2 - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Transkript
2 - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
II.Cilt © 2015 Atatürk Ün vers tes Rektörlüğü Bu eser n tüm yayın hakları, Atatürk Ün vers tes Rektörlüğüne a tt r. Yayıncının yazılı zn olmadan kısmen veya tamamen basılamaz, çoğaltılamaz ve elektron k ortama taşınamaz. Kaynak göster lerek alıntı yapılab l r. Bu k tapta yer alan tüm yazıların d l, b l m ve hukuk açısından sorumluluğu yazarlarına a tt r. ULUS L AR AR A S I SEM P OZ Y U M İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI NO : 1077 TAKIM NO : 978-975-442-680-9 ISBN NO : 978-975-442-682-3 Gra k - Tasarım : Muhammet S.KARACA Rana Medya 442/2358113 Vaniefendi İş Merkezi Kat.3 No.28 Erzurum ULUSLARARASI SEMPOZYUM İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI (19-21 HAZİRAN 2014 ERZURUM) TEBLİĞLER Editör Prof.Dr. Cengiz GÜNDOĞDU Editör Yardımcısı Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ Erzurum 2015 İÇİNDEKİLER I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü Prof.Dr. Sedat CERECİ (13-26) Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ (27-42) Yemek Kültürünün Değişen Anlamı: “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi Dr. Aslı YURDİGÜL (43-57) Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi Arş.Gör. Asiye ATA - Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK (59-68) I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz İhtiyaçlar Karşılanabilir mi? Prof.Dr. Mahmut TEKİN (71-82) Değerlerdeki Erozyon ve Tüketim Harcamalarına Etkileri Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN - Prof.Dr. Mehmet ZELKA (83-125) Nesnelerin Tüketim Metafiziği Arş.Gör. Şeyma B. ERDOĞAN - Arş.Gör. Fahrunnisa KAZAN (127-139) I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN (143-156) Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak Modernite”ye Karşı, “Talep-Yönelimli İletişim” Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN (157-163) Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ile Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve Tutumlarına Etkisi Doç.Dr. M. Arif ÖZERBAŞ - Dr. Mevlüt GÜNDÜZ (165-181) I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Değerler Psikolojisi Prof.Dr. Nevzat TARHAN (185-217) İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak Doç.Dr. Gürbüz DENİZ (219-224) Kayıp Değer: İnsan Nuran KILIÇ - Prof.Dr. Osman ELMALI (225-236) II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ (239-254) İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki Saygı Değerinin Yeri Arş.Gör. Canan Nimet MERT - Okt. Zülal ŞENOL EBREN Esra METİN (255-268) Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk -Erzurumlu Emrah - Tokatlı Nuri ÖrneğiYrd.Doç.Dr. Osman Nuri KARADAYI (269-283) II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Değerler Eğitiminde Empatik Anlayışın Rolü Yrd.Doç. Yusuf BATAR (287-297) İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler Arasındaki İlişkiler Doç.Dr. Osman SAMANCI - Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM Okan DİŞ - Ebru OCAKCI (299-314) Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK - Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ (315-328) II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN (331-339) Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı Prof.Dr. Veli URHAN (341-353) Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR (355-365) Nâbi’nin Hayriyye’sinde İlim, Amel ve Ahlak Öğretileri Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI (367-377) II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri Doç.Dr. Abdüllatif TÜZER (381-400) İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI (401-413) “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler Eğitimi Açısından Bir Analizi Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN (415-426) III. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ - Esengül TAN - Yusuf SÖYLEMEZ (429-454) İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Ailenin Rolü Üzerine Bediüzzaman'dan Bazı Tespitler Dr. İdris GÖRMEZ (455-463) Risale-i Nur Yaklaşımı ile Toplumsal Değerlerin Yeniden İnşası Dr. İsmail BENEK (465-490) III. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Öğretmen Adaylarının Okul Deneyimi Günlüklerine Yansıyan Temel İnsani Değerler: Nitel Bir Araştırma Doç.Dr. Elvan YALÇINKAYA (493-509) Değerlere Göre Yönetim ve Örgütsel Güven İlişkisinin Ortaokul Öğretmenlerinin Algılarına Göre İncelenmesi Gönül ŞAYİR - Engin YÜCEL - Yrd.Doç.Dr. Ahmet AYIK (511-520) Öğretmen Gözüyle İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinde Değerler Eğitimi Yrd.Doç.Dr. M.Fatih GENÇ (521-542) III. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Öğretmen Görüşleri Temelinde Değerler Eğitimine Yönelik Bir Değerlendirme Doç.Dr. A. Halim ULAŞ - Serap Mutlu AYDIN-Yasemin KURTLU Gökçe TEDİK (545-572) İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerinin Değer Kavramına Yükledikleri Anlamlar Dr. Muhammed Esat ALTINTAŞ (573-582) Sağlık Bilimleri Fakültesi Öğrencilerinin Sosyal Değerlere Bakışları Yrd.Doç.Dr. Aynur AYTEKİN - Doç.Dr. Ayda ÇELEBİOĞLUYrd.Doç.Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU - Arş.Gör. Arzu ÇELEBİ (583-591) Erken Çocuklukta Ahlak Gelişimi ve Değerler Eğitimi Uygulamaları Yrd.Doç.Dr. Asil ÖZDOĞRU (593-606) III. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Değer Tercih Sıralamaları: Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Örneği Prof.Dr. Asım YAPICI - Yrd.Doç.Dr. Tugrul YÜRÜK (609-624) Öğretmen ve Velilerin İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinde Değerler ve Değerler Eğitimi Hakkındaki Görüşleri (Diyarbakır Örneği) Yrd.Doç.Dr. Mücahit ARPACI (625-641) Yönetici Görüşlerine Göre Öğretmen Davranışlarının Değerler Eğitimi Açısından İncelenmesi Doç.Dr. Abdurrahman KILIÇ - Şeyma ŞAHİN - Özlem ALBAYRAKOĞLU Arş.Gör. Zeynep ARSEVEN (643-661) I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Cuma - 09:30 - 10:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Edibe SÖZEN / Hasan Kalyoncu Üniversitesi Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü Prof.Dr. Sedat CERECİ / Batman Üniversitesi Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ / Üsküdar Üniversitesi Yemek Kültürünün Değişen Anlamı: “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi Dr. Aslı YURDİGÜL / Atatürk Üniversitesi Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi Arş.Gör. Asiye ATA / Atatürk Üniversitesi Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK / Atatürk Üniversitesi Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü Prof.Dr. Sedat CERECİ Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Giriş Yaşamlarını sürdürmek, kolaylaştırmak, güzelleştirmek ve yeniliklere ayak uydurmak için sürekli gerekçeler ve araçlar arayan insanlar çoğu zaman gereksinim duydukları etki ve araçları kendileri üretmişler; kendi alanları dışında karşılaştıkları araç ve etkilerden de yararlanmışlardır (Curry ve Rothchild, 1980). Yaşam koşulları çerçevesinde ve hukuk temeli üzerinde kültürler geliştiren insanlar, yüksek uygarlıklar üretebilmek veya konforlu yaşam koşullarını sürdürebilmek için yaşam biçemlerini değerler üzerine kurmuşlar, atalarının deneyimleri içindeki değerleri de kullanmışlardır (Angelides, 2004). Bu bağlamda değerler insanların toplum olmaları ve refah içinde yaşamaları için her zaman gerekli unsurlar olmuştur. Sanayi Devrimi yıllarına kadar büyük ölçüde kırsal alanlarda yaşayan ve çiftçilik yaparak geçinen insanlar geleneksel değerlerle yaşamlarını sürdürürken, Sanayi Devrimi’yle birlikte kentsel alanlarda yoğunlaşmış ve ilk defa karşılaştıkları yeni bir kültür ve bu kültürün değerleriyle yaşamaya başlamışlardır. İnsan ilişkileri ve yaşam için önemsenen değer ve inançların değişmesinde Sanayi Devrimi büyük rol oynamıştır (Mokyr, 2005). Modern bir yaşam biçemini de beraberinde getiren değişimler zamanla dönüşüm hâlini almış, toplumsal yaşam yepyeni değerler üzerinde biçimlenmeye başlamıştır. Teknolojik gelişmelerin yaşandığı dönemle birlikte insanların yaşamına giren matbaa ve gazeteler dünyadaki pek çok yaklaşımı ve alışkanlığı değiştirmiş, insanların yaşamına yeni pencereler açmıştır (Herbert ve Estlund, 2008). Ardından dergilerle birlikte insanların bakış açıları daha da değişmiş ve bilgi dünyaları genişlemiştir (Longone, 2001). Radyoyla inanılmaz sandıkları gelişmelere tanık olan insanlar, yaşamlarına bir mucize gibi giren medyayla daha da büyüdüklerine ve güvenli ortamlarda yaşadıklarına inanmaya başlamışlardır (Winston, 2007). Medyaya karşı oluşan güven ve zamanla bağımlılığa dönüşen yaklaşım, medyanın her aktardığının benimsenip yaşama katılması süreciyle devam etmiştir. Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ Yaşamsal haklarının korunması, insancıl davranışların ve örgütlenmelerin sağlanması için toplumsal yaşamı oluşturabilecek değerlere gereksinim duyan insanlar bir yandan tarihsel deneyimlerden, atalarının bırakıtından yararlanan insanlar; bir yandan da konjonktürel koşulları dikkate alarak, çağdaş ortama uyum sağlayabilmek için dönemsel araçları kullanmışlardır (Frayling, 2011). Gelişen tekniklerle yeni değerler üreten ve yaşamlarına yerleştiren insanlar, diğer toplumların değer ve üretimlerine de kapalı kalmamış, toplumsal yapıya ve insanlığa katkıda bulunabilecek her türlü etkiyi almış, geçerliliğini yitiren değerleri de yenileriyle değiştirmişlerdir (Klein ve Kleinman, 2002). Yüksek ritimli kent yaşamı içinde bunalan insanlara mucizevi bir kurtarıcı gibi gelen medyanın aktardığı ileti ve değerler daha çabuk benimsenmiştir. Anamal sahiplerinin elinde giderek gücünü artıran medya, her türlü materyali kullanıp insanları cezbederek para kazanma yoluna giderken, yepyeni biçem ve değerleri de topluma benimsetmiştir. Yeni teknolojileri kültürüyle birlikte hızlı biçimde alan ve manevi değerlerden çok maddi değerleri önemseyen toplumlarda çok daha güçlü ve hızlı biçimde etkili olan medyanın iletileri, aile bağlarından komşuluk ilişkilerine; kutsal inancından mahremiyet yaklaşımına kadar çok sayıda değerin yenileriyle değiştirilmesine neden olmuştur (Lobel, 2013). Popüler kültür üreticilerinin temel araçlar olarak kullandıkları medya, popüler kültürün pek çok ürünün ve alışkanlığını da medya aracılığıyla toplumlara aktarmıştır. Böylelikle toplumlar medya aracılığıyla yeni değerleri yaşamlarına yerleştirirken, bazı değerler ve yaklaşımlar da yiterek yaşamdan uzaklaşmıştır. Medyanın Niteliği Türkçede kitle iletişim araçları olarak adlandırılan medya, geniş bir kitleye seslenen ve bu kitle içinde bilgi, haber, düşünce, görüş alışverişini kapsayan araçlardır. McQuail’e göre medya, toplumda etki, denetim ve yeniliklerin potansiyel araçları olarak güç kaynağı; çoğu toplumsal kurumun çalışması için gerekli bilgilerin kaynağı ve aktarım aracıdır (Türkoğlu, 2010). Bu anlamda medya, özel işletme veya kuruluş niteliğini de aşmış, kamusal ve toplumsal işlevleri olan araçlardır. İletişim kurmanın temel amacı olan ileti aktarma ve ileti alma, dünyanın değişen koşullarına ve gelişen teknolojiye koşut olarak her çağda yenilenen iletişim olanaklarıyla birlikte biçim ve içerik değiştirmektedir. Çoğunlukla geleneksel değerleriyle yaşayan tarım toplumlarının yaygın iletişim biçimi olan yüzyüze iletişim, elektronik dalgaların bulunması ve çağa uygun iletişim araçlarının geliştirilmesiyle, dünyanın her yanındaki insanları kapsayan, hızlı ve daha az sorunlu bir tekniğe yerini bırakmıştır. Yeni tekniklerle insanlar yalnızca birbirleriyle iletişim kurmanın ötesinde, evrenin her yanından haber alır, her türlü gelişmeyi izler duruma gelmişlerdir. 14 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Haberleşme, iletişim kurma, dünyadaki gelişmeleri öğrenme, diğer insanlar ve coğrafyalarla ilgili bilgi edinme isteği ve isteklere ulaşma eylemleriyle insanın varlığı ve üretimleri arasında kurulan ilişkilerle geliştirilen araçlar, evreni geniş bir alanda görülebilir hâle getirmiş, bundan da öte yaşananları geleceğe taşımıştır (McLuhan, 1959). Yaşananları, görüşleri ve izlenimleri, bulundukları yerlerden daha uzaklarda yaşayanlara aktarmaya yarayan araçlar, kayıt yöntemiyle insanların tüm birikim ve üretimlerini çağlar sonrasına aktarmanın yollarını da bulmuşlardır. İnsan yaşamını kolaylaştırmak için, bazen de uysallaşmamış güdülerini doyurmak için yeni teknikler geliştirme yoluna girmiş, her buluş ve yenilik insanların yaşamına yeni model ve yaklaşımları da beraberinde getirmiştir (Martin vd., 2001). Medya da insanların yaşamına pek çok yeniliği, farklılığı, yaklaşımı getirmekle birlikte, medyanın içeriğindeki unsurların, insanları yaşamın doğallığından uzaklaştırdığı, insanları yapay bir evrenin içine sürüklediği, gerçeklerle örtüşmeyen yapay modeller yaydığı konuları sürekli tartışılmaktadır. Medya, toplumsal ve teknolojik olgular olarak sürekli tartışılmakta, bir yandan da daha çekici modellerle yenilenmeye ve geliştirilmeye çalışılmaktadır. Toplumsal yapıyla ilgisinden insanların yaşamına katkısına, modernleşme sürecinde oynadığı rolden toplumsal gerilimlerde gösterdiği etkilere kadar pek çok anlamda tartışılan medya, tüm tartışmaların ötesinde insanların yaşamındaki yerini gittikçe sağlamlaştırmaktadır (Seremetakis, 2009). Artık zaman geçirmeyi kolaylaştıran araçlar olmaktan öte, yaşamsal bilgiler ve fikirler aktaran kaynak olma özelliği taşıyan medya, toplumsal yaşamın bilge kişisi olarak da algılanabilmektedir. Amerikan medyasına göre medya denilen araçlar insanlar için çok yararlı bir rol oynamasa da, toplumsal yapıda önemli işlevleri olan, topluma biçim vermekten toplumu yönetenleri yönlendirmeye kadar geniş bir alanda gücü bulunan unsurlardır (Mutz ve Martin, 2001). Medya, günlük yaşamdan politikaya, siyasal gelişmelerden uluslararası ilişkilere kadar her konuyla ilgili olması ve her konuyu yapım malzemesi olarak değerlendirmesi nedeniyle toplumsal gündemi de elinde tutan bir rol oynamaktadır. İnsanlar doğaları gereği önce kendi yakın çevrelerinde ve sonra da dünyada ve evrende olup bitenleri öğrenmek, yaşamla ilgili yorum yapabilmek için bilgilere ulaşmak istemektedir. Evrende olup bitenleri bilmek insanlara kendilerini güçlü ve egemen hissettirmekte, bu nedenle insanlar olabildiğince fazla bilgiye ve iletiye ulaşmanın yollarını aramaktadır (Flowers vd. 2003). Gelişen teknolojiyle birlikte bilginini insanlar arasında yaygınlaşması genel bir bilgi ve görüş alışveriş ortamı oluşturmakta, söz konusu ortam dünya gündeminden etkilenmekte ve dünya gündemini yönlendirebilmektedir. 15 Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ Suriye’deki çatışmalarda onlarca kişinin ölmesini veya bir kocanın, eşinin başka bir erkekle beraber olduğundan kuşkulanması nedeniyle eşini öldürdüğünü öğrenmek insanları rahatsız etse de yaşamın içindekileri bilmek insanlara güven duygusu vermekte, her nerede olursa olsun insanları yaşama ve topluma yaklaştırmakta, etkinliklerini artırmaktadır. 1929 yılında dünyayı sarsan ekonomik krizin “Büyük Buhran” olarak gazetelerden insanlara yansıması, 1944 yılında yine gazetelerden öğrenilen Normandiya Çıkarması haberi, 1969 yılında radyodan insanın ilk kez aya çıktığını duymak, 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal ederek başlattığı Körfez Savaşı’nı canlı olarak televizyondan izlemek insanları farklı bilişsel ve duygusal ortamlara taşımıştır. Evrendeki yaşam her gün yeni devinimlerle dönüşüme yol açmakta, dönüşüm kapsamında insanların konuştukları dilden mimariye, söyleşi konularından yaşamı kolaylaştırmak için kullanılan teknolojiye kadar hemen her şey değişmektedir. Toplumsal değişime koşut olarak medyanın rolü ve etkinliği de sürekli değişmekte, değişim içinde medya giderek daha toplumsal bir nitelik kazanmaktadır (Maisel, 1973). Artık toplumsal yaşamın başat unsurlarından biri olarak benimsenen medya, toplumsal yaşam, siyasal gelişmeler ve hatta bilimsel çalışmalar içinde önemli bir başvuru kaynağı olarak gösterilmektedir. Bilgi kaynaklarının ve iletilerin çoğalıp artık doğru bilgiye ulaşmanın yollarının tartışıldığı 21. yüzyılda, yapımlarını gerçekler ve bilgi temeli üzerine kuran medya kuruluşları, daha fazla güven kazanarak sağlıklı bilgi kaynakları olarak algılanmaktadır. Her konuda doğru bilgiye gereksinim duyan insanlar, yaşamlarını sağlıklı ve sorunsuz biçimde yürütebilmek için gerçek bilgi kaynaklarına yönelmektedir. Yurttaşlık sorumluluğu ve insanlar arasındaki ilişki konusunda da bu anlamda medya önemli bir rol üstlenmektedir (Livingstone ve Lunt, 2007).Yapımlarında dolaylı olarak veya doğrudan yurttaşların yerine getirmesi gereken sorumluluklara yer veren medya yapımları, yurttaşlara sorumluluklarını anımsatmak kadar sorumluluk eğitimini de gerçekleştirmektedir. Bilgiye ulaşım kaynaklarının büyük ölçüde arttığı ve bilgi ve bilişim teknolojilerinin mutlak olarak eğitim ve devlet işlerinde de kullanıldığı 21. yüzyılda medya, günlük yaşamın olduğu kadar siyasi programların belirlenmesinde, sanat üretimlerinin geliştirilmesinde, adli işlerin yürütülmesinde, polisiye araştırmalarda yoğun biçimde kullanılmaktadır. Bir yandan insanların yaşamlarından beslenen medya, bir yandan da onların merak duygularına seslenerek gizleri ve bilinmeyenleri öğrenme gereksinimine yanıt vermekte, karşılıklı bir çıkar iş birliği içinde ileti aktarma işlevi kadar reklamlar aracılığıyla ekonomiyi canlı tutmayı da başarmaktadır. Latincede “araç, ortam, orta” anlamlarına gelen medya kavramı günümüzde, radyo, televizyon, gazete, dergi gibi elektronik veya basılı yayın araçlarını kapsamak16 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI tadır (Nalçaoğlu, 2003). Türkçede kitle iletişim araçları olarak da karşılanan medya kavramı, iletişimden çok iletim etkinliğine aracılık etmekte, medya çalışanlarının yapımlarını insan kitlelerine aktararak rollerini yerine getirmektedir. Medyanın iletişimden çok iletim işleviyle insanlara seslenmesi, seslendiği kitleler içinde bir iletişim aracı olmaktan çok bir eğlence ve zaman geçirme aracı olarak algılanmasına neden olmaktadır. Kamuoyu oluşturma konusunda başrol oynayan medya, insanları sorumluluklar ve tehlikeler konusunda da uyarmakta, başvuru kaynağı olma niteliğiyle toplumsal bilinç oluşturabilmektedir (Malone vd., 2000). Yasalara uyma, vergi ödeme, kötü alışkanlıkları bırakma, trafik kurallarına uyma, toplumsal dayanışma etkinliklerine katılma gibi konularda tutarlı politikaları ve planları bulunan toplum ve devletler medya yardımıyla insanlara ulaşabilmekte, medyanın tutarlı yayınlarıyla planlar sonuca ulaşabilmektedir. 21. yüzyılda dünyadaki bilgi akışı, haber, düşünce ve görüş alışverişi ve alışverişi sağlayanların kurumsallaşması, çalışma disiplini doğrudan siyasi etkiler, iktidarlar, çıkar grupları, ekonomik yönelimlerle ilgilidir. Çıkar ve iktidar peşinde gidenlerin denetim ve yönlendirmeleriyle insanlar arasındaki her girişim ve devinim biçimlendirilmekte, çıkar hesaplarına uyumlu hâle getirilmektedir (Törenli, 2004). Medya da yönlendirmelerden, denetimlerden, etkilenmelerden payını almakta, özel girişimlere ait medya kuruluşları bile belirli bir yanın çıkarlarını gözeterek çalışmak zorunda kalmaktadır. İnsan Hakları Bildirgesi’nin yayınlandığı yüzyıl olmaktan öte, en çok insan hakkı ihlali yapılan yüzyıllardan biri olması nedeniyle de insan haklarının çok fazla gündeme geldiği geçen yüzyıl, medyanın da en çok insan haklarıyla ilgilendiği ve insan hakları içerikli yapımlar hazırladığı dönem olmuştur. İnsan haklarını ve hak ihlallerini gündeme getirmek, duyurmak, eleştirmek savunmak anlamında büyük bir güce sahip olan medya, devletlere ve hükûmetlere, insan hakları politikaları geliştirmeleri konusunda da baskı yapabilmektedir (Allen, 2009). Medyanın yönlendirme veya baskıları çoğu zaman işle yaramakta, hükûmetler göstermelik veya gerçek önlemler almaktadır. Medya ve Uygarlık İlişkisi Yaygın etkileri ve kitleler üzerindeki gücü nedeniyle son yüzyılın en çok tartışılan araçları olan medya, insanları yeni alışkanlıklar ve yaklaşımlara yönlendirirken, uygarlığın biçimlenmesinde de rol oynamaktadır. 21. yüzyılda hemen herkesin kolayca ulaşabildiği medya, bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü anlamına gelen uygarlığın oluşması, gelişmesi veya engellenmesi bağlamında da yönlendirici bir güç olabilmektedir 17 Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ (Barabas ve Jerit, 2009). Her gün büyük kitlelere sayısız ileti aktaran, değişik konularda bilgi ve görüş sahibi olunmasını ve kamoyuna katılmayı sağlayan medyanın bazen uygarlığın gelişimine katkıda bulunması, bazen de uygarlık karşıtı iletilerle kitleleri yönlendirebilmesi tartışılmaktadır. Coğrafi keşiflerle ortaya çıkan varsıllıkla güçlenen Avrupa’daki teknik gelişmelerin sonucu olarak kendini gösteren maddesel değişim, konfor, kırsal alanlardan kentlere göç, büyük yapılar, motorlu araçların kullanımı ve benzer değişimler olarak algılanan uygarlık; temelde maddi değişimin de içinde bulunduğu, insancıl davranışları, hukuka uymayı, farklılıklara saygıyı, hoşgörüyü de kapsayan düşünsel bir yaklaşımla örtüşmektedir (Erwin, 1966). Uygarlığı yalnızca görkemli yapılar, lüks donanım, parıltılı giysiler, son model teknoloji ürünleri olarak anlayanlar, uygarlıktan uzak küçük hayal dünyalarında yaşamaktadır. Özellikle farklılıklara saygı duymayan, herkesin kendilerine benzemesini isteyen, dar kafalı yobaz kişi, kurum ve grupların varsıllaşma ve daha çoğunu elde etme çabaları uygarlığa engel olmaktan öteye gidememektedir (Horowitz, 1989). Uygarlık maddi temelden öte düşünsel boyutta gelişmektedir. Uygarlık, bir yandan insanın daha iyi koşullarda yaşama arayışı ve çabalarıyla gelişmiş, bir yandan da hukuku uygulayarak adaleti ve düzeni sağlama kaygısıyla yol almıştır. Düşünsel gelişimin ve yaşamı düzenleme ve güzelleştirme çabalarının beslediği uygarlık, ilkellikten çıkar sağlayan kişilerce her zaman gereksiz görülmüş ve engellenmeye çalışılmış, aydınlanmayı ve üretmeyi hedefleyen kişilerce, bazen büyük kayıplar pahasına geliştirilmiştir (Hilden, 1998). Uygarlığa engel olmak isteyen geri düşünceli, ilkel karakterli kişiler halkların yönetimleri başta olmak üzere tüm kurum ve örgütlenmeleri ellerine geçirerek uygarlığın gelişimine toptan engel olmaya çalışmışlardır (Phaf-Rheinberger, 2007). Bu bağlamda uygarlığa engel olmak isteyenlerin en fazla elde etmek istedikleri örgütlenmeler, yaygınlığı ve etkisi büyük olan medya olmuştur. Uygarlığın gelişimi insanlığın gelişimiyle eş anlam taşırken, insanın gelişimi bazen dinsel motivasyonla, bazen bilimsel çabalarla, bazen savaşların da yol açtığı bilgi ve görüş alışverişleriyle gerçekleşmiştir. İnsanın günlük yaşamındaki gereksinimleri karşılama, sorunlara çözüm bulma, zorunlulukları giderme çabaları uygarlığın ilk adımlarını oluşturmuş, ardından hukuku düzenleme ve yaşamı düşünsel ve bilimsel bir temel üzerinde geliştirme kaygıları uygarlığı büyütmüştür (Sönmez, 2009). Düşüncenin, bilimin, sanatın ve hukukun gelişimi hemen hemen tüm insanların yaşamlarını düzenleyip kolaylaştırırken, yaşam biçimlerini kişisel çıkar hesapları, kaos ve düzensizlik üzerinde kurmuş olanlar gelişmelerden rahatsız olmuşlardır. Sayısız bilginin bütün dünyayı kapsayan bir ağ içerisinde her yana aktarılmasını ve değişik kültürlerin iletilerinin paylaşılmasını sağlayan medya ileti aktarımıyla 18 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI uygarlığa büyük katkı sağlamaktadır. Temelinde bilgi, bilimsel gelişim, ileti paylaşımı, değişik kültürlerin tanınması, farklı olana saygı duyma, yaşamı hukuk temeli üzerine oturtma bulanan uygarlık, medyanın yayınladığı çeşitli kültür, görüş ve ideolojilere ait iletilerle gelişmekte ve güçlenmektedir (Montgomery, 2002). Uygarlığı temel hedef olarak belirlemiş medya yapılanmalarında, hukukun üstünlüğü, insancıl davranışların gelişimi, değişik kültür ve inançların tanınması, farklı ideolojilere saygı duyulmasıyla ilgili yapımlar özenle çalışılmakta, uygarlığın gelişimine katkıda bulunan aydın kişilere, sanatçılara, yapıtlara, bilim adamlarına, buluşlara, üretimlere sıkça yer verilmektedir. Medya denilen araçlar, çoğunlukla tecimsel amaçlarla kurulup maddi getiri için çalışsalar da her medya örgütlenmesinin bir ideolojik ve inançsal temel üzerinde yapılanması doğaldır. Bir medya örgütlenmesi, siyasi bir ideoloji temelinde biçimlendiği gibi, dinsel bir inanç veya ekonomik bir biçem temelinde de gelişebilmektedir (Carpenter, 2002). Her durumda medya yapılanmalarının düşünsel ve inançsal bir altyapısı bulunmaktadır. Bu yapı bazen uygarlıkla örtüşen bir yaklaşım olabileceği gibi, bazen de uygarlıkla çatışan, dar görüşlerden oluşan ve bazı kitleleri rahatsız eden bir biçimde de oluşmaktadır. Uygarlığın gerekleri olan bilgiyi, düşünceyi, saygıyı, hoşgörüyü benimsemeyen kişi ve grupların elinde olan medya yapılanmaları bazen baskı aracına dönüşerek uygarlığa ve uygar kişilere karşı saldırı araçları olarak kullanılabilmektedir (Jacobs, 2009). Bu durumda uygarlığın simgesi olan teknolojinin en görkemli ürünleri uygarlığa karşı kullanılmaktadır. Medya, gerici düşünceye sahip yöneticilerin veya yandaşlarını eline geçtiği zaman uygarlık büyük tehlikelerle karşılaşmaktadır. Toplumsal yapı içinde bulunan dar görüşlü grupların sahip olduğu medya kuruluşlarının yayınları daha dar bir çerçeve içinde gerçekleşmekte, yalnızca belirli bir sosyal grubun görüş, inanç ve iletilerinin paylaşıldığı yapımlar üretmektedir. Bazen karşıt gruplara saldırıların ve aşağılamaların da yer aldığı yayınlar, uygarlığa zarar vermekte, insanlığın gelişimine engel olmaktadır (Bergen, 2014). Uygarlığın gelişimiyle çatışan yaklaşımlarla oluşan medya yapılanmaları bazen siyasal erkten güç alarak veya başka örgütlenmelerden beslenerek güçlenmekte, egemenlik alanlarını genişletmektedir. Dar kafalı yöneticilerin kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı medya kuruluşları genellikle uygarlıkla mücadele etmek üzere politikalar geliştiren örgütlenmelere dönüşmektedir (Ortiz, 2007). Bu tür medya örgütlenmeleri uygarlıktan çok ilkelliğe katkıda bulunmaktadır. Popüler kültür ve sınırsız tüketim alışkanlıklarıyla birlikte giderek azalan bilgiye dayalı yaşam, düşünsel gelişim, farklılıklara saygı gibi uygarca özellikler, uygarlığa karşı ilkel kişi ve grupların oluşumunu güçlendirmiş; uygarlık karşıtı medyanın da bilgisizlikten ve hoşgörüsüzlükten ilkel biçimde gelişmesine neden olmuştur. Bazı medya yapılanmaları, uygarlığın gelişimi için düşünsel çalışmalara, insancıl değerleri savunan konulara, hukuku, ahlakı, dürüstlüğü, saygıyı içeren temalara daha çok yer 19 Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ vererek uygarlığa katkıda bulunurken, bazı medya yapılanmaları da uygar gelişmeye engel olabilecek yayınlar yapmaktadır (Dixit, 2007). Uygarlaşma veya ilkelleşme sonuçta, medyaya ulaşabilen kişilerin tercihiyle biçimlenmektedir. Medyanın Oluşturucu ve Yok Edici Etkileri İnsanlar medya aracılığıyla pek çok bilgiyi öğrenmekte, yeni teknolojileri ve ürünleri tanımakta, dünyadaki gelişmeleri izlemekte, kendi yaşam alanları dışında var olanlardan haberdar olmaktadır. Medyanın insanların dünyalarını donatan ve varsıllaştıran etkileri insanları medyaya yaklaştırmakta, giderek bağımlı hâle getirmektedir. Bu bağlamda medya, sürekli ve etkili yayınlarıyla insanları yönlendiren, düşünceleri, yaklaşımları, yaşam biçemlerini değiştiren araçlara dönüşmektedir (Egorov ve Guriev ve Sonin, 2009). Dünyanın egemen toplumlarının değerleri ve yaklaşımları medya aracılığıyla yayılmakta ve süreklilik ilkesiyle belleklere yerleştirilmektedir (Pollock ve Rindova, 2003). Medya haber ve bilgilerin aktarıldığı araçlar olduğu kadar, görüş, yaklaşım ve değerlerin aktarılması ve benimsetilmesi için de kullanılmaktadır. İlk örneklerinin yayınlanmaya başlamasından bu yana medya, insanları değişik biçimlerde etkisi altına almış, onlara yenilikleri tanıtmış, kuralları öğretmiş, düşüncelerinin gruplaşmasın sağlamış, toplumsal rollerin oluşmasına ve biçimlenmesine neden olmuştur (Oggolder, 2012). Medya ile güncel yaşamın içine giren, gündemden haberdar olan, kamuoyuna katılan, dünyanın değişik yerlerindeki gelişmeleri öğrenen insanlar, medyada görüp yararlı buldukları, kendilerine yakın hissettikleri, yaşamlarını güzelleştireceğini düşündükleri eşyaları, alışkanlıkları, biçemleri benimsemiş, yaşamlarına katmışlardır (Morse, 2008). Böylelikle medya bir kültür oluşumuna da neden olmuştur. İlk gazete örneklerinde kendilerininkinden başka yaşamların da olduğunu fark eden, gazetede okudukları köşe yazılarıyla belirli ideolojileri daha yakından tanıyıp benimseyen, radyodan yayılan insancıl iletilerle yardıma muhtaç insanlara yardım etme arayışına giren, televizyonda gördükleri eğlence tarzlarıyla eğlenmeyi daha uygun bulan insanlar medyayla birlikte yaşamlarının yenilendiğine tanık olmuşlardır (Ladd, 2010). Evrenin her köşesindeki varlık ve olayları dünyanın her yerindeki insanlara aktarma olanaklarına sahip olan medya, evrenin her yerine ulaşma gücüne bağlı olarak insanlar arasında bir saygınlık ve güven kazanmış ve gerçek gibi görünen ancak çoğu zaman fantastik öğelerle oluşturulmuş bir egemenlik kurmuştur (Stamm, 2012). Medyanın çoğunluk tarafından onaylanan egemenliği onun aktardıklarının çabucak benimsenmesine ve uygulanmasına neden olmaktadır. Geniş kitleler tarafından her gün izlenen medya, insanların günlük yaşamının vazgeçilmez unsuru olarak algılanmakta ve iletileri özenle alınmaktadır. Haberlere konu olan olaylara karşı takınılan tavırlardan toplumsal değerler aykırı bir davranışa 20 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI karşı gösterilen tepkilere; yeme alışkanlıklarından eğlenme biçimlerine kadar çok sayıda alışkanlık ve tutum medya tarafından ortaya konmakta ve toplumsal yapıya yerleşmektedir (Johnston ve Bartels, 2010). Sürekli yenilenen çağdaş koşullar içinde çağdaş ileriler aktaran medya, bazı alışkanlıkların ve değerlerin yerine yenilerinin yerleşmesine de neden olmaktadır. Kullanılan eşyalara atfedilen önemden selamlaşma biçimlerine, toplumsal yapılanmayı sağlayan inanışlardan insan ilişkilerine kadar çok sayıda değer ve davranış biçimi de medya aracılığıyla değişmektedir (Inglehart ve Baker, 2000). Medya etkisiyle geçerliliğini yitiren değerler hemen medyada görülen yeni değerlerle ikame edilmektedir. Teknolojiyle biçimlenen ve popüler kültürün egemenliğinde yaşayan modern çağın insanları yüksek ritimli yaşam temposu içinde sürekli yeni arayışlar, modeller ve kolayca rahatlama peşinde giderken, çoğunlukla en yakınlarındaki medyaya sığınmakta, medyanın yayınlarıyla rahatlamaya ve eğlenmeye çalışmaktadır (Chidress, 2012). Geleneksel yaşam tarzından uzaklaşan insanlar zamanlarını, medyanın kendilerine aktardığı iletilerle, çağdaş zaman hikâyeleriyle geçirmekte, artık fazla anımsamadıkları geleneksel değerlerin yerine medyanın gösterdiği değerleri benimsemektedir (Andrews ve Caren, 2010). Geleneksel değerlerini koruyamayan toplumların kültürüne yeni değerler eklemek konusunda medyanın etkin rolü bulunmaktadır. Sonuç İlk gazetelerin insanların yaşamına girmesinden bu yana insanların dünyalarına yeni pencereler açan, sayısız bilgi ve görüşü aktaran medya, evrenin her yanından topladığı veriler ve dünyanın dört bir yanına aktardığı iletilerle güçlü bir konuma gelmiş ve toplumlar üzerinde ciddi bir egemenlik kurmuştur. İnsanların günlük yaşam alışkanlıklarında siyasi kararlarına, toplumsal olaylarla ilgili yaklaşımlarından eğlenme biçimlerine kadar hemen her konuda yaşama etki eden medya, dünyadaki yeni obje ve yaklaşımları insanlara tanıtmakta, yeni biçemlerin oluşmasına neden olmakta, geçerliliğin yitiren değerlerin yenileriyle değiştirilmesine öncülük etmektedir. Dünyadaki büyük bir nüfus tarafından izlenen ve iletileri önemle değerlendirilen medya, kitlelere aktardığı iletilerle yeni yaşam biçemlerinin, yeni yaklaşımların ve yeni yargıların oluşmasına katkıda bulunmakta; çözülme sürecinde olan toplumların kültürlerini temelden inşa etmektedir. Popüler kültürün geniş kitlelere aktarılması için başlıca araçlar olarak kullanılan medya yeni ürünlerle birlikte yeni biçem ve değerlerin sunumu da yaparak tanınmasını ve benimsenmesini sağlamaktadır. Anamal sahiplerine büyük kazançlar sağlayan yeni ürün ve yaklaşımların tanınması ve benimsenmesi medya aracılığıyla gerçekleşmektedir. Değerlerin yitimi ve yeni değerlerin oluşması bağlamında da medya etkin rol oynamaktadır. 21 Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ Çağdaş dünyada medyadan uzak bir yaşam olası olmamakla birlikte, medyanın insanları toplumsal yaşama, dünya gündemine, siyasal, ekonomik, bilimsel, sanatsal gelişmelere yakınlaştırdığı, bilgi akışını hızlandırdığı da gerçektir. Ancak her teknolojiyi olduğu gibi medyayı da ölçülü ve doğru kullanmak, yaşamda medya kadar komşuluk ilişkileri, özveri, hoşgörü, vefa gibi diğer insancıl gereksinimlere ve zorunluluklara da yer ayırmak gerekmektedir. Medyanın, toplumu ayakta tutan insancıl değerlerin yok olmasında oynadığı rol toplumsal yaklaşımla engellenebilmekte, insanları yüksek uygarlık düzeyine taşıyacak değerlerin medya aracılığıyla oluşturulması ve yaygınlaştırılması da yine toplumun çabasıyla olası görünmektedir. KAYNAKÇA Allen, L. A. (2009). “Martyr bodies in the media: Human rights, aesthetics and the politics of immediation in the Palestinian Intifada”. American Ethnologist, 36 (1), 161-180. Altheide, D. L. (1984). “Media hegemony: A failure of perspective”. The Public Opinion Quarterly, 48 (2), 476-490. Andrews, K. T. ve Caren, N. (2010). “Making the News: Movement organizations, media attention, and the public agenda”. American Sociological Review, 75 (6), 841-866. Angelides, A. (2004). “The last collapse? An essay review of Hilary Putnam’s The Collapse of the Fact/Value dichotomy and other essays”. Philosophy of Science, 71 (3), 402-411. Barabas, J. ve Jerit, J. (2009). “Estimating the causal effects of media coverage on policy-specific knowledge”. American Journal of Political Science, 53 (1), 73-89. Barber, J. S. ve Axinn, W. G. (2004). “New ideas and fertillity limitation: The role of mass media”. Journal of Marriage and Family, 66 (5), 1180-1200. Bergen, L. (2014). “İçtimai değişim ve çatışma kültürü”. Değirmen, 18 Şubat 2014. Bertrand, C. (1978). The media and the dream: The progressive rides again”. Revue Française D’etudes Americaines, 6, 195-210. Carpenter, D. P. (2002). “Groups, the media, agency waiting costs, and FDA drug approval”. American Journal of Political Science, 46 (3), 490-505. Chidress, C. C. (2012). “All” media are social”. Contexts, 11 (1), 55-57. Christopher, A. C. (2002). “Media tactics in the stage legislature”. State Politics & Policy Quarterly, 2 (4), 353-371. 22 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Couldry, N. ve Markham, T. (2006). “Public connection through media consumption: Between oversocialization and de-socialization?”. Annals of the American Academy of Political and Social Science, 608, 251-269. Curry, R. L. ve Rothchild, D. (1980). “The fiscal costs of a basic human needs strategy”. The Journal of Modern African Studies, 18 (1), 143-150. Dixit, A. (2007). “Evaluating recipes for development success”. The World Bank Research Observer, 22 (2), 131-157. Egorov, G., Guriev S., Sonin, K. (2009). “The resource-poor dictators allow freer media: A theory and evidence from panel data”. The American Political Science Review, 103 (4), 645-668. Erwin, R. (1966). “Civilization as a phase of world history”. The American Historical Review, 71 (4), 1181-1198. Flowers, J. F. ve Haynes, A. A. ve Crespin, M. H. (2003). “The Media, the Campaign, and the message”. American Journal of Political Science, 47 (2), 259273. Frayling, C. (2011). “Tools for survival”. RSA Journal, 157 (5548), 24-27. Garrety, K. ve Badham, R. (2004). “User-centered design and the normative politics of technology”. Science, Technology, & Human Values, 29 (2), 191-212. Grainge, P. (2001). “Global media and the ambiguities of resonant Americanism”. American Studies International, 39 (3), 4-24. Herbert, J. ve Estlund K. (2008). “Creating Citizien Historians”. The Western Historical Quarterly, 39 (3), 333-341. Hilden, P. P. (1998). “Readings from the red zone: Cultural studies, history, anthropolgy”. American Literary History, 10 (3), 524-543. Horowitz, D. A. (1989). “Social morality and personal revitalization: Oregon’s Ku Klux Klan in the 1920s.” Oregon Historical Quarterly, 90 (4), 365-38. Hunt, A. (1997). “’Moral panic’ and moral language in the media”. The British Journal of Sociology, 48 (4), 629-648. Inglehart, R. ve Baker, W. E. (2000). “Modernization, cultural change and the persistense of traditional values”. American Sociological Review, 65, (1), 19-51. İnce, G. B. (2010). “Medya ve toplumsal hafıza”. Kültür ve İletişim, 13 (1), 9-29. Jacobs, R. N. (2009). “Scientific article: Culture, the public sphere and media sociology: A search for a classical founder in the work of Robert Park”. The American Sociologist, 40 (3), 149-166. 23 DEĞERLERİN OLUŞMASINDA VE YİTİMİNDE MEDYANIN ROLÜ • Prof.Dr. Sedat CERECİ Johnston, J. D. ve Bartels, B. L. (2013). “Sensationalism and sobriety differential media exposure and attitudes toward American courts”. The Public Opinion Quarterly, 74 (2), 260-285. Klein, H. K. ve Kleinman, L. (2002). “The social construction of technology: Structual considerations”. Science, Technology, & Human Values, 27 (1), 28-52. Ladd, J. M. (2010). “The role of media distrust in partisan voting”. Political Behavior, 32 (4), 567-585. Lang, K. (1974). “Images of society: Media research in Germany”. The Public Opinion Quarterly, 38 (3), 335-351. Leon, K. ve Angst, E. (2005). “Portrayals of Stepfamilies in film: Using media images in remarriage education”. Family Relations, 54 (1), 3-23. Lewis, J. D. ve Weigert, A. (1985). “Trust as a social reality”. Social Forces, 63 (4), 967-985. Lillard, R. Q. (1975). “Through the disciplines with Spartacus: The uses of a hero in history and the media”. American Studies, 16 (2), 15-28. Livingstone, S. ve Lunt, P. (2007). “Representing citiziens and consumers in media and communications regulation”. Annals of the American Academy of Political and Social Sciences, 611, 61-65. Lobel, M. (2013). “The image between media”. American Art, 27, (2), 21-25. Longone, J. (2001). “The Cook: An early Culinary Magazine”. Gastronomica: The Journal of Food and Culture, 1 (4), 104-107. Maisei, R. (1973). “The decline of mass media”. The Public Opinion Quarterly, 37 (2), 159-170. Malone, R. E. ve Boyd, E. ve Bero, L. A. (2000). “Science in the news: Journalists’ constructions of passive smoking as a social problem”. Social Studies of Science, 30 (5), 713-735. Marling, W. (2000). “Globalisms: Imaginary and real”. American Studies, 41 (2/3), 321-332. Martin, R. E. ve Hiıppensteel, S. P. ve Nikitina, D. ve Pizzuto, J. E. (2002). “Artifical time-averaging of marsh foraminiferal assemblages: Linking the temporal scales of ecology and paleoecology”. Paleobiology, 28 (2), 263-277. McLuhan, M. (1959). “Myth and mass media”. Daedalus, 88 (2), 339-348. Meder, M. ve Çeğin, G. (2004). “Sembolik şiddet arenası: Televizyon ve medyatik söylemin özerkliği sorunu”. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1 (15), 157-165. 24 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Mokyr, J. (2005). “The intellectual origins of modern economic growth”. The Journal of Economic History, 65 (2), 285-351. Montgomery, M. (2002). “Savage civility: September 11 and the rhetoric of ‘civilization’”. Australasian Journal of American Studies, 21 (2), 56-65. Morse, M. (2008). “From medium to metaphor”. American Art, 22 (2), 21-23. Mutz, D. C. and Martin, P. S. (2001). “Facilitating communication across lines of political difference: The role of mass media”. The American Political Science Review, 95 (1), 97-114. Nalçaoğlu, H. (2003). “Medya ve toplum ilişkisini anlamak üzere bir çerçeve”. Medya ve Toplum. (Ed. Sevda Alankuş). İstanbul: İletişim Vakfı Yayınları, s. 4357. Nerlich, B. (2007). “Media, metaphors and modelling: How the UK newspapers reported the epidemiological modelling controversy during the 2001 foot and mouth outbreak”. Science, Technology & Human Values, 32 (4), 432-457. Newbury, M. (2005). “Polite gaiety: Cultural hierarchy and musical comedy, 18931904”. The Journal of the Gilded Age and Progressive Era, 4 (4), 381-407. Oggolder, C. (2012). “Inside-outside. Web history and the ambivalent relationship between old and new media”. Historical Social Research/Historische Sozialforschung, 37, 4 (142), 134-149. Ortiz S. M. (2007). “Breaking out of academic isolation: The media Odyssey of a sociologist”. The American Sociologist, 38 (3), 223-249. Phaf-Rheinberger, I. (2007). “Myths of early modernity: Historical and contemporary narratives on Brazil and Angola”. CR: The New Centennial Review, 7 (3) Singularities of Latin American Philosophy, 103-129. Pollock, T. G., Rindova, V. P. (2003). “Media legitimation efects in the market for initial publing offerings”. The Academy of Management Journal, 46 (5), 631-642. Ribbat, C. (2002). “Handling the media, surviving ‘the corrections’: Jonathan Franzen and the fate of the author”. Amerikastuden/American Studies, 47 (4), 555-566. Schneck, P. (2007). “’To see things before other people see them’: Don DeLillo’s visual poetics”. American Studies, 52 (1), 103-120. Seremetakis, C. N. (2009). “Divination, media, and the networked body of modernity”. American Ethnologhist, 36 (2), 336-350. Sönmez, V. (2009). “Bilim ve Teknolojideki Gelişmeler”. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, 2 (3). 25 DEĞERLERİN OLUŞMASINDA VE YİTİMİNDE MEDYANIN ROLÜ • Prof.Dr. Sedat CERECİ Stamm, M. (2012). “Broadcasting mainline Protestanism: The Chicago Sunday Evening Club and the evoluation of audience expectations from radio to television”. Religion and American Culture: A Journal of Interpretation, 22 (2), 233-264. Stoll, M. L. (2008). “Blacklash hits business ethics: Finding effective strategies for communicating the importance of corporate social responsibility”. Journal of Business Ethics, 78 (1/2), 17-24. Şahin, Ç. ve Tüzel, S. (2011). “Medya dünyasının gerçek dünyayı yansıtma düzeyinin öğretmen adaylarının görüşleri doğrultusunda belirlenmesi”. Eğitim ve Bilim, 36 (159), 127-140. Tiemey, K. ve Bevc, C. ve Kuligowski, E. (2006). “Metaphors matter: Disaster myths, media frames, and their consequences in hurricane Katrina”. Annals of the American Academy of Political and Social Science, 57-81. Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim ve Sanat. Türkoğlu, N. (2010). Toplumsal İletişim. İstanbul: Urban. Winston, D. (2007). “Back to the future: Religion, politics, and the media”. American Quarterly, 59 (3), Religion and Politics in the Contemporary United States, 969-989. Yurdigül, Y. (2011). “Kurgusal gerçeklik bağlamında haber ve gerçeklik ilişkisi”. Atatürk İletişim Dergisi, 1, 13-24. Zahavi, D. (2008). “Internalism, externalism, and transcendental idealism”. Synthese, 160 (3), 355-374. 26 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Giriş İnsanlık tarihi boyunca bireyler gerek birbirleriyle gerekse de içinde yaşadıkları toplumla ve dış çevreyle bir iletişim kurma çabası içinde girmişlerdir. Bu iletişim çabası ya da mücadelesi zamanın gerektirdiği şartlara bağlı olarak şekillenmiştir. İnsanların küçük topluluklar hâlinde yaşadığı ve sadece kendi çevreleri ile iletişim kurma gereksinimi duyduğu dönemlerde aracısız iletişim söz konusu idi. İnsanlar birbirleri ile iletişim kurarken dolaysız bir şekilde yüz yüze iletişimi kullanmaktaydı. Zamanla insanlar başka yerlerde başka yaşamların da olduğunun farkına vararak iletişim ve haberleşme metotlarını değiştirmeye başladılar. Duman ile iletişimden güvercin ile haberleşmeye kadar birçok yöntem insanoğlunun kendi evrim süreci ile iletişim ve haberleşme sürecinin de gelişmesine olanak sağlamıştır. Dünya üzerindeki birçok gelişme, ilerleme, dönüşüm, yenilik ya da olumsuzluk bir taraftan dünya ve insanlık için farklı bir sürecin oluşmasına neden olurken, bir taraftan da insanların gerek kendi çevrelerine gerekse de kendileri dışında kalan toplumlara duydukları merakı artırmıştır. 15. yüzyılın ilk yarısında Johannes Gutenberg’in matbaayı icat etmesi ile birlikte iletişim süreci farklı bir boyuta geçiş sağladı. Yazılı eserlerin niceliksel anlamda yüksek miktarlarda çoğaltılması ile birlikte, daha önceden sadece “elit” bir kesimin bilgisi ve kontrolü dâhilinde olan iletişimsel haberleşme süreci artık daha geniş bir kitlenin kullanımına açıldı. Bu süreç insanların daha çok merak duymasına, öğrenme isteğinin ve yenilik arayışlarının artmasına neden olmuştur. Modern anlamda gazeteciliğin ilk tohumları ise 17. yüzyılın başlarında Batı dünyasında atılmıştır. Günümüz gazetecilik anlayışından farklı bir içerik ve hedef kitle algısı ile ortaya çıkmış olsa da belirli bir kamuoyu oluşturmak maksadı ile kamuoyunu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek üst başlığı noktasında aynı temel amacı taşımaktaydı. Endüstri Devrimi ile birlikte ise makineleşme sürecinin hızlanması, maliyetlerin daha makul rakamlara ulaşması ve en nihayetinde de baskı yöntemlerinin gelişmesi Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ mümkün oldu. Bu süreç daha ekonomik bir baskı sisteminin oluşmasına imkân tanırken, aynı zamanda bilgiye verilen önemin ve bilginin paylaşım hızının artmasına imkân sağlamıştır. Fransız Devrimi ile birlikte ise halkların özgürlük, hürriyet, demokrasi, paylaşım ve eşitlik gibi konulardaki düşüncelerinin çığ gibi büyüyerek açığa çıkması bir taraftan özgür düşüncenin toplumun tüm kesimlerine sirayet etmesini diğer taraftan da bilimsel düşüncenin öneminin anlaşılarak iletişim ve haberleşmeye atfedilen algının önemli bir eşiği atlamasını beraberinde getirmiştir. Telgraf ve telefon ile hız kazanan iletişim ve haberleşme süreci tüm dünyayı etkileyen iki dünya savaşı ile başka bir evrimsel sürecin içine girmiştir. Yirminci yüzyılın başlarına kadar kitle iletişim araçlarından sadece gazete ile kamuoyuna ulaşma imkânına sahip olan basın anlayışı, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda oldukça önemli ve etkili bir propaganda aracı olarak gazetenin ön plana çıkmasını ve kitle iletişim araçlarının etkinliğinin hem kitleler hem de siyaset kurumu tarafından kabul edilmesine olanak sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası radyonun yaygınlaşmasının ardından, İkinci Dünya Savaşı sonrası da televizyonun kullanımının artması kitle iletişim araçlarına olan ilginin de aynı minvalde artmasını sağlamıştır. Yirmi birinci yüzyıl ise teknoloji, bilgi ve iletişim çağı olarak adlandırılmasına uygun olarak internet ve internet teknolojilerini hayatımıza sokmuştur. Böylelikle üreten ile tüketen ya da iletişimin basit işleyiş şematiğinden baktığımızda gönderen ile alıcı arasındaki kanal ya da araç sayısı hem çeşitlendi hem de kavramlar iç içe geçerek birbirlerinin yerine kullanılmaya başlandı. Bu durumun neticesinde de gazeteler ile kurumsal anlamda bir algı oluşturan basın anlayışı zaman içerisinde ürünün alıcıya gönderilme sürecindeki alternatiflerin çoğalması ile birlikte, bugün kullandığımız şekliyle medya olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Diğer bir şekilde ifade edilecek olursak, ilk zamanlarda yalnızca yazı ile ilişkili olarak bir anlamın üretimine olanak sağlayan basın, daha sonra görsel, işitsel ve yeni iletişim teknolojileri ile hepsini içine alan medya kavramı ile ifade edilir hâle gelmiştir. Birçok farklı kanaldan alıcı ile buluşan medya araçları bu anlamda da iletinin içeriği ve bu içeriğin hedef kitle üzerindeki inandırıcılığı, güvenilirliği, doğruluğu ve dürüstlüğü gibi konularda farklı düşüncelerin oluşması gibi bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu düşünce çerçevesinde de insanı insan yapan değerlerin öneminin günden güne arttığını söylememiz mümkündür. Saygı, sevgi, hoşgörü, özgürlük, sabır, iyimserlik, dostluk, cesaret, fedakarlık, huzur, merhamet, alçakgönüllülük, birlik ve beraberlik gibi değerler, günün koşullarına bağlı olarak anlamını yitirebilmektedir ya da değişime uğrayabilmektedir. Bu çerçevede çalışmada ilk olarak medya ve insani değerler kavramları üzerine açıklamalar yapılarak medya ile insani değerlerin güven noktasında etkileşimleri üzerine değerlendirmelerde bulunulacaktır. Daha sonra ise, görece küçük bir örneklem üzerinden üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik 28 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından incelenmesine yönelik yapılan araştırmanın bulguları verilerek, bu bulguların değerlendirmesi yapılacaktır. 1. Medya ve İnsani Değerler En genel anlamıyla insanı insan yapan değerler olarak tanımladığımız insani değerler ile yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak adlandırdığımız medyayı hangi noktada kesiştirebiliriz ya da insani değerlerin içine giren kavramlardan hangilerini medya ile özdeşleştirebiliriz? Aslında bu sorunun cevabını insani değerlerin tamamına yakını ile cevaplayabileceğimiz gibi, uygulama anlamında birçok problemi içinde barındırsa da en temel amacı devleti kamu adına denetlemek olan medyanın “atom çekirdeği” üzerinden cevaplamak çok daha doğru olacaktır. Medya haber üretir ve bu haberleri tarafsız, objektif ve hiçbir spekülasyona mahal vermeyecek şekilde hedef kitlesine yani kitle iletişim aracının türüne göre izleyiciye, okuyucuya, dinleyiciye ya da kullanıcıya aktarır. Bunu yaparken de gerek finansal açıdan gerekse de siyasal ve sosyal açıdan birtakım “gerçekleri” gözetme endişesi içine girer. Çalışmanın araştırma bölümünde bu gerçeklerin iletişimin basit işleyiş şematiğinde alıcı olarak adlandırdığımız hedef kitle tarafından ne şekilde algılandığına yönelik olarak ortaya çıkan sonuçlara bağlı olarak bir değerlendirme yapacağımızdan bu bölümde bir açıklama yapmak anlamlı olmayacaktır. Bu nedenle “ideal medya” olarak düşünebileceğimiz durum, bizleri medyanın en temel taşını oluşturan haberin taşıması gereken temel özellikler bakımından, insani değerlerin bazı kavramları üzerine düşünmemiz ve sorgulama yapmamız gerekliliğini ortaya çıkarır. İnsani değerlerden doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven olarak çerçeveleyebileceğimiz bu durum, haberin kamuoyuna aktarımında ya da iletinin göndericiden alıcıya olan transfer sürecinde, gönderici tarafından iletiye yüklenen kodlamanın veya alıcı tarafından ileti üzerinden yapılan kod açımlamanın ne derece sağlıklı bir şekilde yapıldığının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çalışmanın bu bölümünde ilk olarak insani değerlere genel bir bakış gerçekleştirmek, daha sonra ise haber üzerinden medyaya yönelik algının oluştuğu doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven kavramları üzerine açıklamalarda bulunmak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için faydalı olacaktır. Toplum hayatında, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen iki önemli kural vardır. Birincisi, maddi ve hukuki kurallar, ikincisi ise manevi ve ahlaki kurallardır. Bu kuralların müşterek kullanılması; düzenli, dengeli ve mutlu bir hayatın devamı için şarttır ve yüce bir değer ifade eder. Toplum hayatında, insanları yalnızca maddi ve hukuki kurallar ile idare etmek mümkün değildir. Maddi ve hukuki kuralların yanında, manevi ve ahlaki değerlere de gereken yer ve önemin verilmesi şarttır. Bu gerçek manevi değerlerden yoksun olan cemiyetler için de geçerlidir. Ahlaki ve manevi 29 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ değerlerden yoksun olan toplumlarda, maddi ve hukuki kuralların istenen oranda uygulanamadığı görülmüştür. Bunun uzak ve yakın tarihte, örnekleri çoktur. Birçok milletler, teknolojide ve maddi refah düzeyinde zirveye çıktığı hâlde, manevi ve ahlaki değerlerin yoksunluğu nedeni ile yok olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır (Sungur, 2013: 7-8). Bu nedenle teknolojik ilerleme ve ekonomik düzeyin yüksekliği, manevi ve ahlaki değerler ile birleştiği zaman kalıcı bir başarı ve devamlılık sağlamak mümkün olur. İnsani değerler, hepimiz için, bir değeri veya kıymeti olan beşerî keyfiyetlerdir. Bir başka beşeri varlık ile münasebetimiz söz konusu olduğu zaman dikkate alınması gerekli görülen ve bu konuda bize yol gösteren erdemlerdir. Bunlar, bizim insanlığımızdan hareketle bir başka varlığa karşı davranış şeklimizi tespit eden bağlardır. Bu erdemler, aynı zamanda, beşerî varlık olmamız hasebiyle bizler için birer kıymet hükmü taşıyan olumlu özelliklerdir. Toplum içinde yaşanabilir bir hayatın temelini teşkil ederler. Gerçekleşecek bir güç için uygun bir ortamı, bizi barışa ve mutluluğa doğru taşıyacak bir hareketi ortaya çıkarırlar. Ancak insani değerler sayesinde başkaları ile olan ilişkilerimizi geliştirebilir, uyum içinde çalışabilir, karşılıklı görüş alışverişinde bulunabilir ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabiliriz. İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır. İnsani değerler, beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek anlamda bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşerî münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hâle getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz (Altıntaş, 2014). Aksi takdirde sorunların ve problemlerin büyüyürek krize neden olması kaçınılmaz bir durum olarak mutlaka karşımıza çıkacaktır. Aydınlar, ilericiler her dönem insani değerleri savunmayı birincil ödev saymalıdır, çünkü insani değerler insan olmanın göstergesi, binlerce yıllık insan mücadelesinin, emeğinin ürünüdürler. İnsani değerleri savunmaktan vazgeçmiş bir ilerici akımın ilericiliği göstermeliktir. İnsani değerler güçlü biçimde ancak belirli kişilikler içinde yaşar. Bu, aynı zamanda bu tür kişiliklerin, insanlığa örnek insanların, her alanda, yaşamda, politikada, sanatta, bilimde savunulmasını, öne çıkarılmasını gerektirir (Arslanoğlu, 2005: 199). İnsanın değerini belirleyen şey, herhangi bir konuda kötülük yapma ve elindeki imkanları kendi lehine çevirme fırsatı varken, iyilik ve dürüstlükle ilkelere uygun olarak hareket edebilmesidir. Bir insanın inandığı değerlere aykırı davranmasının göstergesi olarak her duyduğunu doğru kabul edip söylemesi yeterlidir. Erdemlerin kesintisiz olarak yaşama geçirilmesinde, doğru, duru ve sade niyetler taşımak ciddi rol oynar (Tarhan, 2012: 41). Bu durum ancak insani değerlerin gerçek anlamda özümsenmesi ve bu değerlerin içselleştirilerek insanın kendi hayatında uygulaması ile mümkün olmaktadır. 30 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma insana özgü ve bütün insanlar için ortak sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın tavır ve davranışlarında kendini gösteren bu güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve erdem olarak kabul edilir. İnsani değerler herkesin mutluluğu için vazgeçilmez değerlerdir. İnsani değerlerin olmadığı bir dünya veya toplum bütünüyle savaş ve terör ortamıdır. Barış içinde yaşamak için söz konusu insani değerlerin geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve korunması gerekmektedir. Bu konuda aile, okul, kitle iletişim araçları, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının mücadele etmesi gerekmektedir (www.sosyalbilge.com). Özellikle kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturma, kamuoyunu bilgilendirme ve bilinçlendirme amacı çerçevesinde düşünüldüğünde, kitle iletişim araçlarının bu mücadelede çok daha fazla bir önem taşıdığını söylemek mümkündür. Haber açısından baktığımızda ise, haberin amacı, gerçekleşen herhangi bir olayın kitlelere aktarılmasıdır. O hâlde haber “olay”dır. Olay ise çeşitli olguların, belirli bir yer ve zaman içinde meydana gelmesi, geçmesi sürecidir. Olay ayrıca, ortaya çıkan, oluşan durumdur. ‘Olay’ı geniş anlamda düşünmek gerekmektedir. Olay, bir eylemin yanı sıra bir söylem de olabilir. Ancak olay, gözlemleyen varsa haber olmaya adaydır (Girgin, 2008a: 197). Joshua Halberstam (1992: 12-14), haberi bazı özelliklerine bağlı olarak üç şekilde sınıflamaktadır. Bunlar; haber olaylarla ilgilidir, yoksa birtakım sorunların durumuyla ilgili değildir. Haberlerin temel amacı, bugündür. Geçmiş ya da gelecek olaylar değildir. Haber bir olayın ortaya konmasıdır. Bir olayla ilgili deneyimi yansıtmaz (Özer, 2010: 16-17). Haberde olayın esas çerçeveye oturtulması, gerçeği iyi bir şekilde yansıttığı ölçüde önem kazanmaktadır. Haberin gerçekle olan ilişkisinde bazı çarpıklıkların bulunduğu üzerinde hep durulur. Olaya ait gerçek bütün gerçekliğine rağmen haber hâline getirilmeyebilir. Değişken kalmaya da mahkûmdur. Gerçek açısından, zamanlılık öğesi önemli değildir. Haberde ise zamanlılık önem taşımaktadır. Asıl önemli olan gerçeğin kalıcı olması, haberin zamanla unutulup gitmesidir (Tokgöz, 2008: 206). Bu nedenle zamana bağlı olarak unutulma gerçeği, haberin “o anki” şartları ne ölçüde yansıttığı ile de beraber düşünülmesini gerektirmektedir. Günümüzde, habercilik üç değişik biçimde değerlendirilmektedir. Birinci yaklaşıma göre, haber yapma süreci gazetecilik kuruluşunun ekonomik yapısıyla ilişkilendirilmektedir. Gazetecilik kuruluşunun, temel amacı kâr etmek olan özel girişim ya da devlet elinde olması, bu yaklaşımın temel felsefesini oluşturmaktadır. İkinci yaklaşımda ise gazetecinin haber verirken özerkliği ve karar verme gücü olup olmadığı tartışmanın temelini oluştururken gazetecilerin kapitalist düzen içinde, mesleğin ve kuruluşun olağan işleyişince nasıl engellendiği üzerinde durulmaktadır. Üçüncü yaklaşım biçimi ise, ikinci yaklaşımla ilişkili olmakla birlikte, kültürün 31 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ etkilerini, özellikle simge düzenini dikkate almaktadır (Girgin, 2008b: 117-118). Demokratik hükûmetler haber medyasının açıkça belirlenmiş ve kabul edilmiş kamu çıkarları çerçevesinde hareket ettiğinden emin olmak için yeni yollar aradıkça, ki bu yollar yeni ortaya çıkan teknolojilerin doğrudan kontrolü veya “bağımsız” düzenleyici kurullar olabilir, gazetecilikte karşılaşılacak sonuçlar geniş çaplı olacaktır. Yirmi birinci yüzyıla girerken ve analog radyo ile televizyon teknolojilerinin yayıncılık hizmetlerinin dünya çapında ve anlık olarak farklı altyapılarla iletilmesini mümkün kılan dijital iletişim teknolojilerine teslim olduğu bir sırada yeni mücadelelerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Artık gazete, radyo ve televizyonlar geniş bantlı internet yoluyla iletişim platformlarını paylaşabildiklerine göre, bunları yine farklı yollarla denetlemek anlamlı mıdır, hatta mümkün müdür? Öyle değilse, bu eğilim özgür basın ile bağdaştırılan piyasa güdümlü özgürlük yönünde mi olacaktır? Ya da yeni iletişim ağlarının, içerik ve standartları tüm karmaşıklıklarına rağmen bir devlet ya da politik güç tarafından mı yönetilecektir (Hargreaves, 2006: 46-47)? Güç/iktidar, bir grubun ve/veya bir üyesinin diğer gruplar üzerindeki, diğerlerinin eylem özgürlüğünü kısıtlamayı içeren “eylemsel” ve zihnini etkileyen “bilişsel” kontrolünü içermektedir. Modern ve etkili güç, bilişseldir ve diğerlerini ikna etmeye, yönlendirmeye, diğerlerinin kendi çıkarlarının aksi yönünde düşünmesini sağlamaya dönük olanıdır. Bazı zihni yönetmeler açıktan yapılabileceği gibi, “egemenlik” oldukça kabul edilebilir ve doğal görünen günlük konuşmalar ve metinler aracılığıyla rutin olarak kurnazca yeniden üretilebilir ve rıza sağlanabilir (Özer, 2011: 54). Bu nedenle yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki karmaşık olmasının yanında, içinde belirsizliği de barındıran bir ilişkiyi içermektedir. Hökelekli (2013) insani değerleri; sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, iffet ve namus, cesaret, sabır, şükür, doğruluk, itidal, merhamet, şefkat, güven, vefa, diğerkamlık, cömertlik, kanaatkarlık, tevazu (alçak gönüllülük), affedicilik ve hoşgörü olmak üzere yirmi ana başlıkta toplamıştır. Ahlaki erdemlerin en önemlilerinden biri ve belki de en başında geleni doğruluktur. Doğruluk, doğru olma özelliği anlamında hem isim hem de sıfattır. Kelime olarak “doğru”nun Türkçemizde birçok anlamı vardır. Bunlardan önemli olan bazıları şunlardır: “Bir ucundan öbürüne yönü değişmeyen, eğri ve çarpık olmayan”; “akla, mantığa, hakikate, gerçeğe ve kurala uygun olan”; “yasa, kural ve ahlaka bağlı, dürüst ve namuslu”. Doğruluk ise; “doğru olma durumu, doğru olana yakın davranış, dürüstlük”, “yalan, hile ve gösterişten uzak olma, samimilik, dürüstlük ve namusluluk”; “bir düşünce ve açıklamanın gerçek ve olgu ile uyuşması” anlamlarında kullanılmaktadır. Kelimelerin ortaya koyduğu bütün anlamları dikkate aldığımızda doğrulukla ilgili şu tanımlamaları yapmak mümkün gözükmektedir: Doğruluk, kişinin inanç, niyet ve düşüncelerinde, işlerinde, söz, iş ve davranışlarında, hakikate, adalete ve gerçeğe uygunluktur. Doğrulukta temel nokta gerçekle örtüşme, olup bitenle 32 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI uyuşmadır. Yani bizim dışımızda meydan gelen bir olay ile bu olayı zihnimizde değerlendirme sonucu vardığımız kararın birbiriyle tam uyuşmasıdır (Hökelekli, 2013: 163-164). Haberin de beş temel öğesi bulunmaktadır. Bunlar; gerçeklik (doğruluk), yenilik (güncellik), ilginçlik (ilgi uyandırma), önemlilik (önemli sayılma) ve anlaşılırlık (anlam taşıma) olarak sıralanabilir. Doğruluk, haberin, olmazsa olmaz nitelikli, temel ilkesidir. Haber bize, algılamalardan ve sonrası anlatımdan aktarılır. Bu nedenle, aktarıcının kişisel iz ve değerlerini taşıması doğaldır. Haberin doğruluğu, daha doğrusu gerçeğe en yakın anlatımı, haber kaynağının güvenilirliğinin yanı sıra habercinin kişilik yapısına, deneyimlerine, kişisel ya da toplumsal beklentilerine, etik değerlerine bağlıdır. Haberci, haber kaynağının güvenilirliğinden tereddüde düşmesi hâlinde, haberinin doğruluğunu değişik kaynaklardan onaylattırmalıdır. Bir haber doğrulanmadıkça ya da olaylara dayandırılmadıkça, doğruluk, ilgi ve önem ögelerini taşıyamaz (Girgin, 2008a: 200-201). Haber doğru olduğu sürece bir anlam ifade eder ve önemli hâle gelir, aksi takdirde spekülasyona dayalı sansasyonel bir haber kısa bir süre için ilgi çekse bile, bunun devamlılığının olması imkânsıza yakındır. Bunun yanında doğruluk gönülden, içten gelerek, samimi olarak, hakkı verilerek yapılan eylemlerdir. Dolayısıyla doğruluk önce niyet ve düşüncede başlar; bir kimsenin niyet ve düşüncesi bozuksa, onun yaptığı iş ve davranışların ahlaki bir değeri olmaz. Gösteriş için, başkalarını etkilemek ve onların gözlerinde kendi değerini yükseltmek için bir yoksula yardımda bulunan kimse doğru bir iş yapmış sayılmaz. Doğruluk, söz ve ifadelerinde gerçeği söylemektir. Sözde doğruluk, doğru olduğuna inandığı, bildiği ve tanık olduğu gerçekleri olduğu gibi, eksiksiz ve fazlasız sözle ve yazı ile ifade etmek demektir. Doğruluğun bir diğer boyutu ise söz ve davranışlar arasında bir tutarlılığın olmasıdır. Sözlerle yapılanlar birbirini destekler. Doğru olan insanlar iddia ettiklerini ispatlarlar, kendileri ile ilgili olarak yaptıklarını konuşur ve konuştuklarını yaparlar. Kişinin verdiği sözlere uygun davranması, sözünün özünü yansıtması doğruluğun bir gereğidir. Söz verme, bireyin kendi gerçeğinin farkına varması ile yani kendisini tanıması ile yakından ilişkilidir. Kendini tanıyan, yapabilecekleri ve kendi sınırları hakkında gerçekçi bir görüş sahibi olan kimseler, söz verirken bilinçli bir şekilde davranırlar. Yerine getiremeyeceği sözleri vermemeye çabalar, verdiği sözleri de yerine getirirler (Hökelekli, 2013: 163-164). Yerine getiremeyeceği sözleri verenler ya da verdiği sözleri yerine getirmeyenler ise zamanla çevreleri tarafından dışlanarak yalnız kalmaya mahkûmdurlar. Haberde doğruluk kavramı, örneğin parçada adı geçen isimlerin doğru verilmesi, alıntıların doğru biçimde yeniden üretilmesi ya da olayların açıkça ilişkilendirilmesi demektir. Doğruluk kavramı, habercinin doğrudan doğruya görmediği olaylarda, özellikle bu olaylar tartışmalı konularsa, tüm mantıklı adımları atarak bu olaylara yaklaşmasını ve yayınladığı haberlerde de herhangi bir tartışmayı göstermesi gereken 33 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ ahlaki ilkeyi kapsar. Haberde doğruluğun sağlanması için, karşıt görüşlere yer verilmesi de gerekmektedir. Bu da haberde hakkaniyetli olmakla sağlanabilecektir. Giderek haberde doğruluk için, dengeli ve nötr tutum sergilenmesi gerektiği önerilebilir (Özer, 2010: 102-103). Dengeli bir davranış gösterilmeyerek haberin sadece bir tarafa yarar sağlayacak şekilde oluşturulması, haberin içeriğine ve doğruluğuna büyük oranda gölge düşürür. Sevgi erdemle ilişkilidir. Erdemler kişinin içinde ve başkalarının içinde sevgi yaratır. Erdemler azaldığında sevginin kalitesi de azalır. Tüm erdemler mevcut olduğunda orada tam ve saf sevgi vardır. Tüm erdemler arasında en önemli olanı dürüstlüktür. Birinin bize karşı dürüst olmadığını hissediyorsak sevgimiz kırılır. İlk dürüstlük türü insanın kendisine karşı dürüst olmasıdır. Eğer insan kendisine karşı dürüstse başkaları ile dürüst olmadığı hiçbir durum olmaz. Eğer biri kişiye inanmıyorsa, eğer biri dürüstlüğüne güvenmiyorsa belki bu kişinin daha dürüst olma ihtiyacında olduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle diğer insanları suçlamak yerine bunu görmeli ve nasıl daha dürüst olunabileceği araştırılmalıdır. Dürüstlük yalnız insanın zihninden geçenleri konuşması değildir. Dürüstlük insanın içinde olan biten her şey için çok açık olmak demektir. Dürüstlüğün olduğu yerde duygular temiz olur. Yalan söylemek ise dürüst olmamanın açık bir şekli, ancak gerçekte mazeretler uydurmak bundan da kötü bir durumdur. Yanlışlıklar genellikle fark edilir, ama kişinin mazeretler uydurduğunu fark etmesi çok uzun zaman alabilir (Dadi, 2005: 40-43, 81). Bu nedenle açık ve dürüst olmak son derece önemlidir. Haber içeriğinin de dürüst bir şekilde oluşturulması hem habere olan bakışı pozitif anlamda yükseltir hem de haberin inandırıcı olmasını ve çok daha geniş kitlelerin ilgisini çekmesini sağlar. O yüzden dürüstlük ve inandırıcılık haber için olmazsa olmaz ilkelerin başında gelmektedir. Güvenin sözlük anlamı ise; korku, çekinme ve kuşku duymadan bağlanma duygusu, itimat, yüreklilik ve cesaret demektir. Güven kavramı özünde bir beklenti ve inanç içermektedir. Bir kişinin, karşı tarafın adil, ahlaki kurallara uygun ve öngörülebilir biçimde davranacağına ilişkin inancını temsil eder. Güven, bilişsel bir kavrayıştan çok, bir şeye bağlılık ifade eden itimadın bir “inanç” biçimidir. Güven duygusu insanın kişilik yapısına ait bir özellik olmakla birlikte hem birileri tarafından güvenilir bulunmak hem de başkalarına güvenmek bakımından toplumsal boyutları da vardır. Güven devamlılık ve süreklilik içeren herhangi bir iş ya da kişisel etkileşimin temeli sayılabilir. Bir süreç sonrası bugünü ve geleceği kapsar. Güven, hem kişilerarası ilişkilerin bir sonucu hem de kültürel ve ahlaki değerlerle, günlük yaşam ve iş deneyimine göre değişen dinamik bir olgu olarak karşımıza çıkar. Buna göre güven bireyler arası olay ve olgularda resmî kural ve düzenleme konuları dışında bir alanda samimiyete, yakın arkadaşlığa, dostluğa dayanan bir ilişki tarzıdır. Toplumsal ya da kurumsal açıdan güven, üyelerinin ortaklaşa paylaştığı normlara dayalı, düzenli, dürüst ve iş birliği yönünde davranan bir toplumda ortaya çıkan beklentiler olarak 34 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ifade edilebilir (Hökelekli, 2013: 209). Güvenin oluşmadığı veya güvensizliğin yaşandığı ilişkilerde ya da durumlarda zaman içinde mutlaka çözülmeler yaşanır ve bu durumun telafi edilmesi en baştan güven oluşturmaya yönelik çabalardan çok daha fazla zaman ve emek ister. İnsanlara yardımcı olmak istiyorsanız güven esastır. İki türlü güven vardır. Başkalarına güvenmek ve başkalarının size güvenmesini sağlamak. Sorunları sürekli ve güvenilir bir şekilde aşmaya başladığınızda insanlar doğal olarak size güvenmeye başlayacaklardır. Ancak insanların güvenlerini kazanmanın daha güçlü ve uzun dönemde etkili yolu onlara sizin onlara güvendiğiniz hissini vermektir. Bu bir sanattır ve şunlarla beslenir; hiçbir zaman dedikoduya kulak vermeyin ve siz de hiçbir zaman dedikodu yapmayın; ne yargılayın ne de zan oluşturun; onun yerine ruhsal olun ve ruhlarınız temiz olsun. Başkaları için iyi niyetler geliştirmeyi öğrenin. Bu sizin güvenme yeteneğinizin en son ölçüsü olacaktır (Dadi, 2005: 30). İyi niyetli bir düşünce yapısı, aynı şekilde davranışlara da yansır ve güvene dayalı ilişkilerin sağlam temellere oturtulmasını sağlar. Güven, bir kişi ya da nesnenin bazı özellik veya niteliklerine itimat etme ya da bel bağlamadır. Bir kişinin başka bir kişinin sözlerinden, davranışlarından ve kararlarından emin olması ve bunlara göre hareket etme istekliliği güveni oluşturur. Güvenen kişinin güvenme eğilimi yükseldikçe, güvenilen hakkında bilgiye gerek kalmaksızın güven gerçekleşir. Mimar ve mühendisin evi tasarlayıp inşa ederken kullandıkları bilgi kodlarıyla ilgili pek az şey biliriz; ama yaptıklarına inanç duyarız. “İtimat” ve “bel bağlama” “inanç” ile ilgili konulardır. Ancak güven ile itimat arasında bir fark vardır. Güven söz konusu olduğunda seçenekler, birey tarafından bilinçli olarak değerlendirilir. Bir itimat durumunda kişi, uğradığı hayal kırıklığına tepkisini başkalarını suçlayarak gösterir, güven konumunda ise kusurun bir kısmını kendisi de omuzlamak zorundadır ve bir başkasına ya da bir şeye güven duymuş olmakla pişmanlık duyması olasıdır (Giddens, 1998: 32-37, aktaran Hökelekli, 2013: 209). Güven erdemi, sadakat, dürüstlük, vefa, adalet, samimiyet, açık yüreklilik, cesaret, ümit, sevgi, saygı gibi değerlerle de doğrudan ilişkilidir. Güvenin tersi yani güvensizlik durumu, korku, endişe, kuşku ve inançsızlık, ümitsizlik, karamsarlık, anlam kaybı, kaos durumu olarak kendisini ifade eder. Güvenle çok yakın ilişkisi olan bir kavram da itibardır. İtibar saygı görme, değerli ve güvenilir olma durumu, saygınlık ve prestij anlamında kullanılır. Güven çıktıdır, itibar ise araçtır. İtibarlı olduğumuzda güven elde ederiz. Kişilerin ve kurumların eğer itibarları yoksa ne gelecek senaryoları olur, ne de onlara itimat edenler vardır. Güven insan ilişkilerinin temelini oluşturan bir duygudur. Güven duygusu olmadan hiçbir ilişki yürümez. Güven, en başta gelen bir ortak değer olarak insanları olumlu ilişkilere yönlendirmekte ve iyi toplumun oluşmasını kolaylaştırmaktadır. Yapılan çalışmalar kişilerarası güven düzeyi ile ülkelerin gelişmişlik seviyeleri arasında önemli ölçüde bir ilişki bulunduğunu göstermiştir. 35 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ Güven unsurunun yokluğu güncel rekabet şartlarına ters düştüğünden, doğal olarak verimliliği olumsuz yönde etkilemekte ve maliyet unsurunu artırmaktadır. Bu bağlamda, maliyet unsurunun düşürülmesi için örgütlerdeki “güven unsuru”nun süreklilik kazandırılması önem taşır (Hökelekli, 2013: 209-213). Haber için de güven unsuru son derece önemlidir ve haberin hedef kitlede yaratacağı etkinin ve devamlılığın çok önemli bir belirleyicisidir. Hedef kitle üzerinde oluşan bir güvensizlik algısı telafisi mümkün olmayan sonuçlar yaratabilir. Bu nedenle okuyucuda, izleyicide, dinleyicide ya da kullanıcıda habere ve haberin içeriğine yönelik güven duygusunun oluşturulması, başarının en temel noktasıdır. 2. Üniversite Öğrencilerin Medyaya Yönelik Algılarının İnsani Değerler Yönünden İncelenmesi 2.1. Problem Durumu Değişen koşullar ve şartlar ile birlikte insanlar ve kurumlar her geçen gün rekabetin yarattığı yeni durumun gerekliliklerini yerine getirmek için bir çabanın içine girmektedirler. Bilginin elde edilmesi, elde edilen bilginin dönüştürülmesi ve dönüştürülen bilginin uygulanabilir hâle getirilmesi günümüz rekabet ortamı içerisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı konular olarak sinerjik bir yapının varlığını ortaya çıkarmıştır. Yazılı, görsel, işitsel ve yeni medya araçlarının da içine dâhil olduğu günümüz medya dünyası için de aynı rekabet ortamının varlığı söz konusudur ve bilginin ya da bir başka deyişle haberin önemi son derece artmıştır. Bu nedenle genel bir ifadeyle medya olarak adlandırdığımız tüm mecralarda yer alan üreticiler hedef kitlelerine -okuyucular, izleyiciler, dinleyiciler ve kullanıcılar- ulaşırken onlara sundukları iletinin ya da haberin öncelikli olarak onların zihnindeki algısı üzerinde olumlu bir değişiklik yaratma düşüncesi içindedirler. Bu bağlamda iletişimin öneminin ve etkinliğinin son derece arttığı günümüzde insani değerler açısından medyaya ve medyanın içeriğine ya da habere olan bakış açısının ne olduğu ile medyaya yönelik algı, değerlendirilmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. 2.2. Amaç Bu çalışmanın amacı, üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından ne düzeyde olduğunu saptamak ve sorunun boyutlarını ortaya çıkarmaktır. Bu amaca yönelik olarak; medya algısı, haberin inandırıcılığı, haberin değerliliğine olan güven, objektif habercilik, etik anlayış ve haberin içeriği gibi konulardaki görüşler ve düşünceler ölçülmeye çalışılmıştır. 2.3. Yöntem Araştırmanın yukarıda belirtilen amacına yönelik olarak Üsküdar Üniversitesinin ön lisans ve lisans programlarında/bölümlerinde farklı sınıflarda okuyan 100 36 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI öğrencinin, medyaya yönelik algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından ne düzeyde olduğunu saptamak ve sorunun boyutlarını ortaya çıkarmak ile ilgili olarak hazırlanan anket çerçevesinde verdikleri cevaplar üzerine değerlendirmelerde bulunulacaktır. Öğrencilerin farklı programlarda/ bölümlerde okumaları ve demografik açıdan farklı özelliklere sahip olmaları nedeniyle seçilen örneklem değerlendirme yapmak açısından uygundur. Bu çerçevede, araştırmanın örneklemini oluşturan ve tesadüfi örneklem yöntemiyle seçilmiş 100 öğrenciye aşağıda yer alan -demografik özellikler (yaş, cinsiyet, okunulan bölüm, çalışma durumu) dışında kalan- anket, yüzyüze anket yöntemi kullanılarak uygulanmıştır. Soruların ilk 3 tanesinde seçenekler bulunmaktadır, diğer soru ise 14 alt sorudan oluşmaktadır ve 5’li Likert Ölçeği’ne göre (Tamamen katılıyorum / Katılıyorum / Kararsızım / Katılmıyorum / Tamamen Katılmıyorum) düzenlenmiştir. Burada, katılımcıların verilen ifadelere katılma dereceleri konusunda cevap vermeleri istenmiştir. - Medyayı takip ediyor musunuz? - Gündemi en çok hangi kitle iletişim aracından takip ediyorsunuz? - Ortalama olarak bir günde kaç saatinizi medyayı takip etmek için ayırıyorsunuz? - Aşağıdaki yer alan ifadelere, katılma derecenizi belirtiniz. a- Medyanın etkili bir güç olduğuna inanıyorum. b- Haberlerin benim açımdan inandırıcı olması için farklı mecralardan kontrol ediyorum. c- Özgür ve bağımsız habercilik yapıldığına olan güvenim tamdır. d- Haberin değerli olabilmesi için inandırıcı olması şarttır. e- Objektif habercilik yapıldığına inanıyorum. f- Her ne şartta olursa olsun haberin objektif olması gerektiğini düşünüyorum. g- Medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünüyorum. h- Haberlerin etik anlayış dikkate alınarak oluşturulduğunu düşünüyorum. ı- Haberin içeriğinde doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum. j- Haberin içeriğinde inandırıcılık unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum. k- Haberin içeriğinde güven unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum. l- Medyanın doğru ve dürüst haber verdiğine inanıyorum. 37 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ m- Medyanın inandırıcı haber verdiğine inanıyorum. n- Medyanın güvenilir haber verdiğine inanıyorum. 2.4. Araştırma Bulgularının Değerlendirilmesi Araştırmaya katılan 100 öğrencinin demografik özelliklerini incelediğimizde; yaş olarak en yoğun grubun 81 öğrenci (%81) ile 18-22 yaş aralığı olduğunu görmekteyiz. Daha sonra ise 18 öğrenci (%18) ile 23-28 yaş aralığı gelmektedir, son olarak ise yalnızca 1 öğrenci (%1) 28 yaş üzerindedir. Bu öğrencilerin 38’i (%38) erkek, 62’si (%62) ise kadın olarak bölünmüştür. Öğrencilerin 39’u (%39) çalışmakta, geriye kalan 61’i ise (%61) çalışmamaktadır. Araştırma sorularını incelediğimizde, araştırmaya katılan 100 öğrencinin tamamının (%100) medyayı takip ettiğini görmekteyiz. Tek seçeneğin işaretlenmesinin istendiği “Gündemi en çok hangi kitle iletişim aracından takip ediyorsunuz?” sorusuna, öğrencilerin 7’si (%7) gazete, 26’sı (%26) televizyon, 66’sı (%66) ise yeni medya (sosyal medya, sosyal paylaşım siteleri vs.) cevabını verirken, yalnızca 1 öğrenci (%1) radyo cevabını vermiştir. Bu öğrencilerin 59’u (%59) bir günde 1 ile 3 saat arası bir zamanlarını medyayı takip etmeye ayırırken, 20’si (%20) 4-6 saatlerini, geriye kalan 21’i (%21) ise altı saatten fazla bir süreyi medyayı takip etmeye ayırmaktadırlar. Dördüncü ve son soruda ise öğrencilere verilen ifadelere katılma dereceleri, 5’li Likert Ölçeği çerçevesinde (Tamamen katılıyorum / Katılıyorum / Kararsızım / Katılmıyorum / Tamamen Katılmıyorum) sorulmuştur. Bu çerçevede, araştırmaya katılan 100 öğrenciden “Medyanın etkili bir güç olduğuna inanıyorum” ifadesine 46’sı (%46) tamamen katılmakta, 41’i (%41) katılmakta, 9’u (%9) kararsız kalmakta, 3’ü (%3) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberlerin benim açımdan inandırıcı olması için farklı mecralardan kontrol ediyorum” ifadesine 30’u (%30) tamamen katılmakta, 50’si (%50) katılmakta, 15’i (%15) kararsız kalmakta, 3’ü (%3) katılmamakta ve 2’si (%2) ise tamamen katılmamaktadır. “Özgür ve bağımsız habercilik yapıldığına olan güvenim tamdır” ifadesine 6’sı (%6) tamamen katılmakta, 13’ü (%13) katılmakta, 23’ü (%23) kararsız kalmakta, 37’si (%37) katılmamakta, 21’i (%21) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberin değerli olabilmesi için inandırıcı olması şarttır” ifadesine 41’i (%41) tamamen katılmakta, 44’ü (%44) katılmakta, 5’i (%5) kararsız kalmakta, 8’i (%8) katılmamakta ve 2’si (%2) ise tamamen katılmamaktadır. “Objektif habercilik yapıldığına inanıyorum” ifadesine 5’i (%5) tamamen katılmakta, 13’ü (%13) katılmakta, 22’si (%22) kararsız kalmakta, 37’si (%37) 38 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI katılmamakta ve 23’ü (%23) ise tamamen katılmamaktadır. “Her ne şartta olursa olsun haberin objektif olması gerektiğini düşünüyorum” ifadesine 61’i (%61) tamamen katılmakta, 31’i (%31) katılmakta, 5’i (%5) kararsız kalmakta, 2’si (%2) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine 30’u (%30) tamamen katılmakta, 56’sı (%56) katılmakta, 10’u (%10) kararsız kalmakta, 3’ü (%3) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberlerin etik anlayış dikkate alınarak oluşturulduğunu düşünüyorum” ifadesine 7’si (%7) tamamen katılmakta, 26’sı (%26) katılmakta, 38’i (%38) kararsız kalmakta, 22’si (%22) katılmamakta ve 7’si (%7) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberin içeriğinde doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine 59’u (%59) tamamen katılmakta, 33’ü (%33) katılmakta, 5’i (%5) kararsız kalmakta, 2’si (%2) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberin içeriğinde inandırıcılık unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine 44’ü (%44) tamamen katılmakta, 47’si (%47) katılmakta, 7’si (%7) kararsız kalmakta ve 2’si (%2) ise katılmamaktadır. “Tamamen katılmıyorum” seçeneği ise kimse tarafından işaretlenmemiştir. “Haberin içeriğinde güven unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine 48’i (%48) tamamen katılmakta, 47’si (%47) katılmakta ve 5’i (%5) ise kararsız kalmaktadır. ‘Katılmıyorum’ ve ‘Tamamen katılmıyorum’ seçenekleri ise kimse tarafından işaretlenmemiştir. “Medyanın doğru ve dürüst haber verdiğine inanıyorum” ifadesine 4’ü (%4) tamamen katılmakta, 17’si (%17) katılmakta, 32’si (%32) kararsız kalmakta, 29’u (%29) katılmamakta ve 18’i (%18) ise tamamen katılmamaktadır. “Medyanın inandırıcı haber verdiğine inanıyorum” ifadesine 7’si (%7) tamamen katılmakta, 23’ü (%23) katılmakta, 38’i (%38) kararsız kalmakta, 23’ü (%23) katılmamakta ve 9’u (%9) ise tamamen katılmamaktadır. Son olarak da, “Medyanın güvenilir haber verdiğine inanıyorum” ifadesine 4’ü (%4) tamamen katılmakta, 16’sı (%16) katılmakta, 32’si (%32) kararsız kalmakta, 36’sı (%36) katılmamakta ve 12’si (%12) ise tamamen katılmamaktadır. Sonuç İlk çağlardan itibaren insanlar birbirleri ile iletişime geçmeye, çevresinde olan biten olaylardan haberdar olmaya ve yaşadığı toplumla ilgili bilgi edinmeye yönelik davranış şekilleri geliştirmişlerdir. Bu kimi zaman güvercinleri uçurarak ya da ateş yakarak ortaya çıkan dumanla yerini belli ederek kimi zaman ise uzak topraklara ulaklar göndererek gerçekleşmiştir. 39 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ Zaman ilerledikçe ve insanlar görece olarak daha modern bir yaşama geçmeye başladıkça, daha da önemlisi matbaanın bulunması ile o güne kadar sadece belirli bir zümreye yönelik olarak üretilen “bilgi”, daha geniş bir kitleye hitap eder bir duruma gelmiştir. İnsanların daha bilinçli bir hâle gelmesi ve merak duygusunun artması ile birlikte de, 17. yüzyılın başlarından itibaren gazeteler ile kitle iletişimi farklı bir boyuta taşınmıştır. Teknolojinin yarattığı yeni iletişim sistemleri, zaman/mekân gibi kavramların ortadan kalkması, ulaşılabilirlik ve hız açısından oldukça kolaylaşan iletişim ve karşılıklı etkileşimin yarattığı proaktif davranış modelleri ile birlikte kitle iletişiminin ve kitle iletişim araçlarının önemi son derece artmıştır. Bu durum bir taraftan hayatı son derece kolaylaştırırken diğer taraftan ise medyanın ekonomi politiği çerçevesinde insanların kitle iletişim araçlarına ve genel anlamda medyaya olan bakışlarında farklı düşüncelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İnsanı insan yapan değerlerin önemi her geçen gün artmaktadır ve bu değerlere bağlı olarak insanların medyaya yönelik algılarında da önemli değişimler meydana gelmiştir. Buna bağlı olarak, iletişimin ve kitle iletişim araçlarının öneminin ve etkinliğinin son derece arttığı günümüzde insani değerler açısından medyaya ve medyanın içeriğine ya da habere olan bakış açısının ne olduğu ile medyaya yönelik algı değerlendirilmesi gereken en önemli konuların başında gelmektedir. Bu çerçevede, üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından ne düzeyde olduğunu saptamak ve sorunun boyutlarını ortaya çıkarmak amacı ile; medya algısı, haberin inandırıcılığı, haberin değerliliğine olan güven, objektif habercilik, etik anlayış ve haberin içeriği gibi konulardaki görüşler ve düşünceler bir anket çalışması ile ölçülmeye çalışılmıştır. Çalışmanın örneklemini oluşturan ve ankete katılan öğrencilerin tamamı medyayı takip ettiklerini ifade ederlerken, bunların yarısından fazla bir bölümü en çok yeni medya araçları vasıtası ile gündemi takip ettiklerini belirtmişlerdir. Bunların yine yarıdan fazla bir bölümü de bir günde 1 ile 3 saatlik bir zamanlarını medyayı takip etmek için ayırdıkları yönünde cevap vermişlerdir. Öğrencilerin yüzde doksana yakın bir bölümü medyanın etkili bir güç olduğuna inanırken, yüzde seksenlik bölümü ise haberlerin inandırıcı olması için farklı mecralardan kontrol ettiklerini söylemişlerdir. Özgür ve bağımsız habercilik yapıldığına öğrencilerin yarıdan fazlası katılmamakla birlikte yüzde doksana yakın bir bölümü de haberin değerli olabilmesi için inandırıcı olmasının şart olduğunu söylemiştir. Ankete katılanların yüzde altmışlık bir bölümü objektif habercilik yapılmadığını düşünmektedir ve buna karşılık yüzde doksanın üzerinde bir bölümü her ne şartta 40 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI olursa olsun haberin objektif olması gerektiği yönünde görüş ifade etmiştir. Yüzde seksenin üzerinde bir kesim medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünmekte ama bunun yanında yüzde kırka yaklaşan bir bölüm ise haberlerin etik anlayış dikkate alınarak oluşturulduğu konusunda kararsız olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Öğrencilerden yüzde doksanın üzerindeki bir bölümü haberin içeriğinde doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu düşünmektedir. Yine aynı şekilde yüzde doksanın üzerinde bir kesim haberin içeriğinde inandırıcılık ve güven unsurunun önemli olduğu yönünde görüş ifade etmiştir. Buna karşılık medyanın doğru ve dürüst haber verdiğine inananların oranı yaklaşık olarak yüzde yirmi iken, medyanın inandırıcı haber verdiğine inananların oranı yüzde otuz ve medyanın güvenilir haber verdiğine inananlar ise yüzde yirmilik bir kesimi oluşturmaktadır. Sonuç olarak; demokrasinin, hukukun ve insan haklarının en temel yaşamsal haklar olması gerektiği günümüzde, basının ya da daha geniş bir ifadeyle medyanın da yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü bir erk olarak kamu adına devleti ve devleti yönetenleri denetlemesi gerekmektedir. Bu nedenle medyaya yönelik algının insani değerler açısından en başta doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven bakımından üst seviyelerde olması gerekmektedir. Ancak, çalışmaya katılan öğrencilerin yarıya yakın bir bölümü medyanın doğru, dürüst ve güvenilir haber verdiğine inanmamakta, üçte birlik bir bölümü ise medyanın inandırıcı haber vermediğini düşünmektedir. Ayrıca, ilave olarak yüzde otuzun üzerinde bir kesim de medyanın doğru, dürüst, inandırıcı ve güvenilir haber verdiği yönünde olan inançları noktasında kararsız olduklarını ifade etmişlerdir. Bu nedenle oldukça önemli ve en temel insani değerler olan doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven bakımından kurumsal olarak medya şirketlerinin, bireysel olarak da medya çalışanlarının ve medya yöneticilerinin bir ‘arınma’ süreci içine girmeleri ve oluşan bu negatif algıyı pozitif yönde değiştirmek için hiç vakit kaybetmeden gereken gayreti ve çabayı göstermeleri gerekmektedir. KAYNAKÇA Altıntaş, H. (2014). “İnsani Değerler”. Erişim: 15 Nisan 2014, http://demokrasidebirlik.org.tr/sdetay.asp?did=778,522,a&title=insani-degerler Arslanoğlu, K. (2005). Yanılmanın Gerçekliği I. İstanbul: İthaki Yayınları. Giddens, A. (1998). Modernliğin Sonuçları. (Çev. E. Kuşdil). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Girgin, A. (2008a). Gazeteci Olmak Önce Adam Olmak Demektir (Genişletilmiş 2. Baskı). İstanbul: Derin Yayınları. 41 Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ Girgin, A. (2008b). Gazeteciliğin Temel İlkeleri. İstanbul: Der Yayınları. Halberstam, J. (1992). “A Prolegomenon for a Theory of News”. Elliot D. Cohen (Ed.). In: Philosophical İssues in Journalism (ss. 11-21). Oxford: Oxford University Press. Hargreaves, I. (2006). Gazetecilik. (Çev. Y. Özkan). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsani Değerler. İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları. Janki, D. (2005). İnsani Değerler (Çev. B. Özsoy). İstanbul: Okyanus Yayıncılık. Özer, Ö. (2010). Liberal Basın. (İkinci Baskı). Konya: Literatürk. Özer, Ö. (2011). Haber Söylem İdeoloji - Eleştirel Haber Çözümlemeleri. Konya: Literatürk. Sungur, M. M. (2013). İlim ve İrfanın Işığında İnsanı Yücelten Değerler. İstanbul: Ensar Neşriyat. Tarhan, N. (2012). Güzel İnsan Modeli - Ailede, Toplumda, Siyasette Değerler Psikolojisi (3. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları. Tokgöz, O. (2008). Temel Gazetecilik (7. Baskı). Ankara: İmge Kitabevi. http://www.sosyalbilge.com/index.php/vatandaslik-ve-insan-haklari/442-insanidegerler, Erişim: 02 Mayıs 2014. 42 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi Dr. Aslı YURDİGÜL Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Giriş İnsanoğlunun en temel gereksinimlerinden biri olan yemek yeme eyleminin tarihi insanoğlunun ortaya çıkışına kadar uzanmaktadır. Ancak her şey gibi yemek yeme eylemi de zaman içerisinde birtakım değişikliklere uğrayarak kültürlerin bir parçası hâline dönüşmüştür. Söz konusu bu değişiklikler yediğimiz şeylerden, ne ile ve nerede yediğimize ve hatta niçin yediğimize kadar uzanan bir serüvenin de hikâyesidir aynı zamanda. Ancak bu serüvende en önemli unsur yemeğin biyolojik bir gereksinimden psikolojik ve sosyal bir olguya dönüşerek kültürün ayrılmaz bir parçası hâline gelmesidir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, araçlar her eve girmiş, insanların birçok yapıp-etmelerinde farklı yaşam tarzları medyada sunulmaya başlanmıştır. Bu yaşam tarzları içinde gündelik yaşamın vazgeçilmezi olarak yemeiçme faaliyeti de yerini almayı başarmıştır. Gündelik hayata dair birçok şey özünden saptırılarak sunulmakta, kültürel bir değer olarak görülen pek çok şey iletişim araçları vasıtasıyla içi boşaltılarak kitleye ulaştırılmaktadır. Kitle iletişim araçlarından televizyon yaşamın diğer alanlarını olduğu gibi yemeiçme faaliyetini de kültürel kökenlerinden bağımsız ve kurgusal bir gerçeklik olarak sunmakta, yemek kültürüyle ortaya çıkan birçok değeri ya yok sayarak ya da bozarak eğlenceye dönüştürmektedir. Çalışma; yemek ve yemeğin zaman içerisinde değişen anlamları üzerine yapılan literatür taraması ile yemek yeme etkinliği öncesinde, esnasında ve sonrasında ortaya çıkan ve toplum içerisinde bir değer olarak görülen şeylerin televizyon ekranlarında nasıl sunulduklarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Gerek kültür çalışmaları yapanlarca, gerekse medya konulu literatürde oldukça tartışılan bir program olan “Yemekteyiz” televizyon programı üzerinden yapılacak olan bu eleştiri, yeme-içme faaliyeti ile gündelik ve kültürel olan yeme-içme faaliyeti arasında karşılaştırmalı olarak gerçekleştirilecektir. Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL Kültür Kavramı Günümüzde kültür kavramı toplum ve iletişim kavramlarından bağımsız olarak düşünülemeyecek kadar disiplinler arası bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmada da kültür kavramı bu bağlamda ele alınacak ve toplumun ürettiği, meydana getirdiği, nesilden nesile aktardığı bir kültürden günümüzde iletişim araçları vasıtasıyla, ticarete meyyal farklı kaygılar ön planda tutularak üretilen ve topluma yukarıdan empoze edilen bir kültür kavramı tartışılacaktır. Kültür kavramının semantiğine bakıldığında ekmek, dikmek, bakmak gibi anlamlara gelen Latince “colere” sözcüğünden türediği ve tarımla ilgili ürünleri ekmeye, dikmeye ve yetiştirmeye gönderme yaptığı görülmektedir. Ancak tarihsel süreç içerisinde değişen ve gelişen toplumsal yapı, kültür kavramının anlam, içerik ve kapsamında da birtakım değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Orta Çağ’da kültür kavramı tanınmazken 17. yüzyılda, insan tarafından oluşturulmayan, insanın dışında olan “doğa” kavramının karşıtı olarak (Kartari, 2001: 14) insan tarafından yapılan, üretilen maddi ve manevi şeylerin dolayısıyla da bir topluluğun bütün bir yaşam biçimi anlamına gelen bir zihin genellemesinin tanımı olmuştur. Ürün yetiştirmekten zihin yetiştirmeye doğru bir anlam değişikliğine uğrayan kavramın ilk olarak Fransızca ve İngilizcede “culture” olarak ardından da Almancada “kultur” şeklinde kullanılmaya başlanması yine bu yüzyılda olmuştur. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı kültür kavramına ilerleme, evrim, eğitim ve akıl gibi bu çağın fikir evreninin merkezinde yer alan kavramlarla bağlantılı (Cuche, Akt, Tutal, 2003:164) bir anlam katmıştır. Bu bağlamda Kant kültürü, insanın kendi mantıksal doğasından ötürü özgürce gerçekleştirebileceği ereklerin tümü olarak tanımlarken Nietzsche, aklı kendine mal etmek için insanın kültürü kullandığını ileri sürmüştür (King, 1999: 65). Dolayısıyla hem Kant’ın hem de Nietzsche’nin kültür algılamalarının Aydınlanma Çağı’nın temeli olan “insan” ve “akıl” kavramları üzerinde birleştiği görülmektedir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise kültür kavramı genellikle uygarlık kavramıyla eş anlamlı ya da karşılaştırmalı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bireyin kendini gerçekleştirmesine fırsat tanıyan ve bizzat gelişmenin gelişimine katkıda bulunan, tüm alanlarda ve her bakımdan insan ve insanlığın ortaya koyduğu ilerlemenin bütünü (Moles, 1983: 17) olarak daha çok yaratıcılığın ifade edildiği entelektüel, artistsel/ sanatsal ve ruhsal ürünler için kullanılmıştır (Erdoğan, 2005: 20). 20. yüzyıl toplumların kültürel değişme ve değiştirme açısından “kültür” kavramın önemini anlamasında bir dönüm noktası olurken 21. Yüzyılda kültür, uluslar için bir egemenlik ve mücadele alanı olmuş, “biliş ve bilinç yönetimiyle kimlikleri 44 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI belirleme ve davranışları yönlendirme konusundan küresel pazarda sürdürülebilir egemenlik ve çıkarı sağlamak için üretimden tüketime kadar bütün ilişki biçimlerini içeren önemli bir ilgi alanı hâline gelmiştir. (Erdoğan, Alemdar, 2005: 7)” Düşünce tarihimizde önemli bir yere sahip olan Ziya Gökalp ise kültürü 19. yüzyıl bakış açısıyla ele alarak “hars” ve “medeniyet” şeklinde karşılaştırmalı olarak işlemiştir (Gökalp, Akt: Turhan, 1994: 36). Gökalp’in yapmış olduğu bu kültür ve medeniyet ayrımına karşı çıkan Cemil Meriç ise kültür kelimesini Avrupa kökenli olması nedeniyle eleştirerek, kültürün çok anlamlılığına ve değişkenliğine “tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana; kelime değil, bukalemun” (Meriç, 1986: 9) sözleriyle vurgu yapmıştır. Kültürel değişkenlik konusuna değinen bir diğer isim de Mümtaz Turhan’dır. Ama Meriç’in aksine Turhan bu değişkenliği sürekli bir gelişme ve ilerleme hali olarak düşünerek bu durumu olumlu değerlendirmektedir. Ancak Turhan’a göre bu durumun olumsuzluğu da yok değildir. Çünkü söz konusu bu değişme ve gelişme her zaman kültürün tüm öğelerinde sistematik ve düzenli bir şekilde gerçekleşmez. Bazen maddi kültür unsurları daha hızlı değişirken manevi kültür unsurları daha yavaş değişebilir. Bu da kültür öğeleri arasında bir uyumsuzluğa neden olur (Turhan, 1994: 28). Maddi kültür ile manevi kültür öğeleri arasındaki bu uyumsuzluktan kaynaklanan bunalıma Amerikalı toplumbilimci W. F. Ogburn “kültür boşluğu” adını vermektedir (Kongar, 2005: 39). Maddi, manevi, sanatsal/düşünsel, sözlü ya da yazılı her ne şekilde olursa olsun “kültür” hayatımızın her alanındadır. Biz farkında olmasak da bizi her zaman ve her mekanda -giyimimizle, konuşmamızla, yememizle, içmemizle, oturmamızla, kalkmamızla- çevreler durumdadır. Kültür bizim şeyleri yapma biçimimiz, kendimizi kendimize ve dışarıya anlatışımızla oluşan sosyal kişiliğimizdir (Erdoğan, Alemdar, 2005: 23). Kültürün geçmişten bugüne hemen her disiplin tarafından ilgi görmesi ve bu alanda yoğun çalışmalar yürütülmesinin sebebi, kültürün bireysel ve toplumsal öneminin fark edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kültürel çalışmalar söz konusu olduğundaysa değinilmeden geçilemeyecek iki ekol bulunmaktadır. İletişim araçları ve kültür söz konusu olduğunda bu iki farklı ekole yönelik yaklaşımlar, konu ile alakalı literatürün referans saydığı yaklaşımlardır. Bunlardan biri Frankfurt Okulu diğeri ise Birmingham Okulu ya da İngiliz Kültürel İncelemeler Geleneği’dir. Frankfurt Okulu’nun kültür alanına yönelmesi ve bu alanda yürüttükleri çalışmaları, önemli kılan nokta ekolün kültürü medya ve iletişim olgularıyla bir arada ele almaları ve analiz etmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca medya ekonomipolitiği, metinlerin kültürel analizi, kitle kültür ve iletişiminin ideolojik ve sosyal 45 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL yansımaları ile izleyici alım çalışmalarını birleştirerek eleştirel iletişim çalışmalarını resmen başlatan da Frankfurt Okulu’dur (www.istanbul.edu.tr). Birmingham Okulu ise Frankfurt Okulu’nun kültürel eleştirinin öncüsü olduğu zamanlardan sonra, Frankfurt Okulu gibi kültürel çalışmaları disiplinler arası bir geçişkenlik ortaya koyarak sosyal teoriyi, kültürel analizi ve kritiğini ve siyaset bilimini, kültür ve toplumun şekillenişinin kapsamlı bir eleştirisini amaçlayan bir üst disiplin projesi çerçevesinde birleştirerek bu alandaki akademik sınırları ortadan kaldırmıştır (www.istanbul.edu.tr). Kültüre ilişkin vermiş olduğumuz kuramsal bilgilerin ardından, günümüzde seyahat kültürü, tüketim kültürü, çalışma kültürü, müzik kültürü, eğlence kültürü, modern kültür, kish kültür ve siyasal kültür (Erdoğan, Alemdar, 2005: 7) gibi birçok parçaya bölünmüş olan kültür bu çalışma içerisinde yemek kültürü bağlamında değerlendirilecektir. Kültürel Bir Etkinlik Olarak Yemek Yemek söz konusu olduğunda kültür kavramı; bir toplumun içtiği çorbayı, çorba içiş tarzını, kaşık tutuş şeklini (Kösoğlu, 1998: 41) yani en genel anlamıyla hayatı yaşayış biçimini ifade etmektedir. Bu yaşayış biçimi maddi ve manevi birtakım öğelerden oluşmaktadır. Bu anlamda toplum tarafından paylaşılan sevinçler, acılar, değerler, gelenek ve görenekler manevi öğeleri oluştururken toplumun ürettiği, kullandığı ve tükettiği kılık kıyafetten kap kaçağa kadar birçok öğe de kültür öğeleri olarak yerini almaktadır. Yemek ve kültür arasındaki ilişki ve karşılıklı etkileşim, antropologlar tarafından beslenme antropolojisi adı altında ele alınarak incelenmekte, bu bağlam üzerine üç ayrı konu öne çıkmaktadır (Tezcan, 2000: 1). Kültür ne yiyeceğimizin temel belirtisidir. Kültür öğrenilmiştir. Yiyecek alışkanlıkları da küçük yaşlarda edinilir ve öğrenildikten sonra uzun süre değişmez. Yiyecekler kültürün bütünleyici bir parçasıdır. İnsanların yemek yeme konusunda neyi tercih ettikleri, tercih ettikleri şeyi nereden nasıl sağladıkları, nasıl hazırlayıp pişirdikleri, ne zaman, nerede ve nasıl sundukları ve yedikleri, tamamen onların içinde bulundukları toplumun alışkanlıklarına (Tezcan, 1982: 113), yani kültürüne bağlıdır. Bu nedenle de yemek kültürü toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Hatta bir toplumda tarihsel olarak değişebileceği gibi o toplumun farklı bölgelerine, kırsal ya da kent merkezlerine 46 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI göre de değişebilmektedir. Kısaca, yemek ve kültür etkileşimi bağlamında düşünüldüğünde konu; coğrafi özellikler, yerleşim şekilleri, nüfus artışı ve yapısı, kentleşme ve sanayileşme, din, kitle iletişim araçları, reklamlar gibi birçok faktörle bağlantılıdır. Bütün bunların dışında, bir toplumun yemek kültürünü etkileyen ve onu diğer toplumlardan ayıran önemli bir unsur daha vardır ki o da toplumların tat alma duyusudur. Tat alma duyusu her ne kadar ilk bakışta kişisel bir duyu gibi görünse de aslında beş duyu içerisinde ortaklaşa faydalanabilen tek ve toplumsal bir duyudur (Ackerman, Akt: Pasini, 2001: 33). Görme, işitme, koklama ve dokunma duyularının birinci işlevi nesneleri, kokuları, sesleri görmeyi, duymayı ya da algılamayı sağlamaktır. Ancak bunu yaparken herhangi bir değer yargısı ya da tepki geliştirmek gerekmemektedir. Oysa tat alma duyusu tamamen tat alan kişinin kültürel geçmişiyle bağlantılıdır. Bu nedenle de kültürden kültüre farklılık göstererek, o kültür içinde neyin iyi neyin kötü olduğunu, yani neyin yenilebilir neyin ise yenilemez olduğunu belirler. Bu bağlamda “organlar sadece doğanın ağır ritmiyle evrim geçirirken, algılar, özellikle tat algısı, kültürlerin etkisiyle değişir. Yemek tarifleri, tat duyusunu yansıtan, aynı tema üzerinde farklı çeşitlemelerdir” (Flandrin, 2008: 92). Tat duyusu tarafından kültürel bağlamda belirlenen ve yemek kültürü konusunda toplumlar arasında en çok farklılık gösteren konu hiç şüphesiz neyin yenileceği, yani yiyecek malzemesidir. Yiyecek malzemeleri toplumdan topluma farklılıklar gösterir. Bu farklılıklarda yiyecek malzemesinin o toplumun coğrafyasında yetişip yetişmediği, dışarıdan temin edilip edilmediği kadar toplumun kültürel kalıpları tarafından belirlenmiş olan alışkanlıkların da büyük etkisi vardır. Fizyolojik bir ihtiyaca cevap veren tuz ve anne sütünde bulunan şeker dışında kalan tüm yiyecek malzemeleri bireyler tarafından sonradan öğrenilen, kültürel tercihlerdir. Birey, içinde bulunduğu toplumun damak tadına, yenilen nesnelerin ilk ipuçlarına daha bebekliğinde çevresinden aldığı kokularla ve hatta ondan da önce annesinden emdiği sütle alışmaktadır (Belge, 2008: 25). Bu nedenle her birey içinde doğup büyüdüğü toplum tarafından yenen/içilen şeyleri doğal olarak kabul etmekte, kendi toplumu tarafından tüketilmeyen şeyleri ise anormal olarak karşılamakta ve yadsımaktadır. Bu noktada bireyin karşı çıktığı ya da yadsıdığı şey, aslında yenen şeyin tadı değil, o şeyin yenilebilmesi fikridir. Yemek ve kültür ilişkisinde yenilen şey kadar bu şeyin nasıl hazırlanıp sunulduğu ve tüketildiği de büyük öneme sahiptir. Çünkü bir yiyeceğin hazırlanması, bu esnada kullanılan kap kacak ve yöntemler de kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar, içinde bulunulan kültürel, coğrafi, ekolojik ve ekonomik yapı ile tarihsel sürece göre şekillenmekte, gelişmekte ve değişmektedir. Örneğin Fransız antropologlarından Levi-Strauss bu konuya; “Bir toplumun yemek pişirme yöntemi, bilincinde 47 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL olmadan yapılarını tercüme ettiği bir dil gibidir.” (Barkören, 2005: 165) sözleriyle dikkat çekmekte ve yemeğin bir toplumun kültürel yapısı içindeki doğallığına ve kendiliğindenliğine vurguda bulunmaktadır. Doğallık ve kendiliğindenlik neticesi; toplumların yemek kültürlerinde farklılaşmalar meydana gelmekte, her toplumun, her ülkenin “ulusal mutfak” denilen kendine has bir mutfak kültürü ortaya çıkmakta, hatta toplumların ulusal mutfakları onların ulusal kimliklerinin de önemli bir parçası hâline gelmektedir. Bu nedenle bir toplumun ne yediğine, nasıl pişirdiğine ve ne ile yediğine bakarak o toplumun geçmişini, coğrafyasını, manevi değerlerini, hayat felsefesini okumak ve anlamak mümkündür. Her kültür kendi mutfağını yaratmakta, bir toplumun neler ürettiğiyle ekonomisi, nasıl beslendiğiyle refah düzeyi ve dağılımı, yeme biçimleriyle de o toplumun sanat ve estetik anlayışı öğrenilebilmektedir (Atabek, 2005: 7). Bir Değer Olarak Yemek Yaşamın en önemli boyutlarından birini yeme-içme faaliyeti oluşturur. Örneğin insanoğlu uyanık olarak geçirdiği yaşamının yaklaşık 15 yılını yemek yiyerek geçirmekte ve yaşamı boyunca yaklaşık olarak yüz bin kere sofraya oturmaktadır (Moulin, 1988 Akt: Pasini, 2001: 11). Hayatımızda böylesine önemli bir yere sahip olan yemeğin tarihi de insanoğlu kadar eskiye dayanmaktadır. Ancak yemeğe ilişkin bu tarihin incelenmesi ve araştırılması oldukça yenidir. Yemek konusu da tıpkı yaşamdaki giyim-kuşam, dinlenme, spor vb. birçok alanı gibi sosyal bilimciler tarafından uzun süre ihmal edilmiştir. Ancak günümüzde yemek de dâhil olmak üzere yaşamın tüm boyutları tüketimin ve sosyo-ekonomik hiyerarşilerin sürdürülmesi ile farklı sosyo-ekonomik sistemlerin kültürel ve sembolik yeniden üretilmesi (Yenal, 1996:197) açılarından odak noktası olarak mikro-tarih başlığı altında incelenmektedir. Yaşamın olmazsa olmazı “yemek” konusuna ilişkin ilk çalışmaların genellikle amatörler ya da eski çağ meraklıları tarafından yapıldığı görülmektedir. Fakat yapılan çalışmalarda dikkat çekici olan her disiplininin konuyu kendi bakış açısıyla ele alıp değerlendirmesidir. Örneğin; ekonomi tarihçileri yemeği üretilen ve satılan bir meta olarak görürken siyaset tarihçileri açısından yemek üretimi, dağıtımı ve idaresiyle vergilendirmeye ilişkin bir konudur. Çevreciler tarafından varlıklar zincirinin bir halkası olan yiyecek sağlıkçılar tarafından sağlıklı beslenmeye ilişkindir. Kültür tarihçileri ise yiyeceğin bireysel bedenleri olduğu kadar toplumları/grupları tanımlayan kimlikleri de nasıl beslediği ile ilgilenmişlerdir (Fernandez ve Armesto, 2007:9-10). Konuya ilişkin yaklaşımlar her ne kadar farklı da olsa yemeğin maddi kültürün bir parçasını oluşturduğu kaçınılmaz bir gerçektedir. Yiyecek ırk, sınıf ya da din ayırt etmeksizin her insan için öncelikle fiziksel bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyacın karşılanması zorunludur. Bundan dolayıdır ki ilk insanlar, 48 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ister otobur isterse etobur olsunlar öncelikle hayatta kalmak için toplamışlar, avlamışlar ve yemişlerdir. Ancak ateşin bulunması hem yemek tarihinde hem de kültür tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü ateş, yiyecekler üzerinde kimyasal bir tepkimeye yol açarken insanlar üzerinde de psikolojik ve sosyolojik sonuçlar doğurmuştur. Fernandez ve Armesto’ya göre kültür çiğ yiyeceklerin pişirilmesiyle başlamıştır. Ateş, hem insanların etrafında bir arada oturarak yemek yedikleri (aynı zamanda soğuktan ve yırtıcı hayvanlardan korundukları) sosyal bir ortama dönüşmüş hem de pişirilen yemek karın doyurma amacından çıkarak bireyleri bir sofra etrafından toplama ve bunu belirli zamanlarda yapma eylemine dönüşmüştür (Fernandez ve Armesto, 2007:17). Ortaya çıkan yemeğe anlamını ve önemini veren ise sadece yenen şeyin lezzeti değil, toplumun o yemeğe ilişkin duygu ve düşünceleridir (Belge, 2008: 25), kültürüdür aynı zamanda. Kültürel yiyecek tercihlerine ilişkin en genel örnekler ise çoğunlukla yenen şeylerle ilgilidir. Bu bağlamda karınca, çekirge, tırtıl, kertenkele, bit, vb. böceklerin özellikle az gelişmiş ya da ilkel topluluklarda çiğ, pişmiş ya da kızartılarak tüketilmesi ve hatta bazı Latin Amerika ülkelerinde, Kolombiya’da, Meksika’da kurutulmuş ya da kızartılmış şekliyle paketlenerek çerez niyetine tüketilmesi bizim kültürümüz açısından en uç örnekleri oluşturacaktır. Ya da bizim için önemli bir besin kaynağı olan inek etinin, Hindistan’da kutsallığından dolayı yenmemesi yemek ve kültüre ilişkin en yaygın örneklerden biri olarak verilebilir. Bir değer olarak yemek etkinliğine bakıldığında bunun toplumların yeme-içmeye dair oluşan mutfak kültürleriyle, coğrafi yapıyla, yerleşim şekilleriyle, nüfus artışı ve yapısıyla, kitle iletişim araçlarıyla, reklamlarla, sanayileşmeyle, teknoloji, kadının çalışma hayatına girmesiyle, cinsiyeti ve diniyle alakalı yemek üzerinden değer üreten faktörlerle bağlantılı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak söz konusu bu faktörler içinde özellikle din, ne gibi yiyeceklerin yenip yenmeyeceği, yılın belirli günlerinde neyin yenilip yenilmeyeceği ve günün hangi zamanında yemek yeneceğine dair (Tezcan, 1997:139) getirdiği yasak ve sınırlamalarla belirleyici bir özelliğe sahiptir. Dinin bu konudaki yasakları Adem ile Havva’ya kadar uzanmaktadır. Ayrıca her din, kendi toplumu için belirli yasaklar ve tabular koymuştur. Örneğin, İslam dininde domuz eti ve alkollü içki tüketimi yasaklanırken Hristiyanlık’ta bu maddeler serbest bırakılmıştır. Ya da belirli bir zaman diliminde herhangi bir şeyin yiyip içilmemesi olarak oruç, İslam dininde olduğu gibi Budizm’de, Hristiyanlık’ta ve Musa dininde de vardır (Hatemi, 1996:127). Yeme içmeye dair değer söz konusu olduğunda akıl önemli bir ayraçtır. Şöyle ki yemek insanlar için olduğu kadar hayvanlar ve diğer canlılar için de fizyolojik, temel bir ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyacın giderilmesi her canlıda farklı şekillerde gerçekleşmektedir. İnsanoğlu dışındaki diğer canlılar sadece karınlarını doyurmak ve yaşamlarını sürdürmek için yeme ihtiyacı duyarken insanlar için yemek fizyolojik 49 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL gereksinimden öte psikolojik ve sosyolojik bir olguya da dönüşmüştür. Bu dönüşümde insanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli unsur akıl ve aklın kullanımıdır. İnsanoğlu geçmişten günümüze akıl aracılığıyla, yenilen ve yenilmeyen besinleri keşfetmiş, yenenleri yetiştirmeyi ve sonrasında farklı yöntemlerle pişirmeyi icat etmiş, pişirilen besinleri sadece tat alma duyusuna göre değil, göze de hitap eder duruma getirmiş, yemek için araç-gereçler geliştirmiş, zaman içinde değişen yemek mekânları oluşturmuş ve bu birikimler sonucu bir değerler silsilesinden oluşan yemek kültürü meydana getirmiştir. Bir yiyeceğin hazırlanmasından sunulmasına, tüketilmesine ve bu esnada uyulması gereken görgü kurallarına kadar birçok unsuru kapsayan bu kültür içerisinde yemek kavramı da zamanla farklı anlamlar kazanmıştır. Bu anlamların en önemlisi yemeğin toplumsal bir olgu hâline gelmesidir. Toplumsal işlevler dâhilinde yemek etkinliğine bir değer atfında bulunulmasının sebebi de budur. Toplumsal bir değer olarak yemeğin işlevlerini statü simgesi, dostluk, arkadaşlık ve iletişim, hediyeleşerek paylaşma, festival ve ziyafetlerde eğlence aracı, toplumsallaştırma aracı, ailenin yüceltilmesi ve turizm yoluyla ülkelerin yakınlaşmasına yönelik bir araç (Tezcan, 1993:54) biçiminde sıralamak mümkündür. Yemek ve değer noktasında vurguda bulunan Barthes’a göre yemeğin kazanılan ve kaybedilen imajlar açısından toplumsal bir önemi bulunduğunu söylerken, “toplumdaki mevcut toplumsal sınırları ve birliktelikleri imleyen bir iletişim sistemi, bir imajlar bütünü, kullanım, durum ve davranışlar protokolü” olduğunu ifade etmektedir (Barthes, 1979 Akt: Yenal, 1996:200). Bu nedenle de yemek, her dönemde toplum içerisinde bir kimlik ve sınıf belirleme aracı olarak da kullanılagelmiştir. Bu noktada tüketilen yiyeceklerin çeşitleri, verilen ziyafetlerin sayısı, yemek yenilen mekânlar ve yemeğin sunum şekli gibi unsurlar belirleyici rol oynamaktadır. Diğer taraftan yemek, önemli toplumsal olaylarda bir iletişim aracı olarak da işlevsel değerinin korumaktadır. Doğum, ölüm, evlilik törenleri bunun en güzel örnekleridir. Doğum günleri, evlilik yıldönümleri, mutlu haberlerin kutlanması, kötü günlerin tesellisi hep yemek üzerinden gerçekleşmektedir. Gastronomi literatürünün önemli isimlerinden Brillat-Savarin de “aşırı sosyalliğin bizlerde yarattığı değişikliklerin tümünü çoğunlukla sofrada bir arada buluyoruz: aşk, arkadaşlık, iş, spekülasyonlar, güç, ricalar, protektora, hırs, entrikalar.” (A. Brillat-Savarin, 1975 Akt: Pasini, 2001:33) diyerek yemeğin iletişimsel boyutuna yönelik değeriyle alakalı göndermede bulunmaktadır. Akıl aracılığıyla insanlar için karın doyurma aracı olmaktan çıkarak bir değerler sistematiğine dönüşen yemeğin toplumsal ve iletişimsel boyutları dışında önem kazanmaya başlayan bir diğer boyutu da sanatsal ve estetik boyutudur. Önceleri sosyal itibar ve siyasi güç göstergesi olarak yemeğin miktarı ve çeşidi kullanılırken 16. 50 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yüzyıldan sonra bu durum değişmiş ve yemeğin niteliği niceliğinin önüne geçmiştir. Bu bağlamda yemeğin içeriği, görüntüsü, rengi, sunuş şekli, masa düzeni, kullanılan araç-gerecin yerleşme ve kullanma düzeni büyük önem kazanmıştır (Yenal, 1996: 213). Yemek Kültürü Bağlamında Yemekteyiz Programı Eleştirisi Kültürün Endüstrileşmesi Toplumun bilgilendirilmesi, eğitilmesi, eğlendirilmesi, seviyesinin yükseltmesi vb. alanlarda tartışma konusu edilen kültür birey yaşamının onulmaz bir parçası olarak bütün değerini korumaktadır. Ancak modern insan söz konusu olduğunda bu durum bir hayli değişiklik arz etmektedir. Bir endüstri aracı hâline dönüşen kültür, uzmanlaşmış faaliyetlerin ortak mekânı ve nötr bir alan (Lefebvre, 1996:63) olmaktan çıkmış medya tarafından kurgulanan, tüket(il)me duygusunu bir ihtiyaçmışçasına sunan bir kuşatma alanına (Yağlı, Akt: Yurdigül 2010) dönüşmüştür. Kültür endüstrisi olarak adlandırılan bu yeni dönem kitle iletişim araçlarının yardımıyla bir sistem haline gelmiş, değer olarak bilinen neredeyse her türlü varlığı, etkinliği, oluşumu vs. alt üst etmiştir. Kültür endüstrisinin etkisinde kalan dünya değer olarak düşünülen şeylerin atıl bir biçimde deneyimlendiği bir yer olmaktan çıkmış, toplumların en derin çatışma ve arzu semptomlarının ortaya konulduğu bir yere dönüşmüştür. Bu yenidünyada modern birey/toplum sürekli bir tüketim kültürüne ve manipülasyona maruz kalmaktadır. Bunda teknolojinin ulaştığı son nokta ve medyanın ideolojik bir aygıt olarak kullanımının büyük etkisi vardır. Bu bağlamda özellikle medya kapitalizme hizmet ederek insanlara sürekli olarak daha iyi bir yaşamı, daha iyi giyinmeyi, daha çok gezmeyi vb. dayatmakta uzun bir süreç sonucu deneyim ürünü olan değerler sistematiğini yok saymaktadır. Bu kültürel dönüşümde kitle iletişim araçlarından televizyon ise başlı başına tartışılması gereken bir konudur. Görsel ve işitsel özelliğiyle izleyenleri daha hızlı etkileyerek daha kolay bir şekilde yönlendiren televizyon, izleyicilere sunduğu programlar aracılığıyla onlara farklı dünyaların ve farklı tatların kapılarını ardına kadar açmaktadır. Televizyonun açtığı bu kapılardan hiç düşünmeksizin içeriye dalan seyirci kendini bambaşka bir dünyada bulmaktadır. Ancak bu dünya artık onun dünyası değildir. Başkaları tarafından, herkes için kurgulanan bir dünyadır. Bu dünyada seyirci tüm kişisel, ailevi, toplumsal, kültürel kimlik ve değerlerinden arındırılmış olarak özne değil, nesne konumundadır. Televizyonun seyircilere yönelik mesajları ise televizyon programları aracılığıyla iletilmektedir. Programlar sözde doğallığı ve sıradanlığı ile seyircilere neyin, nerede ve nasıl olması gerektiğine dair farklı hayatlar sunmaktadır. “ Yemekteyiz ”Televizyon Programı Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi birçok ülkede yayınlanan ve büyük ilgi gören “Yemekteyiz” televizyon programı, her hafta beş yarışmacının katılımıyla 51 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL gerçekleşen ve her akşam başka bir yarışmacının ev sahipliği yaparak diğer katılımcıları/yarışmacıları akşam yemeğinde ağırladığı, para ödüllü bir yarışma programıdır. Programda format gereği her yarışmacı kendisinin oluşturduğu menüyü ve misafirlerini ağırlayacağı sofrayı belirli bir süre içerisinde hazırlamak zorundadır. Yarışmaya ve değerlendirmeye ilişkin her ne kadar belirli ve kesin kurallar bulunmasa da, yemeğe katılan konuklar/yarışmacılar ev sahibini genellikle hazırladığı yemekler, sofra düzeni ve misafir ağırlama üzerinden değerlendirerek 1 ile 10 arasında puan vermektedirler. Bu puanlama sonrası en yüksek puanı alan yarışmacı o haftanın birincisi olarak büyük para ödülünü almaya hak kazanmaktadır. Program Eleştirisi Programın en önemli noktasını şüphesiz yemek/yiyecek oluşturmaktadır. Programda yaşamın en sıradan ve rutin eylemi olan yemek, tabak içinde çatal-bıçak yardımıyla ayıklanıp ayrıştırılarak irdelemenin/incelemenin nesnesi (Akpolat, 2009:16) hâline getirilmektedir. Bu ayıklama ve ayrıştırma işleminin sebebini ise gündelik yaşamda olduğu gibi bireyin herhangi bir şeyi yememesi değil, genellikle kendisine sunulanı beğenmemesi, ona burun kıvırması oluşturmaktadır. Yarışmacılar beğenmeme durumlarına yönelik tepkilerini “biraz çiğ kalmış”, “lapa gibi olmuş”, “çok tuzlu”, “fazla sulu” gibi klişe sözlerle açıklanmaktadır. Meseleye değerler bağlamında bakıldığında birçok eleştirel yaklaşımın gerçekleştirildiği görülmektedir. Örneğin Özkan “ Birlikte yemenin de ritüel, sosyolojik yönü vardır. Sofra huzuru olmadığı yerde bereketten, yemeğin nefasetinden söz edilemez… İnsanların bu kadar görgüsüz, lezzetsiz olma ihtimalleri yoktur” demektedir (Özkan, 2010). Sunulan yemeği ayrıştırmanın bir nedeni de yemeğin içinde ev sahibini zor durumda bırakacak bir nesne arayışıdır. Bu açıdan sadece yemekler değil, çatal, bıçak, kaşık, tabak ve bardaklar da adeta mercek altına alınarak tek tek incelenmektedir. En ufak bir leke ya da çizik o akşama damgasını vurmak ve ev sahibini kıyasıya eleştirmek için yeterli olmaktadır. Bu duruma kültür ve değer açısından yaklaştığımızda ise durumun tamamen farklı olduğunu görürüz. Bizim kültürümüzde yemek bize lütfedilmiş bir nimet olarak algılanmakta ve kutsallığı simgelemektedir. Dolayısıyla yemeğin değil çatal-bıçak yardımıyla ayrıştırılması, sunulanın beğenilmemesi, ona burun kıvrılması ve hakkında konuşulması bile büyük bir saygısızlık olarak kabul edilmektedir. Diğer yandan yemeğe gelen misafirin yemeği beğenmemesi gibi bir şey de söz konusu değildir. Çünkü misafir umduğunu değil, bulduğunu yemekle yetinmeli ve yedikten sonra ev sahibine “Allah bereket versin”, “Biz yedik azalttık Allah versin artırsın”, “Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş” vb. sözlerle teşekkür etmelidir. Yarışmacılar tarafından hazırlanan yemeklerin yemek kültürümüzün bir parçası olduğu da tartışmalı bir konudur. Çünkü yarışmacılar kendileri tarafından hazırlanan 52 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ya da kendilerine sunulan bir yemeğin değil, kültürel kökeni hakkında bilgi sahibi olmak çoğu zaman ne yediklerinin bile farkında değillerdir. Bu nedenle de sundukları yemekler hakkında Osmanlı mutfağından, Orta Asya’dan vb. göndermeleri rahatça yapabilmektedirler. Yine bu bağlamda yerel ve evrensel mutfaklar birbirine karışmış durumdadır. Fransız ya da İtalyan mutfağından yemeklerin sunulması yemeğe ilişkin kültürel engellerin daha çok özenti ve taklit yoluyla aşıldığının bir göstergesidir. Şimdiye kadar çalışmanın literatür bilgisi kısmında yemeğin toplumsallığına yapılan bütün göndermelere karşın programda genellikle bireysellik ön plana çıkmaktadır. Yapılan yemeklere Nur’un Çorbası, Ayşe’nin Böreği vb. isimler verilmesi ya da yemeği kifayetsizce eleştiren kişilerin farklı bir topluma mensupmuşçasına “damak tadıma uygun değil”, “bana hitap etmiyor”, “yemek kültürümle örtüşmüyor” gibi yorumlar yapması da bunun göstergelerindendir. Programda yemeğin en önemli işlevlerinden biri de ulaşmak için her yolun mubah sayıldığı bir amacın aracına dönüşmesi, değersizleşmesidir. En lezzetli yemekleri yapan, en güzel sofrayı kuran ve konuklarını en iyi şekilde ağırlayan yarışmacı programın birincisi olacak ve büyük para ödülüne kavuşacaktır. Ancak bu ödül yarışmacıların tarafsız ve nesnel bir değerlendirme yapmasına engel olmaktadır. Çünkü herkes bir diğerinin rakibi durumundadır ve bu nedenle de kimse kendi verdiği puanlarla bir diğerini birinci yapmak istememekte büyük ödülü kendisi kazanmak istemektedir. Diğer yandan yarışmacıların konuyla ilgili tarafsız ve nesnel bir değerlendirme yapmaları da pek mümkün değildir zaten. Programın yemek kültürümüzle örtüşmeyen bir özelliği de sofrada seviyesizce yaşanan tartışmalardır. Rasyonel olarak hiçbir açıklaması olmayan, incir çekirdeğini doldurmayacak konular programda sansasyon yaratmak amacıyla saatlerce konuşulmakta, tartışılmaktadır. Buna karşın yemek kültürümüzde sofrada konuşmak, yüksek sesle gülmek, yemeği beğenmemek ya da beğenmediğini dile getirmek uygun görülmeyen davranışlardır (Araz, 2009:10). Reyting uğruna yarışmacıların birbiriyle kıyasıya söz düellosuna giriştiği bu tartışmaların galibi ise programın yapımcıları ve yayınlandığı televizyon kanalından başkası değildir. Çünkü bu sansasyon izleyicileri programa çekmekte, merak ve heyecan duygularını kabartmaktadır. Bu tür programların en büyük silahı da budur. Özel olarak kurgu-lanan yapay ortamlar izleyiciye kendi yaşantısının bir parçasıymışçasına sunularak izleyicinin programının içine çekilmesi sağlanmaktadır. Bu durum izleyici tarafından da olumlanmaktadır. İzleyici kişisel yaşamında arkadaşının, komşusunun ya da bir başkasının özel hayatına karşı duyduğu ilgi ve merakı bu programda yarışmacılara karşı hissetmektedir. Gerçek hayatta her zaman karşılığını bulamayan bu duygular programda fazlasıyla karşılanmakta, dedikodu ve gözetleme, program aracılığıyla meşrulaşmakta, hatta bir değer olarak görülebilmektedir. 53 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL Diğer yandan özel hayatın kamusallaştırılması da programın dikkat çekici noktalarındandır. Yemek faaliyeti kültürümüzce kişiye, aileye özeldir. Kişinin nerede, kiminle ve ne yediği genellikle başkalarıyla paylaşılmayan özelleri kapsamındadır. Yemeğe dair özendirici, imrendirici konuşmaların yapılması da ayıp sayılmaktadır. Bu nedenle bu konulardan bahsederken “söylemesi ayıp” denerek söz edilmektedir. Yine bu konudaki “Zengini mahcup etme, fukarayı mahzun etme” ya da “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” atasözleri de bu ayıbı destekler niteliktedir (Araz, 2009:8) Buna karşın program bu durumun tam tersidir. Hazırlanan yemekler alım gücü var ya da yok, herkesin gözü önünde yenilmekte bir de üstüne üstlük beğenilmemektedir. Yemeklerin katılımcıların evinde hazırlanması, program öncesi evin görüntülerinin verilmesi, dekorasyonuna ilişkin yorumların yapılması ve evde yenmesi de özelin kamusallaşmasına bir başka örnektir. Böylelikle “bir zamanlar ticari dünyanın hamlelerinden kaçış yeri olan ev artık bu dünyanın bütünsel bir parçası hâline gelmiştir. Artık ticarileşmeden kaçma çabasıyla evimizin güvenli ortamına kaçamayız. Ve evimize de kaçamıyorsak, hiçbir kaçış yeri yoktur” (Ritzer, 2000 Akt: Arar, 2006: 77). Programında genel anlamdaki yemek kültürü ve yemeğe yüklenen toplumsal anlamlara yönelik literatür bilgileriyle örtüşen tek nokta, yemeğin bir statü simgesi olarak kullanılmasıdır. Yemek çeşidiyle, miktarıyla, hazırlanması ve sunumuyla geçmişte nasıl ki zenginliğin ve prestijin sembolü olmuşsa bugün bu program aracılığıyla da tüketim kültürünün bir parçası olmuştur. Programda sunulan yemekler geçmişteki gibi altın kaplamalı bezelyeler ya da akikli şehriyeler (Armesto, 2007:141) olmasa da yerli ya da yabancı, gösterişi temsil edecek türden seçilen yiyeceklerdir. Bu yiyeceklerin sunumunda kullanılan önemli markaların araç-gereçleri, masanın mum, çiçek, taşlar gibi çeşitli aksesuarlarla süslenmesi, servis edilme şekli vb. de yine bu simgeselliğe gönderme yapar niteliktedir. Yemek sofrasından kalkılmasını takiben müzik, eğlence, oryantal vb. gösterilerin yapılması da yemeğin eğlence aracı olarak kullanıldığının bir göstergesi olup zenginliğe, gösterişe işaret etmektedir. Sonuç Tarih içerisinde yemeğe baktığımızda, ilk dönemlerde fiziksel bir ihtiyacı karşılaması bakımından büyük önem taşıdığını ve yemeğin değerinin miktarıyla ölçüldüğünü görürüz. Nitekim geçmişteki büyük savaşların ana nedenini de genelde daha fazla yiyeceğe sahip olma fikri oluşturmaktadır. İlerleyen süreçteyse yemek, sadece miktar olarak ele geçirilmek istenen bir ganimet olmaktan çıkmış, ulusların daha çeşitli ve kaliteli yiyeceklerle toplumlarını refah içerisinde yaşatmaları için bir araç durumuna gelmiştir. Bu doğrultuda toplumların beslenme şekillerinde yaşanan değişiklikler de aslında toplumsal yapı ve değişime dair düşünce kalıplarındaki önemli dönüşümleri yansıtmaktadır. Son birkaç yüzyıldır ise yemek, bir toplumun başka bir 54 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI toplum üzerinde egemenlik kurmasının, başka toplumlara kendi anlam ve değerlerini iletmesinin, benimsetmesinin meşru bir yolu olmuştur. Bu yolla bir topluma özgü yiyecek ya da içecek, herhangi bir endüstriyel üretim mantığı ile üretilerek dünyanın dört bir yanına dağıtılmakta ve ırk, dil, din fark etmeksizin en ücra köşelerde kabul görmektedir. Günümüz tüketim toplumunda artık kültürel bir öge olmaktan ziyade bir tüketim nesnesine dönüşmüştür. Yemeğin, pazarda tutunmasını ve en iyi satış rakamlarını yakalamasını öncülleyen kültür endüstrisinin en önemli aracı ise kitle iletişim araçlarıdır. Yöresel, ulusal ya da uluslararası mutfaklara ait her türlü yiyecek ve içecek, alternatifleriyle birlikte kitle iletişim araçlarında boy gösterir. Medya onu alma beni al dercesine, her biri kendi üstünlüklerini tüketiciye anlatır. Üstünlüklerini anlatırken, tüketiciyi etkilemek için genellikle çocukları, kadınları, cinselliği, sağlık ve hijyeni, mutluluk, aşk ve sevgi temalarını kullanır. Medya bu şekilde, tüketicilerin maddi ihtiyaçlarından ziyade manevi duygularına hitap ederek söz konusu ürün ya da yemeğin değil, arzuların satışını gerçekleştirmeyi amaçlar. Özetle yemek kültürü artık geçmişten miras kalan, değer üreten, doğal ve özgün bir kültür değildir. Kültürün her alanında olduğu gibi yemek kültüründe de değişmenin en önemli sebebi yemeği kültür endüstrisinin metası hâline dönüştüren kitle iletişim araçlarıdır. Kültür endüstrisi, iletişim teknolojileriyle yemek kültürünün yerelliğini ve doğallığını yok ederek uluslararası, para karşılığı alınıp satılabilen, küreselleşmiş bir yemek kültürüne dönüştürmüştür. Dahası birey doğrudan, topluca katıldığı yemek kültürü içerisinde öncelikle kendi fiziksel değerinden vazgeçmiştir. Medya bireyin kendi bedenini, kültür endüstrisi aracılığıyla sunulan standart ve ideal bedenlere uygun hâle getirebilmek için öncelikle yemesi ve yememesi gerekenleri belirlemiş ve kendisi için buna uygun bir yemek kültürü yaratmıştır. Çalışmada ele alınan yemekteyiz programı da Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi birçok ülkede yayınlanan ve büyük ilgi gören uluslararası bir televizyon programı olarak yemek etkinliğine ilişkin ortaya çıkan değerleri ya dejenerasyona uğratarak ya da küresel dolaşıma sokarak yok etmektedir. 55 Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL KAYNAKÇA Akpolat, Y. (2009). “Yemekteyiz” Programının Düşündürdükleri”. Türk Yurdu Dergisi, 260, 14-18. Arar, Y. B. (2006). “Sıradanı Üretmek-Sıradanı Tüketmek: Kenarda Kalanın Sıradışı Potansiyeli Üzerine”. İçinde: (Ed. Selda İçin Akçalı). Gündelik Hayat ve Medya. (s. 65-97). Ankara: Babil Yayıncılık. Araz, N. (2009). Osmanlı Mutfağı. İçinde: (Yay. Haz. Nihal Kadıoğlu Çevik). Hünkar Beğendi:700 Yıllık Mutfak Kültürü (s.1-10). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Atabek, E. (2005). “Çorbalar ve Kültürler”. Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:3. Barkören, S. (2005). “Görsel Hazların Ortaklığı: Yemek ve Sinema”. Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:12. Belge, M. (2008). Tarih Boyunca Yemek Kültürü. İstanbul: İletişim Yayınları. Erdoğan, İ., Alemdar, K. (2005). Popüler Kültür ve İletişim (2. Baskı). Ankara: Erk Yayınevi. Fernandez, F. ve Armesto (2007). Yemek İçin Yaşamak. (Çev. Elif Akhan). İstanbul: İletişim Yayınları Flandrin, J.L. (2008). “Tadın da Bir Tarihi Var”. (Çev. Serap Öztürk). Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:11. Funda, Ö. (2010). “Pornografiden Daha Tehlikeli, RTÜK Yemekteyiz’e Kural Getirmeli”. Radikal Gazetesi, 01.16.2010. Hatemi, H. (1996). “Beslenme ile Kültür İlişkileri”. Sanat Dünyamız, 60-61,125131. Horkheimer, M. Ve Adorno, T.W. (1996). “Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi Fragmanlar II”. Çev. Oğuz Özügül. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Kartarı, A. (2001). Farklılıklarla Yaşamak. Ankara: Kültürlerarası İletişim, Ürün Yayınları. Kellner, D. (2009). “İletişim ve Kültürel Çalışmalar: Bölünmenin Üstesinden Gelmek”. (Çev. Hediyetullah Aydeniz), Erişim tarihi: 30.06.2009, http://www.istanbul.edu.tr/4.boyut/index.php?sayfa=oku&id=6 King , A. D. (1999). Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi. (Çev. Gülcan Seçkin, 56 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ümit H. Yoksal). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Kongar, E. (2005). Kültür Üzerine (8. Basım). İstanbul: Remzi Kitabevi. Kösoğlu, N. (1988).Türk Kimliği ve Türk Dünyası. İstanbul: Ötüken Yayınları Lefebvre, H. (1996). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (Çev. Işın Gürbüz). İstanbul: Metis Yayınları. Meriç C. (1986). Kültürden İrfana. İstanbul: İnsan Yayınları. Moles , A.(1983). Kültürün Toplumsal Dinamiği. (Çev. Nuri Bilgin). İzmir: Ege Ü. Edebiyat F. Yayınları Pasini, W. (2001). Aşk ve Yemek. (Çev. Can Belge). İstanbul: İletişim Yayınları Tezcan, M. (1982). “Türklerde Yemek Yeme Alışkanlıkları ve Buna İlişkin Davranış Kalıpları”. Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 31 Ekim-1 Kasım 1981, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları:41, Sayfa. 113-132. Tezcan, M. (2000). Türk Yemek Antropolojisi Yazıları. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Turhan, M. (1994). Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik (2. Basım). İstanbul: İFAV Yayınları. Tutal, N. (2003). “Doğu ve Amerika Arasında Avrupa”. Doğu Batı Dergisi, Sayı: 23, s. 159-167 Yenal, N. Z. (1996). “Bir Araştırma Alanı Olarak Yeme-İçmenin Tarihi ve Sosyolojisi”. Toplum ve Bilim.71, 195-228. Yurdigül, Aslı (2010). “Kültür Endüstrisi Bağlamında Yemek Kültürü Eleştirisi”. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 57 Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi Arş.Gör. Asiye ATA Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Giriş Teknolojinin gelişmesiyle birlikte donanım, yazılım ve insan üçgeni içinde çoğalan ağlar; Web 2.0 ile birlikte gelişerek yeni bir toplumsal alan oluşturmaktadır. Web 2.0 terimi, kullanıcıların mevcut web içeriklerini üretebildiklerini ve değiştirebildiklerini göstererek web teknolojisini daha kolay kullanılabilir hâle getirmeyi amaçlar. Bu teknolojilerle birlikte bilgi çoğalmakta ve hızla yayılmaktadır. Bilginin çoğalması ve hızla yayılmasıyla birlikte insanın sınırlarına müdahale de hızla gerçekleşmektedir. Buradaki en önemli etkenlerden bazıları zaman-mekân sınırlarının yok olması, hız ve kolaylıktır. İletişim alanına uygulanan bu gelişmelerle birlikte giderek mahremiyet sınırları da zorlanmaya başlanmıştır. Bu çalışmada bireye yeni ve bambaşka bir özgürlük alanı yanılsaması getiren yeni medyayla birlikte mahrem alanın nasıl eridiği sorunsalı tartışılmaktadır. Çalışma şu şekilde sistematize edilmiştir. Öncelikle “mahrem alan” olgusu tartışılmış, postmodern dünyada bireyin birey, bireytoplum, birey-otorite ilişkilerinin nasıl değiştiği ele alınmıştır. Nasıl olup da bireyin postmodern özneye dönüştüğünün cevabı aranmış ve postmodern özne bağlamında bu değişim ele alınarak öznenin yeni bir özgürlük alanı yanılsamasıyla nasıl cezbedildiği ifade edilmiştir. Sosyal medya olarak ele aldığımız Facebook, Twitter, Instagram, bloglar vb. uygulamalarla birlikte mahrem alanın eriyerek toplumsal değerlerin değiştiğine vurgu yapılmıştır. Bir “Değer” Olarak Mahrem Alan Olgusu Mahremiyet olgusunun bir değer olarak öne çıkması, toplumsal ve politik düzlemde birey kavramının tartışılmaya başlanmasıyla mümkün olabilmiştir. Bir kişisel hak ve özgürlük alanı olarak mahremiyet; bireyin hem aynı düzeyde olduğu insanlarla hem de yöneten yönetilen ilişkisi kapsamında otoriteyle olan ilişki biçimine göre konumlandırılmıştır. Bu karşılıklılık ilişkisi içinde mahrem alanın genellikle kamusal alan kavramıyla kendi ifadesini bulduğu görülmektedir. Mahremiyet daha Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK çok bireye, bir tür kamusal alan olarak nitelendirilen toplumsal normların ve hukuk kurallarının dışına çıkabilmeyi mümkün kılan bir hak olarak gündeme gelmiştir. Birey; kendi özel alanını tanımlama, sınırlarını çizebilme ve bu alanda dilediği gibi davranabilme hakkını elde edebilmiştir. Kapsamı ve niteliği toplumdan topluma değişse de genel itibariyle mahrem alan; bireyin özgürce hareket edebildiği, kararları ve kuralları bireyce belirlenen ve bir anlamda kendi kendinin efendisi olduğu bir temel insan hak ve özgürlüğü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sennett’e göre mahrem alan “doğal bir insanlık durumu” olarak kendini göstermektedir. Her zaman mahrem alanın alternatifi olarak var olan kamusal alansa “insan yaratımı” olarak tanımlanmaktadır. Kamusal alanı yöneten itkiler istenç ve yapıntı, özel alanı yönetenler ise kısıtlamalar ve yapıntının silinip gitmesidir. (Sennett, 2002:138). Toplumsal ve yönetsel düzene yönelik her türlü düzenlemenin birey üzerinde yarattığı gerilimin azaltılması noktasında doğal ve zorunlu bir ihtiyaç olarak mahrem alan karşımıza çıkmaktadır. Mcandrew ve Gifford’a göre yalnız kalma veya tek başına olma isteği mahrem alana duyulan en yaygın ihtiyaç olarak kendini göstermektedir. Bunun yanı sıra bireyin eş, dost akrabalarıyla birlikte diğerlerinin gözetimi ve müdahalesinden uzak ilişki ve iletişim kurabilmesi ihtiyacına yöneliktir (Yüksel, 182). Burada ev ve aile yaşantısı ise özel ve ayrı bir yer tutmaktadır (Sennett, 2002). Üçüncü olarak da mahrem alan, çok da öne çıkmadan bireyin kamusal alana katılma ve kendini temsil etme ihtiyacına karşılık gelmektedir (Yüksel, 182). Bir toplumsal varlık olarak insanın çok eski zamanlardan beri mahrem alan arayışı içinde olduğu bilinse de Arendt’e göre mahremiyetin adeta kutsal bir değer olarak formüle edilmesi ve hukuksal güvence altına alınması modern düşünceyle birlikte gerçekleşmiştir. Arendt, Antik Yunan’da mahremiyetin bir çeşit “mahrumiyet” olarak kabul edildiğini ve siyasal alana katılmadan sadece mahrem alanıyla sınırlı kalan birinin tam anlamıyla insan olamayacağı görüşünün hâkim olduğunu belirtmektedir. Modern bireycilik anlayışıyla birlikte mahrem alan genişlemiş, zenginleşmiş ve kamusal müdahalelerden uzak bir alan olarak kendini göstermiştir (Aktaran: Özkan). Liberalizm mahremiyet hakkını, birey için vazgeçilmez ve doğuştan elde edilen bir hak olarak tanımlamış ve bireyin kendi bedeni ve düşüncesi üzerinde egemen bir varlık olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Mill’e göre mahremiyet hakkı ilk olarak bireyin kendi bedeni ve düşüncesi üzerinde egemen olması; kendi bilincinin farkına varması ve tüm duygu ve düşüncelerinde serbest olmasını içermektedir. Birey duygularını, inancını, vicdanını, ahlak anlayışını, entelektüel dünyasını dilediği gibi inşa etmekte kamunun baskısından uzak olmalıdır. İkinci olarak mahremiyet bireyin başkalarına zarar vermeden zevk ve beğenilerini belirlemesi ve uygulamasını ifade etmektedir. Üçüncü olarak da bireyin kendi amaçları doğrultusunda bir gruba katılma, bir araya gelme ve kamusal alanda görünür olma arzusu anlamına gelmektedir (Mill, 2005). 60 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İnsanın hem kendini toplumdan tecrit etme hem de toplumsala gönüllü katılma arzusunu içlemleyen mahremiyet hakkı değişen sosyo-politik koşullarla birlikte farklı görünümleriyle karşımıza çıkmaktadır. Sennett’e göre çağdaş toplumun kamusal sorunu iki yönlüdür. Kişisel olmayan davranışlar ve meselelerin insanda güçlü bir heyecan oluşturamamasının ve bu durumun da kamusal alana katılma noktasında isteksizliğe yol açtığının altını çizer Sennett. “...davranışlar ve konular ancak insanlar yanılıp da onları kişilik sorunlarıymış gibi ele aldıklarında heyecan uyandırırlar. Ne ki, bu iki yönlü kamusal sorunun varlığı özel yaşamda sorun yaratır. Mahrem duygular dünyası sınırlarını yitirmektedir. Mahrem alan, insanların kendileri için alternatif ve dengeleyici yatırım sahası haline getirdiği kamusal dünya tarafından sınırlanmıyor artık. Bu yüzden, güçlü bir kamu yaşamının aşınması, içtenlikle ilgi duyulan mahrem ilişkileri deforme etmektedir” (Sennett, 2002: 20). Bir diğer sıkıntılı durumsa kendini daha çok kitle iletişim araçları aracılığıyla kamusal alana taşıyan günümüz insanının aktif bir izleyici olmaktan çıkıp “kamu” olma anlayışını kaybetmesiyle gündeme gelmektedir. Başkalarıyla temas kurmaktan çekinen, suskunluğa sığınan, duygularını belli etme kaygısıyla hiçbir şey hissetmeyen insanların kamusal alandan çekilmesiyle alan anlamını yitirmektedir (Sennett, 2002: 336). Kamusal alanda yaşanan belirsizlikse özel alanın niteliğinin tamamen değişmesine yol açmaktadır. “Çağdaş Birey”den “Postmodern Özne”ye Geçiş Foucault’nun deyimiyle kendini sürekli olarak icat etmeye çalışan “modern birey” (Featherstone, 2000: 25) postmodern süreçle birlikte değişime uğramıştır. Modernitenin toplumsal politik başarısızlıkları ve açmazlarına bir tepki olarak ortaya çıkan (Sim, 2006: 12) postmodernizm, yüzyıllardır Batı düşüncesinin merkezinde olan birey ya da özne kavramını reddetmiştir. Foucault, modern özne kavrayışını belirsizliği ve kökensizliği nedeniyle “kum üzerine çizilen işaretlerin silinebileceği kadar kolay biçimde silinebilecek bir şey” olarak eleştirmiştir. Postyapısalcılar ve postmodernistlere göre özne, net bir kimlik olamayacak kadar parçalanmış bir varlıktır. İkinci olarak özne modernizmin öngördüğü gibi zaman içinde değişmeden kalan sabit bir kimlik ya da benlikten çok, sürekli çözülme durumundaki bir süreç olarak kabul edilmelidir. “Baskı yoksa, sabit bir özne yoktur.” yaklaşımıyla Deleuze ve Guattari gibi düşünürler, modern özne öngörüsünün; yaratıcılığı ve kültürel değişimi engellediğini kabul etmişlerdir (Sim, 2006: 352). Bu yeni dönem “yeni orta sınıf ” içerisinde giderek yaygınlaşan insana ve hayata bakış açısını da değiştirmiştir. İnsanlar arasında artık, estetik hayatın etik açıdan daha iyi bir hayat olduğunu, insan doğası ya da hakiki benlik diye bir şeyin olmadığını, bizlerin bir dizi yarı benliğin toplamı olduğumuzu ve hayatın estetik olarak şekillendirilmeye açık olduğu düşüncesiyle hayatı ve insanı anlamlandırmaya başlamışlardır. Modern bireyi yönlendiren sürekli öğrenme ve kendini zenginleştirme arzusu yerini her zaman sürekli yenilenebilir hayat tarzının “kurallar yok, yalnızca tercihler var” sloganıyla özetlenebilecek bir anlayışa bırakmıştır (Featherstone, 2005: 61 Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK 97). Modernizmin büyük anlatıları içinde konumlandırılan beden ve bilinç; bu yeni anlayışla birlikte daha serbest ve değişken ama bir o kadar da var olanı anlamlandırmaya eskisine oranla daha fazla ihtiyaç duyan postmodern özneye dönüşmüştür. Yeni dönemin nüveleriyse yapıbozum, parçalılık, süreksizlik, çok seslilik ve çok kültürlülük, metinlerarasılık olarak kendini göstermiştir. Bu yeni dönemin başat aktörlerinden biri de kitle iletişim araçları olmuştur. Radyo ve televizyonla başlayan elektronik kitle iletişim sistemi, kültürel sürecin medya kültürü olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Manovic kitle medyasının üretim ve tüketim mantığının endüstriyel kitle toplumu mantığına uygun bir biçimde işlediğini, metinlerarasılık, interaktivite, anındalık gibi yönleriyle öne çıkan yeni medya mantığınınsa post-endüstriyel toplum mantığına uygun düştüğünü dile getirmektedir (Özgül, 2012:4529). Medya kültürüyle birlikte insanlar eskiden hayal bile edemeyecekleri kadar imgeler ve seslere maruz kalmışlardır (Sim, 2006: 54). Postmodern öznenin içinde yüzdüğü bu imgeler denizi Baudrillard’a göre gerçeklik ve imaj arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına yol açmaktadır. İmaj üretiminin ulaştığı yoğunluk ve gündelik hayatın estetikleştirilmesi günümüz insanını gerçekliğin yerine geçtiğini iddia eden sanal bir gerçeklikle karşı karşıya bırakmaktadır (Featherstone, 2005: 126). Postmodern sürecin belirleyici unsurlarından biri de teknoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Castells, Kranzberg Kanunu’nun ilk maddesini hatırlatarak şöyle der: “Teknoloji ne iyidir ne kötüdür, ne de nötrdür”. Şimdilerde teknoloji eskiden olduğundan çok daha fazla, hayatın ve zihnin özüne sızarak onun kimyasını değiştiren belirleyici bir güçtür (2013: 96). Lyotard ise teknolojinin yıkıcı etkisine dikkat çekip “tekno-bilim” güçlerinin dünya üzerindeki yaşamın sonunu hazırlayarak, insanlık tarihinin rotasını istenilen yöne çevirme girişimleriyle çok fazla ilgilenmiştir. Lyotard, tekno-bilimcilerin, kendini yeniden-üretme ve dünya yok olduğu zaman (4,5 milyar yıl sonraki bir olay) evrenin başka bir yerinde var olmayı sürdürme yeteneğine sahip, giderek daha karmaşık bilgisayar teknolojisi geliştirerek yavaş yavaş insanlığı tablodan çıkarıp attıklarını öne sürer. Lyotard, İnsanlıkdışı’nda (The Inhuman, 1988), teknobilimin nihai hedefinin bedensiz düşünceyi olanaklı kılmak olduğu ve bunun, şiddetle karşı çıkılması gereken, özde “insanlıkdışı”, insanlığa ve onun değerlerine karşı bir tehdidi temsil ettiği konusunda bizi uyarır. Tekno-bilimcilerin istediği şey, insanlığı varsayılan özüne, yani düşünceye indirgemek ve sonra bunu bilgisayar programı biçiminde itaatkar kılmaktır (Sim, 2006: 11-12). Yeni Medyada Özel Alanın Erimesi Geride bıraktığımız yüzyılı ifade eden kitlesel üretim, kitlesel pazarlama ve kitlesel iletişim (Atikkan ve Tunç, 2011:166) 90’lı yıllardaki gelişmeler ve özellikle de iletişim teknolojisindeki dönüşümle yerini yeni ufuklara bıraktı. Öyle ki yeni düzendeki 62 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI iletişim sistemini anlatmak için “kitle iletişimi” (mass communication) yerine “medya” (media) ifadesi kullanılmaya başlandı. 2000’li yıllara ise Web 2.0 uygulamasıyla kullanıcıyı içerik üreticisi hâline getiren internet teknolojisi damgasını vurdu. Web 2.0 ile kullanıcılar, mevcut web içeriklerini üretebildiklerini ve değiştirebildiklerini göstererek web teknolojisini daha kolay kullanılabilir hâle geldiler. Van Dijk’a göre “yeni medya” artık geleneksel medya olarak tanımlanan radyo, televizyon, gazete, dergi gibi kitle iletişim araçlarından farklı olarak dijital kodlama sistemine göre yapılandırılan, iletişim sürecinin tüm aktörlerinin eş zamanlı, karşılıklı etkileşimine olanak tanıyan, yüksek hızlı, yoğun ve çok katmanlı multimedya ortamı olarak ifade edilmektedir (Binark, 2007: 5). Yeni medyanın geleneksel medyadan farklı olarak özellikle kitle iletişim sürecine getirdiği yenilikleri mesajın üretim ve tüketim sürecinde ele almak mümkündür. Yeni medyayla birlikte birey; mevcut içeriği tüketen, mesajın içeriğine katkısı son derece sınırlı ve dolaylı olan bir konumdan çıkıp içerik üreticisi hâline gelmektedir. Ortamın sağladığı hız, anındalık ve sesli/görsel yoğun veri akışı da yeni uygulamalara fırsat oluşturabilmektedir. Denilebilir ki bir zamanlar gazete, radyo, sinema, dergi, tiyatro, edebiyat vs gibi alanların hepsini bünyesine alarak popüler bir medyaya dönüşen televizyonun yaptığını günümüzde yeni medya yapmaktadır. Sağladığı olanaklarla alışverişten, haberleşmeye, eğitimden, on-line terapilere kadar pek çok alanda her geçen gün kitleleri daha çok içine çekebilmektedir. Yeni medyanın daha çok da geleneksel pratiğe göre dışavurumu kolaylaştıran yönü bireyi cezbetmektedir. Geleneksel uygula-malardaki kısıtlamaların kısmen aşılabildiği, bireye görece bir özgürlük alanı sağlayan yüzüyle yeni medya “ilerlemeci” ve “özgürleştirici” iddiasıyla toplumsal ve bireysel alanın merkezi hâline gelmiştir. Yeni medya bireye sağladığı ucuzluk, kolaylık, pratiklik gibi tüm olanaklarla birlikte içine doğduğu sistemin açmazlarını da farklı görünümlerle bünyesinde barındırmaktadır. Henüz daha kendi akışını bulamamışken veya sürekli dönüşen yapısıyla hiçbir zaman bulamayacakken çok ciddi eleştirilerin de odağında yer almaya başlamıştır. Virilio yeni medyayla öne çıkan hız olgusuna vurgu yaparak günümüzde hızlanan şeyin “tarih” değil de bizzat “gerçeklik”in kendisi olduğunu dile getirmektedir. Tarih, yerel zamanla birlikte kendi somut tabanını da kaybetmiştir. Dünyasal zamanın anındalığı mesafelerin gerçekliğini ortadan kaldırarak, mekân imgesini de genleştirmektedir. “Sanki bütün gezegeni kaplayan bir patlama olmuş. En küçük gizli köşe bile çiğ bir ışık tarafından gölgeden çekilip çıkarılıyor.” diye yazıyordu Ernst Jünger, dünyanın gerçekliğinin aydınlanması karşısında. (Virilio, 2003: 13-17). Günümüz insanı için nihai bir pencere hâline getirilen bilgisayar ekranı küresel sistem tarafından kurgulanmış bir gerçekliği gözler önüne getirmektedir. Birey bu pencereden küreselleşmenin ufkunu seyretmeye, küreselleşmenin giderek hızlanan sanallaşmasının mekânını seyretmeye yarar bir hâldedir. Bilgisayar yalnızca bilgiyle ilgili olarak kullanılan bir makine değil, otomatik bir görme makinasına dönüşmek63 Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK tedir ve tümüyle sanallaştırılan bir coğrafi gerçeklik mekânının içinde faaliyet göstermektedir (Virilio, 2003: 20). Virilio’nun dikkat çektiği bir diğer nokta da bilgisayar ekranına hapsolan bireyin gittikçe fakirleşen duyular dünyasıdır. Analog teknolojinin yerini dijital/sayısala bırakmasıyla belirginleşen “veri sıkıştırması” gerçeklikle olan ilişkimizi hızlandırmakta ve buna bağlı olarak sürekli uzaklaştırmaktadır. “Bu arada bütün bunlar olurken duyularla alımlanabilen görüntülerin giderek fakirleşmeleri koşulu dayatılır. Böylece görsel-işitsel, dokunsal ve kokulu bilgilerin giderek dijitalleşmesi doğrudan duyuların çöküşe geçmesiyle birlikte meydana gelir. Yakın olanın, karşılaştırılabilir olanın analog benzerliği, uzakta olanın, tüm uzakların sayısal gerçeksiliği karşısında geriler. Duyuların ekolojisi ise işte bu nedenle nihai olarak kirletilmiş olur” (Virilio, 2003: 110). Birey, baş döndürücü bir hız olgusunun belirleyici olduğu bu dünyada gerçeklik reflekslerini hızla kaybetmekte, görüşünü bulanıklaştırmaktadır. Yeni Kamusal ve Özel Alanlar Yeni medyanın kendine göre şekillendirdiği ve hızla etkili olduğu alanlardan biri de her türlü yerel ve ulusal sınırları aşabilen, geleneksel değerlerin ötesinde kendince kuralları oluşan yeni âlemler/yeni ağ topluluklarıdır. Yeni ağ toplulukları bir taraftan küreselleşmenin renklerini barındırırken diğer taraftan da daha çok kişisel arzu ve hevesler, zevkler ve beğeniler etrafında şekillenen ve her an dağılmaya müsait bir yapı arz etmektedirler. Bu oluşumların tüm bu gevşek ve belirsiz karakterine rağmen geleneksel kalıpları ve sınırları zorladığı, aşındırdığı da ortadadır. Castells’e göre bilgisayarların esnek, interaktif yönlendirmeye duyduğu ihtiyaç, geleceğin üretim ve yönetim süreçlerini şekillendirmesi muhtemel bir bilgi etkinliği olan yazılım sektörünü zorlamıştır. Yazılım teknolojisinin elde edilebilirliği sayesinde ağlar oluşturma, örgütlenme esnekliği ve işletme performansı öncelik kazanmıştır. Yeni medyada çeşitli iletişim biçimleri interaktif bir ağ içinde bütünleşebilmekte böylelikle “...tarihte ilk kez insan iletişiminin yazılı, sözlü, görsel-işitsel biçimlerini aynı sistem içinde bütünleştiren bir hipertext ve meta-dil” oluşturabilmektedir” (2013: 440). Öncelikli olarak işletme veya yönetsel ihtiyaçlara göre şekillenen ağ iletişimi amacını aşarak yeni medyanın belkemiğini oluşturmuştur. Bilgisayarlı iletişim ağlarının oluşumu ve yayılması yeni medyanın yapısını, ağın mimarisini, ağa bağlı olanların kültürünü ve iletişim biçimini ebediyen değiştirmiştir. Castells; “Ağın mimarisi, açıktır; kamunun yaygın erişimini destekler; toplumsal eşitsizliklerin, elektronik alanında kendilerini güçlü bir biçimde ortaya koymalarına karşın hükûmetin kısıtlamalarına ya da ticari sınırlamalara ciddi biçimde ket vurur” (Castells, 2013: 473). Öte yandan sanal ağlar fiziksel olarak yakında olmanın gerektirdiği komşuluk algısını da değiştirmektedir. Fiziksel olarak bireyin en yakınına karşı duymakta olduğu doğal 64 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ihtiyaç, güven ilişkisi yerini üye toplulukların oluşturduğu “fantastik gerekçelere” bırakmaktadır (Virilio, 2003: 59-60). Çift Yönlü İşleyen Bir Dikotomi: Dikizleme ve Teşhir Yeni medyanın anonim karakteri dikizleme ve teşhir olgusunu farklı bir noktaya taşımaktadır. Günümüzde her bir sokak, işletmelerin önemli bir kısmı hatta özel alan olarak tanımlanan evler bile yedi gün yirmi dört saat kameralarla gözetlenmektedir. Fakat bu gözetimin en temel özelliği bireyin artık hem gözetlenen hem de gözetleyen konumunda olmasıdır. Bir çeşit çoklu gözetleme ortamında birey kendi özel alanını bilerek, isteyerek teşhir ederek belki de karşılığında sonsuz sayıda özel yaşamı dikizleme hakkını elde ettiği bilinçaltı bir toplumsal sözleşmeye imza atmaktadır. Niedzviecki, “Dikizlemenin bizim için en önemli hâle geldiği an, gördüklerimizin anonimleştiği andır”. “Birbirimizin sırlarını bilmemiz gerekiyor mu gerçekten de? Bir internet sitesinde sırlarını okuduğumuz kaç yabancı adına üzülebiliriz? Kaç defa onların talihsizliğini ve yanlış seçimlerini dert ederiz ki?” (2010: 140-141) derken bilinçaltı bu kazan kazan ilişkisinin altını çizmektedir. Pop-art’ın öncülerinden Andy Warhol’un 1968 yılında Stockholm’de açtığı bir serginin kataloğunda yazan “Gelecekte, herkes 15 dakikalığına ünlü olacaktır.” (indigodergisi.com) sözü günümüzü özetler gibidir. Her birey adeta kendi sıradanlığından sıyrılmak adına bütün gücüyle kendi özelini yeni medyaya taşımaktadır. Yeni medyada dikizleme ve teşhir boyutunun vardığı en üst noktalardan biri “live cams”lardır. Bazı internet kullanıcıları evlerine hatta yatak odalarına kurdurdukları Live camslarla kendi özellerini gönüllü olarak genele açmaktadırlar. Virilio bu telegözetim olgusunu bireylerin kendi kaygılarını ve saplantılı korkularını bir özel yaşama alanının aşırı teşhiri yoluyla bütün bir ağla paylaşmak olarak nitelendirmektedir. Kameralarla yapılan gerçek zamanlı canlı yayın dikizleme; herkesin dairesinin zaman ve mekânı herkesle ilişkiye geçmekte, eskinin gündelik mahremiyeti teşhir etme kaygısı yerini, özel yaşamını herkesin gözleri önüne açık bir şekilde sermeye bırakmaktadır. Bu durum geleneksel medyadaki dikizleme pratiğini tersine çevirerek insanların hakiki mekanlarını tam olarak medyatik bir görünüm-ötesine çevirmektedir (2003: 60). Niedzviecki, Twitter için şöyle der; “Twitter’in dayandığı mantık: En yakınımızdakilerden sakladığımız ufak tefek ayrıntıları itiraf etme şansı veriyor bize. İşe yarıyor; çünkü bağımlılık yaratıyor. Ayrıca kendi içinde tutarlı bir tarafı da var. Bir zaman sonra neleri ifşa ettiğinizi, banal hayatınızı kimlerin okuduğunu, hattın diğer ucunda kimin olduğunu düşünmeyi bırakıyorsunuz” (Niedzviecki, 2010: 146). Küresel kapitalist sistem artık farklı demografik özellikler taşıyan hedef kitle gruplarıyla değil, tek tek bireylerle hem de onların özel alanlarıyla ve hem de gönüllü katılımla ilgilenme ayrıcalığını elde edebilmiştir. Kısacası kişisel kaygı ve endişelerle kendini gösteren 65 Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK teşhir olgusu sistemin elinin bireylerin özel alanlarına kolayca girebilmesinin yolunu açmaktadır. Yeni medyanın sağladığı olanaklarla kamusal alanda yaşanan genleşme ve tahribat, teşhir ve dikizleme pratiğiyle özel alanın da aşınmasına neden olmaktadır. Günümüz bireyleri için özel alanı belirleyen fiziksel bir referans noktasından bahsetmek pek de mümkün görünmemektedir. Özel alanla kamusal alanın birbirini içlemlediği ve dolayısıyla anlamsızlaştırdığını söylemek mümkün olabilmektedir. Özde aynı psikososyal dürtülerde birleşen teşhir ve dikizleme özel alanın sınırlarını ulus ötesine taşımakta ve eriyip belirsizleşmesine yol açabilmektedir. Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü adlı eserinde şöyle der: “Yine de “Dikizleme Kültürü” nün ön koşulu olan herkesi ve her şeyi gözaltında tutma saplantımızın gelip geçici olduğuna inanmak istiyoruz. Başkalarını dikizlememize imkân veren sınır tanımaz bir iştaha sahip teknolojinin cazibesini bir gün yitireceğini düşünmeyi tercih ediyoruz” (Niedzviecki, 2010: 200). Özel Alanın Önündeki En Büyük İki Tehdit: Saklanmanın ve Unutulmanın İmkânsızlığı “Özgürlükçü” ve “ilerlemeci” yönleriyle bireye daha fazla özgürlük ve demokratik katılım vadeden yeni medya tam da onu en fazla kendini özgür hissettiği noktada hapsedebilmektedir. En temel bireysel hak ve özgürlüklerden biri olan özel hayatın gizliliği sanal ortamda, istenildiğinde, neredeyse imkânsız hâle gelebilmektedir. Teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde milyonlarca insanın dijital veriler gibi kodlanıp takip edilmeleri artık mümkün olabilmektedir. Üstelik takip edilmekten kurtulmanın tek yolunun ancak teknolojiyi onlar kadar etkili kullanmaktan geçebildiği bir sürece girilmiş durumdadır. Facebook, twitter, instagram gibi sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılan her fotoğraf, video, ses veya kanaat özel yaşantımıza ilişkin ipuçlarına dönüştürülebilmektedir. E-devlet uygulamaları nedeniyle son derece güvenlikli kalması gereken kimlik bilgilerinin bile ele geçirilmesi mümkün. Yapılan her bir alışverişte bırakılan kart numarası her türlü istismara açık hâlde. Zevklerimiz, beğenilerimiz, tercihlerimiz kısacası karakterimize dair her türlü veri birkaç günlük bir takiple ulaşılabilecek olasılıktadır. Bir çeşit sosyal medyada gizliliği koruma hareketi olan Trend Micro’nun hazırladığı rapora göre, sosyal ağ kullanıcılarının sadece %38’i çevrimiçi paylaştıkları şeyleri nasıl sınırlandıracağını biliyor. Bu düşük oran birçok kullanıcının aslında planladığından daha fazla bilgiyi paylaşıyor olabileceğini gösteriyor. Çevrimiçi fazla bilgi paylaşmak beklenmedik zararlara, hak ve itibar kayıplarına neden olabiliyor. Paylaşılan bilgilerdeki ayrıntılar kimlik bilgileri için ipuçları oluşturabiliyor ve siber suçlular için bireyi hedef yapabiliyor. Yeni medyada kimlik bilgileri hırsızlığı o kadar yaygınlık göstermektedir ki 2012 yılında ABD’de her üç saniyede bir kişi kimlik bilgileri sahteciliği kurbanı olmuştur (trendmicro.com.tr). 66 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Facebook’tan bir örnek verecek olursak; Facebook’ta hesabı olan bir kişi hareketler dökümünden arkadaşı olmayanların kendi profilini nasıl gördüğünü görmek istediği zaman şu uyarı çıkmakta: Hatırlatma: “Zaman tünelinde gizlediğin şeyler Haber Kaynağı’nda, arama sonuçlarında ve Facebook’taki diğer yerlerde görünmeye devam eder.” Görünürlüğün bu kadar arttığı ve aynı oranda saklanmanın neredeyse imkansızlaştığı yeni medyada unutulma hakkının olmaması da ayrı soru işaretleri oluşturmakta ve bireylerin özel alanlarını tehdit etmektedir. Yeni medyanın unutmama gibi bir özelliği de bulunmaktadır. Açılan her sayfa, izlenen her video, atılan her tweet dijital art alanda izler bırakmaktadır. Sosyal ağlarda açılan her hesap kullanılmazsa bile hesap adıyla uzun süre kalabilmektedir. Örneğin Twitter, hesabınızı devre dışı bırakmadan önce 30 gün beklemektedir. Hesap devre dışı bırakılsa bile içeriğe birkaç gün boyunca siteden erişilebilmektedir (trendmicro.com.tr). Kuruluş amacını “tüm dünyadaki bilgileri düzenlemek ve bunları herkes için erişilebilir kılarak kullanışlı hâle getirmek” şeklinde açıklayan dünyanın en büyük arama motoru Google ise unutulmayı neredeyse imkânsız hâle getirmektedir. Son birkaç yıldır gerçekleştirilen yoğun çabalar sonucunda nihayet Google geçen ay Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın aldığı kararla 32 Avrupa ülkesinde unutulma hakkını kullanma kararı almıştır. Dünyanın geri kalanı bu hakkı henüz elde edebilmiş değildir (aa.com.tr). Sonuç Yeni medyanın baskın doğası yaşamın her alanını olduğu gibi temel bireysel hak ve özgürlüklerden biri olan mahremiyet hakkını ya da özel alanı da kendine göre şekillendirmektedir. Gelinen noktada zaten doğası gereği değişken, muğlak ve sorunlu olan özel alan olgusu yeni medyanın oluşturduğu tahrifatla daha da sıkıntılı bir hâl almaktadır. Yeni medya ile özel alana ait olan pek çok değer kamusal alana taşınmaktadır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte enformasyonun bolluğu ve sınırtanımazlığı artmış ve insanlar özellikle bilgisayar aracılığıyla birbirleriyle iletişim hâline geçmişlerdir. Özellikle yeni medya olarak görülen Facebook, Twitter, Instagram, bloglar vs. ile insanlar kendi özel yaşamlarını topluma iletirken bir o kadar da çevresinin özel yaşamıyla ilgilenmeye başlamıştır. Baudrillard’a göre bizi gerçeklik ve imaj arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı ve gündelik hayatın estetikleştirildiği, bu nitel açıdan yeni topluma, simülasyon dünyasına ya da postmodern kültüre taşıyan şey, imaj üretiminin ulaştığı bu yoğunluk, bu birikim, bu sınırtanımazlıktır (Featherstone, 2005: 126). Bu yoğun sanallıkla birlikte toplumsal değerlerde bir değişim gerçekleşmiş ve özel alan kavramı anlamını yitirerek kamusala dönüşmüştür. Bilgisayar programları ile itaatkâr kılınmaya çalışılan birey, kendi sıradanlığından 67 Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK sıyrılmak için kendi özelini yeni medyaya taşımaktadır. Bu teşhir ve dikizleme mahrem alanın sınırlarını ulus ötesine taşımakta ve mahrem alanın erimesine yol açmaktadır. Böylece herkesin herkesi gözetleyebildiği bu yeni oluşan alanda dikizleme ve teşhir yerini alarak toplumsal değerlerde bir değişim gerçekleşmektedir. KAYNAKÇA Atikkan, Z. ve Tunç, A. (2011). Blogtan Al Haberi, Haber Blogları Demokrasi ve Gazeteciliğin Geleceği Üzerine. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Binark, M. (2007). Yeni Medya Çalışmaları. Ankara: Dipnot Yayınları. Castells, M. (2005). Enformasyon Çağı: Ekonomi Toplum ve Kültür: Ağ Toplumunun Yükselişi. (Çev. E. Kılıç). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Featherstone, M. (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev. M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Mill, S.M. (2005). Özgürlük Üstüne ve Seçme Yazılar. (Çev. A. Artan). İstanbul: Belge Yayınları. Niedzviecki, H. (2010). Dikizleme Günlüğü. (Çev. G. Gündüç). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Özgül, G.E. (2012). “Bir Görme Biçimi Olarak Yeni Medya: Kamusal Bir Alan İmkanının Araştırılması”. Journal of Yaşar University. Sennett, R. (2002). Kamusal İnsanın Çöküşü. (Çev. S. Durak&A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Sim, S. (2006). Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (Çev. A. Utku&M. Erkan). İstanbul: Ebabil Yayıncılık. Virilio, P. (2003). Enformasyon Bombası. (Çev. K. Şahin). İstanbul: Metis. Yüksel, M. (2014). “Mahremiyet Hakkı ve Sosyo-Tarihsel Gelişimi”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58-1. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/458/5202.pdf. Erişim: 06 Haziran 2014. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/338089—google-quot-unutulma-hakki-quoticin-web-formu-hazirladi Erişim: 3 Haziran 2014. http://indigodergisi.com/2014/04/andy-warholun-fabrikasi/ Erişim: 29 Mayıs 2014. http://www.trendmicro.com.tr/media/resource_lib/social/how-to-protect-yourprivacy-on-social-media-tr.pdf Erişim: 02 Haziran 2014. Özkan, T. (2014). “Özel Hayat Kavramının Soykütüğü”. Erişim: 5 Haziran 2014. http://www.ankahukuk.com/sosyoloji/item/358-özel-hayat-kavramınınsoykütüğü 68 I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Cuma - 09:30 - 10:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Mehmet KARAGÜL / Mehmet Akif Üniversitesi İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz İhtiyaçlar Karşılanabilir mi? Prof.Dr. Mahmut TEKİN / Selçuk Üniversitesi Değerlerdeki Erozyon ve Tüketim Harcamalarına Etkileri Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN / Üsküdar Üniversitesi Prof.Dr. Mehmet ZELKA / Üsküdar Üniversitesi Nesnelerin Tüketim Metafiziği Arş.Gör. Şeyma B. ERDOĞAN / Atatürk Üniversitesi Arş.Gör. Fahrunnisa KAZAN / Atatürk Üniversitesi İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz İhtiyaçlar Karşılanabilir mi? Prof. Dr. Mahmut TEKİN Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Giriş İktisadi olayların ve faaliyetlerin temelinde; üretim, tüketim, değer oluşumu ve paylaşım vardır. Tüm iktisadi faaliyetlerin temeli insan ihtiyaçlarının karşılanmasına dayalı tüketimdir. Tüketim bir bakıma iktisadın itici gücünü oluşturan motordur. Tüketim olmadan hiçbir iktisadi faaliyet gerçekleştirilemez. Tüketimin temeli de insan ihtiyaçlarına dayanır. Ancak gelişen pazarlama teknikleri ve teknoloji sayesinde ihtiyaç kavramının kapsamı ve anlamı büyümüştür. Bir bakıma insan ihtiyaçlarının kışkırtılmasıyla artan tüketim sonucu sınırlı kaynaklarla aşırı tüketimin karşılanamama riski ve felaketi ortaya çıkmıştır. Kışkırtılan sonsuz insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere dünya kaynakları yetersiz hâle gelmiştir. Bu durum sonucu açlık, kıtlık, kuraklık, savaşlar ve sel gibi önemli felaketlerle karşılaşılmaktadır. Artan sonsuz ihtiyaçları karşılamak üzere aşrı kaynak kullanımı dünyadaki su, orman, bitki örtüsü ve tarım alanlarını tehdit ederek diğer canlılar ve bitkilerin türlerinin yok olmasına neden olmuştur. Aşırı tüketim sonucu atıkların yok edilmesi ve geri dönüşümü önemli bir sorun olmuştur. Hava kirliliği, sera gazları ve çevre kirliliği ve buna bağlı hastalıklar önemli boyutlarda artmıştır. Bu felaketlerin temelinde sonsuz veya sınırsız olarak kabul edilen insan ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere kışkırtılan doyumsuz bir tüketim vardır. Sürdürülebilirlik dünya ve insani değerler açısından artık en önemli sorun durumundadır. Aşırı kaynak tüketimine neden olan iktisadın temel teorisi; “insan ihtiyaçları sonsuz, bu ihtiyaçları karşılayacak kaynaklar sınırlı” bir paradigmaya dönüşmüştür. İktisadın temel teorisi, sonsuz insan ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılayan bilim olarak kabul edilmesidir. Sonsuz insan ihtiyaçları, sınırlı kaynaklarla karşılanabilir mi? Mevcut durumdaki insan ihtiyaçlarını karşılamada zorlanan dünyadaki orman, su, maden, tarımsal ve hayvancılık ürünleri, balık ve diğer gıda maddeleri ve arazi, insan gücü gibi kaynaklar sürekli artan dünyadaki insan nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayamıyor? Ayrıca sürekli çeşitlenerek artan insan ihtiyaçları gittikçe azalan sınırlı kaynaklarla karşılanabilir mi? Karşılanabilirse nasıl karşılanacak? Mevcut durum sürdürülebilirse bu durum ne kadar devam edebilecek? Artık bu teorinin sorgulan- İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN ması ve ihtiyaçlarında bir sınırı öngören ihtiyaçlar mühendisliğine gereksinim vardır. Bunu yerine insani değerlere dayalı; daha adil, daha sorumlu, daha insani, daha sürdürülebilir, daha müreffeh ve huzurlu bir dünyayı temel alan temel alan değerler iktisadı modeli uygulanabilir mi? Bu makalede bu sorulara ve çelişkili durumlara cevaplar aranacaktır. İktisat ve İşletme Bilimi İle İhtiyaçlar Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır? İşletmenin kuruluş nedeni olan müşterinin bir birey ve insan olarak çeşitli ihtiyaçları vardır. İhtiyaç kavramı işletme biliminde önemli bir yere sahiptir. İhtiyaç, insanın tatmin edilmesi gerekli olan önemli bir duygusudur. Bu nedenle ihtiyacın çeşidine bağlı olarak mutlaka tatmin edilmesi gerekir. Çünkü; insanın ihtiyacının tatmin edilmemesi organizmada gerilimlere neden olarak ona acı ve elem verecektir. Örneğin; insanın yemek yeme, uyuma, barınma, elbise giyme, dinlenme, sağlıklı yaşama, eğitimli olma ve sevgi gösterilmesi gibi çeşitli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlardan sözgelimi; uykusu olan bir kişinin uyku ihtiyacını gidermemesi o kişinin rahatsızlığına neden olacaktır. Bu ihtiyacını tatmin etmeyen uykusuz bir kişi agresif, huzursuz ve mutsuz tavırlar sergileyebilir. İktisat bilimine göre ihtiyaç tüketimin temelini oluşturan önemli bir kavramdır. İktisadi olayların varlığı bir bakıma tüketimle de ilgidir. İktisatla olduğu kadar işletme bilimiyle de ilgili olan ihtiyaç insan yani müşteri kavramıyla yakından ilgilidir. Çünkü; işletme bilimine göre ihtiyaç varsa müşteri var demektir. Müşteri, işletmeciliğin temelini oluşturur. İşletme, öncelikle müşteri ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmaktadır. Müşteri ihtiyaç ve istekleri, işletmenin en önemli varlık nedenidir. Örneğin; müşterinin ayakkabı ihtiyacını karşılamak için, ayakkabı üretim ve pazarlama işletmelerinin kurulması gibi. Müşteri var olduğu sürece, işletme de varlığını sürdürür. Müşterilerin işletmenin ürettiği ve pazarladığı mal ve hizmetleri satın almaması durumunda işletmenin de varlığı sona erecektir. Müşterinin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla işletmeler tarafından mal ve hizmet üretilerek pazarlanır. Örneğin; yemek ihtiyacını karşılamak için çeşitli gıda maddeleri, uyku ihtiyacını karşılamak için yatak ve karyola, barınma ihtiyacını karşılamak için ev, giyinme ihtiyacını karşılamak için elbise, dinlenme ve tatil ihtiyacını karşılamak için otel, sağlıklı yaşama ve tedavi ihtiyacını karşılamak amacıyla hastane ve sevgi ihtiyacını gidermek içinde hediyelik eşya ve benzeri mallar ve hizmetler işletmeler tarafından üretilerek pazarlanır. İnsan ihtiyaçların karşılamak üzere mal ve hizmetleri üreterek pazarlamak için bir kuruluşa gereksinim vardır. Bu kuruluşa işletme denilmektedir. Örneğin; ekmek üretmek için fırına (işletme) ve bu ekmekleri pazarlamak içinde bakkal, market, büfe ve alış veriş merkezi gibi işletmelere gereksinim vardır. Bir bakıma ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan tüketime karşılık vermek üzere yapılan üretim tüm iktisadi olayların ve işletmeciliğinde başlangıcını oluşturur. Sanayi ve hizmetler toplumunun bugünkü düzeyine ulaşmasında tüketimi karşılamak üzere yapılan üretimin önemli bir yeri vardır. 72 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İşletme biliminin temeli insan ihtiyaçlarının karşılanmasına dayanır. İhtiyaçların ayrıntılı olarak incelenmesinde fayda vardır. İhtiyaçlar; fizyolojik ihtiyaçlar (yeme, içme, solunum, barınma ve güvenlik) ve psikolojik ihtiyaçlar (sevgi, beğenilme, bağlanma ve başarma) olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. İhtiyaçların tatmin edilmesi için bazı araçlara (para, mal, altın) gereksinim vardır. İhtiyaçlarının tatmin aracına (para) sahip olmak isteyen insanın çabası, ekonomik faaliyeti doğurmaktadır. Örneğin; acıkan bir kişinin ekmek açlığını gidermek için paraya sahip olması gerektiğini bilerek parayı elde etmek için bir işte çalışması sonucu bir ekonomik faaliyetin doğması gibi. İşletmeciliğin temelini oluşturan müşteri (insan) ihtiyaçları geçmişten günümüze sürekli olarak çeşitlenerek ve şekil değiştirerek artmaktadır. Örneğin; yüzyıl öncesindeki müşteri ihtiyaçlarına bakıldığı zaman; bilgisayarların, internetin, cep telefonlarının, elektronik ticaretin ve uçakla yolculuğun olmadığı görülecektir. Oysa günümüzde bu ve benzeri mal ve hizmetlerin yaygın bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. O dönemlerde taşıma için; at, deve, katır, at arabaları ve kervan konaklama için; kervan saray haberleşme için; posta güvercini ve atlı haberciler gibi canlılara ve araçlara ihtiyaç vardı. Gelecekteki ihtiyaçlarımızın ne şekilde değişerek şekilleneceğini şimdiden tahmin etmek oldukça güçtür. Dünyada meydana gelen ekonomik ve teknolojik gelişmeler ve değişim sonucu, insan ihtiyaçlarının sürekli çeşitlenerek arttığı görülmektedir. Böylece insan ihtiyaçlarının artarak sonsuz duruma geldiği ve buna karşılık kaynakların ise kıt olduğu kabul edilmektedir. Bu bağlamda ihtiyaçlar ve kaynaklar arasında bir denge kurulması gerekir. Bu dengeyi sağlayan bilim iktisattır. İktisat; sonsuz insan ihtiyaçlarını kıt kaynaklarla karşılamaya çalışan bilimdir. Müşteri ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla mal ve hizmetlerin üretilmesi ve pazarlamasının yapılması işletme faaliyetlerinin temelini oluşturmaktadır. Örneğin; ahşap, sunta, boya ve diğer malzemelerden masa, koltuk ve yatak gibi çeşitli malların üretilmesi ve pazarlanması mobilya işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Tatil ve dinlenme ihtiyacının karşılanması amacıyla turistik otel yapılması (üretimi) ve turistik hizmet sunumu (pazarlaması) turizm işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Sağlıklı yaşama ve hastalıkların tedavi edilmesi amacıyla hastane yapımı (üretimi) ve sağlık hizmetleri sunumu (pazarlaması) da hastane işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Gittikçe çeşitlenerek artan ihtiyaçlarımıza göre günlük hayatta karşılaştığımız fabrika, market, hastane, banka, tesis, işletme, kurum ve kuruluşlar gibi tüm iktisadi birimlerin kuruluşların sayısı ve çeşidi de artmaktadır. Tüm iktisadi olayların nedeni müşterinin bir birey ve insan olarak tüm ihtiyaçlarını karşılamaktır. Örneğin; hastane insanların sağlık hizmeti ihtiyacını, tekstil fabrikası giyim ihtiyacını karşılamak üzere kurulmaktadır. İnsanların çeşitli ihtiyaçları vardır. İhtiyaç kavramı iktisat ve işletme 73 İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN biliminde önemli bir yere sahiptir. İhtiyaç, insanın tatmin edilmesi gerekli olan bir önemli bir duygusudur. İnsanın ihtiyacının tatmin edilmemesi organizmada gerilimlere neden olarak insana acı ve elem verecektir. Örneğin; insanın yemek yeme, uyuma, barınma, elbise giyme, dinlenme, sağlıklı yaşama, eğitimli olma ve sevgi gösterilmesi gibi çeşitli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlardan sözgelimi; uykusu olan bir kişinin uyku ihtiyacını gidermemesi o kişinin rahatsızlığına neden olacaktır. Bu bağlamda insan ihtiyaçlarının mutlaka karşılanması gerekir. Bu bağlamda insanların çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla işletmeler tarafından mal ve hizmet üretilerek pazarlanır. Örneğin; yemek ihtiyacını karşılamak için çeşitli gıda maddeleri, uyku ihtiyacını karşılamak için yatak ve karyola, barınma ihtiyacını karşılamak için ev, giyinme ihtiyacını karşılamak için elbise, dinlenme ve tatil ihtiyacını karşılamak için otel, sağlıklı yaşama ve tedavi ihtiyacını karşılamak amacıyla hastane ve sevgi ihtiyacını gidermek için de hediyelik eşya ve benzeri mallar ve hizmetler işletmeler tarafından üretilerek pazarlanır. O hâlde bir iktisadi varlık olarak işletmelerin kuruluşlarını yegâne nedeni, insan ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılamaktır. İnsan ihtiyaçların karşılamak üzere mal ve hizmetleri üreterek pazarlamak için bir kuruluşa gereksinim vardır. Bu kuruluş işletme olmaktadır. Örneğin; ekmek üretmek için fırına (işletme) ve bu ekmekleri pazarlamak içinde bakkal, market, büfe ve alış veriş merkezi gibi işletmelere gereksinim vardır. İktisat ve işletme biliminin temeli insan ihtiyaçlarının karşılanması dayanır. İhtiyaçlar; fizyolojik ihtiyaçlar (yeme, içme, solunum, barınma ve güvenlik) ve psikolojik ihtiyaçlar (sevgi, beğenilme, bağlanma ve başarma) olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. İhtiyaçların tatmin edilmesi için bazı araçlara (para, mal, altın) gereksinim vardır. İhtiyaçlarının tatmin aracına (para) sahip olmak isteyen insanın çabası, ekonomik faaliyeti doğurmaktadır (2). Örneğin; acıkan bir kişinin ekmek açlığını gidermek için paraya sahip olması gerektiğini bilerek parayı elde etmek için bir işte çalışması sonucu bir ekonomik faaliyetin doğması gibi. Müşteri ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla mal ve hizmetlerin üretilmesi ve pazarlamasının yapılması iktisadi bir birim olarak işletme faaliyetlerinin temelini oluşturmaktadır. Örneğin; ahşap, sunta, boya ve diğer malzemelerden masa, koltuk ve yatak gibi çeşitli malların üretilmesi ve pazarlanması mobilya işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Tatil ve dinlenme ihtiyacının karşılanması amacıyla turistik otel yapılması (üretimi) ve turistik hizmet sunumu (pazarlaması) turizm işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Sağlıklı yaşama ve hastalıkların tedavi edilmesi amacıyla hastane yapımı (üretimi) ve sağlık hizmetleri sunumu (pazarlaması) da hastane işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenerek artması işletmeciliğin gelişerek ve yaygınlaşarak günümüzdeki konumuna gelmesine önemli katkı sağlamıştır. Bu bağlamda işletme 74 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bilimi; işletmenin kurulması, üretime geçmesi, mal ve hizmetleri pazarlaması, finansal kaynakların ve insan kaynaklarının yönetimiyle ilgilenen bilim dalıdır. İşletme bilimi, işletme içi ve işletmeler arası faaliyetlerle ilgili süreçlerin nedenleri ve sonuçları arasındaki ilişkileri inceler. İşletme biliminin amacını ve konusunu insan ve insan ihtiyaçlarının oluşumu ve karşılanması oluşturur. Çünkü; işletmeler insanlara yeni mal ve hizmet tasarlayarak onlara ihtiyaç hissi kazandırıp, mal ve hizmet üretmek ve pazarlamak amacıyla kurulur. İşletmelerde mal ve hizmet üretimi ve pazarlama-sında çeşitli kademelerde çalışan insanlardan yararlanılır. İnsan; tüketici veya müşteri olarak kabul edilmektedir. İşletme bilimi müşterilerin ihtiyaçlarının tam olarak tespit ederek eldeki kıt kaynakların (malzeme, enerji, sermaye, makine gibi) müşteri ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kullanılmasını amaçlar. Bunun için de aşağıdaki soruların cevaplandırılması gerekir: • Ne üretilecek ve ne kadar üretilecek? (Üretilecek malın veya hizmetin adı ve miktarı) • Üretilecek mal ve hizmetler kimin için üretilecek? (Müşteri) • Üretim hangi araçlarla ve nasıl yapılacak? (Üretim) • Üretilecek mal ve hizmetler nasıl dağıtılacak? (Pazarlama) • İşletmecilik faaliyetleri için ne kadar kaynak kullanılacak? (Para, sermaye) Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar işletme biliminin konusunu meydana getirmektedir. İşletme bilimi, kıt kaynakların etkin ve verimli bir şekilde kullanılmasını amaçlar. İşletmeciliğin başlamasıyla birlikte oluşan iktisadi faaliyetler de iktisat biliminin konularını meydana getirir. Sözgelimi; bir iktisadi mal olan; mobilya, elbise, ayakkabı, televizyon, konserve gibi maddeler işletmeler tarafından üretilerek pazarlanan somut (elle tutulan, gözle görülen) maddelerdir. İktisadi hizmet ise, hastane, okul, otel, banka, lokanta gibi işletmelerde sunulan soyut (elle tutulamayan, gözle görülemeyen) maddelerdir. İktisadi anlamda hizmetlerde mal olarak kabul edilmektedir. Örneğin; otelcilik hizmetiyle sunulan yemek ve içecek servisi, sauna ve hamam gibi hizmetler ürün (mal) paketi olarak isimlendirilmektedir. İşletmenin konusunu oluşturan mal ve hizmetler üretim faaliyetine bağlı olarak meydana gelmektedir. Örneğin; bir ayakkabı işletmesinin faaliyet konusunu oluşturan ayakkabıcılık, ayakkabı üretimiyle başlar. İşletmenin üretim yapabilmesi içinde; emek, sermaye, doğa, girişimci ve bilgi gibi üretim faktörlerine ihtiyaç vardır. İşletme mal ve hizmet üretimi için üretim faktörlerini kullanarak faaliyetlerine başlar. İşletme temel olarak işletmeyi kuran girişimci (işletmeci), işletmede çalışan personel, işletmenin kurulu olduğu arazi, işletmenin sahip olduğu araç-gereç, makine, donanım (teknoloji), işletmeye konulan sermaye ve bilgi gibi üretim faktörlerinden oluşur. 75 İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN İşletmelerin üretim faktörlerini kullanarak ürettiği mal ve hizmetlerin pazarlanması gerekir. İşletme tarafından üretilerek pazara sunulan mallar satılamıyorsa, işletmenin yaşamı sona erecektir. İşletmeciliğin sürekli bir olarak yapılabilmesi ve işletmelerin devamlı yaşamaları için mutlaka üretilen mal ve hizmetlerin müşteriler tarafından satın alınması gerekir. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan işletme kavramı, iş kavramından türetilmiştir. İşletme ticari bir kuruluştur. İşletmenin ticari bir kuruluş olması sonucu iktisadi davranarak üretim ve pazarlama faaliyetlerini kaynakları etkin ve verimli kullanarak ve kâr amacına uygun hareket ederek yapması gerekir. İşletme üretim faaliyetlerine konu olan işlemlerin yapılabilmesi için makine ve teknoloji kullanımı gerektiren teknik bir yapıya sahiptir. Örneğin; bir tekstil işletmesinde üretim sürecinde yapılan işlemler kullanılan teknolojiye bağlı olarak teknik niteliğe sahiptir. İktisadın temeli tüketime dayalı olduğu için insanları sürekli tüketime yönlendirerek yani talebi canlı tutarak üretimi yani arzı artırmaya çalışmaktadır. Bir insan olarak müşteri, işletmeciliğin temelini oluşturur. Bir bakıma müşteri olmazsa işletmede olmaz. İşletme, öncelikle müşteri ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmaktadır. Müşteri ihtiyaç ve istekleri, işletmenin varlık nedenidir. Örneğin; müşterinin ayakkabı ihtiyacını karşılamak için, ayakkabı üretim ve pazarlama işletmelerinin kurulması gibi. Müşteri var olduğu sürece, işletme de varlığını sürdürür. Müşterilerin işletmenin ürettiği ve pazarladığı mal ve hizmetleri satın almaması durumunda işletmenin de varlığı sona erecektir. İktisat biliminin tanımında; “insan ihtiyaçları sınırsız (sonsuz), kaynaklar sınırlı, sınırlı kaynaklarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılayan bilim” olarak kabul edilir. Tanımında yer ihtiyaçların sınırsız olması, kaynakların sınırlı olması varsayımının yeniden ele alması gerekir. Çünkü; ihtiyaçları sınırsız olarak kabul edilerek kışkırtılması nedeniyle, dünyadaki kıt kaynaklar ihtiyaçları karşılama yetersiz kalmıştır. Aşırı kaynak tüketimine neden olan iktisadın temel teorisi; “insan ihtiyaçları sonsuz, bu ihtiyaçları karşılayacak kaynaklar sınırlı” gibi bir paradigmaya dönüşmüştür. İktisadın temel teorisi, iktisadı sonsuz insan ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılayan bilim olarak kabul etmektedir. İnsan İhtiyaçları Sonsuz (Sınırsız) mu? İnsan ihtiyaçlarını sınırsız veya sonsuz değildir. Çünkü; dünyadaki kaynaklar sonsuz olmadığına göre ihtiyaçlarında bir sınırının olması gerekir. Bu sınır dünyadaki tüm insan ve canlıların tüketimi için gerekli olan kaynaklar ile sınırlıdır. Örneğin; Amazon bölgesindeki ormanlar dünyanın akciğeri olarak kabul ediliyor. Bu ormanların yok olması demek dünyadaki oksijen miktarının azalması ve birçok canlı türünün ortadan kalkması ve azalması demektir. Bu ormanlar aşırı mobilya ve kağıt 76 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI tüketimine bağlı iktisadi koşullara bağlı olarak hızla yok olmaktadır. Bu ormanlarda bizim olduğu kadar tüm canlıların yaşama hakları vardır. Zaten bizim yaşamamızda bir bakıma onların yaşamasına bağlı bir zincirin halkasıyla ilgili. Ayrıca sınırlı kaynaklarla sonsuz ihtiyaçlar karşılanabilir mi? Karşılanabilirse nereye kadar? Bu soruya bağlı sorunlarla eskiden olmadığı kadar bizim için hayati öneme sahip. Bir an önce cevaplanmalı, çözülmeli. Dünyadaki tüm dinî ve siyasi liderlerin çağrısı da aşırı tüketimin insanlığın felaketine yol açabilecek boyutta olmasına dikkat çekerek kaynakların israfı önleyecek şekilde verimli ve adil kullanılması yönünde. Sonsuz İnsan İhtiyaçları, Sınırlı Kaynaklarla Karşılanabilir mi? Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü; mevcut durumdaki insan ihtiyaçlarını karşılamada zorlanan dünyadaki orman, su, maden, tarımsal ve hayvancılık ürünleri, balık ve diğer gıda maddeleri ve arazi gibi varlıklar ile insan gücü gibi kaynaklar, sürekli olarak artan dünyadaki mevcut insan nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ayrıca kaynakların gittikçe azaldığı ve tükenmekte olduğu dikkate alındığında bu durum daha da kötüye gitmektedir. Öte yandan mevcutla yetinmeyerek daha çok para kazanma hırsı ve isteğine bağlı olarak tüketimi kışkırtarak daha çok mal ve hizmet satmak isteyen şirketler ve kişiler bu dengeyi daha da kötüye götürmektedir. Dünyadaki sınırlı kaynaklarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak mümkün değildir. Bunun için ihtiyaçların ve ihtiyaç olarak algılanan tüm tüketimin yeniden sorgulanması gerekir. Çünkü; bu durum artık sürdürülemez bir sona doğru hızla ilerliyor. Sınırsız istek ve talebimizin bir sınırının olduğunu kabul edelim. Başka insanların ve canlıların yaşama hakkını kullanarak veya onlara aşırı müdahale ederek aşırı tüketim hakkını kendimizde görmemeliyiz. Başka bir dünya yok. Bu Durum Nereye Kadar Sürebilir? Müşterilerin ihtiyaca bağlı olarak tüketim ve bu ihtiyacı karşılamak üzere üretim arasındaki dengenin dünyadaki kıt kaynaklar nedeniyle üretim aleyhine sürekli olarak bozulması karşımıza sürdürülebilirlik sorununu çıkarmıştır. Kaynakların aşırı tüketimi bu durumun yeniden gözden geçirilerek sorgulanmasını önemli hâle getirmiştir. Artan insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere aşırı kaynak kullanımı kaynakların sürdürülebilirliği üzerindeki baskıyı artırmıştır. Çünkü; dünyadaki tüm kaynakların gittikçe azaldığı bilinmekte, hatta bazı uzmanlar tarafından petrol, orman ve bazı maden kaynaklarının yüzyıllık bir süre içerisinde biteceği ifade edilmektedir. Ayrıca dünyada gıda kaynaklarının yetersizliği sonucu bazı ülkelerde açlık çekilmekte ve açlıktan insanlar ölmektedir. Ayrıca mevcut durumdaki insanların gıda ihtiyaçlarını karşılamak üzere gıda maddeleri üretmek üzere aşırı kimyasal kullanımı nedeniyle hastalıklarda önemli artışlar olmuştur. Aşırı bir şekilde artan ihtiyaçları karşılamak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı; açlık, kıtlık, kuraklık, savaşlar ve sel gibi önemli felaketlerle daha sık olarak 77 İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN karşılaşılmaktadır. Bu durum bize bu durumun artık sürdürülemeyeceğini açık ve net olarak göstermektedir. Çözüm için Çare Ne? İhtiyaçlar yani, tüketim ile kaynaklara bağlı olarak tüketim arasında ideal denge ve uyumun sağlanabilmesi için bir ihtiyaçlar mühendisliğine gereksinim vardır. İnsan ihtiyaçları ve kıt kaynakların kullanımı arasında uygun bir dengeyi gözeten ihtiyaçlar mühendisliğinin temeli yaşayan sürdürülebilir bir dünya için; sürdürülebilir iktisat, sürdürülebilir işletmecilik ve sürdürülebilir yönetim ve çevre sistemlerini esas alan sürdürülebilir kalkınmaya dayanır. Sürdürülebilir iktisat; tüm kaynakların yeryüzünde insan ve diğer canlılar arasında dengeli ve adil bir şekilde paylaşımına dayanır. Çünkü; insan ve diğer canlıları birlikte yaşaması ve varlığını devam ettirmesi adil bir şekilde paylaşımı öngören biyoekonomiye dayanır. Yaşanabilir bir dünya için canlıları ve toplum ihtiyaçlarını dengeli ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve yönetilmesi gerekir. Kıt kaynakların sürdürülebilirliği, kaynak kullanımında çevrenin göz önüne alınmasını öngörür. Biyoekonomi, bilimi bu amaca hizmet eder. Biyoekonomi, gıda, yem, enerji, kimyasal ve sınai ürünlerin biyolojik kaynaklardan sürdürülebilir biçimde üretilmesiyle ortaya çıkan ekonomik faaliyetlerin bütününü inceleyen bilim dalıdır. Biyoekonominin çok çeşitli amaçları vardır. Biyoekonomi bu amaçları sağlamak üzere öncelikle biyoteknolojiyi kullanır. Biyo ekonmonin amaçları arasında; çevre konusunda sürdürülebilir bir çevrede yaşamayı öngörme, tarımda sanayide ve hizmetler sektöründe etkinlik, verimlilik ve kalite artışı sağlamak, daha az ve çevreci teknolojiler kullanmak, bu düzeni sağlayan ekonomik sistemi kurmak ve sürdürülebilirliği öngörmektir. Biyoekonominin hedefi; bilgiye dayalı katma değer üreten sistemleri kurarak biyoekonomik sistemin kurulmasını sağlamaktır. Bunun içinde ekonomide rekabeti öngören yenilikçi bir sistemle sürdürülebilirliğin sağlanmasıdır. Biyoekonomi; biyolojik sistemlere dayalı olarak yapılan ekonomik faaliyetlerin bütünüyle ilgilinen bilimdir. Bu bağlamda biyoekonominin konusu çok çeşitlidir. Biyoekonomi örneğin, çevreye zarar vermeyen çevreci (güneş, rüzgâr, su,..) enerji kullanımından ve akıllı bina sistemleri, akıllı sağlık ve hizmet teknolojilerine kadar birçok alanla ilgilidir. Bu bağlamda biyoekonomi; çevre, tarım, hayvancılık, sağlık, enerji, sanayi, hizmet ve teknoloji konularıyla ilgilenir. Biyoekonomi kavramının temelinde ekonomi vardır. Biyoekonomi bağlamında ekonomi, kıt kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını öngörür. Böylece yenilikçi ve rekabetçi bir anlayışla Biyoekonomi ile kaynak israfının ortadan kaldırılarak sosyal ve biyolojik çevrenin sürdürülebilirliğinin sağlanması amaçlanır. Biyoekonomi, kavramının dışında ise iki çevresel faktör vardır. Bunlar; toplum ve çevre. Toplum, biyoekonominin dışında yer alan, toplumu oluşturan bireylerden 78 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ve tüm insanlardan meydana gelen sosyal çevredir. Çevre ise; biyoekonominin dışında yer alan biyolojik, ekolojik, jeolojik, fiziksel ve kimyasal bileşimler oluşan doğadan meydana gelir. Biyoekonomi özellikle son yıllarda ülkemizdeki ve dünyadaki kıt kaynakların hızla tüketilmesi sonucu, sürdürülebilirlik sorununun ortaya çıkmasıyla birlikte önem kazanmıştır. Biyoekonomi kavramı bağlamında Türkiye’nin tarım sektöründeki büyüme hedeflerine ulaşılabilmesi ve bu hedeflerin sürdürülebilirliğinin sağlanması büyük bir önem arz etmektedir. Sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için bir an önce ülkemizde biyoekonomi stratejileri ve politikalarının uygulanması gerekir. Bu konu ülkemizin uluslararası hem rekabet edebilirliği sağlanması için gereklidir. Ayrıca kıt kaynakları etkin verimli olarak kullanarak ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği sağlanabilmesi içinde önemlidir. Biyoekonomik sisteme geçerek ülkemizin gelecekteki hedeflerine ulaşabilmesi için, başta tarımsal kaynaklar olmak üzere tüm kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılarak sürdürülebilirliğin sağlanması mümkün olabilecektir. Ayrıca ülkemizde başta gıda güvenliğinin sağlanması ve kıt kaynakların verimli bir şekilde kullanılması için biyoekonomi stratejilerine dayalı bir biyoekonomi yönetim modeline geçilmesine ihtiyaç vardır. Biyoekonomi yönetim modeliyle, tarım sektöründe uluslararası rekabetin sürdürülebilirliğinin sağlanabilecektir. Bununla birlikte ve tarım sektörünün büyümesini sürdürebilmesi mümkün olabilecektir. Biyoekonomi uygulamaları ile birlikte tarımdaki; biyoenerji, biyoyakıt, biyogübre ve benzeri çevreci uygulamaları ile kaynakların etkin verimli kullanılması sağlanabilir. Biyoekonomi, ekolojik tarım, ekolojik turizm, ekolojik kalkınma ve gelişmeye dayalı bir sistemle birlikte toplumsal refahı ve ekonomik gelişmeyi de sağlar. Biyoekonominin temeli yenilenebilir kaynaklara dayalı bir ekosistemin kurularak işlerliğinin sağlanmasıdır. Yaşanabilir bir dünya artık hepimiz için temel bir ihtiyaç hâlini almıştır. Örneğin; temiz bir hava, temiz bir su, temiz ve sağlıklı bir gıda ve yaşanabilir bir çevre. Artan nüfus, hızlı bir sanayileşme ve hızlı bir şehirleşme, hava ve çevre kirliliği, artan trafik sorunları yaşanabilir bir dünya özlemini artıran faktörlerdir. Biyoekonomi yaşanabilir bir dünya için elimizdeki tek ve en önemli araçtır. Bu kapsamda yaşanabilir bir dünya bağlamında sürdürülebilirlik konusu tüm dünya için önemli bir sorun hâline gelmiştir. Bu sorunu çözebilmek için elimizdeki tek araç olan biyoekonomi yönetim modeline geçilmelidir. Biyoekonomi yönetim modeli, insanlık için büyük bir öneme sahiptir. Sürdürülebilir işletmecilik, sürdürülebilir iktisada bağlı olarak ihtiyaçlar ile kaynaklar arasında insani değerlere bağlı bir dengenin kurulmasını öngören bir işletmeciliğe dayanır. Bu kavramsal çerçevede sosyal ve insani bir sorumluluğa sahip kucaklayıcı bir yaklaşıma dayalı bir yönetim esastır. Bu yönetimin temeli adalete ve hakkaniyete dayanan bir anlayıştır. Bu anlayış sadece kendi kazancı ve çıkarlarını değil, aynı zamanda diğerlerinin de yaşama hakkını, varlığını ve haklarını gözeten bir 79 İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN yaklaşıma dayanır. Hak ettiğinin karşılığını almaya dayanır. Müşteri olarak insanın ihtiyaçlarını; insani, iktisadi ve doğal dengeleri gözeterek tasarlar. Aşırı bir tüketim, israftır. İsraf ise tüm dengelerin bozulmasına yol açan hem maddi ve hem de manevi bir olumsuzluğu olan bir kavramdır. İnsanın ihtiyaçlarının bir sınırı olduğunu kabul etmek aynı zamanda israfa dur demek anlamına de gelmektedir. İstek, heves ve ihtiyaç arasındaki kanaât dengesini gözeterek her türlü aşırılıktan kaçınmak insani değerlerle mümkün olabilecektir. İktisadi değerler ancak adalet, şevkât, vicdan, merhamet, huzur, sorumluluk, hakkaniyet, ahlâk ve moral gibi insani değerlerle ideal bir dengeyle başarılı meyveler verebilir. Tek taraflı olarak sadece kişinin veya kurumun her ne pahasına olursa olsun kendini gözeterek karşı tarafı istismar ederek yapmış olduğu iş, işlem ve ticaret başarısız olacaktır. Unutulmamalıdır ki insan, hayvan, bitki ve diğer canlılar arasındaki tüm dengeler bozulduğu zaman bu dengelerin yeniden kurulmasının insanlığa maliyeti ve faturası maddi ve manevi olarak çok daha yüksek olmaktadır. Sürdürülebilir yönetim; sürdürülebilir iktisat ve sürdürülebilir işletmeciliği öngören bir yönetim anlayışıdır. Bu anlayışın temelinde biyoekonomiye dayalı insani ve iktisadi değerleri dengeleyen bir sistem vardır. Sadece iktisadi değerlere dayalı bir anlayış, insanların refahıyla birlikte mutluluğunu ve huzurunu sağlayamaz. İktisadi değerler içinde insani değerleri de barındırdığı sürece sürdürülebilir olacaktır. Sürdürülebilir yönetim anlayışı; en başta ihtiyacın karşılanmasının temelini oluşturan üretimin temel olan iş gücünün emeğinin zamanında, adaletli olarak hak ettiği şekilde verilmesine dayanır. Adalet, eşitlik ve ahlâki değerler, insani değerlerin özünü oluşturan önemli yönetim kavramları arasında yer alır. İnsan refahının önemli göstergeleri arasında yer alan zenginlik ve fakirlik kavramı izafi olup kazanç, tüketim ve tasarruf kavramlarıyla ilgidir. Bu kavramlardan, kazanç; çaba ve azim, tüketim; kanaat ve ihtiyaçla ilgilidir. Tasarruf ise kazanç ve tüketim arasındaki ilişkinin bir sonucu olup kanaât ve ihtiyaç arasındaki ilişkiye bağlıdır. Sürdürülebilir kalkınma; sürdürülebilir iktisat ve sürdürülebilir işletmeciliği öngören bir yönetim anlayışı sonucu olarak iktisadi olarak büyümeyi ve gelişmeyi gösterir. Tek başına iktisadi kalkınma insani değerlerin göstergesi olamaz. İnsanı merkeze alan bir anlayışa sahip olan insani değerlere sahip olan iktisadi değerler sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilir. Elbette sürdürülebilir iktisadi kalkınma bir sonuçtur. Ancak bu sonucun sağlanmasının ön koşulunun adalet, ahlak, vicdan ve merhamet insani değerlere odaklı olmasıyla yakından ilgili olduğu hatırda tutulmalıdır. Zaten bu değerlerden birinin olmaması veya yetersizliği (sözgelimi, adalet) tüm sistemin durmasına yol açabilir. Çevremize Bakıyor muyuz? Düşünmeliyiz. Çevremize şöyle bir bakmalıyız. Dikkatli bir şekilde çevremize şöyle bir baktığımız zaman hiçbir canlının ihtiyacından fazla tüketmediğini ve hatta 80 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ihtiyaç fazlasını tasarruf ettiklerini görebiliriz. Örneğin; karıncalar, arılar, hayvanlar, Karıncalar ihtiyacı olanı kadarını tüketir. Fazla olanları israf etmeden yuvalarında saklarlar. Diğer canlılarda öyle. Peki ama biz? Dünyadaki tüm dengeler insan eliyle bozulmakta. Sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan kıt kaynakların gittikçe azalmasıyla birlikte dünyada tüm doğal çevre, iklim, insani ve iktisadi değerler arasındaki denge bozulmaktadır. Örneğin; küresel ısınma sonucu ortaya çıkan sel, kuraklık ve açlık felaketleri gibi. Bunun sonucunda artık sürdürülebilirlik hayati önem taşıyan bir kavram hâline gelmiştir. Bu bağlamda sürdürülebilirlik, insan yaşamını sağlayacak ihtiyaçlar ile doğal kaynaklar arasında bir denge kurulmasına dayanır. Sürdürülebilirlik, insan ihtiyaçlarını karşılanması amacıyla iktisadi sistemler ile çevresel sistemler ve toplumsal sistemler arasında bir denge kurmayı amaçlayan planlamaya dayanan bütünsel bir yaklaşımı öngörmektedir. Sürdürülebilirlikte esas olan; sonsuz insan ihtiyaçları ile doğal kaynaklar ve çevre arasında adil ve hakkaniyetli bir denge kurularak tüm insanların bundan eşit ve adil olarak yararlanmasını sağlamaktır. Bu amaçla insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu varsayımının terk edilmesi gerekir. İhtiyaçlarında bir sınırının olduğu, bu sınırın olabildiği kadar az tüketmekle veya az ile yetinmekle mümkün olabileceği hatırda tutulmalıdır. Bunun için sürdürülebilir kalkınma modellerine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda sürdürülebilir kalkınmayı; sürdürülebilir iktisadi kalkınma, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir sosyal kalkınma olarak üç ana başlık altında değerlendirmek mümkündür. Sürdürülebilir iktisadi kalkınma, dünyadaki iktisadi ve doğal kaynakların sınırlı olduğunu kabul eder. Sınırlı ve kıt kaynakların kullanımında israfı önleyerek hassas ve özenli davranılmasını esas alır. Örneğin; daha az enerji kullanan çevreci akıllı bina gibi. Sürdürülebilir çevre, çevreyle etkileşim durumunda çevreyi doğal hâlinde tutacak ve insan etkileşimi sonucu zarar gören çevreyi geri kazandırarak koruyacak çalışmalardan meydana gelir. Örneğin; ağaç dikmek, atıkların geri kazanımı, arıtma tesisi kurmak gibi. Sürdürülebilir sosyal kalkınma, insanları ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüketim yaparken bilinçli tüketim yaparak israfları önleyen çevreye ve başka insanlara ve canlılara saygılı tutum ve davranışları sergilemeyi amaçlar. Örneğin; açlık ve beslenme sıkıntısı çeken insanlara yardım etmek, aç olan hayvanları besleme, çevredeki ağaçları ve çiçekleri sulama gibi. Sonuç Sürdürülebilirliğin sağlanmasıyla birlikte insanların sonsuz olarak kabul edilen ihtiyaçlarının kabulünün değişerek hızlı tüketimle birlikte ihtiyaçlarında sonlu ve sınırlı olması gerektiğine dönüşmesi sağlanacaktır. Böylece aşırı tüketim temayülünde olan insanlar azalan doğal kaynaklar ve yok olan çevreye karşı sürdürülebilirlik bağlamında daha hassas ve özenli davranacaklardır. Sürdürülebilirlikle, çevresel felaketler sonucu yıkıma yol açan felaketlerin önlenebilmesi için sonsuz insan 81 İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN ihtiyaçları ile sınırlı kaynaklar arasında bir denge sağlanmış olacaktır. Ayrıca sürdürülebilirlik bağlamında bir insan olarak her bireye, sivil toplum kuruluşlarına, işletmelere, kamuya ve tüm insanlara tüketirken daha bilinçli davranarak diğer canlılara ve çevreye karşı sorumlu davranma görevi düşmektedir. Sürdürülebilir iktisadi, beşerî ve sosyal kalkınma dünya genelinde insanlar ve tüm canlılar arasında sağlıklı bir çevrede yaşama, adil bir paylaşım, kaynaklara ulaşmada ve kullanmada hakkaniyete dayalı bir modeli öngörmektedir. Bu amaçla bilinçli ve eğitimli bir topluma ihtiyaç vardır. Bunun için; insan, ihtiyaç, eğitim, adalet, kalkınma, teknoloji, çalışma, sağlık, tüketim ve üretim gibi kavramların yeniden tanımlanması gerekir. İnsanı ve insani değerleri merkeze alan bir iktisadi değerler yönetim modeline geçilmelidir. Bizim temel değerlerimizi oluşturan adalet, şefkat, merhamet, vicdan, ahlak, sorumluluk, iyilik, yardımseverlik gibi temel değerlerimizin yaşatılmasına ve iktisadi sisteme entegre edilmesine ihtiyaç vardır. Bu sayede ancak eşit, adil, dengeli bir gelir paylaşımı ile birlikte ahlaklı, şefkatli, merhametli ve mutlu bireylerden oluşan bir toplum haline gelebiliriz. Unutulmamalıdır ki gelir, paylaşım, tüketim ve üretimde büyük dengesizliklerin olduğu, kaynakların aşırı tüketilerek israf edildiği, çevrenin yok edilerek canlıların yaşamadığı bir dünyaya dünya denir mi? Buna dünya denirse, bu dünya neye yarar? 82 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN Bartın Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Prof.Dr. Mehmet ZELKA Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Giriş Tüketim harcamaları, modern toplumları tanımlayan en önemli kavramlardan biridir. Günümüzde tüketim anlayışı tamamıyla materyalist bir bakış açısıyla açıklanmakta, insan kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda hareket eden egoist, bencil bir şahıs olarak görülmekte ve davranışları maddi kaynaklara bağlı olarak, sırf kendi şahsi çıkarlarını düşünen bir tip olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, klasik ve neoklasik iktisadın temel varsayımını oluşturmakta olan “Homo economicus” olup bütçe imkânları içerisinde refahını maksimize eden birey anlamına gelmektedir (Akyıldız, 2008: 29 dan Nyborg, 2000: 309). “Homo economicus”, fayda maksimizasyonu peşinde koşan birey varsayımına dayandığında, ahlak felsefesindeki karşılığı, sadece kendi çıkarını düşünen egoist ve hedonist birey anlamına gelmektedir (Akyıldız, 2008: 29). Günümüz insanı tüketime endeksli, tek tip yaşam tarzı ile değerlerden uzak bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Tüketim kültürünün şekillendirdiği modern toplumlarda insanların tek amacı tüketim eylemi olmaktadır. Tüketim davranışları gözlemlendiğinde israf, aşırı tüketim ve lüks, adeta, teşvik edilmekte, korkunç bir israf fikri ve çılgın tüketim anlayışı körüklenmektedir. Tüketim kavramı, sadece ekonomik bir eylemi değil; bilgi, kültür, zaman gibi olguların da hızlı bir şekilde tüketilmesi sürecini kapsayan bir bütünü ifade etmektedir. Tüketimin bir statü sembolü, bir kimlik göstergesi olarak görülmesi tüketim çılgınlığını tetiklemektedir. Modern toplumlarda tüketim alışkanlıkları hızlı bir değişim geçirmesi ve bu değişim sürecinin insanları bilinçsiz bir tüketime sevk etmesi sonucunda ortaya çıkan sırf, maddi refahın arttırılması düşüncesi, maddeten tatmin olması mümkün olmayan insanı, artan ihtiras ve tatminsizliği neticesinde bunalımlara itmekte, toplumsal maliyeti de çok yüksek olan çeşitli problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bilinçsiz ve aşırı tüketim, kaynakların hızlı bir şekilde yok olmasına neden olmakla birlikte ekonomik ve sosyal bozulmalara da yol açmaktadır. Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Geleneksel ahlak düşüncemizde tüketimle ilgili olarak kanaat ve şükür gibi değerler yer alıyordu. İnsanlar, imkânları olsa bile ihtiyaç miktarınca tüketiyordu. Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kişiler için de zekat ve sadaka müessesi devreye giriyordu. Dolayısıyla, toplumsal dengeyi koruyan bir değerler sistemi vardı. Günümüzde değerlerin toplumsal yaşantımızdan çekilmesi ile sosyal dengenin giderek kaybolduğu görülmektedir. Dünyamız mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreci ile karşı karşıyadır. Yeryüzü bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğradı. Bu tahribatı durdurmak için öncelikle insanların bilinçlenmeleri gerekmektedir. Bilinçli bir tüketim anlayışının gelişmesi içinde bir tüketim eğitimine ve ahlakına ihtiyaç duyulmaktadır (Kuralay, 2010: 6-8). Makalemizin sonunda Türkiye’nin 2002-2012 yılları istatistiklerine dayalı ampirik analiz sonuçlarından da görüleceği gibi on yıl boyunca milli gelir, tüketim ve eğlence giderleri artarken, bunun paralelinde suçlu, boşanma, intihar vb. sosyal olaylarda da artış olması son derece dikkat çekici görülmüştür. 1.Tüketim Kavramının Anlamı ve Gelişimi İktisadi faaliyetlerin iki temel unsuru olarak üretim ve tüketimden bahsedilebilir. Ancak üretimin talebe, dolayısıyla, tüketime bağlı olarak ortaya çıkan bir davranış olduğu düşünüldüğünde, her türlü iktisadi faaliyetin temelinde tüketim olduğu söylenebilir. Tüketim; bir mal ya da hizmetin kullanan kişide bir tatmin duygusu meydana getiren tüketim eylemi yani bir kısım mal ve hizmetin kullanılıp bitirilişi, tüketilecek mal ve hizmetlerin alımı için harcama yapılması (Uluatam,1995:123) olarak tanımlanır. Diğer bir yönü ile iktisadi açıdan önem taşıyan tüketim kavramının, tüketim harcamaları olduğu da söylenebilir. Gencer, “tüketim” karşılığında kullanılan “istihlak” ise ihtiyaç sahibi insana bakan “def ’-i hâcet” (ihtiyaçın tatmini) kavramının ihtiyacı gideren mallara bakan yüzünü ifade ettiğini söyleyerek şunları vurguluyor: “Buradaki espri, sahip olunan malların hepsini ihtiyacımızı gidermek için harcamaktır. Ancak ihtiyacı iştaha indirgeyen, iştahın süblimasyonuna dayanan modern ekonomide “ihtiyaç kadar ve fazlası” gibi deyimler anlamsız ahlaki takıntılar kılınmış, “satın alma gücü”nün yükseltilmesi hedef hâline gelmiştir. Böylece tüketim de ihtiyaç için kullanılsın kullanılmasın, daha fazla mal edinmeyi, yani israfı ifade eden bir terim hâline gelmiştir. Aslında ihtiyacı gideren malların sarfını ifade eden istihlak=tüketim terimi, bizzat ihtiyaç sahibi insanın tükenişini ifade eder olmuştur.” (Gencer, 2010:17). 84 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tasarruf ise gelir ile harcamalar arasında gelirden yana olan pozitif farktır. Gelirinin tümünü tüketmeyen hane halkları, belli bir süre sonra yaşam standartlarını yükseltebileceklerdir. Toplumun önemli bir bölümünün bu şekilde davranması ile birlikte tasarrufun ekonomik kaynaklara eklenmesi sağlanır ve topyekûn bir refaha bu şekilde ulaşılabilir (Hayta, 2008: 346). Bu durumun aksine elde edilen gelir yapılan harcamalar için yeterli olmuyorsa tasarrufun bir anlamda tersi olan borçlanma meydana gelmektedir (Karataş ve Gavcar, 2001: 39). Tüketimi gelirin çok sık değişmeler göstermeyen bir fonksiyonu olarak tanımlayan Keynes’e göre tüketim harcamalarını etkileyen faktörler subjektif ve objektif faktörler olarak ikiye ayrılmaktadır. Subjektif faktörler gelirin harcamalar ile tasarruf arasındaki dağılımını etkileyen içsel faktörler iken, objektif faktörler dıştan gelen faktörlerdir (Uluatam, 1995 : 124, 125). Subjektif faktörler Keynes’e göre; her toplumun kurumlarına, örgütlenmesine, ırk, gelenek ve göreneklerle eğitimine, ahlak kurallarına, geçmiş yıllardaki tecrübelerine, sermaye donatımına ve gelir dağılımına göre değişir. Ancak, bu faktörlerin kısa dönemde fazla değişmesi beklenemez. Bunun için kısa dönemli bir tahlil için veri kabul edilebilir (Uluatam, 1995: 135). Objektif faktörler ailenin geliri, ailenin serveti, faiz oranları, ailenin gelecek ile ilgili beklentileri (Case ve Fair, 2004: 434) ile vergi politikalarındaki değişmeler ile sermaye değerindeki değişmelerdir (Uluatam, 1995: 125). Keynesyen modelde tüketimi belirleyen en önemli temel unsurun harcanabilir kişisel reel gelir olduğu, harcanabilir kişisel reel gelir değişince tüketimin de değiştiği (Ünsal, 2005:132) harcanabilir kişisel reel gelir artınca tüketimin de arttığı, ancak tüketimin harcanabilir gelirden daha az arttığı varsayılır. Tüketim kavramı, sadece ekonomik bir eylemi değil; bilgi, kültür, zaman gibi olguların da hızlı bir şekilde tüketilmesi sürecini içeren bir bütünü ifade etmektedir. Etkin reklam ve moda kampanyaları sayesinde, insanlar bilinçsiz bir şekilde, tüketim kampanyalarının kurbanı hâline geliyorlar. Önce ihtiyaç üretiliyor, sonra onu karşılayacak ürünler sunuluyor. İhtiyaçlarının ne olduğuna artık insanlar birey olarak karar veremiyorlar; onların yerine piyasa karar veriyor (Şentürk, 2010: 13). Bugün tüketim ve değerler kavramlarını önemli kılan bir başka husus ise küreselleşmedir. Küreselleşme, çok uluslu büyük şirketlerin, bütün dünya ekonomisine hâkim olması ve bütün insanlığı, sattığı ürünlerin tüketicisi hâline getirmesidir. Tabii bunu gerçekleştirebilmesi için de bütün insanlığın tüketim alışkanlıklarının global ekonomi merkezlerinde üretilen ürünlere göre, onları tüketecek şekilde yeniden değiştirilmesi gerektiriyordu. Bu hedef de reklam ve moda yoluyla gerçekleştirilmektedir. 85 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Tüketimin bir statü sembolü, bir kimlik göstergesi olarak algılanması sonuçta tüketim çılgınlığını tetikliyor. Dolayısıyla, modern toplumlarda tüketim alışkanlıkları hızlı bir değişim geçiriyor. Bu değişim süreci, insanları bilinçsiz bir harcamaya sevk ediyor. Bunun toplumsal maliyeti de hem insan ve hem de insanlık bazında çok yüksek oluyor. Günümüzde küresel ısınma, çevre felaketleri, sağlıksız yaşam, ailelerin dağılması ve sosyal dejenerasyon gibi problemlerle karşı karşıya isek, bunun en önemli nedeni sahip olduğumuz kaynakları israf ederek sorumsuzca tüketiyor olmamızdır. İşte dünyamızın en önemli problemi de bu şuursuzca tüketim anlayışıdır. Bu anlayış, bu günkü modern dünyada dini, gelenekleri, sınıf ve statüsü ne olursa olsun tüm insanlarında az veya çok bulunmaktadır. Tüketimin hayatın gereği olmaktan çıkarak rahatsız ve hatta tehdit edici bir boyut kazanmasının altında, yaşamı sürdürmek için başvurulan bir “araç” değil, “yaşamın amacı” olarak algılanır hâle gelmesi yattığını söylüyor. tüketimin gayesi, anlık doyumlara ulaşabilmek adına maddeyi heba etmek değil, yaratılış amacına uygun bir hayatın devamı için maddeden yardım almak olmalıdır (Martı-Huriye, 2010: 139). Değişen sosyal, ekonomik, kültürel şartlar içerisinde geleneğimizin bize miras bırakmış olduğu tüketimle ilgili değerleri bir kenara bırakıp global kapitalizmin, reklam ve moda vasıtasıyla, bize yüklemeye çalıştığı tüketim alışkanlıklarını benimseyecek miyiz? Yoksa, yukarda göz hakkı örneğinde olduğu gibi, değerlerimizi, yeni sosyal ve ekonomik şartlar altında yeniden nasıl uygulayabiliriz diye kafa yorup çaba mı harcayacağız? Zor da olsa bu ikincisini yapmak mecburiyetindeyiz (Şentürk, 2010: 21). 2.Değerler Kavramının Anlamı ve Gelişimi Değerler, toplumun geneli tarafından kabul edilen ortak kavramlardır (Tarhan, 2011: 20). Bu değerler nesnelere ve olaylara insanların verdiği önemi belirler (Hançerlioğlu, 2002: 54). Başka bir deyişle değerlerin ölçütü sadece para olmayan; ahlaki, estetik ve bilimsel nitelikleri içerisinde barındıran bir olgudur (Tarde, 2004: 85). Değerler genellikle dinî, ahlaki, estetik ve kültürel değerler gibi meta ekonomik değerler olarak ele alınmaktadır. “Değer” ayrıca insanların duygu, düşünce, eylem ve tutumlarında referans olarak aldığı her şey olarak tanımlanabilir. (Orman, 2008: 17) Tarhan’a göre değerler öğrenilmesi gereken kavramlardır. İnsan mutluluğunda etkin rol oynayan değerleri, sosyal öğrenme metoduyla sonradan tanır. Toplumsal anlamda öğrendiği erdemler vasıtasıyla mutluluğa ulaşır. Değerler araç ve amaç değerler olarak sınıflandırılabilir. Amaç değerler, insan hayatındaki soyut hedefleri 86 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI tanımlarken, araç değerler insanı hayata götüren yol olarak tanımlanmaktadır (Tarhan, 2011:21). Araç değerler insani ve evrensel değerlerin yaşanmasını sağlayacak mahiyette olup motivasyon arttırıcı ve teşvik edici özelliğe sahip değerlerdir (Tarhan, 2011: 22). Bütün bu değerler farklı kültür ve dinlerde değişik boyutlarda önemsense de insan beyninde değerleri oluşturan iki türlü duygu vardır: iyiliğe yönelmek ve kötülüğe yatkın olmak. İnsanoğlunun hayatını doğru bir şekilde sürdürülebilmesi için bu iki istek arasında denge kurmayı başarması gerekir. Zira koruyucu ruh sağlığı değerlerinin hayatı etkilemesi bu dengeye bağlıdır. Farklı bir sınıflandırmada değerler, evrensel ve kültürel olmak üzere ikiye ayrılır. Kültüre özgü değerler, evrensel değerlerin çeşitli dozlarda karışmasıyla ortaya çıkar (Tarhan, 2011: 23). Hayat ve olaylar karşısında yapılan çıkarımlar değerlerin verilerini oluşturur. Gerek beş duyuyla algılanan gerekse akıl ve sezgi yoluyla idrak edilen değerler, insanın düşünce tarzını belirleyerek davranışları oluşturur (Tarhan, 2011: 24). Gelecek nesillerin şekillenmesi, günümüzde özellikle teknolojik ve yapısal değişmeler sonucu sahip olunan toplumsal değerlerin yıpranmaya hatta bozulmaya başlaması nedeniyle ciddi bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahlaki değerlerle gelişen ekonomik sistemin yetersiz olacağını savunan düşünce, tüketim davranışında bencilliği ve çıkarcılığı ön planda tutar. Kapitalist anlayışa sahip olan klasik iktisatçılardan Adam Smith’e göre “ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır”. İnsanı motive eden şeyin, kendi menfaati olduğunu düşünen Smith, ahlakın maddi çıkarlara zarar verdiğini ve bu sebeple ekonominin kayba uğradığını iddia eder. Tüketim ise değerler ile doğrudan ilişkili olup değerlerdeki yozlaşmayı açıkça gösteren bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernizm, iş yaşamında rüşveti teşvik edip yolsuzluğa ve kolay yolla para kazanmaya kapı aralayarak insanlardaki bencilliği körüklemiştir. Parası olanın tembelleştiği ve diğer insanlara karşı duyarsızlaştığı, “bananecilik” düşüncesinin geliştiği bir toplum, paylaşımcılığa da zarar vermiştir. Neticede bireysel sorumlulukla sosyal sorumluluk arasındaki denge bozulmuş, bu da ekonomiye yüksek faiz oranlarıyla yansımıştır. Tembelliğin yaygın olduğu toplumlarda üst gelir grubuna dâhil bulunan insanlar, gelirlerine güvenerek çalışmaktan uzak durdukları için faiz oranları tepe noktalara çıkmaktadır. Buna karşı alt gelir grubu ise, neredeyse onların yerine de çalışarak hayatlarını kazanma çabasındadır (Tarhan, 2011: 42). Bu noktada dinlerin getirdiği ahlak yasalarına baktığımızda; bu yasalarda insanlardaki egoizmi gidermeye ve toplumsal yardımlaşmayı tesis etmeye yönelik 87 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA kurallar olduğu görülür. Birçok dinde var olan insaf kavramı, yoksul ve düşkünlere yardım etme gibi davranışlar, kişiye sosyal sorumluluklarını hatırlatmak içindir. Toplumsal alandaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin şekilde işlemesi için, toplumun ahlaki tercihlerinin ne kadar önemli olduğu, modern hayatın birçok tecrübesinden sonra ortaya çıkmıştır. Mesela; bilimsel ve endüstriyel devrimler sonucunda aydınlanma hareketi, Batı âleminde sadece kilisenin gücünü ortadan kaldırmamış, aynı zamanda öğretilerini de insanların zihinlerinden ve kalplerinden silmiştir (Aydın, 2013: 178). Sadece bu değil, bilimsel ve gelişme adı altında bu paradigmaları dünyanın kalan kısmına da ihraç ettiler. Postmodern düşünürler evrensel doğruları reddederek moral değerlerde de evrensel değerlerden bahsedilemeyeceğini belirtmişlerdir (Aydın, 2013 : 179). Kişisel seçimler, bir arada yaşayan insanların ekonomik faaliyetlerini, sosyal hareketlerini ve hatta paranın yönünü tesiri altına aldığından tüketim ve değerler, toplumun ahlaki tercihlerinin bütün kurumlarda geçerli olması bireyin grup içindeki faaliyetinin nelerden etkilendiğini bilmeye bağlıdır. Bu nedenledir ki genel etik kurallar, piyasa ekonomisi üzerinde belirleyicidir. Değerlerde meydana gelen değişimlere bağlı olarak ekonomik hayat da bundan etkilenmektedir. Değerlerde meydana gelen yıpranmanın en kötü tarafı insanın sürekli bir doyumsuzluk içinde sıkışıp kalmasıdır. Beklentileri çok yüksek olan hırslı kişiler, güne adeta o günden alacakları varmış gibi uyanırlar. Oysa doğru değerleri hayata geçirebilen kişiler, her günü kendilerine verilmiş bir armağan olarak görürler. Uyandığı her sabahın bir hediye olduğunu ve bu hediyeyi kendisine sunan bir varlığın olduğunu bilmek, kişinin hayata karşı duyduğu sorumluluğa katkıda bulunacaktır. Teşekkür etmekten kaçınmak değerlerin aşınmasına sebep olan davranışlardan birini oluşturur. Diğer yandan ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç ilkesi önemsenmeye başlıyor. Tüketim olgusu özü itibariyle yaşamak için kaçınılmaz bir husus olmakla birlikte günümüz toplumlarında bir hayat biçimi ve yaşama kalitesi olarak kurgulanmaktadır. “Tüketiyorum o hâlde varım” diyen her birey haz arayışı ve bireysel servet avcılığı kıskacında kalmıştır (Yaşaroğlu, 2010:147). Değerlerin gündelik hayatta yer edinebilmesi için, insanların o değerleri işlemek istemeleri gerekmektedir. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve erdemler özünü kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir. İnsan neye değer verip neyi arkaya atacağını ve bu noktada yapacağı tercihleri iyi belirlemelidir (Tarhan, 2011: 54). 3.Tüketici Davranışı Gelişimi ve Değerler Tüketim kalıplarının anlaşılmasında ilk dönem sanayi öncesi tarım ve ekolojik dönemdir. Bu dönemde çalışmak ve artı değer oluşturmak söz konusu değildir. Bu 88 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI dönemde insanlar ailelerinin geçimini sağlayacak düzeyde çalışmakta, bu çalışma sürecinde sarf edilen çabayı minimize etmeye çalışmaktadır (Şentürk, 2008: 222). İnsanlar 19. yüzyıla kadar kendi geçimlerini sağlayacak kadar üretimde bulunmuşlardır (Illich, 1990: 30). Elde edilen üretim sonucunda insanlar geçimlerini sağlamakla tatmin olmuşlar bunun ötesinde fazla bir çalışma girişiminde bulunmamışlardır (Şentürk, 2008: 222). İkinci dönem ise makineleşme ile birlikte sanayinin ve dolayısıyla üretimin ön plana çıktığı Sanayi Dönemi’dir. Bu dönemde aşırı tüketim, vaktin boşa sarf edilmesi hoş görülmeyen, tarım döneminin aksine, para kazanmak ve tasarrufta bulunmak önemlidir (Weber, 1997: 150). Merkantalist iktisadi düşüncenin dış ticaret ile ilgili görüşleri olan “ihracatı olabildiğince arttırmak ve ithalatı kısmak” şeklindeki görüşleri Sanayileşme Dönemi’nde üretimin arttırılması ve tüketimin kısılması şeklinde olmuştur. Yine bu dönemde çalışmanın ibadet olduğu vurgusu yapılmış, işçiler günlük 20 saatlere varan çalışma sürelerine maruz kalmışlardır. İşçilerin sonuç olarak “denetim” “gözetim” ve “kontrolü” sanayileşmenin yoğun olarak yaşandığı 19. yüzyılda göze çarpmaktadır (Foucault, 2005: 139). Günümüzde maruz kaldığımız, özellikle teknolojik gelişmelerin hızlanması sonucu insan emeğine Sanayileşme Dönemi’nde olduğu kadar ihtiyaç duyulmaması, insanların üretim yoluyla denetim ve gözetimin etkinsiz hâle getirmiştir. İnsanların her dönemde tüketim yaptıkları tabii bir olgudur. Ancak ekolojik ve sanayi dönmelerinde toplumlar “üretim” toplumu olarak adlandırılırken günümüzde gelinen noktada “tüketim” toplumu hâline geldiğimiz açıktır (Şentürk, 2008: 224). 19. yüzyıl Sanayileşme Dönemi’nde üretim yapmak, kâr elde etmek ve tasarrufta bulunmak en erdemli hareketlerden sayılırken 20. yüzyıl ve sonrasında tüketim erdemli hâle gelmiştir (Fromm, 1996: 14, 41). Bu dönemde özellikle Keynesyen talep yönlü politikaların önem kazanması sonucu devletlerin de tüketimi arttırıcı politikaların izlemeleri tüketimi arttıran önemli bir unsur olmuştur. Diğer önemli bir husus ise tasarrufların yönünün değişmesidir. Önceki dönemlerde tasarrufların yatırıma dönüşüm oranları yüksek iken 20. yüzyıl ve sonrasında tasarruflar dahi gelecekteki tüketim için yapılmaktadır (Şentürk, 2008: 231). Sanayi sonrası dönemde tüketimi arttıran önemli olgulardan biri de “ürün farklılaştırma” suretiyle reklamcılık faaliyetlerinin artışıdır. Aslında birbirinin aynı ya da yakın ikame olan malların farklı bir ürün gibi pazarlanarak ekonomik kâr elde edilmesine özellikle bu dönemde rastlanmaktadır. Ürün farklılaştırmanın en önemli aracı ise reklamcılıktır. Reklam, hitap ettiği topluma ait kültürlerin olumlu yönlerine değinerek tabanını genişletmektedir (Şentürk, 2008: 233). Ürün kötü yerine iyi, trajedi yerine komedi, yoksulluk yerine refah, ölüm yerine hayat, dışlanmışlık yerine eşitlikle ortaya çıkmaktadır. Mal tüketimi ile söz konusu olumsuzlukların ortadan kalkacağı imajı verilmeye çalışılır (Wernick, 1996: 75). Sanayi toplumunda işçilerin baskı altına 89 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA alınarak gözetim, denetim ve kontrolünün sağlanması ise son dönemde teknolojik gelişme ve özellikle reklam ile birlikte yerini tüketime bırakmıştır. Günümüzde tüketiciler alışveriş yapılırken verilen şahsi bilgilerin veri tabanlarına aktarılmasıyla, kredi kartı harcamaları vasıtasıyla ve online gerçekleştirilen alımlarla takip edilmektedir. Bununla birlikte reklamcılık ve teknolojik gelişmelerin hızlanması sonucu sürekli olarak “yeni” ürünlerin ortaya çıkması, sanayi çağında işçi üzerindeki gözetim, denetim ve kontrol böylece son dönemde yerini tüketicilerin üzerinde ortaya çıkmaktadır (Şentürk, 2008: 238). Diğer önemli bir husus ise bu süreçte yeni ihtiyaçların oluşturulmasıdır. Ekonominin temel ilkelerinden olan ihtiyaçların sınırsız olması nedeniyle geliştirilen yeni ürünlerin birçoğu yeterli düzeyde bir taleple karşılaşabilmektedir. Bu şekilde satın alma isteği canlı tutulmakta, üretim ve tüketim döngüsünün işler vaziyette devam etmesi sağlanmaktadır (Savaş, 2012: 136).Tüketici davranışı ekonomi, psikoloji, pazarlama, iletişim, eğitim bilimleri, sosyoloji, sosyal psikoloji, kültürel antropoloji gibi birçok disiplinden etkilenmektedir (Odabaşı ve Barış, 2012 : 39/43). Tüketicinin satın alma davranışını etkileyen yedi önemli gruptan söz edilebilir. Bunlar; aile, arkadaş grubu, etnik grup, alışveriş grubu, iş grubu, biçimsel sosyal gruplar ve tüketici eylem grubudur (Odabaşı ve Barış, 2012 : 234). Bunların içinde en etkili grup ailedir. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmaya başlaması ve çeşitlenmesi ile alışveriş mekânlarında yaşanan değişim, bireysel ve hane halkları gelirlerindeki artışla birlikte, tüketime yön veren değerleri dönüştürmeye yönelik çabalarda da hızlı bir artış gözlenmiştir (Torlak, 2010: 54). Yılda yaklaşık 10 milyon insanın açlık ve yetersiz beslenmeden öldüğü tahmin edilirken yaklaşık bir milyar insan açlık çekiyor. Dünya çapında 1,3 milyar ton yiyecek çöpe atılıyor. Gelişmiş ülkelerde çöpe atılan gıdaların %40’ı aslında yenilebilecek durumda. Binlerce ton gıda, sadece görsel nedenlerden ötürü ziyan oluyor. Örneğin; ABD’de çiftçiler yetiştirdikleri kavunun %20’sini üzerinde çizik olduğu veya tam yuvarlak olmadığı için çöpe atıyor. Gelişmiş ülkeler bu gibi nedenlerle yılda 220 milyon ton yenilebilir ürünü heba ediyor ki bu miktar neredeyse sahra altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine denk geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 milyon ton buğday heba oluyor, bu kayıp tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kaldırabilecek buğday miktarının altı katını oluşturuyor. Türkiye’de günde 6 milyon adet ekmek israf edilmektedir. Buna göre ülkemizde yıllık 1,546 milyar TL değerinde 2.1 milyar adet ekmek israf edilmektedir. Ülkemizde 90 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bir yılda çöpe atılan 2.1 milyar adet ekmeğin parasal değeri 1.5 milyar TL. bu parayla 80 hastane 500 okul inşa edilebilir (Toprak Mahsulleri Genel Müdürlüğü, Şubat 2013). Türkiye’de tüketim iştahı artarken beraberinde borçlanma kültürünü de getirmiştir. Yapılan alışverişlerde artan taksit oranı, kredi kartı borçları ve tüketici kredilerine olan büyük talep, bu durumun göstergesidir. 2000’de sadece 2 milyon kişi tüketici kredisi kullanırken 2010’da 7,5 milyon kişi tüketici kredisi aldı. Bir banka yetkilisine göre bu krediler de ağırlıklı olarak tatil, eğitim, borç transferi ya da nakit ihtiyacı için kullanıldı. 2002’deki toplam 4,3 milyar TL’lik kredi kartı borcu, 2012 Mayıs ayı itibarıyla 64 milyar TL’ye ulaştı. Sonuç olarak hane halkı borçluluğunun Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’ya oranı son 8 yılda yüzde 700’lük bir artışla yüzde 2’den yüzde 16’ya ulaştı.Hane halkının tüketim harcamasının türlerine göre bakıldığında, Türkiye genelinde birinci sırayı konut ve kira harcamaları alırken, gıda ve alkolsüz içecekler ikinci sırayı, ulaştırma harcamaları da üçüncü sırayı almaktadır. Eğitim harcamalarının hane halkının tüketim harcamalarındaki payı yıllar içinde nispi bir artış göstermiştir. 2002 yılında %2.2 olan bu oran 2012 yılında %3.2ye çıkmıştır (TÜİK). 4. Değerlerdeki Erozyon Bugün dünya nüfusunun önemli bir bölümü açlık ve yoksullukla mücadele etmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz bilinçsiz ve aşırı tüketimdir. Aşırı tüketim, zaten kıt olan kaynakların israf olmasına ve ihtiyacın çok üzerinde bir tüketimin gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bu durum hem ahlaki, hem de ekonomik sorunlara yol açmaktadır. Geleneksel ahlak düşüncemizde tüketimle ilgili olarak kanaat ve şükür kavramları yer alıyordu. İnsanlar, imkânları olsa bile ihtiyaç miktarınca tüketiyordu. Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kişiler içinse zekat ve sadaka müessesi devreye giriyordu. Dolayısıyla, toplumsal dengeyi koruyan bir değerler sistemi vardı. Kültürümüzde tüketimle ilgili çok mühim değerler vardır. Günümüzde bu değerler erozyona uğramaktadır. Bunu somut bir örnekle açıklanabilir. Bizim kültürümüzde göz hakkı diye bir kavram vardı. Bu bizim tüketime bakışımızı yansıtan anahtar kavramlardan, anahtar değerlerden bir tanesidir. Göz hakkı kavramı ve göz hakkını vermek ilkesi şunu göstermektedir: Sizin tüketme hakkınız, içinde yaşadığınız toplumun bakışıyla, değerleriyle, yönlendirilmek, ona göre şekillenmek mecburiyetindedir. Çevrenizi, toplumunuzu yok sayarak tüketimde bulunamazsınız. Etraftaki insanların sadece görmekten dolayı, sizin sahip olduğunuz imkânlar üzerinde bir hakkı ortaya çıkar. Ancak bu kavram bugün artık yok oldu. Günümüzde değerlerin toplumsal yaşantımızdan çekilmesi ile sosyal dengenin giderek kaybolduğunu görmekteyiz. Kültürümüzde tüketime dair kanaat etmek, israf etmemek gibi çok önemli değerler bulunmaktadır. Ticari ve sosyal hayatımız bu değerler etrafında şekillenmiştir. Modern dönemde bu hassasiyetleri kaybetmeye başladık. Günümüzde karşılaştığımız, tüketim 91 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA çılgınlığı, aşırı tüketim, israf gibi sorunlar tüketim değerlerimizin yok olmaya başladığının çarpıcı göstergesidir. Bizim geleneksel değerlerimiz açısından, “mülkiyet hakkı” ile “tüketim hakkı” arasında çok ince bir fark vardır: Bir şeye sahip olmanız, onu tüketme hakkına da sahip olduğunuz anlamına gelmez. O şeye siz sahipsinizdir ancak onun tüketme hakkına ancak ve ancak ihtiyacınız miktarında sahip olabilirsiniz. Sahip olduğunuz şeyleri, ihtiyacınızdan fazla tüketirseniz bu israfa girer ve bizim değerlerimiz tarafından kabul edilmeyen bir tutum olmuş olur. Mülkiyet ve tüketim hakkını birbirinden ayıran bu yaklaşım da sadece ve sadece bizim kültürümüze has bir şeydir. Biz bu değeri günümüzde yeniden hatırlamak ve acilen uygulamaya koymak mecburiyetindeyiz. Daha açık bir ifadeyle, sizin helal kazancınız olabilir, bir yerden çalmamışsınızdır, çırpmamışsınızdır. Ancak o sahip olduğunuz maldan, paradan, sadece ve sadece ihtiyacınız miktarında tüketme hakkına sahipsinizdir. İhtiyacınızdan fazla tükettiğiniz zaman bu israfa girer ve kabul edilmeyen bir davranış hâlini alır. Yine değerlerimizde, sizin malınızda çevrenizdeki insanların göz hakkı adıyla bir ahlaki bir hakkı vardır. Hukuki bir hak değildir ama bu ahlaki bir haktır (Şentürk, 2010:13). Diğer yandan ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç ilkesi önemsenmeye başlıyor. Tüketim olgusu özü itibariyle yaşamak için kaçınılmaz bir husus olmakla birlikte günümüz toplumlarında bir hayat biçimi ve yaşama kalitesi olarak kurgulanmaktadır. “Tüketiyorum o hâlde varım” diyen her birey haz arayışı ve bireysel servet avcılığı kıskacında kalmıştır (Yaşaroğlu, 2010:147). Şimdi önümüzdeki soru bu işte: Bu değerlerimizi yaşatacak mıyız, yoksa global kapitalist dünyanın bize empoze ettiği değerler ile yolumuza devam mı edeceğiz? Şahsi ilişkilerin ve topluluk bilincinin giderek azaldığı modern şehirde yeniden değerlerimize uygun bir hayatı teşkil edebilme meselesi çok büyük bir sorundur (Şentürk, 2010:11). Değerlerdeki dejenerasyon sonucunda hayatını zevk ve eğlenceye tahsis eden, sefahat, günah ve isyan bataklığında yürüyen, hayvani iştah ve arzularına kendilerine mabud kılan, zevk ve sefa mabedlerinde gününü gün etmeye çalışan kişiler, hayat felsefelerini, yemek, içmek, kirletmek ve dökmek üzerine bina etmişlerdir. İdraklerini uyutup kalplerini susturmuşlar; ibretle bakamamış, hikmetle süzememiş, kalbî dünyalarını öldürmüş, istidatlarını çürütmüşler (Dilek, 2009: 23). Zaim, Bediüzzaman’dan iktibas ile, “Evet iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan, haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zarar 92 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ile maddi yüz paralık bir mal alınır.” Dikkat edilirse bugün fakir olan veya kendini fakir hisseden milletler, büyük dış borç yükleri altına girdiğinden millî hükümranlık hakları ile millî izzetlerinden çok şey kaybetmekte ve devamlı borç almak mecburiyetinde kalarak manevi dilencilik zilletine duçar olmaktadır. Bunun sebebi o millet efradının ve tahsisen toplumu yönetici kadrolarda bulunanların, kanaat yoksunluğu ve iktisada riayet etmeyip israfa kapılmalarıdır. Halbuki Peygamberimiz Allah’a dua edip münacatta bulunurken “Allahım, günah işlemekten ve borç altına girmekten sana sığınırım” demişlerdir. Burada görülen günah işlemekle borca girmenin-tabiyatıyla zaruret olmaksızın-eş değer tutulmasıdır. Bu sebeple şuurlu insanların tüketim için değerlerimize uygun davranışlarında şu esaslara riayet etmelerini tavsiye etmektedir: - Tüketim harcamalarında, gelirini gayrimeşru sahalara harcamayacak harcama sahaları meşruiyet çerçevesiyle şuurlanacaktır. Âyet-i kerimede Allah şöyle emretmektedir: “Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden, helal ve temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin...” - Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş istihlakinden kaçınacaktır. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip Allah’a ve ahiret gününe inanmayanları Allah da sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu bu kimse için bu arkadaş ne fenadır.” Müslüman insan, bulunduğu cemiyetteki hayat seviyesine göre yaşayacak, fakiri imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek şekilde gösteriş için tüketim yapmayacaktır. - Tüketimin meşru olduğu sahalarda da tüketim miktarını zaruri ihtiyacına göre sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar korumaya gayret ederek israf etmeyecektir. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. - Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret olmadıkça da borç altına girmeyecektir (Zaim, 2005:71). Dolayısıyla ekonominin en temel kavramlarından biri olan tüketim kavramını değerler ekseninde; ekonomik, kültürel, sosyal vb. açıdan ele alarak geleneksel kültürümüzün de bu konuda ortaya koyduğu değerleri günümüz şartlarına göre yeniden nasıl yorumlanacağını incelemek gerekir (Şentürk, 2010:5). 4.1.Tüketimi Etkileyen Değerlerdeki Değişimde Medya ve AVM’lerin Rolü Günümüzün insanı tükettiği ölçüde mutlu olacağını zannediyor. Reklamlarla kamçılanan tüketim tutkusu insanları daha çok harcamaya dolayısıyla çok daha fazla kazanmaya teşvik ediyor. Dolayısıyla paylaşma ahlakı yerine menfaat, zaruri ihtiyaçlar yerine suni ihtiyaçlar öne çıkarılıyor. 93 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Tüketime yön veren değer değişiminde hayat tarzı ve hayat tarzının parçaları olarak moda, popüler kültür ve metaforlar, semboller, kitle iletişim araçlarını kullanan medya ile alışveriş mekânları yoluyla aktarılmaktadır (Torlak, 2010:55). Bu noktada sadece haber, görsel malzeme değil, bizatihi köşe yazarları, modacılar, topluma rol model olabilecek portreler aracılığıyla, hayat tarzları ve buna bağlı tüketim kalıpları oluşturulmaktadır. Yazılar, manşetler, programlar ile tüketicilere nelerin giyilmesi, nerelerde yemek yenmesi, nerelerde tatil yapılması, hangi mekânların tercih edilmesi gerektiğine ilişkin rehberlik edilmekte ve hatta daha da ötesine geçilerek direktif verilmektedir. Alışveriş mekânları ise işletmeler tarafından kurgulanan bu yeni hayat tarzlarına uygun mekânlar olarak hazırlanmakta ve yönlendirilen tüketici bireyleri beklemektedir. Aslında büyük ölçüde standardize edilip sıradanlaşan bu mekânlar küçük nüanslarla farklılaştırılmaya çalışılırken, bir taraftan da postmodern tüketici bireyin kendine arzularına cevap vermeye çalışılmaktadır. Başka bir açıdan bakıldığında ise, toplum içinde yalnızlaşan bireyin kendine göre tüketim eylemlerine fırsat veren mekânlara dönüşmektedir. Değerlerdeki değişimde dünya görüşü, inançlar ve dindarlık algısı da çok fazla ayırt edici unsurlar olmaktan uzaklaşmaktadır. Bu yargıyı desteklemek üzere; gazetelerin hafta sonu ekleri, televizyon ve radyoların program içerikleri, rol modellerin hayat tarzları verilebilir. Bu bağlamda, moda eğilimlerinin toplumun hemen tüm kesimlerine olan etkileri, kitle iletişim araçlarının yaygınlaştırıcı tesirleri ve internet gibi etkileşim kanallarının yaygınlaşması ve alışveriş mekânlarına erişimin artması ile tüketiciler ve hayat tarzları birbirine benzemeye başladı (Torlak, 2010:57). Tüketim eylemlerinin gerçekleştirildikleri mekânlar olarak alışveriş mekânları sadece yiyecek, giyecek ve ev eşyalarının alışverişinin yapıldığı mekanlarla sınırlı görülmemelidir. Tüketim eylemlerinin tamamı için bu mekânlar söz konusudur. Bu bağlamda eğlenme, dinlenme, tasarruf etme ve pek çok hizmetleri satın alma bağlamında alışveriş mekânlarından söz edilebilir. Otel, sinema, tiyatro, banka, kuru temizleme firmaları, tamir ve bakım servisleri, sağlık kurumları, okullar ve dershaneler gibi çok sayıda ihtiyacı gidermek amaçlı alışveriş mekânlarına uğrarız. Son yıllarda alışveriş mekanlarındaki değişimin iki ana eksende geliştiği gözlemlenmektedir. İlki ve daha yaygın olanı, çok sayıda ihtiyacın aynı mekanda karşılanabildiği ve alışverişin eğlenme ve dinlenme olarak da birleştirilebildiği alışveriş merkezleri, ikincisi ise seçkinlerce tercih edilen ve daha dar kapsamlı bir gelişme olarak butik mağazalardır. Alışveriş merkezleri ile tüketim eylemleri daha genel ve yaygın kapsamda etkilenmeye çalışılmakta, hayat tarzı sunumları daha genele indirgenmeye çalışılmaktadır. Butik mağazalarda ise seçkinlerin seçkin olma ihtiyaçlarına ve ayrıcalıklı hissetme duygularına cevap verilmek ön plandadır (Yaşaroğlu, 2010:147). 94 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 4.2. Aşırı Tüketimin Doğurduğu İktisadi, Sosyal ve Siyasal Problemler Kimse tüketime karşı olamaz. Çünkü tüketim insan için vazgeçilmez ve insanın hayatını devam ettirmesi için tartışmasız bir gerekliliktir. Ancak biz burada bilinçli tüketimi savunacağız ve bilinçsiz tüketimi ve tüketim çılgınlığını eleştireceğiz. Başka bir ifade ile biz israfı eleştiriyoruz. İsraf ise insanın varlıkları aşırı tüketmesi, ihtiyacından fazla kullanması ve gösteriş için tüketmesi anlamına gelmektedir. Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm sürmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, insanlar devamlı tüketime teşvik edilmekte ve ihtiyacının üstünde tüketime yöneltilmektedir. Lüks tüketim artmakta, reklâm yoluyla sun’i ihtiyaçlar ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve dayanıklı olması yerine, hemen kullanılıp atılması yolu yaygınlaştırılmaktadır. Plastik malzemelerin kullanımı ile “kullan at” formülü neticesinde hem çevre ve tabiat kirlenmekte, hem de kaynaklar tüketilmektedir. Bugünkü çevre meselesinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır. Dünyamız mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreciyle karşı karşıyadır. Yeryüzü bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğradı. Çevre kirliliğinden, iklim değişimine, sosyal çözülmelerden uluslararası terör olaylarına, intiharların artışından her çeşit suçlarda giderek artmasına kadar mevcut birçok tahribatın kaynağında aşırı tüketim bilincinin olduğu görülmektedir. Tüketim meylinin nefsani baskısına boyun eğenlerin bir çoğu, izzetinden, gereğinde namusundan ve hatta gelenek ve manevi duygularından fedakârlık yapmak zorunda kalmaktadır. Rüşvet, iltimas, irtikâp, zina bu yüzden çoğalmakta, aile yapısı bozulmaktadır. Bütün dünyaya musallat olan enflasyon ve cari işlemler açıklarının temelinde bu davranış bozukluklarının ve tüketim çılgınlığını etkisinin olduğunu görmek gerekir. Dünya bu tüketim temposu ile devam edecek olur ise yer yüzündeki Allah’ın yarattığı kaynakların artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılama derecesi daha da kıtlaşacak ve belki de çevre kirlenmesi ile birlikte insanoğlunun yaşayamayacağı bir gezgene dönüşmesine neden olacaktır. Bizim sorunsallaştırdığımız konu bir toplumsal olgu olarak tüketimin insan doğasını tahrip eden ve dahası toplumsal çözülmelere yol açan boyutudur. Tüketim kültürünün değerlerin değersizleşmesi hatta karakter aşınması gibi sonuçlara yol açan gösterişçi tarafını göz önünde bulundurduğumuzda görülüyor ki, aslında bu durum toplumsal bir patalojidir. İnsanı özgürleştirmek yerine tutsak hale getiren bir hastalık hâlidir. 4.2.1.İsraf Ve Kanaatsizliğin Sonucu: Kredi Kartı Mağdurları Toplumsal bir problem hâlini alan kredi kartları günümüzde en çok konuşulan sorunlardan biridir. Aile içi huzursuzluk, boşanma ve intihar gibi toplumsal olayların 95 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA arakasında çoğu zaman kredi kartı problemleri ve aşırı tüketim yer almaktadır. En büyük değerlerimizden olan kanaatin unutulmuş olması ve israfın yaygınlaşması ülkemizde kredi kartı odaklı problemlerin ana kaynağını oluşturmaktadır.Başta medya olmak üzere birçok faktörün etkisinde kalan tüketici ihtiyacı olup olmadığını düşünmeksizin kazancının çok çok üzerinde alışveriş yaparak bankaların önceden hazırlamış olduğu tuzaklara düşmektedir (Keser, 2010:183). Kart ile kredi kullanımı, yanlış kampanya ve reklam politikaları, fahiş faiz ve bankaların açgözlü tavırları günümüzde binlerce kredi kartı mağdurunu gözler önüne sermektedir. Ekonomik krizin had safhada ve tüm dünyada hissedildiği günümüzde tüm sektörlerin aksine bankacılık sektörü haksız uygulamaları sayesinde aşırı kâr etmektedir. Diğer yandan bu sektörü denetlemekle görevli olan kurumlar görevlerini layığı ile yerine getiremedikleri için oluşan tüketici mağduriyetlerinden paylarını insanlar almaktadır (Keser, 2010:183). 4.2.2.İsraf Ekonomisi ve Gelir Dağılımı İnsanların aşırı tüketim yapması ister istemez borçlanmaya ve borçlanma maliyetinin artışına neden olmaktadır. Dolayısıyla borçlanma kaynaklarına olan aşırı talep faiz oranlarının artışına ve sermayenin getirisinin artmasına neden olmaktadır. İsraf ekonomisinin oluşup gelişmesi paralelinde gelir dağılımı giderek sermaye geliri olan “faiz” gelirleri lehine bozmaktadır. Dolayısıyla “faiz” gelirleri mutlak ve nispi olarak artarken, reel ekonomin iki ana unsuru olan “kâr” ve “ücret” gelirlerinde azalma meydana gelmektedir. Bu durum da gelir dağılımı dengelerini kişisel, sektörel, bölgesel, ulusal ve hatta uluslararası bazda bozmaktadır. Faiz gelirinin çoğalması, zekâtın yok olması veya azalması ile bozulan gelir dengeleri neticesinde, aşırı zengin rantiye sınıfların lüks ve israf temayülü artmakta, üretim kaynakları onların talebini karşılayacak yöne dönmekte ve, üretim arzı bu yönde gelişmektedir. Buna mukabil, geliri düşük büyük insan kütlelerinin zaruri ihtiyacını karşılayacak zaruri ihtiyaç mallarının üretimine yeterli kaynak ayrılmamakta, bu mallarda arz ve talep dengesi bozulmakta, üretim yeterli olmadığından fazla talep karşısında fiyatlar artmaktadır. Çünkü zaruri ihtiyaç mallarında talep elastikiyeti düşüktür. Buna rağmen toplum, zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Dolayısıyla “fakirlik” toplumun büyük bir bölümü için fasit daire içinde sürekli hale gelerek birçok sosyal ve siyasi çatışma, ihtilal ve kaosun temelini teşkil ederken, dünyadaki huzuru da yok etmektedir (Zaim, 2005:75). Diğer yandan reklam, kredi, banka kartı vs. imkânların geliştirilmesiyle tüketim devamlı teşvik edildiğinden, reklamlarla insanlar daima, daha çok, daha gelişmiş ve daha yeni mallara tüketime teşvik edildiğinden büyük halk kütlesinin aile bütçesinde 96 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gelir-gider dengeleri bozulmaktadır. Bunun sonucunda fertler ve devletler borca girmekte, sonuçta gerek fert ve aileler gerekse devletler iktisadi hürriyetlerini de kısmen veya tamamen kaybetmektedir. Nitekim 2008 Dünya Mali Krizinin sonucunda bilhassa tüketim toplumunun zirvesinde yer alan devletler ve milletler aşırı borç sarmalının pençesinde kıvranmakta olduğu gibi bu meseleyi nasıl çözeceklerine dair henüz elle tutulur bir teoriyi de geliştirememişlerdir. Misal olarak aşırı borçlanmadan dolayı krize düşen Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ülkelerin müzmin iktisadi meseleleri, siyasi ve içtimai problemleri doğurduğu gibi İngiltere, Japonya ve hatta ABD’nin dahi ciddi borç stokları ve problemleri ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu dengesizlikler ideolojilere tesir ederek sosyalist, marksist fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Dünya kapitalist ve sosyalist şeklinde iki gruba ayrılmış, kıyasıya mücadele edilmiştir. Fakat tüketici davranışlarındaki temel anlayış, iktisadîadam (homo-economics) değişmediğinden her iki sistemde de israf iktisadı önlenememiştir. Sosyalist sistemde zoraki tedbirlerle lüksü ve israfı yaygınlaştırıp dengelemeye çalışmışlardır. Bu sefer de üretimde başarısız olduklarından toplumun bütünündeki makro dengeler cari planlamaya rağmen sağlanamamıştır. Sonuç olarak bu bozuklukların temelinde israf alışkanlığı, şükür ve kanaat yoksunluğu yatmaktadır (Zaim, 2005: 67). 5.Modern Kapitalizm-Küresel Tüketim ve Açlık Kısır Döngüsü Günümüzde 24 saat sanal işlemlerin yapıldığı; Dünyanın finansal sermayeye ev sahipliği yapan birkaç şehri arasındaki hisse senedi, tahvil, bono, türev ticaretinin üretime dayalı ekonomi ile ilişkisinin koptuğu; ve tıpkı petrol ile değerli taşlarda olduğu gibi tahıl ve yiyecek maddelerinin de uluslararası spekülasyon konusu olduğu bir dünyada açlığın yayılması değil, küreselleşmemesi sürpriz olacaktır. Geldiğimiz noktada, Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda küresel ısınmaya paralel olarak artan kuraklık, spekülatif işlemler, bio-yakıt üretimi gibi sebeplerle tahıl ve temel gıda fiyatları özellikle düşük gelir gruplarındaki milyonlarca insanın geçimini tehdit eder bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir (Ünay, 2010: 79). Buna bağlı olarak Mısır, Senegal, Hindistan, Yemen ve Meksika dâhil onlarca ülkede açlıktan kaynaklanan ölüm ve hastalıklara ilaveten, siyasi-sosyal kaos, toplu ayaklanma ve yağmalama tehlikesinin had safhada olduğu görülmektedir. Ancak bu küresel açlık ve utanç manzarası tüm dünya kamuoyunun gözleri önündeyken milyonlarca dolar bonus alan ve purolarının kalitesi ile sosyal statülerini ölçmeye alışan bir uluslar üstü lordlar sınıfı, magazin programlarına konu olan dar sosyete grupları ve bunun dışında sanayileşmiş ülkelerin üst-orta sınıflarını oluşturan kitleler lüks tüketim alışkanlıklarından hiç taviz vermeden hem gezegenimizi hem de güzide değerlerimizi tüketmeye devam etmektedirler. 97 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Hala, Avrupa Birliği’nin ortak tarım politikası üzerinden bütçesinin yaklaşık üçte birini tarım desteklerine ayırmaya devam etmesi, ABD’nin yükselen tahıl fiyatlarına karşın çiftçilerine cömert sübvansiyonlar dağıtmayı sürdürmesi ve Dünya Ticaret Örgütü’nün 2002’de Doha’da başlayan görüşmeler serisinin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında (en çok tarım ürünleriyle ilgili) anlaşmazlıklar yüzünden tıkanmış olması geri kalmış ülkeler açısından durumun vahametini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Daha derin bir analizle, açlığın küreselleşmesi riski altında iflas eden asıl faktörün küresel kapitalist paradigmanın bizatihi kendisi olduğu görülebilir. Kâr ve verimlilik söylemleri ile gerçek rekabeti yok eden; hayat hakkı dâhil cari tüm insanî ihtiyaçları imtiyazlı bir “yatırımcılar” grubunun çıkarlarının türevi olarak gören; spekülasyon ve şişirilmiş kazanç alanları üretme noktasında sınır tanımayan ve tüketim hırsı hiçbir ahlaki nosyon ile sınırlanamayan kapitalist bir paradigma söz konusudur (Ünay, 2010: 80). Dünya genelinde tüketim ile ilgili rakamlara bakıldığında, artan tüketimin dengesiz bir dağılımla gerçekleştiği, yani tüketimdeki artışın daha çok, zaten zengin olan ülkelerde meydana geldiği görülecektir. Dünya nüfusunun % 12’sini barındıran Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri, 2000 yılında dünya genelinde yapılan toplam harcamaların % 60’ını gerçekleştirmişlerken dünya nüfusunun 1/3’ünü barındıran Güney Asya ve Orta Afrika ülkeleri ise bu harcamaların sadece % 3,2’sine ortak olabilmiştir. Dünya nüfusunun yaklaşık % 16’sını barındıran gelişmiş ülkeler, 1997 yılındaki bütün ferdî harcamaların % 80’ini yapmışlardır (Kutlu, 2005). 1960 ile 2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı dönemde aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara ulaşmıştır (Kutlu, 2005). ABD ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde milyarlarca dolarlık bir kaynak, lüks tüketim maddelerine harcanmaktadır. Bu ülkelerde her yıl yaklaşık olarak makyaj malzemelerine 18 milyar dolar, ev hayvanı mamaları için 17 milyar dolar, parfüm için 15 milyar dolar, okyanus aşırı geziler için 14 milyar dolar ve sadece Avrupa’da yenilen dondurmalar için ise 11 milyar dolar harcanmaktadır (Kutlu, 2005). Modern dönemde yükselen dışsallıklar, reklamlar, moda, defileler ve sınır tanımaz yeni buluşlar gibi vahşi tüketim odaklı kışkırtıcı, baştan çıkarıcı araçlar bireyi hem çevresine, hem de kendisine yabancılaştırmakla kalmamakta, genelde eşref-i mahlukat sayılan insanı, özelde de -cins-i latif olarak nitelenmesine rağmencinselliğini kötüye kullanıp sömürdüğü kadını birer meta veya robot hâline dönüştürmektedir. Metaya kişilik kazandıran isimlerin yerine günümüzde tüketicinin havasına hava katan markalar önemsenmektedir. Tüketilenler adeta tüketicinin kimliğini belirlemektedir (Yaran, 2010:109). 98 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Üstelik bu tavır sadece eşyaya değil, emeğe, insana, çevreye ve hatta Allah’a hürmetsizlik boyutuna ulaşmıştır; zira emeğe ve çevreye saygısızlık, İslam hukukunda bir boyutuyla Allah (yani kamu) hakları kapsamında değerlendirilir. Dahası, vahşi tüketim çılgınlığına tabii kaynakların ne kadar dayanacağının pek de hesabını yapmayıp gününü gün ederek dünyanın kaymağını yiyen şımarık, arsız ve duygusuz mutlu azınlığın hayat standardını sürekli yükseltmeye yönelik “at, başkasını al” yaklaşımı uğruna dünyada sayısız masumun kanları dökülmekte, pek çok ocak söndürülmekte, insani ve fiziki kaynaklar tahrip edilmektedir. 6.Tüketimde Maneviyat Arayan Modern İnsan İnsanın mana arayışı, maneviyat ihtiyacının en önemli göstergesi olarak değerlendirilebilir. Modernleşme süreci ile insan merkezli bir toplumsal tasavvur oluşturulmuş, Allah-insan, alem-insan, zaman-mekân, yeryüzü-gökyüzü,özne-nesne birliği parçalanmıştır (Gencer, 2008: 113). Modernitenin Tanrı-insan-alem arasındaki birliği parçalaması ve her şeyin merkezine insanı konumlandırması, maneviyatın parçalanmasına yol açmıştır. Sonuçta da modern dünya Weber’in demir kafes metaforunda olduğu gibi kutsaldan hızlı bir şekilde uzaklaşarak büyüsü bozulan bir yer hâline gelmiştir. Kutsaldan uzaklaşma süreci, insanın anlam arayışını durdurmamış aksine kendine, çok farklı çıkış yolları arayan bir manevi açlık üretmiştir. Reklamcılar ise kendisine sunulan hayattan tatmin olamayan modern insanın, maneviyat ihtiyacını tüketimle aşılamaya çalışmaktadır. Ancak bütün bu çılgınca tüketim kasırgasına rağmen insan mutlu olamadığı gibi giderek daha çok maneviyata ihtiyaç duyuyor. Araştırmalar toplum içinde yükselen bir trend ile kutsala yönelişin olduğunu göstermektedir. Bunun en tipik göstergesi, son on yılda yapılan araştırmalarda birinci sıranın “iş yaşamında maneviyat ve anlam” konusunun olmasıdır. Mevlana’nın şiirleri kendi kategorisinde Amerika’da son on yılda birinci sırada yer almaktadır (Yazar, 2010:240). 1976 yılında Yankelovich tarafından yapılan bir araştırmada kutsal değerlere inanma oranı % 12 iken, 1998’de bu oran % 52’ye yükselmiştir. Günümüzde de kutsala olan yönelim giderek artmaktadır (Lavie, Stout, Lee, 2009). ABD’de yapılan bir başka araştırmada ise, insanların duygusal tatmin aradığı ortaya konulmuştur. 8 ila 14 yaş arası çocuklar üzerinde yürütülen bir araştırmada, reklamlarda, duyguların yer almasının açık bir şekilde tercih edildiği tespit edilmiştir. Çocukların yüzde 76’sı inanacak bir şeyler aradıklarını belirtmişlerdir. Sadece 2003 yılında çeşitli dinî materyallere harcanan para 3,6 milyar dolar civarındadır (Yazar, 2010: 186). 7.Aşırı Tüketim İnsanlığa Ne Kadar Refah ve Mutluluk Sağlıyor? Bir mağaza müdürüne ait şu tespitler çok iyi anlatmaktadır: “Eskimeyi hızlandırmalıyız. Bizim görevimiz kadınların, sahip oldukları şeylerden mutsuz 99 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA olmalarını sağlamaktır. Onları o kadar mutsuz etmeliyiz ki kocaları hesaplarında biriktirdikleri paralarla mutluluk ve huzura kavuşamayacak hâle gelsinler.” Bencil duyguların baskın olduğu insan, imkânlarını paylaşmak yerine kendi ihtiyaçlarını azami derecede tatmin ederek daha mutlu olacağını düşünüyor. Ancak, sonuçta mutluluğu da yakalayamıyor. Psikiyatri uzmanlarının “Kaliforniya Sendromu” dedikleri hâl günden güne maneviyattan yoksun bütün toplumları sarıyor. Ben merkezcilik, zevke düşkünlük ve yalnızlık şeklinde gözlenen bu hâlin sonunda da insan mutlu da olamıyor. Mutsuzluğunu bastırmak için daha fazla eğlenceye ve zevk alacağını hayal ettiği sapkınlıklara dalan insan sonuçta, susuzluğunu gidermek için tuzlu su içen insan gibi daha da mutsuz oluyor (Yaran, 2010:104). İktisat teorisine göre gelir seviyesiyle harcamalar, dolayısıyla refah arasında doğru orantılı bir ilişkinin olduğu düşünülmektedir. Oysa, zenginlik seviyesi ile mutluluk arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarma yönünde, 1990 ve 2000 yıllarında, 65 ülkede yürütülen bir çalışmada çıkan neticeye göre; gelir seviyesinin fert başına 13 bin dolara kadar yükselmesi maddî rahatlama ile gelen geçici mutluluğu artırmış, bu seviyenin üzerindeki gelir ise, mutluluğun yükselmesinde önemli bir katkı sağlamadığını göstermiştir (Kutlu, 2005). Tüketim kavramı ve bu kavramla bağlantılı tüketim bağımlılığı, tüketim çılgınlığı, tüketim köleliği gibi kavramlar günümüz insanlığını tehdit eden en büyük tehlike olarak gösterebiliriz. Çünkü bu kavram ve ifadeler sosyal bir varlık olan insanı, üstelik sosyal hayatın içinde yalnızlaştırmakta, koparmakta, tek başına göğüsleyemeyeceği sorunlarla baş başa bırakmaktadır (Sırım, 2010:194). Tüketim kavramını bu derece tehlikeli hâle getiren etken, genellikle tüketim ürünlerinin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Bilakis, o ürünlerin üretim sürecinde yaşanan, her geçen gün daha da artan “hız”dan kaynaklanmaktadır. Üretim-tüketim çarkının istenen şekilde işleyebilmesi büyük bir seri olarak gerçekleştirilen üretimin hedef kitleye yani nihai tüketiciye en kısa sürede ulaştırılmasına, tüketici tarafından da en hızlı şekilde tüketilmesine bağlıdır. Bu süreçte yaşanacak bir aksama ve yavaşlamanın bahsettiğimiz çarkı kuranları ve işletenleri hiç memnun etmeyeceğini, hızı düşüren veya durduran engelleri en kısa zamanda ortadan kaldıracak önlemleri ilgililerin alacaklarını söylemek mümkündür (Sırım, 2010:194). “Hız”a endeksli yaşamın insanlığın başına neler açtığına dair olumsuz örneklere her geçen gün belki yüzlercesi ekleniyor. Bu tehlikenin ana kaynağı ise Batılı “modern” yaşam anlayışıdır. Aileden iş hayatına, eğitimden teknolojiye insanlığın hizmetine sunulan yenilikler ne yazık ki bu “hızlı yaşam” mekanizmasını daha da hızlandırmak için kullanılmaktadır. “Sürekli yenile!” “Sürekli harca!” “Sürekli tüket!” komutlarıyla, kısaca kesintisiz tüketim yapılıyor. 100 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu anlayış insanları olduğundan daha hızlı olmaya, daha hızlı düşünmeye, daha hızlı karar vermeye, daha çabuk eylemlerde bulunmaya koşullandırıyor ve hatta zorluyor. Bu zorunluluğu dışarıdan bir etki veya emirle değil de,güya kendi karar ve tercihiyle hissettiğini düşünen insanlar yani bizler bunu tüm hayatımıza genelliyoruz. Sürekli bir şeylere yetişme telaşı içindeyiz (Sırım, 2010: 194). Diğer taraftan, sabırsızlık, acelecilik, tahammülsüzlük, aşırı rekabet, rekabetle gelen uyuşmazlıklar, stres, gerginlik yaşamın her alanında kendini gösteriyor. Hızlı hayat, hayatın hazzını yok ediyor. Sağlıklı düşünmeyi, doğru karar almayı engelliyor. Gelişmeleri yüzeysel değerlendirmeye sebep oluyor. Bir mesele üzerinde fazla düşünmek, yavaş hareket etmek bir zaman kaybı gibi algılanıyor.“Hızlı yaşam” sosyal hayatta bireyleri de daha egoist bir hayat anlayışına yöneltiyor. Rakiplerini geçmek için de sadece çalışmanın yetmeyeceği, her türlü hile ve oyunlara başvurmanın normal, hatta zorunlu olduğu zihinlerde yer ediyor. Alabildiğine hızlı ve hırslı hayat mücadelesiyle elde edilecek bir başarı, bu başarının sağlayacağı yüksek gelir ve refah düzeyi, bu gelir ve refahla elde edilecek “mutluluk.” Ancak bütün bu süreci tamamlayıp da mutluluğa erişebilmek de rahatlıkla tartışılabilir. Sonuçta, en iyi ihtimalle o “mutluluk” hayatın kendisi gibi hızla ve en kısa zamanda yerini “mutsuzluğa” bırakıyor (Sırım, 2010:193). Yapılan birçok bilimsel araştırmada ortaya çıkan asıl önemli husus, temel ihtiyaçların karşılanması sonrasında artan zenginlik ve bunun paralelinde artan tüketimin, insanların mutlu olmalarında birebir tesirli olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Bilakis; çoğu zaman tüketimin artması; strese, aile içindeki ve içtimai hayattaki rolleri yerine getirmede zaman darlığına, borçlanmaya, şişmanlığa, çeşitli hastalıklara, sosyal münasebetlerde bozulmalara ve çevre problemlerine yol açmakta, hayat kalitesine menfi tesir etmektedir. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerde meydana gelen ölümlerin sebepleri, bu duruma uygun bir örnek teşkil etmektedir. Bir örnek olarak bu ülkelerde meydana gelen ölümlerin % 42 gibi büyük bir nispeti; damar, kalp hastalıklarından ve kanserden kaynaklanmaktadır(Kutlu, 2005). İsrafın lüks, sefahat ve gereksiz harcamaların artması, fert ve toplum hayatında korkunç tahribatlara yol açmakta insanların yardımlaşma dayanışma ve güven duygularını yok etmektedir. Ayrıca bu durum sosyal dengelerin de bozulmasına neden olmaktadır. Mutlu bir hayat, ancak huzurlu bir toplum içinde mümkündür. Paylaşma kültüründen uzak, sosyal bütünleşmesini tamamlayamamış toplumlarda yaşayan bireylerin, mutlu olmaları beklenemez. Hiçkimse –ne kadar güçlü olursa olsun- böyle bir toplumda kendini güvende hissedemez. İnsanın mutlu olması, kendini güvende hissetmesi ile yakından ilgilidir. Sınırsız ihtiyaçlar karşısında onun için en iyi liman, 101 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA kendini güvende hissettiği sosyal çevre olacaktır. Bununla sadece çevresinden tehdit ve tehlike algılamaması ile sınırlı bir güven duygusunu kastetmiyoruz. Bununla birlikte, başı sıkıştığında ve ihtiyaç hissettiğinde derdine derman olacağından, yardımına koşacağından emin olduğu bir sosyal çevreyi kastediyoruz. Böyle bir sosyal çevrenin oluşması için, sadece beklenti içinde olması yetmez; toplumda yaşayan insanların aynı zamanda başkalarının bu tür beklentisine cevap vermeye yatkın ve hazır olması da gerekir. İhtiyaçlarını, gerçek ihtiyaçlarla sınırlı tutan, imkân-ihtiyaç dengesini iyi kuran, kaynaklarını aynı zamanda diğer insanların ihtiyaçlarına sunmaktan zevk alan, kendi imkânlarının yetmediği yerde çevresinin imkânları tarafından destekleneceğine inanan ve güvenen insan daha huzurlu ve daha mutlu olacaktır. Tarihî sürece baktığımızda sosyal bütünleşmesini tamamlamış toplumlarda yaşayan fertlerin, şahsi kabiliyet ve kapasiteleri yetersiz olsa bile daha mutlu olduklarını görüyoruz. Bizim geçmişimizde bu duyguyu besleyen unsurlar yeteri kadar vardır. Bizim kültürümüzde, bir kişinin yemeğinin iki kişiye, iki kişininkinin üç kişiye yeteceğine inanılır. Bereket, hayatımızda önemli bir yer tutar. Onun için yemek yiyeni, ekim ekeni veya hasat yapanı gören kişi “Bereketli olsun” demektedir. Eline parayı alan insan, -sattığı malın bedeli de olsa- onu kasaya veya cüzdana koymadan önce “Bereket versin” demeyi ihmal etmez (Yaran, 2010:88). Hatta Anadolu’da öyle insanlar vardır ki çok toplumun ortalama tüketiminin altında tüketim yaptığı hâlde evinde ve hane halkında mutluluk derecesi çok daha yüksek bulunmaktadır. 8.Değerler Eğitiminin Kapsamı, Araçları ve Tüketici Davranışlarını Etkileyebilme Potansiyeli Tüketime dair ahlaki zaafların temelinde yine araç-amaç şaşkınlığı vardır. Tüketmeyi araç değil, amaç edinen birey, en kaliteli üründen en uzun süre ve en fazla miktarda tüketebilmek uğruna, erdemlerinden taviz vermektedir. Nitekim tüketim toplumlarında ürün ve hizmetin insani değerlerin önüne geçtiği ve tüketmeye kilitlenmiş bireylerin değerleriyle çatışır hâle geldiği inkâr edilemez bir gerçektir. Belki de bu değerlerin en başında kanaatkârlık gelmektedir. Bireylerin birer potansiyel tüketici olarak görüldüğü ve aşırı tüketmelerini sağlamak üzere sürekli kışkırtıldığı bir dünyada, hırs ve tamahın önüne geçmek imkânsızlaşmaktadır. İhtiyaçlar sınırsız kabul edilmekte, zihinler doyumsuzluğa şartlanmaktadır. Oysa Hz. Peygamber, “Âdemoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir vadi dolusu malı daha olmasını arzu eder. Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doldurur.” demektedir (Kallek, 2010:141). Dünyanın belli gelişmiş ülke ve bölgelerinde önü alınamaz bir savurganlık ve israf ekonomisi varlığını sürdürürken diğer bölgelerinde ve az gelişmiş ülkelerinde “küresel açlık” olarak tanımlanan bir tehlike bulunmaktadır. Avrupa merkezli bir ‘dünya 102 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ekonomisi’nin -Çin, Hind, Osmanlı gibi kadim ekonomik alanlara üstünlük sağlaması; geleneksel piyasa anlayışlarının yerini ticari, sınai ve finansal formlarıyla kapitalizmin alması; Popüler meşruiyet kazanımı noktasında gösterilen tüm çabalara ve suni politika inşalarına rağmen, kapitalizmin yapısal sorunları ve hiç de insani olmayan sınırsız kâr eksenli irrasyonalitesi, insanlığı 21. yüzyılın başında küresel açlık tehlikesini konuşur bir noktaya sürüklemiş bulunmaktadır(Ünal, 2010:73). Bugün Türkiye dâhil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan ziyade, rızkı mecazi grubuna girenlerdir. Reklam, görenek, kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz. Hâlbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip noktasına, müstemlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevk edilmişlerdir. Meselâ, bazı Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin için müstemlekeciye muhtaç hâle düşürülmüştür. Tüketim kültürünü eleştirirken ve aşmaya çalışırken öncelikle bu durumun bir paradigma hâkimiyeti olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu durumda kendini dindar olarak tanımlayan modernleşmiş ortalama Müslüman bireylerin tüketim paradigmasından tümüyle kaçamayacakları görülmektedir. Ancak bu durumda alınabilecek bir tutum olarak tüketimin bir gurur ve kibir vesilesi hâline getirilmemesi yolunda bireylerin vicdanî nefsî muhasebelerini yapabilmeleri ve birbirlerine hayır tavsiye eden-şerden alıkoyan bir toplumsal bilinç içerisinde karşılıklı uyarma mekanizmalarını geliştirmeleri gerekmektedir(Keser, 2010:209). Öz değerlerimizdeki anlamıyla iktisadın esası ve özü tüketici davranışlarında israfın haram oluşunun hikmetini ve müspet ve menfi tesirlerini izah etmekte toplanmaktadır. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (Araf Sûresi, 7/31). Bu konu, esasında bugünkü dünyamızda insanlığın temel meselelerinden birini teşkil etmektedir. İnanç sistemimizin getirdiği prensipleri baz alan ve tüketici davranışını öz değerlerimize dayalı kurallara uygun yaşamaya çalışan bir insan modelini geliştirmek son derece önem arz etmektedir. Değerlerine bağlı insan, hayatında ihtiyaçları, gerçek olanlarla sınırlı tutar. Açgözlülük yapmaz, zühd hayatını erdemlilik sayar. Başkasının elindekine göz dikmez. İhtiyaçlar derecelendirir ve belli bir düzeyde tatmin edildikten sonra eldeki kaynakları başkaları ile paylaşır. Hatta bazen başkalarının ihtiyacı şahsî ihtiyacın önüne geçer (îsâr). Bu paylaşım, inançtaki sadakatin bir göstergesi sayılır. Sadaka ile sadakat kelimelerinin aynı kökten gelmesi anlamlıdır. Çağdaş dünyada etkin olan bencil insan 103 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA tipi yerine bizim değerlerimiz diğergâm insan tipini inşa etmeyi hedef seçmiştir. Böyle bir insan kendisi kadar başkalarını da düşünür, paylaşır, sahip olduğu imkânları (bol da olsa)ölçülü kullanır, israftan uzak bir hayat yaşar (Yaran, 2010:88). Dolayısıyla böyle bir toplumda sosyal ve iktisadi dengeler de kurulmuş olur. 9. İslam Medeniyetinde Hayatın Gayesi ve İhtiyaç Eksenli Harcama Tutumu (İnfak) Bu konuda birçok Ayet-i kerimenin yanında, Peygamber Efendimizin“Doğrulukta ve iyilikte yardımlaşın, fakat kötülük ve günahta yardımlaşmaktan kaçının.”- “Bir ülkede bir kimse açlıktan ölürse, bütün ülke halkı ondan sorumlu olur.”“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” Hadis-i Şerifleri konuya ışık tutması açısından çok muhteşemdir. Bilinçli Müslümanın hayatında asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Kur’an’da Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve kendileri de Allah’tan razı olmuş insanlar övülür. Allah’ın rızasının her şeyden önemli olduğu açıkça ifade edilir. Bir Müslüman için Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmak, kazançların en büyüğüdür. Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmanın önemli yollarından biri de infaktır. Kur’an’da iyi Müslümanın nitelikleri sıralanırken “infak etme” özelliğine yer verilir. İyi bir Müslüman infak ederken, sahip olduğu varlıkların iyilerinden infak eder, ölçüyü kaçırmaz, önceliklere dikkat eder (Yaran, 2010: 88). Her Müslüman, insanın kendisine dünyayı imar etme görev ve sorumluluğu yüklenerek (Hûd, 11/61) yeryüzüne gönderildiğine inanır. Dolayısıyla imar ile aynı kökten gelen ve israfı önleyerek insan hayatının sürdürülebilirliğini sağlayan “tamir” söz konusu hedefin gerçekleştirilmesini sağladığı i için-özellikle bu bilinçle yapılırsasevaptır, ibadettir, rahmettir. Bizi “israf ” batağından kurtardıkları, vahşi kapitalizmin hızla dönen ve insan hayatının sürdürülebilirliğini öğüten çarkını yavaşlattıkları, hiç değilse yağlamadıkları için tamircilerin varlığı da nimettir (Kallek, 2010:114). Bu bağlamda Hz. Peygamber’in, özellikle yeme-içme ve giyim konusunda, insani sorumlulukları yerine getirmeye yetecek miktarla sınırlı tüketim anlayışı dikkat çekicidir. “Âdemoğlu, karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”buyuran Hz. Peygamber, hayatı boyunca ihtiyacı kadar yemesi, sade yiyecekler tüketmesi ve hatta yerken sofraya kurulup arkasına yaslanarak keyif yapmaktan hoşlanmaması ile insanlığa bizzat örneklik etmiştir (Kallek, 2010: 141). Şu hâlde bir toplumda mütekâmil zengin insanlar, ihtiyaçlarını karşılarken, kendi ihtiyaçlarını makul ölçülerde karşılamak, artan imkânlarını, bu imkânlara sahip olamayan insanların istifadesine sunmakla mükelleftir. Zira Peygamberimiz, Allah’ın 104 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI affetmeyeceği insan tiplerinden biri, “diğer insanlara karşı yükümlü bulunduğu mesuliyetlerden habersiz olandır.” diye buyurmaktadır. (Zaim, 2005: 70). Bugün dünyamızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için her gün yüzbinlerce insan ölmektedir. Hâlbuki Peygamberimiz, “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç iken ve kendi elinde imkânları varken buna bigâne kalırsa, bizden değildir.” diye buyurmaktadır. Bu konuda Bediüzzaman “Fakr u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinde ehl-i vicdana rikkat-ı cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayrimeşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” demektedir (Zaim, 2005:73). Bu sebeple eskiden değerlerine bağlı insanlar çevredeki insanları imrendirmemek için sokakta açık olarak bir şey yemedikleri gibi, hatta taşıdığı gıda maddelerini açıkta götürmemekteydi. Gündelik hayatımızda bu ihtiyaçlarımızı karşılarken, Halıkımıza karşı yapacağımız şükrün edası, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Nimete karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmaktır.” Bunun adına iktisat denir. İktisada riayet etmeyen insan israfta bulunmuş olur. İsraf şükrün zıddı olup, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır (Zaim, 2005:73). Şu halde para verip satın alarak soframıza getirdiğimiz ekmeği yerken, bu nimetin, toprağa tohumun ekilmesi safhasından başlayarak biçilip buğday hâline gelmesi, öğütülüp un yapılması, fırında pişirilip ekmek olduktan sonra evlere nakline kadar, birçok insanın iş birliği ve iş bölümü ile gerçekleştiğini düşünmeli, bu şuur içinde onu yiyerek “ticaretli bir ihtiramda” bulunmalıyız. Yani onu mal ve hizmetleri hasara uğratıp horlayarak yarısını tabağımızda bırakıp, çöpe dökerek “hasaretli bir istihfafa” maruz bırakmamalıyız. Hâlbuki günümüzde, arz ettiğim gibi yüzbinlerce insan açlıktan ölürken, bırakınız çok zengin ülkeleri, bizim gibi orta zenginlikteki toplumlarda bile her gün binlerce ekmeğin yenmeyip, tabaklarda bırakılan yemeklerin çöplere atıldığını görüp, duyup okumaktayız. İşte bunun adı israftır ve “nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.” Hâlbuki yapmamız gereken şey bu nimetleri tüketirken, onlara karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmak gerekir (Zaim, 2005:74). Bunu bilen mütekâmil ecdadımız, yere düşen ekmeği öpüp başına koyar, sofradaki ekmek kırıntılarından bir tekinin yere düşmemesine dikkat ederdi. İşte bu davranışın adına iktisat denir. Görüldüğü gibi bugünkü popüler hâle gelmiş iktisat ilminin manası bu temele dayanmaktadır. Bu sebeple, iktisat ilminin, iktisat kitaplarında, sınırlı kaynakların, insanların sınırsız ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamasının yollarını arayan bir ilim olarak tarif edildiğini hatırlarsak, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadı tarifindeki isabet ve derinlik daha iyi anlaşılmış olur (Zaim, 2005:73). İnsan cesetten ibaret olmadığına göre Halıkına karşı, gündelik zaruri ihtiyaçlarını karşılanmasında, gıda ihtiyacı başta gelir, lütfedilen nimetlere karşı ru105 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA hunun derinliklerinden gelen bir şükrü ifa etmenin mânevî hazzı ile israftan kaçınıp iktisada riayet etmelidir (Zaim, 2005:73). Bugünkü İslam dünyasında zenginlik içinde fakirlik çekilmektedir. İslam dünyası bugün önemli kaynaklara sahip olduğu hâlde fakirlerinde şükür ve kanaat yoksunluğu, zenginlerinde israf ve cimrilik sebebiyle iş bölümü içinde iş birliğini sağlayamamakta, namerde muhtaç hâle düşerek borçlanmaktadır. Bugün en zengin ve fakir ülkeler İslam dünyasında olup, zengini ve fakiri de borca batmış bulunmaktadır. Çünkü kardeş olması gereken Müslümanlar karşılıklı adavet duyguları içinde birbirine karşı silahlanmakta, silah ve diğer birçok yüksek teknoloji ürünlerini kendileri üretemedikleri için borçla satın almakta ve satanların elinde izzetlerini kaybederek oyuncak olacak derekeye düşmektedirler (Zaim, 2005:69). 