Sayı 76 Şubat 2015 - ATAUM

Transkript

Sayı 76 Şubat 2015 - ATAUM
ATAUM
e-bülten
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Avrupa Gündemi...
Yıl 7 - Sayı 76
ŞUBAT 2015
Göçmenlere Yeni Mekân!
Vatandaşlıktan Toplama Kampına
Bir süredir “mekân sorunu” olan göçmenler, önce Kuzey Ren Westphalia eyalet yönetimi tarafından
Schwerte’ye yönlendirildi. Schwerte Belediyesi'yse, spor salonları ve yurt binaları da dolunca, yani
“yoğunluk nedeniyle”, bazı mültecilerin eski bir Nazi çalışma kampında "ikamet etmesine" karar verdi.
Mülteciler için "alternatif barınma alanı" olarak hazırlanan bina, Almanya’daki en büyük toplama kamplarından biri olan
Buchenwald’a bağlı Schwerte-Ost kampı arazisinde yer alıyor. Naziler tarafından çalışma kampı olarak kullanılan alanda
Avrupalı tutukluların, tren ve ray tamiratı işinde ağır koşullarda çalışmaya zorlandığı biliniyor.
GÖÇMENLERE YÖNELİK DEĞİŞKEN RUH HALİ
Elâ BİLGEN
Paris’te yaşanan market saldırısında kendi yaşamını tehlikeye atarak 15 kişinin kurtarılmasını sağlayan
Malili Lassana Bathily’ye, saldırıdan 11 gün sonra bu “kahramanlığın” mükâfatı olarak Fransız vatandaşlığı
bahşedildi. 16 yaşında geldiği Fransa’daki yaşamı ikamet ve çalışma izni belgeleri peşinde, sınır dışı edilme
korkusu ve tehdidiyle geçen Bathily, Fransız pasaportunu, kendisi için düzenlenen törende bizzat Başbakan
ve İçişleri Bakanının ellerinden aldı. Bathily kendisine uzatılan her mikrofona saldırı sırasında yaptıklarının sıradan insanlara özgü bir davranış olduğunu söylese de, Fransa Cumhuriyeti tarafından kendisine addedilen
kahramanlık vasfı sayesinde İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve’ün sözleriyle “rüyası beklenenden biraz daha hızlı biçimde gerçekleşti”. (devamı 3. sayfada)
Avrupa Telif Hakkı
Kanunu Yenileniyor
Avrupa’nın GDO
Kararı
SİRİZA Hükümeti
Dönemi
Hırvatistan’da
Tudjman Ruhu
Onur HAZNEDAR
sayfa 4
Damla ÜNSEVER
sayfa 5
Christos TEAZIS
sayfa 6
Emre YÜKSEL
sayfa 7
İngiltere: Grev
Hakkının Haksızlığı
Arada Kalan Güç:
Finlandiya
Bedene Öldükten
Sonra da Saygı
Portre:
James Joyce
Damla ÜNSEVER
sayfa 8
Aygün KARLI
sayfa 9
Yasemin KARADAĞ
sayfa 10-11
Recep AKANSOY
sayfa 12-13
üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected]
2
Fırsat Eşitliği ( 85 > 3.5 milyar )
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
ŞUBAT 2014
ATAUM
e-bülten
Fırsat Eşitliği ( 85 > 3.5 milyar )
Bilgesu BÜYÜKÇOLAK
Kapitalizmi eleştiren kişi ve hâlbuki. Son yıllarda hazırlakurumlarca uygulamada gö- nan raporlar, istatistikler ya
rünmediği iddia edilse de, fır- da anketler çarpıcı gerçeğin
sat eşitliği kapitalizmin her defasında nasıl kötüleştiolumlu bir hedefi olarak girdi ğini bize gösterir oldu. Buntarihimize. Fırsat eşitliği, en lardan birisi de İngiliz yardım
sade tanımıyla, “ayrım yap- kuruluşu Oxfam'ın bu ay içemaksızın her bireyin sunulan risinde yayımlanan servet rafır sat lar dan ya rar lan ma poru.
eşitliği” idi. Teorik eşitlik an- Oxfam, Oxford Üniversitesi
layışına ya da dünyada ol- bünyesinde 1942’te kurulan
ması umulan eşitlik normla- bir yardım örgütü. Daha önrına ters de olsa fırsat eşitliği ce UNICEF, BM, ILO, OECD
eşitsizlikten iyidir diyenler ka- gibi uluslararası örgütlerin
pitalizmi kolaylıkla benimse- de raporlarında belirttiği gidi. Kapitalist dünyada herkes bi, zenginin zenginleştiği
aynı okullara, hastanelere fakirin fakirleştiği dünya sisgidemedi, aynı yemekleri yi- te mi ni gös te ri yor bi ze
yemedi ama herkes eğitim, Oxfam. Rapora göre, 2016’
sağlık, mülkiyet gibi anaya- da dünya nüfusunun yüzde
sal haklara sahip oldu. Her- 1'lik kesiminin sahip olduğu
kes birer homo economicus mal varlığı, dünyadaki tüm
olarak piyasada iş yapma öz- servetin yüzde 50'sini aşagürlüğüne de sahip oldu ve cak! Şu anki hesaplara gökapitalizm temel hak ve öz- reyse dünyanın en zengin 85
gürlüklere dokunmayarak ya- kişisi, dünya nüfusunun
ni negatif özgürlük anlayışıy- yarısı olan 3.5 milyar insanın
la insanlara eşitlik sunmuş gi- toplam servetinden daha fazbi gösterildi. Ancak bu güzel la servete sahip. 2009'da kühikâye her geçen gün fakirin resel servetin yüzde 44'üne
daha da fakirleştiği gerçeği- sahip olan “en zenginler” buni kapatamadı. Günümüzde gün servetlerini yüzde 48'lik
gelinen noktada fırsat eşitli- dilime yükseltmiş durumdağinin nasıl bir servet eşitsizli- lar. Geri kalan yüzde 52'lik
ğine yol açtığını net bit şekil- servetin büyük çoğunluğude görüyoruz. İngiliz sosyo- nuysa en zenginlerden daha
log T. B. Bottomore, fırsat az zenginler yönetiyor. Zeneşitliğinin ancak sınıfsız ve gin olmayanlara da küresel
seçkinsiz bir toplumda ge- servetten yüzde 5.5 gibi bir
çerlilik kazanacağını, aksi dilim kalıyor. Oxfam'ın daha
halde fırsattan daha fazla önce belirttiği bir veriye göyararlananların seçkinler re, dün yanın en zengin
olacağını söyleyerek sonuç- insanı Bill Gates her gün 1
ları bize çoktan belirtmişti milyon dolar harcasa tüm ser-
vetini tüketmesi 218 yıl alıyor. Oxfam'a göre adil
vergileme sistemi, asgari
ücretten uygun ücrete geçilmesi, kamu hizmetlerinin ücretsiz hale getirilmesi gibi düzenlemelerle bile uçurum haline gelmiş bu eşitsizlik bir
nebze düzeltilebiliyor. Vergi
kaçakçılığını önlemekse acilen alınması gereken önlemler arasında bulunuyor. Dünya nüfusu her geçen gün hızla artarken yetersiz gıda ve
sağlık koşullarından kaynaklanan ölümler de hızla artıyor ve bu ölümlerin büyük çoğunluğunu çocuk ölümleri
oluşturuyor. Zenginlerden
daha fazla vergi alınmasını
sağlayacak adil bir vergileme sistemiyle dünyadaki açlık problemleri büyük miktarda çözümlenebiliyor. Ancak
özellikle vergi cennetlerinde
vergiden muaf tutulan yatırımlar nedeniyle, yasalarla
halka ücretsiz götürüleceği
vaat edilen kamu hizmetleri
aksıyor. Yani zengin olmadıkları halde gelirlerine
oranla zenginlerden fazla
vergi ödeyen ve dolayısıyla
kamu hizmetlerini daha fazla hak eden insanlar, bu kamu hizmetlerine ancak belirli bir ücret karşılığında ulaşabiliyorlar. Ulaştıkları bu
hizmetlerse zenginlere sunulan imkanların yakınından
bile geçemiyor. Kapitalizm, işte buna fırsat eşitliği diyor.
Kolonyalizm döneminde sömüren ve sömürülen ülkeler
arasındaki ilişki şu anda gayrı resmi bir şekilde bütün ülkeler arasında gözlemleniyor. Artık dünyanın her ülkesinde eşitsizlik farklı oranlarda kendisi gösteriyor. Bu
oranlar gelişmekte olan ya
da gelişmemiş ülkelerde daha fazla olsa da Avrupa ülkeleri de bu oranlardan nasibini alıyor. Ekonomik Kalkınma
ve İşbirliği Örgütü de 2014
’te yayımladığı bir raporda
durumun vahametini gösteren istatistiklere yer vermiş
ve halkına karşı geleneksel
anlamda eşitlikçi tutumuyla
ünlü bir çok Avrupa ülkesinde de (Almanya, Danimarka
gibi) eşitsizliğin gitgide arttığını belirtmişti. Yine geçtiğimiz günlerde yayımlanan
ILO'nun “Dünya'da İstihdam
ve Sosyal Bakış-Eğilimler
2015” raporuna göre de dünyada işsizlik hızla artmakta
ve önümüzdeki 5 yılda da daha fazla artması bekleniyor.
İşsizlik artıyor, eşitsizlik büyüyor, sendikalar zayıflıyor,
şirketler genişliyor, ücretler
azalıyor, vergiler artıyor.
Araştırmacılara göre bu durum Yunanistan başta olmak
üzere özellikle Avrupa'nın güneyini vuruyor. Ekonomi temelli bu durum ülkelerde siyasi, dini ve hatta psikolojik
bir savaşa yol açıyor ve son
yıllarda gitgide gerilim tırmanıyor.
ATAUM
e-bülten
Gittikleri ülkenin vatandaşlığını elde edebilmek, göçmen
ve sığınmacılar için ayrımcılıkla daha nadir karşılaşma
olanağı, oturma ve çalışma
imkânıyla eğitim ve sağlık
hizmetlerine erişim şansı sunan bir “rüya”. Çünkü çoğu
za-man resmi kurumlarca
ifade edilenin aksine misafirperverlikle karşılanmıyorlar. Bulundukları ülkede kabul edilebilir koşullarda yaşamlarını sürdürebilmeleri
için sıradan insanlardan beklenenden çok daha “suskun
ve masum” olmaları yeterli
değil. Tıpkı Lassana Bathily
’nin kahramanlığı gibi “insan olmaktan” öte bir kutsiyet bağlamında tanımlanmaları gerekiyor.
Paris’in 550 km kuzey doğusunda yer alan, Almanya’nın
Schwerte şehrindeki mülteciler de misafirperverlikten
uzak bir tutumla karşılaşan
onlarca örnekten birkaçı. Ekim 2014’ten bu yana Kuzey
Ren Westphalia eyalet yönetimi tarafından 64 mülteci
Schwerte’ye yönlendirildi.
