Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk

Transkript

Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk
Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk KORAY, Đbrahim
TATLISES’in seslendirdiği ‘Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali’ adlı şarkıda geçen ‘Yetiş
ya Ali’ sözüne karşı çıkmış ve ‘Hz. Ali, peygamber olmadığı için onun için ona yetiş
denemez.’ iddiasında bulunmuştu. Bu olayı duyan Sayın Şeyh Mahmut REYHANĐ,
kendisine cevaben bir mektup yazmıştır. Bu cevaptan sonra Cenk KORAY çok memnun
olduğunu belirtip şeyh Mahmut REYHANĐ’yi telefonla aramış ve sarf ettiği sözler için
özür dileyerek en kısa zamanda Đskenderun’a gelip kendisini ziyaret edeceğini söylemişti.
Ancak bu görüşmeden kısa bir süre sonra Cenk KORAY ziyaretini gerçekleştiremeden
vefat etmiştir.
Sayın Cenk KORAY Beyefendi,
17 Kasım tarihinde kaleme almış olduğunuz “YETĐŞ YA MUHAMMED, YETĐŞ YA
ALĐ” başlıklı yazınız herhâlde gereksiz bir müdahaledir. Bu tür yazılar ancak
provokatörlere (kışkırtıcılara) ve mezhep hastası olan yobazlara yakışır. Sizin gibi halk
ve vatan uğrunda beyin yoran ve ülkenin tüm dertlerini omuzlarına alan değerli
yazarları bu düzeye düşmekten tenzih ederim. Değinmek istediğiniz türkü, toplumsal
dalgalardan bir esintidir. Demek isterim ki, halk içinde kökleşen ve fıtrî bir nitelik
kazanan böyle geleneksel kavramları yok etmek, kontrol altına almaya çalışmak
beyhudedir. Hz. Ali’yi (a.s) bulunduğu mertebeden indirmeye hiç kimsenin gücü
yetmez. Đslamiyet’in üç büyük imparatorluğu bu amacı güttü ve eridi, bitti; bu hedefe
ulaşamadı. Onu aşağılamak, büsbütün silmek istediler; bunu başaramadılar ve bu
tanrısal ışığı söndüremediler. Hz. Ali’ye olan düşmanlık Aleviler üzerine uygulanmaya
başlandı, korkunç eziyetler yapıldı, başlarına yıldırımlar yağdırıldı, onlara kırımlar
yapıldı; fakat bütün bu kaba kuvvet Aleviliği ortadan kaldıramadı. Hiç kuşku yok ki,
Hz. Ali (a.s), “Ali” olmasaydı, bu azgın kin ve amansız düşmanlıklar karşısında tükenip
biterdi, ismi bile anılmaz bir duruma gelirdi. Fakat Hz. Ali’ye (a.s) bir şey olmadı. Onu
kötülemek, unutturmak, Đslam defterinden silip atma amacı güdüldü, daha sonra
altmış (60) yıl boyunca camilerde, hutbelerde kendisine sövüldü ve bu sövgü devletin
yasası haline getirildi. En adi, en azgın suçlulardan bile daha ağır ceza gördü. Fakat
bu güzel isim gittikçe büyüdü ve devleşmeye doğru gitti. Zalim iktidar, özellikle
Emeviler Hz. Ali (a.s) ile çok uğraştılar. Satılmış imam, fıkıh ve hadis bilginlerine
dayanarak bu dev ismi dar bir çerçeveye soktular. “Đşte Ali” dediler. Aldatıcı olan bu
politik akım –affedersiniz- sizi de yakalamış oldu. Siz de Hz. Ali’yi (a.s) bu dar
çerçeveden görüyorsunuz. Hem de zalim ve sahtekârların hesabına kendisini bu
şekilde tanımlamaya kalkışıyorsunuz:
“Soru:
Hz. Ali kim?
Cevap:
1. Hz. Peygamberin amcasının oğlu,
2. Đlk çocuk Müslüman,
3. Dördüncü (4.) Halife
4. Aşere-i Mübeşşerelerden.”
Sayın Üstat, Hz. Ali’yi (a.s) tanımak için büyük yazar, bilgin, profesör ve filozof
olmak gerekmez; ancak mezhep tutkusundan uzak olmakla beraber Hz. Ali’nin (a.s)
hayatını incelemek, genellikle mezhep lakırdısına yol açan olaylar üzerinde durmak
yeter. Siz bunu yaparsanız ve çelişkileri akıl terazisine koyup iyiyi sahteden ayırmaya
çalışırsanız Hz. Ali’yi (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) ile aynı kefede göreceksiniz ve o
zaman Hz. Ali’ye (a.s) başkasına nasip olmayan bu üstün özelliklerin Allah (c.c) ve Hz.
Peygamber (s.a.a) tarafından verilmiş olduğunu göreceksiniz. Ne yazıktır ki Đslam
ümmeti; Allah (c.c) ve Hz. Peygamber (s.a.a) vergisine kafa tuttu, isyan etti ve sanki
Hz. Muhammed’e (s.a.a) “Sen bir peygambersin, Allah’ın elçisisin. Biz sana inandık,
ama sakın Ali’ye bu kadar avantaj verme, onu herkesten daha üstün tutma.” der gibi
oldu.
Ne yazıktır ki Đslam tarihini dolduran bu haktan cayma ve buna karşı gelme
hareketleri sanki gerçekten de Hz. Peygambere (s.a.a) böyle bir ültimatomun (kesin
uyarı) verildiğini gösteriyor. Hatta ve hatta bu manevi ültimatom, Sünni mezhebin
anayasası sayılır oldu! Đşte bunun için sizin bu yazınız uğursuz mezhep ve çekişmesini
kamçılayan kötü bir propaganda gibi görülebilir... Neden mi? Çünkü Đslam ümmetinin
neredeyse yarısı Şiidir. Bunların hepsi Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) aynı
kefede bulunduğuna ve şefaat etmeye yetkili olduğuna inanırlar. Şimdi, bu yaygın ve
onlara göre kutsal olan inanca ters düşecek gündem dışı yazmak doğru olur mu?
Acaba, bu yazının iki mezhep arasındaki çekişmeye neden olmayacağı ne malum?
Bugünlerde Sünni dostu olmayan bir Alevi veya Alevi dostu olmayan bir Sünni
tasavvur edilemezdi; ancak dinci siyasi partiler araya girince psikolojik yaklaşımlar
yavaş yavaş çekilmeye başladı. Artık siz kime yardım ettiğinizi düşünün.
Sayın Üstat, üçüncü bine giriyoruz... Geriye dönüp baktığımız zaman ister
istemez içimiz burkuluyor. Burkulmaz mı? 1500 yıl boyunca mezhepçilik namına çene
çaldık, çekiştik, boğuştuk. Birbirimize amansız düşman olduk, kırım korkunçluğunu
bile normal gördük; daha sonra ne kazandık? Hiç mi hiç! Diğer milletlerin gerisinde
kalmadık mı? Kaldık! Dinimiz en yüksek ve en doğru din olduğu hâlde başkasına
kölelik etmekten kurtulduk mu? Yine kurtulamadık! Eğer bu kafayla gidersek daha
çok binler tükenir; ama bu uğursuz ihtilaf ayakta kalır. Artık kendimize gelelim, bu
uğursuz defteri kapatalım, kâbus dolu uykudan uyanalım.
Sayın Üstadım, bir kere daha söylemek isterim ki sizin müdahaleniz gereksiz
bir müdahaleydi. Çünkü Hz. Ali’ye (a.s) beslenen sevgiyi hiç kimse durduramaz.
Emevi ve Abbasi canavarları dahi buna engel olamadılar. Hz. Ali sevgisi, yapılan
korkunç zulüm ve işkencelerin içinden sıyrılıp yayıldı. 1500 yılı doldurup taştı. Şii
kesimi şöyle dursun, Sünni kesimine ve Hristiyanlar’a bile geçti Ali sevgisi...
Sayın beyefendi, başta Hz. Ali’yi (a.s) tanımlamak için kullanmış olduğunuz
cümleler üzerinde birer birer durmak istiyorum:
1. “Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcasının oğludur!”
Evet, ama Peygamber hazretlerinin başka amcaoğulları da vardı. Hiç biri bu
ayarda olamadı.
2. “Hz. Ali ilk Müslüman çocuktur.”
Evet, ama bu çocuk başka bir çocuktur. Bu çocuk, 8-9 veya kimi rivayetlere
göre 10 yaşındayken Hz. Peygamber’e (s.a.a) “Yakın akrabalarını uyar!” anlamındaki
ayet indiği zaman Peygamber Hazretleri (s.a.a) en yakın akrabaları olan
Abdulmuttalip ve Muttalipoğullarını yemekli bir toplantıya çağırmış ve yemekten sonra
bir konuşma yapmıştı. Allah’tan aldığı görevi bildirmiş ve “Hanginiz bana candan
yardım eder, yanımda olursa o kimse kardeşim, arkadaşım ve benden sonra hepinizin
velisi, efendisi olsun.” diye teklifini yapmıştı. Herkes sustu. En küçükleri olan Hz. Ali
(a.s) ileri atıldı: “Ben sana yardım eder, senin yanında olurum.” dedi. O zaman Hz.
Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) boynundan tutup onlara gösterdi ve “Bu benim
kardeşim, vasiyyim ve benden sonra halifemdir, onu dinleyin, kendisine itaat edin!”
dedi. Davetliler gülüşerek dağıldılar ve Hz. Ali’nin (a.s) babası Ebu Talib’e “Oğlunun
emirlerini dinle, kendisine itaat et.” diyerek alay ettiler.
Bu olayı rivayet edip eserlerine geçirenler büyük Sünni âlimleridir. Bunlardan
birkaç isim söyleyelim:
Şeyh-ül Đslam unvanını alan Đbni Hacer Askalanî “Đsabe”, c. 2, s. 22; “Tabari
Tarihi” c.2, s. 217; “Ebul Fida Tarihi” c.1, s. 116; Ondan sonra, Đbni Đshak Đbni Cerir;
Đbni Ebi hatim, Đbni Merdeveyh; Đbni Naim; Đbni Cafer Đskafî, Beyhaki; El Muttaki El
Hindi; Tefsir bilginlerinden Salebi gibi kalburüstü hadis, tarih ve fıkıh bilginleri bu olayı
yazmışlardı. Bu arada çağımızın âlimlerinden Mısırlı yazar Muhammed Hüseyin
Heykel, hicri yılın 1350, 12 Zilhicce ayında, Ehram gazetesinin 5. sayfa, 2. sütununda
bu olayı aynen nakletmiştir.
Bu olayda çok önemli bir nokta var ki, onu kavrayabilen Hz. Ali’nin (a.s) gerçek
yerini ve peygamberle beraber nasıl aynı kefede yer aldığını hemen anlar. Hz.
Peygamber (s.a.a), peygamberliğini yaymaya henüz başlarken, yanında daha beş kişi
bile yokken o küçük çocuğu bu makama getirmek istedi. Topladığı akrabalarından (40
kişi) hiçbiri kendisini peygamber olarak tanımazken, bu çocuğu kendilerine tanıtıyor,
saygılarına sunuyor “Emirlerini dinleyin, kendisine itaat edin.” diyor. Yani Hz.
Muhammed (s.a.a) peygamberlikle beraber Hz. Ali’nin (a.s) vasiliğini bir arada
yürütmek istedi ve bunu yürüttü de. Ancak, yalnızca anlamak isteyen anlar...
Ali ilk Müslüman değil de ilk Müslüman çocukmuş. Evet, böyle dediler! Neden
mi? Çünkü diktatör iktidarın sansürü altında satılmış veya Kureyşin hilafet politikasına
gönül kaptırmış tarih ve hadis yazarları “Đlk Müslüman olan Ali’dir.” diyemezler. Bu
elbette yasak ve sakıncalıdır. Hz. Ali’ye (a.s) karşı daha önce gizli kampanya yürüten
Kureyş, bir komplo sonucunda hilafete Ebu Bekir’i getirdi ya, artık onu şişirmek,
gerçekten büyük göstermek, kendi namına halka fiyaka satmak, yapılan haksızlığı
örtmek gerek. Onun için her türlü fazilet tasnifinde kendisine bir öncelik uyduruldu.
Gözü dönmüş yobazlar adeta birbirleriyle yarış etti, herkes bir şey uydurmaya çalıştı.
Đslam’a giriş önceliği söz konusu olunca dünya, âlem biliyor ki Hz. Ali (a.s) herkesten
önce Đslam’a girmiştir. Zira Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber’in evindeydi ve ailenin üçüncü
bireyiydi. Đki yaşından beri peygamberin gölgesi gibi onun yanından ayrılmadı, sadık
bir talebesi, bir oğlu gibi evinde hatta kucağında yetişti. Hz. Peygamber (s.a.a)
peygamberlikten önce sık sık Hira Dağı’na gidip inzivaya çekilirdi. O zamanlar Hz.
Ali’yi (a.s) de beraberinde götürdüğü çok rivayet edilir ve ondan başka kimseyi yanına
aldığı rivayet edilmemiştir. Böyle bir avantaja sahip olan Hz. Ali (a.s) elbette
herkesten önce Müslüman olacaktır, tersini düşünmek mantıksızlık olur. Ancak
iktidara dönüşen sinsi muhalefet, dinsel yetkisini kötüye kullanan yobazlar sayesinde
bu duruma ağırlıklarını koydular ve güdülen politika doğrultusunda değerlendirme
yaptılar. Hz. Ali’nin (a.s) önceliğini gölgelemek için Đslam’a giriş önceliğini sınıflara
ayırdılar. Dediler ki: “Đslam’a ilk girenler kadınlardan anamız Hz. Hatice; yetişkin
erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan Ali ve kölelerden Zeyd Đbin Harise’dir.”
Sayın Üstat, bu aldatıcı tasnife siz de aldandınız ve “Ali ilk çocuk Müslüman”
diyerek din yetkisine hâkim zorba siyasetin düdüğünü siz de öttürdünüz. Bu
yanıltmacaya ne gerek var? Sen dört kişiden en önce olanı manevra yapmadan söyle
biliyorsan; söyleyemiyorsan bilmediğini bilene bırak! Ali için çocuk önceliği varmış.
Oysa sağlam bir araştırma yaparsanız Hz. Ali’nin (a.s) Ebu Bekir’den çok önce Đslam’a
girmiş olduğunu göreceksiniz. Ancak bu öncelik Ebu Bekir’in gül hatırı için budandı.
Keyfe göre sınırlandırıldı. Kimi akıllılar çok daha ileri gidip tarihle alay ettiler. Güya
daha Hz. Ali (a.s) dünyaya gelmeden önce Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in (s.a.a)
yanından ayrılmaz bir dostuymuş ve peygamber olur olmaz ilk inanan kendisi olmuş.
Hatta hatta Hz. Muhammed’in (s.a.a) amcası Ebu Talib ile Şam’a kadar gidip Rahip
Buhayra ile buluştukları olayda Ebu Bekir yine Hz. Muhammed’in yanındaymış. Bin
kere maşallah, tatsız bilgiler Halebî veya Dıhlanî (sıyret) kitaplarında yazılmıştır. Oysa
bütün Sıyret ve tarih kitapları Hz. Muhammed’in o zamanlar 8 veya 9 yaşında
olduğunu ve Hz. Muhammed’in Ebu Bekir’den 2 yaş büyük olduğunu yazarlar.
Öyleyse, Ebu Bekir o zaman 7 yaşındaydı. Acaba 7 yaşındaki çocuk, Şam’a kadar nasıl
ve niçin gitti? Hz. Muhammed bir ticaret amacıyla Şam’a gidecek olan amcası Ebu
Talib’in kendisini bırakıp gitmesine üzüldüğü için amcası ona acıdı ve onu yanına aldı.
Acaba Ebu Bekir hangi amcasıyla gitti? Hz. Muhammed (s.a.a) yetim idi. Ne anası
vardı ne de babası. Amcası Ebu Talib onu büyüttü, yetim olduğunu hissettirmedi. Bu
sebeple onsuz kalamaz diye yanına aldı. Peki, Ebu Bekir’e ne oldu, niçin gitti? Bu
hikâye sadece ‘Ebu Bekir peygamberin sohbetlerine çocuk yaşta başladı.’ dedirtmek
için uyduruldu. Siz mutlaka bu gibi palavralara inanmayacaksınız. Bunu iyi biliyorum.
Fakat Mekke müftüsü olacak bir âlimin Ebu Bekir’i yüceltmek için aklını nasıl feda
ettiğine bir bakın. Onu en büyük yapmak için elde sağlam bir belge olmadığı halde
sahte belgelerle Ebu Bekir’i nasıl Ebu bekir yaptıklarını anlamak her bakımdan
mümkündür...
3. Gelelim hilâfet dizisine:
Sayın Üstat, siz Hz. Ali’yi (a.s) tanımlamak için dördüncü halife unvanını ikram
ediyorsunuz. Dördüncü mü? Allah Allah ne kadar cömert insanlar varmış! Acaba Hz.
Ali’yi (a.s) dördüncü yapan kim? Hilâfet dümenini eline alan Kureyş mi? Maazallah iş
Kureyşe kalsaydı Hz. Ali (a.s) ne dördüncü olurdu ne de on dördüncü. Kureyş salt Hz.
Ali’yi (a.s) sollamak, saf dışı bırakmak için hilâfeti politik sahnelere aktardı. Bin bir
dolap çevirerek Ebu Bekir’i halife yaptı. Hz. Peygamber’in tüm emir ve ısrarlarını
hasıraltı etti. Şurası bir gerçektir ki birinci halife olan Ebu Bekir’i millet seçmedi, onu
Ömer seçti. Yanında Muhacirlerden Ebu Ubeyde vardı. Hilâfette ısrar eden Ensarların
birliği çözülünce, dâhi Ömer hilâfeti kaçırmamak için bu fırsatı kullandı, hemen elini
uzatıp Ebu Bekir’e biat etti. Ebu Ubeyde ve Ensarlardan çözülen kişiler onu takip etti.
Böylece ani bir manevrayla seçim değil, oldu-bitti şoku ortalığa hâkim oldu. Herkes
büyülendi, durumu öğrenmeye gelen şaşıp kaldı, gelenlerin eli Ebu Bekir’in eline
vuruldu ve biat diye işlem yapıldı. Hz. Peygamber’in cenaze işleriyle meşgul olan
Haşimilerden hiç kimse yoktu. Kureyşin diğer kabileleri zaten böyle bir sürprizi çoktan
istiyorlardı. Bu azgın gelişme Hz. Ali’nin (a.s) düşmanlarına elbette çok iyi geldi. Onlar
halifelerine biat etmek için bölük bölük geliyorlar; bir yandan da icma borusu
çalıyorlardı. Zaten sözbirliği anlama gelen icma boş lakırdı hâlinde bütün tarih
köşelerinde yankılar yaptı. “Müslümanlar sözbirliğiyle Hz. Ebu Bekir’i halife seçtiler.”
diyerek tarihe bir yalan daha eklendi. Ömer, Ensar birliğinin çözülmesini iyi
değerlendirdi ve zaman geçirmeden hedefe varmayı başarabildi. Ensar, bilindiği gibi
Evs ve Hazrec denilen iki kabileden oluşur. Birbirine ezeli rakip olan bu iki kabile
arasında Đslam’dan önce savaşlar bile olmuştu. Ancak Đslam dini onları birleştirdi,
birbirine kardeş yaptı. Ensarlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kendi memleketlerinde vefat
etmesi hesabıyla onun yerine geçmeyi hak bildiler ve Beni Saide Sekıyfesinde
toplandılar. Toplantıda Hazrec kabilesinden Sâd ibin Ubade’yi tek aday olarak
gösterdiler. Ömer toplantıyı haber alınca aceleyle yanına Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde’yi
alarak onları bastı. Biraz çekişme ve söz düellosundan sonra Ömer bir konuşma yaptı,
daha sonra Ebu Bekir konuştu. Bu konuşmalardan cesaret alan Evs kabilesinden iki
lider, Hazrec kabilesine olan kıskançlık duygularına tekrar kapıldılar ve Ensar birliğine
yan çizdiler. Bu iki lider Ömer’e tez davranıp işi bitirmesi için cesaret verdiler. Ne
enteresandır ki bu iki liderin ne kendileri ne çocukları hiçbir zaman Hz. Ali’ye (a.s)
dost olmadılar. Sıffîn Savaşı’nda bile bütün Ensarlar, Hz. Ali’nin (a.s) yanında iken
yalnız bu iki kişi Muaviye’yi tuttu. Muaviye’nin yanında bunlardan başka Ensardan
kimse yoktu.
Sayın Beyefendi, işte hilâfet dizisi böyle başladı. Hz. Ali (a.s) dediğiniz gibi
dördüncü halife değildir. Hz. Ali (a.s) birinci ve tek halifedir. Neden mi? Çünkü hilâfet
ya Şiilere göre Allah ve Peygamber tarafından verilen bir makamdır veya Sünnilere
göre milletin oyuna bağlı bir makam. Eğer Allah (c.c ) ve Peygamber’e (s.a.a) ait bir
makam ise halife kuşkusuz Hz. Ali’dir; zira Hz. Ali (a.s) için Hz. Peygamber (s.a.a)
daha önce yazdığım gibi “Bu benim halifem” demişti. Biraz sonra tamamlayıcı belge
ve kanıtlar göstereceğim. Yok, eğer Sünni âlimlerin iddiasına göre hilâfet seçimle
kazanılan bir makamsa birinci halife yine Hz. Ali’dir; çünkü diğer halifeler seçimle
değil, oyun ve zorbalıkla bu makama geldiler. Dördüncü dediğiniz Hz. Ali’nin (a.s) ise
nasıl halife olduğunu elbette biliyorsunuz. Biliyorsunuz, ama yine de hatırlatmak
isterim. Üçüncü halife Osman son beş yılında çok kötü bir yönetim uyguladı. Yani
akrabası olan Emeviler’in keyfine göre bir yönetim. Zalim, kalleş ve menfaat düşkünü
valiler yönetiyordu ülkeyi... Her taraftan uyarma, protestolar yağmaya başladı, aldırış
etmedi. Daha sonra millet ayaklandı, her taraftan gruplar halinde Medine’ye
yürümeye başladılar. Önce protesto ve tehdit edici tutumdan öteye gitmediler. Bu sıkı
tehditlere karşı halkı memnun etmeye, zalim valileri değiştirmeye söz verdi. Söz verdi,
ama kalleş akrabalarının baskısı kendisini yalancı duruma soktu. Hiçbir şey
değiştirmedi. Đhtilalcılar fazla beklemeden evini basıp onu öldürdüler. Halife
öldürüldü; ama hilâfet elbette yüzüstü kalacak değil ya, yeni halife için gerek
ihtilalcılar gerek Medine’deki Ensar ve sahabeler, herkes Hz. Ali’yi (a.s) istedi. Hz. Ali
(a.s) önce reddetti. Sonra “Benim biatim mescitte olacak.” dedi ve mescitte on
binlerce sahabe kendisine biat etti. Đşte Hz. Ali (a.s), başkasına nasip olmayan gerçek
bir seçim sonucunda rakipsiz olarak halife oldu. Rakipsiz dedim, zira Kureyş artık
ortada yok. Osman’ın öldürülmesiyle hilâfet mekanizması onların elinden düştü.
Emeviler kaçtı, çil yavrusu gibi dağıldılar. Öldürülen halifelerini dahi defnetmeye
cesaret edemediler. En son üç veya dört kişi gece defnettiler. Hz. Ali (a.s) halife oldu,
ama Kureyş, Kureyş’tir. Önce olayın şokunun karşısında suskunluk geçirdiler, daha
sonra kendilerini toparladılar ve kendisine savaş açtılar. Cemel Savaşı’nda Kureyş
yenildi. Đkinci kez Sıffîn’de hıncını almak istedi. Sıffîn’de yenilmek üzereyken büyük bir
hileyle savaşı durdurdu. Bu uğursuz hile yüzünden Harici denilen grup çıktı. Hz. Ali
(a.s) şimdi de Haricilerle uğraşmak zorunda kaldı, onlara derslerini verdi, ancak daha
sonra bir suikastle şehit oldu.
Bitmedi, Hz. Ali’den (a.s) hıncını alamayan Kureyş, o öldükten sonra kendisine
en ağır cezayı uyguladı. Altmış (60) yıl boyunca camilerde, hutbelerde bu büyük
adama sövdüler, lanet okudular. Demek oluyor ki dünyanın en temiz, en dürüst ve en
saygıdeğer insanı şimdi en kötü ruhlu insanların düzeyine değil, çok daha aşağılara
düşürülmeye çalışılmıştır.
Yine bitmedi, Kureyş’in baştan beri yapmış olduğu haksızlıklar din-iman oldu,
oldu ama nasıl? Başa getirilenlere dokunulmazlık konuldu. Haklarında kötü söz
söylenmesi küfürdür diye fetvalar verildi. Hz. Ali’yi (a.s) sevenlerse dışlandı, ezildi;
kâfir, zındık damgasıyla Müslümanlıktan bile atıldı. Alevilere yapılan bu ağır eziyetin
tek nedeni Hz. Ali’yi (a.s) sevmeleriydi. Hz. Ali’nin (a.s) büyük suçu da dördüncü
halife olmaktı. Hz. Ali (a.s) onların nazarında katildir; zira Đslam savaşlarında onların
en yaman en kahraman adamlarını öldürdü. Onun için Kureyşin gözünden düştü.
Birincilik onun hakkı olduğu hâlde dördüncü olmasına bile razı olunmadı.
Sayın Üstat, şimdi buyurun dördüncü gözüyle baktığınız Hz. Ali’yi (a.s) beraber
tanıyalım. Acaba gerçekten dördüncü mü yoksa Kureyşin elinde kalsaydı dördüncülük,
beşincilik veya altıncılık görür müydü?
Hz. Ali’nin (a.s) uğramış olduğu haksızlıklardan biraz söz ettik. Bunların
hepsinin gözle görülecek, elle tutulacak birer gerçek olduğunu kanıtlamak için kaynak
göstermeye bile gerek yok. Zira hiçbir tarih, bunların tersini yazmaz. Hz. Ali’nin (a.s)
hak ettiği yere Ebu Bekir’i getirdiler, “Daha önce Đslam’a girdi” diye yutturdular. Peki,
biz de yutalım ve iki sene bekleyelim, fakat adam ölürken hilâfeti velinimeti olan
Ömer’e devretti. Ömer de mi Hz. Ali’den (a.s) önce Đslam’a girmiş? Oysa tam yedi (7)
yıl sonra Müslüman olmuştu. Öyleyse Ebu Bekir’in ortaya sürülen önceliği boş bir
bahanedir. Vakıa Suresi, onuncu ayeti şöyledir: “Önceden gelenler Allah’a daha
yakındırlar.” Ömer yine efendi efendi gitmedi. Ölürken de Hz. Ali’yi (a.s) büsbütün
gölgelemek, dışlamak ve hesaptan tamamen çıkarmak için, halifelik görüşmelerine
onunla beraber beş kişi daha soktu. Bu beş kişinin hepsi de Kureyşliydi ve hepsi de
Hz. Ali’ye (a.s) rakip ve düşmandılar. Onlar hilâfeti rüyalarında dahi görseler
inanamazlardı; ama Ömer onların gözlerini açtı. Onları hilâfete birer namzet (aday)
gösterdi. Bununla yetinmedi, Hz. Ali’nin (a.s) hatta Peygamber’in en azılı düşmanı
olan Emevileri tekrar ayağa kaldırmak için hilâfetin tam Osman’a gelmesini ayarladı.
Zira Abdurrahman’ı aralarında hakem yaptı. Abdurrahman ise Osman’ın kayın
biraderidir, bu sinsi manevradan sonra beklenen oldu ve Osman sözde seçilerek halife
oldu. Daha sonra olan oldu ve gelişmeler hep Hz. Ali (a.s) ve Aleviler aleyhine
hızlandı. Her neyse, bu konu çok geniş bir konudur, bunu sayfalara sığdırmak
olanaksızdır. Bunları “Mezhepte Aleviler” ve “Haksızlık ve Haklılık” adlı kitaplarımızda
bol bol yazdık.
Şimdi size göre Hz. Ali’nin (a.s) en son özelliğine gelelim...
(4) Ali, Aşere-i Mübeşşerelerdenmiş. Güzel bir formül. Bu hadisi uyduran ve
buna inananlara Hz. Ali’nin (a.s) namına mı teşekkür etmek gerekir yoksa tarihin
namına mı?
Sayın Beyefendi, ben bu hadisin tartışmasına başlamadan önce sizin sağduyu,
mantık ve vicdanınıza başvurmak isterim. Acaba bu hadisin ideolojisini, çelişkili ve yüz
kızartıcı ayrımcılığını düşünüp tarafsız olarak değerlendirirseniz biçimsiz bir uydurma
ve kocaman bir palavra olduğunu fark etmez misiniz? 1500 yıldan beri dillere destan
olan bu lakırdıyı eminim ki vicdanınıza yutturamazsınız. Çünkü vicdan din ve mezhep
üstü bir güçtür. Peygamber hazretleri, Efendimiz, eğer gerçekten bu hadisi söylemiş
ise bu Đslam’ın bir ayıbı olur. Hz. Peygamber (s.a.a) açık açık “Arap’ın, Arap olmayana
üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takva ile olur.” dedikten sonra hâşâ sümme hâşâ
böyle bir ayrımcılık yapmaz. Yani yüz bin kişi arasından salt Kureyş kabilesinden on
kişi seçip onlara böyle özel bir avantaj vermez. Bu ayrım, yüce Peygamberimizin
kişiliğine, prensibine, yapıcı tutumuna yakışıksız bir çelişkidir. Allah’ın elçisini böyle
kötü davranışlardan tenzih edelim. Hz. Peygamber (s.a.a) cennetle müjdeleyebilir,
birçok kez birçok kişiye bu müjdeyi vermiştir. Fakat yalnız on tane isim söyleyip
başkasının yüzüne kapıyı kapatmak Peygamber’in yapacağı bir iş değildir. Öte yandan
bu on kişinin hepsinin Kureyşli oluşu bir bakımdan çok gülünç. Yani cennet Kureyşin
tekelinde midir? Acaba Đslam dini Kureyş’e kalsaydı, hiç yürür müydü? Sanmıyorum!
Peygamber’e en çok eziyet eden, onu susturmak, onun önünü kesmek isteyen, en
sonunda da evinden, yurdundan kovan Kureyş değil miydi? Daha sonra Medine
aslanları kendisine sahip çıktılar, yanlarına çağırıp bağırlarına bastılar. Kendisini ve
beraberindeki arkadaşlarını barındırdılar, mallarını onlarla paylaştılar. Kendisini
korudular ve canlarını kendisine siper ettiler. Savaşlarda yüzünü güldürdüler... Sözün
kısası Đslamiyet yapısını kanlarıyla harçladılar... Bu savaşların birinde yetmiş (70)
aslan şehit verdikleri hâlde zerre kadar sarsılmadılar, savaşta bulunmak mutluluğu
kendilerine nasip olmayan diğer aslanlar da üzüldüler... Şimdi iş cennet avantajına
gelince bu sadık aslanlara avantaj yok. Cennet yalnız Kureyşlilerindir. Cennet
Medinelilerin aslanlar gibi dövüştükleri o savaşlardan kaçanların cennetiymiş. Kim mi
kaçtı? Başta büyük hazretler kaçtılar. Evet, acı, ama gerçek! Yani Peygamber
öldükten sonra hemen yerine sahip çıkanlar o savaşlarda sevgili Peygamberlerini
düşman çemberinde bırakıp selâmeti kaçmakta bulmuşlardı. Bu acı durumun şahidi
sadece Alevi kaynaklar değil, Bekirci, Ömerci, Osmancı tarih ve sıyret kitaplarıdır.
Mesela Ebu Bekir’in, Đslam savaşlarında en ufak bir katkısı var mı? Neyse Ebu Bekir
zayıf bünyeli ve savaş eri değil deyip geçelim. Ama abartmaya alışkın olanlar, “En
büyük kahraman Ebu Bekir” diye iddia ederler. Đşte bu, utanmazlıktan gelir. Ömer’e
gelelim. Ömer yiğitmiş, kahramanmış, şöyleymiş, böyleymiş. Hz. Peygamber (s.a.a)
“Allah’ım Đslam dinini Ömer’le güçlendir.” diye dua etmiş de Ömer Đslam’a girmiş.
Hicret günü herkes gizlenerek, izini kaybettirerek hicret ederken kendisi açık açık hem
de Mekkelilere meydan okuyarak, gözdağı vererek ve doğrusu onlarla alay edip onları
rezil ederek Medine’ye gitmiş. Fakat isteyen buyursun Đslam tarihini beraber
inceleyelim ve Ömer’in bu şişirmelere karşın ne yaptığını değerlendirelim. Ömer
sadece Bedir Savaşı’nda bir dayısını öldürdü, ondan sonra hiçbir savaşta ve hiçbir
yerde onun bir kahramanlığını, yiğitliğini göremiyoruz. Tarih ve siyret yazarları
savaşların sonucunu verirken, öldürülenleri ve kimin kimi öldürdüğünü yazarlar. Ömer
Bedir Savaşı’nda bir dayısını öldürdü, ondan sonra savaş sonucunu bildiren hiçbir
kahramanlar listesinde ismine rastlanmaz. Ancak kaçanlar listesinde ismi bol bol
geçer.
Örneğin Uhut Savaşı’nda kaçmıştır. Kaçışını bizzat kendisi anlatıyor: “Biz Uhut
Savaşı’nda Hz. Peygamber’in yanından dağıldık. Ben tepeye çıkana kadar kaçtım.
