Türkiye`nin Orta Yeri
Transkript
Türkiye`nin Orta Yeri
Selami Uzun TÜRKİYE’NİN ORTA YERİ İstanbul Yayınları 13 Memleket Meseleleri 1 ISBN 975-8566-11-3 TÜRKİYE’NİN ORTA YERİ Selami Uzun İstanbul, Ocak 2004 Yayın Editörü: İbrahim Yarış Kitap Tasarımı: Murat Arslan Baskı: Kurtiş Matbaacılık Selçuk Yayıncılık ve Sinemacılık Ltd. Büyükdere Caddesi, Atakan Sokak, Petek Apartmanı B Blok No: 7/11 Mecidiyeköy / İSTANBUL Tel: 0212 216 51 44 Fax: 0212 212 21 63 Selami UZUN 1957 yılında Sivas’ın Koyulhisar ilçesinde doğdu. İstan bul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1982’de mezun oldu. 1983 yılında kaymakamlık sınavını kazandı. Gümüşha ne’nin Şiran, Sivas’ın Yıldızeli ve Koyulhisar ilçelerinde kay makam vekilliği yaptı. Kastamonu - Abana kaymakamlığı görevinde iken, 1989-1990 yıllarında İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle ABD’de bulundu. Yurda dönüşünde Konya - Güneysınır, Adıyaman - Kahta, Malatya - Doğanşehir ilçelerinde kaymakamlık yaptı. Ekim 1994’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kontrol Daire Başkan lığı’na getirildi. Bu görevini 1999 yılına kadar sürdürdü. Kasım 2001’de Büyükşehir Belediyesi’ndeki görevinden ayrılarak AK Parti Kağıthane İlçe Başkanı oldu. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Sivas Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Evli ve iki çocuk babası olan Selami Uzun, İngilizce bili yor. ÖNSÖZ Önsöz, ilk söz, son söz... Yazarken en çok söylenilen, ön söz nedir, son söz nedir? Kitaba önsöz niye gereklidir ya da hangi tür kitaba gereklidir? Bu kitaba gerekli midir? Bunlar önsöz’ün sor uları... Bir bilimsel eser ya da başka bir eser belki iyi bir önsözü kabul eder. Ama kendi köşe yazılarımdan oluşan bu kitabın her bir yazısı aynı zamanda ilk söz ya da son söz değil midir zaten? Onun için bu kitapta birçok önsözü, öngörüyü, önfikri, önseziyi bütün ön’leri ya da ilk’leri bulabilme imkânımız olabi lir diye düşünüyor um. Çünkü yazarken günü kurtarmaktan ziyade geleceğe ışık tutmak ya da topyekün gündemi yakala mak peşindeydik. Bu kitaptaki köşe yazılarının birçoğunun yayınlandığı ‘İstanbul’daki Anadolu’ zaten bu amaçla çıkmış bir gazeteydi. Hem gündemi yakalayacaktık hem de bir tarihçi titizliğiyle güncele takılmadan devam edip gidecektik. "Anadolu insanı, sessizce büyük şehirlerin kapılarına dayan dığında gündem başlıyordu, ama Türkiye bunu çoktan kaçırmış tı." Cumhurbaşkanı Sezer’den Kemal Derviş’e, AK Parti’den Recep Tayyip Erdoğan’a, Bill Clinton’dan 11 Eylül’e kadar bir çok konuyu ele aldığımızı ve birçok yeni görüş ile düşünceyi satırlarımıza taşıdığımızı okuyunca daha iyi anlayacaksınız. Spor yazıları da var bu kitapta. Spor yazısından çok sporcu bir ruhu, ama aynı zamanda ülke ruhunu yansıtıyordu bu metinler. Spora katılması gerekenleri biz satırlarımıza katıyor duk. Kitabın çeşitlemeler bölümünde, Zabıta Dergisi’nde yayın lanmış söyleşiyi okurken, o dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde yakala nan ‘İstanbul Başarısı’nın ipuçlarını bulacaksınız. 4 Kitabın sonuna doğr u mektuplardan derlenen bir modern biyografiyi ise adeta hissedeceksiniz. Bu kitabın sayfalarını çevirdikçe, bazen gezilere dalacak, bazen şiirler okuyacak, bazen mektuplar yazıyormuş gibi ola cağınızı ümit ediyor um. "............. Hani şu Kadıköy de olmasa Öfke yüklü gemilerimi Gözlerine boşaltacağım ............." mısralarında olduğu gibi bazen öfkemizi, bazen sevincimizi, bazen kaprislerimizi masum satırlara döktük. Saygılarımla. Selami UZUN 02/12/2003 TBMM / Ankara 5 İçindekiler Aylık Yazılar İstanbul’daki Anadolu .......................................................................................... 11 İstanbul’un sahipleri.............................................................................................. 13 “Tabiat boşluktan hoşlanmaz”................................................................................. 15 Sivillerin savunması .............................................................................................. 17 Değişmeyen değiştirilemez tavır ............................................................................. 20 Memleket manzaraları .......................................................................................... 22 Fırsatçılar.............................................................................................................. 25 Demokrasi ve Fazilet Partisi................................................................................... 28 Evcilleştirme Teorisi ............................................................................................. 31 “Kanunlarımız dahilere işlemez” ............................................................................ 33 “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?”.............................................................. 36 Bir bayram nasıl zehir edilir?.................................................................................. 38 Sezer’in memur dürüstlüğü.................................................................................... 40 Halkın gündemini yakalamak ................................................................................. 42 İtalya’daki Anadolu ............................................................................................... 45 Legaliteyi küçümseme! .......................................................................................... 47 Derviş’ten önce, Derviş’ten sonra!......................................................................... 49 Ülkeyi sollamak! ................................................................................................... 51 Ak duruş ............................................................................................................. 53 Yazacak çok şey var, çook! .................................................................................... 55 Yeni iki kutuplu dünya............................................................................................ 57 Türkiye’nin orta yeri .............................................................................................. 59 Siyasetin anlamı ya da anlamsızlığı üzerine............................................................. 62 Amansız takip... ................................................................................................... 64 Savaşa taraf olmayan hükümete açık uyarı! ............................................................ 66 Hiç bir mazeret, başarının yerini tutamaz ............................................................... 68 6 Türkiye AB fonlarından yararlanmalı... ..................................................................... 71 Film gibi... ............................................................................................................ 73 Demokrasi çarkı dönüyor... ................................................................................. 75 Spor Yazıları Korku ve yorulmak ................................................................................................ 79 Hastalık teşhisi .................................................................................................... 81 Bir gün geliriz ...................................................................................................... 83 Biraz duman var.................................................................................................... 85 Yolculuk .............................................................................................................. 87 İçinden sporcu geçen yazı ..................................................................................... 89 Futbol borsası ...................................................................................................... 91 Bu bir ders olsun .................................................................................................. 92 Hangisi kopya? ..................................................................................................... 94 Futbol oyunu ........................................................................................................ 96 Futbol pazarı ....................................................................................................... 98 İtfaiyeci iyi sporcudur ............................................................................................100 Yukarıdan bakanlar ..............................................................................................102 Çocuk sesleri .....................................................................................................104 Çeşitlemeler Sokak ve çocuk ....................................................................................................109 “Zabıtanın gücü yokluğunda anlaşılır” ..................................................................111 Mektupların gizlediği .............................................................................................128 Her görevine onu kader atadı ................................................................................141 7 8 Aylık Yazılar Yazılar Aylık 9 10 İstanbul’daki Anadolu 1950'lerde tek parti hangarından çıkan Anadolu insanı büyükşe hirlerin kapılarını ucuz iş güçleriyle zorladıklarında, kendilerinin ne kadar yaşamamış olduklarının farkına da varıyorlardı. 1960'lara kadar mevsimlik gel-gitlerle devam eden Anadolu-İs tanbul koklaşması, altmışlardan sonra ‘yer çevirmelerle’ başlayan, toplu yerleşim alanlarında göçmen kamplarını hatırlatan, umut kay nağı büyük mahallelerle yeni bir boyut kazanıyordu. Bu arada Anadolu insanı şehre geldiğinde, şehirli dostlarımız da Avr upa ve Amerika'nın kapılarını aşındırıyor; tıpkı Anadolulunun şehir karşısında uğradığı "düş kırıklığını" Avr upa ve Amerika karşısında yaşıyorlardı. Kısacası, dolandırarak anlatmaya çalıştığımız, Anadolu insanının şehri, yani medeniyeti bir ölçüde keşfettikten sonra, ona doğr u hızlı bir göçün başlamış olmasıydı. İşte hayatımızın bir çizgi üzerindeki her noktası, zamanın bir par çasıyla, mekânın bir yeriyle, insanların bir kısmıyla kesişme halinde dir. Muşlu, Doğubeyazıtlı, Adıyamanlı Ahmet ile Sivaslı, Tokatlı, Gire sunlu Mehmet'in kaderleri İstanbul'da kesişiyor. Bu kesişme, aynı zamanda, bir ortak yaşama biçimi oluyor, hayat oluyor, yeni bir İstanbul oluyor. İstanbul'daki Anadolu işte böyle doğuyor. Artık İstanbul'daki Anadolu'nun hayatı, akışı, hareketleri bir orkestranın akışı gibi 'birbirlerini kollayarak' devam ediyor. Belki önlerinde düzenli bir örnek göremiyorlar ama, deneme-yanılmalarla denizden karşıya geçiyorlar. Hiçbir zaman kendilerini güçsüz hissetmiyorlar. Umutsuz hiç olmadılar. Kendi geleceklerini, kendi iç dinamikleri ve rekabetleri belirliyor. 11 İstanbul'da kaderleri kesişen insanların yaşamaya çalıştıkları, kurmayı düşündükleri dünyaları ile geride bıraktıklarını, değerlerini, dinamiklerini, hayallerini, güçlerini yansıtan bir ayna olmaya çalışan "İstanbul'daki Anadolu" gazetesi yayın hayatına başlıyor. 1999 12 İstanbul'un sahipleri Anadolu'dan İstanbul'a göçüş maceralarında "neden, niçin, nasıl ve ne zaman" sor ularını geride bırakmayı göze alanlar, yani bu yolda "gemileri yakan" gözleri pek, kalpleri umut dolu, damarlarında coş kun nehirler dolaşan insanlar, delikanlılar dört elle sarıldılar İstan bul'un toprağına. İnsanlarımızın İstanbul'a gelip Türkiye ekonomisi içerisinde önemli yerler edinmeleri, tarihi kesin belli olmayan, ama en az bir kırk yıllık süreyi kapsayan "devrim" niteliğindedir. Hatta birkaç aske ri darbeyle bu büyük hareket sekteye uğratılmaya çalışıldı. İstanbul'a doğr u devam eden bu tarihi Anadolu hareketi, karşısında hazırlıksız bir şehir buldu, çarpık şehirleşme ve uyum sor unları ile karşılaştı. Ama böylesi dur umlarda bile yeni kültürel kimlikleri, yeni çözüm yol larını da beraberinde büyüttü. Bu arada kendisini "daha önce geldiği için" İstanbul'un sahibi sanan sözde kentliler, "Bunlar da nereden geldi?", "İşgale uğradık" gibi hezeyanlarla, kimi zaman daha da ileri giderek hakaret cümlele riyle kendi korkularını açığa vur uyorlar. Oysa Anadolu insanı, dernek leri, vakıfları ve bütün sivil kur umlarıyla aktivitelerini sürdürüyor: Davul-zurna eşliğinde piknikler gerçekleştiriyor, düğünler yapıyor, marinalarda yatları yerini alıyor, gökdelenlere taşınıyor, ihracat patla malarında pay sahibi oluyor, sanayici oluyor, tüccar oluyor. Tarihin akışı artık böyle. Bu sosyolojik olayı geri döndürmek müm kün olmadığı gibi, körü körüne karşı olmanın da kimsenin yararına olmadığı da bir gerçek. Elli yıldır devletin ayaklarına gelmesini boşuna bekleyen bu insan lar, sonunda kendileri devlete, dolayısıyla medeniyete geldiler. Şimdi kendi çocuğunun okuyacağı okulu yapabilecek, çalışacağı işyerini kurabilecek, bineceği otomobili üretecek güce gelmesinin neresi kötüdür? 13 Tarih boyunca İstanbul'u İstanbul yapan, bir ticaret merkezi, bir kültür merkezi yapan özelliği, nüfus bakımından sürekli beslenmesi dir. Çünkü İstanbul her dönem cazibe merkezi olmuştur. Bugün 10 milyonluk bir nüfus yerine beşyüzbinlik nüfusa sahip olsaydı İstanbul, kimin umur unda olurdu? İstanbul büyürken, önceden tedbir almayanların bugün şikâyete hakkı olamaz! Bugüne kadar ülke yönetiminde başarısız olanların, kabahati İstanbul'a göç edenlerde bulması kadar büyük bir abes olamaz. İstanbul'da yaşayanlar, Anadolu'da olsalardı okuyacak okulu, çalışacak işi mi olacaktı? Daha da önemlisi bugün o insanlar yaşadıkları yerlerde kalsalar dı Türkiye'nin ekonomisi hangi boyutta olacaktı? Kupon karşılığı gazetesini bu insanlara satıp paralarını Akde niz'in, Ege'nin kıyılarında yiyenler, başlattıkları yayın kampanyalarıyla üç metrelik parklarında bu insanlara pikniği çok görüyorlar. Halbuki bu insanları kovmak istediğiniz parklar, ormanlar, deniz ler, şehirler... hepsi bu insanlara ait. Hani, şehit kanıyla sulanan vatan toprağı var ya, işte burası da orası... Şehitler de onların baba ları... 1999 14 "Tabiat boşluktan hoşlanmaz" Tabiat öyle bir düzene sahip ki bu düzende hiçbir mantık hatası na, hiçbir rastlantıya ve "boşunalığa" yer yok. Binlerce yıldır süren bu mükemmel akışta herşey ve her canlı "kendi sünneti"nin gereği ni yerine getiriyor. Belki de bu yüzden, tabiatı dinlemek, kendimize, yaşadıklarımıza, ülkemize ve dünyada olup bitenlere ilişkin yeni ufuk lar açıyor bize. Çünkü tabiat yalan söylemiyor. Büyük şehrin günlük koşuşturmasından, insanı yaralayan, oyala yan sanal yoğunluklarından sıyrılmak gerekiyor zaman zaman. Çünkü "şehrin insanı" yerine "tabiatın insanı" olarak da bakmak lâzım olay lara. O zaman "tabiatın boşluktan hoşlanmadığını" kavrıyor, "boşluk ların" kimler tarafından, nasıl doldur ulduğunu daha iyi fark ediyorsu nuz. Sözgelimi tabiatla başbaşa olduğunuz bir an, arıları izliyor, onlar da bir hareketlilik görüyorsanız, anlıyorsunuz ki arılar için bir tehlike yaklaşıyor. Onların tehlikesi bir yağmur sağanağı oluyor bazen; önlemleri ise tehlike felâkete dönüşmeden kovanlarına sığınmak. Ne yazık ki insanoğlu tehlikeyi felâkete dönüşmeden sezemiyor. Bu özellikle bizim ülkemiz için geçerli. Önce şu alıntıları birlikte oku yalım ve bu önermenin Türkiye için ne denli geçerli olduğuna bir bakalım: "Türkiye yaşam kalitesi açısından 20. Yüzyılı, Yunanistan'ın 60 basamak altında bitiriyor." ABD'de Freedom House adlı kur uluş, 1998-99 endeksinde Türki ye'yi "yarı özgür" ülkeler kategorisine sokuyor. Siyasi haklar ve top lumsal özgürlükler bakımından da Güney Afrika, Güney Kore, Hindis tan, Arjantin, Brezilya, Rusya ve Pakistan'dan sonra geldiğini belirti yor. 15 Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre ülkemizde her dört kişiden biri, yani 14 milyon insan, açlık sınırında yaşıyor. Güneydoğu Bölgesi milli gelirden % 5,3 pay alırken Marmara Bölgesi % 36,6 pay alıyor. Bu arada ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Harold Hangju Koh Tür kiye'ye geliyor ve bazı tavsiyelerde bulunuyordu: "İfade özgürlüğü önündeki tüm baskıları kaldırın. Tüm vatandaş lara siyasi, kültürel, dini özgürüklerini tam olarak kullandırın. İnsan haklarıyla ilgilenenlere baskı yapmayın. Halâ yaygın olan işkenceyi engelleyin, işkencecileri cezalandırın, bu konudaki düzenlemeler lâf ta kalmasın. Kürtlere kendi çıkarlarını yansıtacak partiler kurma olanağı sağlayın." Ve bunun üzerine Çetin Altan Sabah Gazetesi'ndeki köşesinde yaptığı değerlendirmede, "Yerel köylü yığınların tepesinde oligarşik egemenlikler kurarak, bir tür gizli iç sömürge yapılanmasını, ulusal egemenlik etiketiyle maskeleme dönemleri, hukukun evrensel ilkele ri önünde depreme uğramaktadır. Ve artık ‘yerel devrimcilik’ dönemi kapanmaktadır" diyordu. Ben ise buna "ulusal-yerel tutuculuk-gericilik" diyor um. Şimdi yazının başında belirttiğimiz önermeye geri dönebiliriz. Tabiatta yaşayan diğer canlılar kadar bile muhtemel tehlikeleri seze miyor ülkemizin "akıllıları". Dünyanın nereye gittiğini, "çağdışı ideolo jik kur untuları ve yerel egemenlikleri yitirme kaygısı" ile göremiyorlar. Ülkede yarattıkları boşlukları, "ülke dışındaki bazı merkezler" dillen dirmeden kavrayamıyorlar. Ülke içinde dillendirmeye çalışanların tepesine ise devletin hangi kur umunu göndereceklerinin hesabını yapıyorlar. Bütün bunlar olup biterken kahramanlık nutukları atarak Türk propagandası (!) yapmayı da ihmal etmiyorlar. Oysa 2000 yılının eşiğinde, ülke olarak artık kan kaybetmeye tâkatımız yok. Avr upa ülkeleri ortak anayasa, ortak para birimi, ortak dil tesis ederek, dünya vatandaşlığına geçerken, biz halâ "tek"lerle başlayan sloganlarla dayatma peşindeyiz. Eğer içine düş tüğümüz bu "statükoculuk bataklığı"ndan kurtulmak istiyorsak, evrensel ilkelerin peşinde olmalıyız. Tabii ki bu noktada önemli olan, bunu isteyip istemediğimizdir. 1999 16 Sivillerin savunması Günlük hayatın koşuşturması içinde birbirimizle konuşurken, şöy le deriz: Bir deprem olsa ne olur? Oldu işte. Ne olduğunu da gördük. Aslında biz bunu yıllardır hep görüyor uz. Varto'da, Gediz'de, Lice'de, Narman'da, Erzincan'da ve şimdi de Düzce, Adapazarı, Gölcük ve Yalova'da gördük. Meydana gelen olayın boyutları çok büyük. Ancak olayın büyüklü ğünü, 'büyüklerimiz' üç gün sonra anlayabildiler. Onun için konuyu derli toplu ele almaya ve bazı başlıklara girmeye çalışacağım. Bura da ele alacaklarım hem gözlemlerime, hem mesleki deneyimlerime, hem de yerinde görüp yayın yapan basın ve yayın kur uluşlarının aktardıklarına dayanmaktadır. Deprem, sel, yangın gibi felâketlerde zararı ve insan kaybını aza indirmek için kur ulan Sivil Savunma Genel Müdürlüğü vardır. Bu Genel Müdürlük, İçişleri Bakanlığı'na bağlıdır. İllerde valilere, ilçeler de kaymakamlara bağlı sivil savunma müdürlükleri de uzantılarıdır. Bu müdürlükler afet planları yapar. İl ve ilçelerde toplanıp onaydan geçen planlar, İçişleri Bakanlığı'na gönderilir. Şimdi sor uyor um: Adapazarı'nda, Gölcük'te, Yalova'da meydana gelen bu deprem de sivil savunma planlarını uygulamak mümkün müdür? Hayır. Niçin? Çünkü planları yapan vali-kaymakam-müdür ve plan larda görev verilen insanlar, araçlar dahil, herkes ve her şey afete mar uz kalmıştır. Peki, çözümü nedir bunun? Çözümü; felâkete uğrayan merkeze en kısa nereden ulaşılabili yorsa oranın, diğer il için sivil savunma merkezi olmasıdır. Bursa, Bilecik, Bolu, Eskişehir, Zonguldak... Öyleyse, sivil savunmada, özellikle depremlerde afet planlarını mutlaka komşu vilayet esasına göre yapmak gerekir. 17 Böyle bir plan olmadığı ve hükümet olayın vehametini geç fark ettiği için, bu depremde enkaz kaldırma ve diğer acil yardımlara ancak depremden üç gün sonra başlanabilmiştir. Devletin, aslında bu tür afetlerde uygulanabilecek bir planı olma dığı gibi, pratik faydalar getirecek "yönetici elleri"nin bulunmadığı da ortaya çıktı bu felâketle. Cumhurbaşkanı'nın "Sor umlu devlet olamaz, sor umlu deprem dir" şeklinde savunmaya geçmesi; Başbakan'ın "Hiçbir hükümet böyle bir afetin altından kalkamaz" şeklindeki açıklaması, aslında devletin enkaz altında kaldığının açık itirafı oluyordu. Arama, kurtarma ve enkaz kaldırma çalışmaları konusunda yurt dışından ekipler gelip yetiştiklerinde bizim vatandaşlarımız tırnakla rıyla kazıyorlardı beton yığınlarını. Halbuki 80 vilayet, 10'ar kişilik arama-kurtarma ekibi hazırlığı yapsaydı, 800 kişi ederdi. Bir yıl önce sinde aynı zorlukları Ceyhan depreminde yaşadığımız halde kimsenin tedbir almak aklına gelmemişti. Dünyanın bütün ülkelerinde askerler, kurtarma çalışmalarında hazır güçtür. Fakat nedendir bilemiyor um, biz kurtarma çalışmaların da askerleri, ilk üç günde yoğun bir şekilde göremediğimiz gibi fırsat tan istifade "sıkıyönetim" teklifini yapmayı ihmal etmediklerini öğre niyorduk. Çeşitli basın, kriz masaları hakkında sadece "masa" diyor, bazı ları gerçekten "kriz masası" tabirini kullanıyorlar, ki bu masalar ilk haftada yansıyan görüntüleriyle yok gibiydiler. Depremden bir hafta sonrasında bile vatandaşları, yaralıları, çocukları bir metrelik çadıra koyamayanların, "Devleti yıpratmaya lım" propagandasına devam ettiklerini görüyorduk... İşte "Vatan, Millet, Sakarya" şimdi "Düzce, Gölcük, Yalova"ya dönerken, ölü sayını bile doğr u bir şekilde açıklamaktan aciz yetkili ler, onların dozer kepçeleriyle mezara "dökme" görüntülerini dünya televizyonlarına geçmeyi beceriyorlardı. Bütün bunlar olup biterken devleti ve resmi yetkilileri iş başında göremeyen acılı insanlar, dernekler ve vicdan sahibi herkes deprem bölgesine koşarak kazma, kürek ve tırnaklarıyla, diğer yardımlarıyla devleti by-pass ediyorlardı. Tek teselli bulduğumuz nokta da, işte bu sivil inisiyatifti. Yazımı, televizyon kameralarına konuşan bir felâketzedenin şu 18 sözleriyle bitirmek istiyor um: "Devlete selâm söyleyin, devlete." 1999 19 Değişmeyen değiştirilemez tavır 17 Ağustos Depremi Türkiye'de ve dünyada genellikle milât ola rak kabul ediliyor. 17 Ağustos ile herşeyin değişeceği, bu değişimin insan, özel teşebbüs, kamu kur umları ve özellikle "devlet ve hükü met etme" anlayışında yoğunlaşacağı görüşü, en azından ümidi muhafaza ediliyor. Bu ümit, içeride bazı medya kur uluşları ile az sayıdaki köşe yaza rı tarafından dile getirilirken, dışarıda birçok yayın organında sıklıkla ele alınıyor. Bu arada çeşitli çevrelerde Türkiye'de olabilecek ya da olması gereken değişimden bahsedilirken, aslında hiçbir şeyin değişmediği ni, değişme eğilimine bile girmediğini belirtelim. Deprem öncesinde her türlü etki ve tepki karşısında "nev'i şah sına münhasır tavır" sergileyen devletin, deprem sonrasında aynı tavırları sürdürdüğü fark ediliyor. Bu "değiştirilemez baba tavır(!)", deprem öncesine göre deprem sonrasında daha çok kişi tarafından paylaşılıyor ve mekânda dile getiriliyor; değişim, bundan ibarettir. Değişmeyen "değiştirilemez karakter"; ideolojik ilkeler, ceberr ut, gur urlu, halkı idare eden, yeri gelince depremzedelere "şikâyet ede ceğinize önce iyi vatandaş olun"masını tembihleyen, tamamen "yer li" bir karakterdir... Değişimi, bazı gerekçelerle basın ve medyadan övgü alan bu tavır, deprem gibi olağanüstü dur umda değişmeyince "homurtular" başlamasından ibarettir. Birkaç köşe yazarının dışında, basının da böyle bir değişimi istediğini zannetmiyor um zaten. Tam zamanında ve yerinde bir çıkışla konuyu tüm açıklığıyla orta ya seren Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'a bile nasıl yaklaşıldığını gördük. Ülkede yapının açık bir karakter kazanarak değişikliğe gitmesi demek; içte ve dışta barışçı bir ortamın olması ve dolayısıyla devle 20 tin tekelci yapısının sorguya açılması anlamına gelecektir. Bu ise bu alanda at oynatanların hoşuna gitmeyecektir. Devletin, genel yapısından "bin yıl da sürse" taviz vermeyeceğini böylece anlamış oluyor uz. Ama "deprem bölgelerinde görevli bulu nan gerek kriz masaları, gerekse yetkililer ellerini biraz yumuşatarak, zihinlerini zorlayarak, fedakarlık yaparak bu işin altından kalkıp bu soğuk yapıyı yansıtmayabilirlerdi" diye düşünmeden de edemiyor uz. Çeşitli devlet kademelerinde tanıdıklarımızı ziyaretlerimiz sırasın da gördük ki; bizde iş yapacak kur um ve kur uluşları idare edenler yaptıkları işleri bırakın, özel hayatlarından dolayı takibata uğramak tan dolayı vaziyeti idare eder hale gelmişler. Sor umluluk almaktan korkan, özel yaşantıları adeta köşe bucak kaçmaya dönüşen kamu görevlisinin bilgi ve zihnini bir araya getire rek "olmazları olur yapmasını" beklemek herhalde haksızlık olur. Ülkenin bütün medya organları aracılığıyla her türlü söylentinin yalan lanmış olmasına rağmen, ömründe hiç İngilizce kelime öğrenmemiş, belki CNN seyretmemiş vatandaşlarımızın CNN'i kaynak göstererek deprem olacağı dedikodusuyla sokaklara döküldüğü bir ortam, kime ne kadar güvenildiğini de açıkça göstermektedir. Depremzedelerin, felâketin üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağ men, organizasyon ve yardımlardaki başarısızlığına yenilerini kata rak, eline yüzüne bulaştıran Kızılay'a, deprem bölgelerinin yardım organizasyon sor umluluğunun verilmesi sadece "yardım organize etmek"le açıklanamaz. Bununla beraber sivil kur uluşların yardımları nın da çeşitli bahanelerle engellenmeye başlanmasının bize göster diği şudur: Güvenilmeyen, aynı zamanda tavır değiştirmeye de niyet li değildir. Türkiye'de değişim öyle birkaç sivil örgütün, birkaç köşe yazarının, dış basın ya da bazı kur um başkanlarının dile getirmesiyle olacak kadar kolay değildir. Acı ama gerçek... 