Otto Dix

Transkript

Otto Dix
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
OTTO DİX
Bir ay önce taşındığımız apartmanın dördüncü katına uzanan
basamakları tırmanırken ayaklarım geri geri gidiyordu. Toplantı
denince tüylerim hep diken diken olur. Üstelik Pazar sabahı!..
Nazlı iş seyahatindeydi. “Biliyorum sevmiyorsun ama yeni
taşındık… Komşularla tanışmakta yarar var… İlgisizmiş gibi
durmayalım… Seneye gitmezsin… Burada olsaydım seni yollamazdım…
Hadi bir gayret sık dişini…” demişti. Üçüncü kattaki 5 numaralı
dairenin kapısının aralıklarından kavrulmuş soğan kokuları
geliyordu. Dördüncü kattaki yönetici Hulusi Bey’in dairesinin
önüne yaklaştıkça soğan kokularının yerini pasta kokuları almaya
başladı. Bu cümbüş, kapıcı dairesinden yükseldiği varsayılan
yerleşik rayiha ile harmanlanınca “zengin” bir koku sarmalı
içinde buldum kendimi. Elimi kapı ziline uzatırken kendi işimi
kurmadan önce çalıştığım firmadaki toplantılar aklıma geldi.
Patronun her fırsatta “Hadi toplanalım” deyişi… Önümde birikmiş
bir sürü iş varken!.. Dikdörtgen bir masa etrafına on on iki
kişi oturulur, çay kahve söylenir, olduk olmadık her tür konuda
karar oluşturulmaya çalışılırdı. Güç oyuncuları, görüşü olmasa
da kendini göstermek için konuşanlar, müzmin “şeytan avukatları”
ve onları ciddiye alıp laf yetiştirmeye çabalayan saf
meslektaşlarım yüzünden toplantılar uzadıkça uzar, gereksiz
tartışmalar insanları gerer, birbirlerine cephe aldırırdı.
Utanmasalar sekreter Nilgün Hanım’ın oje rengi konusunda bile
karar çıkartabilirlerdi. “Bence yeşil olsun. Kinoalı salatasını
yerken çok şık durur. Hem Nilgün Hanım koyu çevrecidir…”,
“Nilgün Hanım feminist değil miydi?” benzeri konuşmalar son
—1—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
derece sıradandı. Edward de Bono’nun toplantı verimliliğini
artırma hedefiyle yazmış olduğu, tartışma yerine paralel
düşünmeyi teşvik eden “Altı Şapkalı Düşünme Tekniği” başlıklı
kitabında okuduklarım aklıma yatınca bu yöntemi bir seferlik
test etmeyi önermiştim ama ilgilenmemişlerdi, besbelli herkes
hâlinden memnundu. Zamanın geçmek bilmediği bu anlamsız
toplantılarda boğulacakmış gibi hissederdim. En sağlıklı
kararların ikili görüşmelerle alınabileceğini düşündüm hep.
Yalnızca iki kişi, ne bir eksik ne bir fazla. Şu sıralar
görüşmediğim eski bir arkadaşımı hatırladım… Baş başa
olduğumuzda kendini rahatlıkla açar, yaşamıyla ilgili en mahrem
detayları anlatmaktan çekinmezdi ve ben onun bu hâlini çok
severdim. Aramıza üçüncü bir kişi katıldığında ise tümüyle
başkalaşıp beni ezmeye çalışırdı. Jean Paul Sartre’ın cehennemde
geçen “Gizli Oturum” oyununun üç kişilik olması tesadüf değildi.
“Cehennem başkalarıdır” demişti Sartre. Sonradan bu sözünün
yanlış anlaşıldığını, genelleme yapmak istemediğini söyleyip
“başkaları” sözcüğüyle ne demek istediğini açıklamaya
çalıştığını biliyordum Sartre’ın ama o andaki ruh hâlim bu
düzeltmeleri es geçmekten yanaydı. Cehennem başkalarıydı, hepsi
bu! Bir apartmanın dairelerini paylaşmak dışında müşterekleri
olmayan insanların bir araya gelmesine Sartre ne derdi acaba?
Kulağımı kapıya yaklaştırıp sesleri dinledim. Toplantı saatine
daha on dakika vardı ama herkes gelmiş gibiydi. Zile basmadan
önce basketçilerin faul atışı kullanırken yaptıkları gibi
burnumdan derin bir nefes aldım. Kapı ardına kadar açıldığında
heybetli Hulusi Bey ve arkasından gelen kuvvetli gün ışığı güzel
bir fotoğraf karesi oluşturmuştu. Sabahın tek güzelliği buydu
herhâlde. İsmini hatırlamadığım bir filmin son sahnesinde
kalbine ok saplanmış, ölmek üzere olan Samuray savaşçısının yere
düşerken gördüğü bahar çiçeğine hayranlıkla bakıp “Ne kadar
güzel!” demesi gibiydi benim hâlim. “Buyurun Ahmet Bey, sizi
bekliyorduk” dedi Hulusi Bey, kellifelli duruşunu belli belirsiz
—2—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
bir tebessümle yumuşatmaya çabalayarak. Salona girdiğimizde
herkes ayağa kalktı. Hulusi Bey: “3 numaradaki yeni sakinimiz
Ahmet Bey” dedi. Avrupa’daki 18. (ve hatta belki de 19.) yüzyıl
davetlerinde çiftler parti mekânına girerlerken tek tek anons
edildikleri için isimlerini daha büyük kalabalığa duyurmak
isteyen sosyetik kesim olabildiğince geç gelmeye çalışırmış.
Apartman toplantısına katılanlar muhtemelen bu detaya
takılmamıştı ama sosyetik olmaya gayret ediyormuş gibi
algılanabileceğim düşüncesinden rahatsız oldum. Teker teker el
sıkıştığım komşularım isimlerini ve daire numaralarını
söylüyorlardı. Biri dışında hiçbirinin aklımda kalmayacağından
emindim. Salon bizimkinin eşiydi, eşyalar dışında tabii. Bizdeki
rahat, düz hatlı modern eşyaların, yerdeki renkli yastıkların ve
piyanonun yerini burada oymalı ahşap mobilyalar, dantel örtülü
küçük yuvarlak masalar, büyük dikdörtgen bir orta masa, parke
zemin üzerine atılmış küçük parça halılar almıştı. Hulusi Bey
bana kendi koltuğunu verip, yemek masasından bir sandalye çekti.
