Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
R
Rab; Rabb : Tanrı
“Ve sen, yalancı, palavracı: Rabb’in bütün buyruklarını ayak altına alıyorsun, adam öldürüyorsun, çalıp
çırpıyorsun, kadınlarla düşüp kalkıyorsun, derken ah u vah ederek ağlamaya başlıyor, dövünüyor, gitarını
duvardan alıp, günahını türküye çeviriyorsun.”
(Nikos Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“Bir hadisinde şöyle buyurur:
‘Perişan, günahkar bir kul, kabul edilir umuduyla, tövbe elini Yüce Tanrı’nın dergahına kaldırdığında,
Tanrı ona bakmaz, kul yeniden yalvarır. O yine kabul etmezse, kul bir daha yalvarır, yakarır. İşte o zaman Yüce
Tanrı şöyle der: ‘Ben kulumdan utandım gerçekten, meleklerim... Çünkü onun benden başka Rabb’i yok.
Duasını kabul edip dileğini dileğini verdim. Ben, kulun bunca yalvarıp yakarmasınıdan utanırım.
‘Ne büyüktür Tanrı’nın yaptıkları:
Günahı kul işler, utanan Tanrı!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:21-2)
Rabbena hakkı için :
Allah için, Allah adına
“-Fakat, dövmeden korkutsanız...
-O da olur; ben ona bir iki rakı yuvarlattıktan sonra çekerim şöyle köşeye de kulağına iki çift laf
edeyim, dinim, rabbena hakkı için, hani yok mu, herif bir daha senin ismini ağzına almamak için yedi ceddine
tövbe eder.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:178)
Rabbim; Ulu Rabbim : Ya ulu Tanrım
“Bir kez pencereleri açınca, onların avlulara, tonozlu odalara ya da, güneşsiz, havasız sefil avlulara
baktığını gördüm. Böyle bir şeye tanık olur olmaz, içim buruk, bütün gücümle haykırdım: Rabbim! Ulu Rabbim!
Korkunç bir hapis hayatı yaşıyoruz!”
(A. Gide, “Batak”, sa:116)
“Bir dilenci Kabe’nin kapısında
Coşmuş, ağlıyordu yana yıkıla!
Diyordu ki: ‘Sana layık ey Rabbim
Ne bir kulluğum var, ne ibadetim!
Kulluğumu kabul et, demiyorum,
Günahımı bağışla, sil, diyorum!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:88)
Rabbim gani gani rahmet eylesin : Bk.: Gani gani rahmet eylesin
Rabia’; Rabia, rabian : (Arapça: Dört; dördüncü -sayı-); Osmanlı idaresinde, Tanzimat’ <1839) tan sonra
yapılan memurin kıdem sırasına göre, en yukarı mevki’den aşağıya dördüncü, aşağıdan yukarıya ikinci rütbe.
Ağustos 2013’de Mısır’da başlayan harekatta, özgürlüğün simgesi olarak nitelendirildi.
“RABİA, Arapça’da 4’cü demek. Mursi <düşürülmüş Cumhurbaşkanı> taraftarları hem toplandıkları
Rabiatül Adeviyye Meydanı’na, hem de Mursi’nin 4. Cumhurbaşkanı olmasına gönderme yaptıkları için bu
işaret benimsedi. Rabiatül Adeviyye Meydanı ise adını 8. yüzyılda yaşamış sufi bir kadın şairden alıyor. Rabia
da ailesinin 4. çocuğu. Anne ve babasını kaybeden Rabia, çocukluğunu köle olarak geçirir ve kaçma
teşebbüslerinden sonra özgür kalır. Bu yüzden Mısır’da özgürlüğün simgesi olur.”
(VATAN Gazetesi, 19 ağustos 2013, sa:14)
rack : (DAVR.,PSYCH.,HUK.,KOLL.,DEN.,) <re’k> 1) -isim, fiil- : ahırda ot yemliği, kuru ot taşımaya
yarayan kafes; bedeni gererek işkence yaptırılan alet, işkence nedeni; kira v.s. fiat yükseltmek; DEN.: rank-andpinion : dişli kol ve fener dişli; rack block : içinden halat geçer delikleri olan tahta; rack rent : fahiş kira
bedeli; rack one’s brains : çok düşünmek, kafa patlatmak; on the rack : çok üzüntülü, acı çeken, mustarip;
2) Harabiyet : rack and ruin : yıkım, harabiyet; İÇKİ : Tortudan bira şarap vs. çıkarmak; 3) Koyun ve dana
etinin gerdan ve bel kemiği kısmı; 4) Uçan hafif bulut, fırtına izi; rüzgarın önünde bulut uçmak; 5) Rakı;
6) -fiil- atın rahvan gitmesi.
(Yeni Redhouse Lügati)
Racon, Raconunu belletmek : Usul, kaide, fiyaka, afi, adet; Bunları hapishaneye yeni gelenlere öğretmek
(Argo)
“ŞAİRLER
-----------Demlenir, dostluk andı içerlerdi,
Çene çalarlardı bir racon sanıp.
Tan vakti içmekti onlardın derdi,
Çaba harcarlardı eve kapanıp.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“TERÖRİST 2003
--------------------Şunlara bakın, diyorlar ki bana artık içindesin işlerin,
Teröristsin, zirvedesin.
Bak, dostlarım biliyor raconu,
Eskiden kaldırım taşı gibiydim,
Unuttular mı, Müslümanım ben, onları ne edeyim”
(Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74)
“-Anlarız bakalım! Fayrap ulan!
-Buyur Ağa!
-Bunu bizim Zekeriya Hoca’ya teslim et. Kısmın zagonunu, Ağa Odasının raconunu iyi belletsin.
Seringel’e de söyle, Mahallebi Yakub’a bir papel verecek. Haydi, bas!..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:35)
Radetzky Marşı : Ünlü besteci, yönetmen ve violonist Johann (Baptist) Strauss (14 mart 1804-25 Eylül 1849,
Viyana)’un, bilinen ve halen çalınan birçok valsleri yanında, bu yıllarda dahi, örneğin Viyana ya da Berlin’de
yeni yılı kutlama proğramlarında ‘bitiş hediyesi’ olarak çalınması adet haline gelmiş, gerçekte de kendisinin en
son bestesi olan marşı <Op.228, 1849>. Bestekar bu marşı, Avusturya’nın 23 mart 1849’da Novara’da İtalyayı
mağlup eden meşhur başkomutanı Mareşal Kont Johann Joseph Wengel Karl RADETZKY’nin zaferi şerefine,
o günlerde Viyana ve Habsburg Hanedanının çökmekte olan ‘Joie de vivre=Yaşam sevinci” yaşantılarına son
bir nazire olarak, bestelemişti. Mareşal Radetzki, zaten daha bir yıl evvel, yani 1848’de, Sardinya-Piemonte
Kralı Carlo Alberto’nun ordusunu kesin bir mağlubiyete uğratmış ve onu Lombardia bölgesini boşaltmak
zorunda bırakmıştı. Çok daha önceleri, 1809’da, Tuna nehrini geçip Viyana üstüne yürümeye kalkışan
Napoléon, Aspern çarpışmasıyla yine onun tarafından püskürtülerek Mareşale altın hizmet madalyası
kazandırmıştı. Dahası, bir yıl sonra, yani 1813’te, yenilgiye doymayan Napoléon o acıyı bir kez daha tatmıştı ve
mareşal, ‘Toğçu Nişanı’ ile taltif edilmişti. (Baba) Strauss, üç evliliğinin iki eşinden gelen on üç çocuğunun
birinden kaptığı KIZIL <scarlat fever) ın çok olumsuz etkilerine karşın, bu marşı, ölümünden 6 gün evvel, 19
eylül 1849’da, SPERL Konser Hol’ünde çalmıştı. (İ.E.)
“Hastaneden taburcu olup cephedeki alaylarına katıldıklarında hepsi de soylu birer yiğit gibi
savaşmalıydı. Savaş meydanında kahramanca çarpışacaklarına, savaşta ve özel hayatlarında onurlarından en
küçük bir ödün vermeyeceklerine yürekten inanıyordu. Tıpkı General Radetzki ve Eugene de Savoie-Carignan
gibi, yenilmez savaşçılar olacaklarından zerre kadar kuşkusu yoktu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:100)
“Carl Joseph çocukluğunda, baba evinin balkonundan izlemiş olduğu geçit törenlerini çok ötelerde
kalmış güzel düşler gibi anımsadı. Kulaklarında hala onu hep mutlu etmiş olan Radetzsky Marşı vardı. Bir
imparatorluğun tüm görkemi gözlerinin önünden film gibi geçti!”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:239-40)
Rafa kaldır(ıl)mak; Rafa kalkmak : Gündemden çıkar(ıl)mak, bir kenara it(il)mek, ertelemek (Özellikle bir
karar ya da dava); Basitçe, önemli notları ya da kitapları rafa yerleştirmek
“Sakız kız bu haberi aldığı günden itibaren yüzü hiç gülmedi. Annesini çok özlemişti, onun yanına
gitmek stiyordu ama evini bırakmak istemiyordu. Annesinin neden oraya gelmediğini, neden kendisinin oraya
gitmek zorunda olduğunu anlayamıyordu. Sayfan Hanım kendi üzüntüsünü rafa kaldırıp bu kıza bir çare bulmalı
diye düşündü. Öyle bir şey yapmalıydı ki...”
(Büşra Akkuş, “Mübadele Öyküleri-Sakızın Serzenişi”, sa:69)
“Walker’ın bütün niyeti bunu başarmak: evliliği rafa kaldırmak: Cedric Williams’ın öldürülme
hikayesine onları inandırabilse... belki cinayet suçu için yeterince ağır bir ceza değil ama... ama yine de yeteri
kadar ağır bir ceza, hiç yoktan iyi. Reddedilen Born, küçük düşürülen Born. Sefalete mahkum edilen Born. Ama
şayet ve eğer onları yola getiremezse bu işin ucunu bırakacak; o ana kadar da, şeytanla kumar oynamaya devam
edecek.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:148)
“Philadelphia dışında ormanlık bir bölgede, cinayete kurban gitmiş bir oğlan çocuğunun cesedi
bulunmuş..... oğlanın kimliği bile saptanamamış. Kim olduğu, nereli olduğu, neden orada bulunduğu - tüm bu
sorular yanıtsız kalmış. Sonuçta, vaka rafa kalkmış, oğlana otopsi yapmakla görevlendirilen adli tıp yetkilisi
olmasaymış, bütün bütüne unutulacakmış.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:14)
“…Lillian beş parasız olduğu için, Maria’nın vereceği parayla birikmiş faturaları ödemenin daha doğru
olacağında karar kıldılar. Böylece Maria, Lillian’a üç bin dolar (yani elinde avucunda ne varsa hepsi) postaladı
ve New York gezisi daha sonraki bir tarihe ertelenip rafa kaldırıldı. Aradan iki yıl geçmesine karşın, gezi hala
gerçekleştirilememişti.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:158)
“Yani dünyaya bilinçli bakmaya başladığınızda çevreniz, 1980 sonrasının değer yargılarıyla ve
anlayışlarıyla kuşatılmıştı. Bir zamanlar Mustafa Kemal’in cumhuriyetine temel olmuş ilkeler ya rafa
kaldırılmıştı ya da bir ödünler sağanağı altında bulanıklaştırılmıştı.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:257)
“Bir zamanlar Mustafa Kemal’in Cumhuriyetine temel olmuş ilkeler ya rafa kaldırılmıştı ya da bir
ödünler sağanağı altında bulanıklaştırılmıştı.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:63)
“ ‘O zaman, bize olan sevgin uğruna, annenin istediğini yap. Şu resim yapma işini bir süre rafa kaldır,
kendi sınıfından arkadaşlar edin ve okuluna dön.’ ”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:183)
“Halam bizlere evde bakmak zorundaydı. Mahallelil de çok iyi idi ama, annen ya da anneliğin varken,
kimse kimseye devamlı bakmazdı. Eniştem haftalık takvimdeki bu değişime ‘Ne lüzum var?’ diye itiraz etti ama,
yapacak çok bir şeyi yoktu. Fesleğen rengi fesini rafa kaldırdığı zaman da, eşi çarşafını derlediği zaman da
üzüntüsünü belirtmişti.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:29)
“Kararda mahkumlar için af isteğinde bulunacağına söz vermişti. Tabii bulunmamıştı. Gerçi Mahkeme
Başkanının bu tutumu idari soruşturma konusu oldu, ama Halk Temsilcisi Settimo’nun anlattıklarını
arkadaşlarından yalnızca biri doğruladı. Böyle olunca da soruşturma rafa kaldırıldı.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:11)
“Bir roman nerede başlar, nerede biter? Akıl küpü Camille Mauclair bunun yanıtını bize tanımlayıcı
biçimde sundu; yeni bir Mauclair çıkıp da yeni bir tanım getirinceye dek bu soru rafa kalkmış bulunuyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:11)
“Tony yuvarlandığı yerden kalkıp kaçmaya başladı. Kan davasını, şimdilik, yapılması imkansız olaylar
arasına, rafa kaldırmıştı. Motorun yanından geçip uzaklara, daha uzaklara kaçtı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:238)
“Doğu yolculuğuna ilişkin haberler giderek kıtlaşmış, birbiriyle daha şaşırtıcı bir şekilde çelişir
olmuştu. Böylece zamanla savaş sonrasının diğer pek çok politik, dinsel ya da sanatsal nitelikli eksantrik
girişimleri gibi bizim bu girişim de rafa kaldırılmıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:43)
“AMEDEE - Ya? Onu bu yüzden mi öldürmüşüm?
MADELEINE - Sersem. Böyle şeyler unutulur mu hiç! (Konuşmasını sürdürür...) Ve, bu bir aşk
cinayeti olduğu için kaygılanman bile gerekmezdi, bir ifadeni alıp seni serbest bırakırlardı; ifadeni de bir
dosyaya koyup rafa kaldırırlardı... ondan sonra da sözü bile edilmezdi...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:81)
“Bu kez onları hiç ara vermeden yazmayı sürdürme azmi bana güç veriyordu, ama çok geçmeden onlara
olan hevesimi kaybettiğimin farkına vardım. Yine de, yeni yazarlara her zaman verdiğim öğüdün tersine, onları
çöpe atmayıp yeniden rafa kaldırdım.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
rag : (KOLL.,GİYSİ) <re’g> : -isim- 1) paçavra, eski bez parçası; -çoğul- rags : Yırtık pırtık esvap;
paçavra gibi önemsiz şey; rag baby, rag doll : kumaştan yapılmış kukla; ragman : eskici, paçavracı; rag
paper : paçavradan yapılmış kağıt; glad rags : süslü elbise; in rags : paçavralar giymiş, yırtık, pırtık;
cooked to rags : fazla pişmiş et; 2) -fiil- -ged; -ging : çatı kaplaması olarak kullanılan ince tabakalı bir çeşit
siyah taş; kabaca yontmak; ragamaffin : <raga’mafın> : eskiler giymiş, üstü başı perişan, pejmürede; sokak
çapkını, külhanbeyi
(Yeni Redhouse Lügati)
Rahat; Rahat rahat : En azından
“Günün o saati için bir haylı kalabalıktı. Tek boş tabureye oturdum, hayır, iki boş tabure vardı ve ikisi
de çok iri bir adamın iki yanındaydı. 25 yaşlarında, 1.95 boyundaydı, 130 kilo vardı rahat.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:28)
Rahat huzur yüzü görmemek, olmamak : Sürekli rahatsız edilmek
“Salonun her köşesinden:
-Görevi değil, görevi değil sesleri yükseldi. Bu adamdan bize rahat yüzü yok. On beş yıldır anamızdan
emdiğimiz süt burnumuzdan geldi. Askerden döndü döneli böyle bu..... Herkesi bıktırdı, canından bezdirdi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:118)
“Hemen gidip sancak tarafındaki korkuluklara atıyorum kendimi, alev alev yanan başımı bir direğe
dayıyorum. Oradan merdiven görünüyor, çünkü artık bütün hayatım bu merdivene bağlı, o yukarı alınmadıkça
bana rahat yüzü yok: Biri ensemden tutuğu gibi paldır küldür aşağı atabilir.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102-3)
“RODERIGO - O paldım <eyer kayışı> dudaklı herif eğer Desdomonayı böylece alıp götürebildiyse
ne zengin bir hazineye kondu!
IAGO - Kızın babasını uyandırın, ayaklandırın, arkasından koşun, keyfini kaçırın. Onu sokaklarda
kepaze edin, akrabası hırslansın. Rahat huzur vermeyin, adamı çileden çıkarın. Keyfi tam yerinde olsa bile onu
öyle üzüntülere düşürün ki keyfi kalmasın.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:5)
Rahatını bozmamak : Hiç istifini bozmamak, üzülmemek
“Madam Josserand bunu duyduğunda rahatını bozmadı. Ne yani, Berthe’i bir kez evlendirdikten sonra,
yine mi aynı işi yapacaktı? Para sorunu yeniden başlamıştı işte. Tüm bunlar kaz kafalı kızının suçuydu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:114)
Rahatını tepmek : İşini gücünü, o andaki huzurunu, düzenini bozmak
“Bu köpeği peşinde sürükledikçe, başka bir yerde iş bulabileceği şüpheliydi. Burada iyi para alıyor,
istediği gibi yiyip içiyordu. Bir köpek için bu rahatı tepmek doğru olabilir miydi?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:82)
Rahip : (HIRİST.MYTH.,DİN) : Genellikle manastırda yaşayan, ayinleri idare eden din adamı, keşiş
Rahipler’in huzurunda : (LAT.): Coram monachis : <Koram monakis = Rahiplerin önünde> . Eski
zamanlarda, rahiplerin vaftiz etme, evlendirme vb. yetkileri yoktu. Bu ve benzeri yetkileri, ancak papazlık sıfatını
kazanarak, belirli aşamalarda elde diyorlardı.Aşağı yukarı elli yıl önce, ‘Viyana Genel Danışma Kurulu’,
‘papaz’ olmanın her rahibin görevi olduğunu: “Dünya yaşlanıyor! <LAT.: Mundus cenescit (Mundus senesit)
iki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız şimdi miskinlerin tekkesi oldu”
fetvasıyla papazlık önemli bir ideal oldu her din adamı için.
“ ‘Pekala,’ dedi William o zaman, ‘rahipleri sorguya çekebilir miyim?’
‘Çekebilirsiniz.’
‘Manastırın çevresinde serbest dolaşabilir miyim?’
‘Size bu yetkiyi veriyorum.’
‘Bana bu yetkiyi coram monachis veriyor musunuz?
‘Hemen, bu akşam.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:50)
rahiye : (ZOO.) Bal arısı; rahiyye (YİY.) : yolluk; masarif-i rahiyye : yol harçlığı, yol masrafı
Rahmet : Yağmur; Bağışlama, yardım
“Böyle olmakla birlikte, Cloitre’ın kaldırımı her zaman kuru kaldığı ve rahip Birotteau, madam de
Listomere’in evinde oynanan ‘whist’te (iskambil oyunu) üç gümüş parayla on metelik kazandığı için, yağmurun
adamakıllı yağmaya başladığı Archeveche Başpiskoposluk alanının ortasından beri bu ‘rahmet’e boyun eğmekle
katlandı.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:30-1)
“UYUMAKTA KENT
--------------------------Sessiz karanlıkta uyumakta kent.
Vefasız gecenin sadık oğlu ben
sokaktayım, üstüme hiç dinmeden
yağıyor, yağıyor, yağıyor rahmet...”
(Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.06.07)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ II
Şöyle bir baktı papaz bekleyen kurbanlara;
Kimi işçi çocuğu, kimi zengin çocuğu
Kaçın kurrası papaz, elbette bula bula
Bir bekçinin zavallı, yoksul kızını buldu:
‘Tanrı bu kızı uygun gördü büyük gün için
Rahmetini kar gibi yağdıracak alnına.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109)
“Meşe korusu iyice yapraklanmıştı. Yıl uğurlu başlıyordu. ‘Nisanda rahmet yağdı mübarek! Nisanda
rahmet yağmaz, gökyüzünden buğday yağar.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11)
“ ‘Ey gökten inen rahmet, ey coşku. Sen geri vereceksin bize ulusların baharını,’ diye düşler daha
Hyperion’u ve onun Empedokles’inin ortaya koyduğu şey, tanrısalla (yani üretkenle) dünyevi (yani değersiz)
duygu arasındaki karşıtlıktan başkası değildir.’ ”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:187)
Rahmet-i Rahman : Allah’ın yağmuru; Allahın kendisine: ölüme kavuşmak
“O gece keşif sahibi bir aziz, Kira Hatun’u Hüdavendigarrın kutsal civarında gördü ve ondan
cenazesinin neden durduğunu sordu. Kira Hatun: ‘Dün bu kapıda zina töhmetiyle bir kadınla bir erkeği
taşlamışlardı. Bana merhamet geldi, onları bu azaptan kurtarıp Rahman’ın rahmetine ulaştırdım. Cenazenin
durmasının nedeni bu idi’ dedi.
‘Tanrı’nın kulları çok merhametlidir ve halimdirler. İş düzeltmede Tanrı huyuna maliktirler.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:192-3)
Rahmetli : Ölmüş kimse için, ismi yerine saygıyla kullanılan bir sözcük; Tanrı’nın acımasına ve bağışlamasına
(Rahim) mazhar olmuş; toprağı-yağmuru bol olan kimse (Rahmet=Yağmur)
“Rahmetli rahip Chapeloud ile papaz yardımcısının arasında şu fark vardı ki, biri, zeki, usta bir bencil;
ötekiyse özü sözü bir, beceriksiz bir bencildi. Rahip Chapeloud, Matmazel Gamard’ın yanına pansiyoner olarak
girdiği zaman, ev sahibesinin huyu suyu konusunda, dosdoğru bir akıl yürütmesini bilmişti.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49)
“... adamın görünüşünün bir iskeletten ayrılır yanı yoktu ve bundan ötürü hasta olduğundan kuşku
duyulamazdı. Therese her sabah gözlerini açtığında: Herhalde sabaha çıkmamıştır, diye düşünürdü. Ama
kahvaltısını vermek üzere kocasının odasına girdiğinde, hala yaşadığını görürdü. Kendi rahmetli annesi de
böyleydi. Otuz yaşında hastalandığı halde, ancak yetmiş dört yaşında ölebilmişti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:129)
“Dahası, belki babam bile -ki rahmetli epey savurgandı!- bir Sosyal Sigortalar Hastanesi yerine, bugün
beş reklam filmi çeviren ya da altı şarkı yazan herkes gibi, Amerikan Hastanesi’ne kaldırılıp daha bir ‘ailenin
şansına layık’ ölebilecekti.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:210)
“1883 yılı Noel gecesi, şimdi rahmetli olan bir arkadaşımın evinde geç vakte kadar ruh çağırma
oturumuna katıldıktan sonra eve dönüyordum. Koyu mu koyu göz gözü görmez bir karanlık vardı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:53)
“FİRS - Keyfim yok. Eskiden balolarımızda generaller, baronlar, amiraller dans ederdi. Şimdiyse.....
