28 Şubat Ekonomisi Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer İstanbul Medipol

Transkript

28 Şubat Ekonomisi Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer İstanbul Medipol
28 Şubat Ekonomisi
Yrd. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer
İstanbul Medipol Üniversitesi
Giriş
28 Şubat’ın üzerinden 19 yıl geçti. O zamandan bu yana bu travmatik süreç hakkında çok şey
yazıldı, çok şey söylendi. Fakat daha en başta söz konusu darbenin neden yaşandığına dönük
olarak ortaya net bir resim konulamadı. Bu süreçte darbenin gerçekleşmesini sağlayanların
(ordu, büyük sermaye sahipleri, TÜSİAD, başta Demirel olmak üzere bazı siyasetçiler,
sendikalar (Türk-İş, DİSK, TESK, TİSK, TOBB), sivil toplum kuruluşları ve tabi ki medya)
asıl kaygılarının hiçbir şekilde o dönemde sıklıkla öne sürülen irtica olmadığını bugün çok net
bir şekilde biliyoruz. Darbenin gerekçesi irtica değilse, peki neydi? Bu soruya anlamlı bir
cevap verebilmek için geçmişe uzanmak ve özellikle Türkiye’nin 1980’lerde yaşadığı dışa
açılma ve liberalleşme sürecine eğilmek gerekiyor.
Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye cumhuriyetinde askerin, CHP bürokrasisinin ve
devlet eliyle serpilip gelişen büyük sermayenin ayrıcalıklı bir yeri bulunmaktaydı. Tabir-i
caizse Türkiye devleti bu üç sac ayağı üzerinde olgunlaşmış ve bu yapıyla 1950 yılına kadar
gelmişti. Türkiye’de çok partili hayata geçiş de, Türkiye demokrasisinin olgunlaşmasıyla
değil, dünya savaş sonrası soğuk savaşın hüküm sürmeye başladığı dönemde dış konjonktürün
dayatmasıyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan, 1950’de Demokrat Parti’nin halktan büyük bir
teveccüh görerek seçimlerde büyük bir başarı sağlaması, kendisini devletin asıl sahibi olarak
görenler tarafından hoş karşılanacak bir şey olmamıştır. Celal Bayar’ın, 1954 seçimleriyle
birlikte DP’yi iktidardan indirmenin mümkün olmadığı ortaya çıkınca darbe için gerekli
hazırlıkların yapılmaya başlandığını ifade etmesi bu durumu sarih bir şekilde ortaya
koymaktadır. Yine, İsmet İnönü’nün 1958’de mecliste, “şartlar mecbur ettiğinde, ihtilal
milletlerin meşru hakkıdır” şeklindeki konuşması da bu minvalde oldukça anlamlıdır. Bu
süreçte kendilerini devletin asıl sahibi olarak görenler, seçimleri milletin iradesinin tecellisi
olarak değil, cumhuriyetle birlikte tesis edilen ölümsüz iktidarlarına bir tehdit olarak
görmüşlerdir. Darbenin gerçekleşmesine neden olan şey temelde bir hâkimiyet ve güç
mücadelesi idi ki her darbenin ardındaki motivasyon da temel anlamda bu olmuştur.
1960 darbesine giden süreçte ordu içindeki bazı subayların görüşleri durumu net bir şekilde
ortaya koymaktadır. Bir subay, “[s]iz siviller için, bir general üst düzey bir subaydır; bizler
için ise… yarı tanrı, tüm genç subayların ulaşmak istediği ideal konumdur. Genç subaylar bir
generalin kapıyı açıp sivil bir bakan karşısında eğildiğini görürlerse bu değerler sistemi ne
olur?” diyerek askeri nasıl da milletin ve milletin temsilcisi olan siyasetçilerin çok üzerinde
konumlandırdıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Yine başka bir subay da, “[b]ir
seferinde bir arkadaşımla izin günümde İzmir’de bir restorandaydık. İçerisi varlıklı
siyasetçiler ve iş adamlarıyla doluydu. Çalışanlar bütün hürmet ve ilgisini onlara yöneltmiş,
kimse bizimle ilgilenmiyordu. Arkadaşıma döndüm ve bunun böyle devam edemeyeceğini
söyledim.” diyerek 1960 darbesinin arkasında yatan motivasyonu ortaya seriyordu (Kemal
Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Asker ve Siyaset, 2010, s. 322-323).
Darbe sonrası hazırlanan 1961 Anayasası ile birlikte de seçimle işbaşına gelen hükümetlerin
gerçek anlamda muktedir olamamaları için siyaset kurumu olabildiğince zayıf tutulmaya
çalışılmıştır. Böylece millet kimi seçerse seçsin, asıl muktedirler ve devletin asıl yöneticileri
seçimle işbaşına gelmeyen ve rejim bekçiliği yapan bürokratlar ve askerler olacaktı. Türkiye
demokrasisi bu açıdan daha bebeklik çağında çok ağır bir darbe almış ve cumhuriyetin gerçek
manada ilk seçilmiş başbakanı olan Adnan Menderes idam edilmiştir. Türkiye’de
demokrasinin gelişimi sonraki süreçte de çok çok yavaş olmuş, periyodik darbelerle siyaset
kurumuna ve millete devletin asıl sahiplerinin ve yöneticilerinin kimler olduğu hatırlatılmıştır:
Askerler, bürokratlar ve büyük sermaye sahipleri…
1960 darbesiyle birlikte Türkiye’de siyaset kurumuna ve millete hadleri bildirilirken, 1971
darbesiyle yine devletin asıl sahiplerinin kimler olduğu hatırlatılmıştır. 1980 darbesiyle
birlikte ise Türkiye’de ekonomik sistem çok hızlı bir şekilde kökünden değişmiştir. Bu
açıdan, 1980 darbesinin temel anlamda ülkedeki ekonomik sistemi istenilen şekilde ve rahatça
dönüştürebilmek için yapılmış olduğu izlenimi edinilmektedir. Peki, yeni ekonomik sistem
nereden çıkmıştır?
Kısım 1. Ekonomik Sistem, 28 Şubat Ekonomisi ve Adil Düzen
1. Ekonomik Yapıda Yaşanan Büyük Dönüşüm
1970’lerde küresel ekonomik sistemde çok önemli değişiklikler yaşanmıştır. O zamana kadar
cari olan Bretton Woods sistemi çökmüş, onun yerini ise neoliberalizm almıştır. ABD,
Bretton Woods sistemini kurduğu gibi, neoliberal sistemi de kurmuş, çeşitli yollarla ABD’de
olduğu gibi diğer ülkelerde de bu sistemi hayata geçirmeye ve böylece neoliberal düzeni tüm
dünyaya yaymaya çalışmıştır. Neoliberal sistemin dünyada yaygınlaşmasında ABD’nin yanı
sıra ABD güdümündeki İMF ve Dünya Bankasının da çok önemli katkıları olmuştur. Yeni
ekonomik sisteme ülkeler bir şekilde geçmek durumunda bırakılmıştır. Geçiş, Türkiye’de de
darbe yoluyla gerçekleşmiştir. Bu açıdan, çok hızlı bir şekilde ve uygun altyapı
hazırlanmadan neoliberal ekonomik sisteme geçiş; ne milletin isteği ne de siyasetçilerin
tercihiyle yaşanmıştır. Bunun yerine, kendisini devletin asıl sahibi olarak görenler tarafından
dış güçlerin yönlendirmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Böylece Türkiye 1980 darbesi akabinde o zamana kadar yürüttüğü ithal ikameci politikayı
terk ederek çok hızlı bir şekilde neoliberal anlayışı benimsemiş, Türkiye ekonomisi ve finansı
1980’li yıllarda çok hızlı bir şekilde serbestleştirilmiş ve dışa açılmıştır. Darbe öncesi süreçte
sistem değişikliğine yönelik ipuçları veren 24 Ocak Kararlarının altında imzası bulunan
Turgut Özal’ın darbe sonrası süreçte, hem Bülend Ulusu darbe hükümetinde ekonomiden
sorumlu başbakan yardımcılığı yapması hem de parti kurup seçimlere girmesine izin verilmesi
bu açıdan hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Çeşitli devlet kuruluşlarında üst düzey bürokratlık
görevlerinde bulunan, bir dönem Dünya Bankasında danışman olarak çalışan, Sabancı
Holding başta olmak üzere çeşitli şirketlerde üst düzey yöneticilik yapan Turgut Özal,
yerleşik sistem için oldukça uygun bir aday gibi görünmüştür. Zira, kendisi mevcut devlet
düzeninin üç sac ayağının (ordu, bürokrasi, büyük sermaye) ikisiyle iyi ilişkiler geliştirmiştir.
