27 Nisan ve `Başkanlık Sistemi

Transkript

27 Nisan ve `Başkanlık Sistemi
KAPAK
Eylül - Ekim 2012 Sayı:2
27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi
Varlığımızı ‘O’ndan
Şu İğrenç Avrupalılar
Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken
Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri: ‘Süryaniler’
İÇİNDEKİLER
Eylül-Ekim 2012 Sayı:2
Sosyal Üretim ve Eğitim
Çalışmaları Derneği
adına imtiyaz sahibi
Murat Sofuoğlu
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hüseyin Aksu
Yönetim Merkezi
Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad.
No:2 Koç Han Kat:4
34353/Beşiktaş – İstanbul
Tel: 0212 259 2045
Fax: 0212 259 2045
http://www.surecanaliz.org
Yayın Türü
Yerel Süreli
Editörler
Bekir AYDOĞAN
Bilal UYAR
Hakan AYDIN
Hüseyin AKSU
Mehmet ALACA
Şükran BEKLİM
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Murat Sofuoğlu
Yusuf Ergen
Kamuran Yavuz
Gülsünay UYSAL
Mehmet Alaca
Gökalp Erdoğan
Grafik Tasarım
Ridwan Xelîl
[email protected]
2
EDİTÖR’DEN
Murat Sofuoğlu..............................................03
27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi
Murat Sofuoğlu..............................................06
Varlığımızı ‘O’ndan
Yusuf Ergen.....................................................10
Şu İğrenç Avrupalılar
Paul Krugman
Çeviren: Kamuran Yavuz.............................12
İğneli Esler Tiz Sesler
Gülsünay UYSAL............................................14
Kemalizm, Baasçılık ve ‘Mübarekizm’
Gölgesinde Mısır (ve Ortadoğu)
Nereye?
‘27 Nisan’ mı? ‘28 Şubat’ mı?
Murat Sofuoğlu..............................................18
Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken
Tarık Ramazan
Çeviren: Kamuran Yavuz.............................21
Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri:
‘Süryaniler’
Mehmet Alaca.................................................24
Çalış ve Gez, Namı Diğer: Work and Travel
Gökalp Erdoğan..............................................27
Süreç Kitap
Gülsünay UYSAL............................................32
Terrence Malick ve Hayat Ağacı
Mehmet Akif Öncül.......................................35
EDİTÖR’DEN
Murat Sofuoğlu
[email protected]
EDİTÖR’DEN
Süreç Analiz 2. sayısı ile okuyucusunun luk ve belirsizliğin aşıladığı bir disiplinsizhuzurlarında…
liğin toplam etkisi bir bakıma “Burası Türkiye” ünlemi şeklinde karşımıza çıkar. Bu
Burasının Türkiye olduğunu biliyoruz…
ünlemin gücü bir başka açıdan Türkiye’deTürkiye’nin kolay bir coğrafyada olma- ki değişim/dönüşüm süreçlerinin de sınırını
dığını, bu durumdan ve bilumum başka il- göstermesi bakımından önemlidir.
letlerden mütevellit zor bir ülke olduğunu
Günün sonunda “Burası ‘gerçekten’
biliyoruz. Bu durum ve zorluklar ülkemizin
Türkiye”dir;
ama belki de Türklere bırakılsorunlarını çözme noktasında kendine has
çözümler geliştirmesine de neden olmuş mayacak kadar da önemli bir ülkedir. İşin
vaziyette olduğu dışarıdan bir gözlemci ilginç tarafı burada kendini gösterir. Burası
için aşikardır. Türkiye’nin bu halleri bir ta- Türkiye diyen ısrarın yolu garip bir şekilde
kım sorun çözme yöntemleri ya da iş tut- hep “Türklere bırakılmayacak kadar önemli
ma biçimleri tartışmalı durumlara neden ülke” olma teziyle birleşir. Herkes her zaolduğunda ve itirazlar yükseldiğinde şu man dış güçlerden bahseder ve her zaman
ünlemle genelde karşılanır: “Burası Türki- bu dış güçler “Kurtlar Vadi”mizde olduğu
ye!” Ünlemin kendisi apaçık bir uyarıdır ve gibi bertaraf edilir. Ancak dış güçler o meanlamı sınıra yaklaşıldığı ve ülkenin kültü- lun ellerini güzel ülkemizden çekmezler.
rü ile papaz olma noktasına gelindiğinin Ama güzel ülkemizde her zaman ecnebi
memleketlerde eğitim görmek kritik bir
hatırlatılmasıdır.
takım yerlere gelmek için de ölçüt olur. Ve
Bu yalnızca ülkenin siyasi meselelerine buralara gelen her vatan evladı her defayaklaşımda ortaya çıkan bir ünlem değildir. sında da ne hikmetse o dış güçlerin kötü
Trafikten, televizyon programcılığına, üni- niyetlerini bilerek ve hep aklında tutarak
versitelerdeki eğitim sisteminden bürokra- oralara gelir. Ecnebi memleketlerde yaşasinin işleyişine ve kamu ya da özel kuru- mak zorunda bırakılan memleket evladının
luşlarına yapılan işalımlarına kadar tutulan sayısı da kabarıktır. Ve bu hikaye hep böyyollarda yakından izlenebilecek bir feno- lece sürer. Sonuç olarak hikayenin teması
mendir. Bu yollarda değişiklik yapılmasını ‘Burası Türkiye’dir.
talep ettiğinizde karşılaşacağınız ve bir
“Burası Türkiye” ünleminin ülke tarihintür “sarı kart” mesabesindeki bir ünlemdir.
Esasında bu ünlem iki şeyin karışımı gibi deki uygulaması iki sonucu oluşturmuş gibi
gözüküyor. İlk akla gelen sonuç mevcut
bir şeydir.
egemen durumla kendini gösterir. Varolan
Bir yandan şark dünyasının kendine öz- sistemi yani burasının Türkiye olduğunu ve
gün yollarının modern zamanlarda her ko- işleri bu usulle yapmayı kabul etmek ve buşulda devamının savunulması olan gizli bir nun ağırlaştırılmış ya da hafifletilmiş hallemilliyetçilik refleksi alttan alta motive edici riyle uygulanmasına taraftar olmak haliyle
güç olarak varlığını sürdürürken bu durum bu sonuç kendini gösterir.
kendini üstyapı da bezmişlik, bıkkınlık, yorEsasında ülkedeki sistemden günlük
gunluk, boşvermişlik, keşmekeş, şark nihilizmi ve disiplinsizlik şeklinde gösterir. Yani hayatta karşılaşılan sorunlar nedeniyle şitarihsel misyonun iddialarının etkisi altında kayet eden ancak hem akşamları ülkenin
gösterilen dirençlerle yaşanan yenilgilerin televizyonlarındaki mutat memleket progve statü savaşlarının oluşturduğu yorgun- ramlarını seyretmekten zevk alan hem de
dış güçlere karşı mobilize olmaya her za3
EDİTÖR’DEN
man hazır kitle ise içten içe burasının Türkiye olmasından memnundur. Mezkur kitle
işler belli bir düzene ve standarda kavuşursa bu düzen ve standarda uyum gösteremeyeceğini düşünen, bundan zarar göreceğini ve olumsuz etkileneceğini düşünen
geniş bir kitledir. Masa başında memleket
evladı olan kardeşlerini aşağılayan ve işini
savsaklamayı ‘iş’ bilmiş olan devlet memurlarından mezkur
iş zihniyetinin garantörü ve hamisi olan
devlet adamlarına kadar ülkenin her yerinde ve köşesinde “Burası Türkiye” gökkuşağının yedi rengini görmek mümkündür.
Bazı örnekler faydalı olabilir.
“Benim memurum işini bilir.” Bu ifade bir
yandan “Burası Türkiye” aksiyomunu doğrulayan ancak başka bir taraftan da sanki
iğneler gibidir.
“Okullar olmasa çok iyi bakanlık yapardım.” Eski bir ‘Milli Eğitim’ Bakanı tarafından ifade edilen bu söz sistematik yorgunluk ve bıkkınlığın sarkastik, umursamaz ve
sistemin varolan haliyle çalışamaz olduğunun açık bir itirafıdır.
“Anayasayı bir kez delmekten bir şey
olmaz.” Eski bir Başbakanın sözü olan bu
ifadede işi kitabına uydurmak gerektiğinde
bunun yapılmasının caiz olduğu anlamı çıkıyor; bu anayasa bile olsa. Dolayısıyla sıradan bir ülke vatandaşı trafik kurallarını hiçe
sayarak yolun ortasında bir kez park etmeyi
zihninde kolaylıkla büyük devlet adamını takiple –üstelik bu vatana hizmet bile sayılabilir- meşrulaştırabiliyor. Tabi burada sorun
bir kere başlayan şeyin mütemadiyen süren
bir alışkanlık haline gelmesi ve sistemin artık hep delinerek çalışır hale getirilmesidir.
“Ülkeye komünizm getirmek gerekirse
onu da biz getiririz.” Esasında “Burası Türkiye” aksiyomunun sembol ifadesi olacak
bir söz ve komünizm yerine hangi ideoloji
ya da uygulama talebini koysak aynı mesajı verme özelliğine sahip. Kimsenin ülkedeki standardı değiştirecek bir sistem
4
arayışına girmemesi noktasında herkesi
tedip etmeye hazır bir sistemin olduğunu
deklare eden söz. Bu ifade başka bir açıdan
da dünyada tedavüle girmiş hangi yeni şey
varsa bunun ‘Burası Türkiye’ olmasının gereği olarak memlekete yapılacak tam adaptasyonu sonucunda gümrüklerimizden girebileceğinin ilanıdır.
“Yargıdaki arkadaşlara söyledik, onlar
gerekeni yapacak.” Bu ifade hem sistemin
geldiği son noktayı göstermesi bakımından manidar hem de ülkedeki kurumların
prensiplere (standartlara) değil şahıslara
bağlı olduğunu göstermesi bakımından çok
anlamlı. Bu söz bir başka açıdan Türkiye
sisteminin şahıslara ne kadar bağlı olduğunu normalde memleket evlatlarının anasını
ağlatan bürokratik prosedürlerin esasında
anlamsız olduğunu –güç sahipleri içinse tamamen geçersiz- göstermesi bakımından
da atasözü olmaya adaydır.
Burası Türkiye demekle sistemin esasında çalışmaz olduğu onu ancak böyle
manivelalarla –daha önceki örnekte ‘delmeler’- çalıştırılabileceği ifade edilmiş
oluyor. Yani malumun ifadesi. Ancak bu
malumu ilan etme vatandaşa yasaktır. Bir
devlet memuru önünde işini yaptırmaya
çalışan vatandaşın halini zihnimizde canlandıralım. Sistem her ikisi açısından uygulandığında muazzam sorunlar üretiyor;
vatandaş malumu ilan edip ‘gel birbirimize
eziyet etmeyelim’ dediğinde vicdan arayışının karşılığını bulursa sorun geçici olarak
ve münferiden çözülebiliyor. Sistem dolanarak ve sistemin içindeki sorumlu insanların çabalarıyla –ki sistem bu insanların
sayesinde ayaktadır- bu çözüm oluyor. Bu
da bir bakıma zorunlu olarak insana bağlı
olumlu “Burası Türkiye” tavrının bir çözümü oluyor. Ancak ‘standart’ olumsuz “Burası Türkiye” zihniyeti bu durumda devreye
girdiğinde sorun ya tamamıyla “bugün git
yarın gel” kısır döngüsüne ya da işini bilen
memur-işini bilen vatandaş ikilisine teslim
edilmiş oluyor.
“Burası Türkiye” zihniyeti ve uygulama-
EDİTÖR’DEN
sının ikinci sonucu ise ülkeyi özünden dönüştürmek isteyen ve şark kurnazlıklarını
aşan bir terkip arayışında olanlara dönük
yapılan yoğun karşı operasyonlar neticesinde kendini gösterir. İnsanlar mücadele
etmekten yoruldukları ve sürekli başa dönüşü öngören aynı fasit daire içinde dönmekten de başları döndüğü için burasının
“Türkiye’ olduğunu kabul ederler. Ülkeyi –
şimdilik ya da ebediyen- mezkur zihniyete
bırakmaktan başka çare olmadığını düşünürler ve geri çekilirler. Çoğunluk bunu bir
tür lanet gibi algılar ve hayatının geri kalan
kısmında ülkeyle hep -mezkur zihniyetle
yapılamamış hesaplaşmamanın devamı
şeklinde- bir hesaplaşma içinde olmaya
zorlanan bir hale adeta mahkum edilir.
Azınlık ise belli bir geri çekilmişlik içinde olmakla beraber her şeye rağmen ‘kısır
döngü’lerden çıkacak doğurgan döngülerin
olduğuna inanır ve ufak umut kıvılcımları
bile gördüklerinde harekete geçmekten
imtina etmezler.
SÜREÇ Analiz ekibi olarak yaratıcı potansiyelin dinamiklerinin anavatanı olan
bir Türkiye arzusu ile bu umut kıvılcımlarını
her hal ve zamanda takip etme halet-i ruhiyesini korumak istiyoruz. İşbu dergimizin
ikinci sayısı burasının ehliyet ve liyakatin
esas olduğu bir Türkiye olduğunu görmek
için elinden geleni yapmak isteyen ekibimizin yoğun çabalarıyla sizlere ulaşıyor.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı
ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
5
Not: SÜREÇ Analiz ekibi olarak ikinci sayımızı hazırlarken Türkiye’nin iç ve
dinamikleri ile daha doğrudan temas etmeye imkan veren bir saha çalışmasını
da ülkemizin güneyinde sürdürüyorduk.
Proje tahmin ettiğimizden de zor koşullar
altında herhalde şansımızın da yardımıyla
sürdürüldü ve sonlandırıldı. Ortaya çıkan
sonuçları belki orta-uzun vadede kamuoyu ile de paylaşma imkanımızın olacağını
düşünüyoruz. Özellikle bizde uyandırdığı
duygu-düşünce kümesinin paylaşımının
dergi kapak konularımızla olduğu kadar
son 6 senedir canhıraş bir çabayla çalıştığımız Türkiye’nin meseleleri ile de yoğun bir
ilişkisi olması bakımından önemli olduğunu
düşünüyoruz.
KAPAK
Murat Sofuoğlu
[email protected]
27 Nisan 2007 Türkiye tarihi için kritik bir dönüm noktası idi; tıpkı tam 98 yıl
öncesinde olduğu gibi. 31 Mart Vak’asını
müteakip geleceğin Cumhuriyetinin kurucusu olacak Atatürk’ün memleketi olan Selanik’te toplanan ve kurmay başkanlığını
Mustafa Kemal’in yaptığı Hareket Ordusu
başkente yürüyüşe geçmiş ve İstanbul’a
23 Nisan’da giriş yapmıştı. 22-23 Nisan
gecesi ise Yeşilköy’de toplanan Heyet-i
Mebusan ve Heyet-i Ayan’da Ordu’nun girişinin meşruluğunu onaylamıştı. 23 Nisan
tarihi ismini de kendisinin verdiği söylenen
aynı ordunun kurmay başkanının zihin ve
duygu dünyasında galiba fazlasıyla önemli
bir yer tutmuş olmalı ki işgal altındaki İstanbul’dan Meclis’in Ankara’ya taşınması
ve açılması gene 23 Nisan’a sanki denk
getirilmiş gibi. Ve 23 Nisan Milli Egemenlik
ve Çocuk Bayramı.
Tabi bir de 27 Nisan tarihi var. 27 Nisan’da ne oluyor? 23 Nisan’da İstanbul’a
giren Hareket Ordusu’nun kontrolü ele geçirmesini müteakip güç merkezlerine geri
dönen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ön
almasıyla Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan’dan mürekkep Heyet-i Umumi Milli 27
Nisan’da İttihatçıların büyük muhalifi II.
6
27 Nisan ve ‘Başkanlık Sistemi
Abdülhamit’i indirmeye karar veriyor. Yerine V. Mehmed Reşat geçiriliyor; ama artık
bu an iktidarın bir bakıma Osmanlı saltanatından yeni gelişen Osmanlı müesses
yapısı olan Jön Türk kökenli İTC’ye de geçiş tarihidir. Herhalde bu tarihi hiçbir İttihatçı unutamaz; II. Abdülhamit ve ardılları
unutamayacağı gibi. Kuşkusuz tabiri caizse eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal’in
unutamaması gibi. Peki onu titizlikle ve
ısrarla takip ettiğini söyleyen Türkiye’nin
Kemalistleri ve Atatürkçü generalleri bu
tarihi unutabilir mi? Böyle bir şey pek Atatürkçülüğe yakışmazdı.
