındadır. Hz. Peygamber’in beyanına göre, işlenen her günah insan
kalbinde bir leke oluşturur ve günah işlendikçe kalp
kararmaya devam eder. Kalbi bu kirden temizlemenin yolu ise, tevbe, zikir, dua, Kur’ân tilaveti ve
ibadetlerle samimi olarak Allah’a yönelmektir. Onun
için tasavvuf erbabı tezkiye olayını çok önemsemiş
ve bunu gerçekleştirmenin yollarını tesbit etmişlerdir. Tasavvufî terbiyenin en temel iki aşaması vardır. Biri, Allah’ın hoşlanmadığı her türlü kötü
vasıftan arınmaktır ki, bunun adı “tasfiye”dir. Diğeri
ise her türlü güzel vasıflarla donanmadır ki, buna
da “tezkiye” denmektedir. Bir insanın ahlâken olgunlaşıp kemale ermesi, bu her iki özelliğin de tahakkuk etmesiyle mümkündür. İslâm’ın da nihaî
amacı bu değil midir? Ancak, dikkât edilirse tasfiye
ve tezkiye insanın kalp ve gönül dünyasında gerçekleşen bir olaydır. Yapılan zahirî ibadet ve ameller, buna yardım ederler. Onun içindir ki, tasavvuf
erbabı insanların gönül dünyasını imar etmeye çok
büyük önem vermişlerdir.
Burhan: Rasûlullah Efendimiz’in Cibrîl Hadisi’nde sözünü ettiği “ihsân” kavramı var. “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme, kulluk etme” diye tarif
ediyor Allah Rasûlü ihsânı. Bu nasıl bir kişilik özelliğidir. Bir insan nasıl ulaşır böyle bir duyarlılığa?
İslâm içinde bir fikir, duygu derinleşmesi mi söz konusu?
Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi,
Cibrîl Hadîsi’nde özlü bir şekilde tarifi yapılan
25
“ihsân”, islâmî şahsiyetin kemâl seviyesini ifade
eder. Burada, insanın gerçek anlamda bir kulluk bilincine ulaşması, Allah’ı tam manasıyla idrak etmesi ve O’nunla ilişkilerini en mükemmel düzeye
çıkarması söz konusudur. İhsân duygusuna sahip
bir müslüman, imanında ve ibadetlerinde taklitten,
yüzeysellikten, şekilcilikten ve riyadan kurtulmuş,
neyi, niçin yaptığının şuurunda olan kişi demektir.
O, hayatın her anında ve her yerde Cenab-ı Hak’la
birlikte olduğunun bilinci içerisinde olduğu için, yaptığı her şeyde ilahî rızayı amaçlar ve Allah’ın hoşlanmayacağı hiçbir şey yapmamaya gayret eder.
Görüldüğü gibi, bu mertebe, duygu, düşünce ve
amel bakımından tam bir derinlik ve derûnîliği ifade
etmektedir ki, İslâm’ın inşa etmek istediği insan,
tam da bu insandır. Onun için, “ihsân” kıvamında
insan yetiştirme misyonunu üstlenmiş olan tasavvufî terbiyenin müslüman toplumlar için ne denli
önem arz ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Burhan: Size kalb ve zikir mefhumları arasında Kur’an’ın kurduğu münasebeti nasıl anlamak
gerektiğini sormak istiyoruz. Malumlarınız
Kur’an’da “Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur, doyuma ulaşır” buyuruluyor.
Önce, kalbin doyuma ulaşması, mutmain olmasından ne anlamak gerekir? Kalb diye ayrı bir dünya
mı var insanın içinde? Nasıl anlamak gerekir kalb
dünyasını? Kalp ile ilgilenen bir ilim var mı?
Kur’an’ı kerim’de bahsedilen ve bir mü’minden istenilen “kalb-i selim”e nasıl ulaşılır?
Sözünü ettiğiniz ayet-i kerime, “zikir” olayının
bir müslüman için ne kadar önemli olduğunu
açıkça beyan etmektedir. Burada sözü edilen kalpten maksat, insanın ruh ve gönül dünyası, yani
manevî şahsiyetidir. İnsanın inançlar manzumesinin ve duygu dünyasının merkezi orasıdır. İnsanı
diğer tüm varlıklardan ayıran ve üstün kılan en
önemli yön de burasıdır. İnsan, bu melekesi sayesinde ilahî ve manevî alemle irtibat kurar. Onun için
insanın mutlu veya mutsuz oluşu da kalp ve gönül
dünyasıyla alâkalıdır. Esasında insan denen varlık, zahirden batına doğru, bedenî/fizikî, aklî ve
kalbî/ruhî olmak üzere üç boyutlu bir varlıktır. Bu
üç boyutun da kendine göre ihtiyaçları vardır.
Beden, ihtiyaçlarını madde aleminden, akıl, ilim ve
felsefe gibi nazarî bilgi ve düşüncelerden, kalp ve
ruh ise manevî ve ulvî alemden karşılar ve tatmin
olur. Onun için insanın gerçek mutluluğu, ruhî yönünün tatmin olmasıyla mümkündür. Ruhun tatmin
olmasının yolu ise, aslî kaynağı olan Cenab-ı
Hak’la ideal bir ilişki içerisinde olması, O’nunla sürekli hemhâl olmasıdır. İnsanın Allah’u Teâlâ ile sürekli bir ilişki içerisinde olmasını sağlayacak olan
şey de, bilinçli olarak icra edilen ibadet, zikir, duâ,
tefekkür, tevbe ve istiğfâr, hayır, hasenât vb. ameliyelerdir. Aslında bütün bu ameller, “zikir” kavramının kapsamı içerisindedir. Çünkü zikir, hatırlama
ve anma demektir. Dolayısıyla insana Allah’ı hatırlatan her şey bir tür zikirdir. Ancak Allah’ı anmanın
en kestirme yolu, doğrudan O’nun ismini anmak olduğu için, zikir denildiği zaman öncelikli olarak bu
anlaşılmaktadır. İşte zikirle insanın gönül dünyası
arasında böyle bir ilişki vardır. Onun içindir ki, insanın gerçek mutluluğunun yolu zikrullahtır. Bütün
bunlar göz önüne alındığında, insanın manevî
şahsiyetini
oluşturan
kalple ilgilenen ilim dalının
tasavvuf olduğu rahatlıkla
anlaşılmaktadır. Nitekim
bazı sûfîler tasavvufu “ilmü’l-kulûb” (kalplerin ilmi)
diye de adlandırmışlardır.
“Kalb-i selîm”e ulaşmanın yolu da, şuurlu bir
şekilde icra edilen ibadet
ve zikirler sayesinde,
günah kirinden ve benlik
duygusundan arınmak ve
kalpte Allah duygusu ve
sevgisini yerleştirmektir.
26
Burhan
Cenab-ı Hakk’ın insanlardan istediği de, marifetullah ve muhabbetullahla dolu, mâsivâ muhabbetinden arınmış, günah kirlerinden temizlenmiş, benlik
duygusundan sıyrılmış selîm bir kalbe sahip olmalarıdır. Yüce Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği bütün emir
ve yasakların ve yapılmasını istediği ibadetlerin
hepsinin nihaî amacı da, insanların bu anlamda bir
“Kalb-i selîm”e kavuşmalarını sağlamaktır. Şairin
dediği gibi:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler.
“Yevme lâ yenfau”da “kalb-i selîm” isterler.
Burhan: İlimler sıralamasında tasavvufun
yeri neresidir? Günümüzde “hikmet ve irfan” artık
unutulan bir şey oldu. Kimse bu konuları artık düşünmek istemiyor. Bunun yerini daha çok ekonomi
ilminin aldığını görüyoruz. İnsanlar artık paraya
dönüştürülmeyen bilgiye bilgi demiyorlar. Gerçekten de “hikmet ve irfan” yitik midir?
İslâm alimleri, ilimleri temelde ikiye ayırırlar:
Dînî ilimler, dünyevî ilimler. Bunlardan dînî ilimleri
de, zahirî ilimler ve bâtınî ilim diye iki kısımda müBurhan
tâlaa ederler. Bunlardan zahirî ilimlerle, bilgi kaynağı itibariyle nakle, akla ve duyulara dayanan ilim
dallarının tamamı kastedilmektedir. Tefsir, hadîs,
fıkıh, kelâm, felsefe, mantık vb. ilimlerin hepsi zahirî ilimleri oluşturmaktadır. Batınî ilimle de, kalbin
arınması neticesinde, Cenab-ı Hakk’ın insana bahşettiği ve ilm-i marifet, ilm-i mükâşefe, ilm-i ledünnî
ve ilm-i vehbî gibi isimlerle anılan ilim türü kastedilmektedir. İşte, İslâm dünyasında zamanla gelişen ilmî disiplinler içerisinde, tasavvuf ilmi, batınî
ilmi temsil etmektedir. Çünkü, diğerlerinden farklı
olarak, kalp tasfiyesi ve tezkiyesini gerçekleştirmeyi amaçlayan ve bunun neticesinde kalpte hasıl
olan keşf, sezgi ve ilhâmı bilgi kaynaklarından biri
olarak kabul eden yegâne ilim ve düşünce sistemi
tasavvuf geleneğidir. Onun için tasavvuf ilmi, bütün
dinî ilimlerin rûhu, özü ve meyvesi olarak telâkkî
edilmiştir.
Ne yazıktır ki, sizin de ifade ettiğiniz gibi, son
dönemlerde müslümanlar, hepsi de Batı kaynaklı
olan pozitivist, materyalist, kapitalist, rasyonalist ve
seküler düşünce ve hayat telakkîlerinin yoğun tesiri
altında, kendi inanç ve geleneklerinde var olan
27
sini yetiştirmiş, dünyada olup biten olayları takip
eden ve onlar üzerinde değerlendirmeler yapabilen, kendisine bir şeyler sorulduğunda cevaplar verebilen kimse kastedilmektedir. İrfan sahibi ise, çok
fazla kitabî bilgi sahibi olmasa bile, insanlığının ve
kulluğunun bilincinde olup, onun gereğince yaşayan, olgun, güzel ahlâk sahibi, Allah’ın varlık alemindeki tasarruf ve tecellîsinin farkında olan,
basîreti açık, maneviyatı inkişaf etmiş kimsedir.
Onun için bunların arasında birtakım farklar vardır.
Kültürlü olmak, daha çok dünya ile alâkalı meselelere vukûfiyeti ifade ederken, irfan sahibi olmak, kişinin Allah ve insanlarla ilişkilerindeki olgunluk ve
maneviyatının gelişmiş olması anlamına gelmektedir. Günümüzde kullanılan “aydın” kavramı da
kanaatimce daha ziyade kültürlü ve bilgili kişi anlamında kullanılmaktadır.
Burhan: Batıdaki sufizm ve mistisizm kavramları bizim bildiğimiz tasavvuf kavramını karşılıyor mu?
manevî ve irfanî düşünce ve hayat felsefesinden
alabildiğine uzaklaşmış vaziyettedirler. Bu yüzden,
her şeyi madde ve dünya ölçeğinde değerlendirmek, ebedî alemi nazar-ı itibara almamak, bir
başka ifadeyle maneviyatı ve ulûhiyet anlayışını
hayatın dışına atmak, çağımızın modası haline
geldi. Bu yüzden, insanlar benmerkezci, ferdiyetçi,
menfaatçi ve maddî çıkar düşkünü haline geldiler;
diğergamlık, yardımseverlik, infak, tasadduk, şefkat, merhamet ve başkaları için bir şeyler yapma
gibi bize ait dînî, insanî ve ahlâkî değerleri adeta
hayatın dışına ittiler. Kısacası, hikmet ve irfan müslümanın yitiği haline geldi. İnsanlarımızı bizi biz
yapan manevî değerlerle, bir başka ifadeyle hikmet ve irfanla yeniden buluşturmanın yolu da, tarihte ve özellikle de Osmanlı toplumunda olduğu
gibi, onların gönül dünyalarını eğitip imar edecek
olan tasavvuf kültürüyle tekrar buluşturmaktan
geçmektedir.
Burhan: Kültürlü ile irfan sahibi arasında fark
var mıdır? Bir de aydın ile irfan sahibi aynı mıdır?
Kültürlü insan denildiği zaman, günümüzde
daha ziyade belli bir bilgi birikimine sahip, kendi28
Batı’lı düşünürlerin kullandığı “mistisizm” kavramı, insanların fıtratında var olan mistik yönelişin
tabiî bir sonucu olarak, çeşitli inanç ve kültür ortamlarında tezahür eden mistik hareketler için kullanılan genel bir kavram olup, Hıristiyan mistisizmi,
Hint mistisizmi, İslâm mistisizmi gibi alt birimleri
vardır. Bu anlamda bizdeki tasavvufun karşılığı,
Batı literatüründe İslâm mistisizmi olmaktadır. Batılılar “sufizm” tabiriyle de İslâm mistisizmini, yani
tasavvuf geleneğini kast etmektedirler. Bu demektir ki, “mistisizm” “tasavvuf” demek değildir. Ancak
“İslâm mistisizmi” tabiri “tasavvuf” tabirini karşılayabilir.
Burhan: Mevlânâ’nın hümanist tarafı ön
plana çıkarılarak bu konuda istismarlar yapılıyor.
Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Gerek Batı dünyasında, gerekse ülkemizdeki
Batı düşüncesi ve kültürünün fazla etkisinde kalmış bazı çevrelerde, Mevlânâ’nın islâmî ve tasavvufî kimliği, yani onun büyük bir İslâm düşünürü ve
büyük bir sûfî şahsiyet olduğu görmezlikten gelinerek, daha ziyade hümanist bir düşünür olarak
lanse edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaklaşım, Mevlânâ’yı bir taraftan olduğundan farklı bir kimliğe büründürmeyi, bir taraftan da, o çevrelerin islâmî
hassasiyetle bağdaşmayan birtakım düşünce ve
Burhan
hayat
telâkkîlerine
meşruiyet kazandırma
adına onu istismar etmeyi
içermektedir.
Mevlânâ her ne kadar
her dinden ve kültürden insanın reddedemeyeceği
nice
evrensel
değerlere
dikkât çekmiş büyük
bir düşünür olsa da,
onun inanç ve düşünce
dünyasının
merkezinde İslâm’ın
yer aldığını, eserlerinde ve özellikle
Mesnevî’sinde, kendine has üslubuyla
doğrudan
doğruya
Kur’ân’ın mesajını anlattığını, islâmî anlamda kâmil bir insan olmanın yolunu ve yordamını göstermeyi amaçladığını asla
unutmamak gerekir. Nitekim kendisi de, bir taraftan “Kur’ân’ın kölesi ve Hz Muhammed’in yolunun
toprağı” olduğunu ifade ederken, bir taraftan da
kendisini bir pergele benzeterek, bir ayağının sabit
olduğunu, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaştığını söylemektedir. Burada sabit ayağıyla, İslâm itikadına olan sarsılmaz bağlılığını, diğer ayağıyla
tüm insanları ve kültürleri kucaklayan evrensel
bakış açısını kastetmektedir. Mevlânâ’nın insan
sevgisi ve hümanizmini, Allah’a karşı kulluk bilinci,
sorumluluk duygusu ve ilahî emir ve yasaklara riayetteki titizliğinden ayrı telâkkî etmek, onu tam olarak anlamamak veya kasıtlı olarak yanlış tanıtmak
olur. Unutulmamalıdır ki, Mevlânâ, hem “müderris”lik derecesine yükselmiş bir din alimi, hem ahlâkı, yaşantısı, ibadetleri ve insanlarla ilişkisi
itibariyle zühd ve takvâ sahibi olgun bir insan, hem
de tasavvufî anlamda manevî olgunluğun zirvesine
ulaşmış tam bir Hak aşığı, ârif ve velîdir. Onun
bütün bu özelliklerini görmezlikten gelerek, sadece
bir hümanist ve hoşgörü insanı olarak nitelemek,
onu anlamada ve anlatmada son derece yetersiz
kalır.
Burhan: Bildiğiniz gibi 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve halen de resmiyette bu yasak sürüyor. Buna rağmen tasavvufî gelenek bir şekilde
devam etmektedir. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Burhan
Bunu, söz konusu yasağın insan ve toplum
gerçekleriyle bağdaşmamasına bağlıyorum.
Çünkü, mistik yönelişler, insanların manevî terbiye
alma ihtiyacı ve Yaratıcısı ile yoğun bir derunî ilişki
içerisine girme talebi, kişilere göre değişiklik arzetse de, insan fıtratının bir gereğidir. Dolayısıyla
tabîî ve fıtrî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı karşılamak
üzere asırlarca faaliyet göstermiş olan tekke ve zaviyeleri yasaklayıp kapatmak, insanların bu fıtrî ihtiyaçlarını ortadan kaldırmıyor. Onun için insanlar
bu ihtiyaçlarını karşılamanın başka yollarını bulmak durumunda kalıyorlar ve buluyorlar da. Ne var
ki, mevcut yasak, toplumumuzda bir şekilde varlığını devam ettiren tasavvufî hayatın denetimden
uzak oluşuna, dolayısıyla birçok ehliyetsiz kimselerin insanların bu fıtrî duygu ve ihtiyaçlarını istismar etmelerine, sonuçta da bu konuda toplumda
çeşitli kuşku ve tereddütlerin doğmasına zemin hazırlamış olmaktadır. Kanunlar, mevzuatlar ne
olursa olsun, ne kadar yasaklanırsa yasaklansın,
insanların Allah’a karşı derunî yönelişlerine engel
olmak mümkün değildir. Bu gerçeği, tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine, bir Mevlevî şeyhi şu
dörtlüğü ile çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir:
Âsumândır kubbesi, hem ahterân âvîzesi,
En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhtır.
Sedd olunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak,
Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhtır!
29
Allah Dostları
Otuz
Abdullah ÇAKIR
[email protected]
Hızır Aleyhisselâm’ın Yoldaşı Bilge Bir Velî
Hakîm Tirmîzî (k.s) Hazretleri
Şeytan vahye yanlış
bilgiler karıştıramadığı
gibi nefs de velinin
ilhamını bozamaz.
Velilik de peygamberlik
gibi, kesbi olmayıp ilahi
bir lutfudur.
HAYATI
Künyesi, Eba Abdillah1 olan Muhammmed b. Ali
b. Hasan et-Tirmizi’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Muhtemelen hicri III. (IX) yüzyılın başlarında
Tirmiz’de doğdu. Hayatını ve geçirdiği rûhî gelişmenin
önemli bir kısmını, bizzat kendisinin yazmış olduğu
sünden Hakim, kabirlere gider ağlar:
-“Ey Hüda! O iki yoldaş vardılar ilimle meşgul
oldular. Onlar tez alim olalar, ben cahil kalayım” der,
bu sebepten özü yanardı. Yine bir kabrin başında
ağlar iken nagâh yüzü nurani bir pir-i fani gelir. Ağlamasının sebebini sorar. Sonra der ki:
2
Büdüvvü Şe’n adlı otobiyografik eserinde anlatmaktadır. Söz konusu eserinde anlattığına göre, “Kaderinin mutlu bir tecellisi ve iyi bir hoca” diye tanımladığı
bir zat onu ilme teşvik eder. Böylece, evvel emirde
kardeş olarak gördüğü iki yakın dostuyla taleb-i ilim
için yolculuğa çıkmaya akdeder. Bu sırada ihtiyar annesi hastalanır; ve Hakim’e:
-“Ey yavrucağım! Ben zayıf, güçsüz bir kadınım. Malım-mülküm olmadıği gibi bana bakacak kimsem de yok. Benim işlerimi gören sensin. Beni bırakıp
-“Ey oğul ağlama, kaygılanma! Diler misin her
gün sana ilim öğreteyim de tez zamanda o iki yoldaştan daha alim olasın?” Hakim:
-“Sonra O pir bana yer gösterdi. Her gün o gösterdiği yere varırdım. Üç yıl boyunca bana enva-yı
ulumdan gösterdi ve öğretti. Sonra bildim ki O hazret
Hızır (a.s) imiş. Bu denli devleti anamın rızasında ve
duasında buldum.”der.3 Molla Abdurrahman Cami’nin
ifadesine göre, her Perşembe Hızır (a.s) ona gelir ve
4
birbirlerinden vakıalar teftiş ederlerdi.
nereye gidiyorsun?” der.