Türkiye ekonomisinin dışa açılma ve liberalleşme süreci ANAP’ın 1983’te iktidara
gelmesiyle birlikte devam etmiştir. 1980’lerde dış ticarette çok ciddi düzeyde bir serbestleşme
yaşanırken, finansal sistem de neredeyse tamamen serbestleştirilmiştir. Yapılan son ve
muhtemelen en önemli değişiklik ise 1989’da uluslararası sermaye hareketlerinin tam
anlamıyla serbest bırakılması olmuştur. Böylece Türkiye’de 1980’lerde çok önemli sistemik
değişiklikler yaşanmıştır. Ülkenin ekonomik ve toplumsal çehresi bu süreçte çok ciddi
biçimde değişmiş, sadece 10 yıl içerisinde Türkiye çok farklı bir ülke haline gelmiştir.
Fakat bu süreçte söz konusu muazzam değişimi kaldırabilecek ekonomik ve finansal altyapı
kurulmaya çalışılmamıştır. Böylece ülke bu süreçte ekonomik açıdan kaotik bir görünüm
sergilemeye başlamıştır. Ekonomik ve finansal sistem önemli ölçüde istikrarsız hale gelmiştir.
Türkiye’de 1990’ların finansal krizlerle anılmasının arka planında işte bu durum
bulunmaktadır. Öte yandan, çok önemli sistemik değişikliklerin çok kısa bir süre içinde
yapılmaya çalışılması ülkede birçok taşın yerinden oynamasına neden olmuştur.
Belirtmek gerekir ki neoliberal sistem Türkiye’yi birçok açıdan olumsuz biçimde etkilemiş
olsa da bazı açılardan da Türkiye için oldukça faydalı olmuştur. (Yine unutmamak gerekir ki
her zaman üçüncü bir yol vardır.)
2. İthal İkameci ve Neoliberal Sistemde Büyük Sermaye ve Anadolu Sermayesi
Türkiye cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte devlet eliyle ortaya çıkan ve serpilip gelişen
büyük sermaye, Türkiye’nin ekonomik altyapısını ve teknolojik düzeyini geliştirme
noktasında çok az başarı gösterebilmiştir. Türkiye’den çok sonra sanayileşme hamlesine
başlayan Güney Kore gibi ülkeler çok kısa bir sürede sanayileşme hususunda çok önemli
aşamalar kaydederken, Türkiye sanayisi neredeyse olduğu yerde kalmıştır. Türkiye’de büyük
sermaye de temel anlamda, yurtdışından ithal edilen parçaların birleştirilip iç piyasada çok
yüksek karlara satıldığı bir montaj sanayisi olarak kalmıştır. Türkiye’de sanayinin bu kadar
geri kalmasında, söz konusu montaj sanayisinin yüksek gümrük duvarlarıyla ve ithal ikameci
iktisat politikalarıyla ciddi biçimde dış rekabetten korunması etkili olmuştur. Türkiye’de
büyük sermaye, ithal ikameci politikayı; teknolojik altyapıyı ve seviyeyi geliştirme fırsatı
olarak değil, ürettikleri kalitesiz montaj ürünlerini fahiş fiyata ve çok yüksek karlara iç
piyasada satma fırsatı olarak görmüştür.
İşte 1980’li yıllarla birlikte büyük sermayenin çok az çabayla çok ciddi karlar elde ettiği bu
sistem değişmeye başlamıştır. Dış ticaretin önemli oranda serbestleştirilmesiyle birlikte
Türkiye’ye dışarıdan mal akmaya başlamış, dış ticaret de çok ciddi miktarda genişlemeye
başlamıştır. (Dış ticaretin milli gelir içindeki payı 1980’lere kadar genel olarak yüzde 10’un
altında kalırken, 1980’lerde yüzde 20’lerin, 1990’larda yüzde 30’ların, 2000’lerde ise yüzde
50’lerin üstüne çıkmıştır.) Kalitesiz montaj ürünleri çok yüksek fiyatlara iç piyasada satma ve
çok tatlı karlar elde etme dönemi böylece -kısmen- ortadan kalkmaya başlamıştır. Öte yandan,
Türkiye’nin dışa açılmasıyla birlikte daha önceki süreçte devlet tarafından dışlanan ve çok
cılız kalan Anadolu sermayesi de güç kazanmaya başlamıştır. İşte 1980 darbesiyle
öngörülemeyen ve/veya çok fazla önemsenmeyen bu faktör, daha sonraki süreçte Türkiye
tarihine çok önemli bir damga vuracak ve Türkiye’de demokratikleşme yolundaki en büyük
engellerin ortadan kaldırılmasına vesile olacaktır. Öte taraftan, dış ticaretteki dönüşüm ile
birlikte mevcut ayrıcalıklarını kaybetmeye başlayan büyük sermaye finansal sektördeki
dönüşümle birlikte ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek kaybettiklerini kısmen ve daha
sonraki süreçte de neredeyse tamamen telafi etmeye çalışmıştır.
Türkiye’de 1990’lı yıllarda yaşanan siyasi ve ekonomik çalkantılar temel anlamda, 1980’lerle
birlikte Türkiye’nin ekonomik sisteminin çok ciddi düzeyde değişmesinin direkt ve dolaylı
birer sonucu olmuştur. Öncelikli olarak, ekonomik ve finansal sistemin uygun altyapı
hazırlanmadan çok hızlı bir şekilde değiştirilmesi büyük sermaye için oldukça önemli bir kar
fırsatının ortaya çıkışını müjdelemiştir. Büyük sermaye 1990’lı yıllarda bu fırsatı sonuna
kadar değerlendirmiş ve ekonomiyi hortumlamıştır. Büyük sermaye bu süreçte bir taraftan
ekonomiden daha büyük pay almaya çalışıp devleti yağmalarken diğer taraftan da devletin
mevcut altyapıyı iyileştirecek hamleleri yapmasının da önüne geçmeye çalışmıştır.