Rahmetli efendim, büyükbaba, her hastalığı mühür mumu tozuyla tedavi ederdi. Yirmi yıldır, hatta daha da fazla,
bu tozdan alıyorum, belki de yaşamamın nedeni bu.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153)
“... söylemeye gerek hiç yok ki, ikimizin aileleri (de) seremoniye gelmemişlerdi ve dargın da değildik.
Onun ailesinde çok sevdiği ve sevildiği yaşlı bir dedesi vardı, rahmetli neredeyse yatalaktı, onun elini öpüp hayır
duasını almak boynumuzun borcuydu...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:79)
“Çimentonun dört kol gezmediği o dönemde, konakların mücevher kutusu gibi işlenmiş, hayranlıkla
seyredilir pahalılığı, içinde yaşayanların değerine eşmiş. Annem rahmetli Perran Hanımefendi, ‘Yavrum
Mesadet,’ derdi, ‘dikkat et. Paşaların, beyzadelerin oturduğu yerlerde, konakların sırtı denize dönüktür, ön
yüzleri poyraza açıktır. Çünkü lodos rahatsız edicidir ve poyrazın soğuğundan korkmak ancak kenar yerlerde
yaşayanlar için caizdir.’ ”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:9)
“Kalfa hanımlardan biri, bir gün manalı manalı göz kırptı:
-O vakitlerde rahmetli hanımefendi hastaydı. Bir genç askeri doktor gelirdi. Hanımefendi besbelli bu
doktorun yüzüne baka baka çocuğu güzel oldu, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:327)
“Ve atmağa başladı:
-Rahmetli bey babam, cennetmekan paşa dedem de böyleydiler. Küçücüktüm, dedem beni dizine
oturtur, ayrı kabımdan seve okşaya yedirirdi. Hatta bir gün padişah, birlikte yemek yemek için buyurmak
lütfunda bulunmuş. Paşa dedemi o kadar severlermiş ki, illa aynı kaptan yiyelim buyurmuşlar.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:67)
“Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime
yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini
çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme. Domuz
kızartmasına bile burun kıvırdığım olurdu; oysa canım anacığım domuzu bir güzel kızartır, koca bir bardak
birayla önüme koyardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
“Ailesini, çocuğunu yüzüstü bırakacağını hiç utanmadan söyleyen birisi vardı karşısında. ‘Rahmetli
babam olsa, Allahına dua et!’ derdi diye mırıldandı. ‘Ama ben ona bir şey söyleyecek durumda değilim!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:167)
“Bira yapımcısının karısına:
-Niçin öldü acaba? diye sordum. Kadın:
-Niçin olacak anacığım, ayyyaşlıktan, diye karşılık verdi.
-Nereye gömüldüğünü biliyor musunuz?
-Köy dışındaki mezarlığa, rahmetli karısının yanına.”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:146)
“Mathilde Brahe’yi her gün görerek rahmetli annemin nasıl bir görünüşe sahip olduğunu yeniden
hatırlıyordum; hatta annemi, belki ilk kez şimdi tanıyordum.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:57)
“Köylü başparmağıyla çubuğundaki külü bastırarak birkaç güçlü duman bulutu savurdu. ‘Görüyor
musunuz? İşte akıllı geçinmenin sonu budur,’ derdi. Ben bunu ona her zaman söylerim, ama sizin rahmetli hep
kendi kafasının dikine gitti.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:18)
“İkinci Kısmın düzeni bozulmuş. Gece vakti adembabalar döğüşür, bağrışır oldular. Sopa, mopa para
etmedi. İdare her ne kadar Yusuf Beye ‘Bu senin düzen, iyi hoş ama, sökmez,’ dediyse de rahmetli hiç kulak
asmadı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:94)
“... Süleyman Bey’e bakarsan Serbest Parti’yi Gazi Paşa açtırmış, dostunu düşmanını anlamak için...
Böyle şey olur mu, beyim?
-Bilmem. Her kafadan bir ses çıkıyor! Siz Serbest Partiden miydiniz?
-Yok! Ben rahmetli babamdan öğütlüyümdür. ‘Siyasete karışmayacaksın, hakkımı helal etmem’
derdi...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:315-6)
“Volodya’nın arkadaşları beni ‘diplomat’ diye çağırıyorlardı. Bubun nedeni de: bir gün rahmetli büyük
annemin yemekten sonra onların yanında bizim ilerideki yaşamımız üzerine konuşurken, Volodya’yı asker, beni
de siyah fraklı ve saçı ‘a la çoğ’ taranmış bir diplomat olarak görmeyi umduğunu söylemesiydi.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:120-1)
“Martin Petroviç tipinde babayiğitler, çoğu zaman soğukkanlı olurlar. O ise tam tersine, pek kolay
öfkelenirdi. Onu en çok çileden çıkaran da rahmetli karısının kardeşi Biçkov’du. Biçkov, küçük yaşından beri
Suvenir takma adını taşırdı; herkes, hizmetçiler bile onu bu adla çağırırdı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
“-Ne diyeyim efendim? Artık daha fazla dayanamadım..... Neden gidip de köşe başında
konuşmuyorsunuz? Bana ne karşılık verdiler beğenirsiniz? Nur içinde yatsın rahmetli anama sövdüler, bu
yetmiyormuş gibi beni de cehennemin dibine...”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:110)
Rahmet okutmak : Aratmak
“İki dakika sonra, kapıdan içeriye kılık kıyafeti bizim eski halimize rahmet okutacak kadar uygunsuz
bir adam girdi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:199)
Rahmetsiz : Verimsiz, yağmursuz, kuru, bereketsiz
“VARLIKLININ YOKSULLUĞU
On yıldan beri tek bir damla bile düşmedi üzerime,
tek bir nemli esinti, tek bir sevgi çiyi
- rahmetsiz bir toprak...
Şimdi bilgeliğime diyorum,
cimrileşme bu kıraçlıkta:
sel ol ak kendi kendine, çiy ol düş kendi kendine,
yağmur ol yağ kendi sararmış bozkırlarına!”
(F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:91)
Rahmi döl tutmamak : Kısır olmak, çocuğu olmamak
“KUREYŞA - Bunca zaman oldu evleneli, hala bir oğul veremedim sana.
Oğulsuz bırakamam seni. Bir Beyi oğulsuz bıraktım.
Döl tutmayan rahmim uğursuz bir kapan oldu soyuna.”
(M. Mungan<d.1955>, “Geyikler Lanetler”, sa:57)
Rahnüma : (FAR.) Yol gösteren, kılavuz ; rahrev : yolcu <yola reva olan : rah = yol, rev = revan olan,
koyulan, giden>
Rahvan koşmak; Rahvan tutturmak : Koşarken bir yandaki iki ayağını aynı anda atan binek hayvanının (at)
üstündeki biniciyi sarsmayan, rahat seyreden koşu biçimi; hayatta her şeyin düzgün gitmesi (Fig.)
“O, o, orada, ra ra, yolun sonunda iki deve büyümekte, rahvan koşarak, şimdiden kısa gölgelerle
çiftleşmiş olarak, o her zamanki canlı ve dalgın gidişleriyle koşuyorlar!”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:44)
“Avignon Köprüsü’nden geçilirken, katırı, davulların ve horaların arasından oynak bir rahvan tutturur,
kendi de külahıyla oyun havasına tempo tutardı. Bu halini kardinalleri pek ayıplardı, ama halk, ‘Aman ne hoş
yaradılışlı devletli! Aman ne iyi Papa!’ diye onu pek severdi.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:52)
“DÖRTNAL GİDEN ATIN TÜRKÜSÜ
----------------------------------------------Hayat mücadelesi dediğimiz yarışta
En gözde at tek benim! Ötekiler dökülür.
Ama herkes atını rahvan bir at sanıyor.
Cokeyim ikircikli, bense aldırmıyorum.”
(Vladimir Visotsky<1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
rail : (YAPI,KOLL.) <re’il> : Tırabzan, merdiven parmaklığı; demiryolu; -at ya da : -rail against : dil
uzatmak, sövüp saymak; sözle tecavüz etmek
^
raison d’etre : (FR.,EGZİS.,KOLL.) <re’zon d’etr> : Var olmak için neden = Reason for existing (İNG.)
Rajput : (HİNT MYTH.) <rac’put> : Hindistan’ın kuzeybatısındaki toprak sahibi savaşçı kastın üyes
“Maitreyi insanın dünyada ender karşılaşacağı türden bir kız. Bir eş olarak, diğer kadınlar kadar vasat
hale gelmez mi? Akşam geç vakitte, üzerinde bir tek, onu adeta çıplak bırakan o müthiş kızıl şal varken geri
geldi. Genel Bengal modasındaki gibi, entarinin üzerine değil de ten üzerine giyilen bir Rajput kıyafeti.”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:79-80)
Rakı fıçısına dönmek :
Aşırı derece içmek, sürekli sarhoşluk
“Çakır Emine bile bir gece Reha Beyin bahçesinde bana çıkıştı; Reha Beyi işmarlayarak <kaş, göz, vücut
lisanını kullanarak -tenkid etme->,
-Sen, dedi, bu kaşarlanmış pinpon’a <ihtiyar> bakma, onun içi zaten Apostol’un meyhanesindeki <Eski
İstanbulun Haliç’te en şöhretli meyhanelerinden biri> rakı fıçısına dönmüş... Sen ise daha gençsin, sana yazıktır; bu
kadar rakı, sonra günün birinde seni Çarşambalı Aziz Beybabaya <İstanbulun eski, ünlü ayyaşlarından biri>
döndürecektır. Benzetmek gibi olmasın ama, o da senin gibi böyle kendini genç yaşında bu alemlerde rakıya kaptırdı,
çok sürmedi, sonunda perişan oldu, sürüm sürüm süründü; en nihayet sokaklarda çoluk çocuk maskarası kesildi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”,sa:254)
Rakip : Karşıt yarışçı, musabakacı
“İki rakip el ele tutuştu. İki demirden yumruk birbirini kavradı.
İki adam da bıçaklarıyla masanın öbür iki yanında yerlerini aldılar. Bıçakların ucu yukarıya dönüktü,
bıçaklardan biri az sonra iki elden birini oyacaktı….. Çevredekiler büyülenmiş gibi bakakaldılar bu sahneye,
soluklarını kestiler. ‘Bir… iki… üç!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:43)
Rakkase :
(AR.; raks’=oynama’dan) :
Oynayan, dans eden köçek, dansçı kadın
“Bir akşam üstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazali’den:
‘Gece:
büyük laciverdi bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.’ ”
(N. Hikmet Ran, “Seçme Şiirler”, sa:18)
Rakugo :
(JAP.,TİYATRO)
Japon geleneksel tiyatro türü
“Bird çocukluğunda berber dekorunda geçen bir rakugo oyunu izlemişti. Berberin çırağı, yakıcı ölçüde
sıcak bir havluyu müşterinin yüzüne basıyor, havlu çok sıcak olduğu için eline geri alamıyor ve öylece
müşterinin yüzünde bırakıyordu. O günden beri Bird, yüzü sıcak havluyla örtüldüğünde gülmeden edemezdi.
................ Gülebilmesinin, kendisinin de suçlu olduğunun bir kanıtı olarak görmüştü.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:51)
RALE(İ)GH, (ya da) RALEG; Sir Walter : (İNG.,TAR.,DEN.,EDE.) <rav’li ya da ra’li> : (1552-1618)
İngiliz Saray Adamı, denizci ve kaşifi; şairi
“Sir Walter Raleigh, ender multipolar adamlardan biriydi; saray nazırı, şair ve maceracı bir karakter.
Amerika’nın doğu kıyılarını keşfetti ve maceralarını yazdı. Keşfettiği Guyana adalarının tarihçesini yazdı, oraya
bağlı bir birlik kurmaya kaklıkıştı, gereksiz savaşlara girdi, bu arada, daha sekiz yaşındayken, üveay babasının
katledilişine şahit olan Kraliçe Elizabeth I, ‘Ben hayatımda evlenmeyeceğim!’ demesine karşın, sarayda bir çok
erkeklerle, bu arada 1585 senesinde ‘Sir’ unvanını verdiği Raleigh ile yakın ilişkilerde bulundu. Mamafih,
Walter, 1588’de, gizlice, diğer bir saray nazırı olan Sir Nicholas Throckmorton’un kızı Elizabeth’le evlenip bir
de 1592’de bir de oğlu olunca, İngiltere tahtının en kudretli ismi olarak tarihe geçmiş Elizabeth I, Sir Raleigh’i
ve karısını Londra Kulesine hapsetti; bir müddet sonra para cezasıyla kurtuldular ve yine Doğu Amerika
maceralarına katıldılar, Raleigh 1596’da da Guyana valisi oldu. Elizabeth’in en büyük zaferi, İngiltereyi istilaya
kalkmış İspanya armadasını mağlup etmesidir. Gayet inançlı bir Protestan idi ve Katoliklerle de iyi geçimi temin
etti.1603’de öldüğü zaman 90 yaşında, zinde, hala bir şöhret ve kudret idi. Yerine geçen Kral James I, zaten
nefret ettiği Raleigh’i aynı yıl idama mahkum etti; am o, yine alavere dalavere ile kendini kurtararak kıyılara
açıldı. Bir ara, yerleşik İspanyollar arasında bir kıyım oldu, mesul kimse Raleigh idi, hastalanmıştı, bir ihmal
olayıydı dedi, ama İngiltere’ye döndüğü anda, idama mahkum olduğu yılın (1903) cezası bu kez uygulandı: Sir
Walter Raleigh, idam edildi (1618): James I:’in kendisi 1625’e kadar yaşadı. (Bazı ayrıntılar, “Ana Britannika”
dan derlenmiştir. İ.E.)
“KRALİÇE ELİZABETH I ve SIR WALTER RALEIGH
ARASINDA GEÇEN ŞİİR TARTIŞMASI
<Raleigh’den Elizabeth’e > (1587)
-------------------------------Ve yalnızca kralları devirdiğinde sevineceğim Talih.
Yeryüzünü ve dünyaya ait olanları yöneten Talih,
Aşkımı alıp götürdü, erdemin gücüne rağmen:
Nasıl adil olabilir böylesine kör bir tanrıça?
Bilgeliğin gözleriyle anlaşılır bu kör talih,
Sonra aşkım görünür, her zaman var olan aşkım.
Fakat şimdi elveda, sevgilim - talih ele geçirse de seni,
Güçsüz ve kahpe talih, asla değiştirmeyecek beni.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.08.04)
rallentendo : (ITA.,MUS.) <ralen’tendo> : Yavaş yavaş sesi ve tempoyu ağırlaştıran, yavaşlatan müzik eseri
Ramak, Ramak kalmak : Handiyse, neredeyse olmak; az kalsın, kıl payıyla
“Rabia’nın evi, dükkandan tavan arasına kadar badana oluyor, tavanları, kapıları boyanıyordu.
Osman’ın alışık olduğu hayat şeklini düşünerek, Kanarya yukardaki iki odayı Avrupai bir üslupla döşemeyi
teklif etti. Sabiha Hanım itiraz etti. Rabia, doğal olarak Sabiha Hanım’ın fikrini tuttu. Kavgaya ramak kalan
uzun tartışmalardan sonra uzlaştılar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:327)
“İçelim! Neden bekliyoruz yanmasını kandillerin?
Ramak kaldı şur’da batmasına güneşin.
Getir, ey saki, büyük kupaları, renkli kupaları
unutsunlar, diye kederlerini verdi insanlara
şarabı Semele’yle Zeus’un oğlu...”
(Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:135)
“ ‘Strathmore’un bu gizli eklemesiyle, aslında, Uçan Balıkla şifrelenen herhangi bir şifrenin yalnızca
NSA’nın bildiği gizli bir paraloyla çözülebilmesi amaçlanmıştı. Strathmore’un, bu milli şifreleme standardını
NSA’nın o ana dek yaptığı en büyük istihbarat darbesine dönüştürmesine ramak kalmıştı.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:107)
“Kendini bir doğruyu yazmaya zorlayanın acımasızlığı, en çok kendisine acıverir; yazarın çektiği, okura
çektirdiğinin yüz katıdır. Zaman oluyordu, bu duyarlılığın romanı -doğru, yolun bu olmamasına karşın- bitirmem
için beni kandırmasına ramak kalıyordu.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:171)
“Park sokağı polisinin benim kayboluşumu araştırmalarına ramak kala taksi beni pansiyonda indirdi.
Biçimsiz şapkam, dört günlük sakalla kaplı çenem ve kirli giysilerimle beni arabadan çıkarken görünce, Mrs.
Riberio neredeyse bayılıyo
rdu.”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:82)
“SOLANGE - Yalan söylüyorsun Claire. Koridoru gözlüyordum.
CLAIRE - Uydurma! Hanımın beni suçüstü yakalamasına ramak kalmıştı.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:29)
“Bu günlüğün sayfalarını iyi yazmak isteği onları samimi olmak meziyetinden bile mahrum bırakıyor.
Hiçbir vakit, edebi bir değer taşıyacak derecede iyi yazılamadığı için, bunlar, bir mana da ifade edemiyor. Hepsi
kendilerine bir ilgi sağlayacak olan bir başarı beklemekte, bir şöhret ümidiyle yazılmış oldukları hissini
vermektedir. Bu isteği şimdi hor görüyorum. Beğendiğim, saf ve saygılı birkaç sayfadır; geçmiş günlerden
kendimde en çok beğendiğim dua anılarıdır. Bütün bunları yırtmama ramak kalmıştı; bununla beraber çoğu
sayfaları da yok etmiş bulunyorum.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:20)
“-... Öyle sanıyorum, bu şatonun yakınları özellikle göz altındadır; özel bir polisin adamları dolaşıyor
durmadan. Şüphe uyandırmamak için, en değişik kılıklar altında çıkıyorlar ortaya. Öyle becerikli, öyle becerikli
ki bu insanlar!..... benim de geldiğim akşam azıcık yükümü istasyondan, indiğim yere götürmesine izin verdiğim
hamaldan sakınmamakla herşeyi altüst etmeme ramak kaldığını söylersem ne dersiniz, Monsieur?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:107)
“Kardinallik döneminde usta ve ateşli bir boncuk oyuncusu olan Papa XV. Pius, papalık koltuğuna
oturduktan sonra, kendisinden önceki papalar gibi bu oyuna kesin oalarak veda etmekle kalmayıp aynı zamanda
onun işini bitirmeye çalışmıştı; Papa XV. Pius zamanında Katoliklerin Boncuk Oyunu oynamasının
yasaklanmasına ramak kalmıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:40)
“Diz çöküp yalvaran ve annemsi bir sevecenlikle ricası geriye çevrilen bir aşık rolünü oynamama
ramak kaldığını düşündükçe, iliklerime kadar ürperiyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:65)
“Yaklaşık bir ay sonra yeniden ayaktaydım, ama neredeyse iki yıl daha kaldım. Kısa süre sonra iyi
anlaşabiliyorduk ve artık bu insanların yanında kalmama ramak kalmıştı.”
(M. Krüger, “Tuhaf Bir Öykü”, sa:86)
“ ‘Haydi kalk, Delgadina, giy şu ipekli eteği,’ diye şarkıyı söylüyordum kulağına. Sonunda, kralın
hizmetkarları kızı yatağında susuzluktan ölmüş olarak bulduklarında onun adını duyar duymaz sanki benim kızın
uyanmasına ramak kalmış gibi geldi bana. Demek buydu adı: Delgadina.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:58)
“Dağları aşıp uçsuz bucaksız bataklıklarda yolunu yitiren, azgın ırmaklarla boğuşan, umutsuzluktan,
başına gelen belalardan ve yırtıcı hayvanlar yüzünden ölmesine ramak kalan ulak, sonunda postayı götürüp
getiren katırların geçtiği yola sapan patikayı buldu.”
(H.H. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)
“Taşkınlıklarla dolu öğle sonrası falsolarının ve Hindi’nin coşkulu aceleciliklerinin en büyüğü, yemekte
olduğu bir zencefil çöreği, dudaklarının arasından alıp damga niyetine bir ipotek senedine bastırmasıydı. Onu
kovmama ramak kalmıştı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:24)
“Hiç ölen yok. Genç bir televizyon muhabirinin ise şansı yaver gitmiş, yanından geçerken gözü
kamerasına takılan bir yaya ona, ana kraliçeninki ile tıpatıp aynı olan bir olayı ilk elden anlatmıştı, ‘Gece
yarısına ramak kalmıştı,’ diye sözlerine başladı, ‘can çekişir gibi görünen büyükbabam, saat kulesinin son
vuruşundan biraz önce birdenbire gözlerini açtı, atacağı adımdan adeta pişman olmuş gibiydi ve ölmedi.’ ”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13-4)
“HECTOR - Bir saniye gecikseydim, kadıncağız öbür dünyayı boylamıştı.
MAZZINI - Vah vah. Demek ölmesine ramak kalmıştı. Bereket tam zamanında imdadına yetiştiniz.
Ellie’ciğim, Mr. Hushabye bana akıllara zarar...”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33)
“Vanina, erkek kılığına girmiş olduğu ve sırtında, Casa Savelli üniforması bulunduğu halde, güvenlik
bakanının en gizli belgeleri arasında yarım saat vakit geçirmeyi başarmıştı. Sanık Pietro Missirilli’ye ait gündelik
raporu ele geçrdiği zaman, derin bir hoşnutluk hareketi yaptı. Bu kağıdı uzatırken elleri titriyordu. O adı okurken
bayılmasına ramak kaldı.”
(Stendhal, “İtalyan Hikayeleri”, Cilt:1, sa:164-5)
“Fabrice Napoli’ye orta halli bir araba ve halasının kendisine gönderdiği Milano’lu dört sadık uşakla
geldi. Bir yıllık öğrenimden sonra, hiç kimse onun akıllı bir insan olduğunu söylemiyor, herkes ona pek eli açık
ama, biraz hovarda, titiz, ciddi bir büyük senyör gözüyle bakıyordu. Fabrice yönünden oldukça eğlenceli geçen o
yıl düşes için perk korkunç oldu. Kontun üç dört kez durumunu yitirmesine ramak kaldı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:148)
“... Herkes ona gitmek ister, herkes onun kaderinden ürkerek çekilir; herkes hisseder ki o ölümden ve
batıştan bir ramak uzaktadır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:10)
Ram etmek; Ram olmak : Başkalarını kendine boyun eğdirmek; boyun eğmek, buyruğu altında olmak
“Roma polis ve mahkemesinin başları, karnavalı açmak için, sadece ilk günü böyle şatafatla Korso’dan
geçiyorlar. Fakat aynı hakka sahip olan Albania Dükü, bu eziyeti halka her gün reva görüyor ve bu komedyayı
her gün tekrarlıyor, böylece onun kırallık hususundaki emelleri, kıralları bile ram eden karnaval kraliçesinin
çılgınlıklarını hatırlatıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:231)
Rampa : Yanına çok yaklaşık bulunmak (Borda edecek gemi gibi)
“Serseri bir dalgınlıkla gözlerini yanından geçen bir kadına dikmişti. Bu hayranlık yüzüne alayla karışık
bir hasret süzgünlüğü vermiş, yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omuzuna vurarak:
-Nihat, dedim, bu dalgınlık ne?