Hulusi Bey’in eşi, aynı anda, uçak hosteslerine özgü bir
akışkanlıkla yanımdaki yuvarlak sehpaya bir bardak çay ve bir
dilim kek bıraktı. Karı koca, bu tür toplantıları gün aşırı
yapıyor gibiydiler. “Biraz sonra gündem maddelerimizi ele
alacağız ama öncelikle yeni komşumuz Ahmet Bey’e, hepimiz adına,
‘Kuantum Apartmanı’na hoş geldiniz’ demek istiyorum. Ahmet Bey’e
rica etsek, bize kısaca meşguliyetinden bahsetse… Onu biraz daha
iyi tanısak… Ne dersiniz?” diye bir giriş yaptı Hulusi Bey. Bir
bu eksikti! Susup bir kenarda oturmayı planlamışken tüm
projektörler üstüme tutulmuştu. Anlatacaklarımın Kuantum
Apartmanı’ndaki yaşantıma nasıl bir renk katacağından habersiz
olduğum için lanet okudum içimden. Heyecansız bir tonla:
“Teşekkür ederim. Piyano imal edip satıyoruz” dedim. İsmini
hiçbir zaman hatırlamayacağımdan emin olduğum seyrelmiş gri
saçlı komşum, “Tümüyle siz mi üretiyorsunuz, yani mekanizmasını
da mı?” diye sordu. İlgilenip soru soracakları aklımın ucundan
—3—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
bile geçmemişti. “Mekanizmasını ithal ediyoruz, kasasını ve
ahşap kısımlarını burada üretiyoruz. Uzak Doğu’dan ucuz
mekanizma alıp iyileştiriyoruz. Hepinizin bildiği gibi,
piyanonun içinde, tuşa basıldığı anda tele ya da tellere vuran
bir çekiç var. Tellere diyorum çünkü orta ve sağ bölümde yer
alan notaların her birinde üçer tel var. Sola doğru, yani bas
notalara doğru gittikçe tel sayısı önce ikiye sonra da bire
düşüyor ve tellerin çapları büyüyor. Çekicin ucundaki keçenin
durumu çok önemli. Sesin rengini oluşturan en kritik
bileşenlerden biri bu keçe. Benim kendi geliştirdiğim teknikler
var. Bu keçenin üzerine belli açılarda iğne batırıp çekerek
sesteki sertliği yok etmek mümkün. Çok yumuşak, ölgün sesler
için ya çekiçleri tümüyle değiştiriyoruz ya da uygun yerlerine
vernik benzeri solüsyonlar damlatarak sertleşmesini sağlıyoruz.
Ayrıca tellere temas eden uç kısmına demir çekiçle vurularak
sıkıştırma ve sertleşme sağlanabiliyor. Bazen bu yöntemlerin
tümünü birden kullanabiliyoruz. Sert ve aşırı parlak çalan bir
piyanoya, harmonik zenginliğini kaybettirmeden, ipeksi bir
yumuşaklık kazandırmak mümkün. Sesin fazla mat olduğu durumlar
için de parlatmaya dönük çözümlerimiz var. Mekanizmanın taşıyıcı
yapısını da güçlendiriyoruz. Bu şekilde notalar çabuk
sönümlenmeden uzun süre tınlayabiliyor. Yaptığımız
iyileştirmelerle piyasadaki en iyi piyanoya çok yakın bir
performansı dörtte bir fiyata sağlıyoruz. Bir de çok kullanılıp
yıpranmış piyanolar var: Keçelerinin ön yüzü sayısız darbeler
sonucu ezilip düzleşmiş ve üzerlerinde derin tel izleri oluşmuş…
Bu tür eski piyanoların sesleri metalikleşip tatsızlaşır, çalmak
gelmez içinizden. Bunları da iyileştirebiliyoruz” dedim. Konu
piyanodan açılınca kendimi tutamıyordum. Tiradımın fazla
uzadığını farkedince yüzümün ısındığını, kızardığımı farkettim.
“Muhtemelen sizi pek fazla ilgilendirmeyen bir sürü detaya
boğdum, çok özür dilerim” diye ekledim. Hulusi Bey, “Rica ederiz
Ahmet Bey, ne güzel bilgilendik”, başka bir ses ise “Artık
—4—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
piyano alacağımız zaman hangi kapıyı çalacağımızı biliyoruz”
dedi. Altı numara Defne Hanım ise, “Özel sorunumla toplantıyı
bölmek istemem, çıkışta bana beş dakika ayırmanız mümkün
olabilir mi Ahmet Bey?” diye sordu. “Tabii memnuniyetle” dedim.
Altı numara Defne Hanım!.. İsmini duyduğum an unutmayacağımdan
emindim. Gören herkesi kendisine hayran bırakacak dergi kapağı
güzellerinden biri değildi hâlbuki. Beni hangi yönü bu derece
etkilemişti emin değilim. Belki Uzak Doğulu kadınlara has
yumuşaklığı, eğitimli özgüveni, zevkli ama gösterişsiz giyimi,
kendini taşıyışındaki zerafeti, insanın içini ısıtan kadife
sesi… Cinselliğiyle öne çıkan bir kadın da değildi. Gizemliydi.
Melankolik ifadesi bastırılmış bir hüzne işaret ediyordu sanki.
İri siyah gözlü, kalın kaşlı, hafifçe çıkık elmacık kemikli ince
yüzünü kaşlarının biraz üstünden kesilmiş kâkülü ile uzun siyah
saçları çerçeveliyordu. Uzun boyluydu. Yaptığım işi bu derece
ayrıntıya girerek anlatmamın altında onu etkileme dürtüsü vardı
besbelli. İşe yaramadığını söyleyemem.
******************
Defne Hanım, toplantı çıkışında akortçu önermemi istedi. Altmış
yıllık Bechstein konsol piyanosu alındığı günden beri hiç servis
görmemiş. Yirmili yaşlarında iyi piyano çalarmış, hatta konser
bile vermiş. Üst üste gelen birkaç taşınma sonrasında piyanonun
akordu bozulmuş. Zaten bakımsızmış. Yaşamla ilgili bilindik
sorunlar yüzünden piyano ihmal edilmiş, diğer mobilyalardan
farkı kalmamış. Bu hâliyle de artık elini süremiyormuş tabii.
Anlattıklarımı dinleyince, piyano çalmayı ne kadar özlediğini
farketmiş. Bir an önce çalmak istemiş. Akort yapabildiğimi ama
piyanosuna muhtemelen akort dışında da müdahale gerekebileceğini
söyledim. Benim şahsen ilgilenebilecek olmama çok sevindi.
Çarşamba günü için randevulaştık.
—5—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
Çarşamba sabahı Defne Hanım beni kapıdan içeri buyur eder etmez
piyanoya yönlendirdi. Aceleci tavrına, bana rastgele bir tamirci
gibi davranmasına canım sıkılmıştı. Sonuçta komşusuydum ve işimi
gücümü bırakmıştım onun için. Neyse ki açıklama fazla gecikmedi
ve düşmüş yüzüm yavaş yavaş toparlandı. “Çok özür dilerim, acele
çıkmam lazım ama çıkmadan önce de piyanonun durumuyla ilgili
görüşlerinizi merak ettim” dedi. Dizlerinde ve bacağının
muhtelif yerlerinde yırtıklar olan bir jean pantolon, topuksuz
pabuçlar ile beyaz bol bir gömlek giymişti. Pantolondaki
açıklıklardan görünen pürüzsüz esmer ten motifleri tamamlanmayı
bekleyen bir bulmacanın parçaları gibiydi. Bitmiş hâlini hayal
etmeden duramadım. Piyanonun kapağını açar açmaz en soldaki pes
notadan başlayarak en sağdaki tiz notaya kadar tüm tuşları
kromatik olarak, bir konser piyanisti hızıyla çaldım. “Çok
iyisiniz!” dedi Defne Hanım. Bir tür gösteri yapmıştım zaten, o
derece hızlı çalmam gerekmiyordu. “Teşekkür ederim” dedim ve
devam ettim: “Piyanonun durumu pek iyi değil maalesef. Bakın
tuşların yedisi geri gelmedi. Akordun ne kadar bozuk olduğunu
söylemeye bile gerek yok. Akort birkaç saat sürer ama sorunlu
tuşlar için mekanizmayı onarmam gerekiyor… Akşam beşe, hatta
belki de altıya kadar çalışmam gerekebilir… Keçeler de bakım
istiyor ama hepsi bir güne sığmaz, zaten akordun da ikinci bir
kez elden geçmesi lazım.” Elimden tutup “Gelin…” dedi ve küçük
bir çocuğu sokakta gezdirir gibi hızlı adımlarla mutfağa
götürdü. Buzdolabının kapağını açıp “İşinizin uzayacağını tahmin
ettim. Aç kalmanıza izin veremem. Isıtmakla uğraşmayın diye
soğuk bir şeyler hazırladım. Burada zeytinyağlı yaprak dolma
var… Burada kuru köfteler ve patlıcanlı soğuk pilav yemeği…
Umarım beğenirsiniz…” dedi. “Niye zahmet ettiniz Defne Hanım?