Öte taraftan, dış ticaretin serbestleştirilmesi büyük sermayenin elde ettiği inanılmaz düzeydeki
karları ortadan kaldırmıştır. Yine, o zamana kadar oldukça cılız kalan ve gelişmesine mahal
verilmeyen Anadolu sermayesi de yavaş yavaş kıpırdanmaya başlamıştır. Dış ticaretteki
serbestleşme neticesinde tadı kaçan büyük sermaye için bu durum da ayrı bir tatsızlık
anlamına gelmiştir. Dış ticarette kaybettiklerini finansal alandaki kazançlarıyla örtmeye
çalışan ve bunda kısmen ve yer yer de tamamen başarılı olan büyük sermaye için Anadolu
sermayesinin yükselişi telafisi imkânsız kayıplar anlamına gelmiştir. Dünyaya açılan,
teknolojik altyapısını geliştirmeye başlayan ve en önemlisi devletten ihale alma noktasına
gelen ve bunda başarılı olan bir Anadolu sermayesi, cumhuriyetle birlikte kurulan ve sistemin
üç sac ayağından birini oluşturan büyük sermaye için kabul edilemez bir şey olmuştur.
Öte yandan, dış dünyadan kaliteli ve ucuz malların akmaya başlamasıyla birlikte 1980’li
yıllardan itibaren Türkiye’de yaşam standardı önemli ölçüde yükselmeye başlamıştır. Bu
dönüşümün boyutunu kişi başına milli gelir verilerinde görmek zordur, zira örneğin montaj
sanayi ürünü olan kalitesiz bir otomobile 3 adet Mercedes parası vermeyi bırakmak ve
Mercedes’in kendisini satın almaya başlamak kuşkusuz refah düzeyini çok ciddi biçimde
arttıracaktır, fakat bu refah artışı milli gelir verilerinde görülemez. İşte, Türkiye’de yaşam
standardı iğneden ipliğe 1980’lerle birlikte bu şekilde yükselmeye başlamıştır. Başka bir
deyişle, daha önceleri büyük sermaye tarafından gasp edilen gerçekleşmemiş hayat
standardına bu süreçte yavaş yavaş ulaşılmaya başlanmıştır.
Kuşkusuz yurtdışından mal satın alabilmek için karşılığında onlara da bir şeyler satmak
gerekir. Türkiye’de ithalatın ciddi şekilde genişlemesine paralel olarak ihracat düzeyi de
1980’li yıllarla birlikte çok ciddi şekilde artmaya başlamıştır. Bu süreçte Anadolu sermayesi
gelişip serpilirken aynı zamanda da ülkenin teknolojik düzeyini de geliştirmeye başlamıştır.
Böylece Anadolu sermayesi gelişip serpilirken Türkiye’nin sanayi altyapısı da iyileşmeye
başlamıştır.
3. 28 Şubat Ekonomisi ve Erbakan’ın Adil Düzen Hayali
1990’lı yılların Türkiye tarihindeki en çalkantılı dönemlerden birisi olması oldukça
anlamlıdır. Zira, tam da bu dönemde Türkiye’de ekonomik ve finansal sistem oldukça kaotik
bir yapıya bürünmüş ve tam da bu dönemde Anadolu sermayesi gelişip serpilmeye başlamış
ve ordu, bürokrasi ve büyük sermayeden müteşekkil üç sac ayaklı sistemin iki bacağını
(bürokrasiyi ve büyük sermayeyi) tehdit etmeye başlamıştır. 28 Şubat süreci de bu tehdidi
ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan, Türkiye’de kaosun kol gezdiği
1991-2002 arası dönem temel anlamda bir 28 Şubat Ekonomisi olarak adlandırılabilir. Bu
süreç, zayıf koalisyon hükümetlerinin giderek daha fazla miktarda sistemin mevcut sac
ayaklarını milletin aleyhine koruma telaşına düştükleri ve nihayetinde bir tür yağma
ekonomisinin ortaya çıktığı dönemdir. Özellikle Turgut Özal’ın oldukça şüpheli bir şekilde
vefat ettiği ve Türkiye’de faili meçhullerin yılı olan 1993’le birlikte Türkiye giderek daha
fazla kaotik bir görünüm sergilemeye başlamıştır.
Refah Partisi’nin ve savunduğu Adil Düzen anlayışının 1990’lı yıllarda önemli düzeyde
yükselişe geçmesi bu açıdan oldukça anlamlıdır. Yaşam standardı yükselmeye başlayan, ciddi
miktarda şehirlileşen, giderek daha yüksek miktarda dış dünyayı görmeye başlayan ve bunlara
bağlı olarak geçmiş ve o gün arasında karşılaştırma yapabilen ve siyasi bilinç düzeyi yükselen
millet, üç sac ayağı üzerine kurulan mevcut sistemin ortaya çıkardığı önemli düzeydeki
adaletsizlikleri ve haksızlıkları da daha net biçimde görmeye başlamıştır. Bu açıdan
Erbakan’ın adil düzen söylemi 1990’lı yıllarda millette önemli bir karşılık bulmaya
başlamıştır.
Erbakan’ın uygulamak istediği ekonomik reformlar sadece gelir dağılımında adalet üzerine
kurulu değildir. Erbakan en başta, Türkiye’nin sanayi altyapısının ciddi biçimde gelişmesinin
ve Türkiye’de ağır sanayinin kurulması gerektiğini düşünmüştür. Kendisi de çok başarılı bir
makine mühendisi olan Erbakan Türkiye’de Gümüş motor üretebilmek için önemli miktarda
çaba harcamış, siyasete de, ciddi biçimde teşvik görmeyi bir kenara bırakın, söz konusu
motoru üretememesi için bürokrasinin elinden geleni yapması neticesinde girmeye karar
vermiştir. Yine Erbakan, ekonomik kalkınmanın sağlanabilmesi için birçok ülke ile çok ciddi
düzeyde ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine inanmıştır. Bunun yanı sıra da
Türkiye’nin ekonomik kapsamını genişletmeye ve ekonomik etkinliğini arttırmaya çalışmış,
Avrupa’nın kendi içinde sahip olduğu gibi, İslam âleminde de Türkiye önderliğinde ekonomik
bir entegrasyonun hayalini kuruyordu. Erbakan D-8’i bu nedenle tasarlamış, üstüne İslam
ülkelerinin kendi aralarında ortak bir para birimine geçebileceğini ve böylece ortak bir
ekonomi haline gelebileceğini dahi düşünmüştür. Ekonomik etki sahasını çok ciddi biçimde
genişleten bir Türkiye’de ağır sanayinin daha hızlı ve daha sağlam bir şekilde
genişleyebileceği de ortadadır.
Adil Düzen anlayışı çerçevesinde Erbakan’ın üzerinde durduğu bir başka önemli nokta ise
şirketlerin yapısı olmuştur. Erbakan’a göre tekel ve tröstlerin varlığı ekonomi için iyi değildir
ve bu tarz yapılanmaların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Öte yandan, Erbakan’a göre
devlet şirketler arasında ayrım yapmamalı ve hoşuna giden şirketlere tüm imkânları sağlayıp
hoşuna gitmeyen şirketleri de batırmaya çalışmamalıdır. İşte Erbakan’ın yerleşik sistemin bir
ayağı olan büyük sermaye tarafından neden tehdit olarak görüldüğünün çok açık bir
göstergesidir bu: Erbakan, millet ve yükselmekte olan Anadolu sermayesi adına adalet talep
etmekte ve devletin adil bir yapılanmaya kavuşması gerektiğini ifade etmektedir.
Refahyol hükümetinin kurulmasıyla birlikte, Erbakan hızlı bir şekilde ekonomik reformlar
yapmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi ise Erbakan’ın tasarladığı havuz sistemidir.