Orada bir ceylan gibi kayadan kayaya sıçradığımı hissediyordum.” 1[1]
Bir başka kaynaktaysa, “Müşriklerden Dırar Đbnil Hattap, Uhut Savaşı’nda
kaçmakta olan Ömer’i kovalamış ve mızrağın tersiyle dürterek ey Hattab’ın oğlu, kaç
git seni öldürmeyeyim.” demişti. Dırar daha sonra Müslüman olmuş ve Ömer onun bu
iyiliğini unutmamıştır.” 2[2] Ömer savaşlar boyunca hep kaçmıştır. Onların hepsini
yazmak uzun sürer. Can yayınlarında basılan “Haklılık ve Haksızlık” adlı kitabımızda
hepsini kaynaklarıyla yazdık.
Üçüncü hazretin kaçmışlığına gelince, onlar zaten meşhur olaylardır. Osman
kaçmakta tam bir şampiyondur. Belki ondan söz etmek gereksizdir; zira diğer iki
büyük, kaçmış olduktan sonra onun kaçmaması aranmaz. Zaten dediğim gibi
kaçmakta en başta gelir. Uhut Savaşı’nda bir kaçışta üç günlük mesafede olan Avas
Dağı’na kadar varmıştır. O bir şairin dediği gibi: “Ben, savaşta kendimi sıkmadım.
Kaçmakta ise bir ceylan gibiydim.”
Sayın Üstat, savaşlarda kaçmak demek o memleketi düşmana teslim etmek
demektir; Đslam savaşlarında kaçmak ise Hz. Peygamber’i (s.a.a) düşmanın eline
vermekten başka bir anlam ifade etmez. Etmez, fakat ne üzücüdür ki Peygamberlerini
azgın bir hâlde olan düşman çemberi içinde bırakıp kaçanlar en önde kendilerine yer
buluyorlar. Hz. Peygamber (s.a.a) cenneti ikram ediyor, ama kime? Salt onlara ve
onların tutumuna sadık olan birkaç kişiye. Bir de utanmadan aralarına Hz. Ali’yi (a.s)
de sokuyorlar. Evet, Hz. Ali’ye de (a.s) bu özel avantajı tanıdılar, ama bu ayrı bir
oyundur. Zira Hz. Ali’yi (a.s) tutan kesimden listede tek bir kişi bile yok, listede
olanların hepsi Hz. Ali’nin (a.s) rakibi, düşmanlarıdır. Böylece “Yanlış anlaşılmasın, Ali
sadece on kişiden biridir, kimse şımarmasın ve kimse onu, boyunu aşan makamlara
getirmesin. Đşte görüyorsunuz Peygamber tarafından cennetle müjdelenenlerden Ali’yi
tutan kimse yok, ama hepsi Ömer’i tutanlardır.” denmek isteniyor.
Bu oyun düzenlendi ve koca Đslam ümmetine böylece yutturuldu, üzücüdür;
ama siz de Sayın Cenk Beyefendi, evet yuttunuz ve Hz. Ali’yi (a.s) bu kadar dar
çerçeveden görmekle adeta iftihar ediyorsunuz. “Hz. Ali elbette Đslamiyete en büyük
katkıları olan bir zattır ve kendisine sevgimiz ve saygımız sonsuzdur.” diyorsunuz.
Maşallah, sonsuz diyorsunuz, ama “Cennetle müjdelenen on kişiden birisi olmak
dışında, başka bir özelliği yok.” demekle Hz. Peygamber’in (s.a.a) özel bir önem
gösterdiği Hz. Ali’yi (a.s) değil, hilâfet politikasının cambazları tarafından küçültülmüş,
önemsizliğe itilmiş Hz. Ali’yi (a.s) görüyorsunuz.
Her neyse, şimdi bu cennet hadisini temelden ele alalım...
Üstat, bir daha söyleyeyim, bu hadis uydurmadır. Sizi ve sizin gibi başkalarına
rehber olacak ilim ve kültür adamlarını böyle uydurmalara aldanmaktan tenzih
ederim. Hz. Peygamber (s.a.a) bu kadar sadık, dürüst ve iman dolu binlerce sahabe
arasından istisna yaparak Allah’ın (c.c) cennetini birkaç kişiye bağışlamaz. Bu ayrım
bilhassa Peygamber’e (s.a.a) uygun değildir. Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de
müminlere genel olarak cennet vaat etmiştir.
Şöyle;
“Đman edip hayırlı işler yapanları müjdele, onları altlarından çaylar akan
cennetler bekliyor.” 3[3]
“Đman edip hayırlı işler yapan ve Allah’ın emirlerine uyan kimseler, onlar
cennetin ehlidir.” 4[4]
“Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennete karşılık satın aldı.”
5[5]
Bu ayetlerin ayarında olan Hac 14, Secde 19, Nisâ 124, Gafir 40, Feth 7, Talâk
11 gibi sayılamayacak kadar çok ayet var ki müminleri cennetle müjdeliyor.
Hz. Peygamber (s.a.a) hadislerinde de birçok kimseye cennet müjdesini
vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.a) savaşta elini kaybeden Zeyd Đbin Suhan için “Kesilen
eli kendisinden önce cennete gidecek.” demişti. Bu hadisi Đbni Hacer “Đsabe”
kitabında ve Ebu Ömer “Đstiap” kitabındaki Zeyd maddesinde yazar.
Đslamiyet’in ilk günlerinde Ammar Đbin Yâsir ve babasıyla Hz. Muhammed’e
(s.a.a) inanıp Müslüman oldukları zaman Mekkeliler tarafından kendilerine işkenceler
ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) oradan geçerken onları görür ve “Ey Yâsir ailesi,
sabırlı olun. Allah sizi cennetle mükâfatlandıracak.” derdi. Ayrıca, Hz. Peygamber
(s.a.a) Ammar için “Cibril bana Ammar’ı cennetle müjdele, dedi.” diye söylemiştir. 6[6]
Daha sonra cennet sözünü sahabelerden alan çok. Bunlardan Cafer Bin Ebi
Talib’in de böyle bir müjde aldığını Heytemi “Mecma” kitabı, c. 9, s. 272’de ve Amru
Bin Sabit Heytemi de kitabında c. 9, s. 363’te belirtmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) için dedi ki:
“Bunların dedeleri cennette, anaları cennette, babaları cennette, halaları cennette,
teyzeleri cennette, kendileri cennette ve kendilerini sevenler de cennette.” 7[7] Bu
hadis Tıbrani’nin büyük ve orta kitaplarında yazılmıştır.
Đmam Ahmed “Müsned”, c. 1, s. 177’de Sâ’d Bin Ebi Vakkas’ın şöyle bir
hadisini yazıyor... Sâ’d demiş ki: “Ben peygamber’in Abdullah Bin Sellam’dan başka
hiç kimseye cennet sözü verdiğini işitmedim.”
Đşte felaket buna denir! Bunlar politika uğruna üretilen palavraları
yutturabilmek için gerekirse karada gemiler yüzdürmeye çalışırlar. Bakın işte Ahmed
Bin Hanbel, bir mezhep kurucusu, büyük bir âlim olduğu hâlde bu gibi çelişkileri
sakınmadan kitabına geçiriyor. Sâ’d’ın rivayetine göre Abdullah Bin Sellam’dan başka
hiç kimseye cennet sözü verilmemiştir. Bununla kitabının 187’nci sayfasında rivayet
ettiği on kişiye cennet bağışlama hadisini kendisi baltalamış oluyor. Öyle ki baltalayan
hadisin kahramanı Sâ’d’dır. O Sâ’d ki, cennetle müjdelendiği söylenen on kişi arasında
yer alan bir sahabedir. Onlar diyorlar ki “Sen cennetle müjdelenen birisin.” o “Hayır”
diyor. “O yalnız Abdullah Bin Sellam’dır.” bu çelişkiler neyi gösterir? Cennet bağışlama
hadisinin kökten yalan olduğunu gösterir. Ahmed Bin Hanbel olgun ve ılımlı bir Đslam
bilginidir. Ancak her şeye rağmen Kureyş’in hilâfet politikasının kıskacına girmiş ve
Ömer’in sinsi tutumuna kendini kaptırmıştır. Ne kadar ılımlı olursa olsun bu
hastalıktan kendisini kurtaramamıştır. Birbiriyle çelişen iki hadis yazıyor ve ikisine de
sağlam diyor. Oysaki hiç birisi sağlam değildir ve her ikisi de Hz. Ali’nin (a.s) önünü
kesmek için oynanan sahnenin bir dekorudur.
Bu meşhur hadis iki kanaldan aktarılıyor. Birincisi Abdurrahman Bin Avf’ın
rivâyeti, diğeri Said Bin Zeyd’in rivâyetidir. Abdurrahman Bin Avf’ın rivâyeti hiç geçerli
değildir; zira kendisinden bu hadisi rivayet eden Abdurrahman Bin Hamit isimli hadis
bilgini Hicret’in 105’inci yılında 72 yaşında iken vefat etmiştir. Bu bakımdan
Abdurrahman Bin Avf’ın tam öldüğü sene doğmuş olduğu için kendisini görememiştir
ki ondan hadis almış olabilsin. Bu zaman uygunsuzluğu hadis nakletme kurallarına
ters gelir ve böyle bir hadise Mürsel ismini verirler. Mürsel Arapça’da bağlı karşıtıdır,
yani sağlam bir kaynağa bağlanamamıştır. Hadisi rivayet eden, dayandığı ve ondan
işittiğini söylediği adamın zamanını idrak etmemişse ondan hadis nakletmesi elbette
düşünülemez. Abdurrahman Bin Hamit, Đbni Avf’ın vefatından önce en az 10 veya 8
yılı idrak etmiş olabilseydi, ondan bir şey işitmiş olabilirdi. Ancak, biyografisine göre
Đbni Avf’ın vefat ettiği 32’nci Hicri yılda doğmuştur. Onun için ne kadar dürüst bir
hadisçi de olsa böyle bir hadis geçersiz kalır. Bu bitti, ikinci kanala gelelim. O da Said
Bin Zeyd’in rivayeti.
Said Đbin Zeyd bu hadisi Kufe’deyken söyledi. Bunu ilk kez Muaviye tarafından
Kufe valisi yapılan Muğiyre Bin Şube’nin yanında yumurtladı. Bu bakımdan tam 40
sene bekletmiş ve ancak ölmeden bir sene önce bu bombayı patlatmıştır. Bu önemli
lakırdı, Ebu Bekir ve Ömer döneminde yoktu. Ebu Bekir “Sekiyfe” olayında hilâfete
hazırlanan Ensarla tartışırken hiç ondan bahsetmedi. Onlara şöyle diyordu: “Siz
peygambere çok yardım ettiniz, ama onun yerine geçmek bizim hakkımız. Çünkü
Kureyşliyiz ve Kureyş, Hz. Peygamber’in ağacıdır.”
Acaba diyorum, o zaman bu hadis piyasaya çıkmış olsaydı ve elinde böyle bir
koz olsaydı kaçırır mıydı?
O zaman “Bakın” diyecekti, “Peygamber hazretleri on kişiyi başa getirip
cennetle müjdeledi. Bu on kişinin hepsi bizden, sizden bir kişi bile yok. Peygamber’in
uygun gördüğü tercihe siz karşı mı çıkacaksınız?” Bu hadisi dile getirir ve onları
kolayca sustururdu. Fakat ne yapsın böyle bir hadis yoktu, çünkü uyduran kahraman
daha bunu uydurmamıştı.
Daha sonra Ömer, Şura kurulu olarak altı Kureyşli tayin etti ve “Hz.
Peygamber, bunlardan hoşnut olarak ayrıldı.” dedi ve aralarından bir halife
seçmelerini istedi. Eğer böyle bir hadis olsaydı, yüzde yüz ona dayanır ve hepsini
Kureyşli olarak seçtiği için bunu koz olarak eline alır ve “Đşte Peygamber’in cennetle
müjdelediği kişiler bunlardır.” demez miydi? Elbette derdi, ama daha fol da yoktu
yumurta da.
Said Bin Zeyd bu hadisi 40 sene kadar neden saklamış, kimseye söylememiş?
40 sene sonra açığa vurmuş, acaba neden? Belki zamanın diktatörü Muaviye’yi
okşayıp gönlünü almak için böyle bir formül bulmuştur. Zira Muaviye’den korkuyordu.
Muaviye, oğlu Yezid’i veliaht yaptığında Sâid ona biat etmedi. Emevi diktatör ise bunu
bir çeşit isyan sayıyordu. Böyle bir hadis uydurmak elbette Muaviye’nin hoşuna
giderdi. On kişinin hepsi Kureyşli olmakla beraber Hz. Ali’nin (a.s) dışında hepsine
Sekıyfe ve Şura kongrelerine uygun bir zihniyetle bakar ve içlerinde Hz. Ali’ye (a.s)
gönül verecek hiç kimse olmadığı için elbette kendi siyasetine uygun bir
propagandanın konusu olurdu.
Bu hadisin uydurma olduğu her bakımdan ortada. Mesela, isimler hilâfet
sırasına göre dizilmiş. Önce Ebu Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali ve diğerleri. Zira
hilâfet kaderi belli olduktan sonra uyduruldu ve uyduran zat elbette buna göre
düzecekti. Eğer Hz. Peygamber (s.a.a) gerçekten bu hadisi söylemiş ve kendi isimleri
bu şekilde sıralamışsa o zaman iş bitmiş sayılır. Yani, kavga ve gürültüye gerek yok.
Ne Ensarın aday göstermesi ne de Haşimilerin darılıp bağırması gerekirdi. Ebu Bekir,
Ömer’i vasiyet ettiği için Talha’nın karşı çıkması ayıp olur. Cennetle müjdeleme
onuruna ters düşerdi bu. Ömer’in de şu Şura rezaletini sahneye koyması, ortalığı
karıştıran boş bir lakırdı olurdu. Ancak felsefeye gerek yok. Hz. Peygamber (s.a.a) bu
hadisi kesinlikle söylemedi, uyduran, halifelerin sırasına göre bunu ayarladı. Bu
düzmece yalnız burada değil, tarih ve hadis kitaplarında da sürekli karşımıza çıkar.
Güya halifelerin dereceleri, Peygamber (s.a.a) zamanında da böyleymiş. Gafillere
yutturmak için uydurulan bu tip düzmeceleri görmeye alıştık. Sözün kısası; Sünni
mezhebi din ve siyaset karışımı bir yapılanma üzerinde oluştu.
Sayın Beyefendi, bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali (a.s) bildiğiniz gibi değildir.
Kelimenin tam manasıyla onu tanımıyorsunuz, hem de tanımak bile istemiyorsunuz.
“Ali Peygamberle aynı kefede olmaz.” diyerek ahkâm kesmek, Hz. Ali’yi (a.s)
tanımamaktan ileri gelir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) bizzat kendisi Hz. Ali’yi (a.s) kendi
kefesine aldıktan sonra artık kimseye söz düşmez. Hz. Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a)
kardeşidir, bu bir gerçektir. Bu gerçeğe inanabilmek için ‘Kardeşleme ‘olayını bir daha
hatırlayalım:
Peygamber Hazretleri (s.a.a) Mekke’deyken Müslümanları birbirine bağlamak
için kardeşleşme sistemini kurdu. Her iki sahabeyi birbirine kardeş olarak ilan etti.
Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’yi Medine’ye bağlamak için ikinci kez aralarında
kardeşleşme yaptı. Ancak bu sefer Mekkeli sahabeye Medineli bir kardeş tayin etti.
Fakat kendisi için her iki tertipte de Hz. Ali’yi (a.s) kardeş yaptı.
Birincisi normal diyelim, zira bu, yalnız Mekkeliler arasında yapılmıştı, fakat
ikincisinde ‘bir Mekkeli bir Medineli’ olma şartı vardı ve sahabeler bu şekilde kardeş
ettirildi; ancak Hz. Muhammed (s.a.a.) ve Hz. Ali (a.s.) Mekkeli oldukları hâlde
birbirlerine kardeş oldular. Hz. Peygamber Hazretleri (s.a.a) yalnız kendisi ve Hz. Ali
(a.s) için, koyduğu bu kuralı uygulamadı? Uygulamadı, çünkü kendisine Hz. Ali’den
(a.s) başka kimse kardeş olamaz ve çünkü Hz. Ali’ye (a.s) kendisinden başka kimse
kardeş olamaz. Gerçek ortada, başka yorum istemez... Çünkü ikisi aynı kefededir. 8[8]
Bu hadisi rivayet eden sahabeler: Ali Bin Ebi Talib, Ömer Bin Hattap, Enes Bin
Malik, Zeyd Bin Ebi Evfa, Abdullah Bin Ebi Evfa, Abdullah Bin Abbas, Mahduç Bin
Zeyd, Cabir Bin Abdullah, Ebu Zer Gifâri, Amir Bin Rabia, Abdullah Bin Ömer, Ebu
Emame, Zeyd Bin Erkam, Said Bin Müseyyib vs.
Kardeşleşme olayından anlaşılıyor ki Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) ile aynı
kefededir. Bu beraberliği pekiştiren pek çok kanıtlarımız vardır.
Şimdi son olarak Beraat olaylarını inceleyelim:
Peygamber Hazretleri (s.a.a) bir gün Ebu Bekir’e Beraat Suresini verip
Mekkelilere okuması için onu Mekke’ye gönderdi. Daha sonra, arkasından Hz. Ali’yi
(a.s) göndererek “Git, Ebu Bekir’e yetiş, ondan sureyi al, Mekkelilere onu sen oku.”
diye emir verdi.
Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in (s.a.a) yanına döndüğünde “Ya Resulullah, benim
hakkımda bir ayet mi indi?” diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a.a) “Hayır, ancak Allah’tan emir aldım, bu sureyi ya ben
gidip okuyacağım ya da okuyan benden biri olacak.” dedi.
Bu hadisin doğruluğunu kanıtlamak için kaynak göstermedim zira siz 25 Kasım
tarihli köşe yazınızda bunu itiraf ediyorsunuz. Olayı Đmam Ahmed, Nisai, Hakim,
Zehebî gibi dev Sünni âlimler bile onayladıktan sonra kabul etmemek düşünülemez.
Ancak itirafınıza rağmen olay üzerinde üstünkörü yorum yapmakla, taşıdığı büyük
manadan kaçıyor veya ona değinmek istemiyorsunuz. Neymiş? Kimsenin Hz. Ali (a.s)
için Ehlibeytten değil diye itiraz ettiği yokmuş... Çok güzel, zaten Hz. Peygamber
(s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) Ehlibeytten olduğunu tasdik etmek için söylemedi ki bunu,
zaten aka ak demenin ne gereği var?
Hz. Peygamber (s.a.a) “Bu sureyi ya ben gidip okuyacağım ya da okuyan
benden biri olacak” demekle, yani benim kefemde olan biri demek istiyor. Hz. Ali’den
(a.s) başka hiç kimseye Peygamber’i (s.a.a) temsil etme yetkisi verilmemiştir. Bu
bakımdan Beraat suresinin tebliğinde Hz. Ali’nin (a.s) üstünlüğü açıkça görülür.
Burada bir sure nin tebliğinden ziyade hilâfetin kaderinin tayini vardır.
Acaba diyorum, Hz. Peygamber (s.a.a) Efendimiz neden önce Ebu Bekir’i
gönderdi? Bu işin Ebu Bekir’in işi olmadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu, ama
yine de onu gönderdi. Neden acaba? Kendisiyle alay mı etmek istedi? Asla,
Peygamber Hazretleri (s.a.a), ciddiyetini daima muhafaza eden bir elçidir. Öyleyse
neden mi? Ebu Bekir’e bir ders ve ibret vermek istedi ve verdi de. Yani “Bak, işte
Cenab-ı Allah sana en ufak işler için bile yetki vermedi, sakın yarın büyük işlere
burnunu sokma.” der gibi oldu. Oldu, ama anlayan kim? Ebu Bekir’i birkaç ayet
okumak için yeterli görmeyen Hz. Peygamber (s.a.a) acaba Hz. Ali’yi (a.s) sollayıp
hilâfet makamına geçmesini hoş karşılar mıydı? Kesinlikle hoş karşılamazdı. Fakat Ebu
Bekirciler anlar mı? Ne yazık ki anlamazlar. Zira bu sahte inanç daha önce onlara
yutturuldu. “Ebu Bekir hazretleri Müslümanların sözbirliğiyle halife olarak seçildi.” Blöf
biçimini alan bu sahte bildiri, daha sonra güçlü bir inanç olarak yayıldı ve neredeyse
Đslam’ın altıncı şartı olma gibi kutsallık onurunu kazandı.
Daha önce Ebu Bekir’in nasıl halife olduğunu belirttik. Yani, Müslümanların
ittifakıyla değil, Ömer’in zorbalık ve dehasıyla halife olduğunu kanıtladık. Acı, ama
gerçek... Ebu Bekir halife değil, işgalciydi! Ona yapılan biat; sürpriz, rastlantı ve bizzat
kendisinin tabiriyle felte idi. Evet, birinci halife olan zat, halka hitaben okuduğu bir
hutbede “Bana olan biatınız bir felte idi.” demişti.
Sayın Üstat, felte Arapça bir sözcüktür. Siz, lütfen araştırın, değerlendirin. Felte
sözcüğünün anlamı şudur: Sürpriz, rastlantı, oldu-bitti ve en doğrusu kaçırma.
Đbni Kesir, Büyük Tarihinde Halife Ömer’in yaptığı son hac dönüşünde okuduğu
meşhur hutbesinde şöyle dediğini yazıyor: “Ebu Bekir’in biati bir felteydi, ama Allah
Đslam ümmetini onun şerrinden korudu.”
Allah Allah, ne korkunç söz, ne korkunç ifşaat bu... Ömer burada açık açık
demek istiyor ki “Bu iş kolaylıkla bitmemiş olsaydı, zorlukla yapılacaktı.” Ömer’in
ağzından kaçırdığı bu iki sözcük içinin tercümanı oldu. ‘Allah şerrinden korudu.’ Şer
kötülük demek, anlam belli: ‘Đyilikle olmasaydı kötülükle olacaktı.’ Artık bu filmin
senaryosunu kimin hazırladığını anlamak zor değil. Đbnü’l Esir, Alevi değil, Sünnidir,
Ömercidir. Fakat zavallı ne yapsın, her şeyi saklayamaz ki. Çok şeyler sakladı, çok
yalanları savundu ve zaman zaman çok değerli belgeleri esir kaçırır gibi kaçırdı.
Burada bir şairin beytini hatırladım: “En büyük fazilet, düşmanın itiraf ettiği fazilettir.”
Değerli Üstat, siz Beraat olayından öyle küçümser bir tavırla bahsettiniz –ki
Mübahale olayının üzerinden geçtiğiniz gibi- “Hadi hadi bütün bunları biliyoruz, ne var
sanki” der gibi onu savmak istediniz. Bir de “Hz. Muhammed’in yanına Ali’yi alıp
gelmesinden daha doğal bir şey yoktur. Elbette Sâ’d Bin Vakkas veya Talha’nın
gelmesi düşünülemez.” diyorsunuz. Oysa bu sözler konudan kaçmak için yapılan
manevralardan başka bir şey değildir. Acaba böyle gereksiz bir savunma sizin
direnişinize ne kazandırıyor? Hz. Peygamber (s.a.a) buraya aile ve soy namına boy
göstermeye gelmiyor, Đslam dinini tanıtmak ve onun üstünlüğünü göstermek için
Hristiyanlarla yüz yüze gelmek istiyor. Cenab-ı Allah, Mübahale’ye gelirken onlara
şöyle söylemelerini emrediyor: “Siz çocuklarınızı getirin biz de çocuklarımızı getirelim;
kadınlarınızı getirin, kadınlarımızı getirelim; kendiniz gelin, biz de gelelim.”
Hz. Muhammed (s.a.a) ‘Çocuklar’ deyince, Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin
(a.s); ‘Kadınlar’ deyince Hz. Fatıma’yı (a.s) kastediyor. Fakat sıra Hz. Ali’ye (a.s)
gelince “Adamlarımızı getirelim.” demiyor. “Kendimiz gelelim.” diyor. Yani Hz. Ali’yi
(a.s) kendi kefesinde göstermek için birinci çoğul şahıs zamirini kullanarak “Enfüsene”
diyor.
Enfüs sözcüğü, nefis sözcüğünün çoğul şeklidir. Bu kelime her ne kadar Arapçada
hakiki ve mecazi anlamlar verirse de Türkçede yine geniş kapsamda bulunur. Mesela;
öz varlık, kişilik, öz benlik, ruh ve hayat gibi kavramları karşılar. Bu bakımdan, Hz.
Peygamber (s.a.a) kendi nefsini Hz. Ali’nin (a.s) nefsiyle bir arada söylemekle Hz.
Ali’yi (a.s) kendi varlığına almış oluyor. Tıpkı aynı cinsten olan iki harfin birbirine
idgam olup tek harf gibi okunması gibi.
Peygamber (s.a.a) Efendimiz, Hz. Ali (a.s) ile olan beraberliğini
Peygamberlikten önce ve 63 yaşına gelinceye dek sürdürmüştü. Hiçbir zaman onu
ihmal etmemişti. Söylediği pek çok hadislerle onu sık sık yüceltmiştir. Örneğin: “Ya
Ali, Musa’nın yanında Harun nasıl idiyse, sen de, benim yanımda öylesin.
Ancak, benden sonra peygamber gelmeyecektir.” (Buhari, Müslim,Tirmizî, Đbn-i
Mace, Đmam-ı Ahmed, Taberanî) Bu hadis ve bunun ayarında hadisler pek çoktur.
Dost olsun, düşman olsun bütün hadis yazarları tarafından onaylanmıştır bunlar.
Öyleyse Đslam Peygamberi (s.a.a), Hz. Ali (a.s) için bunları söyledikten sonra, “Ali
Peygamberle aynı kefede olmaz.” diye ahkâm kesmek kimin haddi olur? Neymiş?
“Yetiş Ya Ali diyordu da neden yetiş ya Ömer” demiyordu? Allah Allah bu da laf mı? O
kadar gülünç bir teklif ki, suyu aşağıdan yukarıya akıtmak için beyhude yere
uğraşmak gibi... Gerek Sünni gerek gerekse Alevilerde Ömer’den medet bekleme
modası yok. “Yetiş ya Ömer” diye çağıran hiç yok! Oysa halk her zaman “Yetiş ya
Ali!” diye çağırır, hatta bunu geleneksel bir alışkanlık haline getirmiştir. Neden mi?
Çünkü önce Peygamber Hazretleri (s.a.a) bu usulü başlattı. Dar bir duruma düşünce
“Yetiş ya Ali!” diye çağırırdı. Örneğin Uhut Savaşı’nda herkes kendisini bırakıp
kaçtıktan sonra düşman kıskacı içinde kalınca “Yetiş ya Ali, bu gelenleri piskürt!”
derdi. Hz. Ali (a.s) hemen atılır ve kudurmuşçasına saldıran düşmanların bir kısmını
öldürür, kalan kısmını dağıtırdı. Hz. Peygamber (s.a.a) başka bir saldırgan grubu
gösterir “Yetiş ya Ali, bunları def et!” der, Hz. Ali (a.s) yine şahin gibi atılır, birkaçını
öldürür, gerisini dağıtırdı. Bu olay Sünnilerin tarihinde yazılmıştır. Mesala, Đbnü’l
Esir’in Uhut Savaşı bölümünde aynen okuyabilirsiniz. Acaba Peygamber Hazretleri
(s.a.a) neden “Yetiş ya Ömer” demedi? Çünkü Ömer o zaman kaçanlar arasındaydı!
Yani aziz Peygamberi, azgın düşmanların eline bırakmış ve kendi deyimiyle kayalar
arasında ceylan gibi sıçrıyordu. 9[9]
Düşman çemberi içinde sıkışıp kalan Peygamber (s.a.a) elbette kaçan Ömer’i
değil, yanından ayrılmayan, canını önüne koyan Hz. Ali’yi (a.s) çağırır. Siz bunun
hesabını Đbrahim TATLISES’ten değil, Hz. Peygamber’den (s.a.a) sorun. Ve daha
açıkçası, doğrudan Hz. Cebrail’i (a.s) sorumlu tutun! Çünkü Đbnü’l Esir Tarihinde Uhut
Savaşı bölümünde şöyle bir olay yazılıdır: “Uhut Savaşı’nda aslancasına çarpışan Ali,
Peygamber’in yanına hiçbir düşman yaklaştırmamak için gözünü kırpmadan,
tehlikeden tehlikeye atılırken Cibril Aleyhisselam yukarıdan gür bir sesle ‘Zülfikar’dan
başka kılıç, Ali’den başka yiğit yoktur.’” diyerek kendisine tanrısal bir madalya vermiş
oldu. Bu madalya birçok Sünni âlimin kitaplarını süslemiştir. Bu tarihi olay bir efsane
değil, Đslam tarihine şanlı bir sayfa katan gerçektir. Cibril Aleyhisselam, “Ömer’den
başka yiğit yok!” demedi. Çünkü yukarıdan baktı Ömer kaçıyor, Hz. Ali (a.s) ise
Peygamberini kurtarmak veya önünde şehit olmak için ölüm-kalım mücadelesini
yiğitçe sürdürüyor. Evet, notlar o zaman verildi. Üstün Yiğitlik Madalyası Allah (c.c)
tarafından hazırlanıp sahibine o zaman sunuldu... Öyleyse, Đbrahim TATLISES’in suçu
ne? O ancak sanatının eridir! Ona meydan okumaktansa gelin büyük Türk şairi
Süleyman Çelebi’ye meydan okuyun. Hz. Ali’yi (a.s) kayırıyor diye kendisini eleştirin.
Süleyman Çelebi ünlü “Mevlid-i Şerif” divanında “Hikâye-i Kesikbaş” adlı bir
kaside de yazmıştır. Sadece Hz. Ali (a.s) için yazmış olduğu bu kaside veya destanı
Peygamber’e (s.a.a) ait olan yapıtına dâhil etmiştir. Acaba neden? Çünkü
Peygamberle (s.a.a) aynı kefede olduğu için. 48 sayfadan oluşan bu divanın elimde
Osmanlıca bir baskısı vardır. Destan 38’inci sayfasında yazılmıştır. Hz. Ali (a.s)
Kesikbaş’ın vücudunu ve oğlunu yiyen, karısını ve yüzlerce Müslüman’ı kaçıran devi
öldürmek için bulunduğu kuyuya doğru gidiyormuş, kuyu çok derin, 500 kulaç
yetmiyormuş. Kendini boşluğa bırakıp 7 gün 7 gece boşluktan iniyor; kâh başı
yukarıda kâh ayağı, nihayet dibe varıyor, devi öldürüyor, Kesikbaş’a dua okuyup
vücudunu ve oğlunu diriltiyormuş. Esirleri toplayıp kuyunun ağzına getiriyor ve yine
bir dua okuyup yeryüzüne çıkıyormuş.
Şair Çelebi, Hz. Ali’nin (a.s) akıl almaz efsanevi mucizelerine çok ilginç bir
mucize daha katıyor, nerdeyse Hz. Ali’yi (a.s) Tanrısallaştıracak kadar ileri gidiyor.
Acaba neden? Süleyman Çelebi, Alevi midir? Kesinlikle değil! Zira Hz. Ali’ye (a.s)
hayran olmak yalnız Alevilere kalmış bir şey değil, halk arasında geleneksel bir akım
haline gelmiştir. Her türlü övgüye layık olan bu büyük adam için akıl ve mantığa hitap
eden nitelikler artık yeterli görülmemiş, akıl ve mantık şöyle dursun, buna kafa
tutacak efsaneler dile getirilmiştir. Đşte size eşsiz bir kahramanın heybetli kişiliği
doğrultusunda içlerine doğan efsanelerle duygularını besleyen halk, Hz. Ali’nin (a.s)
büyüklüğünü dile getirmeye başladı. Bu manevi kuram, bu geleneksel kült, birçok
insanın duygularını doldurmuştur. Bu arada Süleyman Çelebi gibi Sünni kesime bağlı
olan niceleri var ki bu tanrısal esin, mezheplerin çelik zırhını delmiş ve kalbine girmiş,
kendileri bile farkında olamamışlardır. Kesikbaş destanı gibi daha pek çok destanlar,
romanlar, efsaneler üretilmiştir. Büyük Larousse Ansiklopedisi bile “Halk Edebiyatı”
diye o yapıtlardan söz eder. Burada Ansiklopedi deyince aklıma şunlar geliyor:
Tarihçilerin en büyük ayıbı, tarih bilimini zaman zaman mezhep ritmine göre
ayarlamalarıdır. Diyelim ki tarih yazarları eski din adamları, Đmamlar, hafızlar,
şeyhlerdir. Onlar zaten mezhepçiliğe kendilerini adamış fanatik insanlardır; fakat
modern dediğimiz, sadece ilim ve araştırma amacına dayanan şu ansiklopedileri
hazırlayanların böyle hevese kapılmaları cidden çok daha üzücüdür. Biz bu fanatizmin
defterini dürmek için aydınlarımızdan medet umuyoruz. Şimdi bu aydınlarımızı kime
şikâyet edelim? Söz konusu olan ansiklopedi, Hz. Ali (a.s) hakkında bir biyografi
yazıyor. Biyografiyi hazırlayan zat, tarihe aykırı hatalar yapıyor, pot kırıyor. Bunlar bizi
ilgilendirmez, ama mesela, “Hz. Muhammed’in (s.a.a) ölümünden sonra halife seçmek
üzere oluşturulan altı kişilik kurul” diyor. Oysa Hz. Muhammed’in (s.a.a) değil,
Ömer’in ölümünden sonra bu kurul oluşturuluyor.
Bu büyük hata. Bize ne? Ama mezhepçiliğe malzeme olacak notlara şöyle bir
bakalım: “Şiilerin, Peygamber’in kendisinden sonra Ali’nin halife seçilmesini salık
verdiği yolundaki iddialarını doğrulayacak bir belge yoktur. Ebu Bekir’in ölümünden
sonra Ömer ve Osman’ın halife seçilmesine de karşı çıkmadığı anlaşılmaktadır.”
Daha sonra Hz. Ali’nin (a.s) Arapçada bir şaheser olan mektup ve özlü
sözlerine gölge düşürmek için çelme çalıyor ve diyor ki: “Onunla ilgili olduğu söylenen
mektup ve özlü sözlerin gerçekten kendisinin olduğunu saptamak güçtür.”
