Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde

Transkript

Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde
Yağmurlu günlerden biriydi bu yazın sıcak vaktinde. Sorgulanmamıştı belki ama yıllardan beri yazın
yağmur görülmemişti bu sıcak memlekette. Yağmur yavaş yavaş çiseliyordu ama belli ki arkasında bir
ordu yağmur damlası mızraklarını çekmiş saldırmak için tüm kararlılıklarıyla bekliyordu. Nerden mi
belliydi, nerden olacak gösterebileceği tüm düşmanlığıyla yüzlerini karartmış saf ama güçlü
bulutlardan.
Kimse gelecek yağmuru önemsememişti belki de, yaz vaktidir yağmur iyi gider bu sıcakta diye
düşünmüşlerdi hatta; ama o düşünmüştü bunu, bir şeylerin değiştiğini düşünmüştü o çocuk
kafasındaki hayal gücüyle. Kim bilir ne hikayeler kurgulamıştı kafasından ve de eğlenmişti bu
hikayeleriyle. Ama düşündüğü bir şey vardı ki tek gerçek oydu o hayalleri arasında, bu yağmur olağan
değildi bu yaz döneminde ve evet kesinlikle bir şeyler değişiyordu.
Peki, ama kimdi bu çocuk? O sadece bir çocuktu yaşıtları gibi sadece sıradan bir çocuk. Adı Salih’ti,
kişiliğinin olduğu gibi. Ve sadece 9 yaşındaydı; ama bitirmek de üzereydi, yani neredeyse 10’a
basacaktı, kendine göre koca adam olacaktı. Aynen böyle düşünmüştü 10 yaşına gireceğini hayal
ederken, evet koca adam olacaktı.
Salih çevresince sevilen çok şirin yüzlü, cam gibi parlayan mavi gözlü, hafif sıska, yaşıtlarının
boylarındaydı. Saçları ise hafif uzundu, koşarken dalgalandığını hissedecek kadar, ama öyle kız saçı
gibi de değil yani hafif uzun, kimsenin onu kıza benzetemeyeceği kadar. Tabi her çocuğun da sevdiği
gibi o da oyun oynamayı çok severdi haliyle. Ve arkadaşlarıyla beraberken de çoğunlukla saklambaç
oynarlardı. Ne güzel bir çocuk klasiği değil mi?
Salih evinin balkonundaydı, yaklaşan yağmuru gördüğünde. Bir kedinin avına sinsice yaklaşması
gibi yavaştan atıştırarak başlamıştı yağmur dışarıdaki gafil insanları avlamaya. Salih öylece bekleyip
izlemeye karar vermişti. Yapacak bir işi yoktu zaten, aslında oynayacak oyunu yoktu diyelim. Zaten bir
çocuk tek başınayken ne oynayabilir ki? Eğer zeki bir çocuksa, Salih gibi, yaşamını bir oyuna
çevirebilir. Salih de böyle zeki bir çocuktu ve kendine çevresinde bulunan her şeyden bir oyun
çıkarabilirdi. Mesela bir misafirlikte sıkıntıdan patlarcasına otururken, büyüklerin o çok önemli
sandıkları dertlerini yapabilecekleri tek şey buymuşçasına birbirlerine anlatıp dertlenmelerini
dinlerken o halıya bakmıştı bir defasında ve deseni çok ilgisini çekmişti. Sonra halıya kafasında
tasarlayıp birbirleriyle şekil oluşturan desenleri filan bulmaya çalışmıştı ve gerçekten de eğlenmişti
bundan ve tüm çocuk saflığıyla gülümseyivermişti. Evet, ona göre böyle bir oyun ona göre büyüklerin
birbirlerine bir şeyler anlatıp vakit geçirmesinden daha önemliydi. Yani sonuç olarak; hayatta yaptığın
bir şey seni gülümsetmiyorsa onu yapmaya devam ederek yaşamanın ne mantığı var değil mi?
Ve yine kendine bir oyun bulmuştu, aslında tam bir oyun değildi ama o, ona vaktini eğlenerek
geçirtebilen her şeye oyun diyordu. Yağmur yavaş yavaş hızlanırken yanında şemsiyesi olmayan
insanları izliyor ve sayıyor, onların yağmurdan koşarak kaçışını her gördüğünde gülümseyiveriyordu.
Bunu onların kötülüğünü istediğinden ya da içinde nefret dolu bir ruh olduğundan değil sadece o anı
aklında karıncaların koşuşu gibi hayal ettiğinden gülümseyiveriyordu. Evleri 9 katlı apartmanın 8.
katında olduğu için bunu hayal etmede güçlük çekiyor olmasa gerek.
Evet, Salih böyle bir çocuktu basit şeylerle eğlenebilen ve her çocuk gibi saf ve temiz. Onu
bekleyen her şeyden habersizce ve umarsızca yağmurun seremonisini dinleyerek oyun olarak
adlandırdığı şeye devam etti.
***
Akşam karanlığı yavaştan çökerken semaya yağmur normal bir hızda devam ediyordu yağmaya.
Salih kendini eğlendirmek için yaptığı oyun onu artık eğlendirmez olunca sıkıldı ve içeri salona geçti.
Günün hafta içi olmasından dolayı anne ve babası işteydi ve bu yüzden evde yalnızdı. Normalde bu
yaşlardaki bir çocuğun evde yalnız bırakılması doğru bir şey olmasa da Salih’in velilerinin yapabileceği
pek bir şey yoktu yani. Bakıcı için çok büyüktü ve her ikisi de çalıştığı için böyle olması gerekiyordu ve
Salih de alıştığı için durumdan kimse şikayetçi değildi.
Sessizlik Salih’ in canını sıkmaya başlamıştı şimdi. Televizyonu açmak istemiyordu; çünkü saat
19.00 civarıydı ve bu saatte -ona göre-can sıkıcı haberlerden başka bir şey olmazdı. Belki birilerini
bulabilirim ümidiyle aşağı inmeyi düşündü.
Tabi ki anahtarı almayı unutmadan bir umutla asansöre atlayıp aşağı iniverdi. Saklambaç onun en
sevdiği oyunlardan biriydi ve saklambacı da en çok bu saatlerde oynamayı severdi, güneşin battığı ve
kızıllığı ile ruhunuzu sanki temizleyen bir güç yaydığı saatlerde. Ama ne yazık ki bir an yağmurun
yağdığını ve bulutların onun güneşi görmesine izin veremeyecek kadar kara ve yoğun olduğunu
unutuvermişti bir anlık oyun heyecanın sevinciyle.