1990’lı yıllarla birlikte iç borç ödemeleri bütçe gelirlerinin çok büyük bir kısmını oluşturmaya
başlamıştı. Öyle ki bu iç borç ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 1994’te yüzde 110’a,
1995’de yüzde 120’ye, 1996’da da tam yüzde 175’e çıkmıştı. Sadece faiz ödemelerinin bütçe
gelirlerine oranı dahi bu süreçte inanılmaz düzeylere çıkarak 1994-1996 arasında yüzde 60’lar
düzeyinde gerçekleşmiştir. Buna göre, milletten toplanan vergilerin yarısından fazlası sadece
birkaç büyük sermaye sahibine faiz ödemesi olarak gitmiştir. İşte Erbakan, bu düzeni
geliştirdiği Havuz sistemiyle ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Öyle ki bu sistemin
uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, tahvil ve bono faiz oranları 1997’de hızla düşmeye
başlamış, devletin faiz ödemeleri de önemli düzeyde azalmıştır. 1996’da yüzde 175 olan iç
borç ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 1997’de yüzde 89’a; 1996’da yüzde 65 olan faiz
ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı da 1997’de yüzde 46’ya kadar gerilemiştir.
Fakat, Refahyol hükümeti darbeyle yıkıldıktan sonra işbaşına gelen ara rejim hükümetinin
yaptığı ilk işlerden biri Havuz sistemini kaldırmak olmuştur. Yine bu süreçte hükümetin
merkez bankasından borçlanmasının önü de kesilmiş, hükümete iç borçlanmadan başka bir
yol bırakılmamıştır. Sonuçta, hem havuz sisteminin kaldırılması hem de merkez bankasından
borçlanma imkânının kalmaması dolayısıyla tahvil ve bono faizleri daha sonraki süreçte
zıplamıştır. Öyle ki iç borç ödemelerinin milli gelire oranı ertesi sene yüzde 122’ye çıkarken,
faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı da tekrar yüzde 60’ların üzerine çıkmıştır. Kötüye
gidiş daha sonra da devam etmiş, faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine oranı 2001’de tam yüzde
97’ye çıkmıştır. Yani, milletten toplanan verginin neredeyse tamamı çok az sayıdaki büyük
sermaye şirketine gitmiştir.
Erbakan, devletin içinde bulunduğu oldukça kasvetli durumu ortadan kaldırabilmek adına
hem iç borçlanmayı hem de merkez bankasından avans kullanımını azaltmayı planlamış,
borçları ödemek için ise farklı formüller türetmiştir. Zira, iç borçlanma devletin faiz yükünü
gittikçe arttırırken, borçları para basarak ödemek de ciddi biçimde enflasyonist etkilere yol
açarak yine devleti çok zor duruma düşürüyordu. Erbakan “üçüncü yol” peşindeydi ve bunu
da bulmuştu. Erbakan bu süreçte ardı ardına kaynak paketleri açıklayarak devleti borç
sarmalından çıkarma yolunda önemli adımlar atmıştır. Havuz Sistemi de bu arayışlar
sonucunda ortaya çıkmıştır. Erbakan’a göre mevcut sistemde ekstra parası olan kamu
kuruluşları parasını bankaya söz gelimi yüzde 70 faizle yatırırken, parası olmayan kamu
kuruluşu ise yüzde 140 faizle borç almakta ve bu durum da milletin parasının ciddi biçimde
israf edildiği anlamına gelmektedir. Erbakan’a göre Havuz sistemiyle işler tersine dönecek,
kamu gelirleri en çok faiz veren bankaya mevduat olarak yatırılırken, kamu harcamaları da
yine ilk önce kamu gelirlerinden karşılanacak, bu yol mümkün olmadığında en düşük faizi
öneren bankadan borç alınacaktır. Böylece, devlet borçlanması zamanla ortadan kalkacak,
bankalar da ellerindeki parayı reel ekonomiye döndürmek durumunda kalacaktır. Böylece,
Erbakan’a göre, para rantiyeye (büyük sermayeye) değil, üretime gitmeye mecbur kalacaktır.
Erbakan’ın kamu maliyesini kısa bir süreliğine de olsa ciddi şekilde rahatlatan söz konusu
iktisat politikaları doğal olarak dönemin medyası tarafından ciddi biçimde tenkit edilmiştir.
Erbakan’ın fasit daireyi kırmak adına kamu borçlarını ödeyebilmek için ortaya çıkardığı ek
kaynak paketleri bu süreçte kötülenmiş ve bu paketlerle alay edilmiştir. Örneğin, kaynak
paketinde yer alan enerji ve santral ihaleleri, dönemin medyasında yeşil sermayeye (yani
Anadolu sermayesi) gideceği gerekçesiyle ciddi biçimde eleştirilmiş, büyük bir suçmuş gibi
bu sermayeyi temsilen MÜSİAD’ın enerji ihaleleri için hazırlandığı ifade edilmiştir.
Yine, ekstra kaynak ortaya çıkarmak için Erbakan’ın bulduğu çözümlerden birisi de bedelsiz
otomobil ithalatı olmuştur. Bu uygulamada, Ziraat Bankasında 50 bin mark’lık hesap açtıran
gurbetçilerin ülkeye soktukları otomobillerden vergi alınmayacaktı. Demirel, bu kararnameyi
üç ay beklettikten ve ancak yaz sezonu geçtikten sonra imzalamıştır. Bedelsiz otomobil
ithalatının başlamasıyla birlikte de başta Koç grubu olmak üzere büyük sermaye ve bu
sermayenin sözcüsü TÜSİAD hükümeti yaylım ateşine tutmuş ve erken seçime gidilmesi
gerektiğini dahi söylemiştir. Yine, bu uygulamayla birlikte yüz binden fazla insanın işinden
olacağı ve TOFAŞ’ın kapanabileceği şeklinde tehditler savrulmuştur. Fakat, sonuçta hiçbir
olumsuz durum yaşanmadığı gibi, bu uygulamayla birlikte 1 milyar dolara yakın “kaynak”
elde edilmiştir.
Erbakan’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı yağma sisteminde; ordu, bürokrasi ve büyük sermaye
milletin aleyhine olarak ciddi biçimde nemalanmakta, Erbakan da işte bu sistemin yerine Adil
Düzen dediği sistemi getirmek istemektedir. İşte Refah Partisi’ni 1995’te birinci parti yapan
şey Erbakan’ın bu felsefesiydi. Aynı şekilde, Refah Partisi’nin başta hükümet kurmasına izin
verilmemesinin daha sonraki süreçte de darbeyle indirilmesinin temel sebebi de Adil Düzen
anlayışıdır. Yani, Erbakan ve Refah Partisi, dindar olduğu veya Türkiye’ye şeriatı getirmeye
çalıştığı için değil; Türkiye’ye ekonomik adaleti ve kalkınmayı getirmeye çalıştığı için
darbeye maruz kalmıştır.
Erbakan, toplumun kahir ekseriyetini teşkil eden dindar ve muhafazakâr kitlenin, dindar ve
muhafazakâr bir temsilcisi olarak, ekonomik adalet ve ekonomik kalkınma için elinden geleni
yapmaya çalışmıştır. Yerleşik sistemde millet aleyhine nemalanan büyük sermaye, bürokrasi
ve ordunun ise Erbakan’a ekonomik adaleti ve ekonomik kalkınmayı sağlamaya çalıştığı için
açıktan karşı çıkması bittabi düşünülemezdi. Bu yüzden Erbakan’ın ve Refah Partisi’nin öne
çıkan başka bir özelliğinin kullanılması gerekmiştir. Bu özellik aynı zamanda milletin kahir
ekseriyetinin de ortak özelliği olmuştur: Muhafazakârlık ve dindarlık. Böylece, tamamiyle
güç mücadelesinden kaynaklanan ve altında ekonomik gerekçeler bulunan bir darbe
tamamiyle başka bir çehreye büründürülmüş, mevcut durum yeniden tanımlanarak darbeye
bir gerekçe türetilmiştir.