Schwerte Belediyesi'yse yoğunluk nedeniyle mültecilerin zorunlu olarak spor salonları ve yurt binalarına yerleştirilmesi sorununa ilginç
bir çözüm geliştirerek Gine,
Fas, Mısır ve Bangladeşli 11
mültecinin eski bir Nazi çalışma kampında ikamet etmesine karar verdi. Onarım
çalışmaları tamamlandığında 10 mültecinin daha buraya nakledilmesi planlanıyor.
Belediye Başkanı Heinrich
Böckelühr “yüksek borç altında bir belediye olmalarına
rağmen zor yolu seçerek,
Schwerte’ye sığınmış olan insanlara onurlarına yaraşır
ŞUBAT 2014
bir barınma imkânı sunmaya
çalıştıklarını” söylemekte. 46
bin nüfuslu şehrin tam kapasite çalışan üç geçici kurumunda hâlihazırda 173 mülteci kalıyor.
Mülteciler için alternatif barınma alanı olarak hazırlanan binalarsa Almanya’daki
en büyük toplama kamplarından biri olan Buchenwald’
a bağlı Schwerte-Ost kampı
arazisinde yer alıyor. Naziler
tarafından çalışma kampı
olarak kullanılan alanda
Avrupalı tutukluların, tren ve
ray tamiratı işinde ağır koşullarda çalışmaya zorlandığı biliniyor. Belediye yetkilileriyse, kamuoyu ve medyadan gelen tepkiler üzerine
yaptırdıkları araştırmaya dayanarak kamp alanı içinde
esir ve gardiyanlarca kullanılan binaların çoktan yıkılmış olduğunu, mevcut yapıların tamamının 1950’lerin
sonlarında inşa edildiğini ve
daha önce kreş ve sanat
atölyesi olarak kullanıldığını
vurguluyor. Belediye Başkanı
da entegrasyon anlayışlarının ve Schwerte’nin “canlı
misafirperverlik kültürü”nün
mültecilerin kalabalık barınaklarda, konteynırlarda
veya spor salonlarında barınmasına izin vermeyeceğini ifade etmekte. Schwerte’
nin bağlı bulunduğu Kuzey
Ren Westphalia Eyalet Başkanı Hannelore Kraft’ın savaş ve acıdan kaçan mültecileri eski bir Nazi kampına
yerleştirmenin “iyiye işaret”
olmadığını belirterek şehir
idaresinden kararın gözden
geçirilmesini istemesineyse
yukarıdan gelen eleştirilere
ihtiyaçları olmadığını söyleyerek cevap verdi. Başkan,
karardan rahatsızlık duyuluyorsa, kendilerine mültecileri yerleştirmeleri için yeni bir
yer önerilmesini istiyor.
Spor salonlarına göre daha
iyi olduğu söylenen yapılarsa
eski bir sanayi bölgesinin ortasında bulunuyor ve kullanılabilir durumda görünmüyor. Bölgede yerleşim yeri,
market ya da mültecilerin
herhangi bir şekilde ihtiyaçlarını karşılayabileceği veya
bölge sakinleriyle iletişim kurabilecekleri bir mekân bulunmuyor. Bu da Belediye
Başkanı’nın önemini vurguladığı entegrasyon anlayışıyla bağdaşmıyor.
Yakınlarında mülteci barınakları olmasını istemeyen
bölge sakinleri karara destek
çıkarken, itiraz edenler arasında da gerekçeler farklılık
gösteriyor. Kimi yerleşikler
kararı tüm dünyada Almanya’nın imajını zedeleyecek
politik bir hata olarak yorumlarken, bazıları da mültecilerin yerleştirilecekleri binaların durumuyla ilgili bilgilendirilmedikleri ve kendilerinin onayının alınmadığı
eleştirisini dile getiriyor. Kuzey Ren Westphalia Mülteciler Konseyi’nden Birgit Naujoks da herkesin aynı şekilde etkilenmeyecek olmasıyla
birlikte yerleştirildikleri yerin
durumunu öğrenmenin bazı
mülteciler için travmatik olabileceği görüşünde.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre 2014
boyunca AB üyesi devletlere
gelen sığınma başvurusu önceki yıla göre yüzde 25 artış
gösterdi. En fazla başvuruysa
Almanya’ya yapıldı. Fransa,
İsveç, İtalya ve Birleşik Krallık
da Almanya’yı izleyen dev-
Vatandaşlıktan Toplama Kampına
Elâ BİLGEN
3
letler oldu. Almanya göçmenler konusunda da birinciliği koruyor. OECD verilerine göre ABD’den sonra dünyada en çok göç alan ikinci ülke Almanya. Yine OECD’ye
göre Avrupa’nın en büyük
yaşlı nüfus payına ve ikinci
en düşük doğum oranına sahip olan Almanya’nın Euro
bölgesinin en büyük ekonomisi olması, iyi eğitim almış
göçmenlerin de büyük oranda Almanya’yı tercih etmesine neden oluyor. Göçmenlerin Almanya’nın nitelikli işgücü ihtiyacını karşılıyor olmasına rağmen, düşük doğum oranları karşısında hızla artan nüfus Almanya’yı endişelendiriyor. Federal İstatistik Dairesi’ne göre Almanya’ya göç edenlerin, Almanya’dan gidenlerden yaklaşık
500 bin kişi daha fazla olması, Romanya ve Bulgaristan’
ın Ocak 2014’ten itibaren AB
serbest iş gücü dolaşımı hakkından yararlanmaya başlaması, AB ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz ve işsizliğin göçü tetiklemesi ve dünyadaki savaş ve kriz ortamlarının mülteci sayısında artışa
neden olması nüfustaki dramatik büyümenin nedenleri
arasında yer alıyor.
Avrupa’nın, insan hakları anlayışını sınır ötesine taşımakta yaşadığı bilindik güçlüğü
ülke sınırları içinde de yaşamaya başladığı gerçeği, son
yıllarda göçmen ve sığınmacı
sayısındaki hızlı artışla birlikte belirginlik kazandı. Pasaport bahşetmekle, Na zi
bacasını bir şekilde yeniden
tüttürmek arasında gidip gelen değişken ruh hali de buna işaret ediyor.
4
Avrupa Telif Hakkı Kanunu Yenileniyor
Onur HAZNEDAR
ŞUBAT 2014
ATAUM
e-bülten
Avrupa Telif Hakkı Kanunu Yenileniyor
Onur HAZNEDAR
Hepimiz bilişim çağı adı verilen yeni bir dönemin içerisinde yaşıyoruz. Her geçen gün
hayatımıza bir yenisini kattığımız teknolojik ürünlerle
bilgiye anında ulaşıyor, paylaşıyor ve bu zincirin bir parçası olarak biz de bir şekilde
bu sarmala katkıda bulunuyoruz. Artık gazetelerimizi,
kitaplarımızı yeni teknolojik
aletlerimizle okuyor, iletişimimizi internet üzerinden
gerçekleştiriyoruz. Burada
saymakla bitmeyecek yeniliklerle değişen ve dönüşen
toplumsal ilişkilerimizin bir
sonucu olaraksa bu sanal
alanın hukuken düzenlenmesi gerekliliğini ortaya çıkıyor. Söz konusu bilgiye kolayca ulaşmak olunca da telif
hakkı konusu, dönemin şart-
larına ve tarafların isteklerine göre yeniden düzenlenmesi gereken alanların başında geliyor.
Her türlü bilginin sahibinin izni olmaksızın kullanıldığı,
korsan eserlerin internet ortamında daha çabuk yayılabildiği bugünlerde telif hakkı
konusu farklı bir noktada
Avrupa’nın gündemini meşgul ediyor. Avrupa Parlamentosu’nda Alman Korsan
Partisi’ni temsil eden Julia
Reda, geçtiğimiz ay sunduğu
bildiride AB’de telif hakkı kanunu konusunda önerilerde
bulundu. Reda, Avrupa’nın
telif hakkı konusunda eskide
kaldığını belirterek 2001’
deki kanunun dönemin şartlarına göre yenilenmesi gerektiğini önerdi. Zira Reda’ya
göre bu kanun Youtube, Facebook ve Twitter gibi günümüz sosyal medyasının olmadığı eski bir dönemde
oluşturulduğundan bugünkü
hakları korumakta etkisiz kalıyor. Bunun dışında Reda’nın
asıl vurguladığı noktaysa, AB
ülkeleri arasındaki farklı telif
hakkı uygulamaları. Mevcut
yasayla her AB üyesi devlet
kendi ulusal düzenlemeleriyle farklı telif hakkı uygulamaları getirebiliyor. Hal böyle oluncaysa Avrupa’da insanlar kendi ülkelerinden
başka ülkelere seyahat
ettiklerinde, kendi ülkelerinde serbest olan bir şey diğer
ülkede yasak olabiliyor.
Örneğin internet üzerinden
müzik hizmeti sunan iTunes
ve Spotify gibi uygulamalara
bazı Avrupa ülkeleri izin verirken, bazıları bunları ya kısıtlıyor ya da tamamen erişime kapatabiliyor. Yine benzer şekilde tarihi bir yapının
ya da bir sanatsal çalışmanın
resmini çekmek ve bunu kendi sosyal hesabında paylaşmak bir ülkede yasal iken bir
başka ülkede yasa dışı olabiliyor. Benzer örneklerin
çoğaltılabileceğini belirten
Reda, “‘bu video ülkenizde
ulaşılabilir değildir’ mesajının artık geçmişe ait bir şey
olması gerektiğinin” altını çiziyor. Bu nedenle de tüm AB
ülkelerinde geçerli tek bir Avrupa telif hakkı yasasının
oluşturulmasını öneriyor.
çalışmalarına devam ediyor.
Julia Reda da Avrupa Komisyonu’na ve de Oettinger’e
önerilerde bulunan komitenin üyelerinden biri konumunda bulunuyor. Önümüzdeki altı ay boyunca Parlamento içerisindeki bu komite
telif hakkı reformu konusunda çalışmalarına devam
edecek. Reda’nın geçtiğimiz
ay sunduğu raporsa 16 Nisan’da Parlamento’nun hu-
kuki işler komitesinde görüşülecek, oradan da genel kurula gidecek. Kabul edilmesi
durumunda da Günther
Oettinger bu öneri üzerinde
çalışmaya başlayacak. Avrupa Komisyonu’nun 2015 sonuna dek yeni bir telif hakkı
yasasını hazırlaması bekleniyor.
sında otorite sahibi kimi kişiler, Reda’nın tek bir telif yasası önerisinin işlerlik kazanmasının yıllar alacağı, en iyi
ihtimalle on yıl içerisinde hayata geçirilebileceği, bunun
üye devletlerin otonomilerini
kısıtlayacağını, bu yüzden de
uy gu la na bi lir li ği nin pek
mümkün olmadığı noktasında eleştirilerde bulundular.
