EMO_K2M287 şeytan tencereyi yapar ama kapağını unutur_2007

Transkript

EMO_K2M287 şeytan tencereyi yapar ama kapağını unutur_2007
TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI
BİLGİ BELGE MERKEZİ(BBM)
Döküman Bilgileri
EMO BBM Yayın Kodu
Makalenin Adı
Makalenin Yayın Tarihi
Yayın Dili
Makalenin Konusu
Makalenin Kaynağı
Anahtar Kelimeler
Yazar 1
:
:
:
:
:
:
:
:
287
Şeytan tencereyi yapar ama kapağını unutur
27/04/2011
Türkçe
İklim Değişikliği
IV Online magazine : IV387 - March 2007 Environment
İklim,Küresel Isınma,İklim Değişikliğ
Daniel Tanuro
Açıklama
Bu doküman Elektrik Mühendisleri Odası tarafından açık arşiv niteliğinde olarak bilginin
paylaşımı ve aktarımı amacı ile eklenmiştir.
Odamız üyeleri kendilerine ait her türlü çalışmayı EMOP/Üye alanında bulunan veri giriş
formu aracılığı ile bilgi belge merkezinde yer almasını sağlayabileceklerdir. Ayrıca diğer
kişiler çalışmalarını e-posta ([email protected]) yolu ile göndererek de bu işlemin
gerçekleşmesini sağlayabileceklerdir. Herhangi bir dergide yayınlanmış akademik
çalışmaların dergideki formatı ile aynen yer almaması koşulu ile telif hakları ihlali söz
konusu değildir.
Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi’nde yer alan tüm bilgilerden kaynağı
gösterilerek yararlanılabilir.
Bilgi Belge Merkezi’nde bulunan çalışmalardan yararlanıldığında, kullanan kişinin kaynak
göstermesi etik açısından gerekli ve zorunludur. Kaynak gösterilmesinde kullanılan
çalışmanın
adı
ve
yazarıyla
birlikte
belgenin
URL
adresi
(http://bbm.emo.org.tr/genel/katalog_detay.php?katalog=2&kayit=287) verilmelidir.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
“Şeytan tencereyi yapar ama kapağını unutur”
IV Online magazine : IV387 - March 2007
Environment
Yazan : Daniel Tanuro
/ Türkçeye çeviren : Tayfur Cinemre
Al Gore’un “Uygunsuz Gerçek” filmi, Stern’de yayınlanan rapor,
Hükümetlerarası İklim Değişikliği (IPCC) raporunun yankıları ve İklim
Değişikliği Eylem Kampanyasının düzenlediği gösterilerin başarısı,
iklim değişikliği konusundaki toplumsal kaygının hızla büyümekte
olduğunu göstermektedir. Bu konuda şimdiye kadar oldukça
hareketsiz olan solun, dünyamızı korumak adına başlatılan bu uluslar
arası harekette yerini alması
kaçınılmaz bir tarihi görevdir. Bu
bağlamda, dünya kaynaklarının, artık liberalizmin dayattığı kar hırsıyla
değil, sosyalizmin sosyal adalet ilkesiyle dağıtılması gereği, inkar
edilemez bir gerçek olarak insanlığın karşısına dikilmiştir.
Dünya ekonomisinin bugün atmosfere saldığı karbon, dünya eko-sisteminin
(okyanuslar, toprak ve bitkiler) absorbe edebileceğinin iki katıdır. Doğal
çevrim doygunluğa doğru gitmektedir. Karbonun atmosferdeki birikimi, sera
etkisini arttırmakta, dolayısıyla gezegenimizin hızla ısınmasına neden
olmaktadır. Bu fenomen endüstri devrimiyle ve kapitalizmin ortaya
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
çıkmasıyla birlikte başlamıştır. Bunun iki temel nedeninden biri fosil
yakıtların (kömür, petrol, doğalgaz) aşırı tüketimi, diğeri ise, toprak
kullanımının değiştirilmesidir (tarım arazisi açılması için doğal bitki
örtüsünün yok edilmesi). Bunlardan ilki, 1950’lerden sonra otomotiv
sektörünün patlaması sonucu en önemli neden haline gelmiştir. Karbon
emisyonunun % 75’i gelişmiş ülkelerden kaynaklanmaktadır, ancak
Hindistan, Çin, Brezilya, vb. gibi gelişmekte olan ülkelerin bu konudaki
katkısı da hızla büyümektedir. (Şekil 1).
Uzmanlara göre bugün, küresel ısınmayı endüstri öncesi çağa göre
2°C ile [1] sınırlandırmayı hedef almalıyız. Bunu başaramazsak,
insanoğlu da içinde olmak üzere tüm eko-sistem için büyük bir felaket
olacaktır. IPCC raporuna göre bu felaket,
özellikle de güney
ülkelerinde yaşayan yoksul halkları vuracaktır. [2]
Problemi bütün boyutlarıyla ölçebilmek için, sıcaklık artışının 2 C ile
sınırlandırılmasının, yalnızca gelişmiş ülkelerin bu konuda önlem almalarıyla
sağlanamayacağının anlaşılması gerekir : Hipotetik olarak bugün tüm
gelişmiş ülkelerin bütün karbon emisyonlarını sıfırladıklarını ve
gelişmekte olan ülkelerin bu konuda hiçbir önlem almadıklarını
varsayalım. Bu durumda her şeye rağmen, bir yüzyıl içinde
sıcaklıkların 4-5 C artması kaçınılmaz görünüyor. Bu, günümüzle son
buzul çağı arasındaki sıcaklık farkına eşittir. Yaşamakta olduğumuz
kapitalist süreç, insanlığı bugüne kadar bilinmeyen ve sonuçları tüyler
ürpertici derecede korkunç olacak bir döneme doğru götürüyor.
Fiziksel sınırlar ve sosyal kanunlar
20 yıldan beri yapılmakta olan uyarılar bugüne kadar göz ardı edildi ve hala
ediliyor. Bugün artık iklim değişikliğini önlemek mümkün değildir. O
artık insanlığın üzerine bir karabasan gibi gelmektedir ve etkileri
yüzyıllarca hissedilecektir. Bugün artık insanlığın önündeki problem,
küresel ısınmanın olup olmayacağı değil, onun zararlarının nasıl en aza
indirilebileceğidir.
Bu sorunu cevabını, önlenemez fiziksel koşullar belirlemektedir. İklim
modellerine göre, küresel sıcaklıktaki 2 C’lik bir artış, atmosferde 450 –
550 ppm (milyonda bir) karbon dioksit (CO2) eşdeğeri sera gazına
tekabül etmektedir. [3] Bu miktarın üst limiti, yaklaşık olarak 1780’de
sanayi öncesi dönemdekinin, tam iki katıdır.
Atmosferde bugünkü konsantrasyon hali hazırda bizi tehlikeli sınırın içine
sokmuş bulunuyor. Bütün sera gazları hesaba katıldığında (Metan, NOx,
SF6 vb dahil edildiğinde) bugünkü toplam karbon dioksit eşdeğeri 465
ppm dir. CO2 tek başına bu miktarın 370 ppm’ini oluşturmaktadır. Ve
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
CO2’nin atmosferdeki artışı ne yazık ki öngörülenden daha hızlıdır. [4]
Sıcaklığı istikrara kavuşturabilmek için bugün, sera gazı konsantrasyonunun
derhal sabitlenmesi gerekmektedir. İşin aslında, sera gazlarının
atmosferdeki ömrü ve okyanusların termal ataleti göz önüne alındığında, [5]
bunun bile yetmeyeceği anlaşılmaktadır. Daha doğru olan, sera gazları
salınımının derhal ve kesin olarak azaltılmasıdır.