10. Türkiye’de Değerler Yozlaşması İle Sosyal ve Ekonomik Verilerdeki Bozulma Arasındaki Korelasyon İlişkisi Üzerinde Ampirik Analizler Türkiye’nin 2002-2012 dönemine ait bazı sosyal ve ekonomik göstergeler aşağıdaki tabloda gösterilmektedir. Değişkenler arsındaki korelasyonlar ise ayrı başlıklar altında sunulmaktadır. 10.1 Türkiye’de on yıllık süreçte Millî Gelir ve Tüketim Harcamaları Tablodaki verilerden gelirin ve tüketimin zincirleme indeksi incelendiğinde 2002 yılında 100 olan gelir ve toplam tüketim harcamasının 2012 yılında gelirde 162 ye tüketimin de 424’e çıktığı görülmektedir. Tüketim harcamalarının bu on yıllık sürede yaklaşık üç kat daha büyük oranda arttığını göstermektedir. 106 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Grafik 1: Gelir-TüketimHarcamaları(2002-2012) 10.1.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. Yapılan birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi uygulandığında Tüketim Harcamaları (ConsExp) değişkeninin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. Sabit fiyatlar ile ele alınan gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstant Prices) ise ikinci derece fark işlemi uygulandıktan sonra %5 anlamlılık düzeyinde durağan hâle gelmektedir. 10.1.1 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde Tüketim Harcamaları ConsExp, Sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstan Prices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. GDPConstanPrices = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hâli) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Tüketim Harcamaları: 0.288871, £1: Hata Terimini göstermektedir. ____________________________________________________________________ 1 %10 Anlamlılık Düzeyinde 2 %5 Anlamlılık Düzeyinde 107 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 5.856573 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkendeki değişimin %93’ünü açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğim model aşağıdaki gibidir. ΔdlnGDPConstanPrices,2= 18.38939 + 0.288871.ΔdlnConsExp +£ S.E. Β0: 1.188288 β1: 0.070202 T Stat (15.47553) (5.856573) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre tüketim harcamalarının artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle tüketim harcamaları ile GSYH arasında negatif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin, Gelirin 10 TL artması model katsayıları göz önünde bulundurulduğunda tüketim harcamalarında yaklaşık olarak 3 TL’lik bir artışa neden olmaktadır. Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 1.518 gibi bir değer olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş, Durbin- Watson İstatistiği 1,68 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür. 10.2 Kredi Kartı Kullanımı -Tüketim İlişkisi 10.2.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. 108 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi uygulandığında kredi kartı kullanımı (CCardUsage) düey seviyesinde, sabit fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstantPrices) ise birinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. 10.2.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde kredi kartı kullanımı CCardUsage, Tüketim Harcamaları ConsExp ise olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. ConsExp = α0+β1.CCardUsage +£ (Modelin İlk Hâli) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Kredi Kartı Sayısı: 1.47061, £1: 0.356235 Hata Terimini göstermektedir. Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Kredi Kartı Kullanımı Test İstatistiği : 7.480886 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %97’sini açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔdlnConsExp= -1.685019 + 1.47061.ΔdlnCCardUsage + 0.356235.£ S.E. Β0: 3.45522 β1: 0.196582 β2: 0.225953 T Stat (-0.487673) (7.480886) (1.57659) ____________________________________________________________________ 3 %1 Anlamlılık Düzeyinde 4 %10 Anlamlılık Düzeyinde 109 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre kredi kartı kullanımının artması ile birlikte tüketim harcamalarının da arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle Tüketim Harcamaları ile Boşanma Sayıları arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Hatta analiz sonuçlarına göre kredi kartı kullanımı çarpan mekanizmasına sahiptir. Kredi kartı kullanımındaki %10’luk bir artış tüketim harcamalarını %15 arttırmaktadır. Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 0.905 gibi bir değer olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş, Durbin- Watson İstatistiği 2,398 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür. Grafik 2: Kredi Kartı Sayıları (2002-2012) 10.3 Boşanma Sayıları- Gelir 10.3.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlerden yıllara göre boşanan kişi sayısı birinci derece fark işlemi uygulandığında, Sabit Fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın ise (GDPConstantPrices) ikinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. ____________________________________________________________________ 5 %1 Anlamlılık Düzeyinde 6 %5 Anlamlılık Düzeyinde 110 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 10.3.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde Divorcement Boşanma sayılarını ifade ederken, sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstanPrices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. GDPConstanPrices = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hali) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Tüketici Kredileri: 0.175489, £1: Hata Terimini göstermektedir Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Tüketici Kredileri Test İstatistiği : 7.071693 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkendeki değişimin %95’ini açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔdlnGDPConstanPrices,2= 21.90251 + 0.175489.ΔdlnConsumerCV +£ S.E. Β0: 0.486673 β1: 0.024816 T Stat (45.00454) (7.071693) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre tüketici kredilerinin artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle tüketim harcamaları ile GSYH arasında negatif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin, Gelirin 10 TL artması model katsayıları göz önünde bulundurulduğunda tüketici kredilerinde yaklaşık olarak 3 TL’lik bir artışa neden olmaktadır. Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 1.159 gibi bir değer olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş, Durbin- Watson İstatistiği 1,718 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür. 111 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Grafik3: Yıllara Göre Boşanma Sayıları (2002-2012) 9.3 Boşanma-Tüketim İlişkisi 10.3.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi uygulandığında Boşanma Sayıları (Divorcement) ve Sabit Fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstantPrices) değişkenlerinin durağan hale geldikleri ortaya çıkmıştır. 10.3.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde Boşanma Sayıları Divorcement, Tüketim Harcamaları ConsExp ise olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. Divorcement = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hali) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Tüketim Harcamaları: 0.311592, £1: Hata Terimini göstermektedir. ____________________________________________________________________ 7 %10 Anlamlılık Düzeyinde 8 %10 Anlamlılık Düzeyinde 112 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 7.071693 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %86’sını açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔdlnDivorcement= 4.06025+ 0.311592.ΔdlnConsExp + 0.542542.£ S.E. Β0: 2.308498 β1: 0.095137 β2: 0.234214 T Stat (1.758828) (3.275193) (2.316437) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre tüketim harcamalarının artması ile birlikte boşanma sayılarının da arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle tüketim harcamaları ile boşanma sayıları arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Modelde önce tahmin edilen Durbin - Watson istatistiği 0.664 gibi bir değer olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş, Durbin - Watson İstatistiği 1,724 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür. 10.5 Mahkum Sayısı-Gelir İlişkisi 10.5.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. ____________________________________________________________________ 9 %10 Anlamlılık Düzeyinde 10 %5 Anlamlılık Düzeyinde 113 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere ikinci derece fark işlemi uygulandığında yıllara göre Mahkum Sayıları (Prisoners)düzey seviyesinde, sabit fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın (GDPConstantPrices) ise ikinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. 10.5.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde mahkûm sayılıarı prisoners, sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstan Prices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. GDPConstanPrices,2 = α0+β1.Prisoners +£ (Modelin İlk Hâli) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Hükümlü Sayısı: 0.39112, £1: Hata Terimini göstermektedir. Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Hükümlü Sayısı Test İstatistiği : 4.907372 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketici Kredileri bağımlı değişkenindeki değişimin %70’ini açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔdlnGDPConstanPrices,2= 20.83576 + 0.39112.ΔlnPrisoners +£ S.E. β0: 0.905808 β1: 0.079701 T Stat (23.00241) (4.907372) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre Hükümlü Sayısının Artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle hükümlü sayısı ile GSYH arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Gelirin %10 artması hükümlü sayısında yaklaşık %4’lük bir artışa neden olmaktadır. 114 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Grafik 4: Mahkum Sayısı-Gelir İlişkisi (2002-2012) 10.5 Eğlence, Otel, Seyahat Harcamaları-Gelir Otel Harcamaları, turizm harcamalarının en önemli göstergelerinden biridir. Otel harcamalarının toplam tüketim harcamaları içerisindeki payı veri olarak alınmıştır. 9.5.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlerden Restoran ve Otel Harcamalar (RestAndHotel) birinci derece, sabit fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstantPrices) ise ikinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. ____________________________________________________________________ 11 %1 Anlamlılık Düzeyinde 12 %5 Anlamlılık Düzeyinde 115 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA 10.5.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde Restoran ve Otel Harcamalar (Rest and Hotel), Sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstanPrices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. RestAndHotel = α0+β1. GDPConstanPrices +£ (Modelin İlk Hâli) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: GSYH: 0.791656, £1: Hata Terimini göstermektedir. Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Tüketici Kredileri Test İstatistiği : 2.346402 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. Düzeltilmiş R²: Tüketici Kredileri bağımlı değişkenindeki değişimin %61’ini açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔdlnRestAndHotel=-18.47578+0.791656.ΔdlnGDPConstanPrices,2+0.395935.£ S.E. Β0: 8.550116 β1: 0.337392 β2: 0.292121 T Stat (-2.160881) (2.346402) (1.355379) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre Restoran ve Otel Harcamalarının artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle Restoran ve Otel Harcamaları ile GSYH arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Gelirde meydana gelen %10’luk bir artış otel harcamalarını dolayısıyla da turizm harcamalarında %8’lik bir artışa neden olmaktadır. Modelde önce tahmin edilen Durbin - Watson istatistiği 0.905 gibi bir değer olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş, Durbin - Watson İstatistiği 1.840 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür. 116 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Grafik 5: Eğlence, Otel, Seyahat Harcamaları-Gelir İlişkisi (2002-2012) Yukarıda sunulan tüm analiz ve grafiklerden çıkarılan sonuç; 10 yıl boyunca Türkiye’de gelir ve tüketim harcamaları arttığı hâlde insanlar tüketimden tatmin olup doyamamış olduğundan ailelerde boşanmalar, toplumda mahkûm sayısında artışlar, kredi miktarında büyümeler meydana gelmiştir. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler gösteriyor ki değerlerimizdeki yozlaşmaların etkisi ile oluşan maddi tüketim çılgınlığı insanı tatmin ve mutlu etmiyor. Bilakis giderek daha çok tüketim yaparak toplumun sosyal, iktisadi ve hatta siyasi dengelerin bozulması riski ile yüz yüze kalmasına neden olmaktadır. 10.6 İntihar -Tüketim İlişkisi ____________________________________________________________________ 13 %5 Anlamlılık Düzeyinde 14 %10 Anlamlılık Düzeyinde 117 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA 10.6.1 Birim Kök Testleri Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller (ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır. Yapılan birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi uygulandığında intihar eden kişi sayısının (Suicide) düzey seviyesinde, tüketim harcamaları (ConsExp) ise birinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır. 10.6.2 Modelin Tahmin Edilmesi Modelde yıllık intihar eden kişi sayısı suicide , Tüketim Harcamaları ConsExp ise olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir. Suicide = α0+β1. ConsExp +£ (Modelin İlk Hâli) Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Tüketim Harcamaları: 0.134344 olmaktadır. Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır. Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 3.42982 Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır. R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %57’sini açıklamaktadır. Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur. Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde ettiğimiz model aşağıdaki gibidir. ΔlnSuicide= 4.720718 + 0.13434. ΔdlnConsExp + £ S.E. Β0: 0.935632 β1: 0.039168 T Stat (5.045486) (3.42982) En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre Tüketim harcamalarının artması ile birlikte intihar sayısının da arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle Tüketim Harcamaları ile intihar arasında pozitif bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Analiz sonuçlarına göre tüketim harcamalarındaki %10’luk bir artış %1,3 oranında intihar sayısını arttırmaktadır. 118 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Hata terimlerinin değişkenler ile ilişkisinin bulunup bulunmadığını ölçen bu analizde Durbin- Watson sonuçlarından yararlanılacaktır. Modelde Durbin-Watson istatistiği 2.32 olarak bulunmuştur. Gözlem ve değişken sayılarına göre DurbinWatson tablosunda dL değeri: 0.653, dU değeri: 1.010 olarak bulunmuştur. Buradan, 4-dL: 3.347; 4-dU: 2.99 olarak bulunur. Durbin- Watson test istatistiği dU ve 4-dU aralığında bulunduğundan H0 hipotezi reddedilemez ve modelde Otokorelasyon sorunu olmadığı sonucuna varılır. Grafik 6: Tüketim Eğilimi – İntihar (Endeks) İlişkisi 10.7 Türkiye’nin Gelir ve Tüketim Endeksleri ile Sosyal Göstergeleri İlişkisi Grafik.7 de görüleceği gibi Türkiye’nin 2002-2012 Yılları arasında gerek millî gelirinde ve gerekse toplam tüketim harcamalarında çok önemli bir artış olmasına (hatta millî gelirden çok daha büyük ve hızlı bir tüketim artışı özellikle eğlence harcamalarında artış olmasına,) rağmen sosyal ve kişisel mutluluğun göstergesi olarak kabul edilebilecek intihar, mahkûm, boşanma, gibi gösterge endekslerinde artış olmuştur. Grafik 7: Gelir Tüketim ve Sosyal İstatistikler İlişkisi (2002-2012) 119 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA 10.8 Türkiye’nin Gelir ve Tüketim Endeksleri ile Ekonomik Göstergeleri İlişkisi Grafik.8’den de görüleceği üzere Türkiye’nin 2002-2012 Yılları arasında gerek millî gelirinde ve gerekse toplam tüketim harcamalarında çok önemli bir artış olması ile birlikte cari işlemler dengesizliğinde, kredi kartı sayısında ve özellikle kredi hacminde artış meydana gelirken, makro ekonomik gelişmenin lokomotifi sayılan tasarruf endeksinde her geçen yılda azalma meydana gelmiştir. Grafik 8: Ekonomik İstatistikler (Çizgi) Sonuç ve Değerlendirmeye Bağlı Olarak Alınabilecek Önlemler Modern İktisat bugün hiçbir etik kural tanımayan, bunun tanınabileceğini dahi kabul etmeyen bir bilim dalına dönüşmüştür (Kazgan, 4). Kapitalizmin savunmakta olduğu özgürlük, ahlaki ve manevi değerlerin dışında kalmaktadır. Toplumdaki ahlaki ve manevi değerlere yer vermekle birlikte, kapitalizm toplum çıkarlarını garanti etmek için ahlaki ve manevi değerlerin zorunlu olduğunu kabul etmemektedir (Es-Sadr, 1993: 264). Bilim ve teknoloji alanındaki onca gelişmeye rağmen insanoğlunun günümüzde yaşadığı savaşlar, iç çatışmalar, açlık, cahillik, terörizm ve çevre problemleri insanoğlunun mutlu olmak için inandığı “Ne kadar çok üretir ve tüketirsem, o kadar çok mutlu olurum”, “geçmiş-gelecek masal, hep eğlenmene bak” hayat felsefesinin yan ürünleridir. Geleneksel dönemde ekonomi, din ve ahlak iç içedir. İnsanların ekonomik davranışlarını genel manada ahlak yönlendirmiş iken, modern döneme geçildiğinde 120 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ahlak, din ve ekonomik davranış asrında bir uçurum ortaya çıkıyor. Buna sekülerleşme ya da dünyevileşme deniyor. Bu dönemde daha fazla kar tek amaç hâline gelmiştir (Şentürk, 2008: 4). Oysa insanın kişiliğine şekil veren etkenlerden biri de yaşanılan toplumun özellikleri, kültürel yapısı ve ahlak anlayışıdır. Bununla birlikte, toplum, kültür ve ahlak anlayışı kişiliği doğrudan ve bütünüyle etkileyemezler. Kişiliğe bunların yapacağı etki, kişinin içinde yaşadığı toplumun – kültürün özelliklerine ne ölçüde uyma isteğinde olduğu, kendi ahlaki özelliklerini toplumun benimsediği ahlak normlarına ne kadar uydurmak isteğinde olduğuyla yakından alakalıdır. İşte bu nedenle, kişiliğin sahip olunan değerleri içerdiği söylenebilir (Odabaşı ve Barış, 2012: 211). Sahip olunan değerler bir yandan kişiliği etkilerken bir yandan da tüketim davranışlarına etkide bulunur. Dolayısıyla, öz değerlerine bağlı kişilik sahibi toplum yapısının oluşturulması büyük önem arz etmektedir. Özellikle insanın hayatının bir gayesi ve manası olduğuna, yeryüzündeki kaynakların açgözlülükle, dengesizce, sorumsuzca, kullanılmaması gerektiğine, yaşanabilir bir “dünya nimetinin” herkese ait olduğuna ve adilce paylaşılması gerektiğine ve yerüstü zenginliklerinin insanoğluna fazlasıyla yetebileceğine inanılırsa, sonu gelmeyen ve insanı bir noktadan sonra mutsuz eden sınırsız üretim ve tüketime endeksli cismani hayat tarzından kurtulma yolunda bir fırsat ortaya çıkabilir. İnsanoğlu ancak bu zihnî ve kalbî dönüşümü geçekleştirebildiğinde, pek çok sıkıntısının sebebi olan şuursuz ve bencil tüketim alışkanlığından kurtulacak ve paylaşma ve sevgi-saygı eksenli manevi bir mutlulukla taçlandırılmış olarak her iki dünyanın saadetine doğru yelken açacaktır (Kutlu, 2005). Dünya’da sanayi toplumlarının oluşması ile birlikte ailede bir çözülmenin yaşandığını görmekteyiz. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş ülkelerde ilk zamanlar ekonomik açılımla birlikte aile kurumunun yıprandığı göze çarpmaktadır. Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, zamanla bir tehlike unsuru olmaya yüz tutan bu çözülmeyi fark ederek derhâl gerekli tedbirleri almaya başlamışlardır. Bu anlamda “aile politikaları” oluşturulmaya başlanmış, hatta bazı ülkelerde bizde olduğu gibi Aile Bakanlığı kurulmuştur. Günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz birçok ailevi problemin temelinde, süs, gösteriş, desinler diye yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmaktadır (Saygılı, 2000). Şüphesiz hırs ve kanaat, insanın tüketimini etkileyen en önemli unsurlardandır. Şiddetli arzu, açgözlülük anlamlarına gelen hırs, insanın fıtratında var olan sahip olma duygusu ile birleştiğinde sonu gelmeyen isteklere sebebiyet vermektedir. Oysa insanın imkânları sınırlıdır. Sınırlı olan imkânlar ile sınırsız isteklerin karşılanamaması, önemli 121 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA problemlere neden olmaktadır. Eldekine razı olma ve azla yetinme anlamına gelen ve ‘’asla sonu gelmeyen bir hazine’’ olarak ifade edilen kanaat ise, tok gözlülüğü ve gönül zenginliğini ifade etmektedir. Tüketim davranışlarıyla ilgili olarak alınabilecek önlemler içerisinde toplumsal duyarlılığı arttıracak, farklı tüketim alışkanlıklarını paylaşan toplumsal grupları bir araya getirecek sosyal projelerin arttırılması, gösterişe yönelik tüketim yapan bireylerde hiç olmazsa bir farkındalık hissi oluşturabilir (Albayrak ve Albayrak, 2010: 209). Burada yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir. Bir diğer önemli husus da geleneksel değerlerin yeniden devreye sokulması için değerlerin yeniden inşasının gerekliliğidir. Tüketim konusunda toplumsal farkındalığı arttıracak bir diğer çalışma da eğitim ve öğretim alanında olmalıdır. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve erdemler özünü kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir. Tüketim konusunda yapılması gereken bir başka çalışma da akademik alandadır. Bu alanda yapılacak çalışmalarla hangi inanç, değer ve tutumların devreye girmesi hâlinde gösterişe yönelik tüketimin ortaya çıktığı, bu davranışın değiştirilmesi için hangi değerler ile inanç ve tutumların ön plana çıkarılması gerektiği ortaya konulmalıdır. Davranışın bilişsel, sosyolojik ve ekonomik arka planının akademik düzeyde incelenmesi onun sonuçlarını bir nebze olsun kontrol etmede yardımcı olabilir (Albayrak ve Albayrak, 2010: 212-213). Mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreci ile karşı karşıya kalan ve bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğrayan dünyamızda bu tahribatı durdurmak için öncelikle insanların bilinçlenmeleri gerekmektedir. Günümüzdeki Türkiye’sinde oluşan “tüketim toplumunun” ne denli ekonomik ve sosyal tahribatlar ile karşı karşıya olduğunu vurgulayıp kanıtladığımız tahribat etkilerini gidermek için çok yönlü ve kombine stratejilerin ve politikaların belirlenip uygulanması zorunlu hâle gelmiştir. Bilinçli bir tüketim anlayışının gelişmesi için de bir tüketim eğitimine ve ahlakına ihtiyaç duyulmaktadır. Netice itibariyle, bir medeniyetin ayakta kalması, varlığını sürdürebilmesi, hür olarak yaşamasının mümkün olması, geleceğe güçlü bir şekilde yürüyebilmesi için; kökleriyle irtibatını koparmadan, özünden uzaklaşmadan kendi değerlerini yeniden keşfe çıkarak bu değerlerin inşasına ve ihyasına çalışması gerekir. 122 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Akyıldız, H. (2008). “Tartışılan Boyutlarıyla ‘Homo Economicus’”. SDÜ. İİBF Dergisi, 13(2), 29-40. Albayrak, Ş., & Albayrak, E. E. (2010). “Tüketen İnsan mı? İnsanı Tüketen Tüketim mi?”. Tüketim ve Değerler. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Arıoğlu, B. (2010). “Tüketim Kültürü ile Oluşan Yaşam Tarzı ve Reklamlar”. Tüketim ve Değerler, İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Aydın, N. (2013). Al-Shajarah. Journal of International Institute of Islamic Thought and Civilisation (ISTAC) International Islamic University Malaysia (IIUM), 18(2). Case, K. E., & Fair R. C. (2004). Principles of Economics (Seventh Edition). New Jersey: Pearson Prantice Hall. Dilek, Ş. (2009). Niçin Yaratıldı Şu İnsan? (Bir Yol Haritası - 9). İstanbul: İmak Ofset. Es-Sadr, M. B. (1993). İslam Ekonomi Sistemi. (Tercüme: Mehmet Keskin – Saadettin Ergün). Ankara: Rehber Yay. Foucault, M. (2005). Büyük Kapatılma Seçme Yazılar 3. (Çev. Işık Ergüden- Ferda Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Fromm, E. (1996). Çağdaş Toplumların Geleceği. (Çev. Gülnur Kaya, Kaan H. Ökten). İstanbul: Arıtan Yayınları. Gencer, B. (2010). Aşkınlıktan Yüceliğe Tüketim. Tüketim Ve Değerler, (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Hançerlioğlu, O. (2002). Felsefe Sözlüğü (13. Baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi. Hayta, A. B. (2008). “Ailelerin Tasarruf ve Yatırım Eğiliminin İncelenmesi”. Kastamonu Eğitim Dergisi, 16(2), 345-358. Illich, I. (1990). Tüketim Çılgınlığı. (Çev. Mesut Karaşahan). İstanbul: Pınar Yayınları. Kallek. C. (2010). İnsanın Metalaştırılmasına Metaı Kişileştiren Hz. Peygamber’den Reddiye. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Karataş, M. & Gavcar, E. (2001). “Bazı Meslek Gruplarının Tasarruf Eğilimlerinin İncelenmesi (Muğla İli Örneği)”. Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Dergisi, 3(2), 3846. Kazgan, G., kazgan.bilgi.edu.tr/docs/iktisat_ve_Etik.doc. 123 Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA Keser, Ö. (2010). Değerlerimiz Işığında Günümüzde YaşananTüketici Hakları İhlalleri ve Çözüm Önerileri. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Kutlu, M. Ö. (2005). “Tüketim Çılgınlığı ve Mutluluk Arasındaki Paradoks”. Sızıntı Aylık İlim Kültür Dergisi, Yıl: 27, Sayı: 323. Lavie, Galit Marmor; Stout, Patricia A. Lee Wei-Na (2009). Spirituality in Advertising: A New Theoretical Approach The University of Texas, Austin, Online Publication Date: 01 January 2009. Martı, H. (2010). Tüketim Hayatın Amacı Değil, Anlam Döngüsünün Anlamı. (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Odabaşı, Y., & Barış, G. (2002). Tüketici Davranışı (12. Baskı). İstanbul: Media Cat Kitapları, Deni Ofset Matbaası. Orman, S. (2008). İktisadi Kalkınma Politikaları ve Değerler. (Edit. Recep Şentürk). Ekonomik Kalkınma ve Değerler, UTESAV, Kültür ve Düşünce 2, Ebru Mat. Savaş, H. (2012). “Tüketim Toplumu, Çevre Performans İndeksi ve Türkiye’nin Çevre Performansının İndekse göre Değerlendirilmesi”. Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, 132-148. Sırım,V. (2010) “Hız”lı Yaşama Alternatif Çözüm. İstanbul: İTO Yayın No: 201032. Şenturk, R. (Editor) (2008). Ekonomik Kalkınma ve Değerler. UTESAV, Kültür ve Düşünce 2, İstanbul: Ebru Matbaacılık. Şentürk, Ü. (2008). Modern Kontrol: Tüketim. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 32(2), 221-239. Tarde, G. D. (2004). Ekonomik Psikoloji (1. Cilt). (Çev. Ö. Doğan). Ankara: Öteki Yayınları. Tarhan, N. (2010). İnanç Psikolojisi, Ruh Beyin ve Akıl Üçgeninde İnsanoğlu. İstanbul: Timaş Yayınları 41, Psikoloji Dizisi: 30. Tarhan, N. (2011). Güzel İnsan Modeli Ailede Toplumda Siyasette Değerler Psikolojisi (1. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları 2579, Psikoloji Dizisi 43. Torlak, Ö. (2010). “Gündelik Hayatta Tüketime Yön Veren Değerlerdeki Değişim”. Tüketim ve Değerler. (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Uluatam, Ö. (1995). Makro İktisat. Genişletilmiş (8. Baskı). Ankara: Savaş Yayınları. 124 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Uzay, N. (2007). Gelir Dağılımı - Tasarruf İlişkisi: Kayseri’deki Girişimcilerin Tasarruf Davranışlarını Belirlemeye Yönelik Bir Uygulama. Ankara. Ünsal, E. M. (2005). Makro İktisat (6. Baskı). Ankara: İmaj Yayıncılık. Ünay, S. (2010). Neoliberal Küreselleşme ve Evrensel Tüketim Kültürünün Yükselişi. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Weber, M. (1997). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (2. Baskı). (Çev. Zeynep Aruoba). İstanbul: Hil Yayınları. Wernick, A. (1996). Promosyon Kültürü Reklam, İdeoloji ve Sembolik Anlatım. (Çev. Osman Akınay). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Yaran, R. (2010). “İhtiyaç Eksenli Paylaşım Kültüründen Ben Merkezli Hayata”. Tüketim ve Değerler. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. (Edit. Recep Şentürk) Yaşaroğlu, K (2010). “Tüketim Kıskacında Kaybolan Değer; Bereket”. Tüketim ve Değerler. (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Yazar, F. (2010) Kutsalın Tüketilmesi: Reklamlarda Kutsalın Kullanılması. (Edit. Recep Şentürk), İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. Zaim, S. (2005). Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı. İstanbul: İşaret Yayınları. 125 Nesnelerin Tüketim Metafiziği Arş. Gör. Şeyma B. ERDOĞAN Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Arş. Gör. Fahrünnisa KAZAN Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Giriş Kapitalist ekonomik sistemler içinde gelişme imkânı bulan tüketim kültürü kavramı; piyasadaki malların sadece kitlesel olarak tüketilmesi anlamına gelmemekte, aynı zamanda yapay imajlar üzerinden, ticari metalara sembolik anlamlar yükleyerek tüketiciyi cezbetmeye çalışan, insanlara farklı olmayı vaat eden yanıyla da sosyal ve kültürel anlamlar da taşıyan bir yapıya sahiptir. Tüketim toplumunun ürettiği anlamlar ve bu anlamların yüklendiği ürünler, yirminci yüzyılın sonlarına doğru medya ve teknolojik gelişmelerin artan gücü de hesaba katıldığında, sürekli talep oluşturulma üzerinden üretim planları yapıldığı görülmektedir. Üretim yapılırken ürünlere sembolik ve simgesel anlamlar yüklenerek cazip birer nesne hâline gelmeleri sağlanmaktadır. Bu yolla her yerde aynı söylem ve eylemin gerçekleşmesi, bütün dünya üzerinde medyanın gözü üzerinde olarak başarılı bir şekilde hedefine ulaşmaktadır. Bu tekelci yapı varlığını hissettirmeden direkt kabule odaklanarak her şeyi içine alan, hiçbir boş alan bırakmayan ve hemen her şeyin tecimselleştirme kapasitesini barındıran güçlü bir yapı olarak günden güne insanlara yeni hayat biçimleri sunmaktadır. Tüketim, kitlelere yeni bir kültür aşılayan, popüler olanı belirleyen ve bütün bunları bir endüstri hâline getirme başarısına sahip olan, her şeyin metaya dönüştüğü bir yeni kapı aralar. Kapının arkasındaki Harikalar Diyarı’na girişin serbest olduğu bu yeni dünyada herkes için hazırlanmış bir şeyler vardır. Tükettikçe var olunan bir söylem üzerinden hareketle mitik, kültürel, sanatsal, soyut, evrensel vb. değerlerin de bulunduğu konumu yerle bir etmiştir. Bütün bu değerler, popüler kültür bağlamında yeniden inşa edilmiş ve popülaritesini hiç kaybetmeksizin, sorgulatmaksızın sürdürmektedir. Geçmişle bağlarını yeniden inşa üzerinden yaşayan ve psikolojik olarak rahatlayan bireyler, ihtiyaç duymadıkları şeyler üzerinden asıl ihtiyaçlarının farkına Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN dahi varamamaktadırlar. Bu ise kendi kültürlerine yabancılaşmalarına veya kendi sahip oldukları yapıları ihmal etmelerine neden olmaktadır. Görüntü bombardımanı altında neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeden sunulmuş kimliklerden kendileri için en uygun bulduklarını seçmektedirler. Tüketimin bir yaşam biçimi hâline getirilerek statü, kimlik, imaj satın alınması zihinlere işlenmektedir. Bütün bunlara paralel olarak gelişen teknolojik ilerlemeler de hesaba katıldığında zihinleri yönlendiren medyanın da payını inkâr etmemek gerekir. Teknolojide meydana gelen değişimlerle medyanın da insan hayatında önemli bir yer işgal ettiği görülmektedir. Uzaktakini gören göz olan televizyon ve bir sonraki aşamada internetin devreye girmesiyle birlikte insanın eli, kolu, ayakları kısacası fizyolojik tarafının yanı sıra, psikolojik ve sosyolojik olarak da eksik kaldığı taraflarını tamamladığını özgür ve tüketme imkânını bolca bulduğu bir yaşam alanı elde etmiştir. 1. Tüketim Kültürü Tüketim, doğduğumuz andan itibaren aldığımız solukla başlayıp ve ölünceye kadar devam eden süreç içerisinde bulunduğumuz faaliyetlerdir. Aldığımız nefesle tükettiğimiz oksijen, yediğimiz yiyecek, içtiğimiz su, konuştuğumuz kelimeler, sürekli tüketmekte olduğumuz ömrümüz… Bu akış içerisinde baktığımızda hayatımızın her saniyesi tüketici konumda seyretmektedir. Tüketim, bir yaşam biçimi olmasının yanısıra, kapitalist sistemin can damarını oluşturan reklamlar aracılığıyla, ürünle birlikte haz, tarz, marka gibi kavramların satışa sunulduğu, “sonsuz” ihtiyaçların “kısmi” olarak karşılanmasıdır. Tüketim, ihtiyaç fazlası olanın, “moda” etkisiyle edinilmesi zorunluluğunu doğuran, topluma dâhil olmanın temel koşulunu oluşturan önemli bir öğedir. Çünkü “tüketim sarmalı” dışında kalan birey, toplumdan dışlanmış, modern insanın ve modern toplumun daima gerisinde kalmaya mahkûm olandır. Tüketimin düğüm noktası, sürekli ihtiyaç durumunun yaratılması sürecinde gizlidir. İhtiyaçların, sınırlı kaynaklarla karşılanmasından ziyade, sürekli üretilmesi sonucu doyumu olmayan bir sistemin devamlılığını sağlama amacı taşımaktadır. İnsanlar, televizyon, radyo, gazete, dergi, sokak panoları veya e-postalar aracılığıyla hâlini hatırını soran bir dost gibi günün her anında alışveriş sitelerinin reklamlarıyla görsel bir şölene davet edilir. Bireyin bu baş döndürücü ortama eşlik etme arzusunu uyandırılmak istenmekte ve bu çoğunlukla başarılmaktadır. Kendini ifade etme ve kimliğin ana kaynağını oluşturan tüketim, çok uzak ve farklı mekânlarda aynı yaşam tarzına sahip, aynı yiyecekleri, giyecekleri, içecekleri vs. tüketen tek tip bir “dünya vatandaşı” oluşturma gücüne sahiptir. Kültürleri tamamen birbirinden farklı olan veya tarihin bir döneminde eleştirilen kültürler dahi bugün eleştiricileri tarafından uygulanma fırsatı bulmaktadır. Tüketmek “ Marx”ın çok daha 128 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI önceleri yerinde belirttiği gibi, modern olmanın kaçınılmazlığını yaşamaktır. Modern olmak da katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı bir evrenin parçası olmak anlamına gelmektedir” (Duman, 2006: 19). Tüketim, Modernizm’in ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Fordizm’le birlikte tüketim kitlesel boyuta taşınmış, seri üretim şekli olan fabrika üretimine geçilerek geçmiş üretim biçimleri bir kenara itilmiştir. “Sanayileşmeyle kitlesel üretimin yaygınlaşması, ürünleri arttırırken, üretim anlayışını da zayıflatmıştır. Bu durum neyin nasıl üretileceğinden, üretilenlerin nasıl satılacağını gündeme getirmektedir. Bu değişimin getirdiği düşünceyle de birey üretici niteliğini yitirerek tüketici vasfını almaktadır. Bu aynı zamanda bir dönemin (üretim toplumunun) kapanışı, diğer bir dönemin (tüketim toplumunun) başlangıcı olmaktadır. Bu sistem insanlara emekçiler ve tasarrufçular olarak değil, sadece tüketiciler olarak ihtiyaç duymaktadır” (Baudrillard, 2010: 98). Kalvenizm ve Püriten ahlakla başlayan kapitalizm süreci hızını artırarak bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Bu noktadan bakıldığında tüketimin gündelik yaşam pratikleri üzerinde egemen olduğun söylemek mümkündür. Öyle ki tüm tüketme şekillerimiz, yaşam biçimlerimizi etkilemektedir. Yeme, içme gibi beslenme alışkanlıklarımız, okuduklarımız, giydiklerimiz, seyahat ettiğimiz yerler, gittiğimiz cafeler vs. hemen her şey bizim nasıl biri olduğumuzu ele vermesi açısından önemlidir. Horkheimer’in dediği gibi yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek, uyumak birer “tüketim”e dönüşmüştür (2005: 308). Dünya kültür endüstrisinin süzgecinden geçirilerek yönetilmektedir. Sanayi toplumunun gücü insanları ilk ve son defa olmak üzere etkisi altına almıştır. Her model, her çalışma ve çalışmaya benzeyen dinlenmeler bile kimseye rahat vermeyen devasa ekonomi mekanizmasının bir modelidir. Özelleştirilmiş donanımlar gerektiren birçok boş zaman etkinliği, tüketicilerin sadece parası için değil aynı zamanda zamanı için de rekabet hâlinde olan boş zaman ve kültür endüstrileri tarafından pazarlanmaktadır. Egemen kültür bedeni serbest bırakmamakta ve doğrudan doğruya ruhu hedef almaktadır. Artık egemen düşünce “benim gibi düşünmelisin ya da olmalısın” demiyor, “benim gibi düşünmemekte serbestsin, yaşamın, malın mülkün sana aittir ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın” fikrini araya sokmaktadır. Uyum sağlayamayan her şey ve herkes ekonomik bir acizlikle cezalandırılırken işinden uzaklaştırılmış “uyumsuz” kişi çok kolay yetersizlikle suçlanmaktadır. Sistem her şeyi kurnazca kurala bağlayarak topyekûn uyumu başlatmaktadır. Doğumdan ölüme kadar süregelen bir eylem olan tüketim, yaşamın olmazsa olmazıdır. İnsanın sadece bu eylemi değil, bütün yaptıkları bir mutluluk ve rahatlık 129 Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN arayış içindir. “Tüketim, sadece üretimle yok etme arasındaki bir terimdir” (Yanıklar, 2006: 21). İnsan hayatını ve tüm yaşamını meşgul eden üretim ve tüketim eylemi, birbirine alternatif olarak görülmektedir. Tüketim, demokratik bir eylemdir. Çünkü hiç kimsenin zorlaması, baskısı olmadan herhangi bir kalıp içerisine girmeden, kişinin kendini rahat hissettiği, dilediği gibi davrandığı bir yaşam alanı sunar. Küresel olarak dünyanın her alanındaki pazarlara ulaşabilme imkânı ve kolaylığı onu bulunduğu girdaptan çıkaran bir kurtarıcıdır. Tüketmek, insanı gündelik yaşamın sıradanlığından kurtaran, dertlerini bir nebze unutmasını sağlayan kadim bir dost gibidir. Düşündükçe var olan insanoğlu, yeni dönemde tükettikçe “Nirvana” ya ulaştığı hissine kapılmaktadır. “Tüketim kültürü içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir beğeniden yoksun olup olmadığını gösterecek şekilde, evi, mobilyaları, dekorasyonu, otomobili ve diğer faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varması sağlanır” (Featherstone, 2005: 145). Tüketim kültüründe herkes tüketerek “ben de varım” ifadesini başka bir boyutta dile getirmektedir. Tüketmekten önce tüketmeye arzu duymak gerekir. Tüketmek, birey olmanın ve özgürlüğün ilk adımıdır. Yerel ve geleneksel kültür biçimlerinden sıyrılma/ayrışma veya baskıdan kurtulma aracı olarak görülen alışveriş, kişiyi “dünya vatandaşı” yapan ve özgürlüğün kapılarını açan yeni bir dil sunar. “Seri üretimin ve kültürünün sayısız acentaları aracılığıyla norm durumuna getirilmiş davranış tarzları bireylere tek doğal, uygun, makul davranışlar diye dayatılıyor. Birey artık kendini yalnızca şey olarak istatistik öğesi olarak success or failure (başarı ya da başarısızlık) olarak belirliyor. Ölçütü de kendini korumak, işlevinin nesnelliğiyle başarılı ya da başarısız şekilde uyum sağlamak ve bu uyuma ilişkin karşısına konmuş modelleri örnek almaktır.” (Adorno, Horkheimer, 1995:46). Tüketim, aidiyet duygusunu hissettirmesinin yanısıra simgesel ve kültürel ögeleri de nesneye dönüştürür. Ancak bununla da sınırlı değildir. Aynı zamanda kültürel ve sınıfsal olarak da bir ayrıştırma söz konusudur. Tükettikçe var olduğu inancını taşıyan birey, aslında tükettikçe nesneye dönüştüğünün farkına varamamaktadır. İnsan bu kaybolmuşluk içerisinde kaybettiği her şeyi “suyun içinde izi olmayan bir bellek gibi aramaktadır” (Baudrillard, 2001: 35). Koruyucu olan, yaşamı anlamlı kılan değerleri bir arada tutan, muhafızlık görevini üstelenen bellek “an”lık olana yenilmiştir. “Bu anlamda, Baudrillard’a göre, postmodern bir tüketim toplumunda bireyler arasında kurulacak ilişkilere önerilen şimdiki an’ın yüceltimine dayalı yakınlık ve benzerlik arayışı, geçmiş ve gelecekle kurulacak uzaklık ilişkisinin kefaretini ödemeye asla yetmeyecektir” (Köse, 2010:258). Kökleri olmayan anlık yaşayış biçimleri, insanlığı ve dolayısıyla toplumların geleceklerini de tehdit etmektedir. Göstergelere bağlı olarak gelişen tüketim olgusu, bireye esnek bir kimlikleşme sunarken aynı zamanda bellek yitimine ve kolektif yapı içerisinde eriyerek kaybolma tehlikesini de beraberinde getirir. 130 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tüketim toplumunun en temel tehlikesi tüketmeme ihtimalinin belirmesidir. Envaı tür eşya, aşırı harcama/tüketimin bir boyutu olan israf, mutluluğa ulaştıracak veya mutluluğu simgeleyen sembolik/simgesel anlamlar taşıyan ürünler her adım başı vitrinlerde sergilenerek insanların ihtiyaçları olmayan şeyleri tüketmesi için onları eyleme geçmeye davet eder ve bunu da başarır. Büyülü, mistik havayla donatılmış mekânlar insanı geçmişe götürmeyi amaçlarken aslında özlemlerini “şu an” içerisinde gidermesini sağlamaktadır. Yüklenen sembolik anlamlarla nesneleri tüketen insanların, nesnelere tüketim ürünü olarak değil de geçmişle ilişkilendirdikleri bir bağ kurmalarına, yabancılaştıkları bu nesnelerle yakınlaşma sağlamalarına ve nesnelerin şeyleşen değerlerine manevi anlamlar atfedilerek tüketimin o çılgınca eyleme dönüşmesinin üzeri başarılı bir şekilde kapatılmaktadır. Tüketimin üretildiği, yenidünya toplumu düzeninin hâkim olduğu bu kültürü “tüketim kültürü” olarak tanımlamak yanlış sayılmaz. Bugün içinde bulunulan durum gerek psikoloji gerek sosyoloji, gerek kültürel, gerekse tıp dâhil olmak üzere çeşitli bilim dalları tüketim yoğunluklu çalışmalar üzerinde durmaktadırlar. Tüketen insanın psikolojik olarak kendini tükettiği, sosyolojik olarak statü, yaşam biçimi belirleyiciliği, küreselleşen tüketimin ana dilin farklı diller tarafından istila edilmesine zemin hazırlaması, tüketim ve yaşam alışkanlıklarının insan sağlığı üzerinde bıraktığı etkiler gibi basit olarak verilecek örnekler yaşamımızın her alanında tüketimin ne kadar etkili olduğunu söylemek açısından önemlidir. Tüketimin bir yaşam biçimi olarak öncellendiği günümüzde, insanların kendilerini ifade etmeleri, tarihsel ve kültürel biçimlerini bu yapı içerisinde yeniden anlamlandırmaları, belleklerini dahi bu yolla yeniden inşa etmeleri vs. dikkate alındığında bireysel ve dolayısıyla toplumsal kimliklerin oluşturulması açısından ne kadar önemli olduğu dikkatleri çekmektedir. 2. Endüstri Olarak Medya Medya, her türlü sözlü olsun yazılı olsun ya da basılı ve görsel metinleri içeren; televizyon, radyo, gazete, internet, dergi, kitap, broşür, sinema gibi iletişim araçlarını kapsayan bir kavramdır. Medya, iletişim tarihinin sözlü geleneğiyle başlayan yazlı, basılı ve teknik imkânların giderek ilerlemesiyle birlikte “bilişim çağı” dediğimiz bu zamanda altın devrini yaşamaktadır. Hayatımıza girdiği güden bu yana artan bir şekilde bağımlılık yaratan medya, asıl amacı olan haber vermek, bilgilendirmek, eğitmek, öğretmek olan amacını tek bir çatı olarak “eğlence” altında toplamaya başlamıştır. Bu şekilde hayatımıza yön veren medya açık ve örtük olarak reklamlar olsun, diziler olsun, belgeseller olsun, haberler veya magazin programları olsun bir “televole kültürü” nün oluşmasına neden olmuştur. Öyle ki bir dönem hemen hemen 131 Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN bütün televizyon kanallarında Televole vb. gibi magazinsel, özel hayatın deşifre edildiği ve aile kavramının içinin boşaltıldığı programların yayınlanışı “Televole Kültürü, Televole Kuşağı” gibi bir dönemin anılmasına kadar varmıştır. Medya, harikalar yaratan gücünü kullanarak bireylerin zihinlerinden başlayan ve toplumların evrilmesine kadar olan süreci tek başına başarıyla yürütebilir. Bu medyanın en tehlikeli ve en etkili olan yanıdır. Özellikle son elli yıla kadar dünya tarihinde cebren, farklı kültürler veya medeniyetler üzerinde kurulan egemenlik, bugün gücünü medyaya bırakmıştır. İktidar, politik alana değil, kapitalist sermayeyi ve tabii ki medya gücünü elinde bulunduranlara doğru kaymıştır. Kültürü pazarlarken en uygun araç olarak günümüzde medyanın kullanılmasına şaşırmamak gerekir. Zira yaşadığımız çağ içerisinde insanın özgür birey olması ancak medyaya başkaldırmasına bağlı hâle gelmiştir. Bu ortamda insanların medyaya bağlı kalmadan veya medyadan etkilenmeden sıradan hayatlarını devam ettirmeleri çok mümkün olamamaktadır. Bu sıradanlığı ise medyanın en zor görevi olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Çünkü “hiçbir şey, gerçekliği bütün sıradanlığı içinde hissettirmekten daha zor değildir” (Bourdieu, 2000: 25). Medya ve ticaretin birleşmesinden doğan muazzam güç, bütün dengelerin değişmesine neden olmaktadır. Medyanın bahsettiğimiz eğitim, eğlendirme, bilgilendirme işlevi ticaret üzerinden sunulduğunda sahip olduğu bu tamamen farklı bir boyuta taşınmaktadır. Her alanın tüketim sarmalının dikenli tellerine takıldığı durumda kültürel, maddi, manevi bütün değerlerin dışarıda bırakıldığını düşünmek, sistemin henüz ne kadar güce sahip olduğunun bilgisizliği veya tahayyül edilemeyen sınırların aşıldığının işaretidir. Enformasyonun küresellikle iş birliği yaptığı günden bu yana daha hızlı ve anında iletişim biçimleri gelişmiştir. Kitleselleşmeyle birlikte beğenilerin, değerlerin, yargıların ve hazların aynılaştığını veya standartlaştığını söylemek mümkündür. Bu anlayış, “yeni bir dünya ekolojisi” (Virilio, 2003:46) oluşturarak “dünyanın bütün büyük şehirlerini birkaç saat içinde aynı afişle baştan aşağı donatarak böylece şu zavallı dünyada yaşayan bütün şehirlileri kendi isteklerine rağmen, kendilerine sunulanı değil, dayatılan şeyi görmek zorunda bırakacaktır” (Virilio, 2003: 46). Ortalama bir izleyici, yaklaşık dört saatini televizyon karşısında geçirdiğinde, sadece toplumsal dünya ile kurduğu ilişkiyi ekran aracılığıyla dolayımlamış olmakla kalmamakta, aynı zamanda kendisine ekran aracılığıyla sunulan dünya ile reel dünya arasında hiçbir denklik ilişkisi kuramamakta, bunun doğal bir sonucu olarak da reel dünyanın, sadece televizyon ekranının kendisine sunduğu kadarıyla yanılsamalı ve çarpık bir temsilî resmini edinmiş olmaktadır. Özünde, televizyonu “kurulu endüstriyel kapitalist düzenin kültürel silahı” olarak tanımlayan Gerbner, söz konusu kültürel sistemin bireyleri ekonomik davranışlar bakımından koşullandırıcı işleyişin132 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI den söz etmekte ve böylelikle dolaysız biçimde televizyonun tüketimci işlevine de değinmiş olmaktadır (Köse, 2010:126). Medyanın, büyülü dünyasından yansıyan ve insanları daimi bir tüketici olmaya iten yapısı sayesinde halkın neye gereksinim duyduğunu ve nasıl tüketmesi gerektiğine kadar olan süreci başarıyla yönetir. Özellikle beyaz ekrandan tohumu atılan yaşam biçimleri, tüketime yönelen bireyin eylemi sayesinde kapitalizmin gelişmesine büyük katkı sağlamaktadır. Kitle iletişim araçları olan dergi, gazete, sinema ve özellikle sadece oturma odalarının sınırlarına takılıp kalmayan; misafir odaları ve yatak odalarına kadar sızan televizyondan yansıyan reklamlar, toplumda anlam ve imgeler üreterek seyirciler üzerinde psikolojik etkiler bırakıp aşılamayan sınırlara nüfuz etmeyi başarmıştır. Enformasyonun sınır tanımaz bu egemenliği, gerçeğin manipüle edilmesine ve hatta algılama kültürüne etki etmektedir. Bu sayede sanal medya “olay arzusunu” (Baudrillard, 2005: 134) gerçek olanın önüne koyarak olmayan bir gerçeklik algısı yaratır. Medyanın kültürel söylemler üzerindeki etkisi de yaratılan bu sanal algılar üzerinden işlenir. Sadece görünen üzerinden evrensel düzeyde talepler yaratarak hakikat arayışını geri planda bırakmış, öyle ki kendi hakikat değerlerine dahi uzaklaşmış yüzeysel bir alanda imgeci bir tüketen konumunda, varlığını anlamlandırmaya çalışmaktadır. Ekonomik değeri olan ürünler dışında da büyüsel, mitsel, çeşitli kültürel değerleri metaya indirgeyerek ilişkileri maddi düzlemde tek taraflı olarak değerlendirmektedir. Tüketim, günümüzde gösteri biçimine dönüşmüş hâliyle günlük insan ihtiyaçlarının giderilmesinden çok daha fazlasını; gösteriş, lüks, arzunun kayıp nesnesini arayan doyumu olmayan hazcı bir tüketime doğru evrilmiştir. Kendini daha ziyade bedensel haz, uyum, rahatlama ve hoşnutluk biçiminde açığa vuran bu tür tüketim biçimlerinin estetize edilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli işlevlere sahip olan kitle iletişim araçlarının, hazcı değerleri tüketiciyi oburlaştırırcasına daha da tüketmeye zorlayarak, toplumda meşru ve prestijli bir kimliğe, güç ve iktidara, anlık zevklere bağlı diğer nosyonlara vurgu yaparak, medyatik içerik tüketiminin ekonomik, siyasal ve kültürel sistemdeki zeminini daha da genişlettiği söylenebilir (Köse, 2010: 37). Yaşadığımız simülasyon evreninde her anlamın gösterge, imaj, imgede aranması haliyle sahip olunan değerlerin de anlamlarının kaymasına neden olmuştur. Tüketimin değirmenine su taşıyan medya aracılığıyla, insanlar seri olarak tüketime yönlendirilmektedir. Kitleleri baştan çıkaran ve en kısa zamanda, en etkili mesajı ileten reklamlar adeta insanın düşünmeden eyleme geçirmek için planlanmıştır. Görüntü bombardımanı altındaki birey, televizyon ve son zamanlarda sosyal medyada popüler olanın ardından giderek kendini kuşatan çemberin dışında kalmak istememektedir. 133 Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN Medya, birçok bakımdan postmodernizmin merkezindeki dinamiği oluşturmaktadır. Medya bizleri eğlendirir, eğitir, bilgilendirir ve saptırır (Özkiraz, 2003: 117). Medyanın, toplumsal değişimi sağlamadaki inkâr edilemez gücü, postmodern dönemde eski ile olan bağların daha hızlı bir şekilde koparılmasına ya da yeniden inşa edilmesine zemin hazırlamıştır. 3. Metafizik Değerlerin Nesneler ve Medya Üzerinden İnşa Edilmesi Nesnelere değerler atfetme, Tanrı’nın görüntü olduğu idoller, görüntünün Tanrı olduğu ikonlar ve Tanrı’nın olmayışı, sadece görüntünün olmasını ifade eden imgelerle tarihsel olarak sıralandırılabilir. Bu sıralandırma aşama aşama ilerlese de Tanrı’sı olmayan insan bugün de ikonlarıyla yaşamaktadır. “Çünkü ikonların asıl işlevi, dış dünyanın anlamlandırılmasındaki, nedensiz akıl yürütmedir” (Güneş, 2001: 193). Kitlelerin biraradalığını sağlayan kitle iletişim araçları olan özellikle sinema, televizyon ve reklamlarda manevi değerlerin nesnelere aktarılmasına sıkça rastlanılmaktadır. “Kitsch” olarak üretilen nesnelere yüklenen anlamlar, geçmişten gelen anlamları, bugün yeni olan, egzotik, yöresel/folklorik veya gelecekten ödünç alınan farklılaştırıcı göstergelerin birer sanayi ürünü olarak yan yana dizilip birbirinden bağımsız anlam(sızlık)lar içeren bir kitle kültürünün ortaya çıkmasına imkân vermiştir. İnsanoğlu sürekli “nerede o eski bayramlar, o eski dostluklar” gibi söylemlerle geçmişe özlem duyarlar. Bu geçmişe özlem onların zamanı kaçırdıkları hissine yol açar. Bunu Connerton şu şekilde en açıklayıcı bir biçimde özetler: “İnsanlar hep bir şeyi kaçırdıkları hissine kapılarak anı arzularlar. Fakat bir an bile, bir dizi farazi ana bölünüp kaybolur. İnsanlar zihinlerinde bu uyarıcı bombardımanını perdelemeyi ne kadar başarabilirse, uyarıcıların yol açtığı izlenimler de duygusal deneyimleri o kadar az etkiler ve Benjamin’in de bir keresinde ifade ettiği gibi, kişinin hayatındaki belirli bir zamanda kalakalır; böylece insanlar bir olayı bilinçlerinde belirli bir zaman noktasına atfederek, o olayı yalnızca yaşanmış bir ana dönüştürürler. Duygu yoksullaşması aşırı derecede sinizm1 getirir. Geçmişe duyulan bu özlem onların geçmişteki olayların bugüne taşınmasında ilgilerini çeker” (2012:92). İnsanlar bir taraftan kaçırdıkları geçmişi yeniden yaşamaya çalışırken bir taraftan da bugünün hızına ayak uydurma arasında bocalarlar. Bunun için geçmişten gelen herhangi bir nesne, olay, sembol onların ilgisini çeker. Öyle ki geçmişin sembolik simgelerini bile seri üretimle meta fetişizmine dönüştürülerek bu şekilde geçmişle ilişki kurulup bu sayede kullanıcılarının da geçmişi yeniden yaşıyormuş gibi kendilerini rahatlatmasına vesile olur. ____________________________________________________________________ 1 Tutkusuzluk, alaycılık, aşağılama ile bağlantılı yaşam felsefesi. 134 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kültürel göstergeler, sembol olarak aşk, sevgi gibi kavramlardan yola çıkılarak duygular üzerinden birer tüketim nesnesine dönüştürülmektedir. Bu ürünler medyanın biçimlendirdiği popüler kültür ürünleri olarak günlük yaşam kültürünü besleyen ve yöneten bir iktidar aracına dönüşmüştür. Popüler olanın da halk tarafından değil de sermayenin gücü tarafından belirlendiği düşünülürse, kutsallık atfedilen değerlerin nasıl bir değişime maruz kaldığı görülecektir. Örneğin Sevgililer Günü, Babalar Günü veya Anneler Günü, aşka, sevgiye dair hissedilen özel duyguların pazarlandığı, tüketim çılgınlığının doruğa ulaştığı, medya tarafından pohpohlanan tüketim kültürünün “kutsal” günleri olmaktan kurtulamamışlardır. Sürekli akan reklamlarda hayatımızda ayrı bir önemi olduğunu düşündüğümüz insanlara verdiğimiz hediyelerin pahası oranında değer verdiğimiz algısı yaratılarak tüketim körüklenmektedir. Maddi değeri olan nesnelerin tüketimi sosyal anlamlandırmayla birlikte gider. Şöyle ki Sevgililer Günü’nde, Anneler Günü veya Babalar Günü’nde alınacak hediye yerine onun maddi karşılığı verildiği takdirde hediye almamaktan daha kaba bir davranış olarak algılanacaktır. Hatta hediyeyi alan kişi, diğerlerine hediyeyi gösteriş yapıp hava atabilecekken, bu hediyenin karşılığı olan parayı gösterdiği takdirde görgüsüz konumuna düşecektir. İşte bu nedenle nesneler “Üstlendikleri işlevler ya da taşıdıkları anlamlar açısından değerlendirilebilen mallar, temel olarak kültür kategorilerini görünür ve istikrarlı kılmak için gereklidir. Bu bağlamda, tüketim malları, maddi gereklilikler ya da faydalı nesneler olmaktan çok sosyal ilişkilerin, sınıflandırmaların ve sosyal konumun işaretleyicileri olarak işlev gören araçlardır” (Yanıklar, 2006:134). Tüketimin akışkanlaştığı, hiçbir alanın boş bırakılmadığı ticari sektörün medyanın büyüyen gücüyle birleşmesiyle birlikte yememizden içmemize, tatilden eğlenceye kadar her türlü tüketim eylemimiz yönlendirilmektedir. Öyle ki özel kabul edilen günlerde radyo yayınlarından televizyonlara, dergilerden sinemalara kadar her alanda günün anlam ve önemine binaen söylemler algımızı etkilemektedir. Vitrinlerin şaşaalı şekilde süslenmeleri, telefonlarımıza ve e-posta adresimize gelen alışverişe davetlerin hepsi, bu özel günler bahanesiyle tüketme eyleminin aktifleştirilmek istenmesinden kaynaklanır. İnsanların hayatlarının en güzel ve en özel günü olan evliliklerinde balayını geçirecekleri “cennet” gibi bir mekân, hatta her evlilik yıldönümünde ve Sevgililer Günü’ne mahsus çok özel hediyeler, pahalı bir restoranda yenecek yemek unutulmaması gereken önemli bir detay ve karşıdakine değer vermenin en önemli ölçütü kabul edilmektedir. Bu özel günler için tüketim kimsenin sorgulamadığı uysallıkla tüketim eylemini gerçekleştirdiği “tek-boyutlu düşünce ve davranış kalıbı doğar ki, bunda içerikleri nedeniyle yerleşik söylem ve eylem evrenini aşan düşünce, özlem ve hedefler ya püskürtülür ya da bu evrenin terimlerine indirge(nir)ler” (Marcuse, 1997: 22). 135 Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN Tüketimde geleneksel ve tarihi çok eskilere dayanan bir “potlaç” kültürünün bugünkü çılgınca yapılan tüketimin benzeri olduğunu söylemek mümkündür. Potlaç “Esas olarak ‘beslemek’ ve ‘tüketmek’ anlamına gelmektedir. Aynı konumda olan rakip şefe baskın gelmek için, biriktirilmiş olan zenginlikler bütünüyle israf edilmekte ve olaylarla karşı karşıya gelen soyluların ve şeflerin öldürülmesine kadar varılabilmektedir” (Mauss, 2005: 211). Oldukça pahalı bir kültür olan potlaçta evdeki en değerli eşyalara varıncaya kadar her şey dağıtılmakta, bir diğer deyişle servetin büyük bir bölümü harcanmaktadır. En çok harcayan en çok kazanandır. Bu açıdan çelişki gibi görünse de asıl mesele en çok hediye verenin/harcayanın en üst mertebeye ulaşmasıdır. Bugünkü tüketim ve potlaç arasında ise küçük bir fark vardır: Potlaçta harcayarak tüketerek bir amaca ulaşılması söz konusu iken, postmodern tüketim çağında tüketim başlı başına bir amaçtır. Hediyeleşmenin en önemli kabul edildiği bir diğer gün olan Sevgililer Günü de sevginin, aşkın ticari eylemden öteye gitmediğinin bir başka göstergesidir. Mağazaların vitrinlerinden başlayan bu çılgınlık, medya aracılığıyla iyice körüklenip harcamalarda sağlanacak kolaylık ve harcadıkça kazan kandırmacasıyla müşterilerin aklını çelmekte ve onları alışverişe itmektedir. Karşıdakine sevgiliye, anneye sevgiyi ifade etmenin en basit yolu olan “seni seviyorum” sözcükleri bile ticari metaya dönüştürülerek şölen havasında gereksinim dışı tüketim alışkanlıkları geliştirmektedir. Bu tüketime yönelik zaman bölümlemeleri, özellikle bahar mevsimi, tatil günleri, özel günler (sevgililer günü, anneler-babalar günü, vb.) şeklinde genleşen yaşamsal zaman algılaması, zamanın kendisini içinde bulunduğu “boş”luktan çekip alarak alışverişlerin verimli ve abartılı evrenine eklemleyen piyasacı bir zihniyeti yansıtır. Üstelik bu zaman algılaması, sadece mal ve ürün alımları için harcama yapılan “uygun an”ları ve süreleri değil, belli bir mal veya ürüne karşılık gelmeyen etkinlikleri de içeriryeter ki, her koşulda tüketime elverişli bir durum olsun. Barthes, bu anlamda, modanın “yer”ini saptamaya çalışır; modanın yeri, büyük kentlerdir, büyük ve kalabalık caddelerin göz alıcı, curcunalı vitrinleridir, ama aynı zamanda “yolculuk” ve “seyahat”ler de modanın büyük yerleri arasındadır. Kuşkusuz burada yolculukla kastedilen şey, turizmle, yeni ve egzotik yerler görmeyle ve elbette para harcamayla ilişkili bir yer değiştirme biçimidir (Köse, 2010:327-8). Tüketimin kesintiye uğramaması için cepteki para oranında değil de, insandaki “cesaret” oranında harcamaya imkan veren kredi kartlarının hayatımıza girmesiyle birlikte tüketim bir üst seviyeye atlamıştır. Kredi kartlarının bugün aldıktan sonra en erken kırk gün sonra ve üç ya da altı ay ertelemeli taksitli ödeme imkânları, insanların sadece bugünü değil, geleceklerini de harcadıklarının bir göstergesidir. Para yerine geçen ve belki de paradan daha kıymetli olan bu nesne, diğer tüketim nesnelerini elde 136 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI etmenin en kolay yoludur. Hayatımızdaki en değeri gördüğümüz insanları bugünlerde pahası yüksek şeylerle hatırlamak onlara verilen değerin vazgeçilmez göstergesi olarak algılanmaktadır. 2006-2010 Yılları Arasındaki Özel Günlerde Kredi Kartları ile Yapılan Harcamalar (http://www.bkm.com.tr) Bu tabloya bakarak tüketime ve tüketim nesnelerine olan açlık sayesinde üretim düzeni yeniden yapılandırılarak üretimin yeniden güvence altına alındığını söylemek mümkündür. “Tüketim kültürü “paranın kültürü”dür” (Köse, 2010: 332). Bu noktada diğer önemli bir husus da kredi kartlarıyla yeni bir yaşam biçimin geliştirilmesidir. Birey, tüketim toplumunun herkesi dâhil ettiği sistematik bir çekim gücünün etkisiyle, nesnelere özgürce ulaşmanın verdiği mutlulukla, gündelik yaşam içerisinde kendisine dayatılan kültür, bilgi ve yaşam pratiklerini medya söyleminin desteklediği düşsellikle, bütün bunlar kendi seçimleriymiş gibi yaşamını ezbercilikle sürdürür. Var olan değerlerinin dışında yüklenen anlamlarla tüketim eyleminin öznesi konumuna yerleşen nesneler, onlar için kullanılan sözcüklerle varlıklarının asıl anlamlarını bile yitirmektedirler. Sırf estetik beğeniye sunulan, işlevselliğinin geri planda kaldığı, statü veya imaj satın almanın tek yolu olan tüketim eylemi, insanların varlıklarını sorgulamalarında farklı değerler üzerinden ilerlemektedir. Sonuç Geç kapitalizmin kültürel mantığı olan ve içinde bulunduğumuz dönemi ifade eden Postmodern Dönem, imaj, sembol, simgesel tüketimin geliştiği, sırf meta tüketiminin olduğu, her grubun kendine ait özel bir dil kullandığı hatta grup içinde dahi bireyin farklılaşmaya çalıştığı bir süreci ifade etmektedir. Üretimin tüketimin merkezi haline geldiği, tüketimin gündelik yaşam biçimlerine tamamen hâkim olduğu bir dönemdir, bu dönem. Esnek ticari yapılanmanın sonucunda mallarını dünyanın her noktasına ulaştırmak isteyen ticari kuruluşlar, devleti geri planda bırakarak çılgınca üretimin çılgınca tüketilmesini körüklemeye başlamışlardır. Ulusal yapıları zorlayan, küreselleşme adı altında tek bir “dünya toplumu” yaratmayı amaçlayan bu ticari yapılar, bugün emeklerinin karşılığını istedikleri gibi almaktadırlar. Bu sayede küresel markalarla doğunun ve batının birbirine ezelden beri zıt olduğu düşünülen yapısı ortak paydada –görünüşte- buluşma imkânı bulmuştur. 137 Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN İnsanın kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişkilerden oluşan bir bütünü ifade eden kültürün yeniden şekillenmesi hatta bilinçli olarak yeniden inşasında en etkili araç olarak medya tercih edilmektedir. Bireylere ve tabii ki bireyin üyesi olduğu toplumların gönüllü hizmetini üstlenen medya, siyasetten ekonomiye, kültürden sanata, spordan eğlenceye, geleneksellikten evrenselliğe kadar her alanda rehberlik yapmaktadır. Arkaik dönemdeki armağanın kapitalist dönemde metaya dönüşmesiyle birlikte, kitle iletişim araçlarının popüler kültür ürünleri yaratarak bu ürünlerin kitleler tarafından kullanılması sağlanmış ve bu sayede kitleler aynılaştırılmıştır. Reklamlar, diziler, sinema filmleri, ilan panoları olsun sürekli uyaranlar aracılığıyla insan zihni yönlendirilerek tüketimin pratiğe dönüşmesi için olağanüstü çaba vermektedirler. Toplumun duygularına müdahele edilerek yılbaşı, bayram gibi hatta babalar, anneler, sevgililer için özel olarak tüketimin çılgınca yaşandığı günleri bir şölen havasında yaşanmasını sağlamaktadır. Dinî bir ritüel kadar önemli olan “sevgililer, anneler, babalar” günü, kişinin sevgisini ancak pahası oranında bir nesneye dönüştürdüğü takdirde daha anlamlı ve daha değerli kutlanmış olacaktır. Geleneksel anlamlarından kopan değerler, egemen ideoloji tarafından yeniden inşa edilerek zorunlu bir eyleme dönüşür. Başka toplumlara ait gelenekler, asıl kültürler kadar benimsenip içselleştirilip verilen veya alınan hediyeler esas amacından koparılarak birer tüketim ürünü oluverirler. Bu anlamıyla hediyelerin kültürel değerlerinin, kitle iletişim araçlarındaki sunum şekilleriyle yaşatılması amaçlanırken(?), bu değerlerin erozyona uğraması bir yana kitlelerin mümkün olduğunca sömürülmesini sağlama amacı taşımaktadır. Neden tükettiğimizi bilmeden sadece tüketince psikolojik olarak rahatlama, kültürel olarak geleneksel değerleri yaşatma adına nesneleri “kitsch”e dönüştürme, marka satın alırken aslında statü satın almanın ayrıcalığını yaşama hissi ve hazzı, sevginin ve duyguların belirli günlerde tükettikçe arttığına olan inancı, insanın modern dönemde içinde bulunduğu girdaptan kurtulmanın tek çaresi olarak algılanmaktadır. 138 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Adorno, T., Horkheimer, M. (1995). Aydınlanma’nın Diyalektiği. (Çev. Oğuz Özügül). İstanbul: Kabalcı Yayınları. Baudrillard, J. (2005). Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği. (Çev. Oğuz Adanır). Ankara: Doğu-Batı Yayınları. Baudrillard, J. (2010). Tüketim Toplumu. (Çev. Hazal Deliçaylı, Ferda Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bourdieu, P. (2000). Televizyon Üzerine. (Çev: Turhan Ilgaz). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Connerton, P. (2012). Modernite Nasıl Unuttur?. (Çev. Kübra Kelebekoğlu). İstanbul: Sel Yayıncılık. Duman, Z. (2006). “Tüketim Toplumunda Özgürlük Sorunu”. Sosyoloji Dergisi, Sayı 16, Sayfa 17-33,. Featherstone, M. (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev. Mehmet Küçük). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Güneş, S. (2001). Medya ve Kültür. Ankara: Vadi Yayınları. Harvey, D. (1997). Postmodernliğin Durumu. (Çev. Sungur Savran). İstanbul: Metis Yayınları. Jay, M. (2005). Diyalektik İmgelem. (Çev.Ünsal Oskay). İstanbul:Belge Yayınları. Köse, H. (2010). Medya ve Tüketim Sosyolojisi. Ankara: Ayraç Yayınları. Köse, H. (2006). Medyatik Parodigma. İstanbul: Yirmi Dört Yayınları. Marcuse, H. (1997). Tek Boyutlu İnsan. (Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınları. Mauss, M. (2005). Sosyoloji ve Antropoloji. (Çev. Özcan Doğan). Ankara: DoğuBatı Yayınları. Özkiraz, A. (2003). Modernleşme Teorileri ve Postmodern Durum. Konya: Çizgi Kitapevi. Yanıklar, C. (2006). Tüketimin Sosyolojisi. İstanbul: Birey Yayıncılık. http://www.bkm.com.tr/basin/bultenler/yilsonu_verileri_2010.pdf 139 I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Cuma - 09:30 - 10:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Nurullah ALTAŞ / Atatürk Üniversitesi Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN / Necmettin Erbakan Üniversitesi Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak Modernite”ye Karşı, “Talep-Yönelimli İletişim” Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN / Afyon Kocatepe Üniversitesi Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ile Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve Tutumlarına Etkisi Doç.Dr. M. Arif ÖZERBAŞ / Gazi Üniversitesi Dr. Mevlüt GÜNDÜZ / Mehmet Köse İlkokulu Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN Necmettin Erbakan Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Giriş Tebliğimizde müzakere edilecek ana tema “Günümüzde değerler eğitimi kavramı neden gündemimizde yer almaktadır?” sorusuna yönelik bir tartışma ve öneriyi içermektedir. Konuya kavram tetkiki ile başlamak faydalı olacaktır. Kavrama ilişkin yüzeysel bir araştırma kavramın modern zamanların ürünü olduğunu gösterecektir. Batı dillerinden transferle kullanılan değerler eğitimi (yani values in education veya valued education) insanı değerli kılan özelliklerin toplumsal hayatta ve eğitimde iyice işlevsiz hale gelmesi sonucu nasıl bir eğitim yaptığımızın sorgulanmasıdır. Özelikle modern ve postmodern dünya görüşü ve yaşam tarzıyla araçsallaşan ve değersizleşen insanı yeniden değerli kılma çabasının bir ürünüdür denilebilir. Değer anlamına gelen ‘value’ kelimesinin İngiliz dilindeki ilk kullanımının XIV. yüzyıla tekabül ettiği (Merriam Webster dictionary) göz önüne alınacak olursa kavramın tarihsel kökeni, İslam düşünce ve medeniyet tarihine kıyasla oldukça nevzuhurdur. İslam düşünce ve medeniyetinin XIV. asra gelinceye kadar kaydettiği ilerleme ve durum göz önüne alınırsa değer kavramını ilk kez XIV. asırda kullanmış bir medeniyetin İslam toplumlarında nasıl bir değer algısı üretebileceğini bir kez daha düşünmekte yarar var. Yukarıdaki hususu açmak üzere değerler eğitimi için kullanılan kavram üzerinde biraz daha ayrıntılı durmalıyız. Zira dilimize değer diye çevirdiğimiz –value- kelimesi esasen bir şeyin piyasa ve pazardaki karşılığı (market price), değerli bir şeyin parasal karşılığı (the amount of money that something is worth) anlamındadır. Bu karşılıklar, kavramın kapitalist dünya görüşüne istinat eden bir arka plana sahip olduğunun karineleridir. Günümüzde değerler eğitimi ile ilgili kavramlar iki ana başlık ile ilgilidir. Ahlak ve vatandaşlık (moral and citizenship education). Değerler eğitimi bu iki üst başlığa Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN göre şekillenen kavramlardan oluşmaktadır. Öne sürülen kavramlar ise şu alanlarla ilgili bir eğitim ve gelişim öngörmektedir: Karakter, ahlaki gelişme, din eğitimi, ruhsal (spiritual) gelişme, vatandaşlık eğitimi, kişisel (personal) gelişme, sosyal gelişme, kültürel gelişme. Bu kavramlar yaşayan değerler eğitim programı (Living Values Education Programme- kısaca LVEP) ile yürütülmektedir. Türkiye dâhil 53 ülkenin LVE programının kapsamında olduğu belirtilmektedir (bkz. www.livingvalues.net). Bu konuyla ilgili çalışmaları yürüten önemli bir diğer kuruluş ise 1995 yılında kurulmuş olan “The Human Values Foundation” adlı kuruluştur. Günümüzde değerler eğitimi adı altında Milli Eğitim müfredatında da yer verilen değerler eğitiminin Batı ülkelerindeki müfredatlardan klasik bir kopyala-yapıştır örneği olduğunu maalesef hatırlatmak durumundayız. Günümüzde değerler eğitimi konusunda müfredatlara giren değerler listesine bakmak bu hususu gösterme bakımından yeterlidir. Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, güven, özgüven, hoşgörü, alçakgönüllülük, empati, kanaatkarlık, çalışkanlık, sabır (bkz. www.değerler.org). Şimdi Yaşayan Değerler Eğitimi Programının yer verdiği değerlere bakalım: Unity, peace, happiness, hope, humility, simplicity, trust, freedom, cooperation, honesty, courage, love. Diğer bir değerler listesine, yaşayan değerler eğitimi (LVEP) programının yer verdiği değerlere bakalım. Peace, Truth, Love, Non-violence, patience, honesty, kindness, forgiveness, generosity, tolerance, service, loyalty, justice, respect. Kısaca günümüzde değerler eğitimi başlığı altında ele alınan kavramların modern dünyadan ithal ve transfer edilmiş oldukları açıktır. Yukarıdaki akıl yürütmeye karşı şöyle düşünmek mümkündür. Bu tür kavramlar görüleceği üzere evrensel kavramlardır. Dolayısıyla Batı dünyasında ortaya çıkmış olmalarının bizim kullanımımızı sınırlaması şeklinde bir mahzuru olamaz. Dünyanın eğitimde gittiği yer bu yöndür ve bu evrensel kavramları bizler de ülkemiz eğitim sisteminde kullanmalıyız. Dinî bakımdan da “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya en hak sahibi olandır.” gibi gerekçeler ileri sürülebilir. 144 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu gerekçelere katılıyoruz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki yüzlerce yıllık toplum bilim ve tarih tecrübesi şunu açık bir şekilde göstermiştir ki herhangi bir toplum tarafından üretilmeyen, onun kendi iç dinamiklerine dayanmayan, o toplum tarafından teşekkül sürecindeki aşamalarına ilişkin bedeli ödenmeyen kavram ve paradigmalar bir toplumdan diğerine tam olarak aktarılamıyor. Aktarılmaya çalışılsa dahi diğer bir toplumda aynı sonuç elde edilemiyor. Herhangi bir kavram veya paradigma her toplumu aynı şekilde mayalayamıyor. Yukarıdaki hususu zamanın ruhu ve manasına işaretle kullanılan “Zeitgeist” kavramıyla düşünebiliriz. Her bir toplumda zamanın ruhu ve manası farklı dinamiklere dayandığından bir toplumda tutan maya, diğer bir topluma transfer edilmeye çalışıldığında aynı olumlu sonucu vermemektedir. Şu ayetin işaret ettiği anlamı konumuzla ilgili düşünebiliriz: “Bir toplumda yaşayan insanlar kendi içlerinde olanı değiştirmedikleri sürece hiç şüphesiz Allah o toplumdaki şeyleri değiştirmez.” (Ra’d, 13/11) Evrensel Değerler Ezeli Hikmet Geleneğine İstinat Etmelidir O hâlde yapılması gereken nedir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir. İnsanın istinat ettiği ontolojik bağlamdan bağımsız bir değerler haritasının insan için içsel bir mana ifade etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ahlakın kaynağına ilişkin ister sosyal ahlak teorileri ister dinî ahlak teorileri esas alınsın insan kendini yaşadığı toplumdan ve dünyadan bağımsız ele alamaz. Varlık içindeki yerine dair bir fikri olmayan insanın kendisine dair ürettiği kavramların ona bütün değerlerini anlamlı kılacak bir üst değer tayin edemeyeceği açıktır. Bu yüzden dinî, felsefi veya seküler herhangi bir ontolojik bağlamı olmadan ele alınan değerler adeta bir kökten mahrum bir şekilde vücut verilmeye çalışılan, vücut verilse dahi bir süre sonra solmaya ve yok olmaya mahkum birer yaprak ve çiçek gibidir. O hâlde “Kök nedir?” sorusunu sormalıyız. Kökün insanlık tarihi ile eşit olan hikmet geleneği veya diğer bir ifadeyle vahiy geleneği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buradaki vahiy herhangi bir dini diğer dinlerin karşısına yerleştiren bir yaklaşımı öngörmez. Tüm dinleri içine alan ezeli hikmet geleneğini ifade eder. İslam için Kur’an’da yapılan bir tanımdır aslında bu. Bu anlayışa göre İslam sadece Peygamberimizle (s.a.v.) hicri 610 yılından başlayan bir dinin adı değil, vahiy alan ilk insan Hz. Adem’den başlayıp toplumların bilgi ve medeniyet seviyesine göre devam eden ve son din ile nihayetlenen bir halka ve tekamülü ifade etmektedir. Bu anlamda şu ayetleri hatırlayalım. “Allah katında din hiç şüphesiz İslam’dır.” (Âli İmrân, 3/19) “İşte bugün dininizi ikmal edip tamamladım ve sizler için din olarak İslam’a razı oldum.” (Mâide, 5/3) Buhari ve muteber diğer hadis kitaplarında çeşitli varyantları olan şu hadisi konumuzla ilgisi bakımından hatırlamakta fayda var: “Benim ve benden önceki Peygamberlerin durumu şuna benzer. Birisi bir ev yapmış ve köşesindeki bir tuğla hariç (lebenetun min zaviyetin) ev gerçekten de güzel olmuştur. İnsanlar bu evi ziyaret 145 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN ederler. Çok beğenirler ve derler ki “Acaba şu tuğla konulmayacak mı?” İşte ben o tuğlayım ben Peygamberlerin mührüyüm (hatemiyim) (bkz. Buharî, Kitabu’lMenâkıb, Babu Hatemi’n-Nebiyyin). İslam kendini Kur’an’da vahye dayalı bütün dinleri kuşatıcı anlamında “ed-Din” olarak tanıtır (bkz. Âli İmrân, 3/19). Bilindiği gibi bu dinin temeli tevhit inancına dayanır. Ancak bu birlik akidesi gerçekte sadece Allah’ın bir olduğuna inanmak şeklinde metafizik ve soyut bir inançtan öte bir anlam taşır. Bu birlik Allah ile yeryüzündeki halifesi diye tanımladığı insan arasındaki bir sözleşmeye, misaka dayanır. Halife kavramı ile ilgili şu hususu hatırlatalım. Gelenekle, siyasi bir kavram hüviyetine bürünen halife kavramı Kur’an’da her bireyin yeryüzündeki sorumluğunu ifade eder ve insanoğlunun bütün fertlerini kapsar. Tevhit-misak ve halife arasında bağlantıyı düşünerek söylenecek olursa tevhit, insanın çoklu eylemlerinin ardında ona bütünlük kazandıran birliktir. Sufi irfân geleneğinin ifadesiyle söylemek gerekirse kesret görünümündeki vahdeti veya kesretin ardında gizlenen vahdeti fark etmektir. Böylece bütün görünümler sıradanlıktan, düzensizlikten, gayesizlikten tevhit inancı ile arınır, birlik kazanır. Bu anlamıyla tevhidin her alanda uzantısından söz edebiliriz. Söz gelimi dindeki tevhit anlayışı, farklı din mensuplarını, bölünme ve tefrikanın ardındaki birliği, inanç düzeyinde kavramaya davet eder. Halbuki din, günümüzde farklı din mensupları arasında medeniyet çatışmalarından söz edildiği bir ortamın körükleyicisi haline gelmiştir. J. J. Rousseau, “Yaratan’ın elinden çıkan her şey iyidir; her şey insanların elinde bozulur.” der (Rousseau, 1945: 8). Konumuzla bağlantısı bakımından bu hususu şöyle ifade edebiliriz. Din; insanları vahdete çağıran, kaynaklarının bir, sergüzeştlerinin bir olduklarını dolayısıyla hepsinin farklı özelliklere sahip kardeşler olduklarını öğütleyen bir değerler manzumesidir veya öyle olmalıdır. Halbuki dindarlık algıları, İslam coğrafyası da dâhil olmak üzere değer çatışmalarının günümüzdeki en önemli müsebbibidir denilirse mübalağa edilmiş olmaz. “ed-Din” deki vahdet şuuru değerlerin ortak vizyon ve bağlantısını sağlayan bir üst değer olması gerekirken bu alandaki tevhitten uzaklaşılmış tefrika ve değerler arasındaki çatışmanın müsebbibi din ve dindarlık algıları olmuştur. Din-Değerler Eğitimi Bu noktada din ve değerler ilişkisi üzerinde durmak gerekir. Değer kısaca insanın tutum ve davranışlarını belirleyen ölçüt şeklinde tanımlanmaktadır. 146 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Diğer yandan kavram daha önce dinlerin hüküm sürdüğü bir alandaki boşluğu doldurmaya niyetli gözükmektedir. Zira kaynağından temiz bir su misali doğan ilahi dinler tarihsel süreç ve uygulamalarla kirlenmiştir. Bu kirlenme sonucu insanları birleştirmesi gereken tevhit dini ayrılıkları körükler hâle gelmiştir. Bunu bir tür şirk olarak da tavsif edebiliriz. Günümüzdeki “de facto” durum itibariyle söylenecek olursa dinden hareketle insanlar arasında ortak bir değerler manzumesi inşa edilmesi ütopik bir gayretkeşlikten öteye geçmeyecektir. Çoğu zaman bu gayretlerin iyi niyetli olması sonucu değiştirmez. Tefrika o boyutlara ulaşmıştır ki din ile ilgili vurgular çoğu zaman ayrıştırıcı hususları körüklemektedir. Bu hususun müsebbibi olarak dinin kendisini görmek elbette doğru bir yaklaşım değildir. Toplumların düzeyinin ve geri kalmışlıkla ilgili sorunlarının bir bileşkesi olarak bu sonucun ortaya çıktığını söylemek daha doğru bir yaklaşımdır. Gelişmiş ülkeler kendi hurafeleri ile daha erken asırlarda yüzleşerek ortak işleyen hukuk kuralları ve onların ardında yatan bir dünya görüşü etrafında bir toplumu inşa etmeyi başardılar. “Gelişmekte olan- bu ifadenin diğer ülkeleri rencide etmemek üzere bu şekliyle kullanıldığını hatırlatalım- ülkeler ise yaşadıkları çağın kodlarını okumaktan uzak kaldılar. Çağın zihniyet egemenliği yerine sömürgeleri konumunda kaldılar.” 19-20. asırların tecrübesine istinaden Batı dünyasında ve ülkemizde dinin özellikle toplumun alt kesimleri arasında görünür bir yer edinmesi, dindarlar üzerinden dine karşı bir önyargının oluşmasını teşvik etti. Orhan Pamuk’un 1950’li yılların İstanbul’unda geçen çocukluk günleriyle ilgili hatırasındaki şu tasvir bu realiteyi vurgulamaktadır: “Bana sanki yoksul oldukları için ikide bir Allah’ın adını anıyorlar gibi gelirdi… Belki de Allah’a o kadar inandıkları için yoksul kalmışlardı. Bizler yalnız mal mülk sahibi olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve “pozitivist” olduğumuz için de hükmetme hakkına sahip olduğumuz bu “cahil” insanların tuhaf itikatlarına fazla bağlanmalarına yalnız kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de şiddetle karşı çıkmalıydık.” (Pamuk, 2006: 99) Yarım asır öncesinde böyle bir algı ile algılanan dini değerler günümüzde çağının kültürel tazyikleri karşısında kendi ilkelerini tarihten süzemeyen ve çağlarını doğru okuyamayan dindar gruplar ve gelişmemiş toplumlar elinde heyelan halindedir. Öncelikle şu değerlendirmeyi yapmak istiyoruz. “İlmihal dindarlığı” olarak nitelendirdiğimiz bir din algısı hayatın tüm alanlarını kuşatan diğer bir ifadeyle 147 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN “vahdet”e dayalı bir değerler manzumesi üretemez. Günümüzdeki baskın hâliyle ilmihal dindarlığına dayalı böyle bir din anlayışının insanlarda var oluşu anlamlı kılacak anlam arayışını kamçılayacak değerler üretemediği bir öngörü değil, vakıadır. Televizyonların dini programlarında din ile ilgili sorulardan, Alo Fetva hattına yapılan müracaatlardan bu hususun istatistiki sonuçları çıkarılabilir.1 Zira her bir toplum, din de dâhil her şeyi kendi zihniyet düzeyine uygun biçimde algılamaktadır. Bu türden yüzeysel bir din algısı değer üretmek bir yana geri kalmış toplumlarda ayrıştırıcı unsurların başında gelmektedir. Zira “din” çatışmacı ve ideolojik bir kurgu üzerinden algılanmaktadır. Kısa vadede bunun çözümü de mümkün gözükmüyor. On dört asırlık İslam tarihi tecrübesi müstağni kalınamayacak bir deneyim alanıdır. Bu tecrübe, bize uygulanmamış teorilere daima mesafeli yaklaşmamız gerektiğini öğütler. Daha önceki asırlara bakıldığında dönemin “şartları ve ruhu” ile ortaya atılan birçok albenili teori ve uygulama daha sonra tarihin çöplüğünde birer enkaz hüviyetini almaktadır. Kısaca bir toplumda kültürel ve tarihi arka planı olmayan taşıma kavramlar o toplumun değerlerine can suyu olamadığından, değerler sahasında kuraklık baş göstermektedir. Günümüzde değerler eğitimi başlığı altında yer verilen kavramları tekrar sıralayalım ve yapılması gereken nedir, sorusuna tekrar dönelim. Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, güven, hoşgörü, alçakgönüllülük, empati, kanaatkârlık, çalışkanlık, sabır. Her bir düşünce sistemi teoride yukarıdaki kadim değerlere önem atfeder. Ancak yukarıdaki kavramlara dikkat edilirse İslam medeniyet tecrübesindeki kavram haritasına uygunluk bakımından tarihte bu değerleri, duygu, tutum ve davranış olarak tahakkuk ettirenler yüzyılların şahadetiyle bugün isimleri toplumun geniş kitlelerince saygı ve sevgi ile anılan mutasavvıflardır. Ehlullah olarak kabul edilen Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’lerin anladıkları veçhe ile İslam’ın değerlerini günümüze yeniden kazandırmalıyız. İslam’ın bu veçhesi tarihsel olarak asırlar boyunca test edilip kendisini kanıtlamış bir tecrübedir. Büyük mutasavvıflar tarafından hayatta temsil ve gerçeklik kazanan bu kavramlar daha sonra kurumsallaşan ve birer adap mahalli kabul edilen tekkeler vasıtasıyla hizmet görmüştür. Ancak İslam toplumlarının duraklama ve gerilemesinden itibaren diğer kurumlar gibi tekkeler de bu fonksiyonlarını icradan uzaklaşmışlar ve nihayetinde ülkemizde kapatılmışlardır. ____________________________________________________________________ 1 Bu hususla ilgili örnek bir değerlendirme için uzun yıllar dini programlar yapan bir yapımcının şu değerlendirme yazısına müracaat edilebilir. (bkz. Böhürler, A. (2014). “Televizyon, Din ve Biz”. Yenişafak Gazetesi, 18 Haziran 2014, 148 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bölgemizde ve İslam coğrafyasında günümüzde yüzleştiğimiz din ve mezhep algılarından kaynaklanan çatışma ve sorunlarla birlikte düşünüldüğünde mutasavvıflarla ilgili yukarıda ifade edilen tarihsel tecrübe kanıtının değeri daha iyi fark edilecektir. Dolayısıyla bu tür değerlerin günümüze bakan veçhesiyle ele alınarak ihya edilmesine kaynağını Kur’an ve nebevi hikmetten alan ehlullahın tasavvufi yorumları ilham kaynaklığı etmelidir. Aksi hâlde, ilmihal dindarlığına ve selefi zihniyete sahip dindarlık algıları geri kalmışlığın pençesindeki İslam dünyasındaki mezhep ve din çatışmalarını iyice alevlendirecektir. Burada diğer bir hususu daha belirtmek zorundayız. Tasavvufun ilkeleri ile günümüzdeki çoğu tarikatın uygulamaları arasında gittikçe artan bir farklılıktan söz edilebilir. Bu hususu İslam’ın kendi kaynaklarından öğrenilmesi ile Müslüman toplumların günümüzdeki uygulamalarından hareketle İslam’ı öğrenmeye çalışmaya benzetebiliriz. Ehil olanları tenzih ederek şu söylenebilir. İhtida eden Batılılar İslam’ı kaynaklarından değil de Müslümanlar üzerinden tanımaları durumunda Müslüman olmakta zorlanacaklarını itiraf ettikleri gibi tasavvufun ilkeleri ile tarikatların pratik uygulamaları arasında reel bir ayrışmaya dikkat çekmek gereklidir. Tasavvufun ilkeleri ve tarikatların uygulamaları arasındaki ilişki bir başka çalışmanın konusu olacak kadar geniştir. Dolayısıyla asıl konumuzdan uzaklaşmamak için bu konuyu bu atıfla bitirmek istiyoruz. Kısaca söylemek gerekirse değerler ve din ilişkisi bağlamında Müslüman toplumların temel sorunu dine yeterince bağlı olmamak, dini az veya çok yaşamak veya dinin aslına dönme gibi ilgi uyandıran, ancak meselenin esasını vaz etmeyen tali sorunlar değildir. Müslüman toplumların temel sorunu az gelişmişlik sorunudur. Çünkü az gelişmiş bir toplum ve onun zihniyetiyle oluşan devlet ve zihniyet her türlü ulvi değeri işlevsiz ve nefret edilecek bir hâle getirir. Bu hususla ilgili bir örnek verelim. Yaşayan Değerler Eğitimi Programının (İngilizce kelimelerin baş harflerinin kısaltmasıyla (LVEP) nin sıraladığı değerlerden biri “simplicity” dir. Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanlığı aracılığıyla bu programın üyeleri arasında olduğunu hatırlatalım. Simplicity kelimesini sadelik, gereksiz israf ve gösterişten uzaklaşmak, insanın kendi için yeterli olanla iktifa etmesi, doğal kaynakları hoyratça tüketmemesini işaret eden bir değer olarak görebiliriz. Bu değeri bizim kültür tarihimizde sadelik, zühd, kanaat, kifaf-ı nefs gibi kelimelerle ifade edebiliriz. Zühd, sadelik ve kanaat, İslam toplumlarının gelişmişlik düzeyi iyi olduğu dönemlerde yukarıda sayılan olumlu bir işleve sahipti. Ancak zihniyet gerilemesiyle birlikte zühdane yaşam, miskinlik ve tembellik üreten bir belaya dönüşmüştür. Hz. Ömer’in, Ömer b. Abdülaziz’in, Selçuklu ve Osmanlı Padişahlarından sade yaşam sürenlerini devletin ve halkın kültürel ve zihniyet seviyesinin yüksek olduğu dönemlerde takdir ederiz. Ancak az gelişmiş bir toplumda bu değer bir baş belasına dönüşebilir. Bu hususu Nobel Edebiyat ödüllü 149 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un Kahire’de geçen çocukluk dönemini ve Mısır’daki yaşamı anlattığı bir romanındaki şu cümle özetler: “Saadetin basit bir yaşam sürmekle elde edilebileceğini (es-seadeh fi’l-besateh) söyleyen filozofa lanet olsun.” (Mahfuz, 2005). Mahfuz’un bu ifadeleri Mısır’daki çocukluk yaşamının gerçek bir tasvirine dayanıyordu ve haklıydı. O hâlde bir değer olması gereken–simplicity, sadelik ve zühdgelişmemiş bir toplumdaki uygulamalarla felaketin müsebbibi hâline gelebilmektedir. Dolayısıyla geri kalmışlık sorunu ve zihniyet geriliği çözülmeden değerlerin ithalat yoluyla ihya edilemeyeceğini söyleyebiliriz. Türkiye tarihinden bir örnekle konuyu müşahhas hâle getirelim. Tekkelerin kapatılması üzerine meydana gelen boşluğu doldurmak ve ona bir alternatif olmak üzere 19 Şubat 1932 tarihinde 14 il merkezinde halkevleri açılmıştır. Halkevlerinin açılışında aydın mebusu Dr. Reşid Galip yaptığı konuşmanın ardından şunları söyler: “… Bu hakikatlerden çıkarılacak olan netice şudur: Biz bütün tarih imtidadında dünyaya medeniyet mürebbiliği yaptık.” Rahat, sakin, dünya ile alakası kesik kaygısız hayatı türbelerin ve tekkelerin gömüldüğü mezara gömmeliyiz. Bize coşkun hareket ve faaliyetle dolu hayat lazımdır.” (Kara, 2002: 190) Türk Eğitim politikaları üzerindeki etkisi, malum diğer bir isim olan İ. Hakkı Baltacıoğlu açılışından beş yıl sonra (1937’de) halkevleri’nin yeni cumhuriyet nesline değer aşılama konusundaki işlevini şöyle izah etmektedir: “Bugün Türk ailesi esasen çocuğun sosyal şahsiyetini kuracak zamana, çok defa da ehliyete malik değildir. Bu ailelerden bir kısmının zaten sosyal zümre tabiatından mahrum olduğunu görüyoruz. Mektebe gelince, burası hâlâ mı hâlâ bir okuma, yazma, ezberleme yahut anlama, nihayet imtihana hazırlanma yeridir. Sosyal şahsiyet ve karakter bakımından teşekkül etme kalıplanma yeri değildir. Dışarıda gençlik teşkilatı yoktur. Gerçi halkevleri vardır. Fakat bunlar gençleri değil, yalnız bir zümreyi çalıştırmakta yahut seyirci yerinde bırakmaktadır. Bir gençlik teşkilatı lazımdır. Bu teşkilatın hedefi şu olacaktır. 1. Türkiye’nin bütün gençlerine toplu hayat yaşatmak 2. Onları müşterek iş hayatına alıştırmak 3. Onlara müşterek mesuliyet duygusunu aşılamak 4. Onlara kollektif neşeyi tattırmak 5. Onlara rejim (Kemalizm) istikametinde bir moral vermek 6. Onlara yürüyüş, musiki, tiyatro, edebiyat zevklerini vermek 7. Onlara yeni humaniteyi yani ilimciliği, endüstriciliği, müsavatçılığı aşılamak. Bunları yapmak için en iyi vasıta, yine halkevleri olacaktır. Fakat bu evleri hakikaten bu işin hayrına kanmış olan enerjik ve teşkilatçı adamlara teslim etmek gerekir. Biz öyle halkevleri biliyoruz ki hemen hiçbir kolu işlemiyor, bütün faaliyetler yılda birkaç defa köy gezintisi ve bir iki temsil yapmaktan ibarettir. 150 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Çok açık söyleyelim ki Kemalizm devlete girmiş, ekonomiye girmiş, fakat mektebin sosyal teşkilatına ve mektep dışı gençlik hayatının organizasyonuna girmemiştir. Niçin? Şunun için ki resmi pedegoglarımız henüz mektep programlarını “toplu tedris” sistemine uydurmakla meşguldürler. Onların dışında kalanlar da seslerini cesaretle yükseltmenin vazife olduğunu bilmiyorlar. Talebe hocasını, çocuk babasını öldürüyor da hâlâ bekliyorlar!” (Kara, 2002: 191) Yakup Kadri ise Panaroma adlı romanının ilk baskısında halkevlerinin 1953’deki durumunu şöyle tasvir eder: “İnkılabın temelleri diye kurulan halkevlerinin düştükleri feci hali hiçbir kalem şu satırlardaki kadar realist bir tarzda canlandıramamıştır. Sana bu satırları içinde in cin top oynayan, halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak bile mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyleye, amin!” (Kara, 2002: 191) Bugün geldiğimiz seviyenin alkol ve uyuşturucu kullanımının ilkokul düzeyine indiği gerçeği ile düşünüldüğünde dünden bugüne daha kötü bir seviyede olduğumuz söylenebilir. Buradaki suçlu tabi ki halkevlerinin kendisi değildir. Söylemeye çalıştığımız bir toplumun kavram haritasına uygunluk arz etmeyen ithal kavramların o toplumda kalıcı değer üretemediğini tarihsel bir örnekle belirtmektir. Dönemin albenili teorileriyle uygulaması geçmişte yapılmamış bir değerler manzumesi inşa etmek çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla bu sempozyumun üst başlığını teşkil eden değerlerin yeniden ihya edilmesi konusu Müslüman toplumların az gelişmişlik sendromu ile yüzleşmeden çözülemez. Gelişmiş bir ülkeye nispetle Müslüman toplumlardaki geri kalmışlık sendromunun tüm değerleri ifsat eden ve gelişip serpilmelerine imkân vermeyen en bariz kırılganlığı kanaatimizce birey-aşiret (grup, cemaat) zihniyetinde yuvalanmıştır. Yukarıdaki hususu biraz açalım. Sanayileşme öncesi tarım toplumunda önemli olan kas gücü olduğundan birey yerine aşiret önceliklidir. Irk, din, kan bağı, toplumsal statü veya başka herhangi bir bağ ile bağlı olduğunuz grup ve aşiret, doğadaki tehlikeler karşısında kendinizi güvende hissetmenizi sağlar ve yeri geldiğinde sizi diğer grupların saldırısından korurdu. Zira güvenlik ihtiyacı insanın en temel ihtiyaçlarından biridir. İnsan, güvenliğini tehdit altında hissettiği durumlarda diğer tüm ihtiyaçlarını askıya 151 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN alabilir. Aşiret veya herhangi bir gruba mensup olan üye, haklarının ihlal edilmesinden bağlı bulunduğu aşiret ve grup sayesinde korunur. Böylece aşiret ve grup onu oluşturan üyeler arasında adeta bir külte dönüştürülür. Sanayi Devrimi ile kas gücünün yerini giderek makinelerin almasıyla devam eden süreç, bilgi ve teknoloji çağı kabul edilen günümüzde toplumların temel niteliğini grup birlikteliğinden bilgiye ve bilgiyi etkili kullanmaya evrimleştirmiştir. Meşhur İngiliz düşünürü Francis Bacon’ın (ö. 1626) “Bilgi güçtür.” (knowledge is power) sözünü henüz daha 17. Asrın başlarında söylediğini hatırlatalım. Bilgi güçse bilgiyi kim üretirse hakimiyet ona ait olacaktır. Bilim tarihinde bilginin üretimine, bilimsel keşifler tarihine bakılacak olursa hiçbir zaman bir topluluk tarafından bir keşif ve icat yapılmadığını rahatlıkla görürüz. Bilim tarihinde yanılgılara işaret eden ve keşif yapanlar daima bireyler olmuştur. Bireyler kimi zaman uygun ortam olmadan da bunu yapabilmiştir. Toplumlar, ancak bireylerin icat ve keşfine uygun ortam sağlayıp/sağlamama bakımından bu sürece olumlu veya olumsuz etkide bulunmuştur. Ancak topluluğun icat ve keşfine bilim tarihi tanıklık etmemiştir. Toplum daima mevcudu muhafaza taraftarıdır ve yeniliklere kapalıdır. Genellikle dini inanışları da kendi gelenek ve statükosunu muhafaza için kullanmaktadır. Toplumların işleyişindeki bireyin lehine değişen yeni düzeni daha erken fark eden milletler gruplaşma yerine nitelikli birey yetiştirmenin yöntemleri üzerinde durmuşlardır. Günümüzde bu durum gitgide artan bir ivme ile kaliteli bireyin önemini artırmaktadır. Çağımızdaki uluslar arası şirketlerin çoğu başarılı girişimcilerinin ürettiği yeni fikir ve projelerin sonucudur. Ancak bu tür fikirlerin uygun ortamlar vasıtasıyla teşvik ve itibar görmesi lazımdır. Aksi hâlde, gruplar tarafından farklı görülen unsurlar kendilerine benzeştirilmeye çalışılacaktır. Ziya Paşa’nın ifadesiyle “Marifet iltifata tabidir, Sermayesiz meta zayidir.” Kısaca aşiret zihniyetinin geri kalmış toplumların geriliğinin temel sebeplerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira dinî, siyasi vs. her grup vasatın yaygınlık ve hegemonyasına dayanır. Bu yüzden kitle iletişim uzmanları, kitle üzerinde etkili bir reklam ve propagandanın unsurlarının 12 yaşındaki bir çocuğun IQ düzeyinde olduğunu söylerler. Yeniliklere kapalı aşiret zihniyetine dayalı gruplaşmanın tetiklediği ikinci zararlı unsur fanatizmdir. Gelişmiş bir toplumda ise aşiret-grup fanatizmi yerini bireye bırakır. Bunun daha erken farkına varan ve uygulamaya koyan milletler, birey merkezli, bireysel farklılıkları özgürleştirici ve bireyin yaratıcılığını kuvvetlendirici yönde yatırımlarını yapmışlardır. ABD’nin kurucu babalarından kabul edilen William James (ö. 1910) “Birey rahat ederse devlet rahat eder.” sözünü 19. asırda söylemişti. 152 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Günümüzde bu ivme güçlenerek devam etmektedir. Söz gelimi ABD’de Başkan Obama’nın verdiği başkanlık direktifiyle büyük Amerikan projesi olarak nitelendirilen ve (Brain Research through Advancing Innovative Neurotechnologies) BRAIN şeklinde kısaltılan büyük bir proje başlatıldı. Bu projede insan beyninin nasıl çalıştığı, bu işleyişte nelerin değişmeye başladığı ve yönün nereye gittiği ortaya çıkarılacak; daha yaratıcı, daha üretken beyinlere sahip olunması için nelerin yapılması gerektiği de ortaya konulacak. Projenin açılış toplantısında Başkan Obama projenin gerekçesini şöyle takdim ediyordu. “Amerika’nın en güçlü yanı fikirlerdir. Hayal kuran bir ulusuz. Bizler risk üstlenicileriz. Kimsenin göremediğini gören insanlarız.” (Turgut, 2013: 41). Kanaatimizce değerlerin içselleştirilmemesi önünde toplumumuzda ve Müslüman toplumlardaki en büyük engel, bireyi ve özelliklerini asimile eden ve grup kültünü yaygınlaştıran gruplaşma ve aşiret kültüdür. Bu gruplaşma dini olabileceği gibi kanarya severler şeklinde yahut bir futbol takımının fanatik bir grubu olarak da karşımıza çıkabilir. Bu konuyla ilgili Rolf Dobelli’nin “Hatasız Düşünme Sanatı” adıyla Türkçeye çevrilen eserini tavsiye edebiliriz. Eser özellikle grup psikolojisinin insan doğasında bulunan mantık dışı duvar ve önyargıları nasıl harekete geçirip rasyonellikle doğru bilgi analizini engellediğini anlatmaktadır (Dobelli, 2013). Konumuzla ilgili olarak şu soruyu soralım. Acaba insanlar net düşünebilmelerini engelleyen faktörlerden dolayı mezheplere, dinî gruplara ayrılmaya meyilli olabilirler mi? Din ve mezhep kılıfı altındaki gruplaşma ve ayrışmaların körüklediği çatışmaların dünyanın geri kalmış bölge ve ülkelerinde ki maalesef Müslüman toplumların bir çoğu bu kategoride yer almaktadır- görülmesi doğrudan geri kalmışlıkla ilgili olabilir mi? Dobelli bunu insanın temel içgüdelerinden biri olan hayatta kalma ve güvenlik içgüdüsüne dayanan bir psikoloji ile izah ediyor. İnsan, atalarından aktardığı bilinçle, bir grubun üyesi olmayınca gıda bulmasının ve tehlikeden korunmasının zor olduğunu bilir. Bu hususu günümüzde dinî cemaatlere, çeşitli aidiyetlere, takım taraftarlığına dahi teşmil edebiliriz. Böylece yazarın “grup olma önyargısı” dediği durum ortaya çıkıyor. Doğal olarak her grup diğer gruplardan farklılığını belirginleştirerek kendi varlığını devam ettiriyor. Öteki gruplara karşı kendi konumunu emniyete almaya çalışıyor. Böylece gruplar arası mücadele nihayet insan öldürmeye kadar varıyor. Grubun devamını sağlayan unsurlardan bir diğeri grubun üyeleri arasında oluşan kontrol illüzyonudur. Grup üyeleri gruba olan mensubiyetlerini psikolojik bir yanılgıya dayanan bir rahatlama ile sürdürürler. Zira onlara göre bir çok şey mensup 153 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN oldukları grup tarafından kontrol edilmektedir. Grup olmadığı takdirde düzen bozulacaktır. Kontrol illüzyonuna şöyle bir örnek verebiliriz. Birçok açık ofiste klimaların ısısı merkezden ayarlanmaktadır. Ancak klimaların kumandaları çalışanların ellerinde artırılıp eksiltilir gözükür. Böylece çalışanlar kontrolün kendilerinde olduğunu düşünürler ve ısı konusunda idareye az şikâyet gider. Kısaca söylemek gerekirse insanın hayatını anlamlı kılacak değerlerin içselleştirilmesi, ancak aşiret zihniyetinden ve önyargılarından kurtulan ve net düşünebilen bireylerin olduğu özgür bir ortamla gerçekleştirilebilir. Bu konuyla ilgili temel sorunlardan bir diğeri din ve özgürlük ilişkisidir. Zira özgürlük, toplumdaki geleneksel davranışların değer olmasını sağlayan her bireyin kendi tercih ve kararlarıyla doğru ve yanlışlarıyla şekillenen bir hayat sürmesi için ihtiyaç duyduğu bir zemindir (Akyol, 2013: 223). Başka bir ifadeyle gerçek dindarlığın zemini baskı değil özgürlük olmalıdır (Akyol, 2013: 210). Dolayısıyla din ve özgürlük ilişkisi en önemli konulardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ünlü şarkiyatçı Bernard Lewis Orta Çağ’daki İslam dünyasının özgürlük ile ilişkisi konusunda şöyle der: “Orta Çağ İslam dünyası, kendisinden öncekilerden, çağdaşlarından ve kendisinden sonra gelenlerin çoğundan daha fazla özgürlük sunmuştur.” (Lewis, 2002: 156). Günümüzde ise yukarıda yer verilen aşiret ve gruplaşma önyargısının özgürlükleri kısıtlamada dini, bir kalkan ve motive edici güç olarak kullanıldığını hatırlatalım. Bu anlayıştan türeyen dindarlık algılarında, dinin özgürlükleri kısıtlayıcı verileri öne çıkartılarak çarpık ve ideolojik bir din anlayışı ikame edilir. Bu dindarlık anlayışının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Kuralcıdır. İlmihal dindarlığına dayanır. Ötekileştiricidir. Köktencidir. Bu tür grupların diğer bir özelliği tasavvuf karşıtı olmalarıdır. Köktenci oluş bu gruplaşmanın yukarıdaki güvenlik içgüdüsüyle doğrudan bağlantılı olan psikolojik gerekçeye istinat eder. Zira köktencilik genellikle kuşatma altındaki kültürlerin ürünü olarak karşımıza çıkar (Barber, 2003: 187). Günümüz Müslüman toplumlarının değer üretemeyişinin sebeplerinden birinin kültürlerini kuşatma altında hissetmeleri ve bunun yol açtığı köktencilik ve tepkisellik olarak değerlendirebiliriz. 154 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç Eğitim sistemimiz İslam’ı, İslam düşüncesini ve medeniyet tecrübesini iyi özümseyen hem de bütün dünyaya açılabilecek özgüveni yüksek bireyler yetiştirmek için kendi kültürel kavram haritasını oluşturmak zorundadır. Aksi hâlde, ithal kavramlarla düşünmek ve kalıcı çözümler üretmek pek mümkün gözükmemektedir. Zira bir toplumun medeniyet ve zihin haritasının kavramlarına istinat etmeyen transfer edilmiş kavramlar o toplumun bireyleri için pek bir mana ifade etmemektedir. Bu yüzden bu değerlerin ülkemiz ve İslam medeniyetinin kavram haritasıyla yeniden değerlendirilip işlevsel hâle gelmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. Yapılması gereken nedir sorusuna tekrar dönerek yeniden inşa edilecek değerlerin istinat etmesi gereken zemini şöyle özetleyebiliriz. Özgürlük zemini üzerine yükselen bir din anlayışı. İlahi esmanın taşıyıcıcı kabul edilen özgür birey. Ezeli hikmet geleneğine istinat eden evrensel değerler. Mutasavvıfların “kendini bilme” olarak özetledikleri “gönül eğitimi ve nefs tezkiyesi” modelinin ilkeleri. Konunun bu yönü bu bildirinin kapsamını aşacak mahiyette müstakil bir diğer çalışmanın konusu olabilir. KAYNAKÇA Akyol, M. (2013). Özgürlüğün İslami Yolu. (Çev. Ö. Baldık). İstanbul: Doğan Kitap. Barber, B. R. (2003). Fear’s Empire: War, Terrorism and Democracy. New York: W. W. Norton. Böhürler, A., “Televizyon, Din ve Biz”. Yenişafak Gazetesi, Yazarlar-arşiv. Erişim: 18 Haziran 2014 http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AyseBohurler/televizyon-dinve-biz/38765. Dobelli, R. (2013). Hatasız Düşünme Sanatı. (Çev. Itır Arda). İstanbul: NTV Yay. Kara, M. (2002). Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri. İstanbul: Dergah Yay. Lewis, B. (2002). What Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern Response. New York: Oxford University Press. Mahfuz, N. (2005). Savrulan Kahire. (Çev. H. Öznurhan). Ankara: Meneviş Yay. 155 Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN Merriam Webster Dictionary, “Value” mad. Erişim: 15 Nisan 2014 http://www.merriam-webster.com/dictionary/value. Pamuk, O. (2006). İstanbul: Şehir ve Hatıralar. İstanbul: Yapı Kredi Yay. Rousseau, J. J. (1945). Emil Yahut Terbiyeye Dair. (Çev. H. Z. Ülken ve diğerleri). İstanbul: Türkiye Yay. Turgut, S. (2013). Yeni Medya Düzeni. İstanbul: Destek Yay. “Yaşayan Değerler”. Erişim: 7 Mart 2014, http://www.livingvalues.net/CRsMAIN.html. 156 Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak Modernite”ye Karşı, “Talep-Yönelimli İletişim” Yrd. Doç. Dr. Cemile BARIŞAN Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarihsel süreçte değerlerimiz ne şekilde sürdürüldü? Değerler eğitiminde medeniyetimizde hangi kurumlar oluştu ve ne şekilde devam etti? İnsani değerler ve ahlak eğitiminin hangi kurumlar aracılığı ile yüzyıllar boyu taşındığı ve yeniden üretildiği türünden soruları sorduğumuzda, güncel değerler eğitimi sorunlarını öncelikle yapısal olarak ele alma imkânına da sahip olabiliriz. Bu noktada sosyolojik bir olgu olarak değerin (bkz. Özensel, 2003), bir toplumun çimentosu olarak ele alınmasını merkeze koymanın gerekliliği düşünülebilir. Tebliğimde, bu tür bir yapısal yaklaşımla, günümüz medeniyet merkezli toplumsal değerler sorunsalına alternatif bir yaklaşımı konuşmak istiyorum. Genel olarak İslam medeniyeti şeklinde adlandırılan medeniyet havzamız, vahiy kaynaklı bir bilgi sistemi ve yine aynı kaynaktan neşet eden bir epistemolojik-ontolojik yaşam alanı içinde şekillendi. Bugün herkesin bildiği gibi söz konusu medeniyetin, medrese1, mektep gibi kurumları oluşmakla ve zamanla kendi evrimini sürdürerek tamamlamakla birlikte, medeniyetin bir diğer eğitim ayağı da evlerde de ilm-i hâl olarak adlandırılan bir özel alan eğitimini içermekteydi. İslam medeniyeti aynı zamanda tekke2 ve ribat türünden eserlerin içinde devam eden bir hizmet anlayışı ve vakıflarla karakterize olmuş bir medeniyet özelliği arz etmekteydi. Diğer yandan Güneş ve Kızılay’ın da belirttiği gibi (2011, 7) İslam’ın sosyalliğini de daha çok Hz. Peygamber’in ahlakını kendisine prensip edinen tasavvuf kültürünün sağladığını hatırlamamız gerekir. Böylelikle kamusal alanı da içeren oldukça geniş bir yirmi dört saat din telakkisindeki değerler bütünü belli kurumların desteğiyle de yaşantıya geçmiş ve tarihsel süreç içerisinden günümüze dek taşınmış olmaktaydı. Bu süreçte kadınların ____________________________________________________________________ 1 Medresenin tarihi vb. kurumlaşma için kaynak bir eser olarak bkz. (Baltacı, 2005). Cahit Baltacı’nın iki ciltlik eserinde, Osmanlı medreselerinin ve müderrislerinin bir listesini bulabileceğimiz gibi, kitabın girişinde İslam medeniyetindeki eğitim ve eğitim müesseselerine dair bilgi ve değerlendirme de mevcuttur. 2 Tasavvuf tarihi ve dönemleri için bkz. (Yılmaz, 2004). Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN rolünün sonuçlarını, cinsiyet rollerindeki ayrımlaşmanın adeta mutlaklaştırılmasının ataerkil bir düzene evrilmesinin ya da geleneksel eğitim sistemindeki zamanla gelişen çocuk anlayışının3 bugün tartışılır hâle gelmesine neden olan bir yapısal sistemle karşı karşıya olmamıza rağmen, söz konusu düzene günümüzden bakmak anakronik okumalara neden olmak gibi riskleri de beraberinde getirir. Ayrıca böylesi bir okuma, modern dönemle geleneksel dönemin temel yapısal unsurlarına bakarken her iki tarafa da hakkını verecek nesnel bir okuma yapabilmemizin de önünü kapayacaktır. Bu bağlamda, müslüman toplumların tarihsel süreç boyunca, kendi medeniyet inşaları dâhilinde yapısal olarak gerçek bir değerler eğitimi politikasına sahip olduğunu görebilmemiz ilk elde çıkış noktası olabilecek en mühim veriler arasındadır. Bu politika, aktif, toplumun içsel dinamikleri ile bütünleşen, bizzat kendi bünyesinden doğal olarak ürettiği ve işlemesinde bu nedenle de esaslı bir sorun arz etmeyen özgün bir politikaydı. Bu açıdan baktığımızda, modernitenin, söz konusu doğal süreci kesintiye uğrattığını, hatta kesintiye uğratmakla da kalmayıp yerine kendi temel mottolarını koyduğunu, daha da ötesinde “dayattığını” biliyoruz. Öyleyse bugün, toplumsal bütünlüğün devamı için elzem olan değerlerin ne şekilde sürdürülebileceği, iki temel eksende ele alınmalıdır: Birincisi, yapısal olarak içine doğduğumuz, elimizde mevcut bulunan ve toplumsal-tarihsel dinamiklerimize uymayan bir dokunun değerler eğitiminde getirdiği modern yapı ile yüzleşmek, ikincisi ise, her zamanki gibi, değerler eğitiminde güncel-pratik sorunlarla başetmek ve çözüm yolları üretmektir. Ancak bunlardan birincisi, hem kültürel ve hemde siyasi düzlemlere konu olacağından en sancılı ve en zor, ayrıca her zaman, yapısal bir mesele olması hasebiyle, es geçilen fakat sorunu kökten ele almamıza neden olacak kısımdır. Diğeri ise işin, fark ederek ya da etmeyerek her zaman bu birinci kısmın açıkça masaya yatırılıp yatırılmamasına bağlı olarak gelişen ya da gelişemeyen boyutu olarak kalmaktadır. Dolayısıyla, ilk olarak bütün toplumları da ilgilendiren temel önermeyi ortaya koymamız gerekir: Toplumlar, İbn Haldun’un da izah ettiği gibi, geliştikçe, “ilerledikçe”, refaha kavuştukça çöküşe daha çok yaklaşırlar4. Yani bir toplumun gelişmesi demek, modern anlamda ilerleme ve gelişme kavramlarının sorunlu olmasını da aklımızda tutmamız bir yana, bu sorunu tam da ortadan kaldıran bir tespit olarak o toplumu bir arada tutan bağların daha çok çözülmeye açık hâle gelmesi demektir. Bu durumda refahın, maddi ilerlemenin etkisi önlenemez bir hal alırsa, toplum kaçınılmaz olarak çözülecek, dağılacak ve devlet de çökecektir. Bu neden böyledir? Kısaca, refaha, rahata alışan insanların aslında, bedevi toplumların savunmacı teyakkuzuna mukabil, daha ____________________________________________________________________ 3 Bu konuyla ilgili karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. Şimşek, 2013. Ayrıca gölge oyunları ile geleneksel toplumumuzda gelişen geniş bir değerler manzumesinin sunumuna dair de ilginç bir çalışma olarak bkz. (Demir ve Ozdemir, 2013). 4 İbn Haldun’un toplumsal bütünlüğün doğasına ilişkin bu felsefeden yola çıkan devasa eseri Mukaddime, söz konusu sonucu içselleştirerek kaleme alınmıştır. Bu anlamda eser, günümüzde de bir başvuru kaynağı olarak önemini korumaktadır. 158 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI zayıf ve kendilerini savunmaktan aciz hâle gelmeleri, bu görevin iş bölümü ile bir kesim insana devredilmesi sonucu, şehirlilerin bu anlamda güçsüz olmaları ve halkın rehavete kapılmış olmasından dolayıdır. Bu bağlamda rahata ve keyfe düşkünlük, maddi imkânlarda gelişmenin artması neticesinde bunların öncelenir olması, aslında paradoksal bir şekilde de insanları birbirinden uzaklaştıran, onları birlikte tutarak güçlü ve yekpare hâle getiren grup dayanışmasının da ruhunu örseleyen ve gittikçe o ruhu kaybettiren bir etmene dönüşmektedir. Değerler eğitimi işte tam da bu noktada öne çıkar: Eğer bir toplumun değerler sistemi, o toplum için eklemlenen bir şey değilse, yani toplumun bizzat bünyesinde, o toplumun oluşturan mayada var ise, bu durumda o toplumun kendini devam ettirmesinin daha kolay olabileceğini söylememiz de zannediyorum mümkündür. Dolayısıyla evvelce de belirttiğimiz gibi sosyolojik bir olgu olarak değer, toplumsal birliğin dikiş noktasıdır. İşte bu açıdan, özellikle de verili bir bilgi olarak vahiyle ve nübüvvetle mayalanan müslüman toplumların, tarih boyunca böylesi bir avantajı, yapısal olarak deneyimledikleri tespitini ortaya koymak istiyorum. Ne var ki modern dönemlerde bu yapısallık neredeyse tamamen yok edilecek kadar yerinden oynatılacak kurumsal bir dönüşüme uğratılmış, Batılı kültür emperyalizmi, bu yapıyı en azından, modern-seküler yapının lehine kaldırılmak üzere melezleştirilmiştir. İşte bu anlamda müslüman toplumların kültür stratejisi olarak kendi bünyelerinden olan değerler sistemini yeniden hatırlamalarının, fakat bu hatırlamanın yapısal-kurumsal bağlamda ele alınmasının ne denli yaşamsal öneme haiz olduğunu tahmin edebiliriz. Örneğin –yapısal olarak ele almaya örnek- anne babaya olan saygı ve sahiplenme duygusunun geniş ailede ve geleneksel toplumun içselleştirilmiş değerler sisteminde yaşaması normalken, modern toplumda, bireyselleşmenin, daha doğrusu, “bireycilik”in hatta narsizmin yaygınlaşması neticesinde böylesi bir duygunun verdiği ilişkiler biçiminin sürdürülmesini beklemek elbette mümkün değildir. Modern kurumsal düzen ise, bu iki ayrı anlayış arasında oluşan boşluğu, huzurevleri açarak, daha fazla huzurevini devreye sokarak çözmeye çalışacaktır. Oysa “vefa” kavramının yeniden ele alınıp işlenmesi, soruna kendi tarihsel ve asli yapısal zeminimiz açısından daha gerçekçi ve kökten bir yaklaşım olacaktır. İşte böylesi bir durumda nasıl bir politikanın izleneceği, yeniden ele alınmalıdır. Kültür, toplum ve değer ilişkisi bağlamında, toplumsal değişme ve değerler eğitimi böylelikle, yapısal bir zeminde düşünülmelidir. Türkiye örneğinde ebeveynlerle ilişkinin önemli bir kesimde hâlâ hayatî bir öneme sahip olması ise, toplumumuzun mayasında var olan bir değerler skalası ile ilgili olduğundan, modern huzurevleri açılmakla birlikte devletin, örneğin hasta anne-babaya bakan evlatlara bir destek ücreti vermesi, hızla çözülmekte olan aile ilişkilerinin canlılığı açısından çok daha yapıcı ve toplumun iç dinamiklerine de uyan bir yapısal çözüm, en azından bunun ekonomik önlemi olabilmektedir. Diğer yandan Türkiye toplumunun son yılların en acı savaş deneyimlerinden biri olan Orta Doğu’daki sorunlara karşı en duyarlı toplumlardan biri olarak Suriyeli mültecilerle 159 Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN birlikte yaşayabilmesi, ya da özellikle son yıllarda Türkiye’nin dünyada en çok insani yardım yapan ülkeler arasında en üst sıralarda yer alması, değerler sisteminin bu toplumda ne kadar özsel bir yerinin olduğuna yine önemli bir güncel delil olmaktadır. Bu çerçevede değerler eğitiminin vakıf sistemi gibi bir devlet politikasına oturtulmuş eski düzenin modeline alternatif olarak sivil toplum kuruluşlarına devredilebileceğini hatta devredildiğini düşünebileceğimiz gibi, bunun, çocuklarını haftanın en az 5 günü, sabahtan akşama kadar okul denen bir kuruma teslim eden anne babaların oluşturduğu o ilk eğitimdeki aile ile desteklenmesini beklemekle birlikte, belki çok daha önemlisi işte o okullar aracılığıyla da ne şekilde gerçekleştirilebileceği ayrıca ele alınmalıdır. Okul, Türkiye’de modern sistemin en temel kurumsal taşıyıcısı olarak yeniden ele alınıp üzerinde köklü bir biçimde düşünülmesi gereken bir kurumdur. Ancak hem aile ve hem de okul arasında mayalanan çocuk ve gençlerin ahlâkî oluşumlarına bu ikisini tek kalemde silecek kadar etkili olan yeni bir aktör daha çıkmaktadır karşımıza: Medya. Bu açıdan hem okulun niteliği hem de medyanın kaçınılmaz etkisi, kültürel-sosyal çevre dışında birtakım siyasi süreçlerin etkisini tazammun eder. Medya ve değerler konusu, bugün için, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak kurulduğu zamanlardan bu yana belki en başat kurumsal aktör olan okul ve değerler olgusunun yerini alıyor gibidir. Bu bağlamda hem siyasi ve hem de kültürel her platformda geliştirilebilecek değerler eğitimi sisteminde aslında modernitenin tüm bu kurumsal etkileri düşünüldüğünde bir adım geriden gelen geleneksel değerler eğitimi anlayışı için nasıl bir çıkış yolu bulunabilir? Tam da bu noktada, verili olanın, birkaç yüzyıldır bizim gibi toplumlar için artık Batılı değerler ve düşünce sistemi olduğu düşünüldüğünde, belli bir ideolojisi, kendince belli bir anlayışı, dünya görüşü olan bir “arz”, supply, sistemine tabi olduğumuzu görürüz. Ve yani, söz konusu olan bu arz, talebini de yaratmakta, böylece kendini, seküler ve aslında bir bakıma “değersizleştiren” bir dünya görüşünü de yeniden üretmektedir. Bu noktada modernitenin bir uzantısı gibi görünen postmodernite söylemi ve post-moderniteye dair argümanlar da değerler eğitimi açısından çok bir şey ifade etmemektedir5. Buna karşılık, bizim ilk söyleyebileceğimiz şey, zannediyorum talep, taleplerimiz şeklinde başlamalıdır. Kendi özgün ve otantik taleplerimizi, kendini her yerde dayatan bir arz sistemine karşı çıkarabilirsek, yalnızca siyasi sisteme bırakılmayan yeni bir yapıyı da kurmaya başlayabiliriz. Örnek olarak Batı’da zaman zaman etkin bir arzı değiştirme yöntemi olarak tüketici tepkisi şeklinde beliren şikayet ve eleştiriler, Türkiye’de daha etkin bir şekilde dile getirilebilir. Yıllar ____________________________________________________________________ 5 Post-modernitenin, modernitenin bir uzantısı, bir başka yüzü olduğuna dair birçok önemli sosyolojik çalışma mevcuttur. Hem bu çalışmalarla ilgili bir gözden geçirme ve hem de söz konusu paradigmanın geleneksel düşünce/tradisyonalizm ile karşılaştırıldığı bir çalışma olarak bkz. Barışan, 2014: 62-97. 160 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI önce bir sosyoloji yüksek lisans dersinde meşhurlardan bir profesör hocamızın İtalya’da bir diziye tepki olarak milletçe bir hafta gibi bir süre televizyon izlememe kararından bahsettiğini hatırlıyorum. Ve hocamız şöyle sormuştu: “Ne dersiniz, sizce böyle bir şey Türkiye’de de olabilir mi?” O zamanlar hocamızın bu sözlerine karşı, çok umutsuzca omuzlarımızı düşürerek cevap dahi veremediğimizi de hatırlıyorum. Ancak bugün, en azından iletişim araçlarının daha da geliştiği bir ortamda Türkiyeli bir izleyici kitlesi, RTÜK’e bize televizyon dizisi için tepkilerini iletebilmekte, çeşitli sosyal medya araçlarında da zaman zaman reklamlardan dizilere dek çeşitli programlar için bazı talep ve görüşler ifade edilebilmektedir. Dolayısıyla, eğitimde, sivil toplum hareketlerinde hatta sokakta, gündelik ilişkilerimizde, talep yönelimli bir ilişki, iletişim modelini geliştirebileceğimizi öne sürmek istiyorum. Özellikle iktisat alanında hep tartışılagelen, arz mı talebi yaratır, talep mi arzı, kısır döngüsü bir yana, günümüz küresel sisteminde, bir Batılı değerler sisteminin taarruzuna, dolayısıyla kaçınılmaz bir arz sistemine tabi olduğumuz aşikârdır. Bu durumda, kendi medeniyet algımız dâhilinde yeni çözümler üretmek, bir talep kaleminin oluşmasını gerektirecektir. Özellikle İslamcılığın da açmazlarından olan böylesi bir karşı konumlanma ise, söz konusu tartışma zemininin en mühim karakterlerinden ve diğer yandan açmazlarından birini oluşturur. İslam medeniyetinin en son ve en büyük halkası olan Osmanlı Devleti’nden, farklı cemaatlerin-milletlerin, dolayısıyla farklı inanç gruplarının, İslam hukuku sistemine bir şekilde oturtularak yaşayabilmiş olması (Kenanoğlu, 2012) gerçeği, modernitenin kaçınılmaz bir biçimde neden olduğu bugünkü parçalanmışlık ve bölünmüşlük ortamının zemininden farklı bir nitelik arz etmekteydi. Bir nevi kayıp dünyamız olarak algılayabileceğimiz günümüz medeniyet açmazımızda, geleneksel değerlerimizi talep eder konumda olmak, bir misal olarak medya ve reklam sektöründe ahlaki kriterlerin gözetilmemiş olmasına karşı tepki göstermek, bizi bir karşı taarruz alanına götürürse, içinde bulunduğumuz açmazın, meselenin ikinci tarafı olarak yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktan başka bir şey yapmayacağı itirazı ile karşı karşıya kalacağımız bellidir. Fakat bu durum, bulduğu her şeyi tüketicinin nesnesi yapabilen kapitalist sistemin ana karakterini dikkate almamızın gerekliliğini de bize unutturmamalıdır. Çünki piyasada dolaşımda olanolabilen her insânî unsuru bir şekilde kullanan, kendi çarklarının dişlilerine rahatlıkla ekleyebilen bu sistem, yine tüketiciden gelen talepleri bir şekilde karşılamak ve sürekli olarak bu taleplere göre kendi arz dünyasını güncellemek zorundadır. Dolayısıyla buradaki asıl soru, talep yönelimli bir iletişimin, kendi değer-sizlik-ler dünyasını bize dayatan, adeta püskürten ve her kanaldan pompalayan modern-kapitalist sisteme karşı nasıl bir iletişim karakterinde şekillenmesi gerektiğidir. Acaba kendi özgün taleplerimizi, kendi medeniyet telakkimizi gözeterek, sistemin arz edicilerine ne şekilde iletebilir ve kendimizi ne şekilde ifade edebiliriz? İşte tam da bu noktada, yine bir “değer”i gözeten yeni cevaplar üretmek noktasındayızdır. 161 Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN Bizlere özellikle medya kanalıyla arz edilen yozlaştırıcı ve yıkıcı her türlü ürüne karşı, ona alternatif iyiyi üretmek de elbette en iyi ve en etkili yöntemdir. Ancak yalnızca, sayın hocamız Nevzat Tarhan’ın da vurguladığı ve bizlere fırsat buldukça hatırlattığı böylesi bir yöntemi kullanmak, hem uzun dönemli bir süreci gerektirmekte, ve hem de modern kapitalist küresel sistemin etki alanına karşı ister istemez oluşacak olan tepki alanında vermemiz gereken cevabın alanının boş kalmasına neden olmaktadır. Çünki edilgen hâle gelmiş bir medeniyet havzasında, hem yeniden etkin çözümler üretmek ihtiyacı söz konusudur ve hem de böylesi edilgenleştirici bir süreçte bir karşı tavır sürekliliği ihtiyacı mevzu bahistir. Hülasa, tarihten bugüne yerinden, edilmiş değerler sistemimizin yeniden üretimini bugün kendi özgün medenî kurumlarımızda oluşturabileceğimiz kurumsal-görünür bir dünya henüz olmadığına göre, böyle özgün bir davranış alanına sahip olmak da akıntıya kürek çekmek kadar zor ve meşakkatli ve uzun vadeli bir iştir. Konunun uzun vadeli ve en etkin ayağı olarak sayın Tarhan’ın bu modeline bir alternatif değil fakat onun bir mütemmimi, tamamlayıcısı olarak düşünebileceğimiz talep-yönelimli iletişim ise, meselenin kısa ve orta vadeli olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla, böyle bir iletişim biçimini düşünürken, işte bu tarz bir iletişimin özellikle de dili üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekecektir. Bu dil, yine kendi medeniyet havzamızdan devşireceğimiz bir takım nitelikli ögelerden oluşmalıdır. Böylesi bir dilin oluşması, kendi içimizden bulacağımız hususiyetlerle hayata geçmelidir. Sonuç olarak bu dilin ben-merkezli ve dayatıcı bir dil değil, bize karşı tavrı ve baskısı ne olursa olsun, ötekini tanıyan ve onunla aynı dünyada olduğunu evvela kabul eden, son kertede bir karşı taarruz değil, barışçıl bir dil olmasını bekleyebiliriz. Netice olarak moderniteye karşı geleneksel değerler dünyamızdan yeniden üretebileceğimiz “alternatif-iyi”lerle birlikte, sistemin bizlere sunduğu, hatta dayattığı değer tanımaz etkilere ayrıca kendi taleplerimizi kâmilâne bir şekilde iletebileceğimiz talep-yönelimli bir iletişime kaçınılmaz bir biçimde ihtiyacımız olduğunu, böylesi bir dil gözetilerek, bir nevi bilinçli tüketici tavrı ile karşı taleplerimizi iletmemizin elzem olduğunu ifade etmek istiyorum. 162 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Baltacı, C. (2005). Osmanlı Medreseleri (2 cilt). İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Barışan, C. (2014). “Modern Akl”ın Türkiye’deki Etkileri -Tarihsel Bir Bakış-. Ankara: Eskiyeni Yayınları. Barışan, C. (2014). “Toplumsal Cinsiyet Meselesi Olarak İslam Kültüründe Kadın : Sufi Bakış Açısından Bir Örnek Olay İncelemesi”. Yeditepe Üniversitesi: “Kadın Hayatlarını Yazmak” Uluslararası Sempozyumu (tebliğ metinleri basılacak). Demir T. ve Özdemir B. (2013). “Türkçe Eğitiminde Karagöz / Gölge Oyunları ile Değer Öğretimi”. Değerler Eğitimi Dergisi, (11) 25, 57-89. Güneş H. H. ve Kızılay E. Ş. (2011). “Osmanlı Vakıf Geleneği, Toplumsal Alan ve Yoksullar: Ayasofya Nahiyesi Örneği”. Opus 1, 1-27. İbn Haldun (2007-2008). Mukaddime (haz. Süleyman Uludağ) I-II. İstanbul: Dergah Yayınları. Kenanoğlu, M. (2012). Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek. İstanbul: Klasik Yayınları. Özensel, E. (2003). “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”. Değerler Eğitimi Dergisi, (1) 3, 217-239. Şimşek H. (2013). “Eğitim ve Oyun Bağlamında 19. Yüzyılda Türk Çocukluk Anlayışında Değişmeler”. Değerler Eğitimi Dergisi, (11) 25, 215-249. Yılmaz, H. K. (2004). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar Neşriyat. 163 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ile Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve Tutumlarına Etkisi Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dr. Mevlüt GÜNDÜZ MEB, Mehmet Köse İlkokulu, Isparta Giriş Öğretmenler, eğitimsel amaçların gerçekleştirilmesinde ve doğal yeteneklerin ortaya çıkarılmasında önemli bir rol oynar (Jackson, Boostrom ve Hansen, 1998). Özellikle öğretmenlerin bulundukları konum açısından sahip oldukları değerler çok önemlidir. Öğretmenlerin rolleri, sadece sınıfla yaptığı öğretim işiyle bağlantılı değildir. Onların rolleri tüm okulu kapsamaktadır. Bunun için öğretmenler, öğrencileri birey olarak görmeli, onlara değer vermelidir. Yine öğrencilerinde geliştirmek istediği kişilik özelliklerini kendi davranışlarında göstermelidirler. Çünkü öğretmenlerin değerlerinin öğrenci davranışlarını etkilemektedir (Dickinson, 1990). Öğretmenler konumlarından dolayı, öğrencilerine değer kazandırma sürecinde önemli bir role sahiptirler (Suh ve Traiger. 1999). Ancak öğretmenin kendisinde, öğretim faaliyetlerinde uygulanması istenilen değerler yoksa öğrencilere iyi bir model değil, tam aksine öğrencilerde bulunan mevcut değerlerin bile körelmesine ve hatta ortadan kalkmasına sebep olabilecek kötü bir model olabilir (Yazıcı, 2006). Öğretmenler değerleri kendi rollerinin bir bölümü olarak göstermek istemeseler bile öğrenciler, öğretmenlerinin değer yargılarından mutlaka etkilenirler (Halstead ve Taylor, 2000). Sorumluluk sahibi bireyler, görevlerini tam ve zamanında yapmak üzere kendilerini güdüleyebilirler. Yontar (2007) sorumluluğun gelişmesi için insanın sorumluluk alabileceği bir ortamda yetişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Kişinin yetiştiği ortamda, kendisi için seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse sorumluluk duygusunun gelişemeyeceğini belirtmektedir. Bu nedenle çocuklarına kendi düşüncelerini söyleme ve uygulama olanağı vermeyen ailelerde, çocukların olgunlaşamayacağını vurgulamıştır. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan ve çocuklarını her türlü sorumluluktan kurtaran anne ve babalar, kendi Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ yaşamlarını biçimlendirmekten aciz, sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirirler. Bu tür ailelerde yetişen kişiler, yaşamlarında yer alan olaylardan kendilerini değil, başkalarını sorumlu tutarlar (Cüceloğlu, 1996:54). Suh ve Traiger (1999), okullarda çocuklara kişisel sorumluluk eğitimi verilirken hem ebeveyn hem de toplumsal sorumluluğun önemi ve gerekliliğinin ortaya çıktığını, okul müfredatının ahlaki kararlar verme ve ebeveynlerin değer eğitimini desteklemesi gerektiğini belirtmiştir. Perry ve Wilkenfeld (2006), uygulanan değerler eğitim programı sonucunda öğrencilerin sorumluluk alma düzeylerini arttırmayı hedeflemişlerdir. Elde edilen sonuçlara bakıldığında, öğrencilerin değerleri kazanmalarında etkili olduğu görülmüştür. Proje tabanlı öğrenmenin uygulandığı sınıflarda öğretmenin rolü, bilgiyi öğrencilere basitçe aktarmak ve öğrencilerin yanlışlarını düzeltmek değildir. Onların yeni düşünme yolları geliştirmelerine yardımcı olmak ve öğrencileri etkin kılmaktır. Etkin olmak yalnızca fiziksel olarak hareket hâlinde olmak demek değildir; öğrenenlerin bilişsel açıdan etkin olması yani düşünmesi, eleştirmesi, sorgulaması, ön bilgilerini harekete geçirerek yeni anlamlar oluşturması anlamına gelir. Öğretmen, öğrenme yaşantılarını düzenlemek ve etkin katılımı sağlamak için öğrenenlerin bakış açısı, ilgi ve gereksinimlerinden yola çıkmalıdır (Babadoğan, 2003:157). Bu perspektiften bakıldığında, “sorumluluk” değerini proje tabanlı öğrenme yaklaşımı ile incelemek, anlamak ve açıklamak, projenin sadece öğretimin nasıl olması gerektiğini kavramada birer tartışma aracı olarak değil; aynı zamanda onların birer araştırma aracı olarak da kullanılabileceğine dair önemli ipucu sağlamaktadır. Proje tabanlı öğrenmede konular gerçek hayatla bağlantılıdır. Bu bağlamda, öğrenci öğrenmelerinin gerçek hayatla ilişkili olması ve bilgiye kendi çabalarıyla ulaşmaları nedeniyle, bilginin kendilerine özgü ve değerli olduğu söylenebilir. Proje tabanlı öğrenmenin derslerde kullanımı, öğrencilerin bilgileri anlamlı olarak edinmesine katkı sağlamaktadır. Proje tabanlı öğrenmeyle öğrenim gören öğrencilerin standart testlerdeki başarıları, geleneksel öğretim uygulamalarından daha fazladır. Bu yaklaşım, konuların ve kavramların derinlemesine anlaşılmasını sağladığı gibi, öğrenilen bilgi ve becerilerin kalıcılığını ve yeni durumlarda kullanılma becerisini de geliştirmektedir (Solomon, 2003). Ayrıca öğretmenler ve aileler öğrencilerin projede istekli ve düzenli çalışmalarından memnun olmaktadırlar (Curtis, 2002). Bu araştırma ile hayat bilgisi dersinde önemli bir yere sahip olan sorumluluk değerinin öğretimine ilişkin algıların ortaya çıkarılmasıyla bu alanda yapılacak daha sonraki çalışmalara, uzman ve eğitimcilere yol gösterici olması bakımından önemlidir. Sorumluluklarını bilen ve bilinçli bir vatandaş yetiştirme amacı taşıyan yeni programda sorumluluk değerinin öğretimine ilişkin düşüncelerin bulunması bu konuyla ilgili yazılacak ders kitaplarının amacına daha çok hizmet edeceği düşünülmektedir. Aynı zamanda öğretmenlerin öğretim yöntem ve teknik seçimine 166 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI de rehberlik edecektir. Araştırma ortaya koyacağı sonuçlar ve eğitim sistemimize getireceği katkılardan dolayı önem taşımaktadır. Ayrıca bu araştırmanın sorumluluk değeri ile ilgili olarak gelecekte yapılacak araştırmalara bir ön çalışma niteliğinde de katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın amacı, ilköğretim 3.sınıf hayat bilgisi dersinde “sorumluluk” değerinin proje tabanlı öğrenme yaklaşımı ile öğretiminin öğrencilerin akademik başarısı ve tutumlarına etkisini belirlemektir. Böylece ortaya çıkan sonuçlara göre, öğrencilere neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır. Bu amaçla aşağıdaki sorulara cevap aranmıştır. Alt Amaçlar Sorumluluk değerinin proje tabanlı öğretimin uygulandığı deney grubu öğrencileri ile uygulanmadığı kontrol grubu öğrencilerinin deneysel işlem öncesi ve sonrası ölçümlere göre başarı düzeyleri arasında anlamlı bir fark var mıdır? Deney grubundaki öğrencilerin “sorumluluk” değerine ilişkin görüşleri nelerdir? Araştırmanın Sınırlılıkları Bu araştırma; 2013–2014 eğitim-öğretim yılı Isparta il merkezinde bulunan Kamile Gürkan İlk Okulu 3. sınıf öğrencileri ve deney grubundaki öğrencilerle yürütülen 8 haftadaki toplam 32 saatle sınırlıdır. Yöntem Araştırmanın Modeli Araştırma karma yöntem olarak tasarlanmıştır. Karma yöntemde, hem nitel hem de nicel yöntemler beraber kullanılarak gerçekliğe ilişkin daha sağlıklı ve çoğulcu verilere ulaşmak amaçlanır. Araştırmada ön test-son test kontrol gruplu bilimsel değeri en yüksek olan gerçek deneme modeli uygulanmıştır. Gerçek deneme modellerinin ortak özellikleri, birden çok grup kullanılması ve grupların yansız atama (örnekleme) ile oluşturulmasıdır. Her iki grupta da deney öncesi ve deney sonrası ölçmeler yapılır (Büyüköztürk, 2001; Hovardaoğlu, 2000; Karasar, 2012). Modelin simgesel görünümü ise aşağıda verilmiştir: Tablo 1. Öntest – Sontest Kontrol Gruplu Model 167 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ Desende kullanılan kısaltmaların anlamları şöyledir: G1: Deney grubu G2: Kontrol grubu O: Ölçme X: Bağımsız değişken düzeyi (Proje tabanlı öğretim) R: Random (Tesadüfi) Çalışma Grubu Araştırma 2013–2014 eğitim-öğretim yılı güz döneminde, Isparta il merkezinde yer alan Kamile Gürkan İlkokulu’nda öğrenim görmekte olan 3. sınıf öğrencileri üzerinde yapılmıştır. Random (tesadüfi) olarak 3-B sınıfı deney grubu, 3-A sınıfı ise kontrol grubu olarak seçilmiştir. Deney grubu 16 öğrenciden (10’u kız, 6’sı erkek), kontrol grubu ise 17 öğrenciden (4’ü kız, 13’ü erkek) oluşmaktadır. Deneysel İşlem Basamakları 1- İlk aşamada ilköğretim 3. sınıf hayat bilgisi dersinde “okul heyecanım” temasında sorumluluk değerine yönelik kazanımlar tespit edilmiştir. 2- Daha sonra çalışmada kullanmak üzere araştırmacı tarafından “Başarı testi”, “Paralel test” ve “Öğrenci görüşme formu” geliştirilmiştir. 3- Daha sonra çalışma grubunun içinden random olarak bir sınıf deney, bir sınıf kontrol grubu olarak seçilmiştir. 4- Çalışmaya başlamadan önce, deney ve kontrol grubuna ön test olarak başarı testi uygulanmıştır. 5- Deney grubundaki öğrencilerin gruplara ayrılması: Deney grubundaki öğrenciler, proje çalışmalarının daha sağlıklı yürütülmesi için işbirlikçi öğrenme gruplarından “grup araştırması” tekniğine göre gruplara ayrılmıştır. 6- Deney grubuna “Proje Tabanlı Öğretime” dayalı planın uygulanması: “Sorumluluk” değerinin öğretimine yönelik projeler araştırmacı ve öğrencilerle birlikte belirlenmiştir. Deney grubunda yapılan çalışmaların uygulama süreci ise şu şekildedir: 168 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 2. Deney Grubuna Yapılan Uygulama Süreci 7- Uygulamanın yapılmasının ardından son test olarak deney ve kontrol gruplarında yer alan öğrencilere, sorumluluk değerine yönelik “başarı testi” tekrar uygulanmıştır. 