Belki garip ama günümüz Türkiyesinin
Atatürkçü bekçileri olduğunu söyleyen Ordumuzun generalleri aradan geçen 98 yıl
sonra ne hikmetse aynı tarihte neyin ardılı
olduğu konusunda zihinlerinde ciddi şüphe
bulutlarının olduğu AK Parti hükümetine
karşı muasır irtibat vesaitini kullanarak 28
Şubat post-modern darbesi diye tarihe geçen müdahale geleneğine uyarak bu sefer
bir post-modern e-muhtıra vermeyi uygun
buldular. 27 Nisan bir kez daha karşımıza
çıktı. Bu sefer e-muhtıra marifetiyle.
Sonra ne oldu? Bu sefer Meclis’in umumisi böyle bir (geçmiş İttihatçı eylemleri
hatırlatan) muhtıraya eyvallah diyecek bir
çoğunluktan oluşmuyordu. Sonuç farklı
oldu. Mevcut Meclis Başkanımız Cemil Çiçek zamanın Hükümet sözcüsü olarak basın önüne çıktı ve özet olarak parti olarak
da hükümet olarak da e-muhtırayı kabul
etmeyeceklerini söyledi. Ve muhtıranın
altyapısı olduğu iddia edilen yapıya karşı
yapılan Ergenekon operasyonları ile Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Atatürkçü
dernekler basılıyor; askerler ve generaller
tutuklanıyor ve yargı önüne çıkıyordu. Ancak belki de 27 Nisan e-muhtırasının daha
önemli bir sonucu esasında bir bakıma somut nedeni olduğu Cumhurbaşkanlığı ma-
KAPAK
kamının yapısıyla ilgili önemli değişikliklere
27 Nisan (2007) e-muhtırası ile başlayol açacak bir süreci başlatmasıyla ilgilidir. yan ve 21 Ekim (2007) CumhurbaşkanBilindiği gibi Atatürkçü bir karargah ola- lığı’nın halk tarafından seçilmesi esasını
rak düşünülen Cumhurbaşkanlığı makamı- getiren anayasa değişikliği referandumuna
na Atatürkçülüğü şüpheli Milli Görüşçü ve kadar geçen süreç Türkiye tarihinin esaüstelik de eşi tesettürlü olan birinin geç- sında askeri vesayet düzeninden sivil yömesi Kemalistler için hayali kabil olmayan netime geçişini belli bir ölçüde temsil ettiği
kabul edilemez bir durumdu. 27 Nisan önemli bir devresine işaret ettiği kadar ve
muhtırası sanki “gerici” II. Abdülhamit’in belki en az bunun kadar önemli olan Cumgölgesini taşıyan bir zihniyetin temsilci- hurbaşkanlığı makamının halk tarafından
si bir vekile Cumhurbaşkanlığı yolunu ka- seçilmesi esasının da bu süreç sonunda
patmak için yapıldı. Nihayet bir ölçüde bu benimsenmesidir. Bu gelişme günümüz
teşebbüs başarıya ulaştı; bir başka darbe Başkanlık Sistemi tartışmaları için de rehsonucu (1960) yapılan anayasa (1961) ta- berlik yapabilecek özellikler taşımaktadır.
rafından kurumsallaştırılan Anayasa Mahkemesi CHP’nin yaptığı itiraz başvurusunu
ünlü 367 kararını vererek kabul etti. Ancak
27 Nisan e-muhtırasına olduğu gibi bu karara da zamanın Erdoğan hükümeti pabuç
bırakmadı. Başbakan Erdoğan seçimlere
gitmeye karar verdi ve nitekim de gitti ve
muazzam bir başarıyla da Meclis’e daha
güçlü ve üstelik Cumhurbaşkanı’nı seçebilecek meşruiyete ve kuvvete sahip bir AK
Parti grubu ile geri döndü.
Erdoğan geri döner dönmez ilk icraatlarından biri, Cumhurbaşkanlığı e-muhtıra ve
vesaire yollarla engellenmeye çalışılan Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmaktı. Temmuz 2007 seçimlerinden AK Parti’nin zaferle çıkmasının önemli nedenlerinden birinin
Gül’ün engellenmeye çalışılmasına halkın
verdiği tepki olduğu da çok konuşuldu. Gül
üçüncü turda 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak iş bu noktada AK Parti yönetimi Cumhurbaşkanlığı makamının
gelecek misyonu bakımından daha önemli
bir adım attı. Cumhurbaşkanını 5 yılda bir
halkın seçmesi esasını getiren bir anayasa değişikliğini Meclis’te gerçekleştirdi. Bu
değişiklik gene e-muhtıra sürecinden kalan
direnişi sürdüren Kemalist Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP tarafından
Anayasa Mahkemesi’ne götürülecektir ki bu
noktada Haziran 2007 seçimleri kararı gibi,
AK Parti etkili bir strateji ile referanduma
başvuracak ve %68 gibi güçlü bir destekle
bu değişiklik için de yeterli onayı alacaktır.
7
Bundan yaklaşık 6 yıl önce kaleme aldığım bir başka Cumhurbaşkanlığı (“Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Makamının
Gelecek Misyonu”) yazısında Cumhurbaşkanlığı’nın halk tarafından seçilme esasının Türkiye için daha uygun olacağını ve
karizmatik liderler arayışında olan bir ülke
tarihine sahip olmamız bakımından da bu
duyguyu belli bir ölçüde tatmin edilebilmesi bakımından da bu usulün getirilmesinin
önemli olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.
Şu an yukarıda anlatılmaya çalışılan serencam çerçevesinde Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini zor yollarla da olsa halkın
yapmasına karar vermesi sevindirici ve
memnuniyet vericidir. Bu çerçevede şunu
söylemek gerekir ki dünyada uygulanan
farklı modeller düşünülürse Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimini halkoyu ile yapmaya karar vermekle esasında otomatikman
model olarak bir rejim değişikliğine gitmiş
vaziyettedir. Bu değişiklik Cumhurbaşkanı’nın sembolik olduğu modellerden (örneğin İsrail, Almanya, Birleşik Krallık) güçlü
olmasını tercih eden ülkelerin modellerine
(Fransa, Ukrayna, Rusya) doğru bir yöneliş
yaptığımızdır.
Cumhurbaşkanı’nın semboli bir makam
olduğu hiçbir sistemde Cumhurbaşkanlığı’nın halk tarafından seçilme usulü sözkonusu değildir; bu nereden bakılsa amaca da
uygun değildir. Türkiye Cumhurbaşkanlığı
seçimini halkoyuna bağlama usulü getirmekle yukarıda bahsi geçen ve aşağı yu-
KAPAK
karı yarı başkanlık olarak nitelendirilebilecek ülkelerin benimsediği sistemin adını
da koyma yoluna girmiştir. Halk tarafından
seçilecek Cumhurbaşkanı doğal olarak
daha güçlü olacaktır; ancak Türkiye’deki
mevcut sorun ve günümüzde neden ‘Başkanlık’ sistemini üstelik Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’nun çalışmalarına başladığı ilk
zamanlarda da değil ama birdenbire ve
tam da yazıma geçilen bir aşamada tartışmamıza da sanki neden olan mesele Cumhurbaşkanlığı ile ilgili halkoyuyla seçilmesine müsait yetkiler getirecek olan gerekli
düzenlemelerin mezkur zamanda (2007
Ekim Referandumunu müteakip) hemen
yapılmamasıdır.
Ve daha garibi AK Parti’nin büyük Temmuz seçim zaferini müteakip anayasaya
aykırılığı aleni olan bir “Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu” (CSK) yapmasıdır. 5678 sayılı
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı
Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”u Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı
seçimi ile ilgili usulünü değiştirmiş ve halkoyu yanında 5 yıl ve iki kez seçilme esasını getirmiştir. Sözkonusu anayasallaşmış
kurallara karşı çıkartılan son CSK’nun “Son
Cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldır
“ hükmü (ancak müktesep hak teorisi ile
meşrulaştırılabilir) ve iki defa da seçilemeyeceği ifadelerini içeren Geçici 1. maddesinin Anayasa’nın 101. maddesine uygunluğu problematiktir. Herhangi bir kanunun
anayasaya aykırı bir hüküm koyamayacağı
tüm hukuk devletlerinde kabul edilen temel bir normdur. (Anayasa Mahkemesi iki
defa seçilememe hükmünü iptal etti).
ortasında başlayan Başkanlık Sistemi tartışmaları ile birleştirdiğimizde sanırız bulma imkanımız var.
Türkiye’de yeni bir İttihatçılığın (İttihatçılığın Yeni Zaferi mi?) ortaya çıktığına dair
kaleme aldığım yazıya atfen konuşmak
gerekirse Türkiye rejiminin İTC ve Osmanlı
kökleri ile ilişkisinin canlılığını koruduğunu
tekrar ifade etmek gerekir. Bunu Cumhurbaşkanlığı tartışmaları üzerindeki yansımasını görmek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Başkomutan unvanı ile mündemiç olan ama
siyasi karar mekanizmasının da başı olan
makamın ülke üzerindeki misyonunu anlamaktan geçiyor. Osmanlı zamanında bilindiği gibi bu makam padişahlıkla (sultanlık)
temsil ediyordu. Sultan aynı zamanda Müslümanların lideri yani halifeydi. İTC’nin ortaya çıkmasıyla Harbiye Nazırı Enver Paşa
fenomeni ile yeni bir evreye girdik. Enver
Paşa kullandığı yetkilerin gücü ile orantılı bir kurumsal kimliğe sahip değildi; ama
pratikte başkomutan ve siyaseten Osmanlı
Devleti’nin en güçlü adamıydı. Cumhuriyet’e geçtiğimizde bu kurumsallaşmanın
Cumhurbaşkanlığı makamının ihdası ve
saltanatın ve hilafetin lağvı ve tüm yetkilerinin de Meclis’e geçişiyle zamanın Reis-i
Cumhuru (ve tabi ki Başkomutanı) Mustafa
Kemal Paşa’nın şahsında gerçekleştiğini
görüyoruz.
Bu noktada esas soru neden Anayasa’ya
aykırılığı açık olan bir “Cumhurbaşkanı Seçim Kanunu” yapıldığı ve yukarıda ifade
edilen Ekim 2007 Referandumunu müteakip yapılması makul insanlardan beklenen
değişikliklerin ilgili zamanda yapılmadığıdır. Bu soruların cevaplarını 27 Nisan süreci ve 21 Ekim referandumu ile efektif manada başka bir Cumhurbaşkanlığı modeline
(yarı başkanlık) geçtiğimiz düşüncelerini
Bu süreç aynı anayasa (1924) ile yögünümüzde anayasa yazım prosedürünün netilmesine rağmen Cumhurbaşkanı ve
8
KAPAK
Başbakanların şahsına ve geliş usullerine
göre daha güçlü ve zayıf oldukları tuhaf
zamanlara (1940lar ve 50ler) şahitlik ederek ancak Özal’a kadar istisnasız askerlerin
nezaretinde yürütüldü. Garip olan ilk sivil
Cumhurbaşkanımız olan Özal’ın da şimdiki başbakanımız gibi Başkanlık sisteminin
gelmesini arzu etmesidir. Şimdiki başbakanımız başkomutanlık unvanının da mündemiç olduğu güçlü bir Cumhurbaşkanlığı
(yarı başkanlık) ya da Başkanlık istiyor.
27 Nisan (1909) ile Osmanlı Devleti
bir rejim değişikliğine gitmiş ve İTC iktidarı başlamıştı. 27 Nisan e-muhtırasının
başarıya ulaşamaması ile de Türkiye başka türlü bir rejim değişikliğine –özellikle
Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi usulünü
benimseyerek- giden bir yola girdi. Önümüzdeki günler bu değişikliğin ne düzeyde
ve derinlikte olduğunu bizlere gösterecek.
Hangi yola gidersek gidelim Kissinger’ın
Suriye ile ilgili söylediği bir sözü aklımızdan çıkartmasak iyi olur: “Rejim değişikliği
tanımı icabı (yeni bir) ulus kurmak için bir
gerekliliği ifade eder.”
9
DERİN
Yusuf Ergen
[email protected]
Varlığımızı ‘O’ndan
“Bir an yeryüzünde bir tek insanın bile yaşamadığını düşünün, dünyanın varlık
nedeninin ne olduğu tanımlanabilir miydi? Sonsuz evren içerisinde insan denen
varlığın mülk(evrene ait olan) tanımlamasıyla, insanın bu mülke şahitlik etmesinin, diğer ifadeyle insanın kendi dışındakinin idrakine varması insanlık tarihi kadar
uzun bir serencama sahiptir.”
Üç semavi dinin nübüvvet idraki oldukça
farklılıklar arz etmektedir. Hristiyan ve Yahudilerin ve de özellikle Yaradancılık(Deist)
üzerine olanların, İslam’a ve Müslümanlara
ait olanların idrakine varması hayli zordur.
Temelde bir olan ancak Allah’a ait olan
vahyin insan tarafından ayrı ayrı varlık
formlarına büründürülmesiyle farklılaşması, insanlığın kutsal olarak atfettiklerini de
Zira, tüm insanlığın var olma serüveni,
tek bir insanın yeryüzünde var olması gibidir. Tıpkı ilk insan Âdem(A.S) gibi o da kendi
iradesi dışında yeryüzünde varlık bulmuştur. O, yeryüzüne ait olanla ilk temasından
itibaren kendini tanıma ve yeryüzünü tanımlama mücadelesine girmiştir. Kendine
ait olan her bir parçayla, kendi dışındaki her
bir parçayı konumlandırma ve tanıma gayretiyle de bir nokta olarak başlayan sonsuzluk yolculuğunun ilk durağı olan dünyanın
da var olmasının nedeni olmuştur. 1
Bir an yeryüzünde bir tek insanın bile
yaşamadığını düşünün, dünyanın varlık
nedeninin ne olduğu tanımlanabilir miydi?
Sonsuz evren içerisinde insan denen varlığın mülk(evrene ait olan) tanımlamasıyla,
insanın bu mülke şahitlik etmesinin, diğer
ifadeyle insanın kendi dışındakinin idrakine varması insanlık tarihi kadar uzun bir
serencama sahiptir.2
Görünür duyu organlarımızla anlam“var kabul etme-reddetme” sorununu da landırmaya çalıştığımız, insana ait olan
beraberinde getirmektedir.
veya dünyevi denilen nasut alemi; insanın
İslam’la dinin tamamlandığı ve insana kendine ait olan/olmayan kendi dışındaAllah katından bir kıymet atfedildiğini id- kini tanımasının mekânıdır.3 Bu mekânda
rak eden Müslümanlar, insanlığın yaradılı- her bir insan bir diğerinin varlığına şahitşından beri Allah’a ait olan ve ondan gelen lik etmektedir. Bu şahitlik, her bir insanın
her şeyi kutsal kabul etmişlerdir. Vahyin ilk gözle gördüğü dünyaya ait veya dünyamuhatabı Muhammed(A.S) ve vahyin ken- nın ilerisinde-berisindekine ait olan her
disi Kur’an’ı korumak inananlar için kendi
canlarından ve mallarından daha kıymetli
1
“Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim”
demişti.
Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve
olmuştur. Bu durumu inananlar, yaradılı(sürekli) takdis ederken orada bozgunculuk çıkaracak ve
şından beri insanı kamil olma serüveninin kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah
Allah’la birlikte var olma, kendini ‘O’nunla “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim” dedi. (Bakara
birlikte ve sayesinde tanımlama iradesinin Suresi, 30)
2
Taha,6
bir gereğidir.
3
Maide, 30-31
10
DERİN
bir nesnenin insan nazarındaki konumuna
göre karşılık bulur. Bu karşılık dünyayla sınırlıdır ve insanın idraki nazariyesinde bir
kıymettir. Bu durumda ilk insan Âdem’den
başlayan bir insanlık serüveninde Âdem
çoğaldığı(üremeye başladığı) ölçekte, dünyayla birlikte kendi öz değerine doğru ilerleyebilecektir. Dünyaya ait olana bir kıymet
atfetmek için ve daha ötesi şahitlik için her
bir insanın bir diğerine karşı konumlanışı
gerekmektedir.
yüzyüze geliştir. Bir olana şahit olmaktır.