Hatta bu önerinin “çöp sepetine” doğru yol aldığı, her şeyin bedava olması gerektiğine inanan birinin önerisinden ne beklenebileceği gibi
Reda’yı yerden yere vuran
açıklamalar da geldi. Görünen o ki, Reda, hem yol arkadaşlarını hem de kendisine
karşı grupları önerisiyle pek
memnun edememiş. Ama yine de Korsan Partili etiketine
sahip birinin yeni telif hakkı
kanununu yazılmasında ön
planda olması şaşırtıcı olsa
gerek. Reda şimdilik etkin bir
lobi faaliyeti içerisine girerek
önerisine destek arıyor. Kendisinin telif haklarını benimseyen biri olduğunu belirterek de destek sağlamaya çalışıyor. Bunun zor bir savaş
olacağının bilincinde olan
Reda’nın önerisine ne denli
destek verileceğiyse önümüzdeki bahara belli olacakmış gibi gözüküyor.
Dijital tek pazar girişimi
Avrupa’da ve de Parlamento’da telif hakkı konusunun
tartışılmasının arka planındaysa Avrupa Komisyonu
Başkanı Jean-Claude Juncker’in ilk dönem öncelikleri
arasında açıkladığı ‘Dijital
Tek Pazar’ oluşturulması girişimi bulunuyor. Hem toplumun hem de ekonominin her
geçen gün dijitalleştiği fikriyle hareket eden Juncker, gerek iş dünyası gerekse AB va-
tandaşları için gelişimin
önündeki engellerin kaldırılması için dijital bir devrimin
yapılması gerektiğini savunuyor. İşte bu girişimin bir
parçasını da AB’nin telif konusundaki yasal düzenlemelerinin modernize edilmesi
oluşturuyor. Hâlihazırda Avrupa Komisyonu’nda Günther Oettinger, Dijital Ekonomi ve Toplumdan Sorumlu
Komisyoner olarak bu yönde
Öneriye tepkiler
Avrupa Parlamentosu’nun şu
andaki tek Korsan Partisi
üyesi olan Julia Reda’ya ilk
tepki Korsan Partileri’nin beşiği İsveç’ten geldi. 2006’da
İsveç’te ilk kez kurulan, daha
sonra birçok ülkeye yayılan
ve de ilk katıldıkları seçimlerde Avrupa Parlamentosu’na
üç vekil yerleştiren Korsan
Partileri, kendilerinden birinin telif hakkı yazılması sürecinde olmasını olumlu karşılasalar da, Reda’nın önerilerinin kendilerini tatmin etmediğini belirtiyor. 2011 ila
2014 yılları arasında İsveç
Korsan Partisi’ni temsilen Avrupa Parlamentosu’nda görev yapmış olan Amelia An-
dersdotter, Julia Reda’nın Avrupa Komisyonu’ndan bile
daha muhafazakar bir tutum
sergilediğini, beklentileri yerine getiremediğini dile getiriyor. Dünyaca ünlü torrent sitesi The Pirate Bay’a yönelik
saldırılara bir tepki olarak doğan Korsan Partileri’nin kuruluş mantığı gereği bilginin
serbestçe paylaşılması yanlısı olduğu düşünüldüğündeyse, bu tepkilere pek de şaşırmamak gerekiyor.
Reda’nın önerisine bir başka
tepkiyse, söz konusu önerinin hayata geçirilmesinin
mümkün olup olmaması konusunda oldu. Buna göre,
mevcut yasanın uygulanma-
ATAUM
e-bülten
ŞUBAT 2014
Avrupa’nın GDO Kararı
Damla ÜNSEVER
5
Avrupa’nın GDO Kararı
Damla ÜNSEVER
Amerika ve Asya kıtalarında
yoğun olarak üretimi yapılan
ve tüketilen GDO’lu gıda ve
yemler, Avrupa’da önemli bir
tartışma konusu olmaya devam ediyor. Düşük maliyetli
olması ve seri üretimin sağlanması nedeniyle tercih edilen bu ürünler, ABD, Brezilya,
Arjantin ve Hindistan başta
olmak üzere birçok ülke tarafından artan dünya nüfusuna yeterli yiyeceği sağlamak için en ideal yöntem
olarak görülüyor. Çevrecilerse hızlı bir şekilde yayılan
ve modern tarımda en çok
kul la nı lan yön tem o lan
GDO’ların insan sağlığına ve
ekolojik sisteme zarar vereceğini savunuyor. Rakamsal
verilere baktığımızda, GDO’
lu ürünlerin dünya genelinde
yaygın olarak kullanılması
konunun önemini gözler
önüne seriyor. Tarımsal Biyoteknoloji Uygulamaları İçin
Uluslararası Hizmetler Enstitüsü’nün (ISAAA) yaptığı
araştırmaya göre, GDO’lu
üretim 1996’da ilk defa yapıldığında 1.7 milyon hektarlık alanı kapsarken, 2014
’de bu rakam 181.5 milyonu
buldu. Ayrıca 1996’da yalnızca 4 ülke GDO’lu üretim
yaparken bugün bu sayı 29’a
yükseldi. Bir başka açıdan
baktığımızda, bu ürünleri yetiştiren ülkelerin nüfusu dünya nüfusunun yüzde 59’unu
oluştururken, ihraç ve ithal
eden kesim dünya nüfusunun yüzde 75’ini oluşturmakta.
Genellikle gelişmekte olan
ve yoğun nüfusa sahip ülkelerde tüketilen bu ürünlere
karşı AB temkinli yaklaşıyor.
Çevreciler ve biyoteknoloji
uzmanları arasındaki görüş
ayrılıkları ve Avrupa halkının
isteksizliği, GDO’lu ürünler
konusunda bir karara varılmasını zorlaştırıyor. Konunun açıklığa kavuşturulması
için 2009’dan bu yana çaba
sarf eden Fransa, Almanya
ve İtalya başta olmak üzere
birçok Avrupa ülkesi genetiğiyle oynanmış gıdalara karşı çıkarken, İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere bir
kısım ülkeyse bu yöntemi destekliyor. Dolayısıyla kesin bir
karara varamayan AB, herkesi memnun edecek bir çözüm arayışında.
Diğer bölgelere nazaran bu
konuda daha fazla hassasiyet gösteren Avrupa’da Birlik, ilk defa 1998’de Monsanto şirketinin MON810
adlı genetiği değiştirilmiş
mısırının üretimine izin vermişti. Günümüzde sadece
İspanya, Portekiz, Slovakya,
Çek Cumhuriyeti ve Romanya’da yetiştirilen bu mısır, Avrupa bölgesindeki tek GDO’
lu ürün olma özelliği taşıyor.
2013’teyse Amflora adında
bir patates türü Avrupa Komisyonu’ndan onay aldı, ancak Avrupa Genel Mahkemesi tarafından Komisyon
’un gerekli prosedürleri yerine getirmediği gerekçesiyle
reddedildi.
Konu üzerinde demokratik
bir şekilde uzlaşıya varmaya
çalışan AB, 2009’da bir taslak olarak oluşturulan ancak
ülkeler arası görüş ayrılıkları
nedeniyle bir türlü yürürlüğe
giremeyen yasayı geçtiğimiz
günlerde kabul etti. Bu yasaya göre, ülkeler GDO’lu
ürünlerin üretilmesine Brüksel’den izin çıksa dahi kendi
topraklarında bu ürünlerin
yetiştirilip yetiştirilmeyeceğine dair kararı kendileri verecek. Yani artık ülkeler tarım, çevre ve şehir planlama
politikaları, bu ürünlerin
sosyo-ekonomik etkileri gibi
gerekçeler sunarak kendi ülkelerinde GDO’lu gıdaları yasaklama ya da sınırlandırma
yetkisine sahip olacaklar. Ancak uzun zamandır beklenen
ve sonunda ilkbaharda yürürlüğe girecek olan bu karar, ne GDO destekçilerini ne
de çevrecileri tatmin etti.
GDO üreticileri çiftçilerin ne
üretecekleri ko nu sun da
özgürlüklerinin kısıtlandığını
ve bu kararın yeni gelişmelerin önüne geçeceğini savunurken, çevreciler Avrupa
halkının çoğunluğunun istemediği bir konuda böyle bir
kararın çıkmasının Avrupa’yı
GDO’lu ürünlere açacağını
ileri sürdü. Farklı görüşlere
sahip ülkeleri ortak noktada
bir araya getirmek amacıyla
bu şekilde bir karar aldığı düşünülen birlikse bu karardan
bir süre önce onayladığı yeni
etiketleme yasasında genetiğiyle oynanmış ürünlere de
yer vererek tüketicilerin lehine bir adım attı. Aralık 2014’
te yiyeceklerin içeriği konusunda şeffaflık yaratmak
amacıyla onaylanan yasayla, AB içinde satılan tüm gıda
ve yemlerde GDO oranı yüzde 0.092u aşıyorsa üzerlerindeki etikette bunun belirtilmesi zorunluluğu getirildi.
Ayrıca aynı dönemde yürürlüğe giren izlenebilirlik kuralıyla genetiğiyle oynanmış
gıda ve yemlerin üretiminin
tüm aşamalarının izlenmesi,
yakın takibe alınması kararlaştırıldı. Bununla beraber, insan sağlığı ve çevreye zarar
vermesi durumunda ya da
ihtimalinde bu ürünlerin
üretim ve dağıtımının durdurulması öngörüldü.
Diğer taraftan, yeni yasayla
birlikte geçtiğimiz yıldan bu
yana tartışma konusu olan Pioneer 1507 adlı GDO’lu
mısırın Avrupa’ya girip girmeyeceği yeniden görüşüldü. Ürünü haşerelere karşı dirençli kılan bir formülle geliştirilen bu mısır, Avrupa Gıda Güvenliği’nin onayını almasına rağmen 2014’de reddedildi. Gerekçe olaraksa
haşerelere yönelik geliştirilen bu mısırın kelebek ve
güvelere de zarar verebileceği ihtimali gösterildi.
İngiltere’nin 2017’ye kadar
kabulünü arzuladığı mısır, Almanya ve Fransa’nın tepkisini çekerken tüm bu görüş karmaşasının ortasında en
“ideal” kararı almaya çalışan
AB, herkesi tatmin edecek kararlar alabilecek mi? Bunu
ilerleyen yıllarda göreceğiz
ancak uzman görüşlerine dayanarak şunu söyleyebiliriz
ki, modern tarımda giderek
yayılan ve her yıl hızlı bir artış
gösteren genetiği değiştirilmiş organizmalar içeren
ürünlere karşı durmaya çalışan ülkeleri zorlu bir mücadele bekliyor.
6
SİRİZA Hükümeti Dönemi
Christos TEAZIS
ATAUM
ŞUBAT 2014
e-bülten
SİRİZA Hükümeti Dönemi
25 Ocak 2015 tarihi Yunanistan için bir milat olabilir.
Çünkü, Yunanistan’ın siyasi
tarihinde sol bir parti iktidarda. Partilerin durumunu ele
almadan önce, seçim sonuçlarına göz atalım: Seçimin
tartışmasız galibi SİRİZA, aldığı yüzde 36.34 oyla 149
milletvekili çıkardı. (2012 Haziran seçiminde yüzde 26.89
oy ve 71 vekil). Yüzde 27.81
oy alan Yeni Demokrasi
Partisi’yse 76 vekil çıkardı
(2012’de yüzde 29.66 oy,
129 vekil). Altın Şafak, yüzde
6.28’le 17 vekil çıkarırken
(2012’de yüzde 6.92 oy ve
18 vekil), seçime ilk defa katılan NEHİR yüzde 6.05 oyla
17 vekil çıkardı. Komünist
Parti, yüzde 5.47 oyla 15 vekil (2012’de yüzde 4.5 ve 12
vekil), Bağımsız Yunanlılar ise yüzde 4.75 oyla 13 vekil
çıkardı (2012’de 7.51 oy ve
20 vekil). PASOK, yüzde 4.68
oy ve 13 vekil (2012’de yüzde 12.28 oy ve 33 vekil) alırken, Yorgo Papandreou’nun
Genel Başkanlığında seçime
ilk kez katılan İDİSO, yüzde
2.46 oy aldı ve yüzde 3’lük
barajın altında kalarak meclise girmedi.