Bu ansızın olan rampadan biraz şaşalayarak yanıt verdi:
-İşte görüyorsun ya! Şu güzel nazenine daldım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:161)
rampart : (YAPI;ASK.) <rem’part> : kale duvarı, siper, istihkam
ramshackle : (KOLL.) <rem’şakl>: -sıfat- viran, perişan, harap olmuş, yıkılacak halde
ramsinga : (MYTH.,MUS.;HİNT) <ram’singa> : H i n t kökenli bir müzik aleti. İnce madenden yapılmış,
dört borudan oluşan bir çeşit uzun TROMPET.
“Çok uzun bir soluk gerektiren bu çalgının sesi çok uzaklardan duyulabilir. T h u g s’lar (Bk!) bu çalgıyı
kutsal B a n y a n ağacının yanında çalarlar, ağacın gövdesindeki bir yarıktan, yeraltındaki tapınaklarına
giderlerdi.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 620)
ranco(u)r : (HİS,PSYCH.,DAVR.) <ren’kur> : şiddetli kin, gares
Randevu; Randevu almak : Birine-bir yere, belli bir yerde ve belli bir saatte, buluşmak; bunun için söz
vermek
“Tapınakla valinin ikametgahı arasında pek bir mesafe yoktu, ama İsa oraya asla varamayacağını
düşünüyordu; ıslıklar çalan, yuhalayan halk değildi bu düşüncesinin sebebi, tüm bunlar bir kralın bu acıması
halinin yarattığı hayal kırıklığının göstergesiydi. İsa ölümle randevusuna geç kalmak istemiyordu, yoksa Tanrı
bu yana bakıp şöyle diyebilirdi: Neler oluyor orada, ahdimize ihanet mi ediyorsun yoksa?”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:400)
Randevuevi : Özel Genelev
“Ama sabahın bu saatindeki koridora karşılık oda, bar, çok daha parlak, aydınlıktı. Bir randevuevinin
kötü niyetli, soğuk, gri koridoru; saat dört. Bütün bu oda kapıları kışladaki kapılar gibi birbirini andırıyor. Hepsi
aynı eski püskü kapılar. Bu sefil yoksulluk.” ….. “Yıl 1920. Orada balık tutar avlanırız çok zaman önceki gibi.
Dinle…’ Gerçekten de Olina bu baladı mırıldanıyor ; Andreas artık olan oldu diye düşünüyor, bir Polonez
randevuevinde gri, soğuk bir sabah, önünde mırıltıyla okunan bir balad…”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:114;115)
rankle : (TIP,PSYCH.,KOLL.) <re’nkl> : Cerahat toplanmak, iltihaplanmak; yüreği dert olmak, hala acımak
ransom : (HUK.,PARA,KOLL.) <ren’sım> : Fidye, esaretten kurtarma; para karşılığı serbest bırakmak
rant : -isim, fiil- (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <re’nt> : Ağız kalabalığı yapmak, atıp tutmak, mubalağalı söz
rap : isim, fiil- (DAVR., KOLL.,HUK.,) <re’p> : Darbe, vuruş, kapı çalınması; çalıp çırpmak, vurmak;
take the rap : cezasını ödemek; Çok ufak para, cüz’i şey, en ufak şey : I don’t care a rap : Hiç umurumda değil
Rap (diye) (birden durmak, hazırola geçmek, selama durmak) : Anide vücudu kasarak esas duruşa geçmek;
askeri geçitlerde kıtaların düzgün adım atışlarının çıkardığı ses
“‘Gız ninee, bubam geliyor!’ diye bağıırdı. İndi. Avlunun çatma kapısını açtı. Önden inek girdi. Ahmet,
rap diye ‘esas duruş’a geçti. Elini şapkasına getirerek selam aldı... Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını
izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’
dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalge geçiyor benimlen.’ Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu.
Tepeden tırnağa bir süzdü. ‘Iraat!..’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9-10)
Rap Rap yürümek : Sert, düzgün, asker adımlarıyla, sanki alayda geçer gibi yürümek
“‘Bir şey çal, büyükbaba, lütfen.’
‘Çalayım mı?’
Örtüyü piyanonun üzerinden aldı, kapağı kaldırdı, oturup Mozart’ın ‘Türk Marşı’nı çalmaya koyuldu.
Laura salonda rap rap yürüyerek volta atıyor, vitrinde duran minik porselen bibloları titretiyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:132)
rapprochement : (FR..DAVR.,) <rap’roş’man> : İyi ilişkiler kurma ya da yeniden kurma, ilşkiye girişim;
(PSYCH.) : Çocuk analistlerine göre, küçük çocuk, büyümesi gereği, 2,5 yaş civarında anneden sözüm ona
‘independent’ olmak, bir az olsun uzaklaşmak ister, fakat başaramaz, tekrar annesine bağimlılığına döner. Bu
periyodun ismi ‘Raproşman’dır <M. Klein>
rapscalion : (DAVR.) <rep’skel’yın> : Haylaz, çapkın, serseri
Rapsodi : (MUS.) Belirli bir kalıp ve biçimi izlemeden, özgür olarak, halk melodi’leri-ezgi ile bestelenmiş
çalgı müziği. Eski Yunan’da, Rapsodi’nin başlangıçları Homeros’un şiirlerindeki olayları işlerdi
“Ama, kendisinde büyük bir soyluluk, az bulunur bir zevk ve kibarlık vardı. İnsan onun konuştuğunu ve
mavi gözünü kendinden geçmiş halde gördüğü, yahut şarkılarını okurken evdeki camların şangırdadığını
duyduğu zaman, eski rapsodi okuyucularının başlarında asma yaprakları ya da menekşelerden yapılmış taçlarla
saraydan saraya dolaşıp, henüz vahşi olan insanları nasıl evcilleştirdiklerini anlardı. Gerçekten, onu gördüğüm
ilk andan itibaren bu gencin, insan soyunu değerlendirdiğini anladım.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:182)
Raram facit misturam cum sapientia forma : (LAT.,FELS.,KOLL.) <ra’ram fa’kit mistu’ram kum sapien’tia
Forma> : Güzellik ve erdem nadiren birlikte bulunurlar = Beauty and wisdom are rarely found together (İNG.)
Raspalamak : Raspa (iri dişli bir törpü türü) ile paslanmış ya da boyası değiştirilmek arzu edilen materyalin
yüzünü tıraş etmek; temizlemek, törpülemek
“BOYLAM
Karanlığı raspalayan
eğik ışıklar altında
yaz boyunca kumullar yaratan eller
taşların ufalanıyor
yeniden yanında yatman için.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:19)
Rasputin , Grigory Epimowich : (RUS,MYTH,TAR.) <Ras’putin, Gri’gori Epi’moviç> (1871-1916)
Keramet sahibi olduğu iddia edilen Rus keşişi. Okuma yazma bilmediği iddia edilir. Hile hurda ile II. Nicholas
ve eşi Çariçe Aleksandra Fyodrovna yı kafese koyup güvenlerini kazandı; ama bir gün, akrabaları ve bir sağcı
vekil tafaından öldürülmek zorunda kalındı.
Ras(t)gele : Tesadüfen, şansa bağlı; Özellikle balığa çıkanlara ya da ev arayanlara, ‘kolay gelsin, kısmetiniz
bol olsun!’ bağlamında söylenilen sözcük
“Derslerimle, son okuduğum kitaplarla ilgili rasgele birkaç soru sorduktan sonra arkasına yaslandı ve
dururp dururken, ‘Sana teşekkür etmek istiyorum Walker. Bana çok önemli bir hizmette bulundun,’ dedi.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:48)
“Mersault, alandan Zagreus’un villasına inen yola koyulmadan önce bir an durdu. Eşiğe gelince yeniden
durdu ve eldivenlerini giydi. Sakat adamın aralık tutuğu kapıyı açtı ve rastgele kapattı. Koridorda ilerledi, soldan
üçüncü kapının önüne varınca kapıyı çaldı, içeri girdi. Zagreus oradaydı.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:23)
“BEYAŞK
-----------Bir zamanlar başıboş bir yosun vardı
Bir zamanlar bir kral ve bir kraliçe vardı
Tül ve tisor akıntıları içinde
Çok şeyler, çok kınanası edimler
Çok gün batımları
Çok denizkızı batımları görmüş bir yosun.
Rasgele dolaşıyordu sularda, perhiz ve gençlik
pişmanlıkları içinde yaşlanmış kızların
pencere kıyılarında toprak saksılarında canları
sıkılan rezedaları (*) düşleyerek.”
(*)Rezede: Kumsallıkta yetişen muhabbetçiçeği familyası;
orta boylu bir ağaç, tohumları kandil yağı imalinde kullanılır.
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:94)
“İnsan Mısır’da hep böyle kendisini koyverirdi. Onu İskenderiye yakınlarındaki Hosnani topraklarına,
göller ağının üzerine kurulmuş, dört yöne yayılmış olan eski zaman evine getiren o rastgele tanıtma mektubuna
bin teşekkür ediyordu. Evet.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:11)
“Walsh ile ikisi <Trigger> sık sık birlikte alıp başlarını gider -Walsh’ın Vole’den kiraladığı on ikilik
tüfekle- ve kontluk ormanında rasgele ateş ederlerdi. Toprak sahibi Trigger’a izin vermişti, nerede ne zaman
isterse avlanabilirdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:265)
“Çömezler şaşkındılar; toy oğlanların duyarlığıyla koro yerine egemen olan gerilimi gene de
sezinliyorlardı; tıpkı benim sezinlediğim gibi. Sessizlik ve tedirginlik içinde birkaç uzun dakika geçti. Başrahip
birkaç ilahi söylenmesini buyurdu ve günbatımı için Kural’ın öngörmediği rasgele üç ilahiyi işaret etti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630)
“... o kaya, Açıl Susam örneği açılıp öldürücü bir tarraka kustu. Kumandanımız Bill, alnının ortasına
ve göğsüne yağan yüzlerce merminin etkisiyle, son duasını söyleyemeden düştü kaldı. Kendimizi daha
toparlayamadan bir yaylım daha ve bu kez Dick ,dünya dışı bir haykırışla yere uzanıverdi. Thompson’u rasgele,
ürkek yıldızlara ve hala saklambaç oynayan aya lanet okurcasına kurşunlar yağdırdı, ama nafile.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:130)
“Çocuk sardalyelerle, gazete kağıdına sarılı iki yemle dönmüştü şimdi; ayaklarının altında çakıllı
kumları duyarak, tekneye gittiler, kaldırıp suya indirdiler onu.
‘Rastgele ihtiyar.’
‘Rastgele,’ dedi ihtiyar adam.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:24)
“Bu dünya düzeni ki
rastgele süprüntülerinden bir yığın”
“Rastgele varsayma
büyük şeyler üstüne”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:16;142)
“Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor,
yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara
tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu
boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
“Yüzyılımızı aydınlatan beş altı büyük ayrık dışında, çağımızın hayranlığı miyopluktan başka bir şey
değildir. Yaldız, altın yerine geçer. Rastgele biri olmak zarar etmez, yeter ki sonradan görme biri olsun. Bayağı
insan, kendi kendisine hayranlık duyan ve bayağılığı alkışlamayan ihtiyar bir narsisttir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:97)
“Deniz kıyısından yürüdüm, çamlarla denizin kokusunu soludum. ‘Şimdi’ diye düşünüyordum; ‘artist
mi, yoksa rastgele, imkansız olanı isteyip deneyecek, tehlikeli derecede atak bir insan olup olmadığı
anlaşılacak!’ Acaba ölüyü diriltmeyi deneyecek mi?”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:185)
“... her defasında da yaşlılar gibi düşünmeyi öğrenememiş doksan yaşında bir adamım ağzından
yazıyordum. Aydın kesim, her zamanki gibi pısırıklık etmiş, kendi arasında bölünmüştü, hatta en akla gelmedik
yazıbilimciler bile el yazımı rasgele analiz ederken anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Kamuoyunu bölen, polemiği
kızıştıran, nostaljiyi moda haline getiren de onlar oldu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67)
“Onu her seferinde daha çok kaygılandıran bellek kaymalarını, kağıt parçacıklarına alelacele
çiziktirilmiş notlarla olabildiğince gideriyordu; sonunda bu notların hepsi de, tıkabasa dolu çantasının içine
rastgele atılmış araç-gereçler, ilaç şişeleri ve bir yığın başka şeyler gibi, ceplerinin içinde birbirine karışıyordu.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:11)
“ÇİFTLİKTE BİR İŞ TATİLİ
Bu tatil, bırakıyorum gündelik
işlerimi, Miller’in yapıtlarını
incelemeyi, akşamları ateşin yanında,
çiftlikte, çiftçilerle, oturma odasında,
otururken, iş olsun diye bir örgü
örüyorum, rasgele, örneksiz, kaldırıp
başımı, gösterdim ördüğüm şeyi,
sordum neye benzettiklerini
yanıtladılar ‘üç inek memesi’ ”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“DÖRT ŞARKI
III. Flütlerim Ağıdı
Ay dalgaları... Anılar
izler yapıyor kat kat rastgele
eski ezgileri karıştırarak yenilerle.
Ay dalgaları... götürün beni anılara,
kan gülleriyle, beyaz zambaklarla
süslenmiş sağlam eyeriniz üzerinde
açarak bacaklarımı iki yana...”
(Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08)
“Sokakta Gülen Çocuk <4 ekim 1934>
Sokakta gülen çocuk,
Rast gele duyduğun şarkı,
Şu saçma resim, o çıplak heykel,
Sınırı olmayan iyilik -”
(Fernando Pessao<1888-1935>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“Ey yaratılışı tamamlayan: toprağa ve sulara yağmur olarak düşen, kayıtsızca düşen, rastgele düşen
nesne, daha saydam ve yasayla daha mutlu olarak her şeyin arasından dirilir ve yükselir ve uçuşur ve gökleri
yaratırsa, bizim yağışlarımız da senden yükseldi ve dünyanın etrafına müzikle bir kubbe ördü.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:104)
“İSMENE
----------Sanırım taşınmayacak kadar
ağır bir yüktür insanları yönetmek ve komut vermek.
Sonunda da, herkes yönettiği neyse onunla yönetilirherkese ve her şeye duyduğu o sınırsız kuşku dışında;
sessiz madenden bir hançerdir bir kuşun gölgesinin
rastgele bir odaya girişi
bir akşam saatinde. Bu yüzden günbegün daha da
zorbalaşır zorbalar.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin.”, sa:194)
“Böylece bu dünyaya tamamen yabancılaşmama neden olan mutsuzluklardan önce bile her şey beni bu
dünyanın ilgilerinden sıyrılmaya yöneltiyordu. Yoksulluk ile zenginlik, erdem ile yoldan çıkma arasında
yalpalayarak, yüreğimde hiçbir kötülük eğilimi olmadığı halde, alışkanlıktan ileri gelen kötü huylar taşıyarak
aklımın kurduğu esaslara dayanmaksızın rasgele yaşayarak, görevlerimi horgörmeksizin unutarak, ancak çoğu
zaman onları yeterince kavrayamarak, kırk yaşıma geldim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:49-50)
“Birkaç saniye sonra öteki körler kolları bacakları biribirine karışarak, kasalara rasgele asılarak,
birbirleriyle, ‘Bunu ben götürüyorum,’ ‘Hayır, ben götüreceğim,’ diye tartışarak itişip kakışmaya başlamışlardı
bile. İpe yapışıp oldukları yerde çakılı kalanları bir başka sinirlilik, bir başka korku sarmıştı; gösterdikleri
tembellik ya da ödleklik yüzünden, yapılan paylaşmadan dışlanma korkusuydu bu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:95-6)
“Benim aşkım ikbalden rastgele doğmuş değil
Belki, babası yoktur, Talihin piçi denir;
Onu sevip sevmemek, Çağın keyfine kalsa
Otlarla ayıklanır, çiçeklerle derlenir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:289, sa:124)
“En küçük bir umut olmadığını bile bile yatıyor, uyumaya çalışıyordu. Aklına yeni yeni şeylerin
gelmemesi için rasgele düşüncelerin sözcüklerini durmadan fısıldıyordu. Kulak kabarttı; delice, tuhaf bir
fısıltıyla şöyle tekrarladığını duydu: ‘Değerini bilmediğin, ayağına gelen nimeti teptin; değerini bilmedin,
ayağına gelen nimeti teptin.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:791)
“PASCAL’IN VASİYETİ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-2>
IV
Onun cansız gövdesi üzerine
rastgele yayılan gece
gerektiğince yorumladı
onun son dileğini:
son anda bulduğu bir gerçeği
açıklamaya hevesli
ben-merkezci inançlı birinin
gereksinimi değil de.
saygın ve tümüyle insanca bir jestini
boş belgesini gelecek kuşaklara
bırakma isteği olarak.”
(Harris Vlavianos-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.07.04)
“Kendi sesini duymak onu ürpertti, yine de yankının kendisini duyacağını ve uyuyan şehri rüyalarından
uyandıracağını neredeyse umdu. Oradan rastgele geçen birini durdurmak ve her şeyi anlatmak için çılgınca bir
arzu duydu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:21)
“Köylü, asırlardan beri her topraktan almış, toprağa bir şey vermeyi aklından bile geçirmemişti; yalnız,
iki ineğiyle bir beygirinin, kıskana kıskana kullandığı gübresini bellemişti; sonra, işin üst tarafı Allaha emanetti,
tohum, rasgele her toprağa atılıyor, rasgele filizleniyor, filizlenmezse, doğaya sövülüp sayılıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:201)
“... tiyatro yazarları yüz kadar trajediye yetecek malzemeyi orada bulmaktadırlar; bilginler, tıka basa
karnını doyurmuş bir insanın sofra artıkları imiş gibi rastgele bir yana atılan bir sürü fikri ve problemi yine orada
bulmaktadırlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Balzac’, sa:44)
Rastığı çatık çekmek : Müslüman kültüründe, hanımlar yaşlanınca saçlarına kına yakar, kaşlarına rastık
çeker -gençler de rastık çekebilir- Rastığı çatık çekmek, onu iki gözde birbirine yakın çekmek demektir.
“Eğer saçlarına kına koymuşsa artanını parmaklarına ve rastık koymuşsa, fazlasını kaşlarına koymuş ve
çekmiştir. Hele bazısı rastığı çatık da çeker ya! Eğer çatık çekmezse orta yerine bir çizgi ile bir de nokta koymak
mecburi gibi bir şeydir. Bu noktada o kadar büyük manalar vardır ki onu en büyük alimler anlayamaz..... Vallahi
ben anlamış olsaydım söylerdim.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:27)
Ras(t)lamak; Ras(t)lantı, Rastlantısal : Tesadüfen karşılaşmak; Tesadüf, şans, rasgele
“EN KARANLIK...
En karanlık canlar böyle uçuşuyor...
‘Saçmalayacağım, dinleme beni.
Bir rastlantıydı geldin, dalgınlıkla,
Hem hiç acelen yok.
Kal benimle, biraz daha kal.
Hatırlıyor musun, birlikteydik Polonya’da?’ ”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:58)
“ESİNLE YÜZLEŞMEK
----------------------------bilmeyişimizin
rastlantısal gücünü, tabii ki
bunu anlatmak,
anlamak demektir sözcüklerin
bizi nasıl yarı yolda bıraktığını,
hiçbir şeyin söylenişine
benzemediğini, bu sözcüklerin bile.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:92)
“Yoksulluktan kolu kanadı kırık, gözüpekliğine o sırada kendisi de şaşan o yoksul genç sanatçı, IV.
Henri’nin çok güzel bir portresini borçlu olduğumuz ressamın dairesine belki de giremeyecekti; ama rastlantı
kendisine olağanüstü bir yardımda bulundu..”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12-3)
“Yargıç oradan bağıracak, ‘Eski subay, susunuz!’ Ben de ona bağıracağım: ‘Beni susturmak için kim
sana yetki verdi? Niçin kör bir raslantı elimden en değerli varlığımı aldı? Yasalarınızı dinlersem elime ne
geçecek? Hepiniz bana vız gelirsiniz. Şimdi buradan çekip gidiyorum.’ ”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler-Uysal Kız”, sa:144)
“Ama artık savaş, çokuluslu kapitalizmin doğası nedeniyle savaşan cephelerle sınırlı kalamaz. Irak’ın
Batı sanayicilerince silahlandırılması bir rastlantı değildir. Tek tek devletlerin denetimi dışında olması, gelişmiş
kapitalizmin doğasında vardır.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:19)
“Frengistan’da toyluğuma rastlayan ilk seyahatim böyle geçti. O zaman hemen anladım ama, taşra
sınırları içimde kopmaya başladı. Dünya’nın Yunanistan’dan daha zengin ve daha geniş olduğunu, güzellikle acı
ve kuvvetin, Girit’le Yunanistan’ın kendilerine verdiklerinin dışında başka biçimlere de girebileceklerini
gördüm.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179)
“Kafamda bunları döndürüp durmaktan yorgun düşmüş olmalıydım ki, uykuya dalmışım. Sabaha karşı
tekrar uyanınca, aklıma beyaz Renault geldi. Fazla mı abartıyordum acaba olayı? Belki de her şey bir
rastlantıdan ibaretti.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:40)
“Çok geç yatıyor ve dikkatle kapanıyordu. Her zaman elini uzatınca alabileceği silahlar hazırlamıştı.
Geceleri çok kez, birisiyle kavga ediyormuş gibi, yüksekten konuşurdu. Son gece, raslantı olarak, hiç gürültü
yapmamıştı. Hizmetçi, ancak pencereleri açmaya geldiği zaman bay John’un öldürüldüğünü görmüştü.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-El”, sa:121)
“GİZLİ SEVDA
Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rasladım
Sevindi beni görünce.
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.”
