28 Şubat Ekonomisi Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer İstanbul Medipol
Transkript
28 Şubat Ekonomisi Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer İstanbul Medipol
28 Şubat Ekonomisi Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer İstanbul Medipol Üniversitesi Giriş 28 Şubat’ın üzerinden 19 yıl geçti. O zamandan bu yana bu travmatik süreç hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Fakat daha en başta söz konusu darbenin neden yaşandığına dönük olarak ortaya net bir resim konulamadı. Bu süreçte darbenin gerçekleşmesini sağlayanların (ordu, büyük sermaye sahipleri, TÜSİAD, başta Demirel olmak üzere bazı siyasetçiler, sendikalar (Türk-İş, DİSK, TESK, TİSK, TOBB), sivil toplum kuruluşları ve tabi ki medya) asıl kaygılarının hiçbir şekilde o dönemde sıklıkla öne sürülen irtica olmadığını bugün çok net bir şekilde biliyoruz. Darbenin gerekçesi irtica değilse, peki neydi? Bu soruya anlamlı bir cevap verebilmek için geçmişe uzanmak ve özellikle Türkiye’nin 1980’lerde yaşadığı dışa açılma ve liberalleşme sürecine eğilmek gerekiyor. Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye cumhuriyetinde askerin, CHP bürokrasisinin ve devlet eliyle serpilip gelişen büyük sermayenin ayrıcalıklı bir yeri bulunmaktaydı. Tabir-i caizse Türkiye devleti bu üç sac ayağı üzerinde olgunlaşmış ve bu yapıyla 1950 yılına kadar gelmişti. Türkiye’de çok partili hayata geçiş de, Türkiye demokrasisinin olgunlaşmasıyla değil, dünya savaş sonrası soğuk savaşın hüküm sürmeye başladığı dönemde dış konjonktürün dayatmasıyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan, 1950’de Demokrat Parti’nin halktan büyük bir teveccüh görerek seçimlerde büyük bir başarı sağlaması, kendisini devletin asıl sahibi olarak görenler tarafından hoş karşılanacak bir şey olmamıştır. Celal Bayar’ın, 1954 seçimleriyle birlikte DP’yi iktidardan indirmenin mümkün olmadığı ortaya çıkınca darbe için gerekli hazırlıkların yapılmaya başlandığını ifade etmesi bu durumu sarih bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine, İsmet İnönü’nün 1958’de mecliste, “şartlar mecbur ettiğinde, ihtilal milletlerin meşru hakkıdır” şeklindeki konuşması da bu minvalde oldukça anlamlıdır. Bu süreçte kendilerini devletin asıl sahibi olarak görenler, seçimleri milletin iradesinin tecellisi olarak değil, cumhuriyetle birlikte tesis edilen ölümsüz iktidarlarına bir tehdit olarak görmüşlerdir. Darbenin gerçekleşmesine neden olan şey temelde bir hâkimiyet ve güç mücadelesi idi ki her darbenin ardındaki motivasyon da temel anlamda bu olmuştur. 1960 darbesine giden süreçte ordu içindeki bazı subayların görüşleri durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bir subay, “[s]iz siviller için, bir general üst düzey bir subaydır; bizler için ise… yarı tanrı, tüm genç subayların ulaşmak istediği ideal konumdur. Genç subaylar bir generalin kapıyı açıp sivil bir bakan karşısında eğildiğini görürlerse bu değerler sistemi ne olur?” diyerek askeri nasıl da milletin ve milletin temsilcisi olan siyasetçilerin çok üzerinde konumlandırdıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine başka bir subay da, “[b]ir seferinde bir arkadaşımla izin günümde İzmir’de bir restorandaydık. İçerisi varlıklı siyasetçiler ve iş adamlarıyla doluydu. Çalışanlar bütün hürmet ve ilgisini onlara yöneltmiş, kimse bizimle ilgilenmiyordu. Arkadaşıma döndüm ve bunun böyle devam edemeyeceğini söyledim.” diyerek 1960 darbesinin arkasında yatan motivasyonu ortaya seriyordu (Kemal Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Asker ve Siyaset, 2010, s. 322-323). Darbe sonrası hazırlanan 1961 Anayasası ile birlikte de seçimle işbaşına gelen hükümetlerin gerçek anlamda muktedir olamamaları için siyaset kurumu olabildiğince zayıf tutulmaya çalışılmıştır. Böylece millet kimi seçerse seçsin, asıl muktedirler ve devletin asıl yöneticileri seçimle işbaşına gelmeyen ve rejim bekçiliği yapan bürokratlar ve askerler olacaktı. Türkiye demokrasisi bu açıdan daha bebeklik çağında çok ağır bir darbe almış ve cumhuriyetin gerçek manada ilk seçilmiş başbakanı olan Adnan Menderes idam edilmiştir. Türkiye’de demokrasinin gelişimi sonraki süreçte de çok çok yavaş olmuş, periyodik darbelerle siyaset kurumuna ve millete devletin asıl sahiplerinin ve yöneticilerinin kimler olduğu hatırlatılmıştır: Askerler, bürokratlar ve büyük sermaye sahipleri… 1960 darbesiyle birlikte Türkiye’de siyaset kurumuna ve millete hadleri bildirilirken, 1971 darbesiyle yine devletin asıl sahiplerinin kimler olduğu hatırlatılmıştır. 1980 darbesiyle birlikte ise Türkiye’de ekonomik sistem çok hızlı bir şekilde kökünden değişmiştir. Bu açıdan, 1980 darbesinin temel anlamda ülkedeki ekonomik sistemi istenilen şekilde ve rahatça dönüştürebilmek için yapılmış olduğu izlenimi edinilmektedir. Peki, yeni ekonomik sistem nereden çıkmıştır? Kısım 1. Ekonomik Sistem, 28 Şubat Ekonomisi ve Adil Düzen 1. Ekonomik Yapıda Yaşanan Büyük Dönüşüm 1970’lerde küresel ekonomik sistemde çok önemli değişiklikler yaşanmıştır. O zamana kadar cari olan Bretton Woods sistemi çökmüş, onun yerini ise neoliberalizm almıştır. ABD, Bretton Woods sistemini kurduğu gibi, neoliberal sistemi de kurmuş, çeşitli yollarla ABD’de olduğu gibi diğer ülkelerde de bu sistemi hayata geçirmeye ve böylece neoliberal düzeni tüm dünyaya yaymaya çalışmıştır. Neoliberal sistemin dünyada yaygınlaşmasında ABD’nin yanı sıra ABD güdümündeki İMF ve Dünya Bankasının da çok önemli katkıları olmuştur. Yeni ekonomik sisteme ülkeler bir şekilde geçmek durumunda bırakılmıştır. Geçiş, Türkiye’de de darbe yoluyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan, çok hızlı bir şekilde ve uygun altyapı hazırlanmadan neoliberal ekonomik sisteme geçiş; ne milletin isteği ne de siyasetçilerin tercihiyle yaşanmıştır. Bunun yerine, kendisini devletin asıl sahibi olarak görenler tarafından dış güçlerin yönlendirmesiyle gerçekleştirilmiştir. Böylece