İndir - Özgün İrade Dergisi

Transkript

İndir - Özgün İrade Dergisi
irade’den
AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi
Seçim sonuçları bir koalisyon hükümetine işaret edince, ‘Bir birliktelik mümkün m?”
sorusu zihinlerimizde sayısız soruların da doğmasına neden oldu.
Sayı: 136
Ağustos 2015
Fiyatı: 7 TL.
İki veya daha fazla siyasal güç arasında bir ittifak olarak tanımladığımız koalisyon çabalarında acaba bir güç birliği mümkün olabilecek mi?
Sahibi:
Çıra Basın Yayın Organizasyon
ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına
Bunun toplumda kültürel/ zihni alt yapısı mevcut mu gibi sorular ve geçmişte yaşanmış onlarca başarısız koalisyon denemeleri… Tek tek herkesin zihninde doğan sayısız
soru işaretleri…
Davut Güler
Genel Yayın Yönetmeni
Ramazan Kayan
Parçaları birleştirerek yeni bir bütün meydana getirebilecek miydik?
Velhasıl zor mesele… Onun en kolay tarafı işin edebiyatını/lafını yapmak… Konuşulduğunda, yazıldığında, çizildiğinde muhatabını heyecanlandıran, büyüleyen bir meseledir birlik ve beraberlik edebiyatı… Bakıldığında belki lafı edilen şeyler arasında sıralamada birinci bile gelebilir ittifak denemeleri… Tabi birlikteliklerin zorlukları olsa da bunu mümkün kılacak hususları da yok değil; önemli olan zoru başarabilmek.
Çünkü ona su gibi hava gibi muhtacız.
Yayın Koordinatörü
Mehmet Duman
Tasarım
Fokus Ajans
www.fokusajans.com
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ramazan Sarıkaya
Hukuk Danışmanı
Av. Fatih Yel
Adres:
Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant
Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst.
Tel: 0212 635 99 19
Faks: 0212 534 81 83
www.ozgunirade.com
Baskı:
Şan Ofset
Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
34406 Kağıthane-İstanbul
Tel: 0212 289 24 24
Abone Şartları
Yurt İçi - Yıllık: 84 TL.
Yurt içi - Altı Aylık: 42 TL.
Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar
Hesap No
ÇIRA BASIN YAYIN
İş Bankası Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR20 0006 4000 0011
0201 7052 32
İş Bankası Fatih Şb. (EURO)
IBAN: TR84 0006 4000 0021
0200 7371 79
Al Baraka Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR75 0020 3000 0022
6672 0000 01
PTT Hesap No: 6024774
Fedakârlık, feragat, uzlaşma, tahammül, hoşgörü, empati ve tolerans… Beraber yürümenin, birlikte iş yapmanın vazgeçilmez kodları. Bir arada yaşama pratiğini; ötekileştirmeden, kuşku duymadan ve yeni bir dilin inşası ile mümkün kılabiliriz.
Toplumsal uzlaşmanın/dayanışmanın/paylaşmanın/hoşgörünün alt yapısını hazırlamayan ülkeler, geleceği belirsiz/bedeli ağır, kaldırılamaz ve kapatılamaz ağır yüklere
ve boşluklara savrulacaklardır.
Tek tip insan tek tip düşünce yok. Olamaz da zaten. Farklı oluşumuz birbirimizi acımasızca suçlamanın ifadesi olmamalı. Çünkü onlar birer hakikattirler… Kimseleri bunlardan vaz geçirmemiz mümkün değildir…
Farklılıkları vurgulayan Kur’an ayetleri… Yani yaratılışımızın gerçeği… O ayet ve imtihan
aslında. Kazanmanın ve kaybetmenin ifadesi… Tenlerimiz, soylarımız, dillerimiz ve düşüncelerimiz…
Nasıl ki insanların rengini, ırkını değiştiremezsek, inançlarını/yorumlarını değiştirme
konusunda da bir dayatmada bulunamayız. Onları tahakküm altına alamayız.
Çare? Birlikte yaşamanın hukukunu/şartlarını oluşturmaktan geçer.
Muhatabımızı ‘ötekileştirmeden’ farklılıklarımızı tolere edebiliriz.
Doğrusunu söylemek gerekirse ‘Birlikte iş yapma, bir arada yaşamayı mümkün kılma’
yüreği büyük insanların işi… Bir özdeyiş der ki: ‘Yaşamak sanat, birlikte yaşamak daha büyük bir sanattır.’
İlelebet bu işin üstesinden gelemezsek Mehmet Akif’in dediği gibi ‘Sen ben desin efrad, aradan birliği kaldır. Milletler için işte kıyamet o zamandır.’
Sevgili okurlar, dosya konumuzu bu ay ‘Bir Arada Yaşama Kültürü’ne ayırdık. Acaba
farklılıklarımızı zenginliğe dönüştürebilir miyiz? Çatışma noktaları olarak bilinen hassasiyetlerimizi ‘mutabakat’ noktalarına taşıyabilir miyiz? Farklılıklar, görüş ayrılıkları her
zaman mümkün olduğuna göre buradan hareketle bir uzlaşmayı tesis etmenin gerçekliği nedir diye, bütün bunların cevaplarını bulmaya çalıştık.
Erbabından görüşlerini dile getirmelerini istedik. Ve ortaya gerçekten yararlı, istifade
edilebilir ve beraberliklerin oluru/olmazı ve nedenleri üzerinde çok güzel şeyler çıktı sonunda.
Dosya konumuzu Özgün İrade yazarları farklı açılardan değerlendirmeye tabi tuttular.
Çok çarpıcı tespitler bulabileceğinizi ümit ediyorum satır aralarında…
Şair ve Yazar Ahmet Mercan dosya konumuzun söyleşi sayfalarındaki ismi oldu. Sağ
olsun sorularımızı içtenlikle yanıtladı. Selahaddin Eş Çakırgil ağabeyle yaptığımız söyleşinin üçüncü bölümünü de bulacaksınız bu sayımızda. Söyleşinin son bölümü Eylül
sayısında yer alacak inşallah…
Herkesin tek tek emeği var bu dergide, bizce kutsal. Kadrini kıymetini bilmek lazım…
Dergimiz bir iyilik adına/iyilik olsun diye yayınlandığını biliyoruz. Biz de iyilik adına yayınlıyor ve denize atıyoruz, sonuç; balık bilmezse Halık bilir diye… Son söz: Gayret Bizden Tevfik Allah’tandır.
Bir sonraki sayıda buluşmak ümidiyle Allah’a emanet olun.
Bir Arada Yaşamanın Ortak Paydası:
Hukuk ve Adalet
Resmi ideoloji dayatmasından,
birlikte yaşama kültürüne!
10
AV. CÜNEYT TORAMAN
Uzlaşı kültürü mü, çoğulcu anlayış mı?
14
ENGiN DiNÇ
Ahmet Mercan: İnsanın değerli görülmediği
yerde birlikte yaşamak mümkün olmaz’
SÖYLEŞİ: MEHMET DUMAN
Ah ülkem!
24
NECİP CENGİL
Bir arada yaşamanın ortak zemini: Aklıselim
HASAN AYIK
Birlikte yaşamanın ilkelerine dair
MUSTAFA ALTUNKAYA
Birlikte ya da ayrı olmak
MEHMET TURGUT
Bir arada yaşamaya mahkûmuz
ADiL AKKOYUNLU
Batı, Müslümanlar ve laik/sol tavır
SAiT ALiOĞLU
19
27
30
36
38
41
BU SAYIDA
Terk-i tarik
6
RAMAZAN KAYAN
81 ilin toprağına nefret ektiler!
ASLAN DEĞiRMENCi
44
Savaşı ateşleyen olay: Suruç’taki canlı bomba
DAVUT GÜLER
Türkiye yeniden mi dizayn edilmek isteniyor?
HASAN POSTACI
46
52
Şahıs merkezli değil değer merkezli bir yürüyüş
MEHMET HANiFi TOSUN
İslamcılık ve algı operasyonları
DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU.
Selahaddin Eş Çakırgil: Afganistan işgalini
protesto ettiğim için İran’da salondan atıldım
SÖYLEŞİ: MUSTAFA AHISKALIOĞLU
Musa’nın Harun’u olabilmek
ENES TARIM
Mustazaflar adına soruyorum:
Ey Kürtler, benden ne istediniz!
MEHMET M. GÜLAÇAR
Bir sefer eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gidiyor loy loy
BAYRAM YILMAZ
İslam fikriyatında ümmet anlayışı (3)
ABDULBAKi ÇAĞATAY
Yerel dil ve evrensel dil
AZiZ DARICI
Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol’a dair(7)
HASAN EKER
Anadolu İslamcılığının kökenleri
ve özgünleşme süreci
FERHAT ÖZBADEM
55
58
62
68
71
74
78
80
82
85
BAŞ YAZI
Terk-i tarik
RAMAZAN KAYAN
[email protected]
ACABA hangi teklifler veya tehditler
bizi terke sürüklüyor, çizgimizi zorluyor,
duruşumuzu zedeliyor… Piyasa bizi nasıl
etkiliyor? Popüler kültür nereye çekiyor?
HZ. Peygamber(sav)’in Medine
yılları…
Şiddetli kıtlık ve pahalılığın
Müslümanları etkilediği günler… Sıkıntıların insanları sarstığı o süreçte günler geçmesine rağmen ticaret kervanlarının da hâlâ Medine’ye gelmediği bir dönem… İşte bu zor günlerden bir gün Mescidi Nebevi’de Cuma namazı için ashabı
ile birlikte ayakta hutbe okumak
ile meşgul… Tam o sırada bir ticaret kervanı Medine’ye ulaşıyor. Kervanın Medine’ye girişi
develerin boynunda ki çıngırak
sesinden ve karşılayanların def
ve çalgı sesinden anlaşılıyor…
Günlerdir yoklukla sarsılan bu
insanlar kervana doğru harekete geçiyorlar… Öyle ki, Cuma
namazı için mescitte bulunanlar
da kervanın geldiği tarafa yönelip, sıkıntılarını sonlandırmak istiyorlar… Hutbe okumakta olan
Rasulullah(sav)’in yanında sadece on iki kişiden başka kimse
kalmıyor… Ve şu ayet nazil oluyor: “Onlar bir ticaret ve eğlenti
gördükleri zaman, seni ayakta
terk ederek oraya yöneldiler. De
6
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ki: Allah’ın katında olan, eğlentiden ve ticaretten daha hayırlıdır
ve Allah rızık verenlerden daha
hayırlısıdır.” (Cuma,11)
Bunun üzerine Rasululllah
(sav) buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki
sizden bir kişi kalmayacak derecede hepiniz terk edip gitmiş
olsaydınız, vadide üzerinize ateş
akardı.”
İşte insanoğlunun dünya sıkıntıları ile sınavı… Rasulullah
(sav)’in dizinin dibindeki ashabı
nasıl etkilemiş?
Artık siz bu duruma zaafiyet
mi, acziyet mi, bir anlık gaflet mi
dersiniz bilmiyorum.
Hz.Peygamber (sas)’i ayakta
bırakıp kervana doğru seğirtenler… Geçim kaygısı ile çözülenler… Ve Allah’ın kitabına konu
olan bu kare acaba bugün bize
nasıl bir mesaj veriyor?
Saffı, seferi, siperi, sahayı terk
etmek… Sonuç nereye varır?
Uhud savaşında da okçular
tepesine konuşlandırılan askerlerini Efendimiz(sav) tembihlememiş miydi?
“Yırtıcı kuşların cesetlerimizi
parçaladığını görseniz bile benden ikinci bir emir gelmeden bu
tepeyi terk etmeyeceksiniz.”
Bu nebevi uyarıya rağmen
savaşın başında gelen galibiyet
ve ganimet görüntüsü nöbetteki okçuların ayaklarını kaydırdı;
mevziiyi terk ettiler ve ganimete
meylettiler… Savaşın seyri değişti, fatura ağır oldu…
Ganimeti göreve tercih edenler, sorumluluk alanını terk edenler…
Zorlu Tebük seferini terk
edenler ne diyordu?
“Bu sıcakta sefere çıkmayın
dediler. De ki: Cehennemin ateşi
daha sıcaktır keşke bilselerdi.”(Tevbe,81)
Seferden kopanların savunma refleksi…
Bu terk edişler sadece son
ümmetin sınavı değil, insanlık tarihine baktığımızda tüm sınavların en çetin sınavı…
İsrailoğulları zoru ve zorbaları görünce nasıl korktular ve Hz.
Musa(as)’ ı terk ettiler. “Dediler ki:
Ey Musa! Onlar (zorbalar) orada
bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin,
onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.” (Maide,24)
İyi gün dostları, zor günde
terk ettiler…
Hatta daha ötesine Rabbimiz dikkat çekiyor, balık sahibi
Yunus(as)’ı gündemimize taşıyor:
“Zunnun’u da (Yunus’u da)
an. O öfkeli bir hâlde terk edip
baş yazı
gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti.
Nihayet karanlıklar içinde:
“Senden başka hiçbir ilâh
yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.”
diye niyaz etti.”(Enbiya,87)
Daveti reddeden topluma
tepki, terk etmek mi olmalıydı,
hatırlatmasında bulunuyor…
Ninova’ya kahretmek, terk
etmek çözüm değil…
Çare tekrardan Ninovalarımıza dönmektir… Hem de Yunusça bir nedametle…
Şimdi bu sunulan örnekler
üzerinden kendi terklerimizi ve
tembelliklerimizi sorgulamak
gerekmiyor mu?
Terklerimiz tehlike arz etmiyor mu?
Siperi, seferi, saffı, sahayı
kimlere terk ettik? Kendimizi sadece salon ve sohbetle nasıl sınırlayabiliriz? Hatta sahadan çekilerek seyirci localarında yorum
yapmakla yetinebilir miyiz?
Eve, işe ve de içine kapanarak hangi kapıları aşabiliriz? Yüreklere nasıl yürüyebiliriz?
Düne kadar okul önlerinde
bir öğrenciyi davaya kazandırmak için nöbet tutan bizler değil miydik? Hem de tüm engellere ve engellemelere rağmen…
Bugün engeller kalktı ancak
biz yokuz. Aynı okulların önlerinde çete ve mafyalar nöbet tutuyor… Hayat boşluk kabul etmiyor…
Bilmiyorum fetret günlerinde
miyiz yoksa gaflet mi üstümüze
çöktü?
Bize sirayet eden ataleti, arzuların egemenliğini, anlamsızlığı ve amaçsızlığı nasıl aşacağız?
Acaba hangi teklifler veya
tehditler bizi terke sürüklüyor,
çizgimizi zorluyor, duruşumuzu
zedeliyor… Piyasa bizi nasıl etkiliyor? Popüler kültür nereye çekiyor? Profan yaşam dayatması
değerlerimizi ve duyarlıklarımızı nasıl etkiliyor?
Unutmamak lâzım; terk edersek terk ediliriz… Tanınmaz hale geliriz…
Terk edişleri hazırlayan bireyselleşmeleri, bencilleşmeleri, dünyevileşmeleri, ayrışmaları, çatışmaları görmezlikten gelebilir miyiz?
Dünya metaına, hayatın hazlarına meylettikçe zihnen, ruhen,
kalben birbirimizden koptuk…
Değerlerimize uzak düştük…
Yalnızlaştık… Yabancılaştık…
Şayet iyiliği gereğince emretmez isek, kötülüğü yeterince engelleyemezsek bir gün gelir dualarımızda kabul olmaz…
Güzel başlangıçların devamını getirebilmek için sebat etmek, direnmek durumundayız…
Aksi takdirde terk edenler, tükeniyor…
Kur’an’la temasımızı gözden
geçirmek mecburiyetindeyiz…
Yoksa yarın nebevi itaba maruz
kalırız:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.” (Furkan,30)
Kur-an’ı mehcur bırakanlar
mahcup oluyor…
Zikri terk edersek, bu bizim
zevalimiz olmaz mı?
Emaneti kime terk edebiliriz?
Ahdü misakı nasıl unutabiliriz?
Kitap okumayı, ders halkalarını terk edersek nasıl ayakta kalabiliriz?
Camiyi, cemaati terk etmenin
acı sonuçları ile yüzleşiyoruz…
Korkuyorum bir gün gelir insanlarımız namazı da terk etmeye
başlarsa bu iş nereye varır?
Efendimiz(sav) buyurmuyor
mu?
“Muhakkak ki, kişi ile şirk ve
küfür arasında namazın terki
vardır.” (Müslim)
Bu ümmet namazı da terk etmeye başlarsa artık kıyamet kapıda demektir.
Peki, kardeşlerimizi kendi
kaderlerine terk edebilir miyiz?
Mazlum coğrafyalarımızı sessizliğe terk edersek bunun vebalini kaldıramayız. Ve hesabını veremeyiz. Bize bel bağlayanlara
hayâl kırıklıkları yaşatamayız…
Bu satırları kimseyi suçlamak
için değil, kendimizi sorgulamak
için yazıyorum… Yeni başlangıçlar için bir çare olmasını diliyorum… Kabuğumuzu kırmak, Ninovalarımıza da yeniden dönmek durumundayız…
Ruh, ten kafesini terk etmeden, terklerimize tevbe etmemiz
gerekiyor…
Tembelliklerimizi terk etmemiz gerekiyor…
Temenni değil teşebbüs günlerindeyiz…
Terk değil teşvik anlarındayız…
Rasulullah (sav) vahyin iniş sürecinde yaşadığı fetret döneminden dolayı tedirgindi…
Yoksa Rabbim beni terk mi
etti?
Allah O’nu teselli ediyordu…
“Rabbin seni terk etmedi, sana darılamadı da.” (Duha,3)
Yeter ki, Allah bizi terk etmesin, gerisi ne gam!
Biz Allah’ı terk etmezsek, Allah bizi terk etmez…
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
7
baş yazı
8
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
baş yazı
TOPLUMSAL MUTABAKAT:
Bir arada
yaşama kültürü
DERGIMIZ bu sayısında, 7 Haziran seçimleri bir koalisyon gerçeğini ortaya
çıkarınca, bu birlikteliğin/beraberliğin bir alt yapısı var mı, sorusunu akıllara
getirdi. Toplumun en küçük biriminden tutun da en karmaşık ve zor birimlerine
kadar bir ‘toplumsal uzlaşma’, gerçeğinin neresinde bu ülkenin insanları’
sorusuna yanıt bulmalıydık. Ve bu manada Ağustos sayımızın dosya konusunu
“Bir Arada Yaşama Kültürü” olarak düşündük. Ülkemiz doğası gereği kavimlerin,
dinlerin, mezheplerin, tarikatların ve çeşitli ideolojik toplumsal kesimlerin var
olduğu bir coğrafya da yer almaktadır. (Bu heterojen yapının neredeyse bütün
coğrafyalarda mevcut olduğunu da söyleyebiliriz.) Bu gerçeklikten hareketle;
‘toplumsal çatışma alanları’nı ‘toplumsal mutabakat/toplumsal uzlaşma’
alanlarına nasıl dönüştürerek “bir arada yaşama”yı başarabiliriz? ‘Ötekileştirme’
den yeni bir dilin inşası nasıl geçekleştirilebilir? Bu bir arada yaşama pratiğinden
önce, onun alt yapısı olan ‘zihni devrim’ nasıl tesis edilebilir? Bu tespitten
hareketle; konuyu siyasi, hukuki, sosyal ve dini açıdan ele almak istedik. Farklı
düşünen, inanan, farklı siyasi-etnik-kültürel kimliklere sahip olan insanların
topluma yararlı olabilmek, olası sorunlara çözüm üretmek adına, bir arada
yaşayabilmenin zorunluluğunu ve nasıl olması gerektiğini irdelemek istedik. Bu
çerçeve de ilerleyen sayfalarda aşağıda sıraladığımız soruları yanıtlayıcı, dikkatle
ele alınmış, irdelenmiş, ufuk açıcı ve ülke gerçeğini ifade eden; ütopik değil,
gerçekçi, ayakları yere basan değerlendirmeler bulacaksınız. Kaleme alınan
yazılar şu sorulara yanıt vererek vücut buldu. Bunlar;
• Seçimden sonra ortaya çıkan yeni durumun zorunlu kıldığı koalisyon meselesi
üzerinden büyük kitleleri temsil eden siyasi partilerin ‘birlikte iş yapma kültürü’
nasıl geliştirilebilir?
• Aynı coğrafyada, iç içe geçmiş mekânlarda yaşayan bizlerin, haksızlığa
uğramadan ve haksızlık yapmadan, ‘problemsiz’ bir arada yaşayabilmenin yasal
ve anayasal çerçevesi nasıl olmalıdır?
• Farklı etnik kökene ve renklere sahip olmak, farklı dili konuşmak, farklı
mezhepten ve farklı inançlara sahip olmak diğerini ‘ötekileştirmek’ için bir sebep
midir yoksa bunlar toplumsal bir zenginlik midir?
• Özgürlük ve güvenlik dini olan İslam’ın, farklılıklara bakışı ve bu farklılıkları bir
arada tutmak için ortaya koyduğu ilkeler nelerdir? Bu ilkelerin güncel yorumları
nasıl olmalıdır?
Bu sorular ve başka soruları da ilave ederek araştırmacı-yazar Ahmet Mercan’
la bir söyleşi gerçekleştirdik. ‘Bir Arada Yaşama Kültürü’ne Cüneyt Toraman
‘Resmi İdeoloji Dayatmasından, Birlikte Yaşama Kültürüne’ yazısıyla; Hasan Ayık
‘Bir Arada Yaşamanın Ortak Zemini Aklıselimdir’ yazısıyla; Mustafa Altunkaya’
nın ‘Birlikte Yaşamanın İlkelerine Dair’ başlıklı yazısı; Necip Cengil ‘Ah Ülkem’
yazısı ile dosya’ya katıldı. Engin Dinç ‘Koalisyonun Reçetesi: Uzlaşı Kültürü mü,
Çoğulcu Anlayış mı?’ sorusuna cevap arıyor yazısında; Adil Akkoyunlu ‘Bir
Arada Yaşamaya Mahkûmuz’ başlıklı yazısıyla; Said Alioğlu ‘Batı, Müslümanlar
ve Laik/Sol Tavır’ ı inceledi. Mehmet Turgut ‘Birlikte ya da Ayrı Olmak’ başlığını
kullandı yazısında.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
9
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Resmi ideoloji
dayatmasından,
birlikte yaşama
kültürüne!
Av. CÜNEYT TORAMAN
[email protected]
EĞER kimliklerin farklı olması
çatışmayı gerektirseydi, dünyada
çatışmanın olmadığı bir yer olmazdı.
Farklı kimliklerin birlikte ve barış
içinde yaşayabilmesi, evrensel bir dili
ve ciddi bir çabayı gerektirmektedir.
FARKLI kimliklere sahip milyonlarca insanın, birlikte ve
barış içinde yaşaması, sanıldığından çok daha zordur.
İnsanlık tarihi, farklı kimliklerin savaşlarıyla doludur. Küçücük bir kıvılcım koca bir ülkeyi, bir bölgeyi ve hatta
bütün dünyayı ateş topuna çevirebilmektedir. İnsanların
birden fazla kimliğe (ırk, din, mezhep, vs.) sahip olması, kimlik çatışmalarının farklı alanlara evrilmesine neden
olmaktadır. Irak ve Suriye’de, ırk ekseninde yürüyen çatışmanın, mezhep eksenine kayması, çatışmaların kimliklerin farklı olmasından kaynaklanmadığını, farklı kimliklerin çatışmanın aracı olarak kullanıldığını göstermektedir. Eğer kimliklerin farklı olması çatışmayı gerektirseydi, dünyada çatışmanın olmadığı bir yer olmazdı. Farklı
kimliklerin birlikte ve barış içinde yaşayabilmesi, evrensel bir dili ve ciddi bir çabayı gerektirmektedir. Siyaset
10
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
bilimciler, hukukçular, sosyologlar, farklı kimliklerin birlikte ve barış içinde yaşamasının formüllerini bulmaya/
üretmeye çalışmaktadır. Birinci ve ikinci dünya savaşları,
bu formüllerin pek de işe yaramadığını göstermektedir.
İkinci dünya savaşından sonra esen “demokrasi” rüzgârları, farklı kimliklerin kendilerini daha rahat ifade etmelerini sağlasa da, batı, kendi koyduğu kurallara uymak
yerine, esnetmeyi tercih etmiştir. Batılı devletler, kendi
ülkelerinde farklı kimliklere “asimilasyon” politikaları uygulamakta, tek tipleştirmeye çalışmaktadır.
Birlikte ve barış içinde yaşama, anayasaya ve anayasal mekanizmalara havale edilerek çözümlenecek kadar basit değildir. Tüm zamanların ve insanlığın ortak sorunudur. Modern devlet, modern yaşama biçimi, modern kültür, “ayrışmayı” körüklemekte, insanların arasına duvarlar örmekte, birbirlerine yabancılaştırmaktadır.1
Hayatın her alanına müdahale eden modern devlet, insanları tek tipleştirmektedir. Türkiye’deki, tevhidi tedrisat (tek tip eğitim), her uyuşmazlığı mahkemeye götürme, kimlikleri tanımlama, otoriteye bağlılık/itaat, vs.
bu anlayışın ürünüdür. Toplumu tek tipleştirme projelerini uygulamaya koyanların ortak özelliği, toplum mühendisliğini kutsamaları, farklı kimliklere tahammüllerinin olmamasıdır. Bu mühendisler, farklı düşüncelere tahammül edemediği için, farklılıkları yok etmeyi, mümkün
olmadığı takdirde bastırmayı görev bilmektedir. Türkiye’nin yakın tarihini, farklı kimliklere yönelik dayatma-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
ların tarihi olarak nitelemek herhalde yanlış olmaz. Temsil ettiği halkın hak ve özgürlüklerini korumakla ödevli
olan devletin, toplumu “dost” ve “düşman” kategorilerine ayırması, bütün imkânlarını (dost kuvvetleri yedeğine alarak) düşman olarak nitelediği kesimle mücadeleye adaması örtülü bir iç savaştan başka bir şey değildir. Bu süreçte, Müslümanlar başta olmak üzere, Kürtler, sol görüşlüler sistematik zulümlere maruz kalmışlardır.2 Bu üç ana grup dışında, resmi ideolojinin safında yer almayan hemen her kesimin zulüm gördüğünü
belirtmek gerekir. Türkiye’de, muhafazakâr kesimin tamamen din ve vicdan özgürlüğü kapsamındaki demokratik faaliyetleri, adli kovuşturmalara ve ağır cezai yaptırımlara maruz kalmıştır. Devlet, İmam Hatip liselerinin
orta kısımlarını kapatmak amacıyla uygulamak istediği 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasını protesto gösterilerine katılanlara orantısız güç kullanmış, çok sayıda kişi tutuklatmıştır. Üniversitelerde okuyan başörtülü öğrencileri, üniversitelere almamıştır. İlköğretimden mezun olmayanlara (15 yaşından küçük olanlara) Kur’an kursları
yasaklanmıştır. Muhafazakâr kesimin destek verdiği siyasi partileri, Anayasa Mahkemesi eliyle kapatmış, hatta iktidardan düşürmüştür. Çok sayıda üniversite öğretim görevlisi, cami imamı, vaiz, üniversite öğrencisi, öğretmen, yazar ve şair, esnaf, sıradan vatandaşlar, terör
suçlarına bakan mahkemelerde (DGM) yargılanmıştır.
Birlikte ve barış içinde yaşama,
anayasaya ve anayasal
mekanizmalara havale edilerek
çözümlenecek kadar basit değildir.
Tüm zamanların ve insanlığın
ortak sorunudur. Modern devlet,
modern yaşama biçimi, modern
kültür, “ayrışmayı” körüklemekte,
insanların arasına duvarlar örmekte,
birbirlerine yabancılaştırmaktadır.
Bu zulümler sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde yaşanmıştır. Türkiye’nin güneyindeki komşularından Türkiye’ye sığınanların sayısı 2 milyonu aşmıştır. Güney Afrika’da, iktidarda olan beyazlar, on binlerce siyahı öldürmüş veya sakat bırakmıştır. Avrupa’nın
tam ortasında, Bosna’da, Sırp çeteler, üç yüz binden
fazla Müslüman katletmiş, otuz binden fazla kadına tecavüz etmiştir. Srebrenisa’da sekiz binden fazla Müslüman, burayı korumakla görevlendirilen (BM mensubu)
700 Hollanda askerinin gözleri önünde öldürülmüştür.
İsrail, bütün dünyanın gözleri önünde Filistin’i işgal etmiş, ağır silahlarla sivil halk yok etmiş, Gazze’yi abluka
altına almıştır. Dünyadaki bütün devletlerin çatı kuruluşu olan Birleşmiş Milletler(BM), dünyanın çeşitli bölgelerinde gerçekleştirilen bu insanlık dramını, soykırımı,
seyretmekle yetinmiştir. Sıkça tanık olduğumuz bu katliamlar, (BM dahil) uluslararası mekanizmaların insanlık
suçlarını önlemede yetersiz olduğunu göstermektedir.
Savaşın galipleri, ganimeti paylaşmaya yönelik bir düzen
kurmak için bir araya gelmiş ve öyle de olmuştur. Savaşın galibi 5 ülkeye (ABD, Birleşik Krallık, Fransa, Çin ve
Rusya) veto hakkı vermiştir. Bugün, dünyadaki zulümlerin temelinde, bu beş ülkeye verilen veto yetkisi yatmaktadır. Dünyanın bütün devletleri (belli bir konuda)
bir araya gelse bile, bu ülkelerden birinin veto etmesi,
(BM’in) karar almasına engel olmaktadır. Siyasi ve askeri paktlar, dünya barışına değil, bu paktı kuran egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Aynı pakt
içinde yer alan ülkelerdeki hak ihlalleri, bu paktın çıkarlarına göre değerlendirilmektedir. Keza, coğrafi olarak
Asya kıtasında yer alan İsrail, Avrupa liginde mücadele etmekte hiç kimse de bunu sorgulamamaktadır.
2000 yılından itibaren AB kapsamında yapılan reformlarla, resmi ideolojinin etkisi azalmış, bastırılan
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
11
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
kimlikler kendilerini rahatça ifade edebilir hale gelmiştir. Kendilerini kuş diliyle ifade etmeye çalışanlar, kendilerini tanıtmaya/anlatmaya, biz de eşit haklara sahip
olan bu vatandaşlarımızı, (dilinin altındakilerle, söylemedikleriyle değil), söyledikleriyle anlamaya/tanımaya çalışıyoruz. Toplumun farklı kesimlerinin birlikte ve
barış içinde yaşayabilmesi, (yukarıdan aşağıya veya
aşağıdan yukarıya) birçok unsurun bir araya gelmesini ve birbirini desteklemesini gerektirmektedir. Aşağıdan yukarıya doğru sıralayacak olursak, zihinsel hazırlık (eğitim), farklı kimlikler arasındaki ilişkiler (birlikte
yaşamanın pratiği), (toplumun bütün kesimlerine eşit
mesafede) devlet organizasyonu (toplum sözleşmesi) ve (zulme meyledecek olan) devletleri hizaya getirecek uluslararası mekanizmaların varlığı ve etkinliğidir.
Birlikte ve barış içinde yaşamak için, toplumu meydana
getiren bireylerin inanç ve davranış kodları çok önemli olmakla birlikte, yüzlerce yıldır birlikte ve barış içinde yaşayan insanların birbirlerine silah çekmesi, birbirlerini öldürmesi, yurtlarından sürmesi, bireylerin kişisel
tercihlerinin barış için yeterli olmadığını, bunun, (ulusal
ve ulusal üstü) hukuki mekanizmalarla da desteklenmesi gerektiğini göstermektedir.
Birlikte ve barış içinde yaşama, doğrularımızı ve algılarımızı gözden geçirmeyi, daha da önemlisi, ödün
vermeyi, “katlanmayı” gerektirmektedir.3 “Ortak bir
payda” üzerinde ittifak sağlanamadığı sürece hiç kimse iddiasından (davasından) vazgeçmeyecek, herkes,
kendi doğrusunda birleşmesini isteyecektir. Kendilerinin doğru yolda diğerlerinin sapkınlık içinde olduğuna
inanan insanlar, yeterli güce sahip olduğunda, başkalarını kurtarmak için “toplum mühendisliğine” soyunacaktır. Farklı kimliklerin birlikte ve barış içinde yaşamasının yegane formülü “hak eksenli” bir uzlaşmadır.4 Herkes başkalarının haklarını tanıyacak, saygı gösterecek,
tecavüz etmeyecek, hak ve özgürlüklerinin sınırı, başkalarının hak ve özgürlüklerinin sınırı olacak, doğuştan
sahip olduğu hak ve özgürlüklerden vazgeçemeyecek,
başkasına devredemeyecektir. Devlet, toplumun bütün
kesimlerine eşit mesafede duracak, (daima) hakkı ihlal
edilenin (mazlumun) yanında yer alacaktır. Hak eksenli birliktelik (ortaklık), toplumun bütün kesimlerinin hak
ve özgürlüklerini teminat altına alacağından, hiç kimsenin inandığı değerlerden vazgeçmesini gerektirmeyecektir.5 Örneğin din ve vicdan özgürlüğü, sadece belli
bir dine inananlar için değil, herkes için geçerli olacak-
12
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
tır. Din eğitimi, talebe (isteğe) bağlı olacaktır. Her din
(siyasi görüş, felsefi inanç) (her türlü iletişim aracıyla)
kendisini ifade edebilecek, örgütlenebilecek ve (inancını) yayabilecektir. Yani, senin dinin sana benim dinim
bana! Kendimiz için hoş görmediğimiz bir şeyi başkaları için de istemeyeceğiz. Toplumun bir kesiminin diğer kesimleri üzerinde baskı kurmasına veya kayırılmasına veya “haksız rekabete” yol açacak davranışlarda
bulunmasına devlet müdahale edecektir. Devlet, sadece hak ve özgürlükleri tanımakla yetinmeyecek, yaşanabilir hale getirmek için de çaba gösterecektir. Toplumda kutuplaşma ve siyasi gerilimin ana sebebi, hak
ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalardır. Toplumun bütün kesimlerinin hak ve özgürlükleri üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması, güvencede olması, birlikte ve barış içinde yaşamanın anahtarı olacaktır.
Dünyadaki hukuk sistemlerini incelediğimizde, suçlar
arasında büyük benzerlikler olduğunu, yaptırım konusunda ayrıştığını görürüz. Sadece kamu hukuku (ceza
hukuku) değil, özel hukuk da birbirine benzemektedir.
Hukuk devletinin asli görevi, birlikte ve barış içinde yaşamanın formülü olan hukukun üstünlüğünü, “hukukun
hakemliğini” temin etmektir. Siyasi partiler de, bu amaç
doğrultusunda faaliyet gösteren kurumlardır. Hakların
sıralamasında farklı tercihleri olsa da, hiçbir siyasi parti, haklardan birine cephe alamaz, uygulamaktan kaçınamaz, uygulanmasını öteleyemez. Bütün siyasal iktidarlar, devletin asli görevleri arasında yer alan, güvenlik (devletin güvenliği ve iç güvenlik), sağlık ve adalet
hizmetlerini etkili bir şekilde yerine getirmek zorundadır. Makamı ve mevkii ne olursa olsun, kamunun vergileriyle finanse edilen kamu görevlilerinin görevi, halka
hizmet etmektir. Belli bir programı ve hedefleri olan bir
partinin, tek başına iktidara gelmesi durumunda projelerini hayata geçirmesi daha kolaydır. Ancak, hiçbir
parti tek başına iktidara gelebilecek çoğunluğu elde
edemediği takdirde, başka partilerle koalisyon kurması gerekecektir. 2015 genel seçimleri, Türkiye’nin dört
farlı kimliğini meclise taşımıştır. AK Parti, diğer üç partiyle, AK parti dışındaki diğer üç parti de kendi arasında koalisyon kurabilecektir. Farklı tabanlara dayanan
bu siyasi partilerin, seçmenlerinin beklentilerini karşılaması zor olsa da, toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek asgari müştereklerden oluşan bir programda buluşması zor değildir. Siyasi partiler, siyasi tercihleri iman ve şirk ekseninde değerlendirmemelidir. Siyasi
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Farklı tabanlara dayanan bu
siyasi partilerin, seçmenlerinin
beklentilerini karşılaması zor olsa
da, toplumun ihtiyaçlarına cevap
verebilecek asgari müştereklerden
oluşan bir programda buluşması
zor değildir. Siyasi partiler, siyasi
tercihleri iman ve şirk ekseninde
değerlendirmemelidir. Siyasi
partiler, dini temsil makamları değil,
kamunun ihtiyaçlarını karşılamakla
görevli icra makamlarıdır.
partiler, dini temsil makamları değil, kamunun ihtiyaçlarını karşılamakla görevli icra makamlarıdır. Günlük yaşantımızda, tanımadığımız kişilerle birlikte hareket ettiğimize göre, siyasi partilerin de birlikte hareket etmesine mani bir durumun olmaması gerekir. İstanbul’dan
Ankara’ya gitmeye karar verdiğimizde, “kimlerle seyahat edeceğimize” değil, hangi vasıtayla ve ne zaman
gideceğimizi önemsiyor ve karar veriyoruz. Aynı şekilde, belli bir konuda eğitim almak istediğimizde, (sınıfımızda okuyacak) öğrencileri değil, okulun seçimini yapıyoruz. Tanımadığımız insanlarla aynı otobüste/uçakta/gemide yolculuk yapabilmemiz, aynı sınıflarda eğitim görebilmemiz, “hedeflerimizin örtüştüğü” alanlarda
birlikte hareket edebildiğimizi göstermektedir.
MHP ile HDP’nin aynı hükümet formülü içinde yer
alamayacağı kesinleştiğine göre, (erken seçim dışında)
AK Parti-CHP ve AK Parti-MHP dışında bir seçenek bırakmamaktadır. Bu seçeneklerden “hangi hükümet” kurulursa kurulsun, hükümet programının birinci maddesi, bürokrasi içinde Ak Parti ve Müslümanlar aleyhinde
örgütlenen illegal yapıyla mücadele ve bu yapının tasfiyesi, ikinci maddesi, hak ve özgürlükleri güvence altına alacak, siyasal iktidarın takdirlerine bırakmayacak
(üst norma) anayasa yapımı, üçüncü maddesi, bütün
devlet teşkilatının, yeni baştan inşa edilmesi olmalıdır.
Zira, halen yürürlükte olan anayasa, hak ve özgürlükleri korumak bir yana, yeni ihlallere davetiye çıkarmaktadır. Bir devletin, hak ve özgürlükleri güvence altına alması önemli ise de yeterli değildir. Hak ve özgürlükleri,
küresel anlamda koruyacak etkili uluslararası mekanizmalarla da tahkim edilmelidir. BM, sistematik hak ihlalleri karşısında çaresiz kalmaktadır. İnsanlık suçlarını iş-
leyen devlet ve devlet temsilcilerini cezalandırmak (!)
amacıyla kurulan UCM (Uluslararası Ceza Mahkemesi),
ihlalin niteliğine değil, ihlal edene ve ihlal edilene göre
tavır belirlemektedir. İsrail başta olmak üzere, birçok
ülke, insanlık suçu işlediği halde hesabı sorulamamaktadır. UCM’nin hesap sormaması/soramaması, suç işleyenlere cesaret vermekte, bu ihlalleri sistematik hale getirmektedir. İnsanlık suçlarının ana sebebi, BM’nin
mevcut yapısıdır. BM’de, belli devletlerin etkinliği (beş
devletin veto yetkisi), hak ihlallerinin sebebini oluşturmaktadır. Uluslararası ceza mahkemesi, yeniden yapılandırılmalı, bu mahkemenin tarafsızlığı sağlanmalıdır.
Komünizm tehdidi ve iki kutup ortadan kalktığına göre, eşit temsile dayalı yeni bir düzen kurulmalıdır. Böyle
bir düzen kuruluncaya kadar insan nesli büyük bir tehlike altında yaşamaya devam edecektir.
Dipnotlar
1. Ortak kimliğe sahip olanların, aynı gazetede, aynı televizyonda,
aynı işyerinde çalışması, aynı sitede, oturması, çocuklarını aynı
okulda okutması, farklı kimliklerle karşılaşmasını önlemekte, toplumun farklı kesimlerini birbirine yabancılaştırmaktadır.
2. 12 Eylül 1980 darbesi sürecinde Türk milliyetçileri de bu baskılardan nasibini almış ise de, bu baskıların, cumhuriyet tarihi boyunca sürekliliğinden söz etmek imkânsızdır. Keza, Aleviler lehine, (özellikle yargıda) pozitif ayırımcılık yapıldığını söyleyebiliriz.
3. Toplumun belli bir kesiminin diğer kesimle ilişkisini “hoşgörü”
olarak niteleyenler vardır. Müslümanların, Müslüman olmayanların tutum ve davranışlarını hoş görmesi dini bir temele dayanmadığı gibi, demokratik teamüllerle de bağdaşmaz. Demokratik bir toplumda, toplumun belli bir kesiminin, başka bir kesiminin tutum ve davranışlarını hoş görmesinden değil, katlanma yükümlülüğünden söz edilebilir.
4. Hakkın hakemliği, modern hukuk ile İslam’ın örtüştüğü bir alandır. Yasalar ile hukuk normlarının tam olarak örtüşmemesi, hukukun değil, yasanın eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
5. Hak ekseninde birlikteliğin (ortaklığın) (mutabakatın) sağlanabilmesi için, hak ve özgürlüklerin, toplumun bütün kesimlerini kapsayacak şekilde düzenlenmesi gerekiyor.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
13
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
KOALiSYONUN REÇETESi:
Uzlaşı kültürü mü,
çoğulcu anlayış mı?
ENGiN DiNÇ
[email protected]
CHP’NiN hükümette yer
alması en çok küresel güçleri
sevindirecektir. Deniz Baykal’ın
bir kaset komplosuyla CHP
liderliğinden edilmesinin en
büyük nedeni, siyasal iktidarı elde
edecek performansı bir türlü
sergileyemeyen ulusalcı yönetici
elitin CHP’den uzaklaştırılması
gerektiği düşüncesiydi.
TÜRKIYE, siyasal hayat için uzun sayılabilecek 13 yıllık bir süreden sonra partileri yeniden koalisyon hükümetlerine mecbur bırakan bir tabloyla karşılaştı. 7 Haziran seçimleri, Türkiye’de uzun yıllardır olmayan şartlara herkesin kendini hazırlamasını gerekli kılıyor. Peki,
Meclis’te grubu bulunan dört partinin bir uzlaşı sergileyerek, bir koalisyon hükümeti kurmaları ne derece
mümkün? Buna özellikle temel yaklaşımlar ve dış politikaya bakış açılarını değerlendirerek cevap vermek
gerektiğini düşünüyorum.
Geçtiğimiz 13 yıl boyunca tek başına iktidarı elinde
bulunduran AK Parti’den başlayalım. AK Parti açısından bakılınca, aslında bizzat uyguladığı politikalar açısından en fazla bilinen parti olduğu bir gerçek. 13 yıllık
iktidarı boyunca ülkede özellikle vesayet sistemini zayıflatan ve bürokratik elitlerin etkisini azaltan, dindar-
14
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
lar ve Kürtler açısından pek çok demokratik açılım yapan, çözüm süreci gibi önemli bir siyasal süreci başlatan bir parti duruyor karşımızda. Bununla birlikte ekonomik uygulamalarıyla da önemli başarılara imza attığını izledik. Dış politikada ise özellikle Arap Baharı’na
kadar ‘komşularla sıfır problem’ formülü üzerinden diyaloğa dayalı bir çizgi izlendi. Ancak 2011 yılından itibaren Ortadoğu’da taşların bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde yerinden oynaması, Türkiye’nin çizdiği yolda küresel güçler tarafından yalnızlığa itilmesine
neden oldu. Arap Baharı’yla ortaya çıkan konjönktür
karşısında Ortadoğu’daki güç dengelerini yeterince iyi
hesaplayamamak, daha doğrusu ABD ve diğer Batılı devletlerin ilkeler değil çıkarlar üzerinden dış politika ürettiğini tam olarak görememek ve aceleci kararlar almak AK Parti’nin temelde doğru olan dış politika
çizgisinin çokça tartışılmasına neden oldu.