Şekil 1.Ülkelerin iklim değişikliğindeki tarihi sorumlulukları. 1870 – 2000 yılları arasında
ülkeler tarafından salınan karbon miktarı. Bugünkü yıllık karbon salınım miktarı 8 gigaton
dur. Bu miktar, karbonun CO2’ye dönüşmesiyle, 28.8 Gton CO2’ye tekabül eder). Kaynak
: Oakridge Milli Laboratuarı
Aşağıdaki grafikler, yalnızca CO2 konsantrasyonunun
550 ppm’de
sabitlenmesi hedefine ulaşılabilmesi için, önümüzdeki yıllarda öngörülen
konsantrasyon ve sıcaklık artışını göstermektedir. Emniyetli olarak, bütün
sera gazları ele alındığında, iklim denkleminin bilinmezliklerini
dengeleyebilmek için, konsantrasyonun 450 ppm CO2 eşdeğerinde
sabitlenmesi gerekmektedir. Stern’in raporuna göre [6], bu hedefin
tutturulabilmesi için, bugün yılda 42 Gigaton olan toplam sera gazı
emisyonunun, (Metan, NOx, SF6 vb dahil edildiğinde) önümüzdeki 10 yıl
içinde zirve yapması, daha sonra ise yılda % 5 azalarak, 2050 yılında,
1990’dakine oranla % 75 azalması gerektiği öngörülüyor. Eğer sınırın
yüksek tarafındaki 550 ppm limiti kriter olarak alınacak olursa, bu takdirde
toplam emisyonunun, önümüzdeki 20 yıl içinde zirve yapması, daha sonra
ise yılda % 3 azalması öngörülüyor. Ancak bu senaryoya göre, sıcaklık
artışının üst limit olarak belirlenen 2 C’ı geçme riski % 50’den fazladır. Her
halükarda, önümüzdeki yüzyıl içinde toplam sera gazı emisyonu 5 Gton
CO2 eşdeğerine, hatta daha da altına kadar düşürülmek zorunda. Buna
göre, bugünkü emisyon miktarının sekizde birine kadar düşürülmesi
gerekmektedir.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Şekil 2 : Kaynak GIEC
En önemli sera gazı karbon dioksittir (CO2). Her çeşit yanma olayının
kaçınılmaz ürünü olan bu gazdan kurtulmak, dumandan ayrıştırılabilen
kükürt gibi diğer atmosferik kirleticilerden kurtulmak kadar kolay değildir. [7]
O halde, insanlığı birkaç yüzyıl geriye götürmeksizin, bu acımasız fiziksel
kurala boyun eğmek mümkün müdür?
Panik reaksiyonlarını, devekuşu refleksini (kafayı kuma gömme), veya diğer
irrasyonel hareket tarzlarını (bu durumdan bazı reaksiyoner güçler
yararlanmaya kalkabilir) engelleyebilmek için, çözümün teknik ve bilimsel
olarak mümkün olduğunu herkes anlayana kadar defalarca vurgulamak son
derece önemlidir. Evet, çözüm mümkündür. Enerji savurganlığıyla
mücadele, daha verimli enerji kullanımı, fosil yakıtların yenilenebilir
kaynaklarla değiştirilmesi, toprağın ve ormanların korunması, bu
mücadelenin başarılması için şart olan faktörleridir. (Myths and
Technological Realities, Social Challenges)
Yanma olayının önemine binaen, enerji sorunu meselenin en can alıcı
noktasını oluşturur. Dünya üzerine düşmekte olan ve önümüzdeki 5 milyar
yılda da düşmeye devam edecek olan güneş enerjisi, bugün insanlığın
kullanmakta olduğu yıllık enerji miktarının yaklaşık 7,000 – 8,000 katı
fazladır. Bunun binde biri, bugünkü teknolojilerle, kullanılabilir enerjiye
dönüştürülebilir. Bu teknik potansiyel, bilimsel gelişim ile daha da
arttırılabilir. (Eğer bunun için yeterli kaynak ayrılırsa). Tabii ki bu, fosil
yakıtların yenilenebilir enerji ile değiştirilmesinin “yeterli” olacağı, ve bu
süreç içinde problemler yaşanmayacağı anlamına gelmez. Kısa vadede,
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
geçiş oldukça sancılı olacaktır. Uzun vadede, güneş enerjisinin dünya
yüzeyine dağılmış olması, yüksek düzeyde merkeziyetçilikten uzaklaşma
(de-santralizasyon), ve böylece sosyal katılım ve kolektif sorumluluk gerekli
olacaktır.
Özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayan toplumun zengin tabakalarının yaşam
tarzlarında gözle görünür bir değişiklik olması şarttır. Bu insanlar, hiçbir
zaman olmadığı kadar, ekolojik olarak sürdürülemez bir yaşam tarzına
sahiptirler. Ancak bu değişiklikler, ekonomide ölümcül bir küçülme
yaşanması anlamına gelmeyecektir. Eğer iklim, sosyal adalet çerçevesi
içinde korunabilirse bu, gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere
büyük insan kitleleri için daha iyi bir yaşam tarzı anlamına gelecektir.
İklim değişikliğinin acı verici karakteri, bunun için önerilen çözümlerin çok
yüzeysel kalması gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Neden?
Çünkü bu konuda alınacak önlemler, sermayenin karlılık oranını
düşürecek, karlı aktiviteleri sınırlandıracak, ekonomik rantları
azaltacak, enerji dağıtımının merkezilikten çıkarılması planlama ve
kamu inisiyatifini gerektirecek, bu da ekonomik faaliyetlerde bir yer
dönüşüm anlamına gelecektir. Bu da, yoksul çoğunluğun yetersiz
tüketimi / beslenmesi / işsizliği pahasına mutlu bir azınlığın aşırı
üretimi / tüketimine yol açan o cehennemi kısır döngüyü ortadan
kaldıracaktır.
Bu nedenler ekonomik oldukları kadar, toplumsaldır da. Bunlar, doğanın
kaçınılmaz kanunlarından değil, insanlığın değiştirebileceği toplumsal
kanunlardan gelmektedir. İklim değişikliği üzerine yazılar onu insan kaynaklı
(antropik) bir fenomen olarak tanımlamaktadır. Bu terim aslında yanıltıcıdır.
Küresel ısınma aslında insan faaliyetlerinin, ya da daha genel anlamda
“teknolojinin” ürettiği bir zehirli meyve değildir. O aslında, kapitalist
aktivitenin ve kapitalist teknolojinin bir ürünüdür. Eski Sovyet bloğunun
bürokratik rejimleri de aslında bu kapitalist aktivite ve teknolojileri taklit
etmekten öteye bir şey yapmamışlardır.
Michael Husson’un güzel tanımlamasıyla, “İklim değişikliği, giderek
kendini doğuran sisteme (kapitalizme) benzemektedir”. [8]
Filozof Hans Jonas, “Sorumluluk Prensipleri” adlı yapıtında, iklim
değişikliğinin, insanlığın gelişimi üzerindeki önemini kavrayan ilk kişi
olmuştur. 1979’da basılan kitabında yazdığı tezleri genelde büyük etkiye
sahip olduysa da, spesifik olarak iklim konusundaki uyarıları uzun süre pek
fazla dikkat çekmemiştir. [9] Ancak Jonas’ın ideolojisi, problemi tersine
tanımlamıştır. Sera gazı artışının esas sebebi olan çılgın kapitalist büyümeyi
görmek yerine, Marksist Ütopya hakkında cevaplanması mümkün olmayan
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
bir bilimsel tartışma başlatmıştır. “Sorumluluk Prensipleri” ütopyanın, çevre
üzerinde yıkıcı teknolojileri kontrolsüz bir şekilde büyütebileceğini iddia
etmekteydi. [10]
Bu tezin aksine Marksist analiz, iklim değişikliğini, yegane amacı değer
birikimi yapmak olan niceliksel (kantitatif) üretim şeklinin bir sonucu olarak
görür. Marx , Kapital’in ilk sayfalarında buna atıfta bulunur : Bu, zenginliğin
özel tarihi bir şekli olarak ortaya çıkan “değer” kavramının doğurduğu,
“sınırsız bir mal birikiminin mümkün olabileceği” yanılsamasıdır. Bunun
neticesinde kapitalist sistemde mal üretimi, “üretmek için üretmek” ve
bunun kaçınılmaz sonucu olarak “tüketmek için tüketmek” biçimine
dönüşecektir. [11]
Hans Jonas’ın söylediğinin aksine, bu dinamiğin özel bir şekli de, artıkdeğere olan talebin giderilmesinde bir ölçüt olarak kullanılan doymak bilmez
bir enerji açlığı ve onun içerdiği teknolojilerdir.
Ekonomik kalkınmada, yenilenebilir enerji kaynakları yerine fosil
yakıtlar ve nükleer enerjinin tercih edilmesi, bu konuda tipik bir
örnektir. Bu tercih, teknolojik gelişmenin olağan bir neticesi olarak
değil, sermayenin sahiplenilebilecek bir enerji kaynağını bilinçli olarak
seçmesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Çünkü bu enerji kaynaklarına
sahip olmak, süper karlara yol açan ekonomik rantların kapısını
açmıştır.
