BİR SOKAK ADAMININ ÖLÜMÜ Şehrin en sessiz olduğu ve sır

Transkript

BİR SOKAK ADAMININ ÖLÜMÜ Şehrin en sessiz olduğu ve sır
BİR SOKAK ADAMININ ÖLÜMÜ
Şehrin en sessiz olduğu ve sır vermediği zamanı-sabah saatlerini- yağmur damlalarının
tam o anda çatıdan içeri kaydığı gibi yaşıyorduk: gizlice, titrekçe, ama şaşırtıcı bir biçimde
hızlı.
Birçok hayat tecrübesi sonunda öğrendiğim şey şuydu: Sokakların kulağı vardı. Bu
kulakların tek bir aciz insan kulağından çok daha sert ve acımasız olaylara açıkça şahitlik
ettiğini belki de gerçekliğimin en zirve noktasında anlamıştım. Uzun yıllarımı geçirdiğim,
bana kucak açmış sokaklarda görebildiğimiz kırık gri tuğlalar, siyah bir is ve gecelerin
rutubetiyle buğulanmış pencereler, kaldırımlara saçılmış cam kırıkları, çıkılmaktan yorgun
düşmüş merdivenler, adi demir korkuluklar ve çoğunluğu nemli ahşaptan yapılmış yıkık
dökük evler, hepsinin bana ve benim gibilere verdiği bir mesaj, bir izlenim vardı. Bizlerin ve
hatta dünya üzerinde nefes alan tüm varlıkların “dış görünüş” olarak adlandırdığımız
maskelerini düşürmeyi, tüm derinliklerini öğrenmeyi bir amaç bellemişlerdi.
Kocaman kulaklarıyla bizi duyuyor, dinliyorlardı. Bizi dinledikleri gibi bizi
anlayamayacağımız bir biçimde görüyor, varlığımızı en ince ayrıntısına kadar hissediyorlardı.
Yaşamımın neredeyse her günü, geçtiğimiz sokakların bizi görüp bildiğini ben hatırlatıyorum.
Sokaklarla ilgili bir gerçek de şuydu: Toplumun bizlere yaptığı gibi alnına bir etiket
yapıştırarak onları tanımlamak kesinlikle imkansızdı. Aralarından geçen insanların size kendi
çıkarları için merhametsizce acı verecek kötü insanlar mı, yoksa iyi kalpli dostlar mı
olduğundan-tecrübeli olup olmamanız fark etmez- kesinlikle emin olamazdınız. Sokaklar bize
önyargılarımızın gereksizliğini, dış görünüşün ne kadar yanıltıcı olabileceğini ve benim
durumumdaki gibi insanları nasıl tanıyabileceğinizi öğretirdi. Sokaklar, bana hayatımda en
çok şeyi öğretenlerdendi. Sokakları ancak yaşayarak tanırdınız.
Sokaklarda yara almamak ve kimi zaman hayatta kalmak zorlu bir görev halini
alabilirdi. Kendimi böyle bir hayal kırıklığının pençesine düşmekten kurtarmak için yapmam
gereken en önemli şeyleri biliyordum: ne istediğimi bilmek, başkalarının benden ne
isteyebileceğini tahmin etmek ve buna göre tedbirlerimi almak.
Eskiden bu hayatta çok yeniydim, kendimi bu hayatın hataları ve risklerinde
kaybetmeye çok yaklaşmıştım ve yalnız hissediyordum. Yeni hayatıma bu denli yabancı,
suçların bu kadar eşiğinde olmak benim için en büyük işkenceydi, kendimi denizin
ortasındaki bir teknede susuz kalmış bir kazazede gibi hissediyordum. Etrafım suyla kaplıydı
ama içemeyeceğimi biliyordum çünkü içtiğim zaman ölürdüm.
Ben, benliğimi kaybetmişken; yeni bir dost, yeni bir mutluluk, bana yol gösterecek
birini ararken onun karşıma çıkması, başıma gelen en enteresan ve en iyi olaydı.
Hayattaki bilgilerini ve görüşlerini benimle paylaşmıştı zamanında, bir insanın bana
bu kadar yakın olması ve çok benzer fikirlere sahip olmasına inanmak zor gelmişti. Bu
ihtiyar, bana ayrıca yağmurlu sabahların erken saatlerinin düşünmek veya kafa dinlemek için
ideal zamanlar olduğunu söylemişti ki bu görüşüne ben de katılıyordum. Bu sabah da böyle
bir sabahtı; kasvetli, karanlık, yağmurlu ve iç karartıcı... Ama benim, havası içinde
kendimden çok parça bulabildiğim bir sabah...