Bu sözler, Hakim’in içinde derin bir yankı uyandırır. Bir yanda ana hakkı, diğer yanda ise şiddetli bir
ilim arzusu… Hakim, yolculuğa çıkmaktan vazgeçer.
Arkadaşları ise yollarına devam eder. Ancak üzüntü-
30
Sonraları da Hakim Tirmizi, Ebu Hanife (ö.80150 / 699-767)’nin seçkin yaranından ve bağlılarından fıkıh okudu.5 Bir zamanlar İslam medeniyetinin
ilim ve kültür şehirlerinden olan Tirmiz ve Belh’te bir
çok muhaddisten hadis dersleri aldı.6 Evliyalar ocağı
Burhan
Horasan’da Ebu Turab Nahşebi (ö.245/859), Ahmed
b. Hadraveyh (ö. 240/848), İbn Cella (ö. ? ) gibi ulu
7
zevatın sohbetinde bulunur, onlardan tefeyyüz eder.
gamber olduğunu iddia ettiği ileri sürülerek Belh valisine şikayet edilir. Vali bu konularda konuşmayacağına dair kendisinden yazılı belge alır.
Yirmi yedi yaşında iken hacca gitme arzusuyla
yola çıkar. Bir süre Irak’ta kalıp hadis dinledikten
sonra Basra yoluyla Mekke’ye ulaşır. Büdüvvü
Şe’n’de her gece vakti Kâbe civarında dua edip büyük
günahlarından tevbe ettiğini, halini düzeltmeye, dünyaya ilgi duymamaya ve Kur’an’-ı Kerîm’i ezberlemeye muvaffak kılması için Allah’a yakardığını söyler.
Hac dönüşü başladığı hafızlığını memleketinde tamamlayan Hakim, Allah’ı tanımak ve ahirete yönelmek için kitap okumaya ve araştırmalar yapmaya,
belde belde dolaşıp bir mürşid aramaya başlar. Ariflerin sözlerinden çok etkilenir. Ahmed b. Asım el-Antaki (ö. ? )’nin bir eserinin tesiriyle riyazet hayatı
yaşaması ve çile çekmesi gerektiğine kanaat getirir
ve bu yolu tutar. Yalnızlıktan çok hoşlanan Hakîm hayatının bu safhasında tek başına kırlarda dolaşır ve
sık sık harabeleri ve mezarlıkları ziyaret eder. Bu dönemde kendisine yardım edecek samimi dostlar bulamaz. Issız yerlerde dolaşmaya devam ettiği sırada
rüyasında “resûlü’s-sakaleyn ve imâmü’l-kıbleteyn ve
hulâsatü’l-kevneyn ve’ş-şefîü’l-meşeffi’ fî uhra’d-dâreyn ve ceddü’l-haseneynü’l-ahseneyn resûl-i müctebâ ve nebiyy-i mürtazâ Muhammed Mustafa
(sallallâhü aleyhi ve alâ âlihi’l-kirâm ve ashâbihi’lkirâm) Efendimiz’i görür. Nihayet Hak ile arasındaki
perde kalkar ve ilhama mazhar olur. Meclisine gelenlerle sabahlara kadar sohbet etmeye ve Allah’a yalvarıp yakarmaya başladığını otobiyografik eserinde
uzun uzadıya anlatır.
Hakim et-Tirmizi, çektiği sıkıntıların kendisini
daha da olgunlaştırdığını, karşılaştığı belalardan zevk
alır hale geldiğini, kalp gözünün açıldığını ve ruhen
olgunlaştığını hissettiğini, çıkan bir kargaşa sonucu
kendisine eziyet edenlerin beldelerinden kaçmak zorunda kaldıklarını, ona hürmet eden insanların sohbetine devam etmeye başladıklarını söyler.
Hakim et-Tirmizi, tasavvuf, ahlak, kelam, hadis,
tefsir, mezhepler tarihi, dil ilimleri gibi çok değişik sahalarda eserler vermiş velud bir şahsiyettir. Bu eserleri ilgiyle karşılanmış ancak bu durum bazılarının onu
kıskanmasına, bazı sözlerini yanlış anlayarak suçlanmasına, hatta ona iftirada bulunulmasına yol açmıştır. Nitekim “Hatmü’l-Evliya” ve “İlelü’ş-Şeria” adlı
eselerinde veliliği nebilikten üstün görmekle, şeriatın
ahkamını tezyif etmekle suçlanarak Tirmiz’den çıkarılmıştır. Sülemi (ö. 936-1021), Hakim Tirmizi’nin söz
konusu eserlerinde ileri sürdüğü fikirleri yüzünden bu
tür ithamlarla suçlanamayacağını, dolayısıyla onun
Tirmiz’den sürülmesinin büyük bir haksızlık olduğunu,
çünkü düşünce hürriyetinden yoksun olanların onu
8
anlayacak seviyede olmadığını söyler. Aşktan bahsettiği, halkın ahlakını bozduğu, bid’at çıkardığı, peyBurhan
Manevi yükselişini genişçe anlattığı Büdüvvü
Şe’n’de hayatının son dönemi hakkında bilgi yoktur.
Ömrünün sonuna kadar eser yazmayı, çevresine toplanan müridlerin terbiye ve irşadıyla meşgul olmayı
9
sürdüren Hakim, Tirmiz’de h. 320/932’de vefat etti.
TEFEKKÜR UFKU:
Hakim et-Tirmizi, hicri III. asırda Horasan10 ve
Maveraünnehir bölgesinde yetişen mutasavvıfların
önde gelenlerinden idi. Onun tasavvuf anlayışı, bu yıllarda Horasanda gelişen ve genellikle şecaat, mürüvvet, sehavet ve kerem anlamları taşımakla birlikte
isar, kendini hizmete feda, başkalarına eziyet vermemek, insanlardan gelen eziyetlere sabretmek, kınayanın kınamasından korkmamak, iyiliği yaymak,
sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefisle savaşmak gibi anlamlar içeren fütüv11
vet ; Basra mektebinin aşk ve muhabbet; Bayezid-i
Bistami (k.s) (234/848 veya 261/874)’nin temsil ettiği
sekr ve mahv ile Hakim Tirmizi’nin yolunun temel
vasfı olan irfani ve felsefi tarafı ağır basan, velayeti
isbat esaslarının güzel bir sentezinden oluşmaktadır
diyebiliriz. Ona “isar (diğergamlık) nedir?” diye sorduklarında “aharın hazzını (başkasının payını) kendi
12
payın üzerine takdim etmendir” diye cevap vermesi
bütün insanlarda takdir ve tebcîl hislerini uyandıran,
ondaki fütüvvet neşvesini yansıtması bakımından
mühimdir.
Kendisinden sonraki sufiler üzerinde etkili olan
Hakim Tirmizi’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu guruba “Hakimiyye” adı verilmiştir. Örneğin,
Hucviri’nin (ö. 465/1072) gönlünü fethetmiştir. Hucvirî
şöyle der: “Nazarımda o gayet muazzam bir zattır.
Zira gönlüm onun avı olmuştur. Şeyhim derdi ki: “Muhammed Tirmizi bir dürr-i yrtimdir, eşi menendi yoktur,
13
bütün alemde onun bir misli yoktur.”
31
Hucviri, III. ve IV. asırların sufilerini on iki fırka
olarak tasnif eder. Bu oniki fırkanın onunun yollarının
doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Ona göre
yanlış yollar Hallaciyye ve Hululiyye iken doğru yollardan biri de velayeti isbat esasına dayanan ve
14
Hakim Tirmizi’ye izafe edilen Hakimiyye fırkasıdır.
Hakim Tirmizi, mutasavvıflar arasında felse15
feyle meşgul bulunanların ilklerindendir . O, kendine
mahsus bir uslub ile, nakille aklı bağdaştırmaya, yani
nakli ilimleri akli bir temele dayandırmaya çalışmıştır.
Hem çok çalışkan hem de tefekkür ufku çok geniş
olan Hakim Tirmizi, özellikle helenistik felsefeden ve
gnostisizmden gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktararak bu hareketin yeni bir döneme-merhaleye girmesine (ki ileride Gazzalî (ö. 505/1111) ve İbn Arabî
(ö. 638/1240) Hazretleri’nde bunun tesirini görmekteyiz) katkıda bulunmuş ve bu sebeple “Hakim” diye
anılmıştır. Tasavvufu geniş ölçüde hikmet olarak anlayan Hakim et-Tirmizi bilgiyi ilim, zahir hikmet ve
batın hikmet olarak üçe ayırır ve bilginin daima son
iki çeşidi üzerinde durur. Ona göre tasavvuf sadece
manevi haller değildir. Aynı zamanda nesnel gerçekliği olan hikmetler yani objektif gerçeklerdir. Peygamberlerin ve evliyanın sahib olduğu zahir ve batın
hikmetler yüce ve gizli hikmetler olup bunlar doğrudan kendilerine Allah tarafından verilmiştir.
Onun düşünce ufkunda hakk, adalet ve sıdk
mefhumlarının apayrı bir yeri vardır. Ona göre hakk,
organlar (zahirin); adl, kalpler; sıdk, akıllar için söz konusudur. Hakk, adalet, sıdk hem marifet hem din olduğundan belli bir noktadan sonra din marifet
olmaktadır. Hakk, şeriat ulemasına; adl, hakimlere;
16
sıdk ise hikmet sahiplerine Allah’ın bir lutfudur.
VELİ VE VELAYET:
Hakim Tirmizi’ye göre ruhi faaliyetler ya beşeri
çaba veya ilahi inayetle (himmet) gerçekleşir. Birinci
durumda genel (velayet-i âmme), ikinci durumda özel
velayet (velayet-i hâssa) söz konusu olur. Velayet-i
âmme, şeriatin farz ve vacib derecesindeki emirlerini
eda etmek için çabalama ve gayret gösterme haline
denir. Bunu yapmak her mükellef mü’min için zaruridir. Bu yüzden bu gayret içindeki bütün mü’minler
bunun kapsamına girer. Veleyet-i hâssa, farz ve vacib
amellerde ileri gitmekle birlikte, Kur’an’ın zikir ve tefekkür konusundaki emirlerine sarılarak, ayakta, otu17
rarak ve yanları üzere yattıklarında bile zikir ve fikir
32
uyanıklığına ermiş, murakabeden gafil olmayan,
bütün ibadetlerinde “ihsan” denilen Allah’ı görüyormuşçasına kulluk şuuruna ulaşmış kişilerin halidir.
18
Kurb ve huzur hali bu makamdadır.
Allah’ın hukukuna riayet eden veliler dinin emir
ve yasaklarına uymanın yanı sıra niyeti düzeltme ve
nefis murakabesi gibi manevi hallere de dikkat ederler. Gerçekten Allah’ın dostları iseler O’nun lutfuyla
veliliğin en yüksek seviyesine ulaşırlar. Yani onlar
hem velayet-i âmmenin hem de velayet-i hâssanın
gerçek sahipleridir. Onlar her zaman iyi iş yapmayı
adet edindiklerinden hatadan korunurlar. Çünkü iyilik
yapmak kendilerinde tabii bir meleke haline gelmiştir.
Allah’tan ilham alan veli (muhaddes, mükellem) gerçek anlamda bu dereceye sahip olunca aldığı bilgilerin doğruluğundan emin olur. Şeytan vahye yanlış
bilgiler karıştıramadığı gibi nefs de velinin ilhamını bozamaz. Velilik de peygamberlik gibi kesbi olmayıp
ilahi bir lutfudur.
Peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahyi insanlara tebliğ etme görevi olmasına karşılık, tamamen
özel bir mahiyet taşıyan velayetin nebiler tarafından
haber verilen bu ilahi hakikatleri bizzat yaşamak ve
yaşatmak gibi görevleri bulunmaktadır. Bundan dolayı peygamberin mucize gibi bir delile ihtiyacı olmasına karşılık velinin böyle bir delile ihtiyacı yoktur.
“Peygamberlik delil iledir, velilik delildir” diyen Hakim’e
göre veli ile Allah arasındaki ilişki sevgi, gözetim ve
inayet esasına dayanır. Veliler hayrın ve faziletin canlı
timsalleridir. Hakk için yaşarlar, kendilerini Allah’a hizmete adarlar. Velilik tabiatı icabı zamanla sınırlı değildir. Her zaman veli bulunur. Veli semadaki ilahi
19
kemalin yeryüzüne yansımasıdır.
Peygamberlerin birbirlerine göre üstünlüklerinden hareket eden Hakim Tirmizi, veliler arasında da
böyle bir derecelenme bulunduğu sonucuna ulaşmakta bunu “İnsanları uyar! İnananlara da Rabbleri
20
katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele!”
ayetindeki “kademü sıdk” ifadesine dayanarak delil21
lendirmeye çalışmaktadır.
Velayet anlayışı, egemenlik ve yöneticilik anlamına da gelmektedir. Bu anlayışta velayet, Allah’ın
kainat üzerindeki yönetiminin velilere devri anlamına
gelmektedir. Tüm kainat ilahi iradenin kendilerinde
zuhur ettiği belli bir hiyerarşik düzene göre sıralanmış
veliler tarafından idare edilir. Bu anlayış “Ricalü’lBurhan
gayb” adı verilen bir veliler düzeninin kabul edilme-
neş’et eden Allah korkusu bulunan kişinin eylemleri
siyle sonuçlanmıştır. Kutbun yönetimindeki bu düzen
de ona göre olur. Bu konudaki şu sözü enfestir:
evtad, nüceba, nükeba, abdal, büdela gibi adlarla anılan veliler hiyerarşisinden oluşur.22 Özellikle Hakim
“Kimin arzusu dîn, yani âhiret olursa; bu hayırlı dü-
Tirmizi tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerif, mu-
şüncesi hürmetine dünyevî işleri de âhiret işi hâline
tasavvıfların “abdalan,kutub, gavs,evtad” gibi değişik
gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünya olursa; niyeti-
adlarla yad ettiği gayb erenlerinin mesnedi satılmıştır.
nin bozukluğu sebebiyle âhiret işleri de dünya işi hâ-
“Bu ümmetim içinde İbrahim tabiatı üzere kırk,
line gelir.”
Musa tabiatı üzere yedi, İsa tabiatı üzere üç, Muhammed (s.a.v) fıtratı üzere bir kişi bulunur. Bun-
Cenâb-ı Hak rûh-i âlilerini şâd ü hürrem etsin.
lar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”23
Ahmed İbn Hanbel (164-241/780-855) Hazretleri’nin
24
Müsned’inde de geçen bu hadîs-i şerîfi , onun işâret
Bizi de şefaatlerine nâil eylesin. Âmin!
...................................................................................................................
1 İbnü’l-Cevzi, Sıfatü’s-Safve,c.4, s.116.
ettiği fıtrat üzerine olan şahsiyetleri, Hanbelî-zâhirî
2 Osman İsmail Yahya, Kitabü Hatmi’l-Evliya, s. 14-32. 3
olarak bilinen İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ise “Dere-
3 Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya,(Haz.M.Z.K.), s. 104,İst. 1964; Osman
celerine göre hadîs âlimleridir” şeklinde yorumlamış-
İsmail Yahya,a.g.e. s.10-11.
tır.
4 Abdurrahman Cami’, Nefehatü’l-üns min Hadarati’l- Kuds, (trc. Lamii Çelebi),s. 169, ist. H.1286.
5 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanUlu-
Çok erken başladığı yazı hayatını ömrünün su-
dağ),s. 244, ist. 1996.
nuna kadar devam ettiren Hakim Tirmizi’nin eserleri-
6 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans.
nin önemli bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.
c.15,s.196.
İrili-ufaklı elliden fazla eseri vardır.
25
Kendi ifadesine
göre “ Ben tedbir ve fikr ile hiçbir harf tasnif etmedim
7 Ebu Nuaym el-İsfehani, Hilyetü’l-Evliya, (thk. Muhammed Emin el-Hancı),
c. 10, s. 233; Ebu Abdurrahman es-Sülemi, Tabakatü’s-Sufiyye, (thk. Nureddin Şeribe),s. 221,Halep, 1986; Abdülkerim Kuşeyri,Risale,(trc. Süley-
ve bana ondan bir nesne nisbet olmaz. Ve lakin ne
man Uludağ),s. 124, ist. 2003.
zaman kalbimde kabz ve emrimde bir perişanlık olsa
8 (bkz.Hatmu’l- Evliya, thk.eş-Şeyh Abdülvaris Muhammed Ali, s. 4, Beyrut
onunla teselli eylerim.”26 diyerek kitaplarını önceden
1999.
tasarlayarak değil manevi hallerin baskısı altında kaldığı zaman teselli bulmak için yazmıştır. Bu yüzden
9 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans.
c.15,s.196-197.
10 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s. 169.
eserlerini tekellüfsüz, kolay ve anlaşılır bir uslubla
11 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s.112-113.
yazmıştır. Buna rağmen bir konuyu anlatırken başka
12 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s.170.
bir konuya yer vermekte ve eserlerinde konu bütün-
13 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanU-
lüğünde bir düzensizlik göze çarpmaktadır.27
ludağ),s.244.
14 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanUludağ),s.325-362, ist.1996; Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e,
Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini takdîr
eden şu sözleri pek güzeldir: “Kalbin (nefesin) ve vaktin sana bir sermayedir. (Bir düşün ki ) sen kalbini Allahü
Teâlâ’nın
sevgisinden
başka
sevgilerle
. s.124.
15 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 113.
16 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans.
c.15,s.197.
17 Âl-i İmrân,3/191
18 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 202-203.
doldurdun. Vaktini de mâlâyani, boş ve faydasız şey-
19 Abdülfettah Abdullah Bereke, a.g.e, c.15,s.197.
lerle geçirdin. (Şimdi senin gibi) iflas etmiş, sermaye-
20 Yunus,10/2
21 İsmail hakkı Bursevi, Tuhfe-i Ataiyye, (Veysel Akkaya), Yüksek Lisans
sini kaybetmiş bir kimse (yarın ahirette) nasıl kâr
Tezi,ist.1999.
edebilir?!!”
22 Şamil İslam Ans., c. 6, s. 334, ist. 1994.
23 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 321; (Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde
Ona göre kişi yarın Allah’ın huzûrunda savuna-
de geçen bu hadîs-i şerîfi, onun işâret ettiği tabîattaki şahsiyetleri Hanbelîzâhirî olarak bilinen İbn Teymiyye ise “Derecelerine göre hadîs âlimleridir”
mayacağı eylemlerde bulunmamalıdır. Bunun tek
şeklinde yorumlamıştır.)
yolu da düşünceyi ve himmeti yani gönlü tamamen
24 İbn Hanbel, I, 112; V, 322; VI, 316.
Allah’a bağlamaktır ve böylece bütün eylemlerini,
25 Hasan Kamil Yılmaz,Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Şerhi “Şer-
O’nu (c.c) ve ahiret gününü göz önünde bulundurarak
işlemektir. Çünkü içinde Allah sevgisi ve bundan
Burhan
hu’l- Erbain Hadisen”, s.36.
26 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s.170; İbnü’l-Cevzi, Sıfatü’s-Safve,c.4, s.117.