Ve bunu apartmanın kapısına geldiğinde anlamıştı. Karşısında yavaş denilebilecek bir hızla yağmayı
sürdüren yağmuru ve güneşe hasret kalmış kapkara gökyüzünü görünce bir an sanki içi karanlıkla
dolmuş gibi kendini kasvetli hissediverdi. Neyse ki o kadar çok her şeye üzülen bir tip değildi Salih. O
etki sadece bir anlık acı gerçeğin tecrübe edilmesinden gelmişti ve geçmişti. Bir an içinde yağmura
çıkmak ve yağmurdan kaçarcasına koşmaya çalışmak geldi , bu sayede kendini koşuşturan bir karınca
yerine koyabilecekti. Bunu düşünürken gülümseyiverdi, bu sahip olduğu hayal gücü onun en güzel
oyuncağı idi.
O an kapının önünde yağmuru izleyen birinin olduğunu gördü, daha doğrusu bir çocuğun. Hey,
deyiverdi içinden, ben bu çocuğu tanıyorum. Elbette tanıyordu onu, o en yakın arkadaşı Esat idi.
“ Hey Esat bu soğukta ve yağmurda ne yapıyorsun dışarıda ?”
Salih ile aynı sınıfta okumaktadır Esat. Hafiften sarışın olması ve gözlerinin kapkara olması dışında
boy ve kilo gibi yapısal özelliklerden Salih’e bayağı benzemektedir. Düşünce boyutundaysa ikisinin de
aklı oyna iyi basmaktadır; fakat Esat Salih gibi çevresindeki olayları veya nesneleri bir oyuna çevirme
şeklinde bir yeteneğe sahip değildir. O da en çok saklambaçtan hoşlanmaktadır.
Esat yağmuru izlerken yavaşça arkasına döndü ve bir iki saniye Salih’e baktı öylece. Gözlerinde bir
duygunun ışıltısı varmış gibiydi. Sanki yağmuru izlemek o an yapabileceği en güzel şeymiş gibi
hissettiğini andırıyordu gözleri. Sanki yağmurda farkında olmadan çok özel bir şeyi görmüş ama bunu
birine anlatma ateşi ile parıldıyordu gözleri. Ama bunların hiçbirini fark etmemişti Salih, o sadece
sorusunu sormuş ve onu bir iki saniyeliğine süzen arkadaşına aynı şekilde reaksiyon vermişti.
“Hiç,” sanki bir anda derin bir uykudan uyanmış gibi deyiverdi Esat “öyle yağmuru izliyordum. Belki
birileri vardır da bir saklambaç filan oynarız diye aşağı inmiştim.”
Birbirimize ne kadar da benziyoruz, diye düşündü Salih. İkimiz de oyun oynamayı severiz. Ve
genellikle de Esat ile beraber dolaşıyorum okulda ve diğer yerlerde. Aynı apartmanda oturuyor
olmamız, beraber olma imkânımızı arttırdığı için mutluyum bayağı.
Salih niye bilmiyordu ve belki de farkında değildi; ama Esat’ı bayağı seviyordu. Taşınacak olsalar sırf
bu yüzden ailesine karşı çıkabilirdi. Onlar bir bakıma ruh ikizi gibiydiler. Salih’in de düşünürken fark
ettiği gibi hep beraber dolaşıyorlardı.
Bazen sokak aralarında kames top ile maç yaparlardı ve genelde ikisi aynı takımda oynarlardı.
Aslında buna maç demesek de savaş desek daha doğru olur; çünkü orda futboldan çok kimin kime
daha çok vurduğu ön planda oluyordu. Bacağına gelen bir tekmeyle ağlayan çocuklar, hırs yapıp
intikam için bilerek atılan bir tekmeden sonra çıkan tartışmalar hatta kimi zaman da kavgalar…
Anlayacağınız ortalık tam bir curcuna. Böyle zamanlarda kavga çıktığı zaman Esat her zaman Salih’i
korumuştu. Salih’ den daha mı güçlüdür bilinmez; ama Salih’in kavgacı bir kişiliği yoktu. Genelde
böyle zamanlarda kenara çekilir ve izlerdi hatta bazen de hayal gücüyle olayı başka bir şekilde
düşünüp kendine bir eğlence bile çıkarırdı. Ama kimi zaman o orada öyle beklerken biri ona sataşırdı,
işte böyle vakitlerde Esat koşarak gelir ve sataşana vurur, sataşan çocuğun arkadaşı gelir Esat’a vurur,
bu arada onları ayırmaya çalışan Salih kim vurduya gider ve orada bir zincirleme yumruklaşma olurdu.
Ama velâkin, olayın sonunda hepsi barışmış olur ve Salih ve Esat kolları bir diğerinin omzunda
apartmanlarına doğru yola koyulurlardı.
Salih apartmanın kara kapısını açarak dışarıya çıkar ve bir süre Esat ile birlikte yağmuru izlerler. Ne
şirin bir ikili değil mi? Yağmur saatlerdir aynı hızla yağmaya devam ediyordur bu sıcak yaz gününde.
“Yağmur,” diyerek konuşmaya başladı Salih “garip değil mi bu yaz sıcağında Adana’da? Fark ettin mi
bilmiyorum ama öğlenden beri yağıyor. Ne zaman durur sence?”
“Başladığından beri durmaması benim de dikkatimi çekti; ama bence bu gece durmayacak. Sesini
dinleyerek uyumak çok hoşuma gidiyor niyeyse.”
“Belki de” dedi Salih “ hiç durmayacak!” . Bunu söylerken yüzüne gizemli bir ifade vermişti ki şu
yağmur vaktinde bir şey yapamayan çocuklara bir eğlence olsun diye.
“Belki de,” diyerek Salih’in uydurma hikâyesini sürdürdü Esat “ Tüm dünyayı sular altında bırakıp bizi
yutuncaya kadar durmayacak. “
Sonra ikisi de gülüştüler bir anda. Hayal güc ü bir çocuk için her şeydi. Salih hayal gücü olmadan
kendine oyun üretemezdi. Ve hayal gücü ancak bir çocuk saflığıyla birleşince hoş, güzel ve şirin
olabiliyordu; eğer ki kötü bir zihniyetin esaretindeyse hayal gücü, belki de dünyayı yıkabilen bir silah
oluyordu ya da yıkmasa bile yıkabilen silahlar üreten bir makine.
