Burhan Dergisi 41. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 41. Sayı
ALLAH'ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikayet ediyorum!
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem
tutuyor ne de silah!..
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!..
Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü
hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği
biriyim!..
Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden
müteessir olanların yazmasıdır!..
Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!..
Hala kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?..
Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok,ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak?..
Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan
edenlere karşı duracak!..
Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? ..
Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden
gelirken!..
Omuzlarımıza el verecek ve göz yaşlarımızı silecek bir bakış!..
Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri,ALLAH için kızmaz mı!?
Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye;
Ey RABBimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardım et! diye çağıramaz mı!?..
Buna da mı gücünüz yetmiyor!?..
Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak:
Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!..
Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek!..
Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!..
Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin!..
Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!..
Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın!..
Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! ..
Temennimiz, ALLAH'ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!..
Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! ALLAH aşkına, bari aleyhimize olmayın!..
Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!..
ALLAH'ım! Sana şikayette bulunuyorum Sana şikayette bulunuyorum..
Sana şikayette bulunuyorum..
Gücümün azlığını, imkanımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum..
Sen mustazafların Rabbisin Sen bizim Rabbimizsin Bizi kime bırakıyorsun?..
Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?..
ALLAHım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum…
Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı ve Birliğimiz bozuldu Yollarımız ayrıldı Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini Sana şikâyet ediyoruz…
HAMAS'ın İsrail tarafından şehid edilen liderlerinden
Şeyh Ahmed Yasin
editör’den
Hazreti Âdem’den beri Hak-batıl mücadelesi devam etmektedir.
Sünnetullah böyle kurulmuş. Kimisi Hakkın safında kimisi batılın
safında yer almaktadır. Kimsi Rabbinin katına şahadetle ulaşırken
kimisi de dünyaya sıkı sıkıya bağlanıyor.
1948’de Deir Yunus’ta Siyonist Igur terör örgütü ile başlayan
Siyonist terör hareketi günümüzde de devam etmektedir. Hiçbir kural
tanımayan bu terör devleti acımasız ve pervasızca cinayetlerine
devam etmektedir. Aklımızın durduğu noktadayız. Kelimelerin
kifayetsiz kaldığı yerdeyiz. Ümmet nerede? Ümmetin liderleri,
devletleri, orduları nerede?
Elimizden hiçbir şey gelmez demeyelim. Fert olarak yapmamız
gerekenleri bu terör devletine karşı yapalım. Biz gücümüzün
yettiğinden sorumluyuz. Elimizden geldiğince yardımlarımızı
esirgemeyelim. Yardım kuruluşlarında görev alalım. Bir bardak suyun
bir kıvılcımı söndüreceğini unutmayalım. Boykotu elden bırakmayalım.
Terör devletine ait olan hiçbir malı evimize sokmayalım. Asla para
vermeyelim. Verdiğimiz her kuruşun bir şehidin canına kast edecek
bomba olduğunu unutmayalım. Küçük bir kızın tavrına bakınız:
Yahudi kızın ibret alınması gereken örnek tavrı!!!
Çamlıca Kız Lisesi Müdür Muavini Sebahat Egemen Hanım'ın
yine bir lise hocası olan arkadaşının başından geçen su hadise,
değişik ülkelerde yıllarca azınlık psikolojisi içinde yaşayan Yahudi
cemaatinin millet olma şuurunu nasıl kazandıklarını göstermesi
açısından oldukça önemlidir:
"Çocuklardan not tutmaları için bir defter getirmelerini istedim.
Sınıfın tek Musevi talebesi hariç iki gün içinde hepsi isteğimi yerine
getirdi. Her ders Yahudi kızına defter getirmesi gerektiğini
tekrarladımsa da, hali vakti yerinde olduğu halde kız deftersiz
gelmekte devam ediyordu.
Nihayet aradan bir hafta geçtikten sonra, dediğimi yapmadığı
takdirde kendisini sınıfa almayacağımı söyleyince ağlamaya başladı.
Ailesinin çok geniş imkânı olduğunu bildiğim için bu direnmenin
sebebini öğrenmem lazımdı. Kızdan aldığım cevap bir Siyonist
prensibin genç bir Yahudi kızında ifade bulmasından ibaretti.
Kız ağlamaya devam ederek
''NE YAPAYIM ÖĞRETMENİM, YAKO ON GÜNDÜR
DÜKKÂNINI AÇMADI, HERHALDE HASTA OLMALI'' dedi."
Dergimiz kırk birinci sayısına ulaşmış bulunmaktadır. Bu
yolculuğumuzda sizler desteklerinizi eksik etmediniz. Allah hepinizden
razı olsun. Bu sayımızda dergimizin içinde bir abone kâğıdı
bulacaksınız. Lütfen bir yakınınızı abone yaparak dekontu dergimize
faks, e-mail veya posta yoluyla ulaştırınız. İlgi ve alakanız için
şimdiden teşekkürler….
Allah’a emanet olunuz…
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 41
Şubat 2009
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
içindekiler
6 ÇOCUKLAR SAVAŞTA BİLE
44 EDEP…
ÖLDÜRÜLMEZ
Ahmet HALİLOĞLU
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
9 KANIMIZ AKSA DA MESCİDİ AKSA
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
Öğrenci Abone: 50 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Aydın BAŞAR
H.Zekeriyya GÜL
10 GAZZE MEKTEBİ
Sezgin ÇAKIR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
46 Sevgi İnfakçısı
12 Dünü ve Bugünü ile Filistin
Salih AYDIN
48 Bir Gedâ Kuyunun İçinde Hep
Sana Yazdım
Saliha MALHUN
50 HAKÎM İSMİ’NİN YENİDEN
DİRİLİŞİ GEREKTİRMESİ
18 FİLİSTİN’İN MÜSLÜMANLARIN
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
HÂKİMİYETİNE GEÇİŞİ
52 MUHABBET BAHÇESİ
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
20 FİLİSTİN’İN KRONOLOJİSİ
24 İSLAM ÜLKELERİ DERHAL
MÜDAHALE ETMELİDİR…
Mehmet TALU
Yusuf ELİBOL
54 Yetiminim
Mehtap ABDİ
56 EBU HANİFE (HAYATI,
TALEBELERİ VE HOCALARI)
30 ÖFKE ve ACİZLİK
Hasan BAŞAR
33 SON NEFESE KADAR “KULLUK”
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Ergül ER
62 Şiirler
64 Kalbi Allah’tan Gayrisinden
Arındırmak
34 Müslümanca Duruş…
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
“MAZLUMA DA ZALİME DE YARDIM
EDİN.”
66 Abdurrahman Sami Saruhani
Ersan BİLGİN
Uşşaki (k.s.)
37 FİLİSTİNDE ANNE OLMAK
Ahmet HALİLOĞLU
Elif KUMBASAR
69 DİRENİŞ DENEMELERİNE DAİR...
38 Cihad Ayetlerine Yorum Getirmek
Afşin SELİM
Umut BULUT
70 BURHAN ÇOCUK
40 Hasen ve Sahih HADİSLERDEN
Musa KARACA
SEÇMELER 22
72 ATEŞ ALTINDA ÇOCUKLUĞUM
Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Fatma ÇAKIR
42 ALLAH İÇİN BİR ARAYA GELMEK
72 DÜNYA BENİ UNUTMA
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
Tûba ÖZDEMİR
Çocuklar Savaşta bile öldürülmez
6
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Gazze Mektebi
8
Sezgin ÇAKIR
Filistin Kronolojisi
20
İslam Ülkeleri
Derhal Müdahale Etmelidir
24
Mehmet TALU
Allah için bir araya gelmek.
42
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
Kamp kültürü ve
Kürüesel ölçekte düşünmek
46
Aydın BAŞAR
66
Abdurrahman Sami Saruhani Uşşaki (k.s)
Ahmet HALİLOĞLU
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
[email protected]
ÇOCUKLAR
SAVAŞTA
BİLE
ÖLDÜRÜLMEZ
Hz.
Peygamber
efendimizin
oluşan bir birlikle müslüman muallim-
Mekke’den Medine’ye hicretinden üç
leri takibe aldı. Maksatları, bu müslü-
sene sonra (Temmuz 625), Mekke ya-
manları canlı yakalayıp para karşılı-
kınlarında oturan Adel ve Kâre kabîle-
ğında Mekke müşriklerine satmaktı.
lerinden bir heyet Medine’ye gelerek
Âsım ve arkadaşları izlendiklerini fark
Hz. Peygamber’den kendilerine İslâm’ı
edince, kendilerini savunabilecekleri
öğretecek muallimler istediler. Hz. Pey-
yüksek bir tepeye sığındılar. Düşman-
gamber de, onların bu isteği üzerine
lar da onların çevresini sardı ve: “Aşağı
Âsım b. Sâbit başkanlığında on kişilik
inin, elinizdeki silahları bırakın ve tes-
bir heyeti onlarla birlikte gönderdi.
lim olun. Söz veriyoruz hiçbirinizi öldürmeyeceğiz!” dediler.
Kafiledekiler, Usfan ile Mekke
Şubat 2009
arasında bir yere kadar yürüdüler. Bu-
Bunun üzerine Âsım: “Arkadaş-
rada, Reci denilen yerdeki su başında
lar! Ben, bir kâfirin sözüne güvene-
konakladılar. Müslüman muallimlerin
rek aşağı inmem!” dedikten sonra:
bu yere kadar geldiği İslâm düşmanı
“Allah’ım! Bizim bu durumumuzu
Lihyanoğulları kabîlesine haber verildi.
Rasûl’üne bildir!” diye duâ etti. Daha
Lihyanoğulları yüze yakın okçudan
sonra düşmanlar bunları ok yağmu-
6
BAŞYAZI
runa tuttu ve Âsım’la birlikte yedi kişiyi şehid ettiler.
“Ey Allah’ım! Burada düşman yüzünden
Yakaladıkları üç kişiyi de bağlayarak Mekke’nin yo-
başka bir yüz göremiyorum. Rasûl’üne elçi ola-
lunu tuttular. Gitmemekte ısrar eden müslüman
rak gönderilecek bir kimse de yok! Ona selâ-
muallimi de yolda şehid edince ellerinde iki kişi
mımı sen ulaştır ya Rabbi!”
kaldı. Ellerinde kalan Hubeyb ve Zeyd’i götürüp
Mekke müşriklerine para ile sattılar.
O sırada ashâbıyla Medine’de sohbet eden
Hz. Peygamber’in: “Onun üzerine de selâm ol-
Hubeyb’i, Bedir savaşında öldürülen Hâris b.
Âmir’in oğulları satın aldılar. Onu babalarının yerine
sun.” Buyurduğunu etrafındakiler duydular ve hayretle:
öldüreceklerdi. Hubeyb, öldürüleceği güne kadar
onların yanında esir kaldı. Öldürülmesine karar
“Ey Allah’ın elçisi! Kimin selâmına karşılık
verdikleri zaman tarihin akışını durduracak şöyle bir
verdiniz?” diye sordular. Hz. Peygamber de: “Kar-
olay oldu:
deşiniz Hubeyb’in selâmına karşılık verdim.”
dedi. (Bakınız: Buhârî, Cihâd, 170; Vâkidî, Meğâzî, I, 363)
Hubeyb, traş olmak için ev sahiplerinden bir
Hz. Peygamber, darağacında günlerce asılı
ustura istedi. Ev sahipleri de usturayı bir çocuğun
eline verip gönderdiler. Evin kadını olayı şöyle anlatıyor:
kalan Hubeyb’in ipini çözmek için ashâbından Amr
b. Ümeyye’yi Mekke’ye gönderdi. Amr, vazifesini
nasıl yaptığını şöyle anlatıyor:
“Ben, dikkatsizce davranarak çocuğa usturayı verip onun yanına gönderdim. Çocuk esirin
bulunduğu bölmeye girip usturayı ona verdi. O da
çocuğu alıp dizine oturttu. Ben bu durumu görünce
feryat ettim. Elinde usturayı tutan esir, benim bu feryadımı işitince: “Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Korkma! Ben, böyle bir şeyi asla
yapmam.” dedi ve çocuğu serbest bıraktı.”
“Rasûlullah (s.a.v), beni tek başıma Kureyş’e gözcü olarak göndermişti. Ben de, beni
görmelerinden korkarak, Hubeyb’in asıldığı
ağacın altına gizlice geldim. Ağaca çıkıp Hubeyb’in ipini çözdüm, o da yere düştü. Ağaçtan
indikten sonra birazcık geri çekildim. Sonra tekrar yanına geldim. Hubeyb’in cesedini göremedim. Sanki onu yer yutmuştu.”
Müşrikler, Hubeyb’i öldürmek için, Harem’den
Hubeyb’in esir olarak tutulduğu evin kadını da
dışarı çıkardılar. O da: “Beni bırakınız da iki rekat
şunları anlatır: “Ben, Hubeyb’ten daha hayırlı bir in-
namaz kılayım.” dedi. Namazını bitirdikten sonra
san görmedim. O zaman, Mekke’de üzüm bulun-
yanlarına gelip: “Eğer namazı ölümden korkarak
madığı ve kendisi de zincirle bağlı olduğu halde,
uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, biraz
onun üzüm salkımından üzüm yediğini gördüm.
daha uzatır ve fazla kılardım” dedi. Böylece öl-
Her halde, bu üzümleri ona rızık olarak Allah veri-
dürüleceği sırada iki rekat namaz kılmayı ilk önce
yordu.”
âdet ve sünnet edinen kişi Hubeyb oldu. Müşrikler,
önce Hubeyb’i sonra da Zeyd’i idam ederek şehid
ettiler.
Bu olayda şehid olan Âsım, Hubeyb ve
Zeyd’in anlatılmaya değer çok güzel menkıbeleri
vardır. Biz, bunların hepsini değil de birini biraz aç-
Hubeyb, şehid olmadan önce Yüce Allah’a
şöyle duâ ve niyazda bulundu:
mak istiyoruz. O da Hubeyb’in, kendisinin idamına
karar veren müşriklerin çocuklarını öldürmemesidir.
7
Şubat 2009
Hubeyb, esir olarak tutulduğu ve öldürüleceği
önce yapılan savaşların hiçbir ilkesi ve insânî bir
günü beklediği evde, tıraş olmak için ev sahiple-
yanı yoktu. Savaşlarda insanlar, hayvanlar gibi bo-
rinden bir ustura istemişti. Onlar da dalgınlık eseri
ğazlanır; kadın ve çocuklar hunharca öldürülür-
olarak usturayı küçük bir çocukla göndermişler
lerdi. İslâm gelince savaşlara da bir çeki düzen
veya çocuk emekleyerek Hubeyb’in kucağına kadar
verdi. Mâsûm ve günahsız insanların, çocukların ve
gitmişti. İşte bu an, intikam almayı düşünen ve ha-
kadınların savaşlarda bile öldürülmesini yasakladı.
yatla ilgilenen bir kişinin hesabında pazarlık yapHz. Peygamber efendimiz, savaşlardan önce
mak veya haksızlığa haksızlıkla mukabelede bulunmak için eşsiz bir fırsattı. Ev halkının tümünün
askerlerine ve komutanlarına şu emirleri verirdi:
düşüncesi de buydu. Çocuğun annesi, yavrusunun, Hubeyb’in yanına gidişini fark eder etmez deh-
“Kadınları öldürmeyin. Çocukları öldür-
şete kapılarak, yavrusunu muhakkak bir ölümün
meyin. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 118) Çok aşırı yaşlı olan-
pençesinden kurtarmak için sağa sola koşuşmaya
ları öldürmeyin. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 90) Din adamlarını öl-
başladı. Fakat kadın, Hubeyb’in çocuğu kendi di-
dürmeyin.
zine oturtmuş, şefkatli bir baba gibi onunla şaka-
hizmet veren işçileri öldürmeyin.
laştığını gördüğü zaman hayretle durakladı. Hu-
Mâmûr ve bayındır yerleri yakıp yıkmayın. İbâ-
beyb de kadına baktı ve onun içine düştüğü
dethâneleri yıkmayın. Ekili araziye zarar ver-
korkuyu anladı. Ağırbaşlı bir müminin sükûneti
meyin. Öldürmek mecburiyetinde kaldığınız in-
içinde: “Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun.
sanı güzel bir şekilde öldürün, organlarını
Korkma! Ben böyle bir şeyi asla yapmam.” dedi.
vücudundan ayırmayın. (Müslim, Cihâd, 3)”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 300)
Geri saflarda
(İbn Mâce, Cihâd, 30)
(Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler
Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz, ashâbına:
Adem Saraç’ın “Kur’ân Şehidleri” isimli kitabını okuyabilirler.)
“Yüce Allah, her hususta iyilik ve güzellikle hareket etmenizi emretmektedir. O halde öldürür-
Yüce dinimiz İslâm’ın insanı nasıl terbiye et-
ken bile en iyi ve en güzel tarzda öldürünüz.”
(Müslim, Sayd, 57)
tiğine bir bakınız! İşte Hubeyb ve onu zulüm ve düşmanlıkla öldürmeye çalışan kindar müşrikler! Her
diye emrederek, onları medenî insan-
lar olmaya yönlendirmiştir.
ikisi de aynı coğrafyanın yetiştirdiği ve aynı kültüEvet, İslâm dini bir medeniyet dinidir. Müslü-
rün, aynı geleceğin, aynı tabiatların bürüdüğü Araplardır. Fakat Hubeyb, İslâm’a boyun eğdi. İslâm da
onu kendi tornasından geçirerek başka bir insan
olarak ortaya çıkardı. Diğerleri ise, kendi sapıklıkları üzere devam edip gittiler. Böyle olunca da,
kendi sapıklıkları onları zâlim ve vahşi tabiatları
içinde mahkûm etti. Görüldüğü gibi İslâm’ın insan
tabiatında yaptığı değişiklik ne kadar büyüktür.
man da medenî bir insandır. Onun medenîliği her
zaman ve her yerde göze çarpar. Müslüman, yüz
kızartıcı suçu olmayan insan demektir. Bugün, bize
modern insan tipi veya modern devlet diye yutturulmaya çalışılan zâlimlerin her birinin yüz kızartıcı
suçları vardır. Bu konuda en suçlu olanlar da Yahûdîler ve Hırıstiyanlardır. Devlet olarak suç hânesi
en kabarık olanlar da başta Amerika olmak üzere,
İsrâil, Rusya, Çin ve bunlara destek veren diğer
Bilindiği gibi câhiliye Araplarının bir kısmı, İs-
modern devletlerdir.
lâm gelmeden önce açlık korkusu ve birtakım daha
başka sebeplerden dolayı kendi kız çocuklarını diri
Şurası iyi bilinmelidir ki, insanlık bu zâlimeri
diri toprağa gömüyorlardı. İslâm gelir gelmez bu
affetmeyecek ve onlardan bir gün hesap soracak-
toplumsal cinâyeti yasakladı. Ayrıca, İslâm’dan
tır.
Şubat 2009
8
H.Zekeriyya GÜL
KANIMIZ AKSA DA MESCİDİ AKSA
Günümüzde yaşanılan dünyanın gündemini
işgal eden müslümanların yüreklerini ateş topu gibi
saran meselelerden biri de Filistin meselesidir.
Ümmet-i Muhammed’in durumunu veya
kendisine bu ismi verenlerin durumunu en güzel bir
tablo şeklinde sergileyen bir mesele. Şeyh Ahmet
Yasinler’in, âlimlerin ve şehitlerin kefenlere
büründüğü bu topraklar bizlere şunu da haykırıyor.
Gerçek alim, gerçek şeyh, gerçek mümin olanlar
cihad meydanlarını özleyen ve ne pahasına olursa
olsun Allah’ın dinini ihyadan geri kalmayan şehadet
sevdalılarıdır.
Dualarının
başına
şehadeti
koymayan, koyamayanlar hiçbir vasfın gerçekliğini
üzerlerinde taşıyamazlar.
Onlar Allah’a canlarını ve mallarını satmışlar,
Allah’ın izniyle bunun karşılığında cenneti satın
almışlardır. Onlar İslam’ı ve onun şeairlerini ayakta
tutmak için ölürler ve öldürülürler. Her iki konumda
da başarı sağlayan bu kimselerdir ki onlar gecelerini
secde ve kıyamlarla geçirirler, gündüzleri
Rasulullâh’ın sünneti gibi karınlarına açlıkları
hissedilmesin diye taş bağlayıp Allah yolunda cihat
ederler. Onlar bu ümmetin yüz akları, öncülerimiz,
önderlerimizdir. Hatırlayacak olursak İslam’ın
tarihinde müminlerle münafıkların ilk ayrıştıkları yer
cihat olmuştu. Uhut savaşına giderken 300 münafık
çeşitli gerekçelerle yan çizmişlerdi.
Bugün Filistindeki durum farklı değildir.
Münafık güruhu El fetih ve onun satılmış önderleri
Dahlanları, Mahmut Abbasları kardeşlerinin
yanında omuz omuza zalimlere, katillere karşı saf
tutarken savaşırlarken göremiyoruz. Aşşağılık
siyonistlerle dünyanın üç büyük lanetlisinden biri
olan a.b.d’yle görüyoruz. Zalimlere el açmış
onlardan merhamet dileniyorlar. Bu ne kadar
aşağılık bir durum. Burda bu şahsın ismini zikrettik
yalnız o mu bu konumda olan? İzzeti Allah’tan değil
de
çağdaş
firavunlardan,
nemrutlardan,
hamanlardan bekleyen sözde müslüman kılıklı
zevatlar bu güruha dahil değil mi? Filistin meselesi
aslında bir zihniyet meselesidir. Dünyamızın birçok
mevkiinde aynı durum söz konusudur.
Çeçenistan’da en az 250 bin insanı katleden
ki bunlardan 40 bini cocuktur. Hıristiyan Rusya,
Bosna’da yaşanan Sırp katliamı, Azerbeycan’daki
Ermenilerin yapmış olduğu katliamlar, Keşmir’de
ineğe tapan hindûların müslümanları yıllardır
sistematik katletmesi, Afganistan’da Birleşmiş Haçlı
Ordusunun (BHO) sivil halkı katletmesi gibi. Bunlar
tarihin çok eski devirlerinde gerçekleşen ve
unutulan hadiseler olmasa gerek. İşte bâtılın
medeniyet tasavvuru, işte demokratik vampirler.
Hepsinin altını karıştırsak altında mutlaka
maymunlaştırılmış Allah’ın lanetine uğramış
kendilerine gönderilen nebileri şehit etmiş bu
yahudileşmiş canileri görürüz. Bu savaşlar imanla
küfrün nifakla samimiyetin savaşlarıdırlar.
Bizler kendimize şu soruyu sormalıyız: Bugün
bu savaşın neresindeyiz? Maddi, manevî, kalbî
olarak neresindeyiz? Yoksa bunlar benim
hayallerimi süsleyen fantazivâri şeyler de bunları mı
size aktarıyorum. Kardeşler, günümüz deccallerinin
bizlere sunmaya çalıştığı baldan ve lezzetli
şaraptan gibi görünen televizyonların eğlence
programları, lüks yaşama özentisi, tüketimi
körükleyen mide merkezli hayat tasavvurundan
sıyrılıp, Rasulullah’ın sünneti seniyyesine ittiba ve
onun şeriatı garrasına uymaktan başka yolumuz
yoktur.
Eğer bunu yaparsak Filistin meselemiz
hallolacak, ezilen zulüm altında sömürülen
mazlumlar rahata kavuşacak dünya yeniden
rahatlayacaktır. Bu zulumlerden nefes alacaktır.
Yoksa bu akan kanlar zalimleri boğmakla
kalmayacak seyircilerinin akıbeti de fena olacaktır.
Rabbim bana ve tüm kardeşlerime Allah yolunda
katledilmemizi nasip etsin.
İçten içe bir ses duyarım irkilirim,
Her yükselen çığlığı mehdi gelmiş bilirim.
Dirilecek bu ümmet sende akan bu kandan
Siyah bayraklılar gelecekler dört yandan.
Mahsun olma ey Aksa kılıçlar bilenmekte,
Rasullahın sancağı bir Ömer beklemekte,
Hüzünlenme zamandır, vakit gelir, gün olur.
Sende bu yiğitlerden milyonlarca bulunur.
9
Şubat 2009
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
GAZZE
MEKTEBİ
Kendilerine gönderilen peygamberleri bile yalanlayan, diri diri parçalara ayırarak öldüren lanetli bir kavim
hayal dünyalarını gerçekleştirebilmek
için “kardeşlerimizi” acımasızca şehid
etmektedir. Kimdir bu Siyonist Yahudiler? Haklarındaki yüzlerce birleşmiş
milletler kararını yok sayan, hiçbir
uluslar arası sözleşmeyi tanımayan,
kendi bildiğinden başka bir şeye kulak
asmayan ve tarih boyunca verdiği hiçbir sözü tutmayan bu mel’un kavim iyi
tanınmalıdır.
Bir insan yolda yürürken bir arabanın çarptığı bir zavallı hayvanı
görse içi sızlar. Nihayetinde insandır
ve Allah ona merhamet dediğimiz
acıma duygusunu vermiştir. Şimdi
kundaktaki bebeklerin üzerine bomba
yağdıran bir zihniyet insan mıdır?
Yakıp yıktığı, bombaladığı binaların
üzerinden buldozerlerle geçip sivil, zavallı, savunmasız insanları şehid eden
bu mahlûk sürüsü insan mıdır? ÇareŞubat 2009
10
siz, savunmasız zavallı bir çocuk…
Mel’unların silahlarından korktuğu için
babasının arkasına saklanıyor ve
biraz sonra o çocuk sessizce oraya yığılıyor. Kolları bacakları daha çocuk
yaşta kopmuş binlerce masum
çocuk… Binlerce yetim, tek başına
kalmış zavallı çocuk… Bu ne acıdır ya
Rabbi!
Bu acı Osmanlı devletinin Filistin’den çekilmesinden bu tarafa devam
ediyor. Çanakkale’yi geçemeyen İngilizlerin zayıf gördükleri Filistin cephesine saldırması ve Osmanlı ordusunun
çekilmesiyle terk etmek zorunda kaldığımız Filistin o tarihten bu güne
zulme, işkenceye ve hatta bir soykırıma uğramaktadır.
Almanya’dan, Polonya’dan, Rusya’dan ve dünyanın değişik yerlerinden
gelen
Siyonist
Yahudi
mel’unlarının yerlerinden yurtlarından
ettikleri Filistinli kardeşlerimize yaptık-
ları bu zulüm artık tahammül edilemez boyutlara
ulaştı. Onlar tarih boyunca dünyayı karıştırdıkları
gibi bu günde karıştırıyorlar. Dünyanın bir numaralı meselesi hiç şüphesiz bu Siyonist terör devletidir. Nerde bir savaş, nerde bir insanlık suçu,
nerde bir yalan, nerde bir utanmazlık, nerde bir
sahtekârlık varsa mutlaka onun altında bu Siyonist
terörün mikropları vardır. Mesela şöyle bir düşünün
bakalım: Gazze bombalanırken neden Irak’tan hiç
ölüm haberi gelmedi? Neden Gazze’de bombalama susunca hemen Irak’tan ölüm haberleri gelmeye başladı? Bir soru daha: Gazze
bombalanırken güneydoğu bölgemizden hiç şehid
haberi gelmedi dikkatinizi çekti mi?
Bu terörist devlet Filistin konusunda üç maymunları oynayan dünyayı elinde kukla gibi oynatmaktadır. Yaptıkları her türlü pisliği gizleyip Filistinli
kardeşlerimizi “terörist” göstermek için elinden geleni yapmakta… Kendilerinin nasıl tescilli terörist
olduklarını belgelemeye Sabra ve Şatilla kamplarında yaptıkları soykırım yetmez mi? İşte halkının
yüzde doksan beşinin Gazze’nin bombalanmasını
desteklemesi, en çok Filistinli öldüren liderin en çok
oy alması, Filistinlilerin üzerine atom bombası atmaktan bahseden gözü dönmüş haydutların ülkesi
olması yetmez mi? Gush Emunim (İnananlar
Bloğu) katillerinin, açıkça ve de tereddüt etmeden,
amaçlarının, Yahudi Şeriatı’na göre yönetilen Talmudik Yahudi Krallığı kurmak için, Filistin’de Yahudi olmayanları imha etmek veya en azından sınır
dışı etmek olduğunu söylemeleri ve gidip camilere
haşa haşa “Muhammed domuzdur” yazarak kardeşlerimizi tahrik etmeleri kendilerinin terörist olmalarına yetmez mi?
Siz düşünün: Gazze’nin çevresini kuşatmaya
alıyorlar. İçeri hiçbir şeyi bırakmıyorlar. Öyle ya oradaki insanlar ölsün. Kardeşlerimiz tünel kazıyorlar
ki içeri hayatiyet arz eden ihtiyaçlar sokulsun. Ama
bu terörist devlet bu tünellerin neden kazıldığını,
kuşatmayı, tecridi konuşmuyor ve her zamanki gibi
hem dövüyor hem ağlıyor.
CENNET GÜLÜ ÇOCUKLARIMIZ
Kolu kopmuş, bacağı kopmuş çocuklarımız.
Binlerce sakat bırakılan gençlerimiz. Binlerce cennet gülü şehidiyle Gazze bir mekteptir. Siyonist
terör devletinin kurulmasından bu güne dersi cihad
olan bir mektep… Allah için yaşamanın ne demek
olduğunu, Kutsal için can vermenin nasıl bir hayat
tarzı olduğunu haykıran bir mektep… Dünyevî olan
her şeyini kaybettiği halde hiç umursamadan “bu
direniş Kudüs tamamen özgür olana kadar devam
edecek” diyen bir mektep…
Bu mektep bize dersimizi verdi: Elinde küçücük taş ile yüreğindeki yangını söndürmeye çalışan çocuk o taşı taş kesilen kalplerimize vurdu.
İçimizdeki İsrailleşen dünyevileşme canavarına
vurdu. Çarptı yüzümüze samimiyetsizliğimizi. Haykırdı: İlk kıblenizden ben sorumluysam siz sorumlu
değil misiniz?
Gazzeli anne ve babalar çocuğum iyi bir
yerde iş bulsun, iyi bir geleceği olsun diye yetiştirmiyor çocuğunu… Kudüs sevdasını atıyorlar o minicik yüreklere… Allah’tan başka hiçbir şeyden
korkmamayı öğütlüyorlar. Yerin üstünün değil altının yani ahretin kazanılması gerektiğini öğretiyorlar. Korka korka onursuzca yaşamaktansa şerefli
ölümün, üstün ve Allah katında değerli olduğunu
öğretiyorlar. Bir şey olunması gerekiyorsa olunacak en iyi şeyin “şehadet- şehid” olduğunu öğretiyorlar. Dünyanın geçici süsleri, zevki sefasının bir
hiç olduğunu öyle öğretmişler ki yıkılan binaların
başında çocuk yaşta sahipsiz kalan yavruların metaneti insanın tüylerini diken diken ediyor. Ağızlarında “Hasbunallah, Allahu ekber” sözleri var.
Türkiye’den arayan insanları kendilerinin teselli etmeleri ne kadar manidardır.
Yardım kuruluşlarında ki görevlilerin “kesinlikle şahsi yardım kabul etmiyorlar, mutlaka devlet
otoritesi tarafından yardımların dağıtılmasını istiyorlar, belki olur ki benden daha ihtiyaçlı kardeşlerimiz vardır, diyerek yardımı reddediyorlar”
demeleri bu Gazze insanlarının nasıl yüce ahlaki
erdeme sahip olduklarını bize gösteriyor. Bu insanlar inşaallah eninde sonunda kazanacaklardır.
Korkarım kaybedenler bizler olacağız.
Filistin ümmetindir. Ümmetin namusudur.
Kudüs-ü Şerif bize emanettir. Filistin halkı biziz.
İşte Çanakkale’de beraber yatıyor dedelerimiz. Yazımızın başında söylediğimiz Çanakkale’yi geçemeyen İngilizlerin Filistin cephesinden Osmanlıya
saldırıya geçtiği iyi anlaşılmalıdır. Filistin evimizdir.
Orada şehid edilen her can bizim kendi canımızdır. Onun için lütfen Filistine yardımlarımızı unutmayalım. Yardım kuruluşlarında gönüllü olarak
çalışmaktan, kermes düzenlemekten vs. elimizden
ne geliyorsa kardeşlerimize yardımcı olalım.
İnsanın gücünü unutmayalım. Boykot gücü
en etkili silahlardandır. Tüm bu yaşanan katliamdan sonra, bile bile bu mel’unların malına para vermek için İslam bağını boynumuzdan çıkarmış
olmamız gerekir. Verdiğimiz her kuruşun kurşuna
döndüğünü unutmayalım. Onların deterjanı iyi beyazlatıyormuş… Peki, şehid kanının lekesini de temizler mi?
11
Şubat 2009
Salih AYDIN
Dünü
ve
Bugünü ile
Filistin
Müminlerin ilk kıblesi Mescid-i
Aksa’dır. İsra ve Miraç yolculuğunun
gerçekleştiği yerdir Filistin toprakları.
Bu toprakların en önemli cazibesi tarihteki rolü ve statüsünden ileri gelmektedir. Filistin'in vahye dayanan
bütün dinlerde özel bir önemi ve yeri
vardır. Bu da birçok peygamberin
orada yaşamış veya hayatının bir bölümünü orada geçirmiş ve Yüce Allah'ın bu toprakları kutsal kıldığını
bildirmiş olmasından ileri gelmektedir.
Daha sonra 634'te Halid ibnu Velid komutasındaki İslâm ordusunun Remle
yakınlarında Bizans ordusuna karşı
kazandığı zaferle Kudüs dışındaki Filistin topraklarının önemli bir kısmı fethedildi. Kudüs'ün fethi ise 638'de ikinci
halife Hz. Ömer (r.a.) döneminde gerçekleşti. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs'ün
anahtarlarını teslim aldığında oranın
halkına, tam bir din hürriyeti ve güven
içinde yaşayacaklarına dair yazılı bir
eman vermiştir.
İslâm Devletinin Filistin'i
Fethi
Haçlı İşgali ve İkinci Fetih
Kudüs'ün ve Filistin topraklarının
İslâm açısından taşıdığı değer ve kutsiyet dolayısıyla Medine'de kurulan
İslâm devletinin kuzeye doğru sınırlarının genişlemesiyle birlikte Müslümanlar Filistin topraklarına yöneldiler.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) Filistin üzerine M.
633'te iki küçük birlik gönderdi. Bu birlikler önemli başarılar gösterdiler.
Şubat 2009
12
Bu fetihten sonra Kudüs ve çevresi 1099'a kadar sürekli Müslümanların hâkimiyetinde kaldı. O tarihte haçlı
ordularının kırk gün süren şiddetli kuşatmaları sonunda bu kutsal belde hıristiyanların eline geçti. Haçlılar
Kudüs'ü işgal ettikten sonra bir hafta
süreyle şehirde katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamda Müslümanlardan yetmiş bin kişi öldürüldü. Katliam sonucu
meydana gelen kan gölünde haçlıların atlarının dizlerine kadar gömüldüğü bu katliama şahit olmuş hıristiyan kumandanların hatıralarında geçmektedir.
Haçlı işgali seksen sekiz yıl sürdü. Bu işgale 1187
yılında Salahuddini Eyyubi son verdi. Yavuz Sultan
Selim'in 1516'da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin Osmanlı devletine bağlandı. 1918 İngiliz işgaline kadar da Osmanlı
yönetiminde kaldı.
İngiltere ve Rusya arasında Sykes - Picot Anlaşması adı verilen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma İslâm topraklarının Fransa, İngiltere ve
Rusya arasında paylaştırılmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Filistin'le ilgili maddesinde de şöyle deniyordu: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin
muvafakati alındıktan sonra Rusya ile de istişare
yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun."
Siyonizm Hareketi ve Osmanlı'dan
Filistin'i Alma Çabaları
Zamanın İngiliz dışişleri bakanı Arthur Belfur'dan adını alan ünlü Belfur deklarasyonunda da
şöyle deniyordu: "Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye
ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini
harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin'de bulunan yahudiler dışındaki
milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek
veya yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek
hiçbir şey yapmayacaktır."
Avrupa'da Yahudilerin belli bir toprak parçası
üzerinde bir araya getirilmeleri ve bir devlete kavuşturulmaları amacıyla 1897'de örgütlü Siyonizm
hareketi ortaya çıktı. Bu hareket Yahudi halkının bir
araya getirileceği toprak olarak da Filistin'i seçti.
Siyonistler Filistin'den bir miktar toprak elde edebilmek için ilk önce Osmanlı Devleti nezdinde birtakım girişimlerde bulundular. Bu amaçla
Osmanlıların bütün dış borçlarını ödemeyi taahhüt
ettiler. Ancak zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'den hiçbir yakınlık ve ilgi göremediler. Teodor Hertzl'in hatıratında ifade edildiğine göre,
Hertzl'in Sultan II. Abdülhamid'e konuyla ilgili ilk
teklifi götürmesinden sonra II. Abdülhamid aracılık
yapan kişiye şu cevabı vermiştir: "Eğer Bay Hertzl
senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise
ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın.
Ben bir karış dahi olsa toprak satamam. Zira bu
vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp
uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim
Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere muharebe meydanında kalmışlardır.
Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim
imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i
hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim
cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden
üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem."
Haçlı - Siyonist İttifakıyla
Gerçekleştirilen İkinci İşgal: İngiliz
İşgali
Bu deklarasyonun yayınlanmasından kısa bir
süre sonra 1918 yılında İngilizler Filistin topraklarını işgal ettiler. İngilizlerin bu işgali gerçekleştirmeleri zamanın Mekke şerifi ve bugünkü Ürdün
krallığının kurucusu Şerif Hüseyin'in yardımıyla
oldu. İngilizlerin Şerif Hüseyin'le gizli ilişkiler içine
girmelerinin ve kendisine birtakım vaatlerde bulunmalarının en önemli sebebi dünyada dağınık bir
halde yaşayan yahudilerin devlet kurabilmeleri için
gerekli şartların oluşturulması gayesiydi.