27 Abdülfettah Abdullah Bereke, a.g.e, c.15,s.197.
33
Otuz
Yol Kandilleri
Ersan BİLGİN
İman, Edeb, Ahlak ve Cömertlikte Örnek İnsan
Hz. Osman bin Affan (r.a)
Hz. Osman b. Affân radıyallahu anh; ilk iman
edip, Rasûlullah’ın yanında madden ve manen
hazır bulunanlardan… İmanda, ilimde, haya, edeb
ve ahlakta ve cömertlikte zirve isim; Hz. Osman radıyallahu anh… Rasûlullah (s.a.v)'ın kızı Rukiyye
ile evlenen, İnsanlığın Efendisi (s.a.v)’in damadı
olan mübarek insan Hz. Osman (r.a)… Raşid Halifelerin üçüncüsü, Hz. Osman radıyallahu anh…
İMAN’DA KARARLILIĞI…
Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan
amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak
hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest
bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (r.a) ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı (Suyûtî,
168).
RASÛLULLAH’IN DAMADI…
Rukiyye'nin vefat edişinden sonra Rasûlullah
(s.a.v), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile
evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyur34
muştu: "Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a
"Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle
evlendirirdim" demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer).
Rasûlullah (s.a.v)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nur sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan
seferlerinde Rasûlullah (s.a.v), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165).
RIDVAN BEY’AT’I VE
HZ. OSMAN (R.A)
Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre
yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz.
Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest
müşrik Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye
sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargâh kuran Rasûlullah (s.a.v), müşriklerle diyalog kurarak, maksatlarının yalnızca umre
yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Rasûlullah (s.a.v), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi.
Daha önce elçi gönderilen Hıraş b. Umeyye elBurhan
Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi
(İbn Sa'd,
a.g.e., II, 96).
Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği
tehlikeli bir hale sokuyordu. Rasûlullah (s.a.v), Hz.
Osman (r.a)'a şöyle dedi: "Git ve Kureyş'e haber
ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i (Kâbe’yi) ziyaret ve
onun haremliğine saygı göstermek için geldik
ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz ". Hz. Osman (r.a), Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar; "Bu asla
olmaz. Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler.
Onların red cevabı İslâm karargâhına Osman
(r.a)'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), yanındaki bütün
müslümanları, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla
tarihe geçen bu bey'atlaşma da Rasûlullah (s.a.v)
sol elini sağ elinin üzerine koyarak, "Osman Allah'ın ve Resulünün işi için gitmiştir" dedi ve
onun adına da bey'at etti. Müşrikler bu durumdan
korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi (İbn Sa'd, II, 96, 97).
Hz. Osman radıyallahu anh, bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları
İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli
etmişti (Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177). Müşrikler, Osman
(r.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlullah (s.a.v) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti.
Hudeybiye'de bulunan sahabiler ise Rasûlullah’a:
"Osman Beytullah'a kavuştu, onu tavaf etti; ne
mutlu ona" dediklerinde Rasûlullah (s.a.v); "Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf
etmez buyurmuştur" (Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178179).
HZ. OSMAN (R.A)’IN CÖMERTLİĞİ
VE FEDAKÂRLIĞI…
Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli
Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun
İslâm’a ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların techiz edilmesinde aşırı
derecede cömert davrandığı görülmektedir.
Burhan
Ceyş'ul-Usra (Zorluk Savaşı) diye adlandırılan
Tebük Seferi’ne çıkacak ordunun techiz edilmesine
yaptığı katkı övgüye layıktır. Onun bu davranışından çok memnun olan Rasûlullah (s.a.v); "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı ol"
(İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuştur.
Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Rasûlullah (s.a.v)'in yanındaydı. Rasûlullah (s.a.v) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman
(r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir (H.İ.Hasan, a.g.e., I,
256).
DAİMA KENDİSİYLE İSTİŞARE
EDİLEN İNSAN; HZ. OSMAN…
Hz. Ebû Bekir (r.a) halife seçilince Osman
(r.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (r.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede
bulundu, onun görüşünü aldı…
Halife Hz. Ömer (r.a), yaralanınca, hilâfete
geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden
oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali,
Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf,
Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah
(r.anhum) idiler. Yapılan görüşmeler neticesinde,
şura üyelerinden dördü feragat edince kimin halife
olacağı görüşmeleri Hz. Osman'la Hz. Ali (r.anhum)
üzerinde devam etti. Ve Hz. Osman istişare ile halife tayin edildi.
HZ. OSMAN’IN HALİFELİĞİ…
Hz. Osman'a ikinci olarak bey'at eden kimse
Hz. Ali (r.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler (İbn Sa'd, a.g.e., III, 62).
Hz. Osman (r.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye
çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî
yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir…
Hz. Peygamber (s.a.v); “Ashâbımın Arasında Ahlâkı Bana En Çok Benzeyen Osman’dır.”
Allah’ın Rasûlü (s.a.v), kızının evine girdi.
Kızı, kocası Hz. Osman’ın başını yıkıyordu. Hz.
35
Hz. Osman (r.a)’ın Kabri
Peygamber; “Ey kızım! Ebu Abdullah’a (Hz. Osman’a) daima iyilikte bulun. Çünkü o ashâbımın
içinde, ahlâk bakımından, bana en çok benzeyendir” buyurdu. (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/97)
insan gece boyunca çeşitli günahlar işleyebilir.
Ancak sabah olduğunda kalkıp abdest alarak
sabah namazını kılarsa bu, onun gece boyunca
işlemiş olduğu günahlarına kefaret olur. İşte bu
namazlar, “İyilikler günahları siler” (Hud: 11/114)
âyetinde belirtilen iyiliklerdir”.
NAMAZA TEŞVİK…
Bir gün Hz. Osman’ın yanında oturuyorduk.
O sırada müezzin ezan okumak üzere geldi. Onun
gelişini gören Hz. Osman su istedi. Kendisine bir
kap içerisinde bir avuç kadar su getirildi. Abdest aldıktan sonra şunları söyledi:
“Hz. Peygamber (s.a.v), bir gün benim biraz
önce aldığım gibi abdest alarak şöyle buyurdular:
“Kim benim abdest aldığım gibi abdest alır ve
sonra da kalkıp öğle namazını kılarsa sabah ile
öğle arasındaki günahlarına kefaret olur. Sonra
ikindi namazını kılarsa öğle ile ikindi arasındaki
günahlarına kefaret olur. Sonra akşam namazını kılarsa, akşam ile ikindi arasındaki, yatsı
namazını kıldığında da akşam ile yatsı arasındaki günahlarına kefaret olur. Bundan sonra
36
Bunun üzerine orada bulunan kimseler; “Ey
Osman! Peki Kur’ân-ı Kerim’deki “el-bâkiyâtu’ssâlihât” (sürekli kalan salih amellerle) (Kehf: 18/46, Meryem: 19/76) ile kastedilen şeyler nelerdir?” diye
sordular. Hz. Osman; “Bunlar ‘Lâ ilâhe illallah’,
‘Sübhânallah’, ‘Elhamdülillah, Allâhu ekber’ ve
‘Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ sözleridir” dedi.
(Terğib I/203 (İmam Ahmed, Ebu Ya’lâ ve Bezzar, Hz. Osman’ın azatlısı Haris’ten).
HZ. OSMAN’IN AĞLAMASI…
Bir gün bir kabir üzerinde duran Hz. Osman
(r.a) mübarek sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Yanındakiler; “Sen cennet ve cehennemden bahsederken ağlamıyorsun da kabri hatırladığında
mı ağlıyorsun?” dediler. O da cevap olarak şunBurhan
ları söyledi: “Ben Hz. Peygamber’in “Kabir âhiret duraklarının ilkidir. Kişi bundan kurtulabilirse ondan sonraki
duraklar kolaydır. Yok, eğer kurtulmazsa ondan sonrakiler çok daha şiddetlidir. Hiç bir manzara kabrin manzarasından daha korkunç olamaz” buyurduğunu işittim.”
(Terğib V/322 (Tirmizi, Hz. Osman’ın azatlısı Hâni’den))
Hz. Ömer’in azatlısı Hâni şöyle anlatıyor: Ben Hz. Osman’ın, bir kabrin başında durup şu şiiri okuduğunu duydum: “Eğer şu çukurdan kurtulabilirsen büyük ve tehlikeli
bir beladan kurtulmuş olursun. Aksi takdirde senin için kurtuluş yoktur.” (Terğib V/322 (Rezin’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’sSahabe, Akçağ Yayınları: 3/178.)
HZ. OSMAN’IN MÜBAREK SÖZLERİNDEN VE HUTBELERİNDEN…
Hz. Osman bir keresinde minbere çıkarak şunları söyledi: “Ey Ademoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden
beri ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan
da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan
atlayıp seni yakalayacaktır. Bu hiç beklemediğin bir anda
olabilir. Öyleyse daima hazırlıklı ol ve gafil avlanmamaya
çalış. Çünkü ölüm meleği senden asla gafil değildir.
Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki eğer sen kendi nefsinden
gafil olur ve onun için hazırlık yapmazsan elbette ki başkası senin nefsin için hazırlık yapmaz. Allah’ın huzuruna
mutlaka varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havale edeyim deme! Selam üzerinize olsun!”
(Kenz
VIII/109 (Dineveri, Mecâllise’sinde ve İbn Asâkir, Mücahid’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/204-206.)
Mü’minlerin Emîri Hz. Osman (r.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer kalpleriniz tertemiz olmuş olsaydı Rabb‘imizin kelamına doyamazdık. Ben üzerimden Mushaf’a
bakmadığım (okumadığım) bir günün geçmesini istemiyorum”. Hz. Osman’ın Mushaf’ı çok okunmaktan ve çok
bakılmaktan dolayı yırtılacak hale gelmiş bazı yaprakları
ise delinmişti. (Beyhaki, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât s. 182 (Hasan’dan) Muhammed Yusuf
Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/23.)
Burhan
37
Otuz
Mehmet DEMİRCİ
Fıtratın İnşâsı İçin
VAHİY
Fıtratını
aslına
birlik
özentiyle modernitenin tuzaklarına düşürülüyor.
yaşantıların aksine yüreğinde bir ışık yak. Şu
Şehirde yaşayan kardeşlerimiz daha şanslı gibi.
zamanda Müslüman olmak ve Müslüman kalmak,
Çünkü en azından bir birliktelik oluşturabiliyorlar
avuçta ateş taşımak gibi. Hata kaldırmayacak
ve birbirilerine destek olabiliyorlar. Ama kırsal
cinsten bir hayat bekliyor insanı. Bir an gaflet
kesimde her eve televizyon girerken Kur’an
içinde bulunmak günahın içinde boğulmak ve
girmeyen sayısız ev var. Aslında bu durum
bataklıktan asla sıyrılamamak demek. Dün farklı,
karşısında
bugün başka, yarın anlamsız duruyor her
Gençlerimizin,
durumda. Yüreklerdeki boşluk giderek büyüyor.
boşluğunu okul kapatır sanıyoruz ama yeterli
Tıpkı kara deliklerin yaptığı gibi sonu belli
değil. Duyarlı olan ve gerçekten İslam’a gönül
olmayan bir mecraya çekiliyor insan. Akıllar
vermiş ailelere bir çağrı: çocuğunuzu Kur’anla
törpülenmiş, fikirler pörsümüş, hakikat adına
tanıştırın. Niçin? diyebilirsiniz. Kur’an eğitimi alan
bilinenler hurafelerle doldurulmuş bekliyor insanı.
çocuklar zihnen daha olgun, ahlaken daha tutarlı
Herkes kulağının gücüne dayanarak bir şeylerin
ve çocukta yaşa göre olması gereken tutum ve
savunuculuğunu yapıyor. Beyinler paslanmış,
davranışların
modernitenin
göreceksiniz.
çarkları
döndür.
insanı
Günü
ezip
geçiyor.
hepimizin
sorumluğu
çocuklarımızın
üst
Kur’an,
düzeyde
ilahi
var.
eğitimsel
seyrettiğini
vahyin
insana
Toplumsal kaos içeren davranışlar çocukluk
kılavuzluğu. Rabbimizin bize bahşettiği ruhu yine
çağına kadar indi. Uyuşturucu, alkol, intihar ve
onun bize rehber tayin ettiği Kur’anla inşa ve ihya
psikolojik bunalım gibi yüz binlerce olumsuz
etmemiz gerekiyor. Hele de bunu çocuklarımızda
davranış çocuklarımızı sarmış ve ansızın ezip
itina ile yapmamız gerekiyor. Karakter ve kişilik
geçiyor.
bütün
gelişiminde çocukluğun önemini bilmeyen yok.
katmanlarında durum aynı. İnsanımızın çoğu
Çocuklarınıza dikkat edin onları ilahi kelamla
38
Her
alanda
ve
toplumun
Burhan
Haydin! Bir yol var ama yolcular belirsiz.
beslemezseniz bir boşluğun içine atmış ve onu
daha hayatın başında iken hayattan soyutlamış
Yolu
oluyorsunuz. Yani asıl gayeden hedef saptırmış
hatırlatılmalı. Ama henüz madden ve manen
oluyorsunuz. Eğer çocukta bulunan o saf fıtrat
kirlenmeden. Her çocuk kuranla tanışmalı,
kirlenmeye başlamadan Kur’anla güçlendirilirse
kendini Kur’anda bulmalı, kuransız yaşayamaz
ben eminim ki çocuklarımız hem yaşantı hem
olmalı. Her aile çocuğuna gereken özeni ve
hayatın idamesi hem de dini mübînin ihya ve
önemi göstermeli. Her Müslüman bir çocuğun
irşâdını
gönlünü fethetmeli. Şehirdeki Müslüman kırsal
üstlenecek
getirebilecek
ve
olgunluk
vazifelerini
yerine
ve
erdemi
bulmaları
kesimdeki
için
yolcuya
Müslüman’a
yolcu
gönlünü
olduğu
açmalı.
gösterebileceklerdir. Eğitim her ne kadar aile ve
Çocuklarımızın benlik ve şahsiyetlerini Kur’an ve
okul ortamında başlasa da bana göre eğitim
Sünnetle süslemeli. Ruhî olgunluğa ulaşmalarına
kuranla başlamalı. Fıtrat hamurunu Kur’anla
katkıda bulunulmalı. Onlar geleceğin en parlak
mayalamalı. Hani vardır ya yabanî meyveler işte
yıldızları olmalı ki etrafındakileri de aydınlatsın.
onlara aşı yapılır daha güzel meyve alınsın diye.
Buhranlar
Bunun gibi fıtratımızı da kuranla aşılamalıyız,
yetişmeli, gönül fethetme sancağı hiç elden
kişilikli, şahsiyetli ve ahlaklı yaşamak için.
düşmemeli.
Varımız
ve
Modernitenin saldırılarına karşı ahlakî bir zırh
evlatlarımıza
İslam’ın
nuru
gerekli insana. Çağın vebası ahlaksızlaşmaya
Ebeveynler sizin için imtihan olan evlatlarınızın
karşı sağlam surlar örmeli insan. Çocuklarımızın
eğitimini ve manevî gelişimini sağlayın. Kur’an'ın
zihinlerini bulandıran milyonlarca tuzağa karşı
önderliğinde çocuklarımızın şahsiyetini sabırla
otokontrol mekanizması kur’anla sağlanmalı. Bu
inşa
basit bir öngörü.
sarsılmasınlar.
Burhan
içinde
etmeliyiz
kalan
ki
insanoğluna
varlığımız
sirâyet
toplumsal
onlar
olan
etmeli.
depremlerle
39
Otuz
Tarih
M.Akif ARICAN
Son Kapı
ÇANAKKALE…
Milletlerin tarihi zaman çizelgeleri ile sınırlı
olamaz. Olmamalıdır. Bugün Osmanlı Devletinin
tarih sahnesinden çekildiği bilinen bir gerçek.
Ancak Osmanlının devlet kültürü, toplum kültürü
varlığını devam ettirmektedir. Çevremizdeki eserleriyle, insanların yaşayış tarzıyla yüzyıllardır
devam ede gelen bir Osmanlı mirası bugün bizim
toplumumuzda yaşamaktadır. Bu tarihi miras
sözde aydın ve batılı kafalar tarafından reddedilse
de yinede varlığını korumaktadır…
600 yıldan fazla yaşayan Osmanlı Devleti’nin
tarihindeki en şanlı direnişlerinin başında Çanakkale Savaşları gelir.
Son yıllarda Çanakkale Savaşlarının yıldönümleri daha heyecanlı bir şekilde yaşanmaktadır.
Bu heyecanın artmasında, milli duygularımızın kabarmasında acaba neler etkili olmaktadır? Niçin
her geçen yıl daha coşkulu bir şekilde Çanakkaleleri kutluyoruz? Hiç düşündük mü? Acaba ülkemizin etrafında ki ateş çemberinin her geçen gün
daralması bunda etkili olmakta mıdır? Veya bitmek
tükenmek bilmeyen Avrupa sevdasının artık sonunun gelmeyeceği mi anlaşılmıştır? Yoksa milli bir
40
duruştan yoksun, özgüveni olmayan bir dış politika siyaseti sebebiyle psikolojik yenilgimize, tarihimizdeki kahramanlıklarla mı? Teselli arıyoruz.
Avrupalılar 19. yüzyıl da Osmanlı Devleti için
“Hasta Adam” yakıştırmasını kullanmaktadırlar. Bu
Hasta Adamın ölümüm yakındır. Geriye kalacak
olan mirası paylaşmak için birçok sırtlan sırada
beklemektedir. Bu fırsat çok geçmeden ortaya
çıkar…1. Dünya Savaşı. Savaş dünya devletlerini
saflara ayırırken, Osmanlı Devleti Almanların yanında yer almıştır. Karşısında 19. yüzyılın en büyük
sömürgeci devleti olan İngiltere ile ezeli düşmanı
Çarlık Rusya.
Savaş başlar, 1914 yılında. İlk başta tarafsız
olmaya çalışan Osmanlı Devleti gerek hükümeti
elinde bulunduran İttihat Terakki Cemiyeti yüzünden gerekse, Osmanlının coğrafi ve stratejik konumu sebebiyle savaşa girmek zorunda kalmıştır.
Osmanlının gireceği ama çıkamayacağı bu savaş
tam 4 yıl sürecektir. Savaş dünyanın üç kıtasında
yapılmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika da ölüm kusmaktadır, savaş makinaları. Bu savaşın en kanlı ve
en kritik cephesini Çanakkale Cephesi oluşturmuştur.
Burhan
reketlenmeye başlamıştır. Dünyanın yenilmez donanması olarak görülen İngiliz donanması gemileri
en önde yerlerini almıştır. Tarihte hiçbir yenilgi almamış olan bu donanmanın komutanı ve askerleri
kendilerine çok güveniyorlardı. 18 Mart günü yapılan büyük deniz savaşında düşman donanmaları
boğazı geçemediler. Boğaza döşenmiş mayınlar,
tabyalardaki vtop ateşleri ile birkaç gemi isabet
almış ve batmıştı. Bu gemilerden en önemlisi Fransızların Bouvet isimli gemisiydi.
KASTAMONU CİDE’Lİ MEHMET
ÇAVUŞ…
NİÇİN ÇANAKKALE?
İngiltere ve Fransa Avrupa da Almanlarla savaşırken, müttefikleri Rusya Osmanlı Devleti ile savaşmaktadır. İngiltere ile Rusya arasındaki bağlantı
Osmanlı sebebiyle kesilmektedir. Rusya müttefiklerinden yardım gelmediği takdirde savaştan çekilmek zorunda kalacağını bildirmiştir.
İngiltere ve Fransa derhal harekete geçerek
Rusya’nın yardımına koşacaklardır. Fakat bu yardımın ulaşması için Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından geçmek gerekecektir. İngiltere, hem
Rusya’ya yardım ulaştırmanın hem de başkenti ele
geçirilecek olan Osmanlı Devleti’nin savaştan çekileceğinin hesaplarını yapmaktadır.