Edmond Becquerel’in daha 1839’da bulmuş olduğu Foto-Voltaik güneş
pillerinin, bugüne kadar ekonomik kalkınmada kullanılmamasının
yegane sebebi, güneş enerjisinin sahiplenilebilir olmayışı idi. Oysa
kömür ve petrol yatakları kolaylıkla sahiplenilebilirdi.
Bugün, kapitalizmin fosil yakıtlar üzerinde yükselmekte olduğu son iki
buçuk yüzyıldır bu yakıtların kullanımı, insan / doğa ilişkisinin rasyonel
bir şekilde düzenlenebilmesini imkansız kılmaktadır. Oysa Marx, bu
rasyonel düzenlemeyi “olabilecek yegane özgürlük” olarak tanımlamıştır.
Bugün artık doğanın kendisi bizlere, iklim değişikliği gerçeği ile, bu
rasyonel düzenlemenin ancak ve ancak kapitalist üretim şeklinin terk
edilmesiyle mümkün olabileceğini söylemektedir.
Burada şunu kesin olarak ortaya koymakta yarar var : İki yüzyıldır enerjinin
daha verimli kullanılmasıyla sağlanan ekonominin enerji ve karbon
yoğunluğundaki (birim Gayri Safi Milli Hasılayı üretmek için gerekli olan
enerji ve buna bağlı karbon dioksit emisyonu) azalma, bu gerçeği
değiştirmez. Ekonomik üretimdeki toplam mutlak artış, karbon dioksit
emisyonu açısından, enerjinin daha verimli kullanılmasının getirdiği
faydaları çoktan aşmıştır.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Aslında bunun altında yatan gerçek şudur : Karın düşme eğilimi
gösterdiği durumlarda kapitalizm sürekli olarak yeni alanlar fethetmeli,
yeni pazarlar ve yeni “ihtiyaçlar” yaratmalıdır.
Bu büyüme çılgınlığı, eğer böyle devam etmesine izin verilirse,
dünyadaki son varil petrolü ve son kilogram kömürü de yakacaktır. Bu
yakıtların nihai olarak tükenmesiyle, çevreye verilen zararın duracağını
düşünmek yanlış olacaktır. Kapitalizm eğer zorunlu olarak fosil yakıtları
terk ederse [12], bu takdirde kapitalist biriktirme dinamiği, tüm tarım
alanlarını biyo-yakıt üreten devasa tek ürün (mono-kültür)
plantasyonlarına dönüştürerek, dünyayı muazzam bir ekolojik çöle
çevirecektir. Ya da her köşe başına nükleer santraller kuracaktır.
Son zamanlarda yeniden tartışılmaya başlanmış olan ITER (International
Thermonuclear Experimental Reactor – Uluslar arası Deneysel TermoNükleer Reaktör) [13] gibi projeler, büyüme çılgınlığının artık dönüşüme
uğramış şekillerinden biridir. Jean Paul Deleage’nin [14] belirtmiş olduğu
gibi bu
proje, biyo-küremizin işlevsel ritmiyle uyum içinde değildir.
Medya’da, bu projenin, “tıpkı güneş gibi”, kontrollü bir enerji santrali prototipi
olacağı söylense de, bu benzetme gerçekçi olmaktan çok uzaktır, çünkü
güneşte olan termonükleer reaksiyonlar ITER projesinde öngörülenden çok
daha yavaştır ve güneş, bu reaksiyondan sonra çıkan atıkları kendi
bünyesinde yeniden dönüşüme sokmaktadır.
Birbiriyle bağlantılı üç problem :
Kapitalizm, kendi doğası içinde bulunan “değer biriktirme” mantığına
rağmen, acaba zamanla iklim değişikliğinin insan ve doğa için bir felaketle
sonuçlanacağını anlayıp, bunu önlemek için gerekli sınırlandırmalara saygı
göstermeye başlayabilir mi?
Sera gazlarının hali hazırda ulaşmış olduğu seviye ve iklim sistemlerinin
ataleti göz önüne alındığında, bu maalesef mümkün görünmüyor. İşin
aslında, artık söz konusu bile değil. Gelecek felaket şu anda bile yola
çıkmış durumda ve bugün birbiriyle ilişkisi apaçık olan doğal olaylar
dizisi bunun açık bir göstergesi. Bugün artmakta olan küresel ısınma
karşısındaki sorun artık, iklim sisteminin getireceği zararları sınırlandırma ve
mevcut durumu koruma yeteneğine sahip olup olmadığı ve bunun hangi
sosyo-ekonomik koşullar altında gerçekleşebileceğidir
Buna kesin bir cevap verebilmek için, birbiriyle bağlantılı üç problemin
boyutlarını ölçmemiz gereklidir: Çok kısa bir zaman içinde meydana
gelebilecek değişikliklerin boyutu; esnek olmayan mevcut enerji
sistemi ve ülkeler arasındaki (özellikle de kuzey ve güney ülkeleri
arasındaki) rekabet.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Birinci problem, tabiatın önünde durulamaz gücü ve önlem almak için
zamanın çok az kalmış olmasındadır. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde
olacak değişikliklerin boyutu baş döndürücüdür. Ekonominin hemen
tamamen karbondan arındırılması (de-carbonising) gerekmektedir.
Bu, fosil yakıtlardan tamamen vaz geçilmesinin yanı sıra, petrolün
petro-kimya endüstrisinde bir temel girdi olarak kullanımının da
durdurulmasını gerektirecektir. Ortaya çıkacak büyük boşluk yenilenebilir
kaynaklar
tarafından karşılanabilir ancak bu her zaman mümkün
olmayabilecektir.Taşımacılıkta
enerji
oburluğunun
ve
petro-kimya
sektöründe plastik üretiminin bugünkü düzeyde devam etmesi halinde, bu
mümkün değildir.
Her halükarda, bugün yenilenebilir enerji kaynaklarının nispeten yüksek,
fosil yakıtların ise nispeten düşük olan fiyatları göz önüne alındığında, bu
dönüşümün ancak, gelişmiş ülkelerin birincil enerjiye olan taleplerini çok
ciddi bir şekilde azaltmaları ile mümkün olabileceği açıktır. Bu azaltmanın
en az % 50 mertebesinde, hatta yoğun enerji kullanan ülkelerde daha
da fazla olması şarttır.
Bu nedenle, enerji verimliliğinin arttırılması ve atıkların azaltılması için bir
mücadele verilmesi kesinlikle gereklidir. Bu mücadele yalnızca kurumlarda
değil, kişilerin yaşam tarzlarında ve kullanılan cihaz ve ürünlerde de
yapılmalıdır. Fakat bunların hepsinden de öncelikle, küresel enerji
sisteminin değiştirilmesi için yapılmalıdır. Rasyonel bir açıdan
bakıldığında, ekonomideki bütün sektörlerinin küçüleceğini öngörmek
yanlış olmaz, çünkü bu sektörler ya aşırı rekabet sonucu gereksiz yere
şişmişlerdir, ya zaten gereksizdirler ya da tamamen zararlı hale
dönüşmüşlerdir (silah üretimi, reklamcılık, vb). İşte bu küçülmeyi
kapitalizm tasavvur dahi edemez, çünkü bu, onun doğasına aykırıdır….
Her şeye rağmen kapitalizm, arazi geliştirme, taşımacılık, konut, eğlence,
turizm vb gibi birçok değişik sektörün tümünde birden, temel bazı
değişiklikler yapmaktan kaçamayacaktır. Aslında bütün bu değişiklikleri
gerekli olan zaman dilimi içinde gerçekleştirebilmek, ancak ve ancak
kuvvetli bir merkeziyetçilik ve iyi düşünülmüş demokratik bir planlamacılıkla
mümkün olabilecektir. Tüm bunlar, rekabeti ekonominin motor gücü
olarak kabul eden, bunun doğal sonucu olarak kitleleri politik karar
mekanizmalarından dışlayan ve
hummalı bir üretime kilitleyen
günümüzün neo-liberal yönetim şekliyle taban tabana zıttır.