Yedi kişi yaşadığımız evimizde en erken kalkan bendim. Beş oğlan çocuğunun en
küçüğüyle paylaştığım odamın penceresindeki yağmur damlalarını görmek beni tarifi zor bir
huzurla doldurdu. Sokak, bu sabah ihtiyarın giydiği paltolara ve yürüyüşüne daha da yakışır
bir griydi. Böyle sabahlarda yürüyüşe çıkar, bin defa aynı yoldan geçmiş olsa da her ayrıntıyı
ilk defa görüyormuş gibi sinsi gözleriyle büyük bir dikkatle inceler, dik kafası ve omuzlarıyla
kendinden emin görünerek yılların yaşlandırdığı dizlerinin zar zor izin verdiği kısa adımları
atarak güneş aydınlanana kadar yürürdü. Sokaklarda gizlenir, sokaklara sevgisini ve
sokaklarla arkadaşlığını her hareketiyle belli ederdi. Böyle sabahların kasveti onda aynı
zamanda babacan olan bir görünüşte ete kemiğe bürünürdü. Böyle bir sabahta beni ziyarete
geleceğini tahmin etmiştim. Evin diğer sakinleri onu pek sevmiyordu.
Aslında ev demekten hiç hoşlanmadığım binadaki yatağımın üstünde yatarken
çocukları ne zaman uyandırmam gerektiğini düşündüm. Daha uyumak için yarım saatleri
vardı. Bu uykuyu onlardan almak istemediğime karar verdim. Genelde onları abileri, anneleri,
bakıcıları olarak uyandırmama gerek kalmazdı. Kendileri uyanırlar ve okula hep zamanında
yetişirlerdi. Benden daha çok uyudukları kesindi, belki de benim gibi asabi yerine güler yüzlü
ve iyimser olmalarını buna borçluydular.
Yatağımda oturmayı anlamsız bulduğum için günlük kıyafetlerimi giyip yatağımı
düzelttim. Çatıdan akan birkaç yağmur damlası çocuğun üstüne düşünce yorganını iyice
örttüm. Küçük çocuk yanımda mışıl mışıl uyurken birden uyanıverdi. Geç kalıp kalmadığını
sordu; kalmadığını söyledim. Rahatlamışlığın gülümsemesiyle bana bakıp tekrar uykuya
daldı. Bir anlığına onun yaşadığı on yazın benim yaşadığım on dokuz kışı nasıl hemen
ısıttığına şaşırdım. Ona eskisi gibi şefkat gösteremediğim için üzülüyordum.
Çocukları çok sevdiğim doğruydu. Onlar için bu evi adeta bir yetimhaneye veya daha
sevecen bir deyişle yuva haline getirmiştim, onların kurtarıcı meleği olmuştum ama artık
gitme zamanımın geldiğini hissediyordum. Uzun süredir aldığım nefesi bile onlar için
alıyordum; artık kendim nefes alamaz hale gelmiştim. Onlar için yaptığım fedakârlıklardan
haberdar olup olmadıklarını merak ediyordum bazen. Onların güvende olduğundan emin
olacak, sonra kendimi yoluma gidip kendime yeni bir hayat kuracaktım. İhtiyar bana bu
konuda yardım etmek için elinden geleni yapacaktı.
İhtiyar’ın hayatıma ilk girdiği zaman ona güvenmemin ve en özel duygularımı,
problemlerimi onunla paylaşmamın yegâne sebebi, beni bu kötü hayattan kurtarma sözü
vermiş olmasıydı. Önceden içimde onunla ilgili şüpheler olsa da sonradan bu şüpheler uçup
gitti. Ona güvendim, bana neden yardım etmek istediğini anlamamama rağmen. Bana yaptığı
iyilikleri yapma ihtiyacını neden hissettiğini öğrendiğimde artık daha iyi bir insan olduğumu
düşünmüştüm. Bu hayatın benim için çok bir değer taşıdığını söylemek doğru olmazdı ama
çok alışmıştım. Yavaş yavaş veda etmem lazımdı. Vedalar her zaman çok zordu. Bu zorluğu
atlatmak için buradan sonraki hayatımda neler yapabileceğimi, neler yaşayabileceğimi hayal
ediyordum.