Bu niyetlerle başta İngiltere ve Fransa olmak
üzere İtilaf Devletlerinin donanmaları Akdeniz ve
Ege Denizine doğru yola çıkmışlardır. İrili ufaklı 407
gemi ile Gelibolu yarımadasının etrafı ve Çanakkale Boğazının girişi 1915 yılının ilk aylarında haBurhan
Boğazda Fransız Bouvet zırhlısı ilerlerken kıyıda bulunan tabyalardan Mehmet Çavuş attığı bir
tek gülle ile zırhlıyı vurmuştur. Kısa süre sonra
Mehmet çavuşun tabyasına bir bomba düşmüş ve
iki ayak vücuttan ayrılarak etrafa saçılmıştır. Arkadaşları Mehmet Çavuş’u cephe gerisine çekmeye
çalışırken, gemi batıyor nidaları etrafı inletmeye
başlamıştır. Durumu çok ağır olan Mehmet Çavuş
son arzusunu mırıldanmaktadır. “Allah için beni yukarı çıkarın… Tebessüm içinde geminin batışı izlerken son nefesini vermiştir. Batan bu Fransız
gemisinde 639 kişi de gemiyle beraber boğazın
derin sularına gömülmüştür…
Denizden yapılan taarruzun başarısızlıkla sonuçlanması üzerine karadan saldırıya karar verilmiştir. İngilizlerin sömürgelerinden getirdiği
müslümanlar yine müslüman olan Osmanlılara
karşı savaştırılmıştır. Nereye getirildiğini bilmeyen
esmer yüzlü insanlar savaştıklarının Müslüman
Osmanlı olduğunu düşmanı namaza durduğunda
anlayacaktır. Kardeşin kardeşe düşürülmesinden
başka bir şey değildir bu.
Kara savaşlarında metrekareye 6000 merminin düştüğü rivayet edilmektedir.
Üstad M. Akif kara savaşlarını şöyle anlatıyor.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak,
el, ayak,
Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak.
41
Tarih: 10 Ağustos 1915
Yer: Çanakkale
Olaya Şahit Olanlar: Yeni Zelandalı Asker-
EY 15 Lİ TÜRKÜSÜNÜ
DUYDUNUZ MU?
Çanakkale savaşlarına ülkenin her yerinden
asker katılmıştır. Tokat’tan bu savaşa giden 15 –
16 yaşlarındaki ana kuzuları için bu türkü yakılmıştır. Bu ana kuzularının kimisi dönmüş memleketine kimisi ise şehid olmuştur.
Çanakkale Savaşında her biri birer destan
olan nice hikâyeler vardır. Yaşanmış hayat hikâyeleridir bunlar. Bizde buraya bazılarını almak istedik.
KAYBOLAN İNGİLİZ ALAYI…
Çanakkale Savaşı insanlık tarihinin kaydettiği en büyük savaşlardan biridir. 8,5 ay boyunca
Boğazın iki yakası adeta bir yeryüzü cehennemine
dönüşmüştü. Bu savaşta yarım milyondan fazla
asker hayatını kaybetti.
Sadece İngiliz ordusunun kaybı 34.000 askerdi. Bu gün bunların 27.000'inin mezarı vardır.
Yani kaybolan İngiliz askerlerinin sayısı 7000 civarındadır. Fakat savaş bittikten sonra hepsi değil,
özellikle 267'si arandı durdu...
42
ler
Olayı Rapor Edenler: istihkâm Eri Künye
No: 4/165 F. Richard, istihkâm Eri Künye No: l
3/416 R. Nevnes ve Künye Numarası verilmeyen
istihkâm Eri J.L. Newman
Olayın Alındığı Yer: "Râtselhafte Phanomene" Dergisi Sayı: 64
İngilizler askeri tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birine adım adım yaklaşıyorlardı... İngiliz
komutanı Sir Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanmanın tek şansını,
taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştür.
Kraliyet Norfolk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915'de İngiltere'de gemilere bindirildiler. Ve Çanakkale'ye doğru yola
çıktılar. Savaşta her şey olabilirdi ama Norfolklular,
Çanakkale'de başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi...
Burhan
Sir Hamilton, Tekke ve Kavak tepeleri’ne bir
gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı
planlamıştı. Bu is için 12 Ağustos gecesi 54.
Tümen ilerlemeye başladı. İçlerinde Norfolklular'ın
Tugayı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar
gelecekler ve şafak sökerken saldırmak üzere hazırlanacaklardı. Fakat gece yürüyüşünün yapılacağı Küçük Anafartalar Ovası denilen yerde, Türk
askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden Norfolklular'ın bir Tümeni önden giderek yolu
açmak amacıyla, l 2 Ağustos öğleden sonra harekete geçti.
Bu öncü Tümen'in ilerleyişi, tam bir bozgunla
sonuçlandı. Gelibolu Savaşı'nda İngilizlerin gösterdiği şaşkınlık ve beceriksizliğin tipik bir örneğini
verdiler. Öğleden sonra, saat 4'de topçu desteği
başlayacaktı ama 45 dakikalık bir gecikme oldu.
Haberleşme hatası yüzünden gecikmeyi öğrenemeyen topçu desteği gereksiz yere, saatinden
önce ateşe başladı ve boşuna ateş gücünü harcadı.
Savaş alanı hiç incelenmemişti, İngiliz komutanlarının, arazi hakkında bilgileri yoktu. Hedefleri
hakkında tam bir karara varamamışlardı. Haritaların çoğu son anda çalakalem çizilmişti ve yarımadanın diğer tarafını gösteriyordu. Ayrıca Türk
kuvvetlerinin gücünden de habersizdiler.
163. Tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. 4.
Norfolk Taburu onların gerisindeydi. Türklerin direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngiliz Tümeni'nin büyük bir kısmı yoğun
makinalı tüfek atışı altında kaldığı için, olduğu
yerde çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfolk Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti.
ESRARENGİZ BULUTUN İÇİNE
DOĞRU...
İşte, tam bu sırada, 22 kişilik Yeni Zelanda
sahra birliğinin gözleri önünde, Norfolk Alayı'nın 4.
Taburu'na bağlı askerler, karşılarındaki tepeye
doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri, ekmek
somunu şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı, İngiliz
askerleri, yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde gözden kayboldular. Bulut yüzünden askerler görülmüyordu. Son asker de bulutun içine
girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalanmaya
Burhan
başladı ve rüzgarın aksi yönüne doğru hareket etti.
Bulutun hareket etmesiyle birlikte tepenin üstü de,
görüş alanına açılmıştı. Ama 4. Norfolk Taburu'ndan hiç bir asker tepede görünmüyordu!...
Komutan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord
Kitchener'e gönderdiği telgrafta, olaya şöyle anlattı:
"Savaş sırasında, 163. Tümen her bakımdan üstün
olduğu bir anda, çok garip bir şey meydana geldi...
Türklerin zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı,
Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin
bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi ve
savaşın en önemli kısmı böyle başladı. Mücadele
iyice kızışmış ve iyice karışmıştı. Albay, 16 subayı
ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış, hızla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan
hiç bir haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum
ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadı, içlerinden hiç biri geri dönmedi."
267 kişi hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmişti...
Savaş sonunda bu Tabur kayıp ilan edildi.
1918 yılında Anadolu işgal edildiğinde, İngiltere'nin
ilk talebi, bu Tabur'un iadesi olmuştu. Buna karşılık
Türkler böyle bir Tabur'un varlığından haberdar olmadıklarını bildirmişlerdi.
Bu Olayın Sonunda Yenilgi Kaçınılmaz Oldu
O gün, öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla sonuçlanması, Sir Hamilton'ın savaşı
kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece, 1915 yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye uğradılar. Gelibolu
Savaşı, 8,5 ay sürdü ve 46.000 askerin ölümüyle
sonuçlandı. O zamanın savaşları için, bu korkunç
bir rakamdı...
50 yıl sonra...
Çanakkale Savaşı'nın bitmesinden 50 yıl
sonra, olayın görgü tanıklarından üç Yeni Zelandalı
asker ortaya çıktılar ve çok önemli bir açıklama
yapmak istediklerini bildirdiler: "Aşağıda anlatılanlar, 12 Ağustos 1915 tarihinde meydana gelmiş
garip bir olayın dökümüdür..." sözleriyle başlayan
bir rapor sundular. Raporda bu garip olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla anlatılmıştı. Raporlarını:
"...Olayın 50. yılında, geç de olsa, aşağıda imzası
olan bizler, anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz" sözleriyle bitiriyorlardı...
43
Olaya Dünya Basını'nda Geniş Bir Şekilde
Yer Verildi
Bu savaşta hayatta kalanlar, yaşadıklarını hiç
bir zaman unutmadılar. Hatıralarını gelecek kuşaklara anlattılar. Savaşın tarihi yazıldı. Ölenlerin,
yaralıların, kaybolanların sayısı tespit edildi.
Şimdi o yılları yaşayan çok az sayıda insan
kaldı... O yıllarla ilgili unutulmayan pek çok şey
oldu... Fakat tek bir şey, özellikle unutulmadı. O da,
Norfolk alayının garip bir şekilde kaybolan askerleriydi...
OĞUL BABAN GELİRSE
HEMEN ÇAĞIR HA...
Kır, pala bıyıklı, ihtiyar ayakkabı tamircisi bir
yandan işini yaparken, diğer yandan da misafiriyle
sohbet etmektedir. Sohbet döner dolaşır, Çanakkale'ye gelir! Ve ihtiyar nemli gözleriyle Çanakkale'
ye ilişkin hikâyesini anlatmaya başlar. Rahmetli
babam, Hafız Ali, Çanakkale'de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım; onu tanıyamadım!
Bir fotoğrafı bile yoktu! O günler çok zor günlerdi!
Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı Milliye zamanı,
44
işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı... Çocukluğum
hep ekmek peşinde koşmakla geçti. Ama anam,
benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta,
her nereye giderse gitsin, yanıma gelir ve şöyle
derdi:
“Oğul, ben pazara gidiyorum. Baban gelirse
hemen çağır ha.. Ben komşuya gidiyorum. Baban
gelirse hemen çağır ha..”
Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.Gene
hep değneğini kaparak bana gelir ve“Baban gelirse
hemen çağır ha..” diye tembihlerdi.
Gün geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle
helalleşti. Bana iyi baktınız, hakkınızı helâl edin”
dedi. Sonra bana döndü, yavaşça, “Baban gelirse
ona, annem hep seni bekledi de” dedi ve birden irkilerek doğruldu, kapıya bakıp gülümseyerek, “Hoş
geldin bey, hoş geldin” diyerek ruhunu Allah'ına
teslim etti...
BİR FRANSIZ GENERALİNİN
İTİRAFI…
Çanakkale harbinden sonra Fransa'ya dönen
bir Fransız generali, bir basın toplantısı yaparak,
Burhan
gazetecilere açıklamalar yaptı. General konuşmasına su sözlerle başladı :
"Biz Fransızlar, Türkler gibi böylesine mert bir
milletle savaştığımız için ne kadar iftihar etsek
övünsek azdır ." Bu sözler üzerine gazeteciler sordular :
"Düşmanımızı neden böyle övüyorsunuz?
Onlar bizim birçok askerimizi öldürdüler ."
General şöyle cevap verdi :
"Çünkü gerçek asker gibi dövüşüyor savaşıyor. Kalleşlik nedir bilmiyorlar. Hiç unutmam, bir
çarpışmanın sonun da, savaş alanını geziyordum.
Süngü süngüye bir çarpışmanın neticesinde, iki taraftan da birçok ölü ve yaralı vardı. Yerde bir Fransız askeri yatıyordu, hemen yanına bir Türk askeri
sürünerek gelmişti. Yırttığı gömleğinden bir par-
Zorlukla cevap verdi :
"Bu yaralanınca cebinden yaşlı bir kadının
resmini çıkardı, öptü, kokladı ve anlamadığım bir
şeyler söyledi." Anladım ki bu annesinin resmiydi.
Onun arkasından bekleyeni var. Benim ise bir bekleyenim kalmadı. Barı ölmesin, bekleyenine kavuşsun istedim.
"Bunları duyunca gözyaşlarımı tutamadım.
Bu yaralı Türk, bana savaş meydanında insanlık
dersi veriyordu. Bu sırada emir subayı, Türk askerinin kan sızan göğsünden ceketini açtı. Baktım o
da ağır yaralı, göğsünden aldığı yarasına ot tıkamıştı.
Az sonra bu Fransız ile Türk yiğidi öldüler. Bu
yaşadıklarımla, sözlerimde haksız olmadığımı herhalde anlatabildim... "
çayı, Fransız askerinin kanayan yarasına sarmaya
çalışıyordu. Tercüman aracılığıyla;
"Biraz önce savaştığın düşmanının yarasını
neden sarmaya çalışıyorsun?" diye sordum.
Burhan
Çanakkale de bunun gibi yüzlerce hikâye var,
hepsi de yaşanmış hikâye…
Bu hikâyeler yaşanmamış olsaydı, Çanakkale geçilemez olur muydu?
45
Otuz
Hasan BAŞAR
Korkulardan Kurtulmak
İçinde bulunduğumuz Mart ayı milletimiz için
önemli aylardan bir tanesidir. Çünkü içinde tarihinde
eşine az rastlanır Çanakkale savaşlarını barındırır.
Çanakkale savaşı ile ilgili bir şeyler söylemeye gerek
yok sanırım. Çünkü hepimiz biliyoruz ki o savaşı anlatmaya kelimeler yetmez. Çünkü o öyle bir savaştır
ki İçinde Allah ve vatan sevgisiyle dolu olan bir milletin var olma savaşıdır. Namus için, şeref için, Allah için
ölüme seve seve gidenlerin savaşıdır. Çanakkale destanın ihtişamını en iyi yansıtan İçi vatan sevgisi ile dolu
olan, İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine adlı şiiridir. Bu şiir Çanakkale zaferinin büyüklüğünü anlatan muhteşem bir eserdir.
Çanakkale destanını yazanlar bu vatanın öz evlatlarıydı. O insanlar vatanlarını karşılıksız sevdiler.
Hepsinin ölürken tek düşünceleri vardı. Evlatları için
iyi bir vatan bırakmak. Ama bırakın evlatlarını kendileri
bile öz vatanında üvey evlat muamelesi görmüşlerdir.
Kalemiyle, sözleriyle, düşünceleri ile bu ülkenin kurtulmasına vesile olmuş büyük şairimiz, bu ülkeyi terk
etmek zorunda kalmış ve öldüğünde cenazesi bile ortada kalmıştır. Allah’tan Cami avlusunda musalla taşında son yolculuğuna sessiz sedasız beklerken
46
Burhan
Akif’in tabutunu gören İstanbul üniversiteli bir genç
ölmüş cenazesi ortada kalmış. Kimseler kaldırmamış
bütün İstanbul’u ayağa kaldırmıştır. Akif’i kendilerin-
yol kenarında kalmış cenazesi. Sultan Murat gezer-
den biri olarak görmeyen merkeziyetçi zihniyet Akif’in
ken yol kenarındaki cenaze ile karşılaşmış ve ahaliye
dirisine olduğu gibi cenazesine de sahip çıkmamıştır.
sormuş : “Bu ne vaziyettir.” Ahali durumu arz etmiş.
Üstelik Mehmet Akif’in cenazesine katılmak isteyen
Efendim bu adam pek muteber biri değildi. İçkicinin,
üniversite gençliğine o zamanki üniversite yönetimi
hovardanın tekiydi. Padişah emir vermiş “Kaldırın bu
katılmaması için baskı bile yapılmıştır Ama gençlik is-
cenazeyi.” Yanındakiler öylece götürüp gömecek ol-
tiklal şairini bu son yolculuğunda yalnız bırakmamış-
muşlar ama padişah: “Hayır benim tabamdan kim
tır. Akif on binlerce insanın omuzları üzerinde son
olursa olsun cenaze törenini hak eder. Bunun üzerine
yolculuğuna uğurlanmıştır. Vefalı Anadolu gençliği,
yıkanmış, kefenlenmiş ve namazı kılınmak üzere ca-
kendi tabiri ile Asım’ın nesli, büyük İslam şairine sahip
miye getirilmiş. Padişah adama bir bakmış ve yüzün-
çıkmış ve cenazesini kaldırmıştır.
deki nuru fark etmiş. Yanındakilere emir vermiş bu
adamın bir yakını var mı araştırın diye. Araştırmalar
Allah bu kadar değerli bir insanın cenazesini ortada bırakmamış yine bu vatanın öz evlatlarına kaldırtmıştır. Mehmet Akif’e yapılanı duyunca aklıma
Sultan Murat döneminde yaşanmış bir olay gelmektedir.
sonunda yaşlı bir anası olduğu bulunmuş. Padişah
yaşlı kadının yanına gitmiş ve: “Anacığım anlat bakalım oğlun nasıl bir insandı.” “Efendim benim oğlum
her kazandığı paraya içki alır, getirir tuvalete dökerdi.
“Bak ana bugün birisinin içki içmesine engel oldum.”
derdi. Yâda hayat kadınlarını alır yanıma getirir. Benimle dini sohbet ettirirdi. “Ana bak bugün birisinin
Sultan Murat zamanında bir demirci varmış. Ak-
zina yapmasına engel oldum.” derdi. “Oğlum bu payı
şama kadar çalışır kazandığı parayla da akşamları
bu kadar harcama bak ölürsen cenazen ortada kalır.”
şarap alır evine götürürmüş. Bazen de hayat kadın-
dediğim zaman da: Aman ana onu da Sultan Murat
larını alır evine götürürmüş. Gün gelmiş demirci
düşünsün.” derdi.
Burhan
47
Allah sevdiği kullarına hak ettiği değeri mutlaka
verir. Ve Akif gibi bir İslam âlimin bu dünyadan sessiz
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede manası bu mu?”
sedasız ayrılmasına razı olmamıştır.
(Mehmet Akif ERSOY)
Peki, Akif gibi büyük bir İslam şairine niye bu
Merkeziyetçi zihniyet çemberin dışındaki halkla
reva görüldü? Aslında bu sorunun cevabı da basittir.
her zaman çatışma halinde olmuştur. Onlara göre
Çünkü Akif kendilerinden değil, halktan biriydi. İstiklal
halk haddini bilmelidir. Boynundan büyük işlere kal-
şairi Akif’in çok sevdiği vatanından küs gitmesinin se-
kışmamalıdır. Vatan darda kaldığında Anadolu insa-
bebi de Merkeziyetçi zihniyetin ideolojik yaklaşımıdır.
Maalesef Kurtuluş savaşından sonra kendilerini aydın
gören bazı kesimler bu ülkenin tek öz sahibi kendileriymiş gibi davranmaya başladılar. Büyük çoğunluğu
İttihat ve Terakkinin devamı olan, ta en başından beri
haktan kopuk olan bu kesimler, üstelik halkı hor görüyorlardı. Onlar gerici kendileri ilericiydi. Ama aslında
bu insanlar paranoyak insanlardı. Sürekli bir korku
nından canı ve malı pahasına fedakârlık beklenirken,
kendileri ellerini sıcak sudan soğuk suya vurmazlar.