İkinci problem, kapitalist enerji sisteminin esnek olmayan büyük bir
merkeziyetçiliğe sahip olmasında yatmaktadır. Bu yalnızca, yapılan
yatırımların bir yaşam süresini aşacak kadar uzun ömre sahip olmasından
kaynaklanmamaktadır. (bir elektrik santralinin ekonomik ömrü 30 – 40
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
yıldır). Esas neden, zengin iş çevrelerinin bu altın yumurtlayan tavuğa
sıkı sıkıya sarılmış olmalarıdır.
Bunlar sürekli olarak insanlar için
“yeni ihtiyaçlar icat etmekte”, böylece tavuğun daha fazla
yumurtlaması için ezaya tabi tutulmasını haklı
göstermeye
çalışmaktadırlar.
Petrol endüstrisinden elde edilen rafine ürünlerin dünya çapındaki
satışından elde edilen yıllık ciro, 2,000 milyar Euro olarak tahmin
edilmektedir. Tüm bu ürünlerin doğadan çıkarılmasından rafine edilmelerine
kadarki süreçteki toplam maliyeti ise 500 milyar Euro civarındadır. İki
rakam arasındaki fark, yani yılda 1,500 milyar Euro, kapitalist sistem
içinde bu kaynağın (petrolün),
özel mülkiyetçe sahiplenilmiş
olmasından dolayı, ekonomik rant olarak biriktirilmiş olan süper bir
kardır. [15]
Bu devasa güce, petrolle ilgili diğer sektörlerinki de eklenmelidir. Otomotiv,
kimya, petro-kimya, havacılık, denizcilik, vb. gibi sektörlerin tamamı, dünya
pazarının sürekli büyümesine, dolayısıyla artan oranda bir mal tüketim ve
takasına dayanmaktadır.
Bu koşullar altında, rüzgar ve güneş enerjisine olan yatırımlar yalnızca
meselenin çözümünü geciktirmeye yarayacak göstermelik çabalar olarak
kalmaktadır. Shell, BP gibi büyük petrol devleri tarafından kontrol edilen
yenilenebilir enerji sektörü, bugün esas olarak fosil yakıtların yerine geçecek
olan değil, onu tamamlayıcı olarak işlev yapmaktadır. Özel otomobil
çılgınlığı, hava taşımacılığındaki patlama, tüketim alışkanlıkları gibi
yeni “ihtiyaçlar” ve yeni talepler yaratan mevcut sistem, insanların
gerçeği görmesini engelleyerek, hep birlikte üzerine çakılacağımız
duvara doğru bizleri büyük bir hızla sürüklemektedir.
Üçüncü problem, ülkeler arasındaki rekabetten kaynaklanmaktadır.
Dünyanın herhangi bir yerinde üretilen karbon dioksit, küresel ısınmaya eşit
bir şekilde katkıda bulunmaktadır. Problemin bu küresel boyutu, ona karşı
konulacak stratejinin de çok detaylı bir biçimde düşünülmesini ve tüm dünya
insanları tarafından, birlikte hareketin herkesin yararına olduğunun açık
seçik kavranacağı bir zeminde geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu çalışma, şu kilit soruya ortak bir cevap bulmayı amaçlamalıdır : Dünya
nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Güney ülkelerinin kalkınma
haklarına saygı göstererek küresel çaptaki CO2 emisyonunda hızlı ve
zorlayıcı bir azaltma hedefine nasıl ulaşılabilir? Oysa ne yazık ki bugün
gerçekte, birçok bilim adamının çabalarına rağmen, insanlığın işbirliği yerine
rekabetini, uzlaşma yerine tahakküm altına alma ve kaynaklara el koyma
(savaş yoluyla yapılanlar da dahil) mücadelesini görüyoruz.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Bugün belli başlı emperyalist ülkelerin (ABD, AB, vb) iklim değişikliği
müzakerelerindeki tavırlarını belirleyen tek şey, kendi işadamlarının
çıkarları ve dünya pazarında, özellikle de enerji pazarında rol alan
burjuvalarının jeo-stratejik hedefleridir. Aynı şey Rusya, AB’yi oluşturan
her ayrı ülke ve kalkınmakta olan büyük ülkelerin her biri için de aynen
geçerlidir. (Petrole dayalı monarşilerden bahsetmeye gerek bile yok).
Bugün, iklim müzakerelerinin bitmez tükenmez zorlukları, yavaşlıkları, ve
başarısızlıkları, giderek küreselleşen ekonomi ile, rakip ulus devletlerin
(veya devlet topluluklarının) tamamıyla kendi burjuvalarının çıkarlarını
korumaya endekslenmiş politikaları, ve halen başkalarını tahakküm altında
tutan bazı ülkelerin mevcut durumu koruma çabaları arasında devam
etmekte olan ve aslında mevcut kapitalist sistem içinde çözümü hiçbir
şekilde mümkün olmayan bir mücadelenin ifadesinden başka bir anlama
gelmemektedir.
İklim değişikliği kurbanlarının kaderiyle hiç ilgilenilmeyen bu mücadele
eğer böyle giderse, insanlık ve dünyamız için geri dönülmez neticelere
yol açabilecektir. Örneğin, emperyalist ülkelerle, gelişmekte olan ülkelerin
hakim sınıfları arasındaki çıkar çelişkisi, Kyoto Protokolünün devamı
konusundaki müzakereleri sonu gelmez bir durgunluğa sokabilir. Ya da, tüm
umutlara rağmen ABD Yönetimi Bush’un neo-liberal çizgisini daha uzun
yıllar devam ettirebilir.
Kyoto’dan Nairobi ve ötesine: Kapitalist bir tepki
Bütün bunlardan, kendisine insan kurban edilen kapitalizm tanrısının
(Moloch), öncelikle sömürülenleri etkileyecek, sermayenin kütlesel bir değer
kaybına yol açacak ve istikrarsızlığı büyütecek olan bu fenomen karşısında,
kollarını kavuşturmuş olarak oturacağı anlamı çıkarılmasın.
Ancak kapitalizmin iklim değişikliğiyle mücadelesi, ondört yıldır [16]
sermayenin tercihi olan çok yavaş bir tempoda ve sosyal eşitsizlikleri,
Kuzey – Güney gerilimini ve doğal kaynakların sahiplenilmesini ve
yağmalanmasını hızlandıran neo-liberal yöntemlere göre yapıldı.
Yavaşlık ve ters etkiler : Bir takım olumlu özelliklerine rağmen, Kyoto, bu
iki dezavantaja sahiptir (Kyoto’nun Devamı makalesine bakınız). Kyoto’nun
hedeflediği gelişmiş ülkelerin emisyonlarında % 5.2 azaltmanın çok yetersiz
oluşu, hatta bu hedefe dahi 2012 yılına ulaşılamayacağının aşikar olması bir
yana, protokolde kabul edilmiş olan esneklik mekanizmalarının da olumsuz
sosyal ve çevresel etkilerinin olduğu artık açıkça görülmektedir. (“Koloniyal
Hükümranlığın Yeşil Elbiseleri” makalesine bakın)
2012 sonrası (Post Kyoto) dönemi üzerinde yapılan tartışmalar da hiçbir
şeyi değiştireceğe benzememektedir. Eğer Beyaz Saray, G.W. Bush ve
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
ekibi tarafından terk edilirse, ABD ve AB arasında bir uzlaşma beklenebilir.
Bu, dünya ölçüsünde önlemler almanın ve bu konuda düzenleyici ve
istikrarlı bir çerçeve oluşturmanın zaruretine inanan birçok ülkenin,
baskısının artacağı anlamına gelecektir. Ancak, iklimsel olarak düşman
kardeşler arasındaki bu zoraki uzlaşma, Protokolün neo-liberal karakterini
vurgulayarak, onun düzenleyici gücünden (uyulmaması halinde
uygulanacak olan kotalar, terminler, yaptırımlar) ve diğer olumlu
taraflarından tavizler vermek anlamına gelebilecektir.
Bu eğilim, Tony Blair’in ve halefi Gordon Brown’ın faaliyetlerinden açıkça
görülmektedir. Başkanlığını yaptığı G-8 zirvesinde Downing Street, Büyük
Britanya’yı, yeni iklim anlaşmasının merkezine oturtmak ve ülkesini,
genişletilmiş bir Avrupa’nın liderlik koltuğuna aday yapmak arzusunu açığa
vurmuştur. [17]
31 Ekim 2006’da, Nairobi’de düzenlenen BM İklim Değişikliği
konferansından hemen önce yayınlanan Stern raporunda, iklim
değişikliğinin ekonomisi bu çerçeve içinde görülebilir. [18]. Bu raporun en
önemli tarafı, bir hükümetin görevlendirdiği ekonomistlerin, ilk defa bilimsel
uyarıları ciddiye alarak, soruna küresel çapta bir cevap arama girişimleridir.