8- En son aşamada ise deney grubu öğrencilerinin “sorumluluk” değeri ile ilgili görüşleri, öğrenci görüşme formunda yer alan sorular aracılığıyla değerlendirilmiştir. Verilerin Toplanması Araştırmada veriler, nicel ve nitel araştırma tekniklerine uygun olarak araştırmacı tarafından geliştirilen test (başarı ve paralel), tanıma formu ve görüşme formu aracılığıyla toplanmıştır. Bu bağlamda öğrencilerin başlangıç seviyelerini ölçmek amacıyla bir “başarı testi”, başarı testinin güvenirliğini sağlamak amacıyla “paralel test”, öğrencileri tanımak amacıyla “öğrenci tanıma formu” ve sorumluluk değeri hakkında 169 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ öğrencilerin görüşlerini tespit etmek amacıyla bir “görüşme formu” kullanılmıştır. Bu araçlar aşağıda ayrıntılı şekilde açıklanmıştır. Verileri Toplama Araçları Başarı Testi Başarı testi, çoktan seçmeli ve 3 seçenekli olarak 20 maddeden oluşturulmuştur. Yine araştırmacı tarafından hazırlanan bu teste kapsam olarak benzeyen paralel bir test de hazırlanmıştır. Testin güvenirlik analizini tespit etmek amacıyla madde analizi yapılmıştır. Daha sonra hem başarı testinin hem de paralel testin ayrı ayrı madde güçlüğü ve madde ayırt edicilik indeksleri hesaplanmıştır. Madde yorumlama kriterleri göz önünde bulundurularak gerekli maddeler çıkarıldıktan sonra (tabloda koyu hâlde belirtilmiş) başarı testi ile paralel test arasında, paralel testler güvenirliği SPSS istatistik programı kullanılarak hesaplanmıştır. Bu analiz sonucunda güvenirlik 0,84 çıkmıştır. Literatürde güvenirliğin 0.70 ve üzerinde olması durumunda ölçme aracının araştırmalarda kullanılması için yeterli olduğu ifade edilmektedir (Özgüven, 1998; Burns ve Grove, 1993). Bu çalışmaların sonucunda özetle, başarı testinden 6 madde çıkarılmış ve geriye kalan 14 maddelik başarı testi kullanılmaya karar verilmiştir. Öğrenci Tanıma Formu Araştırmada, “Öğrenci tanıma formu” da kullanılmıştır. Bu form araştırmacı tarafından düzenlenmiştir. 3/A sınıfı ile 3/B sınıfı öğrencileri arasındaki benzerlikler ve farklılıkların tespit edilmesi için özellikle sınıflar arası ailelerin gelir durumlarının ve öğrencilerin karne başarılarının tespit edilmesinde “Öğrenci tanıma formu” kullanılmıştır. Görüşme Formu Araştırmada, deney grubundaki öğrencilerin, “sorumluluk” değerine ilişkin görüşlerini almak üzere araştırmacılar tarafından “öğrenci görüşme formu” geliştirilmiştir. Görüşme soruları hazırlanırken önce literatür taraması yapılmıştır. Hazırlanan görüşme soruları, üniversitenin eğitim fakültesinde görev yapan alan uzmanlarına sunulmuş, uzman görüşleri de alındıktan sonra gereken düzeltmeler yapılmış ve görüşme formuna son şekli verilmiştir. Görüşme formu, yarı yapılandırılmış 4 açık uçlu sorudan oluşmaktadır. Verilerin Analizi Araştırmada nicel verilerin analizinde aritmetik ortalama, frekans, standart sapma, bağımsız t testi kullanılmıştır. Bağımsız t testi; deney ve kontrol grubunun, ön test -son test başarı testlerinin karşılaştırılmasında kullanılmıştır. Toplanan nitel 170 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI verilerin analizinde betimsel analiz yaklaşımı kullanılmıştır. Betimsel analizde, görüşülen öğrencilerin görüşlerini çarpıcı bir biçimde yansıtmak amacıyla doğrudan alıntılara çok defa yer verilmiştir. Yıldırım ve Şimşek’in (2005) ifade ettikleri gibi betimsel analiz dört adımda gerçekleştirilmiştir: Araştırma sorularından ve görüşme ve/veya gözlemde yer alan boyutlardan yola çıkarak veri analizi için bir çerçeve oluşturulmuştur. Bu çerçeveye göre veriler işlenmiştir. Daha önce oluşturulan çerçeveye göre elde edilen veriler okunmuş ve organize edilmiştir. Bu aşamada veriler tanımlama amacıyla seçilmiş, anlamlı ve mantıklı bir biçimde bir araya getirilmiştir. Ayrıca bu aşamada, sonuçlar yazılırken kullanılacak doğrudan alıntılar da seçilmiştir. Bulgular ve organize edilmiş veriler tanımlanmıştır ve gerekli yerlerde doğrudan alıntılarla desteklenmiştir. Bulgular yorumlanmıştır. Bulgular arasında neden sonuç ilişkileri açıklanmıştır. Bulgular ve Yorum Tablo 3. Gruplara Ön Test Olarak Uygulanan Başarı Testinin Sonuçları Ölçekteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi sonucu ise .990 olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark .05 düzeyinde (p>0,05) anlamlı değildir. Diğer bir deyişle, deney ve kontrol grubuna ön test olarak uygulanan başarı testi, başlangıçta iki grup arasında farklılık göstermemektedir. Başlangıç olarak her iki grubunda hemen hemen aynı seviyeye sahip olduğu görülmüştür. Tablo incelendiğinde, deney grubundaki öğrencilerin proje tabanlı öğretim etkinliklerini almadan önce ön test olarak ve aldıktan sonra son test olarak başarı testine verdikleri cevapların ortalamalarına uygulanan t testi sonuçlarına göre ön teste öğrencilerin verdikleri cevapların ortalaması 66,37; standart sapması 14,66 iken son teste öğrencilerin verdikleri cevapların ortalaması 78,30; standart sapması 14,41 olarak hesaplanmıştır. Testteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi sonucu ise-2.320 olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark, .05 düzeyinde (p<0,05) anlamlıdır. Başka bir deyişle; deney grubuna uygulanan proje tabanlı öğretim, öğrencilerin başarılarını artırmıştır. 171 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ Tablo 5. Kontrol Grubuna Uygulanan Başarı Testinin Ön –Son Test Sonuçları Testteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi sonucu ise-693 olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark .05 düzeyinde (p>0,05) anlamlı değildir. Kısacası, kontrol grubundaki öğrencilerin deney grubundaki öğrenciler gibi başarılarında bir artış olmamıştır. Hatta başarı da artış olmadığı gibi, başarıda bir miktar düşüş olmuştur. Bu durum da bize göstermektedir ki bilginin ve öğrenmenin kalıcı olabilmesi için öğrencinin bilgiyi ezberlemek yerine anlamlandırması gerekir. Kullanılmayan ve hayatla ilişkilendirilemeyen bilgi bir müddet sonra, unutulmaya yüz tutacaktır. Görüşme formundan elde edilen nitel bulgulara baktığımızda, öğrencilere sorumluluk değeri ile ilgili olarak 4 tane açık uçlu soru sorulmuştur. “Sorumluluk nedir? ” sorusuna, deney grubunda yer alan 16 öğrenci de cevap vermiştir. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları doğrudan, hiç değiştirilmeden aşağıda verilmiştir. 1.Öğrenci: Ödev yapmak, okula gitmek, yaşlılara yardım etmek (Öz sorumluluk ve sosyal sorumluluk) 2.Öğrenci: Yaşlılara ve engellilere yardım etmek (Sosyal sorumluluk) 3.Öğrenci: İnsanlara yardım etmek(Sosyal sorumluluk) 4.Öğrenci: Elimizi yüzümüzü yıkamak ve elektrikleri kapatmak (Öz bakım sorumluluğu) 5.Öğrenci: Kişisel bakımını yapmaktır, temiz olmaktır. (Öz bakım sorumluluğu) 6.Öğrenci: Ellerimizi yüzümüzü yıkamak, kişisel bakımımızı yapmak (Öz bakım sorumluluğu) 7.Öğrenci: Kişisel ve üzerime alma (Öz sorumluluk) 8.Öğrenci: Bir işi yapmak (Öz sorumluluk) 9.Öğrenci: İnsana verilen görevlerdendir, İnsan verildiği sorumlulukları yapmalıdır. (Görev bilinci) 10.Öğrenci: Bir kişinin yerine getirmesi gereken şey (Öz sorumluluk) 11.Öğrenci: Bir şeyi çok kullanmamaktır. (Öz bakım sorumluluğu) 12.Öğrenci: Görevimizden biri (Görev bilinci) 13.Öğrenci: Bizim görevlerimiz (Görev bilinci) 14.Öğrenci: Arkadaşlarımıza düzgün davranmak, ders yapmak, bakım yapmak (Sosyal sorumluluk, öz sorumluluk ve öz bakım sorumluluğu) 15.Öğrenci: Üzerimize aldığımız her şey (Öz sorumluluk) 16.Öğrenci: Korumak ve sevmek (Görev bilinci) 172 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI “Sorumluluk deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Öğrencilerin sorumluluk değerinin tanımına ilişkin vermiş olduğu cevaplara bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk değerinin özellikleriyle açıkladıkları görülmektedir. Bu durum, öğrencilerin sorumluluk değeri ile ilgili olarak bilgi düzeyinde doğru bilgiye sahip olduklarını göstermektedir. Yine tanımla birlikte sorumluluğu örnekle açıklayan öğrencilerde doğru örnekler vermiştir. Bu soruya öğrencilerin deneysel işlem sonrası cevap verdiği düşünülürse yapılan proje tabanlı öğretim uygulamaları öğrencilere istenilen yönde olumlu katkı sağlamıştır. Sonuç olarak; “sorumluluk deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna öğrencilerin “öz bakım, görev üstlenmek, iş yapmak, yardım, kaynakları doğru kullanma, çevreyi temiz tutma, duyarlılık, okula karşı sorumluluklar” temelinde cevaplar verdikleri görülmüştür. Bu verilen cevaplar da sorumluluk kapsamında ele alınan kavramlarla örtüşmektedir. “Sizce sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna, deney grubunda yer alan 15 öğrenci cevap vermiştir. Öğrencilerin hepsi sorumluluk sahibi bir kişi ne yaparsa o insanın özelliklerini anlatmıştır. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları doğrudan, hiç değiştirilmeden aşağıda verilmiştir. 1.Öğrenci: Ödevlerini annesi demeden yapar, gece kitap okur. (Öz sorumluluk) 2.Öğrenci: İnsanların sorumluluğunu sağlar. (Öz sorumluluk) 3.Öğrenci: İşlerinde sorumluluk sağlar. (Öz sorumluluk) 4.Öğrenci: Kişisel bakımını yapar ve muslukları kapatır. (Öz bakım sorumluluğu) 5.Öğrenci: Kişisel bakımını yapar, muslukları kapatır, elektrikleri kapatır. (Öz bakım sorumluluğu). 6.Öğrenci: Musluğu kapatırız, elektrikleri kapatarak. (Öz bakım sorumluluğu) 7.Öğrenci: Yere çöp atmaz, yaşlılara yardım eder (Görev bilinci ve sosyal sorumluluk). 8.Öğrenci: Sorumluluklarını yapar ve yerine getirir. (Öz sorumluluk) 9.Öğrenci: İşlerinde kolaylık sağlar. (Öz sorumluluk) 10.Öğrenci: Hem çok para gitmez, hem iyi faturalar gelir. (Öz bakım sorumluluğu) 11.Öğrenci: Sorumluluklarını yapar. (Öz sorumluluk) 12.Öğrenci: Dünyayı korur, her yeri temiz ve düzenli olur. (Görev bilinci) 13.Öğrenci: Onları uygular ve gerekeni yapar. (Öz sorumluluk) 14.Öğrenci: Doğayı korur. (Görev bilinci) 15.Öğrenci: Doğayı, hayvanları korur, onlara yem ve su verir, temiz tutar. (Görev bilinci) “Sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Öğrencilerin sorumluluk sahibi bir kişinin ne yapacağına dair vermiş olduğu cevaplara bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk sahibi kişinin özellikleriyle açıkladıkları görülmektedir. Özellikle de içten denetimli olma anlamında, 173 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ “Uyarılmadan yaparım, yerine getiririm, kolaylık sağlar” ifadeleri, öğrencilerin sorumluluk duygusunu özümsemeye başladığını göstermektedir. Bu durum, öğrencilerin sorumluluk sahibi bir kişinin ne yapmasıyla ilgili olarak doğru bilgiye sahip olduklarını göstermektedir. Sonuç olarak, “sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna, öğrencilerin çoğu istenilen yönde cevap vermiştir. Sorumluluk sahibi insandan beklenen davranışlar; genellikle kendine, ailesine, diğer insanlara, doğaya, doğal kaynaklara, hayvanlara vs. yönde yerine getirmesi gereken yükümlülüklerdir. Çocukların verdiği örnek durumlarda bu yönde dağılım göstermektedir. Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Neden?” sorusuna, deney grubunda yer alan tüm öğrenciler cevap vermiştir. Öğrencilerin hepsi kendini sorumlu hissetmiştir, ancak bazı öğrenciler neden kendini sorumluluk sahibi hissettiğini açıklamada yetersiz kalmıştır. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları hiç değiştirilmeden aşağıda verilmiştir. 1.Öğrenci: Evet. Çünkü sorumluluk sahibi olan insan her şeyi yapabilir. (Öz sorumluluk) 2.Öğrenci: Evet. Bir insana yardım ettiğim için sorumluluk hissediyorum. (Sosyal sorumluluk) 3.Öğrenci: Evet. Annemin söylediklerini yapıyorum. (Görev bilinci) 4.Öğrenci: Evet. Çünkü kişisel bakımımızı her gün yapıyoruz, elektrikleri kapatırız. (Öz bakım sorumluluğu) 5.Öğrenci: Evet. Kişisel bakımımı çok iyi yapıyorum. (Öz bakım sorumluluğu) 6.Öğrenci: Evet. Sorumluluğumuza dikkat etmeliyiz. (Öz sorumluluk) 7.Öğrenci: Evet. Çünkü yaşlılara yardım ettiğim için. (Sosyal sorumluluk) 8.Öğrenci: Evet. Çünkü sorumluluk sahibi iyi bir şey. (Öz sorumluluk) 9.Öğrenci: Evet. Çünkü annemin söylediği sorumlulukları yapıyorum. (Görev bilinci) 10.Öğrenci: Evet. Çünkü ışığı, lambayı çok kullanmıyorum. (Öz bakım sorumluluğu) 11.Öğrenci: Evet. Çünkü iyi bir şey. (Öz sorumluluk) 12.Öğrenci: Evet. Çünkü doğaya yardımcı oluyorum. (Görev bilinci) 13.Öğrenci: Evet. Çünkü ben de uygulamam gerekir. (Öz sorumluluk) 14.Öğrenci: Evet. Çünkü doğayı koruyorum. (Görev bilinci) 15.Öğrenci: Evet. Çünkü doğayı kirletmiyorum. (Görev bilinci) 16.Öğrenci: Evet. Boşu boşuna yanan ışıkları kapatıyorum. (Öz bakım sorumluluğu) “Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz, neden?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Öğrencilerin kendilerini neden sorumluluk sahibi hissettiklerine dair vermiş olduğu cevaplara bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk sahibi kişinin özellikleriyle açıkladıkları görülmektedir. Ayrıca deneysel işlem esnasında, araştırmacı 174 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI tarafından yapılan proje tabanlı öğretim uygulamaları esnasında öğrencilere verilen sorumluluklar ve görevler, öğrencilerin kendilerini böyle hissetmelerine olumlu katkıda bulunmuştur. Küçük yaşta bir çocuğa, sorumluluk duygusu en güzel o çocuğa verilerek öğretilir. Proje tabanlı öğretim uygulamaları da yaparak-yaşayarak öğrenme ortamları oluşturarak çocuğun derse aktif katılmasına ve verilen görevleri yerine getirmesi açısından iyi bir prototiptir. Sonuç olarak “Kendinizi sorumluluk sahibi hissediyor musunuz?” sorusuna, öğrencilerin hepsi istenilen yönde cevap vermiştir. Sorumluluk sahibi insandan beklenen davranışlar düşünüldüğünde (hem de küçük yaşlardaki bu çocuklarda) öğrencilerin belirttikleri görüşler, sorumluluk düşüncesini içselleştirdiklerini göstermektedir. “Sizce bir öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir?” sorusuna, deney grubunda yer alan 16 öğrenci de cevap vermiştir. Öğrencilerin çoğu bu soruya farklı şekillerde cevap vermiştir. 3 öğrenci aileyi, 2 öğrenci de öğretmeni ön plana çıkarırken bazı öğrenciler olaya yöntemsel olarak bakmıştır. Yine bazı öğrenciler örneklere açıklarken birkaç öğrenci de disiplin boyutuyla açıklamıştır. Diğer sorulara öğrenciler benzer cevaplar verirken bu soruda oldukça farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu durum bize sorumluluğun metaforik bir kavram olduğunu göstermektedir. Gerek sorumluluğun öğretilmesi gerek öğrenilmesi, kişiden kişiye, ortamdan ortama, kültürden kültüre farklı algılamaya çok müsaittir. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları hiç değiştirilmeden aşağıda verilmiştir: 1.Öğrenci: Annemiz ve babamızdan... 2.Öğrenci: Sana ben bir sorumluluk öğreteyim diyen kişiden... 3.Öğrenci: Annesinden, babasından, ablasından, öğretmeninden, abisinden... 4.Öğrenci: Sorumluluk vererek öğretiriz. 5.Öğrenci: Elektriği kapatarak, muslukları kapatarak... 6.Öğrenci: Çantasını hazırlatarak, musluğu kapatarak... 7.Öğrenci: Elektrikleri kapatmasını söyleyerek... 8.Öğrenci: Çocukları dışarı çıkarıp hadi bakalım teyzeyi karşıya geçirin derim. 9.Öğrenci: Öğrenciye sorumluluk nasıl yapılmalı gösterilmeli. 10.Öğrenci: Anne ve babasından, öğretmeninden... 11.Öğrenci: Mesala, dişimizi fırçalarken suyu açık bırakmayın derdim. 12.Öğrenci: Görevlerimizi yapınca öğreniriz. 13.Öğrenci: İyi bir şekilde yardım eder ve uyarırım. 14.Öğrenci: Güzelce, bağırmadan ve onlara uymalısın diyerek... 15.Öğrenci: Anlatmak ve öğreterek... 16.Öğrenci: Eğlendirerek... “Sizce bir öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve 175 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ değerlendirilmiştir. Öğrencilerin sorumluluğun nasıl öğretilmesi gerektiği sorusuna vermiş olduğu cevaplara bakıldığında, öğrencilerin çok farklı şekillerde açıkladıkları görülmektedir. Bu durum bize sorumluluğun farklı şekillerde öğretilebileceğine dair ipuçları vermektedir. Bu yaşlardaki çocuklara bir şeyler öğreteceksek onların algılarını ve hislerini göz ardı edemeyiz. Eğitim bilimlerinde şöyle bir gerçeği de unutmamak gerekir: Her şeyi, herkese, aynı şekilde öğretemeyiz. Bunu sadece bilişsel anlamda değil, duyuşsal ve piskomotor anlamda da düşünebiliriz. Ayrıca bu sorunun deneysel işlemden sonra sorulduğunu düşünürsek araştırmacı tarafından yapılan proje tabanlı öğretim uygulamaları, öğrencileri bu şekilde farklı düşüncelere itmiş olabilir. Proje tabanlı öğretim uygulamalarının faydalarını göz önünde bulundurursak, çok şaşırtıcı bir veri olmadığını da anlayabiliriz. Öğrencilerin görüşme sorusuna vermiş olduğu cevaplar da bu bulguyu destekler niteliktedir (Akbaş, 2009; Yurtal ve Yontar, 2006; Karasu ve Aktepe, 2009; Astill, Feather ve Keeves, 2002). Sonuç olarak“ sorumluluk nasıl öğretilmeli?” sorusuna öğrencilerin hepsi neredeyse farklı cevap vermiştir. Bu durum eğitim açısından farklı görüşlerin ve yaratıcılığın gelişmesi için iyi şeklinde düşünülebilir. Diğer taraftan hâlâ bu tarz farklı görüşlerin ortaya çıkması, duyuşsal kazanımların öğretilmesinin ne kadar zor olduğu gerçeğini de bize göstermektedir. Sonuç, Tartışma ve Öneriler Her iki grubun deney öncesi ile deney sonrası yapılan ölçümlerdeki başarı puanlarının farklarına bakıldığında deney grubundaki öğrencilerin başarı puanlarının çok fazla arttığını, kontrol grubundaki öğrencilerin başarı puanlarının ise yükselmekten ziyade düştüğü görülmektedir. Bu durum bize, proje tabanlı öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin başarısını arttırdığını (Korkmaz, 2002; Yurttepe, 2007; Toprak, 2007; Doğan, 2008; Çakallıoğlu, 2008; Keser, 2008; Öztürk; 2008; Girgin, 2009; Gültekin, 2007) ve anlamlı, kalıcı öğrenmeler sağlamada etkili bir yöntem olduğunu göstermektedir. Proje tabanlı öğretim etkinliklerinin, eğitim-öğretim sürecinde yaparak yaşayarak öğrenme ortamları oluşturma ve etkin katılımı sağlayarak öğrenmeyi öğrenme duygusu sağlama, öğrenciyi güdüleme ve eğlendirme, merak oluşturma ve hayal dünyasını zorlama, anlamlı ve kalıcı öğrenmeler sağlama gibi durumlar oluşturduğunu göstermektedir. Gerek yapılan gözlemler gerekse başarı testinin sonuçları öğrencilerin akademik bilgi düzeyini artırmanın yanında, öğrenmenin ön koşulu olan duyuşsal hazır bulunuşluk anlamında güdülenme düzeyini de arttırdığı söylenebilir. 176 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 6. Öğrenciler ve Araştırmacı Tarafından Yapılan Tabloda görüldüğü gibi, gerek öğrencilerin kendilerine yönelik öz değerlendirme sonuçları gerekse akran değerlendirme sonuçları birbirini desteklemektedir. Araştırmacının proje çalışmaları sonucu, öğrencileri grup hâlinde değerlendirdiği proje değerlendirme sonuçları da birbirine paralellik göstermektedir. Proje tabanlı sorumluluk değer öğretiminin sonucunda, deney grubuna yapılan başarı testi sonucunda öğrencilerin başarılı oldukları t testi ile anlamlı bulunmuştu. Araştırmacı ve öğrencilerin proje çalışmalarına verdikleri puanlar da bu doğrultuda olduğu için yapılan çalışmaların etkili olduğunu söyleyebiliriz (Seloni, 2005; Doppelt, 2003; Yurttepe, 2007; Uzun, 2007). Öğrencilerin deney sonrası yapılan görüşme sorularına verdikleri cevaplara baktığımızda ise şu sonuçlara ulaşabiliriz: “Sorumluluk nedir?” sorusuna, öğrencilerin çoğu tanım ve örnek şeklinde cevap vermiştir. Verilen örnekler tanımla alakadır. Bu durum bizi, proje tabanlı öğretim etkinliklerinin uygulanmasından sonra öğrencilerin kafasında sorumluluk şemasının daha somut oluşmaya başladığına götürür. Duyuşsal davranışların vuku bulabilmesi için, bilişsel davranışların kavramsal anlamda oluşması şarttır. Çocukların ileride soyut olarak bir şeyleri düşünebilmesi ve uygulayabilmesi için, bu dönemlerde kavramlara yönelik zihinsel haritalarının oluşması ve metaforik algılarının önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. “Sizce sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna, öğrencilerin hemen hepsi sorumluluk sahibi bir insandan beklenen yönde cevap vermiştir. Bu durum bizi, öğrencilerin üzerine aldığı sorumlulukları 177 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ yaptığını veya yapmaya çalıştığını, bir şeylerin farkında olduğunu, düşüncesi ile duygusunun birleştiğini ve kendinde bir şeyleri yapma mecburiyeti oluşturduğu sonucu görülmektedir. Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Neden?” sorusuna öğrencilerin hepsi kendini sorumlu hissettiğini belirtmiştir. Bu durum bizi, öğrencilerin proje tabanlı öğretim uygulamalarını yaparken grup içindeki iş bölümü dağılımına göre, her öğrencinin bireysel sorumluluğu yerine getirdiğine, hissedebilmek için de yapmak düşüncesinin önemli olduğu gerçeğine götürmektedir. Öğrencilerin evet demelerinin yanında, niye kendini öyle hissettiklerini de belirtmeleri, yine yaptıkları davranışların birer tezahürüdür (Aladağ, 2009).“Sizce bir öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir? ” sorusuna, öğrencilerin çoğu farklı şekilde görüş belirtmiştir. Bu soruda, öğrencilerin sorumluluğun öğretimine dayalı farklı görüş belirtmeleri aslında istenilen bir sonuçtur. Çünkü sorumluluğun kazanılmasında okul, öğretmen (Snook, 2007), arkadaş, toplum ve ebeveyn (Tepecik, 2008) olmak üzere birçok değişken rol oynamaktadır. Öğrenciler bazen bu değişkenlerden birinden, bazen de hepsinden etkilenebilmektedir. Proje tabanlı öğretim etkinliklerinden sonra uygulanan görüşme formunda, öğrencilerin farklı zihinsel algılamaları, sorumluluk duygusunun nasıl kazanıldığı sorusunu düşündürmeye başlamıştır. Proje tabanlı öğretim uygulamalarının, öğrencilerin düşünme ve sorgulama becerilerini geliştirdiği görülmektedir. Yapılan araştırma sonunda, tüm bulgular analiz edildiğinde şu genel sonuca ulaşılmıştır: Proje tabanlı öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin sorumluluk duygusunu artırdığı ve başarılarını yükselttiği görülmüştür. Öneriler Sorumluluk, öğrenciye en etkili verilerek öğretilir. Bunun için öncelikle okullarımızda yaparak-yaşayarak öğrenme ortamlarının oluşturulması, aktif katılımın sağlanması ve kalıcı öğrenmelerin oluşturulması için proje tabanlı öğretim uygulamalarına ihtiyaç vardır. Öğretim denilince akla ilk gelen tabiki öğretmendir. Öğretmenler değerler öğretimi konusunda daha çok bilinçlendirilmelidir ve değerler eğitimi sempozyumuna öğretmenlerin katılması teşvik edilmelidir. Eğitimin ailede başladığı düşünüldüğünde, ebeveynlere de değerler eğitimi konusunda önemli görevler (çocuğa sorumluluk vermek, farkındalık kazandırmak, öz denetim mekanizmasını çalıştırmak gibi) düşmektedir. Öğretmen-veli iş birliği kapsamında öğrencilerin sorumluluk alacağı sosyal sorumluluk projeleri düzenlenmelidir. MEB’in hizmet içi eğitim kursları kapsamında, öğretmenlere sorumluluk ve diğer değerlerle ilgili çalışmalar yaptırılabilir. 178 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öğrencilere, sorumluluğu yaşatarak öğretmek maksadıyla sosyal dernek veya vakıflarla tanıştırmak gerekir. Öğretmenlerin ve ailelerin sorumlulukla ilgili değer yargıları tespit edilmelidir. Çünkü öğretmen sınıfında, aile ise evde öğrencinin örnek modeli durumundadır. Aynı zamanda ailelerle değer eğitimi konusunda iş birliği yapılmalıdır. KAYNAKÇA Akbaş, O. (2009). “İlköğretim Okullarında Görevli Branş Öğretmenlerinin Değer Öğretimi Yaparken Kullandıkları Etkinlikler: 2004 ve 2007 Yıllarına İlişkin Bir Karşılaştırma”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Mayıs 2009, Cilt: 17, No: 2, 403–414. Aladağ, S. (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretiminde Değer Eğitimi Yaklaşımlarının Öğrencilerin Sorumluluk Değerini Kazanma Düzeyine Etkisi. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü. Astill, B.R., Feather, N.T and Keeves, J.P. (2002). “A multilevel analysis of the effects of parents, teachers and schools on student values”. Social Psychology Education, 5, 345-363. Babadoğan, C. (2003).“Sorumlu Davranış Geliştirme Stratejileri Bağlamında Öğrenen Sınıf ”. Milli Eğitim Dergisi, 157 (Kış-2003). Burns, N and Grove, S.K. (1993). The practice of nursing research, W.B Saunders Company, Philadelphia, 339-387. Büyüköztürk, Ş.(2001). Deneysel Desenler. Ankara: Pegem A Yay. Curtis, D. (2002). “Power of Projects”. Educational Leadership, Vol. 60, No:1. Cüceloğlu, D. (1996). İçimizdeki Çocuk. İstanbul: Remzi Kitapevi. Çakallıoğlu, S. N. (2008). Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımına Dayalı Fen Bilgisi Öğretiminin Akademik Başarı ve Tutuma Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Dickinson, D. J. (1990). “The relation between ratings of teacher performance and student learning”. Contemporary Educational Psychology, 15, 142-152. Doğan, K. (2008). Hücre Konusundaki Kavramların Öğretilmesinde Proje Tabanlı Öğrenmenin Başarıya Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Afyonkarahisar: Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 179 Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ Doppelt, Y. (2003). “Implementation and Assessment of Project-Based Learning in A Flexible Environment”. International Journal of Technology and Design Education, 13, 255-272. Girgin, D. (2009). Canlılar ve Hayat Ünitesinde Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımının İlköğretim 5. Sınıf Öğrencilerinin Akademik Başarı ve Tutumları Üzerindeki Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. Gültekin, M. (2007). “Proje Tabanlı Öğrenmenin Beşinci Sınıf Fen Bilgisi Dersinde Öğrenme Ürünlerine Etkisi”. İlköğretim Online, 6 (1), 93-112. Halstead, J.M. and Taylor, M.J.(2000). “Learning and Teaching About Values: A Review of Recent Research”.Cambridge Journal of Eucation, Vol, 30(2), 169-202. Hovardaoğlu, S. (2000). Davranış Bilimleri İçin Araştırma Teknikleri. Ankara: VE-GA Yayınları. Jackson, P. W., Boostrom, R. E and Hansen, D. T. (1998). The moral life of schools. San Francisco: Jossey-Bass. Karasar. N. (2012).Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Karasu, M ve Aktepe, V. (2009). “Öğretmenlerin Değerler Eğitimine Bakış Açıları”. 8.Ulusal Sınıf Öğretmenliği Eğitimi Sempozyumu, Eskişehir: Osmangazi Üniversitesi, 21-23 Mayıs, ss.397-413. Keser, K. Ş. (2008). Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımının Fen Bilgisi Dersinde Başarı, Tutum ve Kalıcı Öğrenmeye Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü. Korkmaz, H. (2002). Fen Eğitiminde Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımının İlköğretim Öğrencilerinin Yaratıcı Düşünme, Problem Çözme ve Akademik Risk Alma Düzeylerine Etkisi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Özgüven, İ.E. (1998). Psikolojik Testler. Ankara: PDREM Yayınları. Öztürk, A. Ş. (2008). “İlköğretim 7. Sınıf Öğrencilerine “Maddenin İç Yapısına Yolculuk” Ünitesinin Öğretiminde Proje Tabanlı Öğrenme Yönteminin Öğrencilerin Başarı Düzeyine Etkisi”. (Yüksek Lisans Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü. Perry, A.D and Wilkenfeld, B.S. (2006). “Using an Agenda Setting Model to Help Students Develop & Exercise Participatory Skills and Values”. Journal of Political Science Education, 2, 303-312. 180 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Seloni, Ş. (2005). Fen Bilgisi Öğretiminde Oluşan Kavram Yanılgılarının Proje Tabanlı Öğrenme ile Giderilmesi. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Snook, I. (2007). “Values Educatıon in Context”. D.N. Aspin and J.D. Chapman (eds.), Values Education and Lifelong Learning, pp. 80-92. Solomon, G. (2003). “Project-Based Learning: A Primer”. Technology and Learning, 23, 6, 20-30. Suh, B. K. and Traiger, J. (1999). Teaching values through elementary social studies and literature. Tepecik, B. (2008). Sosyal Bilgiler Dersinde Sorumluluk Değerinin Kazandırılmasına İlişkin Öğretmen Görüşleri. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü. Toprak, E. (2007). Proje Tabanlı Öğrenme Metodunun İlköğretim 5. Sınıf Öğrencilerinin Fen ve Teknoloji Dersindeki Akademik Başarısına Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Uzun, Ç. (2007). İlköğretim 4. ve 5. Sınıf Fen ve Teknoloji Dersi “Canlılar Dünyasını Gezelim tanıyalım” Ünitesinde Proje Tabanlı Öğrenmenin Akademik Başarı ve Kalıcılığa Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Afyonkarahisar: Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yazıcı, K. (2006). “Değerler Eğitimine Genel Bir Bakış”. Türklük Bilimi Araştırmaları, Ankara: Gazi Eğitim Fakültesi, 489-522. Yıldırım, A. ve Şimşek, H. (2005). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Teknikleri (Geliştirilmiş 5. Baskı). Ankara: Seçkin Yayınları. Yontar, A. (2007). Sorumluluk Eğitiminde Ceza Uygulamalarına İlişkin İlköğretim 5.Sınıf Öğrenci ve Öğretmen Görüşlerinin İncelenmesi. (Lisansüstü Tez). Adana: Çukurova Üniversitesi. Yurtal, F. ve Yontar, A. (2006). “Sınıf Öğretmenlerinin Öğrencilerinden Bekledikleri Sorumluluklar ve Sorumluluk Kazandırmada Kullandıkları Yöntemler”. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:15, sayı:2. Yurttepe, S. (2007). İlköğretim Fen Bilgisi Dersinde Proje Tabanlı Öğrenmenin Öğrenci Başarısına Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü. 181 I. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Cuma - 09:30 - 10:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Veli URHAN / Gazi Üniversitesi Değerler Psikolojisi Prof.Dr. Nevzat TARHAN / Üsküdar Üniversitesi İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak Doç.Dr. Gürbüz DENİZ / Ankara Üniversitesi Kayıp Değer: İnsan Nuran KILIÇ / Atatürk Üniversitesi Prof.Dr. Osman ELMALI / Atatürk Üniversitesi Değerler Psikolojisi Prof.Dr. Nevzat TARHAN Üsküdar Üniversitesi Rektörü Giriş Dünya’da özellikle de Ortadoğu’da bir vahşet yaşanıyor. Bu terör vahşetinin değerlerle bağlantısı nedir diye düşündüğümüzde şu soru önem arz etmektedir: Neden Türkiye’de olmuyor da Orta Doğu’da oluyor? Bu hususta eğitim sistemlerini mukayese ettiğimizde Afganistan ve uzantısı ülkelerdeki eğitim sisteminin tek yönlü olduğunu görmekteyiz. Sadece din eğitimi veriliyor ve pozitif bilimlerin eğitimi verilmiyor. Bu durumda çağımızın değerlerinden kopuk ve geçmişin değerlerini de fazla yücelten anlayışı ortaya çıkarıyor. Bu durumu ancak iki kanadıyla uçabilen kuşa benzetebiliriz. Bir hadis-i şerifte “Çocuğunuzu asra göre yetiştirin” buyurulmaktadır. Bu şekilde yetiştirilmeyen çocuklarda taassup ortaya çıkar. Sadece pozitif bilimlerde yetiştirilende de değerlerden uzak kalma riski olabiliyor. Örneğin bir kimya mühendisi, mesleki eğitim alıyor ancak değerler eğitimi verilmediğinde gidip kokain üretebiliyor. Etik değerlerden yoksun bir eğitimin getirdiği problemler olarak bunlar karşımıza çıkıyor. İkisi bir arada yani mesleki eğitim ile değerler eğitimi bir arada olursa bu çocuğu daha fazla gayrete getirecektir. Türkiye bu konuya “İmam-Hatip modeli” ve dînî grupların din ve fen bilimlerini birlikte okutması ile bir çözüm bulmuştur. Din bilimleri ile fen bilimlerinin bir arada verildiği bu modelde, şiddeti sorun çözme yöntemi olarak kabul etmeyen ve cihadı da manevî cihad olarak algılayan, insanî değerleri yücelten bir insan tipi ortaya çıktı. Bu tipin ortaya çıkması aslında Orta Doğu’ya örnek olacaktır. IŞID Terör Örgütü 12 imamı bir camiye toplayıp hepsini hunharca öldürebiliyor. Öldürme gerekçesi de şu: “Siz bizim için çalışmıyorsunuz”. Bunun dinle açıklanacak bir tarafı yoktur. Buna bir çözüm bulunması gerekiyor. Türkiye’deki halkın bulduğu bu İmam-Hatip modeli uygulanabilir bir çözümdür. Bunun Orta Doğu coğrafyasında yaygınlaştırılmasının bir katkı sağlayacağını düşünüyorum. Atalarımız ‘Ahi Teşkilatı’ değer eğitimi bakımından incelenebilir. Örneğin merhamet duygularının ölmemesi için kasaplara yaz aylarında bir ay bahçıvanlık yaptırarak bu sorunu çözmüştür. Günümüzde ise bu işi sadece iki üniversitenin değil Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN STK’ların da devreye girerek yapması gerekir. Bir sonraki toplantıyı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve MEB ile birlikte yapmayı öneriyorum. Burada ortaya çıkan bilgi birikimini devlet kurumları ile birlikte uygulamaya geçirmemiz gerekir. Ancak bu şekilde açtığımız yol sonuç verecektir. Değerlerimiz temelde insan odaklıdır ve insanı tanımadan bunu yapmamız mümkün değildir. Şu andaki formel ilimler âlim yetiştiriyor. Ancak âlimin aynı zamanda iyi insan olması da gerekir. Ayrıca âlimin hikmet sahibi, yani bilgiyi yerinde kullanabilen birisi olması da gerekir. Mesela gökdeleni dağın başına dikerseniz ilminiz var ama hikmetiniz yok demektir. Bir de âlim, ârif olmalı, yani söylediklerini kendi de uygulamalıdır. Âlim heykele şekil verir, ârif ise heykel ile birlikte kendine de şekil verir. Öğretmen âlim olarak öğrenciye şekil verendir. Hâlbuki öğretmen arif olursa hem öğrenciye hem de kendine şekil verecektir. Böyle insanlara ihtiyacımız var. Çalıştayı-mızın bu ihtiyacın ayrıntılarını daha net görmemizi sağlamasını ve çözüm yollarını sunmasını ümit ediyorum. Koruyucu Ruh Sağlığı Değerleri veya Değerler Psikolojisi Değerler, toplumun geneli tarafından kabul edilen ortak kavramlardır. Bir anlamda, mutluluğun standartlar kümesidir. Standartları, evrensel doğrular şeklinde tanımlayabiliriz. Burada önemli olan, benimsediğimiz değerlerin biyolojik çıkarımızla örtüşüyor olmasıdır. Eğer kişi kendine aykırı bir değer benimsemişse, kendi içinde bir çatışma yaşar. Bu sebeple insan, kabullendiği değerlerin mutluluk getirmesi için, ‘biyolojik çıkar, değer, mutluluk’ şeklinde özetlenebilecek formüle uymaya çalışmalıdır. Erdemler, insanlar arası ilişkilerde kendilerini göstermekle birlikte müzik, resim, heykel, tiyatro benzeri sanatların herhangi bir dalında da varlık kazanabilir. Değerler öğrenilmesi gereken kavramlardır. İnsan, mutluluğunda etkin rol oynayan değerleri, sosyal öğrenme metoduyla sonradan kazanır. Toplumsal anlamda öğrendiği erdemler vasıtasıyla mutluluğa ulaşır. Her değerin duygu, düşünce ve davranış boyutu vardır. Bizim için kıymet ifade eden bir kavramı doğru kabul etsek de, onun varlığını duygusal olarak hissedemiyorsak, o değeri uygulamaya geçiremeyiz. Bu da göstermektedir ki, bir değerin kabul edilebilir olması için ona duygu yüklenmesi şarttır. Daha sonra bu duygu, kişilik hâline gelir ve düşünce yönetimini başlatır. Zira değerler aynı zamanda, düşünceyi de yöneten standartlar kümesidir. Bizler, düşüncelerimizin sınırlarını belirleyerek, zihnimizde o düşünceyle ilgili bir kavram oluştururuz. Erdem olarak kabul ettiğimiz bu kavramlara aynı zamanda “koruyucu ruh sağlığı değerleri” de diyebiliriz. Erdem kelimesi, olumlu değerlerin anlatımında da kullanılan bir kavramdır. 186 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Amaç Değerler Değerleri “araç ve amaç değerler” olarak ikiye ayırabiliriz. Amaç değer, insan hayatındaki soyut hedefleri tanımlar. Araç ise insanı hayattaki hedefine götüren yoldur. Amaç erdemleri farklı açılardan bakarak, kendi içinde dört gruba ayırabiliriz. Birinci grup sevgi ve güven eksenindedir. Dolayısıyla burada insanları sevmek, şefkatli olmak ve iyilik yapmaktan zevk almak yer alır. İkinci grup erdemler, sosyal sınırları belirler. Bu sınıfın değerleri arasında dürüst ve adil olmak, saygıyla donanmak ve hayatında yalana yer vermemek sayılabilir. Üçüncü kategoride iletişim biçimini belirleyen erdemler vardır; hoşgörülü, barışçıl, içten ve anlayışlı olmak bu gruba dahil edilebilir. Dördüncü kümede ise iç disiplin ekseninde bulunan erdemler mevcuttur. Paylaşımcılık, alçakgönüllülük, yardımseverlik ve uzlaşma taraftarı olmak gibi değerler, bu kümede zikredilebilir. Saydığımız bütün bu erdemler, farklı kültür ve dinlerde değişik boyutlarda önemsense de, insan beyninde değerlerin temelini oluşturan iki türlü duygu vardır: İyiliğe yönelmek ve kötülüğe yatkın olmak. İnsanoğlu, hayatının doğru şekilde devam etmesi için bu iki istek arasında denge kurmayı başarmalıdır. Zira koruyucu ruh sağlığı değerlerinin yaşama etki etmesi, bu dengeye bağlıdır. İnsanları sevmekten bahseden biri, bu değeri insanlık adına değil de şahsi çıkarları için ortaya atıyorsa, yani insanlığı sevmekten kastı esasında körü körüne kendi benliğini sevmekse, o şahsın kişiliğinde erdemlerin doğru şekilde yaşandığından söz etmek mümkün değildir. Değerlerin hayata geçirilmesinde en önemli konulardan biri, araç olan erdemlerin, en az amaçlar kadar doğru olması gerektiğidir. Bir konuda insanın isteklerini oluşturan amaç, talebin niteliğini belirleyen ise araçtır. Bizler, isteklerimizi hedeflerimize uygun şekilde belirleriz; ancak arzularımızın hangi vasıtalarla vücuda geleceğini de göz ardı etmeden ilerleriz. Örneğin bir insana kendi iyiliği için acı çekeceği şeyler yaşatmak doğru gibi görünse de, iyiliğin aracı olarak ıstırabın seçilmiş olması, aslında doğru bir yöntem değildir. Araç Değerler ve Motivasyon Benimsenen insani ve evrensel değerlerin yaşanmasını sağlayan araç erdemler, motivasyon artırıcı ve teşvik edici özelliğe sahiptir. Bunlar da tıpkı amaç hâline gelmiş değerler gibi kendi içinde birkaç gruba ayrılır. İlk grupta sayılacak değerler; düzenli ve intizamlı olmak, takdir etmek ve övgülerde bulunmak, onaylayıcı ve rahatlatıcı özellikler sergilemek, işini iyi yapmaya çalışmak, disipline uyarak hareket etmek, cömert ve cesur olmak, kendini geliştirmek şeklinde özetlenebilir. Bu grupta yer alan erdemler, daha çok pozitif duyguları harekete geçirir. İkinci kümede ise kabullenici ve yumuşatıcı olan erdemler yer alır. İkinci grup içinde olaylar karşısında esnek ve 187 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN yumuşak olmak, insanlara nazik davranmak ve doğru yorumlar yapmak gibi negatif duyguları azaltan değerleri sayabiliriz. 18. yüzyılda yaşamış olan ünlü Fransız düşünür ve yazar Voltaire, öğrencilik yıllarında bir edebiyat dersindeyken sınıfa bir eşek girer. Öğrenciler, eşeği döverek sınıftan çıkarmaya çalışırken, edebiyat hocası bu durumu fırsat bilip herkesin eşekle ilgili bir kompozisyon yazmasını ister. Voltaire, kâğıda yalnızca İncil’den bir ayet yazar ve sınıfın en yüksek notunu alır. Voltaire’in kâğıda yazdığı ayet şöyledir: “O kendinden olanların arasına girdi, fakat kendinden olanlar onu kabul etmedi.” Voltaire’in, arkadaşlarının davranışını yanlış bularak, zekâsını kanıtlar nitelikte yazdığı bu eleştirel cümle, esasında bir erdem eğitimidir. Yaşadığımız çağda erdemli davranışın gereğini tartışırken; toplumlardaki kirlenme, ahlaki çöküntü ve değerlerdeki yozlaşma, insanların hem kendi mutluluklarını hem de toplumsal huzuru göz ardı ettiklerini göstermektedir. Bireysel ve sosyal mutluluk konusunda hesaba katılmayan faktörlerin en önemlisi, toplumun değerleri ve kültürel özellikleridir. Eflatun, bir gün talebelerinin kumar oynadığını görüp onlara kızar. Bunun üzerine öğrencileri “Hocam, biz küçük bir şey oynuyorduk, niçin kızıyorsunuz?” diye sorduklarında Eflatun “Ben sizin kaybettiğiniz paraya değil, harcadığınız zamana üzülüyorum” cevabını verir. İnsanda doğuştan gelen bir bencillik eğilimi vardır. Bencil kişi, şahsi çıkarlarını rasyonalize edip, her şeyi menfaatine uydurmaya çalışırken, bugünün en büyük dertlerinden biri olan tüketim çılgınlığına kendini esir etmiş olur. Tüketime büyük ölçüde yer veren toplumlar, kendi çıkarları etrafında birleşen insanlardan oluşmaktadır. Descartes’in “İnsanlar niyetlenmiş topluluklardır. Akılcılık onların davranışını belirleyen tek unsurdur; dolayısıyla da duygulara gerek yoktur. Dünyada ise daha evvelden belirlenmemiş, kendiliğinden oluşan bir düzen vardır” tezi, rasyonalizmi kutsallaştıran düşünceyi oluşturmuştur. Bu düşünceye göre, davranışların tek belirleyicisi akıldır. Yöntem ise, kartezyen yaklaşım olan kuşkuculuktur. Descartes’in 1600’lü yıllarda başlattığı felsefi hareket birçok değeri değiştirmiştir. Evrensel ve Kültürel Değerler Değerler, evrensel ve kültürel olmak üzere ikiye ayrılır. Kültüre özgü değerler, evrensel değerlerin çeşitli dozlarda karışmasıyla oluşur. Örneğin bir kültür sevgiyi ön plana çıkarırken, diğeri dürüstlüğü, bir başkası çalışkanlığı öncelemektedir. Ancak bu kültürlerin hepsinde toplumun sosyal bütünlüğü, değerlerden örülü tuğlalarla oluşturulur. Her toplumun anonim değerleri arasında doz farkı bulunur ve cemiyetin kültürel kimliği buna göre şekillenir. Ayrıca kişinin ölçü farkı da mevcuttur. Bu ikisinin birleşimi, insanın kültürel özelliklerini meydana getirir. 188 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kişiliğimizin Silüeti Değerleri Belirleyen Unsurlar İnsanın ruhsal yapısında ve kişisel gelişiminde -yetiştiği ortamın da etkisiyleçocukluktan itibaren edindiği erdemlerin büyük etkisi vardır. İyi nitelikler, insanın düşünce ve davranış kalıplarını etkilediği için, bir bakıma kişiliğimizin siluetini de oluşturur. Böyle düşündüğümüzde insanın geçmişini bilmesi için geleceğini öngörmesinin gerekli olduğu kanısına varırız. Ayrıca değerler, mutluluğumuzu sağlayan ve kültürel altyapımızı oluşturan en önemli faktörlerdendir. Hayat ve olaylar karşısında yaptığımız soyut çıkarımlar, değerlerin verilerini oluşturur. Gerek beş duyumuzla algıladığımız gerekse akıl ve sezgi yoluyla idrak ettiğimiz değerler, insanların düşünce tarzını belirleyerek davranışları oluşturur. İşte insan da değerleri, ailesinden başlamak suretiyle yakın ve uzak çevresinden öğrenir. Yaşadığımız ortam, edindiğimiz değerlerin şekillenmesine ve pekişmesine yardımcı olur. Bu açıdan baktığımızda hayat başarısında yılların birikiminin önemini görürüz. Hatta anaokulunda duvarlara asılı bilgilerin ileri yaşlarda da aynen geçerli olduğunu gözlemleriz. Anaokulunun 10 kuralı 1-Eşyalarını arkadaşlarınla paylaş. 2-Başkalarına zarar vermeden oyna. 3-İnsanlara vurma. 4-Aldığın şeyi yerine koy. 5-Sana ait olmayan şeyi alma. 6-Kendi dağınıklığını topla. 7-Birisini incitirsen özür dile. 8-Dışarıda arkadaşınla el ele tutuş. 9-Meraklı ol, her şeyi incele. 10-Akvaryumdaki balığın bile öleceğini unutma. Hayat okulu versiyonu 1-İhtiyacından fazla olanı paylaş. 2-Hakka ve adil olmaya dikkat et. 3-Kimseye zarar verme. 4-Emanete ihanet etme. 5-Dürüst ve doğru ol. 6-Düzenli ol. 7-Gerektiğinde özür dilemeyi bil. 8-Yardımlaşmanın kural, kavganın istisna olduğunu unutma. 189 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN 9-Merak bilimin hocasıdır. 10-Yaşamın sadece dünya yaşamından ibaret olmadığını unutma. Yukarıdaki on maddeyi çocuğumuzun odasına asarken ikinci on maddeyi kendi odamıza asmamız gerekmez mi? İşte bu maddelerde insanı insan yapan sosyal değerlerin özetini bulabilirsiniz. Değerler, Bilinmeyene Duyulan Korkuyu Azaltır Erdemler, insana bildiği konuların yanı sıra, hakkında fikir sahibi olmadığı mevzularda da yardımcı olur. Zira insan, bilmediği şeyleri bildikleriyle kıyaslayarak öğrenir. Aynı zamanda bilmediğinden korkar. Özümsediklerimizi en iyi şekilde yaşamamızı sağlayan değerler; yabancısı olduğumuz konulara yaklaşırken içimizdeki korkuyu yenmemize de yardımcı olur. Her kültür, kabul ettiği bazı değerleri, meçhul olana duyulan endişeyi yok etmek için kullanır. Uzakdoğu Değerleri Değerlerin oluşumunda, toplumsal önceliklerin ciddi rol oynadığını söylemek mümkündür. Bu anlamda sosyal olarak kabul edilen faziletlerin niteliği, yani bu faziletlerin dünyevi ya da uhrevi olması, toplumu şekillendirir. Mesela Hinduların yaşantısına uhrevi değerler hâkimdir ve onlar, yoğun bir “ölüm ötesi” ve “ikinci hayat” inancına sahiptirler. Bu sebeple Hindular, acı çekmeyi bir kültüre dönüştürerek, dünyayı terk etmiş gibi yaşarlar. Çin’de ise yüzyıllardır varlığını devam ettiren Budizm ve Taoizm etkisi vardır. Taoizm Taoizm’de Konfüçyüs öğretisi önemli yer tutar. Konfüçyüs, bir din adamından çok, bir ahlak öğretmeni gibi davranmış ve toplumu ahlaki değerlerle şekillendirmiştir. Konfüçyüs’ün öne sürdüğü değerler ancak ölümünden 350 sene sonra kabul edilmiştir. Dünyevi öğreti niteliğinde olan bu değerler, dünya hayatını şekillendirmek için; devam eden yaşamla, ideal hayat tarzı arasındaki sınırları belirler. Taozim, “ying” ve “yang” kavramlarını temel alan iki kutuplu bir öğretidir. Yang; olumlu, aktif, güçlü ve aydınlık olanı temsil ederken ying; negatif, pasif ve karanlık olanın göstergesidir. Birisi eril, diğeri dişildir. Taoizm’de, yaşam halkası adı verilen; su, ateş, maden, ağaç ve topraktan oluşan bir halkadan söz edilir. Bu halkaya göre; su ateşi söndürür, ateş madeni eritir, maden ağaçları yakar, ağaç toprak oluşturur, toprak da suyu emer. Yang ile ying’in etkileşiminden değerler uyumu ortaya çıkar ve “sinik evren” adı verilen evren meydana gelir. Hipnoz halkası olarak bildiğimiz, içi “S” harfi şeklindeki siyah-beyaz yuvarlaklardan oluşan halka, yang ve ying’i temsil eder. 190 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Budizm ve Hinduizm Budizm, Taoizm ve Hinduizm’e bir tepki olarak doğmuştur. Hatta Budizm’in Asya’nın katolizmi olduğu söylenir. Çünkü bu öğreti, içinde katı kurallar barındırır. Bunda, Budizm’in manastır tarafından beslenmiş olması etkilidir. Resimlerde Hintli dervişler, zayıf, gözleri kapalı, meditasyon hâlinde; Çinlilerin bilge modelleri ise ellerinde fırçayla yazı yazan, boya yapan, bir yanlarında çaydanlık, üzerlerinde ipek elbiselerle tasvir edilirler. Çin’deki anlayış, dünyeviliğe daha yakınken, Hinduizm’de dünyayı terk etme söz konusudur. Çin kültürü, benimsedikleri değerlerin etkisiyle “kapalı kültür” olarak kalmıştır. Aile olgusuna değer veren Çinliler bu olguyu kutsallaştırmış, bu kuruma itaat etmeyi devlete itaat etmekle bir tutmuşlardır. Neticede, kurallara katıksız itaat eden, dışa kapalı bir dinamik oluşmuştur. Çin kültürünün bugüne kadar dağılmadan varlığını sürdürebilmesinin sebebi de aslında bu içe kapalılıktır. Çinliler, kültürlerinin de etkisiyle çok ciddi bir yayılma politikası izlememiş, kendi iç dünyalarında, ying ile yang’ın mücadelesiyle kendilerine ait bir medeniyet üretmeye ve mutlu olmaya çalışmışlardır. Hinduizm’e baktığımızda ise, onların dünya yaşamını reddettiklerini ve “ikinci hayat”ı merkeze alarak yaşadıklarını görürüz. Hindular da Hıristiyanlar gibi “İnsan, doğuştan kötüdür ve bu nedenle de ceza, kefaret ödemelidir. Ancak bu şekilde olgunlaşır ve yeniden doğuşu yaşayabilir” düşüncesine sahiptirler. Bu nedenle de hayata eksiyle başlayan insanı, artıya götürmeye çalışan bir anlayışı benimsemişlerdir. Bu düşüncenin zıddı olan hümanizm ise, insanı bütün özellikleriyle iyi kabul eder. Şu anda Batı’da hâkim olan anlayış da hümanizmdir. Hinduizm, Budizm ve Brahmanizm’in karışması, Hint kültürünü oluşturmuştur. Bu üç inancın da benimsediği ortak isim, Siddhartha Gautama’dır. Budizm’in kurucusu olan ve milattan önce 500’lü yıllarda yaşayan Gautama’nın, Hinduizm’e tepki olarak ortaya attığı düşünceleri vardır. Hinduizm’de, yaşamı tamamıyla reddetmek ve kimseye acı çektirmemek söz konusudur. Hatta tarihte Hindu dindarlarının, böceklere zarar vermemek için ağızlarını kapatarak konuştukları söylenir. Bu kişilerin hayvanlara zarar vermeme eğilimlerinin kuvvetli olması, hareket alanlarını kısıtlamıştır. İnsanları doğuştan ceza ve kefaret ödemesi gereken bir varlık olarak algıladıkları için de, tahtalar üzerinde oturmak, zor şeylere katlanmak, çile çekmek ve kendilerine işkence yapmak gibi eylemleri yüceltmişlerdir. Tarih derslerinden aşina olduğumuz kast sistemi Hindulara “Doğduğun, bulunduğun sosyal sınıfa aitsin” der. Hindistan’daki zenginler, rahipleri bir sosyal sınıf hâline getirmiş ve rahipler de kast sistemini güçlendirerek ülkede hâkimiyet kurmuşlardır. Kast sistemi, her sosyal sınıfın toplumsal konumunu beslemiştir. “Samsara” adı verilen ve yeniden doğuşu -ruh göçünü- anlatan “karma inancı”na göre insan hayatı, yaşanması gereken sonsuz döngülerden sadece bir tanesidir. Bu inanışa göre insan, her yaptığından sorumludur. 191 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Budizm, Hinduizm’e göre daha dünyevidir. Budizm’de var olan brahma kuralı, doğruluk ve dürüstlük kavramlarını ön plana çıkarır. Ancak bu kural “Herkesin kendi brahması vardır” düşüncesiyle, her insanın kendini kutsallaştırmasına neden olur. Budizm, ahlaki bir öğreti olarak şiddetten kaçınmayı başlatmış, ılımlı ve hoşgörülü olmayı teşvik etmiş, bunu da örgütlü bir dini öğretiye dönüştürmüştür. 21. yüzyılda Mahatma Gandhi, toplumun kültürel değerlerini işleyerek sömürgeciliğe karşı halkın sivil direnişe geçmesini sağlamıştır. Direnişin başarılı olmasını sağlayan unsur, yapılanların cemiyetin ortak kabulü olan erdemlere sırt vermiş olmasıdır. Nilüfer çiçeğinin bataklıktaki çamuru emerek güzel koku yayması gibi, toplumdaki menfilikleri de, iyi değerleri ikame ederek ortadan kaldırmak gerekmektedir. Peki Budizm, toplumun değerlerini ve kişinin davranışlarını belirleyen bu öğretileriyle, insan hayatı için çok önemli olan acılara ne şekilde son vermeyi amaçlamaktadır? Budizm acıları insan hayatından tümüyle kovmak yerine onlara bilgi ve inanç yoluyla son vererek mükemmelleşmeyi hedeflemektedir. “Zerdüştlük” ise geçmişte olduğu gibi bugün de Japonya’da varlığını sürdüren doğadaki varlıklara (ağaca, kuşa, böceğe) tapmaya tepki olarak ortaya çıkmıştır. İyilik tanrısı “Hürmüz” ve kötülük tanrısı “Ehrimen” de Zerdüşt inancın temel kavramlarındandır. Antik Çağ Değerleri Bugün dünyanın büyük çoğunluğuna hâkim olan kapitalist değerler, Yunan ve Roma kültürüyle, Musevilik ve Hıristiyanlığın karışımından oluşmuştur. Yunanların akıl ve felsefeye verdikleri önemle, Romalıların pratik zekâ ve hukuk konusuna yaklaşımlarını temel alan Batı değerleri, Helenistik kültür öğelerinden oluşmaktadır. Batı’nın değerleri diyebileceğimiz bu nitelikler bugün, Antikçağ’da Yunan filozofların ortaya attıkları agnostisizmden farklı olarak, bir hayat felsefesi şeklinde varlık alanına çıkmaktadır. Kişinin hayat felsefesinin oluşumunda ve yaşamda mutlu olmasında, edindiği kültürel değerlerin önemli yeri vardır. Antikçağ dönemine baktığımızda, değer yargıları bakımından farklı iki ayrı kültür görürüz: Spartalılar ve Atinalılar. Spartalılar, askerî bir toplumdur. Asker sınıfının değerleriyle yönetilirler. Tek ilkeleri, emirlere uymaktır. Kışla ruhunun hâkim olduğu bu toplulukta, fiziki güç son derece mühimdir. Bu bakış açısına göre, iyi eğitilmiş bir askerle iyi eğitilmiş bir köpek, savaşçılık özellikleri bakımından aynıdır. Atina değerleri, bugünkü demokratik değerlere hayli yakındır. Batılı aristokrat elitler, kendilerini üstün sosyal sınıf olarak yüceltmelerine rağmen köleliği benimsemişlerdir. Senato ve danışma, bu değerlerin sonucudur. Orta Çağ’da Sparta 192 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI değerlerini daha çok benimseyen Batı, İngiltere öncülüğünde Atina değerlerini yüceltmiştir ve bugün yaşantısını, bu değerlerle sürdürmektedir. Feodal yapıyı oluşturan da yine bu değerlerdir. Sparta değerleri itaati, Atina değerleri ise aklı ön plana çıkarır. Atina kültürü, Aristoları, Eflatunları, Sokratesleri yetiştirmiştir. Çünkü bu sistemde güç tek kişinin elinde değil, tüm insanlara paylaştırılmış olarak varlık gösterir. Antik Çağ Değerlerinin Modern Döneme Yansıması Batı dünyası, Darwin’den sonra Antik Çağ’daki düşünce sistemine geri dönmüştür. Darwin’in fikirleri doğrultusunda Batı, yaşamı bir mücadele gibi görmeye başlamış, güçlü olanın ayakta kalması ilkesini kabul etmiş ve “Tanrı’ya ihtiyacımız yok” diyerek, Antik Çağ değerlerini kutsallaştırmıştır. Bundan ayrı olarak Almanya, Sparta’nın değerlerini, İngiltere ise Atina’ya ait kültürel unsurları benimsemiştir. Almanya, benimsediği kültürel kodların etkisiyle- askerî bir toplum oluşturmuş ve insanların kaderi tek kişinin, Hitler’in eline bırakılmıştır. Askerî hiyerarşi gereği emir komuta zinciri oluşturulmuş, kışla ve faşizm düzeni kurulmuştur. İngilizler ise yaptıklarıyla Atinalıları temsil etmişlerdir. Yönetmeyi çoğunlukla demokrasi temelinde ele alan İngilizler, dünyanın ilk parlamentosunu kurmuşlardır. “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü, bu noktada gerçeklik kazanmaktadır. 20. yüzyılda, kısa süreli de olsa Hitler’in düşüncelerinin dünyayı etkilemesi ve onun galip gelmesi gibi; çağlar öncesinde Sparta da Atinalıları mağlup etmiştir. Ancak sonuçta Batı’nın bugün kabul ettiği değerler Atinalılara aittir. Bu unsurlar, demokrasiyi oluşturacakları düşünülerek, hem değer hem de yöntem olarak kabul görmüştür. Geçmişte Spartalıların kutsallaştırdıkları dayanıklı olma haline karşın Atinalılar aklı ve hayal gücünü ön plana çıkarmış; bu sebeple de sanat, heykel, felsefe gibi alanlara öncülük etmişlerdir. Roma Değerleri Roma, kendi değer sistemini oluştururken, hem Sparta hem de Atina kültüründen bazı unsurları kendine katmıştır. Romalıların geliştirdikleri pratik hukuk sistemi ve bu sistemi “poetika” olarak kullanmaları, kültürlerine dair bilinen önemli özelliklerdendir. Roma; Sokrates, Aristoteles ve Eflatun’dan ciddi şekilde etkilenmiş, senatosunu Atinalılardan, askeri yapısını ise Spartalılardan almıştır. Aile kurumunu kutsallaştıran Roma kültüründe kadın; bekârken babasına, evlendiği zaman ise kocasına tâbi olmuştur. Roma’nın pratikliğinin, hukuki değerlerle birleşmesi, büyük bir imparatorluk meydana getirmiştir. Fakat diğer taraftan Sparta kültürünü de benimseyen Roma’da, köle sınıfı oluşmuş; otorite ve baskının hâkim olduğu zamanlarda, insanların acı çektiği dönemler yaşanmıştır. 193 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Museviliğin Değerleri Peki bütün bu değerler sistemi içinde, ilahi kanunların oluşturduğu değerler hangi öğeleri barındırmaktadır? Bu soruya cevaben; Musevilerin yaşantılarına baktığımızda, ahlaki değerlere büyük önem verdiklerini görürüz. Musevilerin, tek tanrı inancına bağlı olmalarının yanında kendi ırklarını özel ve üstün görme eğilimleri de vardır. Bu sebeple de farklı fikirlere özgürlük tanımamış ve düşünce alanında çok sınırlı kalmışlardır. Museviler içinde yalnızca “isyancı zihinler” üretken olabilmiş ancak onlar da kabul edilen düşünceye aykırı oldukları için toplum tarafından dışlanmışlardır. Klasik Musevilik, Museviliğin temel kültür ve sosyal yapısında isyancı zihinler olarak tanımlanabilecek Hz. İsa’ya ve Einstein, Freud gibi isimlerin düşüncelerine şiddetle karşı çıkmıştır. Bu dinin mensubu olan kimseler, bir bakıma klan gibi içlerine kapalıdır. Ancak, içlerinden sorgulayıcı olanların katılığa gösterdikleri tepkilerle birçok keşif yapılabilmiştir. Yahudiler için anahtar erdem, doğruluktur. Doğruluk onlarda adeta bir tutkuya dönüşmüştür. Musevi tüccarların, Türkiye’de halk arasında dürüst, sözüne güvenilir insanlar olarak bilinmesi, bu doğruluk tutkusunun bir yansımasıdır. Her ne kadar bazı değerler zamanla değişime uğrasa da, bir erdemin milletçe benimsenmesi, onu hayata geçirmek için önemlidir. Musevilik doğrulukla beraber, dünyevi değerlere de önem vermiştir; maddi refahı hayatın dışına itmemiş, kültürel zenginleşmeyi de teşvik etmiştir. Bu sebeple Museviler, zengin olmaya tutku derecesinde bağlıdırlar. Hıristiyanlığın Değerleri Museviliğin anahtar erdem olarak kabul ettiği değer doğruluk iken, Hıristiyanlıkta bu değerin yerini sevginin aldığını görürüz. Güçlü ahiret inancı ve öbür dünya önceliği de sevgiyle birlikte yaşamı şekillendiren diğer unsurlardır. Bu aşamada Musevilikten sonra Hıristiyanlığın doğuşunu anlamak kolaylaşır. Zira Musevilikte doğruluk adına sergilenen bir katılık vardır, esneklik yoktur. Doğruluk, yanlış uygulandığı takdirde, katılığa ve ahlaki fetişizme dönüşebilecek bir değerdir. Bu fetiş, birçok davranışın suç ve günah sayılmasına sebep olarak insanlar arasındaki sevgiyi azaltır. Musevilerdeki herhangi bir esnemeye taviz vermeyen dürüstlük arzusu, sevgiyi gerekli kılmış ve dünyevi anlamda zenginleşme isteğinin ön planda tutulması, öbür dünya dediğimiz ahiret inancını geri plana atmıştır. İnsanlara sevmeyi telkin eden Hz. İsa’nın gelişi, doğruluk adına katı baskıcılığı doğuran ve sevgisizliğe neden olan bu görüşün terk edilmesi gerekliliğine bağlanabilir. Hz. İsa’nın sevgiyi telkin eden mesajları, başlangıçta tepki görse de zamanla Hıristiyan değerlerini oluşturmuştur. Hıristiyanlıktaki sevgi vurgusunun yanı sıra sabırlı, alçakgönüllü, merhametli, barışçıl, temiz kalpli ve iyiliksever olmak da, dinin henüz bozulmadığı ilk zamanlarında, çok önemsediği değerler arasındaydı. 194 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI M.S. 312’de Konstantin, Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Ancak İncil’in yazılı halde bulunmaması, bu dinin emirlerinin Antik Çağ değerleriyle karışmasına yol açmıştır. Antik Çağ’a yönelik teslis inancı, Hıristiyanlığa mâl edilmiştir. Tek tanrı akidesinin kaybolması ve Hz. İsa’ya insanüstü bir kutsallık atfedilerek, bir nevi gücü kendi üzerine toplayan aracı ruhban sınıfının oluşması, Hıristiyanlığın ilk zamanlarındaki değerlerini anlam ve şekil kaybına uğratmıştır. Bu esnada kilise kendisini de kutsamış ve “İsa var ama bizim başka değerlerimiz de var. Birden çok tanrıya ve Afrodit’e tapmak yerine, Allah’ın temsilcisi olarak İsa’yı görelim ve diğerlerine gösterdiğimiz ihtiramı ona gösterelim” diye düşünerek, ilahi dinin emirleriyle Antik Çağ değerlerinden bir sentez elde etmiştir. İmparator Konstantin, İznik Konsili’ndeki papazları Hz. İsa’nın tanrılık vasfı olduğuna ikna etmiştir. Konstantin, kiliseye bu payeleri verdikten sonra, taleplerini yerine getirmeye çalışmış ve onlara yardım etmeye başlamıştır. Böylece güç Aristokratların elinden çıkıp kilisenin eline geçmiştir. Dolayısıyla, Antik Çağ’da Sparta’nın uyguladığı baskıcılık, bu dönemde din adına yapılmaya başlanmıştır. Kilisenin din adına yaptığı reformu, Kenya Devlet Başkanı Kenyatta’nın Afrika’ya uzanan misyonerler için yaptığı şu benzetme çok güzel açıklar: “Misyonerler geldiği zaman İncil onların, topraklar Afrikalıların elindeydi; misyonerler gözlerimizi kapayarak dua etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açınca bir baktık ki İncil bizim elimizde, topraklar onların elinde!” İşte kiliselerin din adına zenginleşmesi de buna benzemektedir. Bu sayede papa ve piskoposlar, din adına müthiş bir güç hâline gelmişlerdir. Papalar için söylenen ”Putlara tapan Roma’nın, taç giymiş hayaleti” sözüyle iletilmek istenen mesaj; kendilerini putlaştıran, Hıristiyanlığın değerlerini alt üst eden, dine teslis inancını yerleştiren, İsa’nın karşısında secde etmeyi emreden din anlayışının, Hıristiyanlığın özünde olmadığıdır. Putlara tapan Roma’nın taç giymiş hayaletine dönüşen bu din, zamanla şekil değiştirerek Protestanlaşmıştır. Zaman geçip de 19. yüzyıla gelindiğinde, materyalizm ortaya çıkmış, “Dine ve Tanrı’ya ihtiyacımız yok” düşüncesi doğmuştur. Fransız İhtilali’yle gün yüzüne çıkan laiklik kavramının doğurduğu “Kilise yönetime karışmamalı” fikri, başlangıçta dinin manevi özelliklerini reddeden bir noktada değildi. Fakat 20. yüzyıla hâkim olan hümanizm akımı, bu çağdan sonra adeta Batı’nın dini olmuştur. Modernizmin dini hâline gelen ve Hıristiyanlığın yerini alan hümanizm, şu anda bazı çıkmazlarla boğuşmaktadır. Tarih boyunca Batılı Hıristiyanlar, din adına Yahudilere öyle haksızlıklar yapmışlardır ki, Hıristiyanlığın geldiği ilk yıllarda kendi çektikleri çileler, bunların yanında çok önemsiz kalmıştır. Otoritenin ve şövalyeliğin hüküm sürdüğü çağlarda, kilise bütünüyle uhrevi bir şekle bürünmüş; yeniliğe, bilime kapalı durmuş ve teknolojiyi reddetmiştir. Buna tepki olarak da Leonardo da Vinci, Michelangelo, 195 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Galileo Galilei, Copernicus ve daha adını sayamayacağımız birçok isyancı zihin doğmuştur. Kilisenin bu dünyayı bütünüyle göz ardı edip, yalnız ahirete odaklanması yenilikçiliği mecbur kılmıştır. Özellikle modernizm kiliseyi, sevginin ve öbür dünya inancının ötesine geçemeyen bir konuma itmiştir. Bir Batı Değeri Olarak Şövalyelik Şövalyelik, Orta Çağ Avrupa’sının ve Haçlı Seferlerinin önemli kavramlarından biridir. Şövalyeliğin bizim kültürümüzdeki karşılığı “akıncı ruhu”dur. Şövalyeler genellikle evlenmezler; evlendikleri takdirde de tek eşe sadakat konusunda mecburiyetleri vardır. Ömürleri at sırtında, savaşarak geçer. Bütün amaçları, düşmana karşı bazı değerleri korumaktır. Şövalye yeminlerinin beş ana maddesi vardır: 1- Kutsal değerlerinin olması: Tanrı’ya yükselme arzusu ve bu değerler için ölümü göze almak, 2- Ucunda ölüm olsa da doğrulara bağlılık ve adanmışlık, 3- Aciz ve güçsüzlere yardım etmeyi görev bilmek, 4- Vazifeye bağlılık ve vatanını sevmek, 5- Şerefi için yaşamak her durumda doğruluk ve iyiliğin temsilcisi olmak. Ancak bu değerler siyasete taşındığında, sınırlarının belirlenmesi gerekir. Zira hukukî sınırları aşan şövalyelik, kan ve acı demektir. Diyalektik Gelişimin Etkisi Batı Anadolu’da, Ege bölgesinde yaşayıp Eflatun, Aristoteles, Sokrates’i etkilemiş olan Heraklitus’un metafizik vurguları çok fazlaydı. Atomu “ruh” olarak tanımlayan Demokritus ve Heraklitus “presokratik filozoflar” olarak nitelendirilmiş, günümüz değerlerinin oluşmasına da önemli katkıları olmuştur. Tez, antitez ve sentez olarak tanımlayacağımız; çarpışan fikirlerle gerçeklerin ortaya çıkması ve meselelere diyalogla çözüm arama yöntemi, Asya’dan Antik Yunan’a uzanan retorik zincirin günümüze armağanıdır. Ancak bu yöntemin Ortaçağ Avrupası’nda unutulduğunu ve burada dogmaların ön plana çıktığını görüyoruz. İslam düşünce sistemini (İbn-i Rüşt, İbn-i Haldun, İbn-i Sina ve Farabî’yi) incelediğimizde diyalektik değerlerin tekrar canlandırıldığını görürüz. Orta Çağ’da Hıristiyanlık değerlerini etkileyen, Rönesans ve Reform’a kaynaklık eden model, Endülüs Emevi kültürüdür. Endülüs’teki Kurtuba Medresesi, Avrupa’nın ilk üniversitesi sayılır. Bu medresenin 400 bin ciltlik kütüphanesi olduğu da tarihî kaynaklarda yer alan bilgilerdendir. Kadınların da öğretim üyesi olduğu bu merkezde, insani değerlerin ön planda tutulduğunu söylemek mümkündür. Endülüs Emevileriyle savaşanların, İspanya’daki Katolikler yerine Romalı Katolikler olması, bu gelişmişliğin bir sonucu olabilir. İspanya’daki Katoliklerin beraber yaşadıkları Emevileri tanımaları, 196 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI onlarla savaşmalarına engel olmuş; katliam dışarıdaki Katolikler tarafından gerçekleştirilmiştir. “Hümanizmin Peygamberi Sokrates, Kıblesi Atina’dır” Avrupa’da Rönesans ve Reform’la birlikte, kilise baskısına karşı laik değerler ortaya çıkmış; Batı, Endülüs yoluyla o güne dek hiç bilmediği Aristoteles’i, Sokrates’i okumaya başlamıştır. Modernizmin ortaya çıkışı, geçmiş öğretilerin yeniden incelenmesiyle olmuştur. Bu sebeple de hümanizmin ilham kaynağı Hz. İsa yerine Sokrates olmuş; benimsenen değerlerin yönü, Kudüs’ü değil, Atina’yı göstermiştir. Bu sebeple hümanizmin peygamberi Sokrates, kıblesi ise Atina’dır. Hümanizm, Hıristiyanlığa Tepki Olarak Doğmuştur Hıristiyanlığın, insanın kötülükler içinde dünyaya geldiği düşüncesini benimsemesi, hümanizmin doğuşunu hazırlamıştır. Zira hümanizme göre insan, iyi, ahlaklı ve erdemli olarak dünyaya gelir; bu sebeple de onun ahlaki değerleri öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Ahlakın bilimsel bir olgu olmadığını savunan bu görüş, insanlara “Zincirleri kır, duvarları yık, özgür yaşa!” diyerek realizm tezini ortaya atmıştır. Darwin ve Freud gibi isimler, bu tezin bilimsel anlamdaki destekçileri olmuştur. Hümanizmin savunduğu özgürlük anlayışı, başkasına zarar vermediği sürece insanın istediğini yapabileceğini savunurken, istediği takdirde insanın kendisine zarar vermesini de mübah görmektedir. Çünkü hümanizm insana “bu vücut senin” telkininde bulunur. Özgürlüğün kutsal kabul edildiği bu öğretide, ahlaka ihtiyaç olmadığı düşünülmektedir. Bu özgürlük akımı neticesinde Kuzey Avrupa’da barlarda, adeta devlet eliyle esrar satılmaya başlanmış; insanların kendilerine çok fazla zarar vermelerini önlemek içinse çevreye gözlemciler yerleştirilmiştir. Tüm bu örnekler, Batılıların Hıristiyanlığı değil, hümanizmi benimsediklerini göstermiştir. Dinî Değerlerden Liberal Değerlere İslamiyet, Musevilik ve Hıristiyanlığın benimsediği değerleri kendi bünyesinde birleştirmiştir. Hz. Muhammed’in yaşantısında, dürüstlükle sevginin birlikte rol aldığını görürüz. Bu iki semavi dinin öğretilerini birlikte yaşamak, İslamiyet’i bütün dinlerin merkezi konumuna getirir. Uzakdoğu öğretilerinden olan Hinduizm, Budizm ve Taoizm’de, ikinci hayat ön plandadır. Yeniden doğuş felsefesine göre, insan bu dünyada çile çekecektir. Dünyevi herhangi bir ilgiye kapı aralamayan bu doktrin, kişiyi tembelliğe itmektedir. Bu düşüncenin ürünü olarak Uzak Doğu medeniyetleri, asırlardır teknolojik gelişmelere kapalı kalmıştır. Benzer şekilde Hıristiyanlık da dünyevi hayatın önceliğinin hâkim olduğu Musevilikten bu noktada ayrıldığı için teknoloji ve bilimin gelişmesine engel olmuştur. 197 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Bu noktada, dünyevilikle uhreviliğin arasında bir çizgide duran İslamiyet’i görürüz. İslamiyet iki dünya arasındaki dengeyi “Hiç ölmeyecekmişsiniz gibi bu dünyaya, yarın ölecekmişsiniz gibi öbür dünyaya çalışın” sözüyle kurar. Halk içinde Hak’la beraber olma düşüncesiyle hareket eden Müslümanlar, dünya hayatını fiilen değil, kalben terk etmeyi ve ahiret inancını bu dünyadan kopmadan, iki tarafı da göz önünde bulundurarak yaşamayı benimserler. Modern dünyada serbest piyasa ekonomisi ve girişimcilik, Hıristiyanlık ve Budizm’le çelişirken İslam diniyle uyum göstermiştir. Weber, Müslüman köylü toplumlarına ve tasavvufun Ortaçağ uygulamalarına bakarak, İslam dininin bireysellik ve özgürlük yönündeki liberal modernleşmeye uymadığını belirtiyordu. Hatta Jön Türkler bunun etkisinde kalarak -başta Tevfik Fikret olmak üzere- “Din terakkiye engeldir” tezini savunuyorlardı. Müslümanlıkta ilerlemeye engel hiçbir dini kural olmamasına rağmen savunulan bu görüşe karşıt bir örnek olarak, İslam ulemasının zengin olmayı teşvik ettiğini söylemek mümkündür. “Allah’ın ismini yüceltmek maddi terakkiye mütevakkıftır (bağlıdır)” sözü Bediüzzaman’a aittir. Önyargısız bir şekilde anlamaya gayret etme, sosyoloji biliminin çağdaş değerlerinden olan özgürlükçülük, serbest piyasa ve demokrasi gibi kavramlarla Kuran öğretilerinin uyuştuğu açıkça görülmektedir. Bu sonuca ulaşmayı sağlayan rehber yalnızca teoloji değil, teolojiyle birlikte sosyolojidir. Dinlerin Tarihi Süreçte Uğradığı Değişim ve İslami Değerlerin Katkısı Dinlerin doğdukları zamanla sonraki dönemleri arasında, inancın algılanması ve yaşanması bakımından farklar vardır. Örneğin Museviliğin ilk yıllarında, dünyevilik ve parayı kutsallaştırma eğilimleri yoktur. Dinî kaynaklarda Hz. Musa’nın kavminden bir ay ayrılmasıyla, insanların buzağıya tapmaya başladığı anlatılır. Peygamberlerinin kısa süreliğine uzaklaşması toplumu geçmişten kalma kültürel eğilimlerine geri döndürmüş ve onların dünyevi anlamda kutsal saydıkları şeye tekrar bağlanmalarına yol açmıştır. Hıristiyanlıkta da aynı durum söz konusudur. Sevginin başlıca erdem sayıldığı dinin mensupları, din adına engizisyon mahkemeleri kurmuş, cadı avına çıkmış, kilise adına insanları öldürmüştür. Antik Çağ’ın etkisinde kalarak akıl hastalarını zincire bağlayan ya da ateşe atan Hıristiyanlar, bağlı bulundukları değerlerin özüne aykırı davranmışlardır. Benzer şekilde, İslam dininin zuhur ettiği ilk yıllarda barış ve hoşgörü anahtar erdemlerden sayılırken, Hz. Muhammed’in kimseye şiddet uyguladığı görülmemişken ve tarihte ilk kez bir din kadın haklarından bahsederken; Hz. Peygamber’den sonra gelen nesillerin İslamiyet’i yaşayış tarzındaki yanlışlıklar, bu dinin güzel erdemlerinin 198 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI fark edilmesini engellemiştir. İnsanlıkla ilgili çok yeni durumların konuşulduğu ve farklı kavramların ortaya atıldığı bu devirde, değerlerin hayata geçirilmesi bakımından, insanlık tarihinin en hızlı sosyolojik gelişimi yaşadığını söyleyebiliriz. Fakat Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Arapların kendi geleneksel öğretilerine dönmeleri, Mezopotamya kültürünün ön plana çıkması ve Emevilerle birlikte baskıcılığın da söz konusu olmasıyla İslamiyet’in incelikleri göz ardı edilmeye başlanmıştır. Hz. Muhammed’in hayatını incelediğimizde Arap geleneklerinden uzak, barış ve uzlaşmayı ön planda tutan, paylaşmaya çok önem veren bir yaşantıyla karşılaşırız. Paylaşma vurgusunun, İslamiyet’in yayılmasında tesiri büyüktür. Hz. Muhammed “Neredeyse komşunun komşu üzerinde mirasçı olacağını zannettim” diyerek bu konudaki hassasiyete dikkat çekmiştir. Yine İslamiyet, sosyal bir değer olarak adaleti ön planda tutmuştur. Hümanizm, asıl değer olarak sınırsız özgürlüğü benimsemiş, semavi dinlerin insanı hudutlara hapsettiğini söylemiş ve sosyal değerleri ikinci plana atmış; değerlerini, limitlerin kimseyi yerinden kıpırdayamaz hâle getireceği ve bunun da insanlardaki girişimciliği önleyeceği düşüncesine dayandırmıştır. Ancak Batı’nın son yüzyıllarda benimsediği bu hümanistik değerler, 1990’lı senelerden sonra değişim geçirmiştir. Yaklaşık son yirmi yıldır biyoloji alanında yapılan çalışmalar, insan davranışlarının sınırlandırılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Duygusal zekâya vurgu yapan bu tez, hümanizmin “Özgür ol, zincirleri kır, duvarları yık, istediğin gibi yaşa!” sloganının sorgulanmasını sağlamış; asıl özgürlüğün insanı esir eden duygularından kurtulmasıyla gerçekleşeceğini söylemiştir. Arzuların ve kimi duyguların oluşturduğu baskı sebebiyle, pek çok şeye karşı bağımlılık geliştiren kişi, gerçek özgürlükten uzaklaşmaktadır. Bir başkasının esiri olmayı kabul etmeyen insanın, duygularının esiri olmaktan da uzak durması gerekmektedir. İşte hümanizmin “İnsanları özgür bırakırsak mutlu olacaklardır.” tezi, bu noktada tehlikeye girmiştir. ve bu tezin yanlışlığı; Hitler’in ortaya çıkması, nükleer bombaların kullanılması, uyuşturucu alımının yaygınlaşması, çocuklara yapılan cinsel tacizlerin artması, sadizmin yükselmesi, empatinin azalması, duygusal beceriksizliklerin yoğunlaşması ve bencilliğin had safhaya varmasıyla kendini göstermiştir. Hümanizmin temel aldığı özgürlüğün her şeyi çözeceğine dair inancın yeniden yapılandırılması, bunun içinse erdemlerin yıpranmadan eğitilmesi gerekmektedir. Bireysel mutluluk ve toplumsal barış için duyguların eğitilmesi ve erdemlerin yeniden gözden geçirilmesi, hümanizmin sorgulanmasını sağlayacaktır. İçinde bulunduğumuz postmodern dönemde, bilimsel birikimler ve teknolojik kazanımlara rağmen toplumların ahlaki gelişiminde yaşanan yıpranma ve bozulmalar, insanların maddeye dayalı şeyleri kutsallaştırmalarının sonucudur. Hümanizmin bir getirisi olan insan hakları hâlâ dünyanın evrensel değerleri arasında yer alırken, insana sınırsız özgürlük imkânının tanınıp tanınmaması gerekliliği, ciddi bir tartışma konusudur. 199 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Duyguların Değerlere Yansıma Şekilleri Değerleri anlamlı kılan, onların duygularla birlikte ele alınmalarıdır. Erdemlerin duygulardan yoksun olması, insanın inandıklarının temelini bulmasında güçlük yaşamasına sebep olabilir. Örneğin alçakgönüllü olmayı seven, gurura kapılmaktan hoşlanmayan, doğruluktan vazgeçmeyen insanların bu erdemlere olan yakınlığını, o kişilerin hissettiği duygular belirler. İnsanların değer olarak kabul ettikleri maddi şeyler vardır. Bir de bunun ötesinde fark edilmeyen, manevi faziletler mevcuttur. Soyut ya da somut bütün değerlerin hayata geçirilmesinde insanı motive edecek olan şey, inandığının gereğini en güzel şekilde yapmaktır. Yoksa maddi refahla mutluluk arasında birebir bağlantı kurmak yanlış olur. İnsanın Değeri Neyle Ölçülür? İnsanın değerini belirleyen şey, herhangi bir konuda kötülük yapma ve elindeki imkânları kendi lehine çevirme fırsatı varken, iyilik ve dürüstlükle ilkelere uygun olarak hareket edebilmesidir. Bir insanın inandığı değerlere aykırı davranmasının göstergesi olarak, her duyduğunu doğru kabul edip söylemesi yeterlidir. Erdemlerin kesintisiz olarak yaşama geçirilmesinde, doğru, duru ve sade niyetler taşımak ciddi rol oynar. Ekonomiye Hâkim Olan Değerler ve Modernizmin Bunalımı Ahlaki değerlerle gelişen ekonomik sistemin yetersiz olacağını savunan düşünce, tüketim davranışında bencilliği ve çıkarcılığı ön planda tutar. Kapitalist anlayışa sahip olan klasik iktisatçılardan Adam Smith’in teorisine göre “Ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır.” İnsanı motive eden şeyin, kendi menfaati olduğunu düşünen Smith, ahlakın maddi çıkarlara zarar verdiğini ve bu sebeple ekonominin kayba uğradığını iddia eder. Modernizm, iş yaşamında rüşveti teşvik edip, yolsuzluğa ve kolay para kazanmaya kapı aralayarak insanlardaki bencilliği körüklemiştir. Parası olanın tembelleştiği ve diğer insanlara karşı duyarsızlaştığı, “bananecilik” düşüncesinin geliştiği bir toplum, paylaşımcılığa da zarar vermiştir. Neticede bireysel sorumlulukla sosyal sorumluluk arasındaki denge bozulmuş, bu da ekonomiye yüksek faiz oranlarıyla yansımıştır. Tembelliğin yaygın olduğu toplumlarda üst gelir grubuna dâhil olan insanlar, gelirlerine güvenerek çalışmaktan uzak durdukları için faiz oranları tepe noktalara çıkmaktadır. Buna karşın alt gelir grubu ise, neredeyse onların yerine de çalışarak, hayatlarını kazanma çabasındadır. Bu noktada dinlerin getirdiği ahlak yasalarına baktığımızda; bu yasalarda insanlardaki egoizmi gidermeye ve toplumsal yardımlaşmayı tesis etmeye yönelik 200 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kurallar olduğunu görürüz. Birçok dinde var olan insaf kavramı, yoksul ve düşkünlere yardım etme gibi davranışlar, kişiye sosyal sorumluluklarını hatırlatmak içindir. Toplumsal alandaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin şekilde işlemesi için, toplumun ahlaki tercihlerinin ne kadar önemli olduğu, modern hayatın birçok tecrübesinden sonra ortaya çıkmıştır. Cemiyetin ahlaki tercihlerinin topluma ait bütün kurumlarda geçerli olmasının yolu, bireyin grup içindeki faaliyetinin nelerden etkilendiğini bilmekten geçer. Çünkü kişisel seçimler, aynı kara parçası üzerinde yaşayan insanların ekonomik faaliyetlerini, sosyal hareketlerini ve hatta paranın yönünü tesiri altına alır. Bu nedenledir ki, genel etik kurallar, piyasa ekonomisi üzerinde belirleyicidir. Emeğin değerini artıran ahlaki vurgular, ekonomide üretimi hızlandırırken gereğinden fazla tüketim bu değeri zayıflatmaktadır. Örneğin piyango oyunlarının yaygınlığı, insanları kolay yoldan para kazanmaya sevk ettiği için çalışma hayatındaki faaliyetleri zayıflatmıştır. Şu an içinde yaşadığımız kapitalist sistem, mantığı dışlayarak toplumun kendiliğinden doğan bir düzen içinde bulunduğunu; insani ve etik değerlerin, yapılan işlerin sonuçlanmasını yavaşlattığını söylemektedir. Antik Çağ’da geçerli olan toplumsal kurallar, bu yüzyıla adapte edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan şey, modernizmin ahlaki bunalımıdır. Fakat bu noktada çoğu kimsenin gözden kaçırdığı bir şey vardır; o da modernizmin ahlak kavramını bilerek dışlamış olmasıdır. Sistem, bilim adına insanlara yön veren davranış ve düşünce kalıplarını bir kenara itmiştir. Ancak deneme-yanılma yöntemiyle elde edilen sonuçlar bu kuralsızlığın nelere mâl olduğunu ortaya koyduğunda, etik değerler tekrar gündeme gelmiştir. Batılıların ve materyalist inanıştakilerin bulanık olduğunu düşündükleri için kabul etmek istemedikleri niyet ve irade gibi mefhumları, bugün yeniden elde etme ihtiyacı hissedilmiştir. Bir davranışın maksadını göz ardı ederek ”İyi niyetlerden sonuç çıkmaz” düşüncesi ve insanın iç dünyasının adeta yok sayılması, davranışların referansı olarak kabul edilen akılcılığın göstergeleri olarak kabul ediliyordu. “Ahlak bilimsel bir kategori değildir” söylemiyle ifade edilen ve toplumun sosyal dokusunu ihmal eden modernist düşünceye karşı, çağdaş ahlakçılar, değerlerin gücünü inkâr ettiklerini fark etmiş ve erdemlerin insanın doğasıyla ilişkili olduğunu söylemeye başlamışlardır. Ekonomideki arz-talep dengesinin ihtiyaçlar değil, insan tabiatının kimi özellikleri tarafından tayin edildiğinden bahsedilmesi, bu farkındalığa bir örnektir. Eğer gerçekte, ekonomi ihtiyaçların sırtında ilerleseydi, herkesin ihtiyacı karşılanır ve harcama bir noktada biterdi. Kapitalist sistemin üretimi hızlandırma yolu, tüketimi arttırmaktan geçer. Tüketim modern insan için kutsal bir noktada bulunurken, elindeki sermayesine güvenmekten çok üreterek var olan kişi, ahlaki tercihlerini bu değer üzerinden oluşturacak; neticede yapılan tercihler de piyasa ekonomisini etkileyecektir. Bu konu, kâr etme güdüsünün mukaddes kabul edildiği kapitalist sistemlerde de, bu dürtünün 201 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN ahlaksızlık olarak nitelendirilip tamamen reddedildiği sosyalist sistemlerde de kısmen yanlış algılanmıştır. “Devletçi” yaklaşımda olanlar, sırtlarını bu güce dayayarak devleti bir geçim kapısı gibi görüp, kendilerini güvende hissetmek isterler. Bu düşünce yapısında olanların girişimci ve çalışkan insanları “üçkâğıtçı” olarak görme eğilimleri vardır. Diğer yandan kapitalist görüşün savunucuları ise, piyasa ekonomisine “avanta ekonomisi” gözüyle bakmaktadırlar. Piyasa ekonomisinin avanta ekonomisine dönüşmemesi ve devletin sadece düzenleyici olarak kalması için serbest piyasanın, toplumun ahlaki tercihlerini göz önünde bulundurarak geliştireceği bir sisteme ihtiyaç vardır. Modern felsefenin argümanlarıyla donanmış olan Batı’nın son zamanlara kadar görmek istemediği erdemler, üretimde kalitesiz mala karşılık yüksek fiyat oluşumuna sebep olmuştur. Ancak şimdilerde Batı dünyası, modernizmin bir sonucu olan ”Sen çalış, ben yiyeyim” düşüncesini ortadan kaldırmak ve toplumdaki tembelliğin önüne geçmek için, ahlaki dokunun ekonomide önemli bir belirleyici olduğunu savunmaktadır. Buna paralel şekilde, her kurum kendi ahlak anayasasını vücuda getirmekte ve müesseselerde çalışmaya başlayanlar, dürüst olacaklarına, dışarıya sır taşımayacaklarına ve yalan söylemeyeceklerine dair yemin etmektedirler. Toplumsal Doğrular, Piyasa Ekonomisi ve Rüşvet Ekonomik hayattaki önemli problemlerden biri olan rüşvet; insanları tembelliğe, miskinliğe, çalışmaktan kaçarak başkalarının sırtından geçinmeye teşvik etmektedir. Bu durum, alıcı ile satıcının aynı güven paydasında buluşmasını engellemektedir. Esasında malı alan ve satan kişilerin birbirlerine itimatlarının tam olması, o işin işlem maliyetini düşürür. Francis Fukuyama toplumları “yüksek ve düşük güvenli” olmak üzere ikiye ayırırken, ekonomik hareketliliğin ve refahın, güven duygusu yüksek toplumlarda daha fazla olduğunu ve işlem maliyetinin bu toplumlarda daha düşük oranlarda seyrettiğini söylemiştir. Güvenin, ekonomik hayatta ne kadar önemli bir erdem olduğu, bu ifadeyle net bir şekilde kendisini göstermektedir. Zira rüşvetin verimliliği azalttığı, emeğin değerini zayıflattığı ve tembelliği özendirdiği düşünülürse, güvenin önemi bir kez daha ortaya çıkacaktır. Diğer yandan, iktisadi hayatta dürüstlük ve gayret gibi erdemlerin varlığı; insanların birbirlerini aldatmasına, borçlarını inkâr etmelerine ya da iş ilişkilerinde ikiyüzlülük yapmalarına geçit vermemektedir. Bu erdemler, aynı zamanda diğer kişiler üzerinde pozitif etkilenmeye vesile oldukları için, üretim sahibinin piyasadaki kredisini iki üç misli arttırmaktadır. Dürüstlüğün ön plana çıktığı ekonomilerde, üretim artarken maliyet düşer. Maliyeti düşürmenin en iyi yollarından biri de kazancı paylaşmaktır. Bu sayede insanlar arasında “veren” 202 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kişinin bencilliğinin önüne geçen ve “alan” kimsenin de servet düşmanı olmasını engelleyen bir tesir oluşur. Ekonomide hâkim olan değerlerin toplumun ahlaki norm ve tercihlerine uygun şekilde düzenlenmesi, psikolojinin “karşılıklılık” ilkesini hatırlatmaktadır. Örneğin ”İyilik et, iyilik bul”, ”Saygı göster saygı bul”, ”Başkasını dinle ki o da seni dinlesin”, ”Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma”, ”Almak için vermek gerekir”, ”Tüketmek, üretmeden olmaz”, ”Her şeyin bedeli vardır”, ”Üç kuruşa beş köfte alınmaz”, ”Bedava ekmek yoktur”, ”Yaşadığın toplumun çıkarları için kişisel özveriye hazır ol” mesajlarıyla özetleyeceğimiz toplumsal doğrular, piyasa ekonomisinin kabul sınırları içindedir. “Karşılıklılık ilkesi” neticesinde oluşturulan toplumsal güvene dayalı bir ilişki modeli, ticari hayata güven getirecektir. İktisadi yaşamın halkın ahlaki doğrularıyla uyuşmaması, ekonomik hareketliliğe zarar verir. Para Kazanma ve Harcamada Değerlerin Yeri Para kazanma eylemi, gündelik yaşantımız içindeki nötr eylemlerden biridir. Bu davranış her ne kadar ahlaki kavramlarla izah edilecek bir yapıda olmasa da, gayriahlaki bir durum olarak da değerlendirilemez. Para kazanma arzusunda önemli olan, onu neden kazanmak istediğimizdir. Buna ilaveten kazanmanın şekli ve harcama biçimine göre de niteliği değişir. Şayet kazancı artırmak bireysel ihtiyaçların ötesinde amaçlar taşıyorsa, örneğin bu geliri toplumla paylaşmak, insanların yararına kullanmak ve onunla yoksullara yardım etmek gibi hedefler söz konusuysa, sarf edilen güç erdemli bir davranışa dönüşebilir. Fakat kazançta yalnızca şahsi menfaatler ön planda tutuluyorsa, ferdi menfaatin ötesine giden bir hedef yoksa, hırslı bir şekilde para kazanmayı istemenin ahlaklı olduğunu söylemek güçtür. Başkalarının hakkına tecavüz ederek sağlanan kâr ya da yasadışı yollardan elde edilen gelir, kazancın hedefi iyi olsa bile onu elde etme şekli bakımından etik değerlere uygun değildir. Maddi kazanç elde etme ya da onu bir hedefe yöneltmeyle ilgili kurallar, mülkiyet duygusunun henüz geliştiği çocukluk döneminde öğrenilir. Yaradılışı itibarıyla, insanın genlerinde herhangi bir şeye sahip olma dürtüsü yoktur. Mülk edinme arzusu sonradan, sosyal öğrenmeyle gerçekleşir. Çocuğun basit bir eşyasını bile kendisi izin vermeden kullanmak “sahip olma” kavramını onun zihnine kazıyacaktır. Başkalarına yönelik davranışlarımızı, çocukluğumuzdan itibaren edindiğimiz tecrübelerle oluştururuz. Çocuğumuza ait eşyaların kullanım hakkının yalnızca onda olduğunu belirttiğimizde çocuk, kendi malını diğerlerininkinden ayırt edecektir. Küçük yaşlardan itibaren yerleşen mülkiyet duygusu, ekonomiyi de etkiler. Özgürlük Ortamı ve Değerlerin Gelişimi Serbest toplum, iyi ile kötü arasındaki tercihi istediği şekilde yapma şansına sahiptir. Bu durum, kişisel ve toplumsal erdemlerin gidişatı bakımından önemlidir. 203 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Zira özgürlük ortamı, bütün değerlere daha iyi gelişme şansı verir. Bunun aksi yaşandığında, yani insanlar zorla ahlaklı olmaya itildiklerinde, yanlış davranışlar gizli olarak yapılmaya başlanır. Oysa bireylerin tek başlarına karar alma imkânları olduğunda, kimin daha erdemli olduğu ortaya çıkacaktır. Fakat baskıcı yönetimlerin hâkim olduğu toplumlarda, insanlar görünüşte belli prensiplere uymak zorunda olduklarından gerçekte kimin kimden üstün olduğu ayırt edilemeyebilir. Başkalarının kendileri hakkında aldıkları kararlara uyma zorunluluğu olan kişiler, kendilerine fırsat verildiği takdirde “iyi” ya da “kötü”nün hangi kanadında bulunduklarını göstereceklerdir. Böylece insanların çoğunun benimsediği değerler, o halkın genel ahlak kurallarını oluşturacaktır. Bu noktada özgürlük, kilit rol oynayan bir değerdir. Özellikle bazı despot yönetimler, ahlak adına uyguladıkları baskıcı rejimlerle, insanlara tercih hakkı tanımaksızın onları, kendi doğru bildikleri kurallara hapsetmeye çalışırlar. Toplumun giyim kuşamına müdahale ederek kendilerine ait olmayan alanlarda söz söyler, kararlar alır, bazen de “toplumun öyle isteyeceği” varsayımıyla inanmadıkları şeylere imza atarlar. Kendileri özgür tercihlerini kullanamadıkları için, bireylerin de tek başlarına karar vermelerini istemezler. Özgürlüğün yeşerdiği toplumlarda işler ters gittiğinde despotik rejimlerin yıkılmaları, sonuca katlanamamalarından kaynaklanmaktadır. Ahlakın Dinamikleri ve Vicdanî Hukuk Ahlak, duygu ve değer boyutlarıyla insanın mutluluğunda yer alan önemli bir kavramdır. Bu genel tanımın kapsamı çoğunlukla “uyulması gereken, üzerinde anlaşılmış ortak kurallar” çerçevesinde değerlendirilse de ahlaki değerler, belli toplumların belli zamanlarda benimsediği ve uyguladığı davranış kalıplarıdır. “A” toplumunun “B” döneminde hüküm süren ferdi ve içtimai kuralları gibi… Ahlakı, bilimsel kategoride değerlendirenlerin tanımı ise şöyle özetlenebilir: Muayyen bir dönemde, açık ve kesin olarak belirlenmiş bir topluluğun uyması gereken davranış kurallarını inceleyen bilim dalı. Bu tanımlamayı esas alarak toplumların geneline hâkim olan kurallardan bahsetmek zordur. Aynı topluluk içinde yaşayan bireylerin, hepsinin kabul ettiği bazı kaideler varsa da, zaman ve şartların ahlaki dinamikleri değiştirmesiyle mevcut prensipler yeniden yorumlanabilir. Bu noktada hukuk, kanunların koruduğu; ahlak ise vicdanın koruduğu menfaatleri belirler. Bu sebeple ahlaka “vicdani hukuk” da denilebilir. Ahlakın Biyolojik Boyutu Son yüzyıla kadar daha çok felsefenin ilgi alanına girdiği düşünülen ahlak, insan biyolojisine yakınlığı açısından da araştırılmaya başlandı. Bilim adamları bu kurallar bütününün ne derece doğal bir eğilim olduğunu tartıştılar. Bu noktada insanın sosyal bir varlık olması, tek başına yaşayamaması, planlarını başkalarını da hesaba katarak 204 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yapması ve sosyal sorumluluklarının bulunması, varoluşu itibariyle ahlaklı olmasını bir zorunluluğa dönüştürdü. Dolayısıyla bu konuda, kimi düşünürlerin ahlakın doğuştan gelen bir eğilim olduğu tezi de desteklenmiş oluyordu. Zira insan hem mutlu olmak hem de toplum içinde rahatça yaşamak için bazı kurallara ihtiyaç duyar. Şayet bu ilkeler olmasaydı, sokakta dolaşmak bile güçleşirdi. İnsan davranışlarını ve ikili ilişkilerini belirleyen ahlaki doğrular; kişinin oturup kalkma şekli, yemek yeme biçimi, giyinme tarzı, bulunduğu ortama uyum sağlaması gibi birçok alanda kendini gösterir. Zaaflar ve Radikal Ahlakçılık İnsan, hayatta bireysel ve toplumsal olmak üzere iki tür sorumluluk alır. Fakat bazı kimseler, tekil sorumlulukla çoğul sorumluluk arasındaki dengeyi tutturmakta zorluk çeker. Kendi üzerlerine düşeni yapamamaktan utanç duyan kişiler, bunu örtmek için ağır yükler taşımaya kalkarlar. Başkalarına yüksek değerde şeyler vererek onlardan sadakat bekleyen kişilerse, insani duyguları kullanmak suretiyle insanlar üzerinde bir tür baskı kurarlar. Diğer insanları kendi uzantıları gibi görürken, içlerindeki suçluluk ve eksiklik duygularıyla mücadele içindedirler. Bu insanlar, karşısındaki insanın oturup kalkmasından, giyinme şeklinden, konuşma biçiminden, diğer insanlarla olan münasebetlerinden hatta uyku saatinden bile kendilerini mesul görüp, sorumluluk duygusundan kaçma dürtülerini bastırmış olurlar. Kendi eksikleriyle mücadele ederken, dışarıya fazlalıklarını aksettirirler. Bu durumu, yalancılık eğilimi başkalarına nispeten fazla olan ve ahlak konusunu sıkça vurgulayan kişilerde görmek mümkündür. Yalan konusundaki zaaflarıyla mücadele edenlerin, bunu dışarıya yansıtmaları radikal bir ahlakçılık şeklinde olabilir. Kendi mesuliyet sahasının dışında, aşırı sorumluluk altına giren insanlarda görülen bir diğer özellik ise bencilliktir. Diğer insanlarla fazla ilgili görünen bu kişilerde her şeyi denetleme arzusu vardır. Bu tipler, karşılarındaki insanların ruhlarını dahi kontrol etmek isterler. Kendisiyle bir başkası arasındaki sınırı barışçıl şekilde çizemeyenler, çoğunlukla, duygularını eğitme zorluğu çekenlerdir. Sorumluluk duygusu dengede tutulduğu takdirde mutluluğun anahtarı olan bir erdeme dönüşür. Fakat kişinin muhataplarına yönelik beklentilerinin yüksek olması ve dürtülerini kontrol edememesi, hem bireysel sınırları hem de toplumsal ayrımları ortadan kaldırır. Düşünce Kalıpları ve Değerler İnsanın inandığı değerleri belirleyen en önemli şey, düşünce kalıplarıdır. Düşünce kalıpları, kazanılmış bilgilerden oluşur. Bir kişinin şahsiyetini oluşturan üç temel vardır: Bunlardan birincisi sorun çözme stili, ikincisi iletişim tarzı, üçüncüsüyse düşünce biçimidir. Düşünce kalıpları, beyne program yazmak gibidir. “Sigara içmek kötü değildir” ya da “İnsan mecbur kaldığında yalan söyleyebilir” gibi düşünceler, 205 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN adeta daha önce beyinde kodlanmış bir programın ürünleridir. Kişi bu fikre, beynin bilgilendirmesi olmadan ulaşamaz. Aynı şekilde değerler de beynimizdeki programlara benzer. Bir insanın özel hayatındaki düşünce kalıplarının toplum nezdindeki karşılığı, halkın onayından geçmiş değerlerdir. Genel kitlenin benimsediği erdemler ne kadar çok kişi tarafından kabul edilirse, toplumsal hafıza da o oranda güçlü olacaktır. Bir topluluğun öncelik verdiği erdemler, aynı zamanda onun belirgin özelliklerini oluşturur. Millet, kabul ettiği faziletlere dayanarak ya gelişir ya da tarihin sayfalarına karışır. Örneğin Hıristiyanlıkta insanın doğuştan günahkâr olduğu düşünülerek, bebekler vaftiz edilir. Bu durum ise insanları ruhban sınıfına bağımlı yapar. Çünkü bu inanç doğrultusunda insanlar, başlangıçtaki temizlenmeyle yetinmemiş; günah çıkarmak, sürekli itiraf etmek suretiyle kiliseye bağımlı kalmışlardır. Kilisenin bu kutsal duruşu ve sonu gelmeyen bir denetleme mekanizmasının olması, insanların özgürleşmesine engel olmuştur. Batı dünyasında Rönesans ve Reformun ortaya çıkışı, bu engellenmelere karşı çıkmak için gerçekleşmiştir. Kısacası düşünce kalıpları ve değerler sadece kişileri değil, toplumları da dönüştürmektedir. Değerler ve Vicdan Değerler bir toplumun iskeletini oluşturan unsurlardır. Bu unsurlar ne kadar sağlam olursa inanç da o oranda güç kazanır. Erdemler, insanın vicdanıyla hayli ilgili olduğundan hayata geçirilmeleri, iç sorumluluğun gelişmişliğini zaruri kılar. İnsanların yalnız kaldıkları zamanlarda bile kötülüğe başvurmadan yaşamaları ve ahlaki normlara her hâl ve şartta uymaları, vicdani sorumluluğun iki büyük göstergesidir. Ahlaki normları değerler belirler. Bu gerçekten yola çıkarak baktığımızda, değerlerde yaşanan yozlaşmaların sosyal prensiplerde ve vicdani sorgulamalarda da değişmeye neden olduğunu görebiliriz. Zira değerler toplumun manevi dinamikleridir. Bu dinamiklerin kendini en çok gösterdiği yer ise, insanların iç dünyasıdır. Ne Kazandık, Ne Kaybettik? Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama’nın bugünkü yaşam biçimimizi çok güzel tasvir eden bir şiiri vardır. “Çağımızın Paradoksu” adlı şiirinde Lama şöyle der: Evlerimiz büyüdü fakat ailelerimiz küçüldü. Artık daha rahatız ama zamanımız az. Öğrenim seviyemiz arttı fakat anlama yetimiz azaldı. Daha fazla bilgili olmamıza rağmen, daha zor karar veriyoruz. Daha fazla uzmanız, fakat daha fazla sorunluyuz. Daha fazla tedaviye rağmen daha az sağlıklıyız. 206 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Aya gidip gelerek onca yolu kat ettik ama caddeyi geçip yeni komşumuzla tanışmakta geciktik. Daha fazla üretelim diye yeni bilgisayarlar geliştirdik; fakat daha az iletişim kurmaya başladık. Çok uzun yol kat ettik ama kalitede bir o kadar kısa kaldık. Fast food ve uzun sindirim zamanı… Anlamlar büyük fakat karakterler küçük. Kârlar yüksek fakat ilişkiler yüzeysel. Şimdi artık pencerelerimizde çok şeyin olduğu ama odamızda hiçbir şeyin olmadığı zaman… Değerlere Yatırım Yapmak Dalai Lama’nın şiiri, günümüzde değerlerin birbiriyle yer değiştirmesi nedeniyle toplumda meydana gelen değişime işaret etmektedir. Değerleri bir banka hesabına benzetirsek eğer, iyi yatırımlar yapan kişinin hesabı ona kâr getirecektir. Ne kadar kâr ettiği hemen anlaşılmasa da bu, ileri yaşlarda faydasını göreceği bir birikim olacaktır. Doğaya ya da ailesine yatırım yapan kişinin, bu yatırımların kendisine geri döneceğini bilmesi gerekir. Değerlerde meydana gelen yıpranmanın en kötü tarafı, insanın sürekli bir doyumsuzluk içinde sıkışıp kalmasıdır. Beklentileri çok yüksek olan hırslı kişiler, güne adeta o günden alacakları varmış gibi uyanırlar. Oysa doğru değerleri hayata geçirebilen kişiler, her günü kendilerine verilmiş bir armağan olarak görürler. Uyandığı her sabahın bir hediye olduğunu ve bu hediyeyi kendisine sunan bir varlığın olduğunu bilmek, kişinin hayata karşı duyduğu sorumluluğa katkıda bulunacaktır. Değerlerin aşınmasına sebep olan davranışlardan bir diğeri de teşekkür etmekten kaçınmaktır. İnsanlara teşekkür etmek, herhangi bir sebeple kalplere nefret yerleşmesine engel olur. Ayrıca iyiliğe verdiğimiz değer, zihinsel olarak endişelerin azalmasına yardımcı olur. Teşekkür etmek, davranışı beslemek ve yatırımı desteklemektir. Toplumsal Değerler Mahatma Gandhi, insanları ve toplumu mahvedebilecek “yedi ölümcül günah”tan bahsetmiş ve bunları şu şekilde sıralamıştır: 1-Çalışmadan zengin olmak ya da servet sahibi olmak. 2-Bilinçsiz keyif. 3-Karakter olmaksızın bilgi. 4-Ahlak olmaksızın ticaret. 5-İnsanlığa dayalı olmayan bilim. 207 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN 6-Özveri olmaksızın din. 7-İlkesiz siyaset. Değerleri gölgeleyerek toplumları değiştiren bütün kötülükler, ağaçlarda saklı yaşayan kurtlar gibidir. Nasıl ki kurtlar ağacı içten kemirerek devirirse, sosyal yozlaşma ve kuralsızlık da toplumu böyle çürütür. Savaş gibi halkı derinden etkileyen hadiselerde, insanların çabucak toparlanmasını ancak toplumun yerleşik değerleri sağlayabilir. Fakat savaş değerleri yok ediyorsa, yani psikolojik bir savaş söz konusuysa, erkenden harekete geçmeyi beklemek, yalnızca bir hayal olur. Zira milleti bir arada tutan toplumsal değerler ortadan kaldırıldığında, cemiyet kendisini, değişmek zorunda hissedecektir. Kültürel psikolojik savaşta, bu yönteme sıklıkla başvurulduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal Değerlerin Hayata Geçirilmesi İnsanı insan yapan geçmişi, kişilik özellikleri ve idealleridir. Bu oluşum, millet ve toplumlar için de geçerlidir. Bir milleti millet yapan; kültürü, tarihi ve ortak hedefleridir. Bir kişi gündelik hayatta karşılaştığı sorunları halletmeye çalışırken, kendi sorun çözme stiliyle değerleri arasında bir bocalama yaşarsa “nörotik” yani kendisiyle barışık olmayan, sağlıksız bir kişilik olur. Eğer bir kişi geçmişini çarpıtırsa, eski hatalarıyla cesur bir biçimde yüzleşemezse bu onun sağlıksız olduğunun delilidir. Millet için de benzer bir durum söz konusudur; halk için önemli olan değerler, tarihle yüzleşip, ait olunan kültür tanındıktan sonra işlenmeye başlanabilir. Gelecekle ilgili hedefi olmayan, geçmişiyle küs kalan, hatalarını bilen ancak onlardan ders almayan bir halk, değerlerin işlenmesine ihtiyaç duyar. Bu, toplumdaki dinamizme de katkısı olan bir durumdur. Değerlerin gündelik hayatta yer edinebilmesi için, insanların o değerleri işlemek istemeleri gerekir. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve erdemler, özünü kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir. Oysa bu konuda bir katılık söz konusu olduğunda, yeni değer üretebilmek mümkün değildir. Örneğin Orta Çağ Roması’nda giyilen bir kıyafet, o gün için normal kabul edilse de bugün için tuhaftır. O zamanın bugüne değer bakımından bazı yansımaları olsa da zamanla birlikte pek çok şey değişmiştir. Buradan yola çıkarak insan, neye değer verip neyi arkaya atacağını ve bu noktada yapacağı tercihleri iyi belirlemelidir. Kişinin kendi dünyasında gerçekleştirmesi beklenen bu belirlemenin, toplum içerisinde “halkın aklı” hükmünde olanlar tarafından yapılması gerekir. Toplumun aklı hükmündeki en önemli kurumlar ise üniversitelerdir. Bugün Amerika’yı Amerika yapan, Amerikan üniversitelerinin ürettiği değerler olmuştur. Bu üniversiteler, bütün dünyaya referans olacak şekilde bilimin merkezi olmuştur. Değerlerin üretiminde de bilimsel metotların 208 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kullanılması gerekmektedir. Günümüz insanının ruh sağlığının iyi olması hangi değerlere bağlıysa, tercih edilmesi ve yaşatılması gereken bu değerler de toplumun idealleri ve kültürel değerleriyle oluşacak senteze bağlıdır. Sonuçta bu erdemler ancak eğitimle hayata geçirilebilir.. Değerlerin Yerleşmesinde Liderlerin Önemi Doğu toplumlarının en büyük özelliği liderliktir. Türkler için liderler, tarih boyunca çok önemli olmuştur. Öncülerinin din değiştirmesiyle kitlelerin de bu yeni dini kabul etmeleri, onlara verilen önemin bir göstergesidir. Toplumun, liderleri iyi bir model olduğu takdirde iyiye, kötü bir lider modeliyle karşılaştıklarında ise kötüye yöneleceği su götürmez bir gerçektir. Bu nedenle de toplumun çıkarını kendi çıkarının önünde tutan, sözünde duran, örnek davranışlar sergileyen ve övgüye layık eylemler gerçekleştiren, gönlü kirlenmemiş liderlere ihtiyaç vardır. Bu vasıflara sahip insanların öncülüğü, cemiyetin geneli tarafından çok kolay benimsenecektir. Makyavel’e itiraz ediyorlar, “Hükümdar kitabını yazarak zalimlere iktidara gelme yolunu öğrettiniz” diye. Onun cevabı ise çok ilginç: “Ama ben onlardan kurtulmanın yolunu da yazdım.” Makyavel’in zalimlerden kurtulmak için gösterdiği yol bilinen yoldur: Zor, engelli ama sağlam. Bu yol fazilet savaşçısı olma yoludur. Kısa vadeli sonuçlar isteyenler zalimlerin yanında olabilirler ama uzun vadeli başarı isteyenler, hayatlarının sonunda iyi anılmak isteyenler ve mezar taşlarına “iyi insandı” yazdırmak isteyenler ilkeli davranmak zorundalar. Tarih mazlumların yanında olan liderleri hayırla yad etmiştir. Kanaat önderlerinin en büyük sorunlarından biri, erdemleri insanlara doğru aktarmalarına rağmen özel yaşantılarında bu değerleri uygulamamalarıdır. Bu durum aslında değerlerin işlenmesini engeller. Zira bir kimse bir değeri yüceltiyorsa, onu yaşamaya çalışmalıdır. Benimsendiği söylenen faziletler, varlıklarını kâğıt üzerinde sürdüremeyecek, ancak yaşanarak ve modellenerek hayata geçirilebileceklerdir. Erdemleri hayatımıza kitaplarla değil, fiillerle sokabiliriz. Toplumdaki Değer Taşıyıcıları İstediğiniz şeyi, bir kimseye zorla yaptırabilirsiniz ancak herhangi bir kişiye bir değeri zorla benimsetmek mümkün değildir. Değerler, gönüllü itaatle öğrenilir. Baskı kurma, zorlama ve tehditle, değerlerin yaşantıya geçirilmesi söz konusu olamaz. Bu sebeple, değerlerin en iyi öğretilme yolu, temsil ettiği kavramların sevdirilmesidir. Sevgiyle beslenen değerler, toplum tarafından kolayca benimsenir. Erdemleri zorla kabul ettirmek, onların hayata geçirilme süresini uzatır. İlahi dinlerin yayılması ve başarılı olmasının en büyük sebeplerinden biri, insanlarda değerlere karşı sevgi uyandırmasıdır. Hatta kurulu düzenin karşı çıktığı ama insanların, söylediklerini 209 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN benimsediği kimi önderler vardır ki bu kişiler, öncüsü oldukları erdemin önemli temsilcilerinden biri olmayı başarmışlardır. Örneğin Hz. Mevlana’nın sevgiyle anılması, onun bu duyguya çokça vurgu yapmasındandır. O, bu değerin neredeyse müşahhas bir örneği olmuştur. Bir kimsenin bir değerin rol modeli olması; o değeri hatırlatan davranışları, söyledikleri ve çevrenin gözlemleriyle gerçekleşir. Bir değerin insan beyninde bir program hâline dönüşebilmesi için şiddetli bir arzu, kuvvetli bir gayret ve yüksek ölçüde duygusal bir yoğunluk yaşanması gerekmektedir. İnsanın, bir değeri hayatındaki vazgeçilmezler arasında tutabilmesi için, o değere gönüllü olarak bağlanması ve inandığı değer için kendini feda etme noktasına gelmesi gerekir. İçinde sevgi barındıran ve öncüler tarafından vurgulanan disiplinler, değerlerin uygulamasına yardım eder. Siyaset ve Değerler Toplumu yok eden kültürel savaşlar, siyasetçilerin vizyonlarını ortaya koydukları durumlardır. Daha çok günlük rahatlamaları hedefleyen siyaset, anlık çözümlere yatkındır. Bu da aslında aldatıcı sonuçlara neden olur. Fakat sağduyu sahibi politikacılar, orta ve uzun vadede etkisini gösterecek olan değerlerle muamele etmeyi tercih ederler. İnsanlara karşı katı, acımasız ve bencil olmak yerine onlara yumuşaklık, nezaket ve incelikle muamele etmek, siyasi hayatın getireceği birçok olumsuzluğu bertaraf eder. Siyaset, tabiatı gereği insanları aceleciliğe teşvik etmektedir. Bu sabırsızlık, düşünce katılığını ve değişime karşı direnmeyi de beraberinde getireceğinden siyaset, kişiyi aklıselim davranmaktan uzaklaştırabilir. İncelikten yoksun olan insan, medenileşmeyi gerçekleştirememiş demektir. Son yıllarda sıkça kullanılan “çağdaşlaşma” kavramı, toplumda şiddetin azalmasına, başkalarının hakkına saygı göstermeye vesile olmuyorsa, bu değeri benimsediğini söyleyenlere inanmak hayli güçtür. Siyasetçiler, sosyal hayatta öne çıkan diğer pek çok insan gibi görünüşlerine dikkat ederler ve halkın karşısına iyi giyinerek çıkmayı onlara saygı göstermek şeklinde yorumlarlar. Dış görünüş konusunda sergiledikleri hassasiyeti, kişiliklerinde de gösteren politikacılar; anlayış, yumuşaklık ve sabır gibi erdemlerin timsali olarak, öncü kimliklerini ispatlamalıdırlar. Siyasetçiler ve askerler de dâhil hepimizin; ”Egoya güvenme körlüğü ve olsa olsa yöntemi” yerine bilimin rehberliğine başvurmamız ve çağı yakalayan, insanı kavrayan, millete hesap verecek vicdani sorumluluğunu unutmayan bir toplum olmamız tek seçeneğimiz. Siyasette Eşitlik Resmî ideolojiyi savunanlarda şöyle bir bakış hâkimdir: Halka güvenmezler, seçimlere inanmazlar, kendi oylarını başkalarının oylarından üstün görür ve cumhuriyetin sahibi rolünü oynarlar. Buradan yola çıkarak şöyle bir soru sorabiliriz: 210 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sığ modernlerin oyları ile eğitimsiz insanların oyları neden eşittir? Birinci cevap, siyasal bakıştır. Fransız İhtilali’nden beri dünyada rejim tartışmaları olmaktadır. Batı ülkeleri demokrasi kavramını ehven-i şer gibi görmüşlerdir. Churchill’in bir sözü bu durumu açıkça ortaya koyar; “En iyi ikinci sistem demokrasidir, birinciyi bilmiyorum.” Yani demokrasinin alternatifi diktatörlüktür ve demokrasi en iyi diktatörlükten bile iyidir görüşü ile profesörün oyu ile çobanın oyunu eşit görmek çaresizliğini kabul etmişlerdir. İkincisi, psikolojik bakıştır. Her insan orijinaldir, “unique”dir, benzeri yoktur. Bu nedenle en sefil gözüken insanı bile küçük görmemek gerekir. Üçüncüsü, etik bakıştır. Hangi insanın değerli ya da önemsiz olduğu hayatının sonunda anlaşılır. Geleceği göremediğimize göre kimseye önyargılı olmamalıyız. Eşitlikten Ne Anlıyoruz? Eğer eşitlik insan olmakta ise herkes eşittir. Eğer eşitlik hukuk önünde eşitlikse herkes eşittir. Eğer eşitlik biyolojik özellikle ilgiliyse herkes aynı inorganik maddelerden yaratılmıştır. Ölümlüdür ve eşittir. Eğer eşitlik fiziksel güzellikle ilgiliyse kimse eşit değildir. Eğer eşitlik parasal birikimle ilgiliyse kimse eşit değildir. Eğer eşitlik zekâ düzeyi ile ilgiliyse kimse eşit değildir. Eğer eşitlik şeref ve fazilette ise kimse eşit değildir. Eğer eşitlik toplumun onu sevmesinde ise kimse eşit değildir. Eğer eşitlik topluma faydalı olmakta ise kimse eşit değildir. Eğer eşitlik vatanseverlikte ise kimse eşit değildir. Eğer eşitlik görevini tam yapmakta ise kimse eşit değildir. Eğer eşitlik ruh zenginliğinde ise kimse eşit değildir. Bütün bu değerleri puanlayıp terazinin kefelerine koyduğumuz zaman bazen bir çoban, profesörden veya mankenden üstün olabilir. Demokraside büyük çoğunluk eğitimli azınlıktan önce gelir, son sözü söyler ve toplumsal barış oluşur. Tabii uygularsanız. Siyasal Sistemlerde Paternalizm Varoluş için özgüvene sahip olamayan, bağımlılık duyguları yüksek ‘paternalist’ yani babacı, babayı ve atayı kutsallaştıran anlayışlar kendi çözüm ve modernizmini oluşturamadığı için iç huzuru sağlayamazlar. Batı dünyası, kendi modernizmini 211 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN geliştirirken varoluş anksiyetesini yöneterek çağdaşlık standartlarını oluşturmuştur. İngiltere, Hollanda gibi kuzey demokrasileri monarşiyi minimalize etmiş fakat yok etmeyerek sağlıklı bir geçiş sağlamışlardır. Fransızlar, baba kompleksi içinde çatışmalı jakoben, giyotinli değişimler yaşamış; iç huzurun temini için ikinci, üçüncü cumhuriyetler geliştirmeye çalışarak modernleşme yolunda ilerlemişlerdir. Türkiye’de resmi ideoloji ‘paternalist’tir. “Kurtar bizi baba” gibi paternalist yaklaşımlar özeleştiri yaptırmaz ve gelişmeyi engeller; bu tür toplumların yazılı olmayan kuralları, inançları ve kutsalları vardır. Bu nedenle travmayı çözmekte zorlanırlar. Politik psikoloji çalışmaları ile tanıdığımız Prof. Dr. Vamık Volkan ‘Türkiye Osmanlı’nın ve Atatürk’ün yasını tutmayı başaramamıştır’ derken haklıydı. ‘T.C.’ Osmanlı sonrası baba kompleksi ile hareket ederek modernizmi; iç barışı bozacak şekilde yönetmiştir. 1950 sonrasında ise çok partili cumhuriyete geçerken; paternalizm yani babacılık ile hareket ederek, tek parti dönemindeki değerleri mumyalaştırarak ve kutsallaştırarak değişime direnmektedir. Değerlerin Hayat Tarzına ve Davranışa Yansıması İnsanların, varlık ve imkânlarını gösterişe dönüştürmemeleri büyük bir erdemdir. Ancak modernizm, zevahiri iç derinlikten daha kutsal bir noktada tutarak, herkesi sahip olduğu olanakları zorlamaya teşvik etmektedir. Borçlanarak mal sahibi olma, yüzeysel bilgilerle âlim sınıfına girme, mevcutla yetinmeyerek hep daha fazlasını isteme durumları, bu hayat tarzının en bariz örnekleridir. Modernizmin dayattığı bu yaşama ve davranış biçimi, ruhların olgunlaşmasına mani olmaktadır. Değerleri yıpratıp onların gelişimini engelleyen bir hayat tarzı, toplumların manevi çöküşlerine zemin hazırlar. Çocuklara Karakter Eğitimi ve Psikolojik İhtiyaçlar Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren verdiğimiz karakter eğitimi, ahlaki değerlerin eyleme dönüşmüş şeklidir. İnsan, istekleriyle ihtiyaçları arasında gider gelir. Ancak bazı arzular, zamanla ihtiyaç halini alabilir. İnsanoğlu güçlü olmayı talep eder. Fakat şartlar, bu isteği gerekliliğe çevirebilir. Kişi, çoğunlukla bu iki durum arasındaki dengeyi korumaya çalışmaktadır. İstikrarı tutturma çabası, kişiyi, sorunu çözmek için düşünmeye ve üzerinde çalışmaya sevk eder. Bu aşamada önüne çıkan fırsatların değerlendirilmesi de söz konusu olacaktır. Psikolojik ihtiyaçların herkesin benimsediği değerlere dönüşmesinde, örneğin sevgi, şefkat, cesaret gibi duyguların bir erdem halini almasında, isteklerin genele yayılmasının etkisi vardır. Değerler, insan dışında hiçbir canlıya öğretilemez. İnsanın doğuştan gelen yalnızca birkaç eğiliminden söz edebiliriz. Bunlar; yemek, içmek, cinsellik gibi eğilimlerdir. Bunun dışındakiler öğrenilmiş davranışlardır. 212 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İnsanların oluşturduğu değerlerin ne kadarının semavi, ne kadarının insan kaynaklı olduğunu tam anlamıyla kestirmek gerçekten güç olacaktır. Çünkü insan, zihinsel üretim kapasitesi sayesinde proje ve bilgi üretebilmekte yahut mevcut bilgilerden yeni bilgiler elde edebilmektedir. Beyni en çok çalıştıran egzersizlerden biri, mevcut bilgileri kullanarak bir şeyler yapmak değil, yeni bilgiler üretebilmektir. Zihinsel esneklik adı verilen ve son on senedir telaffuz edilmeye başlanan “nöroplastisize” kavramının bilinmesiyle birlikte insanın, değerleri sosyal öğrenme sonucu elde ettiği ortaya çıkmıştır. Değerlerin Yenilenmesi veya Yeni Ortak Değerlerin Kazanımı Değerler aktif bir yapıda olduklarından, kendilerini yenileme özelliğine sahiptir. Bu sebeple, değişmez erdemlerden söz etmek zordur. Bilhassa insanın çocukluğunda öğrendiği değerler bir süre sonra, hayat senaryoları biçiminde, beynine yazılır. Bazı değerler sabittir. İnsanı basit doğrular mutlu eder. Gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız, sadece yaşantımızın pratiğine yönelik olan basit bir erdemin, içinde bulunulan dönemin şartlarına uygun olarak yeniden üretilmesi için, basit doğruların insanı mutlu ettiği gerçeğinden yola çıkılmalıdır. Değerlerin özü değiştirilmeden, yalnız kabuğu değiştirilerek yenilenmesi mümkündür. İnsanoğlu, çocukluktan itibaren öğrendiği erdemleri, başka kişilerle bir araya geldikçe ve hayattan yeni şeyler öğrenmeye başladıkça tekrar şekillendirir. Ancak “Benim değerim, karşı tarafın inandığı değerin üstündedir” düşüncesi, kişinin hayatla olan ortaklığını bozar; bu sebeple yeni ortak değerlerin oluşturulmasını zorunlu kılar. Önyargılar ve Değerler İnsanoğlu, kendi inandığı değerlerle başkalarının önemsediği değerlere objektif bakamayabilir. Örneğin; kendi yaptıklarının makul olduğunu düşünürken, bir başkasının benzer davranışlarını “yanlış” kategorisi altında değerlendirebilir. İşte bu noktada önyargılar devreye girer. Değerlerin seyrini en çok etkileyen şey, önyargıdır. Değerlerin uygulanmasında belli aşamalarda esneklik olsa da genel sınırların dışında yaşıyor olmak, çok fazla kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. İnsan hayat becerilerini ne kadar geliştirebilirse, değerleri özümsemesi de o oranda artacak ve bu sayede kişilik olgunlaşması da hızlanacaktır. Karakterin gelişmesi, davranış diline yansır. Sıradan insan söz diliyle olgun insan ise davranış diliyle konuşur. İnsanların birbirlerine her şeyi sözle söylemesini beklemek doğru değildir. Kişi, muhatabının bazı tutum ve davranışlarından, onun ne demek istediğini okuyabilir. Ancak bu okumayı gerçekleştirmek, belli bir beceriyi gerektirir. Hatta din bilginleri Yaratıcı’nın “olayların diliyle konuştuğu”nu söylerler. 213 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Zaman zaman kişinin inandığı değerlerin kaydığı yahut amacından saptığı düşünülebilir. Ancak insan olgunlaştıkça ve kendini geliştirdikçe benimsediği değerlerde bir kayma oluşsa da kendi sistemi içerisinde bu duruma bir çözüm bulacaktır. Bunun için insanın kendini geliştirebilmesi ve bildiklerini yenilemeye çalışması çok önemlidir. Duygusal zekâ kavramı, değerlerin terk edilmesi sonucu oluşan boşluğun fark edilmesiyle ortaya çıkmıştır. İnsanın kendisini yenileyebilmesi, önem verdiği değerleri yaşatmasıyla ilgilidir. Erdemlere dayanmadan yaşayan insanlar, belki çok başarılı olacaklardır ama çok da yalnız kalacaklardır. Batı’nın gücü yücelten narsistik kişileri bu şekilde ortaya çıkmıştır. İnsani zaaflardan biri olan doyumsuzluk, değerler yardımıyla değişmez ve iyi bir yöne kaymazsa, insanı mutsuz kılar. Kendisine kutsallık izafe eden insanlar işte böyle oluşmuştur. Değerlerin Farklı Alanlardaki Yansıması Değerlerin birbirlerinden farklı boyutları vardır. Örneğin, dinî bir değerin hem kültürel hem de siyasal bir boyutu olabilir. Bütün değerler bir karışım şekline bürünüp sonuçta bir sentez oluşturabilir. Dinî, siyasi ya da kültürel kimliklerin oluşumu bu şekilde gerçekleşir. Bir evin bile bir kimliği vardır. Ev sakinlerinin kişilikleri, zevkleri ve inandıkları değerler, o evin kimliğini oluşturur. Tıpkı bunun gibi, değerler de insanın bulunduğu ortama yansır. Bir insanın benimsediği değerlerden izole olarak yaşamasını beklemek, o kişiyi robotlaştırmak, mekanikleştirmek demektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey, kimliğidir. Bu kimliği oluşturan şey ise onun olaylara ve kavramlara yüklediği değerlerdir. Erdemlerden yoksun olarak yaşamak, insanı kimliksizleştirir. Ancak insanların inandıkları erdemler yere ve zamana göre değişiklik gösterebilir. Bir generalin, iş hayatında öne çıkardığı değerlerle ev yaşantısını belirleyen değerler aynı değildir; askeriyede soğukkanlılık ve ciddiyeti öne çıkaran bir generalin, evine geldiğinde merhamet, sevgi ve şefkatle dolu bir adam olması tabiidir. Rollerin değişimi, insanların inandıkları değerlerin uygulama alanlarını da farklılaştıracaktır. Değerlerin Hedef İlişkisi Erdemlerin insan hayatında hangi sırada yer alacağını belirleyen en önemli unsur, amaca uygun olarak gerçekleştirilen davranışlardır. Kişi, belirlediği hedefe varmak için gücünü, enerjisini ve değerlerini programlamalı ve bu programı uygulamalıdır. Bu oryantasyon, beynin ön bölgesinin bir fonksiyonudur. Değerler de beynin ön bölgesinde yazılıdır. Beynin ön bölgesi dediğimiz “frontal lob”, canlılar içinde en gelişmiş hâliyle, insanda mevcuttur. Beynin ön bölgesini iyi kullanan insanlar, neye öncelik vereceklerini, nerede duracaklarını, neyi hedefleyeceklerini, zamanlama ve sıralamayı iyi yaparlar. Bunun için bir hedef piramidi vardır. Hedefleri belli olan kimselerin, bu hedeflere yürürken kendilerine yardımcı olacak değerleri de bellidir. Hedefi olmayan insanlar, değerlerini hayata geçirecek zemin bulamayabilirler. Zira bir gayeye binaen yürümeyen kimseler, akıntıya kapılmış gibi, olayların kendilerini 214 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yönetmesine izin verirler. Ayrıca sadece günü yaşayan insanlar, toplum için herhangi bir şey yapmayı da göze alamazlar. Değerler, İdeallere Giden Yoldur İdeal sahibi insan, hedefine ulaşmakta edindiği insani ve toplumsal değerleri hayatında da kullanır. Bu yöntem, gayeye ulaşmayı kolaylaştırdığı gibi, kişinin mutluluğuna da katkı sağlar. İdealleri belirleyecek olan ise kişinin kendisidir. Hedefler zamana, şartlara ve insanın ihtiyaçlarına göre değişiklik gösterebilir. Bir kimsenin ideallerinin olabilmesi için bazı şeyleri öngörebilmesi gerekir. Dünyanın gidişatını değiştirecek, gelecekte bir ihtiyacı karşılayacak ve bir boşluğu dolduracak şekilde hedef belirlemek için, ideallerin konjonktürel dünyadaki felsefi gidişe uygun olması gerekir. Eğer bu durum sağlanırsa, idealler yeşerir. Örneğin, elinizde çok güzel bir tohum var ve bu tohumu bahçenize ektiniz; şayet iklim ve şartlar müsait değilse, elinizdeki tohum boşa gider. İdealler de buna benzer. İdeallerin “iyi” ve “doğru” olması yetmez; bunların doğru değerlerin bulunduğu zeminlerde gelişmesi gerekir. Nasıl ki toprağa tohumu atmakla iş bitmez, o tohumun yetişeceği alt yapıyı da hazırlamak gerekirse; değerler de hayat yolunda doğru biçimde ilerlenmesi ve gerekli alt yapıyı sağlaması bakımından çok kıymetlidir. Toprağa atılan yüz tane tohumdan ancak on ya da yirmi tanesinin bitki olduğunu, geri kalanının güneşten, topraktan ya da kendisinden kaynaklanan farklı sebeplerle çürüdüğünü biliriz. Eğer biz ideallerimizin filiz vermesini istiyorsak, onları doğru değerler içinde yeşertmek zorunda olduğumuzu da bilmeliyiz. Bir kimsenin ideallerini gerçekleştirmesinde ve değerleri doğru yerde, doğru zamanda ve doğru şekilde kullanmasında, gelecek bilinci oluşturmanın büyük katkısı vardır. Gelecek bilincini hırs ve kanaat açısından düşündüğümüzde ise, gelecek üzerine planı olan insanların, eğer gerçekçi ve uygulanabilir idealleri varsa, gereksiz bir hırsa sahip olduklarından söz edemeyiz KAYNAKÇA Armstrong, K. (2004). The Spiral Staircase. NY: Anchor books a division of Randomhouse, Inc. Cloninger, C. R. (2004). Feeling Good the Science of Well Being. NY: Oxford University Press. Collins, F. S. (2006). The Language of God. NY: Free Press Francis S.Collins. Cooper, L. C. (1996). Handbook of Stress, Medicine and Health. NY, London, Tokyo: CRC Press, Inc. 215 Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN Coyte, M. E., Gilbert P. & Nicholls, V. (Eds.). (2007). Spirituality Values and Mental Health: Jevuelsfor the Journey. London: Jessica Kingsley Publishers. Damasio, A. R., Harrington, A., Kağan, J., Maewen, B. S., Moss, H., Shaikh, R (2001). Unity of Knowledge: The Convergence of Natural and Human Science, Annals of the New York Academy of Sciences, 935 (16). Dawkins, R. (2006). The Selfish Gene (30th ed.). NY: Oxford University Press, Inc. Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (January 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (1). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (March 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (2). Dein, S., Loevventhal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (April 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (3). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (May 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (4). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (July 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (5). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (September 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (6). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (November 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (7). Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (December 2008). Mental Health, Religion & Culture, 11, (8). DuPont, R.L., M.D. (2005). The Selfish Brain: Learningfrom Addiction. London, England: American Psychiatric Press Inc. Greenfield, S. (2001). The Private Life ofthe Brain. London: Penguin Group. Hellhammer, D.H. & Hellhammer, Y. (2008). Stress: Tlıe Brain- Body Connection (Key issues in Mental Health,) 174, (18). Joseph, R. (Ed.). (2003). Neurotheology: Brain, Science, Sp’ırituality Religious Experience. San Jose, California: University Press. Klein, S. (2002). The Science ofHappiness (S.Lehmann,Trans.). Germany: Marlowe & Company. (Original work published 2002). 216 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kohut, H. (1977). The Restoration of the Self Madison Connecticut: International Universities Press, Inc. Krug, E. G., Dahlberg, L. L., Mercy, J. A., Zwi, A.B. & Lozano, R. (Eds.). (2002). World report on violence and health. Geneva: World Health Organization. Kurtz, P., Karr, B.& Ranjit, S. (Eds.). (2003). Science and Religion Are they compatible. Amherst, NY: Prometheus Books. Liebmann, M. (Ed.). (2008). The Rapy and Anger. London: Jessica Kingsley Publishers. Maltz, M. & Kennedy, D. (2002). The New Psycho-Cybernetics: The Original Science of Self Improvement and Success t hat Has Changed the Lives of 30 million People. New Jersey: Prentice Hail Press. Mesulam, M. M. (2004). Davranışsal ve Kognitif Nörolojinin İlkeleri (İ.H.Gurvit, Çev.). İstanbul: Yelkovan Yayıncılık. Peteet, J. R., M. D., Francis, G.L., M. D. & Norrow, W. E., M. D. (Eds.). (2011). Religious and Spiritual Issues in Psychi- atric Diagnosis: A Research Agendafor DSM-V. Arlington, Virginiaf: American Psychiatric Association Press. Rosner, R. (Ed.). (1994). Principles and Principles of Forensic Psychiatry. NY: Chapman & Hail. Tarhan, N. (2011). Güzel İnsan Modeli. İstanbul: Timaş Yayınları Ursano, R. Y., Fullerton, C. S., & Norwood, A.E. (Eds.). (2003). Terrorism and Disaster. Cambridge: Cambridge Univer- sity Press Verhagen, P. Y., Vonpraag, H. M., Lopez, Y. Y., Cox, Y. L. & Mo- ussaoui, D. (Eds.). (2010). Religion and Pscyhiatry:Beyond Boundaries. UK: Wiley Blackwell A John Wiley & Sons, Inc. Westen, D. (1999). Psychology: Mind, Brain Culture (2th ed.). NY: John Wiley & Sons, Inc. Wexler, B. E. (2006). Brain and Culture: neurobiology, ideology and social change. Cambridge, Massachusetts, London, England: A bradford book, The MİT Press. 217 İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak Doç.Dr. Gürbüz DENİZ Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İnsan olmak; bireye ait, bireysel varlık mülkiyetlerinin, bireyin gayretiyle veya irade ve kudretiyle varoluş alanına çıkmasıdır. Bu anlamda insan olmanın bir zor, bir de kolay tarafı bulunmaktadır. Zor tarafı, kişinin kendisini keşfetmesi ve bu keşfini; kendisi ve başkalarının hayrı için varoluşa çıkarmasıdır. Bu haliyle birey her halükârda ontolojik ve ahlakî oluş içindedir. İnsan olma süreci, zor olan ahlakîliği bünyesinde taşıyorsa, kişi kendisine ve topluma karşı gerekli olan ödevlerini yerine getirmiş demektir. Varlığını varoluşa çıkarırken kişinin gayreti eğer ahlakî değilse, yani birey sahip olduğu ontik doğasını yalnızca kendisi için (nefsaniliğine) kullanıyorsa o birey kendisine zarar veriyor demektir. Bu varoluş hali kolay olmasına rağmen, birçok tehlikeyi bünyesinde barındırmaktadır. İnsan olmak, ilk başta bireysel varoluşu temsil eder. Kişinin kendisine karşı gerekli olan sorumluluklarını yerine getirmesi bizatihi gaye olduğundan, bu hususta kişinin nefsinin kendisine yoldaşlık (refiklik) yapması kolaydır. Çünkü insan olmak veya bir insanın kendi bireyselliğini ifşa etmesi kişinin kendi menfaatinedir. Kişinin, başkasına değil, yalnızca kendi menfaatine ilişkin olan işlerde azmi daha da yüksektir. Azmin yüksek olması nefse hoş geldiğinden kişinin bu işi yapması kolay olduğu gibi, kişi kendisini kendisi olarak daha iyi tanıdığından dolayı kendi yeteneklerini kendisi için kullanması da daha kolay olmaktadır. Modern zamanlar, bireyi ve bireyin kendi yeteneklerini, yalnızca kendi menfaati için işlevselleştirmesini önceleyen ve öngören bir çağdır. Bütün telkinler, bu cihet dikkate alınarak insanlara yöneltilmektedir. Gazeteler, Tv. kanalları, reklamlar, sinema ve özellikle de kişisel gelişim kitapları kişinin kendisine hizmet etmesini bütün güçü ile telkin etmektedir. Bu durum, bireyciliğin kutsanması ve kutsallaşması şeklinde her yerde zuhur etmiş durumdadır. İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ Bireycilik (individualizm, bencilik); kişinin varoluşunu (hayatını) yalnızca kendisi için öncelemesidir. Bunun gibi bir başkası da yine kendisini yalnızca kendisi için öncelediğinde, bu her iki birey, kendi yeteneklerini kendileri için kullanacaklarından dolayı birbirlerine yabancı iki varlık olmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu haliyle varoluşa çıkmak; ilk başta ve acele olarak faydalı ve kolay görünse de nihaî manada birey ve toplum, bu hayat tarzından zarar görmekte ve yabancılaşma başlamaktadır. Yabancılaşmada birey, hayatın güzelliklerine ve huzuruna ulaşmak için tek başına kendi kendisine yetemediğinden dolayı, bireye iyi gibi görünen şeylerin veya hallerin çoğu bireyin aleyhine dönmektedir. Eğer birey, yabancılaşma hali içinde yalnızlığını ve yetersizliğini sonlandırmak için sömürüyü, kandırmacılığı beceremiyor veya yapamıyorsa, her ne kadar malik olsa da yalnız ve kimsesiz olarak hayatını devam ettirmek zorunda kalmaktadır. Bununla beraber sömürü, istismar vb. rollerle birçok zorba, yalnız kendi yalnızlığını bertaraf etmeye uğraşmaktadır ki bu hal, ancak güçlü olduğu zamanlar için geçerlidir. Gücünü kaybettiğinde düşeceği halin korkusuyla birçokları ise daha da vahşileşmektedir. Bireyin kendi varlığını, varoluşa çıkarması, doğuştan sahip olduklarını fiili hale getirmesi, kendi kemali için gereklidir. Ancak birey, kendi yeteneklerinin meyvelerini yalnızca kendisi için kullanıyorsa, biraz önce ifade ettiğimiz üzere o zaman büyük sorun başlıyor demektir. Çünkü bireyin kendisini öncelemesi, kişinin acele etmesi demektir ki acelecilik de her zaman sıkıntı doğuran bir yabancılaşma durumudur. Varlık içinde yokluk, kalabalıklar arasında yalnızlığın adı, toplumun topyekûn birbirlerine yabancılaşmasıdır. Bireysel varoluşu ertelemeden, “halk içinde, hakla beraber olmak,” insanın sosyal bir varlık olması bakımından gerekli görülen önemli bir kabuldür. Kişinin sahip olduklarını, kendisiyle, ailesiyle ve çevresiyle paylaşması; (Nisa4/36) iki cepheli olarak varoluşunu sürdürmesi manasına gelmektedir. Bu iki cepheli durumun birincisi; başkalarıyla paylaşılan her şeyin reklamının veya gösterişinin yapılmasıdır ki, burada birey yine kendi bireyselliğinin kendisi için gaye olan cephesini tercih ettiğinden, bu durum; nefsinin ilahlaşması ve başkalarına karşı kendisini kutsaması demektir. Bu tür eylemlerde kişi, güya kutsanırken kendisi ile ilişkide olan herkes aşağılanmaktadır. Çünkü bu haliyle birey, kendisini tanrı gibi gören ve sanki kullarına lütfedendir. Tanrı yanında kulun hiçbir şahsiyeti olamaz ve olamamaktadır. Din, kâmil akıl, kalbî ve akli selim duyuş ve bilişler, insanların bu tür davranışlarını zemmetmektedir. Çünkü hiçbir birey, doğuştan sahip olduğu yeteneklere kendi iradesiyle, kendi kudreti ve gayretiyle sahip olmuş değildir. Her bir insanın varlık ve varoluş kaderinin içinde tecelli ettiği zaman ve mekânın imkânları da hiçbir birey tarafından kendi iradesi ile yaratılmış değildir. Durum böyle iken, bir bireyin sahip olduğu her şeyi kendisine atfetmesi ve kendisini sahip olduk220 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI larının mutlak mâliki görerek davranış sergilemesi, kabul edilebilir makul ve ahlakî bir tutum değildir. İşte bu noktada insan olmakla, iyi insan olmak arasındaki değer farkı belirmeye başlamaktadır. İyi insan olma cephesinden meseleye bakışımız, daha çok örnek modeller ortaya koyma şeklinde olacaktır. Bu örneklikler; bize göre birey ve toplum bazında yetersiz olan iyi durumların neler olduğu ve nasıl olması gerektiği noktasında yoğunluk kazanacaktır. İyi insan; bireysel varlığını en uygun tarzda, yani bilgi-fiil uygunluğu içinde, hayatıyla ortaya çıkardıktan sonra, hayatında sahip olduklarının ortaklarını düşünmeye başlayan kimsedir. Böyle bir kimse, İslam irfanına göre, ilk önce varlığını kendisine bahşeden Rabbine hamd eder, şükreder. Bu hamd ve şükür, Rabb’inin ondan istediği tarzdaki hayatı, O’nun peygamberlerinin örnekliği doğrultusunda yaşamasıdır. Yoksa tespihin tanelerine şükür söyletmek değildir. Belki tespihin taneleri ile beraber yüreğine, sözüne, cebine, aklına, endamına, güzelliğine, şükür demeyi öğretmek ve öylece de yaşayabilmektir. İşte bu sebeple iyi insanlar; “ Rabbleri için gece gündüz infak eden,” “sağ ellerinin verdiğini sol elleri hissetmeyen,” “bazen gizli ve bazen de aleni olarak infak etmekten haz duyan.” (Bakara, 2/274) Kimseler olarak vasıflandırılmışlardır. Vermek paylaşmaktır, Allah’ın verdiğini Allah’ın kullarının hizmetine sunmaktır. Karşılıksız vermek; özellikle de kapitalist sistemlerde; kapitalist akılla açıklanabilir ve kabul edilebilir bir durum değildir. Bu husus, kapitalist zihniyet tarafından o kadar şeytanca kurgulanmıştır ki, dindarlar bile bu oyunun içinde oynayıp zıplamaktadırlar. Bugün burada iyi insan olma noktasında vereceğimiz örneklerin çoğunun vermek konusunda olmasının sebebi budur. İnsanın iyi insan olabilmesi için, kendisinin bu varlık dünyasına gelmesine vesile olan anne-babasına karşı sorumlulukları vardır ki, belki de ifa edilmesi gereken en zor sorumluluk hali budur. Çünkü insanın bu hususlarda yapacağı ve yaptığı iyilikler, geleceğine matuf kazançlarından ziyade, geçmişte kendisine yapılan iyiliklere, geleceği hesaba katmadan, iyiliklerin karşılığını vermesidir. Hukukî manada ise kişinin borcunu ödemesidir. Yüce kitap ebeveyne, çocuklarının “öff ”, (İsra, 17/23) demelerini uygun görmemektedir. Çünkü dokuz ay karnında taşıyan, çocuğunu emziren, onun iyi olması için gece ve gündüzünü birbirine katan, bireysel hesaplarını, zevklerini onun için terk eden ebeveyn; insan bireyine, bu dünyada karşılıksız veren en önemli kimselerdir. Bu sebeple Yüce Allah; anne-babaya iyiliği, kendisine itaatle eş değer görmüştür. 221 İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ Ebeveyne iyilik, (Lokman, 31/14-15) insan henüz çocuk iken, yani korumasız ve güçsüz iken, anne-babasının kendilerine yani çocuklarına gösterdikleri itinanın, ihtimamın aynısını, aynı samimiyetle çocukların ebeveynlerine göstermeleri demektir. Böylece bu kimseler, Allah yanında istenen düzeyde iyi insan olabilme nasip ve imkânını yakalamış olmaktadırlar. Onlara iyilik yapmamak değil, yapılan iyilikler, yabancı bir el gibi yapıldığında, bu iyiliğin Allah indinde bir değeri yoktur. O sebeple Allah, anne ve babaya yaşlı hallerinde, yani kendilerini çocuklar gibi koruyamadıkları zamanlarında, tıpkı anne babanın çocuklarına olan şefkati gibi çocuklarının da ebeveynlerine karşı şefkatli ve merhametli olmalarını istemektedir. İnsan, kendi varlığı ve bu varlığının istidatları gereğince, iyi insan olmaya karar verdiğinde; Allah’a ve Allah adına Allah’ın kullarına onlardan bir şey beklemeden verir. Çünkü Yüce Rabb; Kelam-ı Kadim’inde şöyle buyuruyor. “(Ey kullarım) Bana borç verin.” (Hadid, 57/11,18; Teğabun, 64/17) Allah’a borç nasıl verilir? Veya Allah adına borç kime verilmelidir? Bu durumda iyi insan olmak, kişinin/müslümanın başkalarının onurunu kendi onuru gibi bilip koruması gerekir. Fakir ve garibanlar, hayâlarından/onurlarından dolayı ihtiyaçları olduğu halde kimseden bir şey istememektedirler. Ancak kendilerinin ve başkalarının onuruna önem verenler, buna inananlar; o onurlu fakirler istemeseler de, kendilerini onların yerine koyarak, onları simalarından yani hallerinden tanımalı ve onları rencide etmeden, Allah’ın onlara verdiklerini o garibanlar ile paylaşmalıdırlar. Yüce Allah, her bir kulunun rızkını başkası aracılığı ile vermektedir: (1) Eğer Allah’ın doğrudan kendilerine rızık verdikleri bu rızkı başa kakmadan başkaları ile paylaşıyorlarsa Allah da onların rızkını bereketli ve sahibine huzur verecek tarzda artırmaktadır. (2) Fakat verilen rızkı paylaştığı halde, paylaştığı kimseyi rencide ediyorsa, Allah, ona rızkını vermeyi devam ettiriyor, ancak rızkın sağladığı huzuru ve mutluluğu o kimseye vermemektedir. (3) Yine Allah kendisine rızkı bolca verdiği halde bir kimse kendisine verilen rızkı başkası ile paylaşmıyorsa, Allah rızkını o kulundan çekip almaktadır. “Rızkı dilediğine veren ve dilediğinden de çekip alandır.” İlahî hükümü böyle anlaşılmalıdır. Yoksa Allah sebepsiz, anlamsız bir şekilde hiçbir kulunu cezalandırmaz. Rızıkta durum böyle iken, ilme sahip olanların konumu da böyledir. İlmi kibre gerekçe kılmak, ilimden nasipsiz olmak demektir. Çünkü ilmi ile amil olmamak; dediğine kendisinin de inanmaması demektir. Bu sebeple Yüce Kitap; “yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz”(Saf, 61/2) buyurarak insanın çelişkisini kendisine hatırlatmaktadır. 