Türkiye 1980 darbesi akabinde o zamana kadar yürüttüğü ithal ikameci politikayı terk ederek çok hızlı bir şekilde neoliberal anlayışı benimsemiş, Türkiye ekonomisi ve finansı 1980’li yıllarda çok hızlı bir şekilde serbestleştirilmiş ve dışa açılmıştır. Darbe öncesi süreçte sistem değişikliğine yönelik ipuçları veren 24 Ocak Kararlarının altında imzası bulunan Turgut Özal’ın darbe sonrası süreçte, hem Bülend Ulusu darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı yapması hem de parti kurup seçimlere girmesine izin verilmesi bu açıdan hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Çeşitli devlet kuruluşlarında üst düzey bürokratlık görevlerinde bulunan, bir dönem Dünya Bankasında danışman olarak çalışan, Sabancı Holding başta olmak üzere çeşitli şirketlerde üst düzey yöneticilik yapan Turgut Özal, yerleşik sistem için oldukça uygun bir aday gibi görünmüştür. Zira, kendisi mevcut devlet düzeninin üç sac ayağının (ordu, bürokrasi, büyük sermaye) ikisiyle iyi ilişkiler geliştirmiştir. Türkiye ekonomisinin dışa açılma ve liberalleşme süreci ANAP’ın 1983’te iktidara gelmesiyle birlikte devam etmiştir. 1980’lerde dış ticarette çok ciddi düzeyde bir serbestleşme yaşanırken, finansal sistem de neredeyse tamamen serbestleştirilmiştir. Yapılan son ve muhtemelen en önemli değişiklik ise 1989’da uluslararası sermaye hareketlerinin tam anlamıyla serbest bırakılması olmuştur. Böylece Türkiye’de 1980’lerde çok önemli sistemik değişiklikler yaşanmıştır. Ülkenin ekonomik ve toplumsal çehresi bu süreçte çok ciddi biçimde değişmiş, sadece 10 yıl içerisinde Türkiye çok farklı bir ülke haline gelmiştir. Fakat bu süreçte söz konusu muazzam değişimi kaldırabilecek ekonomik ve finansal altyapı kurulmaya çalışılmamıştır. Böylece ülke bu süreçte ekonomik açıdan kaotik bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Ekonomik ve finansal sistem önemli ölçüde istikrarsız hale gelmiştir. Türkiye’de 1990’ların finansal krizlerle anılmasının arka planında işte bu durum bulunmaktadır. Öte yandan, çok önemli sistemik değişikliklerin çok kısa bir süre içinde yapılmaya çalışılması ülkede birçok taşın yerinden oynamasına neden olmuştur. Belirtmek gerekir ki neoliberal sistem Türkiye’yi birçok açıdan olumsuz biçimde etkilemiş olsa da bazı açılardan da Türkiye için oldukça faydalı olmuştur. (Yine unutmamak gerekir ki her zaman üçüncü bir yol vardır.) 2. İthal İkameci ve Neoliberal Sistemde Büyük Sermaye ve Anadolu Sermayesi Türkiye cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte devlet eliyle ortaya çıkan ve serpilip gelişen büyük sermaye, Türkiye’nin ekonomik altyapısını ve teknolojik düzeyini geliştirme noktasında çok az başarı gösterebilmiştir. Türkiye’den çok sonra sanayileşme hamlesine başlayan Güney Kore gibi ülkeler çok kısa bir sürede sanayileşme hususunda çok önemli aşamalar kaydederken, Türkiye sanayisi neredeyse olduğu yerde kalmıştır. Türkiye’de büyük sermaye de temel anlamda, yurtdışından ithal edilen parçaların birleştirilip iç piyasada çok yüksek karlara satıldığı bir montaj sanayisi olarak kalmıştır. Türkiye’de sanayinin bu kadar geri kalmasında, söz konusu montaj sanayisinin yüksek gümrük duvarlarıyla ve ithal ikameci iktisat politikalarıyla ciddi biçimde dış rekabetten korunması etkili olmuştur. Türkiye’de büyük sermaye, ithal ikameci politikayı; teknolojik altyapıyı ve seviyeyi geliştirme fırsatı olarak değil, ürettikleri kalitesiz montaj ürünlerini fahiş fiyata ve çok yüksek karlara iç piyasada satma fırsatı olarak görmüştür. İşte 1980’li yıllarla birlikte büyük sermayenin çok az çabayla çok ciddi karlar elde ettiği bu sistem değişmeye başlamıştır. Dış ticaretin önemli oranda serbestleştirilmesiyle birlikte Türkiye’ye dışarıdan mal akmaya başlamış, dış ticaret de çok ciddi miktarda genişlemeye başlamıştır. (Dış ticaretin milli gelir içindeki payı 1980’lere kadar genel olarak yüzde 10’un altında kalırken, 1980’lerde yüzde 20’lerin, 1990’larda yüzde 30’ların, 2000’lerde ise yüzde 50’lerin üstüne çıkmıştır.) Kalitesiz montaj ürünleri çok yüksek fiyatlara iç piyasada satma ve çok tatlı karlar elde etme dönemi böylece -kısmen- ortadan kalkmaya başlamıştır. Öte yandan, Türkiye’nin dışa açılmasıyla birlikte daha önceki süreçte devlet tarafından dışlanan ve çok cılız kalan Anadolu sermayesi de güç kazanmaya başlamıştır. İşte 1980 darbesiyle öngörülemeyen ve/veya çok fazla önemsenmeyen bu faktör, daha sonraki süreçte Türkiye tarihine çok önemli bir damga vuracak ve Türkiye’de demokratikleşme yolundaki en büyük engellerin ortadan kaldırılmasına vesile olacaktır. Öte taraftan, dış ticaretteki dönüşüm ile birlikte mevcut ayrıcalıklarını kaybetmeye başlayan büyük sermaye finansal sektördeki dönüşümle birlikte ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek kaybettiklerini kısmen ve daha sonraki süreçte de neredeyse tamamen telafi etmeye çalışmıştır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve ekonomik çalkantılar temel anlamda, 1980’lerle birlikte Türkiye’nin ekonomik sisteminin çok ciddi düzeyde değişmesinin direkt ve dolaylı birer sonucu olmuştur. Öncelikli olarak, ekonomik ve finansal sistemin uygun altyapı hazırlanmadan çok hızlı bir şekilde değiştirilmesi büyük sermaye için oldukça önemli bir kar fırsatının ortaya çıkışını müjdelemiştir. Büyük sermaye 1990’lı yıllarda bu fırsatı sonuna kadar değerlendirmiş ve ekonomiyi hortumlamıştır. Büyük sermaye bu süreçte bir taraftan ekonomiden daha büyük pay almaya çalışıp devleti yağmalarken diğer taraftan da devletin mevcut altyapıyı iyileştirecek hamleleri yapmasının da önüne geçmeye çalışmıştır. Öte taraftan, dış ticaretin serbestleştirilmesi büyük sermayenin elde ettiği inanılmaz düzeydeki karları ortadan kaldırmıştır. Yine, o zamana kadar oldukça cılız kalan ve gelişmesine mahal verilmeyen Anadolu sermayesi de yavaş yavaş kıpırdanmaya başlamıştır. Dış ticaretteki serbestleşme neticesinde tadı kaçan büyük sermaye