Sir Nicholas Stern, iklim değişikliğini medyanın ilk sayfalarına taşımakla bu
konuda tartışmasız bir başarıya imza atmıştır. Stern raporunda, Eğer hiçbir
şey yapılmazsa, iklim değişikliğinin etkileri, iki dünya savaşının ve
büyük ekonomik depresyonun (1929) toplamından daha fazla yıkıma
neden olacaktır ve bu da Gayri Safi Milli Hasıla’da % 20’lik bir düşüşe
tekabül edecektir diyerek şok edici gerçeği ortaya koymaktadır.
“Daha geç olmadan derhal ve hep birlikte harekete geçelim; bu ekonomik
olarak daha ucuza gelecektir ve şirketlere yeni açılımlar getirecektir.” Stern
raporunun mantığı budur. Ancak, uzun dönemli ve hırslı bu stratejinin
altında Stern, Kyoto Protokolünün olumlu yanlarını, % 100 liberal bir politika
lehine erozyona uğratmaya
meyilli görünüyor. (Kyoto’nun Devamı
makalesine bakınız)
Paradoksal olarak Stern, iklim değişikliğini “Pazar ekonomisinin
bugüne kadar gördüğü en büyük çöküş” olarak olarak tanımlarken,
çözüm önerileri aşağıdaki basmakalıp formülden başka bir öneri
getirmiyor : daha büyük pazar, daha çok büyüme, daha fazla nükleer
enerji, ticaretin daha fazla liberalizasyonu, daha az sosyal haklar ve
daha az demokrasi….
Özetle, çevreyi mahveden bütün bu politikalardan daha fazlası ve
faturanın Güney ülkelerinin yoksulları ve çalışanlar tarafından
ödenmesi….
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Kuzey / Güney sorunu belirleyicidir. Kyoto’nun sınırlayıcı takviminden
kendini kurtaran Stern Raporu, aslında gelişmekte olan büyük ülkelerle
emperyalist metropoller arasındaki siper savaşından doğmuştur. Bu
savaşta biri, “İklim değişikliğinden sen sorumlusun; önlemleri de sen
almalısın” derken, diğeri, “Yakında sen benden daha fazla sera gazı
üreteceksin; senin de önlem alman gerekli” diye yanıt veriyor.
Ancak, hükümran ülkelerin güçleri arasındaki ilişkiler, siperlerin içinde de,
dışında olduğundan daha iyi değildir…
Dünya Bankasının eski Baş Ekonomistinin önerdiği plan, önümüzdeki on
yıllar için, bir dünya karbon pazarı oluşturulmasının, emisyon azaltmada
vazgeçilmez yollardan biri olduğuna vurgu yapıyor. Hali hazırda bu pazar,
Kuzey ülkelerinin Güney ülkelerine yaptıkları emisyon azaltan yatırımlar
karşılığında, kendilerine emisyon yapma hakkı satın almaları ile hayata
geçmiş bulunuyor. [19]
Böylece, şimdiye kadar gelişmiş ülkelerin kendi içlerinde alacakları
önlemleri tamamlayıcı olarak kabul edilen, gelişmekteki ülkelerdeki bu
önlemler, sanki emisyon azaltmada esas yöntem olacakmış gibi
görünüyor. Aslında, emisyon azaltımında yerellikten tamamen
uzaklaşıldığında, Kuzeyin büyük firmaları için bu, artık bir maliyet
olmaktan çıkıp, cihaz ve hizmetlerini satabilecekleri devasa bir Pazar
anlamına gelmektedir. [20]
Eşitsiz takas üzerine kurulmuş bir Pazar ekonomisinde, gelişmekte
olan ülkeler, karbon vergisini veya karbon kotalarını kabul etmeye
zorlanacaklardır. Bu, emperyalist ülkelerin onlar üzerindeki tahakkümünü
daha da arttıracaktır. Kasım 2006’daki BM Nairobi Konferansında alınan
bazı kararlar, bu analizin ışığı altında incelenmelidir. Nairobi’de gelişmiş
ülkeler 2050 yılı itibariyle emisyonlarını % 50’den daha fazla
azaltacakları fikrini benimsediler, ancak bu hedefe “yalnız başlarına”
ulaşamayacaklarına da vurgu yapmayı ihmal etmediler. Bu küçük
kelimeler, Kyoto Protokolü’nün esneklik mekanizmalarından biri olan “Temiz
Kalkınma Mekanizması” (Clean Development Mechanism – CDM)
uygulamasının daha da uzatılabileceğini ima etmekteydi. [21]. Öte yandan,
CDM çerçevesi içinde, yatırımlar üzerinde uygulanacak bir vergilendirme ile,
adaptasyon fonları temin edilmesine karar verildi. (Kyoto’nun Devamı
makalesine bakınız)
Kısacası, koruma projelerinin finansman kararları, iklim değişikliğinin
etkilerine en fazla maruz kalacak olan toplumların ihtiyaçlarına göre
değil, gün geçtikçe büyümekte olan “düşük karbon” teknolojileri
pazarından pay kapma çabası içindeki uluslararası şirketlerin
başarılarına göre belirlenecek.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Stern tarafından önerilen politikalar gezegenimizin iklimini koruyabilir mi? İlk
olarak, fiziksel sınırlamalarla uyumlu bir emisyon azaltma hedefi belirlemek
gerekmektedir. İngiliz Hükümetine önerilen raporda bu yapılmamıştır ve
zamanla yapılacağına dair de bir ışık yoktur. Öte yandan, dünya karbon
fiyatının, pazar ekonomisinin kurallarına göre değil, uzun vadede gezegenin
iklimi üzerinde yapacağı hasarların değerlendirilmesine göre belirlenmesi
gerekecektir. Bunun uygulanmasını sağlamak için de, dünya ölçeğinde
güçlü bir yönetim gerektiği açıktır. Bugün böyle yetkili bir yönetim de yoktur.
Kyoto sonrasının biçimi ne olursa olsun, neo-liberal iklim politikaları
20 – 30 yıl içerisinde yenilgiye uğrayacaktır. Ondan sonra ne olabilir?
Bunun cevabı politika-kurgu’da (political-fiction) yatmaktadır.
Bu arada, meselenin giderek artan korkunç baskısı ve aciliyeti göz önüne
alındığında, hakim güçlerin harekat tarzlarını aniden değiştirerek, ellerindeki
tüm araçlarla bütün kaynakları merkezileştirerek, savaş zamanlarında
olduğu gibi her şeyi karneye bağlayabilecekleri olasılığı da göz ardı
edilmemelidir.
Böyle bir durumda şunu söylemek yanlış olmayacaktır : Bu dönüm noktası
kaçınılmaz olarak
emperyalist askeri maceraları, daha doğrusu
emperyalistler arası çatışmaları ve katliamları beraberinde getirecektir.
Bu durumda kuramsal olarak şu söylenebilir : Enerji savaşları günümüzün
bir realitesi olduğuna göre, devlet merkezli bir yönetim adına neoliberalizmin terk edileceğine dair hiçbir işaret yoktur. Her halükarda,
böyle bir hareket, herkes için iklimi korumak yerine, sömürücülerin
sosyal ayrıcalıklarını korumaya yönelik olacaktır. Bu durum, insanlığın
tahmin edilemeyecek acılar çekmesine, sömürünün çoğalmasına,
mütehakkim ülkelerin yaptığı yağmanın artmasına ve demokratik hakların
yok edilmesine yol açacaktır.