(Behçet Necatigil<1916-1979>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:448-9)
“Ben kızlarla birlikte büyüdüm, birbirimizin mısır ezmesini çalar, aynı döşekte yatardık. Kızların
büyüğü Angiolina benden bir yaş büyüktü; ancak on yaşındayken Virgilia’nın öldüğü kış, bir rastlantı sonucu
onun kardeşi olmadığımı öğrenmiştim.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:10)
“Bir gün, Maria Elvira Teyzem, José Dinis ve ben, Mouchao de Baixo’da bir kavun tarlasındayken,
nasıl oldu hatırlamıyorum, ama eminim öyle sıradan bir rastlantı değildi, Alice ve annesi babasıyla karşılaştık ve
benim o kindar kuzenim, kızın ona gösterdiği ilgiden çok daha fazlasını bana gösterdiğini görünce, ondan
bekleneceği gibi öyle bir kıskançlık krizine tutuldu ki, elindeki kavun dilimini tutup suratıma fırlattı.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:45)
“ADAM <1953>
Adam şapkasına rasladı sokakta
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:13)
“Pembe bir elbise içinde orada oturuyordu; sakatlığını ne bir örtü ne de bir kürkle gizlemişti. O keyifli
ortamda kimsenin de bunu düşünecek hali yoktu. İlona’ya gelince; bence hafiften çakırkeyifti, gözleri pırıl pırıl
parlıyordu ve güzel omuzlarını gülerken geri attığı zaman bir rastlantı yaratıp çıplak kollarına dokunmaktan
kendimi zor alıkoyuyordum.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:77)
ration : (ASK.) <rey’şın> : Asker tayını, vesika usulü ile sınırlama; tayınını vermek; rational : akıl
sahibi, akıllı, makul; insaflı, mutedil; (MATE.) : Rasyonel sayı; rationality : makuliyet; rationally,
rationalness : makul olarak, mantıkla; rationally : maktıkla; rationale : zihniyet, mantıki esaslar, ana
prensipler, gerçek ya da esas prensiplerin açıklanması; rationalism (DİN, FELSE.) : İlham olmaksızın, aklı
kullanarak gerçeklere inanma; rationalistic : akılcılık felsefesini uygulayan kimse; rationalize : makul kılma
Rationalization : (İng.: Reyşıonalizeyşın; Fr.: Rasiyonalizasyon; Uslamlama, Haklı Çıkarmak; Haklamak)
(PSYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
raucity, raucous : (TIP,SES) <ro’siti, ro’kus> : Boğukluk, ses kısıklığı; boğuk sesli, kısık sesli
rave, raving : (DAVR.,PSYCH.,İNG.) <reyv, rey’vin> : Deli gibi abuk sabuk konuşmak, bağırmak, ortamı
altüst etmek; DEN.: Dalgaların kudurmuş gibi kalkınmaları; KOLL.: Birinden, ne kadar heyecanlı ve zeki,
yaratıcı vb. olduğunu anlata anlata bitirememe
raw : (COLL.) <rov> : Çiğ, pişmemiş; işlenmemiş, terbiye edilmemiş; tasfiye edilmemiş, arınmamış; derisi
yüzülmüş; soğuk ve rutubetli; acemi, tecrübesiz; (FİG.) : derisi yüzülmüş yer; derisini yüzüp acıtmak; rawboned
: kemikleri çıkık, çok zayıf; raw cotton : çekirdeklerinden ayrılmamış pamuk; raw deal : haksız muamele;
rawhead : umacı; rawhide : tabaklanmış deri, ham deri, ham deriden yapılmış kamçı; raw materials : ham
maddeler; raw silk : ham ipek; raw spirits : safi alkol; rawish : haince, acemice, oldukça çiğ; rawness :
çiğlik, hamlık, rutubet; derisi yüzülmüş olma
(Yeni Redhouse Lügati)
ravioli :
(İTA.,YEM.,KOLL.) <ra’viyoli> : İtalyan mantısı
Raydan çıkmak : Herhangi bir toplumda, yasa ya da kural dışı bir suç işlemek; Kişisel yaşamının ve hayat
yolunun yönünü çıkmazlara sokmak
“Odanın kapıya yakın kısmındaki devasa masada ise, yemek sonrası olsa gerek, hafifçe yağlanmış ve
pembeleşmiş yanakları parlayan üç doçent oturmuş kahve içiyorlardı. Bird, üç adamı da sima <yüz, çehre>
olarak tanıyordu. Adamlar, Bird’ün üniversitesinde ondan daha kıdemli olan geleceği parlak araştırmacılardı.
Bird haftalar boyunca kendini içkiye vurduğu için raydan çıkmamış olsaydı, o üç adamla aynı kariyer
basamaklarını tırmanabilecekti.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Sorun”, sa:56)
“ ‘... Nasıl bir adam olduğumu sen bilirsin. Fena biri değilim değil mi? Pek akıllı değilim, ama
gayretliyimdir. Parti için elimden geleni ardıma koymadım, değil mi? Belki beş yılla kurtulurum, ne dersin?
Belki de on yılla? Benim gibi bir adamın, çalışma kampında da Partiye yararı dokunur, değil mi? Bir kez raydan
çıktım diye beni öldürmezler, değil mi?’ ”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:190)
Rayına oturmak : Genellikle bir işin, olması gerektiği şekilde gelişmesi; Düzenli işleyiş
“Sıkı ve zorunlu birkaç haftalık çalışma iyi geldi bana. İşler giderek rayına oturup bana duyulan
gereksinim azaldığında dört bir yanda otlaklar yeşermeye başlamıştı...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161)
“ ‘Bu dünya atlasının neden hep Afrika sayfası açık?’ dedi Bird. Bu kez kendi kendine. Kitabevinin
sahibi o atlas içerisindeki en güzel yerin Afrika sayfası olduğunu mu düşünüyordu acaba? ........ Afrika
haritasının bulunduğu sayfayı açık bırakmak, atlasın durmadan eskidiğinin kanıtından başka bir şey olamazdı.
Peki, siyasi ilişkileri iyice rayına oturmuş asla eskimeyecek bir haritası olarak nereyi seçmek uygun olurdu
acaba?”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:11)
razz : (DAVR.,KOLL.) <re’z) : Şiddetli tenkit, alay, istihza
Razı; Razı olmak : Kabul, yeterli, uygun; Kabul etmek, kabullenmek:“Allah razı olsun: Allah kabullensin!”
“ ‘Lütfen,’ dedi ona, ‘kızımızı kurtarın. Arkadaşlarının itiraflarının sebebi de...’
Kocası kadının elini sıkarak sözünü yarıda kestiyse de engizisyoncu cümleyi tamamladı:
‘işkence görmüş olmalarıydı. Siz ki bunca zamandır tanıdığım, İlahiyat’ı her yönüyle enine boyuna
tartıştığım insanlarsınız; bilmez misiniz ki Tanrı onlardan razı olsa acı çekmelerine ya da olmayanı itiraf
etmelerine sla izin vermezdi. Azıcık canları yanmakla ruhlarındaki şerri söküp atmak mümkün müdür sandınız?
Kutsal Papa IV. Innocentius bundan üç yüz sene evvel (?) ad extirpanda fetvasıyla işkenceye onay verdi;
‘Keyfimizden işkence yapmıyoruz kimseye; işkence imanımızın bir delilidir. Kalbi temiz olanları Kutsal Ruh
esirger ve avutur.’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:164)
“ ‘Öyleyse Tanrı’nın unuttuğu bir yerde yaşıyoruz biz,’ dedim, tedirgin.
‘Sen, Tanrı’nın kendilerinden razı olduğu insanlara rastladın mı hiç?’ diye sordu William, upuzun
boynunun tepesinden bakarak.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:225)
“Tanrı dünyayı yapıp bitirdiğinde, ellerindeki çamuru yıkadıktan sonra, yeni doğan bütün yaratıkları
çağırıp mağrur bir tavırla şunu sordu: ‘Söyleyin bakalım kuşlar, hayvanlar, yaptığım dünyayı nasıl buldunuz?
Kusurlu bir yanı var mı?’ Hepsi birden melemeye, anırmaya, moo demeye, miyavlamaya, ötmeye başladılar:
‘Hiç yok! Hiç yok’ Hiç yok!’
‘Sizden razıyım,’ dedi Tanrı. ‘Ben de en küçük bir kusur bulamıyorum. Ellerim, kutlanacak eller.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:330-1)
Reaction Formation : (İng.: Reakşın Formeyşın; Fr.: Reaksiyon Formasyon; Karşıt Tepki Kurgusu;)
(PSYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
real : (İSP.) <ri’el) : İspanyada küçük gümüş para ; ‘milli’ olan herşey ‘Real’, İspanya Futbol
karşılaşmalarında, tüm takımları yenip yıllık ‘Milli’ olma-Kral Kupa’sını kazanma (Real Madrid gibi! İ.E.)
REALİSM : (FEL.,DİN,İLAH.,) : Beş duyumuzla duyulan, bilinen tüm şeyleri gerçek - hakikat olarak kabul
eden felsefe; Hakikiye Mezhebi : Gerçekçilik, genel fikirlerin (=universals) kendi görünümlerinden ayrı olarak
mevcut-var olduklarını inanan mezhep ve ona inananlar; Doğa’ı, gördüğümüz gibi, olduğu gibi gösterme
sanatları; Resim ve edebiyat; Realizm; Gerçeçilik; Blinç’in dışında ‘bağımsız’ bir ‘gerçekçlik’in var olduğunu
savunan tavır ve görüş
Realite : Gerçek, gerçeklik
“Ne var ki, realite dünyasının kasvetli ortamından bana el uzatan, yalnızca benim aptalca kendimi
beğenmişliğim, şahsımın kendimi kanıtlamak için duyduğu o hayvanca, ama öyleyken esprili açgözlülük
değildir. Dinleyiciler de, benim dinleyicilere karşı tutumum da yardımıma koşuyor. Bu da, benim
meslektaşlarımın pek çoğundan daha güçlü sayılacağım bir noktadır. Dinleyicilerin dinleyici olarak benim için
varlığıyla yokluğu arasında hiç fark yok.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:163-4)
realpolitik : (SİY.,HÜK.,KOLL.,ASK.,ALM.) <ri’al politik> : İdeal’den ziyade kuvvete dayanan Alman
politikası
reap : (ZİR.,KOLL.) <r’ip> : Orakla biçmek, hasat etmek, mahsul toplamak; reaping hook : orak;
reaping machine : orak makinası, biçici makina
recidivism : (HUK.KRİMİN.,KOLL. ) <ri’sivi’dizm> : Sabıkalı bir kimsenin yeniden suç işlemesi; sabıka
Recim, Recm : Ölüme taşlanmak; Şeriat yasalarına göre zina yapan kadının taşlanarak öldürülmesi
“Lenox Tepesi
----------------Aylar sonra Amherst’te, rüya gördü: Elmaslarla
ölüme taşlanıyordu. Dua ettim: ölmesi şartsa eğer
bu bir rüya olsun yalnız. Ama bazen, Anne,
sen uyurken, dua ettim, ‘Azizler, bırakın onu ölsün.’
Hayır, yemin ederim, ölmeni istediğimden değil
ama seni korumak için gençliğinde, Keşmir’de, şarkılarda,
ve ben, bir bayramda beni Krishna için taçlandırmıştın,
Keşmir
Flütümü dinliyordu. Tanrıların ölmesine izin vermezsin.”
(Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04)
reck : (DAVR.,KOLL.) <rek> : -eskilerden- önem vermek, dikkat göstermek, hikaye etmek
reckoning : (MATH.,KOLL.) <re’kı’nin> : Hesap sayma, görme; borç ödeme; day of reckoning : Kıyamet
Günü, Hesaplaşma Günü; out in one’s reackoning : hesabında yanılmış
red : (RENK,KOLL.,ZOO.,) <red> : -isim, sıfat- Kırmızı, al; renk, boya, elbise; SİY.: Red : anarşist,
komünist; red admiral : kırmızı renkli kelebek; red as a rose : gül renginde, gül gibi; red blindness : kırmızı
renk körlüğü; red-blooded : çok sağlıklı; red book : kırmızı kaplı kitap; asılzadelerin isim listesi olan kitap;
redbreast : kızılgerdan = nar bülbülü; redcap : kırmızı kasketli polis veya garson; redcoat : (eski) İngiliz
askeri; red corpuscle : kanda alyuvar; Red Crescent <red kre^sınt> : Kızılay; Red-Cross : Kızıl Haç
red eye : kızıl gözlü kuş; red ensign : İngiltere’nin ticaret bayrağı; red flag : kırmızı bayraki isyan ya da
tehlike işareti; red hat : Katolik kardinal şapkası; red-handed : elleri kırmızı - kanlı, cinayet işlerken
yakalanmış; red-headed : kızıl saçlı, çabuk kızar; red herring : kurutulmuş ve tütsülenmiş ringa balığı; redhot : ateşten kıpkırmızı kesilmiş; -FİG.-.: ateş püskürüyor, çok heyecanlanmış; red-letter day : büyük yortu
günü; bir insanın hayatındaki çok önemli gün; red-light district : fahişeler mahallesi; red man : Amerika
yerlisi olan kızıl derili adam; red pepper : kırmızı biber; redpoll : bir çeşit İspinoz kuşu; red rag : insanı
kızdıran şey <kırmızı rengin boğayı kızdırmasından kinaye>; red ribbon : İngiltere’de ‘Order of Bath’ denilen
bir şövalye sınıfının nişanı; Red-Sea : Kızıl Deniz; redshirt : anarşist, ihtilalci; redskin : kızılderili; redstart :
bahçe kızıl kuyruk kuşu; Amerikaya özgü sinek yutan bir kuş türü : Setophaga ruticilla; red tape :
kırtasiyecilik; redwing : Amerika’ya özgü bir çeşit kırmızı kanatlı karatavuk; red with anger : öfkeden yüzü
kıpkırmızı kesilmiş; redwood : kırmızı kereste veren, özellikle Kaliforniya’ya mahsus çok yüksek servi ağaç
çeşidi; blood-red : kan gibi, kıpkırmızı; in the red : kayıpta, zimmet tarafı olumsuz; not worth a red cent :
beşpara etmez, değersiz; hiç meteliği yok; see red : gözlerini kan bürümek, çok öfkelenmek, adam öldürecek
kadar kızmak
(Yeni Redhouse Lügati)
redeem : (TİC.,KOLL.) <ri’dim> : Geri almak, tekrar satın almak; fidye ile kurtarmak; va!dini yerine
getirmek; one reedeming feature : bir iyi tarafı olan; redeemable : bedeli verilerek geri alınır, ıslah edilebilir
redemption : (DAVR.,HUK.,KOLL.) <ri’demp’şın> : Kurtama, kurtarılma, rehinden kurtarma, kefaret etmek;
beyond redemption : kurtarılamaz, past redumption : kurtarılması imkansız
Reden ist Silber, Schweigen ist Geld : (ALM.,KOLL.) <Re’den ist Sil’ber, şvay’gen ist Geld> : Söz gümüşse
sükut altındır = Speech is silver, silence is gold (İNG.)
redingote : (GİYSİ,KOLL.) <re’din’got> : çift önlü, uzun kadın mantosu; eskilerde erkeklerin giydikleri uzun
ceket, redingot
reductio ad absordum : (LAT.,HUK.,KOLL.) <ri’dak’siyo ad absor’dum> : Bir şeyin mantıksızlığını
kanıtlama; yalanı ortaya çıkarak doğruyu kanıtlama
reed : (MUS.,KOLL.) <ri’d> : Kamış, kaval, ney; klarinet v.b. çalgıların ağzında bulunan ve sesi çıkaran ince
maden ya da kamış parçası (weaving)
reefer : (DENİZ,GİYSİ,TIP,KOLL.) <ri’fer> : 1)DEN.: camadancı; çift sıra düğmeli ceket; 2)SLANG :
esrarlı sigara
RE-ENKARNASYON : Reenkarnasyon : (DİN) (Re-incarnation) İnsan yaşamının ölümle sonlanmasına
karşın, ruh’un, gelişimini (tekamül) tamamlayabilmesi için, sikl’ler halinde tekrar tekrar başka cisimlere
girmesine verilen isim
Re.: Christos Phenomenon
*
E k n o t : ‘K a r d e s i z m’ (K) harfinde normal olarak mevcut; burada, kısa bir e k n o t -hatırlatıcı anektod- .
<Re-incarnation> için küçük fakat önemli bilgi taşıyor. Alfabetik sırayı göreceli olarak karıştırdığım için özür
dilerim.>
(((Kardesizm : (DİN,EVRİM) :
Takma adı ‘Alain Kardec’ olan, XIX. y.y.’da t i n s e l c i l i ğ i n kurucularından.
“Hippolite Léon Denizard Rivail’in öğretisi. 50 yıllık bir çalışmanın ardından, 1857’de yorumlanan ‘R u h l a r K i t a bı’yla ünlenmiş, Fransa’da yaklaşık 600.000 mürit kazanmıştır. K a r d e c’e göre, t i n s e l e v r i m,
bir dizi dirilişle <re-incarnation> gerçekleşir; her bedensel yaşam, birilerleme aşamasıdır.
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 614) )))
*
“Gelmiş geçmiş en ünlü medyumlardan biri olan Edgar CAYCE -Key’si- (1877-1945)’nin teolojik
felsefesi şöyle özetlenebilir:
T i n’in (ruh) alın yazısı ve geleceği, sayısız derecede ‘faaliyet alanı-niyet’ <scope> ve ‘dönem, devir’
(cycles) lerle oluşur ki, bunlar kişiliği, tüm yaratılmış varlıkları, birlikte mükemmeliyete, <Tanrıyla> bütünleşmeye götürmek için birer araçtırlar. Bir ruh, Tanrı’ya layık olabilecek düzeyde geliştikten sonra idealine, yani
kaynağı olan O’na dönecek ve O’nunla bütünleşecektir. Bu olası bütünleşmeye karşın, ruhlar, kendilerine özgü
kimliklerini korurlar, zira Tanrı’nın olası her şey hakkındaki farkındalığı, bu ‘kişilik korunması’nı da
içermektedir.”..... “Dünya sikl’inin girdiği devrede, r u h, solar sistemdeki diğer bilinçlilik boyutları ile bezenmiş
ve zenginleşmiş yeni yeni reenkarnasyon yaşantıları kazanır. İlk reenkarnasyon’larda dünya yaşamına bir iniş ve
bilinçli zihnin, bilinçaltı zihinlerden birbirlerinden ayrılışı vuku bulur. Bilinçli zihin, yeni hayat sikl’inde, en
aşağı noktalardan başlayarak, her düşünce ve fiziksel vücudun aksiyonu ruh’un ‘orijinal plan’ına uygun oluncaya
kadar, sabır ve zihinsel bir süreçle olgunlaşmasına devam eder. Vücut artık ruh’un serbest iradesini engellemeyecek duruma gelince ve bilkinçli zihin, bilinçaltı ile birleşmeye-bütünleşmeye başlayınca, vücudun atomik
yapısı öylesine kontrol edilir ki, ruh yine serbest kalır, böylece dünya sikl’i biter ve bu bitiş, yeni maceralara yol
açmış olur.”
(İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:230-1)
Not.: Konu’nun enginliğine bakarak, sizlere bu konuda, daha geniş bir konferans-makale hazırladım.
Aynı kitabımdan aldığım bölümleri, sizlere sunuyorum. Ümid ederim, ilginizi çeker. Dr.İ.E.
RE -ENKARNASYON :
U y g a r l ı ğ ı n i l k a d ı m l a r ı n d a , avcılık ve göçebelik, yarı-yerleşim ve tümyerleşim evrelerinde, toplumun tüm fertleri birlikte hareket ediyorlardı. Doğada olan herşey
insanoğlunu korkutuyordu: Yağmur, şimşek, yıldırım, vahşi hayvanlar, kuraklık, sel basma, hastalıklar
vb. Bu nedenlerle insanların duyagelmekte oldukları “çaresizlik”, doğa-üstü kuvvetlere inancı ve aynı
yollarla üstelerinden gelmelerini zorluyordu. Medicine Man = Şaman, davuluyla Yer’in ve Gök’ün alt
ve üst katmanlarına gidebiliyor, cetlerin ruhlarıyla konuşuyor, kişiye küsüp mağaralarda bir yerlerde
saklanan “hasta ruhu” bulup, vücuda geri sokup sağaltımı sağlıyordu. İnanç sistemleri böylece,
göreceli olarak “ilkel” (primitive) yöntemlerle fakat “birlik, bütünlük” içinde icra ediliyorlardı.
Cetlere; kuvvetli düşmanların istilalarına karşı sihir, büyü, ve kurban adakları kullanılıyordu. Her
büyük biyo-sosyal olayın, örneğin hasatın, verimliliğin, savaşın, sağlığın vb. yearüstü ve yeraltı
tanrıları vardı.
Göçebelik bitip y e r l e ş i m başlayınca, toplumun içinde vazife taksimi daha ciddi bir boyut
kazandı. Eğitim, evlenme, kabileler arası ticaret, alışveriş ve paranın kullanım alanına girişi ve
nihayet, uygarlığın başladığının en büyük kanıtı olan y a z ı n ı n i c a d ı (Fenikeliler) tarih
sahnesine çıktı. Yeni yerleri keşifler ve ticareti yaymak için büyük gemiler inşa edildi, Zigguratlarla
(Sümerliler) uhrevi ve dokunulmaz gök, gözetilmeye, çalışılmaya başlandı. Politeism (çok dinlilik)
hala devam ederken, Hamurabi Yasaları, toplu yaşamayı daha dengeli, sorumlu bir duruma soktuğu
gibi, değer yargılarının, kuralların, toplumda sınıflanmanın başlangıcı oldu. Şa m a n l ı k, din olarak,
hala hüküm sürüyordu; ama bu “yerleşme” fazında, “Kadın Şamanlar” çok önemli bir rol oynayıp,
“anaerkil” bir aile yönetimini ele geçirmişlerdi. Göçmüş cetlerin ruhları, her zaman temasta
bulunabilecek bir uzaklıkta idi; dolayısıyla ölüm, hayatın bu en ciddi ve acımasız olayı, üzerinde pek
durulacak bir şey değildi. Acaba sulh ve sükün içinde bir “yerleşim” için, tüm bu “değişmelerin”
sonunda, bugünlerde de yeni bir “anaerkil” aile ve devlet tiplerine mi dönüyoruz?
Yerleşim alanları olarak, orta iklim ve bereketli ırmak, göl, küçük deniz kenarları seçilmeye başlayınca,
binlerce kilometrelik boyu ve hayat veren varlığıyla Nil ve Eski Mısır; Doğu Akdeniz ve kıyılandırdığı topraklar:
Anadolu, Yunanistan, Girit, İtalya, Kartaca ve Dicle, Fırat’ın suladığı Mezopotamya büyük uygarlıkların
gelişimine geçit verdiler. İnsanların yerleşimi daimi bir konum alıp, kalıcı değerler yücelmeye ve toplumun
kişiliği, taşıdığı maddi ve manevi değerler onu “ulus” yaptıktan sonra, daha sofistike yaşam-ölüm-kalım
muhasebesi yapan insanoğlu, yüzlerce yıl aralıklarla üç büyük monoteik dini kabullendi: Musevilik, Hıristiyanlık
ve Müslümanlık. Artık yeni bir dönem başlıyordu ve eskiden dua ve kurbanlarla insanlara yardım eden tanrılar,
şimdi onlardan daha fazla ciddiyet, uhrevi inanç, sadakat ve dinin değerlerini güncel hayata uygulama gibi zor
bir ödev yüklüyorlardı. Yerleşik düzen, “devlet” türü bir yaşam başlıyordu.