Eski hayatımda geride bıraktıklarıma dönmeyi planlamıştım. Annemin eski evine
yerleşebilir, mirası alıp eğitimime devam edip hayalimdeki mesleği yapabilir, kendime yeni
bir hayat kurabilirdim. Evlenebilirdim. Kendi çocuklarım olabilirdi. Annemden sonra tekrar
mutlu olabilirdim, belki de onu bulabilirdim. Gerçekten güzel, hayallerimdeki gibi bir
hayatım olabilirdi.
Hayallerime kavuşabilmek için geride bırakmam gerekenler şunlardı: nefret ettiğim bir
iş, nefret ettiğim bir patron, nefret ettiğim bir ev, İhtiyar’ın küçük sokak serserileri olduğunu
düşündüğü çocuklar ve bazı anılar...
O zamanlarda yaşadığımız bu evi, benim evin sahibi için her gün canımı dişime takıp
çalışmama borçluydum. Nasıl işler olduğundan bahsetmek istemiyorum ama o çocuklardan
birinin ben gittikten sonra patronum için çalışmasına asla izin veremezdim. Kaçtıkları
yetimhaneye de geri gidemezlerdi. Onları sokağın ortasında tek başlarına bırakacak kadar
gaddar değildim. Onlara ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli imkânları sağlayacaktım. Sokakta
onları bekleyen kötülüklerden korumak için çalışacaktım çünkü sokağın nasıl kötülükleri
barındırabileceğini bizzat biliyordum. Yaşayarak öğrenmiştim.
İhtiyar bu konuda bana yeni bir ufuk açtı. Onları terk edilmiş kullanılmayan bir eve
yerleştirebileceğimizi, ben mirasımı aldıktan sonra onların masraflarını karşılayabileceğimizi
söyledi. Geriye kalan şey, kendilerini korumak ve iyi yetiştirmek zorunda kalacak
olmalarıydı. Ben de az çok kendimi yetiştirmiştim. Sonra İhtiyar’dan hayatım boyunca
unutmayacağım dersler almıştım. Bana “Sen bu sokakları değil, gerçek bir hayatı
yaşayacaksın. Bu hayatın senden öncekileri söndürdüğü gibi seni de söndürmesine izin
vermeyeceğim, senin ışığının hiç sönmemesi için ben sana bizzat yardım edeceğim.” demişti.
Sözünde durdu. Birlikte kurguladığımız planın bir sonraki adımını konuşmak için en
beklemediğim zamanlarda çıkıp geliverirdi, önceden geleceğini anlamazdım ama gölgesini
üstümde hissederdim. Zamanla içime işledi konuşması, fikirleri ve tecrübeleri. Kendimde
eksikliğini hissettiğim bilgeliği ve özgüveni onda buldum. Bu yüzden ona bulduğum her
fırsatta teşekkür ettim. Her seferinde teşekkürlerimin gereksiz olduğunu söylemesi, ona
hayranlığımın sebeplerinden biri olan alçak gönüllüğüne imrenmemi sağladı. Karakter
bakımından ona daha çok benzemeyi diledim hep. Buna bir itirazı yoktu, hatta gururunun
okşandığını söylerdi. Tek endişesi benim onun yaptığı hataları yapmamam, yaşadığı kötü
olayları yaşamamam, onun gençken düştüğü bataklığa düşmememdi.
Kanım ona çabuk ısınmıştı, çok çabuk... Kısa sürede bana kol kanat gerip hayatımda
vazgeçilmez bir birey olmuştu. Onun bana kanının nasıl ısındığını bilmiyordum ama ısındığı
belliydi. Hep yanımda olmuştu, maddi ve manevi anlamda. Fiziksel anlamda hep yanımda
olamasa da üstümde bıraktığı bir manevi etki vardı. Kendimi o yanımda değilmiş gibi
neredeyse hiç hissetmedim. Beni birkaç gündür görmeye gelmemesinin sebebinin onun yaşlı
ve mavi gözlerini fazlasıyla rahatsız eden güneş ve hiç sevmediği ılık, nemli hava olduğunu
tahmin ediyordum.