Sonuçlara göre, SİRİZA, güvenoyu için gerekli 151 milletvekiline ulaşamadığı için,
Bağımsız Yunanlılar partisiyle koalisyon kurdu. Öte yandan, aşağı yukarı yüzde 2 oy
kaybeden Yeni Demokrasi, ana muhalefet partisi oldu. Şu
açıkça anlaşıldı ki, eski başbakan Adonis Samaras, insanları krizden çıkacaklarına, tünelin sonunda ışığın
göründüğünü ikna edemedi.
Altın Şafak’sa gücünü korumakta. İlk defa seçime giren
NEHİR partisi, tepki oyları ve
Christos
TEAZIS
Christos
TEAZIS
kararsızların bir kısmını çekerek büyük bir başarı elde
etti. Komünistlerse gücünü
korudu. PASOK’un seçimin
mağlubu olduğunuysa rahatlıkla söyleyebiliriz. PASOK’un Genel Başkanı Vagelis Venizelos, ağır hezimetini kabul edip kurultaya
kadar genel başkan kalacağını açıkladı. Yorgo Papandreu’nun partisiyse, meclise
girmeyi başaramasa da, çok
küçük çaplı bir başarı elde etti. Çünkü insanlar Papandreu’ya karşı bir öfke besliyor
ve kendisini, ülkeyi ekonomik krize sokan kişi olmakla
suçluyor.
Seçimlerin asıl galibine gelirsek, SİRİZA aslında gerçekten bir milat olabilir. Zira ilk
defa komünist partiden ayrılan yenilikçiler iktidara geldi.
İlk defa Yunanistan siyasi tarihinde genç bir başbakan seçildi. Yunan başbakanı olan
Aleksis Tsipras, 40 yaşında.
SİRİZA’nın yükselişi, sadece
sol oyların toplanmasından
değil sağ partilerden oy alınmasından da kaynaklanıyor.
Ve esas önemlisi, SİRİZA’nın
başarısı Yunanistan’da yeni
bir sayfa açıldığını aşikâr kılıyor. Bu yeni sayfanın ilk satırı
da Başbakan Tsipras’ın yeminiyle başladı. Yıllardır
Yunanistan’da geleneksel
olarak Başbakan, bakanlar,
milletvekilleri, dini bir törenle başpiskoposun huzurunda
yemin ediyorlardı. Bu, Yunanistan’da devlet-din birliğinin varlığından ileri geliyordu. Tsipras’ın sivil/laik yemin
etmesi, devlet-din ayrışması
sinyalini verdi. Aslında Tsipras’ın böyle bir harekette bulunacağı neredeyse bekleniyordu: Özel hayatı bunu çok
net ortaya koyuyor. Tsipras kilisede evlenmedi; bir sözleşme imzalayarak evlendi. Çocuklarını da vaftiz ettirmedi.
Bunun yerine, sadece isim
verme töreni yapıldı. Siyasette takındığı bu tutumu, özel
hayatındaki din-dışı tutumun
bir yansıması olarak görebi-
liriz.
SİRİZA’nın sloganı “Umut
Geliyor”du. İnsanlarda gerçekten bir beklenti, bir umut
oluştu. Acaba sefaletten bizi
kurtaracak mı SİRİZA? En
azından bu ağır mali yükü hafifletebilecek mi? Zedelenen
itibarımız onarılacak mı?
SİRİZA hükümetinin ilk icraatları bu yönde gibi gözüküyor. Örneğin, devletin pahalı
arabalarının satışa çıkarılacağı söyleniyor. Haksız bir şekilde işten atılanlar da işlerine geri dönecekler. En son
Maliye Bakanı Varufakıs da
“biz troykayı istemiyoruz
artık” açıklaması yaptı. Avrupa’dan gelen mesajlarsa pek
olumlu değil: “Reformlara devam ederseniz, biz size destek sağlarız. Yoksa....” şeklinde. Gelecek altı aylık süreç
çok fırtınalı geçecek gibi görünüyor.
ATAUM
e-bülten
İletişim
Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM)
Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara
Telefon: 0 (312) 362 07 62
Faks: 0 (312) 320 50 61
Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten
E-posta: [email protected]
Editör: Erdem DENK
Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK
* Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz.
* ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir.
* Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir.
* Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir.
Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara
Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Haziran 2014
ATAUM
ŞUBAT 2014
e-bülten
Hırvatistan’da Tudjman Ruhu
Emre YÜKSEL
7
Hırvatistan’da Tudjman Ruhu
Emre YÜKSEL
Hırvatistan’da halk, yeni cum- kazanan ve Temmuz 2013’te
hurbaşkanını seçmek için ül- AB’ye üye olan ülkede seke tarihinde beşinci kez san- çimlerin ilk turunda hiçbir
dık başına gitti. 1991’de Yu- aday yeterli çoğunluğu sağgoslavya’dan bağımsızlığını layamadı ve ikinci tur seçim-
leri yapıldı. Bunun turun so- turda Kitaroviç’in arkasında
nucundaysa Kolinda Grabar kaldı.
Kitaroviç ülkenin 4. Cumhurbaşkanı oldu. Seçimlerin favorisi İvo Josipoviç ise ikinci
Gelenek ile gelecek
2010’da Cumhurbaşkanı seçilen İvo Josipoviç’in görev
süresinin dolmasıyla Hırvatistan yeni cumhurbaşkanını
belirlemek için seçimlere gitti. Josipoviç gibi geleneği
temsil eden adaylar olduğu
gibi geleceği vadeden Sinciç
gibi bir adayın da bulunduğu
ve ülke iç politikasında
önemli yetkiler anlamına gelen bu görev için dört aday seçimlere katıldı.
Ülkenin mevcut Cumhurbaşkanı olan İvo Josipoviç, ülkenin en önemli iki siyasi partisinden biri olan Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) adayı
durumundaydı. 2010’da yüzde 60 gibi bir oy oranıyla seçilen ve 2015 seçimlerinde
17 partinin desteğini alan
Josipoviç, seçimlerin favorisi
durumundaydı.
Ana muhalefetin adayıysa ülkenin diğer önemli partisi Hır-
Seçimlerin ilk turu
Bu dört adayın yarıştığı ve 28
Aralık’ta gerçekleştirilen seçimlerin ilk turunda hiçbir
aday yeterli çoğunluk olan
yüzde 50’yi sağlayamadı.
Böylece yeni cumhurbaşkanını belirleme işi de yeni yıla
kalmış oldu.
Seçimlerin ilk turunda seçimlerin favorisi olan mevcut
Cumhurbaşkanı Josipoviç,
geçerli oyların yüzde 38.46’
sını alarak ilk turu önde tamamladı. Muhalefetin adayı
Kitaroviç’se oyların yüzde
37.22’sini alarak seçimi ikinci sırada bitirdi. Bu sonuçlara
göre Josipoviç ve Kitaroviç
ikinci turda yarışacak adaylar oldu.
İlk kadın cumhurbaşkanı
Kitaroviç ve Josipoviç’in yarıştığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu yüzde 50.74 oy alan HDZ’nin
adayı Kolinda Grabar Kitaroviç kazandı. Kitaroviç, böylece ülkenin dördüncü cumhurbaşkanı ve ayrıca bu göreve gelen ilk kadın siyasetçi
oldu. Böylece Franjo Tudjman’ın kurduğu ve ülkeyi bağımsızlığa taşıyan Hırvat Demokratik Birliği (HDZ) tekrar
iktidara gelmiş oldu. Diğer
aday İvo Josipoviç’se oyların
49.26’sını alarak Kitaroviç’in
arkasında kaldı. Seçime katılımın yüzde 59 olduğu ikinci
turda iki aday arasındaki oy
farkı yaklaşık 30 bin olarak
açıklandı. Kolinda Kitaroviç
göreve 19 Şubat’ta başlayacak.
Ülkeyi AB’ye sokan ve seçimlerin de en önemli favorisi konumunda olan mevcut Cumhurbaşkanı Josipoviç’in seçimi kazanamamasının en
önemli nedeni, özellikle ül-
kede altı yıldır süren resesyonu sona erdirememesi
olarak gösteriliyor. Kitaroviç
de seçim kampanyası sürecinde Josipoviç’i bu nedenle
eleştirmişti. Ayrıca ülkede
yüzde 20’leri bulan işsizlik
oranı da Josipoviç’in kazanamamasındaki önemli faktörlerden.
Ülkenin müstakbel Cumhurbaşkanı Kitaroviç, zafer konuşmasında seçimi tüm Hırvatistan için kazandığını,
Josipoviç’e oy veren seçmenlerin de ekibinin bir parçası
olması gerektiğini belirtti.
“Ben-sen” yok diyen Kitaroviç, “bu yolda beraberiz ve
birlik olarak Hırvatistan’ı
krizden çıkaracağız. Kendimize güveniyoruz” sözleriyle
ülkeye birlik mesajları verdi.
Kitaroviç, Hırvatistan’ı AB’
nin ve dünyanın en gelişmiş
ülkelerinden birisi yapacağının da sözünü verdi. Bununla
birlikte yolsuzluklara sıfır tolerans uygulayacaklarını,
vat Demokratik Birliği’nden
(HDZ) Kolinda Grabar
Kitaroviç’ti. İyi derecede İngilizce, İspanyolca ve Portekizce bilen Kitaroviç, daha
önce Dış İşleri Bakanlığı’nın
birçok kademesinde görev almış, NATO Genel Sekreter
Yardımcılığı yapmış, 20052008 yılları arasında ülkesinin Avrupa Entegrasyonu Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı
görevlerini yürütmüş ve ABD
Büyükelçisi olarak Washington’da görev yapmıştı. Kitaroviç ayrıca Trilateral Komisyon’un da bir üyesidir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışan diğer iki adaysa arkasına altı partinin desteğini
alan Hırvat Birliği’nden Milan Kuyunciç ve AB karşıtlığıyla bilinen Zivi Zid (Canlı
Duvar) adlı siyasi hareketin
adayı 25 yaşındaki öğrenci
İvan Vilibor Sinciç’ti.
İlk turda en büyük sürprizi yapan adaysa İvan Sinciç’ti.
Sinciç oyların yüzde 16.42’
sini alarak seçimleri üçüncü
sırada bitirdi. 25 yaşındaki
aktivist Sinciç’in hem genç
olması hem de hiçbir politik
tecrübesi olmamasına rağmen böyle yüksek bir oy oranı yakalaması, seçimlerin en
büyük sürprizi konumundaydı. Son aday Kuyunciç de oyların yüzde 6.30’unu alarak
seçimleri son sırada bitirdi.