1922'de Milletler Cemiyeti'nin kararıyla Filistin, İngiltere'nin himayesine verildi. O zamanki Milletler Cemiyeti bugünkü BM gibi sömürgeci ve
işgalci güçlerin önünü açmak ve gerçekleştirilen
gayri meşru işgalleri uluslar arası alanda meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyordu.
Yahudi Göçü ve Müslümanların
Mücadelesi
Siyonistlerin İngilizlerle İşbirlikleri
Osmanlı Devleti'nden bir şey koparamayan
siyonistler bu kez, İngilizlerle ve diğer Batı ülkeleriyle işbirliğine gitmeyi kararlaştırdılar. Osmanlı
Devleti'ni yıkmak veya zayıflatmak için her fırsatı
değerlendiren Batı ülkeleri siyonistlerin kendilerine
yanaşmalarını da iyi bir fırsat olarak görüp değerlendirdiler. Bunun sonucunda 1916 yılında Fransa,
Filistinli Müslümanlar İngiliz işgal yönetimine
ve yahudi göçüne karşı değişik zamanlarda çeşitli
mücadeleler verdiler. Bu doğrultuda zaman zaman
ayaklanmalar gerçekleştirildi. 27 Şubat 1920 tarihinde Filistin halkından 40 bin kişilik bir topluluk
Mescidi Aksa'da gösteri düzenledi. 8 Mart 1920 ta13
Şubat 2009
rihinde ilk silahlı çatışma meydana geldi. Bu çatışmada
yedi yahudi öldürüldü. Kudüs'te de Filistinlilerle yahudiler
arasında çatışmalar oldu. Bu mücadeleler sonraki tarihlerde de devam etti. Filistinliler İngiliz işgaline ve yahudi
göçüne karşı sistemli bir mücadele yürütebilmek için çeşitli örgütler de kurdular.
Yahudiler Nasıl Toprak Sahibi Oldular
İngilizlerin Filistin'i işgal etmelerinin amacı dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki Yahudileri buraya
toplamak
olduğundan
onların
göçlerini
kolaylaştırdılar. Onların buralara bağlı olmalarını sağlayabilmek için de kendilerini buralardan mülk sahibi yapmaya
çalıştılar. Ancak
bu
konuda,
tarihin
çarpıtılmasından ve tarihi gerçeklerin saptırılmasından
kaynaklanan yaygın bir kanaat bulunmaktadır. O da Filistinlilerin kendi yurtlarını kendi elleriyle Yahudilere sattıkları iddiasıdır. Oysa bu iddia tarihi gerçeklere tamamen
aykırıdır. Öncelikle aşağıda izah edeceğimiz üzere İngilizlerin Filistin'i işgal etmelerinin başlangıç döneminde
Yahudiler buralara göç etmeleri için yapılan teşviklere
çok fazla rağbet etmemişlerdir. İkinci olarak bu dönemde
Yahudi göçmenlerin sahip oldukları toprak miktarı iddia
edildiği kadar fazla değildir. Üçüncü olarak da Yahudiler
elde ettikleri toprakların çok az bir kısmını ilk sahiplerinden satın almışlardır.
Yahudilerin toprak sahibi olmalarına birinci derecede İngiliz işgalciler sebep olmuşlardır ki onların da bu
konuda başvurdukları en yaygın metot ağır vergi uygulamasıydı. İngiliz işgalciler Filistinlilerin mülklerine oldukça ağır vergiler koyuyor, bu vergileri ödeyemeyenlerin
de mülklerine el koyuyor, sonra buraları ya Yahudilere
bağışlıyor ya da sembolik fiyatlarla satıyorlardı. Fakat ne
yazık ki Siyonistler buraları bizzat Filistinlilerden satın aldıklarını ileri sürerek dünya kamuoyunu özellikle de Müslüman kamuoyunu yanıltmış, Müslüman kamuoyu da bu
tarihi yalana inanarak Filistin halkını suçlu çıkarma kolaycılığına sapmıştır.
Yahudilerin toprak sahibi olmalarına ikinci derecede
yardımcı olanlar da ihanet içindeki emlakçilerdir. Siyonistler kendilerine aracılık etmeleri için ihanet içindeki
bazı emlakçilerle işbirliği yapıyor, onlar da satılık arazilere hemen talip oluyor, arazi sahipleri çoğu zaman herhangi bir yahudiye satılmaması şartıyla verdikleri halde
bazen bu anlaşmayı bozarak bazen ikinci bir aracı devreye sokup önce ona naylon satış yapmak sonra da asıl
talip olan yahudiye satmak suretiyle işi yürütüyorlardı. Bu
şekilde Yahudilerin mülk sahibi olmalarına sebep olan
emlakçilerden bazıları Filistinliler tarafından cezalandırılmış, bazıları da Filistin topraklarından kaçmak zorunda
kalmışlardır.
Gerek İngiliz işgalcilerin ve gerekse işbirlikçi hainlerin bütün çabalarına rağmen, 1948'de Siyonist işgal
Şubat 2009
14
devleti kurulduğunda Yahudi göçmenlerin sahip oldukları arazi iki milyon dönümdü. Yani tüm Filistin'in % 7'sine tekabül ediyordu. Bunun 650 bin
dönümünü yani üçte birini Osmanlı devleti döneminde mülk edinmişlerdir. O dönemde mülk edinmeleri ise ta Kanuni zamanında başlamıştır.
Osmanlı devletinde ilk yahudi lobisini oluşturan
Yusuf Nassi'nin Kanuni'yle iyi ilişkilerinden dolayı
Kanuni ona Taberiye gölü civarında bazı arazileri
bağışlamıştı. İşte bu olayla başlayan mülk edinme
çabalarıyla 1918'de Filistin'in işgaline kadar geçen
süre içinde toplam 650 bin dönüm arazi edinmişlerdir. Bu arazinin önemli bir kısmının Yahudiler tarafından mülk edinilmesinde de İttihat ve Terakki
yönetiminin sağladığı kolaylıkların ve bazı arazilerin o dönemde Yahudilere devlet eliyle bağışlanmasının önemli rolü vardır.
300 bin dönümünü İngiliz işgalciler onlara bağışlamışlardır. 200 bin dönümünü yine İngiliz işgalciler, yahudilere göstermelik bir şekilde parayla
satmışlardır. Gerek bağışlanan ve gerekse satılan
arazilere de zikrettiğimiz vergi oyunuyla el konulmuştu ve satım işlemi de sembolik paralarla gerçekleşti.
600 bin dönümünü de kendileri Filistin dışından olan, Lübnan ve Suriye'de ikamet edip Filistin'de mülk edinmiş bazı Arap kökenlilerden satın
almışlardır.
Buraya kadarki kısımda Filistinlilerin herhangi
bir dahlinin olmadığını görüyoruz. Yani yahudilerin
1948'e kadar edindikleri arazilerin 8'de 7'sinde Filistinlilerin müdahalesi söz konusu değildir.
250 bin dönüm araziyi de Filistinlilerden satın
almışlardır. Yani Filistinlilerden satın aldıkları toplam arazi miktarı Yahudilerin 1948'e kadar tedarik
ettikleri tüm arazi miktarının sekizde birine, tüm Filistin topraklarının ise % 0,9'una (binde 9'una) tekabül ediyordu. Bu satış işleminde de yukarıda
sözünü ettiğimiz emlakçilerin önemli rolü olmuştur.
Arazilerini satanlar da halktan çok şiddetli tepkilerle
karşı karşıya kaldıklarından Filistin'i terk etmek zorunda kalmışlardı.
Şimdi satılan arazilerin tüm topraklara oranıyla onları satanların genel nüfusa oranlarını denk
kabul ederek düşünelim: Bir halk hakkında hüküm
verirken % 0,9'un tavrına göre mi yoksa % 99,1'in
tavrına göre mi hüküm verilir? Filistin halkının en
az % 99'u göçmen yahudilere arazi satmama konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır. Bu kararlılığa
bağlı
kalmayanları
da
içlerinde
barındırmamışlardır. Her halkın içinde mutlaka o
halkın genel tavrına muhalefet edenler, kararlılığa
uymayanlar çıkar. Eğer yahudi göçmenlerin, yahudi göçünü teşvik eden örgütlerin bütün teşviklerine, cazibeli fiyat tekliflerine rağmen 30 yıl içinde
satılan toplam arazi miktarı binde dokuzda kalmışsa bu, Filistin halkının bu konudaki dayanışmasını, kararlılığını ve üstün mücadele azmini
gösterir. Ama ne yazık ki Filistin halkı bütün bu kararlılığına rağmen iftiraya uğramıştır. Bu tıpkı iffetini
koruma konusunda oldukça dikkatli bir insana
fuhuş iftirasında bulunulması gibidir.
Yahudi göçmenlerin 1948'den sonra gayrimenkul edinmeleri ise tamamen işgal, gasp ve
göçe zorlama yoluyla olmuştur.
Yahudi Göçünün Seyri ve Nazi
Katliamı
İngiliz işgalciler Siyonist örgütlerle tam bir işbirliği ve koordinasyon içinde hareket ediyor ve Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerini
sağlamak amacıyla yoğun bir teşvik faaliyeti yürütüyorlardı. Ancak yürütülen bütün çabalara rağmen
Yahudiler, özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve maddi durumları iyi olanlar çağrılara rağbet etmiyorlardı. Göç edenlerin çoğunluğunu
yoksul Doğu Avrupa ve Asya ülkeleri Yahudileri
oluşturuyordu. Bu yüzden İngiliz işgalinden önce
yerleşmiş olanlar ve doğal nüfus artışı da dâhil
olmak üzere 1933 öncesinde Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı 200 bini bulmamıştı. Ama
1933'de Avrupa'da bir Nazi fırtınası esmeye başladı. Her tarafta Hitler'in Yahudileri kitleler halinde
öldürdüğü, fırınladığı söylentileri yayıldı. Bu arada
Hitler'in adamları da Yahudilerden bazılarını öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak onların yaşadığı
mahallelerin sokaklarında dolaştırmaya, oraları
terk etmemeleri durumunda kendilerinin sonunun
da aynı olacağı tehditleri savurmaya başladılar.
İşte bu olaydan sonra Yahudiler adeta çekirge sürüleri gibi Filistin topraklarına akın etmeye başladılar. Böylece 1933-45 arasında geçen 12 yıllık süre
içinde bu topraklardaki Yahudi nüfus 800 bine çıktı.
Bu yüzden bazı tarihçiler Hitler'in Siyonist örgütlerle işbirliği yaptığını ileri sürmüşlerdir. Hitler'in en
yakın çevresindeki adamlarından bazılarının Yahudi olduğu göz önünde bulundurulursa bu iddianın çok da basite alınmaması gerektiği anlaşılır.
Ayrıca Hitler'in Yahudileri fırınladığı, kalabalık kitleler halinde öldürdüğü iddiaları da tarihi gerçeklere uymamaktadır. Çünkü Siyonist örgütlerin
sürekli kullandıkları söz konusu katliamlarla ilgili
olarak verdikleri rakamlar o tarihte Hitler'in tahakkümüne giren bölgelerde yaşayan Yahudilerin sa15
Şubat 2009
yısından fazladır. Oralardaki Yahudilerin birçoğunun Filistin'e göç ettiği bazılarının da kendilerini gizleyerek yaşamaya devam ettikleri hesaba katılırsa söz konusu
rakamların gerçekçi olmadığı anlaşılır. Öldürülenler de
diğerlerinin Filistin topraklarına göç etmelerinin sağlanması için öldürülmüşlerdir. Siyonistlerin o topraklarda bir
devlet kurmalarına imkân verecek insan potansiyeli de
işte bu yolla oluşmuştur.
Siyonist Terör
Siyonistler bir yandan Filistin topraklarına Yahudi
göçünü teşvik ederken bir yandan da oranın asıl sahipleri durumundaki Filistinlileri buralardan ayrılmaya zorlamak için muhtelif terör örgütleri kurdular. Haganah,
Irgun gibi terör örgütleri bunların başında geliyordu. Bu
ikisi en çok terör eylemi gerçekleştirdiğinden isimleri en
çok öne çıkan Siyonist terör örgütleri olmuşlardır. Ancak
bunların dışında daha birçok Siyonist terör örgütü kuruldu. Bu örgütler cinayet ve katliam konusunda hiçbir
sınır tanımıyorlardı. Bu yüzden birçok büyük terör eylemine imza atmışlardır. Siyonist terörden kendilerine her
türlü kolaylık ve imkânı sağlayan İngiliz işgalciler de nasiplerini almışlardır. Kral Davud Oteli'nin havaya uçurulması İngiliz işgalcilere karşı gerçekleştirilen terör
eylemlerinin başta gelen örneklerinden biridir. Bu örgütler Deir Yasin katliamı başta olmak üzere Filistinlileri
hedef alan birçok katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamların bazılarında bazı Filistin köyleri tümüyle yok edilmiştir. Katliamlarda öldürülenler arasında savunmasız
kadın ve çocuklar en büyük oranı oluşturuyorlardı. Siyonist teröristler bazı cinayetlerinde önce Filistinli kadınların kollarını keserek bileklerindeki bileziklerini
alıyor, sonra kendilerini öldürüyorlardı.
Terör Örgütlerinin Devlete Dönüşmesi
Zikrettiğimiz terör örgütleri 1947'den itibaren devletleşme sürecine girdiler. İlginçtir ki önceden ayrı ayrı
örgütler ve gruplar halinde çalışan Siyonistler devletleşme sürecinde tek bir çatı altında toplandılar. Derken
1947'nin sonuna doğru "İsrail" adında bir devletin kuruluşu resmen ilan edildi. Bu devletin ilk kurucuları ve yöneticilerinin tamamı zikrettiğimiz terör örgütlerinin
elebaşlarıydı.
"İsrail" adı verilen işgalci Siyonist devletin kuruluşu
BM tarafından 1948'de resmen onaylandı. Böylece
meşru olmayan bir işgale, emperyalizmin "meşrulaştırma" mekanizması olarak çalışan BM tarafından meşruiyet kazandırılmış oldu. Ne yazık ki gayri meşru bir
işgal devleti olarak ortaya çıkan İsrail'i ilk tanıyan ülkelerden biri de Türkiye'dir.
Şubat 2009
16
Arap Ülkelerinin İhaneti
İşgalci Siyonist devletin oturmasında ve güç
kazanmasında bölgedeki Arap ülkelerinin ihanetinin önemli rolü olmuştur. İngilizlerin Filistin'i işgal
etmelerine yardımcı olan Şerif Hüseyin'in çocuklarının kurduğu Ürdün İsrail'in hâkimiyetini oturtmasında da önemli rol oynamıştır. İsrail'in kuruluşunun
ilan edilmesinin hemen ardından Filistinlilerle işgalci Siyonistler arasında savaş çıktı. Bu savaşta
Filistinli direnişçiler birçok bölgeyi işgalcilerden kurtardılar. Ancak Ürdün yönetimi Glop Paşa adı verilen bir İngiliz paşasının komutasında askeri birlikler
göndererek Filistinli direnişçilere: "Biz düzenli orduyla olaya müdahale ettik. Kurtardığınız bölgeleri
bize verin" dediler. Bazılarından ikna yoluyla, bazılarından da zor kullanarak aldıkları bölgeleri daha
sonra Siyonistlerle göstermelik çatışmalara girerek
ve yenilme numaraları yaparak onlara teslim ettiler. Bu ihanet sonraki dönemlerde de aynen sürmüştür.
İşgalin Genişletilmesi Operasyonu
Siyonist işgalciler Arap ülkelerinin ihanetlerinden yararlanarak 1967'de işgal altında tuttukları
alanı genişletme amaçlı bir savaş başlattılar. Bu
savaşta bölgedeki tüm ülkeler Filistin halkına ihanet etmişlerdir. Bu ihanet sonucunda o zamana
kadar Mısır'ın kontrolünde olan Gazze, Ürdün'ün
kontrolünde olan Doğu Kudüs ve Batı Yaka işgalcilere teslim edildi. Ayrıca Suriye'nin Golan tepeleri
ve Mısır'ın Sina yarımadası da işgalci Siyonistlerin
eline geçti.
Filistin'de Örgütsel Direniş
Filistin'de gerek İngiliz işgaline, gerekse Siyonist işgale karşı sürekli mücadele verilmiştir.
Ama ne yazık ki bu mücadele sürekli bölgedeki
Arap ülkelerinin ihanetine uğramıştır. Arap ülkelerinin ihanetlerini belgeleyen pek çok olaydan söz
etmek mümkündür. Ama biz bu olaylarla sözü uzatmak istemiyoruz.
Filistin'de örgütlü direnişin tek çatı altında toplanması için 1965'te Filistin Kurtuluş Teşkilatı adı
altında bir teşkilat oluşturuldu. Daha önce bu örgüte girmekte tereddüt eden ve kendisinin kurduğu
el-Feth'in başkanlığını yapan Yasir Arafat da kuruluşundan iki yıl sonra bu örgütün liderliğine getirildi.
1987 intifadasında Filistin İslâmi Direniş Hareketi
(HAMAS)'ın öne çıkmasına kadar Filistin halkını ve
direnişini temsil konumunda görülen örgüt de bu
örgüt oldu.
İntifada ve İslâmi Hareketin Yükselişi
Filistin halkı 1987'de Siyonist işgale karşı intifada adı verilen bir direniş başlattı. Bu direnişin
öncülüğünü ise Filistin İslâmi Direniş Hareketi
(HAMAS) yaptı. HAMAS, Müslüman Kardeşler cemaatinin Filistin kanadının oluşturduğu bir harekettir. Ancak 1987 intifadasında bu isimle ortaya
çıktı. Bu çıkış Müslüman Kardeşler'den kopuş anlamına gelmiyordu elbette. Ancak aktif bir direnişin
organize edilmesi ve yönlendirilmesi için böyle bir
örgütsel yapılanmaya gidilmişti.
Barış Oyunları
İntifadanın kısa süre içinde bütün Filistin'e yayılması işgalci Siyonist devletin bayağı zorlanmasına sebep oldu. Ayrıca bu harekette HAMAS'ın
sesinin ve bayrağının yükselmesi FKÖ'nün biraz
arka plana itilmesine sebep oldu. Bu durum karşısında işgalci devlet kendisini zorlayan şartlardan
kurtulmak, FKÖ de yeniden öne çıkıp diplomatik
alanda Filistin halkını temsil konumunda görünmek
için masaya oturmayı kendi açılarından faydalı buldular. Bunun neticesinden 1991'de Madrid süreci
veya "Ortadoğu barışı" adı verilen bir süreç başlatıldı. Yapılan görüşmeler neticesinde 1993'te FKÖ
tarafından desteklenen bir grupla işgal devleti arasında Oslo İlkeler Anlaşması adı verilen bir temel
anlaşma imzalandı. 1994'te Kahire Anlaşması veya
Gazze-Eriha Anlaşması adı verilen ilk uygulama
anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya bağlı olarak
Gazze ile Batı Yaka'nın Eriha kasabasında bir
özerk yönetim oluşturuldu. Sonradan imzalanan
anlaşmalarla Batı Yaka'da özerk yönetimin kontrolüne verilen şehir merkezlerinin sayısı sekize çıkarıldı. Ancak bu anlaşmalar gerçek anlamda bir
özgürlük ve bağımsızlık getirmediğinden Filistin
halkına bir şey kazandırmamıştır.
Aksa İntifadası
HAMAS, sözünü ettiğimiz anlaşmaların tümüne karşı çıkmış ve işgalci Siyonist devletin Filistin topraklarındaki hâkimiyeti tümüyle sona
erinceye kadar mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Göstermelik barış sürecinde müşahhas
olarak bir şey göremeyen ve allandırılıp pullandırılan barış anlaşmalarının içi boş balonlardan yahut
su vermeyen seraplardan ibaret olduğunu müşahede eden Filistin halkı yeniden direnişe dönmeyi
en doğru yol olarak görmüştür. İşgalci Siyonistlerin
saldırgan görüşleriyle öne çıkan ve "Beyrut kasabı"
unvanıyla tanınan lideri Ariel Şaron'un bir keresinde Mescidi Aksa'yı kirletme teşebbüsünde bulunması da Filistin halkındaki tepkinin aktif bir
direnişe dönüşmesine sebep oldu ve 29 Eylül 2000
tarihinde de Aksa İntifadası başladı.
17
Şubat 2009
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
FİLİSTİN’İN MÜSLÜMANLARIN
HÂKİMİYETİNE GEÇİŞİ
Akdeniz’in güneydoğu ucunda,
Asya ile Afrika arasında köprü konumunda bulunan tarihî bölgeye verilen
addır. Filistin adıyla anılan bu toprakların, istilâlar ve çeşitli kavimlerin buraya hâkim olmak için verdikleri
mücadeleler dolayısıyla siyasî sınırlarını açıklıkla çizmek kolay değildir. Bununla birlikte bölgenin coğrafî sınırları
konusunda görüş birliği olduğunu söylemek ve bu sınırları şu şekilde belirginleştirmek mümkündür: Filistin
toprakları esas itibariyle, Suriye ile
Mısır ve Akdeniz ile Şeria Nehri arasında kalan topraklardır. Şeria Nehrinin döküldüğü Ölüdeniz de (Lut Gölü)
Filistin’in doğu sınırına dahildir. Bu sınırlar içinde de Filistin toprakları coğrafî bakımdan Akdeniz kıyı şeridi,
kuzeyden güneye doğru uzanan dağ
silsilesinin bulunduğu ortadaki yayla
bölümü ve en doğuda da Şeria Vadisi
olmak üzere üç parçaya ayrılır. Bu üç
parçalı coğrafî ayırım hemen bütün
kaynaklarca benimsenmiştir. Ortadaki
dağlık kesim veya yüksek yaylalar
Şubat 2009
18
kısmı, genellikle kuzeyden güneye
olmak üzere, Safed ve Nasıra (Nezâre) şehirleri ile Tabor Dağının bulunduğu Celîle (Galilee) bölgesi; ortada,
Nablus şehrinin bulunduğu ve batıda
Cermel dağına kadar uzanan Sâmiriye
(Samaria) bölgesi; daha güneyde,
Şeria Nehrinin Ölüdeniz’e döküldüğü
yerden başlayıp Kudüs, Beytüllahm
(Beytlehem) ve Halîlürrahman (Hebron) şehirlerinin içinde bulunduğu Yahudiye (Judea) bölgesi ve daha
güneyde de Bi’rüssebi’ (Beersheba)
şehrinin bulunduğu Necef çölü olmak
üzere dört kısma ayrılır.
Adını, milâttan önce XII. yüzyılda
Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla
buraya gelen Filistler’den alır. Filistin,
tarih öncesi devirlerden itibaren çeşitli
kavimlerin göçlerle gelip yerleşmesine
ve bunlara karşı harekete geçen
başka üstün güçlerin pek çok istilâ ve
fetihlerine maruz kalmıştır. Bu durumun başta gelen sebepleri arasında,
bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip
bulunduğu zengin ve stratejik tabiatla, üç büyük
ilâhî din için kutsal yerler barındırması sayılabilir.
Bölgenin İslam’ın doğuşuna yakın zamanlarda (611) uğradığı Sâsânî istilâsında, Kudüs çok
büyük bir katliama maruz kaldı (614). 629’da ise
Bizans imparatoru Herakleios tarafından Kudüs
dâhil bütün Filistin tekrar Bizans hâkimiyeti altına
alındı.
İslâmiyet’in Filistin’de yayılması için işte bu
dönemde başlatılan faaliyetler Asr-ı Saadete uzanır. Hz. Peygamber, çeşitli hükümdarlara İslâm’a
davet mektupları gönderirken bir mektup da Bizans’a bağlı olan Busrâ Emîri Şürahbîl b. Amr elGassânî’ye yollamış, ancak Resulullah’ın elçisi
Haris b. Umeyr el-Ezdî öldürülmüş ve bu durum
Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan Mûte Savaşına (8/629) yol açmıştı. Ertesi yıl bizzat Hz.
Peygamber sonuçsuz kalan Tebük Seferine çıktı
ve Üsâme b. Zeyd kumandasında hazırlattığı ordu,
daha sonra Hz. Ebû Bekir tarafından gönderildi
(Rebîülâhir 11/26 Haziran 632). Mi’rac dolayısıyla
İslâm tarihinde önemli bir yeri bulunan Filistin’in fethiyle görevlendirilen (12/Şubat 634) Amr b. As komutasındaki ordu, önce Gazze üzerine yürüdü;
yakınındaki Dâsın veya Tâdûn denilen yerde bizzat
Gazze valisinin kumanda ettiği düşman ordusunu
yenilgiye uğratarak şehri ele geçirdi.
Tarih boyunca devamlı el değiştiren Gazze,
Bizanslılar zamanında önemli bir ticaret merkezi ve
bu arada Mekke’den gelen tüccarların da uğrak
noktası idi. Kureyş sûresinde bahsedilen yaz ve kış
seferlerinde kışın gidilen yerin Gazze olduğu da
söylenmektedir. Mekkeli tüccar kafilelerinden birinde Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdimenâf da bulunmuş ve bu şehirde vefat etmiştir;
kabrinin burada yer alması sebebiyle şehre bazı
kaynaklarda ‘Gazzetü Hâşim’ denildiği görülür. Hz.
Peygamber’in babası Abdullah da Gazze’ye gelen
tüccarlar arasındadır. Hz. Ömer’in esas servetini
İslâm’a girmeden önce Gazze’ye yaptığı ticarî yolculuklardan kazandığı rivayet edilmektedir.
Müslümanların kısa sürede Güney Filistin’i
fethedip Gamrülarabât’a kadar ilerlemeleri üzerine
Bizans İmparatoru Herakleios, kardeşi Theodoros
kumandasındaki büyük bir orduyu Filistin’e sevk
etti. Bizans kuvvetleri bölgeye yaklaştığı sırada
Kaysâriye’yi kuşatmış bulunan Amr b. Âs bu orduya mukavemet edemeyeceğini anlayarak kuşatmayı kaldırdı ve halifeden yardım istedi. Hz. Ebû
Bekir Hâlid b. Velîd’e haber gönderip yardıma gitmesini emretti. Neticede iki ordu Remle ile Beytülcibrîn arasındaki Ecnâdeyn mevkiinde karşı
karşıya geldi ve savaş İslâm ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı (28 Cemâziyelevvel 13/30 Temmuz 634). Bu zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları
Müslümanlara açıldı ve hemen arkasından Sebastiye, Nablus, Lüd, Yübnâ, Amvâs gibi şehirler fethedildi.
Özellikle Bizanslıların yenilgiye uğratıldığı
Yermük Savaşı’nın (15/ 636) Filistin’in tarihinde
önemli bir yeri vardır. Müslümanlar bu zaferle birlikte bölgede daha sağlam bir şekilde tutundular ve
Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar. Halkın aman dilemesi üzerine Hz. Ömer Câbiye’ye geldi ve Patrik
Sophronius başkanlığındaki Kudüs heyetini kabul
ederek onlara cizye ve haraç ödemeleri şartıyla bir
ahidnâme verdi; böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu (Rebîülâhir 16/Mayıs 637).
Kudüs’ün fethi Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki mücadelede bir dönüm noktası teşkil eder.
Amr b. Âs, İslâm ordularına karşı direnen Kaysâriye’yi tekrar kuşattığı sırada Mısır’ın fethiyle görevlendirilince yerini Yezîd b. Ebû Süfyân’a bıraktı;
onun ölümü üzerine de kardeşi Muâviye kumandayı alarak şehri fethetti (19-20/640-641). Muâviye’nin Askalân’ı (Aşkelon) ele geçirmesiyle
Filistin’in fethi tamamlandı ve burası ‘Cündü Filistin’
adıyla askerî bir bölge haline getirildi; merkez olarak da Kaysâriye’nin yerine Lüd şehri seçildi. Hz.
Ömer Muâz b. Cebel ile Ubâde b. Sâmit ve Abdurrahman b. Ganm’ı halka İslâmiyet’i öğretmek üzere
görevlendirdi; ayrıca Arap kabilelerinin buraya yerleşmesini teşvik etti. Hz. Ali-Hz. Muâviye mücadelesinde Filistinliler Muâviye’yi desteklemişlerdir.
Çeşitli sebeplerle Filistin’e giden ve orada
vefat eden sahâbîlerden bazıları şunlardır: Kâ’b b.
Umeyr el-Gıfârî, Zeyd b. Harise, Ca’fer b. Ebî Tâlib,
Abdullah b. Revaha. Haris b. Nu’mân, Abdullah b.
Sehl, Üsâme b. Zeyd, Dihye b. Halîfe el-Kelbî, İkrime b. Ebî Cehil, Ayyaş b. Ebî Rebîa, Amr b. Saîd
b. Âs, Ebân b. Saîd b. Âs, Amr b. Tufeyl, Nuaym b.
Abdillah, Fazl b. Abbas, Abdullah b. Tufeyl, Ebû
Ubeyde b. Cerrah, Muâz b. Cebel, Süheyl b. Amr,
Şürahbîl b. Hasene. Ubâde b. Sâmit. Burada vefat
eden tabiîlerden bazıları da şunlardır: Ravh b.
Zinbâ’, İbn Âmir el-Yahsubî, Recâ b. Hayve elKindî, Hânî b. Mektûm, Cünâde b. Kebîr ed-Devsî.
Emevîler devrinde bölgeye verilen önem, daha
sonraki tüm İslam devletleri ve hükümdarları nezdinde de kendini korumuştur.**
...................................................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]).
** Bkz. M. Lutfullah Kahraman, “Filistin” maddesi, DİA, XIII,90-91; Mustafa L. Bilge, “Gazze” maddesi, DİA,
XIII,534. Ayrıca bkz. Besim Darkot-Fr. Buhl, “Filistin” maddesi, İA, IV,636-639; Hüseyin Algül, “Mûte Savaşı” maddesi, DİA, XXXI,385-386; Mustafa Fayda, “Ebû Bekir” maddesi, DİA, XX,104; Ahmet Önkal, “Amr b. Âs” maddesi, DİA, III,80; Mustafa Fayda, “Hâlid b Velîd” maddesi, DİA, XV,290-291
19
Şubat 2009
FİLİSTİN’İN KRONOLOJİSİ
1897: I. Siyonist Kongre İsviçre’nin Basel kentinde
toplandı.
1916: İngiltere ve Fransa arasında Arap topraklarını paylaşmayı öngören Sykes Picot Anlaşması
imzalandı.
2 Kasım 1917: İngiltere, Yahudi halkına Filistin topraklarında devlet kurma yolunu açan Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı.
29 Eylül 1923: Filistin’de İngiliz mandası resmen
yürürlüğe girdi.
22 Temmuz 1946: İsrail terör örgütü Irgun’un Kral
Davud Oteli’ne düzenlediği saldırıda, 96 kişi hayatını kaybetti.
29 Kasım 1947: BM, Filistin’i bölme planını kabul
etti.
9 Nisan 1948: Irgun terör örgütüne bağlı militanlar
tarafından Deir Yasin Köyü’nde gerçekleştirilen katliamda 254 Filistinli hayatını kaybetti.
14 Mayıs 1948: İsrail devleti kuruldu.
15 Mayıs 1948: İsrail devletinin kurulmasını kabul
etmeyen Arap devletleri, İsrail’e saldırdı. Bu ilk
Arap-İsrail savaşıydı.
29 Ekim 1948: İsrail ordusunun Safsaf Köyü’ne
düzenlediği saldırı sırasında köylülerin üzerine
Şubat 2009
rastgele açılan ateş, 70 kişinin ölümüne neden
oldu.
11 Mayıs 1949: İsrail BM’ye kabul edildi.
23 Aralık 1950: İsrail Kudüs’ü başkent ilan etti.
2 Kasım 1956: Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine, İsrail, Fransa
ve İngiltere, Mısır’a saldırdı.
12 Ekim 1958: Şaron önderliğinde, Batı Şeria’da
bulunan Kibya Köyü’ne düzenlenen saldırıda 67
kişi hayatını kaybetti, 75 kişi de yaralandı.
7 Ekim 1959: El-Fetih’in kuruluş kongresi Kuveyt’te yapıldı.
29 Mayıs 1964: Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu.
5 Haziran 1967: İsrail; Mısır, Suriye ve Ürdün’e
saldırdı ve 6 günde, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal
etti.
22-25 Eylül 1969: 21 Ağustos 1960’da Mescid-i
Aksa’nın yakılmak istenmesi Yahudilerce yakılmak
istenmesi, İslam dünyasında tepkilere yol açtı ve
bunun üzerine İslam Konferansı Örgütü Rabat’ta
ilk kez bir araya geldi.
7 Haziran 1970: Ürdün Kralı Hüseyin İsrail ve
ABD’den aldığı destekle Filistin mülteci kamplarını
20
yoğun top ateşine tuttu. Kral Hüseyin’e bağlı „Bedevi Milisleri“ tarafından gerçekleştirilen bu katliam
„Kara Eylül“ olarak nitelendirildi. Bu katliam sırasında onbinlerce Filistinli hayatını kaybetti. Bir yıl
sonra FKÖ Ürdün’den sürüldü ve Lübnan’a yerleşti.
2 Nisan 1973: İsrail askerlerinin Beyrut’a düzenledikleri operasyonda 3 FKÖ lideri öldürüldü.
8 Ağustos 1973: Filistin Ulusal Cephesi işgal altındaki topraklarda kuruldu.
6 Ekim 1973: Mısır, Suriye ve Ürdün’ün, Sina Yarımadası’nda ve Golan Tepeleri’nde bulunan İsrail
kuvvetlerine saldırmasıyla Yom Kippur Savaşı başladı.
13 Kasım 1974: Filistinlilerin kendi kaderini tayin
hakkını tanıdı. FKÖ, BM’de gözlemci statüsü elde
etti.
13 Nisan 1975: Hıristiyan Falanjistlerin içinde Filistinlilerin bulunduğu bir otobüsü makineli tüfeklerle taramaları üzerine Lübnan'da iç savaş
başladı.
6 Eylül 1976: FKÖ Arap Birliği’ne tam üye oldu.
17 Mayıs 1977: İsrail genel seçimlerinde ilk kez
Menaham Begin’in liderliğindeki sağcı Likud Partisi iktidara geldi.
14 Mart 1978: İsrail Güney Lübnan’ı işgal etti.
17 Eylül 1978: Mısır, İsrail ve ABD arasında Camp
David Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Arap Birliği Zirvesi'nde kınandı.
1980: İsrail parlamentosunda alınan bir kararla
Kudüs, İsrail’in değişmez ve bölünmez başkenti
olarak ilan edildi.
17 Temmuz 1981: İsrail, Beyrut'u bombaladı.
14 Aralık 1981: İsrail, Golan Tepeleri’ni ilhak etti.
6 Haziran 1982: İsrail Lübnan'ı işgal etmeye başladı. Eylül'de FKÖ Beyrut'tan çekilmeye başladı.
9 Eylül 1982: Arap Birliği Zirvesi’nde bölge ülkelerinin barış içinde yaşaması için, FKÖ’nün Filistin
halkının tek meşru temsilcisi olması gerektiği kabul
edildi.
15-16 Eylül 1982: İsrail, Filistin mülteci kampları
olan Sabra ve Şatilla’ya kanlı bir saldırı düzenledi.
991 Filistinli hayatını kaybetti.
1 Ekim 1985: İsrail Tunus’taki FKÖ karargahına
hava saldırısı düzenledi. Saldırıda 70 kişi hayatını
kaybetti.
8 Aralık 1987: Gazze’de bir Yahudi kamyonetinin
Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne dokuzunun yaralanmasına
neden olmasının ardından, Filistinliler intifada hareketini başlattılar.
16 Nisan 1988: FKÖ’nün ikinci komutanı Ebu
Cihad İsrail askerlerince öldürüldü.
12 Kasım 1988: Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal
Konseyi, Filistin Devleti’ni ilan etti.
20 Haziran 1990: Ocak ayında başlayan Sovyet
Yahudilerinin yoğun bir şekilde İsrail'e göçü Filistinliler ile İsrailliler arasında büyük sorun oldu.
Bunun üzerine Filistinli bir komando grubu İsrail'e
girmeye kalkıştı. ABD Başkanı Bush bu olaydan
dolayı ABD-Filistin görüşmelerini askıya aldı.
8 Ekim 1990: Kudüs’te Mescid-i Aksa’da katliam
gerçekleştirildi. 30 Filistinli hayatını kaybederken
800 kişi de yaralandı.
15 Ocak 1991: FKÖ’nün ikinci komutanı Salah
Halef, danışmanı Ebu Muhammed ve FKÖ güvenlik şefi Ebu el-Hol bir suikast sonucu öldürüldüler.
30 Ekim 1991: ABD Başkanı Bush ile SSCB lideri
Gorbaçov’un Madrid Konferansı’nı başlatmalarından sonra, İsrail ile Arap komşuları arasında ilk görüşmeler başladı. Filistin, Birleşik Ürdün-Filistin
delegasyonunun parçası olarak görüşmelere katıldı.
13 Eylül 1993: İsrail Devlet Başkanı İzak Rabin ve
FKÖ lideri Yaser Arafat arasında Washington’da,
beş yıl sonra Filistin’de özerk bir devletin kurulmasını öngören, Filistin Özerklik İlkeleri Deklarasyonu
(Oslo Anlaşması) imzalandı.
25 Şubat 1994: Batı Şeria’nın El Halil kentinde bulunan Hz. İbrahim Camii’ne sabah namazı esnasında bir Yahudi tarafından gerçekleştirilen
saldırıda, aralarında çocukların da bulunduğu
50’nin üzerinde kişi hayatını kaybetti, yaklaşık 300
kişi de yaralandı.
4 Mayıs 1994: İzak Rabin ve Yaser Arafat arasında
İsrail-Filistin İlkeleri Deklarasyonu’nu tamamlayıcı
düzenlemeler içeren Kahire Anlaşması imzalandı.