İnsanın kendi varlığının nedenini anlamaya, idrak etmeye ve hakikate açıldığı kapıdır. Şimdiye kadar insanın varolmasını
buyuran güç kendi katından doğrudan bir
şahitlik göstermiştir. Bu tüm insanlık için
başından beri kendini tanıma, kainata karşı
konumlandırma ve varlık serüveni boyun-
İnsan kendi gibi diğer insanda bulduğu ve “ben” bilincinin olgunlaştığı ölçekte
kendi dışındakilerin de şahitliğine ihtiyaç
duymaya başlamıştır. Kendi dışındakilerden
öğrenerek kazanmaya başladığı yok olma
bilinciyle de, sonsuz evren içerisinde ‘var’
kalma idraki insanın evren içerisinde yeni
arayışlara itmiştir. Bu arayışta, güneşi, ayı,
ateşi İbrahim(A.S)’ın yaptığı gibi şahit tutmak istemiştir. İbrahim(A.S) ile birlikte, yağmur, deniz, şimşek, güneş, ay, gezegenler, ca karşılaşılan en büyük imtiyazdır. Tüm
insanlığın vardığı nihai varoluş imtiyazıdır.
insanın bu bilinç serüvenine şahittirler.4
Peki insan neden bu imtiyaza sahip olFakat güneş ve ay da bir görünüp bir
muştur?
Böyle bir güç, gözle görünen ve
kaybolmaktadırlar. İbrahim(A.S)’ın bu arayışı bu merakı gözle görülmeyen ve duyu görünmeyen her şeye sahip olan bir güç
organlarımızla hissedilmeyen, gayb âle- neden gölgesini Musa’ya göstermiştir. İnmine açılan ilk kapı olmuştur.5 İnsan artık sanlık tarihi boyunca genlerine işleyen
İbrahim(A.S) ile birlikte yağmuru, rüzgârı, kendi dışındakini tanımlama refleksine
şimşeği insanın varlık bilincine yerleştiren, göre bir refleksle tüm insanlığın çoğalma,
algısına koyan insan dışında varlıkların ol- var olma arzusuyla kadim soruyu sormuşması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. tur. Musa(A.S)’ın Tur dağında karşılaştığıyDiğer tüm insanlara karşı tek bir insanda la olan illiyet bağı nedir, yoksa Musa(A.S),
Üzeyir (Azra-A.S)’a atfedildiği gibi o gücün
‘ben’ bilinci de olgunlaşma sürecindedir. 6
oğlu mudur?8
İbrahim(A.S)’ın nasut aleminin ötesinde
Böylece İsa(A.S) ile birlikte insanlığın en
aradığı gayb alemi, sudan çıkarılan Musa
(A.S) ile birlikte tamamlanmıştır. İbrahim’in derin varoluş sorusuna cevap aranmaya
gördüğü güneş ve ayla başladığı arayış yü- çalışılmıştır. Ne İbrahim, ne Musa ve ne de
rüyüşü, bundan böyle Musa(A.S) ile farklı diğerleri, “Mülkün sahibi O güçle” insanlık
bir boyut kazanmıştır. Musa(A.S)’ın eşi ben- alemine ait olan bir bağla9 bağlı olmasından
zeri olmayan bir güçle karşılaşmak isteme- öte bir rabıta aranmıştır.
siyle, insanı var kılana, kendine anlam kaVe insan nihayetinde Muhammed(A.S)
7
zandırana yolculuk başlamıştır.
ile beraber, kendi iradesi dışında varlık bulİşte bu karşılaşma hakikatle, asıl olanla duğu bu dünyada kendi hür iradesiyle kendini en iyiye, en doğruya, en güzele ulaştı4
En’âm, 76
ran bir rahmete şahit olmuştur.
5
En’am, 79
6
7
11
Maide, 74
Ta-Ha, 9-14
8
9
Tevrat, Çıkış: Bab;3,1-6
Yuhanna, 1:1
EKONOMİ
Paul Krugman
Çeviren: Kamuran Yavuz
[email protected]
Şu İğrenç Avrupalılar*
Avrupa’nın ve dünyanın yaşadığı ekonomik sıkıntılar özellikle Yunanistan ve İspanya’da çok yönlü kendini gösteriyor. Dünyanın önde
gelen ekonomistlerinden Paul Krugman’ın bu ülkeler kadar Fransa’nın
günümüzdeki politikalarına da ışık tutan makalesini geçmişin raflarından çıkartıyoruz.
havarilerinin, ihtiyatlı ve yumuşak başlı
François Hollande’yi bir tehdit figürü olarak göstermeye çalışmalarını izlemek gerçekten eğlenceli bir olaydı. The Economist
ise ‘‘adil bir toplum yaratmanın gereğine
inanan biri’’ olarak gözlemlenen Hollande
için ‘‘ O çok tehlikeli biri.’’ diye yazdı. Ne kadar da korkunç!
Gerçek olan şu ki; Hollande’nin zaferi aslında ‘‘ Merkozy’’ nin ve iki yıldan fazla bir
süredir kemer sıkma politikalarını dayatan
Alman-Fransız ekseninin sona erdiği anlamına geliyor. Ki bu politikalar, açıklanabilir
bir çalışabilme şansına sahip olsaydı bile,
uygulamaya devam edildiğinde‘‘tehlikeli’’
gelişmeleri de beraberinde getirebilecek nitelikte politikalardı. Fakat bu strateji çalışFransızlar iğrenç insanlar oluverdiler, mıyor ve çalışmaz da; şimdi bundan sonrasıkeza Yunanlılar da öyle. Ve bu tamamen na bakma zamanıdır. Sonuçlardan anlıyoruz
ki, Avrupalı seçmenler kıtanın en iyilerinden
zamanlama meselesi.
ve en zekilerinden bile daha bilge.
İki ülkede de Pazar günü, Avrupa ekonoAvrupa’nın, hastalarını iyileştirmek adımi stratejilerini de etkileyebilecek seçimler
yapıldı ve her iki ülkede de sandıktan eski na yazılmış reçeteler için harcamaları kesyöneticilerine tokat niteliğinde sonuçlar mesinin nesi yanlış peki? İlk yanıt; bir kere
çıktı. Sonuçların güncel politikalarda ne za- ortada güven perisi yok. Yani, hükümet
man bir değişiklik yaratacağı henüz netlik harcamalarının kesilmesinin bir şekilde tükazanmamış olsa da, zamanın kemer sıkma keticileri ve işletmeleri daha fazla harcama
yoluyla ekonomik krizi atlatmaya dayalı yapma noktasında cesaretlendireceği iddipolitika için hızla geçtiği söylenebilir ve bu alarının, içi boş söylemler olduğu geçmiş
iki yıllık tecrübelerle açıkça ortaya çıktı.
iyi bir gelişme.
Demek ki, sarsılan bir ekonomide kesintiElbette ki bunlar, son seçimlerin koltukleri harcamak ancak sarsıntıyı derinleştirici
larından ettiği ‘olağan şüphelilerden’ duyabir etki yaratabiliyormuş.
bileceğiniz cinsten ifadeler değil. Ortodoks
Ayrıca, acıya katlanmanın bir getirisi
* (NYT, Those Revolting Europeans, Paul Krugman, 6 Mayıs 2012)
12
EKONOMİ
varsa bile bu cüzi bir seviyede seyrediyor.
Son Avrupa krizi esnasında iyi bir asker
olan, tahvil piyasalarının ilgisini geri kazanmak adına en sert kemer sıkma politikaları
uygulayan İrlanda örneğini bir düşünün.
Yaygın Ortodoks anlayışa göre bunun işe
yaraması gerekiyordu. Aslında, Avrupa’nın
politik elitlerinin İrlanda’nın bu kemer sıkma politikalarının olumlu bir sonuç doğurduğu ve hatta İrlanda ekonomisinin iyileşmeye başladığı iddiasına inanma arzuları
halen çok güçlü. Ama gerçek böyle değil,
ekonomisinin iyileşmeye doğru gittiği falan yok. Siz bunu çoğu basından duyamayacaksınız belki ama İrlanda’nın borçlanma
maliyeti İtalya ve İspanya – haydi Almanya’yı bir kenara bırakalım- gibi ülkelerinkine oranla çok daha yüksek seviyelerde.
Peki alternatif nedir öyleyse?
Bir cevap – Avrupa’da hemen hemen
herkesin kabul etmek isteyebileceği kadar
mantıklı bir öneri- Avrupa’nın ortak para
birimi Euro’yu bırakmak olabilir. Yunanistan
halen kendi drahmisini, İspanya pesetasını
ve İrlanda puntunu kullanıyor olsaydı Avrupa’da işler bugün olduğu kadar karışık olmazdı, çünkü Yunanistan ve İspanya bugün
ihtiyaç duydukları bir şeye sahip olurlardı:
devalüasyon. Böylelikle fiyat rekabetini ve
ihracatı arttırma yoluyla kestirme restorasyona ulaşabilirlerdi.
kendi deneyimlerinden çıkarmaları gereken dersi iyi anlamıyorlar.
Alman kanaat önderlerine euro krizleri hakkında fikirlerini sorduğunuzda, yıllar
önce kendi ekonomilerinin de benzer sürüncemelerden geçtiğini ve başarılı bir kriz
yönetimiyle bu sürecin atlatıldığını söylemekten hoşnut olacaklardır. Kabul etmekten hoşnut olmayacakları şey ise, bu ekonomik iyileşmelerin aslında – çoğu bugün
kriz içinde olan- zamanında düşük faizlerin
bir bakıma sonucu olarak yükselen ve normalin üstünde enflasyon oranlarına sahip
olan Avrupa ülkeleri ile yapılan yüz yüze ticari ilişkiler sayesinde elde edilen sermaye
fazlaları yoluyla sağlandığıdır. Avrupa’nın
kriz içinde olan ülkeleri, eğer Almanya’nın
o dönem sahip olduğu avantajlı şartlara sahip olsalardı, yani, bugün kriz içinde olmayan Avrupa’nın geri kalanı- özellikle Almanya- büyük bir enflasyon patlaması yaşıyor
olsaydı, bugün belki Almanya’nın gösterdiğine benzer bir başarı gösterebilirlerdi.
Bu yüzden, Almanya tecrübesi Almanların sandığı gibi sadece Güney Avrupa’yı
ilgilendiren tek taraflı bir kemer sıkma argümanı değildir; başka herhangi bir yer için
de çok daha fazla genişlemeci politikaların
bir argümanıdır ve özelde de Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla ilgili saplantıları bir kenara bırakıp büyümeye odaklanİrlanda’nın üzücü hikayesinin aksine, masının argümanıdır.
krizde sıfır noktasında bulunan İzlanda
Hiç şüphe yok ki, Almanlar ne bu sonuçpara birimi kronada devalüasyona giderek tan ne de merkez bankasının liderliğinden
(ayrıca bankalarının borçları dolayısıyla ba- hoşlanıyorlar. Onlar, ‘‘acı çekmekten geçen
tışlarına müdahale etmeme cesaretini gös- refah’’ fantezilerine yapışmaya ve kendi
tererek) ekonomisinde İrlanda’nın bugün başarısız stratejilerini takip etmenin tek
çok istediği ancak sağlayamadığı iyileşme- sorumlu davranış olacağında ısrar etmeyi büyük oranda sağlamış durumda.
ye devam edeceklerdir. Ama görünen o ki,
Yine de eurodan ayrılmak bir hayli yıkıcı olacak. Özellikle, yıllardır üzerine çaba
sarf edilen, Avrupa’da yakın entegrasyon
ile kalıcı demokrasiyi ve barışı tesis etmeyi
amaçlayan ‘Avrupa Projesinin’ başarısızlığının da büyük bir sembolü olacak. Başka bir
yolu var mı ki? Evet, var – ve Almanlar bu
yolun nasıl işlediğini gösterdiler. Maalesef,
13
bundan sonra artık Elysee Sarayı tarafından sorgusuz sualsiz bir destek alamayacaklar. Bu da, ister inanın ister inanmayın,
hem Avrupa Projesinin hem de euronun
bundan böyle, birkaç gün önce sahip olduğundan daha yüksek bir hayatta kalma
şansına sahip olduğu anlamına gelir.
Gülsünay UYSAL
[email protected]
İğneli Esler Tiz Sesler
SIĞ
Sözün faydası yoksa söyleme!*
Tüketmek bilinciyle kuşanıp yaşadığımız her dakikamızda, tüketim kültürümüze ayıp etmemek adına yeni bir yıkım inşa
edemeyeceğiz diye aklımız çıkınca dilimizi
bozduk, seslenişimizi. Ses artık dokunuş
değil çemkiriş oluverdi. Kelimeler buna son
derece araç! Biz Gazali okumayan nesiliz
diye böyle olduk: “DENEMESİ BEDAVAAAA!
Evden çok hesaplı konuşturan EVIM paketini ücretsiz denemek için hemen EVDETURKCELL yaz 2222ye gönder. Evden yapacağın ilk aramada geçerli HERYÖNE 20
dk kazan! Evde de Turkcell ile konuşmanın
keyfini yaşa! Yerimiz kısıtlı acele et!”
kcell’den. Sağ olsun ihmal etmez. Yerli yersiz, gün aşırı mesajlar. Kuşatılmayanımız
yok herhalde artık kampanyalarıyla. Eğer
herhangi birini kullanılıyorsak GSM operatörlerinden taciz ediliyoruz bir şekilde,
ki bir bakmışız dâhiliz bile bu paketlerden
birine. İşimize de geliyor önce, daha ucuz
konuşuyoruz, karlı da oluyor derken, paketi
aştık diye dakika başına normalin kim bilir
kaç katı gökdelen olmuş faturalara köpürüyoruz ama nafile!
Dilini sevmediğim, sürekli bir şeyler
dayatan, sistematik olarak şiddetin dayatıldığı televizyonu düğmesine basıp kapaSize zahmet (!) bu yazıyı okumaya baş- tıyorum, bir şey de kaybetmiyorum ama
telefon kullanmak zorundaydım. Cep telefonun yoksa akışı darmadağın oluyor hayatının. Üstelik telefon yüzünden uygunsuz
üslupla bana avucumun içinden hükmeden
bir dille yazılmış mesajları okumak zorundayım! Şiddet mağduruyuz arkadaşlar.
Sonra bu kargaşa, bu kaos neden demeyin
yok yere. İşin daha da kötüsü artık bu şiddet çok normal. Çünkü alıştık. Tepki vermiyoruz. Neyden bahsediyorum?
Telefonuma gelen mesajda şu yazıyordu: “DENEMESİ BEDAVAAAA! Evden çok
hesaplı konuşturan EVIM paketini ücretsiz
denemek için hemen EVDETURKCELL yaz
lamadan herhangi bir müzik sitesinden Or- 2222ye gönder. Evden yapacağın ilk arahan Gencebay- Dil Yarası lütfen… Konuyla mada geçerli HERYÖNE 20 dk kazan! Evde
hiç alakası yok ama işte böyle geldi içim- de Turkcell ile konuşmanın keyfini yaşa!
den.
Yerimiz kısıtlı acele et!”
Geçen gün elimde kitap balkonda yaz
Mesajı okuduğum anda kullanılan kemevsiminin huzur içinde veda edişini sey- limeler dolayısıyla ilk tepkim PANİK oldu.
rediyorum. Hava yumuşak, insanın içini Hemen yapmam gereken bir şey olduğunu
ferahlatıyor estikçe. Bu tatlı sessizliği te- düşünüyordum. Ne olduğu hakkında hiçbir
lefonuma gelen mesaj bozuyor. Mesaj Tur- fikrim yoktu. Elim ayağım birbirine dolaştı.
* Hz. Mevlana - Mesnevi(I,1524)
14
SIĞ
Bu bedava olan kişisel faydamın ne olduğunu düşünmeye başlayınca ilgili olmadığımı fark etmiştim ama başka türlü bir sıkıntı
vardı bu sefer ortada ve daha büyüktü. Sakinliğim çözülüvermiş çarparken alelacele
duvarlara, havanın durultan büyüsü çoktan
bozulmuştu. Telaş, panik, heyecan; idrakle birlikte hayal kırıklığı; daha da önemlisi
kimdi bizimle böyle EMİR KİPLERİyle konuşan adapsız! Reklam dili bu muydu artık?