AK Parti’nin İsrail’i karşısına alan, Ortadoğu’daki
diktatöryal yönetimlerin karşısındaki en önemli muhalif yapılar olan örgütlü İslami grupların, halkın oyuyla siyasal iktidara yürümelerine destek veren politikası,
ABD liderliğindeki küresel güçlerin hiç hoşuna gitmedi. İsrail’in yanı sıra Mısır ve Suriye’de izlenen dış politika küresel güçlerin AK Parti ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki olumsuz görüşlerinin temelini oluşturdu. Türkiye artık bölgesinde örnek gösterilen
bir demokrasi değil, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel
hırsları ve politik çıkarlarının gölgesinde diktatöryal bir
düzene doğru giden eden bir ülkeydi. Hatta bu iddiaların sonucu olarak 7 Haziran seçimlerinde hile yapı-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
lacağı gibi önemli bir propaganda gündeme sokuldu.
Ta ki, seçim sonuçlarına göre AK Parti tek başına iktidarı kaybedene kadar. AK Parti’yi iktidardan etmeye
yönelik CHP-HDP-Paralel Yapı ittifakı ve MHP’nin AK
Parti karşıtlığında bu ittifaka destek vermesi istenilen
sonucu sağlamıştı. Bugün AK Parti’nin küresel güçlerin istediği çizgiye gelmesi daha kolay gözüküyor. Seçimlerde her şeye rağmen birinci parti olan AK Parti’nin Mısır ve İsrail’le diyalog kuracak, Suriye’de Esed
iktidarına karşı en azından belirli bir süre için daha toleranslı bir noktaya gelecek bir çizgiye gelmesi bekleniyor. Nitekim medyada özellikle gündeme getirilen AK
Parti-CHP koalisyonu, tabanlar istemese bile en güçlü ihtimal gibi duruyor. Zira bu koalisyonun AK Parti’yi
küresel güçlerin istediği çizgiye çekmesinin daha kolay olduğu konuşuluyor.
CHP, iktidardan uzun süre ayrı kalmış bir parti. En
son 1977 yılında Bülent Ecevit’le iktidar gören CHP -siyasal olarak akrabası sayılabilecek SHP ve DSP iktidara gelse bile- kadrolarının merkezi hükümette yer almak konusunda büyük bir açlığı bulunuyor. CHP’nin
iç ya da dış politikadaki önceliklerinin hiçbiri iktidar
ortağı olarak hükümette yer alma isteğinden daha
fazla değil. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da fazlasıyla bu görüntüyü veriyor. Zira partisinin başındaki konumu buna bağlı. Dolayısıyla hükümette yer almak,
CHP için herhangi bir ilkeden ya da politikadan daha
öncelikli bir durum.
Her ne kadar çoğulcu siyaset genel
bir söylem olarak hemen herkesin
dilinde olsa bile bu pek de gerçeği
yansıtmıyor. Ayrıca pratik siyasal
hayatta bir koalisyon hükümetinde
yer almayı sağlayacak uzlaşının
temelleri, çoğulcu siyasal
anlayıştan ziyade güç ve çıkar
dengesine uygun bir şekilde yürür.
CHP’nin hükümette yer alması en çok küresel güçleri sevindirecektir. Deniz Baykal’ın bir kaset komplosuyla CHP liderliğinden edilmesinin en büyük nedeni,
siyasal iktidarı elde edecek performansı bir türlü sergileyemeyen ulusalcı yönetici elitin CHP’den uzaklaştırılması gerektiği düşüncesiydi. Kemal Kılıçdaroğlu,
bugüne kadar çizdiği ilkesiz, tutarsız ve çıkarcı profille
küresel güçlerin rahatlıkla kullanacağı bir kişilik izlenimi verdi. Ayrıca Mısır’daki darbe, İsrail’le ilişkiler, Suriye
gibi konularda AK Parti dış politikasından ayrılması için
sadece küresel güçlerin dediğini yapmak gibi sebepleri de yok. Her ne kadar sosyal demokrat bir görüntü
vermeye çalışsa da, Baas’la olan düşünsel ve ideolojik
yakınlığı en önemli nedenlerden biri. Ayrıca CHP’nin
lider kadrosunun ağırlıklı olarak Esed diktatöryasının
yönetici elitiyle mezhepsel akrabalığa/benzerliğe sahip olması da, bu partinin Suriye politikasının da şekillenmesinde etkili oluyor. Dolayısıyla CHP, AK Parti’yle
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
15
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
beraber koalisyon kurması en fazla istenen ikinci aktör konumunda.
MHP, sadece etnik temele sıkışmış, PKK/HDP ile
yürütülen çözüm sürecine tepki gösteren Türklerden
aldığı oylarla bugün 80 milletvekiline ulaştı. Ancak
MHP’nin sadece etnik siyaset üzerine temellendirdiği politikasının yanında siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel hiçbir politik söylem üretememek gibi bir açmazı var. Mesela parti yetkililerinden, Suriye konusunda
‘AK Parti yanlış yapıyor’ gibi bir söylem dışında şu yapılmalıdır diye bir ifade duymadık. Parti tabanı hükümette yer alarak, devlet kadrolarına yerleşmek konusunda büyük bir açlık duyuyorken, Devlet Bahçeli’nin
HDP’yi görmezden gelen ve Kürtlerin siyasal talepleriyle ilgili her şeyi reddeden tutumuyla olası bir erken
seçimden daha güçlü çıkma planı yaptığı görülüyor.
PKK’nın kanlı terör eylemleriyle milliyetçilik güç kazansa da, ülkenin koalisyon konusunda uzlaşmaz tavırlarla yönetilemez bir görüntü vermesi MHP’nin en büyük
dezavantajı gibi duruyor. Koalisyon hükümetinde AK
Parti’yle birlikte yer almamak gibi bir taktiğin bedelini
olası bir erken seçimde ödeyebilir.
HDP, her ne kadar yüzde 13’lük oy oranıyla Meclis’e
girmiş olsa da, asıl gücünü PKK’nın silahlı kadrolarından alan bir parti. Zaten bunu HDP Eş Başkanı Figen
Yüksekdağ, “Biz gücümüzü PYD’den, YPG ve YPJ’den
alan bir örgütüz” diyerek itiraf etti. Dolayısıyla partinin üzerindeki PKK vesayetinin kalkması ve sivil siyaset içinde özgür bir şekilde yer alması mümkün değil.
Bununla birlikte HDP’nin küresel güçlerin koalisyon ortağı olmak konusunda birincil tercihi olduğunu net bir
şekilde söyleyebiliriz. Bunda en çok özellikle Suriye’de
PYD’nin elde ettiği kazanımların korunmak istenmesi
ve PKK’nın terör listesinden çıkarak küresel güçler gözünde meşru bir konum elde etmek istemesi etkili oluyor. Ayrıca sahada IŞİD’e karşı savaşacak güç bulamayan ABD’nin PYD’ye silah ve para verdiğini de unutmamak gerekiyor. Zira Türkiye’yi dış politikada en fazla meşgul eden konu olan Suriye’de, ABD’nin politikasına en yakın duran partinin HDP olduğu bir gerçek.
Ancak HDP’nin, iç politikada güvenilirliğinin ve meşruiyetinin ispata mecbur olması iktidar şansını sıfırlıyor.
Devletin IŞİD, DHKP-C ve PKK’ya yönelik operasyonları ise HDP’nin geleceği üzerinde soru işaretleri oluşturmaya başladı.
Partilerin genel olarak duruşlarını bu şekilde özet-
16
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
ledikten sonra bir koalisyonun nasıl mümkün olabileceği üzerine kafa yorabiliriz. Bunun için olması gerekense herhangi bir uzlaşmadan önce çoğulcu bir anlayışa sahip olmaktır. Mevcut partiler içinde, düşünsel
olarak çoğulcu anlayışa en yakın partinin AK Parti olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar çoğulcu siyaset
genel bir söylem olarak hemen herkesin dilinde olsa
bile bu pek de gerçeği yansıtmıyor. Ayrıca pratik siyasal hayatta bir koalisyon hükümetinde yer almayı sağlayacak uzlaşının temelleri, çoğulcu siyasal anlayıştan
ziyade güç ve çıkar dengesine uygun bir şekilde yürür. Dolayısıyla Meclis’teki partiler, koalisyon görüşmelerini bu perspektif üzerinden belirleyecek. Kimin iktidara gelmek istediği, kimin hükümet dışı kalıp siyasal
olarak güçlenmek istediği önemli. Bugün siyasal hayat için yapılacak tespitlerin en önemlisi, siyasal partilerin Türkiye’de mevcut koşulların toplumun genelinin
faydasına değişmesini sağlayacak bir söylemi güçlü ve
gerçekçi bir şekilde dile getirememesidir.
AK Parti açısından en büyük eksik, toplumun yeni
anayasa talebini karşılayacak ciddi bir söylemin hâlâ
üretilememiş olmasıdır. Bugüne kadar toplumu rahatlatan reformlara imza atan AK Parti’nin yeni anayasa için daha güçlü ve açık mesajlar vermesi gerekiyor. Çözüm süreci gibi konuları da kapsayacak geniş ufuklu bir anayasa teklifinin tartışmaya açılmasının,
PKK/HDP’nin kapris ve provokasyonlarının da önünü
keseceğini düşünüyorum. Ayrıca ekonomik gelişmelerin çok bozulmadan rayına oturtulması gibi bir sorun var. Dış politikada ise başta Suriye olmak üzere İsrail ve Mısır’la ilgili olarak bugüne kadar olan politikalarından taviz veriyor görüntüsü oluşturmak AK Parti’ye büyük yara vurabilir. Temel doğrultudan şaşmadan belirli esnemelerle yürütülecek bir dış politika tercih edilmeli. Bunun için de, CHP koalisyonu doğru bir
tercih olmayabilir.
Mevcut koşullarda AK Parti’siz bir hükümetin kurulamayacak olması bu partinin en büyük avantajı. Dolayısıyla ‘illa koalisyon kurayım’ düşüncesine kapılmadan yapılacak bir koalisyon pazarlığı AK Parti için bir
avantaj olabilir. Bunun haricinde yapılabilecek herhangi bir koalisyon görüşmesi, kendi gücü ve etkisini yabana atmak olacaktır. Siyasal hayatta çoğulculuğu en
fazla içine sindirmiş bir parti olarak AK Parti’nin, toplumun daha demokratik bir siyasal düzende yaşaması için yapabileceği daha pek çok şey var.
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
HDP, bugünkü haliyle Kürt
siyasetine destek veren kimi
seküler, laik, marjinal gruplarla Kürt
milliyetçiliğini önceleyen dindar
Kürtlere hitap etmektedir. Kendisi
haricinde, bir siyasal reçetesi olan
hiçbir Kürt grubuna hayat hakkı
tanımayan PKK’nın vesayetindeki
HDP’nin siyasal hayata katabileceği
artı bir değer bulunmuyor.
CHP ise her şartta hükümette yer almak istiyor. Zaten o yüzden seçimden önce veya hemen sonra AK
Parti aleyhindeki söylemlerinden vazgeçmiş gibi duruyor. Mesela Kılıçdaroğlu’nun ‘yüzde 60’lık blok’ söylemi
çok çabuk unutuldu. Kılıçdaroğlu, bugün AK Parti’yle
koalisyon kurabilmek için çok düşük düzeyli bir eleştiri
dili tutturmuş durumda. Ancak aynı yumuşamayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı göremiyoruz. Hatta koalisyonun kurulamamasından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
sorumlu olacağını açıkça dile getirdi. CHP, halkı ekonomik vaatlerle ikna etme çabasını sürdürüyor. Olası bir
koalisyonda da bu konuda yetki sahibi olmak isteyeceklerdir. Hükümette yer almaları durumunda dış politikada, AK Parti’nin izlediği çizgiyi büyük ölçüde değiştirmek isteyeceklerdir. Tabi bu ne kadar mümkün
olur, şimdiden söylemek zor. Ayrıca özellikle dindarların, CHP’nin çoğulcu söylemine (!) karşı büyük ve derin şüphe duyduklarını ve bu partiyi güvenilmez bulduklarını söyleyebiliriz. Bu da CHP’nin en azından AK
Parti’nin tabanında koalisyon yapılması istenmeyen bir
parti olarak görünmesinin nedenini açıklıyor.
MHP lideri Devlet Bahçeli, izlediği çizgiyle herhalde
en çok MHP’lileri üzmüştür. Zira MHP tabanı AK Parti’yle kurulacak bir koalisyonla iktidar nimetlerinden
faydalanmak istiyordu. Bahçeli ise gelecekteki bir siyasal fayda için bugün önüne gelen fırsatı tepmiş gibi
oluyor. Türkiye’yi 2003 yılında erken seçime götürecek kararı veren de Bahçeli idi. Ancak baraj altında kalan MHP, Bahçeli yönetiminde çok kötü bir sınav vermişti. Bakalım Bahçeli, bu kez istediğini elde edebilecek mi? Tabi şunu da söylemeden geçmemek gerekiyor; şu anda siyasal partiler açısından gerek söylem,
gerek icraat konusunda topluma hiçbir şey söylemeyen tek parti MHP. Dolayısıyla Türkiye’nin temel me-
selelerinde hiçbir şey söylemeyen MHP’nin iktidarı ancak bugün reddettiği bir koalisyonun yeniden gündeme gelmesine bağlı.
Açıkçası aldığı yüzde 13’lük oya rağmen güvenilirlik
ve meşruiyet sorununu aşamayan HDP’nin iktidara gelmesi çok zor görünüyor. HDP belki Kürt siyasal hareketinin silahların gölgesinden kurtulması için bir çaba sarf
edebilir ve çözüm sürecinin mecraından sapmaması gibi bir misyon yüklenebilirdi. Ancak yaşanan son olaylar,
HDP’nin ölü doğan bir proje olduğunu gösterdi. Bu haliyle PKK’nın sufle verdiği bir partiden başka bir şey olacağını söyleyemeyiz. Dolayısıyla Türkiye’nin en derin ve
köklü sorunlarından birinin çözümü için bir umut olabilecekken, karanlık geleceğin aktörlerinden biri olarak kalacak gibi görünüyor. Çünkü Türkiye’ye cumhurbaşkanı
adayı olan bir genel başkanı varken, aynı genel başkanın
Kürt vatandaşlara’ öz savunma birlikleri kurun’ talimatı
verdiğine şahit olduk. Bu çağrı ve PKK eylemlerine yönelik üç maymunu oynayan stratejisinin bu ülkede sonuç almasının imkânı yok. HDP bundan sonra bölgesel
düzeyde ve PKK’nın küresel güçlerle yaptığı pazarlıklar
çerçevesinde ağırlığı olacak bir partidir. PKK’nın alacağı
tavır, HDP’nin geleceğini belirleyecektir.
Bununla birlikte HDP, ne Türkiye’nin geneli ne de
Kürtlerin ağırlıkla yaşadığı coğrafyalarda çoğulculuk
namına hiçbir açılım sunamayacak bir parti görünümü çiziyor. HDP, bugünkü haliyle Kürt siyasetine destek veren kimi seküler, laik, marjinal gruplarla Kürt milliyetçiliğini önceleyen dindar Kürtlere hitap etmektedir.
Kendisi haricinde, bir siyasal reçetesi olan hiçbir Kürt
grubuna hayat hakkı tanımayan PKK’nın vesayetindeki
HDP’nin siyasal hayata katabileceği artı bir değer bulunmuyor. 7 Haziran sonrası sergiledikleri performans
bunu önemli ölçüde ispat etti.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
17
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Kuş uçuyor
Uçak daha hızlı
Çocuk koşuyor
Kurşun daha hızlı
Beyaz bir bulut buruşup yere düşüyor
Üstünde “İnsanlık öldü” yazılı
/feveran/
Birleşmiş Milletler diyorum, dinlemeli
Güngörmüş elma ağacından barış söylevini
Bulmalı sema ile toprak arasında savaşı kışkırtmayan
Nükleer silahlar “eksikliği”ni
/Arının Ayak Tozu/
Bir gökyüzü kaldı yaslanmaya
O da boş bulunduğunda
Başarısından vurulur insan
Kuşlarla uçma yarışında
/Arının Ayak Tozu/
Kuşun birini gördüm
Küfürler savuruyordu kuşdilinden
Uçmaya gök bırakmadı diye insan
Onun da bomba yapmak geçiyordu içinden
/Arının Ayak Tozu/
Ahmet Mercan
18
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
AHMET MERCAN:
İnsanın değerli
görülmediği yerde
birlikte yaşamak
mümkün olmaz’
SÖYLEŞİ: MEHMET DUMAN
OSMANLI çok dinli, çok
mezhepli bir yapıydı. Otuz
civarında değişik mezhep
ve bir o kadar etnik kökeni,
adaletle barış içinde yaşatmayı
başarmıştır. Endülüs’te çok ileri
uygulamalar ortaya konmuştur.
‘Bir arada yaşama’ veya ‘Bir arada yaşama kültürü’ nedir ve mümkün müdür?
İnsan sosyal varlık olarak, birlikte yaşama eğilimine
sahiptir ve aynı zamanda ihtiyaçlarını toplumsal yapı
içinde karşılayabildiğinden buna bir bakıma mecburdur. Bir arada yaşamak, toplum oluşturma durumu ortaya çıktığında, kimi sıkıntılar da beraberinde getirir. Taleplerin çatışması, ortaya çıkan açmazların, çözüm mekanizmaları üzerinden saçaklanan sorunların nasıl ve
kim tarafından çözüleceği temel sorun olarak tebarüz
eder. Sorunların temeline inildiğinde, meselenin varlık
tasavvuruna kadar gittiği anlaşılır. İnsanın ve dolayısıy-
la, grupların dünya görüşü, yaşam tarzlarını oluşturur
ve aynı zamanda bunun devamını talep eden bir gelecek okuyuşu ortaya çıkar. Bu durumda, ortaya çıkacak
yaşam biçimleri bir birine karşı ötekileştirilme potansiyeline sahiptir. Farklı her hayat tarzı diğer gruplar için
tehdit algısına müncer olur. Kendini merkeze koyan her
hayat tarzı için farklı olan, dönüştürülmeye aday haline
getirilir. Bir arada yaşama, hep aynı ontolojiyi paylaşan
insanların birlikteliği olarak telakki edilmiş, tarih boyunca hep homojen bir toplum hayal edilmiş, durum buna müsait olmadığında, farklı kurgular devreye girmiştir. Ortaya çıkan pek çok yöntemin istenilen sonuçları vermediği durumlarda, süreç kanlı biçimlerle işlemeye başlamıştır. Tarih bunun pek çok örneğiyle doludur.
Farklı etnik kökene ve renklere sahip olmak, farklı
dili konuşmak, farklı mezhepten ve farklı inançlara
sahip olmak, diğerini ‘ötekileştirmek’ için bir sebep
midir; yoksa bunlar toplumsal bir zenginlik midir?
Endüstriyel gelişmeyle birlikte, kentlerde oluşan iş
imkânları, büyük göç dalgalarını harekete geçirdi ve
büyüyen kentlerde dünya nüfusunun büyük oranı yaşar hale geldi. Kent, kırsal alana oranla daha iç içe ilişkileri, dar mekânda yoğun birliktelikleri kaçınılmaz kıldı. Modern dönemin bu özelliği, farklılıkların ortaya çık-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
19
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
İnsanların dilleri, etnik kökenleri
veya yaşam tarzları merkezi
otorite tarafından ve aynı
bakışı benimseyenlerce sorun
olarak görüldü. Yine ilk etken
olarak, farklı dinden olmak öteki
olmak için yeterli bir sebepti ve
potansiyel tehlike olarak, farklı
olan ya uzaklaştırmayı veya
dönüştürülmeyi tercih etmeliydi.
masına ve sorun olarak daha bir önem kazanmasına
neden oldu. İnsanların dilleri, etnik kökenleri veya yaşam tarzları merkezi otorite tarafından ve aynı bakışı benimseyenlerce sorun olarak görüldü. Yine ilk etken olarak, farklı dinden olmak öteki olmak için yeterli bir sebepti ve potansiyel tehlike olarak, farklı olan ya
uzaklaştırmayı veya dönüştürülmeyi tercih etmeliydi. Şehirli ve dışındaki/ barbar ayrımı, Eski Yunan’dan
itibaren Batı’nın bilinç altında yer etmiş bir algı biçimi
olarak Aydınlanmaya aktarılmıştır. Aydınlanma, özne
ve nesne ayrımı ile kendi anlayışı dışında kalan insanları araç olarak telakki etmiştir. Öteki araçtır, çünkü kendi serüvenini takip edip tamamlamadığından, aklını
kullanıp, bilimi referans alıp korkulu dönemlerin insan
ürünü olan dinden vazgeçmemiştir. Batılı insan aklını
kullanarak, düşmüş olduğu yerden kalkmayı başararak düşünme yetisine kavuşmuş, erginliğe ulaşmıştır.
Descartes’in formüle ettiği, “Düşünüyorum o halde varım” formülasyonu, varlığı düşünceden başlatan ilkeyi
içermektedir. Batı ayrımcılığının temel kodları bu anlayışta saklanmaktadır. İlerlemeci tarih anlayışı, geçmişi
mahkum eden, peşin bir önerme olduğu gibi, Batı’nın
kendi öyküsü ile alakalıdır. Batılı için, dini referans alan
topluluklar, henüz varlık düzeyine kavuşamamış, tabiri
caizse, “tam insan” seviyesine ulaşamamışlardır ve eşit
derecede ilişkiye hak kazanmış görülmektedirler. Sistematik savaşlardan, İsam dünyasının üzerine yönelmiş her türlü tahakkümden bunu anlamak zor değil.
Bir arada yaşama kültürünün tarihte başarılı örnekleri var mı, modern dönemde bu sorun nasıl aşılabilir?
Vahyin söylemi insanların farklı dil ve etnik kökenden dolayı noksanlık veya üstünlüğe sahip olmadıklarını belirtir ve bu durumun bir zenginlik olduğunu be-
20
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
yan eder. Farklı renk ve biçimde insan yüzleri, farklı lisanlar ve görenekler, çok renkli bir zenginlikten çıkarılıp çatışmanın, ötekileştirmenin, düşman konumuna getirilmenin nedeni haline getiriliyorsa orada, cahiliye hüküm sürüyor demektir. Cahiliye insana, kendinin yeterli olduğunu, Yaratıcı’ya ihtiyacın kalmadığını ve dolayısıyla, aklıyla kendi kurallarını oluşturabileceğini söyleyen anlayıştır. Küresel sistem cahiliye üzerine bina edilmiştir. Sözleşme ile belgeye dönüştürülmüş ve önemli zaman diliminde uygulama imkânı bulmuş ilk akla gelen pratik, ‘Medine Vesikası’ uygulaması karşımıza çıkar. Hicret eden Müslümanlar, Peygamber efendimizin önderliğinde Medine’de yaşayan dini ve etnik gruplar ile önemli bir anlaşma imzalamış
ve bütün farklılıkların bir arada yaşayabileceğini ortaya koymuştur. Medine’nin savunmasını ortak yapmayı, herkesin iç işlerinde kendi değerleriyle hareket etmesini, birbirlerinin yaşam tarzlarına müdahale etmemeyi temele koyan antlaşma, daha sonra kurulan İslam devletlerine örneklik teşkil etmiş, ilham kaynağı
olmuştur. Osmanlı çok dinli, çok mezheple bir yapıydı. Otuz civarında değişik mezhep ve bir o kadar etnik kökeni, adaletle barış içinde yaşatmayı başarmıştır. Endülüs’te çok ileri uygulamalar ortaya konmuştur.
Farklı dinlerden insanlar yönetimde yer almış, ortaya
konan müsamaha ortamından herkesin istifadesi sağlanmıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz, İslam’ın başka dinlerle yaşama becerisi söylemden ibaret değil, bizzat yaşanmışlıklarla tarihin sayfalarındaki yerini almıştır. Ancak, aynı Endülüs Hıristiyan egemenliğine geçtiğinde,
Arapça yasaklandı, Müslümanlar göçe ya da İslam’dan
dönmeye zorlandı. Gündüz oruç bozduruldu, domuz
eti yedirildi. Kur’an yasaklandı ve Müslümanlar sıvaların altında sakladıkları Fatiha sureleri ile dinlerini taşımaya çalıştılar. Bugün Morisko ismiyle İspanya’da yaşayanların hüzünlü öyküleri hâlâ diridir. Geldiğimiz süreçte değişen bir şey yok. Doksanlı yıllarda Bosna’da
yaşanan katliam, Avrupa’nın sınırları içinde ve sessizliğinde, gizli onayı ile gerçekleşti. Bu ve benzer çok sayıdaki örnekle çok açık anlaşılır ki Batı farklı dinlerle yaşama becerisine hâlâ haiz değil.
Günümüzde Müslümanlar, Medine ve Endülüs olgunluğuna sahip mi?
Hayır. Çok belirgin biçimde, o erdemli seviyenin çok
uzağındayız. Zalimlere meyletmeyi yasaklayan ayetle-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
re kulak vermeyen, kendi içinde bile çoğulculuğu başaramayan anlayışla, birbirinin gırtlağına sarılan, yenilgiyi
kaybetme boyutuna taşıyan acınası hallerdeyiz. Öncelikle, Müslüman hiç kimseyi beklemeden, denge kurmadan, beklenti içine girmeden adaletle davranmak
mükellefiyetindedir. Ayet bütün Müslümanları bağlar.
Müslüman olsun, olmasın mü’min, her insana ve dahi her canlıya adaletle davranmak zorundadır. Allah’ın
(cc) rızası bunu gerekli kılar çünkü. İnsan hakları bizde
adaletin şemsiye görevi gördüğü pratikten başlayan
bir karektere sahiptir. Günümüzde, İslam dünyası hilâfet sonrası param parça olarak, Batı’nın sömürü sofrasında değişim ve dönüşüme tabi tutuldu. Yönetimlerle
halk arasında kıble çatışması yaşanıyor. Zaman zaman
dış müdahaleler ve küresel müdahalelerle kanlı çatışmalar çıkartılarak, hiç bir ülke, kendi başına bırakılmıyor.
Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aynı coğrafyada, iç içe geçmiş mekânlarda yaşamak isteyen bizlerin, haksızlığa uğramadan ve
haksızlık yapmadan, ‘problemsiz’ bir arada yaşayabilmenin yasal ve anayasal çerçevesi nasıl olmalı sizce?
Türkiye genel durumdan pek farklı değil, ancak kimi özel durumlar söz konusu. Türkiye Lozan ile birlikte Batı’ya söz vermiş ve bu doğrultuda, halka rağmen
pek çok reform yapıldı. Kurucu irade ve onun ayrıcalıklı kıldığı imtiyaz sahipleriyle halk arasındaki mücadele hiç bitmedi. Her on yıl, söz konusu sınıfın, halk lehine bozulan dengesi, darbeyle, milletle çatışma halindeki devlet adına yerine çekildi. Yaşadığımız yakıcı
sorunlar bu gerilimin sonucunda oluştu. Kürt sorunu
modern ulus devlet refleksinin, toplum mühendisliğinin sonucu olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin hâlâ özgür
Endülüs Hıristiyan egemenliğine
geçtiğinde, Arapça yasaklandı,
Müslümanlar göçe ya da İslam’dan
dönmeye zorlandı. Gündüz oruç
bozduruldu, domuz eti yedirildi.
Kur’an yasaklandı ve Müslümanlar
sıvaların altında sakladıkları
Fatiha sureleri ile dinlerini
taşımaya çalıştılar. Bugün Morisko
ismiyle İspanya’da yaşayanların
hüzünlü öyküleri hâlâ diridir.
AHMET MERCAN
1956 Bayburt doğumlu. Evli ve üç çocuk babası. Selam Dergisi Yazı İşleri
Müdürlüğü yaptı. Giz Ajans Yayın Yönetmenliğinde bulundu. Özgür ve Bilge, Bilgi ve Düşünce, Yedi İklim, İmza, Öz Ülke, Kardelen, Düş Çınarı, Umran, Kitap Dergisi ve Kültür Dünyası, Özgün İrade dergilerinde, Selam Gazetesi’nde yazıları yayımlandı.
İnsan Hakları Araştırmaları, Eğitim Yazıları ve İkbal Dergilerinin Yayın Yönetmenliğini yaptı. Radyofonik oyun tarzında çok sayıda oyun yazdı ve
yönetti. Elliyi aşkın şiiri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendi. Marmara
FM ve Akra FM’de ‘Mercan Kayalıkları’ isimli kültür programları hazırladı ve
sundu. Çeşitli oyunları sahnelendi. MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı ve
Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. Halen Bayrampaşa Belediyesi Bilgi Merkezinde Eğitim danışmanlığı yapıyor. Dünya Bülteni ve Dünya Bizim sitelerinde ve Özgün İrade dergisinde yazı çalışmalarına devam ediyor.
bir anayasası yok. Ortaya çıkmış toplumsal katmanların devlete sahip olma içgüdüsü, ötekini dönüştürme
çabasını içeriyor. İyi bir anayasa toplumsal geçişkenliklerin yumuşak olduğu, katmanlar arasında fay hatlarında kırıkların olmadığı koşullarda imkânlı hale gelebilir. Çünkü yasalardan önce toplumun düşünsel düzlemi ve ahlaki durumu, tabiri caizse, önce yazılmamış yasaların buna uygun zemin teşkil etmesi gerekir. Bir başka deyişle, henüz normlar oluşmadı. Halkını
anlamayan, dahası küçümseyen, devleti kutsayan aydın profili ile normların oluşması zor gözüküyor. Hukuk devletinin olmadığı yerde, her iktidar değişikliğiyle vatandaşın başına nelerin geleceğini kimse tahmin
edemez. Diğer yandan, yaşanmakta olan şiddet, çözüm sürecinde ortaya çıkan tıkanıklık ve dış etkiler, insan haklarında yaşanacak ilerlemeyi, birlikte yaşamanın düzlemini yakına taşıyamıyor. Ancak, ne olursa olsun, mü’minler adaletle davranmaya, düşünmeye devam etmek zorundadır. Hangi inançta olursa olsun,
her insanın kendini gerçekleştirmek için temel hakları
vardır. Hayat hakkıyla başlayan, din ve vicdan, fikir öz-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
21
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
gürlüğü ile devam eden hakların korunması zaruridir.
Devlet bu normları korumada zaafa düşse dahi, her
insan bir başka insan adına, bu sorumluluğu üstlenme durumundadır. Hukuk devleti, temel hakları koruyan ve bu hakların dolaşımını, gelişimini teminat altına
alan yapıya denir. Diğer yandan, Müslümanların durumu on sene öncesine nispetle, daha olumsuz seviyeyi gösteriyor. İki uçlu milliyetçilik sarmalına bir de mezhep asabiyeti eklendi. İmanın olaylar karşısındaki konumu ile imtihan oluyoruz.
BM Evrensel Bildirgesi önemli haklardan bahsediyor ancak, uygulamalar çok farklı. Buna göre
uluslararası camianın açmazları nelerdir?
Şunu açıkça söyleyebiliriz, BM bildirgesinin otuz
maddesi de küresel güçler tarafından çiğneniyor. Yapısını beş ülkenin vetosu üzerine kuran bir anlayışın,
adalet dağıtabilmesi mümkün olabilir mi? Özellikle İkiz
Kule’lere yapılan saldırı sorası Batı insan hakları ile güvenliği karşı karşıya getirerek, cevabı malum soru ile
tutumunu ortaya koydu. Uluslararası hukuk denen şey,
güçlünün/ gücün istediğini yapabilme imkânıdır! BM’nin
verdiği, üç yüze yakın kararın hiç birini kabul etmemiş
İsrail’in tutumunu Uluslararası hukukla nasıl izah edebiliriz? Yine ABD’nin BM kararına rağmen, Irak’ı işgal
edip bir milyon insanı öldürmesini izah edebilir miyiz?
Bunlar sadece iki örnek. Genel bir bakışla bakmaya devam ettiğimizde, insan hakları metinleriyle, kitle imha
silahlarının aynı ülkelerde “imal” edildiğini izah edebilir miyiz? İnsan hakları siyasi kart olarak, yeri geldiğinde kullanılan araç haline getirildi. Dünyanın bir bölgesi
ateş altında yanıyor, diğer yanı sakin. Yanan taraf, sakin tarafın ürettiği silahlarla insan öldürüyor ve haritaları silahların sahibinin talebi doğrultusunda değiştiriyor. Böyle bir dünyada insan haklarından, adaletten,
merhametten ve sevgiden bahsetmenin mümkün olmadığı aşikâr. Hangi metni getirirseniz getirin, bu insan
Geldiğimiz süreçte değişen bir şey
yok. Doksanlı yıllarda Bosna’da
yaşanan katliam, Avrupa’nın
sınırları içinde ve sessizliğinde,
gizli onayı ile gerçekleşti. Bu ve
benzer çok sayıdaki örnekle çok
açık anlaşılır ki Batı farklı dinlerle
yaşama becerisine hâlâ haiz değil.
22
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
tipine etki etmez. Öldürmeyi öğrenen insan en büyük
canavar olmuştur. Ölmeyi bilmekle, öldürmeyi bilmek
arasında ölçülemez büyüklükte mesafe söz konusudur. Buradan da anlıyoruz ki, insan haklarının metinlerde yer alması problemi çözmede yeterli olmuyor. Metinlerin içselleştirilmesi için, insanın eşrefi mahluk olarak görülmesi gerekiyor. Bu olmadan, insan hakları ahlaki boyuta taşınamaz, ayrımsız bir biçimde, objektif
bir çaba ile uygulama imkânı bulamaz.
Özgürlük ve güvenlik dini olan İslam’ın, farklılıklara bakışı ve bu farklılıkları bir arada tutmak için
ortaya koyduğu ilkeler nelerdir? Bu ilkelerin güncel yorumları nasıl olmalıdır?
Zulümden uzak durmayı öğütler İslam. Bu kötülüğü karşıya almayı gerekli kılar ve iyiliği yaymak için bir
grubun oluşmasını teşvik eder. Müslüman olmayanların da canının, malının, din ve vicdan özürlüğünün, nesil emniyetinin korunmasını mecbur koşar. İnanmayanlara, inanç husunda baskıyı hoş görmez. İslam kendini teklif olarak telakki eder. Yani Mevla kendi söylemini kuluna teklif ediyor. Büyük bir incelik ve önem bakımından eşsiz bir bağış. Yaratıcı’nın böyle murad ettiği
yerde, kul dayatma yapmaya yeltenebilir mi? Ancak
farkı araçlar yoluyla, mevzuatla, bütün güçlüler, devlet
veya grup, ya da kişi bazında dayatma yapıyor. Dünyanın her yerinde, istisnasız ihlaller oluyor. İhlallerin büyük
oranı devletlere ait ve tür olarak da en fazla ayrımcılık
ihlali yapılıyor. İslamda keskin bir öteki yoktur. Hidayete tabi olanlar ve olmak için tebliğ götürülecekler söz
konusudur. Mü’min karşısındaki her insana Yaratıcı tarafından ruh üflendiğini bilir. Tevhide çağrı, dünya çıkarı ile ilgili bir durum değil, muhatabın ebedi kurtuluşa ermesi ve buna vesile olmaktan dolayı, Mevla’dan
umulan ecirle ilgilidir. Farklı dinlerle iyi geçinmek, alış
verişte bulunmak öngörülen bir durumdur. Bu durum
fikirlerin, inançların serdedilmesini, dolaşımını engellemez. İslam, sözün söylenmesini ve insanın duymasını ister. Sözlerin duyulması sonucunda “en güzelinin”
seçilmesinin mümkün olacağını belirtir. Sözün hakaret, küfür ve şiddet içermeden dolaşımda bulunmasıyla ifade özgürlüğü gerçekleşir ancak. İslamın insan
hakları, insan ilişkilerinin tümünü kapsar. Temel haklar
bahsinde eşitlik söz konusudur. Her mekân ve her devirde, insan seçmeden yaşama hakkından başlayarak,
temel hakların korunmasını talep eder. Yine yarışma-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
BM bildirgesinin otuz maddesi
de küresel güçler tarafından
çiğneniyor. Yapısını beş ülkenin
vetosu üzerine kuran bir anlayışın,
adalet dağıtabilmesi mümkün
olabilir mi? Özellikle İkiz Kule’lere
yapılan saldırı sorası Batı insan
hakları ile güvenliği karşı karşıya
getirerek, cevabı malum soru ile
tutumunu ortaya koydu. Uluslararası
hukuk denen şey, güçlünün/ gücün
istediğini yapabilme imkânıdır!
cı, kazanılmış haklarda adil paylaşımı öne koyar. İslam
insanı yaratılmışların en değerlisi görür ve suçsuz bir
insanı öldürenin tüm insanlığı öldürmüş gibi olacağını söyler. İslamın iktidar olduğu dönemlerde yönetimlerce ve halk düzeyinde korunmuş hakların örnekliği,
olaylardan metinlere aktarılarak varlık kazanmıştır. İslamda hakları sahici kılan ve seküler algıdan farklı kılan sorumluluk boyutudur. Daha yasaya, mevzuatlara konu olmadan, her insanı, bir başka insanın hakları
ile sorumlu kılan İslam öğretisi, ahlaki düzeyde bir koruma mekanizmasına sahiptir ve bu da insanın içine
mahkeme yerleştirme hassasiyeti olarak tebarüz eder.
Vicdanın körelmesine müsaade etmeyen, her anda dinamik bir güvenlik ortamı oluşmasının imkânını sağlamış olur. İslam ülkelerinin ne yazık ki, gerek sömürü
ve baskı altında olmaları ve başlarındaki yönetici ve
sistemlerden ötürü sözünü ettiğimiz duyarlılığın uzağındalar. Yaşadığımız dünyada insan hakir konumdadır. Batı insanı ve aileyi kaybetti. Bundan sonra insana
layık olduğu değeri hangi söylem verecekse, istikbal
de onun olacaktır. Bunun potansiyeli de sadece İslamda var. Eğer Müslümanlar ezilirken dahi, adaleti kaim
kılma erdemini kuşanabilir ve içlerinden çıkan tekfirci
grupları ıslah edebilirse, geleceğe umutla bakabilirler.
Kaos içide dönen dünyaya umut olarak doğabilmek,
Mekke fethindeki Efendimiz’in gözlerine korkuyla bakan insanları bağışladığı kaliteye yaklaşmakla mümkün olabilecektir.
‘Bir arada yaşama kültürü’ konusuna olan katkılarınızdan dolayı size okuyucularımız adına teşekkür ediyorum.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
23
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Ah ülkem!
NECİP CENGİL
[email protected]
ÜLKEM; yok edilen kardeşliğin
hüznüyle yanıyor. Acı evleri
dolaşıyor. Öfke, insanların
vicdanlarını esir alıyor. Her
birimizin ayrı ayrı serdiği
minderlerimize çöreklenip duran
o kötü gölgeleri kovmamız
gerekiyor. Gölgeler bizi
“Birbirimiz için yaşamayı terk
etmeye” çağırıyor. Bu çağrı
batıldır, dostun sesi değildir.
SEVENI, suçlayanı, suçlananı, dışlayanı ve dışlananı ile
yılların karamsarlığını, kargaşasını, hüznünü, öfkesini taşıyan bir ülkem var. Yıllardır toprağa kan düşüyor… Ve
yıllarca, inancımla alay edenlerin bana yaşattığı acılarla kuytularda gözyaşı döktüm.
Bu topraklarda gül toplamışım, ayağıma dikenler batmış.
Bu ülkede sevgiyi, hüznü, kardeşliği, fedakârlığı, nefretin yol açtığı acıları yaşamışım.
Bu topraklarda ekin dermiş, güneşin altında derim
kavrulmuş, dağlarında pınardan pınara yol almışım.
Birileri bu ülkeyi kendi oyun alanı görmüş ve bana
isimler takarak “boşuna uğraşma” demeye getirmiş.
Boşuna uğraşma “biz bu ülkeyi yiyeceğiz” demişler.
Direnmişim…
Bugüne kadar boşuna uğraşmadığıma inanıyorum.
Yazdığım her yazı, her şiir bana ait ve ülkem kokusu,
ülkem tadı taşıyor.
Bu benim ülkem; değer veriyor ve değer buluyorum ve bu ülke burada yaşayan herkesin… Hepimizin
altında serinlendiği bir ağaç gölgesi anısı var. Suyunu
avuçlayarak susuzluğunu giderdiği bir pınarı var. Bazı-
24
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
larımızın suyundan içtiği pınar çoraktır ama hayatımızdan izler taşımaktadır ve güzeldir. Güzelliği biz orada
bulmuş ve duygularımızın temelini atmışızdır.
Buraya yağan yağmur hepimiz için yağar.
Güneş hepimiz için doğar.
Hepimiz aynı “gökkuşağına” dair hikâyeler yazmış
ve dinlemişiz.
Her birimiz sevdi mi cennet, kızdı mı cehennem
kesiliriz. Fakat biz cennet tarafından bakmayı severiz.
Nice yıllar, ülkemde cehennem bakışlarıyla yol almak isteyenler oldu. Neden bu “cennet” ülkede yıllardır cehennem öfkeleri kusuyorsunuz diyenler çıktı. Barış dediler, birlikte var olmak dediler.
Nice yıllar, kendi ellerimizle yaptığımız minderlerimizin üzerine oturup, içimize kin, düşmanlık ve ayrımcılık salan gölgeleri “içimizdeki yabancı” diye tarif ettik… Bir gün geldi bu yabancılaşmaya, hayır dedik. Yeter bu yabancılaşma dedik. İşkence olmasın diye seslendik. Ötekileştirme olmasın diye feryat ettik.
Düşündük…
Bize göre “Bizden olan, bizi birbirimize düşürmez.”
Böyle inanmışızdır.
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Bize göre “Bizden olan, elin tokmağını tutup, davulun sesini başkalaştırmaz.” Böyle yetişmişizdir. Yabancılaşmayı, birbirimize düşmanlığı kendimize yakıştırmamışızdır. O ki, düşmanlık tohumları ekmektedir, bizden
değildir. İçimizdeki yabancıdır.
Bizden olmanın bir rengi, bir dili, bir ahengi, bir güzellik emaresi vardır.
Rengimiz insanlık rengidir ve bu renk yaratıcımızdan gelmektedir.
Dilimiz insanlık dilidir, kelimeleri ve yazılışları farklı da olsa, bizi bir insanlık kucaklamasına, kardeşlik iklimine yönlendirir.
Ahengimiz kardeşliğimizdir.
Güzelliğimiz; toprak oluşumuza katkı sunmak için
üzerimize sinen ortak hisler, bakışlar ve fark edişlerdir.
Topraktan yaratılmış olmak, aynı ruhun üflenmiş olması ortak kimliğimizdir.
Nicedir “bizden olmayanların” içimize saldığı kinden, kinin ürettiği kavgadan bahsedilir. Bu kavgaya
şahit oluruz.
Bizden olmayanlar var ve bizi birbirimize düşürmek istiyorlar. Kardeşliği yok eden “ağaçtan” uzaklaş-
Ülkemin sefalet manzaraları
ortakken, ancak ortak bir ruhla
bütün sefalet manzaralarını yok
edebiliriz. Antalya’nın susuz
köyüyle, Hakkâri’nin susuz köyünü
kardeş ahdine alabiliriz. Her ikisinin
ortak dilinde kardeşlik bulunur.
mamız gerekirken, ona yaklaşıyor, ondan yiyor ve cennetten kovulur gibi, kardeşlikten uzaklaşıyoruz, huzur
ikliminden kovuluyoruz.