26 Ekim 1994: İsrail ve Ürdün arasında barış anlaşması imzalandı.
28 Eylül 1995: II. Oslo Anlaşması Washington’da
imzalandı.
4 Kasım 1995: Oslo Anlaşması’nın altına imza
atan İsrail Başbakanı İzak Rabin, aşırı sağcı Yigal
Amir tarafından öldürüldü.
20 Ocak 1996: FKÖ lideri Yaser Arafat, Filistin
Özerk Yönetimi’nin başkanı seçildi. 18 Nisan 1996:
İsrail Başbakanı Şimon Peres, Lübnan’a karşı
„Gazap Üzümleri“ operasyonunu başlattı. Güney
Lübnan’daki Kana BM mülteci kampında 109 sivil,
İsrail saldırıları sonucu hayatını kaybetti. 29 Mayıs
1996: İsrail seçimlerini Benjamin Netanyahu liderliğinde aşırı sağ partilerden oluşan koalisyon kazandı.
27 Eylül 1996: Kudüs belediye başkanının Kub21
Şubat 2009
bet’üs-Sahra’nın altına tüneller açtırması sonucu
patlak veren olaylarda üç günde 76 kişi öldü.
15 Ocak 1997: II. Uygulama Anlaşması olan elHalil Protokolü imzalandı.
1 Ekim 1997: Ürdün’ün baskısıyla İsrail, 16 Ekim
1991’de müebbet hapis cezasına çarptırılan Hamas’ın manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’i serbest
bırakmak zorunda kaldı.
14 Mayıs 1998: İsrail Devleti’nin kuruluşunun 50.
yıldönümünde, Filistinlilerin protesto gösterileri sırasında çıkan çatışmalarda dokuz Filistinli hayatını
kaybetti, 1.200 Filistinli yaralandı.
21 Haziran 1998: İsrail hükümeti Netanyahu’nun
Büyük Kudüs planını onayladı.
7 Temmuz 1998: BM Genel Kurulu Filistin delegasyonuna gözlemci statüsü verdi.
23 Ekim 1998: İsrail ile Filistin arasında Wye River
Memorandum’u imzalandı.
18 Aralık 1998: ve İngiliz birlikleri Irak’ı bombalarken İsrail hükümeti Wye River Memorandum’unu
uygulamayı askıya aldığını bildirdi.
4 Mayıs 1999: Mayıs 1993 İlkeler Deklarasyonu’nda Filistin özerkliği için verilen sürenin sona
ermesi üzerine, ABD Başkanı Clinton’ın Arafat’a
nihai statü görüşmelerinin bir yıl içinde sonuçlanacağı garantisini vermesi dolayısıyla, Filistin Merkez
Konseyi bağımsız Filistin Devleti’nin ilanını erteledi.
17 Mayıs 1999: İsrail’de yapılan seçimleri, Likud
Partisi lideri Netanyahu’yu yenilgiye uğratan İşçi
Partisi lideri Ehud Barak kazandı.
25 Temmuz 2000: Camp David Zirvesi, ABD Başkanı Clinton’ın „anlaşmaya varamadılar“ şeklindeki
açıklamasıyla sona erdi.
28 Eylül 2000: İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya yaptığı provakatif ziyaret
Filistinlilerin tepkisine neden oldu. El-Aksa intifadası başladı. İsrail Başbakanı Ehud Barak, ilk kez
Kudüs’te Filistin ve İsrail’e ait iki başkent olabileceğini ifade etti.
6 Şubat 2001: İsrail’de yapılan erken genel seçimlerde Likud Partisi genel başkanı Ariel Şaron
ezici üstünlükle başbakan seçildi.
17 Ekim 2001: İsrail-Filistin barış anlaşmalarına
karşı çıkan Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı Rehavam Zeevi silahlı saldırı sonucu öldü. Saldırıyı
FHKC üstlendi.
19 Kasım 2001: yılında gerçekleştirilen Sabra ve
Şatilla Katliamı’ndan kurtulan Filistinlilerin suç duyurusu üzerine Belçika, katliamın sorumlusu olan
İsrail Başbakanı Şaron’u ifade vermeye çağırdı.
23 Kasım 2001: İsrail ordusunun roketli saldırısında Hamas’ın askeri kanat liderlerinden MuhamŞubat 2009
med Ebu Hanud öldürüldü.
2 Aralık 2001: Kudüs’te ve Hayfa’da meydana
gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıyı Hamas üstlendi. İsrail hükümeti,
Arafat’ı saldırıdan sorumlu tuttu.
3 Aralık 2001: Kudüs ve Hayfa’da gerçekleştirilen
bombalı saldırılar ardından harekete geçen İsrail,
Gazze’ye ve Batı Şeria’ya saldırdı. Batı Şeria’da
bir çok eve füze isabet ederken, Gazze’deki hedef
Arafat oldu.
13 Aralık 2001: İsrail Güvenlik Kabinesi, Arafat’la
tüm ilişkilerini kesme kararı aldı ve Arafat’ı saldırı
dalgasının doğrudan sorumlusu olmakla suçladı.
27 Mart 2002: Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah’ın Filistin-İsrail sorununun çözümüne yönelik olarak hazırladığı „Ortadoğu Barış Planı“,
Beyrut’ta gerçekleştirilen Arap Birliği Zirvesi’nde
onaylandı.
29 Mart 2002: İsrail Başbakanı Ariel Şaron Batı
Şeria’daki tüm Filistin kentlerine tanklarla girerek
Koruyucu Duvar Operasyonu’nu başlattı. Arafat’ın
Ramallah’taki karargahını kuşattı. İsrail askerleri
karargahı tahrip ederek, elektrik, su ve telefon bağlantısını kestiler.
19 Nisan 2002: BM Güvenlik Konseyi toplantısında Cenin’de İsrail tarafından yapılan katliamları
araştırmak üzere bir komisyonunun kurulmasına
karar verildi. Söz konusu katliamda bini aşkın kişi
hayatını kaybetti.
1 Mayıs 2002: BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın
oluşturduğu Araştırma Komisyonu’nun üyeleri konusunda İsrail’in gösterdiği tepkiler nedeniyle
Annan komisyonun dağıtıldığını açıkladı.
2 Mayıs 2002: Arafat’ın karargahında yanında bulundurduğu, Zeevi’nin ölümünden sorumlu tutulan
altı kişinin Eriha’daki hapishaneye gönderilmesi
karşılığında Arafat’ın Ramallah’taki karargahı çevresinde bulunan kuşatma kaldırıldı ve Arafat’ın karargahtan çıkmasına izin verildi.
30 Eylül 2002: Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan yasa ABD Kongresi’nden geçti.
5 Ekim 2002: ABD Kongresi’nin kararına karşılık
Arafat, iki yıl önce Filistin Konseyi’nden geçen
Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak
kabul eden yasayı imzaladı.
17 Kasım 2002: İsrail Dışişleri Bakanı Benjamin
Netenyahu Oslo Anlaşmaları’nın tamamen iptal
edildiğini bildirdi.
30 Kasım 2002: İsrail kuvvetleri BM Gıda Programı’nın Gazze’deki gıda deposunu yerle bir etti.
28 Ocak 2003: İsrail’de yapılan erken genel seçimlerde Ariel Şaron başkanlığındaki Likud Partisi
22
milletvekili sayısını ikiye katlayarak (38) seçimin
galibi oldu. İşçi Partisi ise altı sandalyeyi kaybederek 19 milletvekilli çıkardı.
19 Mart 2003: Arafat, Mahmud Abbas’ı başbakanlığa atadı.
30 Nisan 2003: Yol Haritası ilan edildi.
25 Mayıs 2003: İsrail hükümeti Yol Haritası’nı 14
çekince ile 7’ye karşı 12 oyla onayladı.
3-5 Haziran 2003: ısır’ın Şarm el-Şeyh kasabası
ve Ürdün’ün Akabe kentinde Yol Haritası’nın hayata geçirilmesine ilişkin ABD Başkanı Bush’un öncülüğünde iki zirve gerçekleştirildi.
9 Haziran 2003: Akabe Zirvesi’nin sonuçlarını reddeden Filistinli direniş örgütleri ilk kez ortak silahlı
eylem gerçekleştirerek dört İsrail askerini öldürdüler.
10 Haziran 2003: Hamas liderlerinden Dr. Abdülaziz el-Rantisi’ye yönelik füzeli saldırıda 1’si bebek
dört kişi öldü. El-Rantisi yara almadan kurtuldu.
11 Haziran 2003: Kudüs’ün merkezinde düzenlenen intihar saldırısında 17 kişi öldü, 65 kişi yaralandı.
29 Haziran 2003: Başta Hamas, İslami Cihad ve
el-Aksa Şehitleri Tugayı olmak üzere direniş örgütleri üç aylık şartlı ateşkes ilan ettiler.
15 Temmuz 2003: İsrail Parlamentosu 8’e karşı 26
oyla Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin ne tarihi
açıdan ne uluslararası hukuk ne de İsrail devletinin daha önce imzaladığı anlaşmalar açısından
„işgal edilmemiş“ topraklar olduğu yönünde bir
karar çıkardı.
31 Temmuz 2003: İsrail, Batı Şeria ve Kudüs çevresine inşa edilen „güvenlik duvarı“nın ilk etap inşasını tamamladı.
19 Ağustos 2003: Filistinli direniş örgütlerinin ilan
ettikleri şartlı ateşkes İsrail’in saldırılarına devam
etmesi sonucu bozuldu.
20 Ağustos 2003: Hamas ve İslami Cihad’ın Kudüs’te ortaklaşa düzenledikleri saldırıda 20 İsrailli
öldü, 120 kişi de yaralandı. İsrail saldırının ardından Filistin yönetimiyle ilişkilerini dondurdu.
21 Ağustos 2003: İsrail’in Gazze’ye düzenlediği
füze saldırısında Hamas liderlerinden Ebu Şenneb
iki korumasıyla birlikte hayatını kaybetti.
6 Eylül 2003: Filistin Başbakanı Mahmud Abbas
görevinden istifa etti. Aynı gün İsrail’in, Hamas’ın
kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’e yönelik düzenlediği saldırıdan, Ahmed Yasin yardımcısı ile birlikte hafif yaralı olarak kurtuldu.
11 Eylül 2003: İsrail Güvenlik Kabinesi Filistin lideri Arafat’ı sürgüne gönderme yönünde ilke kararı
aldı. Ayrıca 15 AB üyesi, Hamas’ı AB’nin terör lis-
tesine alma konusunda uzlaşmaya vardı.
25 Eylül 2003: 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Filistin asıllı Edward Said hayatını kaybetti.
4 Ekim 2003: Hayfa’da düzenlenen intihar saldırısında 20 İsrailli ölürken 55’i de yaralandı.
5 Ekim 2003: İsrail, Hayfa’da düzenlenen saldırıya
misilleme olarak, 30 yıl sonra ilk kez Suriye topraklarını bombaladı.
15 Ekim 2003: ’de içlerinde CIA mensuplarının da
bulunduğu dört araçlık konvoya düzenlenen saldırıda üçü CIA mensubu dört kişi öldü, bir kişi de yaralandı.
9 Kasım 2003: Berlin’deki „Utanç Duvarı’nın yıkılışının yıldönümü olan 9 Kasım, İsrail’in Filistin’de
inşa ettiği „Irkçı Ayrım Duvarı“na uluslararası tepki
günü olarak ilan edildi.
19 Kasım 2003: BM Güvenlik Konseyi’nden oybirliği ile geçen 1515 sayılı kararla Yol Haritası taraflar açısından bağlayıcı hale geldi.
1 Aralık 2003: Cenevre İnisiyatifi’nin Yol Haritası’na alternatif olarak hazırladığı deklarasyon resmen ilan edildi.
20 Aralık 2003: 8 Aralık’ta BM Genel Kurulu’da alınan karara uygun olarak Lahey Adalet Divanı, İsrail’in Batı Şeria çevresine inşa ettiği „güvenlik
duvarı“nın meşruiyetini şubat ayında ele almaya
karar verdi.
14 Ocak 2004: Gazze’de ilk kez Hamas mensubu
bir bayan tarafından düzenlenen saldırıda, dört İsrail askeri öldü. Saldırının ardından İsrail Hamas’ın
kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i her
an bir suikaste hedef olabileceği yönünde tehdit
etti.
11 Şubat 2004: Filistin ’i çevreleyen tecrit duvarına
ve 15 Filistinlinin ölümüyle sonuçlanan İsrail saldırısına karşı bir tepki olarak El-Aksa Şehitleri Tugayı’nın Kudüs’te düzenlediği saldırıda 7 İsrailli öldü,
60’ı da yaralandı.
23 Şubat 2004: Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’nın çevresine ördüğü tecrit duvarına ilişkin duruşmalara başladı.
22 Mart 2004: Filistin’in manevi önderi Şeyh Ahmet
Yasin sabah namazı çıkışında bizzat Şaron tarafından yönetilen bir askeri operasyon sonucu sekiz
Filistinli ile birlikte hunharca katledildi. Yasin katliamı sonrası İsrail terörünün sınırlarının artık kalmadığı anlaşılırken BM’nin katliamı kınamasının
önünde yine ABD vetosu yer aldı.
17 Nisan 2004: Şeyh Ahmet Yasin’in şehadeti sonrası Hamas liderliğine getirilen Abdülaziz el-Rantisi Ahmet Yasin’e karşı düzenlenen suikasta
benzer bir yöntemle şehit edildi.
23
Şubat 2009
Mehmet TALU
İSLAM ÜLKELERİ DERHAL
MÜDAHALE ETMELİDİR…
2008 yılının son haftasında Filistin
topraklarında yaşanan acı ve şiddet, Filistin’in Gazze şehrine düzenlenen hava ve
füze saldırısının ortaya çıkardığı elem verici sonuçlar hepimizi mateme boğmuştur.
Gerçekten Müslümanların vaziyeti yürekler
acısı... Hele hele savaşların, olayların televizyonlarda bir savaş filmi seyrediliyor gibi
seyredilmesi, sadece vah! vah! diyerek çaresizlik içinde kalınıp bir şeyler yapılamaması üzüntümüzü daha da artırmaktadır.
Biz Müslüman Türkler olarak bu din kardeşlerimizin karşılaştıkları bu acı duruma
seyirci ve duyarsız kalmamız düşünülemez.
(R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin bir hadisi şeriflerindeki
ifadesiyle:
Nasıl düşünülebilir ki Abdullah b.
Ömer (R.A.) den rivayet edilen bir hadis-i
şeriflerinde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
Ben kendime bakıyorum, bende de
kuru protestodan başka bir şey yok.
“Müslüman, Müslümanın din
kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu (başına
gelen musibete veya düşmanına) teslim
etmez” buyurmuşlardır.1 Binaenaleyh
yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, ırkı, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun bütün Müslümanlar, Numan b. Beşir
Şubat 2009
24
“Birbirlerine
merhamette,
sevgide, lütuf ve atifet hususlarında yek
vücut olmalıdırlar.”2 Birbirlerinin sevinç
ve kederlerini paylaşmalıdırlar.
Türkiye müdahil olmalı
Arap Birliği acele toplanıp İsrail'i
protesto edecekmiş!.. Hükümetimiz de İsrail'i protesto etmiş...İran İsrail'i şiddetle
protesto etmiş... İslâm dünyası İsrail'i
protesto ediyormuş... Falan filan ve saire...
Protestolarımıza birkaç
gözyaşı bile karıştıramıyoruz.
damla
Bizde artık Osmanlı ruhu kalmamış.
İslâm dünyasının ahı gitmiş vahı
kalmış.
Bir buçuk milyarlık İslâm âlemi kuru
protestolardan başka bir şey yapamıyor.
Filistin, batının çirkin yüzünü bir defa daha ortaya
koymuştur. Medeniyetler arası uzlaşma adı altında AB
kapılarında bekleyenlerin hangi medeniyetle uzlaşmaya
çalıştıklarını bir daha görmeleri gerekir. Çünkü bugün
Müslümanlara reva görülen muamele, gayr-i müslimlere
uygulansa, tüm haçlı âlemi ayağa kalkardı. Bu gibi olaylar karşısında sadece demeçler vermek kâfi değildir.
Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “Eğer mü’minlerden
iki grup, birbirleriyle vuruşurlarsa, (nasihatle, ALLAH’ın hükmüne davetle) aralarını düzeltin, bulup
barıştırın. Bundan sonra eğer onlardan biri diğerine
saldırırsa, hâlâ tecavüz ediyorsa; siz, ALLAH’ın emrine dönünceye kadar, o saldırganla, tecavüz edenle
savaşın. Neticede eğer ALLAH’ın emrine dönerse, aralarını adaletle düzeltin, bulup barıştırın ve (her
işinizde) adaletli davranın, hareket edin. Çünkü hiç
şüphe yok ki, ALLAH adaletli olanları sever.” 3
İnsanlık olarak son yüzyılda dünyada meydana
gelen olaylara ibretle eğildiğimizde, sorumsuzca
davranan yetkililerin, çatışma yanlısı odakların, kendi
çıkarları uğruna ötekinin hayatını hiçe sayan ve dünyayı
kan gölüne çevirmekten çekinmeyen ihtiras sahiplerinin
ürettiği şiddet ve savaşların, karşı şiddetleri nasıl
beslediğini, kalplerde kin ve nefreti nasıl derinleştirdiğini
ve bütün dünyayı müteselsil bir savaş, şiddet ve kaos ortamına nasıl sürüklediğini üzülerek görmekteyiz. Özellikle
son yüzyılda, gelişmiş ülkeler açısından stratejik önem
taşıyan Ortadoğu ve İslam dünyasında, müdahalelerin,
işgallerin, şiddetin, hak ihlallerinin bu coğrafyanın
ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal diğer faktörleriyle
birleştiğinde insanlarında kin, nefret, intikam ve düşmanlık duygularını nasıl kökleştirdiğini ve toplumsal hayat
ve sağduyuyu nasıl altüst ettiğini bütün dünya kamuoyu
görmektedir.
Muhterem okuyucu!
Gazze’ye yapılan, aralarında yaşlı, hasta, çocuk ve
kadınların da bulunduğu yüzlerce insanın ölümüne,
yaralanmasına, ev ve işyerinin yerle bir olmasına sebep
olan bu çirkin saldırı, hangi din ve inançtan olursa olsun,
sağduyu ve vicdan sahibi herkese insanlık adına ağır bir
mahcubiyet yaşatmıştır.
Evet dikkat buyurun! Meali arzedilen ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, bir Müslümana diğer bir Müslüman
saldıracak olursa, seyirci kalınmamasını ve saldırana
ALLAH'ın emrine dönünceye, zulmünden vazgeçinceye
kadar karşı koyulmasını emretmektedir. Ya bu Müslümana saldıran, mütecaviz kâfir olursa ne olacak? EIcevab: Bütün Müslümanlar elbirliği ile o mütecaviz kafire
karşı koyacaklardır. Falan devlet ne der, filan komisyon
ne söyler bakmayacaklardır.
Çünkü İslâm, mensublarından bazısı dargın veya
birbirine hasım iken seyirci kalınmasını veya ateşin
alevlenmeye bırakılmasını kesinlikle yasaklar. Akıl, fikir ve
kudret sahiplerinin yalnız hakkı gözeterek ve nefsî arzulardan uzaklaşarak arabuluculuğa teşebbüs etmeleri,
mütecaviz olanla, ALLAH Teâlâ'nın hükmüne dönünceye
kadar mücadele etmeleri gerekir.
Yukarıda meali arzedilen ayet-i kerimede ALLAH
Teâlâ'nın hükmü böyle. Hele hele Müslümana saldıran
kafir olursa sessiz kalmak asla olmamalıdır. Çünkü bu durum, saldıran kafirin şımarmasına ve cesaretlenmesine
nihayet kafa tutmasına ve zulmünü artırmasına sebep
olur. Bu hususta hiçbir devletten veya topluluktan çekinmemek gerekir. Sadece
ALLAH Teâlâ'dan korkmak
ve azimli olmak gerekir.
Acilen bir şeyler yapmak gerekiyor. Basit kınamalar, sıradan uyarılar İsrail'i daha da cesaretlendirmekten başka işe yaramamaktadır. Dünya
kamuoyu bu katliamları durdurmak için cılız tepkiler vermek yerine İsrail'e karşı ciddi yaptırımlar uygulanmasını
sağlayacak adımları atmak zorundadır. Aksi takdirde,
kaybeden sadece Gazze değil, bütün insanlığın onuru
olacaktır. Bu olay insanlık için yüz karası, insanlık dışı
davranış, alçakça yapılan bir soykırım hareketidir.
Bir kez daha İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği
katliamları lanetliyor, saldırılarda şehit olan Filistinli
kardeşlerime Allah'dan rahmet, yaralılara acil şifalar dili
yorum.
Herkesin gözü önünde cereyan eden ve amacı da
herkesçe bilinen bu olayların “din ve medeniyet çatışması” olarak sunulmasını, bir tespit veya öngörü olarak
değil, barışı katleden gerçek failleri göz ardı ettirmeyi ve
çatışmayı daha geniş bir zemine yaymayı hedef alan
stratejik bir eylem planı olarak değerlendirmek gerekir.
Tekrar vurgulamak gerekir ki, bunu bir din ve
medeniyet savaşı olarak, hatta savaş olarak nitelemek
gerçeği görmemek olur. Bu ve benzeri olaylar, bütün
dinlerin gayrı ahlaki olarak kabul ettiği kirli bir güç gösterisidir. Tarihte iktidarını güç gösterisi ve ayrımcılık olarak
sergileyenlerden çok çekmiş olan bir ulusun, tarihin
değişik dönemlerinde zulme, şiddete ve ayrımcılığa
maruz kalanların bugün eline güç geçirdiğinde veya güç
odaklarının desteğini aldığında benzeri acıları
başkalarına yaşatıyor olmasını bütün dünya ibretle izlemektedir. Bu son gelişme, aynı zamanda yıllardır barış
için sarf edilen çok yönlü çabalara indirilmiş ciddi bir
darbe olup, bütün bölgenin istikrarsızlığını perçinlemekten, toplumlara, nesiller boyu sürecek kin, öfke, nefret ve
şiddet yüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bize emanet olarak verilmiş bir dünyayı fesat ve
tuğyanla, isyan ve zorbalıkla yaşanılamaz hale getirmek
sadece insanlığa karşı suç değil, ilahi vahiyden ve rahmet elçisi bütün peygamberlerden de nasipsizliktir. Kimden gelirse gelsin her türlü haksızlığa karşı çıkmak, dini,
dili, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun mazlumun yanında olmak, semavi dinlerin ve kutsal kitapların ortak çağrısıdır.
Bunun için de, bugün bütün dini kurum ve liderlerin bir sınavla karşı karşıya olduğunu, bu trajik gelişmeleri kınamalarının yeterli olmayacağını, şiddet, zulüm ve fesadın
önlenmesi, huzur ve barışın tesisi için hem kendi
25
Şubat 2009
ülkelerinde hem de dünya kamuoyuna yönelik olarak
seslerini yükseltmelerinin ve insani duyarlılığı
geliştirmelerinin sadece dini değil insani ve ahlaki bir
vazife haline de geldiğini ifade etmek isteriz.
Filistin’de yaşanan insanlık dramına seyirci
kalmayıp sorumluları teşhis etmek, kınamak, hasta ve
yaralılara yardım elini uzatmak insani bir ödevdir. Ancak,
kayda değer bir ekonomik güce ve uluslararası etkinliğe
sahip İslam ülkeleri de dahil, dünya uluslarının ve sorumlu
devlet adamlarının asıl görevi, savaşı, şiddeti ve orantısız
güç kullanımını önlemek, bunu önleyecek uluslar arası
mekanizmaları çalıştırmak olmalıdır.
Masum sivillerin ölümüne yol açan, semavi dinlerin
ortak öğretisine, insanlık değerlerine, uluslararası hukuka
ve sivillerin hedef alınmasını suç sayan bütün anlaşmalara aykırı olan bu tür saldırıların ve şiddetin bir an
evvel sona erdirilmesini, hür ve medeni dünyanın bu
vahim gelişmeler karşısında tavır almasını bekliyor, insani
yardımların etkin biçimde bölgeye ulaştırılması
konusunda geç kalınmamasını diliyoruz.
İsrail askeri güçlerinin Gazze'ye yönelik olarak
gerçekleştirdiği ve çok sayıda masum Filistinlinin hayatını
kaybettiği saldırıları lanetliyorum. Bu saldırının Filistinli
çocukların okul saatine denk getirilmesi ve atılan füzelerin
sivil yerleşim merkezlerini hedef alması İsrail'in vahşette
sınır tanımadığının yeni bir göstergesidir.
İsrail'in saldırıları vahşettir. Yaşananlar, İsrail'in
terörist devlet yöntemleriyle hareket etmekte sakınca
görmediğini ortaya koymuştur. Bu tutum, giderek insan
hakları, hukuk ve adalet gibi evrensel değerlere olan
inancın, saygının kaybolmasına, kuvvetlinin her şeyi yapacağı duygusunun zihinlere yerleşmesine yol açmaktadır.
Saldırı, sadece Filistin halkını değil, tüm insanlığı
vurmuştur.
lerinin canına okudular. Haçlıların, İstanbul'da Ortodoks
Hıristiyanlara yaptıkları zulümleri, merhametsizlikleri, şenaatleri Batılı tarihçiler anlata anlata bitiremiyor. Ayasofya'yı yağmaladılar, vaaz kürsüsüne bir fahişeyi çıkartıp
maskaralık ettirdiler. Kıymetli eşyayı taşımak için mabedin içine atlar, katırlar, merkepler getirdiler, bu hayvanlara
o kutsal mekâna pislettirdiler. Kadınların, kızların ırzına
geçtiler, çaldılar, yağmaladılar, öldürdüler, yıktılar. Şimdi
Filistin’de yaptıkları gibi.
İslâm alemi niçin bu urumda?
Çünkü İslâm ülkeleri, Müslümanlar İslâm'ın,
Kur’ân-ı Kerîm'in çok gerisinde kalmışlardır. Müslümanların pek çoğunun yaşantılarının, hayat tarzlarının İslâm
ile, Kur’ân-ı Kerim ile pek alâkası kalmamıştır. “Müslümanım” deniliyor, fakat Müslümanca yaşanılmıyor. Şairin
dediği gibi:
“Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân-ı Kerim!
Ne helâldir işimiz, ne de haram.
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!”
Müslümanların durumu bu. ALLAH Teâlâ ve
Resûlü'nün emirleri yerine getirilmiyor. Muhalefet ediliyor.
Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “...O'nun emrine aykırı
davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya
kendilerine çok elemli, acıklı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”4
Evet gerçek bu. Hâkim durumda olan ve
istiklâl¬lerini koruyan müslümanlar, ALLAH ve Resûlüne
itaat etmemeleri, birbirleriyle çekişmeleri, aralarındaki
fitne-fesat ve kargaşa sebebiyle esarete ve zillete
mahkûm oldular. “Kişinin cezası davranışı (ameli) cinsindendir” fehvasınca kendi içlerinde düşman gruplara
ayrılan, hatta birbirlerine karşı kâfirlerle işbirliği yapan bir
topluluk, firâsetsizlik ve basiretsizliklerinin cezası olarak
düşmanlarına esir kılınmakla cezalandırılır.
Filistin ve diğer İslâm ülkelerindeki bu hadiseler
yeni değildir. Tarihe baktığımızda Müslümanları yok etmek için düzenlenen haçlı seferlerine bütün gayri müslimlerin katıldıklarını görüyoruz. Hıristiyanlık dünyası bin
yıl kadar önce de, İslâm alemine karşı Haçlı seferleri tertiplemişti. İlk Haçlı seferinde, önce Orta Avrupa'daki
Yahudileri öldürmekle işe başladılar. Sonra bir milyon kişilik muazzam bir kalabalık halinde Ortadoğu'ya geldiler, bu
bölgedeki Müslümanların bölünmüş ve parçalanmış olmasından yararlanarak Kudüs'ü aldılar. Hazret-i İsa'nın
öğretilerine taban tabana zıt olarak Kutsal şehirdeki bütün
Müslüman ve Yahudileri merhametsizce boğazladılar.
Aradan kaç asır geçtikten sonra Papa, bu haçlı seferleri
dolayısıyla Müslümanlardan özür diledi.
Olmaması gereken, fakat maalesef öyle hadiseler
oluyor ki Müslümanlar İslam’da ittifak ediyorlar fakat
koltukta ihtilaf ediyorlar ve iktidar uğruna kıyasıya, acımasızca birbirleriyle savaşa girişiyorlar. Müslüman müslümana acımazsa başkası acır mı? Bir Müslüman iktidar
uğruna hristiyanlarla, yahudilerle işbirliği yaparak Müslüman kardeşini saf dışı bırakmaya çalışır mı? Halbuki
Cenâb-ı ALLAH: “Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp
da kâfirleri dostlar edinmeyin…”5, “Ey iman edenler!
Yahudileri de, hristiyanları da kendinize dost edinmeyin, yar olarak benimsemeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostudurlar, yaranıdırlar. İçinizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Hiç şüphe yok ki,
ALLAH zulmeden kimseleri, doğru yola eriştirmez.”6
buyurmaktadır.
Daha sonra yapılan Haçlı seferlerinden birinde
Müslümanlarla savaşmak üzere yola çıkmış olan Hıristiyanlar Konstantinopol'e saldırdılar. Kendi din kardeş-
Geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de bir
kısım müslümanlar, Cenâb-ı Hakk'ın bu apaçık emrini
çiğneyerek hristiyanlarla dost olmuşlar ve üstelik diğer
Şubat 2009
26
müslümanlarla savaşa girişmişlerdir. Gaye; iktidar, menfaat, ikbal ve hırs. Hak ve adalet değil! Alınacak ibret
şudur ki, ALLAH'ın kanununu çiğneyenler ve çiğnenmesine seyirci kalanlar hüsrana düşerler, birliklerini
kaybeder¬ler, zayıflar ve çeşitli şekillerde karşılarına
çıkan fitneler, bela ve musibetler altında inim inim inlerler. Yine Cenâb-ı ALLAH'ın Kur'ân-ı Kerîm'inde:
“ALLAH'a ve O’nun Peygamberine itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, yoksa korku ile zaafa, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz, yardımınız kesilip dev
letiniz elden gider..”7 İlâhi fermanına kulak vermemişler
ve gerçekten de korkuya kapılmışlar, zayıf düşmüşlerdir.
Nihayet: “Öyle bir fitneden, musibetten korkun,
sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere isabet etmez. (Bu belâ, başkalarına da geçer, umumî olur,
herkesi perişan eder.) Hem bilin ki, ALLAH'ın azabı
çok şiddetlidir.”8 âyetinin hükmü tecelli etmiş ve fitne,
musibet bütün İslam ülkelerini derinden sarsmıştır.
İşte, şu sıralar İslâm ülkelerinin, Müslümanların
başına gelen belâların sebebini, bu ayet-i kerîmelerin
ışığında aramak lâzımdır. Uhud savaşında, Müslümanlar kazanmış oldukları savaşı, sırf Hz.Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin bir emrine muhalefet etmeleri sebebiyle kaybetmediler mi? Bugün İslâm ülkeleri, Müslümanlar üstün
değilse, zillet çukurlarında yuvarlanıyorlarsa; zalimlerin,
kâfirlerin, mürtedlerin, muattıla güruhunun çizmeleri altında eziliyorsa, yumruklarını yiye yiye yerlerde sürükleniyorlarsa, kendimize bakalım. Kime itaat ediyoruz?
ALLAH Teâlâ ve Resûlüne mi, yoksa başkalarına ve
tağutlara mı? Evet kime? Sabah namazına kalkma, mışıl
mışıl uyu. Veyahut sıcak yatağının basında, pijama ile
Kevser ve İhlâs Süresiyle namaz kıl, sonra cup diye
tekrar sıcak yatağa atla. Ondan sonra Müslümanlar
muzaffer olsunlar. Tembel felsefesi bunlar hep. Rabbimiz
Mü’minlere “üstün olmayı” vaat ediyor. Şayet üstün
değilsek ki şüphesiz öyleyiz, öyleyse kendimize bakalım.
Kendimizi yoklayalım.
Bu sebeple zararın neresinden dönülürse kârdır.
Tevbe edelim. ALLAH Teâlâ’ya kul, Resûlü'ne ümmet
olalım. Ümitvar olalım. İstikbaldeki en büyük, gür sada İslâm'ın sadası olacaktır. Biz İslâm'a sımsıkı sarılırsak ve
hakkıyla yaşarsak, şairin:
“Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın.
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
dediği gibi, ALLAH'ın mü'min kullarına Kur'ân'da bir va’di
vardır. Zafer va’di... Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“ALLAH, sizden iman eden ve salih amellerde bulunanlara yemin ile vaadetmiştir ki; kendilerinden evvel
gelen Müminleri, Kâfirlerin yerine getirip hakim kıldığı
gibi elbette onları da yeryüzünde kâfirlerin yerine
geçirip hükümran edecek ve onlara kendileri için
razı olduğu dini İslâm’ı yaşama imkanını elbette verecek ve onların her türlü korkularını üzerlerinden
kaldırdıkdan sonra hallerini kat’i bir eminliğe, güvene
elbette çevirecektir. Onlar bu güvenlik içinde bana
ibadet ederler, bana hiç bir şeyi şirk, ortak koşmazlar.
Artık bundan sonra kim kâfir olursa işte onlar fasıkların ta kendileridir.”
Bu ayet-i kerîme, Müslümanlara, parlak bir geleceği vaat etmektedir. Ancsak bu va’de lâyık olmanın
şartları vardır.
1- Müslümanlar, ezelde Kaalu Belâ gününde
ALLAH'a vermiş oldukları sözü, O'nunla yapmış
oldukları ahd ve misakı unutmazlar, gereğini yerine
getirirlerse,
2- İslâm dininin hükümlerini, emirlerini, yasaklarını ferdi ve toplumsal hayatlarına uygularlarsa,
3- Kendilerine ALLAH katından en güzel örnek,
model ve rehber olarak gönderilmiş Peygambere
itaat ve biat ederler, onun yolundan giderler, onun
Sünnetini ve metotlarını esas kabul ederlerse,
4- Şeytanı ve tağutları dost, velî, yar, müttefik
olarak kabul etmezlerse,
5- Parayı, serveti, malı-mülkü şu fanî dünyanın
aldatıcı ve oyalayıcı oyuncakları durumunda olan
birtakım eşya, âlet ve vâsıtaları putlaştırmazlarsa,
6- ALLAH yolunda önce nefisleriyle, sonra
harbî ve saldırgan kâfirlerle cihad ederlerse, bu va’de
nail olurlar. Yoksa:
İslâm'a ihanet ederek, ahkâm-ı ilâhiyeye sırt
çevirerek, Resul'ün yolunu bırakarak zafere nâil olunmaz.
Bakın arzedilen ayet-i kerimede ALLAH Teâlâ Ümmeti Muhammed’den iman edip ameli salih işleyenlere
kendilerini yeryüzünün halifesi kılacağını ve kendileri için
seçtiği İslâm dinini yeryüzüne hakim kılacağını beyan
buyuruyor. Korkularını emniyete çevireceğini vaat ediyor.
İşte ALLAH Teâlâ’nın vaadi... Ve ALLAH Teâlâ’nın vaadi
hakikatin ta kendisidir. Muhakkak yerini bulur. Ve ALLAH
Teâlâ asla vaadinden dönmez. Evet vaad eden: ALLAH
Teâlâ, vaad edilenler: İnananlar ve inandıklarını bilfiil tatbikat sahasına koyanlar, kamil Mü’minler, biz Müslümanlar. Vaad edilen şey: Şu üç husustur:
1- Müslümanlar bulundukları yerde hakim olacaklar, mahkum olmayacaklardır.
2- Dinî inançlarını, hayatlarına kolayca uygulayabilme imkânına sahip olacaklardır.
3- Her türlü korku gidecek, yerine tam bir emniyet,
sükunet ve güven gelecek.
Evet, vaad edilen bu üç şeyi kendimizde bir arayalım bakalım.
1- Bu gün Müslümanlar bulundukları yerde hakim
mi, mahkum mu? El-Cevap: Mahkum.
27
Şubat 2009
2- Bugün Müslümanlar dinî inançlarının gereğini
rahatlıkla ifa edebiliyorlar mı? El-Cevap: Edemiyorlar.
Bugün şu cennet vatanımızda, hem de “İnsan hakları, laiklik, din ve vicdan hürriyetinin” bulunduğu iddia
edilirken; üniversitede baş örtülü okumak isteyen Müslüman kız öğrencilere inançları gereği başlarını örtme
müsaadesi verilmemesi, İslâmî tesettüre riayet etmek
isteyen kız öğrencilerin okuma öğrenim hak ve özgürlüğünden mahrum edilmek istenmesi bunun en açık misallerinden biri değil midir?
3- Bugün Müslümanlar maddî ve manevî tam bir
emniyet, sükunet ve güven içinde midirler? El-Cevap:
Değildirler.
Bakınız. Vaad edilen bu üç şeyin üçü de bizde yok.
Yoksa, ALLAH Teâlâ bu vaadini yerine getirmedi mi?
Haşa sümme haşa... Va'dini yerine getirmede ALLAH
Teâlâ’dan daha sadık kim olabilir?
O halde eğer va’dedilen bu üç şeyin üçü de bizde
yoksa, bu demektir ki, ALLAH Teâlâ bizim imanımızdan
ve amellerimizden razı değil!
Çünkü bu vaad, iman ve salih amellerle şartlıdır. İşlerini, hareketlerini bozan Müslümanlar, bu va'din dışında
kalırlar. Bu sebeple dikkat edelim! Kendi kendimizi kandırmayalım. Tarih bunun en güzel şahididir.
ve ni'me'l vekil.” diyelim. O'na sığınalım. Unutmayalım ki,
diken olmadan gül çıkmaz. Eşsiz bir hazineye alın teri
dökmeden, zahmet çekmeden ulaşılamaz. Evet zulüm
var. Hem de katmerli zulüm var. Ama bir de şu var: Gün
doğmadan neler doğar.