1999 21 Memleket manzaraları Kendinizi bir an için unutup bir başkası olun. Farz edelim ki bir işçisiniz, evlisiniz, evde iki tane çocuğunuz var. O gün kazandığınız birkaç kur uşla aldığınız tavukla eve geldiniz. Çocuklarınız bacakları nıza sarıldı; eşiniz ise gelen üç kur uşla evinizi yuva yapmaya çalışı yor, sevinçten gözlerinin içi gülüyor. "Çocuklar çoktandır et yemedi ler" diyor, bir güzel pişirmeye başlarken. Şuradan burdan konuşuyor sunuz. Konu eşinizin askerde olan kardeşine geliyor. Tehlikeli bir yerde askerlik yapıyor. Memlekette her ne kadar terör bitiyor deseler de yer yer cenazelerin geldiğini görüyorsunuz ve içiniz cızz ediyor. Telefon açmak geliyor içinizden. Arıyor buluyorsunuz kayınbirade rinizi, eşinizi de sevindireceksiniz. Aniden evinizin kapısı kırılıyor, yaylım ateşine tutuluyorsunuz. Kayınbiraderiniz telefona geldiğinde silah sesleri duyuyor. Eşiniz çocukların üstüne kapanıyor, onları kor u yabiliyor. Yetkililer çelişkili açıklamalar yapıyor. Yanlışlık var ortada, ama suçlu yok. Üstüne alacak kimse yok. Bir polis yetkilisi; "O, terö ristlere yataklık ediyordu, suçluydu" diyor. Bir hükümet yetkilisi çıkıp "Suçlunun cezasını polis mi verir?" diyemiyor. Bunlar, dul eşinizin boğazına düğüm oluyor, feryat edemiyor. Yok, bu sefer başka birisi olun; bir baba ya da bir ana olun. Büyüttüğünüz oğlunuz, ufak tefek çıraklık işlerinde çalışıyor. Evine katkı için üç-beş kur uş biriktiriyor, getirip elinize veriyor. Seviniyorsu nuz. Ama bir gün oğlunuz gelmiyor. Evinize polisler geliyor, didik didik ediyorlar, sorgular, sor ular... Oğlunuz terörist olmuş, bombalama, öldürmelere karışmış. Halbuki o sizin gözünüzde daha askerliğini yapmamış çocuktu. Hiç de anlayamamıştınız olaylara karıştığını; hiç kötülük geçmemişti aklınızdan. Yakalandığı için Allah’a şükrediyorsunuz. Ana yüreği, bir çatışma da ölseydi nasıl dayanırdı? Şimdi, güvendiğin, uğr una atalarını, dedelerini şehit verdiğin, vergisini verip çocuklarını askere gönderdi 22 ğin "devlet baba"nın kanatları altında. "Allah’a şükür canı sağ. Suçu varsa yatar, çıkar" diye teselli buluyorsunuz. Ama iş öyle olmuyor. Gece kâbus bir rüyanın ardından kalkıyorsu nuz ve oğlunuzun hapishanede çıkan çatışmada "ölü ele geçirildiği ni" öğreniyorsunuz. Anasınız; yüreğiniz yanıyor aklınız almasa da. Hapishane, silah, çatışma, ölü ele geçme, yaralılar, dumanlar çıkan hapishane görüntüleri... Devlet onları hapishanede kor uyup yargıla yacaktı, cezasını çekecekti, ama çekemeden öldü. Kimden neyi soracağınızı bilmiyorsunuz. Aklınıza o silahların oraya nasıl girdiği geliyor; hapishanelerde güvenliği kimin sağladığını düşünseniz de nafile! Veya bir öğrenci olmuşsunuz. Liseyi bitirmiş, üniversiteyi heye canla kazanmış, yeni arkadaşlar edinmiş, ikinci, üçüncü hatta son sınıfa gelmişsiniz. Kendinize bir yaşam biçimi seçmişsiniz. Toplu mun hoşgördüğü genel kabul kuralları içindesiniz, hatta sokakta bu kıyafetinizden dolayı saygı görüyorsunuz. Bir gün okuduğunuz fakül tenin kapısına gidiyorsunuz; sizi, bu kıyafetle artık içeri alamayaca ğını söyleyen görevliler karşılıyor. Günlerce, aylarca gidip geliyorsu nuz. Sağır duvarlar, taşlar, topraklar vur unca ses veriyor; ama onlar yumuşamıyorlar. Hiçbir şey düşünemiyorsunuz. Arkanıza bakıp bakıp belki bir gün diye geri dönüyorsunuz. Veya bir doğal felâkete uğradınız, yakınlarınızı kaybettiniz. Onların cenazelerini dozerlerle toprağa kattılar. Felâket dediniz. Ama felâke tin üzerinden 50 günden fazla bir zaman geçtiği halde halâ çadırınız alttan üstten su alıyor, yataklarınız sırılsıklam oluyor, yetkililer "vata na, millete bağlılık" nutukları çekiyor, siz sadece içinizi çekiyorsu nuz. Peki, söyler misiniz, bu ülkenin adı ister Papua olsun, ister Tan zanya olsun, isterse Türkiye olsun, böyle bir ülkede yaşamak ister misiniz? Derken gözüm bir gazeteye ilişiyor, haberi okuyor um: "ABD’nin İllinois Eyaleti Milford Şehri Belediye Başkanı James Cook, bir köpek yavr usunu kürekle öldürünce, başkanlıktan istifa etmek zor unda kaldı." Biz, bütün bunlara müstehak olacak kadar kötü bir millet miyiz? Kendi insanımıza zulmetmekten zevk alan bir topluluk muyuz? Bir köpek yavr usunu öldürdüğü için görevinden istifa eden Baş 23 kan’ın mensubu olduğu toplum nasıl bir şeydir, bu dünyada mıdır? Peki, "Biz neredeyiz?" diye kendimize niçin sormuyor uz? 1999 24 Fırsatçılar İstiyor uz ki buraya yazacaklarımız hem günceli yakalayabilsin, hem de kalıcı olsun. Geçici heveslere ve sanal gündemlere aldanma dan ve okuyucumuzu meşgul etmeden yazalım düşündüklerimizi. Ama ne mümkün! Türkiye'de gündem ve olaylar o kadar hızlı değişip gelişiyor ki, yetişebilene aşk olsun. Bakın geçen sayımızdan bu tarafa yakalayabildiğimiz önemli olay lardan bazılarını sıraladığımızda neler çıkacak ortaya: 2000 Yılı Bütçe Yasa Tasarısı hazırlanıp meclis prosedürüne gir di. Ekonomik çevrelerden, gerçekleşmesi zor bazı kalemlerin dışında olumlu görüş geldi. Helsinki Zirvesi öncesi Türkiye’nin AB adaylığına yeşil ışık yakıldı. Türkiye’nin bu konuda atacağı adımlar bekleniyor. Yeni Asya Gazetesi sahibi Mehmet Kutlular’ın, Bediüzzaman Said Nursi’yi Anma Toplantısı’nda deprem üzerine konuşmaları tepki çek ti. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Merve Kavakçı operasyonunu başlattı, operasyon sonuçsuz kaldı. DGM Savcısı geri adım attı. Hakkında sor uşturma açıldı. Cumhur başkanı Demirel ve Başbakan Ecevit, Merve Kavakçı’ya yapılanları tasvip etmedi. Mehmet Kutlular tutuklandı, bir gün sonra serbest bırakıldı. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı bombalı bir suikast sonucu öldürül dü. Televizyon ve gazeteler İslâmi terörden bahsediyorlar. Etkili ve yetkili şahıslar "İslâmcıların işi" dedi. Asker, Ahmet Taner Kışlalı’ya sahip çıktı. Cenazesine üniformalı katıldı. 25 Cinayette henüz bir delil bulunamadı. Yekta Güngör Özden "gericilerin işi" dedi. Cumhurbaşkanı Demirel “karanlık güçlerden” bahsetti. Komutanlar MGK öncesi bir araya geldi. "28 Şubat’tan bu tarafa irtica ile mücadelede birşey yapılma dı"ğını komutanlar söylemiş, gazeteler yazdı. Savcı Nuh Mete Yüksel’in yetkilerine tecavüz edildiğini yetkili ve etkililer söyledi. Kapatılan Refah Partisi yöneticilerinin mallarına tedbir konuldu. Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinden biri, CNN Türk Televizyo nu’nda, "Ahmet Taner Kışlalı suikastinden 28 Şubatçıların istifade ettiğini ve faillerin orada aranması gerektiğini" söyledi. Gazeteci Cengiz Çandar Sabah’taki köşesinde, "28 Şubat süre cinin her yerinden delinip su aldığı bir sırada, bu süreci takviye etme ye niyetli çevrelerin bu suikastta parmağı bulunduğunu düşündüre cek bir yığın sinyal var... Bu suikastın tarzından komplocu profesyo nelliği buram buram kokuyor. Ve buna rağmen bu zokayı yutacak olan varsa el insaf..." dedi. İsrail Başbakanı 14 saatliğine Türkiye’ye “büyük” bir gezi yapı yor. Emekli Org. Çevik Bir, Amerika’da bir yahudi kur uluşunca ödüllen diriliyor. Sabah’tan Gülay Göktürk "A. Taner Kışlalı’yı bombalayanlar cep heleştirme yoluyla o ülkedeki demokratik gelişimi engelleyerek sonuçta Helsinki Zirvesi’ne giden yolu bombalıyorlar" dedi. Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş vatandaş olarak, "Ceza kanunla rından, sansüre, izinsiz telefon dinlenmesiden cezaevlerine, 163. maddeden HADEP’e kadar" birçok konuda görüş bildiriyor. Özgürlük lerin kaldırılmasını Meclis’ten istiyor, ama Meclis’e de güvenmediği ni ilân ederek MGK toplantısı öncesinde dikkatleri üzerine çekiyor. Nuh Mete Yüksel açıklamaları yerinde buluyor. Recai Kutan: "Ağzı olan konuşuyor." Mesut Yılmaz "Anlayışınız demode" diyor. Hükümetin göze alamadığı ek vergiler IMF ile anlaşmayı zora 26 sokuyor Özdemir Sabancı’nın katillerinden Fehriye Erdal yurtdışında yaka landı. Radikal Yazarı Mehmet Y. Yılmaz: "Öte yandan Başsavcı’nın A. T. Kışlalı’nın öldürülmesi ile toplumda yükselen nefret duygularını ve hassasiyeti kişisel hak ve özgürlüklerin budanması için bir fırsat ola rak gördüğü anlaşılıyor ki bunun için bulabileceğim en hafif deyim ‘fırsatçılık’tır." Görüldüğü gibi olaylara yetişmek mümkün olmuyor ama olayları arka arkaya sıralayınca komplo teorisine gerek bile duymadan orta ya birşeyler çıktığını zannediyor um. Olaya bakıyor uz kim ne kadar istifade ediyor, kim kullanıyor? Bitirirken, ne yalan söyleyeyim, "Ahmet Taner Kışlalı olayında Vural Savaş’ın bir ilgisi var mı?" ya da "Onu kullananlar kim?" diye düşünmeden edemiyor um. Elimde değil, düşünüyor um. 1999 27 Demokrasi ve Fazilet Partisi Fazilet Partisi geçtiğimiz günlerde bir anayasa değişikliği taslağı yaparak kamuoyuna sundu. Arkasından ABD Başkanı’nın Türkiye ziyareti sırasında üzerinde durduğu konular ve AGİT Zirvesi gündeme oturmuşken, yani tam yeri gelmişken, tekliflerinin işleme konulması için Meclis Başkanı’na çağrıda bulundu. Teklif edilen yeni bir anayasa değil, mevcut anayasayı tadil ede rek çehresini sivilleştirmek ve demokratikleştirmek. Peki nedir bu teklifler? Cumhurbaşkanını 4 yıl süreliğine halk seçecek, fertler özgürlük lerden daha geniş bir şekilde yararlanacak, memurlara sendika ve toplu sözleşme hakkı verilecek, Diyanet özerk olacak, Hakim ve Sav cılar Kur ulu bağımsızlaşacak, DGM’ler lağvedilecek, MGK sivilleşe cek, gözaltı süresi kısaltılacak, mağdurlara tazminat hakkı verilecek, YAŞ kararları yargı denetimine alınacak, milletvekilliği yaşı 25’e indi rilecek. Ülkemizin içinde bulunduğu şartlar ve hâlet-i ruhiye göz önüne alınacak olursa bu taslağın, belli ölçülerde de olsa hayata geçirilme si ile daha demokratik, daha özgürlükçü, insan haklarına saygılı bir ülke haline dönüşebilmemiz kâğıt üzerinde bile olsa, mümkündür. Fazilet Partisi'nin Türkiye içerisinde atmış olduğu bu adım, ülke miz için sevindirici bir adım olmakla birlikte, diğer partiler ve ilgile nen kur uluşlar açısından teşvik edici olmuştur. Türkiye’de bu teklifle olumlu açılımlar yapan Fazilet Partisi geçen günlerde ABD seyahatiyle kendisini dış dünyaya tanıtma girişiminde bulundu. Amerika gezisi, parti çevrelerinde ve ona yakın yerlerde çok başa rılı ve olumlu bulunurken, basın dünyası konuya çekimser yaklaşma yı yeğledi. Sanki bunun arkasında bir "neden" vardır ve gezi başarılı olmamış havasındaydılar. Gerçekçi tahliller yapanları da gördük bu 28 arada. Fazilet Partisi’nin kendisini Amerika veya bir başka ülkede tanıt masının "bizi, bizden öğrenin" anlayışıyla hareket ederek, bir yönüy le FP’nin uluslararası meşr uiyet zeminine oturması ve böylece Türki ye’deki konumunu sağlama alması açısından olumlu olmuştur. Fakat izlediğimiz kadarıyla FP’nin 5 umdesini teşkil eden "Demok rasi, İnsan Hakları, Özgürlükler, Hukuk Devleti ve Kalkınma" başlık larından özellikle İnsan Hakları ve Özgürlükleri iyi tarif edemeyişi; tarif ederken Türkiye sathına yayamayışı yüzünden, bunu anlatırken ABD’de sıkıntıya düştükleri anlaşılıyor. İnsan hakları konusunda resmi söylemin dışına çıkamaması, "Kürt" denilince adeta ellerinde olmayan bir tepkiyle "Yok öyle bir şey" demeleri, bu başlıkların altının iyi doldur ulamadığını gösteri yor. Eğer özgürlük ve insan hakları konusunda resmi söylemle uyumlu görüş içinde ise bu başlıklara hiç gerek yok. Eğer değilse kendine has bakış açısını çok acele kamuoyuna sunması gerekir. Kürt sor unu denilince FP’nin görüşü, tabii ki HADEP ya da ABD ile aynı olmayacak. Sor unu; "kaşıyıcı" açıdan değil ama yapıcı, bir leştirici, aynı zamanda kimin ne yapması gerektiğiaçısından da orta ya koymalı. Ayrıca insan hakları ve özgürlükler konusunda dünyadaki özgürlük hareketlerini ve özellikle müslümanları ilgilendiren Çeçenistan, Cezayir, Sudan, Endonezya, Irak, Afganistan, Keşmir, Tacikistan, Kosova, Dağlık Karabağ gibi sor unlar açısından görüşlerini tutarlı bir şekilde ortaya koymalı ve bunu da ABD dahil her yerde dolu dolu savunabilmeli. Çünkü demokratlık, özgürlükçülük, insan haklarına saygılı olmak bir söylem olmaktan çok "davranış biçimi"dir. Eğer en yakınındaki bir olay karşısında demokrat tavır takınamaz isen senin elinle ülkeye demokrasinin gelmesi mümkün değildir. Karşımızdakini demokrat yapmanın ve demokrat olduğuna cümle alemi inandırmanın yöntemi "demokrat davranış"la mümkündür. Kısaca Fazilet Partisi’nin içte ve dışta özgürlüklere bakışı olumlu dur. ABD Başkanı Bill Clinton’un "Milyarlarca insanın geleceği TBMM’de 25 yıl içinde alınacak kararlara bağlı" sözünü özellikle FP’nin iyi tahlil etmesi gerektiği ve buna ihtiyacı olduğunu bilmesi 29 kadar, Türkiye’nin geleceğinin nerede olduğunu iyi tahlil etmiş bir FP’ye de Türkiye’nin ihtiyacı olduğunu bilmemiz gerekir. Fazilet Partisi’nin Türkiye içinde ve uluslararası boyutta davranış larını burada özetlerken partinin kendi iç dinamiklerindeki demokrat laşmanın tahlilini önümüzdeki haftalardaki gelişmelerle birlikte yap mayı ümit ediyor um. Çünkü en çok buna ihtiyaç duyulduğunu zanne diyor um. 1999 30 Evcilleştirme Teorisi Dünya ülkeleri, önlerine gelen değişim fırsatlarını gündemlerine alarak yürürlüğe koyarken, Türkiye’nin gerek devlet gerek hükümet kanadında ve en önemlisi siyasi partilerinde şimdilik kıpırdanma olduğunu söyleyemiyor uz. Birçoğu on yıllık demokrasiye bile sahip olmayan eski Doğu Bloku ülkeleri bile özelleştirmelerini bitirdiler. Biz ise 1950’lerin Truman Doktrini ve Marshall Yardımlarından beri “özelleştirelim” dediğimiz KİT’leri bir türlü elimizden çıkarmayı göze alamadık. Siyasi partilerimiz, topyekûn olarak dünya gündemini takip ve yol gösterici bir görüş açıklamaktan adeta yoksun görünüyorlar. "Modern Roma’nın muktedir imparator u olarak hem de Avr u pa’nın isteksizliğine rağmen 53 ülkenin devlet veya hükümet başka nını peşine takıp gelen ABD Başkanı Clinton, mütevazı bir Sezar edasıyla Türkiye’nin eline yeni bir yol haritası sıkıştırıyor", bizim siya si partilerimiz doğr u düzgün görüş açıklayamıyorlar. Dünyanın nereye gittiği ve Türkiye’nin bunun neresinde kaldığı ve kalması gerektiği konusunda adeta ağız birliği etmişçesine susmayı tercih etmelerinin önemli bir sebebi olmalıdır. Yoksa onca gündem var iken "Mehdi gibi ortaya çıkan" emekli bir general günlerdir gün demin baş sırasını işgal etmezdi. Eski Marksist, şimdilerin laik ve Atatürkçüleri, Sovyet hayallerinin yıkılmasından beri gözlerini dünyanın gözlerinden zaten kaçırır oldu lar. Onun için onlara bir şey diyemiyor uz. Kalkıp Clintoncu mu olsun lar? Milliyetçilerin ise bu konuda söyleyecek bir şeyi olmasını zaten kimse beklemiyor. 30 yıldır Avr upa Topluluğu’nun bir "Hristiyan Kulübü" olduğunu, Amerika’nın "Büyük Şeytan", İsrail’in "Kadim Düşman" olduğunu anlatan kesimin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Kapatılan Refah Partisi’yle aynı kadrolardan oluşan Fazilet Partisi’nin birden 31 bire Avr upa Birliği savunucusu dur umuna geçmesi, sadece yeni par ti olmalarıyla açıklanamaz. 30 yıldır savunulan düşünceler, ileri sürü len fikirler ne oldu da birden bire değişti? Birileri bir yerlerde yanıl mış mıydı? Yoksa Batı mı değişmişti? Eğer gerçekten Avr upa veya Amerika’da bir değişim varsa bunu kitlelere açıklamak ve ikna etmek zor unluluğu vardır. Yok, kendileri değiştiyse sebeplerini tabana izah etmelidir. 30 yıllık yanılgının -eğer yanılgıysa- tarihi gerekçe ve itiraflarını bizlere sunmalılar. Yoksa "Dün dündür; bugün bugündür" ile açıklamak yetmeyecektir. Bazen komplo teorileri gerçekten daha çok hoşumuza gidiyor. Acaba 28 Şubatçılar, Batı ile birlikte bir operasyona girerek Tür kiye’de bulunan yüzde 30’a yakın "radikal Batı karşıtı" bir halkı, fikir değişikliğine sevk ederek Batı yanlısı mı yaptılar? Çünkü Batı karşıtı İslâmcı kesim sonuçta o hale geldi ki, Bizans lıların "Osmanlı sarığını serpuşa tercih etmeleri” gibi, laik Atatürkçü lük adı altında yapılanlara karşı "Haçlı birliğini" tercih eder oldular. Yani "ölümü gösterip, sıtmaya razı" mı ettiler diyor um Türkiye’de ki Batı karşıtlarını. Toparlarsak, Batı veya ABD, bölgedeki varlığını çatışma politikala rıyla artık sürdürmemeye karar verirken kendisiyle çatışacak grupla rı, yani kendi politikalarını reddeden karşıtlarını, birkaç yıllık bir ope rasyonla evcilleştirerek demokratik talepleri topyekûn hale getirip Türkiye’ye yeni görevler yüklüyor. Türkiye’de hiç kimsenin inisiyatifin de olmayan köklü değişikliklere gidiliyor ve dikensiz bir gül bahçesi –Batı için- oluştur uluyor. Burada bizden başka herkesin bülbülü ötü yor. Biz yokuz. Biz, evcilleştik çünkü. 1999 32 "Kanunlarımız dahilere işlemez" Cellini Benvenuto, İtalyan heykeltraş, Rönesansın mutheşem canavarlarından biri... Bir gün bir adam öldürür. Papa'ya şikayet ederler. Papa kaşlarını çatar; "Bizim kanunlarımız avam içindir, dahi ler için değil" der. Bir yüzyılın ve binyılın bitip, diğerinin başladığı şu günlerde belki daha iç açıcı bir örnekle yaklaşıp güzel hayaller kurarak başlayabilir dim yazıma. Fakat günlerce IMF ile pazarlık yapacaksınız ki memlekete üç beş kur uş kredi ve yardım girsin diye. Köylünün, memur un gırtlağından keseceksiniz ki bütçe açıklarınız kapansın diye. Ondan sonra gözü nüzün önünde içini boşalttıkları bankalara "serbest piyasa ekonomi si" adına el koyacaksınız, devletleştireceksiniz. Yani bu ülkenin bütün kaynaklarını beş-on aileye akıtacaksınız, üstelik hesap da sormayacaksınız. Peki bizim kanunlarımız kim için dir? Fikrini açıklayan yazar ya da siyasetçi için mi? Ya da baklava çalan çocuklar için mi sadece? İçini boşalttıkları bankaları kurtarması için devlete teslim eden "dahilere" bizim kanunlarımız işlemez diye "bir kanun" çıkarırsak herhalde daha gerçek olur. Hem "dahilerimizi" kor umuş olur uz, hem de kim nereye hizmet ediyor görürüz. Öte yandan bir ülkede en yukarıdaki bir kişi konuşurken çelişkiler demeti sergiliyor adeta: "Avr upalı olmak iddiasında bulunurken Avr upa şablonuna uyma mak olmaz" derken, "28 Şubat süreci bitmedi, niye bitsin ki?" diyor. Gene, "Darbeler olmasaydı, şimdi Avr upa Birliği’ne üyeydik" diye biliyor. 33 Prof. Toktamış Ateş, "Her darbe köşebaşlarını tankların tutmasıy la olmaz, bazen MGK’dan çıkacak bir 'muhtıra' da darbe özelliğini taşıyabilir" diyerek, sanki açıklama getiriyor. Dün teröristlerin başı diye getirip uğr una oy topladıkları adamı bugün kurtarmak için kırk dereden getirdikleri suyun yanına Çakıcı’yı da ilave ediyorlar. "Dün dündür, bugün bugündür"ün geçerli olduğu yerde kanunları mız "avam" içindir, "dahilere" işlemez. Yeni binyıla girerken herşeye sıfırdan başlayabilme ümitleri yaz mak isterdim aslında. Gazeteler 2001’den 2010’a kadar olacak gelişmeler üzerinde tahminler yapmışlar: AIDS ve şekere çare bulu nacak, insan Mars’a ayak basacak, ABD semalarında uçan arabalar görülecek, atom çekirdeğini eriten ilk santral kur ulacak, cep telefo nuyla görüntülü konferanslar yapılacak gibi tahminlerin biri veya bir kaçının bizim ülkemiz, bizim insanlarımız eliyle gerçekleşebileceğini yazmak isterdim. Halbuki bizim bilim yuvası olması gereken kur um larımız "baş örtüsüne" takılıp kaldılar. Avr upa Birliği’ne üyeliğimiz bir hayal değilse Türkiye’nin yukarıdan aşağı birçok kur umunda anlayış değişikliği geciktirilmeden sağlan malı, standarta uyulmalı. Şair Attilâ İlhan geçtiğimiz yıllarda bir söyleşisinde şöyle diyor: "İngilizler’in İstanbul’daki büyük elçisi, Mustafa Reşit Paşa’yı çağırıp, haydi bir Tanzimat hazırlıyalım diyor ve kafa kafaya verip otu ruyorlar, bir tanzimat hazırlıyorlar. Nasıl hazırlıyorlar? Büyükelçi söy lüyor, M. Reşit Paşa yazıyor. O andan itibaren bize uygulanan bütün yenilikler Batı Emperyalizmi’nin Osmanlı’yı parçalamak için bulduğu çarelerdir. Yenilikçilerimiz de bunları savunur. Batının bize yaptığı bir iyilik sanırlar. ‘Bunları yaparsak çok iyi olacağız’ derler ve yaparlar. Sonra bir de bakmışsınız ki batmışız... Jöntürkler geldi 600 yıl süren İmparatorluğu batırıp gittiler." Şimdi çelişkiler ülkesinde bu satırları okuyup çelişkiye düşme mek mümkün mü? Toplum genelinde ilk defa Avr upa Birliği konusun da mutabakat oluştuğu bu dönemde, çok güvendiğimiz yazar-aydın kesiminin Avr upa Birliği’ne balıklama atladığı bir zamanda Attilâ İlhan'ın bu fikirlerini okuyunca ister istemez endişeye kapılıyor uz. Avr upa Birliği’ne girerken ‘bizim’ deyip götürebileceğimiz bazı 34 değerler olsa gam yemeyeceğim. Fakat biz kendi değerlerimizi öldü rüp kendimizi mahvediyor uz. Tercih meselesi, burada yok olup ölmek mi, Avr upa da kaybolmak mı? Ama bir ihtimal daha var, o da... 2000 35 "Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?" Gündemi yakalamak kolay değil. Ama biz bir tarihçi titizliğiyle atla yışları, parçalanışları, her türlü tahmini yalancı çıkaran skandalları dikkate almadan devam edene takılıp gitmek istiyor uz. "Putunu kendi yapar, kendi tapar" misali, her türlü alicengiz oyun larını kur up kullanarak, sonunda marifet göstermiş gibi bozanlara, günlük haberin dışında itibar etmiyor uz. Önemli olan: Toplum olarak nereden geldik, nereye gidiyor uz? Anadolu insanı, sessizce büyük şehrin kapılarına dayandığında gerçek gündem başlıyordu, ama Türkiye bunu çoktan kaçırmıştı. Cumhuriyet kendisiyle birlikte yeni bir kültür getirmişti, bunun adı her ne kadar "batı" olsa da bir kültür denemesiydi. Bazen devlet eliyle zengin ettiklerine, uyutarak "opera" seyrettiriyor, bazen melon şapka giydiriyor, bazen de Avr upa’ya seyahat ettiriyordu. Aynı zamanda Prokr ustes gibi yatağına attığı kişilerden uzun boy lu olanların bacaklarını kesiyor, kısalarını da mengene ile uzatma işlemine tâbi tutarak standart insan yetiştirme yoluna gidiyordu. Bir yere kadar sürdü bu. Yeni yetiştirdikleri kişilerden ve bunların ellerinin ulaştığı yerlerden kendilerine havariler buldular. 1960’ların sonlarına doğr u Anadolu insanı Ankara’daki tek tip adam yetiştirme kurgusunu atlayarak, İstanbul kapılarına dayandığında planlar alt üst oldu. İstanbul şehrinin şehircilik planları alt üst olduğu gibi, Ankara’nın planları da alt üst oldu. Ondan sonra Anadolu önde, Ankara arkadan gelmeye başladı. 1970’lerin sonlarına doğr u yükselen Ecevit sevdası bile Anado lu’nun bir eseriydi. Süleyman Demirel’in köylü şivesini yutmuyor, Ecevit’in biraz "uydur ukça"ya kaçan Türkçesi’ni tercih ediyordu. Aynı zamanda kendi içinde bir değişmenin örneklerini veriyordu. Bu, Ankara’nın önüne atlamak oluyordu. Kendisiyle birlikte müziği, 36 sineması, starları, kitabı ve okuluyla geliyordu. Başlığa aldığım ‘fey lesofça’ söz ise Ankara’dakilerin ayıplarını öylesine yüzlerine vur u yordu ki tam da "ağızlarının payını" veriyordu. Varoşları dolduran insanlar, "Devletsiz sermaye olmaz" tabularını da yıkarak sermaye sahibi oluyorlardı. Devletin yıllarca yastık altın dan çıkaramadığı birikimlerini piyasaya sürüyor, terörden yılmıyor, enflasyondan yıkılmıyor, susuzluk-yolsuzluk dinlemiyor, ayakta kalı yordu. Onlar kalıba sığmıyor, Ankara’nın planları alt üst oluyordu. Kendilerini idare edecek belde yöneticilerini seçiyor, gözlerini merke ze dikiyorlardı. Fazla oluyorlardı... Varoşların kısa bir özetini verirken anlıyor uz ki yeni bir “tek tip toplum yaratma projesi” ile karşı karşıyayız. Halbuki, toplum mühen disleri Prokr ustes’ten örnek almıyorlarsa, bari bizim Nasreddin Hoca’yı okusalardı: Hoca leyleği yakalamış, bakmış bacakları çok uzun kısaltmış, boynu çok uzun kısaltmış, "Şimdi bir kuşa benzedin" demiş. Kuşa benzemişti ama, leyleklikten çıkmıştı. Türkiye’de yaşayan insanları, kafalarındaki modele benzetmeye çalışanlar, varoşların nerede ne tepki vereceğini bilemiyorlar, kimse bilemiyor. Bilinen sadece birilerinin eliyle suların tersine akıtılamaya cağıdır. Bizden söylemesi, ne kendinize, ne de bu insanlara eziyet edin. Tekrar başa dönmenin faydası yok çünkü. 2000 37 Bir bayram nasıl zehir edilir? Galiba ülke ekonomisini düzlüğe çıkarma konusunda kararlılıkla tedbirler uygulayan hükümet, bu tedbirlerden birisini daha acilen uygulamaya koyup Kurban Bayramı tatilini 9 güne çıkarınca, İstan bul’daki Anadolulular, kaçarcasına yollara düştüler. İşte biz de bunlardan biriydik. Otoyolda İstanbul’dan Anadolu’ya akan bir nehrin içinde küçücük bir "kayık"la yolculuk eden birkaç kişiydik. Bizim işler, dünyadakinin tersine işlemeye mahkûm ya, elâlem çalışarak, üreterek dertlerine çare ararken, biz her şeyi tatil ederek kurtulmaya çalışıyor uz bunalımlardan. Yollarda gördüğümüz ufak tefek kazaların ve uzun yıllar mart ayı na sarkmamış kara kışın dışında herşey güzeldi. Gerçi kara kış da güzeldi... İnsanlarımızın çoluk çocuğuna bayramlık alma telâşıyla, kurban larını günler öncesinden itina ile beslemeleriyle, uzaklardan gelen yakınlarıyla bayramı bir arada geçirmenin sevinciyle; çocuklar kendi bayram dünyalarını kendilerinin kurmalarıyla, soğuğa, kara, çamura aldırmadan gülücükler dağıtarak kapı kapı dolaşmalarıyla, tanıdık tanımadık herkesin bayramlarını kutlamalarıyla; üzüntüleri mezarlık ziyaretleriyle bile sevince dönüştürebilen, yüzyıllardır bu topraklarda bayramları yaşayan Anadolu insanının nesilden nesile bu geleneği tüm vücubiyetiyle devam ettirdiğini görüyor uz. Aslında hiç kimse işine karışmadığı zaman, her şeyi "sağduyu suyla" daha güzel hale getirebilen insanların, önüne "zorlama" ve "engeller" çıktığında gene sağduyusuyla çözmeye gayret ettiğini görüyor uz. Kurban derisini tüm zorlamalara rağmen istemedikleri yere ver mediklerini, köy muhtarlarının her tarafı razı eder bir uzlaşmaya gir diklerini, derileri zorla toplama görevi verilen kamu görevlilerinin de 38 buna inanmadıklarını görüyor ve şahit oluyor uz bu bayramda. Bayramdaki bütün anıları tatlıya bağlamayı düşünerek dönüş yoluna başladığımızda bir hafta önce gelenlerin geri döndüğünü, yol lardaki taşıt kalabalığını görünce anladık. "Biz bir gün önce gidelim, hem pazar trafiğine takılmayalım, hem de önümüzde bir gün süre olur, çoluk çocuk, okul için..." derken, bakıyor uz ki, binlerce kişi bizim gibi düşünüp yollara dökülmüş. 