Toplam 3 milyon 780 bin kayıtlı seçmenin bulunduğu ülkede seçime katılımsa yüzde
47.12’de kaldı.
NATO ve AB’de hak ettikleri
yere geleceklerini ve komşularıyla yıllardır süren sorunlarını çözeceklerini belirtti.
Seçimleri kaybeden Josipoviç’se kampanya sürecinin
zor olduğunu ancak nihayetinde demokrasinin kazandığını belirterek “demokratik
mücadelede kazanan Kitaroviç oldu. Kendisini tebrik
ediyorum. Az bir farkla kazandı ancak demokrasinin
özü bu, daha fazla oy alan zaferi kazanır” diyerek Kitaroviç’i tebrik etti.
Seçimin galibi Kitaroviç’in
önündeyse uzun bir yol var.
Ekonomik açıdan iyi günler
yaşamayan ve yüksek işsizlik
oranına sahip olan ülkenin
ekonomisine yön vermek zorunda. Ayrıca yolsuzlukla da
mücadele etmesi gerekiyor.
Bu sorunlara çözüm bulamaması Josipoviç gibi kendisine
de gelecek seçimleri kaybettirebilir.
Bununla birlikte, Cumhur-
başkanlı seçiminin ardından
en çok merak edilen konulardan birisi de bu yıl yapılacak genel seçimlerin sonucu
ve cumhurbaşkanlığı seçiminin genel seçimi etkileyip etkilemeyeceği. Hâlihazırda iktidarda bulunan Kukuriku
Koalisyonu’nun iktidardaki
geleceği tartışma konusu.
Josipoviç’in seçimi kaybetme si Sos yal De mok rat
Parti’ye bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin ekonomik sorunlarına çö züm bu la ma yan
SDP’nin ve Josipoviç’in popülaritesi ülkede azalma eğilimi gösteriyor. Nitekim
Josipoviç’in seçimi kaybetmesi de bunun göstergesi.
Cumhurbaşkanlığı seçimini
kazanan sağın genel seçimi
de kazanması olası gözüküyor. Aradaki çok az bir oy
oranına rağmen sağın yükselişe geçmesi Kukuriku Koalisyonu’nun yerini HDZ’ye
bırakmasına neden olabilir.
8
İngiltere: Grev Hakkının Haksızlığı
Damla ÜNSEVER
ŞUBAT 2014
ATAUM
e-bülten
İngiltere: Grev Hakkının Haksızlığı
Damla ÜNSEVER
2008 krizi tüm Avrupa’yı etkisi altına alırken İngiltere’yi
de pas geçmedi. 2010 seçimlerinde 13 yıllık işçi partisi iktidarı son buldu ve yerine
36 yıllık aradan sonra liberal
demokratlar ve muhafazakârların kurduğu koalisyon
hükümeti geldi. Yeni hükümet kemer sıkma politikaları
uygulamaya başlayınca da
ülkede hoşnutsuzluk başladı. Bütçe açığı giderek artıp
kamu harcamaları hükümet
tarafından kısılırken hizmet
sektöründe tam tersine büyüme giderek arttı. Yani, neoliberal politikaların bir sonucu olarak hizmet sektörü
gelişirken kamu sektörü hüsrana uğradı. Gerek emeklilik
yaşı ve emeklilik koşulları gerekse enflasyonun altında
yüzde 1’lik ücret artışı kamu
sektörü çalışanlarını sokağa
döktü. 2010’dan bu yana
her sene grevler düzenleyen
kamu çalışanları, işçi sınıfıyla
yönetici sınıfı arasındaki ücret farkının giderek açıldığını
ve hükümetin bu konuda birşey yapması gerektiğini vurguluyor. Gelir farkı öyle bir
duruma geldi ki, Birleşik
Krallık Ulusal İşçi Sendikası’na göre ortalama bir kamu
işçisi haftalık 50 Euro’nun altında bir ücrete çalışırken yönetici sınıfı ortalama bir işçiden yüzde 175 daha fazla kazanmaya başladı. Bu durum,
işçileri greve zorlayıp hükümetten beklentilerini artırırken, aşırı muhafazakârlar genel seçimlere 3 ay kala, seçim beyannamelerinde de
yer alacak olan yeni bir plan
oluşturdu.
David Cameron’ın genel başkanı olduğu Muhafazakâr
Parti, Mayıs’ta yapılacak seçimleri kazanırlarsa kamu çalışanlarının grev hakkını
sınırlayacaklarını ifade etti.
Buna göre, oy kullanma hakkına sahip olan ve ulaşım,
eğitim, sağlık gibi kamu sektörlerinde çalışan işçiler ancak yüzde 40’lık çoğunluğu
sağlayabildiklerinde yasal
olarak grev yapma hakkına
sahip olacak. Ayrıca ajanstan işçi temin etme yasağı
kaldırılarak grev sırasında
günlük hayatın aksamasının
önüne geçilecek. Dolayısıyla
kamu işçileri her hoşnutsuzluklarında greve gidemeyecek ve günlük hayat aksamayacak. Yani, günlük hayatın
can damarı olan kamu sektörü çalışanları artık kendileriyle ilgili olumsuz düzenlemelerde etkisiz eleman olma
görevini üstlenecek.
Planı demokratik bir hakkın
açıkça çiğnenmesi olarak tanımlayan Ulusal İşçi Sendikası (TUC) Genel Sekreteri
Frances O’Grady, muhafazakâr partinin seçimleri ka-
zanması ve bu planı yasalaştırması durumunda geniş
çaplı işden çıkarma ya da ücret kesintileri gibi durumlarda işçilerin seslerini duyuramayacaklarını ifade ederek
karşı çıktı. Diğer yandan,
Ulaştırma Bakanı Patrick
Mcloughlin, üyelerinin küçük
bir kısmının talepleri nedeniyle işçi birliği liderlerinin
tüm ülkeyi esir almasının adil
olmadığını söyledi. Örnek
olaraksa, geçtiğimiz hafta
Londra’da ulaşımda çalışan
işçilerin eyleminin yüzde
16’lık bir katılımla gerçekleştiğini göstererek, bu kadar
düşük bir katılımın yolcuları
mağdur ettiğini ifade etti. Ayrıca sağlık, ulaşım, eğitim gibi hayati önem taşıyan alanlarda yapılan grevlerin ve iş
durdurma kararlarının tüm
halka zarar verdiğini söyleyerek planı savundu.
Gelecek seçimler, gelecekten beklentiler
Kamu çalışanlarının giderek
ümütsizliğe kapıldığı ülkede
tabiri caizse umut işçinin ekmeği oldu. Bu nedenle Mayıs
’taki genel seçimlerin önemi
arttı. İngiltere’nin en büyük
problemleri olan göç, ekonomi ve sağlık sorunlarının
belirleyeceği seçim sonuçları, ülke vatandaşlarının gelecek beklentilerinde kritik bir
önem arz etmeye başladı.
Anket sonuçlarına göre Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi
açık ara önde giden ilk iki
partiyken onları Birleşik Krallık Bağımsızlar Partisi ve Liberal Demokratlar takip ediyor. Ancak her ne kadar Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi
oyların çoğunluğuna sahip
olsa da, bu partilere ve politikalarına karşı halkın güvensizliğinin giderek artması
seçimlerin anketlerden farklı
sonuçlanabileceğini düşündürüyor. 2008 krizi sonrası
her iki partininde iktidar dönemlerinde uyguladıkları politikaları gören halk, 2010 seçimlerinde olduğu gibi bu seçimlerde de kararsız gibi görünüyor.
Nitekim ülke siyasetinde yeni bir kan arzulayan bir kesim yeni alternatifler arayışına girdi. Örneğin, muhafazakârların oylarının bir kısmı
Birleşik Krallık Bağımsızlar
Partisi’ne (UKİP) doğru kaymaya başladı. Öyle ki,
İngiltere’nin AB’den çıkması-
nı savunan ve ırkçılığa varan
göçmen karşıtı söylemlerde
bulunan aşırı sağ parti UKİP,
anket sonuçlarına göre yüzde 12’lik oy oranıyla üçüncü
parti olarak bugünkü koalisyon ortağı Liberal Demokratları geçti. UKİP’in bu hızlı yükselişi Avrupa’da tedirginlik
yaratmaya başladı. Durumdan hoşnut olmayan David
Cameron, göçmen karşıtı
söylemlerde bulunmanın yanı sıra 2017’ye kadar AB’den
çıkma konusunda ülkeyi referanduma götüreceğini
tekrarlayarak aşırı sağa karşı
kaybettiği oyları geri almaya
çalışıyor. Ancak halkın üçte
ikisi Cameron’ın sıradan halkı anlamadığını, zengin ve
nüfuslu kesimin lehine çalıştığını düşünüyor. Dolayısıyla
hükümet her ne kadar son yıllarda ülke ekonomisinde
önemli artışlar gösterse de
Cameron ve partisine olan
güvensizliğin muhafazakârların işini zorlaştıracağı düşünülüyor. Tüm bunların yanı
sıra 2010 seçimlerinde yüzde 65’lik bir katılımın olması
bu seçimlerde de katılımın
düşük olabileceğinin sinyallerini verdi. Kısacası, seçimlere katılımın azlığı, işçilerin
hoşnutsuzluğu ve halkın kararsızlığı İngiliz demokrasisini Mayıs’ta çözülecek bir düğüm haline getirerek hangi
yöne evrileceğini belirsizleştirdi.
ATAUM
ŞUBAT 2014
e-bülten
İskandinavya’da Yaşlı Olmak
Aygün KARLI
Arada Kalan Güç: Finlandiya
Aygün KARLI
Finlandiya Soğuk Savaş’tan
bu yana Rusya ve ABD’nin
müttefiklerine sınır olmanın
sıkıntılarını çekiyor. Bu sıkın-
tılar kendini kimi zaman NATO üyeliğinde kimi zamansa
Rusya’nın bölgede egemen
olma isteğinin sonuçlarına
katlanma olarak gösteriyor. netmemeyi becerebildikleri
Ancak Fin politikacıların den- söylenebilir.
ge politikasını uygulamayı ve
kendi ülke menfaatlerini çiğ-
Fin-Rus ilişkilerine kısa bir bakış
Finlandiya-Rusya ilişkileri,
Rusya’nın Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği olduğu
döneme kadar uzanıyor. Finlandiya’nın tam anlamıyla
bir Batı ülkesi olmaması ve
bölgede diğer İskandinav ülkelerine oranla daha az itibar görmesiyse bu ilişkiyi da-
ha ilginç kılıyor. İkinci Dünya
Savaşı sırasında yaşanan Fin
-Rus savaşı (“Kış Savaşı”),
Finlandiya’nın gerek ulusal
bilincini gerekse gücünü ortaya koyan bir savaştı. Özellikle kendini büyük bir güç
olarak gören SSCB, Fin kuvvetlerinin büyük direnişi yü-
zünden İkinci Dünya Savaşı’
ndaki emellerini daha geç ve
sorunlu bir şekilde gerçekleştirdi. Fin kuvvetlerinin yenilmesine rağmen SSCB’ye
verdiği en büyük zararsa, Kızıl Ordu’nun sanıldığı kadar
güçlü olmadığını göstermiş
olmasıydı. Ama Fin kuvvet-
Fin-ABD ilişkilerine kısa bir bakış
Finlandiya, Soğuk Savaş ve
sonrasında ABD’nin özel ilgi
alanlarından biri haline geldi. Bunun nedenlerinden birisi elbette ki Rusya’ya komşu
olması ve NATO üyeliğinin
bulunmaması. Bu, ABD’nin
bölgedeki etkinliğini kırıcı bir
nitelikte. Buna rağmen Finlandiya ihracatının yüzde
yedilik bir kısmını ABD’ye yapıyor. ABD Küresel Liderlik
leri savaşı kaybetti ve topraklarının küçük bir kısmını
Sovyetlere verdi. Kısaca,
SSCB bölgede artık mutlak
bir güç konumundaydı. Şu
ansa bu gücü Soğuk Savaş
sonrası kırılmış olsa da bölgedeki birçok siya-sayı etkileyebilecek konum-da.