Ülkem; yok edilen kardeşliğin hüznüyle yanıyor. Acı
evleri dolaşıyor. Öfke, insanların vicdanlarını esir alıyor.
Her birimizin ayrı ayrı serdiği minderlerimize çöreklenip duran o kötü gölgeleri kovmamız gerekiyor.
Gölgeler bizi “Birbirimiz için yaşamayı terk etmeye”
çağırıyor. Bu çağrı batıldır, dostun sesi değildir. Şimdi
doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde bu batıl sesi,
o gölgeyi minderlerimizden kovmamız gerekiyor. Bir
daha o gölgelerin altına minder sermemeyi bir yemin
olarak benimsememiz gerekiyor.
Yazık ki; kirli gölgeleri tespit ederken, kendi iç kir-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
25
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Ah benim güzel ülkem; bir de senin
güzelliklerine hizmet ettiklerini
söyledikleri halde birbirlerine
diş bileyenler var… Birbirlerinin
enerjisini yok etmek isteyenler… “Biz
doğruyuz, ötekiler yanlış” diyenler…
Ve bu yaklaşımların kardeşliği
zayıflattığını göremeyenler…
lenmişliğimizi görmüyoruz. “Her kötü dışarıdan gelir” ifadesini ilke haline getirme inadını devam ettiriyoruz. Bu inat Türkün inadıdır. Bu inat Kürdün inadıdır.
Bu inat Arabın inadıdır. Bu inat ülkede yaşayan herkesin inadıdır. Her birimiz çok temiziz, bizi bozan minderlerimize oturan yabancılardır diyeceksek eğer bu
inat bitmez. Bu inat bitmeden ülkeme insanlık ve huzur baharı gelmez.
Bu kirlenmenin, kardeşlik kaybının bir sebebi de biziz, ‘kolayca oyunlara geliyoruz’ diyenlerimiz az. Oysa
hep birlikte hayata dokunmamız, kardeşliği yok edecek yanılgılara hep birlikte karşı çıkmamız gerekiyor.
Baharı sevmeyenler olabilir. Kendini beğenmiş bir mevsimin sayıklamalarını yaşar gibi donmayı veya kavrulmayı tercih edenler olabilir. Ama bizim bir ilkemiz var; yaşadığımız yeri “selam yurdu” yapmak vazgeçilmezimizdir.
Ülkem neden selam yurdu olmasın?
Ülkemin sefalet manzaraları ortakken, ancak ortak bir ruhla bütün sefalet manzaralarını yok edebiliriz. Antalya’nın susuz köyüyle, Hakkâri’nin susuz köyünü kardeş ahdine alabiliriz. Her ikisinin ortak dilinde kardeşlik bulunur.
İzmir’in güneş yanığını, Van’ın altı ay yolu açılmaz
beldesinin soğuk yanığıyla buluşturabiliriz. Buzlar erir,
yollar açılır, terk edilmişlikler son bulur ve ülkenin her
tarafında, kendi ellerimizle yaptığımız minderlere oturan o kahredici gölgeleri kovabiliriz.
Karadeniz’in yağmuru ile iç bölgelerin çoraklığı birbirini kucaklar.
Ankara’nın tarihi ile Diyarbakır’ın surları aynı türküyü söyler. Daha ötesi; biz Japonya’dan Haiti’ye yol alırız. Filipinlerden Şili’nin uç illerine kardeşlik yelkenleriyle yol alan gemiler yürütürüz. Gerekirse gemileri yakarız ama bu durum kardeşliğimizden vazgeçemeyeceğimizi ifade etmek içindir.
Peygamber, peygamberler dile gelir Anadolu’nun top-
26
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
raklarında ve hepsi “Kardeşliğin kıyısı uçurumdur, terk
ettiniz mi o uçurumdan önce kimin öne düştüğü önemli değildir, zira hepinizi aynı son bekler” diye seslenir.
Ve titreyip kendine gelen…
Kendini inkâr etmediği gibi sorunlarını da inkâr etmeyen insanlarıyla bir çıkış yolu arar ülkem. En büyük
sorunların kopuşlardan kaynaklandığını öğrenir. Kopmaları kimin veya kimlerin körüklediğini öğrenir. Davası
olmayan sefih anlayışların, pespayeleştirmeye çalıştığı
neslin düştüğü tehlikeyi görür. Sefihliğin ve pespayeleşmenin inancı kuşattığını fark eder. Yüreğini ortaya
koyanların samimiyeti belirginleşir. Tarihi iyi okuyanlar,
çıkardıkları derslerle yol alır. Ders çıkaranlar “biz” derken bir kardeşlik çatısı oluşturur. Orada her renk, her dil
vardır. Orada gerçekten “cemaat” olmanın uğraşı vardır.
Orada ötekileştirme yoktur. Orada muhasebe vardır.
Gölgeler muhasebeye engel olmak için çalışır. Gölgeler ülkeme çektirdikleri acıların büyümesini ister. Önemli olan, bu ülkenin asli evlatları olarak, gölgeleri iyi tanımamız ve kardeşliğimizi pekiştirmemizdir.
Ülkemi ufuksuz bırakmak isteyenlere karşı bize düşen olayları iyi okumaktır. Canımızı sıkan hiçbir haberin
bizi öfke nöbetine sokmasına müsaade etmemektir.
Öyle ki, uzattığımız kardeşlik eline ihanet edenler çıktı
diye kardeşlik ilkesinden vazgeçmemektir.
Şu gölgeler…
Ne de sinsiler…
Ülkem derken, bu gölgeler kovulduktan sonra, ötekini zorla aynı tanıma sokmaya çalışmaların bittiği, tarihten kopyalanan kinlerin terk edildiği bir umut yurdu ve her türlü kirlenmeyi dışlayan bir temiz yurt gelmeli akla ve hiç kimse, gönülsüz bir şekilde “ülkem” dememeli… Büsbütün yürekler, ortak bir gönüllülük ile ülkem demeli, bunu sağlamalıyız…
Bu ülkede yaşayan herkese çağrımız aynı; böyle bir
ülke için var mısınız?
Bütün sarhoşlukları ve bencillikleri bir kenara bırakıp, bize yurt kılınan şu ülkede, farklılıklarımızla birlikte
ortak huzur iklimini tesis etmeye var mısınız?
Ah benim güzel ülkem; bir de senin güzelliklerine hizmet ettiklerini söyledikleri halde birbirlerine diş
bileyenler var… Birbirlerinin enerjisini yok etmek isteyenler… “Biz doğruyuz, ötekiler yanlış” diyenler… Ve bu
yaklaşımların kardeşliği zayıflattığını göremeyenler…
Hep birlikte uyansak bir sabah…
Ötesi yoktur.
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK ZEMiNi:
Aklıselim
HASAN AYIK
[email protected]
AKLISELiM, hükümlerinde acele
etmeyen, duygularının etkisinde
kalmayan, hükümlerini tilkice
çıkar duygusu, şeytanca aldatma
duygusu altında vermeyen, eşya
ve olaylar karşısında adil olan, her
zaman hüsnü zanla bakabilen,
evrensel sorumluluk bilinci ve
evrensel merhamet duygusu
ile hareket edebilen akıldır.
İSLAM düşünürleri, temel ahlaki erdemlerden olan adaletin, insan ruhundaki üç temeline dikkat çekmişlerdir.
Bunlar, ruhun üç kuvvetine karşılık gelen aklın (ilim yeteneğinin- nefs-i natıkanın) adaleti, kalbin (gazap kuvvetinin) adaleti ve bitkisel nefis de denilen şehvet kuvvetinin adaletidir. Nefsin bu üç kuvvetinden aklın orta
yolu ya da adaleti, hikmettir. Aklın, ifratı (aşırılığı), “cerbeze”, “habaset”, “mekir” ve “şaytanet”; tefriti (yoksunluğu- eksikliği) ise “cehalet” (aşırı bilgisizlik) ve “beladet” (ahmaklık)tır. Kalbin orta hali “şecaat”, ifratı (aşırlığı) “tehevvür” (çok öfke), tefriti (yoksunluğu) ise “cebanet” (korkaklık)tır. İnsanın biyolojik ihtiyaçlarını gideren, beslenme ve büyümesini sağlayan güç olan şehvet kuvvetinin orta hali “iffet”, aşırılığı “hırs ve açgözlülük”, azı ise “nefis zayıflığı”dır.
İslam düşünürleri, insan ruhunun bu üç kuvvetinin
ifrat ve tefritte uzak hali olan denge durumunu, akıl
için aklıselim, kalp için kalbiselim, şehvet için zevkise-
lim olarak isimlendirirler. İnsan davranışlarının temelini oluşturan bu üç yetinin birincisi olan akıl, davranışlarımızın epistemolojik temelini, ikincisi olan kalp duygusal temelini, üçüncüsü olan şehvet kuvveti ise zevk
temelini oluşturmaktadır.
Aklıselim, hükümlerinde acele etmeyen, duygularının etkisinde kalmayan, hükümlerini tilkice çıkar duygusu, şeytanca aldatma duygusu altında vermeyen,
eşya ve olaylar karşısında adil olan, her zaman hüsnü
zanla bakabilen, evrensel sorumluluk bilinci ve evrensel merhamet duygusu ile hareket edebilen akıldır. Bu
akıl, aynı zamanda İslam ahlakının öngördüğü akıldır.
Salim olmayan aklın iki türünden birincisi, aklın ifratına karşılık gelmektedir. Bu tip akıl tilkice zekası (cerbeze) ile her zaman aldatmayı hedefleyen, şeytani duygularla (şeytanet) herkesin ayağını kaydırmayı tasarlayan,
her hükmünün altından pislik (habaset) çıkan akıldır.
İnsan aklını salim olmaktan uzaklaştıran bir başka
durum ise ahmaklıktır. Ahmaklık, sürekli aldatılan, bir
delikten defalarca ısırılan, yaşadığı an ile geçmişi mukayese ederek gelecekle ilgili doğru kararlar veremeyen; bu nedenle dostunu- düşmanını, yarar ve zararını hesap edemeyen akılsızlık durumudur.
İslam ahlakının temele aldığı aklıselimi, İslam’ın ahlaki değerlerinden uzaklaştığımız günden beri terk ettik. Salim olmayan aklın birinci türü olan tilkice zeka ile
şeytani aldatma türleri, Batının sömürgeci güçleri tarafından temsil edilmektedir. Hatta bu akıl, bilimsel desteklerle tilkiye pabucunu ters giydirecek, şeytanı hayrete bırakacak şekilde iş yapmaktadır. Salim olmayan
aklın son türü olan ahmaklık ise her çağın tilkileri ve
şeytanlarının şiddetle ihtiyaç duyduğu, aklını kullanmayan yığınların akıldan yoksun durumlarıdır.
Böyle bir akıl ancak mankurtlaştırılmış insanlarda
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
27
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
olabilir. Bilindiği gibi, mankurt, Orta Asya Türk destanlarında anlatıldığı kadarıyla, sıklıkla başvurulan bir
işkence ve köleleştirme yöntemidir. Bu yöntemle akli
fonksiyonları devre dışı bırakılan bireyler, efendilerine
mutlak olarak itaat etmektedirler.
Mankurt yapılırken ilk uygulama, mankurt yapılmak
istenen kişinin kafasının tamamen kazınmasıdır. Kelleşen bireyin kafasına, devenin ıslak boyun derisi gergin bir şekilde giydirilir. Mankurt olacak kişi, sıcak çölde kızgın güneş altında birkaç gün boyunca bekletilir.
Bu şekilde, sıcağın da etkisiyle deve derisi gittikçe büzülür ve gerginleşir. Zaman geçtikçe kafa derisi ile birleşen deve derisine, alttan çıkmaya başlayan saç kılları da batmaya başlar. Ancak deri o kadar sertleşir ki,
uzayan saçlar deriyi delip dışarı çıkamazlar. Böylece,
uzamasını sürdüren saç dışarıya doğru değil de, ters
dönerek kafanın içine doğru yönelir. Uzayan saçların
kafayı delip beyne batmaya başlamasıyla, kişi çok bü-
Bu ülkenin sol görüşlü insanları!
Uğur Mumcu’nun cenazesi daha
dün gibi hayalimizde canlanıyor. On
binler Ankara Kızılay’dan yürüdü
ve “Kahrolsun Şeriat” sloganı attı.
Bu sloganlar sol düşünceye güç mü
kattı? Bugün aynı senaryo, daha
büyük ölçekte sahneye konuluyor.
28
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
yük ve dayanılmaz acılar çekmeye başlar. Ardından,
büyük acılar çeken Mankurt, en önemli akli melekelerinden biri olan hafızasını yitirir. Öyle ki, kendi anne ve
babasını bile tanıyamaz hale gelerek, deyim yerindeyse bir kukla haline gelir.
Beyin fonksiyonları azaldığı ve düşünme ile sorgulama yetilerini kaybettiği için de, sahibinin her dediğine harfiyen uymaya başlar. Mankurt kişilikleri, usta yazar Cengiz Aytmatov, “‘Gün Olur Asra Bedel’ adlı kitabında anlatmaktadır.
Beraber yaşamanın ilk ve en önemli gereklerinden biri akıldır. Aslen Arapça olan aklın bir anlamı da
“bağ”dır. Bu anlamda akıl, yaşadığı anı hafızasında olana (geçmişine) bağlayarak gelecekle ilgili hükümler verebilen bir yetidir. Aklın, hükümlerinin hikmetli (ya da
isabetli) olabilmesi için yaşadığı anı geçmişle bağlayabilecek hafızasının olması; bir de anı geçmişe bağlarken aklın ilkelerine uygun olarak bağlaması gerekmektedir. Birinci şart için insanın mankurtlaştırılmış olmaması, ikincisi içinse aklın işleyiş kurallarını ortaya koyan mantık ilmini iyi bilmesi gerekir.
Bu ülke insanın geçmişi ile bağının koparıldığı, hafızasının silindiği konusunda çok şey söylemeye gerek
yok. Modern dünyanın emperyalistleri insanları sömürüye uygun hale getirmek için öncelikle geçmişlerinden
kopararak, hafızalarını silip mankurtlaştırıyorlar. Geçmişini bilmeyen, hafızası anlık olaylarla dolu olan kişi, olaylar karşısında “öküzün tirene baktığı gibi bakar”. Modern
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Gerçeği çok gerilerde ya da tarihin
derinliklerinde değil, 25- 30 yıl
önce yaşanmış olaylardan hareketle
görebilirsiniz. O gün katilin adı,
Hizbullah diye bir örgüttü; bu gün
IŞİD oldu. Bunların adının içinde
hep Allah, İslam ya da Şeriat
sözcükleri var. Size bunlar gerçek
katiller gibi geliyor mu? Hafızanızı
yoklayın, size yaşatılan acıların
nasıl istismar edildiğini görün.
dünyanın insanı, yaşadığı anda üzerine dökülen anlık
olayların çokluğu altında boğulurken, çağdaş iletişim
araçları devreye girip hangi olayı hangisine bağlayacaklarını, modern mankurtlarının kulaklarına fısıldarlar.
Ey akıl sahipleri, dikkat edin! Hafızanızı kontrol edin.
Bu ülkede daha 90’lı yılların faili meçhul cinayetlerinin
acısı geçmeden, bu sefer toplu faili belirlenmiş cinayetler işlenmektedir. 1990’lı yıllarda Uğur Mumcu, Çetin
Emeç, Bahriye Üçok gibi adı bilinen birçok sol görüşlü
insan öldürüldüğü gibi, adı basına yansımayan yüzlerce
insan ortadan kayboldu. Kökü derinlerde olan güçler,
özellikle sol cenahtan öldürülen ünlü kişiler üzerinden
genel anlamda İslam, özel anlamda İslamcı düşmanlığı
oluşturmaya çalıştılar. Aradan onlarca yıl geçtiği halde
bu kişilerin hemen hemen hiçbirinin gerçek failleri bulunamadı. Her birinin ölümünden sonra cadı avına çıkan kökü derinde basın, önceden belirlediği İslamcıları hedef gösterdi; güvenlik güçleri topladı, mahkemeler hallettiler(!). Yüzlerce masum insanın hayatı karardı; aileler yıkıldı, gelecekler söndürüldü. Bu insanların
hayatları öyle karartıldı ki, bunlarla ilgili ne bir satır yazı yazıldı ne de dramatik filimler ya da tiyatrolar sahnelendi. Bu insanların çocukları babalarının acılarını, bir
yüreklerine bir de bu ülkenin topraklarına gömdüler.
Bugün hâlâ 90’lı yılların faili meçhul cinayetlerinin
gerçek katilleri bulunamadı. Ancak her faili meçhul olayın arkasından katilleri bulmak için görevlendirilmiş basın, önceden belirlediği bu katilleri (!) unutturmak, hapiste ağızsız dilsiz yatmalarını sağlayabilmek için sıkı bir şekilde basın yoluyla karatma uygulamaktadır.
Bu ülkenin sol görüşlü insanları! Uğuru Mumcu’nun
cenazesi daha dün gibi hayalimizde canlanıyor. On
binler Ankara Kızılay’dan yürüdü ve “Kahrolsun Şe-
riat” sloganı attı. Bu sloganlar sol düşünceye güç mü
kattı? Bugün aynı senaryo, daha büyük ölçekte sahneye konuluyor. Dün size önceden hazırladıkları katilleri gösteren mihraklar, bugün yine önceden elleri ile
hazırladıkları örgütleri gösteriyor ve bunun üzerinden
İslam’a ve Müslümanlara çamur atmaya çalışıyorlar.
Kardeşlerim! Artık gerçek katili görün. Gerçeği çok
gerilerde ya da tarihin derinliklerinde değil, 25- 30 yıl
önce yaşanmış olaylardan hareketle görebilirsiniz. O
gün katilin adı, Hizbullah diye bir örgüttü; bu gün IŞİD
oldu. Bunların adının içinde hep Allah, İslam ya da Şeriat sözcükleri var. Size bunlar gerçek katiller gibi geliyor mu? Hafızanızı yoklayın, size yaşatılan acıların nasıl istismar edildiğini görün. Bu öyle bir istismar ki, ülkedeki her bireyin bu olay karşısında yüreği sızlarken,
onlar bu sızıyı sizinle paylaşma fırsatı bile vermiyorlar.
Belki hepimize ders olur ümidiyle Gazali’nin, aklını
kullanamayan insanlara örnek olarak anlattığı şu temsili hatırlatmak isterim: Bir gün, bir kişi yolda giderken
başına taş vurulmuş ve ölmüş bir adam görür. Adamın
başına vuran taş da ölen adamın yanında kanlı bir vaziyette durmaktadır. Gazali, akıl sahiplerine sorar: ‘Siz bu
taşı alıp, katil diye mahkemeye mi götürüsünüz; yoksa
bu taş, asla katil olamaz; mutlaka bunu atan canlı ve
irade sahibi bir el var mı, dersiniz?’
Eğer hâlâ cansız ve iradesi elinde olmayan taşlara
katil diye bağırıyorsanız, biz hangi aklıselimden bahsedelim; hangi mantık kurallarını anlatalım, bilmiyorum. Aklıselimin olmadığı yerde kalbiselim de olmaz,
zevkiselim de.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, “iki el bir baş
içindir” diyerek, akıl sahiplerini bir kez daha düşünmeye davet ediyorum.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
29
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Birlikte yaşamanın
ilkelerine dair
‫ التعايش‬/ Coexistence & Living Together
MUSTAFA ALTUNKAYA
[email protected]
BiRLiKTE yaşamak, kolayca
teorize edilmesine rağmen
oldukça zor uygulanan bir
kavramdır. Bırakın farklı inanç,
ideoloji ve ülkeleri aynı din
mensupları bile kendi aralarında
mezhep, meşrep, gurup ve hizip
farklılıklarını büyüterek, kişisel
veya gurup çıkarlarını hakkın
önüne koyabilmektedirler.
Değil mi ki sen bensin? Ben de sen…
O halde kendi kendimizle bu kavga niye?
Divan-ı Şems, Gazeliyat, 1384, 1254.
“BIRLIKTE yaşamak” denince bazıları, Ilımlı veya Muhafazakâr İslam gibi bunun da kimlik ve değerlerden
uzaklaştırmaya dönük bir proje olduğunu düşünebilirler. Ancak “bütün ön şartları bir kenara bırakıp” (ceteris paribus), bu kavramın ne ifade ettiğini ortaya koymak da bir gerekliliktir.
Birlikte yaşamanın anlamı nedir? Bu kavram, İslami
öğreti ve tecrübede neye karşılık gelir? Müslümanlar
ile diğer inanç gurupları arasında, birlikte yaşamanın
fıkhı nedir? Yazımızda bu sorular etrafında bir yaklaşım geliştirmeye çalışacağız.
Ayş/hayat kökünden müfaale kalıbında “te’ayuş;
30
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ülfet ve muhabbet içinde birlikte yaşamak” demektir.1 Maaş ta aynı köktendir ve geçimlik anlamına gelir.
Birlikte yaşamak, bir toplumu oluşturan birey, gurup veya kültürler arasındaki uyum ile ilgili bir gerçekliktir.2 Hem eski hem de yeni bir terim olarak birlikte
yaşamak; insanın kendisiyle ve aynı guruptan ya da
başka guruptan üçüncü şahıslar ile; siyasi, kültürel, dini ilişkilerini ifade eder.
Dünyanın büyük bir köye dönüştüğü, dijital ağların herkesi kuşattığı günümüzde insanların, “öteki” ile
aralarındaki zaman-mekân sınırları ortadan kalktığı ve
Tevhid’in Musevî, İsevî, Muhammedî geleneği, bir arada yaşamanın ilkelerini vaz’ettiği halde, birer ayet olan
farklılıklar üzerinden çatışma çıkarılabilmekte, dünyanın
geleceği, her zamankinden daha çok tehdit almaktadır. Bu nedenle selamı yaymak ve evrensel barışı egemen kılmak için farklılık (tenevvü’), bütünleşme (tevahhüd) ve birlikte yaşama (te’ayuş) kavramlarının tedavülüne ihtiyaç vardır.
Toplumsal yapıyı güçlendirmek için ortaya konan
yerelden ulusala hatta ulusal üstüne kadar, birlikte yaşama çabalarının (savaşa hayır platformları, medeniyetler buluşması, çözüm süreci, demokratikleşme vs.)
altyapısı iyi hazırlanmadığı takdirde farklılıklar arasındaki uçurumu derinleştirerek sosyal mesafeyi daha da
açma, hatta yeni bir cephe oluşturma riski de bulunmaktadır. Bu nedenle birlikte yaşama düşüncesinin teorik/emprik temelleri sağlam tutulmalıdır.
Birlikte yaşamak eski bir kavramdır çünkü ilk defa
Habil-Kabil olayında “taraf” sorunu meydana gelmiş,
dökülen ilk kan ile birlikte taraflar arasında bir düşmanlık (tehasum) oluşmuş, sonrasında birlikte yaşamanın
ilkeleri tebelvür etmeye başlamıştır. Birlikte yaşamak,
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
aynı zamanda yeni bir kavramdır ve şimdilerde çok
kutuplu dünya arasındaki münasebetleri, sonrasında
yaşanan küreselleşmenin boşluklarını, din-medeniyet
ambalajlı kutuplaşmaları gidermek için kullanılmaktadır.
Birlikte yaşamak denilince çoğunluğun azınlık ile,
toplumlar, devletler, hatta milletlerin ve medeniyetlerin birbirleriyle ilişkileri de akla gelir. Bu çok boyutlu özelliğiyle birlikte yaşamak, karşılıklı bir sorumluluğu da gerekli kılar.
Birlikte yaşamanın siyasî, iktisadî ve akaidî üç boyutu vardır. Siyasi olarak bu kavram; Sosyalist-Liberal
iki fikrî bloğun birbiri karşısındaki uzlaşma arayışlarını,
iktisadî olarak hükümetler arasındaki ekonomik, ticari dayanışmayı, akaidî olarak ise farklı inanç, düşünce,
mezhep ve medeniyetlerin barış içinde bir arada yaşamasını ifade eder.3
İnsanlar birlikte yaşamaya muhtaçtır. Huzur ve güvenliğin sağlanması ancak toplu halde barış içinde yaşamakla mümkündür. İslâm, insanlar arasındaki farklılıkları tanışma ve dostluğa vesile olarak görür; tek üstünlük
ölçüsünün yalnız Allah’a karşı duyulan derin saygı (takvâ) olduğunu bildirir. Kur’ân, “Takvâ ve iyilik üzerine yardımlaşın” buyurur; birliğinin parçalanmasını kınar (Tevbe 107). Bir hadiste, “Size namaz, oruç ve sadakadan
daha faziletlisini haber vereyim mi? Bu, insanların arasını uzlaştırmaktır; çünkü ilişkilerin bozulması dini traşlar
(aşındırır)” buyurulur (Tirmizî, “Sıfatu’l-Kıyâme”, s. 56). 4
Tarih şahittir ki; Allah’ın yasaları,
daha çok dindarlığını görünür
kılmak isteyenler tarafından
çiğnenmektedir. Tarihimizin
utanç vesikası zalim yöneticisinin
adı ilginçtir ki; çokça Hac yapan
anlamında “Haccâc”dır.
Kişisel ve gurup menfaatine dayalı siyasî iktidar
çekişmeleri iç savaşlara yol açmaktadır. Sahâbe devrinden itibaren ridde ve fitne hadiseleri bu tarz menfi tecrübelerdir.
Özellikle Kerbelâ hadisesinden sonra İslam tarihinde tasavvuf hareketinin ortaya koyduğu zulme karşı
sivil/pasif direniş biçimleri, şiddete başvurmadan egemen düşünce ve uygulamalarla mücadelenin ilk örneklerini oluşturmaktadır. Çünkü zulüm, iç çatışmalarla çözülebilecek bir sorun değildir. Şiddet yöntemleri
mevcut zulümden daha büyük sorunların, trajedilerin
yaşanmasına neden olmaktadır. Bugün Irak, Mısır ve
Suriye’nin yaşadığı bu türdendir. Amaç zulmü ortadan
kaldırmaksa, bunun yolu daha büyük zulümlere sebep
olacak stratejiler sergilemek olmamalıdır.
Birlikte yaşamak, başkalarıyla karşılıklı dayanışma,
olgunlaşma, iyilik temelinde yapıcı ilişkiler5 olarak tarif
edildiği gibi daha özlü ifade ile başkasının inanç, değer ve ibadet hakkına saygı duymak şeklinde de ta-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
31
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Birlikte yaşama kültürü adına
İslam’da Ehl-i Kitab’ın kestiği
hayvanlardan yenilebilmekte,
onların şahitlikleri kabul
edilebilmekte, Musevi ve Hıristiyan
kadınlarla evlenilebilmektedir.
Böylece Hıristiyan ve Musevi
toplumlarla yakınlık kurulabilmekte,
karşılıklı alış-veriş ve dayanışma
tesis edilebilmektedir.
rif edilir.6 Selman Avde ise bu kavramı müspet-menfi olarak ele almış ve müspet birlikte yaşamanın ahlaki düzlemde ittifak ve uyum içinde mümkün olabileceğini belirtmiştir.7
Bir arada yaşayabilmenin yolu öncelikler fıkhına riayet etmektir. Hukuk ve adalet her türlü aidiyetin üzerinde tutulmalıdır. Buna riayet edilmediği takdirde bu
değerlerin yerini kişisel çıkarlar, gurup menfaati, güç,
çokluk gibi görünürlük alametleri alır. Emr-i bi’l-Ma’ruf
ve Nehy-i Ani’l-Münker kurumu işlemez hale gelir. Böylece izzet/onur, yerini zillet ve meskenete bırakır. Bu
durumda birlikte yaşamanın imkânları ortadan kalkar.
Birlikte yaşamak, kolayca teorize edilmesine rağmen oldukça zor uygulanan bir kavramdır. Bırakın farklı
inanç, ideoloji ve ülkeleri aynı din mensupları bile kendi
aralarında mezhep, meşrep, gurup ve hizip farklılıklarını büyüterek, kişisel veya gurup çıkarlarını hakkın önüne koyabilmektedirler. Roma lejionerlerinin yönetimideki Kudüs’te Musevilere en büyük ihanet, bizzat Süleyman Mescidi’nin Roma işbirlikçisi Saduki ve Ferisi
mezhepli din adamlarından gelmişti. Aynı şekilde Hıristiyan dünyası en büyük insan kaybını, Hıristiyan mezhep savaşlarında yaşamıştı.
İslami dönemde ise Hz. Peygamber (sav)’in emanetine en büyük ihanet, namaz ve oruç gibi zahiri ibadetleri ile bilinen fakat gurup çıkarlarını hak ve adalete önceleyen kimselerden gelmiştir. Öğle ve ikindi namazını Hz. Hüseyin’in imamlığında eda edenler akşama doğru Hüseyin ile birlikte Peygamber akraba ve
torunlarından onlarcasını kılıçlarıyla kesmişlerdi. İslami hareketlerde sekülerleşmenin hızla yaşandığı günümüzde de yerel veya küresel aktörlerden ihale alan
Müslüman çevreler, ani güç ve servet sarhoşluğu içinde gurup çıkarlarını herşeyin üstünde tutabilmekte bi-
32
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
ribirlerine ve topluma karşı olmadık günahlara irtikab
edebilmektedirler.
Görüldüğü gibi hiçbir şey yeni değildir ve söylenmemiş, yaşanmamış hiçbir tecrübe yoktur. Her insan,
kendisi gibi milyarlarcası arasında kendi rolünü oynamakta, kendi tecrübesini yaşamaktadır. İnanç ve eylemleriyle Rabbin huzurundaki bu sayısız eşitler arasında tek kıstas/ölçü “takva”dır. Allah’a ve O’nun yasalarına yönelik derin saygı… ‫ ان اكرمكم عنداهلل اتقاكم‬/ Allah için
en değerliniz O’na en saygılı olanınızdır”.8
Tarih şahittir ki; Allah’ın yasaları, daha çok dindarlığını görünür kılmak isteyenler tarafından çiğnenmektedir. Tarihimizin utanç vesikası zalim yöneticisinin adı
ilginçtir ki; çokça Hac yapan anlamında “Haccâc”dır.
Hacılığı ile ün yapan bu kişi Said b. Cübeyr (ra)’ı vahşi
işkencelerle öldürmüş, Kabeyi ateşe vermiş, yıkmıştır.9
Görüldüğü gibi iktidar hırsı, nice hacıları nice kişisel çıkarlar ve gurup çıkarları için haktan ve adaletten ayırmıştır. Rütbe, rant ve rüşvet paylaşımlarında bu durum
daha aşikar bir hal almaktadır. Dolayısıyla kitap şirazesinden sökülünce artık bir adım ötede insanların hangi
din, hangi ideoloji, hangi ırk, cemiyet, cemaat ve renkten olduğunun bir anlamı kalmamaktadır.
İslam’ın birlikte yaşama felsefesi evrensel ilkelere
dayanır. İnsanlığı aynı aile, her bir insanı ise aynı anne-babanın çocukları görür. İslam’ın veya başka bir
sistemin küreselleşmeci eğilimi bu ilkeye bir halel getirmez. ‫و ما ارسلناك اال كافة للناس‬... / Seni bütün insanlara gönderdik…10 Bu ayetin müfadı, İslam medeniyetinin diğer
bütün gelenek ve tecrübelere açık, farklı kültürlerle etkileşim halinde olduğunu gösterir. Ayrıca İslam tek tipçi yaklaşımları kabul etmez. Zira Allah dileseydi insanları tek bir millet/ümmet yapabilirdi. Ama böyle murad etmedi. Farklı dil, renk, ırk ve kültürlerde var kıldığı
insanlığın, kendi irade ve eylemleriyle tevhid etrafında
evrensel bir aile kurmalarını murad etti.11
İslam, insanları insanî düzlemde birbirleriyle iletişim,
etkileşim halinde olmalarını ister. Çünkü insan Müslüman olsun olmasın Allah’ın yeryüzündeki halifesi12 olmak için donatılmıştır. Müslüman olsun olmasın bütün
insanlık Muhammed’in icabet veya davet ümmetidir
ve bütün insanlar güvenle barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Çünkü Rableri birdir ve ayrım gözetmeksizin insanların tümüne hayat nimetini vermiştir. Onları mükerrem/onurlu kılmış13 bu nedenle insana insan olduğu için değer verilmesini istemiştir. Dolayısıy-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
la kimsenin kutsalı aleyhinde kötü söz söylememe konusunda ‫وال تسبوا الذين يدعون من دون اهلل‬... / Allah’tan başkasına
ibadet edenlere çirkin söz söylemeyin” diyerek Müslümanları uyarmıştır.14
Birlikte yaşamanın en temel şartı inanç ve ibadet
özgürlüğü bağlamında da Kur’ân-ı Kerîm sarahaten
insanların zorla, baskıyla bir şeye inanmalarını ya da
inançlarından vazgeçirilmelerini “‫فمن شاء فليؤمن و من شاء فليكفر‬
/ Dileyen inanır dileyen inkâr eder” hatta Sen insanları
inanmaları için zorlayabilir misin?!”15 diyerek reddeder.
İslam’ın birlikte yaşama felsefesinin temel ilkeleri ayetlerin de ortaya koyduğu gibi özgürlük, adalet
ve haktır. Hz. Peygamber’in bu konudaki yaklaşımı da
son derece nettir. Ebu Davud’un Zeyd b. Erkam’dan
naklettiği bir hadiste efendimiz şöyle dua etmiştir: Allahım! Senin tek Rabb olduğuna ve dengin bulunmadığına şahitlik ederim. Yine şahitlik ederim ki bütün insanlar kardeştirler. Bir başka ayette de aralarında fark
gözetmeksizin “‫ال نفرق بين احد منهم و نحن له مسلمون‬/Onlardan
(peygamberlerden) hiçbirini ayırmayız, hepsine teslim oluruz” diyerek bütün peygamberlere iman edilmesi gerektiği bildirilmiştir.16
İslam’ın birlikte yaşama kültüründe peygamberler
de, onların Risalet (misyon) leri de onları gönderen
Rabb de aynıdır. Bütün mesele ortak değerlere bağlı
olmak, ilkeli kalabilmektir. Dolayısıyla barış içinde adil
bir dünyada özgürce yaşamak teorik olarak kolaydır ve
İslam tek tipçi yaklaşımları
kabul etmez. Zira Allah dileseydi
insanları tek bir millet/ümmet
yapabilirdi. Ama böyle murad
etmedi. Farklı dil, renk, ırk ve
kültürlerde var kıldığı insanlığın,
kendi irade ve eylemleriyle
tevhid etrafında evrensel bir
aile kurmalarını murad etti.
pratikte de mümkündür. Birlikte yaşama kültürü adına
İslam’da Ehl-i Kitab’ın kestiği hayvanlardan yenilebilmekte, onların şahitlikleri kabul edilebilmekte, Musevi
ve Hıristiyan kadınlarla evlenilebilmektedir.17 Böylece Hıristiyan ve Musevi toplumlarla yakınlık kurulabilmekte,
karşılıklı alış-veriş ve dayanışma tesis edilebilmektedir.
Hz. Peygamber’in hicretin hemen sonrasında Medine’de bulunan gayr-i müslimler ile Medine Vesikası adı verilen bir sözleşme imzalaması, İslam’ın ilkeler
muvacehesinde bütün insanlar ile bir arada yaşamaya verdiği değeri ve önemi ortaya koymuştur. İslam’ın
farklı coğrafyalara yayılması ile birlikte Yahudi ve Hıristiyanlar yanında putperestler ile de ilkeler etrafında bir
arada huzur ve barış içinde yaşama tecrübesi sergilenmiştir. Raşid halifeler döneminden başlamak üzere
Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri, bir-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
33
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
likte yaşama (teayuş)’nın güzel örneklerini sunmuştur.
Hal böyle iken tarih aynı kökene sahip, aynı babanın evladı olan kardeşler arasındaki nice üstünlük savaşlarına, bu uğurda onurun ve değerlerin çiğnenmesine, nice zulüm ve cürümlere şahit olmuştur.
Bir taraftan Batı’da İslam ve Müslümanlar’a yönelik nefret söylemleri artarak devam ediyor, diğer taraftan Müslüman ülkelerde de mezhep, meşrep, ırk ve
gurup temelli çatışmalar yaşanıyor. Demek ki bu sorun, salt farklı inançların birlikte yaşama sorunu değil,
aynı inançtan hatta aynı guruptan insanların bile yüzyüze oldukları bir sorundur. Bizzat Müslümanlar eliyle
yine Müslümanlar öldürülürken, şehirleri tahrip edilip,
namusları çiğnenirken hiçbir hukuki, insani ilkeye riayet edilmemektedir.
İnsanın, öteki ile bir arada yaşayabilmesi bütün zamanların sorunudur. Gelecek adına kaygı verici olan
şey, teknolojinin etkisiyle daha da bireyleşen insanlar
için, birlikte yaşama pratiğinin giderek zorlaşmasıdır.
Oysa insanın kendini inşa edebilmesinin şartı, saygı temelinde üçüncü şahıslarla kurduğu hakkaniyet üzerine kurulu müspet ilişkilerdir. Böylece birlikte yaşamak
için gerekli güvenin sağlanmasına dönük ortak bir ölçü ve ortak bir dil üretilecektir.
Birlikte yaşamanın önündeki engeller, sınırlı, yerel,
geçici aidiyetlerdir. Hatta kimi zaman birlikte yaşama
ve diyalog adıyla geliştirilen projeler gerçek birlikte yaşama fikrini ortadan kaldırmaya dönük girişimler olabilmektedir. Tıpkı iyilik ve takva niyetiyle mescit yapmak yerine, düşmanlık ve nifak maksadıyla mescit (dırar mescidi) yapmak gibi. İşte bunlar yapay aidiyetler,
günübirlik kimlikler, proje girişimlerdir ve insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. İnsanı kendisi kılacak, onu
yapay aidiyetlerin zincirlerinden kurtaracak iyilik temelli
fikri, akidevi, ameli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Sonuç olarak bir arada yaşamak için iktidar ve sermaye etkisinden uzak (tam sivil, tam bağımsız) yerde durmak gerekir. Yine ahlaki ve insani ilkelerin, sanat, edebiyat ve estetik anlayışla ikamesi gerekir. İslam
medeniyetinin tarihi süreçte meseleye yaklaşımı, birlikte yaşama pratiği açısından acı olaylarla birlikte son
derece değerli tecrübelere de sahiptir.
Kur’ân-ı Kerîm, “‫ ومن آياته خلق السموات و االرض و اختالف السنتكم‬/
Yerlerin ve göklerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir”18 derken sözkonusu farklılıkların hikmetine dikkat çekiyor. Öyleyse
34
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
farklılıklar ayettir, ayetler arasındaki muamelenin ilkeleri de bellidir ve bunların mihverinde takva-tearuf kavramları vardır. Karşılıklı tanışıp, tearuf (iyilikle muamele) un olduğu yerde çatışma ve kavga olmaz. Çünkü
tearuf; karşılıklı anlayışı, iyilikle muameleyi, dayanışma
ve birlikte yaşamayı getirir.
İsa (as) Havarilerine son günlerinde üçer defa tekrar ederek şunları söylemişti: Ben sizi nasıl seviyorsam
siz de birbirinizi, başkalarını, komşularınızı sevin hatta
düşmanlarınızı bile sevin.19 Buradaki sevgi düşmanın
yaradılışına (orijin) duyulan saygı anlamındadır. Düşmanı sevmek onun düşmanlığına engel olmak, kötülüğe iyilikle karşılık vererek; “‫ ادفع بالتي هي احسن‬/ Kötülüğü
iyilikle sav”20 kabilinden muamele etmek ve düşmanın ıslahına yardımcı olmak olsa gerektir. Bu meyanda
İslam Peygamberi (sav)’in; Zalime de mazluma da yardım ediniz tavsiyesi vardır. Mazlumu anladık da zalime
nasıl yardım edelim ya Resulallah? İtirazlarına karşılık;
O’nun zulmüne engel olarak yardım edin mealindeki
tavsiyesi birlikte yaşama felsefemizi inşa eden önemli bir başka ilkedir.
Ülkemiz kavimlerin, dinlerin, mezheplerin, tarikatların ve çeşitli ideolojik toplumsal kesimlerin var olduğu
bir sosyo-kültürel yapı arzetmektedir. Dolayısıyla farklılıkları bol bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplumsal çatışma alanlarını toplumsal mutabakat alanlarına dönüştürebilmek için ilkeler çerçevesinde bir arada yaşamayı başarabilmeliyiz. Bunun için nefret dilini hayatımızdan çıkarmalı, ötekileştirme uygulamalarına engel olmalıyız. Tasavvuf tarihinde ortak bir dilin inşasına hizmet edecek büyük bir birikim mevcuttur.
Bu alanda zihinsel bir devrime ve girişime de ihtiyaç vardır. İslam’ın ehlibeyt/sufi/irfani yorumu sözkonusu zihni devrimi gerçekleştirebilecek kodlara sahiptir. Sözgelimi klasik sufi yazarlardan Mevlana’nın; “‫باز آی‬
‫ باز آی هرچه باشی باز آی‬/ Ne olursan ol yine gel” yaklaşımı bir
arada yaşama kültürü için iyi bir altyapı olabilir.
Farklı düşünen, inanan, farklı siyasi-etnik-kültürel kimliklere sahip olan insanların topluma yararlı olabilmesinin imkânlarını çoğaltmak gerekir. Bu ise “‫ان تؤدوا األمانات الي‬
‫ اهلها و اذا حكمتم بين الناس ان تحكموا بالعدل‬/ Emanetleri ehline teslim ediniz ve insanlar arasında hüküm vereceğiniz zaman adalet ile hükmediniz”21 ilkesini hayata geçirmekle olur. Kamu malları, kamu görevleri, kamu imkânları
birer emanettir. Bu emanetin tevdiinde ehliyet ve liyakat ilkesi esas alınmalıdır. Yolsuzluk ve rüşvetin ençok
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
yaşandığı kamu hizmet alanlarına, yerel yönetimlere,
ihale mevzuat ve uygulamalarının başına hangi din, ırk,
mezhepten olursa olsun servet ve dünya hırsı olmayan temiz nasiyeli insanların getirilmesi gerekir. Akraba, yandaş, cemaat adamı yaklaşımları ilkelliktir, adaletsizliktir, çatışma nedenidir ve Hz. Ali’nin dediği gibi bir
arada yaşama çabalarının önündeki en büyük engeldir.
Siyasi partilerin birlikte bir ülkeyi yönetebilmeleri için,
yukarıda sıraladığımız ilkeler muvacehesinde sağlam
bir diyalog arkaplanı oluşturulmalıdır. Aynı coğrafyada farklı geleneklerden gelen insanların haksızlığa uğramadan ve haksızlık yapmadan, bir arada yaşayabilmesi için ülke insanının çeşitli proje ve uygulamalarla ortak bir üst kimlik şuuruna kavuşturulması gerekir.