Bu yüzden bu ansiklopedi, ansiklopedi olmaktan ziyade, mezhepçiliğe taze kan
veren modern bir takviye unsuru oluyor. Ben, sayıklamaktan beter bu gibi haltlara
cevap vermeye tenezzül etmek istemem. Hem konudan uzaklaşmış oluruz, hem de
“Haklılık ve Haksızlık” adlı kitabımız bu gibi haltlara susturucu cevaplarla dolu.
Şimdi esas konumuza dönelim. Bu sayın ansiklopedi, Hz. Ali (a.s) için üretilen
efsanevi roman, hikâye ve destanlardan “Halk Edebiyatı” diye bahsediyor.
Birçoklarının isimlerini ve yazarlarının adlarını veriyor. Ancak Kesikbaş destanına
gelince yazarın adını vermiyor. Burada eserin Şii eserlerinden olduğuna kesinlik
katmak için ince bir hile uyguluyor. Neden? Çünkü bunu Süleyman Çelebi yazmış
derse, Sünni mezhebi aleyhine kötü bir propaganda yapmış olur. Bu ansiklopedi, 39
Bilim adamı tarafından hazırlanmıştır. Sanıyorum içlerinde bir tek Alevi bile yok.
Olsaydı bu biyografiyi hazırlayana itiraz ederdi. Gerçi mezhepçilik yapıp
bulundurmazlar da o ayrı. Zaten mezhep diktatörlüğü yalnız Türkiye’de var.
Türkiye’de seçim ne kadar serbest ve demokrasiye uygunsa mezhep o kadar serbest
olmaktan yoksundur. Bu laiklik ilkesine rağmen...
Sayın Üstat, bu kadar uzatmak istemezdim, ama konu, konuyu doğuruyor;
uzatmamak elde olmuyor. Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) aynı kefede olup
olmadığı tartışması sanırım Hz. Ali’nin (a.s) lehine bitmiştir. Çünkü ele aldığımız
bahisler hep bu neticeyle sonuçlanmıştır. Zaten gerçek her bakımdan belli. Bu güzel
ismin birleştirilip tek isim halinde söylenmesi bile yeterli.
MEHMET ALĐ
Mehmet Ali ismi, çok yaygın bir hâl almış ve büyük bir sempatiye mazhar
olmuştur. Bu iki güzel isim birbirine o kadar yakışıyor ki, güneşe yakışan ışık gibidir.
Bu ismi kullananlar yalnız Aleviler mi? Sünnilerde de oldukça yaygındır. Bir inceleme
yaparsak, çok sayıda veziri, paşayı ve devlet adamını bu isimde göreceğiz. Đsim hem
Araplarda hem de Türklerde büyük rağbet görmüştür. Acaba Peygamber’in (s.a.a)
ismine eşlik eden başka bir isim var mı? Elbette yok! Đşte bu manevi ayrıcalık Hz.
Ali’nin (a.s) özelliklerine ayrı bir özellik daha katıyor. Çünkü Hz. Ali (a.s), Hz.
Peygamberle (s.a.a) beraber aynı kefededir. Burada Hz. Ali’in (a.s) bir sözünü
hatırlatmak isterim. Đbni Ebil Hadid “Nehc-ul Belağa” şerhinde Hz. Ali’nin (a.s) şöyle
dediğini yazıyor: “Benim Hz. Peygamber’e olan oranım, ışığın ışığa olan oranından
farksızdır.”
Sayın Beyefendi, sizi eleştirilmiş olmaktan tenzih ederim, zira takındığınız tavır
normaldir. Kişinin görüş ve kanılarını sınırlandırmak kimsenin haddi değildir. Đsteyen
istediği gibi bir şeyi kabul veya reddeder; ancak bununla beraber sizin bu doğrultuda
normalüstü bir çıkışınız var ki onu içime sindiremedim. Siz bu kadar verip
veriştirdikten sonra “Ben tarafsızım” diyerek bir hakem rolü takınmak istiyorsunuz.
Bin kere maşallah. Acaba ne kaldı? Sünni-Alevi çekişmesine katkıda bulunacak,
kavgayı sürdürecek ne varsa söylediniz. Yani en koyu mutaassıbı ayakta tutan, içini
dolduran duygular bunlardır. Eğer siz tarafsızsanız, acaba taraflılar nasıl olur? Yoksa
taraf tutan fanatiklerin avukatlığını yapmak, tarafsızlık mı sayılır? Siz kelimenin tam
manasıyla tarafsız değilsiniz. Biz çok tarafsız insanlar gördük; ama onlar hakkı kişilere
göre değil, kişileri hakka göre tanımak isteyen insanlardı. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ve
benzerleri bu tip insanlardı. Yaşar Nuri Bey, Alevi midir? Kesinlikle değil! Ancak hakkın
yanında olduğu için Alevi gibi göründü. Ben zaten Alevi aramam. Hakka sahip çıkacak
insanlar ararım. Đşte onlar tarafsız olur, siz ise hiçbir zaman tarafsız olmazsınız. Zira
Đslam tarihine damga vuran ve başlı başına bir tarih olan Gadir olayını bile bir çırpıda
yalanlayıp, “Büyük palavra” diyorsunuz. Neymiş efendim? Bu olay doğru olsaydı
büyük hazretler onun aleyhine hareket ederler miymiş? Az önce dedik ya, siz kişilere
göre hak tanımak istiyorsunuz. Yine hazretler namına konulan dokunulmazlık
zorunluluğundan vazgeçmek istemiyorsunuz. Bizim ezeli derdimiz bu değil midir?
Onların Hz. Peygamber’in (s.a.a) çizdiği yolun tersine hareket ettikleri ortada.
Efendim, o zaman damat hazretleri de suçluymuş. Neden sesini çıkarmamış? Neden
üç halifenin hilâfetini tanıyıp onlara biat etmiş? Çok affedersiniz, ama şimdi
söyleyeceğim sözler olgunlaşmamış meyve gibi tatsız olacaktır. Zira siz tartmadan,
ölçmeden konuşuyorsunuz. Tarihin yabancısı mısınız? Herhâlde öyle değil. Öyleyse
“Damat hazretleri itiraz etti, küstü, altı ay kadar küskün olarak biate katılmadı.” diyen
tarihçileri neden değerlendirmiyorsunuz? Bunları yazan başta Buhari olmak üzere
bütün Đslam tarihçileri... Hz. Ali (a.s) neden küstü? Neden altı ay kadar biat etmedi?
Neden ömrünün sonuna kadar yakınıp durdu? Acaba boş yere miydi? Sözlerinde,
hutbelerinde hep uğradığı haksızlıkları neden dile getirdi. Zaman zaman Kureyşi
Allah’a şikâyet etti? “Ey Allah’ım, Kureyş bana zulmetti, hakkıma mani oldu. Onun
cezasını sen ver.” şeklindeki sözleri, en büyük Sünni şeyh ve imamların itirafıdır. Hz.
Ali (a.s) altı ay sonra biat etmek zorunda kaldı. Çünkü Kureyş, Kureyştir. Onlar ikinci
bir Bedir, ikinci bir Uhut, ikinci bir Hendek savaşına razı olur, Hz. Ali’nin (a.s)
hilâfetine razı olmazlardı. Kureyşin bu korkunç kinciliği bir gün Ömer’in ağzından
kaçmıştı. Đbnü’l Esir Tarihinde, yaptığı son hac bölümünde söylemiş olduğu hutbede
Ömer’in şöyle dediğini yazar: “Evet, Ebu Bekir’in biati bir felteydi, ama Allah Đslam
ümmetini onun şerrinden korudu.” Burada Ebu Bekir’in biatinin kaçırma olduğunu
itiraf etmekle beraber, iyilikle olmasaydı kötülükle olacaktı demek istiyordu. Kureyşin
bu kötü niyeti daha sonra olduğu gibi ortaya çıkmadı mı? Üç hazretten sonra ortalık
karıştı, dizgin Kureyşin elinden tamamen kaçmıştı. Duruma hâkim Medine Ensarları ve
diğer Müslümanlar birleşerek Hz. Ali’ye (a.s) biat ettiler. Fakat Kureyş kıyameti
kopardı. Üst üste iki yıldırıcı savaş açtı. Diyelim ki Hz. Ali (a.s) yenildi, amacına
ulaşamadı. Ama bu Kureyş için yetmedi. O öldükten sonra dünya tarihinin bilmediği
bir ceza usulü uyguladılar. 60 sene kadar Hz. Ali’ye küfür ettiler, lânet okudular,
okuttular ve bunu devletin bir ilkesi haline getirdiler.
Đşte Kureyş budur. Önce onu tanıyalım, sonra Hz. Ali’ye (a.s) karşı olan
davranışları bilelim, ondan sonra da “Gadir olayı doğru olsaydı, sahabeler hemen
toplanıp Ali’ye biat ederlerdi.” diye ahkâm keselim...
Gadir olayına gelelim:
Sayın Üstat, “Büyük palavra” diyebilmek olağanüstü bir cesaretti. O palavra ki
Sünni mezhebin bayraktarlığını yapan yüzlerce âlim, imam ve hafızlar tarafından itiraf
edilen bir olay. Hz. Ali’yi (a.s) istemeyen, Hz. Ali’nin (a.s) puanlarını düşürmek için
her çareye başvuran, kendisini daha aşağıda göstermeye çalışan bu büyük Sünni
âlimler, acaba Hz. Ali’nin (a.s) lehine yalan mı uydururlar? Böyle bir çelişki hiçbir
zaman söz konusu olamaz. Önce olayı rivayet eden büyük sahabelerden birkaç isim
sayalım. Hz. Ali’nin (a.s) en başta gelen rakipleri bile bu olaya değinmiş veya ufak bir
imayla bundan bahsetmişlerdir ki bunlar Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Sâd Ebu
Vakkas, Talha, Amru Đbnil As, Abdurrahman Bin Avf, Said Bin Zeyd, Zübeyr Đbnil
Avam, Halid Đbnil Velid, Hassan Bin Sabit, Sumre Bin Cündüp, Usame Bin Zeyd, Übey
Bin Kâb, Selman-ı Farisi, Enes Bin Malik, Abdullah Bin Mesud, Ebu Eyyub Ensari,
Miktad Bin Amru, Ebu Zer Güfari, Berâ Đbni Azip, Esad Bin Zerara, Esma Bin Ümeys,
Cabir Bin Semra, Huzeyfe Đbnil Yemail, Hazime Bin Sabit, Zeyd Bin Erkam, Zeyd Bin
Sabit, Abbas Bin Abdulmutallip, Abdullah Bin Abbas, Abdullah Bin Cafer, Cabir Bin
Abdullah, Abdullah Bin Bedir, Kays Bin Sâd, Adiy Bin Hatim, Ebul Hyesem Malik,
Bureyde Bin Selem, Amru Đbnil ( ) Cerir Bin Abdullah’tır. Ve istesem bunların on
mislini daha yazabilirim, ama uzatmaya gerek yok. Bunların ve başkalarının rivayetleri
şu aşağıdaki kitaplarda bulunur:
Hatip Tarihi, c. 8, s. 290, c. 7, s. 377
Đbni Hacer, “Tehzip”, c. 7, s. 327
Huvarizmi “Menakıp”, s. 130
Suyuti, “Endurrul Mensur”, c. 2, s. 259 ve “Halifeler Tarihi”, s. 114
Đbnül Esir, “Üsüdül Gabe”, c. 3, s. 307, c. 5, s. 205
Đbni Hacer, “Đsabe”, c. 3, s. 488, c. 5, s. 205
Şemsettin Şafiî, “Esnel Mutallip”, s. 3
Đbni Kuteybe, “Maarif” s. 291
El Muttaki El Hindi, “Kenzul Ummal”, c. 6, s. 154, c. 7, s. 398
Đmam Ahmed, “Müsned”, c. 4, s. 281
Đbni Maca, “Sünen” c. 1, s. 28, ve 29
En Nisai, “Hasais”, c. 2, s. 473
Tabari, “Erriyad”, c. 2, s. 169
Razi Tefsiri, c. 3, s. 636
Đbni Kesir, “El Bidaye”, c. 5, s. 209
Makrizi, “Hutat”, c. 2, s. 222
Hakim, “Müstedrek”, c. 3, s. 109ve 110
Heytemi, “Mecma”, c. 9, s. 106
Tırmizi, “Sunen”, c. 2, s. 298
Halebi, “Sıyret”, c. 3, s. 302
Đbni Hacer, “Sevaik”, s. 25
Müslüm, “Sahih”, c. 2, s. 235
Zehebi, “Mizan”, c. 3, s. 224, ve Zehebi “Müstedrek” -özet kitabı-, c. 3., s. 533
Ebu Naim, “Hilye”, c. 4, s. 356
Đbni Kesir, “tefsir”, c. 2, s. 14
Mesudi, “Muruç”, c. 2, s. 11
El Kânduzî El hanefi, “Yâ Nenabül Meveddet”, s. 34
Đbni Talha, “Matalip”, s. 16
El hafız El kinci, “Kifâyet”, s.14
Bagavi, “Masabih”, c. 2, s. 199
Đbnissabbah, “Fusul”, s. 24
Ettahavi, “Müşkilül Asar”, c. 2, s. 309
Hamvini, “Feaid”, 58. Bap
El Kadı Eşşevkani, “Tefsir”, c. 2, s. 57
Buhari, “Tarih”, c. 1, s. 375.
Bunlardan daha çok var, ama sanırım yeter. Öte yandan Gadir olayı için özel
kitap yazan yazarlar 25 kişiden fazladır. Bunların başında büyük tarih bilgini Ebu Cafer
Taberî gelir. Taberî çok yaygın olan bu hadisin rivayetlerini 75 kaynaktan toplamıştır.
Hafız Đbn-i Ukde, 105 kaynaktan gelen rivayeti almıştır. Ebu Bekir Caabi ise bunu 125
kaynağa kadar çıkarmıştır. Yine aslardan Darakutnî ve Şemsettin Ez Zehebî, bu olay
için özel kitap yazmışlardır. Bilhassa Şemsettin Zehebî gibi bir fanatikten böyle bir
yaklaşım beklenemezdi. Ancak böyle büyük ve açık bir olayı büsbütün inkâr etmek
herhâlde akıl kârı değildir. Yani “Palavra” dediğiniz olayı bu büyük âlimler bile
doğrulamışlardır. Şimdi diyeceksiniz ki bunu kabul etmek Sünni inancıyla nasıl
bağdaşabilir? Evet, orası öyle, çünkü aynı zamanda onlar Ebu Bekirci, Ömerci,
Osmancıdır. Fakat onların takıldığı sözcük “Mevlâ” sözcüğüdür. Evet, ama Hz.
Peygamber (s.a.a) “Ben kimin Mevlasıysam, Ali de onun Mevlasıdır ...” demiş, ancak
mevla kelimesi mutlaka hilâfet demek değildir diyerek bu kelimenin geniş anlamı
üzerine felsefe yaparak lügat ve ciltler dolduruyorlar. Bu uzun bahislerden sonra
anlaşılması gereken şey “GADĐR” olayı palavra değil, gerçektir... BĐLMEM
ANLATABĐLDĐM MĐ?
28/12/1999
Mahmud REYHANĐ
HĐLAFET HAKKI (2)
Nurettin REYHANĐ
Bismillahirrahmanirrahim
Alemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun. Dualarımız ve selamlarımız nebimiz ve
seyyidimiz, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a.v) , onun
güzel, temiz soyuna ve ehlibeytine olsun.
Bizi, Hz. Muhammed’in itaatine muvaffak eden, Allah’ın ibadetine sabit kılan,
“Seni alemlere rahmet olarak gönderdik.” diye nitelendirdiği nebî’i, resulü, ve habibi
Hz. Muhammed’i tasdik edenlerden yaratan Allah’a hamdolsun.
Allah’a şükürler olsun bizler, onun yolunu tuttuk, onun delillerini izledik, onun
hidayet nuruyla aydınlandık, onun emirleriyle hareket ettik ve yasaklarından kaçındık.
Onun hiçbir hadisini ve şeriatını değiştirmeyiz. Hiçbir veli ile bir tutmayız, onun hiçbir
düşmanını veli seçmeyiz. Doğru bir niyetle ve ihlasla ona iman ettik. Dünya ve
ahirette ebedi saadete; onun risaletini tasdik etmek, peygamberliğine iman etmekle
ulaşılacağını öğrendik. Allahuteala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: ”Battığı zaman
and olsun yıldıza ki, arkadaşınız (Hz. Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O,
kötü arzularına göre konuşmaz. Onun konuşması vahyedilenden başkası değildir.
Ona, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti”(Necm Suresi : 1-5) Bundan dolayı bizim,
onun emirlerine itaat ettiğimizi ve sözlerini dinlediğimizi görürsünüz.
Ehlisünnetin en büyük alimlerinin kaynaklarına göre Muhammed (s.a.a.v);
insanları Hz. Ali’yi sevmeye teşvik ettiğini, onun (Hz. Ali) vasisi, velisi ve kendisinden
sonra halifesi olduğunu, onun yolundan gidenlerin cennete, düşmanlarının ve onun
yolundan sapanların cehenneme gideceklerini dile getirdiklerini anlatırlar. Burada
sizlere ehlisünnetin büyük alimlerinden tarihçi ve müfessirlerinden Ebi Cafer
Muhammed Đbni Cerir ‘et-Taberi’nin “El Vilayeh” adlı eserinden, “Gadir Hadisleri”
bölümünden bir olayı nakledeceğim:
Zeyd bin Arkam’dan rivayetle dedi ki: Hz. Muhammed (s.a.a.v)Veda Haccı’ndan
dönerken, kuşluk vakti sıcakların şiddetli olduğu bir sırada Gadir Hum’a geldiğinde çalı
çırpıyı temizlememizi emretti. Cemaat halinde namaza davet etti, toplandık. Çok güzel
bir hutbeden sonra dedi ki: Allahuteala bana Cebrail (A.S) aracılığıyla: “Ey Allah’ın
resulü; Rabbin tarafından sana bildirileni tebliğ et. Şayet tebliğ etmez sen risaletini
yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”(Maide suresi : 67)
Rabbim tarafından Cebrail (a.s.) burada durmamı, beyazla siyah herkese Ali bin Ebi
Talib’in kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra imam olduğunu bildirmemi
emretti. Bana inananların azlığı, eziyet edenlerin çokluğu, Ali’ye düşkünlüğümden
dolayı Rabbimin beni affetmesini Cebrail’e söyledim. Hatta bana, her söyleneni
dinleyen kulak diye takıldılar. “Yine onların içinde öyleleri vardır ki,
Peygamber'i incitiyorlar ve "O her söyleneni dinleyen bir kulaktır." diyorlar.
De ki; "Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır, ayrıca
sizden iman edenlere de bir rahmettir". Allah'ın Resulünü incitenlere acıklı
bir azap vardır.” (Tevbe Suresi :61) Şayet isteseydim hepsini isimleriyle tek tek
sayardım. Onları gizli tutmak yüksek ahlakıma daha uygundur. Allah ricamı kabul
etmedi, illa onu tebliğ etmemi emretti:
“Ey insanlar! Bilin ki Allah onu (Hz. Ali’yi) size imam ve veli olarak seçti. Herkesin
ona itaat etmesini emretti. Onun hükmü uygulanır. Onun sözü geçerlidir. Ona karşı
çıkan (muhalefet eden) lanetlidir. Onu tasdik eden Allah’ın rahmetine kavuşacaktır.
Duyun ve itaat edin. Allah mevlanızdır. Ali de imamınızdır. Ondan sonra imamlık
kıyamete kadar onun soyundan devam edecektir. Allah ve Resulünün helal ettiğinden
başka helal yoktur. Allah ve Resulünün haram ettiği sürekli haramdır. Allah’ın bana
bütün bildirdiklerini size açıkladım. Ona (Hz. Ali’ye)büyüklenmeyin. O hak üzerine
amel eder, sizi hidayete götürür. Allah onu (Hz. Ali’yi) inkar edeni affetmeyecek,
tövbesini kabul etmeyecek ve sonsuza dek şiddetli azap vereceğine dair söz verdi.
Đnsanlar var oldukça, onlara rızk indiği sürece o (Hz.Ali ) benden sonra en
üstününüzdür. Ona karşı gelen lanetlidir. Bu sözlerim bana Allah tarafından Cebrail
(a.s.) aracılığıyla indirilmiştir. Yarın ona nasıl davranacağınızı göreceğiz.
Kur’an’ın hükümlerini anlayın, kendi yorumlarınızla hareket etmeyin. -Hz. Ali’yi
koltuk altından tutup herkesin göreceği şekilde yukarı kaldırdı.- Kur’an’ı ancak elini
aldığım, vücudunu kaldırdığım tefsir eder, size öğretir. Ben kimin mevlası isem Ali de
onun mevlasıdır. Mevlalığı Allah tarafından bana belirtilmiştir. Görevimi yerine
getirdim, tebliğ ettim, duydunuz ve size açıkladım. Mü’minlerin emirliği benden sonra
ondan başkasına haramdır.
Hz. Muhammed (s.a.a.v)Hz. Ali’nin elini yukarı kaldırdı ve dedi ki:”Ey insanlar! Bu
(Hz. Ali) kardeşim, vasim, ilmimin açıklayıcısı, bana ve Kur’ana inananların halifesidir.
Allah’ım, onu veli seçenin velisi ol, düşman olana düşman ol, onu inkar edeni lanetle,
hakkını inkar edene azap ver. Allah’ım, Hz. Ali’nin hakkını belirttikten sonra “Elyevmü
ekmeltü leküm diynüküm. (….Bugün dininizi tamamladım….)” ayeti kerimesini
indirdin. Bugün dininizi Ali’nin imameti ile tamamladım. Kim o nu ve onun soyundan
gelen çocuklarımdan başka imam seçerse amelleri boşunadır, sonsuza kadar ateşte
kalacaklardır. Đblis, Hz. Adem’i (a.s.) yüce sıfatına rağmen kıskandı ve onu cennetten
çıkardı. Ali’yi kıskanmayın, amelleriniz düşer, ayaklarınızın üzerinde duramazsınız. “Vel
asri. Đnnel insane lefi husrin” Ali hakkında inmiştir. (Asra yemin olsun ki, Đnsan
mutlaka ziyandadır.)” (Asr suresi :1, 2)
Ey insanlar! Gözünüzün önüne perde gelmeden, sırtınızı geri çevirmeden önce,
Ashab’ı Sebti lanetlediğimiz gibi sizi lanetlemeden, Allah’a peygambere ve onunla
nura iman edin. Allah’ın nuru bende, benden sonra Ali’de, Ali’den sonra Mehdi’ye
kadar onun soyunda devam edecektir.
Ey insanlar! Benden sonra imamlar gelecek, sizi ateşe davet edecekler. Kıyamet
gününde zafere ulaşmayacaklardır. Allah ve ben onlardan uzağız. Onlar, yandaşları ve
onlara uyanlar, cehennemin en alt tabakasında olacaklardır. Đmamlığı zorla alacaklar,
hesabınızı görmek için yakında size yöneleceğiz. Üzerinize halis ateşten bir alev ve
duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.” (4)
Sevgili kardeşlerim,
Hz. Peygamberimizin (s.a.a.v) Hz. Ali (a.s.) hakkında dile getirdiği faziletleri
görün. Bu sözleri duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.a.v)inanıyor, onu doğruluyor
isek Hz. Ali’yi sevmek onu veli seçmek onun yolundan gitmek, onun ipine sıkı sıkı
sarılmak haktır. Evet, biz onu veli, imam ve yol gösterici olarak kabul ediyor onu
örnek alıyoruz. Bize Alevî denmesine razıyız, bu isimle iftihar ediyoruz. Hz.
Muhammed’in (s.a.a.v)“Allah beni Ali’yi benden sonra hidayete ersinler, diye önder
olarak seçmemi emretti.” dediği Ali’nin velayeti ile nasıl iftihar etmeyiz. Allah’a şükür
bizler, Mü’minlerin Emiri ile hidayete erdik, bizler sadık Alevîleriz. Biz ahlakımızı,
edebimizi, güzel arkadaşlığımızı, peygamberin ehlibeyti, risaletin kaynağı, Allah’ın her
türlü pislikten arındırdığı, tertemiz yarattığı, imamların en saygını ve en büyüklerinden
kazandık. Şura suresinde “De ki: bunun karşılığında sizden bir ücret istemiyorum,
yalnız akrabalarıma sevgi gösterin.” diye buyuruyor. Tefsir el Muhiyt’te Heyyan el
Endulusi’nin; bu ayeti kerime indiği zaman Resulullah’a (s.a.a.v)“Allah kimi sevmemizi
emretti” diye sorduklarında: “Onlar; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir.” dedi.
Kifayetü t’Talib eserinde Enes bin Malik rivayet ediyor: “Ben, Ebu Zer, Selman,
Zeyd bin Sabit ve Zeyd bin Erkam Hz. Peygamber’in (s.a.a.v) huzurundaydık. Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin içeri girince Hz. Resulullah (s.a.a.v) onları öptü. Ebu Zer,
yerinden kalktı, eğilip Hasan ve Hüseyin’in ellerini öptü, gelip yerine oturdu. Ona
gizlice:” Ey Ebu Zer, Resulullah’ın büyük, yaşlı ashabından birisinin Haşim ailesinden
iki gencin elini öptüğünü gördün mü?” diye sorduk. Ebu Zer: “Evet. Benim
duyduklarımı siz duysaydınız daha fazlasını yapardınız.” dedi. “Resulullah’tan (s.a.a.v)
ne duydun?” diye sorduk. Ebu Zer:”Resulullah (s.a.a.v) Ali’ye ve onlara dedi ki:
“Allah’a yemin ederim ki, bir kul bitap düşene kadar namaz kılar, oruç tutar ve sizi
sevmez düşmanınızdan sakınmazsa namaz ve orucu hiçbir menfaat sağlamaz. Ey Ali,
kim sizin hakkınızla Allah’a dua ederse onu mahcup etmez. Ey Ali, sizi kim severse
size sıkı sıkı sarılırsa, Allah’ın ipine sarılmış olur.” Hadisin sonunda:
“…..Hayret! Bazı kavimler bu sözleri duyacaklar, Allah onları hidayete eriştirdikten
sonra sırt çevirecekler. Onlara (Ali ve soyuna) eziyet ederek bana eziyet etmiş
olacaklar. Allah onlara şefaatimi göstermesin.”
Sevgili kardeşlerim,
Sadık ve emin olan Resulullah’ın (s.a.a.v) açıklamalarına dikkat edin. Oruç, namaz
ve kulu Rabbine yaklaştıran her türlü salih amelin kabulünü Mü’minlerin Emiri Ali ve
onun masum soyunun sevgisine şart koşmuştur. Onlara sırt çeviren, onlara düşmanca
davrananlara ceza verecektir. Her ne salih amelle gelirse gelsinler, onların sevgisi ve
velayeti olmadan faydası yoktur.
Sevgili kardeşlerim,
Đbn il Mes’udi ’nin Mürucul Zeheb adlı eserinde Muhammed bin Ebu Bekir’in (Ebu
Bekir’in oğlu Muhammed), Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’ye yazdığı mektuptan bir alıntı
yapalım:
“(Hz. Muhammed’e (s.a.a.v) salat getirip övdükten sonra)…….
Allah onu (Hz. Muhammed’i) resul ve müjdeleyici olarak gönderdi. Ona ilk uyan
vekil olan, iman eden, onu tasdik eden, Müslüman olan, ona selam veren kardeşi ve
amcasının oğlu, Ebu Talib’in oğlu Ali’dir. Đnsanlara gizli olduğu zamanda ona inandı.
Onu her türlü şiddetten kendisi korudu. Onunla savaşanla savaştı. Onu dost edineni
dost edindi. Onun yolunu izledi. Amellerinde ona, kendisinden daha yakını yoktur.
Kendini ona karşı yücelttiğini gördüm. Sen sensin, o da odur. O insanların en iyi
niyetlisi, en üstün soyu, en hayırlı hanımla evli olandır. Sen ise, insanların en kötüsü
ve en kötüsünün oğlusun. Sen ve baban hata ettiniz. Batılı Resulullah’a (s.a.a.v)
tercih ettiniz. Allah’ın nurunu söndürmeye çalışıyorsunuz. Bu uğurda insanları
topluyorsunuz, mallarınızı harcıyorsunuz. Kabileleri ona kışkırtıyorsunuz. Baban bu
uğurda öldü. Sen de bu uğurda vekili oldun. Bil ki ümitsiz olduğun, onu her türlü
şiddetten koruyan Allah’a karşı savaşıyorsun……..”
Muaviyenin cevabında ise;
Sahr oğlu Muaviye’den, babasını küçülten Ebu Bekir oğlu Muhammed’e:
“…….. Mektubunda Ebu Talib oğlu Ali’nin Resulullah’a yakınlığını, ona karşı
çıkmamın kötülüğünü zikrettin. Beni, senin olamayan, başkasının faziletleriyle
protesto ediyor ve ayıplıyorsun. Bu fazileti senden başkasına veren rabbine şükret.
Biz ve baban, Ebu Talib oğlu Ali’nin faziletini, ona itaat etmenin hak olduğunu, bizden
iyi olduğunu biliyorduk. Allah, Peygamber’e vaat ettiğini seçtikten, davetini açıkça
belirttikten, hüccetini açıkladıktan sonra onu (Hz. Muhammed’i) yanına aldı. Ali’nin
hakkını ilk alan, baban ve Faruk-ı Ömer’dir. Anlaşarak ittifak halinde Onun emrine
muhalefet ettiler. Kendilerinin hakkı olmayan, üstesinden gelemeyecekleri bir işe (biat
etmeye) davet ettiler. Onun (Hz. Ali’nin) karşısında kekelediler. Biat etmekte gecikti.
Sonra onlara biat etti, teslim oldu. Ölene kadar hiçbir emirde ona danışmadılar, hiçbir
sırrı ona açıklamadılar. Baban onun mülkünün ve liderliğinin alınmasını kolaylaştırdı.
Şayet bizim yaptığımız suç ise, bunu baban başlattı, biz de ortaklarıyız. Baban
muhalefet etmeseydi, biz Ali’ye muhalefet etme imkanı bulamazdık. Ona teslim
olacaktık. Fakat babanın yaptıklarını gördükten sonra biz de devam ettirdik. Bunu ilk
yapan babanı ayıpla…….”
Sevgili kardeşlerim. Mü’minlerin Emiri’nin en büyük düşmanı Süfyan oğlu Muaviye
bile
Hz. Ali’nin üstünlüğünü, hilafetin onun hakkı olduğunu itiraf ediyor. Ebu Bekir ve
Ömer’in hilafeti ondan zorla aldıklarını ve hiçbir konuda kendisine danışılmadığını
belirtiyor.
Bundan dolayı biliyoruz ki, Müminlerin Emiri Ali’nin hak yolda olduğunu,
Peygamber’in (s.a.a.v) deyimiyle kurtuluş, onun yolundan gitmekle olur. Bundan
dolayı biz onun yolunu seçtik, onu velimiz bildik. Bizleri onun sevgisine ve itaatine
eriştiren Allah’a şükürler olsun.
Biz Alevîler Ali’nin yolunu seçtik ve bu isimle iftihar ediyoruz. Bizi sevmeyenlerin
itham ettikleri yalanlara ve iftiralara önem vermiyoruz. Đleride inşallah Allah’ın
huzurunda duracağımız zaman kimin hak, kimin batıl yolda olduğunu göreceğiz.
Allah’ın salat ve selamları, sonsuza dek Hz. Pegamberimiz Muhammed’in ve pak soyu
ehlibeytinin üzerinde olsun. Doğru yolu seçenlere selam olsun.
KĐBĐR VE TEVAZU
Davut Tümkaya
‘Kibir, kibriya, tekebbür, istikbar’ kelimeleri aynı kökten çekimlenen ve anlam olarak
birbirine bağlı olan sözcüklerdir.
Kibir, Arapça bir kelimedir ve zıttı tevazudur.
Kibir; kibirlenme, büyüklenme, azamet göstermedir.
Kibir; büyüklük, ululuk, kendini başkalarından üstün görmedir.
Kibir; gururdur, yok yere güvendir, kıymetsiz şeylerle mağrurluktur.
Kibir; benliktir, taassuptur.
Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bir hadisinde yüce Allah şöyle buyurdu der: ‘Kibriya
ridam, azamet izarımdır. Kim bu ikisinden herhangi birinde benimle
çekişirse onu cehenneme atarım.’
Büyüklük yalnız Allah`ındır. Buna rağmen büyüklük taslayan kişilere yüce Allah,
Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde değinmiş ve tekebbürü kınayarak kendilerini
başkalarından üstün görenleri tenkit etmiştir. Kibirli davranışların doğru olmadığı
hadis ve rivayetlerde de geçmiş ve Đslam dini ulemaları kibrin mümin kalplerde yer
alamayacağını birçok eserde örneklerle anlatmışlardır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de:
“Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O,
büyüklük taslayanları asla sevmez.”(Nahl 23) buyurmuştur.
Kibrin en büyüğü ve en kötüsü yüce Allah`a karşı yapılan kibirdir. Bu büyük kibrin
örneğini Đblis, Kabil, Ham, Firavun, Nemrud ve benzerlerinde görebiliriz. Bunlar
kendilerinde güç görüp büyüklük tasladılar. Đlahlık iddiasında bulundular. Yüce
Allah`ın kudretini inkâr edip kulluk görevlerini yerine getirmediler.
Đblis: Âdem`e karşı aslı nedeniyle taassupta bulundu ve Âdem’i yaratılışından dolayı
eleştirerek “Ben ateştenim, sen ise çamurdansın.” dedi ve Đblis bu şekilde
büyüklük tasladı, yüce Allah’ın emrine karşı geldi ve Âdem’e secde etmedi. Kur’an-ı
Kerim’de: “And olsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da
meleklere, ‘Âdem`e secde edin.’ diye emrettik ve melekler secde ettiler.