Evvel Allah bu vatan bizden canımızı isterse yine
seve seve vermeye hazırız. Ama sözde aydınlar şunu
asla unutmasınlar ki bu millet eski millet değil. Canımızla, kanımızla kurduğumuz bu vatanı sizlere bırakmaya da hiç niyetimiz yok.
içinde yaşarlar. Yani halktan korkarlar. Onun için de
halkı sürekli kontrol altında tutmaya çalışırlar. Kendi
Şu asla unutulmamalıdır ki bu ülkenin sahipleri
düzenlerinin halk tarafından yıkılmasından korkarlar.
sayıları ülke nüfusunun yüzde onunu oluşturan sözde
Halkı kendi istedikleri şekilde davranmaya, düşün-
aydınlar değil yüzde doksanını oluşturan Anadolu in-
meye zorlarlar. Halk ne zaman kendi isteklerini yük-
sani yani bizleriz. Ve biz başkalarının temel hak ve
sek sesle telaffuz etmeye başlarsa işte o zaman da
özgürlüklerine müdahale etmeden kendi temel hak
sihirli kelime devreye girer, “İrtica”. Bu kesim kendile-
ve özgürlüklerimizi elde etmenin azmi içerisindeyiz.
rini ilerici, demokratik olarak lanse eder; ama özünde
Merkezci güçler çevrenin istek ve taleplerini de göz
öyle değildirler. Onların demokrasiden anladıkları hal-
önünde bulundurmalıdır. Halk ile barışık olmayan
kın kendileri gibi düşünmesidir. Demokrasinin ol-
devletler ayakta kalamazlar. Bizdeki merkezi güç ile
mazsa olması olan farklılıklara tahammül etme
halk arasıdaki bu güvensizliğin temelinde ideolojik
niteliğinden yoksundur bu sözde aydınlar. İnsanların
yaklaşımlar yatmaktadır. Merkezi güç halkın taleple-
temel hak ve özgürlüklerini engellemeye kalkışırlar.
rine her zaman kuşkuyla yaklaşmaktadır. Nebi Av-
İnsanları belli kalıplar içerisine sokmaya kalkışırlar ve
cı’nın söylediği gibi halka rağmen halkı yönetmeye
bunu yapmayı da batıcılık ve demokrasi adına meşru
kalkmak devri geride kaldı.
görürler.
“Artık hiçbir ülke hiçbir yönetim hiçbir iktidar, elli
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!
—Boğamazsın ki!
—Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
milyonluk bir ülkenin ekonomisini siyasetini kültürünü
ve gündelik hayatını atadan kalma yöntemlerle yani
devlet babanın sopasıyla tanzim etme lüksüne sahip
değildir.” Nebi Avcı
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Bu millet artık dayatmalardan bıktı. Kendi öz
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
değerlerini yaşamak ve yaşatmak istiyor. Azınlığın ço-
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
ğunluk üzerinde ki tahakkümüne artık tahammül ede-
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
mez oldu. Bu kesimde anlamsız korkularına bir son
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
vermelidir. Bu milletin kabul sınırı geniştir. Mevlana
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
hoşgörüsüne sahiptir. Herkesi olduğu gibi kabul eder.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Sabırlıdır. Suskunluğu cahilliğinden değil fedakârlı-
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
ğındandır. Toplumu daha fazla gerip birilerinin ekme-
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
ğine yağ sürmek istememesindendir.
48
Burhan
Otuz
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Büyük Haber
YENİDEN DİRİLİŞ
Yeniden dirilişle ilgili âyetler, hemen her sû-
bilecekler! Hayır! Hayır! Yakında bilecekler! Yer
reye dağılmış ve Kur'ân'ın tamamında büyük bir
yüzünü bir döşek, dağları birer direk yapmadık
yer tutmaktaysa da, bazı sûrelerde peş peşe gelen
mı?! Sizi erkekli kadınlı yarattık. Uykunuzu bir
âyetlerle bu mesele daha geniş ve tekidli bir şe-
dinlenme vasıtası, geceyi örtü, gündüzü de
kilde ele alınmıştır. Daha önceki yazılarımızda öl-
maişet zamanı yaptık. Üzerinize yedi sağlam
dükten sonra yeniden dirilişin çeşitli örneklerinin
gök binâ ettik, parıl parıl yanan bir kandil yap-
zikredildiği, böylece kıyamet gününde gerçekleşe-
tık. Habbeler ve bitkiler, sarmaş dolaş olmuş
cek olan yeniden diriliş hadisesinin Allah için ne
kadar kolay bir iş olduğunu geniş bir şekilde anlatan Hac Sûresi, 5-7; Mü'minûn Sûresi,12-22; Yasin Sûresi, 77-83; Kâf Sûresi, 1-15; Vâkıa Sûresi,
bahçeler ortaya çıkarmak için yağmur yüklü bulutlardan bolca dökülen sular indirdik. Şüphesiz fasl günü vakitçe belirlenmiştir..."
57-74. Âyetleri ele alarak tefsir kaynaklarından istifadeyle açıklamaya çalışmıştık. Şimdi de Nebe'
Sûresi, 1-17. Âyetlerin kıyamet gününde vuku bulacak bu büyük hadiseyi düşünen kimselerin nazarlarına nasıl arz ettiğine ve akıllarla nasıl
yaklaştırdığına bakmaya çalışacağız. Önce bu
âyetlerin meâlini zikredip ardından açıklamaya çalışacağız.
Burada, "Birbirlerine neyi soruyorlar?" ifadesiyle Peygamber Efendimize hitapta bulunulmasının sebebi, Kureyşlilerin nübüvvet, öldükten
sonra diriliş ve Peygamberimizin tebliğ ettiği diğer
meseleler hakkında münakaşa ve mücadeleye girişmeleridir1. Bu soru bilgi almak maksadıyla değil,
gelecek ifadeler için bir giriş ve hazırlık, aynı zamanda ilerde söyleneceklerin azametinden dolayı
"Birbirlerine neyi soruyorlar? Hakkında
ihtilafa düştükleri büyük haberi! Hayır! Yakında
Burhan
dikkatleri toplamak ve ilerisini dinlemeye merak
uyandırmak içindir.
49
en-Nebeu'l-azîm (büyük haber) den muradın
günü Allah'ın kendilerine ne yapacağını görecek-
Kur'ân, kıyamet, öldükten sonra diriliş, Peygamber
ler! Demektir. Buradaki sümme (sonra) ikinci teh-
Efendimizin nübüvveti olduğuna dâir farklı görüş-
didin
2
ler ileri sürülmüştür . Ancak Taberî, Zemahşerî,
birinciden
daha
şiddetli
olduğunu
6
hissettirmektedir .
Razî, Kurtubî, Beyzavî, Nesefî, İbn Kesîr, Bursevî,
Kutub, Sabûnî gibi pek çok müfessirin kabul ettiği
görüşe göre, nebe-i azîm'den murad ba's yani öldükten sonra diriliştir3.
"Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!"
âyetinin, önceki âyetlerle irtibatı şu açıdandır: "İnkârcılar dirilişi inkâr edince onlara şöyle denilmiştir:
Dirilişin kendisine nisbet edildiği Zât kemâl-i kud-
Sûreye, "birbirlerine neyi soruyorlar? Hak-
retine delâlet eden bu eşsiz varlıkları yaratmamış
kında ihtilafa düştükleri büyük haberi!" ifâde-
mıdır? O halde yeniden diriltmeye kâdir olmasını
siyle başlanması, bu mevzuda ileri geri konuşup
inkâr etmenin manâsı nedir!? Yeniden diriliş de
soru soranların, sorularını yadırgamak; bu mese-
ancak bunlar gibi bir yaratmadır."7.
lenin soru sorma mahalli olmasının hayret verici bir
durum olduğunu ifâde etmek içindir. Çünkü onların
şiddetle reddettikleri, vukuunu tasavvur dahi ede-
Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, âhireti inkâr eden-
medikleri şey, aslında vukuu en evlâ olan, aksi dü-
lere karşı haşrin sıhhati hakkında, bütün mümki-
şünülmemesi gereken bir hakikattir...4
nâta kadir ve bütün malumâtı bilici olduğunu ifâde
etmek için bir mukaddime takdim etmiştir. Çünkü
bu iki asıl (Allah'ın sonsuz ilim ve kudreti) sâbit
"Onlar bu hususta ihtilaf içindedirler" ifâ-
olunca dirilişin sıhhati de sâbit olur. Cenâb-ı
desindeki hüm (onlar) zamiri, kâfirlere âid olarak
Hakk'ın bu âyetlerde saydığı şeyler, meydana gel-
düşünülürse, o zaman ihtilaf, dirilişi kesin olarak
meleri açısından Allah'ın kudretine, muhkem ve
inkâr edenlerle bu hususta şüphe edenlere raci'dir.
mükemmel yapılmaları açısından ise, Allah'ın il-
Bu zamirin hem müslümanlara hem de kâfirlere âid
mine delâlet etmektedir. Böylece Allah'ın âhiret
olabileceği de söylenmiştir. Bu durumda, müslü-
âlemlerini icâd etmeye kâdir olduğu da ispat edil-
manların sorusu haşyet ve âhiret hazırlıklarını ar-
miştir8.
tırmak, kâfirlerin sorusu ise, daha çok alay etmek
içindir5 .
"Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!"
âyetinin, fiilin gözler önünde canlandırılmasında
Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi, gerçek-
kullanılan müzarî (geniş zaman) kipiyle gelmesi,
ten de diriliş ve âhiret hakkında pek çok ihtilaflar
arz ve dağların yaratılışı hakkında fikir yürütmeye
olmuş, farklı âhiret anlayışları ortaya çıkmıştır. Din-
bir davet ihtiva etmektedir. İnsanların çoğu, tefek-
ler tarihi bu gerçeğin şahididir. Kâfirler, hıristiyan ve
kür devrelerinden önce (çocuklukta) böyle şeyleri
yahûdiler bile, ba's hakkında kendi aralarında ihti-
görmeye alıştıkları için, bu varlıkların inceliklerini
lafa düşmüşlerdir. Arapların bir kısmı kesin olarak
düşünmekten gâfildirler. Çünkü arz onların ayakla-
inkâr ediyor, bir kısmı ise, şüphe ediyorlardı...
rının altındadır, değil san'atı hakkında düşünmek,
neredeyse nazarlarını çevirip bakmazlar bile...9
"Hayır! Yakında bilecekler! Hayır! Hayır!
Yakında bilecekler!" âyetinde durumun inkârcıla-
Cevherî mihâd (döşek) tabirinden ilhâm ala-
rın iddiâ ettiği gibi olmadığı ifâde edilerek, "ya-
rak, ipek böceğinin ve diğer bazı tırtılların kozala-
kında bilecekler" tabiriyle tehditte bulunuluyor.
rında sarılı ve uyur bir vaziyette iken, zamanla
Yani, Allah'ın vadini inkâr eden kâfirler, kıyamet
değişim geçirerek tam teçhizatlı birer kelebek ola-
50
Burhan
rak dışarı çıkmalarından hareketle, âyete şöyle bir
çarpıp durmaktadır. Lügatte takrir ifâde eden istif-
manâ veriyor: "... Sizler de arzınız olan beşikten
hâm sığası seçilerek, gafillerin depretilerek hara-
çıktığınız zaman haşerât ve kuşlar gibi ve artık be-
kete geçirilmesi, gaflet uykusundan uyandırılma
şiğe ihtiyaç duymayarak, beşikten çıkan bebekleri-
gayesi güdülmüştür...11
niz gibi, tam ve kâmil olarak çıkmaz mısınız? Sizi
görüp gözetmem, terbiye etmem beşiğiniz olan bu
arz üzerinde varlığınızı sürdürme müddetiyle sınırlı
Buraya kadar zikrettiğimiz âyetlerden açıkça
değildir. Bilakis, sizi ölümden sonra da muhafaza
görülüyor ki, öldükten sonra yeniden diriltme işinin
eder, görüp gözetirim. İnsanın bütün hayatı bir nevi
Allah için çok kolay olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'de pek
beşik içinde geçer. Oradan, daha mükemmel bir
çok âyette, çeşitli ve kuvvetli delîllerle, haşri gözler
mekâna intikâl etmek gerekir. İşte insan bir kuşun
önünde canlandıran misâllerle isbat edilmiştir.
büyüyünce yuvasından uçuvermesi gibi, vefâtıyla
bu dünya beşiğindeki cisminden çıkıp uhrevî âlem10
lere uçar" .
.................................................................................................................
* . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Taberî, XII, 396.
2. Bkz. Taberî, XII, 396; Maverdî,VI,182; Kurtûbî, XIX,
112.
3. Bkz. Taberî (ö, 922), XII,396; Zemahşerî (ö. 1143), IV, 207; Razî (ö. 1210),
XXXI, 4; Kurtûbî (ö. 1272), XIX,112; Beyzavî (ö. 1286), V, 439; Nesefî (ö.
"Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!.." Âyetiyle başlayan ve peş peşe devam eden kevnî âyetlerin sayılmasında, lafız ve ibâreler, keskin, ağır
ve nüfûzlu bir sûrette, âdeta bitmek tükenmek bil-
1301), IV, 325; İbn Kesîr (ö. 1373), IV, 492; Bursevî (ö. 1724), X, 292;
Kutub,VI, 3803; Sabunî, III, 507.
4. Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, VI, 3803.
5. Zemahşerî, IV,207; Razî, XXXI,4;
Hatib Şirbinî, Tefsîru'l-Kur'ân'il-Kerîm (es-Sirâcu'l-Munîr), IV, 469.
6. Taberî, XII, 396; Zemahşerî,IV, 207; Nesefî, IV, 325.
7. Zemahşerî,IV, 207.
8. Razî, XXXI, 6.
9. İbn Aşûr, XXX,16.
10. Cevherî, XIII, 1. cüz, s.9.
meyen, ard arda vurulan tokmaklar gibi hissiyâta
Burhan
11. Kutub. fî Zılâl, VI, 3803-3804.
51
Otuz
[email protected]
Özkan KILBAŞ
Canım Annem...!
Filistin
27 Aralık 2007 Perşembe günü dünya haya-
habın kendisini, annesini, babasını feda edebilme-
tındaki en değerli varlığım olan annemi kaybettim.
sini, onların imanlarının, sevgilerinin, bağlılıklarının
Annemi o kadar çok seviyordum ki, daha onun
zirvede olduğunu daha iyi görebiliyor insan.
hastalığını öğrendiğimde dünya gerçekten başıma
yıkılmıştı. Aslına bakarsanız biz “inanmış” insanlarız. Dolayısıyla bu inandığımız hakikatlerden biri de
Tahkiki iman bu olsa gerek! En değerli varlı-
şüphesiz ki ölüm realitesiydi. Ama İmamı Gazali
ğını, bu annen bile olsa seve seve feda edebilme
hazretlerinin de dediği gibi insan ölümü kendine ve
şuuru kazanmak. Bunu inancın için yapabilmek. Ki
sevdiklerine bir türlü yaklaştırmıyor, yaklaştıramı-
anneler evlatları için -bu evlatların yaşının kaç ol-
yor. Yüce Allah’tan gelen bu keskin emir, isteğe
ması, sosyal statü ve ekonomik durumunun ne ol-
veya sevmeye bakmıyor. Ben annemi kaybettiğim
duğu
günlerde, onu kendi ellerimizle toprağa koyup, üze-
dalgalarından kurtulmak için gemilerin sığındığı ve
rine toprakları attığımız andan itibaren aklıma hep
kendilerini selamette buldukları birer liman, dep-
şu cümleler takıldı. Hani bilirsiniz.
remden, savaştan korunmak için müracaat edilen
hiç
önemli
değildir-
azgın
denizin
birer sığınak, gecenin amansız karanlığından,
Peygamberimizin değerli ashabı O’na hep
günün stresinden, yorgunluğundan, hayatın aman-
şöyle hitap ediyordu: “Anam babam sana feda
sız güçlüklerinden ve problemlerinden kaçıp huzur
olsun Ya Rasûlallah” Bu ifadelerdeki samimiyeti,
bulduğumuz bir huzurevi gibidir. İşte böylesine
bağlılığı, Allah ve Resulü için insanın kendisini,
elzem bir varlığı kaybedince sudan çıkmış balık
anasını, babasını feda edebilmesinin özünü anla-
gibi çaresiz kalıyorsun. Efendimizin, kendisine in-
yabilmenin ne kadar değerli olduğunu anlıyor
sanlar içerisinde hizmete en layık kimdir? En çok
insan. Yani anneme olan sevgimi düşününce as-
kime hizmet edeyim? diye üç kez soran kişiye pey-
52
Burhan
gamberimizin verdiği “annene” cevabını daha iyi
bütün sebepler sükût etmiş... Üstad diyor ki bu
anlıyorsun. Bu durumda sahabenin Efendimize
durumda Yunus peygambere yardımcı olabile-
bağlılığının büyüklüğünün şuuruna varıyorsun.
cek öyle bir Zat lazım ki; hükmü hem balığa,
hem denize, hem geceye geçebilsin. İşte bu
sükût etmiş her sebebi harekete geçirecek,
Tam bu noktada insanın beynindeki kara bu-
aynı anda pek çok unsura birden hükmedecek
lutları, amansız evham ve “Sevgiliye” duyulan kü-
bir tane sığınak, bir tane güç vardır. O da Hz.
çücük sitemleri yine peygamberimizin ifadesi ile
Allah’tır. İşte bu kıssada da olduğu gibi, insanı
“lezzetleri yok eden ölüm hakikati” dağıtıyor. Bu
içinde bulunduğu her türlü olumsuzluktan kurtaran,
kez seni değer verdiğin güzelliklerden ayıran va-
karanlıkları dağıtıp aydınlığa çıkaran, en acılı
kıanın, yine seni sevdiklerine kavuşturacak tek yol
anında bile insana dayanma gücü veren, insanı ha-
Filistin
olduğunu idrak ediyorsun. Seni üzen daim hakikat,
yata yeniden bağlayan tek varlık, tek güç, tek oto-
pozisyon değiştirip seni teselli eden ve seni sev-
rite Hz. Allah’tır. Sığınılacak ve çalınacak tek kapı
diklerine götürecek alternatif olarak karşına çıkıyor.
O’nun kapısıdır.
Ve sen Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz diyorsun.
Bediüzzaman Said Nursi’nin, Hz. Yunus Peygamberin münacatını (içten yakarışını) anlatırken
Yüce Allah bütün ölmüşlerimize hassaten
bütün annelerimize rahmet eylesin. Bütün ölmüşlerimizin makamlarını cennet eylesin. Bizlere de
dediği gibi; Yunus Peygamber (a.s) denize atılmış,
hayırlı bir şekilde, iman üzere ölmeyi nasip eyle-
büyük bir balık O’nu yutmuş, deniz fırtınalı ve gece
sin. Allah’a emanet olun.
gürültülü ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir
vaziyette, Yunus Peygambere yardım edecek
Burhan
Selam ve dua ile.
53
Otuz
[email protected]
Sebahattin TÜZÜN
Gittin
Yüce Dost’a uçup gittin “El Emin”
Evvel ve ahirin en er kişisi,
Tarifsiz bir hüzne gark oldu âlem,
Bilal mahpus kim getirsin kameti,
Böyle dert görmedi kubbe ve zemin,
Keder iflas etti, yüz üstü elem.
Sustu feleklerin dili dudağı,
Cibril sağnak, sağnak indirmiyor nur,
Her tür mahlûkatın erki dişisi,
Firakında gördü ilk kıyameti.
Yokluğa süzülen bir yıldız gibi,
Latif bir edayla akıp ta gittin,
Örümcek terk etti tılsımlı ağı,
Ey Hakkın habibi, yerin tabibi,
Yetim kaldı izzet, haysiyet, onur.
Aşkı muhabbeti yakıp ta gittin.
Bir doğum bir ölüm yaşandı diye,
Teşrifinle oldun tüm zamanların,
İkiye bölündü sanki kâinat,
Can veren kalbine dirilten soluk,
Elden ele kapışıldı hediye,
Bıraktığın miras bugün ve yarın,
Gökte bayram yerde hüzün ne tezat,
Umut akıtacak hep oluk, oluk…
Sanki gidişinle görevden düştü,
Gelişinle mana kazanan dünya,
Arşın sakinleri arza üşüştü,
Bir düğün evinden ruh çıkarmaya.