9 günlük bayram tatili deseler de binlercesi tatilden değil, "sıla-ı rahim"den dönüyorlar, bizim gibi. Biz dönüşe başladığımızda 3 gün öncesinden hava dur umunu takip ediyor, araba ile ilgili tedbirler alıyor uz. Kendimizi kar, buz, soğuk, yağış ne gelebilirse hazırlıyor uz. Ama gelin görün ki Karayol ları bu işte öylesine hazırlıksız yakalanıyor ki, Bolu’ya geldiğimizde bir uzun konvoya giriyor uz ve bekliyor uz. Hiç kimse niçin beklediğini bilmiyor. Bolu Dağı’nı 6 saatten önce aşan hiç kimse olmadığına göre, yetkililerin bir bildiği vardır diye sağa sola telefon açıyor uz, yoldaki görevlilere sor uyor uz, kimse bir şey bilmiyor. TRT Haberlerini radyodan dinliyor uz. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar: "Yoğun kar yağışı, tipi, buzlanma." Biz Bolu Dağı’nda olmasak inanırız ama, biz oradayız. Yoğun bir kar yağışı yok, yoğun buzlanma yok, tipi yok... Tek kelimeyle yoğun trafik karşısında hazırlıksızlık ve acziyet var. Bolu Dağı’nın çeşitli yerlerine aralıklı olarak ışıklı levhalar asmış lar. Bunların yazılarını yol dur umuna göre değiştirip yolcuları uyarıyor larmış. Bunlar 2 milyon dolara malolmuş. Bu ışıklı uyarıcı levhaların en büyüğünde gösterişli bir şekilde "Bayramınız zehir olsun. Koray Aydın, Bayındırlık Bakanı" yazısını okuduk. Bir biz değil, binlerce insan böyle okudu. Bence güzel bir bayramı, başka türlü zehir edemezdiniz. Kutlarım sizi... 2000 39 Sezer’in memur dürüstlüğü Cumhuriyet tarihinde çok partili sistem içinde şimdiye kadar meclisteki bütün partilerin bir araya gelerek, üzerine imza atıp muta bık kaldıkları tek olay, belki de Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaş kanı adayı yapılmasıdır. Onun için seçilirdi, seçilmezdi endişesi olmayacaktır. Bunun yanında takip ettiğimiz kadarıyla hakkında olumlu-olumsuz değerlen dirmeler yapılıyor tabii ki. Peki, kimdir bu Ahmet Necdet Sezer? Ömrünü tek bir çizgi üzerin de, yani hukuk ve yargı adamı olarak geçirmiş, mütevazı yaşamı tercih etmiş, demokratik söylemleri benimsemediğini son iki yılda yaptığı konuşmalardan anladığımız birisi. Ayrıca "Fahri Kor utürk’ü hatırlattığı" yazılıyor ya da bazı memur çocukları, onu "fakir" ama "onurlu" rahmetli babalarına benzetip Ecevit’e teşekkür öpücükleri göndermiyor değiller. Biz Sezer’i rah metli babamıza benzetemiyor uz. Ama birkaç tesbitimizi de aktarma dan da geçemeyeceğiz. Sezer’in meclisteki siyasilerin birçoğu gibi üzerinden tank geçme miştir. Ve hukukçu olduğu için daha demokrat düşünebilir. "Höt" denince, "Al sana Cüneyt" demeyecek birisi de olabilir. Fakat yargının içinden geldiği ve Türkiye gerçeklerine teorik ola rak değil, fiilen uzak olduğu için "statükocu" çıkma ihtimali yüksek tir. Bunun işaretlerini FP kapatılırken göstermiştir. Çünkü Türkiye’de bazı yargı görevlilerinin geçmişte özelleştirme, yabancıların mülk edinmeleri gibi konularda çok "tutucu" davranışlar sergilediklerini bilmekteyiz. Ayrıca parti kapatmalarda, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve insan haklarında yeterlilik gösteremediklerine şahidiz. Bu açılardan bakıldığında Türkiye’nin önünü "çok bilen hukukçu" olarak, hukuk adına tıkayabilir. 40 Diğer önemli bir konu da bir köşe yazarının hatılattığı gibi "henüz brifing almamıştır". Yani yeni cumhurbaşkanı henüz "derin devlete" nüfuz edebilmiş biri değildir. Bu, alacağı brifingler neticesinde ortaya çıkacaktır. Geçmişte Erdal İnonü’nün dediği gibi "İktidara gelince her şey farklı" görünebilir. Bir hukuk adamı olarak demokratik söylemler yapmış olabilir, ama "Türkiye gerçeği" diye önüne konulacak dosyalar onu ne dere cede etkileyecektir, bu çok önemli. Burada alacağı tavır da etkili ya da etkisiz cumhurbaşkanı seçeneğini, ister istemez önüne çıkara caktır. Türkiye idaresini zaten idare etmekte olan "zinde güçler"e teslim ederek, temsili cumhurbaşkanlığı yapabilir. Bir önemli konuya Rus Novie Izvestia gazetesinden alınan kısa değerlendirme ile girelim: "Daha bundan iki ay önce, bölgenin süper gücü rolünde iddialı bir devletin başkanlığına sistem dışı bir figüranın getirilmesini Türk politik eliti bile reddederdi." Rusların bu değerlendirmesini okuduktan sonra siz ister rahmet li babanıza, ister Fahri Kor utürk’e benzetin, hiçbir şey değişmez. Çünkü şu günlerde Orta Asya cumhuriyetlerinde öyle şeyler olu yor ki, iki yıl önce hayal bile edemezdiniz. Orta Asya Türk cumhuri yetleri karar verdiler, geriye, Sovyetlere dönüyorlar. Kazakistan Dev let Başkanı Nursultan Nazarbayev, "Eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya ile birleşmesinden başka şansları yoktur. Kültürümüz, tarihi miz, atalarımız bir" şeklinde açıklama yapıyor. Kırgızistan ve diğerle ri de aynı telden çalıyor. Bir tek Gürcistan’ın Şevardnadze’si hariç. Dünyada ve etrafımızda olup bitenleri öğrendikten sonra, bir Tur gut Özal’ı, hatta Süleyman Demirel’i düşünürken, Ahmet Necdet Sezer’in gözümüzde ne kadar küçüldüğünü artık siz tasavvur edin. Türkiye iç kaygılarla dışarıyı göz ardı ederken, basit "memur dürüstlüğü" hesaplarıyla devlet idare etmeye çalışan bir ülke olma malıdır. Temennimiz, ülkeye içte ve dışta yararlı, ülke gerçeklerine kısa zamanda nüfuz edebilen, Çankaya’dan dışarısını görebilen, iyi bir cumhurbaşkanıdır. Artık ne olacağını birlikte göreceğiz. Başa gelen çekilir… 2000 41 Halkın gündemini yakalamak "Göz açıp kapayıncaya kadar" bir sürede geldi geçti yaz. Bu yazı, koşuşturmayla geçirdim. İki defa ‘mecburiyetten’ memlekete gittim. Çeşitli kesimlerden birçok kişiyle görüşme imkânım oldu. Çok şükür gezdiğimiz yerlerde, gördüğümüz ve konuştuğumuz kişiler arasında bir rahatsızlığa, yakın gelecekteki bir tehlikeye, memleketin altına dinamit koyanlara rast gelm edik. Fakat televizyon ve gazetelere göz attığımızda krizden, felâket ten, düşmandan, memleketin altına dinamit koyanlardan geçilmiyor. Hatta Türkiye’nin kurtuluş bayramlarında en yetkili ağızlardan etrafa korkular yayılıyor, büyük tehlikelerden söz ediliyor. Ama aynı basın organlarınca yapılan araştırmalarda halkın yakın bir gelecekte, yetkili beylerin söylediği türden bir tehlikeyi göreme dikleri ortaya çıkıyor. Vatandaşın işsizlik, enflasyon ve geçim sıkıntı sının dışında şikâyetçi olduğu ya da korktuğu bir dur umun olmadığı anlaşılıyor. Bu dur umda şahsen vatandaş olarak devletin üst organlarına ve orada görev yapanlara güvenim azalıyor. Görüştüğümüz, konuştuğumuz kişilerde bazı ortak kanaatler oluşmuş. Bu ne zorlamayla olabilir, ne de beyin yıkamayla. Eğer öyle olsaydı, ülkenin basın ve yayın kur uluşlarının yaptıkları yayın sonra sında, vatandaşın sokağa çıkıp birbirini öldürmesi gerekirdi diye düşünüyor um. Nedir bu ortak kanaatler? Devletin bazı kur umlarının başındakilerin baskıcı uygulamasın dan, medyanın insan haysiyetini hiçe sayan ve din düşmanı tutumla rından, milletin inancına ne ad altında olursa olsun yapılan saldırılar 42 dan, müslümanların irtica adı altında potansiyel suçlu gösterilmele rinden, askerin olur olmaz açıklamalarından, YÖK ve üniversitelerin tutum ve davranışlarından, kimi yargı organlarının halkı kamplara bölen beyanatlarından, Diyanet İşleri’nin pısırık tutumlarından, ban kaların içinin boşaltılıp halkın vergilerinin hortumlanmasından, dev leti soyanların cezasız kalmasından, Süleyman Demirel’in tekrar piyasaya sürülmesinden, Başbakan Ecevit’in elleri titreyerek boğazı sıkılmış gibi beyanatlar okumasından, Devlet Bahçeli’nin 312. Mad de’yi savunmasından, R. Tayyip Erdoğan’ın halâ eli kolu bağlı kalma sından, Fethullah Gülen ve okullarına reva görülen uygulamalardan, Cumhurbaşkanı Sezer’e yapılan baskı ve tehditlerden, trafik terörün den, işsizlikten, pahalılıktan, köylerde okulların kapanmasından, taşımalı eğitimden, üniversite okuyamamaktan, belediye başkanları nın işçilere haklarını vermemesinden, grevlerden, meclisteki siyasi partilerin pısırık, uyuşuk, korkak politikalarından, milletvekillerinin vurdumduymazlıklarından şikâyetçiler... Halkın arasında, köylerde, kasabalarda gezerken insan rahatlı yor, dinleniyor ve bazen gur ur duyuyor. Biraz vurdumduymazlığa varan bir sükûnet var. "Dünya yansa da bir tutam otu yanmaz" cin sinden değil. Buna sağduyu demek daha doğr u olur. Bizim memleketimiz itidal sahibi insanlarla dolu. Onlar her şeyin farkındalar. Kendileri mutedil olmaya çalışırken, sadece bir şeye tahammül gösteremiyorlar: Bunca olan ve konuşulanlara rağmen, seçip meclise gönderdik lerinin bu kadar korkak ve ferasetsiz siyaset yapmalarına dayanamı yorlar. Yoksa onlar irtica ve bölücüden ne kastedildiğinin farkındalar. Memurluktan atılacaklar listesinde mutlaka herkesin bir akrabasının bulunduğunun farkındalar. MGK ne işe yarar, Cumhurbaşkanı ne yapar, Hükümet ne ile uğraşır biliyorlar. Kendine yukarıdan bakanları, inancını düşman görenleri, değerle rini hiçe sayanları, adaletsizliği, haksızlığı hep bilirler, ama hiç unut mazlar. Sabırla zamanı kovalarlar. Bu arada çoluk-çocuğunu geçindirmek 43 için çalışması, eve ekmek götürmesi gerektiğini hiç unutmazlar. Anadolu’yu ve İstanbul’daki Anadolu’yu gezmeye devam edece ğiz. Çünkü orada sağduyu var... 2000 44 İtalya’daki Anadolu Futbol oynamayı bıraktıktan sonra, hemen teknik direktörlüğe başladı. Ankaragücü ve Milli Takımda çalıştı. Daha sonra dört yıl üstüste Türkiye’de ve bir kere de Avr upa’da Galatasaray’la birlikte şampiyonluklara imza attı. Biraz tombul haliyle, yüzündeki mimikleri, kulübede dudaklarını kemirmesi, yumr uğunu ateşli bir şekilde sıkması, sevinçli anlarında yardımcılarını yumr uklaması, bitmek tükenmek bilmeyen hırsı ve enerjisiyle, açıkçası biz Fenerbahçelilere çok itici geliyordu. Daha önce antipatik gelen bu davranış ve hareketler şimdi sem patik geliyor. Öyle ki televizyonda onun maçlarını sonuna kadar heye can ve hırsla izliyor uz. Bu, her ne kadar, yüzyıllık ezikliğimizin kompleksi olarak yansısa da gerçeği değiştirmiyor. Sonra da otur up sor uyor um “nedir bu” diye? O kadar basit bir cevapla geçiştirilemeyecek bir olay olduğunu düşünüyor um. Bu belki yönümüzü batıya döndüğümüzde, kendimize, çocuklarımıza, kendi ellerimizle yaptığımız zulümleri unuttur uyor, yol suzlukların üzerini örtüyor, bankaların içini boşaltanları şirin gösteri yor olabilir. İtalya’nın Fiorentina Takımı Teknik Direktörü Fatih Terim’den bah sediyor um. Geçen gün bir televizyon programında, İtalyan gazetelerinin Fiorentina, Artemio Franchi Stadyumu’nun yanındaki kule ile birlikte resmini basarak, kuleyi cami minaresine benzettiklerini anlattılar. Kemal Belgin Hoca da, Milli Gazete’deki köşesinde "Terim Hoca artık resmi bir Türk elçisidir. Hem de ne elçi... Her türlü politik yel pazeden, Floransa kentinin her türlü insanından sevgi ve saygı gören bir elçi..." şeklinde gerçeği bir yönüyle dile getiriyordu. 45 Fatih Terim’in Fiorentina Takımı’nı çalıştırdığı Floransa şehri, İtal ya’nın tarihi sanat merkezlerinden birisidir. İtalya’ya gelen dünyanın bütün gezginleri mutlaka Floransa’yı görmek isterler. Onun için bu şehrin halkı, Floransa halkı, az beğenir cinstendir. Fatih Terim’i beğenip alkışlamaları ayrıca dikkate değerdir. Benim düşünceme göre, Batıyı, savaşsız ve hilesiz fethetme yolu nu, Allah bize ikinci kere nasip ediyor. Birincisinde, Almanya’ya gönderdiğimiz işçiler, tarihi misyonumu zu ve taşıdığımız inançlarımızı, değerlerimizi heba etmeselerdi şimdi Türk işçilerinin, Almanya’da ufak tefek hile hurda sahtekarlık fıkrala rının yerine ezan sesleri gelecekti. Bu açıdan Fatih Terim, çalışkanlığı, karizması, Anadolu’dan çık mış olması ve aynı zamanda İstanbul’daki Anadolu’yu da temsil etmiş olması bakımından hepimiz için yeni bir fırsattır. İtalya’da beğenilen, başarılı olan bir Anadolulu bütün Avr upa’yı fethedebilir. Bilmiyor um, Fatih Terim bunun farkında mı? Bir yönüyle farkında olduğunu "Birbirimizle her zaman maç yapa rız, başarılı olur uz veya olamayız; ama burada başarılı olmalıyız" sözüyle farkında olduğunu zannediyor um. Ama arkasına bütün Anadolu’yu alarak yönünü Batıya dönen bir Akıncı olduğunu Yirmibirinci Yüzyılın içlerine at sürdüğünü bilmem fark ediyor mu? Biz fark ediyor uz. Onun için “İtaya’daki Anadolu” diyor uz. 2000 46 Legaliteyi küçümseme! Bu deyim bana ait değil. Ama yabancı da değil bana. Arabada giderken radyoyu dinliyordum; şu her telden çalan, kâinatın bütün seslerine Açık Radyo 94.9’u. ‘Legaliteyi küçümseme’den konuşuyor lardı. Bu iki kelime yol boyunca öyle çok konu başlığı açıyordu ki kafamda... Gerçekten birey olarak, farkında veya değil, legaliteyi küçümsüyo ruz. Bu, kartopunun yuvarlanarak büyümesi gibi toplumsal bir lega liteyi küçümsemeye dönüşüyor. Buradaki “legalite” herhangi bir konuda yazılı kanun maddesi değil tamamen. Her topluluğun, her kur umun, her düşüncenin, hatta dinin legaliteleri var. İç ilişkilerde legalite olduğu gibi dış ilişkilerimizde de legalite vardır. Nedense bir iş yaparken sürekli bir tarafını açık bırakıyor uz. Her işin bir kaçamak noktasını bulmaya çalışıyor uz. Bu dur um, hem birey hem sivil toplum örgütleri hem de kamu kur umlarında böyledir. Filan ca köy derneği ya da ilin kalkındırma vakfının yöneticisi, yasal forma liteleri formalite olduğu için yapıyor; küçümseyerek. Onun dışında kendince ciddi işlerini ‘başka platformlarda’ hallediyor. Herhangi bir siyasi parti, yasal görevlerini iş olsun diye yerine getiriyor, partiyi başka ellerden idare ediyor. Terörle mücadele eden bir devlet ara sıra "rutinin dışına" çıkabi liyor. Ülkede hükümet, yürütme organı olduğu halde altına imza attı ğı kararlar, devletin bir başka organında karara bağlanıp geliyor. Konunun örneklerini günlük hayatımızda sürekli görebiliriz. İllegalite öyle tatlıdır ki, başladığında nereden başladığını unutur sun, nerede duracağını da bilemezsin. Birey olarak üstesinden gelemediğimiz birçok zorluğun, bir kısmı nı illegal olarak halletmiş isek, onu bir de cemiyetlerde ballandıra ballandıra anlatırız. Eskiden en çok anlatılan askerlik anıları ya da gurbet hatıraları tamamen illegaliteyle ilgilidir. Fert fert legaliteyi 47 küçümsemek toplumsal bir hastalık halini almıştır. Küçük bir sıkışık lıkta sonuna kadar yasal ve ahlaki gitmek yerine hemen işin kolayına kaçmak artık onulmaz bir yara olmuştur. Bunun devlet yetkilileri tara fından açılımı "ne yaptıysak devlet için yaptık" veya "memleketi biri lerinden kurtarmak"tır. İşte bu legaliteyi küçümseme hastalığı bizde istikrarlı yaşamı boz muştur. Hayattan zevk alarak yaşamayı yiyip bitirmiştir. Yolsuzlukları, adam kayırmaları, hayali ihracatları, banka hortumlamalarını doğur muştur. Vatandaş elinden gelirse artık çalıp çırpmaya, vergi kaçırma ya, bedava yaşamaya çalışmaktadır. Şans oyunlarından zengin olma nın peşine düşmüştür. Hayatın tadı tuzu kalmamıştır. Devletlerarası ilişkilerimizde sürekli kaçamak yollara sapma has talığı bizi uluslararası yalnızlığa itmektedir. İçeride legaliteyi ciddiye alamadığımız için dışarıya legal gerekçeler bulmakta zorlanmaktayız, bu yüzden ilişkilerimiz kopma noktasındadır. Güneydoğu’da terörle mücadelede legalitenin küçümsenmesi ülkeye zincirleme sıkıntıları getirmiştir. Her birim görevlileri, birbirlerinin illegal taraflarına göz yumarak ülkeye ahlaki ve ekonomik olarak "taban" yaptırmışlardır. Türkiye’nin topyekûn "tavan" yapmasını sağlayacak toplumsal enerji, legaliteyi küçümseme hastalığı tarafından emiliyor. Bu dur um ülkeyi manevi bir çözülmenin sınırlarına itiyor. Toplumdan yükselen legalite taleplerine kulaklarını tıkayan, insanları kapı arkalarında kur dukları kumpaslar etrafında şekillendirmeyi amaçlayan, kendine has mafyamsı bir ilişki ağı sayesinde ekonomik kaynaklara el konulma sını sağlayan hükmetme ya da hükümet etme anlayışının bu toplu mu geleceğe taşıması mümkün değildir. Bir Tibetli bilgenin dediği gibi: "Önüne iki yol çıkarsa, zor olanı tercih et." Legalite zordur. 2000 48 Derviş’ten önce, Derviş’ten sonra! Adına globalleşme dedikleri yeryüzünün yeni idare ve paylaşım şeklinde, artık eski kuralların bir kısmı yeni üretim şekilleriyle mec buren çöpe atılmış oldu. Daha açıkçası gelişmiş ülkeler yeni üretim şekilleriyle birlikte kendilerine yeni pazarlar oluşturmak dur umundalar. Öyleyse yeni ürettikleri ‘şey’ler nedir? Bilgi çağında bilgi ve elektroniğe dayalı bir sanayi geliştiğine göre, bu sanayiye pazar gerekir. Bu pazarın büyük çoğunluğu eski tabirle “üçüncü dünya” dedikleri ülkelerdir. Bu ülkelerin de, pazar olabilmeleri için gelir ve refah düzeylerinin yükseltilmesi gerekir. İşte Türkiye bu ülkelerden birisidir. Fakat işin şu kısmını göz ardı etmeden değerlendiremeyiz: Türki ye’deki ekonomik krizin nev’i nedir? Yani Türkiye’de ekonomi çöker se, Türk halkı fakir düşerse bu dur um dünyayı ya da diğer pazarları nasıl etkiler? Bizim kanaatimiz Batı’nın şu anda almış olduğu mevcut pozisyo na göre, Türkiye’deki krizden etkilenecek kimse yoktur. Yani biz tamamen kendimiz edip kendimiz bulmaktayız. Bizim krizimiz, bizden kaynaklanmaktadır. Bu ne demektir? Bunun açılımı nedir? Bizim krizden etkilenen hiçbir ülke olmadığına göre, bu krizin aslı ekonomik değildir. Yani, sonuçta bir ekonomik kriz karşısındayız, ama asıl sor un siyasidir. Dört yıldan beri tabii olmayan ve tabii olmadığı kadar, sun’i olarak da pompalanan bir siyasi iktidar krizi vardır. “Bunlar görünüşte iktidar, ama gerçekte bir takım yerlerden emir alarak ve oraların yardımıyla ayakta dur up işi yapıyor görünen ikti dar" kanaati hakimdir toplumda. Hiçbir ülkede uzaktan kumanda siyaset yürümez. Siyasetin yürü mediği yerde ekonomik istikrar programı uygulanamaz. Kasım krizinden on gün önce bir gazetenin baş sayfasında iş dün 49 yası temsilcileri, "Artık on yıl önümüzü görebiliyor uz" diyorsa, bu, "On gün sonrasını göremiyorsun" demektir. Ne olursa olsun, Türkiye’de siyasi bir kriz ve buna bağlı olarak ekonomik çöküş mevcuttur. Bunu artık mevcut ortaklardan kur ulu iktidarın düzeltemeyeceği açık olduğu için Amerika’dan ithal Kemal Derviş gelmiştir yeni prog ramın başına. Bizim iktidardan hortumlanan basınımız, yine aynı iyimserliğe kapılıp kamuoyunu yanıltmaya çalışmaktadır. Sanki Kemal Derviş’in elinde sihirli bir değnek var, Amerika’da paraları var, alıp getirecek, sonra da hemen her şey güllük gülistanlık olacak. Yok öyle bir şey dünyada. Yıllardır bozup harabeye çevirdikleri Türk ekonomisi üç günde düzelmez. Sonra, artık Türk halkının güven oyunu kaybeden bu iktidar başta olduğu sürece Türkiye daha da kötüye gidecektir. Yazının başına dönersek; gelişmiş ülkelerin pazarıyız ama tek başımıza bir krize girmişsek o kadar da umurlarında değiliz. Eğer bir düzelme gerekiyorsa bu önce siyasette yeni oluşumlarla olacaktır. Ekonomik iktidar ondan sonra gelecektir. Siyasi krizden çıkmak için henüz erken sayılır, fakat düğmeye basılmıştır. Dünyanın gidiş istikametinin ve Türk halkının beklentile rinin gerisine düşmüş olan Türk siyaseti artık silkinip safralarını atmak zor undadır. Artık Derviş’ten önceye dönüş yoktur, sonrası nasıl olacak, sab redip göreceğiz... 2001 50 Ülkeyi sollamak! İlkbaharla yaz arası, sabah güneşin doğduğu, öğlen sonrası yağ mur un yağdığı günler. Suyunu iyi alan ağaçlar kuvvetli filiz vermişler. Öğrenciler dersten kaytarmış, erkekli kızlı dondurma tadıyorlar. İki kız öğrenci dalındaki gülü koparıp kaçıyor. Çocuklar kaydırakta, salın cakta cıvıl cıvıl kuş seslerine karışıyorlar. "Bahar gelmiş memleketimin dağlarına", biz ülke gerçeklerini okuyor uz, dinliyor uz, görüyor uz. İnsanların sabah işbaşı yaptıkların da servetlerini kaybettiklerini, kur umların iflas ettiğini öğreniyor uz. Demokrasi dersleri alıyor uz, "böyle değil şöyle olur" diye. Lime lime olmuş fakat yapıştığı duvardan bir türlü inemeyen bir hükümet tasavvur ediyor uz. "Demokrasilerde iktidarı yönlendiren, yanlışlıklara engel olmaya çalışan, esnafın, çiftçinin, köylünün nefes almasına umut veren bir muhalefet olmalı" diyor uz, ama bulamıyor uz. Kriz ortamlarından bes lenen sendikalar, odalar ve sivil toplum örgütlerini dehşetle, ibretle ve de ilgiyle seyrediyor uz. Ve bütün bunların üstüne, Şair - Yazar İsmet Özel "25 yıldır ger çekleri yazmadım" diyor. Gerekçe hazır: Okuyanlar gerçekle yüzyüze gelebilecek kıvama gelmemişler. Sadece İsmet Özel mi? Hiç kimse, hiçbirimiz gerçekleri yazmadık, konuşmadık. İçimiz, beynimiz başka bir şey arzuladı; elimiz, dilimiz farklı yazıp söyledi. Elimizdekini kaybetme, yanımızdakini yitirme, altımızdakini kay dırma, üstümüzdekini darıltma korku ve hesaplarıyla biz de yıllardır bunu yapmıyor muyuz? Sonra ülke sor unları, hükümet yanlışları, bürokrat hataları benim sınırlarıma dayanmadıysa, özelime henüz girmediyse, ülke sor unla 51 rını sadece 5 yılda bir oya havale etmekle kendimizi kuş gibi hafif hissetmiyor muyuz? Sonra gazete köşelerinden ahkâm kesip, ekranlardan akıl vere rek herkesten fedakârlık beklerken lüksümüzden bir santim geri dur uyor muyuz? Eh, öyleyse biz ne yapıyor uz, doğr u mu söylüyor uz? Sonra ‘İsrafil’in Sûr’u gibi etki yapacak çığlıklar bekliyor uz. Birile rini kahraman yapmaya can atıp kurtuluşumuzu el birliği ile "özelleş tiriyor uz". "Hakikat, insan için emeğinden başkası yoktur" düstur unu ne çabuk unutuyor uz. Öyleyse bütün gerçekleri, ülke gerçeklerini, yani bu ülkeyi sollu yor uz. Geriye, fıskiyeden çıkan su şırıltılarına, açan bir çiçeğe, uçan bir kelebeğe, bal toplayan arıya, ılık ılık esen yele, çocukların bağırışla rına dönüyor uz. İsmimizle çağırıldığımız anın heyecan dalgalarına, bir lokantadaki çatal kaşık sesinin sükûnetine, caddelerin kalabalık karmaşasında kaybolmanın dinginliğine, bir belediye otobüsünde dünyayı yitirmeye, bir ağaç gölgesinde serinlemeye, birilerinde kendimizden bir parça bulmaya dönüyor uz. Ülke ve gerçekler bir gün rayına nasıl olsa otur ur. Ama o gün biz olmayız. Öyleyse ülkeyi ve gerçekleri solluyor uz. Devam... 2001 52 Ak duruş Geçtiğimiz günlerde "Yeni Oluşum" nihayet oluşarak Türk siyaset sahnesindeki yerini aldı. Adalet ve Kalkınma Partisi, program ve ilke leriyle önümüze açıldı, "değiştiydi, değişmediydi, yenilikti, değildi" tartışmalarını da beraberinde getirdi. İsim ve amblemi olan ampul tartışmaları ile birlikte AK Parti Tür kiye gündeminin en başına gelip oturdu. Partinin basına ve üyelerine dağıtılan programında, Giriş ve Sonuç bölümleriyle beraber 7 başlık ve bunların alt başlıklarını görüyor uz. Esaslı 5 başlık, Temel Haklar ve Siyasi ilkeler, Ekonomi, Kamu Yönetimi, Sosyal Politikalar ve Dış Politika’dan oluşuyor. Hukukun üstünlüğüne, insan hak ve özgürlüğüne dayalı demokra tik yapıda bir cumhuriyet hedeflenmiş. "İnsanı yaşat ki devlet yaşa sın" felsefesinden hareketle birey özgürlüğünü ön plana çıkararak, "Laiklik bireyi değil, devleti sınırlayıcı bir anlayıştır" formatı yakalan mıştır. İri ve hantal devlet yerine, kaliteli hizmet üretme işlevi ve etkinliği açısından güçlü bir devlet önermekte. "Dayatan, direten, rant dağı tan" bir devletin yerine organize eden bir devlet vaad edilmekte. Kamu harcamalarından israfa, büyümeden üretime, borçlanma dan vergi sistemine, olmasını arzu ettiğimiz hedefler gösterilmekte. "Türkiye’nin en büyük problemi, ülkede yaşanan güven bunalımı dır. Devletin halka, halkımızın da devlete güveni tesis edildiği; halkın talepleri ile siyasetin gündemi örtüştürüldüğü zaman Türkiye’nin uluslararası yarışta zirveye doğr u yürüyüşü mutlaka gerçekleşecek tir" cümleleriyle AK Parti yakalamış olduğu ülke nabzını programına yansıtmıştır. Dış politikasında Ortadoğu’dan Balkanlar’a ve Güneydo ğu’ya, Avr upa Birliği’nden Ortaasya’ya, komşularımızdan ortak anlaş malara uzun ve kısa vadeli, bölgesel ve küresel politikalara öz cüm 53 leler halinde yer verilmiştir. AK Parti "siyaseti topluma hizmet etmenin bir aracı olarak" gör düğünü, "siyasetin kirlendiği, siyasi alanın iyice daraldığı ülkemizde" yeniden siyasi saygınlık vaadinde bulunuyor. Millet iradesini esas alan uygulamaları siyasete getirmeyi hedefliyor. Temel hak ve özgür lükler ile ilgili olarak uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanın da getirdiği standartların uygulamaya konulacağını beyan ediyor. "Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler açısından hak ettiği konuma getirilmesi, uluslararası kur uluşlar istediği için değil, insanımız hak ve özgürlüklere LÂYIK olduğu için gereklidir" ibaresi bir "klas dur uş" olarak öne çıkıyor. AK Parti’nin, program ve yazılanlar itibariyle, hem de yeni bir par ti olması dolayısıyla önünde çok mesafeler vardır; zaten "mayınlı tarlaya" girmiştir. Partinin söylemden ziyade dur uşu ve eylemleri bizim için ve ülkemiz için daha bir öneme sahip olacaktır. Yarın öbür gün ayrıntıya girdiğinde, meselâ İsrail endeksli bir Orta doğu politikasına ne diyecektir? Milli Siyaset Belgesi’nde belirlenen ‘ulusal güvenlik’ kavramında resmi ideolojiye uygun düşmeyen fikirle re sahip olabilecek kendi seçmeni karşısındaki tutum ve davranışları nasıl olacaktır? Daha doğr usu ulusal güvenlik deyince biz ne anlaya cağız? Yoksa duvara mı çarpılacak? İmam-Hatipleri RP’ye kapattıran, Apo’yu MHP’ye affettiren, FP’yi ve tabanını Avr upacı, batıcı yapan "toplum mühendisleri" acaba AK Parti’ye hangi donu biçtiler? Bunu biliyor muyuz, yoksa AK Partililer "gittiğimiz yere kadar" mı gideceğiz diyorlar? AK Parti; programını basıp medyaya dağıtırsınız, ama onlar kapa ğını açmayıp, ilk canlı yayına çıkan lidere "Şeriatçı mısın, ne kadar paran var?" türü abuk sabuk sor ular sorarlar. AK Parti programıyla, lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarıy la beklenen dur uşunu yapmış, bu ülke halkının yanında yerini almış tır. Ümid ederiz ki ismi gibi ak dur uşunu devam ettirerek ekonomik, siyasi, coğrafi, bölgesel ve küresel krizleri birlikte yaşayan ülkemize ve insanımıza rahat nefes alacağı ufukların açılmasına vesile olur. 2001 54 Yazacak çok şey var, çook! Bu günler kafaların en karışık olduğu, tarihin dönüşüm noktala rından birisidir. Belki de bir devlet ilk defa, "ya ben, ya onlar" terci hine zorluyor. Ve birkaç küçük ülke dışında yanında buluyor bütün dünyayı. Olayların hızlı akışı ve enformasyon saptırmaları, ileriye dönük yor umları da sağlıksız kılıyor. Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması sonrasında kimlerin bu işi yaptığına dair deliller dünyaya açıklanmıyor. Ama görüştükleri ülke liderleri ikna oluyorlar. Bir tek düşman için çok uzun sürecek bir savaş başlatıyor ve "savaş balta"larını Afganistan üzerine fırlatıyor Amerika. Bu arada 15 yıldır dağlarda teröre karşı savaşan Türk ordusu tec rübelerinden istifade edilmek üzere(!) göreve çağrılıyor. Türkiye’de yayın yapan televizyon ve gazetelere bakıyorsunuz, ekranları, sayfaları, kalemleri ve ağızları Amerika’dan daha ileride gidiyor. Türk hükümeti kendisine "çağdışı Taliban rejimi" dışında bir gerekçe üretemiyor. Ülkenin başbakanı "Amerika’nın noteri" gibi davranıyor. Bugün Türkiye’nin asıl gerçeği ve ihtiyacı, Ortadoğu’dan Balkan lar’a, Kafkasya’dan Hindikuş Dağları’na kadar kendine hakim, vizyon sahibi, şahsiyetli bir dış politikadır. Ama içeride ülkeyi kötü idare eden, çalışan tüm atölyelerinin kapanmasına sebep olan, ‘üflesen, doların yükselip yeni bir çukura düşmemize yol açacak çok başlı ve neye sahip olduğunu bilmeyen bir hükümetle’ bu, ne kadar sağlana bilir? Açıkçası, böyle bir hükümetten iyi bir dış politika beklemek hayaldir. Bu Türkiye gerçeğini yansıtan en açık delil ise, gazetelerin iç say falarında yer alan "Başbakanlık yakınlarında ‘açım’ diyen bir kişi 55 kendisini yakma girişiminde bulundu" haberidir. Protesto eylemi "Başbakanlık yakınlarında" idi. Çünkü kimse Başbakanlığa yaklaştı rılmıyor. Bütün adı Müslüman ülkelerde Afganistan lehine veya savaş aleyhine gösteriler yapılırken, Türkiye’de hiçbir grup ya da topluluk tan ses çıkmamasının nedeni nedir acaba? Herhalde Amerika’nın saldırısını tasvip ettiklerinden değil. Bugün Türk halkı hem ekonomik, hem de siyasi olarak başını kal dıramayacak kadar sindirilmiş dur umdadır. Sokağa çıkıp yüksek ses le konuşsa, doların yükseleceğinden korkan insanlar, herşeyi içleri ne sindirmekte(!) buluyorlar çareyi. ‘Aman şu savaş bize dokunma sın da, dolar fırlamasın da...’ korkusuyla yaşıyorlar. Amerika’dan getirilen Derviş’in de artık oyalama dönemini bitirdi ği, sıranın üçlü koalisyon hükümetinin gitmesine geldiği bu ülkede, insanlar ister sokağa çıksınlar, ister çıkmasınlar savaştan etkilen memek mümkün olmayacaktır. Amerika 11 Eylül saldırısının ardından kendi toplumunda ve dün yada yükselen nefret duygularını ve hassasiyeti, kişisel hak ve özgür lüklerin budanması ve dünya üzerinde egemenliğini pekiştirmek için bir fırsat olarak görüyor ve öyle hareket ediyor. Türkiye bu konuda Amerika’dan daha tecrübeli olduğu için, bu saldırı ve savaş dolayı sıyla Türk halkından kriz avansı fırsatçılığı yapıyor. El-Cezire Televizyonu’nda yayınlanan konuşmasında Bin Laden şöyle diyor: "İslâm toplumu 80 yıldan fazla bir süredir bu acıları, hor lanmayı ve utancı yaşadı. Kutsal saydıklarına hakaret edildi." Neden 80 yıldan fazla? 11 Aralık 1917’de Osmanlı Kudüs’ten çekilmişti. Usame Kudüs diyor, Başkan Bush Haçlı seferinden bahsediyor. Bizim Başbakan Afganistan’daki çağdışı rejimden... Ne kadar çoook şey var yazacak! 2001 56 Yeni iki kutuplu dünya Türkiye’nin büyük siyasilerinden birinin bir tabiri vardı, "Huhlaya rak buzdağını eritmek" diye. İşte dünyada, yani Avr upa, Amerika, Türkiye’de ikinci dünya savaşından sonra ve de soğuk savaşın bit mesinden sonra özellikle de ABD Başkanı Bill Clinton döneminde, insan haklarının dünya üzerinde yerleşip yaygınlaşması için adeta "Huhlayarak buzdağları eritildi". Avr upa Birliği kriterleri, Helsinki, Kopenhag, Stokholm derken Türkiye üzerindeki yoğun hizaya getir me çabaları... Bütün bunların Türkiye ayağında verilen çabalar. Cezaevlerinde, Güneydoğu'da, 28 Şubat sürecinde hak ihlalleri karşısında sağduyu ile yaklaşarak mesafe almak isteyenler. Yazılar yazılıyor, konuşmalar yapılıyor, kitaplar yayınlanıyor, anlaş malara imzalar atılıyor, örnek ülke olarak ABD gösteriliyor ve daha da ileri gidenler oluyordu. Üstüste itina ile dizilen cam kadehlerden birinin çekilmesiyle tümünün yıkılıp tuzla buz olması gibi devrilen iki kuleden sonra her şey altüst, karmakarışık. Nedir insan hakkı, nedir barış, nerede kal dı geleceğin dünyası. Bir zamanlar Türkiye’nin eline verilen yol hari tası vardı. Clinton Türkiye’ye, "Nasıl olsa 30 yıl sonra Yunanistan’la barış içinde olacaksınız, silahlanmaya bu kadar yatırım yapmaya ne gerek var!" diye tavsiyelerde bulunuyordu. Bütün sağduyulu düşünceler unutuldu ve dünya bir anda ABD ve düşmanları diye iki kampa bölündü. Yeryüzünde her bombanın düş tüğü, her insanın öldüğü yer binlerce, milyonlarca Amerika düşmanı nın yetiştiği tarlaya dönüştü. Baba Bush, yaptığı bir konuşmada, "Amerika’nın günahlarından" bahsettiyse de bunu oğlu Bush duyma dı bile... Medeni (!) Batı’nın verdiği silahlarla Afganlılar yıllardır birbirlerini zaten öldürüyordu. Şimdi bunu Batı kendi eliyle yapıyor ve yaptırı yor. 57 Daha önceki yazılarımda Türkiye’deki insan hakları ihlallerine örnek olsun diye, "ABD’nin İllinois Eyaleti Milford şehrinin Belediye Başkanı James Cook, bir köpek yavr usunu kürekle öldürünce baş kanlıktan istifa etmek zor unda kaldı" şeklindeki bir gazete haberini alıntılamıştım yazıma. Şimdi Herat, Mezarı Şerif, Celâlabat, Kabil ve Kandahar’ı izledik çe yukarıdaki örnek ne kadar komik ve anlamsız kalıyor. "İnsanın şuuru uçur umların önünde uyanır" diye bir söz vardı. Şimdi değil uyanmak, tüm dünya geldiğimiz uçur umun önünde göz lerini kapatıyor. Sonuç itibarıyla Amerika bir bahaneyle Afganistan’da yaptıklarını yapmaya devam ederse, İsrail’e şartsız sınırsız destek vermeyi sür dürürse dünyada tarlalardan ot biter gibi düşman yetiştirecektir. Ölmekten başka kaybedecek bir şeyi olmayan milyonlarca insa nın ölümden korkarak, ‘terör’den vazgeçeceğini düşünenler yanılma ya devam edecektir. Büyük İskender Afganistan’a kadar yaptığı seferde denizde bir korsana rastgelir. Korsanı huzur una getirirler, hesaba çeker Büyük İmparator. Ve azarlayarak sorar korsana: "Niçin korsanlık yapıyorsun?" Korsanın cevabı şöyledir: "Yaptığım iş seninkiyle aynı. Fakat benim büyük gemilerim ve ordum olmadığı için ben korsanım, sen imparator." 2001 58 Türkiye’nin orta yeri Geçmişle geleceği bir arada düşünme ve tartışma ortamını kay bedeli, artık sor unlarımızı tartışıp ortaya koyamıyor uz. Ve de itiraf mekanizmamızı çalıştıramıyor uz. Böyle olunca da kördüğüm halinde devlet organları ve ekonomik darboğaz içinde debelenen ülke ve bunun önüne konulan çözüm faturaları: Biraz gücümüze gidiyor doğr usu dayatılanlar. Bugün halkın ve ülkenin sor umlu kişilerinin de kafası karışmış dur umdadır. Türkiye aylardır Kürtçe, idam, 312 - 159, Kuzey Irak tartışmaları etrafında dolap beygiri gibi gözü kapalı dönüp dur uyor. Fakat kuyuda su kalmadı fark edemiyor uz. Türkiye imparatorluk sermayesinin farkında olmadan kendisini misâk-ı milli’ye hapsederek ve “dünyaya açılalım mı, açılmayalım mı” sor ularıyla ne yardan, ne serden geçemeden gidiyor. Ülke geleceğini omuzlarına alan mekanizmalar için karar vermek çok zordur. Çünkü önemli bir dünya parçasının üzerinde yüzyıllardır oyunlar oynanmış ve tarih yazılmıştır. “Öyle yapılmayıp böyle yapıl saydı” demek tarihi ve geleceğimizi kurtarmıyor.Şimdi hemen kendi miz olarak karar vermek bizim geleceğimizi kurtaracaktır. Geleceği miz üzerinde söz hakkı ve karar verici olanlar, Türkiye’nin en çok tirajlı gazeteleri ile kamuoyuna yönelik psikolojik hareket yayınlarına girmeden ya da milliyetçilik ve bağımsızlık kavramlarını suiistimal etmeden davranmalı, bölücülerden, ajanlardan bahsederek toplum sal talepleri ve bireysel hak ve özgürlükleri kısma fırsatı olarak gör memelidir. Dur umumuzu, devraldığımız mirasımızla birlikte değerlendirebilir sek, toplumsal talepleri de karşılama güç ve cesaretini ülke olarak bulur uz. Bizimle birlikte doğup büyüyen, aynı haklara sahip olduğu muz insanların ana dillerini öğrenmelerinin bize değil zararı, katacağı 59 çok şey vardır. Kendi yetiştirdiğimiz değerlerin 312 - 159. maddeler ile sustur ul maları, hapse atılmaları belki günü kurtarma açısından birkaç kişi nin siyasi hesabına uygun olabilir ama ülke geleceği açısından ne kadar acı ve zararlı olacağının tahmini bile güçtür. Milliyet’ten Tuncay Özkan’ın yazdıklarına bir bakın: "Hukukumuz can çekişiyor. Ahlâkımız, kültürümüz gibi paramparça. Sosyal ve siyasal kur umlarımızdaki tıkanma artık toplumsal yapımızı olumsuz yönde değiştiriyor... Yoksulun öfke dolu sessizliği, zenginin alaturka bencil kapitalizmi, bürokratla siyasetçinin oligarşisi bizim düzenimi zin ta kendisi değil mi? Öyle bir devlet düşünün ki vergi düzenini, para sistemini, askeri gelişimini dışarıdan etkilerle şekillendirip sür dürsün. Ekonomik çözüm diye sadece vergi dayatsın. IMF ne istiyor sa ona göre davransın." "Önümüze dayatılan Ortadoğu ve Kafkasya seçeneklerini unutup idam ve Kürtçe öğretimi konularında olduğumuz yerde dönüp dur u yor uz. Ben bir Türk’üm, Türkiyeli’yim ülkeme, ulusuma bağlıyım. Benim ne idam edilmek istenen Abdullah Öcalan’dan, ne de öğretil mek istenen Kürtçeden en küçük bir korkum yok." "Türkçe ve Türk kültürü noktasında daha kaygılıyım. Türkiye’de hangimiz çocuklarımı zı İngilizce ve diğer dillerin boyundur uğundan kurtarabiliyor ki? Kürt ler çocuklarına İngilizce veya Türkçe yerine Kürtçe mi öğretmek isteyecekler?" Bir de Star’da yazan Ali Şen’i okuyalım: "Yasaklarla bir yerlere varılacağını sanmıyor um. Evde konuştukları lisanı okulda okuyama yanlar sistemi hiçbir zaman kabul etmezler. En azından içlerinden öyle davranırlar... ABD Kürdistan’ı iki yıl evvel kurdu. Halka açık konuşmak mı iyi, yoksa bugüne kadar olduğu gibi gerçekleri sakla mak mı? Türkiye’yi yönetenler artık halktan gerçekleri saklamasın lar." Türkiye’nin sıkıntısı kendi göbeğini kendisinin kesememesinden kaynaklanmaktadır. Evet her dili konuşanı kendi vatandaşı bilip, her düşünceyi taşıyanı kendi değeri olarak kabul edip, idam etmek iste diği vatandaşını bağışlayarak siyasi düşüncesinden dolayı cezalan dırmak istediği değerlerini cezalandırmaktan vazgeçmekten başka yolu yoktur. Yoksa bütün sor unlarını dışarıdan dayatılarak çözmeye zorlanmak gibi bir dur umla karşı karşıyadır. Öyleyse ülkeyi yöneten 60 söz sahibi olanların bu ülke sor umluluğunu taşımak gibi bir değeri hak edip etmedikleri ortaya çıkacaktır. Sor unlar Türkiye’nin orta yerinde dur uyor. Çözüm bekliyor. Kendimiz için hemen, şimdi. 2002 61 Siyasetin anlamı ya da anlamsızlığı üzerine Bu ülkede yaşayıp siyasi olayları yor umlamaktan daha zor bir şey olduğunu sanmıyor um. Çünkü yapılan işlerin ne anlama ya da anlamsızlığa geldiğini bilemiyor uz. Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışıp yeni yasalar çıkarıyor. Ama bu yasaların kimin işine yaradığını henüz anlamış değiliz. RTÜK yasasının Avr upa Birliği normlarına aykırı olduğunu Avr upa Birliği yetkilileri ifade ettiği halde, Avr upa Birliği adayı olma arzusun da olan bir ülkenin yasama meclisi bu yasayı sorgusuz sualsiz çıka rıyor. Üstelik baskılar uygulayarak. Sabahlara kadar çalışarak uyum yasaları çıkaran parlamento niçin şimdi kalkıp uyumsuzluk yasası çıkarıyor? Bunu nasıl yor umla yalım dersiniz? Sonra RTÜK yasasıyla aynı zamanda ele alınan "cumhurbaşkanı nın yetkilerinin kısıtlanması" önerisine ne dersiniz? Birbirleriyle bağ lantılı mıdır? Bir de kimsenin sahip çıkmadığı bir Af Yasası var ki sormayın git sin! Hep birlikte affı kotarıyorlar, sonra hepsi birden "hazımsızlık" çekiyor. Bütün bunların "bin yıl devam edecek olan" 28 Şubat’ın devamı olduğunu biliyor uz. Ama yapılan işlerde bir hukuk mantığı, bir silsile, dahası bir "erkeklik" olmalı değil mi? Türkiye’de hukukun yok sayıldığı bir siyaset anlayışı yerleşmiş bulunuyor. Bu yanlış anlayışı yerleştirebilmek için en gerekli unsur olarak medya kullanılıyor. O da daha şimdiden tehdit ve tetikçiliğini gerçekleştirmeye başlamış dur umda. Yeni RTÜK yasası daha yürürlüğe girmemişken internette yayın yapan, Bilgi Üniversitesi’ne ait “medyakronik.com” sitesinin bazı hukuksuzlukların üzerine gitmesinden dolayı Üniversite’ye baskı yapılarak kapattırılmış olması, yeni RTÜK yasasının ülkemiz için tam 62 bir felâket olduğunu anlamamız için yeter de artar bile... Siyasetin milletten beslenmediği bir dönemdeyiz. Onun için siya set kur umu milletin isteklerini dikkate almıyor. Siyasetçiler içeride birbirleriyle mücadele ederken de siyaset kur umunun gerektirdikleri nin yerine siyasetdışı güçleri devreye sokarak siyasi ikbal kazanma peşinde koşuyorlar. Her birinin dayandığı bir güç odağı var. Bir güç odağına dayanmadan siyaset yapmaya kalkan olursa da piyasaya hemen bir "kaset" sürülüyor. Onlar piyasaya kaset sürerken halkın "piyasası"nda nelerin oldu ğu kimin umur unda? Sürdürülen hukuksuz demokrasi (!) sebebiyle 5 yılda ülkenin ne hale geldiğini hep beraber görüyor uz... Kendilerini yeterince hür hissetmeyen toplumlar üretemiyorlar. Milli hassasiyet gerektiren konulara bigâne kalıyorlar. Milletini arkasına alamayan bir ülke hiçbir krizi atlatamaz. Şimdiye kadar hislerine bir nebze olsun tercüman olduğu ezilmiş insanlara artık seslerini duyuracakları bir mikrofonu da kalmayacak medyanın. Osmanlı İmparatorluğu’nun en sancılı dönemlerinde, 18. Yüzyı l’ın sonu ve 19. Yüzyıl’ın başında yaşayan Halet Efendi hakkında söylenilen bir beyit, sanırım bugüne de ışık tutar nitelikte: "Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr." 2002 63 Amansız takip... Türkiye’nin gündemi başdöndürücü bir hızla değişirken ayda bir neyi yakalayabilirsek onu yazıyor uz. Bir ay süren dünya kupası maç larını böylece ıskalamış oluyor uz. Halbuki kupa vesilesiyle futbolun sadece futbol olmadığını, yalnızca görünen kısmıyla, yani 11+11 kişiyle oynanmadığını, Türkiye’deki futbolu da yazıp konuşacaktık. Ama şimdi akış hızlandı, bunu geçiyor uz... Sonra Avr upa Birliği içinde bir Türkiye yerine, Ortadoğu’da İsra il’in "stratejik ortağı" olacak ve Irak’a ve diğer Ortadoğu ülkelerine ilişkin Amerikan harekâtında bir "Amerikan Askeri Üssü" halinde işlev görecek bir Türkiye’den yana olanları ve Avr upa Birliği’ne karşı çıkanları anlatamadık. Hatta "Amerika’nın başında son derece dar görüşlü, küstah ve azgınlaşmış bir yönetimin bulunması"ndan bahseden ve bundan duyulan rahatsızlıkları anlatan Cengiz Çandar’dan da bir şeyler yaza madık. Bilderberg yazılarını keyifle okuduğumuz Taha Kıvanç’ın tespitleri ni bile köşemize alamadık. Bütün bunların yanında siyasi, ekonomik ve toplumsal hayat öyle hızlı akıyor ki bu sıra siyaset, diğerleriyle arayı epey açtı. "Seçim olur mu?" sor ularına, "Derviş’i takip edin, kendisi bir siyasi partiye ‘intisap ettiğinde’ seçim yakındır" diye cevap veriyor dum. Bu hemen hemen oldu. Daha ileri de gidildi. Ama seçime böy le gündüz gözüyle gitmeyecekleri kesindi. Bir operasyon gerekiyordu. İktidarı elinde tutan 3 partinin toplam oyu yüzde 12 civarında görü nürken ellerini kollarını sallayarak seçime gitmeleri bir intihar olmaz mıydı? Gereken operasyonun ilk ayağı yürürlüğe kondu. Bu, belki başka şekliyle düşünülüyor olabilirdi, ama alelacele böyle oldu. Operasyo nun arkasındaki basın - medya ve entellektüel desteğini görüyorsu 64 nuz. Adeta Türkiye’nin ufkuna "yeni bir parti doğdu": Yeni Türkiye. Lideri de Kayserili ya (!), doğr usu iyi boya vurdular! İyi işleyen demokrasilerde muhalefet vardır. Bu işi beceremeyen iktidarlar gider, yerlerini muhalefete bırakırlar. Krizler de böyle aşılır. Fakat Türkiye’de beceriksiz iktidarın alternatifini, ülke için çok acı olsa da, iktidar içinden çıkarmaya çalışıyorlar. Bu 28 Şubat’ın getir miş olduğu halksız siyaset anlayışının bir uzantısıdır. Milliyet Gazete si’nden Güngör Uras, İsmail Cem’i şöyle uyarıyor: "İstanbul’da bir köşkten bir yalıya dolanarak iş çevrelerine yaranma, onlardan alaca ğın talimata göre politika belirleme yanlışına sakın düşmeyin, İstan bul Türkiye değil..." Cem de bu akla uyarak Kayseri’ye gidiyor. Son rası malûm! İşte ülkede hızla devam eden siyasi hayatın operasyon lar kısmı başlamıştır. Öyle veya böyle bir seçime gitmeye mecbur olan bir ülkede, bu ülke Türkiye ise, bu tür oyunların devamını bek lememiz gerekiyor. İlk ayağı DSP’yi diriltme harekâtıydı. Doğum yaparken anne ölse de! Şimdi seçimden kaçış yok. Sonrasını, bundan sonrasını, ikinci, üçüncü ayaklarını bekleyelim. Halkın korku ve tedirginlik veren senaryolara değil, sağduyulu önderlere, liderlere ihtiyacı var. Onlar halkın huzur una çıktıkları anda fark ediliyorlar. Öyleyse herkes karşı tarafı tahrip etmeye değil, kendi tarafını yükseltmeye çalışırsa top lumsal barış kendiliğinden tesis edilir. 2002 65 Savaşa taraf olmayan hükümete açık uyarı! 8 Ocak’ta gazetecilere verilen Genelkurmay Resepsiyonu’nda, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün hükümete yönelik açıkla malarını bizim basın gene "mütareke basını" gibi karşıladı. Bazı gazeteler "muhtıra gibi", "askerden ağır uyarı" şeklinde manşetler attı. Kimi köşe yazarları da açıklamalara büyük destek verdi. Daha doğr usu, ‘irtica’ konusu önlerine gelince "gazeteciliği unutun, irticaya bakın" uyarılarına uygun manşetler atıp yazılar kale me aldılar. Akredite basın mensuplarının davet edildiği resepsiyonda bulu nanlardan sadece Akşam Gazetesi’nden Zülfikâr Doğan, istenilenin dışında bir değerlendirme yazısı yazabildi. Hem de "Çalışan gazete ciler, bölüşen gazeteciler, muhtıracı gazeteciler" gibi, tam da görün tüyü yansıtan bir başlıkla... Kokteylde yapılan açıklamalara Başbakan Abdullah Gül’ün "Göre vimin, yetki ve sor umluluklarımın bilincindeyim. Neyi, nerede, hangi zeminde konuşacağımı bilirim. Böyle konuları basın aracılığıyla tar tışmam" şeklindeki yaklaşımı ciddi devlet adamlığı kimliğine uygun du. Anlayana ve cevap arayana ‘tokat gibi bir cevap’tı. Ve bunların ne anlama geldiğini bildiği izlenimini vermesi bakımından da dikkat çekiciydi. Çok açık ki, eğer basınının aktardıklarına ya da Org. Özkök’ün ‘uyarı metnine’ takılıp kalırsak sonuca ulaşamayız. Türkiye’nin ekonomik sıkıntıları, Kıbrıs sor unu, Irak’a yönelik savaş tehlikesi varken 8 Ocak’ta gündeme sokulmaya çalışılan açık lamalar anlaşılır gibi değil. Üstelik Yüksek Askeri Şûra’nın üzerinden bir hayli zaman geçmişken, Genelkurmay Başkanı Org. Özkök’ün ‘şerh’in yol açtığı rahatsızlığı bir ‘irtica sor unu’ şeklinde sunmasını anlayabilen beri gelsin! YAŞ’ın iki sivil üyesi, Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı Gönül hiçbir mesaj kaygısı taşımadan, ordunun iç disiplinini bozma yacak demokratik endişelerle şerh düşmüşlerdi. Ve bu şerhi basına 66 da sızdırmamışlardı. Şerhten 3 gün sonra bu olay basına yansıdı. Herkes çok iyi biliyor ki, Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı Gönül bulundukları mevkiinin bilincinde ve diyaloğu ön planda tutan kişilerdir. Bu yüzden de ‘irtica’ kavramıyla hedef alınacak kişiler değillerdir... Ayrıca, askerlerin sürekli her konunun bir konuşma yeri olduğunu söylediklerini ve “siyasilerin ulu orta her şeyi, her yerde konuşmala rından” şikâyet ettiklerini de biliyor uz. O halde ortaya çıkan bu dur umu nasıl değerlendireceğiz? İsterseniz bu noktada Gazeteci Fehmi Kor u’ya kulak verelim. "Öyleyse" diyor Kor u 10 Ocak tarihli yazısında, "şerh konusunu medya patronlarının davetli olduğu bir resepsiyona taşımanın ve gazete manşetlerine tırmandırmanın ‘rasyoneli’ ne olabilir?" "Özellikle de şu sırada." "Türkiye’nin sınırları ABD’nin Irak’a açacağı savaş yüzünden sım sıcak. Washington Türkiye’yi de kendi yanında savaşın içine çekmek için olağanüstü gayret gösteriyor. Hükümet, ihtilâfı barışçı yoldan çözmeye ve ülkeyi en az zararla bu badireden çıkarmaya çalışıyor. Askerle siyasi iktidarın en yakın durmaları, yakın değillerse bile yakın oldukları gösterisinde bulunmaları gereken günlerden geçiyor uz. Org. Özkök’ün çıkışı bu bakımdan da sor unlu." Yoksa, Org. Özkök’ün açıklamaları doğr ultusunda basında kopar tılan irtica yaygaraları, Irak’a yönelik savaşa taraf olmayan hüküme te açık bir uyarı mı? Türkiye, ‘Savaştan sonra Beyaz Saray’ın telefonlarının hep meş gûl çalacağı’ tehdidine pabuç bırakacak mı? 2002 67 Hiçbir mazeret, başarının yerini tutamaz Artık savaş başladı. Bundan sonra "Olur mu, olmaz mı, kuzey mi, güney mi?" tartışması yerine "Savaşın ne zaman biteceği ve sonuç larının ne getireceği" tartışılacak. Şu bir kere kesin, ABD ile Avr upa’da bazı ülkeler arasına, petrol ve nüfuz çatışması girmiş dur umda. Amerika, bütün dünyaya rağmen bu savaşı başlattıysa sonuçlarına da katlanacaktır. Ama, Irak krizi sürecinde, anlaşılan o ki, bizim amaçlarımızla Amerika’nın amaçları ters düşmüştür. Karşılıklı istekler, müzakere aşamasında bazı nedenlerden ötürü yeterince anlaşılamamış ya da iki taraf için de yutulması zor lokmalar halinde sunulmuştur. Ancak, şu çok açık ki, elli yıllık "dostumuz" ve "stratejik ortağı mız" ABD, Türk halkına ve yönetimine güven vermiyor. Pek tabii ki stratejik ortaklığın büyük tarafı olarak her şeyi kendi çıkarları doğr ul tusunda kur up götürmek istiyor. Elindeki tüm kozları tutup zamanı gelince "elli yıllık dostuna" tehdit unsur u olarak dayatıyor. Bunu Kuzey Irak, PKK, Çekiç Güç meselelerinde gayet açıkça gör dük. Amerika’nın Sesi Radyosu 1991’den beri Kürtçe yayın yapıyor. 1992 Nevr uz’undan itibaren PKK Amerikalılarca "ayrılıkçı hareket" olarak sınıflandırıldı. ABD, "Çekiç Güç’ün süresini uzatmazsanız boş luğu Kürtler’e silah vererek doldur ur uz" diyerek bizi tehdit etmişti. Ekim 1992’deki Kuzey Irak operasyonuna Amerikalılar tepki göster miş; 14 kasım 1992’de Ankara’da "Türkiye, Suriye ve İranlı yetkilile rin katılımıyla yapılan toplantı"dan haberdar edilmediği için rahatsız lığını dile getirmişti. 1993’te yayınladıkları raporda Kürtler’e ayrımcılık yapıldığı ve Kürtler’in "etnik azınlık" olduklarından bahsedilmişlerdi. Eylül 1994’te Türk yetkilileri Kürtler’e karşı mücadelede, temel insan hak ları konusuna uymaları için açıkça uyarmışlardı. 68 Aslında bütün ülkeler birbirlerine karşı ortaklık ve dostluk sınırla rını kendi çıkarları doğr ultusunda yürütüyorlar. Buraya kadar geldikten sonra yapacak bir şey yok artık, ileriye bakmamız, olanlardan ülkemize fayda çıkarmamız gerekiyor. "Amerika, olanlar karşısında bizi defterden silecek veya bize bir ders verecek" diye bekleyebiliriz. Savaş dur umunda bunu pek yap mayabilir, ama Irak’ta rahata kavuşunca yapacağı en önemli şey, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla ekonomimiz üzerinde oynamaktır. Öncelikle Türk Hükümeti’nin bunun önlemlerini alması ve ekono mimizi kendi ayakları üzerinde dur ur hale getirmesi kaçınılmazdır. İkinci olarak da Irak’ta ne tür bir şekillenme olacaktır? Bu şekil lenmede Türkiye’ye bir rol düşecek midir? Kuzey Irak ayrı devlet mi olacak yoksa Irak bütünlüğü içinde mi kalacaktır? Türkiye’nin bu aşamada artık çok fazla rolü olacağını zannetmi yor um. Bu cepheden bakınca, ilk tezkerenin geçmesi ve Amerika ile bir likte Kuzey Irak’a girmemiş olmamız ülkemiz açısından dezavantajlar getirmektedir. Türkiye’nin askeri ve dış politikası İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana pasif ve yaklaşımsız devam ediyor. 58. ve 59. Hükümet olarak, söylemleri güzel başlattık, ama dış politikada bunun devamını geti remedik. Ankara bürokrasisine teslim olduk. 