HUMAN ZMANIN TRAJED S Halide Aral Özet Modern insanın

Transkript

HUMAN ZMANIN TRAJED S Halide Aral Özet Modern insanın
1
HUMANİZMANIN TRAJEDİSİ
Halide Aral
Özet
Bu makalenin amacı humanizmanın bazı değerleri –insan aklını yüceltmek ve benliği vurgulamak gibi- ile modern insanın
yaşadığı yabancılaşma ve ahlaksal çöküş arasındaki ilişkiyi belirginleştirmektir. İki olgu arasındaki bağ C. Marlowe’un Dr.
Faustus adlı oyunu esas alınarak irdelenmiş ve Faustus’un trajedisinin hümanizmanın trajedisini yansıttığı görüşünden yola
çıkarak, farklı bir insan ve ahlak anlayışına ilişkin sorular sorulmuştur.
Anahtar Sözcükler: Yabancılaşma, Humanizma, Dr. Faustus
Abstract
Key Words: Alienation, Humanism, Dr. Faustus.
The purpose of this article is to clarify the part humanism, with its glorification of human power –particularly, his reason- and its
stres on the cultivation of the self plays in alienation and moral disintegration of modern man. The article handles this issue
with reference to Dr. Faustus and holds that the existing conceptions of man and morality need to be reevaluated to help
modern man out of his moral crisis.
Modern insanın yaşadığı yabancılaşma ve ahlaksal bozulma Batı’da Rönesans döneminde gelişen
humanizmanın bir sonucu olarak görülebilir. Ancak böyle düşünmek insana değer veren, onu
özgürleştiren ve yaşamı geliştirip güzelleştirmeyi amaçlayan humanizmaya haksızlık etmek gibi
görünebilir pek çok kişiye. Oysa, düşünce ve inanç sistemleri çarpıtılabilir. Dahası sistemin kendisinin,
tüm iyi niyetine karşın bu çarpıtmayı olası kılacak ve kendi trajedisini hazırlayacak eksikleri, zayıflıkları
olabilir. Sonuçlara yani insanın bugünkü durumuna bakıldığında hümanizmanın da ne yazık ki, böyle
bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Amacım bu yazıda hümanizmanın bütün değerlerini ele almak ve
hümanist/antihümanist
tartışmasını
bu
doğrultuda
incelemek
değil.
Bir
edebiyatçı
olarak
humanizmanın insan aklını yüceltirken vurguyu benlik üzerine kaydırmasının olumsuz sonuçlarını 16.
yüzyıl İngiliz oyun yazarı C. Marlowe’un, kahramanı modern Batı insanının imgesi haline gelen, Dr.
Faustus adlı oyununa değinerek irdelemek istiyorum. Sorun belirlendiğinde ve bu konuda
anlaşıldığında çözüm kendiliğinden ortaya çıkacaktır sanırım.
Bir Rönesans düşünürü olan Pico “İnsan Onuru Üzerine” adlı söylevinde insanın aklı nedeniyle
hayvandan üstün, şanslı, hayran olunası bir varlık olduğunu belirtir. Ardından özgür iradesi nedeniyle
insanın seçme özgürlüğüne sahip, ayrıcalıklı bir varlık olduğunu söyler. Seçim özğürlüğü yani insanın
2
meleksi olanla hayvansal olan arasında seçim yapma şansının olması Pico’ya umut, iyimserlik aşılar.
İnsan meleklerin sevgi yeteneğine, aklına ve tutarlı yargı yetisine öykünmelidir. İnsanın amacı kendini
bilmek olmalıdır ve bunu başarmak için tüm insan doğasını araştırmalıdır.
Ancak bir Rönesans sanatçısı olan Marlowe insana ilişkin aynı coşkuyu, umudu, iyimserliği
paylaşmaz ve kaygılarını Dr. Faustus adlı trajik oyununda dile getirir. Bilindiği gibi Dr. Faustus tipik bir
Rönesans insanıdır. İlahiyatta ve bütün bilim dallarında bilginin en üst düzeyine varmıştır. Ama bilgi
onu kibirlendirir ve o açgözlülükle daha fazlasını, yani tanrısal gücü ister. Tanrısallıktan anladığıysa
mutlak güç sahibi olmak ve bu gücü hiçbir ahlaksal kaygı taşımadan dilediği gibi kullanmaktır. Ruhunu
şeytana satarak o güce sahip olduğunda Faustus dünyevileşir ve güç isteği onu tanrısal olandan
uzaklaştırıp, hayvan yanına tutsak eder. Oysa bu, Pico’nun ve diğer hümanistlerin en istemedikleri
şeydir.