54
Burhan
Kerim Elçi
Gündüz karanlıktı senden evvelce,
Nurunla ışıdı her gün ve gece,
Zalimin oyunu sahte saltanat,
Bozuldu sayende ey kerim elçi!
Rububiyet hakkı çetin bilmece,
Çözüldü sayende ey kerim elçi!
İsminin önüne “Emin” koyanlar,
Gel gör ki onlardı yalanlayanlar,
Küfür hükümrandı evvel emirde,
Furkan-ı Mübini sihir sayanlar,
Basiretler bağlı kalplerde perde,
Toz oldu sayende ey kerim elçi!
Cehaletin üstü görülen yerde,
Çizildi sayende ey kerim elçi!
Sebebi utançtı devrinde kızlar,
Kumlara namzetti nurdan yıldızlar,
Hakkın, hürriyetin yok esamisi,
Her yerde öterdi zulmün bet sesi,
Masum yarınları çalan hırsızlar,
Üzüldü sayende ey kerim elçi!
İblisin hilesi sinsi nefesi,
Sezildi sayende ey kerim elçi!
Üstümüzden bir onulmaz illetin,
İçinden kurtardın bizi zilletin,
Burhan
Şefaat timsali sözde Uzza, Lat,
Tarihin gönlüne aziz milletin,
Sömürümü idi gerçekte Menat,
Yazıldı sayende ey kerim elçi!
55
Gönül Dilinden Öğütler
Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.)
“Müminin bayramı beştir”
buyurur ulema efendilerimiz.
Üçüncü bayramı da: Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabri cennet bahçesi
Birincisi: 24 saatte kendisini kontrole
olursa odur. Kabir azabı haktır. Kabir azabını inkâr
alırda (yalan iman bir arada durmaz, hased iman
eden kabir azabı görür. Kabir azabından hazreti
bir arada durmaz, bunların hepsi yanlıştır. Onun
peygamberde Allah’a sığınmıştır. Biz kim zamanı-
için kendisini kontrole alırda ağzından bir hata çık-
mızda ribasız lokma yok, ribalı lokma girmeyen eve
maz, gözü harama bakmaz, kendini kontrole alır
kokusu girmiş. Herkes kendini kontrole alacak.
bir günah işlemezse) soldaki melaike bir günahını
Orda Allahtan maada da hiç kimseden bir fayda
bulup yazamazsa (gel ki melaikeye iman etmeyen
yok. Evet, öyle bilmek lazım. Allahtan korkmak
iman etmemiş.) Soldaki melaike bir günahını
lazım. Allahtan korkan ne yapar? Emrini tutar neh-
bulup yazamazsa birinci bayramı odur mümi-
yinden kaçar.
nin.
Dördüncü bayramı: Arşı rahman gölgeİkinci bayramı: Can ağızdan çıkınca iman
ile çıkarsa müjdeci melekler “Müjdeler olsun
sinde yedi sınıftan biri olursa odur. Onun için
ALLAH için ihvan olanlar…
Mü’min cennetliksin” derse ikinci bayramı
odur.
Beşinci bayramı: Sıratı geçerse odur.
İmansız gitmekten korkmamak imansız git-
İmandan kul hakkından İslam’ın şartından...
meye sebep,
Yalan yere evliyalık satmak imansız gitmeye
sebep,
Müslüman kul hakkına çok dikkat edecek…
Kul hakkı bağışlanmaz. Onun için Kul hakkını aciz-
Kendini beğenmek, amelini beğenmek imansız gitmeye sebep,
dir alacak. Kul helalleşecek dünyada iken. müslümanın her tarafı müslüman olacak. Müslüman
Bilmediğin adamı methetmek imansız gitmeye sebep,
Allahtan korkar, yalan iman bir arada durmaz,
haset iman bir arada durmaz. Müslüman kendini
Üç gün den fazla küsü tutmak imansız gitmeye sebep,
beğenmez hevasına düşmez. Ucub etmez, kibir
etmez. Yalan yere evliyalık satmaz, kendini büyük
Komşusuna zahmet vermek imansız gitmeye
sebep,
görmez. Allah’ın fazlıyla cennetine girilir, Amel ile
girilmez kul kulluğunu yapacak başka. Allah’ın faz-
Çoluk çocuğa zahmet vermek bunların hepsi
Allah muhafaza insanı kaydırır.
lıyla cennetine girilir. Nefes verip almanın şükrünü
ifa edemeyiz. Sıhhatin şükrünü ifa edemeyiz. Can
Müslüman kendisini kontrole alacak. Ken-
ayrıdır dert bilinmez, ev ayrıdır sır bilinmez. Nice
dine istediğini din kardeşine isteyecek ken-
hastalar var ki gece yerine yatmıyor. Nice adamlar
dine
istemediğini
istemeyecek.
din
kardeşine
var ki bağırıyor. Nice adamlar var ki kendi kendini
intihar etmeye gayret ediyor. Nice adamlar var ki
diyor ki: Hayvan bizden iyidir kesersen on beş da-
Evet.
56
kikada canı çıkar bizim canımızda çıkmıyor. OraBurhan
dan buraya dönmek yok buradan oraya gitmek var.
Onun için alan dünya veren dünya aldatıp ta yola
veren dünya. Dünya budur yani.
Efendimiz aleyhisselam buyuruyor: “Ahir za-
Gülbang-i
Rufai
(Sofra Duası)
manda ümmetim beş şeyi sever beş şeyi unutur: Dünyayı sever, ahireti unutur. Malı mülkü
sever, hesap vermesini unutur. Helâlın hesap
Elhamdülillah, Ellezi Ed’amenâ Ve
Segânâ Ve Cealenâ Minel Müslimîn.
haramında azaptır. Mahlûku sever, halıkı unutur.
Halık sevilecek mahlûkun ne kıymeti var? Allah cahili inada kimseyi düşürmesin. Allah mağfiret etsin.
Elhamdülillah,
Eş Şükrü Lillâh, El Fazlu Lillâh, El
Mennü Lillâh.
Oğla güvenme ölür ağaca güvenme çürür. Mahluka güvenilir mi? Halıka bak. Mahlûkun ne kıymeti
var? Halık bir anda var eder bir anda yok eder.
Gafleti sever tevbekar olmayı unutur. Ben
günde yüz kere tevbe ederim, tevbe edin, tevbe
edin, tevbe edin.
Hak Bereketin Vere, Erenlerin Nân-u
Nimeti Ziyade Ola. Hayır, Sahibinin
Hayrı Kabul Ola. Fenâ’dan Bekâ’ya
Göçenlerin Ruhu Revanı Şâd Ola. Allâhu Azimüş Şân’ın Nuruyla Kalblerimiz
Pür Nur Ola.
Hz. Pirin istiğfarını ediyoruz: lailahe illa ente
subhaneke inni küntü minez zalimin amiltu
suuen ve zalemtu nefsî ve esreftu fî emrî vela
yağfiruzzunübe illa ente. Fağfirli ve tub aleyye
Artsın Eksilmesin. Taşsın Dökülmesin.
Bu Gitsin, Ğanîsi Gelsin. Hak, Yerine
Halil İbrahim Bereketi Versin.
inneke entettevvaburrahim ya hayyu ya kayyumu la ilahe illa ente. Buyuruyor ki günde bin
kere bu istiğfarı edermiş Hz. Pir. Cenabı Allah’a yüz
Lokma Nur, Kaza Bela Dur.
Lokma Zâd Olsun, Münkir Münafık Islah
Olsun.
kere tevbe edelim. O evliyaullah ona karışamayız.
Onun için elden geldiği kadar istiğfar etmek lazım.
Günahsız kul olmaz da gaflet ile verip aldığımız nefesler için istiğfar etmek lazım. Son nefes iman ile
göçmek için istiğfar etmek lazım. Acizlikten başka
kendisine vusul çaresi yaratmamış olan zatı ecelli
âlâ’ya hamd olsun. Acizlikten başka bir insanın
Üçler, Yediler, Kırklar, Ricâli Ğayb
Erenler, Cemî Evliyaullâh, Gülbang-i
Muhammed-i Nebî (s.a.v.), İmam-ı Kerem
Ali (r.a.), Pirimiz Seyyid Ahmed-i Kebîr
Rufai, Pîr Abdulkadir-i Geylanî, Cemî
Pîrân Demlerine “Hu” Diyelim. Huu
neye gücü yeter. Döşeklere konarlarda kabri unuturlar. Son durak kabirdir. Allahumme salli ala
seyyidina muhammedinin nebiyyil ümmiyyil ve
Ölmüşlerimize rahmet, Yiyenlere
Afiyet, Soframıza Bereket,
Lillâh-i Teâlâ El-Fatiha…
ala alihi ve sahbihi ve sellim.
Burhan
57
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
MEVLANA’DAN HİKÂYELER
PADİŞAH VE CARİYE
Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir
gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye
görüp ona âşık oldu.
Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet
sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip
tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri
cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah
bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı,
sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide
gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı.
Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya
daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona:
— "Artik üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize
bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı
tedaviyle cariyen iyileşecek." dedi.
Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye
koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı.
Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın
kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı.
Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın
hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına
götürdüler...
büsbütün harap etmiş hastayı." dedi. Sonra söyle
devam etti.
— "Onların içerden haberleri yok, onun için de
hepsinin akli fikri işin dış yüzünde." dedi.
Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat
bunu padişaha söylemedi.
Hastanın halinden inlemesinden onun gönül
hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü
hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir.
Hekim durumu anlayınca : "Padişahım, dedi.
Herkesi uzaklaştır kösede bucakta kimseler kalmasın
ki ben hastayla bas basa kalıp rahat rahat çalışayım,
hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir
düşüneyim."
Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla
hekimden başka kimse kalmadı.
Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi
yumuşak ve tatlı bir sesle:
Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra
nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini
dinledi...
— "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle,
çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır.
Memleketinde yakin akrabandan kimler var, kime
yakinsin? Diye sordu.
Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem
soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu.
— "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine
Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları
BİR KUŞUN CAHİLE ÖĞÜTLERİ
Adamın birisi hile ile tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş
ona dedi ki:
— Ey ulu hoca! Sen şimdiye kadar birçok deve
kurban ettin, birçok öküz, koyun yedin! Dünyada onlarla
doymadın da, benimle mi doyacaksın? Eğer bırakırsan
beni, sana öyle üç öğüt veririm ki, aklın şaşar! Birincisini
elinde iken, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma
şu damın üzerinde, üçüncüsünü de ağacın dalına
konduğumda veririm. Bu üç öğütle bahtın iyileşir, rahat
58
edersin. Ne dersin ha? Bak ilkini söylüyorum: “
Olmayacak söze; kim söylerse söylesin, inanma!”
Tamam mı?
Adamın aklı yattı kuşun bilgeliğine, gevşetiverdi
parmaklarını, pırrr diye uçtu, azat oldu, duvarın üzerine
konup dedi ki:
— Geçmiş, gitmiş şeye gam yeme... Fırsatı kaçırdın
diye dövünme! Bak beni bıraktın ama şu küçücük
bedenimde on dirhem ağırlığında, değerine paha
biçilemeyecek bir inci var idi. Sana da, oğullarına da
Burhan
anlatıyor, basından ne geçtiyse söylüyordu.
Hekim kızın nabzını tutmuştu ve :
— "Bu kız kimin adini söylediğinde eğer
heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demek ki sevdiği,
uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği
odur." diye düşünüyordu.
Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve
oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir
değişiklik olmadı.
Hekim : "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi
memlekete gittin?" diye sordu.
Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti
ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atisi değişti.
Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri,
görüsüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü.
Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim
Semerkant şehrini soruncaya kadar...
Semerkant'ın adi geçince kızın nabzı hızlandı,
yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir
kuyumcuya asıktı ve ondan ayrılmış olmanın
ıstırabıyla yanıp tutuşuyordu.
Bunu
öğrenen
hekim
kuyumcunun
Semerkant’ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde
olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza:
— "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne
olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana
anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele
padişaha hiç anlatma..." diyerek tembih etti.
Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca
padişaha gelip durumu anlattı : "Bu kızcağızın
iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare
yok." dedi.
yeterdi de artardı bile! O inci senin hakkındı! Fakat
kısmetin değilmiş kaçırdın... Dünyada bir eşi
bulunmayacak kadar kıymetli ve emsalsiz idi...
Adam, gebe kadın doğururken nasıl feryat eder,
bağırırsa öyle bağırmaya, dövünmeye başladı.
Kuş dedi ki:
— Sana geçmiş, gitmiş şeye üzülme, gam yeme diye
nasihat etmedim mi? Mademki, geçip gitti... Neden
üzülürsün? Sen; ya benim öğüdümü anlamadın yahut
da sağırsın! Aslanım, ben kendim üç dirhem gelmem
Burhan
Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu
gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden
kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi
Semerkant’a varınca doğruca gidip kuyumcuyu
buldu.. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve
padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın
en yakin adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara
ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu
zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın
sarayına en kısa zamanda ulaştı.
Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın
huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar
yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim
etti:
Hekim bunun üzerine : "Ey padişah o cariyeyi
bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup
iyileşsin." dedi...
Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle
kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler.
Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.
Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç
hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden
güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden
eser kalmadı.
Kuyumcu böyle günden güne eriyip
çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, askı
günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü.
Ölünce de kızın askı tamamen sona erdi. Böylece o
güzeller güzeli o asktan ve hastalıktan arınıp tertemiz
oldu...
Buradaki Padişah: Ruhu
Cariye: Nefsi
Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler: Sahte
Şeyhleri
Cariyeyi tedavi eden hekim ise: Mürşid-i Kâmili
Kuyumcu ise: İnsandaki heva ve hevesi temsil
ediyor.
zaten, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?
Adam bu söz üzerine kendine geldi;
— Haydi, dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver
bakalım!
Kuş dedi ki:
— Allah için, o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana
bedava söyleyeceğim ha!
Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak
yere tohum saçmaktır.
59
Otuz
Halil Atik
...Hayat...
Bir mermi boyunda hayat
Yaşarken öldüğünün farkında değilsindir
Saplanır sinene ansızın...
Ya da severken aldandığının...
Dilim dilim edilir gördüğün yerler
Aslında bir mezar yeridir uzandığın
Sürgünlere yollanır düşüncelerin
Umut diye sarıldıklarınsa sadece hayat tuzağın
Bir güle uzandığında bağlanır ellerin
Bakma geriye yakınlarını çoktan sildi uzağın...
Kelepçeler vurulur sözlerine
Ölümle eş anlamlıydı hep yaşadıkların
Mahkûm olur yüreğinde özgürlük hayallerin
Düşlerinle vurulursun
Duaların uyandırır geceleri
Bilen olmaz, gelen olmaz, gören olmaz...
Kulakları tıkar serzenişlerin
Duyan olmaz, soran olmaz, saran olmaz...
Bir kefen beyazlığında hayat
Gelinlik tazeliğindedir bazen
Bir vurgun yerinde hayat
Bazen de doğumun kadar eskidir
Hislerinle vururlar seni
Uykun kadar ölü, sevdiğin kadar diridir
Anılarında kaybolursun
Merakıma yenildim affet,
Çalınan zamanların hesabını sorarsın takvimler-
Duvarda çürüyen çerçevelerin
den
Hangi ölmüşlerin dilidir?
Her zaman söylediğin şarkında değilsindir
Haydi kaldır şimdi parmak uçlarına düşen ömür-
Ellerinle vururlar seni
leri
Kanlarını silersin yaş niyetine gözlerinden
Sil tahtadan izi yarılanmış tarihleri
60
Burhan
Noktalarında yaşa cümlelerin
Kurtar yüreğini sonlardan
Kaldır başını göğe
Sal güvercinlerini özgürlüğe
Dökülmesin hiçliğe yaşın
Ki silen olmaz, anan olmaz, anlayan olmaz...
Bir terennüm hayat
Nağmeleri yaşadıklarında gizli
Rüzgâr soluğunda nefes
Notaların dudaklarında dikişli
Yollarında kayıp bestelerin
Çözüldü hep gül destelerin
Ezildi bülbüle verdiğin ümit
Çöl yollarının diliyle yankılandın
Andın ki anıldın
Yıllar sana yaşamayı öğretti
Mısralarsa şiirlerini tüketti
Saç telinde saklandı ilham perilerin
Bir uçurum kenarında kırıldı enstrümantallerin
Yapıştıran olmaz, birleştiren olmaz, iyileştiren
olmaz...
Bir kelebek kanadında hayat
Kısa ama âhirete değer
Ki uğruna yaşamak verilmiş
Her anına bir pay biçilmiş
Akan suyun içinde bir gazel
Yaşam ahenginde dillendirilmiş
Her mevsim rengiyle dans eder
Her geliş vedasıyla gider
Her dost, vefasında gidenlerin
Yaşa ki güzelleşsin gönderdiklerin
Yaşamı bul ilk önce
Öğren kelime kelime, hece hece
Her iyilikte bir iz bırak
Her ırmaktan yaşam yaşam ak
Ve dostum eğer yaşamadan ölürsen
Hatırlayanın olmaz, vefalın olmaz, duacın
olmaz...
Burhan
61
Otuz
Nizamettin SÜRMELİ
Cennetül Bakide Metfun
İbrahim DİRLİK Efendi Hazretleri
İbrahim Dirlik Efendi hazretleri 07 Mart 2006 tarihinde
Mevla'sına kavuştu.
Aylar önce yapmış olduğu vasiyetini Rabbi kabul etmiş,
kucağında 2 bebek ile Hz. Osman Zinnureynin yanında
Cennetul-Bakiye defnedilmiştir. Kendisine Allah’u Tealadan
Rahmet diliyoruz. Bizde bu vesileyle bu Allah dostunu yâd
etmek ve üzerine fatihalar göndermeye vesile olmak
gayesiyle efendi hazretlerinin yazmış olduğu “Dünyadan
çıkarken” adlı eserinin önsözünü ve vasiyetiyle birlikte
birkaç sözünü sizinle paylaşmak istedik. Lütfen ruhuna
fatihalar gönderin.
Bismillahirrahmanirrahim
Bu kitapçığa başlarken, kitap yazmanın bir iptila olduğunun bilincinde olarak, kitap yazmaktan
ayrı bir gaye ile üzerinde yaşadığımız şu dünyada,
fani hayatımız sona ermek üzere ahiret yolculuğuna çıkmadan evvel, dünyaya gelişimizden, gidişimize kadar olan misafirliğimizde yapmış
olduğumuz bütün muamelelerimizden dolayı dünyada kalanlardan bir helallik almak düşünce ve niyeti ile YUNUS EMRE’MİZ “BİZ DÜNYADAN
GİDER OLDUK KALANLARA SELAM OLSUN”
sözü misali yazmak istedik.
Dünya misafirliğimizin altmış üç senelik
geçen zaman dilimi zarfında bu yer kürenin üzerinde ve her bir zerresinde bu kürenin dışında, yedi
kat üstünde ve yedi kat altında olan bütün mahlûkatın, insanların ve cinlerin bize haklarını helal etmelerini istiyorum ve rica ediyorum.
Bir garip ifadedir ki, söze böyle başladık, bu
kitapçığı okuduğunuz zaman bu sözlerimin doğruluğunu sizler de anlamış olacaksınız.
62
Bu gördüğümüz âlem dünya ve üzerindekiler
ile ay, güneş, tüm yıldızlar, zerreden kürreye her
şeyi içine alan bu düzene, MÜLK âlemi dendiğini
ben kırk yaşımı doldurduğum zamanlarda öğrendim. Yine öğrendim ki bundan başka MELEKÜT,
CEBERRÜT, LÂHUT âlemleri vardır.
“BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR
MU?” sözünü duyduğum zaman ki, bu “DE Kİ; BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?”
(.........) benim kırk sene öğrendiğim bilgilere göre
uzun seneler okumuş doktor, Mühendis, türlü
branşlarda Hakim, Avukat, meslek dallarında ihtisas yapmış Uzman, Asistan, Doçent, Profesör, Ordunaryus Profesör diplomalarına sahip olmuş
kimselerin bilenler sınıfı, aydınlar gibi vasıflar aldığını, bu gibi vasıflara sahip olmayan kişilerin ise bilmeyenler, cahil sınıfına dahil olacağını düşünmüş
ve bunun savunuculuğu yapmıştım. Sözün burasında benim dünyaya gelmeme vesile olan babam
HACI OSMAN EFENDİ, ALLAH babama ve fani
âlemden ayrılan bütün babalara rahmet eylesin.
Âmin.
Rahmetli babam çocuk yaşlarımda beni
okula gönderme taraftarı olmadı. Rahmetli annem
Burhan
İbrahim Dirlik Efendinin Kendi El Yazısyla Vasiyeti
ne kadar ısrar etti ise “Hatun ben elimle onu okula
yazdırmam” diyordu. Annem komşularımızdan birinin kızını ikna ederek beni semtimizdeki okula
kayıt ettirdiler. İlkokulu bitirdiğimde ortaokula yazdırır düşüncesiyle tekrar babama teklifte bulundu.
Ret cevabı alınca aynı usul ile Ortaokul kaydımızı
da yaptırdı. Babam seyyar satıcılık yapmakta, hem
de okullar önünde mesleğini icra etmekteydi. Çocukları çok sever, onlarla şakalaşır, parası olana
para ile parası olmayanlara hediye eder onları sevindirirdi. Bu halleri içinde benimle okul arasındaki
tutumunu bir türlü anlayamazdım. Anlayamadığım
bu sır içinde ortaokulu da bitirmiş oldum. Lise kaydım için artık babama teklif etmeye cesaretim kalmadığından aynı kişi aracılığı ile Lise kaydımı da
yaptırmıştım. İşte o zaman babam içinde sakladığı
sırrı şu sözler ile bana açmış oluyordu. Liseye de
yazıldığımı öğrenince beni yanına çağırarak
“oğlum anladım ki, sen bu işi götüreceksin yalnız
şunu unutma, okumak cahilliği götürür fakat eşeklik bakidir. Okuyup eşek kalacak isen hiç zahmet
etme şu anda zaten eşeksin. O zaman diplomalı
olursun” demişti. Yine anlamamıştım. Bir kere daha
aklım karma karışık olmuştu. Seneler birbirini takip
etmiş askerlik ve evlilik gibi hayatın kademeleri
Burhan
içinde bulmuştum kendimi. İşte bu arada bir de iktisat diplomam olmuştu. Artık diplomalı eşek olmuştum. Çalmazsam kimse beni kabul etmiyordu.
Usul böyleydi. Tahsili olmayan bir kişi vergiyi para
karşılığı çalıyor, soru sorulduğunda ise “ben bilmem kâtibim bilir” diyordu. Huzursuz ve tatsız bir
hayat tarzı ve bir kovalamaca… Yaşımız otuz yediye geldiğinde babam da dünyasını değişmişti. Tabutu musalla taşında dururken kalbimin bütün
burukluğu içinde babamın cenaze namazını kılmayanların arasında yer almış, babamın sözlerini
tekrarlıyordum. “Diplomalı Eşek” Geri dönüşüm
yoktu. İlerisi ne kadar suçlu olursa olsun tatmin
olunmayan bir hayat, bir çaresizlikler manzumesi,
ikinci ve üçüncü evlilikler, dünyaya gelmelerine
sebep olduğumuz insanlar, yalan üzerine kurulmuş
ticaretler, sahte sevgi gösterileri, kısacası keşmekeş bir hayat, kulaklarımı her an tırmalayan babamın sesi; “DİPLOMALI EŞŞEK”. İşte yine böyle
günlerin birinde dükkân komşularımdan biri olan
Hacı Arif İzgi Efendi bir Cuma günü idi “Haydi kardeş gel Cuma Namazına gidelim” diye teklif ettiğinde yine benim mahlûk tarafım ağır basmış
olacak ki, ret ettim. Zaten onları gördükçe içimden
gelen bir sesle onlara yobaz ve gerici ifadeleriyle
63
SÖZLERİNDEN
LA İLAHE İLLALLAH = Tertemiz bir istiğfardan sonra Allah (c.c.)’ın birliğini, Ondan
başka İlah olmadığını tasdik etmek, CÜZ’İ
AKLI-KÜLLİ AKIL ile birleştirmek olur. Öyle
olur ki, kul (LA) dediğinde kendisi de içinde
olmak üzere bütün âlemler silinir ve yok olur.
(İLAHE) dediğinde korkulacak, sığınılacak,
yardım görülecek hiçbir varlığın olmadığını
kalben ve lisanen tasdiki eder, şek ve şüphenin ortadan kalkması, batıl ilahların ve tabuların yıkılmasına vesile olacak hareketlerin,
inanç ve görüşlerin yıkıldığı mahal ve ifadesi.
Buradan da kurtuluş Allah (c.c.)’ın lütfü
ile geçildiğinde (İLLALLAH)’a geçilir ki, burada da (İLLA)’yı yok icap eder. Çünkü İLLA
denildiğinde ortada kıyas yapılması gereken
şeylerin de varlığı anlaşılır ki, bunların da yok
edilmesi, gönülden temizlenmesi şartlılığı vardır. Bunlar da yıkıldığı an YÜCE ALLAH
(c.c.)’a ulaşılabilsin.
hakaret etmek istiyordum. Fakat benim onlar hakkındaki bu düşüncelerime rağmen bir sonraki hafta
Cuma günü yine aynı daveti tekrar ettiler. Ben yine
aynı düşünceler içinde onların bu teklifini ret etmiştim. Üçüncü hafta Cuma günü onlar yine kapımda aynı saf ve berraklık içinde beni kurtuluşa
davet ediyorlardı. “Kardeş haydi gel namaza gidelim. Eğer bugün de gelmez isen bir daha sana
böyle bir teklifte bulunmayacağız” diyorlardı. İşte
ne oldu ise o anda oldu. Kalbimden bir şimşek çakmasını, gök gürlemesini andıran bir ses “Haydi gel”
diye adeta sesleniyordu. Bu sesin cevabi ve sarhoşluğu içinde arkadaşıma “bekleyin geliyorum” diyebilmiştim.
Mahmutpaşa Örücüler Camii Şerifine gittiğimizde bir hoca efendi faiz hakkında vaiz ve nasihatte bulunuyordu. O güne kadar ben faizin yalnız
parada olduğunu bilirdim. O gün gördüm ki, bütün
yaşantımızı kaplamış. Hiçbir muamelemizi onun
dışında yapmamış, yapamamışız.
Camiden çıkıp yola koyulduğumu biliyorum.
Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Biri
elimden tutup “kendine gel kardeşim daha çok
64
gençsin” diyen ses ile kendime geldiğim zaman
Sirkeci’de araba vapur iskelesinden ayağımı denize atmak üzere olduğumu hayretle gördüm. O
şahsa teşekkür ederek hiçbir sorunum olmadığını,
intihar etmek gibi bir niyetimin bulunmadığını, izahı
zor bir hal içinde bulunduğumu söyleyerek oradan
ayrıldım. Yaya olarak Bakırköy’de Ebu Ziya Caddesindeki evime geldiğimde bir daha işyerlerime
dönemedim. Kalp tasım ters döndürülmüş içinde
hiçbir şeyden eser kalmamıştı. Bomboş bir dünya,
yalnız başına bir İbrahim... Babamın sözü de artık
tesirini kaybetmişti. Hakiki bir insan olabilmenin düşüncelerini kalbimde duyar olmuştum. Aklım başımda değildi artık. Kalbime inmişti. Bense
kalbimden gelen emirlere uyar olmuştum. Kırk senelik yaşantım bir sinema şeridi gibi gözlerimin
önünden geçiyor, ben her gördüğüme “ALLAHIM
(c.c.) bilmiyordum, bilmiyordum, beni affet” diye ağlayarak yalvarıyordum.
Bir gece rüyamda çok daralmış, sanki üzerime tonlarca ağırlık bindirmişler bense altında eziliyorum. Uyanmama rağmen hal devam ediyor,
bağırmak istiyorum bağıramıyorum. O arada bir
davudi ses Fatiha süresini okuyor ve rahatlıyorum.
Okuyan kişi “çok mu daraldın?” diye soruyor “evet”
diyorum. “Bırakmazlar bırakmazlar” diyor. Bir gün
sonra yine rüyamda kafam simsiyah kendi suretimden kendim irkiliyorum. Aynı şahıs “korkma
korkma seni ondan kurtaracağız” diyor, uyanıyorum.
Günlerim gündüz oruç, gece kaybettiğim
günlerin burukluğu içinde bilinçsiz bir ibadet ile geçiyor. Günlerden bir Cumartesi Bakırköy Çarşı Camisinde akşam namazını kılmış Yatsı ezanını
beklerken çay ocağında çay içiyorum. İki kişi yanıma geliyor “haydi gidelim” diyorlar. Ben de hiçbir
şey sormadan onlara dâhil olmak suretiyle banliyö
trenine biniyoruz, trenden iniyoruz, bir evin kapısını çalıyorlar, aranılan şahsın evde olmadığını öğreniyoruz ve dönüyoruz. Bu zaman zarfında
aramızda hiçbir hususta tek bir kelime edilmiyor. O
gün ayrılıyoruz. Ertesi Pazar günü aynı saatte bu
iki kişi yine geliyorlar, aynı sözler ve görüntüler ile
aynı sahneler tekrar ediliyor. Yalnız bu sefer ziyaretine gittiğimiz zatı evde buluyoruz, kabul görüyoruz. Gördüğümüz rüyalarımızda bizimle ilgilenen
kişinin birkaç sefer ziyaretten sonra bu yolda bize
rehberlik yapacak, yol gösterecek zatın “Seyit
Burhan
HACI ABDULMETİN SARUHAN” ADIYLA ANILDIĞINI ÖĞRENDİK. Allah (c.c.) ondan razı olsun
Âmin.
Hocam SEYİT HACI ABDULMETİN SARUHAN EFENDİ bize Kadiri ve Rufai dersimizi talim
ile üç şey öğretti. İnsan toprak ve topraktan gelenlerin sırrı ile beslenen, güçsüz iken güç verilen,
kuvvetlendirilen sonra kuvveti elinden alınan,
yavaş yavaş güçsüzleşen, görülmeyen üç cevherin
taşıyıcısıdır. ALLAH’IN muradıdır. Rızasının ise aynasıdır. Bedeni, nefsinin sırrını, kalbi, ruhunun sırrını, aklı iman ve hayâ aynasının cilasıdır. İslam’ın
manası temizlik (cilanın sırrı) aynasının parlama
derecesi evvelde hocasının aynasının sırrı, ortada
Hz. Peygamber Rasulullah efendimizin aynasının
sırrı, ahirinde hepsinin cem’i ile Yüce Allah’ın aynasında zahir olan kulluk sırrı (o muhakkak bunların üzerinde manalara işaret etti fakat biz bu
kadarını fehmedebildik).
Üç şeyi de yasak etti. Kur’an-ı kerim, Büyük
İslam İlmihali, Tarikatı Muhammediye’den başka
müsaade edilene kadar hiçbir kitap okumayacak,
abdestsiz gezmeyecek, yalan söylemeyeceksin.
KUR’AN KALBİNİ, ABDEST İMANINI, YALAN
SÖYLEMEMEK ise NEFSİNİ NURLANDIRACAK.
(Bunlar da bizim sohbetlerden alabildiğimiz kadarı
idi.) Hiç kimsenin sohbetine gitmemek gibi bir
yasak koymadı. Ona göre Allah (c.c.)’ın bir gül bahçesi vardı, bahçıvanı Peygamberimiz idi. Rengârenk türlü kokular ile insanları mest eder hayran
bırakır. Bakarsın bir gonca bir anda patlamış yeni
bir gül oluvermiş. Bakarsın bir gülfidanının yanında
yeni bir fidan sürüyor, görürsün ki, bahçıvan onu
buduyor, aşılıyor. İşte sen bu bahçede gez, dolaş,
seyret, kokla, her gülün kokusu sana bulaşsın.
Bir asiye, bir günahkâra bu ne büyük lütuf, ne
büyük bir ikramdı YA RABBİ. Bu acize güç, kuvvet
ver ALLAHIM. Âmin.
O gün bugün aradan tam yirmi üç yıl geçti.
Bu kader ırmağından öyle seller aktı ki, geride Allah’ın rızası ve Muhammedi, Sevgili Peygamberimizin Muhabbeti, onların dostlarının sevgisi ile dolu
bir kalp, görmeden iman etmiş, delil istemeden
inanmış LAİLAHE İLLAH tevhidi ve VEHÜVE ALA
KÜLLİ ŞEY’İN KADİR sırrı ile nurlanmış bir akıl,
ayakta durduğunda bastığı, oturduğunda, otururken kapladığı, yattığında yatarak işgal ettiği yerden
bir karış fazlasına ihtiyaç duymayan, bulduğunu
dağıtan, bir saniye sonrasından endişesi olmayan,
hiçbir hoşlukta sevinmeyen, hiçbir darlıkta üzülmeyen, üzerinde giydiklerinden başka dünya malı
olmayan bir nefisten başka bir şey kalmadı. O yüce
Rabbimiz ki, bu emanetini bu hal üzere sultanlar
gibi dünya üzerinde gezdirip dolaştırıyor.
İşte bu hal ile yaşatıldığımız bu dünyadan çıkarken!
Nefsimin sebep olduğu kırk senenin enkazı
altında kalanların cümlesinden helallık almak istiyorum. Bilmeden yapmış olduğum amellerimden
sadır olan her türlü zararlarımız için bana haklarınızı helal ediniz.
Ribat misafirhanenin giriş kapısı
Burhan
Bunları tek tek isimlendirerek sizleri teşhir
etmek ve bizleri evvelce tanımayan kimseleri de
şahit tutmak istemiyorum. Beni tanıyanlara, benimle ilişkisi olanlar ne gibi muameleden dolayı
kendileriyle helalleşmek istediğimi bilirler. Tekrar
65
ediyorum. Kırk senelik yaşantımda bugün bildiklerimi bilmiş olsaydım olan olayların hiçbirine sizi
ortak etmezdim.
rini günahtan kurtaramazlar. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’de rabbimizin bütün fiil ve sıfatlarının sırrı gizlidir (B) nin noktasında.
Bu kitapçığın bir sırrı da şudur ki! Bizden
manevi hak talep edenlere bir nasihattir. Olur ki,
sizlerin de kurtuluşunuza vesile olurum. Gayret sizden, başarı Allah (c.c.)’dandır.
Rabbimize yapılacak en büyük ve en güzel
dua, “YARABBİ bana Besmele-i şerifin sırrının
nasip olduğu kadarının ilmini bahşet” demektir.
Bizden maddeten hak talep edenlere ise, kim
hakkımız var diyorsa, yaşadığı müddetçe bu kitapçığı tahrip etmeden, inhisarı altına almadan çoğaltıp ticaretini yapar, kazançlarından istifade
edebilirler.
Son olarak sizler tarafından intikam almak isteyenlere nefsimizi rezil etmelerine en güzel bir vasıta olabileceği düşüncesiyle yine sizlerinden
helallık istiyorum.
Bir çok dillere çevrilmesi mümkün olduğu takdirde bütün insanlık âlemine ışık tutacağını da ümit
ettiğimi bildirmeyi faydalı görüyorum.
M.İbrahim DİRLİK (1420)
ÖĞÜTLERİNDEN
1.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
2.
ESTAĞFİRULLAH EL AZİM
3.
LA İLAHE İLLALLAH
4. ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİN ABDÜKE VE NEBİYYÜKE VE RESULÜKENNEBİYYİL ÜMMİYYUN VE ALA ALİHİ
VE SAHBİHİ VE SELLİM
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ağzımızdan bilerek çıkarsa önce CEHENNEM kapılarını
kapatır, Rabbimize giden bütün yollar açılarak yaptığımız her iyi amel ve dua da Rabbimize sunulur.
Oradan Rasulüllah Efendimize sunulur, kıyamete
kadar saklanır.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’de ibadet
gizlidir. Rabbimize sunulan her ibadetin başında
Besmele-i şerifin bulunması ZATA mahsus mana
sırrını taşır. Bizim sırlarımız bu ibadetimizde gizlidir.
Bu sırlar ile Rabbimizden AF-NİMET-İLİM ve her
türlü ihtiyacımızı istiyor ve gizli zarf gönderiyoruz.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ile insan
her yaptığı işte, her yediği nimette ve her işlediği
hayır amelde Besmele-i şeriften gafil olmazsa bir
müddet geçtikten sonra o kulun tüm vücudunu
Besmele-i şerifin nuru kaplar. İşte bu hal Rabbimizin bir sırrıdır. O kul, bu sırrın ilmini alırsa Besmelei şerifin sırrına nasibi kadar vakıf olur.
1- BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM = Rabbimizin bir ismi azamıdır, onun katından her ne çıkarsa BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM der.
Rabbimizi zikreder. Kâinata saçılır bu âlemde gözle
görülen, görülmeyen, yenilen, yenilmeyen, içilen,
içilmeyen her ne varsa BESMELE ile Rabbimizi
zikreder.
2- ESTAĞFİRULLAH EL AZİM = Bugüne
kadar gafil olarak devresi kesilen bütün Besmelei şerifler için istiğfar etmiş olur ki, kişi günahlarını,
hata ve noksanlarını ayrı ayrı hatırlaması da aynıdır. Günahlar, hata ve noksanlar, unutulabilir, fakat
devresini kestiğim bütün Besmele-i şerifler için ESTAĞFİRULLAH EL AZİM derse gaflet içinde işlemiş bütün günah, hata ve noksanlardan tövbe
etmiş olur. Günah, hata ve noksan, bunların üçü
ayrı şeylerdir, üçü de inanıp iman ettikten sonra
olan hallerdir. Günah Avamda, hata Havasda, noksan ise Havas-ul Havasda zuhur eden hallerdir.
İnanmayan insanlar bu üç halde inatlarından olduğu için hepsine birden KÜFRÜ İNADİ denir. Bu
halde evvela ŞEHADET sonra TEVBE etmesi gerekir ki, İSTİĞFARA devam edebilsin.
Biz insanlar gafletimizden çok seyrek söyleriz. Devreyi keseriz, mademki, Hak’tan gelen
Hakka gider bu devreyi gafletle kesenler kendile-
3- LA İLAHE İLLALLAH = Tertemiz bir istiğfardan sonra Allah (c.c.)’ın birliğini, Ondan başka
İlah olmadığını tasdik etmek, CÜZ’İ AKLI-KÜLLİ
Bu dörtlü KADİRİ ve RUFAİ tarikatında günlük derslerinin bir bölümüdür ki!
66
Burhan
AKIL ile birleştirmek olur. Öyle olur ki, kul (LA) dediğinde kendisi de içinde olmak üzere bütün âlemler silinir ve yok olur. (İLAHE) dediğinde
korkulacak, sığınılacak, yardım görülecek hiçbir
varlığın olmadığını kalben ve lisanen tasdiki eder,
şek ve şüphenin ortadan kalkması, batıl ilahların
ve tabuların yıkılmasına vesile olacak hareketlerin,
inanç ve görüşlerin yıkıldığı mahal ve ifadesi.