Đblis ise secde edenlerden olmadı. Allah: ‘Ben sana emretmişken seni secde
etmekten alıkoyan nedir?’ Đblis: ‘Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni
ateşten onu çamurdan yarattın.’ dedi.”(Araf 11-12) Yine Kur’an-ı Kerim’de yüce
Allah buyurur: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu
tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye
kapanın.” Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız Đblis secde etmedi.
(Sad 308)
Yüce Allah`a kibirlenen Đblis ve ona tabi olan azgınlar ebedi bir şekilde cehennemle
vaat edilmişlerdir. Hz. Ali Nehcül Belağa’da Đblis için: “Allah`ın düşmanı,
mutaassıpların lideri ve büyüklenenlerin selefidir (öncesidir). O, taassubun
temelini ortaya koyan kibirlilik kıyafetini, gurur elbisesini giyerek ve
hakirlik
maskesini
çıkararak
Allah
ile
çelişendir.
Allah
onu
kibirlenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü ve büyüklenmesinden dolayı
nasıl alçalttığını görmüyor musunuz? Onu dünyadan kovdu, ahirette de
ona cehennemi hazırladı.”
Kabil: Hz. Âdem`in oğludur. Kardeşi Habil’e kibirlendi ve onu kıskandı. Habil ise
tevazu gösterdi. Kur’an-ı Kerim: ‘Onlara Âdem`in iki oğlunun kıssasını doğru
haber ver. Hani o ikisi kurbanlarını hazırlamışlardı da birinin kurbanı kabul
olunmuş diğerinin ki kabul olunmamıştı. Bu, öbürüne (Kabil, Habil’e)
‘Mutlak seni öldüreceğim.’ derken öbürü de (Habil) şöyle demişti: ‘Allah
yalnız sakınanların kurbanını kabul eder. Beni öldürmek için elini bana
uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Çünkü âlemlerin
Rabbi olan Allah`tan korkarım.’(El Maide 27-28) Kabil kıssası bizlere kibrin, insan
içinde insanı cinayet işlemeye teşvik eden bir duygu olduğunu anlatmaktadır.
Ham: Kibirlenmenin bir örneğini ve sahibine ne yaptığını Hz. Nuh`un oğlu Ham`da
da görebiliriz.
Hz. Nuh`un oğlu Ham, babasına kibirlendi ve onu dinlemedi. Tufanda boğulanlarla
boğuldu. Kur’an-ı Kerim de: “Nuh ayrı bir yerde bulunan oğluna: ‘Oğulcağızım
bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma ki helak olursun’ dedi. Oğlu:
‘Ben dağa sığınırım, o beni boğulmaktan korur.’ dedi. Nuh: ‘Allah`ın
merhamet ettiği kimselerden başka bugün Allah`ın azap emrinden
koruyacak hiçbir fert yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu boğulanlara
karıştı.” (Hud 42-43)
Firavun: Kibirlendi ve kibri yüzünden kendini ilah ilan etti. Đnsanlara ‘Ben sizin
yüce Rabbinizim.’ dedi. (En-Naziat 24) Bu şekilde kavmini kendine taptırdı ve
sonunda Allah`ın kahrına uğradı.
Nemrud: Kibre kapıldı. Ulûhiyet iddiasında bulundu. Kendisine karşı gelinecek ve
mülkü sarsılacak korkusuyla hamile kadınları ablukaya aldı. ‘Yeni doğacak erkek
çocukları öldürün.’ emrini verdi. Hz. Đbrahim tüm evreni yaratan bir yüce Allah`ın
varlığından söz edince onu ateşe attırdı. Mucize sonucunda Đbrahim yanmadı.
Nemrud ise Allah`ı yadsımada direndi. Yüce Allah, Nemrud`un beynine bir böcek
musallat etti ve azap çeke çeke başını duvara vura vura öldü. (Nemrud ismi Kur’an’da
geçmemektedir.) “Ümmetlerinin bolluk içinde yaşayan zenginleri ise
nimetlerinin etkilerinin izleri sebebiyle taassupta bulundular ve ‘Biz malca
ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz.’ dediler.” (Sebe 3435)
Bunun için “Kibirlenerek güçlüyüm, kuvvetliyim, arkam var, deme. Đnsanı
sırt üstü yere seren var.” denmiştir. Kırk pınar güreşlerinde ise pehlivanlara şöyle
seslenilirmiş: “Alta düştüm diye yerinme, üste çıktım diye de sevinme.
Hayatta her an her şey olabilir.”
“Ey insan seni yoktan yaratan, düzgün yapılı ve endamlı kılan, sana ölçülü
ve dengeli davranma imkânı veren, (maddi ve akli yapıda seni en üstün
kılan) seni dilediğin en güzel şekil ve biçimde terkib eden ihsanı bol
Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (El-infitar 6-7-8)
Hz. Ali Nehcül Belağa`da şöyle buyurur: “Hakirliği başınızın üstüne koymaya,
övünmeyi ayaklarınızın altına almaya ve kibirlenmeyi boynunuzdan atmaya
dayanın; tevazuyu sizinle düşmanınız iblis ve askerleri arasında silahlı
asker edinin… Allah kibir hususunda kullarından birine izin vermiş olsaydı,
peygamberlerine ve dostlarına izin verirdi. Ancak münezzeh olan o, onlara
büyüklenmeyi çirkin gösterdi ve onlar için tevazuyu uygun gördü.”(Nehcül
belağa)
Allah’a yapılan kibirden sonra kibrin en kötüsü peygamberlere karşı yapılan kibirdir.
Bazı kibirliler; peygamberlerin kendileri gibi bir insan olduklarını, insanoğlunda
olabilecek her şeyin peygamberlerde de olabileceğini ve dolayısıyla peygamberlerin
olağanüstü güçlerini kibirlenerek reddederler. Peygamberler üzerinde türlü rivayetler
uydurarak kendilerinin hata yaptıkları konuları, peygamberlere mal ederler ve
hatalarını örtmeye çalışırlar. Peygamberlerle bağdaşmayan hikâyelerle insanları günah
işlemeye teşvik ederler. “Bu, sizin gibi insandır, başka bir şey değildir.
Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer. Siz kendiniz gibi bir insana itaat
ederseniz artık herhâlde ziyankâr olacaksınız.” (Müminun 34-35) Tekebbürde
bulunan ve kendini peygamberler seviyesinde gören kişilerin şerrinden peygamberler
bile Allah`a sığınırlar. “Musa dedi ki: Ben hesap görülecek güne inanmayan
her kibirliden, benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah`a
sığınırım.”(Nehcül belağa)
Ve bir kötü kibir de insanlara karşı yapılan kibirdir.
Allah u Teâlâ’nın insanlara verdiği şöhret ve kuvvete kendi güç ve çabalarıyla sahip
olduklarını sananlar var. Bu insanlar servetleriyle iftihar ederek duygularını kabartır ve
servette üstün olduklarını görürler. Bunlar ne kendilerinden başka kimsenin fikrini
beğenir ne de kimsenin yaptığından hoşlanırlar. Bu kibirli insan kitlesi kendilerine
verilen çeşit çeşit nimetlerin gerçek sahibini unutur ve gaflete düşerler. Bu gafletle
kendilerini üstün görme duygularıyla inkâr fırtınasına kapılır ve kendi öz nefislerine
taparlar. Bir kitle insan da kendini manevi olarak üstün görür. Etrafına “ben bilirim”
imajıyla çıkarlar. Gerçekleri bildikleri hâlde çıkarları uğruna olayları özünden
saptırmaya çalışırlar. Her şeye sahiplenir ve ben olmazsam olmaz diye düşünürler. Bu
kibirle hayatın en büyük hastalığını taşırlar.
Bilmediği bildiğinden çok olan insan, kendinde arayıp da bulamadığının eksikliğini
hisseder ve kendi kendine yetememe duygusunu yaşar. Ruhunu tatmin etmek için
kibrinden başka beğenecek bir şeyi olmaz. Olaylara yalnız kendi amacı doğrultusunda
bakar. Alışık olmadığı bir gerçek, kendine tecelli olsa da kabul etmez. Bu davranış
insanların içine yerleşen zehirli bir kibir mikrobudur.
Toplumda sulta sahibi olma düşüncesiyle saf ve temiz insanları dışlayan, insanların
yaptıklarına, söylediklerine araştırmadan itiraz eden; söyleneni değil, anlamak
istediğini anlayan; ilmi, kariyeri yükseldikçe kibri artan; her çırpıda benlik duygusu
kabaran ve insanlara tepeden bakan insanlara hâkim olan kibirlik, yüce Allah’ın
katında alçalanların mizacıdır.
Kamışa binip onu at sanan, kralın tacını başına koyup kendini kral gören, kendine ait
olmayan bir cübbe ile iftihar eden, boş alanda kahramanlık arz eden kibirliler
kaybedenlerdir.
Topraktan yaratılıp toprağa döneceğini bilen, bu gün var yarın yok olacağı kesin olan
kimsenin kendini beğenmesi, kibirlenmesi nedir biliyor musun?
Bunu unutmamak gerekir ki, kibir sahibine tevazu eden kimse kendine zulmetmiş
olur.
Onun içindir ki: “Önce mal, mülk, şöhret sahibi olsun; sonra onun kim
olduğunu gör.” denmiştir. Bütün bunlara karşılık yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma, çünkü sen ne yeri yarabilir ne dağları
aşarsın.”( Đsra 37) buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de ayrıca: “Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya
almasın, alaya alınan, alaya alandan daha hayırlı olabilir.” buyrulmuştur. (el
Hucurat 11)
Sevildiği zaman yanında başkasının sevilmesini istemeyen, bütün ilginin kendisinde
toplanmasını isteyen, bir menfaat için başkalarına alçalan, kendisinin de büyük
evliyalar gibi olduğunu kanıtlamak için türlü hilelerle insanları kandıran bir kibirlinin
sonu küçüklüktür.
Toplumda otururken etrafına azamet saçan; bakışından, davranışından kibirliliği
anlaşılır durum alan; yanındakilerini görmezlikten gelen; bilmediği hâlde biliyor imajı
vermeye çalışan bir kibirli kendi kendini kandırır ve Allah katında aşağıların aşağısı
kesiminden olur.
Tarihe mal olmuş, dünya çapında kendini kanıtlamış ulema, şair, yazar ve gibilerin
yanında kendini onlara eşit veya onlardan üstün gören bazı kendini bilmez kibirliler
vardır. Onlar on kelimenin dokuzunu yanlış okurlar. Yazdıklarının hiç mantığı olmasa
da yazdıklarını yüce yerlerde görürler. Yanlış bildiklerini söyleye söyleye buna artık
kendileri de inanırlar. Bunlar hiçbir zaman yücelmezler. Temsilde hata olmaz
ibaresinden yola çıkarak şu örneği vermek belki yerinde olacaktır: “Büyüklük
taslayarak yanında bulunan camusun (manda) büyüklüğünü kıskanan ve
göletten su içe içe camus kadar olmaya çalışan, su içtikçe de bir kendine
bir camusa bakıp camus kadar büyük olmadığını gören kurbağanın sonu
infilak olmuştur.”
Taassupta bulunmanız gerekirse taassubunuz; hasletlerin asaletleri, fiillerin övülecek
olanları, Arap evlerinden ve kabilelerin liderlerinden şereflilerin ve cesurların üstünlük
iddiasında bulunduğu, arzulanan huylar, büyük akıllar, yüce mertebeler, övülen
eserler gibi güzel işler için olsun.
Komşuluğu korumak, ahde uymak, iyiliğe itaat, kibre karşı çıkmak, fazileti almak,
aşırılıktan sakınmak, öldürmeyi büyük suç olarak görmek, insanlar için insaflı olmak,
öfkeyi yutmak ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan sakınmak gibi övülecek hasletler için
mutaassıp olun. (Nehcül Belağa)
Dibinde çamur bulunan ve kurcalanmadıkça saf, duru halini alan bir ırmak gibi olma.
Bu gibi yapmacık saflık duruluk tehlike saçar. Tehlikenin yanına yanaşılmaması emrini
vereceğine, ırmağın dibindeki çamuru temizlemek önemlidir. Çünkü büyük afetler
deprem, sel, kasırga gibi felaketler bir ırmağın içinde yatan çamurdan daha tehlikeli
değildir.
Tevazu
Bütün kâinat ve sahip olduğumuz her şey “Mâlikil Mülk’e (mülklerin sahibi)”
aittir. Zenginlik, güzellik, irfan hepsi Allah’ındır. Đnsanı insan yapan ve ruhu yüksek
âlemlerde coşturacak olan mizaç, iyi terbiye ve iyi ahlaktır. Đyi terbiye ve iyi ahlak;
ruhu mütevazılığa gömen, olgunlukla, insan ve diğer varlıkların haklarını savunan
insanda bulunur. Bu da tevazudur.
Tevazu; muktedirken affetmeyi bilmek, bir şeyi doğru olduğu için yapmak, yapılan
iyiliklerden dolayı teşekkür beklememektir.
Tevazu, bulunulan mevki gereğince ve zamanın verdiği imkânlarla elde edilen
başarıları gösteriş amacıyla sergilememektir.
Tevazu, kişinin kendine ait olmayanı bilip şahsına uygun olmayan cübbeyi
giymemektir.
Tevazu; kişinin gerektiğinde “bilmiyorum” diyebilmesidir. Bilmediği hâlde bilir gibi
görünmeye çalışmamaktır.
Tevazu; kişinin kendisini toplumun bir ferdi olarak görmek ve üstündeki giysilerle,
cebindeki maddiyatla büyüklenmemektir.
Tevazu; kendi hâlinde olup kalbinde bencillik, ruhunda şımarıklık, mizacında
beğenmişlik taslamamaktır.
Tevazu, lehte ve aleyhte olanları olduğu gibi kabul etmektir.
Tevazu; insanın kendisinin nereden geldiğini, nereye gideceğini, sonra da ne
olacağını bilmektir. Yüce Allah:
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına
gönderdik.” (Et Tin 45) ayetiyle insanın kendini tanımasını buyurmuştur. Ayetteki
meal şudur: Yüce Allah, insanoğlunu kâinatın en güzel yaratığı olarak dünyaya
göndermiş, ona akıl vermiş ve mantık ilham etmiştir. Allah katında bu kadar yüce
mevkiye sahip olan bu insan, kendisine düşen ahlaki görevleri, emredildiği vecibe ve
farizaları yerine getirmezse cezası da ağır olacaktır. Yani insan kul olduğunu
bilecektir. Yüce Allah, ayetlerin devamında: “Fakat iman edip salih amel
işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (Ettin 6) buyurmuştur.
Tevazu, Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir.” söylemiyle insanın kendini
tanımasıdır. Gerçek tevazuya ulaşan kimse kendini bilir, güzel ahlakı kalbinde ve
ruhunda yaşatır. Yüce Allah: “Allah’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile
yürürler ve kendini bilmez kimseler kendilerine hitap ettiğinde (laf
attığında, incitmeksizin) selam derler, geçerler.” buyurmuştur. (Furkan 63)
Mütevazı kişi kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaz. Herkes onu nasıl
görüyor ve değerlendiriyorsa kendini o hâle razı eder. Olduğu gibi görünür ve de
göründüğü gibi olur. Bu tevazu, Mevlana’nın dediği gibidir: “Şefkat ve merhamette
güneş gibi ol, başkalarının ayıbını örtmekte gece gibi ol, sahavette ve
cömertlikte su gibi ol, hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, tevazu ve
mahviyette toprak gibi ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Tevazu; kişiye toplumsal kimlik kazandırır. Çünkü her zaman tevazu sahibi övülmüş,
tevazu göstermeye çalışan ise yerilmiştir.
Tevazu sahibi, Allah u Teâlâ’nın bütün isteklerini hilesiz riyasız yerine getirmeye çalışır
ve getirir de.
Tevazu edeptir, edep de dindir. Edebi olmayanın dini olmaz, dinde edepsizlik ve
haksızlık yoktur.
Tevazu; insanların önünde eğilmek, alçalmak değildir. Bu durum izzet değil zillet olur.
Tevazu, herkese iyi muamele ile yaklaşmaktır.
Mütevazı kişiyi birkaç yönden değerlendirmek gerekir. Allah’a karşı olan sorumluluk
ile, insanlara karşı olan davranış biçimi ile, kâinattaki varlıkların hakkını bilmesi ve
varlıklara layık oldukları muameleyi yapması ile onu değerlendirmek gerekir.
Tevazunun merkezi kalptir. Temiz kalpler doğrulara işaret eder. Kalpte bencillik
olduğunda kalp, tevazuyla görevlendirildiği merkezlik işini bırakır. Bırakıldığı zaman da
tevazunun yüce Allah’a ait olduğunu unutur ve hakka boyun eğmez.
Tevazu sahibi, kendini başkalarından aşağı görmeyeceği gibi zelil ve miskin de olmaz.
Devamlı merhametli davranır. Bunun için de karşı taraftan tevazu da beklemez,
teşekkür de. Bu şekilde, bu tevazu sahibi saygı görür. Çünkü tevazuyu içinde doğal
olarak taşımaktadır.
Tevazu, bir yerden saygı görmek veya bir amaca ulaşmak için yapılmaz. Böyle bir
tevazu dilencinin tevazusuna benzer, bu da sahte bir tevazudur.
Bazıları da yaptıkları bir şeyi Allah için yaptıklarını iddia eder, zaman geçmeden
karşılığında bir mükâfat beklerler. Bu sahte tevazulara kanılmamalıdır. Gerçek tevazu;
insanın doğasında imanı, irfanı kadar sahip olması gereken şerefli bir ahlaktır. Böyle
bir insan, yüceliğin Allah’a ait olduğunu bilir ve hakka boyun eğer. Her zaman için
bilincimiz, doğamızda olabilecek iyiliği ve kötülüğü, sevgiyi ve nefreti, tevazuyu ve
kibri kontrol etmelidir. Đnsanoğlu kibirlenmek yerine mütevazı olmayı, zirvedeyken
kendini bilmeyi, övülürken tevazu göstermeyi ve Allah’ın kulu olduğunu bilmelidir.
Bunu yaparken zillet ve meskenete düşmemeli, herkesin dalga geçeceği hale
gelmemelidir.
Tevazu sahibi kimse, daima bilmediğinin bildiğinden daha çok olduğunu bilendir.
Yarım yamalak birkaç kelimeyle kendini âlim sanan ve yapmacık şöhrete sahip olan,
ilim kisvesine bürünen ve mağrur mağrur başkalarına tepeden bakan insanlar vardır.
Hata yaptığının farkına varmayan, başkasının sözüne itibar etmeyenler hiçbir zaman
başarı elde edemezler. Asıl tevazu sahibi kimse yanlışı gösterildiğinde, hatası
söylendiğinde bundan rahatsız olmayan ve bunları yapanlara teşekkür edendir.
Bir tevazu şekli daha vardır ki o da kibirden sayılır. Halkın içinde tevazu sahibi
görünüp evinin içinde eli, dili ve hareketleriyle ailesine sıkıntı veren kişi, olsa olsa
sahtekârdır ve bu da kibirden sayılır. Kimin kalbi doğrulara âşıksa o gerçek tevazuya
ulaşır.
Tevazu; ilahi aşk ile benlikleri yıkamak, nefisleri vesveselerden kurtararak iyi
insanlarla olmaya çalışmak, peygamberlerin ahlakını seçmektir. Bu gibi tevazunun
kıymetini bildikten sonra mallarını, mülklerini harcayanlar, el altında işçi olmaya razı
olanlar, sokak sokak dolaşıp iman edenlere rastlarız. Bu mütevazı insanlar, dünyada
ve ahirette şeref sahibidir. Gerçek sevgi kapıları her zaman için tevazu sahibi
insanlara açılmıştır. Cennet kapıları da her zaman için onlara açıktır.
Yüce Allah “Biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden)
yaratmışızdır. Onu imtihan edelim diye kendisini işitir ve görür kıldık.
Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. Đster şükredici olsun ister
nankör.”(El Đnsan 2-3) diye buyurmuştur. Bu bilinçle kişi, nefsine manevi terbiye
vermesi gerekiyor. Allah nezdinde kişinin şekil olarak fazla ibadet etmesi değil; ibadeti
yanında gerçek tevazuyla diğer vecibeleri yerine getirmesi, tevazuyu içi ve dışıyla
yaşaması önemlidir.
Bakınız Hz. Ali mütevazıleri nasıl vasfediyor. Rivayet edilir ki: Hammam isminde ahid
bir şahıs Hz. Ali’ye, “Ya Emiyrel Müminin! Bana sakınanları öyle nitele ki
onları görüyor gibi olayım.” dedi. Müminlerin Emiri Hz. Ali ona cevap
vermeyi ağırdan aldı, sonra şöyle dedi: “Ey Hammam! Allahtan sakın ve
güzel şeyler yap. Allah sakınanlarla ve güzel şeyler yapanlarla beraberdir.”
(Nahl 16-128) dedi. Hammam, bu sözle yetinmeyerek ondan talebini
yerine getirmesi için ısrar etti. Hz. Ali Allah’a hamd ve sena edip
Peygambere (s.a.a.v.) salât getirdikten sonra şöyle dedi: Münezzeh ve
yüce olan Allah, mahlûkatı yarattığında onların itaatine ihtiyacı yoktu ve
isyanlarından emniyette idi. Zira ona isyan edenin isyanı kendisine zarar
vermediği gibi itaat edenin itaati de fayda vermez. Rızıklarını aralarında
paylaştırdı ve dünyadaki yerlerine yerleştirdi. Orada sakınanlar
faziletlilerdir. Konuşmaları doğru, giyimleri tutumluluk ve yürüyüşleri
tevazudur. Gözlerini Allah’ın haram kıldığından çevirirler; kulaklarını
kendilerine yararlı olan ilime vakfederler. Nefisleri, bollukta olduğu gibi
musibette de aynıdır. Onlar için yazılan ecel olmasaydı sevaba özlemden ve
cezadan, korkudan dolayı ruhları bedenlerinde bir göz kırpması kadar
durmazdı.
… Dünya onları istedi; ancak onlar dünyayı istemedi. Dünya onları esir etti;
ama onlar nefislerini ondan kurtardılar.
… Onlardan biri övüldüğünde kendisine söylenenlerden korkarak “Ben
kendimi başkalarından daha iyi biliyorum. Rabbim beni benden daha iyi
bilir. Allah’ım! Söylediklerimden dolayı beni sorumlu tutma. Beni
zannettiklerinden daha faziletli kıl. Bilmediklerimden dolayı da beni affet.”
der.
… Onlardan birisinin alametini, dinde kuvvetli, yumuşaklıkta kararlı, yakiyn
iman sahibi, ilimde hırslı, yumuşaklıkta bilgili, zenginlikte tutumlu,
ibadette huşulu, fakirlikte güzel davranışlı, şiddet karşısında sabırlı, helali
isteyen, doğru yolda çalışan, tamahkârlıktan uzaklaşan olarak görürsün.
Korku içinde salih amelleri işler. Endişesi şükür olarak akşamlar. Endişesi
zikir olarak sabahlar. Gafletten uyarıldığı şeylere karşı dikkatli, fazilette
sahip olduğu şeyler için sevinçli…
… Onu; emeli yakın, hatası az, kalbi mütevazı, nefsi kanaatkâr, yemesi az,
işi kolay, dini iyi korunan, şehveti ölü görürsün. Hayır ondan umulandır,
kötülük ondan emin olunan… Gafillerin arasında olduğunda zikredenlerden
yazılır; zikredenlerin arasında olduğunda ise gafillerden yazılmaz.
Kendisine zulmedeni affeder, kendisini mahrum bırakana verir, onu ziyaret
etmeyeni ziyaret eder. Çirkin konuşmadan uzak, sözü yumuşak, kötülüğü
kayıp, iyiliği hazır, hayrı gelen, şerri ise dönendir. Sarsıcı olaylara karşı çok
vakarlı, kötü hallere karşı çok sabırlı, rahatlıkla çok şükredendir. Buğz
ettiğine zulmetmez, sevdiği kişi için günah işlemez. Hakkında şahitlik
yapılmadan önce hakkı tanır. Kendisine emanet edilen şeyi kaybetmez,
hatırlatıldığı şeyi unutmaz, komşuya zarar vermez. Musibetlere alay etmez.
Batıla girmez, haktan çıkmaz. Sustuğunda suskunluğu onu üzmez. Güldüğü
zaman sesi yükselmez. Zulme uğradığında Allah, onun intikamını alana
kadar sabreder. Nefsi kendisinden dolayı ezadadır, insanları nefsinden
dolayı rahatlatmıştır. Ahireti için nefsini yorar, insanları kendi nefsinden
dolayı rahatlatır. Uzak kaldığı bir kişiden uzaklaşması, zahitlik ve
temizliktendir. Yaklaştığı bir kişiye yaklaşması, yumuşaklık ve
rahmettendir. Uzaklaşması, kibir ve büyüklenmeden dolayı değildir;
yaklaşması da hilekârlık ve aldatma amacıyla değildir.”(Nehcül Belağa)
Ve yine Hz. Ali buyuruyor: “Allah’ın kulları! Biliniz ki, yüce Allah sizi eğlence
olsun diye yaratmadı ve sizi ihmal de etmedi. Size verdiği nimetlerin
meblağını bildi ve size olan ihsanını saydı. Düşmanlarınıza galip gelmeyi ve
işlerinizde başarılı olmayı ondan dileyin. Ondan isteyin ve ondan ihsan
talep edin.” (Nehcül Belağa)
TOPLUMUN ÖTEKĐ YARISI
Nihad YENMĐŞ
Bir toplumun en küçük yapısı olan aile; anne, baba ve çocuklardan oluşur.
Dolayısıyla toplumu oluşturan bireylerin yarısı kadın demektir. Ancak tarih boyunca
toplumsal düzen oluşturulurken kadın yok sayılarak hareket edilmiştir. Bu uygulama,
yaşamın her alanında birtakım eksikliklerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Egemen
olan erkeklerin düzeninde kadın, daima öteki yarı olmuştur. Oysa bütünün öteki yarısı
geliştirilmeden toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi düşünülemez, tarih boyunca bu
şekilde başarıya ulaşmış, sağlıklı bir toplum örneği de verilemez. Kadına, nasıl
yaşaması gerektiğinden tutun, nasıl giyineceğine kadar her şeyi erkekler belirleyecek
ve kadın bunu kayıtsız şartsız uygulayacak, sonra da “Tarihte kadına gereken önemi
veren bir toplum olarak tüm kararları kadınlarımızla birlikte almışız…” sözleriyle
başlayan nutuklar atacağız. Yok öyle bir şey.
Yerel seçimlerin henüz tamamlandığı bu günlerde yönetime talip olanların
arasında kadın adayın yok denecek kadar az olması bir yana meclis üyeleri arasında
kadınlarımızın esamisi bile okunmamaktadır. Beni en çok üzen Đskenderun ve
Đskenderun’a bağlı beldelerin belediye başkan adayı ve meclis üyeleri listelerinin
durumu. Alevi inancının gereği olarak kadınlarımıza verdiğimiz değeri yönetsel
anlamda göstermemiz gerekmez miydi?
Ben, belediye meclisinde kadın üyelerin varlığını; seviyeli, dürüst, şeffaf ve verimli
bir hizmetin en önemli şartlarından biri olarak görüyorum. Kadının bulunduğu yerde
nezaket vardır, toplumun menfaatini gözetme vardır, suiistimallerin önlenmesi vardır
ve medeni ölçütün hâkim olduğu düzen vardır. Kadına ve kadın haklarına saygı her
alanda sağlanmalıdır. Aksi durumda toplum düzeninde aksaklıklar kaçınılmaz
olacaktır. Kadınlarımız, demokratik kitle örgütü olarak tabir ettiğimiz derneklerimizde,
meslek odalarımızda, toplum yararı gözeten tüm kuruluşlarımızda ve sendikalarımızda
erkekler kadar temsil edilmedikçe bir yanımız ama toplumun can damarı olan yanımız
eksik kalacaktır. Ve bu eksiklik çağdaş medeniyete ulaşma yolunda ayaklarımızı
bağlayacak pranga olacaktır.
Kadınların eğitim, sağlık ve masa başındaki başarıları sayesinde bazı meslekler,
kadınla anılır duruma gelmiştir. Kadınlar fırsat tanındığında veya kardelen misali her
türlü zorluğu, engellemeleri aşıp kendi şanslarını kendileri yarattıklarında neleri
başarabileceklerini herkese göstermişlerdir. Kadını eve hapseden, onu temsil etme
hakkından uzaklaştıran zihniyet, bu başarılar karşısında en azından şunu
kabullenmelidir ki, toplumun geri kalmışlığında, cahilliğinde kendisinin payı büyüktür.
Kadını yaşamın dışına itme gayreti içinde olanlar en azından şunu düşünmelidir, bir
insanın ilk öğretmeni kendi annesidir. Öğretmen cahil olursa öğrenci nasıl olur, sonra
toplum nasıl şekil alır? Hz. Muhammed, (s.a.a.v) bir hadisinde “Çocuklarınızı
doğmadan eğitmeye başlayınız.” diye buyurunca sahabelerden birisi sorar: “Bir
çocuk henüz doğmadan nasıl eğitilir?” Hz. Muhammed’in cevabı 21. yüzyılın aydın
insanının da özlemi olan cevaptır: “Annelerini eğitiniz.” Đşte bu yüzden kadınlar,
haklarını sonuna kadar sorgulamalı, araştırmalı ve hayatın her alanında yer almalıdır.
Aynı zamanda mecliste, yerel yönetimde, meslek temsilcilikleri ve kuruluşlarında
erkekler kadar temsil hakkını kullanmalıdır. Hakkını diyorum zira bu, asırlar boyunca
gasp edilen ve ancak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadınına tekrar iade
ettiği haktır. Kadınlar, aleyhlerine oynanan tüm oyunları boşa çıkarmalıdır.
Günümüzde kadının kıyafeti siyasi bir gündem oluşturacak hâl almıştır. Kadın
kendisine sorulmadan, tercihi dikkate alınmadan erkek egemen toplumda biçilen
şablona uygun olarak yaşamaya zorlanmıştır ve zorlanmaya da devam edilmektedir.
Bu zorlama babanın, ağabeyinin, kocanın ve hatta erkek kardeşin baskısı ile de
olabilmektedir. Bunlar ancak kararlı ve bilinçli bir karşı duruşla engellenebilir.
Şurası unutulmamalıdır ki yaşamın her alanında kadının erkek kadar söz sahibi
olması toplumun gelişmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Kadın bu konuda
bilinçlenmeli ve erkeğin kayıtsız şartsız hükmetme gücünü kırmalıdır. Bunu yaparken
saygın, gururlu, haklarının bilincinde ve toplumdaki yerinin ne olması gerektiğini
kavramış bir birey olmak durumundadır.
Kadınlar, Akad’ın çatısı altında bu bilinçlenme hareketine başlayarak erkeklerin
sahip olduğu tüm haklardan yararlanma isteklerinin adımını atabilirler. Tüm
kadınlarımız derneğimize üye olabilir, Alevi inancının temel ilkelerinin nesilden nesile
aktarılmasına katkı sağlayabilirler. Unutmayalım ki ilk öğreticimiz, ilk öğretmenimiz
annemizdir. Ve annemiz kadındır. Tüm kadınlarımıza saygılarımla.
ELHASĐBî (Kaddes Allahu Ruvhahü) I
Hüseyin Şanlı
Candan inanan ve Đslam’ın emirlerini harfiyyen uygulayan müminler, tarih
boyunca elmas cevheri gibi azınlıkta kalmıştır. Azınlıkta olmalarına rağmen
benliklerine fıtrî olarak işleyen mizaç, akıllarında olgunlaşan fikir ile kalplerinden
fışkıran imanlarının gücü ve azmiyle zalim asırlara meydan okumuştur. Çünkü onların
kalpleri şüpheye yer bırakmayacak derecede nurla aydınlanıp hak yolunda hidayete
erdi. Onlar, takva sahiplerinin adabı ve peygamberlerin ahlakıyla donanmışlardır. Đşte
onlardan biri:
Ehlibeyt ilim ve irfan pınarının yetiştirdiği en yüce şahsiyet olan Muhammed Bin
Nusayr’dan sonra gelen El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi (k.a.r.)
El Hasîbi (k.a.r) kimdir
Ebu Abdilleh El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi (k.a.r.) hicri 260 miladi 874 yılında
bir rivayete göre Mısır’da diğer bir rivayete göre Irak’ın Vâsıt ve Küfe şehirleri
arasında bulanan Cenbela’da dünyaya gelmiştir. (Biz El Hasîbi’nin doğduğu yerin Mısır
olduğu rivayetine daha fazla itibar ediyoruz.) Mensup olduğu Hamdan ailesi ilim irfan
ve fazilette ün salmış bir ailedir. Babası Đslamî ilim ve fıkıhta zamanının bilginleri
arasında sayılıyordu. Đlk tahsilini babasının yanında alan El Hasîbi (k.a.r.) on bir
yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Yetiştiği ev sürekli alimlerin ve fakihlerin uğrak
yeri, ilim meclislerinin eksik olmadığı bir meskendi. Kendisi evlerinde ve başka
yerlerde kurulan ilim meclislerini hiç kaçırmaz ilim yolunda her türlü fedakârlığa
katlanırdı. Çok genç yaşta olmasına karşın Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten sonra sarf,
nahv, beyan, bedi, mantık, felsefe ve tarih ilimlerinde otorite sayılabilecek konuma
geldi. Hac farizasını on beş yaşındayken eda etti.