Faustus’un trajik öyküsü modern insanın öyküsüdür. Yani benliğe yenilmenin ve sınır bilincinden
kopuşun öyküsüdür. Marlowe bir sanatçı duyarlılığıyla hümanist düşüncenin doğasındaki tehlikeyi
sezinler. Kişiliği geliştirmek, insanın yeteneklerinin, aklının gücünün sınırsızlığına inanmak doğru,
güzel ve insanın kendine saygı duyarak ilerlemesini sağlayan bir düşünce olabilir. Ama aklın gücünün
sınırsızlığına, her şeyi başarabileceğine inanmak kötü niyetle yorumlandığında, insanı kendi dışında
hiçbir otoriteyi tanımamaya –ki, bu otorite tanrı da olabilir doğa da- üst düzey bir egoizme, zorbalığa ve
sorumsuzluğa dönüşebilir. Bugün olan da budur.
Rönesans hümanistleri insanı yüceltirken bu olasılığı görmemişlerdir. Özellikle Tanrı’dan kopmak
büyük çoğunluğunun aklından bile geçmez. Onlar akıl ve bilginin insanı daha soylu ve onurlu bir varlık
haline getireceğini düşünerek insana hak ettiği değeri nihayet vermenin kıvancını yaşarlar. Amaç
Socrates’in dediği gibi kendini bilen ve böylelikle topluma yararlı olan bireyler yetiştirmektir. İnsanın
geldiği noktaya bakıldığında bu amacın gerçekleşmediğini görüyoruz ve sorunun nedenlerini
araştırmak gereğini duyuyoruz. İnsanın çürümesini insan doğasına mı bağlayacağız yoksa
humanizmanın önermelerini mi gözden geçireceğiz? Sorunun cevabı Marlowe’un kibirli, azgın
kahramanının yanlışında gizli gibi görünüyor. Marlowe kahramanını salt sansür korkusuyla Tanrı’ya
yenik düşürmeyecek kadar ateist ve ciddi bir sanatçıdır. Faustus cehenneme düşer çünkü sınır
bilincini kaybetmiştir. Sorun insanın kendisini her şey sanmasıdır ve Faustus bu hatayı yapar. Kendi
dışında hiçbir otorite tanımaz ve Tanrı’ya, evrene karşı sorumluluk duygusunu tümüyle yitirir.
3
İnsanların yanlışlarının sonuçlarından kaçamadığı, hiçbir sığınağın kalmadığı bir dönemdeyiz. Yani
Mephistophilis’in dediği gibi cehennem burası. Politik ve ekonomik sistemler çöküyor, onların
dayandığı ahlaksal değerler de. David Ehrenfeld komünizm ve kapitalizmin insana bakışı konusunda
bize çok önemli şeyler söylüyor. Onu dikkatle dinlemek yararlı olabilir:
Komünizm ve kapitalizm yüzyılılımızın resmi siyasal-ekonomik düşmanları. . . Ancak ikisi arasında
farklılıklardan çok benzerlik görmekte yalnız olduğumu sanmıyorum. Komünizm aslında birkaç yıldan fazla
bir süredeki uygulamalarının tümünde verdiği sözleri hiç tutmayan iyi niyetli hümanizmadır; kapitalizm
aslında bazı tekniklerini ve biçemini inceltmiş ama bunun dışında çok az değişmiş bencil ve vahşi
1
hümanizmadır.
Bu sözlerin söylendiği yıllarda Doğu Bloku dağılmamıştı, Amerika süpergüç dengesini korumak
kaygısını böyle derin yaşamıyordu, dünya küreselleşmemişti ve Ortadoğu’da gerilim patlama
noktasında değildi.