Bir kat aşağıda oturuyoruz… Eve gidip hafif bir şeyler atıştırıp
dönebilirdim” dedim. Israrlı bir şekilde gözlerimin içine bakıp
“Defne!” dedi. Bir an duraksadım, bu kadar çabuk senli benli
olmaya alışık değildim. “Peki, ben de Ahmet o zaman” dedim.
—6—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
Gülüştük. Ani gelişen samimiyetin verdiği rahatlamayla, “Ahmet,
gerçekten çok üzgünüm seni böyle yalnız bırakacağım için ama
öngöremediğim bir son dakika gelişmesi… Oğlumun okulundan
aradılar… Ne olduğunu tam olarak ben de bilmiyorum… Hemen çıkmam
lazım. Sanırım işin bitmeden dönerim” dedi, uzanıp iki
yanağımdan öptü, tekrar özür diledi, gelmeyi kabul ederek onu ne
kadar mutlu ettiğimi söyledi ve ayrıldı.
İçeri girişimdeki hız yüzünden etrafıma bakamamıştım. Piyano
taburesine oturup salona doğru döndüm. Birkaç renkli yastık ve
arkamdaki koyu ceviz piyano dışında hemen hemen her şey beyazdı.
Duvarlar, deri kanepe, orta masa, patine boyalı parkeler, kalın
bir parça halı… Hepsi kırık beyazla beyaz arası tonlardaydı ama
yine de sıcak bir ortam yaratmayı başarmıştı Defne, veya belki
de kocası. Duvardaki resimlerden biri dikkatimi çekti; kırmızı
renklerin hâkim olduğu yaklaşık 140cm eninde büyükçe bir yağlı
boya tablo. Yemek yiyen karikatürümsü kadın ve erkek figürleri,
masada yemekler, ellerde bardaklar… “Çok iyiymiş!” dedim kendi
kendime. Otto Dix’in tarzını andırıyordu ama emin olmak için
kalkıp imzaya baktım: DIX 49… Otto Dix! Resimlerine yalnızca
yurt dışındaki müzelerde rastlayabileceğiniz ünlü Alman ressam!
Başarılı bir kopya olabileceğine karar verip yüzümü piyanoya
döndüm.
Piyanonun akordu iki saat sürdü. Dile kolay, 230 tel var ilgi
bekleyen! Bu işi o kadar çok yaptım ki, akort anahtarını
çivilere taktığım andan itibaren seri üretim bandında hep aynı
somunu sıkan bir işçi gibi robotlaşabiliyorum. Odaksız kalan
düşüncelerimse özgürce, hatta kaotik bir şekilde daldan dala
atlayıp erken dönem bilgisayar oyunlarının pingpong topu gibi
kafa tasımın duvarları arasında mekik dokuyor. Durdur
durdurabilirsen! Bir tek piyano çalarken, çaldığım müzikten
başka bir şey düşünemiyorum. Piyano çalmaya başladığımda altı
—7—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
yaşındaydım; sonra konservatuara girip piyano bölümünü bitirdim
ve bir süre ders verdim… Oğlu olduğunu öğrenmek sürpriz oldu.
Nedenini bilmiyorum. Bana çekici gelen bütün kadınların
kollarını açmış beni bekliyor olmalarını varsaymak çok saçma.
Doyumsuzluğumun doruk noktası kadınlar olsa gerek… Kundera’nın
dediği gibi, herkes kendi hayatının müsveddesini yaşıyor… Ne ben
ne de Defne istisna değiliz. Karşınıza çıkma olasılığı
bulunmayan milyonlarca insan varken bir aşamada birileriyle
yollarınız kesişebiliyor… Yanlış zamanda, yanlış yerde veya
doğru yerde… Zaman yanlış olduktan sonra yerin ne önemi var?
Keşke daha önce karşıma çıksaymış… Şu anda Defne’yle evli
olsaydım, yani Nazlı’yla rol değiştirmiş olsalardı benzer şeyler
aklımdan geçer miydi bilemiyorum. Bir de sınırlar var… Canımı en
çok sıkanlar benden önce yaşamış insanlardan miras kalan
sınırlar… Bir şeylerin başlangıcı değil de, devamı olmak… Trenin
vagonlarından biri… Ray belli, yol belli… Gerçek özgürler o
trene dışardan bakanlar belki de! Çünkü sınırlar umurlarında
değil muhtemelen, ya da farkında değiller. Kurallar, yanlışlar,
doğrular, “yapamazsın”lar, “edemezsin”ler, “etik değil”ler,
“ahlaki değil”ler… İçin için yanan dünyanın üzerine kapak örtüp
daha da ısıtan “doğrular,” “doğru bilenler”!.. “Böyle yenilir”,
“şöyle konuşulur,” “burada durulur,” “sormadan yapılmaz”lar ve
boğazımda düğümlenen “SİZE NE?”, “ÜSTÜNÜZE VAZİFE Mİ?”ler…
Bunlarla doğdum, bunlarla büyüyorum, etkilerinden
sıyrılamıyorum, bazılarının son derece anlamsız olduğunu
düşünsem de… Toplum kuralları, aile ilişkileri, ülke sınırları,
pasaportlar, vizeler, çalışma izinleri… Hep batıya gitsem yine
aynı noktaya çıkıyorum. Dünya’nın çıkışı yok, en azından benim
için… Keşfedilmeyi bekleyen onca gezegen, onca galaksi varken…
Burnumun ucundaki kadınları keşfedemezken galaksilere uzanma
isteği bir tür telafi arzusu mudur, onu da bilemiyorum. Kendi
sınırlarım bana dayatılanlardan da acı. Yeteneklerim sınırlı…
Evet piyano çalıyorum ama iyi çalabildiğim eser sayısı sınırlı,
—8—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
dünya çapında bir piyanist olamadım ve bundan sonra da olmam
mümkün değil. Genişlemek, daha fazla öğrenmek, kendimi her yönde
geliştirmek istiyorum ama duvar itiyor gibiyim; bilgim, eğitimim
sınırlı, zamanım sınırlı, beynimin kapasitesi sınırlı, bedenim,
ömrüm sınırlı ve maalesef sperm sayım da. Bu “değerli” kuralları
aktarabileceğim bir çocuğum olamıyor. Soyumu devam ettirebilmek
isterdim çok… Peki daha fazla kadına sahip olma dürtüm bu
anlamda da bir telafi arzusu mudur? Onu da bilemiyorum. Soyu
devam ettirmenin en iyi yöntemi tohumu daha fazla noktaya ekmek
değil midir? Binlercesini arabaların ezdiği kediler bu şekilde
ayakta kalmayı becermiyor mu? Hoş, insan türünün ayakta kalmak
için ek bir desteğe ihtiyacı yok ve ayrıca üreme fiilini
üremeyle sonuçlanmayacak şekilde icra etme becerisini de
geliştirmişiz. Yine de tohumu ekmeksizin üreme fiilini
olabildiğince farklı noktalarda yapmak yaklaşan kıyamet sonrası
ayağa kalkış için bir tür evrimsel hazırlık oluşturmaz mı? Kedi
olma, alfa olma arzusu… Beğenilmek istiyorum, çoğu zaman
beğeniliyorum da ama kendimi beğenemiyorum, başkalarını
kandırıyorum ama kendimi kandıramıyorum. Stravinsky “Sınırlar
özgürleştirir” demiş… Yaratıcı anlamda doğruluğuna inanıyorum bu
sözün ama toplumun bana dayattıklarıyla ele ele kol kola vermiş
öz prangalarımın özgürleştirmesinden söz edilebilir mi?
