Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi
Transkript
Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi
TANRI’NIN VARLIĞINA KARŞI OLAN DELİLLER John Hick Çev: Hasan TANRIVERDİ Kamil SARITAŞ İster agnostik ister ateist olsun saygın bir kuşkucu, dindar insanların Tanrı’nın gerçekliğine inanmalarının sonucu olarak sahip oldukları belirli tecrübelerini reddetmeyle alakadar olmaz. Kuşkucu, Tanrı’yı postula olarak koymadan ve bunun yerine tabiatçı bir din yorumu benimsemek suretiyle bu tecrübelerin yeterince açıklanabileceğine inanmaktadır. Şimdi bu tür yorumların en etkili olanlarından ikisi tartışılacaktır. SOSYOLOJİK DİN TEORİSİ Bu yüzyılın başlarında genel itibariyle Fransız sosyologların, özellikle de Emile Durkheim’in 1 geliştirdiği bu tip analizler (dinin natüralistik yorumu) toplumun gücünün, onu oluşturanların zihinlerini sonuç ne olursa olsun şekillendirdiğine kuvvetlice inanan bir jenerasyona günümüzde cazip gelmektedir. Sosyolojik teori, insanların ibadet ettiği tanrıların, toplumsal uygulamalar vasıtasıyla bireyin düşüncelerini ve davranışını kontrol eden araçlar olarak toplum tarafından bilinçsizce üretilmiş hayali varlıklar olduğu iddia edildiği zaman, bu güce işaret eder. Bu teori, insanlar kendi kişisel yaşamlarını aşan ve iradesini ahlaki bir buyruk şeklinde kendilerine hissetiren daha yüce bir gücün huzurunda olma dini duygusuna sahip olduklarında, aslında onların kendilerini çevreleyen daha büyük bir gerçekliğin karşısında olduklarını iddia eder. Ama bu gerçeklik doğaüstü bir varlık değildir; toplumun doğal olgusudur. Çevreleyici insan topluluğu, üyeleriyle ilişkisine bağlı olarak Tanrı’ya sıfatlar atfeder ve zihinlerde Tanrı fikrini ortaya çıkarır. Aslında bu fikir, oluşturduğu etki açısından toplumu sembolize etmektedir. Dinsellik talebinin kaynağı olarak Kutsallık ve Tanrı hissi, İbadet edenlerin mutlak sadakatini ister. Bu açıdan o hislerin, üyelerinin sadakati ile ilgili toplumun değişmez kanaatinin bir yansıması olduğu kabul edilir. Durkheim’in teorisine kaynaklık eden Avusturyalı aborijin topluluklarında kayıtsız şartsız itaat ve bağlılık hissi oldukça güçlüydü. Buradaki bir kabile ya da klan, üyelerinin hücreler gibi yaşadığı, bireyler olarak henüz grup bilincinden tamamen Bu çeviri, John Hick, Philosophy of Religion, Prentice-Hall Inc., Englewood Cliffs 1963, adlı eserinin “Arguments Against the Existence of God” adlı bölümünün çevirisidir. Gümüşhane Ünivesitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Gümüşhane Ünivesitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk İslam Düşünce Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. 1 The Elementary Forms of The Religious Life, 1912 (London: George Allen & Unwin Ltd., 1915, and New York: The Free Press, 1965) John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ ayrılamadığı psişik bir organizmaydı. Adetleri, inançları, ihtiyaçları ve tabuları kabileye hakimdi ve bir bütün olarak onlarda kutsalın önemli bir yönü bulunmaktaydı. Gelişmiş toplumlarda, yurttaşlık ruhunun vatandaşlar üzerinde neredeyse sınırsız bir otorite kurabildiği savaş zamanlarında, bu ilkel birliktelikte kısmi bir canlanma olmuştur. Durkheim’e göre, birey, yaşamındaki tüm büyük krizlere, ait olduğu toplum tarafından itilir ve onlardan kurtarılır. Bu