Cabir b. Abdullah (R.A)’den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Benden önce
hiçbir kimseye verilmeyen beş şey bana verildi:
1- (Bana) bir aylık yol (mesafesi uzaklığında bulunan düşmanının kalbine) korku (verilmek)le yardım
olundum.
2- Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik sebebi
kılındı. Onun için ümmetimden her kime namaz vakti
erişirse, hemen namazını kılıversin.
3- Ganimetler bana helal edildi. Halbuki benden
evvel kimseye helâl edilmemiştir.
4- Bana şefaat verildi.
5- Benden evvel her peygamber, hassaten
kendi kavmine gönderilirken, ben, bütün insanlara
gönderildim”9
Kardeşim!.. Mezkur beş şeyden birincisine dikkatini çekerim. Müslümana, bir aylık yol mesafesi uzaklığında bulunan düşmanına, onun korkusu veriliyor.
Bugün ise, değil bir aylık yol mesafesi uzaklığında, burnumuzun dibinde bulunan kafirler bizden korkmuyor.
Bugünkü kafirler hiçbir İslâm ülkesinden korkmuyorlar.
Açın tarih kitaplarını. Okuyun Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz ve Ashabının dönemini, okuyun Dört Halife
dönemini, okuyun Selçuklular dönemini, okuyun Malazgirt Savaşını, okuyun ve hem de ibretle okuyun! Bakın ecdadımız Osmanlılar dönemini, kuruluşunu, yükselişini
ve hazin yıkılışını.
Ve bugünkü İslam ülkeleri manen ve maddeten zayıflamış ve kafir milletlerin o veya bu şekilde bir takım
baskı ve tahakkümü altına girmişlerdir. Neden? Sebebi
nedir? Bunun bir tek sebebi vardır. O da şudur: Bugün
Müslümanız, İslam ülkesiyiz diyen bütün İslam ülkeleri;
kısmen veya tamamen ALLAH Teâlâ'nın ahkamını rafa
kaldırmıştır, dinden ibadetten dini yaşantıdan uzaklaşmışlar giyim-kuşam, ahlâk ve yaşantı bakımından tıpatıp onlar gibi olmuşlar ve neticesinde de İslâm'dan
uzaklaşmışlardır. Bir kafir, kendisi gibi düşünen, giyinen
kuşanan ve hareket edenden korkar mı? Niçin korksun
ki?.. O da onun gibi. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor:
“(Ey mü'minler) gevşemeyin. Mahzun olmayın. Siz
eğer (gerçekten) mü'min iseniz, (düşmanlarınıza
galip ve onlardan) çok üstünsünüz.”10 Diğer bir ayeti kerime: “ALLAH Teâlâ kafirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol bahşetmez.”11
İslâm âlemi, Müslümanlar uzun müddetten beri
hırpalanıyor. Herkes müteellim müteessir. Ümmeti
Muhammed maddeten ve manen hırpalanmış, hırpalanıyor. Bu bir vakıa. Aslında ümitsizliğe asla mahal
yok. Çünkü Aziz ve Alîm olan bir Rabbimiz var.
Evet, mü'mîn hem davası hem de akıbeti bakımından her zaman, mü'min olmayandan üstündür. Çünkü
mü'min, ALLAH Teâlâ'ya inanır, yalnız O'nun kulu ve
kölesi olur. Sadece ALLAH Teâlânın dini için savaşır,
ölürse şehid, kalırsa gazi ve mükafâtı cennet olur.
Üzülmeyelim, ALLAH Teâlâ dilediğini aziz eder,
dilediğini zelil eder. Bela ve musibetler de ancak O'nun
izniyle gelir. O istemezse bütün dünya bir araya gelse bir
kimseye en ufak menfaat sağlayamaz. O istemezse,
bütün dünya toplansa bir kimseye en ufak zarar dokunduramaz. O halde neden üzülüyoruz?.. “HasbünALLAHü
Bu sebeple ümitvar olalım. Bu da geçer. İstikbalde
en gür sâdâ, İslâm'ın sâdâsı olacaktır inşaALLAH. Yeter
ki biz üzerimize düşeni yapalım. ALLAH'ın dinini yaşayalım. Sabah namazına kalkalım. İslâm'ın ve Müslümanların aziz ve mansur olması için şu duaları mutlaka, her
gün okuyabildiğimiz kadar okuyalım:
“Mü’minim, Müslüman’ım” diyen insanlar, İslam
âlemi; kamil bir imana ve imanın gereği olan salih
amellere ciddi bir şekilde bağlı kaldıkları dönemlerde
güçlü devletler kurmuşlar, üç kıtanın hakimi olmuşlar,
faziletli hizmetlerde bulunmuşlardır. Fakat, şart koşulan
bu iman-amel hususundan ayrıldıkları, taviz verdikleri
dönemlerde ise başka milletlere mahkum ve yem olmaktan, en azından uydu durumuna düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır.
Şubat 2009
28
* HasbünALLAHü ve ni'me'l-vekil,
* Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh,
* Ya dafia'l-belâyâ idfe’anne'l-belâyâ,
* Fellahü hayrun hafiza. Ve hüve erhamü'r-rahimîn.
* Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine'z-zalimîn.
* Vellahü galibün âlâ emrihi.
Ya Rabbi! İslâmı ve Müslümanları aziz ve mansur
eyle! Yardım eyle! Dünya ve ahiretimizi ma'mur eyle!
Korktuğumuzdan emin, umduğumuza nail eyle! Amin...
Cenab-ı Hak, şerleri hayr eyler
Gerçekten İslam aleminin ve Müslümanların
vaziyeti yürekler acısı... Ancak dua ediyoruz ve inanıyoruz ki, sonu çok hayırlı olacaktır, inşaALLAH...Cenâb-ı
hak şöyle buyuruyor:
“...... Olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız,
ama o, sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki siz bir şeyi
seversiniz, ama o, sizin için bir şerdir, kötülüktür.
(Bunu ancak) ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.”12
Çünkü yaşadığımız hayatta, bir çok hadiseler bize
gösterdi ki: Bazen bize iyi gibi, hayır gibi görünen şeyler
neticede şerre sebep olabilir. Bununla birlikte şer gibi
görünen şeylerin sonunun da hayır ile bittiği hayır getirdiği
olabilir. Mesela kimse ilaç içmeyi sevmez ama buna rağmen içeriz. Niçin? Hastalıklardan kurtulmak için yani istemeden beğenmeden yapıyoruz ama sonunda hayır
geliyor. Gene bunun gibi şeker hastasına şekeri çok çok
yedirirseniz, hatta severek yedirirseniz onu öldürürsünüz.
İyi bir şey gibi görünenin sonunda da şer geliyor...
kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden
sakınmaya çalışmalıyız.
Fakat ALLAH'tan, başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdabına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz.
ALLAH'ın takdiri ne şekilde tecelli ederse etsin,
mutlaka hakkımızda hayırlıdır. Atalarımız: “İnsanın
gücüne giden şey, hakkında hayırlıdır” demişlerdir.
Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men
etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilaç, acı olsa da hastaya şifa getirir. Doktor,
zulmünden değil, şefkatinden ötürü o acı ilacı hastaya
vermektedir. Hastanın her arzu ettiğini vermek, onu
ölüme sürükleyebilir.
Şayet yüce ALLAH da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni zengin etmiyor, fakir yaşatıyorsa seni
çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden
almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin
içinde senin için kimbilir nice faydalar vardır! Ya bu vesile
ile ALLAH sana ileride çok yararlı şeyler verecek, yahut
seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, manevi
dereceni yükseltecektir. Erzurumlu İbrahim Hakkı (K.S.)
hazretleri, Marifetname isimli kıymetli eserinde şöyle
diyor:
Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif onu seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Evet... İslâm âleminin ve Müslümanların bu yürekler acısı vaziyeti bizim için ve bize göre kötü gelebilir zor
görünebilir, zehir gibidir ama bizim için birçok hastalığın
tedavisidir bu dramlar, çekilen acılar... Bir çok kişi ölecek,
şehid olacaklar. Ama Müslümanlar uyanacak, bilinçlenecek, kendilerine gelecekler.
Sen Hakk'a tevekkül kıl
Tefviz et ve rahat bul
Sabır eyle, razı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Körfez Savaşı'nın olduğu zamanlarda bir gazetenin
profesör olan ve uluslararası olayları inceleyen bir yazarı
diyor ki: “Bizler uzun uğraşılar sonucu Müslümanları
batıya ısındırmıştık. Şimdi ise bu savaşla birlikte Müslümanlar batıya karşı yeni bir kinle yüklendiler, bilendiler.
Şimdi bu kini silmek için 50 yıl daha çalışmamız
gerekiyor.” Dediği doğrudur bu imansızın. Demek ki biz
göremesek de Rabbimiz bize şer gibi görünen bir olayda
bu imansızın ifade ettiği bir hayrı gizlemiştir.
Bu sebeple ayet-i kerime gereğince, bu olaylardan
alacağımız ders: Bazen hoşumuza gitmeyen şeylerin
hakkımızda hayırlı olduğudur. Evet, nice üzüldüğümüz
şeyler vardır ki sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve
nice sevdiğimiz şeyler vardır ki bizim için kötü sonuç
vermiştir.
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabır eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
VALLAHi güzel etmiş
Billahi güzel etmiş
TALLAHi güzel etmiş
ALLAH görelim ne etmiş
Ne etmişse güzel etmiş13
................................................................
1 Buhari, Mezalim: 4, İkrah: 7, Müslim, Birr: 58, 2 Müslim, Birr: 66, 3 Hucurat sûresi: 9, 4 Nûr Sûresi:
63, 5 Nisa Suresi: 144, 6 Maide Suresi: 51, 7 Enfal Suresi: 46, 8 Enfal Suresi: 25, 9 Buhari, Teyemmüm:1, Salat:56, Müslim, Mesacid:3, Neseî, Gusl:26, Darimi, Siyer:28, Salat:111 , 10 Âl-i İmran
O halde biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği
kadar yararlı işler yapmaya, durumumuzu düzeltmeye,
Sûresi: 139, 11 Nisa Sûresi: 141 , 12 Bakara sûresi: 216 , 13 Erzurumlu İbrahim Hakkı (K.S.) Marifetname: 366-369
29
Şubat 2009
Hasan BAŞAR
ÖFKE
ve
ACİZLİK
İsrail’in Filistin’e yaptığı saldırı insanının kanını donduran görüntülere
sahne oluyor. Yüzlerce, binlerce trajediler yaşanıyor. Hangi birilerini sayalım ki, hepside birbirinden dehşet
görüntüler. En çokta o masum çocukların görüntüleri yok mu? Evladı olanların ve içinde az biraz insanlık
kalmışların yüreği parçalanır. Bu dünyada insanın yaşayabileceği en büyük
acıdır evlat acısı. Ve bunun en dehşetlisi yaşanıyor Gazze’de. Babaların
gözleri önünde evlatları ölüyor. Ve o
son bakışlar yok mu evlada, son sarılış, koklayış ve evladın alnına düşen o
son buse. Koklamaya kıyamadığı evladını kanlar içinde görmek bir baba
için zulümdür.
Ama maalesef bütün bu zulmü,
trajediyi meydana getirenin kendiside
Ocak 2009
30
insan. Ama sadece görüntü olarak.
Yoksa insan demeye bin şahit lazım.
Yahudileri insanlıktan çıkaran ve onları acımasız hale getiren zihni alt yapı
incelendiğinde yaşanan bu vahşetin
nedenini daha iyi kavrayabiliriz. Hahamların kendilerine göre değiştirdikleri Tevrat, insanlığa karşı kin ve nefret
tohumları ekmektedir.
“ Şimdi git… Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme,
erkeklerden
kadına,
çocuktan emzikte olana kadar hepsini öldür.” (Tevrat, I. Samuel Bölüm 15/3)
Bütün bunlar yaşanırken hepimizin içi kin ve öfke ile dolmaktadır. Ama
aynı zamanda başka bir duygu da
kaplamaktadır içimizi; Acizlik. Bütün
dünya bu olup bitenlere seyirci kalıyor. Bazıları kasıtlı olarak bir şey yapmazken, bizler acizlikten bir
şeyler yapamıyoruz. Sanıyorum birazda öfkemiz
kendi acizliğimizden kaynaklanıyor. Olup bitenlere
seyirci kalmak, hiçbir şey yapamamak kanımıza
dokunuyor. Gazze’de Müslüman kardeşimize atılan her bomba bizim acizciliğimize atılıyor demektir. Öfkeliyiz, öfkemiz acizliğimizden kaynaklanıyor.
Öfkemiz Yahudilere olduğu kadar kendimize.
Burada en büyük sorun sanırım dünyanın bu
vahşete seyirci kalışıdır. Dünya nasıl olurda bu
vahşet karşısında bu kadar acizlik gösterebilir? Bu
Mason localarına bağlı ROTARY, LİONS,
DINER, PROPELLER, YMCA gibi teşkilatları siyonizmin dünya hâkimiyeti için çalışmaktadır. GDD
dünya hâkimiyetini sağlamak, kontrol etmek ve
dünya olaylarına yön vermek için birçok kuruluşları
kontrolleri altında tutmaktadır. Bu kuruluşların neler
olduğunu öğrendiğimizde Hıristiyan dünyasının
niye sessiz kaldığını daha iyi anlarız. İşte siyonizmin emrindeki kuruluşlardan bazıları: BM= BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, DÜNYA BANKASI VE IMF,
NATO, CIA, AB= AVRUPA BİRLİĞİ, CFR= AMERİKAN DIŞ İLİŞKİLER KONSEYİ
"Eşeğin çektiği araba yaklaştığı zaman onlara doğru gittik ve
ürkütücü yüküne dehşetle baktık. İçinde bir çocuk yatıyordu,
kafatası açılmış, göz küreleri kelimenin tam anlamıyla yuvalarından
fırlamış, yüzüne yengecinkiler gibi sarkmıştı. Onu aldığımızda hala
nefes alıyordu. Öte tarafta küçük kardeşinin göğsü açılmıştı,
yırtılmış et parçaları arasından beyaz kaburga kemiklerini
sayabilirdiniz. Anneleri organları dışarı çıkmış göğsüne bastırmaya
çalışıyordu, sanki adı belli olmayan, sadist emirleri uygulayan bir
askerin nefretiyle sonsuza kadar yok olan aşkının meyvesini tamir
edebilecekmiş gibi
KANATLI DOKTOR: ARAFA ABED AL DAYEM - Vittorio Arrigoni* /
İtalyan Gazeteci
soruya verilecek cevap siyonizmle mücadelenin de
başlangıcını da oluşturur.
Bu zulümde Batı ve Müslüman dünyasının
sessizliğinin sebeplerini ayrı ayrı değerlendirmek
gerekir. Gary ALLEN, Gizli Dünya Devleti (GDD)
adlı kitabında Batı dünyasının nasıl siyonizmin kıskacında olduğunu, Yahudilerin dünyayı nasıl yönettiklerini ayrıntısı ile açıklamaktadır. Batı
dünyasının siyasi karar mekanizmaları tamamıyla
Yahudi lobilerinin kontrolü altındadır. Bir de bunun
yanına para ve medya kontrolü de eklenince Batı
dünyası tamamıyla Yahudilerin kıskacı altında demektir.
“Siyonizm en büyük amacı olan Yahudi
egemenliğinde birleşmiş bir dünyanın ilk basamağı Ortak Pazarı ortaya çıkaran Roma Antlaşması
da
Bilderberg
toplantılarında
kararlaştırıldı.” (Peeople’s Almanac, S. 81)
İslam dünyasının acizliğine gelince. İşte
durum bura da daha vahim. İslam dünyası olarak
İsrail’in zulmüne karşı savaşımızı maalesef kaybettik. İslam dünyası olarak ilmin, bilimin gerisinde
olduğumuzu biliyordum ama bu kadar duyarsız olduğumuzu inanın bilmiyordum. Bizler nasıl oldu da
bu kadar duyarsız hale geldik. Bu miskinliğimiz ve
vurdumduymazlığımızda Yahudilerin ne kadar etkisi var. Bu her şeyi kabullenişimiz, birilerinden
31
Ocak 2009
medet umma, her şeyi başkalarından bekleme,
korkaklığımız, umursamazlığımız daha sayamayacağım nice olumsuzluklarımız olduğu müddetçe
bizler iflah olmayız. İslam dünyasını yakından tanıyan Mehmet Akif Ersoy bu gerçeği bir asır önce
keşfetmiş ve o zamandan bizleri uyarmıştır.
“Ey koca şark, ey ebedi meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.”
Diyen Akif’in yaptığı uyarının üzerinden bir
asır geçmesine rağmen İslam âleminde değişen bir
şeyin olmadığını görmek üzücü. Aynı vahşetlerin
bir daha yaşanmaması için bir an önce bir şeyler
yapmaya başlanmalıdır.
Buda uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir.
Bu dünyanın etkin bir elemanı olmamız ancak imajımızı düzeltmemize bağlıdır. Bu mevcut görüntümüzle zaten etkin bir unsuru olamayacağımız belli.
Allah aşkına Müslümanlıkla yakından uzaktan alakası olmayan yaftalar bizlerle birlikte anılıyor. Terörizmle Müslümanlığın yan yana anılması kadar
acı bir şey olamaz. Mücadeleye buradan başlamak
gerekir. Bu imajı da yıkmak inanın göründüğü
kadar basit ve kolay değil.
Müslüman devletlerin devlet başkanları bu
vahşet karşısındaki tutumlarıyla itibarlarını iyice
kaybettiler. Hadi Müslüman dünyasının devlet başkanlarından ses çıkmıyor diyelim. Allah aşkına halkına ne oldu? Bakın Allah aşkına Müslüman
devletlerin halkının kaç tanesinden ses çıkıyor?
Bütün bu olaylara Müslüman dünyası olarak değil,
insan olarak bile sesimiz çıkmıyorsa bırakın Müslümanlığımızı insanlığımızı bile sorgulamamız gerekir. Çoğu Müslüman devletlerin halkında bu
duyarlılığı göremedik. Eee, be! Müslüman kardeşlerimiz hangi safta olduğumuzu bile gösteremedik.
Sükût ikrardan gelir. Bu sessizliğimiz İsrail’e cesaret veriyor. Ve Müslüman kardeşlerimize soykırım
yapıyor. Bu anlamda bu katliamda bizim de payımız var mı diye düşünmeliyiz? Devlet başkanlarımızın yaptığı yanlışlığa dur deme cesaretine bile
sahip değiliz. Bunu yapabilmemiz içinde her şeyden önce büyük bir zihniyet değişimine ihtiyacımız
var.
Müslüman dünyası olarak bizim en büyük sorunumuz sivil toplum örgütlenmesinden yoksun
Şubat 2009
oluşumuzdur. Sivil toplum örgütlerinin toplumun
duygu ve düşüncelerini dünya kamuoyuna göstermek gibi önemli bir işlevi vardır. Sivil toplum örgütleri sayesinde toplum organize olmaktadır. Sivil
toplum örgütleri sayesinde bireyler duygu ve düşüncelerini dışa vurabilirler.
Yöneticileri tetikleyen, keyfilikten kurtaran bir
mekanizma olmalıdır ki yöneticiler kendilerine çeki
düzen versinler. Toplumu yönetenlerde bu sayede
kendilerine çeki-düzen verirler. Bu anlamda sivil
toplum örgütleri toplumu yönetenleri denetim altına
alırlar. Yöneticileri keyfilikten kurtaran bir mekanizma olmalıdır ki kendilerine çeki düzen versinler.
Bu katliama siyasi ve sosyal en büyük tepki Türkiye’den geldi. Bunda da sivil toplum örgütlerinin
önemli rolü olmuştur. Sağduyulu insanlar olarak
sivil toplum örgütleri kuralım ve üye olalım. Doğru
yerlerde, doğru şeyler yaparak haksızlıklılarla mücadele edelim.
Müslüman dünyası olarak sorunlarımız var
ve birbirimize kuşku ile bakıyoruz. Gerçi buradaki
sorun halkların değil, devlet başkanlarının sorunu;
ama hangi gerekçe bu zulüm karşısında ölüm sessizliğine bürünmemize sebep olabilir. Bu saldırılar
bir kez daha gösteriyor ki biz Müslüman dünyası
bizlere yapılan saldırılara dahi tepki vermeyecek
kadar aciziz. Bazı zamanlarda, bazı olaylar vardır
ki ne olursa olsun birleşmenin sağlanması gerekir.
En kısa zamanda Müslüman dünyası olarak birlikte
harekât etmemiz gerekmektedir. Bundan sonra bu
tür vahşetin bir daha yaşanmaması için bunu yapmamız gerekiyor. Barışın sağlanması içinde güce
ihtiyaç var. Güç her zaman caydırıcı olmuştur.
Gerek insanlar, gerekse devletler güçlüler karşısında hareket ederken iki kere düşünmek zorunda
kalırlar. Davranışlarını İsrail’in yaptığı gibi pervasızca yapamazlar.
Dünya kamuoyunda siyasi anlamda dağınık
görünmemiz ciddi alınmamamıza sebep olmaktadır. Allah aşkına biz Müslümanlar bir kez, bir araya
gelip ortak bir payda da birleşemeyecek miyiz?
Aynı olayın yüzde biri bir Avrupa devletinin başına
gelsin bakalım dünyada nasıl kıyametler koparıyorlar. Birlik ve beraberlik caydırıcı bir unsurdur.
Müslüman dünyasından ortak bir sesin çıkması
dünya barışı için gereklidir.
32
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
SON NEFESE KADAR “KULLUK”
“Nerede olursak olalım, ne iş ve ne tahsil
Temel kaide olarak Rabbimiz; “bizlere gücü-
yaparsak yapalım, hangi mevki ve makamda
müzün yetmeyeceği vazifeleri yüklemeye-
bulunursak bulunalım; hiç değişmeyen vazife-
ceğine”
miz Allah’a kulluktur. Biz bu dünyaya bunun için
yetirebileceğimiz bir görevdir. O halde kulluk
geldik. Kulluk vazifemiz ömrümüzün sonuna
nedir?
(Bakara
(2)
/286)
göre,
kulluk
güç
kadar devam eder. Terhisi ve emekliliği yoktur.
Marifet ve hüner; hoca, doktor, mühendis, eği-
Kulluk: Allah’ın bütün emirlerini tereddüt-
timci, sanayici ve zengin iş adamı olmak
süz yerine getirme ve tüm yasaklarından itiraz-
değil,kul-öğretmen,kul-doktor, kul-mühendis ve
sız kaçınma çaba ve gayretidir. Buna, takdirine
kul-iş adamı… ilh olabilmektir. Söze sıra geldi-
rıza göstermeyi de ilave edersek; oldukça derli-
ğinde kulluğunu inkâr edeni bulmak imkânsız
toplu bir tarif ortaya çıkmış olur.
ise de, Allah’ın kulu muyuz, paranın kulu
muyuz, makamın kulu muyuz…? Bunlar ancak
tatbikatta belli olur. Lafta Müslümanlığı, hatta
mücahidliği kimseye bırakmayanların, basit
dünyalık imtihanda ne fislerini ve sahip oldukları dünyalıkları nasıo ön plana çıkardıkları her
zaman görülen şeylerdendir. Deliller: ez-Zâriyat /56; el-Hicr/99”
Mamûl bir eşyanın ne için imal edildiğini
tayin hakkı, pek tabiî olarak imalatçısından âid
bir husustur. İnsanoğlu ilahi fabrikanın ürünü olduğunu göre imal / yaratılış gayesi elbette Yaratıcısı tarafından tayin olunacaktır.”En güzel
surette”
(Tin (95) /4)
ve “değerli”
(İsrâ (17) /70)
olarak
yaratıldığı beyan edilen insana, “yeryüzü nimetleri de ikram olunmuş”
(Bakara (2) /29)
, buna
karşılık ondan, Allah’a kulluk ve ibadet; yaratılış gayesi olarak istenmiştir.
(Zâriyat (51) /56)
Ayrıca
“bu kulluğun ölüm gelip çatana kadar”
(15) /99)
Kulluk, dünyalık meslek ve meşgalelerin
önünde bir engel olmayıp, onlara çeki-düzen
veren bir ana meslektir. Dinlenme ve eğlenmeler de prensipler dahilinde olmak şartıyla, kulluğa mani olmazlar. Şu halde kulluk, dünyadan
etek çekmeği gerektiren bir meslek değildir. Elbette dünyada yaşayacağız ve buradaki amellerimizle İnşallah Cennet’i kazanacağız. İşte
kulluk, bu sonsuz güzellikler dünyasını elde
edebilmemiz için lazımdır. Önce kul ol, sonra
ne olursan ol! Prensibinden hareketle yola çıkıldığında, kulluğa aykırı olan hiçbir hususa
geçit verilmemiş olur. Bundan sağlanacak kazanç; bize ve topyekün insanlığa aid olacaktır.
(Hicr
devamı emredilmiştir.
Böylece görüldüğü gibi; iman ehli için kul-
luk; bülûğdan ölüme kadar emekliliği olmayan
bir meslek ve terhisi olmayan bir askerliktir.
Kulluk için gerekli çabanın tafsilatı nereden öğrenilecektir? Cevap: Kur’an, Sünnet ve
Ehl-i Sünnet alimlerinden.
Kulluk şuuruna sahip olanlar, her hareketlerini bu süzgeçten geçirecekleri için, dünyalık gibi görünen bir takım işlerinin bile
ibâdet’e dönüşmesini sağlamış olurlar. Böylece
hayat, bir baştan öbür başa kullukla geçmiş
olur ki, bundan büyük saadet ve şeref de olamaz.
33
Şubat 2009
Ersan BİLGİN
Müslümanca Duruş…
“MAZLUMA DA
ZALİME DE
YARDIM EDİN.”
İnsanlığın önderi ve örneği Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki:
“Mazluma da zalime de yardım
edin.” soruluyor. - “Mazluma yardımı
anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?” Rasulullah (sav) buyurdu:
“Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu da ona bir yardımdır.” (Tirmizî,
Fiten/68, 2255)
Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona
yardım edin ki kendine de daha fazla
zarar vermesin. Öyle ya, zulmüne
devam ettikçe Allah’ın lâneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada, hem
de ötede fitil fitil burnundan gelecektir.
Yaptığı haksızlıkların karşılığını mutlaka görecektir. Siz yine de merhametli
olun, ona engel olmaya çalışın. Zalime
asla prim vermeyin, yüz vermeyin,
Şubat 2009
34
destek vermeyin oylarınız bile olsa…
Müslümanlar her yönden güçlü olacaklar, otorite Müslümanların elinde
olacak, zalime zulüm yapacak fırsat
tanınmayacak, zalimin eline imkan
geçmeyecek. Müslümanlar güçlü olduğu kadar cesur olacak, bir ve beraber olacak, alimleri önde olacak ki
zalim diz çöksün…
Filistin’de, İslam aleminde ve
Dünya’da bunca zulüm, haksızlık ve
gözyaşı olduğu halde az sayıda ilmiyle
amil ilim adamlarımız müstesna nerede bu ümmetin ilim adamları, alimleri, şeyhleri, kanaat önderleri ? Bu
suskunluk niye, çaresizlikten mi yoksa
korkaklıktan mı susuyor bu ümmetin
önünde olması gereken zevat ?
Şu ayeti çok iyi anlamalıyız: “Zalimlere yanaşmayın (meyletmeyin),
yoksa size ateş dokunur. Sizin
Allah´tan başka veliniz (dost ve yardımcınız)
yoktur. Sonra (O´ndan da) yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113)
ONBAŞI HASAN’IN 57 YILDIR
DEVAM EDEN KUDÜS NÖBETİ
"Mevki: Kudüs. Mekân: Mescidi Aksa.
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci
arkadaşım rahmetli Sait Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı’nda
rüzgâr gibi dolanan
entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz
mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescidi Aksa’nın
önüne kavuşturur. Miraç mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani... Hemen oracıkta,
ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır.
“12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz
Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar kendisi ve bütün ordu
beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin
şamdan. O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o
mukaddes Mescit’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. O’nu o merdivenin başında
gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?
Hayır, kaput, pardösü veya kaftan? Değil. Öyle
bir şey, işte! Başındaki kalpak mı, takke mi, fes
mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık
ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yine Hz. Ali (ra) bir hutbesinde şunları söylemiştir: “Ey insanlar! Sizden önceki ümmetler,
günah işlerlerken âlimlerinin onları bu işten menetmeye çalışmamaları yüzünden helak olmuşlardır. Onlar günahlara dalıp âlimleri de “Sakın
bunları yapmayın! Allah’ın haram kıldığını işlemeyin” demedikleri için cezaları kendilerini çepeçevre
kuşatarak helak edip onları dünya yüzünden silmiştir. O halde onların başına gelenler sizin başınıza da gelmezden önce iyiliği emredip kötülükten
menetme görevinizi hakkıyla yerine getiriniz. Hem
şunu da biliniz ki emri bi’l- ma’ruf ve nehy-i ani’lmünker ne insanın herhangi bir rızkını keser ve ne
de ecelini yaklaştırır.”
“Kalem Sahipleri Büyük İşler Başarabilirler
Ancak Gerektiğinde Fikirleri Uğruna Canlarını
Feda Etmek Şartıyla” diyor Seyyid Kutub.
Peygamberimiz buyuruyor ki: “Bu ümmet
zalime zalim deme cesareti göstermediği
zaman kıyameti bekle.” (Müsned, 2/190) “İnsanlar zalimi görüp de elini (zulümden alıkoymayacak
olurlarsa), aradan fazla zaman geçmeden, Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” (Tirmizî, Fiten 8. Tefsir 5/17. Ebu Davud, Melâhim 17. İbni Mace, Fiten 20.
Müsned, 1/25.)
Siyonist Yahudi ve İşbirlikçileri vazifesini yapıyor. Onların görevi daha çok kan dökmek, daha
çok öldürmek ve sömürmek… O mübarek topraklarda bir avuç mücahid ise her şeyleriyle Siyonistlere karşı direniyor. Direnenler mutlaka
kazanacaktır.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire
Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız.
İstanbullu.“Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile
omuz silkti.“Bilmem,” diye cevap verdi.“Bir
meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada
dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya! Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba”
dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardında
setreleşmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk
gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o
canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: Aley-
Fakat yaşadığımız asrın şahitleri olan ya bizler, biz Allah’ın yeryüzünde halifesi olan Müslümanlar napıyoruz ? İslam’sız saadetin
olmayacağını, hak ve batıl’ın ne olduğunu bilen,
hakk’ı fert, cemaat ve toplum bazında hakim kılıp,
batılı da yok edecek şuura sahip olması gereken
biz Müslümanlar napıyoruz ?
Vazifesinin idrakinde ve şuurunda olup
imanla salih ameller peşinde olanlar, Hakkı ve
sabrı yılmadan yorulmadan tavsiye edenler müs35
Şubat 2009
tesna kimimiz dinin bir hayat nizamı olduğunu
unutmuş, İslam’ı seccadeye, camiye ve kalplere
hapsetmiş, din ile dünyayı ayırmış, kimimiz dünyanın peşine düşmüş yakalayıp dünyaya sahip olmaya hırslanmış, kimimiz sıcak yatağında cenneti
arar olmuş, kimimiz dinler arası diyalog felaketine
takılmış, dünyaya lıght (ılımlı) İslam diye yeni bir
şey pazarlıyor, kimimiz muktedir olması gerekirken cılız kınama mesajlarıyla günü kurtarır olmuş,
kimimiz de bu dünyanın çivisi çıkmış boş ver hastalığına tutulmuş… Bu böyle gitmez. Aklımızı başımıza almalı, adam gibi adam olmalıyız…
kümüs selâm oğul. Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm. Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir
hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Ordu bozulmuş çekiliyor. Devlet zevalin kapısında! İngiliz girinceye
kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın
diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki
kenti zapt eden galip, asayiş
görevi yapan
yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
Evet, kendimizi kurtarmaya çalışırken 6 milyar insanlığı unutmayacağız, 6 milyar insanlığı düşünürken
de
kendimizi
unutmayacağız.
Görevlerimizi ferdi ve toplumsal planda yerinde ve
zamanında gerçekleştireceğiz.
Ben dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden. Sustu. Sonra,
elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri
ateşler gibi zımbaladı: "Ben, o gün buraya bırakılmış 20.Kolordu, 36.Tabur, 8.Bölük, 11.Ağır
Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...” Ya Rabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı,
öpülesi sancak gibiydi. Ellerine bir kere daha
uzandım. Gürler gibi mırıldandı: “Sana, bir
emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” Elbette dedim,
buyur hele... Konuştu: “Memlekete avdetinde
yolun Tokat Sancağı’na düşerse; git, burayı
bana emanet eden kumandanım Kolağası
(Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden
benim için bus et, öp. Ona de ki...” Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi: “O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki,
“11.makineli takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı
Hasan, o gün den bu yana, bıraktığın yerde
nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım” dedi dersin... Öleyazdım. Sonra
yine dineldi. Taş kesildi.
Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından,
dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun
serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu.
Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini
unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti. Ben sizlere, Onbaşı Hasan’ı
takdim ederim.”
İlhan Bardakçı
“Tarık Ramazan’ın babası Said Ramazan der
ki: “Eğer birisi bana gelip de İslam aleminde yapılması gereken reformlardan, uygulanması gereken
siyasi stratejilerden ve jeo-stratejik planlardan söz
ederse, benim ona ilk sorum sabah namazını vaktinde kılıp kılmadığı olur”
Galiba meselenin bam teli burası… İslam
adına konuşan, yazan ve düşünce üretenler önce
sabah namazını vaktinde kılıp kılmadıklarını cevaplamalılar. Çünkü bu sorunun cevabında bizim
tüm meselelerimizin çözümü yatmaktadır. Çünkü
en büyük farkımız namazımızdır. Çünkü “büyük
işler” yapmaya yönelip sabah namazını “küçük
işler” kategorisine aldığımız gün
kaybetmeye başladık. Ve kalkışımız, düştüğümüz yerden olacaktır.”
Ya Rabbi, encamımızı-akıbetimizi hayreyle.
Rabbimiz Hira’dan Hicret’e, Hicret’ten Mekke’nin
Fethi’ne, Mekke’nin Fethi’nden de Dünya’nın her
yerine bir Rahmet yağmuru yağan biricik hakikat
İslam Dinimiz’in mesajını en iyi şekilde anlama, yaşama ve yaşatma şuuru ve bilinci ver Rabbimiz. Ya
Rabbi, harbler zulümler dursun yerine İslam Adaleti, İslam kardeşliği, iman hakikatı gelsin… Amin.
Haydi, cihada ve tüm gayretimizle çalışmaya… Tümüyle Allah’a kulluğu, iyiliği, faydalıyı, adaleti ve
hakkı tatlı dil, güler yüzle fert, cemiyet ve tüm otoriteler bazında hakim kılmaya… İnsanlığın iki
dünya saadeti için çalışmaya…
Şubat 2009
36
Elif KUMBASAR
FİLİSTİNDE
ANNE
OLMAK
Akşam televizyonda feryat eden annelere
baktım. Çaresizce, evlatlarını son bir defa kucaklayabilmek belki de hala soğumamış bedenlerine
sarılabilmek için, kollarını uzatan acılı kadınlara,
yüreğinde evlat acısı, vatan acısı, eş acısı, kardeş
acısı alev alev yanan Gazzeli mazlumlara…
Savaşın içinde doğup büyümüşlerdi. Barut
kokan havayı teneffüs etmek Filistinli anneler için
artık normaldi. Her gün yaşanan patlamalar, ölümler kimi zaman arkadaş, kimi zaman komşu, kimi
zaman da yüreklerin ateşlendiği yerdi. Savaş uçaklarının değil kuşların kanat çırptığı masmavi bir
gökyüzünü özlediler hep. Sıcacık evlerinde yürekleri hoplamadan bir tas çorba içmeye hasret oldular yıllardır.
Düğün yapıp eğlenemediler,
cenazelerine ağlayamadılar bile. Yüzlercesinin
acısı taze iken yine şehit haberleri geliyordu. Çocuklarına okuma bayramı yapamadan, evlat acısıyla dağlandı yürekleri. Kor olup yaktı bütün
anneleri; Filistinli, Türkiyeli, Lübnanlı hatta Amerikalı… kalbinde birazcık merhameti olan, “insanım”
diyebilen tüm insanlığı…
Ama biz inanıyoruz ki, İsrail kendi elleriyle sonunu hazırlıyor. “Ağaçların ve taşların, benim arkamda bir Yahudi var! diye haykıracakları günler
yakındır, inşallah” İşte Türk Telekomla oynamaları
gereken maç sahasına, burunlarını bile uzatmaktan korktular ve maç iptal edildi. Sonuç, Türk Telekom hükmen galip. Müslüman yeter ki ayağa
kalkıp, ne olduğunun farkına varabilsin. Yahudiler
ödleri patlayarak ölürler. Müslümanın ölümü şehadettir çünkü. Biz canımızı Allah’ın dini için seve
seve ortaya koyar, can kuşunu Rabbine kavuşturuncaya kadar savaşırız. Ama onlar, insansız uçaklarla saldıracak kadar korkaktırlar. Yaralı ve
ölülerini saklayacak kadar da aciz. Biz Cennet nimetlerinin hayaliyle günlerce aç ve susuz yaşayabiliyoruz. Göğsümüzdeki iman, beşer olduğumuzu
unutturuyor. Biz, kaybettiklerimizle ahirette buluşacağımızın sevincini, hüzün ve gözyaşı ile birleştirirken; zalimler, dünyada bir dakika daha fazla
yaşamanın hesabını yapıyorlar. Aramızdaki bu
uçurum, onların moral olarak çökmesine neden
oluyor.