Düşüncelerim salınımlarını sürdürüyordu ki karşımda duran
tellerin arkasında Nazlı’yı gördüm. Suçlar gibi bakıyordu.
Suçlanacak ne yaptım ki? Yapmadın ama yapmayı düşündün, diyor.
Düşünmek suç mu? Cinayete teşebbüs cinayetle eşdeğer değil
midir, diyor. Ama hiçbir şeye teşebbüs etmedim ki! Etmeyi
düşündün ama ve hâlâ da düşünüyorsun, diyor. Düşünmek suç değil
ki, diye tekrarlıyorum. Düşünmek teşebbüsün ilk adımı, önce
düşünür sonra harekete geçersin diyor. Düşünmemek elde değil ki!
Hem düşünce özgürlüğü yok mu? Pes, oraya da mı sınır, diyordum
ki akordunu yaptığım telden tuhaf sesler gelmeye başlayınca çok
—9—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
fazla gerdiğimi farkettim.
Dairenin giriş kapısı anahtarla açıldığında geri gelmeyen
tuşların mekanizmasını onarmakla meşguldüm. Defne’nin yanındaki
erkek çocuk yaklaşık yedi yaşlarındaydı. “Kerem’ciğim, Ahmet
Amca alt komşumuz… Piyanomuzu tamir ediyor… Sayesinde tekrar
çalabileceğim. Sen beni piyano çalarken hiç görmedin… Başın
biraz şişecek ama…” dedi gülerek, sonra da “Koş elini sık,
merhaba de” diyerek bana yolladı. Okuldaki sorunun önemli olup
olmadığını sordum. “Top oynarken ayağını burkmuş ve bir hayli
şişmiş, kırıktan şüphelenip beni aramışlar. Tanıdık bir
ortopedist var, ona götürdüm, röntgen çekildi. Kırılmamış neyse
ki” dedi. Daireye ilk girdiğim andaki gerginliğinden eser
kalmamıştı, ışıldıyordu âdeta. “Yemekleri beğendin mi? Bir içki
verebilir miyim?” diye sordu kuş gibi hafif adımlarla etrafımda
sola sağa arklar çizerek. Çok fazla yiyemediğimi ama hepsinin
çok lezzetli olduğunu, işimi bitirince belki bir ufak içki
alabileceğimi söyleyip teşekkür ettim. “Sana engel olmayım”
deyip içeri gitti. Kerem başımdan ayrılmadı.
Yarım saat sonra onarım tamamlandığında piyanoyu test etmek için
Schubert’in Op. 90, 2 numaralı Impromptüsü’nü çalmaya başlar
başlamaz Defne’nin “Harika” diye çığlık attığını duydum. Sonra
koşarak geldi ve piyanonun yanına ilişti. Yarım dakika kadar
çalıp, parçayı bitirmeden bıraktım. Defne, “Aaaa, niye kestin,
devam etseydin keşke… Müthiş çalıyorsun, kıskandım valla!” dedi
ama zaten beğenilme arzum yeterince doyurulmuştu, ilk gün için
daha fazla zorlamak istemedim. “İltifatına teşekkür ederim, çok
vaktinizi almak istemedim, piyanoyu test ediyordum… Şu anda
çalınabilir duruma geldi ama tabii çok iyi tınlamıyor, keçeler
tümüyle yassılaşmış… Haftaya tekrar gelip keçeleri elden
geçiririm. Sen de çal biraz, geldiğimde akordu da yinelerim”
dedim. Defne, “Geldiğinde birlikte dört el bir parça çalsak,
—10—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
bana da motivasyon olur, bu hafta onu çalışırım… Ne dersin,
önerebileceğin bir parça var mı?” dedi.
“Çok iyi fikir! Dört el için Schubert’in Fantasia Op.103, D.940,
Fa Minör parçası var, muhtemelen biliyorsundur…”
“Bilmez olur muyum, çok da severim. Tamamdır. Schubert’e özel
bir zaafın var galiba?”
“Schubert’in özellikle solo piyano ve oda müziği eserlerini çok
seviyorum. Biliyor musun, öldüğünde benden beş yaş ufakmış.”
“Senden büyük duruyor ama” dedi, gülüştük.
“İki piyanist arasında cinsiyet farkı olunca kimin sağda, kimin
solda oturacağı belli gibi…”
“Erkek bası temsil ettiği için solda oturmalı diyorsun herhâlde…
Ama bu bir enstrüman, kim çalarsa çalsın aynı ses çıkmıyor mu?”
“Tuşe farkı var ama…”
“Haklısın.”
“Önemli değil, ben sana uyarım, ne tarafı istersin?”
“Tamam senin dediğin gibi olsun, sen sol ben sağ.”
“Anlaştık. O zaman haftaya Çarşamba görüşüyoruz” dedim. Çok
teşekkür etti, öpüştük ve çıktım.
Nazlı seyahatten döndü. Akşam evde karşılaşıp birbirimize
sarıldığımızda onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Birlikte
yemek yerken seyahatini anlattı, ben de apartman toplantısından
bahsettim, her zamanki gibi çok sıkıldığımı, mesleğimi öğrenince
altı numaranın piyanosuna servis istediğini, gidip işi
yarıladığımı, haftaya Çarşamba tekrar gitmem gerektiğini
söyledim.
************
Schubert Fantasia nameleri Kuantum Apartmanı’nın merdiven
boşluğundaki kokuları bastırmıştı. Altı numaranın kapı ziline
dokununca CD çaların stop düğmesine basmış gibi oldum. Defne
—11—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
kapıyı açıp “Hoşgeldin. Seni beklerken çalışıyordum” dedi.
“Duydum duydum… İyi çalıştığın belli oluyor” dedim. “Evet
çalıştım ama henüz tam istediğim gibi olmadı, birlikte çalarken
aksayabilirim” dedi. “Ne önemi var, biz bizeyiz, konser
vermiyoruz ya…” dedim. “İstersen önce keçelerin bakımını bitirip
akordu toparlayayım sonra birlikte çalarız” diye ekledim. “Olur
tabii… Bu sefer seni yalnız bırakmayacağım, çalışırken
konuşabilir misin?” diye sordu ve sol çaprazımdaki kanepeye
oturdu. “Yaptığım iş son derece mekanik, sohbete engel değil”
dedim ve piyanonun kapağını açıp çekiçleri geri çektim. Tellere
vuran yüzleri tümüyle yassılaşmış keçeleri yandan öne doğru,
törpü benzeri özel bir alet kullanarak yuvarlattıktan sonra
belli açılarda iğne batırarak sertliklerini azaltacaktım.
Sohbeti ben başlattım:
“Çok merak ettim, duvardaki Otto Dix tablo…”
“Kopya değil gerçek” dedi cümlemi tamamlamamı beklemeden.