yolla, tamamlayıcı Tanrı fikri insanların nihai yardım ve güvenliği olarak doğmuştur. Biz insanlar, köken olarak toplumsal varlıklarız ve gruplarımıza içten bağlıyız, onlardan ayrıldığımız zaman mutsuz oluruz. Grup bizim psişik canlılığımızın ana kaynağıdır ve ibadet ediciler olarak bizi birbirimize bağlayan din kardeşlerimizle ayin yaptığımızda gruptan güç ve destek alırız (din muhtemelen Latince ligare kelimesinden türetilmiştir, bağlamak ya da bir araya getirmek anlamına gelir). O halde din, bireyselliğin karşısında duran daha büyük kuşatıcı bir gerçeklik, kişinin kısa yaşamından uzun zaman önce var olan ve gözden kaybolmasından uzun zaman sonra da devam etmek kaderinde var olan, “antik günlerin” somut gerçekliği olarak toplumdur ki; o Tanrı diye sembolize edilir olmuştur. Bu teori, insan zihninin zihinsel imajlar ve semboller yaratan evrensel eğilimine atıfta bulunarak, toplumun doğal baskılarının doğa üstü Tanrı’nın huzurunda bulunma hissine dönüşmesini açıklar. Özetle burada dinin, insanı ve içinde yaşadığımız dünyayı yaratan doğaüstü bir varlık olan Tanrı’ya işaret etmeyen, gözlemlenebilir olgularının bir yorumu vardır. Bu yoruma göre, bilinenin aksine, kendi sosyal varlığını korumak için Tanrı’yı yaratan insandır. Dindar düşünürler bu teoriye çeşitli eleştirirler yöneltmişlerdir, aşağıda bu güçlükler vurgulanmıştır: 2 1) Bu teorinin, dini olarak biçimlenmiş bilincin evrensel kuşatıcılığını açıklamada başarısız olduğu iddia edilmiştir. Öyle ki bazı durumlarda bu dini bilinç, herhangi bir ampirik toplumun sınırlarını aşar ve böyle olması hasebiyle insanoğluyla ahlaki bir ilişkiyi öngörür. Monoteizmin doğal sonucu olarak, monoteistik dinlerin büyük öğreticilerinin öğretisinde, Tanrı’nın bütün insanlığı sevdiği ve bütün insanları erkek ve kız kardeşler olarak birbirini sevmeye davet ettiği vurgulanmıştır. Bu çarpıcı fenomen sosyolojik teorinin kapsamında nasıl açıklanacaktır? Eğer Tanrı’nın çağrısı sadece toplumun yararına olan davranış biçimlerini üyelerine empoze eden bir topluluğa ise tüm insanlığı eşit bir şekilde ilgilendiren yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir bütün olarak insan ırkı sosyolojik teorinin kullandığı terimsel anlamda bir toplum değildir. Eğer Tanrı’nın sesi, kıskanılacak 2 Örneğin, mevcut tartışma H.H. Farmer, Towards Belief in God (London: Student Christian Movement Press Ltd., 1942), 9. bölüme borçludur. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 284 Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller derecede muhafaza edilen belli bir grubun imtiyazlarını diğer gruplara eşit şekilde yayıyorsa bu durumda Tanrı’nın sesi o grup ile nasıl eşit sayılabilir? 2) Sosyolojik teorinin, peygamberi zihnin ahlaki yaratıcılığını açıklamada başarısız olduğu ileri sürülmüştür. Ahlak peygamberi karakteristik olarak, yerleşmiş ahlaki kuralların ötesine geçen, takipçilerinin yaşamlarıyla ilgili yeni ve ulaşılması zor ahlaki ödevleri kabul etmeleri için onları kardeşliği kabul etmeye çağıran bir yenilikçidir. Eğer ahlaki yükümlülüğün, kendisini koruma ve geliştirmeye azmetmiş organize grup tecrübesinden başka bir kaynağı yoksa bu nasıl açıklanabilir? Bu sosyolojik teori statik “kapalı bir topluma” uyar, ancak ahlaki açıdan gruplarından daha ileride olan öncü kişilerin iç görüsüyle meydana gelen ahlaki ilerlemeyi nasıl açıklayabilir? 