Dinî fıkıh ve şerî ilimlerini babasının dostu olan, zamanının büyük allamesi
muhaddis, fıkıh deryası Esseyyid Ebu Mummed Abdullah Bin Muhammed Elcennan
Elcenbelani (k.a.r.) den aldı. ( ElCenbelani hicri 235 miladi 849 yılında doğmuş hicri
287 miladi 900 yılında vefat etmiştir.) Esseyyid Elcenbelani (k.a.r.) Ehlibeytin 10,11
ve 12. Đmamları (a.s.) zamanında yaşamış ilim ve feyizleriyle yoğrulmuş yüce bir
şahsiyettir. Yılın belli dönemlerinde ilim peşinde ve dostlarıyla bir araya gelmek için
Mısır’a ziyaretler yapardı. Bu ziyaretlerinin birisinde dostu Şeyh Hamdan ElHasîbi’yi de
(k.a.r.) ziyaret eder. Şeyh Hamdan Esseyyid Elcenbelani’den oğlu Hüseyin’i
Cenbala’ya beraberinde götürmesini ve dinî fıkıh ve ilimleri kendisine öğretmesini rica
eder. Bunun üzerine Esseyyid Elcennan ElHasîbi’yi (k.a.r.) Cenbela’ya beraberinde
götürür. ElHasîbi (k.a.r.) kısa bir süre içinde hocasının en gözde talebesi olur. (1)
Seyahatleri:
El Hasîbi (k.a.r.) üstadı El Cenbali’nin en gözde talebesiydi. Đlim ve irşat
konusunda akranlarından çok üst düzeydeydi. Hocasının hayatında bile müritleri ve
talebeleri vardı. Hocasının vefatından sonra Cenbela’daki medresenin sorumluluğu
kendisine geçti. Ömrünün tümünü ilim ve irfan için harcayan El Hasîbi’nin ocağına
dünyanın her tarafından kendisine akın eden talebeleri sayesinde ünü bütün Đslam
âlemine yayılıyordu. Hocasından sonra kısa bir süre Cenbela’da ikamet ettikten sonra
şöhretinin kendisinden önce ulaştığı Abbasilerin başkenti Bağdat’a intikal eder.
Bağdat’ta Cenbela’daki gibi ilim dergahı kurar. Bağdat’ta kaldığı yirmi beş yıl gibi uzun
süre içinde hayatının en yoğun dinî faaliyetlerini icra eder. Dergahında Ehlibeyt
ilimleriyle yoğurup yetiştirdiği birçok müridi olmuştur. (2)
Hululî, vahdeti vücut felsefesine inanıp dinî usul konusunda aykırı fikirlere sahip
olan El Hüseyin El Hallac gibi birçok mutasavvıfla Bağdat’ta ilmî muhavere ve
münazaralar yaptı.(3) Bu münazaraların hepsinde muzaffer olan Hasîbi’ye bu sayede
kıskançlıklar oluşmaya başladı. Kıskançlıkların boyutu iftiralara kadar vardı. Karmıtîlik
(4) inancına mensup olduğu iftirası bir süre zindanlarda hapsedilmesine neden oldu.
El Hasîbi’nin Karmıtîlik gibi batıl inançlarla ve buna benzer iftiralarla ilgisinin olmadığı
faziletleri ve kerametleri sonucu anlaşılınca serbest bırakıldı. Kendisinden af ve özür
dilendi. Zira El Hasîbi’nin masum olduğunu batıl inançlarla yaptığı mücadeleden,
eserlerinden ve kendisi hakkında söylenen rivayetlerden anlamak mümkündür.
Bağdat’ta katlandığı bunca meşakkatten sonra kısa süreliğine Ehlibeytin öğretilerini
öğretmek ve faziletlerini yaymak amacıyla Halep’e geçer. Aynı amaçla oradan Şam’a
seyahat eder. Ehlibeyt öğretisini yaymaya çalıştığını öğrenen Emevi kalıntıları
kendisine tuzak kurup öldürmek isterler. Bunun üzerine Kufe’ye gider. Hicri 333
yılında Seyfüddevle’nin Halep’e girip Hamdanî devletini kurmasıyla El Hasîbi (k.a.r.)
Seyfüddevle’nin yanına Halep’e geri döner. Seyfüddevle El Hasîbi’ye çok büyük değer
verdiğinden müridi ve talebesi olur. El Hasîbi (k.a.r.) hicri 346 miladi 957 yılındaki
vefatına kadar Halep’te sevilen yüce bir insan olarak yaşar.
Tarihî Kaynaklarda El Hasîbi (k.a.r.)
Bir araştırmacının ulaştığı kaynağın gerçeği yansıtıp yansıtmadığına
bakmadan hüküm vermemesi gerekir. Ulaştığı kaynağı diğer kaynaklarla
karşılaştırıp mukayeseli olarak bilgileri vermesi ilmî çalışmaların gereğidir.
Ancak taraflı yazılan yazıların çoğunda belirtilen hükümlerin doğruluğunu
tespit etmek bir tarafa kalsın, kaynak belirtilmeden, bazı saçmalıkların
çalakalem yazıldığına şahit oluyoruz. Bilhassa Alevilerle ilgili yazılan
yazılarda öznel, taraflı ve gerçekle bağdaşmayan birçok saçmalığın yer
aldığı bilinmekle birlikte bu saçmalıkları çağdaşlarımızın dillendirdiğini de
görmekteyiz.
Doğruları yazmakla mükellef olan yazarlar, mezhebî taassuplarının
etkisinde kalıp doğruları çarpıttıklarını ortaya koydukları eserlerinden
anlamaktayız. Bu yazarlar, gayretlerinin tümünü başkalarını kötüleyip
kendilerini temize çıkarmaya harcamışlardır. Ne acıdır ki temyizden ve
titizlikten yoksun okuyucuları ve inananları çoğunluğu oluşturmuşlardır.
Gerçekleri saptırmak, her zaman çelişkileri doğurur. Doğrularda ise
çelişkilere yer yoktur. Okuyucunun okuduğunda gerçekçi, inandığında
mantıklı, tahlil ettiğinde becerikli olması gerekir. Aksi takdirde kendisinin
ve başkalarının rahatı için hiç okumaması daha doğru olur.
Hilekâr siyasetin ürünü uyuz tarih; imamımız, şeyhimiz, fakihimiz ve
rehberimiz El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi’yi (k.a.r.) unutup unutturmak
istemiştir. Kişiliği, mizacı, ilmi ve irfanı yanında ortaya koyduğu eserleri
kıskanç ve kindar kalemlerce yok edilmeye çalışılmış; ancak bu çabalar
ismini ölümsüzleştirmekten başka işe yaramamıştır.
Bazı tarihçi ve biyografi yazarları El Hasîbi’yi (k.a.r.) karalamak ve onu
küçük düşürmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Mezhebi
taassuplarının etkisinde kalıp kindar bir tavırla saldıranların karşısında
duranlar da vardı. Aynı mezhebe mensup olup da duygularıyla değil
akıllarıyla hareket edenler El Hasîbi’nin hakkını vermişlerdir.
Mezhepdaşlarından korkup hiç fikir beyan etmeyenler olduğu gibi ona
duydukları sevgiyi dile getirenlerin sayısı da azımsanmayacak derecededir.
Makamının yüceliğini zayıflatmayı amaçlayan Ennecaşi ve Bin El Gadairi gibi
yazarların nezdimizde düşkünlükleri sabittir. Şafii Bin Hacer ElAskaleni “Lisanül Mizan”
adlı eserinde: “El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi Đmamiyye (5) mezhebinde fıkıh
müellifi (yazar) Ebul Abbas kendisinden rivayet etmiştir. Kendisini methedip övgüde
yere göğe sığdıramaz. Halep’te Seyfüddevle’nin imamıydı.” (6)
Büyük alim, tarihçi, yazar Şeyh Muhsin El Emin “Ayanüşşiah” adlı dev eserinde
El Hasîbi’ye ait tercümesinde övgü ve methiyelerden sonra: “Kendisi Đmamiyye
mezhebinin alimlerindendir. Muasırları ve diğerleri tarafından hakkında söylenen
iddiaların aslı astarı yoktur. Tertemiz bir sır ve içtenliğe sahiptir.” Esseyyid El Emin
aynı kitapta “El Hasîbi” hakkında ulemanın söyledikleri övgüleri rivayet eder. El
Hasîbi’yi kötülemeyi amaçlayan Đbnül Gadairi ve Ennecaşi gibi yalancıları ince bir
üslupla reddeder. “Đddiaları ve kendisine attıkları iftiralar doğru olsaydı Đslamî inancı
ve Ehlibeyt imamlarına velayetiyle ün salan El Emir Seyfüddevle (7) El Hasîbi’yi imam
olarak kabul etmez cenazesine namaz kıldırmazdı. Kaldı ki “Errical” adlı kitabın yazarı
Đbnül Gadairi’nin yaralamasından hiç kimse kurtulamamıştır.” diye yazmaktadır. Ünlü
yazar Ettelakberi El Hasîbi de muasırları arasında gördüğü doğruluk ve güven üzerine
El Hasîbi’den ilim konusunda icazet aldığını belirtmektedir. El Emin El Hasîbi’nin
kitaplarını ve o kitaplardan rivayet edenlerden bahsederken on adet kitabın isimlerini
sıralar. “Elihvan, Elmesail, Tarihül Eimmeh, Errisaleh, Esmaü Ennebi, Esmaül Eimmeh,
Elmaideh, Elhidayetül Kübra” ne yazık ki günümüze ve elimize sadece Elmaideh ve
Elhidayetül Kübra adlı kitapları dışında başka eser ulaşamamıştır. (8)
Hıristiyanlar tarafından yazılıp basılan “El Müncid” adlı ansiklopedinin “El Alam”
bölümünde “El Husaybi” başlığı altında yaptığı tercümesinde: “Ebu Abdilleh El
Hüseyin Bin Hamdan” “Aslen Mısırlı olup Büyük Alevi muallimidir. Cenbela’ya seyahat
etmiş oradan Bağdat’a intikal etmiştir. En son Halep’te karar kıldı. Nusayri mezhebinin
kurucusu Bin Nusayr’in öğretilerini yaydı” diye yazmaktadır. (9)
Elhidayetül Kübra kitabı Şiiler tarafından en sağlam, geçerli ve sözüne güvenilir
kaynaklar arasında sayılmış ve onlarca Şii büyük yazar Elkübra’yı kaynak göstererek
Ehlibeyt imamları ve fıkıhları hakkında alıntı yapmışlardır. El Hasîbi (k.a.r) bütün
eserlerinde Ehlibeyt imamlarının öğretileri, faziletleri, tarihleri, insanlığa örnek ve ibret
olan yaşamları ve mucizeleri hakkında bizleri aydınlatmıştır. Ehlibeyt imamlarından
sonra yegane ilim kapısının Ebu Şuayb Muhammed Bin Nusayr (a.s.) dan başkası
olmadığını bildirmiştir. Kendisinden alıntı yapıp övgüler dizen Şii yazarlar konu
Muhammed Bin Nusayr’a gelince ağız değiştirip övgüleri sövgüye dönüşebiliyor. Bu
öyle bir çelişkidir ki aşağıda sayacağımız yazar ve kaynakların ünlü sahipleri bu kadar
geniş ilme ve irfana sahip olmalarına rağmen mezhebi taassuplarından dolayı böyle
bir çelişkiyle anılabiliyorlar. Đlmine ve tarihi bilgisine dayanıp kendisinden rivayet
aldıkları bir şahsiyetin bir dediğini kabul edecek kendi sefirlerinin makamının gerçek
sahibi Muhammed Bin Nusayr’a ait olduğunu söylediğinde ona inanmayacaklar. Böyle
bir tavır sağlıklı bir şahsiyetin davranış şekli olamaz. El Hasîbi’den (k.a.r.) rivayet alan
çok sayıdaki ünlü Şii yazarın ve kitaplarından birkaç tanesini sayalım:
Elmeclisi: “Biharül Envar”, Elkassi: “Tefsir” Ettelakberi: “Elcevami”, Muhsin El
Emin: “Ayan Eşşia”, Muhammed Bakır Abdulkerim: “Eddem-atüssakibeh” El Bahrani:
“Medinetül Meaciz” Abdullah şubber: “Hakkul Yakıyn” El Ehsai: “Errac-ah”, Mirza
Muhammed Taki: “Sahifetül Ebrar” Hasan El Kıbbenci: “Müsnedül Đmami Ali” Hüseyin
Bin Abdülvahhab: “uyunul Mucizat” gibi birçok yazar ve eser Hasîbi’yi kaynak
göstermiştir. Bu onun güvenilir bir şahsiyet olduğu hakkında kanıttır.
Bazı bağnazların beyinlerini kaplayan kara bulutlar dağıldıkça ElHasîbi’nin değeri
daha iyi anlaşılacak yada onu hakketmeden yok olup gideceklerdir.
Gelecek sayıda El Hasîbi’nin itikadı, inancı ve felsefesiyle görüşmek
üzere.....
1234-
567-
89-
El Hasîbi kudvatün müsla Hüseyin Muhammed El Mazlum
El Hasîbi kudvatün müsla Hüseyin Muhammed El Mazlum
Divanül Hallac ve yelihi ehbarühü ve tavasinuhü Sadi danavi
Karmıtilik Đsmaili Hamdan Bin karmıtiye dayanır. Đlk ortaya çıkışı Irakta hicri
258 yılında Bahreyn ve Yemende yaygınlaşır. 317 yılında Mekkeyi ele geçirip
hacıları öldürürler. Haceri esvedi kendi bölgelerine taşıdıktan 22 yıl sonra
yerine iade ederler.
Đmamiyye mezhebi 12 Đmamlara inananların mensup olduğu Şii Alevi
mezhebi)
Elhidayetül Kübra Lübnan baskısı mukaddimesi
Seyfüddevle (919- 967) Halepte kurulan Hamdani devletinin emiridir.
Adaleti, ilim ve alimlere verdiği değerle bilinen Seyfüddevle şöhretini
Rumlara karşı yaptığı mücadele ve savaşlarla kazandı. Zamanında Hamdani
devleti Đslam aleminin en yükselen ve gelişen devletiydi. El Hasîbi Halepte
kaldığı süre içinde Seyfüddevlenin hocası ve imamıydı.
Ayan Eşşia c.4 s.345 Esseyyid Muhsin Elemin El Amili
Elmüncid Ansiklopedisi El alam bölümü
ALEVĐLĐK, ALĐ’YĐ SEVMEKSE EN BÜYÜK ALEVĐ BENĐM
Mahmut BAYRAM
Ne zaman Alevilik konusu açılsa birilerinin kasıla kasıla “Alevilik, Ali’yi
sevmekse en büyük Alevi benim.” sözünü duyar dururuz. Bu öylesine sıradanlaştı
ki tartışma programlarında olsun, seçim meydanlarında yahut dost sohbetlerinde
olsun sürekli karşımıza çıkmakla beraber maalesef bunun duygu sömürüsünden öteye
geçmediğine üzülerek şahit olmaktayız. Çünkü sevgi evrenseldir. Belki sevginin ne
olduğu tam olarak tarif edilemez ama sevginin ne olmadığı herkesin malumudur.
Birini kötülüklere karşı korumak, onu savunmak, onun uğrunda ölmek belki sevginin
değişik ifade şekilleridir. Ama birinin hakkının gasp edilmesini görmezden gelmek,
onun katillerini dost bilip onları hak etmedikleri mertebelere yükseltmek kesinlikle
sevgi değildir ve bunda herkes hemfikirdir. Çünkü sevginin göstergesi laf değil,
ameldir. Sevgi yürekten olmazsa amel mutlaka yavan kalır. Bu her alanda böyledir.
Sevgide sahtecilik olmaz, sevgi ikiyüzlülüğü kabul etmez. Bu yüzden ‘Ali’yi seviyorum’
diyenlerin Ali’ye karşı tavırları incelendiğinde gerçek duygu rahatlıkla anlaşılır. Ve işte
bu yüzden diyoruz ki, Ali sevgisi amel ve bedel ister, laf değil.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de ona camilerde lanet ve sövgü geleneğini
başlatan, onun evladını öldüren Muaviye’ye ‘Allah ondan razı olsun’ diyeceksin.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onunla savaşan ve on binlerce
Müslümanın ölmesine neden olan Muaviye’ye ‘Haksız değil, ictihadda bulundu.’
diyecek, yetmedi bir de hadis uyduracak ve kendince bir formül bulup “Ali haklı;
ama Muaviye haksız değil.” iddiasında bulunacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem tek suçları Ali’yi sevmek ve camilerde Ali’ye
edilen sövgü ve lanetlemeleri dinlemeyi reddetmek olan sahabelerin seçkini Hucr Bin
Adiy ve arkadaşlarını türlü hile ve iftiralarla öldüren Muaviye’yi suçsuz ve bağışlanmış
göstermek için (güya) vahiy kâtibi olarak göstereceksin.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Hüseyin’i ve Peygamber’in soyunu
çoluk çocuk demeden işkencelerle öldüren Yezit’i mazur göstermek için bin dereden
su getireceksin ve ona lanet okumayı caiz görmeyeceksin. Bu bin dereden getirilen
suyun, bu çaba içinde olanları Allah indinde boğmaktan başka bir işe
yaramayacağının farkına varmayacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve
Peygamber’in vasiyetine rağmen halifelik hakkını bin bir oyunla elinden alanları
fazilette ondan üstün sayacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onun eşini yani Peygamberimizin sevgili
kızını dövüp evini yakmaya çalışanları ve çocuğunu düşürtenleri, Peygamberden
sonraki en üst makama taşıyacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onun evlatları Ehlibeyt imamlarını şehit
eden sapık halifeleri -ki aralarında cinsî sapık olan, kendi öz kızına tecavüz eden,
Kur’an-ı Kerim’i okla parçalatan, Kâbe’yi ateşe verenler de vardır- Ehlibeyt imamlarına
tercih edecek ve onları Đslamın halifesi sayacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Kur’an’ı ilk defa Ali kitap hâline getirdiği
hâlde bunu Ebubekir yaptı diyeceksin.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem onun ilk Müslüman oluşunu hazmetmeyip
ona bu konuda bir ortak bulacak ve “Đlk Müslümanlar; kadınlardan Hz. Hatice,
hür erkeklerden Hz. Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd
ibn-i Hâris, kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu.” diyerek hakkı gizleme yolunda
manevra yapacaksın. Hatta bazı kaynaklarında “Bu sayılanlar arasında en
önce Ebubekir Müslüman oldu.” diyerek Ali’nin bu konudaki tartışmasız önceliğini
inkâr edeceksin.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem Peygamber’in ‘Size iki emanet bırakıyorum.
Biri Kur’an-ı Kerim diğeri Ehlibeytim’ hadisini ‘Size iki emanet bırakıyorum. Biri
Kur’an-ı Kerim, diğeri sünnetim’ olarak değiştirmeye çalışacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber’in onun için söylediği
hadisleri, Ali’ye verdiği unvanları başkalarına yamayacaksın. Hz. Muhammed’in Ali için
söylediği “En büyük sıddık sensin, faruk-ı azam da sensin.” hadisini görmezden
geleceksin, öbür yandan da en büyük Alevi benim diyeceksin. Bu en basitinden bir
çelişkidir.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Muhammed’in “Sen benim dünyada
ve ahirette kardeşimsin.” hadisine ve iki defa düzenlediği kardeş kılma törenlerinin
her ikisinde de Hz. Ali’yi kendisine kardeş ilan etmesine rağmen -ki bu törenlerin ilki
Mekke’ de, diğeri ve daha büyüğü Medine’de yapılmıştır- “Hz. Muhammed, Osman’ı
kendisine kardeş yapmıştır. Peygamber, vefat edeceği sırada ‘Bana kardeşimi çağırın.’
diye buyurmuş oradakiler de kardeşiniz kim diye sorunca Peygamberimiz de güya
‘Osman’ demiştir.” iddiasını insafsızca atacaksın.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de yaşadığı müddetçe Peygamber’in en
büyük koruyucusu olan Ebu Talip’i (hâşâ) kâfir göstereceksin. Ki Ebu Talip, Ali’nin
babasıdır ve imanını Peygamberi korumakla, yazdığı şiirlerle, çocuklarını Peygamber’in
emrine vermekle ve örnek yaşantısıyla ispatlamıştır. Đki yüzlülükleri nedeniyle
Müslüman olarak görünen ama Allah katında imanını hiçbir ameliyle
kanıtlayamayacak olan ve ömrü boyunca Đslama muhalefet eden Ebu Süfyan ve
ailesini mümin, Ebu Talip’ i kâfir kabul edeceksin. Ebu Talip’ten çok sonraları başka
kişiler için inen ayetleri, Ebu Talip için inmiş göstereceksin, yalan yanlış hadisler
uyduracaksın ve bunlarla özbeöz mümin olan birisini kâfir göstermek için
sıralayacaksın. Sonra kasıla kasıla en büyük Alevi benim diyeceksin. Đşte bu olmaz.
Ebu Talip’in şefaatçisi Hz. Muhammed olacaktır, Peygamber bunu çok yerde
söylemiştir. Peki ya diğerlerinin şefaatçisi kim olacak? Yapılan bütün bu zulümlerden
sonra sakın kimse ‘peygamber şefaatçi olacak’ demesin. Peygamber, bu kadar hadisi
boşuna söylemedi, Kur’an boşuna inmedi, Ehlibeyt boşuna imam olmadı. Yapılanlar
konusunda hiç kimse için sığınacak bahane bırakılmadı, hüccet herkes için Ehlibeyt
tarafından tamamlandı. Ebu Talip’in tek suçu vardır, o da Aliyel Mürteza’nın, Haydar
El Kerrar’ın babası olmasıdır. Bu kadar saldırıya uğraması da bundandır.
Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber’in emrine rağmen salâvatı
eksik söyleyeceksin. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Benim için şöyle
selam söyleyin: Allah’ım, selamın Muhammed ve Ehlibeytine olsun;
Đbrahim ve Đbrahim’in Ehlibeytine olduğu gibi.” (Buhari, Sahih c:8 s:245)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) altını çize çize “Bana selam göndereceğiniz zaman
Ehlibeytime de selam gönderin; yoksa bu salâvat eksik olur.” buyurmasına rağmen
yazılan kitaplarda, Peygamberimizin adı zikredildiğinde ‘s.a.v.’ yani ‘sallallahü aleyhi
ve sellem’ ifadesinin geçtiğini, ‘va âlihi’ ifadesinin yer almadığını görüyoruz. Eğer ‘va
âlihi’ ifadesi geçecekse bu sefer ‘va eshabihi ecmain’ yani ‘ve tüm sahabelerine’
ifadesini de eklenmiş buluruz. Yani salâvat ya eksik ya da fazla olarak karşımıza
çıkmaktadır. Böyle yapmakla Ehlibeytin özel konumunun içi boşaltılmaktadır. Sadece
Peygamber ve Ehlibeyte has olan şeye herkesin ortak edilmesi masum bir davranış
veya iyi niyetle açıklanamaz. Bunda Ehlibeyti inkâr ve yok sayma vardır. Oysa Hz.
Muhammed (s.a.a.v.), kendisine selam gönderileceği zaman Ehlibeyti ekleyin
demiştir, tüm sahabeleri değil. Çünkü Kur’an’da da açıkça görüldüğü gibi övülen
sahabeler de vardır eleştirilenler de. Hatta bazılarından açıkça münafık olarak söz
edildiği çokça ayet vardır. Bu sahabeleri Peygamberin yanında zikretmek ve selamda
onları Peygamberle eş tutmak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunda ısrarcı olanlara
Allah’ı ve Peygamberi hatırlatarak tekrar ediyoruz ki bu hak, Ehlibeytin hakkıdır. Ve
şurası unutulmamalıdır ki Ehlibeytin hakkı inkâr edilerek Alevi olunmaz.
Evet, bütün bunlardan sonra hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de ayet ve
hadislere rağmen onun velayetini inkâr edeceksin. Tekrar etmekte fayda vardır, böyle
Alevi olunmaz. Alevi olmak daha önce de belirttik; bedel ister, amel ister, laf değil.
Sövgü ve lanetleme karşısında Hucr bin Adiy gibi olabilmek ve Ali’nin yolunda onun
gibi can vermektir Alevilik. Muaviye’nin yardakçıları “Ali’ye (hâşâ) lanet et”
dediklerinde “Vallahi beni parça parça kesseniz de bunu yapmam” diyen ve
asla Ali’ye ihanet etmeyen Sayfi (Sayfi b. Fasil eş- Şeybanî) olabilmektir Alevilik.
Hayatının bağışlanması karşılığında Ali’ye küfretmesi teklif edildiğinde ‘Ne dilerseniz
onu yapın; ama bunu benden asla duyamayacaksınız’ diyen ve bunun üzerine
Muaviye hazretlerinin valisi Ziyad tarafından diri diri toprağa gömülen Abdurrahman
bin Hassan El Anezî’nin imanıdır Alevilik. (Yakubî’nin, Đbn-i Kesir’in, Đbn-i Esir’in tarih
kitaplarında bütün bunlar kayıtlıdır. Ama daha kolay ulaşılabilirliği açısından Doçent
Doktor Ahmet AĞIRAKÇA’nın Emeviler Döneminde Kıyamlar’ adlı eserine bakılabilir.
Bu eserin 32-40 arası sayfalarını okuyan hangi insanın yüreği dağlanmaz ve hangi
Alevi, önderleriyle gurur duymaz ve Hz. Ali’ye layık olma konusunda kendini
sorgulamaz?) Peygamber’in sünneti terk ediliyor diye Muaviye’ye karşı çıktığı için
Halife Osman’ın hışmına uğrayıp ailesiyle birlikte Rebeze Çölüne mahkûm edilen ve
sürgünde can veren Ebuzer gibi olabilmektir Alevilik. Cemel’de, Sıffıyn’de,
Nehrevan’da Ali’nin yolunda ölmektir Alevilik. Ali adının yasaklandığı ve Ali adındaki
çocukların yakalanıp öldürüldüğü zamanlarda inadına Ali adını koymaktır Alevilik. Diri
diri toprağa gömülmek pahasına Emevilerin ve Abbasilerin sapık halifelerine biat
etmemektir Alevilik. Bu biat etmeme yüzünden hem kalemin hem kılıcın hedefi olmak
ve en aşağılık insanın bile atmaya utanacağı iftiralara hedef olmaktır Alevilik. Dinin
yozlaştırıldığı, Allah’ın nurunun söndürülmeye çalışıldığı dönemlerde Đmam Cafer-i
Sadık ve diğer Ehlibeyt imamları gibi canla başla buna karşı koymaktır Alevilik.
Alevilik, bedel ister, laf değil. Hem Ali’yi seveceksin hem düşmanlarını. Olmaz öyle.
Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır bir kere. Bu, ayet ve hadislere ters bir kere.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) buyuruyor: “…Ben Ali’denim, Ali bendendir. Ali’yi
bilen ve seven beni de bilmiş ve sevmiş olur. Ali’ye eziyet eden Fatıma’ya
eziyet etmiş olur. Fatıma’ya eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet
eden ise Allah’a eziyet etmiş olur.” (Kunduzî, Yenabiü’l Mevedde)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) başka bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Sen
dünyada da ulusun, ahirette de. Seni seven beni sevmiş olur, sana
düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur. Senin dostun Allah’ın dostu,
düşmanın da Allah’ın düşmanıdır. Sana düşmanlık edene yazıklar olsun.”
(Hakim, Müstedrek c:3 s:128 / Kunduzî, Yenabiü’l Mevedde s:205 / Seyyid Mümin,
Nuru’l Ebsar s:73)
Mücadele suresinin 22. ayetinde bakın ne buyruluyor: “Allah’a ve ahiret
gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah’a ve Resulüne
başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar
ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsa
dahi.” Şimdi yine sormak gerekiyor, acaba Ehlibeyte yani Peygamber’in tertemiz
soyuna bunca zulmü yapanlar, onları katledenler, camilerde onlara küfredenler
Peygamber’i üzmüş olmuyor mu? Acaba Peygamber, bu yapılanlardan hoşnut mu
kalmıştır? Acaba Peygamber, bütün bunları yapanlara sevgi duyuyor mudur? Aklı
başında olan bir insanın evet diyeceğine hiç kimse ihtimal vermez. Yukarıda ayet ve
hadislerle bunların açıkça Allah ve Peygamberine başkaldırı niteliği taşıdığı belirtilmiş.
Bu davranışlarla Ali’ye, Fatıma’ya, Ehlibeyte eziyet ve zulüm edildiği, dolayısıyla Allah
ve Resulüne de eziyet edildiği açıktır. Allah’a ve Resulüne eziyet edenlerin durumu
Kur’an’da açıkça belirtilmiş: “Allah ve Resulüne eziyet edenler dünyada lanete,
ahrette ise cezaya müstahaktır.” (Ahzab: 55. ayet)
Peki, bu kadar açık ve net olan uyarılara rağmen bunları yapanlara neden sevgi
duyuluyor? Neden onlara ‘radiyallahü anhüm’ yani ‘Allah onlardan razı olsun’ deniyor?
Yukarıdaki ayet bir daha okunsun. ‘Đman eden insanlar, Allah’a ve Resule
başkaldıranlara sevgi duymaz.’ deniyor. Başkaldırıyı geçelim, Peygamber’in tertemiz
soyuna camilerde 1001 ay boyunca sövgüler yapılıyor, Peygamber’in torunları
katlediliyor; buna rağmen bunları yapanlara sevgi beslendiği gibi ‘Allah onlardan
razı olsun’ deniyor. Yoksa hep söylenildiği gibi biz mi yanlış anlıyoruz(!)
Mümtehine suresinin birinci ayetinde yüce Allah, şöyle buyurur: “Ey inananlar!
Benim düşmanım, sizin de düşmanınızdır. Đşte onları sevip dost
edinmeyin.” Hz. Muhammed (s.a.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkça buyurmamış mı
“Ey Ali! Senin dostun Allah’ın dostu, düşmanın da Allah’ın düşmanıdır.”
diye. Đşte bu yüzden Alevilikte Tevella ve Teberra vardır. Tevella Ehlibeytin velayetine
girmek ve onların sevenlerini sevmektir. Teberra ise onların düşmanlarından
uzaklaşmak ve onlardan beri yani münezzeh olmak, uzaklaşmak demektir.
Bunca ayet ve hadise rağmen Ehlibeyte bu yapılanlar Allah’a ve Allah’ın Resulüne
bir baş kaldırı değil mi? Eğer göz kör değilse ve kalplere mühür vurulmamışsa
herkesin buna ‘Evet, başkaldırıdır.’ demesi gerekir. O hâlde yine soruyoruz. Bazı
Müslüman kardeşlerimiz, Ehlibeyte zulüm etmekle Allah’a ve Allah’ın Resulüne
başkaldırmış olanlara ayet ve hadislere rağmen neden sevgi duyuyor ve onlara ‘Allah
onlardan razı olsun’ diyor?
Birisi Hz. Ali’ye gelip “Ben hem seni hem de falancaları seviyorum.” deyince
Hz. Ali şöyle buyurur: “Sen şaşısın. Ya gözün açılacak ya da kör olacaksın
sonunda.” Ehlibeyti dolayısıyla Ali’yi seviyoruz deyip de onlara düşmanlık edenlerden
uzaklaşmayanlar şaşıdır. Hz. Ali’nin dediği gibi böyle durumda olanlar, ya gözleri açılıp
aydınlanacak ya da kör olup karanlığa gömülecekler.
Son sözümüz de Alevi toplumunun içinde yer alan ama yaşantısıyla, davranışıyla,
giyimi ve kuşamıyla Ehlibeyte süs değil de utanç kaynağı olanlara ve uzaktan
yakından alakası olmadığı hâlde kendilerine Alevi diyenlere olacaktır. Alevi olan,
yaşamında Ehlibeyti örnek alır. Ehlibeyt niçin dünyaya gelmiştir, niçin bu kadar eziyet
ve sıkıntıya katlanmıştır? Đnsanlara örnek olmak için değil midir? Ehlibeyt imamları;
insanlara ihtiyaç duyacakları her şeyi açıklamış, göstermişlerdir. En iyi ve en doğru
şekliyle beş vakit namaz kılmış, Ramazan orucunu tutmuş, hac farizasını eda etmiş ve
bu konuda insanlara örnek olmuşlardır. O hâlde bize düşen, Ehlibeyte utanç kaynağı
olmak değil; onlara ibadetimizle, yaşantımızla, amellerimizle süs olmaktır. Đbadetteki
eksikliğin ibadetin kendisi inkâr edilmediği sürece belli bir telafisi ve af yolu vardır.
Ama farz olan ibadetleri inkâr etmek, insanı helak eder. Bakınız Đmam Cafer-i Sadık
(a.s.) gerçek Alevileri nasıl tanımlıyor:
“Adamın biri, Đmam Sadık'ın (a.s) huzuruna gelir. Đmam, ona hangi
kabileden olduğunu sorar. Adam: "Sizin sevenleriniz ve dostlarınızdanım."
der. Đmam, "Allah Teâlâ ancak kendisine veli (dost) olanı sever. Dostu
olana da cenneti vacip kılar. Đmam: "Hangi sevenlerimizdensin?" diye
sorar. Adam susar ve cevap vermez. O sırada Sudeyr Essayrafi, Đmam'a:
"Sizin sevenleriniz kaç kısımdır?" diye sorar. Đmam: "Üç kısımdır" diye
buyurur. "Bir kısmı bizi görünüşte sever; ancak gerçekte bizi sevmezler.”
Đkinci grup ise kalpte gizli olarak bizi sever ama açıkta sevmezler. Üçüncü
grup bizi gizlide ve açıkta sever. Đşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en
üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini
bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü
zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından onlara daha çabuk
ulaşır. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı
imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları
bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teâlâ,
onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı
için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların
sayısı çok azdır. Ama Allah Teâlâ’nın yanında değerleri çok fazladır. Bir
kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler.
En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve
bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize
karşıdır.
Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler.
Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi
gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek
geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur.
Onlar barış ve itaat ehlidirler. "
Đmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve
hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. Đmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de
içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle
tanınırlar" buyurdu.
Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, Đmam şöyle buyurdu:
"O belirtiler can dostlarımızın sıfatlardır. Đlki, onlar tevhit bilgilerini
gerektiği gibi bilenlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini,
şartlarını ve tevilini bilmişlerdir." (Tuhafül ukul Bin Şabet El Harrani)
NUHUN GEMĐSĐ’NDE EHLĐBEYT
Maruf AY
Alevi kardeşlerimin Ehlibeyt’in Allah katındaki yerini ve önemini idrak etmeleri
bakımından bu yazının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçekten Ehlibeyt yolu,
kurtuluş ve selamet yoludur. Özellikle Alevi genç kardeşlerimizin bu yazıyı okuduktan
sonra Alevilik öğretisine daha da sıkıca sarılmalarını diliyorum. Yüce Allah’ın bizlere
nasip ettiği bu kurtuluş yolu, Hz. Ali’ye, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.a.v.)
Efendimize ve Ehlibeyte bütün kalbimizle canı gönülden olan bağlılığımız ve
ikrarımızdan başka bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed
(s.a.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurur: “Ben sizlere iki değerli emanet
bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve benim itretim olan Ehlibeytim. Bu ikisi
Kevser Havuzu’nda bana tekrar ulaşıncaya kadar asla birbirinden
ayrılmazlar. Acaba benden sonra onlara nasıl davranacaksınız?” (Ahmet Bin
Hanbel, Müsned c:3 s:14/Tirmizî, Sünen c:5 s:620 /Nisaî, Hasais s:30) Başka bir
hadiste de şöyle buyurur: “Benim Ehlibeytim, sizler için Nuh’un Gemisi gibidir.
Kim bu gemiye binerse kurtulur, kim bu gemiden uzaklaşırsa helak (yok)
olur.” (Hakim, El Müstedrek c:3 s:343 / Mecmaü’l Zevaid, c:9 s:168) / Yenabiü’l
Mevedde s:31 / Kenzü’l Evliya c:4 s:306 ve daha birçok eser)
Sevgili Alevi kardeşlerim, tabi ki bu Ehlibeyt sevgisi ve Ehlibeyte bağlılık sadece
dille olmaz. Bu bağlılık yürekten ve bütün vecibeleriyle olmalıdır. Allah hepimizi
Kur’an-ı Kerim’e bağlı ve Ehlibeytin gerçek sevenlerinden eylesin ve bizi bu yoldan
ayırmasın.
Aşağıdaki bölüm, Şeyh Nasrettin ESKĐOCAK’ın Can Yayınları arasından çıkmış olan ‘Đlk
Alevi Kimdir?’ adlı eserinden alınmıştır.
“1951 yılında Sovyetler Birliği’nden eski eserler uzmanları Cudi Dağı’nın Kaf
vadisinde araştırma yaparken eski ve çürümüş tahta parçalarına rastlamışlar. Bu
parçaların bulunması, araştırmaların daha geniş yürütülmesini sağlamıştır. Böylece
daha çok eski parçalara rastlanmasına sebep olmuştur. Bulmuş oldukları bu parçaların
arasında 14 ikde uzunluğunda ve 10 ikde genişliğinde hiç değişmeyen ve çürümemiş
bir tahtanın bulunması araştırmacıları dehşete düşürmüştür. Çünkü bulunan bütün
tahta parçalarından yalnız bu tahta parçası hiç çürümeden sağlam bir vaziyette
kalmıştır. 1952 senesinde araştırmacılar buradaki araştırmalarını bitirdikten sonra
buldukları tahta parçalarının ve sağlam kalmış tahta levhanın Hz. Nuh’un gemisine ait
olduğunu saptamışlardır.
1953’ te Sovyetler Birliği eski diller uzmanlarından 7 kişilik bir heyet kurulmuştur.
Bunlar:
1-Sulenav: Moskova Fakültesi Eski Diller Uzmanı
2-Đfe Han Hunyu: Çin Lukuhan Fakültesinin Eski Diller Uzmanı
3-Mişatin lu : Eski Eserler Müdürü
4-Fen Mul Karf: Kifanza Fakültesi Eski Diller Uzmanı
5-Dirakn: Lenin Üniversitesi Eski Eserler Uzmanı
6-Eym Đhmad Külad: Keşif ve Araştırmalar Müdürü
7-Micar Kültüf: Stalin Fakültesi Başkanı
Adları geçen eski dil ve eserler uzmanlarından kurulan bu heyet, sözü edilen
levha üzerinde 8 ay süren bir inceleme yapmışlardır. Neticede Bu levhanın Hz. Nuh’un
gemisine ait olduğu, Hz. Nuh’un bu levhayı, levha üzerine yazılan adlar bereketinde
koruyucu olarak gemisinde bırakmış olduğu öğrenilmiştir.
Bu heyetin levha üzerinde yapmış olduğu incelemelerden sonra üzerindeki yazının
“Samani” dili ile yazıldığı belirlenmiştir. Bu yazıyı Manchester Üniversitesinden Eski
Diller Uzmanı Đyf Maks Đngilizceye çevirmiştir. Yazının Đngilizce ve Türkçe karşılığı
şöyledir:
-O My God my helper: Ey Allah’ım ve yardımcım
-Keep my hands with meray and for those hol people: Rahmetin ve keremin
hakkı için ve bu mukaddes insanlar hürmeti için bana yardım et:
-Muhamed: Muhammed
-Alia: Đliya: Ali
-Shabber: Şubbar: Hasan
-Shabbir: Şubeyr: Hüseyn
-Fatma: Fatıma: Fatıma
They are all biggest and honourables: Bunların hepsi muazzam ve mükerrem
kişilerdir.
They World established for them: Âlem bunlar için kaimdir.
-Help me by their name: Onların adına bana yardım et.
You can reform to rights: Doğru yola yöneltebilecek yalnız sensin.
Adları geçen eski dil uzmanları, söz ettiğimiz bu levha üzerindeki adlar karşısında
büyük bir dehşete kapılmışlardır. Neden kapılmasınlar ki? Levha 5 bin seneden beri
nasıl bu vaziyette kalır ve nasıl Hz. Nuh Aleyhisselam bu uzun süreden önce
Ehlibeytin adlarını gemisinde bereket ve koruyuculuk sembolü olarak yazar ve
hürmetlerinin hakkı için Allah’tan
yardım ister?
Evet, Ehlibeyte ait bu mucizeyi destekleyecek bir hadisi şerif mevcuttur. Hz.
Muhammed “Biz olmasaydık Nuh’un gemisi yürümeyecekti.” diye
buyurmuştur.
Bu olay 1985’te Irak Necef el Eşraf dergisinde, Pakistan’ın Lahur- Maarif
Yayınevinin yayınlarından Đliya adlı kitapta yer almıştır. Levha Moskova’nın eski
eserler müzesindedir. Önceleri bu olay garip görünebilir; ama aslında garip değildir.
Çünkü Hz. Muhammed’e şöyle hitap edilmişti: “Levleke me hulikatil eflek” (Sen
olmasaydın felekler yaratılmayacaktı.) Evet, âlemlere rahmet gönderilen Hz.
Muhammed’in (s.a.a.v.) hakkı için felekler yaratılır, Nuh’un gemisi yürür ve selamete
erişir. Hz. Muhammed’in Ehlibeyti de aynı keramete sahiptir.”
Nuh Aleyhisselam, Ehlibeyt ile Allah’a tevessül etmiştir. Bulunan gemi tahtaları şu an
Rusya’nın Moskova kentinde Eski Eserler Müzesinde mevcut. Đşte olayın kanıtları:
1- Đliya Kitabı, Rakam: 42 Dar'ül Mearif'ül Đslamiyye, Lahur Pakistan Bas.
2- Dr. Salahattin el-Hüseyni "Sebil'ül Müstabsirin iles Sırat'ul Müstakim ve Sefinet'ün
Nacin" S.264-266
3- Hakim Seyyid Mahmud Keylani "Đliya Merkez Necat Edyan'ül Alem"
4- Weekly Mirror dergisi, Đngiltere 1953 yılı, 28. Sayı
5- Britania Star, Yıl: 1954 Đngiltere
6- Sunlight, Dergisi Mancester 23. Sayı 1954 yılı.
7- Weekly Mirror, Londra 1 Şubat 1945 Sayısı.
8- El-Hüda Dergisi- Kahire Mısır 3 Mart 1954 Sayısı.
EBU ZERR EL GIFARî ( ……./ H: 31 M:651-652)
Đzzettin USLU
Đlk Müslümanlardandır. Đslam tarihi incelendiğinde bütün olaylarda her zaman Hz. Ali
ve Peygamber Efendimizin yanında yer almış, yaşadığı hayat tarzıyla adeta bir mümin
Müslümanın nasıl olması gerektiğini göstermiş büyük sahabedir.
Ebu Zerr, Ben-i Gifar kabilesine mensup olup doğum tarihi tam olarak
bilinmemektedir. Hicrî 31 (M. 651/652) yılında 3. halife Osman’ın sürgüne gönderdiği
yer olan er-Rebeze'de vefat etmiştir.
Ebû Zerr’in ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı
eserlerde isminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b.
Kavs b. Bevaz olarak zikredilmektedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays
b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması
muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür. (Ibnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, Vl,
99-101)
Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi, Ebu Zerr'dir. Đslam tarihinde isminden ziyade bu
künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-Đslâm'dır. Bu lâkabı
ona Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bizzat vermiştir. Onun hayatı incelendiğinde kendisinin
daha Peygamber Efendimizle tanışmadan önce ilahî doğru yolu bulduğunu ve
kendisine has bir yöntemle Allah’a ibadet ettiğini görüyoruz. Kabilesi, Arap cahiliye
devrinde putperest bir kabiledir. Ama Ebu Zerr o zamanlarda bile kabilesini doğru
yola sevketmeye uğraşmıştır. Müslüman olduktan sonra da kabilesinden birçok kişiyi
Đslam dinine davet etmiş ve onların Müslüman olmalarını sağlamıştır. Ebu Zerr, Đslam
daha duyulmadan hakkın davetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük
sahabelerden biridir.
Ebu Zerr’in hayatı ve kişiliği incelendiğinde diğer büyük gerçek sahabe ve ilk
Alevilerden olan Selman El Farisî, Mikdad Bin El Esved El Kindi, Abdullah Bin Revahat
El Ansarî’nin hayatları ve kişilikleri ile büyük bir benzerlik içinde olduğu görülür. Onun
yaşayış tarzı halis bir Ehlibeyt taraftarı ve Alevi yaşayışıdır. Ebu Zerr’in
hayatı ve kişiliğinin önemi yanı sıra bizim için önemli olan onun ilk büyük
Alevilerden olduğunu rahatlıkla söyleyebilmemizdir. Đslam tarihi kaynaklarına
bakıldığında Ebu Zerr, hem Şii hem Sünni tarihçilerince çok saygın bir kişilik olarak
kabul edilmiştir. Yalnız dikkat çekici çok önemli bir nokta vardır ki o da Sünni
tarihçilerin kaynaklarında bile Ebu Zerr’in, tam bir bağlılıkla Hz. Ali ve Ehlibeyt
taraftarı olduğunun açıkça zikredilmesidir. Bu bize Ebu Zerr’in ilk büyük Alevilerden
olduğunu açıkça göstermektedir. Ebu Zerr’in hayatını ve Đslam tarihindeki yerini
birkaç sayfa ile anlatmanın mümkün olmadığını söylemek çok doğru olacaktır.
Đslamiyetten önceki hayatını mı, kabilesini terk ederek çölleri aşıp Peygamber
Efendimizle tanışıp Müslüman oluşunu mu, ölünceye kadar her vakada Peygamber
Efendimizin ve Hz.Ali’nin yanında oluşunu mu, hayatı ve birçok şey pahasına doğruları
söylemekten çekinmeyişini mi, katıldığı savaşları mı, Peygamber Efendimizin
sünnetinden ayrılıp halkı kötü idare eden idarecileri (ilk üç halife dâhil) hayatı
pahasına eleştirmesi ve bu yoldaki mücadelesini mi, Peygamber Efendimizden sonra
sosyal adaletin sağlanması için yaptığı mücadelesini mi anlatalım. Gerçekten Ebu
Zerr, Đslam dinine katkıları, yaşayış tarzı, yiğitliği, cesareti, doğruyu söylemekten ve
savunmaktan hiçbir zaman çekinmemesi, yoksulların yanında yer alması, hayatı
pahasına karşı ilk üç halife zamanındaki haksız uygulamalara karşı gelişi,
Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan bütün savaşlara katılması, haksızlıklara
karşı yaptığı mücadele yüzünden bütün ömrünü sefalet içinde geçirmesi bakımından
kesinlikle her Alevinin başına taç edeceği ve örnek alacağı, yeri doldurulamaz bir
şahsiyettir. Ne mutlu Ehlibeyt taraftarlarına ki ona fazlasıyla sahip çıkmış ve gereği
gibi onu yüceltmişlerdir.
Ebu Zerr hazretlerinin Đslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır.
Bir gün, Gifâroğulları kabilesine mensup bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine
döndüğünde doğru Ebu Zerr'e gider ve Mekke'de bir zatın zuhur edip kendisinin
peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine davet ettiğini ve Cenab-ı
Hakk’ın vahdaniyeti hakkında halka talimatta bulunduğunu haber verir. Kabiledaşının
vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebu Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten
sonra: "Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu zat, iyilikleri öğrenmeleri ve
kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır." dedi.
Ebu Zerr, Peygamber Efendimiz ile tanışmak ve Müslüman olmak için yola koyulur.
Mekke’ye vardığında Hz. Ali ile karşılaşır. Hz. Ali bu zatın halis bir mümin olduğunu
anlar ve kendisini Peygamber Efendimize götürür. Ebu Zerr, Hz. Muhammed’i görür
görmez Müslüman olur ve o andan sonra ne pahasına olursa olsun Hz. Muhammed’in
yanında kalır ve her meselede onunla beraber olur. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle
buyurur: “Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, onların
yüzünden yardıma mazhar olur, onların yüzünden yağmur yağar: Selman-ı Farisî,
Mikdat, Ebu Zerr, Ammar ve Huzeyfe onlardandır. Ben de imamıyım onların; onlar,
Fatıma’ya namaz kılanlardır.”
Đslam tarihçileri, birçok sosyolog ve sosyal bilimci, Ebu Zerr’i aynı zamanda büyük
sosyalist, sosyal adaletçi, eşitlikçi ve devrimci kişiliği ile de dile getirmişlerdir.
Gerçekten de hayatı boyunca yaptığı mücadele bunu açıkça göstermektedir. Osman’ın
halifeliği zamanında Suriye’de Şam valisi olan Muaviye Đslami yaşama yakışmayan
zevk ve sefa içinde yaşamakta, halktan topladığı paralarla gereksiz lüks yaşam
sürmekte ve saraylar yaptırmakta idi. Zaten Muaviye’nin bu tutumu Müslümanlar
tarafından da hoş karşılanmamaktaydı. Ama halkın üzerinde büyük bir baskı ve zulüm
olduğundan halktan kimse bu haksız ve Đslama tamamen aykırı uygulamalara karşı
çıkamıyordu. Ebu zer bunlara şahit olmak için bizzat Suriye’ye Muaviye’nin yanına
gider ve gerçekleri görür. Ebu Zerr ile Muaviye arasında şu diyalog geçer:
“Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır, eğer halkın parasıyla
yapıyorsan ihanettir!”
Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için
düşünüp duruyordu. Bir gün Ebuzer’i evine davet eder. Haddinden fazla saygı ve
iltifatta bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun
değiştirmeyince işi tehdide vardırır:
“Ey Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabesini öldürecek
olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin almalıyım, bu iş
benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt tabakadaki insanları bize karşı
ayaklandırıyorsun.” demiştir.
Ebu Zerr de “Allah Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum
olmaz.” diye cevap verir. Aşağıda anlatacağımız olay Hz. Ebu Zerr’in bir mümine
yakışan sade yaşantısını ve ilk üç halife zamanında yapılan usulsüz ve Peygamber
efendimizin tavsiyelerine, sünnetine uymayan harcamaları eleştirmesi ile ilgili olup,
Ebu Zerr’in bu onurlu direnişi onu Rebeze’ye sürgüne gönderilmesine sebep olmuştur.
Osman devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen
bölgelerin gelenekleri de Đslam'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak,
emirler sadelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar,
köşkler, konaklar inşa edilmeye, hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye
başlanmıştı. Resulullah'ın devrinin sadeliği unutulmuştu. Bu sadeliği unutmayanlardan
birisi de Ebu Zerr idi. O, sade yaşayışını sürdürmekte ısrar ediyordu. Onda mal ve
servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları
yapıyor; bu durumun onlara kötülükten başka bir şey vermeyeceğini, bir gün bunların
hesabının sorulacağını söylüyordu. Ve sık sık delil olarak: "Altın ve gümüş depo edip
Allah yolunda harcamayanlara elim azabı müjdele..." mealindeki ayeti okuyordu.
Muaviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüzden Şam'da fesat
çıkardığı iddiasıyla Ebu Zerr, Osman’a şikâyet edilir. Bunun üzerine 3. Halife Osman,
Muaviye’ye bir mektup yazar. Bundan Sonrasını Abdülbaki GÖLPINARLI’nın Sosyal
Açıdan Đslam Tarihi adlı eserinden aktaralım: “Mektup gelir gelmez Ebu Zerr’i sert bir
deveye bindirip sert bir adamla Medine’ye göndermesini, devenin gece gündüz
sürülmesini, her şeyi unutup kendi derdine düşmesi için yolda Ebu Zerr’i
uyutmamalarını, hiçbir yerde konaklatılmamasını emreder. Ebu Zerr, hamutsuz bir
deveye bindirilip Medine’ye yollandı. Yolda baldırları çürümüştü. Medine’ye varınca
Hz. Osman’ın yanına götürüldü. Hz. Osman ona pek sert bir muamelede bulundu,
yalancılıkla töhmetledi. Onu savunmak isteyen Ali’ye de kötü sözler söyledi. Sonunda
Medine’den çıkıp Rebeze’ye gitmesini söyledi ve onu hiç kimsenin uğurlamamasını
emretti. Mervan’ı yanına katıp gönderdi. Ebu Zerr ihtiyardı; saçı, başı ağarmıştı.
Kendisini Hz. Ali, Abbas oğlu Abdullah, Đmam Hasan ve Hüseyin’le Ammar bin Yaser
uğurladılar. Hz. Ali: “Ey Ebu Zerr” dedi. “Sen Allah için kızdın; onun için öfkelendin,
ecrini(sevabını) ondan um. Bu toplum, dünyaları için senden korktu; sense dinin için
korktun. ….Pek yakında bilir anlarsın kim kâr etmiş, kim daha fazla hasede düşmüş…”
Evet, sevgili kardeşlerim, Peygamber Efendimizin kendisi için “Ebu Zerr kadar doğru
söz söyleyen yoktur.” dediği çok büyük bir sahabesi olan Ebu Zerr, 3. Halife Osman
tarafından Rebeze’ye sürgüne gönderilmiş ve orada sefalet içinde hayatının geri kalan
kısmını ölünceye kadar sürgünde geçirmiştir. Ebu Zerr de Ehlibeyt taraftarlığı ve
haksızlıklara karşı mücadelesi yüzünden eziyete uğratılmış ve sefil bırakılmıştır. (Asım
KÖKSAL, Đslam Tarihi Mekke devri.) Ali Şeraiti, ‘Bir daha Ebu Zerr’ adlı eserinde de bu
olayın tamamen insafsızca bir sürgün olayı olduğunu zikreder. Hatta Ebu Zerr’i, Hz.
Ali ve birkaç Ehlibeyt ferdi uğurlamıştır.
Ebu Zerr’in hayatında bu ve buna benzer olaylar çoktur. Bu anlattığımız birkaç örnek
bile onun zamanında Hz. Ali ve Ehlibeyt taraflarına yapılan zulmü gözler önüne
sermektedir.
Ebu Zerr’in gerçek bir Ehlibeyt taraftarı olduğunu daha önce söylemiştik. Aşağıda
belirtilen kaynaklardaki anlatımlar bunu açıkça göstermektedir. Hz. Muhammed’in
(s.a.a.v.) döneminden kalma en önemli iki kaynak, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i
şeriflerdir. Hz. Muhammed’in hayatında Hz. Ali’ye Kur’an’ın asıl metni ve iniş sebebi
imla edilmişti. (Ebu Ferec Muhammed bin Ebi Ya’kub el-Verrak en-Nedim (ö.380/959)
“El-Fehrest”kitabında; Bu habere yakın Đbn Sa’d (ö.230/809) “Tabakaat el-Kubra” adlı
kitabında; Ahmed bin Abdillah Ebu Nu’aym el-Đsfehaniy (ö.430/1009) “Hilyet’ulEvliya” adlı kitabında; Suleym bin Kays el-Hilaliy (ö.76/655) “Kitabu Suleym” adlı
kitabında...)
Şia’nın ve Sünni’lerin muteber kitaplarındaki haberlere göre, Hz. Ali’nin kitap haline
getirdiği bu iki ana kaynak, halife olan Ebu Bekir Đbnü Ebi Kuhafe ve yardımcısı ‘Ömer
ibin Hattab tarafından reddedilmişti. (Suleym bin Kays el-Hilali “Kitabu Suleym”;
Ahmed bin Ebi Ya’kub el-Ya’kubi (ö.284/863) “Tarih” adlı kitabında; Đbin Ceziy
(ö.741/1320) “El-Tshiyl ila ‘Ulum el-Tenzil”; Celaluddin Abdurrahman bin Kemaleddin
es-Suyuti (ö.911/1490) “El-Đttikaan fi ‘Ulum el-Kuraan”; Ebul-Feth Muhammed bin
Ebil-Kaasem eş-Şehristaaniy (ö.548/879) “Tefsir” kitabının mukaddemesinde...)
Bu iki ana kaynak Aleviliğin temel inancını ihtiva etmekteydi. Hz. Ali bu iki ana
kaynağı en yakın çevresine, Hz. Selman-ı Farisî, Hz. Ebu Zerr el-Gıfarî, Hz. Mikdad bin
Esved el-Kındî, Ammar bin Yaser gibi seçkin ilk Alevilere öğretmişti.
Tarih kitaplarında aktarıldığı gibi, bu iki ana kaynağın içindeki gerçekleri, hayatını feda
etme pahasına da olsa Hz. Ebu Zerr, insanlara yaymaya çalışmıştı. Bu ilk Aleviler
Ehlibeytin hakkını iki ana kaynak olan Kur’an’a ve doğru hadislere dayanarak
kanıtlamak için zorlu bir mücadele etmişlerdir.
Hz. Peygamber Efendimizin, Ebu Zerr hakkında övücü sözleri vardır: "Yeryüzünde,
Ebu Zerr'den daha doğru sözlü birisi yoktur.", " Kıyamet gününde yeri bana en yakın
olanınız, dünyadan benim bıraktığım gibi çıkanınızdır." Ebu Zerr bu hadisi naklettikten
sonra şöyle demiştir: "Vallahi benden başka hepiniz, bu dünyaya bir tarafından
bulaştınız!" Peygamberimiz onun zühdünü (dünya nimetlerinden uzak yaşamasını) Hz.
Đsa'nın zühdüne benzetmiştir. O, bu zâhidâne hayatını ömrünün sonuna kadar
sürdürmüş ve Müslümanlar zenginleştikten ve hazineden aldıkları maaş ile daha
müreffeh yaşar hâle geldikten sonra da şöyle demiştir: "Vallahi benim, Resulullah
zamanındaki günlük geçimliğim (dört çift avuç) hurma idi, bugün de onu arttıracak
değilim.( Đbn Abdilber, Đstî'âb, C. I, s. 214; C. IV, s. 62; Đbn Hacer, Đsâbe, C. IV, s.
63; Hacevî, age., C. I, s. 193. 87. Reşîd Rızâ, Tefsîr, C. X, s. 405 vd.)
Đslam tarihindeki yeri asla doldurulamayacak olan Ebu Zerr, Müslüman olduktan
sonraki hayatının hemen hemen tamamını Osman tarafından Rebeze’ye sürgüne
gönderilinceye kadar Peygamber Efendimiz ve Hz. Ali’nin yanında Đslamı yaymak için
mücadele ile geçirmiştir. Osman tarafından Rebeze’ye sürgüne gönderildikten sonra
çok çileli ve sefil bir hayat yaşamış ve orada Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Öldüğünde sırtında yırtık bir elbiseden başka bir şey yoktu. Ölmeden önceki son
günlerinde kızına üzülmemesini, Mekke tarafından bir kafile gelmedikçe ölmeyeceğini,
zira bu kafile ile gelen bir gencin kendisine kefen getireceğini anlatıp arada sırada
kızına "Bak bakalım, ufukta toz bulutu görüyor musun?" diyordu.
Hicrî 31 (M. 651-652) yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan
kısa bir süre sonra Hz. Ebu Zerr, dâr-i bekâ'ya göçtü. Ensardan bir genç (Malik Eşter)
gelip onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti. (Hayreddin
Zirikli, el-A'lâm, II, 140).
Yaşantısı imanı ve kişiliği bütün Đslam âlemine bir ışık olan Ebu Zerr’in hepimize
büyük örnek olması dileği ile Allah’ın rahmeti hepimizin üzerinde olsun.
KIYAMET SAATĐ
Ali Hasan ZUBAROĞLU
Ahiret gününe inanmak, imanın şartlarından biri olmakla beraber sadece Đslam’ın
değil tüm ilahi dinlerin ortak inançlarından biridir. Sünnilikte ahiret inancı olmakla
birlikte Mehdilik inancı onlarda tartışmalıdır. Biz Alevîler ise hiç şüphesiz on ikinci
imamımız Hz. Mehdi’nin zuhurundan sonra kıyametin kopacağına inanırız. Peki, zuhur
ne zamandır? Bu bilinmezliğin hikmeti nedir?
Önce bizdeki Mehdilik inancını ele alalım. Biz, bu inancı sahih hadisler ve ayetlere
dayandırıyoruz. Kuran-ı Kerim’de Yüce yaratan şöyle buyuruyor: “Allah sizlerden
iman edip salih ameller işleyenlere kendilerini yeryüzüne varis yapacağına
dair söz verdi.”i[i] Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: “Zikirii[ii]’den sonra
Zebur’da da yazdık ki, salih kullarım yeryüzüne varis olacaklardır.”iii[iii] Bu
ayetlerden de anlaşıldığı üzere Hz. Mehdi’nin zuhur edeceği, yeryüzünü kâfirlerden
temizleyip hak ve adaletle dolduracağı ve müminlerin yeryüzünün tek varisleri olacağı
müjdesi Đslamiyet’ten önceki diğer ümmetlere de verilmiştir. Kaldı ki bu inanç,
insandaki fıtri duygulardan da biridir. Büyük müfessir allâme Tabatabai, Tefsir-el
Mizan’da bu konuyu açıklarken özetle şöyle der: “Đnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığı
andan itibaren mutluluk ve saadetle iç içe olan bir toplumsal hayatın ümidini hep
kalbinde taşımıştır ve bu ümidine ulaşmak için çaba harcamıştır. Eğer böyle bir ümit
gerçekleşmeyecek olsaydı, insanın böyle bir ümit taşıması mümkün olmazdı. Eğer
yiyecek yaratılmasaydı, insana açlık duygusu da verilmezdi, eğer su olmasaydı,
insanda susama duygusu da olmazdı; eğer ona bir eş yaratılmasaydı, cinsel duygu da
verilmezdi. Đşte bu yüzden dünyada öyle bir zaman gelecek ki, insanlık toplumu
adalet ve eşitlikle dolacak, fertler barış ve sefa içinde yaşayacak, toplum fazilet ve
kemalle dolacaktır. Yeryüzünü adaletle dolduracak bir şahsa olan inanç, Đslam’a özgü
bir inanç değildir. Kuran-ı Kerim’de de bildirildiği üzere, diğer ilahî dinlerde de bu
müjde yer almıştır. Ve hatta bu inanç insanın fıtratından kaynaklandığı için bütün
insan topluluklarında hatta putperestlerde bile vardır.”iv[iv]
Cabir b. Abdullah-el Ensari’den nakledilen hadiste Hz Resulullah (SAA) şöyle
buyuruyor: “ Mehdi benim evlatlarımdandır. Onun ismi benim ismimdirv[v],
künyesi de benim künyemdir, ahlak ve yaratılış olarak da insanların en çok
bana benzeyenidir. O gaybete çekilecek ve o dönemde halk şaşkınlık içinde
kalacak, ümmetler sapıklığa düşecektir. Sonra Mehdi, parlak bir yıldız gibi
ortaya çıkacak, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve
eşitlikle dolduracaktır. ”vi[vi] Ebu Said Hudri’den rivayet edilen diğer bir hadiste ise
Hz. Resulullah (SAA) şöyle buyuruyor: “ Yeryüzü, zulüm ve haksızlıkla
dolmadıkça kıyamet kopmaz. ” Sonra buyuruyor ki: “ Benim itretimden
(ehlibeyt’imden) bir adam zuhur edecek, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla
dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. ”vii[vii]
Yunus b. Abdurrahman’dan naklen; Hz. Musa b. Caferviii[viii] (AS)’ın huzuruna
çıkarak “Ey Resulullah’ın oğlu! Hak üzere kıyam edecek olan Kaim sen misin?” diye
sordum. Bana şöyle buyurdu : “Hak üzere kıyam eden benim. Ama yeryüzünü
Allah’ın düşmanlarından temizleyecek, onu zulümle dolduğu gibi adaletle
dolduracak olan Kaim, benim evlatlarımın beşincisidir. Gaybeti o kadar
uzayacak ki bazı kavimler onun hakkında irtidata düşecek, bazıları ise ona
bağlı kalacaklardır. Bizim Kaim’imizin gaybetinde bizim sevgimize sarılan,
velayetimize bağlı kalan ve düşmanlarımızdan uzaklaşan Şiilerimize ne
mutlu! Onlar bizdendir, biz de onlardanız. Bizlerden Đmamları olarak
razıdırlar. Biz de onlardan Şiilerimiz olarak razıyız. Ne mutlu onlara! Allah’a
andolsun ki onlar, kıyamet günü bizimle beraber olacaklardır.”ix[ix]
Hadislere baktığımız zaman Hz. Mehdi’nin zuhuru açık bir şekilde dile getirilirken
ne zaman olacağına yönelik hiçbir bilgi yoktur. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyruluyor :
“(Ey Muhammed!) Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.
Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede? Onun bilgisi sadece Rabbine
aittir. Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarırsın.”x[x] Başka bir ayette ise :
"(Ey Muhammed!) Đnsanlar senden kıyametin zamanını soruyorlar. De ki:
"Onun bilgisi Allah katındadır, ne bilirsin, belki de zaman yakındır."xi[xi] Bu
ayetlerde de gördüğümüz gibi kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi, Yüce
Allah'ın sırf kendisine özgü kıldığı ve aralarında peygamberler de olmak üzere
kullarından hiçbirinin bilmesini istemediği gaybın kapsamındadır. Sadece kendi
tekelindedir.
Şeyh Hüseyin bin Hamden-el Hasibi’nin büyük eseri Hidayetil Kübra’da bu
konuyla ilgili bizzat kendisinin rivayet ettiği hadiste diyor ki; Muhammed bin Đsmail ve
Ali bin Abdullah-el Husniyen’den duydum, Onlar da Ebi Şuayb Muhammed bin
Nusayr’dan, O da Đbn-el Fırat’tan, O da Muhammed bin Mufaddal’dan naklen:
Muhammed bin Mufaddal diyor ki; Đmam Cafer-i Sadık’a (A.S) Mehdinin ne zaman
zuhur edeceğini sordum. Bana “Hâşâ! Ne biz, ne bizim Şiilerimiz ne zaman
zuhur edeceğine yönelik hiçbir şey söyleyemeyiz.” dedi. Peki, niye, diye
sordum. Bana: “ Çünkü bu Kuran-ı Kerim’de açıklandığı üzere Allah’ın sadece
kendi tekeline aldığı bir bilgidir.” dedi ve sonra “Sana kıyamet anı hakkında
sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin
tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan odur.
Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın
gelecektir. Sanki sen bu konuyu biliyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar.
De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği
bilmezler.xii[xii]”, “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın
katındadır.”xiii[xiii] Burada da yüce Allah bu ilmin kimseyle paylaşmaksızın
sadece kendisinde olduğunu söylüyor” dedi.
Sonra da “Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır! Kıyamete
inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. Đnananlar ise ondan
korkarlar ve onun hak olduğunu bilirler. Đyi bilin ki kıyamet saati hakkında
tartışanlar, derin bir sapıklık içindedirler.xiv[xiv]”ayetlerini okudu. Ayette geçen
‘yumarun’ (tartışanlar) kelimesinin ne anlama geldiğini sordum. Bana “O ne zaman
doğdu, onu kim gördü, o şimdi nerede, ne zaman gelecek.’ diye
soranlardır.” dedi. “Tüm bunlar Allah’ın emrini aceleye getirmek ve onun
yaptıklarından ve kudretinden şikâyet etmek içindir: Şüphesiz bunlardır
dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlar.”
Ona, “Ey mevlam onun zuhuru ile ilgili hiçbir vakit verilemez mi?”diye sordum.
Bana “Hayır, hiçbir vakit verilemez. Mehdimize vakit tayin eden, Allah’a
ilminde ortak olduğunu ve Allah’ın Mehdi’yi kendi iradesiyle göndereceğini
iddia etmiş demektir. ” dedi.xv[xv]
Hz. Cafer-i Sadık (AS) başka bir hadisinde: “Birisi bizden Mehdi’nin zuhuru
ile ilgili tarih verdiğimizi iddia ederse onu yalanlamaktan hiç çekinmeyin.