“Peki nasıl…” diye bir şeyler gevelemeye başlamıştım ki yine
lafı fazla uzatmama fırsat vermedi.
“Kocamdan kaldı…”
Belli ki devamını getirecekti ama biraz es verince,
“Kocanı kaybettin demek…” dedim ama başın sağ olsun dememe
fırsat vermeden “Hayır hayır, yaşıyor… Yalnızca beni bırakıp
kaçtı” dedi.
“Senden mi?” dedim, yüzümde büyük bir şaşkınlık ifadesiyle.
“Evet, her şeyini bırakıp kaçtı, İngiltere’ye yerleşti. Dedesi
sanata çok meraklı bir hariciyeciymiş ve Almanya’da bulunduğu
dönemde Otto Dix’le iyi arkadaş olmuşlar. Türkiye’ye döneceği
zaman vedalaşmaya gittiğinde bu tabloyu ona hediye etmiş.”
“Kocanın niye kaçtığını çok merak ettim ama anlatmak
istemeyebilirsin tabii… Zaman zaman oğlunu görmeye geliyor mu?”
“Bugüne kadar hiç kimseye anlatmadım ama sana anlatabilirim.
Fantasia’yı birlikte çalacağın partönerini daha iyi tanıman
gerekmez mi? İki yıldan fazla zaman geçti zaten…”
—12—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
“Yine de lütfen mecbur hissetme.”
“Yok yok, sen rahat ol… Ama n’olur aramızda kalsın, Kerem’in
kulağına gitmesini istemem” deyince, bundan emin olabileceği
söyledim ve anlatmaya başladı.
“İki yaz önce, Kerem’i de alıp Antalya yakınlarında bir tatil
köyüne gitmiştik… İkinci gün ben plajda şemsiyenin altına
uzanmış kitap okuyordum, Kerem de kumlarla oynuyordu. Kocam
(müsaade edersen ona Z diyeceğim çünkü gerçek ismini ağzıma
almak istemiyorum) yüzmeye gitmişti. Bir ara doğrulup denize
baktığımda bir adamla sohbet ettiklerini gördüm. Adam yabancıya
benziyordu. Suların tam plajla birleştiği noktadaydılar. Z
oldukça neşeliydi, gülüşüyorlardı, hatta Z bir ara elini adamın
omuzuna koydu. Sonra hararetli sohbetlerini sürdürerek ayakları
yarı suda yarı kumda yürümeye başladılar. Merak ettiğim için
izlemeyi sürdürdüm ama belli bir uzaklıktan sonra göremez oldum.
Bir süre daha kitabımı okudum. Saat 14:00 olmuştu, ayağa kalkıp
Z’ye bakındım ama göremedim, telefonu da yanında değildi.
Kerem’le birlikte yemek yiyip tekrar plaja döndük. Z hâlâ yoktu.
Akşam odamıza döndüğümüzde yatağımın üstünde kısa bir not
buldum. Şöyle diyordu: “Ben gidiyorum. Siz tatilinize ara
vermeyin. Merak edecek bir şey yok. Daha sonra bir mektup
yollayıp her şeyi açıklayacağım. Hoşçakal.” Tüm eşyalarını
toplayıp gitmişti. O anda neler hissettiğimi tahmin edebilirsin,
ya da muhtemelen edemezsin… Polisi aramayı bile düşündüm ama
aramadım, mektubunu bekledim. İki hafta sonra beklenen mektup
geldi. Hadi bari onu da okuyayım da eksik bir şey kalmasın” dedi
ve kalkıp yatak odasına gitti. Biraz sonra elinde dörde
katlanmış sayfalarla döndü. Sayfalar buruş buruştu, belli ki
birçok kez okumuş ve sanıyorum bir seferinde de sinirlenip
avcunun içinde buruşturmuştu. Kanepeye oturup kağıtları kucağına
açtı, buruşuklukları eliyle ütüler gibi düzeltti ve sayfaları
sıraya koydu. Göz ucuyla baktığımda özenli bir el yazısıyla
yazılmış olduklarını gördüm. Elini ağzına götürüp bir iki kere
—13—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
öksürdükten sonra okumaya başladı:
“Sevgili Defne,
Nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum! Sana büyük bir şok
yaşattım ama konuşarak ayrılmaya cesaret edemedim. Aşağıdaki
satırlarda anlatacaklarımı yüzüne bakarak anlatmam mümkün
değildi. Okuyunca belki bana hak verirsin. Sana bir açıklama
borçluyum ve bu yazıda da bunu yapmaya çalışacağım. Geldiğimiz
noktayı iyi anlayabilmen için senden önceki hayatımla ilgili
bazı ayrıntıların önemli olduğunu düşünüyorum. Bu detayları daha
önce seninle hiç paylaşmamıştım.
Babam öldüğünde üç yaşındaydım. Ankara’da oturuyorduk.
Beni annem ve iki ablam büyüttü. İlkokula başladığım güne kadar
cinsiyet bilincim olmadı çünkü çevremde yalnızca ablalarım,
onların kız arkadaşları ve annem vardı. Ben onları hiç çıplak
görmediğim için (buna izin vermiyorlardı) bacaklarımın arasından
sarkan ve idrar yapmaya yarayan hortum bozuntusu şeyin onlarda
da olduğunu varsayıyordum. Onlar beni banyo yaparken izleyip hep
gülüşürlerdi. Bu gülüşmelerin nedenini çok sonra anlayabildim.
İlkokula başlayınca, kendime daha yakın hissettiğim için hep
kızlarla arkadaşlık ettim. Konuşmalarım, tavırlarım da onlara
benziyordu. Erkekler çok çocuktular, oyunlarına anlam
veremiyordum. Tabii hep alay konusu oluyordum ama ilkokul
yıllarında bunlar tahammül sınırlarını aşacak türden değildi.
Ortaokulda durum ciddileşmeye başladı. Elle tacize varan
saldırılara uğradım. Erkek gibi davranmaya daha fazla özen
gösteriyordum ama bazı yerleşik jestlerimi, yürüyüşümü, el
hareketlerimi, kahkaha atışımı değiştirmekte zorlanıyordum.
Ergenlikle birlikte kızların benim için cinsel anlamda bir
çekiciliklerinin olmadığını ve çıplak erkekleri düşleyerek
uyarıldığımı fark ettim. Bunun anlamını bilecek yaştaydım ve
kendimden çok utandım. Erkekleri aklımdan çıkarıp kızları
düşünmeye çalışıyordum ama hiç faydası olmuyordu.
Bizim sınıfta hâli tavrı bana benzeyen Erdem isminde bir
—14—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
çocuk daha vardı. İçine kapalıydı çok. Onunla iyi arkadaş olduk,
başka da arkadaşım yoktu zaten. Ama aramızda cinsel anlamda bir
şey olmadı. Belki olabilirdi ama buna olanak da yoktu,
cesaretimiz de… Bir akşam son derse girdiğimizde defterimin
üzerinde Erdem imzalı bir not buldum. Ders çıkışında tuvalette
buluşalım, diyordu. Heyecanlanmıştım ama neden doğrudan
söylemeyip not yazdığını da anlayamamıştım. Çekinmiş
olabileceğini düşündüm. Dersten çıkar çıkmaz tuvalete koştum.
Erdem oradaydı. Not yazmışsın, dedim, bir şey mi oldu? O da ‘Ben
de sana aynı şeyi soracaktım’ dedi. O sırada tuvalet kapısında
birdenbire beliren on on beş çocuk ‘İbneler tuvalette buluştu,
hadi öpüşün, öpüşün’ diye bağrışmaya, gülüşmeye başladılar.