için bu durum da ayrı bir tatsızlık anlamına gelmiştir. Dış ticarette kaybettiklerini finansal alandaki kazançlarıyla örtmeye çalışan ve bunda kısmen ve yer yer de tamamen başarılı olan büyük sermaye için Anadolu sermayesinin yükselişi telafisi imkânsız kayıplar anlamına gelmiştir. Dünyaya açılan, teknolojik altyapısını geliştirmeye başlayan ve en önemlisi devletten ihale alma noktasına gelen ve bunda başarılı olan bir Anadolu sermayesi, cumhuriyetle birlikte kurulan ve sistemin üç sac ayağından birini oluşturan büyük sermaye için kabul edilemez bir şey olmuştur. Öte yandan, dış dünyadan kaliteli ve ucuz malların akmaya başlamasıyla birlikte 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de yaşam standardı önemli ölçüde yükselmeye başlamıştır. Bu dönüşümün boyutunu kişi başına milli gelir verilerinde görmek zordur, zira örneğin montaj sanayi ürünü olan kalitesiz bir otomobile 3 adet Mercedes parası vermeyi bırakmak ve Mercedes’in kendisini satın almaya başlamak kuşkusuz refah düzeyini çok ciddi biçimde arttıracaktır, fakat bu refah artışı milli gelir verilerinde görülemez. İşte, Türkiye’de yaşam standardı iğneden ipliğe 1980’lerle birlikte bu şekilde yükselmeye başlamıştır. Başka bir deyişle, daha önceleri büyük sermaye tarafından gasp edilen gerçekleşmemiş hayat standardına bu süreçte yavaş yavaş ulaşılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz yurtdışından mal satın alabilmek için karşılığında onlara da bir şeyler satmak gerekir. Türkiye’de ithalatın ciddi şekilde genişlemesine paralel olarak ihracat düzeyi de 1980’li yıllarla birlikte çok ciddi şekilde artmaya başlamıştır. Bu süreçte Anadolu sermayesi gelişip serpilirken aynı zamanda da ülkenin teknolojik düzeyini de geliştirmeye başlamıştır. Böylece Anadolu sermayesi gelişip serpilirken Türkiye’nin sanayi altyapısı da iyileşmeye başlamıştır. 3. 28 Şubat Ekonomisi ve Erbakan’ın Adil Düzen Hayali 1990’lı yılların Türkiye tarihindeki en çalkantılı dönemlerden birisi olması oldukça anlamlıdır. Zira, tam da bu dönemde Türkiye’de ekonomik ve finansal sistem oldukça kaotik bir yapıya bürünmüş ve tam da bu dönemde Anadolu sermayesi gelişip serpilmeye başlamış ve ordu, bürokrasi ve büyük sermayeden müteşekkil üç sac ayaklı sistemin iki bacağını (bürokrasiyi ve büyük sermayeyi) tehdit etmeye başlamıştır. 28 Şubat süreci de bu tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan, Türkiye’de kaosun kol gezdiği 1991-2002 arası dönem temel anlamda bir 28 Şubat Ekonomisi olarak adlandırılabilir. Bu süreç, zayıf koalisyon hükümetlerinin giderek daha fazla miktarda sistemin mevcut sac ayaklarını milletin aleyhine koruma telaşına düştükleri ve nihayetinde bir tür yağma ekonomisinin ortaya çıktığı dönemdir. Özellikle Turgut Özal’ın oldukça şüpheli bir şekilde vefat ettiği ve Türkiye’de faili meçhullerin yılı olan 1993’le birlikte Türkiye giderek daha fazla kaotik bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Refah Partisi’nin ve savunduğu Adil Düzen anlayışının 1990’lı yıllarda önemli düzeyde yükselişe geçmesi bu açıdan oldukça anlamlıdır. Yaşam standardı yükselmeye başlayan, ciddi miktarda şehirlileşen, giderek daha yüksek miktarda dış dünyayı görmeye başlayan ve bunlara bağlı olarak geçmiş ve o gün arasında karşılaştırma yapabilen ve siyasi bilinç düzeyi yükselen millet, üç sac ayağı üzerine kurulan mevcut sistemin ortaya çıkardığı önemli düzeydeki adaletsizlikleri ve haksızlıkları da daha net biçimde görmeye başlamıştır. Bu açıdan Erbakan’ın adil düzen söylemi 1990’lı yıllarda millette önemli bir karşılık bulmaya başlamıştır. Erbakan’ın uygulamak istediği ekonomik reformlar sadece gelir dağılımında adalet üzerine kurulu değildir. Erbakan en başta, Türkiye’nin sanayi altyapısının ciddi biçimde gelişmesinin ve Türkiye’de ağır sanayinin kurulması gerektiğini düşünmüştür. Kendisi de çok başarılı bir makine mühendisi olan Erbakan Türkiye’de Gümüş motor üretebilmek için önemli miktarda çaba harcamış, siyasete de, ciddi biçimde teşvik görmeyi bir kenara bırakın, söz konusu motoru üretememesi için bürokrasinin elinden geleni yapması neticesinde girmeye karar vermiştir. Yine Erbakan, ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi için birçok ülke ile çok ciddi düzeyde ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine inanmıştır. Bunun yanı sıra da Türkiye’nin ekonomik kapsamını genişletmeye ve ekonomik etkinliğini arttırmaya çalışmış, Avrupa’nın kendi içinde sahip olduğu gibi, İslam âleminde de Türkiye önderliğinde ekonomik bir entegrasyonun hayalini kuruyordu. Erbakan D-8’i bu nedenle tasarlamış, üstüne İslam ülkelerinin kendi aralarında ortak bir para birimine geçebileceğini ve böylece ortak bir ekonomi haline gelebileceğini dahi düşünmüştür. Ekonomik etki sahasını çok ciddi biçimde genişleten bir Türkiye’de ağır sanayinin daha hızlı ve daha sağlam bir şekilde genişleyebileceği de ortadadır. Adil Düzen anlayışı çerçevesinde Erbakan’ın üzerinde durduğu bir başka önemli nokta ise şirketlerin yapısı olmuştur. Erbakan’a göre tekel ve tröstlerin varlığı ekonomi için iyi değildir ve bu tarz yapılanmaların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Öte yandan, Erbakan’a göre devlet şirketler arasında ayrım yapmamalı ve hoşuna giden şirketlere tüm imkânları sağlayıp hoşuna gitmeyen şirketleri de batırmaya çalışmamalıdır. İşte Erbakan’ın yerleşik sistemin bir ayağı olan büyük sermaye tarafından neden tehdit olarak görüldüğünün çok açık bir göstergesidir bu: Erbakan, millet ve yükselmekte olan Anadolu sermayesi adına adalet talep etmekte ve devletin adil bir yapılanmaya kavuşması gerektiğini ifade etmektedir. Refahyol hükümetinin kurulmasıyla birlikte, Erbakan hızlı bir şekilde ekonomik reformlar yapmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi ise Erbakan’ın tasarladığı havuz sistemidir. 