1991 Körfez krizinde kuzeyden girme şansını askerler eliyle geri teptik. Şimdi ise kendi milletvekillerimiz eliyle bu fırsatı kaçırdık. Yüreği yufka insanlara lâf anlatmak gerçekten zor. Sultan II. Abdülhamit, "Müslüman kanı dökülmesin" diye Sela nik’ten gelen Hareket Ordusu’na karşı asker çıkarmamıştı. Ama bir İmparatorluğun çöküş sürecini başlatmıştı bu davranışı. Şimdi bizim farkımız nedir bununla? Bizim hükümet olarak en önemli derdimiz, Türk insanının gelece ğini siyasi, askeri ve ekonomik olarak garanti altına almaktır. Ama şu an karşılaştığımız dur um öyle bir dur um ki, dünyanın han gi paktıyla hareket ettiğimiz bile belli değil. Tek başımıza mıyız, tıpkı romantik savaşçı Donkişot gibi? Savaşın ne içindeyiz ne dışında. İkinci Dünya Savaşı’nda da 69 savaş bittikten sonra Almanya’ya harp ilân etmişiz. Şimdi de farkı yok. Korkak, pısırık bir dış politika bizi bir yere taşıyamaz. Ortadoğu ülkelerinin dostluğu düşmanlığı zamana göre değişir. Biz ise çok ‘saf bir politika’ üretiyor uz; hayır üretmiyor, var olan politikaların üstüne yatıyor, onlara mar uz kalıyor uz. Son olarak size bir şey hatırlatmak istiyor um: Cumhuriyet Halk Partisi 50 yıldır iktidara gelemiyor. Niye gelemi yor? Çünkü Türk halkını 1940-50 yılları arasında aç bıraktı. Bizim insanımız şehit olan oğluna, ölen kocasına, gidip gelmeyen evlâdına bir teselli bulur; ama açlığı, aç bırakılmayı unutmaz. Ölüm mukadderdir, onu unutur. Ama açlık asla kader değildir ve halk bunu asla unutmaz. İlk görevimiz bu ülkeyi aç bırakmamak, ekonomik kriz ortamına sokmamaktır. Ümit ederim öyle olur. 2003 70 Türkiye AB fonlarından yararlanmalı... AB, üye ülkelerin yanı sıra aday ülkeler arasındaki bölgesel geliş me farklılıklarını ve dengesizliklerini azaltmak amacıyla da program lar uygulanmasını öngörmektedir. AB düzeyinde sürdürülebilir geliş menin gerçekleştirilmesi için bölgeler oluştur ulmaktadır. Bu gelişi min en önemli unsur u da hızla yükselen "yerelleşme" olgusudur. Katı merkeziyetçi bir yönetim yapısından şeffaf ve katılımcı demok rasiye geçişle birlikte yerinden yönetim tarzının Avr upa’da güçlenme si de AB içinde bölgesel politikanın önemini artırmaktadır. Bölgesel gelişmedeki fark ve dengesizlikleri en aza indirmek ve yatırım ve kaynakların adil dağılımını gerçekleştirmek için bölgesel politikalar geliştirmek gerektiğini AB söylemektedir. 14 Nisan 2003 tarihinde kabul edilen katılım ortaklığı belgesinin "üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri üstlenebilme yeteneği" başlı ğı altındaki bölümlerden birisi de "Bölgesel politika ve yapısal araç ların koordinasyonudur" Yani "Ulusal Kalkınma Planı ve NUTS 2 düzeyinde bölgesel kal kınma planları hazırlanmak sûretiyle, bölgesel farklılıkları azaltmayı amaçlayan bir ulusal ekonomik ve sosyal uyum politikasının gelişti rilmesi, yasal çerçevenin kabûlü, bölgelere yönelik kamu yatırımları nın kriterlerinin belirlenmesi, bölgesel kalkınmayı gerçekleştirecek idari yapıların güçlendirilmesi"dir. NUTS (İstatistiki Bölgesel Birimler Sınıflandırması) haritalarının ikincisine göre Türkiye çeşitli alt bölgelere ayrılıyor. AB üye ülkelerdeki bögeler ve değişik sosyal gruplar arasındaki eşitsizliği ve dengesizliği azaltmak için ekonomik ve sosyal sor unla rın çözümüne finansman sağlamaya yönelik 4 yapısal fon geliştir miştir. Bu 4 yapısal fona 2000-2006 yılları için AB bütçesinden toplam 195 milyar Euro ayrılmıştır. 71 Bu fonların yanısıra 4 tane de AB Topluluk Girişimi fonu bulun maktadır. AB, Orta ve Doğu Avr upa’daki 10 aday ülkenin, katılım tarihlerine kadar üç mali yardım programından fon almasına karar vermiştir. Şimdi Türkiye AB üyesi olmadığı için yapısal fonlardan, Orta ve Doğu Avr upa ülkesi olmadığı için de diğer mali yardımlardan yararla namamaktadır. Oysa Avr upa Komisyonu’nun 1999’daki Türkiye İlerleme Rapo ru’nda "Tüm aday ülkeler arasında en ciddi bölgesel sor unlar yaşa makta olan ülke Türkiye’dir" değerlendirmesi yapılmıştır. Raporda, Türkiye’nin diğer aday ülkelerin aksine uzun yıllardır bölgesel politika uyguladığı, ancak bu politikanın bir merkezi planlama sistemi çerçe vesinde gerçekleştiği ve "Bu nedenle, bölgesel boyut, kamu yatırım bütçesinin öncelikleri açıkça dikkate alınmamaktadır." tespiti yapıl mıştır. AB’nin aday ve üye ülkelere kullandırdığı fonlardan çeşitli neden lerle yararlanamayan Türkiye’nin bir an önce bu nedenleri ortadan kaldırıp var olan yönetim yapısını ve planlama anlayışını yeniden göz den geçirmelidir. DPT’nin bölgesel kalkınma planlarını yapıp uygula ma aşamasına getirmesinin sağlanması ülke yararına olacaktır. 2003 72 Film gibi... Bazı sinema filmleri vardır. Filmin başında aşıklar birbirine kavu şur, mutluluktan uçar herkes. Ama seyirci bilir ki birazdan bir şeyler olacaktır. Avupa Birliği müktesebatının üstlenilmesi için Türkiye Ulusal Programı TBMM’de görüşüldü. Uyum yasaları 6. Paket olarak geçti. 7. Paket yolda, kısa zamanda geçecek Yasal olarak, iki yıl gibi kısa bir zaman sonra AB ailesinin “bir üyesi gibi” oluyor uz. Uygulama ola rak belki zaman alacak ve başladığımız takdirde de müzakereler bir on yıl devam edecek. AB takvimine 1952’den beri şöyle bir bakarsak, ne biz ülke ola rak bu kadar yaklaştık, ne de onlar bize böylesine sıcak baktı. Ama şimdi öyle bir bahar mevsimi var ki, adeta daha öncesinde AB’ye alınacakmış gibiyiz. Bir zamanlar ABD Başkanı Bill Clinton Türkiye’ye geldiğinde bize bir yol haritası vermişti. O haritada silahsız dünya barışına gidiyorduk. Bütün dünya ülkelerinin insanları bir umut bul muştu onun sözlerinde ve eylemlerinde. Ama ABD’ye yeni bir başkan seçildi, ikiz kuleler yıkıldı, Afganis tan, Irak, İran derken ülkeler sıraya dizildi. ABD’nin artık özgürlük dağıtan ve özgürlük vaad eden ülke olduğuna kimse inanmıyor. Türk kamuoyundaki yaygın kanaat, ABD’nin bir tehdit olduğu ve oluştur duğudur. Bir özgürlük abidesi ve umudu olan ABD, 11 Eylül’deki iki uçak saldırısıyla alt üst oldu. Tıpkı cam bardaklardan yapılan kule gibi, alttan bir bardak çekiyorsunuz koca bardak kulesi şangır diye devriliyor. Bütün umutlarla beraber… Şimdi topyekûn toplum olarak geçmişimizdeki işkenceleri, hak hukuk ihlâllerini, terör suçlarını, zabıtları, tutanakları temizlemeye çalışırken, ekonomik batmışlığımızı, hırsızlıkları, hortumlamaları bir daha gelmemek üzere gönderirken; AB ailesinin yasal bir üyesi olma yolunda adımlar atarken; içeriden veya dışarıdan 11 Eylül misali bir sabotaj olur mu? 73 ‘Filmin başındaki mutluluk bozulur mu?’ diye inanın aklımdan geçmiyor değil. Korkuyor um. Ya da Avr upa’da AB yönetimine yeni birileri gelip herşeyi alt üst edebilir mi? Çünkü bugünlerde ülkeyi “iki dudak arasında” idare etmeye alış mış zevatla bizi Avr upa’nın dışına itmeye çalışan Avr upalılar boş durmaz diye kötü kötü düşünceler geçiyor aklımdan. "AB, siyasal ve ekonomik kriterler toplamının çok ötesinde, insa noğlunun mutluluğu üzerine ve onun neredeyse her anını içeren tüm yaşamını yeniden düzenleyen, niteliğini ve kalitesini yükselten, sana yi sonrası toplum anlayışına uygun hale getiren büyük bir döne meç." "Türkiye’nin AB planı üyelik süreci demek, devletten bireye, mer kezden çevreye tek seslilikten çoğulculuğa geçiş demektir." Türkiye’de tüm kur umların da zihniyeti bu yönde değişecek. Mev zuatın söylediğini de uygulamacı da böyle anlayacak. Kolay değil. Film gibi. 2003 74 Demokrasi çarkı dönüyor... Meclisin tatile girmesi demek, devam eden hayatın tatile girmesi anlamına gelmiyor. Bunu biliyor uz, öyleyse dünyada ve Türkiye’de yeni olaylar gelişiyor; yeni yor umlar, yeni tahminler, yeni dur uşlar sergileniyor. Irak’ta ve Filistin’de kan gövdeyi götürürken, bu kan herkese bulaşıyor. Bu bölgede otur up “bana bulaşmaz” demek hayal oluyor. Başbakan yeni AB hedefleri için nokta ziyaretlerine başlıyor. Ülke de toplumsal barışın sürmesi ve devam etmesi için “Topluma kazan dırma yasası” gibi çabalar sürüyor. Ülke kaynaklarını daha iyi değer lendirip kullanmak ve yeni kaynak arayışları çerçevesinde 2B denilen orman vasfını kaybetmiş yerlerle ilgili Anayasa değişikliği Cumhur başkanınca anlaşılamadığından ‘okunaklı’ ve ‘anlaşılır’ olarak değiş tirilmesi için Meclis’e geri gönderiliyor. Bu arada Recep Tayyip Erdoğan, oğlu Necmettin Bilâl’i evlendiri yor. Cumhurbaşkanlığı, Askeriye ve CHP’den kimseler ortalıkta görünmüyor. Oysa bizim memlekette düğünler bir barış sebebidir. Ancak düğün sahibi kandavalın ya da düşmanınsa bir kalleşlik yapı lacağından korkar, düğüne gitmezsin... “Bu, devletin tepesinde Çankaya - Asker - Hükûmet üçgeninde bir eksiklik, aksaklık var” anlamına mı gelir desem, güvensizlik manası mı çıkarsam, yoksa gerçekten ortada bir hazımsızlık mı var? Hem Hükûmet, hem de Başbakan bu soğukluğu sabırla her fır satta aşmaya gayret ediyor. Bunu da herhangi bir mübalağaya düş meden, vakur bir şekilde yapıyor. Ama özellikle Cumhurbaşkanlığı makamı bu konuda adeta sağır duvar gibi. Duyarda cevap vermez. Biz de saf saf düğünümüze davet eder, “Biraz ısrar edersek belki yumuşar da gelir” diye düşünürüz. Öyleyse bazı şeylerde daha dikkatli olmamız, demokratik hukuk devletine yakışır tavırlarımızla ve sürekli barışı kovalayan tutumu 75 muzla “sağır duvarları” ısrarla aşındırmaya devam etmemiz gerek mektedir. Geriye bir bakalım; kimler geldi, kimler geçti? Demokrasi çarkı herkesi öğüte öğüte dönüyor. Tüm bu olanların bir özetini Verso Araştırma Şirketi vermişti geçen ay. Bu araştırmada “hiçbir zaman oy vermeyeceğiniz parti” sor usuna yüzde 20’lik bir kesim, “AK Parti” diyor. Bu oran, seçimle rin öncesinde yüzde 30’ların biraz üzerindeydi. Bu ne demek oluyor? Halkın yüzde 80’i yapılacak ilk seçimde, “AK Parti’ye oy verebili rim” diyor. Yani AK Parti Türkiye’de oy veren insanların yüzde 80’inin “birinci, ikinci veya üçüncü olarak tercih ettiği parti”dir. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi bu oran, yüzde 70’in altındaydı. Öyleyse izlediğimiz yol doğr udur. Seçimlerden bu yana geçen süre içinde, halkın güvenini biraz daha kazanmış bir Hükümet ve İktidar var. Öyleyse evlâtlarımızı evlendirmeye devam... Düğünümüze çağırmaya devam... Gelmeyenlere küsmek yok... Demokrasiyi işletelim yeter. 2003 76 Spor Yazıları Yazıları Spor 77 78 Korku ve yorulmak “Bugün ne yazalım” diye düşünüp dur uyor um. Haftanın spor olay larını özetlemek çok kolay kaçar diye bundan kaçınıyor um. İki itfaiye cinin 9 günlük hastane öykülerinin ardından toprağa verilişini, yağ mur ve gözyaşları ile birlikte anlatabilirim. Erzincansporlu futbolcula rın en ağır yenilgilerini "trafik canavarından" almalarının dramatik yor umunu ve iki futbolcu ile bir yöneticinin soğuk ölümlerini yazabili rim. Trabzon’da Yılmaz Vural’ın Ankaragücü kalesine girmeyen bir top sonrası yüzündeki ifadeyi alıp Okocha’nın sol ayağıyla vurduğu topun Galatasaray ağlarına çarptığında Rıdvan’ın yüzündeki ifade ile karşı laştırıp bir öykü çıkarabilirim. Buna, bir gol sonrası Rasim Kara’nın "kol işareti" ile Fatih Terim’in "dudak kemirmesini" ortak edip neden hala Kuşadasıs por’un puan sahibi olamadığını bütün spor yazarlarına buradan sora bilirim. Veya Mürsel Sönmez kardeşim Örnek Mahallesi’nden arıyor, yanında mutlaka Dr. Şefik var, yalnızken biraz zor arar, gerçi hiç yal nız kaldığı da vaki değildir. "Biz kimi öldürelim" diyor. Geçen günler de yazdığım bir yazıyı hatırlatıyor. "Fadimeler unutuldu" diyorlar. Yorgunum ve cenazeden döndüm. Bedenen yorgunluk bir şey değil. Gazeteler, haberler, televizyonlar, americalar, çevik olanlar, olmayanlar, ayarlar, balanslar… Boşuna söylemiyor şair: "Öyle yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan Saçlarım çok yoruldu gençlik uykularımda" Aslında çok yor ulanların birçoğu bu dünyayı terk ediyorlar. Sokak larda afişleri asılı. “Evita” diye bir film çekmiş ünlü yönetmen Alan Parker. Ben, işte Batılıların bu kafasını anlamıyor um. Filmi seyreden birçok kişi belki de ‘Bu film müzikal olarak çekilmeliydi’ diyecektir. Bir şeyi ancak bu kadar anlamsızlaştırabilir insan eli. Halbuki öyle 79 anlaşılıyor ki doğr u düzgün bir film yapılsaydı, "Oscar da alır, hasılat rekorları da kırar" denilecek bir öykü var. Ben de ümitlenmiştim. Yir mi küsür yıldır tiyatrolarda müzikali vardı bu öykünün. Beşiktaş’ın Nijeryalısı Amokachi’nin ağzından İslâm anlayışını anlatan üç beş kelimeyi alarak, "inancın reklamı olmaz" diye "ders" çıkaran bir gazete acaba ne reklamı yapıyor dersiniz. Herhalde traş bıçağı reklamı değil. Rıdvan ise bunlara, bütün olanlar karşısında henüz genç kalıyor. Önünde yıllar var. Futbol öyle çok karmaşık bir şey de değil. Futbol dan anlamak için ekonomi hocası veya yazarı olmaya gerek yok. Fenerbahçe şampiyon olmasa bile Rıdvan doğr u yoldadır, oyumuz onunladır ve devam etmelidir. Ve gene bir şiir: "Korkulur bu şehrin gecelerinden Mayın tarlasıdır kaldırımlar Flaşlar patlar masum kalır cinayetler Korkulur bu şehrin meydanlarından her mevsim Acımasızca topa tutar soluk benizliler Saçları dağınık ağzında ıslık şehre inenleri." 1997 80 Hastalık teşhisi Bir sezon boyunca ümitleniyor, hayaller kur uyorlar. Bayraklarını ütüleyip hazırlıyor, belki de artırdıkları üç - beş kur uşla bayraklarını yeniliyor, şampiyonluk rüyası görüyorlar. Yağmur - çamur demeden, soğuk kış aylarına aldırmadan, bazen yemeden, çoğu kere sıcak bir şey içmeden stadyumlara koşuyorlar. Çok galibiyetler alıyor, pek çok mutluluklar yaşıyorlar. Evde hasta çocuklarını ihmal ediyor, gündüz maç seyredip akşam spor programlarında, kafasındakilerle uyuşabi len bir kanal arıyor, bir spor yazarı sor uyorlar, uzaktan kumandala ra. Ligde kaç takım varsa, hepsinin içerisinden yalnız birisi şampiyon olabiliyor. Bunu da biliyorlar. Bazen televizyonun bir yor umundan, bir gazetenin başlığından, bir spor yazarının iki satırından etkileniyor, otobüs taşlıyor, taraftar kavgasına karışıyorlar. Bıçaklıları - satırlıları bunların arasında saymıyor uz zaten. Bunların hepsini takımlarının şampiyonluğu için yapıyorlar. Birazcık mutlu olabilmek için. Geçen hafta İstanbul yenilgisiyle Karadeniz’den Trabzon, bu haf ta bir Karadenizli’nin yenmesiyle İstanbul’dan Beşiktaş şampiyonluk şanslarını matematik olarak belki değil, ama aklen ve tecrübe ile anlaşılana göre kaybettiler. Şimdi Beşiktaş takımının taraftarlarına dünyalar zehir oldu. Yeme den - içmeden kesildiler, uykuları kaçtı, iş verimleri düştü. Dahası alay konusu oldular. Zaten kupadaki kötü sonuç yetmezmiş gibi bir de Samsun yenilgisi çıktı. Sezon boyunca alınan galibiyetler sonucu yaşanan mutluluklar unutuldu, yerini karamsarlığa bıraktı, dünya başlarına yıkıldı. Dünyaca ünlü futbolcuları, golcüleri, frikik kralları… Ama hepsi unutuldu. Hedefleri şampiyonluktu, o da olmayınca geride bir şey kalmadı gitti. 81 İşte geçen hafta futbol insanları mutsuz ediyor demiştim. İşte Beşiktaş taraftarlarının hali. Yarın aynı kader, yarıştaki diğer iki takımdan birisinin başına da mutlaka gelecek. Çünkü şampiyon bir tane çıkacak. "Biz duygusal milletiz" tekerlemesiyle işin kolayına kaçıp sıyrıl mak isteyişimizin, çok iyi birşey olmadığını bilmemiz gerekiyor. Hasta toplumlar ne sağlıklı nesil yetiştirebilir ne de sağlıklı üre tim yapabilir. Türkiye’nin yüzde 70’inden fazlası futbol hastası diye biliriz. Sağlıklı olması gereken bir toplumda bu oran çok fazla. Bizim futbol taraftarlığı ile göstermiş olduğumuz ruh hâlinin, geri kalmış dedikleri toplum türlerinin alâmetlerinden olduğunu sanıyo rum. Beşiktaş’a üzülüyor um, en çok taraftarlarına üzülüyor um. Aynı şey, gelecek hafta Fenerbahçe’ye olabilir. Galatasaray’a olmayacağı nı kim garanti eder? Dertlerine çare arayan bir topluma acil şifalar ve sağlıklı günler diliyor um. 1997 82 Bir gün geliriz "Ulur aya karşı kirli çakallar, Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa. Monna Rosa bugün bende bir hal var Yağmur iğri iğri düşer toprağa, Ulur aya karşı kirli çakallar." Yağmur iğri iğri toprağa düşüyordu. Gazete sayfaları, futbol fiks türlerinin son sayfaları artık sarmıyordu. Bu yıl bahar da gelmiyordu. Çocuklar hızla eşiklerden atlayıp sokak aralarının tozlarına, çamur u na bulanamıyordu. Bende de bir hâl vardı. Sabah gözlerim açılmak istemiyordu. Yazılar tersinden akan ırmak, şiirler kur umuş dereler gibiydi. Kocaeli, Trabzon’u yeniyor, kupayı havaya kaldırıyor, taraftarlarını sevindiriyordu. Fenerbahçe’nin bizi nasıl sevindiremediği geçiyor bir bir gözleri min önünden. Lige girerken “açık ara bitirir” diye tahminler yürüttü ğümüz takımın halini görüyor uz: Acemiler mangası. Manga olacak sayıda adam da bulamazsın içlerinde. Gazetede yayınlanmış yazılarımı karıştırıyor um; başlıklarına, satır aralarına göz ucuyla bakıyor um. Önüme bir ışık gelsin istiyor um. Dışarıda yağmur un sesi, hafif rüzgârlı, iğri iğri düşürüyor damlaları. Toprak ses veriyor, bende ses yok. Monna Rosa’dan Sisler Bulva rı’na geçiyor um. 83 "Sisler bulvarına akşam çökmüştü Omuzlarımıza çoktan çökmüştü Kesik birer kol gibi yalnızdık Dağlarda ateşler yanmıyordu Deniz fenerleri sönmüştü Birbirimizin gözlerini arıyorduk." Göz arayıp durdum akşama kadar. Gözlerinden okuyabilecek, gözleri okunacak.. Bu yıl çocuklarımızı sevindiremeyeceğiz. Fenerbahçeli çocuklar mahçup, yanakları al al çıkacaklar sokağa -çıkarlarsa-… Deniz Kadıköy’ün duvarlarına nasıl çarparsa hırsla, Sarayburnu ses verir Haydarpaşa’ya. Ama nafile bu yıl bahar hiç gelmeyecek. Yağmur iğri iğri düşecek toprağa, dağlara hep kar yağacak, çocuklar üşüyecek geceler boyu. Biz hep yeminimize sadık kalacağız. Etrafı mıza teselli dağıtarak kendimizi avutacağız. Yazılar düzgün durmayacak kitap sayfalarında. Şiirler temizleme yecek damağımızdaki pasları. Birisi futbol topunu göğe doğr u şutla yıp gönderecek, top bu yıl düşmeyecek orta sahaya. Biz gelecek yılı beklemeye başladık şimdiden. Bayrakları ütüledik sandığa koyduk, çocukları avutup eve kapattık. Çin Seddi kadar sağlam kaleler örüp bekliyor uz. İlkbaharın gelmesini bekliyor uz. Biz kaleler gibi umutla bekleriz. Bir gün biz geliriz. 1997 84 Biraz duman var Bazen eski defterleri karıştırırım. “Eski defter” dediğim gerçekten eski defterdir. Karıştırırken arasından kâğıtlar çıkar, gazetelerden kesilmiş yazı parçaları, resimler, not yazılmış kâğıtlar. Şimdi önümdeki bir defterimin arasından 1988-1989 yılının ilk yarı fikstürü çıktı. 21 Ağustos 1988’de Rize - Fenerbahçe maçının altını çizmişim. Fenerbahçe’nin bütün maçlarının altı çizili. Galiba Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu yıldı. Gol rekor u kırdığı yıl. O yıl Fenerbahçe’yi lider bırakıp yurt dışına gitmiştim. Şampiyonluğunu on gün sonra elime geçirdiğim gazetelerden ağzım kulaklarımda öğren miştim. Kâğıt parçaları arasında şiir müsveddeleri var: "Geç kaldın sevdiğim Çiçekler açmadan Kuşlar yuva yapmadan gelecektin Geç kaldın Trenler kalkmadan Yollar toz duman olup Mevsimler dönmeden gelecektin Geç kaldın Partiler kurulmadan Cimbom bizi yenmeden Sarı kırmızılı bayraklar 85 Göndere çekilmeden gelecektin Geç kaldın." (1983) 12 Eylül’ün ardından partilerin kur ulduğu, hayatın normale dön meye başladığı günlerde, galiba Galatasaray Fenerbahçe’yi yenmiş, bu da benim şiirime girmiş. Bugün de tank sesleriyle karşılaşıyor uz. Fenerbahçe’nin önümüzdeki hafta Galatasaray’la maçı var. Aca ba her şeye yeniden mi başlıyor uz diyor um. İnsanlar bir kaşık suda fırtına koparırken galiba en iyisi, futbol seyircisi olmak. Bazen insanlar bütün gerekeni yapsa da, bütün tedbirlerini alsa da iş olacağına varıyor. Kaderde çizilen oluyor. Eğer birileri darbe yapmaya niyetlendilerse yaparlar. Tedbirler de niyetleri değiştirmez. Aslında bugün kupa maçlarından yazabilirdim. Beşiktaş’ın galibi yetinden bahsedebilirdim. Ama Fenerbahçe’nin umursamazlığına, vurdumduymazlığına kızgınım. Tahammül edemediğim için bugün etrafta dolaşıyor um, "orta sahaya" bir türlü gelmek istemiyor um. Bir takım "göz göre göre" derler ya, işte öyle kupadan elendi, lig den de kopmak üzere. Bunlar binlerce seyircinin ve taraftarın gözleri önünde cereyan ediyor. Ama birileri tedbir almıyor. Onun için maç konusuna girmek istemiyor um. Hem gündemimizde yeteri kadar konu var zaten. Taksim Camii, kurban derisi, Sincan vakası gibi konular varken spora ne hacet! "Benim bu şaşı karanlığa zorla, zorlayarak Tutuşmuş bir gül sıkıştırmak boynumun borcu." 1997 86 Yolculuk Yolculuğu severim. Severim yolculuğu derken içimde bir ürperti oluyor. Yolculuğu değil, seyahati de değil, bir yerleri görmeyi, yeni yerlere gitmeyi gerçekten sevdiğimi söylerken, o yerlerin bana gel mesinden daha çok hoşlandığımı söyledim akşam evde. Sonra kitaplar, şiirler karıştırdım. Cemal Süreya’dan okuyor um: "Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin" Konu yolculuktan açıldı ya ben devam ediyor um: "Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın? Hala dağları karlı Erzincan’da mısın?" diyorken A. Muhip Dıranas "Fahriye Abla"sında, ben Cahit Sıt kı’nın "Otuzbeş yaş"ının ortasına düşüyor um: "Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç farkettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış." Derken Orhan Veli karşıdan çıkıyor: 87 "Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik." diyerek yolculuğa devam etmek istiyor um. Ama ben yola çıkmıyo rum, yolculuk önümden geçiyor, ben seyahat ediyor um. "Ayın yirmidördünde Nairobi’de ol İlk yağmurlarla birlikte geleceğim Eğer ben gelmezsem yağmurlar gelecek Otelin penceresinden duyabilirsin" Attilâ İlhan böyle diyor bir yerlerde. “İşte şimdi buldum” diyor um gezip göreceğim yerleri. Yanlış anlamayın henüz Nairobi’ye gitmeye niyet etmedim. "Eğer ben gelmezsem yağmurlar gelecek" diyerek verdiği umut, bana bu yolculuğumda yetiyor. Yolculuk öncesi yağmur bir müjdedir benim için. Futbol insanları azıcık mutlu ediyor, çoğu zaman mutsuzluk veri yor. Bir yıl boyu maç kazanan bir takım bir maçta şampiyonluğu ya da kupayı kaybedince kazandıklarının hiç anlamı kalmıyor. Trabzonspor sevenlerini bir kere daha hayal kırıklığına uğrattı ve üzdü. Artık bu saatten sonra teselli de faydasız onlar için. İşte ben de futboldan kaçarak bugün şiirlere yolculuk yapmaya çalıştım. Gene bir şiirle ve bu sefer Sezai Karakoç’la bitirelim: "Ölen döner ve çağırır Gülün açışı gibi Bahar söylemeğe başlar Eriyen karlarla birlikte Derken kır otun diliyle Fısıldar dirilişi." 1997 88 İçinden sporcu geçen yazı Şöyle bir yokluyor um zihnimi; “takımını, arkadaşlarını sattı” deni len, onlar hakkında konuşan, kötü günde intikam duygularını gazete sayfalarına dökme ihtiyacını hisseden kim var diye. Bir Hasan vardı. Fenerbahçe’den olaylı bir şekilde gitmiş, ihanetle suçlanmış, futbol hayatıda o gidişle bitmişti. Çanakkale Dardanelli Engin bir TV programında eski takım arka daşları için "Ancak 4. veya 5. olurlar" diyerek kendince aşağıladı. Fenerbahçeli Bülent, Kocaeli’ne gittikten sonra birileri aleyhine konuşmalar yaptı. Geçenlerde bir gazetede Feyyaz’ın "oyuna getirildiği” yazıyordu. Ama eski yöneticilerine sorarsan Beşiktaş’ı "küçük düşürmüştü." Fenerbahçeli Oğuz gittikten sonra hiç konuşmadı. Galatasaraylı Hakan’ın ayrıldığı eşi aleyhine gazetelerde beyanları nı okuyunca çok içerlemiştim. "Kötüde olsa anılar aranızda kalmalıy dı" diye haykırmak boşunaydı artık. Bazen sevdiğiniz ya da tanıdığınız iki insanın ortaklıklarını bozduk tan sonraki kötü dur umları insanı çok üzer. Galiba toplum olarak bu, bizim eksik yanımız. Ne yaparsak yapalım intikam duygusu, yediğimiz ekmeği, içtiğimiz kahveyi unuttur uyor. “Aslında biz böyle değildik” demek geliyor içimden. Fadime’ye gelince, hem kendisi konuştu birlikte yattığı insanların arkasından, hem de ciğeri beş para etmez sokak çocukları. Dün gazete köşesinde: "- Ne de olsa kalbim fesat ya" diye başlamış. "- Epey bi çoğunun" "- Lan valla hatun taş gibi" "- Öte yandan Müslüm Hoca’yı düşünüyor um" 89 "- O malı çoktan götürdü" gibi düzmece ve gerçekten de fesat bir adam, buraya alınamaya cak yazılar yazdırdı. Herhalde haksızlığa uğradığını kabul etsek de etmesek de hiçbir gönül Fadime’nin vefasız olmasını istemezdi. TV’lerden para almış olsa bile. Akıl yürütüp zorla evlendi ya da evlenmedi, ispatı yapmaya da ihti yaç yoktur. Belki de Sultanbeyli’de bir seyyar satıcının çocuğu olmak intikam duygularını kabartıyor. Bu duygular da geçici olarak başka dünyalara götürüyor. Hiç kimse Fadime’ye ‘Oh olsun, iyi yaptın kız’ demeyecek. Gün gelip unutulacak, konuştuklarıyla başbaşa kalacak. Yumr ukladığı masalara oturtmak için çoktan başka Fadimeler bulacaklar. Fakat bunların arasında 13 Ocak günü Yavuz Gökmen’in yazısında ki bir bölümü Fadime’nin de okumasını isterdim. Okuyunca insanın aklı başına geliyor: "Aslında yazacak çok konu var." diye düşünüyor um. Sözgelimi "Fadime" başlıklı bir yazı yazabilirim. Bu yazıda Fadime’nin "kadın" tarafını ele alır ve onun adamını nasıl sattığını işleyebilirim. "Kadınların büyük çoğunluğu, adamını satmaz" düşüncesini savu nabilirim. "Başını örtse de örtmese de kadın kadındır" gibilerinden büyük lâflar edebilirim.” diye yazmış. Ben artık ne yazabilirim bunun üstüne. Yazının içinden futbolcu da geçti, çok şükür. İşte size bir spor yazısı. Dağlarda hayvanları "av" adı altında öldürmeye gidenlerin yazıları, spor sayfalarında yayınlanıyorsa, benim yazdıklarım niye spor yazısı olmasın. Biz kimi öldürelim? 1997 90 Futbol borsası Futbolu; futbol olarak düşünen, organize eden ve oynayan ülke lerde, bu işin borsası var. Yani bir takım şampiyon olmuş veya olma mış; çok şey değişmez. Takımda oynayan her futbolcunun fiyatı hemen hemen bellidir. "Hemen hemen" diyor um, çünkü fiyatın alt ve üst sınırları var. Bunun için Beşiktaşlı Amokachi, "Türkiye’de oynadıkça değerim düşüyor" diye feryat ediyor. Çünkü Türkiye’de futbolun borsası olma dığı gibi, futbolcuların gerçek değeri de belli değil. Fenerbahçeli Boliç’in fiyatı ne kadardır? Bunun cevabı, Boliç’e göre farklı, Fenerbahçe’ye göre farklı, Avr u pa’da daha farklı olacaktır. Eğer Fenerbahçe şampiyon olsaydı; dur um zaten tamamen farklı olacaktı. Türkiye’de eğer gerçekten futbol olsa, profesyonel kulüpler bu işi gereğince yapsalar; futbolcuların değerleri, dün başka, bugün başka olmayacağı gibi; futbolumuzdaki iniş çıkışlar da bu şekilde olmazdı. Türk futbolundaki sistemsizlik, hababamcılık gelişmeyi önlüyor. Profesyonel düşünce yerleşmiyor. Böylece bir transfer ahlâkı da doğ mamış olup hiçbir kulüp, futbolcusunun değerini koyamıyor. Alıcıya göre fiyat değişiyor. Bir futbolcuya 4 büyükler talipse fiyat tavana vur uyor, diğer takımlar istediğinde makûl seviyede seyrediyor. Bizde ki bu dur um bir de eski Doğu Bloku denilen ülkelerde görülüyor. Onlar da alıcıya göre fiyat belirleyip gün gün fiyat değiştiriyorlar. Şampiyon olan takımın futbolcularını gözümüzde büyütüp; diğer lerini yerin dibine batırma hastalığımız, hem seyirci, hem medya, hem de futbol idarecileri tarafından tedaviye alınmadığı sürece, bu böyle gider. Futbolumuzun bir çok hastalığından birisi de budur. 