Başkası tarafından anlaşılmak ve güvenilmek, her insanın ihtiyaç duyduğu sevgiye ve
gururunun okşanmasına işaret ediyordu.
Daha önce geldiği sabahlardan daha erken bir saatte gelmişti o gün. On dakika önce
gelmiş olsaydı beni büyük bir vicdan azabından kurtarabilirdi ama ona kızmadım. Acı
gerçekle karşı karşıya kalacaktık hepimiz er ya da geç. Ben bu beş çocuğu kısmen terk edecek
olmanın verdiği büyük suçluluk duygusuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Nedense böyle
sabahlarda daha da suçlu hissediyordum kendimi.
Küçük’ü uyumaya bıraktıktan sonra hayaletleri bile uyandırmayacak bir sessizlikte
merdivenlerden aşağı indim. Sabahın soğuğu duvarlardan içeri işlemişti. Ben, soğuktan
rahatsız olmazdım ama çocuklar yataklarında üşüyeceklerdi. Uyuşukluğumdan bir nebze
kurtulabilmek için kahveye yöneldim. Kahveyi alelacele ve acemice yaptıktan sonra
yudumlarken merdivenlerden inen gölge gözümü aldı. Gölge üstüme karanlık bir bulut gibi
düştü. Bu gölge ev sahibinin, yani patronumun gölgesiydi.
Ev sahibi en üst katta, ben ve oğlanlar ikinci katta, mutfakla birleşik oturma odamız en
alt kattaydı bu evde. Ev sahibinin en üst kattan benim bulunduğum mutfağa geldiğini
gördüğümde duygularım hiç olumlu değildi.
Ona ilk zamanlarda bana evini açtığı için minnettar olmuştum. Ama sonra beni en ağır
işlerde çalışmaya zorladığı için kızmıştım. En sonunda da kişiliği nedeniyle ondan tamamen
soğumuştum. İhtiyar onun taklidini çok iyi yapıyordu.
Ona bağımlı yaşamak, hayatımla ilgili en çok nefret ettiğim şey olabilirdi. Çocukların
onun beni nasıl işlerde çalıştırdığıyla ilgili en ufak bir fikirleri dahi yoktu. Böyle olmasını
ben istemiştim. Sırtımdaki yüke ortak olmalarını istemedim. Hiçbir zaman böylesine ağır bir
yükün altında kalmamalarını diliyordum. Benim de bu yükten kurtulmama az kalmıştı.
Kurtulmak için, bu yaşama ihanet edecektim.
Kurtuluş planım uzun süredir bir aksaklık olmadan devam ettiği için şanslıydım.
Aksaklık olmadan devam edebilmem için ev sahibinin mümkün olduğu kadar her şeyden
habersiz, mümkün olduğu kadar hiçbir şeyden şüphelenmemiş olması gerekiyordu. Onun
küçük bir şüphesi planı suya düşürebilirdi. Dikkatliydim. Bana doğru yürüdü. Artık beni bu
saatte uyanık görmeye alışmış olmalıydı. Bana nefret ettiğim ve her gördüğümde içimde
nedensiz bir kızgınlık duygusu doğuran o yapmacık gülümsemesiyle baktı. Kara saçları ve
kara gözleri, öne doğru eğilen bir burnu, fazla uzun bir boynu, samimiyetsiz bir yüzü vardı.
Boyu İhtiyar’la ancak yarışırdı. En mutlu olduğu zamanlarda bile gözleri nefret ile dolu
olurdu. Sertliğini yüzünden okuyabilirdiniz. En kötü korkum, en kötü kabusum önümde
duruyordu. İlk o günaydın dedikten sonra ben de ona dedim. Boyumun ondan çok daha uzun
olmasına rağmen o an kendimi kısa hissettim. Ses tonum neredeyse fısıltıydı. Bana daha çok
uyumayı öğrenmemi söyledi. Zoraki de olsa gülümsedim. Bugün cumaydı. Bugün izin
günümdü, sadece izin günlerimde ne yaptığımla alakadar olmazdı. Ona her izin günümde
uyumaya çalıştığımı söyledim. Sadece izin günlerimde uyumaya çalıştığım için
ilgilenmiyordu çünkü çok az izin günüm vardı. Paltosunu alıp kendini kapıdan dışarı attı.