Ancak biz Müslümanlar, bu değerlerimizin
farkına vararak yeniden dirilmeliyiz. Birlik ve beraberlik içinde, yani “ümmet bilinci” ile düşmana karşı
durmalıyız. İdarecilerimizi bu şuurla seçmeliyiz ki
“mazlum”un yanında, “zalim”in karşısında olabilelim. Aksi taktirde; biz “Kahrolsun İsrail” sloganı atarken, temsilcilerimiz İsrail Başbakanının kanlı elini
sıkan ve İsrail Cumhurbaşkanını meclisimizde konuşturup ayakta alkışlayan insanlardan oluşur.
37
Şubat 2009
Umut BULUT
Cihad
Ayetlerine
Yorum
Getirmek
Ey Peygamber! Kâfirlere ve
münafıklara karşı cihad et, onlara
karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir
varış yeridir. (Tevbe suresi Ayet 73)
İlahiyatçıların ve bır kısım hocaların sürekli kenarından dolaştığı ve
asla işin tam ve açık tarafını konuşmadığı bir mevzudur cihad ayetleri…
Zekâtı, haccı, orucu ve namazı anlatırken rahat anlatır ve fakat sıra cihad
ayetlerine gelince sert kayalar çarpa
çarpa yol alırlar her nedense… Vecahidu diye emir sigasıyla başlandığı
yerde Allah bize cihad etmeyi emrediyor demektir. Bu sözün üzerine başkalarının söz söyleme lüksü de yoktur.
Bizdeki bazı aklı evvellerin cihad emrini kendi kıytırık cemaat heveslerine
göre yamultup anlatmaya kalkışması
Şubat 2009
38
aslında problemin de belkemiğini oluşturuyor.
Şimdi geldiğimiz noktada gördük
ki kocaman bir İslam dünyasının baş
başa kaldığı olay bizi dondurup kımıldatmaz bir halde bırakan bir şoktan
başkası değildir. Bizler Müslüman olarak Allah’ın emri olduğu yerde yorumlar yapma hak ve lüksüne sahip
değiliz. Böyle olunca ucu zaman
zaman bize de dokunacağı için âlimlerimiz kanaat önderlerimiz bir şekilde
işin kolay tarafını işaret etmek durumunda kalıyorlar. Burada hiçbir âlimimize doğrudan laf söyleme hakkına
sahip değiliz, çünkü alimler de içinde
bulundukları toplumun yapısına göre
söz söylemek zorunda kalıyorlar çoğu
kez… Bir zamanlar ‘’Ayasofya camii
ibadete açılmalıdır’’ diyenlere karşı
yazar Mehmet Şevket Eygi’nin güzel bir cevabı
vardı. Eygi diyordu ki: ‘’Sabah namazlarına Sultanahmet Camiine gidiyorum bir tek saf bile zor doluyor. Ne zamanki Sultanahmet camii dolup taşar o
zaman Ayasofya Camii kendiliğinden ibadete açılır’’ buradan şunu söylemeye çalışıyorum ki bizler
ne zaman ki İslam’ın emrettiği müminler oluruz o
zaman da alimlerimiz de üzerlerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getiren insanlar olacaklardır.
Felsefede appriori dini literatürde ise ‘’layusel
‘’dediğmiz sorgulanamaz bir alan vardır. Allah bir
ayette emir sigasıyla bizlere bir şey buyuruyorsa
bunu sağa sola çekme lüksümüz yok demektir. Biz
kendi kafamızdan da yorum yapamayız. Mesela
mecelle’de buna dair bir hüküm var ki şöyledir:
‘’Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur. ‘’ manası
ise şöyledir: bir işte açık bir hüküm varsa orada
başla deliller aramaya itibar edilmez. Açık hüküm
burada nedir Cihat edin! Nasıl malınızla ve canınızla bitti. Bu cihad dediğimiz şey Peygamber(sav)
döneminde nasıl anlaşılmış, sahabe devrinde
nasıl, tabiin devrinde nasıl buradaki uygulamaya
bakıp sonuç çıkarabiliriz. Bu devirde cihadın anlamı değişmiş diyenlerin bütün temel dayanak noktaları İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte
çökmüştür. Nitekim dünya tarihi göstermiştir ki; insanlık var olalı beri insanlar savaşmıştır. Bundan
sonra da savaşlar hep var olacaktır. Bu itibarla da
Müslümanlar olarak ona göre önceden kendi hazırlığımızı yapmış olmalıydık. Cihad ayetlerine
yorum katmaya çalışanların tüm argümanları ellerinde patlamıştır, bundan sonra da onların bu kabil
laflarına hiçbir akıl mantık sahibi Müslüman itibar
etmeyecektir. İslam’ın kendi kafasıyla düşünmeye
çalıştığınızda varacağınız tek sonuç yine bu olacaktır. Cihad ayetlerinde yazan emir neyse o dur
onun ötesi yok hükmündedir. İslam’ın kavramlarını
kendi yerinden oynatmaya kalkıştığınızda varacağınız gaflet limanında sizi hiç de hoş olmayan sürprizler bekleyecektir. Bu gün Gazze’de olduğu gibi…
Hani cihadın anlamı değişmişti? Bu gün etliye sütlüye karışmayan her tarafı korumaya çalışan denge politikalarının dengesiz tarafı
yüzümüzde bir soğuk duş etkisi yapmıştır. Artık sadece şapka düştü kel göründü değil kral tamamen
çıplak!...
Birileri bu ülkede İslam adına bizi uyutup
uyuşturmaya çalışıyor. Ümmetin cihad enerjisini
boşa heba edip yanlış yerlere doğru kanalize ediyor. Ümmetin cihad ruhunu emen bu kabil çevrelere karşı yeniden ve hiç zaman kaybetmeden
bütün ümmete cihad şuurunu kazandıracak çalışmalar yapılmalıdır. Bu saatten sonra cihad ayetlerine yorum getirmeye çalışan insanlara karşı daha
temkinli ve şüphe ile bakmaya başladım ki buna da
hakkım var diye düşünüyorum. Ümmeti yanlış yerlere çekmeye çalışan kim olursa olsun hakikatte
bana göre ya haindir ya cahil… Bu kabil insanlara
sadece ‘’emdiğiniz süte yazıklar olsun’’ diyorum.
Bu milletin rızkından kestiği paralarla bir yerlere
gelip ondan sonra kendi rahatınızı bozmamak
adına lafı eğip bükmeye başladınız ya size de helal
olsun. Bu millet ki sizi hala adam yerine koyup muhatap alıyor ya biz de buna dışarıdan acı ve öfkeyle şahitlik ediyoruz. Cihad zaten sizin işiniz
değildir. Cihad adanmış adamların işidir ki kaybetmeyi göze alamayacağı şeyleri olanların cihad yapması da zaten beklenemezdi. Siz ancak ‘’kolay
olanı rahatı bozmayanı’’ tercih edersiniz ki bunu da
yaptınız. Bu gün İslam dünyasındaki bu ölü toprağı
serpilmiş halin bir sorumlusu da sizin gibi pasif ilim
adamları değil de kimdir? Kalabalık yığınlar size
uysun diye elinizde firavuni imkânları alabildiğine
kullanabilirsiniz. Ama unutmayın her Firavun saltanatı karşısında bir Hz. Musa mutlaka çıkacaktır.
Yazarlar Birliği Başkanı İhsan Işık bir konuşmasında Cemil Meriç’ten bahsetti. Cemil Meriç’le
yaptığı bir röportajda Türkiye’de aydınlardan sorduğunda Üstat bir tek isim sayabileceğini söyledi.
Bediüzzaman Said-i Nursi… Onun da şecaati
aydın olmayı hak ediyor’’ dedi. Evet burada diyebilirim ki Said-i Nursi bu gün yaşasaydı Türkiye’de
âlimim aydınım diyen pek çok kişinin kafasına dünyayı ters çevirip geçirirdi. Sözümüzün muhatabı
cihad ayetlerinin kenarından dolaşan bildiği halde
gerçek lafı tam orta yerinden konuşmayan sözde
âlim ve hocalardır.
39
Şubat 2009
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
HASEN ve SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER 23
Sevap, Ceza ve İman
120 - Mus’ab b. Sa’d’dan rivayet edilmiştir.
Saad dedi ki: Ya Rasulallah! İnsanların en
çok belaya düçar olanları kimlerdir? Peygamber dedi ki: “Nebiler, sonra onlardan
derecesi düşük olanlar ve onları da takip
edenlerdir. Dini kuvvetli olursa, o kuvvet
miktarınca belalara çarpılmış olur. Eğer
dini zayıf olursa, o zayıflığı kadar belalara
düçar olur.” Bir keresinde buyurdu ki: “Dinine göre belalara müptela olur. Belalar insandan günahları uzaklaştırır, ta ki o
insan, üzerinde bir hata olmadan yeryüzünde yürüyebilir.” Hadisi Buhari, Tirmizi rivayet etmiştir.
121 - İbn Mesud’dan nakledilmiştir: Rasulullah dedi ki: “Allahu Teala, Sıratı Müstakimi (doğru yolu) size darbı mesel yaptı. O
yolun iki tarafında iki sur var. O surlarda
açık kapılar var. O kapıların üzerinde perdeler sarkıtılmış. Yolun başında bir davetçi, bu doğru yola gelin diye çağırıyor,
eğri yola gitmeyin diyor. Bunun üstünde
de bir davetçi var. Bir kimse o kapılardan
birini açmak isterse o davetçi der ki: Yazık
sana, açma kapıyı. Eğer sen onu açarsan
o içeri girer.” Sonra şöyle tefsir etti: “Sırat
İslam’dır. O açılacak olan kapılar haramlar, kapılara örtülmüş perdeler Allah’ın
koyduğu sınırlardır. Yolun başındaki davetçi Kur’an’dır. Onun üstündeki davetçi
her müminin kalbinde olan vaizdir.” Hadisi,
İmam Ahmet rivayet etmiştir.
Şubat 2009
(devam)
122 - Enes’ten nakledilmiştir: Rasulullah
şöyle buyurmuştur: “Cennet, hoşa gitmeyen şeylerin işlenmesiyle elde edilir. Cehennem de nefsi arzularla kuşatılmıştır.”
Hadisi, İmamı Müslim kitabında zikretmiştir.
123 - Ebu Katade’den nakledilmiştir: Dedi
ki: “İnsanların en çok sıkıntıya maruz kalanları Peygamberlerdir. Sonra onların
benzeri olanlar, daha sonra da benzeri
olanlardır. Kişi dinine göre belaya maruz
kalır. Eğer dini kuvvetli ise sıkıntısı şiddetli olur. Eğer dininde zayıflık varsa ona
göre sıkıntıya maruz kalır ve belası devam
eder.”
124 - İbn Mesud Hz.Peygamber’den nakletmiştir: “Yanağını tokatlayan, elbisesini
parçalayan, cahiliyye devri insanları gibi
bağırıp çağıran bizden değildir.” Hadisi Müslim
ve Tirmizi rivayet etmiştir.
125 - Ebu Hureyre Hz. Peygamber’den
nakletmiştir: “Hz.Peygamber Allah Teala’nın şöyle dediğini zikreder: “Salih kullarım için öyle şeyler hazırladım ki, onları
gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş ve
hiçbir beşerin hatırına gelmemiştir.” İsterseniz bu hususta şu ayeti okuyabilirsiniz:
‘Hiçbir kimse göz aydınlığı olarak kendisi
için neler saklandığını bilmez.’ (Secde Suresi,
17.ayet)Hadis Müttefakun Aleyhdir.
40
126 - Yine Ebu Hureyre’den nakledilmiştir.
O dedi ki: Rasulullah şöyle buyurdu: “Fitnede korunmak ve kurtulmak için salih
amel yapmaya devam edin. Adam mümin
olarak sabahlar, kafir olarak akşama çıkar.
Mümin olarak akşamlar, kafir olarak sabahlar. Dinini az bir dünyalık mal karşılığında satar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
127 - Ebu Said’den nakledilmiştir. Rasulullah buyurdular ki: “Yakında müslümanın en
hayırlı malı, koyun olacaktır. O, koyunların
peşinde, dağların vadilerinde ve yağmur
alan yerlerde dolaşacaktır. Böylece dinini
fitnelerden korumuş olacaktır.” Hadisi, Buhari ri-
birbirlerinin kanını dökmeye ve haramları
helal yapmaya sevkeder.”
131 - Hakim, Vasile’den nakletmiştir: O Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu zikreder: “Bir
kimse Allah’tan korkarsa, Allahu Teala
onun namına herkesi korkutur. Bir kimse
de Allah’tan korkmazsa Allah, onu her
şeyle korkutur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
132 - Ebu Hureyre’den nakledilmiştir: O Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder:
“Gıybet kardeşinin sevmediği şeyi zikretmendir.” Hadisi Müslim ve Ebu Davut zikretmiştir.
vayet etmiştir.
128 - Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir.
Resulullah buyurdular ki: “Bir kul bir iyilik
yapmaya teşebbüs eder de yapmazsa,
Allah onun için bir iyilik yazar. Eğer o iyiliği yaparsa ondan yedi yüze kadar artırır.
Eğer bir kimse bir kötülük yapmaya teşebbüs eder de yapmazsa, onun için bir
şey yazılmaz. Eğer kötülüğü yaparsa bir
karşılık verir.” Hadisi Buhari ve Müslim kitaplarına almışlardır.
129 - Huseyin’den nakledilmiştir: Hz.Peygamber buyurdular ki: “Asıl cimri olan ben
yanında zikredildiğim halde bana salat
okumayandır.” Hadisi Tirmizi ve İbni Hibban kitaplarında zikretmişlerdir.
130 - Cabir’den nakledilmiştir. O dedi ki: Hz.
Peygamber şöyle buyurdular: “Zulüm yapmaktan sakının. Zira zulüm kıyamet gününde karanlık yapar. Cimrilikten sakının.
O sizden önceki ümmetlerin helak edilmesine sebep olmuştur. Zira cimrilik, onların
133 - Kays İbn Ebi Hazim, Resulullah’tan
nakleder: Resulullah buyurdu ki: “Bir kimse
bir müminde dünyaya ait sıkıntılardan bir
sıkıntı giderirse, Allah’u Teala da kıyamet
gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı kaldırır. Bir kimse darda kalmışa kolaylık gösterirse, Allahu Teala da dünya ve ahirette
ona kolaylık hasıl eder. Bir kimse bir müslümanın dünya ve ahirete ait kusurlarını
örterse Allahu Teala da onun kusurlarını
örter. Bir kimse bir kardeşine yardım
ederse Allah da ona yardım eder. Bir
kimse ilim talep etmek gayesiyle bir yola
girerse Allahu Teala da onun yolunu cennete ulaştırır. Bir takım kimseler Allah’ın
evlerinden bir evde toplanır da Allah’ın kitabını okurlarsa ve birbirlerine öğretirlerse, onları sekine denen melekler
kuşatır. Rahmet ihata eder. Melekler de kuşatırlar. Allah’u Teala onları, bazı meleklerinin yanında zikreder. Bir kimsenin ameli
kendisini geride bırakırsa, nesebi onu öne
geçiremez.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
41
Şubat 2009
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
ALLAH İÇİN
BİR ARAYA
GELMEK
İnsan hayatının en verimli zamanlardan biri de
Allah için bir araya gelindiği anlardır. Allah için bir araya
gelmenin verdiği mutluluğun tarifi imkânsızdır. Zira
insan hayatını bu yolla ebedileştirir. Kısa, fani, bekasız
ve semeresiz bir ömür bu yolla uzun, daimi, sürekli ve
meyveli bir hale getirebilir. Allah için buluşmak, Allah için
konuşmak, Allah için hayatına çeki düzen vermek ne
kadar güzeldir. Bu istikametteki bir hayatın her bir anı,
her bir nefesi ebedileşir, bakileşir. Zamanı bakileştiği
gibi, Allah için verdikleri, Allah’ın adını anarak helal dairesinde kendisi, çoluk çocuğu, akraba-i taallukatı ve sair
insanlar için harcadıkları da bakileşir.
Allah Rasulü (a.s.v.) pek çok hadislerinde Allah
için bir araya gelmenin ne kadar önemli olduğuna vurgu
yapar. Bunlardan biri ve en ilgi çekeni şöyledir: Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır: “Şüphesiz ki, Allah Tebâreke ve Teâla’nın bir takım seyyar fazla me¬lekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçerisinde zikir olan
bir meclis buldular mı onlarla beraber otururlar. Ve
kanatlarıyla birbirlerini kuşatırlar. Ta ki kendileriyle
alt semanın arası dolar. Cemaat dağıldıkları vakit
yükselir ve gökyüzüne çıkarlar. Allah, onları bildiği
halde kendilerine: “Nereden geldiniz?” diye sorar.
Onlar da: “Senin yeryüzündeki bazı kullarının yanından (geldik), onlar sana teşbih ediyor, tekbîr,
Şubat 2009
tehlilde bulunuyor, sana hamdediyor ve senden istiyorlar”, cevabını verirler. Allah Teâla Hazretleri:
“Benden ne istiyorlar?” diye sorar: “Senden cennetini istiyorlar”, derler. Allah, “Onlar benim cennetimi gördüler mi?” der. “Hayır, yâ Rabbî!”
cevabını verirler. Allah, “Acaba cennetimi görmüş
olsalar ne yaparlar?” der. Melekler: “Senden eman
dilerler”, derler. Allah, “Benden neden eman dilerler?” diye sorar. Melekler, “Senin cehenneminden
yâ Rabbi!” diye cevap verirler. Allah, “Onlar benim
cehennemimi görmüşler mi?” der. Melekler,
“Hayır!” cevabını verirler. Allah, “Acaba cehennemimi görmüş olsalar ne yaparlar?” der. Melekler,
“Senden mağfiret dilerler”, derler. Allah da, “Ben
onları mağfiret ettim, ne diledilerse kendilerine verdim. Ve onları eman diledikleri şeyden kurtardım”,
buyurur. Bunun üzerine melekler: “Ya Rabbi! İçlerinde filân var, günahı çok bir kul. O ancak oradan
geçerken onlarla beraber oturdu”, derler. Allah
Teâla Hazretleri, “Onu da affettim. Onlar öyle bir cemaat ki, onlarla düşüp kalkan şaki olmaz”, buyurur.1”
Zikri geçen hadisin farklı varyantları bulunmaktadır. Diğer rivayet şekilleri içinde topluluğun Allah’ın zatını, cennetini ve cehennemini görmüş oldukları
takdirde çok daha dikkatli olacakları vurgulanmaktadır.
42
Burada önemli olan Allah için bir araya gelmek, iman,
marifetullah, muhabbetullah, mehafetullah sohbetlerinde bulunmaktır. Böylesi bir mecliste bulunmak kişinin insan olması hasebiyle işlediği küçük ya da büyük
suçlarının affına neden olabilmektedir. Kaldı ki, Rabbimiz farklı amaçlarla orada yer alan insanları bile diğerlerinin hatırına affedebilmektedir. Bu mesele ebede aşık
ve ebed için yaratılmış olan insan için son derece büyük
öneme haizdir.
Görüldüğü gibi bu müthiş bir müjdedir. Allah için
bir araya gelenleri melekler yalnız bırakmazlar ve Allah
da kendisi için bir araya gelen bu kullarının taleplerini
karşılıksız bırakmaz. Müminlerin bir araya gelmesi, ister
Kur’ân talimi ile alakalı olsun, ister manasını öğrenmek
için olsun, isterse Allah’ın kullarının maddi manevi ihtiyaçlarını gidermek için yapılan bir toplantı olsun, hepsi
Allah içindir. Bu anlamda bir araya gelerek toplanan
müminler inşeallah sonucunu da en iyi şekilde görecektir.
Diğer bir hadiste de Allah Rasulü Allah için bir
araya gelerek toplanan insanlar için şunları tebşir eder:
“Bir gurup insan bir yerde toplanıp Allah’ı gündemde tutmak için onun dinini öğrenmeye çalışırlarsa melekler onların etrafını çevirir. Allah’ın
rahmeti onları kaplar ve üzerlerine huzur iner Allah
onları kendi huzurundaki melekler yanında anar.2”
Bu hadiste ifade edilen hususlar da bir mümin için gerçekten büyük kazançtır. Mümin dinini öğrenmek için bir
araya gelecek ve geldiğinde Allah’ın melekleri tarafından yalnız bırakılmayacak ve kendisini Allah’ın rahmeti
kaplayacak ve kendisinden meleklerine söz edecektir.
Âlemlerin Rabbi’nin aciz ve fakir olan kulundan söz etmesi kadar büyük bir şeref olabilir mi?
Allah için yapılan hiçbir şey küçük görülemez.
Hele bu Allah için bir araya gelip Allah’tan, kitabından,
peygamberinden söz edip, onları sohbetlerine konu
ediniyorlar ise. “Sakın maruftan hiç bir şeyi hakir
görme! Velev din kardeşini güler yüzle karşılaman
olsun3” diyen Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.v.), din
kardeşlerin arasında güler yüzlü tatlı dilli olmaya büyük
önem atfetmektedir. Hatta bir hadislerinde sevmek ve
sevilmek ve dost olmak ve dost olunmaya şu ifadeleri
ile teşvik etmektedirler: “Mümin sever ve sevilir. Dost
olur ve dostluk kurulur. Dost olmayan ve dostluk
kurulmayanda hayır yoktur.” Evet, asıl hedefimiz
olan Allah’ın rızasını kazanmak noktasında O’nu sevmenin ve dostluğunu kazanmanın yanında; O’nun kulları ile de iyi ilişkiler içinde olmak, onlarla bir ve beraber
bulunmak, iyi ve güzel adetlere önderlik etmek de gerekmektedir. Evet, Allah razı olduktan sonra isterse ve
hikmeti iktiza ederse kişi istemek talebinde olmasa da
insanları ondan razı eder. Ancak Allah’ın rızasının tahakkuku bakımından Allah için bir araya gelmeklerin,
onlarla Allah Rasulü’nün örnek olduğu güzel beşeri ilişkileri içinde teşrik-i mesaide bulunmanın da büyük
önemi vardır.
Allah için bir araya gelen topluluk üzerine Allah’ın
rahmet ve sekineti inmektedir. Bununla ilgili de yine
Efendimiz (a.s.v.) şöyle buyururlar: “Bir mecliste oturup da orada Allah’ı anan her (müslüman) cemaatı
melekler kuşatır, onları rahmet kaplar, üzerlerine
sekînet (Allah’ın rızâsı, vakar ve sükûnet) peyderpey iner ve Allah, katındaki (melek) ler arasında onlardan (övgü ile) sözeder.4”
Her bir sözü gemilerdeki yönü tayin eden pusula
gibi doğruyu ve gerçeği gösteren ve Âlemlerin Rabbi
tarafından terbiye edilen, Allah’ı sevmenin yolu sünnetine tabi olmaktan geçen ve güzel ahlakı kendisinde
cem edip üsve-i hasene olan Hz. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz, konumuzla ilgili şu güzel öğütlerde bulunurlar: “Kim bir mü'mini dünya sıkıntılarından kurtarırsa Allah onu kıyamet günü sıkıntılardan kurtarır.
Kim bir Müslümanın hatasını örterse Allah da onun
dünyada ve ahirette hatasını örter. Kim bir
fakire/borçluya kolaylık sağlarsa Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık sağlar. Kul kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da onun yardımcısı olur.
Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Bir topluluk Allah'ın
evlerinden birinde toplanır, Allah'ın kitabını okur ve
anlamaya çalışırlarsa, mutlaka üzerlerine huzur
iner, kendilerini rahmet kuşatır, etraflarını melekler
sarar ve Allah onları katında (hayırla) anar. Kimin
ameli kendisini geri bırakırsa, nesebi onu hızlandırmaz / öne geçirmez.5”
Şüphesiz “es-sebebü ke’l-fâil” / “sebep olan
yapan gibidir” sırrınca nasıl ki Allah için bir araya gelenler yukarıda Allah Rasulü’nün müjdelediği hasenata
sahip oluyorlar, aynı şekilde bu insanların bir araya gelişlerine zemin hazırlayan ve bu güzel adetin başını
çeken insanlar da sevap kazanırlar. Ayrıca Allah için bir
araya gelinen mekânlar da büyük bir öneme haizdir. Şu
hadis konuyla ilgili müminler için müjde doludur: “Allah
Rasulü, sahabelerine şöyle buyurur: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oradan istifade ediniz.”
Ashab: “Cennet bahçeleri neresidir?” diye sorduklarında ise Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Allah’ın dinini
öğrenmek üzere meydana getirilen sohbet guruplarıdır” buyurdu.6”
Sonuç olarak Allah içi bir araya gelmeklerin şüphesiz ki saniyeleri seneler hükmünde iken, Allah’ın hatırlanmadığı bir araya gelmeklerin seneleri bir saniye
hükmündedir. Temennimiz hayatımız boyunca Allah
dostu olan insanlarla beraberliklerimizin çok daha fazla
olması. Böylece fani dünyamız bakileşecektir. Yazımı
Allah Rasulü’nün şu ifadesi ile bitirmek isterim:
“Allah’ın yardımı cemaatle beraberdir.7”
..........................................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı., 1 Müslim, Zikir ve Dua ve Tevbe ve İstiğfar, 25., 2 Tirmizi, Daavât, 7., 3 Müslim, Birr ve Sıla, 144., 4
İbn Mâce, Edeb, 53., 5 İbn Hanbel, II, 252., 6 Tirmizi, Daavât, 82., 7 Tirmizi, Fiten, 7.
43
Şubat 2009
Ahmet HALİLOĞLU
EDEP...
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab
Hz. Mevlana Mesnevisinde "Huda'dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin
lûtfundan mahrum kalır.” Buyuruyor.
Edep; yolculuğun her anında yolcuya
lazım gelen azıktır. Edep azığı ile yola
çıkan derviş yolu hızla kat edeceği gibi
yolculuk boyunca meydana gelecek
tüm tehlikelerden de azat olur.
Lugatta incelik, nezaket ve fiilen
insanlara lutf ile muamele etmek gibi
anlamara gelen edep; yolun ana esası
kabul edilmiştir. Hatta kimi veliler;
seyr-i süluktan maksadın edebi elde
etmek olduğunu beyan etmişlerdir.
Edebin istilahi anlamda Sünnet-i Seniyye’ye uygun hareket etmek olduğunu düşünürsek bu tanımlamanın
doğru olduğunu anlamış oluruz.
Osmanlı Beyefendisi tabiri; yeni
dönemde özellikle tahrif edilmeye çalışılsa da aslında kelimenin tam anlamıyla bir edep timsali demektir. Piyer
Lotinin Osmanlı Hayranlığının sebebi
Şubat 2009
44
de budur. O devrin süper gücü olan
Fransa’dan gelipte Dersaadete hayran
olmak kolay izah edilebilir bir şey değildir.
Kabul etmemiz gerekir ki; bizim
medeniyetimiz her şeyden önce gönül
medeniyetidir. Temeli güç ve kuvvet
değil bilakis gönüller fethetmeye dayalıdır. Batı Medeniyetinin temelinde
ise güç ve kuvvet vardır. Osmanlı
başta olmak üzere ecdadımızın gittiği
her yerde gönüller fethine hususi itina
göstermesinin altında yatan gerçekte
bir gönül medeniyeti olmasından kaynaklanmaktadır. Gönül Medeniyetinin
en önemli ayağı edeptir.
Âdemîzâde eğer bi edebest,
âdem nîst
Fark der cism-i benî-Âdem ü
hayvan edebest
"İnsanoğlunda eğer edeb yoksa,
bilin ki o insan değildir. İnsanoğlunun
cismi ile hayvan arasındaki fark edeb
dolayısıyladır."
Edebi; İnsan ile hayvan arasındaki turnusol
kağıdı olarak niteleyen Hz.Mevlana gibi ; “Edep Ya
Hû” isimli müstakil bir eser yazan Münevver Ayaşlı
edebi bizim medeniyetimizin temel taşı olarak telakki eder ve şöyle der : "Vaktiyle 'teşrifat' denilen,
resmi protokol, bizim medeniyetimizin, yani, İslâmTürk, kısacası Osmanlı medeniyetinin terbiyesini
teşkil eden temel kaide 'Edep yâ hû' idi. Edep,
'Edep yâ hû' ihtârına muhatap olmamaktır."
Osmanlı Medeniyeti ile bugünü kıyas ettiğimizde insanın midesine kramplar girmemesi şaşırtıcıdır. Ah Osmanlı! Bugün Mekke diyoruz ama
ecdad Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere
şeklinde kullanırdı. Mukaddes beldelere olan özlemini, saygısını, aşkını bu kelimeler ile dillendirirdi.
Osmanlı ecdadın bu saygısına bir de Kabe-i Muazzama’dan yüksek bina yaptırmamayı düşünün;
bir de Suudi Arabistan’ın şimdiki tavrını. Her tarafı
boğan beton ve çelik yüklü binaları gözünüzün
önüne getirin. Nerede Ehl-i Sünnet hassasiyeti nerede Allah Resulunun mübarek ayaklarının bastığı
mekanları tarumar eden zihniyet.
“Ta ezelden ruh-i kudse nur-i Sübhandır
edeb,
Nisbet-i zat-ı mualla feyz-i Rahmandır
edeb.”
Edebi her türlü noksan sıfattan uzak olan
Mevla Teala’dan gelen bir nur, bir feyz kabul eden
Şeyh Abdurrahman Sami Efendinin dediği gibi bu
mualla feyz bir gönlü mekan tutsa acaba ne olur?
Gönül Medeniyetinin temeli edep olduğu gibi zirvesi de ilim ve irfandır. Osmanlı’ya hasta adam
dendiği zamanlar da bile çok sayıda alim/arif yetişmiştir. Abidin Paşa bir yandan valilik yaparken
diğer yandan da Mevlana Hazretlerinin Mesnevisini şerh etmiştir. Sadrazamlıkta (Başbakanlık)
yapan Said Halim Paşa ise bir yandan birbirinden
önemli ve her biri tiryak hükmünde olan fikri eserler kaleme alıyordu.
Osmanlı Devlet Erkanı ile beraber Hacca
giden Şair Nabi ve kervanı;Medine-i Münevvereye
yaklaştıkları bir menzilde konaklarlar. Kafiledeki
devlet ricalinden birisi ayaklarını Ravza-i Mutahhaa
cihetine uzatır. Bu hali gören Nabi ; “Sakın terk–i
edebden, kuy–i mahbub–i huda’dır bu! Nazargah–
i ilahi’dir, Makam–ı Mustafa’dır bu” beyitleri ile başlayan meşhur natını söyler. Beyitleri duyan Paşa
uyanır ve toparlanır. Sabah Namazına yakın bir vakitte Medine-i Münevvereye inerler. Mescid-i Nebi’deki minarelerden Nabinin natının yankılandığını
duyarlar. Kafile şaşırmıştır. Müezzini bulurlar. Nabi
müezzine: “ aşkına, Peygamber aşkına ne olursun
söyle! Ezandan önce okuduğun naatı kimden, nerden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. Müezzin gayet
sakin bir şekilde şu cevabı verdi: “Resul–i ekrem
bu gece Mescid–i Nebi’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden
Nabi isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı
her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından
önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak
Medine’ye girişini kutlayın. “Biz de Resulullah efendimizin emirlerini yerine getirdik.”
Nabi ağlayarak: “Sahiden Nabi mi dedi? O iki
cihanın peygamberi, Nabi gibi bir zavallı ve günahkarı ümmetinden saymak lütfünü gösterdi mi?”
dedi. “Evet” cevabını alınca da, sevincinden kendinden geçti.
İşte edebin mükafatı budur. Bizim ecdadımız
edebi her şeyin üzerinde tutmuştur. Geçmişte Mushaf-ı Şeriflerin fiatı olmazdı. Hediyesi olurdu. Bu
satırların yazarı dahi ilk mushafını alırken ilk duyduğumda şaşırmıştım. Mushaf-ı Şerife paha biçilemeyeceği için; alan fiatı nedir diye sormaz;
hediyesi yani bu değer biçilemeyen Mushaf-ı şerif
için sana ne kadar hediye edeyim diye sorardı.
Şeyh Edebalinin tekkesinde kaldığı odada Mushafı Şerif olduğu için yatmayıp sabaha kadar bekleyen Osman Gazi Hazretleri nerede, Mushaf-ı
Şerife abdestsiz dokunulabilir, dokunarak okunabilir diyen zihniyet nerede ?
Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbul imiş illâ edeb illâ edeb
Edebi her işin başı sayan ecdat; yeni nesilleri
de buna uygun yetiştirmiştir. Bizim medeniyetimiz
canlı veya cansız her varlığa hususi özen gösterilirdi. Hayatın her sahası edepten ayrı değildir. Her
hareketin, her sözün sembolik bir anlatımı ve mecazi bir tanımı olduğunu bilenlerimiz hal ve hareketlerinin tanziminde edebi asla ikinci plana
atmazlar. Bir kişiyi uyandırırken “Kalk, uyan” gibi
tabirler yerine “ Agah ol erenler” tabirini kullanmak
kalbe/gönle yapılan vurgu değimlidir? Uyan emrinde herhangi bir deruni ruh bulamazsınız. Ancak
agah ol kelamında “Allah’ın zikrinden gafil olma”
,”Kalbini uyandır(Hadisteki müminin kalbi tanımlaması) gibi manalar vardır. Tesbihi; Allah’ı zikretmede bir araç olduğu için atmayı uygun görmeyen
bir zihniyetten şimdi tesbihi bidat sayan ama yere
tüküren bir zihniyete düçar olduk. Bu ilerlememidir
sizce? Ömrü hayatıda hiç yere tükürmeyen Nebinin ümmeti şimdi daha cami çıkışında yere tükürüyor. Allah edebimizi muhafaza etmeyi nasip etsin.
Amin.
45
Şubat 2009
Aydın BAŞAR
[email protected]
Sevgi
İnfakçısı
Şubat 2009
Yüce Allah Bakara Sûresi’nin 4.
maktadır. Misalen kendisine bilgi veri-
ayet-i kerimesinde mealen şöyle bu-
len bir alim, sahip olduğu ilmin infakını,
yurur: “...Kendilerine sunduğumuz
bilgisini insanlarla paylaşarak yapar.
rızıklardan Allah için karşılıksız sar-
Faraza bu ayette övgüyle bahsedilen
federler..” Takva sahibi olan müslü-
“infak edenler” ve Leyl Sûresi’ndeki
manlar Yüce Allah’ın verdiği nimetleri
“verenler ve sakınanlar” zümresinin
kendilerine aitmiş gibi hissetmedikle-
içerisine, öğrencilerinin iyi bir şekilde
rinden dolayı her şeyin Yüce Allah’ın
yetişmesi için canla başla çalışan, on-
mülkü olduğunu çok iyi bilirler. Bu bi-
lardan hiçbir zaman emeğini esirge-
linçle, elindekileri insanlarla paylaşır,
meyen ve sürekli didinip duran fedakar
ihtiyacı olanlara bir kısmını verirler.
öğretmenler de girebilir. Yine bu kav-
Yüce Allah da onlar üzerindeki nimet-
ram; içerisine paylaşmayı seven daha
lerini artırır. Bu artırma işlemine ”bere-
birçok insanı alabilecek kadar geniş
ket” adı verilir.
bir kavramdır.
Bu ayette bahsedilen rızıkları
Ekonomik değeri olan mal ve eş-
veya nimetleri sadece maddî rızıklar
yanın infak edilmesi gerektiği gibi
veya nimetler olarak değerlendirmek
paha biçilmez mânevî değeri olan
yanlış olur. Çünkü infak etmek sadece
“sevgi”nin de infak edilmesi gerekir.
maddî değerler üzerinden yapılma-
Müslüman, imanın getirdiği mutluluğu
46
paylaşan bir konumdadır. O her şeyi Yüce Allah
Şah Nakşibendi şöyle der: “Gönül yap; gönlü
için sevdiğinden dolayı imanının neşesi ile yeryü-
kırık olanlara. Kendisine kimsenin itibar etmediği,
zünde dolaşır. Her haliyle, her tavrıyla etrafındaki-
dönüp bakmadığı düşkünlere Cenab-ı Hakk, rubu-
lere sevgi ve şefkat saçar. Bu hali onun imanın
biyet nazarıyla nazar buyurur.”
sağladığı mutluluk nimetini etrafındakilere infak ettiğini gösterir. Böyle bir mümin, infak etmeyi sadece
Yunus Emre: “Ben gelmedim dâvâ için/
maddî nimetleri infak etme olarak anlamadığı için,
Benim işim sevgi için./ Dostum evi gönüllerdir./ Gö-
gönlünü, kalbini, aşkını, neşesini, mutluluğunu,
nüller yapmağa geldim” der.
emeğini; kısacası her şeyini Yüce Allah için infak
eder. Yani anlayacağınız Müslüman; bir sevgi infakçısıdır.
Efendimiz Hz Muhammed sallallahü aleyhi ve
selem tatlı bir gülümsemeyi Müslüman’ın sadakası
olarak değerlendirmiştir. Fakat ne gariptir ki bu gün,
insanların çoğu birbirlerine bir gülümsemeyi bile
çok görerek kendilerini bu sadaka sevabından
mahrum bırakırlar. Ne yazık ki çarşıda pazarda,
otobüste, tramvayda, okulda, evde hatta hatta mut-
Cenab-ı Mevla kimilerine dünyalık bir takım
değerler, kimilerine ise ilahî aşkın ulvî sırlarını, ilahî
sevgiyi, muhabbeti ve feyz-i ilahîyi “rızık” veya
“nimet” olarak verir. Yüce Allah’ın veli kullarının gönüllerine daima ilahî nurlar ve feyizler yağmaktadır. Bu türden rızıklarla beslenen Allah dostları,
kalplerindeki ilahî nurları ve gönüllerindeki feyizleri
diğer insanlara infak ederek onlarla paylaşırlar. Tasavvuf ilminde bu paylaşımı kamil mânâda gerçekleştirenlere mürşid-i kamil denilir.
luluk mekânları olan camilerde bile insanların yüzlerinin gülümsediğine çok az şahit oluyoruz.