*
*
*
İ n d i g o Ç o c u k kavramının yaratılışında, insanoğlunun kendi -kaçınılmaz- ö l ü m k o r
k u s u n u n temel fikir olduğunu daha önsözümüzde belirtmiştik. Birçok dinler de bize bu “yeniden
dünyaya geliş”i, hem de “sonsuz bir hayat için c e n n e t e gitmeyi vaat eder, yeter ki iyi bir mümin
olalım ve Tanrı’nın dediklerini yapalım. Bu, bir inanç meselesidir ve belki de doğrudur, ama
bilmiyoruz. Ölüm korkusu, korkuların en müthişidir ve yukarıda ayrıntıları yazılmış savımızın, yani
kendini bildi bileli insanoğlunun kendine (ailesine, çocuğuna ve çevresine) sürekli zarar verişinin en
nihayet bilincine varmasını ve “ölümsüz” çocukları dünyaya getirişini, bir s a v u n m a m e k a n i z
m a s ı olarak nitelendirmiştim. Biraz aşağıda da insanlık tarihinden birçok örnekler vereceğimiz gibi,
“ölümden sonra diriliş” (Basülbadelmevt)e inanç binlerce yıldan beri mevcuttu. İnsanlık tarihinin
hiçbir anında Ademoğullarının bu denli tahripkar olmadıklarını hesaba katarsak, bunu kompanse
edecek “tekrar doğma” fikrinin ve inancının, insanlık tarihinde şimdilerde en yüksek mertebeleri işgal
ettiğine inanmamız hiç de yanlış bir fikir olmaz. “Born Again Christian” (Yeniden doğmuş
Hıristiyan) tarikatının, ölümü kabulle beraber, hiç olmazsa “kendini Hıristiyan olarak yaratma istek,
yeti ve kudreti”nin mevcudiyetine inanç da bunun bir varyasyonudur. “Bir gün Tanrı’ya hesap verme:
Hesap günü!) en müşkil bir mahkeme olacağından, her doğuşun, insanın “kendini arıtması, daha
yüksek düzeylere erişerek Tanrı’ya layık olacak şekilde yücelmesi” çok rahatlatıcı bir fikir olarak
geliyor. Yüz milyonlarca insanın, yalnız düşünerek ve inanarak değil, yaşam biçimlerini de ona göre
uyarladıkları “ölüm sonrası hayat”, hiç olmazsa insanlığa yakışır bir şekilde, yani bombasız, füzesiz,
insanoğlunun yuvasında, kalbinde, eminim ki onu daha az suç işlemeye güdecek bir yaşam tarzı
seçerek, 1951’den beri L. Ron Hubbard’ın kurduğu S c i e n t o l o g y’si ve onun “Relaxation
Techniques”leri, hayatta şan, şöhret ve zenginliğe kavuşmuş birçok film yıldızlarını da bağrına
basarak, yüzyıllarca yıl daha yaşayacağa benzer.
Protestan’ların bu kavrama itirazları şu mantıki noktada merkezleşmektedir: Eğer insan, masum olarak
doğduğu bir hayatta, günahlarını silebilmek için bir hayat boyu emek verecekse ve bu da kafi gelmeyecekse, Hz.
İsa’nın çarmıha gerilerek tüm insanlar namına ıstırap çekmesi ve “kurtarıcı” olabilmesi ne denli mümkündür? Bu
savda bulunanlar, İsa Peygamberin sembolik fedakarlığını ve ruhsal liderliğini, çok maddesel ve dünyevi olarak
ölçüye alıyorlar gibime geliyor.
1969 yılında Avrupa’da on iki devlette yapılan bir sosyal araştırmada, “re-enkarnasyon”a inanım
yüzdesi şöyle bulunmuştu: Avusturya o/o 20, Fransa o/o 20, İngiltere o/o 18, Yunanistan o/o 22, Hollanda o/o
10, Norveç o/o 14, İsveç o/o 12, Batı Almanya o/o 25 ve U.S.A. o/o 20. Belirli olarak protestan ya da katolik
inanç, pratikte pek çok fark yapmadı. Son yıllarda yeni bir araştırma yapıldı mı bilmiyorum, fakat yüzdelerin çok
daha yükseklerde olacağından eminim
Reenkarnasyonun Tarihçesi
İnsanlığın ilk yüzyıllarında, doğa felaketleri ve karşı savaşılması güç, devasa hayvanların
varlığı, uç noktadaki iklim koşulları, herhalde yeniden doğma fantezilerini körükleyen faktörler
olmuştur. T a ş D e v r i’nin (M.Ö. 10,000 - 5,000 yılları), arkeolojik bulguları, “yeniden doğuşu”
kolaylaştırmak için, ölülerin “fetus” şeklinde gömülmeye hazırlandıklarını ortaya çıkarmıştır. Ruh’un
(soul, spirit) yeni bir vücutta “temiz” olarak barındırılması için, yıkanır, paklanırdı. Bazı ilkel
kabilelerin, insanın birden fazla ruha sahip olduğunu, birinin ölü vücutta, diğerinin toplum içinde
yaşadığına inanırlardı. Hatta “üçüncü bir ruh”, daha iyi yaşam koşulları bulmak için başka diyarlara,
başka vücutlara barınmak için yolculuğa çıktığını varsayarlardı. Rüya görmeyi de, aşağı yukarı aynı
gayeyle, gece vücuttan ayrılarak diğer dünya yaşantılarını edinerek eski sahibine dönmek olarak
nitelerlerdi. Başka bir vücudu seçiş, bazen, bir böcek ya da bir hayvan olabilirdi.
Eski A v r u p a, kuzeyden güneye, ölümden sonra ruhların kuş ve bitkilere
döndüklerine inanırlardı. Tötonlar ve Romalılar, y ı l a n l a r ı n, mukaddes evleri koruyan ata
ruhları olduğunda ısrar ederlerdi. İngiliz-Welsh’ler, re-enkarnasyon fikrinin, ilk kez C e l t i c
l e r tarafından ortaya atılıp, daha tarih öncesi devirlerinden, Hindistan ve Çin’deki Budizm’i
başlatmasında iddialı olmuşlardır.
A f r i k a’nın hemen hemen üçte biri, insan ruhunun gene insan, yarısına yakını bir
dahaki sefere hayvan olarak döneceğine inanır. Zulular, içlerindeki “tongo = ebedi ruh”un
yedi kez re-enkarne olduğunu kabullenir. Genellikle, doğumlarda, özellikle bir ailenin en son
çocuğunun doğumunda, eskilerden ölmüş bir atanın ruhunun döndüğüne inanılır ve onun ismi
açıkça söylenerek ilan edilir, hatta yeni doğmuş bebeğe verilir. (1929, 11 ekim’inde
doğduğum zaman, bana bir iki ay evvel ölmüş dedem İsmail’in ismini vermişler! Belli ki, bu
“eski” dünyada hiç de “yeni” bir şey yok.)
Derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim
reformation (İNG.,FR.,DİN,PSYCH.) <re’for’meyşın> : Nefis ıslahı; kendini geliştirme, daha iyi konuma
getirme değişimi; Reformation : XVI. y.y.’da Protestan kiliselerinin kurulmalarıyla sonuçlanan dini devrim;
Regaip Gecesi, Kandili :
(MÜSL.) ‘Recep Ayı’nın ilk cuma gecesi
“ Recep, Şaban ve Ramazan ayları <üç aylar>, ‘Regaip, ‘Miraç’, ‘Berat’ ve ‘Kadir’ geceleri ile
Ramazan ayını içinde bulunduran aylardır. Recep ayının ilk cuma gecesine ‘Regaib Gecesi’ denir. Regaip;
sevilen, sayılan , istenen, değeri yüksek anlamlarına gelmektedir. Bu gece bir bağışlanma gecesi; Miraç, Berat ve
Kadie geceleri ile ramazan aynı müjdeleyen bir müjdeler gecesidir. Bu sebeple sevilir, istenir, değeri yüksek
sayılır.
Peygamberimizin bu gecede ana rahmine düşmüş olduğuna dair söylenenler uygun görülmemektedir.
Çünkü bu gece ile Hz. Peygamberin doğumu arasındaki zaman birbirine uygun düşmemektedir.
Bu gecenin feyiz ve bereketinden faydalanabilmek için dua edilmeli, Kur’an okunmalı, mevlid
dinlenmeli, geçmiş namazlar varsa kaza edilmeli, fakirlere, hastalara, kimsesizlere yardım edilmeli, büyüklerin
kandilleri tebrik edilmeli, ölüler için dualar yapılmalıdır. Çocuklar hediyelerle sevindirilmeli, günün önemi
onlara da anlatılmalıdır.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:231)
regal : (HÜK.,KOLL.,HUK.) <ri’gel) : Krala ait, Krala yakışır; şahane, muhteşem, kral gibi; regale : büyük
bir ziyafetle ağarlamak; mükemmel,; eğlendirmek; regalia : kral kudret ve imtiyazı; jkral tacı ve tezyinatı;
eskiden kral tarafından asılzadelere verilen imtiyaz
regnat populus : (LAT.) <reg’nat po’pulus> : Hakimiyet milletindir, halkındır – The people rule
Regression : (İng.: Regre’şın; Fr.: Regresyon; Gerileme) (SYCH.) : Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları
Rehinciden kurtarmak : Yeterli parası olamayan dar gelirli kimselerin, sürekli kullandıkları ev eşyalarını,
peşin parayla alamadıklarından, rehinci denen para tüccarına gidip, belirli aralıklarla, faizi dahil, para vererek
nihayet o eşyaya sahip olabilmek. Son devirlerde ‘taksit’ kolaylığı çıkmadan geniş kitlelerin, özellikle gelişen
ülkelerde ybaşvurdukları yegane yoldu.
“Durumumuz hakkında açık bir fikir sahibi olmanız için şu kadarını söyleyeyim yeter: Annem, yıllar
boyunca, her mevsim şaşmaz bir dakiklikle, kış sona erdiğinde battaniyeleri alıp rehinciye götürür, sonra parasını
santim santim biriktirip her ayın faizlerini ve son taksidi bu şekilde ödeyerek, ilk soğuklar bastırmaya başlarken
onları rehinden kurtarabilirdi ancak.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:53)
Rehine : İntikam almak ya da bir pazarlığa oturabilme, değiş-tokuş yapabilmek için, ister siyasal ister toplum
yaşamında olsun, kaçırılan ve saklı tutulan önemli -genelikle zengin- kişi
“Güzel otomobil, bir aralık sabahı, Albert’in yaşadığı eve yakın bir sokakta bulunmuştu; içinde kimse
yoktu. Daha kaçıranların kimliği belirlenmeden, tamircinin akrabaları olan milisler suçun işlendiği mahalleden
birini kaçırmaya yönelmişler ve yolda karşılarına ilk çıkan adamı almışlardı. Hesaplarına göre, dostumuzun
yakınları da bu iğrenç oyunun kurallarına uyarak arabulucularla temas kuracak ve her şey bir değiş tokuşla
sonlanırken, rehineler kendi ailelerine kavuşacaklardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:95)
Reichswehr : (ALM.,ASK.) <Rayş’ver> : Almanların Avrupayı istilaya hazırlık yıllarında ve o zamanlarda
(1919-1945), Alman askerinin resmi adı
Reiki :
(PSYCH.) <Re’iki> : Evrensel Yaşam Enerjisi
“Reiki kelimesi evrensel Yaşam Enerjisi anlamına gelir. O tüm yaratılanların içinde yaşayan ve hareket
eden bir güç olarak tanımlanmıştır. Kelime iki kısımdan ibarettir. ‘Rei’ hecesi evreni ve enerjinin sınırsız yönünü
tasvir eder, ‘Ki’ kendisi Rei’nin bir parçasıdır, o canlı hayat enerjisi kuvvetidir ve tüm canlı varlıklardan akar.
Birçok ırk, kültür ve din, ‘ki’ ile benzer anlama gelen bir enerjinin varlığının farkına varmışlardır. Bu
enerji farkı kültürlerde şöyle adlandırılmıştır:
Çinliler tarafından Chi; Hıristiyanlar tarafından Light (Işık) veya Kutsal Ruh; Hintliler tarafından
Prana; Kuhunaslar tarafından Mana; Rus araştırmacılar tarafından Bioplasmik Enerji; Çok muhtemeldir ki:
Hermes Trismegistos’un Telesma’sı; Mısırlıların Ka’sı; Yunanlıların Pneuma’sı; Pali dilindeki Eckankar;
Sufi’lerin Baranka’sı; Alkemistlerin Hayat Suyu; Yahudi Kabalacı’ların Jesod’u; Huri Pigme’lerin Mgebe’si;
Mikundolar’ın Elmas’ı; Madagaskar Adalılar’ın Hasina’sı; Sieux’lerin Wakan veya Wakouda’sı; Hurone
Hintlileri’nin Oki’si; Dokunarak tedavi konusunda Avrupa krallarının Gücü; Irokese’nin Orende’si; Henri
Bergson’un Ian Vital’i, Paracelsus’un Numie’si; Hipokrates’in Doğanın iyileştirici gücü; Dr. Wilhelm
Reich’ın Orgon’u; Baron Reichenbach’ın Odic Gücü; Baron Ferson’un Üniversal Yaşam Gücü; Prof.G.
Kieser’in Tellurism’i; Dr. O. Brünler’in Biokosmik Enerji’si; L.E. Eeman’ın X gücü ve Beşinci Güç’ü : Hepsi
bir ve aynı temel enerjidir. Uygulama alanlarının genişliği ve teorilerinin farklılığına rağmen bu böyledir.”
“Nazmi Musal; “1. Derece İçin Uygulamalı REİKİ”, Akis Kitap, İstanbul 2005)
Re infecta : (LAT.,İŞ,KOLL.) <re infek’ta> : İşi bitirmeden = Without finishing the business (İNG.)
Rekat : (ARAP.): Bel eğilmek, yüz üstü kapanmak; namazda secdeye varmak üzere eğilmek. Namazların
günün farklı beş zamanındaki namazlarda kılınan rekat sayısına göre farklı uzunlukları bulunur: SABAH: (2 R.)
: Farz:2, Sünnet:2; ÖĞLE: (10 R.), Farz:4, Sünnet (4), Son Sünnet (2); İKİNDİ: (8 R.): Farz: 4, Sünnet: 4;
AKŞAM: (5 R.): Farz (3), Sünnet (2); YATSI: (10 R.): Farz:4, Sünnet: 4, Son Sünnet: 2
“Zenginlerin vakfı, zekatı vardır,
Adağı, fitre’si, azat’ı vardır...
İki rekat namazdır senin işin,
Sen onlara kolay erişemezsin!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:221)
relato refero : (LAT.,PSYCG.,KOLL.) <re’lato rfe’ro> : Hikayeyi, bana söylendiği gibi size naklediyorum =
I tell the story as it was told me (İNG.)
relic : (KOLL.,SOSY.,) <re’lik> : artakalan, bakıye, bergüzar, mukaddes emanet; relics : bir azizin cesedi,
veya cesedinin bir parçası, eşyası; relict <re’likt> : dul kadın
Rem acu tetigisti : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <rem aku teti’gisti> : Siz onu doğru söylediniz ! = You have stated
it correctly; you have hit the nail on the head = kafayı tam yerinden çivilediniz – PLAUTUS, The Rope, V, 19,
1306) (İNG.)
Remanet : (LAT.,HUK.,KOLL.) <rema’net> : (Dava) devam ediyor = It remains. (A case left unsettled at a
term of court) (İNG.)
remise : (FR.,HUK.,KOLL.) <re’miz> : Feragat, ferağ; feragat ve teslim
Rengarenk : Renklerle dolu, donanmış; her renkten
“Hayat Ağacı
---------------dallarda ölüm.
nur gibi, meleksi.
küçücük yüzüyle.
rengarenk kanatlarına sıkışmış.
zıplar ağacın üst yapraklarına doğru.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Genç Zweig Paris, Londra, Britanya, İspanya ve Cezayir yolculuklarının ardından 1908 Kasım’ında
gemiyle Hindistan’a gider. Çok ilginç bulduğu bu uzakdoğu ülkesinde tam dört ay kalır. Hindistan’ın
karşıtlıklarla dolu rengarenk yaşamından, insanlarından, sokaklarından çok etkilenir.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, önsöz)
Rengi atmak : Eskimek, solmak; Korku ya da heyecandan yüzünün rengi solmak
“Onu bir sokakta eflatun renkli bir otomobil içinde görüyorum. Elini kolunu sallıyor. Öbür sokağın
başında sarı bir otomobilden tebessümler ediyor. Demin geçerken, büyük kahvenin ben bir kapısından girdim; o,
öbür kapısından çıktı. Size rastlamadan küçük bir kahvede bir erkekle oturmuştu. Geçtim, karşılarına oturdum.
Beni görünce rengi attı. Gözlerimi diktim. Herifi sürükler gibi aldı götürdü.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:88)
“Deveyi görür görmez Tartarin’in rengi atıyor, tanımamazlıktan geliyor hayvancağızı. Ama deve
duracak gibi değil. Deprenip duruyor rıhtımda. Dostunu çağırıyor, ona sevgiyle bakıyor. Keder dolu gözleri
‘Götür beni!’ diyor sanki, ‘Beni de al kayığına, beni de götür!’ diyor, ‘Uzaklara, bu yapmacık Arabistan’dan,
develerin pabucunun dama atıldığı bu ne olacağımı bilemediğim lokomotif ve atlı araba dolu ülkeden çok
uzaklara götür beni’ ”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:134)
“Konuğum üstünü başını elleriyle yokladıktan sonra rengi atmış, kirli bir kart çıkardı, bana uzattı.
Kardın üstünde süssüz fakat kargacık burgacık harflerle ‘Michob Ader’ yazılıydı.”
(O. Henry, “viski, soda”, sa:81)
“Babam, karşıdan gelen kellifelli adamı görünce ellerimi çözüp ona doğru ilerledi.Boyası dökük bir
bayrak direğinin önünde durup konuşmaya başladılar. Geri döndüğünde rengi atmıştı. Eğilip annemin kulağına
bir şeyler fısıldadı. Annem çılgına döndü. Zavallı büyük annemi oracıkta gömmek zorunda kaldık...”
(Hakkı İnanç, “Mübadele Öyküleri-Dora’nın Kedisi”, sa:61-2)
“Jandarma kumandanı kapının önünde sesler duyunca tavrını büsbütün ağırlaştırdı. İçeri, arkasında
rengi atmış siyah bol çarşaf, yazma peçesi inik, elleri pelerininin altında saklı ufak tefek, sıkılgan ve korkak bir
kadın girdi; hemen oracıkta, eşiğin yanında durdu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
“Benim bu tepeden inme sözüm üzerine baktum, Etem’in rengi attı, hemen ustaca yelkenleri suya
indirmeye başladı:
-Te onu yapamazsın işte... Çunanki <çünkü> sen benim elinimetimsin <velinimetimsin>! Senden
görmüşüm buncas <bunca> iyilik, buncas cömertlik... Ona sebep, sen tepelemek istesen bilem <bile> beni, ben
tepeletmem kendimi... Derim sana, yakışır mı a benim elinimetim, bana zatınız el kaldırasınız?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:172)
Rengi kireç gibi bembeyaz olmak : Korku ya da heyecandan yüzünden kanı çekilmek, bembeyaz görünmek
“PETER - Merhaba, Seth. Biz de seni arıyorduk. Şimdi bir telgraf aldım. Winnie ile Orin New York’a
varmışlar... (Evden gelen boğuk bir feryatla sözü yarıda kalır; ön kapı şiddetle açılır, Small gözleri dışarı
uğramış, rengi kireç gibi bem beyaz bir halde, çıkış yerinin basamaklarından aşağı yıldırım hızıyla fırlayarak
iner.)”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:241)
Renk; Ruhsal evrim ve bilinçlilik :
R E N K’ L E R İ N M İ S T İ S İ Z M ‘ İ
RUH’UN EVRİMİNİN
İNSAN ZİHNİNİN UYANIŞI BOYUNCA
MİSTİK ÖĞRETİLERİ
Renk/Enerji Dizisi
Bilinçlilik Hali
Bilinçlilik Şekli
Kırmızı
Fiziksel
Fiziksel düzey - dünyevi gösteriler.
Hayatta kalabilme yetileri. Kolektif,
kavimsel kudretli kişiler. Kudretin
doğuşu.
Turuncu
Astral
Eterik, görünmez değerler. Zeka
ve yaratıcılık dünyası. İçsel
rehberlik ve yönelmiş duyular.
Sarı
Zihinsel, somut
Vücut-zihin enerjisi. Karar
verebilme ve kişisel arzu.
Tanınma ve yaratma için
gereksinim duyma. Aktif.
Yeşil
Zihinsel, soyut
Budist düzey. Ruha uyanışBaşlangıç; aydınlanma; geniş
dünya görüşü; milletlerin ve
yerlerin çeşitliliğinin
kucaklanması.
Mavi
Yüksek”Intuition”
Atomik düzey; “Birey” olarak
kişi;yüksek sezgi. “Bilmek”,
“Eğitim,”Erdem”.
İndigo
İlham, sezgi
“Monadic”-kişisel alan.
Tümüyle bireyselleşmiş,
kapsamlı içgörü ve algı.
Mor
“Spiritual”
Uhrevi, ilahi (divine) alan.
Tanrı’nın isteğine teslim.
Sadakatle hizmet.
(İ. Ersevim, “İndigo Çocuklar”)
Renkten renge girmek : Yüzü renk değiştirmek, kızarıp bozarmak
“İşçiler işi gücü bırakmışlardı. Haceli renkten renge giriyordu. Kızarıp bozarıyordu. Sararıyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:60)
“Kien renkten renge girdi. Therese’nin geldiğini gördü. Kaçmıştı demek. Mavi etekliği parlıyordu. Deli
kadın, etekliği çivitlemiş, kolalamıştı, kolalamış ve çivitlemişti. Kien’in yüzü de çivit mavisine döndü, eli ayağı
kesildi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:296)
“Hösük konuştukça Topal renkten renge giriyordu. Halbuki az önce iz sürecek, kocaman bir köyün
önünde iz sürecek, kaçanları bulacak diye ne kadar seviniyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:105)
“Hizmetçi kız genellikle ondan korkuyor gibiydi, onun önünde utanıyor, ürkekleşiyordu. Çocuklardan
da kaçıyordu, gerçi onlarla pek konuşmazdı da. Çocuklarsa Manuela’ya karşı boşvermeye yakın bir ilgisizlik
duyuyorlardı. Arada bir konuşmasıyla alay ettikleri de oluyordu, o zaman da renkten renge giriyordu.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:83)
Renk vermemek : Duygu ve düşüncelerini belli etmemek; bildiği halde sesini çıkarmamak, bilmez davranmak
“-... Öyle sanıyorum, bu şatonun yakınları özellikle göz altındadır; özel bir polisin adamları dolaşıyor
durmadan. Şüphe uyandırmamak için, en değişik kılıklar altında çıkıyorlar ortaya. Öyle becerikli, öyle becerikli
ki bu insanlar! Biz de öyle kanıcıyız ki, öyle çabuk güveniriz ki! Ama size, hiç bir renk vermeyen, benim de
geldiğim akşam azıcık yükümü istasyondan, indiğim yere götürmesine izin verdiğim hamaldan sakınmamakla
herşeyi altüst etmeme ramak kaldığını söylersem ne dersiniz, Monsieur?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:107)
“O kadar saf bir kadının, böyle hiç renk vermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor, kahkahalarla
gülüyordum. Fakat o, gülmüyor, bilakis, gözlerinde yaşlar var!”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:301)
“Yavruyu yakaladığım gibi gık bile dedirtmeden çadırın altından sıyrıldım, ceketimin altına
yerleştirdikten sonra karanlık bir sokağa varıncaya kadar renk vermeden belki yüz kişinin yanından geçtim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:54)
“Teğmen daha yeni okuldan çıkmış, pembe, sarışın, tüy gibi ince, güzel endamlı bir delikanlıydı.