Ekonomik adaleti ve ekonomik kalkınmayı sağlamaya çalışan, milletin refahını düşünen,
mevcut sistemde gerçekleştirilen ekonomik yağmayı ortadan kaldırmaya çalışan bir hareket,
ekonomik yağmayı gerçekleştiren ve bu sistemden nemalanan kesimler tarafından; mevcut
sistemin modern ve ilerici olduğu, irticacıların ise ülkeyi ve ekonomiyi totaliter bir rejim
kurarak mahvetmeyi amaçladığını iddia etmiştir. Bu iddia ise Refah Partisi’nin hali hazırda
oldukça zayıf olan demokrasi zemininden bir milimetre bile ayrılmasının imkânsız olduğu,
ülkenin fiili olarak seçimle iş başına gelmemiş olan bürokrasi, ordu ve büyük sermaye
tarafından yönetildiği bir Türkiye’de ortaya atılmıştır. Yani, darbenin görünürdeki gerekçesi
olan irtica bu şekilde oldukça çürük bir zemine sahip olmuştur ki tam da bu yüzden birçok
kurmaca olay yoluyla kamuoyunun rejim değişikliği tehlikesine ikna edilmesi ve milletin
sindirilmesi gerekmiştir.
Kısım 2. 28 Şubat Süreci ve 28 Şubat Ekonomisinin Olgunlaşması
4. 28 Şubat Süreci
Refah Partisi, 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.4 oy alarak birinci olmasına rağmen,
dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurma yetkisini Erbakan’a
vermemiştir. Sonuçta ise ANAP ve DYP tarafından bir azınlık hükümeti kurulmuştur.
Kurulan hükümet ise güvenoyu alamamış ve nihayetinde ANAP lideri Mesut Yılmaz
cumhurbaşkanına istifasını sunmuştur. Böylece hükümeti kurma görevini alan Necmettin
Erbakan da DYP ile hükümeti kurmuştur. Fakat, bu hükümetin kurulmasıyla birlikte hükümeti
yıkma çalışmaları da hemen başlamıştır.
Kuşkusuz, Refahyol hükümetinin darbeyle düşürülmesinde ordunun önemli bir yeri
bulunmaktadır. Fakat, darbenin tertibinde ve nihayetinde başarıya ulaşmasında birçok kesimin
önemli katkıları bulunmaktadır. Bu süreçte ordunun yanı sıra, yerleşik sistemin sac ayaklarını
oluşturan bürokrasi ve büyük sermaye de çok önemli bir konumda bulunmaktadır. Yerleşik
sistemin üç sac ayağının yanı sıra bu süreçte medya da çok önemli vazifeler görmüş, söz
konusu sac ayaklarının sözcülüğünü gerçekleştirmiştir. Yine, medya ile büyük sermaye
arasındaki etkileşim ve yüksek miktardaki geçişkenlik de medyanın kısmen büyük sermaye
içinde değerlendirilebilmesine imkân vermektedir.
Refahyol hükümetinin kurulduğu Haziran 1996’dan darbeyle yıkıldığı Haziran 1997’ye
kadarki süreç 28 Şubat süreci olarak adlandırılmaktadır. Hükümetin kurulmasıyla birlikte
düğmeye basılmış; Refah Partisi’ne ordu, bürokrasi, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları
aracılığıyla ve medyanın çığırtkanlığında her koldan saldırılmıştır. Bu süreçte 28 Şubat
1997’de gerçekleşen MGK toplantısında Refah Partisi’ne darbe tehdidinde bulunulmuş ve
sözde irticai tehditle mücadele için alınan MGK kararları büyük bir baskıyla ve muhtemelen
darbe tehdidiyle Erbakan’a imzalatılmıştır. Daha sonraki süreçte Erbakan’ın istifa etmemesi
neticesinde, DYP de baskı altına alınmış ve bu partideki birçok milletvekili para karşılığında
istifa ettirilerek hükümetin altı oyulmaya çalışılmıştır. Üstelik, darbe tehditleri de daha net bir
şekilde yapılmaya başlanmıştır. 21 Mayıs’ta ise Yargıtay tarafından Anayasa mahkemesinde
Refah Partisi’ne kapatma davası açılmıştır. Erbakan da baskılara dayanamayarak Haziran
1997’de “havada yakıt ikmali” yapıyoruz diyerek cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma
görevini Tansu Çiller’e vereceği düşüncesiyle istifa etmiştir. Demirel’in görevi ANAP lideri
Yılmaz’a vermesiyle birlikte ise darbe süreci başarıyla sonuçlanmış ve nihayetinde bir azınlık
hükümeti, ANAP ve DSP ile DYP’den para karşılığı istifa ettirilen milletvekilleri tarafından
kurulan DTP tarafından kurulmuştur. (DYP’li Hikmet Aydın 2009’da şöyle konuşmuştur:
“Para döndü. Bunu çok sonradan öğrendim. Hatta tanık olduğum bir olay var. Hükûmet
düşürülmüş ve Anasol-D hükûmeti kurulmuştu. Ben ANAP’a geçmiştim. Benim gözümün
önünde ANAP’lı bir milletvekili DTP’li bir milletvekiline aynen şunu söyledi: “Sen şu
adamdan 750 bin dolar almadın mı?” İkisi o sırada tartışıyordu. … Hatta sadece DTP’ye
değil, ANAP’a da geçenler oldu. Erkan Mumcu’nun bana bir lafı var: “Bir kuruşa mal
olmayan bir tek sen varsın bize.” (Aksiyon, 2009)).
Refah Partisi de 16 Ocak 1998’de 1960 darbesi neticesinde, mevcut sistem üzerinde seçilecek
hükümetlerin bir daha tehdit oluşturmaması ve gerçek anlamda muktedir olmaması amacıyla
yapılan 1961 Anayasasıyla kurulan Anayasa mahkemesi tarafından kapatılmıştır.
28 Şubat süreci Erbakan’ın hükümetin istifasını sunmasıyla görünürde sonuçlansa da süreç
Haziran 1997’den sonra da devam etmiştir. Ordu, bürokrasi ve büyük sermayeden müteşekkil
yerleşik düzen 1980’lerle birlikte çatırdamaya başlamış ve 1990’larda kaybedilenleri telafi
edebilmek amacıyla bir tür yağma sistemi oluşturulmuştur. Darbenin temel gerekçesini
oluşturan şey de temelde; Erbakan’ın 1980’lerle başlayan süreci nihayete erdirmek istemesi
ve aynı zamanda da yağma sistemini ortadan kaldırmaya çalışması olmuştur. 1980’lerle
birlikte gelişmeye ve serpilmeye başlayan Anadolu sermayesi 28 Şubat sürecinde ciddi
biçimde hırpalanmaya başlanmış, Anadolu sermayesi üzerindeki baskılar daha sonraki süreçte
de devam etmiştir. Yine bu darbenin millet üzerindeki etkisi de daha sonraki süreçte bütün
yoğunluğuyla hissedilmiştir. Bu açıdan 28 Şubat süreci 1996-2002 arasında hükümferma
olmuştur denilebilir.
Öte yandan, 28 Şubat ekonomisi olarak tesmiye edilebilecek ve 1991-2002 arasındaki süreçte
ise, ilk yıllarda yerleşik düzenin sac ayakları, dönüşen sistemde güçlerini ve ağırlıklarını bir
şekilde korumaya çalışmış, 28 Şubat sürecinin fiilen başlaması ile birlikte de Anadolu
sermayesine açıktan cephe alarak onu sindirmeye çalışmıştır.