Herkes sahip olduğu rızıkların infakını yapabilir. Tabir-i caizse içinde ne varsa onu sızdırır. Çokları ise infakın sadece elle yapıldığını zanneder.
Asır ve şartlar insanın yüzündeki gülücükleri
Oysa bazıları gönlündekilerin infakını ya sözleri
öldürürken, iman ise yüzlere nur vererek, o tatlı gü-
(sohbet) ile ya da gözleri (nazar) ile yapar. Bu bir
lücükleri tekrar diriltir. Din adına kaba saba tavır-
nevi hal transferidir. İnfakın çok daha derin bir mâ-
larla konuşanlar ve sürekli ahkam kesenler
nâsı daha vardır. Bir şair bunu şöyle ifade eder:
Müslüman’ın gülen yüzünü insanlara göstermek
“Canı canan için infak etmektir maksadı aşkın./
şöyle dursun, elimizdekini de araya verirler. Gönül
Daima gizlemek ve gizlenmektir usulü aşkın.”
yapma projesinin büyük mimarları olan mutasav-
Yunus ise bunu şöyle ifade eder: “Canını aşk yo-
vıfların bu konudaki sözleri ise gönülleri ferahlat-
luna/ Vermeyen aşık mıdır/ Cehd eyleyip ol dosta/
maya yetmektedir.
Ermeyen aşık mıdır?”
Bayezid-i Bistami şöyle der: “Müslüman kar-
Peki Yunus’un bu denli yüreğini yakan şey
deşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır?
nedir? Bunu hiç düşündünüz mü? Kendisi şöyle
Onlara hürmet etmek haklarını korumak ne güzel
cevap veriyor: “Aşkın odu ciğerimi/ Yaka geldi yaka
haslettir. Müslüman kardeşinize kin beslemek on-
gider/ Garip başım bu sevdayı/ Çeke geldi çeke
lara karşı zararlı olmak ne zararlı şeydir.”
gider.” Ona bu sıkıntıyı bütün âşıklar da çeker mi
diye soracak olursanız, Yunus buna da şöyle kar-
Ebu Hasan El Harkani şöyle der: “Bir mümin
şılık verecektir: “Hocam aşık olanların/ İşi âh ile zar
kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen
olur/ Hasretinden ol ma’şukun/ Gözü yaşı pınar
kimse, o gün akşama kadar Peygamber Efendi-
olur.” Bu zatları ömürlerini Allah için sarf etmeye
mizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini inci-
iten düşünce neydi acaba? İlahi aşk mıydı yoksa?
tirse, Allah-ü Telala onun o günkü ibadetini kabul
Bizim Allah için çok az şey yapmamızın nedeni
etmez.”
neydi? Kalp katılığı mı yoksa?
47
Şubat 2009
Bir Gedâ Kuyunun İçinde
Saliha MALHUN
[email protected]
Göklerden bir “Târık” yıldızı düştü kuyumun
içine. Meryem’e inen sofralara eş sofralar açıldı
önüme. Ezelden ebede uzanan bu
sonsuzlukta, sonsuz susuzlukta cılız bir kalem
kurnasından hep içtim. Seni özleyince yazdım.
Tek yoldaşım sendin dede. Ben bu gedâ
kuyunun içinde bir tek ceddimiz İbrahim
Peygamberin Rabbi’ne inandım. Çünkü O
olmasaydı ne kuyular olurdu ne Yûsûfiyeler…
Çünkü O olmasaydı ne gökler olurdu ne de
yerler… Çünkü O olmasaydı ne yol olurdu ne
de varılacak menziller… Ben… Ben bu gedâ
kuyunun içinde hep yandım dede, hep
yandım…
“Kerem eyle kesme kerem bi-nevâlardan
Kerem-kâne yakışır mı kerem kesmek
gedâlardan”
Alvarlı Efe Muhammed Lütfî Erzurûmî
Hazretleri (k.d.s)
Ben, seni bulmak için yollara düştüm dede.
Aramakla bulunmaz diyordu ya o lâhuti ses?
Ben, İbn-ül Arabî hazretlerinin sözünün bu
tarafına pek kulak asmadım. Çünkü
devamında gelen “bulanlar ancak arayanlardır
“sadâsına kulak verdim. Galaksilerin
kıvrımlarından, kelebeklerin kanatlarına kadar
her zerrede hep o esrarlı ses vardı. Nasıl bağlı
kalırdı ki ruhum yıldızdan zincirlerle? Senden
sonra Yûsuf’un düştüğü, hani senin de yana
yakıla anlattığın o gedâ kuyunun içine atıldım.
Şubat 2009
48
Bu gedâ kuyunun içinde yalnız göklerim vardı
bir de kırık- dökük kelimelerim. Her kelimede
senin kokun vardı, gökteki ay senin rengin.
Ben her gece göğe bakıp sermest olsam da
karabulutlar örtüp hazân etti bahârımı. Bir
ağacım kökleri gibi taşa geçmiş parmaklarım
çeşme olup aktı bir bir. Hangi kurnaya
dayasam ağzımı daha çok susadım. Hangi
sofra indiyese göklerden doymadım. Hangi
Kerem vuslat kapısına çağırdıysa beni, ben
hiçlik eşiğinde kaldım. Düştüm gedâ
kuyusuna, düştüm gayyâ kuyusuna düştüm!..
Ben her atıldığımda kuyuya mahzûn
kalmadım. Çünkü… Çünkü düştüğüm kuyu
O’nun dede. Yitirdiğim her yol, kaybolduğum
her yön O’nun.
„Bir dağ ne kadar yüce olsa bir kenarı yol
olur“ demiştin ya? Ben başı dumanlı dağlara
Hep Sana Yazdım
koştum kalemimle, ummâna koşan ırmaklar
gibi hep aktım uzaklara. Kuyuma akan
yağmur sularına, yanıma uçan eflâtun kanatlı
kelebeklere bakıp avucumda avundum. Açan
bir gül görmek istedim, gülzârları özledim, her
arıya, gökte uçan kuşlara seni sordum. Yaz
daha yaz dedi hepsi, daha çok yol aşmalısın
kaleminle, her şey ötede. Gittim, dağlar
vâdiler aştım ama her defasında harâmiler
çıktı önüme. „Dur, şurada bekle daha yol yok
ileriye!..“ dediler. Ama ben başımı kaldırıp
dumanlı göklere, galaksilerin tepesine diktim
gözlerimi dede. Kuytularda hep onu tespih
ettim. Geçtim her şeyden geçtim!.. Ne cân ne
cânan... Yalnız Rabbimi istedim. Ne yazı
kurtadırdı beni ne binlerce söz. Benim adım
ne? Hangi rüyanın tabiriyim? Bu kuyuda işim
ne? Hepsini O’nun kudret elimdedir bildim,
bildim...
Ben Rabb’imden başka kime yanayım, içimi
kime açayım dede? Geceleri O’nun rahmet
salıncağında korunup uyuduğumu, gündüz
O’nun merhametiyle yeniden dirildiğimi? Ben
ona hep şöyle yakardım; „Ey bütün mahsun
gönüllerin dermânı... Ey bütün âşıkların
pinhânı.... İncil’deki „Ahyed“ aşkına,
Zebûr’daki Dâvut aşkına bize inâyet et. Çöl
gecelerinde ağan bir yıldız gibi toprağa girip
bir fidan gibi dikileyim aşk toprağına.
„Bağlığında bir dikene sezâyım, sen
dilemezsen ben yol yürüyemem,
konuşamam, gülemem. Yüreğimin puslanmış
pencerelerini şefkat cilasıyla parlat. Dert
verdiysen Şâfiî sen, izzet ancak senin
kereminledir, bizi bağışla...“
Şimdi ve her zaman olduğu gibi ellerimden tut
dede. Bana dua buyur ki; Rabbim bir çift tatlı
söze, dünya çer-çöpüne mahkûm etmesin bu
âciz yüreğimi. Gül bahçende bir dikene
sezâyım, dûa lbuyur ki; bitsin bu gedâ
kuyunun içindeki tutsaklığım, Mısır sarayında
Sultan’lığa uyanayım.
Ne kasabalar, ne köyler aşıyorum
kelimelerimle. Kâf Dağında Ankâ ile
söyleşiyorum. Bir an bütün sözler bitiyor ama
Rabbim kalıyor sadece. Sonra köpüklü
ummanlara dalıyorum, deniz bitiyor, O
kalıyor. Kıyılara vuruyorum Üç’lerin sahilinde,
onlar gidiyor, bir tek O kalıyor kimsesiz yetim
yüreğimde. Ben dilsiz, ben kulaksız... O
Sem’î, O Basîr. Lâlezarımda çiçeklerim
soldukça dirilten O. O üflemezse ben
söyleyemem, o baktırmazsa ben çöllerdeki
işaret taşlarını göremem. Her dem târumar
edilen Sultân bahçesini O nevbahar salar
diriltir. O olmazsa ne dostluk kalır bu âlemde
ne vefâ... Kâh hüthüt gazelini söylüyor sabah
yakazasında, kâh bülbül şakıyor bu gedâ
kuyunun başında. Bazen bir yarasa
kanatlarını yüzüme geriyor heyula bakışlarla.
Bu da O’ndan, o da O’ndan, hep O’ndan...
Ben, bir gedâ kuyunun içinde hep sana
yazdım dede
Hep sana yazdım…
49
Şubat 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
HAKÎM
İSMİ’NİN
YENİDEN
DİRİLİŞİ
GEREKTİRMESİ
Cenab-ı Hakk’ın hikmet sahibi olduğunu bildiren, her işi hikmet ve maslahata uygun olarak muhkem ve mükemmel yapan; boş, faydasız ve abes iş
yapmayan manasındaki Hakîm ismi, öldükten sonra
yeniden dirilişi gerektiren, bu dünya hayatının ötesinde yeni bir âlemi yani âhiret'i iktizâ eden esmâ-i
hüsnâ’nın başında gelir.
Kâinâta göz attığımızda, en büyük âlemlerden,
galaksilerden en küçük sistemlere, atomlara kadar
her şeyin, büyük bir hikmet ve maslahata göre cereyan ettiğini görüyoruz. Hiç bir şey abes olarak, boş
yere ve faydasız yaratılmamıştır. Yeryüzündeki canlı,
cansız, bitki, hayvan her varlığın pek çok vazife ve
faydaları vardır. Basit gördüğümüz, önemsemediğimiz varlıklar dahi, pek çok fayda ve hikmete binaen
yaratılmışlardır. Nitekim günümüzde pek çok dallara
ayrılmış olan ve her biri mütemâdiyen bu kâinâtı ve
yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkları inceleyip araştıran pek çok ilim, hilkatte hiç bir kusûr olmadığını itirâf etmekte, her şeyin yerli yerinde ve en mükemmel
bir tarzda yaratıldığını söylemekte, adetâ kendi lisanlarıyla, sun'allahi'llezî etkane külle şey' (her şeyi mükemmel yapan Allah'ın san'atı...) (Neml, 88), ahsene
Şubat 2009
kulle şey'in halekah (yarattığı her şeyi güzel yaptı)
(Secde, 7) âyetlerini terennüm etmektedirler.
Hatta, yakın zamanlara kadar insanda bazı organların faydasız ve fazladan olduğunu iddiâ eden,
Allah'ın Hakîm isminden habersiz bazı insanlar, yapılan araştırmalar sonunda hataları yüzlerine çarpılıp
faydasız zannettikleri şeylerin pek çok hikmet ve maslahatlarla donatıldıklarını görünce, hatalarını anlamış,
insan denen mükemmel makinayı ve ahsen-i takvîm
üzere yaratılmış, kâinâtın hülasası olan bu varlığı
daha büyük bir dikkatle, ön yargısız olarak inceleme
ihtiyacını duymuşlardır. Değil faydasız, fazladan bir
organ, insan vücudundaki her bir organın bir değil,
pek çok fayda ve vazifeleri vardır. Meselâ, karaciğerin dört yüzden fazla vazife gördüğü tesbit edilmiştir.
Çok geniş olan büyük âlemde, uçsuz bucaksız
fezâda dolaşmada, nazarı yetersiz kalan insanoğlu,
nazarını kendine çevirerek, küçük âlem olan insan
üzerinde düşünmeli, âfaktan enfüse geçmeli, kendi
uzuvlarını tefekkür ve tedebbür edip, incelemeli, "gözünü çevir de bak! bir kusur görebiliyor musun?"
(Mülk, 3) âyetinin emri istikâmetinde defâlarca düşünüp,
tefekkür ve teemmülde bulunmalıdır. Neticede hiç bir
50
kusûr göremeyecek, her şeyin yerli yerinde yaratıldığını görerek, leyse fi'l-imkân ebdeu minma kân (mevcûd olandan daha mükemmeli imkân dairesinde
yoktur)1 ifâdesini, bütün içtenliğiyle söyleyerek, haşyet ve muhabbet içinde Allah'ın sonsuz ilim ve hikmetini temâşâ edecektir.
Her şeyi mutlak bir hikmetle yaratan ve vazifelendiren Hakîm olan Allah, en mükemmel bir varlık
olarak yaratılan insanın, bu dünya hayatında kısa bir
ömür yaşadıktan sonra kabre girip, bir daha kalkmamak üzere yatmasına, yok olup gitmesine hiç şüphesiz müsâde etmez.
Çok önem vererek, bin bir itinâ ile yaptığı mükemmel bir binâyı tam bitirdiği sırada, hiç bir sebep
yokken ve yenisini ve daha mükemmelini yapmayı
kasdetmeksizin, tahrib eden veya senelerini harcayarak yaptığı çok güzel bir resmi sebepsiz yere ve
daha iyisini yapmayı murad etmeden, yırtıp atan bir
kimse nasıl abes iş yapmış, hikmete aykırı hareket
etmiş olursa, Cenab-ı Hakk'ın, bu âlemi, daha mükemmel ve güzelini yaratmayı murâd etmeden, daha
önemli bir gâye ve hedef gözetmeden tahrîp etmesi
ve insanı mezara atıp bir daha diriltmemek üzere çürümeye terketmesi de aynen böyle olur. Böyle bir şeyden ise, Yüce Allah münezzehtir. Hikmeti buna
müsâde etmez.
Nitekim, "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize
döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz!?"
(Mü'minûn, 115), "İnsan başı boş bırakılacağını mı zannediyor!?" (Kıyame, 36) âyetleri bu gerçeği en güzel şekilde ifâde etmekte ve Cenab-ı Hakk'ın, insanı
mühmel, emir ve nehiyden uzak tutmayacağını, ipi
boğazına atılıp otlamak için salıverilmiş hayvanlar gibi
başıboş bırakmayacağını, bir daha diriltilmemek
üzere kabirde terketmeyeceğini haber vermektedir.2
Evet, Allah hiç bir şeyi başıboş bırakmadığı gibi, her
şeyin kendisi için yaratıldığı insanı asla başıboş bırakmaz.
Cenab-ı Hakk'ın Hakîm isminden hareketle âhiret'in ilerde gerçekleşeceğini, insanların başı boş bırakılmayacağını ifâde eden âyetler, bu iki âyetten
ibâret değildir. Daha pek çok âyette bu manâlara işâret edilerek, âhiret'in vukuunun kat'iyyetine işâret edilmiştir. Semâvat, arz ve arasındakilerin boş yere
yaratılmadığını ifâde eden pek çok âyet bu gerçeği
bildirmektedir. Bir âyette şöyle buyruluyor: "Onlar
ayakta, otururken, yanları üzere yatarlarken Allah'ı zikrederler ve semâvât ve arzdaki mahlukât
hakkında tefekkür ederler. Rabbimiz bunları boş
yere yaratmadın. Seni noksan sıfatlardan tenzîh
ederiz, bizi ateş azâbından koru!.." (Al-i İmrân, 191)
Bu âyet, zamanları tefekkür ağırlıklı olan insanların, semâvât ve arzın yaratılış gayesini düşünerek,
bunların boş yere, gayesiz, netîcesiz yaratılmadığını,
dolayısıyla insanın da boş yere yaratılmayıp, bu dünyaya çok önemli bir vazîfeyi yapmak ve böylece cennete lâyık bir keyfiyet kazanmak için geldiğini, bu
vazifeyi edâ edemeyenlerin ise, esfel-i sâfilîne düşerek cehenneme girecekleri netîcesini çıkardıklarını
ifâde etmektedir. Onlar bu netîceden Allah'a sığınarak, "Seni tenzîh ederiz bizi ateş azâbından koru"
diye yalvarırlar3.
Kutub, gökler ve yerdeki varlıkları tefekkürden
sonra, "Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi
ateş azâbından koru!.." cümlesine intikal ediş hakkında şunları söylüyor: "Semâvat ve arzdaki mahlûkâtın, gece ve gündüzün peş peşe gelişinin hak ile
olduğunu idrâk ile, cehennem ateşinden korkarak, ürpererek, duâya yönelme arasında nasıl bir vicdanî
alaka vardır? Bu kâinâtın dizaynında ve zahirindeki
hakkı idrâk etmenin, akıl sahiplerine göre manası, insanın bu gezegendeki hayatın ötesinde, ortada bir
tedbîr ve takdirin, bir hikmet ve gâyenin, bir hak ve
adaletin var olduğu şeklindedir. O halde, insanların
takdîm ettikleri amellerine mukâbil bir hesâp ve mücâzat gereklidir. O halde kendisinde hak, adaletin gerçekleşeceği, amellerin karşılığının görüleceği, bu
âlemden başka bir âlem gereklidir. İşte bunlar fıtrat
ve bedâhet mantığının silsilesidir. Akıl sahiplerinin hissiyâtında bu silsilenin halkaları, sür'atli bir tarzda birbirini gerektirir. Bu yüzden hayallerine aniden
cehennemin sûreti çıkıverir. Böylece bu mevcudâtta
gizli olan hakk'ı idrâk etmeleriyle beraber hatırlarına
ilk gelen şey, cehennem ateşinden korunmak için, Allah'a duâ etmektir..."4
Bu akıl sahiplerinden biri olan, cahiliyye döneminin kehânetleriyle meşhûr nasrânî âlimi Ebu'l-Kebşem lakabıyla marûf, Me'mûn b. Muâviye, mutad
olarak pazar günleri insanlara yaptığı hitâplarından
birinde, asâsını göğsüne dayamış başını öne eğmiş,
uzunca bir tefekkürden sonra başını kaldırıp, semaya,
arza, sağına ve soluna baktıktan sonra şunları söylemiştir: "Cevelân eden gündüz, zâil olan gece, cereyan eden güneş, sereyân eden ay, gelip geçen
yıldızlar, dönen felekler, iri kara bulutlar, uçsuz bucaksız denizler, dumanlı dağlar, yeşil ağaçlar, semâ
ve arz arasında birbirlerine karışmış mahluklar, ölen
vâlideler ve onların yerlerine geçen yavrular... Allah
Taalâ bütün bunları boş yere yaratmamıştır! Bir sevâb
ve ikâb, haşr ve neşr ve Cebbâr olan Allah'ın huzûrunda toplanma ve hesâba çekilme vardır"5.
...................................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Şa'ranî, el-Mizânu'l-Kübrâ, Daru'l-Fikr, Beyrut, tsz., I, 6., 2. Bkz. Taberî, XII, 351; Maverdî, VI,159-160; Kurtûbî, XIX,76; Şirbinî, IV,446; Beyzâvî, VI, 417; Hazin,VI, 417; Bursevî, X, 257., 3. İbn Aşûr, IV, 197., 4. Kutub,
I, 546. , 5. İbn Mehdî, s.162-163.
51
Şubat 2009
MUHABBET BAHÇESİ
Yusuf ELİBOL
YAHUDİNİN İNKARI VE ALTIN
İsa Aleyhisselâm bir Yahudi ile yola çıkar. Yanlarına
ekmeklerini de almışlardı. Fakat Hz. İsa'nın iki, Yahûdinin
ise üç ekmeği vardı. Yahudi, Hz. İsa'ya göstermeden
ekmeğin birini yedi. İsa aleyhisselâm, Yahûdinin üç
ekmeği olduğunu biliyordu.
— Senin üç ekmeğin vardı, biri ne oldu? diye sordu.
Yahudi: «Benim ekmeğim iki idi» diyerek yalan söyledi.
Yollarına devam ediyorlardı. Bir cüzzamlı hastaya
rastladılar, İsa aleyhisselâm asası ile hafifçe bir vurunca
hasta iyileşti. Yahudi bunu gördü, îsa (a.s.) yine
ekmeğinin kaç olduğunu sordu. Yahudi: «İki» diye cevap
verdi.
Biraz ileride bîr âmâya rastladılar, İsa aleyhisselâm
teveccüh etti âmânın gözleri açıldı!
— Ekmeğin kaç idi? diye sordu.
O yine iki olduğunu söyledi. Bu minval üzere Isa
aleyhisselâm'ın mu'cizelerini gördüğü halde Yahudi îman
etmemekte ısrar eder ve yollarına devam ederler.
Bir müddet sonra İsa aleyhisselâm bir ağacın
gölgesinde yatıp uyumaya başlar. O muhitin valisinin
hasta bir kızı vardı. Ölüleri dirilten, hastalara şifa veren
zatın kendi memleketine geldiğini duyup aratmaya başlar.
Ağacın altında uyumakta olan İsa Ruhullah'ın yanına
varırlar. Yahudi gelenlere ne aradıklarını sorar. Onlar
meseleyi anlatıp hasta çocuğun iyileşmesi için yardımını
dilediklerini söylediklerinde; Yahudi: «O sizin aradığınız
benim... Getirin hastayı iyileştireyim» der.
Hastayı getirdiklerinde deynekle bir vurunca
çocuğu öldürür. Yahûdiyi hemen yaka-paça valinin
huzuruna çıkarırlar.
— Çocuğu öldürdüğü için öldürün bunu!, der vali.
Bu sırada İsa aleyhisselâm uykusundan uyanıp
asasının kaybolduğunu görür ve biraz sonra da meseleyi
öğrenir. Kerameti asada sanan yahûdinin asılmak üzere
olduğunu görüp:
— Bu benim arkadaşımdır. Bunu serbest bırakırsanız,
çocuğunuzu biiznillah diriltirim, der. Maalmemnuniye
kabul ederler.
İsa aleyhisselâm ölünün başına varıp: «Kum
biiznillah» deyince çocuk ayağa kalkar. Ve hastalıktan da
kurtulur.
İsa aleyhisselâm'ın bu mu'cizesini de gören
Yahudi'de hâlâ îman alâmeti yoktur.
İsa (a.s.): «Kaç ekmeğin vardı?» diye sorar ve
Yahudi'den gene, «iki» cevabını alır.
Yollarına devam ederler. Bir müddet gittikten sonra
beş parça külçe altına rastlarlar. Külçe altını o anda
taksim etmek mümkün olmadığından İsa aleyhisselâm:
— Kimin ekmeği üçse o üç parçasını alsın, iki ekmeği
olan da iki parça alsın, der.
Bu zamana kadar ekmeğinin iki olduğunu ısrarla
söyleyen Yahudi:
— Benim üç ekmeğim vardı. Birisini senden gizli
olarak yedim. Ben üç parça almam lâzım, der.
İsa aleyhisselâm: «beşi de senin olsun» diyerek
külçe altınları ona bırakıp gider. Bir anda milyonların
sahibi olan Yahudi sevincinden ne yapacağını şaşırır ve
altınların arasında: «Bu da benim, bu da benim» diyerek
koşmaya başlar. Biraz sonra oraya iki kişi gelir, onlar da
altınlara ortak olmak isteyip; «biz de alacağız» derler.
Yahudi bakar ki, kurtulmanın imkânı yok: «Ben eve gidip,
at ve araba getireyim. Siz ben gelinceye kadar burada
bekleyin. Ben altınları kesmek için bir de testere alır
gelirim» der ve gider.
Eve varır, karısına zehirli bir börek yaptırıp atları ve
arabayı alarak gelir. Tabii ki, bu işleri yapıncaya kadar
biraz gecikmiştir. Öbürleri ondan şüphelenirler ve
altınların tamamına sahip olmak için Yahûdiyi öldürürler.
Öldürdükten sonra da: «Nasıl olsa altınlar bize kaldı. Şu
böreği yiyelim de ondan sonra gideriz» deyip zehirli
böreği yerler. Netice malûm... Her üçü altınlardan istifade
edemez ve dünya hırsıyla geberip giderler. Gittiği yoldan
geri dönen Hazreti İsa, altınların yerinde durduğunu ve üç
kişinin de bu altınlar yüzünden öldüğünü görüp, dünya
nimetlerine meyletmediği için Allah'a şükreder.
ÂSIM’IN NESLİ
PROJESİ
YERMÜK’TE BİR KOMUTAN
Hz. Ömer R.A.'ın halifelik döneminin başlarında,
Suriye'nin fethi sırasında Yermük mevkiinde Bizanslılar
ile müslümanlar arasında çok çetin bir savaş olmuştu
(Ağustos, 636). Bu savaşta müslümanların komutanı
'Seyfullah' lakabını taşıyan Halid bin Velid R.A. idi.
İşte bu savaşın kızıştığı sırada, Bizans ordusunun
önde gelen komutanlarından Cerece (Yorgi) öne çıkarak,
Halid bin Velid R.A.'ı yanına çağırdı. Omuz omuza yanaşmış atları üzerinde iki komutan şöyle konuştular:
- Halid! Bana doğu söyle. Allah'ın, Peygamberiniz'e
gökten bir kılıç indirdiğini ve o kılıcı sana verdiğini söylüyorlar. Sen de bu kılıcı kime çekersen onu hezimete uğratırmışsın, doğru mu?
- Hayır. Allah bize Peygamberi'ni gönderdi. O da
bizi imana davet etti. Rasulullah A.S. iman ettiğim sırada
bana şöyle demişti: 'Sen, Allah'ın müşriklere çektiği bir
kılıçsın.' Sonra da zafer kazanmam için bana dua etti.
Böylece bana Seyfullah, yani Allah'ın Kılıcı ismi verildi.
Şubat 2009
- Siz bizi neye davet ediyorsunuz?
- Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed
A.S.'ın O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeye.
O'nun Allah'tan getirdiği şeyleri kabul etmeye davet ediyoruz.
- Bugün dininize giren kimse sizinle aynı mükâfata
erer mi?
- Evet. Bu gün sizden İslâm'a giren, belki bizden
üstün olacaktır. Çünkü bizim Peygamberimiz'den gördüğümüzü siz görmediniz.
Bu konuşmadan sonra, Yorgi Hz. Halid bin Velid
R.A.'ın yanına geçerek İslâm'a girdi. O'nun çadırında guslederek iki rekat namaz kıldı. Halid bin Velid R.A. ile çıkıp
atına bindi. Bizanslılar'la savaşa girişti.
Bizanslılar durumu görünce çok şiddetli bir hücuma
geçtiler. Sonuçta savaşı müslümanlar kazanırken, ancak
iki rekat namaz kılabilmiş olan general Yorgi o gün şehid
olmuştu.
52
HZ. ÖMER’İN ŞİKAYET MASASI
ÜMEYR’İN MACERASI
Bir cemiyet için, bir millet için adâlet, insanın damarında dolaşan kan gibidir. Adâlet mekanizması sıhhatli çalışırsa, cemiyet hayatı
da sıhhatli olur. Dilerseniz Hazret-i Ömer (r.a.) devrinden bir misâlle
mevzûmuzu müşahhaslaştıralım.
Ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in iştirak ettiği hiçbir gazâdan geri kalmayan, bazan da Medîne'de
Efendimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden Ensâr'dan Muhammed bin Mesleme
(r.a.), Hz. Ömer (r.a.)'in hilâfeti esnasında onun 'Şikâyet Masası' reisi
idi. Memurlarla alâklı şikâyetler bu masaya gelirdi. O, gelen bu şikâyetleri inceler, araştırırdı. Neticede şayet haksızlık yapan, adam kayıran, rüşvet alan biri ortaya çıkarsa cezalandırılırdı.
Bir defasında Medîne'de toplanan memurlara, Hz. Ömer (r.a.)
nasîhat ediyor ve onları, insanlara âdil davranmaları, zulmetmemeleri
hususunda îkaz ediyordu. İşte bu esnada halkın arasından, sessizsâkin ve kimsesiz bir adam ortaya çıktı ve 'Beni memurlarınızdan işte
şu adam, haksız yere dövdü. Hâlbuki suçladığı hususta benim bir kabahatimin olmadığı da sonradan anlaşıldı' diyerek dâvâcı olduğunu
söyledi.
Bunun üzerine mes'ele araştırıldı... Adamın haklılığı anlaşıldı,
memurun ona zulmen kırbaç vurduğu meydana çıktı. Hz. Ömer
(r.a.)'in kararı kesindi:
' Seni döven memura sen de, onun sana vurduğu kırbaç adedince vuracaksın! Amr bin Âs (r.a.) itiraz etti:
' Yâ Ömer, bundan sonra memurlarınızı insanların gözü önünde
dövdürecek misiniz? Şayet böyle yaparsanız, bu tatbikat, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hâle getirir. Hz. Ömer'in cevabı aynen şöyle oldu:
' Ben zâlimi, şu veya bu bahânelerle koruyup da, mazlûmu
mâruz kaldığı zulümle baş başa bırakmam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki, tekrarına cesaret edemesin. Böylece karar kesinleşti.
Sessiz ve kimsesiz şikâyetçi adam, kendisine vurulan kırbaç adedince
kırbaç vuracaktır zulmeden memura... Bu defa Amr bin Âs (r.a.), kimsesiz olan bu şikâyetçi adama gitti ve şu teklifte bulundu:
' Sana, onun vurduğu kırbaç sayısınca altın vereyim. Bunları
al, dâvandan vaz geç. Yoksa kötü niyetli bazı insanlar cesaret bulur,
memurlar korkaklaşır. Neticede adâletin temini daha da güç hâle gelebilir, dedi. Mazlum ve mağdur adam da bu teklifi kabul etti: Yediği
kırbaç adedince altınları aldı, dâvâsından vaz geçti. Ve böylece, idare
edenlerle idare olunanlar arasındaki buna benzer haksızlıklar da son
bulmuş oldu.
Ne âdil bir hüküm, ne güzel bir hâl çaresi... Tabii ki ne mes'ut bir
cemiyet! Bütün insanlığa örnek olması dileğiyle...
Bedir gazasından hemen sonraydı.
Müşriklerin büyüklerinden Umeyr b.
Vehb ile Safvan b. Ümeyye, Mekke'de
bir kenara oturmuş, Bedir ölüleri için
dertleşiyorlardı. Umeyr'in bir oğlu da Bedir'de esir düşmüştü. Safvan'a diyor ki:
- Borçlarım ve çocuklarım olmasaydı,
esir oğlumu bahane ederek Medine'ye
gider, Muhammed'i öldürürdüm.
- Bu işi yaparsan borçlarını ben öderim,
çocuklarına da bakarım.
- Tamam, öyleyse bu iş aramızda gizli
kalsın!
Umeyr kılıcını bileyip zehir sürdükten sonra yola çıkar ve Medine'ye ulaşır. Onun kılıcıyla mescidin kapısına
geldiğini gören Hz. Ömer (R.A.) durumdan kuşkulanır ve vaziyeti Resul-i Ekrem'e haber verir. Rasulullah'ın isteği
üzerine de, adamı kılıcının kayışından
yakaladığı gibi huzura getirir. Rasulullah
(A.S.) buyurur:
- Bırak onu ya Ömer! Sen de yaklaş ya
Umeyr!
Sonra ona niçin geldiğini sorar. Umeyr
cevaben der ki:
- Elinizdeki esir için geldim; ona iyi davranasınız.
- Öyleyse boynundaki bu kılıç ne oluyor?
- Allah kılıçların belâsını versin! Bize bir
faydası mı var?
- Niçin geldiğini bana doğru söyle.
- Söylediğim gibi, sadece bunun için
geldim.
- Hayır!.. Safvan'la Bedir'de ölenler için
dertleşip anlaştınız. Sözleştikten sonra
beni öldürmeye geldin. Fakat Allah buna
engeldir!
- Senin Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim. Konuştuklarımızı, ben ve
Safvan'dan başka bilen yoktu. Allah'a
yemin olsun ki, bunu sana bildiren Allah'tan başkası değil! Elhamdülillah.
Umeyr artık, sadık bir müslümandır.
Resul-i Ekrem (A.S.) buyurur:
- Kardeşinize dinini ve Kur'an'ı öğretin,
esirini de salıverin!
Öyle yaptılar. Sonra Umeyr, halkı
İslâm'a davet isteğiyle Mekke'ye döndü.
Birçok kimse, onun sayesinde müslüman oldu.
TAŞKAFA, BOŞKAFA,
HOŞKAFA
Behlül Dânâ Hazretleri, bir
mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı
zembiline koymuş ve para getirip
'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış.
'Satıyorum, alan var mı?'
Meraklılar başına toplanıp fiyatını
sormuşlar:
'Birincisi parasız, ikincisi ise sudan
ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü
hiç sormayın... O, ağırlığınca para-
dır.
Sebebini merak etmişler. Birincisini
gösterip:
'Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır
demiş, nasihata bile yanaşmazdı.
O yüzden beş para etmez. İkincisi
de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine
rağmen onları tutmazdı; üç-beş
kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna
'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem
ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi
ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.
53
Şubat 2009
Mehtap ABDİ
Yetiminim
meleklerinin safiyeti kalbimi…
Hayal şehrimin revnak bahçelerinden, kızıl
goncalar yağıyor avare düşlerime…
Kursağımda yokluğunun bilenmiş hançeri,
dilimde ateşten çemberi zemherinin…
Adını anmakta değil miydi bütün sır? Hani Sen
hep bana koşacak değil miydin; “Allah, Allah,
Allah…” diye haykırdıkça ben.
Sen!...
Zamanın tütsülenmiş karelerinde gizli kalmış
sevda güneşim… Seni bulmak için geldiğim
diyarlarda, toprağıma kokun düştü düşeli
yetiminim...
Gel yetiş imdadıma! Nur yağmurların
göğsümden kalbime inmeyeli yetiminim!
Her unuttuğumda ben, varlığını anımsatan
varlığına andolsun ki; Sensizliğin korku dolu
nöbetine askerim…
Sen kapısını defalarca çaldığım!
Sen, yüzüme bakmasa da eşiğine yüz
sürmekten usanç duymayacağım, cefasında
dahi muhabbet kokusu aldığım güzel!
Unuttuysam affet!... Affet gafletini kalbimin…
Affet ki, kuşatmadı henüz sadrımı fâziletin…
Ama gitme…
Toprağıma kokun düştü düşeli yetiminim! Gel
yetiş imdadıma…
Yetiş! Hasretin hummalı sızısı yüreğime girdi
gireli yetiminim…
Adını anmaktan yüz çevirdiğim her an, nûruna
yüz çevirmişliğimdir bilirim… Bilirim sebebi
nefsimdir her terk edilişin… Ama gitme, yalancı
diyarlarda aşkının yetimiyim.
Sen gül yaprağıma sinen koku… Sen güle
yazgılı bülbülün sevda soluğu… Sen tutuşmuş
bağrıma düşen ılık yağmur… Sen inciden elleri
umudumun…
Unuttuysam affet! Affet gafletini kalbimin…
Bir yürek atışı sessizliğinde göğe yükseliyor
suskunluğum her gittiğinde sen… Bir keskin
acı, bir kısık öksürük tıkıyor soluğumu… Lâl
oluyorum yokluğunda, korsan istilâsına uğrayan
sularında savruluyorum, anlamsızlığında
boğuluyorum yoksunluğunun…
Yetiminim, gel yetiş imdadıma…
Çıkar beni ezelî kovuğumdan, yetiminim yalancı
diyarlarda! …
Ellerimi tut; başımı okşa, nemli gözlerime bir
şefkat öpüşü kondur ki bayramım olsun…
Unuttuysam affet, ama gitme… Gitme!
Yetiminim Seni bulmaya geldiğim diyarlarda…
Gel!... Gel de gir sadrıma ama ne olur çıkıp
gitme bir misafir çabukluğunda…
Yetiminim! Gel de gör hâlimi…
Sözün vardı; ben bilmedikçe Seni;
gitmeyecektin… Sözün vardı; ellerin hep
ellerimde, sevgin hep sevgimde olacaktı ya?
Bir gizli tuğyan düşmüşken gecemin ortasına…
Suskun bakışlarımı daldırdığım gül mahzeninde
ne yana baksam, karşımda Sen…
Bilemedim ki, yaşayamadım ki aşkı aşk gibi
ben… Bahar dalında bir gül yaprağı olamadım
ki daha…
Güne kaim gecede göğe yükselen haykırışların
yegâne sebebi Sen… Sensizliğin şaşkına
çeviren bakışlarını devşiriyorum yıldızlara,
yokluğunda… Hasretin yürek sökücü tırpanını
bırakıyorum sonsuzluğun ellerine…
Unuttuysam affet, ama gitme!
Sözün vardı; Sen bırakmayacaktın, Ben
bırakmadıkça Seni… Adım adım kuşatacaktı ya
Şubat 2009
54
Nefes aldığım her güne, gözlerimle dürüp
sabaha gömdüğüm geceye andolsun ki, katran
karası bulaşmış ellerimi arıtacak yegâne ırmak
Senin…
Muhtacım kör kuyulara düşen Yûsuf’un gibi
Sana…
Muhtacım, ümidimin solgun çiçeğini diriltecek
baharına…
Unuttuysam affet, ama gitme! Yetiminim yalancı
diyarlarda…
Yüreğimin kör kuyuları imdat diler ışıklı
sabahından… Ömrüme doladığım her sayfada
yazıp yaşamak istediğim, yana yana dilediğim
sevgilim Sen…
Yokluktur, ruhuma melce diye dilediğim
ezelden… And olsun ki; adını zikrettikçe titreyen
aşk ehline âşık şu gariban yüreğim… Gelmiş
gelecek Hakk dostlarının kapı eşiğinde Hakk’a
köle olmak dilerim. Andolsun ki, katından
lutfettiğin nûr ile Sana mülâki olmaktır varlık
sebebim… Yalnız Seni yol bilir; yalnız Senden
istiane isterim.