Raporu’na göreyse Fin halkının yüzde kırk sekizi ABD’nin
dünya liderliğini onaylıyor.
Yüzde otuz dörtlük bir kesimse aksi görüşte. Kısacası tampon bölge olarak nitelendi-
rebileceğimiz bir Fin coğrafyası hem ABD hem de Rusya’nın günümüzde de ilgisini
hala çekmekte.
da dikkate değer. Zira Rusya,
Finlandiya’nın NATO müttefiki olmasının olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatacağına dair bir açıklama yapmıştı. Bu Finlandiya tarafından tehdit görünümünde bir
tavsiye olarak algılandı. Bu
açıklamanın Fin Hükümeti
üzerinde yarattığı etkiyiyse
son aylarda ortaya çıkan
açıklamalarda görebiliyoruz.
Üçgen daralıyor
Son beş yıllık tartışmalara
baktığımızdaysa, bu üçgendeki çekişme kendini bir hayli belli etmiş vaziyette. Özellikle Finlandiya’nın NATO
müttefiki olması yönünde çalışmalarını sürdüren ABD, bu
ülkeyi Rusya’nın etkisinden çıkartarak kendi müttefiki yapma çabası içinde. 2014 yazında Finlandiya’da süren
NATO müttefiki olma tartışmaları sırasında Rusya’nın
yaptığı açıklama da bu konu-
Finlandiya Rusya’ya daha yakın
Finlandiya Cumhurbaşkanı
Sauli Niinistö, Amerikan basınına verdiği demeçte, RusFin sınırının canlı bir sınır olduğunu ve NATO’ya girilmesi halinde ülkeleriyle Rusya’
nın aralarının açılacağını belirtmiş. Sözlerine NATO’ya
girmenin bir fırsat da olabileceğini ekleyen Fin Cumhurbaşkanı, seçimlerinin
açık ve net olması gerektiğini
vurgulamış. Finlandiya bu konuda denge politikası uygulamayı tercih edeceğe benziyor ancak özellikle RusyaUkrayna savaşında Rusya’
nın tarafında yer almaları ve
Rusya’ya uygulanan yaptırımların destekçileri olmamaları onları terazinin Rusya
tarafına çekeceğe benziyor.
Rusya tarafında bir gerginlik var
Finlandiya özellikle Kuzey
Kutbu sınırına yakın bölgede
hak iddiasında bulunan ülkelerden biri. Bu iddiaların temelinde petrol meselesi yatsa da, son zamanlarda gelen
haberler bölgenin yakın bir
zamanda kızışacağını ve FinRus ilişkilerinin de bundan
olumsuz etkilenebileceğini
gösteriyor. Rusya, Finlandiya
’nın Kuzey Kutbu’na yakın
olan bölgelerine asker ve mühimmat sevkiyatı yapmaya
başlamış. Bu sevkiyat özellikle Fin-Rus sınırına yakın olan
bölgelere yapılıyor. Bu Rusya
’nın Finlandiya ile olan
olumlu ilişkilerine zarar verebilir ve Finlandiya’nın NATO müttefiki ülkelere yakınlaşmasına neden olabilir.
Rusya hükümetinin yaklaşık
bir yıl önce yaptıkları açıklamaların ışığında bir Üçüncü
Dünya Savaşı’nın kuzeyde
başlamaması için hiçbir ne-
den gözükmüyor. Ancak gerek siyasal konjonktür gerekse artık küreselleşen dünyada bir Üçüncü Dünya Savaşı
çıkması da açıkçası pek olası
görülmüyor.
9
Öldükten Sonra da Saygı
10 Bedene
Yasemin KARADAĞ
ŞUBAT 2014
ATAUM
e-bülten
Bedene Öldükten Sonra da Saygı
Yasemin KARADAĞ
AİHM, 14 Ocak’ta Litvanya’ya karşı hükme bağladığı
kararında öldükten sonra da
insan vücuduna saygı gösterilmesi gerektiğine karar verdi. Elberte v. Latvia (Başvuru
no. 61243/08) davasına konu olan olaylar, 1994-2003
arasında Letonya’dan Almanya’da bulunan bir ilaç şirketine yasadışı organ ve doku nakli yapıldığına ilişkin
olarak 3 Mart 2003’te başlatılan soruşturma neticesinde
başladı. Başvuruya konu
olan başvurucu Dzintra Elberte’nin eşiyse 19 Mayıs
2001’de geçirdiği trafik kazasında ölmüş ve sonrasında
ceset otopsi yapılmak üzere
adli merkeze (Forensic center) götürülmüştü. Eşinin cesedini ilk kez cenaze merasiminin yapıldığı gün görebilen Bayan Elberte’nin karşılaştığı manzaraysa ilginçti.
Ceset aileye teslim edildiğinde Bay Elberte’nin bacakları
birbirine bağlanmış haldeydi
ve törende de ceset o şekilde
yakıldı. Olayların buraya ka-
dar olan kısmı elim bir trafik
kazasında hayatını kaybeden vatandaşın acı sonu gibi
gözükmekte. Nitekim iki yıl
boyunca Bay Elberte’nin ailesi için de olanlar, bu acı sondan daha fazlası değildi.
Yaklaşık iki yıl sonra, Güvenlik Polisi (Drošības Policija) yasadışı doku ve organ nakline
ilişkin başlattığı soruşturma
neticesinde Bayan Elberte’
nin kapısını çaldı ve Elberte’
ye cenaze merasimi öncesinde adli merkezin kocasının
vücudundan birtakım doku
örnekleri almış olduğunu bildirdi. Letonya Hükümeti’nin
onayı dâhilinde düzenlenen
anlaşma çerçevesinde adli
merkezin Elberte’nin vücudundan aldığı dokular biyolojik implant (bio-implant) yapılmak üzere Almanya’daki
şirkete gönderilmişti. 2 Ekim
2003’te Ba yan Elberte
“mağdur taraf” olarak tanındı. Letonya’da başlatılan soruşturma 2005 ve 2006’da
olmak üzere iki kez, “Ölü
İnsanların Bedenlerinin Korunması ve İnsan Organlarının ve Dokularının Kullanılmasına İlişkin Yasa”da 2004
’te yapılan değişiklikler gerekçe gösterilerek durduruldu. Zira savcılara göre, ilgili
değişiklikle birlikte, Letonya
vatandaşı olan herkes, hayattayken organ ya da doku
bağışı yapmak istemediklerine dair bir beyanda bulunmamışlarsa, “potansiyel
donör” (presumed consent)
olarak kabul edilmekteydi.
Nitekim bu varsayıma dayanarak adli merkez de bireylerin hayattayken organ ve
dokularını bağışladıklarına
dair beyanda bulunma zorunlulukları olmadığına (informed consent) dikkat çekerek söz konusu işlemlerin herhangi bir ihlal yaratmadığını
savunmaktaydı. 2006 ve
2007’de durdurulan soruşturmanın yeniden başlatılmasına karar verildi. Tekrar
başlatılan soruşturma netice sin de, ad li mer ke zin
1999’da 152, 2000’de 151,
2001’de 127 ve 2002’de 65
ölüden doku ve organ aldığı
tespit edildi. Dahası adli merkez, doku ve organların Almanya’daki şirkete göndermesi karşılığında, Letonya’daki tıbbi kurumlarda kullanılmak üzere tıbbi cihaz ve
malzeme alımını da organize ediyordu. 27 Haziran
2008’de, adli merkez çalışanlarının ölülerden doku ve
organ almadan önce yakınlarını bilgilendirme yükümlülüğü olmadığına karar veren Letonya yargıçları, soruşturmanın sonlandırılmasına tekrar karar verdi. Zira
yargıçlara göre, ilgili yasa
ölü yakınlarının böyle bir durumda bilgilendirme hakları
olduğunu ancak bunun karşı
taraf için bir “yükümlülük”
doğurmadığını söylüyordu.
Letonya iç hukukunda adli
merkez yetkililerinin suçsuz
olduğu tespitiyle sona erdirilen davayı, Bayan Elberte
AİHM’e taşıdı.
ATAUM
e-bülten
ŞUBAT 2014
Bedene Öldükten Sonra da Saygı
Yasemin KARADAĞ
AİHM: Ölü beden aşağılayıcı muameleye maruz kalmıştır
Başvurucu, eşinin ya da kendisinin onayı olmaksızın, eşinin bedeninden doku alınması eylemi ve bu eylem neticesinde eşinin gururunun
ve sahip olduğu değerlerin
zarar gördüğü ve ölü bedenine saygısız bir şekilde muamele edilmesi nedeniyle
AİHS’in özel hayata ve aile
hayatına saygı hakkını düzenleyen 8. maddesinin ihlal
edildiği gerekçesiyle şikâyetçi oldu. Ayrıca başvurucu, yine kendi rızası ya da bilgisi olmaksızın doku alınması işlemi ve bacakları siyah bir
bantla birbirine bağlanmış
şekilde eşinin yakılması için
zorlanması nedeniyle AİHS
’in işkence yasağını düzenleyen 3. maddesinin de ihlal
edildiğini öne sürdü.