28 Şubat sürecinin gelişiminde; ordu ve medyanın yanı sıra, büyük sermayeyi temsil eden
TÜSİAD’ın ve büyük sermaye ile bürokrasinin güdümünde olan ve o zamanlar beşli çete
olarak anılan Türk-İş, DİSK, TİSK, TESK ve TOBB’un önemli katkıları olmuştur. Söz
konusu kuruluşlar bu süreçte koordineli bir şekilde hareket etmiş ve medyayla birlikte
hükümeti düşürmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu minvalde, söz konusu kuruluşların
ve medya yöneticilerinin, TÜSİAD’ın organizatörlüğünde 11 Aralık 1996’da Atina’da
düzenledikleri toplantının önemli bir yeri olduğu vurgulanmaktadır. Yine, orduyu temsilen bir
subay tarafından dillendirilen “bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin” ifadesi de ihalenin söz
konusu kuruluşlara tevdi edildiğinin bir göstergesi niteliğinde olmuştur.
O dönemde beşli çete olarak anılan bu kuruluşlar hükümeti yıpratmak amacıyla 28 Şubat
sürecinde birçok greve veya grev tehdidine imza atmış, ayrıca da mitingler düzenlemiştir.
Örneğin, KESK 11 Aralık 1996’da iş bırakma eylemi yaparken, söz konusu sendikalar 5 Ocak
1997’de Türk-İş’in öncülüğünde bir miting gerçekleştirmiştir. Yine, söz konusu beş sendika
1997 Mayıs’ının sonunda bir basın toplantısı düzenlemişler, Bayram Meral tarafından okunan
ortak bildiriyle darbeye açıkça çanak tutmuşlar, hükümetin istifa etmemesi halinde 6.5 milyon
çalışanın temsilcisi olarak eylemler düzenleyeceklerini ifade etmişlerdir. Medya da
sendikaların bu tutumlarını hükümeti yıpratmakta önemli bir koz olarak kullanmaktan geri
durmamıştır.
Bu süreçte yargı da darbe konsorsiyumuna katılmış, Haziran 1997’de Genelkurmay tarafından
verilen irtica brifingine Adalet bakanlığı izin vermediği halde, yargı mensupları tam kadro
katılmıştır. Medyanın bu dönemdeki darbe çığırtkanlığının hangi boyutlara ulaştığı da bu
olayın nasıl haberleştirildiğinden net biçimde anlaşılmaktadır: 11 Haziran 1997’de Dinç
Bilgin’in Sabah’ı bu olayı “Türkiye sizinle gurur duyuyor” şeklinde manşete taşırken, spotta
“[h]âkim ve savcılarımız Adalet Bakanı’nın tehditlerine rağmen laik Cumhuriyet’in emrinde
olduklarını gösterdiler ve irtica konusundaki brifinge akın akın katıldılar” diyerek açıkça ve
inanılmaz boyutta bir darbe çığırtkanlığı yapmıştır.
Yine, üniversiteler ve YÖK de bu süreçte darbe konsorsiyumuna katılmış, üniversitelerde
başörtülü öğrencilere yapılan zulümler daha sonraki süreçte dillere destan olmuştur. Daha az
konuşulan şey ise muhafazakâr eğilim gösteren akademisyenlerin bu süreçte her türlü
saldırıya maruz kalmaları ve üniversitelerden uzaklaştırılmalarıdır. Bu süreçte söz konusu
akademisyenler üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturulmuştur. Yaşananlar sonucunda ise öyle
bir tablo ortaya çıkmıştır ki ülkenin kahir ekseriyetini teşkil eden muhafazakarlar,
üniversitelerde akademik görev almayı hayal bile edemeyecek noktaya gelmişlerdir.
5. Bütçe Sıkıntıları, Finansallaşma ve 28 Şubat Ekonomisinin Olgunlaşması
1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de yaşanmaya başlanan ekonomik dönüşüm, öncelikli olarak
mevcut sistemin üç sac ayağından birisi olan büyük sermayenin ekonomik çıkarlarını tehdit
etmeye başlamıştır. Bu sürece kadar devletle arasında ciddi düzeyde organik bağ bulunan, dış
rekabete karşı ciddi şekilde korunan büyük sermaye, bu ayrıcalığını mevcut teknolojik
altyapısını geliştirmeye ve dünya ölçeğinde rekabet edebilir hale gelmeye harcamak yerine;
bir tür montaj sanayisi oluşturmuş ve ürettiği ürünleri Türkiye ekonomisi dış dünyaya ciddi
ölçüde kapalı olduğu için yüksek kar oranlarıyla satarak büyüme ve serpilme yolunu
seçmiştir.
1980’lerle birlikte başlayan ve oldukça hızlı gelişen dışa açılma süreci söz konusu yüksek kar
oranlarını ortadan kaldırırken, halkın da refah düzeyini ciddi şekilde yükseltmiştir. Bunun
yanı sıra, dışa açılmayla birlikte o zamana kadar devletin büyük sermaye lehine baskıladığı
Anadolu sermayesi de gelişme ve serpilme olanağı yakalamıştır. Bu süreçte Turgut Özal’ın
ihracat eksenli ekonomik büyüme stratejisi çerçevesinde Anadolu sermayesini de
desteklemeye başlaması neticesinde Anadolu sermayesi ciddi bir yükseliş trendine girmiştir.
Böylece büyük sermaye bir taraftan dışa açılma neticesinde mevzi kaybetmeye başlamış,
diğer taraftan da Anadolu sermayesinin yükselmeye başlaması ile birlikte tekel gücü
zayıflamaya başlamıştır.
Öte taraftan, 1980’li yıllarda yaşanan ekonomik dönüşüm, herhangi bir finansal altyapı
oluşturulmadan, finansal açıdan da dış dünyaya tamamen açılmayı beraberinde getirmiş, 1989
yılında uluslararası sermaye hareketlerinin tamamen serbest bırakılmasıyla birlikte süreç
tamamlanmıştır. Gerekli yasal ve kurumsal altyapı oluşturulmadan gerçekleşen finansal
dönüşüm ise büyük sermayeye dış ticaretin serbestleşmesi sonucu kaybettiği mevziyi kısmen
ve hatta tamamen kazanma fırsatı vermiştir.
Bu süreçte bankacılık sektörü hızla genişlemeye başlamış, bankaların toplam aktiflerinin milli
gelire oranı 1980’de yüzde 7.7 iken, bu oran 1987’de tam yüzde 21’e çıkmıştır. Daha sonraki
süreçte durağanlaşan bu oran 1990’da yüzde 19’a kadar gerilemiştir. Fakat daha sonra hızlı
bir yükseliş trendine giren bu oran 2001’e gelindiğinde yüzde 41.9’a kadar yükselmiştir.
Böylelikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de çok ciddi bir finansal derinleşme yaşanmış
ve bu süreçte büyük sermaye çok önemli kazanımlar elde etmiştir.
Öte yandan, özellikle 1990’lı yılların koalisyon hükümetleri çağında yaşanan siyasi
çalkantıların uzantısında, kamu bütçe yapısının gittikçe bozulmasıyla birlikte, finansal kesim
gittikçe daha yüksek oranda ve çok yüksek faiz oranlarıyla koalisyon hükümetlerini finanse
etmeye başlamıştır. Bütçe açıkları 1990’lı yıllarla birlikte ciddi şekilde genişlemeye başlamış,
söz konusu açıklar da yoğun bir şekilde para basarak (merkez bankasından avans
kullanımıyla) ve iç piyasaya (yüzde 80-90 oranında bankalara) tahvil ve bono satışı yoluyla
borçlanarak kapatılmaya çalışılmıştır.