Böyle emreden söylemlerle mi pazarlıyorduk ürünlerimizi? Tüketim çağının dibini
gördüğümüz şu günlerde ilişkilerin açık,
aşkın akışkan formlarına da dokunduktan
sonra artık tüketecek ne kaldı diye yakınmanın pek anlamı yok aslında. Aslında bunların hepsini kapsayan bir tükenmişliğimiz
var bugün: Dil. Usülün esasa mukaddemliği
artık sadece safsata.
DİL YARASI, Kim bilir hangi gecenin yarasası?
“Güzel söz söylemeye tutkun kişi kalabalıkların kiniyle karşı karşıyadır, bilirim.
Ama hiçbir kamusal onama beni bu yüzyılın akıl almaz uydurma ağzıyla konuşmaya, mürekkebi erdemle birleştirmeye zorlayamayacak.1”
Sözcükleri yalnızca birer gösterge olarak mı görmeli? Dil sadece bir araç mı?
Walter Benjamin’e göre böyle değil. Benjamin, seçtiğimiz dilin ahlaki ve siyasi konumumuzu yansıttığını söylüyor ve şiddetle
reddediyor sözcüklerin birer göstergeden
ibaret olduğunu.
laf sokmalar, iğneli esler, tiz sesler, niyet
okumalar, neydi onlar?
“Söylemler güç ilişkileri alanında işleyen
taktik öğeler ya da bloklardır; aynı strateji içerisinde farklı hatta çelişik söylemler
var olabilir; söylemler bir stratejiden, karşıt
bir diğer stratejiye biçimini değiştirmeden
geçebilir.”2
Benjamin için insanın zihinsel hayatının
her ifadesi bir çeşit dildir. Sadece insanın
zihinsel hayatının da değil; gerek canlı
gerekse cansız doğada dilin dışında kalan
hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, iletişim, dil
aracılığıyla değil, dilin içinde gerçekleşir.
Benjamin’in “dil”e dair karşı çıktığı en belirgin yerin, dilin “araçsallaştırılması” olduğunu söyleyebiliriz.
Tüketmek bilinciyle kuşanıp yaşadığımız her dakikamızda, tüketim kültürümüze ayıp etmemek adına yeni bir yıkım inşa
edemeyeceğiz diye aklımız çıkınca dilimizi
bozduk, seslenişimizi. Ses artık dokunuş
değil çemkiriş oluverdi. Kelimeler buna son
derece araç! Biz Gazali okumayan nesiliz
diye böyle olduk. Hiçbir anlam ifade etmez
oldu “dil belası” kalıbı yenilerde. Şimdilerde mega kentlerde dahası kasabalara doğru çoktan yola çıkmış reklam, pazarlama,
satış meselelerinde etkili, vurucu, çarpıcı,
kısa ve özlü bir dil ürettik. Etkili, vurucu,
çarpıcı, kısa ama özlü olacak olan, müşteriyi kendine mıknatıs gibi yapıştıran bu dil
emir vermek zorundaydı. Çünkü insanoğlu
itaat etmek açlığındaydı. Çok sevdik yönlendirilmeyi. Topluluklar ne yapıyorsa onu
yapalım ve bitsin şu yaşamak derdi istedik
pek çok kez. Örgütleniyorlardı koyun gibi,
ne önemi var hangi şemsiyenin altında olduğunun, yalnız değiliz ya. Özgürlük safsatası, topluluk ruhu, her yerde aynı aslında.
Siyaset böyle bir şey miydi bilmiyorum,
biz buralarda mevzuymuş gibi tartıştık siyasetimizi: AKEPE-AK Parti, PeKaKa-PeKeKe, Allah-Tanrı, Hakikat-Gerçek, Beşar
Esad-Beşşar Esed… Ne çağrıştırıyorsa işte
öyle. Her kelimeyi ölçtük, biçtik, toplumsal
hafızalardaki yaraları kaşıyan misyonlar
yükledik. Üryan kelimelere nazarlar ekleAğlar bağlar / Bağlar ağlar
dik. Pusuya yattık siyaset yaptık, sokulmuş
Nerede başladı bu kırılma bilmiyorum
iki lafla zaferler kazandık. Ah küçük akıl. Ya ama Manuel Castells günü tanımlıyor. Bidüz ovada olanlar; imalar, dolaylı tümleçler, reyler artık küresel ve yerel olarak örülmüş,
1
Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri’ne Önsöz
Tasarıları’ndan
15
2
Foucault
ternatif mecralara kolayca erişimin gerçekleşmesi. Yeni medya ortamındaki bir nefret
sitesinden başka nefret sitelerine, belli bir
konuda etnik gruplara, cinsel kimliklere ve
yönelimlere karşı nefret söylemini yayan
çevrimiçi haber sayfasından, yine böylesi
bir video paylaşımına ya da Facebook gibi
“Bir adamın, bir mecliste konuşmak, nef- popüler olarak kullanılan toplumsal paylasinin hoşuna gidiyorsa sussun. Eğer sus- şım ağlarında örgütlenmiş nefret söylemi
muşsa ve susmak nefsinin hoşuna gidiyor- içerikli9 video paylaşımlarına ulaşmak çok
kolay.
sa konuşsun.” 3
SIĞ
birbiriyle bağ(ıntı)lı ağ toplumu içinde yaşıyor. Arjun Appadurai de, bu ağın bir yandan
geniş, iyi finanse edilmiş, omurgası olan ve
geniş çevrelerce tanınan bir örgüden, bir
yandan ise sessiz, sedasız hareket eden
küçük ve akışkan ağ örgüsünden oluştuğunu öne sürüyor.
Yayılım özelliği de yeni medya ortamlarının kullanıcısının tüketici konumundan
içerik üretici konumuna geçişini açıklıyor.
Örneğin, bir toplumsal paylaşım ağında
kullanıcı kendisinin ürettiği belli bir siyasi
kimliğe, cinsel kimliğe ve yönelime veya
etnik bir azınlığa karşı hakaret içeren, aşağılayan, küçük düşüren, basmakalıp yargılardan beslenen bir metni, bir video klibi
yükleyerek, diğer kullanıcıların yorumuna
Yeni medyanın etkileşimsellik özelliği, açabiliyor.
önceden tanımlanmış ve birbirine bağlanSanallık ise kullanıcıya orada olma hismış linkler ve yazılımlar arasında ve içinsini
sağlıyor. Sanal yerleşimlerde iki türlü
deki seçeneklerde gerçekleşiyor. Bu özellik
yüzünden nefret söyleminin ne ölçüde bü- iletişim ile gerçekleşiyor: Makine/yapay
arayüzeydeki diğer insanlarla
yüyebileceğiyle depremin ardından tüketi- zeka –insan,
10
iletişim.
Yeni medya ortamının bu özellen ırkçı ifadelerde yüzleştik6.
liği de nefret söyleminin oldukça hızlı bir
Multimedya biçemselliği ise gösterge- şekilde paylaşılmasını, doğallaştırılmasılerin simge sistemlerinin, iletişim çeşitleri- na yol açıyor. Sanallık özelliği kullanıcının
nin, farklı veri türlerinin tek bir araçta top- ortama gönüllü ve her türlü statünün kılanması7. Yeni medya ortamlarının dijitallik sıtından uzak bir şekilde katılım olanağını
özelliğinden dolayı depolama kapasitesi da sağlıyor. Ancak birey gündelik yaşamını
yüksektir, bundan ötürü de kullanıcının se- bu katılıma yine de taşıyor: Kendi siyasal
çiciliği destekleniyor8.
görüşünü, korkularını ve kaygılarını, dost11
Yeni medyanın hipermetinsellik özelliği luklarını ve tercihlerini.
ise bir metnin başka metinlerle ilişkisine
Bir hayli meşrulaşan söylemin nefreişaret ediyor. Yani, ağ üzerinden başka al- ti, dilin kıymetsizliği, kolaylık, esneklik…
En ağır sözleri bir çırpıda savuruvermeler.
3
İbn Ebü’d Dünyâ, Kitabü’s Samt, nr.97
4
Sosyal paylaşım sitesi Twitter’da, Tweet olarak Yalanlara, dedikodulara sebep olduğu gibi
İşte bu farklı örgülerle ilerleyen, söylediğinin içeriğinin değil söz söylemenin
“RT4” aldığı ağ toplumunda bireylerin varoluş biçimlerinden birisi de toplumsal paylaşım ağları ve burada yarattıkları kimlikleri.
Bu yapılar kendilerine has bazı özelliklere
sahipler: Dijitallik, etkileşimsellik, hipermetinsellik, yayılım, sanallık ve multimedya
biçemselliği 5.
bir kullanıcının paylaştığı içeriği bir diğerinin beğenerek
tekrar paylaşarak kendi takipçilerine sunması.
5
Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak
Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini,
Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon,
Eylül 2010, sf. 26
6
http://homoinsurrectus.com/2012/01/27/vanda-deprem-oldu-yardim-mi-edelim-nefret-mi-edelim/
7
Van Dijk, 2004:146
8
Binark, 2007: 21 – 22
16
9
Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak
Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini,
Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon,
Eylül 2010, sf. 27.
10 Binark, 2009
11 Mutlu Binark, Altuğ Akın, Ayşe Kaymak, Burak
Doğu, Eser Aygül, Günseli Bayraktutan Sütçü, İlden Dirini,
Tuğrul Çomru, Yeni Medyada Nefret Söylemi, Kalkedon,
Eylül 2010, sf. 27-28.
SIĞ
dualara, şiirlere, şarkılara da vesile olan dil,
bugün “vahşi kapitalizm”in yoluna kırmızı
halılar seriyor bu gibi reklam, pazarlama,
agresif pazarlama metotlarıyla. Ama yavan
yavan ama kurudu kaldı dilimiz. Bağırdı çağırdı, cılız, cibiliyetsiz bir şey oldu ifadelerimiz.
Ofsayt Osman’dan el veda
Her taraftan, her uzvumuz taciz edilirken karşı görüş sergileyip direnmek yerine
içine akıverip o potada eriyen biz, kimliklerimiz, hükmetmeyi, hükmedeni hep çok
severiz, iktidarlarımızı böyle seçeriz.
Turkcell bize hükmet! Facebook beğendir bize kendini! Eski minder yüzünü göster! Ayna ayna söyle bana, kimin oyunu bu
drama, yine gol değilse bu da Amerika’da,
elime mum dik, itaat et kaygılarıma!
Susmanın erdemi üzerine en kutsal
cümleyi yazıp veda edecektim ama Turkcell yine bir mesaj göndermiş bu sefer kaçırmayayım diyorum hadi bana el veda!
17
DOSYA
Murat Sofuoğlu
[email protected]
Kemalizm, Baasçılık ve ‘Mübarekizm’
Gölgesinde Mısır (ve Ortadoğu)
Nereye? ‘27 Nisan’ mı? ‘28 Şubat’ mı?
Mısır, Suriye ve Irak’ta Kemalizm’in izini kendini feshetmesi ile formalleşen Türkiye
Kemalizminden Mısır Nasırizmine, Arap Basürebilir miyiz?
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) esa- asçılığına ve hilafetin lağvını kendilerine
sında kurucularının da kendi kimlikleri ile milat seçen İslamcı akımlara (burada belki
damgasını vurduğu Osmanlı coğrafyasını Anti-Kemalist İttihatçılığın izi belli belirsiz
yansıtan çok-etnikli hatta bir bakıma çok- sürülebilir) kadar pek çok hareket bir bakıdinli bir yapıydı. İlk Cemiyet’i kuranları say- ma ya İTC eylemlerinin doğal sonucu ya da
mak bile bu düşüncenin doğruluğunu test doğrudan bölgesel ve yerel halefleri ya da
etmek için yeterli olabilir. Abdullah Cevdet varisçileri konumundadır.
Malatya Arapkirli bir Kürttür. İshak Sükuti
Diyarbakırlıdır. Türkçülük akımının öncülerinden sayılan bir başka kurucu Hüseyinzade Ali (Turan) ise Kafkasya (Azeri) kökenlidir. Balkan kökenli bir kurucu olan İbrahim
Temo (Arnavut) ise I. Dünya Savaşı sonrası
hayatının geri kalan kısmını Romanya’da
senatör olarak sürdürür. Ve Çerkez kökenli
Mehmet Reşit. Başka örnekler de verilebilir. Mekkeli Sabri Bey. Giritli Şefik. Ve daha
niceleri. Bu arada Hareket Ordusu’nun komutanlığını yapan İTC iktidara geldiğinde
de sadrazamlık yapan Mahmut Şevket Paşa’yı da hatırlamak gerekir. Bağdat’ta doğsa da Paşa esasında farklı kökenlerin (Arap,
Gürcü vs.) birleşimidir.
Bu açıdan düşünüldüğünde İttihatçılığın
bir ürünü ve Türkiye versiyonu olan Kemalizmle Mısır’da Cemal Abdul Nasır liderliğinde müşahhaslaşan Arap milliyetçiliği ve
birliğini savunan Nasırcılık ile Suriye-Irak
ekseninde ortaya çıkan pan-Arabizm, ‘Arap
sosyalizmi’ ve milliyetçilik karışımı olan BaİTC’nin yukarıda bazı önemli kurucuları asçılık arasında kimi benzerliklerin olması
örneklerinden de anlaşılacağı gibi bir bakı- da normaldir.
Baas hareketi ile başlamak gerekirse
ma cihanşümul bir organizasyon olarak temelleri atılmasına karşı zamanla monololi- Baas kurucuları ile Jön Türklerimiz arasında
tik (tektipleşmeci) bir zihniyeti benimsemiş büyük benzerlikler vardır. Hepsi de Fransız
günümüzde Ergenekon’la müşahhaslaşan mandası altındaki Suriye’de büyümüş olan
marjinalleşen çizgilerin eline geçtiği göz- Mişel Eflak, Salah el Din el Bitar ve Zeki Arlemlenmiştir. Tabi ki bu hikayenin Türkiye suzi gibi Baas fikriyatının kurucusu olan ve
kısmıdır. İTC’nin kurulduğunda yalnızca uygulamasında da kritik rol oynayan zatlar
Türkiye coğrafyasını temel alarak kurulma- Jön Türk öncüler gibi çoğunlukla Fransız
dığını biliyoruz. Pan-Osmanlı, Pan-İslamist (Sorbonne) tedrisatından geçmiş ve Ayve Pan-Türkist akımlar İTC hedeflerini za- dınlanma ve Devrim fikriyatını hıfzetmiş
man içinde ve duruma göre şekillendir- ve kendi ülkelerine de intikal ettirmek için
miştir. Bu bakımdan I. Dünya Savaşı son- muazzam mücadele sergilemişlerdir.
rası ortaya çıkan ve İTC’nin resmen kendi
18
DOSYA
19
Teorideki benzerliğin yanında başka büyük benzerlik ise pratikte gözlemlenmektedir. Baas kurucuları İTC’nin Jön Türk kurucuları gibi esasında daha sivil sayılabilecek
arkaplanlara sahiptir. Ancak fikirlerini uygulamaya geçirme noktasında çalışmalarını
yoğunlaştırdıklarında ve politik hareketleri
kitle ile büyük karşılaşmasını yaptığında
ve temasın etkili sonuçlar ortaya koyabileceği anlaşıldığında birdenbire güç merkezlerinin devreye girdiğine şahit oluyoruz.
Tabi Ortadoğu’da bu genelde -esasında
daha önce dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi- silahlı güç olan Ordu üzerinden
gerçekleşmektedir.
İTC’nin Osmanlı ordusunun kimi unsurları
tarafından
benimsenmesi gibi
Baas fikriyatı da Suriye ve Irak ordularında aksini bulacaktır. Sonuç ordunun
yavaş yavaş fikriyatı
kendi istediği forma
dönüştürerek –buna
reel politik demektedirler- ele alması ve iktidar değişiklikleri için kullanmasıdır.