Unuttuysam affet, ama gitme!... And olsun ki bir
çirkefe saplanmış nefs kabzasından kurtarmayı
dilediğim şu vücut Senin…
Yetiminim!
Dokun kalbime yine ve yeniden… Ama gitme
bir misafir çabukluğunda… Sana sakladım kalp
sarayımın bütün inişli çıkışlı merdivenlerini ben.
Zulmetin efendisine kapat ki kapılarımı, Sana
varayım yollar üstüne!... Sana aksın her daim
hasretin damlaları… Erenlerin diyarına yağan
nur yağmurları dökülsün pencereme…
Masivadan gelen sesini işittir ki; huzurunda
okunan ezanlarda bulayım Seni…
Unuttuysam affet, affet gafletini kalbimin… Ama
gitme…
Yetiminim, yokluğun zihnimin sevda arklarına
düştü düşeli… Yetiminim; bu dağlara çığ yürekli
canlar düştü düşeli…
Hissedemeyen, acziyetinin, idraksizliğinin
mahbesinde tutuklu olan benliğimle açıyorum
ellerimi Sana şimdi… Yunus’a verdiğin aşk
kadar aşkını istiyorum… Yetiminim! Doyur
kimsesizliğimi… Üftadeler gibi yak; Hüdai’nin
aşk testisinden doldur yavan testimi… Doldur ki
taşsın damarlarımdan aşkının hayat suyu…
Doldur ki yetimliğime yetişsin rahmeti
kudretinin.
Mührü boynunda Geylâni’yi sever gibi sev
beni… Sevdir ki sevilen ben olayım… Sevindir
ki, vuslatınla coşayım…
Gül açtır küllerimin üstüne, güle kandır ki,
Habib’in aşkı üzere gül olayım.
Unuttuysam affet! Ama gitme… Hücrelerime
kadar var olan Sensin! İliklerimi dokuyan Sen…
Yetiminim! Gel yetiş imdadıma… Ahir zamanın
son halkasında ahir zaman sahâbesi kıl beni…
Yetiminim, sar İlâhî aşkın kanatlarında
bedenimi…
Gel yetiş imdadıma… Azap günü gelmeden
mekânsızlığa gömülsün ruhânî bakışlarım…
Münteha’nın ışıklarıyla ışıldat solgun çehremi…
Yetiminim! Gel de dirilt zamanın son halkasında
beni…
Unuttuysam affet, ama gitme… Hayat verdiğin
kalbin kara ölümüdür her gidişin. Gitme,
kıyılarında kayboluyorum kopan her
kasırgasında Sensizlik saatlerimin.
Yetiminim… Bırakma ellerimi…
Mahbesim Sensin, özgürlüğüm Sen. Çokluğum
Sensin, tekliğim sen.
Sen varsan, mânâsı var nefesimin. Sen yoksan
yok bu âlemde tek zerre dilediğim.
Gitme! Sen yürek âlemimin tek vazgeçilmezi,
ömür atışımın olmazsa olmazısın.
Yetiminim toprağıma kokun düştü düşeli…
Yetmiyor, yetmeyecek sevdanın gönül bahçeme
düşen cılız güneşi…
Yetiminim! Gel yetiş imdadıma…
Yetiminim! Gel çıkar beni ezelî kovuğumdan…
Ellerimi tut, başımı okşa, nemli gözlerime bir
öpücük kondur ki bayramım olsun…
55
Şubat 2009
Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK
Ergül ER
EBU
HANİFE
(HAYATI,
TALEBELERİ VE
HOCALARI)
1. HAYATI
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin
atalarının, tartışmalı olmakla beraber,
Kûfe’ye gelmezden önce, Enbâr,
Nesâ, veyahut Tirmiz’de oturduğu bilinmektedir. İmam-ı Azam’ın dedelerinin ana yurdunda Türkler de dahil
birçok Müslüman kavmin yaşaması,
Ebu Hanife Hazretlerin Türk olduğu ihtimalini de akla getirmektedir. Dedelerinin Arap ve İranlı olduğunu söyleyen
tarihçiler de vardır. Türk olduğu söyleyenler, Türk boylarından İran’a gelmiş
kabilelerden olduğu kanısında hemfikirlerdir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin babası Sâbit b. Zutâ b. Mah’ın hür ve
Müslüman olarak doğup büyüdüğü
hususunda görüş birliği vardır. Sâbit b.
Zutâ tâbiînden olup, varlık sahibi bir
kumaş tüccarıdır.
İslam’da hukuki düşüncenin ve
içtihat anlayışının gelişmesinde önemli
Şubat 2009
56
payı olup daha çok Ebu Hanife veya
İmam-ı Azam diye tanınan Numan b.
Sabit, 80/699 yılında Kûfe’de dünyaya
gelmiş, orada büyümüş ve hayatının
çoğunu orada, öğrenerek, öğreterek
ve çalışarak geçirmiştir. Ebu Hanife
temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir.
Ailesi maddi olarak gayet iyi durumdaydı. Ebu Hanife Hazretleri ilim merkezlerine gitmeden önce çarşı pazara
gelip giderken gözükürdü. Hayatı boyunca babası gibi kumaş ticaret yaptığı
söylenmektedir.
Hocası
Hammad’ın ismini taşıyan bir tek
erkek çocuğu vardır.
Küçük yaştan beri çok iyi bir ilim tahsili gören İmam-ı Azam Ebu Hanife, Kûfe’de o bölgenin ileri gelen üstatlarından
hadis ve fıkıh meselelerini öğrenmiştir. Kûfe’de küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemiş, Arap dili ve edebiyatını tahsil etmiştir.
Ebu Hanife kıraat ilmini 7 kıraat âliminden
biri olan İmam Asım’dan öğrenmiştir. Ramazan aylarında kuranı 60 defa hatmettiği
rivayet edilir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife ilim hayatına başlaması şöyle anlatır: Günün birinde Şa’bi’nin yanından geçiyordum. Beni yanına çağırdı ve bana:
“nereye devam ediyorsun?”, dedi. Ben de, “çarşı
pazara” dedim. “Âlimlerden kimin dersine devam
ediyorsun”, dedi. Ben de, “Hiçbirinin dersine gidemiyorum”, dedim. Bunun üzerine Şa’bi: “İlmi ve
âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin
uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum.”
dedi. Ebu Hanife: “Onun bu sözü benim içimde iyi
bir tesir bıraktı. Çarşı–Pazar işlerini bıraktım. İlim
yolunu tuttum. Allahın yardım ve inayetiyle
Şa’bi’nin sözünün bana çok faydası oldu.” demiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ilim öğrenmeye başladığında bütün ilimleri göz önüne
almış. Her birini kısım kısım okumuştur. Kelam ilmi
okumuş sonra edebiyat ve nahvi iyice öğrenmiş.
Tefsir ilmi ve hadis ilmi ile de ilgilenmiş ve birçok
hadis öğrenmiştir. Ebu Hanife gençliğinden itibaren ticaretle uğraştığından birçok yere gitmiştir.
Basra’daki ilimden faydalanmıştır. Hicri 2. yüzyılda
Cebriye, Mutezile, Şia ve Mürcienin fikirlerinin çarpıştığı bir devirde, Ebu Hanife kelam ilminde de
çok derinleştiği için bu fırkaların mensuplarıyla girdiği münakaşalardan başarıyla ayrılmıştır. En son
fıkıh ilminde karar kılmıştır. Öyle ki, Ebu Hanife, bir
kadının boşanma ile ilgili olarak sorduğu bir soruya
cevap verememiş, kadını fıkıh okutan Hammad b.
Ebi Süleyman’ın yanına göndermiş ve
ondan alacağı cevabı kendisine de
bildirmesini rica etmiştir. Kadın Hammad’dan
aldığı
cevabı Ebu Hanife’ye nakledince de,
fıkıh konusunda yetişmesi gerektiğini
düşünmüştür. 22 yaşından itibaren 18 yıl
boyunca Hammad’ın
derslerini takip etmiş
ve Hammad’ı dinlemiştir. Bu süre zarfında tamamıyla ona
bağlanmamış farklı
ilim adamlarından da
bilgiler elde etmiştir.
Hac yapmak maksadıyla gitti Mekke ve
Medine’de âlimlerle
görüşmüş onlardan
ilim almıştır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife 40 yaşına geldiğinde Kûfe’de hocası Hammad’ın kürsüsüne oturmuştur. Kendisine sorulan meseleleri çözmek,
olayları hükme bağlamak için öğrencileriyle karşılıklı konuşmalar yapmıştır. Benzeri olayları birbirine
kıyas yapıyor, fıtri zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam
mantığı sayesinde bunlara kolayca çözüm buluyordu. Böylece Hanefi mezhebini doğuran parlak
fıkıh yolunu açtı.
Ebu Hanife Hazretleri halifeyi tenkit ettiği gibi
devrindeki âlim ve kadıların verdiği yanlış hükümleri de tenkit etmiştir. Öyle ki, Kûfe kadısı Ebu Leyla’nın verdiği hükümleri ilim toplantılarında
tartışmış ve yanlış bulduklarını açıkça tenkit etmiştir. Bundan rahatsızlık duyan kadının şikâyeti
üzerine Ebu Hanife’nin bir süre fetva vermesi yasaklanmıştır.
Ebu Hanife, hem Emeviler hem de Abbasiler
zamanında yaşamıştır. Ebu Hanife’ye hem Emeviler zamanında hem de Abbasiler zamanında kadılık teklifi gelmiştir. Fakat ikisini de kabul etmemiştir.
Emeviler zamanında halka zulmedildiği için Ebu
Hanife gizli gizli Abbasilere destek olmuştur. Fakat
zaman ayarlamasını yapamadıklarından dolayı isyana katılmamıştır. Emevilere karşı ayaklanan
Zeyd b. Ali’ye maddi yardımda bulunmuştur. Emevilerin son zamanlarında Irak valisi Yezid b. Hübeyra halkın yeniden güvenini kazanmak için
meşhur ve saygın
bir kişilik olan Ebu
Hanife’ye kadılık
teklifi yapmıştır. Ebu
Hanife ise Ehl-i
Beyt’e yapılan eziyetleri tasvip etmemesinden
dolayı
kadılık teklifini kabul
etmemiştir. Bunun
üzerine ırak valisi
Ebu Hanife’yi kırbaçla döverek hapsetmiştir. Zindanda
uzun süre kaldıktan
sonra serbest bırakılmıştır.
İmam-ı Azam Ebu
Hanife serbest kalır
kalmaz h.130 yılında hac vazifesini
yerine getirmek için
Mekke’ye gitmiştir.
Geri dönmeyerek
burada yaşamaya
57
Şubat 2009
başlamış ve bölgenin seçkin fakihleriyle ilim alışverişi yapmıştır. Bazı bilginler Ebu Hanife’nin hadise az önem verdiği düşüncesiyle Ebu Hanife’yi
beğenmemişlerdir. Ancak Ebu Hanife bizzat kendisi görüşlerini açıklayınca bu düşünceler yok
olmuş, Ebu Hanife’nin düşüncesi takdir edilmeye
başlanmıştır. İmam Malik ve Süfyan b. Uyeyne onu
saygı ile anmaya başlamışlardır. Kıyas konusunda
Ebu Hanife İmam Malik’i az da olsa etkilemiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife 132/749’da Abbasiler iktidara gelince Kûfe’ye geri dönmüştür. Abbasi halifesi Ebul Abbas es-Seffah ile buluşarak
ona biat etmiştir. Fakat Ebu Hanife hilafetin Hz. Ali
Ebu Hanife’nin ahlaki meziyetleri çok
fazladır. Her şeyden önce nefsine son derece hâkim arzu ve hevese göre değil, iradesine göre hareket ederdi. Nezaketi ve
sabrı çoktu. Öyle ki, bir gün Ebu Hanife,
Hasan-ı Basri’nin verdiği bir fetvada yanıldığını söylemişti. Bunu duyanlardan birisi
sinirlenerek Ebu Hanife’ye, “ey zina yapanın oğlu” diye hitap etmiştir. Bu sözü duyunca sinirlenmemiş ve “kalbi dar olanlara
karşı kalbinde geniş yer olduğunu” söyleyerek küfürbaz adamı mahcup etmiştir.
Yine kendisine bidatçi ve zındık diyen bir
adama, olgun sözlerle hitap ederek onu
özür dilemeye mecbur etmiştir.
neslinden Muhammet b.Abdullah’a ya da kardeşi
İbrahim’e geçmesini istiyordu. Bu durumdan haberdar olan Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur onu
Bağdat’a getirtti. Ona hürmet göstererek kadılık
teklif etmiştir. Mansur böylece onun manevi nüfusundan istifade etmek istiyordu. Ebu Hanife bunun
teklifi de kabul etmemiştir. Halifenin bütün ısrarlarına rağmen kadılığı kabul etmeyen Ebu Hanife’yi
hapse attırmış ve her gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkence yaptırmıştır. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkartılmıştır. Ders vermesi
yasaklanmıştır. Zaten hapisten çıktıktan 15 gün
sonra vefat etmiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri 150
Şaban ayı/767 Eylül ayında Bağdat’ta vefat etmiştir. Cenaze namazı halife Mansur’un kıldırdığı rivayet edilmektedir. Şerefülmülk Ebu Sa’d el-Müstevfi
tarafından 459/1067 yılında üzerine bir türbe yaptırılıp çevresine de medrese inşa edilmiştir. Kabri
Şubat 2009
bugün, Bağdat’ta kendisine nispetle “A’zamiye”
diye anılan mahaldedir.
YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Ebu Hanife’nin doğduğu yer olan Kûfe, Irak’ın
o zamanki iki büyük şehrinden biriydi. Irak’ta muhtelif milletler, kavimler, cemaatler vardı. Süryaniler
İslamiyet’ten önce orada yayılmış, mektepler
açmış felsefe ve çeşitli bilimler okutmuşlardır. Yine
orada birbirleriyle çatışma halinde olan Hıristiyan
mezhepleri olup, İslamiyet devrinde de ara sıra fırkaların çıkardığı kargaşalıklar olmaktaydı. İslam’ın
ve Arapçanın öğretildiği, siyasi faaliyetlerin yoğun
olduğu bir yerdi. Aynı zamanda buralar birçok fakih,
dilci, edip, şair ve filozofun da bulunduğu ilim merkeziydi.
EBU HANİFE’NİN AHLAK VE
MEZİYETLERİ
Ebu Hanife farz olan ibadetleri ifada asla
kusur etmediği gibi nafile ibadetler de yapardı. Cömert bir insandı. Cimriliği sevmezdi. Fakirlere yardım, düşkünlere merhamet ederdi. Herkesin
güvenini kazınmış biriydi. Emanete hıyanetlik
etmez, kanaatkâr ve ticarette son derece dürüsttü.
Öyle ki, bir kadın ona ipek bir elbise satmak istedi.
Ebu Hanife fiyatını sordu. Kadın 100 dirhem istedi.
Ebu Hanife, “bu 100 dirhemden fazla eder” dedi.
Kadın 400 dirheme kadar fiyatı yükseltti. Ebu Hanife fiyatı yine az bulunca, kadın kendisiyle alay
edildiği zannetti. Fakat Ebu Hanife bir hakeme başvurarak elbisenin fiyatını belirletti. Elbiseye 500 dirhem vererek satın aldı. Ayrıca ihtiyaç sahibi
kimselere kumaşları maliyet fiyatının altında verdiği olmuştur.
Ebu Hanife dinin menfaate alet edilmesine
son derece karşıydı. Öyle ki, bir gün bir adam dükkânına gelerek bir kumaş istemiş. O da, oğlu Hammad’a istenilen kumaşı müşteriye göstermesini
söylemiş. Hammad kumaşı çıkarırken tesadüfen,
“salli ala Muhammed” demiş. Bunun üzerine Ebu
Hanife oğluna “malı övdün satmak doğru olmaz”
kumaşı satmaktan vazgeçmiştir. Yine bir gün Medineli bir zat Ebu Hanife’nin dükkânına kumaş satın
almak için gelmiş. Ebu Hanife’nin olmadığı bir zamanda tezgâhtar kumaşı 1000 dirheme satmış.
Fakat kumaşın gerçek değeri 600 dirhem imiş. Ebu
Hanife dükkâna geldiğinde yanlışlığın farkına varmış ve hemen fazlalık olan 400 dirhemi sahibine
iade etmek için bizzat kendisi Medine’ye gitmiş ve
parayı iade etmiştir.
58
Ebu Hanife’nin ahlaki meziyetleri çok fazladır. Her şeyden önce nefsine son derece hâkim
arzu ve hevese göre değil, iradesine göre hareket
ederdi. Nezaketi ve sabrı çoktu. Öyle ki, bir gün
Ebu Hanife, Hasan-ı Basri’nin verdiği bir fetvada
yanıldığını söylemişti. Bunu duyanlardan birisi sinirlenerek Ebu Hanife’ye, “ey zina yapanın oğlu”
diye hitap etmiştir. Bu sözü duyunca sinirlenmemiş
ve “kalbi dar olanlara karşı kalbinde geniş yer olduğunu” söyleyerek küfürbaz adamı mahcup etmiştir. Yine kendisine bidatçi ve zındık diyen bir
adama, olgun sözlerle hitap ederek onu özür dilemeye mecbur etmiştir.
Son derece şahsiyetli olduğundan inanmadığı bir davayı kabul etmezdi. Ebu Hanife ictihad
meselelerinde Kuran’a, Sünnet’e ve ashabın sözlerine itibar ederdi. Gerektiğinde hocası Hammad
b. Ebi Süleyman ile münakaşa etmekten çekinmezdi.
Son derece hazır cevaptı. Sözleri ve cevapları delillere dayanırdı. Mantıksız ve delilsiz konuşmazdı. Tek amacı dinde doğru yürümek ve her
şeyin doğrusunu bulup anlamak ve anlatmaktı.
Yani kısacası imam-ı Azam Ebu Hanife, cömert, muttaki, yetimlere ve düşkünlere yardım
eden, samimi, iyi niyetli, ilmi ve araştırmayı seven,
doğruluktan ayrılmayan, sözünde duran, hür yaşamak isteyen ve fıkıhta isabetli ictihadlar yapabilen
bir zattı.
2. ÖĞRENCİLERİ
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin çok sayıda öğrencisi vardır. Hocası Hammad’dan sonra Kûfe gibi
çeşitli bölgeler ve kültürler arasında 30 yıl ders
okutmuştur. O günkü İslam dünyasının birçok bölgesinde öğrencileri vardır. Mısır, Suriye, Mekke,
Medine, Yemen, Bahreyn ve Musul’da sınırlı sayıda öğrencisi varken; öğrencilerin çoğu Kûfe,
Basra, Bağdat, Ehvaz, İsfahan, Hemedan, Rey,
Cürcan, Merv, Buhara, Semerkant, Belh, Harezm
gibi şehirlerdendir.
Diğer mezhep imamları ile Ebu Hanife’yi kıyaslayan âlimler öğrencilerinin çokluğu ve başarıları ile İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin diğerlerinden
ayrıldığını söylemektedirler. Ebu Hanife’nin öğrencileri hakkında, “içlerinde 36 yetişmiş adam var.
Onlardan 28’i kadılığa, 6’sı fetva makamına yararlar. 2’si ise hem baş kadılığa hem de fetva maka-
mına layıktır, ki bunlar da Ebu Yusuf ile Züfer’dir.”
denmektedir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin öğrencilerinin
bir kaçı hariç bütün öğrencileri İslam coğrafyasının
değişik bölgelerinde kadılık yapmışlardır:
Ebu Yusuf: Abbasi Kadılkudatlığı (Adalet Bakanlığı), İmam Züfer: Basra kadılığı, Nuh b. Ebi
Meryem: Merv kadılığı, Kasım b. Man ve Nuh b.
Derrac: Kûfe kadılığı, Yahya b. Zekariyya: Medain
kadılığı, İmam Muhammed: Rakka ,Rey ve Horasan kadılığı, Hafs b. Gıyas: Bağdat ve Kûfe kadılığı, Esed b. Emr el-Beceli: Vasıt ve Bağdat
kadılığı, Hasan b. Ziyad: Kûfe kadılığı, İsmail
b.Hammad: Bağdat, Basra ve Rakka kadılığı,
Ömer b. Meynun ve Ebu Muti: Behl kadılığı yaptıkları bilinmektedir.
Hanefi mezhebini yayan ve kendi ictihadlarıyla, görüşleriyle zenginleştirerek “Hanefi” adıyla
mezhebi kuran dört öğrenci diğerlerinden önde gelmektedir. Kısaca bunlardan bahsedecek olursak
bunlar Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Züfer b. elHüzeyl ve İbn Ziyad’dır.
İmam Ebû Yusuf
Asıl adı Yakup b. İbrahim b. Habib el-Ensaridir. 113/731 yılında Kûfe’de doğmuştur. Aslen Araptır. Ebu Yusuf gençliğinde fakirdi. Bir yandan
ekmek parası kazanır diğer yandan da ilim tahsil
ederdi. İlkin Ebu Leyla’nın derslerine devam etmiş.
Daha sonra Ebu Hanife’nin öğrencisi olmuştur.
Kendisi daha çok rey taraftarıydı. Hadis ilmi de tahsil etmiştir. Fakat sultan ve devlet adamlarına yakınlığından dolayı hadisçiler ondan hadis rivayet
etmeye çekinmişlerdir.
Ebu Yusuf halife Mehdi ve Harun Reşit zamanında baş kadılık yapmıştır. Kadılık yaptığı için
Hanefi fıkhının uygulanmasında önemli rolü olmuştur. Birçok fıkhı meselelerde hocası Ebu Hanife’ye iştirak etmiştir. Beğenmediği meselelerde
hocasına itiraz etmiştir. Kıyas ve istihsanı ameli hayata uygulamıştır. Ebu Yusuf Hanefi mezhebine
mensup olanlarının içinde en fazla hadis bilen kişiydi. Reylerine delil olarak hadisleri de kullanmıştır. Örf ve âdete çok yer vermiştir. İmam Ebu
Yusuf’a göre nâs ile örf birbirine aykırı oldu mu, nâs
örften doğduğu veya örfe dayandığı takdirde örfe
itibar edilir. Çünkü kuranda örfle emredilmesi de bildirilmiştir. Ebu Yusuf fıkıh usulünü koyan zat olarak da tanınır.
59
Şubat 2009
Ebu Yusuf’un birçok eseri vardır. Bunlar, Kitabus-Salat , Kitabuz-Zekat , Kitabus-Siyam, Kitabul-Feraiz,
Kitabul-Buyu,
Kitabul-Hudud,
Kitabul-Vekale, Kitabul-Vasaya, Kitabus-Sayd vezZebaih, Kitabul-Gasb vel-İstibra, Kitabu İhtilafilEmsar, Kitabul-Harac, Kitabul-Cevâmî (bu eser 40
kitap ihtiva etmektedir), Kitabul-Asar, İhtilafu Ebî
Hanife ve İbni Ebi Leyla, er-Redd ala Malik b. Enes
ve er-Redd ala Siyeril-Evzai’dir.
Bugün ilim adamlarının elinde bulunan Kitabul-Harac oldukça önemli bir eserdir. Bu eser dönemin halifesi ve devlet başkanı Harun Reşid’in
emriyle yazılmış bir eserdir. Bu eserde devletin
gelir kaynakları anlatılmıştır. Verdiği deliller kuran,
sünnet ve sahabe fetvalarına dayanmaktadır.
Yine Kitabul-Asar da Hanefi fıkhı bakımından
üzerinde durulması gereken bir eserdir. Bu kitap
Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un fikirlerini içermektedir.
Eserde Ebu Hanife’nin fetvalarının yanında Kûfeli
bilginlerin fetvaları da bulunmaktadır. Ayrıca bu
kitap âlimlere göre üç yönden ilmi değer taşımaktadır. Bunlar;
-Bu eser Ebu Hanife’nin Müsned’i sayılır.
Onun naklettiği ve fıkhında dayandığı hadisler bu
eserdedir.
-Bu eserde Ebu Hanife’nin mürsel hadislere
niçin itimat ettiği beyan edilmektedir.
-Eserde Irak ve özellikle Kûfeli fakihlerin
önemli fetvaları da yer almıştır. Bu haliyle bu kitap
bir fıkıh mecmuası hali arz etmektedir.
Ebu Yusuf 182/798 yılında vefat etmiştir.
Şubat 2009
İmam Muhammed
Muhammed b. Hasan Şeybani, Hanefi mezhebinin 3.imamı sayılır. 132/749 yılında Vasıt’ta
doğmuştur. Kûfe’de yetişmiştir. Kûfe’de Ebu Hanife’nin derslerine devam etmiştir. Ebu Hanife’nin vefatından sonra Ebu Yusuf’tan ders almaya
başlamıştır. Daha sonra Medine’ye giderek İmam
Malik’ten hadis dinlemiştir.
Muhammed Şeybani, sarf, nahiv, şiir, edebiyat, hadis ve fıkıh tahsil etmiştir. Maddi durumu iyi
olduğu için ilim yolunda masraf yapmaktan kaçınmamıştır. Şahsiyeti kuvvetli son derce dürüst bir
zattı. Harun Reşid’in ısrarı üzerine rakka kadılığı
yapmıştır. Doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamıştır.
Bunun için Harun Reşitle pek geçinememiştir.
Muhammed Şeybani’nin fıkıh malzemesini
toplayıp düzenlemek bakımından fıkıh tarihinde
önemi büyüktür. İmam Malikten 3 sene hadis dersi
aldığı için içtihadında hadise de çok önem vermiştir. Eserlerinde Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un görüşlerini ve onlara uymadığı noktalarda da kendi
içtihadını yazmıştır. Başlıca eserleri, el-Mebsut, ezZiyadat, el-Camius-Sagir, es-Siyerus-Sagir, el-Camiul-Kebir, es-Siyerul-Kebir’dir.
Muhammed Şeybani, Harun Reşit ile Horasan tarafına sefere çıkarken yolda rey şehrinde
189/805 yılında vefat etmiştir.
İmam Züfer b. Hüzeyl
Züfer b.Hüzeyl 110/728 yılında doğmuştur.
Kûfelidir. Ebu Hanife’nin öğrencilerindendir. Kıyastaki mahareti ile tanınır. Basra da kadılık yapmış,
60
orada Ebu Hanife’nin görüşlerinin yayılmasında
önemli hizmeti olmuştur.
Züfer b. Hüzeyl, 158/774 yılında vefat etmiştir.
Hasan b. Ziyad
Ebu Hanife’den ders almış, sonra da iki
büyük talebesinden ders görmüştür, ancak hocalarının derecesine gelememiştir. Rey taraftarı olan,
âlim ve dürüst bir kişidir. Hadis rivayetiyle de tanınmıştır. Fakat çok kuvvetli sayılmamıştır.
194/809 yılında Kûfe kadılığına atanmışsa da, çok
geçmeden kadılıktan ayrılmıştır. 204/819 yılında
vefat etmiştir. Eserleri; Kitabul-Mucerred, Kitabu
Edebil-Kadi, Kitabul- Hisal, Mânial-İman, KitabunNafakat, Kitabul-Feraiz ve Kitabul-Vasaya’dır.
Hammad’ın kelamcı yönünün bulunmadığı ve herhangi bir kelami görüşün savunuculuğunu yapmadığı belirtilmiştir. Hicaz, Basra ve Rakka gibi
şehirlere olan kısa süreli yolculukları dışında ömrünün büyük bölümünü Kûfe’de geçirmiştir.
Hammad b. Ebi Süleyman 120/737 yılında
vefat etmiştir.
İmam Zeynel Abidin,
Zeyd b. Ali
İslam ilimlerinin hemen hepsinde geniş bilgi
sahibi olan bir zattı. Kuranın okunma tarzına dair
kıraat ilimlerini ve diğer kuran ilimlerini çok iyi biliyordu. O, fıkıh ilminde olduğu gibi akait ve kelam ilminde de üstaddı. Hatta mutezile, kelamdaki üstün
bilgisinden dolayı, onu kendi üstatlarından sayardı.
Ebu Hanife iki sene kadar talebesi olmuştur.
122/739 senesinde vefat etmiştir.
3. HOCALARI
Muhammed Bakır
Hammad b. Ebi Süleyman
Babası aslen İsfahan melikinin oğludur. Varlıklı bir ailenin çocuğudur. Hammadın zengin ve cömert olduğu, ramazanda kalabalık misafir
gruplarına iftar verdiği, etrafındaki fakir ve düşkünleri sürekli gözettiği, giyim ve kuşamına özen gösterdiği ve onuruna düşkün olduğu bilinmektedir. İyi
bir tahsil görmesi için babası tarafından Kûfe mescidinde hadis ve fıkıh okutan İbrahim en-Nehainin
yanına verildi. Üstün bir zekaya sahip olan Hammadın yetişmesinde şüphesiz en büyük pay İbrahim en-Nehai’nindir. Ayrıca hadisçi es-Şa’bi’nin de
önemli katkısı olmuştur. Tabiin neslinin son halkasında yer alan Hammad kendisini her konuda geliştirmiştir.
Nehai hayatta iken fetva vermeye başlayan
Hammad, onun ölümü üzerine Kûfe meclisinin talebi üzerine Kûfe mescidinde fetva vermeye başlamıştır. Ölene kadar 24 yıl boyunda bu görevi
sürdürmüştür. Hammad aralarında Ebu Hanife’nin
de bulunduğu birçok âlim yetiştirmiştir. Bundan dolayı en-Nehai ve öğrencisi Hammad, daha sonraları Hanefi mezhebiyle anılacak olan mezhebin
doğuşuna zemin hazırlamışlardır. Kûfe’de hocası
Nehai’nin izinde yürüyen Hammad rey ile ictihada,
hükümlerin illetlerini ve şariin maksadını araştırmaya, ayet ve hadisleri bu yönüyle yorumlamaya
önem vermiş ve bu konuda öncülük etmiştir. Hammad’ın hadisçiliği hadis âlimleri arasında tartışmalara konu olmuştur. Bazı âlimler onun hadis
anlayışı beğenmezken bazıları beğenmektedir.
Zeyd’in kardeşi olan Muhammed Bakır, Şia
imamlarından ve 12 imamdan biridir. İmamiye fırkalarının en meşhurlarından olan 12 imam ve İsmailliye fırkası onun imamlığında ittifak etmişlerdir.
Bakır unvanı verilmiştir. Çünkü ilmi deşelemiş ve
açıp tevsi etmiştir. Muhammed Bakır gayet derin
bilgi sahibi idi. Muhammed Bakır 114/732 yılında
vefat etmiştir.
Cafer-i Sadık
Ebu Hanife’nin Muhammed Bakır’la ilmi münasebeti olduğuna değinmiştik. Muhammed Bakır’ın oğlu Cafer Sadık’la da ilmi temasları
olmuştur. Cafer Sadık her ne kadar Ebu Hanife’yle
aynı yaştaysa da onun üstatlarındandır. 149/766
yılında vefat etmiştir.
Abdullah b. Hasan
Abdullah b. Hasan, 70/689 yılında doğmuştur. Sözünde sadık bir alim, güvenilir bir muhaddisti. Süfyan-ı Servi, İmam Malik ve diğerleri ondan
hadis rivayet etmişlerdir. Ulema nezdinde onun değeri büyüktür. O, kadri yüce bir şahsiyetti. 145/762
yılında vefat etmiştir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife bunların dışında
birçok âlimle de ilim alışverişi yapmıştır.
.............................................................................
* Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected])
** Araştırmacı
61
Şubat 2009
Şiirler
Son Unutuş
Ölümle nişanlı olmak
Verilen söze son nefesle
Son olmak...
Kanadı kırık bir kuş insanlık artık
Suçundan ezikliği
İnsan olan varlık
Dilsiz şeytan misali
Gördüğü yerde cesedi
El değse ölür
El uzatsa cezalandırılır...
Son olsun demek yeter mi
Bu sona yürek yeter mi?
Utanıyorum adınıza
Nefsi ilah insan müsveddeleri
Gömmeyin sakın şehitleri
Gömün kendinizi
Gömün ki
Toprak örtsün saklayamadığınız maskenizi...
Taşlar ve Silahlar...
Dağlar bu hüzün, yürekleri dağlar,
Dile gelse kayalar, dağlar ağlar,
Filistin’de canlar karalar bağlar...
Ölüme bir adım kala
Yürür şehit
Yüzünde yaralı tebessüm
Her ana bir zulüm
Biz unuttuk
Şehit unutmadı...
Filistin’de bahtı karalar ağlar..
Bugün sen kardeşim
Yarın biz
Unuttukça üzüleceğiz
Sustukça öleceğiz
Bugün Irak
Bugün Gazze
Yarın diğer müslüman
Yani yarın
Yani bize...
Vampir kan içiyor! Azdıkça azar
Baharından çocuk, sonları yaşar,
Çocuk mezarından, kolları taşar,
Vahşetin böylesine, canavar şaşar,
Filistin’de dertli analar ağlar...
Mescid-i Aksa’dan kızıl kan sızar
Yastıklar musalla, beşikler mezar...
Filistin’de masum yavrular ağlar...
Miraç hatırası, Ey kutlu toprak!
Henüz doğmadı bizi ayıracak,
Çınar gövdemizdir! Sen dal, ben yaprak...
Filistin’de dallar, yapraklar ağlar
Ya sen müslümanım diye tüten ocak
Bilmez misin yalnız bırakılmışlığın
Kaybedilen her bir canın
Hesabı
Kimin defterine yazılacak!...
Bir yanda silahlar, bir yanda taşlar,
Tanklar karşısında çatılmış kaşlar,
Kefenler üstüne dökülmüş yaşlar,
Filistin’de canlı cesetler ağlar
Halil Atik
Şubat 2009
Aydın BAŞAR
62
Yahudi
Sana bir hikâye ben anlatayım,
Hele gel yanıma sor yavaş yavaş,
Maziyi şöyle bir hatırlatayım,
Sokul da yanıma sor yavaş yavaş.
Demişti bir zaman Teodor Hertz el,
Dünyayı tutacak iki çelik el,
Ezecek emecek Jozefle Gomel,
İki dev vuruyor bak yavaş yavaş.
Kitabı Talmut’tur Rabbi Yehova,
Ezelde kendine biçmiş bir paha,
Güya biz hayvanız onlarsa deha,
İnsanlık kölesi duy yavaş yavaş.
Sine-i tarihte neler var hele,
Küçücük bir çöple şöyle deşele,
Taa ucu dayanır Agop Mişel’e,
Gerisini artık sor yavaş yavaş.
Ateist masonluk O’nun bir kolu,
Kapmış köşe başı kestirmiş yolu,
Oynatır perdede sağı ve solu,
Çağırır uzaktan gel yavaş yavaş.
Kalbi taştır O’nun gözü yaşarmaz,
Ahde vefa bilmez hukuka bakmaz,
Çiğner her ölçüyü sınır tanımaz,
Düşmanını artık gör yavaş yavaş.
Kan ağlıyor dünya hele ülkem ki,
Her gün beş on yirmi ölü verir ki,
Bunlar senin amcan benim dayım ki,
Fitne kavuruyor uf yavaş yavaş.
Haraç memurudur O’nun İMF,
Soyar milletleri tıkar bir defe,
Sonunda ah başlar bela gergefe,
Maliye önünde dur yavaş yavaş.
İşte Filistin’de sönen ocaklar,
Kesilen kafalar kopan bacaklar,
Dünyayı görmeden ölen çocuklar,
Mazluma gözyaşı dök yavaş yavaş.
Zafenat, Panaeh, Süleyman, Davut,
Çizmişti onlara belli bir hudut,
Onlar tutturdular hem Arz-ı Mevud,
Talmut yürürlükte gör yavaş yavaş.
Önünde duruyor cihan atlası,
Kutuptan kutuba gitti oltası,
Beyninde zonkladı atom bombası,
Japonya devrildi vah yavaş yavaş.
Versin velveleyi boğsun avaza,
Mişon dümbeleğe Salamon saza,
İnecek yakındır belayı kaza,
Beşer kurtulacak eh yavaş yavaş.
Otuz sene evvel girerken Marta,
Dağıttılar dört bir yana harita,
Salaman hududu Nil’den Fırat’a,
Gündemde Türkiye bil yavaş yavaş.
Telaviv, Waşington, Varşova ili,
Bermuda üçgeni ölüm pergeli,
İstersen sen bana deki vay deli
Güneşe başladı göç yavaş yavaş.
Sebahattin TÜZÜN
DARALAN VAKİTLER
Yanakları¸ saçları¸ gözleri yanmış¸
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş¸ yalamış gövdelerini
Ağızları¸ küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları¸
Yahudi doğramış analarını¸
Binlerce çocuk topların¸ betonların altında.
Beyrut'un gözyaşları şimdi¸
Kudüs'ün yanıbaşında¸
Müslümanlarsa uzakta¸
Sanki başka¸
Gelinmez bir dünyada.
Acın¸ bir vadi¸
Zehirli çiçekler¸ bir ova gibi karşımda.
Gözüm baksın sadece¸
Ayrıntıları¸
Kıvrılıp kırılmış bilekleri¸
Kemikten yakılmış etleri¸
Kuma serilmiş cesetleri¸
Büyük ajansların yaydığı resimleri¸
Bir seyirci gibi görsün dursun¸
Bir kadın gibi ağlasın..
Beyrut yengeç kıskacında¸
Çoğu Müslüman kafir yanında¸
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler
filmin.
Sen Filistin¸ hokkaları doldur kanla¸
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar¸ bir şamar olsun.
Filistin¸ sen işine bak¸ kar toprağını¸
Yoğur gazabını Yaradanın..
Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?
Çam ormanlarının salınışında¸
Kuşların cıvıldayışında¸
Otların serin tenlerinde.
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini¸
Bir ateş bulutu var en bildik yerde¸
En emin yerde.
Ve bak¸ asıl ölen yaylalar¸ villalar¸ tok
karınlar
Hissiz dudaklar¸ gayretsiz kalpler¸
63
Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.