Sizce bir çocuk hızlı yağmayan bir yağmurla karşılaşınca ne yapar? Ne olacak, yağmuru yiyebileceği
bir yere geçer; ya öylece başını kaldırıp aptal bir ifadeyle yüzüne düşen yağmur damlalarını izler ya da
yağmurun altında bir oraya bir buraya amaçsızca koşturur. Peki, o zaman, bu yağmurda yapacak bir
şey bulamayan Salih ve Esat ne yapacak? Tabi ki her çocuğun yapacağı gibi, o iki seçenekten birini
hayata geçirecek.
Aynen öyle de oldu. Yan yana duran ikisi sanki zorundalarmış gibi bir an birbirlerine bakıverdiler. O
an ikisi de aynı şeyi düşünmüştü: Niye bekliyoruz ki? Ve o an ikisi de apartmanın bahçesine koşturur
ve deliler gibi koştururlar yağmurun altında apartmanın çevresinde.
***
Vakit ilerlemektedir ve akşam karanlığı çökmüştür. Hafiften esmer ve uzun siyah saçlı adam
gökyüzüne ve yağan yağmura bakar Salihlerin apartmanın yakınındaki bir sokakta. Yağmur kimseye
aldırış etmeden ve pes etmeyeceğini göstermek istermişçesine yağmaya devam ediyordur. Ve adam
bakar yağmura bir bilim adamı ifadesiyle incelermişçesine.
Hayır dermişçesine başını sallar ve içinden kısık bir sesle : “ Vakit henüz gelmedi” der.
“Vakti geldiği zaman neler olacağını ben bile bilmiyorum” der hafiften esmer adam sanki yanındaki
birisiyle konuşuyormuşçasına.
***
Yağmurun altında koştura koştura vakti akşam yapmışlardı; iki her şeyden habersiz çocuk.
Durmaları için bir sebep lazımdı onlara; yoksa bu akşam karanlığında ıslak ıslak koşmaya devam
edeceklerdi.
Ve beklenen sebep bir anda geliverdi. Yağmur bir anda yavaşlayıp daha hızlandığı bile görülmeden
kesilmişti. Oysaki Salih ve Esat’ın hayal ettiği bundan çok farklıydı. Onlar öyle hayal ve eğlencesine de
olsa yağmurun hiç yoktan bu gece de devam etmesini istemişlerdi.
Yağmurun durmasıyla ortada deliler gibi koşturan çocuklar bir anda durdular ve senkronize bir
şekilde önce isyankar ve sorgulayıcı bir bakışla kafalarını kaldırıp gökyüzüne sonrasındaysa üzgün ve
yıkılmış bir ifadeyle beraber vakar dolu bir gözle birbirlerine baktılar. Bu bir hayalin ve oyunun
sonumuydu yoksa her şey daha yeni mi başlıyordu?
“Ya niye durdu ki şimdi bu ?” diye ağlamaklı bir sesle sordu Salih.
Yapacak bir şey yoktu şimdilik koşuşturmaca oyunu şimdilik bitmişti. En azından Esat öyle
düşünüvermişti; ama Esat zeki bir çocuktu ve yağmurun tekrar başlama ihtimalini unutmamıştı. Hem
üstüm ıslanacağı kadar ıslandı, diye düşünüyordu şimdi, eğer yağmur tekrar başlarsa üstüm ıslakken
onu tekrar kaçırmak istemem, bu yüzden dışarıda biraz daha takılsak iyi olacak gibi duruyor.
Bu ne biçim bir inanmışlıktı bir oyun olarak gördükleri ıslanma için. Bu çocuklar cidden bu işin
erbabı gibi görünüyordu. Bir ıslanma fırsatını kaçırmamak için ıslak ıslak, hasta olma pahasına, bu
akşam karanlığında dışarıda kalmayı göze alabiliyorlarsa; bu cidden onların bu işe inanmışlığını
gösteriyordu. Pes etmek yoktu, yola devam vaktiydi.
“Salih,” dedi Esat “ Gel biraz gezelim ıslak ıslak iyi gider.”
“Ama,” diye başladı Salih düşünen bir edayla “Çok geçmeden annem ya da babam gelir ve bu
saatlerde dışarıda olmamın hiç hoşlarına gideceğini zannetmiyorum.”
Esat zeki olmasının yanında kurnaz bir çocuktu da ve ayrıca yağmurun altında ıslanmak en sevdiği
şeylerden biri olduğu için bunun peşini bırakmayacaktı.
“ Hadi ama kırma beni Salih. Hem şu ilerdeki sokakta belki bir iki kişi daha vardır da saklambaçta
oynarız, hem de tam vakti, karanlıkta sinsice saklanmayı sevdiğini bilmediğimi mi sanıyorsun?”
Esat iyi bir noktadan yakalamıştı Salih’i. Salih birazcık düşünüyordu şimdi; ama çok kararsız kalmıştı.
Saat şu an sekiz, dedi içinden Salih, annem ile babamsa dokuzdan önce gelmezler genelde. Sabahtan
beridir canım da saklambaç çekiyordu, zaten bunun için aşağı inmemiş miydim?
“Olabilir; ama çok durmayacağız, tamam mı?”
“Tabi ya, sen nasıl istersen.” dedi Esat ve istediğine kavuşan biri edasıyla gülümsemişti; ama Salih fark
etmedi bunu, onun aklı karanlıklar içindeki saklambaca gitmişti.
Apartman bahçesinden ayrıldılar ve genelde birlikte maç filan yaptıkları arkadaşlarını olduğu
sokağa doğru yola koyuldular. Daha akşamın erken saatleri olduğundan bakkal ve diğer dükkânlar
açık, sokaklarda da daha insanlar vardı, yağmurun durmasından rahatlamış ve bir an önce evlerine
varmaya çalışan insanlar.
Salih ve Esat sessiz bir şekilde yürüyerek o dedikleri sokağa doğru yol alıyorlardı. İkisi de
konuşmuyordu; çünkü ikisinin düşüneceği şeyler vardı. Biri saklambaçta nereye saklanacağını
düşünüyordu, diğeriyse yağmurun tekrar başlamasını. Bunlar dokuz yaşındaki çocuklar için çok
önemli şeylerdi yani.