Mısır’a gelirsek başka benzerlikler kendini gösterir. Nasır ile Enver Paşa (ve Mustafa Kemal) arasındaki benzerlikler ilginçtir. Nasır’ın kurduğu Hür Subaylar Birliği
ile Enver Paşa’nın askeri örgütleme biçimi
büyük benzerlikler gösterir. Nihayetinde
daha yakına gelirsek İttihatçı Kemalizm’in
bir ürünü olan 1960 darbesini organize
eden Milli Birlik Komitesi bu bakımdan başka bir karşılaştırma yapılacak organizasyondur. Ancak Nasırizm ile Kemalizm arasındaki temel fark Nasır’ın Nemesisi olan
İsrail’i yenememesi ve ölümünü müteakip
de Nasırizmin halefleri tarafından önemli
ölçüde terk edilmesine karşın Mustafa
Kemal’in kendi Nemesisi
Yunanlıları
yenmesi ve Türkçülük (ve Pan-Türkist)
fikirlerini rasyonel
sınırların ötesine taşımayan bir milliyetçiliği benimsemesi
ile halefleri tarafından da uygulaması
belli ölçüde sürdürülen bir miras bırakmasıdır.
Nitekim Osmanlı İTC tecrübesinde ve
nihayet sonraki Cumhuriyet tarihinde de
devamlılığını bulduğu gibi Suriye ve Irak’ta
askerler Baas ideolojisini istedikleri form
içinde benimseyip iktidarı çoğunlukla askeri güç kullanımı yoluyla devralacaklardır.
Sonunda ne Mişel Eflak Suriyeli generallere (mesela Hafız Esad ve Salah el Cedid) laf
anlatabilecek ya da sözünü dinletebilecektir ne de İTC örneğinde olduğu gibi Ahmet
Rıza Osmanlı İTC generallerine ve subaylarına sözünü dinletebilecektir. Sonuç her
ikisi açısından da bir bakıma hüsran ve sürgün olmuştur. (Bu arada Ahmet Rıza ve Mişel Eflak’ın, benzerliklerinin karşılaştırmalı
bir çalışmasını yapmak isteyen yaratıcı
eylem peşindeki kimi akademisyenlerimizin Phd dissertationlarına konu olabilecek
özellilikler taşıdığını da ifade edelim.)
Bu çerçevede Mısır’da Nasırizmin politik
amaçlarına sahip çıkmayan ama ideolojik
çerçevesini aşağı yukarı benimsemiş bir
anlayışın hakim olduğunu söyleyebiliriz. Bu
anlayışa son uygulayıcısı ve müdafii üzerinden ‘Mübarekizm’ diyebiliriz. Günümüz
Mısırında muhaliflere ve Arap Baharı’na
karşı direnen güç denkleminde askeri konsey ve Anayasa Mahkemesi ilan edilmemiş
bir Mübarekizmi savunurken Mübarek’in
son başbakanı Cumhurbaşkanı adayı eski
asker Ahmet Şefik ilan edilmiş bir Mübarekizmi savunmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’deki Kemalistlerin RP-AK Parti çizgisi ile
mücadelede seçtikleri yöntemlerle Mısırlı
Mübarekizm taraftarlarının seçtikleri yollar
arasında keza benzerlikler görülmektedir.
Örnek vermek gerekirse son Mısır Anayasa Mahkemesi kararlarının 28 Şubat
sürecindeki parti kapatma davalarının gö-
denetimden müstağnilik ve savaş ilanını
veto etme yetkilerini veriyor. Generaller
dört ay önce seçilmiş olan Müslüman Kardeşler’in hakimiyetindeki Meclisi feshedip
milletvekillerinin parlamentoya girişini yasakladıktan sonra Pazar akşamı itibariyle
ayrıca daimi bir anayasanın yazılma proseMısır’daki aktüel duruma daha yakından dürünün kontrolünü de ele geçirdi.” (www.
baktığımızda ise Mübarek’in devrilmesi surecanaliz.org)
sırasında gücü “geçici” olarak devraldığıMısır’daki mevcut durumda ittifak dunı söyleyen askeri konsey ile muhalifler rumu demokrasiye geçiş ya da Mübaarasında muazzam bir mücadelenin sah- rekizm’in sonunun gelip gelmeyeceğini
ne aldığı gözlemlenmektedir. Askeri kon- gösterecek. Türkiye’de ‘27 Nisan İttifakı’
sey ile işbirliği halinde çalışan ve üyeleri (AK Parti-Cemaat-Liberaller) Ergenekon’u
devrik lider Mübarek tarafından atanmış geriletmiştir. Ancak koalisyon ciddi sorunolan ‘sekülarist’ Anayasa Mahkemesi, ço- lar yaşamakta ve Kürt Sorunu’na dönük
ğunluğu Müslüman Kardeşler, Selefiler ve adımlar Türkiye’nin post-Kemalizm’e geçip
liberallerden oluşan Meclis’i feshetmeye geçemeyeceğinin ölçüsü haline gelmiş vakarar vermiş ve Mübarek’in son başbaka- ziyettedir. Mısır’a baktığımızda askerler ve
nı ‘sekülarist’ Ahmet Şefik’in de Mübarek Mübarek destekçileri karşısında liberal-İhrejimi ile ilintili olduğu gerekçesiyle Cum- van-i Müslimin-sosyalist ittifakın devrim
hurbaşkanlığı’na aday olamayacağına dair sırasında etkili olduğunu görüyoruz. Ancak
Meclis tarafından çıkartılmış bir yasayı da seçimler ve son Anayasa Mahkemesi kararı
iptal etmişti. Bu kararın Cumhurbaşkanlığı sonrasında -zafere yaklaşmanın heyecanı
seçiminin ikinci turundan yalnızca iki gün ve ihtirası ve herşeyin ötesinde gerginliği
önce verilmesine bakılırsa muhtemel galip ile- bu ittifakta da ciddi çatırdamalar oldu.
olacağı düşünülen İhvan-i Müslimin ada- Özellikle son askeri konsey kararları karşıyı Muhammed Morsi’nin seçilmesine karşı sında Mısırlı muhaliflerin bizim 27 Nisan epsikolojik harekat olduğu hissini veriyor. muhtıra sonrası sözkonusu olan ittifak ile
Daha kötüsü ise yolda imiş ki hakim askeri yapılanı yapmaya muktedir olup olamayakonsey seçim sonuçlarının açıklanmasına caklarını; yoksa Mısır’da bir başka 28 Şubat
kalmadan kendisine geleceğin hüküme- mı yaşanacağını beraberce göreceğiz. Tabi
ti üzerinde önemli güçler veren geçici bir Mısırlı muhaliflerin kendi 27 Nisan’larını
anayasa ilan etti.
başarmaları yine post-Mübarekizme geçNew York Times’ın haberine göre “Görü- tiklerinin garantisi olmayacak mevcut Türnüşe göre konsey bu girişimle Müslüman kiye örneği düşünülürse.
DOSYA
rülme usulü bakımından olsun 27 Nisan
sürecinde Milli Görüşçü ve eşi tesettürlü
olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı
için önünün kesilmesi çalışmaları sırasındaki Anayasa Mahkememizin kararları açısından olsun bizimkileri aratmayacak seviyede oluşu dikkatleri çekmektedir.
Kardeşler’in olası bir zaferine karşı kendisini korumak üzere Cumhurbaşkanı’nın otoritesini elimine ediyor. Askeriye’nin yeni
anayasası, geçen yıl Hüsnü Mübarek’in
devrilmesini müteakip üstlendikleri otoriteyi seçilmiş sivillere devredeceklerine
dair generallerin söz verdikleri zamandan
bu yana güç üzerine abanmalarına dönük
attıkları seri ve süratli adımların en sonuncusu oluyor. Askerlerin anayasası generallere bütün çıkartılacak kanunları ve
ulusal bütçeyi kontrol etme, herhangi bir
20
Belki de muhaliflerin biraz daha zamana
ihtiyacı var; ya da Türkiye’deki gelişmelere
bakılırsa Kemalizm’den öğrenilmesi gereken şeyler var. Ya da hem muhalifler hem
de iktidardakilerin yeni bir geçişin planlaması için platform olmayı kabul edecek bir
âlicenaplık göstermeleri gerekiyor.
Ancak problem o ki gücü elinde tutanlar
neden bunu yapsınlar? Yahut ele geçirmeye yaklaşan hangi hareket bunu yapardı?
Zihinlerde Bir Arap Baharını Beklerken*
DOSYA
Tarık Ramazan
Çeviren: Kamuran Yavuz
[email protected]
Birleşik Devletlere yaptığım son gezi
esnasında, önde gelen aydınların ve gazetecilerin şu sorusuyla karşı karşıya kaldım:
Arap uyanışı başladığında, Müslümanların
demokratik ideallerle buluşabileceğine
inanarak gerçekten yanıldık mı?
için diktatörlerine verdiği onlarca yıllık destek, Afganistan ve Irak işgalleri, Ebu Garip
ve Guantanamo Körfezinde tutuklulara yapılan aşağılayıcı muameleler ve İsrail’e verilen sürekli ve koşulsuz destek tarafından
inşa edildi.
Kısa cevap, hayır. İslamofobi içerikli bir
film üzerinden cereyan eden şiddet olaylarına katılanlar cılız bir azınlıktı. Uyguladıkları şiddet kabul edilemezdi. Onlar asla,
2010’dan beridir diktatörleri devirmek için
disiplinli ve şiddet karşıtı bir tavırla sokakları dolduran milyonlarca Müslümanı temsil
etmiyorlar.
ABD ve Batılı müttefikleri, Müslümanların neden bu kadar öfkeyle kaynadıklarını
derinlemesine inceleseler iyi ederler. Afganistan’dan çekilmek, Filistin ile ilgili meselelerde Birleşmiş Milletler’in çözümüne
ve anlaşma yükümlülüklerine saygı, katil
insansız hava araçlarını geri çekme ve ‘‘terörle savaş’’ retoriğini bırakmak mükemmel
Buna rağmen, Müslüman ülkelerdeki başlangıç noktaları olurdu.
kaos ve kan gölü, isyan sürecinde Arapların
Yine de, geçmişteki kolonyalizm ve emcömertçe yardımına koştuklarına inanan peryalizm üzerinden Batıyı suçlamaktan
birçok Amerikalıyı şok etti. Fakat Araplar vazgeçmenin zamanı da geldi. Müslüman
ve genel olarak Müslümanlar, daha güçlü çoğunluklu toplumlar, kurban olduklarına
bir hafızaya ve geniş bir vizyona sahipler. dair takındıkları tarihi tavırdan kurtulmalı
Onların bu güvensizliği, Amerika’nın kendi ve milyonlarca Arabın geçen sene sokakekonomik ve güvenlik çıkarlarına uyduğu lara dökülüp tarihin akışını değiştirerek
*(NYT, Tarık Ramazan, Oxford Üniversitesi İslami Çalışmalar Bölümü Profesörü, Waiting for An Arab Spring of
Ideas, 30 Eylül 2012)
21
gösterdikleri gibi, güçlü aktörler olduklarını fa da eziyet eden entelektüel sınırlamalarkabul etmeliler.
la ilgili derin refleksler üzerinden karşılıklı
‘‘İslam-Batı karşıtlığı’’ şeklindeki köhne- memnuniyeti imkansız hale getirmektedir.
Batılılaşmış seküler elitlerin bütün demokrasi ve insan hakları söylemlerinin ardında sıklıkla eski kolonici ajandalar taşınıyor ve çoğunlukla temsil ettiklerini iddia
ettikleri kesimlerle aralarında bir uçurum
bulunuyor. Öyle olmayanların ise- bazı solcu taban hareketleri gibi- etkileri marjinal
düzeyde kalıyor. Bazıları diktatörlerle iş
birliği yaptı, kayırmacılığı kabul etti ya da
resmi yozlaşmalardan faydalandı. Diğerleri
ise (Mısır, Tunus ve Libya’da olduğu gibi)
ordunun merkez halkası ile yakın ilişkilerini
devam ettirdiler. Din ve siyasetle uyuşan
ne varsa karşısında durarak, İslami düşünce ve gelenekten kopuk ve tutarsız bir deLatin Amerika, Asya ve Afrika’daki halk- mokratikleşme vizyonu ortaya koydular.
lar gibi Arap halkı da, bugüne kadar onları
İslamcılar, on yıllardır diktatörlere mutanımlayan ve var eden dinsel ve kültürel halefet etmek suretiyle bedelini çok ağır
geleneklerinden vazgeçmezler ve vazgeç- ödedikleri bir meşruiyete sahipler. Fas,
miyorlar. Özgürlük, adalet, eşitlik, otonomi Tunus ve Mısır’da protestolar yoluyla yave çoğulculuk gibi değerler ve uluslararası şanan güç kaymalarına iyi adapte olarak
ilişkilerin ve demokrasinin yeni modellerini seçimlerde kazanımlar elde ettiler. Yine
burada sürdürmek istiyorsanız bunu İslami de çelişkili beklentilerle karşılaşıyorlar. Bir
geleneklerle uyum içinde yapmanız gere- yandan, demokratikleşme süreci, ekonomi
kir. İslam, politik yaratıcılık için çok bere- politikaları ve İsrail ile ilişkiler gibi konular
ketli bir zemin olabilir ve Batı’nın Oryan- üzerinden yapılan dışsal baskılara göğüs
talist düşünürlerinin sıklıkla iddia ettikleri gererken, diğer yandan İslami kimliklerine
gibi ilerlemenin önünde bir engel değildir. sadık kalmayı sürdürmek zorundalar. Hiç
Arap dünyası ve Müslüman çoğunluklu kimse bu çelişkileri, geçen hafta Başkan
toplumların, yalnızca politik bir ayaklan- Obama’nın ifade özgürlüğünü mutlak bir
maya değil ayrıca, ekonomik değişikliğe; şekilde savunan BM konuşmasını zorlama
ruhsal, dinsel, kültürel ve sanatsal özgür- bir şekilde çürütmeye çalışan, Mısır Cumleşmeye; ve kadının güçlenmesine olanak hurbaşkanı Muhammed Mursi kadar somut
sağlayacak kusursuz bir entelektüel dev- bir şekilde yansıtamaz. İfade özgürlüğüne
rime de ihtiyaçları var. Bu kolay bir hedef bir sınırlama istemek çözüm değil. Daha
fazla yasaya ihtiyacımız yok. İhtiyacımız
değil.
olan, Müslüman kardeşlerinin duymak isBu toplumlarda, yaşanmakta olan dinsel temediği konular üzerine tartışmalar yapve politik otorite mücadelesidir. Hem Sün- maya istekli, cesur düşünür ve entelektünilerin kendi içinde - gelenekselci, seküla- ellerdir. Bu konular başarısızlıkları, kurbanı
rist, reformist, sufi- hem de Sünni ve Şiiler oynama eğilimleri, kendi eylemleriyle ilgili
arasında derin bölünmeler var.
sorumluluk almalarına duyulan ihtiyaç gibi
Bugün varolan Arap anlayışı, İslamcıların sıralanabilir. Yalnızca bu tarz bir liderlik
karşısında sekülerleri ezen kısır bir ideolo- dinsel popülizmin gel-gitlerini ve kitlelerin
jik yapı tarafından kuşatılarak, her iki tara- duygusallık üzerinden körleştirilen tahrik-
DOSYA
miş ikilem, çok kutuplu bir ilişkiler çağına
kendini terk ediyor. Dünyanın ekonomik
ağırlık merkezi doğuya doğru kaymakta.
Fakat ne Çin, Hindistan ve Rusya’nın artan önemi ne de Brezilya, Güney Afrika ve
Türkiye gibi güçlerin ortaya çıkışı otomatik
olarak daha fazla adalet ve daha fazla demokrasi garantisi sunmuyor. Bazı Müslümanlar Amerika’nın gücünün düşüşü karşısında sevinmek için çok aceleci davranıyor.
Öyle görünüyor ki, ABD’nin yerini alması
muhtemel aktörlerin sosyal ve insani haklar ve uluslararası bağımlılığın yeni formları
üzerinde nasıl bir gerilemeye yol açabileceğinin pek farkında değiller.
22
lerini durdurabilecektir.
DOSYA
Türkiye’nin AKP örneği oldukça ilginç
olsa da, Ortadoğu’nun tümü için bir referans olamaz. Türkiye şahsına münhasır
bir tarihe sahip, onun karşılaştığı zorluklar
Arap dünyasınınkilerle aynı değil. Arap İslamcıları, seçim başarılarını kutluyor olsalar da, kendi tarihlerinin çok daha hassas
bir periyoduna pekala giriyor olabilirler.