3) Sosyolojik teorinin, vicdanın (conscience) toplumsal olandan ayırt edici gücünü açıklamada başarısız olduğu iddia edilmiştir. Bu eleştiri- zamanın Yahudi toplumunu kınayan, yüzyıllar boyunca, Amos, Trevor Huddleston ya da Beyers Naude’nin Güney Afrika’da kendi ırklarının hegemonyasını reddetmeleri, Colombiya’daki Camilo Torres veya Vietnam Savaşı karşıtları örneklerinde olduğu gibi- “ayrı telden çalan” insanların olması nedeniyle toplumla ters düşen birey üzerine odaklanır. Eğer bu sosyolojik teori doğruysa ilahi destek hissi minimum seviyede olmalı ya da bu tür durumlarda hiç olmamalıdır. Eğer Tanrı sadece kılık değiştirmiş toplum ise peygamber topluma karşı Tanrı’nın desteğini nasıl alabilir? Örnekler ilahi yardım ve destek hissinin böyle durumlarda genellikle maksimum seviyede olduğunu gösteriyor. Bu insanlar Ezeli olanın davetinin ve liderliğinin canlı duygusu tarafından desteklenirler. Halkları ardı ardına gelen Yahudi peygamberlerini inkar ederken, onların Tanrı’ya yakınlık hissini dile getirmeleri dikkat çekicidir. Oysa ki bu sosyolojik teoriye göre onlar, toplumlarının iradesini önemli derecede etkileyebilecekleri türden aşırı bir öz bilince ve yurttaşçı bir topluma mensupturlar. O halde bu, kanıtlanmamış bir yargının, dinin tamamen doğal bir açıklamasını yapma teşebbüs içinde bulunduğuna işaret etmektedir. FREUDCU DİN TEORİSİ Galileo, Darwin veya Einstein ile kıyaslanabilecek derecede önemli bir figür olan Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939), ilgisini dinin doğası üzerine yoğunlaştırdı. 3 Freud, dini inançları “illüzyonlar ve insanlığın en eski, en güçlü ve dayatmacı isteklerinin icrası”4 olarak kabul etmektedir. Freud’a göre din, doğanın bir çok tehlikeli durumuna -deprem, sel, fırtına, hastalık ve kaçınılmaz ölüm- karşı zihinsel bir savunmadır. “Doğa, bu güçlerle birlikte Yahudilerin on iki küçük peygamberinden birisi (çev. n.). Bkz., Totem and Taboo (1913), The Future of an Illusion (1927), Moses and Monotheism (1939), The Ego and the İd (1923) ve Civilization and Its Discontents (1930). 4 The Future of an Illusion, The Complete Psychological Works of Sigmund Freud, trans. And ed. James Strachey, (New York: Liveright Coroporation and London: The Hogarth Press Ltd., 1961), XXI, 30. 3 Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 285 John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ azametli, zalim ve acımasız bir şekilde bize karşı durur”.5 Fakat insanın hayal gücü, bu kuvvetleri mistik kişisel güçlere dönüştürür.6 Freud, kişisel olmayan güç ve yazgılara yaklaşılamayacağını; onların ebediyen (bizden) uzak kalacaklarını ifade etmiştir. Eğer bu unsurlar, ruhlarımızda harekete geçen tutkulara sahipse ve ölümün bizzat kendisi ihtiyari bir şey değil de, şeytani iradenin şiddetli bir eylemi ise, kendi toplumumuzdan da bildiğimiz gibi doğada bizimle aynı cinsten varlıklar varsa, o zaman rahatça nefes alabilir, kendimizi esrarengiz bir evde hissedebilir ve anlamsız endişelerimizi ruhsal hallerle ilişkilendirebiliriz. Belki de biz, aslında, savunmasızızdır. Kendi toplumumuzda ürettiğimiz metotları, vahşi doğa-üstü varlıklara karşı da uygulayabiliriz. Onlara yalvararak, rüşvet vererek, teskin ederek, onları etkileyip güçlerinin bir kısmını