Biz asla tarih vermeyiz.”xvi[xvi] diye buyuruyor. Başka bir hadisinde ise: “Kim
Mehdi’nin zuhuru için bir vakit verirse yalan söylemiştir. Biz ehlibeyt asla
bu konuda vakit vermeyiz.”xvii[xvii]
Bu ayet ve hadislerde de açıklandığı gibi Hz. Mehdi’nin ne zaman zuhur edeceğini
Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Peygamberlerin bile bilmekten aciz olduğu bir
bilgiyi bildiğini iddia eden, çok açık bir şekilde yalancıdır. Ancak; kıyamet
alametlerinin ortaya çıktığı Hz. Mehdi’nin de zuhurunun yaklaştığı söylenebilir.
Bu takdirin hikmetini sadece yüce Allah bilir. Biz aciz kullar olarak bunun ancak
bir kısmını anlayabiliriz. Buna göre yüce Allah, kulları sürekli ahireti hatırlasınlar,
ondan sakınsınlar ve ansızın gelip çatmasına karşı hazırlıklı olsunlar diye bunun ilmini
kendi tekeline almıştır. Kıyametin her an kopabileceği inancı kişiyi sürekli teyakkuzda
tutar ve hala fırsatı varken rabbinin kendisinden razı olacağı hayırlı amellere
yönlendirir. Hz. Ali’nin (AS) buyurduğu gibi “Ahirete yakini olan, azığını
çoğaltır.”xviii[xviii] Kıyametin kopacağının farkında olmayan ve her an onunla
karşılaşma bilincinin verdiği uyanıklıktan yoksun bulunanlara gelince; onlar ancak
kendilerini aldatırlar. Oysa ayet ve hadislerde her şey çok açık bir şekilde
açıklanmıştır. Yüce Allah, kıyameti gece ve gündüz her an kopma ihtimali bulunan bir
gayb olarak gizlemiştir.
NEDEN HAZRET-Đ ALĐ?
Ahmet Davut ŞANLI
Đslam ümmetinde oluşan ihtilaf yoktur ki, bu ihtilafın çözümü Müslümanların
şefaatçisi Hatemü’l Enbiya (son peygamber) Hz. Muhammed (s.a.a.v) tarafından
gösterilmiş olmasın. Peygamber Efendimiz, her fırsatta kendisinden sonra ümmetinin
karşılaşacağı fitneleri haber vermiş ve bu fitneler karşısında ümmetinin nasıl bir yol
izlemesi gerektiğini özellikle ve defalarca vurgulamıştır:
“Yakın bir zamanda bir fitne (karışıklık) meydana geldiğinde herkes
Allah’ın kitabına sığınıp Ali Bin Ebi Talip’in eteğine sarılsın.” (Ebu Nuaym,
Hilyetü’l Evliya / Ensabu’l Eşraş, c:1 s:118 / Tarih-i Dımeşk c:1 s:89)
Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.a.v.) kendisinden sonra meydana gelecek
olayları ilahî bir hikmetle önceden görmüş ve ümmetini bu konuda uyarıp oluşacak
fitneler karşısında tutmaları gereken yolu onlara göstermiştir ki bu yol, sıratu’l
müstakim (dosdoğru olan yol) olan Ehlibeytin yoludur. Bu yol, Hz. Ali’nin yoludur.
Burada çok önemli bir konu vardır. Acaba Hz. Muhammed (s.a.a.v.) Müslümanlara
neden başkasını değil de bu yolu takip etmelerini özellikle emretmiştir? Bunun
cevabını bizzat Hz. Muhammed veriyor:
Çünkü hak ve Ali asla birbirlerinden ayrılmaz.
“Ali hak iledir, hak da Ali ile.” (Hatip El Bağdadî, Tarih-i Bağdat c:14 s:321 /
Đbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk c:3 s:119 / Ali El Hindî, Kenzu’l Ummal c:5 s:30)
Hz. Ali, müminlerin emiridir.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali’ ye selam verdiğiniz zaman
ona ‘Emiyrül müminiyn’ diye hitap ediniz.” (El Yakin s:125 / Tarih-i Taberî)
Đbn-i Ebil Hadit, Şerh-i Nehcü’l Belaga adlı büyük eserinde Hz. Muhammed’in
defalarca şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ya Ali! Sen, müminlerin emirisin.”
“Ya Ali! Sen dinin ve müminlerin ya’subusun (arı beyisin).”
“Ya Ali! Sen emiyrün nahılsın (müminlerin arı beyisin).”
Arı beyinin arılar için ne denli önemli olduğunu araştıran, bu benzetmeyle Hz. Ali’
nin Müslümanlar için ne kadar vazgeçilmez olduğunu ve bu benzetmenin öyle sıradan
bir şey olmadığını görecektir. Bilindiği gibi her kovanda bir tek arı beyi bulunur ve bu
arı beyi kovandaki bütün arıların tek ve tartışmasız lideridir.
Hz. Ali, müminlerin velisidir.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali, benden sonra her müminin
velisidir.” (Ahmet Bin Hanbel, Müsned / Tirmizi, Sünen)
Hz. Ali’nin Allah katında özel bir yeri vardır.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Rabbime göre durumum ne ise,
Ali’ nin de Allah’ın yanında durumu odur.” (Đbn-i Hacer, Sevaiku’l Muhrika,
s:106 / Muhibuddin Taberi, Riyadun Nadire c:2 s:215 / Muhibuddin Taberi, Zehairu’l
Ukba s:64)
Hz. Ali hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim’den ayrılmamıştır.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali Kur’an ile, Kur’an da Ali ile
beraberdir.” (Hakim, Müstedrek c:3 s:124)
Hz. Ali, Kur’an-ı Kerim’in gerçek manasını bilen ve onu koruyandır.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Ben Kur’an’ın nüzûlü
uğruna savaştım. Sen de onun gerçek manası uğruna savaşacaksın.”
(Hanbel, Müsned / Ebu Davud, Sünen)
Hz. Ali’nin eşi ve benzeri yoktur.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali’nin insanlar arasındaki yeri,
Kur’an’daki ‘Kul huvallahu ahad’ gibidir.” (Kenzü’l Hakayık, s:141 / Yenabiü’l
Mevedde s:235 / El Kazirunî, El Erbain s:105)
Hz. Ali, ümmetin ihtilaf ettikleri konuların çözümleyicisidir.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Benden sonra ümmetimin
ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.” (Đbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk c:2
s.482 / Kenzu’l Ummal c:5 s:33 / Menavî, Kenzu’l Hakayık s:203)
Hz. Ali, ilim kapısıdır.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun
kapısıdır. Đlim isteyen kapıya gelsin.” (Hakim, Müstedrek c:3 s:126 / Tarih-i Đbn-
i Kesir, c: 7 s: 358 / Hanbel, Menakıb-ı Cami c: 5 s:201)
Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) bu dünyada olduğu gibi sırlar
âlemindeki kardeşidir.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Musa Peygamber için
kardeşi Harun ne ise sen de benim için o menzildesin. Şu farkla ki, benden
sonra Peygamber gelmeyecektir.” (Buhari, Sahih / Müslim, Sahih / Tirmizi,
Sünen / Hanbel, Müsned)
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in sırrının sahibidir.
“Sırrımın sahibi Ali Bin Ebi Talip’tir.”(Yenabiül Meveddeh, s:180 / Tarih-i
Dımeşk, c:2 s:311 / Kenzü’l Hakayık, c:1 s:155)
Hz. Ali, cennet ve cehennemi bölendir.
“Ya Ali! Sen Kıyamet gününde cennet ve cehennemi bölensin. O gün
ateşe bu senin, bu da benim diyeceksin.” (Yenabiül Meveddeh, s:285 / Sevaiku’l
Muhrika s:214 / Hanbel, Müsned)
Hz. Ali, sıddıyk-ı ekber ve faruk-ı azamdır.
“Ya Ali! En büyük sıddık sensin. Hak ile batıl arasındaki faruk sensin.
Sen müminlerin melikisin.” (Yenabiü’l Meveddeh s:201)
Hz. Ali, Allah’ın yeryüzüne uzanan ve müminlerin ona sımsıkı sarıldığı
ipidir.
"Hep birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün..." (Âl-i Đmran, 103) Ehlisünnetin tefsir ve hadis âlimleri olan Hafız
Kunduzi, Şafî âlimi Şeblenci ve Đbni Hacer şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Resulullah,
Đmam Ali'nin elinden tutarak "Ona sarılın, bu gördüğünüz Ali, Allah'ın
sağlam ipidir." dedikten sonra bu ayeti okudu: "Hep birden Allah'ın ipine
sımsıkı sarılın.....”
“Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.” (Tirmizi, Sünen)
“Ey Ali! Sen bendensin, ben de sendenim.” (Buhari / Tirmizi / Hanbel)
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ ım ona dost
olana dost ol, ona yardım edene yardım et. Ona düşmanlık edene de
düşmanlık et.” (Kenzu’l Hakayık, c:12 s:116)
“Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.” (Hanbel, Müsned)
“Ali’ nin aleyhinde konuşan benim aleyhimde konuşmuş olur.” (Hakim,
Müstedrek / Zehebî, Telhis / Hanbel, Müsned / Nisaî, Hasais)
“Kevser Havuzu’ nun başına ilk geçecek olanınız, ilk iman edeniniz olan
Ali Bin Ebi Talip’tir.” (Đbn-i Abdülbir, El Đstiab c:3 s:28 / Đbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i
Nehcü’l Belağa c:13 s: 119 / Hakim Nişaburî, Müstedrek c:3 s:17)
“Ali’nin bana olan yakınlığı, benim Rabbime olan yakınlığım gibidir.”
(Siyretü’l Halebî, c:3 s:391 / Riyadü’n Nadire c:2 s:215 / Zehairü’l Ukba s:64 /
Sevaiku’l Muhrika s:106)
Hz. Ali’ nin bu konularda neler söylediğine kulak verelim:
1) “…Peygamber her yıl Hira Dağı’ na ibadete çekilirdi. Onu benden başka
kimse görmezdi. Ona vahiy geldiğinde şeytanın feryadını duydum. “Ya
Resulullah, bu feryat nedir?” dedim. “Bu feryat eden şeytandır. Kendisine
kulluk edilmesinden ümidini kesti artık. Sen benim duyduğumu duyuyor,
gördüğümü görüyorsun; ancak Peygamber değilsin. Vezirsin ve hayırlar
üzerindesin.” (Nehcü’l Belağa, 192. hutbe)
2) “Ben Allah’ın Resulunun kardeşi ve sıddıyk-ı ekberim. Bu sözü benden
sonra yalancı ve iftiracıdan başkası söyleyemez. Ben insanlardan önce yedi
yıl Resulullah ile namaz kıldım.” (Cerir Et Taberî, Tarihu’l Ümem c.2 s:312 / Đbn-i
Kesir, El Kâmil c:3 s:112 / Hakim, El Müstedrek, c:3 s:112)
3) “Sizin aranızda iman bayrağını ben diktim. Đlahî hükümlerin helal ve
haramını ben size öğrettim.” (Đbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belağa c:6 s:873)
4) “Ben konuşan Kur’an’ım. Sorun her şeyi bana beni yitirmeden. Ant olsun
Allah’a Kur’an’da hiçbir ayet yoktur ki; niçin ve kimin hakkında indi, nerede
indi, düzlükte mi, dağlıkta mı hepsini en iyi bilenim ben.” (Taberi, c:2 s:198 /
Fethü’l Bari, c:8 s:485 / Ensabu’l Eşraf, c:1 s:99)
5) “Ben cennetle cehennemin bölüştürücüsüyüm. Kıyamet gününde ateşe
bu senin, bu da benim diyeceğim.” (Tarih-i Dımeşk, c:2 s:244 / Et Taberanî, El
Bidayet, c:7 s:355)
Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) Hz. Ali için söylediği hadisleri toplamaya kalksak
kitaplar doldurulur. Hadislerin bu kadarı bile Hz. Ali’nin nasıl bir fazilete sahip
olduğunu, Allah’ın ve Peygamberin yanında en yüksek mertebeye nasıl ulaştığını
göstermeye yeterlidir.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) ne güzel buyurmuştur: “Şayet ağaçlar kalem,
denizler mürekkep olsa; cinler hesap tutsa, insanlar da kâtip olsalar Ali Bin
Ebi Talip’in faziletlerini kıyamet gününe kadar sayamazlar.” (Menakıb-ı
Havarezmî, s:2, 235 / Yenabiü’l Mevedde s:121 / Mizanü’l Đtidal c:3 s:467 / Lisanü’l
Mizan c:5 s:63 / Kifayetü’l Talib s:251 / Tezkiretü’l Huffaz s:8 / Feraidü’l Sımteyn)
Sahabelerin ve mezhep imamlarının Ali hakkındaki sözleri de dikkate
şayandır.
Đbn-i Abbas’ ın bu sözü meşhurdur: “Ali’yle kıyaslanacak hiçbir önder
görmedim.” (Uyunu’l Ahbar, c:1 s:110)
Ahmet Bin Hanbel: “Ebu Talip’in oğlu Ali ile kimse kıyaslanmaya layık
değildir.” (Đbn-i Cüzi, Menakıb-ı Ahmet Bin Hanbel s:160-163)
Ahmet Bin Hanbel: “Peygamber’in sahabeleri arasında Ali’nin eriştiği
mertebeye hiçbir sahabe erişememiştir.” (Hakim, Müstedrek c: 3 s:107 /
Havarezmî, Menakıb s:3)
Eş Şafî: “Ben düşmanlarının kıskançlığı yüzünden, dostlarının ise korkudan
faziletlerini gizlemiş olmasına rağmen faziletleri doğu ile batıyı dolduracak
derecede yayılmış olan Ali’ye şaşıyorum.” (Taberî, Rıyadü’n Nadire c:2 s:282 /
Đbn-i Hacer, Sevaiku’l Muhrika s:118)
Ahmet Bin Hanbel: “Resulullahın ashabı içinde Hz. Ali kadar fazileti sahih
senetlerle bildirilen hiç kimse yoktur.” (Đbn-i Cüzî, Menakıb-ı Hanbel s:160 /
Đbn-i Ebi Yalî, Tabakatü’l Hanabile c:1 s:319 / Hakim, El Müstedrek)
Hz. Ali o derecede hakkı temsil ediyor ki münafıkların kim olduğu, Ali’ye olan
sevgiyle anlaşılabiliyordu. Münafık demek, ikiyüzlü demektir. Temiz sahabelerin yüz
akı Ebu Said El Hudri “Biz münafıkları Ali’ yi sevmemeleriyle tanıyorduk.” diye
buyurmuştur. Hani Hz. Muhammed defalarca buyurmuştu: “Ya Ali! Seni ancak
müminler sever ve sana ancak münafıklar buğzeder (kin besler).” (Sünen-i
Nisaî c:2 s:271 / Sünen-i Tirmizî c:13 s:168 / Müstedrek c:3 s:483) Başka bir hadiste
de “Ali’ye duyulan sevgi imandır, düşmanlık da münafıklıktır.” (Müslim, Sahih
c:1 s:48 / Đbn-i Hacar, Sevaik s:73 / Ali El Hindî, Kenzu’l Ummal c:5 s: 105)
Đşte Ali budur. Ali, hak ile bâtılı ayırandır. Acaba başka kim gelebilmiş bu
dereceye kim?
Taberanî’nin El Evsat kitabında Đbn-i Abbas’ın şöyle dediği nakledilir: “Ali’nin özel
on sekiz üstün özelliği vardı ki, bunlar ümmetin içindekilerden hiç kimsede
yoktur.”
Buharî, Tarihü’l Kebir adlı eserinde bir sahabenin ağzından şu ifadeye yer vermiştir:
“Ali, Peygamber’in sünnetini en iyi bilendir.” Ensabu’l Eşraf adlı eserde bir
sahabeden şöyle bir nakil geçer: “Dinî farzları, Ali herkesten iyi bilirdi.” Yine
Medineli sahabelerden naklen şu ifadeler de vardır: “Biz kendi aramızda kadılık
hususunda Ali’yi Medine halkının en bilgilisi olarak tanıyorduk.” (Ensabu’l
Eşraf, c:1 s: 97 / El Đstiab, c:1 s:9 / Tabakat, c:2 s:388)
Peygamberimizin hanımlarından Ayşe’nin de konuyla ilgili bir sözü Suyutî’ nin Tarihü’l
Hülefa adlı eserinde mevcuttur: “Ali, Resulullah’tan sonra sünneti en iyi
bilendir.” Yine ünlü sahabelerden Đbn-i Mesut’un bir sözü Hakim’in Müstedrek adlı
kitabında geçer: “Biz kendi aramızda Đslam hükümlerini en iyi bilen Ali’dir,
diyorduk.” O yüzdendir ki Hz. Ali, halife olduğu zaman Hasan Basri, şunları
söyleyecektir: “Ali, halifeliği zamanında halka doğru yolu gösterdi. Din
eğrilmişken onu düzeltti.” (Đbn-i Ebi Şeybe, El Musannef) Bu söz aslında çok şey
ifade ediyor. Peygamber’den sonra dinin eğrilmiş olduğunu yani Peygamber
zamanında doğru olan yolun sonradan eğrildiğini ve Hz. Ali ile bu yolun tekrar
doğrulduğunu anlatıyor.
Peygamberimizden sonra Ali’siz yürünmek istendi bu yolda. Bütün bu üstün
özellikleri bir kalemde silinip Hz. Ali dışlandı, eziyete uğradı, evi yakılmak istendi, eşi
ve sevgili Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın evine zorla girildi ve bu zor kullanım
sonucunda Hz. Fatıma’nın çocuğunu düşürmesine neden olundu, münafıklıktan ilahî
damga yemiş kişilere dahi görev verilirken kendisi yönetimden ve her şeyden
mümkün olduğunca uzaklaştırıldı. Eşi mirasından mahrum edildi. Ve daha birçok şey
yaşatıldı. Profesör Doktor Zekeriya BEYAZ, gazetedeki köşe yazısında bu konuda
bakın ne diyor: “Đster Alevi olalım, ister Sünni olalım ama akıl ve mantığımızı,
adalet ve hakkaniyet duygumuzu dumura uğratmayalım, olayları o yüce
insani özelliklerimizle görelim ve değerlendirelim. O zaman büyük ölçüde
bir noktada buluşur ve gerçekleri yakalarız... Dolayısıyla da ihtilaflar büyük
ölçüde sona erer ve Alevi-Sünni kardeşliğimiz de iyice pekişir. Ama akıl ve
mantığımızı, insaf ve vicdanımızı karartırsak, o zaman gerçekleri
yakalayamayız. Tabii o gerçeği başkaları öğrenmiş olacağından ihtilaflar da
kendiliğinden ortaya çıkacaktır.”
Đşte akıl ve sağduyuya dayalı aydın olmanın bilinci ve sorumluluğuyla dolu,
bağnaz olmayan bir tutum. Đnsanım diyen mezhep taassubuna girmeden, birilerine
hoş görünme adına kalemini ve vicdanını satmadan olayları değerlendirebilme
olgunluğuna eriştiğinde insanlar oturup konuşabilecek ve bağnaz tutumların ördüğü
kalın duvarlar teker teker yıkılıp eller güvenle birbirlerine uzatılacaktır. Kardeşliğin
önünde duran en büyük engel, mezhep taassuplarıdır. Taassup yani körü körüne
bağlanış sadece dinde değil, her alanda tehlikelidir ve dolayısıyla bundan özellikle
kaçınmak gerekir. Peki, bu kolay bir iş mi? Taassuptan beslenen, taassuptan çıkar
sağlayan kişilere alet olunmazsa ve başkasının fikir girdabına girilmezse veya bu
girdaba illa ki girilecekse önce olaylar, durumlar dikkatlice incelenirse taassup
yenilebilir. Burada esas görev, aydınlarımıza düşüyor. Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ’ın
yazısı şöyle devam ediyor:
“Şurası kesin bir gerçektir ki; Hz. Peygamber'den sonra, başta Hz. Ali
olmak üzere Ehlibeyti dışladılar, haklarını kıstılar, itibarsız hale getirdiler,
hatta daha sonraları onlara, yani Ehlibeyte büyük zulümler yaptılar.
Tabii burada hemen aklımıza şöyle bir soru gelecektir: Kim dışladı
Ehlibeyti, kimler zulmetti Ehlibeyte? Hemen cevap verelim, Müslümanların
idaresini ele alan yöneticiler... Daha açık söyleyelim; Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer ve Hz. Osman dışladılar; Muaviye ve oğlu Yezit zulmettiler...
…Ehlibeyte ve Hz. Ali'ye yapılan bütün zulüm ve haksızlıklar, ictihad
örtüsü ile örtülmüştür. Evet, altını çizerek ifade edelim ki; bu anlayış,
Đslam'ın ruhuna da insanlık faziletine de aykırıdır. Hakkaniyet ve adalete
aykırı olan bir karar ve uygulama, "Đctihaddır..." denilip dinen meşru
görülemez.
…Üzülerek açıklayalım ki; Sünni âlimlerimiz, eskiden beri Ehlibeyte
karşı yapılan her türlü haksızlık ve dışlamaları, ictihad perdesi ile örtmüşler
ve o haksızlığı yapanları da mazur görmüşlerdir.” (‘Đnanç Dünyası’ adlı köşe
yazısı, Sabah gazetesi)
Evet, Hz. Ali, Hz. Peygamber’den sonra her türlü haksızlık ve dışlamalara maruz
bırakıldı ama Hz. Ali, güneş misali etrafını aydınlatmaya devam etti ve başta halifeler
olmak üzere herkesin sorunlarının çözümleyicisi kendisi oldu. Yanlış karar veren
halifelerin hatalarını düzeltti. Böylelikle hem mağdurun mağduriyeti giderildi hem de
bu mağduriyete neden olacak olanlar bu nedenle helak olmaktan kurtuldu. Hz. Ali’yi
her türlü haktan mahrum edenler, başları sıkıştığında Ali’ye başvurmaktan başka çare
bulamadılar. Suyutî’nin Tarihü’l Hülefa adlı eserinde, 2. Halife Ömer Bin Hattab’ın şu
sözü geçer: “Ali, Đslam hükümlerini hepimizden iyi bilir.”
Aynı halife, bir sorunla karşılaşması durumunda Hz. Ali’ye olan ihtiyacını şu
şekilde ifade etmiştir: “Ali’nin olmadığı yerde çözülmesi gereken bir sorunla
karşılaşmaktan Allah’a sığınırım.” (Tabakat, c:2 s:339 / Suyutî, Tarihü’l Hülefa /
Ensabu’l Eşraf, c:3 s:406)
2. Halife Ömer’e bu sözü söyleten çok olay olmuştur. Yanlış karar veren halifenin
hatadan dönmesini hep Ali sağlamıştır. Bu yüzden Halife Ömer, tarihe geçen şu sözü
de söyleyecektir: “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu (yok olurdu).” (Taberî,
Riyadu’n Nadire c:2 s:194 / Kenzu’l Ummal c:3 s:96,228 / Đbn-i Abdülbir, Đstiab c:2
s:261 / Fedailil Hamse fi Sihahis Sitte c:2 s:224,225 / Havarezmî, Menakıb s:48 / Đbni Cuzî, Sıbt Tezkiresi, s:87)
Bütün bu anlatılanlara bakıldığında Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) neden Hz. Ali’ yi
ümmetinin önderi, müminlerin emiri, ümmetinin karşılaşacağı sorunların çözümleyicisi
olarak seçtiğini kolayca anlarız. Çünkü Hz. Ali’ nin üstlendiği misyon (amaç) budur.
Onun örnek kişiliği, Müslümanlığı ve kahramanlığı hakkında üç yüz ayet inmiştir.
Bunun gerçekliği konusunda kimse şüpheye düşmesin. Bu sözü edilen ayetler bizzat
sünni kaynaklarda da kayıtlıdır. Đbn-i Asakir Tarihi’ ne, Fahrettin Razi’nin Tefsirine,
Taberî’nin Tefsiri’ne, Esbabün Nüzul’e, Meşarik Envaril Yakin’e, Yenabiü’l Mevedde’ye
ve daha birçok kaynağa bakılabilir. Hz. Ali, cennetle cehennemi bölendir. Ateşe bu
senin, bu benim diyecek olandır. O, sıddıyk-ı ekber ve faruk-ı azamdır. O, emiyrül
müminiyndir. Kısacası o, Ali’dir. Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin
ayetlerle ve hadislerle sabittir ki sonu hüsrandır. Hz. Ali, hidayet sancağıdır. Hz. Ali,
sıratül müstakimdir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali, hidayet
bayrağıdır ve evliyamın imamıdır. Bana itaat edenin nurudur. Takvalılara
lazım olan kelimedir. Onu seven, beni sever; ona buğz (kin, düşmanlık)
eden, bana buğz eder.” (Hilyetü’l Evliya, c:1 s:67) “…Sen ancak ve ancak bir
uyarıcısın ve korkutucusun ve her kavmin bir hidayete eriştiricisi vardır.”
(Ra’d: 7. ayet) Resulullah şöyle buyurdu: “Uyarıcı, korkutucu benim. Hidayete
eriştiren de Ali’dir. Ey Ali! Hidayete erişmek isteyenler ancak sende
hidayeti bulurlar.” (Đbn-i Sebbağ El Malikî, Fusulil Mühime c:2 s:107,122) / Tarih-i
Dımeşk c:2 s:417 / Şevahidüt Tenzil c:1 s:293 / Kifayetü’t Talib s:233 / Feraidü’l
Sımteyn, c:1 s:148 / Dürrü’l Mensur c:4 s:45 / Et Taberî, Camiü’l Beyan c:13 s:108 /
Alusî, Ruhu’l Meanî c:13 s:97 / Tefsir Eş-Şevkanî c:3 s:70 / Tefsir-i Đbn-i Kesir c:3
s:502 / Nurul Ebsar s:71 / Müntahabatü’l Kenz c:5 s:34)
“Budur benim doğru yolum, onu takip edin. Sizi ondan ayıracak başka
yollara sapmayın.” (En’am, 153. ayet) Bu ayetin tefsiriyle ilgili Đmam Muhammed
Bakır (a.s.) ve Cafer-i Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadırlar: “Burada doğru yol,
imam demektir. Başka yollara sapmayın, yani sapık imamların peşine
takılmayın, yolunuzu şaşırırsınız. Allah’ın yolu bizim yolumuzdur.”
Salebî kendi tefsirinde Fatiha suresini tefsir ederken şu hadisi nakletmiştir:
“Doğru yol, Muhammed (s.a.a.v.) ve Ehlibeytinin yoludur.” Aynı tefsirde “Bizi doğru
yola hidayet et.” ayeti hakkında “Bizi Muhammed ve Ehlibeytinin sevgisine
hidayet et, demektir.” hadisini Đbn-i Abbas’tan nakletmiştir.
Đkinci Halife Ömer; Ali ile diğer bir kişi arasında hakemlik ederken Đmam Ali’ye
künyesi ile hitap etti. Đmam Ali: “Hasmımın karşısında niye beni övüyor ve
saygı gösterisinde bulunuyorsun?” diye buyurdu. Đkinci Halife Ömer şöyle dedi:
“Babam size feda olsun. Allah sizin hatırınıza bize doğru yolu gösterdi.
Sizin evde nur nazil oldu ve bizi karanlıklardan çıkarıp nura
iletti.”(Zimahşeri, Rabiü’l Ebrar c:3 s:595)
Đmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sıratü’l müstakim (dosdoğru
olan yol), Emirül Müminin Ali’dir.” (El Fakih / Tefsirül Ayaşi / Allame Tabatabai,
El Mizan Fi Tefsirü’l Kur’an)
Yine Đmam Cafer-i Sadık (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sıratü’l müstakim, Allah’ı
bilmeye giden yoldur. Bu yolun biri ahirette biri dünyada olmak üzere iki
yönü vardır. Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. Đmamı
tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan kimse ahiretteki yoldan yani
cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında
tanımayan kimsenin ahirette ayağı kayar, cehenneme yuvarlanır.” (El
Meanî)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.), bu yöndeki uyarısını sayısız defa yapmıştı: “Size
bıraktığım iki emanetten Kur’an ile Ehlibeytimden öne geçmeyin, helak
olursunuz. Geride de kalmayın, helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye
de kalkışmayın, yoksa yine helak olursunuz. Zira onlar sizden daha
bilgindirler.” (Suyutî, Durru’l Mensur c:2 s:20 / Usdu’l Gabe, c:3 s:137 / Kenzü’l
Ummal, c:1 958. hadis)
Evet, daha önce belirtildiği gibi Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin ayetlerle ve hadislerle sabittir ki- sonu hüsrandır. Bütün bu açıklama, hadis ve
uyarılardan sonra akıl ve insaf sahipleri her türlü mezhep taassubunu bırakarak
aşağıdaki ayete yanıt vermelidir:
“Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır; yoksa doğru yola
ulaştırılmadıkça hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size, nasıl
hükmediyorsunuz?” (Yunus suresi, 39. ayet)
Bölgesel kültürler ve küreselleşme
Hüseyin MAZMAN
Küçük yerde yaşayan biri için yaşadığı yer dünyanın en büyük yeridir. Çünkü
onun kocaman dünyası orada yaşanır. Dünyanın gerisi onun için önemli değildir,
ancak dünyanın onu önemsediğini, bildiğini varsayar. Küçük çatışmaları vardır.
Komşusuyla çatışır, kendisiyle aynı partiye oy vermeyen tanıdıklarıyla çatışır, temas
halinde olduğu diğer inançlardan kişilerle çatışır. Bu çatışmalar çoğunlukla kişinin
kendi iç dünyasında bazen de yaşadığı dış dünyada gerçekleşir. Bu durum dünyanın
aşağı yukarı her bölgesinde böyledir. Ancak herkes bunu kendine özel sanır.
Dünyanın her yerinde insanlar kendi küçük dünyasında yaşarken birileri bütün yaşam
biçimlerini, inanç sistemlerini değiştirecek kararlar alırlar. Đnsanlar kendi küçük
çatışmalarını yaşarken, çatışma halindeki tüm tarafları etkisi altına alan ve yaşanan
çatışmaları anlamsız hale getiren başka bir tehdit ortaya çıkar: Küreselleşme.
Hakim kültürler ve etki alanı daha dar bir bölgeyle sınırlı yerel kültürler bugün için
küreselleşmenin baskısı altındadır. Her ne kadar hâkim kültür ve alt kültürler zaman
zaman çatışma halinde olsa da her ikisinin varlığına karşı asıl tehdit küresel kültürdür.
Küreselleşme kelime anlamı olarak dünya küresi üzerinde homojen(eşit) dağılımı
ifade eder. Dünya küresinin bütününün aynılaşmasını ya da aynılaştığını öne sürer.
Uygulamada ise küreselleşme sermayenin(paranın) serbest dolaşımı ve dünya
üstündeki her noktada sınırlara takılmadan aynı haklarla var olmasıdır. Küresel
sermaye başlarda ABD, Avrupa ve Japonya kökenliyken bugünlerde Kore, Çin,
Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin sermaye grupları da büyük sermaye olarak
değerlendirilebilmektedir. Küresel kültür ise dünya küresinde var olan kültürlerin
herkesçe kabul edilmiş bir sentezini değil Avrupa değerlerinin Amerikan anlayışı içinde
dönüşmüş şeklini ifade eder. Küresel sermaye kime ait olursa olsun (Japon, Çin, Rus,
Hint …) küresel kültür Avro-Amerikan eksende gelişir. Bu nedenledir ki,
sermayeleriyle Avrupa ve ABD’yi kuşatan uzak doğu ülkeleri buraya kendi yaşam
biçimlerini ve yerel kültürlerini taşıyamamakta aksine oradaki yerleşik kültürün etkisi
altına girmektedir. Sermaye ile birlikte Avro-Amerikan kültür dünya küresi üstündeki
tüm kültürlerin üstünde bir örümcek ağı gibi örülerek homojen bir dünya yaratmak
çabasındadır. Ancak bu yeni homojen dünya tek bir homojeniteye yani AvroAmerikan değerlere ve onların tüm dünya küresinde hâkim olmasına dayanmaktadır.
Avro-Amerikan kültür ekonomide liberal ekonomiye, kültürel bazda Hıristiyan
değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Aydınlanama çağı sonrası Avro-Amerikan kültür bilimsel,
felsefi ve ekonomik alanlarda önemli gelişme kat etmiş ve sahip olduğu değerleri bu
gelişmelerle desteklemiştir. Bu durum yerleşik değerlerin teorik olarak
desteklenmesini ve güçlenmesini sağlanmıştır. Fikirler ve inançlar kıyasıya tartışılarak
geliştirilmiş bu yolla zayıf alanlar yeniden inşa edilmiştir. Fikri inşa bilimsel devrimle
birleştiğinde Avrupa ekonomisi ve kültürü güçlenerek zenginlik yaratmaya başlamıştır.
Sanayi devrimi ve hammadde gereksinimi Avrupalıların sömürge yaratmasıyla
sonuçlandı. Dünya Avrupa’daki fabrikalara hammadde üreten bir stok alanına
dönüştü. Bilimsel, felsefi ve kültürel değişimin dışında kalan bölgeler hızla
fakirleşmeye başladı. Bu güç sahipliğinin el değiştirmesi anlamına geliyordu. Bilinen
dünyanın önceki süper gücü Osmanlı sürekli güç kaybetmeye başladı. Siyasi arenada
bilimde olduğu gibi bir enerjinin ve gücün korunumu kanunu vardır. Büyük güçlerin
sahip olduğu enerji yok olmaz el değiştirir. 17. yy’dan sonra olan, gücün el
değiştirmesidir. Hiç kimse elindeki gücü kolayca bırakmayacağına göre bunun savaşla
olması gerekiyordu. Bu savaşlar gücün sahibi ve gücü almak isteyen yeni güç odakları
arasında yaşanmıştır. Almanya’nın dünya savaşlarındaki tutumu bütün gücü ve
Avrupa yönetimini kendisinde toplama isteğindendir. Bu tavrını ikinci dünya savaşında
da sürdürmüştür. Bütün bu savaşlar gücün paylaşımı savaşlarıdır. Küreselleşen
dünyada, kürenin hangi homojen değerler üzerine kurulacağı savaşlarla belirlendi.