Merdivenden adım sesleri geldi. İnenler çocukların en büyük ikisiydi. Biri on beş diğeri on
dört yaşındaydı. En küçük kardeşleri gibi ikisinin de kıvırcık saçları vardı. Bu günlerde onları
ihmal ettiğimi düşünüyor, benimle konuşmayı pek istemiyorlardı. Onları suçlayamazdım.
Hemen selam verip uzaklaştılar. Sessizce koltuklara geçtiler. Kapıda bir tıklama
duydum. Çocuklar bozuntuya vermeden önce kapıyı hemen açtım. Gelen İhtiyar’dı. Kapıyı
açıp onu içeri buyur ettim.
Kapıdan içeri girdiği an çocukların sert bakışlarına maruz kaldı. Aldırış etmeden bana
selam verdi. Paltosunu almaya çalıştığımda istemedi ve uzun süre oturmayacağını söyledi.
Beni almaya geldiğini, bugün birlikte bir yerlere gideceğimizi söyledi. Bana söylediklerini
merdivenlerden inen yeni uyanmış Küçük de duydu. “Eğer onu içeri alırsam çocuklar ne
düşünür?” diye sormuştum kendime önceden. Onun, çocuklarla nasıl konuşacağını ve onları
rahat ettirmek için nasıl davranmasını bildiğinden şüphem yoktu ama ondan korktuklarını,
onu sevmediklerini, onlar yerine onunla boş zamanımı geçirmemi kıskandıklarını bildiğimi
biliyorlardı, bu yüzden onlara göre bu adamı onların yaşam alanına kadar getirmek onlara
yapılmış büyük bir hakaretti. Şaşırmışlardı. Yapacak bir şey yoktu. Ben her şeyi göze
almıştım, incinmeyi de göze almıştım ama incinen tarafın ben değil onlar olması beni daha
çok üzüyordu.
İhtiyar masaya oturduğunda ben de yanına oturdum. Bu sabah havanın nasıl yağmurlu
olduğundan bahsetti, ben de sadece “Evet, yağmurlu.” diyebildim. Çocuklar konuşmalarımızı
dinliyorlardı. Böyle basit konulardan konuşuyor olmamıza şaşırmış olmalıydılar. Bir süre
havadan sudan konuşmaya devam ettik. Kulağıma eğilip planlarımıza devam etmek için
bugünün ideal olduğunu, daha fazla zaman kaybetmemek için hemen çıkmamızın iyi
olacağını söyledi. Göründüğü ve konuştuğu kadar ciddi ve katı biri değildi. Planımızdan
konuşacağımız günün büyük çoğunluğunu birlikte gülerek ve eğlenerek geçirirdik ama
bugünün daha ciddi bir gün olmasını bekliyordum çünkü tahminlerime göre planımıza son
şeklini verip harekete geçeceğimiz gün bugündü. Heyecanlıydım.
Montumu alıp kapıya yöneldiğimde Küçük kendi yaşından çok daha büyük bir cüretle
İhtiyar’a beni nereye götürdüğünü sordu. Kimse böyle bir soruyu ondan beklemiyordu. Soran
başkası olsa ona kızardım ve bir güzel haşlardım ama Küçük’e kızamıyordum asla. Ona
kızmak, ona sesimi yükseltmek içimden gelmezdi hiç. İhtiyar ona, gezmeye gideceğimizi
söyledi ama Küçük bu cevapla tatmin olmuşa benzemiyordu. Yine de susmak zorunda kaldı.
Emindim ki o anda, o odada olan herkes küçük bir çocuğun bu soruyu sormasının
fazla merakından olduğunu düşünürdü. Benim iyiliğimle ilgili endişe duyması, beni
düşünmesi kötü bir şey miydi? Hatta yasak mı olmalıydı? Cevabın hayır olduğunu
biliyordum. Bu düzende çocuklara çok söz hakkı verildiği söylenemezdi. Eğer ben onlardan
biri olsaydım bu evde yaşayamaz, muhtemelen patlardım. Hayal kırıklığı ve yenilmişlik
duygusuyla başını eğmişti. Nasıl sabrettiklerini merak etmiştim. Ona karşı çok sempati
duyuyor ama belli edemiyordum. Ona karşı artık buz gibi soğuk olmam gerekiyordu. Bu
benim, içimde gittikçe daha çok parçalanmama sebep oluyordu. En çok bu yıkıyordu aslında
beni.