Gittikleri sokak kendi evlerinin bulunduğu sokağın bir paralelindeydi. Bu yüzden varmaları birkaç
dakikalarını bile almadı. Uzaktan iki çocuğu hemen fark etmişlerdi. Tam kim olduklarını çıkaramasalar
da iki çocuğun orda olması onları sevindirmişti ve ayaklarına koşmak için bir sebep vermişti. Bu
yüzden oraya varmaları çok sürmedi.
Oradaki çocuklar iki kardeşti aslında ve üstlerine bakılırsa onlar da yağmur altında koşturmuşlardı.
Birinin adı Ahmet idi ve hafif tombiş bir yapısı vardı, hani olur ya kısa boylu ama yüzü ve etleri dolgun,
yuvarlak bir beden; işte tam öyle şirin bir tombiş çocuktu Ahmet. Kardeşinin adı ise Nisa idi; Nisa’nın
ise klasik bir şekilde ince bir bedeni vardı. Saçları uzun ve siyah, arkadan atkuyruğu yapılmış bir
şekildeydi ve bebeği andıran bir yüzü ve gülümseyişi vardı Nisa’nın.
Bu dört çocuk okulda aynı sınıfta okuyorlardı. Ahmet diğerlerinden bir yaş büyüktü; ama bir sene
geç başladığı için diğerleriyle aynı sınıftaydı. Salih ve Esat ile yakın arkadaşlardı bu kardeşler ikilisi. Ve
aynen tahmin edeceğiniz gibi, yakın arkadaşlardı çünkü birçok saklambaç oyununda beraberdiler.
“Ne geziyorsunuz bu saatte dışarıda buralarda?” diye boğuk ve biraz da yorgun bir sesle sordu
Ahmet.
“Biz de aynı soruyu size soracaktık aslında.” diye karşılık verdi Esat.
“Burası bizim apartmanın önü sizinkinin değil, siz buraya başka bir yerden geldiğinize göre böyle bir
şey soramazsınız.” diye karşılığını verdi Esat’ın Nisa hafiften ince ve narin ve de hoş bir ses tonuyla.
Bir an yüzünde sanki üstün gelmenin verdiği bir ifade oluşmuştu sanki.
Bu çocuklar hep böyleydi. Saçma bir konu üstünde tartışır ve kim üstün gelecek diye uğraşırlardı.
Aman büyükler sanki onlardan farklı mı; vatan millet meselesi derler bir konu açarlar kimsenin üstün
gelemeyeceği bir tartışmaya girerlerdi. Hiç değilse bu konuda çocuklar onlardan üstündü, birinin
galipliğini utanmadan kabul edebilirlerdi.
“ Aslında,” diye giriş yaptı konuşmaya Salih “ canımız sıkıldı yağmur durunca ve düşündük ki bizim
güzel arkadaşlarımız vardır burada, onlarla bir saklambaç oynarız demiştik.
“Ama mademki bizim bu saatte dışarıda olmamamız lazım imiş ,” yüzünde hınzır bir gülümseme
belirerek devam etti Salih, “bizde gideriz o zaman kendi apartmanımızın bahçesine.” Son kelimeleri
de vurgulayarak söylemişti.
Onları gafil avladıklarını anlayan Nisa ve Ahmet gülümseyiverdi. Saklambaç denildiğinde orada
duracaksın işte. Onlara nasıl git diyebilirlerdi ki şimdi?
“Biz öyle bir şey demek istemedik aslında,” diye devam etti Nisa “ biz sizi düşünüyorduk. Yani akşam
vaktidir, geçtir; hani anne babanız kızmasın diye.”
“ Ya tabi tabi öyledir.” diye inanmamış bir ifadeyle karşılık verdi Esat.
“Evet, ne bekliyoruz o zaman?” diyerek bu konuşmaya bir son verdi Ahmet “ haydi saklambaca.” Diye
bağırarak da tamamladı.
Artık oyun vaktiydi, konuşmalar biter ve herkes oyuna odaklanırdı. Tabi öncelikle kimin ebe olacağı
mevzusu vardı. Bunu seçmek için de çocukların türlü türlü tekerlemeleri ve el oyunları vardı. Taş,
kağıt, makas; yukarı, aşağı ve sayısı bilinmeyen miktarda tekerlemeler. Tabi her zaman bir itiraz
olurdu. Ee yani nasıl olmasın; herkes ilk başta nasıl saklanacağını düşünürken bir bakmışsın, bu akşam
karanlığında ilk ebe sen olmuşsun. Sonradan ebe olmanın bir sorunu yok; ama ilk ebe olmak en kötü
şeydir saklambaçta; çünkü kimin nereye saklandığını, özel ve gizli yerlerini göremeden başlarsın. Ama
o an oyundaysan, kimin nereye saklandığını görür ve ebe olduğun zaman o yerler konusunda daha
dikkatli olabilirsin. Tabi bir de o anki üzüntü var, düşünsene şuraya saklansam kesin kandırırım diye
düşünürken kendini ebe buluyorsun, müthiş bir istekle oyunda olmayı hayal ederken. İşte bu
sebeplerden genelde ilk ebe seçiminden sonra bir itiraz olurdu hep. Yok ben bunu kabul etmiyorum,
yok sen eksik söyledin, siz anlaştınız ben gördüm birbirinize işaret yapıyordunuz… Gibi bir sürü itiraz
yolu vardı, çocuklarda. Aslında onlarda biliyorlardı ne kadar itiraz etseler de bir şeyin
değişmeyeceğini; ama yine de öylesine konuşuyorlardı. Düşünsenize ebe siz olmuşsunuz ve itiraz
ediyorsunuz ve karşınızda ebelikten kurtuldukları için sizi desteklemeyen bir sürü çocuk var. Sonuç
olarak ne kadar itiraz etseler de paşa paşa ebeliğe geçerlerdi.
Ve ebe seçim vakti gelmişti her zamanki gibi. Fırtına öncesi sessizlik hâkimdi şimdi ortama. Sanki
silahlarını çekip birbirlerinin gözlerine bakan silahşorlar gibi birbirlerini izliyorlardı şimdi. Seçim yukarı
mı aşağı mı ile olacaktı ya da diğer adı ile ters mi düz mü ile. Çok basit bir seçim yoluydu, önce herkes
elini arkada tutar ve sonra herkes aynı anda ellerini ortada ters ya da düz yaparak buluştururlardı.