Kısaca farklı inanç, kültür, köken, dil ve renkler için
birlikte yaşama kültürü, tevhide dayalı varlığın birliği/
vahdet-i vücud düşüncesinin ürünüdür. Hz. Ali Malik-i
Eşter’i Mısır’a vali tayin ettiğinde ona şöyle demişti: Halkına karşı kalbin sevgi dolu olsun. Onlar senin ya dinde kardeşin veya fıtratta kardeşindir. Baskı ve şiddete başvurma. Onların malına dokunma. Bu tarihi bakış, insanlığı tek bir aile gören bir üst yaklaşımdır. Bir
başka yerde ise: İnsanlara insaflı davranın, onların ihtiyaçları karşısında sabırlı olun. Siz ümmetin vekillerisiniz. Müslüman veya gayrı Müslim kimsenin malına el
uzatmayın. Adalet kaim olduğu sürece kimse kimseye düşmanlık etmeyecek, halk sizi gönülden sevecektir. Hak iktidarların en büyük sevinci, ülkelerinde adaletin ve güvenin sağlanmasıdır.22
Birlikte yaşama anlayışının en parlak tablolarından
biri kuşkusuz; Hıristiyan bir yaşlının, Hz. Ali’nin bulunduğu bir yerde sadaka istemesi üzerine, beytu’l-malden onun ihtiyaçlarını karşılaması ve “eli iş tutarken
onu çalıştırdınız da yaşlanınca mı mahrum bırakıyorsunuz, kimsesiz, hasta, aç yoksullar, dilenmeyen onurlu yoksullar için hazineden pay ayırın” diyerek halk arasında merkez-taşra, Müslüman-Gayrımüslim, ırk, renk,
dil gibi ayrım yapmadan sosyal sigorta uygulamasını
da ilk defa başlatmış olmasıdır. Bu konuda Malik-i Eşter’e; “Hiçbir şey seni bu uygulamaları tesis etmekten
alıkoymasın, Allah hiçbir mazeret kabul etmez. İnsanlara maaşlarını yetecek kadar ver. Kamu malından alarak halka zulmetme” demiştir.
BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan da bir konuşmasında Hz. Ali’nin birlikte yaşama kültürünü şekillendiren bu sözlerinden iktibas ederek ayrımcılığa karşı
Farklılıkları bol bir coğrafyada
yaşıyoruz. Toplumsal çatışma
alanlarını toplumsal mutabakat
alanlarına dönüştürebilmek için
ilkeler çerçevesinde bir arada
yaşamayı başarabilmeliyiz. Bunun
için nefret dilini hayatımızdan
çıkarmalı, ötekileştirme
uygulamalarına engel olmalıyız.
bütün kurumların duvarlarına asılacak değerdeki; Ey
Malik! İnsanlar ya senin dinde kardeşindir ya da yaratılışta kardeşindir sözünü nakletmiş, sonra Nehcu’l-Belaga’nın Genel Kurul gündemine alınıp oylanmasını
ve uluslararası hukuk kaynaklarından kabul edilmesini sağlamıştır.
İşte insanların en çok zorlandıkları sınavlar servet,
şöhret ve şehvet sınavlarıdır. Servet ve iktidar sarhoşu kimseler, en çok bu konuların gündem olmasından
hoşlanmazlar. Bu konuda konuşanları da çeşitli uydurma gerekçelerle cezalandırma yolunu seçerler. Hz. Hüseyin bunun kurbanıdır. İnsanlık tarihindeki sürgünler,
idamlar, işkenceler servet ve üstünlük iddialarının eseridir. Bu iddia günümüze dek birçok kurbanlar vermiştir. Bugünün Suriyesi de aynı şeyin Kurbanı değil mi?
Dipnotlar
1. Lisanu’l-Arab, ayş md.; Mu’cemu’l-Vasit, ayş md.
2. Mehme Karaca, Farklılaşma, Bütünleşme, Birlikte Yaşama Üzerine, Dicle Ünv. Eğitim Fak. Dergisi, 2012, S. 18, s. 229.
3. Neval es-Sibai, İşkaliyyetu’t-Teayuş, s. 2; Abdurrahman et-Tüveyciri, Barış ve Dinlerin Bir Arada Yaşaması, s. 5
4. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 40, s. 280, Cemaat md. .
5. Kutub Sano, et-Tevasul Maa’l-Ahar, s. 5.
6. Seyfettin Kati, el-Hurriyyat ve’t-Te’ayuş, s. 5-6.
7. Selman Avde, Medeniyetler Buluşması, el-Vasatu’l-Bayrayniyye, S. 2534, Ağustos 2009.
8. Hucurat 13.
9. Bkz. İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye, Sıfatu’s-Safve, Kahraman Yay,
İstanbul 2006, s. 348-390.
10. Sebe 28.
11. Hud, 118.
12. Bakara, 30.
13. İsra, 70.
14. En’am, 108.
15. Kehf, 29; Yunus 99.
16. Bakara 285.
17. Maide 5.
18. Rum 22.
19. Yuhanna 12:15; Matta 44:5.
20. Muminun 96; Fussilet 34.
21. Nisa 58.
22. İbnu’l-Esir, el-Kamilu fi’t-Tarih, C. s. ; Biharu’l-Envar, C. 97, s.
291; Şibli Şemil, İnsani Adaletin Sesi, C. 1, s. 7.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
35
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Birlikte ya da
ayrı olmak
MEHMET TURGUT
[email protected]
İNSAN yeryüzüne gönderildi ve ona sorumluluk verildi. Birlikte yaşama becerisi de öğretildi. Bir arada olma, birlikte yaşama ve ortak yaşam alanları farklılık ve
çeşitlilik üzerine kuruludur. Doğadaki çeşitlilik, farklılık,
başkalık ve zenginlik toplumsal yaşamda mevcuttur.
Çünkü toplumsal yaşam doğanın bir paçasıdır.
Yaradılışın hikmetinde tek tip bir canlı olmadığı gibi, tekçi bir toplum yapısı da yoktur. İnsan dışındaki diğer canlılar kendi iradelerinden ziyade, Allah’ın doğuştan yüklediği iradeyle düşünmeden sorgulamadan, alternatifini araştırmadan itaat ederler. Yani tercih hakları yoktur. Yaşam tercihlerini belirleyecek yaşam tarzından da yoksundurlar. Plan, program, tasarım yapmadan yaşarlar.
İnsana irade verilmiştir. Tercih hakkı verilmiştir. Nasıl
yaşayacağı, neye inanacağı, kiminle yaşayacağı, yaşamını hangi plan ve program çerçevesinde ne şekilde
yapması gerektiğini kendisi belirleyebilir. İşte tam da
burada kendi belirlediği yaşam hakkını tercih ettiğinde ötekiyle iletişime girmiş olur. Ben ve ötekinin sınırları, tarih boyunca insanlığın temel problemi olmuştur.
Benin sınırları ötekinin yaşam hakkının başladığı yerde
mi biter? Yoksa ben ve öteki iç içe girmiş olduğu yaşamda karşılıklılık çerçevesinde, eşit düzeyde birlikteliğini sağlayıp devam eder mi? İşte bu iki sorunun cevabı verilebilmiş değildir. Kim kimin ötekisi, hangi düzeyde ötekisi, ötekileştirme nerede başlar, nerede bi-
36
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ter; öteki olmak yok sayılmak, aşağılanmak mıdır? Ben
merkezli bir dünya gerçekten Allah’ın murad ettiği bir
dünya mıdır? Haşa onun gücü tek bir yaşam, tek bir
canlı, tek bir toplum, tek bir doğa’ya hasılıkelam tek
bir evren yaratmaya gücü yetmedi mi?
İşte bu ve çoğaltabileceğimiz sorularla birlikteliğin
sınırlarını anlama çabası ve gayretine girebiliriz. Ben ve
ötekinin temel çatışması, güç çatışmasından kaynaklanmaktadır. Yönetme ve sahip olma, hükmetme arzusu bu çatışmayı körükler. Özellikle bu çatışma moderniteyle birlikte teorik ve pratik anlamda 19. yüzyıldan itibaren derinleşmiştir. İmparatorluk çağından ulus
çağına geçen dünyamız; modernleşme paradigmasının monolist, tekçi yaşam biçimi, ötekileştirmeyi batıdan tüm dünyaya yaymıştır. Beyaz adamın tüm dünyayı tek başına yönetme arzusu diğer ırklarda travmalar oluşturmuş; beyaz adam dışındaki tüm halkları
aşağıda gören bu narsist, tektipleştirici ve sömürücü
zihin; farklılıkları, başkalığı, çeşitliliği yok etmeye çalışmıştır. Modern paradigmanın bu dönüştürücü, asimile edici, birlikçi yaşamı aslında Allah’ın yarattığı zengin
dünyayı kısırlaştırmaya dönük güdük bir insan ve güdük bir toplum yaratma çabası ve ilahlaşma arzusundan ibarettir. Modernitenin tıkanmasıyla birlikte post
modern paradigmayı devreye sokan batı; hükmetme, sahip olma, sömürme, talan edici ve yok edici zihinlerini rafine ederek insanlığa barbarca saldırmaya
devam etmektedirler. Nitekim bu hastalığın en yaygın hali ulus devlet faşizmidir. Ulus devlet faşizmi tek
dil ve tek ırk üzerine kuruludur. Diğer ırk ve dilleri yok
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
ederek asimile ederek inkârcı ve barbarca bir saldırıyla farklılıkları hiçe sayar.
Kan merkezli bu birey ve devlet tasavvuru ötekileştirme oluşturmuştur. Bu kan merkezli dünya ve birey tasavvuru insanlığı ikinci paylaşım savaşına sürükleyerek milyonlarca insanın ölümüne neden oluştur.
Fransız ihtilalinın özgürlük, eşitlik kardeşlik sloganları, gerçekte dünyaya esareti, talanı ve zulmü getirmiştir. Bu sloganlar çerçevesinde oluşan demokrasi ve insan hakları ben merkezli batı toplumlarına hizmet etmiş; diğer toplum ve medeniyetleri sömürmek ve talan etmek için bu söylemler, sadece araçsallaştırılmıştır. Evet, özgürlük ama sadece ‘beyaz adam’ için, beyaz dünyada siyah olmak aşağılık bir durumdu!.. İnanç
özgürlüğü ama sadece Hıristyanlık, Yahudilik ve kendilerine folklorik düzeyde hizmet edecek diğer din ve
inançlar için… İslam ve Müslüman olmak bu dünyada
yaşamak için ötekileştirmenin zirvesi değil mi? Nitekim İslamofobi’ nin batı’da yaygın olması bunun ispatıdır. Bu tasavvur da kadın olmak 20. yüzyılın yarısına
kadar neredeyse suç olarak algılanıyordu. Kadının sosyal ve siyasal yaşamda hakları yoktu. Fransa’da kadınlara 4 Ekim 1944’de, İsviçre’de 7 Şubat 1971’de seçme
ve seçilme hakkı verildi. İnsan hakları batının üstünlüğünü ihraç eden ve öteki toplumları zapturapt altına
almak için araçsallaştırılmaktadır. Bu batı merkezli sömürücü zihin sayesinde her gün Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve dünyanın çeşitli yerlerinde binlerce insan öldürülürken insan hakları, demokrasi hiç devreye girmemektedir.
İnsanlık, liberal teorinin batı merkezli özgürlük anlayışı ile post- modern bir arada yaşama yutturmacısı ve
küresel sömürü talanıyla son evresine girmiştir. İnsanlığın şu an ki krizi aslında yeni bir dünyanın habercisidir.
Ne zaman ki insanlık dibe vursa bu dibe vurmayla birlikte yeni bir dünyanın doğması an meseledir. Bu yeni
doğacak dünyanın besleneceği kaynak yeniden İslam
ve Müslümanlaşmadır. Bunun ilkelerinin felsefesini ve
bir arada insanca yaşamanın ve var olmanın dinamiklerini Kur’an, sünnet ve İslam düşüncesinde bulabiliriz.
“Ey inanlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten
şahidler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe
sevk etmesin. Adil olun, bu Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’tan sakının, doğrusu Allah
istediklerinizden haberdardır.” (Maide, 8) Her şeye rağmen adil ol ve adaletle hükmet ey Müslüman. Yeter ki
adaleti içselleştir, amel et. Ve insanlığa model ol örnek
ol. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Sosyal
adaletin, empati kurmanın, dayanışmanın ve ötekisiyle karşılıklı eşit düzeyde var olmanın toplumsal karşılığı… İşte veda hutbesindeki değer merkezli bir insan
tasavvuru “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap
üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah
üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü
yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok
korkanınızdır.” Eşitliğin zirvesi mal- mülk, şan- şöhret
ve kariyer, statüde ve ırkta, dilde değil, Allah’a yakın
olmakladır. İşte değer merkezli bir insan tasavvuru…
“Ben sizin taptıklarınıza tapmam, sizde benim taptıklarıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size benim
dinim bana.”(Kâfirun Suresi) İnanç serbestliği ve saygıda zirve…
Hepimizin bildiği gibi Kur’an farklılıkların doğallığını
kabul eder. Ve hatta dillerin ve renklerin farlı olmasının
Allah’ın varlığının delillerinden olduğunu da. “Onun kanıtlarının biride, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve
renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler
için ibretler vardır.”(Rum,22) “Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı.” (Hud ,118 ) buyrularak insanların farklılıklarının, ilahi hikmetin, yaratılışın
ve imtihan olmanın bir gerçeği olduğu görülmektedir.
Yaşadığımız Anadolu coğrafyası zor bir coğrafyadır.
Farklı dillerin, renklerin, etnik kökenlerin, dinlerin olduğu bu coğrafyada bir arada yaşamak bir sanattır. Zordur. Ve bu yüzden sürekli çatışmalar mevcuttur. Zoru başarmak cesaret ve güven ister. İnanç ve kararlılık
ister. İşte bu gücü vahyin rehberliğinde peygamberin
örnekliğinde bulabiliriz.
Hılful Fudul’daki o insanın değerli olması, zalime
karşı birlikte olma ve zayıfın hakkını koruma birlikteliğinin espirisini yakaladığımız zaman, Anadolu, Orta Doğu ve dünyadaki tüm çatışmalar yerini adalet ve kardeşliğe bırakacaktır. Adalet ve kardeşlik dışarıda değil
iç dünyamızda gelişerek karşılık bulur. Adaleti ayakta
tutanlar sınavı kazanacak olanlardır.
Başkalık, farklılığın zenginliğini keşfetmek ve ötekiyle birlikte yeryüzü serüveninde insanca var olmaktır.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
37
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
DOSYA
Bir arada yaşamaya
mahkûmuz
ADiL AKKOYUNLU
[email protected]
BERABER yaşamanın gereği olarak
bütün insanlar hayatın bir ucundan
tutup yaşamı kolaylaştıracak.
Huzurlu ve rahat yaşamak için
herkes, herkese muhtaç…
HOCA Nasreddin’e bir gün sormuşlar: “Hoca, insanlar
yollarda neden hep aynı yere gitmiyor; herkes değişik
yerlere doğru gidiyor?” Hoca, ince bir nükteyle güzel
bir cevap vermiş:
“Herkes aynı yere doğru gitseydi, dünyanın dengesi bozulurdu.” demiş.
Kuşkusuz, insanların bir yere yığılıp toplanmalarıyla
yerkürenin dengesi bozulmaz. Fakat herkes aynı yere
gidip aynı işi yapsaydı; dünyanın sosyal dengesi bozulurdu. Beraber yaşamanın gereği olarak bütün insanlar
hayatın bir ucundan tutup yaşamı kolaylaştıracak. Huzurlu ve rahat yaşamak için herkes, herkese muhtaç…
Nimetin ve evrenin asıl sahibi olan Allah (c.c.), doğanın kanunu böyle koymuş… Bu nedenle de insanlara
değişik yetenekler vermiş. Kuşkusuz, sonra da bu verdiği nimetlerden soracak elbet.
Genel olarak bu böyle… Ancak bir arada yaşama
kültürüne girmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için bir tasnif yapmak zorundayız:
a) Müslümanlarla birlikte yaşamak…
b) Müslüman olmayanlarla birlikte yaşamak…
a- Müslüman, Müslüman’la bir ve beraber olmak
zorundadır. Bu sevgi, şefkat, merhamet ve kardeşlik
bağı; ihtiyari değil, icbaridir.1
Kur’an’da ve hadiste Müslümanların kardeş oldu-
38
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ğu bildiriliyor.2 Kutlu Nebi (a.s.) ise: “Siz cennete giremezsiniz; Mümin olmadıkça… Mümin olamazsınız; birbirinizi sevmedikçe.” buyuruyor.3
Müslümanları, bir bünyenin uzuvlarına ve bir binanın yapı taşlarına benzetiyor: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir.” buyuruyor.4
Müslüman, Müslüman’a karşı ilgisiz kalamaz. Ondan uzaklaşamaz. Ona karşı kibirli davranamaz. Eliyle, diliyle ve fiilleriyle kırıcı, incitici bir davranışta bulunamaz. Ona zarar veremez, haksızlık ve eziyet etmez.
Onun canını, malını, namusunu ve şerefini emanet bilir, hainlik yapmaz.5 Müslüman kardeşini yalnız bırakamaz. Sıla-i rahmi terk edemez. Onun dertleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenir, yardımcı olur. Çaresiz kaldığında çare
olmaya çalışır. Hastalığında sorar, cenazesinde bulunur.
Abdullah İbni Amr (r.a.) anlatıyor: “Ben Resulullah
(a.s.)’ı Kâbe’yi tavaf ederken gördüm, Allah’ın son Elçisi
(a.s.), bir gün Kâbe’nin karşısına geçip şöyle buyurdu:
“(Ey Kâbe!) Sen ne temizsin, senin kokun da ne güzel!
Sen ne yücesin, senin hürmetin (saygınlığın) ne büyük!
Muhammed’in nefsini elinde tutan Allah’a yemin olsun
ki! Bir Müminin, Allah katındaki hürmeti (saygınlığı, değeri), senin hürmetinden daha büyüktür. Mü’minin malının, kanının hürmeti de böyledir. Biz mümin hakkında
sadece hüsn-i zanda bulunuruz.”6
İşte bir Müslüman’ın, Allah katında ve Müslümanların yanında kadri ve kıymeti…
Rabbimizin şu uyarıları ne kadar önemli: “Sana uyan
mü’minlere kanadını indir.”7 “Sen güzel bir hoş görü ile
muamele et.”8
“And olsun, size içinizden (sizin gibi insan olan) öyle bir Resul gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız Ona
çok ağır geliyor. O, size çok düşkün. Mü’minlere karşı çok (rauf) şefkatli ve çok (rahim) merhametlidir.”9
“(Ey Resulüm) Allah’ın rahmetinden dolayı, onlara
yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli davransaydın et-
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
rafından dağılıp giderlerdi. Onları affet. Onlar için bağışlanma dile. (Kamuoyunu ilgilendiren bir karar alacağın zaman), onlara danış. (danıştıktan sonra) Bir işe
karar verdiğin zaman da, Allah’a tevekkül et. Çünkü
Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.”10
Örnek insan (s.a.v.) buyurdular ki: “İnsanlara merhamet etmeyene, Allah da rahmet etmez.”11
Kötülüğe, misliyle kötülük yapmaya her ne kadar
izin verilmişse de, tavsiye edilen; kötülüğe, iyilikle cevap vermektir. Rabbimizin bu konuda şöyle buyuruyor:
“İyilikle kötülük bir olmaz. (kötülüğü) en güzel bir
şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluverir.”12
Gereksiz tartışmalar ve kavgalar da kalplerin kırılmasına, dostlukların zedelenmesine sebep olur. Rabbimizin bu konudaki uyarısı çok önemli: “Birbirinizle çekişmeyin. Yoksa korkuya kapılırsınız ve gücünüz gider.”13
Önderimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor: “Ben, haklı olsa bile çekişmeyi bırakan kimse için cennetin avlusunda, şaka da olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında ve ahlakını güzelleştiren kimseye de
cennetin yukarı kısmında bir ev verileceğine kefilim.”14
Kardeşimiz hata yapar, kötülüğe bulaşırsa ne yapalım? “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et.” buyuruyor Rabbimiz.15
“Biri, ötekini yıkayan iki el gibi olunuz.” buyuruyor
örneğimiz (a.s.).16 Ne denli kirlenseler, koksalar da; bize
düşen onları yıkamak, aklayıp paklamaktır.
Birlikte yaşamanın en önemli
şartlarından biri de güvendir.
Bakınız Peygamberimiz (sav),
mü’min’i nasıl tarif ediyor: “Mü’min:
İnsanların, kanları ve malları
bakımından kendisinden emin
bulunduğu (güvendiği) kimsedir.”
b-Müslüman olmayanlarla birlikte yaşama konusunda ise Mümtehine suresi’nin 9 ve 10. ayetleri bize
ışık tutmaktadır:
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara
âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara
yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla
dost olursa işte zalimler onlardır.”
“Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”17
Son Elçinin şahsında Rabbimiz, bütün Müslümanlara şöyle sesleniyor: “Onları uyar. Çünkü sen bir uyarıcısın. Zorlayıcı değilsin.”18
İşte bu sebeple Yaratıcı (c.c.); “Din konusunda zorlama yoktur.” buyuruyor.19
Ebu Musa El Eş’ari, Allah’ın Elçisini şöyle öğüt verirken duyduğunu anlatıyor: “Birbirinize merhamet etmedikçe, iman etmiş olmazsınız.” buyurdular.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
39
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
İslam, insanların barış içinde
yaşamalarını o denli önemsiyor
ki; yalan sözü büyük günah
saymasına rağmen, insanları ıslah
(barış içinde yaşamaları) için
söylenen yalanı yalan saymıyor. Ashab: “Her birimiz (diğerimize karşı zaten) merhametliyiz.” dediler.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şu açıklamayı
yaptı: “Hayır, sözünü ettiğim; birinizin, arkadaşına merhamet etmesi değildir. Genel olarak bütün insanlara
merhametli olmaktır.”20
Birlikte yaşamanın en önemli şartlarından biri de
güvendir. Bakınız Peygamberimiz (sav), mü’min’i nasıl tarif ediyor: “Mü’min: İnsanların, kanları ve malları bakımından kendisinden emin bulunduğu (güvendiği) kimsedir.”21
Müslüman’ı ise şöyle tarif ediyor: “Müslüman; elinden
ve dilinden selamette olunan (güvenilen) kimse”dir.22
“En iyiniz: Kendisinden iyilik umulan ve kötülüğü
dokunmayacağı hususunda emin olunandır. En kötünüz: Kendisinden iyilik ümit edilmeyen ve kötülüğünden de emin olunmayan (güvenilmeyen) kimsedir.”23
“Emaneti olmayanın (kendisine güvenilmeyenin)
imanı yoktur.”24
Önderimiz (a.s.), bir başka uyarısında şöyle buyuruyor: “İnsanların en iyisi; insanlara en çok faydalı olanınızdır.”25
Peygamberimiz (s.a.v.), bir gün şöyle buyuruyor:
“Sizlere kimlerin cehennemlik olduklarını söyleyeyim
mi? Bunlar: Kaba, serkeş (dik başlı, asi), hayra (iyiliğe)
engel olan, gururlu ve müstekbir (kendini büyük gören) kimselerdir.”26
“İyilik ediniz. Zira Allah, iyilik edenleri sever.” buyuruyor Rabbimiz.27
Bizim örneğimiz, bir leşte bile güzellik görebilen insandı. Birgün, arkadaşlarıyla giderken, kokuşmuş bir leş
görüyorlar. Önderimiz: “Şu hayvanın dişlerine bakınız;
ne kadar güzel!” buyuruyor.
İslam, insanların barış içinde yaşamalarını o denli önemsiyor ki; yalan sözü büyük günah saymasına
rağmen, insanları ıslah (barış içinde yaşamaları) için
söylenen yalanı yalan saymıyor.28
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize hürmet
40
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
göstermeyen kimse bizden değildir.” buyuruyor önderimiz.29
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” buyuruyor.30
“Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz.” buyurarak sadece Müslümanlara değil; bütün insanlara seslenen bir
Peygamberin ümmetiyiz.31
Kuşkusuz; en güzel, en güvenli, en huzurlu ve en
sağlam birlikte yaşama kültürü vahye kök salan birlikteliklerdir. Evreni yaratan Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Topluca Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Sakın (Kur’an’dan ve birbirinizden) ayrılıp dağılmayın.”32
Dipnotlar
1. İsteğe bağlı değil, mecburidir. Keyfi değil, zorunludur.
2. Bkz. Hucurat: 49/10; Buhari, nr 2442; Müslim, Birr: 58; Ebu Davud, Edeb 46
3. Muhyiddin-i Nevevi – Riyazü’s Salihin (D.İ.B.Y.): 2/228 h.851
4. Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18
5. Peygamber (a.s.) şöyle buyuruyor: “Mü’min; insanların, kanları (canları) ve malları bakımından kendisinden emin bulunduğu
(güvendiği) kimsedir.” (Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8,
104, 105) “Müslüman; diğer Müslümanların elinden ve dilinden
zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de; Allah’ın yasakladığı şeyi
terk edendir.” (Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64, (40); Ebu Dâvud,
Cihâd 2, (2481); Nesâî, İman 9, (8, 105). (Metin Buhârî’ye aittir)
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.” (Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî,
İman 8, (8, 104, 105)
6. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi - Kütüb-i Sitte: 1190-7177
(3932)
7. Şuara:26/215;
8. Hicr:15/85
9. Tevbe:9/128; Tevbe: 9/61, 128; Duhan: 44/6
10. Âl-i İmran:3/159
11. Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, (2319); Tirmizi, Birr 16, (1923).
12. Fussilet: 41/34; Mü’minun: 23/96; Hud: 11/114; Ra’d: 13/22; Nisa: 4/149
13. Enfal: 8/46
14. Muhyiddin-i Nevevi (a.g.e.): 2/53, 54 h. 632
15. Nahl:16/125
16. Es Seyyid Sabık – İslam Daveti (ter. A. Gürtaş): 83
17. Bakara: 2/193
18. Ğaşiye: 88/21, 22
19. Bakara: 2/256
20. M. Zevaid K. Edeb böl. Rahmeetin nasıl... 8/186
21. Mansur Ali Nasıf – Et-Tac u’l Camiu lil Usul Fi Ehadisu’r Resul: 1/27
22. Mansur Ali Nasıf – Et Tac: 5/27
23. Tirmizi: Fiten; 76-2264
24. Müsned-i Ahmed: 3/135, 154, 210, 251 - Taberânî: ibni Ömer
(ra)dan
25. Camius Sağir: Harful Hı
26. Mansur Ali Nasıf (a.g.e.): 5/31
27. Bakara: 2/195
28. Bkz. Sahih-i MüslimHadis No: 4717
29. Mansur Ali Nasıf (a.g.e.): 5/17
30. Muhyiddin-i Nevevi (a.g.e.):2/59 h.640
31. Muhyiddin-i Nevevi (a.g.e.): 2/328; 3/153
32. Al-i İmran:3/103
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
BIRLIKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ:
Batı, Müslümanlar
ve laik/sol tavır
Birlikte yaşamak, yerine ve zamanına göre…
SAiT ALiOĞLU
[email protected]
“BiRLiKTE” sigası bir
bütünlük içerisinde kendi
dayanağını oluşturacak, yapısını
sağlamlaştıracak, kendini sağlama
alacak ve her ne kadar hakikat
boyutunu içermese de acı bir
gerçeklik olarak sürüp gidecektir.
BAZEN insanın, konumuz gereği söylersek eğer, gönlü ister ki kendi yaşadığı ülkede, coğrafyada, şehirde,
köyde, mahallede vs. hep kendi gibi olan, aynı inancı
paylaşan ve aynı kıbleye yönelen insanlar olsun, o insanların oluşturduğu inanç grubu içerisinde bulunsun…
Bu duygu ve düşünce, İslâm dışı dinlere ve ideolojik
formasyonlara mensup olanlar açısından ne anlam ifade
eder, bu, bizim açımızdan bilinmez ve test edilemez edilmesine, ama bizler açısından bir hakikate vurgu yapar.
Böyle olmakla birlikte bu homojen yapıya karşı çıkışların da olduğunu yine Kur’an’da anlatılan peygamber kıssalarından, Hz. Peygamberin(s) getirmiş olduğu vahiyle
oluşan sahabe toplumuna karşı, keza Müslümanları ‘yine’
ne acıdır ki “İslâm adına” yönetme sadedinde bulunan
birçok saltanat sahibinin keyfî uygulamalarında ve daha
sonra ise sekülerleşme sonucunda “İslâm dışı” Batı kökenli
ideolojilerin hüküm ferma buyurduğu yaklaşık iki yüz yıllık
süreçte görmekte, hissetmekte ve el’an yaşamaktayız…
Bunun böyle bir seyir çizgisi sürdürdüğüne dair
gerek oluşan olaylar, olgular, tarihi ve toplumsal kırılmalarla birlikte, uzmanlık alanları tarih olan şahısların
sıklıkla ifade ettikleri bir hakikat, bırakın Müslümanlarla gayr-i Müslim toplumların, çeşitli coğrafyalarda yaşayan, ama birbirinden az çok farklı noktaları bulunan
Müslümanların dahi, çoğu kez birlikte yaşama kültürünü sekteye uğrattığını söyleyebiliriz. O da, uzmanların ifadesine göre; koca insanlık tarihinde, sadece topu
topu iki yüz yıllık bir sürede savaşılmadığı, izafî de olsa
barış içerisinde yaşandığı gerçeği, bu kültürün önemini bizler açısından gayet önemli kılmaktadır. Yani, özlenen şeyi, karanlık ve flu tablolara bakarak gerçekleştirebilirdik, anlaşılan…
“BiRLiKTE…” SiGASI NEYi iFADE EDiYOR?
Burada ‘birlikte’ ifadesi, bir açıdan, tabir yerinde ise
‘süt liman’ bir anlam ifade etmekte birlikte, zamanla bir
takım farklılaşmadan kaynaklanan bir durumu ortaya
koymaktadır. O da, büyük oranda aynı inanç karelerine
sahip bulunan insanların, ‘kendilerine özgü’ ve zaman
içerisinde oluşmuş bulunan, gayeyi yerine getirmede
olumsuz bir etkisi pek bulunmamakla birlikte bir yolunu bulup farklılaşmayı ve giderek ‘bazı’ kişisel, grupsal
ve “toplumsal” temayülün reddedilmesi artık imkânsız
olan bir birçok gerçeği de gözlerimizin önüne sermektedir. Ki bu hemen hemen tüm dinler, mezhebi formlar ve ideolojik formasyonlar için geçerlidir, sonuçta…
Öyleyse, “birlikte” sigası bir bütünlük içerisinde kendi dayanağını oluşturacak, yapısını sağlamlaştıracak,
kendini sağlama alacak ve her ne kadar hakikat boyu-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
41
BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
tunu içermese de acı bir gerçeklik olarak sürüp gidecektir. Ki, “insan sayısı kadar, din vardır!” esprisine, hakikati içersin ya da içermesin onlarca, yüzlerce mezhep ve ideoloji gerçeğini de eklersek, bu ‘birlikte’ sigası anlaşılır olacaktır. Sonuçta, bu siga masum değil, irdelenmeyi gerektiren bir vasata tekabül etmektedir.
BU SiGANIN KLASiK
DÖNEMLERDEKi MAHiYETi…
Klasik dönemlerde Doğu-Batı karşılaşması, bugün
olduğu kadar somut verilere sahip değildi, olmadığı
gibi de kendi içerisinde bir anlamı olsa da, elde bulunan mevcut verilerle bir sonuca ulaşılamazdı. Olsa olsa imdi bir anlama tekabül ederdi. Bu karşılaşmadan
ziyade, ilk İslâm toplumu söz konusu olduğunda müşrik Araplar gerçeğini bir tarafa koyduğumuzda, Müslümanlarla aynı coğrafyayı paylaşan yerel Hıristiyan ve
Yahudi toplumlarının vermiş oldukları tepkiler, “hakikat
bendedir!” mantığıyla ilintili bir klasik karşı koyuş olarak
okunabilirdi. Daha sonra bu karşı koyuş kendini Hıristiyan formu içerisinde –hatta çoğunlukla kendi kadim
putperestliğini ona giydirerek- karşıtını ötekileştiren ve
onu mutlak kâfir olarak gören bir anlayışla başka bir
anlam kazanıyordu. Menşe itibarıyla doğuya ait bulunan Hıristiyanlığın Batıya intikali sonucu, bizler için hakikat açısından ciddi bir karşılığı bulunmasa da, doğunun ‘maddi’ zenginliğinin bu “kâfir” söylemi içerisinde
bir yere oturtularak ve adına Haçlı seferleri denen bir
skalaya bağlı olarak temellendirildiğini görmekteyiz.
BATICI PARADiGMA ‘BASKIN’ ÇIKINCA..
Bir zamanlar İslâmî düşünce ve eylemler sonucu
kapana kısılmış bulunan Batının/Avrupa’nın, kendi kabuklarını kırma ve alan açma düşüncesi sonucu ilk elden, yanı başında Endülüs’e saldırıp topraklarını gaspettikten sonra, Müslümanlara karşı uygulamaya çalıştığı soykırım ve asimilasyon politikaları, batının hep
“öteki” olarak görüp “mutlak kâfir” olarak tanımlamaya başladığı Müslümanlara, özellikle de Osmanlıya karşı klasik bağlamda kalan hem bir karşı çıkışın ve güç
ele geçtiğinde ise, onu, yani düşmanı topyekûn imha
etme düşüncesine dayanıyordu.
Selçukludan itibaren başlayan ve orta çağda ise,
Osmanlıya karşı sürdürülen, yer yer başarı elde edilen
ve çoğu kez de faturası ağır olan yenilgilere rağmen,
bu ötekileştirme ve kâfirleştirme politikaları, seküler döneme gelindiğinde ise, mahiyeti farklılaşan, ama gayesi hiç de değişmeyen bir vasatta karşımıza çıkmaktay-
42
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
DOSYA
dı. Burada, kendi iç sorunlarını göreceli de olsa çözme
eğiliminde olan, deniz aşırı ülkeleri ele geçirme, oraları
sömürgeleştirme ve oralardan elde edilecek olan maddi temerküzle kendi refah seviyesini yükseltme gayesi
taşıyan bir batı profili oluşuyordu.
TANZiMAT; DOĞAL OLANA SABOTAJ
VE YOK OLAN BiR KÜLTÜR…
Bilindiği üzere, tarih düz bir doğrusal çizgi istikametinde seyretmez, aksine, inişli, çıkışlı ve çoğu kez de
zikzak kabilinden kendine özgü bir yol takip ederdi. Bu
da, insanın, toplumun ve hayatın anlamı içerisinde yürüyüşünü belirleyen, onun dünya imtihanında katedeceği
mesafeyi de ortaya koyardı. Bu kabilden, zıt anlamlı olarak olguların yer değiştirdikleri görülürdü; doğru-yanlış,
iyi-güzel ve çirkin, hak ve batıl, kazanım ve kaybediş…
Bir gün gelir kazanırdınız, muhalifleriniz, düşmanlarınız kaybeder, yine, gün de gelirdi, onlar kazanırdı, ya
da kazanır görülürdü, siz kaybederdiniz…
İşte, Osmanlının belli bir zaman sonra mukadder
olan çöküşü akabinde, gayr-i Müslim azınlıkların, esas
taife olan Müslümanlarla hayatın neredeyse tüm alanlarında, onlarla eşit hale getirilme düşüncesi olan Tanzimat’la birlikte, bir vurgun yaşadığımızı belirtmiş olalım…
Tanzimat, sözde/ görünüşte, hemen herkesi, o çok
dile getirilen ‘eşitlik’ ilkesi çerçevesinde ya aynı seviyeye çıkaran, ya da aynı seviyede tutan bir vasatta, kendi adına dikte ettirilen formla, bir iyiliğe kapı aralıyor
düşüncesiyle, modernizme ait, o kahredici buyurgan
edayla, yüzlerce yıllık süreçlerde oluşan birlikte yaşama kültürünü inkıta’a uğratmıştı.
CUMHURiYET; AYNI YOLUN iZ SÜRÜCÜSÜ…
Tanzimat’ı takip eden kısa, ama çetin süreçlerde
peşpeşe ortaya konan, kurtuluşçu, ama sonuçta o da
Batılı paradigmalara dayalı Meşrutiyet ve Cumhuriyet uygulamaları, iyiden iyiye, gayr-i Müslimlerle Müslümanlar arasında cari olan birlikte yaşama kültürünü
yok etmekle kalmadığı gibi, bu kez sahnelenen cumhuriyet uygulamaları, yeni devletin meşruiyetini temin
açından ‘sosyal’ anlamda Müslüman, ama ideoloji ve
yaşam açısından ‘Beyaz Türk’ diye tanımlayabileceğimiz yeni bir insan kümesini icat etmişti. Bu yeni inan
kümesi yerli olup devletin yeniden yapılanması meselesinde gayr-i Müslim azınlıklara nazaran her şeyden
ziyade sosyal açıdan da olsa ‘Müslüman’ idi, ama esas
Müslüman kitle karşısında ise “Arab’ın çöl kanununa
uymayacak oranda” ilerici ve Avrupaî idi.
DOSYA BiR ARADA YAŞAMANIN ORTAK PAYDASI: HUKUK VE ADALET
Stratejik mi yoksa taktik mi, orası muammada kalan bir vasatta, birlikte yaşama kültürünü birlikte yaşayacak karşı toplumsal kesimler hızla eridiğinden maada, kendi kültürünü muhataplarına bir form içerisinde
dayatma geleneği cumhuriyetle birlikte neşvü nema
bulmuştu. Başlarda, bünyesinde İslâm karşıtlığı bulunan, ama bunu bir yanılsama eseri içerisinde ‘sosyal açıdan Müslüman’ sigasıyla alalamaya çalışılarak oluşturulmaya başlanan yeni insan kümesi zamanla, Kemalizm’den alınan maddi ilhamlarla sol olarak karşımıza
çıkan durum, yukarıda değindiğimiz üzere sosyal açıdan Müslüman söylemin yerini o kültürel zemini sabote
etmeye başlamıştı. Tabii ki bu konuda en büyük desteği yine Kemalizm’den ve Kemalist oligarşiden alıyordu.
SOL DA DEVREYE GiRiNCE…
Rejimin Müslüman kitleye karşı solu kullanma çabaları, zahirden de olsa, 12 Eylül sonrası dönemde kısmen
azalmış, solcularla genel Müslüman kitleyle olmasa bile, İslamcı cenahla başlayan yakınlaşma ve birbirlerini anlama düşüncesinin; AK Parti’nin iktidara gelmesi,
onun uzun dönem iktidarda tek başına kalması, onlarca yıl zaaf içerisinde bırakılan genel Müslüman kitlenin,
yine bu iktidar dönemine denk düşecek oranda kendini geliştirme çabaları, birçok vesayetin üzerine gidilmesi, kangren olmaya yüz tutmuş birçok soruna yönelik çözüm çabaları ve bunlara ek olarak Suriye hadiseleri konusunda solun büyük bir kesiminin kuşandığı Esedçi bir dil kullanması; dar çerçevede İslamcılarla başlayan, ama muhafazakâr iktidar üzerinden sonlandırılan “hep” birlikte yaşama kültürü yok ediliyordu.
Bunun en bariz örneğini son bir yıl içerisinde, barış
söylemleri ve tek taraflı olarak gündemde tutulan çözüm süreci söylemine rağmen, HDP’nin sürdürmeye
çalıştığı, ama yönetmeye değil, kaosa endeksli bir ‘seçim, ya da yıldırma stratejisi’ çerçevesinde, kendisinin
de çeperinde bulunduğu silahlı kanattan ve uluslararası güçlerden aldığı aşikâr olan güçle 6-7 Ekim olaylarına, ve 7 Haziran seçimleri arefesinde ‘yine’ kan ve
gözyaşıyla sonuçlanan hadiselere bakıldığında, birilerinin, giderek cılızlaşsa da, birlikte yaşama kültürüne
yönelik, ideolojik, mezhebi ve etnik sabotaj girişimleri, Tanzimat’tan bugüne alınmak istenen tarihi intikamın bir başka veçhesi olarak karşımızda durmaktaydı.
HDP’ye ihale edildiği gözlemlenen ve birlikte yaşama kültürüne yönelik saldırıların bir ucunda başta CHP
olmak üzere yoğun bir şekilde sol cenahın durduğunu
Gerek uluslararası güç odaklarının
olaya müdahil olmalarının ve
gerekse de bu odaklara endeksli
hareketlerden sadır olan laik/sol
saldırlar karşısında, iktidardan yana
tavır alıp almamak meselesi dışında
hareket ederek, bu birlikte yaşama
kültürünün gelişmesi Müslümanlar
için dün olduğu gibi bugün de
hayati önem kazanmaktadır.
artık kehanete gerek kalmadan söyleyebilirdik. Önceleri cılız, ama gerek Gezi Parkı hadiseleri ve gerekse de
17 Aralık darbe sürecinde, solla iş tutma düşüncesinde
olan zevatın uğraşılarıyla birlikte ayyuka çıkan, faturası
Müslüman kitleye, getirisi ise sola imkân sağlayan saldırılar bizi pek de yanıltmamıştır diyebiliriz.
MÜSLÜMAN’A DÜŞEN iSE…
Gerek uluslararası güç odaklarının olaya müdahil olmalarının ve gerekse de bu odaklara endeksli hareketlerden sadır olan laik/sol saldırlar karşısında, iktidardan yana
tavır alıp almamak meselesi dışında hareket ederek, bu
birlikte yaşama kültürünün gelişmesi Müslümanlar için
dün olduğu gibi bugün de hayati önem kazanmaktadır.
Bunu iyi bir haslet ve maya olarak tanımladığımızda, kılcal damarlarımıza kadar bize sirayet etmiş bulunan birlikte, ama herkesin kendi inancı ve kültürü bağlamında
hak, adalet, hukuk ve karşılıklı saygı bağlamında öteden
beri var olan bu kültürü canlandırmak gerekmektedir.
Biz Müslümanlardan karşı tarafa baktığımızda, bunun böyle olduğu ve olması gerektiği söz konusu iken,
kendi aramızda bu kültürü nasıl ikame edebiliriz ve yürütebiliriz sorusunu kendimize defaatle sormamız gerekir. Ama bu konuda, her ne kadar kıble, kaynak ve
uygulama konularında bir problem yokken, zamanla
oluşan ve her biri neredeyse müntesipleri tarafından
birer din gibi telakki edilegelen formlara bakıldığında,
işin renginin değiştiğini görmekteyiz. Ki, bu formlar Batılılaşma sürecinde, ona karşı tavır alışta; muhataplarla olan ilişkiyi, ya tamamen red(gelenekçilik) ya tamamen kabul formatında(modernist İslâm) değerlendirmelerimiz etkili olmaktadır. Bir de bunun yanında, peygamberi bir yol olan ‘ıslah, ihya, tecdid ve tedric’ politikaları sahici oldukları oranda, umut edilir ki birlikte yaşama kültürünü de bir hale yola koysun…
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
43
GÜNCEL
81 ilin toprağına
nefret ektiler!
ASLAN DEĞiRMENCi
[email protected]
SOKAKLAR hareketlendirildi, bölgeden acı
haberler gelmeye devam etti, nefret söylemi
medyayı rehin, iftira ve yalanlar sosyal
medyayı esir aldı. İstenen tam da buydu.
KÜRESEL emperyalizmin bölgedeki yeni senaryolarında figüran olmak yerine direnen,
sahneye konulan oyunu bozmak için formüller üreten Türkiye, sırtından hançerlendi. Kobani’ye yardım götürmek için
bir araya gelen gençler katledildi, ebedi kardeşlik yara aldı,
provokasyonlara kapı aralandı
ve gerilim tavan yaptı.
Çözüm sürecine cevap, güvenli bölgeye yanıt, hava savunma sistemleri için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni arayışlarına tehdit, stratejik derinliğe kilit, normalleşme
ve sivilleşmeye darbe anlamına gelen hain saldırı özgürleşmeye kısa bir ara verilemesine neden oldu. Hareketsiz ve
eylemsiz kalan PKK’ya IŞİD ile
alan açıldı, çatışmasız bir Ortadoğu özlemi içerisinde olanlar yalnızlaştırıldı. Sokaklar ha-
44
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
reketlendirildi, bölgeden acı
haberler gelmeye devam etti,
nefret söylemi medyayı rehin,
iftira ve yalanlar sosyal medyayı esir aldı. İstenen tam da buydu. Enerjisini içeride tüketen
Türkiye demek “Ortadoğu’da
olamayacak Türkiye” anlamına geliyordu.