Bu durum, onun için bir dönemin sonu gibiydi. Artık tek başına ayakta durmayı
öğrenmek zorundaydı; güçlenip, büyüyüp, benim ilgime bağımlı olmamalıydı. Bunun farkına
varmıştı artık. Ona soğuk davrandığım zamanların çoğunda olduğu gibi gözyaşlarıyla
mücadele etti. Ağlamayacaktı. Ağabeylerinden birinin kollarında rahatlık buldu.
Çocuklar bana suçlayıcı gözlerle baktıklarında geri bakmaya cesaretim yoktu,
olmayacaktı. O gözlerin delici bakışları beni, bıçakların yaralayabileceğinden çok daha derin
yaralamıştı. Bu yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini zaman gösterecekti.
Evden çıktığımızda derin düşüncelere ve suçluluk duygusuna kapılmıştım. Olacakları
daha önceden düşünmüş olmama rağmen değişik düşünceler yaşıyordum.
Birlikte hiç alışkın olmadığımız bir sessizlik içinde sokaktan aşağı yürüdük. İhtiyar’ın
sessizliğinin altında yatanı tahmin edemiyordum.
Üzerinde yürüdüğüm bu yollar, onlarla tanışalı yıllar olmuştu, beni bir yabancı gibi
karşıladı. Kendi kendime bu sokaklarda yaşamış olanın ben olmadığımı söyledim. Ben
bundan ibaret değildim. Beni bencillikle suçlayabilirlerdi ama ben en özümde bencil
olmadığımı biliyordum, kendimi tanımıştım zamanla. Sahi, en son ne zaman kendim için bir
şey yapmıştım? Bilmiyordum, hatırlamıyordum. Uzun sessizliğimizi bu soru bozmuştu. Ona
bilmediğimi söyledim. Bu cevabı beklermiş gibi bir hali vardı.
Uzun sokağı neredeyse hiç konuşmadan ardımızda bıraktığımızda önümüzde bir
merdiven çıktı. Bu merdivenden yolum daha önce çok geçmemişti, bu sokakları avcumun içi
gibi bilmeme rağmen. Yürüdüğümüz sürede planımızdan bahsetmiyorduk, çünkü sokakların
kulağı vardı. Dikkatli olmak zorundaydık. Başkalarından korktuğumuz için değil, sadece
eskiden kalma bir tereddütümüz, tedbirimiz vardı.
Merdivenden inerken zorlandığını gördüm, içimden yardım etmek geldi ama
edemeyeceğimi biliyordum. Yardım etmeye çalışsaydım beni bir eliyle iter ve pis bir bakışla
beni olduğum yere mıhlardı. Kimsenin yardımına ihtiyaç duymadığını düşünmeyi severdi.
Başkasının ona aksak yürüyüşü nedeniyle acıyıp yardım etmeye çalışması onun içinde yatan
genç delikanlı için yıkıcı olurdu. Yaşlandığı doğruydu ama içi az çok aynıydı. Ebedi
gençliğinin dizlerinden kaybolması onun kendisinden sakladığı bir sırdı. Ak saçlarının
arasındaki siyah saç telleri en büyük anılarıydı. Saçlarının yaşadığı seneleri göstermesini
engellemek için kafamdaki görünüşüyle bütünleşmiş şapkasını takardı çünkü kafasının içi
benimkinden çok farklı değildi ama artık böyle olması için çok zamanı kalmamıştı. İçinde
kalan bu gençliği bana aktarmak istiyordu, henüz zamanı varken.
Küçük, yemyeşil bir parka indik. Bu park evime en yakın yeşil alan olabilirdi.
Çocukların oyun oynadığı yerin karşısındaki banka oturdum yorgun olmamama rağmen ve
onu da yanıma çağırdım çünkü onu bıraksaydım bayılana kadar yürürdü.
Oyun oynayan üç çocuktan biri yanlışıkla topu bizim olduğumuz yere atınca
çeviklikliğiyle hemen eğilip onlara geri attı. Topu alan çocuk ona teşekkür etti, diğer ikisi de
gülümsedi. Bana bizim oğlanların asla bu kadar hatırbilir olmayacağını söyledi. Bunu
biliyordum. Sokak serserileri olduklarını da söylemişti. Bu kısmen doğruydu. İşledikleri
suçlar yüzünden başım az belaya girmemişti. Ben onlar gibi değildim. Benim bir zamanlar
mutlu bir ailem vardı. Şu anki ailem bu ihtiyardı.