Diğer taraftan, 1994 krizi akabinde vergi gelirlerinde dolaylı vergilere daha fazla
yüklenilmeye başlanmıştır. 1980’li yıllarda vergi gelirlerinde, dolaylı ve dolaysız vergilerin
ağırlıkları aşağı yukarı birbirine eşit düzeydeyken, 1990’lı yıllarla birlikte resim değişmiş,
devlet dolaylı vergilere ciddi biçimde bel bağlamaya başlamış ve sonuçta dolaylı vergilerden
elde edilen gelirler dolaysız vergilerden elde edilen gelirlerin neredeyse bir buçuk katı
düzeyine gelmiştir.
Yine, devlet 1997 yılına kadar bütçe açıklarını kısmen para basarak (merkez bankasından
alınan avansla) finanse ederken, bu yolun oldukça yüksek enflasyonlara yol açması nedeniyle
merkez bankasından avans kullanmayı kesmiş, böylece 1997’yle birlikte sadece iç piyasadan
borçlanmayla bütçe açıklarını finanse etmeye başlamıştır. Gerçekten de 1997’den sonra
enflasyon iniş trendine girmiş, fakat bu sefer de tahvil ve bono faizleri ciddi biçimde
yükselmiştir.
Öte yandan, devletin ihraç ettiği tahvil ve bonoların alıcısı ise yüzde 80-90 civarında bankalar
olmuştur. Bu süreçte bankalar asli görevleri olan kredi sağlamaktan giderek daha fazla
uzaklaşmışlar ve temel anlamda yüksek faiz karşılığında devleti finanse etmeye
başlamışlardır. 1980’de banka kredilerinin toplam aktifler içindeki payı yüzde 50’nin üzerinde
iken bu oran 1990’larda hızla düşmüş ve 2000’e gelindiğinde yüzde 33 civarına kadar
gerilemiştir. Tahvil ve bono şeklindeki menkul kıymetlerin payı da 1980’de yüzde 6 civarında
iken 2000’de yüzde 24’e kadar yükselmiştir. Öte yandan, bankaların verdikleri kredilerin
önemli kısmının bu süreçte kamu kuruluşlarına olduğu da unutulmamalıdır.
Yaşanan bu gelişmeler sonucunda devletin iç borç stokunun milli gelire oranı 1997 ilâ 2000
arasında yüzde 20’lerden yüzde 40’lara çıkarak ikiye katlanmıştır. Yine, devletin iç borç
servisinin bütçe gelirlerine oranı 1994-2000 arasında, sadece 1997 hariç olmak üzere yüzde
100’den fazla olmuştur. Devletin yaptığı faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı da 1980’de
yüzde 4 civarındayken, 1990’da yüzde 30’un üzerine çıkmış, 1990’lı yıllarda da hızla
yükselerek 2001 yılında yüzde 97 ile tüm zamanların zirvesini görmüştür.
Öte yandan, 1989’da uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin akabinde,
1990’lı yıllarda giderek artan oranda bankalar yurtdışından oldukça düşük faiz oranıyla elde
ettikleri dövizleri, yurtiçinde oldukça yüksek faiz oranlarıyla devleti finanse etmek için
kullanmışlardır. Bu taktik söz konusu süreçte işler iyi giderken bankalara çok ciddi kar
olanakları sağlarken, işler kötüye gittiğinde, yani döviz kurlarında ani oynamalar olduğunda
bankaları çok zor durumda bırakmış ve batmalarına neden olmuştur ki 1990’lı yıllarda banka
batmalarının temel sebeplerinden birisi bu olmuştur. Sonuçta batan bankaların zararı da
devletin omuzlarına yüklenmiştir. İlginç olan nokta, söz konusu taktikle banka sahipleri çok
ciddi düzeyde kar elde etmiş, bankaların batmasından sonra ise tüm yük milletin omuzlarına
yüklenmiştir.
1980’li yıllarda yaşanan dönüşümle birlikte bankacılık kesiminin oldukça karlı olduğunun
görülmesi büyük sermayenin finansal kesime olan ilgisinin ciddi şekilde artmasına yol
açmıştır. 1985’te çıkarılan Bankalar Kanunu ile bu sektöre girmenin önemli ölçüde
kolaylaştırılmasıyla birlikte banka sayısında hızlı bir artış görülmüştür. Banka sayısı 1980’de
43 iken, 1990’da 64’e, 1999’da da 81’e kadar yükselmiştir. Bu süreçte medya patronları da
enerji başta olmak üzere birçok sektöre el attıkları gibi finansal sektöre de girmişler, Dinç
Bilgin’in ifadesiyle her medya patronu bir banka sahibi olmuştur: "28 Şubat döneminde her
şey zıvanadan çıktı. Söylenmemesi gereken şeyleri söyledik, yapılmaması gereken şeyleri
yaptık. Gazeteler, patronları ve yönetimleriyle hadlerini aştılar. Hükümet yıkıp hükümet
kurmaya başladılar. Enerji başta olmak üzere bütün kamu ihaleleri medya patronlarına
dağıtılır oldu. Medya patronları köpek balıkları gibi her tarafa, her şeye saldırdılar. Her
patronun bir bankası vardı. Ben de bunun dışında kalamadım." (Yeni Şafak, 6 Mayıs 2006).
Daha sonraki süreçte yaşanan krizler ve banka hortumlamaları neticesinde ise banka sayısı
neredeyse yarı yarıya düşerken, batan bankaların getirdiği finansal yük de devletin ve
dolayısıyla milletin omuzlarına yüklenmiştir. 1990’lı yıllarda finansal kesim haricindeki
büyük sermaye de gittikçe daha fazla finansallaşmıştır. Öyle ki 1990’ların sonlarına
gelindiğinde 500 büyük sanayi şirketinin yıllık gelirlerinin yaklaşık yüzde 90’ını faiz gelirleri
oluşturmuştur.
Görüldüğü üzere, 1990’lı yıllarda devlet borç sarmalı içine girmiş, içinde bulunduğu durum
da giderek kötüleşmiştir. Vergi gelirlerini arttırmaya çalışan devlet giderek daha fazla dolaylı
vergilere yüklenmiş ve gelir dağılımını önemli ölçüde bozmuştur. Yine, elde edilen vergi
gelirlerinin giderek daha büyük kısmının ve sonuçta neredeyse tamamen bankalara faiz olarak
aktarılması da bu süreçte milletten bankalara doğru muazzam ölçekte bir net kaynak aktarımı
olduğunu göstermektedir. Yine, bu süreçte batan ve hortumlanan bankaların da yükü tamamen
milletin omuzlarına yüklenmiştir. Böylece 1980’lerle birlikte reel ekonomide zemin
kaybetmeye başlayan büyük sermaye finansal sektörde önemli kazanımlar elde ederek
ağırlığını korumaya çalışmıştır.