1997 91 Bu bir ders olsun Liglerin sonuna gelirken yavaş yavaş yaprak dökümü de başladı. Önce Trabzon bıraktı kendisini. Dört gözle takip ettiklerimizin sayısı artık dört değil üç. Çoğu zaman duygularım beni yanıltır, çünkü fut bolda olaya bitaraf bakamam. Onun için değerlendirme hatası yaptı ğım çok olmuştur. Bunların içerisinde hakemliği ve şimdi de değer lendirmeler yaptığı televizyon programları için bugün Erman Toroğ lu’na hak vereceğim. Çünkü ben hep şöyle düşünür ve söylerdim: "Erman Toroğlu değişik bir şeyler yapıp söyleyeyim diye bazı takım ların canını yakmıştır. Sevdiği hakemleri yerden yere vur ur." Ama televizyon görüntülerinden iki haftadır İkinci Lig Play Off kar şılaşmalarında çıkan olayları gördükçe Erman Toroğlu’na hak verme mek mümkün değil. O hangi maçı idare ederse etsin futbol oynana cak saha elverişli değilse, kurallara aykırı bir olay var ise maçı kesinlikle başlatmazdı. Geçen haftaki Rize - Mersin maçında sahanın içerisinde bir stad dolusu insanın ne işi vardı? Hemde silahlı adamlar ne görev yapar lar orada, kimse bilmiyordu. Evvelki hafta Diyarbakır’da meydana gelen olaylar bunun bir ben zeriydi. Daha önce Kayseri’de basket maçında silah çeken kulüp başkanı, aynı zamanda milletin de vekâletini almıştı. Aslında iş tamamen hakemlere ait değil. Eğri otur up doğr u konuşacak olursak, ikinci ligin statüsü gereği play-off denilen bir uygulaması var. Bu uygulama lige çok heyecan getirdi. Maçlar haftalar öncesinde zaten konuşula konuşula o şehri strese sokuyor. Yöneticiler, teknik heyet ve futbolcular şartlanıyorlar. Aykırı bir dur umu da hiçbirisi kaldıramı yor. İkinci ligin dur umu şu anda birinci ligden daha önemli bu ağırlığı ile. Ama gerek federasyon, gerekse play-off’ta oynayan illerin idare cileri bu ağırlığın ve sor umluluğun henüz farkında değiller. Daha vahim olaylar meydana gelmeden birtakım tedbirler acilen alınmalı dır. Nedir bunlar? 92 Öncelikle maçlara Türkiye’nin en iyi hakemleri verilmeli. Maçlara televizyon yayını getirilmeli. Özellikle kritik maçlarda bunun sağlanması, o şehirdeki tansiyonu düşürecek, bütün Türki ye’nin seyredeceği bir maçta herkes daha dikkatli olacaktır. Hakemler saha içerisinde maçtan önceki kuralları, Erman Toroğlu gibi uygulamalıdır. Maçın oynanacağı ilin mülki amirleri işin ciddiyeti ni artık fark etmeliler. Bir de yapılanlar cezasız kalmamalı. Meşhur Karadenizli fıkrası, ölürken ya da idam edilirken kendisi ne sormuşlar son sözlerinin ne olacağı hakkında: "Bu bana ders olsun" demiş. Biz bunu demeden birşeyler yapalım diyor um. 1997 93 Hangisi kopya? "Kanarya gibisin kardeşim Kanaryaların telâşı içindesin. … ve adeta mağrur koşarsın sahneye Yorgunsak, al kanlar içindeysek Ve üzüm gibi eziliyorsak Kabahat senin. Demeğe dilim varmıyor ama, Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim." Son günlerin ilginç gündemlerinden biri de şu malûm "kopya koyun" meselesidir. İskoçya’nın Edinburg kasabası yakınlarında Roslin Enstitüsü’nde yetişkin bir koyundan hücre nakliyle o koyunun özelliklerini taşıyan bir kuzu üretilmiş. Şimdi dünyada bu faydalı mı zararlı mı tartışması yapılırken bir haber uçuyor gazete sayfalarına, "insan kopyası" yapıldı diye. Şimdi birisi bitmeden öbürünü irdeleyin. Acep ne olur? Birileri "tehlikeli olur", ahlâka uymaz derken insanın henüz kopyalanmadığı anlaşılı yor. Olsun, fark etmez bizim için. Türkiye’de birbirinin benzeri o kadar insan var ki, hangisi asıl, kopya kim vallahi anlayamazsınız. Son gün lerde askeri öyle çok davet eden var ki, şaşırmamak elde değil. Hepsinin gerekçesi bir, korkuları, yekvücut halinde hedefe kilitlendi ler. Amaç bu ise bizim kopyalamaya falân ihtiyacımız kalmadı gitti. Zaten bunlar birbirine benzeyip dur uyorlar. Akşam önce Fener bahçe - Galatasaray kupa maçını, ardından Barselona - A. Madrit İspanya Kupası maçını seyrettim. Fenerbahçe 3 gol yiyerek yenildi. Barselona kendi sahasında ilk yarıyı 3-0 yenik kapamasına rağmen 94 ikinci yarıyı 5-4 önde bitirerek tur atladı. Aradaki farkı, oynanan oyu nun farklılığını izledikten sonra, insanın Türkiye’de bırakın yazı yaz mayı, futbolla ilgilenmesi kadar komik bir şey olmadığını anlıyor um. Ve düşünüyor um, bizim Türkiye’de oynanan futbolu kim nereden kopyaladı? Aslında sadece futbolda değil, devletin ve halkın kurmuş olduğu bütün kur umlarda sistemsizlik, başıbozukluk, disiplinsizlik hakim olmuş. Bunu her kademede ve adımınızı attığınız her sokak başında görebilirsiniz. Beğenmesek, yavaş oynuyorlardı desek de iki yıldır Fenerbah çe’de gerçekten bir sistem vardı. Defansta başlayaıp orta sahada devam eden sabırlı paslaşmalarla oyunu kontrol altına alma, rakibin hücumlarında ise ona rahat pas atacak alan bırakmayan orta saha - defans bütünleşmesi ile garantili savunma anlayışı terk edildi. Bu sistem içerisinde tek tek adeta devleşen oyuncular, şimdiki sistemsizlikte küçüldüler, basit sıradan birer oyuncu haline geldiler. Belki de tek hatası Boliç ile Saffet’in formsuz oluşlarından gol atamayışları iken şimdi bütün takımın iyi olmadığını görüyor uz. İşte Fenerbahçe’nin bu sistemi, sağolsun Rıdvan sayesinde üç haftada bozuldu ve Fenerbahçe sıradan bir takım oldu. Halbuki bu takım Avr upa’nın devlerini dize getirmişti. Adeta onlara gol atacak pozis yon fırsatı vermemişti. Artık benim bir şey söylememe gerek yok. Nazım Hikmet, başta aldığım dizelerinde kabahatin çoğunun kimde olduğunu açık bir dille anlatmış. Anlayana bu da yeter. 1997 95 Futbol oyunu “Kırk yıl sırtında taşırsın, bir kere indirdiğinde kötü olursun” diye, meşhur atasözü var ya; bu da öyle bir şey. Sergen, Beşiktaş’ı kötü günlerinde sırtında taşıdı, Beşiktaş da Sergen’i kötü günlerinde sırtında taşıdı buraya kadar geldiler. Ama ne olduysa birden bire sigortalar attı. Bir maçta Sergen, Beşiktaş’ı taşıyamayınca, Beşiktaş da onu sırtından attı. Var aslında futbol tarihimizde iplerin koptuğu anlar. Bunlar daha çok "aforoz" diye nitelendireceğimiz tek taraflı cezalardı. “Rıdvan” örneği bunlardan biriydi. Fakat bu seferki farklı boyutta seyretti. Her zamanki gibi Beşiktaş’ın bir yöneticisi, faturayı Sergen’e kesti. Bu fatura Sergen’e ilk defa da kesilmiyor. Sergen öyle ahım şahım bir oyun da oynamadı. İşin ilginç tarafı Sergen bu cesareti nereden ve kimden alıyor da "rest"leşiyor. Ben pek hatırlamıyor um futbol tarihinde böyle bir şeyin olduğunu. Beşiktaşlı futbolcuya sorarsanız, kabahatler iki yıldır sürekli ken disine bulunuyor, faturalar kesiliyor; sonunda o da dayanamayıp kendisini savunmak zor unda kalmış, otuzmilyar parası da yokmuş, Erdal abisi ödermiş falân filân… Sizin anlayacağınız bu çocuk ya çok saf ya da sırtını bir yere daya dı, birileriyle söz kesti. Bu da önümüzdeki günlerde görülecektir. Salı günkü yazımda futbol seyircimizin "hasta" olduğunu yazmış tım. Meğer sadece seyircimiz değil, yöneticilerimiz ve en fazla da futbolcularımız hastaymış da, bizim haberimiz yokmuş. Türkiye futbolundaki sistemsizlik, kulüplerin sistemsizliğinden kaynaklanıyor. Adına ‘profesyonel futbol’ dense de kulüpler amatör kafalarca yönetiliyor. Profesyonel futbolcudan bahsediliyor ama onlardan amatör futbolcu olmasını istiyor uz. Yenilgi anında işi paray la çözmek varken "ruhsuzlar"dan başlıyor, "vicdansız"lardan çıkıyo 96 ruz. Seyircimiz öylesine yanlış yönlendiriliyor ki kendi takım oyuncu larını "vatan haini" ilân ediyorlar. Futbolcu da bu benim işim deyip işine önem vermiyor, yöneticiler işlerine geldiğinde futbolcusuna amatör bir ruh yüklemeye, vatan millet edebiyatına sarılıyor, aksi takdirde profesyonel futbolcunun vasıflarından dem vur uyorlar. Anlayacağınız, Sergen bir kurban, uyanık bir kurban. Futbol zaten bir oyun değil mi? 1997 97 Futbol pazarı Her yıl bu mevsime gelindiğinde futbol piyasası açılmaya başlar. Alınma - satılma dedikoduları birbirini kovalar. Türkiye’deki yabancı futbolcuların birçoğu futbol simsarları aracı lığıyla piyasaya asparagas haberler uçur urlar. Falancayı İtalya’nın meşhur kulübü istiyor, filancayı İngiltere’den bekliyorlar, bilmem kimin Alman dünürleri Kapıkule’den içeri girmiş bile. Bizim takımların idarecileri de "Bizim futbolcumuz neymiş de haberimiz yokmuş, aman elimizden kaçırmayalım" diyerek, basarlar imzayı. Hoop gelsin dolarlar, marklar basılsın imzalar. Bunları defalarca televizyonların mizah programlarından veya sinema filmlerinden izledik. Bu tür futbolcular genellikle Avr upa’nın artık işe yaramayan katı atıklarıydı. Son birkaç yılda ve özellikle Ali Şen ile birlikte üç İstanbul kulübü artık kalas oyuncu yerine gerçekten klas oyuncuları tercih etmeye başladılar. Beşiktaş’ın Walsh amcası, Fenerbahçe’nin Begoviç’i, Galatasaray’ın Hociç’i gibi oyuncuların devri kapandı, şimdi Uche, Amokachi, Hagi devirleri başladı. Dışarıdan gelenler ne kadar kaliteli olursa içerideki rekabet o kadar güzel olacak. Eski dümenler gibi son haftalarda gazetelerde Uche’nin İngiltere ve İtalya dedikoduları başladı. Hem de Uche geçen hafta İngiltere’ye gidip geldikten sonra çıktı söylentiler. Ama artık karşımızda yabana atılacak bir oyuncu yok. Burada Uche söz konusu, işi şakaya ve ihmalciliğe getirmeden çözmek gere kir. Fenerbahçe gerçekten Uche’yi istiyorsa masaya oturmak zor un da, hem de geç kalmadan. Eğer bunu bir an önce yapamaz ise, sadece piyasasını yükseltmek için bile olsa Galatasaray devreye girecektir diye düşünüyor um. Bazılarının söylediği gibi "tekliflere kulak asmayın" sözlerine kulak asmayın. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Çünkü Uche 98 söz konusu. Uche kişiliği ve futbolu ile Türkiye’de oynayan yerli yabancı herke se örnektir. Onun hiçbir zaman form düşüklüğüne uğradığını göre mezsiniz. Kimse onu omuzuyla itip topu elinden alamaz. Onun iri yapısına rağmen Rıdvan bile sağından atıp solundan geçemez. Kolay kart görmez. Takım gol sıkıntısı çektiğinde gol atar. Üç yıldır az gol yiyen defansın baş oyuncusudur. Bir kere ulaşabildiği Fenerbahçe kaptanlığına o layıktır. Sarı ve laciverte boyanmış kocaman bir Osmanlı kalesi gibidir. Elimizi çabuk tutalım beyler. 1997 99 İtfaiyeci iyi sporcudur Evvelki hafta soğuk bir gündü. Bayrampaşa Stadı’nda Büyükşehir ve Yalovaspor arasındaki futbol maçını izliyorduk. Bir ara İtfaiye Müdürü Muhittin Soğukoğlu geldi yanımıza, tokalaştık. Bir arkamız daki sıraya oturmuştu. Devre arasında "top oynamadığımızdan, ne zaman oynayacağımızdan" konu açıldı. Ben, "İtfaiye, Zabıta’yı sürek li yeniyor, bir kere bile yenemedik ki top oynayalım. Artık maç yap manın anlamı kalmadı" dediğimde Muhittin Bey tasdikledi, yanımız dakilerle gülüştük. Arkasından, "Zabıta’yı niçin yeniyorlar biliyor musun? İşleri yok, İstanbul’da kış olmadı, olmayınca yangın da çık mıyor, akşama kadar top oynayıp antrenman yapıyorlar, bizim top oynayacak vaktimiz mi var?" dediğimde Muhittin Bey espriyle arkam dan sırtıma bir vurmuştu. Ben de iyi şaka yaptığımı zannetmiştim. Tuzla’daki gemi yangınını söndürmeye giden itfaiyecilerin gemide yanmalarını televizyondan izleyince, bir de hastanelerde yüz yüze gelince, yaptığım şakadan utandım. Ne demek çalışmamak, çalışırken yanmak da var işin içinde. İtfaiyeciler sporda çok güçlüydüler. Güçlü olmak zor undalardı. Çünkü sürekli güçlü kalmalı onlar. Ama bir avuç gözü dönmüş siyasi, "Öküzün altında buzağı arar" gibi kasıttan veya ihmalden bahseder oldular. Yanan kendi plazaları olsaydı ne diyeceklerdi? Galiba "Bu vatana binlerce itfaiye eri feda olsun" derlerdi. Gemide yananlar, yangına ilk koşanlar, cesur, gözüpek, fedakâr itfaiyecilerdi. Onlar itfaiyeye ve dolayısıyla yönetime yangınlar yüzün den tek bir söz gelmesini istemedikleri için en önde gidenlerdi. Onlar İbrahim’di, Celil’di, Naci’ydi. Onlar İstanbul’un öncüleriydi, kendilerini en önde ateşe atarlar dı. Onlar kendilerini ateşe atarken bir şey olmuştu. Bir kafa onların 100 aldığı parayı fazla bulmuş olmalıydı ki, bir el uzandı aldıkları maaşın bir kısmını kesti. Hemde koskocaman Bütçe Kanunu’na bir madde sokuşturarak. O madde öylesine sırıtıyordu ki önüne geçilemiyordu, kimse kılını kıpırdatamıyor, herkesi bağlıyordu. Belediye Meclisleri artık ne takdir ederse etsin, bir şey fark etmiyordu. Ve bunu herkes biliyordu. Bizim dediklerimiz hükümet ediyordu. İtfaiyeciler yanıyordu. Hem de ucuz tarifeden. Evet itfaiyeciler, iyi sporculardı. Sürekli güçlüydüler. Belediye birimleri arasında turnuvalarda birincilikler alıyorlardı. Sporcu, aynı zamanda sportmen ve centilmendiler. Yenilirken kızmaz, telâşlanmazdılar, soğukkanlıydılar. Yanarken de soğukkanlıydılar; hem de bütün Türkiye’nin gözleri önünde. Geçmiş olsun itfaiyeciler. Sizler iyi sporcusunuz. İyi itfaiyecisi niz. 1997 101 Yukarıdan bakanlar Aslında sporda, özellikle futbolda alt yapıya değinecektim. Kendi mi konuya konsantre etmeye çalışıyordum. Altyapının çoğu kere yanlış anlaşıldığını; büyük takımların altyapıdan futbolcu yetiştirip oynatmasının şart olmadığını; zaten Türkiye genelinde yeterli olma sa da bir futbol altyapısının olduğunu; büyük dediğimiz takımların çok para vererek buralardan futbolcu almasının daha iyi olduğunu yazacaktım. Eğer büyük takımlar bunu yapmaz, bütün futbolcularını kendileri yetiştirmeye kalkarlarsa futbolun o zaman öleceğini, büyük takımlar da birgün top oynama hayali biterse futbolun Türkiye’de zaten bite ceğini yazacaktım. Yabancı oyuncuların dışında diğer oyuncuların zaten Türkiye’de herhangi bir takımın altyapısından yetiştiğini, Fenerbahçe’de oynaya nın Fenerbahçe’de yetişme şartının çok saçma olduğunu, Erzu rum’da topa vuran bir delikanlının Fenerbahçe’de oynama hayalini yıkmaya kimsenin hakkı olmadığını yazacaktım. Bugün yeteri kadar oyuncunun Türkiye’de yetiştiğini, bunun şu takım veya bu takımda yetişmiş olmasının o kadar önemli olmadığını yazacaktım. Fakat bir gazetenin spor yazarı olmayan bir yazarının zaman zaman spor sayfasındaki saçmalıklarından birisini okuyunca bütün bunlardan vazgeçtim. "Biz Mekteb-i Sultani’nin aristokratları olarak…" diye devam eden yazı aslında kendisini ele veriyor. Klinik bir vakıa. Kesin teşhis ve tedavi gerekir. Ayaklarına çamur bulaşmamış züppe çocukları, (bulaşan çamur varsa da o bizim, köyden gelirken bindiğimiz arabanın tekerinde gelen çamurdur) bize hep yüksekten bakarlar. Onlar "efendi", biz onların yaptıklarını anlamaya mahkûm. Ama bazen aramızdan birisi 102 çıkıp onları onaylamazsa bir kaşık suda boğmaya hazır gönüllü cel lâtlar. Onlar takımlar 3-0 mağlup oynarken bile karşı takımın dur umu nun ne kadar içler acısı olduğunu yazacak kadar gerçeklerden uzak, dünyadan kopuk, halktan ayrı olduklarını gösteriyorlar zaten. Kültürden bahsederek milyonlarca taraftarı aşağılamayı deniyor lar. Şampiyon oluyorlar, ama “en çok şampiyon” olamıyorlar, gol atıyorlar ama “en çok gol atan” olamıyorlar; Avr upa’dan bahsediyor lar ama kavanozu dışarıdan yalıyorlar. Kültürden bahsediyorlar ama kendi halkına yabancılaşıyorlar. Kendi taraftarı bile onların gözünde zaman zaman "hayvan" oluyor. Beyefendiler rahat koltuklarında rahatsız olmak istemiyorlar. Birisi çıkıp bu aristokratların aristokratlıklarına karşı çıkınca, "kölelerin önüne düşüp zincirleri çözünce” bunların gözünde "detone borazanı" oluyor. Önce okullarıyla, sonra bakışlarıyla, başımıza geçip bizi yönetme leriyle, sonra köylüye efendi deyip aşağılamalarıyla, kendi okullarının bulunduğu caddeye girmeyi bize "girilmez" yapmalarıyla artık gırtla ğımıza geldi. Birisi çıktı, bunlara, bunların oyunlarına ‘dur’ dedi ve oyun durdu. "Biz günde bin kez Tih Çölü’ndeyiz Ne bıldırcın kuşları görmüşüz göğümüzde Ne kudret helvasından bir tad var soframızda Kızıldeniz en delişmen günlerini yaşarken gençliğinin Tûr-u Sina sessiz sessiz kan ağlar göğsümüzde" 1997 103 Çocuk sesleri "Boyuna ateşler söndü dağlarda, Bir yıldız boyuna söndü durdu. Çocuk insan seslerine yaslanmış uyuyordu." İçinden çocukların geçtiği şiirlerden okudum akşam. Çocukları, İstanbul’un artık olmayan boş arsalarında mısralardan mısralara koşarken gördüm. “Çocukluğumda arsalarda top oynuyordum” desem, köy çocuğu idim, ne yalan söyleyeyim ilk futbol topunu orta okula gitmek için ilçeye gittiğimde gördüm. Çocukları Kızıltoprak’taki Toraman Sineması’nın boş beton ala nında hep seyrettim. Fenerbahçe’nin o eski antrenman sahasının kenarlarında, şimdiki stadyumun civarında gördüm. Hem misket oynar, arka ceplerinde Altıyol otobüs durağından aldıkları Tom Miks - Teksas’lar taşır, Fener antrenmanlarını beklerlerdi. Çıkışta belki Didi şanslı birinin başını okşardı. Arsalar vardı, çocuklar top oynardı, futbol zevk verirdi. Çocuklar kendi takımlarını kurar, mahalle maçları yaparlardı. Çocukların şimdiki halı sahalara verecek kadar parası olamazdı zaten. Herkesin idealinde bir futbolcu vardı, onun gibi oynamaya çalışır dı. Kaledekilerin hayallerini kaleciler süslerdi. Gazetelerin spor sayfaları didik didik okunur, kolay kolay dediko du yazılmazdı. Pazar günü atılan üç Fener golünün elle çizili krokileri arka sayfayı süslerdi. Öyle çok spor yazarı da yoktu… Televizyon zaten sonradan çıkma bir şeydi. Radyolar çok kıymet 104 liydi, Halit Kıvanç, Orhan Ayhan. Sadece TRT. Sahalar toprak. İstanbul amatör küme maçlarının tadı öyle değ me birinci lig maçlarına değişilmezdi. Maç seyrederken goller tekrar gösterilmezdi. İtirazlar öyle günler ce devam etmez, herkes ahkâm kesmezdi. Otoriteler vardı. Bir gerçek vardı, futbolumuz Edirne’den öteye geçmez, tek turluk Avr upa maçları ile avunurduk. Belki futbol iyi değildi, Edirne’den öte ye şanslı kuraların dışında gidemezdik, ama galiba daha zevkliydi, maça gitmek, seyretmek değerdi. Dolmabahçe’ye gitmek için Kara köy vapur undan indikten sonra sadece yürürdü yüzlerce, binlerce kişi. Şimdi özel otolar, lüks koltuklar... Şimdi ekranlı sahalar, televizyonlar, pahalı futbolcular… Şartlar belki daha iyi ama sadece iyi. Şu gerçek: Eskiden siyaset meydanları yoktu, futbol Karagüm rük’te ya da Üsküdar’da bir kahvede aynı tartışılırdı. Barajlar eskiden 9,15’te kur ulurdu. Eve gelince çocuklara anlatacak bir şeyler olurdu. Dört gözle bunu beklerlerdi. Şimdi eve geldiğimde bu golleri tekrar tekrar izleyip, çok bilmiş eda ile "3. gol açık ofsayttı" lâfları ile kar şılaşır olduk. Futbol yine de kavga etmekten iyi mi ne? "Gönlüne kar yağdırıyorsa çocuk sesleri yetsin Dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları." 1997 105 106 Çeşitlemeler Çeşitlemeler 107 108 Sokak ve çocuk Bir araya gelişindeki anlam, bu iki kelimeyi çoktan aşıyor. Ayrı ayrı üzerine neler yazılmaz ki… Ya bir araya gelince… Ya sokaktaki bir çocuk, çocuklar… "Oğlum çık sokağa, oyna biraz" diye güvenli emirler vermek ne kadar hoş geliyor. Sokak çocukları demek istiyor um aslında. Zabıta Dergisi’nin ikinci sayısını çıkarmaya çalışıyor bizimkiler. Ben ise rüyalarımda görüyor um çocukları. Trafik ışıklarında bekleyen çocuklara çok kızıyor um. Aslında çocu ğun kızılacak neyi var? Çocuğa kızılmaz. Çocuğu sokağa dökenlere kızmalıyız derken, o çocuklardan ikisi, geçen gece kapımı çaldılar. Açtım. Bur unlarında sümükleri vardı, iyi hatırlıyor um. Rüyama girdi ler. Artık onlara kızmıyor um, camları sildirmesem de… Kim sokak çocuğu, kim ev çocuğu? Sokak çocuğunun sınırı nere de başlayıp nerede bitiyor? Kaç kişi bunlar? Ne yer, ne içerler? Yaş ları kaç? Sor uları çoğaltabiliriz. Şiirleri de: "Çocuklar Neler çıkar karşılarına Saldırı Yaralama Ölüm, kargaşa Çocuklar Gözleri fal taşı Parmakları ağızlarında" Bir de bunlar için kim ne yapmış? Niyet etmişleri bile makbul. 109 Ama yeter ki yapıyor uz diye ortaya çıkıp çocukları sokakta unutma sınlar. Ve kaç yaşında sokak adamı olurlar? Sonra gelsin suçlar… Hep kendi rahatımız için bunları düşünüyor uz gibi geliyor bana. "İlerideki potansiyel suçluları, küçük yaşta bertaraf etme hareke ti." Ne hayırlı iş! Ya ahiret, ya sevap, ya devlet; bunlar nerede kim bilir? Nerede Hz. Ömer. Kapı kapı dolaşan halifeler, emirler. Sayımız çoğaldı mı, azaldı mı, emin değilim. Yoksa hiç “adam” kalmadı mı? 1997 110 "Zabıtanın gücü yokluğunda anlaşılır" Selami Uzun, 1994 - 1999 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye si’nde Kontrol Daire Başkanlığı yaptı. Bu dönem, Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde İstanbul’da bir destanın yazıldığı dönemdi. İstanbul altın yılları nı bu tarihlerde yaşadı. Büyükşehir Belediyesi, aslında Türkiye’nin yönetimi ne talip olan ve bugün ülkeyi yöneten insanların kamu yönetimi ile tanıştık ları ilk yerdi. Büyük çoğunluğu ilk stajlarını burada yaptılar. Türkiye, marjinal lerini burada mutedilleştirdi. Başarı ve umut Türkiye’ye buradan yayıldı. O yıllarda, hiç şüphesiz, Büyükşehir Belediyesi’nin kat ettiği başarılarda kolluk gücü olan zabıtanın etkisi büyüktü. Belediyenin en görünür hizmet birimi olan zabıta, çağdaş ve verimli hizmetin adresi haline nasıl gelmişti? Bugün için bazılarına göre sadece nostaljik bir tadı olan aşağıdaki söyle şi, aslında dikkatli gözlere değişimin nerede ve nasıl başladığını da işaret ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kontrol Daire Başkanı Selami Uzun ile zabıtanın çalışmaları ve sorunları üzerine konuştuk: Önce zabıtanın tanımından başlayalım isterseniz. Zabıta, kanunda veya diğer yazılı metinlerde tanımlanmasına rağ men, uygulamada bir yere oturtulamamış bir teşkilat... Polis mi, asker mi, sivil mi? Bunlardan hiçbiri değil, çok ayrı biri. Zabıta ayrı olduğunu kabul etmiş, bu ayrılıktan dolayı itilip kakılmaya da alış mış. Kim itip kakıyor zabıtayı? Zabıtayı polis iter kakar, zabıtayı belediye başkanları, belediye başkan yardımcıları iter kakar, müdürleri iter kakar. Zabıta bunların hepsine alışık. Bir ilin valisi ya da bir ilçenin kaymakamı bir yere git 111 tiği zaman, bilir ki o yerin polisi vardır, askeri vardır, bir takım güçle ri vardır; o güçlerin hiçbirini göz ardı edemez; hiçbir zaman ‘Bunlar da ne iş yapıyormuş’ diyemez; ‘Bunların hepsi hırsız’ diyemez; bir toplantıları olsa katılmamazlık yapamaz. Zabıta öyle değil. Zabıta hesaba alınmayan bir teşkilat; işlerine yaradığında akıllarına gelir. Belki insanların kabahati yok, sistem böyle kur ulmuş. Yani insana, zamana bağlı değil, herkes öyle yap mış. Belediyelerde bir yönetim geldiği zaman ilk vuracakları birim, zabıta olmuş. Belediye başkanı seçilip gelmiş, ‘önce şu zabıtayı yola getireyim’ demiş. Çünkü belediyeyi tanımıyor, zabıtayı o güne kadar zavallı insanları kovalayan, rüşvet alan, onun bunun malını gasbe den bir imajla tanımış. Bu yüzden gelen herkes önce zabıtaya vur muş. Bu Türkiye’nin en küçük belediyesinden en büyük belediyesine kadar hepsinde böyle olmuş. İlk gelenin zabıtaya gücü yetmiş daima. Halbuki zabıta, aynı zamanda belediyelerin vitrini. Çünkü belediye kamu gücünü kullanacağı zaman zabıtaya başvur ur; ama zora baş vurmadığı ya da işi rahat gittiğinde zabıtaya ilk önce kendisi vur ur. Bu hale gelmiş zabıta; silahsız ama bir çok kere silahla yapılamaya cak işleri yapmış. Nasıl yapmış? Zabıtada öyle bir gelenek var ki, zabıta iş bitirici olmuş. Zabıta ‘bitir’ deyince bitiriyor. Zabıtaya yeter ki ‘yaparsın’ deyin, her türlü işi yaptırabilirsiniz. Zabıtanın gücü daha sonra ya da yokluğunda mı fark ediliyor? Evet, zabıtanın gücü yokluğunda fark edilir. Ama genellikle şöyle olmuş: Belediye başkanları göreve geldiklerinde önem vermedikleri ya da ilk düzeltecekleri yer olan zabıtaya, görevden ayrılırken büyük değer vererek gitmişlerdir. Bunu neye bağlıyorsunuz? Belediyenin icraatında zabıtanın etkinliğinin fark edilmesine bağ lıyor um. Zabıta birçok işin altından kalkıyor ama, bunu tüm imkân sızlığa, yokluğa rağmen başarıyor. İstersen araba verme, telsiz ya da elbise verme - bunları ister, alamasa da sesini çıkarmaz- yine de işe gelince ‘Ben bu işi yapmam’ demez. Zabıta ‘Bana şu kadar elbise 112 veriyorsun, bu kadar maaş veriyorsun onun için ben şu kadar çalışı rım’ demez. Ne zaman işe çağırsan anında oradadır. Bu şu anlama gelir; zabıta üniformalı teşkilat olma özelliğini haz metmiş, oturmuş bir teşkilattır. Özellikle Büyükşehir’de apayrı bir kur um olmuş, öyle ki başka yerden gelen zabıta buranın içerisine zor giriyor, adapte olamıyor. Buradaki görev ve çalışma anlayışını hazme debilmesi için en azından bir yıl geçmesi gerekiyor. Zabıtanın yazılı olmayan bir geleneği var anlaşılan. Mutlaka, o gelenek oluşmuş. Büyükşehir Zabıtası’nda müdür yar dımcısından komiser yardımcısına uzanan hiyerarşiyle oynamamak gerekiyor. Çünkü, ben şunu gördüm: Mümkün olduğu kadar zabıtada hiç kimseyi hak etmediği yere getirmeyeceksin. Birisini, hak etmedi ği yere getirdiğinde - Zaman zaman siyasi nedenlerden dolayı oluyorbunu hazmedemiyor zabıta; bu da sırıtıyor, haksızlık yaptığın ortaya çıkıyor. Biz mümkün olduğunca zabıta teşkilatı içerisinde ne siyasi ne de başka türlü ayrıma önem vermeden, herkesi bir insan kabul ederek, bir bütünlük içerisinde görev yaptırmaya çalışıyor uz. ‘Zabıta üniformalı bir teşkilat ama diğer üniformalı teşkilatlar dan farklı’ dediniz. Halkın içinde daha sivil bir üniformaya sahip olmak bir avantaj mı? Zabıta ne polis ne sivil, ikisinin arasında; sivilin yanında resmi, üniformalı polisin yanında sivil; bu bir kazanım, bir avantaj. Belediye bir icraat yaptığında sonucu anında halka yansıyor. Yani bir adamın ya lehine oluyor, ya aleyhine oluyor alınan karar. Bu da anında ortaya çıkıyor. Bu yüzden belediye birçok işini zabıtayla yapıyor. Dolayısıyla mecburen zabıta vatandaşa yakın olmak zor unda. Silahı yok, bu sebepten sokaktaki adam kendisine daha yakın hissediyor. Ünifor ması sebebiyle vatandaş onu zaten resmi olarak biliyor. Halkın, belediyenin birimlerine gelip birçok kapı ve işlemden geçerek, şikâyetini anlatması çok zor. Ama zabıtayı sokakta görüp derdini anlatabiliyor. Zabıtayla orada haşır neşir olabiliyor, belediye nin kapısını çalmadan. Zabıta zaten adamın kapısındadır. Bu yönden zabıtanın biraz sivil olması avantaj. Belediye açısından avantaj, insanlar açısından avantaj. Eğer zabıta iyi kor unur, iyi bir teşkilat olmaya yönlendirilirse hem belediye açısından, hem ülke açısından başlı başına faydalı bir teşkilat olur. 113 Ama burada başka bir sor un var. Söz gelimi İstanbul, Çekme ce’den Tuzla’ya kadar en az oniki milyon nüfusu olan bir şehir. Böyle bir şehirdeki zabıta hizmetleri 700 kişiyle 800 kişiyle yürüyecek hiz metler değildir. Eğer böyle olursa, bir yere müdahale ettiğinizde öbür taraf açılır. İtiraf edelim ki bu anlamda halka hizmet verirken yetersiz kalıyor uz; yetersiz kaldığımız yerde açık veriyor uz. Kapımız herkese açık İstanbullu çat kapı kapınızı çalabilir mi? Randevu almadan zabı tanın kapısını çalabilir, derdini anlatabilir mi? Evet, buraya gelen herkesi biz dinleriz, kimseye kapımızı kapat mayız. Bu yüzden randevusuz çalışıyor uz. Kimseye randevu vermiyo ruz, iş sebebiyle nerede ne zaman olacağımız belli olmuyor, ama burada olduğumuz zaman herkesi tek tek mutlaka dinliyor uz. Çöze bileceğimiz dertlerini çözüyor uz. Yani herkese her zaman kapımız açık. Zabıta sıklıkla yetkilerinin tırpanlanmasından söz ediyor. Ama şehir halkının da ondan beklediği birçok görevi var. Zabıta, kanun ya da yönetmelik desteği olmadan halkın bu beklentilerine nasıl cevap veriyor? Zabıtanın oturmuş bir geleneği var; o geleneği devam ettiriyor. 