Bunu geçici bir süre İslam
maskesi takmış Washington ve
Londra aksanlı IŞİD militanları
sayesinde başarmış gibi gözüken küresel emperyalizm şimdi
de Esed ile hükümeti aynı kareye sokarak Türkiye’nin halklar
nezdinde olan itibarını sıfırlamak istiyor. Aynı karenin içerisine Sisi’yi sokabilmek için ise
körfez ülkelerini ve içeride de
dost görünümlü İngiliz sözcülerini devreye sokuyor. Kan,
gözyaşı, terör ve şiddet üzerinden dünya, daha özelde İslam
coğrafyası ve Ortadoğu yeni-
den paylaşım hesaplarına tabi tutulmak istenirken, Türkiye
çaresizliğe itilmek isteniyor.
Ve Türkiye’nin, tarihi ve kültürel olarak bağlarının bulunduğu Ortadoğu’da yaşanan kırılma, çatışma, kamplaşma ve
iç savaşların derinleşmesi ve
sürmesi adına yürütülen kirli faaliyetlere dâhil olması arzulanıyor. ABD’nin soğuk savaş sonrası küresel hakimiyet
arzusu ve İngiltere ile birlikte
buna karşı çıkan ya da işbirliğine yanaşmayan rejimleri zayıflatmak, değiştirmek suretiyle
Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme çabaları bugün Ortadoğu’ya hâkim olan kaosun arkasında hangi güçlerin olduğunu
anlamayı kolaylaştırıyor. İşte o
güçler bugün topyekûn Türkiye’yi hedef alıyor.
KISACASI OYUN
BÜYÜK!
İçinden geçtiğimiz süreç
haklı, meşru ve aklı selim davranışları dışlayan ve şiddeti
merkeze taşımak isteyen kaos
stratejilerinin tedavüle sokulmaya çalışıldığı bir süreci dayatıyor. Çok uzak olmayan tarihlerde gerçekleşen Reyhanlı saldırısı, G. Antep patlaması,
güncel
Gezi olayları, 17/25 Aralık darbe girişimi, yardım tırlarına yapılan operasyon, 6-7 Ekim olayları ile Diyarbakır mitingine yönelik bombalı saldırı da bu kapsamda değerlendirilebilinir.
Tüm bunlar tutmayınca sömürgeci güçler, taşeron yapılarla yeni işgal/kanlı planlarını devreye soktu. Terör odaklarına, çetelere ve sömürgeci
uşaklarına karşı birlik ve beraberlik içinde bir duruş sergilenememesi adına da çok farklı
illerden bir araya gelen gençler hedef alınarak 81 ilin toprağına nefret ektiler. Halkların;
barış, huzur ve kardeşlik umutlarını zehirlediler.
DEVAM EDECEKLER!
Türklerle Kürtlerin birbirinden uzaklaşmasını sağlamayı ve Türkiye’ye diz çöktürmeyi hedef belirleyenler; çeteleri, maskelileri, kontrgerillayı,
paralel, yatay ve dikey yapıları kullanarak yeni denemeler
yapacaktır. Kürtler ve Türklerin müttefik olmasını engellemek isteyenler, kanlı arayışlarını sürdürecektir. Ülkeyi kaosa
sürüklemeye çalışan kriz odaklarının saldırılarının önünü kesmek için gerekli tedbirler ge-
Terör odaklarına, çetelere ve sömürgeci
uşaklarına karşı birlik ve beraberlik içinde
bir duruş sergilenememesi adına da çok
farklı illerden bir araya gelen gençler hedef
alınarak 81 ilin toprağına nefret ektiler.
cikmeksizin alınmalıdır. Bu tür
saldırılarda güvenlik zafiyetine neden olanlar cezalandırılmalıdır. Devlet ve yetkili organlar daha büyük saldırı ve
provokasyonları önleme noktasında azami ölçüde duyarlı
olmalıdır. Yeniden Büyük Türkiye, çatışmasız Ortadoğu hedefi ile yola çıkanları engellemek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Vatandaşların can ve
mal güvenliğine yönelik tehditler öngörülmeli, ivedilikle bertaraf edilmesi için devletin bütün kurumları yüksek işbirliği
içerisinde faaliyet göstermelidir. Devlet otoritesinin varlığı “ceberrut” bir kimlik olarak
değil “özgürlüklere garantör
bir tutum” olarak ortaya konmalı ve bu amaçla özgürlüklerin devlet otoritesi kaynaklı ihlali sonucunu doğuracak uygulama ve düzenlemelerden de
özenle kaçınılmalıdır.
Önemi her geçen gün daha
da artan Çözüm süreci, karar-
lılıkla ve ortak iradeyle sürdürülmelidir.
Siyasilere düşen görev aslında oldukça basit… Milletin kaygılarını gidermek, bütün toplumu kucaklayan, ülkenin huzur
ve barış ortamını devam ettirecek dili hâkim kılarak, gereken
tedbirlerin gecikmeksizin alınmasını sağlamak, otokontrol
mekanizmalarını oluşturmaktır.
Bize düşen görev ise her şeye rağmen sağduyulu olmak,
terör örgütlerinin ve onları kurgulayan oyun kurucuların tuzağına düşmemektir... Bu katliamın acılarını sarmak üzere hepimiz daha duyarlı davranmalı,
mazlumların yanında yer almalı, vahşete imza atanlar hep birlikte kınanmalıdır.
Çünkü, Suruç’ta gerçekleştirilen saldırı; amasız, fakatsız,
ancaksız insanlık dışı terör saldırısıdır. Saldırıya arka çıkanlar, sessiz kalanlar, açıktan ya
da gizli destek verenler ise terör destekçisidir.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
45
güncel
Savaşı ateşleyen
olay: Suruç’taki
canlı bomba
DAVUT GÜLER
[email protected]
ÖZGÜN İrade dergisinin muhtelif sayılarındaki yazılarımızda
şu ifadeleri kullanmıştık; “Genel anlamda İslam Coğrafyası ve özel de Müslümanların
yaşadığı her ülke veya diğer
bir tanımlamayla her bir İslam
Ülkesi için yaşanan savaş hali sadece bir zamanlama meselesidir.”
Zaman bizi doğruladı, ülkemizde bir genç kendisini canlı
bomba olarak kullanarak savaşın fitilini ateşledi.
Tıpkı 100 yıl önce, 28 Haziran 1914’te Sırbistan’ı ziyaret
eden Avusturya-Macaristan
veliahtı Ferdinand’ın, Saraybosna’dan bir Sırp tarafından
öldürülmesi gibi…
Elan ülkemiz bir savaş hali yaşıyor. İki ülkenin (Irak-Suriye) fiilen yaşadığı kaos ortamının fiili durumunun sonucu; biryandan PKK-IŞİD güçlerinin kendi aralarındaki savaş hali diğer yandan bu kirli
46
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
savaşı Türkiye’ye yaymak için
tezgahlanan bombalı katliamlar ve hiçbir ahlaki kuralı olmayan haince suikastlar.
Bu oluşturulan fiili durum;
Irak-Suriye/ PKK-IŞİD Türkiye
için tehdit oluşturduğu bir geçekliktir.
Kürt sorunu bağlamında;
gerek PKK’nın 30 yıldır sürdürdüğü düşük yoğunluklu
savaş, çözüm sürecinin verdiği yüksek moral ve gerekse
Suriye’deki fiili durumun ortaya çıkardığı Rojova bölgesindeki YPG/PYD güçlerince oluşturulan yeni bir yönetim tarzı
olan kantonları yönetme arzusu PKK/PYD güçlerine moral ve
özgüven kazandırmıştır.
İdeolojik olarak IŞİD’in “Hilafet, İslam Devleti” gibi genel
anlamda “İslam Ümmet”ni ihata eden kavramları ihya ve inşa etmeği idealize ettiğinden
“Hilafet” bakiyesi olan bir ülke
olarak Türkiye’yi gerek tarihsel
mirasından gerekse ideolojik
olarak temsil ettiği İslam anlayışından dolayı kendisi için bir
rakip/düşman görmektedir. Bu
açıdan IŞİD Türkiye’yle hesaplaşma gibi bir gizli ajandası olduğu kendi gerçekliğidir.
Tarihsel mirasına sahip çıkan, halkıyla ve halkın değerleriyle barışık olan bir iktidarın
temsil ettiği güçlü bir Türkiye
elbette ki çevresindeki güçlerin gerek kıskançlığından dolayı gerekse de düşmanlığından
dolayı istenmeyecektir.
90 yıl gibi “Cumhuriyet-Demokrasi” tecrübesi olan bir
Türkiye, diğer İslam ülkeleriyle mukayese edildiğinde yönetimsel olarak önemli bir farkı
vardır.
Bir takım iç ve dış güçlerin
Türkiye’ye dayatmasıyla kurucu irade olan İslam üst kimliği
altındaki Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut, Gürcü ve
diğer kavmi unsurların temsil
edildiği 1921 “Kanun-i Esasi”
ruhundan uzaklaşılarak 1924
Anayasası’yla ülke farklı bir
güncel
eksene oturtulmuştur.
1924’den beri Türkiye bir
kimlik krizi yaşamaktadır. Türkiye’de tek şeflik döneminden
çok partili döneme geçiş çok
sancılı olmuştur. 1950’den günümüze kadar takriben her bir
10 yılda bir askeri darbe yaşamıştır.
Türkiye’nin darbeler tarihi vardır. Bu darbeler bazen
muhtıralar şeklinde, bazen
post modern ve bazen de fiili darbeler tarzında olmuştur.
Türkiye son 13 yılını tüm
sancılarına rağmen güçlü tek
parti iktidarıyla geçirmiştir.
Son bir yılda üç büyük seçim
yapmış, ikisi AK Parti’nin ezici galibiyetiyle sonuçlanmış,
son “Genel Seçim” ise takriben 2011 seçimlerine göre %9,
2014 yerel seçimlerine göre ise
%4 oy kaybetmiştir.
Türkiye’yi 12 yıldır yöneten
AK Parti, Tayyip Erdoğan gibi
güçlü bir lidere sahiptir. Tayyip
Erdoğan, “Yeni Türkiye”nin gerek istikrarla yönetilir bir ülke
olması gerekse de güçlü, kendi
içinden barışık bir ülke olması
için “parlamenter yönetimin”
yeterli olmadığını iddia etmektedir. Erdoğan; “Türkiye’ye has
başkanlık”, “yarı başkanlık”
veya “partili başkanlık” sistemine geçmesi gerektiğine inanan bir liderdir. Bu noktadaki
eğilimi ve isteği 2011’den itibaren daha da belirginleşti. 2014
Cumhurbaşkanlığı seçiminden
%52 ile ilk turda Cumhurbaşkanı olunca; çok çalışan farklı bir cumhurbaşkanı olacağını
kamuoyuna açıkça ifade etti. 7
IŞİD son saldırılarıyla; ABD öncülüğündeki
koalisyon güçlerinin, Türkiye’yi uzun
zamandır, koalisyona katmak için
gösterdikleri çabayı kolaylaştırdı. Türkiye
koalisyonun bir parçası oldu ve askeri
üslerini koalisyon güçlerine açtı.
Haziran seçimlerine bu atmosferde girdik.
7 Haziran seçimleri öncesine kısaca bir bakacak olursak; iktidarın ve muhalefetin
beklentisi ne idi:
İktidar Cumhurbaşkanını
da yanına alarak 400 milletvekiliyle “Başkanlık Sistemi”ne geçmenin yetkisini halktan
talep ederken, muhalefet ise;
13 yıllık AK Parti iktidarını sonlandırmayı ve Erdoğan’ın da
“başkanlık” isteğini akim kılmanın yetkisini halktan talep
ediyordu.
7 Haziran 2015 seçim sathi
maili; birçok ilklerin yaşandığı
gibi çok sert bir zeminden de
geçti. 8 Haziran’da Türkiye toplumu farklı milletvekili aritmetiğiyle karşılaştı.
AK Parti büyük farkla seçimin galibi olduysa da tek başına iktidar olacak milletvekili
sayısını yakalayamadı. Muhalefet ise matematiksel olarak
iktidar olacak milletvekili sayısını yakaladı. Fakat kendi içinden bir iktidarı çıkaracak ideolojik ve fikri zemin olmadığın-
dan dolayı her türlü hükümet
etme veya hükümet kurma işi
AK Parti merkezli oldu.
7 Haziran seçim sürecinde
muhalefetle iktidarın birbirlerine yönelik değerlendirmeleri ve suçlamaları o kadar ileri
gitmişti ki; seçim sonrasından
birlikte koalisyon yapmak gibi
bir zemin bırakmamıştı.
Ne yazık ki seçim sonucunda gerek milletvekili aritmetiği gerekse de bütün iç ve dış
koşullar bir koalisyonu işaret
ediyordu.
Türkiye bir yandan yeni hükümetini ararken diğer yandan
meclisteki dört partinin ikircikli
hali ülkeyi bir kaosa sürükleyecek bir tutuma doğru hızla ilerliyordu ki:
Suruç katliamı ve sonrası
yaşanan acı olaylar acil bir hükümet kurulmasını işaret ediyordu. Hükümet kurmakla görevlendirilen A. Davutoğlu ilk
turunu tamamlamış ve CHP’yle hükümet kurmak için müzakereler başlatmıştı.
AK Parti-CHP koalisyonu
oluşması açısından bu iki parti-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
47
güncel
nin geçmişte birbirlerine yönelik aşağılayıcı ve hakaret edici
sert söylemlerinin unutulması
ve yeni inşa edici bir dilin kullanılması açısından Suruç katliamı ve sonrası yaşanan acı
olaylar, ülkenin geleceğinin kararmaması için iklimin yumuşamasına fırsat verdi.
Bu yeni durum doğru algılanacak mı? Meclisteki siyasi
partiler ülkenin içine sürüklendiği bu kaos ortamından çıkması için yapıcı sorumluluk
üstlenecekler mi? Önümüzdeki günler bunları da göreceğiz.
Bu oluşabilecek yeni durumun ülkemize ve mazlum coğrafyamıza getireceği ağır faturalara yönelik düşüncelerimize gelince;
Elan her ne kadar başta
müstafi bir hükümet olsada,
hükümet kurmaya en büyük
aday olan “Parti”nin kadroları
hükümet etmek durumundadır.
Önemli bir avantaj sayılacak
diğer bir durum ise ana muhalefet partisi koalisyon ortağı olarak hükümeti kurmak için
görüşme ve müzakereleri sürdürmeleridir. Bu durum tüm iç
ve dış çevrelere geçici ve görece de olsa güven vermektedir.
Gerek Suruç katliamı gerekse 23 Temmuz’da Suriye’de
IŞİD’in kontrolünde olan bölgeden Kilis’e açılan ateş sonucu
astsubay Yalçın Nane’nin ölümü ve dört askerin yaralanmasıyla başlayan kara ve hava saldırıları, Türkiye’yi fiili olarak IŞİD’le savaş durumuna
getirmiştir.
21 Temmuz’da Adıyaman’ın
48
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
merkez ilçesine bağlı Kömür
beldesinde operasyona çıkan
askerlerle HPG’liler arasında
çıkan çatışmada jandarma
uzman onbaşı Müsellim Ünal
hayatını kaybetti, iki asker yaralandı.
22 Temmuz’da Urfa’nın
Ceylanpınar ilçesinde, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli Feyyaz Yumuşak ve Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli Okan Açar
evinde ölü bulundu.
Saldırıyı HPG üstlendi. Gerek Urfa’nın Ceylanpınar ilçesindeki cinayet ve gerekse
Adıyaman’ın merkez ilçesine
bağlı Kömür beldesinde ki askerlerin öldürülme ve yaralama olayları yurt dışı ve yurt içi
PKK/HPG kamplarına havadan uçaklarla, karadan tanklarla ve toplarla vurulmasına
sebep olmuştur.
Bundan sonra neler olabilir
ve Türkiye’yi ve bölgeyi ne gibi
sıkıntılar bekliyor? Bunu analiz
etmeye çalışacağız.
IŞİD bir yandan kendi ipini kendi kesti/çekti denilebilir. Yüzyıl önce 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin
paylaşımını öngören emperyalistlerce dayatılan Sykes-Picot
Antlaşmasının sonucu oluşan
suni/yapay devletlerden olan
Irak ve Suriye’nin tam ortasına bir hançer gibi saplanarak oluşturmaya çalıştığı sözde “Irak Şam İslam Devleti”ne
büyük bir darbe vurdu.
IŞİD son saldırılarıyla; ABD
öncülüğündeki koalisyon güçlerinin, Türkiye’yi uzun zaman-
dır, koalisyona katmak için
gösterdikleri çabayı kolaylaştırdı. Türkiye koalisyonun bir
parçası oldu ve askeri üslerini
koalisyon güçlerine açtı.
Türkiye kendisine gelen veya gelebilecek olan gerek ülke içinde gerekse de Irak/Suriye sınırındaki saldırıları yok
etmek için eş zamanlı olarak
büyük bir operasyon başlattı.
Ülke içindeki veya dışarıdaki silahlı unsurlar; PKK/HPG,
DHKP-C ve IŞİD gibi güçlerdir.
Bu güçlerin hücre evlerine ve
ülke dışındaki askeri kamplarına karadan ve havadan düzenli ve periyodik olarak saldırılar düzenlenmektedir.
PKK/HPG, DHKP-C ve IŞİD
gibi güçler, herbiri bu kendilerine yönelik devlet güçlerinin
saldırı ve operasyonlarına yönelik tepki vermektedirler.
DHKP-C’ye yönelik operasyonlar daha çok şehir merkezlerinde yapılmaktadır. İstanbul’un belli merkezlerinden
öbekleşen terör yuvaları sözde
kurtarılmış bölge oyunları oynamaktadırlar. DHKP-C bulundukları yerde, orada meskûn
olan halka hayatı zehir etmekteler. Halka hizmet veren toplu taşıma araçlarını, otobüsleri ateşe veren, yakıcı ve patlayıcı maddelerle tahrip eden iflah olmaz bir zihniyet.
Halkın değerleriyle bütünleşen İmam Hatip Okullarına,
boğanın kırmızıya düşmanlığı
gibi düşmanlık eden bir zihniyet…
Daha çok Alevi vatandaşların bulundukları semtlerde
güncel
öbeklenen bu türedi grup, Alevi halkın kendi değerlerinden
bihaber olmalarından mülhem, özellikle gençleri o kötü
emellerine çekmelerini daha
da kolaylaştırmaktadır.
Merkezi hükümetlerin ve
yerel yöneticilerin sorumsuzlukları ve aymazlıklarından
dolayı, ülke insanları ve özellikle gençler bu gibi örgütlerin
ağına düşerek avlanmaktadırlar. Gençlerimiz bunun neticesi
olarak ya canlı bomba olmakta ya da ömürleri hapishane
zindanlarında, başka ülkelerde sürgünlerden, sığındıkları ülkelerin ajanı olarak sözde
kurtaracağı halkın ve kendi ülkesinin düşmanı olmaktadırlar.
PKK/HPG ise; haklı bir davayı haksız bir duruma düşüren dümeni belirsiz bir örgüt.
Örgütün sözde lideri belli bir
dönem Suriye’nin baskıcı, katil
ve eli kanlı olan lideri, terör şebekesini büyüttü. Orada görevi bitince bizzat ABD kendi eliyle Türkiye’ye teslim etti. Teslim
alan o günkü Başbakan Bülent
Ecevit’ niye teslim edildi’ diye
taaccübünü ifade etmişti. Abdullah Öcalan adaya gönderilirken, sözde gerillaları da Bekaa Vadisi’inde ABD’nin himayesindeki Kandil’e taşınıyordu.
Coğrafyamız üzerinde hesapları olan ülkeler bizim çelişkilerimizden, zaaflarımızdan
hareketle bizi birbirimizle savaştırarak hem zayıflatıyorlar
hem de sorunlarımızı derileştirerek parçalara ayrılmamızı
meşrulaştırıyorlar.
Acımasızca birbirimizi öldü-
Terör baronlarına yaslanarak milletvekili
olanlar hiçbir zaman kendileri olmazlar,
birilerinin sözcüsüdürler, onlar
barışı da getiremezler. Tekrar ifade
ediyoruz; barış halkla olmalıdır. Halkla
barışılırsa halk bu türedi tufeylileri
hak ettikleri yerlere gönderecektir.
rüyoruz. ‘Analar ağlamasın’ diye başlatılan çözüm süreci yerle bir oldu. Barış diye halkın huzuruna çıkan ve halktan büyük
destek gören HDP’ nin milletvekilleri artistik roller sergiliyorlar. Şımarık kadın “Eş Genel Başkan” savaş çığırtkanlığı yapıyor. Ülkemizin insanları
ölüyor, kaynaklar savaş makinelerinin temini için aktarılıyor.
Çözüm sürecini sorumsuzca yöneten AK Parti kanadı,
dağdaki PKK’yı şehirlere indirdi. Daha önce kırsalda, yerleşim alanlarındaki halk “Devlet”le PKK arasına sıkışmıştı. Yeni süreçle bu sıkışma tek
taraflı olarak PKK’nın insafına
terk edilmiştir. Bölge halkı yerel
yönetimlerin de HDP’ nin eline geçmesiyle tamamen PKK/
HDP güçlerince kuşatılmıştır.
Bu durumu kabullenmeyen kesimler veya esnaf ve memurlar
batı illerine veya anakentlere
göçmüşlerdir.
7 Haziran seçimlerini bölge
için referandum olarak takdim
ederlerken ülkenin diğer bölgelerinden HDP kendini barış
güvercini olarak tanıtıyordu.
İktidar, karşısındaki muhalefet bloğunun büyüklüğünün farkında değildi. Birden
çok hata da yaparak iktidarının kaybedilmesine yardımcı
olmuştur.
Bu yeni süreçle özgürlükler sonuna kadar savunulmalıdır. Kürdüyle, Türküyle ve diğer her etnisite kendini ülkenin eşit vatandaşı, ülkesinin
asıl unsuru olarak gören güven ortamının oluşmasıdır. Bölgedeki STK’lar, cemaatler, siyasi partiler ve toplumsal kesimler kendilerini ifade edebilecekleri örgütlenme koşullarını oluşturmalıdırlar. Devlet bunun teminatı olmalıdır.
PKK silahtan tamamen arındırılmadan kesinlikle muhatap
alınmamalıdır. PKK’nın silahı
bırakma süreci güvenilir kurumlar vasıtasıyla ve şeffaf bir
şekilde yürütülmelidir.
Terör baronlarına yaslana-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
49
güncel
rak milletvekili olanlar hiçbir
zaman kendileri olmazlar, birilerinin sözcüsüdürler, onlar
barışı da getiremezler. Tekrar
ifade ediyoruz; barış halkla olmalıdır. Halkla barışılırsa halk
bu türedi tufeylileri hak ettikleri yerlere gönderecektir.
IŞİD’in sözde “Halife”si bulunduğu yerde emirler yağdırıyor, gencecik insanlar kendilerini patlatıyorlar, cesetler parçalanıyor; kelleler, kollar ve
ayaklar havada uçuşuyorlar.
Nevzuhur olan bu örgüt(IŞİD) Moğollar gibi girdikleri
yerleri yakıp yıkıyorlar. Kaba
güçle gelen hak ve hukuk gibi
bir mikyası olamayan bu vahşet sürüsü hak ettiği karşılığı
görecektir.
İnsanlık tarihiyle başlayan bu yüce din; Peygamber
(a.s)’la hitam bulmuş ve aynı
zamanda taçlanmıştır. Büyük
medeniyetler oluşturmuş bir
dinin mensuplarının eylemleri ve amelleri bu olabilir mi?
Bu örgüt ve örgütün anlayışı
tüm Müslümanların vicdanında mahküm edilmelidir. Örgütün ağına düşmüş insanlarımızı rehabilite edecek imkânları
da oluşturmak lazım.
Son saldırılarla da Türkiye’yle savaşa tutuşan IŞİD’in
ABD öncülüğündeki koalisyonun nasıl bir Ortadoğu, nasıl
bir Irak ve Suriye planlıyorlar
bunun tam farkında olmadığını gösteriyor.
1991’de başlayan ve 36. paralel’le Irak’ın üçe bölünmesinin süreci başlamıştı. Bugün itibarıyla Irak’ın durumu gözler
50
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
Nevzuhur olan bu örgüt(IŞİD) Moğollar
gibi girdikleri yerleri yakıp yıkıyorlar.
Kaba güçle gelen hak ve hukuk gibi bir
mikyası olamayan bu vahşet sürüsü
hak ettiği karşılığı görecektir.
önündedir. Irak fiilen üçe bölünmüştür.
Buradan Suriye’ye geçersek; Suriye 2011’den itibaren iç
savaşa sürüklendi, bugün görünen artık Suriye 2011 öncesine dönmesi ve birlik içersinde olması mümkün değil. Suriye, Irak gibi üçe mi bölünecek?
Yoksa 1922-1941’deki Suriye mi
olacak? Ona bakacak olursak;
“1922-1941’de Cebel Druz
bölgesinde Dürzî halkına muhtariyet verildi. 1920-1922’de Halep Devletine, daha sonra da
Suriye’ye bağlı olan Antakya
bölgesine Fransızlar tarafından kısmı muhtariyet, 19261936’da Fransızların kontrol
ettikleri parlamenterist bir sistem kurdular. Fransa 29 Haziran 1939’da Antakya bölgesini Türkiye’ye verdi. Eylül 19411946’da İngiliz ve Fransızların
yönetimde kaldı, Büyük Britanya imparatorluğu Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’den oluşan Büyük Suriye Krallığını kurmayı ve başına da Haşimi ailesinden Abdullah’ı getirmeyi planlıyordu. Suriye 1946’da
bağımsızlığına kavuştu.”
Yaşanan son olaylardan ha-
reketle Suriye’nin üçe bölüneceğini Kürtler’in, Rojova bölgesi, Sünni Müslümanların, Halep ve çevresi ve Nusayriler’in
kontrol ettiği Şam ve çevresi…
Bu bir süreç dâhilinde olacaktır. Öncelikle geçiş hükümetiyle Baas’sız ve Beşar Esat’sız bir
Suriye…
Sonuç olarak diyeceğimiz
odur ki; coğrafyamızın ve ülkemizin ahvali ve insan manzaraları bu; bu gidişe dur diye başlatılan operasyonlar da ümit
edelim ki bu vahşeti durdurulsun, aklıselimin öncülüğünde,
hak ve hukuk hâkim olunsun ve
barışın önünün açılsın…
Rabbimize iltica ederek,
Musa (a.s)’ın seslenişi gibi seslenerek; “… Dedi ki: “Rabbim,
eğer dileseydin, onları ve beni daha önceden helak ederdin. (Şimdi) İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin?...
Onunla Sen dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirirsin. Bizim Velimiz Sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi esirge;
Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (7/155)
güncel
Türkiye yeniden mi
dizayn edilmek isteniyor?
HASAN POSTACI
[email protected]
BUGÜN için ABD öncülüğündeki
küresel istikbar, ‘orta vadede Irak ve
Suriye’nin düşük yoğunluklu bir iç savaş
ortamında kalma stratejisini’ uygulamaya
çalışıyorlar. Bunun bir sonucu olarak ‘ajan
bir örgüt olarak IŞİD’ dizayn edildi.
BARIŞ ve esenlik günleri olan
ramazan bayramının huzur dolu iklimini daha tam teneffüs
edemeden Suruç’ta meydana gelen canlı bomba vahşetiyle beraber bir savaş ve şiddet sarmalına girdik. Son olarak PKK ve IŞİD’e karşı yapılan askeri operasyonlar ve buna tepki olarak askere- polise
karşı yapılan saldırılar yabancısı olmadığımız çözüm süreci
öncesi kâbus günlerine götürdü tüm toplumu. Artık yeni bir
dönemin başladığını ve çözüm
süreci ile ilgili koşullara tekrar
dönmenin imkânsıza yakın olduğunu belirtmek gerekir.
Bu sürece nasıl gelindi?
Uzun zamandır konuşulan Türkiye savaşa sürükleniyor senaryoları gerçekleşiyor mu? Öyleyse bu süreçte ‘dış akılın’ bir rolü var mı? IŞİD neden Kilis’te-
52
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ki askeri noktaya anlamsız bir
saldırı düzenledi? IŞİD iradesine kim yön veriyor? ‘IŞİD terör
örgütüdür’ derken Türkiye samimiyetsiz mi ve söyleminin aksine IŞİD’i destekliyor muydu?
Çözüm süreci tamamen bitti
mi? Zamanlama açısından koalisyon görüşmelerinin sürdüğü bir ortamda olayların meydana gelmesinin bir anlamı var
mı? En önemlisi bundan sonra
ne olacak? ‘Türkiye ve Ortadoğu’yu nasıl bir süreç bekliyor?’
soruları üzerinden yaşananları
analiz etmeye çalışalım.
Yeni dönemin iç ve dış siyasete önemli yansımaları olacaktır. Özellikle Irak ve Suriye’ye yönelik sınır ötesi askeri
operasyonlara dünyadan çeşitli tepkiler geldi. ABD ve NATO bloğu operasyonlara destek
verirken, İran, Suriye’nin toprak
bütünlüğünün korunması bağlamında tepkiler ortaya kondu.
Barzani PKK’ye yönelik operasyonlarla ilgili Türkiye’nin haklı
nedenleri olduğunu ve dayanışma içinde olacaklarını vurgulayarak gelişmelerden üzüntü duyduğunu ve barış için gereken çabaları göstermeye devam edeceğini belirtti. Beşar
Esad ülke ismi vermeden ‘topraklarımıza operasyonlar yapılıyor insan gücümüzün yetersizliği dolayısıyla vatandaşlarımızı ancak öncelikli yerlerde güvenliğini sağlamaya çalışıyoruz’ şeklinde açıklama yaptı. Ayrıca çözüm için diyaloga
açık olduğunu ancak kendisini dışlayan önerilere kapılarını kapattı. Almanya İŞİD operasyonuna tam destek verirken,
PKK’ya yönelik askeri operasyonları haksız ve tartışmalı bulduğunu deklare etti.
HDP geç kalmış bir barış ve
kardeşlik çağrısı yaparken, AK
Parti çözüm sürecini yeni muhataplarla sürdürme söylemlerini gündeme getirdi. Ayrıca
eş başkan Demirtaş’ın halkımız kendi öz savunmasını yapması çağrısı HDP’nin hâlâ PKK
angajmanından kurtulmadığını gösterdiğini belirtmek gerekir. CHP ve MHP terör karşı-
güncel
tı açıklamalar düzeyinde yeni
dönemin şaşkınlığını aşmaya
çalışan genel değerlendirmelerle yetindi. PKK iklimindeki
STK’ların barış yürüyüşüne kamu güvenliği nedeniyle izin verilmedi. Başbakan Davutoğlu
silahlı ve yüzleri maskeli olanlara taviz verilmeden tutuklanacağını belirtti. Bu kapsamda
ülke genelinde DHKP-C de dahil olmak üzere IŞİD ve PKK şehir örgütlenmelerine karşı birçok ilde operasyon başlatarak
yüzlerce kişi gözaltına alındı.
Çözüm süreci iradesinin her
geçen gün zayıfladığını ve bunun başat etkenlerinden birinin
Suriye iç savaşı olduğu söylenebilir. Seçim sonrası AK Partinin oy kaybederek tek başına
hükümet kuramaması ile beraber HDP’nin beklenenin üzerinde oy alarak 80 milletvekili ile
meclise girmesinin beraberinde getirdiği yeni güç dengelerinin değişimi ve siyasi belirsizlik üzerine, Suruç ve Kilis provokasyonları gerçekleşmesi, çözüm süreci bitişini hızlandıran
diğer etkenler oldu. PKK/Kandil bir süredir söylediği ‘Ateşkes
Ne askeri operasyonlarla PKK bitirilebilir ne
de asker, polis öldürmekle devlet yenilgiye
uğratılabilir. Tek dileğimiz bu savaş ve şiddet
ortamının bir an önce son bulması ve akan
kanın durdurulmasıdır. Bunun ağır sorumluluğu
PKK kadar devletin de üzerindedir.
koşulları sona erdi, çözüm süreci- barış süreci bitti’ açıklamaları bu olayların kıvılcımı ile hayata geçirildi. İlk olarak Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi,
Adıyaman’da bir askerin öldürülmesi, Diyarbakır ve Lice’de
yeni ölüm haberlerinin gelmesi ve saldırıları PKK’nın üstlenmesi ateşkesin ve çözüm sürecinin fiilen bittiğini gösterdiğinin
altını çizerek belirtmek gerekir.
Özellikle Kobani ile başlayan PYD-IŞİD çatışması, PKK
açısından silah bırakılması konusunu fiilen rafa kaldırmıştı
zaten. IŞİD karşısında ABD’nin
PYD’ye destek vermesi ve yardım etmesi PKK açısından Suriye’de yeni bir güç olmanın
kapılarını ardına kadar açtı.
HDP’nin de bu yeni duruma
angaje olarak siyasi söylemin
merkezine Kobani ve Suriye
iç savaşındaki PYD/PKK’yı ko-
yup, Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği, Kürtleri yok etmek için
IŞİD’e silah başta olmak üzere
her türlü desteği verdiği şeklindeki politik duruşu, çözüm sürecinin psikolojik arka planının
bitişi anlamına geliyordu. HDP
seçimlerle gelen ve Türkiyelileşme misyonunun getirdiği sorumluluğu taşıyamadı. Beklenilen aksine buradan elde ettiği
politik gücü Kandil üzerinden
PKK’nın çatışmacı, çözüm sürecini bitiren iradesine teslim
oldu. Bir süredir devam eden
bu durum Suruç saldırısıyla filen kendini ortaya çıkardı.
Tabi hükümet tarafından
bu durumu besleyen gelişmeler de oldu. Özellikle Cumhurbaşkanı’nın Dolmabahçe deklarasyonunu yok sayması ve
seçim sürecinde ‘Kürt sorunu yoktur’ bağlamındaki söylemlerine, son dönem ‘PYD
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
53
güncel
IŞİD’den daha tehlikelidir, Rojova kantonlarının birleştirlmesine ve PYD denetimine geçmesine asla izin veremeyiz.’ şeklindeki açıklamalar çözüm sürecinin bitmesinin ilk işaretleri
ve stratejik değişimin ilk kırmızı çizgileri olarak görülmelidir.
Türkiye IŞİD’e destek veriyor, yardım ediyor söyleminin
kabul görmesinin arkasında,
başlangıcından bugüne Suriye politikasındaki yanlışlar
var. Türkiye’nin başlangıçta El
Nusra ve Özgür Suriye Ordusu üzerinden verdiği açık destek IŞİD’in ortaya çıkması ile
yeniden gözden geçirilmeliydi. Özellikle denetimsiz ve esnek tutulan Suriye sınırı bir yandan ağır bir mülteci problemi
meyanda getirirken, öte yandan muhalif grupların buradaki imkânlardan yararlanmasını
beraberinde getirdi. Her ne kadar Türkiye IŞİD’i terör örgütü
olarak ilan etse de bu inandırıcı olmadı. Bugün itibari ile hâlâ
tam bir sınır denetim ve güvenliği sağlanmış değil. Son olarak
İngiliz basınına yansıyan ‘Türkiye IŞİD’den petrol alıyor’ haberleri sınır yönetimindeki sorunların devam ettiğini gösteriyor. Varili 20-25 dolara kaçak
petrolün rahatlıkla temin edilebildiğini sağır sultan bile duymuştur sanırım. Böyle bir resim
üstüne oturtulan’ Adana’dan
giden tırlar IŞİD’e silah taşıyor’
söylemi kendine meşru bir zemin de bulmuş oldu. Ayrıca bu
iddialar karşısında hâlâ etkili,
ikna edici açıklamaların yapıldığı da söylenemez.
54
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
Irak’ta ansızın ortaya çıkan
IŞİD’in kısa sürede bu kadar
etkin bir güç olmasının arkasında başta ABD olmak üzere
diğer küresel müttefiklerinin
desteğinin ve aklının olduğunu
söylemek komplocu bir söylem
olmaz sanırım. Birkaç günde
Irak’ı teslim alan ABD’nin hâlâ
kontrol ve denetiminde olan
bu ülkede, IŞİD diye bir yapının ortaya çıkması tesadüflerle
açıklanmayacak kadar bir üst
akıl düzenlemesi ve yönetimini gerektirir. Bugün için ABD
öncülüğündeki küresel istikbar, ‘orta vadede Irak ve Suriye’nin düşük yoğunluklu bir iç
savaş ortamında kalma stratejisini’ uygulamaya çalışıyorlar.
Bunun bir sonucu olarak ‘ajan
bir örgüt olarak IŞİD’ dizayn
edildi. Suriye ve Irak iç savaşının tansiyonu IŞİD üzerinden
kontrol edilmeye ve yönlendirilmeye devam ediliyor.
Suriye’de bu denkleme PYD
dolayısıyla PKK’de dahil edildi. Bu yönüyle bakıldığında
PKK’nın AK Parti’nin ipinin çekildiğini düşünerek çözüm sürecini bu bağlamda Suriye iç
savaşında PYD üzerinden yeni bir güç olma karşılığında
gözden çıkardığını ve ABD ile
iş tutmayı tercih ettiği söylenebilir. Bu bağlamda PYD-IŞİD
savaşı muvazaalı bir çatışma
olduğunu söylemek pek abartı olmaz sanırım. Bu gerçekliği
zaman gösterecektir.
ABD merkezli küresel aklın son dönem AK Parti ve Erdoğan’ın temsil ettiği misyondan rahatsızlığı, gezi olayları
ve paralel yapı üzerinden yapılanlarla kendini görünür kılmıştı. Seçim sonuçları bu sürecin yeniden düğmeye basılmasını beraberinde getirdi. IŞİD
provokasyonu üzerinden öncelikle AK Parti ve sonrasında
ise İslam coğrafyası ve üçüncü dünya halkları için yeni bir
vizyon ortaya koyan ve küresel düzenin egemenliğini sorgulayan, modern İslami anlayışın son ve en donanımlı ülkesi
olan Türkiye’yi yeniden dizayn
etme çabası olarak okunabilir,
bu son yaşanan olayların hedefi olarak…
PKK ve IŞİD’e yapılan son
askeri operasyonları stratejik bir değişim olarak görmek
mümkün. Bugün itibari ile PKK
ve devlet Kürt sorununun çözümü bağlamında sürdürdükleri
barış ve çözüm sürecinde temel stratejilerini değiştirerek
siyasi diyalog ve müzakere ortam ve koşullarını ortadan kaldırmışlardır. Bugünkü şartlarda çözüm süreci anlamsız hale
gelmiştir. Yaşanan deneyimler
askeri operasyonların, sivil ve
asker öldürmenin sorunu çözmek yerine ağır bedelleri tüm
toplum kesimlerine ödetmekten başka bir sonucu beraberinde getirmediğini göstermiştir. Ne askeri operasyonlarla
PKK bitirilebilir ne de asker, polis öldürmekle devlet yenilgiye
uğratılabilir. Tek dileğimiz bu
savaş ve şiddet ortamının bir
an önce son bulması ve akan
kanın durdurulmasıdır. Bunun
ağır sorumluluğu PKK kadar
devletinde üzerindedir.
iSLAM TARiHi
Şahıs merkezli değil
değer merkezli bir yürüyüş
MEHMET HANiFi TOSUN
[email protected]
KILICI elindeydi, Müslüman olduğunda…
Çünkü putlarını rezil rüsva kılıp geçersiz
kılmaya and içmiş Muhammed’i öldürmeye
gidiyordu. Giderken rahmet pınarları
coştu, Ömer’i de kapsam alanına aldı.
TOPLUMSAL mücadelelerde birebir şahıslar değil ortaya konan kolektif çabaların ortak noktaları prototip olarak örneklik bağlamında değerlendirilir. Zira kişiler ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar vahiy tarafından sürekli denetlenen peygamberler hariç yanlış
ve yanlı politikalara imza atabilecek potansiyeli barındırırlar. Kolektif çabalarla oluşturulan toplumsal örneklikler bunun dışındadır.
Şimdi size İslam tarihinin
güzide mükemmel üç şahsiyetini örnek vererek ne söylemek istediğimi anlatmaya çalışacağım;
Hz. Ömer… Hz. Ebuzer…
Ve Hz. Osman…
Üç şahsiyet ve her biri ayrı
birer çınar olan bu güzide abideler İslam eğitim modelinin
yetiştirdiği örnek ve önderler-
dendir. İslami öğretiler muvacehesinde hareket eden Müslümanlar, aynı kararlılıkta binlerce yiğit insanı yetiştirmiştir.
İslam eğitim modeli, külli olarak ele alınırsa aynı kararlılıkla bu öncü şahsiyetleri bundan
sonra da yetiştirebilecek potansiyeli barındırmaktadır. Ancak bir nokta iyi bellenmelidir;
İslam’ın öngördüğü eğitim modelinde değer merkezli bir eğitim modeli benimsenmiştir. Kişi
merkezli çabalar tasvip edilip
benimsenmemiştir. İslam tarihinde kadri yüce insanlar hep
olmuştur ancak fani olan hiçbir
şahsiyet tek başına rol model
olabilecek şekilde ittibaya teşvik görmemişlerdir. Sistem ve
değer merkezli bir rol modellik
hep tasvip ve teşvik görmüştür.
Hz. Ömer… Hz. Ebuzer…
Ve Hz. Osman…
Üç ayrı kişilik ve üç ayrı kim-
lik… Her biri nevi şahsına münhasır yıldızlarımız... Bunlar, tıpkı binlercesi gibi Hz. Muhammed’in (sav) rahleyi tedrisatından geçmiş insanlardandır.
Tek tek her biri ayrı bir değer
ve kişilikte insanlar olan bu güzide şahsiyetlerin birçok güzellikleriyle birlikte karakteristik
olarak kalıtımsal ve düzeltilemeyen yanları da olan insanlar
oldukları gözden ırak tutulmayacak bir husustur. Ki her birinin diğer benzerleri gibi bu
özellikleriyle kişilikleri temayüz etmişti.
Tek tek bahsedecek olursak:
HZ. ÖMER
Sert tabiatı, savaşçı ve cengâver kişiliğiyle Mekke’de ün
salmış, dönemin askeri erkânındandı. Savaş sanatının erbabıydı. Ömer’in haşin ve sert
tabiatından dolayı Mekke ahalisi ciddi bir ürküntü duyardı.
Müslüman oldu, her akıllı Mekkeli gibi.
Kılıcı elindeydi, Müslüman
olduğunda… Çünkü putlarını
rezil rüsva kılıp geçersiz kılmaya and içmiş Muhammed’i öldürmeye gidiyordu. Giderken
rahmet pınarları coştu, Ömer’i
de kapsam alanına aldı.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
55
islam tarihi
Habbab’ın okuduğu Kur’an
Hz. Ömer’in kalbindeki kiri ak
pak kıldı. İman etti. İslam onun
hamurunu tevhid nuruyla yıkadı. Yıkadı ama haşinliği, sert ve
uzlaşmaz tabiatı hep karakter
olarak devam etti. Herkesin
imanını gizlediği bir dönemde
O imanını asla gizlemedi.
Hicret günü açıktan açığa,
göstere göstere “Çocuğunu
yetim, karısını dul bırakmak isteyen şu dağın eteğine gelsin
zira Ömer hicret etmeye karar
verdi” diyerek hiç kimsenin engeline takılmadan Medine’ye,
sevgili nebisine hicret etti.