onlardan zorla alabiliriz. Yahudilik-Hıristiyanlık dininde benimsenen çözüm, örtük baba imajını büyük bir koruyucu güç olarak evrene yansıtmaktır. Beşikte bize gülümseyen, Şimdi ise sonsuzluk için göklere çıkarılan yüz, cennetten bize gülümsemektedir. Öyleyse insanlar dünya ile yüzleşmeyi öğrendiklerinde, artık yanılsamalara değil de bilimsel olarak doğrulanmış bilgilere dayanarak, “…..insanlığın evrensel saplantılı nevrozu”7 olan dini terk edebilirler. Freud, (eşzamanlı karmaşık hislere dayanan) Oedipus kompleksin ayırt edici kavramını 8 Totem ve Tabu’da dini yaşamın aşırı hissi yoğunluğunu ve Tanrı’nın emirlerine uymak için ilişkilendirilmiş suç ve itaat duygularını açıklamak için kullanmıştır. O, insanın tarih öncesi evresini; anne, baba ve çocuktan oluşan “ilkel sürünün” birliği olarak kabul etmiştir. Baskın bir erkek olarak baba, kadınlar üzerindeki ayrıcalıklı haklarını sürdürürdü ve kendine meydan okuyan herhangi bir çocuğunu defederdi veya öldürürdü. Oğullar tek başına baba-lideri ortadan kaldıramayacaklarını anladıklarında, nihayetinde onu öldürmek (hem de yamyamlık yaparak onu yemek) için bir araya gelirler. Bu baba katilliği ilk günahtır ki; ahlaki yasaklamaları, totemizmi ve başka din fenomenlerini ortaya çıkarmanın yanı sıra insan ruhunda gerilimlere neden olmuştur. Kardeşler, babalarını katlettikleri için vicdan azabı çekerler. Ayrıca onlar, babalarının konumuna tam anlamıyla geçemeyeceklerini ve devamlı surette bir kısıtlamaya ihtiyaç olacağını anlarlar. Bu doğrultuda baba öldürme yasağı ensest tabusuna karşı yeni bir (“ahlaki”) otorite halini alır. Her erkek bireyde tekrarlanan9 oedipus kompleksi ve dinin birleşmesi ile, insan zihnindeki gizemli Tanrı otoritesinin ve insanların böyle bir fanteziye teslim olmasına neden olan güçlü suçluluk hisleri dikkate alınır. Böylece din “bastırılmışın geri dönüşüdür.” 5 Aynı eser, 16. Aynı eser, 16-17. 7 Aynı eser, 44. 8 Oedipus, Yunan Mitolojisinde farkında olmayarak babasını öldüren ve annesiyle evlenen bir figürdür, Freud’un kompleks Oedipus teorisi çocuğun bilinçsizce babasını kıskanması ve annesini arzu etmesidir. 9 Freud dini, daha sonra kadına empoze edilen, erkeğin yaratması olarak kabul etmiş görünüyor. 6 Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 286 Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller Freudçu din anlayışını burada özetlenemeyecek kadar çok tartışan, oldukça fazla edebi tartışma vardır. 10 Darwin ve Robertson Smith’e dayanan Freud’un “ilkel sürü” hipotezi artık genel anlamda antropologlar 11 tarafından reddedilmektedir. Bütün kapıları açan Oedipus kompleksi artık Freud’un birçok takipçisi tarafından bile kabul edilmemektedir. Felsefi eleştiriler daha ziyade, Freud’un ruh atomizmi ve determinizminin gözlemsel veriler statüsüne değil de felsefi teoriler statüsüne dayandığına odaklanmıştır. Bir bütün olarak ele alındığında Fredun’un din açıklaması, oldukça spekülatif ve muhtemelen görüşlerinin en dayanıksız yönüdür. Buna rağmen imanın psikolojik bir destek türü ve hayali düşünme özelliğine sahip olduğu şeklindeki genel görüşü, hem içsel hem de dışsal birçok eleştirmen tarafından din olarak isimlendirilenin pratiğe dökülmesi olarak kabul edilir. Empirik din, mensuplarından yerine getirilmesi istenen şaşırtıcı unsurların bir karışımıdır ve