1580 Sayılı Kanun’dan bu yana yerine getirdiği görevleri var. Sen bu işleri elinden alsan bile vatandaş zabıtadan o işleri bekliyor; zabıta da bunları yapıyor. Bu işler çoğunlukla kanunsuz işler de değil, ama kanunda yazmayan işler. Meselâ cadde ve meydandaki seyyarları kovuyorlar, mallarını yed-i emine alıyorlar. Neye dayanarak alıyorlar? Bunu zabıta da bilmiyor. Ama kimse itiraz etmiyor, seyyar bile itiraz etmiyor. Muhatap olanlar tarafından da kabul görmüş... Evet, kabul görmüş. Zabıta seyyarın malını alıp depoya koyuyor, seyyar da bir müddet sonra gelip malını alıyor. Sistem böyle işliyor, kimse şikâyetçi değil. Tabii bu arada depoda kimsenin malı kaybol muyor. Malını iki yıl önce depoya koydukları bir adam 2 yıl sonra gelip alabiliyor. Meselâ geçenlerde bir adam geldi, 1992’de evi yıkı lırken av tüfeğine el konmuş. Biz bu tüfeği 1997 yılında bulup ada 114 ma teslim ettik. Bu şunu gösterir, zabıta aynı zamanda böylesine güvenilir bir teşkilattır. Zabıta İstanbul gibi büyük bir şehirde bazı işleri anında sonuçlan dırmak zor unda. Bir meydandaki ya da parktaki mobo veya çay oca ğı işgalini kolaylıkla kaldırabiliyor. Ama daha büyük güce ihtiyaç duyduğu olaylar, yürümeyen konular oluyor. Yani zabıtanın silahlı güce ihtiyacı oluyor. İşte zabıtanın işi bu noktada aksıyor. Eğer her şey zabıtaya kalsa işleri anında bitirecek, ama silahlı güce ihtiyacı olduğunda polis istemek zor unda. İşte o zaman işimiz aksıyor, en az 10-15 gün geri kalıyor. Zabıtada her şey insan unsur una bağlı. Teşkilatta her işi, rütbeli leri bir kenara koyun, zabıta yapar. Bunun için zabıtanın yetişme kalitesi önemli. Ailesinden tut, memleketine varıncaya kadar önemli. Çünkü karakteri işine yansıyor. Ama vatandaş olayın bu boyutunu görmez. Onun nezdinde zabıta ne yapıyorsa belediye başkanını tem silen yapıyordur, hatta belediye başkanı yapıyordur. Bunun için ‘falanca zabıta kötü yaptı’ demez, ‘filanca belediye kötü yaptı’ der. 10 bin zabıtaya ihtiyaç var Zabıtanın sayısal yetersizliğinden bahsettiniz. 15 milyonluk İstanbul’a kaç zabıtayla hizmet veriyorsunuz? Zabıta Yönetmeliği binbeşyüz kişiye bir zabıta düşecek der. Eğer bu İstanbul için gerçekleştirilseydi 10 bin zabıta olması gerekiyordu. Oysa bin tane bile yok. İlçe belediyelerle ancak üçbin civarında. Ger çi, üçbin zabıta da tek elden idare edilse büyük bir güç olur; ama şu anda mümkün değil bu. Şu an 30 belediye ve 30 zabıta müdürlüğü var. Böylesine 30 ayrı yönetim olunca İstanbul’da zabıtanın gücü hissedilmiyor. İlçe belediyeler ara sokaklarda kayboluyor; Büyükşe hir de genel işlerde. Onun için İstanbul’da yapmak istediğimiz bir takım işleri yapamıyor uz. Zabıta sayısının bir an önce çoğaltılması gerekir. Zabıta, teknik anlamda, İstanbul’u nasıl yönetiyor? Büyükşehir olarak İstanbul’u üç ana bölgeye ayırıyor uz: A (Eminö nü yakası), B (Beyoğlu yakası), C (Anadolu yakası) bölgeleri diye. A, 115 B, C bölgelerinin altında alt birimler var. Bir de dış birimlerimiz var, Su Ürünleri Hali, Sebze Meyve Hali, Boğaziçi İmar Müdürlüğü gibi. Belediyenin diğer müdürlükleriyle koordineli çalışan birimlerimiz de var, Çevre Kor uma ve Kontrol Zabıta Amirliği gibi; o müdürlüğün emrinde çalışıyorlar bilgimiz dahilinde. Ayrıca bizim dönemimizde kaçak kömür için kur ulmuş Kontrol Noktaları Zabıta Amirliğimizi söy lemek gerekir. İstanbul’un yedi girişine vasıfsız kömürlerin girişini önlemek için kur ulan kontrol noktalarında, aynı zamanda yaş sebze ve meyve, canlı ve cansız hayvan, su ve gıda denetimleri de yapılı yor. Kaçak kömürde büyük başarı sağladık Kontrol noktaları kuruluş amacını yerine getirebildi mi? Tabii ki, İstanbul’da hava kirliliğinin önlenmesi de gösteriyor ki, zabıta bu işte büyük oranda başarı kazanmıştır. Kömür noktalarında çalışan zabıtaların başlarına bir çok tatsız olaylar geliyor. Zabıta burada silahsız olmanın, yetkisiz olmanın sıkıntılarını çekmiyor mu? Zabıta sistem olarak silahsız kur ulmuş, dolayısıyla işini de silah sız yapmak zor unda. Ama kömür gibi bir görevi üstlenmişiz, işte orada silaha ihtiyacımız var. Hem bu görevi biz mecburen üstlenmi şiz. Göreve geldiğimizde İstanbul için her akşam hava kirlilik rapor u yayınlanıyordu. Kirlilik oranı kritik boyutlardaydı. Ama bize yasal ola rak bunu önle diye bir görev verilmemiş. Çevre Müdürlüğü var, İstan bul Valiliği var sor umlu olarak. Ama vatandaş da dahil herkes görevi belediyeden bekliyor. Bunun üzerine biz belediye olarak her türlü riski göze alarak dedik ki, bu görevi bize verin biz önleriz. Mahalli Çevre Kur ulu top landı ve bu işi bize verdi. Biz de onlardan yardım istedik, bize polis, polisin olmadığı yerde jandarma verin diye. Tamam, kontrol noktala rına bir ara polis, ama çoğunlukla jandarma verildi, zabıtayla birlikte bekledi. Ama kamyon her zaman yoldan gelmiyor ki, Sarıyer’de, Esenyurt’ta dağlardan geliyor. Buralarda kamyonları kovalamak, el koymak, yakalayıp getirmek büyük fedakârlık isteyen işler. Jandarma ise kontrol noktası dışına çıkmıyor, takibe gelmiyor. Zabıtanın kova 116 ladığı kaçak kömürcüler, ‘Beni yakaladın sana helâl olsun, al git kamyonu’ demiyor. Her yolu deneyerek karşı koyuyor, bugün sopay la, yarın silahla. Bu yüzden çok sayıda yaralanma oldu galiba. Evet, kömür noktalarında çalışıp da kamyoncular tarafından yara lanmayan zabıtamız yok gibidir. Silahla yaralanan zabıtamız oldu. Çeşitli çatışmalar oldu silahlı ya da silahsız. Her türlü zorluğa rağ men başardık, bu ayrı konu; ama biz diyor uz ki, zabıta işini yaparken başka teşkilatlara muhtaç olmasın. Biz üniformalı bir teşkilatsak, yıkım gibi olaylarda polise gitmeyelim. Çünkü polise gitmek bizim işimizi sürekli geciktiriyor. Tüketicileri bilinçlendiriyoruz Çalışmalarınıza geçmek istiyorum. Geçen yıl Zabıta Tüketici Bürosu’nu hizmete açtınız. Tüketici Bürosu’yla neyi hedeflemişti niz? Hedefinize ulaştınız mı? Tüketiciyi kor umak ve bilinçlendirmek için çıkarılan 4077 Sayılı Tüketiciyi Kor uma Kanunu, belediyelere çok fazla görev vermiyor. Çünkü yasa merkezi idare ağırlıklı çıkarılmış. Belediyelere etiket denetimi dışında doğr udan ceza yetkisi tanımamış. Ağırlıkla görevi Sanayi ve Ticaret Bakanlığına vermiş. Ayrıca, bugüne kadar yürürlük te olan tüketiciyle ilgili diğer kanunlar Sağlık Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı teşkilatına yetki vermiş. Burada şu gerçek de ortaya çıkı yor, her “siyasi, mahalli idareleri güçlendireceğiz” çabası altında sürekli yetkilerimizi tırpanlamış. Eskiden belediye gıda üreten yerlerin denetim ve ruhsat işlerini yapıyordu, bu yetki de mahalli idareden alınıp merkezi idareye veril di. İşte mahalli idareleri güçlendirmek anlayışımız bu bizim. Yani bunların mahalli idareden anladıkları sadece İl Özel İdaresi galiba. Özel İdare’nin başında bir atanmış var halbuki. Siyasi parti ayırımı yapmadan söylüyor um, herkes belediyelerin elindeki yetkilere göz dikmiş, zaman içinde bu yetkileri alıyor. Etiket denetimi de böyle. Tüketici yasası bize çok az görev vermiş olmasına rağmen biz halkımızı bilinçlendirmek ve kor umak adına bir nevi yükü sırtımıza aldık ve 24 saat telefonu açık Tüketici Büro 117 su’nu açtık. Her müracaat edenin problemini çözmeye gayret ettik, bunu kendimize ilke edindik. Tüketici Bürosu’nu ilk kez Büyükşehir Belediyesi mi açtı? Evet, ilk defa biz açtık ve büroyu etiket denetimiyle de sınırlandır madık. Vatandaşın etiket de dahil tüm tüketici problemlerini çözüme ulaştırmayı amaçladık ve bunu başardık. İnsanlar bize güvenmekte ve bizi sürekli aramaktalar. İnsanlar belki de arayacak yer bulamıyor lardı bugüne kadar, belki de kapılardan kovuluyorlardı. Bu sebepten, bizim insanımızda "Aman boşver, kimi kime şikâyet edeceksin" anla yışı hakimdir. Ama bu dönem, Tüketici Bürosuyla sona erdi, artık "Boşver kimi kime şikâyet edeceksin" demiyorlar, şikâyet edilecek leri bize şikâyet ediyorlar. O halde siz bir anlamda İstanbullu tüketiciyi eğitiyorsunuz. Evet, herkese haklarını öğretiyor uz Anlattıklarınızdan şunu anladım, zabıtanın halkın gözündeki “seyyar kovalayan” imajını tedricen “halkı bilgilendiren” hale getir mişsiniz. Ama her şeye rağmen İstanbul’un problemleri sürüyor. Ana cadde ve meydanlarda dilenci ve seyyarlar göz açtırmıyor. Kaçak yapılaşma sorunu var. Siz bunları önlemek için ne yapıyor sunuz? Zabıta kendiliğinden genelde bir iş yapmaz. Zabıta nereye yönlen dirilirse o işi yapar. Vazifesi olan işlerin dışında zabıtanın, belediye nin genel anlayışı doğr ultusunda yönlendirilmesi gerekir. Zabıtaya “kaçak yapılaşmayı önle” demişlerse önler. İstanbul nasıl gecekon dulaşmıştır şimdiye kadar? Belediyelerin müsaadesiyle. Bizim döne mimizde gecekondu yapıldığını kimse söyleyemez. Toplu gecekondu olayı zaten mümkün değil, bir seçim geçirmişiz olmamış, yine bir belediye seçimi geçireceğiz, yine olmayacaktır. İstanbul şimdiye kadar gecekondulaşırken hep seçimde gecekondulaşmıştır. Biz bu anlayışı kaldırdık. Kimsenin bizden bu talebi de yerine getirmemizi istemesi mümkün değil. Seyyara gelince, zabıta seyyar kovalıyor tabii, ama gecekondu da yıkıyor. Ama seyyar konusu memleketin ekonomik dengeleriyle de alâkalı; ülke ekonomisi iyiye giderse seyyar azalır; kötüye giderse çoğalır. Tamam, seyyar meydanları haksız işgal ediyor ama onu oradan söküp atamıyorsun. Onu memleketine gönderemedikten 118 sonra... Bu insanlar evlerine ekmek götürmek zor unda. Eve ekmek götürebilmek için bir şey satmak zor unda. Bakın, bir gün uzun boylu iri yarı bir delikanlı geldi daireye, Beya zıt’da kitap satıyormuş. Biz de oradaki kitapçıları kaldırmıştık. Dedi ki, "Ben öğrencilik yaptım; hatta teröre karıştım, hapis yattım, ama şimdi çıktım hapisten ve evde bir karım ve bir çocuğum var, akşam benden ekmek bekliyorlar. Ben ekmek götürmek zor undayım onla ra." Hiçbir şey söyleyemedim, çünkü haklıydı. Ben ona bir alternatif getiremiyor um. Devlet de “burada ekmek yok, git şurada ekmek var” diyemiyor. Ama o adam ekmek götürmek zor unda. O adam kendine bir yol çizmiş, bir köşede kitap satmasının kimseye de zararı yok. Bu konuda onlara biraz esneklik tanıdım zaman içerisinde, halâ tanıyo rum, ama bu esneklik sadece kitap için geçerli. Zabıta son zamanlarda bazı uygulamalarıyla unutulan görevleri ni canlandırıyor; “tersine göç projesi” gibi. Nedir bu “tersine göç projesi”? Başkanımızın İstanbul’a vize konulması yolunda kamuoyuna bir açıklaması olmuştu. Bu, tabii ki İstanbul’a göçün önlenmesi için ara nan çarelerden biriydi. Ama İstanbul’a göçü şimdiye kadar kimse önleyememiş. Çünkü göçü önlemek için göçün olduğu yerde bir ted bir alınması lâzım. Biz de bu anlayış içerisinde düşündük; vize koya mıyor uz, göçü önleyemiyor uz, öyleyse bir kampanya başlatalım, geriye gitmek isteyenleri gönderelim dedik. İstanbul’dan gitmek isteyenlere, yolda kalmışlara, köylerine dön mek isteyenlere, eğer aileleriyle gideceklerse kamyon kiralayarak, diğerlerine ise otobüs biletlerini temin ederek yardımcı olduk. Bu tersine göç projesi tam bir patlamaya sebep oldu. Gitmek isteyen herkes bize başvurdu. Müracaatların hepsini kabul ettik, mahallele rinde gerekli incelemeleri yaparak eledik. Zabıta Yönetmeliği yolda kalmışları, memleketine gitmek isteyen leri memleketlerine göndermeyi zabıtanın vazifeleri arasında sayıyor. Bu konudaki esas görüşümüz, sloganımız şuydu: Madem gelişi önle yemiyor uz, geriye gitmek isteyenleri gönderelim. Çünkü gönderdiği miz insanlar İstanbul’a gelmek isteyenlerin gelişini en az bir yıl erte leyecektir veya durduracaktır. Gittikleri köyde artık İstanbul’da haya tın çok daha zor olduğunu anlatacaklardır. İstanbul’a göçmek iste yenleri engelleyeceklerdir. 119 Zabıtanın tanıtım atağı Zabıtanın, kendisini halka ve ilgililere tanıtmada sorunu vardı. Siz bu sorunu aşmak için neler yaptınız? Biz bu konuda sistemli bir çalışma hazırladık. Önce her yıl düzen lenen zabıta haftalarından farklı bir hafta düzenledik. Bu, zabıtanın tanıtımı için önemli bir etkinlikti. 1997 yılında, bugüne kadar yapıl mayan bir şeyi yaparak zabıtayı tarihinden bugüne kadar tanıtan, sor unları ve çalışmaları hakkında bilgilendiren bir belgesel hazırlat tık. Bu belgesel çeşitli televizyon kanallarında yayınlandı, zabıtalara dağıtıldı. Taşradaki zabıtalara gönderildi. Bir de Zabıta dergisi çıkarmaya başladık. Zabıta dergisini zabıta lar arasında bir iletişim ağı oluştursun diye Büyükşehir’in yanısıra ilçe zabıtalara ve İstanbul protokoluna dağıtıyor uz. Anadolu’daki çeşitli belediyelere gönderiyor uz. Ücretsiz olarak dağıttığımız Zabıta dergisiyle zabıtanın problemlerini duyur uyor ve bu konuda bir kamu oyu oluştur uyor uz. Dergiyi İstanbul Belediye Zabıta Vakfı’mız çıkarı yor. Niçin böyle bir vakıf kurma ihtiyacı hissettiniz? "Türkiye’de devlet tavşanı traktörle yakalar" diye bir söz var. Yani devlet bir işi yaparken acele etmez. Türkiye’de yasalar da buna müsaittir, çok yavaş işler, sizi en basit kırtasiye ihtiyacınızda bile, meselâ kâğıt alımında, encümen - bürokrasi çarkında boğar. İhtiyacı nız az da olsa, çok da olsa encümene gider. Encümende zabıtayı hiç tanımayan birisi kalkar ve zabıtanın kâğıda mı ihtiyacı olurmuş, o sokakta seyyar kovalasın der. Talebiniz reddedilir. Daha önceki çalış tığım yerlerde de bunu gördüm, devlet yavaş çalışır, bunun için ihti yaçlarımızı vakıflar ya da birlikler vasıtasıyla gideriyorduk. Zabıtada da biz bu işe teşebbüs ettik, ama çok geç yaptık. İki yıl bekledikten sonra bir vakıf kurduk İstanbul Belediye Zabıta Vakfı diye. Böylece İstanbul’da çeşitli mafyaların ya da değnekçilerin cebi ne gidecek paraları vakfa, dolayısıyla zabıtanın hizmetine kanalize ettik. Vakıf marifetiyle, zabıtanın ihtiyacı olan tüm araç gereçleri, telsiz leri, bilgisayarları aldık. Zabıta memurlarının sosyal ihtiyaçları, zabıta haftası kutlamalarının giderleri, zabıta dergisinin giderleri aklınıza gelebilecek tüm ihtiyaçlarını vakıftan karşıladık. 120 Vakıf, zabıtalara karz-ı hasen denilen bir kapı açtı, yani faizsiz borç para verdi. Zabıtanın, 10 milyona 20 milyona ihtiyacı oluyordu, bankadan faizle kredi çekiyordu, biz buna engel olduk. İhtiyacı olan miktarı Vakıf veriyor ve ayda 5 milyon gibi taksitlerle geri alıyor. Hastalık dur umunda zabıtaya karşılıksız sağlık yardımı veriyor uz, evlenenlere dört altın lira karşılığı para, çocuğu olanlara para veriyo ruz, bunları hep vakıftan karşılıyor uz. Şunu vicdan sahibi herkes kabul edecektir, Vakıf zabıtaya büyük rahatlık getirmiştir. Zabıtaya resmi olarak alınamayacak mont gibi, kazak gibi giyecek ihtiyaçları Vakıf tarafından karşılanmıştır. Bu tür ihtiyaçların ne büyük ihtiyaç olduğunu ancak teşkilat içinde olanlar bilir. Görev sırasında elbisesi yırtılan bir insan ne yapacağını bile mez, ama vakıf onun imdadına yetişiyor. Aynı zamanda tersine göç projesi de Zabıta Vakfı’nca finanse ediliyor. Zabıtaya modern yönetim anlayışını getirdik Sizin, yeni yönetimin bir bürokratı olarak zabıtaya getirdiğiniz en önemli yenilik nedir? Her açıdan... Zabıtanın çağdaş teknolojiyle donatılması, ekipmanının güçlendi rilmesi yönündeki çalışmalarımızı saymak istemiyor um. Benim zabı tada esas yapmak istediğim başkaydı; ilkel bir yönetim anlayışının yerine modern bir yönetim felsefesini yerleştirmekti. Zabıta, polis gibi teşkilatların başına gelen insanlarda bir anlayış vardır, ‘vurduğu yerden ses çıkarmalı’ diye. Kime vuracaksın, eğer vurduğun bir hak sızlık yaptıysa kanun karşısında mutlaka yazılı bir cezası vardır; mah kemeye gönderirsin cezasını çeker. Zabıta vurduğu yerden nasıl ses çıkarır? Ben bunu anlamıyor um. Ama zabıta teşkilatı şimdiye kadar şöyle anlamış bunu: Zabıtanın başına gelen önce zabıtanın başına vurmuş, ses çıkarmış. Bana da anlatıyorlar, ‘Çok disiplinli teşkilattık, müdür geldiği zaman hiç kimse kalmazdı ortalıkta, herkes kaçacak bir delik arardı’ diye. Bu disiplin değil ki, yazık. Benim disiplin anlayışım çok farklı, ben istedim ki şu zabıta; müdür, onun altında amir, onun altında başkomiser, onun altında komiser, onun altında komiser muavini ve memurlarıyla hiyerarşik bir teşkilat... Biz zaten İstanbul’u üç bölge 121 ye, bölgeleri çeşitli amirliklere ayırmışız, çark işliyor. Sen bu teşkila tın yönetimine gelip kafasına vurduğun zaman, tabii ki sen ona, o diğerine aşağı kadar gidecek bu silsile, en son vatandaşın kafasına vuracaklar. Hem sen vurmadığın zaman, sen olmadığın zaman ne olacak? İşler hep yatacak. Ben istedim ki bu hiyerarşik teşkilat, otomatik işleyen teşkilat insana bağlı olmasın; teşkilat kendini kabul etsin; ben kafama vur ul madan da bu işi yapabilirim desin; kendine güvenen, kendi başına ayakta duran güvenilir bir teşkilat olsun. Ben yanımda çalıştırdığım herkese kesinlikle güvenirim. Eğer güvenmezsem çalıştırmam. Bir amiri, bir müdür yardımcısını bir göre ve getirdimse güvendiğim için getirmişimdir; sonuna kadar yetki veririm ona. Yani şu an zabıtada bir çok konularda benim altımda çalışan insanlar yetkilidir. Kendi içlerinde disiplinlerini sağlasınlar, ama kabahati olmadan da bu insanların kafasına vurmak ya da vurduğu yerden ses çıkar mak olmaz. Nereye vuracaksın? Gideceksin vatandaşın sağına solu na vuracaksın, ses çıkacak. Bu yanlış. Bu anlamda ‘vurduğu yerden ses çıkarmaya’ karşıyım; ama iş yapma açısından mutlaka disiplin gerekiyor, o disiplinde ısrarcıyız zaten. Zabıta için oldukça farklı olan bu yönetim anlayışınız ne kadar başarılı oldu? Zabıta teşkilatında bu oturmadı daha. Teşkilatta halâ kafalarına vur up iş yaptırmayı özleyen insanlar var. Ben buna direniyor um. Halâ kendileri teklif ediyorlar kafamıza vur da bize iş yaptır diye; ben ‘vur mayacağım sizin kafanıza’ diyor um. ‘Siz kafanıza vur ulmadan iş yapmayı öğreneceksiniz.’ Bunda başarılı olan arkadaşlarımız var, öğrenemeyen arkadaşlarımız var. Büyük oranda başarılı olduk diyebiliyor musunuz? Bunu ben söyleyemem. Bunu en iyi ya zabıta teşkilatı bilir ya da dışarıdaki insanlar bilir. Ancak şunu söyleyebilirim: Eğitim çalışmala rımız sürekli devam ediyor, eğitimden geçmeyen zabıtamız kalmadı, bir kısmı iki kere eğitimden geçti. Bu eğitim sırasında mesleki bilgi lerin yanı sıra kültürel eğitim de alıyorlar. Böylece anlayışları değişi yor. Ayrıca uygulamalarımız da anlayışlarının daha iyiye gitmesini sağlıyor. Kendileri söylüyorlar, bir dört yıllık belediye dönemi geçmiş 122 zabıta müdürünü görmeyen zabıtalar varmış. Çok kalabalık teşkilat olur da bu normaldir, müdürü göremezsin. Ama biz böyle yapmadık. Zabıtalar problemlerini belli bir hiyerarşi içinde çözemedilerse, dert lerini biz dinledik. Yani bizim kapımızı isteyen çalabildi. Bizim kapımız herkese açık, halka ne kadar açıksa zabıtaya da o kadar açık. ‘Ben geldim de senle görüşemedim’ diyen bir zabıta olduğunu zannetmi yor um Topkapı Parkı, bir kaymakamın insafına kaldı Zabıta, çalışmalarını yürütürken, devletin diğer birimlerinden destek görüyor mu? Maalesef, hayır, destek görmüyor. Adliye ayrı bir sıkıntı, polis ayrı bir sıkıntı. Bir yerde yıkım yapacağın zaman Vilâyet’e yazı yazacaksın ki polis göndersin. Polis toplantı yapacak, bunun için en az bir hafta öncesinden bildireceksin, bir hafta sonrasına gün verecek, ne kadar kuvvet gelecek diye heyet toplanacak, ondan sonra polis kuvveti verilecek ve yıkım yapılacak. Bu işler uzun prosedür gerektiriyor, dolayısıyla büyük işlerimiz, projelerimiz aksıyor. Bir de o makamdaki insan kötü niyetliyse vay halinize! İşte bu Topkapı Şehir Parkı projesinde başımıza gelenler. Zeytin burnu Kaymakamı, polis talebimizi yerine getirmemek için toplantı yapmıyor. Topkapı’da yıkılması gereken, istimlâk edilmiş, paraları ödenmiş 400’den fazla yer yıkılamıyor. Buralar işgalcilere peşkeş çekiliyor. Halk bir hizmetten mahr um bırakılıyor. Ayrıca biz belediye olarak, zamanında yeri müteahhide teslim edemediğimiz için her gün milyarlarca lira zarar ediyor uz. Koskoca İstanbul ve halkı bir kayma kamın insafına kaldı. Böyle bir durumda gideceğiniz başka bir merci yok mu? Vilâyet’e gidiyor uz. Vilâyet kaymakama paslıyor. Kaymakam diyor ki ‘Ben validen telefon emri gelmeden bu işi yapmam.’ Valiye gidiyo ruz, ‘Ben emir verdim’ diyor. Kaymakam diyor ki ‘Bana emir gelme di’, biz arada kaldık. Bu bir trajedidir, sansasyonel bir olaydır. Çünkü büyük bir haksız lık vardır bu olayda. 123 Yıkmak istemiyorlar ya da bize yardımcı olmak istemiyorlar; bu dur umda biz de çaresiz kalıyor uz. Ne yapacaksın? Yıkıma gittiğinde o insanlar seni taşla sopayla kovalar; el koyma gücün yok, insanları nezarete alma gücün yok; adam sana karşı koyduğu, seni dövdüğü zaman ne yapacaksın, yine polis çağıracaksın. Ama kaymakam zaten polis vermiyor. Çok vahim bir durum, belediyenin hizmeti engelleniyor, ama belediyenin gideceği bir merci yok. Yok. Bir takım insanlar, tamamen siyasi nüfuzlarını kullanarak belediyenin işlerini engelliyorlar. Belediye mahkemeleri kurulmalı Zabıtanın görevlerini yerine getirirken karşılaştığı yetki prob lemlerini aşmak için ne öneriyorsunuz? Biz diyor uz ki, zabıta işini yaparken başka teşkilatlara muhtaç olmasın. Biz üniformalı bir teşkilatsak, yıkım gibi olaylarda, sıkıştığı mız zaman polise gitmeyelim. Çünkü polise gitmek bizim işimizi sürekli geciktiriyor. Sistemin değişmesi gereken esası şudur: Bir suç işleyen insan, hırsızlık yapan ya da adam öldüren kişi polis marifetiyle yakalanır, belirli bir süre gözaltında tutulur ve yargı önüne çıkarılır. Şikâyete bağlı olmayan suçlarda da cumhuriyet savcısı re’sen dava açar, tutuklar, mahkeme cezalandırır. Biz diyor uz ki bu sistem belediye suçları için de uygulansın. Bele diye suçlarını işleyen insanları da zabıtalar gözaltına alsın, mahke meye çıkarsın. Belediye suçlarını işleyenler cezasız kalmasın. Bugün zabıtanın görevi gereği mühürlediği bir yerde, mührü kaale alınmıyor. En kolay kırılan mühür zabıtanın mührüdür. Çünkü kıran, hiç ceza görmüyor; onbeş kere zabıta mührünü kırmış, onbeş kere cumhuri yet savcılığına yazmışız, adam bir kere hapse girmemiş. İşte, esas sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Belediye mahkemesinden bahsederken, Osmanlı dönemindeki meslektaşınız İhtisap Ağası’nın hapishanesi ve cezalandırma yetki sini hatırladım. Bu, tarihten de temellenen modern yerel yönetim 124 anlayışının gerçekleşmesi için yasama organı nezdinde bir girişimi niz var mı? Yeni mahalli idareler yasası taslaklarına değişliklik tekliflerimizi gönderdik, halâ da gönderiyor uz. Her hükümet döneminde bu taslak hazırlanıyor, hepsine de gönderiyor uz. Böyle bir değişikliğin çıkacağı na pek inanmıyor uz. Çünkü bu, tamamen Türkiye’nin revizyonuyla alâkalı, yönetimini yeniden yapılandırmasıyla ilgili. Yani, genelde Tür kiye’de, özelde İstanbul’da iki başlı yönetimi kaldıracaksın. Belki eyalet sistemine geçeceksin; bir atanmış vali ve bir seçilmiş beledi ye başkanı olmayacak; onun yerine şehrin seçimle işbaşına gelen, meclisi olan, kendi bölgesinde tek hakim olan, belki de kanun koy ma yetkisi olan bir eyalet valisi olacak. Dolayısıyla Türkiye revizyona girmeden tek başına zabıtayı reviz yona kimse sokamaz. Zaten zabıta bu siyasi çevrelerde çok etkili olmamış. Yani Ankara’dakiler zabıtanın dertlerini bilmiyorlar. İstan bul’dan Ankara’ya gidenler bile zabıtaya yönelik çalışmamış. Bir ormancının meselesi bile Orman Bakanı tarafından dile getiririlirken, zabıtanın meselesini dile getirecek bir bakan bulunamamış. Zabıtanın ‘bakanı’ yok İçişleri Bakanı? İçişleri Bakanı, polisin bakanıdır, zabıtanın değil, yasal olarak öyle olmasa bile. Orman Bakanı, orman muhafaza memur unun bakanı olduğu için orman muhafaza memurlarına yıpranma çıkarmış, 25 yıl yerine 20 yılda emekli oluyorlar. Ama zabıtanın ve itfaiyenin yıpranmasından hiç kimse bahsetmemekte. Zabıta gece gündüz çalı şır, ama yıpranmayı bakanı olmadığı için hak etmez. Zabıtanın elinde teselli olarak fazla mesaisi vardır, onu da bir önceki sene kestiler, bu sene girişimlerimiz sonucu belli bir seviyeye yükselttiler. Ama bu bile göze batmaktadır. Beş kur uş fazla alıyorsa, on tane lâf işitiyor dur bu yüzden. Zabıtanın siyasi olarak sahibi yok. Olmamış şimdiye kadar... Ama siyasiler kendi ikballeri için zabıtayı kullanmışlar... 