1990’lı yıllarla birlikte iç borç ödemeleri bütçe gelirlerinin çok büyük bir kısmını oluşturmaya başlamıştı. Öyle ki bu iç borç ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 1994’te yüzde 110’a, 1995’de yüzde 120’ye, 1996’da da tam yüzde 175’e çıkmıştı. Sadece faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı dahi bu süreçte inanılmaz düzeylere çıkarak 1994-1996 arasında yüzde 60’lar düzeyinde gerçekleşmiştir. Buna göre, milletten toplanan vergilerin yarısından fazlası sadece birkaç büyük sermaye sahibine faiz ödemesi olarak gitmiştir. İşte Erbakan, bu düzeni geliştirdiği Havuz sistemiyle ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Öyle ki bu sistemin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, tahvil ve bono faiz oranları 1997’de hızla düşmeye başlamış, devletin faiz ödemeleri de önemli düzeyde azalmıştır. 1996’da yüzde 175 olan iç borç ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 1997’de yüzde 89’a; 1996’da yüzde 65 olan faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı da 1997’de yüzde 46’ya kadar gerilemiştir. Fakat, Refahyol hükümeti darbeyle yıkıldıktan sonra işbaşına gelen ara rejim hükümetinin yaptığı ilk işlerden biri Havuz sistemini kaldırmak olmuştur. Yine bu süreçte hükümetin merkez bankasından borçlanmasının önü de kesilmiş, hükümete iç borçlanmadan başka bir yol bırakılmamıştır. Sonuçta, hem havuz sisteminin kaldırılması hem de merkez bankasından borçlanma imkânının kalmaması dolayısıyla tahvil ve bono faizleri daha sonraki süreçte zıplamıştır. Öyle ki iç borç ödemelerinin milli gelire oranı ertesi sene yüzde 122’ye çıkarken, faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı da tekrar yüzde 60’ların üzerine çıkmıştır. Kötüye gidiş daha sonra da devam etmiş, faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 2001’de tam yüzde 97’ye çıkmıştır. Yani, milletten toplanan verginin neredeyse tamamı çok az sayıdaki büyük sermaye şirketine gitmiştir. Erbakan, devletin içinde bulunduğu oldukça kasvetli durumu ortadan kaldırabilmek adına hem iç borçlanmayı hem de merkez bankasından avans kullanımını azaltmayı planlamış, borçları ödemek için ise farklı formüller türetmiştir. Zira, iç borçlanma devletin faiz yükünü gittikçe arttırırken, borçları para basarak ödemek de ciddi biçimde enflasyonist etkilere yol açarak yine devleti çok zor duruma düşürüyordu. Erbakan “üçüncü yol” peşindeydi ve bunu da bulmuştu. Erbakan bu süreçte ardı ardına kaynak paketleri açıklayarak devleti borç sarmalından çıkarma yolunda önemli adımlar atmıştır. Havuz Sistemi de bu arayışlar sonucunda ortaya çıkmıştır. Erbakan’a göre mevcut sistemde ekstra parası olan kamu kuruluşları parasını bankaya söz gelimi yüzde 70 faizle yatırırken, parası olmayan kamu kuruluşu ise yüzde 140 faizle borç almakta ve bu durum da milletin parasının ciddi biçimde israf edildiği anlamına gelmektedir. Erbakan’a göre Havuz sistemiyle işler tersine dönecek, kamu gelirleri en çok faiz veren bankaya mevduat olarak yatırılırken, kamu harcamaları da yine ilk önce kamu gelirlerinden karşılanacak, bu yol mümkün olmadığında en düşük faizi öneren bankadan borç alınacaktır. Böylece, devlet borçlanması zamanla ortadan kalkacak, bankalar da ellerindeki parayı reel ekonomiye döndürmek durumunda kalacaktır. Böylece, Erbakan’a göre, para rantiyeye (büyük sermayeye) değil, üretime gitmeye mecbur kalacaktır. Erbakan’ın kamu maliyesini kısa bir süreliğine de olsa ciddi şekilde rahatlatan söz konusu iktisat politikaları doğal olarak dönemin medyası tarafından ciddi biçimde tenkit edilmiştir. Erbakan’ın fasit daireyi kırmak adına kamu borçlarını ödeyebilmek için ortaya çıkardığı ek kaynak paketleri bu süreçte kötülenmiş ve bu paketlerle alay edilmiştir. Örneğin, kaynak paketinde yer alan enerji ve santral ihaleleri, dönemin medyasında yeşil sermayeye (yani Anadolu sermayesi) gideceği gerekçesiyle ciddi biçimde eleştirilmiş, büyük bir suçmuş gibi bu sermayeyi temsilen MÜSİAD’ın enerji ihaleleri için hazırlandığı ifade edilmiştir. Yine, ekstra kaynak ortaya çıkarmak için Erbakan’ın bulduğu çözümlerden birisi de bedelsiz otomobil ithalatı olmuştur. Bu uygulamada, Ziraat Bankasında 50 bin mark’lık hesap açtıran gurbetçilerin ülkeye soktukları otomobillerden vergi alınmayacaktı. Demirel, bu kararnameyi üç ay beklettikten ve ancak yaz sezonu geçtikten sonra imzalamıştır. Bedelsiz otomobil ithalatının başlamasıyla birlikte de başta Koç grubu olmak üzere büyük sermaye ve bu sermayenin sözcüsü TÜSİAD hükümeti yaylım ateşine tutmuş ve erken seçime gidilmesi gerektiğini dahi söylemiştir. Yine, bu uygulamayla birlikte yüz binden fazla insanın işinden olacağı ve TOFAŞ’ın kapanabileceği şeklinde tehditler savrulmuştur. Fakat, sonuçta hiçbir olumsuz durum yaşanmadığı gibi, bu uygulamayla birlikte 1 milyar dolara yakın “kaynak” elde edilmiştir. Erbakan’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı yağma sisteminde; ordu, bürokrasi ve büyük sermaye milletin aleyhine olarak ciddi biçimde nemalanmakta, Erbakan da işte bu sistemin yerine Adil Düzen dediği sistemi getirmek istemektedir. İşte Refah Partisi’ni 1995’te birinci parti yapan şey Erbakan’ın bu felsefesiydi. Aynı şekilde, Refah Partisi’nin başta hükümet kurmasına izin verilmemesinin daha sonraki süreçte de darbeyle indirilmesinin temel sebebi de Adil Düzen anlayışıdır. Yani, Erbakan ve Refah Partisi, dindar olduğu veya Türkiye’ye şeriatı getirmeye çalıştığı için değil; Türkiye’ye ekonomik adaleti ve kalkınmayı getirmeye çalıştığı için darbeye maruz kalmıştır. Erbakan, toplumun kahir ekseriyetini teşkil eden dindar ve muhafazakâr kitlenin, dindar ve muhafazakâr bir temsilcisi olarak, ekonomik adalet ve ekonomik kalkınma için elinden geleni yapmaya çalışmıştır. Yerleşik sistemde millet aleyhine nemalanan büyük sermaye, bürokrasi ve ordunun ise Erbakan’a ekonomik adaleti ve ekonomik kalkınmayı sağlamaya çalıştığı için açıktan karşı çıkması bittabi düşünülemezdi. Bu yüzden Erbakan’ın ve Refah Partisi’nin öne çıkan başka bir özelliğinin kullanılması gerekmiştir. Bu