şüphesiz birçok inananın zihnindeki ana faktördür. Baba imajı çalışmasındaki Fredun’un teorisine yapılan en ilginç teolojik yorum, belki de Tanrı’nın insan zihnindeki tanrı fikrini oluşturduğu mekanizmalarından birini ortaya çıkarmasıdır. Yahudi-Hıristiyan geleneğinin öğrettiği gibi, eğer bir babanın çocuklarıyla olan ilişkisi Tanrı-insan ilişkisiyle kıyaslandığında, insanoğlunun Tanrı’yı ilahî babası gibi düşünmesi, bebeğin tam bağımlılık dönemi ve büyüyen çocuğun aile içindeki sevilme, ilgilenilme ve yetiştirilme deneyimi yoluyla Tanrı’yı öğrenmesi şaşırtıcı değildir. Açıkçası, bu naturalistik yorumu önceden benimsemeyen bir akıl için psikolojik olguların natüralistik yorumu olduğu gibi, dini yorumu da mümkündür. O zaman bu yargının, sosyolojik teori gibi, kanıtlanmamış olması gerekir; Freud’çu din teorisi, doğru olabilir fakat böyle olduğu kanıtlanmamıştır. MODERN BİLİMİN MEYDAN OKUMASI Modern çağda bilimsel bilginin önemli ilerleyişi, dini inanç üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Üstelik, bu kitapta ayrıntılı olarak incelediğimiz Yahudi10 Teolojik açıdan bazı tartışmaların yer aldığı eserler şunlardır: Ian Suttie, The Origins of Love and Hate (London: Kegan Paul, 1935); R.S. Lee, Freud and Christianity (London: James Clarke Co. Ltd., 1948); H.L. Philip, Freud and Religious Belief (London: Rockliff, 1956, and Westport, Conn.; Greenwood Press, 1974); Arthur Guirdham, Christ and Freud (London: George Allen & Unwin Ltd., 1959); ve psikoanalitik teori açısından, T. Reik, Dogma and Compulsion (New York: International Universities Press, 1951); M. Ostow and B. Scharfstein, The Need to Believe (New York: International Universities Press, 1954); J.C. Flugel, Man, Moral, Society (New York: International Universities Press, 1947). 11 A. L. Kroeber, rev. ed. (New York: Harcourt Brace Jonavich, Inc., 1948), s. 616. Kroeber kültürün psikoanalitik açıklamasını “sezgisel, dogmatik ve tamamen tarihsel olmayan” olarak tanımlamıştır. Bronislaw Malinowski Freud’un terosini incelediği çalışmasında şöyle söylemektedir. “Bu ilkel sürünün orta sınıf Avrupalı bir ailenin tüm önyargılarla, uyumsuzluklarla ve hırçınlıklarla donatılmış olduğunu algılamak kolaydır. O zaman en çekici ve fantastik bir hipotez olarak ortaya çıkan (bu ilkel sürü hipotezini) tarih öncesi bir ormana bırakalım gitsin. Bronislaw Malinowski, Sex and Repression in Savage Society (London: Routledge & Kegan Paul Ltd., 1927, and New York: Humanities Press, 1953), s. 165. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 287 John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ Hıristiyan geleneğinde, bu etki en yüksek seviyededir. Çağdaş entelektüel ortamda, bilimsel ve dini bilginin iddiaları arasındaki belli başlı bir dizi yargı uyuşmazlıkları ve yine önemli bir faktörü yani dinin eleştirisini oluşturan daha genel kümülatif bir etki meydana gelmiştir. Rönesans’tan beri, dünyayla ilgili bilimsel bilgi astronomi, jeoloji, zooloji, kimya, biyoloji ve fizik gibi alanlarda sürekli ilerledi ve doğrudan gözlem ve deneylerden ziyade İncil’den türetilen bu alanlardaki çelişkili iddialar gittikçe gözden düştü. Bilim adamları ile kilise mensupları arasındaki büyük çatışmaların her birinde, pratik yararlılığından dolayı bilimsel metodun geçerliliği kanıtlandı. Sonuç