6. Kamunun Yağmalanması ve Anadolu Sermayesinin Ezilmesi
1990’ları yıllar genel anlamda bir tür yağma ekonomisinin, başka bir deyişle 28 Şubat
Ekonomisinin gelişip serpildiği, büyük sermayenin devletin ve dolayısıyla milletin sırtından
semirmeye devam ettiği, gelir dağılımının da önemli ölçüde bozulduğu bir döneme tekabül
etmektedir. Bir taraftan, kamu kaynakları çok yüksek faiz oranlarıyla sömürülmüş, diğer
taraftan da bankaların ardı ardına içleri boşaltılarak kamu üzerine ekstradan büyük bir yük
bindirilmiştir. Böylece bu süreçte büyük sermaye millet aleyhine çok ama çok önemli
kazanımlar elde etmiştir. Yaşanan bütün bu olaylara büyük sermaye ile işbirliği yapan medya
da çanak tutmuştur. Bunun önemli bir getirisi olarak da medya patronları her yere saldırmış,
zayıf koalisyon hükümetlerine baskı yapıp kanuni kısıtlamaları da ortadan kaldırarak enerji
alanı başta olmak üzere, birçok sektörde ihaleler almış ve son olarak banka sahibi olarak da
finansal kesime girmişlerdir. Bu süreçte yerleşik sistemin ayaklarından birisi olan ve büyük
sermaye ile organik ilişkilere sahip olan bazı askerler ise çeşitli şirketler ve OYAK yoluyla
yağma ekonomisinde kendilerine önemli bir yer edinmişlerdir. Öyle ki; genelkurmay
başkanları, kara kuvvetleri komutanları, ordu komutanları başta olmak üzere birçok general ve
subay emekliliklerinde, çeşitli büyük bankalara (Akbank, İş Bankası, Garanti Bankası vb.) ve
büyük şirketlere (Borusan, Yaşar Holding, Netaş vb.) “danışmanlık” yaparak ordu ve büyük
sermaye arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koymuşlardır. Burada vurgulanması gereken
nokta, söz konusu danışmanlık hizmetlerinin 28 Şubat sürecinden çok önce başladığı ve ancak
28 Şubat’la birlikte bir furyaya dönüştüğüdür. Bu durum da 1990’lı yılların bir bütün olarak
28 Şubat Ekonomisi olarak tanımlanması gerektiğinin ayrı bir kanıtı niteliğindedir.
Öte yandan, büyük sermayenin kısmen bir parçası haline gelen ve yerleşik yağma düzeninin
çığırtkanlığını yapan dönemin medyasında büyük sermayenin nasıl yükselen Anadolu
sermayesine kin beslediği net biçimde görülmüştür. Bu süreçte, nasıl Erbakan’ın Adil Düzen
anlayışı irtica denilerek yaftalanmışsa, yükselen Anadolu sermayesi de yeşil sermaye
denilerek kötülenmiş ve etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.
1980’lerle birlikte gelişip serpilmeye başlayan Anadolu sermayesi, 1990’da kurulan
MÜSİAD’la birlikte bir platforma kavuşmuştur. 5 üyeyle kurulan MÜSİAD’ın, sadece beş yıl
içinde üye sayısı 4000’i geçmiştir ki bu üye şirketlerin yaklaşık yüzde 80’i 1980’den sonra
kurulmuştur. 28 Şubat sürecinde de Anadolu sermayesinin platformu niteliğindeki MÜSİAD
ciddi şekilde baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Örneğin, Refahyol hükümetinin yurtdışı
gezilerinde, TÜSİAD (büyük sermayeyi temsilen), ve TOBB’un (bürokrasiyi temsilen) yanı
sıra, MÜSİAD’a da yirmi kişilik bir kontenjanın ayrılması, Hürriyet’te “gezi sayesinde
MÜSİAD devlet protokolüne girmiş oldu” şeklinde haberleştirilmiştir (Hürriyet, 07.08.1996).
Büyük sermaye ve bürokrasinin yanı sıra Anadolu sermayesinin de devlet tarafından
tanınmaya başlanması işte bu şekilde yerleşik düzen tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır.
Yine büyük sermayenin platformu olan TÜSİAD da 28 Şubat sürecinin akabinde Refah
Partisi kapatıldıktan sonra, “Refah, Türkiye’nin partisi olmayı başaramadı” diyerek tek bir
cümleyle çok şey anlatmıştır (Hürriyet, 22.01.1998). Gerçekten de, Refah Partisi; ordu, büyük
sermaye ve bürokrasiden oluşan yerleşik düzenin partisi olmadığı için yerleşik düzenin
gazabını üstüne çekmiş ve bu yüzden de yok edilmek istenmiştir. Refah Partisi, yerleşik
düzenin arzuladığı şekilde bir Türkiye’nin partisi olmak istemediği için kapatılmıştır.
Bu süreçte Hugh Pope, Wall Street Journal’da yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilip Radikal’de
yayınlanan makalesi, 28 Şubat ekonomisinin ne anlama geldiğini ve 28 Şubat sürecinin temel
anlamda neden yaşandığı yönünde önemli izlenimler edinilmesini sağlamaktadır: “İş
adamları, devlet ihalelerini İslamcı iş çevrelerine kaptırmaktan endişe ediyor. ‘Ordunun
yaptığından çok memnunuz’ diyen bir banka yöneticisi, ‘Her şey basit: Biz elitiz, çok para
kazanıyoruz ve bunu kaybetmek istemiyoruz.’ diyor.” (Süleyman Kocabaş, Postmodern
Darbe Süreci: 28 Şubat'a Doping, 1998: 224).
Bu süreçte yükselmekte olan Anadolu sermayesine çok ciddi zorluklar çıkarılmıştır. Öyle ki
ordu bu sermayeye yönelik ambargo çağrısında bile bulunmuştur. Ordu, irticacı kuruluşlardan
hem alışveriş yapılmaması hem de bu kuruluşların ihalelere alınmaması yönünde çağrıda
bulunmuştur. Yine, 26 Mayıs 1997’de bizzat Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından İrticai
Kuruluşlar Listesi şeklinde çok ayrıntılı bir liste hazırlanmıştır. Böylece Anadolu
sermayesinin ihalelere girişinin önüne büyük bir set çekilmiş, enerji ihaleleri de sonunda
medya patronlarına peşkeş çekilmiştir. Bu süreçte Anadolu sermayesine yönelik baskı giderek
artmış, ihalelere girmeleri, teşvik almaları, sermaye artırımına ve saire engellenmiştir. Dahası
MÜSİAD’a da 1998 ve 1999’da ardı ardına kapatma davaları açılmıştır.
Sonuç
Türkiye’nin 1980’lerde ekonomik sistemi değiştirmesiyle birlikte, 1990’lı yılların zayıf
koalisyon hükümetleri dönemi yerleşik sistemin temel aktörlerine bir yağma ekonomisi
oluşturmaları yönünde önemli fırsatlar sağlamıştır. Erbakan ise söz konusu yağmaya engel
olmaya çalıştığı için yerleşik sistem tarafından yok edilmesi gereken bir tehdit olarak
görülmüştür. Bu açıdan, Erbakan muhafazakâr ve dindar olduğu için değil, milletin çıkarlarını
savunmaya çalıştığı için ordu, büyük sermaye ve bürokrasi tarafından etkisiz hale getirilmeye
çalışılmıştır. Fakat durum bu şekilde ifade edilemeyeceği için medya yoluyla milleti sindirici
bir hikâye anlatılması gerekmiştir. İşte, irtica hikâyesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bu süreçte
Türkiye cumhuriyetinin çıkarlarını savunduğunu iddia eden ve Erbakan’ı rejime ve rejimin
kazanımlarına bir tehdit olarak gören ordu, büyük sermaye ve bürokrasi; aslında Erbakan’ı
Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının çıkarlarını savunduğu ve söz konusu üç sac ayağının
kendi çıkarlarını tehdit ettiği için etkisiz hale getirmek istemiştir. 28 Şubat darbesinin
hikâyesi temel anlamda budur.

Benzer belgeler