222 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İyi insan olmanın başka önemli özelliklerinden birisi de iyilik yapılırken gösterişten azami derecede kaçınmaktır. Bu husus, Allah’ın önemle üzerinde durduğu, dinin mutlak değeridir. Aksi halde yalnızca, aşağıda bulunan garibanın kalbinin kırılması, onurunun parçalanması gibi kötülükler meydana gelmiş olmuyor. Aynı zamanda yapılan iyiliğin Allah katında hiçbir kıymet-i harbiyesinin söz konusu edilmediği de Allah tarafından bizlere ifade edilmektedir. İyi insan olmak için, insanın yalnızca iradesinin dahil olmadığı hususlarda değil, iradesinin fail olduğu durumlarda da daha mütevazi olması; gösterişten, tahakkümden, kanaatkârsızlıktan, dedi-kodudan, yalandan azami derecede sakınması ile mümkündür. İyi insan olabilmek için, öncelikle iyiliğe inanmak lazımdır. İyiliğe inanılmadan yapılan iyilik(!) ya gösteriştir ya da iyilik yapmak mümkün değildir. Bu sebeple İslam, bir kimsenin iyiliğini, o kimsenin niyeti ile doğru orantılı olarak değerlendirmektedir. Verdin vermemiş gibi davran, öğrettin öğretmemiş gibi ol. Çünkü eğer vermiş ve verdiğini ilan etmişsen, öğretmiş ve nefsini tanrılaştırmışsan, zaten yaptıklarının karşılığını bu dünyada almışsın demektir. Öte dünyada bir şey beklemeye hakkın yoktur. İslamî olan iyi insan önerisi, yalnızca insanın kendisine ve diğer insanlara iyi davranması demek de değildir. Aynı zamanda bütün kâinata karşı iyi insan olmak lazımdır. Müslüman bilir ki bütün kainatta olanlar ona emanettir. Müslümanın iyi insan olmasının yeter şartı; ahirete inanması ve bu inanç gereğince yaşamasıdır. Eğer ahiret yoksa, diriliş yoksa, hesap yoksa, bu dünyada, bu dünyada iken karşılık da alınmayacaksa; iyilik yapmak, iyi insan olmak zordur ve hatta imkânsızdır. Tıpkı Dostoyevski’nin dediği gibi: “Allah yoksa; her türlü kötülüğü yapmak caizdir.” Allah yoksa; insan yalnızca bireycidir, başka bir şey olmasına gerek yoktur. Ancak Allah varsa, ne kendimizi ne de başkasını kandırmaya gücümüz yetmez. Çünkü O, her yerdedir, her şeyi bilendir, gönülden geçen, zihinde tasarlanandan haberdardır. O’ndan öte, O’ndan gizli bir iş yapmak mümkün değildir. Çünkü O, işiten ve varlığın haberlerinin künhüne vakıf olan Habîr ve Latîf ’tir. Büyük edip Halil Cibran’nın “vermek” hakkında yazdığı bir yazıyı özetleyerek takdim edip, tebliği sonlandırmak istiyorum: 223 İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ Varlıklı bir adam konuştu: ‘Bize vermekten bahset.’ Dedi: Cevap : ‘Sahip olduklarınızdan verdiğinizde çok az şey vermiş olursunuz; gerçek veriş, kendinizden vermektir.’ İhtiyaç korkusu, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir? Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak, tatmin olamayan bir susuzluk değil midir? Bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. Bunlar hayata ve hayatın hazinesine inananlardır ve kasaları hiç boş kalmaz. Bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler, Ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar; Onlar, şu vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler. Böyle kişilerin ellerinde Allah dile gelir ve Onların gözlerinden dünyaya gülümser. İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır. Vermekten alıkoyacağımız herhangi bir şey olabilir mi? Sahip olduğumuz her şey bir gün verilecektir. Öyleyse şimdi verelim ve vermenin hazzını mirasçılarımız değil, biz yaşayalım. Çoğunlukla şöyle deriz: ‘Vereceğim ama, hak edeni bulabilirsem. Ne koruluktaki meyve ağaçları böyle düşünür, ne de çayırdaki sürüler. Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yaşayabilsin diye verirler. Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden bir kişi, bizden gelebilecek şeyleri de hak eder. Yeter ki: Önce kendimizi vermeye hak kazanmış ve Verme fiilinde bir aracı olarak görelim.’ 224 Kayıp Değer, İnsan Nuran KILIÇ Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi Prof.Dr. Osman ELMALI Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İnsan anıldığında mutlaka onunla birlikte söz konusu olan, insani var oluşun merkezî, belirleyici ve daima etkileyici olan bir takım kavramları vardır. İşte ‘değer’ kavramı da bu varoluşsal kavramlardan birisidir. Latince “valor”, İngilizce “value”, Osmanlı Türkçe’ sinde ise “kıymet” kelimelerine karşılık gösterilen değer, genel olarak, yaşayan insanın; isteyen, ihtiyaç duyan, ereği olan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında, ilgisinde beliren, ortaya çıkan şey olarak tanımlanır (Akarsu, 1998: 49). Sadece bu bakış açısından bile değerin, insanın obje ile ilişkisinde karşımıza çıkan ve objeler dünyasının önemini, anlamını belirleyen, soyut bir ölçüt (Türkçe Sözlük, 2011: 607) olduğu, bir başka ifadeyle insanın değerlendirmelerinin bir ölçütü, kriteri olduğu çıkar ortaya. Öyleyse değer problemi, özünde insan problemi demektir ki bu problem ile ilgili olarak ele almak, irdelemek ve yeniden inşa etmek istediğimiz hangi konu varsa, hiç şüphesiz, insandan yola çıkmalıyız. Eğer bu irdelemeler esnasında memnun olmadığımız noktalar varsa, bizi ne kadar rahatsız ve tedirgin ediyor olsa da yozlaşan, özünü, benliğini yitiren, kendinde ve dünyada kaybolan, her şeyden önce varlığına ve bir değer olarak kendine yabancılaşan bir “insan” çıkacaktır karşımıza. Bu nedenle, her şeyden önce insanı; değerli olan, değerler üreten ve uygulayan insanı aramalıyız. Diğer bir ifadeyle, insanı insan yapan nitelikleri, onu önce bir özne olarak diğer canlılardan ayıran ve kendisini halk edilenlerin en şereflisi yapabilecek olan kurucu niteliklerini, varoluşsal unsurlarını bulmalıyız. Egzistansiyalist felsefenin, “nereden gelip nereye gittiği belli olmayan yitik bir geminin enkazı” (Kılıç, 1984: 26) gibi algıladığı bu fenomenal âlemde, insanı aşkın değerlerin bir yansıması olarak anlamlandırmalı ve konumlandırmalıyız. “Birden bire, hiç tanımadığı bir yerde, tek başına ve kılavuzsuz” (Kılıç, 1984: 27) bırakmadan, sadece kendi dünyası için mevzu bahis olan değerlerin sahibi ve muhatabı olarak, ona yeniden yücelmenin yolunu Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI açmalıyız. Aksi halde, eğer insanı kaybedersek, kaotik, sonlu varlıklar dünyasında onu sıradanlaştırır ve özgünlüğü içinde bulamaz isek, şunu bilelim ki onunla birlikte, onun kurduğu ve ürettiği her şeyi de kaybederiz. Çünkü “insanın kökleri bütün varlığa yayılmıştır” (Kuçuradi, 2013: 21). Felsefe tarihinde değer, çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. O kadar çeşitlidir ki, bu tanımlardan yola çıkarak “birlikli” bir değer fikrine ulaşmak neredeyse imkânsız gözükmektedir (Özlem, 2004: 167). Bu imkânsızlık, Sofist düşünürlerin rölativist dünya görüşlerine yüzyıllarca iltifat etmiştir adeta. Sofistlerin rölativizmine karşı dogmatik filozofların, ahlakın, dolayısıyla değerin teminatı olarak savundukları bilginin, zaman içinde değişen niteliği, değer algısının kaderini de etkilemiştir bir bakıma. Rönesans’ın Aydınlanma düşüncesi ve peşi sıra gelen Bilimci, Pozitivist dünya görüşünün egemenliğiyle beraber bilgide kesinlik, nesnellik yani değerlerden bağımsızlık hayal edilmiş, bunun bir sonucu olarak da her türlü ideal, telos/ yüksek gaye ve kutsal, kırıma uğratılmaya çalışılmıştır. Öyle ki, bu çaba doğa bilimlerinin ötesine geçerek pek çok düşünür tarafından, sosyal bilimlerin dahi değer yargılarından arındırılması gerektiği kanaati savunulmuştur. İroniktir ki bu çabayı verenler, iddialarının “olması gereken”, yani bir “değer yargısı” niteliğinde olduğunu gözden kaçırmışlardır (Özlem, 2004: 195). Bu çekişme ortamında, değer sorununun yeni bir felsefe disiplininin konusu olacak şekilde kapsamlı bir inceleme ve temellendirme alanı haline gelmesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle bazı Alman filozofların çabaları sayesinde olmuştur (Özlem, 2004: 175-176). Bu bağlamda, “değer” terimini bir felsefi görüş içinde ilk defa kullanan Hermann Lotze insanın, dünyanın en son ilişkilerini ancak kendi açısından tasarımlayabileceğini savunmuş ve değerlerin, insanın yöneldiği ve amaçladığı anlamlılıklardan oluştuğunu ileri sürmüştür (AnaBritannica, 1987: VII, 62). Daha sonra M. Scheler ve N. Hartmann’ da değer, varlık problemi paralelinde ele alınmış, adına da “axiologie” denmiştir. Aksiyoloji ile değer alanı, hem pratiğe hem de teoriğe değinecek şekilde irdelenmeye başlanmıştır (Ülken, 2001: 185-186). Değer problemine ilişkin olarak felsefe tarihinde ortaya atılan görüşlerin geneline baktığımızda, değerlerin kaynağını öznede bulan “öznelci” ve hepsi olmasa da bazı değerlerin nesnel idealiteleri, hatta mutlaklıkları olduğunu ileri süren “nesnelci” anlayışlar olarak bu görüşleri sınıflandırabiliriz (Özlem, 2004: 167) Bu çeşitliliğin karşısında felsefenin yapması gereken ise; ne yaparsak yapalım, bırakınız dışında, uzağında dahi kalamayacağımız “değer” e ilişkin ortak paydaları saptamaya çalışmak ve bu paydalar etrafında değerleri, bir anlamda da insanı yeniden inşa etmeye katkı sağlamaktır. Kanaatimizce, en önde gelmesi gereken, bu nedenle de tebliğimize zemin oluşturan nokta, değerin nihayetinde “insani bir tavır” (Bolay, 2009: 74), insani bir fenomen olduğudur. Değeri araç veya amaç temelli; birey veya Tanrı kaynaklı; duygu veya biliş orijinli; rölatif veya mutlak nitelikli; yerel veya evrensel 226 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kapsamlı; nasıl ele alırsak alalım, varlığa çıkması noktasında insani bir boyut, karar ve tercihtir. İnsanın dünyasında görünür olan değerin, Nietzsche’nin dahi kabulüyle; “insanın eylemlerine hükmeden, insanın eylemlerinden, yaşamından koparılamayacak” (Özlem, 2004: 183-184) bir karakteristiği vardır. Çünkü O’na göre de insan dünyaya hep belli değerler, belli değerlendirmelerle bakar. Bir bütün olarak ele alınıp tüm yeti ve yeterlikleriyle tanınmaya muhtaç olan, indirgemeci tavırlardan uzak durma hassasiyetini koruyarak anlaşılmaya özen gösterilmesi gereken, varlığıyla âlemin varlığını tamamlayan insanın varlığına, niyetlerine, tercihlerine, iradesine ve eylemlerine hitap eden bir ölçüdür değer. “Olan” ile “olması gereken” in ayrımını içeren bir ölçüt (Cevizci, 1999: 201); parçası olduğu dünyayı ve kendi benliğini inşa ederken gözeteceği bir kılavuzdur. Bu nedenle ‘değer’ problemi ne sadece ontolojik ne de sadece gnoseolojik 1 açıdan ele alınmalıdır. Böyle bir yaklaşım bizi, değerlerin varlık karakteri, varlık tarzı ve bilinme imkânı ile ilgili sorular sormaya sevk eder sadece. Oysa yaptığı her değerlendirmede, bir bütün olarak vardır insan. Sürekli bir oluşun girdabında, her an alması gereken yeni kararları, değişen şartlarda başarması gereken görevleri, çıkmaza düştüğünde kurtarması gereken umutları vardır insanın. Dolayısıyla, kendine ve dünyaya dair yaptığı ve yapacağı değerlendirmelerde, sahip olduğu ve olması gereken pek çok yapı ve karakter özelliği de etkendir. Hal böyle olunca, ‘değer’ problemini, insani bir fenomen olduğu için, antropolojik bir yaklaşımı da gözeterek ele almak kaçınılmaz olacaktır. Değeri, yaşayan insanla, insanın yaşamla ilgili tüm bağlantılarıyla ele almak, antropolojik bir bakış açısını bize kazandıracak olan tavırdır (Kuçuradi, 2013: 13-20). “Değer, bir şeyin bir çeşit özelliğidir aynı zamanda. Değerler ise, var olan birtakım şeyler, imkânlardır” (Kuçuradi, 2013: 42). Değer problemine böyle baktığımızda, insanı hem kendinde değeri barındıran değerli bir varlık, hem de değerleri olan, değerlerin yapıcısı ve uygulayıcısı olan biricik bir varlık olarak görmekteyiz. Biraz daha açımlarsak, insan değerli bir varlıktır, çünkü varlık âleminde özel bir yeri vardır. Varlığının bilincinde olan, kendini diğer varlıklardan ayıran, kendi kendine “ben neyim” diye soran, böylece kendisini bir problem haline koyan insanın bu arayışından değer doğar. Kendindeki huzursuzlukları aşmaya çalışan insan, hayvani olanı da aşacak, kişiliğini kazanma, kendini gerçekleştirme idealiyle değer yaratacaktır (Ülken, 2001: 364- 368). Böylelikle, varlık âlemine pek çok boyut açacak ve pek çok başarı kazandıracaktır insan. Nitekim bilim, sanat, felsefe, din vb. alanlarda kendi değerini yansıtma, ifade etme imkânı bulmuş ve pek çok başarıya imza atmıştır. İşte bütün bu boyutlar ve başarılar, insanın realitesini meydana getiren, insani durumlardır. Bu tespitlerden, mantıksal çerçevede çıkaracağımız sonuç ise, insanın ortaya koyduğu değerlerin, kendi değerine bağlı olduğudur. ____________________________________________________________________ 1 Gnoseoloji: Bilgi kuramı, bilgi öğretisi.. Bilginin kökeni, yapısı, sınırları ve geçerliliğini araştırması bakımından bilgi kuramı. (Akarsu, 1998: 86). 227 Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI Peki, nedir insanı değerli kılan? Nasıl olmalıdır insan? Çünkü “İnsan anlayışı”, çağdan çağa, dönemden döneme değişebilen bir algıdır. Bu algıda, içinde bulunulan dönemde ya da o döneme kadar yaşanmış olan olaylar ve çoğunluğun düşünceleri, inançlar, düşünürlerin değerlendirmeleri etkili olmuştur. Ancak değişmeyen bir şey vardır her çağda ve dönemde; “insan doğası” (Kuçuradi, 2013: 102). Aslında, “insan doğası” düşüncesini kabul etmeyen felsefi akımlar olduğu gibi, bu düşünceyi kabul eden, fakat insanı belirleyen özellikler bütünü olarak hangi unsurlardan meydana geldiği hakkında farklı, hatta karşıt görüş bildiren doktrinler de mevcuttur. Bazı filozoflar insanın doğasına bencillik, çıkar vb. olumsuz niteliklerin hâkim olduğunu; bazıları ise insanın özünün, yardımlaşma, özgecilik, paylaşma gibi olumlu değerler üzerine kurulu olduğunu savunmuşlardır. Öyleyse insanın doğasının ne olduğu, neleri barındırdığı hakkında pek çok şey söylenebilir. Her ne söylenirse söylensin, yadsınamaz olan, bu yapının “son çözümlemede yarattığı dil, din, hukuk, devlet, sanat, bilim ve felsefe gibi eserlerle”, yani insani fenomenlerle anlamlandırılmak durumunda (Cevizci, 1999: 467) olduğudur. Bu girişten sonra biz, bir yandan insanın yabancılaşması ve değersizleşmesi sorunsalını ele alacak; öte yandan da, bu sorunsalı çözme ve aşma yolunda, anahtar birer terim olarak gördüğümüz ‘sevgi’ ve ‘diyalog’ kavramlarına değineceğiz. 1) İnsanın Yabancılaşması ve Değersizleşmesi İnsan ne zamandan beri toplumdan ve kendinden kopmaya, yalnızlaşmaya, doğasının gizinden uzaklaşmaya başlamıştır? Varlığının sebebi olan Tanrı’ nın iltifatına marifetle mi karşılık vermiş, yoksa sadece sonu gelmez tutkularını, arzularını mı tatmin etmeye çabalamıştır? Günümüzün modern dünyasına baktığımızda, yer yer, insanlığın içinde yüzdüğü kan ve gözyaşı, bu sorunun cevabını gözler önüne sermektedir. İrfandan, sevgiden ve diyalogdan yoksun olan modern insanın, maalesef kadim atalarından daha insani bir seviyede olmadığı söylenebilir. Tarihsel süreç içerisinde, medeniyetin maddi unsurlarındaki ilerleme ve yetkinlik, manevi unsurlarıyla ters orantısal bir ilişki içine girmiş; egosuna dönük “birey” güçlenip, benini öteki benlere açık tutan “kişi” ise zayıflamıştır. Bu süreç genel olarak, insanın topluma ve sonrasında kendine yabancılaşmaya başladığı gözlemlenen ve “Aydınlanma” diye isimlendirilen dönemin dayanağı kabul edilen Rönesans ile başlatılır. Zira Rönesans ile birlikte yeni bir paradigma ortaya çıkmış, insanlığın düşünce, toplum, inanç vb. yapılarında, hatta ekonomik etkinliklerinde köklü değişiklikler olmuştur. Bilginin güç ile eş değerlendiği (Cevizci, 1999: 737), koşullar ne olursa olsun, “her şeyin yapılabileceği” yönündeki bir düşüncenin benimsenmeye başlandığı (Kuçuradi, 2013: 103) bir tavır ivme kazanmış, günümüzün modern insan ve toplum yapısında da bu anlayış zirveye ulaşmıştır. Aynı şekilde Rönesans düşüncesi insanın özellikle geçmişiyle, geleneksel olan ile bağını 228 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI koparmasını, bedeni ile ruhunu, aklı ile kalbini birbirinden tamamen ayırmasını salık vermiştir. Bu da geçmişinden, kimliğinden bir kopuşu; kendine, benliğine, değerlerine yabancılaşmış, aşırılıklar içinde doymayan ve birbirine neredeyse hiç sevgi, dostluk ve hoşgörü beslemeyen, iletişimsiz, kalabalıklar içinde yalnız, sanal bir toplum modelini, modern toplumu yaratmıştır son tahlilde. Modernite düşüncesi, genel olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru şekillenen ve Aydınlanma ile irtibatlandırılabilen, akılcı, bilimsel, teknolojik, kapitalist, seküler, demokratik, bireyci, yenilikçi ve ilerlemeci gibi niteliklerle karakterize edilebilir. Bu ölçütlerden yaklaştığımızda, modernite düşüncesinin Batı uygarlığının malı olduğunu, Batılılaşma ile modernleşmenin eşdeğer kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Çalışmamız bağlamında modern insanı ele aldığımızda, onun aşırı bireyci olduğunu da ekleyebiliriz. Çünkü günümüz toplum yapısı, insanı, kazanımlarını en yüksek düzeyde tutmaya ve kendi çıkarlarının peşinden koşmaya teşvik etmektedir. Diğer yandan, bağlılığın, salt üretim ve tüketim bağımlılığına dönüştüğü, sonu gelmeyen bir yenilik arzusudur bu dünyada geçerli olan (Cevizci, 1999: 605). Hayatta kalabilmek için değil, en iyi, en üst seviyede yaşayabilmek için çalışan birey, sürekli bir rekabet ortamında, ötekileştirdiği diğer bireyleri de değersizleştirir zamanla. Değerlerin yerini alan olgular ve gerçekler, “şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde yalıtlanmış, kendisine ve topluma yabancılaşmış, modern insanı” (Cevizci, 1999: 908) yaratır artık. Ne var ki, modern insan, diğer insanların da kendisine aynı şekilde baktığını, kendisi onlara nasıl davranıyorsa onların da kendisine öyle davranacağını, dolayısıyla aslında kendi yaptığı kötülüğe maruz kalacağını gözden kaçırmıştır. Bu durum ise, toplumsal olanın göz ardı edilmesi, toplumun çözülmesi ve bireylerin birbirine savaş ilanından başka bir şey değildir. Daha önceleri, sevgi, dostluk, yardımlaşma vb. değerler hukuku düzleminde ilişki kurduğu insanlara karşı şimdiyse kayıtsız, ilgisiz, bakarkördür yabancılaşan birey. Herkesle, her şeyle arasına koyduğu duygusal mesafe ve bu mesafenin giderek açılması yalnızlaştırmıştır onu. Yalnızdır insan ve yabancıdır herkese, her şeye, zamanla kendine. Kendi eserleriyle de arasında bir bağ kalmayacaktır artık. Diğer cansız nesneler gibi birer nesnedir onlar da, kendisiyle bir ilişkisi, yakınlığı olmayan bir nesne. Bütün bağlarını kopardığında ise, anlamsızlığın, saçmalığın, beyhudeliğin kayıp sonsuzluğundadır. Anı yaşamaktadır; az düşünen ve az konuşan, dar bakan ve sığ gören insan öyle derinliksiz yaşamaktadır ki, artık kendini bile algılayamayan bir makine, farkındalığı olmayan silik bir gölge gibidir adeta. Doğal olarak, böyle değersiz insandan, herhangi bir değer yaratması ise beklenemez. Varlığının bilincini, bilincinin yaratıcılığını ve yaratıcılığının umudunu kaybetmiştir çünkü. Sadece yaşayacak ve ölecektir, kimsenin umurunda bile olmadan. Sonlu bir dünyada, sonlu, değersiz bir varoluştur onunkisi. “Daha çok şeye sahip, ama daha az vardır artık” (Fromm, 1982: 243). 229 Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI Yeni değerleriyle birlikte değersizleşmiştir bu durumda insan. Her şey salt birer tüketim aracıdır; işe yaradığı, fayda sağladığı, pratik kullanışlılığı olduğu sürece kabul edilebilir, arzu edilebilir birer metadır var olanlar. Geçmişin muhabbeti ve dostluğu, karşılıksız ve çıkarsız sevgisi, anne gibi şefkati hayalden ibarettir artık. Oysa o, diri ve anlamlı varlık fanusunu parçalayan Modernizm istilasından önce aile bağlarının kuvvetli, akrabalık ilişkilerinin önemli olduğu, insanın bırakın yalnız, kendisiyle bile baş başa kalmaya fırsatının olmadığı neşe dolu birlikteliklerin; ailenin, toplumun, dünyanın, evrenin birliğinin bir parçasıydı. En temel ihtiyaçlarından olan sevilme, sevme, aidiyet gibi beklentilerini karşılayan, hiçbir karşılık gözetmeden kabullenen, onu olduğu gibi sahiplenen bir bütünün, vazgeçilemez unsuruydu insan. Bu tespitimizi, toplumların geneline bakarak da sınayabiliriz. Günümüzde aile bağlarının, akrabalık ve dostluk ilişkilerinin devam ettirildiği toplulukları görüyoruz. Ancak şunu söyleyelim; bu ilişkilerin devam ettirilmesindeki itici güç olarak sevgi, saygı, ilgi, sorumluluk gibi değerlerin etkisinin zayıfladığını görmekte, deneyimlemekteyiz. Nitekim başta devlet olmak üzere pek çok kurum ve kuruluş, toplumun sağlıklı bir şekilde devamını sağlayabilmek amacıyla, evlilik kurumunu ve çocuk sahibi olmayı özendirmek için teşvikler sunma gereğini duymuştur. Bu teşvikler ise, ilginçtir, özünde maddi ve dünyevi nitelikleri barındırmakta, bireylere refah seviyelerinin iyileştirilmesi ve geçimlerinin kolaylaştırması yönünde teklifler sunmaktadır. İnsanın, öz ve gaye bakımından değersizleştiği böylesine bir ortamda suç, ceza, kaos ve savaşlar kaçınılmaz olmuştur. Çünkü herkes, ötekileri kendi menfaatleri için birer araç olarak görüp kullanmaya çalışmış ve onlar üzerinde baskı oluşturup hâkimiyet kurmaya çabalamıştır. Hiç kimseyle beklentisiz, duygusal veya sevgiye dayanan bir bağı kalmayan insan hep faydalanma, çıkar elde etme, alma, sömürme ve bunların karşılığında hiçbir şey vermeme, hiçbir fedakârlıkta bulunmama, en ufak bir vicdan azabı bile duymama rahatlığı göstermeye başlamıştır. Güçlü olmak ve gücünün devamını sağlamak istemiş ama bir taraftan da, gücünün getirdiği bu yalnızlıktan kurtulmak ve kendini hatırlatma gereği duymuştur diğer bireylere ( Kılıç, 1984: 85). “Değerlerin değersizleşmesi” olgusundan yola çıkan A. Camus de, 20. Yüzyılın siyasal olayları bağlamında, ‘başkaldırma’ ile ‘değerler’ arasında işte böyle ilişki kurmuş görünmektedir (AnaBritannica, 1987: VII, 63). Yani, nesnel gücün artması, otoriter eğilim ve başkaldırıyı; otoriter eğilim ve başkaldırının artması da değerlerin düşüşünü / değerlerin etkisizliğini arttırmıştır. 20. Yüzyılda yetkin olan bilimsel ve pozitivist dünya görüşü, toplumların, kültürlerin temel dinamiklerinden olan felsefenin hatta dinin, metafizikten arındırılması gerektiğini savunuyordu. O yüzyıllardaki toplumlarda ise ideolojik, kültürel, milli ve dini anlam alanlarında tam bir karmaşa yaşanmaktaydı. Sonuçta, yaşanan karmaşa, pozitivist dünya görüşünün zaferiyle sonuçlanmış ve zafere giden yolda, pek çok 230 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI değerden ödün verilmiştir. Hiçbir devirde olmadığı kadar büyük bir yıkıma sahne olan, askeri, toplumsal ve ekonomik pek çok sorunun başat bir özellik olduğu 20. yüzyıl, insanlığın var oluşunu saçmaya çeviren, ona varoluşsal bir kriz yaşatan insanlık durumlarıyla son bulmuştur. Tüm bunların sonunda ise “20.yüzyıl insanı, hayal kırıklığına uğramış bir insan izlenimi vermektedir; güvensiz ve yalnız” (Gündoğan, 1997: 40). Dolayısıyla, değersizleşmenin, varoluşun saçmalığı algısı ve paradigmasının doğal bir sonucu olduğu tezinden yola çıkarak, dünyanın olduğu gibi olduğunu, böyle olan dünyada bir amaç, bir değer aramanın absürde/ saçma olduğunu savunmuştur Camus. Ve artık şimdi asıl olan, absurde’ ü yaşatmaktır (Gündoğan, 1997: 80). Tanrı’sızlığı, değersizliği ve umutsuzluğu yaşatmalı, yaşamalıdır insan. Tecrübe sahasını mümkün olduğu kadar genişleterek, niteliğin yerine niceliği koyarak, hiçbir şeyi kaybetmeden, daha özgür ve daha fazla yaşamalı (Gündoğan, 1997: 102-103). Ne yazık ki bu, absurde’ ün bilincine varan insanın başkaldırma davranışıdır. Yani “Başkaldıran insan!” Felsefenin hiç bitmeyen umudu ise, ‘umutsuzlukların’ daima umuda evrileceği, yörüngesinden çıkmış, kadim ve baki anlam geleneğinden sapmış olan bilgi ve hikmet arayışlarının da eninde sonunda kendi sağlıklı ve mutlu edici yolunu bulacağıdır. 2) Yabancılaşma ve Değersizleşme Karşısında Sevgi ve Diyalog Kimi kabullere göre, Homo Sapiens’ in 100.000-50.000, şehir-devletlerinin 10.000, felsefeninse 2.500 yıl yaş aralığında olduğu hesaba katılırsa, insanlığın içinde bulunduğu durum, bir şeylerin ters gittiğinin ya da bir şeylerin tersine, geriye döndürülmesi gerektiğinin göstergesidir. Peki, nereye, neye veya kime dönmelidir insan? Çatı değerlere ve diğer insanlara çevirmelidir yüzünü. Bunun için, onları fark etmelidir önce. Monoton bir iş ve şehir hayatının, hatta eğlence aktivitelerinin bile monotonluğun bir parçası olduğu günümüzün modern toplum yapısının hemen hemen bütün birliktelikleri, bu farkındalıktan uzak, gürültülü bir keşmekeşin içinde geçirdiğimiz katılımlar niteliğindedir adeta. Evet, katıldığımız bir toplum var ama biz, modern, özgür, güç için savaşan bireyler, dâhil olduğumuz bu birlikteliklere hangi anlamları yüklüyoruz? Zorunluluk mu hepsi; ya da mekanik veya mekanikleştirici işbölümü düzeninin bir parçası, çarkların birer dişlisi mi? Yoksa dâhil olduğumuz kâinatın, hayatın anlamları mı onlar? Kim bu etrafımızdakiler? Sadece apartman sakini, marketteki kasiyer, okuldaki hizmetli mi bu insanlar? Dahası, hepsi birer ismi, dünyası, hayalleri, düş kırıklıkları ve umutları olan; tanımaya, dinlemeye, anlamaya, yaşamaya ve sevmeye değer dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz mi? Aynı doğaya tabi, aynı yaratılışa sahip insan kardeşlerimiz mi? Biz farkına varmasak da, çoktan unutmuş ve unutulmuş olsak da, aynı kökteniz aslında. Aynı birin, aynı bütünün, aynı tarihin ve geleceğin sahipleriyiz. Çünkü bizi birbirimizden farklı, ayrı, üstün ya da aşağı kıldığını düşündüğümüz pek çok ikincil niteliğin öncesinde insanız 231 Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI hepimiz. Sonra beyaz, kadın, felsefeci ve liberal vb. Ama ne yazıktır ki, kendi dışımızdakileri, bize benzemediğini düşündüklerimizi ötekileştirirken, asıl yaptığımız ise, kendimizi yalnızlaştırmak; ayrılmaz bir parçası olduğumuz bütünden uzaklaşmak, kopmak ve savunmasız, sevgisiz kalmak... Ne sihirli bir sözcüktür şu sevgi; dilimizden düşürmediğimiz, hepimizin ona dair ahkâm kestiği. Gerçekte nedir sevgi; ne işlevi ve değerle ne ilgisi vardır? Uzun bir süre, değer teorileri ve felsefeler, sevgiyi üstün bir değer olarak görmüşler; onu kendi başına bir değer, hatta değerlerin temeli saymışlardır (Ülken, 2001: 259). Örneğin, Platon Şölen’de aşktan, Lysis’ de dostluktan bahsetmiş ve sevgi olmazsa dostluğun da olmayacağını, sevginin insanları birbirine dost kılacağını Sokrates’in ağzından dile getirmiştir (Platon, 2013: 376). Bu birleştirici rolünü göz önünde bulundurduğumuzda sevgi, yalnızlığımızın mahrumiyeti, değersizleştirdiklerimizin yoksunluğu, vazgeçtiklerimizin kaybı olacaktır. Öyleyse, şunu dillendirmeliyiz, bir aforizma gibi; kaybolmaya yüz tutmuş insanlığımızın ve değerlerimizin kurucu gücüdür sevgi. Formül bu kadar basit midir acaba? ‘Basitçe anlatamıyorsan, yeterince anlamamışsındır!’ diyor Einstein. Bu noktada, sevginin, sevmenin özünde ne olduğu sorusu çıkıyor karşımıza aydınlatılması gereken. Doğru bildiğimizi sandığımız şeyleri irdelemeli, sevgi ve sevmek üzerine duyduğumuz kulaktan, sanaldan dolma söylenenleri aydınlığa kavuşturmak için çabalamalıyız şimdi. Fromm’ un ifadesiyle, “Sevgi, insanın var olma sorununun çözüm yoludur.” (Fromm, 1995:16). Günümüzün modern toplumunda gittikçe derinleşen varoluşsal yalnızlığımızın, yaşamı ve dünyayı paylaştığımız, birlikte olduğumuz insanlarla aramızda derinleşen uçurumların, her gün televizyonlarda birer film sahnesi gibi izlediğimiz savaş, ölüm, işkence gibi olaylara karşı bakış açımızı oluşturan ve sıradanlaşan kayıtsızlığımızın, ‘iyi ki benim başıma gelmedi’ diyerek acıyı bile ötekileştirdiğimiz bencilliğimizin çözüm yoludur sevgi. Böylesine önemli olan, çözüm bulucu, yapıcı ve kurucu bir değer biçtiğimiz sevgi, sadece bir söylemden, gelip geçici tutkulardan farklı olmalıdır mutlaka. Teoride kalan bir idealden çok daha fazla, hayata, pratik alana dökülmesi gereken bir emek ve etkinlik olmalıdır özünde sevgi. Her şeyden önce bilinmek, sonra açığa vurulmak ister sevgi. Çünkü sevdiğimizi ve sevildiğimizi bilmek yetmez. Göstermek isteriz sevgimizi ve görmek isteriz sevildiğimizi. Sevginin nasıl görünür olabileceğini anlayabilmek için, bir annenin çocuğuna karşı sergilediği, fedakârca, koşulsuz, şartsız ve karşılıksız bir şekilde sergilediği verme, ilgilenme, büyütme ve eğitme gibi davranışlara bakmak, yerinde bir örnek olacaktır. Bir anne, daha doğmadan başlar bebeğine vermeye; kanından, canından ve hayatından. Paylaştıkça büyür bebek ve büyüdükçe bebek, sevgi de büyür. Doğumdan sonra da devam eder anne kendinden vermeye; ilgisini, şefkatini, sabrını ve neşesini. “Anne sevgisi çocuğa, sadece yaşama isteği değil, yaşama sevinci de verir” 232 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI diyor Fromm. Kaygılı bir kopuş ve sancılı bir doğuşun akabinde, “dünyaya gelmek iyiymiş” dedirtir insana anne sevgisi (Fromm, 1995: 52). Öyle ki, sadece bebekken ve çocukken değil, hangi yaşa, hangi konuma gelirse gelsin, bir evladın annesi, onun yaşama sevinci, can suyu, biriciği olarak korur değerini kendi varlık ufkunda. Sevginin her türünden, kendine has değerleri edinir ve tecrübe eder insan. Örneğin, kardeş sevgisinde paylaşmayı, arkadaş sevgisinde yardımlaşmayı, karşı cinse yönelen sevgide güven duymayı, insan sevgisinde empati yapabilmeyi, doğaya ve diğer canlılara yönelen sevgide korumayı ve nihayet Tanrı sevgisinde tevekkülü öğrenir insan. Ama şunu unutmayalım ki, gökkuşağının barındırdığı farklı renkler gibidir öğrenilen bu değerler. Her biri yaşamımızın farklı dönemlerine damga vursa da, bir bütün olarak düşünüldüğünde, sevme ve sevilme ihtiyacını karşılar hepsi de insanoğlunun. Hayatının farklı aşamalarında tecrübe ettiği bu sevgi türleri ve beraberinde donandığı değerler, insanın şekillenen kişiliğinin harcıdır. Böyle bir kişilik ise, olgunlaşmıştır artık. Buraya kadar, tanıdığımız veya çevremizdeki; bize yakın, bizim veya bizden olan objelere yönelttiğimiz sevgilerden örnekledik konumuzu. Peki, hiç tanımadığımız, bizden uzak ve bize yabancı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, hiçbir fikrimizin olmadığı, hatta kendilerine dair geçmişten, tarihten gelen köklü önyargılarımızın olduğu objelere, ötekileştirdiklerimize nasıl yönelteceğiz sevgimizi? Bunun yolu, onları tanımaktan, onlar hakkında doğru bilgi sahibi olmaktan geçer. Tanımak ve bilmek ise, sadece fiziksel olarak bir arada bulunmak ve bir şeye dâhil olmakla olamaz. Bir insanı gerçekten tanımak, onu kendi içinde yaşattıklarında; korku ve zaaflarında, bilinçaltının kıvrımlarında saklanan sırlarda, düş kırıklıkları ve hayallerinde de tanımakla olur. Bu ise, hiç de kolay olmayan, zaman isteyen bir çaba gerektirir. Fiziksel birliktelikleri, toplumsal sözleşmeleri aşıp, birlikte, bir’leşerek düşünmeyi gerektirir. Bizi sevgiye götürecek, dolayısıyla sahibi olduğumuz değerlerin keşfine, farkındalığına döndürecek ve insani değerlerin yeniden inşasına sıçratacak olan birlikteliğin başat yollarından birisi, düşünmede olması gereken böyle bir diyalogdur (Bohm, 2006). Günümüzün modern addedilen dünyasında biz insanları, başta zihinlerimizde olmak üzere biliş, duygu ve davranış boyutlarında ayıran, böylelikle yalnızlaştıran ve birbirimizden yalıtan, birbirimize yabancılaştıran, pek çok duvarın, hatta kutsalın varlığından söz edebiliriz. Bu duvarlara örnek olarak bilimi, dinleri, milliyetleri, cinsiyetleri, kültürleri, ideolojileri vb. gösterebiliriz. Günümüzde insanlığı kuşatan bu duvarlar öylesine güçlü, dönüşüme öylesine kapalıdır ki, kayasına tutunan ve kopmaya direnen istiridyeler misali hakikatleri, yaşamları, varlıkları, dünyaları ve pek tabi ki değerleri birbirinden kesin çizgilerle ayıran birer sınır niteliğindedir hepsi. Örneğin tarafsız, objektif bir çaba olması gereken bilim bile, bize hakikati sunma görevini üstlenen bir din, tabu haline gelebilmiştir (Bohm, 2006: 13). Bilim, zamanı, hayatı, insanı ve değerlerini bir bütün halinde anlayabilmekten çok uzak, salt bir bilme gayretine girişmiştir nerdeyse. Yüzü geleceğe dönük olan, ama değişen dünyanın 233 Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI beklentilerine yeterince karşılık veremeyen, problemleri çözmek bir yana, yeni problemlere sebep olabilen bir bilim vardır bugün karşımızda. Geçmişten gelen doğrularla günümüzün doğruları çatışırken, doğrular bile kimi zaman esnerken, bu dünyada, bir arada nasıl yaşayacağımızın yolunu bulmamız gerekli ve kaçınılmazdır. İnsanoğlu, binlerce yıllık geçmişini, tarihini yok sayarak, göz ardı ederek geleceğini daha iyi, daha sağlam ve daha mutlu bir şekilde inşa edebileceğini düşünüyorsa hayal kırıklığına, başarısızlığa uğraması kaçınılmaz olacaktır. Bu noktada diyebiliriz ki, insan geleceğini geçmişine saplanmadan ama geçmişinin ışığında, yeniden planlamak, tasarlamak zorundadır. Çünkü tarih, bitip tükenmez bir değer kaynağıdır aynı zamanda. Bu durum, toplumlar için geçerli olduğu kadar, tek tek bireyler için de geçerlidir. Çocukluğunu, kendini ve hayatı tanımaya başladığı ilk gençlik yıllarını donatan ve gittikçe kaybolan birer hatıra olarak silikleşen, arkadaşlık, dostluk, fedakârlık, sevgi doluluk gibi değerlerin kılavuzluğunda kurmalıdır geleceğini insan. Yıkmalıdır görünen- görünmeyen duvarları; geçmişle şimdiyi, şimdiyle geleceğini birbirinden ayıran. İlişki kurmalı, diyaloğa açık olmalıdır. Ama bu öyle bir ilişki ki, yargılayan, dayatan, üstünlük taslayan, savunan, soyutlayan bir önyargı değil; sorgulayan, samimi, sürekli, katılımcı, bütüncül, ahenkli bir iletişim ve fikir alışverişine dayanan bir tavır olmalıdır. Bu tavır, felsefenin tavrıdır aynı zamanda. Felsefi düşüncenin unutturulmaya çalışılan önemi ve işlevi bir kez daha karşımıza çıkıyor bu noktada. Kendimize ve diğer insanlara, düşüncelerimize ve yaşadığımız dünyaya ilişkin farkındalığımıza yoğunlaşan felsefe etkinliği, diyaloğun kapısını da aralamaktadır. Çünkü diyalog, herkes kendi doğrularını sorgulamaya hazır ise vardır (Garaudy,1996: 12). Bunun için, insanın fenomenal dünyasında sorgulanabilmelidir her şey. Çünkü insana göre veya insan içindir varlık. Gözlemcinin ve gözlenenin kendisi olabildiği, iç dünyasını gözleyerek kendini yönlendirebilen bir ayna misali gibidir insan. ‘Kendi’ fenomenine yoğunlaşan, “merkezi bir varlık” tır adeta (Bohm, 2006: 25). Varlığın ve varoluşun merkezindedir; onda yer alabilmek için de kendi yerini, doğasını, benliğini, değerini ve değerlerini görebilmesi, fark edebilmesi, keşfedebilmesi gereken bir konumdadır. Garaudy’ nin ifadesiyle, değerleri, müşterek bir çalışma ile keşfetme gayesine hizmet eden diyalog insanlara, birbirine varlık tanıyıcı ve değer katıcı, derin bir perspektif kazandırır ( Kılıç, 2006: 391). Adeta, “…şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan…” (Nietzsche, 1995: 10) sunar bize. Toplumsal barışın kurulması için, böyle bir diyaloğun derinleşmesi, kendi payına herkesin, hayatına anlam veren, değer katan şeylerdeki önemli hususları ortaya çıkarmaya çalışması ve daha sonra ortak noktalar üzerinde bir araya gelinmesi gereklidir. Böylece kâmil insan ve yetkin toplumu inşa yolu açılacaktır ( Kılıç, 2006: 395). 234 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç İnsan ve değerinden yola çıkıp, insan ve değerlerine ulaşma denemesi yaptığımız bu düşünce yolculuğunda, değerlerin yeniden inşası için dikkat çekmeye çalıştığımız temel fenomen insanın kendisi oldu. Çünkü insan; bütün ırmakların ona meylettiği bir umman, bütün zıtlıkların onda barındığı bir gizem, dört büyük hakikatten biri: dünya, insan, bilgi, yaşam (Schumacher,1990: 21-22). Bu gün elimizde ne varsa sahip olduğumuz iyi ya da kötü, değerli ya da değersiz; var olan ne varsa memnuniyet ya da nefret uyandıran, hepsi bizim eserimiz, hepimizin eseridir. Hepimizin, bütün insanların payı var geldiğimiz noktada. Hatta denilebilir ki, adaletsizliğe, zulme, sömürüye ve katliama sesimizi çıkarmayan bizler, değerlerimizi de gömdük birer birer. Şimdi kazma, çıkarma vakti onları günışığına. Kazdıkça, kendimizi, kendi yolumuzu kazacağız ve bir bir çıkardıkça gömdüğümüz, unutulmuşluğa terk ettiğimiz değerlerimizi, kendimizi tanıyacağız, kendimizi çekip çıkaracağız karanlıklardan. Tanıdıkça seveceğiz kendimizi ve öyle kabul edeceğiz; günahlarımız ve sevaplarımızla. Biz böyleyiz, böyle değerliyiz çünkü. Tövbemiz olmazsa ne değerimiz, ne kıymetimiz olurdu. Sonra isteyeceğiz, yalnızlığımızdan ve yabancı duruşumuzdan kurtulmak. Diğer insanları tanımak isteyeceğiz; dinledikçe tanıyacak, tanıdıkça seveceğiz onları. Ve yaşayacağız, yaşamak durumunda kalacağız, “doğrudan doğruya üstümüze ateşlenmiş olan hayatı” (Schumacher, 1990: 20). Her zaman için kötü bir şeyden iyi, değersiz bir şeyden de değerli bir şeyler çıkararak (Schumacher, 1990: 163). Sonuç itibariyle, iyi ya da kötü, insanın bütün eserleri, kendi öz doğasından beslenmekte ya da reddedilmektedir. “İnsana dair bütün söylenecekleri kendinde toplayan” (Şeriati, 2014: 83- 90), insanın doğuştan sahip olduğu doğasına işaret eden ‘değer’ kavramı, işte o nedenle, bir o kadar da gizemlidir. Çünkü insanın varoluşunu değerli ve anlamlı kılan, gelişimini tamamlamasına imkân veren, yüksek niteliklere ev sahipliği yapan bir membadır o. Bu nedenle insan, pek çok nefsani eğilim, istek ve arzularını eğitmeli, Tanrının kendisine bahşettiği üstün değer ve niteliklerini beslemeli, yükselmeli, mükemmelleşmelidir. Birey kendini, fıtri insanlığını gerçekleştirmeli; doğasında saklı olan değerleri kurarak var olmalıdır. Öyle ki, “İnsan türünün varoluşsal ilerlemesi, tarih boyunca, bu değerlerin güçlenmesi istikametinde olacaktır” (Şeriati, 2014: 83- 90). Hiçbir şey yapamıyorsa bilmeli, unutmamalıdır gizemli bir benliği, derinlerde bir anlamı olduğunu. Sıradan bir varlık, öylesine bir tesadüf, faydalı bir meta olmaktan çok öte, aşkınlığa uzanabilen bir değer olduğunu. Çünkü bulmak için aramak, aramak için ise bilmek gerekir. “Kendini tanı!” düsturu da, bu gizin kapısını aralayan bir anahtar olacaktır bizce2… ____________________________________________________________________ 2 Krş. 'Kendini bilen Rabbini/ Aşkınlığı bilir' nebevi sözü. 235 Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI KAYNAKÇA Akarsu, B. (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü. İstanbul: İnkılap Yayınevi. Bohm, D. (2006). Birlikte Düşünmek: Diyalog. (Çev. O. Atalay). İstanbul: Etkileşim Yayınları. Bolay, S.H. (2009). Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım Cevizci, A. (1999). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları. AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi (1987). “Değer Felsefesi”. (Cilt. VII: 62) İstanbul: Ana Yayıncılık. Fromm, E. (1982). Sahip Olmak ya da Olmak. (Çev. A. Arıtan). İstanbul: Ararat Yayınevi. Fromm, E. (1995). Sevme Sanatı. (Çev. Y. Salman). İstanbul: Payel Yayınları. Garaudy, R. (1996). Aforozdan Diyaloğa. (Çev. S. Kılıç). İstanbul: Birey Yayınevi. Gündoğan, A.O. ( 1997). Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi. İstanbul: Birey Yayınevi. Kılıç, S. (1984). Yabancılaşma: İnsana Karşı Toplumsal Süreç. İstanbul: Rahmet Yayınevi. Kılıç, S. (2006). “Roger Garaudy: Batı Entegrizmine Derin Eleştiri”. Marife, 3, 377- 396. Kuçuradi, İ. (2013). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu. Nietzsche, F. (1995). Deccal. (Çev. O. Aruoba). İstanbul: Hil Yayınları. Özlem, D. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İstanbul: İnkılap Yayınevi. Platon, (2013). Diyaloglar. (Çev. T. Aktürel). İstanbul: Remzi Kitabevi. Schumacher, E.F. (1990). Aklı Karışıklar İçin Kılavuz. (Çev. M. Özel). İstanbul: İz Yayıncılık. Şeriati, A. (2014). “Gençlik, Batı Kültürü ve İslam İrfanı”. (Çev. S. Kılıç). Bilge Adamlar, 35, 83-90. Türkçe Sözlük. (2011). “Değer” Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınevi. Ülken, H.Z. (2001). Bilgi ve Değer. İstanbul: Ülken Yayınevi. 236 II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Cuma - 10:45 - 11:45 Oturum Başkanı Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ / Atatürk Üniversitesi İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ / Atatürk Üniversitesi İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki Saygı Değerinin Yeri Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Atatürk Üniversitesi Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Atatürk Üniversitesi Esra METİN / Atatürk Üniversitesi Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk -Erzurumlu Emrah - Tokatlı Nuri ÖrneğiYrd.Doç.Dr. Osman Nuri KARADAYI / Atatürk Üniversitesi İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Hayata dikkatle baktığımızda, insanın her şeyin merkezinde ve yönetiminde bulunduğu ve her şeyin insan için var olduğu, net olarak görülmektedir. Günümüz insanı, bu önemli konumundan uzaklaştırıldığı ve onu gerçek anlamda insan yapan değerlerden soyutlandığında çözemeyeceği problemlerle baş başa kalmaktadır. İnsanlık için maddi şartların iyileştirilmesi, hayatı kolaylaştıran teknolojik gelişmeler elbette önemlidir. Fakat daha önemlisi insanı gerçek anlamda mükemmel yapan seciye ve meziyetlerinin hayata geçirilmesi, ahlaki değerlerin ona kazandırılmasıdır. İnsanın ruhu ihmal ve duyguları inkâr edilirse hem fiziki alanda, hem de manevi alanda olumsuz sonuçlar kaçınılmazdır. İnsani değerlerin yıkıma uğradığı günümüzde insan kalitesini artırma ve ona yaratılışına uygun bir mecra verme anlayışı, ilginin ötesinde saygı gören bir tutum olması gerekmektedir. Toplumlar ve bilhassa yönetimler dün olduğu gibi, bugün de insana ve insani değerlere verdiği değerle ölçülür hâle gelecektir. İnsan fıtraten güzele ve güzelliğe tutkun yaratılmıştır. Hazret-i Peygamber “Beyanın bir kısmında sihir vardır.” (Ebû Davud, Edeb: 95) buyurarak güzel ifadelerin büyüleyiciliğine dikkatleri çekmektedir. “Büyüleyici söz”, genellikle şiir olarak tefsir edilmiştir. Çünkü güzel ve sanatlı söz büyüleyicidir. Yunus Emre sözün bu gücüne şu güçlü ifadeleriyle temas eder: Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz Sözü bişirip diyenin işini sağ ede bir söz Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede bir söz Kişi bile söz demini demeye sözün kemini Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz (Yağmur, 2012:136) İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Maziden günümüze uzanan çizgide müstesna şairler yetiştiren toplumumuz bu şairlerimizin, hikmet ve marifet buutlu, büyüleyici sözlerini insanî değerlerin inşasında cömertçe kullanmışlar ve bir levha-i ibret olarak hem sinelere hem de mekânlara asmışlardır. Söz sihirli bir anahtardır. Savaş stratejilerini yakından bilen insanlar için “Savaşın onda dokuzu sözle, onda biri silahla kazanılır” sözü önemlidir. (Tarhan, 2013: 96) Kur’an’ın nazil olduğu asırda şiir ön planda ve şairler el üstünde tutulmaktaydı. Öyle ki, şairlerin bir şiiriyle, hatiplerin bir hitabıyla toplumlar bazen çatışmanın eşiğine gelirdi. Bazen de gerçekleşmez sanılan barışlar gerçekleşir düşmanlıklar son bulurdu. Şair ve hatipler, kitleleri motive eder, topluluğa yapılan saldırı ve hücumlara şiir diliyle karşılık verir, toplumu rahatlatırlardı. Şair ve hatipler, adeta toplumların millî kahramanlarıydı ve fonksiyonları çok güçlüydü. Peygamberimiz, Müslüman şair ve hatiplere büyük değer verir, onları İslam düşmanlarının sözlü saldırıları karşısında öne sürer, duasıyla desteklerdi. (Dikmen, 2014) “... Yanıma gelen yârânın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa ben nerede, şiir söylemek nerede?!..” (Yıldırım, 2004: 70) diyen Hz. Mevlana’nın bu ifadeleri şiirin önemi ve insana etkisi bağlamında anlamlıdır. “Öylesi vardır ki şiirin, hikmetin ta kendisidir. Vasıtadır o, gaye değil. Bildiğimiz kelimelerdir şiirin malzemesi; ama bilmediğimiz güzellikler söyler bize. En parlak dizelerden örülür ve küpe olur kaç mevsim umut fısıldanan kulaklara, gerdanlık olur sevgi yeşeren kalplere salkım saçak. Edebiyattır şiir; ama önce edebdir. Çiçek çiçek açar zarafet iklimlerinde; renk renk gezinir nezaket ülkelerinde. Ve şiir hayattır. Şiir söz olur, tavır olur; bakış ve akış olur sevgiyle. Şiir medeniyettir zengin ve süslü. Tarihin içini doldurur bazen, divan olup saltanat sürer. Sultanlar sözü olunca şiir, sözün sultanları söyler en güzel kasideleri ve şiire döner gök kubbede bütün sözler. Sonra söylendikçe barış ile ışıtır ülkeyi, yaşandıkça yükseltir tarihi. Şiirin adı yakarış olur, İlahî olur ve bir zaviyenin loş çilehanesinde… Sözün kelâm boyutunda arz-ı endâmıdır şiir. Kelâm-ı Kadîm’den damlar ilhâm şairlerin mürekkeplerine... Sözün kadrini bilmeyenler, şiirin kıymetini ne anlasınlar!?..” (Pala, 2014) 240 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Şiirimiz; dinî-tasavvufi Türk şiiri, Divan şiiri, Batı etkisinde gelişen Türk şiiri, âşık tarzı Türk şiiri gibi genel tasnifler muvacehesinde incelemeye tabi tutulmuştur. Tebliğimizde bu ekoller hakkında vereceğimiz kısa birkaç cümlelik izahtan sonra; o ekolde temayüz etmiş bir şairin örnekliğinde değerlerin inşasına nasıl katkı sağladıklarına temas edeceğiz. Tarih boyunca insani değerleri sanatının merkezi hâline getiren ve sanatını bu değerlerin aktarımında bir vasıta olarak kullanan büyük sanatçılar yetiştirmiş bir geleneğin mensubuyuz. Bu sanatçılar aynı zamanda bizim tarihten tevarüs ettiğimiz büyük değerlerimizdir. Popüler kültürün yıprattığı, kaybettiğimiz ve özlemini çektiğimiz insani değerlerin yeniden inşasında bu hazineden faydalanmak gerektiğine inanıyoruz. 1. Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı ve Bu Ekolü Temsilen Yunus Emre’de İnsani Değerler: “Tasavvufi Türk Edebiyatı, toplumun kültürel değerlerine sahip çıkan, üreten, gelişen, dünya ve ahiretini tamamlayıcı bir eğitim veren ve bu insanları gerçek anlamda her iki âlem için de mutlu kılan, millî birlik ve beraberliği sağlayan, dinî anlayış ve yaşayışını belli bir vecd içinde bazen millî vezinle, bazen de divan şiiri nazım şeklini kullanarak dinî-tasavvufî nazım türleriyle verebilen ve toplumun tümünü kucaklayan bir ekol edebiyatıdır.” (Güzel, 2009: 45) Bu ekol asırlar boyu toplumumuzun maddimanevi hayatında büyük tesirler bırakan sembol şahsiyetler, çok değerli sanatçılar yetiştirmiştir. Yunus Emre, sadece bizim değil insanlık tarihinin en güzel değerlerinden biridir. Tatçı, “Ete Kemiğe Büründü Yunus Diye Göründü” başlıklı yazısında Yunus Emre ve insani değerlerin inşasında icra ettiği rolü şu şekilde ifade eder: “Yaşadığı çağı olduğu kadar bütün çağları etkileyen ilahilerin sahibi olan bu güzel gönüllü ve erdemli insan ve bütün bunalım felsefelerini gereksiz ve geçersiz kılan bizim Yunus’umuzdur o. Yunus vaz’ettiği değerler sistemiyle Türk-İslam kültürü açısından fevkalade önemli bir şahsiyettir. Zira o, divanında fikirleriyle zihinlerde, gönüllerde ve dilde yeniliklere imza atmış bir erendir. Peygamberlerin ve onların izinden giden Yunus gibi kâmillerin vazifesi ve insanlığa mirasları; insanı ve insanî değerleri yeniden inşa etmek! Zamanı âna getirmek, insanlığın fikirlerini, hayallerini ve rüyalarını tekâmül ettirmek, insanlığı süflîden alıp ulvîye taşımak, onu hakka, hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a layık hâle getirmektir! Bu miras, putların ve putlaştırdıklarımızın kırılıp insanın hakikatte yeniden inşa edilmesi şeklinde özetleyebileceğimiz değerler manzumesidir.” (Tatçı, 2012: xii) 241 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Tatçı, Yunus’un insanî değerleri anlatmada kullandığı tekellüfsüz samimi dile de şu satırlarla temas eder: “Biz Yunus’la dilimizi öğrendik. O bize, sevmeyi, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşacağımızı kendi dilimizle öğretti. O bizim aşk ve mana dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz dile mana elbisesi giydirdi. Çocukça konuştuğumuz, “ana dilimiz” oldu. Nitekim o, gönlü ile beraber dilini de Hakk’ın rengine boyadı. Ana dili Türkçeyi Hakk’ın ve hakikatin dili hâline getirdi. “dil hikmetin yoludur” diye bayrak açtı. Arkasından gelenlerin de üslûbu oldu. Erenler ondan sonra hakikati Türkçe anlatır oldular. O bize sadece dil öğretmekle kalmadı, sevgiyi de öğretti.” (Tatçı, 2012: xiii) Asırlar sonra şairler sultanı Necip Fazıl Kısakürek, Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan Geleyim, izine doğru arkandan; Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, Medet ey dervişim Yunus’um medet!..(Kısakürek, 2011: 383) diyerek onun ruhaniyetinden istimdatta bulunacak; ünlü bir psikiyatr olan Nevzat Tarhan, Yunus’un kitleler üzerindeki tesirinden hareketle psikolojik bütünlüğü yaralananları tedavi için “Yunus Terapi”yi kaleme alacaktır. “Yunus Emre, açgözlülüğe karşı kanaati, kibre karşı tevazuu, öfkeye karşı sabrı, kine karşı sevgiyi öne çıkarır. Hangi duyguyu beslersek onun galip geleceğini söyler. Kendisiyle barışık insanlar yetiştirmeyi hedefler. Erdemli bireyleri çoğaltarak medenî bir toplum oluşturmak için çaba sarfeder. Böylelikle dünyada savaşların değil barışın ve kardeşliğin hâkim olacağı bir program organize eder. Bunun için değerler eğitimine bireyden başlar.” (Tarhan, 2013: 96) “Yunus Emre yaşadığı topluma mürşitlik etmiş, o şiirdeki gücünü asıl amacının aracı haline getirmiştir. Yunus Emre, insanlara verdiği öğütleri mecazlarla, analojilerle, metaforlarla bezeyerek mücerret gerçeği müşahhas hâle getirir. Onun eserleri değerler eğitimi kitabı olarak okunacak nitelikte eserlerdir.” (Tarhan, 2013: 61) Bu coğrafyada yaşayan herkesin özellikle de hatip ve vaizlerin diline pelesenk olan, insani değerlerin yeniden inşasında asla ihmal edilmez bir öneme sahip Yunus’un dizelerini, belli başlı insani değerler başlıkları altında ana hatlarıyla şu şekilde vermeye çalışalım. 1.1.Tevazu: İnsani bir erdem olarak alçakgönüllülük (tevazu), içinde bazı duyguları barındırır. Bunlardan en önemlisi, kişinin kendisini sevdiği gibi diğer insanları da sevmesidir. Sevgiye ilaveten, merhamet ve acıma duyguları da tevazunun açığa çıkmasına etkin olan duygulardır. (Tarhan, 2013: 147) Kibir kendini beğenme, insanları küçük görme, tevazunun zıddıdır. İnsanlar arasında sevilmeyen bir haslettir. 242 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Yunus Emre bu hususu şu güzel dizleriyle ifade eder: Miskin Yunus erenlere tekebbür olma toprak ol Topraktan biter küllisi gülistandır toprak bana (Yağmur, 2012: 43) Miskinlikte buldular kimde erlik var ise Merdivenden ittiler yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer dem be dem yoldan azar Dış yüzüne o sızar içinde ne var ise (Yağmur, 2012: 314) Yol odur ki doğru vara göz odur ki Hakk’ı göre Er oldur alçakta dura yüceden bakan göz değil (Yağmur, 2012: 198) 1.2. Farklılıklara Saygı: Irk, renk, dil, inanç, cinsiyet vs. gibi insanın tercihi olmayan hususlardan dolayı üstünlük iddiasında bulunmak ya da bu sebepler muvacehesinde insanları aşağılamak, hor görmek kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. İnsanlar yaratılışlarıyla değil davranışlarıyla değerlendirilmelidir. 1995 yılını “Hoşgörü Yılı” ilan eden UNESCO yayınladığı Hoşgörünün İlkeleri Bildirgesi’nde, “Hoşgörü; görünüşü, durumu, konuşması, davranışı ve değerleri doğal olarak farklı olanların barış içinde ve oldukları gibi yaşama hakkına sahip oldukları gerçeğini kabul etmek demektir.” şeklinde tanımlanmaktadır. (Tarhan, 2013: 89) Yunus tarafından yüz yıllar önce en güzel bir şekilde ifade edilen şu mısraları bu değerin insanlara kazandırılmasında cömertçe kullanmak gerekir. Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan Halka müderris ise hakikatte âsidir (Yağmur, 2012: 63) Gelin tanış olalım işi kolay tutalım Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz (Yağmur, 2012: 138) Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim Korku hıyanetedir pes ne içün kızaram (Yağmur, 2012: 201) 1.3. Kendini Tanıma: İnsan varlıklar içerisindeki üstün konumunun farkına varmaz, hakiki mahiyetinden gafil olursa insana yakışır tavır ve davranışlarında sıkıntılar baş gösterir. Bu sebeple insanın öncelikle kendini maddi-manevi bütün yönleriyle çok iyi tanıması gerekmektedir. İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır (Yağmur, 2012: 129) 1.4. Güzel Ahlak: İnsan ahlaki değerlerle güzelleşir, kemale erer. Ahlakın önemi vurgulanırken Yunus’un şu dizelerinden istifade etmek tesir uyandırması açısından önemlidir: 243 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Evvel bize vacip budur iyi hulk u amel gerek İslâm adı konucağız yoldaşımız iman gerek (Yağmur, 2012: 181) 1.5. Doğruluk: En çok muhtaç olduğumuz insani değerlerin başında gelen ve toplumların kayyum değeri olan doğruluğun önemi vurgulanırken şu dizelerle birlikte nazara verilecek olsa daha müessir olacaktır: Kimde kim doğruluk var Hak Çalab onu sever İki cihana yarar ol erin sermayesi Erliğin koyasın doğru yola gelesin Kibr ü kini çıkargil erden nasip alasın (Yağmur, 2012: 280) Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil (Yağmur, 2012: 198) Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san Dört kitabın manası budur eğer var ise 1.6. Gönül Medeniyeti: İnsan bir gönül varlığıdır ve Hak gönülde konaklamaktadır. İnsan da sahip olduğu bu gönül sebebiyle değerlidir. Gönlü yıkmak, Kâbe’yi yıkmaktan daha kötü bir durumdur. Gönlü mesken tutan Hakk’ın hatırının üstün tutulduğu bir gönül medeniyetinin inşası, insani değerlerin ihyası için en müessir yoldur ve duygu dünyamıza hitap eden Yunus’un şu dizeleri bu hususta elbette çok önemli ve tesirlidir: Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil (Yağmur, 2012: 198) Ben gelmedim da’vi için benim işim sevi için Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim (Yağmur, 2012: 213) Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca Hepisinden iyice bir gönüle girmektir (Yağmur, 2012: 129) Aksakallı pir koca bilemez hâli nice Emek yemesin hacca bir gönül yıkar ise Gönül çalabın tahtı Çalab gönüle baktı İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise (Yağmur, 2012: 314) 1.1.7. Yardımseverlik: İnsan egosunu şişiren, benlik ve bencillik tesis eden popüler kültürün tahrip ettiği değerlerden biri de yardımseverliktir. Bu değerin erozyonu fert ve toplum hayatında büyük zararlar doğuracaktır. Yardıma muhtaç olduğunuz bir anda bu değerin eksikliğini derinden hissedip koskoca bir toplum içinde yalnız ve muzdarip kalmamız kaçınılmaz olacaktır. İşte bu duygunun körelmemesi için duygu yüklü ve vicdanı harekete geçiren şu dizeleri kalplere nakşetmek gerekecektir: 244 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi Bir miskini gördün ise bir eskice verdin ise Yarın anda sana gele Hak libasın biçmiş gibi (Yağmur, 2012: 374) 2. Divan Şiiri ve Bu Ekolü Temsilen Taşlıcalı Yahya Bey’de İnsanî Değerler: Divan Şiiri, kendine özgü bir sanat anlayışı, sınırlı bir duygu ve şiir dünyası, sanatlı bir dili, İslâm dini ve tasavvufa dayalı bir düşünce örgüsü bulunan şekilci, kuralcı ve idealist Türk şiirine Divan şiiri denmektedir ki Osmanlı toplumunda felsefe, ahlaki öğretiler ve insani değerler hep bu şiirsel söylemin içinden dile getirilmiştir. “Bu edebiyat yüksek bir değer taşıması, yer yer duru ve muhteşem örnekler ortaya koyması, ruha hitap eden yüksek duygu ve heyecanlarıyla, ifadesindeki güzellik ve sağlam diliyle, bütün güzelliğini ön plana çıkaran beyit yapısıyla, yoğun sanat gücü ve söyleyişle altı asrı aşkın bir zaman diliminde Osmanlı toplumundaki sanat zevkinin en seçkin ve büyük bölümünü oluşturmuştur.” (Pala, 1996: 18) Bu ekolün önde gelen simalarından XVI. yüzyıl divan şairi mesnevî alanında tanınmış, âlim bir sanatkâr olan Taşlıcalı Yahya Bey’in (v.1582) bir kasidesini örnek olarak zikretmekle yetineceğiz. Kanına girme katline kasd etme kimsenün Mihmanına adavet edici cihân gibi Su gibi olduğun yire ol mûcib-i hayat Zulm eyleme gücün yetene mâhiyân gibi Dünyada itibarına halkın ne itibar Cehd eyle âhiretde aziz ol cinân gibi Çok söyleyen değirmene benzer sebatı yok Uzun uzak sayıklama âb-ı revân gibi İş itme hatırunda olan eğri rây ile Âlemde eğriden yaradılmış zenân gibi Öykünme karlu tağa büyütme ammâmeni Kibr ile baştan aşma begüm teylesan gibi Derya dil uzadalı çeker turmaz ızdırab İncitme halkı kelb-i tavîlü’l-lisan gibi Dönme o meste ki göremez kendi aybını Sana zarar gelen yire bak didebân gibi Kaldırma zurnapâ gibi bâlâya başunı Eller seni ayaklamasın nerdibân gibi 245 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Kâl eyle sözün âteş-i sabr ile dâyima Sözü yabana söyleme âb-ı revân gibi Yanunda mâh-ı nev gibi noksanı olanın Aybın yüzine urma mey-i erguvan gibi Kendinde tut elüni yüri nitekim çınâr Tolaşma gül budahına (hem) zeymuran gibi Erkan içinde erlük ile ola gör be-nâm Âlemde Erdşir gibi Erdevan gibi Herbir perî-hısâle gönül virme gel berü Divâne olma tağlara düşme tuman gibi Neylersen eyle gerçek erenlerle hem-dem ol Tomar-ı ömrün ucı yakındur yalan gibi Âhir ecel tutar dilini gözüni yumar Noksan-ı halkı gözleme ayn-ı avan gibi Bi-çâre hâtırını emin it eman ile Kahr itme rây-ı kahrun ile Kahraman gibi (Yahya Bey, Kaside 34) Yahya Bey, bu kasidesinde ana hatlarıyla şu hususlara temas eder: “Toplumun huzurunu bozan katl ve şiddetten uzak durmak, su gibi bulunduğu yere hayat ve canlılık kazandırmak, dünyada insanların itibar ettikleri fani ve geçici olan şeylere değer vermemek; yerinde, zamanında ve gerektiği kadar konuşmak, doğru olmayan düşüncelerle iş görmemek, etrafındakilerle latif, nezih ve nazik olarak konuşmak, kibirlenmemek, dilini muhafaza edip insanları rahatsız etmemek, kimsenin ayıbını kusurunu araştırmamak ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamak, insanlara tepeden bakmamak, elinden, dilinden kimsenin zarar görmediği bir kimse olmak, mertlikle insanlar arasında nam salmak, her gördüğü güzele gönül bağlamamak, gerçek erenlerle birlikte olmak, her insanın mutlaka bir sonunun olduğunu düşünüp ona göre hareket etmek, aman dileyene kahretmeyerek, sabırlı ve güvenilir bir kimse olmak…” Görüldüğü gibi bu özellikler, ideal insan ve dolayısıyla ideal toplumun temel umdeleridir. Yahya Bey, bu insani değerleri insanın duygularına hitap eden ve işin hikmetini ortaya koyan örneklendirme/irsal-i mesel yoluyla anlatmıştır. Bu tarz, insana iyi ile kötü arasında mukayeseye imkânı verdiğinden daha kalıcıdır. Bu tarz aynı zamanda 246 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kur’an-ı Kerîm’de de çok sık kullanılan bir metottur. İyi ile kötünün birlikte zikredildiği bu benzetmelerde, kötü ve olumsuz olandan kaçıp iyiye ve olumlu olana yönelmemiz istenir. Çünkü iyi ile kötüyü ancak zıtları ile tanımak mümkündür. (Bayraktar, 1994: 54-56) Edebiyatımızda dağ ve okyanus kibrin; su, damla, ırmak ve toprak tevazunun sembolü olarak kullanılmıştır. Yahya Bey de mütevazı insanı anlatırken bu sembolleri kullanır. Ona göre mütevazı insan, kimsenin kalbini kırmayan, insanların ayıbını araştırmak bir yana toprak gibi, kusurları ve çirkinlikleri örten insandır. Mütevazı insan, kıymetli bir hazine gibi, insanın cismindeki can gibi gizli olup, kendini insanlara gösterme, beğendirme küçüklüğüne düşmeyen insandır. Mütevazı insan, hevasının esiri olmayarak, alçak gönüllülükte bulunduğu yere hayat bahşeden bir ırmak gibidir. Kalb-i zücâcın eyleme bir kimsenin şikest Dirsen ki âyinende ola sûret-i savab Açma cihanda dâmen-i aybı sabâ gibi Setr eyle gördüğüni kamu nitekim türâb Görünme ayn-ı âleme cismünde cân gibi Fâş itme halka kendüni genc-i nihân gibi Bahr-ı cihânda zevrak-ı cism ile dayima Gezme hevâna tâbi olup bâdbân gibi Didâra ermek ise safâ ile niyyetin Alçak gönülli ol yüri âb-ı revân gibi (Yahya Bey, Trc. Bnd. 4-3) 3. Tanzimat’tan Günümüze Batı Etkisinde Gelişen Türk Şiiri ve Bu Ekolü Temsilen Mehmet Âkif Ersoy’da İnsani Değerler: Batı Etkisinde Gelişen Türk Şiiri: “Bu dönem, Divan edebiyatının gerilemeye yüz tuttuğu bir dönemdir. Artık Türk edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasibini aldığı kadar bu edebiyattan da nasibini alacaktı. XIX. yüzyılda başlayan batılılaşma, edebiyatın her dalında kendini ifade edecek imkânlar ararken, dinî-tasavvufi edebiyat geleneği varlığını bu dönemde de devam ettirmiştir. Bu dönemin temsilcileri Batı’dan gelen yeni düşünceleri temsil etmelerinin yanında, geleneksel dinî inancı, Batı’dan gelen rasyonalist tavırla birleştirme çalışmalarıyla da önemlidir.” (Şimşek, 2012) Bu dönemde de birbirinden değerli sanatçılar yetişmiştir. Eserleriyle toplumda insani değerlerin inşasına büyük katkı sunmuşlar bu değerlerin eğitiminde ilk müracaat edilen kaynak eserler olmuşlardır. Bu tebliğimizde bir asra yakın bir 247 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ dönemde cari olan bu edebiyatın en önemli simalarından Mehmet Âkif Ersoy (18731936)’la yetinmek zorundayız. Çünkü Âkif, XX. asırda dinî edebiyatın en kuvvetli mümessilidir. Türk- İslam edebiyatı içinde başlı başına bir şahsiyettir. Mehmet Âkif, sanatın halkın eğitimi ve aydınlatılması için vazgeçilmez bir yol olduğunu, sanatın toplumun hizmetinde olması gerektiğini iddia eder. Çünkü ona göre edebiyat, halkın manevi ve ahlaki eğitiminde en güçlü müessesedir. Mehmet Akif ’e göre her edebiyat kendi toplumunun sorunlarını dile getirmek ve halkına seslenmek zorundadır. Mehmet Âkif, Türk şiirinde dinî lirizmin en güçlü sesidir. O şiirlerinde topluma daima bir şeyler kazandırma çabası içindedir. (Pekolcay, 2002: 347-349) Eserlerinde insanî değerlere çok sık vurgu yapan ve bu değerleri insan ruhunda derin tesirler bırakan şiir yoluyla ifade eden Âkif ’ten, insani değerlerin yeniden inşasında azamî ölçüde istifade etmemiz gerekir. 3.1. Ahlak: Ahlakî noktada insanlık büyük bir bunalım yaşamaktadır. Toplumların huzurunu ve geleceğini sıkıntıya sokan hatta inkırazına sebep olan problemlerin başında ahlaki yozlaşma gelmektedir. Bu değerin önemini veciz bir şekilde ifade eden aşağıdaki mısraların yardımına ihtiyacımız da izahtan uzaktır. Fakat ahlakın izmihlâli en müthiş bir izmihlâl, Ne millet kurtulur zira ne milliyet, ne istiklâl. Oyuncak sanmayın! Ahlak-ı millî, ruh-ı millîdir; Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatıyla, sağ kalmış? (Düzdağ, 2006: 285) Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar; Kendi ahlakıyle bir millet ölür, yâhud yaşar. Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız: Çünkü izzet nerde, bir bak nerdedir ahlâkımız.(Düzdağ, 2006: 291) 3.2. Irkçılık Fikrinin Kötülüğü: Irka dayalı bir üstünlük anlayışı insanlığa yapılmış en büyük kötülüklerdendir. Bu düşünce insanlığı felakete sürüklemiş ve insanlık bu fikrin açtığı sıkıntılar yüzünden çok ağır bedeller ödemiş hâlâ da ödemeye devam etmektedir. İnsani bir değer taşımayan bu menfi düşüncenin ıslahı için gelecek mısralar etkili kanallardan biri olacaktır. Hani milliyetin İslâm idi. Kavmiyet ne Sarılıp sımsıkı duysaydın a Milliyetine. Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri? Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde; 248 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde! Müslümanlık’ta “anâsır”mı olurmuş? Ne gezer! Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber. En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın; Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın! Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan, Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü, Dinle Peygamber-i zîşanın ilahi sözünü. Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki yaşar der delidir. Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. (Düzdağ, 2006:192) 3.3. Cehalete Düşmanlık: İnsan ilimle mükemmelleşir. Cehalet tüm felaketlerin birincil sebebidir ve değerlerin inşasının önündeki en büyük engellerdendir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Olmaz ya… tabî’î… biri insan biri hayvan Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından, Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet. (….) Eyvah! bu zilletlere sensin yine illet, Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet, Bir hale getirdin ki, ne din kaldı ne nâmûs Ey sîne-i millete kapkara çöken kâbus Ey hasm-ı hakikîi seni öldürmeli evvel Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el. (Düzdağ, 2006: 199) 4. Âşık Tarzı Türk Şiiri ve Bu Ekolü Temsilen Âşık Veysel’de İnsani Değerler: Âşık Tarzı Türk Şiiri: Kökeni İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatının sözlü geleneğine kadar uzanmaktadır. Eski şiir geleneğinin şairlerine Oğuzlar’da ozan adı verilmiştir. Bu kelime XVI. yüzyıla kadar devam etmiş ve yerini âşık ve saz şiirine bırakmıştır. Eski Türk toplumlarında şiirle müzik bir arada yürütülürdü. Âşık edebiyatında da saz, âşığın en önemli malzemesi olmuştur. Bu tarzın şekli eski Türk şekilleri ve vezni ise hece veznidir. Halk içinde, halk zevkine uygun olarak halk diliyle söylenen şiirler bu yönüyle geniş halk kitlesine ve orta seviyeye hitap eden bir sadeliğe sahiptir. Divan şiirine nispetle daha millî, tabii ve hayatidir. Edebî ve insanî değer bakımından diğer tarzlardan aşağı değildir. Saz şairlerinin yer yer fikir, hayal ve duygu ile dolu olarak meydana getirdikleri eserler, toplumumuzun ve dolayısıyla insanlık psikolojisinin enteresan bir cephesini tespit etmiş bulunmaktadır. Beste ile birlikte doğan sazıyla, sözüyle, namesiyle geniş halk kitleleri üzerinde büyük tesir icra eden bu tarzın insanî değerlerin inşasına katkısı azımsanmayacak kadar büyüktür. 249 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Bu ekolün ve âşıklık geleneğinin ülkemizdeki son ve önemli temsilcilerinden biri olan Âşık Veysel (1895-1973) örnekliğinde insani değerlerin inşasına katkı sağlayan mısralarına kısaca değinmek istiyoruz. 4.1. Farklılıklara Saygı: Farklılıklara saygı, birlik ve beraberlik ruhu ki, son zamanlarda en çok muhtaç olduğumuz şey, geniş halk kitlelerine sade bir dille ancak bu kadar etkili anlatılabilir: Allah birdir Peygamber hak Rabbül âlemindir mutlak Senlik benlik nedir bırak Söyleyim geldi sırası Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i Hep Âdem’in oğlu kızı Beraberce şehit gazi Yanlış var mı ve neresi Kuran’a bak İncil’e bak Dört kitabın dördü de hak Hakir görüp ırk ayırmak Hakikatte yüz karası Şu âlemi yaratan bir Odur külli şeye kâdir Alevi Sünnilik nedir? Menfaattir varvarası (Alptekin, 2009: 37) 4.2. Kardeşlik: Aynı vardan var olan insanlar hilkatte kardeştirler. Hepsi aynı asıldan ve aynı yaratıcı tarafından yaratılmışlardır. Böyle iken birinin diğerini aşağılaması, küçük ve değersiz görmesi nasıl kabul edilebilir? Bu hususlara çok açık duru bir dille temas eden Âşık Veysel’in şu dizeleri kardeşliğin tesisinde çok etkin kullanılması gereken değerlerimizdir: Beni hor görme kardeşim Sen altınsın ben tunç muyum? Aynı vardan var olmuşuz Sen gümüşsün ben sac mıyım? Ne var ise sende bende Aynı varlık her bedende Yarın mezara girende Sen toksun da ben aç mıyım? 250 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum? Tabiata Veysel âşık Topraktan olduk, kardaşık. Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben bac mıyım··? (Alptekin, 2009: 75) 4.3. Tevazu: Toprak tevazu, cömertlik, zenginlik, öfkeyi yutma, ayıpları gizleme, kötülüğe karşı iyilikle mukabele etme gibi değerlerin sembolü olarak işlenir edebiyatımızda. Toprağın sahip olduğu bu sırlara vakıf olanlar toprak sembolü üzerinden kalıcı ve tesirli eserler bıraktılar. Âşık Veysel de tüm bu insani değerleri en popüler şiirlerinden olan “Kara Toprak” başlıklı şiiriyle insanlığın hizmetine sunar. Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sâdık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sâdık yârim kara topraktır. Karnın yardım kazmayınan belinen Yüzün yırttım tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim kara topraktır. Dileğin var ise iste Allah’tan Almak için uzak gitme topraktan Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan Benim sadık yârim kara topraktır. Bütün kusurlarım toprak gizliyor Merhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yârim kara topraktır. Her kim olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel’i bağrına basar Benim sadık yârim kara topraktır. (Alptekin, 2009: 138) 4.4. Anneye Saygı: Modernizm ve popüler kültür, maalesef, anne-babaya gösterilmesi gereken hürmeti yıpratmıştır. Büyüklere saygı, özellikle varlık vesilemiz 251 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ olan anne ve babalarımıza gereken saygı azami şekilde gösterilmelidir. Bu saygının tesisinde şiirin duygulara hitap eden sesinden azamî derce faydalanılmalıdır. Anne babaya saygı hususunda aşağıdaki dizeler güzel bir örnektir: Dokuz ay koynunda gezdirdi beni Ne cefalar çekti ne etti Anam Acı tatlı zahmetime katlandı Uçurdu yuvadan yürüttü Anam Anaların hakkı kolay ödenmez Analara ne yakışmaz ne denmez Kan uykudan gece kalkar gücenmez Emzirdi salladı uyuttu Anam Ben yürürdüm Anam bakar gülerdi Huysuzluk edersem kalkar döverdi Hemen kucaklayıp okşar severdi Çirkin huylarımı soyuttu Anam (Alptekin, 2009: 114) Buraya kadar her ekol için seçtiğimiz şairler ve onlara ait hikmet yüklü manzumeler damlanın denize delaleti gibi bu denizden bir damla kabilindendir. Mefahirle dolu bin yıllık mazinin kültür mirası olan hikmet dolu şiirlerimiz, insani değerlerin yeniden inşasında dün olduğu gibi bugün de büyüleyici etkisiyle çok büyük bir önemi haizdir. Sonuç Değerlerin neler olduğu herkesin malumudur. Değerler noktasında modernizm ve popüler kültür yüzünden nasıl bir erozyon yaşadığımız da herkesin malumudur. Asıl mesele bu değerlerin insan ruhuna tesirli bir şekilde aktarımı nasıl olacaktır? İşte biz bu tebliğimizde en müessir kanallardan biri olan büyüleyici söze yani şiirin önemine vurgu yapmaya çalıştık. İnsan fıtraten güzele ve güzelliğe tutkun yaratılmıştır. Edebiyatın en müessir kolu olan şiirde büyüleyici bir etki vardır. Ayrıca manevî hayatımızda büyük etkiler bırakan din ve tasavvuf büyüklerinin büyük bir kesiminin düşüncelerini aktarmada şiiri bir vasıta olarak kullanmaları da sözün gücünü ve büyüleyiciliğini göstermesi bakımından manidardır. İslâm’ın kabulünden bu yana İslâm kaynaklı insanî değerler topluma sözün gücünü etkin kullanan şairler tarafından aktarılmıştır. Nitekim Anadolu’da yaşamış dinî-tasavvufi Türk edebiyatının ilk kurucu şairi olan Yunus Emre’nin Osmanlı medeniyetinin inşasındaki rolü inkâr edilemez bir gerçektir. 252 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Topluma mal olmuş, bizim büyük değerlerimiz olan ve değer inşa eden bu sanatçılarımız sayesinde değerler eğitimi, mektep duvarları arasına sıkışmaktan çıkmış; vatan coğrafyası büyük bir mektep hâline dönüşmüştür. Ezberleme kolaylığı sebebiyle dilden dile aktarılan bu hikmet yüklü manzumeler her ortamda bir ibret vesikası olarak okunmuş, alınması gereken dersler ruhlara sanat zemininde işlenmiştir. İnsanların çoğunun zihni kulaktan beslenmektedir. Ayrıca şifahî kültürün hâkim olduğu bir geleneğin mensubuyuz. İnsan hayatının - yürürken, spor yaparken, araba kullanırken, dinlenirken - her anında onunla beraber olan şiirin musikî yönü (ilahiler, nefesler, türküler vs.) değerlerin inşasında azımsanmayacak rol oynamaktadır. Gelişen teknikle bu kanal daha etkin kullanılabilir. Hatiplerin, vaizlerin, öğretmenlerin hitabelerinde düşüncelerini destekleyen şiirlere yer vermeleri konuşmalarını şiirlerle süslemeleri bize şunu kesin olarak bildirmektedir ki, insan ruhuna tesir eden şiirselliktir. Değerlerin temsil ile aktarımı esastır. Çünkü lisân-ı hâl lisân-ı kâl’den daha müessirdir. İnsanın duygularına hitap eden şiir de sözün temsil gücü gibidir. Nitekim sayfalar dolusu bir gerçeğin bir kıtada, birkaç beyitte ifade edilmesi bu güce açık delildir. Bilgiyi aktarmaktan ziyade duyguyu aktarmak eğitimde daha etkili bir yoldur, bunun da en etkili yollarının başında şiir gelmektedir. KAYNAKÇA Aclûnî, İsmail b. Muhammed (1988). Keşfu’l Hafâ. Beyrut. Ahmet Paşa (1992). Divan. (Haz. Ali Nihat Tarlan). Ankara: Akçağ Yayınları. Aksoy, R. (2013). Değer ve Değerler Eğitimi (Kılavuz Kitap). İstanbul: D-Eğitim Merkezi Yayınları:1. Alptekin, A.B. (2009). Âşık Veysel. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. Bayraktar, F. (1994). İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri. İstanbul. Dikmen, M. (1Temmuz 2013). Asr-ı Saadetin Medya Gücü. Erişim: (16 Mayıs 2014). http://www.nurnet.org/asr-i-saadetin-medya-gucu/ Ebû Davud, (1999). Sünen. Beyrut. Ersoy, M.A. (2006). Safahat. (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ). İstanbul: Çağrı Yayınları. Güzel, A. (2009). Dinî- Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı (4. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları. 253 İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ Kısakürek, N. F. (2011). Çile. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Levend, A.S. (1984). Divân Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar. İstanbul: Enderun Yayınevi. Mevlâna Celâleddîn Rûmî, (2004). Fîhi Mâ Fîh. (Trc. Ahmed Avni Konuk, haz. Selçuk Yıldırım), İstanbul: İz Yayıncılık. Öztürk, Y. N. (1997). Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf. İstanbul: Yeni Boyut Yayınları. Pala, İ. (1996). Divan Edebiyatı, İstanbul: Ötüken Yayınları. Pala, İ. (6 Temmuz 2000). Poetika. Erişim: 17 Mayıs 2014, http://arsiv.zaman.com.tr.yazarlar/ Pekolcay, N. (2002). İslami Türk Edebiyatı. İstanbul: Kitabevi Yayınları. Sunar, C. (1974). Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe. Ankara: Ankara Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları. Şimşek, T.(2012). Çağdaş Türk İslam Edebiyatı. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi, Türk İslam Edebiyatı Ders Notları. Tarhan, N. (2013). Yunus Terapi. İstanbul: Timaş Yayınları. Yağmur, S. (2012). Yunus Emre Divanı. İstanbul: Dergâh Yayınları. Yahya Bey. (1977). Divân. (Haz. Mehmed Çavuşoğlu). İstanbul. 254 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki Saygı Değerinin Yeri Arş.Gör. Canan Nimet MERT Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Okt. Zülal ŞENOL EBREN Atatürk Üniversitesi Oltu Meslek Yüksek Okulu Esra METİN Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi Giriş Genç nesillerin yetiştirilmesinde öne çıkan kavramlardan biri olan değer, bir toplumun kültürel özelliklerini yansıtan olumlu veya olumsuz düşünce kalıplarıdır. Değer, oluştuğu toplumun duygu, düşünce, inanış, gelenek , görenek vs anlayışlarını yansıtan bir sistem olarak tanımlanmaktadır.. “Değerler, toplum ya da bireyler tarafından benimsenen birleştirici olgular, toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşıladığına ve bireylerin iyiliği için iyi olduğuna inanılan ölçütler, bilinç, duygu ve heyecanları da ilgilendiren yargılar ve bireyin bilincinde yer eden ve davranışı yönlendiren güdülerdir” (Özgüven, 1994). Öyle ki birey, içinde yer aldığı toplumun neye karşı hassasiyeti var ise birey de o hassasiyetlere göre hareket etmek durumunda kalmaktadır. Değerlerin oluşmasında yer alan temel kavram birey ve toplum ilişkileridir. Değer, “Bir bireyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki inançtır.” (Güngör, 1993). Kişinin değer yargılarının oluşmasında toplumun değerlerinin bireyler üzerinde etkisi söz konusudur. Dilmaç’a göre ise değer, insanı insan yapan özelliklere sahip olan ve insanı diğer canlılardan ayıran temel özellikleri içinde barındıran inançlar bütünü olarak tanımlanmaktadır (Dilmaç,1999). Hokelekli (2006), değerleri kısaca; neyin, hangi ve nasıl davranışların iyi, güzel, doğru ve kutsal; neyin, hangi ve nasıl davranışların da böyle olmadığına dair inanç ve kabullerimiz olarak tanımlamıştır. Doğan(2004), Değerlerin davranışlarımıza rehberlik yaparak, eylemlerimizi, yargılarımızı, anlık hedeflerimizi daha üst hedeflere taşıyarak nasıl olmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bize bildirdiğini belirtmekte ve değerleri bir kişi ya da bir topluluğun ideal kabul ettiği var olma ya da hareket etme tarzı olarak İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN açıklamaktadır. Çelikkaya (1996) ise değeri; bir toplum, bir inanç, bir ideoloji içinde veya insanlar arasında kabul edilmiş, benimsenmiş ve yaşatılmakta olan toplumsal, insani, ideolojik veya ilahi kaynaklı her türlü duyuş, düşünüş, davranış, kural ya da kıymetler olarak tanımlamaktadır. Bireyler hayatlarını sahip oldukları değerler ölçüsünde yaşamaktadırlar. Şişman’a (2002) göre değerler, neyin doğru ve neyin yanlış, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu belirlemeye yarayan ölçütlerdir. Kızılçelik ve Erjem (1992)’in ifadesine göre değer “bir sosyal grubun veya toplumun kendi varlık, birlik, işleyiş ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerinin çoğunluğu tarafından doğru ve gerekli oldukları kabul edilen; onların ortak duygu, düşünce, amaç ve menfaatini yansıtan genelleştirilmiş temel ahlaki ilke veya inançları kapsamaktadır. TDK ise değer kavramına ait tanımları şöyle vermiştir: “Bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin bütünü; bir şeyin önemini belirlemeye yarayan, soyut ölçü,bir şeyin değdiği karşılık, kıymet; üstün nitelik, meziyet, kıymet.”1 Bu tanımlardan hareketle değerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: • Toplumun genelleştirilmiş ilke ve inançlarını yansıtır. • Birleştirici birer ölçüttür. • Toplumdan topluma değişir.Bireyden bireye değişiklik gösterebilir. • Bireye davranışlarında rehberlik eder. • Maddi ve manevi ögelerden oluşur. • Duygu, düşünce, anlayış ve davranışlarda kendini gösterir. • Nesilden nesile aktarımı söz konusudur. • Zaman içinde değişebilirler. • Şartlara bağlı olarak yok olabilir ya da değişik şekillerde karşımıza çıkabilir. • Birey ya da topluma ait her türlü duyuş, düşünüş, anlayış, algılayış tarzıdır. Değerlerin gelecek nesillere aktarımı, toplumun devamının sağlanmasında en önemli etkenlerdendir. Gerek maddi gerekse manevi değerlerini gelecek nesillere aktarabilen toplumlar diğer toplumlardan farkını ortaya koyabilir, varlıklarını sürdürebilirler. Bu değer aktarımı ise bireyler aracılığıyla gerçekleşir. Bireyler, tutum ve davranışlarının oluşması aşamalarında içinde var olduğu toplumun değerlerinin etkisi altındadır. Bireyler aracılığıyla toplumda yer alan değerler zaman ile bağlantılıdır. Zamanın değişmesi ile buna şahitlik eden toplumlar hiç kuşkusuz bu değişimden etkilenmektedir.Değişen ve gelişen şartlar ışığında bireyler de değişmektedir. Bu farklılıklar doğal olarak günümüz değerleri ile geçmiş dönem değerler arasında kendini belli edecektir. Dinamik bir yapı olan toplumda değerler çeşitli alanlarda etkili olarak ortaya çıkar. Eğitim, edebiyat, sanat, ekonomi, siyaset, sosyal alanda değerlerin etkisi açıkça görülmektedir.Değer aktarımı bu bağlamda edebiyat alanında da kendini ____________________________________________________________________ 1 256 Türk Dil Kurumu (2014) Erişim tarihi 7 Temmuz 2014 http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.53ba6e3516d1d 3.45810771 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI göstermektedir. Geçmişten günümüze ulaşabilen her eser aslında birer değer aktarıcısıdır. Çünkü içinde oluştukları toplumun, toplumun bireylerinin duygu, düşünce ve anlayışlarını yansıtmaktadırlar. İnsanları daha iyiye, daha güzele, daha doğru olana ulaştırmak, kendilerini geliştirmelerini sağlamak, farkındalık oluşturmak ve istendik davranışlar kazandırabilmek için edebi eserlerden yararlanılmaktadır. Bu eserlerin başında ise Kutadgu Bilig gelmektedir.XI. yüzyılda Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig mesnevi tarzında yazılmış bir siyasetname özelliği göstermesinin yanı sıra alegorik bir eserdir. 6645 beyitten oluşan eser 18 ayda tamamlanmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. “Mutluluk veren bilgi” anlamına gelen Kutadgu Bilig’de her iki dünyada insanı mutluluğa kavuşturacak bilgilerin ne olduğu açıklanmaktadır. Eserde Tanrı, Muhammed Peygamber, Dört Halîfe ve Tabgaç Buğra Hân methedilikten sonra; iyilik etmenin faydaları; bilgi ile aklın meziyet ve faydaları; devletin sıfatı; adalet vasfı; hükümdarın vasıfları; vezirin, kumandanın, ulu hâcibin, kapıcıbaşının, elçilerin, kâtibi hazinedârın, aşçıbaşının, içkicibaşının, hizmetkârların vasıfları; dünyanın kusurları; ahiretin kazanılması; beylere hizmet etmenin usûl ve nizâmı, hizmetkârlarla nasıl geçinileceği, avâm ile nasıl münâsebet kurulacağı, Ali evlâdı, âlimler, tabipler, efsûncular, rüya tâbircileri, müneccimler, şâirler, çiftçiler, satıcılar, hayvan yetiştirenler, zenâat erbâbı, fakirler ile münâsebet; evlilik; çocuk terbiyesi; hizmetçilere nasıl muâmele edileceği; ziyafete gitme âdabı; ziyafete davet usûlü; memleketi tanzim etme usûlü; doğruluğa karşı doğruluk, insanlığa karşı insanlık gösterilmesi; görgü kuralları; zamanın bozukluğu ve dostların cefası konuları işlenmiştir (wikipedia;erişim tarihi 26.06.2014). Temelinde kişiyi geliştiren ve kişinin toplumda yer almasını sağlayan özellikler, erdemler yer almaktadır. Bu erdemler vasıtasıyla kâmil insan portresi çizilmektedir. Amaç bireyin ve toplumun daha mutlu olabilmesidir. Bu da ancak başarılı bir siyaset ve devlet yönetimiyle sağlanabilmektedir. Eser, bir siyasetname olmasının yanı sıra nasihatname özelliği de göstermektedir. Eserde dört kahraman vardır.Bunların başlıca özellikleri şunlardır: • Kün Togdı (Gün doğdu, doğan gün) hükümdardır; kanunu, adaleti temsil etmektedir. • Ay Toldı (Ay doldu, dolunay) vezirdir; mutluluğu, saadeti temsil etmektedir. • Ödgülmiş (Övülmüş) vezirin oğludur;aklı,zekayı, anlayışı temsil etmektedir. • Odgurmuş (Yuva kuran, birlik kuran) vezirin kardeşi; hayatın, dünya işlerinin sonunu, akıbeti temsil etmektedir. Adalet, saadet, akıl ve mutluluğu temsil eden dört kahramanın konuşturularak başta devlet bilgisi olmak üzere, dostluk, doğruluk, sevgi, aile hayatı, akıl ve bilgi gibi değerler bu eserde çok fazla yer almaktadır. Bu sebeple bu eser değer kavramının anlaşılabilmesi için önemli bir kaynak eserdir. Bireyler ve toplumlar arası iletişiminin 257 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN önemli bir değer parçası olan saygı Kutadgu Bilig’de de önemle üzerinde durulan bir kavram olmuştur. Saygı en genel anlamıyla değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram demektir(http://www.tdk.gov.tr). Saygının toplum içindeki önemli işlevi de göz önünde bulundurulduğunda saygı ve saygıya ait alt kavramlara Kutadgu Bilig’de yer verilmiş olması bu değerin incelenmeye değer bir konu olduğunu ortaya koymaktadır. Problem Çalışmanın problem cümlesini “Kutadgu Bilig’de saygı nasıl betimlenmiştir? oluşturmaktadır. Bu probleme yönelik çalışmamızda cevap arayacağımız alt problemler ise şunlardır: 1- Kutadgu Bilig’de saygı kavramı hangi alt değerlerle ele alınmıştır? 2- Kutadgu Bilig’deki saygı ile ilgili değerlerin günümüz değerler sistemindeki yeri nedir? Yöntem Bu çalışmada Reşit Rahmeti Arat’ın günümüz Türkçesine çevirdiği Kutadgu Bilig (1985) taranmıştır. Araştırmada veri toplama tekniği olarak yazılı materyallerin incelenmesinde nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi kullanılmıştır. Doküman analizi, araştırılması hedeflenen olgu veya olgularla ilgili yazılı materyallerin analizini kapsar (Yıldırım ve Şimşek, 2011). Elde edilen veriler betimsel analiz yöntemiyle çözümlenmiştir. Bu analiz türünde temel amaç elde edilmiş olan bulguların okuyucuya özetlenmiş ve yorumlanmış bir biçimde sunulmasıdır (Yıldırım ve Şimşek, 2003). Betimsel analiz yönteminin kullanılmasının nedeni önceden doküman incelemesiyle elde edilen verilerin sistematik bir biçimde ortaya konulması ve yorumlanmasının amaçlanmasıdır. Elde edilen verilere ilişkin bir çerçeve oluşturma, temaların belirlenmesi, elde edilen bulguların tanımlanması ve yorumlanmasından sonra araştırmanın sonuçları ortaya konulmuştur. Bulgular ve Yorumlar Eserde saygı kavramına ek olarak hürmet sözcüğü kullanılmıştır. Kişiyi çevresi tarafından saygın yapan özellikleri ise bilgili olması, mütevazı olması, yumuşak huylu olması, alçak gönüllü olması, iyi insan olması, akıllı ve anlayışlı olmasıdır.Tüm bu özelliklerin ışığında saygı değeri çeşitli alt başlıklar altında verilmiştir. Eserde saygıya ait alt başlıklar şunlardır: Bilgiye Saygı • Kutadgu Bilig’de insanın değerli olabilmesi için olmazsa olmaz vasıflarından biri bilgili olmaktır. Bilgiyi elde eden insan memlekette hürmet kazanır. Eserde 258 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bilgili insana her zaman hürmet edilmesi, sözlerinin itiraz edilmeden dinlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır.Bilgili insan aynı zamanda hakim insandır. Kendini bilgi ile donatmayan kişi insan olarak nitelendirilmemektedir. • İnsan hayvandan bilgisi ile ayrılmıştır; bilgiden daha büyük başka ne vardır. Beyit no: 1843)2 • Bilgilinin sözünü dinle, itiraz etme; sana sorulmadan da söz söyleme. (Beyit no: 960)3 • Bilgi elde eden ve bilgi ile memlekette hürmet kazanmış olan insan ne der, dinle.(Beyit no: 5238)4 • Onlara izzet ve ikramda bulun, ne derlerse, yap; şeriat yolunu tut, hükümlerine itiraz etme ve önlerinde hürmetle eğil.(Beyit no:5552)5 • Kendisine hâkim olan ve dilini sıkı tutan, bilgili insan ne der, dinle. (Beyit no: 4333)6 • Âlimler sulak yerlere benzerler; nereye ayak vururlarsa, oradan su çıkar (Beyit no: 974)7 • Bilgisi geniş hakîm yine iyi söylemiş; ey mes’ud insan, sen bunu dinle (Beyit no: 1100)8 • Ay-Toldı dedi: — Hükümdara arzedeyim; dil ile söylenmezse, bilgi öylece kalır (Beyit no: 1019)9 ____________________________________________________________________ 2 kişi yılkı birle adırtı bilig bilig birle yalıñuk kötürdi elig 3 biliglig sözin sen eşit özneme ayıtmazda aşnu sözüg sözleme 4 negü tér eşitgil bilig bulmış er bilig birle ilde ağır bolmış er 5 ağırla bularığ negü aysa kıl şerî‘at yolı tut boyun bér egil 6 negü tér eşitgil özin tutmış er tilin bek tutuğlı bilig bilmiş er 7 öyük çim osuğluğ bolur bilgeler çıkar suw kayuda adak tepseler 8 yine yakşı aymış bügü bilgi kéñ eşitgil munı sen ayâ kızğu eñ 9 bu ay toldı aydı eşitsü ilig tilin sözlemese kalur bu bilig 259 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN Büyüklere Saygı Kültürümüzde büyüklere saygı göstermek önemsenen bir konudur. Bu sebeple eserde en çok üzerinde durulup nasihat verilen konuların başında küçüklerin büyüklerine saygı göstermesi gerektiği gelmektedir. Öyle ki küçüklerin büyüklere gösterdikleri hürmet ölçüsünde saadete ulaşabilecekleri belirtilmektedir. Yaşları ve tecrübeleri sebebiyle daima büyüklerin sözünün dinlenmesi ve onlara saygıda asla kusur edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. • Büyüklere saygı göster, hürmette kusur etme; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti sana da bulaşır. (Beyit no: 4304)10 • Büyükler muhteremdir, bu dünya kanunudur; büyük gelince, ayağa kalk.(Beyit no: 4153)11 • Kendinden büyüğe saygı göstermeli; kendinden küçüğe ise, rifk ve şefkatle muâmele etmelidir. (Beyit no: 706)12 • Büyükler yemeklerini yeyip sofradan kalktıktan sonra, küçüklere yiyecek ve içecek verilmelidir. (Beyit no: 4658)13 • Kendisinden büyüğe hizmet etmeli; dilini tutmasını bilmeli ve ulu orta söz söylememelidir. (Beyit no: 4041)14 • İmdi ak-sakal ne der, dinle; bunu anlamağa çalış ve ihtiyarlığında şaşırma.(Beyit no:4636)15 • Sorunca, kendi bildiğini arzet; sözünü keserse, bırak, sözüne devam etme. (Beyit no: 4127)16 ____________________________________________________________________ 10 uluğuğ ağırla küdez hürmeti uluğluk saña kelgey yukğay kutı 11 uluğ hürmeti bar ajunda törü uluğ kelse kopğıl adakın örü 12 özinde uluğka tapuğ kılsa öz özinde kiçigke süçig tutsa söz 13 uluğlar yése aş tükese yéyü kiçiglerke bérgü aş içgü yégü 14 özinde uluğka tapuğ kılsa öz tilin beklese ked katığ tutsa söz 15 negü tér eşit emdi kökçin sakal uka bar munı sen turu kalma kal 16 ayıtsa ötüñil bilirin özüñ sözin kesse kodğıl uzatma sözüg 260 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI • Odgurmış oradan ayrılıp, dağlara doğru gitti; kardeşi elini öptü ve bir müddet beraber yürüdüler. (Beyit no:5446)17 Hükümdara(Yöneticiye) Saygı • Bir siyasetname örneği olan eserde devlete ve devlet büyüğüne, yöneticiye, hükümdara saygı esastır. Halk her zaman devlet büyüğü olan hükümdara hürmet etmek ve emirlerine uymak zorundadır. Çünkü hükümdara hürmet devlete hürmettir ve devletin bekası buna bağlıdır. • Eğer gün gelir de hükümdar seni isterse, tavır ve hareketini düzelt, ona hizmet ve hürmette kusur etme. (Beyit no:1504)18 • Halkın başında bulunan ve insanların iyisi olan, hâkim il beyi ne der, dinle. (Beyit no:1076)19 • Hükümdar memleketin beyi ve halkın büyüğüdür; ona her türlü hürmet ve tazimi göstermek lâzımdır. (Beyit no:4996)20 • Ey devletli hükümdar, çok uzun yaşa; bu saltanat ile çok illere hüküm et.( Beyit no:1350)21 • Ey beylerin değer verip, yükselttikleri kimse, beyine karşı gelme; onu büyük bil ve ona hürmet et. (Beyit no:4085)22 • Çocuk babasının mektubunu çıkardı, edep ve hürmetle hükümdara takdim etti. (Beyit no: 1556)23 • Eğer gelirse, çok iyi; emrinize hürmet gösterdi demektir ; eğer gelmezse, fermanınıza ehemmiyet vermemiş olur. (Beyit no:3159)24 ____________________________________________________________________ 17 turup bardı andın yana tağ tapa kadaşı udu bardı elgin öpe 18 kalı ilig üdlep tilese séni yorık tüz tapuğ kıl basınma anı 19 negü tér eşitgil bügü él begi bodun başlağuçı kişide yégi 20 ilig él begi ol bodunka uluğ añar kılğu hürmet ağırlık kamuğ 21 uzun kéç yaşağıl ay élig kutı üküş él aşağıl bu beglik atı 22 y begler ağırlap bedük bolmış er basınma begiñni bedük tut ağır 23 çıkardı atası bitigin oğul iligke ötündi kör akru amul 24 kalı kelse edgü ağırladı söz apañ kelmese bolğa yarlığ uçuz 261 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN • Sana takım-başın:- beyine karşı kafa tutma, başını gözet!-diye emir vermedi mi? (Beyit no: 652)25 • Ay-Toldı’yi huzuruna çağırttı; Ay-Toldı gu-di ve ellerini kavuşturdu. (Beyit no:766)26 • Hükümdarın karşısında ayakta durdu; hükümdar ona bir müddet hiç bir şey söylemedi.(Beyit no: 767)27 • Eğer beyler askere ihsanda bulunurlarsa, o bunu, yüzünü ekşitmeden, verine getirmelidir. (Beyit no : 2807)28 • Atından inip, saraya girdi; içeriye doğru yürüdü; hükümdarın daveti üzerine, huzura girdi. (Beyit no: 5454)29 • Huzurda iken, sağa veya sola bakınma; havf ve hürmet üzere ol, sözü dikkatle dinle. (Beyit no: 4059)30 İnsanlara Saygı Eserin genelinde hakim olan anlayış insana insan olduğu için saygı gösterilmesi gerektiğidir.Karşısındaki kişi saygıyla ve hürmetle ağırlanmalıdır. Fakat saygısızlık gösterenlerden de uzak durulması gerektiği vurgulanmaktadır. Saygı görmenin kuralı ise saygı göstermektir. Saygılı insan eserde alçakgönüllü, yumuşak huylu, iyi ve aynı zamanda insanlık gösteren sıfatlarıyla nitelenmiştir.Zengin-fakir, genç-ihtiyar, güzelçirkin, haklı-haksız ayrımı yapmadan insanlara insan oldukları için saygı göstermek gerektiği belirtilmiştir.. • Sana gerçekten hürmet gösterenlere sen de hürmet et; saygısızları sen de sayma ve onlara yakın durma. (Beyit no:4306)31 ____________________________________________________________________ 25 tutuzmadımu kör saña hıl başıñ basınma begiñni küdezgil başıñ 26 okıdı kör ay toldıka kıldı yol bu ay toldı kirdi kawuşturdı kol 27 ilig ötrü turdı adakın örü ilig sözlemedi bir ança turu 28 kalı bérse begler er atka açığ tegürse anı bolmasa yüz açığ 29 tüşüp kirdi karşı içiñe yorıp okıdı ilig bu köründi kirip 30 kaya bakma anda solun ya oñun özüñ eymenü tur eşit söz ögün 31 ağırla séni ol ağırlasa çın uçuzla uçuzlasa barma yakın 262 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI • İnsanların iyisi ve insanların başı başkalarına karşı her vakit insanca hareket eden kimsedir. (Beyit no: 5892)32 • İnsana insanlığı nisbetinde mukabelede bulun; böyle mukabelede bulunduğu için, insana insan adı verilmiştir. (Beyit no: 5893)33 • Sen kendine hürmet edilmesini istersen, başkalarına hürmet et, ey yumuşak huylu insan. (Beyit no: 4281)34 • Alçak gönüllü ve insanlığa karşı insanlık gösteren adam ne der, dinle. (Beyit no: 4554)35 • Hâcib ona saygı gösterdi ve baş-köşede yer verdi; Ay-Toldı edep ile yerine oturdu. (Beyit no: 577)36 • Akıl, anlayış ve bilgi tam olarak kimde bulunursa, kötü ise, onu iyi, küçük ise, büyük bil. (Beyit no: 1994)37 • Onlara karşı sert ve kaba bir dil kullanma ; tuz-ekmek yedir, saygı göster ve hürmet et. (Beyit no: 4350)38 • Geçen gün ben seni çağırdım, sana gösterdim ve yer verdim. (Beyit no: 787)39 • Kendin her vakit hürmet görmek istersen, ey yükselen insan, başkalarına da hürmet et. (Beyit no: 4150)40 ____________________________________________________________________ 32 kişi edgüsi kim kişiler başı kişilik kılığlı kişike tuşı 33 kişike yanut kıl kişilik teñi yanutluğ üçün at urundı kişi 34 ağırlık bulayın tése sen özün ağırla kişig sen ay kılkı tüzün 35 negü tér eşit köñli alçak kişi kişilik kılığlı kişilik tuşı 36 ağırladı hâcib orun bérdi tör edeb birle ay toldı oldurdı kör 37 ukuş ög bilig kimde bolsa tükel yawuz erse ked té kiçig erse ög 38 tilin irme serme tuz etmek yétür ağır tut olarığ ağırla kötür 39 bu oldruğ ne kürsî yéri ol saña bu ma‘nî ukayın ayu bér maña 40 ağırlık tileseñ özüñke tuçı ağırla kişig sen ayâ koptaçı 263 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN • Saraya girdiğin vakit dikkat et; sana kim hürmet ederse, sen de ona hürmet göster. (Beyit no: 4110)41 • Bütün iyilere hürmet göster ve onları yükselt; kötülere yüz verme, onları kapma dahi yanaştırma. (Beyit no: 1455)42 • Gelen yat ve yabancı kimseleri karşılamak ve arkadaş edindiği kimselere de hürmet göstermelidir. (Beyit no: 2548)43 Düşünceye Saygı Sadece siyaset ve devlet alanında değil her alanda öğütlere yer veren eserde günümüzün de en önemli konularından olan “düşünceye saygı”ya da yer verilmiştir. Eserde söylenenlere, yapılanlara saygı gösterilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. • Odgurmış cevap verdi:— Senin istediğin bu ise, benim buna bir diyeceğim yok — dedi — (Beyit no: 4023)44 Mesleklere Saygı Kutadgu Bilig’de çeşitli mesleklere yer verilmiştir. Mesleklerin ne olduğu, meslek sahiplerine nasıl davranılması gerektiği, meslek sahiplerinin neler yapması gerektiğine dair bilgiler yer almaktadır. Yazar saray çevresinden başlayarak meslekler hakkında bilgi vermeye başlamıştır. Daha sonrasında ise diğer meslekler hakkında öğütlerde bulunmuştur.Hepsinde vurgulanmak istenen ortak nokta meslek sahiplerinin saygılı olması ve meslek sahiplerine saygı duyulup onlara yakın olunması gerektiğidir. • Tabip hakîm de çok güzel söylemiş; hakimlerin sözüne kim fena diyebilir. (Beyit no: 4617)45 • Bunlara karşı iyi davran ve onları kendine yakın tut; bunlar lüzumlu insanlardır, haklarını gözet. (Tabip; Beyit no: 4360)46 ____________________________________________________________________ 264 41 özüñ karşıka kirse baknu yorı séni kim ağırlar ağırla anı 42 kamuğ edgülerig ağır tut kötür isizlerni tutma iligdin kotur 43 körü alsa yat baz keligli kişig ağır tutsa koldaş kılınmış işig 44 yanut bérdi odğırmış aydı seniñ tilekiñ bu erse tilek yok meniñ 45 yéme yakşı aymış otaçı hakîm hakîmler sözini yawuz tigli kim 46 bularnı yéme edgü tutğıl yakın kereklig kişi bu küdezgil hakın ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI • Ey kardeş, bunlara mümkün olduğu kadar iyi muamele et ; ey dost, bunların diline düşme. (şair; Beyit no: 4396)47 • Onlara karşı çok iyi muâmelede bulunmağa gayret et; senin adın da iyilikle uzaklara gider, buna şüphe etme. (satıcı; Beyit no: 4429)48 • Saçı-sakalı düzgün erkek haşmetli olur; insan bu haşmet ile hürmet bulur. (hacip; Beyit no: 2460)49 Kadına Saygı Kutadgu Bilig’de kadın kavramı evlilik, çocuk yetiştirme ve aile konuları adı altında verilmiştir. O zamanın koşulları dikkate alındığında kadına saygı duyulması gerektiğinin belirtilmiş olmasına rağmen kadın ikinci plana atılan cins olarak betimlenmiştir eserde.Aşağıda verilen beyitten de anlaşılacağı üzere kadın evde kapalı durması gereken dışarı çıkmaması gereken bir mahluktur. Kadın birey olarak varlık göstermemektedir. Bu da günümüz kadına saygı anlayışı ile bağdaşmamaktadır. • Kadına saygı göster, ne isterse, ver; evin kapısını kilitle ve eve erkek sokma. (Beyit no: 4520)50 Dünyanın Gerçeğine Saygı Eserde her iki dünyaya ait öğütler yer almaktadır. İnsanın ahiret için hazırlıklı olması ona yönelik hazırlıklar yapması istenmektedir.Fakat ahiret işlerine dalıp dünya işlerinin de ihmal edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.Bu sebeple dünya gerçeğine saygı duymak gerektiği hatırlatılmaktadır. • Doğan herkes ölmeğe, yükselen her şey düşmeğe mahkûmdur.(Beyit no : 1086)51 • Her yokuşun bir inişi, her tepenin bir çukuru, her sevincin bir kederi ve her acıya karşı bir lezzet vardır. (Beyit no: 1087)52 ____________________________________________________________________ 47 usa edgü tutğıl bularnı kadaş bularnıñ tiliñe ilinme adaş 48 katığlan olarığ idi edgü tut seniñ atıñ edgün yırak barğa büt 49 yülüg ersig erniñ bolur hışmeti bu hışmet bile ol kişi hürmeti 50 ağır tut tişig sen negü kolsa bir ewiñ kapğı bekle yırak tutğıl er 51 kayu kim tuğar erse ölgü kerek kayu neñ ağar erse ilgü kerek 52 ağışka éniş ol edizke batığ sewinçke sakınç ol açığka tatığ 265 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN Saygınlık Eserde saygı ve hürmet kavramının yanı sıra saygınlık da sıkça yer almıştır. Saygınlık saygı ve değerin birleşimidir. Saygınlığın oluşabilmesi için değer ve itibarın yanı sıra güvenilir olmak da gereklidir. Yani tek bir kavram aslında içinde birden çok değeri taşımaktadır. Bu sebeple saygınlık, eserde üzerinde durulan bir kavram olmuştur. İnsanların saygınlık kazanması ve kazandıkları bu saygınlığı korumaları gerektiği eserde sık sık belirtilmiştir. Çünkü iyi insan olmanın özelliklerinden biri de saygınlığı koruyabilmektir. • Biri bu dünya malı ile kendini yükseltmek, biri de memlekette sözü geçen bir adam olmaktır. (Beyit no: 4702)53 • Hizmeti beğenilirse, o kendi-kendisine hâkim olamaz; hizmeti beğenilmezse, o günden-güne itibardan düşer. (Beyit no: 4754)54 • O ya cehennemde yanmak veya cennette bey olarak, sefa sürmek için yahud bu dünyada itibarlı veya itibarsız olmak için yaratılmıştır. (Beyit no: 4855)55 • İnsan temiz olmayan şeyleri su ile yıkayıp, temizler; eğer su kirlenirse, o ne ile ve nasıl temizlenir. (Beyit no: 2108)56 • Soyu iyi ise, insan iyi olarak doğar ve iyi olduğu için baş-köşeye geçer. (Beyit no: 1959)57 Sonuç-Tartışma Günümüz eğitim sistemi teknolojik, bilimsel, sosyal gelişmelerle birlikte hızlı bir değişime girmiştir.Eğitim alanında ortaya çıkan değerler eğitimi bunun bir sonucudur. Gelişen zamana ek olarak toplumların,bireylerin sahip olduğu değerler de değişiyor. Bu bağlamda okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde müfredata eklenen değerler eğitimi erken yaşlarda başlanarak sadece ailede değil okul ve çevresinde de verilmeye çalışılıyor. Bu müfredatların içeriğine baktığımızda ise günümüz değer sistemine ulaşabiliriz. Her kademede yer alan saygının aslında ne kadar önemli olduğunu bu şekilde ortaya anlayabiliriz. Müfredatta saygı değerinin alt değerleri şu şekilde verilmiştir: ____________________________________________________________________ 266 53 biri dünyâ mâlın bedüse özüñ takı bir yorık bolsa ilde sözüg 54 yarasa tapuğ özke erksiz bolur yaramasa tapğı küniñe ilür 55 tamuğka ya uçmak begi bolğuka ağırlık üçün ya uçuz kılğuka 56 arığsıznı yalñuk suwun yup arır kalı artasa suw negün yup arır 57 uruğ edgü bolsa er edgü tuğar er edgü bolup ötrü törke ağar ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Saygı 1. Kendine Saygı 2. Büyüklerine Saygı a) Aileye saygı b)Çevreye saygı 3. Öğretmenlere saygı 4. Hoşgörü 5. Farklılıklara Saygı Yukarıda bulgularda verdiğimiz alt başlıkların günümüz değer anlayışıyla hemen hemen aynı başlıklar olduğunu söyleyebiliriz. İnsanı değerli yapan kendine duyduğu saygıdır. İnsanı insan yapan ise bilgidir. Kutadgu Bilig aslında saygıyı bu iki anahtar kavramdan hareketle açıklamaktadır. Bulunduğumuz çağ “bilgi çağı” olarak adlandırılmaktadır. Artık her türlü bilgiye erişim kolaylıkla sağlanabilmektedir. Gerek yazılı materyaller gerekse görsel materyaller vasıtasıyla bireyler bilgiye rahatlıkla erişebilmektedir. Bu da bilgiyi zorunlu kılmaktadır. Fakat bilginin kolay erişilebilir olması bilginin önemini azaltmamakta tam tersine kendini bilgiyle donatan kişiler toplumda saygınlık kazanmaya devam etmektedir. Kutadgu Bilig’deki bilgiye saygı anlayışı günümüz toplumlarına ve bireylerine örnek olacak nitelikte verilmiştir. Günümüz saygı anlayışıyla eserin yazıldığı dönemin saygı anlayışını karşılaştırdığımızda belirgin farklardan bir tanesinin kadına saygı konusunda olduğunu görüyoruz. Günümüzde kadının sosyal hayata girmesiyle toplumdaki statüsü de değişmiştir. İş hayatında daha etkin olan kadınlar artık birer birey olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceden evden çıkması bile şiddetle engellenen kadını günümüzde her alanda güçlü birer birey olarak görüyoruz. Bu beraberinde kadına saygı duymayı da getiriyor. Eserde sadece etten ibaret olduğu söylenen kadına sadece evde saygı duyulması belirtilmektedir. Fakat günümüzde kadına kadın olduğu için,tek başına bir birey olduğu için saygı duyulması gerektiği vurgulanmaktadır. Günümüzde değerini kaybeden bir diğer kavram ise büyüklere saygıdır. Zaman içinde bazı değerler yer almaya devam ederken birtakım değişmelere uğrar, önemini yitirebilir. Maalesef büyüklere duyulan saygı da git gide azalmaktadır. Eserde sık sık dile getirilen büyüklere saygı konusunda öncelikle büyüklerden ders alınması gerektiği ve onların tecrübelerinden yararlanılması gerektiği belirtiliyor. Büyükler gelince ayağa kalkılması ve sözlerinin kesilmemesi gerektiği hatırlatılıyor. Fakat günümüz toplumlarına baktığımızda bu değerin ne ölçüde erozyona uğradığını anlayabiliriz. Eğitim müfredatında bu değerin özellikle verilmiş olmasındaki amaç aslında bu değerin bireylere tekrar kazandırılmasıdır. 267 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN Kutadgu Bilig’de yer alan saygıya ait alt kavramları günümüz değerler sisteminde yer alan saygı kavramıyla karşılaştırdığımızda görüyoruz ki eserdeki değerlerin çoğu halen önemini koruyarak toplumumuzda yer almaktadır. Bu durum saygı kavramının artık bizim toplumumuzun vazgeçilmez, olmazsa olmaz bir değeri haline gelmiş olduğunun bir göstergesidir. Saygı değerinin bireylere kazanımının sağlanmasında Kutadgu Bilig hiç kuşkusuz başucu eserlerimizden biri olarak yer almalıdır. KAYNAKÇA Arat, R.R. (1985). Kutadgu Bilig II (3. Baskı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Çelikkaya, H. (1996). Fonksiyonel Eğitim Sosyolojisi. İstanbul: Alfa Yayınları. Dilmaç, B (1999). İlköğretim Öğrencilerine İnsani Değerler Eğitimi Verilmesi ve Ahlaki Olgunluk Ölçeği İle Eğitimin Sınanması. (Yayımlamamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Doğan, İ. (2004). “Türk Eğitim Sisteminde Değer Sorunu”. Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu, 26-28 Kasım 2004, İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları, 2007. Güngör, E (1998). Değerler Psikolojisi Üzerine Bir Araştırma. İstanbul. Ötüken Yayınları. Hokeleli, H. (2006). Değerler Odaklı Eğitim. Değerler Eğitimi Merkezi Bulteni, 1, 50-55. Kızılçelik S. ve Erjem Y. (1992). Açıklamalı Sosyoloji Terimler Sözlüğü (2.baskı). Konyazi: Günay Ofset. Özgüven, İ. E. (1994). Psikolojik Testler. Ankara: Yeni Doğuş Matbaası. Şişman, M. (2002). Örgütler ve Kültürler. Ankara: Pegem-A Yayıncılık. TDK. (2014). Güncel Türkçe Sözlük. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS. 53ba6e3516d1d3.45810771 Erişim tarihi: 02.07.2014. Yıldırım, A., ve Şimşek, H. (2003). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayınları. 268 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk -Erzurumlu Emrah-Tokatlı Nuri ÖrneğiArş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Giriş Milletlerin hayatında, tarih sahnesine çıkmalarından itibaren, “varlıklarını, bütünlüklerini ve farklılıklarını koruyan, ihtiyaçlarını her anlamda karşılayan ve süreklilik vasfı gösteren düzenler” gelenek olarak adlandırılır ve fonksiyonları ne olursa olsun bir milletin hayatında yer alan geleneklerin tümü, o milletin kültürünü meydana getirir (Yıldırım, 1989: 6)1. Her edebî gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü ve inanç sistemi, yaşam biçiminin sanatçılar tarafından özümsenip kendilerine özel bakış açılarıyla yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Türk toplum hayatında gerek İslamiyetten önce gerekse sonra önemli bir yere sahip olan Ozan-baksı edebiyat geleneğinin değişen zaman, zemin, inanç sistemi, dünya görüşü ve yaşama etkisiyle şekillenmesiyle Anadolu’da Halk Edebiyatı oluşmuştur (Günay, 1988: 101-104). Âşık Tarzı Şiir Geleneği’ne ait ürünler ise Halk Edebiyatı’nın Anonim Halk Edebiyatı, Tekke Edebiyatı ve Âşık Edebiyatı şeklinde tasnif edilen kollarından biri olan Âşık Edebiyatı içerisinde ele alınmıştır (Aça, 2013: 139-286; Günay, 2005: 35-42). Edebi servetimizin mühim bir parçasını teşkil eden Âşık edebiyatı, yalnız bir içtimai sınıfa veya bir dinî taifeye ait hususi bir zümre edebiyatı değil, birbirinden farklı muhtelif gruplara, muhtelif tarikat ve meslek mensuplarına, fikir ve zevk seviyeleri birbirinden çok farklı insanlara hitap eden muhtelif zümreler arasında müşterek bir edebiyattır (Köprülü, 2004: 47). Ozan-baksı veya destan geleneği diye adlandırabileceğimiz İslamiyet öncesi Türk halk edebiyatı geleneği, Anadolu’da İslamiyet’in kültür potasında mayalanarak Osmanlı kültür ve üslubu içinde şekillenmiş, yeni bir hayat anlayışı ve zevkine cevap verecek biçim ve öz kazanmıştır. Türk kültürü yeni bir kültürel kimlik kazanınca millî öze bağlı, epik şiirler yazan ozanın yerini, İslamî öze bağlı lirik şiirler yazan ve “âşık” diye anılan yeni bir sanatkâr tipine; Ozan-baksı veya destan geleneği de yerini “Âşık Edebiyâtı” olarak adlandırılan geleneğe bırakmıştır (Günay, 2005: 54, 228; Güzel, 2004: ____________________________________________________________________ 1 Gerçek veya hayalî bir geçmişle olan sürekliliğin önemini ima ederken, belirli eylem normlarını kutsayan ve öğreten pratik veya uygulamalar bütününe gelenek denir (Cevizci, 2000: 402). Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI 46). Anadolu Türklerinin ilk zamanlarda başlıca müterennimlerini teşkil eden saz şairleri, XIV. ve XV. yüzyıllarda da bedii faaliyetlerine devam ettirmişler ve XV. asırda saraylarda bile ozanlara bir yer vermişlerdir. Tarikatlar çoğalıp tasavvuf cereyanı halk arasında iyice yayılıp teessüs ettikten sonra, ozanların hemen hepsi birer pir’e intisap ederek eserlerine böylece biraz tasavvuf çeşnisi vermeye çalışmışlardır. O vakit daha İslamiyetten önceki devirlerin hatıralarını, yani Korkut Ata’nın hatırasını ve OğuzNâme ananelerini saklayan bu ozan isminin yerini, mutasavvıf-şair manasını ifade eden âşık lakabı almış ve ozan kelimesi geveze, herze söyleyen yerinde kullanılmaya başlamıştır (Köprülü, 2012: 325). Netice itibarıyla âşıklar, şiirlerinde tasavvuf ideolojilerini de işlemeye başlayınca âşık tarzı şiirler halk edebiyatı, tekke edebiyatı ve divan edebiyatının halk dilinde ve halk ananesinde kaynaşmasından doğan bir terkip olmuştur. Böylece bilhassa XVI. ve XVII. asırlarda büyük inkişaf gösteren Âşık Edebiyatı oluşmuştur (Banarlı, 1971: 627). Dolayısıyla Âşık Edebiyâtı, ozan-baksı edebiyâtı geleneğinin İslamiyet’ten sonra tasavvufî düşünce ve Osmanlı yaşama biçimi ve kabulleriyle birleşmesinden doğmuştur. Önceleri dinî-tasavvufî halk edebiyatı olarak gelişen millî Türk edebiyatı XV. yüzyılın sonlarından itibaren sosyal ve politik nedenlerden dolayı yeni bir oluşum içine girerek âşık edebiyâtı olarak şekillenmeye başlamıştır (Artun, 2004: 54). Âşıklık Geleneğinde Aşk Telakkisi Âşık tarzı şiir geleneğini gerek Ozan-baksı geleneğinden gerekse diğer edebî geleneklerden ayıran en önemli hususiyet hiç şüphesiz aşk anlayışıdır. Bu gelenek içerisinde aşk, beşeri aşk kalıplarının ötesinde bir hüviyete sahip olup tasavvufta aşk-ı ezel veya aşk-ı elest kavramlarıyla ifadesini bulan ezelî aşk anlayışı ile temellendirilerek mecazî aşktan ilahî aşka geçiş prensibiyle işlenmektedir. Ezeli aşk mefhumuna ulaşmayı hedefleyen aşık bir mürşid rehberliğinde mecazi aşktan ilahi aşka geçiş yapmakta, bu noktada tarik-i aşk içerisinde adeta bir gelenek hâlini almış olan mürşide intisabı gerekli görmektedir. Dolayısıyla âşık ile mürşidi arasında aşk eğitimi diyebileceğimiz bir süreç oluşmaktadır. Bu ilişkide mürşid konumundaki usta âşıklar veya tarikat erbabı kişiler aşığa ilahi aşka geçiş yapmanın yollarını göstermekte, aşığı yetiştirme görevini üstlenmektedir. Bu süreçle ilgili örneklere geçmeden önce âşık tarzı şiir geleneğinde sıkça vurgulanan aşk anlayışını izah etmek gerekmektedir. Ezelî aşk Tasavvufta ezelî aşk kulun Allah’a aşkını ifade eder. Sufiler bu anlayışı misak konusuyla temellendirmişlerdir. Kur’anî bir ifade olan misak, Allah’ın ruhlar âleminde ruhlarla yaptığı sözleşmeyi ifade eder. “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi” (Araf, 7/172) ayeti misak konusunun temelini oluşturmaktadır. 270 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Mutasavvıflar, bu ayetin tefsirinde ezelî aşk konusunu gündeme getirmiş bu sözleşmeyi aşk sözleşmesi (misak) saymışlardır. Bu sözleşme ruhların cisim âlemine ya da beşeriyet âlemine girmelerinden önce, yani ezelde gerçekleşmiştir. Bu yüzden de insanın Allah’a olan sevgisi ezelî ve fıtrî bir sevgi olarak kabul edilmiştir (Pürcevâdî, 1998: 375376). Sûfilere göre ruhların yeryüzüne indirilmeden önce Hakk’ın huzurunda toplandıkları “bezm-i elest”, kutsal bir işret meclisidir. Ruhlar bu mecliste Allah’ın, “elesü birabbiküm” hitabına, “Belâ” (evet) diye cevap vermişler ve bu şekilde elest bezminde aşk bâdesini içmişlerdir. Bu yüzden ruhlar, bedeni ifade eden anâsır âleminin bağlarından sıyrılarak yeniden ilâhî âleme ve bezm-i elestteki durumlarına dönmek isterler (Gündüz, 1991: 418). Elest bezminde sunulan bâde, sembolik bir anlam taşımakta olup bâdeden kasıt Cenab-ı Hak’ın hitabıdır. Bu bâdeye de “bâde-i elest” denilmiştir (Uludağ, 1999: 80). Bu hususta Emrah hayatı boyunca sürecek olan aşk serüveninin kaynağını elest olarak ifade etmekte ve yaşadığı gurbet hayatını bir kader olarak telakki etmektedir. Bize hicran düştü kilk-i ezelde Levh üzre ismimiz karalanınca Gönle sevda veren o câm-ı aşkı Gezdireyim pare parelenince (Erzurumlu Emrah, 72/92) Emrah bu makamda olandır veli Hakk’a yakın halka görünür deli Elest hitâbına demişiz beli Yazılan ahd ile Peyman bizimdir (Erzurumlu Emrah, 196/127-3) Emrah sana Hak’tan tecelli böyle Kimden kime şekvâ eylersen eyle Yüz bin hekime var sen ilaç eyle Çıkmaz bu dert senden temelli kaldı (Erzurumlu Emrah, 89/25) Bu hususu Tokatlı Nuri ise şöyle dile getirmektedir. Ehl-i aşkın ismi, resmi kalemde “Nahnü kasemnâ”da imza verildi Kim ki muradına yetti âlemde Anın mansıbına dünya verildi Muhabbet kânıyla perler oynadı Esrarından nice serler oynadı Asuman titredi yerler oynadı Nice ehl-i aşka sevda verildi (Tokatlı Nuri, 2533) ____________________________________________________________________ 2 3 Çalışmamızda kullandığımız Erzurumlu Emrah’a ait şiirlerin sonuna eklediğimiz (298/228-2) şeklindeki numaralar şiirin Metin Karadağ’ın Erzurumlu Emrah, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri adlı eserindeki sırasıyla sayfa numarası, şiir numarası ve dörtlük veya mısra sırasını ifade etmektedir. Çalışmamızda kullandığımız Tokatlı Nuri’ye ait şiirlerin sonuna eklediğimiz numaralar şiirin Çankırılı Ahmet Talat’ın Tokatlı Nuri adlı eserindeki sayfa numarası ifade etmektedir. 271 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Davut el-Kayserî, İbn-i Fârız’ın “henüz asma çubuğu yaratılmadan onunla sarhoş olmuştuk” ifadesini “beşeri sûret içinde zuhûr etmeden önce, ezelde Allah’ın Celâli ile Cemâlinde mest olmuştuk” (el-Kayresi, 2011: 53) şeklinde açıklamaktadır. Bu telakkiye göre ruhlar elest bezminde Hakk’ın cemalini müşahede etmiş, dimağlarına işleyen aşkla mest olmuşlardır. Erzurumlu Emrah’ın “Bu aşk-ı dem içinde yok iken Mecnun eğer Leylâ/Ben ol demler yine hem aşk-ı Mevla ile Mecnun’am” (Erzurumlu Emrah, 295/225-3) “Bıldır bir üzüm salkımun resmini görmüş/Yıl geçti de ayılmadı sermestliği vardır” (Erzurumlu Emrah, 390/315) ifadeleri bu hususa işaret etmektedir. Emrah’a göre ruhlar, bedeni ifade eden anâsır âleminin bağlarından sıyrılarak yeniden “eşref zaman” şeklinde ifade ettiği ilâhî âleme ve bezm-i elestteki durumlarına dönmek isterler (Gündüz, 1991: 418). Emrah’ın şu şiiri bu anlayışı dile getirmektedir. Zâhidâ biz mest-i aşkuz mülk-i cânı isterüz Bülbül-i bâg-ı elestüz gülsitânı isterüz Hânkâh-ı aşkda tekmîl olupdur hayâlimüz Keşf içün irşâd-ı kutbu’l-ârifânı isterüz Murg-ı ruhum cîfe-i dünyâda lezzet bulmadı Per açup bir özge ilden âşiyânı isterüz Fânî dehrün neylerüz mülkinde mesken tutmağı Lâ-mekândan gelmişüz biz lâ-mekânı isterüz N’eylesün Emrâhî cânı ki ola cânândan cüdâ Şol ezel bezmindeki eşref zamânı isterüz (Erzurumlu Emrah, 434/354) Mecazi Aşk – İlahi Aşk İslâmî literatürde aşk, genel olarak ilâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda kullanılmış, ilâhî aşka genellikle “hakiki aşk”, beşerî aşka da “mecazî” veya “uzrî aşk” denilmiştir (Uludağ, 1991: 11). Tasavvufta mecazî aşk, ilahî aşka yolculuğun hazırlık devresi olarak telakki edilmiştir. Fânî, geçici gönül ilişkileri, sevgi denemeleri, fedakârlıklar, bu hazırlık devresi içinde olunduğuna işaretlerdir. Mecâzî aşkların en belirgini cinsî aşktır. Cinsî aşk cinsiyet ilişkisi değildir. Cinsî aşk, yüce bir olay, evrensel bir tecrübedir; bir vahdet denemesidir. Kur’ân-ı Kerîm, cinsî aşkın, ilâhî aşka hazırlık vasfı üzerinde ısrarla durduğu içindir ki zina fiilini haram kılmıştır. Çünkü zina, aslında ulvî bir tecrübenin dejenere edilişidir (Öztürk, 1989: 388-390). Mecazî aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilâhî ve hakikî aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim “Tertemiz bir aşkla birine tutulan ve bu aşkını açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak ölmüş sayılır” (Aclûnî, 1985: 262(2538)) hadisi buna delil sayılmıştır. Herkeste hakikî aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecazî aşk, hakikî aşk için bir temrin niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilâhî kaynağa bağlamasını bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşru sınırlar içinde kalması şartıyla bu da câizdir. Mecâzî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici bir özelliğe sahip olmasıdır (Yılmaz, 2002: 208). 272 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Emrah aşk ve sevda şeklinde bir ayrım yaparak “aşk”ı ilahi aşk, sevdayı da ilahi aşka götüren mecâzî aşk anlamında kullanmakta ve âşıkın mâşûkuna olan hasret ve gamını da araç olarak görmektedir. Aşk padişah4, sevdâ serasker, gam ise mirlivâdır. (Erzurumlu Emrah, 159/90) Aşk bir padişahtır müşîri sevdâ Hükmeder vezir-i âlişânlara Sevdâ seraskeridir gam mirlivâ Ferman alır yüz bin Süleymanlara (Ural, 2000: 49) Emrah’ın şiirlerinde mecâzî güzellere yönelik şiirler önemli bir yer tutmakla beraber mecâzî aşktan ilahi aşka geçiş terennümleri sıkça dile getirilmektedir. Ona göre “Cevher-i hakikat çıkar mecazdan” (Erzurumlu Emrah, 96/30a-6) ifadesinde dile getirdiği gibi mecâzî aşk ilahi aşka bir vasıtadır. Bu yüzden “İlahi, gönlümü şâd it, mecâzî perdesin çâk it/Sürur u şâda kalbolsun yeter bu kalb-i nâşâdım (Akman, 2011: 45)” ifadeleriyle Allah’tan mecâzî aşktan geçerek ilahi aşka yönelmesini temenni etmektedir. Bir başka şiirindeki “Güzeller nâz etsin mecaz ehline/Benim hakikatim mecazı geçti” (Ural, 2000: 79) ifadeleriyle de mecâzî aşktan hakiki aşka geçiş yaptığını dile getirmektedir. Emrah’a göre mecazî güzeller aşk derdinin dermansız tabipleridir. Bu yüzden aşk derdinin yürekteki yaralarını saramazlar. Çünkü bu dert ezelden kalmadır, ela gözlü dilberlerin derdi değildir. Ela gözlerini sevdiğim dilber Sen benim derdimden deva bilmezsin Sen tabipsin amma yoktur ilacın Yürekte yaramı sarabîlmezsin (Alptekin, 2004: 149) Fânî aşk; fânî olana, yani kula kulun aşkı mâşûka ulaşınca gizemini kaybeder ve biter. Adı üstünde fânîdir, bitmeye mahkûmdur. Bâkî aşk; gönlün fânî olmayana yani Allah’a olan sevgisinin zirvesidir. Kısaca aşkın amacı, görülenin ikiliğinden kurtulup, görülmeyenin birliğine ermektir. Bu tür bir aşk güzele değil güzelliğidir (Gündoğdu, 2007: 144). Aşk ikilikten kurtulma uğruna tekliğin câzibesine kapılmaktır. Hakikî aşka ulaşınca mecazî aşkın kıymeti kalmaz. Zaten bir vasıta olan mecazî aşk böylece ortadan kalkar. Emrah da bir gönülde iki sevda olmaz diyerek mâşûku Bir olarak gösterir: Emrahi istemez câh-ı fenâyı Ancak Hüda’sından diler rızayı Leylâ’sın terk eder bulur Mevlâ’yı Bir gönülde iki sevda olur mu (Erzurumlu Emrah, 212/144-3) ____________________________________________________________________ 4 Erzurumlu Emrah’ın şiirlerinde padişah Allah’ı sembolize etmektedir. Şu şiir bu hususta örnek teşkil etmektedir. Hakimü’l-ahkâmsın hüküm senündür ya Hâkim Bir muazzam padişahsın kimse olmaz sana nedim Ya ehad dünya vü mafiha bilür bir olduğun Güneh-zâtın lîk bilmezler yine sensin âlim (Erzurumlu Emrah, 307/237-2) 273 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Âşık şiirinde en çok kullanılan sembolik ifadelerin başında hiç şüphesiz Leyla gelmektedir. Âşık-mâşuk ilişkisinde Mecnun aşığı; Leyla mâşuğu temsil etmektedir. İlahî aşk çerçevesinde düşündüğümüzde Leyla, Allah’ın yerini tutmaktadır. Ancak Leyla’nın Allah’ın yerini tutabilmesi için Leyla’ya Mecnun gözüyle bakmak gerekir5. Amaç Mecnun gibi sahrada avare gezmek değil aşk yoluyla Leyla’yı bulmaktır. Mecnun Leyla aracılığıyla Mevlâ’yı bulduktan sonra Leyla’nın yüzüne artık bakmamıştır. Görüp gözleyenler bab-ı rızayı Bir zerre saymadı var-ı dünyayı Buldu dil-i Mecnun aşk-ı Leyla’yı Cemal-i sûret-i Leyla’yı neyler (Erzurumlu Emrah, 176/107-2) Bu noktadan sonra Emrah’ın gözünde mecazî aşk sadece bir görüntü ve vasıtadan ibarettir. Özellikle Leylâ ve Mecnûn aşkını örnek göstererek Leylâ’nın geçiciliğini, “Sirette Mevlâ’ya âşık olanlar/Surette kâkül-i Leylâ’yı bilmez/Arayıp dünyada Hakk’ı bulanlar/Değil kim dünyayı ukbâyı bilmez” (Erzurumlu Emrah, 220/152), “Tarîk-i aşk içre buldum Mevlâ’yı/Mevlâ’yı bulanlar neyler Leylâ’yı” (Güney, 1928: 163), “Dünya güzeline gönül vermedim/Benim sadakatli yârim var deyü” (Erzurumlu Emrah, 213/145-2), “Hur-i ayn olsan şeha Emrah nigah etmez sana/Ru’yet-i Cemalullah’tır anun matlabı” (Erzurumlu Emrah, 273/204-5) ifadeleriyle dile getirir. Ayrıca “Cennet-i kuyundan cemal isterem/Yoktur aşiyane mihnetim benim” (Erzurumlu Emrah, 122/521) ifadeleriyle cennet köyünden Cemal arzuladığını ifade eder ki bu ifadeler Emrah’ın ilahi aşk anlayışının zirvesine cemal iştiyakını yerleştirdiğini göstermektedir. Ezel meyhânesinde Cenâb-ı Hakk’ın “elestü birabbiküm” hitabıyla bâde içen ruhlar, aynı zamanda Allah’ın varlıkları yaratmayı dilemesiyle de muhabbet sarhoşluğuyla hayrete düşmüş ve Ezurumlu Emrah’ın ifadesiyle dünyada onun serserisi olmuşlardır. Düşelden rûyün üzre zülf-i halün Cihan-ı tutdi kâfirler çerisi Görip bir kez cemâl-i pakun Emrah Ki hala olmuş anun serserisi (Erzurumlu Emrah, 271/202) Erzurumlu Emrah ezelden ikrar verdiği Bir danesinden ayırmamasını Allah’tan şöyle temenni eder. Ezelden seninle eyledim ikrar Bu dil parçalansa eylemem inkâr Hakikat bâbında sadakatli yâr Geçer mi âşık-ı divânesinden ____________________________________________________________________ 5 274 Mecnun gibi seyretmeyen iklim-i cünunu Sahra-yı muhabbette dil-ârâyı ne bilsün (Erzurumlu Emrah, 347/274) Can göziyle seyr idüp aşk-ı hakiki fark iden Nay-ı aşkun haşredek çıkmaz dil-i virâneden (Erzurumlu Emrah, 350/277) ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bana senden oldu bu aşk u sevdâ Senden gayri kime eyleyim şekvâ Rica budur senden ey gani Mevlâ Ayırma Emrah’ı Bir danesinden (Erzurumlu Emrah, 143/73-4) Âşıkların ilâhî aşka yönelişleri bir yönüyle fânî olandan bâkî olana yöneliştir. Âşıklar fenâ-bekâ kavramlarını Âşık Sümmanî’nin “Âşık fâni maşûk bâki” ifadesinde de olduğu gibi başta ilahî aşk olmak üzere Allah ve masivâ ayrımı yaptıkları her alanda kullamış, Allah’ın dışındaki her şeyin (güzellik, şan-şöhret, güç, dünyalık vs) yok olacağını fenâ; Allah’ın her şeyin üzerinde kudrete sahip ve ebedî olduğunu ise bekâ kavramı ile ifade etmişlerdir. Zâhida menzilimüz zahirden infâdür bizüm Biz hakîkat ehliyüz varlığımız lâdır bizüm Biz denî dünyayı bir dinara satduk sağladuk Matlûb-i maksûdumuz ancak illâdur bizüm (Erzurumlu Emrah, 292/222) Dünyadaki güzeller, hakiki güzel olan Hakk’ın güzelliğinin zuhûr ettiği yerler olarak tasavvur edilir. Onları sevmekle, sevmek nedir öğrenilir. Onlardaki güzelliklerin Hakk’ın güzelliği olduğu bilinerek hakiki aşka varılır. İbnü’l-Arabi Muhammed Fassı’nda “Bana dünyadan üç şey sevdirildi; kadın, hoş koku ve namaz.” hadisini açıklarken Havva’nın Âdem’den doğduğunu hatırlatarak erkeğin kadına meylini “bir şeyin kendi nefsine iştiyak duyması olarak” açıklar. Kadının erkeğe meyli ise kendi yurduna düşkünlüğünü ifade eder. Allah kendi suretinde yarattığı insana muhabbet ettiği gibi insana da kendinden yaratılan kadını sevdirmiştir (İbni Arabî, 2002: 339345). Bu anlayışın bir neticesi olarak aşk ister mecazî olsun, ister hakiki; büyük devlet ve saadettir. Çünkü hakikat, mecaz ile birliktedir ve o hazinenin açılması, ancak bu anahtarla mümkün olur. Ancak amaç hakiki aşka ulaşmaktır. Neticede ilahi aşk derdinden habersiz bir gönül, gönül değildir. Gönül derdini çekmeyen bir beden, su ile kilden ibarettir. Çünkü aşka esir olan, her gamdan kurtulur. Onun derdine alışan, her zaman dilşâd olur. Bu aşk şarabı insanı hararetle mest eder. Ondan başkası bulanıklık ve bencillik verir. Aşk ile âşık tazelik bulur ve ona nisbetle hayırla anılır. Nitekim Mecnûn ve Leylâ bu şaraptan haz almışlar ve onun için bu âlemde güzel birer ad bırakmışlardır (Erzurumlu İbrahim Hakkı, 2011: 143). Bu dünyada insanın sevgisine konu olan pek çok şey vardır. Fakat sevgiye en lâyık olan sadece Yüce Allah’tır. Çünkü bu evrende var olan canlı-cansız bütün varlıklar Yüce Allah’ın eseridir. Yüce Allah varlığa duyduğu sevgi dolayısıyla bu görünen âlemi yaratmıştır. Görünen her şey, Allah’ın aşkından başka bir şey değildir. Her şeyde Allah’ın aşkı yansımaktadır. Varlıkların ve insanın benliğini oluşturan şey, Allah aşkından başka bir şey değildir. Her şey Allah tarafından yaratılmış, varlık alanına 275 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI çıkarılmıştır. Dolayısıyla, kendi varlığını Allah’a borçlu ve bağımlı olmayan hiçbir şey yoktur. Her bir varlık aynı zamanda bu yaratılış gerçeğinin bilincine ve farkına varacak bir donanıma da sahip kılınmıştır (Hökelekli, 2013:32). Erzurumlu Emrah kesretten vahdete doğru bir gidişle cihanın şahlarından yüz çevirerek her şeyin padişahı olan Allah’a yönelişini şöyle anlatmaktadır. Tekye-i kesretten çıktım ey derdim Vahdette bir hayli hân-ı kâh buldum Cümle tarîkata nusret eyledim Civâr-ı hakka bir doğru râh buldum Ma’ârifler kılı kıldan yararken Şeh-i nâzı ile gîsû tararken Şem’anın ruhunda ahter ararken Evc-i melâhatte hüsn-i mâh buldum Emrâhî mihr-veş-i rûşendir sözüm Hemîşe Mevlâya doğrudur özüm Cihân şâhlarından çevirdim yüzüm Serîr-i yurtlara pâdişâh buldum (Erkal, 2014: 334) Gerek mecazi aşk gerekse ilahi aşk insanın fıtratına yerleştirilmiş bir duygudur. Erzurumlu Emrah’a göre aşk, bedeni kâinatın nüsha-i kübrâsı, gönlü ise ehl-i aşkın Kâbe-i ulyâsı olan insana, Cenab-ı Hakk’ın ni’met-i uzmâsıdır6. Âşıkların bir insan olarak beşeri aşka tutuldukları ve bu aşkı zaman zaman ileri derecede cinsel ögelerle ifade ettikleri de görülmektedir. Bu ifadelerin temelinde âşıkların bireysel yaşantılarının etkisi olduğu kadar toplumunun bu noktadaki beklentileri de vardır. Ancak âşıklara tamamen beşeri aşk sözcüleri gözüyle bakmak yanlış olacaktır. Çünkü şiirler bir bütün olarak incelendiğinde beşerî aşka yönelik şiirlerin ilahi aşka yönelik şiirlere nazaran az bir yekün teşkil ettiği görülmektedir. Ayrıca beşeri aşka yönelik söylenen bazı şiirlerin ise mutlak bir güzelliği tasvir ettiği görülmektedir. Bu yüzden âşıklara âşık hüviyetini kazandıran şiirlerin ilahi aşka yönelik şiirler olduğunu ifade etmek gerekir. Nitekim bir noktadan sonra âşıklar beşerî aşkı yeren ifadeler kullanmışlar ve ilahi aşkı terennüm etmeye başlamışlardır. Âşıklarımız cins-i latîfe olan mecâzî aşk devresini ilâhî aşka tahammül vasıtası olarak görmektedirler. Bu yüzden güzel sevmek ulvî bir mahiyete sahiptir ve dine de ters değildir. Erzurumlu Emrah ilahî aşk cevherinin mecazi aşktan çıkacağını “Cevheri hakikat çıkar mecazdan” (Erzurumlu Emrah, 96/30a-6) ifadesiyle dile getirir. ____________________________________________________________________ 6 276 Dil-i mutahhar ehl-i aşkun Kâbe-i ulyâsıdur Ten muhakkak kâinatun nüsha-i kübrâsıdır Ey beni mihr-i muhabbetten peşiman iyleyen Âşıka bu aşk Hakk’ın ni’met-i uzmâsıdır (Erzurumlu Emrah, 383/308) ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sevgi ise insanın iradesiyle ilgili olan bir erdemdir. Aşk fiziksel güzellikle ilgili olduğu hâlde, sevgi manevi güzelliği, ahlak güzelliğini de hesaba katmaktadır. İşte bu açıdan sevginin “tanıma” ile yakından bir ilişkisi söz konusudur. Tanıma ile ortaya çıkan sevgi zamanla oluşur ve bir daha da kaybolması imkânsızdır. Ama güzellik üzerine kurulan bir aşk, güzelliğin günlük değişiminden etkilenir ve bir kişi karşı cinsi birkaç gün sonra çekici bulmayabilir, böylece aşırı istek anlamındaki aşk da bitmiş olur. Buna karşılık gerçek sevginin tabiatında bir yükselme, insanı zirveye taşıma gücü vardır. Kendini yitirmeden aşkın basamaklarından birer birer çıkmak olgunlaştırıcı ve kurtuluşa erdiricidir. Öncelikle, güzelliğinden dolayı bir bedeni sevmek, sonra tüm güzel bedenleri sevmek, sonra ruhların güzelliğini sevmek, sonra eylemlerdeki ve yasalardaki güzelliği sevmek, sonra bilimlerdeki güzelliği sevmek, nihayet mutlak, ezeli, doğaüstü güzelliği, yani kendinde, kendi için var olan, tüm güzel şeylerin katıldığı, tüm güzel şeylerin kaynaklandığı ve güzelliklerini aldığı Güzeli sevmek. Böylece, en tam ve eksiksiz sevgi Allah sevgisidir. Gerçekte aşk teriminin diğer sevgiler için kullanılması gerçek değil mecâzîdir. Çünkü Allah aşkı ortaklık kabul etmez. Allah dışındaki her sevgilinin evrende ya bir benzeri vardır ya da olması mümkündür. İlâhî güzelliğin ise bir eşi ve benzeri yoktur7. Tokatlı Nuri “Aradan çıksa bu râh-i mecazî, gıll u gış cânâ/İrişsem kurb-i valsa menzilim kûy-i Habib olsa” (Nokatlı Nuri, 158) ifadeleriyle mecazî aşktan geçmeyi temenni etmektedir. Bu noktada Tokatlı Nuri mecazi güzeller ile Mutlak Güzel olan Allah arasında mukayese yapar ve fâni dünyadaki geçici güzellerden vaz geçişini şöyle ifade eder. İklim-i bekâda yârim var benim Mülk-i fânîdeki yâri neylerim (Nokatlı Nuri, 269) Ayrıca Erzurumlu Emrah’ın “Zatinde, sıfatında bulan neş’e-i zâtı/Mansur gibi Hak Hak çağırır zâtı sıfatı” matla’lı şiirine nazire yazan Tokatlı Nuri ilahî aşkın varlığa bakış noktasında bir perspektif sunuşunu şöyle ifade eder. Mevlam bana bu aşkı kerem eyledi zâtî, Aşk gösterecektir bana ol zât u sıfâtı Aşktır bana bürhân-ı kavî, hayyü’l-ebed hem Ben Hızr’ımı buldum, nedeyim âb-ı hayâtı (Nokatlı Nuri, 142) Tokatlı Nuri’nin nazarında genel olarak varlık özelde ise insan Allah’ın tecellilerini gösteren bir ayna mesabesindedir. Mecnun, Allah’ın nüsha-i kübra olarak yarattığı Leyla’ya bakarak Mevla’sını bulmuş, bir noktada mecazdan geçerek ilahî olana yönelmiştir. Kendini Mecnun’un yerine koyan Tokatlı Nuri de mecazî varlık olan dünya ve içerisindeki her şeyden geçerek Allah’a yöneldiğini, O’nun aşkını temenni ettiğini, böylece ölümsüz bir aşka sahip olduğunu çeşitli şiirlerinde dile getirmiştir. ____________________________________________________________________ 7 Hayati Hökelekli, Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanî Değerler, Dem Yay., İstanbul 2013, s. 26. 277 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Dila Mecnun’a hak didarını Leyla’da göstermiş Çünan kin sun’-i pâkin sûret-i eşyâda göstermiş Hakikat ilmini keşfeylemiş sırr-ı ledünnîden Cemâl-i bâkemâlin alleme’l-esmâda göstermiş Salup hünkâr-ı ibret cism ü cânı çeşm-i uşşâka Sarây-ı mâsivâyı nüsha-i kübrâda göstermiş Meğer Nuri sana nûr-i sıfâtın künc-i vahdette Bakınca hûbrûler ârızın ma’nâda göstermiş (Nokatlı Nuri, 165) Ganidir feyz-i cûdun ya ilahi ağniyâlardan Beni sen nimet-i aşkınla ağniyâ eyle (Nokatlı Nuri, 191) Bu gün kayd-ı sivâyı, câme-i sevdâyı terk ettim Olup Mecnun-i Mevlâ, ru’yet-i Leylâ’yı terk ettim Bu sevdâ-yı cünuniyet ile dünyayı terk ettim Heman dünya değil, dünya ve mâfîhâyı terk ettim (Nokatlı Nuri, 193) Öyle bir hayyım ki aşk ile memat olmaz bana Öyle Hızr’ım ki hayât-ı câvidânım dildedir (Tokatlı Nuri, 127) Aradan çıksa bu râh-i mecazî, gıll u gış cânâ İrişsem kurb-i valsa menzilim kûy-i Habib olsa (Nokatlı Nuri, 158) Ben el çektim cihan hublarının sevda-yı aşkından O şem’i bî vefâya bî vefâ peymâneler dönsün (Nokatlı Nuri, 162) Emrah ve Tokatlı Nuri Örneğinde Aşk Eğitimi Âşıkların gelenek içerisinde âşıklığın usul ve erkânı, saz çalma ve şiir söyleme noktasında çıraklık denilen bir âşıklık eğitimi aldıkları bilinmektedir. Bunun yanında bir de aslında daha üst seviyede özellikle ruhi ve manevi bir eğitime de talip oldukları, böylesi bir eğitimi alabilecekleri üstad arayışına girdikleri görülmektedir. Aşk eğitimi adını verdiğimiz bu eğitim kademeli olarak mecazi aşktan ilahî aşka geçişi sağlamayı amaçlamaktadır. Erzurumlu Emrah’ın “Saz ü sözle asla şâirlik olmaz/Onda birkaç türlü hüner olmalı” (Ural, 2000: 64; Fındıkoğlu, 2011: 74) ifadelerinde dile getirdiği hüner de aşk eğitimi olmalıdır. Âşıklar “Mecaz hakikatın köprüsüdür” prensibiyle mecâzî aşkı hakiki aşka ulaşmak için bir vasıta olarak kabul ederek aşk anlayışlarının zirvesine ilahî aşkı yerleştir-mişlerdir. Âşık, mecaz köprüsünden geçerek ilahî aşka ulaşmak durumundadır ve bu noktada usta-çırak ilişkileri önem arz etmektedir. Dolayısıyla âşıkların usta ya da üstad adını verdikleri kişi, âşığa sadece saz çalmayı ve şiir söylemeyi öğreten kişi değil aynı zamanda onu ilahi aşka ulaştırmaya gayret eden kişidir. Âşıkların daha ziyade beşeri aşktan ilahi aşka geçiş denemelerinde tarikat erbabı zatların önemli etkilerinin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü âşıklar tarikatleri ve tarikat erbabı zatları mecazi aşktan ilahi aşka geçiş yapmada bir rehber olarak görmüşler ve genellikle de onlara intisap etmişlerdir. 