Küreselleşmenin kültür ayağı Hıristiyan değerlerle şekillenirken, ekonomik ayağı
kapitalizmin liberal anlayışı üzerine kurulmuştur. Liberalizmin ana teması
bireyselleşmedir. Birey bir başınadır. Bu bir başınalık sadece kültürel, sosyal bir
durum değil aynı zamanda fiziki anlamda tek başınalıktır. Toplum kendi içinde en alt
parçaya kadar bölünür. Yani toplum aşiret/beylik sisteminden feodal aileye, oradan
çekirdek aileye ve nihayetinde bireye kadar bölünür. Bu ekonomik sistemin büyümesi
için gereklidir. Üretilen malı satmak için müşteri gerekir. Müşteri sayısı arttıkça pazar
genişler ve sermaye büyür. Pazarın tıkandığı noktada yeni ihtiyaçlar ortaya
çıkar(bilimsel aktiviteler ve buluşlar yoluyla) ve bu ihtiyaçlar yeni pazar doyana kadar
pazarlanır. Aşiret halinde ya da büyük baba büyük anne ile birlikte bütün ailenin
birlikte yaşadığı aile düzenleri tüm aileye bir satış anlamına gelir. Bir televizyon birer
beyaz eşya aileye yeterlidir. Eğer toplum bireye kadar bölünürse, her bireye
televizyon, her bireye beyaz eşya, her bireye araba gerekir. Yani pazar büyür. Pazarı
büyütmek için yaşam tarzı, alışkanlıklar ve kültürel yapı değiştirilecekse bunun için
her şey yapılır. Küresel ekonomi bunu küresel kültürle başarır. Denklem şudur; yerel
kültürü tahrip et, toplumu bireylere böl, yeni bireylere yeni bir kültür sun, o bunu üst
kültürü kabullenmek adına sahiplensin. Böylece yeni bir pazar oluşsun. Sonra
yarattığın yeni pazara ürünlerini sat. Bu denklemi işletmek tamamen kişiye bağlıdır.
Ancak kişi seçimleri sırasında artan iletişim araçlarının ve dev bir ekonomik yapının
kuşatması altındadır. Ekonomik yapı yeni ürünler sunup bunun kullanma rahatlığını
sağlarken, yeni bir dünya düzeni içinde bunu kullanmayı dayatır. Babasıyla birlikte
yaşayan bireye ailenin sahip olduğu dışında ikinci bir araç lükstür. Ama birey ayrı
evde yaşarsa araç ihtiyaç olur. Aileye ikinci aracı satmak için çocuğun tek başına
yaşaması gerekir. Tek başına yaşayan birey bir parçası olduğu toplumsal yapıdan ve
kültürel değerlerinden uzaklaşır.
Yeni kültür bir kent kültürüdür. Tarıma dayalı toplumların kırsalda rahatça
uygulaması olan inanç ve kültürel değerleri kent kültürü içinde kendiliğinden
uygulanamaz olur ve erimeye başlar. Burada tercih, hâkim olan kültür karşısında
kendini aciz görüp o kültür içinde yer almak ya da yeni kültürü tamamen dışlayıp içe
kapanmak, yerel değerlerine sıkı sıkıya bağlanarak cemaat grupları oluşturmak
şeklinde olmaktadır. Birinci anlayış doğrudan teslimiyete ikinci anlayış dünyadan
soyutlanarak yaşam döngüsüne yabancılaşmaya neden olmaktadır. Avro-Amerikan
kültürü yaratan ve güçlü kılan bilimsel, kültürel ve ekonomik yapıyı algılayıp yerel
kültürü evrensel ölçülerde yeniden inşa etmek için kullanamayan yapılar er ya da geç
çözülerek yok olacak gibi görünmektedir. Bunu önemseyen insanlar için bu çok acı
olsa da, bu yok oluşa üzülecek kimse kalmadığında (iki veya daha fazla kuşak sonra)
bu değişimde eriyen değerlerin önemi de kalmayacaktır. Yerel kültürler küresel
saldırıya hazırlıksız yakalanmışlardır. Önlem alacak, fikir üretecek ve yeni duruma
uyum sağlayacak yapıyı kuracak zaman ve donanımlı insan gücü bulmakta sıkıntı
yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Yeterli donanıma sahip kuşaklar Avro-Amerikan
kültürle yetişmiş ve kendi değerleriyle çatışma halindedir. Toplumlarının gelişip
dönüşmesinin önündeki en önemli engelin yerel kültür ve onun temsilcileri olduğunu
düşünmekte ve bu yapıya savaş açmaktadır. Bu noktadan sonra artık hiçbir kültür
sadece yerel değerlere dayanarak, en eski (ilk kaynak) kaynaklara yönelerek, yeni
yapıyla mücadele edemez. Kendi kültürünü dönüştürerek, çağın gereklerine uyumlu
ve yeni kültürle kıyaslanabilir zenginlikte bir fikri üretim yaratamadıkça sonuç
ötelense de çözülme kaçınılmaz olacaktır.
Eğer yerel kültür ayakta kalmak istiyorsa mevcut durumunu ortaya koymalı,
temel anlayışını en güçlü yönleriyle yeniden tanımlamalı, geçmişten beraberinde
getirdiği, kendisini zayıflatan kavram ve durumları kendi öz kaynaklarına dayanarak
yeniden tanımlayarak dönüştürmeli, bu yolla temel değerler etrafında şekillenen
günümüz yaşam tarzında uygulanabilir bir uygulama yöntemi ortaya koyabilmesi
gerekmektedir. Bunu yapmak için de tehdit algılamasını değiştirmelidir. Varlığını
tehdit edenin yakın temas halinde olduğu alt ve hâkim kültürler/inançlar değil
doğrudan küresel kültür olduğunu algılayabilmelidir. Nitekim toplumundan
yabancılaşan, yetişmiş insan gücü temas içinde olduğu alt ve hâkim kültürlerden yana
değil küresel kültürden yana saf tutmaktadır.
Bütün olumsuzluklara rağmen küresel tehdit mücadele edilemeyecek bir durum
değildir. Tehdit ne kadar büyük ve organize olsa da ayakta kalma istek ve karalılığını
gösterecek yapılar ayakta kalmak için bir yol bulacaktır. Bu kararlılık ve gücü
gösteremeyenler ayakta kalmayı hak edemeyecektir. Doğada hiçbir şey zorla olmaz.
Su akar yatağını bulur. Yaşam sadelikten hoşlanır. Yaşamın akışına uyum sağlayan,
bu akışa uyumlu yöntemlerle yön veren sistemler yaşamı dönüştürerek varlığını
sürdürür bununla çatışanlar yok olur. Üzülmek hiçbir şeyi çözmez. Mustafa Kemal’in
her şeyi özetleyen bir sözüyle bitirelim “ Umutsuz durum yoktur, umutsuz insanlar
vardır”. Yerel kültürlerin/inançların küresel tehdit karşısındaki yegâne şansı insanların
umudunu ve inancını ayakta tutabilecek mekanizmalar geliştirebilmesindedir.
Đnsanların umudunu ve inancını ayakta tutabildiğiniz sürece her tür zorluğu aşarak
varlığınızı devam ettirebilirsiniz.
BĐR ALEVĐ’NĐN ÜNĐVERSĐTEDE KARŞILAŞTIKLARI
Mehmet UYAR
Üniversite hayatına annemin, babamın ve yakın çevremin “Aman Alevi olduğunu
belli etme. Ne duyarsan duy sus, kendini savunma, onlara uyum sağlamaya çalış.”
nasihatleriyle başlamıştım. Çevremdekiler önce başarımı tebrik ediyor daha sonra aynı
nasihatleri sıralıyorlardı. Nedeni ise belliydi. Kimliğimi açıklarsam ezileceğimi, hor
görüleceğimi düşünüyorlardı.
Gittiğim şehir dağlarla çevrili ve ulaşım açısından elverişsiz olan bir Anadolu
şehriydi. Bu nedenle de halkı dışarıdan gelenlere özellikle de üniversite öğrencilerine
pek hoş bakmıyordu. Halk ve dışarıdan gelip yerleşenler, genellikle aynı görüşlere ve
bakış açısına sahiplerdi. Bu, muhafazakâr bir görüştü ve insanlar, bu
muhafazakârlığın etkisiyle önyargılı ve sabit fikirliydi.
Yaşadıklarım bana öğretmiştir ki; cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş
topraklar gibi katıdır. Önyargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı
yapışır, inatla büyürler. Ne yazık ki gittiğim şehirdeki tüm çevremde bu durumla
karşılaştım. Sınıfımdaki ve yaşadığım yerdeki kişiler de şehirdeki toplumla birebir
örtüşen düşünce yapısında idiler.
Bundan sonraki öğrenim hayatımın tümünde karşılaştığım olaylar, yaşadığım
durumlar nedeniyle yaptıkları uyarılar konusunda akrabalarıma hak verdim. Çünkü ad
söylendikten sonra her zamanki gibi sorulur: “NERELĐSĐN?” Ben de bunun cevabını
verince arkadaşlarımın yüzünde bir şok ifadesi oluşur ve ardından soru gelir: “Sen
Alevi değilsin değil mi?” Diğer arkadaşım yüzüme bakarak beni o kötü (!) duruma
layık görmez ve yanıtı önce kendi verir: “Yok canım değildir.” Tabi bana düşen cevap
hayır oldu ve böylece ailemden ayrılıp bin bir hevesle geldiğim üniversitenin ilk
gününde kendi aslımı inançlarımı, toplumumu inkâr etmiş, ettirilmiş oldum.
Çağdaş, demokratik, özgürlüğün en çok yaşatılmaya çalışıldığı gösterildiği
benimsetilmeye çalışıldığı yerdir üniversiteler. Çünkü hocalarımız bundan sonra
hayata atılacak ve gelecek nesilleri yetiştirecek olan biz öğrencilerine bu sosyal
hakları anlatmaya çalışırlar ki bizler de aynı şekilde davranabilelim ve eşit haklara
sahip bir toplum olabilelim. Ancak ne acıdır ki arkadaşlarımın önünde inancımı
savunamadığım gibi hocalarla da sınıfta bu konu tartışılırken susmak zorunda
kalmıştım.
Daha sonraki günlerde olayları daha iyi anlamaya başladım. Bazıları tarafından
yoğun ve sistemli bir faaliyet yürütülüyordu. Đnsanlar, belli bir düşüncenin kalıbına
sokuluyordu, toplum kuralları da o düşüncenin ön gördüğü şekilde oluşturuluyordu.
Dahası bu düşünceler, üniversite gençliğine de empoze ediliyor, öğrenciler maddi ve
manevi imkânlardan faydalandırılarak kendilerine çekiliyor ve bu imkânlardan
faydalanan öğrenciler de zamanla verilmek istenen düşüncenin esiri oluyordu. Bu
kesimler, neredeyse şehrin tamamını ve öğrencilerin çoğunu etkileri altına almışlardı.
Dolayısıyla çevrem bu insanlardan oluşuyordu, çaresiz ben de bunlarla günlerimi
geçiriyordum. Orada onlara uyum sağlamak zorundaydım ve böylece kendi inancımın
gereklerini bırakıp onların ibadet ettiği şekilde ibadet etmeye başladım. Yoksa onların
içtenlikle söylediği gibi Allah korusun (!) Alevi (inançsız) olurdum.
Ne zaman Alevilik konusu açılsa hep bir önyargı ve iftirayla karşılaştım ve daha da
acısı bu önyargı ve iftiraların arkadaşlarıma aileleri tarafından kesin bir doğru olarak
öğretilmiş olduğunu anladım. Tabi bu düşüncelerin yanlış olduğunu yüzlerine
vuramadım. Kendi inancımın ve toplumumun bu hurafelerle ve iftiralarla hiçbir alakası
olmadığını içim yansa da anlatamadım. Daha sonra bu duruma da alıştım.
Benim gittiğim şehirde katlandığım durumlara inşallah benden sonraki nesillerimiz
katlanmak zorunda kalmaz ve inşallah gittikleri her yerde inançlarını ve görüşlerini
özgürce savunabilirler.
NELERĐ KAYBEDĐYORUZ
AKRABALIK
Vasıl GÜNDÜZ
Đnsanlar yaratılış gereği üç temel üzerine oturtulmuştur. Bunlardan birincisi,
insanın psikolojik bir varlık olmasıdır. Yani her insanın bir ruh hali vardır. Zamana,
kişiye ve yere göre farklılıklar gösterir. Bu durum canlılar içerisinde sadece insanlara
mahsus bir durumdur. Temel özelliklerden ikincisi ise insanın biyolojik
gereksinimlerinin olmasıdır. Đnsanın fiziksel gelişimini devam ettirebilmesi için yeme,
içme vb. ihtiyaçları söz konusudur. Üçüncü temel özellik ise insanın sosyal bir varlık
olduğudur. Đnsan yalnız yaşayamaz, kalamaz, onun çevresiyle etkileşime girmesi
gerekir. Bu da onun sosyal varlık olma özelliğini gösterir.
Toplumu da meydana getiren unsurlar vardır. Bu unsurlardan biri aile ise
(çekirdek aile) diğeri de şüphesiz akrabalardır. Dinimiz aileye ve akrabaya büyük
önem vermiştir. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: ““... Allah’tan
korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının.” (Nisa :1)
Üzülerek belirtmeliyiz ki emperyal kültür, dünya üzerindeki bir çok değerleri ve
kültürleri yok etmiştir ve yok etmeye de devam etmektedir. Bu durum, genelde
dünyayı, özelde bizi (Nusayri Alevileri) de etkilemiştir. Bu realiteyi yadsıyamayız, ama
bu gerçekliği de körü körüne kabullenemeyiz.
Günümüzde gerek ekonomik durumlar, gerekse gelişen teknoloji akrabalık
ilişkilerine büyük oranda zarar vermiştir. Hatta bu ilişkileri kopma noktasına
getirmiştir. Bu durum kendisini merkezi yerleşim birimlerinde yaşayan kardeşlerimiz
üzerinde, kırsal alanda yaşayan kardeşlerimize nazaran daha net şekilde
göstermektedir.
Büyük aile kavramı yerini çekirdek aileye bırakmıştır. Şöyle ki ; dede-nine, annebaba ve çocuklar arası kuşak çatışmaları, amca, hala, dayı, teyze çocuklarının (kibar
dilde (!) kuzenlerin) birbirlerini görmemeleri hatta birbirlerinin isimlerini dahi
bilemedikleri bir dönemde, büyük aileden bahsetmek yersiz olurdu. Böyle bir manzara
ile karşılaşmamızda aile büyüklerimiz kadar, biz düzenin birey üzerindeki etkisi
oldukça önemli bir yere sahiptir.
Hangi Değerleri Kaybediyoruz?
Aile içi hiyerarşik yapımız kayboluyor. Özellikle yeni kuşakta anne, baba, ağabey,
kardeş kavramları kullanılmamaktadır. Anneye ve babaya olan saygı gittikçe
azalmaktadır. Oysa ki yüce kitabımız anne ve baba ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Ve
Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya, babaya iyilik
etmenizi hükmetmiştir; onlardan biri, yahut her ikisi, senin hayâtında
ihtiyarlık çağına ererse onlara “üf” bile deme, azarlama onları ve onlara
güzel ve iyi söz söyle.” (Đsra :23)
Akrabalar arası ilişkilerimiz de yok oluyor. Çok değil 1-2 nesil öncesine kadar
birbirlerini ziyarete giden büyüklerimizin yerini, akrabanın ne demek olduğunu
bilmeyen, bilgisayar masasından, iddia bayilerinden çıkmayan, hatta arkadaşını bile
internet üzerinden bulan bir nesil almıştır. Bundan kaynaklanan olumsuzluklarla ilgili
televizyon programlarında sıkça görmeye başlamamız tesadüfi değildir.
Günümüzde akraba birliktelikleri hastalık, ölüm, düğün gibi belli durumlarda
zorunlu olarak ifşa edilmektedir. Bunu yerine getirirken de “çevreye ayıp olmasın”
mantığıyla hareket ediliyor olması işin diğer düşündüren noktasını ifade ediyor.
Ekonomik anlamda belli refah düzeyine ulaşmış insanlarımız, ne hikmetse (!),
daha düne kadar selam verdiği, beraber dolaştığı, hatta aynı sofrayı paylaştığı
kardeşini, akrabasını tanımaz hale gelmişlerdir. Tam da bu noktada Hz. Ali’nin (a.s)
bu konuyla ilgili hutbesine değinmeden geçemeyeceğiz:
"Gerçekten de rızık yağmur damlaları gibi gökyüzünden yere iner,
herkese ayrılan miktar eksiksiz-artıksız gelir, çatar. Dolayısıyla biriniz
kardeşinizin aile veya malında, ya da bizzat kendi üzerinde bir fazlalık
görürse bu onun fitne-fesada düşmesine neden olmamalıdır.
Zira Müslüman olan kişi; anıldığı zaman aşağılanacak ve alçak-dar
görüşlü kimselerce kınanacak bir aşağılığa düşmedikçe, ilk etapta yenecek
ve zarar-ziyan görmeyecek bir yarışmacıya benzer.
Hakeza kendinde hainlik olmayan Müslüman da Allah'tan iki güzel
şeyden birini bekler. Ya Allah'a çağrılır, bu takdirde kendisine Allah'ın
nezdinde olanlar daha iyidir. Ya da Allah'ın rızkına erer ki böylece ailesi ve
malı olur, din ve hasebi (ilim, edep ve sabrı) de onunla olur, ayrılmaz.
Şüphesiz ki mal ve evlat dünya ekinidir (ki fani olacaktır.) Salih amel ise
ahiret ekinidir (ki bakidir.) Allah bazı kişilere de her ikisini verir. O halde
Allah'ın sizleri korkuttuğu şeyden sakının. Allah'tan özür dilemek ihtiyacını
duymayacak şekilde korkun. Gösteriş ve kendini beğenmişlik günahına
bulaşmadan amel ediniz. Zira Allah'tan gayrisi için amel edeni Allah amel
ettiği kimseye havale eder Allah'tan şehitlerin makamını, saadet ehlinin
yaşayışlarını ve peygamberlerle birlikte olmayı dilerim.
Ey insanlar hiç kimse her ne kadar mal-mülk sahibi de olsa
yakınlarından ve onların kendini elleri ve dilleriyle savunmalarından
müstağni (ihtiyaçsız) olamaz. Đnsanın yakınları, insanın ardında en iyi, en
büyük koruyucularıdır. Đnsanın dağınıklık ve perişanlığını en iyi derleyip
toplayanlar onlardır. Zorluk ve acılarda kendine (yabancılardan) daha
merhametli olurlar.
...Allah'ın insana halk arasında verdiği iyi-hayırlı isim, başkasına miras
olarak bırakacağı maldan daha hayırlıdır.
Sakın ola ki fakir yakınlarınızı gördüğünüzde onlardan yüz çevirmeyin,
onlara vermediğinizde çoğalmayacak ve verdiğinizde ise azalmayacak malı
ihsan ediniz. Her kim akrabasından el çekerse onlardan bir el çekilmiş olur,
ama kendisinden birçok el çekilmiş olur.
Her kim etrafındakilere alçakgönüllü ve merhametli olursa, onların
sürekli dostluğunu kazanır.” (Nech’ul Belaga 23. hutbe )
Bayramlarımızı eskiden nasıl kutladığımızı düşünelim; ailenin bütün fertleri,
aile büyüğünün evinde toplanır, bayramlaşır, dargınlıklar ortadan kaldırılır,
birbirlerinden uzak olanlar hasret giderirlerdi. Günümüzde ise bunun yerini bayram
= tatil anlayışı almıştır. Hazır şablon olarak bulunan bir cep telefonu mesajı veya
internet üzerinden bir bayram kartı ile teknolojik ve modern bir kutlama (!) yapmış
oluyoruz. Kısacası bayramlarımızı mecburiyetten kutlar bir hale geldik. Bizler ki o
bayramlara en çok sahip çıkması gereken bir inançtanız. O bayramın, dinsel ve
kültürel anlamda, manevi hissini yaşamadan geçiriyoruz.
Akraba ilişkilerinde üzücü olan bir diğer nokta ise aile bireylerinin bir araya
geldiklerinde kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde birbirlerine sordukları ilk şey
“çoktandır görüşemiyoruz, niye arayıp sormuyorsun” türünden sorulardır. Bu
durumun komik tarafı, her iki tarafında birbirlerine aynı bahaneleri söylemeleridir.
“hastaydım, işlerim çok yoğundu, çocuklarla uğraşıyordum vb.” Unutulmamalıdır ki
insanlarımız dizilere, magazin ve spor programlarına ayırdıkları saatlerin çok az bir
kısmını bir araya gelmek için harcasalar belki bugün bu yazıyı yazmamıza gerek
kalmayacaktı.
Çevremizdeki aile büyüklerimiz aramızdan ayrılmaktadırlar ve geride kalan
nesil de birbirlerinden bîhaber yaşamaktadır. Aynı soyadı taşıma dışında bir akraba
tanımı, içeriği, yakın bir zamanda yapılamayacaktır. Đnsanlarımız gittikçe
birbirlerine yabancılaşıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen henüz her şey bitmiş
değildir. Burada büyüklerimize özellikle anne ve babalara büyük görev
düşmektedir. Bizler bu manevi güzelliklere, herhangi bir çıkar beklemeden önem
vermeliyiz. Bu güzelliklerin yaşanmamasında / yaşatılmamasında bizlerinde hataları
olmuştur. Önemli olan bu hatalardan olumlu çıkarımlar yapıp, yeni nesillerin
bunları yaşatmasında onlara somut katkılarımızı sunmamızdır.
Bu noktada değerlerimizi korumaya ve yaşatmaya çalışan derneğimize
desteğinizi bekliyor ve derneğimizin kültürel faaliyetlerinde bulunmasını istiyoruz.
Kuran-ı Kerim’de aile ve akraba ilişkileri ile ilgili Allah (C.C) şöyle
buyurmuştur:
“Đbâdet edin Allah'a ve ona hiçbir şeyi eş etmeyin. Anaya, babaya,
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yolda
kalmışlara ve sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin, çünkü Allah,
kendini beğenip övenleri sevmez.” Nisa 36
“Artık yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver, Allah'ın
rızâsını dileyenlere bu, daha hayırlıdır ve onlardır kurtulanların,
muratlarına erenlerin ta kendileri.” Rum 38
“Akrabâya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek
boş yere, haksız yere malını saçma, savurma.” Đsra 26
“Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah
yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi
terk etmesinler ve bağışlasınlar ve suçtan geçsinler. Allah'ın, sizi
yarlıgamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örter, rahîmdir.”
Nur 22
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin akrabasıyla
bağını koparmasın"(tirmiızi)
"Allah teâlâ buyurmuştur: "Ben Allahım. Ben Rahmanım. Rahmi ben
yarattım. Ona ismimden bir isim ayırıp taktım. Kim akraba ile ilgisini
sürdürürse, ben de onunla ilgimi sürdürürüm. Kim ondan ilgisini keserse,
ben de ondan ilgimi keser, onu perişan ederim."(tirmizi)
"Büyüklerinizden, akrabalarınızı ve akraba ziyaretini öğrenin! Çünkü
akraba ziyareti, ailede sevgiyi artırır, malı çoğaltır ve ömrü uzatır."(tirmizi)
"Kendisiyle ilgiyi devam ettiren akraba ile ilgilenmek gerçek
ilgilenme değildir, asıl ilgilenme, akraba kendisinden alakayı kestiği
zaman, onu ziyaret edip, ona ilgi göstermektir."(buhari)
Hz. Ali (a.s) Nech’ul Belaga’da şöle buyurmuştur:
"Dostları kaybetmek, gurbettir."
"Đnsanların en acizi, kardeş kazanmada acizlik edendir; ondan daha
acizi ise, kazandıktan sonra kaybedendir."
"Đnsanlarla; öldüğünüzde ağlayacak, yaşadığınızda ise sizi özleyecek
bir şekilde geçinin."
ALLAH BĐZLERĐ EHLĐBEYT YOLUNDAN AYIRMASIN
GELENEKLERĐMĐZDE SAKLI KALMIŞ MUCĐZE: BAKHUR
Salim TAŞÇI
Bakhur’un kökeni Arap Yarımadası’dır. Heredot’a göre (M.S. 5. yüz yıl): “Arabistan
Bakhur, Murr ve tarçın üreten tek ülkedir… Bakhur veren ağaçlar kanatlı, küçük,
rengârenk yılanlar tarafından korunmaktadır.”
Diodorus Siculus M.Ö. 1. yüz yılın ikinci yarısında yazmaktadır ki: “Tüm Arabistan iç
açıcı kokular yaymaktadır. Hatta kıyılarından geçen denizciler bile bu sağlık ve enerji
veren güçlü kokuyu algılayabilir.” Aynı zamanda, saflaştırma işlemine gerek
olmayacak düzeyde saf altın içeren madenlerden de bahseder. Öyle ki, yıldızların
konumundan Đsa’nın (a.s.) doğumunun yakın olduğunu anlayarak, Celile’ye gelen ve
yanında hediye olarak Bakhur, Murr ve altın getiren âlim doğudan gelmiştir, yani
Arabistan’dan.
Bakhur bugün Oman olan Dhofar Bölgesi’nden başlayan ve Yemen’den geçen,
Kızıldeniz kıyısını seyredip Hicaz Mısır ve Kudüs’e varan “Bakhur Ticaret Yolu”
üzerinden önceleri eşek ve daha sonraları deve kervanları tarafından taşınmaktaydı.
Bu yol, geçtiği yerlerin ticari ve siyasal hayatını canlandırmakla uzun zaman tarihsel
sosyolojik gelişimde de önemli bir rol üstlenmiştir.
Bakhur ve Murr gibi bazı maddeler tarihten beri dini ritüellerin bir parçası, bir ilaç ve
dezenfektan olarak kullanılagelmiştir. Endüstriyel çağa girilmesi ve kimyasal ilaçların
yaygınlaşması ile arka plana itilmişlerse de, 3. binyılın başlaması ile birlikte geleneksel
tıbba doğan yeni ilgi, bu ve bunun gibi maddelerin yeni imkânlarla, bilimsel olarak
incelenmesini sağlamıştır.
Yapılan empirik çalışmalar, bakhur kullanımının eski bir hurafeden öte olduğunu
göstermiştir.
Sivrisineklere karşı kullanılagelen kimyasal pestisidlerin su kaynaklarına karışması ile
insanlara ve çevreye verilen zarar göz önünde bulundurularak yapılan bir çalışmada
Aedes aegypti (özellikle Sarı Humma ve Dengue Humması hastalıklarını yayar),
Anopheles stephensi (Sıtma hastalığını yayar) ve Culex quinquefasciatus (St. Louis
Ensefaliti’ni yayar) türü sivrisineklerin larvaları üzerinde 41 farklı bitkisel yağın etkileri
araştırılmış, aralarında bakhurun da bulunduğu 13 yağın %100 öldürücü olduğu
saptanmıştır. (Amer A. & Mehlhorn H.: “Larvicidal effects of various essential oils
against Aedes, Anopheles, and Culex larvae (Diptera, Culicidae)”; Parasitology
Research; Vol: 99 (4); p. 466-72 /200609/)
Özellikle viral hastalıklara karşı vücudun savunmasını üstlenen lenfosit tipi beyaz kan
hücrelerinin üretiminin, bakhur tarafından %90 oranında arttırıldığı gösterilmiştir.
(Mikhaeil BR et al.: “Chemistry and immunomodulatory activity of frankincense oil”;
Zeitschrift für Naturforschung. C, Journal of biosciences; Vol: 58 (3-4); p. 230-8
/2003 Mar-Apr/) Bu, bakhurun insanın hastalıklara karşı direncini yüksek düzeyde
güçlendirdiğini göstermektedir.
Diğer yandan bakhurun kimyasal analizinde palmitik asid ve 8 çeşit triterpenoid
(lupeol, beta-boswellik asid, 11-keto-beta-boswellik asid, asetil beta-boswellik asid,
asetil 11-keto-beta-boswellik asid, asetil-alfa-boswellik asid, 3-okso-tirucallik asid ve
3-hidroksi-tirucallik asid) tespit eden Mısırlı bilim adamları, bakhurun doğal
ekstresinin, bu maddelerin ayrı ayrı immünomodülatör etkilerden daha yüksek etkili
olduğunu tespit etmişlerdir. (Badria FA et al.: “Immunomodulatory triterpenoids from
oleogum resin of Boswellia carterii Birdwood”; Zeitschrift für Naturforschung. C,
Journal of biosciences; Vol: 58 (7-8); p. 505-16 /2003 Jul-Aug/)
Ayrıca bakhurun içindeki boswellik asidler; nötrofilik granülosit denen başka bir tip
beyaz kan hücresinde, Lökotrien denen ve iltihabi reaksiyonlarda rol oynayan
maddenin üretimini azalttığı da kanıtlanmıştır. Lökotrienlerin önemli rol oynadığı
kronik iltihabi rahatsızlıklarda bakhur kullanımı bilimsel olarak test edilmiş, romatoid
artrit, kronik kolit, kolitis ülseroza, Crohn Hastalığı, astım ve tümörlere bağlı beyin
ödemlerinde başarılı sonuç elde edilmiştir. (Ammon HP: “Boswelliasäuren
(Inhaltsstoffe des Weihrauchs) als wirksame Prinzipien zur Behandlung chronisch
entzündlicher Erkrankungen”; Wiener medizinische Wochenschrift (1946); Vol: 152
(15-16); p. 373-8 /2002/)
Diğer yandan boswellik asidlerin aynı zamanda beyaz kan hücrelerinin ürettiği Elastaz
adlı enzimin de (HLE) üretimini azalttığı ve böylece benzersiz bir “çift yönlü”
antiiltihabi etki gösterdiği ortaya konmuştur. (Safayhi et al.: “Inhibition by boswellic
acids of human leukocyte elatase”; The Journal of pharmacology and experimental
therapeutics; Vol: 281 (1); p. 460-3 /199704/) Nitekim bu çift etki, nötrofil
aktivasyonu ile birlikte aynı anda Lökotrien ve Elastaz salınımının artışı ile oluşan
iltihabi ve alerjik hastalıkların tedavisinde paha biçilmez bir özellik teşkil eder.
Bakhurun ayrıca başta meninks denen beyin zarının kanseri, lösemi (kan kanseri),
beyin kanseri ve bir seri başka kanser tipinde, kanser hücrelerini öldürücü (sitotoksik)
ve büyümelerini engelleyici (sitostatik) etkiye sahip olduğu gösterilmifbgştir. Burada
da bakhurun doğal ekstresinin ihtiva ettiği tekil maddelerden 2,3 ila 3,3 kat daha
etkili olduğu görülmüştür. (Hostanska K et al.: “Cytostatic and apoptosis-inducing
activity of boswellic acids towards malignant cell lines in vitro”; Anticancer Research;
Vol: 22 (5); p. 2853-62 /2002 Sept-Oct/)&(Park YS et al.: “Cytotoxic action of acetyl11-keto-beta-boswellic acid (AKBA) on meningioma cells”; Planta medica; Vol: 68
(5); p. 397-401 /200205/)
Ancak bakhur kullanımında dikkat edilmesi gereken hususlar yok değildir. Nitekim
yapılan çalışmalar göstermiştir ki bakhur, belli ilaçların yıkılıp vücuttan
uzaklaştırılmasını
sağlayan
sitokrom
P450
enziminin
(CYP
1A2/2C8/2C9/2C19/2D6/3A4) etkisini azaltmaktadır. (Frank A & Unger M: “Analysis
of frankincense from various Boswellia species with inhibitory activity on human drug
metabolising cytochrome P450 enzymes using liquid chromatography mass
spectrometry after automated on-line extraction”; Journal of chromatography. A; Vol:
1112 (1-2); p. 255-62 /20060421/) Diğer bir deyişle sitokrom P450 tarafından yıkılan
bir ilaç ile bakhurun bir arada kullanılması, ilacın yarılanma ömrünü uzatacağından
istenmeyen etkilere yol açabilir. Bu bakımdan ilaç kullanan hastaların bir hekim veya
eczacıya başvurarak kullandıkları ilacın bu enzimce yakılıp yakılmadığını, dolayısıyla
bakhur ile etkileşim içine girip girmeyeceğini öğrenmelidirler.
Yukarıda kısaca derlemeye çalıştığım bilimsel veriler ortaya koymaktadır ki bakhur
hem pestisid (haşere öldürücü) etkisi ile hastalıklara karşı önlem hem mevcut bazı
hastalıklarda kullanılan etkili bir ilaçtır. Böylece bakhurun sahip olduğuna inanılan
şifasının bir hurafe olmadığını da rahatlıkla söylememiz mümkün.
i[i]
Nur/55
Yaygın görüşe göre bahsi geçen ‘Zikir’ Tevrat’tır.
iii[iii]
Enbiya/105
iv[iv]
Bu özet “Masumlar ve Mehdilik” adlı kitaptan alınmıştır.
v[v]
Hz. Mehdi(AS)’nin tam adı ‘Muhammed-el Mehdi’dir.
vi[vi]
Feraid-us Simtayn , C-2, S-334
vii[vii]
Müsned-i Ahmed : C-3 S-36, El-Müstedrek, C-4, S-557
viii[viii]
Yedinci imamımız Hz. Musa el-Kâzım
ix[ix]
Kifayet-ul Eser, S- 269-270, Kemal-ud Din” C-2, S-361
x[x]
Naziat/ 42-45
xi[xi]
Ahzab/63
xii[xii]
Araf/187
xiii[xiii]
Lokman/34
xiv[xiv]
Şura/17-18
xv[xv]
Hidayetil Kübra S: 392-393
xvi[xvi]
Bihar-ul Envar C-52 S-117
xvii[xvii]
Kafi C-1 S-328
xviii[xviii]
Gurer’ul Hikem S-29
ii[ii]

Benzer belgeler