özellik aynı zamanda milletin kahir ekseriyetinin de ortak özelliği olmuştur: Muhafazakârlık ve dindarlık. Böylece, tamamiyle güç mücadelesinden kaynaklanan ve altında ekonomik gerekçeler bulunan bir darbe tamamiyle başka bir çehreye büründürülmüş, mevcut durum yeniden tanımlanarak darbeye bir gerekçe türetilmiştir. Ekonomik adaleti ve ekonomik kalkınmayı sağlamaya çalışan, milletin refahını düşünen, mevcut sistemde gerçekleştirilen ekonomik yağmayı ortadan kaldırmaya çalışan bir hareket, ekonomik yağmayı gerçekleştiren ve bu sistemden nemalanan kesimler tarafından; mevcut sistemin modern ve ilerici olduğu, irticacıların ise ülkeyi ve ekonomiyi totaliter bir rejim kurarak mahvetmeyi amaçladığını iddia etmiştir. Bu iddia ise Refah Partisi’nin hali hazırda oldukça zayıf olan demokrasi zemininden bir milimetre bile ayrılmasının imkânsız olduğu, ülkenin fiili olarak seçimle iş başına gelmemiş olan bürokrasi, ordu ve büyük sermaye tarafından yönetildiği bir Türkiye’de ortaya atılmıştır. Yani, darbenin görünürdeki gerekçesi olan irtica bu şekilde oldukça çürük bir zemine sahip olmuştur ki tam da bu yüzden birçok kurmaca olay yoluyla kamuoyunun rejim değişikliği tehlikesine ikna edilmesi ve milletin sindirilmesi gerekmiştir. Kısım 2. 28 Şubat Süreci ve 28 Şubat Ekonomisinin Olgunlaşması 4. 28 Şubat Süreci Refah Partisi, 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.4 oy alarak birinci olmasına rağmen, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma yetkisini Erbakan’a vermemiştir. Sonuçta ise ANAP ve DYP tarafından bir azınlık hükümeti kurulmuştur. Kurulan hükümet ise güvenoyu alamamış ve nihayetinde ANAP lideri Mesut Yılmaz cumhurbaşkanına istifasını sunmuştur. Böylece hükümeti kurma görevini alan Necmettin Erbakan da DYP ile hükümeti kurmuştur. Fakat, bu hükümetin kurulmasıyla birlikte hükümeti yıkma çalışmaları da hemen başlamıştır. Kuşkusuz, Refahyol hükümetinin darbeyle düşürülmesinde ordunun önemli bir yeri bulunmaktadır. Fakat, darbenin tertibinde ve nihayetinde başarıya ulaşmasında birçok kesimin önemli katkıları bulunmaktadır. Bu süreçte ordunun yanı sıra, yerleşik sistemin sac ayaklarını oluşturan bürokrasi ve büyük sermaye de çok önemli bir konumda bulunmaktadır. Yerleşik sistemin üç sac ayağının yanı sıra bu süreçte medya da çok önemli vazifeler görmüş, söz konusu sac ayaklarının sözcülüğünü gerçekleştirmiştir. Yine, medya ile büyük sermaye arasındaki etkileşim ve yüksek miktardaki geçişkenlik de medyanın kısmen büyük sermaye içinde değerlendirilebilmesine imkân vermektedir. Refahyol hükümetinin kurulduğu Haziran 1996’dan darbeyle yıkıldığı Haziran 1997’ye kadarki süreç 28 Şubat süreci olarak adlandırılmaktadır. Hükümetin kurulmasıyla birlikte düğmeye basılmış; Refah Partisi’ne ordu, bürokrasi, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ve medyanın çığırtkanlığında her koldan saldırılmıştır. Bu süreçte 28 Şubat 1997’de gerçekleşen MGK toplantısında Refah Partisi’ne darbe tehdidinde bulunulmuş ve sözde irticai tehditle mücadele için alınan MGK kararları büyük bir baskıyla ve muhtemelen darbe tehdidiyle Erbakan’a imzalatılmıştır. Daha sonraki süreçte Erbakan’ın istifa etmemesi neticesinde, DYP de baskı altına alınmış ve bu partideki birçok milletvekili para karşılığında istifa ettirilerek hükümetin altı oyulmaya çalışılmıştır. Üstelik, darbe tehditleri de daha net bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. 21 Mayıs’ta ise Yargıtay tarafından Anayasa mahkemesinde Refah Partisi’ne kapatma davası açılmıştır. Erbakan da baskılara dayanamayarak Haziran 1997’de “havada yakıt ikmali” yapıyoruz diyerek cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma görevini Tansu Çiller’e vereceği düşüncesiyle istifa etmiştir. Demirel’in görevi ANAP lideri Yılmaz’a vermesiyle birlikte ise darbe süreci başarıyla sonuçlanmış ve nihayetinde bir azınlık hükümeti, ANAP ve DSP ile DYP’den para karşılığı istifa ettirilen milletvekilleri tarafından kurulan DTP tarafından kurulmuştur. (DYP’li Hikmet Aydın 2009’da şöyle konuşmuştur: “Para döndü. Bunu çok sonradan öğrendim. Hatta tanık olduğum bir olay var. Hükûmet düşürülmüş ve Anasol-D hükûmeti kurulmuştu. Ben ANAP’a geçmiştim. Benim gözümün önünde ANAP’lı bir milletvekili DTP’li bir milletvekiline aynen şunu söyledi: “Sen şu adamdan 750 bin dolar almadın mı?” İkisi o sırada tartışıyordu. … Hatta sadece DTP’ye değil, ANAP’a da geçenler oldu. Erkan Mumcu’nun bana bir lafı var: “Bir kuruşa mal olmayan bir tek sen varsın bize.” (Aksiyon, 2009)). Refah Partisi de 16 Ocak 1998’de 1960 darbesi neticesinde, mevcut sistem üzerinde seçilecek hükümetlerin bir daha tehdit oluşturmaması ve gerçek anlamda muktedir olmaması amacıyla yapılan 1961 Anayasasıyla kurulan Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmıştır. 28 Şubat süreci Erbakan’ın hükümetin istifasını sunmasıyla görünürde sonuçlansa da süreç Haziran 1997’den sonra da devam etmiştir. Ordu, bürokrasi ve büyük sermayeden müteşekkil yerleşik düzen 1980’lerle birlikte çatırdamaya başlamış ve 1990’larda kaybedilenleri telafi edebilmek amacıyla bir tür yağma sistemi oluşturulmuştur. Darbenin temel gerekçesini oluşturan şey de temelde; Erbakan’ın 1980’lerle başlayan süreci nihayete erdirmek istemesi ve aynı zamanda da yağma sistemini ortadan kaldırmaya çalışması olmuştur. 1980’lerle birlikte gelişmeye ve serpilmeye başlayan Anadolu sermayesi 28 Şubat sürecinde ciddi biçimde hırpalanmaya başlanmış, Anadolu sermayesi üzerindeki baskılar daha sonraki süreçte de devam etmiştir. Yine bu darbenin millet üzerindeki etkisi de daha sonraki süreçte bütün yoğunluğuyla hissedilmiştir. Bu açıdan 28 Şubat süreci 1996-2002 arasında hükümferma olmuştur denilebilir. Öte yandan, 28 Şubat ekonomisi olarak tesmiye edilebilecek ve 1991-2002 arasındaki süreçte ise, ilk yıllarda yerleşik düzenin sac ayakları, dönüşen sistemde güçlerini ve ağırlıklarını bir şekilde korumaya çalışmış, 28 Şubat sürecinin fiilen başlaması ile birlikte de Anadolu sermayesine açıktan cephe alarak onu sindirmeye çalışmıştır. 