Muhalif güçler olarak, sahip oldukları İslami güvenilirliklerini kaybedebilir ya da terk
edilmiş politikalarında büyük değişiklikler
ve adaptasyonlar yapmak zorunda kalabilirler. Zafer, yenilginin başlangıcı olabilir.
başarının ön koşuludur. Yeni kurulacak okul
ve üniversitelerde eğitim politikaları, özgür
ve eleştirel düşüncelerle ilgili kaygıları göz
önüne alacak şekilde formüle edilmeli, eskimiş müfredatlar revizyona tabi tutulmalı
ve kadınların okuyabilmeleri, çalışabilmeleri ve ekonomik olarak bağımsız olabilmeleri mümkün kılınmalı.
Arap dünyası, onlarca yıllık rehavetini
ve sessizliğini silkinip attı üzerinden. Fakat yine de ayaklanma devrim hüviyetine
erişemedi. Arap dünyası, tarihi korkularıyla
yüzleşmek, hastalık ve çelişkileriyle mücadele etmek zorunda: bu amaca dönüştürülBu arada, literalist (şekli) İslam yorum- düğünde uyanış gerçek anlamıyla başlamış
larıyla Selefi ve Vahhabi gruplar, son beş olacak.
yılda daha politize ve görünür duruma geldiler. Onlarca yıldır politik katılımı reddederken- demokrasiyi küfre denk görerekşimdi yavaş yavaş siyasete angaje olmaya
başladılar.
Bu gruplardan bazıları (Selefi Cihatçılar
olarak bilinirler) şiddet yanlısı radikal gruplara dönüşmüş durumdalar. Suudi Arabistan ve Katar-Bahreyn gibi (sözde Amerikan
müttefiki) Pers Körfezi petrol monarşisi
ülkelerdeki İslami kuruluşlarca desteklenen öteki gruplar ise ana akım siyasetin
içine dahil olmuş durumdalar ve bu siyasi
alanda duygulara oynayan dinsel ve antidemokratik bir popülizm yapıp Batıyı (özellikle ABD’yi) şeytanlaştırarak demokratik
reformlara yönelik mücadelelerin altını
oyuyorlar. Bir tehlike daha var ki; Afganistan modeli (1980lerde Suudi Arabistan ve
ABD tarafından desteklenen Taliban’ın Rus
hakimiyetine karşı yapılan direnişin merkezi gücü olması) kendini tekrarlayabilir.
Ortadoğu’da, yolsuzluklarla mücadele,
ordunun imtiyazlarını sınırlama, hepsinin
ötesinde diğer ülkelerle olan ilişkileri yeniden tanımlama ve Müslüman ülkelerdeki gelir eşitsizliğini düzenlemek gibi doğal
sonuçları olacak ekonomik önceliklerle ilgili derin yapısal değişiklikler yapmadan,
asla gerçek bir demokrasi inşa edilemez.
Dinamik sivil bir toplumun oluşturulması
23
HARİCİYE
Mehmet Alaca
[email protected]
Mezopotamya’nın Kadim Talihsizleri:
‘Süryaniler’
Suriye’de yaklaşık bir buçuk yıldır çatışmalar sürerken sorun sadece Sünni-Şii veya
Kürtler ekseninde dillendirilmekte, fakat
bölgenin kadim halkı Hıristiyanların durumu
hakkında pek bir gündem oluşmamaktadır
veya bilinçlice oluşturulmamaktadır.
Suriye’de adeta bir Anadolu mozaiği
gibi olan dini yapı; Sünni, Nusayri, İsmaili
ve Dürzi olarak ayrılan Müslümanların yanı
sıra Rum Ortodoks, Ermeni Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Rum Katolik, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Maruni, Keldani, ve
Protestan olmak üzere çeşitli Hıristiyan
mezheplerini de barındırmaktadır. Laik
karakterine ve baskıcı özelliğine rağmen
Baas rejimi gayrimüslimler için dolaylı da
olsa bir koruma görevi görüyordu. Fakat
aynı şeyi Müslümanlar için söylemek pek
mümkün değil. Ülkedeki mevcut durum
içerisinde yaşayan etnik ve dini azınlıkların
geçmişte olduğu gibi, bugün de Suriye’nin
geleceğini tayin etmede önemli aktör oldukları kesin.
2011 öncesi düzenlenen barışçıl demokrasi mücadelesi Hıristiyanlar tarafın24
dan, özellikle Dürzi ve Süryaniler tarafından desteklenmiştir. Ancak sürecin silahlı
bir isyana dönüşmesi ve beraberinde ortaya çıkan aşırı İslamcı eğilimlerden rahatsız
olan bu halklar tarafsız kalmaya çalışmaktadırlar. Onlar için Esad rejimi yeni gelecek
yapıya nazaran ehveni şer. Süryaniler için
bu depolitizasyonun geri planında “yine
mi sürgün edileceğiz” kaygısı yatmaktadır.
Zira son yüz yıl içinde anavatanları olan
Anadolu topraklarından defalarca sürülmüşlerdir.
Kadim halkın anavatanı ve acılar
Süryaniler, MS 34’te Hıristiyanlığı seçmiş dünyanın en eski Hıristiyan topluluğu
olup Mardin, Midyat, İdil nam-ı diğer Tur
Abdin bölgesi onların anavatanı ve aynı zamanda kutsal topraklarıdır. Süryani adının
kaynağı hakkında çeşitli iddialar olsa da
Yunanlılar’ın bölgeye hakim olan Asurlular’ın ülkesi anlamında bu coğrafyaya verdikleri Surya’dan geldiği bilinmektedir.
HARİCİYE
“Doğu ve Batı Süryanileri” tabirine birçok eserde rastlamak mümkündür. “Doğu
Süryanileri” tabiri ile kökenleri “Urfa (Edessa) Kilisesi”ne dayanan ve Asur soyundan
gelen Nasturiler, “Batı Süryanileri” tabiri
ile de tarihi “Antakya Kilisesi”ne dayanan
ve Arami soyundan gelen Süryaniler kastedilmektedir. Süryani kilisesi Bizans’ın,
Doğu’da Süryaniler tarafından kurulan kiliselere kendi görüşlerini empoze etmeye
çalışmasından ötürü (MS 451) İstanbul
(Constantinople) Kilisesi’yle ilişkilerini kesmiştir. (Süryaniler, Dünü ve Bugünü, Hatice
İbiş, Orsam)
Süryani Ortodoks (Kadim) Kilisesi’nin
patriklik makamı Mardin’de 493’te inşa
edilen Deyrul Zafaran’dı. Osmanlının kuruluşundan çok önce, 1160 yılından beri
Mardin’de bulunmasına rağmen cumhuriyetin kurulmasıyla beraber 1932’de Şam’a,
Süryani Katoliklerinin –Vatikan’a bağlıdırlarpatriklik merkezi ise 1920’lerde Mardin’den
Beyrut’a taşınmak zorunda kalmıştır.
Dünyada bugün Süryani nüfusu 20 milyon civarındadır. Anadolu’da Ermenilerden
sonraki en büyük azınlık topluluk olup yaklaşık 20 bin nüfusa sahiptirler. Bunlar daha
çok İstanbul, Mardin, Diyarbakır ve İzmir’de
yaşamakta olup, ata topraklarında sadece 5 bin kişi kalmıştır. Suriye’de ise nüfus
yaklaşık 235 bin civarındadır. Bunların 170
binini Süryani Ortodokslar, 65 binini ise
Süryani Katolikler oluşturur. Süryanilerin
Suriye’de özel dini mahkemeleri, evlilik, veraset konularında, bağlı bulundukları kilisenin çatısı altında özel yargı sistemleri vardır
ve Türkiye Süryanileri de, Şam’da bulunan
“Antakya Süryani Patrikliği”ne bağlıdırlar.
Osmanlı döneminde, Mezopotamya ve
Anadolu’da kimlikler bir başka kimlik içerisinde yok olmamış, ‘mozaik yapı’ korunmuştur. Gerçi 1800’lerde Bedirxan bey komutasında Nasturi ve Hıristiyanlara Mardin,
Cizre ve Hakkari bölgesinde Osmanlının da
desteğiyle büyük bir katliam uygulanmış
olup yaklaşık 10.000 Hıristiyan Nasturi
öldürüldüğünü de unutmamak gerekir. Os25
manlı’nın bir imparatorluk olması hasebiyle
bahsettiğimiz ‘heterojen’ yapı tek tipleşmezken Kemalist ulus-devlet homojenliği
esas aldığından dolayı tarihimizdeki bütün
kültürel/dinsel zenginliği hakkıyla takdir
edememiş ve tersine bir asimilasyon politikasına tabi tutmayı tercih etmiştir. Zira Süryaniler mezkur ‘dini/kültürel’ uygulamalardan en fazla nasiplenen halklardan biridir.
Birinci Dünya Savaşı ve özellikle 1915
olaylarında onbinlerce Süryani cinayetlere
kurban gitmiş ve yerlerinden yurtlarından
edilmiştir. Herkes 1915’i Ermeniler üzerinden tartışsa da Hıristiyan kimliklerinden
dolayı bölgede mağduriyetin ve suskunluğun birleştiği en mazlum halk Süryanilerdir.
Bu süreçte birçok Süryani anavatanlarını
bırakıp Ortadoğu ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitmiş ve kilise merkezleri cumhuriyetin ilk yıllarında doğduğu toprakları terk
etmiştir. Pek çok Süryani’nin öldürüldüğü
‘Seyfo’ olarak anılan sürecin derin etkileri
günümüzde de devam etmektedir. Bundan
dolayıdır ki Süryaniler kendi toplumundan
olmayanlara karşı mesafeli ve kaygılıdırlar.
1915 olaylarında sürgüne maruz kalan
Süryaniler Lozan’da elde ettikleri hakları
da kullanamamış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kürt aşiretlerinin çok ciddi
baskılara maruz kalmışlardır. Birçok olumsuz örnek olsa da genel itibariyle Kürt hareketinin gelişimi ve PKK ile beraber Süryaniler daha rahat bir ortama kavuştuğu
söylenebilir. Hatta bir dönem örgütün bölgedeki en önemli adamlarından biri Mihail
Bayro –bu kişi Hizbullah tarafından öldürülmüştür- isimli Süryanidir. Ayrıca halen
BDP milletvekili Erol Dora Süryanidir. Fakat
PKK hareketi sonucu boşaltılan köyler ve
katledilen köylülerin birçoğunun toprağına korucular tarafından el konulmuştur.
Bu sebeplerden ötürü “demokratik açılım”
çerçevesinde geri dönüşlerde ciddi sıkıntılar yaşamakta ve geri dönen Süryanilerin
topraklarını alabilmek için üç katı para ödemek zorunda kaldıkları ifade edilmektedir.
Defalarca yerinden edilen Süryanilerin
mağduriyetini en fazla Kürtlerin anlaması
beklenirken, aksine pek olumlu bir tablo çizilmemiştir.
HARİCİYE
Yaşanan bütün acılar yetmezmiş gibi
son zamanlarda Mardin’deki Süryani Kilisesi Mor Gabriel’in arazisine el konuldu.
Süryanilerin ‘Kabe’si sayılan Mor Gabriel’e
bu muamelenin reva görülmesi ne hukuka
ne de adalete yaraşır. Bütün dini merkezlere özen göstermesi gereken devletin bir
semavi din merkezinin topraklarına el koyması anlaşılır bir tavır değildir. Uzun süre
boyunca camilere yapılan baskılardan farkı
nedir bu durumun? Kanımca hiç. Yoksa bu
kısır döngü hep böyle mi devam edecek?
Herkes birbirinin kutsalına dil uzatıp onu
gasp etmeye mi çalışacak? Bu davranışla
yıllardır eleştirilegelen ‘Kemalist ulusalcılık’tan ayrılabilineceğine mi inanılıyor? Zaten kendi anavatanlarında her türlü baskıya maruz kalmış az sayıdaki Süryaniyi de
mi göçe zorluyoruz?
önüne alındığında Süryanileri tekrar neyin
beklediğini kestirmek hiç de güç değil.
Bölgede defalarca yaşananların Arap
Baharı ile birlikte Suriye’de tekrarlanması
Süryaniler için korkunç bir sonun başlangıcı olacaktır. Baas rejiminin de Süryanilere
yönelik tehdit ve baskılarını sürekli arttırdığı ve Suriye’de toplumsal yapının ciddi
tahrifata uğradığı bu dönemde binlerce
Yeri geldiğinde ‘dinlerarası diyalog’, ‘kül- Süryani’nin ülkeden kaçmak zorunda kaltür mozaiği’ gibi kulağa hoş gelen cümleler dığı gözlemlenmektedir.
söylemekten imtina etmezken bir halkın
Rejimle sorunlar yaşanmasına karşın,
neden anavatanlarından edildiği sorgulan- Baas sonrası döneme ilişkin de ciddi kaygı
mamakta ve geri gelip gelmemeleri kimse- ve endişelerin olduğunu da belirtmek genin umurunda olmamaktadır. Bugünlerde rekir. Süryaniler Suriye’de Baas rejiminin
sürüldükleri yerden bir daha sürülmeye ra- dışında aşırı İslamcı grupların eylemlerine
mak kalmışken…
maruz kalarak zarar görmektedir. Mesela
Humus yakınlarında yaşayan Hıristiyan
bölgesi bazı grupların hedefi haline gelYine mi bir sürgün?
miş, bölge sakinleri keskin nişancılar taraSuriye’deki mevcut durumda aşırı İslami fından öldürülmüştür. Gelecekte El Kaide,
gurupların gösteri ve eylemlerinin odağın- Selefiler, Müslüman Kardeşler gibi yapıda kalan Hıristiyanların en büyük endişe- ların hakimiyeti Süryanilerin sonu olarak
si Esad sonrası dönemde söz konusu aşırı değerlendirilmektedir. Savaşan iki yapı
İslami unsurların yönetimde ağırlık elde arasında kalan Süryaniler için durum tam
etmesidir. Zira Ortadoğu’da ve Suriye’de bir çıkmaz.
Hıristiyanlara yönelik baskı politikalarının
Uzun lafın kısası, savaştan kaçan Ermeartarak devam etmesi Süryani-Asuri-Aranilerin sığınacak bir ülkeleri varken Süryami-Keldani halklarının imha politikaların
niler nereye gidecek? Kendi anavatanlahedefi haline getirdiği demografik anrından defalarca sürülen bu halk dünyanın
lamda ciddi değişiklikler yaşanmaktadır.
çeşitli ülkelerine dağılarak farkında olmaBilakis Birinci ve İkinci Körfez Savaşı’nda
dan kültürel bir “jenosid”e maruz kalacakayrıca Lübnan iç savaşında pek çok Sürlar ve zamanla yok olup gidecekler. Peki
yani’nin ABD, Avustralya ve Avrupa ülkeSüryaniler bunu hak edecek ne yaptı?
lerine göç etmek zorunda kaldıkları da göz
26
GÖZLEM
Gökalp Erdoğan
[email protected]
Çalış ve Gez, Namı Diğer
Work and Travel
“Seyahatimiz biraz zorlu olacak gibi görünüyordu, çünkü
İstanbul’dan Roma’ya, oradan New York uçağına, NY’tan da
Houston uçağına binmemiz gerekiyordu. Uzun uçak yolculuğu sanılanın aksine eğlenceliydi ve toplamda aktarma yerlerinde beklememiz dâhil yirmi saatten fazla yolculuk yapmış,
sonunda Houston’a inmiştik.”
Hikâye, Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencisinin İngilizcesini geliştirmek ve iş
hayatına atıldığında bunun çok büyük bir
avantaj olduğunu ailesine aylarca anlatıp
izin almayı başararak daha ikinci sınıfta
Amerika’ya gitmek için bir yıl önceden hazırlıklara başlamasıyla başlar…
bul’da olan Amerikalı sponsorlarla yaptığımız ilk iş görüşmesinde, önerdikleri işlerin
New York, Los Angles veya Las Vegas’ da
olmadığını öğrendik. Kimisi Ohio’dan kimisi Utah’dan bahsediyordu, ama bizim filmlerde izlediğimiz yerler oralar değildi ki!