Küresel rasyonallik (akılcılık) karşı kapitalist rasyonallik :
Bugün, Neo-liberal politikaların yerine geçecek inanılır bir alternatifin
yokluğu karşısında, bazı çevreler, pazar ekonomisinin mekanizmalarını
parçalamaksızın, iklimin adil bir şekilde korunması için öneriler
geliştirmektedirler. Bu önerilerin gerçekleşebilmesi için, ütopik bir takım
koşulların yerine gelmesi gereklidir. Neo-liberal sistemin yapısı göz önüne
alındığında, bu önerilerin en büyük hatası, toplumun genel bir
rasyonellik kanaati üzerinde anlaşabileceğini kabul etmeleridir. Oysa ki
sermaye, yani aslında “birçok sermaye”, sürekli olarak birbiriyle
rekabet halindedir. Bu nedenle kısmi olarak ortaya çıkabilecek bazı
rasyonellikler, sistemin kendisinin giderek büyüyen irrasyonellikleri ile,
uzlaşmaz bir çelişki halindedir.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Küresel rasyonallik, ancak ve ancak sistemin kendi yaşamı tehlikeye
girdiğinde, o da yalnızca geçici olarak gerçekleşebilir. Ancak iş o aşamaya
geldiğinde, ayrıcalıklı olmayan sınıf ve tabakaların hayatta kalabilmeleri için
artık çok geç olacaktır. Küresel rasyonallikle sermayenin rasyonalliği
arasındaki uzlaşmaz çelişkinin doğuracağı bu ağır bedel, meselenin
kapitalist sistem içerisinde de çözümlenebileceğini savunan “Tezatlık
ve Yakınsama” (Contradiction & Convergence – C&C) önergesine de
son verecektir.
Hintli Ekolojist Anil Agarwal [22] tarafından formüle edilen, Küresel Halklar
Enstitüsü’nden (Global Commons Institute) Audrey Meyer [23] tarafından
kabul edilen ve Sir John Hunton [24] ve Jean-Pascal van Ypersele [25] gibi
saygıdeğer bilim adamları tarafından popüler hale getirilen bu önerge, ilk
bakışta gelişmekte olan ülkelerin ikilemine bir çözüm getiriyormuş gibi
görünmektedir.
Problemin koşullarına daha yakından bakalım : Eğer fosil yakıtlara dayanan
büyüme aynen devam ettirilirse, gelişmekte olan ülkeler, 1780’den beri
emperyalist ülkeler tarafından sürdürülmekte olan bu yöntemin, öncelikle
kendi halklarını kurban edecek bir iklim değişikliğine yol açacağını
göreceklerdir. Yoksullar, zenginler tarafından bozulmuş olan iklimi korumak
için yoksul kalmaya devam etmek istememekte haklıdırlar. C&C önergesi,
temiz teknolojiler sayesinde, küresel emisyonda radikal bir azaltmanın
(tezat), kişi başına emisyon miktarının dünya çapında eşitlenmesiyle
(yakınsama) birlikte gerçekleşebileceğini, böylece Güney ülkelerinin,
Kuzey’in gelişmişlik düzeyini yakalayabileceklerini savunuyor. (Şekil 3).
Şimdi biz de bu eşitlikçi perspektife katılalım. Ancak bu pratikte nasıl
mümkün olacaktır?
Şekil 3 : Küresel Halklar Enstitüsü’nden (Global Commons Institute) ve J.
Houghton
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Buna göre, gelişmekte olan ülkelere, kişi başına emisyon kotalarını
doldurana kadar, takas edilebilir emisyon hakkı tanınması öngörülmektedir.
Emisyonlarını gerektiği kadar azaltmayan Kuzey ülkeleri ise bu emisyon
haklarını satın alabileceklerdir. Güney ülkeleri elde ettikleri bu gelirle,
karbonsuz bir gelişme için gerekli olan teknolojileri satın alabileceklerdir. Bu
senaryo, birçok pratik soruyu doğurmaktadır. Emisyon hakları kime
dağıtılacaktır? Bu hakkın satışından elde edilecek gelirin, yerel elitlerin daha
da zenginleşmesinde ya da ülke borçlarının geri ödenmesinde değil de,
halkın yararına kullanılacağını kim garanti edecektir? Bunlar belli başlı
sorulardır. Ancak bu mekanizmanın temel bir zayıf tarafı vardır.
C&C senaryosunun bu sunumunda, iklim sorununun ancak toplumsal
dayanışma temelinde çözümlenebileceğine inanan İklim-Bilimci Jean-Pascal
Ypersele (kendisiyle yapılan mülakata bakınız) şöyle söylüyor :
“Eğer emisyon hakkının başlangıç paylaşımı eşitlik üzerine kurulursa,
emisyon izinleri (permileri) belli koşullarda, gelişmekte olan ülkelere
zorunlu bir yardım akışını sağlayabilir. Ve eğer, toplam emisyon
miktarı, iklimin gelecek yüzyıllarda korunabilmesi temel şartıyla
belirlenebilirse, bu yöntem, emisyon azaltımının en düşük bedelle
yapılabilmesini sağlayabilir” [26]. Burada sorunun çözümü o küçük
“eğer” kelimesinde gizlidir.
Kapitalizm tarihi olarak, kendisini doğal kaynakların sahiplenilmesiyle
yaratmıştır. Kaynakların kullanımını eşit haklarla dağıtmak onun
tabiatına aykırıdır. Bu nedenle, pratikte emisyon haklarının dağıtımı ne
eşitlikçi ne de gerçekçidir. Bu durum, Avrupa’da uygulanmaya başlanan,
emisyon haklarını takas sistemi deneyiminde de ortaya çıkmıştır. (Kyoto’nun
Devamı makalesine bakınız).
Burada sorulması gereken şudur : Belirlenecek kota ve permilerin yaptırım
gücü kimin elinde olacaktır? Gelişmekte olan büyük ülkelerin temsilcilerinde
mi? İklim değişikliği onları, emperyalist efendilerinden daha fazla mı
ilgilendirmektedir? Onların bu yaptırım arzuları olsa bile, bunun için çok
geniş bir kitlesel seferberlik ilan etmeleri gerekecektir. Güneyin yoksul
halk kitlelerinin, karbon dioksit emisyonunun takas edilebilir haklarının
eşit dağıtımı gibi soyut bir talep için
seferber olabileceğini
düşünebiliyor musunuz? Bu ne kadar gerçekçidir?
Güneyin yoksulları uzlaşmayı kabul etseler bile, bu ancak, borçların
silinmesi, tarım reformu, enerji kaynaklarının ulusallaştırılması (Venezuela
ve Bolivya’da olduğu gibi), su ve diğer kaynaklar üzerindeki toplumsal
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
hakların korunması vb gibi doğrudan ve elle tutulabilen hak talepleri
çerçevesinde gerçekleşecektir.
Aslında neo-liberal pazar ekonomisi günümüzde bu hakların çoğunu
yok etmekle meşguldür. C&C önergesine ise, yalnızca gerçekçi
olmayan iyi niyetli talepler kalmaktadır. İşte gene problemin
başlangıcına döndük.
Bu tartışmanın ortaya çıkardığı gerçek şudur : İklimin korunabilmesi için
ortada olan objektif ve sübjektif problemler birbirleriyle çözülmez bir şekilde
iç içe girmiştir. Birini çözmeden bir diğerini çözemeyiz. Nüfusu altı milyarı
geçen dünyamızda iklimi, sosyal adalet çerçevesinde koruyabilmek
için, kişi başına karbon emisyonunu yılda 0.4 – 0.5 ton seviyelerine
düşürmemiz gereklidir. Bugün bir Amerikalı veya Avustralyalı yılda altı
ton, bir Belçikalı veya Danimarkalı üç ton, bir Meksikalı bir ton, bir Çinli
bundan birazcık daha az, bir Hintli 0.4 ton emisyon yapmaktadır. (Şekil
4).
Bu işin tek kalıcı mantıksal yolu, kişi başına yılda yarım tonluk karbon
kotasına her ülke tarafından belli bir tarih itibariyle uyulmasıdır.