Haksızlıklar karşısında hep
haşin bir karakteri yaşadı. Kılıcı hep kınında hazırdı. ‘Ey Al-
lah’ın resulü bırak kellesini vurayım der’, hep hazırda beklerdi.
Peygamber (sav)’in yaşadığı dönemde mesela Hudeybiye ahitleşmesinde müşriklerin öne sürdüğü şartları kabul eden peygamberimize karşı “Ey Muhammed sen Allah’ın
rasulü değil misin?” diyerek
anlaşma şartlarını sindiremediğini haykırıp tasvip etmediğini deklare ettiği gibi vefatında
da “Kim Muhammed öldü derse kellesini yere sererim” diye
haykırmış ki birçok yaşanmış
bu tarz olay karşısındaki tavrı onun haşin ve sert uzlaşmaz
kişiliğini ortaya koymaktadır.
Hatırlayın Hz. Ebubekir Ömer’i
halife adayı olarak sunduğunda birçok insanın ‘Bizi diri diri gömdün ey emirel mü’minin’
serzenişini sergilediğini…
HZ. EBUZER
Anarşist ruhlu, isyancı, Gıfar kabilesinin öncü kadrosundan muhterem bir kişilik… Vahiyle henüz tanışmadan putperestliği terk etmiş, tevhide
yönelmiş büyük insan… Çölün asi ruhlu, haksızlık karşısında asla susmayan cengâver ve mücadeleci bir tabiatın
insanı...
İman ettiği gün imanını haykırdığından kandan boyanmış
heykele dönüşünceye kadar
dayak yiyen ve asla imanından
dönmeyen yiğit insan…
Fevriliğiyle ve sert tavrıyla
hep dikkatleri üzerinde toplamış, bir seferinde Allah Resulünden valilik görevi istediğinde tabiatından dolayı ‘hayır’
denilmişti kendisine… Yumuşak huyluluk gerekiyordu vilayette sorumlu olmak için. Ama
Fevriliğiyle ve
sert tavrıyla hep
dikkatleri üzerinde
toplamış, bir
seferinde Allah
Resulünden valilik
görevi istediğinde
tabiatından dolayı
‘hayır’ denilmişti
kendisine… Yumuşak
huyluluk gerekiyordu
vilayette sorumlu
olmak için. Ama
sert tabiatlıydı.
56
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
islam tarihi
sert tabiatlıydı. Haksızlık karşısında asla susmayan hemen
icabını yapan bir kişilikteydi
ki, Hz. Osman’ın hilafet günlerinde sürgüne gönderilmişti bu
tabiatından dolayı… Tek kişilik
bir hayatın sahibi olması sivri
dili ve asi ruhluluğundan dolayıydı. Kimseye eyvallahı olmayan yiğit insan ölümü de Rebeze çölünde tek başına karşılamıştı da o günkü siyasi iradeye
eyvallah çekmemişti.
HZ. OSMAN
Hilm ve hayâ timsali bir kişilikti. Cahiliye döneminde dahi asla içki içmemiş, kötü hiçbir işe bulaşmamıştı. Hayâ abidesi bir zattı. Allah Resulü onu
gördüğünde kendine çeki düzen verirdi.
Bir seferinde evinin avlusunda oturmuştu Allah Resulü.
Ömer (ra) çıkageldi, ardından
Ebubekir (ra) geldi, Allah Resulü ayakları suyun içinde öylece oturuyordu. Derken Osman
(ra) geldi. Allah Resulü hemen
ayaklarını çıkarıp çekidüzen
verdi kendisine! Aişe (r.anha)
validemiz merak etmişti, sordu; diğer iki dost geldiğinde takınmadığı tavrı neden Osman
(ra)’a karşı takındı diye? Allah
Resulü dedi ki ‘Ben meleklerin
bile kendisinden hayâ ettiği bir
zattan nasıl hayâ etmeyeyim.’
Güzel bir hasletti elbette,
ancak görecektik hilafetinde
bu huyunun nasıl istismara
kurban gideceğini, zalimlerin
onu nasıl ters yüz ettiğini okuyacaktık İslam tarihinde. Ümmetin başına nasıl onarılmaz
Özellikle İslami davet ve tebliğ çalışmaları
yapan insanlar, tarihsel bir kişiliği ve
grubu, ekolü alıp motamot bir taklit ile
onları kendilerine örnek alıp hayatlarını
onların yaşadığı gibi yaşayarak, onların
ilkeleri doğrultusunda geçirmeye
çabalarlarsa büyük yanlışları da
beraberinde, pratik alana taşımış olurlar.
sorunlara sebebiyet verdiğini de…
Elbette ciltler dolusu malumat var bu şahsiyetler hakkında. Burada tüm bu malumatları zikretmem tabi ki mümkün
değil.
SORUMUZ NEYDI?
‘Örneklik değer merkezli mi
yoksa kişi merkezli mi?’
Şimdi bu üç kişiliği bağımsız olarak düşünün… Diğer sahabelerin de kişiliklerini, özelliklerini araştırıp yan yana alt
alta koyun… Asla İslam’ın istediği yaşam modelini mükemmel olarak tek kişinin yaşamında bulma şansımızın olmadığını görürüz.
Her biri gözümüzün nuru
olan bu üç şahsiyet bizler için
bu bağlamda nihai prototip
olamaz, olmamalı da. Hangisini alırsanız muhakkak diğer
yön açıkta ve eksik kalacaktır. Bu durumda tavsiye edilen
ve bizim uymamız istenen husus değerlerdir. Değer merkezli bir yaşam stili edinmemiz istenmektedir. Bu üç güzide sahabeden çok şey öğrenebiliriz. Bizim için önder ve örnek
oluşturabilecek birçok özellikleri vardır elbette ki.
Özellikle İslami davet ve
tebliğ çalışmaları yapan insanlar, tarihsel bir kişiliği ve grubu, ekolü alıp motamot bir taklit ile onları kendilerine örnek
alıp hayatlarını onların yaşadığı gibi yaşayarak, onların ilkeleri doğrultusunda geçirmeye
çabalarlarsa büyük yanlışları
da beraberinde, pratik alana
taşımış olurlar. Unutmayalım ki
toplumsal dönüşüm ve değişim
projesi yürüten hiçbir ekibin tarihsel tek değerden hareketle
sistem kurmaları mümkün değildir. İmkân dâhilinde olsa da
eksik ve yersiz olur.
İslam tarihinde en parlak üç
yıldız ismi saydım ki her biri bir
alanda eşsiz karaktere sahip,
biri cengâver, diğeri korkunç
mücadeleci bir kişiliğe sahip,
ötekisi hilm ve hayâ abidesi…
İslami Hareket mensuplarının unutmamaları gereken en
temel husus, peygamberler dışında fani olan hiçbir kişiliğin
toplumsal projenin tek başına rol modeli olamayacağıdır.
Asrısaadet, bireysel örneklemler çerçevesinde değil bir bütün olarak değerlendirilmeli,
mücadelenin temel ilkeleri ve
rol modelleri bu bütünlük göz
önünde bulundurularak tespit
edilip yola revan olunmalıdır.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
57
DÜŞÜNCE
İslamcılık ve
algı operasyonları
DR. YUNUS ÇOLAKOĞLU.
[email protected]
SON zamanlarda İslamcı kesim içinde
ki bazı kişilerin yaşadığı dünyevileşme
ve sekülerleşme üzerinden hareketle
İslamcılığı bitirmeye çalışmak veya böyle
göstermek gayri-samimi bir temenninin
dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Haydi Firavuna git. Çünkü
o çok azdı. (Naziat,17)
BİR MEDENİYET PROJESİ
İSLAMCILIK düşüncesi veya
İslamcı düşünce son yüz elli yıllık siyasi kültürel ve toplumsal
hareketler bağlamında, İslam
dünyasında ve Osmanlı bakiyesi coğrafyalarında ana toplumsal aktörlerden biri olmuştur. İhtiva ettiği anlam itibarıyla İslam toplumlarının ve tüm
ümmetin yaşadığı sosyal, kültürel, zihinsel, iktisadi ve siyasi problemlerin çözümünü bir
İslam toplumu ve devleti ihyası
ve inşasında gören bu anlayışı
aslında son iki asırlık bir zaman
dilimiyle sınırlamakta yanlıştır.
Şüphesiz ki İslam dünyasının
yaşadığı işgal, sömürü, cehalet,
zulüm, fakirlik, siyasi ve askeri
58
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
yıkımlara Kur’an ve sahih sünnet perspektifinde çözüm arayan son iki yüzyılın İslami mücadele liderleri ve siyasal hareketleri ve bu hareketlere gönül
veren fertleri kendilerini hiçbir
zaman İslamcı olarak tanımlamadılar. Gerçekte ümmetin her
ferdi Kur’an’ın ifadesi ile kendini son Peygamber Hz. Muhammed’in getirdiği tevhid çağrısını kabul eden ve İslam dairesine giren bir Müslüman olarak
tanımlamalıdır. İslamcı düşünce veya İslamcılık, İslam dünyasının yaşadığı yıkımlara Kur’an
ve sünnet kaynaklı çözüm için
önce bireysel ve toplumsal ve
nihayetinde İslam devleti düşüncesine ulaşmayı hedef edinen bir düşünce sistemidir. Bu
anlamıyla ümmete dair kaygısı
olan herkesi ve kesimi ilgilendi-
ren bir çabanın ve davetin adıdır aynı zamanda. Temelde bu
saikle hayata bakan ve mücadele eden fertler, cemaatler, tarikatlar, sivil toplum kuruluşları,
dernekler, vakıflar, siyasi partiler, siyasi hareketler için kullanılan bir tabir olarak İslamcı veya İslamcılık düşüncesi bazı temenni ve bilimsel çalışma adı
altında gerçekleştirilen algı atraksiyonlarına rağmen İslam
dünyasında en etkili siyasal ve
toplumsal hareket olarak varlığını devam ettiren evrensel bir
medeniyet projesidir.
TARİHSEL GELİŞİM
Osmanlının son yüzyılında
Said Halim Paşa, Abdülhamid
Han, Filibeli Ahmed Hilmi, Şemsettin Günaltay, Mehmet Akif Ersoy, Said Nursi, Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Cemalettin Afgani; Mısırda Hasan -el Benna,
Seyyid Kutub, Muhammed Kutup ve İhvan hareketi, Pakistan
ve Hindistan’da Cemaati İslami
ve Mevdudi, Tunus da Raşid- el
Gannuşi ve NAHDA Hareketi,
Cezayir’de İslami Selamet Cephesi(FİS), İslamcı şahsiyetler ve
hareketler olarak tanımlanmıştır. Türkiye’de Necip Fazıl Kısakürek son mücadele yıllarında
İslamcı bir çizgide faaliyetlerini
Düşünce
yoğunlaştırmıştır. Merhum Necmettin Erbakan ve Milli Görüş
geleneği ile birçok cemaat de
büyük oranda bu çizgide mücadele vermiştir. Balkanlarda
Aliya İzzet Begovic İslamcı bir
mütefekkir ve dava adamı olarak altmışlı yıllarda Tito Yugoslavya’sının zindanlarında adeta Seyyid Kutub’un çağrısına
ses vererek, İslam birliğini ve
ümmetin kendi asli kaynakları
üzerinden uyanışını savunuyordu. Kur’an şairi Muhammed İkbal aynı evrensel idealin peşinde Endülüs için şiirler yazıyordu.
İSLAMCILIK KARŞITI
İTTİFAKLAR
Türkiye’de AK Parti kurmayları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da kendisini hiçbir zaman
İslamcı olarak tanımlamazken,
özellikle son yıllarda, sol Kemalist koro ve onlarla muta nikahı
ile nikahlanan paralel yapı ve
Avrupalı, Amerikalı dostları ile
İsrail basını, AK Parti ve Erdoğan’ı Mısır, Filistin meselesi ve
İslam dünyasındaki sorunlar ile
alakalı duruşundan dolayı İslamcı olarak tanımlamaktadır.
Almanya ve Amerika’da birçok
gazete ve dergi Türkiye benzeri, benzer Erdoğan karşıtı manşetlerle çıkabilmektedir. İslamcı olarak bilinen ve tanımlanan
tüm şahsiyetler ve hareketlerin
hemen hemen tümünün yerli
ve kendi halklarına dayanması, İslam dünyasının ve ümmetin iki yüzyıllık çöküş ve yenilgisini durdurmaya yönelik samimi bir çaba içinde olması ve
küresel sömürüye karşı çıkması
Otuz yıllık yayın hayatında
İslamcı çizgiyi reddeden bu
gazetede İslamcılığın bitişinin dert
edinilmesi! doğrusu son zamanların
popüler cümlesi ile ‘manidardır’.
önemlidir. Bu anlamda İslamcılık düşüncesi İslam dünyasının
en meşru ve haklı siyasal hareketidir. Son zamanlarda İslamcı kesim içinde ki bazı kişilerin
yaşadığı dünyevileşme ve sekülerleşme üzerinden hareketle İslamcılığı bitirmeye çalışmak
veya böyle göstermek gayri-samimi bir temenninin dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Paralel medyanın Türkiye’deki
AK Parti iktidarını ve Erdoğan’ı
bölgedeki ve İslam dünyasındaki İslamcı hareketlere destek olmakla itham etmesi, batılı dostları ve ABD deki Neo-con çetesine sürekli şikâyet etmesi ve
Türkiye aleyhine lobi çalışması
gündemdedir. Bu malum yapı
hiçbir zaman İslamcı bir çizgide
olmamış ve İslamcı hareketler
ile arasına bariyerler koymuştur. Otuz yıllık yayın hayatında
İslamcı çizgiyi reddeden bu gazetede İslamcılığın bitişinin dert
edinilmesi! doğrusu son zamanların popüler cümlesi ile ‘manidardır’. Elbette ki bu kanaat veya temenni birkaç itibar yoksunu entelektüelle sınırlı değildir.
Amerika ve Avrupa menşeli düşünce kuruluşlarında bu tür yayınlar sarf edilmektedir. İslamcılık düşüncesi ve İslamcı aydınlar ve hareketler de elbette ki
eleştiriden muaf değildir. Ve bir
çoğumuz bu noktada sert eleştiriler yapmışızdır. Ancak eleştiriyi yapanların fikirlerini beyan
ettikleri gazetenin arşivinde legal İslami yapılanmalara, yapılara karşı yapılan polis operasyonlarını temize çıkaran yayın-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
59
Düşünce
lar bir hayli fazladır. İslam karşıtları ve Vatikan ile diyalog içinde olan, ortak faaliyetler düzenleyen yapı kalp gözlerini, liderinin meşhur talimatıyla(Merhum
Erbakan ile kalp gözüm kapalı demişti) İslami kesimdeki vakıf, dernek, cemaat, tarikatlar ile
kapattıkları gibi, devletin imkânlarını kullanarak sindirmekten
de geri durmamışlardır. İslam
dünyasında hiçbir devlet adamı veya tarikat, cemaat, parti
lideri Mavi Marmara gemisine
yapılan saldırıyı haklı görmez
ve lanetlerken, malum yapının
lideri, dokuz şehidin kanı güverteden denize damlamakta iken
ve yaklaşık beş yüz insani yardım gönüllüsü esirken, siyonist
güdümlü medya organlarına
çıkıp İsrail’e destek açıklaması yapmıştır.
İSLAMCILIK KARŞITI
LAİK DİKTATÖRLER
İslam dünyasındaki bağımsızlık hareketlerinden sonra yeni kurulan kabile devletçikleri ve
ulus devletler genel olarak laik
ve milliyetçi diktatörlere teslim
edildi. Gerçek anlamda bir seçim sistemi ve demokratik düzene müsaade edilmesi şöyle dursun en hafif bir eleştiri ve fikri
mukavemet en sert bir biçimde
cezalandırıldı. Cezayir’de yapılan serbest seçimlerde halkın oylarının %70 ini alan İslami Selamet Partisi (FİS) Fransa’nın desteklediği laik diktatörlük tarafından kapatıldı ve
çıkan iç savaşta yaklaşık iki
yüz bin insan öldü. Muammer
Kaddafi, Habib Burgiba, Zey-
60
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
nelabidin bin Ali gibi zalim laik
diktatörler İslamcılık karşıtı Avrupa ve Amerika tarafından yıllarca desteklendi. Suriye diktatörü Hafız Esad, Said Havva
liderliğindeki İhvan hareketini yetmiş bin insanı şehid ederek durdurduğunda batılı başkentlerde bu gündem dahi olmadı. Bugün dahi Esed sonrası
için kaygı duyulan IŞİD değil İhvan ve Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) bileşenleridir. Saddam Hüseyin tam anlamda laik bir diktatördü. İslam dünyasında mutedil, sivil, sahih ve aynı zamanda esaslı bir medeniyet projesi
olarak ortaya çıkan ihvan hareketi yıllarca Hüsnü Mübarek tarafından zulme ve baskıya maruz kalırken, Arap baharıyla gelen suni özgürlük ortamı İhvan’ı
güçlü bir halk desteği ile iktidarı getirdi. İslam dünyasının en
köklü İslamcı hareketi, bir yıllık
ambargonun sonunda canlı yayınlarda sekiz bin insan katledilerek ve seçilmiş cumhurbaşkanı idama mahkûm edilerek
durduruldu. Destek yine gerici
Arap rejimleri, Almanya, İngiltere, İsrail ve Amerika’dan geldi.
Darbe mali olarak finanse edildi. Tunus da NAHDA halktan aldığı destekle iktidara gelirken,
muhaliflerle zorunlu bir iktidar
paylaşımına girerek laik güçlerin kan akıtmasına engel oldu.
Türkiye’de merhum Necmettin
Erbakan on bir aylık sınırlı iktidardan sonra yargı, ordu, basın, sendikalar ve iş dünyasının
iri baronları tarafından sınırları
aşan bir destekle alaşağı edildi.
İslam dünyasının tüm ülkelerinde İslami hareketler ve İslamcı
yapılanmalar kendi iç dinamikleri ile değil, dışarıdan desteklenen laik güçler ve taşeronlarca iktidardan indirilmiştir. İsimlerini zikrettiğimiz İslami hareketlerin hemen tümü Kur’an ve
sünnet kaynaklı mutedil bir çizgiyi esas kabul edip, meşveret
ve şûra esaslı bir sistem ve halkın desteğini esas alan bir anlayışla bir toplum ve ümmet inşasını hedef almışlardır ve şiddeti
yöntem olarak tercih etmemişlerdir. Bahsedilen hareketlerin
seçimlerde aldıkları oy oranları
her türlü engellemeye rağmen,
Avrupa’daki herhangi bir iktidar
partisinden çok daha yüksektir.
İslam dünyasının
tüm ülkelerinde
İslami hareketler ve
İslamcı yapılanmalar
kendi iç dinamikleri
ile değil, dışarıdan
desteklenen
laik güçler ve
taşeronlarca
iktidardan
indirilmiştir.
İSLAM DÜNYASINDA
YIKIM PROJELERİ:
IŞİD, EL-KAİDE,
BOKO-HARAM
Son yirmi yılda İslam dünyasını büyük bir şiddet sarmalına
iten El-Kaide, Taliban, IŞİD, Boko Haram vb. silahlı yapıların
İslamcı yapılar olduğunu söylemek insaf, izan ve bilimsellikten uzak art niyetli bir yaklaşımdır. Mezkûr yapıların ve şiddeti
Düşünce
esas alan bu silahlı örgütlerin
bir İslami tecdit ile sanat, bilim,
kültür, estetik, edebiyat, mimari
ve medeniyet inşası ve gayreti
içinde olduğunu hiç kimse iddia
edemez. Bu yapılar İslam dünyası için bir medeniyet projesi
değil bir yıkım projesidirler. Bu
örgütler çoğu zaman İslam sanat ve mimarisini yansıtan asırlık eserleri bizzat tahrip etmişlerdir. Bu bağlamda çoğu aşırı
selefi ve vehhabi yapılar tarihte,
İngilizler ile yakın ilişki içinde olmuşlardır. Nitekim Mısır da Selefi Nur Partisi İhvan’a karşı gerçekleştirilen kanlı darbede kullanılmıştır. İslam Dünyasını kan
gölüne çeviren IŞİD İsrail’e tek
bir kurşun sıkmadığı gibi HAMAS’ı hedef tahtasına yerleştirmeye başlamıştır. Doğal ve tabi bir ortamda İslami hareketler
daima halktan destek görmüş
ve ülkenin yönetimine taşınmıştır. Bugün dahi tüm İslam ülkelerinde gerçek bir demokratik
seçimde İslamcı yapılanmalar
ve hareketler iktidarın en güçlü adaylarıdırlar. Baskı, zulüm,
katliam ve askeri operasyonlar ile İslam dünyasını laik diktatörlere peşkeş çekilmesini ve
İslami hareketlerin sindirilmesini İslamcılığın sonu diye tanımlamak, en hafif tabiriyle insafsızlık ahlak ve erdem yoksunluğudur, Bu bir tespit değil, bir
temenni olup ümmetin maslahatına muğayyer bir kabuldür.
PROTESTAN İSLAM
ANLAYIŞI
Bugün İslam dünyasında
medeniyet kurucu ve mutedil
Son yirmi yılda İslam dünyasını büyük bir
şiddet sarmalına iten El-Kaide, Taliban, IŞİD,
Boko Haram vb. silahlı yapıların İslamcı
yapılar olduğunu söylemek insaf, izan ve
bilimsellikten uzak art niyetli bir yaklaşımdır.
İslamcı hareketler tasfiye edilmek istenmektedir. İŞİD ve
El-Kaide tarzı yapılar ile sosyal ve siyasal bir talebi olmayan ve bir medeniyet ihyası ve
inşası idealinden uzak salt bireysel bir İslam inanışı arasında Müslümanlar, tercihe zorlanmaktadır. İslam, küresel
egemen sisteme biat eden bu
ikinci yapı üzerinden protestan bir anlayışla tekrar yorumlanıp, Hıristiyanlığın bir mezhebi gibi tanzim edilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanlık bugün için bireyi, toplumu, devleti etkilemeyen sosyal ve siyasal bir talebi olmayan ve birtakım pagan sembollere ve ritüellere indirgenmiştir. Hz. İsa
sünneti ile Hristiyan dünyada
yaşamamaktadır. İslam hukuk
sistemi ve sosyal hayat büyük
oranda Rasulullah’ın Sünneti
Seniyyesi üzerinden şekillenmiştir. Bugün sevgi ve hoşgörü üzerinden kuralsız, ibadetsiz, peygambersiz bir din anlayışı Hıristiyan dünyada hâkim hale gelmiştir. Tüm dünyada, şiddete başvurmayan
ancak, İslam’ı sosyal siyasal,
ekonomik ve kültürel olarak ihyası için çalışan ve medeniyet
üreten bir anlayış ile hayatı ve
ümmeti ihya etmeye çalışan İslamcı hareketlerin hareket alanı daraltılırken, protestan İsla-
mi anlayış için Avrupa başkentlerinde toplantılar tertipleniyor.
Bir anlamda İslamcı düşüncenin panzehiri olarak kabul görüp servis ediliyor.
İslam dünyasını etnik aidiyetler üzerinden parçalara bölen suni sınırlar ile birbirine yabancılaştıran egemen güçler
ve onların laik taşeronları için,
İslamcılık düşüncesi asla müsamaha edilmeyecek bir fikri akımdır. Evet doğru bugünlerde Mısır’da her gün Adeviyye meydanında günde bin kişi
uzun namlulu silahlar ile katledilmiyor. Buna dayanarak,
bazıları, ‘İslamcılık öldü’ diyebilir. Fakat net olarak bilinmeli ki, kendi asli kaynakları olan
Kur’an ve sünnet üzerinden bir
medeniyet okuması ile tecdit ve
ıslahı gaye edinen İslamcı düşünceyi, tek bir kişi, kurum ve
ülke ile irtibatlandırmak ve silahlı şiddet üzerinden itibarsızlaştırmak asla mümkün değildir. Bu düşünce ümmet coğrafyasının en güçlü sosyal ve siyasal aktörüdür. İslam ve Müslümanlar var oldukça zulme,
adaletsizliğe, işgal ve sömürüye karşı varlığını ve çağrısını devam ettirecektir. İslamcılar için nihai hedef İslam Birliği’dir. Ve ümmetin birliği düşüncesi sadece siyasi değil, kitabi bir zorunluluktur da.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
61
SÖYLEŞi
SELAHADDiN EŞ ÇAKIRGiL:
Afganistan işgalini protesto ettiğim için
İran’da salondan
dışarı atıldım
SÖYLEŞİ: MUSTAFA AHISKALIOĞLU
Üçüncü Bölüm
Ecevit’in CHP-MSP koalisyonunu 9. ayında bozmaya
karar verdiği sırada yaptığı bir basın toplantısında
onunla bir tartışmaya girmeniz ve ilginç sorularınız
vardı, değil mi?
Ecevit, daha önce de belirtmiştim, MSP’nin ve Erbakan’ın
şahsında temsil olunan düşünce yapısının ve siyasî eğilimlerin 50 yıl boyunca sistem dışında bırakılmasının bir fayda getirmediğini ve o geçmiş uygulamanın bir ‘tarihî hata’ olduğunu söylemişti, ama, 9 ay sonra o koalisyonu bozmaya karar
verirken de, o koalisyon hükûmeti denemesinin de bir ‘tarihî
hatâ’ olduğunu söylecekti.. Bunu yaparken de, dış dünyada
barış türküleri söylüyor, içerde
ise, Kıbrıs Çıkarması’nın kahramanlığını üstlenerek, toplumdaki militarist eğilimleri
62
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
tahrik edecek şekilde, miğferli fotoğraflarının, posterlerinin
hemen her yerde dağıtılmasıyla, kendisini ‘Kıbrıs Fatihi’ diye
gündeme getiriyordu..
O sırada, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nde Eylul 1974’ün
ilk haftasıydı, sanırım.. 100’den
fazla medya mensubunun katıldığı bir toplantı yapmış ve
Hükûmet’i niçin dağıtmak gerektiğini anlatmıştı, uzun uzun..
Ve sorular faslına geçildi.. Tabiatiyle, soruların çoğu, Hükûmet’in dağılması, yeni seçimler
vs. üzerineydi.. Benim de sorularım vardı, ama , farklı konularda..
Yazılı soruları, Turizm Bakanı O. Birgit okuyor, Ecevit cevabını veriyordu..
Benim sorulara gelince, hava değişiverdi.. Çünkü o zamana kadar sorulan sorular gün-
lük ve iç politikayla ilgili idi.
Benim sorularım ise, ideolojik
yönleri ağırlıklı görüldüğünden
rahatsız ediciydi. Ve de o zamana göre okkalı..
6 soru sormuştum, (yazdığmı gazete adına değil, kendi
adıma..) Bunlardan üçünü burada tekrarlıyayım.. (Soru-cevab faslında, ek sorular sorulması veya tartışılması imkânı
da vardı..)
1- Hem sömürüye karşı olduğunuzu söylüyor, hem de sömürünün en eski ve etkili yöntemini oluşturan faizlerin yükseltilmesi gerektiğinden söz
ediyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu?
Bir çok İslam ülkesi de faizleri yükseltiyor..
Ben kötü örnekleri örnek almaksızın, görüşlerinizi ilke olarak öğrenmek istiyorum.
2- Türkiye’nin Kıbrıs Çıkarması’na engel olmayışını protesto bâbında Yunanistan NA-
söyleşi
1959’da vefat eden Süleyman Hilmi Efendi
yıllarca Diyanet emrinde çalışmış ve ama
sonra, bir çelişki ve yanlışlığa dikkati
çekmişti. Ama, bu dikkat, daha sonra,
İmam-Hatib Okulları’na ve Diyanet İşleri
Başkanlığı kurumuna karşı müthiş bir
düşmanlığa dönüşmüştü ve câmilerde
Diyanet imamlarının arkasında namaz
kılmanın caiz olmadığını söylüyorlardı.
TO’dan ayrıldığını açıkladı. Siz
ise, Yunanistan’ın, NATO’dan
çekilmesiyle meydana gelecek
boşluğu Türkiye’nin dolduracağını açıklamaktasınız.. NATO taa başından İslam dünyasına karşı bir saldırı paktı olarak ortaya çıkmışken... Bu durum sizi rahatsız etmiyor mu?
Ben NATO’nun öyle bir
fonksiyonu olduğunu söylemedim..
Onu ben söylüyorum, efendim,,
3- ‘İkide bir, Biz Kıbrıs’a fetih
anlayışıyla gitmedik’ demekte
ve bu sözlerinizden ‘Fetih anlayışını kabullenmediğiniz’ gibi
bir mânâ çıkıyor.. Bu sorunun
cevabını verirken, şu anda İstanbul’da da bir fetih neticesinde bulunduğunuzu gözönünde
almanız gerekiyor. Bu açıdan
çelişkili bir durum ortaya çıkmıyor mu?
Bu çağdışı bir sorudur, cevab vermiyorum... (Alkışlar..)
Eşit şartlarda tartışmıyoruz..’
Bu sorular ve getirdiği tartışma, medyada epeyce tartışıldı.. Ama, kendi yazdığım gazete de rahatsız oldu.. Gazeteye dönüşümde, ‘Bu gibi so-
ruları, daha çok solcular sorar..’ dediler, yöneticiler.. Ben
o soruları gazete adına değil,
kendi adıma sorduğumu belirttim.. Ama, aramızda bazı konularda zâten var olan yaklaşım
farklılığı daha da derinleşmişti, artmıştı..
Ciddî görüş ayrılıkları?
Bunlar neydi mesela..
İçeride, o gazeteyi elinde
tutan grup, belirli bir cemaat
idi ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın çizgilerinden başka bir
doğru yol kabul etmiyordu..
1959’da vefat eden Süleyman
Hilmi Efendi yıllarca Diyanet
emrinde çalışmış ve ama sonra, bir çelişki ve yanlışlığa dikkati çekmişti..
Ama, bu dikkat, daha sonra, İmam-Hatib Okulları’na ve
Diyanet İşleri Başkanlığı kurumuna karşı müthiş bir düşmanlığa dönüşmüştü ve câmilerde
Diyanet imamlarının arkasında
namaz kılmanın caiz olmadığını söylüyorlardı.
‘En haram yerlerden alınan vergilerle maaşları ödenen kişilerin arkasında nasıl
namaz kılınır?’ sualinin makul
ve tatmin edici cevabı bugün
de verilmiş değildir..
Yani, o itirazın özüne bir itirazınız yok..
Evet.. Bu grup, ilginç bir çalışma geliştirmeye dikkat gösteriyorlardı.. Meselâ, Biçki-Dikiş Kursu gibi isimler altında
yerler açıyorlar ve buralarda
Kur’an Dersleri veriyorlardı.
Daha sonra bu mekânları açıkça Talebe Yetiştirme Yurtları
haline dönüştürmüşlerdi ve
yönetimini de her il ve ilçedeki
Milli Eğitim Müdürlükleri’ne bırakmışlardı. M. Eğitim müfettişlerinin gönlünü hoş tutmak için
de kurslarında göze çarpan bir
yerde bir ‘Atatürk köşesi’ tesis
ediyorlardı. Yani, aslında Diyanet camilerinde yapılanlardan
daha az değildi yaptıkları.. Bu
durum taraftar bulan bir gruplaşmayı ve tarafların birbirine
ağır suçlamalarını da beraberinde getiriyordu.. Ve bu hareket küçüksenmiyecek bir hareket olduğu için, Erbakan’ın dışındaki siyasî partiler de onların liderlerine listelerinde, hem
de liste başında yer veriyorlardı. Ki, hareketin lideri olan (S.
Hilmi Tunahan’ın damadı) Kemal Kaçar, Demirel’e itiqadî
açıdan ağır ithamlar yaptığı
halde, sonra da, gider onun-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
63
söyleşi
Süleyman Hilmi Tunahan’ın damadı,
Kemal Kaçar, Demirel’e itikadî açıdan
ağır ithamlar yaptığı halde, sonra da,
gider onunla görüşüp, onun eliyle, onun
partisinden sunulan milletvekilliğini kabul
ederdi.. O yöntem, K. Kaçar’dan sonra, aynı
aileninin damadları vs.. eliyle on yıllar boyu
daha devam ettirilmeye çalışıldı.. Onlar
Erbakan’a sempati duymazlar, Demirel ve
Türkeş’i ise, kabul edilebilir bulurlardı..
la görüşüp, onun eliyle, onun
partisinden sunulan milletvekilliğini kabul ederdi.. O yöntem, K. Kaçar’dan sonra, aynı
aileninin damadları vs.. eliyle
on yıllar boyu daha devam ettirilmeye çalışıldı.. Onlar Erbakan’a sempati duymazlar, Demirel ve Türkeş’i ise, kabul edilebilir bulurlardı.. Hattâ, Ecevit’e de mevcud rejimin bir tabiî unsuru gözüyle bakarlardı,
ama, Erbakan’a gelince.. Belki de kendilerine rakib olabileceği endişesiyle soğuk ve düşmanca bir çizgide dururlardı..
Bunlar iç siyasetle ilgili olan tarafı, konunun..
Dış siyaset konularındaki
farklılıklara gelince..
O zamanlar.. Kapitalizmkomünizm dünyaları arasında çok ateşli bir ‘Soğuk Savaş’ sürdüğünden, Türkiye’nin
taraf olduğu NATO dünyasına
ve NATO’ya karşı bir itiraz ve
karşı söylem geliştirmek neredeyse komünist sayılmaya yetiyordu..
Dünyadaki gelişmelere de
ya kapitalist ya da komünist
cebhe açısından bakmak zorunda kalıyordunuz.. Amerika
64
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
veya Sovyet Rusya açısından...
Bizdeki matbuat da genelde bu
şekilde bir taraf olarak kendi
yönünü belirliyordu.
Halbuki, müslümanlar olarak bizim de kendi düşüncelerimize göre bir bakış açımız ve
değer yargılamız olmalıydı..
Üstelik ben de yazı hayatına
yeni atılmış birisi olarak, o sıralarda dünyayı derinden ilgilendiren derin bir tartışma vardı..
O da, Şili’de halk oyuyla iktidara gelmiş olan solcu Salvador
Allende’nin General Augustos Pinochet eliyle devrilmesi
ve öldürülmesi idi..
Tabiatiyle, bu darbe ve katlin arkasında Amerikan emperyalizminin olduğu hissediliyordu.. O darbenin hazırlanması
ve yapımındaki Amerikan planlarının, CIA planlarının gizli belgeleri şimdiki gibi açığaa çıkmamıştı. Ama, ‘İslamî dikkatlerinin daha fazla olduğu’ kabul
edilen kesime hitab eden gazeteler arasında, Allende’yi Amerikan emperyalizminin öldürttüğünü ısrarla işleyen sayılı kalemlerden birisi de ‘fakir’di.. Bu
da genelde gazetede rahatsızlık meydana getiriyordu..
Nitekim, Türkeş’in desteklenmesine karar vermek gibi
eğilimler de devreye girince..
Ayrılmaya karar verdim ve ayrıldım..
Bab-ı Âli’de Sabah’tan ayrıldıktan iki ay kadar sonra da
Ankara’dan çağrıldım ve Erbakan’la görüşmeden sonra,
Millî Gazete’de yazmaya başladım..
163. maddeye aykırılıktan
dolayı mahkumiyetiniz ve
cezaevine girişiniz?.
Aslında, benim mahkûm olduğum yazı, 1974 Martı’nda idi
galiba, dönemin Cumhurbaşkanı olan Korutürk’ün İslam hakkındaki bir münasebetsiz lafına
karşılık olarak yazılmıştı. ‘Korutürk ve Din anlayışı..’ başlıklı
bir yazı idi.. Hemen dâva açılmış ve İst. 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde mahkûm edilmiştim..
İstanbul Hukuk’u yeni bitirmiş
birisi olarak bütün hukukî savunmaları yaptığım halde, mahkeme beni mahkûm etmekte kararlı, ya da ‘vazifeli’ idi..
Üsküdar-Paşakapısı, Şile ve
Gebze Cezaevleri’ndeyken de
S. Muradbeyli, S. Çakırgil gibi
değişik imzalarla yazmayı sür-
söyleşi
dürmüştüm.. (Muradbeyli, köyümün adı idi; Çakırgil ise, ailemizinin köydeki soy adı idi..)
Yazılarımı cezaevinde de yazıyor, akşam evine gitmekte
olan gardiyanlardan namazında-niyazında olanlarla gazeteye gönderiyordum..
Ama, bir gün Erbakan, Millî
Gazete yöneticilerine, ‘Aman
ona yazı yazdırmayın, çünkü,
(Demirel başkanlığındaki koalisyon hükumetlerinde) Başbakan Yardımcıları’ndan olan
Turhan Feyzioğlu M. Güvenlik Kurulu ve Kabine toplantılarında, ‘Bu yazıları yazanın
kim olduğunu bilmiyor değiliz, bunlar cezaevine de konulsalar, ıslah olmazlar, yazılarını oradan da yazmaya
devam ederler..’ diyor, sıkıntıya uğruyoruz.. Maaşını vermeye devam edin, ama yazısına son verin..’ diye kesin talimat veriyor.. Ben de ‘Karşılığı
olmadan, ödeme yapılmasını
kabullenemem..’ deyip yazıya
son verdim ve bir daha da Millî
Gazete’yle yolum 1999’lara kadar kesişmedi..
Ama, o sırada, (haftalık)
Sebil’de de yazıyordunuz..
Evet.. 9 Toplam 15 ay olan
mahkumiyetim, 9 ay 10 gün
sonra şartlı tahliye ile son bulmak üzereyken, Nisan-1978’de,
Sebil’in Umumî Neşriyat Müdürlüğü’ne getirildiğim bir
emr-i vâkı’ halinde ilan edilmişti, Kadir Mısıroğlu bey tarafından.. O sırada, fikren daha yakın olduğum Şûrâ dergisi de yayınlanmaya ve özellik-
le de İslâm’a yakınlık duyan
genç nesiller üzerinde bayağı
derin etkiler meydana getirmeye başlamıştı..
Yıllarca ‘ağabey’ bildiğim
Kadir Bey’le yakın bir mesai
birlikteliğimin
olamıyacağını anlayınca.. Hapisten çıktıktan sonraki üç ay kadar bir
beraberliikten sonra Sebil’den
sessizce ayrılmayı tercih ettim,
(matbuat dünyasının mahiyeti
açısından ilginç olsa bile, tafsilatına girmiyorum..)
Tevhîd dergisi de oldukça
etkili olmuş, o dönemde..
Elbette.. Ekim- 1978’de, tam
da MSP Büyük Kongresi’nin
hemen öncesinde (onun da
hikayesi ilginç ise de, tafsilatı çok fazla olduğu için geçiyorum); Yılmaz Yalçıner ve arkadaşlarının çıkardığı (haftalık)
Şûrâ’da yazmaya başladım..
Ama, benim Şûrâ’ya geçişimden bir ay sonra kapandı ve arkasından, muhteva sorumluluğunun benim üzerimde olduğu
ilanıyla, yine bir haftalık olarak
‘Tevhîd’i çıkarmaya başladık;
Ali Bulaç, Hüsnü Aktaş, Sedat Yenigün, Yılmaz Yalçıner
vs. arkadaşlarla birlikte.. (Tevhîd’in yayına başlaması sırasında MSP Genel Başkanı Nec-
meddin Erbakan’ın daveti üzerine Ankara’da yapılan bir ilginç toplantının tafsilatını da
geçiyorum..)
İran’daki Şahlık düzeninin
devrilmek üzere olduğu ve hemen bütün dünyanın bu gelişmelerle büyük çalkantılar yaşadığı bir dönemde, İslam İnkılabı Hareketi’ni vargücüyle
destekleyen -denilebilir ki-, etkili tek yayın organı durumundaydı, birbirini takib eden bu
Şûrâ, Tevhîd ve sonra da Hicret gibi dergiler..
Türkiye içinde de büyük
sosyal huzursuzlukların
giderek tırmandığı bir dönem, değil mi?
Tabii.. Ama, unutulmasın
ki, Türkiye yine sıkıyönetimli yıllar yaşamaktadır.. Maraş
, Çorum ve diğer yerlerde derin sosyal yaralanmalara işaret eden kanlı katliâm ve diğer
anarşi ve terör eylemleri bütün
hızıyla devam etmektedir.. Bizim öyle bir zaman diliminde
İran’daki İslam İnkılabı Hareketi’ne verdiğimiz destek, tabiatiyle, üzerimize şiîleri destekliyorlar, dışarıdan destekleniyorlar gibi iddiaları da getirmiyor
değildi.. Ancak, biz, sırf İslamî
ideallerimize yakın gördüğü-
Ali Bulaç, Ali Ünal,
Beşir Eryarsoy,
Hüsnü Aktaş, Sedat
Yenigün ve diğer genç
arkadaşlar başta
olmak üzere, haftalık
Hicret dergisini
devreye sokmuştuk..
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
65
söyleşi
müz için ve de kendi geçimimizi bile güç-belâ sürdürerek,
bazı genç arkadaşlarımızın da
para bile almadan ve yayınına
omuz verdikleri bir heyecanla
aylarca çalıştıklarını burada
belirtmeliyim.
Tevhîd, Şûrâ’nın genç nesiller özellikle Akıncılar üzerinde
estirdiği rüzgara yeni bir ivme
kazandırmıştı ve haftalık olarak 40 bin’in üzerine bir tiraja
ulaşmıştı..
Ama, kısa ömürlü oldu.. Ve
sonra Hicret’i devreye soktunuz..
Evet, (tafsilatını yine geçeyim), o da kapanmak zorunda kaldı.. Ve iki ay kadar sonra, Eylûl-1979 başında bu kez
de, öncekinden daha da dar
imkanlar içinde, sorumluluğu yine üzerimde olmak üzere, Ali Bulaç, Ali Ünal, Beşir
Eryarsoy, Hüsnü Aktaş, Sedat
Yenigün ve diğer genç arkadaşlar başta olmak üzere, haftalık Hicret dergisini devreye
sokmuştuk.. Onu da, piyasada tutunup tutunamıyacağının
bilinmemesi ve imkân darlığı
yüzünden temkinli olarak 18
bin tirajla başlatmıştık. Ama,
her sayıya bin- iki bin ekleyerek 28-30 binlere doğru tırmanmıştı tiraj, kısa sürede..
Hemen her sayımız, tıpkı
öncekiler gibi, mahkeme kararıyla toplanıyordu. Ancak, o
toplama kararı çıkıncaya kadar, bizim dergilerimiz çoktaaan dağıtılmış oluyor ve polisin
eline ilk bozuk baskılardan kalan 40-50 kadar gazete ancak
66
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
geçebiliyordu.. Ancak, bu yayının da engellenmesi gerekiyordu.. (Onun tafsilatını da geçeyim..) Nitekim, o operasyon
etkili oldu, dergilerimizin satışından sonra dönmesi gereken
paralar döndürülmemeye başlandı, özel talimatla ve paramızın bitmekte olduğunu görünce, abone olanlara karşı borçlarımızı da ödeyerek, Hicret’i
de 7 ay kadar sonra kapatmak
zorunda kaldık..
1980 yılının Türkiyesi.. Her
gün sokak savaşlarında, solcu-sağcı çatışmalarında öldürülenlerin sayısı, ortalama 30
civarında..
163’ncü madde, bir Demokles Kılıcı gibi sizin ensenizde ..