Oysa şimdi durum farklı. D. Ehrenfeld’in iyi niyetle dilediği ya da umut ettiği gibi, bir ekonomik kriz
insanların aklını başına getirmedi. Güçlüler bildikleri vahşice yöntemlerle güçlü kalarak krizi aşmak
istiyorlar ve güçsüzler ya da yoksullar da bu oyuna bildikleri aptalca yöntemlerle direniyorlar. Bu
yüzden değişim sağduyu ya da insancıl duygularla gelmeyecek gibi görünüyor. Geriye kalan
Faustus’un yolu mu? Bu dehşet verici bir soru. Ahlaksal kaygı, insanca sorumluluk duygusu
taşımayan, insanı ve Tanrı’yı değil, yalnızca malı parayı seven ve ekonomik, siyasal gücü elinde tutan
insanları düşündükçe bu soru çok da ezici hale geliyor. Birileri bir şeyler yapmak zorunda. Son
pişmanlık fayda etmez aşamasına gelinmeden bir şeyler yapılmalı. Ama o birileri kimler olabilir ve ne
yapmalılar? Bu soruya cevap ararken hemen ekonomi politikaları üretmeye kalkanların çabası boşa
çıkabilir. Sorunun çözümü artık, salt ekonomistlerin işi değil. Artık felsefecilere, özellikle ahlak
felsefecilerine, psikologlara, edebiyatçılara, sanatçılara, işi insanı tanımak olan herkese ihtiyacımız
var. Kurtulmamız gerekiyor. Hardt ve Negri’nin entelektüel “militan”ı olabilir mi kurtarıcımız? Yani
2
“sermaye karşısında isyan eden. . . emperyal komuta mekanizmasına yaratıcı bir yolla direnen” insan.
3
Bu yeterli mi? Yoksa kurtarıcımız Paolo Valesio’nun deyimiyle “anemik” Zerdüşt mü? İkisinin ortak
yönleri olabilir mi? Başka özelliklere de gerek duyulabilir mi? Nasıl bir ahlak kurtarabilir insanı? Bir
4
“militan”a ihtiyacımız olduğu çok açık, bilinçli, direnen, sorgulayan ama başkalarını olduğu kadar
kendisini de ahlaksal anlamda aman vermeden sorgulayan insanı kast ediyorsak eğer. Ekonomik
sistemler sağlam bir ahlak felsefesiyle desteklenmedikçe bir işe yaramayacaklar. İnsanoğlu hayvan
yanını eğitmek, Jung’un deyimiyle ‘gölge’sini kabul etmek, benliğini yenmek, doğaya, evrene,
inanıyorsa Tanrı’ya, yaratılmış her şeye saygı duymak zorunda. İnsanın sonsuz potansiyelini açığa
çıkarmak adına dünyayı tüketenlere güçlü bir ahlaksal yapıyla karşı durulabilir ve bu bazı düşünürlerin
önerdiği gibi fesatça değil açıkça, dayanışmayla, cesurca yapılmalıdır. Bu kahramanlık değil,
sorumluluğunu demokratik biçimde yaşamak, varlığını ortaya koymaktır.
Hümanizmanın yanlışlarını açıkça tartışmak bazı riskleri göze almayı da gerektiriyor. Kökten
dincilerin işine ne kadar çok yarayabilir ve böyle bir eleştiriyi kendi fanatizmlerini haklı çıkarmak için
kullanabilirler, tıpkı yapıbozumcu söylemin boşluklarını kullandıkları ve marjinali merkeze getirmenin
zevkini yaşarken yaptıkları gibi. Geçmişin yoksulları da benliklerinin tutsağı ve onların da tek istediği
erdem, eşitlik, adalet değil, maddi güç ve maddi refah. Bu refahınsa bir amacı yok. Faustus gibiler, salt
dünyevi haz amaçları ve Tanrı’yı da oyunun bir parçası haline getirmeye çalışarak inandırıcı olmaktan
büsbütün uzaklaşıyorlar.
Çare olarak kabul edeceğimiz bir sistem yok gibi görünüyor. Batı, politik olarak öyle görünmese de,
kurumsallaşmış hıristiyanlıkla sorununu çok önce bitirdi. Ama fanatiklerini hala temizleyemiyor çünkü
insan olmayı yeterli bulmayan, seçilmiş, üstün insan masalına tutkun, Tanrıyı kıyamete zorlamayı
4
amaç edinmiş köktendinciler değişmemekte direniyorlar. Müslümanlarsa henüz yolun başındalar ve bu
yol zorluklarla dolu. Aslında her şey denendi ve bitti. Şimdi seçim çok net. Kurumsallaşmış dinler
insana bugün geldiği noktada yeterli manevi desteği sağlayamıyor. Sağladığına inanlar Hardt ve
Negri’nin de belirttiği gibi modernizasyonu redderken geçmişe dönüyorlar yalnızca ve insanın
karmaşasını basite indirgeyen bir yaşam görüşü sunuyorlar.