Aradan geçen birkaç ay sonra başka iş görüşmelerinde, benzer yerlerde ve benzer
işlerde çalışmamız öneriliyor, biz de tabii ki
kabul etmiyorduk. Ne de olsa New York ‘a
gitmeliydik…
2009’un Eylül’ünde kayıt olduğumuz
work and travel programı için önümüzde
daha iki dönem varken, ben ve iki arkadaşım bunun heyecanını yaşıyor, aylar geçtikçe kayıt olduğumuz yurt dışı eğitim şirBu arada bir arkadaşımız bazı özel neketinden Amerika’daki sponsorlarla olan iş denlerden dolayı gelmekten vazgeçiyor
görüşmeleri için haber bekliyorduk. Meraklı ve iki kişi kalıyorduk. Aylar geçiyor fakat
bekleyişlerimiz sonrasında o dönem İstan- süreç istediğimiz gibi gelişmiyordu. Nisan
ayına geldiğimizde şirket bize son bir iş önerisi
olarak deniz kıyafetleri
satan mağazada müşterilere yardımcı olmamızı ve
verilen diğer işleri de yapmamızı önerdiğinde beklediğimize değdiğini düşünerek sevinmiştik. Ama
asıl sorun gideceğimiz
eyalet olmuştu. O günden
itibaren Texas eyaletindeki Galveston Adası hayatımızın en güzel ve bir o
kadar da en zor günlerini
geçireceğimiz yeri haline
gelmişti.
27
deneye deneye Galveston’ı onlar gibi telaffuz etmeyi başardıysak da oraya giden
aracı bir türlü bulamamış ve danışmadan
da tatmin edici bir cevap alamamıştık. O
sırada İstanbul’daki şirkette tanıştığımız
diğer iki arkadaşla karşılaşmamız bizi fazSonun da o gün gelmişti. Daha gün lasıyla mutlu etmişti. Hep beraber sıkı bir
ağarmadan havaalanına gitmiş, check-in pazarlıktan sonra ikna ettiğimiz taksiciyle
işlemlerinden sonra uçağımıza biniyorduk, nihayet Galveston yolunu tutabilmiştik.
ne de olsa artık havadaydık. Seyahatimiz
Ortalama iki saat süren Houston–Galveston yolculuğu Hollywood filmlerinin
devasa otomobilleri ve geniş yolları eşliğinde eğlenceli bir seyahate dönüşmüştü.
Bizi Galveston’a getiren klimalı aracımızdan indiğimizde karşılaştığımız o müthiş
sıcak hava sonrası etrafta bir tek “Welcome
to the hell” yazısının eksik olduğunu görebiliyorduk.
GÖZLEM
Bir yandan üniversitedeki notlarımızı
yüksek tutmaya çalışıp bir yandan da Amerika’ya gidişin hazırlıklarını yapmaya başladığımızda Texas’ta geçireceğimiz üç ayda
ne yiyip içeceğimizden tutun da aklımıza
bir sürü soru işareti geliyordu.
Aparta girdiğimizde ise bizi diğer work
and travel ekibinden beş kişilik Türk öğrenci karşılamış, yanlarında getirdikleri yiyecekleri ikram etmeleri de Galveston’daki ilk
günümüz için fazlasıyla yeterli olmuştu…
Ertesi gün ise burada gelir gelmez yapılması gereken şeyleri bize anlattılar. Önce
çalışmak için gereken sosyal güvenlik numaramızı aldık, sonra bisiklet almamız gerektiği söylendi ve Walmart’ dan sadece
100 dolara bisikletlerimizi alarak Meksika
Körfezi manzarasıyla bisiklet sürmenin
keyfini doyasıya yaşadık. Bir sonraki gün
de işe yerleştirilmiştik. İlk iki hafta mağazanın depo kısmında görev alarak mağazada satılan kıyafet, hediyelik eşya ve diğer
biraz zorlu olacak gibi görünüyordu, çün- malzemelerin fiyat etiketlemesini ve depokü İstanbul’dan Roma’ya, oradan New York nun düzenlemesini yaptık.
uçağına, NY’tan da Houston uçağına binDaha sonra mağaza yöneticisi İngilizmemiz gerekiyordu. Uzun uçak yolculuğu cemizi geliştirme amacıyla mağazanın ön
sanılanın aksine eğlenceliydi ve toplamda tarafında görev yapma teklimizi kabul ediaktarma yerlerinde beklememiz dâhil yirmi yor, biz de artık müşterilerle direk iletişime
saatten fazla yolculuk yapmış, sonunda geçiyor ve isteklerine cevap vermeye çalıHouston’a inmiştik. Geceyi Houston Ge- şıyorduk. Bu sayede hem İngilizcemiz george Bush havaalanın da geçirdik. Sabah lişiyor hem de kendimize olan güvenimiz
uyandığımız da ilk iş olarak Galveston’a artıyordu.
gidecek servisleri araştırmaya başlamıştık.
Bu sırada yaşadığımız izbe aparttan ayHavaalanının çıkışına gelen her servis ararılarak beş arkadaşımızla biraz otel biraz da
cına “Galveston’ a gider mi?” diye sorarak
apart konseptinde yeni bir odaya geçtik.
28
GÖZLEM
Birlikte kaldığım arkadaşların ve yan odadakilerin 3’ü de Türk’tü. Daha sonra kaldığımız yeri beğenen diğer arkadaşlar da
üst katımızdan bir oda tuttular. Anlayacağınız Texas/Galveston’da bile mini bir Türk
apartmanı oluşturmuştuk. Oldukça uygun
bir fiyata aylık kişi başı 200 dolara konaklıyor, bununla birlikte kaldığımız yerin havuzları, tenis kortu ve spor salonunu da
kullanarak hayatımın en uzun soluklu yaz
tatilini de yapmış oluyordum.
Gün geçmiyordu ki yeni olaylarla karşılaşmayalım, aslında çabuk unutan biri
olarak hafızama kazınan birkaç olaydan da
bahsetmek isterim. Bir gün arkadaşlarla
araba kiralamaya karar vermiş, bisikletlerimize atlayıp bir araba kiralama şirketine
gitmiştik. Şirket çalışanı ile yaptığımız pazarlık sonucu Buick marka en lüks arabayı
bir günlük fiyatına bir buçuk gün kiralamayı başarmış ve getirdiğimiz bisikletleri de
bagaja atıp kaldığımız yere dönmüştük.
Nerelere gideceğimizin planını yaparak
gece 12 gibi yola koyulduk. İlk hedefimiz
Texas’ın en gelişmiş şehri Houston’a gitmekti. 2 saatten biraz fazla süren Houston
29
yolculuğumuzda arabayı ben kullanıyordum. Houston caddelerine girdiğimizde hiç
de beklediğimiz canlılık görünmüyor, geçtiğimiz caddelerde ne insan ne de araba
görünüyordu. Bomboş caddede ilerlerken
arabanın dikiz aynasından baktığımda arkamda bir polis aracı olduğunu fark ettim.
Biraz daha ilerledikten sonra polis aracı
tepe lambalarını yakmıştı ve aslında bu durumda durmam gerekiyordu. Ben de “bize
değildir canım” diyerek biraz daha ilerlerken siren seslerinin yükselmesi ile aracı
durdurduğumda polis aracı da hemen arkamızda tepe lambasını yakmış, üzerimize
doğan güneşin ışığıyla bir yandan aydınlanma yaşarken yandan da bir türlü gelmeyen
polisi beklemek de heyecanımız tavan yapmıştı. Üç dört dakika sonra aracından inen
bayan polis memuru silahını tutarak cama
yaklaştı ve belgeler ile arabanın anahtarını
istedi. Ardından arabadan inmemi istedi ve
indiğimde de beni arabanın arkasına doğru
götürerek üstümü aradıktan sonra ellerimi
kelepçeledi. Olayın şokunu üzerimden atamadan, beni bir de polis aracına bindirdi ve
ehliyetimi incelemeye başladı.
GÖZLEM
Polis aracındaki bilgisayara ehliyet üzerindeki bilgileri girdiyse de hiçbir şey bulamadı. Polisle bir süre Türk ehliyetinin Amerika’da geçerli olup olmadığını tartıştıktan
sonra onu, ehliyeti Amerika’da da kullanabileceğime arkadaşlarımın da yardımı ile
ikna ettim. Durdurulmamızın sebebi ise
aracın plakasının eski olmasıymış. Ardından polis dikkatli olmamızı söyleyerek yola
devam etmemize izin verdi. Biz de Texas’ın
başkenti Austin’e doğru yola çıktık.
Sabah olduğunda Austin’e yaklaşmıştık, bir yandan muhabbet ediyorduk, diğer
yandan radyoda ki jazz esintileriyle havaya girmiştik, o anları hatırladığımda ne kadar da keyifli olduğumuzdu aklıma gelen
ilk şey. Arabayı marketin önüne park edip
bir şeyler almaya girdiğimizde, arka tarafta uyuklayan arkadaşlar bile fark etmeden
park cezasını yemiştik. Austin’i iyice gezip
alışveriş yaptıktan sonra gecenin ilerleyen
saatlerinde tekrar yola çıktık, Galveston’a
dönme vakti gelmişti, sabah işe gitmemiz
gerekiyordu…
Galveston’da kaldığımız otelde arkadaşlarımızın bisikletleri kayboluyor ve ihtiyacı
olanlar yenisini alıyordu. Bir gün işten geldikten sonra havuz başındaki arkadaşları
görünce, ben de bisikletimi kenara park ettim ve birkaç saat onlarla vakit geçirdikten
sonra odama çıkıp uyudum. Sabah kalktığımda her zaman koyduğum balkonda bisikletim yoktu. Önceki gün havuz kenarına
koyduğumu hatırladım ve gidip baktığımda bisiklet ortada yoktu, otel görevlilerine
sorduğumda onlar da bilmediklerini söylediler ve ben de polise haber verdim. 15 dakika sonra polis kapıyı çaldı ve gayet kibar
bir şekilde bisikletimi tarif etmemi istedi,
ben de tarif ettim ve arkadaşlarımın da
bisikletleri çalındığını söyledim. Ardından
polisle birlikte aşağıya indiğimizde otelin
deposunda ki bisikletimi gösterdi, dahası arkadaşların çalındığını düşündüğümüz
bisikletleri de oradaydı. Neden bisikletleri
buraya koyduklarını sorduğumuzda, otel
kampüsüne bisiklet park etmek yasak cevabını aldık. Polise teşekkür ettik ve bir ça30
yımızı için dedik ama orada öyle bir sistem
yoktu tabiî ki.
Bu gençler orada ne yiyip ne içiyor diye
merak ediyorsanız ondan da bahsedeyim
hemen. Yan odada ki arkadaşımın kullanmadığı bir kahvaltı kartı vardı ve bunu sen
al istersen ben kullanmıyorum dedi. Böylelikle sabah işe gittiğim saatlerde daha
erken kalkıp kahvaltı yapıyordum. Menü
de şunlar var; mısır gevreği, yumurta, süt,
kahve, ekmek ve muz. Normalde Türkiye’de
yemediğim halde bunlarla karnımı doyurmaya çalışıyordum. Eğer bunu yemezsem
McDonald’s da kahvaltı ediyordum, ki o
daha berbattı. Bununla beraber genelde
akşam yemeklerimizi yediğimiz bir restoran vardı, aynı zamanda bazı arkadaşlarım
da bu restoranda çalışıyordu. Galveston’un
en sevdiğim yeri bu restorandı. 8 dolar verip sınırsız yiyip içebiliyorduk. Burada çeşit
çoktu, sebze yemekleri (tabiî ki Türkiye de
ki tadı beklemeyin), et yemekleri, salatalar,
meyveler, dondurma çeşitleri, pastalar ve
sınırsız içecek bu fiyata dahil.(Belli ki orada bizim gibi insanlar yaşamıyordu) Bazen
öğle ve akşam yemeklerini birleştirip saatlerce orada kalabiliyorduk, sadece yemek
için değil, her defasında en az beş-altı arkadaş gittiğimiz için muhabbeti de çok keyifliydi. Bunun dışında Walmart’a alışverişe
de hep beraber gidip kişi sayısına göre ihtiyaçlarımızı alıyorduk. Odamızdaki ocak bozulduğu için genelde hazır yiyecekler alıp
yiyorduk. Listede şunlar oluyordu genelde;
tanesi 70 sent’ den ortalama 15 kutu ton
balığı, cips, 24 lü cola (5-6 dolar), muz, domates, yan odada pişirirsek diye patates
(hiç pişirmedik), 6-7 poşet ekmek ve bir
sürü ıvır zıvır.
Zaman hızla geçiyordu ve arkadaşlar bir
bir ayrılıyordu. Biz de internetten 350 dolara bir tur paketi satın aldık. Work & Travel
programının en çok sevilen Travel kısmına
az kalmıştı. Yola çıkma zamanı gelmişti,
orada bize çok yardımcı olan ve UTMB’de
öğretim görevlisi olan bir hocamız bizi
hava alanına götürmek için otele geldi ve
bir süre sonra arkadaşlara veda edip çıktık.
GÖZLEM
New York uçağı ve 4 saatlik sarsıntılı bir ğendiğim yerlerden biri olan Niagara Şeuçuş…
lalesine varmıştık. Müthiş bir ışıklandırma
New York, Washington D.C, Philadelp- ve çevresinde ki oteller ile cazibe merkezi
hia, Boston ve Niagara Şelalesini kapsa- haline getirilmiş büyük şelale oldukça etyan altı günlük turumuz, tur rehberinin kileyiciydi. O gün 11 Eylül saldırılarının yıl
bizi havaalanından almasıyla başladı. dönümü olmasına rağmen Blues festivali
Rehber önce arabayla bizi tur otobüsü- vardı, biz de festivale katıldık ve müziğin
nün olduğu yere götürdü, ardından diğer tadını çıkardık. Ertesi sabah tekrar Niagayolcularla birlikte New Jersey’de kalacağı- ra Şelalesine gittik, 20-30 kişilik gruplar
mız otele götürüldük. O gün biraz dinlen- halinde tekneyle açıldık, suyun yukardan
dikten sonra aksam, Manhattan gezisine aktığı yere gittik ve biraz ıslanıp geri dönçıktık. Ertesi gün, Tekne turuna katıldık dük, bu da keyifliydi. Daha sonra rotamız
ve Özgürlük Anıtı’ nın olduğu yere de git- Boston’dı. Yolda ilerlerken aklımıza takılan
tik. Daha sonra, Empire State binasının en tek konu, devam eden Türkiye - Amerika
üst katına çıkıp diğer gökdelenlere bile basketbol maçının skoruydu. Otobüs mola
tepeden baktık, manzara etkileyiciydi. Ar- verdiğinde girdiğimiz yerdeki televizyondından Rockefeller Center, Madame Tus- da da maçı izliyorlardı, biz de yemeden içsauds müzesini gezip tekrar bir New York meden maçı izledik, kalkma vakti gelmişti,
turu yaptıktan sonra otelimize döndük. tekrar yola koyulduk. Boston’a geldiğimizErtesi sabah erken uyandık ve otobüse de ilk durağımız Harvard Üniversitesi’ydi.
bindik, yolculuk Philadelphia’ya idi. Yemyeşil ormanın arasından geçen yolda ilerlerken bir yandan da arkadaşlarla sohbet
ediyorduk. Philadelphia’ya vardığımızda
durağımız Independence Hall oldu. Philadelphia’da fazla dolaşmadık ama yeşil
doğası ve güzel havası harikaydı. Otobüse bindiğimizde rotamız ABD’nin başkenti
Washinton D.C’ydi. Burada, Lincoln ve Jefferson anıtını ziyaret ettik. Ardından, en
dikkat çekici yerlerden birisi olan Doğal
Tarih müzesine gittik. Başta dev dinozor
iskeletleri olmak üzere pek çok canlının
kalıntıları etkileyiciydi. Beyaz Saray’ı görmeden D.C gezisi olmazdı tabi, başkan
Obama’ya da uzaktan el salladık ve Washington gezimiz sona erdi.
Ertesi gün, güzel bir uykudan sonra
otobüsümüze bindik ve Hersheys Chocolate World’e geldik. Burası binlerce çeşit
çikolatanın olduğu, çikolata yapımı ve hikayesinin anlatıldığı “tatlı” bir yerdi. Buradan biraz çikolata aldıktan sonra Corning
Museum of Glass’a gittik, çok ilgimi çeken bir yer değildi, camın nasıl yapıldığını
gösteriyordu, Türkiye’de de görebilirdik.