Farzet körsün¸ olabilir¸
Elele tut¸
Taş al ve at¸
Kafiri bulur.
Hani ceylanların¸
Hani cihat marşın?
Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?
En arka safta bile kalmadın¸
Cengi attın¸ dünyaya daldın¸
Tezeğe konan sinekler gibi.
Dönüyor burgaç¸
Dünya üstten¸ yanlardan daralıyor.
Ovalardan¸
Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi¸
Bir gün ister istemez¸
Karşısında olacaksın kaçtıklarının.
Dua et¸
O gün henüz mahşer olmasın...
Cahit Zarifoğlu
Şubat 2009
Kalbi Allah’tan Gayrisinden Arındırmak
Ömer bin Eyyûp (r.a)’ın rivayet
ettiğine göre Resullulah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular:
“Kim ki Ramazan orucunu
tutar, peşinden Şevval’den altı gün
oruç da eklerse, bütün yılını oruçla
geçirmiş gibi olur”.
Bu hadis-i şerifin sırrı, kulun farz
ibadetleri eda ederken iştiyak duyması
ve sünnet-i seniyye kendini teslim etmesidir. Vakit, onunla (sünnetle) bereketlenir. Ârif için, farz veya sünnetle ya
da ikisini cem etmek suretiyle vakti bereketlendirmekten daha önemli bir şey
yoktur. Bu bütün gayretlerin gayesidir.
Muhakkak ki, sünnet-i seniyye
ârifin ruhudur. Onunla oturur onunla
kalkar. Ruh, âriflerin özlerinin ışığıdır ve
Sünnetin temellerini ve binasını yükselten Efendimiz (s.a.v), hevâsından
konuşmaz. Bilâkis, onun konuşması,
“Gözü kaymadı, kalbi şaşmadı” ayetinin yankısıdır. Resullah’a uyarak onun
varisleri olan ârifler bu bereketten hissedâr olurlar. Ruhumuz ve âlemlerin
ruhu, ona (s.a.v) feda olsun.
Allah’ın yeryüzündeki hazineleri
Ey oğul!
Bil ki, Allah’ın yeryüzündeki hazineleri âriflerin kalpleridir. Allah sırrının
emanetlerini, hikmetinin inceliklerini,
muhabbetinin hakikatlerini, ilminin nurlarını ve kendisinin izni olmadan ne bir
meleğin, ne bir nebinin, ne de bir insanın haberdar olamayacağı ilahî marifetin delillerini oraya koymuştur.
Ârifin, (kalbi) için neyin uygun olduğunu ve neyin onu bozduğunu bilmesi
gerekir.
İşlerinde
ve
davranışlarında dürüst olması, kendisi
için neyin kazanç ve zarar olduğunu
anlaması ve kendini düşmanın tuzağından koruması gerekir. Bütün hepsinden de Allah’a sığınması gerekir.
Kalp, Hakk’ın mekânı olduğundan, oraya masivaya ait şeyler koymamak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ, kalbe
bakar ve orada kendinden başkasını
görürse bu durumdan hiç hoşlanmaz
ve memnun olmaz. Düşmanları ona
musallat eder.
Kalbin özellikle Allah’la ilgili tasarrufu zahiri ibadetlerle ilgili tasarrufu
ile birliktedir. Kalbin işleri, zâhiri ibadetler olmadan da kabul olunur. Zâhiri ibadetler ise, kalp olmadan kabul olunmaz
ve sevabı hak etmez. Kul, kalbinin işlerinde yetersiz, zâhiri ibadetlerinde yetkin olursa, onun kalbinin yetersiz
64
olduğuna hükmedilir. Bunun tam aksine, kalbinin işleri yetkin, zâhiri ibadetleri yetersiz olduğunda ise kalbinin
yetkinliğine ve zâhirinin zayıf olduğuna
hükmedilir.
Kalp dünya ile beraber olursa
Rivayet edildiğine göre Hz.
Musa (as) İsrailoğulları’ndan bir kavme
rastladı. Yünden elbiseler giymişler ve
başlarına toprak saçıyorlardı. Gözleri
dolu dolu olmuş, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Hz. Musa (as) onlara acıyarak,
onlarla beraber ağladı ve Allah’a şöyle
yalvarmaya başladı:
“Ya İlahî! Kullarına acımaz
mısın? Onların hâllerini görmüyor
musun?” Bunun üzerine Allah Teâlâ,
ona şöyle vahyetti:
“Ya Musa! Benim rahmet hazinelerim mi tükendi, bir bak? Yoksa
en çok acıyan ben değil miyim?
Hayır! Ancak ben onların kalplerindekileri bilirim. Onlar, kalpleri benden uzaklaşmıs ve dünyaya
meyletmiş bir halde bana dua ediyorlar”.
Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edildiğine göre Hz. Musa üç yüz seneden beri bir kayanın üzerinde secde
eden bir adama rastladı. Adamın gözyaşları sel olmuş akıyordu. Musa (a.s),
ağlayarak onun yanında durdu, Allah’a
şöyle niyâz etti: “Ya İlahî! Bu kuluna
acımaz mısın?” Allah Teâlâ, “Ona
merhamet etmem” buyurdu. Hz.
Musa, bunun sebebini sorunca Allah
şöyle cevap verdi: “Çünkü onun kalbi
benden başkasıyla müsterih olur.
Onun, kendini sıcaktan ve soğuktan
koruyan bir cübbesi var! (kendisini
sıcaktan ve soğuktan koruyanın
cübbesi olduğunu zannediyor.)”
Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu
ki:
“Kulun kalbi dosdoğru olmadıkça ameli de dosdoğru olmaz. Dili
dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.”
Allah Musa (as)’a; “Ya Musa!
İsrailoğulları’na söyle; bana ibadet
edilen yerlerden birine girerken
kalplerinde korku ile başlarını öne
eğmiş mütevazı bir şekilde, bedenleri temiz olarak ve halis niyetle girsinler!” diye buyurdu.
Yahya bin Muaz (r.a) der ki:
“Müminin kalbi, içi (bâtını) olan bir
et parçasıdır. Bu et parçasının içi,
Rabbanî cevherle doldurulmuştur.
Etrafı ferdaniyet bahçesi ile çevrili,
altı nûrânî bir alandır. Allah, ona her
an şefkat ve rahmeti ile nazar eder.
Kalp, Allah’ın merhamet ve şefkati
ile kendini meşgul eden şeyler arasında döner durur.”
Allah Teâlâ “Kim Allah kadar
ahdini yerine getirebilir?” buyurmuştur.
Büyükler “Kalbin işleri, sebat
etmesi çok güç ve zor olan işlerdir”
demişlerdir.
İrfân sahiplerinden birine “Kulun
kalbi bozulursa ne zaman eski haline
döner?” diye sorulunca, ‘Hak oraya
(kalbe) indiği zaman’ cevabını verdi.
Bu sefer Hakk’ın kalbe ne zaman ineceği soruldu. Ârif şöyle cevap verdi:
“Hak’tan gayrı ne varsa oradan çıkıp
gittiği zaman!”
Kalbe ait işler, on basamağı olan
bir yol takip eder:
Hatırlat: (kalbe gelen manevî hitaplar, içe doğan şeyler)
Nefsin sözleri: (öze ait sözler)
İlham: (feyiz yoluyla kalbe gelen özel
bir anlam ve bilgi)
Fikir: (Allah’ın ayet ve nimetleri hakkında düşünmek)
İrade: (hakikatin çağrısına olumlu
cevap vermeyi gerektiren kalpteki
sevgi ateşi ve koru)
Rıza: (kaderin acı tecellileri karşısında sızlanmama, yakınmama, hoşnut ve memnun olma hâli)
İhtiyar: (sâlikin, Hakk’ın kendisi hakkındaki tercihini tercih etmesi)
Niyet: (amelin evveli ve başlangıcı)
Azimet: (nefsin arzusuna bakmaKalbin iyiliği ve kötülüğü
dan, emir ve yasaklara uygun bir şekilde hareket etmek)
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buKasd: (amelini yapabilecek seviyeye
yurdular:
ulaşmak)
“Dikkat edin! Vücutta öyle bir
et parçası vardır ki o iyi olduğu takKim Allah için kıyam ederse; kaldirde, bütün vücut iyi olur. O bozul- bine manevî hitabın gelişi esnasında,
duğu zaman ise bütün vücut fesat Allah onun kalbini korur. Böylece o özü
olur. İşte o et parçası kalptir”.
sözü doğru sıdık kulların yolu üzere
olur.
Kim Allah için kıyam ederse
nefsinin hitabı esnasında, Allah
onun kalbini korur. Böylece o,
Hakk’ın yakınlığına ermişlerin yolu
üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse,
ilhamın kalbine gelişi esnasında,
Allah onun kalbini korur. Böylece o
evvâbinlerin (Allah’a yönelenlerin)
yolu üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse
tefekkürü esnasında, Allah onun
kalbini korur. Böylece o, muhlislerin (ihlas sahiplerinin) yolu üzere
olur.
Kim Allah için kıyam ederse
bir şey dilemesi esnasında, Allah
onun kalbini korur. Böylece o, müritlerin (Hakk’ı arzu edenlerin) yolu
üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse
bir şeyi tercih etmesi esnasında,
Allah onun kalbini korur. Böylece o;
muttakîlerin (Allah’tan korkanların)
yolu üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse;
bir şeye niyetlenmesi esnasında,
Allah, onun kalbini korur. Böylece
o, zâhitlerin yolu üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse
bir şeyi yapmaya kesin karar vermesi esnasında, Allah onun kalbini
korur. Böylece o, tövbekârların yolu
üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse
bir ameli yapmaya başlaması esnasında, Allah onun kalbini korur.
Böylece o, Allah yolunda mücahede edenlerin yolu üzere olur.
Kim Allah için kıyam ederse
zâhir amellerini yerine getirmesi
esnasında, Allah onun kalbini
korur. Böylece o, tevhit ehli içerisindeki âbidlerin yolu üzere olur.
İshak b.İbrahim (r.a) der ki:
“Kalbin bir an olsun Allah için
çarparsa, bu hâl senin için, güneşin üzerine doğduğu her şeyden
daha hayırlıdır. Bir kimse, kalbini
dünyevî arzuların kirlerinden arındırır, gaflet tozlarından ve islerinden pak ederse, Allah onu
gayelerin gayesine eriştirir.”
Ebû Bekir b.Abdullah (r.a),
“O, bize yönelen kalple geldi.”
âyetini “İnsan, bedeniyle yeryüzünde dolaşırken, kalbi Allah’a
bağlıdır” şeklinde açıklamıştır.
Ebû Abdullah (r.a)’a, “Kalb-i
selim nedir” diye sorulunca şöyle
cevap verdi:
“Mevlâ’nın sevgisiyle dola-
rak, kalbin dünyevî alâkalardan
kopmasıdır. Böylece kişi, dünya sıkıntılarından ve musibetlerinden şikayet etmez, takvâ ve hayâ
perdelerini yırtmaz.”
Büyükler, “Bir kimsenin Allah’la arasında sır dolu bir ilişki
yoksa o kişi iyi kabul edilse bile kötüdür” demişlerdir. Bir kimse maddi
ve manevi varlığın, Hakk’ın kudretiyle yürüdüğünü ve O’nun bakışı
ile hareket ettiğini göremezse kalbin tasarruflarına nail olamaz.
Ebû Said Harraz (r.a),
“Özün, yegâne (biricik) olan Allah’la yenilenmesi, dosdoğru bir
şekilde vakitleri değerlendirmeye
devam ederek kalbin gözetlenmesi, kalp aleminin işlerindendir.
O’nun olmadığı hiçbir âna ve
O’ndan olmayan hiçbir hâle kıymet
vermemektir”.
Ebû’d-derdâ (r.a) der ki:
“Allah Teâlâ’nın, kalpleri iştiyâkla kendisine doğru kanatlanan
kulları vardır. Onların kalpleri şimşek kadar hızlı olup idrak edilemez”.
Allah elçisi (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Ebû Bekir, sizi namazının
ve orucunun çokluğu ile geçmemiştir. Lakin o, kalbini Hakk’a
yakîn eylemiştir.”
Allah Teâlâ, azı az olduğu
için reddetmez, çoğu çok olduğundan dolayı kabul etmez. O, ancak
kendisinden korkanların amellerini
kabul eder. Derler ki:
“Kalbi bir makamla ilişkili
olan kişi, sıdk makâmı üzere değildir. Lâkin ‘Sâdık’, kalbi makamın
Rabbine bağlı olan kimsedir. Hatta
Allah’tan başka kimseyi görmez”.
Ârifler, kalp âleminin işleri
hakkında şöyle söylemişlerdir:
“Bütün işler kalbe havale
edildiği zaman, vücut istirahat eder.
Kalbi saf olan kimsenin kalp
alemi canlıdır; kalbi kirli olan kimsenin değil.
Kalbi doğru olan kimsenin
kalp alemi canlıdır; kalp gözü kör
olanın değil.
Kalp gözü gören kimsenin
kalp alemi canlıdır; kalp gözü kör
olanın değil.
Kalbi yalnız olan kimsenin
kalp alemi canlıdır; kalbi kovulmuş
olanın değil.
Kalbi, (Hakk’ı) arayan kim-
senin kalp alemi canlıdır; (Hakk’tan) kaçanın
değil.
Kalbi yakın olan kimsenin kalp alemi
canlıdır; kalbi gurbette olanın değil.
Kalbi akleden kimsenin kalp alemi canlıdır; kalbi gaflette olanın değil.
Kalbi semâvî olanın kalp alemi canlıdır;
arzî olanın değil.
Kalbi candan olanın kalp alemi canlıdır;
yabani olanın değil.
Sabit bin Nessâc anlatır:
“Ben, korkuyla Kur’an okudum; fakat
hiçbir şey elde edemedim. Sonra Kur’an’ı
ümitle okudum, kalbim yine bir şey elde
edemedi. En sonunda kalbimi, Allah’tan
gayrı her şeyden soyutlayarak Kur’an okuduğumda, işte o zaman O’nu buldum. Ve
O’nun varlığının yanında en büyük velâyetin, en büyük izzetin ve en yüce mertebelerin bulunduğunu gördüm.
Allah Teâlâ bit kutsal kitabında şöyle buyurmuştur:
“Kalpler kudret elimde, sevgi hazinelerimin içerisindedir. Şayet bir kulumu sevmezsem, onun beni sevmeye gücü yetmez.
Eğer ezelde birini anmamışsam, beni anmaya onun gücü yetmez. Ben şayet bir kulumu ezelde dilemezsem, beni dileyemeye
onun gücü yetmez”.
Rivayete göre âriflerden biri, mescidin
etrafında dolanan bir adam gördü, ona ne istediği sorulunca, adam namaz kılmak için boş
bir yer aradığını söyledi. Bunun üzerine ârif,
adama “Kalbinde Allah’tan başka ne varsa onlardan kurtul ve dilediğin yerde namaz kıl”
dedi.
Kişi, Allah’a yöneldiği kadarıyla, kalbi
Hakk’a yakın olur. Allah, kulun kalbine baktığında, orada kendinden başkasına görürse o
kimseye azap eder ve her şeyi ona musallat
eder.
Yahya bin Muaz (r.a) şöyle buyurur:
“Kalp, dünyanin yanına konulduğunda
ziyan olur. Ahretin yanına konulduğunda erir
gider. Mevlâ’nın yanına konulduğunda ise
memnun ve mesrur olur.”
Dünya haraptır. Onu mamur hale getirmek isteyen kalp, ondan daha çok harap
olmuş demektir. Ahiret, mamur bir yerdir. Ahreti talep eden kalp, ondan daha çok mamur
olmuştur.
Dünya çölünde adımlarla yol katedilir,
ahret çölünde ise kalplerle yol alınır.
Nefs harap olursa kalp mamur olur.
Nefs mamur olursa, kalp harap olur.
Gönül ehli zatlarından birine neden konuşmadığı sorulunca “Kalbimle konuşuyorum”
dedi. Kiminle kouştuğu sorulunca da “Kalplerin
sahibi” diye cevap verdi.
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
65
Ahmet HALİLOĞLU
Abdurrahman
Sami
Saruhani
Uşşaki (k.s.)
Bağlıları arasında Şeyh Sami
Efendi olarak hala hayranlık ve gözyaşları ile yad edilen Abdurrahman
Sami Efendi; 1876 yılında Manisa’da
(o zamanki ismiyle Saruhan) dünyaya
teşrif buyurmuşlardır. Haremeyn Valilerinden olan babası Asım Efendi
Sami ismini koymuşlarsa da Manisanın isimsiz kahramanlarından Çöplü
Dede “Abdurrahman” isminin verilmesini de istemişler; böylece ismi Abdurrahman Sami olmuştur. Niyazi ise
kendisine aldığı mahlastır. Malumdur
ki ; Divan Edebiyatımızda şairler; şiirlerin sonundaki taç beyitte(mahlasın
yer aldığı beyit) Allah’a olan saygılarından ötürü gerçek isimleri yerine
takma isim kullanırlar. Şucaeddin Baba’ya bağlandıktan sonra Abdurrahman Sami Efendi şiirlerinde Niyazi
mahlasını kullanmışlardır.
İlk tahsiline memleketinde başlayan Sami Efendinin baba tarafından
Hz. Ömerin soyundan olduğunu devŞubat 2009
66
rin Uşşaki Şeyhlerinden Sefine-i Evliyanın müellifi Hüseyin Vassaf Efendi
nakleder. Tahsiline daha sonra Fatihte
devam eden Abdurrahman Sami
Efendi; Hüseyin Necmeddin Efendiden ilim icazeti alarak mezun olur.
Tasavvufta ilk yolculuğuna Halveti- Uşşaki şubesinden başlar ve Gelibolu’da Şeyh Ahmed Şucaeddin
Efendi’ye intisap eder. Manevi bir işaretle gittiği Gelibolu’da manada kendisine gösterilen şeyhine ilahi bir aşkla
bağlanır ve Gelibolu’da Halvetiyye’nin
olmazsa olmaz kuralı olan erbaine
(halvet/çile) girer. Kısa sürede sülukunu ikmal eden Abdurrahman Sami
Efendi; icazet alır ve Kasımpaşa’da
Yahya Kethüda Dergahı Postnişinliğine tayin edilir. Ancak buradan aldığı
maaşı kendisine harcamaz ve şeyhi
Şucaeddin Babaya gönderir. Kendi
geçimini ise elinin emeği ile karşılar.
Abdurrahman Sami Efendi aynı zamanda kimyagerdir ve misk imal edip;
kazancını buradan temin eder.Kimya üzerine yazılmış ancak basılmamış bir eseri de mevcuttur.
Arapça ve Farsça’ya şiir yazacak derece de vakıftır. Nitekim bu dillerde yazılmış şiirleri kendi divanı
da mevcuttur. Osmanlı Medreselerinde okutulan
Kafiye isimli kitaba bir şerh yazması da Arapça’ya
olan vukufiyetini göstermektedir.
Abdurrahman Sami Efendini bir diğer özelliği
ise pek çok tarikattan ve tekkeden mücaz oluşudur. Günümüzde hiçbir şeyhten seyri süluk görmediği halde piyasada dolaşanlara baktıkca Sami
Efendinin ahvali bizleri daha da şaşırtmaktadır.
Sami Efendi; Nakşinin Halidi / Müceddidi kolu
başta olmak üzere; Halvetiyyenin Uşşaki ve Şabani kollarından, Rufai ve Kadiri yollarından da mücazdır. Bu hususta kendi divanında yer alan bir şiir
de müntesibi olduğu tarikatlari şöyle zikreder :
Didemiz giryan sinemiz suzan,
Ruhumuz hayran Halvetiyiz biz.
Cismimiz püryan derdimiz derman,
Aşkımız burhan Celvetiyiz biz.
Seyr ile seyran,aşk ile devran,
Ederiz her an Kadiriyiz biz.
Hay'yül bakiyiz,dost müştakiyiz,
Aşka sakiyiz,Nakşileriz biz.
Zikrimiz Esma,fikrimiz müsemma,
Seyrimiz evedna,Bedeviyiz biz.
Mahremiz Rac'e bülbülüz yar'e
Har'ız ağyare Rufaiyiz biz.
Ölmeden öldük,sonra dirildik,
Uçmağa girdik,Mevleviyiz biz.
Bizdedir halvet,Dost ile ülfet,
Bulmuşuz vuslat,Cusukiyiz biz.
Feyz ile feyzan,ararız heran,
Cismimiz türab,Cerrahiyiz biz.
Hak için bulduk,nur ile dolduk,
Aşkla yoğrulduk,Şazeliyiz biz.
Bizdedir halvet,dost ile ülfet,
Bulmuşuz vulat,Bektaşiyiz biz.
Bizdedir kadem,bizdedir Meryem,
Kesilmez duadan,Bayramiyiz biz.
On iki Pir're bendeyiz bende,
Hak'kın yolunda Hüsamiyiz biz.
Sami ko halkı,ara bul Hak'kı
Yoludur aşkı,UŞAK'İYİZ biz.
Ancak asıl irşadını Halvetiyyenin şubesi olan
Hasan Hüsameddin Uşşaki Hazretlerinin usulune
göre yapar. Zor günlerde bile darb-ı esma meclislerini kapatmaz. Camilerde yatsı namazından
sonra el ayak çekildikten sonra zikir meclisleri
devam eder. Kendisine korkup korkmadığı sorulduğunda ;” Bize bu vazifeyi şahıslar vermediler ki
şahıslar istedi diye terk edelim” der.
Tefsirden hadise, akaidden edebiyata kadar
pek çok eseri olan Sami Efendinin en önemli eserlerinden birisi de Evradül Mukarrabin adını verdiği
ve haftanın her günü için hususi olarak tanzim ettiği evradıdır. Salavat-ı şerif ağırlıklı olan bu
eser;Cuma günü okunmaya başlar ve her gün okunan kısımları mevcuttur. Hakka yaklaşanların zikri
olarak tercüme edebileceğimiz bu Evradül Mukarrabin halen bağlıları arasında günlük vazife olarak
okunmaktadır.
Tekkelerin mülgasından sonra Abdurrahman
Sami Efendi için zor günler başlamıştır. Yaşının
genç olması, başta İstanbul ve Ege olmak üzere
bağlılarının ve sevenlerinin çokluğu Şeyh Sami
Efendinin takibi için yeterli bir sebep olarak görülmüştür.
Merhum Necip Fazılın deyimiyle Menemen
Provakasyonunda serhalifesi Bekir Sıdkı Visali ile
beraber tutuklanırlar. Altı ay hapisten sonra beraat
etmelerine rağmen artı bir kere yaftalanmışladır.
Hem Şeyh Sami Efendi hem de Bekir Sıdkı Efendi
hayatlarının sonuna kadar takip altında tutulacaklardır.
Zor devrelerdir o günler. Alim olmak, hele de
ilmini dünya için satmamak büyük bedeller gerektirir. Kimi o bedelleri ödemeyi göze alamaz ve
dünya için dinini satar ama Abdurrahman Sami
Efendi öylelerinden değildir. İlmiyle amel eden her
zat gibi o da dini için sıkıntılara katlanır. Osmanı
Dersiamı olması hasebiyle kaydı hayat şartıyla vaizlik yapabilmek hakkı varken; bu hakkı da gasbedilir. 1934/35 yılında İstanbul’da yaşamı boyunca
özlemini çektiği Er-Refiki Ala’ya en yüce dosta kavuşur. Kabr-i Şerifi Edirnekap Şehitliğinde Mısır
Tarlası olarak isimlendirilen bölümdedir. Ardında
sayısız gözüyaşlı seven ve gün yüzüne çıkartılmayı bekleyen onlarca eser bırakır.
Abdurrahman Sami Efendinin bıraktığı en
büyük eser; tıpkı kendisinden önceki Ehl-i Sünnet
büyüklerinin eserleri gibi insandır. Kendisi gibi yetiştirdiği ve Fatih Dersiamlarından birisi olan Kulalı
67
Şubat 2009
Bekir Sıdkı Visali en kamil eseridir. Muzaffer
Özak’ın yetişmesinde de büyük hissesi vardır. Nureddin Cerrahi Asitanesinin son postnişinlerinden
olan Muzaffer Özak Efendi çocukluğunda babasını
kaybeder. Bunun üzerine Abdurrahman Sami
Efendi yakın arkadaşının oğlu olan Muzaffer Efendiyi kanatları altına alır ve eğitimi üzerine hususi ihtimam gösterir. Muzaffer Efendi de ilerleyen
yıllarda Şeyh Sami Efendiye intisap edecektir.
Ancak Muzaffer Efendi daha eğitimini tamamlamadan Abdurrahman Sami Efendi ahiret alemine sırlanır. Bu göç Muzaffer Efendiyi çok sarsacaktır.
Muzaffer Efendi Hazretleri , bu eğitimi esnasında Ayasofya Camiinde tefsir dersleri alırken çok
güzel bir rüya görür. Rehber-i Ekmel Efendimiz sav
, Hz. Ali’nin tuttuğu bir devenin üzerindedir. Hz.
Ali’nin diğer elinde ise meşhur kılıcı Zülfikar bulunmaktadır. Efendimiz ona sorar:
-Müslüman mısın?
-Evet.
-İslam için başını verir misin?
Muzaffer Efendi yine “evet” cevabını verir.
Peygamberimiz başını kesmesi için Hz. Ali’ye taliŞubat 2009
mat verir. Allah’ın Aslanı da, başını gövdesinden
ayırır. Hazret korku içinde uyanır. Rüyasını Abdurrahman Sami Efendi Hazretlerine anlatınca ; tabiri
rüyadan daha da güzeldir :” Evlat; sen Hz.Ali’den
gelen bir tarikata şeyh olacaksın”. Hazretin tabiri
seneler sonra gerçekleşir ve Muzaffer Efendi; Asitanenin son şeyhi İbrahim Fahreddin Efendiden
icazet alır ve postnişin olur.
“Ta ezelden ruh-i kudse nur-i Sübhandır edeb,
Nisbet-i zat-ı mualla feyz-i Rahmandır edeb.”
Yukarıdaki beytinde edebi Cenab-ı Rahmanın feyzinden ve nurundan bir nispet olarak tasvir
eden Şeyh Sami Efendinin sevenlerince anlatıldığına göre; Ehl-i Sünnet itikadına am bağlı, esen
rüzgarlardan sağa sola savrulmayan bir kişiliktir.
Abdurrahman Sami Efendi ; hayatı boyunca
pek çok Halveti Şeyhi gibi Şeyhül Ekber Muhyiddin-i Arabi Hazretlerine hususi bir sevgi beslemiş
ve kendisini ona nispet ettiğini Hüseyin Vassaf
haber veriyor. Hatta Hz.Şeyhin bazı eserlerini de
Türkçe’ye tercüme etmiştir. Hayatı boyunca Sünnet-i Seniyye üzerine yaşamaya gayret eden Sami
Efendinin Ruhu için El-Fatiha
68
DİRENİŞ
DENEMELERİNE
DAİR...
İnsana, hayata ve dünyaya ait
notlardan meydana gelen Direniş
Denemeleri; Kıbrıs, Bursa ve Ankara
hattında yazılmıştır. Ki adından da
anlaşılacağı üzere, denemelerden
ibarettir. Esasen denenmemişi denemek
kaygısına muhataptır kitap. Bakmaktan
ziyade, görmek mümkün olduğunca
tercih edilmiştir elbette.
İnsana, hayata ve dünyaya
naçizane bir sesleniş, haykırış ve isyan
niteliğinden olan Direniş Denemeleri, ne
idüğünü yazılı bir şekilde beyan eden
yazı sahibinin, küresel boyutta olan
direnişe mütevazı bir katkısıdır. Evet;
insanlığın, modern insanın, bireyin,
beşerin küreselleşen bir direnişidir söz
konusu olan…
Dert sahibi Eflatun’un mağara istiaresi ile başlayan kitap, mümkün olduğunca cihanşümul bir idrak
gözetir: “İnsan kimdir” in cevabını arayan yazı sahibi; insanı ve isyanı izah etmeye çalışmıştır.
Mağlûplar ülkesine atıfta bulunan kitap; hayvanlaşan insanlıktan, işgal ve istilâ edilen beyinlerden,
ırzına geçilmiş idraklerden, insanın modern afyonlarından ve putlarından, kâmusundan ve namusundan,
sefilleşen insan tipinden dem vurarak, müşterek bir vicdanın harekete geçmesini gaye edinmiştir.
Hülâsa; insanın, hayatın, dünyanın ve Türkiye’nin hâl ve gidişatından çeşitli denemeler
okuyabileceğiniz bir kitaptır Direniş Denemeleri.
Afşin SELİM,
Direniş Denemeleri, Fosil Yayınları, Tel: (0212) 527 33 65 / 66
Temin için ayrıca: www.kitapyurdu.com
69
Şubat 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
FİLİSTİN’DE ÇOCUK OLMAK
DUA
Ey yücelik ve cömertlik sahibi
Rabbimiz
Ey güç ve izzet sahibi Rabbimiz
Filistin’deki müslüman kardeşlerimize
yardım et
Allah’ım onların gönüllerini birleştir
Allah’ım onların attıklarını isabet ettir
Allah’ım onların ayaklarını sabit kıl
Senin ve onların düşmanlarına karşı
onlara yardım et
Ey yücelik ve cömertlik sahibi
Rabbimiz
Azgın siyonistler bozgunculukta ve
taşkınlıkta bütün sınırları aştılar
Ey Rabbim sen onlara yetersin
Onların güçleri sana yetmez
Allah’ım onları mahv-u perişan eyle
Birliklerini dağıt onları diğer
azgınlaşanlar için ibret kıl
Ey Rabbim onların bayrağını
yeryüzünde dalgalandırma
Ey Rabbim işte bu sana olan
duamızdır
Buna karşılık verecek sensin ey
Rabbim
Ey Rabbim işte elimizden gelen budur
ve tek güvencemiz sensin
Şanı yüce olan Allah’tan başka hiçbir
güç ve kuvvet yoktur
aminn…
Filistin’de çocuk olmak
Çocuk olmamaktır
Makinelere karşı yüreğiyle çarpışıp
Korkular içinde korkusuz olmaktır
Filistin’de çocuk olmak
Genç ölebilmektir kahramanca
Filistin’de çocuk olmak
Çabuk büyümektir kısaca
Yürümeden koşabilmek
Çığlık atarak susmaktır
Filistin’de çocuk olmak
Kavgalara kefil olmaktır
Acılara abone olup
Cehennemi dünyada yaşamaktır
Filistin’de çocuk olmak
Doğuştan sevdalı olmaktır yurduna
Oyuncakları tanımadan daha
Öğretmen olmaktır yaşıtlarına
Filistin’de çocuk olmak
Destan olmaktır yarınlara
Filistin’de çocuk olmak
Güneş olmaktır karanlıklara…
Vedat Akdeniz
* Kabe imamlarının duası
Şubat 2009
70
FİLİSTİN PEYGAMBERLER DİYARI
Filistin’de yaşayan peygamberler
Hz. İsmail (a.s): Bi’ri Sab’i (Yedi Kuyu) denilen yerde dünyaya gelmiş, Filistin’de El-Halil Şehrine
yakın bir mağarada defnedilmiştir.
Hz. Davud (a.s): Beyt’i Lahm denilen yerde dünyaya geldiği ve Kudüs de vefat ettiği rivayet edilir.
Hz. Süleyman (a.s): Kudüs’te doğmuş ve yine Kudüs’te babası Hz. Davud’un yanına defnedilmiştir.
Hz. Zülkif (a.s): Aka şehrinin Damun köyünde defnedildiğine dair rivayetler vardır.
Hz. Yahya (a.s): Filistin’de Halil şehrinin güneyinde bulunan Yafa veya Ayn’i karım bölgesinde
doğduğu rivayet edilmiştir.
Hz. Şuayb (a.s): Hittin veya Hittine yakın olan Hayrat köyünde defnedildiği rivayet edilmiştir.
Hz. Lut (a.s): Halil şehrine yakın olan Beni Naim köyünde defnedildiği rivayet edilmektedir.
Hz. Yunus (a.s): Nasire kazasına bağlı Meşhed köyünde doğmuş. Halhul denilen köyde de
defnedildiği zikredilmiştir.
Hz. İsa (a.s): Beyt’i Lahm’inde doğmuş davetini Filistin’in her tarafına götürmüştür.
FİLİSTİN KUTSAL MEKAN
Filistin’in ne kadar kutsal bir yer olduğunu ayet ve hadislerden anlıyoruz. “Bir kısım
ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini
bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) Yücedir. Gerçekten O, işitendir,
görendir.” ( İsra Suresi Ayet: 1)
Ayet-i kerimenin beyan ettiğine göre , Mescid-i Aksa kendisi mübarek olduğu gibi çevresindeki
topraklar da mübarektir. O topraklarda Filistin diyarıdır. Hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyuruyor: "Mescid-i Haram'da kılınan namaz yüzbin namaza, benim mescidimde kılınan
namaz bin namaza, Mesci-i Aksa'da kılınan namaz beşyüz namaza denktir." Hz. Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre de Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Ancak şu üç
mescide yolculuk edilir: Mescid-i Haram'a, benim mescidime ve Mescid-i Aksa'ya."
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayeti kerime ve sahih hadislerden anlaşılıyor ki Mescid-i
Aksa'nın İslam'da büyük bir kudsiyeti ve müstesna bir yeri vardır. Mescid-i Aksa ilk kıblemiz
olmasıyla da ayrı bir önem arz etmektedir.
İSLAM COĞRAFYASININ KANAYAN YARASI
Müslümanların dinmeyen yarası Filistin. Bomba sesleri altında gözlerini dünyaya açan çocukların diyarı. İlk kıblemiz olan ve mahzun bir şekilde Müslümanları bekleyen Mescidi Aksanın bulunduğu mübarek
belde. Tankların karşısına sapan taşıyla karşı çıkan cesur yiğitlerin memleketi.
Resulullah (sav) şöyle buyuruyorlar: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple
uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar”1. Filistin’de yıllardır yapılan katliamlar, zulümler hepimizi üzmektedir. Çünkü biz Müslümanlar bir vücut gibiyiz. Filistin’e atılan bombalar orada evleri yıkarken burada
bizim yüreğimizi parçalamaktadır.
Filistin için herkes bir şeyler yapabilir. Manevi destek olarak çokça dua etmeli, ihtiyaçlarını karşılamaları içinde maddi yardım göndermeliyiz. Her zaman yanlarında olduğumuzu bu şekilde göstermeliyiz.
1- Riyazu’s Salihin (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
71
Şubat 2009
DÜNYA BENİ UNUTMA
Gece nöbetlerinde harlanır aklım.
Soğuk kaldırımlar yüzüme vurur yokuşları.
Gidildikçe varılamayan şehrin adı yitiyor
tabelalardan. Birkaç satır arasına sığınıyorum.
Bir çocuk yüzüyüm, oyuncağım elimde,
kaçıyorum.
İlk kez üşütmüyor bu ayaz
Yalan!
İlk kez boğazımda kalmıyor söylenmesi
gereken kelimem
Ve ilk kez ellerimde taşlar büyümüyor.
Gece…
Uykumdayım…
Düşümde bir karanlık, yırtıp atıyor uykumu.
Aşk ile diyor bir ses; “sabret!” Sükûnete
yolcuyum. İçimde cümleler dokunuyor. Uzun
yollara ayak izlerimi bırakıp, içimin yaralarını
döküp parmak uçlarımdan sıyrılıyorum dün
denen cümleden. Adımda bir aşk, adımda
savaş...
ATEŞ ALTINDA
ÇOCUKLUĞUM
Okyanusların limanlara ulaşmadığı bir yüzyılın
çocuğuyum.
Kırık bir kalp verilmiş avuçlarıma.
Doğumumla başlayan bu soluk hikâye,
Adını yalnız limanlardan,
Hikâyesini ateş altında büyüyen bir çocuktan
almış.
Sebebi sorulduğunda anlamsız,
Yüzlerine baktığımda acımasız suretler
görüyorum.
Zalimlerin ellerinde kaybolan ümitlerim,
Sonsuz bir ırmağa akıyor.
İçimde biriken öfkem adaletin kılıcına
dolanıyor.
Yollardayım…
Önümde bitmeyen yolların içimde sıkıntı
nidaları…
Aşkın anlam bulduğu mısra’a gidiyorum.
En alt satırdayım, bir adım sonra diğer
sayfada. Parmak uçlarımdan yaralarım
dökülüyor yine. Yarın sabahsa geceden
bellidir nasıl geleceği, neleri götüreceği.
Çıktığım bu yolda geride kalan her şey
benden çok uzak şimdi.
Bir çocuk serzenişi olmalıyken en büyük
kederim.
Ellerimde taşlar gülümseyecek bir yüz arıyor,
Göğsümde patlayan kurşunlarla sarsılıyor,
Taşlaşmış her kalple yeniden vuruluyorum.
Ağıt yakar gibi dokunuyorum kelimelere.
Sessiz çığlıklarla öfkeme bin bir isim
buluyorum…
Bulamıyorum…
Alnımda ilahi müjdenin mührü,
Geleceğimde hakikatin kutlu düğünü
Semaya açılmış yanan ellerimle yakarıyorum.
Hakkımın
zalimden
bekliyorum...
alınacağı
Kartı tepeleri aşıp çocukların yanağına
gülücük olarak konamıyorum.
Birileri kefen biçiyor,
Diğerleri bombalarına neden…
Dünya, sende üşüyorum.
Bombalarla büyüyen bir çocuk değilim.
Bilemem mermiden yorganları, kan gölü
meydanları.
Savaşın içinde yandıkça küllenen bir ateşim.
Parmak izlerimden bir kalkan dikemiyorum
kendime. Yandıkça bir uçurum kalıyor
gerimde.
Dünya, beni unutma!
Seni unutmayacağım çünkü.
günü
Tûba ÖZDEMİR
Fatma ÇAKIR
Şubat 2009
72

Benzer belgeler