O halde rasyonel bir dünya stratejisinin, birbiriyle bağlantılı şu dört cephesi
olmak zorundadır :
1.) Gelişmiş ülkelerdeki fosil yakıt talebini radikal bir şekilde azaltmak
(ülkesine göre mevcut talebi dörtte birine, altıda birine ya da sekizde birine
düşürmek);
2.) Sistematik olarak, bu ülkelerle başlayarak
fosil yakıtları
yenilenebilir enerji ile değiştirmek;
3.) Yalnızca, en fazla tehlikede olan ülkeleri finanse etmek amacıyla
kullanılacak olan bir mali fonu dünya çapında oluşturmak;
4.)Temiz teknolojileri kütlesel bir şekilde Güney ülkelerine transfer
iklimi
yeniden
ederek,
onların
kalkınmaları
sırasında
istikrarsızlaştırmalarının önüne geçmek
Eğer bu dört cephenin gerekli genişliğe sahip olmasını, gerekli zaman
sınırları içinde gerçekleştirilebilmesini ve bunun sosyal adalet ve eşitlikçi bir
çerçeve içinde cereyan etmesini istiyorsak, bu takdirde çözümün, takas
edilebilir emisyon haklarının dağıtımı ya da yenilenebilir enerji kaynaklarının
maliyetlerinin süreç içinde veya spontane (anlık) olarak düşürülebilmesi gibi
mekanizmalarla sağlanamayacağı açıktır. [27]
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Şekil 4. Ülkelere göre kişi başına yıllık CO2 emisyonu (ton). Diğer sera
gazları dikkate alınmamıştır. Altı milyar insan için istikrar seviyesi 0.5 tondur.
(Kaynak : A. Berger, 2005)
Yukarıda sözü edilen dört cephede mücadele, bedel gözetmeksizin ancak
kamu tarafından yapılabilir. Bu da ancak, doğal kaynakların insanlığın ortak
mülkiyeti olduğunun ve alınacak önlemlerin insanlığın gerçek ihtiyaçlarını
gözetmesi gerektiğinin kabulü ile mümkün olacaktır. Zenginliğin radikal bir
şekilde yeniden dağıtımı (Güney ülkelerinin borçlarının silinmesi, dünya
çapında olağanüstü bir varlık vergisi, petrol şirketlerinin karlarından büyük
bir vergi alma, silahlanma bütçesinde kısıtlama, vb) ve demokratik hakların
radikal bir şekilde derinleştirilmesi kaçınılmazdır. Bu konularda küresel bir
rasyonallik ancak anti-kapitalist bir perspektifle mümkündür.
İklimin korunması amacıyla küresel bir hareketin başlatılabilmesi için, bu
perspektifin bugünkü konjonktürde gerçekçi olmadığı iddia edilebilir.
Doğrudur. İklimin korunması için önerilen anti-kapitalist
strateji,
sosyalist projenin meşruiyetinin geçirmiş olduğu tarihi kriz ile
maluldür. Her ne kadar iklimin korunması için vaz geçilemez olsa da,
insanlığın gerçek ihtiyaçlarının karşılanması, sanayide kamu inisiyatifi
ve enerji sektörünün ulusallaştırılması gibi kavramlar bugün için
itibarını yitirmiş görünüyor. Bu itibar kaybı, aynı zamanda, verimsiz,
savurgan, aşırı üretimci, ultra-merkeziyetçi [28], ayrıcalıklı bürokrasi ve onun
politik kararlar üzerindeki tekeli gibi faktörlerle de birleşmiştir. İhtilalci
Marksistler bu yaklaşımın, kötü niyetli olduğunu söyleyeceklerdir. Onların
bu söylemleri ancak, kaynakların (özellikle enerji kaynaklarının), yerel,
ulusal ve uluslar arası düzeyde planlama yapılarak yerel toplumlar
tarafından yönetileceği “Eko-Sosyalizm” bayrağını yükselttiklerinde ve
aşırı üretim saplantısından kurtulduklarında inandırıcı olacaktır. [29] Bu
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
bayrak altında bile, bu görüşlerin yalnızca sınırlı bir insan tarafından destek
göreceği açıktır.
Bir tarafta sahtekar pazar ekonomisi, diğer tarafta itibarını yitirmiş antikapitalist çözüm önerileri…. O halde çıkış yolu nerededir?
Sosyal seferberlikte… Bu ise, lobiciliğe prim vermek yerine (bugün
yönetim çarkının içine sıkışmış olan birçok çevreci kuruluşun yaptığı gibi),
tüm toplumsal güçlerin birbirleriyle dayanışmasını sağlamayı gerektirir. Artık
işverenleri ve hükümetleri ikna etmek için vakit kaybetmek yerine, enerjimizi
halkın bilinçlendirilmesine harcamalıyız. İklimi, emisyon haklarının takası
ya da buna benzer karmaşık pazar mekanizmaları gibi hayali
reçetelerle kurtarmak için nafile çaba harcamaktan vazgeçmeliyiz.
Bunun yerine, iklimin, maliyet gözetmeksizin, parayı bugün bulunduğu
yerden alarak, eşitlik ve adalet içinde kurtarılabileceği
fikrini
yaymamız gerekir.
Her şeyi bireysel sorumluluğa bırakmak yerine, insanın doğadaki
metabolizması içinde yeni bir ortak sorumluluk oluşturabilecek bir sosyal
özgürleştirme hareketinin başlatılması gerekir.
Tıpkı nükleer silahların yarattığı tehdide benzer bir şekilde, iklim değişikliği
milyonlarca insanı sokaklara dökebilme potansiyeline sahiptir. Ortaya
çıkacak olan sosyal problemlerin listesi çok uzundur: kaynaklara ulaşabilme,
istihdam hakkı, kadın hakları, ırkçılığın reddi, kamu hizmetlerinde fiyat
denetiminin kaldırılmasına karşı mücadele, göçmenlerin korunması, köylü
tarımının desteklenmesi, toplu taşımacılığın teşviki, yerli halkların haklarının
korunması, kentsel gelişme, genetiği değiştirilmiş gıdaların reddi, biyoçeşitliliğin korunması, sosyal güvenliğin korunması, savaşa karşı savaş ve
üçüncü dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi….
Bu çeşitlilik aynı zamanda bir güçtür. Takip edilecek yol, tüm bu direniş
hareketlerini, ortak bir küresel eylem ve protesto seferberliğinde
birleştirmektir. Özellikle gençliğin, herkes için yaşanabilir ve güzel bir
gezegen yaratma arzusu, sosyal hareketler için bir katalizör görevi
görecektir. Bugünkü küresel “İklim Eylem Ağı” (Climate Action Network)
inisiyatifi, bir başlangıç noktası oluşturabilir. 4 Kasım 2006’da Londra’da,
“İklim Değişikliğne karşı Kampanya” (Campaign against Climate
Change) hareketinin inisiyatifi ile yapılan gösteri, tüm sol siyasetin izlemesi
gereken bir örnektir.
Bu stratejinin ihtiyacı olan her şey mevcuttur. Herkesin herkese karşı
olduğu bireysel mücadelede, sömürülenlerin kendilerini ve çocuklarını
kurtarma çabaları, yarını ve sonrasını tehdit eden büyük tehlikeleri ikinci
plana atabilecektir. Bu tehlikeler insanlara bilimsel olarak açıklansa dahi,
onların davranış şekli değişmeyecektir. İşte bu nedenle, iklim için
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
seferberlik, sosyal çoğunluğun istihdam, arazi, ev, insanca bir gelir, ısınma,
içilebilir su, insani iş koşulları ve yaşam güvenliği, vb gibi acil sorunlarının
çözülmesiyle ilişkilendirilmelidir…
Tehdidinin büyüklüğü, bu ilişkinin organik olarak kurulabilmesi için, birçok
imkanı ortaya koymaktadır. Yalnız bir koşulla : Çalışanların hareketine
önderlik eden bazı politika ve sendika liderlerinin yaptığı gibi, kapitalist
büyümenin refakatçisi stratejilere destek vermeyi terk etmek.
Tam tersine, artık yeni istihdam yaratamayacak, hatta işsizliğe yol
açacak olan kapitalist büyümenin dünyayı, esas kurbanı çalışanlar ve
yoksullar olacak bir ekolojik felakete doğru götürdüğünü görmeliyiz.
Buradan başlayarak, genel olarak bütün sol, özel olarak da ihtilalci
Marksizm, çalışanların hareketini
iklim hareketiyle birleştirmeye
çalışmalıdır. Bu kolay değildir ama imkansız da değildir. Geçtiğimiz yıl
Quebec Eyaleti sendikalarının, rüzgar enerjisinin ulusallaştırılması için
başlattıkları hareket buna bir örnek teşkil edebilir. Bu konuda daha birçok
yol akla gelebilir : Bir yandan, çalışanların kapitalizmin hileli işlerini kontrol
etme imkanı, diğer yandan enerji verimliliği ve yenilenebilir kaynakların
geliştirilmesi için kamu işletmelerinin yeni istihdam olanakları yaratması
imkanı vardır. [30] İnsanlığı büyük bir felakete doğru götüren ve toplumun
bazı tabakalarını sahte küçük burjuva mutluluğunun aldatıcı zevkleriyle
baştan çıkaran kapitalist çıkar koalisyonu karşısında, iklim için yapılacak
olan bu seferberlik, anti-kapitalizme giden yolda bir köprü olabilir.