Kalkıp tekrar yürümeye başladığımızda konuyu açmak için mi yoksa gerçekten merak
ettiği için mi bilmediğim sebeple benim için en büyük umutsuzluğu çağrıştıran soruyu sordu:
“Annen kaybolalı ne kadar oldu?” kelimeleri yarama tuz basmıştı. “Birkaç yıl.” dedim
zorlanarak.
Birkaç yıl… Beni içine düşürüp boğduğu deniz buydu. Birkaç yıl, sonsuzluk, umutsuzluk…
Gölün kenarına vardığımızda neredeyse bir saat geçmişti. Önce meydana gittik, sonra
beni bir dükkanın içine soktu. Beraber bir masaya oturduk. Bir elini omzuma koyarak annemi
bulacağımızı söyledi. Beni her seferinde güvenle ve umutla doldurmayı başarıyordu.
Artık mahallenin tepesindeki kocaman terk edilmiş evi sahiplenme planımızdan
bahsetmemizi bekliyordum. Bu evden daha önce kimseye bahsetmemiştim. Bu ev uzun
süredir boş duruyordu. Bizim sokaklar için fazla güzeldi. Bazen evin önünde durup
mimarisini hayranlıkla izlerdim. Burada yaşamayı ancak hayal edebilirdim. İhtiyar’la ilk defa
bu evin önünde tanışmıştık. Bu ev, bizim mahallemize adeta uzaydan gelip konmuş gibiydi.
Bu eve sahip olmayı her şeyden çok istiyordum ama sorun şuydu ki, isteyen tek kişi ben
değildim.
Bu ev, büyük rüyalarımın küçük bir anahtarıydı ama onun anahtarına sahip olmadığım
sürece bir işe yaramazdı.
Sokaklarda hırsızlara, katillere rastlayabilirdiniz. Sokakta her türlü suçlu sizi bekliyor
olabilirdi. Bir de henüz suç işlememiş, suçlu olmak için fazla genç olan, potansiyel suçlular
vardı. Bu potansiyel suçlular; çocukluklarından itibaren şiddete, sokağın soğuk yüzüne, bu
yaşam tarzına göre yetiştirildikleri için en tehlikelileri olurlardı. Çevrelerine zarar vermeye
başlayabilmeleri için zihinsel bir olgunluğa erişmelerine gerek yoktu. İhtiyaç duydukları
fiziksel olgunluktu. Bu ev için mücadele ettiğim, hatta bir gün eve dönerken iki genç üyesi
tarafından kafama atılan bir taş yüzünden yaralanmıştım, çete suçlulardan oluşuyordu ama
evin anahtarına sahip değildiler henüz.
İhtiyar, o dükkânda bana anahtara sahip olduğunu söylemişti. Böylesine güzel,
heyecanlandırıcı ve gerçekten yüreğimi mutlulukla dolduran bir duyguyu en son ne zaman
hissettiğimi hatırlamıyordum. Bunu hiç hissetmemiş de olabilirdim ve hepsini karşımda
oturan yaşlı adama borçluydum. Ona teşekkür etmek anlamsızdı çünkü ona asla yeteri kadar
teşekkür edemezdim. Ona verebileceğim tek şey arkadaşlığımdı. Ben de ona gülümsedim.
Biz konuşurken garson yanımıza geldiğinde İhtiyar onu tersledi ve yan taraftaki
dükkana gitmek istediğini söyledi. Bu dükkanda onu rahatsız eden bir şeyler vardı.
Sorgulamadan istediğini yaptım. Sokakta da evle ilgili planlarımızdan konuşmaya devam
ettik. Diğer dükkana geçip oturduk, İhtiyar iki kahve söyledi. “Evin arka balkonundan gölü
ve dağları görebilirsin” dedi bana fısıltıyla. Kendimi bir saniye o balkonda dururken,
manzarayı izlerken, bu hayatta çok zorluk yaşamama rağmen bunları ustalıkla atlattığımı ve
daha çok şey başaracağım fikrine kapılmış bir halde hayal ettim.