Herkesinkinden farklı olan ebe olurdu genelde, bazen de o dışarı çıkar diğerleri yapmaya devam
ederdi bir kişi kalıncaya kadar. En son iki kişi kalınca onların seçimi yapabilmesi için elenmişlerden biri
dahil olurdu o iki kişiye ve onlardan biri seçilene kadar ters-düz devam ederdi. Genelde birinci metot
çok daha kullanışlıydı. Görüldüğü üzere ikinci şekille yapılan bir seçim bayağı uzun sürebiliyordu.
Seçim işlemi başlar ve eller arkaya alınır. Birkaç turun sonunda Ahmet’in eli diğerlerinden farklı
olduğu için ebe seçilir. Tabi kabul etmesi bir anda olacak bir şey değildir.
“Ya haksızlık ya,” diye mızmızlanır Ahmet “ hep beni ebe seçiyorsunuz. Hem ilk çıkan ebe
dememiştiniz, baştan yapmalıyız ama.”
Tabi o ne kadar mızmızlanırsa mızmızlansın paşa paşa geçecekti. Ebelikten kurtulmuş üç çocuk
neden kabul etsinler ki baştan yapılacak bir seçimi ve ebelik riskini.
Ve sonuç olarak usul usul geçmişti ebelik mekânına Ahmet. Ebeleme yeri için önce duvarda
yuvarlak bir yer belirlediler. Sonrasındaysa ebenin ne kadar sayması ve ne hızda sayması gerektiği için
yağlı börek oyunu ve parmak oyunu yapılırdı ama vakit akşamdı ve çok vakitleri yoktu oyun
oynayabilecek. Bu yüzden elliye kadar yavaşa yakın normal bir hızda saymasına karar verdiler. Ve
Ahmet yerine geçip arkasını dönüp yummuştu gözlerini.
Ve oyun başlamıştı artık.
***
Artık saklanma vaktiydi akşam vaktinin karanlıklarına. Ebenin aramasını zorlaştırmak için
birbirlerinden uzaklaşmalı ve mümkünse diğerlerinin göremeyeceği bir yere saklanmalıydı hepsi. E
nede olsa diğerleri de ebe olacaktı ve kimse gizli mekânlarının tespit edilmesini istemezdi. Bu yüzden
Salih diğerlerinin gittiği yöne bakıp buna göre kendine girebileceği bir cadde seçti.
Bir an gökyüzüne bakıverdi, akşamın karanlığında yağmur pusuda beklerken saklambaç oynamak…
İçinde bir coşku hissediverdi, bu kesinlikle zevkli olacaktı.
Kimsenin göremeyeceğini düşündüğü bir sokağa saptı. Etraflarındaki insanlar kendisine bakıyordu
bazen; herhalde bu saatte dışarıda olmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Onlara aldırış bile etmeden
aklından planladığı saklanma noktasına doğru ilerliyordu; garip bir şekilde sokaktaki insanlar
azalmaya başlıyordu. Aklındaki yer terk edilmiş çok eski, harabe bir evin bahçesiydi. Gündüz sürekli
yanından geçerlerdi ve birkaç kez daha saklambaçta saklanma yeri olarak kullanmıştı orayı. Gerçi
biraz uzak, diye düşündü ama yapacak bir şey yoktu artık aklından orada saklandığında yapacağı
şeyler hakkında onlarca plan yapmıştı şimdiden; onların boşa gitmesine izin veremezdi.
Bulunduğu sokaktan tam aşağı inince sağ tarafta yolun karşısında kalıyordu ebeleme yeri, öncelikle
buradan biraz uzak olsa da ebeleme yerini görebiliyordu-çok zorlaması gerekiyordu, bir nokta var
oradan apartmanların arasından bakınca ancak gözüküyordu- . Tek yapması gereken bir iki dakika
ebenin sabrının taşmasını beklemekti, ebelerdeki genel özellik buydu önce birkaç dakika yerinden
insanları bulmaya çalışırlardı sonraysa dayanamazlar ve aramaya çıkarlardı, tabi hız önemli faktördü,
bu yüzden Ahmet’in sabrının taşması daha uzun sürecekti pek hızlı koşamadığından. Bu bekleme
anından sonra saldırı başlayacaktı taktikler işleyecekti ve galip olan açığa çıkacaktı.
Ve eve gelmişti. Camları kırılmış pencereleri, çöplüğe dönmüş bahçesi ve kimi yerleri yıkılmış
duvarları ile tam bir harabe idi, tam bir ideal saklanma yeri. İçinde garip bir şeyler hissetti Salih, böyle
acıma gibi bir duygu sanki eve acıyordu onun bu yıkık dökük hali içini acıtıvermişti. Şimdiye kadar
birçok defa bu evin yakınlarından geçmişti; ama hiç böyle bir şey hissetmemişti.
Eve tekrar bir göz attı uzaktan. Karanlıkta ürkütücü duruyordu. İlginç bir şekilde evin yakınındaki
sokak lambaları bozulmuştu ve ev tam karanlıklar içinde kalıyordu, biri yakınına gelse bile burada
saklanan birini görmesi neredeyse imkânsızdı. Acıma duygusunun yerine ürperti gelmişti. Buraya
defalarca gelmişti ama hiç yalnız gelmemişti hele akşam karanlığında hiç gelmemişti. Acaba burayı
kullanmasam mı diye içine bir kurt düşmüştü Salih’in, aman dedi sokakta zaten bir sürü insan var ne
olacak sanki. Bir an sokağa baktı ve neredeyse bağıracaktı. Az önce yanından bir sürü insanın geçtiği
sokakta bir canlı bile kalmamıştı.
Bir an ne düşüneceğine karar veremedi, artık burası onun kriterlerinde tehlikeli bir yerdi ve burada
duramazdı. Ama nedense eve baktığı ilk andan beri içinde bir dürtü onu eve doğru çekiyordu. Gitmek
istiyordu ama aynı zamanda gitmemeyi de. Olduğu yerde kalakalmıştı. Hala bir evin karanlığına
dalıyordu gözleri bir de boş sokağı korkuyla inceliyorlardı. Neden bilmiyordu ama ev ona sokaktan
daha güvenli geliyordu, içinden bir ses de oraya defalarca girdin niye korkasın ki diyordu. Bomboş
sokağın ürkütücülüğüne dayanamayıp karanlık eve doğru yöneldi. Ev küçüktü ama bakımsızlıktan
harap olmuş bahçesi genişti. Kapısına doğru yaklaşıyordu- evin pencere kapı benzeri hiçbir şeyi
kalmamıştı aslında- içeri doğru bir göz atmak istiyordu ama tek gördüğü karanlıktı başka bir şey değil.