28 Şubat sürecinin gelişiminde; ordu ve medyanın yanı sıra, büyük sermayeyi temsil eden TÜSİAD’ın ve büyük sermaye ile bürokrasinin güdümünde olan ve o zamanlar beşli çete olarak anılan Türk-İş, DİSK, TİSK, TESK ve TOBB’un önemli katkıları olmuştur. Söz konusu kuruluşlar bu süreçte koordineli bir şekilde hareket etmiş ve medyayla birlikte hükümeti düşürmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu minvalde, söz konusu kuruluşların ve medya yöneticilerinin, TÜSİAD’ın organizatörlüğünde 11 Aralık 1996’da Atina’da düzenledikleri toplantının önemli bir yeri olduğu vurgulanmaktadır. Yine, orduyu temsilen bir subay tarafından dillendirilen “bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin” ifadesi de ihalenin söz konusu kuruluşlara tevdi edildiğinin bir göstergesi niteliğinde olmuştur. O dönemde beşli çete olarak anılan bu kuruluşlar hükümeti yıpratmak amacıyla 28 Şubat sürecinde birçok greve veya grev tehdidine imza atmış, ayrıca da mitingler düzenlemiştir. Örneğin, KESK 11 Aralık 1996’da iş bırakma eylemi yaparken, söz konusu sendikalar 5 Ocak 1997’de Türk-İş’in öncülüğünde bir miting gerçekleştirmiştir. Yine, söz konusu beş sendika 1997 Mayıs’ının sonunda bir basın toplantısı düzenlemişler, Bayram Meral tarafından okunan ortak bildiriyle darbeye açıkça çanak tutmuşlar, hükümetin istifa etmemesi halinde 6.5 milyon çalışanın temsilcisi olarak eylemler düzenleyeceklerini ifade etmişlerdir. Medya da sendikaların bu tutumlarını hükümeti yıpratmakta önemli bir koz olarak kullanmaktan geri durmamıştır. Bu süreçte yargı da darbe konsorsiyumuna katılmış, Haziran 1997’de Genelkurmay tarafından verilen irtica brifingine Adalet bakanlığı izin vermediği halde, yargı mensupları tam kadro katılmıştır. Medyanın bu dönemdeki darbe çığırtkanlığının hangi boyutlara ulaştığı da bu olayın nasıl haberleştirildiğinden net biçimde anlaşılmaktadır: 11 Haziran 1997’de Dinç Bilgin’in Sabah’ı bu olayı “Türkiye sizinle gurur duyuyor” şeklinde manşete taşırken, spotta “[h]âkim ve savcılarımız Adalet Bakanı’nın tehditlerine rağmen laik Cumhuriyet’in emrinde olduklarını gösterdiler ve irtica konusundaki brifinge akın akın katıldılar” diyerek açıkça ve inanılmaz boyutta bir darbe çığırtkanlığı yapmıştır. Yine, üniversiteler ve YÖK de bu süreçte darbe konsorsiyumuna katılmış, üniversitelerde başörtülü öğrencilere yapılan zulümler daha sonraki süreçte dillere destan olmuştur. Daha az konuşulan şey ise muhafazakâr eğilim gösteren akademisyenlerin bu süreçte her türlü saldırıya maruz kalmaları ve üniversitelerden uzaklaştırılmalarıdır. Bu süreçte söz konusu akademisyenler üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturulmuştur. Yaşananlar sonucunda ise öyle bir tablo ortaya çıkmıştır ki ülkenin kahir ekseriyetini teşkil eden muhafazakarlar, üniversitelerde akademik görev almayı hayal bile edemeyecek noktaya gelmişlerdir. 5. Bütçe Sıkıntıları, Finansallaşma ve 28 Şubat Ekonomisinin Olgunlaşması 1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de yaşanmaya başlanan ekonomik dönüşüm, öncelikli olarak mevcut sistemin üç sac ayağından birisi olan büyük sermayenin ekonomik çıkarlarını tehdit etmeye başlamıştır. Bu sürece kadar devletle arasında ciddi düzeyde organik bağ bulunan, dış rekabete karşı ciddi şekilde korunan büyük sermaye, bu ayrıcalığını mevcut teknolojik altyapısını geliştirmeye ve dünya ölçeğinde rekabet edebilir hale gelmeye harcamak yerine; bir tür montaj sanayisi oluşturmuş ve ürettiği ürünleri Türkiye ekonomisi dış dünyaya ciddi ölçüde kapalı olduğu için yüksek kar oranlarıyla satarak büyüme ve serpilme yolunu seçmiştir. 1980’lerle birlikte başlayan ve oldukça hızlı gelişen dışa açılma süreci söz konusu yüksek kar oranlarını ortadan kaldırırken, halkın da refah düzeyini ciddi şekilde yükseltmiştir. Bunun yanı sıra, dışa açılmayla birlikte o zamana kadar devletin büyük sermaye lehine baskıladığı Anadolu sermayesi de gelişme ve serpilme olanağı yakalamıştır. Bu süreçte Turgut Özal’ın ihracat eksenli ekonomik büyüme stratejisi çerçevesinde Anadolu sermayesini de desteklemeye başlaması neticesinde Anadolu sermayesi ciddi bir yükseliş trendine girmiştir. Böylece büyük sermaye bir taraftan dışa açılma neticesinde mevzi kaybetmeye başlamış, diğer taraftan da Anadolu sermayesinin yükselmeye başlaması ile birlikte tekel gücü zayıflamaya başlamıştır. Öte taraftan, 1980’li yıllarda yaşanan ekonomik dönüşüm, herhangi bir finansal altyapı oluşturulmadan, finansal açıdan da dış dünyaya tamamen açılmayı beraberinde getirmiş, 1989 yılında uluslararası sermaye hareketlerinin tamamen serbest bırakılmasıyla birlikte süreç tamamlanmıştır. Gerekli yasal ve kurumsal altyapı oluşturulmadan gerçekleşen finansal dönüşüm ise büyük sermayeye dış ticaretin serbestleşmesi sonucu kaybettiği mevziyi kısmen ve hatta tamamen kazanma fırsatı vermiştir. Bu süreçte bankacılık sektörü hızla genişlemeye başlamış, bankaların toplam aktiflerinin milli gelire oranı 1980’de yüzde 7.7 iken, bu oran 1987’de tam yüzde 21’e çıkmıştır. Daha sonraki süreçte durağanlaşan bu oran 1990’da yüzde 19’a kadar gerilemiştir. Fakat daha sonra hızlı bir yükseliş trendine giren bu oran 2001’e gelindiğinde yüzde 41.9’a kadar yükselmiştir. Böylelikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de çok ciddi bir finansal derinleşme yaşanmış ve bu süreçte büyük sermaye çok önemli kazanımlar elde etmiştir. Öte yandan, özellikle 1990’lı yılların koalisyon hükümetleri çağında yaşanan siyasi çalkantıların uzantısında, kamu bütçe yapısının gittikçe bozulmasıyla birlikte, finansal kesim gittikçe daha yüksek oranda ve çok yüksek faiz oranlarıyla koalisyon hükümetlerini finanse etmeye başlamıştır. Bütçe açıkları 1990’lı yıllarla birlikte ciddi şekilde genişlemeye başlamış, söz konusu açıklar da yoğun bir şekilde para basarak (merkez bankasından avans kullanımıyla) ve iç piyasaya (yüzde 80-90 oranında bankalara) tahvil ve bono satışı yoluyla borçlanarak kapatılmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan, 1994 krizi akabinde vergi gelirlerinde dolaylı vergilere daha fazla yüklenilmeye başlanmıştır. 