Tuzak kurmuşlardı. Aynı notu benim yazımı taklit ederek Erdem’e
de yollayıp bizi tuvalette buluşturmuşlar. İşler iyice
çığırından çıkmıştı. Bir hafta sonra bir grup çocuk beni ıssız
bir köşede sıkıştırıp zorla pantolonumu ve donumu aşağı indirdi.
Sanıyorum penisimin olup olmadığını anlamaya çalışıyorlardı.
Penisimi görünce hayalet görmüşe dönmüşlerdi sanki. Kimi şaşkın
şaşkın, kimi ürkerek, kimi eliyle yüzünü kapatarak, kimi de ‘Vay
be!’ diyerek baktı ve ardından koşarak kaçtılar. O kadar
utanmıştım ve korkmuştum ki, bu garip tepkilere pek anlam
verememiştim. İleriki yaşlarda penisimin ortalamanın üzerinde
uzun ve iri olduğunu öğrenince (ki sanırım sen de bunun
farkındaydın)…” Defne, bu noktada okumaya ara verdi. Ben bir
yandan dinliyor bir yandan da keçeleri törpülüyordum.
Duraksadığını fark edince dönüp yüzüne baktım. Kızarmıştı. “Uff,
çok detay varmış, sıkıldıysan kesebilirim… Epeydir okumamıştım,
bazı kısımlarını unutmuşum…” dedi. “Hayır sıkılmadım ama
rahatsız oluyorsan kesebilirsin tabii” diye cevap verdim. “Tamam
o zaman, sonuna kadar okuyacağım” dedi ve devam etti:
“(…) tepkilere anlam verebildim, ablalarımın küçük yaşlarda beni
yıkanırken seyredip gülüşmelerine de tabii! Bu olayın hemen
arkasından eve gider gitmez ağlayarak anneme anlattım herşeyi,
—15—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
Erdem’le birlikte düşürüldüğümüz tuzağı da. Annem ‘İsimlerini
vereceksin, yarın hemen gidip müdüre şikayet edeceğim,
analarından doğduklarına pişman edeceğim onları’ dedi büyük bir
hiddetle. İsimleri vermedim, veremedim, beni daha beter ederler,
dedim. Bu olaydan iki hafta sonra kendimizi İstanbul’da bulduk.
Annem hiçbirimize sormadan allem etmiş kallem etmiş Ankara’daki
dairemizi satıp İstanbul’da çok daha ufak bir daire almış ve
beni de orada bir okula yazdırmış. Babamdan kalan bir
birikimimiz vardı, annem de çevirmenlik yapıyordu, Ankara’da
veya İstanbul’da olması işine engel değildi. Tabii tüm
arkadaşlarını kaybetti, yepyeni bir hayata başladık. Her şeyi
benim için yapmıştı. İstanbul’a gider gitmez benim
erkekleştirilme projem onun için bir saplantıya dönüştü. Annem
bana erkek olmayı öğretiyordu! Konuşurken kelimeleri yaymamayı,
el hareketleri yapmamayı, erkek gibi yürümeyi… Her akşam ayna
karşısında egzersiz yapıyorduk. Ellerimi kullanmamak için
otururken bacaklarımın altına sıkıştırıyordum, ayaktayken de ya
cebime koyuyor ya da sırtımda toka ediyordum. Olduğumdan farklı
bir insana dönüşmek zorundaydım. Ne acı değil mi? Kız arkadaşım
olmalıydı, daha sonra evlenmeliydim ve çocuklarım olmalıydı.
Başlangıçta biraz zorlansam da erkek rolünü giderek daha iyi
becermeye başlamıştım. Bu sayede İstanbul’daki okulumda ve daha
sonraki üniversite hayatımda kayda değer onur kırıcı bir olay
yaşamadım. Erdem, Ankara’da kaldı. Bir yıl sonra yatak odasında
kendini asarak intihar etmiş olduğunu öğrendik. Ailesine
bırakmış olduğu notun bir yerinde ‘Z de üzülmesin, ben huzura
gidiyorum’ yazmış. Her gece onu düşünüp ağladığımı hatırlıyorum.
Annem duruma el koymayıp o okulda kalsaydım muhtemelen sonum
farklı olmazdı. O dönemde ben de sık sık intiharı düşünmüştüm
ama cesaret edememiştim. Rol yapmak iyiydi güzeldi de içim
değişmemişti. Kızlar bana çekici gelmiyordu.
Seninle tanıştığımız zaman sen 28, ben de 35’tim.
Eğitiminden, müzik bilginden etkilenmiştim. Ama belki de beni en
—16—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
çok etkileyen Otto Dix tablosunu görür görmez tanıman oldu.
Gerçek olduğuna inanamamıştın. Çok iyi arkadaş olabileceğimizi
düşündüm ve olduk da. Annem seni görünce çok beğenmiş, oğlum
yaşın geldi, evlen bu kızla, bir daha nerede bulacaksın bu kadar
iyi anlaşabileceğin bu derece kültürlü kızı, dedi. Annemin
otoritesini ve benim üzerimdeki etkisini sanırım artık
anlamışsındır. Onun dediği olmalıydı. Tek anlayamadığım senin
bende ne bulduğundu. Evlenme teklifimi neden kabul ettiğini inan
bugün bile anlayabilmiş değilim…” Defne duraksadı ve bana döndü:
“İşte yegâne haklı olduğu nokta bu… Ben de hep sordum durdum
kendime, bu Z’de ne buldum diye. Zerafeti, nezaketi, kültürü,
düşünceli oluşu muydu bilemiyorum. Sanırım en çok etkilendiğim
şey gerçek bir Otto Dix tablosu olmasıydı… Bakar mısın hayata!”
dedi ve okumaya devam etti:
“(…) Hem üstelik o günlerde Reşit de senin peşindeydi. O da
eşinden ayrılmak üzereymiş, bir ara istersen.” Defne bu noktada
sinirli bir şekilde kafasını bir sağa bir sola sallayıp “Her şey
bitti, bir de çöpçatanlığa soyundu seninki… pes valla!” dedi ve
yine yazıya döndü:
“
Gerisi senin de çok iyi bildiğin tarih zaten, ama belki
bilmediğin şu: Benim için bir an olsun cinsel çekiciliğin
olmadı; hep karanlıkta sevişmek istememin arkasında yatan da
buydu, seni görmediğim zaman erkekleri düşlemek kolaylaşıyordu.
Peki ben hayatım boyunca rol yapmaya, olmadığım bir
kişiliği oynamaya mahkûm muydum? Sonuçta hepimiz ölümlüyüz ve
başka bir yaşam yok (en azından ben böyle düşünüyorum). Bu
dünyadan göç etmeden bir erkekle olup doyasıya sevişemeyecek
miydim hiç? Kırk yaşıma gelmiştim. Bu toplumda kabul görme
uğruna, annemin gözünde erkek olma uğruna, onun sözünden çıkmama
uğruna… Tamam da nereye kadar, nasıl tahammül edebilirdim bu
yarım, hatta yarım bile değil, çeyrek yaşama! Öyle bir hâle
geldim ki, kafamda bu düşüncelerin dönmediği tek bir dakika bile
geçmez oldu.