Okulda adı ‘Dal Sabri’ idi. Bunu okuyunca garip bir utangaçlıkla hafifçe kızardı; daha bu cinsten bir işe ilk
raslıyordu. Fakat çavuşa acemiliğinden renk vermemek ve çapkın görünmemek için kaşlarını biraz çatarak çok
ciddi yapmak istediği bir sesle:
-Getirin onu buraya!”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:11)
“... bu durumda onu bilge Süleyman Peygamber görse, o bile herhalde buna gülmekten duramazdı.
Kaldı ki, orada seyredenler de hizmetçilerdi ve elbette, kendilerini hiç tutamıyorlardı. Hatta, eğer orada
olsaydınız, sevgili okurumuz, siz de dayanamaz gülerdiniz. Ama ne çare! Güzel Lau yine hiç renk vermiyordu.
Hatta ağzının bir iki kez oynadığı bile görülmüştür, denemez.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:29-30)
“Ka kalkmış çıkıyordu ki Serdar Bey yerinden fırladı, son söyleyeceklerini dinletebilmek için kapıyı
tuttu.
‘Turgut Bey ve kızları da kimbilir size kendilerine göre ne anlatacak..... Burada okusun diye
getirdikleri kızkardeşi Kadife için türbancı kızların en militanı diyorlar. Babaları da eski komünist! Dört yıl önce
Kars’ın en kötü günlerinde buraya neden geldiklerini bugüm bütün Kars’ta tek kişi anlayabilmiş değildir.’
Kendisini huzursuz edecek pek çok yeni şeyi bir anda işitmesine rağmen Ka hiç renk vermedi.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:35)
“Boris davrandı ve adımlarını sıklaştırdı: İşi biraz daha sıkı tutması gerekiyordu. Hiç renk vermeyen,
ağırbaşlı bir tavırla kitapları karıştıran ve özel dedektiflerden başka bir şey olmayan o herifler yüzünden.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:146)
repent : (DAVR.,KOLL.) <ri’pent> : pişman olmak, nadim olmak; tövbe etmek, pişmanlık, nedamet
replevin : (HUK.,KOLL.) <ri’plevin> : Gaspolunmuş-el konmuş eşyanın geri alınması için açılan dava;
kefalet
Replik; Replik vermek : Tiyatro’da, bir oyuncunun karşısındaki partnere söylediği son sözler; oyun’da,
gerektiğinde, karşısındakinin sözlerine metne uygun şekilde yanıt vermek; Diyaloğa katılmak
“Bir aşağı bir yukarı dolaşırken bu diyaloğu kendi kendine tam üç kez tekrarladı. Konuşmanın genel
yapısı ve tonu ona mükemmel geliyor, repliğini bekleyen bir oyuncu gibi sabırsızlanıyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:162)
replica : (SAN.,KOLL.) <rep’lika> : Genellikle resim sanatında, ressamın kendı veya başkasının yaptığı
eserini kopya olarak, hemen aynısını yapması ve öyle kaydetmesi
Repression : (İng.: Re’preşın; Fr.: Represyon; Bastırma) (PSYCH.): Ego’nun Savunma Mekanizmaları
reprisal :
(DAVR.,HUK.,KOLL.)
reproach : (DAVR.,PSYCH.)
rezalet; yüz karası olan kimse
(re’preyzıl> : Misilleme, misil ile karşılığını verme
(ri’proç> : Kusur tutmak, sitemde bulunmak, serzeniş etmek; ayıp, kusur,
reprobate : (HUK.,DAVR.,PSYCH.) <repro^beyt> : reddolunmuş, tövbesiz; reddetmek, ebedi ceza vermek
requiem : (R.C.,KOLL.,MUS.) <rik’vim> : Katolik’lerde ölülerin canı için dua; MUS.: Dua için ilahi; bir
ölünün anılarına yapılan tören
requiescat in pace : (LAT., DİN) <rek’vi’esket in pei’si> : Huzur içinde yatsın, Allah rahmet eylesin
res : (LAT.,SOSY.,HUK.,KOLL.) <ri’z> : Şey; res angusta domi : fakirlik, geçim sıkıntısı; res gestae :
bir muale-vak’a ile ilgili vakalar; res integra : henüz el sürülmemiş problem; res judicata : mahkemece karar
verilmiş mesele; res nullius : sahipsiz mal
(Yeni Redhouse Lügati)
Res domesticas noli tangere : (LAT.,KOLL.) <res domes’tikas no’li tan’gere> : Diğerlerinin kişisel işlerine
karışma : Do not mingle in the domestic affairs of others (İNG.)
Res ipsa loquitur : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Res ip’sa lo’kui’tur> : Gerçek kendi için konuşuyor = The matter
speaks for itself (İNG.)
Resmen : Göz göre göre, belirli olarak, bayağı, açıkçası
“Jean-Marc, deniz kıyısına giderken bir otobüs durağının önünden geçti. Durakta, ayağında bir blucin,
sırtında bir tişört olan bir genç kız vardı yalnızca; çok belirgin hareketler yapmamakla birlikte, dans ediyormuş
gibi resmen kalça kıvırıyordu. Çok yaklaştığında, kızın ağzının bir karış açık olduğunu gördü: uzun uzun,
doymak bilmez bir biçimde esniyordu..”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:21)
“Defterdar emeklisi Süleyman Bey nasıl bildi bize particiliğin yaramayacağını. ‘Sökmez’ dedi. ‘Nah
şuraya yazdım, görürsünüz’ dedi. ‘Keramet sahibi’ desen, günaha girersin boyunca... Çünkü, herif resmen
oğlancı...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316)
“Achilleus Heykeli’ne geldiklerinde Sibyl kardeşine doğru döndü. Azarlarcasına başını salladı.
‘Saçmalıyorsun, Jim, resmen saçmalıyorsun. Huysuz çocuğun tekisin, hepsi bu. Nasıl söyleyebilisin
böyle korkunç şeyleri?’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:83)
Resmi olmak : Belirtisi, göstergesi olmak; Mesafeli töresel davranmak
“Şimdi değişmek gerek, yazılması gereken bu kitap karşısında içimi daraltan ve beni kıskıvrak bağlayan
bu. Belki de, benim yaşımdaki insanları tamamen tüketen belli bir sıkıntının resmidir...”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:248)
“Zaten, pek öyle aklı başında, çalışkan bir öğrenci değildim..... İlk üç ayın notları son derece fena gitti.
Bu, bir çaba gösterip kendimi toparlamazsam, sınıfta kaldığımın resmiydi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:93)
“ ‘... İmparator Hazretleri gelse almayacaksın. Bu neye benzer biliyor musun? Diyelim, nöbettesin;
nöbetçileri denetleyen bir subay geldi ve ‘Fırla, bir sigara kap getir bana!’ dedi. Sen de ne sigarası içtiğini
sordun. İşte o an ayvayı yediğinin resmidir, arkadaş. Sorgusuz sualsiz içeri atarlar.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:324)
Ressam ışığı :
tablosu, tayf
Günışığının, belirli bir yansıtıcıdan geçtikten sonra, yapısını teşkil eden basit renklere ayrışımı
Langdon gün ışığına doğru ilerledi. Uzakta yükselen Toscana güneşi, uyanan şehrin en yüksek kulesine
-çan kulesi, Baia, Bargello- vurmaya başlamıştı. Langdon alnını serin cama dayadı. Kuru ve soğuk mart havası
yamaçlardan yükselen güneş ışığı tayfını <ışığın, yapısını oluşturan basit renklerine ayrışımı> güçlendiriyordu.
Buna, ressam ışığı derler.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:49)
Rest(i) çekmek : İtiraz etmek; Herhangi bir konuda, kesin bir tavırla görüşünü ortaya koymak
“-... Çünkü bu akşam kasa ile defter birbirini tutmadı, sen bize pösteki saydırırsın. İşine gelirse böyle...
Gelmezse... İşte iki yüz elli bin liralık çek... Al git, hangi taş katıysa başını ona çal!’ deyip resti çektiler!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:192)
restitutio in integrum : (LAT.,HUK.,KOLL.) <resti’tiyo in integ’ram> : Eski hale getirme, eski halin iadesi
Restriction :
(İng.: Restrikşın; Fr.: Restriksiyon; Sınırlama, kısıtlama) PSYCH.) :
Savunma Mekanizmaları
Bk.: Ego’nun
Resurrection : (DİN,HIRİST.) <İNG.: re’zürek’şın; FR.: ee’zürek’siyon> : Hz .İsa’nın dirilişi, yeniden
doğuşu. Kıyamet: Ona inanarak ölmüş tüm ölülerin de dirilerek Mahşer Meydanında toplanması
Reşit olmak : Yasal açıdan, ‘ergin’ konumuna girmek. Üniversal olarak, hemen tüm dünyada, 18 yaşını
bitirmiş olmak yeterli sayılmaktadır. Maamafih, hukukta, özellikle önemli bir suç işlendiğinde, kişinin ‘kemik
yaşı’na ya da o suçu işleme yetisine sahip olması göz önüne alınarak, mahkeme kararıyla ‘reşit’ sayılınabilir.
Evliğe karar ya da oy vermek için yasal olarak en önde gelen zorunluluklardan biri sayılır.
“Eylülde yeniden okula yazılmak, şu ya da bu biçimde eğitimimi bitirmek zorunda kalacaktım.
Gerçekte aklımda tek bir şey vardı, o da reşit olabilmekti. Harekete hazır bir koşucu gibi kaslarımı germiş,
bakışlarımı hedefe kilitlemiş bekliyordum. Uzaklara gitmek, neler başarabileğimi herkese göstermek
istiyordum.”
(S. Tamaro, “Yanıtla Beni”, sa:55)
rhetoric : (DİL.KOLL.,İNG.) <retor’rik> : Sözbilim, belagat; RETORİK : Söz sanatlarını inceleyen bilgi
dalı
reticule :
(TAKI, KOLL.,SOS.) <reti’kyul> : Kadına mahsus el çantası
retinue : (SOS.,KOLL.) <re’tin’yu> : Yüksek mevki sahibi birinin refakatindeki heyet
Retorik : Sözbilim; Söz sanatlarını konu-içerik kabul eden bilim dalı; belagat ilmi; söz söyleme veya yazma
sanatı
“1942 yılında, on yaşındayken, ilk Ludi Juveniles ödülünü kazandım (genç İtalyan faşistlerin, yani her
İtalyan gencinin, zorunlu olarak katıldığı gönüllü bir yarışmaydı bu). ‘Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi
varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?’ konusunu büyük bir retorik ustalıkla işlemiştim. Yanıtım, olumluydu.
Ne de olsa akıllı bir çocuktum.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:28)
“Ortalama icralarda, bütün virtüözlerin çaldıkları biçimiyle, bir tek etkicileyicilik kalır neredeyse.
Gerisi, özellikle önemli olan yanı hiç görünmemektedir: Hiçbir notanın ihmal edilemeyeceği, içinde hiçbir
retoriğe, hiçbir fazlalığa yer olmayan; birçok başka bestecinin müziğinde sıkça karşılaştığımızın tersine (ki,
bunların arasında en büyüklerini de sayabilirim) hiçbir şeyin sadece doldu görevi yapmadığı bir eserin gizi.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:32)
retribution : (DAVR.,KOLL.)
<retri’biyu’şın> : karşılık günah cezası, kötülüğün karşılığını verme
retro me, Satana : (LAT.,KOLL.) <ret’o me, Sata’na!> : Geç arkama, Şeytan ! = Get thee behind me,
Satan ! ; Retro, Satana ! (aynen) (İNG.)
Reva görmek, görmemek, görülmek : Bir kimseye karşı bir tür davranışı uygun görmek ya da görmemek
“JOHANNA (Kararsız ve ağır ağır tekrarlar.) - Kendisine reva görülen bu aşağılık can çekişmeyi...
FRANTZ (Gözlerini Johanna’dan ayırmaksızın.) - Evet işte, her şeyi söyledim.
JOHANNA (Dalgın.) - Evet, her şeyi. (Ara.) Bu yüzden mi kendinizi kilit altında tutuyorsunuz?”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:176)
revelation : (THEO.,KOLL.,PSYCH.) <re’ve’leyşın> : Gizli şeyi gösterme ya da söyleme; Vahiy, Allah
tarafından verilen ilham – Tanrısal esin; Kitabı Mukaddesin son cüz’ü
révérance : (COLL.FR.) <reverans> : Genellikle üst düzeydeki siyasasi ya da dini liderlerden birinin
önünde saygıyla yarı bele kadar eğilip selamlamak
“Salvatore sarardı, daha doğrusu, bronzlaşmış, yabanıl yüzü külrengi oldu. Derin bir reverans yaptı;
aralık dudaklarının arsından bir ‘vade retro’ mırıldandı; tutkuyla haç çıkardı ve sık sık dönüp ardına bakarak
kaçıp gitti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:65-6)
reverence : (SOSY.,PSYCH.,KOLL.) <reve’rens> : Hürmet, ihtiram, saygı; Your reverend : Hürmetli
efendim (papaz ya da vaizlere karşı)
reverend : (DİN) <reve’rend> : (Çok) muhterem, saygıdeğer, muhteşem. Right reverend : Papaz; Very
Reverend : Anglikan Kilisesinin Meclisinin Reisine verilen lakab
rex : (LAT.,) <reks> : Kral, hükümdar
(Yeni Redhouse Lügati,)
Rezalet; Rezalet çıkarmak : Mahçup olunacak, utanılacak bir hal; Utanılacak bir durum ortaya çıkarmak;
kavga, cıngar yaratmak
Re.: Rezalet koparmak
“EUGENIO - Benimle yaşamak istemiyor musunuz artık?
VITTORIA - Davranışlarınızı düzelttiğiniz zaman yaşamaya devam edebilirim.
EUGENIO, hiddetlenerek. - Oh, artık çok oldunuz, canımı sıkıyorsunuz.
VITTORIA - Susunuz, sokak ortasında bir rezalet çıkarmayalım.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:48)
“HJALMAR - Onlarda hizmet ettiğin vakit Werle ile aranda bir ilişki olduğu doğru mu, söyle, olası
mı?
GINA - Hayır, doğru değil… O zaman yoktu… O zaman Werle peşimden koşardı. Bu doğru. Karısı
da bunu bir şey zannetti, el çabukluğu marifet, rezalet çıkardı, beni azarladı, dövdü, ben de çıktım gittim.”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:116)
“Algı düzeneklerine o ölçüde egemen olamayanlar ise, başka yana bakmaya, başka yana kulak vermeye,
başka şey düşünmeye çalıştılar ki bu da pek kolay olmadı, çünkü pek bir ortada, pek bir geneldi rezalet.. Üstünü
başını ve yakınlarını bulan, olabildiğince çabuk, olabildiğince göze batmadan çekip gitti. Öğleye doğru meydan
bomboştu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:242)
Rezaletin son perdesi : Artık bu kadar haksızlığa uğramak, zayıflık göstermek, fırsattan istifade edilmek, hiç
kale alınmamak, bu denli düşünmemezlik vb. gözlemlerin sonucu sergilenen kızgınlık dolu ifade
“Sesim titriyordu. Gözlerim buğulanmış, satırları göremez olmuştum. Hıçkırıklarımı zor
zaptediyordum. Hepsi de birbirinden sırnaış, merhametsiz, muhakkak ki iyice fenlenmiş bu kızlar karşısında
ağlamaklığım rezaletin son perdesi olacaktı. Öksürdüm, burnumu çektim.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:183)
Rezalet kopmak : Kavga gürültü oluşmak; utanılanacak bir durum ortaya çıkmak
“Burada bir rezalet kopmuş, yemeği kimsenin düşündüğü yok. İster misin başrahibi pataklamış
olsunlar? Yahut kendileri dayak yedi. Değerdi doğrusu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:124)
“Peter bir yandan arabayı sürerken, bir yandan da Melanie’yi uyarmaya çalışıyordu:
-Aman Allahım! Mrs. Melly ne olur sokak ortasında ağlamayın afandım! Halk bir rezalet kopmuş
sanacak. Biraz sabredin, eve gelmemize az kaldı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:313)
Rez-de-chaussée : (FR.,BİNA,KOLL.) <re-dö-şo’se> : Sokak düzeyindeki ev girişi, birinci sokak katı =
Ground level; ground floor of the hosue (İNG.)
Rezil; Rezil kepaze olmak; Rezil mi rezil : Adi, aşağılık; Konu komşu ya da toplumun gözünde itibardan
düşmek, gözden düşmek
“MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİTABA
ÖNSÖZ
Çobansı ve rahat, büyüklenişi
Bilmeyen iyicil okuyucu, sen,
Bu rezil kitabı fırlat elinden,
İç karartıcı ve sefahat işi.”
(Ch. Baudelaire<1831-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:271)
“Öldür beni. Ben mezere, sen mapusa. O zaman benim oğlum ıpırat oturur evinde. Canı isterse senin
kokar Fatma’yı da koynuna alır bir güzel yatar. Eğer benim oğlum almazsa kendi öz kardaşlarından biri alır.
Koca ovaya rezil kepaze olursunuz sülalecek...”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
“BACCHUS İLE APOLLON
---------------------------------Rezil ikili, insanın benzeri,
Gerçekte, adlandırdığı nesnelerin
Yalnız bir yüzünü tanımış insanın.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:170)
“Beni suçlandıracak herhangi bir delile zaten sahip değildiniz; oysaki ben pederinizin ölümünü dört
gözle beklediğinizi açıklayabilirdim. Yemin ederim ki, buna herkes inanacaktı, ömrünüzün sonuna kadar rezil
kepaze olacaktınız.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:207)
“ ‘... Kedilerin müzik kulağı yoktur derler, onun için de kanaryaların şakımasına dayanamazlarmış.
Geberesiceye nasıl sövdüm bilemezsiniz; anasını sattığımın kedisi dedim, Allah seni sürüm sürüm süründürsün.
Ama en çok da kendime de lanet okudum. Bu rezil hayvanı nasıl bir cezaya çarptıralım diye saatlerdir sizi
bekliyorum.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190-1)
“Gönlündeki bir gereksinimden oynuyordu kumarı, rezil parayı kaybedip çarçur etmek, kendisini
öfkeyle karışıl bir sevince boğuyordu; zenginliğe, ticaretle uğraşanların taptığı bu puta karşı küçümsemesini
başka hiçbir yoldan daha belirgin ve daha alaylı gösteremezdi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:94-5)
“SON AKŞAM YEMEĞİ
------------------------------Öfkeli komutan
Eğlenceyi duyup yanaşır o da
Köyün efendisinden daha yakın
O saatlerin iki saatinde bulunur
Köpek oğlu köpek
Rezil mareşal de geliyor
(Dünkü ayı kadar var
Bileklerinde bürosunun künyesi bağlı!)
(Buyursunlar ey efendiler yemek soğumadan
zehirli bedenime buyursunlar!)
(Semih El Kasım<d.1939>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“Aklım bitti başımdan. DÖNDÜM
MEMLEKETİME. OHHHH!
Bir daire aldım. Girdim içine. Uzattım bacağımı. Tanrım dedim, sana şükürler olsun. Rezil olmadım şu
dünyada. Hayatımı kurtardım çok şükür.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“ARGAN - Rezil! Üstelik bir de...
TOINETTE - Ah!
ARGAN - Olur şey değil! Demek azarlayıp hıncımı da almamalıyım, ha?
TOINETTE - İstediğiniz kadar azarlayın, vız gelir.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“SESLER Bira daha kıyak, odunkafa yapmıyor adamı.
Demem şu ki, rezil karı, ben uyurken tırtıklamış.
Hepsinin canı cehenneme!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
“bir el bombası (PARİS’te YAKIYORLAR
BORSA’YI, KAPİTALİZMİN TAPINAĞINI)
Çamlar tepeyi gölgelemekte.
Toz ve kuş çığlıkları
Yanık akşamüstünde.
Bu rezil satırları yazmaktayım.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:61)
“Ungaratti Dizisi
5. ‘E T’amo, T’amo, ed E’continuo
Schianto!’ <Seviyorum seni, seviyorum ve sonsuz
bir işkence bu>
Sabahları
--ah şu rezil sabırsızlığım!-penceredeki
güvenilmez ışığı
tutup saçlarından
içeri çekiyorum.
Öğleden sonraları
vücudum
bir iğne yastığı.
Kabuğu sıyrılmış yaralardan
kanını emiyorum.”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin. Çanak yalayıcı seni! kof, küstah, bayağının
bayağısı herif.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“Meydanın ortasında, apaydınlık gün ışığı altında saf köylüler alemin taşkınlığı içinde üstlerinden
fırlatıp attıkları elbiselerini, iffetli kadınlar kocalarını, çocuklarını arıyor, insanlar dehşete düşmüş bir halde, hiç
tanımadan sarmaş dolaş oldukları insanlardan çözülüyor; tanıdıklar, komşular akrabalar, eşler herkesin ortasında
rezil mi rezil bir çıplaklık içinde karşı karşıya geliveriyordu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:242)
“Bakın Doktor Pereira, dedi kısa boylu sıska yalak bir havayla, dulsunuz ve kadınlarla birlikte
olmuyorsunuz, gördüğünüz gibi, hakkınızda her şeyi biliyorum, sakın genç oğlanlar olmasın hoşunuza giden?
Pereira, yeniden eliyle yanağını ovuşturup, rezil bir insansınız dedi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
“O ki, küpünü doldurup geldiği İsthmos’ta
tam bir rezil gibi, hancı kılığına bürünüp
soğuk et yedirmişti müşterilerine
beddualarını alıp hepsinin.”
(Timokreon, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:24)
Rezil malamat etmek : Rezil rüsva etmek, küçük düşürmek
“Bu adam yaban elden gelmedir. Kan davası, Beylik davası güdüyor.”
-Seni Osmanlı içinde rezil malamat edecek.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:23)
Rezil oldum gitti; Rezil olmak; Rezil perişan bırakmak : Yer yarılsa da içine girsem duygusunu verecek
kadar kendini kötü hissetmek; Bir kimseyi çok kötü, yenik ve bitik duygular içinde bırakmak
“<Şeytan> o pehlivana işte böyle yaptı. Ey geri kalanlar, (sakın) onu hafife almayın.
O hasetçi, anamızın babamızın tacını, ziynetini el çabukluğuyla kaptı.
Onları orada çıplak, rezil ve perişan bıraktı da Adem, yıllarca höykürerek ağladı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:246)
“IAGO -... eğer ben Mağriplinin kendisi olsaydım Iago olmazdım. Tanrı şahidim olsun, sevgi yahut
görev hatırı için değil; öyle göstererek kendi çıkarıma bakmak için! Yoksa hereketlerim, içimi ve niyetlerimi
dışarıya vursa, çok geçmeden alemin diline düşüp rezil olurdum.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:5)
“-Yeğenlerimden biri öldü de; peynir satardı.
Eklediği bu küçük sözün güzel delikanlı üzerindeki etkisine bayıldı. Dük şatoya üzüntü içinde
dönerken, kendi kendisine:
-Bir öğrenilirse bu, rezil oldum gitti, diyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:33)
Rezil rüsva(y) etmek, olmak : Herkesin önünde küçük düşürmek, ağır hakaret etmek; Küçük düşmek, rezil
olmak
“SADAKATSİZ KADINLARA KARŞI
Hanımefendi, sizin şıpsevdiliğiniz yüzünden
Pek çok kulunuz rezil rüsva oldu.