Akşam saatlerinde Amerika’da en çok be31
Altı günlük turumuz sona ermişti, televizyon da seyrettiğimiz pek çok yeri hızlandırılmış bir şekilde gördüğümüz oldukça eğlenceli bir yolculuk olmuştu bizim
için. Otobüsle New York’a doğru tekrar
yola çıktık. New York’a geldiğimiz de herkes bir bir dağılıyordu artık. Bizim uçağımız da bir gün sonra kalkacaktı, bir gece
daha New York’ ta kaldık, son alışverişlerimizi yaptık, banka hesabımızı kapattık
ve artık Türkiye’ye dönüş vakti gelmişti.
Apronda dünyanın en büyük yolcu uçağı
Airbus A380 bizi bekliyordu. Aktarma yeri
olan Paris’e doğru havalanırken çoktan
uyumuştum…
Paylaşmayı, sorumluluk almayı ve özgüveni geliştiren bu üç ay benim için müthiş bir tecrübe olmuştu. İngilizce seviyemi
gerçekten de geliştirmiştim ve bu derslerime de yansıdı. Farklı kültürden pek çok
insanla tanıştığım bu seyahat unutulmaz
anılarıyla hayatımın şekillenmesine etki
etti. Bence imkanı olan tüm öğrenciler
Work and Travel programını yapılacaklar
listesine eklemeli.
SÜREÇ KİTAP
GÜNDELİK HAYATIN ELEŞTİRİSİ 1
AZİZLER VE ALİMLER
HENRI LEFEBVRE
TERRY EAGLETON
“Aşina olunan bilinmez,” diyor Hegel.
20. yüzyılın önemli düşünürlerinden
Henri Lefebvre, ‘politik dramın’ gündelik
temelinin unutulduğu, felsefecilerin hakikati başka yerde aradığı, edebiyatçıların
mucize ve macera peşinde koştuğu bir dönemde aşina olunana bakıyor:
“Asıl değişim nerede olup biter?Gündelik
hayatın esrarsız derinliklerinde!”
İktidar ilişkilerinin, meta fetişizminin ve
yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği, buna rağmen değişimin ve devrimlerin
gerçek temeli olmaya devam eden gündelik hayatın eleştirisine odaklanıyor.
Marksist eleştirinin temelinde yer alan
yabancılaşma teorisinden yola çıkan Lefebvre, onu modern hayattaki tüm yönleriyle
ortaya koyuyor: “Tek yapmamız gereken
şey, gözlerimizi açmak, gündelik hayatın
en mütevazı olgularının engin insani içeriğini basitçe keşfetmektir.”
32
Orijinal adı Saints and Scholars olan roman 1916’da, İrlanda’nın batı kıyısında bir
kulübede, sıradışı kaçakları bir araya getiriyor. Okuması zevkli, mizahi boyutu kuvvetli bir fikir romanı ile karşı karşıyayız. Terry
Eagleton’ın yazdığı tek roman olan “Azizler
ve Âlimler”, anekdotlar, idealler, kavramlar,
kültürler ve St. Petersburg, Viyana ve Dublin gibi çalkantılı şehirler arasında gezinen
keyifli yolculuk.
Ludwig Wittgenstein, İngiliz dar görüşlülüğünden yorgun, felsefeden ise tamamen bitap düşmüş bir halde Cambridge’den kaçıyor. Yol arkadaşı Mihail Bahtin,
Rus devrimci hiziplerinin tartışmalarından
gına getirip, kendini oburluğa adıyor. Onlar
yüksek meseleler hakkında komik gevezelikler ederlerken, kulübeleri İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun lideri James Connolly ile
Joyce’un “Ulysess” romanından kaçıp gelen
Leopold Bloom tarafından basılıyor.
Aralarında, devrimden felsefeye, hayattan boş vermişliğe, itişli kakışlı, bol küfürlü
ve ortalığa harika fikirlerin saçıldığı bir muhabbet başlıyor.
SÜREÇ KİTAP
YEDİNCİ GÜN - İHSAN OKTAY ANAR
“Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.” Kitabının son cümlesi de bu cümle idi.
İşte böyle bitiyor Yedinci Gün… Anar kitabını “Als İkh Kan” diye
imzalıyor. Yani “Elimden gelenin en iyisi.” Yazar, alçakgönüllülüğüyle okuru bir kere daha dokunuyor.
Roman, Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor.
Küçük öykülerle dallanıp, budaklanıyor.
Olaylar, yirminci yüzyılın ilk yıllarında, Osmanlı’nın başkenti
Dersaadet’te geçiyor.
İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle okurlarını bir kez daha şaşırtıyor. Çizgilerde değil
kürelerde gezdiriyor, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk ettiriyor. Alışık olmadığımız bu dünyanın kapısından girdiğimizde âşinalık hissediyor, sadeliğin ihtişâmına
teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken buluveriyoruz.
KARAFATMANIN SARAYI - DANIEL KOPLOWITZ
Daniel Koplowitz, 1975’te esrar kaçakçılığı suçundan Suriye sınırında tutuklandı. Antakya, Sağmalcılar, Burhaniye ve Buca gibi
Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde 12 yıl hapis yattı ve yaşadıklarını Karafatmanın Sarayı’nda kaleme aldı. Karafatmanın Sarayı’nda
Koplowitz, 1970’li ve 80’li yılların hapishane ortamını, tarafsız bir
gözle, yargılamadan sunuyor: Cezaevlerindeki isyanlar, kabadayılar, devrimciler, turist ve sübyan koğuşları, Yılmaz Güney, Filistinliler, Bülent Ersoy, 12 Eylül, askerler, karafatmalar...
TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ - SERPİL SANCAR
Serpil Sancar’ın, İletişim’den çıkan 2012 basımlı “Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti” feminist bir tarih okuması niteliği
taşıyor. Sancar, “Erkeklik: İmkansız İktidar”, “İdeolojinin Serüveni - Yanlış Bilinç Ve Hegemonyadan Söyleme” ve “Birkaç Arpa
Boyu” gibi kitaplarının ardından toplumsal cinsiyet alanına bu
çalışmasıyla önemli bir katkı sağlıyor. Kapakta gördüğümüz alt
başlık okura içerik hakkında manidar bir ipucu veriyor: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar. Yazar, tarihsel olarak kadınların
dışlandığı, cinsiyetçi politikaların belirginleştiği ve cinsel ahlakın sınırlarının çizildiği bir tarih anlatıyor. Muhafazakâr modernleşmenin paranoyalarını ve orta sınıf Türk ailesinin nasıl inşa
edildiğini tartışıyor. Beklentiler ve hayal kırıklıkları, şikâyet ve serzenişleri resmediyor.
Cumhuriyet’in inşasında kadınlar nasıl bir rol aldılar? Neleri tartıştılar? Nasıl tartışıldılar?
Ulus-devlet sürecinde, kanonik anlatılarda kadının işlevi neydi? Kadınlar milli davalara
nasıl dahil oldular? Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, Türkiye feminizmi ve kadın çalışmalarıyla ilgili en kapsamlı çalışmalardan birisi.
33
SÜREÇ KİTAP
DORIAN GRAY’İN PORTRESİ
PRAG MEZARLIĞI
OSCAR WILDE
UMBERTO ECO
Romanın kahramanı Dorian Gray çok
yakışıklı bir genç. Dorian’ın hayranı olan
ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden
etkilenerek, resmini yapıyor. Bu resim ile
yeni bir akım oluşturduğuna inanıyor. Dorian, Basil’in arkadaşı Lord Henry Wotton ile
tanışıyor ve onun dünya görüşünden etkilenmeye başlıyor.
Lord Henry’ye göre hayatta en önemli
değerler: Zevk, güzellik ve Hazcılık. Dorian
bunun üstüne güzelliğini bir gün yitireceğini fark eder ve ağlayarak onun yerine
Basil’in çizdiği resminin yaşlanmasını ne
kadar çok istediğini dile getirir. Dorian’ın
bu dileği gerçekleşir. Portresi işlediği her
günahın izini taşımak üzere işaretlenir ve
bu günahların her biri portresinde kusur
veya yaşlanma belirtisi olarak yer alır. Dorian sansasyonlarla dolu bir hayat yaşar ama
bir türlü yaşlanmaz.
Kitapta ayrıca eşcinsel öğelere yer verilmiştir ve bu konuda büyük eleştiriler almıştır ancak döneme bakıldığında bu konuda
bir devrim yapıldığını söylemek zor olmaz
çünkü bu konuda yalın bir dil kullanılmıştır.
Wilde’ın klasik olarak sayılan tek romanıdır. Romanın aynı zamanda Lord Henry ile
ressam Basil Hallward arasında geçen diyaloglarla okura toplum, vicdan, yargı, ahlak gibi kavramları sorgulatması açısından
ufuk açıcı bir niteliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz.
34
‘’Bizim gibi okumuş yazmış insanların kendilerini evrenin düzeninde gerekli bir unsur olarak
görmesi, cahillerin batıl inançlarına eşit. Dünya
düşüncelerle değiştirilemiyormuş. Az düşünce
üreten kişiler daha az hataya maruz kalıyorlar,
onlar herkesin yaptığını izliyorlar, kimseyi rahatsız etmiyorlar, başarıyorlar, zenginleşiyorlar, iyi
pozisyonlara ulaşıyorlar, milletvekilleri, şöhretli
edipler, akademisyenler, gazeteciler oluyorlar,
ödüllere, nişanlara boğuluyorlar. İşlerini böyle iyi
yürütene aptal denir mi? Aptal benim, yel değirmenleriyle savaşmaya kalkan ben.”
19. yüzyıl Avrupasındayız. Tarihsel bir anlatım
seçiyor Eco, Gülün Adı’nda olduğu gibi ve Gülün
Adı’nın ardından 30 sonra yazdığı ilk roman.
Paris: Komün Günleri; hançer darbeleri; absent
dumanları arasında hazırlanan cinayetler; kanalizasyonda yatan cesetler; patlamalar; isyanlar;
takma sakallar; sahte noterler; düzmece vasiyetler; satanist örgütler; kara ayinler; cinsellikle
pek fazla ilgilenmeyen, hastalarının rüyalarına
burnunu sokmamaya kararlı bir Doktor Froïde Torino, Palermo, Paris şehirlerinde dolaşan histerik
bir satanist; iki kez ölen bir rahip; masonlara karşı
entrikalar kuran Cizvitler; rahipleri kendi bağırsaklarıyla boğan masonlar; çarpık bacaklı raşitik
bir Garibaldi; bir sahte belgenin Siyon Bilgelerinin
Protokollerine dönüşmesi...
Umberto Eco, 2010 yılında İtalya’da yayımlanır yayımlanmaz çoksatarlar arasına giren romanı Prag Mezarlığı’nda, çok renkli ve çok katmanlı
bir dünya sunuyor bize. Hitler’in Yahudi soykırımının gerekçesini oluşturduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri’nin ortaya çıkışını
ele alıyor.
A4-SİNEMA
Mehmet Akif Öncül
[email protected]
İzlediğim filmlerinden anladığım kadarıyla Amerikalı yönetmen ve senarist
Terrence Malick, oluşturduğu sinema üslubunda ağırlıklı olarak kendi içsesinden
esinlenen ve bunu yaşadığımız dünya
aracılığıyla anlatarak bize sunmaya çalışan nev-i şahsına münhasır bir isim.
Malick’in filmleri kimi zaman anlaşılması
zor kimi zaman da ayan beyan ortada.
Bunlardan 1998 yapımı The Thin Red
Line (İnce Kırmızı Hat) filmiyle dikkatleri
ve düşünceleri insanlığın en acı gerçeği
savaşlara çekiyordu. Ana teması savaş
35
Terrence Malick ve Hayat Ağacı
olan filmi izlerken, aykırı asker Er Witt’in
gözünden savaş karşıtı bir film izlediğimizi fark ediyorduk. Askerlerin de bizler
gibi ümitleri, korkuları, yaşam sevinçleri
ve hayal kırıklıkları olduğunu fark ediyor ve kendi kimlikleri ile asker kimlikleri
arasında yaşadıkları çatışmalara şahit
oluyorduk. Sadece bu filmiyle bile Malick, sıradışı bir sinema anlayışına sahip olduğunu
düşündürüyor, kullandığı
mesaj ve konularla pek
çok sanatçının marazi kaygılarına veya amaçlarına
oranla daha gerçekçi bir
biçim sunuyordu.
The Tree of Life (Hayat
Ağacı) filmi ise güzel bir
fragman ve altında Malick
imzası ile 2011 yılının ilgiyle beklenen filmlerindendi. Brad Pitt ve Sean
Penn gibi iki ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırsa
da filmin büyük kitlelere
hitap etmeyi amaçlayan
bir film olmadığı ve herkes tarafından anlaşılıp
sevilmeyeceği de aşikârdı.
Malick, bizi dünyanın kuruluşuna- yaratılışına götürüyordu. O uzun ve çoğumuza göre “sıkıcı” olan
açılış sahnesinde gaz bulutları, lavlar, okyanuslar ve şekil almaya
çalışan bir dünya geçiyordu gözlerimizin
önünden. Hayat ağacının kökleri oluşuyordu belki de yönetmenin diliyle. Daha
sonra filmin ana konusu olan O’Brien
ailesiyle tanışıyoruz. Tipik bir orta sınıf
A4-SİNEMA
Amerikan ailesi, güzel bir muhitte yaşayan ve evlatlarını da güzel yetiştirmek
isteyen dindar bir aile acı bir haberle
yıkılıyor filmin başında. Üç erkek çocuklarından ortanca evlatlarını bilmediğimiz
bir sebepten kaybettiklerinde hayatlarının eskisi gibi olamayacağını anlamak
çok zor olmuyor. Vicdan muhasebeleri,
iyi ve kötü anılar, oğulları için yapabildikleri ve yapamadıkları belki de bir film
şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden o
kederli hallerinde O’Brien’ların.
Bay O’Brien’ın katılık ve disiplini karşısında anneleri Bayan O’Brien’ın şefkati
ve merhameti arasında kalan çocukluk
yıllarına dönüyoruz büyük kardeş Jack’in.
Kariyer basamaklarını tırmanmış lüks bir
hayata erişmiş olan Jack çocukluk yıllarına babası ve yıllar önce ölen abisi ile
birlikte çocukluk anılarına götürür bizi.
Babasının mesafeli tutumu karşısında
ondan uzaklaşan çocuklarının masumiyetleri ve zaman zaman haylazlıkları,
çocukça suçları nedeniyle yaşadıkları
ilk vicdan azapları ve iyi ya da kötü seçimler yaparken yaşadıkları çatışmala36
rı abartısız ve çok ustaca yansıtılmış.
Hayatın çetin, acımasız ve mücadeleci
yüzünü babaları, kimi zaman fütursuz,
eğlenceli ve şefkatli yüzünü ise anneleri temsil ederken çocuk yetiştirmede bu
iki tutumun da ortasında bir yol izleme
önerisinde bulunuyor sanki.
Pek çok sinemacının başvurduğu simgesel anlatıma yazımda değinmediğim
ve kendi üslubuyla şaşılacak öğelerle de
destek veren Terrence Malick sineması,
bazen yüksek bir tepeden bir vadiyi, sahilden denizi, çimenlere uzanıp gökyüzünü seyreder gibi sabırla seyredilmeyi
ve izleyenler tarafından anlamlandırılmayı ya da cevap vermekten çok sorular
sormanızı bekliyor.
Bu eser, Sosyal Üretim ve Eğitim Çalışmaları Derneği
bünyesinde hazırlanmıştır.
© Copyright
Bu eserin tüm yayın hakları saklıdır. Yayıncının yazılı izni olmadan eserin
herhangi bir bölümü, metni ve fotoğrafları yeniden basılamaz, elektronik,
mekanik ve fotokopi yöntemleri ile yeniden çoğaltılıp dağıtılamaz.
SÜREÇ
Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad. No:2 Koç Han Kat:4
Beşiktaş - İstanbul Tel: 0212 259 2045
37
KAPAK
38
Sinanpaşa Mah. Şehit Asım Cad. No:2 Koç Han Kat:4
Beşiktaş - İstanbul Tel: 0212 259 2045

Benzer belgeler