olarak, gerekli düzenlemeler bilim adamlarının buluşları ile çelişen dini inanç bağlamında yapıldı. Bu uzun süren tartışma sonunda kutsal kitap yazarları, Tanrı’nın insanlık tarihindeki faaliyetiyle ilgili dair tecrübelerini kaydederek, kendi zamanlarına ait bilim öncesi dünya anlayışına dayanan deneyimlerini yansıttıkları görülmüştür. Bilgi seviyesinin artması onların ilahi mevcudiyet ve söylemlerinin kayıtları ile düşüncelerinin çatısını oluşturan ilkel dünya görüşü arasında ayırımı zorunlu kılmıştır. Modern okuyucu bu ayrımı yaparak, herhangi bir kutsal-insan karşılaşması neticesinde insana hakim olan bilim öncesi kültürü yansıtan kutsal yazıların bakış açılarını tanımayı öğrenebilir. Buna göre şunu söyleyebiliriz ki; başımızın üzerinde bulunan gökteki cennet, ayağımızın altında yerde bulunan cehennem ve Yeşu’nun öğretisine göre yeryüzünün etrafında dönen, kendisi ise durağan olan güneşten oluşan kutsal kozmolojinin üç katlı evren anlayışına modern bilimin ışığında artık itimat edilmez. Yaklaşık 6000 yıl önce şimdiki formlarında yaratılan dünya, insanlık ve diğer hayvan türleri artık makul bir inanç olarak kabul edilemez. Yine insan oğlunun çağlar boyunca çürüyen cesetlerini ölmeden önceki halinde belli bir tarihte yargılanmak için yeniden dirileceği beklentisi genel olarak avutucu kaldı. Ancak kilise üyeleri ilk başlarda hemen her durumda, geleneksel inançlarıyla çatışan bilimsel kanıtlara büyük bir şiddet ve hırsla karşı çıktılar.12 Kısmen bu direnç statükocu ve benzer bilimsel teorileri, yeni ve rahatsız edici olanlara tercih eden muhafazakar yapıdaki insanların tepkisini temsil etmiştir. Fakat bu reaksiyon önermesel vahiy kavramının kayıtsız şartsız bir kabulüyle desteklendi ve güçlendirildi. (bkz., ss. 56-58). Bu anlayış kutsal metinlerdeki bütün ifadelerin Tanrı’nın ifadeleri olduğunu varsayar; sonuç olarak bu ifadelerin herhangi birini sorgulamak, ya Tanrı’yı yalancılıkla suçlamak ya da İncil’in ilahi olarak ilham edildiğini inkar etmek demektir. Yirminci yüzyıl batı dünyamızın düşünce ikliminin bir parçası olan, bilimsel ilerlemenin ve teolojik gerilemenin kesiştiği bu uzun tarihin daha genel mirası, bilimler özellikle dini iddiaları çürütememesine rağmen dünyaya (herhangi bir noktada dini ifadelerle karşılaşmaksızın) öyle bir ışık tuttu ki iman artık zararsız ve özel bir fantezi olarak kabul edilebilir. Dinin mukadderatı olan insana ait bilgi alanlarından giderek uzaklaşması kaybediş nedeni olarak görünür. O ampirik bilginin çok daha az geliştiği önceki çağlardan gelen, yalnızca varlığını 12 Bu mücadelenin klasik tarihi A. D. White, A History of the Warfare of Science with Theology (1896), 2 citlik eserinde bulunur. Ciltsiz baskısı (New York: Dover Publications, Inc., 1960) mevcuttur. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 288 Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller sürdürebilen astroloji gibi –beşinci teker kadar gereksiz bir şeye- benzer bir konuma düşmüştür. Bu bilimler, doğal düzenin özerkliğini birikimsel olarak kurmuşlardır. Doğa, hayrete düşürecek büyüklükteki galaksilerden, algılanamayacak kadar küçük olaylara ve evrendeki zerreciklere kadar ve sanal sonsuzluklar arasındaki dünyamızın bitmez tükenmez karmaşıklığına dek Tanrı’ya dayandırmaksızın ele alınabilir. Bilimlerin incelediği