125 Tabii bir yerel yönetici siyasi geleceği için zabıtayı kullanabiliyor; ama Ankara’ya gittikleri zaman zabıta diye düşünceleri olmuyor. Bütün zabıtalar eğitimden geçiriliyor Belediyenin görünen yüzü olan zabıtanın dahi iyi olması için, eğitimi için ne yapıyorsunuz? Önce şunu belirtmek lâzım, her teşkilat gibi zabıtanın da içinde iyileri var, kötüleri var. Bir kısım kötüler elenip gidiyor, ama bir kısmı da idare ediliyor. Belki atılmayı hak ettiği halde sonuna kadar sab rettiklerimiz de var. Bunları teşkilat içinde kaybediyor, çok dışarıya yansımıyor. Böylesi mensuplarımız da dahil tüm zabıta eğitimden geçiriliyor; yılın 12 ayında, Ramazan ayı hariç, eğitimimiz devam edi yor. Sadece Büyükşehir zabıtaları değil, İstanbul’daki diğer ilçe zabı taları da, hatta taşradaki zabıtaları da çağırıp eğitimden geçiriyor uz. Böylece zabıtalara mesleki ve kültürel eğitim veriyor uz. Bu onlarda bir anlayış değişikliği de meydana getiriyor. Biz onları, hiçbir ön kabul olmadan, önce insan yerine koyuyor uz. Onlara geçmişte yapıldığı gibi hakaret etmiyor uz. ‘Ne kadar kötü muamele yaparsan, altındakini o kadar iyi çalıştırırsın’ anlayışını biz yıkmak istedik ve yıktık. ‘Ne kadar çok insan yerine koyarsan, o kadar iyi çalışır’ anlayışını getirdik. Bunu hazmedemeyenler de var, ama o insana insan gibi muamele edip kendisine mesleğinin şuuru nu vermeye çalışıyor uz. Bunların da zaman içerisinde düzeleceğine inanıyor uz. Zabıta bu eğitimi nerede alıyor? Büyükşehir Zabıtası bünyesinde bir eğitim merkezimiz var. Bura da sürekli birer ya da ikişer aylık kurslar açıyor uz. Zabıtalar kurslara devam ettikleri süre içerisinde işlerine devam etmiyorlar. Böylece tamamen eğitime konsantre oluyorlar. Merkezde kimler ders veriyor? Merkezde çeşitli üniversitelerde görevli öğretim görevlileriyle belediye içindeki idareciler ders veriyor. Ancak, büyük çoğunluk üni versite mensubu. Ders verenler nitelikli olunca sonuç çok olumlu oluyor. Bu öğretim görevlileri zabıtadan çok memnunlar. Zabıtanın 126 diğer birimlerden, hatta üniversitedekilerden bile ayrıcalıklı olduğunu belirtiyorlar. Bu şunu gösteriyor, zabıta birkaç günlük adaptasyon döneminden sonra öğrenciliğe motive oluyor ve iyi bir öğrenci oluyor. Kurslar sonunda sınav yapılıyor ve diploma veriliyor. Zabıtada branşlaşma var mı? Branşlaşma ancak uygulamada kazanılıyor. Branşlaşmaya gidile meyişinin sebebi, yeterli sayıda elemanın olmamasıdır. Biz, şu an eleman yetersizliği sebebiyle ihtiyaca göre, dönem dönem birimler arası rotasyon yapıyor uz. Hiçbir zabıtayı ömür boyu bir yerde çalıştır mıyor uz. Ama branşlaşmanın nasıllığı noktasında biraz düşünmek gerekiyor. Çünkü, zabıtada branşlaşma genellikle üst düzeye çıktık ça oluşur, alt düzeyde herkes her birimde çalışır. 1998 127 Mektupların gizlediği Selami Uzun’un pek bilinmeyen yönlerinden biri de edebiyata olan ilgisi. Uzun, aslında edebiyatla sadece ilgili değil; bir gizli şair de. Yazdıklarını ken dine saklayan bir tarafı var. Selami Uzun’un birçoğumuzun bilmediği bu yönünü anlatan, şiirlerine yer veren bir yazıyı paylaşıyoruz sizlerle: Mektuplarından önce tanıdım onu ve ilk görüşmede daima perde lemeyi başardığı sıcaklığı buldum mektuplarında. Biraz daha ileri giderek, genellikle paylaşmaktan sakındığı hikâyesinin izlerine rast ladım; üniversite yıllarına dek uzanan. Taşradan gelen her genç gibi büyük şehri, İstanbul’u şaşkınlıkla izlediği günleri yakaladım. Bu şaş kınlık içerisinde edebiyat, özelde de şiir yetişir imdadına onun. Üni versite anfisinden çok öğrenci yurdu ve evleridir uğrak yerleri. Yaşa mak, ona göre, diğerleri için varolmaktır; bu sebepten çok geç fark eder kendini, kaçırdığı günleri: "Ne zaman bir arabadan insem dakika farkı gemi kaçırırım" İstanbul, bir güzeldir, uzaktan hikâyeleri işitilen, yakından cazibe sine kapılınan ve bir daha kalpten sökülemeyen. İhtimal, biraz da bunun etkisiyle gençlik günlerinde ‘arşınlanmayan’ sokağı yok gibidir İstanbul’un. Çünkü İstanbul tezatlarını barındırır içinde, ümitsizliğin yanı sıra bir umut da sunar hayata, dostluğa ve aşka dair: "Umutlarım da yatıyor benimle 128 ben kalkıyorum o kalkmıyor" Ya da mahçup bir taşralı delikanlının söylemeye cesaret edeme diği aşkı için bir sığınak olur: "Kadıköy’e gittim gelemedim ellerini tuttum öpemedim gece uyku tutmadı bilemedim bildim bildim de diyemedim" Bir Eylül sonrası, demir bir yumr uk indiğinde İstanbul’un üzerine, bundan ona da bir pay düşer: "Bu uzun gece doğuya bakan pencerede aydınlık yok ışık yok sigaramın tüten közü parmaklarımı yalıyor seni büyümeden öldürürüm de yüreğim boynumu büküyor" Artık, hesaplaşma dönemi başlar ve geç kalışın itirafı dökülür mısralara; mısralar yeni bir oyuncak da sunar, “Fenerbahçeli olmak” oyuncağını: "Geç kaldın sevdiğim, geç kaldın 129 çiçekler açmadan kuşlar yuva yapmadan gelecektin geç kaldın trenler kalkmadan yollar toz duman olmadan mevsimler dönmeden gelecektin geç kaldın partiler kurulmadan cimbom bizi yenmeden sarı kırmızı bayraklar göndere çekilmeden gelecektin geç kaldın" İtiraf mısraları bir habercidir aynı zamanda, İstanbul’un terk edil me zamanı gelmiştir. Çünkü, Eylül aşktan çok çıkar, edebiyattan çok para, eylemden ziyade pasifizm, dostluktan ziyade yalnızlık getirmiş tir şehre. Çünkü, yapılacak en onurlu şey, rüzgâra kapılmak ve kade rin götürdüğü yere gitmektir. ‘Acı bir kök tadı seçip’ kur u yaprak olmak az şey midir? "Seni bu şehirle başbaşa bırakıp gururum aldı başını gidiyor deniz mavi mavi çağırıyor bozkır sarıya çeviriyor beni durakta minibüsler şura - bura Kuyubaşı’nda dövme dondurma sen fark edemedin karataş çoktan dama bugün beni kaybettin 130 gururum başını aldı gitti seni ve bu şehri başbaşa bırakıp" Duyarlığı, devrimciliği ve idealizmini bir garip labirentte kaybeden adamın öyküsü gibi gelebilir bu size; ama o kaybetmeyi seçmiştir. Dünya ile irtibat kurduğu araç, gönüllü sürgünden gönderdiği mek tuplardır. Mektup sanki bir can simididir, yalnızlık ve sürgün denizin de sarıldığı. Belki de hepsinden önemlisi, labirentte kaybettiği o çok yönlü çocukla bir irtibat kurma çabasıdır; dirilmesini istemediği ama, kaybetmeye de tahammülü olmadığı... Dirilmesini istemediği, çünkü o acı ve yalnızlığı seçmiş. Kaybetmeyi göze alamadığı, çünkü o ken disini yaşama bağlayan bir pamuk ipliği... Yapay dünyanın dişlileri arasında ezilmeye karşı bir imdat çağrısı... İtiraf edelim ki modern çağın hızına ayak uydurmaya çalışan insan yaşamı bütünüyle kavrayamıyor. İç evrenine ilişkin bir çok şeyi kaçırdığı gibi dış dünyaya da yabancılaşmaktan kendini kor uyamıyor. Dostluklar da bu hız basıncına dayanamıyor, kimileyin lime lime olu yor; kimileyin kökten kopuyor. Halbuki insan diğerleriyle yaşamaya, acı ve sevinçlerini paylaşmaya mecbur. Bu mecburiyetin ancak sınır ları daraltılabilir; çünkü insanın kendisine dayanabileceği, akli gerek çeleri olmayan dostluklara ihtiyacı var. Modern yaşamın dayattığı hız ve çıkara aykırı, insanın doğasına uygun dostluklar bunun için henüz bitmiş değil. Biterse, ihtimal ki, her şey biter bu ufku karanlık dünyada. Destansı dostluk hikâyeleri yok belki; ama dostluğun küçük izlerini taşıyan ilişkilere de destansı gözle bakılıyor. Bu yazının kahramanı bir bürokrat; bürokrat sözcüğü nün yavanlığı ve soğukluğuna karşın, şair adayı bir genç dosta giden mektupları, samimiyet ve içtenliğin sıcaklığını taşıyor. Engin bir dost olma örtüsünü hep üzerinde tutuyor. Kim bilir, belki de dostluklara böylesi bir boyut ekleyenlerle yaşanacak bir yer olmayı sürdürecek dünya. İşte mektuplar: 131 25 Şubat 1985 "Bilirsin her zaman yazılmıyor. Uzun yazmaya hazırlanıyor um, bu mektubu ön haberci kabul edersen, sana uzun uzun yazacağıma söz verebilirim... Kayseri’ye geldiğin haberi, beni ne hale koydu bir bil sen. Artık yanına gelebilirim. Henüz haritaya bakmadım Yeşilhisar nereye düşüyor diye, ama yarın yerini bulacağım atlasta. Şahsi ahvalimden yazacak neyim olabilir ki (sormuşsun da), ne idiysem oyum.... Sana şiir bile gönderecektim, gönderemedim. "Cellâdıma gülüm serken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar" çıktı İsmet Özel’in. Okudun mu? Bende henüz yok. Ama doya doya olmasa da okuyabildim. -Ufacık not defterini sol göğsümün üzerinde taşıyor um. Seni bul dum onlardaKızma bana: uzun yazamayabilirim. O zaman böyle kısa yazarım, belki de bir şiir sadece. Ama mutlaka yazmaya devam edeceğim." 18 Mart 1985 "Artık Suşehrindeyim. Mektubun benden önce gelmiş oturmuş. Hemen aldım, okudum. Tıpkı sana benziyordu; biraz dertli, biraz mahzun, biraz da asker... İstanbul’dan Hasan Kocabaş’tan mektup gelmiş. Mektubunda İstanbul’u anlatıyor: ‘deniz aynı deniz, gök aynı gök İstanbul’da bir bakarsın fırtınalar birikir, saçları yalar bir bakarsın güneş güneş bakışır gözler yürürsün yürür durursun durur sanki gölgendir İstanbul, kes kesebilirsen’ Ben İstanbul’u özleyince, bana İstanbul’u anlatanların anlatımla rıyla avunur um... Seni ziyaretim sırasında çektirdiğimiz fotoğrafı göndermeyi unut ma..." 132 4 Haziran 1985 "İznin olursa seni kucaklıyor um, sımsıkı, öyle ki göğsümüzün ara sından su sızmıyor. Seni ihmal mi ettim? En son ben mi yazdım, sen mi? Ne zaman son mektupları aldık? Neyse, bu sor ulara cevap aramıyor um. Sade ce yeniden yazabilmenin sevincini yaşıyor um. Elimde "günlük" defterim, Kırılmalar isimli şiirini okuyor um. Belki aslı sen de bile yok. Şiir çok güzel. Şimdi dura dura daha da güzel leşmiş: "Aşk bu denli ölü çile bu denli ucuzsa bu şehri, bu geceyi terk etmeli " diye bitirmişsin. ... Bu arada hiç aklımdan çıkmadın. Sana 8-10 sayfalık bir mek tup yazamamanın ezikliğini hissediyor um ince ince. Bu kısa mektup lar gönül kırpıntısı oluyor benim için... "Bu şehri terk etmeli" diyorsun ya, ben de Sivas’ı 3 aylığına terk edeceğim. Teftiş stajı adı altında "Şanlıurfa İli Bozova İlçesi’ne" gidi yor um. Gidince ilk işim oradan sana yazmak olacak." 2 Kasım 1985 "Çok yoğun ve karmaşık bir yaz geçirdim. Kafamda binbir düşün ce... Ne yazdığımı, ne okuduğumu ve kime yazacağımı hatırlamıyo rum. Yalnız senin halâ Yeşilhisar’dan bir yere gitmediğini tahmin ederek, kesikliği, kopukluğu giderecek bu kısa mektubu Yeşilhisar Jandarma Karakolu’na gönderiyor um. ... 1 Kasım geceyarısı, Şiran Kaymakamı’yım. Evimdeyim ve yal nızım... Sabah daireye gidiyor um, hoşgeldinleri kabul ediyor um. Memur ları tanımaya çalışıyor, şehirle tanışıyor um... Benim ilkokul mezunu kardeşim, gönlümün seninle olduğunu bil. Mektubu akşam yazdım, sabah elime aldım ki şiirsiz bir mektup olmuş. Sana da şiirsiz mektup göndermek yakışık almaz: 133 “Kırık kapıları dövüyorum ardında yağmurlar yağıyor minibüsten akşamları iniyorum bazen çekilmez oluyorsun Hani, şu Kadıköy de olmasa öfke yüklü gemilerimi gözlerine boşaltacağım Bu bazen bir utanmadır ağlamak, ağlamak ıssızlarda kalabalıklar fark etmez bunu Kadıköy vapurunda olduğumu" 22 Aralık 1985 - 4 Ocak 1986 "Fotoğrafını aldım, arkasına yazdıklarını ve seni okudum. Şiran’dan sana ne yazdım, ne yazmadım hatırlamıyor um. Mutlaka yazmadıklarım kalmıştır. Şiran’a geldim geleli, çok fazla mektup ala mıyor um. Yani pek mektup gönderen yok sayılır. Biliyorsun 1 Aralık günü evlendim. Evlilik bilmediğin şey değil ya, onun için anlatmama ne gerek var. Bugün 4 Ocak Cumartesi, 22 Aralık’ta yazmaya başladığım bu mektubu henüz bitiremedim. Diğer arkadaşlara mektup yazmadım değil, yazdım, ama sana yazdığımı bitiremedim. Sana yazabilmem için özel bir çaba, özel bir konsantrasyon sağlamam gerekiyor. İğreti olmasın, rastgele olmasın diye. Bunun için de yalnız olmam gereki yor. Bu şimdiye kadar mümkün olmadı, şu an da öyle. Ama yine de sana yazıyor um, artık seni çok bekletmeyeceğim... “Bir gün ziyaretine gelirim”, deyişin bile çok güzel. Sahi ya bir de geliverirsen, kimbilir ne güzel olur! 134 Şiran’da şimdi kış var, kar var. Soğuğuyla meşhur Şiran. İşte böy lesi bir ortamda yazdığım birkaç mısrayı sana gönderiyor um: “bir sonbahar günü her sonbahar gibi bir arada yaşamadığımız zamanların gamı çöktü omuzlarıma ben her sonbahar senin için şiirler yazarım yokluğunu kendime dert edinir melankoliye vurgun yaralı gönlümün saçını başını yolarım sen ilkbahar da, yaz da yoktun halbuki sonbahar benim sana karşı ölümüm yıldönümüm olur” Şiran’da günlerimin büyük kısmı evde geçiyor. Kitap okumaya çalışıyor um, ama evlilikten sonra bunu pek başaramıyor um. Her şey rayına otur unca daha iyi olacak." 8 Mayıs 1987 Ya da içimden şöyle bir tarih atmak geldi: “Ankara, 10 Ramazan 1987”. Tam bize göre, Türkiye coğrafyasına göre bir tarih olurdu. Mektubun geleli, 1.5 ay oldu neredeyse. Tembellikten değil, "form tutma" meselesi aslında geç kalışım. Bir de insanlar yüzün 135 den. İnsanların olduğu yerde kolay kalem alamıyor um elime. Sanki onlardan birşeyler saklıyor um; kalemimi elime alınca sırrımı öğrene cekler gibi geliyor bana. Belki de gerçekten bir şeyler saklıyor um. Kaldığımız yer "yurt" gibi. Bu akşam çekip gitti herkes de, seninle başbaşa kalabildim. Bazan kurarım kendimi saat gibi, kâğıdı kalemi elime alınca “tık” der kalırım. Bugün de sanki öyle oldum. "Uzun süre sarışın sandım kendimi otobüslerde" diye bir mısraı vardı İsmet Özel’in. Uzun süre İstanbul denince, Trafik köprüsünün altından Harem’e giderken deniz, Selimiye, belki uzakta birkaç mina re geldi gözümün önüne. Çünkü ilk orasını görmüştüm İstanbul’un. Şimdi karışık, hem de karmakarışık İstanbul. Şiirini beğendim. Yalnız tahlil et dersen edemem, o benim işim değil. Yarışmaya katılmak kötü bir şey değil, ama iyi bir şey midir? Yarışmayı kazanırsan ‘aldatıcı’ olur mu? Kaybedersen ‘kaybedici’ yani şiir aşkını öldürücü olur mu? Ankara günlerimi bitiriyor um. 12 Mayıs’ta gidiyor uz buradan. 22 Mayıs’ta sınav için tekrar geleceğim. Eğer sınavı kazanırsam, 27 Mayıs günü kura ile gideceğimiz yerleri belirleyecekler. Son 4 günüm Ankara’da. Sıkılıyor um bu şehirden. Kocatepe Camii’nin avlusunda kitap fuarı açıldı, "İstanbul gibi" oldu. .... Aslında bu mektubun bir sayfasını bir şairin şiiriyle dolduracak tım. O anlatacaktı beni sana. Şair, Cemal Süreya. Şiiri, “8.10 Vapu ru”. Daha sonrası için saklıyor um bunu..." 5 Haziran 1987 Geçen ömrüme acıyor um. Bir de kitaplığımdan kaybolan iki kita bıma: Çöle İnen Nur ve Çile. Bunlar olsaydı şimdi daha iyi olurdum belki. Bu sıra Cemil Meriç’in ‘Bu Ülke’sini okuyor um. Cemil Meriç en az okuduğumuz, hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz kapalı bir isim. Biz inançlarımızı ideoloji yaptık, ideolojilerimizi de bayrak, ken dimizi avuttuk. İslâm "iman" idi "bir devir" bilemedik. Bir "ist"in "izm"ine sarılması gibi sarıldık inançlarımıza. Olmadı, olamazdı da. Şimdi ne yapıyor uz? Kocaman değil, ufacık bir hiç. Hiçlerimiz bile 136 küçük. “Bağlandı yollarımız kaldık çaresiz.” Bu arada Cahit Zarifoğlu’nu kaybettik. Onun 47 yıllık ömrüne ve yüreğime bir bıçak gibi saplanan ölümüne bakarak, otuz yıllık ömrü mü tartıyor um: Boşa geçmiş... Belki de şimdiye kadar hiçbir ölüm bana böyle acı gelmemişti. Sonra 13 Haziran’da Cemil Meriç vefat etti. Tesadüfe bak, elimde bir kitabı: Umrandan Uygarlığa. Ve günlü ğüme Cemil Meriç okumakta geciktiğimiz kaydını düşüyor um. Böyle ce çok önceden yazmaya başladığım bu mektubun ilk satırları da bir anlam kazanıyor. -Hatırlarsan sana telefonda, "Elimde bir mektup var, yarım. Göndermeyi düşünmüyor um, başka yazarım" demiştimŞimdi göndermeye karar veriyor um. "Boğaziçi bir akımdır Bir akan sudur Nice dergâhlar Dinler gibi nabzını Yeni doğan çocukların Yamaçlarda mezarlıklar Sever gibi bazıları Açık havada gömülmeyi" diyor Zarifoğlu. Bu şiirini Alim Kahraman köşesine almış. Ebube kir Eroğlu da "Kabristanı terk ettiğimizde bir anda Boğaziçi’nin bura dan göründüğü ortaya çıktı. Önce yoktu sanki. Küplüce Camii, kab ristanın uhrevi havası, deniz ve bir de o eski Kadıköy, Suadiye sahil leri onun şiiri ile birbirine anlam vererek dizildi ard arda. ‘Vay canına! Halâ şiir yazıyor...’ dedim" diye yazmış. Sanki ölmeden önce kendi şiirini yazıp ölümüyle de güzel bir açıklamasını sunuyordu... Buralarda dünya ile irtibatımızı gazete sağlıyor. Gazeteyi ilginç bir duyguyla okuyor um: Dostlarım da aynı gazeteyi okuyordur. Kendimce bir nevi iletişim kur uyor um onlarla. Bazan, bir haberi, bir yor umu ayrı yerlerde ama birlikte aynı saatlerde okuduğumuzu, aynı şeyleri düşündüğümüzü düşlüyor um. 137 Hasan ile evvelki gün telefonda konuştuk. Dedim ki, "Ben bu telefonları sevmiyor um, mektup yazalım." Biliyorsun, ben telefonda konuşamam, diyeceklerimi diyemem. Bu da bir nevi mizaç mesele si... Sana bu satırları gece yarısı yazıyor um. Oğlum Mehmet de yanımda. Büyüyor, sekiz aylık. O da bir umut işte, bütün çocuklar gibi. Hasan’ın dediği gibi "Çocuklar büyüyor sanıyorduk, meğer biz ihtiyarlıyormuşuz." Günlükten - 13 Ağustos 1987 "İki şiiri daha geldi... Belli ki cevap bekliyor, yor um belki de. Yaza cağım. İki şiirini de çok kere ve yanyana okudum, okudum. Eski bir tarzı vardı, yaldızlı kelimelerin arkasına saklanır, anlatmak istedikleri ni süslemeye çalışırdı. Şimdi değişmiş, şiirleri sade, konuşulan dile daha yakın. Başka şiirler de gelmeli ki bir karara varayım. Ama bu çocuğa Cahit Zarifoğlu "şair" demiş, bana bir şey demek düşmez..." 20 Ekim 1987 "Bir zarf içerisinde üç şiirini aldım. Nereden başlayacağımı da bilmiyor um. Olumludan mı, olumsuzdan mı, yoksa Abana’dan mı? Ama Abana’nın öyle anlatılacak bir yanı da yok. Sözde turistik demiş ler. Turist dedikleri ya kendileri, ya da gurbetteki oğulları, tor unları. Abana deniz kenarında, metrekaresi bir çırpıda çıkartılabilecek bir düzlüğe kur ulmuş. Bir tarafından usanmadan sahili döven Karadeniz dalgaları, diğer yanda denizden yükselen yalçın dağlar. Nüfusu az, iklimi İstanbul’dan daha soğukça... Şiirine gelelim, işe yeni gönderdiklerinle başlarsam: - Ama ben şiir eleştirmeni değilim, senin şiirlerini mısra mısra tahlil etme gücüm de yok."Sınır" adlı şiirinden bir şey anlayamadım. Daha doğr usu, şiirin pişmemiş. Çok acele bir şeyler yazıp bitirmişsin. Gerçi tek tek mıs ralar iyi ama, genelde... "Ressam Olsaydım"ı ressam olamadığım için bilmiyor um. Çok güzel resim çiziyor olmalısın. Ben olsaydım o şiirin odağına kanı değil, kalbi yerleştirirdim. Kalp kan’ın karşısında ikinci planda kal mış. Şiirin asıl manası, şairin karnında gizlidir derler. Şiirin güzel. 138 Şu "Ağıt" şiirin beni çarptı. Bu şiirinin eleştirilecek bir yanını bula madım. Şiirlerini bekliyor um. Belki, burada kitabını yayınlarız. Tabii ki şaka ediyor um, ne kitabı, burası mahr umiyet bölgesi!.." Kasım 1987 "Bu işte bir yanlışlık var, yanlış anlama var. Pek anlamış değilim ama... Şair olamayacağını söylemedim, Allah biliyor ki gönlümde şairliğine ve şiirine imreniyor um. Senin şiirini tahlil ederken verdiğim misal uygunsuz kaçtı galiba. Sen ne ince, ne nezih ruhlusun. Ben bu kaba beyin ve kalbim ile o inceliği nasıl düşünemedim! Şiirlerin başucumda dur uyor. Senin şiirlerine alelade bir şiir olarak bakmadı ğım için, seni bir şair olarak ortaya çıkabilecek güçte görmek istedi ğim için şiirlerin hakiki eleştiriye muhatap olsun istiyor um. Bunu ben yapamam. Ama övdüğüm bir taraf varsa şiirlerinde, bunu içimden öyle geldiği için yapmışımdır... Bu kadar yeter, şimdi Abana... Hava çok bulutlu, deniz dalgalı, ağaçlar yapraklarını döküyor ve benim içimde bir boşluk var. Kendimi duygusuz ve amaçsız hissedi yor um. Sebebini araştırmayacağım...." 14 Ocak 1988 "Dünya ile irtibat kurduğumuz bir gazete vardı, o da badire üstü ne badire atlatıyor. Senin haberin yok, köhneyip gidiyor uz burada, neredeyse ‘adamlık’tan çıkıyor uz. Diyorsun ki mektubunda “çeşitli kültürel, sosyal etkinliklere katıl.” Biz burada onların adını bile duya mıyor uz. Bir kitap bile bulamıyor uz okumaya, dergi görmüyor gözü müz... Sen söyle şimdi ben ne yapayım? Belki senden bir şiir gelme se, hepten tar umar olacağım. Deniz, sanki Çin Seddi gibi karşımıza dikiliyor burada, geçit ver miyor. Diğer tarafımızda dağlar yükseliyor. Dağa da, denize de, dal gasına da alıştık artık... 139 Şiirin hakkında yor um yapmak istemiyor um. İstemiyor um çünkü, hata yapmaktan korkuyor um. Şiiri çözmüşsün sen. Eğer yüreğine azim dolmuşsa, dergilerin şiirlerini kabul etmemesi imkânsız, hata ederler. Alçakgönüllülüğü bırakmış olman gerekir. Seni daha önce de ihtar etmiştim. Şiirde bir yere kadar gelmişsin, bundan ötesini ben bilmiyor um. Bundan ötesine hiç gitmedim çünkü. "Kendime bir acı kök tadı seçtim" diyerek değişik yerlere kaydırdım içimdekini. Kısa sı, ötesini birikiminle elde edeceksin." 8 Haziran 1989 "Şimdi çok uzaklardayım. Adı anıldığında herkeste ayrı çağrışım lar yapan bir ülkenin bir köşesindeyim. Sana ilk bakışta izlenim yazabilecek halde değilim, ama şehirle rin şehir, insanların da insana benzediğini söylersem fazla abartmış olmam. Bazen küçük şeylere "Aaa" diyor uz, bazan tebessüm ediyo ruz burada. Bir kutuya para atıyorsun, kapak açılıyor gazete alıyor sun. İki gazete de alınabilirmiş, ama kimse almazmış. Bu sadece bir sistem, zorla bir şey yaptırmıyorlar. Kılık kıyafetle de kimse uğraşmı yor burada. Tampa şehri üçyüzbin nüfuslu. Hiç kimse iki katlı bir evde otur muyor, hepsi tek katlı, çevresi ağaçlı bir evde otur uyor. Böylesi evler den oluşan çok geniş bir alana yayılmış temiz bir şehir Tampa. Şehir merkezinde birkaç tane 20’den fazla katlı bina var, onlar da işyeri. Okula gidiyor uz. Annesi Arjantinli, babası Yugoslav, kendisi Vene zuellalı Tampa’da oturan bir bayan; annesi Meksikalı, babası İtalyan kendisi Tampa’da oturan bir başka bayan daha şu iki gün içerisinde bize derse gelen öğretmenler. İngilizce öğretiyorlar bize. Türkiye’den ne bir haber, ne bir posta güvercini geliyor. Telefon etmek de mümkün değil. Sokaktan jetonla aranamıyor Türkiye. Mut laka evinde telefon olmalı, o da henüz gerçekleşmedi. Bir gazeteye bile hasret kaldık. Burada bir cami varmış, Cuma günü gideceğiz. 1998 140 Her görevine onu kader atadı... "İçtenlikti her zaman her davranışın altında yatan, samimiyetti. Bize kendimiz olmanın hiç de olumsuz ve olanaksız olmadığını öğretendi; örneklik yaptı kendi özgüveni ile. Yıllar önce telefonda coşku ile şiirler okur, şiire olan ilgimizi kış kırtırdı. Bugünlerde hasbelkader yazmaya çalışıyorsak, onun gönen dirmesinin katkısı vardır bunda. Çevresindeki insanları, bariz vasfı olan içtenliği ile kuşatır, onlara doğallığıyla bir şeyleri anımsatır ve duyumsatırdı. Dünyayı konuştuğumuz gibi onunla, iç dünyamızı da konuşurduk. Kimi zaman, aşırı derecede büyüttüğümüz sor u ya da sor unları, o bir fiske ile yerle bir ederdi. Sonra devlet mekanizmasına girdi, bürokrat oldu. Benim halâ çok iyi edebi metinler olarak gördüğüm mektupları, şiir - mektupları yaz maya, göndermeye başladı. Haberleşmemiz kesintiye uğramadan sürdü. Askerde omuz omu za çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğraf da onun şiirlerinden birisidir. Mektuplarını üç yıl kadar önce "Sarnıç" adlı edebiyat dergisinde yayımlamıştık. Okurluğu hep sürdü, ama yazarlığını (özellikle şiirlerini ve günlük lerini) kendinde tuttu. Şimdilerde memleket meselelerine dair yaz dıkları ise ortada. Yurt dışı, yurt içi derken, Suşehri kadar (belki de) sevdiği İstanbul’a geldi. Belediye’de bir (daire) makamı vardı. Aynı insan olarak, halka hizmeti bir ibadet şevki ile yaparken uzaktan (özellikle uzaktan) izle yip durdum onu. Her görevine onu kader atadı. Şimdilerde biriktikçe biriken birikimi ile kim bilir kader ona neler hazırlıyor, bilmem ama, Yaratıcısının, kullarına armağan vermek iste 141 diği bir vakitte onu istihdam edeceğini biliyor um. O zaten makama ve mevkiye aldırmıyor. İyi futbol oynadığını, cebinden küçük bir kâğıttan bir - iki dize düşebileceğini, kırışan alnında, ülkesinin ıstırabını yaşadığını ve yaşattığını biliyor um. Sivas’ın bu yaşayan tarih büyüklerinden olan zatı ve onun gibileri gördükçe, insanın umudu daha da artıyor. Aynı gazetede yazmanın zevkini yaşıyor um onunla." Mürsel Sönmez, İstanbul’daki Anadolu Gazetesi, 1 Aralık 1999 142