278 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bazı âşıkların üstadı, şeyhi yine bir başka âşık olmuştur. Âşıklık geleneğinde bu anlamda usta-çırak ilişkileri bazen şeyh-mürid ilişkisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Tokatlı Nuri’nin ustası Emrah ile olan ilişkisi şeyh-mürid ilişkisini andırmaktadır. Emrah asıl adı Mahmut olan Tokatlı Nuri’yi çıraklığa kabul ettiğinde ondan bir gazel söylemesini istemiş, Nuri de gazel söyleyemediğini ifade edince ağzına hafifçe tükürmüş, artık dili çözülen Nuri bir gazel söylemiştir. Ardından Emrah çırağına “eltâf ile elfâz ile yektâ olacaksın, Nuri gibi isminle müsemmâ olacaksın” ifadeleriyle hedef tayin etmiş aynı zamanda mahlasını da vermiştir. Erzurumlu Emrah Nurî’ye mahlasını verdikten sonra okuduğu şu gazeli çırağına yönelik motive edici ifadeler içermektedir. Ey hadd-i semen kameti bâlâ olacaksın Bu hüznüle bir şuh-i dilâra olacaksın Olmaz sana üfkendelerin hadd ü hesabı Nevhande-i güller gibi râ’nâ olacaksın Ger âkil isen pendimi kıl gûşine mengûş Eltâf ile elfâz ile yektâ olacaksın Sahbâsını nûşetsen eğer pir-i azizin8 Bir katrasan amma yed-i derya olacaksın Emrah sana ilham ile mahlas dedi Nuri Nuri gibi isminle müsemmâ olacaksın (Talat, 1933: 49) Bir şiirinde kendini “tekye-i aşkın ezel üstâdı” olarak vasf eden Emrah, bu bezmin daha önceki üstadları olarak Vamuk u Azra, Ferhat ve Şirin, Leylâ ve Mecnun’u zikrederek kendisinin Erzurum’dan “hakikat bezminin üstâdı”9 olarak çıktığını, bir başka şiirinde de özünden (vatan-ı asliyesinden) habersiz âriflere rehber olarak geldiğini10, onlara âlem-i ervahı, aşkın metafiziğini göstermek istediğini dile getirmektedir. Emrah’ın bu ifadeleri bir öğünme şeklinde algılanmamalı, aksine onun âşıklık sanatına yüklediği bir misyon olarak değerlendirilmelidir. Bu misyonu çırağı Tokatlı Nuri ile usta-çırak ilişkilerinde de görmek mümkündür. Bu ilişkide Emrah, müridini ilahî aşka ulaştırmaya gayret etmektedir. Nitekim ilk zamanlarda irticalen ve parlak söylemek kabiliyetini gösteremeyen Nuri, ümitsizliğe kapılarak üstadına şikâyette bulunmuş, Emrah da ona şu ifadelerle ümit aşılamıştır (Talat, 1933: 58): Ne zannettin gözüm Nuri âşıklık dervişânlıktır Er ol da nefsine sabret kanaat kahramânlıktır Cihanın izz ü câhı, devleti bil milk-i hânlıktır Anın milkinde baykuşlar öter, ahir virânlıktır Çerağ-ı şem’ini söndürme cehdet yol karanlıktır Durağı menzili fikretmemek çok gafilânlıktır. ____________________________________________________________________ 8 9 10 Buradaki pir-i aziz Erzurumlu Emrah, sahbâ ise tükrük olarak kabul edilmiştir. Ne âşıklar çıkmıştır Erzurum’dan lîk Emrahî Bu esnada hakikat bezminün üstadı ben çıktım (Erzurumlu Emrah, 296/226) Kadem basdukça râh-ı aşka biz yokluk diyarında Özinden bî-haber âriflere bir rehnümâ geldim (Erzurumlu Emrah, 306/236-6) 279 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Bu ifadelerde âşıklık dervişliğe benzetilmiş, dervişliğin sabır gerektirdiği, amacın dünyada câh (şan ve şöhret) elde etmek olmaması gerektiği, çünkü dünyanın ahirinin viran olacağı, dolayısıyla asıl menzile ulaşmanın hedeflenmemesi durumunda kişinin gaflete düşeceği vurgulanmıştır. Bu ifadelerden Emrah’ın âşıklığa dervişlik misyonu yüklediği anlaşılmaktadır. Tokatlı Nuri ile Emrah arasındaki ilişki elbetteki tam anlamıyla bir şeyh-mürid ilişkisi değildir. Ne Emrah tam bir şeyh ne de Tokatlı Nuri tam bir mürittir. Ancak âşıkların içinde bulundukları geleneğin aşk ve cezbe geleneği olduğunu düşündüğümüzde Tokatlı Nuri’nin Emrah’a karşı “şeyhim” gibi hitapta bulunması ve ona bir mürid edasıyla hizmet etmesi ilâhî aşkın öğretimi esasına dayandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca çırağına karşı çok muhabbetli olduğu ifade edilen Emrah’ın bir atışma sırasında onu geçememesi Nuri’nin gururunu artırmış, üstadının feyziyle kemale erdiğini unutarak “Geçince Hazret-i Emrah’ı esnâ-yi tekellümde/Meğer bir çıktı Nuri ülkesine Âl-i Osman’ın” fahriyesini söylemiş, üstadı Emrah ise çırağının artık yetiştiğini, mecâzî aşkını ilahî aşka dönüştürdüğünü takdirli ifadelerle şöyle dile getirmiştir (Talat, 1933: 82): Tıfliken Emrahî vermiştim emek Mir’at-ı mecazını eylemiş gerçek Ne haddi Nuri’ye pesend etmemek Anı yüzbin ehl-i mânâ beğendi. Emrah’ın bu ifadeleri zımnen bir serzeniş içerse de daha önemlisi usta-çırak ilişkisinin ilahi aşkı öğretme temelinde geliştiğini göstermektedir. Nitekim Nokatlı Nuri bir şiirinde “Kimse üstad olmaz kendi başına/Bulup erbâbına danışmayınca” (Nokatlı Nuri, 225) ifadeleriyle aşığın yetişebilmek için bir üstada intisap etmek; “Aşk cür’asını mürşid-i kâmilden iç ey şûh/Tâ kim bulasın cevherveş şi’r-i kemâli” (Nokatlı Nuri, 142) ifadeleriyle de şiirin kemaline ulaşmak için mürşid-i kâmilden ilahî aşk cür’asın yudumlamak gerektiğini dile getirmektedir. Âşıkların dilinde şiirin kemaline erişmek mecazi aşktan geçerek ilâhî aşkı dillendirebilmek demektir. Tokatlı Nuri’nin “Sorarlarsa âşık sadıkın kimdir/Nuri vardır Emrah çıraklarından”, “Emrah gibi zât-ı zîşâne Nuri/Hizmet etmiş öyle sultâne Nuri”, “Emrah’taki feyz-i nuri temâmet/Bana bahşeyledi Hazreti Mevlâ” (Talat, 1933: 55-56) ifadeleri de onun Emrah’a olan merbutiyetini ortaya koymaktadır. Hatta Tokatlı Nuri halk arasında şeyhi Emrah’a bağlı olmadığına yönelik dolaşan bazı söylentilere “Nuri’nin ikrârı yok şeyhim tarîkatten deyu/İftiralar eylemiş hakkımda kâzipler bana” (Tokatlı Nuri, 102) ifadeleriyle cevap vermiş, şeyhi olarak kabul ettiği ustası Emrah’a bağlılığını ortaya koymuştur. Tokatlı Nuri’nin şu şiiri ise aşk eğitimi alarak yetişen bir aşığın elde ettiği mertebeyi dile getirmektedir. Bihamdillah erdim îd-i kemâle Kanda baksam olur vech-i yâr peydâ Düşürdüm özümü ahd-i visâle Çâk oldu çeşmimden perde-i dünyâ 280 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu hal ile oldum her fende mâhir Ettim aşk oduyla özümü tâhir Hakikat, marifet vechinde zâhir Keşfoldu rumûz-i urvetü’l-vüskâ Açıldı mir’at-ı kuvve-i kudret Cemâl-i cânânı ettirdi rû’yet Emrah’taki feyz-i Nuri temâmet Bana bahşeyledi hazret-i Mevlâ (Nokatlı Nuri, 219) Sonuç Türklerin İslamîyet’ten önceki toplum hayatında önemli bir yere sahip olan OzanBaksı geleneği Anadolu’da tarîkatlerin yaygınlaşması ile birlikte tasavvufun tesiri ile zamanla yerini âşıklık geleneğine bırakmıştır. Âşık Tarzı Şiir Geleneği içerisinde terennüm edilen şiirlerin temel konusu aşktır. Şiirlerde gerek mutasavvıfların Elest Bezmi Teorisi ile temellendirdikleri ezelî aşk nazariyesi gerekse mecazî aşk-ilâhî aşk anlayışları çoğu zaman içi içe bir şekilde ve “mecaz hakikatin köprüsüdür” prensibiyle ilahî aşka geçiş yapmak suretiyle işlenmiştir. Âşıkların ilahî aşka geçiş yapmalarında usta âşıkların veya intisap ettikleri mürşitlerin önemli bir fonksiyonu vardır. Erzurumlu Emrah ve çırağı Tokatlı Nuri örneğinde olduğu gibi, usta âşık çırağını mecazî aşktan ilahî aşka taşıma görevi üstlenmektedir. Aşk eğitimi diyebileceğimiz bu süreç neticesinde âşık, ilahî aşka geçiş yapmakta ve daha ziyade ilahî dile getiren şiirler terennüm etmektedir. Bu yönüyle âşıklık geleneği ve bu gelenek içerisinde işlenen aşk anlayışı, aşkı tabii/cinsel aşk seviyesinden öteye geçiremeyen günümüz insanlarına somuttan soyuta, güzelden güzelliğe doğru giden bir perspektif ve örnek model sunabilmektedir. KAYNAKÇA Aclûnî, İsmail b. Muhammed. (1985). Keşfü’l-Hafâ. Beyrut: el-Müessesetü’rRisale. Aça, M. (2013). “Halk Edebiyatında Tür ve Şekil”. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı. (Ed. M. Öcal Oğuz). Ankara: Grafik Yay. Alptekin, A. B. (2004). Palandöken’in Zirvesindeki Âşık Erzurumlu Emrah. Ankara: Akçağ Yayınları. Akman, E. (2011). Kastamonu Kaynaklarında Erzurumlu Emrah (Müntehabât-ı Eş’ar). Ankara: Gazi Kitâbevi. Artun, E. (2004). Türk Halk Edebiyatına Giriş. İstanbul: Kitabevi Yayınları. 281 Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Meb Yayınları. Cevizci, A. (2000). Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma. Erkal, A. (2014). Erzurumlu Emrah Divanı. Ankara: Birleşik Yayınları. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri. (2011). Marifetname (I-III). (Sad. Cafer Durmuş-Kerim Kara). İstanbul: Erkam Yayınları. Fındıkoğlu, Z. F. (2010). Erzurum Şâirleri. (Aktaran: Abdulkerim Dinç). Ankara: Erzurum 2011 Dünya Üniversiteler Kış Oyunları Serisi. Günay, U. (1988). “Âşık Tarzı Edebiyât Hakkında Düşünceler”. Mehmet Kaplan İçin. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay. Günay, U. (l984). “Âşık Edebiyâtında Rüyâ Motifinin Tipleri ve Tahlili”. Mehmet Kaplan Armağanı. İstanbul. Günay, U. (1993). Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüyâ Motifi. Ankara: Akçağ Yayınevi. Gündoğdu, C. (2007). “Âşık Sümmanî’de Aşkın Metafiziği”. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi. 8(18), 113-154. Güney, E. C. (1928). Erzurumlu Emrah. Sivas: Sivas Türkocağı Basımevi. Güney, E. C. - Güney, Ç. E. (MCMLXXV). Erzurumlu Emrah/Hayatı ve Şiirleri. İstanbul: Maârif Kitaphanesi. Gündüz, İ. (1991). “Bâde”. DİA. IV. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları. Güzel, A. (2004). Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyâtı. İstanbul: Akçağ Yayınları. Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanî Değerler. İstanbul:Dem Yayınları. İbni Arabî, (2002). Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın (Haz.). IV. İstanbul: İfav Yayınları. Karadağ, M. (1996). Erzurumlu Emrah, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri. Balıkesir: Ayyıldız Matbaası. el-Kayserî, D. (2011). Aşk Şarâbı -Kasîde-i Hamriyye Şerhi-. (Terc. Turan Koç/Mehmet Çetinkaya). İstanbul: İnsan Yayınları. Köprülü, M. F. (2004). Saz Şairleri. Ankara: Akçağ Yayınları. Köprülü, M. F. (2012). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Akçağ Yayınları. Öztürk, Y. N. (1989). Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf. İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları. 282 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Pürcevâdî, N. (1998). Can Esintisi/İslâm’da Şiir Metafiziği. (Çev. Hicabi Kırlangıç). İstanbul: İnsan Yayınları. Talat, Ç. A. (1933). Âşık Tokat’lı Nuri. Çankırı: Çankırı Matbaası. Uludağ, S. (1999). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Mârifet Yayınları. Uludağ, S. (1991) “Aşk”. DİA. IV. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ural, O. (2000). Erzurumlu Emrah, Hayatı-Şiirleri. İstanbul: Özgür Yayınları. Uzun, M. (1991). “Aşk”. DİA. IV. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları. Yıldırım, D. (1989). “Sözlü Gelenek Kültürü. Millî Folklor. I (I), Mart 1989. Yılmaz, H. K. (2002). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar Neşriyat. 283 II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Cuma - 10:45 - 11:45 Oturum Başkanı Prof.Dr. Asım YAPICI / Çukurova Üniversitesi Değerler Eğitiminde Empatik Anlayışın Rolü Yrd.Doç. Yusuf BATAR / Muş Alparslan Üniversitesi İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler Arasındaki İlişkiler Doç.Dr. Osman SAMANCI / Atatürk Üniversitesi Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Atatürk Üniversitesi Okan DİŞ / Millî Eğitim Müdürlüğü Ebru OCAKCI / Millî Eğitim Müdürlüğü Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Üsküdar Üniversitesi Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ / Üsküdar Üniversitesi Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Giriş Bu çalışmada literatürde aşkın değerler olarak kategorize edilen (Ülken, 2001), ahlaki boyutu olan ve inanca dayalı değerler ele alınacaktır. Değerler eğitiminden bahsettiğimizde de akla ilk gelenler, genellikle bu türden değerlerdir. Adalet, alçakgönüllülük, anlayış, arkadaşlık, bağışlayıcılık, bağlılık, barış, cesaret, cömertlik, doğruluk, dostluk, düşünceli olma, empati, güvenilirlik, hoşgörü, iş birliği, itaat, iyilikseverlik, kanaatkârlık, liderlik, merhamet, nezaket, özgüven, paylaşma, sabır, sadakat, saygı, sevgi, sorumluluk, şükran, tutumluluk, vefa, yardımseverlik, namusluluk (iffet), manevilik, yaşama sevinci, disiplin, söz ve davranışlarda tutarlılık gibi davranışlar bu alanda önde gelen değerlerdir. Yukarıda sıralanan türdeki değerlerin inşası için bireyin yeterli bir olgunluğa sahip olması öncelikli bir gerekliliktir. Bu olgunluğun niteliğini ve niceliğini belirlerken dikkate alınması gereken en temel kriter, elbette ki, söz konusu değerlerin yapısı olacaktır. Başka bir ifadeyle, bu değerlerin bireylere yükleyeceği temel yükümlülükler bu konuda belirleyici olacaktır. İnanca dayalı ve ahlaki boyutu olan bu değerlerin ayırt edici niteliklerine bakıldığında; bencilliği aşmak, fedakârlık, ötekini önemsemek gibi elcil davranışlar olduğu görülecektir. Dolayısıyla kendisinde bu değerlerin oluşturulacağı bireyin, bu tür davranışları gösterebilecek zihinsel, duyuşsal ve devinimsel yetkinliğe sahip olması gerekmektedir. Buradaki temel problem bu olgunluğun nasıl oluşacağı sorusunda düğümlenmektedir. Eğitim biliminde davranışların ortaya çıkmasındaki temel belirleyicilerden biri de “olgunlaşma”dır. Organizmanın belli bir davranışı yapabilir duruma gelmesi şeklinde tanımlanan olgunlaşmanın bilişsel, duyuşsal ve devinimsel boyutları vardır. Örneğin, bir çocuğun yazabilmesi ya da resim çizebilmesi için parmak kaslarının kalem tutacak bir olgunluğa erişmiş olması gerekir. Fiziksel anlamdaki bu yetkinlik söz konusu davranışlar için elbette tek başına yeterli değildir. Çocuğun aynı zamanda zihinsel ve duyuşsal olarak da yazı yazmaya ve resim çizmeye yetecek düzeyde bir olgunluğa erişmiş olması şarttır. Bu yetkinliğin oluşması için ise biyolojik gelişim tek başına Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR yeterli olmamaktadır. Gelişime paralel olarak olgunlaştırıcı çevresel şartların da aktif hâlde olması ve bireyin bu şartlarla etkileşim içinde olması şarttır. Bütün gelişim alanları için belirleyici olan bu ilkeyi değerler eğitimi açısından düşündüğümüzde şöyle bir gerçeklikle karşılaşmaktayız: Bireyin herhangi bir değeri benimseyip davranışa dönüştürmesi için söz konusu değeri algılayacak kadar bilişsel olgunluğa, bu değerle ilgili tutum geliştirecek kadar duyuşsal olgunluğa ve bu değerin gerektirdiği psikomotor davranışları sergileyebilecek devinimsel olgunluğa erişmiş olması gerekir. Empatik anlayış, aşkın değerlerin inşasında gerekli olan bireysel olgunluğu sağlayacak bir temel olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Nitekim değerlerin öğretimiyle ilgili çalışmaların bir kısmında telkin, öğüt, kıssadan hisse vb. doğrudan öğretim yaklaşımı önerilirken; bir kısmında ise akıl yürütme, sorgulama, yansıtıcı düşünce ve karar verme sureci gibi kazanımılar önerilmektedir. Söz konusu çalışmalarda akıl yürütme ve mantıklı düşünceyi teşvik etme, empati ve özsaygı geliştirme, iş birliği geliştirme gibi süreçler, değerler eğitiminde öne çıkan temel yaklaşımlardır. (Doğanay, 2006). Bu yaklaşımlara bağlı olarak değer, bireyin nasıl davranması gerektiğine ilişkin içselleştirilmiş bir inanç olarak nitelendirilmektedir (Meydan ve Bahçe, 2010:22). Empati konusuyla ilgili literatürde, birçok değerin edinilmesinde empatik düşüncenin pozitif bir etken olduğu vurgulanmaktadır. Mesela birine zarar veren bir çocuğun dikkati verdiği zarara çekilip, kendisini zarar verdiği kişinin yerine koyması yani onunla empati kurması sağlandığı takdirde, bu durumun çocuğun moral gelişimini olumlu yönde etkilediği belirtilmektedir (Dökmen, 1988). Başka bir araştırmada ise empatik eğilim ile yardım etme isteği arasında olumlu bir ilişkinin olduğu belirtilmiştir. Empatik eğilimi yüksek olan kişilerin, ihtiyaç duyulan yardım ister kolay ister zor olsun, yardım etmediği zaman yargılanmayacağını bildiği hâlde, ihtiyacı olan kişiye yardım ettikleri; buna karşın empatik eğilimi düşük olan bireylerin yardım etme isteğinin az olduğu belirlenmiştir. Bu şekildeki davranış eğiliminden, empatik eğilimi yüksek olan bireyin, yardım etme isteğiyle motive edildiği (güdülendiği), bu yardımı yaparken, çevresindeki insanların değerlendirmelerine ya da kendi benlik gereksinimini karşılamaya özen göstermediği anlaşılmaktadır. (Öz, 1992). Öğrenciler üzerinde yapılan bir alan çalışmasının bulgularına göre ise, çocuklara değer kazandırmada empatik eğilimin olumlu katkısı saptanmıştır (Dereli, ve Aypay, 2012). Alanla ilgili literatürde, empati ile özgecilik, yardımseverlik ve sosyal duyarlılık arasındaki pozitif ilişkiyi tespit eden alan araştırmalarına dair oldukça zengin bir veri kaynağı bulunmaktadır (Batson ve ark., 1997; Eisenberg, 1989; Hoffman, 1987; Litvack, 1997; Oswald, 1996; Walter, 1999). 288 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu veriler doğrultusunda yapılan çalışmalarda, daha çok böyle bir yaklaşıma sahip olmanın çevreye yapacağı katkılar üzerinde durulmaktadır. Hatta öğretmenlik, hekimlik, iletişim meslekleri gibi insanlarla yoğun iletişim gerektiren işlerde empatik anlayış sahibi olmak, önemli bir gereklilik olarak vurgulanmaktadır. Halbuki, empatik yaklaşımın başkalarına yapacağı katkılar kadar bireye sağlayacağı kazanımlar açısından da değeri büyüktür. Çünkü başkasını önemsemek, onda olanı fark etmenin, onu anlamanın ve ondan yararlanabilmenin kapılarını aralayacaktır. Değerler eğitimiyle empatik analyış arasında bu çerçevede bir ilişki kurulabilir. Sonuç itibarıyla, insanları anlama yeteneği olarak tanımlanan empatik anlayışın özünde kendini başkalarının yerine koyabilmek vardır. Zihinsel ve duyuşsal boyutları olan bu “insani duruş”a sahip olabilen bir insanın, idealize edilen bir çok ahlaki değeri kazanması ve içselleştirmesi daha kolay olacaktır. Çünkü değerler eğitiminin omurgasını oluşturan kavramlara bakıldığında bunların çoğunun, kendini aşmak, benmerkezcilikten kurtulmak, kendisi için istediğini başkası için de istemek, insana, diğer canlılara ve çevreye karşı duyarlı olmak gibi kriterlerle bağlantılı olduğu görülmektedir. Bu tebliğimizde empatik anlayışın kavramsal çerçevesi, bireye kazandırdığı bilişsel ve duyuşsal yetkinlikler ortaya konularak, bu yetkinliğin değerlerin inşasına olan katkısı ele alınacaktır. Özellikle empatik yaklaşımın bilişsel, duyuşsal ve devinimsel boyutlarının değerler eğitiminde hedeflenen kazanımları gerçekleştirmedeki etkisi üzerinde durulacaktır. Kavramsal Çerçeve Empati Empati kavramıyla ilgili olarak yapılan değişik tanımlarda farklı yönler öne çıkmaktadır. Ancak bütün farklı tanımlardaki temel vurgu, bireyin kendisini aşıp karşısındakine yoğunlaşması ve onu anlama çabası yönündedir. Aşağıda sıralanan tanımlar bu konuda genel bir fikir verecektir. Empati temelde bir kimsenin kendisini, bir başka insan veya grubun durumunda hissetmesi veya kendini onların içinde bulunduğu durumla özdeşleştirmesidir (Warren, 1934). İnsanların ne hissettiğini, onların bakış açısıyla anlaması, onların özel dünyalarına girerek ve dünyalarını, onlara göründüğü gibi kavramasıdır (Rogers, 1959). Böylece empati, başkaları hakkında bir bilgi toplama aracına dönüşmektedir. Adeta bir hayal kurma eylemiyle, kendi izdüşümümüzü ötekinin perspektifine ve anlayışına düşürme imkânını bize sağlamaktadır. Bu anlayış, “orada ben olsaydım şöyle yapardım.” ifadesinin karşılığıdır. Başka bir ifadeyle bir özneden diğerine ontolojik bir köprü kurabilme becerisidir (Rees, 2003). 289 Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR Empati, çevremizdeki insanların psikolojik pozisyonlarını –algılarını, düşüncelerini, tutumlarını, duygularını ve özelliklerini anlayabilme yeteneğidir. Karşımızdaki insanın zihni durumunun doğrudan doğruya kavranmasıdır. Yani o insanın hayat tecrübesine dâhil olmak; yaşamın onun için ne ifade ettiğini anlamak, onun heyecanlarının, davranışlarının ve bunların anlam ve öneminin objektif ve bilinçli olarak farkında olmaktır (Ünal, 1972). Özetle empati muhatabımızın düşünce ve duygularına katılabilme kapasitesidir (Berger, 1984). Adler; empatik yaklaşımı, onun gözleriyle görmek, onun kulağıyla duymak, onun kalbiyle hissetmek şeklinde tanımlamaktadır (Şahin, 1997). Bu pozisyona girebilmek için benmerkezcilikten kurtulmuş olmak gerekmektedir. Fiziksel ya da sosyal açıdan benmerkezci (ego-santrik) olan kişi, kendisini karşısındakinin yerine koymada güçlük çekeceğinden, onunla empati kuramaz (Alver, 1998). Empatinin gerçekleşme süreci, öncelikle karşımızdaki kişiyle özdeşim kurma ve daha sonra onun duygularını taklit etme yoluyla oluşmaktadır. Bu mekanizma, bize başka düşünce dünyalarını anlama ve ona göre bir bakış açısı oluşturma olanağı sağlar (Aydın, 1996). Empati yerine, katılımcı gözlem terimini kullanan bir tanıma göre ise bu süreç, bir insanı karşıdan gözleyerek, yaşamakta olduğu durumu sezgi yoluyla “kendi içimizde” canlandırmaya çalışmakla gerçekleşmektedir (Şimşek, 1995). Özetle empati, bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır (Dökmen, 1988). Yani karşımızdaki bireyden gelen bilgiye karşı, kendimizden kaynaklanan bir önyargı içinde olmadan onun yaşam durumunu tasarlayarak bir anlamda onun bu durumdaki rolünü bilişsel ve duyuşsal olarak yaşamaktır (Özbek ve Leutz, 1987). Karşımızdakini anlamaktan bahsederken, empatik düşünmenin çok önemli bir ilkesini sürekli olarak göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu ilke, Dökmen’in aktardığı şu husustur: Empati kurmaya çalışırken, her insanın belirli bir kültür içinde yaşadığını düşünerek, bireyin mensup olduğu kültürle de empati kurulmaya çalışılmalıdır (Dökmen,1988). Her biri empatinin değişik bir boyutu üzerinde yoğunlaşan bu tanımlarda dikkat çeken temel benzerlik; karşımızdaki kişinin kişilik özellikleriyle ilgili bir farkında oluş, bu bilinçle onu muhatap alma ve kendi psikolojik duruşumuzu kaybetmeden sanki onun durumundaymışız gibi karşımızdakini anlamaya çalışmak ve anladığımızı ona iletebilmektir (Batar, 2011). İşleyiş olarak özetlemeye çalıştığımız süreçleri içeren empati, literatürde kişi algısı, benmerkezcilik karşıtı olarak, rol alma ya da bakış açısını alma becerisi olarak, duygusal duyarlılık ve sosyal duyarlılık kavramlarıyla da ifade edilmiştir (Dökmen, 1988). 290 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Konuyla ilgili yeni çalışmalar ve araştırmalar yapıldıkça empati kavramının anlam alanı gelişmeye devam etmiştir. Gelinen aşamada empati kuran kişi, kendi üzerinde yoğunlaşmak yerine, dikkatini karşısındaki kişiye verir. Konuya, “ben ne hissediyorum” diye değil, “o ne hissediyor” diye yaklaşır (Dökmen, 1988). Değişik biçimlerde ifade edilen bu duruşun bilişsel, duyuşsal ve davranışsal boyutları olduğunu unutmamak gerekir. Bu kavramın her üç boyutu aşağıda sıralanan ifadelerle tanımlanmaktadır. Bilişsel Boyut: Empatik Anlayış Empatik anlayış, karşıdan gelen mesajın altında yatan duygu ve algıları anlayabilme yeteneğidir. Başka bir deyişle, zihinsel olarak kendimizi muhatabımızın yerine koyma çabasıdır. Ancak empatik anlayış başkasını taklit etmek yani rol yapmak değildir (Alver, 1998). Gerçekten anlamak ve ona göre davranmaktır. Burada vurgulanan anlama yeteneği, bir kişiyi yüzeysel olarak tanımaktan ve o kişi hakkında bilgi sahibi olmaktan daha derin bir anlam içermektedir. Çünkü bilmek doğrudan ya da dolaylı çalışma ve araştırma ile elde edilirken, anlamak kişisel deneyimlerle kazanılır. Bu yönüyle anlamak, bilmek ve tanımaktan daha üst bir zihinsel süreçte gerçekleşir (Oruç, 2014). Duyuşsal Boyut: Empatik Eğilim Bireyin çevresiyle empati kurma eğilimi, bu yöndeki duyarlılık potansiyelidir. Diğer bir ifadeyle bu eğilim, muhataplarımızın duygularını anlayabilme ve bu bireylerin duygusal yaşantılarından etkilenme eğilimini; duygusal boyutta kendimizi onların yerine koyabilme yatkınlığını ve yardım etme isteğini içermektedir (Öz, 1992). Empatik eğilimin iki yönü vardır. Birinci yönü, mesaj veren kişinin söylediklerini anlayıp onun duygularını hissetmek, diğer yönü ise bunları kendisine iletmektir (Acar, 1989). Bu eğilim, değerler eğitiminde öngörülen kazanımların duyuşsal boyutunu gerçekleştirmede etkili bir kolaylaştırıcı olabilir. Zira değerler yapı itibarıyla tutumlarımızda değişiklikler yapmamızı gerektiren kriterler içermektedirler. Bu tutum, aynı zamanda empatik iletişim becerisini etkileyen temel bir özelliktir (Tanrıdağ, 1992). Devinimsel Boyut: Empatik Beceri Bu beceri kişinin, çevresindeki insanların algılarını, düşüncelerini, duygularını ve tutumlarını doğru bir şekilde anlaması ve buna uygun geri bildirim verebilme becerisini içermektedir (Tanrıdağ, 1992). Değerlere uygun davranışlar sergileyebilme, 291 Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR çevremizle olan ilişkilerimizde ‘değer merkezli’ hareket etmek bu çerçevede düşünülebilir. Yukarıda özetlenmeye çalışılan kavramsal çerçeveden anlaşılabileceği gibi empatik yaklaşım, bireyin çevresiyle olan ilişkilerine yön veren, onu benmerkezciliğin cenderesinden kurtaran, hayata başkalarının penceresinden bakabilme yetkinliğini kazandıran, kendi özgünlüğünü yitirmeden başkasında var olabilmeyi mümkün kılan, ötekini önemsemeyi, başkalarına da yaşam hakkı tanıma alışkanlığını sağlayan ve çevremizle paylaşımcı bir ilişki kurmamıza imkan oluşturan geniş bir bakış açısıdır. Bu anlayışın kaynaklık edeceği perspektifin insana sağlayacağı kazanımlar iki açıdan ele alınabilir. Empatik anlayışa sahip olan bir insan her şeyden önce çevresine çok önemli katkılar sağlayacaktır. Nitekim insanlarla yoğun iletişimde bulunmayı gerektiren bütün mesleklerde ve toplumsal rollerde empatik yaklaşımın çok ciddi bir özellik olduğu vurgulanmaktadır. Diğer yandan bu anlayış sayesinde birey hayata başkalarının da gözüyle bakabileceği için kendi sınırlarını aşarak daha anlamlı ve geniş ufuklu bir anlayışa sahip olacaktır. Bireyselliğini aşarak, yerinde konumlandığı her yeni bakış açısı onun için yeni bir pencere olacak ve aşkın bir anlayışa kapı aralayacaktır. Mevlana’nın “pergel metaforu”yla ifade edecek olursak, empatik yaklaşım bir ayağımızı kendi özgünlüğümüze sabitleyip diğer ayağımızla başka dünyaları gezip keşfedebilme yetkinliğini bize kazandıracak bir anlayıştır. Bu durum bireyin değerleri anlaması ve benimsemesi için de bir zemin oluşturacaktır. Eğitimde idealize edilen değerlerin doğasına bakıldığında empatik anlayışla değerler arasındaki ilişkiyi kavramak, daha kolay olacaktır. Değerlerin Doğası ve Empatik Yaklaşım Kısaca, “öznenin olana, olguya yüklediği nitelik” olarak tanımlayabileceğimiz değer kavramı, ahlak ya da değer felsefesinde, olgu bilincinden sonra ortaya çıkan ve olguya, belli duyguları, arzuları, ilgileri, amaçları, ihtiyaç ve eylemleri olan özneyle ilişkisi içinde, belli nitelikler yüklemeyle belirlenen tavır şeklinde ifade edilmektedir (Cevizci, 2010). Bu tavrın oluşum süreciyle ilgili kanaatler, değer kavramının içeriği hakkında farklı açıklamalara yol açmıştır. Özetle değer; nesnel bir gerçekliğe tekabül edip etmemesi açısından veya herhangi bir şeyin bir değer ifade etmesinin, istenilir olmasının, bizatihi kendisinden mi, mesela, onun istenilir, arzu edilir olmasından mı kaynaklanmış olabileceği noktasından sorgulanmaktadır. Bu bakış açılarına bağlı olarak, farklı açıklamalar yapılmaktadır (Tozlu ve Topsakal, 2004). İnsanın ürettiği değerler bağlamında ele alırsak konuyu çok fazla dağıtmamış oluruz. 292 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ‘İnsanın değerleri’nden kastedilen şey, cins olarak insanın bütün başarılarıdır: Bilgi, bilimler, sanatlar, felsefe, teknik, moraller, kültürlerdir. Bunlar, insanın varlık imkanlarının gerçekleşmesidir; varlık şartlarının ürünü olan fenomenlerdir. Ürünlerini kişilerin birbirine bağlı olarak ortaya koydukları bu başarılar, kişi-üstü değerler olarak insan dünyasının belli başlı öğelerindendir (Kuçuradi, 2003). ‘Kişi değerleri’, kişilerarası ilişkilerde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ortaya çıkan sevgi, dürüst olma, bağlılık, saygı, adil olma gibi ve açık düşünebilme, doğru bağlantılar kurabilme gibi kişi imkânlarıdır (Kuçuradi, 2003). Bu değerleri kendi içinde üç kategoriye ayıran Ülken’e göre, bilgiye dayalı kültür dallarının kendisinden türediği değerlere içkin değerler (teknik-sanat, fikir); inanca dayalı olanlara aşkın değerler (ahlâk, din) ve normatif yönü olan değerlere de normatif değerler (dil, hukuk, iktisat) denilebilir (Ülken, 2001). Bu çalışmada empatik anlayışla ilişkilendirilen değerler, Ülken’in aşkın değerler kategorisine girmektedirler. Nitekim bu tür değerler, insanın kişi olarak “başkası” ve “başka âlem” ile olan ilişkilerine aittirler (Ülken, 2001). “Ben” ve “Başkası” olmadan bu değerlerin temelini oluşturan ahlakla ilgili bir olgu oluşamaz. İnsan bu alanda hem özne (süje), hem de nesne (obje) durumundadır. Zira insan davranışlarını, yine kendince ve toplumca oluşturulan değere göre yargılar (Sönmez, 2008). İnsan, kendisini de eylemlerini de sürekli olarak değerlendiren bir varlıktır. Her yapıp ettiğine iyi diyemez, güzel diyemez. Başkalarını değerlendirdiğinde dayandığı ölçüleri, kendisi için de bağlayıcı sayar. Elbette insandaki egoizm bir genel iyiliği, insaniliği üretmede her zaman engel teşkil etmiştir. Ama bu, kendisine inanılan değerleri yok etmemiştir (Tozlu ve Topsakal, 2013). Değişik kültürlerin ve zamanların toplumlarının üzerinde adeta ittifak ettikleri moral değerler bu hakikatin en çarpıcı delilidir. Kaynağını inançtan alan ve ahlaki boyutu olan bu değerler, yapı olarak “ben”in başkalarını, hatta daha geniş anlamda varlık alemini dikkate almasını, önemsemesini gerektiren değerlerdir. Dolayısıyla bu tür değerlerin anlaşılıp benimsenebilmesi ve insanın zihninde/gönlünde yerleşip gelişmesi için buna uygun bir ontolojik zemine ihtiyaç vardır. Bu zeminin temel özelliği her açıdan “başkası”nı taşıyabilecek bir dayanma imkânıdır. Bu konuda benmerkezciliğini paranteze alabilen, başkasının gözlüğünü kullanabilen ve pergelin açısını gerektiği kadar geniş tutabilen bir anlayışa ihtiyaç vardır. Çünkü bu değerleri içselleştirebilmek ve davranışlarımızı bu çerçevede dizayn etmek ciddi bir fedakârlığı gerektirmektedir. Bu fedakârlık kendimizden, bencilliğimizden taviz verme; bilişsel ve duyuşsal olarak kendimizi aşabilme duyarlılığıdır. Alışkın olduğumuz, öznel penceremizden dünyayı algılama rahatlığını ve alışmışlığını 293 Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR terk ederek, hayatı başkalarının penceresinden okuyabilme fedakârlığıdır. Empatik yaklaşım bu anlayışın bir zemini olarak değerlendirilebilir. Yukarıda kavramsal çerçevesi çizilmeye çalışılan empatik yaklaşım, insanın ancak “kendinden” fedakârlık ederek benimseyebileceği bu aşkın değerleri anlayıp kabullenmesinde güçlü bir katalizör rolü görebilir. Çünkü adalet, merhamet, sevgi, saygı, dürüstlük, hoşgörü vs. bu alanda sayabileceğimiz değerlerin tamamı kişinin başkasıyla olan ilişkilerinde temellenmektedirler. Daha doğrusu bu değerler bizden, kendi bireyselliğimizi aşarak ve başkasının önemini, saygınlığını, değerini vs. gözeten bir yaklaşım sergilememizi istemektedirler. Başkasının hukukunu koruma altına alan adalet, Mevlana’nın deyimiyle testileri kırıp seni ve beni aynı denizde birleştiren merhamet, bizden farklı olana yaşama hakkı sağlayan saygı vs. bu değerlerin tamamında baskın olan karakter, kendi kabuğumuzu kırmak, fildişi kulelerimizden çıkmaktır. Bilişsel, duyuşsal ve devinimsel anlamda bir yetkinlik olmadan böyle bir yaklaşımı sergilemek pek mümkün görünmemektedir. Karşımızdakinin duygu ve algılarını anlayabilme yeteneği olarak empatik anlayış, onun duygusal yaşantılarından etkilenme yeteneği ve tavrı olarak empatik eğilim ve buna uygun geri bildirim verebilme becerisi olarak empatik beceri şeklinde ortaya çıkan empatik anlayış, söz konusu değerlerin güçlü bir zemini olabilir. Değerler eğitiminde hedeflenen kazanımların gerçekleşmesi için, bu sürecin önemli bir paydaşı olan öğrenciyle gerekli iş birliğini sağlamak önemli bir gerekliliktir. Dolayısıyla öğrencide oluşmasını sağlayacağımız empatik yaklaşım bu iş birliğinin gerçekleşmesinde ve eğitim sürecinde öğretmen-öğrenci dayanışmasına ciddi bir katkı sağlayacaktır. Sonuç Din ve ahlak gibi aşkın boyutları olan ve bu özelliklerinden dolayı “aşkın değerler” olarak tavsif edilen değerlerin, üzerinde temellendirileceği bilişsel ve duyuşsal zeminin temel karakteristiği her türlü egoizmden arınmışlık hâlidir. Özünde “başkasını” önemseme ve olduğu gibi anlama anlayışı bulunan empatik yaklaşım, söz konusu aşkın değerlerin içselleştirilmesi için güçlü bir katalizör fonksiyonu görebilir. Hatta bu değerleri, nitelikleri açısından “empatik değerler” olarak tanımlamak da mümkündür. Zira kendini aşarak ötekine yoğunlaşmayı temel prensip olarak kabul eden empatik yaklaşım ile “kendin için istediğini başkası için de istemek” anlayışına dayalı olan değerler, temel kazanımlarda birleşmektedirler. Empatik yaklaşım sahibi olan kişilerin, aşkın değerlere uygun davranışlar sergileme eğilimlerinin daha yüksek olduğuna dair alan araştırmaları da, bu konudaki tezimizin somut dayanaklarıdır. 294 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Dolayısıyla değerler eğitiminde, istendik davranış değişikliklerini gerçekleştirebilmek ve hedeflenen kazanımları sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan bilişsel, duyuşsal ve devinimsel yetkinliğin bir ifadesi olan empatik yaklaşım bir kolaylaştırıcı ve kılavuz olarak değerlendirilebilir. Değerler eğitiminde daha kalıcı sonuçlar elde etmek, öğrencilerin aktif katılımına dayalı eğitim süreçleri yaşamak ve yaşatmak için bu anlayışın oluşturacağı hazırbulunuşluk imkânından yararlanmak gerekir. Buyurgan ve normatif bir değerler eğitimi yaklaşımı yerine, daha çok öğrenci merkezli olan ve yapılandırmacı bir anlayışın belirleyici olduğu eğitim yaşantıları oluşturulmalıdır. Böylece öğrencilerimiz, sadece bizim(!) değerlerimizi değil, kendi değerlerini de anlayıp benimseyebilme imkânını elde etmiş olurlar. Bu çerçevede, değerler eğitimiyle ilgili çalışmalarda, hazırlanan programlarda, her türlü materyal hazırlığında empatik yaklaşım bir kriter olarak göz önünde bulundurulmalıdır. KAYNAKÇA Acar, N. V. (1989). Terapötik İletişim ve Kişilerarası İlişkiler. Ankara: Şafak Matbaası. Alver, B. (1998). Bireylerin Uyum Düzeyleri ile Empatik Becerileri Arasındaki İlişkiler, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Erzurum: Atatürk Üniv. S.B.E. Aydın, A. (1996). Empatik Becerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İzmir: Ege Üniv. S.B.E. Batar, Y. (2011). Empatik Din Eğitimi. Ankara: Elips Yayınları. Batson, C. D.; Early, S. and Salvarani, G. (1997). “Perspective taking: Imagining how another feels versus imagining how you would feel”. Personality and Social Psychology Bulletin, (23), 751-758. Berger, D. M. (1984). “On the Way to Emphatic Understanding”. American Journal of Psychottheraphy. (38),1, Newyork. Cevizci, A. (2010). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayıncılık. Coke , S. J.; Batson D. C. and Mc Davis K. (1978). “Empathic Mediation of Helping”. Journal of Personality and Social Psychology, (36), 7, 752-766. David M. B. (1984). “On the Way to Emphatic Understanding”. American Journal of Psychottheraphy, (38), 1. Newyork. 295 Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR Dereli, A; Aypay, A. (2012). “Ortaöğretim Öğrencilerinin Empatik Eğilimleri ve İşbirliği Yapma Karakterlerinin İnsani Değerlerini Yordaması ve Bu Özelliklerin İncelenmesi”. Kuram ve Uygulamda Eğitim Bilimleri Dergisi (Ek Özel Sayı), Bahar, (ss.1249-1270). Doğanay, A. (2003). “Öğretimde Kavram ve Genellemelerin Geliştirilmesi”. (Edit. Cemil Öztürk - Dursun Dilek). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, (ss. 227– 255), Ankara: Pegem Yayıncılık. Dökmen, Ü. (1988). “Empatinin Yeni Bir Modele Dayanılarak Ölçülmesi ve Psikodrama ile Geliştirilmesi”. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, (21), 155-190. Eisenberg , N. (1989). “Empathy and Related Emotional Responses”. C. P. San Francisco. Esin U. (1995). Öğretmen ve Öğrencilerin Empatik Tepkileri ile Öğrencilerin Kendilerine Verilmesini İstedikleri Empatik Tepkilerin Karşılaştırılması. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi, S.B.E. Hoffmann, M. L. (1987). “The Contribution of Empathy to Justice and Moral Judgment”. Cambridge University Press , 47-80. Johnson, P. E. (1957). Personality and Religion. New York. Kuçuradi, İ. (2010). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu. Meydan, A; Bahçe, A. (2010). “Hayat Bilgisi Derslerinde Değerlerin Kazandırılma Düzeylerinin Öğretmen Görüşlerine göre Değerlendirilmesi”. Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, (1)1. Oruç, C. (2014). Erken Çocukluk Dönemi Din Eğitimi. (Edit. Mustafa Köylü). Gelişimsel Basamaklara Göre Din Eğitimi, Ankara: Nobel Yayıncılık. Oswald, A. P. (1996). “The Effects of Cognitive and Effective Perspective Taking on Empathic Concern and Altruistic Helping”. The Journal of Social Psychology, Vol.136, 613-624. Öz, F. (1992). Hemşirelerin Empatik İletişim Becerisi ve Eğilimine Eğitimin Etkisi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sağlık Bil. Ens. Özbek, A. ve Leutz, G.(1987). Psikodrama: Grup Psikoterapisinde Sahnesel Etkileşim. Ankara: Hassoy Matbaası. Rees, D. K. (2003). “Gadamer’s Philosophical Hermeneutics: The Vantage Points and the Horizons in Reader’s Responses to American Literature Text”. The Reading Matrix, Vol.3. No.1, April. 296 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Rogers, C. (1959). Toward a Theory of Creativity in Anderson, Creativty and its Cultivation. New York: Harper, (ss.69-82). Sönmez, V. (2008). Eğitim Felsefesi. Ankara: Anı Yayıncılık. Şahin, M. (1997). Üniversite Sınıf Atmosferinin Algılanan Empatik İletişim Açısından İncelenmesi. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Trabzon: Karadeniz Teknik Üniversitesi, S.B.E. Tanrıdağ, Ş. R. (1992). Ankaradaki Ruh Sağlığı Hizmetlerinde Çalışan Personelin Empatik Eğilim ve Empatik Beceri Düzeylerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi, S.B.E. Tozlu, N. ve Topsakal, C. (2013). “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler Eğitimi”. (Edit. R. Kaymakcan ve Diğerleri). Değerler ve Eğitimi (ss.117-202) içinde. İstanbul: Dem Yayınları. Ülken, H. Z. (2001). Eğitim Felsefesi. İstanbul: Ülken Yayınları. Ünal, C. (1972). “İnsanları Anlama Kabiliyeti”. A.Ü. Eğitim Bil. Fakültesi Dergisi, Sayı:3-4. Walter, G. S. ve Finley K. (1999). “The Role of Empathy y in Improving Intergroup Relations”. Journal of Social Issues ,Winter, 55(4), 729-748. Warren, S. (1934). Dictonary of Pschology. New York: Houghton Miffin. 297 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler Arasındaki İlişkiler Doç.Dr. Osman SAMANCI Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Okan DİŞ Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi Ebru OCAKCI Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi Giriş İnsanoğlu, sosyal bir varlık olması sebebiyle yaşadığı çevre ile sürekli etkileşim ve uyum içinde bulunmaktadır. Bu durum birtakım toplumsal ve kültürel ilke ve kuralları beraberinde getirerek insanoğlunun toplumsallaşmasını mümkün kılmıştır. Toplum üyeleri çevrelerini ve yaşamlarını daha düzenli ve yaşanılır bir hâle getirmek için birtakım ilke ve kuralları kabul ederler. Bu amaç doğrultusunda benimsenen ve yaşam süresince idame ettirilen bu ilke ve kuralların en önemli kısmını, toplumların değer yargıları oluşturmaktadır. Toplumun sahip olduğu değerlerin fakında olan ve bu değerleri yaşamlarına tatbik eden bireyler sosyal gelişimlerini sağlayabilirler. Bu açıdan okulda, ailede ve çevrede gerek değerler eğitimine önem verilmesi gerekse bireylerin olumlu davranış örnekleri göstermesi önemlidir. Değerler, toplumun sosyal ögelerini anlamlı kılan, toplumu toplum yapan en önemli kriterlerdir. Değerler, bireyleri bir arada tutarak toplumun devamlılığını sağlayan sosyokültürel bağlardır. Toplumun değerleri, bireylerin davranışlarını şekillendirerek hayatlarına yön verir. Değerler, yaşamımızı etkileyen, yaşamda önem verdiğimiz düşüncelerdir (Doğanay, 2006). Değerler, insanların davranışlarına ilişkin tercihlerinde, bu davranışlarını doğrulamada ve kendileri dahil tüm insanları ve olayları değerlendirmede kullandıkları kriterlerdir. İnsanı değerli kılan, içinde taşıdığı değerlerdir. İnsanı geliştiren yetiştiren, yükseltip yücelten öz budur. Her insanın özünde bu gizil güç bulunmasına karşın, bazıları bunun bilincinde olmadıklarından gelişmemişlerdir (Köknel, 2007). İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI Değer, bireyin nasıl davranması gerektiğine ilişkin içselleştirilmiş bir inançtır (Meydan ve Bahçe, 2010). Hızla değişen ve gelişen dünyada eğitim kurumlarından beklenen; bireylerin yaşam şartlarına uyum sağlamalarını, sosyalleşmelerini, içinde doğup büyüdüğü toplumun değer yargılarını benimsemelerini, kültürel mirası koruma ve yaşatma bilinci taşımalarını sağlamaktır. Eğitim sürecinin bu işlevlerini yerine getirmesi bu süreç içerisinde bireylere bütün kültür ve toplumu biçimlendiren ortak düşünce, amaç ya da ortak ilkeler olarak tanımlanabilen değerlerin etkili bir biçimde kazandırılması ile olanaklıdır. Değerlerin kazanılmasında aile, yakın çevre ve eğitim kurumları çok önemli bir role sahiptir (Kolaç ve Karadağ, 2011). Aile, toplum ve okulun ortak amacı temel insani değerleri içselleştirmiş bireyler yetiştirmektir. Geçmişten bugüne okulların temel vizyonu; başarılı, iyi ve etkili insanlar yetiştirmek olduğundan eğitim süreçleri aracılığıyla öğrencilere değer kazandırılması, üzerinde durulması gereken bir konu olarak önemini korumaktadır (Deveci ve Ay, 2009). Bu noktadan hareketle Millî Eğitim Bakanlığı, hızla yok olmaya doğru giden değerlerimizi korumak, çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için öğretim programlarına doğrudan değerlerimizle ilgili konuları eklemiştir. Bu çerçevede, okullarımızda uygulanan mevcut programlarda, Hayat Bilgisi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Düşünme Eğitimi dersleri ile birlikte Sosyal Bilgiler dersinde de değerlerin öğretimi ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır (Aydın ve Gürler, 2012). Bu durum Sosyal Bilgiler Öğretim Programının amaçları arasında “Millî kimliği merkeze alarak, evrensel değerlerin benimsenmesine önem verir” şeklinde ifade edilmiştir. Ülkemizde 4, 5, 6 ve 7. sınıflarda işlenen Sosyal Bilgiler Dersi Öğretim Programında değerler konusu ve değerler eğitimi, öğrenme alanları ve sınıflar göz önüne alınarak ayrı başlıklar altında toplanmış ve bu değerlerin nasıl öğretileceği programda ayrıntılarıyla açıklanmıştır. İlköğretim Sosyal Bilgiler öğretim programında; adil olma, aile birliğine önem verme, bağımsızlık, barış, bilimsellik, çalışkanlık, dayanışma, duyarlılık, dürüstlük, estetik, hoşgörü, misafirperverlik, özgürlük, sağlıklı olmaya önem verme, saygı, sevgi, sorumluluk, temizlik, vatanseverlik, yardımseverlik değerleri doğrudan verilecek değerler olarak belirlenmiş, ünitelerle ilişkilendirilmiştir (MEB, 2009). Bu değerlerin her birinin öğrencilere kazandırılması, toplumumuzun geleceği açısından büyük önem arz etmektedir. Bu değerlerin 4. sınıf öğrencileri tarafından kazanılma düzeyi öğrenciler arası farklılık gösterecektir. Değerlerin kazanılma düzeyini etkileyen cinsiyet, aile yapısı, içinde yaşanan kültürel ortam, bilişsel ve duygusal gelişim düzeyleri gibi pek çok unsur olacağı söylenebilir. Bireyin/çocuğun sahip olduğu duyuşsal gelişmişlik düzeyi, bireyin yaşam doyumundan akademik başarısına, toplumsal uyum ve ilişkilerinden evreni algılayış biçimine, karakter oluşumundan evrensel değerleri kendi yaşamına tatbik 300 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI edişine kadar birçok alanda etkili olmaktadır. Birey, yaşadığı çevreyle iletişim ve etkileşim kurarken her duruma göre farklı davranışlar gösterir. Bu davranışlara bilişsel ve duyuşsal anlamda yön veren birçok unsur mevcuttur. İnsan yaşamında var olan davranışları düşünceler kadar duygular da etkileyebilecek güçtedir. Duygu ve duygunun beraberinde getirdiği birçok alt element düşüncelerimizin emrinde değil düşüncelerimizden sorumludur. Bu elementler yaşamımızı yönlendirmesinin yanı sıra bireysel tecrübelerimizi, zihnimizde yapılandırıp depolamamızı sağlayarak karşılaştığımız problemleri daha rahat çözmemizi de sağlamaktadır. Duygusal zekâ, günümüzde popülerliğini gittikçe arttıran bir kavram olarak, eğitim alanında da sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda yapılan pek çok çalışma “zekâ” tanımının genişletilmesi ve klasik olarak kabul edilen IQ yani entelektüel zekânın yanı sıra EQ yani duygusal zekânın da bu tanım içinde yer alması gerektiğini ortaya koymaktadır (Tuğrul, 1999). Zekâ ile ilgili araştırmalar, çalışma hayatı ve kişisel yaşamdaki başarının sadece IQ ile ilgili olmadığını, aynı zamanda diğer kişisel faktörlerle ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Hayatta başarılı olmayı etkileyecek kişisel faktörlerin neler olabileceği araştırılırken, karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri “duygusal zekâ” (DZ)’dır (İşmen, 2004). Duygusal zekâ ilk kez 1990’da Mayer ve Salovey tarafından literatüre kazandırılmıştır. Duygusal zekâ, bireyin kendisinin ve diğer bireylerin duygularını ve hislerini gözlemleme, o duygu ve hisleri ayırt edebilme, bireyin düşünce ve etkinliklerini yönetebilmek için bu bilgiyi kullanma yeteneği olan bir sosyal zekâ tipi olarak tanımlanmaktadır (Mayer ve Salovey, 1990). Goleman’ a (1996) göre duygusal zekâ, kendini harekete geçirebilme, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilme, ruh hâlini düzenleyebilme, kendini başkasının yerine koyabilme ve umut beslemedir. Salovey ve Mayer (1990) duygusal zekâ tanımını öz bilinç, duygularla başa çıkabilme, kendini motive etme, empati kurabilme ve ilişkileri yürütebilme yetenekleri olarak beş ana başlıkta toplamışlardır. Öz bilinç, kişinin duygularının farkına varması ve başkaları tarafından anlaşılmasıdır. Duygusal zekânın temelini oluşturan bu durum bireyin hayatına yön vermesinde en etkili unsurlardan biri olarak değerlendirilmektedir. Duygularla başa çıkabilme kişinin duygularını yönetebilme yeteneğidir. Kişinin kendisinde meydana gelen duyguların nedenini anlayabilmesi ve bu duygularının kontrolünü sağlayabilmesidir. Kendini motive etme, kişinin kendini harekete geçirmesidir. İnsanın duygularını bir amaç etrafında toplayabilmesini gerektirir. Kişinin sahip olduğu pozitif tutum, karşılaştığı zorluklarla başa çıkabilmesinde son derece önemlidir. Empati kurabilme yeteneği bireyin başkalarının duygularını fark edebilmesidir. Empati kurabilme yeteneği duygusal zekâ davranışlarının merkezî karakteristik özelliklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Bu yetenek bireylerin, diğer insanların bir durum karşısında verecekleri tepkileri 301 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI doğru ve etkili bir şekilde tahmin edebilmelerini ve bu tepkilere karşı doğru tutum sergilemelerini mümkün kılmaktadır. Bu yetenekten yoksun bireyler anlayışsız ve kaba olarak düşünülürken, bu yeteneğe sahip bireyler sıcakkanlı ve gerçekçi olarak düşünülmektedir. Sonuncusu olan ilişkileri yürütebilme yeteneği ise insanlar arası ilişkilerde başarılı olma yeteneğidir. Bu yeteneğe sahip bireyler başkalarının duygularını da anlayıp yönetebilmektedir. Bireylerin, hayatlarının her aşamasında mutluluğu yakalayabilmeleri için, güçlü ve geliştirilebilecek yanlarının farkında olmaları, duygularını ve davranışlarını yönetebilmeleri, ayrıca ailelerinin, arkadaşlarının, birlikte çalıştığı kişilerin de duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmaları gerekmektedir (Demiral ve Doğan, 2007). Duygusal ve sosyal becerileri gelişmiş insanların hayatta daha mutlu ve üretken oldukları birçok araştırmacı tarafından kabul edilen bir görüştür. Duygularını kontrol edemeyen kişiler ise, sağlıklı düşünebilme ve işlerine konsantre olabilme yeteneklerini engelleyen içsel bir mücadele içine girmektedirler (Erdoğdu ve Kenarlı, 2008). Duygusal zekâ tanımlarında belirtilen nitelikler öğretilebilir psikolojik ve sosyal becerilerdir. Bu beceriler sayesinde bireyler zihinsel yeteneklerini en üst düzeyde kullanma şansına sahip olabilirler (Yaşarsoy, 2006). Bu doğrultuda yapılan araştırmalar, duygusal zekâ üzerinde eğitimin genetik kadar önemli olduğunu göstermektedir. Birçok kişi tarafından bilinmiyor olsa da, araştırma ve uygulamalar açık olarak duygusal zekânın öğrenilebildiğini ortaya koymaktadır (Goleman, 1996). Duygusal zekânın yaşantılar sonucu edinilen tecrübelerle artmasından yola çıkarak, eğitimle geliştirilebileceğini söylemek mümkündür. Duygusal zekânın gelişimi, bilişsel ve biyolojik olgunlaşma gibi gelişim süreçleriyle iç içedir. Bu gelişimde okulun işlevi çok önemlidir. Özellikle ilkokula başlangıç ve ortaokula geçiş yılları çocuğun uyum sağlaması açısından iki kritik dönem olarak ele alınmalıdır. Altı yaşından on bir yaşına kadar okul, çocukların ergenlik yaşamını ve sonrasını fazlasıyla etkileyecek bir yaşantıdır. Bir çocuğun öz değer duygusu, önemli ölçüde okul başarısına bağlıdır. Okulda başarısızlık algısı geliştiren bir çocuk, tüm geleceğini karartacak tutumlar sergileyebilir. Duygusal zekâ konusunda yapılan pek çok çalışmanın sonucu değerlendirildiğinde eğitim açısından önemi aşağıdaki gibi özetlenebilir (Yeşilyaprak, 2001): • Duygusal zekânın gelişimi anaokulundan yükseköğrenime dek her eğitim kademesinde önemlidir. • Hangi alanda olursa olsun öğrenme, öğrencinin duygularından bağımsız olarak düşünülemez. • Duygusal zekâ kapasitesi her öğrencide vardır ancak çocuklar farklı zekâ profilleri ile eğitim sürecine katılırlar. 302 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI • Ders etkinliklerinde duygusal zekânın ise koşulması öğrenmeyi daha zevkli ve kalıcı hâle getirir. • Duygusal zekânın gelişimi ile ilgili çalışmalar okuldaki disiplin sorunlarını, sosyal ve psikolojik problemleri azaltır. Duygusal becerileri yüksek olan çocukların gerek okulda, gerekse okul dışında öğrenmeye ve başarılı olmaya istekleri vardır. Böylece motive olmakta etkili olan heyecan, merak ve gurur duyma gibi pozitif duygular, çocukları hedeflerine daha kolay ulaştırır. Okulda ve aile içinde duygusal zekânın kazandırılması, çocukların hayatlarındaki engelleri aşmada ve hayal kırıklıklarıyla daha kolay başa çıkmalarında yardımcı olur. Duygusal becerisi yüksek olan çocuklar çatışmalara daha az girmekle kalmaz, kendilerine zarar verecek davranışlardan da kaçınırlar. Aynı zamanda yalnızlık çekmeyen, aşırı duygusal davranışlarla saldırgan ve itici olmayan, kendilerine verilen görevler üzerinde odaklanan, duygusal ve fiziksel açıdan sağlıklı insanlar olurlar (Kansu, 2004. Akt.: Erdoğdu, 2008). Duygusal zekânın bireyin bilişsel, duyuşsal, kişisel gelişimini ve değerlerini etkilediğini söyleyebiliriz. Bu çalışmada da duygusal zekânın değerler ilişkisi incelenmiştir. Araştırmanın Amacı ve Alt Problemleri Bu çalışma, ilkokul 4. Sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeyleri ile sahip oldukları değerler arasındaki ilişkileri incelemek amacıyla yapılmıştır. Bu amaçla aşağıdaki problem durumlarına cevap verilmeye çalışılmıştır. 1- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin seviyeleri hangi düzeydedir? 2- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâları cinsiyet değişkenine göre anlamlı farklılık göstermekte midir? 3- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin seviyeleri hangi düzeydedir? 4- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları değer düzeyleri cinsiyet değişkenine göre anlamlı farklılık göstermekte midir? 5- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları duygusal zekâ ve değer düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki var mıdır? 303 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI Yöntem Araştırma Modeli Araştırmamızın modelini nicel araştırma yöntemlerinden biri olan tarama modeli oluşturmaktadır. İlişkisel tarama modeli, değişkenler arasındaki ilişkileri saptamak (Sönmez ve Alacapınar, 2011) veya iki ve daha çok sayıdaki değişken arasında birlikte değişimin varlığını ve/veya derecesini belirlemeyi amaçlayan araştırma modelleridir. İlişkisel tarama modeli gerçek bir neden-sonuç ilişkisi vermemekle birlikte bir değişkendeki durumun bilinmesi hâlinde ötekinin kestirilmesine olanak sağlamaktadır (Karasar, 2012). Evren ve Örneklem Araştırmanın evrenini 2013- 2014 eğitim öğretim yılında Erzurum ili Yakutiye ilçe merkezindeki Millî Eğitim Bakanlığına bağlı devlet ilkokullarında öğrenim görmekte olan 4. Sınıf öğrencileri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini, uygun örneklem yöntemi ile belirlenen 3 ilkokulda öğrenim gören 281 4. Sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. Bu katılımcıların cinsiyete göre dağılımları şu şekildedir: Tabloda görüldüğü gibi araştırmaya katılan öğrencilerin 128 (%45,6)’i kız, 153 (%54,4)’ü erkek öğrencidir. Veri Toplama Araçları Araştırmanın veri toplama aracı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, araştırmaya katılan öğrencilerin demografik bilgileri yer almaktadır. İkinci bölümde, 18 maddeden ve 4 alt boyuttan oluşan Duygusal Zekâ Ölçeği, üçüncü bölümde 18 madde, 6 alt boyuttan oluşan Değer Ölçeği yer almaktadır. Duygusal Zeka Ölçeği Bu çalışmada ilköğretim öğrencilerinin duygusal zekâ düzeylerini belirlemek için Küçükkaragöz ve Kocabaş (2012) tarafından geliştirilen Çocuklar için Duygusal Zeka Ölçeği kullanılmıştır. Her bir madde 4’lü Likert türü bir ölçek üzerinden değerlendirilmekte ve puanlanmaktadır (4 “Her zaman”, 3 “ Sık Sık”, 2 “Ara Sıra”, 1 304 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI “Hiçbir Zaman”). Duygusal zekâ ölçeği verileri puanlanırken, olumsuz ifadelerden meydana gelen 4, 7, 12 ve 14. maddeler tam tersi şeklinde puanlanmıştır. Ölçek; duygusal farkındalık, empati, motivasyon, duyguları yönetme olmak üzere 4 alt boyut ve 18 maddeden oluşmaktadır. 18 maddelik ÇDZÖ’nin alpha güvenirlik katsayısı 0,72 olarak saptanmıştır. Alt ölçeklerin alpha güvenirlik sonuçlarından duyguları yönetme(atılganlık): 0,84; empati: 0,72; duygusal farkındalık: 0,60; motivasyon: 0,59 olarak belirlenmiştir. Değerler Ölçeği Bu çalışmada ilköğretim öğrencilerinin değerlere sahip olma düzeylerini belirlemek amacıyla Yiğittir (2009) tarafından, Sosyal Bilgiler dersi 4. sınıf programında yer alan değer ifadelerinden yola çıkılarak geliştirilen Değerler Ölçeği kullanılmıştır. Değerler Anketi 18 maddeden oluşmakta olup, her bir madde 4’ lü Likert tipi bir ölçek üzerinden değerlendirilmekte ve puanlanmaktadır (4 “Her zaman”, 3 “ Sık Sık”, 2 “Ara Sıra”, 1 “Hiçbir Zaman”). Anket maddeleri puanlanırken, 2, 3, 6, 11, 12, 15, 18. maddeler tam tersi şeklinde puanlanmıştır. Anket, doğa sevgisi, temizlik, sağlıklı olmaya önem verme, bilimsellik, yardımseverlik, misafirperverlik olmak üzere 6 alt boyuttan oluşmaktadır. 18 maddeden oluşan anketin Cronbach Alpha Katsayısı:,85 değerinde bulunmuştur. Verilerin Toplanması ve Analizi Araştırmanın başlangıcında araştırma sürecine katılımın gönüllülük esasına dayalı olduğu katılımcılara araştırmacılar tarafından bildirilmiştir. Ölçekler öğrencilere araştırmacılar tarafından gruplar hâlinde uygulanmış ve araştırmanın başlangıcında bütün katılımcılar araştırmanın amacı ve önemi hakkında bilgilendirilmiştir. Araştırmada alt problemlerin çözümlenebilmesi için öncelikle her bir alt ölçekte yer alan maddelerin aritmetik ortalama değerleri belirlenerek o faktör için bir puan hesaplanmıştır. Analizler bu faktör puanları üzerinden yapılmıştır. Değişkenler arasındaki ilişkilerin hesaplanmasında Spearman Sıralama Korelasyonu (r) kullanılmıştır. Verilerin analizinde SPSS 18.0 paket programı kullanılmıştır. Bulgular İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zeka düzeyleri ile sahip oldukları değerler arasındaki ilişkinin incelendiği bu çalışmada, ölçeklerden elde edilen veriler beş alt başlıkta sunulmuştur. Bu alt başlıklar, araştırmanın alt problemlerinden yola çıkarak düzenlenmiştir. 305 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI 1. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin düzeyleri Tablo 1’de ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ alt boyut puanlarına ait ortalama puanları ve standart sapma değerleri verilmiştir. Tablo1: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Duygusal Zekâ Alt Boyut Puanlarına Ait Ortalama Puanları ve Standart Sapma Değerleri Tablo 1 incelendiğinde, öğrencilerin duygusal zekâlarının toplam puan ortalamaları büyükten küçüğe “motivasyon (X=3,51), duygusal farkındalık (X=3,38), empati (X=3,15), duyguları yönetme (X=2,68)” şeklinde sıralanmaktadır. Bu sonuçlara göre, duygusal zekâ alt boyutlarından motivasyon alt boyutu en yüksek, duyguları yönetme alt boyutu en düşük ortalamaya sahiptir. Ayrıca öğrencilerin motivasyon ve duygusal farkındalık düzeylerinin “her zaman”, empati ve duyguları yönetme düzeylerinin de “sık sık” gibi yüksek değerlerde olduğu söylenebilir. 2. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin cinsiyet değişkenine göre duygusal zekâ düzeyleri Yapılan homojenlik testi sonucunda öğrencilerin duygusal zeka ölçeği aritmetik ortalamalarının normal dağılım gösterdiği görülmüştür. Bu sebeple öğrencilerin duygusal zekâ ortalamalarının cinsiyete göre dağılımını tespit etmek amacıyla parametrik testlerden Independent Samples T Test uygulanmıştır. Tablo 2’de ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre T testi istatistiki sonuçlarına yer verilmiştir. Tablo 2: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Duygusal Zekâ Düzeylerinin Cinsiyet Değişkenine Göre T Testi İstatistiki Sonuçları 306 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 2 incelendiğinde araştırmaya katılan öğrencilerin cinsiyet değişkenine göre T testi sonuçlarında duygusal zekâ ortalamaları arasında p<0,05 düzeyinde kız öğrenciler lehine anlamlı fark bulunmuştur. Bu sonuca göre kız öğrencilerin duygusal zekâlarının erkek öğrencilerden yüksek olduğu söylenebilir. 3. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin düzeyleri Tablo 3’de ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler alt boyut puanlarına ait ortalama puanları ve standart sapma değerleri verilmiştir Tablo3: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Değerler Alt Boyut Puanlarına Ait Ortalama Puanları ve Standart Sapma Değerleri Tablo 3 incelendiğinde, öğrencilerin değerlere ait toplam puanlarının ortalamaları büyükten küçüğe “doğa sevgisi (X=3,61), yardımseverlik (X=3,43), temizlik (X=3,31), sağlıklı olmaya önem verme (X=3,16), misafirperverlik (X=3,12), bilimsellik (X=2,70)” şeklinde sıralanmaktadır. Bu sonuçlara göre değerler alt boyutlarından doğa sevgisi alt boyutu en yüksek, bilimsellik alt boyutu en düşük ortalamaya sahiptir. Ayrıca öğrencilerin doğa sevgisi, yardımseverlik, temizlik değerlerine “her zaman”, sağlıklı olmaya önem verme, misafirperverlik, bilimsellik değerlerine de “sık sık” gibi yüksek düzeylerde sahip oldukları söylenebilir. 4. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin cinsiyet değişkenine göre sahip oldukları değer düzeyleri Yapılan homojenlik testi sonucunda öğrencilerin Değerler Ölçeğine ait aritmetik ortalamalarının normal dağılım göstermediği tespit edilmiştir. Bu nedenle öğrencilerin değerlerlere sahip olma düzeylerinin cinsiyete göre dağılımını tespit etmek amacıyla non parametrik testlerden Mann Whitney U testi uygulanmıştır. Tablo 4’te ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları değer düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre Mann Whitney U testi istatistiki sonuçlarına yer verilmiştir. 307 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI Tablo 4: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Sahip Oldukları Değer Düzeylerinin Cinsiyet Değişkenine Göre Mann Whitney U testi İstatistiki Sonuçları Tablo 4 incelendiğinde araştırmaya katılanlar öğrencilerin değerlere sahip olma düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre U testi sonuçları arasında p<0,05 düzeyinde kız öğrenciler lehine anlamlı fark bulunmuştur. Bu sonuca göre kız öğrencilerin değerlere sahip olma düzeylerinin erkek öğrencilerden yüksek olduğu söylenebilir. 5. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeyleri ile değer düzeyleri arasındaki ilişkiler Tablo 5’te ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları duygusal zeka ile değer düzeyleri arasındaki ilişkiye göre Spearman sıralama korelasyonu istatistiki sonuçlarına yer verilmiştir. Tablo 5: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Sahip Oldukları Duygusal Zekâ ile Değer Düzeyleri Arasındaki İlişkiye Göre Spearman Sıralama Korelasyonu Tablo 5’te görüldüğü gibi duygusal zekânın, değerlerin alt boyutlarıyla olan en yüksek ilişkisi yardımseverlik değeri iledir (r=,483, p<0,01). Buna göre duygusal zekâ arttıkça yardımseverlik düzeyi de artmaktadır. Tabloyu incelediğimizde duygusal zekânın temizlik (r=,431, p<0,01), sağlıklı olmaya önem verme (r=,379, p<0,01) ve doğa sevgisiyle (r=,353, p<0,01) pozitif yönde, orta düzeyde, anlamlı bir ilişkisi bulunduğu görülmektedir. Bununla birlikte duygusal zekânın misafirperverlik (r=,279, p<0,01) ve bilimsellik (r=,264, p<0,01) değerleri ile pozitif yönde, düşük düzeyde ve anlamlı bir ilişkisi bulunmaktadır. Genel anlamıyla duygusal zekâ arttıkça öğrencilerin değerlere sahip olma düzeylerinin de arttığını söylemek mümkündür. 308 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç ve Tartışma Bu araştırmada ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ alt boyutları ve değerler alt boyutlarına ait algı düzeyleri; duygusal zekâ ve değerler puanlarının cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediği; duygusal zekâları ile değerler alt boyutlarına sahip olma düzeyleri arasındaki ilişkileri incelenmiştir. Çalışmaya katılan öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından motivasyon ve duygusal farkındalık düzeyleri “her zaman”, empati ve duyguları yönetme düzeyleri de “sık sık” gibi yüksek değerlere sahiptir. Öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından en yüksek ortalamaya sahip olan motivasyon boyutudur. En düşük ortalamaya sahip alt boyut ise duyguları yönetme boyutudur. Gürbüz ve Yüksel (2008), yaptıkları çalışmada duygusal zekânın; çalışma ortamında iş görenler arasındaki saygı ve sevgiyi artırdığı, moral ve motivasyonu artırdığı, örgütsel sorumluluğu olumlu yönde etkilediği yönünde sonuçlara ulaşmışlardır. Demiral ve Doğan (2007) yaptıkları çalışmalarında duygusal zekanın bireyleri motive ederek başarıyı arttırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Kurumsal boyutta yapılan duygusal zekâ çalışmalarında teknik bilgisi daha fazla olanın değil ilişkilerini iyi yönde geliştirip içsel motivasyona sahip bireylerin daha çok başarıya ulaştığı görülmektedir. Öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre incelendiğinde kız öğrenciler lehine anlamlı farklılık olduğu görülmüştür. Buna göre kız öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları erkek öğrencilerden daha yüksektir. Yurdakavuştu (2012)’nun yaptığı çalışmada öğrencilerin duygusal zekâları cinsiyet değişkenine göre kız öğrenciler lehine anlamlı düzeyde farklılaşmaktadır. Kız öğrencilerin duygusal zekâ düzeylerinin erkek öğrencilere oranla daha yüksek olduğu görülmüştür. Erdoğdu (2008) ise yaptığı araştırmada kullanmış olduğu Duygusal Zeka Ölçeği puanlarının cinsiyete göre analizinde “Kendi Duygularını Anlama” alt testi dışında gruplar arasında anlamlı farklılıklar olduğu sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir deyişle kızların duygusal zekâları Kendi Duygularını Anlama dışında erkeklere göre anlamlı bir farklılık göstermektedir. Duygusal zekânın gelişimindeki etkenlerden biri olan cinsiyet, aileleri çocuklarının cinsiyetlerini göz önüne alıp farklı duygusal yaklaşımlar benimseyerek eğitmesi konusunda duygusal gelişim ile paralellik göstererek arkadaş seçiminden oyun seçimine kadar etkisini göstermektedir. Literatürdeki bazı araştırmalara göre ise kişinin kendisinde meydana gelen duyguların nedenini anlayabilmesi ve bu duygularının kontrolünü sağlayabilmesi olarak tanımlanan kendi duygularını anlamada erkek ve kızlar arasında anlamlı farklılıklar olmadığı sonuçlarına ulaşıldığı görülmektedir. Araştırma sonuçlarına göre, değerler boyutlarından doğa sevgisi en yüksek düzeyde algılanan boyut olurken, en düşük düzeyde algılanan boyut bilimsellik 309 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI olmuştur. Yiğittir’ in (2009) yaptığı araştırmada da doğa sevgisi en yüksek düzeyde algılanan boyut olmuştur. Bu sonuçlar araştırma bulgularını desteklemektedir. Araştırma bulguları göstermiştir ki; öğrenciler değerlerin alt boyutlarından doğa sevgisi, yardımseverlik, temizlik değerlerine “her zaman”, sağlıklı olmaya önem verme, misafirperverlik, bilimsellik değerlerine de “sık sık” gibi yüksek düzeylerde sahiplerdir. İnsan, nasıl bir fiziksel çevrede doğuyor ve buna uyum sağlıyorsa aynı zamanda kültürel bir çevrede doğar ve ona uyum sağlar. Her iki uyumsuzlukta bireyde mutsuzluğa neden olabilir. Çocuk temiz hava, temiz yiyecek, su ve sağlığı koruyucu temel ahlaki gerekliliklere ihtiyaç duyar. Bu temel ahlaki gereklilikler yerine getirilmezse topluma yeni getirilen bireyin hayatta kalması zorlaşır (Akbaş, 2007: 677). Kendine ve sosyal – fiziksel çevresine karşı gerekli değerlerle donatılmamış insanlar, bilgilerini insanlığın ve çevrenin yararına olmayan eylemlerde kullanabilirler. Günümüzde bu tür, çevreye ve diğer insanlara karşı etik olmayan eylemlerde sıkça bulunulduğuna tanık olmaktayız. İnsanların sağlığı ve çevre düşünülmeden fabrika atıkları doğaya bırakılmakta, insanların yararı için geliştirilmiş bilimsel bilgiler ve teknolojiler, etik değerlere sahip olmayan insanlar aracılığıyla, insanların zararına rahatlıkla kullanılabilmektedir (Doğanay, 2007:257). Öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre incelendiğinde kız öğrenciler lehine anlamlı bir farklılık olduğu tespit edilmiştir. Buna göre kız öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algıları erkek öğrencilerden daha yüksektir. Türk ve Nalçacı (2011) yaptıkları araştırmada, kız öğrencilerin değerleri edinim düzeylerinin erkek öğrencilerden daha yüksek olduğu kız öğrencilerin lehine anlamlı farklılık görüldüğü sonucuna ulaşmıştır. Beldağ (2012) yaptığı araştırmada kız öğrencilerin, erkek öğrencilere göre dürüstlük, adil olma ve barış değerlerini kazanma düzeylerinin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmıştır. Demirhan ve İşcan (2007) tarafından yapılan araştırmada kız öğrencilerin değerleri gösterme düzeyleri bakımından, erkek öğrencilere göre daha başarılı olduğu tespit edilmiştir. Çalışmaya katılan öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın değerler alt boyutları ile ilişkisine bakıldığında en yüksek ilişkinin yardımseverlik değeri ile olduğu ve bu ilişkinin pozitif yönde, orta düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Bu sonuca göre öğrencilerin duygusal zekâları arttıkça yardımseverlik düzeyleri de artmaktadır. Aynı zamanda duygusal zekânın temizlik, sağlıklı olmaya önem verme ve doğa sevgisiyle pozitif yönde, orta düzeyde anlamlı bir ilişkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte duygusal zekânın misafirperverlik ve bilimsellik değerleri ile pozitif yönde, düşük düzeyde anlamlı bir ilişkisi vardır. Bu sonuçlara göre genel anlamda öğrencilerin duygusal zekâları arttıkça değerlere sahip olma düzeyleri de artmaktadır. Maboçoğlu (2006) yaptığı araştırmada duygusal zekânın gelişiminde değerlerin önemli bir rol oynadığı sonucuna varmıştır. Öztürk-Samur, (2011) yaptığı çalışmada, değerler eğitimi programının çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerine etkisini incelemeyi amaçlamıştır. Araştırma sonucunda değerler eğitimi programının 310 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI çocukların duyguları düzenleme, sosyal güven, toplam sosyal ve duygusal gelişimlerine olumlu katkı sağladığını tespit etmiştir. Duyguları ifade edebilme, empati, bağımsızlık, uyum sağlayabilme, beğenilme, bireyler arası sorun çözebilme, sebat edebilme, sevecenlik, nezaket, saygı gibi duygusal nitelikler bugün bireyleri başarıya götürecek yolda sahip olunması gereken temel niteliklerdir ki, bu da ancak yüksek duygusal zekâ ile elde edilebilmektedir (Doğan ve Demiral, 2007). Sonuç olarak 4. sınıf öğrencilerinin en yüksek ortalamaya sahip duygusal zekâ alt boyutu motivasyon boyutudur. En düşük ortalamaya sahip alt boyut ise duyguları yönetme boyutudur. Öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre incelendiğinde ise kız öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algılarının erkek öğrencilerden daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. 4. sınıf öğrencilerinin değerler alt boyutlarından doğa sevgisi en yüksek düzeyde algılanan boyut olurken, en düşük düzeyde algılanan boyut bilimsellik olmuştur. Öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre incelendiğinde kız öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algılarının erkek öğrencilerden daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın, değerlerin alt boyutlarıyla en yüksek ilişkisi yardımseverlik değeri iledir. Ayrıca öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın, değerlerin tüm alt boyutları ile pozitif yönde ilişkisi olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuçlara göre öğrencilerin duygusal zekâları arttıkça değerlere sahip olma düzeyleri de artmaktadır. İlkokullarda öğrencilerin verilen değerlere sahip olmasında duygusal zekânın da önemli olduğu görülmektedir Bu nedenle ilkokullarda hem duygusal zekâ hem de değerler eğitimi üzerinde durulması önemli görülmektedir. Öneriler Duygusal zekâ ile değerler arasındaki ilişkilerin incelendiği bu çalışmadan hareketle aşağıda ifade edilen öneriler getirilebilir: Öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından empati ve duyguları yönetme algılarını geliştirici etkinliklere ağırlık verilerek başarı düzeyleri artırılmaya çalışılmalıdır. Öğrencilerin duygusal zekâ ortalamalarının kız öğrenciler lehine farklılık göstermesi dikkate alınarak, erkek öğrencilerin de duygusal zekâlarını arttırıcı çalışmalar yapılmalıdır. Değerler alt boyutlarından sağlıklı olmaya önem verme, misafirperverlik, bilimsellik değerlerine yönelik çalışmalara ağırlık vererek, öğrencilerin bu değerlere sahip olma düzeyleri arttırmaya çalışmalıdır 311 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI Öğrencilerin değerlere sahip olma düzeylerinin kız öğrenciler lehine farklılık göstermesi göz önüne alınmalı, erkek öğrencilerin bu konudaki yeterliliklerini artırıcı çalışmalar yapılmalıdır. Öğrencilerin duygusal zekâ ve değerlere sahip olma düzeyleri arasındaki pozitif ilişki göz önüne alınmalı, ders içi ve ders dışı faaliyetlerde bu iki olguyu birlikte geliştirmek hedeflenmelidir. Değerler eğitiminin bir ekip çalışması olduğu fikri benimsenmeli ve bu fikirden yola çıkarak öğretmenler başta olma üzere okullarda görev yapan bütün personeller, değerler eğitimi konusunda bilinçlendirilmelidir. KAYNAKÇA Beldağ, A. (2012). İlköğretim Yedinci Sınıf Sosyal Bilgiler Dersindeki Değerlerin Kazanılma Düzeyinin Çeşitli Değişkenler Açısında İncelenmesi (Erzurum İli Örneği). (Yayımlanmamış doktora tezi). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Demirhan-İşcan, C. (2007). İlköğretim Düzeyinde Değerler Eğitimi Programının Etkililiği. (Yayımlanmamış doktora tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Demiral, Ö., Doğan, S. (2007). “Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın Rolü ve Önemi”. Yönetim ve Ekonomi Dergisi,14(1), 209-230. Deveci, H. ve Ay, T.S. (2009). “İlköğretim Öğrencilerinin Günlüklerine Göre Günlük Yaşamda Değerler”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2(6), 167181. Doğanay, A. (2006). “Değerler Eğitimi”. (Ed. Cemil Öztürk). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi Yapılandırmacı Bir Yaklaşım (2. Baskı) içinde (s. 255286). Ankara: Pegem A Yayıncılık. Ekşi, H. (2003). “Temel İnsani Değerlerin Kazandırılmasında Bir Yaklaşım: Karakter Eğitimi Programları”. Değerler Eğitimi Dergisi, 1(1), 79-96. Erdoğdu, M. Y. (2008). “Duygusal Zekânın Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 7(23), 62-76. Erdoğdu, M.Y., Kenarlı, Ö. (2008). “Duygusal Zekâ ile Akademik Başarı Arasındaki İlişki”. Millî Eğitim Dergisi, 178, 297-310. Goleman, D. (1996). Emotional Intelligence: Why it Can Matter More Than IQ, (Çev. B. S. Yüksel). London: Varlık Yayınları (Eserin orijinali 1996’da yayımlandı). 312 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Gürbüz, S., Yüksel, M. (2008). “Çalışma Ortamında Duygusal Zekâ: İş Performansı, İş Tatmini, Örgütsel Vatandaşlık Davranışı ve Bazı Demografik Özelliklerle İlişkisi”. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 9(2), 174-190. İşmen, A. E. (2004). “Duygusal Zekâ ve Aile İşlevleri Arasındaki İlişki”. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(11), 55-75. Kansu, N. (2004). “Duygusal Zekâ”. http: //www.zaferkoleji.k12.tr/kategoriler/ sayfa.asp?islem= 2&Sayfa No=14 Karasar, N. (2012). Bilimsel Araştırma Yöntemi (24. Basım). Ankara: Nobel Yayıncılık. Kolaç, E., Karadağ, R. (2012). “Türkçe Öğretmeni Adaylarının “Değer” Kavramına Yükledikleri Anlamlar ve Değer Sıralamaları”. İlköğretim Online, 11(3), 762-777. Köknel, Ö. (2007). Çatışan Değerlerimiz (Aileden Topluma, Politikadan İnançlara, Sevgiden Aşka Kadar…). (1 Basım). İstanbul: Akdeniz Yayıncılık. Maboçoğlu, F. (2006). Duygusal Zekâ ve Duygusal Zekânın Gelişimine Katkıda Bulunan Etkenler. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Meydan, A., Bahçe, A. (2010). “Hayat Bilgisi Öğretiminde Değerlerin Kazandırılma Düzeylerinin Öğretmen Görüşlerine Göre Değerlendirilmesi”. Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), 20-37. MEB, (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler 4.-5. Sınıf Programı Öğretim Programı ve Kılavuzu. Ankara: MEB Yayınları. Öztürk Samur, A. (2011). Değerler eğitimi Programının 6 Yaş Çocuklarının Sosyal ve Duygusal Gelişimlerine Etkisi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Salovey, P. and Mayer, J. D. (1990). “Emotional intelligence”. Imagination, Cognition, and Personality, 9, 185-211. Sönmez, V., Alacapınar, F. G. (2011). Örneklendirilmiş Bilimsel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Anı Yayıncılık. Tuğrul, C. (1999). “Duygusal Zeka”. Klinik Piskiyatri Dergisi, 1, 12-20. Türk, N., Nalçacı, A. (2011). “İlköğretim Beşinci Sınıf Öğrencilerinin Sosyal Bilgiler Programında Verilen Değerleri Edinme Düzeyleri (Erzincan Örneği)”. Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi,13(2), 39-56. 313 İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI Yaşarsoy, E. (2006). Duygusal Zekâ Gelişim Programının, Eğitilebilir Zihinsel Engelli Öğrencilerin Davranış Problemleri Üzerindeki Etkisinin İncelenmesi. (Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi). Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yeşilyaprak, B. (2001). “Duygusal Zekâ ve Eğitiminin Doğurguları”. Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 25, 139-146. Yiğittir, S. (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler Dersi 4 ve 5. Sınıf Değerlerinin Kazanılma Düzeyi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. 314 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK Üsküdar Üniversitesi, Rektörlük Türk Dili ve Edebiyatı Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Giriş Bu makalede önce zekâ kavramının üzerinde durulacak; sonra duygusal zekâ teriminin doğuş süreci anlatılacak ve bu terimin tanımları yapılacak; daha sonra da duygusal zekâ ile kadîm eğitim sistemimizin ortak noktaları anlatıldıktan sonra günümüz eğitim sistemimizin çıkmazlarına bu çerçevede çözüm önerileri sunulacaktır. Zekâ ile ilgili bilimsel çalışmalar 20. yy. başlarında sistemli hâle getirilmiş olsa da, aslında zekâ asırlardır tartışılan ve ilgi duyulan bir konudur. Bundan dört asır önce Descartes’in “yanlışı doğrudan ayırma kabiliyeti” şeklindeki zekâ tanımı bunlardan biridir. Wechsler ise zekâyı, “problem çözebilme ve mantıksal ilişkileri tanımlayabilme kabiliyeti” şeklinde ve ayrıca “bireyin amacı etrafında hareket etmesi, rasyonel düşünmesi ve çevresiyle etkin iletişim kurabilmesi” olarak tanımlamıştır. Zekâ üzerine yıllardır yapılan araştırmaların sonucunda zekânın, soyut düşünebilme kabiliyeti gibi zihinsel yeti olduğu konusunda ortak bir görüşe ulaşılmıştır. Bu zihinsel yetinin ise geliştirici özelliği bulunan genel öğrenme kabiliyeti olarak algılanması gerektiğine işaret edilmiştir (Aslan, 2009: 6). Zekâ ile ilgili yapılan bütün tanımlar değerlendirildiğinde, “çevreye uyum kabiliyeti” ifadesi dikkat çekmektedir. Buna göre, birey, organizasyonun kurallarına, kültürüne ve birlikte çalıştığı kişilere uyum gösterdiği nispette başarılı olacaktır.(Aslan, 2009: 8). Zekâ ile ilgili araştırmalar, çalışma hayatı ve kişisel yaşamdaki başarının sadece bilişsel zekâ (IQ) ile ilgili olmadığını, aynı zamanda diğer kişisel faktörlerle ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Hayatta başarılı olmayı etkileyecek kişisel faktörlerin neler olabileceği araştırılırken, karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri “duygusal zekâ (EQ)”dır (İsmen, 2004: 56). Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ Psikoloji ve felsefe alanında, anlamı üzerinde yıllardır tartışılan duygunun tanımını yapmak oldukça zordur. Tarihsel süreçte de araştırmacılar için zor bir alan olan ve birbirinden farklı yüzlerce tanımı bulunan duyguyu tanımlama girişimleri Aristoteles’e (MÖ 384-322) kadar uzanmaktadır (Koçak, 2002: 183). Aristoteles, “duyguları, neşeli ya da neşesiz zamanlardaki algılarla ortaya çıkan ve bağımsız olmayan, bilinç fonksiyonlarıyla birlikte hareket eden durum olarak belirtmiştir. Psikologların çoğunluğunun kabul ettiği bir duygu tanımının ve kavramının olmaması, duygu alanındaki gelişmelere önemli bir engel teşkil etmektedir. Farklı pek çok tanımı bulunan duygu, Latincede harekete geçiren ruh anlamına gelmektedir. Duygu kelimesi dilbilim açısından da irdelendiğinde, duygu kelimesinin İngilizce karşılığı olan “emotion”‘un Latince kökünün “hareket etmek” anlamına gelen “motere” olduğu görülmektedir (Aslan, 2009: 8-9). Başka bir tanımla duygu, “psikolojik, bilişsel, motivasyonel ve deneyim gibi pek çok psikolojik alt sistemden oluşan organize olmuş zihinsel tepkiler” şeklinde tanımlanmıştır. Bireyler için olumlu veya olumsuz bir anlama sahip olan duyguların, genel olarak iç (ör. Korku, neşe gibi) veya dış (ör. Bir kişiye hayranlık duyma gibi) bir olaya cevap olarak ortaya çıktıkları ifade edilmektedir (Mayer, Salovey, Caruso ve Sitarenios, 2001: 232). 1. Duygusal Zekâ Duygusal zekâ kavramı ortaya çıkmadan önce (Batı toplumunda) mantık ve duygunun birbiriyle ilişkisinin varlığına dair bir inanış yoktu. Hatta duygu ve mantık ilişkisi bir çatışma olarak görülmekteydi. Oysa beyin üzerinde artan araştırmalar, duygusal ve bilişsel sistemlerin beyindeki bütünlüğünün inanılandan daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Bazı uzmanlara göre duygusal zekâ kavramı, sosyal ve duygusal beceriler konusundaki yeterlikleri açıklayan bir kavram olarak ele alınabilir (İsmen, 2004: 57). Duygusal zekâ konusundaki çalışmalar, zekâ seviyeleri en üst düzeyde olan bireylerin gerek iş gerekse özel yaşamlarında neden her zaman en iyi olmadıklarını araştırmakla başlamıştır (Cooper &Sawaf, 1997). Duygusal zekânın arkasındaki temel önerme, ‘başarının ve mutluluğun zekânın ötesinde daha başka şeylere bağlı olduğudur’ (Cherniss, 1998). Duygusal zekâ kavramı, gerek psikolojide gerekse sosyal bilimlerin diğer alanlarında son yıllarda üzerinde en çok çalışılan, en çok araştırma yapılan kavramlardan biri olmuştur. Bunun nedeni hayatta başarı ve mutluluğun sağlanabilmesinde, belirli bir IQ düzeyinin yanı sıra, duygusal zekâya da sahip olunması gerekliliğidir. Uzmanlara göre akademik zekâ (IQ)’nın yaşamdaki başarıyı etkileyen faktörler içindeki payı, en kötümser tahminle %4, en iyimser tahminle %20’dir (Yeşilyaprak, 2001). Duygusal zekânın temel felsefesini, eski tarihlerdeki gibi duygu ile zekânın ayrı ayrı unsurlar olarak değerlendirilmesi değil, duygu ve zekânın birlikte ele alınması oluşturmaktadır (Doğan ve Şahin, 2007: 232). 316 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Duygu ve zekâ ilişkisini kanıtlayan çalışmalardan önce Batı biliminde duygular çok uzun süre göz ardı edilmiş. Bizde İbn-i Sina’nın ‘’İnsan Nefs-i Ameli ve Kuramsal Akıl Görüşü’’ zekâyı duyuların bir fonksiyonu olarak gördüğünü ifade ederken Batıda 1980’lere kadar duygular gözardı edilip sadece akla dayalı zekâ düşünülmüş ve değerlendirilmiştir. 18. yüzyılda Voltaire ve diğer düşünürler, insanın zekâsını kullanmasının gerekliliğine değinmişler ve duyguları görmezlikten gelmişlerdir (Çakar ve Arbak, 2004: 24). Taylor’un, 1900’lü yıllardaki makine temelli görüşü ve daha sonraları IQ testine yönelik görüş, Sigmund Freud’un bilinçaltı kavramıyla yön değiştirmiş. Bu süreçte Batının, rasyonelliğe olan inancı yavaş yavaş yok olmaya başlamasına rağmen 1960’lı yıllara gelindiğinde bile duygu reddedilmiş, insanın rasyonel olduğu belirtilmiş ve duygunun, ancak iyi giden bu mekanizmadaki eksikliklerden biri olabileceği varsayılmıştır. Robert Thorndike’ın sosyal zekâ kavramı, Howard Gardner’in Çoklu Zekâ Kuramı ve Sternberg’in Başarılı Zekâ Kuramı çalışmaları, araştırmaları, duygusal zekâ kavramının oluşumunu sağlamasıyla 1980’lerden itibaren antropoloji, psikoloji, sosyoloji gibi pek çok disiplinle birlikte ‘duygu’ kavramı da popüler olmaya, göz önündeki insanın fıtratı -adeta- yeniden görülmeye, keşfedilmeye başlamıştır. Duygusal zekâ terimi, 1990 yılında ilk kez Peter Salovey ve John Mayer tarafından ortaya atılarak tanımlanmıştır. Bu çalışmadan sonra Daniel Goleman ‘Duygusal Zekâ’ kitabını yazmıştır. Daha sonra Bar-On, bilişsel olmayan zekâ modeliyle, Salovey ve Mayer’in araştırmalarını kapsayan daha kapsamlı bir model oluşturmuştur. Bugün duygusal zekânın, hem eğitimle, hem yönetimle, hem de liderlikle olan ilişkisi araştırmacılar açısından popüler bir konu olmuştur (Aslan, 2009: 35). Duygusal zekâ kavramı üzerine literatürde pek çok farklı tanım vardır ve her tanım duygusal zekânın farklı bir yönüne dikkat çekmektedir. Duygusal zekâyı duyguları doğru anlayıp etkili ifade edebilme becerisi olarak tarif edenler olduğu gibi duygusal zekâyı iş verimini, liderliği ve performansı etkileyen farklı bir zekâ çeşidi olarak tarif edenler de vardır. Reuven Bar-On ise Duygusal Zekâyı, “bireyin çevresinden gelen baskı ve taleplerle başarılı şekilde baş edebilmesinde bireye yardımcı olacak, kişisel, duygusal ve sosyal yeterlilik ve beceriler dizini” şeklinde tanımlamaktadır (Acar, 2002: 54). Duygusal Zekâ, Dulewicz ve Higgs’e (1999: 245) göre: Kendi duygularının farkında olma, değişen durum ve baskılar karşısında mücadeleyi bırakmama, kısa ve uzun vadeli amaçlara tutkuyla bağlanma, diğer insanların beklentilerinin ve ihtiyaçlarının farkında olma, vicdanlılık ve dürüstlük gibi yeteneklerden oluşmaktadır. Goleman’a (2000: 393) göre ise: Bir kişinin kendi duygularının farkında olma, duygularını yönetebilme, kendine güven duyma, kendini harekete geçirebilme, 317 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ başkalarının duygularının farkında olma, başkalarının duygularını yönetebilme ve onları harekete geçirebilme yeteneklerinin toplamıdır. Dolayısıyla, duygusal zekâsı yüksek insanlar, özel ve mesleki hayatlarını kendilerine kolaylaştırmışlardır. Çevresindekilerin ve kendi hislerinin farkında olmak, güncel yaşamda karşılaşılan sorunların üstesinden gelebilme potansiyelini artırmaktadır (Akbolat ve Işık, 2012: 110). 2. Duygusal Zekâ Bileşenleri Gardner tarafından önce yedi ve sonra sekiz zekâ alanı ile tanımlanan Çoklu Zekâ (Multiple İntelligence)” modelinden yararlanılarak duygusal zekâ yeteneklerinin bileşenleri oluşturulmuştur. Çoklu Zekâ, sadece alışılagelen sözel ve matematiksel yetileri değil, “sosyal zekâ” ve “kişiye dönük zekâ” alanları olmak üzere iki kişisel alanı da içermektedir (Gardner1997; 1999). Daha sonra duygusal zekâ üzerinde çalışanlar, Gardner’in bu iki kişisel alanını da kapsayacak şekilde beş yetenek alanını içeren bir model oluşturdular (Goleman 2000; Lazarus 1999; Weisinger 1998) Bunlar: I. Kendi duygularının farkında olma (Öz bilinç) II. Kendi duygularını yönetebilme (Öz denetim) III. Kendini harekete geçirebilme (Motivasyon) IV. Başkalarının duygularını anlayabilme (Empati) V. Kişiler arası ilişki becerisi (Sosyal Beceri) I. Kendi duygularının Farkında olma (Öz bilinç): “Benlik bilinci” olarak da ifade edilebilir. Kendini tanıma, kendi duygularının farkında olma ve doğru değerlendirme yeteneği. Bir duyguyu oluşurken fark edebilme, duygusal zekânın temelini oluşturur. Bu bir bakıma psikolojik içgörüdür. Sokrates’in “kendini bil” ifadesi Duygusal Zekânın bu temel taşına, yani kişinin duygularının farkında olabilmesine değinir (Doğan ve Demiral, 2007: 215). II. Kendi duygularını yönetebilme(Öz denetim): Duyguları uygun biçimde yönetebilme, denetleyebilme yeteneği. Bununla kastedilen ne tutkuların kölesi olmak ne de duyguları bastırmaktır. Duyguları dengeli, uyumlu biçimde ortaya koyabilmek; gerektiğinde, kişinin kendisince, doyumun hedefe yönelik olarak ertelenmesi olarak ifade edebileceğimiz “duygusal öz denetim” kastedilmektedir. III. Kendini harekete geçirebilme (Motivasyon): Duyguları bir amaç doğrultusunda harekete geçirebilme, içsel güdülenme. Motivasyon, bir ise başlamanın ve sonuna kadar götürebilmenin anahtarıdır. Teknik olarak, enerjiyi belli bir amaç uğruna, belli bir yönde harcamaktır. Duygusal zekâ bağlamında ise, duygusal sistemimizi aracı olarak kullanarak bir işi başlatmak ve bitirmektir. IV. Başkalarının duygularını anlayabilme (Empati): Kendini başkalarının yerine koyabilme yeteneği. Empati, başkaları ile ilişki kurmada temel yapı taşıdır. 318 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kökeni, “öz bilinç”tir. Kendi duygularımıza ne kadar açıksak, başkalarının duygularını okumayı da o kadar iyi beceririz. V. Kişiler arası ilişki becerisi (Sosyal beceri): Etkili kişiler arası ilişkiler kurabilme ve sürdürebilme yeteneği. Sosyal becerilere sahip olma. Bu yetiye Goleman “sosyal sanatlar” veya “ilişki sanatı” denilebileceğini belirtiyor ve bunun diğer iki duygusal beceri olan özdenetim ve empatinin olgunlaşmasından sonra mümkün olacağını vurguluyor (Yeşilyaprak, 2001). Bu açıklamaların neticesinde bu 5 maddenin ilk 3’ü kişinin iç dünyasıyla diğer 2 maddenin de kişinin dış dünyasıyla alakası olmasıyla duygusal zekâyı iki ana alanda toplamak gerekirse: İç dünya alanı: Bireyin kendini tanıma, bilme ve kontrol etme ve doğru harekete geçme yeteneğini gösterir ve “farkındalık”, “dışavurum”, “bağımsızlık”, “öz denetim”, “kendini gerçekleştirme” gibi özelliklerden oluşur. Dış dünya alanı: İlişki kurma becerilerini, bireyin başkaları ile ne derece anlaşabileceğini, toplum içinde nasıl bir yer sahibi olabileceğini gösterir. “Empati”, “sosyal sorumluluk”, “sosyal ilişkiler alanı” gibi özelliklerden oluşur. 3. Kadim Eğitim Sistemimizin Esasları Duygusal zekânın işlevini gösteren beş ana maddenin bizim kültürümüzdeki karşılığı ise şöyledir: Kur’an-ı Kerim’de Alak Suresi’yle gelen ilk emrin ‘’oku’’ olması manidardır. İnsani değerlerin en kıymetlilerden “yalan söyleme, hırsızlık yapma, haksız yere cana kıyma, insanların ayıbını araştırma” gibi olumsuzluklardan men eden ve iyilik yapmaya; muhtaca, zayıfa yardımı tavsiye eden, emir veren olumlu mesajlardan, hepsinden de önce neden “oku” denmiştir. Müfessirler ‘okuma’ fiilini üç kitabı okumak tarzında yorumlamışlar: 1. Kâinat-ı suğra (küçük kâinat) olan insanı okumak. İnsanı, insanlığı tanımak için de en evvel kendini okuyarak başlamak. 2. İnsan-ı kübra( büyük insan) olan kâinat kitabını okumak 3. Kaâinat ve insanın özü olarak Kur’an-ı Kerim’i okumak. Yunus: “İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendin bilmezsin Ya bu nice okumaktır.” der (Bayrakdar, 1992). 319 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ Hz. Mevlana da: “Kendinden kendine sefer eyle” der. Bir başka sözünde de: “Önce okumayı öğrendim, sonra yazmayı öğrendim, sonra yazı kendimi öğretti bana.” der. Bediüzzaman Said Nursi ise Sözler kitabında insanın tarifini ve kendini tanımayı anlatırken insandaki küçük ilimciklerin açtığı pencereler vasıtasıyla Yaratıcının kâinattaki tasarrufları görüp ve buradan da kâinat yaratıcısının külli ilmine ve tasarrufunun büyüklüğüne intikal edilebileceğini anlatır. İnsan, kâinat ve Yaratıcı üçgenini anlayan bir insanın insan-ı kâmil denilen “kendi öz benliğini tamamlayabilmiş fertlere dönüşebileceğini” ifade eder ve: ‘’Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camit hükmünde insan olmak ihtimali var.’’ (Nursi, 2008). sözleriyle konuyu bitirir. 1, 2 ve 3. maddeler olan kendi duygularının farkında olma, kendi duyguları yönetebilme, kendini harekete geçirebilmenin bizim kültürümüzde kadîm anlamıyla ifade karşılığı ‘enfüsi tefekkür’dür. Yani insanın kendisini, yeteneklerini, özelliklerini, güzelliklerini, güçlü ve zayıf yönlerini tanıması, ona göre hayatının ve sonrasının planlamasını yapmasıdır. Bu aynı zamanda insanları başkalarını taklit etmekten çıkaracak, taklitle hâsıl olan mutsuzluktan uzaklaştırıp kendi öz benliğini bulmuş, fıtratının muvaffak olabileceği ve ulvi zevkleri duyabileceği şeylere yönelip hayatta çok daha başarılı fertler oluşmasına sebep olacaktır. Yine bizim kadîm kültürümüzdeki anlamıyla 4 ve 5. madde olan Başkalarının duygularını anlayabilme (empati), kişiler arası ilişki becerisi (sosyal beceri)’nin ifade karşılığı ‘afaki tefekkür’dür. Yani: Dış âlemdeki hareketliliği, duyguları, yetenekleri iyi görebilmek, isabetli yorumlayabilmek; onlarla alakalı yardım veya tedavi gerektiğinde doğru teşhisi koyup doğru adım atabilmek ve de başkalarının da doğru hareketine rehberlik edebilmenin adıdır afakî tefekkür. Afakî tefekkürü güzel, doğru, isabetli yapabilmek için ön şart enfüsi tefekkürünü iyi yapmış ve de onun yeteneklerini ve zaaflarını iyi tanımış, ona göre hareketi de içine sindirmiş bir fert olma şartı vardır. Mesela: bir şahıs hakkında veya devlet yönetimi hakkında, milletler arası ilişkilerden tutun da evrenin düzenine kadar yorum yapan insanlara bakmak lazım. O yorum yapan kişi eğer kendi iç dünyasındaki âlemi tanıyabilmişse dış âlem hakkındaki gözlemleri, yorumları ve teşhisi tedavi tavsiyesi o nispette tesirlidir, isabetlidir. Yoksa iç âlem gözlemi tamam değilse söyledikleri konuştukları ya başkasını taklittir ya da abesle iştigal hükmünde lüzumsuz konuşmalardır. Çünkü: “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez” (Nursi, 2008). Hele hele devleti ve de dünyanın salahını temin edemez. İslam literatüründe insan tanımları arasında tek kelimelik bir tanımını da ‘muhasib’dir; yani muhasebeci. Bu muhasebeciliği yaparken insan-ı kâmil olabilmenin şartları arasında kişinin düşünme ve konuşma fiillerinde hangi tefekkürün ağır bastığı çok mühimdir. Yani, enfüsi tefekküre dair kelimeler mi ve afaki tefekküre dair kelimeler mi çoktur. Eğer kişi -öz benliğini tamamlamış bir kişi olmadan- afaka dâir daha 320 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI fazla söz ve fikir sarf ediyorsa o kişi insan-ı kâmil olmaya uzaktır, denilir. Bu yüzden birçok bilim insanı kitaplarını kendi nefsine, benliğine hitap ederek, onu ıslah etmek niyetiyle yazmış. İnsan, bu okumaları hakkıyla yapabilirse Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen diğer emir ve yasakları da mecburiyet olmaktan ziyade fıtratına uygunluğu sebebiyle içinden gelerek ve hakkıyla yapabilecektir. Zaten duygusal zekâda da aynı şekilde kişi önce özbilincini elde edecek -ki en mühim unsur budur- sonra duygularını kontrol edebilecek; sonra kendini motive edebilecek; sonra karşısındakilerinin duygularını doğru bir şekilde anlayabilecek; nihâi olarak da sosyal beceri olarak toplumla doğru iletişim kuran başarılı bir yapıda olabilecektir. Duygusal yetenek, IQ’muzu ve var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi kullanabileceğimizin belirleyicisidir. Birçok bulgu gösteriyor ki, duygusal yetenek sahibi kendi duygularını tanıyan ve idare edebilen, başkalarının duygularını anlayan kişiler, hayatın her alanında yakın ilişkilerde, sosyal ilişkilerde ve iş hayatında başarıyı belirleyen sözsüz kuralları kavrama becerisinde daha avantajlıdırlar (Goleman, 2004). “Biri duygusal, biri akılcı olan bu iki zihin, çoğunlukla bir uyum içinde ve farklı bilinç biçimlerini birbiriyle kaynaştırmaktadır. Genelde duygusal ve akılcı zihinler bir denge hâlindedir. Duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunur, akılcı zihin ise duygusal verileri şekillendirir ve bazen de reddeder.” (Goleman, 2004). Zihnin akılcıduygusal dengesinin belirli bir orantısı vardır; hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihnin etkisini azalır. Örneğin; yaşamımızın tehlikede olduğu durumlarda duygu ve sezgilerimiz anlık tepkilerimize rehberlik eder. Aynı şekilde, düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp duygusal beynin doludizgin gittiği anlar hariç, duyguları idare eder. Ancak yine de duygusal ve akılcı zihinler yarı bağımsızdırlar. Her ikisi de, beyindeki farklı ama birbiriyle bağlantılı devrelerin işleyişini yansıtır (Maboçoğlu, 2006). Duygusal zekânın gelişimi, özellikle bir yanda bilişsel, diğer yanda da biyolojik olgunlaşma gibi gelişim süreçleriyle iç içedir. Bu gelişimde okulun işlevi çok önemlidir. Özellikle ilkokula başlangıç ve ortaokula geçiş yılları çocuğun uyum sağlaması açısından iki kritik dönem olarak ele alınmalıdır. Altı yaşından on bir yaşına kadar okul, çocukların ergenlik yaşamını ve sonrasını kuvvetle etkileyecek bir kaynaşma potası ve tanımlayıcı bir eğitsel deneyimdir. Bir çocuğun öz değer hissi, önemli ölçüde okul başarısına bağlıdır. Okulda başarısız olan bir çocuk, kendi kendisinin yenilgisini hazırlayan tutumları harekete geçirerek tüm geleceğini karartabilir (Yeşilyaprak, 2001). Kadîm eğitim kültürümüzü ayrıntılı aktarmaya geçmeden burada yeri gelmişken Hz Ali’nin bir çocuğun hem duygusal hem bilişsel zekâsının gelişmesinde önemi 321 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ bulunan şu: “ Çocuğunuzla 7 yaşına kadar oynayın; 14 yaşına kadar arkadaşlık edin; 14 yaşından sonra da istişare edin” vazgeçilmez tavsiyesini hatırlamak gerekir. Okuldaki başarı da büyük ölçüde -akademik zekâ kadar- duygusal zekâya da bağlıdır. Çünkü okuldan yararlanmak için gerekli temel özellikler olarak kabul edilen; “Doyumu erteleyebilme, uygun bir biçimde sosyal sorumluluk üstlenebilme, duygularını kontrol altında tutabilme, iyimser bir bakış açısına sahip olabilme, içsel güdülenme, başkaları ile ilişki kurabilme, işbirliği yapabilme” gibi beceri alanları duygusal zekâ düzeyine bağlıdır. Bu özellikleri geliştirmek için anaokulu/ana sınıflarından başlanarak tüm eğitim süreci boyunca açık ya da örtük müfredatta ilgili etkinliklere yer verilmelidir. Oysa öğretmenler derslerinde duygusal hedeflere genel olarak pek fazla yer vermezler (Bacanlı, 1999) Goleman’ın vurguladığı gibi: “Günümüzde çocuklarımızın duygusal eğitimini şansa bırakıyoruz ve bunun sonuçları çok yıkıcı oluyor. Çözümlerden biri, okulların öğrenciyi sınıfta bir bütün olarak aklı ve kalbi birleştirerek nasıl eğitilebileceğine dair bir vizyon geliştirmektir. Yakın gelecekte okullardaki eğitimin düzenli olarak öz bilinç, öz denetim, empatiyle dinleme, anlaşmazlık çözme ve iş birliği gibi temel insan becerilerini kapsayacağına inanıyorum.” ifadesi önemli bir gerçeği dile getirmektedir (Yeşilyaprak, 2001). Golemanın bu ifadesinden de anlayacağımız gibi akıl kalbin birlikte kullanılmasıyla duygusal zekâ gerçek anlamda varlığı mümkün olacaktır. Marksist fikrin dünyaya hâkim olması ve de onun tesiriyle bütün dünyayı tesiri altına alan seküler eğitimle, özellikle son yüzyılda Batıdaki eğitimde kalp eğitiminden bahsedilmesi mümkün olmamıştır. Akıl midesi fenlerin öğrenilmesiyle gıdasını alırken, aç kalan kalp midesi de gıdasız kalmakla insani değerler de toplumda kaybolmaya başlamıştır. Batı, ütü yaparken bile kendi çocuğundan maddi karşılığını almadan yapmayan, her yaptığı şeyde maddi karşılık beklemeye başlayan, bencil insanların çoğaldığı toplumlara hızla dönüşmüştür. Psikologlar hastalarına son zamanlarda “karşılıksız iyilik yapın” tavsiyesi yapmaya başlamıştır. Ancak duygusal bir zekâyla yapılacak iyilikler ölmeye yüz tutmuştur. Bunların neticesinde Batı nerede hata yaptığını sorgulamaya başlamış, duygusal zekâ ifadesi böyle bir arayışın neticesiyle doğmuştur. Duygusal zekâyı bir adım daha ileri götürmeye ve vicdani zekâyla birlikte yorumlanabilirse; insan fıtratını anlamaya ve insanlığın ruhi problemlerini çözmeye bir adım daha yaklaşılacaktır. Bizim şu anda eğitim sistemimiz Batıdan birebir alınmış. Ama kadîm eğitim kültürümüzde akıl ve kalp dest be desttir (el ele). Bunu gösterebilmek için ana eğitim kurumumuz olan medresenin tarihçesini özetliyeceğiz. Bir yükseköğretim kurumu olan medresenin kuruluşundan (MS 8. yüzyılın başı) hukuken son bulduğu Tevhid-i Tedrisat kanununun çıkarıldığı 3 Mart 1924 tarihine 322 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kadar olan Medresenin tarihi, İslam medeniyetinin, Emevi-Abbasi, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı varyasyonları boyunca yaklaşık 1200 yıllık bir süreçtir. Bu sürecin ilki 800 yıllık (MS 700-1500) başarılı bir gelişme dönemidir. Bu başarılı dönemin ilk 400 yıllı (MS 700-1100) en parlak dönemi olmuş; medrese, Batı üniversitelerine öncü ve örnek olmuştur; ancak 16. yüzyılda bozuluş ile başlayan düşüş, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kapanış ile sonuçlanmıştır (Günay, 1999). İslam dünyasında bilim kurumu anlamında açılan ilk kurum, Emevi Halifesi 1. Velid (705-715) zamanında, Şam’da 707 yılında kurulmuş olan Şifahane ve ona bağlı medrese(tıp fakültesi)’dir. (Günay, 1999) Daha sonraki yıllarda, akli ilimler ve ahlaki, kalbi ilimleri şahsında birleştirmiş İbni Sina bundan 900 sene önce kalp nakli denemesi yapabilmiş, bu sahada yazdığı kitapları hâlen tıp sahasında kaynak olarak okutulabilirken kalbi ilimlerde yazdığı kitaplar da önemli başucu kaynağı olmuştur. 11. ve 12. yüzyıllarda da Batı Avrupa’da (bizden yaklaşık 400 yıl sonra ve İslam âleminden, özellikle Endülüs Emevilerinden etkilenerek) ilk üniversitelerin açılmaya başladığını görüyoruz. İtalya’da Bologna Üniversitesi (1088), Paris Üniversitesi (1160) ve Oxford Üniversitesi (1167) kurulmuştur (Günay, 1999). Fatımi (909-1171) Halifesi El Hâkim 988 de Kahire’de bugünkü Ezher Üniversitesinin temeli olan El Ezher Medresesini kurdurdu. Başta Fizik ve Matematik olmak üzere birçok bilim alanında öğretim yapılıyordu. Kitap sayısı milyonları aşan büyük bir kütüphanesi vardı. Fatımiler döneminde Kahire, Bağdat’ı gölgeleyecek kadar büyük bir kültür ve ticaret merkezi olmuştu. Büyük Selçuklular (1038-1194) döneminde Tuğrul Bey (1038-1063), Nişabur’da ilk resmi medreseyi açtırdı. Ardından, Vezir Nizamülmülk Bağdat’ta 1067’de Bağdat Nizamiye Medreselerini kurdurdu. Nizamiye Medreseleri ilk büyük ve en önemli medresedir. Medresenin bir sisteme kavuşturulduğu ilk örnektir. İlk olarak büyük fıkıh âlimi Ebu İshak Şirazi, ardından İmam Gazali bu medresede dekanlık yaptı. Kısa zamanda Musul, Basra, Belh, Herat, İsfahan, Merv, Amul, Rey ve Tus şehirlerinde medreseler açıldı. Medreseler, program açısından en çok Anadolu’da gelişti. Hususen Anadolu Selçukluların gayreti, beylikler döneminde de uygulanınca medreseler küçük kasabalara kadar yayıldı. II. Mehmet’in (Fatih) 1470’te İstanbul’da kurduğu Sahn-ı Seman Medreseleri önemli bir aşama oldu. (Ünver, 1946). Fatih’in İstanbul’u alışının hemen ertesinde Zeyrek’te ve Ayasofya’da ilim öğretimine başlanmıştır. Yani İstanbul’un alındığı 1453 yılının 29 Mayıs Salı gününün ertesi günü eğitim-öğretim faaliyetleri başlatılarak hızla geliştirilmiştir. (Kayadibi, 2003) Ardından II. Bayezid Medresesi açıldı ve Kanuni, Süleymaniye Medreselerini açtı(1556). 18. yüzyılda İstanbul’da 178 medresede (toplam 323 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ 2300 oda) 63 dershane ve 17 kütüphane vardı. Büyük kentler ve birçok kasabada medreseler bulunuyordu (Günay, 1999). Fatih, akli ve naklî ilmilerde derin vukufları olan âlimleri büyük taltiflerle getirerek toplamış ve hepsinin çalışmalarıyla yakından ilgilenmiştir (Ünver, 1946). İlk kurulan medreselerden itibaren her medresede oranları değişiklik arz etmekle birlikte çoğunda akli ve nakli ilimler yani fenni ilimler ile vicdani, ahlaki ilim denilen dini ilimler birlikte okutuluyordu. Bunun en mütekâmil şeklini de Sahn-ı Seman, II. Bayezid ve Süleymaniye Medreselerinde görüyoruz. Yani bu medreselerde kalp ilmi ile akıl ilmi birlikte veriliyordu. O dönemlere ait bir diğer özellik, bugün birbirinden ayrı olarak gördüğümüz filozof ve bilgin nitelikleri de aynı kişide birleşiyordu. Esasen bilim ve felsefe ayrımı veya bilimlerin bağımsız disiplinler haline gelmesi 19. yüzyıl başlarından sonra ortaya çıkmış bir vakıadır. 19. yüzyıl öncesi dönemlere bilim ve felsefe şeklinde bir ayrım ile bakmak tarihin üzerine sonradan giydirilmiş bir ayrımdır. Günümüzde bağımsız bilimler olarak ele alınan bütün bilimler, o dönemlerde felsefenin dalları olarak görülüyordu (Günay, 1999). “Fatih’in en çok merak ettiği aklî (tıp, tabiî ilimler ve filozofi) ilimlerdir. Her âlim gibi naklî (şer’î) ilimleri biliyordu. Muasırı ve sarayının Rumca kâtibi, İmroz adalı Kritobıüos’a göre ekseriya eski şark dillerinden ve Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiş olan felsefî kitapları okur ve yanında bulunanlarla bu bahisler üzerinde konuşurdu. Bilhassa Peripatetik ve istoik, filozofi bahisleriyle pek ziyade uğraşırdı (Tarihi Sultan Mehmet Han-ı Sani, 1328: 182). Duygusal Zekâ geliştirilirken bilişsel zekâ da işleniyordu. Bu dönemde madden de yükselme döneminde olunması elbette tesadüf değil, bilakis tam da bu sebeptendir. Osmanlı medrese tarihinde modernleşme döneminin başlangıç tarihi olarak alınan 1773’ten itibaren batı tipi yükseköğretim kurumları kurulmaya başlandı. İlki Bugünkü İTÜ nün temelini oluşturan Mühendishane-i Bahri Hümayun (1773), Tanzimat’ta Darülfünun (1863) ve Cumhuriyet döneminde İstanbul Üniversitesi (1933) kuruldu. Böylece medreseden üniversiteye gelindi. Ancak bu medresenin geliştirilip dönüştürülerek, bir medrese geleneği sürecinde varılan sonuç olmadı. Medrese terk edile edile üniversiteye gelindi (Günay, 1999). Osmanlının son dönemi ve cumhuriyet dönemi aydınları genel olarak benimsedikleri Pozitivist-aydınlanmacı anlayışın doğal bir sonucu olarak ideolojik kalıplarla sınırlı, dar bir üniversite anlayışını savunmuşlardır. Türkiye üniversitelerinde süregelen sıkıntının ve ortaya çıkan krizin temelinde bu anlayış yatmaktadır (Günay, 1999). Medreselerde ise 16. yüzyıldan itibaren fen ilimlerine verilen önemin azalmasıyla medreseler maddi işlevini yapmamaya başladı. Medreseleri ıslah hareketleri de bu 324 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI süre içinde yeterince fayda vermedi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde medresenin ölümcül bir durum içine girdiği bir gerçektir. Bunu ortaya koymak için Osmanlı’nın son dönemleri ile cumhuriyet döneminde yaşamış devlet ve bilim adamı Mehmet Ali Ayni Bey’in (1868-1945) bir anısı ibret vericidir: Mehmet Ali Ayni Bey, Mülkiye Mektebi’nden mezun olmuş; çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, valilik yapmış ve 1933’te İstanbul Üniversitesi’nde Ord. Profesör olmuş kıymetli bir şahsiyettir. Mehmet Ali Ayni Bey, 1913 de Trabzon valisi iken medreseleri teftişe çıkar, gittiği bir medrese temizlik bakımından çok kötü bir durumdadır. Medresedeki mollaya medreseyi temiz tutması için nasihatte bulunurken gözü odanın üst köşesindeki örümcek ağına ilişir. Onları da temizlemesi için tembihte bulununca molla, kendini savunarak şu müthiş cevabı verir: “Kıssa-i Gar’ı unutmayalım”. Kıssa-i Gar (Mağara Kıssası), yani: Hz Peygamber a.s.m. Efendimiz ’in hicreti esnasında mucize olarak mağaranın kapısını örten örümceği ve ağını hatırlatmak ister (Günay, 1999). Madden gerileme hızlanınca, Batı tarzı sadece akli bilimleri eğitim veren ilk eğitim kurumları açılmasıyla klasik medreselerle yeni kurumlar arasında çizgi netleşmiş oldu. Artık akılla kalp ayrılmıştı. Birisi yeniliklere kapalı hatta mani olabilecek hallere girmiş, yeni eğitim kurumlarından mezun olanları dinsizlikle itham etmişlerdir. Diğer grup ise, akli ilimler ve zamanın teknolojisinden haberdar; fakat ekseriyetle ahlaki değerlerden uzak, memleketinin kültüründen uzak, medrese ehlini örümcek kafalı ve yobaz olmakla itham edecek bir ruh halindeydi. Tanzimat’tan sonra ve Cumhuriyet dönemindeki aydınlarda görülen pozitivist zihnî durum zamanla öncesinden farklı bir ruh hâli oluşturuyor. Eğer bu ruh hâline sahip insanlar toplum kurallarını belirleme veya onu yönlendirme konumunda iseler “bu böyledir”ci biçimde bir tutum dolayısıyla farklılığa hayat hakkı tanımıyorlardı. Onlara göre doğru tektir o da kendilerinin doğrusudur(Günay, 1999). Kısaca, toplumda birbirinden derin uçurumlar kadar uzak ruh hâli olan iki grup hâsıl olmuştu. Hem medreselerin hem de Osmanlının çöküşün asıl manevi sebebi işte budur. 1200 yıllık eğitim tarihimizin bu anlattığımız perspektifini Said Nursi’nin şu sözü, adeta özetler niteliktedir: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulum-u diniyedir, aklın nuru fünunu medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (birleşmesinden) hakikat tecelli eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüt eder (doğar)” (Nursi, 2008). 325 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ Sonuç Duygusal zekânın toplumsal yaşamın hemen her alanında önemini ortaya koyan araştırma sonuçları, kuşkusuz ki eğitimcileri de böyle bir çabaya teşvik edici olmalıdır. Çünkü nasıl olursa olsun öğrenme faaliyeti duygulardan bağımsız olarak gerçekleşmez. Ayrıca duygusal zekâ yetenekleri eğitimle geliştirilebilir ve güçlendiri-lebilir olduğu için duygusal zekânın gelişimi anaokulundan yükseköğrenime kadar her eğitim kademesinde önem arz etmektedir. Bu yüzden eğitimciler, öğretim faaliyetlerini gerçekleştirirken duygusal zekâ alanını geliştirmeye yönelik etkinliklere yer verilmelidirler. İnsani değerlerimizi eğitim sahamızda yeniden inşa ve ihya etmek, kültürümüzü hakiki anlamda yaşamak ve yozlaşmaya başlayan bir nesilde yeniden yaşatmak istiyorsak şu husus olmazsa olmazımızdır: Batıdan her şeyi birebir almak değil, “ilmin yitik malımız olduğu, dünyada kimde nerede bulursa düşünmeden almanın” öğretisi şuurunda; fakat kültürümüzle bütünleşmeyi ihmal etmeden akli ve kalbi ilimleri mezc ettiren bir eğitim sistemini Fatih ve Kanuni zamanlarındaki gibi tesis ettirmek gerekir. KAYNAKÇA Acar, F. (2002). “Duygusal Zekâ ve Liderlik”. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12, 53-68. Akbolat, M. ve Işık, O. (2012). “Sağlık Çalışanlarının Duygusal Zekâ Düzeylerinin Motivasyonlarına Etkisi”. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1(32), 109-124. Akbolat, M., Işık, O. ve Yılmaz, A. (2013). “Dönüşümcü Liderlik Davranışının Motivasyon ve Duygusal Bağlılığa Etkisi”. Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi, 6(11), 35-50 Aslan, Ş. (2009). Duygusal Zekâ Dönüşümcü ve Etkileşimci Liderlik (1. Baskı). Konya: Eğitim Yayınevi. Aslan, Ş. ve Özata, M. (2008). “Duygusal Zekâ ve Tükenmişlik Arasındaki İlişkilerin Araştırılması: Sağlık Çalışanları Örneği”. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 30, 77-97. Bacanlı, H. (1999). “Duyuşsal Davranış Eğitim”. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Bayrakdar, M. (1992). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi VIII. Rehber Yayıncılık. 326 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Cooper, S. ve Sawaf, A. (1997). Liderlikte Duygusal Zekâ. Yeni Basım/2010, İstanbul: Sistem Yayıncılık. Çakar, U. ve Arbak, Y. (2004). “Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen DuyguZekâ İlişkisi ve Duygusal Zekâ”. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 6(3), 23-48. Delice, M. ve Günbeyi, M. (2013). “Duygusal Zekâ ve Liderlik İlişkisinin İncelenmesi: Polis Teşkilatı Örneği”. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 27(1), 209-239. Doğan, S. ve Demiral, Ö. (2007). “Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın Rolü ve Önemi”. Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 14(1), 209-230. Doğan, S. ve Şahin, F. (2007). “Duygusal Zekâ: Tarihsel Gelişimi ve Örgütler İçin Önemine Kavramsal Bir Bakış”. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16(1), 231-252. Dulewicz, V. ve Higgs, M. (1999). “Can Emotional Intelligence br Measured and Developed”. Leadership & Organizational Development Journal, 20(5): 242-253. Gardner, H. (1997). “Six Afterhoughts: Comments on Varieties of Intellectual Talent”. Second Quarter vol.3 1, NO.2. Goleman, D. (1995). Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir (29. Baskı). İstanbul: Varlık Yayınları. Goleman, D. (1995). Emotional Intelligence. New York: Bantam. Goleman, D. (2000). İşbaşında Duygusal Zekâ (2. Baskı). İstanbul: Varlık Yayınları. Goleman, D. (2004). Duygusal Zekâ (25. Baskı). İstanbul: Varlık/Bilim Yayınevi. Günay, D. (1999). “Medreseden Üniversiteye Trajik Bir Yolculuk”. Mimar ve Mühendis, İstanbul, Sayı 26, 41-49. İsmen, E. (2004). “Duygusal Zekâ ve Aile İşlevleri Arasındaki İlişki”. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11, 56-75. Kayadibi, F. (2003). “Fatih Sultan Mehmet Döneminde Eğitim ve Bilim”. İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 8. Lazarus, P. (1999). “Emotional Intelligence: A Paradigm for Education in the New Millennium”. (Bildiri) (22. Uluslararası Okul Psikolojisi Yıllık Toplantısı) Kreuzlingen, İsviçre. 327 Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ Maboçoğlu, F. (2006). Duygusal Zekâ ve Duygusal Zekânın Gelişiminde Katkıda Bulunan Etkenler. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi. Mayer, D. J., Salovey, P., Caruso, R. D. and Sitarenios, G. (2001). “Emotional Intelligence As A Standart Intelligence”. American Psychological Association, 1(3), 232-242. Mayer, J. ve Salovey, P. (1997). What is emotional intelligence? P. Salovey ve D. Sluyter (eds.), Emotional Development and Emotional Intelligence: Educational Implications, New York: Basic Book. Nursi, B. S. (2003). Sözler. İstanbul: Envar Neşriyat. Nursi, B. S. (2008). Münazarat. İstanbul: Envar Neşriyat. Tarihi Sultan Mehmet Han-ı Sânî (1328). İstanbul: Tarihi Osmanî Encümeni Mecmuası Neşriyatından. Ünver, S. (1946). İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç; Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, Sayı: 278. Weisinger, H. (1998). İş Yaşamında Duygusal Zekâ. İstanbul: MNS Yayıncılık. Yeşilyaprak, B. (2001). “Duygusal Zekâ ve Eğitim Açısından Doğruları”. Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 25(55), 139-146. 328 II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Cuma - 10:45 - 11:45 Oturum Başkanı Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA / Erciyes Üniversitesi Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN / Atatürk Üniversitesi Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı Prof.Dr. Veli URHAN / Gazi Üniversitesi Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR / Erzurum Teknik Üniversitesi Nâbi’nin Hayriyye’sinde İlim, Amel ve Ahlak Öğretileri Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI / Kafkas Üniversitesi Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Giriş İnsan davranışının anlaşılmasında “değer” önemli bir kavram ve bireyin yaşantısını yönlendiren, onun iş yaşamı boyunca karşılaştığı karar verme, problem çözme, iletişim, motivasyon sağlama, kişisel gelişimini sürdürmeye öte yandan yine bireydeki bütünlüğü sağlayan ilkeler olarak tanımlanabilir. Değerler bu bakımdan yaşamımızı derinden etkiler. Yaşadığımız gerçekliğin önemli bir parçasıdır, varoluşumuza katkıda bulunurlar (Özensel, 2007). Değerler, insanların içinde bulundukları durumları, eylemleri, nesneleri diğer insanları değerlendirmede ve yargılamada benimsedikleri örüntülerdir. Kısaca iyi kötü ayrımına temellik eden alternatifler arasında tercih ve yargılama yapmayı sağlarlar. Değerler daha çok olanı değil, olması arzulanan ideal hedefleri temsil ederler. Dünyada olan her şey iyi ve kötü olarak ayrılabileceği ve değeri de iyi veya kötü ya da her ikisi de olarak tanımlanabileceğini iddia etmiştir (Dunlop, 1996). Türk Dil Kurumu (TDK) Büyük Türkçe Sözlükte “değer” sözcüğüne karşılık olarak yedi farklı tanım bulunmaktadır: 1. Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet. 2. Bir şeyin para ile ölçülebilen karşılığı, kıymet, paha, valör. 3. Üstün nitelik, meziyet, kıymet. 4. Üstün, yararlı nitelikleri olan kimse. 5. Kişinin isteyen, gereksinim duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey. 6. Bir değişkenin veya bilinmeyenin sayı ile anlatımı. 7. Bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi öğelerin bütünü. Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN Psikolojik açıdan değerler, kişiliğin oluşumunun merkezinde yer alır. Psikologlar değerleri genellikle erken yaşlarda gelişimsel süreçler yoluyla kazanılan bireylerin davranışsal tercihleri olarak tanımlar (Sağnak, 2004). Değerlerin incelenmesi hem bireyleri hem de içinde bulundukları kültürleri anlamak için temel bir yöntemdir. Değerler; bireylerin inançlarını, tutumlarını, davranışlarını ve neleri tercih ettiklerinin anlaşılmasında temel kavramdır (Roy, 2003). Bireylerin kişilik, tutum, algı ve motivasyon özelliklerini anlamak için değerler temel olduğundan dolayı önemlidir (Asan, Ekşi, Doğan ve Ekşi, 2012). Bireylerin değerleri arasında iyi bir uyumun olması kişinin çevreye uyumunun temel göstergesidir. Bu, bireylerin tutarlı davranışlar göstermelerinin de nedenidir (Özensel, 2003). Rokeach’a göre “amaç değerler” ve “araç değerler” olmak üzere iki tür değer vardır. Rokeach’ın araç değerlerine, sorumlu ve yardımcı olmak gibi özellikler örnek olarak verilebilir. Amaç değerlere örnek olarak rahat bir yaşam, öz saygı gibi amaçlar sayılabilir (Asan, Ekşi, Doğan ve Ekşi, 2012). Amaç değerleri bireyin yaşam kalitesini etkilemektedir. Değerler içinde önemli bir yere sahip bir diğer kavram, hoşgörüdür. Hoşgörü, kendimize yakın veya uzak bulduğumuz insanların her türlü duygu, düşünce ve davranışlarını anlamak ve kabullenmek için o insanlara karşılıksız sevgi, saygı, güven ve anlayış duyarak kurulan fonksiyonel bir iletişim sürecidir (Büyükkaragöz, 1996, 363). Kişinin, benimsemediği bir düşünce ve davranışı anlayışla karşılayarak, hoş bakabilmesidir (Çalışkan ve Sağlam, 2012). Hoşgörü, her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumudur. Hoşgörülü olabilmek için insanın öncelikle karşısındakini anlaması, ona empati ile bakması gerekir. Günlük konuşma dilinde hoşgörü, toleransın yerine kullanılıyor olsa da, aslında birbirinden farklı kavramlardır. Hoşgörü ve toleransta hiyerarşik bir üstünlüğün söz konusu olduğu düşünülmektedir. Toleransta tahammül eden, hoşgörüde ise aslında benimsemediği bir farklılığa hoş bakabilen birey, böylece kontrolü elinde bulundurmuş ve karşısındaki bireyle olan ilişkilerinde üstünlüğünü ilan etmiş olur. Bireyler bu üstünlüğü bilinçli olarak kurmaya çalıştığı gibi, farkında olmadan da geliştirmiş olabilir. Aynı şekilde bu pozisyonunu bir üstünlük olarak değerlendirebileceği gibi, normal bir durum olarak da algılayabilir. Aşırı bir hoşgörünün duyarsızlığa neden olabilir (Öksüz ve Güven, 2012). Tüm bunların bağlamında, bu araştırmada hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ile insani değerlere bakış arasındaki ilişki incelenmiştir. Ayrıca insanlar tanımadıkları ve tanıdıkları insanlara karşı gösterdikleri hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları arasında bir fark olup olmadığı incelenmiştir. 332 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Yöntem Çalışma Örneklemi Araştırmanın çalışma örneklemi, Erzurum ilinde, Atatürk Üniversitesinin farklı fakültelerinde öğrenim gören 300 üniversite öğrencisinden oluşmuştur. Yaş ortalaması 21,11±1.10’dur. Veri Toplama Araçları Araştırmada verilerin toplanmasında, Hoşgörü ve Sabır Ölçeği ve Dilmaç (2007) tarafından geliştirilen İnsani Değerler Ölçeği (İDÖ) kullanılmıştır. Hoşgörü ve Sabır Ölçeği: Bireylerin hoşgörülü ve sabırlı olma davranışlarının düzeylerinin belirlenmesi için Gençdoğan ve Gülbahçe (2012) tarafından geliştirilen ölçek, 4 seçenekli (hiçbir zaman, bazen, sık sık, her zaman) likert tipi bir skalaya sahip 16 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin 1) Sabırsız davranma, 2) Hoşgörülü ve kibar davranma, 3) Kaba davranma olmak üzere 3 alt boyutu bulunmaktadır. Ölçeğin “sabırsız davranma” ve “kaba davranma” alt ölçeklerinin her birinden alınan toplam puanlar arttıkça bu tür davranışlar azalmakta, “hoşgörülü ve kibar davranma” ve ölçeğin toplamından alınan toplam puan arttıkça hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları artmaktadır. Ayrıca ölçekteki 12 madde ile tanıdık ve tanımadık insanlara yönelik hoşgörü ve sabır davranışlarının derecesi belirlenmektedir. İnsani Değerler Ölçeği: Dilmaç (2007) tarafından geliştirilen İnsani Değerler Ölçeğinde değerler süreci altı boyutta toplam 42 madde ile ölçülmektedir. Boyutlar şunlardır: a. Sorumluluk (7 madde) b. Dostlum /Arkadaşlık (7 madde) c. Barışçı Olma (7 madde) d. Saygı (7 madde) e. Hoşgörü (7 madde) f. Dürüstlük (7 madde) Bireysel veya gruplar hâlinde uygulanabilen Likert tipi bir ölçektir. Ölçekteki maddeler beş basamaklı “Likert Tipi” (A: Hiçbir zaman, B: Nadiren, C: Ara sıra, D: Sık sık, E: Her zaman) bir dereceleme ölçeği seklinde ifade edilmiştir. Maddeler A:1- B:2- C:3- D:4- E:5 seklinde puanlanmıştır. Puanların artması bireylerin insani değerlere daha fazla sahip olduğunu göstermektedir. 333 Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN Verilerin Analizi Verilerin analizinde korelasyon analizi, t testi olmak üzere 2 farklı analiz kullanılmış ve bu analizler bilgisayarda SPSS for Windows 22.00 istatistik paket programı ile yapılmıştır. Bulgular Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ile insani değerler arasındaki ilişkiler korelasyon analizi ile incelenmiştir. Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ölçeğini “sabırsız davranma” boyutu ile “İnsani Değerler Ölçeği” toplam puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında p<0.05 önem düzeyinde ters yönde anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ölçeğini “hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “sorumluluk”, “dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında p<0.05 önem düzeyinde doğru yönde anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ölçeğini “Kaba davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “barışçı olma” ve “saygı” boyutları arasında p<0.05 önem düzeyinde ters yönde anlamlı ilişkiler bulunmuştur. “Hoşgörü ve sabır” toplamı ile “insani değerler” toplamı arasındaki korelasyon değerleri ve diğer boyutlar arasındaki korelasyon değerleri p>0.05 önem düzeyinde anlamsız bulunmuştur (Tablo 1). Bu bulgular “Sabırsız davranma” boyutu ile “İnsani Değerler Ölçeği” toplam puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında ve “kaba davranma” boyutu ile İnsani Değerler ölçeğinin “Barışçı olma” ve “Saygı” boyutları arasında ters yönde, “Hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “sorumluluk”, “dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında doğru yönde ilişkiler olduğunu göstermektedir. Tablo:1 Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ile yaşam doyumu arasındaki ilişkiler 334 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İnsanların tanıdık ve tanımadık olma durumlarına göre gösterilen hoşgörü ve sabır davranışları açısından fark olup olmadığını incelemek amacıyla t testi uygulanmış ve t değeri 13.917 olarak p<0.05 önem düzeyinde anlamlı bulunmuştur (Tablo 2). Tablo incelendiğinde, tanıdık insanlara karşı gösterilen hoşgörü ve sabır davranışlarına ilişkin aritmetik ortalama değeri 2,84 iken tanımadık insanlara karşı gösterilen hoşgörü ve sabır davranışlarına ilişkin aritmetik ortalama değeri 2,07 olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, tanıdık insanlara karşı tanımadık insanlara göre daha hoşgörülü ve sabırlı olma davranışlarının gösterildiği söylenebilir. Tablo 2 İnsanların tanıdık ve tanımadık olma durumuna göre hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ilgili bulgular Cinsiyete göre gösterilen insani değerler ve hoşgörü-sabır davranışları açısından fark olup olmadığını incelemek amacıyla t testi uygulanmıştır. Cinsiyete göre, İnsani Değerler Ölçeği’nin “barışçıl olma” ve “saygı” boyutlarına ilişkin t değerleri p<0.05 önem düzeyinde anlamlı ve Hoşgörü ve Sabır Ölçeği’nin “kaba davranma” boyutu ve “hoşgörü ve sabır” toplamına ilişkin t değerleri p<0.05 önem düzeyinde anlamlı iken, diğer tüm t değerleri p>0.05 önem düzeyinde anlamsız bulunmuştur (Tablo 3). Tablo incelendiğinde, kızların “barışçıl olma” ve “saygı” boyutlarına ilişkin aritmetik ortalama değerlerinin erkeklere ilişkin aritmetik ortalama değerlerinden yüksek olduğu, kızların “kaba davranma” boyutuna ve “hoşgörü ve sabır” toplamına ilişkin aritmetik ortalama değerlerinin erkeklere ilişkin aritmetik ortalama değerlerinden düşük olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, kızların erkeklere göre daha barışçıl ve saygılı olduğu ve insanlara karşı daha az kaba davrandıkları söylenebilir. 335 Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN Tablo 3 Cinsiyete göre hoşgörü-sabır ve insani değerler ile ilgili bulgular Sonuç ve Tartışma Araştırma sonuçları “sabırsız davranma” boyutu ile “İnsani Değerler Ölçeği” toplam puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında ve “kaba davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “barışçı olma” ve “saygı” boyutları arasında ters yönde, “hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “sorumluluk”, “dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında doğru yönde ilişkiler olduğunu göstermektedir. Aslında bu bulgu beklenilmeyen bir sonuçtur. “İnsani Değerler Ölçeği” toplam puanı ile “hoş görü ve sabır” ölçeği toplam puanı arasında ilişki olacağı beklenmekteydi. Bu durum, ölçeklerin ölçmeyi amaçladıkları değerlere yaklaşım farklılığından kaynaklanmış olabilir. Araştırmadan elde edilen en önemli bulgu, tanıdık insanlara karşı tanımadık insanlara göre daha hoşgörülü ve sabırlı davranıldığının saptanmasıdır. Araştırmanın 336 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI çalışma örneklemi geniş bir yaş grubunu içerdiği dikkate alındığında, bu bulgu çok önemlidir. Çünkü insanların yabancı gördüklerine hoşgörü ve sabır göstermedikleri ortaya çıkmıştır. Araştırmanın Erzurum ilinde yaşayanlar üzerinde yapıldığı hatırlanırsa bu durumun İstanbul, Ankara, İzmir gibi nüfusu çok fazla olan şehirler için daha ciddi bir sorun oluşturduğu söylenebilir. Bu durum, tanımadığımız kötü niyetli insanların yaptıklarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ama bu genelleme bilişsel bir hatadır, çünkü tanıdığımız insanlar içinde de kötü niyetli insanlar olabilir. Bu durum, aslında toplumsal yabancılaşmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Kadınların erkeklere göre daha barışçıl ve saygılı olduğu ve insanlara karşı daha az kaba davrandıkları saptanmıştır. Bu durumun kadınların başkalarına karşı daha kibar davranma kalıplarıyla yetiştirilmelerinden, yani cinsiyet rollerinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu sonuçlardan yola çıkarak bireylerin daha sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmeleri, yani yaşamdan doyum alabilmeleri için, topluma aktif olarak katılımını sağlayacak olanaklar hazırlanmalı, işe yaradığı duygusu kazandırılmalı, yaşamı pozitif bakabilmesi sağlanmalıdır. KAYNAKÇA Aksayan S., Yıldız A., Ergün, A. (1998). "Huzurevinde ve Evde Yaşayan Yaşlıların Umutsuzluk Düzeyleri". I.Ulusal Evde Bakım Kongresi, Program Özet Kitabı. Anderson RT, Aaronson NK, Wilkin D. (1993). "Critical review of the international assessments of health-related quality of life". Qual Life Res; 2: 369395. Asan, T., Ekşi, F, Doğan, A., Ekşi, H. (2012). "Bireysel Değerler Envanteri’nin Dilsel Eşdeğerlik Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması", Değerler Eğitimi Dergisi, 5, 101-124. Bowling, A. (1997). Measuring Health, a Rewiev of Quality of Life Measurement Scales, Buckingham, Open University Pres, 1-23. Büyükkaragöz, S. ve Kesici, S. (1996). "Öğretmenlerin Hoşgörü ve Demokratik Tutumları". Eğitim Yönetimi, 2(3), 353-365 Çalışkan, H. ve Sağlam, H. (2012). "Hoşgörü Eğilim Ölçeğinin Geliştirilmesi ve İlköğretim Öğrencilerinin Hoşgörü Eğilimlerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi". Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 12(2). 337 Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN Diener, E. ve Lucas, R. E. (1999). "Subjective well-being: Three decades of progress". Psychological Bulletin,125 (2), 276-303. Dilmaç, B. (2007). Bir Grup Fen Lisesi Öğrencisine Verilen İnsani Değerler Eğitiminin İnsani Değerler Ölçeği ile Sınanması. (Yayınlanmış Doktora Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi. Dunlop, F. (1996). "Democratic Values and the Foundations of Political Education". (Editörler: J. Mark Halstead, Monica J. Taylor). Values in Education and Education in Values. London: The Falmer Press, 68- 78. Florence F.M.S. (2001). An Exploratory of Informal Support and Lifesatisfaction of Older Persons in Macau. A Thesis Degree of Master of Philosophy, Lingnan University. Gençdoğan, B. ve Gülbahçe, A. (2012). "Hoşgörü ve Sabır Ölçeğinin Geçerlik ve Güvenirliği". (Yayımlanmamış Makale). Ho SC. Woo J. Lau J. (1995). "Life Satisfaction and Associated Factors in Older Hong Kong Chinese". J Am Geriatr Soc, 43 (3): 252-255. Köker, S. (1991). Normal ve Sorunlu Ergenlerin Yaşam Doyumu Düzeyinin Karşılaştırılması. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kubilay G. (1994). Yaşlılığa Genel Bakış, in: "Yaşlılığa Genel Bakış". Yaşlılara Evde Yardım Projesi Eğitim Programı, ss. 1-5. Lu, L. (1995). "The Relationship between Subjective Well-Being and Psychosocial Variables in Taiwan". The Journal of Social Psychology, 135, 351–357. Lyubomirsky, S., King, L., & Diener, E. (2005). "The Benefits of Frequent Positive affect: Does Happiness Lead to Success?" Psychological Bulletin, 131, 803–855. Mannell, R. C. ve Dupuis, S. (1996). “Life satisfaction”, G. Birren (ed.), Encyclopedia of Gerontology (Vol. 2, pp. 59-64). New York, Academic Press. (Manell, R.C. (1999). “Older Adults, Leisure, and Wellness”. Journal of Leisurability, 26(2)’den alınmıştır. Neugarten, B.L. ve diğ. (1961). “The Measurement of the Life Satisfaction”. Journal of Gerontology, 16,134-143. Orley, J. ve Kuyken, W. (1993). “Quality of Life Assessment: International Perspectives”. Proceedings of the Meeting Organized by the Whoand the Foundation IPSEN, Paris, July 2-3, 41-57. 338 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öksüz, Y. ve Güven, E. (2012) "Farklılıklara Saygı Ölçeği (FSÖ): Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması". The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science, 5(5), ss. 457-473, Kasım 2012. Özdemir, Y. Ve Koruklu, N. (2011) "Üniversite Öğrencilerinde Değerler Ve Mutluluk Arasındaki İlişkinin İncelenmesi". YYÜ. Eğitim Fakültesi Dergisi, Aralık, Cilt:VIII, Sayı:I, 190-210 Özer, M. ve Karabulut Ö.Ö. (2003) "Yaşlılarda Yaşam Doyumu". Turkish Journal of Geriatrics, Geriatri 6 (2): 72-74. Özensel, E. (2003). "Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer". Değerler Eğitimi Dergisi, 3, 217-239. Özensel, E. (2007). "Liseli Kız ve Erkek Öğrencilerin Değer Yargıları ve Türk Toplumunun Temel Kurumlarına Bakış Açıları". (Ed. Kaymakcan, R., Kenan, S., Hökelekli, H., Aralan, Z. Ş. ve Zengin, M.). Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu (s. 743-769). İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları. Öztunç G, Biiyüksürücü L. (1992). "Adana Huzurevinde Yaşayan 65 Yaş ve Üstündeki Bireylerin Yaşlılık ve Sağlıklarına İlişkin Görüş ve Uygulamaları İle Mevcut Durumlarının Saptanması". Sağlıklı Yaşlanma Uluslararası Hemşireler Birliği 1992 Teması Sempozyum Kitabı, Ankara, ss. 112-119. Roy, A. (2003). Factor Analysis and İnitial Validation of the Personal Values İnventory. (Unpublished Doctorate Dissertation), USA: Tennessee State University. Sağnak, M. (2004). "Kişi-Örgüt Değer Uyumunu Ölçme Çalışmaları ve Kullanılan Yöntemlerin Karşılaştırılması". Değerler Eğitimi Dergisi, 5, 101-124. Uysal Ş. (1993) "Yaşlılık ve Sorunları". Seminer Psikoloji, 10:1-13. Vara Ş. (1999) Yoğun Bakım Hemşirelerinde İş Doyumu ve Genel Yaşam Doyumu Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi) İzmir. Yetim Ü. (1992) Kişisel Projelerin Organizasyonu ve Örüntüsü Açısından Yaşam Doyumu. (Doktora Tezi). İzmir. 339 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı Prof.Dr. Veli URHAN Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Düşünce hayatının birinci, ikinci ve üçüncü dönemleri arkeolojik, soykütüksel ve etik ağırlıklı olan Foucault’nun, etikle ilgili çalışmalarını yürütürken Grek ve Roma çağının ahlak ve etik anlayışlarından beslenme ihtiyacı duyduğu görülür. Foucault’nun etik alanındaki çalışmalarında Hıristiyanlığın merkezî bir konuma gelmesi, normalleştirme ve cinsellik üzerine çalışmaya başlamasıyla kendini gösterir. Cinselliğin yanı sıra, Foucault bir yandan da Hıristiyanlığın itiraf tekniğini incelemeye yönelir. Cinselliğin Tarihi’nin birinci kitabında, itiraf teknikleri tarihinin izini sürmek amacıyla 1215 Latran Konsili’ne kadar geri giderken, daha sonraları dikkatini ben ile ilgili araştırmaların aynı merkezli tekniklerine ve itiraf üzerine kaydırır (Leary, 2002: 33). Bu bağlamda, öncelikle pagan Antikite ve Hıristiyan Orta Çağ arasında görülen farklılıkları ele alır, benin hermeneutiğine ilişkin yeni bir dönüşüm olarak farklı bir kavramsallaştırma çabası içine girer. Geç stoacılıkta benin keşfi, erken Hıristiyanlıkta benin deşifre edilmesi konularında benin inşası hareketinin temel özelliklerinin altını çizer. Katolik öğretisine özgü günah çıkarmanın kutsanmasının Otuzlar Konsili’nden sonraki gelişimini ele alan Foucault, her şeyin söylenmesinin zorunluluğu anlamında, itirafın, özellikle de bedene ilişkin itirafın gün geçtikçe artmasına dikkat çeker (Foucault, 1976: 27-28). Tarihsel süreç içerisinde, cinselliğin hakikatini üretmek için var olagelmiş iki büyük yöntemden erotik sanat Çin, Japonya, Hindistan, Roma ve Arap-İslam toplumlarında görülürken, cinsel bilim Batı toplumlarında görülür (Leary, 2002: 32). Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN Greklerin ve Romalıların Çinlilerin erotik sanatı ile karşılaştırılabilecek bir erotik sanatları yoktu; ama onların zevkin kullanımının son derece önemli rol oynadığı yaşam sanatları vardı (Foucault, 2000: 200-201). Bu yaşam sanatında insanın kendisine hâkim olması kavramı giderek temel sorunu oluşturmaya başlar. Antik Çağ boyunca bir evrim sürecinden geçmiş gibi görünen bu yaşam sanatına, Sokrates’in, kendilik kaygısının egemen olması gerektiğini öne sürdüğü görülür. Alkibiades’te, iyi bir yurttaş olmak ve başkalarını yönetebilmek için kendine özen göstermek gerektiğinin altı çizilir. “Bizim uygarlığımız, ilk bakışta, erotik sanata sahip olmamakla birlikte, cinsel bilimi kullanan tek uygarlıktır” diyen Foucault, Doğu uygarlıklarının temel unsuru olarak gördüğü erotik sanatın karşısında, Batı uygarlıklarının temel unsuru olarak gördüğü cinsel bilimi temel alan bilgi/iktidar ilişkisi düzeninin bir yöntemi olarak itiraftan söz eder (Foucault, 1976, 77-78). Orta Çağ’dan başlayarak, Batı toplumlarında, insanın hakikat üreten ana ritüellerden biri haline gelmiş olan itiraf sayesinde, adalet, tıp, pedagoji, aile ve aşk ilişkileri, suçlar, günahlar, arzular, çocukluk, hastalık gibi pek çok konuda sürekli bir şeyleri itiraf eden kendine özgü bir insan tipine, adeta bir itiraf hayvanına dönüşmüş olduğu söylenebilir. Foucault’nun eserleri bütünüyle dikkate alındığında, onun asıl teorilerinin iktidar, delilik ve cinsellik üzerine olduğu görülmekle birlikte, bu temalara ilişkin çalışmalarına egemen olanın temelde hem etik hem de estetik bir anlam olduğu dikkati çeker. Bu anlam, Klasik Çağ’da Deliliğin Tarihi, Kelimeler ve Şeyler, Gözetlemek ve Cezalandırmak adlı eserlerinde estetiğin ve etiğin anlamıyla uyuşan varoluş estetiğinin güçlü anlamı içerisinde teorik olarak ortaya konulur. Foucault’nun eserlerinde, entelektüel sorgulama için okuyucularını etik bir sorumluluk doğrultusunda eğitmeyi amaçlayan bir pratik oluşturmaya ve etik sorgulamalardan beslenmeyen bir entelektüel ortamdan kaçış olanaklarını ortaya koymaya çalıştığı söylenebilir. Onun etikle ilgilenmesi, düşünce hayatının son dönemine ait eserlerinde daha açık olarak görülmekle birlikte, etik kaygı aslında ilk eserlerinden itibaren düşüncesini meşgul eden temel sorunlardan biridir. Foucault cinselliğe ve Hıristiyanlığa ilişkin çalışmalarında etiği bir değerlendirme konusu yaparken, siyasal alanda meydana gelen iki olay onun etik üzerinde daha fazla yoğunlaşmasını sağlar. 342 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu iki olaydan biri 1978 İran devrimi, diğeri de yine 1970’li yıllarda Polonya’daki dayanışma hareketinin doğuşudur. Fransa’da İran devrimine karşı yapılan eleştiriler karşısında, kendi etiğini anti stratejik olarak, siyasal başarı sorununa indirgenemeyecek bir etik biçiminde görmesi ve Polonya’da doğan dayanışma hareketinin bastırılması karşısında Batılı yönetimlerin tepkisiz kalması Foucault’yu bir siyasal etik geliştirmeye yöneltir. Foucault’nun önceki tarihsel çalışmalarında, ben bir iktidar aracı, kimlik ise normalleştirilmiş bir öznellik olarak dikkate alınırken, Cinselliğin Tarihi’nde ben iktidarın içyüzü olarak kalır ve bu benin yaratılmasına ilişkin söylem de adeta içeriden gerçekleştirilir. Bundan dolayı, artık ilk planda, iktidar yapıları ve stratejileriyle değil de kendi iç uzamları içerisinde dikkate alınan benlik teknolojileri ile meşgul olunur. Cinselliğin Tarihi’nin birinci ve ikinci kitapları olan Hazların Kullanımı ile Kendilik Kaygısı’nda cinsel alana ilişkin ayrıntılı çözümlemeler yapmakla birlikte, bunların odak noktası cinsel arzunun bir ahlaksal davranış konusu olarak nasıl sorunsallaştırıldığı idi. Foucault için arkeoloji ile soykütüğü arasındaki ilişkiyi yapılandıran, söz konusu sorunsallaştırmanın kendisidir. Arkeoloji herhangi bir şeyin ahlaksal bir düşüncenin konusu olarak tasarlanmasını sağlayan sorunsallaştırma biçimlerini ele alırken; soy kütüğü bu tür sorunsallaştırmaların doğduğu daha geniş kapsamlı pratiklerin sistemini inceler. Cinselliğin Tarihi’nden önceki eserlerinde varlığı hep hissedilen bir düşünce etiği özleminin üstü örtük gücü sayesinde, onun nihai düşünce projesine ve bu projeye ilişkin kategorilerine ulaştığı söylenebilir (Bernauer, 2005, 277). Foucault’nun İbranilerdeki iktidar temalarının Hıristiyanlıktaki pastorallikle geçirdiği dönüşümü betimlemesi, etik çözümleme için önerdiği tabloda yer alan etik töz, tabi kılma, asketizm ve telos olmak üzere dört ayrı düzleme oturan modelinin habercisi olur (Bernauer, 2005: 277,305). Konuyla ilgili olarak Foucault, Hazların Kullanımı’nda dört temel sorgulama düzeyine yer verir (Foucault, 2000, 205-207): 1. Ahlaksal davranışın ana malzemesi nedir (etik töz)? 2. Bireyler bir davranış kuralıyla ilişkilerini nasıl kurarlar (tabi kılma)? 3. Etik bir bağlılık kişide nasıl özel bir dönüşüme yol açar (asketizm)? 4. Etik özne nasıl bir varlık kipini amaçlar (telos)? 343 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN Antik kültürler ile Hıristiyan kültürü üzerinde çalışırken, Foucault’nun, bütün çalışmalarını alttan alta bir düşünce etiğine doğru sürükleyen eğilim içerisinde bulunduğunda kuşku yoktur. Düşünce hayatının son yıllarındaki çalışmalarında daha çok felsefi bir ethosa ulaşmayı amaçlayan Foucault için, bu ethos en açık şekilde filozofun düşünme biçiminde ortaya çıkar. Bu nedenle onun düşüncesini artık düşünmenin bizzat kendisi, etik öznellik ve bireysel davranış konuları üzerinde yoğunlaştırdığı; modern döneme ilişkin araştırmalarını önemli ölçüde bir yana bırakarak Antik Çağ’a ve Hristiyanlığın ilk dönemlerine yöneldiği dikkati çeker. Foucault’nun etik düşüncesi, hem Grek hem de Hıristiyan etiğinden önemli etkiler almış olmakla birlikte, ne modern öncesinin idealleştirilmesini ne de modern öncesine bir geri dönüşü temsil eder. Antik Çağ deneyimi ile Hıristiyanlık deneyimi, biraz önce söz konusu edilen soruların ışığında değerlendirildiği takdirde, iki deneyim arasında çok sayıda farklılığın ve dönüşümün ortaya çıktığı görülür. Bu da Foucault’ya, bilime bağımlı bir bilgi öznesi olarak inşa edilmiş bulunan modern ahlaksal sorunsallaştırmadan uzaklaşma ve her bir benin öznelleşmesini sağlayacak bir özgürlük alanı olarak etiğe yönelme olanağını verir. Onun etiği, esrik bir düşünme ya da dünyevi bir mistisizm olarak betimlenebilecek entelektüel bir özgürlük pratiğidir. Rönesans’ın başlangıcından bu yana hümanizmin insan aklına yaptığı büyüyü bozmak amacıyla, arkeolojik ve soykütüksel sorgulama yöntemleri içerisinde, Foucault tarafından geliştirilmiş olan tekniklerin, bin yıl boyunca Hristiyanlığa egemen olmuş olan negatif teolojinin yöntem olarak çağdaş düşünce alanına yeniden davet edildiği görülür. Bir yandan dilin varlığına olan ilgisi nedeniyle Georges Bataille ve Maurice Blanchot gibi yazarların yeni edebî çalışmalarını izlerken; o, öte yandan da insanı bir kültür varlığı olarak gören dinler tarihçisi Georges Dumézil ile antropolog Claud LéviStrauss’un yapısalcı çözümlemelerine ilgi duyar. İnsana ilişkin iki ilgi alanı olan söz konusu dil ile kültürün ortak paydasının din sorunu olduğu inancını taşıyan Foucault’nun gözünde, bu dört yazarın çok farklı biçimlerde olsa da, insanın yerleşik doğal kimliğini yıkan düşünme biçimlerini izledikleri çok açıktır (Bernauer, 2005: 308). 344 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Foucault’nun negatif teolojisi Tanrı’ya ilişkin kavramsallaştırmalara değil de, modernliğin insana ilişkin kavramsallaştırmalarına yönelik bir eleştiri, yani modernliğin insan hakkındaki mutlaklık karakteri taşıyan kavramsallaştırmasından bir kaçış idi. Çünkü modernliğin insanı mutlaklaştırma projesi, Sartre’da olduğu gibi, dinlerin Tanrı adını verdiği Ens causa sui olma tutkusundan başka bir şey değildi. Sartre’ın antropolojisinin XIX. yüzyılda tanrısallaştırılmış insana olan imanı yansıttığını çok iyi gören Foucault’nun negatif teolojisi bu imanın yıkımıdır. Foucault, 1981 yılında yayınlanan “Modern Öznenin Doğuşu” adlı yazısında, o güne kadar tımarhane, hapishane vb. konulardaki incelemelerinde iktidar teknikleri üzerinde gereğinden fazla ısrar ettiğini, ama gelecek yıllarında iktidar ilişkilerini benlik teknolojilerinden hareketle incelemek istediğini söyler. Ona göre, modern çağın özne konusunda çok önemli iki çarpıklığından ilki, hem Grek hem de Roma döneminin aksine, modern öznenin etik ve estetik kaygılardan soyutlanarak biçimlendirilmesi iken; ikincisi, hakikatin kendisinin insan hayatının tartışmasız bir hâkimi hâline gelmesidir (Bernauer, 2005: 301). Modernliğin bilgi-iktidar-öznellik formasyonuna karşı yürütülen mücadele bir kendilik siyaseti olduğu takdirde; Foucault, bu mücadelenin en etkin gücünün yeni bir kendilik etiği olacağını düşünür. Foucault’nun geleneksel ve kuralcı ahlakın yerini bir varoluş estetiğinin alabileceği düşüncesi ile Nietzsche’nin “Gelecek iki yüzyıl geleneksel ahlak sistemlerinin eriyişini görecektir.” şeklindeki iddiasının, şimdiden doğrulanmış olduğu ilk bakışta tartışılabilir görünse de, bu boşluğun niçin bir estetik etik ile doldurulmaya çalışıldığı pek açık değildir. Günümüzdeki söz konusu sorunun Greklerin karşı karşıya kaldıkları sorunla aynı olduğu kanısını taşıyan Foucault, temelini ne sosyal ne de hukuksal kurumlardan alan bir ahlak oluşturma düşüncesindeki iflasın eşiğinde, estetiğin etik için son derece önemli bir temel oluşturabileceği olasılığına dikkat çeker. Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü kitaplarında varoluş estetiği ile yaşam teknikleri adı altında ele alınan uygulamalara yer veren Foucault’nun Grek etiğinde en ilginç ve çağdaş etik için en uygun bulduğu yön, toplumsal ve hukuksal zorunluluklardan daha çok, kişisel seçime dayanan ve normalleştirici olmayan bir etik anlayışıdır (Leary, 2002, 7). Böyle bir etik, kurallara ve biçime ilişkin arzularımızı doyurmakla birlikte, hem evrensel bağlamda dayatılan bir ahlaksal kural felaketinden uzak kalabilecek hem de 345 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN özgürlüğümüze olan düşkünlüğümüzü tatmin edecek bir etik varlık ortaya koyabilecektir. Ahlak ile siyaset, her ikisi de yükümlülüğü esas aldıkları için birbirine uygun düşer; çünkü ahlak da siyaset gibi insanları yönetmek ve onlara egemen olmak amacıyla kurallar ya da yasalar koyar. Bununla birlikte siyaset ile ahlak arasındaki ilişki dikkate alındığında, daha iyi işlemek amacıyla siyasetin ahlaka yaslanmak zorunda olduğu görülür. Etik ile ahlak arasında ise gerçekten bir ayrımın yapılması, ilk bakışta çok kolay görünmemekle birlikte, Foucault’nun Grek etiğinin varlık niteliği hakkındaki önerisi etik ile ahlak arasında bir ayrımın yapılması yönündedir (Leary, 2002: 40). Gilles Deleuze ile Paul Ricœur’ün düşüncelerinin de etik ile ahlak arasında bir ayrımın yapılması gerektiği yönünde olduğu bilinmektedir (Riahi, 2011: 259). Ricœur, özünde erekselci bir perspektife sahip olan etik amaç ile özünde bir yükümlülük karakteri taşıyan ahlaksal norm arasındaki ayrım üzerinde ısrar eder. Foucault ahlakın kural, davranış, kendilik yönetimi olmak üzere üç temel dayanağından söz ederken, etik terimini üçüncü temel dayanak üzerinde öznelleşme ile ilintili bulur. Etik konusundaki düşüncelerinin temel özelliklerinden birisi, onun varoluş estetiğine başvurmasını ve etiği ahlakın bir alt kümesi olarak düşünmesini mümkün kılan, etik ile ahlak arasında yaptığı ayrımdır. Etik, bir kurallar, ilkeler ve öğretiler alanı değil, fakat kendimizi özne olarak oluşturabildiğimiz bir alandır. Foucault, bu alanda öznenin kendini oluşturma yönteminin dört temelinden söz eder: Etik Öz, İtaat Şekli, Benlik Teknolojisi, Ahlaksal Öznenin Erekselliği. Bu temeller üzerinde, kendi kendini inşa edecek olan etik ben konusunda, Foucault’nun sık sık hem tarihsel değişimlere hem de benin inşasındaki etik kuralların özellikle cinsel davranışlara bağlı değişimlerine dikkat çektiği görülür. Varoluş estetiğini bir yaşam bilimine karşı direniş olarak kullanan Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde, etiğin görevinin kendiliklerimizi, insani varoluşu biyolojik yaşama tabi kılan güçlerin elinden kurtarmak olduğunu öne sürer. Çağdaş bireysellik biçimimiz, ona göre, Hristiyanlıktan kaynaklanan bir benlik teknolojisi ile tespit edilir; Erken Modern Çağ’da yoğun bir gelişme sürecinden geçer; ve modern devletin yönetimselleştirilmiş biçimini alır. 346 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Söz konusu benlik teknolojisinin reddedilmesi durumunda Foucault, “bunun yerini hangi teknolojinin alabileceği” ve “kişinin kendini kendisinden nasıl kurtarabileceği” dolayısıyla “nasıl bir ben olabileceği” sorularıyla karşı karşıya kalınacağına dikkat çeker (Leary, 2002: 13). Grek etiğini hiçbir şekilde yeniden var etmek amacı gütmeyen Foucault, bu etiğin önemli bir unsuru olan kendi kendisiyle ilgilenme idesine çağdaş bir anlam kazandırmaya çalışır. Etikle ilgisi bakımından varoluş estetiğine dikkat çeken Foucault için estetik, bir kendini dönüştürme ya da kendini kendinden kurtarma edimidir. Çünkü estetiğin iktidar ilişkilerinin de temelinde yer alan etik bir anlamı vardır. Foucault’nun son dönem yazılarında daha çok görülmeye başlayan bu varoluş estetiği kavramı etik kavramıyla özdeşleşir (Riahi, 2011: 270). Bu anlamda, etik benin aslında bir estetikleştirilmiş ben olduğu, benin kendine karşı olan tutumunun bir sanatçının kendi materyali karşısındaki tutumundan farklı olmadığı çok açıktır. Estetik varoluş biçimi gerçekten benlik teknolojisiyle ilintili olduğu gibi, etik düşünce de ilkin öznenin kendi kendisiyle, sonra başkalarıyla ve dünya ile ilişkisinden başka bir şey değildir. Kuralcı bir ahlak anlayışının yerine, özünde estetik olan bir etik anlayışı geçirmeye çalışırken, Foucault’nun kesinlikle bir ahlak dışılığı ya da nihilizmi amaçlamadığına; aksine belirli bir ahlaksal biçimi etik olarak yeniden inşa etmeyi amaçladığına özellikle dikkat edilmesi gerekir. Ona göre, etik iki soruya yanıt arar (Riahi, 2011: 270): 1. Nasıl bir özne olmalıyız? 2. Kendi kendimizi nasıl yönetmeliyiz? Bu sorular açısından bakıldığında, etiğin estetiğe olan yaklaşımının sanat ve yaratma bakımından olmakla birlikte, etik ile estetiğin zorunlu olarak dış nedenlerle ilgilenmeyecekleri çok açıktır. Ahlaksal eylem ile sanatsal eylemi birleştiren bu yeni anlayış, öznenin kendisini sanatsal olarak yaratmasına kadar yükseldiği için, aynı zamanda bir ontoloji olacaktır. Foucault’nun araştırmalarında, söz konusu etik ile ahlak arasındaki sınırların çizilmesi son derece önemli görünmektedir. 347 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN Etik ile ahlak arasındaki bu ayrımın nasıl gerçekleştiğini görebilmek için özellikle etiğin konusu olan kendilik ilişkisinin biçimini ortaya koymak ve onun bir yasaya ya da bir evrensele başvurarak tanımlanmadığını göstermek gerekir. Çağdaşlarının pek çoğunun aksine, Foucault’nun yapmak istediği şey, politikayı etik bir biçimde ele alıp incelemektir (Riahi, 2011: 35). Buna göre, önceden var olan bir yasaya uymak zorunda olan ahlaksal öznenin aksine, etik özne, egemenliği altında bulunduğu yasayla olan ilişkisine göre değil de bireye ahlaksal bir tutumun öznesi olarak kurulma olanağını veren bir kendilik ilişkisi formunun özümsenmesinden hareketle oluşur (Deckeyser, 2006: 56). Ahlaksal özne önsel ve zorunlu bir yasaya uygun bir biçimde davranmaya davet edilirken, konusu kendilik pratiği olan etik evrensel bir yasaya bağlı bir kendilik ilişkisi değildir. Söz konusu ahlaksal tutum açısından, bireyin özneye dönüştüğü kanısını taşıyan Foucault için, özne başlangıçta büsbütün kurulmuş bir özne olarak verilmiş değil; tam tersine kendisini oluşturan bir dönüşüm süreçleri birliğinin sonucu olarak vardır. Etik tikel öznenin doğuşunun kendileriyle kuşatıldığı koşulların birliğine dayanır. Şu çok açık olarak görülüyor ki; ahlakta bir öz ya da özne, etikte ise tam tersine bir öz ya da özne değil, sürekli oluşan bir kendilik vardır. Ahlak insanı bağımlılık eylemi içinde tepki veren güç olarak belirlemek suretiyle politikaya hizmet ederken, aktif bir güç alanı olarak kendini ortaya koyan etik, insana iktidar ilişkileri içerisinde bir öznelleşme alanı sunar. Düşünce hayatının yirmi beş yılı aşkın süresi içerisindeki asıl hedefinin, insanların kendilerine ilişkin bilgilerini geliştirmek amacıyla kullandıkları farklı yöntemlerin tarihini betimlemek olduğunu öne süren Foucault, her birinin pratik aklın içerisinde şekillendiğini düşündüğü dört teknoloji tipinden söz eder (Foucault, 1999: 26): 1. Nesnelerin üretilmesi, dönüştürülmesi ya da kullanılması olanağını veren üretim teknolojisi 2. İşaretlerin, değerlerin, simgelerin ya da anlamların kullanılması olanağını veren işaret sistemleri teknolojisi 3. Bireylerin hareket tarzını belirleyen, egemenlik altına alınmalarını sağlayan, özneleri nesneleştiren iktidar teknolojisi 4. Bireylerin bedenleri ve ruhları, düşünceleri ve davranış biçimleri üzerinde gerçekleştirilecek bir dizi işlem aracılığıyla belirli bir mutluluk, arınmışlık ve bilgeliğe ulaşmak üzere kendilerini dönüştürmeleri olanağını veren benlik teknolojisi 348 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İlk ikisinin bilim ve dilbilimi araştırmalarında kullanıldığını, kendisinin özellikle iktidar ve benlik teknolojileriyle ilgilendiğini söyleyen Foucault, iktidar teknolojisi ile benlik teknolojisi arasındaki ilişkiyle daha çok ilgilendiğini dile getirir. Foucault benliğe ilişkin herneutiğin gelişimini iki farklı bağlamda ele alır (Foucault, 1999: 28): 1. Roma imparatorluğunun ilk dönemlerindeki Greko-Romen felsefesi bağlamında 2. Roma imparatorluğunun daha sonraki dönemlerinde, yani M.S. IV. ve V. yüzyıllarda, Hıristiyan ruhaniliği ve keşişlik ilkeleri bağlamında Foucault yalnızca teorik düzeyde değil, geç Antik Çağ’ın bir dizi uygulamalarıyla bağlantılı olarak da tartışmak istediğini söylediği bu uygulamaların, Türkçede kendine dikkat etmek, kendine özen göstermek anlamlarına gelen epimelesthai sautou olarak adlandırıldığına dikkat çeker. Kendine dikkat etmek, Greklerde sadece kent düzeninin ilkelerinden biri değil, aynı zamanda toplumsal ve kişisel davranış biçiminin ve yaşama sanatının temel kurallarından biriydi. Kendine dikkat etmek ile kendini bilmek arasında hiç de küçümsenmemesi gereken bir ayrım ve ilişki vardır. Grekçe ve Latince metinlerde, kendini bilmek her zaman kendine dikkat etmek şeklindeki ilkeyle bütünleşmiş hâlde bulunur. Kendini bilmek ilkesini işleme sokanın kendine dikkat etmek ihtiyacı olduğunu; bu ihtiyacın da tüm Grek ve Roma kültüründe üstü örtük biçimde, Platon’un Alkibiades diyalogundan beri var olduğunu unutmamak gerekir (Foucault, 1999: 29). Foucault, Platon’un adı geçen diyalogu hakkındaki yorumunda üç temel noktaya dikkatleri çeker (Foucault, 1988: 795): 1. Kendilik kaygısı ile politik yaşam arasındaki ilişki 2. Kendilik kaygısı ile yanlış bir eğitim idesi arasındaki ilişki 3. Kendilik kaygısı ile kendilik bilgisi arasındaki ilişki Foucault’ya göre, söz konusu kendilik kaygısının temelinde, aslında Delfik temel etik ilkesi olan kendini bilin bulunduğu çok açıktır. Sokrates’in konuşmalarında, Ksenophon ve Hipokrates’te, Albinus’tan başlayarak Yeni-Platoncu gelenekte, kişinin kendisine dikkat etmek zorunda olduğu; kendine dikkat etmek ilkesinin her zaman kendini bilmek ilkesinden önce geldiği çok açık olarak görülür. 349 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN Foucault, 1981-82 yıllarında Collège de France’da verdiği derslerinden oluşan Öznenin Hermeneutiği adlı eserinde, kendilik kaygısıyla ilintili olduğu söylenebilecek bir kavram üzerinde daha durur. Bu kavram özgürlük, açık-sözlülük ve konuşan kişinin özgürlüğü anlamlarına gelen parrhêsiadır. Parrhêsia sözcüğü Latinlerin hakikaten özgürlük anlamına gelen libertas sözcüğü ile tercüme ettikleri, konuşan kişinin seçimine, kararına ve tutumuna bağlı olan bir sözcüktür (Urhan, 2013: 401). Platon’un Alkibiades’te güttüğü amacın, başkalarını yönetmek için gerekli olan kendiliğin yönetimi temasını işlemek olduğunda kuşku yoktur. Adı geçen diyalogda, Platon yönetici konumunda bulunanlar için bilme ile kendilik kaygısını birbirine bağlayan bu antik erdemi, yani parrhêsiayı gerekli görür. Parrhêsia sitede hoca ile öğrenci arasında karşılıklı biçimde uygulanırken, demokraside özgürlüğe, yasaya, eşit koşullar içinde konuşma olanağına, kendi düşüncesini söyleme hakkına bağlanmak zorundadır (Colombel, 1994: 244-245). Foucault, doğru söyleme egzersizi içerisinde, risklere ve tehlikelere karşı da açık sözlü olan bu Parrhêsia pratiği içerisinde sitenin yönetiminde onun ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymaya çalışır. İşte o zaman kendilik kaygısı ile başkalarına ilişkin kaygı arasında bir kendi kendini bilme ilişkisi kurulur. Foucault için bu ilişki, Hıristiyanca bir içselleştirmenin ilk Sokratik formu değil de kendilik ilişkilerini oluşturmada başkalarına yardım etmek için kendini bilme konusundaki kişisel bir istek olur. Doğru söylemenin kazanımları olan bu kendi kendini oluşturma etiğinde, Parrhêsia içerisinde dile getirilmiş olan bu doğruluk kaygısı, hem yaşamak ile konuşmanın uyumlu olmasını varsayar hem de eleştirel ve sorgulayıcı olan bu doğru sözlülük bir süreklilik kaygısı içinde gerçekleşir (Colombel, 1994: 247). Kendilik kaygısı ile neredeyse özdeş olan kendi üzerinde düşünme, ruha bilgeliğe ulaşma olanağını da verecek ve böylelikle ruh hem kendini yönetme hem de siteyi yönetme gücüne erişecektir. Sokrates’in Savunma’da kendisini yargıçlara kendilik kaygısı öğretmeni olarak tanıttığı, Tanrının insanlara zenginlikleri ve onurlarıyla değil de kendileri ve ruhlarıyla ilgilenmeleri gerektiğini hatırlatmakla kendisini görevlendirdiğini söylediği bilinir. 350 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kişinin kendine dikkat etmesine yönelik kaygının ilk felsefi irdelemesi olarak ele almak istediği örnek metnin Platon’un Alkibiades’i olduğunu söyleyen Foucault, bu eserin ilk temel ilkesinin kendine dikkat etmek olduğunu öne sürer. Söz konusu kendine dikkat etmek temasını çözümlerken, Foucault’nun özellikle şu üç soruya yanıt aradığı çok açıktır (Foucault, 1999: 35-38): 1. Alkibiades ile Sokrates’i kendine dikkat etmek kavramına götüren sebepler nelerdir? 2. Alkibiades neden kendine dikkat etmek zorundadır ve Sokrates Alkibiades’in kendine dikkat etmesiyle neden ilgilenmektedir? 3. Önemli bir kısmı epimelesthai (kendine özen) kavramının tahliline ayrılmış olan bu metinde, kişinin özen göstermesi gereken kendilik nedir ve bu özen neleri içerir? Kendilik kaygısının Sokrates tarafından Alkibiades’in ana teması olarak belirlenmiş olmasına bakılırsa, Platon’un bütün felsefesinin çıkış noktasını oluşturan bu eserinin ilk temel ilkesinin kendine dikkat etmek olduğundan kuşku duyulmamalıdır. Epikuros Meneksenos’a Mektuplar’da “Genç olan hiç kimse felsefe yapmakta geç kalmasın, yaşlılıkta da felsefeden bıkmasın, çünkü ruhun sağlığını güvence altına almak kişi için ne çok erken ne de çok geçtir.” (Foucault, 1984, 59) der. Foucault için, kendilik kaygısı temasına en yüksek düzeyde damgasını vuranın, Konuşmalar adlı eserinde insanı kendilik kaygısı olarak tanımlayanın Epiktetos olduğundan da kuşku duyulmamalıdır. Siyasal etkinlik ile ahlaksal aktörün son derece önemli görüldüğü Greklerde, bir sitenin ancak yöneticileri erdemli oldukları takdirde iyi yönetilmiş olacağı düşüncesi, hem politik hem de etik alanın ana temalarından biridir. Çünkü Greklere göre, yöneticinin başkalarını iyi yönetebilmesi için önce kendi kendini yönetmeyi iyi bilmesi gerekir. Plutarkhos Deneyimsiz Hükümdar’a Risale adlı eserinde şunları söyler: “İnsan eğer kendini yönetemiyorsa başkalarını da yönetemez. O hâlde, yöneteni yönetecek olan nedir? Bunun yasa olduğunda kuşku yoktur; ancak bu yasanın yazılı değil de daha çok yönetenin ruhunda bulunan ve onu hiçbir zaman terk etmemesi gereken akıl, yani logos olduğunda da kuşku yoktur.” (Foucault, 1984: 110). Yönetici için kendi ethosunu oluşturmanın son derece önem kazandığı bir dönemde, erdemlerin kişisel yaşamlarda dikkatli bir biçimde uygulanmasını gerek351 Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN tiren bir siyasal iktidar deneyiminin en tipik örneği sayılabilecek olan Marcus Aurelius üç önemli noktaya işaret eder (Foucault, 1984: 110-111): 1. Yönetici kendini oynadığı siyasal rol ile özdeşleştirmemeli. 2. Erdemler en genel formları altında uygulanmalı. 3. Tanrılara saygı göstermeye, insanlara yardım etmeye, hayatın ne kadar kısa olduğuna ilişkin felsefi ilkelere sahip çıkılmalı. Plutarkhos henüz yöneticilik formunu kazanmamış olan yöneticiye şunu öğütler: “İktidara geldiği andan itibaren, yönetici ruhuna doğru yönü vermek ve ethosunu uygun bir biçimde düzenlemek zorundadır.”. Foucault da siyasal etkinliğin ahlaksal düşünce içerisinde, basit bir alternatif form altında, katılmak ya da katılmamak olarak dikkate alındığını söylemenin pek de doğru olmayacağını; asıl sorunun kişinin sosyal, sivil ve siyasal etkinliklerin birliği içerisinde ahlaksal özne olarak kurulmak zorunluluğuyla ilgili olduğunu öne sürer. Foucault için, yöneticinin kendi kendisiyle ilgilenmesinin, kendi ruhunu yönetmesinin, kendi ethosunu oluşturmasının son derece önem kazandığı bu çağda, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri en somut biçimleriyle temellendiren şeyin, statüye bağlı bir nitelik değil, aklı başında olan bir varlık kipi olduğundan da kuşku duyulmamalıdır. Sonuç olarak denilebilir ki, yasaklara dayalı bir ahlak sistemleri tarihinin yerini alacak olan, kendilik pratiklerine dayalı bir etik sorunsallaştırmalar tarihine ilişkin konuların ele alınması, bir gereklilik olarak Foucault’nun dikkatinden hiçbir zaman uzak kalmamıştır. Ondokuzuncu yüzyılda düşünce alanında yaşanan epistemik kırılmalar nedeniyle ahlaksal değerleri sonsuzluk bağlamında, etik değerleri ise sonluluk bağlamında dikkate alan Foucault, yeniden Antik Çağ’a dönerek etik değerlerin sonluluk bağlamı içerisinde, insanın kendisi tarafından ve bizzat kendisinden hareketle inşa edilmesi gerektiği kanısındadır. 352 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Bernauer, J.W. (2005). Foucault’nun Özgürlük Serüveni. (Çev. İsmail Türkmen). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Colombel, J. (1994). Michel Foucault. Editions Odile Jacop. Paris. Deckeyser, A. (2006). Étik du Sujet. L’Harmattan, Paris. Foucault, M. (1976). Histoire de la Sexualité 1. Gallimard. Foucault, M. (1984). Histoire de la Sexualité 3. Gallimard. Foucault, M. (1988). Dits et écrits (volume IV). Galimard, Paris. Foucault, M. (1999). Kendini Bilmek. (Çev.Gül Çağalı Güven). İstanbul: Om Yayınevi. Foucault, M. (2000). “Etiğin Soybilimi Üzerine”. Seçme Yazılar 2. (Çev.Osman Akınhay-Frda Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. O’Leary, T. (2002). Foucault and theArt of Etics. Continuum, New York. Riahi, N. (2011). Michel Foucault. L’Hartmann, Paris. Urhan, V. (2013). Michel Foucault ve Düşünce Sistemleri Tarihi. İstanbul: Say Yayınları. 353 Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR Erzurum Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Giriş Değer problemi, felsefenin özellikle de ahlak felsefesinin en eski ve en temel problemlerinden biridir ve Antik Çağ’dan bugüne erdem meselesine eğilen pek çok düşünür tarafından felsefe yoluyla çözülmeye çalışılmıştır. Her ne kadar analitik felsefe geleneğinin yeşermesi ve pozitivist yaklaşımların öne çıkmasıyla birlikte değer problemi metafiziğin alanı olarak görülüp felsefenin dışına itilmeye çalışılsa da (Tepe, 2002: 342) bu çevrelerde olgusal olarak, bu geleneği ve yaklaşımı benimsemeyen çevrelerde de yine felsefi boyutta tartışılmaya devam etmektedir. Değer problemi, felsefede, “değerlendirme problemi” ve “değerler problemi” olmak üzere iki farklı biçimde ele alınır. Değerlendirme, “iyi”, “güzel”, “faydalı” ve “doğru”nun ne olduğu hakkındaki mütalaayı ve dolayısıyla yargılamayı ifade ederken; “saygı”, “dürüstlük”, “adalet”, “eşitlik” gibi kişiler arası ilişkilerin temelindeki anlamı ortaya çıkarmaya yönelik sorular da farklı türden değerleri sorgulamayı yani “değerler problemi”ni ifade eder. Değer ile hakkında varılan yargı (değerlendirme) arasındaki uygunluk/ uygunsuzluk durumu epistemik bir probleme dönüşür ve bu da değerler probleminin dogmatik ve septik dolayısıyla da nesnel ve rölatif yaklaşımlarla ele alınmasına kaynaklık eder (Kuçuradi, 1998: 8-9). Bu çerçevede değer (value) kavramı, öznenin deneyiminden bağımsız, kendi başına var olan nesnel bir nitelik olarak anlaşılabilmesine rağmen öznenin nesne ile ilişkisinden doğan bir nitelik olarak da anlaşılır ve bu anlamıyla kişiye özgü, öznel bir karakter taşır (Özlem, 2002: 282). Öznenin bilme (episteme) ve anlama yönelimi değerler üzerinde belirleyici bir rol oynar. Ancak her ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın, değer kavramının temel özelliği, hemen her zaman pratiğe yansıyabilmesi için tanımlanma ve açıklanma zorunluluğu taşıması ve belirli bir toplumsal hayatı önceden kabullenmiş olmayı gerektirmesidir (Toku, 2002: 111). Çünkü ister öznel olsun ister nesnel olsun herhangi bir değerden bahsedebilmesi için öznenin dışındaki diğer öznelerin, ötekilerin varlığının kabullenilmesi gerekir. Yoksa tek başına bir öznenin ötekiler olmaksızın kendisi için belirlenmiş ya da bizzat kendisinin belirleyeceği herhangi bir değerden bahsetmek zordur. Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR Hilmi Ziya Ülken'e Göre Değer Problemi Çağdaş Türk felsefesinin önde gelen isimlerinden Hilmi Ziya Ülken (1901-1974) de değer problemi ile yoğun bir şekilde ilgilenmiş ve bu konuyu birçok eserinde ele alıp tartışmıştır. Ona göre, değer ile bilgi birbirinden bağımsız olmakla birlikte sıkı bir ilişki içesindedirler. Bilgi, çaba-direnç çatışması sürecinde belirginleşirken değer, arzu-mânia (engel) sürecinde belirginleşir. Bu açıdan her değerde birbirine zıt iki karakter vardır. Bunlar kararlılık ve iğretiliktir. Her değer bir kararda kalma, bir düzen eğilimidir. Değer, değişim içerisindeki görünüşler ve olayların aksine değişmeden kalabilecek sarsılmaz bir duruşa sahip olduğu hissini uyandırır ve insan, bütün bu değişimlere direnerek varlığını devam ettiren şeylere “değer” verir. Böylece gerçeğin değerlerinden bahsetmek mümkün olur ve gerçek, değişime direndiği oranda “değer” olarak görülür. Başka bir açıdan da değer, sabitlenmemiş, değişime açık (iğreti) bir şeydir. Çünkü kaynağı insanın arzu ve eğilimleri, iştahı, ihtiyaçları ve onların derecelenmesidir. Bunlar yaşamsal, ruhsal ve sosyal gerçeklere bağlı olarak değişmeye müsaittirler. Değerin bu değişebilir, ahlâki ve ilerleyici niteliği olmasaydı, değer tıpkı matematiksel bir ifade gibi kesinliğe sahip değişmez bir şey olurdu ki bu da değerler hiyerarşisini dolayısıyla değerin yetkinliğini imkânsız kılardı. Hâlbuki manevi rekabet ve derecelendirme değerin önemli bir niteliğidir. Akledilir alandaki matematiksel kesinlik daha üst bir yetkinliğin önünü keser, oysa değer alanında her daim daha üst bir derece, ideal söz konusudur (Ülken, 2001a: 152-153). Bu bağlamda Ülken’e göre, ahlaki değerler çift karakterlidir ve bu iki karakter arasında doğru/yanlış şeklinde derecelendirmeye tabi tutulacak herhangi bir ara değer yoktur. Her bir karakter kendi içerisinde ölçeklendirilebilir. Bu açıdan “iyi” ve “kötü” mutlaktırlar: “Her ahlak sisteminde kaçınılmaz surette iyi ve kötü değerleri vardır. Sembolik olarak dinî değer içerisinde ahlaki değerin almış olduğu eski şekli hatırlamak üzere bunları ‘melek’ ve ‘şeytan’ ile ifade edebiliriz. İyi, bütün bir gerçek veya ideal düzeni tamamlayıcı hareket; kötü, bütün bir gerçek veya ideal düzeni dağıtıcı (bozucu) harekettir. Her iki harekette karşılıklı olarak aktiftirler.” (Ülken, 2001a: 194). Bu noktada Ülken’in, “İyi, kokuşmamış bir sebeple meydana getirilmiştir; kötü, bazı kokuşmuşluklardan kaynaklanır.” (Bonum ex integra causa: et malum ex quolibet defectu) deyişiyle belirginleşen ve bu anlamda ahlaki bir ideal olarak öne çıkan “en yüksek iyi” (summum bonum)1 anlayışına yakın durduğu görülmektedir. İnsanın sorumluluk sahibi, düşünen bir varlık olması onun değerin bu iki zıt karakteri, iyi ve kötü arasında bir seçim yapmasını ve öyle davranmasını zorunlu kılar. İyinin anlaşılabilmesi için zıddıyla bir mukayese yapılması ve dolayısıyla kötünün bilinmesi ____________________________________________________________________ 1 356 Latince en yüksek iyi anlamına gelen ve ahlaki söyleme Aristoteles tarafından katılan bu terim, ahlak felsefesi tarihinde, haz, mutluluk, erdem, kendini gerçekleştirme, güç, ödeve itaat, iyi irade ve yetkinlik olarak, farklı filozoflarca da insan davranışının nihai ereği olan en yüksek iyi olarak tanımlanmıştır (Cevizci, 2005: 1563-1564). ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI icap eder. Dahası bu karşıtlıklar arasındaki ayrım ne kadar belirgin olursa iyi’nin açıkseçik bir şekilde anlaşılması o kadar mümkün olur (Tunç, 2009: 39). Böylece “değer”i ahlâk felsefesinin merkezine yerleştiren Ülken, ahlakın farazi bir tanımla, “insanlığın kabul ettiği ve başka kesinlik ölçüleriyle ölçülemeyen hareketlerimize ait değerlerin toplamı” şeklinde tanımlanabileceğini ifade eder (Ülken, 2001: 19). Ona göre ahlâk, insani ilişkilere ait aşkın bir varlık ve değer sahasıdır ve eylemler, söylemler ve düşünceler, kişiler arası ilişkiler sahasına ait olması bakımından kesinlikle ahlaki varlık sahasınca kuşatılırlar. İnsan her ne kadar bu “kuşatıcı” (englobant) sahaya kayıtsızmış gibi eylemde bulunabilse de bu eylemlerin gerçek anlamda anlaşılabilmeleri, ancak kendi kuşatıcıları ile yani aşkın varlık olan ahlak sahasında bir değerlendirme ile mümkündür (Ülken, 2009: 221). Bu yüzden kişiler arası ahlaki saha bir değer sahası olmadan önce bir varlık sahası, kendine özgü adıyla “ahlaki mânâ” (anlam) sahasıdır. Kişiler arası ilişkiler ancak böyle bir alanda bir düzen oluşturabilir: komşuluklar, akrabalıklar ve eylemler, derin ilgiler, yakınlıklar biçiminde görünen bütün sosyal ilişkiler bu tür bir alanda gerçekleşmektedir. İnsanın manevi bir varlık olması onun kendisini ötekilerden bağımsız, tek başına görmesine müsaade etmez. Görmek ve dinlemek insana bir çevre, diğer insanlardan oluşan bir “dünya” açar. İnsan bütünlükçü tinsel bir yapıya (geist) aittir ve bu nedenle insan için “başkası” yoktur; insanlar, bütün bir insanlık vardır, kendisi de yoktur sadece insanların bir parçası vardır. Tinsel bir varlık olarak bütün insanlarla etkileşim halindedir; ötekilerin acılarını ve sevinçlerini paylaşır. Burada bir paylaşım, “birlikte duyma” durumu vardır ve insanı insan yapan da budur. Bu, medeniyete, eğitime ve herhangi bir kültürel ortama atfedilecek bir durum değil, insanlığın en genel niteliğidir ve ahlaki bir anlam taşıyan varlık sahasında yani “ahlâki mânâ” sahasında görülür. Bu “birlikte duyma” sadece insana özgüdür ve gerçekleşebilmesi için kişiler arası sahada duyuları ve hatta bilgiyi aşan, aşkın bir kuşatıcıyı gerektirir (Ülken, 2009: 225). Burada Hegelci ve yer yer de Spinozacı terimlerle konuşan ve natüralist bir tutum takınan Ülken, hem ontolojik hem de epistemolojik boyutta özne-nesne ikiliğini bütünlük, “bir”lik içerisinde değerlendirir. Varlığın yani insanın kendine yönelmesi, kendini bilmesi ve böylece parçadan hareketle bütünün bilgisine ve değerlerine ulaşması söz konusudur. “Ahlaki varlık” ise “İnsan olarak, bizi birbirimize bağlayan, duygudaşlığımıza imkân veren, hangi kültür çevresine ait olursak olalım, aramızda ortak tarafların bulunmasını sağlayan varlıktır.” diyen Ülken, bunu “insanlık” olarak adlandırır. (Ülken, 2009: 228). Bu durumda ahlâk, insanı insanlık için yani parçayı bütün için hazırlamak, bireyin eylemlerini toplum ve insanlık için düzene sokmaktır. Ahlâk, sadece insanlık içindir ve bu açıdan yalnızca insani ahlaktan bahsedilebilir ki nihai ereği de insaniyetin teşekkülüdür (Ülken, 1999: 101). Daha önce de belirtildiği gibi ahlakı, insani ilişkilere ait aşkın bir varlık ve değer sahası (Ülken, 2009: 225) olarak ele alan Ülken’e göre: 357 Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR “Değerin ölçüsü akıldır.. Değerin akıl edilir alanını aşması başka şeydir, akılla ifade edilmesi, anlaşılır olması başka şeydir. Değerin kaynağı dış bilinç ve bütün insanî yetiler olduğu için, onun akıl edilirken çok geniş bir alanı vardır. Fakat insanî varlığın en geniş ifadesi olan değerin bildirilebilir olan olması için bu akıldışı alanın akılla temasa gelmesi lazımdır. Değer aklı aşan varlığın akılla ifadesidir. Değerin değer olması devamlılığından gelir. Bir anda meydana çıkan ve kaybolan bir eylem, bir şey değer değil, onun kalpakçasıdır [sahte para]. Karanlıkta yanıp sönen bu ateş böceği hiçbir bildirişin ve aklın konusu olamaz. Ahlaki bir eylemin örnek olması için her zaman gözümüzün önünde bulunması, daima yapılmış olması gerekir.” (Ülken, 2001b: 384-385). Bu noktada değeri gelip geçici ve anlık durumlara bağlı olarak ortaya çıkan yapaylık ve sahteliklerden ayırmaya çalışan Ülken, değerlerin belirgin nitelikleri olduğunu ifade eder. Bunlar: 1. Her değer ideal bir tiptir. Bu, basit teknik değerlerden ahlaki ve dinî değerlere kadar hepsini kapsar. İdeal tipin azami derecesi aşkın objeye yaklaşmak, asgari derecesi ondan uzaklaşmak ve yalnızca veri (bilgi) alanında kalmaktır. 2. Her değer bir düzen ya da organlaşmadır. Değerin aynı zamanda hem norm hem de baskı olmasının sebebi budur. Çünkü bu normlar insan iradesi ile değil doğanın, varlığın özü ve insan ruhunun daimi doğası tarafından oluşturulur. Yani bu normlar insanın ahlaki bir varlık olmasından kaynaklanır. Bir insanın bunun dışında başka türlü bir varoluşu söz konusu değildir: iyilik ve kötülüğe ilişkin kanaatler değişime uğrar, ancak iyilik ve kötülüğün ölçüsü değişmez. 3. Her değer aşkındır. Her değer öznenin ait olduğu varlık türünün üstünde ve dışındadır. Çünkü değerlendirme bilmede olduğu gibi bilinenlerin ayrıştırılması biçiminde değil, insanda eksik olan ve bilinmeyen bir şeye bilinen nitelikler vasıtasıyla nüfuz etmeden doğar. İnsan bilgide verilmiş objeleri tekrarlayarak zaman dışı özdeşlikleri elde eder. Oysa değerde aşkın olan ve bilinmeyen objeye yani ihtiyacının hedefine ancak bu ihtiyacını gideren ve bilinen nitelikler aracılığıyla nüfuz eder. Bu nedenle her değerde çokluk ve derecelendirme vardır. Çünkü değerlendirme en az iki ya da daha çok birbirine indirgenemeyen, özdeş olmayan varlık dereceleri arasında gerçekleşir. Her değerde bir derecelendirme vardır. 4. Her değer evrenselleşme, tümelleşme yetkinliğine sahiptir. Her değer, bilen bir özne tarafından tespit edilmiş, bulunmuş ya da konulmuş olmasından dolayı değerler bildirilebilme, genele yayılabilme özelliği taşır. Özneler arası epistemik bağıntı değerin bilgi ile birleşmesini ve dolayısıyla yayılabilir olmasını sağlar (Ülken, 2001b: 216-218). Ülken’e göre, “iyi” ya da “kötü”nün belirlenmesi işlevini üstlenen ahlak, değerler hiyerarşisinde diğerlerine oranla kuşkusuz daha üst sıralarda yer alır. İyi bir eylem kişiler üstü bireysel bir değerdir. İyilik her zaman failine değil, onun dışındaki kişilere, ötekilerine ait olduğundan dolayı kişiler üstüdür. Bununla beraber her daim bir kişiden ve salt o kişiye özgü ve de özgür bir biçimde gerçekleştirildiği için “kişisel”dir. Aynı zamanda iyi bir eylem, daima öznenin dışında ortak ve genel bir kişiler (özneler) 358 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI çevresine yayıldığı için genel kabule bağlı olarak ortaktır. Bireyi iyi bir eylemin rotasına sokan güç kamusallık kaygısı, örf, adet, toplumsal duyu vb. biçimindeki ortak fenomenlerdir. Kişi-dışı değerler daha evrensel ve soyut iken kişisel değerler daha somut ve insanidir. Dolayısıyla kişisel değerler kişi dışı değerleri kapsar ve değerler hiyerarşisinin tepesinde adalet bulunur. Adil bir eylem aynı zamanda iyi, faydalı, doğru ve güzeldir. Adaletin dışında hiçbir değer diğerlerini içermez. İşte bu yüzden kişi dışı değerler kişi değerlerinin kapsamındadır (Ülken, 1998: 22-23) ve her içkin değer bir aşkın değer tarafından kuşatılır, onsuz olmaz (Sanay, 1986: 76). Felsefenin en temel problemi varlık ve insandır. İdeal düzenin ve değerler âleminin, dolayısıyla insan felsefesinin ve ahlakın en temel problemi de kişiliktir. Ancak kişilik bireylik ya da nitelik anlamında değil doğrudan değerlerin odağı ve bir eylem felsefesinin başlangıç noktasıdır. Kişiliği açıklamaya yönelik entelektüalizm ve vitalizm olmak üzere birbirine karşıt iki kuram vardır. Fakat bunların hiçbiri değerler âleminin odağı olan kişiliği açıklama gücünde değildir. Çünkü entelektüalizm (zihincilik) kişiliği, tamamen bireysel üstü ve kişi dışı olarak görülen değerlere bağlar. Bu da kişiye ait olanın kişi dışı ile açıklanması gibi bir mantıksal imkânsızlığa varır. Vitalizm ise kişiliği, tamamıyla bireysel ve kişisel değerlere bağlamakla kişi dışının ve evrenselin kişiye ait olan ile açıklanması gibi bir mantıksal imkânsızlıkla karşı karşıya kalmaktadır. Oysa gerçekte kişilik birbirine bağlı ve tek başına ele alınması mümkün olmayan “birey-toplum” ilişkisinin doğurduğu bir karşılıklı etkileşimler sürecidir. Bu süreçte her kişilik bu karşılıklı etkileşim silsilesinin belirli bir görünüşü olarak ortaya çıkar. Her kişilikte değerler, biçim ve belirteç olmak bakımından bireysel ve kişi-üstü, fiil ve dayanak olmak bakımından bireysel ve kişiseldirler. Değer, bireyin bilincine yansıtılmış bir şey olmadığı gibi bireyin ruhu tarafından oluşturulmuş bir şey de değil, bilakis birey-toplum olguları olarak adlandırılan karşılıklı etkileşimler esnasında ortaya çıkarak varlık ve insan ilişkisinin ideal düzenini ifade eden bir “öz”dür. Bu da yepyeni bir kişilik anlayışıdır (Ülken, 1998: 23-24). Bu noktada Ülken, kişiliğin oluşumu bağlamında, inançları, olgu inancı ve ideal inanç şeklinde bir ayrıma tabi tutar ve arasındaki farkı ortaya koyar. Olgu inançları insanı gerçekliğe bağlayıp varlıkla ilişkisini düzenler, toplumsal dayanışmayı ve dolayısıyla toplum düzeninin güçlü olmasını sağlar. Fakat bunun yanı sıra insanları kör bir fatalizme, varlığa üstünkörü bağlanmaya iterek değişme ve ilerlemenin önünü keser. İdeal inançları ise insanları yetkin olana, olması gerekene doğru yönlendirip varlığın fatalitesinden kurtulmada yardımcı olarak ilerlemenin önünü açar. Toplumu dar kalıplardan kurtarır ve düzeltir. İnsanın, doğrudan doğruya insani ruhla, vicdanla ve akılla temasa geçmesini sağlar. Ancak ideal inancı bu olumlu işlevlerin yanı sıra gerçekliği ihmal eder bir hayal alemine dalarak doğaya, varlığa ve toplumsal gerçekliğe aykırı ütopik sonuçlara varır. Bu sebeple olgu inançları ile ideal inançlar daima çatışma hâlindedir. Bütün olgu inançları “vatan” kavramı etrafında birleşirken bütün ideal inançları da “insaniyet” kavramı etrafında birleşir (Ülken, 1998: 52-54). 359 Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR “İdeal, değerlerde insan eylemini harekete geçiren kuvvettir; bu şekli ile o insanın gerçeğine dayanır ve onu tamamlar. Gerçek ve ideal bundan dolayı birbiriyle karşıt, fakat birbirini tamamlayan iki terimdir. Aynı varlığın iki manzarasıdır. Her gerçek bir ideali her ideal bir gerçeği gerektirir. Bundan dolayı gerçek ile idealin birbirini tamamlaması hâline ‘hakikat’ deriz.” (Ülken, 1968: 158). Hakikat, olgu ile idealin üstünde, aşkın ilerleyen “birlik”tedir. Hakikat inancı, var olana ve mümkün olana yani gerçeğe ve kavrama inançtır. “Olgular âleminde atılan her adım idealin ve mümkünün yeni bir gerçekleşmesi olduğu gibi; kavramlar âleminde kurulan her bina da var olanın ve olgunun derin incelemesine dayanacaktır.” (Ülken, 1998: 57). Bu çerçevede ahlaki bir kişiliği ve eylemi ne sadece olgusal inanca ne de sadece ideal inanca, bunların ikisinin birleşiminden oluşan hakikat hükümlerine bağlayan Ülken’e göre, “Kişilik insanın kemalidir. İhtirasını irfan ile bezendiren ruhtur.” Hakkı cesaretle gerçekleştiren, inancı eyleme dönüştüren ahlakın varoluşudur. Bu sebeple kişiliğin en önemli niteliği ahlakiliktir. Ahlaklı olmak, imanını dünyaya yaymak, irfanını eyleme dökmektir. İrfanın ilk adımı ise kendine bakmaktır. “İçindeki âlemi gören, dışarıdaki alemi de anlayacaktır.” Ahlakın nihai ereği “insanlık”tır, ancak bu yönü tam olarak eyleme geçmemiştir (Ülken, 1999: 90-91). Bu durumda kişiliğin ve ahlâki bir eylemin en üst derecesi hakikat hükümlerine bağlanan “insani vatanseverlik”tir. İnsani Vatanseverlik Ülken, kişiliğin kemalini olgu inancı ile ideal inancın birleşimi olan hakikat yargıları bağlamında “insani vatanseverlik”le açıklar ve gerçeklikten bağını koparmamış büyük bir ideal olarak ileri sürdüğü insani vatanseverliğin yolunu “aşk ahlakı”na ulaşmakta görür. Bu yolda dört derece ve bunları niteleyen dört mertebe vardır. Birincisi, bir topluluk ile hareket eden, ona bağlanan herkesin dâhil olduğu “halk” mertebesidir ve bu mertebede egemen olan “korku ahlakı”dır. İkincisi, duyarsızlığın ve kör yığınların yetersizliğinin farkına vararak daha nitelikli bir hayatı arzulayanların ulaştığı “vatandaş” mertebesidir ve burada daha çok “ümit ahlakı” egemendir. Üçüncüsü, benlik güden, özgürlüğünü her şeyin üstünde gören ve bundan dolayı “gurur ahlakı”nı benimseyen herkesin vardığı “vatansever” mertebesidir. Dördüncüsü ise bencil arzu ve isteklerinden arınarak aşka ulaşan, “varlığın oluşuna katılan ve kemal için yola çıkan” ve “aşk ahlakı”nı benimseyen her insanın eriştiği “insani vatansever” mertebesidir. Benliğinden vazgeçen, kendini aradan kaldırarak ruhun kaderi ile âlemin kaderini “birlik”te gören, insanlık için vatanı ilk uğrak, cemiyeti ruha ve ahlâka varmak için ilk adım yapan her yolcu insanî vatansever mertebesine ulaşmıştır. İnsani vatanseverin nazarında âlemin odağında insan vardır. Medeniyeti inşa eden insandır ve medeniyet insan içindir. İnsan, bütün bir insanlığın, birliğin aynasıdır, bundan dolayı parça değil bütündür. “Uğrak değil, dilektir.” İnsan olmak, sadece akla ve dile sahip olmak demek değil, ruhunda kudret olan ve aşk ahlakına yükselen demektir. İnsani vatansever bütün bu aşamalardan geçerek aşk 360 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ahlakına ulaşmıştır. Erdemi, gururlanmak için kahramanlık yapmakta değil, insanlık için nefsini bertaraf etmekte bulmuştur. Âlemin birlik içindeki çoklukta, hakikatin derecelerinde olduğunun bilincindedir. O, benliğini hiçe sayarak herkese sevgiyle yaklaşır (Ülken, 1999: 139-142). Bu noktada Ülken, insanı ve kişiliği aşk ahlakı ile yeniden tanımlama yoluna gider: “İnsan olmak, ruhunda inkılap geçirmektir. Küfürden sonra imana gelmektir. İçten ruh değişmesine uğramaktır. Kendinden geçtikten sonra kendine dönmektir. Birliğe dalmayan çokluğun lezzetini tadamayacaktır. Gerçeği içinden yaşayıp ondan kendini ayırmayan eşyadaki zıtlıkar ve çatışmaların manasını anlamayacak, zevkine varmayacaktır. Her şeyde doğrunun ve güzelin hissesini bulmak ve her yerde hakkın tecellisini görmek bu demektir. Yalnız aşk ahlakına erişenler bu zevke varacaklar ve dünyadan geçenler asıl dünyanın tadını alacaklardır.” (Ülken, 1999: 142-143). Aşk ahlakına ulaşanlar insani vatanseverdirler, birbirlerine gönül diliyle hitap ederler. Onlar kemale ermiştirler bu sebeple nasihate ve telkine ihtiyaçları yoktur. Ruhlarında hürriyet vardır. Kalplerini âleme açarak ruhun kaderiyle âlemin kaderini bütün hâline koyduklarından kendi dışlarındaki hiçbir güce ihtiyaç duymadan kendi başlarına birer “kişilik”tirler. Hitapları bütün insanlığı kuşatır. Sevgilerini insanlığa vakfetmiştirler, eksiklikleri hoş görür, kusurları affederler. Adalet, bu birlik ahlakının yani aşk ahlakının sonucu olarak akılla duyguyu aşkın bilinmesinde, birliğin kavranmasında, irfanda birleştirmektedir. Kısaca adil olmak, birliğe aşık olmaktır (Ülken, 1999: 143-144). Daha önce ifade edildiği üzere Ülken, inançları, olgu inançları ve ideal inançlar olmak üzere ikiye ayırmıştı. Ona göre, olgu inançları sosyal bir inanç halini aldığı zaman “vatanseverlik” olur. Olgu inancı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan vatanseverlik sahnelerine tarihten pek çok örnek gösterilebilir: Antik Yunan’da Termopylae muharebesi kahramanı Leonidas, ünlü hatip Demostenes ve Solon, Antik Roma’da Caton, Cincinatus, Silvius, Brutus vb., İslamiyet’in doğuşunda eski inançları korumaya çalışması bakımından Ebu Cehil, İslam’ın doğuşunun ardından Haçlı seferleri karşısındaki kudretli savunmalardan dolayı Selahattin Eyyubi ve Kılıçarslan, Osmanlılar döneminde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa birer vatanseverdirler. İdeal inançları ise “insaniyetçilik” (hümanitarism)2 adı altında toplanır. Buna Antik ____________________________________________________________________ 2 Ülken, 1945’te kaleme aldığı “Mefhum Buhranı” başlıklı makalesinde insaniyetçilik (hümanitarizm) sözcüğünün vatancılık ve milliyetçilikle bir tezat oluşturmadığını ve de kesin bir şekilde ahlaki ve manevi değerlerin temeli olarak insanlığı aldığını belirtir. Ülken’e göre, Sokrates’ten Kant’a kadar bütün ahlak anlayışları, Hıristiyanlık ve İslam’ın bütün ahlak doktrinleri bu sözcük ile ifade edilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, insaniyetçilik kavramının, yalnızca felsefi bir tartışmanın konusu olabilmekle birlikte, “insancılık” gibi yanlış bir sözcük kullanılarak vatan ilgisizliği anlamı taşıyan kozmopolitizm gibi bir sonuca varılmamasıdır. Bu, bütün teorik ahlakçıları ve dindarları vatansız saymak demektir ve büyük bir gaflettir. Bunun bir adım ilerisi ise sözcük benzerliğinden dolayı İnsaniyetçilik (hümanitarizm) ile insancılık (hümanizm) kavramlarının birbirine karıştırılmasıdır ki bu daha büyük bir gaflettir (Ülken, 2008: 5). 361 Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR Yunan ve Roma’ da bir örnek bulmak zordur. İlk Çağ’da, Yahudilik de dâhil olmak üzere olgu inançları egemendir. Hindistan’ da Buda, Çin’ de Lao Tzu ve Konfüçyüs, İran’da Mani ve Mazdek hareketi, Roma’da Hz. İsa ve havarileri, Arabistan’ da Hz. Ali ve Hüseyin insanî hareketi temsil ederken Rönesans Döneminde, sanatçılar ve eserleri, Campenalla, Bruno vb. insaniyetçi idiler. Sonraki yüzyıllarda Leibniz, Spinoza ve Kant’ı da insanîyetçiliğe dahil etmek mümkündür. 19. yüzyıl ise milliyetçilik ve ırkçılık gibi olgu inançlarına dayanan sözde ideallerin, romantizmin ve vatanseverliğin yeniden dirildiği bir zaman dilimidir. Bu yüzyılda, insaniyet ve vatana karşı bir düşünce hareketi baş göstermiştir ki salt egoizm ve bireycilik üzerine kurgulanan ve kolektif hayatı ve ahlakı ikincil plana atan bu akım hem insanîyetçiliğin hem de vatancılığın tek başına ve eksik hakikatlerinden doğan bir tepkidir. Ülken, burada anarşizmi ve anarşist düşünürleri işaret eder ve anarşizme, yeni bir idealin doğması için bir bunalım ve geçiş dönemi hareketi olarak bakılabileceğini vurgular. 19. yüzyıl sonu itibariyle milliyetçilik, ırkçılık, demagoji, propaganda ve romantizme karşı eleştirel eğilimlerin her geçen gün artmaktadır. Bunlardan en öne çıkanları Marksizm ve faşizmdir ve hepsinin ortak noktası halkçılığa, bireyciliğe ve özgürlüğe karşı olmalarıdır. Bunların hiç birinde istikrarlı bir toplum biçimi yani ideal inancı ile olgu inancının terkibi yoktur (Ülken, 1998: 58-60). Batı düşüncesi ile yoğun bir şekilde ilgilenmekle ve düşünsel olarak oradan beslenmekle beraber kendi inancına ve değerlerine yabancılaşmayan ve yaşadığı coğrafyanın problemlerini aşmaya çalışan Ülken, bu yolda evrensellik-millîlik karşıtlığını ortadan kaldıracağını düşündüğü “insanî vatanseverlik” düşüncesini ileri sürmüştür (Takış, 2000: 92) ki bu, ideal inanç ile olgu inancının sentezidir. Ülken için olması gereken şey bu iki inanç tipini ve onlara karşılık gelen eyleme dönük tutumları yani insaniyetçilik ile vatanseverliği birleştirmektir; çünkü hakikat inançları olgu ile idealin birliğine dayanır ve bu da “insani vatanseverlik”tir. Hz. Muhammed, Luther, Goethe, Dante, Shakespeare, Tolstoy ve Gandi bunu gerçekleştirdikleri için birer “insanî vatansever”dirler. “Hz. Muhammed bütün yüksek Arap karakterini, dehasını ve geleneğini insani bir amaç ile uzlaştırmıştır.” Ülken, bu savını Kur’an-ı Kerimden ayetlerle destekler: “Bütün insanlar tek bir ümmet idiler. Sonra ayrıldılar.” [Yunus, 10/13] ve “Ey insanlar! Sizi kavimler hâline koyduk, anlaşasınız diye!” [Hucurât, 49/13]. Ülken’e göre, Luther, Cermen ruhu ve ilahiyatıyla Hristiyanlığı birleştirmiş, Geothe ise Orta Çağ ruhunu Yunan plastik sanatıyla, Alman roman-tizmini insani olan klasik sanatla birleştirmiştir. Dante, vatanının (İtalya) duyulmuş derin incelemelerinden insanî bir anlam ve bir ideal çıkarmıştır. Tolstoy, Rus köylüsünün çözümlemesinden ve Rus toprağına ait karakter keşfinden yeni bir insani ideal ortaya koymuştur. “Her kişilik olan ideal, her kökleri vatan olan insaniyet anlayışı, bilinçli ve bağımsız bir millet vücuda getirmiştir.” Yoksa millet, nüfus, teknik üstünlük vb. gibi mekanik şartların bir araya gelmesi değildir. “Vatan insaniyet içindir.” anlayışına sahip olan Gandi bağımsız bir millet oluşturma yolundaki bu gerçeği bilinçli bir şekilde ortaya koymuştur. “İnsani ve ahlaki bir davayı, hürriyet ve adaleti gerçekleştirmek için önce vatandan ve vatanın bağımsızlığıyla başlamak lâzımdır. 362 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Vatan aşkı bir amaç değil, insanî amaç için bir araçtır. Öyle bir araç ki yerine başkası konamaz. Ve insaniyete ancak o yoldan gidilebilir.” (Ülken, 1998: 60-61). Bu yolda yürümek, bütün içinde parça, insanlık içinde kültür, etnik köken, sınıf, milliyet vb. ayrımı yapmaksızın bütün insanlığı kucaklayacak bir anlayışa sahip olmayı gerektirir. Vatan sevgisi yalnızca bir parça, kavim için değil, bütün bir insanlık içindir ve insaniyetçi bir yönelim ile şekillendiği zaman “insani vatanseverlik” olur. Hz. Muhammed insani vatanseverliğin dinini yaymış, Geothe kemâle gelmiş sanatını yapmış; Tolstoy ahlakını oluşturmuş, Gazi M. Kemal onu kuvvetle gerçekleştirmiş ve Gandi silahsız ve şiddetsiz savunusunu (sivil itaatsizlik) yapmıştır. Ülken’e göre, Hz. Musa’nın dini yani Yahudilik vatanseverliğin dinidir. Çünkü onda vatancılık ahlâkının akıllıca örgütlenmiş şekli göze çarpar. Yahudi kavminin yaklaşık iki bin yıl vatansız kalmasına rağmen vatan sevgisini ve sosyal dayanışmayı kaybetmeyerek yeniden bir vatan edinmeleri ve devlet kurmaları bunun sayesindedir. Hz. İsa’nın dini, ırk, milliyet, sınıf ayrımı gözetmeksizin bütün insanlara aynı dille hitap edip kültürel farklılıkların üstünde yalnızca vicdanı temel alıp onu amaç edindiği için insaniyetçiliğin dinidir. Hrıstiyanlık, bütün mezhep farklılıklarına rağmen, teorik olarak sadece insanı tanır ve anlamını soyut insan kalbi üzerine kurar. Hz. Muhammed’in dini ise insanîn vatanseverliğin dinidir (Ülken, 1998: 61). Ülken bunu şöyle gerekçelendirir: “Çünkü İslamiyet, insani birliği amaç diye kabul etmekle beraber buna ancak farklı örf ve âdetler yoluyla ulaşılacağına inanır; ahlakı siyasetle, imanı millî karaktere göre değişen hukuk doktrinleri ile, teoriyi pratikle, ideali çeşitli olgularla kısaca insaniyeti vatancılıkla, hürriyeti geleneklerle uzlaştırmıştır. Bu yüzdendir ki İslam dini geleceğe ve insaniyete çevrilmiş en büyük hamlelerden birisi olduğu hâlde bütün kuvvetini yine İslam kavimlerinin örfü esaslarından, vatanın derin bir tahlilinden çıkarmıştır. Bununla beraber Muhammed’in dini insani vatancılığı düstur edindiği için kendini yalnız bir kavmin geleneğine bağlamamış; ve insani birliğin örf ve adetler çeşitliliği içinde gerçekleşeceğini kabul etmiştir. Eğer bir çok milletlerde Arap örfü zorunlu bir şekilde uzun müddet hâkim olmuşsa, bu İslâmiyetteki insaniyetçiliği zayıf düşürerek onu bir nevi “sözde ideal”e yahut “cihat fisebilillah” [Allah yollunda cihat] hâline getiren hareket olmuştur. Nitekim İslamiyet Hz. Muhammed’den sonra emperyalizm hâline gelmiş, yüksek değerini sarsmış; bir tür siyaset ve hükûmet vasıtası olacak dereceye düşmüş; ancak Hz. Ali ve Hüseyin’in timsalinde toplanan Ali-i Aba’da, Anadolu Selçuklularında, Osmanlıların beylik devrinde tekrar eski anlamını bulmaya başlamıştır.” (Ülken, 1998: 61-62). Bu ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Ülken, bütün insanlığı kapsayacak ve kuşatacak, insanları ortak bir paydada buluşturacak evrensel değerler ve ilkeler peşindedir. Bu sebeple ırk, din, bölge ve kültür ayrımı yapmaksızın hemen her inanç ve kültürden örnekler sunar ve bunlardan kuşatıcı ve nihai ereği insanlık olan düşünceleri sentezler. İslam’ın evrenselliğini, kuşatıcılığını ve evrensel hakkaniyet nosyonunu da bu bağlamda değerlendirir. 363 Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR Sonuç Hilmi Ziya Ülken, değerleri kişiye özgü bir karakterle ele almakla beraber onun evrensel kuşatıcı yönünü de göz ardı etmemiş, kişisel değerlerle evrensel değerleri insani bir boyutta sentezlemiştir. Bütünlükçü bir doğa anlayışının etkisiyle tek tek insanları bütün bir insanlığın dolayısıyla da doğanın bir parçası olarak görmüştür. Parça bütünden ayrı değildir ve bütünün özelliklerini taşır, onun aynasıdır. Ülken’in, kişiliği ön plana çıkarması da kişiliği, kişinin kendine yönelmesi, kendini bilmesi ve kendini aşması kısaca kemale ermesi yoluyla bütünü keşfetmesi ve nihai olarak insani değerlere ve ahlaka ulaşması sürecinde hareket noktası olarak görmesindendir. Vatanseverlik, olgu inancına dayalı olmakla birlikte milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve hatta şovenizme varan ayrılıkçı ve hakkaniyetsiz bir serüvenin ana teması olarak gerçeklikten bağını koparmış sahte bir ideale dönüşme riskine açıktır ve bunun tarihte örnekleri vardır. Bu sözde idealler insanlığı dehşete düşüren derin acıların müsebbibi olmuşturlar. Çok geriye gitmeye gerek yok 19. yüzyıldan bugüne yakın tarihe göz atıldığında, sözde bir ideal uğruna bizzat insan tarafından gerçekleştirilmiş olmakla beraber insanilikle karakterize edilemeyecek savaşlar, işgaller, sürgünler, katliamlar, soykırımlar, sömürgecilik ve benzer bir çok fenomen durumu çok daha net olarak ortaya koyar. Bunlar, ahlaki açıdan sorgulandığında oldukça sıkıntılı durumlar olduğu ve genel hak ve adalet kavrayışına çok uygun olmadıkları görülür. O halde vatanseverlik insani değerlerle bezendirildiğinde ahlaki bir nosyon kazanır ki bu da insani vatanseverliktir. İnsani vatanseverlik, evrensel eşitlik, özgürlük ve adalet anlayışıyla bütün bir insanlığı kucaklamayı hedefler ancak kozmopolitizm ve enternasyonalizm gibi soyut değildir ve gerçeklikten kopuk bir şekilde barış havariliğine soyunmaz; bütünü gözetirken parçayı yok saymaz. İnsani vatanseverliğin bugünün şartlarında eyleme geçmesi her ne kadar zor gözükse de Ülken için çok da ütopik ve gerçekliğe aykırı değildir. Doğadaki bütünlük insana örnektir ve bu mümkündür; yeter ki insanın ihtirasları benliğini yüceltmeye değil, aşk ahlakına ulaşmaya yönelik olsun. “İnsaniyet vatanla başlar ve vatanların dostluğuyla kemale gelir. Hürriyet vatan üzerinde doğar ve vatanlar arasında yayılır; cüret ve ihtiras vatanda gerçekleşir ve vatanın istiklâli ile olgunluğunu bulur. İnsanlıkla ilgisi olmayıp tek bir toprağa bağlı kalan basit insandır. Fakat insaniyete iman edip hiçbir toprakla ilgisi olmayan da renksiz, şekilsiz, şahsiyetsiz ve kozmopolit insandır.” (Ülken, 1998: 86). İşte bu ikisi arasında dengeyi kurup geliştirecek, kişi değerleriyle kişi-dışı değerleri birbirlerini yok saymadan uzlaştıracak şey kişiliğin gelişimiyle varılacak nihai derece ve ahlâki bir değer olarak insani vatanseverliktir. Bu dereceye ulaşmış ve bu değere sahip bir kişiliğin ahlakı da eylemi de bütün bir insanlığa örnektir. Ülken’ e göre, örnek en büyük kişilik “sünnetleri ile, İslamın evrensel idealinde, bir halk kişiliği” veren Hz. Muhammed’dir (Korlaelçi, 2002: 16). 364 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Cevizci, A. (2005). Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları. Korlaelçi, M. (2002). “Hilmi Ziya Ülken’in Din Anlayışı”. Felsefe Dünyası, 2(36), 9-30. Kuçuradi, İ. (1998). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları. Özlem, D. (2002). “Değerler Sorununda Nesnelcilik/Mutlakçılık ve Öznelcilik/ Rölativizm Tartışması Üzerine”. (Edi. Ş. Yalçın). Bilgi ve Değer (282-312) içinde. Ankara: Vadi Yayınları. Sanay, E. (1986). Hilmi Ziya Ülken. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Takış, T. (2000). “Değerler Levhasının Tersine Çevrilişi: Hilmi Ziya Ülken”. Doğu Batı Düşünce Dergisi, (12), 87-109. Tepe, H. (2002). “Değerler ve Değer Bilgisi”. Ş. Yalçın (Editör). Bilgi ve Değer (342-353) içinde. Ankara: Vadi Yayınları. Toku, N. (2002). “Değerlerin Dilemması: Subjektiflik ve Objektiflik”. (Edit. Ş. Yalçın). Bilgi ve Değer (101-113) içinde. Ankara: Vadi Yayınları. Tunç, M. B. (2009). Hilmi Ziya Ülken’de Aşk Ahlakı ve Onun Diğer Ahlak Nazariyelerine Yönelttiği Eleştiriler. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ülken, H. Z. (1968). Varlık ve Oluş. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Ülken, H. Z. (1998). İnsani Vatanseverlik. İstanbul: Ülken Yayınları. Ülken, H. Z. (1999). Aşk Ahlakı. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık. Ülken, H. Z. (2001a). Ahlak. İstanbul: Ülken Yayınları. Ülken, H. Z. (2001b). Bilgi ve Değer. İstanbul: Ülken Yayınları. Ülken, H. Z. (2008). Millet ve Tarih Şuuru. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Ülken, H. Z. (2009). Felsefeye Giriş-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 365 Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İslam düşüncesine göre insan, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” ve kâinatın özüdür. Evrende “en güzel bir biçimde yaratılmış” varlık olma hasletini kendi bünyesinde barındıran insan, değeri mucibince hayatını düzenlemek ve idame ettirmek durumundadır. Öyleyse insan, yaşamı süresince insan olmanın verdiği sorumluluğu layıkıyla taşıma gayreti içerisinde olmalıdır. Hiç kuşkusuz bu süreç doğumla başlamakta ve ölüm denilen bedensel yokluğa kadar devam etmektedir. İman ve ahlakın temelleri üzerinde yükselecek bir gelecek tahayyülünde gençliğin önemi hiç şüphesiz çok büyüktür. Zira iyi yetiştirilmiş bir nesil, gelecekte evlatlarını yetiştirmeye namzet birer ebeveyndir. XVII. yüzyıl şairlerinden Nâbî (1642-1712), oğlu Ebulhayr Mehmed Çelebi için “Hayriyye-i Nâbî” adında bir eser kaleme almıştır. Kanaatimize göre, Nasihatnâme (pendname) tarzındaki bu eser, geçmişte olduğu gibi günümüz gençliğinin mümtaz bir şekilde yetişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Gayemiz bu eserin şiirsel dilinden istifade ederek eğitimde ilim, amel ve ahlâk hususlarının önemine dikkat çekmektir. Çünkü bu eser, dünyada gençliğe bırakılabilecek pek çok değerli vasiyeti içermektedir. Nâbî, sözü edilen eserinde, kimi zaman bu öğütleri çeşitli ayet ve hadislerden iktibaslar yaparak temellendirmiştir. Kur’an ve Hz. Peygamber’in bizlere sunduğu ilim, ahlak, edeb ve hikmet parıltıları, edebiyat geleneğinde tıpkı ışığı yansıtan bir ayna gibi şairlerin beyitlerine yansımıştır. İnsani değerlerin yeniden inşasında büyük önem arzeden ilim, amel ve ahlak bir bütünün parçalarıdır ve birinin eksik olması halinde muazzez olarak telakki ettiğimiz insan, bu sıfattan mahrum kalacaktır. Nâbî, eserinde “ilim, amel ve ahlak” şeklinde oluşturulmuş üçlü bir ibareye yer vermemiştir. Bunlar, eserden yola çıkarak ağır bastığını düşündüğümüz hususiyetlerdir. Kaleme aldığımız metinde sözü edilen eserden hareketle ideal bir gençlik için genel manada ilim, amel ve ahlaktan oluşan Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI üçlü sac ayağına temas edilmeye çalışılmıştır. Takdir edilir ki, belirtilen maddelerden biri olmadan sacın sağlam bir şekilde ayakta durması mümkün değildir. Nasihat ve Nasihatname Nush kökünden türeyen nasihat kelimesi sözlükte “bir şey saf, halis olmak, kötülük ve bozukluktan uzak bulunmak; iyi niyet sahibi olmak ve başkasının iyiliğini istemek” anlamı aldığı gibi “başkasının hata ve kusurunu gidermek için gösterilen çaba; iyiliği teşvik, kötülükten sakındırmak üzere verilen öğüt; başkasının faydasına ya da zararına olan hususlarda bir kimsenin onu aydınlatması ve bu yönde gösterdiği gayret” mânalarında da kullanılmaktadır. (Çağrıcı, 2006: XXXII, 408-409). Bireyleri ve toplumu eğitmek, devlette dirlik ve düzenliği sağlamak amacıyla kaleme alınan yazılar ise nasihatname olarak adlandırılır(Pala, 2006: “Nasihatname”, XXXII, 409410). Bazen de “pendnâme” olarak isimlendirilen ve okuyanları ahlaki ve sosyal açıdan kemale ulaştırmayı amaçlayarak örnek insan tipini yetiştirmeyi gaye edinen nasihatnameler ‘didaktik’ bir üslupla kaleme alınmışlardır. İnsanları yanlışlardan alıkoymayı gaye edinen, bunların yapılmaması için önceden telkinlerde bulunulan açık, sade, anlaşılır eserlerdir. Toplumun düzenini sağlamak için sözüne itibar edilen kimseler sık sık bu yola başvurmuşlardır (Canım, 2012: 180). Bu tür eserlerde şairin amacı söylediği nasihatlerden ötürü hayırla yad edilmektir. Manzum bir nasihatname olan Hayriyye-i Nâbî1, XVIII. yüzyılın önemli eserlerindendir. Nâbî, Hayriyye’sini oğluna nasihat için yazdığını dile getirirken eserimizin adını da zikretmiştir. Lîk o ma‘nâya ki enfâs-ı peder Eyler evlâdına te’sîr ekser İtmek içün sana âvîze-i gûş Olmağ içün sana sermâye-i hûş Kâviş-i tîşe-i endîşe ile Kâvgâr-ı kalem-i tîşe ile Çıkarup ma‘den-i dilden yekser Rişte-i nazma çeküp tâze Güher Eyledüm nazm-ı nasihat takrîr Ki ide dîde-i idrâki karîr Kisve-i nazma odukda hâme Eyledün nâmını Hayrî-nâme (93-98) ____________________________________________________________________ 1 368 Çalışmamızda Prof. Dr. Mahmut Kaplan’ın şu eserinden faydalanılmıştır: Mahmut, K. (2008). Hayriyye-i Nâbî (inceleme-metin) (2.Baskı). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Nâbî’nin eseri, içerdiği dinî ve ahlaki konular bakımından kendinden önce yazılan eserlerle benzerlik arz etmektedir. Sosyal muhteva bağlamında Nâbî’nin eseri, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân’ı, Kâdızâde Mustafa İlmî’nin Pâdişâh’a Nasihat Yollu Manzûme’si, Üveysî’nin Nasihat Yollu Manzume’si, Diyarbakırlı Emirî’nin Nasihatnameleri’yle benzerlik göstermektedir. Ancak Nâbî’nin eserinde yer verdiği “Der Beyân-ı Şeref-i İstanbul”, “Nehy-i A’yânî vü Zulm-i Fukarâ”, “Matlab-ı Mezra’-ı Kişt ü Hırmen”, “Matlab-ı Dağdağa-yi Paşayi”, “Matlab-ı Nehy-i Kazâ vü Kısmet”, “Matlab-ı Hâcegi-i Divânî” gibi bölümler değindiği orijinal konulardandır. Eserin önemli bir özelliği de muhatap aldığı kesimin anlayabileceği bir dil ve üslupla yazılmasıdır. Eserde anlatılan hikâyeler ve mizah üslubu ile akıcılık sağlanmıştır. Yer yer tasvire başvurulmuş, kişiler karikatürize edilmiştir. Eserde kanaat, edeb, haya, tevazu vb. hususlar övülüp teşvik edilmiştir. Mesela, Ol ganî-tab u tevâzu-pîşe Sal gülistân-ı felâha rîşe (560) beyti Nâbî’nin tevazu öğüdüdür. Bununla birlikte kişiler bozgunculuk, cimrilik, açgözlülük, yalancılık, kıskançlık, dedikodu, kibir vb. hususlardan da sakındırılmıştır. Nâbî, kibrin çirkinliğini vurgulamış, kibirlenenlerden uzak durulmasını öğütlemiştir: Hazm olunmaz reviş ü etvârı Her kimün k’ola tekebbür kârı (566) İtme ashâb-ı tekebbürle sühan Ol girîzan mütekebbirlerden (568) Nâbî, eserinde örnek bir insan tipi çizmiştir. Bu insan tipi için “çıkarcı, bencil, pasif vb…” eleştiriler yapılabilse de eserin bütünü incelendiğinde bu eleştirilerin gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığı görülecektir. Hayriyye-i Nâbî’ye yapılan eleştirici tutum, bulunduğu çağın şartlarında doğan insan tipinin bencil ve pasif olmadığını göstermektedir. Bir babanın oğluna verdiği öğütlerde çağın şartlarını göz önünde bulundurması gayet doğaldır. Hayriyye’de maksat, siyasal, sosyal ve idari bozukluklar karşısında huzurlu bir hayatın nasıl sağlanacağını gösterirken ifade ettiği örnek insan tipinin kötü hallerden mümkün olduğunca sakındırılmaya çalışılmasıdır. Dolayısıyla Osmanlı’nın gerilemeye yüz tuttuğu bir dönemde huzurun özlendiği bir ortamda ifade edilen örnek insan tipi olağandır. (Kaplan, 2008: 146-154). Günümüzde ise ilgili derslerde dinî ve ahlaki açıdan örneklik teşkil edebilecek şiir diliyle oluşturulmuş bu nasihatlerden istifade edilmesi ve böylece nasihatlerin genç nesiller tarafından uygulanabilir olmasındaki ilk adımın atılması gerekmektedir. 369 Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI 1. Hayriyye’de İlim İlim, klasik sözlüklerde ‘bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir. ‘bilgisizliğin (cehl) karşıtı’ biçiminde de tanımlanır. (Kutluer, 2000: XXII, 109). Hayriyye’sinden hareketle Nâbî’nin ilmi tarifi ise şöyledir: İlim, kıyısı olmayan uçsuz bucaksız bir deniz gibidir. O denizde alim geçinen kişi cahildir. Şöyle ki: İlm bir lücce-i bî-sâhildir Anda âlim geçinen câhildir (298)2 Nâbî’nin ilmin önemini vurguladığı beyitleri de mevcuttur. İnsanları diğer canlılardan ayıran temel özellik akıldır. Akıl, insana düşünme yetisi sağlar; böylece insan bilme şerefine erişir. İlim, insanı insan kılandır. O, gece-gündüz şerefli olan ilme çalışılması gerektiğini; ancak bu şekilde insanın hayvanî sıfatlara sahip olmaktan kurtulabileceğini şöyle ifade etmiştir: Sa‘y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz Kalma hayvan-sıfat ol ilm-âmûz (285) İlmin ehemmiyetine binaen şair, Kur’an’dan “İnsan çok cahildir” (Ahzab, 33/72) ve “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar” (Zümer, 39/9) ayetlerini şu şekilde iktibas etmiştir: Cehldir mahz-ı adem ilm vücûd Hiç beraber mi olur bûd u ne-bûd (310) İlmin değerinin büyük olduğu şüphesizdir. Fakat ilme erişebilmek için onu talep etmek gerektiği de kaçınılmazdır. Nâbî, ilmin kıymetine vurgu yapmış ancak onun talep edilmesi gerektiğine çeşitli iktibaslarla dikkat çekmiştir. Şair, Taha Suresi’nin “Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. “Rabbim! İlmimi arttır” de.” (Taha, 114) ayetinden iktibas yaparak nur ülkesinin padişahı olan Hz. Peygamber’in ilim için “Rabbim ilmimi artır” talebiyle görevlendirildiğini, İlm için oldu şeh-i hıtta-i nûr “Rabbi zidnî” talebiyle me’mur (292) ifadeleriyle terennüm etmiştir. Yine Hz. Peygamber’in “İlim talep etmek/öğrenmek her Müslümana farzdır” (İbn Mâce, 1992: 17/224), “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” (Kâtip Çelebi, 1360/1941: I, 51), “İlim Çin’de de olsa ona talip olunuz…” (Beyhakî, 1410: 2/253) hadislerinden iktibas yaparak ilmin talep edilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. ____________________________________________________________________ 2 370 Parantez içindeki rakamlar şiirlerin geçtiği beyit numaralarını göstermektedir. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Matlab-ı ilme çalış ol a‘lem Farzdır dedi Resûl-i Ekrem (290) Dahi emr eyledi ol sâhib-i ilm “Mehdden lahde dek ol tâlib-i ilm” (291) Hazretün nâsa budur telkini “Utlubu’l-ilmi velev bi’s-Sinî (304) Şair, denizin kıyısında inci olmadığını inciyi talep edenin denizin derinlerine dalması gerektiğini, Sâhil-i bahrda olsun mu le‘âl Gevher istersen eğer ka’rına dal (319) sözleriyle ifade etmiştir. İlmin talep edilmesi gerektiğini nasihat eden şair, ilmin niteliğine de vurgu yaparak ilmin nefse paye biçmek için yapılmaması gerektiğini, bu amaçla yapılacak bir ilmin getirisinin sadece nefesi boşa harcamak olacağını şöyle belirtmiştir: Etme halka satacak ilme heves Eyleme bîhude tazyî-i nefes (329) İlim, insanlara karşı büyüklenme, halk nazarında itibar kazanma aracı değil aksine derin bir hakikattir. Nâbî, ilmi talep eden kişinin ilmin zahiri ve batıni olmak üzere iki merhalesini geçmesi gerektiğini belirtmiştir. O, ilmin önemini vurgularken bunun nitelikli bir ilim olmasına dikkat çekmiş ve ilgili beytinde ilmin zahirini tek kanatlı bir kuşa benzeterek batınının keşfedilememesi hâlinde ilim kuşunun uçamayacağını, Zâhirün bâtınına eyle ubûr Yeke perle uçabilsin mi tuyûr (317) şeklinde terennüm etmiştir. Şair, ilmin değerini vurguladığı beyitlerden hareketle ‘marifet’ kelimesini kullanır. Mârifet ilimden daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü mârifette bilme fiilinin yöneldiği nesne tektir, ilimde ise bilmenin konusu umumidir. Ayrıca mârifette ‘unutulan şeyin hatırlanıp tanınması’ anlamı da vardır. Nitekim mârifetin karşıtı inkâr, ilmin karşıtı ise cehl olarak gösterilir. (Kutluer, 2000: XXII, 110). Bir bakıma ilim, marifete ulaşmada bir yoldur. İlmin amacı marifeti elde etmektir. Marifet, insanın kainattaki yegâne amacıdır. İnsan, Hakk’ın “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi diledim ve âlemi yarattım” (Aclûnî, 1405: II, 132) hikmetinin sırrına vakıf olmalı, iki cihanda bilmekten kastın O’nu bilmek olduğunun bilincinde olmalıdır. O’nu bilmek ise kişinin kendini bilmesiyle mümkün olabilir. “Kendini bilen Rabbini bilir” buyruğu ışığında insan, kendini bildiği vakit onu kusursuz olarak var eden, sevgiyle yaratan Rabbinin büyüklüğünü de keşfeder. Böylece hakikate erişir. Çün eneu‘ref dedi Hallâk-ı Vedûd Ma‘rifettir dü-cihândan maksûd (338) 371 Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI 2. Hayriyye’de Amel Nâbî’nin Hayriyye’sinde önemle üzerinde durduğu ikinci esas ameldir. Şair, İslâm’ın beş şartı üzerinde önemle durmuştur. Ona göre İslam binasını hikmet ölçüsüyle ayağı kaldıran esaslar beştir. Bu bina içinde olan rahat, dışında olan ise bela ile çiğnenmiştir. Etdi endâze-i hikmetle kıyâm Penc erkân-ı binâ-yı İslâm (109) Bu binâ içre olan rahattır Taşrası pâ-zede-i âfetdir (110) a. Şehadet İslam’ın önde gelen şartı şehadettir. Allah’ın hükümleri deryadır. Onun ilk dalgası ise şehadettir. Deryaya dalmak için evvela şehadet kıyısından başlamak gerekir diyen şairin ilgili beyti şöyledir: Bu şehadettir emâm-ı İslâm Evvelin mevc-i muhît-i ahkâm (129) b. Namaz Namaz Hz. Peygamber’in Hak’la buluşması ve ümmete müjdelenen miraçtır. Namaz, Hakk’a vuslattır. Masivadan sıyrılıp Hakk’a yükselmektir. Hz. Peygamber’in “Namaz müminin miracıdır.” (er-Râzî, 2014: I, 243-251) hadisini iktibasla şair, miraç ile gözlerin açılacağını, Mü’minin oldu çü mi‘râcı namâz Dideni eyle bu mi‘râc ile bâz (136) sözleriyle nasihat etmiştir. Şeyh Sâ‘dî-i Şirâzî, Gülistan adlı eserinin giriş kısmında yer alan münacatına “İnsanın göğsüne giren her soluk hayatı uzatır, kişiye can verir; göğüsten dışarı çıkan her kirli nefes de ferahlık verir. O hâlde her nefeste iki nimet vardır ve her bir nimete de şükr etmek vaciptir” ifadeleriyle başlamıştır. (Sâ‘dî-i Şirâzî, 1998: 17). İnsanın, bulunduğu her hâl üzere acizliğini kavrayarak Allah’a şükretmesi ve hâl diliyle şükrünü ifa etmesi gerekir. Namaz ibadeti bu hal dilinin en önemli göstergesidir. Namazın her bir rüknü ile sadece Allah’a kul olan kişi insanlık saltanatının padişahıdır. Bu bağlamda secdeyi yeryüzünün saltanatı olarak nitelendiren (149) şair, namazın rükünlerini elif (E), dal (e) ve mim ( ) harflerine benzeterek bir bakıma namazın mümini adam edeceğini, insanı insan kılacağını ifade etmiştir ki, ilgili beyitler şöyledir: Sen namaza idesin çünki kıyâm Elif olursun eyâ mâh-ı tamâm Râki‘ olsan görünür suret-i dâl 372 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Enbiyâ sırrıdır anla bu makâl Sâcid olsan görünür suret-i mîm Âdem olursun eyâ rûh-ı cesîm Anla çünki sana keşf ola bu râz Âdem olur mı iden terk-i namâz (155-158) c. Oruç Oruç ibadetine de değinen şair, riyanın saklanması mümkün bir ibadet olan, oruç ibadetine bulaşamayacağını ifade ederken riya hususuna, Savmdır kâbil-i ketm ü ihfâ Dahle fırsat bulamaz savma riyâ (163) sözleriyle dikkat çekmiştir: Bir amel Hak için yapılıyorsa bazen o amelin batında zuhuru farklı suret gösterir. Bu minvalde şair, Hz. Peygamber’in “Oruç tutanın ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.” ( Buharî, 1992: Savm 9) hadisini iktibas etmiş, Allah katında oruç ibadetinin ehemmiyetine vurgu yapmıştır: Nefes-i sâ‘im için didi Resûl Müşkden pîş-i Hudâ’da makbul (165) d. Zekât/Sadaka Sözlükte artma, arıtma, övgü, bereket manalarına gelen zekat, kişinin malını temizler. Zekât, fakirin hakkıdır; veren ele ise sadece nasibdar ettiği için Allah’a şükür düşer. Bu hususa vurgu yapan şair, zekâtın fakirlerin hakkı olduğunu bundan sakınılmaması gerektiğini şöyle terennüm etmiştir: Fukara hakkıdır imsâk etme Pâk iken mâlını nâ-pâk etme (215) Allah’ın “Sakın isteyeni azarlama” (Duha 93/10) emrine binaen şair, isteyenin minnet ile azarlanmamasını, aksine verenin bir utanç içinde olması gerektiğini belirtmiştir. İmtinan ile sakın itme itâb Sen utan tâ ol ide ref ‘-i hicâb (269) “…İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler…” (Bakara 2/273) ayetine atıfla şair, istemekten utanan hakikaten sadakaya ihtiyacı olan kimselerin bulunmasını, İstemekten niceler şerm eyler Müstahakkın ara bul sen gönder (271) diyerek nasihat etmiştir. 373 Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI e. Hac/Umre Şairin bahsettiği ibadetlerden bir diğeri de Hac ibadetidir. O, Azm eder göklere mânende-i peyk Nefes-i gulgule-nâk-ı “lebbeyk” (197-198) beytiyle, ‘insanlar Kâbe’nin etrafında tavaf ederken onlarla beraber lebbeyk nidaları da göklerde tavaf eder’ diyerek Hac ibadetinin coşkusunu terennüm etmiştir. Tasavvuf edebiyatımızda sık sık Kâbe ile gönül arasında bir bağ kurulduğu görülür. “Müminin kalbi Allah’ın evidir.” (Aclûnî, 1405: II, 129) rivayetinden hareketle sûfiler gönlü Allah’ın tecelli ettiği yer olarak görürler. Onların tabiriyle, “Kâbe Allah’ın lütuf evidir insansa onun sır evi… Allah, Kâbe’ye hiç girmemiştir ama gönül Kâbe’sine ondan başka giren olmamıştır.” (Sevgi, 1996: 30-31). “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” denmiştir ki, bunun anlamı hane olan gönlün maşuk gelmeden temizlenmesi, her türlü masivadan arınmasıdır. Zira ancak bu arınmayla gönül, aşığın maşukuyla buluştuğu bir mekân hâline gelebilir. (Kılıç, 2011: 191). Bu bağlamda şairimiz, halife sıfatında olan büyük insanın gönlünü Kâbetullah olarak nitelendirmiştir ve “Hacer annemizin zemzemi çıkarışı gibi sen de kalpte, gönül sırrının kara noktası olan süveydâyı gün yüzüne çıkar” diye nasihat etmiştir.3 Şairin ilgili beyti ise şöyledir: Ka‘betullâh dil-i insân-ı kebîr Hacer ol kalbe süveydâ-yı zamir (208) İstifham sanatı yaptığı beytinde şair, gönül Kâbesi’nin harab olmasına Yüce Allah’ın razı olamayacağını, Kâ’il olur mu Hudâvend-i gayur Ki harâba ola beyt-i ma’mûr (637) sözleriyle ifade etmiştir. O, İslam’ın beş şartından biri olan Hac ibadetinden bahsederken sünnet hükmünde olan Umre ibadetine de hassasiyet gösterilmesine dikkat çekmiş, Umre’nin ömrünü bereketlendireceğini ve orada herkesin rahmet hissesi alacağını dile getirmiştir. Umre ve ömür kelimeleri arasında iştikak söz konusudur. Zannederiz ki aynı kökten gelen bu kelimeler Umre’nin ömre yansımasını temsil etmiştir: Bahs eder ömre terakkî Umre Hisse-i rahmet alır her zümre (197) ____________________________________________________________________ 3 374 Süveydâ, “Kalbin ortasında bulunan kara benek. Eskiler, nefs-i nâtıka (konuşan nefis) denilen insanın, manevî varlığının ve idrakinin merkezi olarak bu noktayı bilirlerdi. Modern tıbbın da ortaya koyduğu ve kalbin tam ortasında bulunan bu siyah nokta ahlât-ı erbaa denilen ve insan sağlığı için önemi büyük olan dört sıvıdan biridir. Buna sevda denildiği de olur. Rivayete göre kabin ortasında gönül; gönlün içinde de süveydâ var imiş. Dolayısıyla süveydâ en üstün anlayış noktası ve ilâhî aşkın tecelli ettiği yerdir.” (Pala, 2012: 416). ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 3. Hayriyye’de Ahlak Nâbî’nin Hayriyye’sinde önemle üzerinde durduğu üçüncü esas ise ahlaktır. Nâbî, eserinde ahlak ve edebe dair hususlarda ayrıntılı olarak bazı kavramları ele almıştır. Biz bu çalışmamızda sadece Nâbî’nin Hayriyye’sinden hareketle genel bir ahlâk tasavvuru ortaya koymaya çalışacağız. Ahlak Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi mânalara gelen “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur ki, “insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü” olarak tanımlanır. Ayrıca ahlâk yanında günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere de ahlak denilmiştir. Bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya âdâb denilmiştir. (Çağrıcı, 1989: II, 1). Ahlâk, insanı hayvandan ayıran eşsiz nitelik, insanın Rabbine ve tüm eşyaya karşı olan sorumluluğudur. Yegâne rehber olarak kabul ettiğimiz zat ise Kur’an’ın tabiriyle “üsve-i hasene” (Ahzab, 33/21), “yüce ahlak üzere olan” (Kalem, 68/4), “âlemlere rahmet olarak gönderilen” (Enbiyâ, 21/107) Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Nâbî, bu minvalde Hz. Peygamber’in ”Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (İbn Hanbel, 1992: 2/381) sözüne imayla onun alemlere rahmet oluşunu “tamamladım” lafzını kullanmak suretiyle, güzel ahlakın bir rahmet olduğunu zikretmiştir: Evvelin harf-ı kitâb-ı rahmet Maksad-ı ma‘ni-i lafz-ı “temmet” (43) Şair, ‘edeb yeşilliklerle süslü fidandır, gönlün nur bahşetmesi ve ceddin göz bebeğidir’ derken edebli insanı yeşil bir fidana benzetmiş ve bu fidanın kendinden sonraki nesilleri de etkilediğini, İy nihâl-ı çemen-ârâ-yı edeb Nûr-bahşâ-yı dil ü dîde-i eb (284) sözleriyle terennüm etmiştir. Bir başka beyitte ise “Çocuk, babasının sırrıdır.” (Aclûnî, 1405: 2/452) hadisini iktibasla neslin temizliğine, Sen de zâhirdir eyâ tıfl-ı nebîh Mani-i “el-veledü sırru ebîh” (70) Her ne var cevher-i zâtî bende Cümle mevcûd u müheyyâ sende (88) ifadeleriyle dikkat çekmiştir. 375 Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI Şair, utanma ve edebin korunmaya vesile olduğunu şu şekilde dile getirmiştir: Sende âmâde ise şerm ü edeb Olur elbetde mürâ‘âta sebeb (587) Zikrettiğimiz beyit bize Muhibbi mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman’ın edeb bahsiyle aynı minvaldeki, Edeb bir tac imiş nûr-i Hudâ’dan Giy ol tacı emîn ol her belâdan beytini hatırlatmıştır. Ahlak, iyi ve kötü hasletleri içinde barındıran bir kavramdır. İki hasletten hangisi ağır basarsa, insan ona göre suret alır. Nâbî, güzel ahlakın önemini vurguladığı gibi kötü huyun da fenalığını vurgulamış ve kötü huylu, kötü adetli ve kötü yaradılışlı kimsenin sonsuza kadar reddedilmiş olacağını şöyle dile getirmiştir ki, bu nitelendirme bize şeytanın reddedilmişliğini (Hicr, 15/34) hatırlatmaktadır: Hûy-ı bed âdet-i bed meşreb-i bed Eder erbâbını merdûd ebed (565) Edebin insanın süsü olduğu ve edebsizliğin ise şeytanın huyu olduğu vurgulanmak suretiyle, edeplenerek insan olmaya, edepsizlik yaparak da şeytan tabiatlı olmamaya davet edilmiştir. Edeb ârâyişidir insanın Bî-edeb tâbi‘idir şeytânın (590) Sonuç Sonuç olarak hem ebeveynler açısından gençliğin yetiştirilmesinde, hem de gençliğin kendi terbiye-i nefs imtihanında Nâbî’nin ilim, amel, ahlâk bağlamında Kur’an ve hadis kaynaklı vasiyet ettiği öğretiler temel alınması gereken umdelerdendir. Hz. Peygamber’in “din, nasihattir” (Buhârî, Îmân: 42) buyruğuna binaen Nâbî’nin nasihatleri de gençlik için birer işaret levhası olacaktır. Öyle ki bu nasihatler kendi değerini kavrayarak ideal bir gençlik elde etme gayretiyle çıktığımız bu yolda rehber olacaktır. Nâbî, bu eserini oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için kaleme alırken hakikatte tüm gençlik için bir ab-ı hayat sunmaktadır. Yine bir nasihatname olan Vehbî’nin Lutfiyye’sinin medreselerde okutulduğu düşünülürse acizane bu gibi eserlerden istifade edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. 376 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Aclûnî, İsmail b. Muhammed. (1405). Keşfu’l-Hafâ (I-II). (Thk.: Ahmet Kalaş). Beyrut: Müessesetü’r-Risâle. Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin. (1410). Şuabu’l-İman (I-VII). Thk.: M. Said Besyûnî Zağlûl, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmî. Buharî, Muhammed b. İsmail. (1992). el-Câmiu’s-Sahîh (I-VI). İstanbul: Çağrı Yay. Canım, R. (2012). Divan Edebiyatında Türler (3. Baskı). Ankara: Grafiker Yay. Çağrıcı, M. (1989). “Ahlak”. DİA, (II, 1-9), İstanbul: İSAM Yay. Çağrıcı, M. (2006). “Nasihat”. DİA, (XXXII, 408-409), İstanbul: İSAM Yay. et-Taberistânî, Ebu Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn Muhammed b. Ömer b. Hüseyn er-Râzî. (2014). Mefatihu’l Gayb (XXIII). Cev. S. Yıldırım - L. Cebeci - S. Kılıc C.S. Doğru. İstanbul: Huzur Yay. İbn Hanbel (1992). Müsned (I-VI). İstanbul: Çağrı Yay. İbn Mâce (1992). Sünenu İbn Mâce. (Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî). İstanbul: Çağrı Yay. Katip Çelebi (1360/1941). Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn. (Nşr.: M. Şerafeddin-Kilisli Rifat Bilge). İstanbul. Kılıç, M. E. (2011). Sûfî ve Şiir (9. Baskı). İstanbul: İnsan Yay. Kutluer, İ. (2000). “İlim”. DİA, (XXII, 109-114), İstanbul: İSAM Yay. Mahmut, K. (2008). Hayriyye-i Nâbî (2.Baskı). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay. Pala, İ. (2012). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (22. Baskı). İstanbul: Kapı Yay. Pala, İ. (2006). “Nasihatname”. DİA, (XXXII, 409-410), İstanbul: İSAM Yay. Sâ‘dî-i Şirâzî, (1998). Bostan ve Gülistan (Zemahşeri-Altın Küpeler). (Çev. Y. K. Necefzâde), İstanbul: Bedir Yay. Sevgi, A. (1996). “Gönül Kâbesi ve Mevlânâ”. 8. Millî Mevlânâ Kongresi, Selçuk Üniversitesi, 6-7 Mayıs Konya. Yılmaz, M. (1992). Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler. İstanbul: Enderun Yay. 377 II. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Cuma - 10:45 - 11:45 Oturum Başkanı Prof.Dr. Hüsamettin ERDEM / Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri Doç.Dr. Abdüllatif TÜZER / Cumhuriyet Üniversitesi İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI / Uşak Üniversitesi “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler Eğitimi Açısından Bir Analizi Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN / Kafkas Üniversitesi Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri Doç. Dr. Abdüllatif TÜZER Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Giriş Herhangi bir meseleye felsefi olarak bakmak denince, birçoğumuzun zihninde beliren şey, o meselenin derinlemesine ve eleştirel analizi ve nihayet mesele hakkında kesin bir sonuç ya da çözümdür. Derinlemesine ve eleştirel analiz izlenimi doğru olmakla birlikte, kesin sonuç ve çözüm beklentisi yanlış ve yanıltıcıdır. Her ne kadar, başlangıcından beri felsefe genel bir eğilim olarak eşyanın hakikatinin kesin bilgisini amaçlasa da buna hiçbir zaman muvaffak olamamıştır. Bugün artık hepimiz özellikle Hume’un keskin eleştirileri sayesinde, metafiziğin ve teolojinin bize bilgi vermediğini, değerler alanında bilgiden değil, ancak duygulardan bahsedilebileceğini, olgusal olanın/doğa olaylarının olumsal bir karaktere sahip olması nedeniyle olasılıklı bilgiyle yetinmemiz gerektiğini biliyoruz. Belki zorunlu ve kesin bir bilgi olarak sadece mantık ve matematikten söz edebiliriz. Şayet felsefe aradığımız kesinliği ve mutlaklığı veremiyorsa, neden meselelerin çözümünde ona müracaat edelim ki! Tam bu noktada, Russell’ın şu cümleleri aklımıza geliyor: “Felsefe, onun sorularına kesin yanıtlar almak için değil, çünkü kural olarak kesin yanıtların doğruluğu bilinemez, soruların kendileri için öğrenilmelidir; çünkü bu sorular neyin olanaklı olduğu üzerindeki kavrayışımızı genişletir, düşünsel imgelemimizi zenginleştirir ve zihni kurgulara kapayan dogmatik güveni azaltır; fakat her şeyden önce çünkü, felsefenin, önünde düşünceye daldığı evrenin büyüklüğü yoluyla zihin de büyümüş olur ve en yüksek iyiyi yani evrenle bütünleşme yeteneğini kazanır.” (1994: 129) Felsefe tarihi, aslında, kendini bilme amacını güden ve bu yolda hakikat ve özgürlük kaygısıyla eleştirel düşünme etkinliğinden hiç vazgeçmemiş filozofların tarihidir. Castoriadis’in haklı olarak işaret ettiği üzere, felsefenin önemi, onun, bize ne düşünmemiz ve nasıl yaşamamız gerektiğini empoze eden her tür dışsal otoriteyi reddederek özgürlük ve özerklik adına eleştirel düşünmeyi temsil etmesinde yatar. Özerk olmak, özgürlüğe ve hakikat amacına bel bağlamış olduğumuz anlamına gelir. Öyleyse, özgürlük ve özerkliğin sonu, felsefenin sonu anlamına gelecektir.” (1993: 53, 57, 70, 79) Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER Felsefe, özgürlük ve özerkliğe giden yolu, hiçbir inancı peşinen ve gerekçesiz doğru kabul etmeksizin kuşku ve sorgulamalarla, karşılıklı eleştiri ve tartışmalarla açmış ve bu yolda da yürümeye devam etmektedir. Bununla birlikte özgürlük ve özerklik, belli türden bir akılcılığı gerektirmektedir. Bu akılcılık, kesin ve mutlak bir dille konuşan ve mutlak bir hakikatin peşinde olan akılcılık değil, sınırlarının ve olumsallığının farkında olan, yanılabilirliğini alçakgönüllüce kabul edip eleştirel düşünceye ve tartışmalarla, sınamalarla bir şeyler öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık olan, sorumluluk ve dürüstlük gereği inançlarını tartışılabilir kanıtlara, gerekçelere, nedenlere dayandırarak oluşturabilen bir akılcılıktır. Böyle bir akılcılık, kamu önünde söylediğimiz ve yaptığımız her şeyin hesabını ve hakkını verme zorunluluğunu kendisinde hisseden bir akılcılıktır. Dolayısıyla bu akılcılık, sorunları yanılmaz ve mutlak otoritenin sesine ya da duygulanım ve tutkulara değil, açık tartışmalara dayanarak çözme alışkanlığında olan bir akılcılıktır (Castoriadis, 1993: 91; Popper, 2008: 290-300; Russell, 1998: 1 vd.; 44 vd., 224 vd.). Felsefe tarihi, sürekli karşıt kavramların ve fikirlerin çatıştığı ve kıyasıya savaştığı bir düşünce alanı olmuştur ki, bu da aslında, hakikati düşünme ve araştırma yol ve yönteminin diyalektik bir mahiyet taşıdığına işaret etmektedir: Töz-ilinek, görünüşgerçeklik, rasyonel-irrasyonel, akıl-duygu, bilim-din, zorunlu-olumsal, mutlak-göreli, öznel-nesnel, empirizm-rasyonalizm, madde-ruh vb. Herakleitos’un asırlarca önce belirttiği gibi, karşıtların savaşı, varlığın ve varoluşun esasını, dolayısıyla hakikatin de esasını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, eğer karşıtlar arasındaki savaş olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Dolayısıyla düzen ve dinamizm içeren evren varlığını, sürekli savaş hâlindeki karşıtların birliğine ve uyumuna borçludur. Mistik Herakleitos’un sözleriyle, “Bilin ki her şeyde ortak savaş. Çekişmedir adalet, çekişerek var olup yok olur her şey… İyi, kötü bir, aynı… Yukarı, aşağı yol, bir, aynı… Bütündür karşıtlar, bütün değil. Birbirlerini çekip iterek. Uyumludur uyumsuz. Bir her şeyden doğar, her şey Bir’den.” (2003: 21, 23, 29, 33). Mutlak, kesin ve zorunlu bir hakikate ulaşamayışımızın gerisindeki esas sebep de, kuşkucuların, pragmatistlerin ve postmodernistlerin öne sürdükleri sebepleri bir yana koyacak olursak, karşıtlar arasındaki sürekli savaşın yarattığı değişim ve karşıtların uyumunun sürekli bozulmasıdır. Felsefenin yapmaya çalıştığı şeyse, sürekli bozulan uyumu, ahengi, bozulmanın sebeplerini analiz ederek ve tartışarak yeniden yaratmaktır. Değişimi değişmeyenle, öznel olanı nesnel olanla, mutlak olanı göreli olanla, kolektivizmi bireycilikle, rasyonalizmi irrasyonalizmle, aklı kalple, modernizmi postmodernizmle dengelemek gibi. Bu açıdan filozof sanatçıya benziyor. Kierkegaard’ın çok yerinde tespitiyle, “Yaşam tıpkı müzik gibidir; mükemmel ayar doğru ile yanlış arasında gidip gelir; güzellik de burada yatar. Müzisyen için mükemmel ayar daha sınırlı anlamda, tıpkı mantık, ontoloji ya da soyut ahlak – burada matematikseldir – gibi yanlış olacaktır.” (2005: 145). Şu hâlde, nasıl ki bir sanatçı iklim koşullarına göre gevşeyen veya sertleşen telleri akort ederek farklı notalardan aynı 382 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI anda ahenkli bir ses çıkarıyorsa, filozof da doğada, toplumsal ve siyasal alanda değişen koşullara göre düşünceleri akort ederek karşıtların birliği olarak hakikati tesis edecektir. Öyleyse hakikat karşıtlardan ne birinde ne de diğerindedir; bir başka deyişle hakikat, karşıtlardan hem birinde hem de diğerindedir. Dolayısıyla hakikat, karşıt düşüncelerin ahenkli, uyumlu birliğindedir. Şimdi de tarih boyunca hep ateşli tartışmaların konusu olmuş değerler meselesinde işbaşında olan karşıtlıklardan en önemlilerini irdeleyelim. Olgu/-dır /Olan ve Değer/-meli/Olması Gereken Olgu ile değer, bir başka ifadeyle olan ile olması gereken arasındaki ayrım ve ilişki, felsefe tarihinin en eski ve köklü problemlerinden birisini teşkil etmektedir. Olgusal/ampirik ifadelerle bizler tecrübelerimizi betimler ve dünya hakkında bir tür bilgi vermeyi amaçlarız. Söz gelimi dışarıda yağmur yağıyorsa ve ben “Şu anda yağmur yağıyor.” diyorsam veya bir hırsızlık olayına tanıklık edip de “Şu eve sarı saçlı, uzun boylu birisi girdi ve şu şu eşyaları çaldı.” diye rapor ediyorsam, olanı olduğu gibi betimlemeyi amaçlayan bir olgusal/ampirik ifadede bulunuyorum demektir. Bu tür ifadelerin ayırt edici özelliği, tecrübe dünyamız hakkındaki olguları betimlemek ve duyu tecrübelerimize dayalı testler vasıtasıyla herkesçe doğrulanabilir bilgiler vermektir. Ancak “Yağmurun yağması pek iyi bir şey değil.” veya “Hırsızlık kötüdür.” gibi yargılarda bulunuyorsam burada artık olanı olduğu gibi betimlemiyor, olay ya da kişiye değer biçiyor, olay ya da kişi hakkında değerlendirmede bulunuyor ve bir şeyi övme, kınama, tavsiye etme, onama veya eleştirme ve onamama amacına matuf iyi, kötü, hoş, doğru, yanlış, mükemmel, güzel, çirkin, adil, demokratik, günah, olmalı/yapılmalı vb. değerlendirici/kural koyucu kelimelere, yani olması gerekene başvuruyorumdur (Wilson, 2002: 33vd.). Bütün değer biçmelerimizin gerisinde düşünceler, inançlar, ilkeler ya da ölçütler vardır ve bunlar olaylara bakışımızı peşinen belirlerler ve şekillendirirler, seçim ve tercihlerimize, kararlarımıza, eylemlerimize, tutumlarımıza, kısaca nasıl davranmamız ve yaşamamız gerektiğine dayanaklık ederler. Dolayısıyla bütün değer biçmeler, iyinin ne olduğuna ilişkin bazı ölçütlere, gerekçelere ya da bazı genel yargılar düzenine referansla yapılır. Bu açıdan değerler, kökeninde bir duygu ya da arzu da olsa, sadece bir duygu ya da arzu ifadesi değildirler. Çünkü değer ifadeleri, tutum ifadelerinden farklı olarak, uygun ölçütler konusunda ve dolayısıyla uygun doğrulama yöntemi konusunda uzlaşma sağlanabildiği takdirde, doğrulamaya açık ifadelerdir. Doğrulamaya açık olmasının gerisinde ise, değer ifadelerinde bir şeye neden iyi dediğimize ilişkin kimi gerekçeler, nedenler, ölçü ya da ölçütler sunabiliyor olmamız vardır. Muhtemelen çoğumuz, iyi bir bıçağın nasıl olması gerektiğinde ya da yalanın neden kötü bir davranış olduğunda uzlaşabiliriz (Wilson, 2002:75-77; Frankena, 2007: 148 vd.). 383 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER Bireysel varoluş ve yaşayış tarzımız, siyaset, din, ahlak, estetik, toplum hep değerler üzerine kuruludur. Bu açıdan insan, esas olarak, bilen insandan ziyade değerlerin temsilcisi ve yaratıcısı olan bir varlıktır. (Ya da hakikat kavramına ilişkin tanımımızın bir gereği olarak şöyle ifade etmemiz daha doğru olacaktır: İnsan sadece teorik yetkinlik bakımından eksiktir, aynı zamanda pratik yetkinliğe de sahip olmalıdır. Kısaca insan, hem teorik hem de pratik yetkinliği şahsında harmanlamalıdır.) Bilim de, siyaset de, din de, ahlak da, estetik de bireylerin iyi bir yaşama sahip olmalarına aracılık etmek için vardır. Peki, iyi nedir o zaman? Frankena’nın analizlerine bağlı kalacak olursak, iyinin anlamı her yerde aynıdır; ancak kullanımları bağlamlara ve bakış açılarına göre farklıdır. Eğer iyi olduğunu söylediğimiz şey bir kişi, bir güdü, bir niyet, bir fiil ya da karakter özelliğiyse, iyilik burada ahlaki anlamda kullanılıyor demektir. Bunun dışında, Frankena iyi kavramının altı farklı kullanımının olduğunu belirtir: 1) Yarara bağlı değerler: Kimi amaçlar için yararlı olmalarından dolayı iyi olan şeyler ; 2) Dışsal/araçsal/yöntemsel değerler: İyi olana ulaşmanın yolu oldukları için iyi olan şeyler; 3) Özbiçimsel değerler: Seyre dayalı yaşantılar, iyi ya da hoşa gittiği için iyi olan şeyler; 4) Öz değerler: Kendi başlarına iyi ya da sahip oldukları içsel niteliklerden dolayı iyi olan şeyler; 5) Katkı sağlayan değerler: İçsel olarak ahlaki olmayan anlamda iyi yaşama katkı yaptıkları için iyi olan şeyler; 6) Amaç değerler: Genel olarak iyi olan şeyler (2007: 150-152). Felsefe tartışmalarında genel olarak iki şeyin amaç olarak iyi olduğu kabul edilmiştir. Birisi, haz, zevk ya da doyum gibi şeyler, diğeri ise çeşitli yetkinlik ya da kendini geliştirme ve gerçekleştirme biçimleridir. Mutluluk terimi, her ikisi için de kullanılmıştır. Frankena, bir çok düşünürün görüşlerinden hareketle, sırf kendileri için istenmeleri bakımından iyi olan şeylerin bir listesini bize sunar: 1) Yaşam, bilinç ve etkinlik; 2) Sağlık ve güç; 3) Her türüyle ya da bazı türleriyle hazlar ve doyumlar; 4) Mutluluk ve memnuniyet; 5) Hakikat; 6) Çeşitli türleriyle bilgi ve doğru kanı, anlayış, bilgelik; 7) Güzellik, uyum, seyir nesnelerinde oran; 8) Estetik deneyim; 9) Ahlaki olarak iyi huylar ya da erdemler; 10) Karşılıklı etkileşim, sevgi, dostluk, iş birliği; 11) İyi ve kötünün adil dağıtılması; 12) Kişinin kendi yaşamında uyum ve düzen; 13) Güç ve başarma; 14) Kendini ifade etme; 15) Özgürlük; 16) Barış ve güvenlik; 17) Macera, yenilik; 18) İyi şöhret, onu, itibar vs. (2007: 161-162). Değerler üzerine sunmaya çalıştığımız bu kısa ve özlü bilgiden sonra, olgu-değer karşıtlığı üzerine düşünmeye geçelim. Aslında olgu ile değer arasındaki karşıtlığın kökeninde iyinin ve genel olarak değerlerin kaynağı problemi vardır. Kısaca ifade edecek olursak, değerler sırf insanın kurgusundan veya tutum ve duygularının dışa vurumundan mı ibarettir, yoksa değerlerin insanın ötesinde olgusal bir temeli var mıdır? Bu problem aynı zamanda değerlerin nesnelliği, bilişselliği ve rasyonelliğiyle de doğrudan ilişkilidir. Hume, İnsan Doğası Üzerine adlı eserinde, betimleyici olgusal önermelerden tümdengelimsel bir mantık yoluyla değer hükümleri çıkarmanın 384 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI mümkün olmadığına işaret etmişti. Kısacası, olgu ile değer arasında kapatılması mümkün olmayan bir boşluk vardır. Moore da aynı çizgide ilerleyerek, bu iki alan arasında birbirine geçişin olmadığını savunmuş ve değer bildiren bir ifadenin doğal veya doğaüstü olgu bildiren bir ifadeden çıkarılmasını “doğalcılığın yanılgısı” olarak tanımlamıştır (Poyraz, 1996: 51 vd; Kılıç, 1996: 356 vd.). Bu konuda mantıkçı pozitivizmin yaklaşımı belki de en sert ve kışkırtıcı olanıdır. Wittgenstein’ın ifadesiyle, “Dünyanın içinde her şey nasılsa öyledir, her şey nasıl olup bitiyorsa öyle olup biter; içinde hiçbir değer yoktur; olsaydı bile, hiçbir değer taşımazdı.” (2001:165). Şu halde değer, dünyanın bir parçası değildir. Anlamlı olan önermeler, yalnızca olguların resmi olan ve gösterilip doğrulanabilen önermeler olduğu için, değer bildiren ifadeler anlamsızdır. Aynı okula mensup Ayer ve Stevenson için de değer yargıları doğrulanamadıklarından birisi için anlamsız diğeri için sadece psikolojik bir anlama sahiptirler. Değer yargılarının tek işlevi duyguların dışavurulması, başkalarında duygusal tepkiler uyandırmak ve onları yönlendirmektir (Poyraz, 1996: 60-63). Sadece olguları kabul edip değerleri yok ya da anlamsız sayan mantıkçı pozitivizmin karşısında Nietzsche yer alır. Ona göre hayatın özü değer koymaktır. Değerler koyarak yaratırız bizler dünyayı. Kısaca, her ne varsa değerden ibarettir. Onun sözleriyle, “Dünyanın değerinin bizim yorumumuzdan kaynaklandığı doğrudur... Tek başına bilgi ne olabilir? ‘Yorum’ bir şeyin içine anlamı koymak, ‘açıklamak’ değil. Hiçbir olgu bağlamı yoktur, her şey akıcıdır, kavranamazdır, elimizden kaçandır, en devamlısı bizim görüşlerimizdir... ‘Gerçek ve görünür dünya’ kavramının eleştirisi. Bunlardan ilki sırf bir fiksiyondur, sadece, sırf zihnen uydurulmuş şeylerden oluşur... Görünen dünya, bu demektir ki değerlere göre görülen bir dünya... Değerlerimiz nesnelerin içine yorumlanmıştır. . Nesnelerin teşekkülü, kesinkes tasavvur edenin, düşünenin, isteyenin, hissedenin eseridir... Gerçek, orada var olan ve bulunacak, keşfedilecek olan bir şey değildir, tersine yaratılması gereken bir şeydir... Hayır, düpedüz olgular yoktur, sadece yorumlar vardır. Biz ‘zati’ olarak hiçbir olguyu tespit edemeyiz. Belki de öyle bir şeyi istemek saçmalıktır. İnsan sonunda nesnelerde onun içine sokup yerleştirdiğinden daha başka bir şeyi bulamaz. Tekrar bulmanın adı bilimdir.” (2002: 251, 280, 285, 286, 302,305, 307). Dahası Nietzsche, bilimin ortaya çıkışının hayatın belirli bir kısıtlanması ve seviye alçaltması olduğuna inanır (402). Nietzsche’nin izinden giden postmodernistler de gerçekliği çoğunlukla dile ve kültüre göreli kılmışlardır. Bir başka ifadeyle, yorumsuz hiçbir saf tecrübe mümkün değildir. Dünya tecrübemiz daima tarihselliğimiz, zamansallığımız, dilimiz, inançlarımız, kavramlarımız, arzularımız vs. tarafından hem biçim hem de içerik olarak belirlenir ve koşullanır. Dünyaya ilişkin tecrübemizden, mantıkçı pozitivizmin ve fenomenolojinin yapmaya çalıştığı gibi, yorumu hiçbir zaman ayıklayamayız ve 385 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER dolayısıyla gerçekliği ya da gerçek dünyayı saf bir biçimde algılayamayız. Kısacası, her gözlem, her bakış yorum yüklüdür, değer yüklüdür. Denebilir ki, ne kadar farklı dil/yorum varsa, o denli çok farklı dünyalar vardır. Bu iki karşıt görüşten çıkarabileceğimiz netice kanaatimizce, Kant’ın bilgi sorununa çözüm ararken ortaya koyduğu “Algısız kavramlar boş; kavramsız algılar kördür.” hükmüne koşut olacaktır. Kant’ın çözümü aslında karşıtların birliği olarak hakikat fikrimizi doğrulamaktadır. Çünkü bilgi ne sadece zihinde ne de sadece olguda temellenir. Duyusal veri olmazsa zihin, içi boş metafiziksel kavramlar üretir; zihin olmazsa da işlenmemiş duyusal veriler bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla bilgi, duyusal verilerle zihnin karşılaşmasından, bir biçimde birleşmesinden doğmaktadır. Aynı şekilde, hayat/dünya dediğimiz şey de, olgu ve olaylarla insan bilincinin karşılaşmasından doğmaktadır. Bir başka ifadeyle, hayat/dünya dediğimiz şey ne sadece olgudadır ne de sadece değerde. Bu ikisinin birliği hayatı doğurmaktadır. Öyleyse ne mantıkçı pozitivizmin yaptığı gibi değerleri yok ve anlamsız saymalıyız ne de Nietzsche ve postmodernistlerin yaptıkları gibi olguları yok hükmünde ve önemsiz görmeliyiz. Öyleyse değerler, salt duygulardan ya da insanın kurgularından ibaret değildir. Değerler bilincin çeşitli varlık düzenleriyle karşılaşmalarından doğarlar. Bilincin madde ile karşılaşmasından teknik değerler, doğa ve hayatla karşılaşmasından sanatsal değerler, diğer insanlarla olan karşılaşmalarından ahlaki değerler, sonsuzla ya da Tanrıyla karşılaşmalarından ise dinsel değerler doğar (Kılıç, 1996: 361). Kabul edilmelidir ki, olgusal olanda değer yoktur (Burada teleolojik görüşü tartışmak istemiyoruz. Çünkü bu, çözümü mümkün olmayan birçok metafiziksel sorunları beraberinde getirmektedir.); değerlerde de olgu. Yararcılar, pozitivistler gibi değerleri olguya indirgemek de idealistler, spiritüalistler veya postmodernistler gibi olguları değerlere indirgemek de, kanaatimizce doğru bir yaklaşım değildir. Bunlardan birisi tarih, zaman ve kendilik bilinci olmayan, iradi eylemleri bulunmayan ve doğal bir yasalılık ve zorunlulukla hareket eden olguların dünyası; diğeri özgürce eyleyen, isteyen, kendi özünü kendisi belirleyen, tarihsellik ve zamansallık bilinci olan, duyguları, arzuları, bilinç dışı yönelimleri olan insanların dünyasıdır. Ne değerleri olgusal olmadıkları ve olgusal olana özgü anlam ve doğrulama ölçütleriyle doğrulanamadıkları için (Çünkü değerlerin yaratıcısı ya da keşfedicisi olan insan tarih, zaman ve kendilik bilincinden yoksun bir madde değildir. O, olduğu gibi olan/olmak zorunda olan değil, kendi seçimleriyle olmakta olan bir varlıktır.) önemsiz ve anlamsız görmek doğrudur; ne de olguları bizatihi (estetik, ahlaki, düşünsel ya da Tanrısal) değer taşımadıkları için önemsiz ve değersiz görmek doğrudur. Bu ikisi arasında sürekli bir gerilim ve çatışma vardır. Hayatın ve dünyanın anlamı, işte bu çatışmayı yaratan karşıtların uyum ve ahenginde ortaya çıkmaktadır. Sürekli terör, afet, ölüm, sahtekarlık vb. olaylarla karşılaşan bir insanın bir süre sonra karamsarlığa düşmesi ve dünyanın kötü bir yer olduğu hükmüne varması son derece doğaldır. Yani, olgu ve olayların dünyasındaki değişimler ve sıra dışılıklar insanda kimi değerlerin oluşmasına 386 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI neden olmaktadır. Bununla birlikte, insanın sahip olduğu değerler de olgu ve olayların dünyasını biçimlendirmektedir. Bir bataklığı gülistana çeviren, renkler, sesler ve biçimlerden güzellikler yaratan, doğası gereği az olanı çoğaltan, zayıf olanı güçlendiren, yani doğanın dengesiyle oynayan da insanoğludur. Sonuç olarak, doğa kendi yasasını bilince dikte ettiği gibi, bilinç de kendi düşünce ve değerlerini doğaya dikte eder. Ayrıca, sadece bilgi sahibi olmakla insan eksiktir. Bilginin nasıl kullanılacağı, hangi değerlerin hizmetinde olacağı çok daha önemlidir. Dolayısıyla olgu değerden hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta Nietzsche’yle birlikte diyebiliriz ki, değerler sorunu bilgi ve kesinlik sorunundan çok daha önemlidir. Zihnini, ruhunu terbiye etmemiş ve ahlaki bir bilinç kazanmamış herhangi birinin bilim yapmasına hoşgörüyle bakılmamalıdır, zira üreteceği bilginin felaketler getirmesi çok muhtemeldir. Bu bahsi, Martin Buber’in genç bir işçiyle olan diyalogundan bir pasajı aktararak bitirmek istiyorum: “Dünya demeye alışkın olduğumuz şey “duyular dünyası”, içinde al rengin ve çimen yeşilinin, C majörün ve B minörün, elma ve pelin tadının var olduğu dünyaydı. Bu dünya duyularımızın, esas tanımı hakkında fiziğin sürekli kendisini boş yere sıkıntıya soktuğu eşsiz olaylarla karşılaşmasından başka bir şey miydi? Gördüğümüz kırmızı, ne oradaki “şeyler”de ne de buradaki “ruh”taydı. Bazen kırmızı, bir kırmızı algılayan göz ile bir kırmızı doğuran “dalgalanma” birbirlerinin karşısında tam olarak bulunduklarında alevlenir ve kızarır. O zaman dünya ve onun güvenliği neredeydi? Orada bilinmeyen “objeler”, burada görünüşte çok iyi bilinen, ama bununla birlikte kavranamayan “sujeler”, ve her ikisinin gerçek fakat gözden çabucak kaybolan karşılaşması, “phenomena”; zaten bu, artık yalnız birisinden hareketle idrak edilemeyen üç dünya değil miydi? Birbirinden bu kadar ayrı olan üç dünyayı düşüncemizde nasıl bir araya getirebilirdik? Bu “dünya”ya dayanağını veren, şu veya bu şekilde hep sorgulanabilir olmuş olan varlık neydi? (2013: 23) Akıl ve Duygu Bu karşıtlık daha ziyade ahlaki, dinî ve siyasi değerler alanında (nasıl yaşamamız ve birbirimize nasıl davranmamız gerektiğine dair değerler koyan alanlardır bunlar) hayati bir önem arz etmektedir. Çünkü en ölümcül kavgaların verildiği alanlardır bunlar. Peki, nasıl yaşamalıyız ve birbirimize karşı nasıl davranmalıyız? Buna akıl mı yoksa duygularımız mı karar verecek? Değerlerin kaynağında salt duyguları görür ve değer ifadelerinin, tıpkı Ayer ve Stevenson’un iddia ettikleri gibi, birer duygu dışavurumları olduğunu söylersek kendimizi muhtemelen ilke ve ölçütlerin olmadığı bir anlaşmazlık, parçalanmışlık, nefret ve düşmanlık dünyasının içinde bulacağızdır. Çünkü duyguların hakim olduğu bir yerde iki kişi arasındaki uyuşmazlık, olgusal bir meseledeki uyuşmazlık gibi değildir. Olguya ilişkin uyuşmazlık rasyonel ya da deneysel bir araştırmayla kolaylıkla giderilebilir. Oysa tutumlar açısından uyuşmazlık rasyonel bir yolla halledilemez. Dolayısıyla duyguya dayandırılan bir ahlakta uyuşmazlıklar sonsuz olabilir ve uyuşmazlığı gidermenin tek yolu, eğer anlaşma ve bir arada yaşama 387 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER zorunluysa, bizimle aynı duyguyu paylaşmayan kişiye baskı, telkin ve şiddet yoluyla duyguyu aşılamaktır. Yoksa anlaşmazlık baki kalacaktır ki, hiç kimse kendisini anlaşma ve huzurun olmadığı bir yerde rahat ve güvende hissetmez. “Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı türdendir... İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler duygusallığa dayanan irrasyonel fikirlerdir.” (Russell, 1998: 3). Popper’ın da kanaati Russell’ınkinden farklı değildir. Onun sözleriyle, “Kuvvetle inanıyorum ki, akıl dışıcılığın duygulanım ve tutkular üzerindeki bu ısrarı, ancak cinayet olarak betimleyebileceğim bir sonuca varır. Bunun bir nedeni, en iyisinden, insanların akıldışıcı yapılarına boyun eğmek, en kötüsünden, insan aklını hor görmekten ibaret olan bu tutumun herhangi bir anlaşmazlıkta hakem olarak şiddete ve hayvani güce başvurulmasına yol açacağıdır.” (2008: 302). Duygular bir kere insanda hâkim olmaya başladıktan sonra insanları dost ve düşman diye ayırmaya başlar ve insanların eşitliğine inanmama eğilimini taşımaya başlarız. Ve insanları kendi duygusallığımızdan güç alan değerlerimizce yargılamaya ve onlar için istediğimiz mutlu hayatı onlara kabul ettirmeye ve böylelikle ruhlarını kurtarmaya yelteniriz (2008: 303-307). Ahlaki karar verme sürecinde salt duygularını esas alan birisi hayatını gelip geçici, istikrarsız, değişebilir ve güvenilmez bir zemine dayandırmış demektir. Ahlaki tutumu tamamen o an ne hissettiğine bağlı olan birisi, sürekli bağlılık isteyen herhangi bir iş, görev, ödev veya davanın muhtemelen güvenilmez bir yandaşı olacaktır. Daha da kötüsü, duyguların, indirgemeci bir akıl yürütmeyle önyargılara dönüşüp katılaşmasıdır. Herhangi bir grup veya milletten birisiyle olan ilk talihsiz karşılaşmadaki hissettiklerine göre o grup ya da millete karşı genellemeci bir tavırla önyargı geliştirmek sık karşılaşılan bir örnektir. Dolayısıyla, bir şeyin yanlışlığına veya doğruluğuna yalnızca onu böyle hissettiğimiz için karar verdiğimizde, ahlak felsefesi açısından yaşanacak en önemli güçlük, o kişiyle iletişim kurma ve tartışmanın neredeyse imkânsızlaşması ve bir arada yaşamanın güçleşmesidir (Billington, 1997:131-134). Sokrates, Platon, Aristoteles, Spinoza, Kant, yukarıda görüşlerine yer verdiğimiz Russell ve Popper ve daha birçok akılcı, nasıl yaşamamız gerektiği mevzuunda aklı otorite olarak kabul etmişler ve genel olarak duygulara karşı, yukarıda bir kısmını saydığımız gerekçelerle, ciddi güvensizlik beslemişlerdir. Felsefe tarihinde Platon’un at arabası benzetmesi meşhurdur. Platon ve Aristoteles, nefsin güçlerini rasyonel ve 388 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI irrasyonel diye sınıflamışlar ve rasyonelliği akılcılıkla ya da bilgelikle, irrasyonelliği ise şehvet ve öfkeyle tanımlamışlardır. Şehvet ya da öfkenin akla egemen olması insanın felaketine yol açacak, onu bilgece ve mutlu bir yaşamdan uzaklaştıracaktır. Onlar için iyi yaşam, ruhun akla uygun etkinliğinden ibarettir. Sokrates, ahlak alanında duyguya değil, akıl yürütmeye ve ruhta doğurtulmayı bekleyen bilgiye müracaat etmiş; Platon idealar aleminde ölümsüz ve eksiksiz bir iyinin var olduğuna ve oradan dünyaya düşmüş insanın iyi ideasını ruhunda taşıdığına inanmış; Aristoteles ise mutluluğu akılcı bir tavırdan hareketle her şeyde ölçülülüğü ve orta yolu gözeten bir erdem ahlakında bulmuştur. Her üçünde de ortak olan şey, belirli erdemlerin ya da karakter özelliklerinin ahlakın merkezine yerleştirilmesi ve bu erdemlerin kazanılmasıyla sağlam ve kendine egemen bir şahsiyet oluşturulmasıdır. Aynı temaya Spinoza’da da rastlarız. O, tutkularını dizginleyemeyen insanların tutkularının kölesi hâline geldiklerini ve özgürlüklerini kaybettiklerini düşünür. Kölelikten kurtuluş ise, ancak aklın kılavuzluğunda sürdürülen bir yaşamla mümkündür. Spinoza’nın diliyle “Usun doğası şeyleri olumsal olarak değil ama zorunlu olarak görmektir... şeyleri bu bengilik doğası altında görmek usun doğasına özgüdür.” (2000: 67-68). Şeyleri zorunlu olarak gören [Şeyleri olumsallaştıran duygulardır.] usun bu doğasının gerisinde Tanrı vardır. Çünkü “İnsan anlığı Tanrının sonsuz anlığının bir parçasıdır... İnsan anlığı Tanrının bengi ve sonsuz özünün yeterli bir bilgisini taşır.” (2000: 42, 43, 69). Öyleyse aklıyla tutkularına hâkim olan ve hayatını aklın kılavuzluğunda sürdüren bir kişi, her şeyin içkin zorunlu nedeni olan ve tek kendi doğasına göre özgürce eyleyen Tanrıya benzemiş olur. Yine Leibniz’in sözleriyle, “Her töz kendinde Tanrının sonsuz bilgeliğinin, tam güçlülüğünün özyapısını taşır bir anlamda ve Tanrıya becerebildiğince öykünür.” (Leibniz, 1997: 19; 1999: 83). Kant da ahlaklılık ilkesinin ve ahlak yasasının yeri olarak aklı gösterir ve bu ilke ve yasanın apriori anlaşılabileceğine inanır. Onun için ahlak, özgür iradenin nesnel yasalarının bilimidir. Ona göre bir davranışı iyi kılan tek şey iyi niyettir ve iyi niyetin anlamını da görev duygusuyla yapılan eylemlerde buluruz. Bir başka ifadeyle, görev duygusuyla yapılan eylemler, iyi niyetle güdülenmiş eylemlerdir. Sergileyeceğimiz bir davranışın kendi duygu, arzu ve eğilimlerimize değil de bir görev duygusuna dayandığını ise davranışın gerisindeki buyruğun koşulsuzluğundan ve niyet ettiğimiz şeyi evrenselleştirebiliyor oluşumuzdan anlarız. Kant’ın meşhur tanımıyla, “Yalnızca, aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını da isteyebileceğin bir düstura göre davran.” Burada da, tıpkı diğer akılcılarda olduğu gibi aklın duygulara göre değil, kendi nesnel ve zorunlu yasalarına göre davranması ahlaklılığın esasını oluşturmaktadır. (Kant, 2007: 22 vd; Billington, 1997: 168 vd). Kant tarafından ahlak alanında aklın nesnel ve zorunlu yasa ve ilkelerine müracaat edilmesinin ve sırf bir akıl varlığı olması itibarıyla insanın değerli görülmesinin gerisinde kanaatimizce, aklı Tanrısal bir unsur olarak gören ve zorunlu, değişmez, ezeli ve mükemmel Tanrıya benzemeyi ahlaki bir ideal olarak kabul eden Platon, Aristoteles ve Spinoza’da olduğu gibi, metafiziksel bir anlayış 389 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER vardır. Çünkü Kant da Tanrıyı ahlak yasasının sahibi ve garantörü olarak görmüştür. Bununla birlikte, evrenselleştirilebilirlik ilkesi seküler bir ahlak bağlamında okunabilir. Nitekim analitik felsefe geleneğine mensup Hare, ahlakın rasyonelliğini bu ilkeye dayanarak tesis etmeye çalışmıştır (Poyraz, 1996: 79 vd.). Aklın apriori ide, yasa ve ilkelerine referansta bulunan akılcı yaklaşımdan farklı bir akılcılık türü daha vardır ki bu, aklı bir araç olarak gören araçsalcılıktır. Bu yaklaşıma göre akıl, kendisi bakımından değerli değildir. Onun değeri, bizi amaçlarımıza en kestirme ve en hesaplı biçimde ulaştırmasında yatar. Bir kavram, değer ya da düşüncenin gerçekliği, anlamı ve doğruluğu, onun somut hayatta meydana getirdiği pozitif sonuçlarda, yani yarardadır. Akıl, hangi değer, düşünce ya da davranışın daha fazla yarar üretebileceğini hesaplayan ve böylece mutlu bir hayat adına bize yol gösteren ve bu yönüyle de sadece araçsal değere sahip olan bir yetidir. Bir not olarak, yararcı ahlak içerisinde, Aristippos ve Bentham gibi kaba maddi/niceliksel hazları önemseyenlerle Epiküros ve Mill gibi entelektüel/niteliksel hazları önemseyenleri; Hobbes gibi ahlaki egoizm sözcüleriyle Bentham ve Mill gibi toplumcu ahlakçıları ve demokratik değerlere ve çoğulculuğa vurgu yapan pragmatist geleneğin liberal ahlakını birbirinden farklı düşünmemiz gerekir. Bununla birlikte bütün hepsinin birleştiği nokta, tamamının, bir eylemin değerini o eylemin sonuçlarına göre tayin eden erekçi teorisyenler olmalarıdır. Akılcılığın bir diğer türü ise daha çok Popper’in güçlü argümanlarla temsil ettiği eleştirel ya da tartışmacı [Sokratik] akılcılıktır ki bu, doğruyu tek bir akılda değil de akıllar arası tartışmada bulur. Ona göre eleştirel olmayan akılcılık, akıl yürütme ya da deneyim yoluyla kanıtlanamayan bir iddiayı kesinlikle kabul etmeyen sahte bir akılcılıktır. Çünkü bu, kişinin üstün düşünce yeteneklerine sahip olduğuna inanmasıdır, belli seçkin kişilere özgü birtakım bilgilere sahip olma iddiasıdır, kesinlik ve otorite ile bilmek iddiasıdır. Oysa eleştirel akılcılık hoşgörülü ve alçak gönüllüdür. Çünkü hem aklımızı başkalarına borçluyuz hem de akılcılık açısından, başkalarından bir otorite sayılmamız talebini haklı çıkaracak kadar daha üstün olamayız. (2008: 290 vd.) Eleştirel akılcılık, insanın ne kadar çok yanıldığının farkında olması, bilgilerini ne denli çok başkalarına borçlu olduğunu anlaması, bilgiye ancak karşılıklı eleştiri ve tartışmayla ulaşılabileceğini itiraf etmesi demektir. “Ben yanılmış olabilirim ve sen haklı olabilirsin, ve ortak çaba sonucunda belki doğruluğa biraz daha yaklaşırız “ diyen Popper’ın sözleriyle, “Bu tutum, herkesin hata yapabileceğini ve hatasını ya kendi çabası, ya başkalarının eleştirileri sayesinde ya da başkalarının eleştirileri yardımıyla kendi çabası sayesinde bulabileceği fikri ile yakından ilgilidir. Bundan dolayı, hiç kimsenin kendisi hakkında yargıya varmaması gerektiğini – Beğenirse el beğensin – tarafsızlık düşüncesini öne sürer. Akla inanmak, yalnız kendi aklımıza değil, aynı zamanda – hatta daha da çok – Başkalarının da aklına inanmak olarak ortaya çıkar.” (2008: 307). Kısaca, eleştirel akılcılık, eleştirici düşüncelere kulak vermeye ve sınamalardan bir şeyler öğrenmeye hazır olma tutumudur. Görünen o ki Popper, 390 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ahlaki, siyasi vb. meselelerin hâllinde duyguları değil aklı tercih etmekle sahte akılcılıkla ortak bir zemini paylaşsa da ortak akla inancıyla ve akılcı otoriteryanizme ve mutlak-çılığa karşıtlığıyla farklı bir konumda yer alır. Aynı tutumu Hayek’in de paylaştığına işaret etmeliyiz. Ona göre de, “Değişik bilgi ve görüşlere sahip insanların karşılıklı ilişkileri, düşünce dünyasının temelini oluşturur. Aklın gelişmesi, bu farklılıkların varlığına bağlı sosyal bir süreçtir... İnsan aklının her şeyi olduğu gibi kendi gelişimini de kontrol edebileceği düşüncesi onu, gelişmesini sağlayan bireylerarası ilişki sürecinden koparmak demektir.” (1999: 214). Üç tür akılcı yaklaşımın izahından sonra şimdi, akıl-duygu karşıtlığını irdelemeye geçelim. Şimdiye kadar anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, akılcılık kendisini duyguculuk/duygusallık/irrasyonalizm karşısında konumlandırarak tanımlamakta ve rasyonelliğe, doğrulanabilirliğe, evrenselleştirilebilirliğe ve uzlaşmaya, nesnelliğe, bilişselliğe, mutlaklığa ve daha iyi ve barışçıl bir toplum inşasına vurgu yapmaktadır. Ancak postmodenistlerin haklı olarak ifade ettikleri gibi, akla uygunluk ya da rasyonellik dediğimiz şey, bu kelimenin anlamını ve işlevini içerisinde kazandığı belli bir sosyo-kültürel bağlama görelidir. Ayrıca insanın bütün tarihsel, dilsel, duygusal öznelliklerinden arınarak herhangi bir şeye saf bakabilmesi ve onu olduğu gibi görüp değerlendirebilmesi pek mümkün değildir. Dolayısıyla değerler meselesinin hâllinde nesnel, evrensel ve nötr bir akıl kavramına müracaat etmek hatalıdır. Hume ve Nietzsche’ye hak vererek diyebiliriz ki akıl, duyguların kölesidir ya da akıl duyguları takip eder. Hume’un bütün nedenselliklerin, yani zorunlu ve genel yasa fikrinin alışkanlıklara dayandığına ve yine Nietzsche’nin bütün nesnellik, evrensellik ve rasyonellik taleplerinin altında güçlü ve egemen olmayı arzulayan zayıf bir iradenin olduğuna dikkat çekmesi oldukça anlamlı ve kışkırtıcıdır. Bilimsel faaliyetlerde bile aklın evrenselliğine ve nesnelliğine kuşkuyla bakan ve demokratik bir göreceliği öne çıkaran Feyerabend’i hatırlayacak olursak, değerler alanında evrensellik ve nesnellik iddiasında bulunmakta ikirciklik yaşarız. Ahlaki meselelerin aklın huzurunda çözüme kavuşturulabileceği ve dolayısıyla doğruyu kanıtlayabileceği tezi kanıtlanamaz. Bir başka ifadeyle, ahlaki meselelerde olgusal açıklık, akıl yürütme, sezgi ve bilgiye dayanan akıl, bize yol gösterebilir ve belli bir görüş adına gerekçe sağlayabilir. Ama söz konusu görüşün “doğru” olduğunu kanıtlayamaz. Hatta insan davranışları tarihine baktığımızda, en asil eylemlerden bazılarının son derece irrasyonel olduklarına şahit oluruz (Billington, 1997:127-131). Dolayısıyla iyinin nesnel ve evrensel bir kriteri yoktur, bu yüzden iyinin anlamı kişilere, toplumlara, koşullara göre sürekli değişmektedir. Öldürmek duruma ve kişiye göre hem iyidir hem kötüdür; yalan söylemek duruma ve kişiye göre hem iyidir hem kötüdür... Herakleitos’un söylediği gibi, iyi ve kötü bir ve aynıdır. Şebüsteri’nin sözleriyle her imanın içinde küfür gizlidir. Dolayısıyla iyiyi iyi yapan kötüdür, kötüyü de kötü yapan iyidir. 391 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER Ahlaki meselelerin çözümünde evrensel ve nesnel bir akıl bize yardımcı olamayacaksa bu durumda, değerin ölçüsü, tıpkı kuşkucularda, sofistlerde ve ahlaki egoizmde olduğu gibi tek tek insanlar olacaktır. Bu da ahlak alanının tamamen görelileşmesini doğuracaktır. Tam da burada karşımıza mutlakçılık-görecilik karşıtlığı çıkar. Akıl da din de yasalarının mutlaklığından ve evrenselliğinden dem vurur. Birisi aklı diğeri ise Tanrıyı değerlerin kaynağı olarak kabul eder. Aklın ya da Tanrının yasası olarak ifade edilen bir eylem herkesçe şeksiz şüphesiz ve mutlak bir biçimde yerine getirilmelidir. Yerine getirilmelidir ki değerler göreliliğe mahkum edilmiş olmasın ve dolayısıyla bir kaos ve anarşi tehlikesi baş göstermesin. Çünkü anarşi demek düzenin ve istikrarın bozulması, güçlü olanın güçsüzü ezmesi demektir. Muhtemelen, iyi niyetle bakılırsa mutlakçılıkta amaç, insanlar arasında barışı, eşitliği, güveni, birliği tesis etmek, düzen ve istikrarı korumaktır; kötü niyetle bakılırsa, aklın ya da Tanrının mutlak yasasını hakim kılarak akılcı ya da dinsel bir toplumsal hiyerarşi oluşturmak, akıl ya da Tanrı adına konuşanların akılsızlar ve dinsizler üzerindeki egemenliğini güçlü kılmaktır. Her ikisi de güçlü bir denetleme, gözetleme, tektipleştirme sistemi oluşturarak güven verici bir düzen tesis eder, kendisini bu düzene adapte edemeyenleri ise yabancı, öteki, düşman vs. yaftalamalarıyla dışlar. Ahlak ve siyaset alanında aklın veya Tanrının yasasına dayanarak mutlak bir dille konuşanların yarattığı en ciddi ahlaki sorun, farklılıkların törpülenmesi, çoğulculuğun reddedilmesi, zorlayıcı ve baskıcı bir dilin hâkim olması, bireyin özgürlüğü ve sorumluluğunun yasaya kurban edilmesidir. “Ne var ki dünya ahlak kurallarında kesin doğru veya yanlışlar olmadığından dolayı görüşlerin değişmesi gerektiğini kabul eden göreciler tarafından değil, açıkça tanımlanmış tek bir görüş açısından bakan mutlakçılar tarafından biçimlendirilmektedir.” (Billington, 1997: 69). Peirce’in inancı sabitlemenin en etkili yolu olarak gösterdiği otorite yöntemi tarih boyunca en etkili ve en güçlü yöntem olmuş, belki de en güçlü uygarlıklar bu yönteme başvuranlarca yaratılmıştır. Çünkü otorite mutlak bir dille konuştuğu zaman anında disiplin ve düzen tesis edilir, kuşku, kaygı, tereddüt ve güvensizlik eğilimleri ortadan kalkar ve buyruk hızlı bir biçimde hayata geçirilir. Böylece her meseleyi oturup enine boyuna düşünmeye vakti ve yeteneği olmayanlar da sorumluluktan kurtarılmış olur! Ne var ki, mutlakçılığın hâkim olduğu bir toplumda hoşgörüsüzlük ve dışlama, bireyin özgürlüğünü yitirmesi, bireysel sorumluluğun kollektivite içerisinde kaybolması, katılık ve sertliğin baş göstermesi, otantiklik denen idealin yok olması tehlikesi vardır. Nitekim birçok varoluşçu, bireyin kendi varoluşunu gerçekleştirebilmesinin imkânının, belirlenmiş seçeneklerden herhangi bir doğruyu seçmesinden değil, kendi doğrusuna kendisinin karar vermesinden geçtiğine ve bu karar verme sürecinin de doğallıkla irrasyonel bir deneyime dayanıyor olduğuna işaret etmişlerdir. Yine Rousseau’nun Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’i bilimin ve akılcı ahlakın insanı köleleştirdiğine ve yapmacıklaştırdığına ve insanın sahici varlığının duyguda gizli olduğuna işaret etmesi açısından son derece ilgi çekicidir. 392 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Mutlakçılıkla ilgili olarak daha da vahim olan şey postmodernistlerin sıkça dile getirdikleri üzere, insanlık tarihinin mutlak hakikat adına işlenen katliamlarla dolu olmasıdır. Ve önemli bir ayrıntı olarak ilave edelim ki, kimi zaman en sevdiğimiz kişilerle ilgili olarak karşı karşıya kaldığımız ahlaki meselelerde, mutlakçı katılığın çok çabuk devre dışı kaldığına şahitlik etmekteyiz. Öyle görünüyor ki, “Hem mutlakçılara hem de görecilere ihtiyacımız olduğu ve her birimizin konuya göre bir taraftan öteki tarafa geçebileceğimiz sonucuna varmak akla yakın görünmektedir... Belki de son olarak, biz bazı zamanlarda göreci mutlakçı, diğer zamanlarda da mutlak görecileriz.” (Billington, 1997: 76). Akıl-duygu karşıtlığı açısından ele alınması gereken bir başka mesele, en güçlü iki etik teori olan ödevcilikle erekçiliğin, yani bir bakıma daha önce zikrettiğimiz birinci ve ikinci tür akılcılık arasındaki çatışmadır. Birincisi Kant’ın, ikincisi ise utilitarizm ve pragmatizmin araçsalcılığının temsil ettiği akılcılıktır. Birincide akıl koşulsuz buyuran, ikincisinde ise koşullu buyuran bir mahiyet ve işleve sahiptir. Birincisi iyi niyete, evrenselleştirilebilir ahlaki ilkelere, ahlak yasasına ve ödeve dayanırken, ikincisi eylemin ürettiği yarara odaklanmakta ve doğruyu çoğunluğun iyiliğinde ve mutluluğunda aramaktadır. Bu aslında yukarıda ele aldığımız mutlakçılıkgörecilik tartışmasının farklı bir versiyonudur. Ödevci-erekçi karşıtlığı belki de tüm ahlaki tartışmaların belkemiğini oluşturur. Hepimiz zaman zaman kendimizi ahlaki bir meselede neye göre davranacağımızı bilemediğimiz bir bocalamanın ve çatışmanın içerisinde buluruz. Bazen aynı anda iki ödevin çatıştığı bir durumun içine hapsoluruz, bazen de aklımız ya da vicdanımızın buyruğuyla eylemin yol açacağı zararların ve yararların hesabı içinde sıkışmış buluruz. Bu durumda bize yol gösterecek olan hangisidir? Frakena’nın çok yerinde bir tespitiyle, ödevci teori diğer insanları önemser ama iyinin artırılmasıyla yeterince ilgilenmez. Bencilik iyinin artmasına önem verir, ancak diğer insanları önemsemez. Yararcılık ise bu kusurların ikisini de giderir. Ancak ahlak alanında doğrunun ve yanlışın tek temel ölçütü olarak yarar ilkesiyle yetinmek de mümkün değildir. Bir başka ifadeyle eylemlerin sonuçlarını hesap ederken sadece üretilen hazzın ve bu türden iyi şeylerin değerini değil, uygulanan dağıtım modelini de dikkate almamız gerekir. Kısaca, bir eylem, uygulama ya da kural dünyada iyinin miktarını en üst düzeye çıkarabilir ama bu miktarı dağıtma şekliyle adaletsiz olabilir. Dolayısıyla daha adil olup daha az iyilik içeren bir eylem tercih edilmelidir. Dolayısıyla yararcılığın ödevci teoriyle (Çünkü adil olan şey, yarar ilkesinden bağımsızdır.) tamamlanması gerekir. Dolayısıyla ahlaki karar vermelerde ne tek başına ödevcilik ne de tek başına yararcılık doğrudur. Karşıtların birliği olarak hakikat tanımımızın gerektirdiği üzere, bu ikisinin sentezlenmesi kaçınılmazdır. Frankena kendi sentezine, karma ödevci teori adını verir (Frankena, 2007: 71, 84, 88). Frankena’nın yararcılıkla ilgili tespitini Hayek şu ifadeleriyle doğruluyor gibidir: “Dokunulmaz olan, şu veya bu grubun korumaya alınmış hayat standartları ve başkalarının da o standartlara ortak olma arzularının yasaklanması hakkıdır. Kapalı 393 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER grupların üyeleriyle üye olmayanlar ve değişik ülkelerin vatandaşları arasındaki ayrımcılık giderek daha doğal karşılanır olmuştur. Toplumun çıkarı uğruna fertlerin hükümetçe maruz bırakıldığı haksızlıklar, artık vurdumduymazlık derecesine varmış bir toplumsal kayıtsızlık konusu olmaktadır. Halkların göçe zorlanmaları, yerlerinden edilmeleri gibi en temel haklara karşı girişilmiş en kaba tecavüzlerin liberal denilen kişilerce bile sık sık onaylandığını görebilmekteyiz. Bütün bunlar, moral yanımızın incelmek bir yana giderek köreldiğini göstermektedir.” (Hayek, 1999: 268-269). Bunun yanında, yararcılık geleneksel ve manevi değerlerin, erdemlerin ve özgeciliğin içini boşaltmış, insanı metalaştırmıştır. Söz gelimi, bir yararcı için dünyanın taşıma kapasitesi el vermediği ve dökme suyla değirmen dönmeyeceği için Afrikalılara yardım etmemesi gayet rasyonel bir çözümdür. Şimdi de duyguların şiddete ve hayvaniliğe sürüklediğine dikkat çekerek herkesin akılcılığa iman etmesiyle dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanan düşünürlerin bu iddiasının doğruluğunu irdeleyelim. Herkesin akılcı olması durumunda dünyanın daha iyi bir yer olacağı iddiası doğru değildir. Dünya savaşları ve bu savaşlarda gerçekleştirilen katliamlar ve soykırımlar akılcı medeniyetin eşitlikçilik ve barışçılığına gölge düşürmektedir. Yine Amerika ve Avrupa gibi akılcı devletlerin hâlâ güçlü silahların geliştirilmesi ve üretilmesine dudak uçuklatan bütçeler ayırması bizlerde ciddi kuşkular uyandırmaktadır. Ve biliyoruz ki, akılcı devletler ancak çıkarları varsa sözüm ona insanlık gösterilerinde bulunurlar. Dün olduğu gibi bugün de buna şahitlik etmekteyiz. Nitekim kendisini bir akılcı olarak niteleyen Russell bizim burada sergilediğimiz kuşkuları doğrulamaktadır: “Bizde fikir ayrılıkları hemen bir ‘ilke’ sorununa dönüşür: İki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin’de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı’daki daha şiddetli çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir... Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir... Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de bizim kötülüklerimizi taklit etmek zorunda kalacaklardır... Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise, temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa’ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikinci için de Bilim’i geliştirdik.” (Russell, 1998: 114, 117-118). Gerçekten de Batıya karşıt olarak Doğu mistik bir karaktere sahiptir ve akıldan ziyade duyguya, içselliğe ve kalbe yönelir. Çok ilginçtir ki, mistik karakterli kişiler ve toplumlar daha barışçıl ve hoşgörülüdürler. Mistikliklerinin [varlığın birliği] bir gereği 394 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI olarak bütün varlıkları bir olarak görürler ve bütün varlığa evrensel bir şefkat ve sevgiyle yaklaşırlar. Bir Doğulu için kalbini kaybetmiş bir insan insanlığını kaybetmiştir. Carl Gustav Jung’un Pueblo Kızılderililerinin reisi Ochwiay Biano ile yaptığı görüşme, bu açıdan, oldukça ders vericidir: “Ochwiay Biano, ‘Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri kırışıklardan değişmiş. Gözlerinden bir arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep bir şeyler arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep bir şeyler isterler ve her zaman huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. Bizce onlar deli,’ dedi. Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. ‘Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar,’ diye yanıtladı. Şaşırarak, ‘Tabi ki öyle yapacaklar,’ dedim. ‘Siz neyle düşünüyorsunuz?’ Kalbini göstererek, ‘Burasıyla’ dedi. Uzun bir süre susup düşündüm. Yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti.” (Jung, 2002: 255). Sonuç olarak, ahlaki meselelerde aklın mı yoksa duygunun mu sesine kulak vermeliyiz? Kabul edilmelidir ki, bir kişi bir şeyin yanlışlığı veya doğruluğuna sadece bunu böyle hissettiği için karar verdiğinde ortaya çıkacak en önemli güçlük, o kişiyle iletişim kurma ve tartışmanın neredeyse imkânsız hâle gelmesidir. Bu tavır bilgisizlik, akla karşıtlık ve önyargılarla beslendiği zaman gerçekten tehlikeli hâle gelir. Bu açıdan erdemleri öven mutluluk ahlakçıları son derece haklıdırlar. Ancak kalbi ve duyguları önemsemeyen bir akılcılık da yukarıda anlattığımız üzere tehlikelidir, eksiktir, huzursuzdur. O hâlde, karşıtların birliği olarak hakikat tanımımızın gereğince diyebiliriz ki, “Akıl olmadan ahlak kördür; duygu olmadan, topal.” (Billington, 1997: 134). Birey-Toplum Bireyin kendini tanımasının, özgürlüğünün, ahlaklılığının imkanı başkasının varlığına dayanır. Bir başka ifadeyle, “Sen” yoksa “Ben” de yoktur. Toplumun varlık nedeniyle ilgili daha başka sebepler de zikredilmiştir düşünce tarihinde. Sebeplerden birisi, insan doğasında var olduğu söylenen merhamet, ünsiyet, acıma vb. özgeci duygulardır. İş bölümü ve dayanışma yoluyla insanın yükünün azaltılması, bireyin büyük bir çatı altında ve hakları koruyan bir hukuksallık içerisinde gerek harici güçlere gerekse dâhilî haksızlıklara karşı kendini koruması, hayatını güvenlik altına alması vs. açısından da toplum zorunludur. Toplumun varlığı ve devamlılığı için de farklılıklara sahip bireylerin varlığı zorunludur. Kısacası, bu ikisi birbirinden bağımsız düşünülemez. Ancak bireysellik toplumsallığı tehdit etmeyecek, toplumsallık da bireyselliği zayıflatmayacak. Burada insanlık tarihi boyunca hep var olmuş olan çözümü oldukça güç bir karşıtlık ve paradoksallık söz konusudur. Asıl sorun değerler tartışmasıyla birlikte başlar. Nietzsche Güç İstenci adlı eserinde, değerler sorununa, değerlerin değerini tartışmaya açarak girer. Hayatın özü 395 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER ve anlamı, değer koymaktır. Ancak değer koymanın amacı ne olacak ve bu değeri kim koyacak? Değerlerin belirlenmesinde amaç bireyin hak ve özgürlüklerinin artırılması, kendini gerçekleştirmesi ve güç istemi mi olacak yoksa toplumun huzur, güvenlik ve birlik içerisinde birada kardeşçe yaşamasına mı matuf olacak? Ve tabi ki, değerleri kimin koyacağı da önemli bir sorun. Her birey kendi değerini kendisi mi yaratmalı yoksa bireyleri aşan devlet, tarih, din vb. bir otorite mi buna karar vermeli? Öyle görünüyor ki değer koyma faaliyeti, yakasını hiçbir zaman bırakmayan gerilimli, çekişmeli bir paradoksallığın içerisinde yüzüp durmaktadır. Paradoksal durumun bir yakasında güçlü bir bireysellik ve otantiklik kültürü diğer yakasında ise yine güçlü bir kolektiflik ve toplumculuk ruhu vardır. Kanaatimizce, değerlerin yaratılması bu ikisi arasında istikrarlı bir ahengi, dengeyi ve sentezi gerektirmektedir. Yukarıdaki sorulara hangi tarafı tutarak cevap vermeliyiz acaba? İşin doğrusu hangi kanatta? Varoluşçular, anarşistler ve yükümsüz özne savunucusu liberalistler güçlü bir bireyciliği savunma konusunda ortaklık ederler. Nietzsche’nin toplumculuk, halk, birlik, eşitlik gibi kavramlara ve ideallere karşı tavrı çok serttir ve amacı kudret iradesini zayıflatmak, farklılığı ve yaratıcılığı öldürmek olan bu kavramlardan nefret eder. Çünkü “Sürüde doğruculuğun ahlakı ‘Sen tanınabilir olmalısın, içini belirgin ve sabit işaretlerle ifade etmelisin – aksi hâlde tehlikelisin.” (2002: 155). Aslında sürü içgüdüsü/köle ahlakı, güçsüzlerin güçlüler ve bağımsızlara karşı; acı çekenlerin ve kusurlu, yeteneksiz olanların mutlulara ve yeteneklilere karşı; ortalama, sıradan insanın istisnai olanlara karşı duyduğu hınçla, kinle beslenir. Güçlü bireylere karşı o düşmancadır, haksızdır, yalan-dolandır, sahtedir, acımasızdır, içten pazarlıklıdır, intikam alıcıdır... Sürü içgüdüsünün ahlakının özünde ayrıcalıklı olanlara kin vardır; bu, çirkin, kusurlu yaratılmış ruhların güzel, gururlu, sevinçli ruhlara karşı başkaldırısıdır. Bencillik kötülenir, doğal olan şeyler kötü ve günah sayılır. Böylece sürü tabiatı ululanır, sadece başkalarına yönelik davranışlara değer verilir, herkes eşitlenmiş olur. Davranışların değeri belirlenmiştir (devlet, Tanrı, toplum tarafından) ve her birey bu değerlendirmeye tabidir. Sürü içgüdüsü/köle ahlakı, benliği ve bencilliği zayıflatan sabır, merhamet gibi erdemler yaratarak bireyi bütünün içinde eritir, güçlü ve ayrıcalıklı olanlardan onları sıradanlaştırarak ve boyunduruk altına alarak intikamını alır... Kendisini bütünden çözenlere kin besler. Bireyleri öldüren toplumcu köle ahlakı, kendi değerlerini yaratmaktan ve başkalarını kendi değerlerine göre yargılamaktan aciz olanların, kendi değer ölçüsünün sahibi olamayanların, irade ve kudret zayıflığı taşıyanların bir eğilimdir. Bu eğilim durmaya ve hayatın idamesine yöneliktir, fakat onun içinde yaratıcı hiçbir şey yoktur. (2002: 145-162; 2001: 37-61) Aslında halk, doğanın gereksiz dolambaçlı yolu, altı ya da yedi büyük insanı yaratmak için. Evet, onların çevresinde dolanmak için. (Nietzsche, 2009: 88). Kierkegaard’ın toplumculuğa karşıtlığının altında da Nietzsche’ninkine benzer nedenler vardır: bireycilik ve bireyin özgürlüğü. Onun sözleriyle, “Aslında insanların en büyük suç olarak gördüğü ve en zalimce cezalandırıldığı şey; başkaları gibi 396 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI olmamaktır. Onların hayvanlar alemine ait yaratıklar olduğunu kanıtlayan şey budur. Serçeler, kendilerine benzemeyen serçeyi haklı olarak gagalarıyla öldürürler; çünkü burada tür o bireyden daha yücedir; yani serçeler hayvandır; ne daha fazlası ne de daha azıdırlar. İnsanı karakterize eden özellik ise; aksine her bir bireyin başkalarından farklı olması, kendi özgün özelliklerine sahip olmasıdır.” (Kierkegaard, 2005: 377). Bu yüzden, hemen tüm varoluşçuların dile getirdiği üzere, insan kendisini seçen, kendisini kuran, kendi özünü belirleyebilen özgür bir varlıktır. Bireyin kendisi olabilmesi özgür olmasına ve kendi kararları ve seçimleriyle kendi özünü inşa edebilecek bir kudret sergileyebilmesine bağlıdır. Bireyin kendi kaderini, kendi değerini, kendi varoluşunu tayin hakkını bireyin elinden alan her tür otorite veya kurum, bireyin ahlaki bir fail olma özelliğini de yok etmiş demektir. Çünkü özgürlüğün ve sorumluluğun olmadığı bir yerde ahlaktan ve ahlaklılıktan bahsedilemez. Tıpkı Hayek’in söylediği gibi, “Bireyin erdemi ancak, ona uğruna kişisel arzularından vazgeçebilmeyi göze alabileceği doğrunun ne olduğunu şahsen değerlendirme fırsatı verildiğinde tartışılabilir. Başka bir anlatımla, insanlara ancak kendi şahsi çıkarlarına ilişkin sorumluluklar yüklenme ve gereğinde onları feda etme özgürlüğü tanındığı takdirde, kararlarının ahlaki değerlerinden söz edilebilir (Hayek, 1999: 266). Birliği ve toplumculuğu en çok amaçlayan ve bu amaçla koyduğu değerlerinin doğruluğu, mutlaklığı ve sorgulanamazlığını Tanrıya dayandıran dinler, bireyin özgürlüğü ve özerkliği adına konuşan Nietzsche gibi varoluşçuların ve Bakunin gibi anarşistlerin en büyük düşmanları olmuşlardır. Nitekim Nietzsche’nin gözünde dünya tarihinin en büyük kindarları ve insanlığın en şeytani düşmanları din adamlarıdır. Çünkü güçsüzdürler ve güçsüzlüklerinin yarattığı güçlülere yönelik hınç ve kin, ancak güçlülerden intikam almak, onları Tanrının karşısında boyun eğdirmek suretiyle, kısacası şeytani planlarla, yalanlarla, yapmacıklıklarla teskin bulabilir. Bu, insanları köleleştirmenin en acımasız ve en sahtekarca yoludur. Bakunin de Nietzsche’den farklı düşünmez: “Tanrı efendi olduğu için, insan köledir. İnsan adaleti, gerçekliği ve ölümsüz yaşamı kendi başına bulmakta yeteneksiz olduğu için buna yalnız Tanrısal bir vahiy ile erişilebilir. Fakat bir kez vahyi söz konusu eden, vahyolanları, Mesihleri, peygamberleri, rahipleri ve Tanrının bizzat esinlediği yasa koyucuları da söz konusu eder. Ve bunlar bir kez Tanrının yeryüzündeki temsilcileri, insanlığın, Tanrının onu kutsallığın yoluna yöneltmek için bizzat seçtiği öğretmenleri olarak kabul edildiklerinde, zorunlu olarak mutlak bir iktidar kurmak durumundadırlar. Tüm insanlar onlara sınırsız ve edilgin bir itaat borçludur, çünkü Tanrısal aklın karşısında, insansal bir akıl yoktur ve Tanrının adaleti önünde dünya adaleti var olamaz. Bu da devlet kilise tarafından kutsal olarak kabul edildiği sürece, insanlar Tanrının kölesi olarak kilisenin ve devletin de kölesi olmak zorundalar... Tanrı düşüncesi insan aklından ve adaletinden vazgeçilmesini içerir, insan özgürlüğünün en kesin inkârıdır ve teoride ve pratikte zorunlu olarak insanın köleliğine götürür (Bakunin, 2013: 107, 108, 142). 397 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER Bireysel varoluşa, bireyin kendisini belirleme ve kendi hayatına şekil verme özgürlüğüne (Herkes mutluluğu kendince arar, kimsenin kendi mutluluk anlayışını başkasına dikte etmeye hakkı yoktur.), bireysel hak ve özerkliğe vurgu yapan varoluşçuluk, anarşizm ve liberteryenizm bireyi güçlendirirken maneviyatı, dayanışmayı, kardeşliği, birlik ruhunu zayıflatmakta ve böylece bireyi yalnızlığa, toplumsal anomiye ve güvensizliğe mahkum etmektedir. Güçlü bir bireycilik durumunda toplumcuların/kollektivistlerin korkusu, değerlerde görelileşme ve dolayısıyla anarşi ve yönetimsizlik tehlikesidir. Bir kez toplum dağılmaya başlayınca ve yönetimsizlik tehlikesi baş gösterince, toplumu oluşturan bireylerin özgürlükleri ve en temel hakları tehlikeye girecektir. En azından birey, kendisinden daha güçlü gruplar ya da topluluklar karşısında kendi varlığını, kendi hak ve özgürlüklerini savunamayacak ve zayıf düşecektir. Diğer yandan birliğe vurgu yapan dinsel, milliyetçi, sosyalist vb. akımlar ise bireyin özgürlüğü, hakları ve özerkliği fikrini önemsizleştirmekte ve daha çok davanın bekasını sağlayacak değerler yaratmakta ve bu değerleri baskı ve güç yoluyla korumaya çalışmaktadır. Bu ikisi arasında denge yaratabilmek, bireyci anlayışa kolektif ruh, toplumcu anlayışa ise bireyci ruh aşılamakla mümkün gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, mesele, “farklılık içinde birlik” yaratabilecek değerler manzumesi oluşturabilmektir. Bunun nasıl başarılabileceği üzerinde ciddi analizlere girişmek ve pozitif düşünceler üretmek, değerler tartışması açısından, hayati bir öneme sahiptir. Rawls’ın siyasal adalet/kamusal akıl fikri ve Rorty’nin Olumsallık, İroni ve Dayanışma adlı eseri bu konuda atılmış iki önemli adım olarak değerlendirilebilir. Sonuç Toplumculuk toplumun varlığını devam ettirecek değerler yaratmalıdır, çünkü bireyin varlığı ve emniyeti toplumun varlığına bağlıdır. Ancak toplum değerler yaratımını, çoğulculuğu önemsizleştirerek ve bireylerin farklılıklarını, özgürlüklerini, özerkliklerini, haklarını budayarak ya da silerek yapmamalıdır. Aksi hâlde kararlarının ahlakiliğinden söz edilmesi mümkün olmayan birbirinin benzeri insanlar yaratmış oluruz. Ayrıca farklılıklar tanınmazsa rekabet ve yaratıcılık ölür, gelişme ve ilerleme de gerçekleşmez. Toplumcu söylemler, ama bunlardan özellikle dinsel olanı kolektif değerler yaratırken aynı zamanda bireyin özgürlüğü ve özerkliğini temellendirecek argümanlar üretmelidirler. Bununla birlikte bireyci görüş de toplumculuğa kökten karşı tavır almamalı ve dayanışma ve birliği sağlayacak ortak/toplumsal değerler üretimine katkıda bulunmalıdır. Öyle değerler üretmeliyiz ki, farklılık için birlik tesis edilebilsin. 398 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Bakunin, M. (2013). Tanrı ve Devlet. (Çev. M. Tüzel). İstanbul: Belge Yayınları. Billington, R. (1997). Felsefeyi Yaşamak: Ahlak Düşüncesine Giriş. (Çev. A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Buber, M. (2013). Tanrı Tutulması. (Çev. A. Tüzer). Ankara: Lotus Yayınları. Castoriadis, C. (1993). Dünyaya, İnsana ve Tabiata Dair. (Çev. H. Tufan). İstanbul: İletişim Yayınları. Frankena, W. (2007). Etik. (Çev. A. Aydın). Ankara: İmge Yayınları. Hayek, F. A. (1999). Kölelik Yolu. (Çev. T. Feyzioğlu ve Y. Arsan). Ankara: Liberte Yayınları. Herakleitos, (2003). Kırık Taşlar (Çev. Alov). İstanbul: Bordo Siyah Yayınları. Jung, C. G. (2002). Anılar, Düşler, Düşünceler. (Çev. İ. Kantemir). İstanbul: Can Yayınları. Kant, I. (2007). Ethica. (Çev. O. Özügül). İstanbul: Pencere Yayınları. Kılıç, R. (1996). “Olgu ve Değer Problemi”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 35 (1), 355-402. Kierkegaard, S. (2005). Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler. (Çev. İ. Kapaklıkaya). İstanbul: Anka Yayınları. Leibniz, G. W. (1997). Monadoloji. (Çev. Ord. Prof. S. K. Yetkin). İstanbul: M.E.B. Leibniz, G. W. (1999). Metafizik Üzerine Konuşma. (Çev. A. Timuçin). Cumhuriyet Dünya Klasikleri. Nietzsche, F. (2002). Güç İstenci. (Çev. S. Umran). İstanbul: Birey Yayıncılık. Nietzsche, F. (2001). Ahlakın Soykütüğü. (Çev. A. İnam). İstanbul: Yorum Yayınları. Nietzsche, F. (2009). İyinin ve Kötünün Ötesinde. (Çev. A. İnam). İstanbul: Say Yayınları. Popper, K. (2008). Açık Toplum ve Düşmanları. (Çev. H. Rızatepe). Cilt 2. Ankara: Liberte Yayınları. Poyraz, H. (1996). Dil ve Ahlak. Konya: Vadi Yayınları. Russell, B. (1998). Sorgulayan Denemeler. (Çev. N. Arık). Ankara: Tübitak. 399 Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER Russell, B. (1994). Felsefe Sorunları. (Çev. V. Hacıkadiroğlu). İstanbul: Kabalcı Yayınları. Spinoza, B. (2000). Törebilim. (Çev. A. Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınları. Wilson, J. (2002). Dil, Anlam ve Doğruluk. (Çev. İ. Emiroğlu ve A. Tüzer). Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Wittgenstein, L. (2001). Tractatus Logico-Philosophicus (Çev. O. Aruoba). İstanbul: YKY. 400 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Giriş Medeniyet tarihi incelenince, kültürlerin geliştiklerini ve değiştiklerini görürüz. Milletleri birbirinden ayırarak kendine has kılan, dil, din, tarih, sanat, bilim, edebiyat, felsefe, ekonomik faaliyetler, devletin oluşturduğu kurumlar, halkın yıllar içinde vücuda getirdiği folklorik değerler gibi öğelerden oluşan birer kültürleri vardır. İnsan, kimliğinin yapısını oluştururken ve kimliğinin tanımını yaparken kültürün önemini kavrar. Bu bağlamda bireyin varoluş koşullarını ortaya koymak ve belirlemek ancak kültürü anlama yoluyla gerçekleştirilebilir. İnsan ve kültür arasındaki bağ, şüphesiz bir karşılıklı tesir ve birbirini tamamlama bağıdır. Kültür, insanın meydana getirdiği bir şey ve insani yaşamın koşuludur. İnsan kültürü şekillendirdiği gibi kültür de insanı şekillendirir. Bu sebeple kültür ögelerinin özellikle de manevi kültür öğelerinin insani değerler bakımından önemini ortaya koymaya ihtiyaç vardır. Kısaca, fikir, inanç, yetişme ve yetiştirilme tarzı vb. değerlerin temelinde insan- kültür ilişkisi yatmaktadır. Bu bildiride insanın bütün hayatını şekillendiren bir ortamın bütüncül bir bakışla incelenmesi hedeflenmiştir. Bunun için kültür, kültürün etkisi, manevi kültür ögeleri ve insan, birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alınacaktır. 1. Kültür Nedir? İnsana ait olanı yorumlama ve sonuçlandırma işlemleri pek çok güçlüğü içinde barındırır. Sosyal bilimler bu nedenle sürekli olarak kesinlik, sabitlik ve düzen arayışı içindedirler ve yine deneye dayalı olmadıkları için ispat da edilemezler. Fakat “İnsan bilimlerinin kesin olmaması, onlar için bir eksiklik değildir.”(Soykan, 1995:27-39). W. Dilthey bu temellendirmeye bilgi kuramsal bir bakış açısı kazandırmak gerektiğini söyler ve bunu ağacın görünen kısmından çok köklerine bakılması gerektiği şeklinde ifade eder(Dilthey, 1999:18). Sosyal Bilimler’in bütün alanlarıyla ilintili bir kavram olan kültür de katı bir belirlenimin hüküm sürdüğü ve doğa yasalarına benzer yasalar İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI altında açıklanacak bir alan olmaktan çok; ide, değer, norm gibi insan düşüncesinin, insani amaçların ürünleri olup sonradan yine insan yaşamını motive eden şeylere göre anlaşılacak bir alandır(Özlem, 1993:153-154). Farklı çalışma alanlarına sahip tarih, toplumbilim, psikoloji, antropoloji, dilbilim, sanat bilimi gibi insan bilimlerinin her birinin nesne alanı; bu alana uygun olarak uygulanan yöntemler, oluşturulan kavramlar, politik, etnik, estetik gibi kaygıların etkileri, o denli çeşitlilik gösterir ki, bu çeşitliliğe her bilimin ortak olacağı bir payda göstermek imkânsız gibidir. Kültürün anlam farklılıkları kelime köküyle doğrudan ilgilidir. T. Eagleton “Kültür kelimesinin Latince kökü, tarımda gelişimden ikamet etmeye, tapmaktan korumaya kadar birçok anlama gelen ‘colere’ dir. Bunun yanında, modern çağdaki kültür düşüncesinin, solan aşkınlık ve tanrısallığın yerini tutmaya başlamasına koşut olarak ‘colere’ de önce Latince cultus olmuş, daha sonra da dinî bir terim olan kült (cult) haline gelmiştir.” (Eagleton, 2005:10) şeklinde benzer bir tanımlama yapmıştır. Bu kavram günümüze kadar anlam değişmelerine uğramıştır. S. H. Bolay kültürün kelime ve terim anlamına bakmak, yetiştirmek, özenmek terimlerini yükleyip insanla bağdaştırarak, “Genel olarak, bir ferdin sosyal ve zihni formasyonu, şahsiyetinin, gıda, zevk, duyarlılık ve zeka yönünden olgunluğa ermesini ifade eder. Bu anlamda kültür, bir açılma, bir ayıklama anlamına gelir. Terim olarak, uğraşarak bedenin, zihnin, ruhun ve aklın güçlerini, yetilerini geliştirmek; öznel olarak, yetişmiş, kültürlü bir kişinin karakteri, yani genel olarak veya özel bir alanda derinlemesine araştırarak düşünen kimsenin özelliğini ifade eder.” (Bolay, 2004:254) şeklinde tanımlamaktadır. Clifford Geertz ise kültür kavramına ilişkin şu tanımlamalara yer verir: Bir halkın yaşam biçiminin tamamı; bireyin kendi grubundan elde ettiği toplumsal kalıt; bir düşünme, hissetme ve inanma yolu; davranıştan bir soyutlama; antropolog açısından bir grup insanın gerçekte davranış biçimleri konusunda bir kuram; toplu halde öğrenme için bir depo; yeniden su yüzüne çıkan sorunlar karşısında bir ölçünleştirilmiş yönelimler seti; öğrenilmiş davranış; davranışın düzgüsel düzenlenişi için bir mekanizma; hem dış çevreye hem de diğer insanlara uyum sağlamak için bir teknikler seti; bir tarih çökeltisi; ayrıca, belki de umutsuzluk sonucu, bir harita, bir elek ve benzetmelere dönüş (Geertz, 2010:18-19). Yine Türk Dil Kurumu(2014) da şöyle bir tanım geliştirmiş ve kültür kavramını “Tarihin sürekliliği içinde insanlar yoluyla ve insanlarda gerçekleşen tinsel biçimlenme süreci; insanın tinsel başarıları ve yaratışları; tüm olarak tinsel ve törel yaşam; geniş bir toplumun bütün alanlarında ortak olan dinsel, ahlaksal, estetik, teknik ve bilimsel nitelikteki toplumsal olayların bütünü” şeklinde kapsayıcı bir tanımla ele almıştır. “İnsan toplumunun, biyolojik olarak değil de sosyal olarak kuşaktan kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler 402 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ya da özellikler toplamı”tanımı ise Cevizci’nin(2002) sözlüğünde ikili bir tasnifle ifade edilmiştir. Şu hâlde, kültür genel bir biçimde insan türünün hayatını, yaşam tarzını diğer tüm yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü diye ve daha özel olarak da, bir uygarlığı meydana getiren değerler toplamı şeklinde tanımlanabilir. Kültürle ilgili belki en yetkin ve referans alınacak tanımı E.B.Tylor yapmıştır. Nitekim, antropolog E. B. Tylor kültürü, bilgileri, inançları, sanatı, ahlakı, yasaları, gelenekleri, ve bir toplumun üyesi olarak insanın edindiği bütün öteki eğilim ve alışkanlıkları içeren kompleks bütün olarak tanımlamıştır (Tylor, 1958:1-4). J.B.Thompson da, kültür fenomeninin dört ayrı kavramlaştırma tarzı ile bu değişimi gösterir. “Kültür kavramı, klasik yaklaşımda zihinsel ve ruhani bir gelişme sürecini; betimsel yaklaşımda inançlar, değerler, gelenekler, alışkanlıklar ve pratikleri; yapısal yaklaşımda yapılanmış bağlamların simgesel formlarını ve simgesel yaklaşımda simgeler ve simgesel eylemin yorumunu temsil eder. Kültürü kavramlaştırma girişimleri, elbette bu genel sınırlamadan çok daha fazladır.” (Thompson, 1990:12). Kültürün hem maddi yönüne hem de manevi yönüne önem verilmelidir. Çünkü kültür salt bir kütle değil, parçalardan oluşmuş heterojen bir yapıdır. Tanımlarda şu ögeler özellikle öne çıkmaktadır: Dil, din, bilim, tarih, teknoloji, sanat (müzik, mimari, edebiyat), örfler, adetler, gelenekler, hukuk, ahlak, devlet anlayışı ve yapısı, basın-yayın ve matbuat, ziraat, ekonomi, askerlik ve spor. Bu öğelerle ilintili bütün kaide ve normlar ister maddi olsun isterse manevi olsun kültürü tam da o yapan şeylerdir. Kültürle ilgili son olarak şu tespitler yapılabilir. Kendine yeten doğal varlıklar olmadığımız gibi, doğuştan kültürel varlıklar da değiliz. Hayatta kalmak için doğayla aramızdaki uçurumu kültürle kapatmak zorundayız. Kültür yalnızca ona uygun olarak yaşadığımız şey değildir. Aynı zamanda, büyük ölçüde uğruna yaşadığımız şeydir. Sevgi, akrabalık, anı, yakınlık, mekân, topluluk, duygusal doyum, entelektüel zevk, nihai anlam hissiyatı; bunların büyük bir bölümü çoğumuz için insan hakları bildirileri ya da ticari antlaşmalardan daha gerçektir. Yine de kültür, rahatlık için fazla yakınımızda olabilir ve insan ilişkilerinde yumuşatıcı bir bağlama yerleştirilebilir (Eagleton, 2005). 2. Kültür Kavramının Felsefenin Konusu Olması Tanımlamalarda ortak bir payda veya hepsinin temas ettiği ortak bir alan-kültür alanı- göze çarpar. Kültürü kendindeki nedenleriyle bilebiliriz (Vico, 2007:14); çünkü kültürü yapan bizleriz; çünkü bu nedenler insan olarak bizim ihtiyaçlarımızdan, bizim ekonomik, hukuksal, dinsel, estetik, dilsel, bilimsel, felsefi, politik düşünüş, düzenleme ve kurumlaştırmalarımızdan oluşur. Doğa bizim nedeni olduğumuz bir şey değildir; ama kültürün nedeni biziz(Özlem, 1993:144). Bu anlamda kültür, felsefenin temelli basamaklarından biri yani maddeden hayata, hayattan ruha doğru yükselirken karşılaştığımız önemli basamaklardan biri olur(Ülken, 1969:5). 403 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI Genel olarak kültürün doğası üzerine düşünmeye başladığımız zaman, aslında insan dünyasının tüm üretimleri üzerine yükselmiş oluruz. Bu, kültürün ayrı alanlarını oluşturan tek tek olgular üzerinde düşünen bilinçten daha yüksek bir bilince sahip olmak demektir. Değişmez işlerliğe sahip olan somut gerçekliği, yani dış dünyanın gerçekliğini henüz çözememiş bir bilincin, en azından görünüşte sınırsız değişkenlik karakteri taşıyan ama belli formlar içinde cisimleşen kültür dünyasına yönelmesi beklenemez (Köktürk, 2006:114). Her ne kadar kültür konusunda derli toplu bir ele alış günümüze yakın gerçekleşse de bu kavramın tarihine bakmak faydalı olacaktır. İnsanların içinde doğduğu geleneklere uyması ve onlara itibar etmesinden bahseden ilk kişi Heredotus’tur (Sim, 2006:317). Heredotus tam olarak kültür adını vermese de bu ilk kavramlaştırma sayılabilir. Bunun yanında felsefe tarihinde kültürden bahseden ilk filozof Demokritos’tur. O’ndan önce doğayı anlamaya çalışan ve Yunan çok tanrıcılığının içinde yaşayan insandan söz edilebilir. Gerçi Demokritos da varoluşun ilk zamanındaki insanların, henüz bir kültüre sahip olmadığını kabul eder. Kültür, yani insanların aletler yapabilmesi, ancak sonraki bir ilerleme sayesinde meydana gelmiştir. Bu da tarihle bağlantılıdır; çünkü tarih, insanın icatlarının, yani insan kültürünün tarihinden ibarettir ve bu icatların tarihi de devamlı artan bir ilerlemenin ifadesidir. Böylece Demokritos, hem ilerleme fikrini tarihin merkez noktası yapan hem de kültürden ilk defa söz eden düşünürdür (Erdem, 2000:169-170). Demokritos’tan sonra insanı ve insana ait değerleri konu edinenler Sofistler olmuşlardır. Sofistlerle birlikte filozoflar tabiat konusunu bırakıp insana yönelmişler ve bir kültür çevresi oluşturmak istemişlerdir (Erdem, 2000:178-185). Sofistlerle mücadeleyi seçen Sokrates’in de konusu insan ve davranışlarıydı. İnsanın kendisini bilmesi ve tanıması onun temel felsefesiydi(Elmalı ve Özden, 2011:97vd). Sokrates’ten sonra felsefenin üç temel alanı çağlarına uygun olarak filozoflarca işlenmiştir. Pek tabii olarak bu alanlar insandan bağımsız değildir. Romalılar döneminde de Cicero (M.Ö. 106-43), yazılarında cultura animi sözünü, düşünce kültürü anlamını karşılamak üzere kullanmıştır(Altar, 1996:147). Orta Çağ’da düşünce alanı insandan ve doğadan metafiziğe kaymıştır. Neredeyse insan yok sayılmış denilebilir. Yeniden insana dönüş Rönesans ve Hümanizma ile olmuştur. Fakat yine de bir kültür felsefesinden henüz bahsedilmez. Yeni Çağ’la birlikte G. Vico, doğabiliminden insanbilimine geçilmesini istiyordu. “Vico’ya göre doğayı kendindeki nedenleriyle tanıma yolu bize kapalıdır; biz doğayı ancak kendi akılsal imkanlarımız altında bir fenomenler dünyası olarak tanıyabiliriz. Fakat tarih ve kültürün nedeni biziz.”(Özlem, 1993:144). Buradan hareketle insanı temel alanı yapan kültürün felsefi olarak temelleri Vico’yla atılmıştır denilebilir. Aslında, 16. yüzyıl sonları ile tüm 17. yüzyıla ve 18. yüzyılın son çeyreğine kadar Yeni Çağ felsefesine büyük ölçüde bilimsel temelli felsefe egemen olmuştu. Dilthey’e göre, 17. ve 18. yüzyıllarda doğal hukuk, doğal din, soyut devlet öğretisi ve soyut ekonomi-politik içinde geliştirilmiş olan toplumsal ideler sistemi, pratik sonuçlarını 404 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Fransa’da 1789 Devrimi içinde bulmuştu(Dilthey, 1998:12). Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında, Avrupa toplumunun geçirdiği büyük sarsıntılar, topluma, tarihe ve kültüre felsefi ve bilimsel açıdan yönelme girişimlerini arttırmıştı. Kültür diye adlandırılan olgular, hep yaşama pratiğinin içinde ortaya çıkmış ve çıkmaktadırlar. Son dönemlerde felsefede kültür eleştirisi öne çıkmaya başlamıştır. Çünkü kültürel alanda insanlık derinlemesine problem yaşamaktadır. Elbette felsefe, bilimin doğada problem çözmesi gibi bu alandaki problemleri çözemez; ama onları tüm boyutlarıyla analiz etmekle çözüm yolu arayışına yol gösterir. Çözüm, kültür dünyasında ortaya çıkan sarsıntı ya da aşırı salınımların ortadan kaldırılması ve kültürün içyapısının dengeye oturtulmasından geçer. Kültür felsefesinin derinlemesine ele alışı ve teorik çözümlemeleriyle, insan dünyasında, bilgi ve kavrayış alanında bir genişlemenin ortaya çıkması kaçınılmazdır(Köktürk, 2006:136-137). Kültür kavramındaki bu geniş kapsam, kavramın belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Kültür kavramı aydınlanmamışsa, insanı böylesine kuşatan ve ona erişmede elverişli bir alan olduğu düşünülen kültür hakkında bilgiye ulaşmak da zorlaşır. Gerçi sosyal bilimciler, düşünürler, eğitimciler, bu güçlüğün farkında olarak onu tanımlamaya çalışmışlardır. Ne var ki bu çabalar, kültür konusunu daha da karmaşık ve belirsiz hâle getirebilmektedir. Bu belirsizlik, günümüz dünyasında ortaya çıkan insan problemini daha da sorunlu hâle getirmektedir(İyi, 2003:88). 3. Kültürü Etkileyen ve Kültürden Etkilenen İnsan Kültür insandan bağımsız olamayacağına göre insan nedir? Bir çerçeve çizmenin zorluğu içinde tanımlamada yetersiz kalsak da insanın, düşünen canlı şeklinde yapılan tarifi ortalama bir kabul görmüştür. Mantıkçılar tarafından oluşturulan bu tanım, özlü bir ifade olup insanın varlık hiyerarşisi içerisindeki yerini de tam olarak belirler. Oldukça basit görünen bu tanım, bir yandan insanın karakteristik yapısını belirlerken öte yandan da insanın bütün varlık şartlarına, onun bütün yapıp etmelerine işaret etmektedir. “Tanımda insan bütününün iki farklı yönüne dikkat çekilmektedir. Birincisi canlı olması, diğeri de düşünen olması. Bunlardan birincisi onun daha genel olan ortak yönü, ikincisi ise onu kendisi yapan özelliğidir. O birinci yönüyle bir tabiat varlığıdır, fizik dünyaya aittir. Burada diğer canlılar için geçerli olan kanunlar kendisi için de geçerlidir. Ancak onu diğer canlı organizmalardan ayıran ve derece farkını açan ikinci özelliğidir. Bu özelliği ile insan üç boyutlu zaman içinde yaşar.” (Bingöl, 2011:94) Böylece, insan ve insan yaşamını anlamanın ve yorumlamanın en doğru yolu, onun tarihini ve kültürel yaşamını göz önünde bulundurmaktan geçer. Zira yaşamı önceden tayin edilmemiş bir varlık olarak insanın kişiliği, özü ve yapısı onun tarihsel ve toplumsal ortamı içerisinde biçim kazanır. Buna göre, insan yaşamının zamansal bir değeri ve gerçekliği vardır (Cihan, 2010:40). 405 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI Herhangi bir tanımlamada karar kılsak bile, insanın kendisine ilişkin bilgilerindeki karışıklıkla karşılaşırız. İnsan kendisine ilişkin bilgi verirken gerekli şartlardan hareket eder, ama kendisine ilişkin bilgilerindeki kargaşa nedeniyle, kendisini tanımlayacak olan yeterli şartı ele geçiremez, bu nedenle de insana ilişkin yapılan her tanımlamadan şüphe edilebilir. Bu şüphe de gösteriyor ki insanın anlamını belirlemek, zannedildiğinin aksine, hiç de kolay değildir (Çevikbaş, 2011). Düşünce tarihinde, en azından ciddi olarak Platon ve Aristoteles’ten beri haberdar olduğumuz, insana özgü bir doğanın var olduğu anlayışının 17. yüzyıla kadar Batı düşüncesinin merkezinde yer aldığını söyleyebiliriz. Günlük konuşmalarımızın ve düşüncelerimizin genel bir bölümünü oluşturan insan doğası, insanı insan yapan, insan varlığının özüne ait olan bir nitelik olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın kazanılmış değil, ama doğuştan getirdiği yapıya insan varlığının özgün kuruluşunun bir ifadesi olarak insan doğası, algı, yargı, bellek ve arzu gibi güçlerle tanımlanır ve tek başına alınınca boş olan, kendi dışından gelen etkilerle oluşup şekillenen, ama son tahlilde yarattığı şeylerle ya da başarılarıyla, yani, dil, din, hukuk, devlet sanat, bilim ve felsefe gibi değerleriyle anlam kazanan bir şeydir(Cevizci, 2002:557). Yani insan, kültürel bir varlıktır ve kültürü üretendir. E. Cassirer (1972), Sokrates’in Savunması’nda “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez.” dediğini, yani Sokrates’in insanı kendisine rasyonel bir soru sorulduğunda, rasyonel bir yanıt verebilen varlık olarak tanımladığını söyleyerek özetler ve insan nedir? sorununa şöyle bir yanıt verir: “İnsan sürekli olarak kendisini araştıran, varoluşunun her anında varoluşunun koşullarını inceleyen ve denetleyen bir varlık olarak dikkat çeker. İnsan yaşamının gerçek değeri, bu dikkatli denetlemede, bu insan yaşamına karşı olan eleştirel tutumda bulunur. İnsanın gerek bilgisi gerekse ahlaklılığı bu çerçeve içinde kavranabilir. İnsan, bu temel becerisi, yani kendine ve başkalarına yanıt verebilme becerisi ile sorumlu bir varlık, bir ahlaksal özne olur.” (Cassirer, 1972:5-6) Yine Cassirer’e göre Sokrates’in inancı, insanın gerçek doğasını ya da özünü bulmak için, her şeyden önce onun varlığından tüm dış ve rastlantısal özellikleri kaldırmak gerekir. “İnsan olarak insana özgü olmayan şeylerden hiçbirini bir insanındır diye adlandırmayın. Onların bir insanın oldukları ileri sürülemez; insanın doğası onlar için bir güvence vermez; onlar insan doğasının bütünleyicisi değildir. Sonuç olarak ne insanın kendisi için yaşadığı amaç ne de bu amacın bütünleyicisi olan iyi, bu şeylerde bulunamaz. Bundan başka eğer bu dış şeylerden bazıları bir insana rastlarsa, bunları yargılamak ve bunlara engel olmaya çalışmak ona düşmez. Ama insan, kendini bunlardan ve bu türden başka şeylerden ne denli ölçülülükle ayırır ve bağımsız tutarsa, o derecede iyidir.” (Cassirer, 1972:6). Günümüzün hastalığı olan gösteriş merakı, sınırsız zenginlik arzusu ve ayrıcalıklı yaşam isteklerine Cassirer’in bu cevabının yanında kendi kültürümüzde var olan ruh terbiyesi, diğerkamlık ve başkalarına faydalı olma cevapları da eklenebilir. 406 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Felsefe tarihinde insanla ilgili kuram ve görüşler arasında büyük karşıtlıklar vardır. Ama hiç olmazsa bütün bireysel ayrımların kendisine dayandırılabileceği genel bir yöneliş de bulunduğu görülmektedir. Metafizik, teoloji, matematik ve biyoloji, insan sorunu üzerindeki düşünceleri aydınlatma işini sırayla üzerlerine almışlar ve araştırma çizgisini belirlemişlerdi. Bu sorundaki gerçek kargaşa, tüm bireysel çabaları yönetmeye yetenekli böylesine bir güç merkezi ortadan kalktığında kendini gösterdi. Sorunun büyük önemi, bütün bilgi ve araştırma alanlarında hala duyulmaktaydı. Ama artık insanın başvurabileceği yerleşmiş bir yetki yoktu. Teologlar, bilim adamları, siyaset bilimciler, sosyologlar, biyologlar, psikologlar, antropologlar ve iktisatçılar, soruna hep kendi görüş açılarından yaklaştılar. Bütün bu özel düşünce ve görüşleri bir araya getirip birleştirmek olanaksızdı. Hatta özel bilgi alanları içinde bile genellikle onaylanmış bilimsel ilkeler yoktu. Kişisellik etkeni giderek daha çok egemen oldu ve birey olarak düşünürlerin yaradılışları kesin rolü oynamaya başladı. Son aşamada her yazara insan yaşamı ile ilgili kendi değerlendirme ve kavrayışı yol gösterir gibi görünüyordu (Cassirer, 1972:21). O hâlde kültür belirlenmiş bir alan mıdır; yoksa bu alan tamamen insana özgü ve insan tarafından meydana getirilmiş ve dolayısıyla insan özgürlüğünün somut olarak görünebildiği bir insan dünyası mıdır? İnsan, kültürel ve toplumsal bir varlık olarak etkinlik alanları olan varlıktır. Her insanın kendisi bir değerdir ve onun yerine bir başkasının yerleştirilmesi durumunda aynı sonucun alınacağının düşünülmesi yanlıştır. İnsan faaliyetinde durağanlık, sabitlik yoktur. İnsanı bir makine gibi görmemek gerekir. İnsanlar kültürlerini yeniden üretmemekte, kültürü kendilerine uyarlamakta, bu uyarlamayı yaparken de eskiye yeni anlamlar atfetmekte, yeninin doğmasını sağlamaktadırlar. İnsanlar öğrenmekte, kendilerini uyarlamakta ve değişmektedirler. Bu da bireyin hareket hâlinde olduğunu başka bir deyişle eylemliliğini göstermektedir(Fay, 2001:332). İnsan, ne yalnızca doğuştan gelen kapasiteleri açısından tanımlanır, ne de çağdaş toplum bilimlerinin çoğunun yapmaya çalıştığı gibi yalnızca gerçek davranışları yoluyla tanımlanır; insan bunlar arasındaki bağlantıyla, birincinin ikinciye dönüştürülmesi biçimiyle, genel olanaklarının özel performanslarına odaklanmasıyla tanımlanır. İnsanın doğasını insanın kariyerinde, o kariyerin karakteristik çizgisinde seçebiliriz ve kültür bu çizginin belirlenmesinde bir unsurdan daha fazla iş görür (Geertz, 2010:71). İnsanın bir bütün olarak neye karşılık geldiğini anlamanın yolu, ancak ve ancak insanların ne olduklarında bulunabilir ve insanların oldukları şey de her şeyden önce, çok çeşitlidir. İşte bu çeşitliliği -onun boyutlarını, doğasını, temelini, anlamlarınıanlamak yoluyla kendisine özgü gerçekliğe sahip bir insan kavramı ortaya konulmalıdır. İşte bu noktada kültür kavramının insan kavramı üzerindeki etkisi 407 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI önemli bir yer almaktadır. Bu yüzden kültür, insanların ne olabilecekleri ile aslında teker teker ne hâline geldikleri arasındaki bağlantıyı sağlayan şeydir. İnsan haline gelmek, birey hâline gelmektir. 4. Manevi Kültürün İnsan İçin Anlamı Manevi kültür; kısaca inançlar, değerler, semboller, normlar şeklinde tasnif edilebilir. O hâlde, insanın kültür aracılığıyla tanımı için dil, efsane, sanat ve dinin sayısız biçimleri ve anlatımlarının çok derinlerde kalan temel işlevlerini çözümlemek, bunların ortak kökenini bulmak gerekir. Bunu gerçekleştirmek için her türlü bilgi olanağından, bilimsel bulgulardan yararlanmak gerekir. Bu ilkesel ve yöntemsel konumlamaya dayalı olarak din, dil, sanat, tarih ve bilimi ayrı ayrı ele almak gereklidir. İnsanın göze çarpan karakteristiği, ayırıcı göstergesi, metafizik doğası olmayıp yaptığı iştir. İnsanlık dairesini tanımlayıp belirleyen bu iş, insan etkinliklerinin bir sistemidir. Dil, efsane, din, sanat, bilim, tarih bu dairenin ögeleri ve çeşitli dilimleridirler. Bu nedenle bir insan felsefesi, bu insansal etkinliklerin temel yapısını kavramamıza ve aynı zamanda onları bir bütün olarak anlamamıza yardımcı olacak olan bir felsefedir. Dil, sanat, efsane, din hiç de soyutlanmış, rastgele yaratılar değillerdir. Onlar ortak bir bağla bir arada tutulmaktadırlar. Ama bu bağ skolastik düşüncede düşünüldüğü ve betimlendiği gibi tözsel bir bağ olmayıp daha çok “işlevsel bir bağ”dır (Cassirer, 1972:67-68). Cassirer’in felsefesinin özü sayılabilecek bu cümleler, insanın maddi varlığını veya nereden geldiğini konu edinmemekte, onun varlığının sonucunda ortaya çıkanların bizim için öneminden bahsetmektedir. Fikirlerimiz, değerlerimiz, eylemlerimiz, hatta duygularımız, tıpkı sinir sistemimizin kendisi gibi, kültürel ürünlerdir. Aslında doğarken beraberimizde getirdiğimiz eğilimlerden, kapasitelerden ve niteliklerden imal edilmiş olan bu ürünler, her şeye rağmen birer imalattır. Herhangi bir ürünle ilgili yapılacak değerlendirmede, belirli bir toplumun belirli üyeleri tarafından belirli bir zamanda imal edildiği sonucuna varılır. Onun ne anlam taşıdığını anlamak, ne olduğunu kavramak için benzer bütün ürünlerle ortak noktalarından çok daha fazlasını bilmek gerekir. Aynı zamanda o ürünün sonuçta bir arada tuttuğu şeyler arasındaki ilişkilerin özel kavramlarını da anlamak gerekir (Geertz, 2010:70). İnsanlar söz konusu olduğunda da durum bundan farklı değildir; insanlar da en son bireyine kadar kültürel ürünlerdir. Dünyadaki bütün kültürlerin kendilerine ait bir felsefeleri vardır. Yine her insanının kainatı görüşünde de başkalıklar vardır (Topçu, 1970:11). Her insan kültürel kalıpları sayesinde yaşamına biçim, düzen ve yön verdiği tarihsel açıdan yaratılmış anlam sistemlerinin rehberliği altında birey haline gelir. Bu sürece katılan kültürel kalıplar da genel değil, özeldir (Geertz, 2010:71). 408 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İnsanlar, “Yazılı ve sözlü eserleri ortaya koyarken, göze ve kulağa hitap eden sanat faaliyetlerini icra ederken, hatta dini ritüelleri yerine getirirken bile ister bilerek ister farkında olmayarak”(Özden, 2001:75-105) içinde bulundukları kültürün duygu, düşünce ve anlayışıyla hareket ederler. Bu sebeple kültürün manevi yönünün felsefi temellendirmesi önemlidir. Mengüşoğlu, kültür felsefesinde söz konusu olanın, herhangi bir insan grubunun özelliğini göstermek olmadığını, tersine, insanı insan olarak ele almak, insanın kendi özelliğini, varlık yapısının niteliklerini göstermek olduğunu söyler. Ona göre insan hangi ırktan, hangi kültür çevresinden olursa olsun, nasıl bir kültür basamağı üzerinde bulunursa bulunsun; bu, insanın insan olarak kendisine özgü özelliklerini ortadan kaldırmaz. Ona göre insan kültürünün herhangi bir teori açısından açıklanması insanın varlık-yapısı, insanın kendisi için önemli değildir. İnsanın kendisi için önemli olan, insanda, bütün insanlara has olan varlık ve eylem ögelerinin bulunduğunu göstermektir. Bilgi, yapıp-etme, değer duygusu, inanma, özgürlük, tarihsellik, mitos, sanat, dil ve benzerleri bu çeşit varlık ve eylem ögeleridir ve bunlar bütün insanlara aittirler. O hâlde önemli olan, insan hangi kültür basamağı üzerinde bulunursa bulunsun, insanın bir bilgisinin bulunduğunu, onun bilen bir varlık olduğunu göstermektir(Mengüşoğlu, 1949:30). Bu önem bilginin yanında insanın yapıp-etmeleri, dini, tarihselliği, özgür olması, değer duygusu, mitosu, sanatı, dili ve benzerleri hakkında da geçerlidir. Yani insanın şurada şöyle burada böyle yapıp-etmesi önemli değildir; tersine insanın yapıp eden bir varlık olması önemlidir. Aynı şekilde insan gruplarının bir inanca sahip olmaları önemli değildir; insan hangi kültür basamağı üzerinde bulunursa bulunsun, onun inanan bir varlık olması önemlidir. Efsane, tarih, dil, sanat hakkında da aynı şey geçerlidir. İnsanlık dünyasında birçok efsanenin yan yana bulunması önemli değil, önemli olan insanın efsane kurabilen bir varlık olmasıdır. Aynı şekilde bir ulusun jeopolitik durumu, biyolojik, kalıtsal özellikleri, manevi nitelikleri yüzünden şu veya bu şekildeki olaylarla karşılaşması, şu veya bu şekilde bir tarihsel akışa sahip olması önemli değildir. Önemli olan, insanın tarihsel bir varlık olması üç boyutlu bir zaman içinde yaşaması ve bunu bilmesidir. Dil de böyledir. Bütün bu ulusların dilleri arasında bir yakınlığın bulunması veya bulunmaması değil, insanın konuşan bir varlık olması, bir dile sahip olması önemlidir. Şimdiye kadar betimlenen din, tarihsellik, bilgi, mitos, dil, sanat gibi varlık alanları, insanın ırkı, kültür çevresi, üzerinde bulunduğu kültür basamağı ne olursa olsun, bütün insanlara hastır(Mengüşoğlu, 1949:31-32). Wein’e göre de insan sosyal bir varlıktır ve bu bir zorunluluktur. Çünkü insan, hayat kavgası ve varlığını korumak için biyolojik donanım bakımından oldukça zayıftır ve görevlerini yapan bir insan topluluğu veya bir grup içinde kendini koruyabilir. Ama insanda sosyal hayatın işleyişi, ona verasetle geçen bir içgüdü ile garanti altına 409 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI alınmamıştır. Bu yüzden insan, kendi kendini idare etmek gereğindedir; çünkü içgüdüleri tarafından idare edilemez. Yine insan, yalnız üstüne rol alan bir varlık değildir, aynı zamanda bundan başka kendi rolünün de seyircisidir. İnsanın bu rolleri, ancak kültür kurumları bakımından düzenli ve kendi içinde bir dayanışmaya sahip bir toplum hayatında tatmin edilebilir. Genel olarak insan belli örneklere göre hareket eder ve böylece de tekdüze davranışlar ortaya çıkar. Bu davranışların tekdüzeliği, içsel, doğuştan değildir veya herhangi bir şekilde biyolojik olarak temellenmemiştir. Daha çok onlar, fertler tarafından taklit ve uyma, mükafat ve ceza sayesinde öğrenilir. Bu öğrenilen düzenler ve değerler, gelenekler, örnekler ve davranış modelleri, kültürden kültüre, milletten millete belli bir tarzda değişirler. Onlar, aynı şekilde akıl sahibi bir varlık olan insanın biyolojik tarafı ile de ilgili değildir; tersine onlar, insanın tarihi varlığının geçmişini ve geleceğini ifade ederler (Wein, 1959:20-23). İnsan davranış normlarının ve davranış örneklerinin bütünü, insana hayatını sağlar ve ancak bu şekilde bir insan topluluğunun çeşitli roller sisteminde kendine düşen rolü oynayabilir. İnsanın, kendi varlığı açısından üstüne böyle bir rol alması, bedeni özelliklerinden daha önemlidir. “Bu noktadan bakılacak olursa kültür, insanın en büyük ve en önemli aracıdır; insan, evrendeki yerinin ona yüklediği problemleri, yalnız bu araç sayesinde çözebilir. Burada özellikle şuna dikkat edilmelidir: İnsanın kültür varlığı, öğretmek, kabul etmek ve nesilden nesile aktarmak gibi manevi akt’ların işleyişini içine alır. Bu akt’lar, düşünmenin beslediği konuşmayı ve anlayan düşünmeyi şart koşarlar.” (Wein, 1959:24-25). Kültürün Değerlere Etkisi Geçmişin oluşumları içinde doğan insan, yaşadığı an içerisindeki algıları ve üretimleriyle ve aynı zamanda geleceğe taşıdıklarıyla var olmaktadır. Dün, bugün ve yarın insanın ayrılmaz gerçekliğidir. Zamanın durduğu nokta üretimlerin de durduğu noktadır. Kültür, yaşayan bütün insanların üretim toplamı olduğuna göre, insanlık yok olmadıkça kendisini sürekli geleceğe taşıyacaktır. Kültürel yenilenmenin kökenlerini kültür tarihinde saptamak mümkün olduğu gibi, kültürü ve kültürel oluşumları tarihsel değişme süreci içinde, geçmiş-şimdigelecek bağıntısı açısından ele almak doğru olur. Burada önemli olan, kültür birikimi karşısında alınacak tavırdır. Çünkü ister kendi kültürel geleneğimizden devralınan şeyler olsun, ister batı kültüründen alınan şeyler olsun, aslolan toplumun bunları benimsemesi ve onu kendi kişiliği içinde özümleyip yeniden değerlendirmesidir. Geçmişe ait değerlerin geleceği biçimlendirmede rol oynayabilmeleri, akılcı, aydınlanmacı ve eleştirel bir düşünüş tarzıyla ele alınmalarına bağlıdır. Bir kültür çevresi yüzyıllarca sürüp giden bilim, felsefe, sanat gibi eylemler zincirinin sonucudur. Türk kültür düşüncesi ise pek çok aşamadan geçerek bugünlere 410 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gelmiştir. Türkler, İslamdan önce Çin ve Hint ile yakın ilişkisi olan bir kültür çevresinde bulunuyorlardı. İslamla birlikte dünya görüşü ve yapısı başka olan bir kültür çevresi içinde yer aldılar. Son iki asırdır da Batı kültür çevresine geçme gayreti içindeyiz. Farklı kültürlerin farklı felsefe yapma tarzları olabileceğini aklımızdan çıkarmadan kendi felsefemizi oluşturmalıyız. Ülkemizde insani değerlerin felsefi olarak temellendirilme serüveni yoktur. Düşünmeye çabalayan insanlar, inanışları ve dünya görüşlerini haklı çıkarmak için tez elden çevrilmiş Batılı örnekleri referans vermektedirler. Yine onları oluşturan kültürel ve tarihsel serüven göz ardı edilerek, kullanılmaya çalışılmaktadır. Bilgi temelli düşünme tarzından uzak kalarak kavram yaratmanın kültürümüze yararı yoktur. Taklitçiliğin ve aktarmacılığın ne felsefemize ne de savunmaya kalktığınız dünya görüşüne bir faydası vardır. “Felsefe yapmadan, felsefe geleneği ile hesaplaşmadan, onun kavramlarını içselleştirip yaşayışımıza katmadan, felsefeyi kullanmaya kalkma felsefeyi ve kendimizi sömürüdür.” (İnam, 2008:29) Dolambaçlı yollardan geçen bu çabalar, insan, özgürlük, devlet, din, iktisat, bilim, felsefe, sanat, teknik gibi alanlarda takınılan bir tavrın zemini üzerinde gerçekleşmiş ve gelişmiştir. Genellikle kültür alışverişleri daima birbirini karşılıklı etkilerler ve yeni başarıları doğururlar. Fakat bunun için bu başarıların dilinden anlayacak insanların bulunması gerekir; yoksa insan, onların ancak seyircisi, hayranı olabilir; fakat yeni şeylerin üreticisi olamaz (Günay, 2013). Sonuç Kültürler yaşayarak aktarılırlar. Bu aktarımların kurumsallığı o kültürün gelişmişliğini gösterir. İnsanların ve toplumların din, dil, sanat ve edebiyat alanlarında tarih içinde meydana getirdikleri şeylerin toplamı kültürün manevi alanındadır. Yine bir insanın herhangi bir araç kullanma becerisi tecrübeyle oluşabilir. Ama o araca yüklediği şiirsel ve duygusal anlam da kültürün manevi tarafını oluşturur. İşte o anlamı kendisinden sonraki nesillere aktarması kendi devamlılığı için çok önemlidir. Zira insanın içinde kalıcı olma arzusu çok şiddetlidir. Mesela çocuk sahibi olmak bazen insanlara çok ağır yük ve sorumluluklar getirir. Ancak onun sayesinde varlığını devam ettirebileceğini düşünmek bütün bu yükü katlanılır kılmaktadır. Sadece maddi ihtiyaçlarını gidermek için bir düzen veya yapı kurmak insanı hiçbir zaman mutlu etmemiştir. Bu sebeple mutluluğu sevgi, saygı, yardımlaşma, hoşgörü, merhamet, şefkat, sabır ve adalet gibi insani değerler vasıtası ile kurmaya çalışmıştır. Hepimiz ailelerimizden aldığımız değerlerle büyürüz ve bunu bazen farkında olmayarak kendi geleceğimiz olan çocuklarımıza aktarırız. Aktardığımız şey sadece sözcükler ve motamot davranış kalıpları değildir, onların bizden öncekileri kapsayan deruni kökleridir. Bugün birtakım akımlar bu deruniliği yıkma çabasında 411 İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI ve köksüz bir insan yaratma peşindedirler. Buna karşı yapılacak en iyi şey kültürümüzün manevi dinamiklerini bizden sonrakilere aktarabileceğimiz metotları eğitime uygun hâle getirmek olmalıdır. Bugün bütün dünya eğitimde insan gerçeği üzerine yoğunlaşmıştır. İnsanı zihinsel, ruhsal, toplumsal, bedensel vb. bütün yönleri ile desteklemek, geliştirmek ve ilerletmek eğitimin temel işlevi olmuştur. İletişimin yaygınlaştığı günümüzde gelişigüzel olana asla yer yoktur. Sistemlilik ve tutarlılık içinde kendi kültür felsefemizi yapmak zorundayız. Yoksa devamlılık dünyanın sonundan önce son bulur. Ya kendimiz gibi sona ereriz ya da başka kültürlerin kötü bir kopyası olarak. Mirasyedi gibi kültürümüzün hakkından gelmeye hakkımız yoktur. Kültürümüz miras değil, emanettir. KAYNAKÇA Altar, C.M. (1996). Sanat Felsefesi Üzerine. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Bingöl, A. (2011) “Milli Kültürümüz Açısından Hayatımızın Üç Temel Olgusu: Din Felsefe ve Bilim Geleneğimiz”. Türk Yurdu Dergisi, 93-100. Bolay, S. H. (2004). Felsefe Sözlüğü. Ankara: Akçağ. Cassirer, E. (1971).“Naturalistic and Humanistic Philosophy of Culture”. The Logic of the Humanities, (Translated by: Clarence Smith Howe). New Haven: Yale University Press. Cevizci, A. (2002). Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma. Cihan, M. (2010) José Ortega Y Gasset’de İnsan ve Tarih Felsefesi. Konya: Çizgi Kitabevi. Çevikbaş, S. (2007) “İnsanın anlamı ve David Hume’un İnsan Bilimi”. Erişim Tarihi: (17/10/2010)http://dusundurensozler.blogspot.com/2007/11/insannanlam-ve-david-humeun-insan.html/ Dilthey, W. (1999). Hermeneutik ve Tin Bilimleri. (Çev. Doğan Özlem). İstanbul: Paradigma Yayınları. Eagleton, T. (2005). Kültürlerin Yorumlanması. (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Ayrıntı Yay. Elmalı, O.; Özden, H. Ö. (2011). İlkçağ Felsefesi Tarihi-Metinlerle. İstanbul: ArıSanat Yayınları Erdem, H. (2000). İlkçağ Felsefesi Tarihi. Konya: HÜ-ER Yayınları. Fay, B. (2001). Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi. (Çev. İsmail Türkmen). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 412 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Geertz, C. (2010). Kültürlerin Yorumlanması. (Çev. Hakan Gür), Ankara: Dost Kitabevi. Günay, M. Cumhuriyetin Felsefi Söylemi: Gökberk ve Mengüşoğlu; Erişim Tarihi: 15/09/2013 http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/04/cumhuriyetin-felsefisylemi-gkberk-ve.html İnam, A. (2008). Deneyen Felsefe. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi. İyi S. (2006). Cumhuriyet Döneminde Aydınlanma ve İnsan Felsefesi. İstanbul: Toroslu Kitaplığı. Köktürk, M. (2006). Kültürün Dünyası. Ankara: Hece Yayınları. Mengüşoğlu, T. (1949). Kant ve Scheler’de İnsan Problemi. İstanbul: İ.Ü.E.F. Yay. Özden, H. Ö. (2001). “Türk Atasözlerinde İnsan”. Atatürk Üni. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı:15, Erzurum. Özlem, D. (1993). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Sim, S. (2006). Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (Çev. Mukadder Erkan-Ali Utku), Ankara: Ebabil Yayınları. Soykan, Ö.N. (1995). “İnsan Bilimlerinde Temellendirme Sorunu”. Felsefe Dünyası, Sayı:18, Ankara. Thompson, John B. (1990). Ideology and Modern Culture. California: Stanford University Press. Topçu, N. (1970). Kültür ve Medeniyet. İstanbul: Hareket Yay. Tylor, Edward B. (1958) The Origins of Culture. New York: Harper&Brothers Publishers. Ülken, H.Z. (1969). Sosyoloji Sözlüğü. İstanbul: M.E.B Basımevi. Vico,G. (2007). Yeni Bilim. (Çev. Sema Önal). Ankara: Doğu-Batı Yay. Wein, H. (1959). Tarih, İnsan ve Dil Üzerine Altı Konferans. (Çev. İsmail Tunalı). İstanbul: İ.Ü.E.F Yayınları. 413 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler Eğitimi Açısından Bir Analizi Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş “Ahlak” veya “etik” kavramları, dinî-felsefi terminolojide çoğu kere birbirinin yerine kullanılan kavramlardır. Öyle ki, dildeki kullanımı konusunda kimi zaman sadece “etik” kavramı tercih edilmekte ve bir bakıma “ahlak” kavramı ötelenmektedir. Felsefi terminolojide genel anlamda “ahlak” kavramının yerine Latince bir kavram olan ve “ethos” sözcüğünden türeyen; oluş, bilge eylem yolu, adet ve tarz anlamlarına gelen “etik” kavramı kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında dinî-felsefi terminolojide çoğu kere kavram kargaşasına neden olan “etik” ile “ahlak” kavramlarının, literatür açısından doğru olarak kullanılmadığını söylemek mümkündür. Bu anlamda “etik” kavramı yerine, anlam ve içerik açısından “hulk” kavramına denk gelmesi itibariyle bir başka Latince kökene sahip olan ve davranış, huy, mizaç ve alışkanlık anlamlarına gelen “morality” kavramı kullanılmaktadır. Bu bildiride, felsefi-dinî terminolojide kavram ve anlam kargaşasına sebep olan bu iki temel önermenin bir çözümlemesi gerçekleştirilecektir. I. “Değer Kavramı” Üzerine Değer kavramı; insanların, hayatın anlamı ve günlük yaşamın biçimlendirilmesi konusunda alternatif yollar arasından bir tercih yapmalarını sağlayan yol gösterici nitelikteki soyut veya somut ilke, inanç veya varlıklardan her birisi demektir. Değer kavramı, eğitimde insanı temel alan bir yaklaşımla oldukça geniş bir bakış açısı ile değerlendirilmiştir. Değer ile değerler ayrı ayrı şeylerdir. Değerler, var olan/mevcut şeylerdir, hâlihazırdaki imkânlardır. Değer ise bir şeyin değeri, onun bir çeşit özelliğidir. Bu bakımdan değerleme, değerlerin gerçekleşmesi oluyor ve bir eylem veya bir eseri ifade ediyor. Değerlendirme ise, insanın ve insanla ilgili var olan her şeyin değerinin ortaya konmasıdır. Bu bakımdan değerlerin değerlendirilmesi felsefenin işi; değerlere, değer biçmekse morallerin, estetiklerin işi olmaktadır (Özen, 2012: IV, 167181; Yılmaz, 2011: 25-32). “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN Değer, arzu edilen, ihtiyaç duyulan şeye karşı beslenen bir amaçtır. Buna göre değerlerin işlevi, insanın aklını müspet yönde, iyilikler yönünde kullanmasını sağlamaktır. Bu bakımdan değerler, insan davranışına ölçü getirdiği gibi sınır da getirmektedir (Özlem, 2001: 366). Manevi (dinsel-tinsel) değerler ise insanın ruhunda, yani özünde var olan ve evrensel ruhun sunduğu ilkeledir. Sevgi, adalet, sabır, hoşgörü insan doğasında var olan değerlerdir. Manevi değerler, insan hayatı için önemli anlam referansları arasında yer almaktadırlar. Manevi değerler, sağlıklı bir toplum yapısı oluşturulmasında ve insanlar arası ilişkilerin geliştirilmesinde belirleyici bir özelliğe sahiptir. Çünkü manevi değerler, insanı olgunlaştırmakta ve diğer insanlar karşısında saygınlığa götürmektedir. İnsan nasıl gün ışığına, temiz havaya ya da sevgiye ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde anlayacağı ve o istikamette hayatını sürdürmekten zevk alacağı bir dine de ihtiyaç hissetmektedir (Mengüşoğlu, 1988: 13, 97-109). İnsanın değerlerden yoksun olması pek çok ruhsal hastalığı beraberinde getirmektedir. İnsani açıdan bazı değerlerden yoksun olmak, ilk önce insanın hayattan zevk alma, onu yaşama, hayatının amacını belirleme duygularına büyük bir zarar vermektedir. Bu durum, ilerleyen dönemde pek çok şeye ve pek çok kişiye karşı, ilgisizlik, ilkesizlik, ümitsizlik, aşırı kuşkuculuk ve tereddüt gibi rahatsızlıklara da sebebiyet verecektir. Bütün bunların yaşandığı bir ortamda bireyin özgüveninin oluşmasından ve gelişmesinden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü iradeli olmak ve kişisel özgüveni tesis edebilmek, ancak değerlerin olduğu ortamda oluşabilmekte ve gelişebilmektedir. Kuşkusuz bunun en önemli referansı ise, dinî ve manevi değerlerdir. Bugün refah düzeyi yüksek toplumların büyük bölümünün, değerler yoksunu olduğu tespit edilmiştir. Bu durumu, sadece maddi ve yüzeysel sebeplerle açıklamak yeterli olmayacaktır. Pek çok insan, durumunun farkına varmaksızın değer yoksunluğu içinde mutsuz bir biçimde hayatını idame ettirmektedir. Böyle bir durumda birçok insan, dinî ve manevi değerlere dönüşü yeğlemektedir (Özlem, 2014: 24, 28; Burger, 2006: 97-99; Aktan, 1999: 75). İnsanın yapıp-etmelerini özel bir problem alanı olarak araştıracak, bu alanın varlık nitelikleri ile bu alanı yöneten ilkelerin, değerlerin, insanın yapıp etmelerinin bağımlı ya da bağımsız olduklarını inceleyecek disipline etik adı verilmektedir. Etik “iyi” ve “kötü” hakkında bir bilim ya da belirli bir grup (dinsel topluluk, halk vb.) veya her insan için geçerli genel eylem kurallarının toplamı olarak yorumlanabilir (Yılmaz, 2011: 33-34). Felsefedeki ahlak anlayışı, “İyi nedir?” ve “İyi nasıl olunur?” problemleri ile gündeme gelmektedir. “İyi olmak ne demek?”, “Kime göre iyiyiz?”, “Hangi davranışlar bizi iyi kılar; hangi davranışlar bizi kötü kılar? ve yine “Kime, neye, hangi yere ve zamana göre iyi ve kötü kılar?”, “Kimler için ne iyidir ya da ne kötüdür?” soruları 416 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI filozofların ahlak olgusu üzerinde açıklama getirmeye çalıştıkları sorulardır. Ahlâk olgusu (etik) ve değer kavramı, insanın inançları ve tercihleri doğrultusunda yapıp etmelerinde buluşmaktadırlar (Güngör, 1998: 85-92). Toplumlar farklı kurallara sahip, farklı gelenek ve adetleri içerisinde barındıran; çeşitli yapılanma ve düzenlemelerden geçerek büyüyüp gelişen yapılardır. Toplumun bu açılarıyla, insanın gelişimine ve davranışlarına etkisi büyük olmaktadır. Bu gelişme evresinde insan neyin kendisi için iyi, neyin kötü olduğunu; yaşadığı toplumun dinî ve kültürel özelliklerinin bir yansıması olan değer yargıları ile anlamaya ve öğrenmeye çalışmaktadır (Güngör, 1995: 25). Bu itibarla değer, kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan ve amaçlayan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında ortaya konan bir anlam olarak tarif edilmektedir. İnsanların ihtiyaç duyma, amaçlama ve talep etmelerinin birbirlerinden farklı oluşu, değerlemeleri de çoğalttığından sayısız değer çeşitleriyle karşılaşılmaktadır. Ayrıca birine yüksek bir değer olarak görünen bir şey, bir başkasına değeri az ya da değersiz görünebilmektedir. Değerler biçimsel olarak, olumlu ve olumsuz, göreli ve salt, öznel ve nesnel değerler olarak ayrılırlar; içerik bakımından da nesne değerleri (hoş, yararlı, kullanışlı), mantıki değerler (doğru), ahlaki değerler (iyi), ve sanat-estetik değerler (güzel) olarak ayrılmaktadırlar (Güngör, 1998: 85-92). Psikososyal bir varlık olan insan çözülmesi, gerçekleştirilmesi gereken sayısız problemler karşısında, çok değişik ve farklı yapıp etme veya eylemler içinde bulunmaktadır. Bu durumda insanın onlara bir yön vererek bazılarını öne alması, bazılarını da sonraya bırakması gibi birtakım çarelere başvurması gerekmektedir. Bu da ancak, insanın bunlar karşısında kayıtsız kalmadığı, onlar karşısında herhangi bir tavır takındığı durumlarda gerçekleşebilmektedir. Fakat her tavır takınma, değerlere dayanan bir tavır takınmadır. İnsan sayısız, ardı arası kesilmeyen durumlar içindedir; insanın bu durumların içinden sıyrılıp çıkması, onun bir değer duygusuna sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle bir değer duygusu, yapıp etme ve eylemlerimizden bazılarına öncelik verirken, bazılarını da sonraya bırakmakta ya da ötelemektedir. Çünkü insan, mutlak anlamda sadece hayatına bir anlam, bir değer vermekle kalmaz, aynı zamanda bütün eylemlerinde ve bu eylemlerin ürünlerinde, başarılarında herhangi bir şekilde değeri görmek istemektedir. İnsan hayatı, insan eylemleri ve bunların ürünleri yüksek değerler tarafından yönetildiği gibi ikinci grup, yani araç-değerler tarafından da yönetilmektedir. Özellikle ikinci grup değerler, geniş insan kitlesinin hayatında ön plânda yer edinmiştir (Mengüşoğlu, 2005: 29-31). Felsefi antropolojide bilme, yapıp etme, tavır koyma, inanma, ideleştirme vb. nitelikler yanında değerler dünyasına sahip olma da insanın varlık şartları arasında yer almaktadır. Bu, hangi dönem insanına bakarsak bakalım, onun mutlaka bir değerler dünyasının olduğunun, dolayısıyla insanın bütün yapıp etmelerini bu 417 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN değerlerin determine ettiğinin çok sarih bir ifadesidir. O hâlde birtakım değerlerin mevcudiyetinde ve bunların insan davranışlarındaki belirleyici rolünde felsefi anlamda bir problem yoktur. Problem, bu değerlerin yapısında, onların öznel mi, yoksa nesnel mi olduğu konusundadır (Adler, 2004: 42). Sokrates; doğruluk, adalet, cesaret, cömertlik vb. değerler hakkında insanlar arasında bir görüş birliği olduğuna inanıyordu. Bu tür kavramlar ya da değerler hakkında insanlar başta farklı şeyler dile getirseler de analitik yöntemle bu kavramlar sorgulandığında onların benzer, hatta aynı şeyleri dile getirdikleri anlaşılacaktır. Ona göre; örneğin adalet diye, doğruluk diye bir şey vardır ve bunlar, insanların duygu ve eğilimlerinden bağımsız olarak ne ise, o şekilde vardırlar. Başta farklı düşünseler bile, plânlı bir soruşturma sonucunda birçok kişi aynı görüşü ifade edecektir. Dolayısıyla değerler, Sokrates’e göre nesnel bir varlığa sahiptir (Özlem, 2001: 366). Platon da aynı düşünceyi daha büyük bir kararlılıkla ve daha net olarak ortaya koymaktadır. Ona göre değerler herhangi bir kimsenin kanısından ve eğiliminden bağımsız, mutlak olarak mevcuttur. Mutlak anlamda doğru ya da yanlıştır. Bir ahlaki yargı, örneğin “Adam öldürmek kötüdür.” yargısı, “İki kere ikinin dört ettiği” kadar kesin ve nesnel bir yargıdır. Çünkü bu tür yargıların konusunu oluşturan gerçekler, nesnel gerçeklerdir. Hatta Platon ahlaki değerlerin, ahlak standartlarının Tanrı’dan bile önce geldiğini söyleyecek kadar ileri gider: İyi olan ve iyilik, ona göre Tanrı’dan önce gelir. Bir şey Tanrı onu istediği için iyi değildir. Tersine, o iyi olduğu için Tanrı tarafından istenmiştir (Özlem, 2001: 366). İnsanın, bir yetenekler ve eğilimler varlığı olarak doğduğunu söylemek mümkündür. O, ne zaman, nerede, nasıl davranacağının bilgisi kendisine açıkça verilmiş olarak doğmamakta; bunun bilgisini insan, aldığı eğitimle ve özellikle yakın çevresinden aldığı etkilerle gözlemleriyle belli bir zaman sürecinde edinebilmektedir. Değerlerin farklı toplumlarda farklı biçimler alması ve farklı biçimlerde değerlendirilmesi de onların sonradan öğrenildiğinin açık bir göstergesidir (Yılmaz, 2011: 33-34). Bu açıdan değerler her şeyden önce bir eğitim işidir. Bu eğitim sadece okullarda ve benzeri kurumlarda verilen derslerden ibaret değildir. Bir bakıma bütün toplum bir okul ve her bireyi de bu okulun bir öğretmeni ve öğrencisi durumundadır. Değer, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurallar sistemi olduğuna göre, sosyal ilişkilerin yaşandığı her yer ve her durum bize ahlaki modelleri sunuyor demektir. II. Değerlerin Yapısı ve Fonksiyonelliği Değerlerin özellikleri ve işlevleri konusunda farklı yaklaşımlar olsa bile, bunlar birbirlerinin mütemmimi konumundadırlar. Değerlerin özellikleri konusunda araştırmacıların ortaya koydukları ortak noktalar şu şekilde tasnif edilebilmektedir: 418 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI i. Değerler, fertlerin yapıp ettiklerini rasyonelleştirip içselleştirme imkânı veren olgulardır. Değer, dinî-profan hangi türden olursa olsun ferdin kendini konumlandırma, tercih etme, karşılaştırma imkânlarını sağlamakta hatta standart bir çizgi oluşturmaktadır. ii. Dinî inanış ve kabuller, kutsallık/aşkınlıklar taşıyan olgulardır. Her değer, bir kabul ve inanç taşımaktadır. Değerin olduğu her yerde bir ön kabul ve bir benimseme vardır. Meselâ “İnanıyorum ki, arkadaşım doğru söyler.” önermesi, doğru söylemenin gerekliliğine olan mutlak inancını bir vakıa üzerinden tespit ve teyit eder. iii. Değerler, her alanla ilgilidirler. Yani ekonomik, dinî, ailevi, siyasi ve benzeri her alanın değerleri vardır. Ahlâk konusunda olduğu gibi belki adalet, hakkaniyet gibi her alanı ilgilendiren üst ortak değerler vardır. iv. Kaynağı ne olursa olsun değerler, bir biçimde sosyaldirler. Pek çok kişi tarafından paylaşılır, ciddiye alınırlar; coşku ile birlikte bulunur ve kavramsal olarak diğer nesnelerden soyutlanabilirler. Değerler, kişilerin kendi ürettikleri ürünler değildirler, dışarıdan gelmektedirler. Gerçi değerlerin bir kısmı ve bir yönü toplum muhtevalıdır; ama onların ferdi aştığı kadar toplumu aşanları da vardır ki, tevhidî dinlerin vazettiği ahlaki değerler burada bir örnek olarak hatırlanabilir (Uysal, 2003: XIII, 52-53). Değerlerin kaynak sorunuyla aşağıda da ilgilenileceği üzere işlev konusunda da karşılaşırız. Aşkın kaynaklı değerler çoğu kere insan eylemleri üzerinde içkin değerlerden daha etkili olabilmektedir. Çünkü aşkın değerlerin vicdani yaptırımları daha ağır basmakta ve dolayısıyla daha az ihlal edilmektedir. Şüphesiz aşkın kökenli değerlerin en belirginleri ise dinî değerlerdir. Gerçekten de din, değerlerin bizzat oluşmasında, sürdürülmesinde ve insan hayatı üzerinde etkinlik kazandırılmasında önemli bir role sahiptir. Öyle ki profan değerlerin içselleştirilmesine bile katkıda bulunmaktadır. Sözgelimi İslam toplumlarında demokrasinin İslam’ın öngörülerini desteklediğine ilişkin bir inanç demokrasiyi daha bir kabul edilir kılmaktadır. Bu çerçevede değerlerin bazı görevlerinden bahsetmek gerekirse bunların; yargılamada birer araç olarak kullanıldıkları, kişilerin dikkatini istenen, yararlı ve önemli görülen kültür nesneleri üzerinde odaklaştırdıkları, ideal düşünme ve davranma yollarını gösterdikleri, sosyal rollerin sevilmesinde ve gerçekleştirilmesinde rehberlik ettikleri, sosyal kontrol ve baskı aracı rolü üstlendikleri, dayanışma aracı olarak devreye girdiklerini söylemek mümkündür (Güngör, 1995: 74). Bir Değerler yargılara, yargılar normlara, normlar kurumlara ve nihayet kurumlar da eylemlere dönüşür. Değer, böylece fiilen gerçekleşmiş olmaktadır. Değerlerin soyutluktan çıkıp ilk biçimleniş yeri yargılardır. Bir şeyin iyi, güzel, yarayışlı gibi kavramlarla ifade edilişi değerlerin yargılaşmasını göstermektedir. Meselâ 419 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN “Yardımseverlik iyi bir şeydir.” önermesi yardımın; “Adalet gerekli bir İnsanî olgudur.” önermesi adaletin, birer yargılaştırma örnekleridir. Yargılaştırma, değerlerle ilgili ilk algılayış biçimimizdir ve çoğu kere burada fazlaca bir problemle karşılaşmayız, iyilik yapma konusunda çarpıtılmış bir kişisel algı yanılgısıyla “İyilik yap kötülük bul.” diyen pek az insana rastlarız. Kahir ekseriyetin kanaati, iyiliğin iyi bir şey olduğudur. Değerlerin dışlaşmasının ikinci bir aşaması normlardır. Yani değerler kurallaşarak dışlaşırlar ve davranış ölçüsü olurlar. Kuralların yargıdan farkı, daha somut ve pratiğe dökülebilir olmalarıdır. Yani normlar bir kanaat belirtmekle kalmaz, bir şeyin yapılması ve yapılmamasını ve hatta bunların getirisini ifade eder. Esasen mükâfat ve cezaları belirleyen normlar birer değerin açılımlarıdırlar (Uysal, 2003: XIII, 55-58; Yılmaz, 2011: 36). Değerlerin dışlaşmasının bir diğer aşaması ise, kurumsallaşmaları sağlamalarıdır. Belli ihtiyaç ve eylemlerin süreklilik kazanmış gerçekleşme şekilleri olan kurumlar, değer ve normlar çerçevesinde ortaya çıkarlar. Meselâ din alanı değerlerin norm ve kurumsallaşmalara sahne oluşunu gözlediğimiz bir alandır. Bu bağlamda tevhid inancı din bakımından en yüksek değerdir. Namaz bu değerin bütün yansımalarını üzerinde taşıyan, belli yer ve zamanda belli bir tarzda gerçekleştirilen kurumsallaşmış bir değerdir (Mengüşoğlu, 2005: 34). Değerlerin fonksiyonunu icra etmek üzere dışlaştığı dördüncü ve son alan insan eylemleridir. Şüphesiz değerlerden beklenen, eylemlere yansımalarıdır. Bir bilgi olarak kalmış bir değer, hedefini bulamamış bir değer demektir. Ancak değerin bir eylem olarak gerçekleştirimi etkin olabilmelerine, ikinci türden şartlara bağlıdır ki, sosyal bilimciler bunu değerlerin tutum ve davranışlar üzerindeki etkileri olarak ele almaktadırlar (Mengüşoğlu, 2005: 34). Değerlerin sosyal hayatta daha etkin olabilmesi, değerler hiyerarşisinin sağlıklı çalışmasına bağlıdır. Değerler, kognitif dünyamızda bir hiyerarşi oluştururlar. En altta araç değerler vardır. Bunların üzerinde yüksek değerler yükselir. Yüksek değerler de kendi arasında bir derecelenmeye sahiptirler. En yukarıda nihai yüksek değeler bulunur. Bunlar, içinde bulundukları kurumsal yapıların başat değerleri olarak gözükmektedirler; ama işlevsel olarak yalnızca o alanla ilgili olarak kalmazlar, diğer alanları da ilgilendirirler. Dinde tevhit, siyasette demokrasi, ailede monogami, genel sosyal hayatta adalet nihai birer değerlerdir. Ancak bunların hepsi, diğer değerler üzerinden her alanda az çok etkili olurlar. Sözgelimi ailede demokrasiye, dinde adalete, ihtiyaç yok değildir. Öyle ki bu kuramların kendine özgü alt değerleri bunlarla tam anlamlarını bulurlar (Uysal, 2003: XIII, 63-65). Buradan da hareketle diyebiliriz ki insan eylemlerinin, tutum ve davranışlarının gerisinde tek türden bir değer değil, bir değerler kümesi bulunmaktadır. Yani eylemler birbirleriyle ilişkisi bulunan değerlerin ortak sonucudur. Vakıa bazı değerler bazı değerlerle birlikte gözüküp yoğunlaşmakta ve meselâ bir tutumun oluşmasında 420 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ortaklaşa etkili olmaktadırlar. Şüphesiz değerler bütünüyle birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Meselâ ahlaki değerler, dinî, sosyal, estetik ve benzeri değerlerden soyutlanamazlar. Şüphesiz değerler soyut biçimleriyle değişmemektedirler. Değişen, onlara verilen önem derecesi, algılanış biçimleridir. Bir başka deyişle değerler, insan hayatına katıldıkları yargı, norm ve kurum aşamalarında bir biçimde toplumsallık ve dolayısıyla da değişkenlik arz ederler. Örneklendirmek gerekirse adalet insanlık tarihi boyunca hep bir değer olarak görülmüştür. Ancak onun farklı düzeylerde algılanışı, toplumlara, şartlara ve çağlara göre değişmiştir. Gerçi tüm değişebilirlikler içerisinde değerlerin değişmeyen bir yönü vardır. Değerin içeriği ve nesneyle irtibatı değişse bile biçimi kolay kolay ortadan kalkmamaktadır. IV. Değerleri Oluşturan Önermelerin Kaynağı Başta İslâm filozofları olmak üzere son dönem (hicri XIII. yüzyıldan sonra) İslam düşünürlerine göre insan nefsinin, biri diğerine yardımcı olan iki temel yetisi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, ussal (akli) incelemeye ilişkin olan tümel kavramları ve öncülleri elde eden yetidir ki, buna kuramsal (nazari) akıl denmektedir. İkincisi ise, daha çok uygulamaya ilişkin olan tikel kavramları ve önermeleri elde eden eylemsel (amelî) akıl yetisidir (Adler, 2005: 335; Dağ, 1984: 372). Kuramsal aklın ilkeleri, ilk öncüllerdir ve bu öncüllerin doğruluğu kendi özünden olup her şeyden önce zorunludurlar. Buna karşılık, eylemsel aklın ilkeleri ise, genellikle üzerinde uzlaşmaya varılan türden öncüllerdir ya da daha çok sanıya dayalı ilkeler ve birtakım biyolojik ve sosyolojik ön kabullerle ilişkilidir. Başka bir deyişle eylemsel akıl, insan bedenini, genelde üzerinde uzlaşmaya varılmış görüşlere uygun olarak gözden geçirilmiş tikel davranışları ve durumları yerine getirmeye yönelten bir hareket yetisi olarak kabul edilmektedir. Öyle ki, insan nefsindeki bedensel yetilere yönelik olarak görev yapan eylemsel akıl yetisi, eylemlere ilişkin olan dinsel ve ahlaksal yargılarla, çeşitli sanat ve zanaatlarda kullanılan birtakım yargılardır. Dolayısıyla bu türden yargılar veya anlamlandırmalar, inançlar olarak nitelendirildikleri için doğrulukları ve geçerlilikleri tartışılabilir birtakım özellikte yargılardır (Adler, 2005: 25). Bilindiği gibi, Aristotelesçi (meşşâ’î) felsefenin İslâm dünyasına girmesiyle birlikte, bilgilerimizin biri kutsal olan “kuramsal” (nazarî), diğeri de hem kutsal olana hem de kutsal olmayana bağımlı olan “eylemsel” (‘amelî) akıl olmak üzere iki kaynağı bulunmaktadır. Kuramsal akıl, gerçeklikleri etkin aklın (Cebrail) aydınlatmasıyla Tanrı’dan elde eden insani bir akıldır. Bu nedenle kuramsal akıl, kutsaldır ve kesin sonuç veren önermelerin de kaynağıdır. Eylemsel akıl ise, kutsal olan akıl ile ilişkili olduğu kadar eksikliklerin ve yetersizliklerin bulunduğu nesneler dünyasıyla da ilişkilidir. Bu nedenle eylemsel aklın yargıları, kuramsal aklın yargıları kadar değerli ve kesin değildir. 421 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN Bunlara ek olarak eylemsel akıl yetisi, bir taraftan hayvansal istek yetisiyle, bir taraftan hayal gücü ve kuruntu yetisiyle, bir taraftan da kendi özüyle ilişkisi açısından ele alınabilmektedir. Birinci durumda eylemsel akıl, istek yetisinde insana özgü olan gülme, ağlama, sevinme ve üzülme gibi çabucak ortaya çıkan birtakım davranışların ve durumların belirlenmesine yol açar; ikinci durumda, hayal gücü ve kuruntu yetisini kullanarak, yeryüzünde var olan nesnelerle ilgili birtakım planlar yapar ve sanatların ortaya çıkmasını sağlar; üçüncü durumda, kuramsal akılla iş birliği yaparak, “İnsanlara adaletle davranmak gerekir.” ya da “Yalanın söylenmemesi gerekir.” gibi yaygın ve genellikle kabul edilen ve doğrudan doğruya davranışlarla ilişkili olan; ancak, salt aklın ilk (apriori) öncüllerinden ayrılan görüşlerin ve öncüllerin oluşmasını sağlar (Dağ, 1984: 373). Öyle anlaşılıyor ki eylemsel akıl bu tür ilkeleri, kuramsal aklın yardımıyla elde etmektedir. Nitekim kuramsal akıl, eylemsel aklın kuramsal kanunlarını, kurallarını ya da tümel yargılarını hazırlamakta ve eylemsel akıl, bu kanunlar, kurallar ya da tümel yargılar çerçevesinde insan davranışlarının yerine getirilmesini sağlamaktadır. Kısaca izah etmek gerekirse, ahlaki öncüllerin psikolojik temelinin, insan nefsinin sadece bir yönünü oluşturan eylemsel akıl yetisiyle doğrudan ilişkili olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü eylemsel akıl yetisi, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, insanın günlük hayatı ile ilişkili olan davranışların, toplumsal olguların, ahlâkın ve sanatın temel bir ilkesidir. Başka bir anlatımla, ahlaki öncüller, insanların gündelik hayatlarıyla ilişkili olan, üzerlerinde büyük çoğunluğun görüş birliğine vardığı (icma) ve daha çok uygulamada karşımıza çıkan; ancak, kuramsal nitelikte olmayan türden öncüllerdir. Eylemsel akıl, ahlaki öncüllerin insan nefsindeki bu oluşumunu tek başına değil, kuramsal akılla yaptığı iş birliği sayesinde gerçekleştirmektedir. İnsan nefsinin bu iki temel yetisi arasındaki en önemli fark, ikisi arasında var olan düzey farklılığıdır. Çünkü eylemsel akıl aşağıya, bedene, yani nesneler dünyasına yönelmekte; kuramsal akıl ise, yukarıya, bir üst âleme yönelmektedir. İnsan nefsindeki eylemsel akıl yetisi, ahlaki birtakım önermelerin ve görüşlerin ruhsal olarak temelini oluşturduğu gibi, insan nefsinin diğer bir yönünü oluşturan kuramsal akıl yetisi de kesin sonuç veren birtakım önermelerin ve görüşlerin ruhsal olarak temelini oluşturmaktadır. V. Değerle İlişkisi Açısından “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlâk” Etik kelimesinin Türkçeye girişi Fransızca “ethique” kelimesi yoluyla olmuştur. Kelimenin Fransızcaya girişi Latince “ethica”dan, Latinceye girişi ise kelimenin asıl kaynağı olan Yunanca “etikos” kelimesinden gelmektedir. Etikos, Antik Yunancada “ahlak, ahlaki olan, ahlaki karakter” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin kökeni ise, “adet, alışkanlık, huy” anlamlarına gelen “ethos”tur ve “ethos”, “alıştırmak, alışkanlık hâline getirmek” anlamlarına gelen ethizö fiilinden türetilmiş bir kelimedir (Cevizci, 2003: 179-180; Ayverdi, 2005: 891; Doğan, 2008: 495). 422 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Etik kelimesinin bazı Türkçe sözlüklerde yer alan konuya ilişkin anlamları ise şöyledir: “Töre bilimi”. Çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması veya kaçınması gereken davranışlar bütünü. “Etik Bilimi”. “Ahlaki, ahlakla ilgili”. “Ahlak Felsefesi”. Felsefenin ödev, yükümlülük, sorumluluk ve erdem gibi kavramları analiz eden, doğruluk veya yanlışlık ile iyi veya kötüyle ilgili ahlaki yargıları ele alan, ahlaki eylemin doğasını soruşturan ve iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışan dalı. “Ahlak ve ilkelerini, bunların niteliklerini ve uygulanmasını inceleyen bilim”. Batı dillerinde konuya ilişkin bir başka terim de “moral”dir. “Moral”, Yunanca “ethikos”un Latinceye çevrilmesi suretiyle, “adet, gelenek, huy” anlamlarına gelen mos kökünden moralis kelimesinin türetilmesinden gelmektedir. Latince sözlükte moralis, “kişinin topum içindeki uygun davranışı” anlamlarına gelmektedir (Çağrıcı, 1989: II, 1). Aristoteles’in “ethos” ve “ethikos” kavramları, Nikomakhos’a Etik’in klasik dönem Arapça çevirisinde hulk, hulk ve ahlak kelimeleriyle tercüme edilmiştir. İslam kültürünün gerek felsefi gerekse felsefi olmayan kaynaklarında davranışa ilişkin hususların hemen hepsinde ahlak temel kavramlardan biri olmuştur. Arapçada “yaratılış, huy” anlamlarına gelen hulk yahut huluk kelimelerinin çoğulu olan ahlak kelimesi Türkçeye geçmiş ve yüzyıllar boyu dilimizde kullanılagelmiştir. Türkçe sözlüklerde ahlak, “bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre, huylar; insandaki iyi ve kötü huylar, tabiat, insanı yükselten iyi tabiatlar, faziletler” anlamlarına gelmektedir (Aristoteles, 1988:76-85). Şüphesiz değerle ilişkisi kurulabilecek ve hatta dokunmadan geçilemeyecek konulardan birisi ahlaktır. Çünkü ahlak, değer ve din bileşkesinde yer alan bir olgudur. Din ve felsefede başından itibaren buna dikkat edile gelmiştir. Antik Çağ felsefesinden beri kullanılagelen “etik” belirgin biçimde iki şeyi kapsamaktaydı: Valeur ve action; yani değer ve davranış, bir başka deyişle ahlak. Esasen dar anlamda etik dendiği zaman değer anlaşıldığı gibi, eylemden hareket edildiğinde etikten kasıt da ahlak olmuştur. Bu da değer ve ahlak arasındaki sıkı ilişkiyi göstermektedir. Çünkü her eylem, arkasında bir değer taşımaktadır. Ahlak, değer ve eylem bileşkesinde var olan bir olgudur. Yani ahlâk salt bir değer veya soyutlanmış bir eylem olmamakla birlikte bir ayağı değerlerde, diğer ayağı eylemdedir. Şüphesiz ahlak, eylemselliğinin yanında yargılaşmış değerlerdir. Yani bir şeyin iyi ya da kötü oluşuna dair bir hüküm taşımaktadır. Ancak bu yargı değerlere dayalı olsa bile herhangi bir yargı değil, insan eylemleriyle bağlantılı olarak ortaya konulmuş değer yargılarıdır. Hatta ahlaki yargı, sırf nesne üstüne, onun iyi veya kötü oluşuna ait değil, insan davranışına ait bir yargıdır. Meselâ, “Şu marka arabalar iyidir.” bir değer yargısıdır; ama ahlaki değer yargısı değildir. Fakat “Yardımseverlik iyidir.” bir değer yargısıdır. Hatta ahlak bütünüyle olmasa bile bir yönüyle normatif özellik göstermesi, yani bir şeyin, bir davranışın iyi veya kötü oluşuna dair bir kural ihtiva etmesi nedeniyle, salt değerden farklı olarak bir şeyin olumsuzluğuna işaret eden yargıları da kapsar. Meselâ “hırsızlık kötüdür” bir ahlaki değer yargısıdır (Tepe, 1987: IV, 295-304; Arat, 1987: 41-52). 423 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN Buna göre değer olgusu, sırf değerleri, yargıları, normları ve bir yönüyle kurumsallaşmaları ihtiva etmektedir ki ahlak bu kapsamlı olgunun önemli bir ünitesini oluşturmaktadır. Bir değer ünitesi olarak ahlakın din ile de yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü bütün değerler gibi ahlakın da önemli bir kaynağı aşkınlıktır, dindir. Özellikle yüksek tipli dinler doğrudan ahlaki değer yargıları vazetmişlerdir. Gerçi dinin bütünü ahlaki değer yargılarından ibaret değildir; ama etkin ahlaki ilkelerin önemli bir kısmı din kökenlidir. Bir eylemin tutuma dönüşmesi, insanın bilincinde ve gönlünde kök salmasına bağlıdır ki, bu alan dinin işlediği bir alandır (Tepe, 1988: I, 9-24). Ahlak, düşünce tarihinde çeşitli açılardan incelenmiştir. Ahlaklı olmanın temelinde, hangi ilkelerin bulunduğu ya da bulunmaması gerektiği, hangi davranış çeşitlerinin “ahlaklı-iyi”, hangilerinin “ahlak dışı-kötü” olduğu gibi sorular eski Yunandan itibaren felsefenin ahlak konusunu oluşturmuştur. Ahlakın tarihsel gelişimine bakıldığında İlk Çağ filozoflarından Sokrates, ahlâk kavramını, “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.” ifadesi ile özetlemiştir. Buna göre iyiye ulaşmanın temelinde, bireyin kendi üzerine düşeni yapması yatar. Ahlaklılık, toplum düzeninin temelidir. Platon’a göre, erdemliliğin temeli bilgidir, erdem bir bilgi işidir. Sıradan bir kişi bütün iyi şeyleri sever; bilgi ise, iyiliğin kendisini sever. Aristoteles’e göre, bütün canlıların doğaları gereği geliştirmek zorunda oldukları gizil güçleri vardır. İnsanın, en üst düzeydeki gücü akıl olduğuna göre, insan ancak aklını kullanarak mutlu olabilir. Erdemli yaşamak, birey ve toplum için en ideal olandır (Aristoteles, 1988: 86-87). Kant’ın (1724-1804) ahlak kuramında, ahlak kurallarının kesin çizgileri olmalıdır görüşü hâkimdir. Ahlak kuralları, duygu ve arzulardan bağımsız, aklın denetiminde olmalıdır. Hegel (1770-1831) ahlak ile kişisel çıkarı bağdaştırmanın, ancak yeni bir toplum biçimiyle mümkün olacağını belirtmektedir. Marx’a (1818-1883) göre, ancak özel mülkiyet sürecinin kalkması ile insan doğası değişebilir. Böylece birey ile toplumun uyumu sağlanarak ahlak sorunu çözümlenebilir. Bu görüşler, ahlak alanındaki çağdaş psikolojik akımları da önemli ölçüde etkilemiştir. Kökeni dinlere dayanan “doğuştan günahkârlık” öğretisi, çocuğu dürtüler demeti olarak gören psikanalizde de ortaya çıkmaktadır. Ahlaki standartlar, antisosyal dürtülerin bilinçten uzaklaştırılmasının zorunluluğuna dayanır. Ahlâk eğitiminde başarı, negatif dürtülerin kontrolünün sağlanmasıdır. Sonuç ve Değerlendirme Başlangıçta da ifade edildiği gibi “ahlak” veya güncel ifadesiyle “etik” kavramları, dinî-felsefi terminolojide birbirinin yerine sıkça kullanılan kavramlardır. Hatta kimi 424 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI zaman, dildeki popüler kullanımın verdiği etkiyle de olsa gerek ki sadece “etik” kavramı tercih edilmekte ve bir bakıma “ahlak” kavramı ötelenmektedir. İnsanın derunî (içsel) yapısı ile kişisel eylem ve davranışlarına ilişkin yaygın bir kullanıma sahip olan “ahlak” kavramı, Arapça bir sözcük olan “hulk” kökünden müştaktır. Dinî ve Kur’ânî bir kökene sahip olan “hulk” ise, İslami terminolojide kişiye ait ya da ondan sadır olan iyi, kötü, güzel ve çirkin gibi eylemleri ifade etmektedir. Bu açıdan “ahlak” kavramının dış dünyaya dönük, sözsel ve eylemsel kategorilerle doğrudan ilişkisi söz konusudur. İnsanın “halk” edilmesi (yaratılması) ile söylem ve eylemlerinde en doğru ve güzel olanın “hulkiyeti” (ahlakiliği) arasında sarsılmaz bir bağ vardır. Buna göre insanla alakalı her türlü sözsel ve eylemsel hareketlerin, kendi dışındaki bütün yansımaları doğrudan “ahlak” kavramı ile ifadelendirilmektedir. Felsefi terminolojiye bakıldığında “ahlak” kavramının yerine, Latince bir kavram olan ve “ethos” sözcüğünden türeyen; oluş, bilge eylem yolu, adet ve tarz anlamlarına gelen “etik” kavramı tercih edilmektedir. Gerçekte “etik” kavramı, kişinin zihinsel ve mantıksal dünyasıyla ilişkili bir kavramdır. Zira “etik” daha çok teoriye dayanmakta ve bilgisel bir sezgi gücünü vurgulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında dinî-felsefi terminolojide çoğu kere kavram kargaşasına neden olan “etik” ile “ahlak” kavramlarının, literatür açısından doğru olarak kullanılmadığını söylemek mümkündür. Bu anlamda “etik” kavramı yerine, anlam ve içerik açısından “hulk” kavramına denk gelmesi itibariyle bir başka Latince kökene sahip olan ve davranış, huy, mizaç ve alışkanlık anlamlarına gelen “morality” kavramının kullanılması daha isabetli olacaktır. “Etik”, bilgisel anlamda felsefede kullanılan bir normlar sistemidir. “Etik”, teorik bilgiyle var olan nesnel âlemdeki değerleri sembolize etmektedir. “Etik” kavramı, sanılanın aksine dinsel ve inançsal önermelerle ilişkili değildir. Buna karşılık “ahlak” ise, insanın yaratılışından tutun da ölümüne kadar devam eden süreçte sosyal, kültürel, dinsel ve tinsel bütün faaliyetlerini kapsayan olgunun adıdır. Bir toplulukta “etik” bilgisine ihtiyaç olabilir, ancak bu son tahlilde dinsel ve tinsel bir gereksinimle ilgili olmayabilir. Çünkü bir toplumun üç unsur önemlidir: Öncelikle ilgili değerin içtenlikle istenmesini sağlamak, teorik yapılanmanın alt yapısını oluşturmak; üçüncüsü de öğrenilen/edinilen bu değer eğitiminin toplumsal yansımalarını saptamak. Kuramsal (nazari) akıl, gerçeklikleri etkin aklın (Cebrail) aydınlatmasıyla Yüce Yaratıcı’dan elde eden İnsani bir melekedir. Bu nedenle kuramsal akıl, kutsaldır ve kesin sonuç veren önermelerin bilgisel kaynağıdır. Bu bakımdan “etik” denilen husus, “Bana yapılmasından daha ziyade, ben yapmam” demektir. Ancak “ahlâk” ise, “Kendine yapılmasını istemediğini, bir başkasına yapma.” demektir. “Etik”, bilgi ve teoriyi öne çıkarırken “ahlak” ise, belirlenen ilke ve normun pratiksel ve eylemsel (amelî) yönünü nazarı dikkate almaktadır. Hiç kuşkusuz bu temellendirmenin, Kur’ânî ve peygamberî referansları da mevcuttur. 425 “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN KAYNAKÇA Adler, A. (2004). İnsanın Doğası. İstanbul: Payel Yay. Adler, A. (2005). Bireysel Psikoloji. (Çev. Ali Kılıçlıoğlu). İstanbul: Say Yay.. Aktan C. C. (1999). Ahlak ve Ahlak Felsefesi. İstanbul: Arı Düşünce ve Toplumsal Gelişim Derneği Yay. Arat, N. (1987). Etik ve Estetik Değerler. İstanbul: Say Yay.. Aristoteles (1988). Nikomakhos’a Etik. (Çev. Saffet Babür). Ankara: Ayraç Yayınevi. Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük I. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. Burger, J. M. (2006). Kişilik. İstanbul: Kaknüs Yayınları. Cevizci, A. (2003). Felsefe Ansiklopedisi I. İstanbul: Ebabil Yayıncılık. Çağrıcı, M. (1989). “Ahlak”. DİA, c. II, İstanbul. Dağ, M. (1984). “İbn Sînâ’nın Psikolojisi”. İbn Sînâ’nın 1000. Doğum Yıl Dönümüne Armağan, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Doğan, D.M. (2008). Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Pınar Yay. Güngör, E. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. Ötüken Neşriyat Yay., İstanbul. Güngör, E. (1998). Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Neşriyat Yay. Mengüşoğlu, T. (1988). İnsan Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi. Mengüşoğlu, T. (2005). Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi. Özlem, D. (2001). Günümüzde Felsefe Disiplinleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Özlem, D. (2014). Etik -Ahlak Felsefesi-. İstanbul: Notos Kitap Yayınevi. Tepe, H. (1987). Etik ve Metaetik. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. IV, sayı: II, Ankara. Tepe, H. (1988). “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”. Doğu-Batı Dergisi, yıl: I, sayı: IV, Ankara. Uysal, E. (2003). “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler-İslami Erdemler”. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. XIII, sayı: I, Bursa. Yener, Ö. (2012). “Değerlerin Kişilik ve Kimlik Kazanımındaki Rolü”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, c. IV, İstanbul. Yılmaz, H. K. (2011). “Şahsiyet/Kişilik İnşası ve Değerler”. Diyânet Aylık Dergisi, sayı: 245, Mayıs, Ankara. 426 III. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Cuma - 14:00 - 15:00 Oturum Başkanı Prof.Dr. Osman ÇAKMAK / Yıldız Teknik Üniversitesi İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ / Atatürk Üniversitesi Esengül TAN / Atatürk Üniversitesi Yusuf SÖYLEMEZ / Atatürk Üniversitesi İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Ailenin Rolü Üzerine Bediüzzaman'dan Bazı Tespitler Dr. İdris GÖRMEZ / Akdeniz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanlığı Risale-i Nur Yaklaşımı ile Toplumsal Değerlerin Yeniden İnşası Dr. İsmail BENEK / Sivil Toplum Akademisi İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said Nursi1’nin Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ Atatürk Üniversitesi K.K. Eğitim Fakültesi Esengül TAN Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi Yusuf SÖYLEMEZ Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi Giriş Son iki yüzyıla damgasını vuran asrın büyük mütefekkiri Bediüzzaman2 lakabıyla şöhret bulan Said Nursi, ortaya koyduğu Risale-i Nur külliyatıyla sesini sonraki asırlara da taşıyacaktır. Onun kitleleri kendine bağlayan ve onlara yeni bir aksiyon kazandıran eserlerinin elbette pek çok yönden incelenmesi gereklidir. Yapılacak olan incelemelerde bu eserlerin toplumu nasıl ve hangi cihetle etkilediği ortaya konulmalıdır. Bu araştırmada “Üstat” olarak anılan Bediüzzaman’ın Lem’alar adlı eserindeki değerlerin bir kısmı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. İlk bakışta bir din adamı gibi görünen Said Nursi Hazretleri’nin aslında büyük bir toplum bilimci olduğu anlaşılır. Onun gayesi insanları devamlı iyiye, güzele, doğruya sevk etmek ve onları ümitsizlikten kurtarmaktır. Bediüzzaman eşsiz mantıki yorumlamalarıyla insanları kendine celp etmiş ve onların üzerinde derin bir etki alanı oluşturmuştur. O, eserlerindeki değerler manzumesi ile insanlara bu dünyadaki mutluluğunun anahtarını sunarken onların ahiret saadetini nasıl kazanacağını da veciz ve tartışılmaz bir biçimde onlara anlatmıştır. Değer; kelime anlamıyla bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, üstün nitelik, meziyet, üstün, yararlı nitelikleri olan kimse, bizim çalışmamıza temel oluşturacak anlamıyla ise bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin bütünü olarak tanımlanabilir. ____________________________________________________________________ 1 2 Kayıtlarda kendisine “Okur” soyadı verilmesine rağmen kendisi doğduğu köy olan “Nurs”tan esinlenerek “Nursi” soyadını kullanmayı yeğlemiştir. Bu çalışmanın kaynakçasında da Nursi soyadı esas alınacaktır. Zamanın harikası anlamında bir lakaptır. İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ Zihinsel olgu olarak değerler, duyuşsal alanda yer alan duygu ve düşüncelerimizi yakından etkiler (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008: 71). Bireye hayata nasıl bakması ve onu nasıl yaşaması gerektiği konusunda fikir verir, yol gösterir (Akbaş, 2008: 10). Kamu düzeni için sorun oluşturan birçok olumsuz davranışın giderilmesinde, yine değerlerin kazandırılmasının etkili olacağı düşünülmektedir (Tillman’dan akt. Aladağ, 2009: 1). Türk toplumunun yapısında her daim var olan, ancak sistemli bir şekilde eğitiminin dünyada 1920’lerde başladığı değerler (Okudan, 2010: 23); gerek çağımız insanında bir vatandaş ya da birey olarak taşıması gereken özellikler gerek sosyal sorunların çözümünde bireyden topluma genişleyen yardımcılar olarak düşünülmektedir. Değer eğitimi, sadece sınıfta verilecek bir eğitim değildir. Konunun evi, okulu ve toplumu dolayısıyla anne-babayı, öğretmenleri, idarecileri, okul çalışanlarını, okul topluluğunu ve müfredatı ilgilendiren boyutları vardır. Geliştirilecek programlarda birçok yaklaşım ve aktivite; belli bir plan, program, müfredat ve sistem dâhilinde uygulanabilir (Uysal, 2008: 55). Değerler eğitiminde uygulanan yaklaşımlardan biri de edebiyat merkezli karakter eğitimidir. Edebiyat temelli öğretime değer eğitimi katıldığında, öğrenen merkezli bir yol elde edilmiş olacaktır. Bu da gelecek nesillerin katılımcı vatandaşlar olmasını, akademik ve ahlaki alt yapıya sahip yetişmesini sağlayacaktır (Uysal, 2008:55). Eğitim materyalleri hazırlanırken belirlenen amaç ve kazanımlara uygun materyaller seçmek oldukça önemlidir. Toplumun aradığı insanda olması gereken değerleri içermeleri veya insandaki mevcut değerleri pekiştirmeleri açısından edebî eserler; bireyi iyiye, güzele, doğruya götüren (Otluoğlu ve Öztürk’ten aktaran Mindivanlı, Küçük&Aktaş, 2012), kişinin duyuş, düşünüş ve farkındalığını etkileyen önemli materyallerdir. Dolayısıyla değer eğitimi söz konusu olduğunda doğrudan veya dolaylı olarak faydalanılması elzemdir. Çalışmada, hayatı boyunca doğuda Medresetü’z-Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam üniversitesi kurma fikrini gerçekleştirmek için gayret gösteren Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar adlı eseri, edebiyat temelli değer eğitiminde kullanılabileceğine kanaat getirdiğimiz bir eser olarak incelenmiştir. Esere adını veren lema kelimesi parıltı anlamına gelmekte ve eser otuz üç lem’adan / parıltıdan oluşmaktadır. Amaç Araştırmanın amacı insani değerlerin yeniden inşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin değer anlayışı çerçevesinde Lem’a’lar adlı eserinden nasıl faydalanılabileceğini belirlemektir. 430 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Evren ve Örneklem Çalışmanın evreni Risale-i Nur Külliyatı olarak düşünülmüş ve örneklem olarak Lem’alar adlı eser seçilmiştir. Bu seçim yapılırken yazarın hayatında parıltılar olarak değerlendirdiği durumları anlatması ve değerler açısından zengin ve farklı olabileceği düşüncesi etkili olmuştur. Sınırlılıklar Lem’alar adlı eserin içeriğindeki değer zenginliğinin tamamını bu çalışmanın sınırlarında verebilmek mümkün olmadığından çalışma, eserden seçilen 33 değerle sınırlandırılmıştır. Problem Cümlesi İnsani değerlerin yeniden inşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin değer anlayışı çerçevesinde Lem’alar adlı eserinden faydalanılabilir mi? Yöntem Veriler nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi yöntemiyle elde edildi. İnceleme aşamasında şu sıralama izlendi: Çalışmanın ilk aşamasından seçkisiz örnekleme yöntemlerinden sistematik örnekleme yöntemi kullanılarak eserin ilk on sayfasından bir sayfa rastgele seçildi ve sayfadaki değerler not edildi (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 66). Aynı işlem on sayfa arayla her bir sayfa için tekrar edildi ve 260 değer belirlendi. Bulunan değerler tasnif edildi. Yakın değerler bir başlık altında toplandı ve 214 değere düşürüldü (Ekiz, 2013: 79). Çalışmanın ikinci şamasında amaçlı örneklem seçim yöntemi kullanılarak 214 değer erisale.com ve risaleara.com siteleri vasıtasıyla eserin içinde tek tek arandı ve bu değerlerin geçtiği bölümler alınarak bir arşiv oluşturuldu (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 69). Her bir değer için yapılan alıntıların bulunduğu bölümlere kısa ve günümüz Türkçesiyle sadeleştirme çalışması olmamasına özen gösterilerek özet mahiyetinde mealler yazıldı (Ekiz, 2013: 80; Yıldırım ve Şimşek, 2000: 149). Eserin sahip olduğu zengin değerler kümesinin her bir elemanının burada işenmesi mümkün olmadığından nitel araştırmada üst düzey yöntem olarak kabul edilen içerik analizi yoluyla (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 162; Ekiz, 2013: 76), içlerinden 33 değer (farzları yerine getirme, eleştiri ve kadere rıza, sabır, şikayet, şükür, tevekkül, 431 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ tefekkür, havf ve reca, Allah’ın inayeti, dua, âdetler, yaratılış ve evrim, Esmaü’l hüsna, besmele ve salavat, öz eleştiri, ödül ve ceza, menfaat, kadın, insan, hırs ve hilekârlık, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm, düşmanlık, bencillik, bilmemek, iletişim) seçilerek birbiriyle bağlantılı anlatılanlar birlikte verilmek (temalandırılmak) koşuluyla ayrı ayrı değerlendirildi ve değer eğitiminde kullanılabilecek şekilde işlendi. Bu değerler seçilirken şu hususlara dikkat edildi (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 146-147): • Lem’lar adlı eserin müellifinin genelde çok vurguladığı değerler olmasına • Toplumun genel yapısını yansıtmasına • Günümüz insanlarının en çok yaşadığı bireysel sorunları içermesine ve çözümüne yönelik öneriler getirmesine • Günümüz insanının en çok yaşadığı toplumsal sorunları içermesine ve çözümüne yönelik öneriler getirmesine • Günümüz insanın kaybetmeye başladığı/kaybettiği olumlu, baş gösteren olumsuz değerler olmasına • Lem’a’larda atıfta bulunulan kısımların orijinal metinleri önceleri dipnot olarak verildiyse de çalışmanın sınırlarını aştığı için, düzenleme ve düzeltme çalışmaları sırasında metinden çıkarılarak sadece ilgili konuya işaret eden bölüm ve sayfa numaraları belirtildi. Bulgular ve Yorum 1. Sosyal ve bireysel değerler İnanca sataşma (Yaratılış, evrim ve marksizm) Lem’alar’da yaratılışa ve buna inanmaya oldukça sık vurgu yapılırken o dönemde hızla yayılmaya başlayan bir “felsefi akım” veya “ikinci bozuk Avrupa” diye Evrim Teorisi ve Marksizm’den, bu düşüncelerin yanlışlığından ve tehlikelerinden bahsedilir. Bediüzzaman Hazretlerinin de 1920’lerin başında iman sahiplerinin imanını zedelemek için Müslümanların arasına müthiş bir dinsizlik fikri, sokmaya çalışıldığını belirttiği (Nursi, 2013: 177) gibi devletin savaşta olmasından istifade eden bu fikirler süratle Osmanlı’nın ardından da yeni devletin “Batıcı” aydınları arasında yayılmaya başlamıştır. 1927 yılında İbrahim Alaaddin Bey tarafından yazılan Darwinizm isimli kitap yayınlanmış 1931 yılında Devlet Matbaası tarafından, Maarif Vekaleti aracılığıyla bastırılan Darwin isimli kitap, 3.000 baskı yapmıştır (http://evrimagaci. org/makale/289). 1917 Ekim Devrimi, başka bir değişle Bolşevik İhtilali’yle Vladimir İlyiç Lenin’in başkanlığındaki Bolşevik Partisi’nin Rusya’da iktidarı ele geçirmesiyle Marx ve Engels’in, farklı uluslardan komünistlerin örgütü olan Komünist Birlik için 432 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 1848’de kaleme aldıkları Marksist- Materyalist felsefenin ilk siyasi program belgesi mahiyetindeki Komünist Parti Manifestosu hayata geçmiştir. Hâl böyle iken Said Nursi, kendisine ilişen siyasilerle mücadeleye girişmemesinin sebebini asıl tehlike olarak fen ve felsefeden yani evrimci ve Marksist düşüncelerden gelen tehlikeye bağlar ve kendisiyle uğraşan hükumetin İngiliz ve İtalyanlar tarafından savaşa çekilmek istendiğini ve bunun olmaması için dua ettiğini, kâfirler üzerinden gelecek bir ferahlık ve huzur istemediklerini; çünkü ehli imana musallat olan münafıklıkların yine onların eseri olduğunu söyler (Nursi, 2013: 104). O dönemde hem kendi hem -daha önemlisihalk için asıl tehlikenin Avrupa’dan yayılan bu felsefi düşünce olduğuna kanaat getirdiği ve olumsuz bir değer olarak yerleşmesinden tedirgin olduğu anlaşılıyor. “Ağaç yaş iken eğilir.” atasözüyle de sabit olduğu üzere, yaşı ilerlemiş insanların eğitilmesi de yerleşmiş fikirlerinin değiştirilmesi de çok zor belki imkânsızdır. Her türlü kötülüğün öncelikli muhatabı oldukları için, Avrupa’ya özenen gençlere Avrupa’nın düşmanlıklarını hatırlatarak farkında olmadan milletlerini küçük düşürdüklerini ve hamiyet davasına zarar verdiklerini söyler ve onlara teessüf eder (Nursi, 2013: 120). Evrimci ve materyalist düşünceye karşı ilk uyarıyı böylece gençlere yapmış olur. “İkinci bozuk Avrupa” diye nitelediği, Evrim Teorisine kapılıp İsevilikten uzaklaşan Avrupalılara seslenerek “Her şey kendi nefsine maliktir ve hayat bir kavgadır.” diye nitelemesinin yanlış olduğunu, en basitinden gıda zerrelerinin hücreleri beslemek için büyük bir istekle koşmalarının ilahi emir olduğunu, bu sebepten nesneler arasında kavga değil, muavenet (yardım, yardımlaşma) olduğunu vurgular. Cüzi bir iradeye sahip olmasına rağmen insanın hayatının hâkimi olamadığı bir dünyada, hiçbir canlının kendi nefsinin hâkimi olamayacağını söyler (Nursi, 2013: 117). Dolayısıyla rekabet ve kavga yerine, görev ve sorumluluk bilinciyle hareket etmek gerektiğini anlatır. Cüzi ve külli irade ile kader inancına, hayatın temel yapısı olan hücredeki görev bilinciyle de ilahi nizama atıfta bulunarak bir yaratıcının, her varlığın üstünde bir hüküm vericinin olduğunu hatırlatır. Bir ilacı meydana getiren maddelerin tesadüfen dökülüp doğru miktarlarda bir araya gelmesi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hassas ölçülere göre ve bir bilimle gerçekleştirilir; işte kâinattaki her bir şey de hassas ölçülerle vücuda getirilmiştir. “Hiçbir sebebin bunu oluşturması –özellikle ölçüsüz veya tesadüfi olarak- mümkün değildir.” (Nursi, 2013: 178) ifadeleriyle de kâinattaki bu ince, hassas düzeni oluşturan ilmi, tesadüflere bağlamanın yanlış olduğunu belirtir. Allahu Teala’nın (cc.) yaratmalarında belli bir düzen olduğu için canlıların vücuda gelişi sebeplere bağlı gibi görünür. Dikkatle bakıldığında ise canlıların oluşumu sebeplerden on kat daha muntazam, latif ve sanatça çok daha mükemmeldir (Nursi, 2013: 179-180). Kalem kullanan ressamın eserinin kalemden daha güzel olması kadar 433 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ doğal olan bu durum, ressamın varlığını gösterdiği gibi kalemin bunu yapamayacağını da ispatlar. Said Nursi Hazretleri, maddenin korunumu gereği; “Yoktan var olmaz.”, “Var yok olmaz.” hükmüyle mahlukatın tesadüfi olarak zerrelerin hareketi, dağılması, birleşmesi sonucunda meydana geldiğini ve kendini akıllı zanneden insanı cehaletin en alt derecesinde görür (Nursi, 2013: 193-194). Her bir canlıyı temelde var olanların (atomların) farklı bir terkibi olarak görmenin aslında o temelde var olanın varlığını izah edemeyeceğini, onu yaratmaya, ancak gözle görülmeyen bir nizamın sahibi olan Allah’ın gücünün yetebileceğini ortaya koyar. Cansız varlıkların hayatta hissesi olmadığı için şevkinin de nezaret eden şeye ait olduğunu, çok nazik yapıdaki suya “Don!” emri geldiği zaman büyük bir arzuyla bunu yaptığını ve kapalı demir kapta donarken “Genişle!” emriyle genişleyip o demir kabı parçaladığını, tabiattaki her canlı ve cansızın da böyle hareket ettiğini ve Allah’ın varlığına hem varlığıyla hem de cansızların şuursuz bir varlık olmalarına rağmen düzene uyması ve düzeni devam ettirmesiyle kanıt olduklarını ifade ederek nizamın ilahi bir sevkle olabileceği hususunu vurgular (Nursi, 2013: 125). Said Nursi Hazretlerine göre başka bir şeyin müdahalesi olsa, kâinattaki bu hassas düzen ve denge elbette bozulur ve düzensizlik ortaya çıkar. Bu düzen Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet eder (Nursi, 2013: 335). Hem hassas bir düzen için bir yaratıcının -kural koyucunun- var hem de bu düzenin muhafazası için bu yaratıcının tek olması gerekliliği belirtilir. Sadece hayatın varlığını ve devamlılığındaki düzeni değil dünyadaki hayatın bir hayat-ölüm döngüsünde tazelendiğini, bu hareketin sevildiğini ve bunda bir kemalat olduğunu, bu idarede kusur bulunmadığını söyleyerek ölüm hakikatinin kusursuz idaredeki yerini göstermiş olur (Nursi, 2013: 347). Zıtlıkların birbirini göstermede ve belirginleştirmedeki rolleri, kışın ardından baharla yeşeren yeryüzü gibi ölüm-hayat döngüsüyle verilmiş ve ölüm karşısında bir düşünce tarzı belirlenmiş olur. İnsanın yaptığı bir şeyle adını duyurup övünmesi gibi yaratıcının da yarattıklarında kendini gösterdiğine (Nursi, 2013: 349-350), Allah’ın yaratıcı olduğuna ve onun bu saltanatını inkâr ve küçümseme yoluna gidenlerin yaptığı yanlışa Allah’ın isimlerinin tecellisinin en güzel cevap olduğuna (Nursi, 2013: 372-373), var oluşu tabiata bağlamanın batıl inanç olduğuna, bu düşüncede olanların aklı ermediği için iman hakikatlerini küçümseyerek batıl yola girdiklerine (Nursi, 2013: 176), konuşurken dikkat etmek gerektiğine, var oluşu sebeplere bağlamanın, kendi kendine oluyor zannetmenin veya tabiatı gereğidir gibi sözlerle ifade etmenin insanı küfre götürebileceğine (Nursi, 2013: 177-178), harika hadiselerin cereyan ettiğini gören kimsenin bu işi yapan zatın her şeye gücünün yettiğini anlaması gerektiğine değinerek 434 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI (Nursi, 2013: 135) felsefenin cüzi bir emirden ümitsizliğe düşen, bu yüzden hayal kırıklığına uğrayan, dünyadan aldığı tadı kaçan bir adama hangi saadeti vaat ettiğini sorar ve insanı yalancı ve geçici bir cennette, cehennem azabına mahkum ettiğini söyler (Nursi, 2013: 115-116). Böylece bu felsefi akıma kapılmanın dinî ve sosyal sonuçlarıyla ilgili birtakım uyarılarda bulunmuş olur. İnsanın kötülüğe götüren nefsine seslenerek insanın önünde iki yol olduğunu, birincisinde zulme uğrayan, hâline semaların ağladığı bir adam bulunduğunu ve insanın ona üzülmekten vazgeçmesi için ya insanlığından çıkması ya da aklından vazgeçmesi gerektiğini; ikinci yolda adaletli bir sultanın askerlerinin olduğunu ve onun izniyle terhis olup ferahladıklarını, onun izni olmaksızın hiçbir şeye teslim olmadıklarını hatta tüm dünyaya karşı tek başlarına mücadele edecek güç ve cesareti bulduklarını; birinci yolun İsevi dininden uzaklaşmış, ikinci bozuk Avrupa’nın, ikinci yolun Kur’an’ın insanlığa bir hediyesi olduğunu (Nursi, 2013: 116-117) söyler ve böylece bu felsefi akıma neden karşı olduğunu izah eder. Gençlerin felsefe ve Kur’an’ın verdiği derslerin derecelerine bakmasını, bunların farklı olduğunu, Avrupa’nın felsefe ve fenle insanları gaflete düşürerek hissizleştirdiğini; ancak ölüm gerçeğinin bu gaflet perdesini parçaladığını (Nursi, 2013: 120) söyleyerek acı bir hakikati de ortaya serer. Kısaca; Avrupa’dan gelen bu felsefi ve fenni düşüncenin inananları-özellikle gençleri- hakikatleri görmelerini engelleyerek onlara sebepleri, tesadüfleri ve tabiatı kendi başına yaratma ve yaşama gücü olan bir yapı olarak göstermek cihetiyle asıl yaratıcıdan uzaklaştırarak gaflete daldıracağı, hem dünyada hem de ahirette sıkıntıya düşüreceği endişesiyle Marksist felsefenin ve Evrim Teorisi’nin olumsuz birer değer, Allah’ın tek yaratıcı olduğu ve kâinatın onun sonsuz ilmiyle hassas bir düzende yaratıldığı, bunun insana hem dünyada hem ahirette ferahlık getireceği fikrinin de “yaratılış” olarak isimlendirebileceğimiz olumlu bir değer olarak işlendiği söylenebilir. İletişim İletişim sözcüğü, eski Türkçede élt- ya da élet- (temel anlam olarak fiziksel anlamda bir şeyi taşımak anlamına gelir) kökünden gelir. İlet– fiili, –iş işteşlik ekini alarak iletiş – (karşılıklı iletmek) daha sonra da –im fiilden isim yapma ekini alarak kavramı meydana getirmiştir (Kaya, 2010:6). Anlatma, anlama ve anlaşmayı hedefleyen iletişimde kaynağın alıcıya gönderdiği mesajları doğru kodlaması; yani alıcının anlayacağı dille ifade etmesi iletişimin doğru gerçekleşmesi, Hz. Mevlana’nın kişinin bilgisinin karşısındakinin anlayışıyla sınırlı olduğu şeklinde ifade ettiği gibi, muhatabın kastedilen anlamları çıkarması açısından oldukça önemlidir. Bu hem kişiler arası hem de toplumsal iletişimde önemli bir sorunun da temelini oluşturmaktadır. Aydınların halkı anlamasına paralel olarak irşat 435 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ konumunda olan zatların da kendilerine tabi olanları anlaması ve onların anlayışına göre hitap etmesi gerekir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri “Bazı benzetmeler aydınlardan halka geçince mecaz değil de gerçekmiş gibi düşünüleceğinden verilmek istenen anlam ve kastın çok dışında mesajlar taşımaya başlayabilir.” (Nursi, 2013: 9192), “Teşbihler mürşitlerden yetersiz müritlere intikal edince bazı yüce hakikatler kelime manasıyla olduğu gibi kabul edilebilir. Vahdet-i vücut mesleğinde ‘Ene’l-Hak’ sözü aslında ikiliği reddeden ‘Ben ondan geldim, onun gerçek varlığı karşısında ben bir hiçim.’ anlamına gelirken bir kısım müritler bunu şahsın ilahlaşması gibi görebilir.” (Nursi, 2013: 272) tarzındaki ifadeleriyle aydınlarla halk arasındaki uçurumun giderilmesi gerektiğini vurgulayarak iletişim değerini ön plana çıkarır. Öz eleştiri Öz eleştiri; kişinin kendini değerlendirmesi, yanlışlarını fark etmesi anlamında bir değerdir. Lem’alar’da şu şekilde işlenmiştir: 1. İnsan kendi kusurunu görmeli, kabul etmeli; bundan dolayı af dilemeli ve affa mazhar olmaya çalışmalıdır (Nursi, 2013: 87-88). 2. Kusurlu insanın kusurunu bilip itiraf ederek tövbe istiğfarda bulunmasına şeytan engel olur (Nursi, 2013: 88). 3. Kusurunu görüp bilmek, pişman olup bundan dolayı af dilemek gerekir; bunun yapmamak, ancak şeytana kanmaktır. Müminin iyiliklerini görmeyip bir kusuruyla ona düşman olmak da böyledir (Nursi, 2013: 88). Menfaat İçinde bulunduğumuz modern zamanlar; insanların bencilleştiği, sevgi ve saygının menfaatler çerçevesinde şekillendiği bir dönem olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bediüzzaman da eserde çıkarcılık, menfaat peşinde koşma, menfaatler uğruna değerlerinden ödün verme gibi çağımızın sıkıntılarını olumsuz değerler olarak işlemektedir. Mevki kazanma hevesiyle hak olanı yapmaktan ve söylemekten kaçınan, dolayısıyla bid’alara sapan insanların şerefinin yerle bir olacağı ve manevi sıkıntılar yaşayacağı (Nursi, 2013: 45); makam, mevki sevgisi, meşhur olma arzusu, şan, şeref perdesi altında enaniyete bir makam vereceği ve samimiyeti zedeleyen ikiyüzlülüğe, kendini beğenmişliğe yol açıp insanı gizli şirke sürükleyebileceği (Nursi, 2013: 165) şeklindeki uyarılardan menfaatin tek başına kalmadığı bencillik, ikiyüzlülük, kibir gibi diğer olumsuz değerlere de zemin hazırladığı; hatta insanı gizli şirke sürükleyecek kadar büyük tehlikeler içerdiği de anlaşılır. 436 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bediüzzaman; gaflete düşen, dünya sevgisiyle dolmuş insanların sarıldığı dünya meselelerinde menfaatlendiği şeye bağlandığını ve bu bağlılıkta bir çeşit ihlas taşıdığından o işte başarılı olduğunu ve ehli hakka üstün gelebildiğini, ehl-i hakka seslenerek buna karşı birbirinin ayıbını örtmesini ve ittifakı zayıflatmamasını söyler (Nursi, 2013: 155). Çıkarcılık kadar çıkarcılara ve onların sebep olacağı zarara da dikkat çekmiş olur. Anlaşıldığı üzere makam, mevki hırsı, menfaatlenme arzusu, dünya sevgisiyle dolu olmaktan ve bunun sebep olduğu gafletten kaynaklandığı gibi bencillik, riya, ikiyüzlülük gibi olumsuz sonuçlar doğurduğu tespiti yapılır ve ehli hakkın birbirinin kusurunu örtmek ve birlik olmakla bunu aşabileceği çözümü getirilir. Bilmemek Bilmek, bilgiye sahip olmak her dönemde övülmüş ve kıymetli bir hazine gibi görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de “… De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?3” (Zümer Suresi, 9. ayet) ifadeleriyle de desteklenen bilmenin neden bu kadar değerli olduğunu, Said Nursi Hazretleri de (2013: 355) “İnsan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylere karşı onlarda kusur arar ve onlara âdeta düşmanlık etmek ister.” mealindeki ifadelerle bilmemenin nelere yol açacağını ortaya koyar. Ödül ve ceza Değer olarak ödül ve ceza, davranışın doğruluğuyla orantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. İyi ve doğru davranışların ödülünün daha büyük, daha önemli olduğu ve yalnız Allah tarafından verileceği; kötü ve yanlış davranışların kasıtla yapılması durumunda ahirette, kusurla işlenmiş ve doğru yoldan sapma şeklince cereyan etmiş olanlarınsa uyarı mahiyetinde dünyada cezalandırılacağı belirtilerek “ilahi adalet” çerçevesinde işlenir. İyi ve güzel şeyler yapılınca karşılığında bir şeyler beklemenin uygun olmadığı; yapılan işlerin ödülünün, ancak Allah tarafından verileceğini düşünerek O’na ihlasla sığınılması ve O’nun tevfikine (yardım, inayet) itimat edilmesi gerektiğini4, dünyayı ahirete tercih edenlerin birlikte hareket etmeleri, rekabete girmemeleri ödüllerini hemen aldıklarını, buna mukabil dindarların ve ilim sahiplerinin vazifelerinin umuma bakması ve manevi ödüllerinin büyük olmasından aralarına nifak girebileceği gerekçesiyle ücretleri sonraya bırakıldığını5 ifade eder (Nursi, 2013: 149). Allah’ın ____________________________________________________________________ 3 4 5 “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu? De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” …İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır… …Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise… 437 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ inayetine sığınıp yaptıklarının karşılığını O’ndan bekleyenlere asıl büyük ödülün ahirette verileceğini müjdelemiş olur. Bediüzzaman Said Nursi eserde cezayı, uyarı cezası ve şiddetli ceza olarak ikiye ayırır ve ilahi uyarıları ceza gibi görmenin doğru olmadığını, aslında inananların bu dünyada da inanmayanlara göre rahat içinde ve inanmayanların cezasının mahkeme-i kübraya kalacak kadar büyük olduğunu (Nursi, 2013: 47) söyler. Kur’an hizmeti gibi kutsal bir hizmette bulunanların hata yaptıklarında Gavs-ı Azam’ın da bir kerameti olarak şefkat tokadı yemelerini, Allah’ın kullarını şefkatinden dolayı günahtan sakındırdığını söylediği6 (Âl-i İmrân, 3/30) ayetten yola çıkarak izah eder. Ayrıca ayette geçtiği gibi nur talebelerine zulmedenlerin dünyada dahi karşılığını aldığını (Nursi, 2013: 40), doğruya sahip olduklarından ayrılmamak için iştirak etmeyenlerin şefkat tokadı mahiyetinde hepsinde ayrı kalacağı (Nursi, 2013: 41), Kur’an hizmetinde olanların ihlasının kırılmasının dünyaya, riyaya meylet-melerinin sonucunda hasıl olacak manevi tokatların manevi bir ameliyat gibi iyileşmeye sağlayacağını (Nursi, 2013: 44) ifade eder. Ehli dünyanın Kur’an hizmetinde şeref haysiyet noktasında hassas birine nüfuz etmesi ve o kişinin ehli dünya ile teması sonucunda şerefinin zedelenmesi gibi -manevi mevkisini yeniden kazanabilmesi için- manevi tokat yemesine sebep olduğunu (Nursi, 2013: 45), hizmette bezginliğe düşüldüğünde uyarı cezası7 (Nursi, 2013: 41), ibadet terk edildiğinde - nefsine zulüm ve Allah’ın emirlerine karşı çıkmak olduğunu içinşiddetli bir cezaya çarptırılacağını belirtir (Nursi, 2013: 190). Farklı bir bakış açısıyla, tabii afetleri bir tepki olarak ele alıp delalet içindeki insanlara tabiatın kızgınlığını; 1. Nuh tufanı, semavat ve arzın galeyanını, 2. Semud ve Ad kavimlerinin inkârından havanın hiddetini, 3. Firavuna karşı su ve denizlerin galeyanını, 4. Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını, 5. Ehli küfre karşı cehennemin neredeyse öfkeden parçalanacağını söyleyerek örneklendirir (Nursi, 2013: 83). ____________________________________________________________________ 6 7 438 “Herkes hayır olarak ne işlemiş, kötülük olarak ne işlemişse, kıyamet gününde hepsini önünde hazır bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesafe bulunsun. Allah, sizi kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir." …Hizmette hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hâdisâtı yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecir tokatı görmüşler… ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Eleştiri ve kadere rıza Lem’alar’da eleştiri, kaderi eleştirmek ve Kur’an hizmetinde olanlar nezdinde ortak bir amaca hizmet eden arkadaşını eleştirmek olarak iki yönüyle olumsuz değer olarak alınır ve çözüm olabilecek olumlu değerlere yer verilir. Sıkıntıya maruz kalan kişinin itiraz edercesine şikâyetinin sıkıntısını artırmaktan başka işe yaramayacağı, kaza ve kadere itiraz ederek eleştirel yaklaşmanın sıkıntıları artıracağı hususundaki fikirlerini, aşağıdaki cümlelerle ortaya koyarak aslında önemli uyarılarda bulunur: Madem O’nun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lazım. Cenab-ı Hakk’ın (cc.) kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekva etmek, bir nevi kaderi tenkittir; rahîmiyetini ithamdır... Kaderi tenkit eden, başını örse vurur; kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır (Nursi, 2013: 12). Kur’an hizmetinde olanları, geniş anlamda ortak bir amaca hizmet eden arkadaşları, bir vücudun organlarının birbirinin eksiklerini tamamladıkları gibi birbirlerinin eksik ve kusurlarını gidermeye çalışmaları; aksi hâlde bir vücudun dağılması, ruhunu kaybetmesi gibi bir akıbete uğrayacakları hususunda uyararak eleştirinin belki de en kötü tarafı olan eleştirenin eleştirilenden üstün görünme gayretine dikkat çekip bundan kaçınmak gerektiğini belirtir (Nursi, 2013: 160). Özetle eleştiri, kadere itiraz ve arkadaşına üstünlük taslama gayreti yönleriyle uzak durulması gereken olumsuz bir değer olarak alınır. Hırs ve hilekârlık Hırs, sonu gelmeyen istek, aşırı tutku; hilekârlık, birini aldatmak, yanıltmak için düzen, dolap, oyun, ayak oyunu, alavere dalavere yapmak anlamlarında iki kavramdır. Eserde bu kavramlar olumsuz değerler olarak işlenmiştir. Eserde 16 yerde, 39 defa tekrarlanan hırsı doğuran şeyin israf olduğunu söyleyip hırsın verdiği neticeleri şöyle sıralar: 1. Kanaatsizlik: Meşru ve helal az mal yerine gayrimeşru ve kolay kazanılan mala meylettirir. 2. Yokluk ve zarar: İzzet ve haysiyeti kaybettirebilir (Nursi, 2013: 144). Kendini fedakâr gibi gösterip çıkar sağlamaya çalışanlar aslında hırs ve gururunu perdelemeye çalışan kimselerdir8 (Nursi, 2013: 118). Menfaat hırsıyla her türlü değerin ____________________________________________________________________ 8 …ve hamiyet ve fedakarlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor, her şeyi nefsine feda eder… 439 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ arkasına saklanan hilekâr insanlar hakkında genel bir uyarı yapar. Hilekarlık, yalancının mumu gibi kısa ömürlüdür. Dikkat sahibi birileri mutlaka onların sahtekârlığını ortaya çıkaracaktır9 (Nursi, 2013 b: 170). Âdetler Görenek, alışkanlık, topluluk içinde eskiden beri uyulan kural, töre anlamlarında Arapça bir kelime olan âdet; varlığını toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi dinî konularda da gösterir ancak dindeki âdetler bidat10 (http://www.tdk.gov.tr) ve şeair11 (http://www.osmanlicaturkce.com) olmak üzere iki kısım olarak düşünülebilir. Said Nursi Hazretleri de bu değeri hem olumlu hem olumsuz yönüyle işler. Ona göre âdetlerin dinin hükümlerinin önüne geçmesi bidattır ve camilerde ortaya çıkan bidalar halkın samimi dualarını ortadan kaldırdığı için duaların kabulünü engeller ve umumi mutluluğu ortadan kaldırır ancak şeair hükmünde olan bazı sünnetlerin yerine getirilmesi, nafile ibadet olmakla birlikte, şahsi farzlardan önemlidir (Nursi, 2013: 53). İnsan Eserde insan, bir ayna olması mahiyetiyle ele alınır. Said Nursi Hazretleri’ne göre insan iki yönden aynadır: 1. Kainatın küçük bir fihristesi olarak Allah’ın isimlerini gösterir. Yaratılan her şeyde ve onların her hâlinde Allah’ın isimlerine denk gelen bir hikmeti görmek mümkündür. İnsan da kâinatın küçük bir numunesi olarak hem yaşamın özelliklerini kendinde barındırır hem de incelenecek daha doğru ifadeyle tefekkür edilecek olursa Allah’ın yaratmasındaki sanatların görülebileceği bir aynadır. Bu ayna; hakikatin kendisi, yani yaratıcı değildir, ancak ve ancak yaratıcının varlığının ve yaratma gücünün kanıtı olabilir. Allah’ın varlığının bir aynası olduğu gibi ona şükre muhtaçtır (Nursi, 2013: 355). ____________________________________________________________________ 9 10 11 440 … Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki, yüz derece muhâldir. Çünkü, birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Her bir hâli bağıracak ki, ‘Bu sahtekârdır!’… İslam dininde Hz. Muhammed zamanından sonra ortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamt etmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslamiye denir. Bütün Müslümanlarla alâkalı meseleler ve alâmetler, umumun hissedar olduğu işlerdir. (Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mesul olur.) ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kadın Kadın; eserde 21 yerde, 61 defa zikredilir, zayıf ve üstün yanlarıyla, Türk –İslam toplumundaki bir değer olarak işlenir. Kadınların İslam dairesinde kendilerini bulacakları, eğlence ve günaha meyilde erkeklerden çok geri oldukları gibi sonuçlarından da fazlasıyla etkilenecekleri, tüm bunlar düşünüldüğünde kadınların fıtraten İslam dairesinde bir aile yaşamına daha yatkın mübarek varlıklar olduklarını ifade eder. Onları yüceltip eşlerini değiştirebilecek yetenekte oldukları için sabır ve ahlakta devama davet eder (Nursi, 2013: 202). Görüldüğü üzere aile hayatının merkezine konan ve mübarek varlıklar olarak nitelen kadın, ataerkil bir topluma rağmen eşini değiştirebilecek meziyetlere sahip olarak görülür. Özetle; toplumun temeli aile, ailenin temeli kadın olarak verilir. Toplumsal bir değer olarak görülen kadından beklenense, İslam adabına uymak ve eşi ahlaksız dahi olsa kendinin ahlakta ısrar etmesi ve eşini değiştirmeye çalışması dolayısıyla aile kurumuna sahip çıkmasıdır. Bencillik Eskilerin enaniyet, yeni neslin egoistlik dediği, yalnızca kendini, kendi menfaatlerini düşünme, kendini diğerlerinden farklı ve üstün görme hâli olan ve eserde 28 yerde, 52 defa zikredilen bencillik; olumsuz bir değer olarak kabul edilmektedir. Ene/bencillik paylaşmayı, birliği, beraberliği açık ya da kapalı bir biçimde tahrip eder. Dünya sevgisiyle dolu olanlarda müthiş bencillik olur. Ahireti ön plana alan biri de “Niçin bunları bana musallat etti?” diye düşündüğünde araya enaniyet / bencillik girmiş olur ve ilahi kader insanı zalimlerin zulmüne muhatap eder (Nursi, 2013: 174). Bencillik kendini haklı, muhalifini haksız gösterdiği için birlik, beraberlik sevgi yerine üstün olma gayreti ve ayrılığı ortaya atar; samimiyeti kaçırır ve ancak hakkı tercih, bencilliği ortadan kaldırır (Nursi, 2013: 149). Çeşitli zümrelere dâhil Müslümanların hak düşmanda dahi olsa, rıza ile kabul edip buna memnun olması; hakkın hatırı için nefsin hatırını kırması gerekir (Nursi, 2013: 158). Düşmanlık Olumsuz değerlerden biri olan ve eserde 17 yerde, 28 defa geçen düşmanlık, kelime anlamı düşmanca duygu veya davranış; psikoloji de ise canlının, engellenme karşısında başka birine karşı kırıcı ya da yok edici duygular beslemesi durumu olarak tanımlanmaktadır. İçinde basit söyleyişle kin barındıran veya sevgiden oldukça uzak olan düşmanlık; kişilerin birbirine tahammül göstermesi, birbirlerinde kusur aramaması, gördüğü kusur varsa örtmesi ile giderilebilecek veya önleyici tedavi mahiyetindeki tedbirlerle başlamadan sonlanacaktır. Daha mantıklı olan, düşmanlığı başlamadan engellemektir; çünkü düşmanlık kişilerin/toplulukların birbirine zarar vermesine sebep olacağı için kin ve öfkeyi tetikleyecek, önünü almak oldukça güç belki de imkansız olacaktır. 441 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ Said Nursi Hazretleri de hayat içinde fesatlığa sebep olan şeytani şeylerden birinin de bir müminin bütün hayırlarını bırakıp bir hatasından dolayı ona düşman olmak12 şeklindeki ifadesiyle, insanın hatalarını değil; iyi ve güzel davranışlarını görerek bu duruma düşmekten uzaklaşılabileceğini belirtir (Nursi, 2013: 88). Böylece hem düşmanlığın şeytani bir şey olduğunu hem nasıl ortaya çıktığını hem de hesap gününde Allah’ın kişinin amellerini değerlendirirken hayırlarını kötülüklerine üstün, hatta bazen bir hayrı bin kötülüğe bedel olarak değerlendireceğini, dünyada insanların da bu ilahi ölçüye göre davranması gerektiği13 önerisiyle nasıl ortadan kalkacağını tarif eder (Nursi, 2013: 88). Hastalık ve ölüm Hayatı rahatça ve zevkle yaşamak olduğu gafletini ifade edenlerin yanıldığını, ağacın neticesi meyve, meyvenin çekirdeğinin neticesi ağaç olduğu gibi hayatın neticesinin ve gayesinin ahiret; meyvesinin ise şükür, ibadet, hamt ve muhabbet olduğunu, bunların hem hayatın meyvesi hem de kâinatın gayesi mahiyetini taşıdığını (Nursi, 2013: 330) belirten Bediüzzaman, alışılmışın dışında bir zekâ ve tavırla eserde 55 yerde, 342 defa geçen hastalık ve 39 yerde, 68 defa geçen ölüm gibi insan nefsine ağır gelen, sözü bile geçtiğinde kasvet ve elem duygularını harekete geçiren iki kavramı; hastalığın insandaki gafleti dağıtıp insanı havf ve reca arasında tutmak maksadıyla ne zaman geleceği bildirilmeyen ölüm ve ahireti düşündüren, günahlardan sakındırıp manevi mesafeler kat etmesini sağlayan bir nimet olduğunu; şikâyet yerine, sabır, tevekkül ve hatta şükürle karşılanması gerektiğini söyleyerek olumlu iki değer şeklinde ortaya koymaktadır (Nursi, 2013: 212). Hastalıkların çocukların direncini artıran ilahi bir aşı mahiyetinde olduğunu, gerek yaşlı gerek çocuk hastalara bakanların iki dünyada da mükafatlandırılacağını14 (Nursi, 2013: 417), sağlığını kaybeden hastaya seslenerek onun bu hastalığının elindeki lezzetleri almadığını, “Her şey zıddıyla bilinir.” düsturuyla ona bu lezzetlerin, sağlığın kıymetini hatırlatıp bildirdiğini ve elindekilere şükre vesile olduğunu15 (Nursi, 2013: 209), imanlı birinin hastalığının hem günahlarına kefaret hem kendine aczini göstererek gafleti engellemek suretiyle Allah’ın rahmetini görmeye ve şükre vesile olduğunu16 (Nursi, 2013: 209), hasta olan kişinin hayatının ____________________________________________________________________ 12 13 14 15 16 442 …İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler… ...Hâlbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır… …Mâsum çocuklara ve mâsum gibi ihtiyar hastalara bakan... …Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta!.. …Ey âhiretini düşünen hasta!.. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gereklerinden vazgeçemeyeceğini özellikle manevi bir ilaç ve çare olabilecek tövbe, istiğfar, namaz ve kulluk vazifelerini yerine getirmesi gerektiğini; bunların da imanın ortaya çıkışı olduğunu17 (Nursi, 2013: 417), kimsesiz ve gurbette olan hastalara seslenerek iman ve teslimiyetle Allah’a inananlara onun sonsuz rahmetinin bu hastalık ve kimsesizliklerinden dolayı döneceğini (Nursi, 2013: 220) ifade eder. Korkunç zannedilen ölümün ise peçesinin karanlık, siyah ve çirkin, ancak simasının mümin için nurlu göründüğünü; bir idam değil, ebedi hayatın başlangıcı, hayat vazifelerinin külfetinden uzaklaşma, vefat etmiş dostlarla buluşma (Nursi, 2013: 232), inançlı insanlar için rahmete açılan bir kapı, inançsız insanlar için çıkmanın mümkün olmadığı bir azap kuyusu18 (Nursi, 2013: 210) olarak değerlendirdiğini görürüz. İhtiyarlık İnsan, kurulan ilahi nizam gereği doğar, yaşar, ömrü vefa ederse yaşlanır ve ölür. Bu tüm varlığın ortak kaderidir. Gençliğin şevk ve harareti geçip organların takatinin ağır ağır tükendiği ihtiyarlık hâlleri hâsıl olmaya başladığında insanda gençliğe özlem, heves ve belki de pişmanlıkların vücut bulduğu görülür. Bunlar olumsuz hâlet-i ruhiyelerdir; ancak Said Nursi Hazretleri önce, dünyanın ahirete hazırlık yapılan ve Allah’ın sanatlarıyla bezenmiş onu gösteren bir yer olduğunu, Kur’an’ın nuruyla ihtiyarlığında bir parıltı bulduğunu ve ihtiyarlığından memnun olduğunu söyler, sonra da kendi gibi yaşlılara şükretmelerini salık verir (Nursi, 2013: 233). 30 yerde, 59 defa tekrarlanan ihtiyarlık, yine bilinenin ve beklenenin aksine olumlu bir değer olarak yorumlanır. Bu bakış açısı; gerek gençlerin, orta yaşlıların yaşlanma korkusuna gerekse yaşlıların hâllerine korku ve vehimle bakıp zamanlarını şikâyetle geçirmelerine engel olabilecek mahiyette tezahür eder. Bir Nasrettin Hoca fıkrasında kendini gösteren Türk milletinin ince zekası, “Bana doktor değil, ağaçtan düşen birini getirin.19”cümlesinde gizli olan empati ve tecrübeye inanç Bediüzzaman’ın inandırıcılık açısından başvurduğu önemli detaylar olarak değerlendirilebilir. İman ve İslam’la şereflendiği için şükreder ve hayatın anlamını çözmüş bir ihtiyar; kendisi gibi ihtiyarlara seslenerek kendisinin ayrılık acısını fıtratından ve tüm İslam alemine olan şefkatinden dolayı herkesten fazla çektiğini, ancak bundan duyduğu acının imanla azaldığını ifade eder. İhtiyarlara gençlerin sarhoşluğuna özenmek yerine Allah’ın onların dualarını geri çevirmediği için dua etmelerini öğüt verir ve asıl acıyı imandan yoksun olanların yaşadığını belirtir (Nursi, 2013: 252). ____________________________________________________________________ 17 18 19 …hastalıkların gayet nafi ve manevi bir devası ve hakiki ve kudsi bir tiryakı ise, imanın inkişafı olduğunu; tevbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile, o tiryak-ı kudsi olan iman… …Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur… Nasrettin Hoca ağaçtan düşünce, hekim çağırma telaşına düşenlere : “Bana doktor değil, ağaçtan düşen birini getirin.” diyerek aynı tecrübeyi yaşamış, içinde bulunduğu halden anlayan birini çağırmalarını istemiştir. 443 İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ olur. 1. Hem empati hem ihtiyarlık değerleri bu ifadelerde ben diliyle ortaya konulmuş 2. Allah’ın görme, duyma gibi sıfatlarını gösterir. İnsan, düşünür, bilir, duyar, görür ve benzeri birçok marifetle doludur. Bunların hepsi Allah’ta da mevcuttur, ancak onda sınırsızdır; insanda sınırlıdır ve bu sonsuz özelliklerin sahibinin özelliklerini gösterir, kanıtlar (Nursi, 2013: 354). İnsan değişik yönleriyle Allah’ın isim ve sıfatlarına bir marifet ölçütüdür. Böylesi kıymetli özelliklere sahip bir varlığın en çok saygı gösterilmesi gereken değer olduğu söylenebilir. Çünkü bütün değerler ancak insanda kendini gösterebilir. Dinî değerler Esmaü’l-hüsna Allah’ın güzel isimleri manasına gelen esmaü’l-hüsna, Allah’ın yarattığı ve yaptığı her şeyde kendini ayrı ayrı göstermesiyle de bilinir ve bu noktada tefekkürle birleşir. Allah, “Esma-i Hüsna”sıyla kendini insanlara sevdirir ve sevgisini gösterir (Nursi, 2013: 348). Bu isimleri bilmek ve anlamlarına vakıf olmak insan için hem kâinatı hem kendi varlığını ve bunlardak