Tanrı’yı yeniden keşfetmemiz gerekiyor belki. Tanrı’nın olup olmaması bizi ilgilendirmiyorsa, sevgiyi,
sevecenliği, saygıyı keşfetmeliyiz. Her iki türlü de öncelikle bilmemiz gereken gücü sınırsız varlıklar
olmadığımız ve sorumluluklarımızın olduğu. Sınırsız olan düş gücümüz, isteklerimiz ve yaşamı
güzelleştirme -ya da çirkinleştirme- gücümüz. Ama isteklerimizi, düşlerimizi gerçekleştirmek isterken
başkalarının yaşam hakkını yok sayamayız ve canımızın istediğini yapamayız. Bu yapıldı ve sonucu
birlikte yaşıyoruz. Henüz sonsuz lanet aşamasında değiliz, bir şeyler kurtarılabilir gibi görünüyor. En
4
5
azından insana saygımızı ve kalanı kurtarabiliriz. Başkalarının kanıyla imzalanan şeytani anlaşmaları
iptal etmek için zamanımız hala var. Ama bunu yapmak için insanı ve yaşamı korumayı hedefleyen
başka bir hümanizmayı gereksiniyoruz. Bize insanı aşağılayan inançlar, onu sürekli tehdit eden öfkeli,
hınçlı tanrıların yerine zekası ve aklından kibir duyan ve kendisini her şeyin efendisi gibi gören insanı
sunan hümanizma dışında bir hümanizmayı. Uyuşuk kadercilikle, özerkliği başınabuyrukluk,
sorumsuzluk sanmak arasında bir orta yol olmalı. Bir bilgelik belki de, haddini bilmek, sonuçları
hesaplamak ve dokunulmaması gerekene saygı göstermek.
Aklın her sorunu çözebileceğine, bilim ve teknoloji sayesinde insanın mutluluğu yakalayacağına
inanmak için artık pek nedenimiz yok. Akıl, bilim, teknoloji, hiçbiri insanı daha dingin, özgür ve barışçı
kılamadı çünkü doğamızdan koptuk ve kendimizi salt eşya ve sosyal konum aracılığıyla tanımlıyoruz.
Bir anlamda özgürlüğümüzü de yitirdik. İnsanların popüler psikolojiye yönelmesi, dine dönüş -fanatizm
ya da popüler maneviyatçılık biçiminde- birey olma isteğinin ve benliğin yetersizliğini duyumsamanın
ifadesi olarak görülebilir. İnsanlar yığın olmanın ağırlığını yaşıyor ve kendilerini önemli, değerli, eşsiz
hissetmek ve özgür bir birey olabilmek için çabalıyorlar. Politik, toplumsal sistemlerin onlara vermediği
değeri, yaşamlarına katmadığı anlamı başka bir yoldan elde etmek amaçları. Ama sanki birileri bu
haklı, masum çabayı bile sömürüyor. Cenneti yeniden bulmak kolay olmayacak ve şimdi insanlar her
şeyin ölçüsü olmanın ve özerkliğin tanımını iyi yapmak zorundalar.
Bütün bu olumsuzluklara karşın iyi olan şeyler de var, trajedinin mantığıyla bakarsak eğer.
Sorumsuzluk, maddiyatçılık, yıkıcılık en üst düzeye ulaşmış durumda ve kapitalizm ölmemek için
dirense de artık gidilecek yer kalmadı çünkü bireyi, yaşamı, doğayı tüketirken kendisini de tüketti bu
sistem. Eğer yaşamın sürmesini istiyorsak yeni bir şey denemek zorundayız. İnsanın temel
gereksinimi güven duygusudur ve kalabalıklar güven isteğinde ısrar edeceklerdir ama sapkın yollarla
ama sağduyu ve sabırla. Bu istek dikkate alınmadığında olacakları görmezden gelmek –ki, aslında
İslami terör olası çarpık tepkilerden birini şu anda sergiliyor- Faustus küstahlığıdır ya da düpedüz
yarını göremeyecek kadar bilgisiz olmaktır ve bilmemek suçun sorumluluğunu her koşulda ortadan
kaldırmaz.