—17—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
Nihayet bir karar verip ‘Gay Radar’ isminde bir uygulama
indirdim cep telefonuma. Bu sayede bir İngiliz’le arkadaş olup
uzun süre yazıştık. Her yönden o kadar büyük bir uyum içindeydik
ki neredeyse görmeden aşık olmuştum adama. İşte sonra, birlikte
gittiğimiz tatil köyünde buluşmaya karar verdik. Ne
hissedeceğimi o kadar merak ediyordum ki! Düşünsene ilk gerçek
flörtümü kırk yaşında yaşayacaktım. Kırk yıl beklemiştim bu an
için. Heyecan içindeydim. Plajda bana ilk dokunduğunda titremeye
başladım… Neyse, galiba fazla gereksiz detaya giriyorum. Uzun
lafın kısası ayrılık fasıllarını fazla uzatmadan tası tarağı
toplayıp kaçmaya karar verdim. Seninle yüzleşemeyecektim çünkü.
Anla lütfen!
Tabii bir de oğlumuz Kerem’in konusu var; madem durum
böyleydi, neden çocuk yaptık o zaman diye sorabilirsin.
Biliyorsun ben istemedim, sen ve annemin ısrarları yüzünden
oldu. Annemin gözünde çocuk sahibi olmak erkekliğin ispatıydı
çünkü. Takmıştı bu konuya! Tabii sen de çok istedin. Oldu bir
kere… Ama sırf bu yüzden kendimi mahkûm edemeyecektim…” Defne
yine durdu ve “Gerisini okumadan özetleyeyim sana çünkü sonrası
bir sürü teknik detay” dedi. “Bankadaki kişisel nakit hesabı
dışında, Otto Dix dâhil her şeyi bana bırakıyormuş. Orada iş
bulana kadar nakde ihtiyacı olacakmış çünkü. Düzenli bir geliri
oluşur oluşmaz Kerem’in masrafları için para yollayacakmış.
Zaten çok zorda kalırsam Otto Dix’i satıp ömür boyu rahat bir
hayat sürebilirmişim. Ayrılıkla ilgili her türlü evrakı sorun
çıkarmadan imzalamaya hazırmış. Zaten Türkiye’ye geri dönmeye
artık hiç niyeti yokmuş, orada kendi kimliğini gizlemeden
onuruyla yaşayabiliyormuş, vs. vs… Ve tabii özür üstüne özür,
suçu annesine atmalar falan… İşte hepsi bu” dedi.
Ben o sırada keçelerin bakım işini bitirmiş ve akordu tekrar
elden geçirmek için Defne’nin sözünün bitmesini bekliyordum. Ne
hikâyeydi ama! Aslında bazı açılardan adama da hak vermemek elde
değildi ama Defne’nin, Kerem’in ne suçu vardı? Ne yapmışlardı
—18—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
bunu hak etmek için? Gözüm Otto Dix’e kaydı…
“Ne diyeceğimi bilemiyorum… Müthiş bir haksızlık” dedim “Senin
için de Kerem için de…”
“Hem de ne haksızlık! Onca yılım heba oldu, hayatım erkeksiz
geçti, çocuğum babasız kaldı… Nasıl bir piyango bu? Nerden buldu
bu adam beni yaaa? Bencilliğin bu kadarı da olur mu? Düşündükçe
hiddetleniyorum” dedi ve önce çenesi titredi sonra başladı
hıçkıra hıçkıra ağlamaya.
Yerimden kalkıp yanına gider gitmez ayağa kalkıp sarıldı ve bir
süre başı omuzuma dayalı ağladı. Sonra özür diledi, kafasını
kaldırıp burnunu sildi, kendisini bu kadar kaptırmanın yanlış
olduğunu, aradan iki sene geçtiğini, yaşananların geride
kaldığını kabul edip artık önüne bakması gerektiğini söyledi.
Ben de ortamı biraz hafifletebilmek için, “Hadi o zaman, ben
hemen akordu kontrol edeyim, sonra da oturup çalarız parçamızı”
dedim. Akort fazla bozulmamıştı. Hafifçe kaymış bir iki teli
çabukça toparladıktan sonra “Piyano hazır,” dedim “seni
bekliyor.”
Schubert, Fa minör Fantasia isimli eserini 31 yıllık kısa
yaşamının son yılında (1828’de) yazmış ve aşkına karşılık
vermeyen varlıklı aristokrat öğrencisi Karoline Esterházy’ye
ithaf etmiş. Tek bir piyanonun başına oturmuş iki piyanist, ya
da diğer bir deyişle, dört el için bestelediği en güzel eseri.
Muhtemelen âşık olduğu öğrencisi Karoline Esterházy ile birlikte
çalabilmek için yazmış ama maalesef bu arzusu gerçekleşememiş.
Eser Fantasia ismini buradan mı alıyor bilmiyorum ama fanteziler
gerçekleştiği zaman fantezi olmaktan çıktığı için düşlediği
şeyin düş boyutunun ötesine geçemeyeceğini bildiği
varsayılabilir. Defne’yle birlikte çalmak için özellikle bu
eseri seçmemin nedeni de Schubert’in yaşamayı hayal ettiği
duyguları yaklaşık iki asır sonra yaşama fantezisiydi. Bu da
benim fantezim… Her ne kadar Defne’ye âşık değilsem de çekim
gücünü yadsıyamam.
—19—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
Anlaştığımız şekilde Defne sağa oturdu. Bir ikincisi olmadığı
için mevcut piyano taburesini paylaşmak zorundaydık. Dikdörtgen
formu iki kişinin sığışabilmesine zor da olsa olanak sağlamıştı
ama bacaklarımız ister istemez birbirine değiyordu. Schubert’in
fantezisi bunu da kapsıyor muydu bilmiyorum. İlk kez birlikte
çalacağımız için alışılmıştan daha ağır bir tempo benimsemeyi
önerdim. Birinci bölümde var olan hüznün ağır tempoyla birlikte
ağıtsal bir karakter kazanması Defne’nin kaybolan yıllarına bir
tür göndermeydi sanki. Dakikalar geçtikçe uyumumuz iyileşti. Bir
iki ufak aksama dışında çok iyi çalıyorduk. Güzel akan bazı
pasajlarda birbirimize dönüp tebessüm ettik. Hiçbir şeye
değişemeyeceğim anlardı bunlar. Müziğin, tınıların,
birlikteliğin, tek vücut olmanın gücü, doyumu, eşsiz hazzı!..
Largo bölümünde esere o derece konsantre olmuştuk ki kapı zili
ikimizi de yerinden fırlattı.
“Kerem gelmiş olabilir mi?” diye sordum.
“Sanmıyorum, servis yarım saat sonra geliyor” dedi ve kalkıp
kapıya doğru yürüdü.
Sokak kapısını göremiyordum ama Nazlı’nın sesini hemen tanıdım
tabii; “Ahmet Bey burada mı acaba?” diyordu. Kapıya koşup
“Nazlı?” dedim sanki karşımdakinin doğru kişi olduğunun teyidini
almak ister gibi. Defne, gelen kişinin eşim olduğunu anlayınca
“Kapıda kalmayın, buyurun lütfen” dedi. Nazlı: “Yok yok, ben
sizi rahatsız etmeyeyim. Ahmet, senin atölyenden asistanın gelip
bu keçe iğnesini bıraktı, galiba sen istemişsin…” dedi, aleti
bana doğru uzatarak. “Doğru, evet istemiştim… Evdeki yedeğini
bulamamıştım çünkü… Sonradan buldum ama atölyeyi arayıp gerek
kalmadığını söylemeyi unuttum. Neyse çok sağol, zahmet oldu”
dedim. Defne, “Aaaa, böyle kapı aralığında durulur mu, çok ayıp,
n’olur girsenize içeri” diye ısrar edince, Nazlı “Peki o zaman
iki dakika oturup kalkarım” dedi.