Affımı rica ediyorum sadakatsizliğinizden,
Biliyorum çünkü ömrünüz oldukça
Sevip altı ay kalamazsınız aynı yerde.”
(Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05)
“Nerde o köycek gidip nişanı herifin üstüne atan babayiğitliğiniz? Nerde bu korku? Rezil rüsvay ettiniz
zaten, ettiğiniz kadar gökdereyi.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:201)
Rezil takımından tayfası bulunmak : Kötü kimselerle işbirliği yapmak, “Kiminle konuştuğunu söyle, sana kim
olduğunu söyleyeyim!” (Dit-moi qui tu hantes, je te dirai que tu es!) Fransız atasözü”
“-Yahu, sen bizim deli Celladet’e oyun mu oynamaktasın?.. Herif ünlü ceza avukatı olup... Ayrıca
banka soymaya karar verip... Beyoğlu’nda bu kadar rezil takımından tayfası bulunmakla...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:189)
rhapsody :
bk.: rapsodi
rhetoric :
bk.: retorik
Rızk; Rızık (rızkını) kesmek : Azık, yiyecek içecek şey, Tanrı’nın herkese nasip kıldığı nimet; Bir kimsenin
kazancını, ekmek parasını engellemek
“Görmüyor musun, yüce Tanrı Kur’anı Kerim’de cennetlilerin nimetlerinden haber vererek, ‘Onların
belli rızk’ları vardır, bunlar meyvelerdir. Onlar cennette saygındırlar’ buyurur. <Saffat Suresi:41>”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:222-3)
“RIZIK, insanın yediği, içtiği şeylerdir. İnsan rızkı’nı helal-haram hangi yoldan isterse Yüce Allah onu
kuluna verir. Kazanılan rızkın sorumluluğu da insanın kendine aittir..... Haram yollardan rızık yasaklanmıştır...
Rızkı veren Allah’tır. Ancak onun kazanılması çalışmakla olur. Çalışmadan ‘Allah rızkımı verir’
demekle rızık kazanılmaz. Allah rızkı, arayana ve çalışana verir. Yanlış bir ‘kader’ inancı ve sahte bir
‘tevekkül’ ile miskinlik ve tembelliğe yönelmek, çalışmadan rızık beklemek, ya da helal olmayan yollardan rızık
kazanma peşinde koşmak, bir Müslümana yakışmaz.”
(Kemal Güran, “Nüslümanını El Kitabı”, sa:142-3)
“ ‘Denizi kuruttular denizi... Kendileri kurusun kendileri... Hem de kurudular. Hem de daha
kuruyacaklar... En büyük zulüm... Denizi kurutaraktan... Fakir fıkaranın rızkını kesmektir!...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:136)
Rızkı bol olmak : Fazla para kazanmak, şansı yaver gitmek
Bk.: Allah rızkını vermiş
“Lakin ne olursa olsun, ‘şu herifin rızkı boldu vesselam. Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor
mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum
demişti.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25)
Ria : (İSP. MYTH.) : Genişliği, uzunluğundan daha fazla olan deniz kolları, nehir koyları
“Şimdi Galicia’yı <İspanya’da bir bölge, Galiçya: Romanya’dadır> görüyor musun? Yeşil tepeler,
çayırlar , sis ve denizle boğuşan kayalar var..... Galicia’lılar... bir yere ait olmayı, bir yer’den olmayı (severler).
Bu çok mühimdir..... Ria’lardan söz ediyorum. Bizim ülkemizde büyük ırmaklar yoktur. Birkaç küçük nehir
vardır yalnızca. Ama ülkemizin ria’ları vardır. Bunlar, genişliği uzunluğundan daha fazla olan deniz kollarıdır.
Bunlar çok geniştir. Öteki kıyı hayal meyal seçilir. Tablomuzu bitirelim artık: İki yeşil tepe, arasında ortada
deniz bulunan bir vadi, kırk kilometre ilerde yabanıl kayalar ve aşkından her gün ölen, ama gerçekten ölmeyen
kıskanç bir deniz.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:16-7)
Rica ederim : Genel kibarlık ifadesi: bir şey istenmez, rica edilir; başkasından bir dilek geldiğinde, zahmet
olmayacağını, hatta bir şeref vesilesi olduğunu bildiren, maalesef zamanımızda kıtlık pazarına düşen bir sözcük
“ROSAURA - Durunuz, size bahşiş vereceğim.
LELIO - Rica ederim, bu bana düşer.
ÇIRAK, Lelio’ya - Çok teşekkür ederim, lütfunuzu bekliyorum.
LELIO - Gidin şimdi, sonra görüşürüz.
ÇIRAK - Anlaşıldı, hava alacağız. (Gider.)
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:47)
“COSTANZA - Rica ederim, biraz oturun, birer kahve içelim.
GIACINTA - Rahatsız olmayın, çok teşekkür ederim.
COSTANZA - Rahatsızlık da ne demek? İşte geldi. Ne olur biraz daha oturun.
GIACINTA - Hatırınızı kırmayayım. (Otururlar) ”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:96)
“Muhittin ister istemez: ‘Rica ederim,’ dedi. Canı sıkılmaya başlamıştı bile. Sıkı bir ahlakçıyla, bir
öğretmenle karşılaşmaya hazırlanıyormuş gibi hırçınlaşmıştı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:296)
“... fakat Süreyya’nın tekrar ihtarına karşı sabrı tükenerek birden dudaklarında titremeler, gözlerinde
öfkeyle döndü:
-Oo, rica ederim, gelir gelmez beni yine cendereye sokma Süreyya, dedi; dünkü gelin değilim ya...
Yolu da pekala biliyor.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:280)
“Şükran Hanım, misafiri geçirmekten dönüp, Murat’ı gitmek üzere kalkmış görünce, ‘Ne oluyor’ der
gibi gözlerini kırpıştırdı.
-Gideyim ben de... Yoruldunuz! Üzdük sizi başkalarının dertleriyle...
-Rica ederim, kalın biraz daha... Acele bir işiniz yoksa, kalın!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:351)
rigadoon :
(MUS.,KOLL.) <riga’dun> : İki kişilik, oldukça hareketli historik-arkaik dans; Tempo: 4/4, 2/4
rigmarole : (PSYCH.,KOLL.) <rigma’rol> : deli saçması, saçma sapan laf etmek
rigor : (LAT.,TIP,FİZYO.,KOLL.) <ri’gor> : Titreme, ürperme; rigor mortis : ölümden sonra vücudun
katılaşması
Rigsdag : (HÜK.,SİY.) <Rigs’dag> : Danimarka Parlamentosu
Rig-Veda : (HİNT MYTH.,KOLL.) <Rig’Veda> : Hindu’ların eski din kitapları, Bk.: Veda
Riksdag :
(İSVEÇ,HÜK.,KOLL.) <Riks’Dag> : İsveç Parlamentosu
Rill : (COĞR.,KOLL.)
<ril> : dere, küçük çay
(Yeni Redhouse Lügati)
Rint : Kalender, alçakgönüllü, hoşgörülü, kendini aşmış, dünya işlerine önem vermeyen, gönül eri kimse.
<Sa’di, burada dine karşı olan kayıtsız kimseler hakkında kullanmış. Sa’di, her zaman sarhoş gezen kişiler
olarak nitelendirdiği rint’leri hoş görmez. Oysa, Hafız’a göre rint, bir tür filozof olarak kabul edilir. Doğu’da,
rint’lerle zahit’ler sık sık karşılaşırlardı.
“RİNDLERİN ÖLÜMÜ
--------------------------Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”
(Asude: Rahat, mutlu; Seher: sabah)
(Y. Kemal Beyatlı, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, A. Behramoğlu, Cilt:1, sa:82-3)
“Madam Kronski onu (Madam Kraft), Naim Efendi konağına akrabalarından biri olarak tanıtmıştı. Pek
rint, hoş, cana yakın, neşeli bir kadın olmaktan başka dikkati çekici hiçbir hali yoktu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:120)
“Birkaç rint, bir derviş için kötü sözler ettiler, onu kötüleyip kalbini kırdılar. Derviş, tarikat pirine
giderek onlardan şikayetçi oldu. Şeyh de ona şöyle cevap verdi:
‘Oğlum,’ dedi, ‘dervişlik hırkasını giyen her şeye razı olmalıdır. Bu kisveye bürünüp de işlerin
yolunda gitmeyişine dayanamayan kişi, benlik davasına düşmüş demektir: hırka da ona haramdır.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:122)
R.I.P. : (Kısalt.: requiscat in pace ) (LAT.,DİN.KOLL.) <re’kuis’ket in pasi> : Huzur içinde yatsın, Allah
rahmet eylesin
Risk almak; Riske girmek, Risk göze almak : Şans almak, durumunu iyileştirmek için kendini şu ya da bu
şekilde tehlikeye sokmak
“Üstümde nerdeyse hiç nakit yoktu, ama Bob’un genelde bayıldığı bir parça tavuk maması ve bir şişe su
almak için yeterli parayı birleştirdim. Ona musluk suyu verme riskini göze alamazdım.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:148)
“Yardım eden biri yardım da alır ve öğrendiği şeyi öğretmek ister. İşte bu yüzden ateşin yanında oturur
ve savaş alanında geçirdiği günü anlatır. Bir arkadaşı şöyle fısıldar ona: ‘Stratejini neden böyle ulu orta
anlatıyorsun? Böyle yaparak zaferlerini başkalarıyla paylaşma riskine girmiş olduğunu fark etmiyor musun?’ ”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:126)
“Aylık popüler bir bilim dergisini yönetmesi için Avrupalı bir basın grubu tarafından işe alınan Dolores,
dergiyi haftalık çıkarma riskini göze almak istemişti. Davasını o kadar iyi savunmuştu ki, patronları onu
desteklemiş ve emrine hatırı sayılır olanaklar vermişti.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:123)
“Neyse yarışların birinde de Corsairs Bride isimli, tamamen ilgisiz bir kısrak vardı; işte bu kısrağın
giysisi yeşil renkteydi ve bu, o andaki yükselen gezegenlerin durumuna çok uyuyordu. Astrolojiyle kafayı yemiş
olan Mellors, tüm parasını bu kısrağa yatırdı ve aynısını yapmam için bana da yalvardı. Sonuçta, biraz da onun
çenesinden kurtulmak için, genelde hiç yapmadığım bir şeyi yaparak on papel riske girdim. Tahmin
edebileceğiniz gibi, Corsairs Bride rahatça birinci oldu.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:9)
ritardando : (İTA.,MUS.) <ri’tar’dando> : Gitttikçe daha ağır çalınız! Bir müzik parçasını ‘daha yavaş’a
azaltılarak çalınması (The tempo should graduakky become slower) (İNG.)
ritenuto :
(İTA.,MUS.) <rite’nuto> : Ansızın daha ağır çalınız!
ritor’nellon : (İTA., MUS.) <ritor’nellon> : Şarkıda, çalınan enstrümanlarla tekrarlanan müzikal nakarat;
İTA: ritorno <ri’torno> : Dön, geri dönüş, tekrar!
ritus :
(LAT.) <ri’tus> Bk.: Ritüel
Ritüel : Yapılmasına alışılmış, eski devir ve adetlerden kalma törensel davranışlar (Bk.: Çocuk Tiyatrosu)
“Fromm, “Mitoslar ve masallar, kendilerini sembol dili aracılığı ile ifade eden, geçmiş zaman
bilgelikleri ve özdeyişleridir,” tarifiyle başlıyor. Uzay ve mekan koordinatlarının egemen olduğu dünyada
mümkün olamayacak dramatik olaylar, mitos’larda pekala gerçekleşebilir. Kahraman, dünyayı kurtarmak için
evini, ocağını terkeder veya görevinden kaçar ve büyük bir balığın karnında yaşar ya da efsanevi kuş yaratık kül
olur ve küllerinden daha güzel bir biçimde yeniden doğar (Dyonisos, Olympos tanrıları dönemi öncesi Titan’lar
tarafından parçalanır, ama kardeşi Athena, onun arta kalmış kalbini alır babası Zeus’a götürür, Zeus’ta oğlunun
kalbini yutar ve barsağından yeni bir Dyonisos doğar. Dr.İ.E.) Doğal olarak bütün bu olaylar, sembolik bir
şekilde oluşur.
S e m b o l nedir?
Sembol’ün tanımı çoğunlukla, “Başka bir şeyin yerinde duran, onu temsil eden” olarak yapılmaktadır.
Sembol, benliğimizin dışını temsil etmektedir. Sembolize ettiği şey ise, içimizde saklıdır. Sembol diliyle,
içimizdeki duyguları, sanki somut birer algı imiş gibi açıklayabilir ve birçok şeyi temsili olarak anlatabilme
imkanına kavuşuruz.
Geleneksel sembollere verilebilecek en yaygın örnek, sözcüklerdir. Bazan resimler de geleneksel
sembollere bir örnek olabilirler. Örneğin bayrakların, renkleri ve sembolize ettikleri ülkeyle yakından ya da
uzaktan hiç bir ilgileri yoktur. Fakat buna karşın, onlar da birer semboldür ve bayraklar, ülkelerin en güzel
tanıtım aracı olarak kabul edilmişlerdir. Bazı resim-semboller ise, yalnızca geleneksel sembol olarak kabul
edilemezler. Buna en iyi örnek ‘haç’tır. Eğer haç’ı tamamen geleneksel bir sembol olarak düşünürsek, yalnızca
kiliseyi temsil ettiğini görecek, böylece bir bayraktan farkı olmadığına hükmedeceğiz. Ama haç’ın özel bir
anlamı daha vardır. Haç ile İsa’nın ölümü ve bununla beraber de, ruhsal ve maddesel dünyaların birbirlerini
tamamlamaları anlatılmak istenmiştir. Buradaki ilişki, başka bir boyut kazanmıştır.
E v r e n s e l s e m b o l l e r’de ise, sembol ve sembolize ettiği şey arasında belirli bir ilişki vardır.
Bunlar, insanların kişisel deyenimlerine dayanmaktadırlar. “Ateş”i bir sembol olarak kullandığımızı düşünelim.
Ocaktaki ‘ateş’in canlılığı hepimizi büyülemektedir. Ateş, durmadan değişir, büyür, küçülür, fakat yine de belirli
bir sürekliliğe sahiptir. Ateş için şunu söylemek mümkündür: O, hiç bir zaman aynı kalmadığı halde, hep aynı
olandır. Güç, enerji, büyüklük ve hareketlilik ateşin en önemli özellikleridir. Sanki sonsuz bir güç kaynağını
kullanarak dans eder gibidir. Eğer ‘ateş’i bir sembol olarak kullanacaksak, onun özelliklerine uyan duygularımızı
dikkate almamız gerekecektir. Yani; güç, çabukluk, çeviklik, hareketlilik, büyüklük, neşe ve canlılık, ateş
sembolü ile anlatabileceğimiz duygularımızdır.
Şimdi, insanlığın tarihi boyunca, düşünürlere, yazarlara ve sanatçılara esin kaynağı olmuş “evrensel
mitos”ların ikisini ele alacağız.
a)
O E D I P U S M i t o s ’u .
Bundan, “Hamlet”de yeterlice bahsetmiştik ve Kıral Oedipus’u, kendini kör ettikten sonra, kızlarının
refakatinde Colonos’a kadar getirmiştik. Oedipus’un ondan sonraki hayat hikayes, mitos ve analizi’ni, şimdi yine
E. Fromm’un kaleminden izleyelim.
“Oedipus Colonos’ta adlı eserde, kör Oedipus’un, Atina yakınlarındaki ‘Tanrıçalar Bahçesi’nde, kızları
eşliğinde gezindiğini görüyoruz. Kahine göre, Oedipus, bu bahçede gömülecek olursa, Atina şehri güçlü
düşmanlarına yenilmekten kurtulacaktır. Tragedya’ın devamında Oedipus, bu bilgiyi, THESEUS’a açıklar ve
yalnızca Theseus’un bildiği bir nedenden dolayı da, Tanrıçalar Bahçesi’nde gizemli bir biçimde ölür.
“Kimdir bu Tanrıça’lar? Oedipus’a neden bir tapınak vermeyi önermektedirler? Kehanette niçin
Oedipus buraya gömülecek olursa, yeniden kurtarıcı rolünü üstleneceği söylenmektedir?
Oedipus’un Kolonos’ta Tanrıça’lara yalvardığını görüyoruz:
“Uzak görüşlü tapılası kadınlar,
İlk önce sizin yanınızda ikamet ettiğim için,
Apollon’un bilgeliği ile beni onurlandırın!
Çok kötülükler öngörmüştü benim için,
Ama uzun seneler sonra rahatlığa ulaşacağımı da bilmişti.
Koro da ekliyor:
“Yaşlı adam durmadan geziniyor,
Fakat bir yerde dursaydı,
Hiç bir zaman
Korkutucu kadınların
Yaklaşılmaz bahçelerine
Adım atılmazdı.
Goethe, Faust’un en anlaşılmaz bölümlerinden birinde “Gizemli anneler” konusunu, Sophocles’e
benzer bir şekilde ele almıştır. Burada, Mephistopheles şöyle konuşmaktadır --- --Faust, Bl.2, ‘Karanlık Galeri’
(Finsterne Galerie)MEPHISTOPHELES : “Yüce sırları sakınarak öğrenirim.
Yalnızlık içinde oturan Tanrıça’lar vardır,
Çevrelerinde ne mekan, ne de zaman yer almaz,
Onların hakkında konuşmak bile utanç verir,
Çünkü onlar annedirler.
FAUST (Korkarak)
:
Anneler!
MEPHISTOPHELES :
Bu seni korkuttu mu?
FAUST
Anneler! Anneler! Gerçekten de harika bu.
:
MEPHISTOPHELES :
Öyledir ya! Tanınmayan Tanrıça’lar.
Siz, ölümlülerin de, bizim de pek anmadığımız,
Onların evlerini bulman için derinleri kazmalısın;
Onlara gerek duymanın tek nedeni ise, kendinsin.”
Oedipus trilojisi’ne (incest’in ötesinde) başka bir açıdan bakarsak, bunun, a t a e r k i l ailede baba
otoritesine karşı yapılan bir isyan olarak görebiliriz Oedipus’un Jacosta ile evlenmesi, yalnızca ikinci dereceden
bir öneme sahiptir. Kıral Oedipus, daha çok, babasına karşı zafer kazanmış bir erkeğin sembolüdür.
Oedipus’un kendini kör ettikten sonra bir süre Theba’da kaldığını biliyoruz. Oedipus’tan sonra, amcası
K r e o n , Theba kıralı olmuş ve Oedipus’u sürgüne yollamıştır. Oedipus’un kızları olan A n t i g o n e ve I s m
e n e , babalarıyla birlikte sürgüne gitmişlerdir. Fakat her iki oğlu da (yani E t e o k l e s ve P o l y n e i k e s),
babalarına yardım etmemekte kararlıdırlar. Oedipus’un Theba’yı terkettiğinde, bu iki kardeş arasında bir taht
kavgası başlar. Eteokles bu kavgayı kazanan kişidir. Fakat Polyneikes teslim olmaz ve yabancı askeri güçlerin
yardımı ile tahtı ele geçirmeye çalışır. Bunun için babasına gidip, özür diler ve yardımını ister. Fakat Oedipus’un
oğullarına duyduğu nefret çok büyüktür. Polyneikes’in yalvarmalarına rağmen oğlunu affetmez. Ölümünden
önceki en son sözlerinde şunları söyler:
“Defol, aşağılık adam. Senin baban yok artık!
Korkak adam, dinle şu lanetlerimi:
Hiç unutma, mızrağın hiç bir zaman
Doğduğun kenti yenemeyecek ve hiç bir zaman
Argos’a geri dönmeyeceksin, çünkü onu öldürerek
Seni reddeden kardeşini kaybetmiş olacaksın.
--------------------------Kardeş kinini uyandıran Tanrı Ares bile,
Sizleri kurtaramaz artık..”
Bachofen, 1861’de yayımladığı “Analık Hakkı” (Das Mutterrecht) adlı kitabında, insanlık tarihinin
başlarında, cinsel ilişkilerin özgür ve bağımsız olduğunu iddia ederek, çocuğun yalnızca annesi tarafından kesin
olarak aileye bağlandığını söylemiştir. Bachofen, Yunan ve Roma antikitesine ait dini belgeleri incelediğinde,
kadınların sahip oldukları öncü rolün, yalnızca aile ve toplumda değil, aynı zamanda dinde de görüldüğünü fark
etmişti. (İnsanlık tarihinin gelişiminde, insanlar nerede yaşalarsa yaşasınlar, örneğin Ortaasya’da, kadın
şamanların, “yerleşim” öncesi devirlerde, dini lider olarak topluma önderlik ettiklerini, “Şamanizm” adlı
kitabımızda konu etmiştik -Anaerkil dönem- Dr.İ.E.)
Olimpik Tanrı dininden (Yani, bildiğimiz Z e u s bağlantılı ve Olimpos kökenli Yunan dininden) önce,
bir a n a T a n r ı ç a’ nın varolduğunu ve kadın kahramanlara dayanan bir dinin bulunduğunu kanıtlayan
Bachofen olmuştur.
Bachofen’e göre, zamanla erkekler kadınları yenmiş ve onları eğemenliklerinin altına almışlar, ayrıca,
a t a e r k i l bir toplum düzeni kurmayı başarmışlardır. Bu biçimde oluşan ‘ataerkil’ toplumda, “tek eşlilik” (en
azından, kadınlar için) babanın otoritesi ve erkeklerin toplum içindeki egemen rolleri en önemli özellikleridir.
Böyle bir ataerkil kültürde, d i n de, toplunmsal organizasyona uymuştur. (Sonuçta) ‘Ana Tanrıça’nın yerine,
artık ‘Erkek bir Tanrı’ geçmiştir.
Bachofen, aynı eserinin önsözünde şunları yazar:
“Tüm erdemlerin gelişimini, yani içimizdeki ‘iyi’ tarafların ortaya çıkarılmasını, anneliğin sihrinde
aramalıyız. Annelik, zorluk dolu bir hayatın içine, sevgi, barış ve anlayışın Tanrısal bir ışığı gibi doğmaktadır.
Kadın, yavrusunu koruduğu için, bir erkekten çok daha önce sevgi’yi öğrenmektedir. Sonra da, sevgisini kendi
benliğinin sınırları dışına çıkarmayı, onu başkalarına aktarmayı ve (yavrusunu korumaya ve güzelleştirmeye
yarayacak) bütün yaratıcılığını kullanmayı geliştirmektedir. Artık bu özelliğinden, hayatı sevgi, koruma ve
ölüme karşı oluş ortaya çıkacaktır.”
Bachofen’in, “Aşil”i (Aschilles) “Oreste” ile yaptığı analiz, onun Yunan mitos’ları hakkında yaptığı en
güzel çalışmalardan biridir. Bachofen’e göre, “Oreste”de, a n a T a n r ı ç a’ lar ile T a n r ı’ lar arasındaki
savaş, sembolik bir dile gözler önüne serilmiştir.