Hakkımda 163. maddeye
göre, (yani, yeni nesillerin mahiyetini bilmedikleri ve devletin dinî kurallara göre yönetilmesi için matbuat yoluyla propaganda yapmak suçlamasından dolayı) açılan davaların sayısı 30’u açmıştı ve önceki mahkumiyetim de aynı kanuna muhalefetten olduğu için,
artık cezalandırmanın tekerrür
hükümleri gereğince ağırlaştırılarak yapılması gerektiğine
dair iddianameler hazırlanıyordu. Bu yargılamalardan birisi sonuçlanmış, Temyiz (Yargıtay) Mahkemesi de o cezayı hemen tasdik etmişti ve üç
yıllık bir hapis cezasına daha
mahkûm olmuştum. Ama, haberi almıştım da, ikamet adresimi değiştirmiştim.. İstanbul/
Fatih’te kirada oturuyordum,
ama, Çengelköy’de, askere
giden bir arkadaşın evine yerleşmiştim.. Bulunmam kolay
değildi.. Esasen, polis de bu
gibi siyasî konuları takib ederken başlarına neler gelebileceğinin endişesi ile, sokak savaşlarının bütün şiddetiyle devam ettiği o dönemde daha
bir baştan savma takibat yapmaktaydı.. Hemen, Tahran’da,
Amerikan emperyalizminin cinayetlerini araştırmak için tertiblenen uluslararası bir konferansa katılmak üzere, yurt dışına kanunî şekilde çıktım. Bu
konferansa Şevket Kazan, Prof.
Ömer Kürkçüoğlu ve Mümtaz
Soysal da katılmışlardı.
Afgan liderleriyle yakından tanışmanıza da galiba
o konferans yol açtı..
O konferansta yaşananları ve Sovyet Rusya adına katılan bir tarihçiyi, Afganistan işgalini mazur göstermeye çalışmasından dolayı protesto edişim üzerine, İran’da o zaman
Dışişleri Bakanlığı’nda bulunan ve daha sonra idâm edilen Sâdık Qutbzâde’nin emriyle salondan atılışım.. O sırada
konferansa katılmak üzere yeni gelen ve gelişmelerden yeni haberdar olan Afgan mücahid teşkilatlarının liderlerinden
Gulbeddin Hikmetyar ve rahmetli Burhaneddin Rabbanî
ile tanışma ve yakın irtibatlar..
Ve daha sonra bir suikasdde, çoğu bakan , milletvekili ve diğer yüksek dereceli 72
seçkin inkılabçı ile birlikte can
veren ve İnkılab’ın İmam Kho-
söyleşi
1,5 yıl kadar öncelerde ilişkilerimiz kesilmiş
olan Yılmaz Yalçıner ve arkadaşları Ekim 1980
ortasında bir uçak kaçırmaya kalkışmışlar ve
bir grup eski arkadaşımız yakalanmışlardı..
Ben yurt dışına çıkmayı düşünüyordum,
ama, nereye ve nasıl gidecektim?
menynî’den sonraki en etkili ismi olarak bilinen Âyetullah Muhammed Huseyni-i Beheştî ile
tanıştırılışım.. Ve konferanstaki çarpıklıkları ve orada yapılanların İslam İnkılabı’yla büyük çapta ilgisinin olmadığını
ve o konferansın komünistlerin bir propaganda merkezine dönüştürüldüğüne dair görüşlerimi aktarışım ve bunların
Cumhûri-i İslamî gazetesinde
birinci sahifeden ve tam sahife halinde yayınlanması üzerine ortaya çıkan ve Meclis’te
sert tartışmaların yaşanmasına yol açan ve nice iç sürtüşmelere ivme kazandıran gelişmeler üzerine.. Ki, İran’da İnkılab’ı kendi istediği şekilde yönlendirmek isteyen -başta Mujahedeen-e Khalq isimli, yarı-marksist silahlı örgüt olmak
üzere-, çeşitli güç odakları arasında korkunç bir iç-savaş boğuşması da başlamıştı.. Hattâ,
Cumhurbaşkanı seçilen Benî
Sadr’ın başını çektiği Batı eği-
limliler ile, İslamcı taraflar arasında da..
Dışişleri Bakanı’na karşı suçlamalarda bulunan bir
yabancı durumuna düştüğüm
için, Beheştî’nin de tavsiyesiyle
ve daha önce de esasen, Rabbanî ve Hikmetyar tarafından
Peşaver’e ve oradan da Afganistan’daki cihad cebhelerine
davet edilişim üzerine, Pakistan
ve Afganistan’a geçişim.. Ki, o
konferanstaki bir protestomun
bile, Pakistan ve Afganistan’daki mücahid çevrelerine nasıl
çok büyük bir iş, âdetâ büyük
bir kahramanlık gibi yansıtılmış
olması da bir ayrı konu.. Onları
ve oralarda neler yaşandığının
tafsilatını da geçelim..
Türkiye’yi terk ederek
İran’a gitmek zorunda kaldınız. Gidişinizin sebepleri
nelerdi ve neden İran’ı tercih ettiniz?
O ayrı bir hikaye.. Türkiye’de sokak savaşları, korkunç
şekilde devam ediyordu.. Ve bu
sokak savaşlarında taraf olmamaya olanca dikkatini gösteren ‘İslamcı çevreler’ de Sedat Yenigün’ün şahsında çok
önemli bir kurban daha vermişlerdi, 5 Temmuz 1980 günü..
Ben üç ay kadar kadar Pakistan ve Afganistan’da kaldıktan sonra Eylûl -1980 başında
ülkeye değişik kimlikle giriş
yaptım.. Ama, iki hafta sonra
da 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi oluverdi.. Kemalizm adına yeniden kurtarılmıştık!!
Ve hemen iki üç gün sonra
da, hakkımdaki dâvalardan
birkaç tanesi hemen sonuçlandırılmış ve topluca 15 seneye mahkum edilmiştim.. Diğer
dâvâlar ise, sivil mahkemelerin ‘görevsizlik kararı’ vermesi üzerine, askerî mahkemelere, sıkıyönetim mahkemelerine
intikal ettirilmişti.
Artık, Türkiye’den çıkmayı
düşünmeye başlamıştım.. Kendi isteğimle yıllarımı zindanda
geçirmek üzere teslim olmaya
hiç niyetim yoktu.. O sırada, 1,5
yıl kadar öncelerde ilişkilerimiz
kesilmiş olan Yılmaz Yalçıner
ve arkadaşları Ekim-1980 ortasında bir uçak kaçırmaya kalkışmışlar ve THY yolcu uçağı
Diyarbekr’e indirilmiş ve bir
grup eski arkadaşımız yakalanmışlardı..
Ben yurt dışına çıkmayı düşünüyordum, ama, nereye ve
nasıl gidecektim?
Bunları da, -bir konuya kisaca değinip geçmeme rağmen- sohbeti yine bitiremediğimize göre, inşaallah gelecek
sayıda sonlandıralım..
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
67
ELEŞTiRi
Musa’nın Harun’u
olabilmek
ENES TARIM
[email protected]
ŞÜPHESIZ hiç kimse layüsel değildir.
Önemli olan eleştiriler karşısında,
eleştirilenin Ömer gibi davranabilmesi,
eleştireninse samimi duygularla
önyargıdan uzak davranabilmesidir.
HZ. MUSA kekeme mi idi? Harun neden Musa’ya yardımcı
olarak görevlendirildi?
Kur’an’a baktığımızda öncelikle Rabbimizin Hz. Musa’dan Fira­vun’a tebliğde bulunmasını istediği, buna karşılık Musa’nın da : “(Firavun
ve çevresindekilerin) sözümü/
tebliğimi iyice anlamaları için
‘Rabbim, yüreğime genişlik
ver, işimi kolaylaştır ve dilimden şu bağı (ukdeyi) çöz!”(Taha, 25-28) dediğini görüyoruz.
Âyetin devamında onun bir isteğinin daha olduğuna yer verilir: “..(Allah’ım) bir de bana
ailemden olan kardeşim Harun’u yardımcı ver.”(Taha, 29).
Musa neden Harun’u yanına yardımcı olarak istedi?
Kasas suresindeki ayette
bu isteğin nedeni anlatılmakta: “Kardeşim Harun benden
68
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
daha fasihtir, Onu da yanımda
beni doğrulayan bir yardımcı
olarak gönder...”(Kasas, 34)
Bazı müfessirler “…dilimden şu bağı (ukdeyi) çöz…”ifadesinden Hz. Musa’nın kekemeliğini kabullenirken; genel çoğunluk : “Peygamberlerin, insanların hafife alacakları, istihza edebilecekleri kusurlu görüntü ve arızalı hâllerden
korunmuş olmaları gerekir.”diyerek bunu kabul edilmez görürler. Aslında Musa’nın dilinde kekemelik olduğuna dair
ne Kur’an’da ne de sahih sünnette bir delil bulunmamakta, ayette geçen :”…dilimdeki bağı çöz…”lafzından hareketle böyle bir kanaatın olduğu
görülür. Kur’an’da ilerleyen bölümlerde, bu isteğin Musa’nın
firavunun sarayında büyümesinden kaynaklanan ve bu ne-
denle firavun tarafından ciddiye alınmama, dinlenilmeden reddedilme endişesinden
kaynaklandığı anlaşılmakta:”(Kendisine Allah’ın emri tebliğ
edilince Firavun) dedi ki: ‘Seni
çocukken himayemize alıp biz
büyütmedik mi? Ömrünün seneleri bulan kısmını aramızda
geçirmedin mi? Sonunda yapacağını da yaptın. Sen nankörün tekisin!”(Şuara, 18)
Bu noktada Harun, Musa’ya nazaran daha rahat bir
konumdaydı ve dil olarak ta fasih biriydi. Fasihlik, dilde açıklık, ifade düzgünlüğü, sözün
akıcı ve açık bir şekilde anlamına uygun ifade edilebilmesi
anlamlarını içerir.Harun’da da
bu özellikler vardı.
Bu meyanda bu din
Âdem(as)’den beri yüzyıllardır
tevhit ekseninde nesiller boyu
tebliğle günümüze kadar gelmekte, kimi zaman peygamberler ve yardımcıları, kimi zamansa onları görmeden tabi olarak
bu daveti devam ettirenlerin
omuzları üzerinde yükselmekte. Her davetçi Musalardan devraldığı tevhit bayrağını en yükseğe kaldırmak için hayat boyu
mücadeleler gerçekleştirmekte.
Bu anlamda benzetme ya-
eleştiri
pacak olursak davetçiler olarak, iyiliği
emredip kötülükten nehyetmelerinden ötürü;
ulema, cemaatler ve bünyelerinde yer alan İslam davetçileri, bir ‘peygamberî eylem’ gerçekleştirmekte ve günümüzün
Musa’sı görevini ifa etmekteler,
eksiklikleri ile beraber… Hatipler ve yazarları ise günümüzün
Harunları sayabilmek belki biraz mübalağa olur ancak, dilimizin ucunda olan, dile getirmeye kudret yetiremediğimiz
ifadeler; onların güçlü, edebi
ve fasih cümleleriyle hayat bulur. Kimi zaman bir basın yayın
organında, dergide, gazetelerde, bazen bir cemaat veya toplulukta bazen de tüm toplumda
eleştirilemeyecek, söylenemeyecek veya söylendiğinde büyük hasarlara yol açacak meseleleri edebi bir dille; kırmadan, dökmeden, süslü ve edebi cümlelerle muhatabına aktarırlar. Bu durum çoğu zaman
eleştirel bir dille, bazı çalışmaların, faaliyetlerin eleştirilmesi,
yanlış görülen ama bünye içerisinde eleştirilmeye çoğu zaman cesaret edilemeyen, fısıltılarla konuşulan konularda
okuyucularla yazıya muhatap
olanlar arasında bir köprü vazifesi yapmak, okuyucunun beklenti ve taleplerini muhataplara çoğu zaman ince nüktelerle,
saygı üslubu içerisinde iletebilmek şeklindedir. Tüm bunlara
rağmen bazen meram anlatılamayabilir, yanlış tespitler de
Cemil Meriç:
“Eleştirinin
olmadığı yerde
çınlayan alkışlar,
alkışlananları
yüceltmez. Olsa olsa
daha da alçaltır.
Eleştiri, bir uçurtmanın
havalanabilmesi için gerekli
olan rüzgâr gibidir.” der.
bulunulabilir ya da anlatılanlar,
eleştiriler, öneriler muhatap kesim tarafından doğru algılanmayabilir, samimi bulunmayabilir hatta yersiz ve zamansız
da bulunabilir. Bu aktarım gerçekleşirken, gerek övgülerimiz
gerekse eleştirilerimizin de belirli ölçüler içerisinde ve abartılı olmaması gerekir. Hakaret etmeden, kırıp dökmeden yapılmalı ve gerektiğinde korkmadan, çekinmeden eleştirilebilmeli ya da tersi, övebilmeli yapılan işleri… İş derken, aslında
ortada iş varsa hata da mutlaka vardır. İş olmayan yerde hata da söz konusu değildir. Aslolan, yapılan işler esnasında ortaya çıkan hataların doğru tespiti ve doğru üslupla eleştirisi
yapılırken, muhatap tarafların
da bundan gocunmadan,”bizi
kimse eleştiremez “mantığıyla
değil de yapılan eleştirilerden
somut sonuçlar çıkararak var-
sa düzeltilecek
kısımların yontularak hayırlı amellerde yarışmak için kendimize çeki düzen verilmesidir. Şüphesiz hiç kimse layüsel değildir. Önemli olan
eleştiriler karşısında, eleştirilenin Ömer gibi davranabilmesi, eleştireninse samimi duygularla önyargıdan uzak davranabilmesidir. Eleştirmek için,
eleştirmiş olmak için yapılmamalı eleştiri. Mahrem sayılabilecek konular özellikle iç görüşmelerle karşılıklı görüşülerek rızayı ilahi ekseninde konuşulabilmeli, sonuca bağlanabilmelidir. Yürüyen bir tekere çomak
sokmak anlamında verilebilecek zararlar da göz ardı edilmeden, dikkat edilmeli.
Ancak çoğu zaman hem
eleştiren hem de eleştirilen
çevreler olarak dengeleyemiyoruz eleştiri üslubunu.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
69
eleştiri
Kitap’ta Rabbimiz tenkit konusunda tafsilatlı bir şekilde
nasıl davranmamız gerektiğini bize bildirir:
Bir topluluğa duyduğumuz
kin ve öfkenin, o topluma adaletli, insaflı ve ölçülü davranmamıza engel olmaması gerektiğini hatırlatır.(Maide,8)
“Rahmanın has kulları o
kimselerdir ki, onlar yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler. Kendini bilmezler onlara sataştıklarında onlara selam
derler(yumuşak sözlerle karşılık
verirler.)’(Furkan, 63) diyerek bize tartışmanın, bir fayda getirmeyeceğine işaret eder.
“İyilikle kötülük bir olmaz.
Sen, kötülüğü en güzel bir tavırla sav!...”(Fussilet, 34) “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel
öğütle davet et. Onlarla, en güzel şekilde tartış…”(Nahl, 125)
“Ey iman edenler zannın
çoğundan kaçının.Çünkü zannın bir kısmı günahtır.Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın.
Biriniz diğerinizi arkasından
çekiştirmesin…..”(Hucurat, 12)
ayetleri yaşadığımız toplumda,
bizim gibi düşünen ya da aksi düşünenlere karşı nasıl davranacağımızın yol işaretleridir.
Uhud’da Ayneyn geçidine
yerleştirdiği okçuların, tembihine rağmen yerlerini terk etmeleri, az daha tamiri imkânsız bir
yenilgiye yol açacakken, Efendimizi(sav)’in onları azarladığı
dahi vaki değildir. O, mü’minlere tenkid noktasında çok hassas ve nazik davranmıştır. Yine, meşhur Tebük seferindeki
olayda, savaşa sebepsiz katıl-
70
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
Eleştiri ya da orijinal
adıyla tenkit, bir
şeyin kusurlarını
ayıklayarak,
güzelliklerini
ortaya koymak
demektir. Yani bir
düzeltme ve tashih
çabasıdır aslında…
mayan üç Müslüman hakkında
da, sert muameleyi hak ettikleri
halde, asla onları tahkir etmeyip, hakaret edip kırmamıştır.
Kur’an’ın genel ilkeleri doğrultusunda yapıcı bir üslupla kazanan bir tavır geliştirmiştir.
Peki bugün böyle mi davranıyoruz?
Bizim gibi düşünmeyenleri
eleştirenler ya da eleştirilenler
olarak mübalağayla karşılıyor,
pekâlâ kırıcı olabiliyoruz...
Tabi burada tenkidden bahsediyoruz, hakaretten değil…
Hakareti hiçbirimiz kabullenmez, kabullenmemeliyiz de…
Eleştirilerimiz ölçüsüz ve
abartılı, eleştirilenler olarak da
hoşgörüsüzüz ve eleştirilmeyi
sevmiyoruz…
Cemil Meriç :”Eleştirinin olmadığı yerde çınlayan alkışlar,
alkışlananları yüceltmez. Olsa
olsa daha da alçaltır. Eleştiri,
bir uçurtmanın havalanabilmesi için gerekli olan rüzgâr
gibidir.”der.
Peygamber(sav) ashabının
bile sözlerinin, davranışının
tenkit edilip eleştirilebildiği bir
dinin mensupları olarak O’nun
gibi davranmalı, tekfir etmeden eleştiri yapılmalı, eleştiri-
ye maruz kaldığımızda da tahammüllü olabilmeliyiz.
Eleştiri kültürümüz ikircikli
olmamalı, kendimiz için olanı
herkes için istemeliyiz.
Eleştiren de olsa, eleştirilen
de, her iki kesimin de tenkidi,
kendini ya da karşıdakini düzeltme, iyileştirme, güzelliğe yöneltme çabası olarak görülmeli…
Zaten eleştiri ya da orijinal
adıyla tenkit, bir şeyin kusurlarını ayıklayarak, güzelliklerini
ortaya koymak demektir. Yani
bir düzeltme ve tashih çabasıdır aslında tenkit…
Aynı zamanda Allahın rızasını gözeten, yol gösteren, moral desteği olup ilham veren,
olumlu ifadeler içeren bir dile
sahip olmalı, nezaket temellerinde ölçülü, saygı ve hoşgörü ile yapılmalıdır. Muhataba,
neticede, kendini değiştirebilme, geliştirebilme sonucunu
vermelidir.
Karşı taraf da dinlenmeli,
çözüm önerileri geliştirilmelidir.
Ebu Bekir(ra), halife seçildiğinde: “İyilik yaparsam bana
yardımcı olunuz, kötülük yaparsam beni ikaz ediniz” diyerek olması gerekeni göstermiştir.
Aslolan Kur’ani ahlak çerçevesinde yazmak, konuşmak,
tenkitte bulunmak ve rızalaşmaktır. Söz, kalıcı ve muhabbet dolu olmalı, kırıcı olmadan
konuşulabilmelidir.
Kendi nefsimizi unutup da
yalnızca başkalarına iyiliği emredenlerden olmayalım.…
Unutmayalım “Tenkit akıllı
insanları güçlendirir…”
DÜŞÜNCE
Mustazaflar adına
soruyorum: Ey Kürtler,
benden ne istediniz!
MEHMET M. GÜLAÇAR
VARLIĞIM hesaplarında yok, etnik
kökenim inkâr edilmiş, asimile edilmek
isteniyorum. Dillerini bilmediğinden,
mahkemelerinde savunmasını dilimle
yapan annemin savunmasını, ‘bilinmeyen
bir dil’ diye kayıtlarına geçiriyorlardı.
BIR HIKÂYE anlatacağım.
Bu hikâye üçyüz yıldır işleyen,
bana ait benim hikâyem. Beni,
arzuları için maşa olarak kullanmak istediklerinde, uşaklıktan zevk alarak kendimi onlara teslim etme mantıksızlığımı,
bana mantık olarak kabul ettiren hikâye. Yıllarca ezilmişim,
itilmişim, insan yerine konulmamışım, yaşadığım coğrafyada nereye bakarsan bak;
gözyaşıma, kanıma, sömürünün her çeşidini iliklerime kadar yaşadığıma şahit olabileceğin o kadar çok olayla karşılaşabilirsin ki. Bunun öfkesi ile
gözlerimi kan bürümüş, çılgına dönmüş haldeyim. Sağlıklı düşünemiyor, olayların önü-
nü ve arkasını değerlendiremiyorum. Elime hangi imkân geçerse geçsin, onu en etkili saldırı aracı olarak kullanmaktan
başka bir düşünce ile hareket
edemiyorum. Mademki ben
kaybetmişim, öyleyse herkeste kaybetsin fikrinde sabitlenmişim. Sanki damarlarımda
dolaşan kan değil, öfke, sinir
ve hiddet. Haklı mıyım, hem de
sonuna kadar.
Aynayı geçmişime tutuyorum, birde ne göreyim. Varlığım hesaplarında yok, etnik
kökenim inkâr edilmiş, asimile
edilmek isteniyorum. Dillerini
bilmediğinden, mahkemelerinde savunmasını dilimle yapan
annemin savunmasını, ‘bilin-
meyen bir dil’ diye kayıtlarına
geçiriyorlardı. Kendi milliyetlerini bana çocukluğumdan itibaren dayatıyorlardı. Toplumsal barışı dinamitleyen ne kadar tahrik edici, incitici ifadeler varsa, gözümün içine baka
baka, söylemekten utanmıyorlardı. “Ne mutlu, Türk’üm diyene”, “Bir Türk, dünyaya bedeldir”, “Türk’ün, Türk’ten başka
dostu yoktur.” gibi ifadeler. Tepkim söz konusu olduğunda da,
militarist karakterini, dipçiği ile
suratımda hissettirmekten çekinmiyorlardı. Benim ne kadar
kutsal değerlerim var ise, onlara müdahale ediyor, en çirkin ifadelerle saldırıyorlardı.
Camilerimi, tekkelerimi, medreselerimi, atlarını bağladıkları ahır, cinsel arzularını tatmin
ettikleri pavyon yerleri olarak
kullanıyorlardı. Ne kadar kanaat önderlerimiz ve âlimlerimiz
var ise, ya kendi taleplerini yerine getiren dilsiz şeytan yapıyorlar, ya da kurdukları istiklal
mahkemeleri ile darağacına
çekiyorlardı. Topyekün toplumumu dünyadan habersiz bırakıyor, gelişen dünya ile iliş-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
71
düşünce
kilerimi kesiyorlardı. Hâsılı kelam, düşüncemi, inancımı, değer yargılarımı topyekün dumura uğratmak için ne gerekiyorsa, onları harfiyen uyguluyorlardı. Buna paralel olarak,
çok sinsi bir programla, gelecekte, fert ve toplum olarak nasıl tahrip edildiğimi öğrenmemek, kendi toplumsal karakterlerimi inşa etme imkânına sahip olduğumda, değer yargılarımı, inançlarımı, duygu dünyamı tanımamak için, beni eğitimsiz, cahil bırakıyorlardı.
Bu manzara da, sadece
ben mi varım diye baktığımda,
gördüklerim, benim yalnız olmadığımı gösteriyordu. Benimle aynı kaderi paylaşan başkalarını da görüyordum. Arap,
Çerkez, hatta milliyetlerini bana dayattıkları Türk’leri de. Bu
tablo beni hayrete düşürüyor.
Sebebini araştırmak, nedenini
anlamak zorunda kendimi hissediyordum. Belli ki, coğrafyama kâbus gibi çöken bu zihniyetin mimarı, maşa olarak kullanılan Türkler değildi. Çünkü
Türkler’de benim maruz kaldığım zulümleri değişik boyutları ile yaşamışlar. Benim yaşadığıma benzer muameleleri, hatta neredeyse birebir aynısını
Menemen’de, İskilip’te, Trabzon’da, Rize’de, Maraş’ta, İstanbul’da kurulan darağaçlarında seyretmek mümkün. Öyleyse bu zulme neden, etnik köken olmasa gerek…
Zulme uğrayanların ortak
karakterini araştırmaya başlıyorum. Önüme çıkan tabloda
bu karakter çok canlı bir şekil-
72
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
de kendini gösteriyor. Türk’lerin eliyle uygulatılmak istenen
bize yabancı sisteme, inançlarından dolayı baş kaldıran, dininden taviz vermeye yanaşmayan, inançlı, inatçı Müslümanlık karakteri. İşte bu kimlik,
kimde tebarüz ediyor ise, onların üzerinde silindir gibi geçmişler ve her çeşit zulmü reva
görmekten çekinmemişlerdir.
Fakat iyi bir gözlem yaptığımda gördüm ki, en fazla bu zulümden Kürtler etkilenmişlerdir. İşte bundan dolayı kafam
karmakarışık, neden en fazla
Kürtler? Mezopotamya’da yaşayanların kaderi, feryat ve figanların karıştığı ağıt yakmamıdır? Dünyada her etnik kökene görev taksimatı yapıldı
da, zalimlere bedel ödemek
yükümlülüğü Kürtlere mi düştü? Bu nasıl bir taksimat diye
düşünmeye başlamıştım. Daha derinliğine indiğimde, sebep ve neticeleri irdelediğimde gördüğüm neden çok açıktı. Kürtler inanç değerlerine
saldırı söz konusu olduğunda,
göğüslerini siper etmekten geri durmayan bir karaktere sahip olduğu görülüyordu. Bu nedenle, dış güdümlü yabancı bir
sistemin, kendi yaşam ve inanç
değerlerine saldırmasına müsaade etmeyen haklı isyanını
başlatmışlardır. Bu tavizsiz duruşları onlara, yaşadıkları coğrafyada, adeta kan kusmalarına neden olmuştur. Bu saldırılarının nedeni Kürt olmaları
değil, inandıkları İslam Şeriatı’na olan bağlılıklarıydı; tıpkı İslam Şeriatı’na sımsıkı bağ-
lı olan Türkler gibi. Zindanlar,
bu karaktere sahip olanlar için
mekân olarak tahsis ediliyor,
darağaçları, bu karakter sahipleri için kuruluyordu.
Zalim sistem uzun süre bu
tutumları ile sindirme politikalarını uyguladı. Kimseye göz
açtırmıyor, kamu kurum ve kuruluşları aracılığı ile İslam’ın
inanç değerlerini ayaklar altına alan, içkili fuhuş niteliğindeki eğlence partileri düzenliyor
ve bu faaliyetlerin bütün ülkeye yayılmasını teşvik ediyorlardı. Buna mukabil, ister Kürt olsun, isterse Türk olsun farketmez, üç beş Müslüman kitap
okumak, dinlerini öğrenmek
için bir araya toplandığında,
onları hemen tutukluyor, işkenceden işkenceye tabi tutuyorlardı. Bütün şiddeti ile zülüm
rüzgârını estiren bu zihniyete
karşı, coğrafyamızda yaşayanlar, taşkınlık yapmadan, ülkede kaosa sebebiyet vermeden,
ama inançlarını ve düşüncelerini Yunus Suresi 87. ayetin*
objektifinde evlerinde ve kendi
yaşam alanlarında yaşamaya
çalışıyorlardı ve büyük bir iradeyle kendilerine yabancı sistemin hayat anlayışına karşı direniyorlardı. Bu tutum, yıllarca
büyük bir sabır ve direnmeyle
devam etti. Gelen yabancı sistem hiç bir şekilde maya tutamıyordu. Kur’an tedrisatı konusundaki Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerin gayretleri, Said
Nursi hazretlerin tefekkür, bilgi ve hikmete dayalı ifadeleri,
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in
edebi üslubu ve hitabeti, Üstad
düşünce
Sezai Karakoç’un şiir ve sosyal
olaylara karşı bize ait yorum
tarzı, bizi, bize yabancı olan
sistemin fikri tahribatına karşı
dirençli bir yapıya kavuşturdu.
Daha sonraları Kur’an bilincine bizi götüren Ehli Sünnet anlayışı perspektifinde Hasan El
Benna, Seyyid Kutup’un çağdaş mücadele anlayışıyla, diri, donanımlı ve canlı bir kişilik kazanmış olduk. Yavaş yavaş siyasal alanda da kendimize ait sesler duymaya başlamıştık. Irkçı, ulusalcı anlayışı
ile toplumu birbirine kırdırma
noktasına getiren zalim sisteme ait mecliste, bize ait bir çığlık duyduk, diyordu ki, ‘Siz ne
yaptığınızın farkında mısınız?
Bu toplum birçok etnik gruptan
oluşmuş bir toplumdur. Bin yıla yakındır bir arada din kardeşlikleri sayesinde kardeşçe
yaşamayı en mutlu bir şekilde
başaran bir toplumdur. Şimdi
kalkmış, bu toplumun bütün
etnik grupların gözünün içine
baka baka “Ne mutlu Türk’üm”
diyor ve kardeşliklerine kurşun sıkıyorsunuz. Buna mukabil diğer kardeşimi de kışkırtıyor ve onunda “Ne mutlu Kürdüm” demesine zemin hazırlıyorsunuz. Buna hakkınız yok
ve buna artık müsaade etmeyeceğiz. Bize yıllardır öz ülkemizde başkaları hesabına hem
zulmettiniz hem de biz kardeşlerimizi etnik köken ekseninde
birbirimize düşman ettirdiniz.
Hayır, bunu başaramayacaksınız.” dediler demesine ama...
Bunun bedelini de bu soysuz,
dış güdümlü sistemin uşakları-
Önüme çıkan tabloda bu karakter çok canlı
bir şekilde kendini gösteriyor. Türk’lerin
eliyle uygulatılmak istenen bize yabancı
sisteme, inançlarından dolayı baş kaldıran,
dininden taviz vermeye yanaşmayan,
inançlı, inatçı Müslümanlık karakteri. İşte
bu kimlik, kimde tebarüz ediyor ise, onların
üzerinde silindir gibi geçmişler ve her çeşit
zulmü reva görmekten çekinmemişlerdir.
na... Çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kaldılar ve halen
de ödemeye devam ediyorlar.
Siyasal zeminde, bize ait
sesle mücadele veren çilekeş
insanlar, parlamenter sistem
ve mevcut anayasaları ile toplumun kardeşliğe ulaşmalarına imkân olmadığını fark ettiklerinde ve bunu yüksek bir
sesle dillendirmeye başladıklarında, beni tarifi mümkün olmayan bir sevinç ve umut dünyasına kavuşturmuş oldular.
Başkanlık diyorlardı... Her etnik kökenin kendisini, kendisine ait değerlerle ifade edebileceğini, kendi örf ve geleneklerini rahat bir şekilde yaşayabileceklerini ve dilleri ile düşüncelerini, inançlarını ortaya koyabileceklerini sağlayan bir ortamı sunuyorlardı. Bu söylem, bu
dil bizim özümüze dönmemizin
imkânını ve bize, dış güçlerin
birinci dünya harbinden sonra dayattıkları sınırların ötelerine, kendi nefesimizi bekleyen kardeşlerimize ulaşmayı imkânlı hale getiriyordu. Bu
söyleme, ümmet içindeki etnik
gruplardan en fazla Kürtler’in,
yanı benimde ait olduğum ırkın
sahip çıkmasını beklememden
daha tabii bir şey olamazdı ve
bende de bu beklenti oluşmuştu. İşte mesele bu... Bu ses bize
hayat verecek... Bundan sonra
kimse bizim gelişimimizi, kaynaklarımızı özgürce en verimli
bir şekilde kullanımımıza engel
olamayacak ve biz artık gelişeceğiz. Biz geliştikçe de, dünya
mustazaflarının yüzü gülecek;
adalet, hak ve hukukla dünya
halkları tanışma fırsatını elde
etmiş olacaktır. Bu beklentiler ve temennilerin mutluluğunu yaşarken, bir de ne duyayım, beni temsil ettiğini iddia
eden sözde Kürtler’in yıllardır
hakkı için mücadele verdiğini savunan HDP, KCK ve Kandil, Türk milliyetçiliğinin teminatı olan mevcut parlamenter
sistemin başkanlık sistemine
dönüşmesine karşı olduklarını kamuoyuna deklere ediyor
ve başkanlık sisteminin gelmesine müsaade etmeyeceklerini
belirtiyorlardı. Buna inanamadım... Olamazdı...
* Yunus 87: ‘Musa ve kardeşlerine (şöyle) vahyettik: “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan(ve kıbleye dönük)
yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri de müjdele.’
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
73
HAYAT
Bir sefer eylediler sabahtan
Ilgıt ılgıt kan gidiyor loy loy
BAYRAM YILMAZ
[email protected]
HENÜZ adamlığımızı ispat ile yükümlü
olmadığımız zamanlardı… Gerçi çıraklıktan
kazandığımız haftalıklarla babamıza
bile eyvallah etmiyorduk ama densiz de
değildik. Babamızın da bizden istediği,
kimseye eyvallah etmememiz/kendine
yeten, gölgesi olan insanlar olmamızdı.
Henüz daha on dördünde bile değildik.
YUKARIDAKI dize 1960 yılında İstanbul Üniversitesinde çıkan öğrenci olaylarında
ölen-öldürülen, Malatyalı Turan Emeksiz için Enver Gökçe
tarafından yazılmış şiirin ilk dizeleri… Şiir popülaritesini Ahmet Kaya’nın’ Resitaller 1’ albümünde bestelenip söylenmesine borçlu…
Bizim ortaokul öğrencilik yıllarımıza denk gelen zamanlardı, Ahmet Kaya kasetleri dinlerdik. Yasak olanı yapmanın büyümekle ilişkilendirdiğimiz bir
psikoloji ile yasak olanı yapıyorsunuz, bundan keyif alıyor,
hem de günümüzün tabiriyle
atarlanıyor ve de hiçbir bedel
önünüze konmuyordu; bir nevi kendimizi kandırmaca oynuyorduk… Henüz adamlığımızı
74
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
ispat ile yükümlü olmadığımız
zamanlardı… Gerçi çıraklıktan
kazandığımız haftalıklarla babamıza bile eyvallah etmiyorduk ama densiz de değildik.
Babamızın da bizden istediği,
kimseye eyvallah etmememiz/
kendine yeten, gölgesi olan insanlar olmamızdı. Henüz daha
on dördünde bile değildik.
Babam amaçları, idealleri
olan bir adamdı. Bizim için hedefleri vardı. Babam 10 yaşımda ilkokulu bitirdiğim zaman
elimden tuttu, uzaktan akrabamız da olan bir kamyon tamircisinin yanına çırak olarak
verdi. Babam Tarsus’ta Ankara yolu kenarındaki otomobil
tamir ve bakım servisine çırak
olarak vermesinde de benim
için kendi ufkunun sınırların-
da bir hedef ortaya koymuştu.
“Sağda solda gezip serserilik
öğreneceğine bir işe girsin de
eli kırılsın.” düşüncesindeydi.
Kariyerime çırak olarak
başladım… Okul sezonunda
okulda, adı tatil olan dönemlerde tamirci dükkânında vakit geçirdim. Okulda bir kaç arkadaşla ‘Ahmet Kaya’, tamirci
dükkânında da ‘Müslüm Baba’
takılırdık
İlk o tamirci dükkânında
emek vererek, emeğe hürmet
etmeyi öğrenmişliğim vardır. O
yüzden ve her zaman tarlada
ürettiği ıspanağı pazarda satan bacıma-teyzeme, çöp tenekesindeki plastikleri ayırarak geçimini sağlayan komşuma, inşaatın en üst katında
yağlı keresteler üzerinde, güneşin alnında soğuk demircilik
yapan babama her daim saygı
duydum. Daha sonraları yaptığım okumalarda devlet ideolojisi ne olursa olsun, yapacağı işi değişmeyen adamların
gölgesi olan insanlar olduğunu
öğrenmişliğim olmuştur. O yüzdendir ki İbn-i Haldun’un ‘Mukaddime’ sinin giriş kısmında
bulunan “Kıtlık dönemlerinde
fakirler değil zenginler açlıktan ölür.” tespitine tebessüm
etmişliğim vardır…
Kendi öz yaşam öykümüz-
hayat
den öğrendiğimiz ve daha sonrada İbn-i Haldun’dan da teyidi aldığımız “İnsan alışkanlıklarının çocuğudur” tespiti var.
Bizim emek yoğun ve hayatın ortasında bulunma zorunluluğumuz bizi hep vasat kıldı. Ne şımarabildik, ne mağduriyet edebiyatı yapabildik. Kir
pas içinde, alnında boncuk
boncuk terler biriken ustamın
birkaç günlük kazancının bir
öğretmen maaşına denk olduğunu bilmek bizi, fakirlik edebiyatından da zenginlik düşmanlığından da alıkoydu. Henüz daha meal okuma alışkanlığı edinmediğim zamanlar da
bile “İnsana çalıştığının karşılığı vardır.” durumunu tespit et-
Bizim emek yoğun ve hayatın ortasında
bulunma zorunluluğumuz bizi hep vasat kıldı.
Ne şımarabildik, ne mağduriyet edebiyatı
yapabildik. Kir pas içinde, alnında boncuk
boncuk terler biriken ustamın birkaç günlük
kazancının bir öğretmen maaşına denk
olduğunu bilmek bizi, fakirlik edebiyatından
da zenginlik düşmanlığından da alıkoydu.
mişliğim vardır.
Daha sonraları Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ filminde solculuk yapmaya çalışan oğlun baba rolündeki Çetin Tekindor’a; yanında çalıştırdığı işçiler için “kölelerin”
ifadesine, babanın “Sen bizim soframıza oturanlara nasıl köle dersin?” şaşkınlığı ve isyanını anlamayan solcu evlat
bizim bu günlerimizi anlamamızı da sağlayacak çelişkilerimizi barındırmaktadır. Malum
“birlik ve beraberliğe en çok
ihtiyaç duyduğumuz zamanlar”dayız. Yine benzer bir sofrada farklı dünyaları yaşamak
hikayesi olan ‘Beynelmilel’ filminde solculuk yapan kardeşe Sırrı Süreyya Önder’in canlandırdığı abinin, “Ulan hangi-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
75
hayat
nizin tarlada fabrikada çalışmışlığı var, işe verseler işe gitmezsiniz, lan oğlum biz çalgıcığıyız lan gevendeyiz, çalgıcıdan komünist mi olur?” ifadesi ülkenin okumuş solcusunun
da, İslamcısının da, Kürtçüsünün de “toplumsal gerçeklik”ten ne kadar uzağa düştüğünün görsel ifadeleridir.
Aslında ‘Bir sefer eylediler
sabahtan, ılgıt ılgıt kan gidiyor’ deyip ölümü ve öldürmeyi yücelten bir iklimin kaçınılmaz olarak çatışmayı da üreteceğinin bilinmesidir elzem
olan. Komşusu ile olan sorununu güç göstererek çöz(eme)
me tercihinde bulunan bir anlayışın, demokratik sorunlarını
uykusunda polis katlederek çözebileceğini zannetmesidir yaşadığımız kör şiddetin kaynağı.
Benim malım keşke komşumun
ki kadar olabilse, makul talebini değil de komşumun malı eksilsin de benimle eşit olsun suizannıdır cedelleştiğimiz… Kendini iyi hissetmek için sorunları
çözmek yerine sorunu herkesin
sorunu haline getirmeyi öncelemektir sorunları büyüten anlayış.
Yapmamız gereken çok işimiz var; öncelikle bir kaç tespit yapalım;
• Mutsuz insanlar başkala-
rını da mutsuz ederler. O yüzden hep birlikte mutlu olabilmenin imkânlarını oluşturabilmeliyiz.
• Çatışmayı üreten temel
faktör, anlaşamadığımız konularda da meseleyi nasıl çözebileceğimiz konusunda ortak
bir usul geliştirememiş olmamızdır. Sorun olabilir ama çözüm için farklı usul tercihleridir
çatışmayı sürekli kılan.
• Çatışmaların büyük çoğunluğu rekabetten kaynaklanır. Rekabet dediğiniz şey tarafların kazanma-kaybetme
konusundaki ters ilişkileridir.
Yani birinin kazanması diğerinin kaybetmesi olarak yorumlanmasıdır.
• Sorunun lehimize çözülmesi güçlü olmamız ile ilgili ise
çatışma da temel öncelik “güçlü olmak”la başlar ve bu da kaçınılmaz olarak kör şiddeti doğurur. Haklı olmak önemsenmemeye başlanır.
• Birey olarak hak ve imkânlara sahip olmak değil de,
grup olarak hak ve imkân sahibi olmak şeklinde bir tasavvur
oluşmuşsa, kitle(sürü) psikolojisi belirgin olmaya ve kitlesel
çatışmalar oluşmaya başlar.
• İdeolojik üstünlük, bireysel imkân ve statü sağladığı
zamanlarda ideolojik görü-
İnsanlar her zaman en iyi bildikleri
dil üzerinden iletişim kurmak isterler.
Bu yüzden insanlara konuşabilmeyi
öğretebilmek gerekir. Kelime dağarcığı
zayıf olanların kaba söz (küfür etmeleri)
kullanmaları da çoğunlukla bu yüzdendir.
76
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
nümlü rant kavgaları süreklilik arz eder. Amiyane tabirle
de at izi it izine karışır…
• İnsanlar her zaman en iyi
bildikleri dil üzerinden iletişim
kurmak isterler. Bu yüzden insanlara konuşabilmeyi öğretebilmek gerekir. Kelime dağarcığı zayıf olanların kaba söz(küfür etmeleri) kullanmaları da
çoğunlukla bu yüzdendir. Çocukluğundan itibaren yaşadığı şartlarda şiddete maruz kalan birinin çok kolay şiddet üretebilmesi alışkanlıkları ile ilgilidir.
• Bireysel veya toplumsal
haksızlıklar sadece mazlum
üretmez, zalim de üretir. En
büyük zalimlerde zulme uğramışlardan çıkar. Ezilme korkusu ezme duygusunu besler.
Bunun tıp dilindeki ismi şizofrenidir.
• Tüm çatışmaların esası
aslında; üstünlük mücadelesidir. Mesele pratik de üstün
olmak için bir insanın ne yapması, neye sahip olması gerekir sorusuna verilecek cevaptır. Verilecek cevap insanların
üstünlük arayışına ve mücadelelerinin biçimini ve kapsamını belirleyecektir. Paranız olduğunda daha çok saygı göreceğinize inanırsanız; zengin
olmaya çalışırsınız. Eğer elinizde silah olduğunda daha çok
saygı gördüğünüzü düşünürseniz silaha sarılırsınız. (Garipsediğimiz milletvekili adaylıklarını bir de bu acıdan düşünün…)
• İnsanlar için değer verdikleri kişilerin duyguları önem-
hayat
lidir. İnsani ve ideolojik yakınlık belirleyicidir. Bir PKK’lı
için devletin ne dediği değil
PKK’lının ne dediği önemlidir.
IŞİD veya DEAŞ’ sizin ne dediğiniz değil değer verdiklerinin ne dedikleri önemlidir. Benim içinde iyi niyetinden emin
olduğum insanların sözü kıymetlidir. O yüzden sözünüzün
ağırlığı ne kadar sevildiğiniz ve
güvenilirliğiniz ile direkt ilgilidir. Bu da bir çatışma başlangıcında saygın olmanın size fazladan avantaj sağlayacağı anlamına gelir.
• Ne yaparsanız yapın çatışmanın kaçınılmaz olacağı
durumla karşılaşabilirsiniz, İnsan ilişkilerinde maalesef çatışma daha yaygın bir durumdur. İnsan bırakın başkaları ile
çoğu zaman kendisi ile de çatışır. Evlenmek için iki kişi gerekir ama boşanmak için bir tek
kişi yeter.
• Çatışmanın kaçınılmaz olduğu durumlarda idarecinin
görevi çatışmadan kaçmak değil çatışmayı yönetmektir. Çatışmayı yönetebilmek için ise
öngörü ve ön hazırlık şarttır.
Neler yapılabilir;
Öncelikle bir hakka ve üstünlüğe sahip olmanın sağlam bir usulünün ortaya konulabilmesi gerekir. Bir toplumda
herkesin kendisini özgür ve eşit
hissedebilmesi gerekmektedir.