Nazlı oturur oturmaz, Defne “Size bir şeyler ikram edelim. Ne
içersiniz, çay, kahve, başka bir içki? Ahmet, sen de içer
—20—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
misin?” diye sordu.
Nazlı, “Bugün işim erken bitti, eve geldim, biraz birşeyler
hazırlıyordum. Sizi kırmamak için girdim, aşağıda ateş açık…
Hemen dönmem lazım… Onun için hiç zahmet etmeyin… Teşekkür
ederim. Asistan aleti bırakınca önemlidir diye getirmek istedim
ama sizi de böldüm galiba… Güzel bir şey çalıyordunuz…” dedi.
“Piyanonun işi bitince test etmek istemiştik. Ne çalabiliriz
diye düşünürken Schubert Fantasia’yı tesadüfen ikimizin de
bildiğini keşfettik” diye yalan söyledim.
Nazlı “Peki, ben müsaadenizi rica ediyorum, başka bir zaman daha
çok otururuz” dedi ve sonra bana dönüp “Senin işin daha çok
sürer mi?” diye sordu. “Yok, hayır, bitirdim, alet edevatımı
toplayıp on dakikaya kadar evde olurum” dedim ve Nazlı çıktı.
Eve girdiğimde Nazlı mutfaktaydı. “Ben geldim” diye seslendim
ama cevap vermedi. Belki de duymamıştı. Salondaki rahat
koltuğuma oturdum ve beyaz badanalı tavanı seyrederek gün boyu
olup bitenleri düşünmeye başladım, Defne’nin, Z’nin öyküsünü… Bu
derece sıra dışı başka bir gün yaşamamıştım herhâlde! Nazlı, beş
karış suratla mutfaktan çıktı, önümden geçip içeri gitti. Birkaç
dakika sonra gelip kanepeye oturdu ve yüzündeki o karanlık
ifadeyle karşı duvardaki sabit bir noktaya odaklandı. Herkesten
sakındığı bir şeyi sıkı sıkı tutuyormuş gibi iki kolunu
birbirine kenetlemişti. Birlikte geçen onca zamandan sonra bu
sinyalleri yorumlamakta fazla zorluk çekmedim. Cesaretimi
toplayıp “Hayrola, seni üzen bir şey mi var?” diye sordum.
“Bir de soruyorsun ya! Anlamadım mı zannediyorsun?”
“Neyi anladığını ben de bir anlayabilsem!..”
“Ne çabuk senli benli olmuşsunuz…”
“Yahu, kadının tarzı böyle… Herkes aynı değil. Biraz daha
otursaydın sana da sen derdi.”
“Yaaa demek öyle! Peki neden altı numaranın bir kadın olduğunu
söylemedin de yalnızca altı numara diye geçiştirdin?”
—21—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
“Ha kadın ha erkek, ne farkeder ki?”
“Çok şey farkeder! Sakladın çünkü aranızda bir şeyler var.”
“Tamam, çok iyi anlamışsın gerçekten!” dedim alaylı bir şekilde.
“Kocası neredeymiş? Çocuğu var mıymış?”
“Kocasından ayrılmış. İlkokula yeni başlamış bir oğlu var.”
“Oooohh, harika bir uyum!.. Oğluna baba, kendine eş arıyor…
Senin de çocuğun olamıyor zaten, işte hazır babalık imkânı… Kaç
kere söyledim, evlat edinelim diye… Komşununki daha cazip değil
mi?”
“……” Ellerimi iki yana açıp tavana baktım ama yardım gelmedi.
“Gözleri neden kızarıktı peki öyle?”
“Ayrılık hikâyesini anlatırken kendini tutamayıp ağladı…”
“Oh oh oh, bravo valla! Sen de sarılıp teselli etseydin bari!
Yahu siz düpedüz flörte başlamışsınız. Samimiyete bakar mısın!
Kadın kalkmış en mahrem hikâyelerini anlatıyor sana!.. İnanılır
gibi değil!”
“Yalnız yaşayan bir kadın… Birilerine açılmaya ihtiyacı vardı
herhâlde…”
“Yahu kadın seni düpedüz gözüne kestirmiş, sen bunu anlamıyor
musun?”
“Hiç sanmıyorum, öyle mi dersin?”
“Ahmet, sen ya çok safsın ya da saf numarası yapmaya
kalkıyorsun, ama yemezler…”
“……”
“Peki, konuşurken hiç eliyle saçlarını düzeltti mi?”
“Bir düşüneyim… Evet yaptı galiba birkaç kere. Ne alakası var
şimdi bunun?”
“Kadınlar birini beğendikleri zaman yaparlar bunu, çünkü güzel
gözükme dürtüsü… Bazen bilinçli, bazen bilinçsiz… Yok yok, artık
hiç şüphem kalmadı, siz düpedüz flört etmişsiniz.”
“Ya, belki bir elektriklenme olmuştur ama buna flört denebilir
mi bilmiyorum.”
“Tamam, kabul ediyorsun işte.”
—22—
Otto Dix - 04/11/15 - 19:14
“Neyi kabul ediyorum ki? İki kişi arasında olabilir bu… Fazla
büyütmenin alemi yok. Bir kadın, bir erkek, iki genç ve sağlıklı
insan… Ayrıca kültürlerimiz müşterek, ikimiz de klasik müzik
dinliyoruz, piyano çalıyoruz… İyi arkadaş olabiliriz… Bir
tansiyon, bir çekim, bir elektrik olabilir bazen. Yaşanır ve
biter… Her zaman, her yerde olabilir… Hepsi bu. Daha ötesi yok.
Ne olabilir ki zaten?”
“Neler olur neler! Neden bunları baştan söylemedin de saf
numarası yaptın peki? Bakıyorum yavaş yavaş dökülmeye başladı
baklalar…”
“Baştan söylemedim çünkü söylemeye değecek bir şey yoktu. Nasıl
büyüteceğini biliyorum çünkü…”
“Birlikte piyano çalmalar… mahrem hikâyeler paylaşmalar, kırk
yıllık arkadaş gibi senli benlilik… Yahu siz bitirmişsiniz işi!
Biii-tir-miş-si-niz!” Her hecenin üstüne basa basa sesini iyice
yükselterek söyledi bu sözcüğü. Sonra en az iki saat daha devam
ettik. Birinci saatten sonra ikimiz de ayaktaydık, ringe çıkmış
boksörler gibi. Her detayı en az iki üç kere tekrar tekrar
konuştuk. Durup durup başa dönüyordu. Yüzüme ışık tutulmuştu da,
polis sorgulamasına girmiştim sanki. Sesimizin perdesi gitgide
arttı. Bunalmaya başlamıştım. Yorulmuştum. Yüzümün kızardığını
hissettim. Sesler kulağımda uğuldamaya başladı. Besbelli o da
yorulmuştu ki bir süre sessizlik oldu. Sonra “Bizim sonumuz
nereye varacak bilmiyorum” dedi. “Ben de bilmiyorum” dedim.
Tekrar sessizlik oldu. Ardından “Peki bu Otto Dix ne iş?” dedi.
Sakinleşmişti sanki. “Uzun hikâye,” dedim, “sonra anlatırım.”
—23—

Benzer belgeler