Ona evin içini daha önce hiç görüp görmediğini sordum, bana anılarını anlattı. Birlikte
güldük. En sonunda ona evinin nerede olduğunu sorma cüretini kendimde buldum. “Rüzgar
nereye eserse... Ben özgür bir kuşum. Kafese hapsedilemem!” dedi gülerek.
Kahvelerimizi içtikten sonra dükkandan çıkarken şaşırtıcı miktarda yüklü bir para
bıraktı masaya. Sahilde yürürken bunun nedenini sorduğumda bana “Para insanın eline aldığı
en kirli şey... Ne kadar temiz olursam o kadar iyi!” dedi. Para için değilse neden çalışıyoruz o
zaman, diye sordum. “Emek.” dedi. “Bir insan ancak bir işe emek verdiğinde olgunlaşabilir.”
Benim de ömrümün sonuna kadar çalışmamı istediğini çünkü her zaman öğrenecek
yeni bir şeyler olduğunu söyledi. Çalışacağımı söyledim. Yüzü gülüyordu. Keyfi yerine
gelmişti.
Bir süre yürüdük. Rüzgar esiyordu, hava hafif kapalıydı. Mutluluğumuza rağmen o
gün başımıza kötü bir olayın geleceği, balığı yakalamaya çalışırken boğulan martıyı
gördüğümde içime doğdu.
Buradan sonraki durağımızda, tepede, vurmuştu onu pis bir kurşun, yılların eskitmeye
utandığı o gözlerinden. Beni vurması benim için daha merhametli olurdu.
Nasıl olduğunu tam olarak hatırlamıyordum. Bayılmıştım. Polis beni karakola
götürmüştü. İki memur hatırlıyorum. Adamla kan bağım olup olmadığını sormuşlardı.
Olmadığını söylediğim zaman bana garip garip bakıp onun annemin babası yani dedem
olduğunu söylemişlerdi.
Sokakların gerçekten kulakları vardı, insanların da. İhtiyar’ın, dedemin, ilk gittiğimiz
dükkanda rahatsız olmasının nedeni buydu. Bunu ona yapanlar bizi sokaklarda takip
etmişlerdi. Biz arkadaşlığımız dışında hiçbir şey hissetmemiştik. Garip olan, bir kere bile ona
adını sormamıştım onu tanıdığım sürece. Eğer sorsaydım adımın ondan geldiği gerçeğine
biraz daha yaklaşabilirdim. O, uzaktan beni koruyup kollamış, “Sokak Adamı” olmuştu.
Cebinden bir kağıt çıkarmışlardı. Mirasını yanında taşıyordu çünkü kanser hastasıydı,
kanser bütün vücudunu sarmıştı neredeyse. Bana evini ve parasını bırakmıştı. Benim baktığım
beş çocuğa da tüm eğitim masraflarını karşılayacak kadar para bırakmıştı. Özel eşyalarını
anneme ve teyzeme vermişti. Bu şekilde annemle kavuşabileceğimizi de planlamış olmalıydı.
Dört senedir evime gitmemiştim.
Düşünüyorum da eğer kendini bana siper etmeseydi, o soğuk sedyede ben yatıyor
olacaktım. O, bundan, kelimeyi söylemekten ne kadar nefret etsem de, ölümden kaçmamıştı.
Onu eski bir arkadaş gibi karşılamıştı. Hayatımda tanıdığım en cesur kişiydi.
Annemin yokluğunu öğrendiğim zaman evden kaçtığımdan beri, beni daha önce hiç
görmemiş olmasına rağmen beni aramaya başlamış işini bırakıp.
Kafamdaki tek kahraman figürü odur. Dostum, kurtarıcım, kahramanım, dedem:
Sokak Adamı.
Öğrencinin
Adı Soyadı: Damla Köse
Doğum Tarihi: 30.04.2001
Okulun Adı: Özel MEF Ortaokulu
Sınıfı ve Numarası: 8-B
Okul Adresi ve Telefon Numarası: MEF Eğitim Kampüsü
Ulus Mah. Öztopuz Cad. Leylak Sok. 34340 Ulus-Beşiktaş-İSTANBUL
0 212 287 69 00
Ev Adresi:
Telefonu: 0531 085 88 15
E-posta: [email protected]
Türkçe Öğretmeninin
Adı Soyadı: Osman Tuncer
Cep Telefonu: 0 535 557 51 15
E-posta : [email protected]

Benzer belgeler