1980’li yıllarda vergi gelirlerinde, dolaylı ve dolaysız vergilerin ağırlıkları aşağı yukarı birbirine eşit düzeydeyken, 1990’lı yıllarla birlikte resim değişmiş, devlet dolaylı vergilere ciddi biçimde bel bağlamaya başlamış ve sonuçta dolaylı vergilerden elde edilen gelirler dolaysız vergilerden elde edilen gelirlerin neredeyse bir buçuk katı düzeyine gelmiştir. Yine, devlet 1997 yılına kadar bütçe açıklarını kısmen para basarak (merkez bankasından alınan avansla) finanse ederken, bu yolun oldukça yüksek enflasyonlara yol açması nedeniyle merkez bankasından avans kullanmayı kesmiş, böylece 1997’yle birlikte sadece iç piyasadan borçlanmayla bütçe açıklarını finanse etmeye başlamıştır. Gerçekten de 1997’den sonra enflasyon iniş trendine girmiş, fakat bu sefer de tahvil ve bono faizleri ciddi biçimde yükselmiştir. Öte yandan, devletin ihraç ettiği tahvil ve bonoların alıcısı ise yüzde 80-90 civarında bankalar olmuştur. Bu süreçte bankalar asli görevleri olan kredi sağlamaktan giderek daha fazla uzaklaşmışlar ve temel anlamda yüksek faiz karşılığında devleti finanse etmeye başlamışlardır. 1980’de banka kredilerinin toplam aktifler içindeki payı yüzde 50’nin üzerinde iken bu oran 1990’larda hızla düşmüş ve 2000’e gelindiğinde yüzde 33 civarına kadar gerilemiştir. Tahvil ve bono şeklindeki menkul kıymetlerin payı da 1980’de yüzde 6 civarında iken 2000’de yüzde 24’e kadar yükselmiştir. Öte yandan, bankaların verdikleri kredilerin önemli kısmının bu süreçte kamu kuruluşlarına olduğu da unutulmamalıdır. Yaşanan bu gelişmeler sonucunda devletin iç borç stokunun milli gelire oranı 1997 ilâ 2000 arasında yüzde 20’lerden yüzde 40’lara çıkarak ikiye katlanmıştır. Yine, devletin iç borç servisinin bütçe gelirlerine oranı 1994-2000 arasında, sadece 1997 hariç olmak üzere yüzde 100’den fazla olmuştur. Devletin yaptığı faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı da 1980’de yüzde 4 civarındayken, 1990’da yüzde 30’un üzerine çıkmış, 1990’lı yıllarda da hızla yükselerek 2001 yılında yüzde 97 ile tüm zamanların zirvesini görmüştür. Öte yandan, 1989’da uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin akabinde, 1990’lı yıllarda giderek artan oranda bankalar yurtdışından oldukça düşük faiz oranıyla elde ettikleri dövizleri, yurtiçinde oldukça yüksek faiz oranlarıyla devleti finanse etmek için kullanmışlardır. Bu taktik söz konusu süreçte işler iyi giderken bankalara çok ciddi kar olanakları sağlarken, işler kötüye gittiğinde, yani döviz kurlarında ani oynamalar olduğunda bankaları çok zor durumda bırakmış ve batmalarına neden olmuştur ki 1990’lı yıllarda banka batmalarının temel sebeplerinden birisi bu olmuştur. Sonuçta batan bankaların zararı da devletin omuzlarına yüklenmiştir. İlginç olan nokta, söz konusu taktikle banka sahipleri çok ciddi düzeyde kar elde etmiş, bankaların batmasından sonra ise tüm yük milletin omuzlarına yüklenmiştir. 1980’li yıllarda yaşanan dönüşümle birlikte bankacılık kesiminin oldukça karlı olduğunun görülmesi büyük sermayenin finansal kesime olan ilgisinin ciddi şekilde artmasına yol açmıştır. 1985’te çıkarılan Bankalar Kanunu ile bu sektöre girmenin önemli ölçüde kolaylaştırılmasıyla birlikte banka sayısında hızlı bir artış görülmüştür. Banka sayısı 1980’de 43 iken, 1990’da 64’e, 1999’da da 81’e kadar yükselmiştir. Bu süreçte medya patronları da enerji başta olmak üzere birçok sektöre el attıkları gibi finansal sektöre de girmişler, Dinç Bilgin’in ifadesiyle her medya patronu bir banka sahibi olmuştur: "28 Şubat döneminde her şey zıvanadan çıktı. Söylenmemesi gereken şeyleri söyledik, yapılmaması gereken şeyleri yaptık. Gazeteler, patronları ve yönetimleriyle hadlerini aştılar. Hükümet yıkıp hükümet kurmaya başladılar. Enerji başta olmak üzere bütün kamu ihaleleri medya patronlarına dağıtılır oldu. Medya patronları köpek balıkları gibi her tarafa, her şeye saldırdılar. Her patronun bir bankası vardı. Ben de bunun dışında kalamadım." (Yeni Şafak, 6 Mayıs 2006). Daha sonraki süreçte yaşanan krizler ve banka hortumlamaları neticesinde ise banka sayısı neredeyse yarı yarıya düşerken, batan bankaların getirdiği finansal yük de devletin ve dolayısıyla milletin omuzlarına yüklenmiştir. 1990’lı yıllarda finansal kesim haricindeki büyük sermaye de gittikçe daha fazla finansallaşmıştır. Öyle ki 1990’ların sonlarına gelindiğinde 500 büyük sanayi şirketinin yıllık gelirlerinin yaklaşık yüzde 90’ını faiz gelirleri oluşturmuştur. Görüldüğü üzere, 1990’lı yıllarda devlet borç sarmalı içine girmiş, içinde bulunduğu durum da giderek kötüleşmiştir. Vergi gelirlerini arttırmaya çalışan devlet giderek daha fazla dolaylı vergilere yüklenmiş ve gelir dağılımını önemli ölçüde bozmuştur. Yine, elde edilen vergi gelirlerinin giderek daha büyük kısmının ve sonuçta neredeyse tamamen bankalara faiz olarak aktarılması da bu süreçte milletten bankalara doğru muazzam ölçekte bir net kaynak aktarımı olduğunu göstermektedir. Yine, bu süreçte batan ve hortumlanan bankaların da yükü tamamen milletin omuzlarına yüklenmiştir. Böylece 1980’lerle birlikte reel ekonomide zemin kaybetmeye başlayan büyük sermaye finansal sektörde önemli kazanımlar elde ederek ağırlığını korumaya çalışmıştır. 