Bir kez kapitalizmin enerji çıkmazından kurtulmayı kabul ettikten sonra
insanlık, ortak refaha ulaşabilmek
için toplumsal talebini yeniden
yükseltecektir.
İklim mi, kalkınma mı? İklim mi, refah mı? Kapitalizmin bu şekilde insanlığa
“kırk katır mı, kırk satır mı” ikilemiyle meydan okuması tarihte ilk kez
olmuyor. Ancak kapitalist biriktirme çılgınlığının, insanlığı küresel
bazda cehennemi bir ikileme doğru götürüyor olması dünya tarihinde
ilk kez meydana gelmektedir. Bu durum, yüz milyonlarca kişiyi
etkileyecek boyutta korkunç ve barbarca
sonuçları ortaya
çıkarabilecektir.
Bir İtalyan atasözü, “Il diavolo fa le pentole ma no i coperchi”, yani “Şeytan
tencereyi yapar ama kapağını unutur” diyor. Şimdi, artık çok geç
olmadan, kapitalist biriktirme çılgınlığının kaynattığı şeytani tencerenin
kapağını örtmek zamanıdır. Kapitalizmin kendi kaynattığı bu tencereyi
örtecek kapağı yoktur. Bütün insanlık ise bu tencerede kavrularak yok
olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
Bu yazıyı taslak halindeyken okuyan ve benden görüşlerini esirgemeyen
Marijke Colle, Jane Kelly, Manolo Gari, Michel Husson ve Michaël Löwy’e
teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim. Yazının bu son hali, tamamen benim
sorumluluğundadır.
Daniel Tanuro Sosyalist İşçi Partisi (POS/SAP, Dördüncü Enternasyonalin
Belçika ayağı) gazetesinin ekoloji muhabiri ve tanınmış bir çevrecidir
NOTES
[1] Several recent studies state that the maximum increase should even
be lower than 2°C. James Hansen, chief climatologist for NASA,
believes the temperature cannot rise by more than 1°C in relation to
today, which represents a rise of 1.6°C in relation to 1780.
[2] The IPCC will bring out its fourth evaluation report in early 2007. Its
documents are available online at the following address :
http://www.ipcc.ch/.
[3] In addition to steam, whose quantities in the atmosphere are little
influenced by human activity, the main greenhouse effect gases are
carbon dioxide (CO2), methane (CH4), nitrous oxide (N2O) and the
three fluorine furnace gases. Parts per million, in volume (ppmv), are a
measure of concentration: 450 ppmv of CO2 means that, out of a
million atmospheric molecules, 450 will be molecules of CO2. For
reasons of convenience, greenhouse gas emissions are expressed in
CO2 equivalent (ppmvCO2eq), which means that the quantity of each
gas is converted into the quantity of CO2 which would have the same
effect of trapping infrared rays (“ radiation power”).
[4] 2000-2001: +1,5 ppmvCO2; 2001-2002: +2 ppmvCO2; 2002-2003:
+ 2,5 ppmvCO2; 2003-2004 : + 3 ppmvCO2.
[5] As the warming of the mass of oceanic water is very slow, the
current warming will in any case have an impact for around a
millennium.
[6] Stern Review on The Economics of Climate Change. http://www.hmtreasury.gov.uk/independent_reviews/stern_review_economics_climate_chan
ge/sternreview_index.cfm.
[7] Sulphur oxides are responsible for the acidification of rain.
[8] “Comprendre le capitalisme actuel”. Text for the “Séminaire Marx au
XXIème siècle - http://hussonet.free.fr/mhsorbon.pdf.
[9] Hans JONAS, “Principe responsabilité”, Champs Flammarion
[10] It is not without importance to note that this approach leads to
deeply reactionary conclusions: eulogies to the “mystification of the
masses” as means of avoiding “imposing politically” and with “a
maximum of discipline” the “unpopular measures” necessary to save
the climate. And Jonas stipulates that these measures will flow from
“laws of ecology that Malthus was the first to recognise”...
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
[11] MARX, “Théories sur la plus-value”, Tome I, Ed. Sociales, Paris
1974, pages 321-322.
[12] The thesis of the imminence of a peak of production before the
depletion of oil and gas is defended notably by the ASPO
(http://www.peakoil.net/). In reality, it is wrong to introduce this question
into the debate on climate. Indeed: 1) the peak is an economic, not a
physical concept; 2) oil which is still exploitable is amply sufficient to
deregulate the climate; 3) known reserves of coal allow at least 300
years of exploitation; 4) significant oil resources exist in the oil shales,
notably, whose exploitation is very ecologically damaging.
[13] ITER is the acronym of the International Thermonuclear
Experimental Reactor. Based in Cadarache (France) this project of
common research should lead to a prototype of a controlled fusion
power station “Like the sun” it was said in the media. This comparison,
in reality, is inexact, solar fusion works very slowly and recycles its
waste. Read in particular Sylvie Vauclair, “La naissance des éléments.
Du big bang à la terre”, Odile Jacob 2006.
[14] Jean-Claude DEBEIR, Jean-Paul DELEAGE and Daniel HEMERY,
“Les servitudes de la puissance. Une histoire de l’énergie”.
Flammarion, Paris, 1986.
[15] Jean-Marie Chevalier, “Les grandes batailles de l’énergie”,
Gallimard 2004.
[16] The UN framework agreement on climate change was adopted at
the Earth Summit in Rio in 1992.
[17] The G8 motion “Climate Clean Energy and Sustainable
Development “ can be read on line at
http://www.fco.gov.uk/Files/kfile/PostG8_Gleneagles_CCChapeau.pdf.
[18] “Stern Review”, op. cit.
[19] The phasing would be determined by cost: the market will orient
itself first to measures demanding the least investment, like improved
energy efficiency in the developing countries, an end to deforestation,
the development of biofuels, then wind and solar energy;
[20] The world eco-industry market is estimated at 550 billion euros.
The experts predict its enlargement in the next five years, above all in
the emergent countries, with growth rates of 5 to 8%. Source: Analysis
of the EU ecoindustries, their employment and export potential.
http//www.europa.eu.int/comm/environment/enveco/industry_employment/
ecotec_exec_sum.pdf.
[21] The flexible mechanisms of Kyoto are described in our article “Petit
pas compromis, effets pervers garantis”. This can be read online at
http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article648.
[22] Anil Agarwal & Sunita Nairin, “The Atmospheric Rights of All
People on Earth”, www.cseindia.org.
[23] Seehttp://www.gci.org.uk/.
[24] John Houghton, “Overview of the Climate Change Issue”,
http://www.jri.org.uk/resource/climatechangeoverview.htm#carbon.
TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Bilgi Belge Merkezi Yayınlanmış Raporlar Kataloğu Kayıt No:287
[25] Jean-Pascal van Ypersele, “L’injustice fondamentale des
changements climatiques”, in Alternatives Sud, Vol 13-2006
[26] JP van Ypersele, op. cit.
[27] The Stern report squashes the idea that renewables impose
themselves spontaneously when their cost is equivalent to that of oil.
According to the report, at that time, the prices of oil products could fall
to remain competitive. The existence of a huge economic rent, in
addition to profits, effectively renders this scenario possible.
[28] A particularly striking mess in the area of climate change, to the
extent that these economies had a very high intensity in energy and in
carbon.
[29] Michaël Löwy, “Qu’est-ce que ‘l’écosocialisme?”
http://www.iire.org/lowyeco.html.
[30] A demand of this kind was put forward in the early 1980s by the
surplus workers of the multinational Glaverbel in the region of Charleroi
(Belgium). A public company for the isolation and renovation of
buildings was even created but the government subsequently
undermined it.
Other recent articles:
Ecology and the Environment
Fact and fiction about climate change - April 2007
Post-Kyoto is likely to be very liberal... - March 2007
Official: Capitalism is killing our planet! - February 2007
The Water Crisis in Gaza - February 2007
SR Books publishes third title - "Ecosocialism or Barbarism" - January 2007

Benzer belgeler