Birden sanki içerden bir ses duyuyormuş gibi geldi sanki bir gıcırtı gibi bir ses. Kapıya çok yakındı
ama içeriyi göremiyordu, zifiri karanlıktı evin içi. O an donakalmıştı işte, bağırmak istiyordu ama beyni
tepki veremez hale gelmişti. Evet emindi bir gıcırtı sesi geliyordu, yavaş yavaş artıyordu sanki.
Hatırladığına göre evin içinde böyle bir ses çıkartabilecek en ufak bir şey yoktu. Artık bağırarak
koşması gerektiğini hissediyordu herhalde kendi yaşındaki her çocuk aynı şeyi yapardı. Evin içine biraz
dikkatli baktı ki artık gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı, sanki içerde bir üç tekerlekli çocuk bisikleti
vardı. Evet evet, kesinlikle bir üç tekerlekliydi o. Bisiklet yavaş yavaş ilerliyordu sanki. Bu nasıl olabilir
diye düşünemeden çığlığı bastı hiçbir şeye aldırmadan. Adrenalini hat safhadaydı. Tüm bu olanlar onu
iyice germişti ve bu da son noktaydı, o evin içinde böyle bir şeyi bir defa bile görmediğine adı gibi
emindi. Tam arkasına dönüp son hız kaçacakken çığlıktan korkmuş olsa gerek bir kedi fırladı evin
içinden çığlık atarmışçasına miyavlayarak. Ve galiba bisikletin yakınından fırlamıştı. Ve bisiklete çarpıp
dışarı düşürmüştü bisikleti kedi.
Bir an hafif bir rahatlama hissetti Salih. Galiba bisiklete kedi dokunmuştu ve evin içindeki hafif
eğimden dolayı gıcırdaya gıcırdaya ilerlemişti bisiklet ta ki Salih çığlık atıp kedi de bundan korkup
bisiklete çarpıncaya kadar. Tam da düşündüğü gibi üç tekerlekli çocuk bisikletiymiş. Ufak şirin ama
eski bir bisikletti. Herhalde daha önceden dikkatimizi çekmedi hiç diye bu konuyu kestirip atmayı
düşünüyordu kafasından; yoksa hayal gücü onu rahat ettirmezdi.
En iyisi buradan uzaklaşmak diye düşündü. Eve sırtını dönüp bahçeden çıktı ve sokak hala
bomboştu aşağı doğru uygun noktadan bakıp ebenin orada olmadığına emin olup ebe yerine doğru
hızlıca ilerlemeye başladı.
Hala çok gergindi ve arkasında bir şey yürüyordu sanki. Bir an korkuyla arkaya hızlıca döndü ve
baktı ki kedi onu izliyordu. Bir an kedinin o karanlıkta parlayan gözlerini görünce önce bir nefesi
kesildi sonra tam bağıracaktı ama tuttuğu nefesini rahatlarmışçasına bıraktı ve kediye gülümsedi.
Bir kedinin şirinliği bu kabusta tam ihtiyacı olduğu şeydi. Onu kucağına aldı ve yumuşacık pamuk
beyazı tüylere sahip sırtını elleriyle sıvazladı. Şimdi biraz rahatlamıştı ve artık biraz rahat
düşünebilirdi. Neden bu kadar insanla dolu sokak boşalıvermişti, o evde de bir gariplik vardı. Eve
gitmek istiyorum ve korkuyorum. Offf ne oluyor ya!
Korkudan mı yoksa heyecandan mı bilinmez ama gözleri dolmuştu, annesi ve babasının eve gelmiş
olma ihtimali de vardı. Ebe mekanına yakındı şimdi ve nedense Ahmet ortalarda yoktu; artık oyunu
düşünecek hali kalmamıştı ve tek istediği bir insan görebilmekti. Kucağındaki o yumuşaklığa rağmen
hala çok gergindi ve emindi ki biri gelse arkadan ona dokunsa iki metre havaya zıplardı. Ve bir anda
tetikleme geldi, biri arkadan tişörtünü çekiştiriyordu. Bir anda bağırarak havaya zıpladı.
“Yeter ama ha! Neler oluyor burada ya?!”
Kediyi kucağına aldığından beri arkadan ne bir ses gelmişti ne de bir şey görmüştü. Bu yüzden neler
olduğunu anlayamıyordu ve artık ağlayacaktı, evet yeterin yeteri vardı. Bu kadar gerginliği o küçük
vücudu kaldıramadı ve bardağın kırılıp suyun etrafa dağılması gibi gözyaşları sel olup aktı gözlerinden.
Tam bu anda arkadan yumuşacık iç rahatlatıcı bir çocuk sesi geldi.
“Ne olur gitme oraya. Lütfen sana yalvarıyorum !”
Bir anda gözyaşları duruvermişti ve korka korka biraz da merakla arkaya döndü. Arkasına döndü ve
gördüğü şey onun bir an nefesini kesmişti ve aynı zamanda onu rahatlatmıştı da.
Arkasında, o üç tekerli ufak çocuk bisikletinin üstüne binmiş 5-6 yaşlarında ufacık bir kız çocuğu
vardı ve tişörtünden onu güçsüz kollarıyla çekiştirmeye çalışıyordu.
Olay o kadar karmaşık bir hale gelmişti ki şaşkına dönmüştü. Bu kızın nerden çıktığına mı korksun
yoksa o şirin mi şirin küçük kızın kendini çekmeye çalışmasına mı gülsün?
Kız da o kadar şirindi ki… Uzun, sarı, kıvırcık saçları ve deniz mavisi gözleri ve zayıf ve küçük
vücuduyla o bisikletin üstünde çizgi filmden fırlamış bir karakter gibi duruyordu.
“Ya gitme oraya lütfen.”
Kendine gelmesi lazımdı şimdi. Arkasına tam döndü ve artık cidden biraz rahat hissediyordu. Sanki
çocuk etrafa huzur gibi bir şeyler yayıyordu.
“Şirine sen nerden çıkıverdin ya? Ürküttün beni.”
“Özür dilerim abicim. ”dedi ve yüzüne üzgün bir ifade verdi.
Ay,ben bu kızı yerim dedi içinden Salih. Bu kadar mı şirin konuşulabilirdi ya? Onun üzülmesine
dayanamam ben ya.