bu evren, sanki Tanrı yokmuş gibi varlığını devam ettirir. Bu olgulardan gerçekten Tanrı’nın olmadığı sonucu çıkar mı? Teistik inancın, bu olumsuz sonucu destekleyen ve desteklemeyen formları vardır. Eğer Tanrı’nın gerçekliği inancı, bilim öncesi dönemin kültürel varsayımlarına bağlı ise, bir bütün olarak ele alındığında bu inançlar bütünü artık geçerli değildir. Fakat durum tam tersi ise; Tanrı’nın (daha çağdaş teoloji ile) yarattıkları –bize bahşettiği evreni- insanlıkla ilişkili olduğu için, Yaratıcımızla aramızda serbestçe kabul edilmiş bir bağ vardır. Bu bakış açısına göre, Tanrı bizimle arasına belli bir mesafe koyar. Kulun bağımsızlığı için koyulmuş olan bu mesafe daima göreceli ve koşullu olmasına rağmen, yine de sorumlu kişiler olarak var olmamız için yeterlidir. Bu “uzaklık” mekansal olmaktan ziyade epistemiktir. Bu durum Tanrı’nın insan zihninde kaçınılmaz olarak var olmasından kaynaklanır. Bu da insanın imanının kendiliğinden yansıması olarak bilinir. 13 Bu durum insan doğasının yapısı gereği, böyle bir özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Bu yapı, içinde öyle bir çalışma sistemi barındırmalıdır ki, araştırmacı Tanrı’yı bu sistem içinde ya da dışında bir unsur olarak farz etmemelidir. Bu bakış açısına göre Tanrı kavramı ve bilim tarafından giderek temellendirilen doğanın özerkliği, dini imana çelişki teşkil etmez. Bu bilimler, Tanrı tarafından verilmiş özerklik ve bütünlükle ilahi olarak yaratılan ve devam ettirilen bir evreni keşfetmektedir. Önceden birçok dindar tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanan dünya hakkındaki bu tarz bir Tanrı ve ilahi gaye anlayışı, sonuçlandırılan ve tasarlanan bilimsel keşifleri içinde barındırabilir. Hayvanlar alemi ile varlığımızın kökenini bulma; yeryüzünde meydana gelen doğal kimyasal reaksiyonlardaki organik yaşamın kökenini tespit etme, neticede bir gün laboratuarda bu reaksiyonların çoğaltılma ihtimali; uzayın keşfi ve diğer gezegenlerde gelişmiş yaşam formlarıyla karşılaşma olasılığı; kişilik yapısının incelenmesi ve kötü “beyin yıkama” tekniklerini mükemmelleştirme; çağdaş biomedical devrim, örneğin gen kaybı ve klonlama yoluyla insanın genetik materyalinin kontrolü için yeni imkanlar yaratma; nükleer enerjiyi çalışır duruma getirme ve bir nükleer savaşta insanın kendi kendini yok etme ihtimalinin korkusu – iyiye ve kötüye yönelik büyük potansiyeli ile bütün bu 13 Bu düşünce hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz.; ss. 64-65. Aksi görüş için bkz.; Robert Nesle, “Does God Hide From Us?” The İnternational Journal for Philosophy of Religion, vol. 24 (1988). Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 289 John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ olgu ve olasılıklar, özerk bir yapıya sahip olan doğal düzenin görünümleridir. Dini imana göre, Tanrı bu düzeni insanoğlunun özgür ve sorumlu bireyler olarak yaşayabilecekleri ve Tanrı ile iletişime geçebileceği bir şekilde yaratmıştır. Bilimsel bilgi hakkında söylenebilecek tek şey şudur: dini iddialar özel bilimlerin hiçbirinin alanına girmez: Bilim onu ne doğrulayabilir ne de inkar edebilir. Bu teolojik bakış açısına göre, mucize hikayelerinin ve en eski zamanlardan günümüze kadar kutsal kitaplarda ve insanlık tarihinde bol miktarda bulunan kabul edilmiş