VAHDET’den KESRETE yolculuğa geçişte
“İNNELLAHE VE MELAİKETEHU YUSALLUNE
ALENNEBİ YA EYYÜHELLEZİNE AMENU SALLU
ALEYHİ VE SELLİMU TESLİMA” emrini alan MELAİKE’İ KİRAM selatu selamları arasından CEBERRUT ve MELEKÛT âlemlerini geçerek MÜLK
âleminde KADER çizgisindeki görevlerine geri
döner. Aldığı emrin şehadeti ile kalb ile tasdik, dil ile
ikrar ederek.
Buradan da kurtuluş Allah (c.c.)’ın lütfü ile geçildiğinde (İLLALLAH)’a geçilir ki, burada da
(İLLA)’yı yok icap eder. Çünkü İLLA denildiğinde
ortada kıyas yapılması gereken şeylerin de varlığı
anlaşılır ki, bunların da yok edilmesi, gönülden temizlenmesi şartlılığı vardır. Bunlar da yıkıldığı an
YÜCE ALLAH (c.c.)’a ulaşılabilsin.
4- ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA
MUHAMMEDİN ABDÜKE VE NEBİYYÜKE RESULÜKENNEBİYYİL ÜMMİYYUN VE ALA ALİHİ
VE SAHBİHİ VE SELLİM = Salâvatı şerifinin zikrine devam ile Allah (c.c.)’ın birliğine inanmış kullarının Onun Resulüne, Peygamberine de (s.a.v.)
inanmışlığın tasdiki, maksud olan MUHABBET’e
Yapılan ibadetler azimet kazanır. Ulaşılan nimetler, fevkalade haller insanı yeniden varlık âlemine götürür. Allah (c.c.) lütfeder, NEFSİ
SAFİYYENİN EMMARESİNDEN sonra, LEVVAME, MÜLHİME ve MUTMAİNNE basamaklarına
da ulaşıldığında, bunların da hakiki sahibini bilir ve
tam teslimiyetle ALLAH der. İşte burada LA İLAHE
İLLALLAH kelime-i tevhidinin NUR’una ulaşır ki,
bundan sonra ulaşılan haller ki, bu NUR ışığında
tamamen SIRDIR. SAFİYYENİN SAFİYYESİNE
ulaştığında VAHDET makamında HAYRETE daldığında gördüklerin seni yanıltırsa ya MECZUP ya
da LAL olursun. Çünkü orası hakikatler âlemidir.
Orada ne zaman, ne mekan, sarhoşluk alemi, HU.
HU. HU. (O.O.O.) ESMASINA geçiş HU’nun
NUR’u-HU’nun ESRARI. İzahı mümkün değil. Tek
kelime ile ZİKRİ AZAMI zahir olur. YÜCE RABBIMIZIN aynasında HABİBİ RESULÜ MAHMUD makamının AHMEDİ-MUHAMMED MUSTAFA SIRRI
zahir olur. KULLUK NURU aslı ile birleşerek HAYRET makamından çıkar. Kâinatın var olmasının sebebinin RUHU’nun sırrı ile MUHAMMEDÜN
RESULÜLLAH şahadetini kalp ile tasdik, dil ile ikrar
eder. Bu şehadet ve tasdik, bu kulu KESRET ÂLEMİNE iade eder.
ulaşır. Çünkü bu Allah (c.c.)’ın ulaşılmasını emrettiği yüce bir makamın zirvesidir. Bu kulluk makamıdır ki, bunun zirvesinde Kâinatın yaratılmasının
sebebi, LEVLAKE LEVLAK VEMA HALAKTÜL
EFLAK sırrının zahir oluşuna duyulan muhabbetin
zahir oluşunu, Yüce Rabbimiz “ANDOLSUN SİZE
KENDİNİZDEN ÖYLE BİR PEYGAMBER GELMİŞTİR Kİ, SİZİN SIKINTIYA UĞRAMANIZ ONA
ÇOK AĞIR GELİR. O SİZE DÜŞKÜN, MÜ’MİNLERE KARŞI ÇOK ŞEFKATLİDİR, MERHAMETLİDİR.” Ayeti kerimesinin NURU tecelli eder.
ALLAH RESULÜNÜN “Bana selatü selam getirildiğinde Allah (c.c.) benim ruhumu cesedime iade
eder ben de cesedim ve ruhum ile anında size mukabelede bulunurum” buyurur. Aynı zamanda ismi
azamı içinde bulunduran bu salâvat-ı şerife, RABBİMİZ, PEYGAMBERİMİZ ve BİZ ÜMMETİ arasındaki
bu
MUHABBET
zinciri
ERSELNAKE İLLA RAHMETEN LİL ÂLEMİN” SIRRINI cem eder. MÜLK, CEBERRUT ve LÂHUT
âlemlerinin bu sır ile kıyamete kadar baki kalmasına vesile olur. Kâinat bu sır ile ayakta durur.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
ÂLEM-İ ERVAHTA bu NURU tanımayan hiçbir mahlûk yoktur. Bu NURU görüpte Allah (c.c.)’ı
hatırlamamak mümkün değildir. Tanımak başka,
tasdik başkadır. Tanıdığı halde tasdik edemeyenler
(VE BİL KADERİ) sırrı ile perdelenmişlerdir.
Burhan
“VEMA
dediğin
anda onlarla olan ilişkilerinde onlar sana zorluk çıkaramazlar. Yalnız şunu unutma ki, onun kılıfı kalptir, vasıtası dil, O! öyle büyüktür ki, her kılıfa
sığmaz, her vasıtaya binmez. Bunu da AKIL ile bulmak sana düşer.
67
Otuz
Evinin Sultanları
Zeynep GÜLOĞLU
[email protected]
Çocuk Terbiyesi
İmam Gazali, anne ve
babanın çocuklarına en önce
öğretecekleri ahlak ve dini
şöyle anlatır:
1- Her anne baba, Özellikle baba Amentü’den
sonra güzel ahlakı çocuğuna öğretmelidir
2- Her anne baba çocuğunu kötü arkadaşlardan uzaklaştırmalıdırlar.
3- Her anne baba, ziynet, fazla para vermek
ve işret yerlerinden çocuklarını sakındırmalıdırlar.
4- Çocuklarda oburluk hasleti tezahür edebilir; oldu ise onları menetmeleri gerekir.
Yemeğe başlarken Besmeleyi okumayı, onlara
ufak lokmayı aldırıp bolca çiğnemeyi, sağ elle yemeyi öğretmelidirler. Böylece oburluk zafiyeti tedavi
olunur. Çocuklar sofra üzerine başlarını götürürlerken bundan da onları sakındırmaları gerekir.
Özellikle sol elle taharet alındığı için sol elle lokmayı ağızlarına götürmemelerini tavsiye etmelidirler. Özellikle sol elin parmaklarını ağza götürülecek
lokmaya değdirmemek gerekir. Bir lokmayı yutmadan evvel ikinci lokmayı ağza götürmesine de engellemeleri lazımdır. Aksi takdirde oburluk ve
cimrilik çocuğun ruhuna hâkim oluverir.
5- Çocuğa cömertliği öğretmelidirler. Obur çocukları tenkit ekmekle isarı, kanaati ve cömertliği
68
sevdirmelidirler. Aksi takdirde çocuk büyüdükten
sonra faziletlerden mahrum olur. Bunların hepsini
hikâye suretiyle onlara tebliğ etmek icab eder.
Çünkü çocuklarda henüz idrak tekâmül etmediği
için akılları hikâye suretiyle anlamaya daha müsaittir.
6- Hatalardan göz kapatmakla güzel hareketlerini övmelidirler. Zira fıtraten insan övülmeyi
sever. Gizli hareketlerini de halkın yanında söylememelidirler. Aksi takdirde çocuklar ruhi eziklik içerisine girer ve hantal olurlar. Artık büyüdükten
sonra bu huy onlardan geçmez.
7- Gizlemek istedikleri bir fenalığı işlemek
anında ana-baba teğafül etmeli ve bilahare ustalıkla onları vazgeçirmelidirler. Unutmayalım "Kimin
yanında çocuğu varsa onunla çocuklaşsın." buyrulmuştur. Yani akıllarının ve mizaçlarının miktarınca muamele etsinler. Hususen iyi hareketlerinde
onları övmek, aferin demek ruhlarını okşar ve onları iyiliğe iter. Pedagoji ilmiyle iştigal edenler de
bunun üzerinde çok durmaktadırlar.
8- Gündüz onları yürütmek ve hareketlendirmekle çevikliğe alıştırmalıdırlar Aksi takdirde tembelleşirler.
Burhan
9- Şımarıklıktan arkadaşlarının üzerinde kibirlilik
yaptıkları takdirde de onları sakındırmalıdırlar. Tevazuun güzelliğini ve faziletini öğretmelidirler. Hatta
anne babanın mallarıyla makam ve riyasetleriyle
övünmelerini men etmelidirler. "Kimin ameli (hareket
ve çalışması) geride ise nesebi onu ilerletmez." mealindeki hadisi kalplerinde nakşetmelidirler. Aksi takdirde cahiliye devrinin ayıbını yani ecdatla iftihar
etmeyi adet edinirler.
İbni
Abidin (k.s) Şöyle
Buyurmuştur:
"İhlas ilmini okumak; ucub, riya,
hased gibi manevi hastalıkları bilmek
ve bunlardan muhafaza olmaya çalışmak farz-ı ayındır (her müslüman’a
10- Halkın elinden hediye almamalarını tavsiye
etmelidirler. Özellikle anne baba fakirse almanın zilletini vermenin üstünlüğünü çocuklara sevdirmelidirler. Anne baba zenginse, çocuklarını israftan men
etmelidirler.
farzdır). İnsanın nefsi için her birisi
birer afet olan kibir, gazap, cimrilik,
ihanet gibi hastalıkları bilmek ve
kendini bunlardan muhafaza etmek
de farz-ı ayındır." (İbn-i Abidin; I/42)
11- Arkadaşlarından sırt çevirmemelerini, üst başlarını temiz tutmalarını, temizliğe riayet etmelerini öğretmelidirler.
12- Yeminden yalandan çok soru sormaktan on- sanat ve ilmin öğretilmesine vesile olacak oyunları
ları men etmeleri şarttır. Yerine göre de konuşturma- öğretmeli, kız çocuklarına da nakış, dikiş, kap
kacak, bebek gibi oyuncakları almalı ve onları serlıdırlar.
best bırakmalıdırlar. Hülasa her bir nevi ilerdeki iş
sahasına göre yetiştirmek gerekir. Hadis-i şerifte de
13- Dinlemeyi onlara öğretmelidirler.
şöyle buyrulmuştur: ''Meşgul olun, oynayınız,
çünkü Ben dininizde ağırlık yapmanızdan ikrah edi14- Büyük adamlara, hocalara, amirlere karşı
yorum.'' Her şeyde vasat hal şarttır. Nitekim ''İşlerin
saygı göstermeyi öğretmelidir. Bunların gelmelerinde
en hayırlısı en mutedil olanıdır.'' buyrulmuştur.
kıyam etmek usulünü öğretmeyi ihmal etmemeli ve
ismen bunlara hitap etmelerini men etmeleri gerekir.
16- Sövmek kötü laf söylemekten çocukları menetmelidirler. Hayrete şayan ki, zamanımızda ço15- Dersin dışında oyunlarında göz kapatmakla
cuklara şuna söv, şunu döv, buna şöyle söyle, şuna
onları serbest bırakmalıdırlar. İmamı Gazali diyor ki:
böyle söyle gibi abur cubur sözler öğretiliyor. Bu ne
Oyundan men edilen çocuklar hileye alışırlar ve zetuhaf... Buna çok dikkat etmek lazım.
kaları körleşir. Büyüdükten sonra da hikmet ilimlerini
öğrenmekten aciz kalırlar. Öyle ise erkek çocuğa
17- Vatan sevgisini, cihat sevgisini çocukların
kalbinde
nakşetmelidirler. Nitekim Hadiste ''Vatan
Bediuzzaman Said Nursî Hazretlerinden:
sevgisi imandandır.'' buyrulmuştur.
İ'lem, eyyühe'l-azîz!
Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehli Kur'ân'a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür
îmâna zıttır. Maahaza, Kur'ân kâfırleri ve âbâ ve
ecdatlarını îdâm-ı ebedî ile mahkûm etmiştir.
Binâenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa
gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz, onlardan medet beklenilemez; ancak "hasbünALLAHu ve ni'mel vekil"diye Cenâb-ı Hakka ilticâ
etmek lâzımdır. (Mesnevi-i Nuriye, s. 76,77)
Burhan
18- Taharet, abdest, namaz, nafile oruç ve ibadetlerin keyfiyetlerini fiilen onlara yaptırmalıdırlar,
sonra onlara tabiat olur.
19- Her türlü haramdan, hırsızlıktan, kız çocukları da açıklık saçıklıktan men etmelidirler. İhtilamın,
guslün durumlarını zamanında onlara bildirmelidirler. Kısa surelerin ezberletilmesini temin etmelidirler.
İşte buraya kadar saymış olduğumuz vazifeler
anne babaya vacip olan hususlardır.
69
BURHAN ÇOCUK
BAŞARININ ÜÇ ANAHTARI
Musa KARACA
[email protected]
1.Başarıya inanma: Bedenimizdeki davranışlarımızı kontrol eden merkez beynimizdir. Sinir sistemlerimizden veya duyu organlarımızdan gelen uyaranları değerlendirerek ona göre davranış geliştirmemizi sağlar. Duygular da beyinde düşünceye dönüşür. Düşüncelere göre ise beyin hareket
geliştirir. “Bilinçaltı söylenene inanır. Kendinize ne söylerseniz o olursunuz. Yapabileceğinize de inansanız, yapamayacağınıza da inansanız, haklı çıkarsınız”. diyor Henry Ford. Yani başarıya inandığın
zaman beyin başarı yollarını düşünür. Başarı yolunda davranışlar geliştirir. Aksi durumda başarısızlık
davranışları geliştireceğinden insan başarılı olamaz.
2. Makul bir hedef belirleme: Rotası belli olmayan yelkenliye hiçbir rüzgar yardım etmez.
Hedefi olmayan çocuk ders çalışmaktan sıkılır. Tarihe baktığımızda Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetmeyi hedeflemiş ve “Ya ben İstanbul’u alırım yada İstanbul beni” diyerek hedefe nasıl odaklandığını ortaya koymuştur. Sonuçta İstanbul’u fethetmiştir. Yine ispanyanın fethinde Tarık b. Ziyad
karaya çıktıktan sonra gemileri yakmış sonuçta ispanya fethedilmiştir. Sizinde uğruna gemileri yakacağınız hedefiniz var mı?
3.Sistemli çalışma: Başarı planlı ve programlı çalışmayla mümkündür. Plan sınav gününe kadar
hangi dersin hangi zaman diliminde ve nasıl halledileceğinin belirlenmesidir. Program bir haftanın
bütün günlerinin saat saat nasıl değerlendirileceğinin belirlenmesidir.
BİLMECELER
KÜÇÜK KUL
Mutluluğa uzanan
Sevgi dostluk yoluyum
Ben yüce Allah’ımın
Küçücük bir kuluyum
İpek gibi kalbimle
Mevlamın
hizmetindeyim
Son Resule inanan
Muhammed
ümmetiyim
Ahirete Kur'an'a
Meleklere var imanım
Çok şükür ki Rabbime
Doğuştan müslümanım
Gönderen: Halil MERT /
Sultanbeyli
70
Soru 1: Duvara yapışık
Soru 2: Yer üstünde yağlı kaşık
Soru 3: Evi sırtında, ayağı karnında,
gözü boynuz, iyi yalnız
Soru 4: Karşıdan baktım al, yanına
gittim dal, ağzıma attım bal
Cevap 1: Salyangoz, Cevap 2: Yılan, Cevap 3: Fil,
Cevap 4: Kiraz
Gönderen: Betül DEMİR / Sultanbeyli
RESİM
Babası önünde boş kâğıda bakan kızı
Seçil’e sordu
— Kızım ne resmi yaptın?
— Babacığım çimenlikte bir keçi resmi
yaptım.
— Ben bu resimde çimen göremiyorum
— Keçi yedi...
— Eee keçide göremiyorum
— Yiyecek bir şey kalmayınca oda gitti…
Gönderen: Hatice YILMAZ / Sultanbeyli
Burhan
ARKADAŞLIK
Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün
babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
“Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin
zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi
çak”demiş.
Genç, ilk günde tahta perdeye 37 çivi
çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine
kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde
daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki
hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş.
Babası onu yeniden tahta perdenin önüne
götürmüş. Gence:
“Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga
etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi
çıkart.”demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki tahta
perdede hiç çivi kalmamış. Babası ona:
“Aferin iyi davrandın ama bu tahta
perdeye dikkatli bak, çok delik var. Artık hiçbir
şey geçmişteki gibi güzel olmayacak.
Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü
kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara, bir
delik aynen kalacak, kapanmayacaktır. Bir
arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni
güldürür, yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda
yardımcı olur seni dinler sana yüreğini açar”
demiş.
YANITLAR ZORMUŞ…
Öğretmen, çocukları yazılı sınav yapıyordu. Soruları yazdırmış, sınıfta geziyordu.
Neredeyse ders saati biteceği halde bir öğrencinin kağıdına hiçbir şey yazmadığı ve başını
kaşıdığı dikkatini çekti, yanına gidip sordu:
- Ne o, sorular çok mu zor evladım ?
Çocuk, gayet sakin yanıt verdi:
- Yoo! hiç de değil öğretmenim.
Aslında sorular kolay, yanıtlar zor!
SAĞLIK
Vücuduna iyi bak,
Aman dikkatli yaşa
Hastalık denen düşman
Pusudadır her zaman
Zayıf düşersek eğer
Bize saldırma ister.
Fırsat verme düşmana
Yaklaşmasın hiç sana
Gönderen: Emre DEMİR / Sultanbeyli
ÖĞRENMEDE SEÇİCİLİK
Her gün beynimize beş duyu organımız aracılığı ile bir yığın algı, etki, izlenim ve bilgi gelir. İsteyerek veya istemeyerek birçok uyaranla karşılaşırız. Bunlardan bazılarını zamanla hatırlarız, bazılarını ise hatırlayamayız unuturuz. Unutulan verilerin bir kısmı duyulup anında unutulur, bir kısmı belli
bir zamana kadar akılda tutulur, bir kısmı ise bir ömür boyu saklı kalır.
Şu an kendinizi dinleyip son bir ayda yaşadıklarınızı hatırlamaya çalışın. Size enteresan gelen
bilgiler, hoşlandığınız, beğendiğiniz yada aksine nefret ettiğiniz olaylar akla ilk gelen bilgilerdir.
Tüm bu hatırlananların ortak özelliği verilerin duygularla boyanmasıdır. Bizi bir şekilde çok etkilemiş olmasıdır. Sinir hücreleri aracılığı ile beynimize ulaşan bilgiler beyin hücrelerini tetikler. Önemsediğimiz bilgilere beynimiz önemlidir komutu vererek uzun süreli hafızaya kaydeder ve önemine göre
uzun süre saklar. Eğer ulaşan bilgi bir merak ve ilgi uyandırmıyorsa yararsız bilgi adıyla etiketlenip dışarı atılır. İsteyerek çalışılan bir ders istemeyerek çalışılan derse göre daha kalıcı olmasının sebebi de
budur.
Kısaca öğrendiğimiz bilgilerin hafızamızda kalma süresi önemsediğimiz kadardır. Ders çalışırken
veya ilim öğrenirken beynimizin bu özelliğini göz önünde bulundurursak bilgilerimiz daha kalıcı olacaktır.
Burhan
71

Benzer belgeler