Faustus sonsuz düşüşünü yaşamadan önce yüreğimizi sızlatır. İnsanın yetersizliğini görür,
açgözlülüğünün bedelini kavrarız. Bu bizi utandırır ve üzer. Tanrı affeder mi diye geçer içimizden. Ama
böyle bir beklenti boşunadır çünkü Tanrı’nın insana karşı tavrı kesindir. O insana akıl vermiştir ve
karşılığında bunun hakkını vermesini ister insandan. Tanrı’nın gazabı bizi akıl konusunda iki farklı
6
anlayışla yüz yüze getirir. Tanrı’nın akıldan anladığı bilgece seçimler yapma yetisidir. İnsansa aklı
benliğinin hizmetine sunacağı, bencilliğini doyurmaya yarayan bir yeti olarak görür. Düşüşün Faustus’a
öğreteceği şeylerden biri de bu farktır.
Yaşamı, doğayı, insanı seviyor ve hayatın sürmesini istiyorsak, bu farkı biz de öğrenmek
zorundayız. Koşullar bunu dayatıyor zaten. Politik, ekonomik baskıyı ve sömürüyü engelleyecek,
insana saygı duyma, varoluşa değer verme ve koruma temeline dayalı bir ahlak sistemini
gereksiniyoruz.
Bireylerin
sorumluluk
duygusunu
geliştirmesini,
önce
kendi
kötülüğüyle
hesaplaşmasını, başkalarının değil, kendi benliğinin efendisi olmasını öğütleyen, duygu ile aklı
dengeleyen bir ahlak bize yardım edebilir. Benliğimize düşkünlüğümüz, görülüyor ki, içimizdeki sevgiyi
yok etmiş. Doğayı, bitkileri, çiçekleri, hayvanları, insanları sevmiyoruz ve “sevginin bittiği yerde”
5
Jung’un dediği gibi, “güç ve şiddet ve terör başlıyor.” Şimdi hiç denemediğimiz bir şeyi yapmalı,
bilgeliği keşfetmeliyiz. Çok yücelttiğimiz aklımız kadar yüreğimize de danışarak, insan onurumuza
sahip çıkmalıyız. Öbür türlü bağışlanmayı dilemek için zamanımız bile olmayacak.
NOTLAR
1.David Ehrenfeld, The Arrogance of Humanism (NewYork: Oxford Univ. Press, 1981), s. 253.
2. M. Hardt& A. Negri, çev.: A. Yılmaz, İmparatorluk (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001), s. 412.
3. Paolo Valesio, Reconstructing Individualism Autonomy, Individuality, and the Self in Western
Thought, eds. Thomas C. Heler, Morton Sonra, (Stanford, Calif, : Stanford Univ. Press, 1986), s. 181.
4. Grace Hallsell, çev.: M. Acar, H. Özmen, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak (Ankara: Kim Yayınları, 2003).
Seçilmiş insanlar inancının ardındaki faşizm konusunda ciddi bir uyarı niteliği taşıyan bu kitap,
evangelistlerin dünya barışına karşı nasıl ciddi bir tehlike oluşturduklarını sergiliyor. G.W. Bush’un
evangelist olduğu hesaba katılırsa, bugün olanlara şaşmalı.
5. C.G.Jung, The Undiscovered Self (London: Routledge and Kegan Paul Ltd., 1990), s. 106.
References
7
Ehrenfeld, David. The Arrogance of Humanism. New York: Oxford Univ. Pres, 1981.
Hallsell, Grace. Tanrıyı Kıyamete Zorlamak. Çev. M. Acar, H. Özmen. Ankara: Kim Yayınları, 2003.
Hardt, M & Negri, A. İmparatorluk. Çev. A. Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.
Jung, C. G. The Undiscovered Self. 19th ed. London: Rouledge Kegan Paul Ltd., 1990.
Valesio, Paulo. Reconstructing İndividualism, Autonomy, Individuality and the Self in Western
Thought. Eds. Thomas C. Heler, Morton Sonra. Stanford, Calif.: Stanford Univ. Pres, 1986.

Benzer belgeler