Özgürlüğün en temel göstergesi, kariyer yapabilme özgürlüğüdür. Kişi bireysel yetenekleri ve çabaları ile imkân sahibi olabileceği toplumsal geçirgenlikler varsa kişi kendine
Bir PKK’lı için devletin ne dediği değil
PKK’lının ne dediği önemlidir. IŞİD veya
DEAŞ, sizin ne dediğiniz değil değer
verdiklerinin ne dedikleri önemlidir.
Benim için de iyi niyetinden emin olduğum
insanların sözü kıymetlidir. O yüzden
sözünüzün ağırlığı ne kadar sevildiğiniz ve
güvenilirliğiniz ile direkt ilgilidir. Bu da bir
çatışma başlangıcında saygın olmanın size
fazladan avantaj sağlayacağı anlamına gelir.
yatırım yapacak, kariyer planlamasını kişisel gelişim üzerinden planlayacaktır.
İnsanlar arasında statü kazanma bakımında bölgesel ve
etnik aidiyetler avantaj veya
dezavantaj teşkil ederse bu da
en iyi ihtimalle ertelenmiş bir
çatışmayı büyütür. Ya da zaten
fiilen çatışıyorsunuzdur. İnsanlar bireysel çabalarla statü sahibi olmalarına temel paradigma engelse insanlar paradigmayı değiştirmek için mücadele ederler. İmam hatipli olmak
örneği açıklayıcı olabilir.
Günümüzde devlet halen
en büyük işverendir. Statü ve
imkân sağlama bakımından
belirleyicilik özelliğine sahiptir. Bugün bir mülki amir belki küçük bir işletmenin müdürü
kadar aylık gelire sahip olabilir
ama emir verdiği insan sayısı
ve emrindeki devlet imkânları
bakımından paranın sahip olabileceğinden daha fazlasına
sahiptir. Devletin merkezi rolünün belirleyici olması devlet
tanımı üzerinden rekabetin ve
çatışmanın kaynağını oluşturmaktadır. Bugün devletle çatışanlar daha adil bir dünya için
çatışmak yerine, devlet yetkisini yerel de ve genel de kullanabilmek için çatışmaktadırlar. Devletin belirleyicilik özelliğinin azaltılması devlet tanımlı çatışmaları azaltabilecektir.
(Devletlerden daha büyük şirketlerin varlığı ve onların ürettiği sorunlar da göz ardı edilmemelidir.
KESİN ÇÖZÜM
Statü, üstünlük, mutluluk
kaynağı alarak Allah’ı birlemek… İlk inen ayetlerin emri gereğince hayatı Yaratan
Rabbimizin gösterdiği yerden
okumak… Tevhit inancımızın
ifadesi olan Kelime-i Şehadet’
de deklare ettiğimiz gibi meşruiyetin kaynağı olarak Allah’a
rağmen başka otorite tanımamak, Fatiha Suresinde İfadesini bulduğu şekli ile beklentisi Allah olan kullar olarak nihayetinde hesabımızı O’na vereceğimizin farkında olmak…
Birey ve toplum olarak dünyadaki rütbemiz, malvarlığımız,
etnisitemiz vs. ne olursa olsun üstünlüğün takvada olduğunun bilincinde bir tasavvura sahip olabilmekten geçer,
Vesselam…
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
77
iSLAM
İslam fikriyatında
(3)
ümmet anlayışı
ABDULBAKi ÇAĞATAY
[email protected]
HZ. İBRAHIM’IN YAKARIŞI
“ALLAH’IM muhakkak ki o
putlar insanların birçoğunu
saptırdılar. Rabbim şimdi kim
bana uyarsa o bendendir. Ama
kim de bana isyan ederse, artık
sen gerçekten çok bağışlayan,
pek esirgeyensin.” (İbrahim/ 36)
Söz konusu ayetin verdiği
mesaj tartışılmayacak kadar
açıktır. Zira Hz. İbrahim bana
tabi olanlar bendendir derken,
kendisine isyan edenleri de Allah’ın Ğafur ve Rahim olan sıfatlarına havale etmektedir. Dikkat edilirse onları Allah’ın Kahhar ve Cebbar gibi Celal sıfatlarına değil, Cemal sıfatlarına havale etmektedir.
Bu ayetin yanı sıra Hz. İbrahim ile alakalı son derece açıklayıcı olan bir başka ayet ise
Hud Suresinde geçmektedir.
“İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince, Lut kavmi hakkında bizimle mücadele
etmeye başladı. (Çünkü) İbrahim gerçekten yumuşak huylu,
bağrı yanık, kendisini Allah’a
vermiş biri idi.” (Hud: 74,75)
İbrahim bir kul olarak kendisine yakışanı yapmış, Allah’ın
kulları hakkında Allah’tan müd-
78
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
det ve mühlet istemiştir. Allah İbrahim’in bu şefaatini kabul etmemiş ancak İbrahim’in bu tavrından hoşnut olmuştur. O’nun
tavrını kıyamete kadar örneklik
teşkil edecek şekilde kitabında
zikretmiş ve dava adamı ancak
böyle olur dercesine bize önemli mesajlar vermiştir.
HZ. İSA’NIN AHIRETTE
SÖYLEYECEĞI SÖZLER
“Allah: Ey Meryem oğlu İsa!
İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilah edinin’
diye sen mi dedin, buyurduğu
zaman O, ‘Haşa! Seni tenzih
ederim; hakkım olmayan şeyi
söylemek bana yakışmaz. Hem
ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben
sendekini bilmem. Gizlilikleri
eksiksiz bilen sadece sensin.
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizinde Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe
onlara gözetleyici oldum. Beni
vefat ettirince artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla gö-
rensin. Eğer kendilerine azap
edersen şüphesiz onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve
hikmet sahibisin’dedi.”(Maide/116, 117, 118)
“Eğer onları bağışlarsan sana hiç kimse hesap soramaz,
buna cesaret edemez. Eğer onları affedersen mutlaka bunu da
bir hikmete göre yaparsın, hikmetinden sual olunmaz “diyor
Hz İsa… Dikkat edilecek olursa
burada ayetin bitişi Cemal sıfatları ile değil Celal sıfatları ile
bitmektedir. Yani bu kadar asi
ve hatta ehli küfür olmuş olanları dahi affetsen kim sana hesap sorabilir? Mutlak mülk senindir sen mülkünde dilediğin
şekilde tasarruf edersin. Esasen “Bu cümlelerin fıtratında
nazikçe bir mağfiret talebi yatmaktadır” dersek, hata yapmış
sayılmayız diye düşünüyorum.
Hz. İbrahim ve Hz İsa’nın bu
ifadeleri ne anlama gelmektedir?... Kur’an’a niçin konu olmuşlar ve yüce Allah o ifadeleri niçin bütün insanlığın gündemine ebedi satırlar ile koymuştur?... Bunun üzerinde derin bir
şekilde tefekkür etmek gerekmektedir. Aslında bu sorunun
cevabını Hz. Muhammed(sav) ın
bir uygulamasında bulmaktayız:
islam
Abdullah bin Amr bin As rivayet ediyor:’ Gecenin birinde
Allah Resulü(sav) Kur’an’da yer
alan Hz. İbrahim’in şu sözünü
okudu: “Allah’ım muhakkak ki
o putlar insanların birçoğunu
saptırdılar. Rabbim şimdi kim
bana uyarsa o bendendir. Ama
kimde bana isyan ederse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.” Ve ondan sonra da Hz. İsa’nın şu sözlerini okudu “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen
izzet ve hikmet sahibisin.”Bu
iki büyük peygamberin şefkat
ve merhamet kokan ifadelerini okuduktan sonra işin kendisiyle alakalı boyutuna geçerek
ve ellerini semaya doğru kaldırdı ve: “Allah’ım ümmetim…
Allah’ım ümmetim…” diyerek
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu durum çok fazla devam
etmiş olmalı ki yüce Allah ümmeti hakkında kendisini üzmeyeceği haberini gönderiyor.’
(Müslim, İman/87 Hadis No:
346) Burada açık olarak görünen gerçek şudur: Hz Muhammed(sav) kendi seleflerini örnek
almış ve ümmeti için ağlamıştır. Bu iki ayetten kendine de bir
umut ve bir pay çıkarmış, gecesine ve namazlarına taşımıştır.
Bunun mesajı gayet açıktır. Şimdi halk ve ümmet liderleri buradan kendileriyle alakalı dersleri çıkarsınlar.
Sözü Hz. Muhammed(sav)
efendimize getirmişken Yusuf
103, Tevbe 128, Al-i İmran 159,
Enbiya 107 ve Ahzab 6 gibi ayetlerin sadece meallerini verip söz
konusu ayetlerin üzerinde sizleri, ümmete rahmet ile ilgili tefekküre davet ediyorum.
“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların birçoğu iman
edecek değillerdir.” (Yusuf/ 103)
“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki,
sizin sıkıntıya uğramanız ona
çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe/ 128)
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı
yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi.”
(Al-i İmran/159)
“Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
Enbiya/107)
“Peygamber,
müminlere
kendi canlarından daha yakındır…” (Ahzab/ 6) Yani öyle bir
peygamber ki bizi bizden daha
fazla sever ve düşünür. Ondan
dolayıdır ki bizim O’nu kendi canımızdan daha fazla sevmemiz
gerekiyor. Zira O da bizi bizden
daha fazla sevmektedir. Bir hadis-i şerifte bu hakikat şöyle ifade edilmektedir:
“Benim ve ümmetimin misali, ancak ateş yakan bir adamın durumuna benzer. Ateşi
gören canlılar ve pervaneler
(kelebekler) onun üzerine üşüşmeye başlarlar. Evet, ben sizin
eteklerinizden çekiyorum ancak siz burnunuz doğrultusunda ısrarla ateşe sürükleniyorsunuz” (Buhari, MüslimTacul-Usul iman ve İslam konusu)
Başka bir hadisi şerifte Allah
Resulü şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım, kim ümmetimin
idaresiyle ilgili bir görev üstlenir de onlara zorluk çıkarırsa, sen onu zora koş! Kim de
ümmetimin yönetiminde görev yüklenir de onlara kolaylık
gösterir, güzel muamele ederse, sen deona kolaylık göster,
hoş muamele et!” (Müslim, İmaret 19)
Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayıp Allah Resulü(sav)’ın huzuruna gelen bir
sahabe dedi ki:
-Ya Resulallah, müşriklere
beddua et! Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu:
-”Ben lanetçi olarak değil,
rahmet olarak gönderildim”
(Müslim, Birr 87)
Allah Resulü(sav) Taif seferi
dönüşünde kendisine eziyet ve
işkence yapanlara bir azap gelir endişesinden dolayı şu tarihi duasını yapmıştır: “Allah’ım,
kavmime hidayet nasip et, onlar bilmiyorlar” Başka bir versiyonu”Allah’ım bağışla (azap
indirme) zira onlar bilmiyorlar”
şeklindedir.
Son olarak şunu söylemek isterim: Hz. Yusuf’un Mısır’a hazine bakanı olma talebinin en
önemli sebebi insanlığa karşı
olan merhametidir. Ve yazımı
bütün insanlığa ders olacak şu
hadis ile bitirmek istiyorum:
Resulullah’ın bulunduğu bir
yerden bir cenaze geçmiş ve
Resulullah(sav) kıyam etmiştir.
Bunun üzerine orada bulunan
sahabelerden biri “Ya Resulullah o bir Yahudi cenazesiydi.”
dedi. Bunun üzerine Allah Resulü(sav) şöyle buyurdu: “O da bir
insan değil midir?”
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
79
DÜŞÜNCE
Yerel dil ve
evrensel dil
AZiZ DARICI
[email protected]
DIL bir nimettir, ayettir. Onun Allah’a şükrü
konuşmaktır. Hayırlı kelimeler, cümleler
kurmak; hakkı söylemektir. Yürekte birikeni,
akılda kalanı haykırmaktır; yoksa “dilsiz
şeytan” olma olasılığına adım atmış oluruz.
İNSAN dertli olunca yürek diline yansırmış, oradan zihne selam gönderip derleyip toparlayarak el yordamıyla kâğıda dökermiş. Yüreğe, akla değmeyen hiçbir sözün kıymeti harbiyesi yoktur. Anlam iklimi oluşmadan hayata dökülmesi cahiliye tasavvurunun mantığını
yansıtır. Ne diyorlardı “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun”
denildiğinde: “Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız” derler. Peki, ataları bir şey
düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da
mı?”(Bakara 2/170) Sadece
taklit üzerine bir yaşam.
Bu psikolojinin bizim kullandığımız dile yansıdığını düşünüyorum. Dillerde taklit edilir. Başkalarının söylediklerini
80
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
papağanı aratmayacak şekilde aktarıldığı gibi, söylenmek
istenileni içerik olarak aynen
aktaranlar da var. Adına da
bu “benim düşüncem!” deniliyor. Burada oluşan anormallik
hali aklın kirada oluşunun farkına varılamaması. Hâlâ akıllı konuşuluyor. Bir işte yapılan
hatadan dolayı “Sütten ağzı
yanan yoğurdu üfleyerek yermiş” atasözünü kitapların satırlarına bırakmışız. Muhakkak konuşulacak birşeyler buluruz, konuşulacak bir konumuz, söyleyecek bir sözümüz
vardır. Kahvehanelerimiz, çay
ocaklarımız, parklarımız devamlı konuşan insanlarla dolup taşar. Birbirlerine hararetli birşeyler anlattıkları kesin.
O kadar birikmişliği anlatmak
zor olsa gerek kısa zaman diliminde. Bayanların birbirlerinden ayrılmayışları, ya çocukların ağlayışı ya ocakta unutulan
yemeğin ancak yanıp kokmasından sonraya ya da erkeğin
haşin bakışlarından sonra daha konuşulacak çok şey var
ama gitmem lazıma bırakır.
Buradan ‘dilsiz mi olalım?’
sorusuna keşke demeyeceğim.
Dil bir nimettir, ayettir. Onun Allah’a şükrü konuşmaktır. Hayırlı kelimeler, cümleler kurmak;
hakkı söylemektir. Yürekte birikeni, akılda kalanı haykırmaktır;
yoksa “dilsiz şeytan” olma olasılığına adım atmış oluruz. Konuşacağız, tartışacağız. Peki hangi
dil formunu kullanacağız? Üzerinde duracağımız konu bu. Ben
bunu yerel dil ile evrensel dil
olarak dillendireceğim ve açıklamaya çalışacağım.
Yerel dil ben merkezli, evrensel dil biz merkezlidir. O
yüzden biri kendini merkeze
alır, diğeri bizi merkeze alır.
Yerel dil bencildir; vermek
istemez, verirse sınır belirler.
Evrensel dil fedakârdır; sınır
belirlemez, çevresinden başlayarak verir.
DÜŞÜNCE
Yerel dil
kıskançtır, evrensel
dil hoşgörülüdür. Birincisi
kırıcıdır, ikincisi
yapıcıdır.
Yerel dil muhafazakârdır, evrensel dil İslami’dir. Biri korkak, korumacı, savunmacıdır; diğeri cesur,aktif, atılgandır.
Yerel dil sınırlandırıcıdır, etki alanı bellidir; evrensel dilin
sınırı yoktur, etki alanı Cennete
kadar uzanır.
Yerel dil bilginin değil ideolojilerin tesiri altındadır, evrensel dil vahiy eksenli bilginin tesiri altındadır.
Yerel dil duygu referanslıdır,
aklı devre dışı bırakır; evrensel
dil irade eksenli duyguyu devre dışı bırakmaz.
Yerel dil anlam kapasitesi
sınırlıdır, evrensel dilin anlam
kapasitesi sınırsızdır. O yüzden Muhammed İkbal, Seyyid
Kutup, Ali Şeriati’lerin anlam ve
benimseme sınırları yoktur.
Yerel dil kategorize eder, ayrıştırır. Yaşam veya Hintlilerin sınıfsal piramitlerine başvurmaya gerek yok. Piramitler tarihi
bir değer olarak hafızamızda
kalsın! Evrensel dil ise birleştirir, bütünleştirir. Üstünlüğü vahiy eksenli takvaya bırakır, sınıfsal ayrımcığa başvurmaz.
Yerel dil kişileri konuşur, kişilerde ise uzlaştırmak imkânı yoktur; evrensel dil değerleri konuşur, değer merkezli kişiler olan
peygamberlerde buluşturur.
Yerel dil üretmez, tüketir;
Yerel dil
muhafazakârdır,
evrensel dil
İslami’dir. Biri
korkak, korumacı,
savunmacıdır;
diğeri cesur,aktif,
atılgandır.
evrensel dil üretir, değer kazandırır. Biri ambar üzerinde
olduğunu hayal eder, diğeri
ise çöllere hayat veren su gibi
yüreklere sevgi taşır.
Yerel dil samimiyet kodları
taşıyabilir ama etki alanı düşüktür. Evrensel dil samimidir,
harbidir. Birincisi yeminlerine
sürekli Allah’ı taşıyarak alışkanlık kazandırır, ikincisi yeminlerine sadık kalarak Allah’ı
şahit tutar.
Yerel dil gölet gibidir. Kaynağı varsa da sınırlarını aşamaz. Evrensel dil okyanus gibidir. Kaynağı tükenmez.
Yerel dil politikayı konuşur,
politiktir. Evrensel dil siyaset
üstüdür, fikir üretir.
Yerel dil tek tipleştiricidir,
kendine benzeyene hitap eder,
kendinden olmayanı dışlar. Evrensel dil tüm farklılıkları barın-
dırır, herkesi konuşur, herkesi
davet eder.
Yerel dil isyan etmez, itaatkârdır. Zulme
rıza gösterir. Evrensel dil bir isyanın, isteğin, gerçeğin, bir duanın
ürünüdür.
Yerel dil ideolojik, değiştirilen dinlerin dilidir; evrensel dil
Kur’an’nın, İslam’ın dilidir. Kuşatıcı evrensel dilidir.
Bunları daha da çoğaltabiliriz. ‘Neden bu konuyu seçtim’
derseniz; İslam coğrafyasında
kullanılan dile baktım ve şu soruyu sordum. ‘Hangisi benim
ümmetin dili olacak?’
Ne yazık ki olumlu cevaplar gelmiyor zihnimize. Kullandığımız dil; kırıcı, ayrıştırıcı, haset kokan bir dil. Oysa
Hz. Peygamber bir hadisinde
“En faziletli kimdir?” sorusuna O(sav): “Dilinden ve elinden
Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.” olarak belirtiyor. Bu olumsuz, yerel dili evrensel mesajımız olan Kur’ana arz etmemiz gerekiyor. Allah Kur’anda “O kimseler ki
boş söz ve işlerden yüz çevirirler.”(Mü’minûn, 23/3) buyurmaktadır. Bunu tüm samimiyetimizle, imanın gereği olarak
yapmamız bu ümmetin hayrına olacaktır. Vahye arz edilen
üslupların değişeceği muhakkak. Yeter ki Kur’ana yaklaşmaya, dokunmaya, okumaya,
anlamaya ve yaşamaya gayret
edelim. Vesselam...
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
81
DÜŞÜNCE
Atalarımızı üzerinde
(7)
bulduğumuz yol’a dair
HASAN EKER
[email protected]
YAHUDILIKTE, kendilerinin mukaddes
saydıkları topraklarda yaşayıp ölenlerin ve
hatta başka yerde ölse bile oraya getirilip
gömülenlerin bağışlanacağı inancı vardır.
Biz Müslümanlarda da Mekke ve Medine’de
ölenlere dair böyle bir inanç vardır.
DIZI yazımızın bu bölümünde
de Yahudilikte olan uygulamaların bir benzerinin bizde de olduğu ve bunun Kur’an’a aykırı olduğu ve dolayısıyla da Yahudilerden İslam’a geçtiğine
inandığımız bazı uygulamalara göz atalım.
Cehennem Yahudilere göre geçici olarak girilip çıkılacak bir yerdir. Bir Yahudi ne kadar günah işlerse işlesin, cehennemde ancak on iki ay kalacaktır.1
Bu düşünce Kur’an da Yahudilerin düşüncesi olarak zikredildiği ve reddedildiği(Bakara/80,Ali İmran/24), cehennemin ebedi bir yer olarak anlatıldığı(Cin/23) ve cehenneme girenin çıkmasının mümkün olmadığı(Maide/37,Bakara/167) açıkça belirtildiği halde, bugün Müslümanlar da
günahkâr Müslümanların gü-
82
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
nahları kadar cehenneme girip çıkacakları, ya da şefaatle
cehennemden çıkacaklarına
dair inançlar taşımaktadırlar.
Oysa Allah Kur’an da iman
eden ve salih amel işleyenlerin,
büyük günahlardan kaçınanların ve tevbe edenlerin günahlarını affedeceğini açıkça söylüyor.
(Ankebut/7, Nisa/31, Nisa/17)
Yahudilikte,
kendilerinin
mukaddes saydıkları topraklarda yaşayıp ölenlerin ve hatta başka yerde ölse bile oraya
getirilip gömülenlerin bağışlanacağı inancı vardır.2
Biz Müslümanlarda da Mekke ve Medine’de ölenlere dair
böyle bir inanç vardır. Bu yüzden hacca gidenlerden bir kısmı orada ölmeyi temenni ederler. Ya da kendi memleketinde
ölse bile salih bilinen bir kimsenin kabrinin yanına gömülmeyi
kurtuluşa vesile sayarlar.
Oysa İslam da herkesin kurtuluşu sadece kendi iman ve
ameline bağlanmıştır. Bir kimse iman ve ameliyle kurtuluşu
hak etmedikten sonra, öldüğünde peygamberin kucağına da gömseniz faydası yoktur.
Yahudilikte sinagoga başörtülü olarak girilir. Başı açık
girmek Tanrı’ya saygısızlık kabul edilir. Bunun için Yahudi erkekleri Kipa denilen takke benzeri bir şey giyerler.3
Müslüman ülkelerde de
Müslüman olduklarını söyledikleri halde normalde tesettürsüz olan bir çok bayan, sadece camide, kabristanda, cenazede vb. yerlerde başörtüsü
takarlar. Müslüman erkekler de
namaz kılarken başa bir şey giyilmesi gerektiğine inanırlar.
Oysa İslam da tesettür, bir
kadının sadece camiye girerken değil, dinen kendine yabancı sayılan erkekler karşısında uyması gereken bir kuraldır. (Nur/31)
Ayrıca İslam da namaz kılınırken erkeklerin başlarını örtmesi gibi bir kural yoktur. Sarık, takke gibi başa giyilen şeyler sadece gelenek, örf ve kültürel şeylerden ibarettir.
Yahudi ve Hıristiyanlar gibi
başa giyilen takkenin, batılılaşma sürecinde batılılara benze-
DÜŞÜNCE
menin kesinlikle dini tezahürlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Çünkü sadece 1923’te bir
batı projesi olarak kurulan T.C.
devletiyle birlikte Müslümanların başlarında beyaz takkeler
görmekteyiz. Daha öncesinde
yoktu. Osmanlının son zamanlarında çekilmiş fotoğraflarda bunları göremezsiniz.
Yahudiler
Tevrat’taki buyruk gereğince “Dinle, ey İsrail! Tanrımız Rab, tek
Rab’dır. Tanrınız Rabb’ı
bütün yüreğinizle, bütün
canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz. Bugün size verdiğim bu
buyrukları
aklınızda
tutun...” duasını çok
sık okurlar. Yahudiler bu duanın içine
özenle yerleştirildiği
küçük kutucukları alınlarına, sol kollarına ve evlerinin giriş kapılarına takarlar.
Bu kutuların alına ve sol kola
takılanına tefilin, evlerin giriş
kapılarına takılanına da mezuza denir.4
Bizde de çeşitli dualar, muska şeklinde çeşitli cisimlere yazılıp vücudun değişik yerlerine
takılır, levhalara yazılıp evlerin
ve dükkanların değişik yerlerine ve arabalara asılır. Hatta şifa amacıyla suya üflenir
ve içilir.
Oysa dua, hayatın her alanında kul ile Allah arasındaki
süregiden soyut bir iletişimdir.
Bunun hep böyle sürdürülmesi gerekir. Bundan dolayı dua-
Dua, hayatın her
alanında kul ile
Allah arasındaki
süregiden soyut bir
iletişimdir. Bunun hep
böyle sürdürülmesi
gerekir. Bundan
dolayı duanın
somutlaştırılması
çabaları birer
sapmadır. Mesela,
Cevşen denilen
uydurma duanın
kolye haline
getirilip satılması
ve takınılması bu
sapmaya bir örnektir.
nın somutlaştırılması çabaları
birer sapmadır. Mesela, Cevşen denilen uydurma duanın
kolye haline getirilip satılması ve takınılması bu sapmaya
bir örnektir.
Yahudilerde dua her dilde
yapılabilir, ancak kutsal cennet dili olduğuna inanılan
İbranice ile dua etmenin
Yahudilikte özel bir yeri
vardır.5
Bizde de rivayet kültürünün etkisiyle Arapçanın cennet dili olduğuna dair, hatta kutsallığına
dair bir inanış vardır. Bu yüzden duaların özellikle Arapça yapılmasına özen gösterilir. Halbuki aslolan, herkesin kendi dilinde dua yapması ve anlaşılır olmasıdır.
Bu bağlamda birtakım
hocaların cemaatin karşısında onların anlamadığı dilden dua yapması ve onların da bilinçsizce
“Amin” demeleri İslamın esprisine uygun düşmemektedir. İslam, bir yerde Müslümanlarla
bir davranış gerçekleştirilecekse, orada, elden geldiği kadar
anlaşılır olmayı amaç edinir.
(İbrahim/4)
Yahudilik inancına göre
kutsal kabul edilen ve on gün
süren Roş-Haşana adında tevbe günleri vardır. Bu günlerin
sonuncusu keffaret günüdür.
Yahudi inancına göre insanın
Roş-Haşana’da tasarımı yapılan bir yıllık kaderi onuncu gün
olan keffaret günü(yom kippur)
son şeklini alır ve mühürlenir.6
Bizde de kandil gecelerin-
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
83
DÜŞÜNCE
Yahudilikte ölünün defninden sonra 40
gün süren yas dönemi başlar. Bunun ilk üç
günü şiddetli keder günüdür. Bizde ki, her
ölene kırkıncı günü mevlit okutulması, ölüye
sürdürülen yasın 40 gün sürdürüldüğünü
hatıra getirmektedir. Ayrıca bazı yörelerde
ölümden sonraki ilk bayramın karalı bayram
olarak yasa dönüştürülmesi İslam’a aykırı
bir davranıştır. Oysa İslam’da yas bu kadar
uzun sürmez, genellikle üç gün sürdürülür.
den biri kabul edilen Şaban’ın
15. gecesi, yani’ Beraat Gecesi’ için insanın bir yıllık kaderinin bu gece yazıldığına dair bir
inanış vardır. Duhan suresinin
3. ayeti açıkça Kur’an’ın indirildiği Kadir gecesini anlattığı
halde, berat gecesine delil yapılarak tahrif edilmiştir.
Ayrıca bu gecenin ve diğer
kandil gecelerinin mağfiret gecesi olduğuna inanılır. Gerçekte Kadir gecesi dışındaki tüm
geceler(kandiller) uydurmadır.
Vaizlerin bu geceleri mağfiret
geceleri olarak anlatması ise
ayrı bir dalalettir ve delilden
yoksundur. Çünkü Allah’ın bağışlaması sadece bu gecelere
has değil, ölüm gelip çatmadığı müddetçe Allah’ın bağışlaması her an geçerlidir.
Yahudilikte kadının doğum
esnasında kötü ruhların etkisinde kalabileceği endişesiyle, yatağın etrafına anahtar ve
Tevrat konur.7
Bizde de halk arasında doğum yapan kadınların başucuna Kur’an aynı maksatla konulur. Bu davranış, Kur’an’ı amacı
dışında kullanmaktır.
Yahudilikte erkek çocukları-
84
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
nın ‘sünnet törenleri’ erkekliğin
yüceltilmesinden hareketle çok
abartılı bir şekilde yapılır. Bizde
de bu konuda büyük törenlerin
yapıldığı herkesin malumudur.
Oysa dinimizde erkek çocuklarının sünnet edilmesi üzerine bir tören mevcut değildir.
Bu konuda daha önce yazdığımız “Erkek çocuklarının sünnet
törenleri” başlıklı yazımıza bakılabilir.
Yahudilikte ölümün yaklaştığına kanaat getiren hasta bir
bakıma Kelime-i Şehadet olan
“Dinle İsrail! Rabbimiz Tanrı, bir olan tanrıdır” cümlesini söylemeye çalışır.8 Bizde de
Kelime-i Şehadet’in ölüm anında söylenmesine çok önem verilir. Neredeyse tüm vaizler, vaazlarının sonunda son nefeste
Kelime-i Şehadet’i söylemenin
nasip olmasına dair cemaate
dua ettirirler. Oysa İslam’da
Kelime-i Şehadet son nefeste giderayak söylenilen bir kelime değil, dine girerken söylenilen ve ölünceye kadar Allah’a bağlı bir şekilde sürdürülmesi gereken bir yaşam tarzının ifadesidir.
Yahudilikte ölünün defnin-
den sonra 40 gün süren yas dönemi başlar. Bunun ilk üç günü
şiddetli keder günüdür.9 Bizde
ki, her ölene kırkıncı günü mevlit okutulması, ölüye sürdürülen
yasın 40 gün sürdürüldüğünü
hatıra getirmektedir. Ayrıca
bazı yörelerde ölümden sonraki ilk bayramın karalı bayram olarak yasa dönüştürülmesi İslam’a aykırı bir davranıştır. Oysa İslam’da yas bu kadar uzun sürmez, genellikle üç
gün sürdürülür. Ayrıca Yahudilerde ölünün arkasından helva
pişirildiğini ve mevlit okutulduğunu da10 belirtmiş olalım.
Yahudilikte ölünün başında Tevrat’tan ve Mezmur’dan
parçalar okunur. Bizdeki ölünün başında Kur’an okumak,
ya da cüzler şeklinde Kur’an’ı
okuyarak ölüye bağışlamak
adeti Yahudilerden bize geçmiş olmalı; çünkü Kur’an’da
Kur’an’ın ölüyle ilişkisine dair
bir tane ayet olmadığı gibi, ölülere en çok okunan Yasin suresinin 70. ayetinde Allah Kur’an’ı
dirileri uyarmak için indirdiğini
belirtir. Resulullah’ın(as) hayatına baktığımızda onun Kur’an’ı
bir ölüye okuduğuna dair zerre kadar bir delil göremeyiz…
(Devam edecek)
Dipnotlar
1.Yaşayan Dünya
Sh.237
2.Age.229
3/4/5.Age.238
6.Age.240
7.Age.242
8.Age.243
9.Age.244
10.Age.275
Dinleri,
DİB,
DÜŞÜNCE
Anadolu İslamcılığının
kökenleri ve özgünleşme süreci
FERHAT ÖZBADEM
[email protected]
ANADOLU İslamcılığını oluşum ve gelişme
sürecinde etkileyen üç damardan söz
edebiliriz: Mısır İhvanı Müslimin Hareketi,
Pakistan Cemaati İslami Hareketi ve İran
İslam İnkılabı’nın etkisi. 28 Şubat sürecine
kadar bu etki ve şekillendirme durumu çok
belirgin olarak devam etti. Bu süreçten sonra
ise kriz ve özgünleşme süreci başladı.
ANADOLU coğrafyası özelinde İslamcılığın hali pür melali gerektiği kadar maalesef ele
alınmıyor. Bunun birçok gerekçesi olmasıyla birlikte bu durumun sonucu, gelecekte hem
mevcut İslamcıları hem de toplumu birçok yönden olumsuz
etkileyecektir. İslamcılığın bir
anlamda kriz sürecine girmiş
olmasının dış etkenler ile ilgisi
olduğu gibi iç etkenler ile de ilgisi vardır. Dış etkenler denildiğinde dünyadaki siyasal ve iktisadi gelişmelerin etkisi ile birlikte emperyalist güçlerin çabaları ana etken olarak görülebilir. İç etkenler konusunda ise
İslamcılığın üretkenliği yitirmesi ve kendi arasındaki sorunlar ile ilgilenmekten dolayı zamanı ve toplumu iyi okuyamamasından kaynaklanan yöne-
tim kaygısını yitirmesini ilk etkenlerden sayabiliriz. Mevcut
durumun sebeplerinin çeşitliliği de İslamcılığın ele alınmasına mani olan bir durumdur.
İslamcılığın çok geniş ve
derin bir konu olması hasebi ile bazı yönlerini sebep sonuç ilişkisi üzerinden başlıklar
halinde ele almak konuya giriş olarak sayılabilecek bir ön
bilgi olarak İslamcılığın analiz
ve kritiğinin yapılmasına zemin
hazırlanması açısından önemlidir.
FARKLI İSLAMCILIK
ALGILARI
Gerek tanımlama gerekse de çerçeve belirleme açısından birçok farklı İslamcılık
algısı vardır. İslamcılığın yanlış bir kavram olduğunu savu-
nanlardan, bütün Müslümanların İslamcı olduğuna kadar
birçok yaklaşım vardır. Anadolu coğrafyasındaki İslamcılığın serencamı ve sorunlarını
iyi bir şekilde tahlil edebilmek
için tanımı ve çerçevesi üzerinde durmak gerekiyor. Bu noktada herhangi bir tanımlamayı
tek doğru tanım olarak beyan
etmekten ziyade genel kabul
gören birkaç özelliği ve çerçevesi üzerinden ele almak daha
mantıklı olacaktır.
İslamcılık, İslamın/İslami
perspektifin/İslami dinamiklerin/İslami referansların birey
ve toplum hayatında iktisadi,
sosyal, siyasal ve kültürel anlamda söz sahibi olmasını savunan anlayıştır. İslamcılığın
belirleyici yönü toplum yönetimine talip olmasıdır. İslamın
yönetim talebi olduğunu savunan bütün ekol, kurum ve kişiler İslamcıdır. Genel çerçeveyi
böyle çizebiliriz. Buraya kadar
bir sorun görünmüyor. Asıl sorun bundan sonra başlıyor. İslamın yönetim talebi hangi yöntem ile iktidar olacaktır? Seküler sistemlerde İslamcı yönetim
olabilir mi? ‘Sistem içi mücadele mi sistem dışı mücadele mi?’
gibi sorular ve bu sorulara verilen cevaplar İslamcılar arasındaki temel sıkıntıya sebep
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
85
düşünce
olmaktadır. Bu tür sıkıntıların
önüne geçmenin şu zaman diliminde ve mevcut zeminde pek
imkânı yok gibi görünüyor. Fakat ilerisi için çaba sarf edilebilir. Sıkıntıları ortadan kaldırmanın ilk şartı realist yaklaşım
ve ihtilaf eden tarafların esnek
bir şekilde ortada buluşmaya
niyetlerinin olmasıdır. Aksi durumda bu sıkıntıların/ihtilafların
önü alınamayacaktır.
ANADOLU
İSLAMCILIĞININ
KÖKENLERI VE
ÖZGÜNLEŞME SÜRECI
Ekollerin, kişilerin ve kurumların İslamcılık algılarına göre
Anadolu İslamcılığının kökenleri değişiklik arzetmektedir.
İslamcılığın kökeninin ilk peygamber olduğunu söyleyenlerden, Osmanlının son dönemlerinde bir kurtuluş fikri olarak
görenlere, 70’li yıllarda tercüme çalışmaları ile başladığını
söyleyenlerden, hilafetin kaldırılması ile birlikte başladığını
söyleyenlere kadar birçok görüş mevcut. Sahip olunan algıya göre kendi içinde tutarlı
yaklaşımlar olmakla birlikte bizim ele alacağımız konu işin bu
kısmı değil. Daha çok mevcut
Anadolu İslamcılığının oluşum
ve gelişme sürecine değineceğiz. Bu noktada Anadolu İslamcılığının 70’li yıllardaki tercüme
ve davet çalışmaları ile başladığı görüşünü merkeze alarak
konuyu değerlendireceğiz. Bu
açıdan baktığımızda Anadolu
İslamcılığını oluşum ve gelişme sürecinde etkileyen üç damardan söz edebiliriz: Mısır
İhvanı Müslimin Hareketi, Pakistan Cemaati İslami Hareketi ve İran İslam İnkılabı’nın etkisi. 28 Şubat sürecine kadar
bu etki ve şekillendirme durumu çok belirgin olarak devam
etti. Bu süreçten sonra ise kriz
ve özgünleşme süreci başladı.
Zamanın ve coğrafyanın ruhu
anlaşılmaya ve buna göre düşünme ve üretme bu üretmenin
sonucunda da yeni bakış açıları ve yöntemler uygulanmaya
başlandı. Bu süreçte bir kısım
olumlu gelişmeler olmakla birlikte savrulmalar ve dönüşümlerde oldu.
Şu durumda şunu açıkça
ifade edebiliriz. Anadolu İslamcılığı şu an özgünleşme
sürecini tamamlamak üzere-
Anadolu İslamcılığı son kertede iki durumdan
birini tercih edecektir: Ya mevcut dönüşüm
süreci kemale erdirilip mevcut sistemi içten
dönüştürme yoluna gidecektir ya da tamamen
sivilleşip sivil bir hareket olarak toplumu
dönüştürüp yönetime talip olma yolunu
seçecektir. Bu tercihlerden birinde karar
kılınması ileriki süreçte meydana gelecek
gelişmeler ve bugün ortaya konulan duruşun
sonuçları görüldükten sonra olacaktır.
86
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
dir. Bu sürecin tamamlanması (mevcut durumu kriz dönemi olarak değerlendirecek
olursak şayet) kriz sonunda
bir kırılma yaşanması ve Anadolu İslamcılığının kendisini tanımlaması ve topluma deklare etmesi ile söz konusu olacaktır. Bu açıdan bakıldığında
bugün savrulma ve dönüşüm
olarak değerlendirilebilecek
bir kısım durumlar, kriz sonundaki kırılma sürecinde belirleyici etkenlerden olacaktır. Bu
noktada Anadolu İslamcılığı
son kertede iki durumdan birini tercih edecektir: Ya mevcut
dönüşüm süreci kemale erdirilip mevcut sistemi içten dönüştürme yoluna gidecektir ya da
tamamen sivilleşip sivil bir hareket olarak toplumu dönüştürüp yönetime talip olma yolunu
seçecektir. Bu tercihlerden birinde karar kılınması ileriki süreçte meydana gelecek gelişmeler ve bugün ortaya konulan
duruşun sonuçları görüldükten
sonra olacaktır.
Zaman zaman İslamcılık
üzerine yapılan tartışmalara
şahit olmaktayız. Bunların son
dönemde en popüler olanı “İslamcılık öldü mü?” konusudur.
Bu konuda ilk sözümüz konuyu gündem eden ve tartışanlar genel olarak ya İslamcılıktan istifa etmiş ya da hiçbir zaman İslamcı olmayan insanların bu konuda söylediklerinden
ziyade, İslamcıların bu konuda
ne dediğinin önemli olduğudur.
Eğer İslamcılar varsa (ki var)
İslamcılık da vardır. Bir kısım
savrulmalar ve olumsuzluklar
düşünce
olsa da İslamcılık daima güçlü
bir damar olarak var olmuştur.
Anadolu’da İslami yapılar çalışmalarını devam ettirip kuvvetlendikçe İslamcılık da kuvvetini arttıracaktır. Ekoller arasındaki ihtilaflardan kaynaklanan bir kısım sıkıntılar olumsuz
bir bakış açısına sebep olabilir. Lakin ekoller üstü meseleye
bakıldığında İslamcılık bu toplumun yönetimine talip olmak
noktasında en disiplinli ve en
güçlü damardır.
İslamcıların kendi içinde
tartıştıkları konuların başında
“İslamcılar savruldu mu?” konusudur. Savrulmalar olmakla birlikte bu dönüşüm sürecinin özgünleşmenin alt yapısını oluşturduğu kanaatini taşıyorum. Anadolu İslamcılığının özgünleşme sürecini kemale erdirmesi için yaşaması
gereken kırılmayı henüz yaşamadığını mevcut kriz ve dönüşüm sürecinin bu kırılma ile sonuçlanacağı kanaatini taşıyorum. Kişiler ve kurumlar farklı gerekçeler ile farklı tavırlar
takınabilirler. Anlık karşıtlıklar
ve refleksler ile bizim gibi düşünmeyen İslamcıları ötekileştirmektense sonuçları görmeyi
beklemeliyiz. Bizler bizim gibi
düşünmeyen İslamcıları ötekileştirmek ve karşımıza almak
ile memur değiliz, bizler bizim
gibi düşünmeyen kardeşlerimizi uyarmak ve doğrularında
yanlarında durmak suretiyle ve
desteklemekle memuruz.
‘İslamcılık kriz dönemi mi
yaşıyor fırsat dönemi mi yaşıyor?’ sorusu bu durumda bü-
Yeni İslamcı damar muhataplarını şaşırtacak
derecede toplumda bir karşılık görecektir.
Şöyle ki, fikri anlamda geleneğin doğrularını
kabul eden, tarihsel süreç içinde etkin
olmuş İslam düşünce ekollerinin doğrularını
sahiplenen disipline çalışan, teknolojiyi
kullanan, sosyolojiyi önemseyen, kucaklayıcı,
sisteme entegre olmayı reddeden, kurumlar
ve kişiler üstü bir İslamcı damar toplumun
her kesimi tarafından kabul görecektir
yük bir önem arzediyor. Reel
anlamda kriz dönemini yaşamak ile birlikte fırsat dönemine evrilmek üzere. Bu süreçte
vereceği kararlar ve kendisini
ifade etme şekli büyük önem
arzetmektedir. İslamcılık fırsat
döneminde geçmiş dönemde
yapılan bir kısım hatalardan
ders alarak ilerlemelidir. Bir kısım grup ve anlayışların düştüğü hataya düşmemelidir.
YENI İSLAMCI
BIR DAMARIN
OLUŞMASININ
KAÇINILMAZLIĞI
İslamcılık üretken ve doğurgan bir fikriyattır. Bu yönden
bakıldığında Anadolu İslamcılığı kendi içinden yeni İslamcı bir damar çıkaracaktır. Yüksek ihtimal (yukarıda değindiğimiz) İslamcılığın iki yaklaşımdan birini tercih etme sürecinin sonunda bu yeni bir çıkış
olacaktır. Özgün, dinamik, idealist, çalışkan, ilkeli, disiplinli,
dik duruşlu ve entegre olmaya
karşı bir İslamcı damarın toplumda da mutlaka bir karşılığı
olacaktır.
Yeni İslamcı damar muhataplarını şaşırtacak derecede
toplumda bir karşılık görecektir. Şöyle ki, fikri anlamda geleneğin doğrularını kabul eden,
tarihsel süreç içinde etkin olmuş İslam düşünce ekollerinin
doğrularını sahiplenen (selefi,
modernist, tarihselcilik, mutezile gibi ekollerin doğrularını harmanlayan yeni bir anlayış) disipline çalışan, teknolojiyi kullanan, sosyolojiyi önemseyen, kucaklayıcı, sisteme
entegre olmayı reddeden, kurumlar ve kişiler üstü bir İslamcı damar toplumun her kesimi
tarafından kabul görecektir.
İdeallerini projelendiren, İslami bir bakış açısı ile toplumun
sorunlarına reel çözümler ortaya koyan, insanı merkeze alan
bir anlayış ile ortaya çıkacak
olan yeni İslamcı damar kendi
öncülerini de kendi içinden çıkaracaktır.
Yeni İslamcı damar ile ilgili tespitimiz bir öngörüdür. Sebepler bu tür bir sonucun olabileceğini gösteriyor. Umudumuz ve temennimiz adalete
dayalı, insanı merkeze alan bir
yönetim ile ahlaklı bireylerden
meydana gelen temiz bir toplumun teşekkül etmesidir.
SAYI: 136 AĞUSTOS 2015
87

Benzer belgeler