Mahkeme değerlendirmesine başvurucunun eşinden doku alınmasının başvurucunun bilgisi dâhilinde gerçekleşmediğini ve uygulamanın Letonya’da oldukça
yaygın olduğunu hatırlatarak başladı. Dahası Letonya
iç hukukundaki uygulamaya
değinen Mahkeme, her ne
kadar adli merkez yetkililerinin ölünün pasaportunda organ bağışında bulunmadığına dair bilgi olup olmadığını
kontrol ettikten sonra işleme
başladıklarını iddia etseler
de, başvurucu, eşi trafik kazası geçirdiği sırada pasaportunun evde olduğunu iddia etmekteydi. Dolayısıyla
adli merkezin ilgili prosedüre uygun davranıp davranmadığı net değildi. Uygulamaların keyfiliğine karşı
Letonya iç hukukunun yasal
bir koruma sağlayıp sağlamadığını inceleyen AİHM,
devletin onayı dâhilinde yapılan bir anlaşma neticesinde yüzlerce insandan alınan
doku ve organlara ölü yakınlarının itiraz etmesi halinde
ya da bilgilendirilmemesi halinde, iç hukukta mağdurları
koruyan bir sistem olmadığına karar verdi. Dolayısıyla
başvurucunun doku alınma
işlemine karşı itiraz etmesi
halinde iç hukukta ne şekilde
korunacağını öngörememesi nedeniyle Mahkeme,
Letonya Hükümeti’nin AİHS’
in 8. maddesini ihlal ettiğine
karar verdi. 3. maddenin ihlal edilip edilmediğinin tespitine gelince, Mahkeme ilk
olarak başvurucunun, eşinin
ölümünden iki yıl sonra ortaya çıkan hadiselerden dolayı
yaşadıklarının ihlal kapsamına girip girmeyeceğini değerlendirdi. Buna göre, başvurucu eşinin ölümünden
kaynaklanan üzüntüsünün
yanı sıra iki yıl sonra tekrar
aynı acıları yaşamak zorunda kalmıştı. Dahası başvurucu soruşturma başlayana
dek eşinin bacaklarının durumunun kazayla ilgili olduğunu sanıyordu. Oysaki
eşinden alınan dokular bacaktan alınmıştı ve işlem gereği birbirine bağlanmıştı.
Ancak başvurucu eşinin vücudunun hangi bölgesinden
doku alındığını, dava AİHM
önünde görülmeye başlanana dek öğrenemedi. Dolayısıyla başvurucu olay açığa çıkana dek, eşinin bacaklarının neden bağlı olduğu sorusuyla da kendini meşgul et-
mişti. Bu çerçevede, AİHM
başvurucunun süreç boyunca yaşadığı stres, üzüntü ve
endişenin 3. maddenin ihlaline neden olduğuna hükmederken, ihlal kapsamına
başvurucunun eşinin vücuduna öldükten sonra yapılan
muameleyi de dâhil etti. Zira
Avrupa Konseyi’nin 1996’da
kabul ettiği İnsan Hakları ve
Biyotıp Sözleşmesi’ne ve
2005’te kabul ettiği Ek
Protokol’e göre, donörlerin
organ ve dokularının korunması, bireyler hayattayken
de öldüklerinde de garanti
edilmiş durumda.
Sonuç olarak Mahkeme,
Sözleşme’nin en te mel
amaçlarından biri olan insan
haysiyetinin korunması göz
önünde bulundurulduğunda, ölü bedene yapılan işlemlerin AİHS’in 3. maddesine göre “aşağılayıcı muamele” kapsamına girdiğine hükmetti. AİHM’in Elberte kararı, bu konuyla ilgili Letonya
aleyhine vermiş olduğu ilk karar da değil. Mahkeme, Haziran 2014’te hükme bağladığı Petrova v. Latvia (Başvuru No. 4605/05) davasında
da geçirdiği trafik kazası sonucunda yaşamını yitiren
Olegs Petrovs’un organlarından bir kısmının ailesinin
bilgisi olmadan hastanede
alınmasının AİHS’in 8. maddesinin ihlali olduğuna hükmetmişti. Öte yandan, her iki
davanın yargıçlarından Hâkim Wojtyczek, Elberte kararında verilen karara katıldığını belirtmekle birlikte,
ayrışık oyunda kararın gerekçesine ilişkin katılmadığı
birtakım noktalara dikkat
çekmekte. Wojtyczek’e göre,
başvurucunun eşinin organlarının alınmasına ilişkin söz
söyleme hakkı otonom bir
hak değil. Şöyle ki, eşin sahip olduğu bu hak, ölen eşinin kendi organları hakkında
ne yapılacağına karar verme
hakkından kaynaklanmakta.
Dolayısıyla başvurucunun,
eşinin organlarının alınması
hakkında olumlu ya da
olumsuz karar vermesi ancak bu kararın “eşinin dileği”
olarak belirtilmesi halinde
mümkün. Bu yorumun aksiyse, Wojtyczek’e göre, ölen
eşin vücudu hakkında akrabaların keyfi karar verme yetkisine sahip olduğunu göstermekten öte bir anlam taşımamakta. Dahası Wojtyczek, eşin ölen kocasının arzusunu yerine getirme hakkıyla, ölen kişinin kendi vücudu üzerinde sahip olduğu
hakkın Sözleşme’de farklı
kapsamlarda korunması gerektiğini savunmakta. Zira aile hayatına saygı kapsamında ölen eşin arzusunu yerine
getirme hakkının korunması
çok boyutlu bir korumayı gerektirir. Çünkü bu hakkın içerisinde ölen eş adına korunan bir hakkın, ölen kişinin
akrabalarının arzularının ve
ölen kişiyle akrabaları arasındaki ilişkinin korunması
yer almakta. Bu çerçevede kişinin kendi organları üzerinde söz sahibi olmasıysa,
Wojtyczek’e göre, AİHS’in 8.
maddesi kapsamında ayrıca
değerlendirilmeli.
11
Portre
Portre
Recep AKANSOY
James Joyce
Romanın bazı bölümleri İngiliz ve Amerikan dergilerinde çıkmış ve müstehcen içeriği hararetli tartışmalara
sebep olmuştu. Karakterlerden birinin erotik fantezileri ve tuvalet alışkanlıklarına dair açık anlatımlar
nedeniyleAmerika’da söz konusu dergilere el kondu, editörlere ceza kesildi.
Uydurma kelimeler, kinaye
ve cinaslarla kendine özgü
bir dil yaratmıştı James Joyce. Kendi icadı olmayan anlatım tekniklerini kendine
mal etmeyi de dildeki bu
yetkinliğiyle başarmıştı. Öte
yandan, “dil oyunlarını fazla
abartması nedeniyle” Joyce
okumanın her defasında biraz daha zorlaştığı haklı olarak ifade edilecekti. Gerçi
Joy ce eleştirilerinde en
önemli hususun dil ve anlatım olduğunu söylemek de
pek mümkün değil, çünkü
eserlerinin içeriği Joyce’u hedef tahtasına oturtmaya fazlasıyla yetiyordu. Örneğin,
İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesine odaklanarak modern insanın mitoloji, din ve
tarihle ilişkisini ele aldığı
“Ulysses” romanı, müstehcen içeriği nedeniyle yerden
yere vurulmuştu. Öte yan-
dan, aynı eseri bir dâhinin
başyapıtı olarak görenler de
vardı. Kısacası, 20. yüzyılın
hem en saygı duyulan hem
de en çok eleştirilen yazarlarından biriydi James Joyce.
2 Şubat 1882’de Dublin’de
dünyaya gelen James Joyce,
on kardeşin en büyüğüydü.
Ayrıca, küçük yaşlardan beri
kendini belli eden zekâsıyla
babasının favorisiydi. Norveççeyi kendi kendine öğre-
nen James, modern tiyatronun kurucularından Henrik
Ibsen’i özgün dilinden okuyor, boş zamanlarını Aristo
ve Dante’yle dolduruyordu.
Çocukluğunun en büyük sıkıntısı yoksulluktu. 11 yaşındayken babası vergi dairesindeki işini kaybetmiş, varlık
içindeki eski günleri bir daha
geri getiremeyince alkole sarılmış, zaten sıkıntıda olan ailenin hayatını daha da zor-
ATAUM
e-bülten
ŞUBAT 2014
Portre: James Joyce
Recep AKANSOY
21
13
laştırmıştı. Aynı şeyleri ileri- günah çıkarmayı reddetti. 21 Artist as a Young Man) adlı ro- Amerikan yayınevine göndede James Joyce da kendi eşi- yaşındaki Joyce, özgür dü- manı otobiyografikti. Sıkı bir rilen kopyalar gümrüğe takıne ve çocuklarına yapacaktı. şünceli olmakla gurur duyu- Katolik ve sıkı bir İrlanda mil- lınca Ulysses yayınlanmasınTemel eğitimini İrlanda’nın yordu. Prensiplerini bir kena- liyetçisi olan babasının dinî dan on yıl sonra davalık olen iyi kolejlerinde Cizvit pa- ra bırakıp Katolik Kilisesi’ne ve siyasi görüşlerinin etkisi ro- du. İyi de oldu, çünkü mahpazlarından almıştı Joyce. Ai- geri dönecek hali yoktu.
manda açıkça hissedilebi- keme Ulysses’in pornografik
le çevresinde rahip olmasına Annesi öldükten sonra Dub- liyordu.
olmadığına karar verince yakesin gözüyle bakılıyordu. lin’de çok kalmayacaktı. Bu Başyapıtı olarak kabul edilen sak kalktı. İki yıl sonra aynı şeHâlbuki daha ilk gençlik yıl- süre zarfında, müstakbel ka- “Ulysses” adlı romanıysa, se- kilde İngiliz okuru da kitaba
larında İrlandalı aydınlarla rısı Nora Barnacle’la tanıştı, kiz yıllık çalışmanın ardından serbestçe erişebiliyordu.
kurduğu temasların etkisiyle ilk öyküsü yayınlandı, sonra 1922’de Paris’te yayınlandı. “Finnegan’s Wake” (1939)
ülkesindeki muhafazakâr- edebiyat eleştirileriyle çıktı Dublin’de geçen bir günü an- adlı romanı iktisadi açıdan
lıktan rahatsız olmaya başla- dergilerde. Fakat bütün bun- latıyordu Ulysses. Joyce’un en az Ulysses kadar başarılı,
mıştı. Özellikle de kiliseden. lar İrlanda’da kalması için ye- Nora’yla tanıştığı 16 Haziran edebi açıdansa ondan çok
16 yaşında girdiği Dublin terli değildi. Nora’yla birlik- 1904 gününü. Görünüşte daha ağırdı. Bazı eleştirÜniversitesi’nde ağırlıklı ola- te, o günlerde Avusturya- Stephen Dedalus’la Bloom menlerce “başyapıt” olarak
rak modern diller üzerine ça- Macaristan İmparatorluğu çiftinin öykülerini işleyen bir nitelense de geniş okur kitlelıştı. İlk yayını, Ibsen’in bir ’na dâhil olan liman şehri şehir romanıydı. Fakat Tele- leri Joyce’un kendine özgü
oyunu üzerine henüz öğren- Trieste’ye yerleştiler. Joyce machus, Ulysses ve Penelope anlatımı nedeniyle kitabı
ciyken yazdığı bir makaleydi burada İngilizce öğretmenli- karakterlerini tanıyanlar, ro- “anlaşılamaz” bul muştu.
ki, Ibsen’in kendisinden ğine başladı. Bir oğlu ve bir kı- manın Odysseia’nın modern Joyce’un son romanıydı bu.