duaların durumu nedir? Tüm bunlar, özerk doğa düzenin bilimlerin alanına girdiği görüşüyle bağdaşmalı mıdır? Bu sorunun cevabı “mucize”yi nasıl tanımladığımıza bağlıdır. Onu ya doğa kanunun ihlali ve geçici olarak ertelenmesi gibi sadece fiziksel ve dini olmayan terimlerle ya da Tanrı hakkında güçlü bir farkındalık uyandıran, çağrıştıran alışılmadık ve çarpıcı bir olay olarak dini bir deyişle tanımlamak mümkündür. Eğer “mucize” doğa kanunun ihlali olarak tanımlanırsa, bir kişi a proiri olarak mucizenin olmadığını iddia edebilir. Ancak buradan dini bağlamda mucizelerin olmadığı sonucu çıkmaz. Doğa kanunuyla çelişen bir şeyin meydana gelmeyeceği ilkesi, Tanrı hakkında güçlü bir farkındalık uyandıran, çağrıştıran, alışılmadık ve çarpıcı olayların olmamasını gerektirmez. Doğa kanunu, aslında geçmişte olan her şeyi kapsayan geriye dönük genellemelerden oluşur. Bugüne kadar kabul edilmiş genellemeler tarafından kapsanmayan olaylar olduğunda, doğru olan bilimsel anlayış meydana gelen şeyleri inkar etmemek, ancak mevcut doğa anlayışını içermek için onları yeniden düzenler ve genişletir. Örneğin, eli kurumuş adama şifa veren İsa hikayesinin (Luke 6:6-11) ya da daha sonraki çağlardaki veya günümüzdeki benzer hikayelerin, ilgili deliller dikkate alınmaksızın doğru olmadığı söylenemez. Alışılmadık ve çarpıcı bu tarz olayların meydana gelmesi bilimsel olarak imkansız değildir. Tanrının varlığı ve faaliyetleri hakkında canlı bir çağrıştırıcı ve aracı olan dini öneme sahip olaylar meydana gelebilmektedir. Ancak tabiatın genel işleyişi itibariyle insan bilgisinin oldukça sınırlı durumu göz önüne alındığında bunların sürekliliği takip edilemez. Önceki yüzyılların din savunmasında mucizeler önemli bir rol oynamıştır. Mucizelerin dinin talep ettiği ve zorunlu kıldığı inancı güçlendirdikleri varsayılmıştır. Bu geleneksel anlayışın tersine bugün bir çok teolog, mucizelerin dini imanın temelini sağlamaktan ziyade, böyle bir imanı önceden varsaydığına inanmaktadır. Açıklanamayan tesadüf veya muhtemel olmayan ve beklenilmeyen olayı Tanrının amacını anlamlandıran bu dini tutum bir olayı mucizeye dönüştürür. O halde mucizeler imanlı bir toplumun içsel yaşamına aittir; onlar dış dünyayı Hıristiyanlaştırmaya çalışacak bir araç değildir. 14 14 Mucizelerle ilgili en modern değerlendirmelerden birisi H.H. Farmer, The World and God: A Study of Prayer, Providence and Miracle in Christian Experinece, 2nd ed. (London: Nisbet &Co., 1936) de bulunur. Aynı zamanda bkz., C.S. Lewis, Miracles: A Preliminary Study (London: The Centenary Press, 1947, and New York: Macmillian Publishing Co., 1963). Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4 290 Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller Bu bölümün sonucu önceki bölümün sonucuyla paraleldir. Orada Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde ispat edemeyeceğimiz ortaya çıkmıştı; burada ise Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde çürütemeyeceğimiz ortaya çıkmıştır. Pekçok insan için seven bir tanrının gerçekliğinden kuşkuya düşürecek en güçlü nedenin ızdırap ve kötülük olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu, o kadar önemli bir konudur ki gelecek bölümün tamamı ona hasredilecektir. 291 Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/2, c. 2, sayı: 4