6. Kamunun Yağmalanması ve Anadolu Sermayesinin Ezilmesi 1990’ları yıllar genel anlamda bir tür yağma ekonomisinin, başka bir deyişle 28 Şubat Ekonomisinin gelişip serpildiği, büyük sermayenin devletin ve dolayısıyla milletin sırtından semirmeye devam ettiği, gelir dağılımının da önemli ölçüde bozulduğu bir döneme tekabül etmektedir. Bir taraftan, kamu kaynakları çok yüksek faiz oranlarıyla sömürülmüş, diğer taraftan da bankaların ardı ardına içleri boşaltılarak kamu üzerine ekstradan büyük bir yük bindirilmiştir. Böylece bu süreçte büyük sermaye millet aleyhine çok ama çok önemli kazanımlar elde etmiştir. Yaşanan bütün bu olaylara büyük sermaye ile işbirliği yapan medya da çanak tutmuştur. Bunun önemli bir getirisi olarak da medya patronları her yere saldırmış, zayıf koalisyon hükümetlerine baskı yapıp kanuni kısıtlamaları da ortadan kaldırarak enerji alanı başta olmak üzere, birçok sektörde ihaleler almış ve son olarak banka sahibi olarak da finansal kesime girmişlerdir. Bu süreçte yerleşik sistemin ayaklarından birisi olan ve büyük sermaye ile organik ilişkilere sahip olan bazı askerler ise çeşitli şirketler ve OYAK yoluyla yağma ekonomisinde kendilerine önemli bir yer edinmişlerdir. Öyle ki; genelkurmay başkanları, kara kuvvetleri komutanları, ordu komutanları başta olmak üzere birçok general ve subay emekliliklerinde, çeşitli büyük bankalara (Akbank, İş Bankası, Garanti Bankası vb.) ve büyük şirketlere (Borusan, Yaşar Holding, Netaş vb.) “danışmanlık” yaparak ordu ve büyük sermaye arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koymuşlardır. Burada vurgulanması gereken nokta, söz konusu danışmanlık hizmetlerinin 28 Şubat sürecinden çok önce başladığı ve ancak 28 Şubat’la birlikte bir furyaya dönüştüğüdür. Bu durum da 1990’lı yılların bir bütün olarak 28 Şubat Ekonomisi olarak tanımlanması gerektiğinin ayrı bir kanıtı niteliğindedir. Öte yandan, büyük sermayenin kısmen bir parçası haline gelen ve yerleşik yağma düzeninin çığırtkanlığını yapan dönemin medyasında büyük sermayenin nasıl yükselen Anadolu sermayesine kin beslediği net biçimde görülmüştür. Bu süreçte, nasıl Erbakan’ın Adil Düzen anlayışı irtica denilerek yaftalanmışsa, yükselen Anadolu sermayesi de yeşil sermaye denilerek kötülenmiş ve etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır. 1980’lerle birlikte gelişip serpilmeye başlayan Anadolu sermayesi, 1990’da kurulan MÜSİAD’la birlikte bir platforma kavuşmuştur. 5 üyeyle kurulan MÜSİAD’ın, sadece beş yıl içinde üye sayısı 4000’i geçmiştir ki bu üye şirketlerin yaklaşık yüzde 80’i 1980’den sonra kurulmuştur. 28 Şubat sürecinde de Anadolu sermayesinin platformu niteliğindeki MÜSİAD ciddi şekilde baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Örneğin, Refahyol hükümetinin yurtdışı gezilerinde, TÜSİAD (büyük sermayeyi temsilen), ve TOBB’un (bürokrasiyi temsilen) yanı sıra, MÜSİAD’a da yirmi kişilik bir kontenjanın ayrılması, Hürriyet’te “gezi sayesinde MÜSİAD devlet protokolüne girmiş oldu” şeklinde haberleştirilmiştir (Hürriyet, 07.08.1996). Büyük sermaye ve bürokrasinin yanı sıra Anadolu sermayesinin de devlet tarafından tanınmaya başlanması işte bu şekilde yerleşik düzen tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır. Yine büyük sermayenin platformu olan TÜSİAD da 28 Şubat sürecinin akabinde Refah Partisi kapatıldıktan sonra, “Refah, Türkiye’nin partisi olmayı başaramadı” diyerek tek bir cümleyle çok şey anlatmıştır (Hürriyet, 22.01.1998). Gerçekten de, Refah Partisi; ordu, büyük sermaye ve bürokrasiden oluşan yerleşik düzenin partisi olmadığı için yerleşik düzenin gazabını üstüne çekmiş ve bu yüzden de yok edilmek istenmiştir. Refah Partisi, yerleşik düzenin arzuladığı şekilde bir Türkiye’nin partisi olmak istemediği için kapatılmıştır. Bu süreçte Hugh Pope, Wall Street Journal’da yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilip Radikal’de yayınlanan makalesi, 28 Şubat ekonomisinin ne anlama geldiğini ve 28 Şubat sürecinin temel anlamda neden yaşandığı yönünde önemli izlenimler edinilmesini sağlamaktadır: “İş adamları, devlet ihalelerini İslamcı iş çevrelerine kaptırmaktan endişe ediyor. ‘Ordunun yaptığından çok memnunuz’ diyen bir banka yöneticisi, ‘Her şey basit: Biz elitiz, çok para kazanıyoruz ve bunu kaybetmek istemiyoruz.’ diyor.” (Süleyman Kocabaş, Postmodern Darbe Süreci: 28 Şubat'a Doping, 1998: 224). Bu süreçte yükselmekte olan Anadolu sermayesine çok ciddi zorluklar çıkarılmıştır. Öyle ki ordu bu sermayeye yönelik ambargo çağrısında bile bulunmuştur. Ordu, irticacı kuruluşlardan hem alışveriş yapılmaması hem de bu kuruluşların ihalelere alınmaması yönünde çağrıda bulunmuştur. Yine, 26 Mayıs 1997’de bizzat Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından İrticai Kuruluşlar Listesi şeklinde çok ayrıntılı bir liste hazırlanmıştır. Böylece Anadolu sermayesinin ihalelere girişinin önüne büyük bir set çekilmiş, enerji ihaleleri de sonunda medya patronlarına peşkeş çekilmiştir. Bu süreçte Anadolu sermayesine yönelik baskı giderek artmış, ihalelere girmeleri, teşvik almaları, sermaye artırımına ve saire engellenmiştir. Dahası MÜSİAD’a da 1998 ve 1999’da ardı ardına kapatma davaları açılmıştır. Sonuç Türkiye’nin 1980’lerde ekonomik sistemi değiştirmesiyle birlikte, 1990’lı yılların zayıf koalisyon hükümetleri dönemi yerleşik sistemin temel aktörlerine bir yağma ekonomisi oluşturmaları yönünde önemli fırsatlar sağlamıştır. Erbakan ise söz konusu yağmaya engel olmaya çalıştığı için yerleşik sistem tarafından yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Bu açıdan, Erbakan muhafazakâr ve dindar olduğu için değil, milletin çıkarlarını savunmaya çalıştığı için ordu, büyük sermaye ve bürokrasi tarafından etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Fakat durum bu şekilde ifade edilemeyeceği için medya yoluyla milleti sindirici bir hikâye anlatılması gerekmiştir. İşte, irtica hikâyesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu süreçte Türkiye cumhuriyetinin çıkarlarını savunduğunu iddia eden ve Erbakan’ı rejime ve rejimin kazanımlarına bir tehdit olarak gören ordu, büyük sermaye ve bürokrasi; aslında Erbakan’ı Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının çıkarlarını savunduğu ve söz konusu üç sac ayağının kendi çıkarlarını tehdit ettiği için etkisiz hale getirmek istemiştir. 28 Şubat darbesinin hikâyesi temel anlamda budur.