olumlu yanıt aldı. Şiir yazma- zı iki yıl arayla doğdu. Joyce bir anlatımı olduğunu kolay- Paris’e ilerleyen Nazi orduya da üniversitede başlamış- ve Nora bu sırada evli değil- ca kavrayabiliyordu. Gerçi e- sundan kaçarak ailece Zütı. 20 yaşında mezun olan lerdi, 27 yıl birlikte yaşadık- debiyat camiası Ulysses’ten rich’e yerleştiler. Yaklaşık on
Joyce, tıp okuma ümidiyle tan sonra, ancak 1931’de habersiz değildi. Baskıdan yıldır mustarip olduğu göz
Paris’e gitti, ama evdeki he- evleneceklerdi. Trieste’de bir önce romanın belli bölümleri hastalıkları bu arada iyice
sap çarşıya uymadı. Artık ken- iş ayarlayarak küçük karde- İngiliz ve Amerikan dergile- ilerlemiş, neredeyse kör oldi geçimini kendi sağlamak şini de buraya getirdi, çünkü rinde çıkmış ve müstehcen muştu. Başka sıkıntıları da
zorundaydı. Buna rağmen artık dört kişi olan ailesine içeriği hararetli tartışmalara vardı. Ülser tedavisi için 59
gazetecilik ve öğretmenlik- tek başına bakamaz olmuş- sebep olmuştu. Karakterler- yaşında geçirdiği bir ameliten kazandığı üç kuruşu bar- tu. Yine de hovardalığa ve den birinin erotik fantezileri yat, 13 Ocak 1941’de ölülarda harcıyor, Parisli hayat borçlanmaya devam etti. Bu ve tuvalet alışkanlıklarına da- müne sebep oldu. Ancak,
kadınlarından fazla uzak arada yazmaya da devam ir açık anlatımlar nedeniyle hayranlarının da düşmanladuramıyordu. Derken, ölüm ediyordu tabii ki. Gerçi o ken- Amerika’da söz konusu der- rının da sayısı fazla olduğundöşeğindeki annesini gör- dini çoktan beri İrlanda’nın gilere el kondu, editörlere ce- dan eserleri hiçbir zaman ölmek için yaklaşık bir yılın ar- en iyi yazarı olarak görüyor- za kesildi. Kitap olarak ya- medi. İçeriği bir yana, iç
dından Dublin’e geri döndü. du, ama yazarlıkta yükselişi yınlanmasından sonra da İn- monolog ve bilinç akışı tekAnnesi hastalıkla boğuşur- daha yeni başlıyordu aslın- giltere ve Amerika’da yıllar- niklerinin başarılı kullanıken Parislerde zevkusefaya da. “Oda Müziği” (Chamber ca yasaklandı. Elbette bütün mıy la da dik kat çe ken
daldığı için ne kadar vicdan Music) adlı şiir kitabı 1907’ bunlar kitabın daha meşhur Ulysses, günümüzde tüm zaazabı çekmiş olabileceği ko- de, “Dublinliler” (Dubliners) olmasından başka bir sonuç manların en iyi romanlarınnusunda farklı görüşler ol- adlı öykü kitabı 1914’te ya- vermeyecekti. İngiliz ve dan biri olarak nitelenmekte.
makla beraber, kesin olan şu yınlandı. 1916’da çıkan “Sa- Amerikan okuru da bir şekilki annesinin bütün ısrarları- natçının Bir Genç Adam Ola- de kitaba erişebiliyordu. Anna rağmen onunla birlikte rak Portresi” (Portrait of the cak, 1932’de bir gün bir
DUBLIN
Paris
Hiciv dergisi Charlie Hebdo’ya Ocak’ta yapılan silahlı
saldırıyla dünya gündemine
bir kez daha oturan Paris, liderlerin ses getiren yürüyüşüne de sahne oldu.
Banliyö bölgeleriyle birlikte
yaklaşık 12.5 milyonluk bir
nüfusa ev sahipliği yapan
Paris’in kuruluşu milattan önce üçüncü yüzyıl dek geri gitmekte. Kentin kurucuları
olarak kabul edilen Kelt
kavmi “Parisii”lerin isminden
mülhem Paris kenti yüzyıllardır dünyanın en önemli kentlerinden biri olma sıfatını sürdürüyor. Fransız Devrimi’nin,
Aziz Barthelemy Katliamı ve
Paris Komünü’nün sahne aldığı, modanın, finansın, bilimin, ticaretin, siyasetin ve tabii sinema ve edebiyatın dünyadaki merkezlerinden birisi
olan Paris, dünya turizminin
de başkentlerinden. Peki, Eiffel Kulesi, Kutsal Kalp Bazilikası, Notre-Dame Katedrali
ve Louvre Müzesi’ne ev sahipliği yapan, Fransa’nın en
uzun ikinci nehri Seine’in içinden aktığı “Işıklar Kenti”ni
bu kadar özel kılan nedir?
Salt içinde barındırdığı güzellikler mi yoksa bu güzelliklerin insanların ruhunda
bıraktığı eşsiz etki mi?
Fransa’nın Asya’daki, Kuzey
ve Sahra-altı Afrika’daki eski
sömürgelerinden gelenlerle,
Türkler, Ermeniler, İspanyollar, Çinliler, İspanyollar, İtalyanlar, Polonyalılar, Ruslar,
Portekizliler ve Fransızların
bir arada yaşadıkları bu kentin dünyadaki tek kardeş kenti Roma. Tarih, sanat ve kül-
MAİNZ LEICESTER
PODGORİCA
PALMA DE MALLORCA
ZARAGOZAESPOO
BERN
LIVERPOOL
WARSAW
ANDORRA LA VALLA
BELGRADE
SALZBURGTIMIŞOARA
MUNICH
MANCHESTER
LUBLIN
DÜSSELDORF LONDON
SOFIA
MOSCOW COPPENHAGEN
FRANKFURT
MURSIA
BRATISLAVA
THESSALONIKI BERLIN
OSLO
GRAZ
LEEDS
MILAN
LISBON
ROME
BARI
PAMPLONA
EUROPE
TALLINN
COLOGNE
ATHENS LILLE
BONN ZARAGOZA
SAN MARINO
LÜBECK
NAPLESWUPPERTAL
BRUSSELS EINDOVEN
NAPLES AMSTERDAM KIEV
SARAJEVO DEN
STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7
HAGG VIENNA
GENOA
DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI
KRAKOW MINSK TURN ZAGREB
CHIŞINAU
PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA
Ahmet M. SÖNMEZ
tür açısından karşılaştırabileceği tek kent de belki Roma. Dolayısıyla kardeş kent
olmaları rastlantı olmasa gerek. Orta kuzey Fransa’da konuşlanmış olan kent, sadece
insan yapısı değil doğal güzellikleri açısından da önemli. Boulogne ve Vincennes
ormanlarıyla birlikte önemli
bir yeşil alanı da muhafaza eden kent başkent kimliğini,
Fransa’daki Merovenj Hanedanı’nın ilk kralı ve tüm
Frankların Kralı olarak 508’
de başa geçen I. Clovis’e
borçlu. Sonrasında sırasıyla
Karolenj, Capet ve çok kısa
süreliğine de olsa Bonapart
Hanedanları ülke yönetiminde söz sahibi olmuşlar. Paris
kentinin zenginleşmesi ve
refahının artması Capet
Hanedanı’nın yönetime geçmesine dek düşmüş durumda. Ayrıca Fransa’daki hanedanların tarihini insanın ve
aklın özgürleşme tarihi olarak da okuyanlar da bulunmakta, zira Capet Hanedanına mensup XVI. Louis döneminde yaşananlar dünya
siyaset tarihinde bir dönüm
noktası.
Modernizmin de başkenti
olarak adlandırılabilecek
olan Paris’in siluetini değiştirerek devrim çağı Parisi’nin
çehresini silmeye çalışan
isim, Paris Renovasyonu olarak bilinen projesiyle Seine
Departmanı Valisi Baron
Hausmann’dı. Orta çağdan
kalma dar sokakların ortadan kaldırılarak gayet simetrik, nizami ve geniş bulvarların açıldığı, Paris’in nüfu-
sunun dörde, yüzölçümününse ikiye katlandığı bu dönem, Bonapart Hanedanı’nın son temsilcisi III. Bonapart’ın İmparatorluk dönemiydi. 17. yüzyıl başından
itibaren şehircilikte sınırlamaların getirildiği Paris’te bugün merkezi bölgelerde binaların yüksekliklerinin üst sınırı 50 metre iken bu sınır
şehrin dış bölgelerinde 180
metre. İnşasının tamamlandığı 1889’dan bu yana Paris’in simgesi olarak kabul
edilen, 1930’a kadar dünyanın en yüksek yapısı unvanını
korumuş olan 324 metrelik
Eiffel Kulesi’yse bugün Paris
’in en yüksek yapısı.
Prusya-Fransa savaşı neticesinde kentin sahne olduğu
halk olayları dolayısıyla da
ünlü olan kent, Mayıs 1871’
in sonunda Fransız Ordusu
tarafından kanlı bir şekilde
bastırılan Komün deneyimini
görmüş ve Ekim Devrimi’nin
erken bir provasını gerçekleştirmiş. Paris, sanat akımlarının coştuğu 19. yüzyılın
ikinci yarısında Empresyonizm, Naturalizm ve Sembolizmin de laboratuarı idi.
I. Büyük Savaş’ın muzafferi
Paris, II. Büyük Savaş’ın
mağlubuydu ve Nazi Almanyası’nın emirleri doğrultusunda Paris’te yerleşik, 4 bin
115’i çocuk 12 bin 884 Yahudi, Fransız kolluk kuvvetleri tarafından toplanarak
Auschwitz’e gön de ril di.
Çocukların bazıları komşuları tarafından ihbar edilmiş,
bazılarıysa komşuları tarafından saklanarak kolluk kuv-
vetlerine verilmemişti ama
bir kere Auschwitz’e gönderilenler arasında hiçbir çocuk
hayatta kalamadı. 1944’te
Amerikan birlikleri tarafından kurtarılan kent, 1961’de
yine kanlı bir şekilde bastırılan Cezayir kökenlilerin protestolarına sahne oldu. Kent,
Sorbonne Üniversitesi’nin bulunduğu Latin Bölgesi’nde cereyan eden Mayıs 1968 Hareketi’ne de ev sahipliği yaptı.
2001’de ilk kez sosyalist ve
eşcinsel bir Belediye Başkanı
seçen kent sakinleri, 2014’
de de ilk defa kadın bir Belediye Başkanı’na kavuştu. Ayrıca kent Fransa’nın ekonomik merkezi olup Fransa’nın
en büyük şirketleri olan Total, AXA, Societe Generale,
Carrefour ve Peugeot’nun yönetim merkezlerine ev sahipliği yapmakta.
Dünyaca ünlü sanat eserlerini içinde barındıran müzeleri, ünlü tiyatroları, kafe ve
bistroları, her köşe başında
insanın karşısına çıkabilecek
sokak müzisyenlerinin çalgılarıyla insanları dinlendiren
ve şenlendiren bu kent için ideal ziyaret gününün Bastille
Hapisanesi’nin halk tarafından zapt edilerek mahkûmların serbest bırakıldığı 14
Temmuz günü olduğu söyleniyor. Ayrıca dileyenlerin katılım sağlayabileceği pek çok
müzik, sinema, tiyatro ve hatta bahçe festivali seçeneği
bulunmakta.
Avrupa
Gündemi...
ATAUM
ATAUM-BİM (08-2011)
e-bülten
bulmak isteyene not:
sadece elektronik posta kutusunda bulunur...

Benzer belgeler