“Yapma öyle yüzünü, sana yakışmıyor. Özür dilemene de gerek yok. Söyle bana şimdi nerden çıktın,
hem o bisikleti nerden buldun?”
Şimdi tekrar gülümsüyordu küçük kız.
“ Bu benim bisikletim, bir yerden bulmadım ki. Kedimi aldığından beri seni izliyorum. Lütfen oraya
gitme, lütfen…”
Kucağındaki kedi kıza doğru hopladı ve onun kucağına iyice bir yayıldı ve rahatlamış gibi mırlamaya
başladı. Küçük kız da onun başını okşadı, karnını da sıvazladı ve kedi iyice bir rahatlayıp mırlamayı
sürdürdü sakince.
“Kedime iyi baktığın için teşekkür ederim. Senin iyi biri olduğunu söylüyor.”
Salih artık bir şey anlamıyordu. Neler oluyordu bugün ya! Önce o yağmur, sonra sokakta ve evin
orda olanlar, sonra da nerden çıktığı belli olmayan bu kız ve kedisi. En iyisi işi akışına bırakmaktı.
“Oraya neden gitmememi istiyorsun ki? Orda ne var? Hem ora dediğinden yer de neresi?”
Ebe yerinin oradan dönen bir sokak vardı. Küçük kız orayı işaret ediyordu. Buradan sokağın ilk kısmı
dışında bir yer gözükmüyordu.
“Orda ‘o’ var! ‘O’ bizi sevmiyor, ‘o’ bizi istemiyor! ‘o’ bizi incitecek! ”
O’ları vurgulayarak söylemişti ve yüzünde dehşet dolu bir ifade vardı. Korkmaya başlamıştı ve bu
korkuyla bisikletle gerilemeye başlamıştı. Ve sanki dokunsan ağlayacakmış gibi vücudu kasılmıştı,
sanki dokunsan tüm sahneyi paramparça etmiş gibi dağılacak ve hüngür hüngür ağlayacaktı.
Salih kızı hemen omuzlarından tuttu. Onu rahatlatması gerektiğini hissediyordu, neden bilmiyordu
ama sanki kız sakinleşmezse çok kötü şeyler olacakmış gibi hissediyordu. Aynı zamanda kız onun
rahatlamasına yardımcı olmuştu, şimdi sıra ondaydı.
“Bana bak, hadi lütfen bana bak. Sakinleş, unut her şeyi sakinleş, hadi kendine gel. Sadece ikimiz
varız, başka kimse yok. Hadi lütfen sakin ol bak gözlerime ben varım başka kimse yok. Kimse seni
incitmeyecek. Ha şöyle sil gözyaşlarını kendine gel.”
Kız biraz sakinleşmişti; ama artık ne hissettiyse gözleri dolmuştu. Salih bir peçete çıkartıp
gözyaşlarını sildi kızın.
“Sil gözyaşlarını sana gülümsemek yakışıyor. Şimdi bana sakince, hiç gerilmeden, kendini kasmadan
anlatsana olanları.”
“Orda, orda…” diyerek o sokağı gösteriyordu kız hıçkırıklarla “O orda, yeni avını arıyor.”
Av kelimesi nedense bir an içini ürpertmişti. Nedendir bilinmez ama galiba şu ortamda galiba
duymaması gereken kelimelerin başında geliyordu.
“O kim? Ne avından bahsediyorsun?”
“O mu? O avcı ve avına doğru gidiyor, sinsice ve usul adımlarla ilerliyor. Avın kaçma şansı yok. Bir
daha göremeyeceği sevdiklerine asla veda edemeyecek av. Gözyaşlarına mahkûm, karanlıklara
arkadaş, acılaraysa yoldaş olacak. Av artık burada olmayacak, onun vakti doldu. ”
Bir an öfkelenmişti küçük kız. Bakışları derinleşip garipleşmiş ve kıvılcımlar saçıyordu, tüm bunları
da bir çırpıda bağırarak söylemişti ve hızlı hızlı nefes alıyordu şimdi. Sanki bir şeyler onu rahatsız
ediyordu.
“AV ARTIK YAŞAYAMAYACAK!” diyerek olanca gücüyle boğazını yırtarcasına bağırdı ve bisikletten inip
yukarıdaki harabe eve doğru arkasına dönmeden koşarak uzaklaştı. Kediyse bağırışlardan bir an
korkup aşağı atlamıştı, şimdiyse kızın arkasından koşarak onu takip ediyordu.
Salih donakalmıştı. Küçük bir kızın asla söyleyemeyeceği cümlelerdi bunlar. Ayrıca bu av meselesi
onu endişelendirmeye başlamıştı. Ya bu ‘av’ diye nitelendirilen şey arkadaşlarından biriyse? Ya
arkadaşları tehlikedeyse?
Salih bunları hayal ediyordu ama bir tehlike varsa bunun kendisini de etkileyebileceğinin farkında
değildi. Tek düşünebildiği arkadaşlarını zararsız bir halde görüp mutlu mesut, oyun bayağı zevkliydi
diyerek eve dönmekti.
Kızı unutup koşarak o sokağa doğru koşarak gitmeye başladı. Sokağa yaklaşır yaklaşmaz havada bir
değişiklik hissetti. Sokağa yaklaştıkça hava git gide soğuyordu sanki. Bir an içine yayılana ürpertici
soğukluk titremesine sebep oldu; ama durmadan yoluna devam etmek zorundaydı. Oraya yetişmesi
gerektiğini hissediyordu.
Sokağın giriş kısmına gelmişti. Biraz korkarak biraz da merakla sokağı taradı gözleri. Korku tokmak
olmuş bir davul misali kalbine güm güm diye vurarak hoplatıyordu.
Sokak 100–150 metre civarındaydı ve görünürde gariptir ama nedense yine tek bir insan yoktu.
Allah’ım neler oluyor bugün diye korka korka düşündü Salih. Biraz daha dikkatli inceledi ama bu
tüyler ürperten soğuk hava dışında hiçbir şey yoktu sokakta ne bir insan ne de bir hayvan.
Emin ve yavaş adımlarla sokakta ilerliyordu Salih. Gözleri her yeri tarıyordu ilerlerken. Hava artık o
kadar soğuk gelmeye başlamıştı ki üstümde keşke bir mont falan olsaydı diye düşünüverdi Salih yazın
ortasında olmalarına rağmen.
Bir su damlama sesi duyunca, irkiliverdi Salih. Şıp şıp şıp…Sanki yağmur yağıyordu ve bir yerde
mermere çarpıyordu. Biraz dikkatli dinleyince sesin ilerideki bir apartmanın giriş kapısının oradan
geldiğini fark etti. Bu sırada kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlamıştı, gerginliği artık hat
safhaya ulaşmıştı. Oraya doğru bu şekilde ilerlemeye başladı; fakat oraya o kadar odaklanmıştı ki artık
çevresini hiç incelemiyor ne var ne yok diye bakmıyordu.
Apartmanın girişi yer seviyesinin biraz altında olduğu için merdivenle iniliyordu dolayısıyla girişi
buradan göremiyordu. Yaklaştıkça suyun damlama sesini daha iyi duyuyordu ve suyun her damlaması
sanki kalbinin daha hızlı atmasına sebep oluyordu.
Artık iyice korkuyordu. Keşkeli cümleler ağzından düşmüyordu apartmana doğru hızlı adımlarla
ilerlerken. Av-avcı meselesinin ne olduğunu bilmiyordu ama aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu.
O kadar gergindi ki kendini saçma şeylerle kandırmaya çalışıyordu. Herhalde, diyordu içinden,
arkadaşlarımdan biri küçük kızı kandırdı ki eğlence olsun falan diyorlardır; belki de bir yerden bana
bakıp gülüyorlardır. Ama bu ne o evin orada olanlara ne o kıza ve konuşmasına ne de bu buz gibi
havaya bir açıklama getiriyordu. İçten içe biliyordu ki bugün olan hiçbir şey normal değildi ama
yapabileceği hiçbir şeyi olmayınca çaresizce hayatının kendi karşısına çıkardıklarına razı olup devam
etmeye çalışıyordu.
Apartmanın girişine gelmişti ve bir dönüp baktı; baktığı gibi çığlıklar atarak bağırmaya başladı. Nisa
kapının önünde yerde uzanmış yatıyordu bir ölü misali. Yukarıdan da üstüne ve mermere su
damlıyordu.
Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu Salih; ama artık darma durman olmuştu. Nefes almakta güçlük
çekiyordu, gözyaşlarıysa gözünü ağrıtırcasına boşalıyorlardı. Vücudunu hareket ettiremiyordu.
Nisa ölmüş olamazdı. Buna inanmak istemiyordu. Av-avcı gerçek av-avcı mıydı? Beyni
düşünemiyordu, tek istediği ağlamaktı. Yere diz çöktü ve bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Ağlarken kendini o kadar kasıyordu ki dişleri ağzının içini paramparça etmişti. Vücudunu hareket
ettirmek zorundaydı, kontrol etmeliydi kendini. Belki de diye düşünüyordu şimdi, bayılmış olamaz
mıydı ki? Evet evet başını bir yere çarpmış bayılmış olmalı, hem bir ölü böyle mi gözükür ki? Hem kim
niye öldürsün ki bu yaştaki bir kızı, daha çocukluğunun başındaki?
Böyle diyerek kendine güç veriyordu. Kendi bilmiyordu ama Nisa tam da ölü bir vücut gibi yere
serilmişti. Biraz hareket etme yeteneği bulunca Salih Nisa’ya doğru yavaşça ilerlemeye başladı.
Korkaraktan yavaşça bileğini tutup nabzına bakacaktı; ama elini değdirir değdirmez gerçeği anladı
ve bir anda elini geri çekmek zorunda kaldı. Nisa’nın vücudu buz gibiydi ve bu da ölümün işaretiydi.
Neden? Neden diye sessizce soruyordu boşluğa. Cesedin yanına diz çöktü ve usul usul ağlamaya
başladı. Neler oluyordu? Bir oyunun sonu böyle mi olacaktı? Keşke bunların hepsi bir rüya olsaydı,
keşke o yağmur yağmasaydı. Biri bana yardım etsin lütfen, lütfen, lütfen… Demeye çalışıyor ama sesi
çıkamadan silinip gidiyordu ve sesini çıkartamıyordu. Sessiz bir şekilde dakikalarca orada ağladı ki
neden sonra arkadan uzaktan bir yerlerden çok güçlü; ama düşük aralıklarla gelen ayak sesleri duydu.
Usulcasına arkasına döndü ve baktı. Sis misali beyaz bir duman yayılıyordu etrafa ve git gide tüm
sokağı kaplamaya başlamıştı. Boş gözlerle izliyordu Salih, kendini kaybetmişti. Bilincini yitirmiş gibiydi,
düşünemiyor, algılayamıyor ve karar veremiyordu. Galiba artık ne olacağını pek önemsemiyordu,
zaten tüm bu olanlar boyunca tek yaptığı kendine sunulan hayatı izlemek olmuştu. Birileri gelip
arkadaşını öldürmüştü ama o ise güçsüzce bakmış ve sadece ağlayabilmişti.
Galiba avcı onun da canını almaya geliyordu. Acaba ölüm acıtıyor mu diye bir an düşünmeden
edemedi. Ayak sesleri sisin ardından geliyordu ve giderek Salih’e doğru yaklaşıyordu. Sis Salih ve
Nisa’nın bedeninin olduğu yere kadar geldi ve Salih bir anda tüm vücudunu kaplayan bir ağrı hissetti.
Bu çok kötüydü, ne olduğunu bilmiyordu ama acıyla yerde kıvranıyordu.
Keşke veda edebilseydim aileme, arkadaşlarıma ve tüm sevdiklerime diye düşünerekten ironik bir
şekilde kızın dedikleri gelmişti aklına “av artık yaşayamayacak”. Ölüm ona gelmişti şimdi ve acıyla
ayrılıyordu bu dünyadan, hem bedenindeki acı ve hem de bir daha kimseyi göremeyecek olmanın
acısı. Gidiyordu uzaklara, bilinmeyen diyarlara…
Avcı olduğunu düşündüğü kalıplı bir adam belirdi sislerin ardından ve Salih’in son duyduğu kalın bir
sesle gelen şu sözler oldu: “Senin burada olmaman lazımdı…”
************************************************************

Benzer belgeler

Harabe eve girmelerinin üstünden iki gün geçmişti ve henüz

Harabe eve girmelerinin üstünden iki gün geçmişti ve henüz Akşam karanlığı yavaştan çökerken semaya yağmur normal bir hızda devam ediyordu yağmaya. Salih kendini eğlendirmek için yaptığı oyun onu artık eğlendirmez olunca sıkıldı ve içeri salona geçti. Günü...

Detaylı