Eserin konusu kısaca şöyledir:
KLYTAIMNESTRA, kocası AGAMEMNON’u, sevgilisi EGIST uğruna öldürmüştür. Bunun üzerine
Agamemnon’dan olan oğlu OREST, annesini ve onun sevgilisini öldürerek, babasının intikamını alır. “Anaerkil”
düzeni ve “ana Tanrıça’ları” temsil eden ERINI’ler, Oreste’in peşine düşer ve onun cezalandırılmasını
isterler.Fakat yeni “Ataerkil” düzenin temsilcileri olan APOLLON ve ATHENA (Athena, ZEUS’un kafasından
çıkmıştır, onu bir kadın doğurmamıştır!), Oreste’i savunmaktadırlar. Bu çatışma, aslında, yeni ve eski düzen
arasında bir kavgadır. ‘Anaerkil’ düzen, için yalnızca tek bir kutsal şey vardır, o da anneyle olan kan bağıdır.
Bundan dolayı bir annenin öldürülmesi, işlenebilecek en büyük suçtur. Bu suç, hiç bir zaman
affedilmez. “Ataerkil” düzende ise, babaya olan saygı ve sevgi, en yüce duygudur. Bunun için babanın
öldürülmesi, işlenebilecek en büyük ve en kötü suçtur. Bu nedenle, Klytaimnestra’nın kocasını öldürmesi, her iki
düzen açısından da farklı bir biçimde değerlendirilmektedir. ERINI’ler açısından bu cinayet önemsizdir, çünkü
onlar, anneyle olan kan bağına daha çok önem verirler. Fakat “Olimpos Tanrı’ları” açısından, bir babanın
intikamını almak için bir annenin öldürülmesi suç sayılmamalıdır (HAMLET’de Ana Kraliçe Gertrude’un
öldürülüşü, gerçekten de ‘ataerkil’ bir dönemde yapıldığından ve ‘baba’nın intikamını almaya yönelik
olduğundan, Shakespeare o olayı ne de hafif geçmiştir. Dr.İ.E.)
AŞİL’in “Oreste” sinde, en sonunda Oreste, serbest bırakılmaktadır. Fakat ‘ataerkil’ düzenin bu zaferi,
yenilen Tanrıça’larla varılan bir anlaşma sonrası zayıflar. Çünkü artık onlara, toprağın “koruyuculuğu” ve
tarlanın “verimlilik Tanrıçası” olmak görevleri verilmiştir.
Başa, mitos’a geri dönersek, Oedipus, “ürkütücü tanrıça”ların bahçesinde, huzura erişir ve orada gerçek
bir yuva kurar. Bir erkek olmasına karşın, ‘anaerkil’ düzenin dünyasına ait olan Oedipus, gücünü de onlarla olan
ruh ilişkisinden almaktadır.
Oedipus’un, “anerkil” düzenin bir temsilcisi olduğunu gösteren başka kanıtlar da vardır: kızlarını
överken, Mısır’daki ‘anaerkil’ düzenden ve HERODOT’tan alıntı yapılmıştır:
“Tüm duygular ve hayatı
Nasıl da Mısırlı’larınkine benzedi!
Orada erkek evde oturur ve örgü örer,
Kadınlar ise dışarda çalışır ve
Hayatın devamını sağlamaya uğraşırlar.”
Oedipus Kolonos’ta da, baba ve oğul arasındaki çatışma ön plandadır. Onların, Doğa’nın yasalarına
karşı geldiklerini söyleyen Oedipus, kendi lanetinin, oğullarının Tanrı POSEIDON’a yaptıkları yakarıştan daha
güçlü olduğunu ileri sürmektedir. Lanetinin, Yunan Adalet Tanrıçası, doğal kan bağının koruyucusu ve
‘anaerkil’ düzenin temsilcilerinden “DIKE’nin yüce makamını, büyük ZEUS’un yanında koruduğu sürece”
geçerli olduğunu söylemektedir. Triloji’nin bu ikinci ayağında, insest ’den eser yoktur.
Oedipus Kolonosta’nın sonu, toprak tanrıçalarıyla olan bağı, daha da güzel bir biçimde sergiler. ‘Koro’,
‘görünmez tanrıça’lara ve ‘yeraltı tanrıça’larına yalvardıktan sonra, bir haberci, Oedipus’un nasıl öldüğünü
anlatmaya başlar. Oedipus, kızıyla vedalaştıktan sonra, THESEUS’un eşliğinde “Tanrıçalar Tapınağı”na
girmiştir. Haberci, Theseus hakkında şunları söylemektedir:
“Ve Kıral, elini bir kalkan gibi
Gözünün önüne tuttu, sanki korkunç bir
Resmi karşısında görmüş gibi
Bir süre sonra onu gördük,
Toprağa kadar eğiliyor ve aynı anda
Tanrı’ların yüce katına bir yakarışta bulunuyordu.
-----------------Fakat yaşlı adamın nasıl öldüğünü
Theseus’tan başkası bilmez herhalde;
Çünkü onu, ne Tanrı’nın şimşeği
Öldürdü ve ne de, denizden
O anda yükselen büyük bir fırtına.
O bir Tanrı habercisiydi, toprak yarıldı
Ve onu usulca kendi içine aldı,
Adam, hiç acı çekmeden ve hasta olmadan,
Buradan ayrıldı, hem de hiç kimseye nasip olmamış biçimde.”
T r i l o j i ’nin üçüncü bölümü olan A n t i g o n e’ ye gelince:
Burada da ‘anaerkil’ ve ‘ataerkil’ ögelerin çatışması eserin ana tema’sını oluşturur. KREON, artık
Theba’nın titan’ı olmuştur. Oedipus’un iki oğlundan biri şehire saldırırken, diğeri de tahtını korurken
ölmüşlerdir. Bunun üzerine Kreon, asıl kıralın gömülmesini, saldırganın cesedinin ise açıkta bırakılmasını
emretmiştir. Bir cesedi açıkta bırakmak, o çağda bir insana yapılabilecek en kötü aşağılama ve karalamadır.
Kreon, devlet yasalarının, kan bağının önüne geçmiş olduğu bir sistemin temsilcisi durumundadır. Ona göre
‘itaat’, insancıllıktan daha önemlidir. Fakat ANTIGONE, bu emirlere ve bu düzene uymak istemez. O, insanlara
önem verilmesinden yanadır.
Antigone, Kreon ile anlaşmaya girmek istemez. Fakat kızkardeşi ISMENE, ‘anaerkil’ düzenin
yenilgisini kabul etmiş ve yeni düzene uymuştur. Nitekim Ismene, Antigone’ye şöyle seslenmektedir:
“Hayır, anlamalısın artık: Biz kadınız,
Ve erkeklere karşı savaşamayız.
Ve de: Güçler tarafından yönetiliyoruz.”
K o r o’ nun insanlar için okuduğu methiye, ‘anaerkil’ düzendeki insancıl prensipleri pek güzel
tanımlar:
“Korkunç şeyler vardır ama hiç biri
İnsan kadar korkunç olamaz.
O, gri denizlerde de seyahat eder.
Kışın güneyden gelen fırtınalarda da,
Ve yüksek dalgaları kırıp geçer.
Ve Tanrı’lar için çok kutsal olan,
Yaratıcılığı bitmeyen ve yorulmayan toprağı
Hor kullanır insan,
Her sene kara sabanıyla,
Ve atın yardımıyla, onu yararak.”
ANTIGONE, insanların yaptıkları yasaların , ‘Olimpos Tanrıları’nınkine eşit olamayacağını söyler.
“Çünkü onlar dün veya bugün yaratılmadılar. Onlar baştan beri varlar ve nereden geldiklerini de kimse bilemez.
Ölmüş olan insan, ‘toprak ana’ya geri döner.” Antigone, insanlar arasındaki dayanışmaya ve herşeyi kapsayan
‘sevgi’yi temsil etmektedir.
“Hayır! Nefret etme, çünkü kadının doğasında sevgi vardır! ”der.
KREON içinse, otoriteye itaat etmek, en büyük erdemdir. Antigone’yi mutlaka yenmesi gerekecektir;
çünkü ancak o zaman, ‘ataerkil’ aileyi ve ‘erkekliği’ni kanıtlamış olacaktır.
“Evet oğlum!
İşte göğsünde, babanın tüm fikirlerini
Kabul ettiğin yazmalıdır.
Onun için erkekler, itaatkar
Çocuklar yetiştirebilmek için Tanrı’ya yakarırlar.
-----------------Oğlum, bu yüzden bir kadın
Uğruna hiç bir zaman aklını kaybetme.
Çünkü inan bana, soğuk bir sarılıştır o.
Eğer yatak arkadaşın olan kadın iyi biri değilse.
Hangi müthiş kötülük
Olabilirdi kötü bir arkadaştan başka!
Hayır, kötü bir arkadaş gibi fırlat, at onu
Ve bu kadının, Hades’ten bir erkek almasını sağla!
-----------------Varsın Zeus’a yalvarsın, kanın
Koruyucusuna! Fakat kendi soyunda
Düzensizlik olursa, devletinde de olur!
Evinde iyi bir erkek olan,
Devletine de iyi bir erkek olur.
Böyle bir erkek, bundan emin ol,
Adil biçimde yönetir ve yönetmeyi de ister..”
Onun sisteminde, vatandaşlar, devletin ve hükümdarın mülkiyeti altındadır. Bundan dolayı da,
‘disiplinsizlik’ten daha büyük bir kötülük yoktur. Kreon’un oğlu HAIMON ise, Antigone ile aynı safta
savaşmaktadırlar. İlk önce babasını sözcüklerle ikna etmeye çalışan Haimon, daha sonra muhalefetini açıkça
belli etmektedir:
HAIMON :
KREON :
HAIMON :
KREON :
HAIMON :
Ben, tek bir kişiye ait olan devlete, devlet demem!
Devlet, onu yöneten adamın olmaz mı?
Boş bir ülkeyi kendi başına ne güzel de yönetirdin...
Galiba bu adam, kadınlarla işbirliği yapıyor.
Aşağıdaki Tanrıça’lar, bana olduğu gibi, sana da hükmederler.
Artık trajedya, kaçınılmaz finale doğru ilerlemektedir. Kreon, Antigone’yi canlı canlı bir mağaranın
içine gömmüştür. Aslında bu davranış, yine Antigone’nin toprak ile bağlılığını göstermektedir. Kıral Oedipus’ta,
Oedipus’un suçunu lanetlemiş olan kahin THEIRESIAS, bu kez de Kreon’un suçunu kanıtlamaya çalışır. Kreon
paniğe girer ve Antigone’yi kurtarmaya çalışır. Mağaraya koşar, fakat Antigone çoktan ölmüştür. Bu arada
Haimon, babasını öldürmeye yeltenir, bunu başaramayınca da kendi canına kıyar. Kreon’un karısı EURYDIKE
ise, intihar eder; kocasını, evlat katili olarak lanetler ve hayata gözlerini yumar. Ve perde, Kıral Kreon’un şu
haykırışlarıyla kapanır:
“Ah bana! Ölümlüler arasında
Hiç kimse böyle bir şeyle karşılaşmadı: Bütün suç benimdir!
Evet, ben öldürdüm,
Evet ben, gerçeği söylüyorum!
Beni bu yoldan hemen götürün, hemen!
Beni artık hiç bir şeyi kalmayan hiçi,
Götürün beni, o mağrur adamı,
Ve seni de güzel kız, seni de! Vah, vah!
Ve ben artık sana nasıl bakarım,
Tuttuğum her şey kurudu,
Yukarıdan üstüme
Müthiş bir kader indi..”
Özet:
Oedipus, Haimon ve Antigone’nin temsil ettiği “anaerkil” geleneksel toplum düzeni, Kreon’un
temsilcisi olduğu “ataerkil” ve “inatçı” toplum düzenine üstün gelmiştir.
b)
YARATILIŞ
Mitosu:
B a b i l’ i n Y a r a t ı l ı ş M i t o s ’u (Enuma Elish), erkek tanrıların, evreni yöneten ‘büyük ana
Tanrıça’ TIAMAT’a karşı yaptıkları başarılı isyanı anlatır. Tanrılar aralarında bir ittifak kurarlar ve kendilerine
MARDUK’u önder seçerler. Dehşet verici savaştan sonra Tiamat öldürülür, onun cesedinden de y e r ve g ö k
yaratılır. Sonuçta, Marduk, “baş Tanrı” olarak yeri ve göğü yönetmeye başlar. Ancak bu göreve gelebilmesi için
bir sınavdan geçmesi gerekir. (Sphinks mitosu!) O da şöyle olur.
“Ve sonra bir giysi koydular ortaya;
İlk olarak doğmuş olan Marduk’a şöyle dediler:
‘Gerçekten, efendimiz, bütün tanrılar arasında en yüce kadere siz sahipsiniz,
Yol olmayı ve var olmayı emredin ve emriniz gerçekleşsin!
Kelimelerinizle bu giysiyi yok edin;
Ve bir daha emredin ve giysi eski haline dönüşsün!’
Ve ağzı ile emir verdi,
Giysi hemen oracıkta yok oldu.
Ve bir daha emretti,
Giysi yine eski haline döndü..
Babaları olan tanrılar, onun sözcüklerinin gücünü gördüklerinde
Sevindiler, ona saygı gösterdiler ve şöyle dediler:
‘Marduk artık kıralımızdır!’ ”
Kutsal Kitap’taki mitos, B a b i l M i t o s u ’nun bittiği yerden başlamaktadır. Artık “erkek bir
Tanrı”nın eğemenliği kurulmuş ve ‘anaerkil’ düzeyden hiç bir iz kalmamıştır. Marduk’un sınavı, Kutsal
Kitap’taki y a r a t ı l ı ş ö y k ü s ü ’ nün ana konusunu oluşturur. Çünkü burada Tanrı, evreni, bir tek sözle
yaratmıştır. Kadının üretken yeteneklerine artık gerek kalmamıştır. Kadının erkeği doğurması gibi çok doğal
olan bir olay bile, tersine dönmüştür; çünkü HAVVA, ADEM’in bir kaburgasından yaratılmıştır (Antik Yunan
edisyonu: Athena, Zeus’un kafasından çıkmıştır! Dr.İ.E.). Fakat buna karşın, anaerkil düzenin anıları tam olarak
silinememiştir. Çünkü Havva’nın çizdiği tip, erkeğe üstün olan bir kadın tipidir. Örneğin Havva, girişkendir ve
yasak olan meyvayı yemiştir. Bunu Adem’e sormadan yapar ve ona da bu meyvadan yedirir. Tanrı, bu olayın
farkına varır ve Adem’den hesap sorar. Fakat Adem, kendini tam anlamıyla savunamaz. Kadının işlediği bu ilk
günahtan sonra, erkeğin eğemenliği tüm anlamıyla kurulur. Tanrı, Havva’ya: “Yine de erkeğini arzulayacaksın,
fakat o seni yönetecektir!” der (Tekvin: 3:16). ”
*
*
*
İnsanoğlunun kültürel tarihinde, onun yerel kültürünü ‘biricik’ yapan ama aslında, görünmez tünellerle
birbirlerine bağlı daha nice Tufan ve Dünya sonu mitos’ları var.Yerimiz bunları özetlemeye yetmez.
Bazılarından Şamanizm bölümünde yine bahsedeceğiz. Şimdi, başındanberi iddia ettiğimiz gibi, Doğa ve onun
azametli olayları karşısında suskun, çaresiz ve yüreği korku dolu olan insan, ilk etapta “mitos”ları yarattıktan
sonra, bunları “ritüel”ler halinde kuşaklardan kuşaklara devam ettirir. Onun için, şimdi, r i t ü e l konusuna
giriyoruz.
Bu konuya dalmadan önce de, 19. yüzyılın sonlarına doğru HOBART’ın söylediği tarihi bir tümceyi
burada biraz açıklamak isterim: “Ontojeni (ontogenesis-kişisel gelişim),
Filojeni’nin (philogenesis-tür gelişimi) tekrarından ibarettir!”. Buna ‘biyolojik’ bir gözle bakarsak ve
DARWIN’i alabildiğine basitleştirirsek: Bir amip’ten yine bir amip oluşur; bu demektir ki, bir amip’in kişisel
gelişimi (ontogenes), ayni amip’in tür gelişiminin (filogenes) -aynısının- tekrarından ibarettir. Aynı şekilde bir
balığı düşünelim, balık da tek hücreyle başlar (ontogenes), ama daha ilerlere giderek balığa döner (filogenes);
insan da tek hücreyle başlar (ontogenes), amip ve balık devrelerinden geçerek insana dönüşür (filogenes). Özetle,
insan hem amip ve hem balıktı, ama evrim ile ‘insan’a ulaştı, fakat Doğa’da her gün, bu evrensel gelişimin tüm
evreleri ayrı ayrı, orijinal halleriyle, simültane olarak mevcutturlar.
Ben bu evrim kuramını, insanoğlu’nun sosyal evrimine uyguluyorum ve antropolojik bir bağlamda, Lavoisier’nin dediği gibi yeniden hiç bir şey yaratmadan- şu gerçeği gözlerimizin önüne sergiliyorum: İnsan
denilen varlığın geçirdiği her evrim (antropoid devirler, iki ayaklı devreye geçiş (homo erectus), düşünen insan
(homo sapiens), çalışan insan (homo faber) ve oynayan insan-aktör (homo ludens) modern zamanların getirdiği
yeni değişimler ve yaşam göstergelerine karşın, orijinal formlarıyla, mamafih çoğu kez, maskeli bir şekilde
toplumda mevcutturlar.
Bu bağlamda, şimdi, düşünce dünyasının başka devlerinden biri, analist Theodor Reik’ın “Ritüel”
(Ritual, International University Press, New York 1946) adlı meşhur kitabından yaptığım bir özeti
okuyucularıma sunmak isterim. Onun verdiği çeşitli örnekler arasından yalnızca ilkini, “Couvade”ı alıyoruz.
Makalenin ismi:
“COUVADE ve YANIT VERME - İNTİKAM ALMA’NIN PSİKOLOJİK ORİJİNLERİ”
C o u v a d e (Kuvad) sözcüğü, Basque’ların (Fransa’da, Batı Pirene yöresi ve oranın halkı) “couver =
erkek çocuğun yatağı; alıp getirmek (to fetch)” sözcüğünden çıkmadır ve “saklanacak emin bir yer” anlamına da
gelir. Kuvad, adet-ritüel olarak da, birçok ilkel kavimlerin yaşamında önemli bir yer tutar. Olay şu: Yeni doğmuş
çocuğun babası, bebek doğduktan sonraki lohusalığın başlangıcında, bir süre için -anne yerine- yatakta uzanır,
yalnızca önceden belirlenmiş besiyi yer, alışılagelen ödevlerini yapmadan yatar. Anne ise günlük yaşamdaki
görevlerini yapmaya devam eder.
Didorus SICULUS, Korsika’da gördüklerinden şöyle bahseder: “Kadın çocuğu doğurduktan sonra
normal çalışmasına devam ederken, kocası, sanki vücudunda ağrılar varmış gibi, günlerce yatakta hareketsiz
yatar.”
STRABO’ya göre, Kuzey İspanya’daki yerleşim alanlarında, kadınlar, çocuklarını doğurduktan sonra,
kendileri yerine kocalarını yatağa koyarlar.
Apollonius RHODIUS da, Pontus (Kızılırmağı da içeren kuzeybatı Karadeniz yöresi.İ.Ö. 4.asırda, 6.
Mitriades ile en görkemli devrelerini yaşamış ve hemen tüm Anadoluyu istila etmiştir. Romalılar. İ.Ö. ilk
yüzyılın ortalarında Küçük Asya’yı istila ettiklerinde onların hükümranlıklarına son vermiş ve onları kıyıda,
küçük bir yöre’de kırallığa makkum etmiştir. Bilindiği gibi, İkinci (Fatih) Sultan Mehmet, 1451’de orayı
zaptederek araziyi Osmanlı’lara katmıştır. İ.E.) kavimlerinden T i b a r e n i’ ler arasında, loğusa kadının yatakta,
başına bir bandaj bağlanmış ve acılar içinde kıvranan kocasına yemek hazırladığını ve ona banyo yaptırdığını
kaydeder.
Francisque MICHEL, Biscay’de (Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısı), 1857’de, kadının doğum yaptıktan
sonra, erkeğinin bebeği ile yatağa uzanıp komşularının tebriklerini kabul ettiğini yazar.
19. yüzyılın meşhur gezegen kaşifi Marco POLO , aynı adetlerin bazı Çin eyaletlerinde de görüldüğünü
yazar (London, 1871). Ona göre, Çinli kadın, çocuğunu doğurduktan sonra hemen ayağa kalkarak ev işlerine
koyulur; kocası ise bebeği yatağa alarak onunla kırk gün kalır. İnanç, basitçe, erkeğin de kadının çektiği ıstırabın
farkında olmasıdır. Bu Çin adeti, çok daha önce yüzyıllardanberi süregelen M i a o – T s z e : ilkel bir Çin
folklorünün devamıdır. Ne yazık ki bu hususta yazılı bir eser kalmamıştır.
KUNNICKE, bu konuda mevcut bir resmin tekst’ini yazmıştır.”Baba, yalnızca bir pencereden
izlenebileceği üzere, bir yatağa uzanmış ve yeni doğan bebeği beslemektedir. Anne, dışardan yiyeceği
getirmektedir.” Yine ona göre, A.CRAIN, Hindistan’ın ilkel yerleşim alanlarında, D r a v i d i a n’ larda, yeni
doğan bir bebeğin, babasının yatağında yattığını kaydeder. Babalar, bir süre için dokunulmazlar, tabu’durlar.
THURSTONE’a göre, ayni adet K o r a n a s’ larda da mevcuttur. İnanç, erkeğin kadından daha değerli
ve çocuğun doğumunda en önemli faktör olduğudur. Dolayısıyla, bebeği de beslemelidir.
E. TYLOR’a göre, güney Hindistan’da şöyle bir adet vardır: Erkek, başkadınının (belli ki poligami var!)
ilk doğurduğu erkek ya da kız ve onlardan sonra gelen her erkek çocuğun dünyaya gelişinden sonra, bir ay için
kendini yatağa bağlar. O süre boyunca yalnızca pirinç yer; baharlı yemekler yemez, tütün içmez. Ay sonunda da
ilk banyosunu alır, yeni giysilerini giyer ve arkadaşlarına bir şölen verir.
Borneo’nun “Land Dyaks”larında, erkekler, eşlerinin bebek doğurmalarından bir süre öncesinden,
tarlada bir zorunluluk olmadıkça, kesici aletler ve bıçaklar, ateşli silahlar kullanmazlar, hayvanlara vurmazlar ve
benzeri şiddet olayları sergilemezler (Makalenin sonunda göreceğimiz gibi, bilinçötesinden gelebilecek agresif
duyguları kontrol amacıyla. Dr. İ:E.). Çocuk doğunca da, günlerce yalıtımda kalırlar, yalnız pirinç ve tuz yerler.
Böylelikle kendilerinin ve bebeğin karınlarının şişmesini önlediklerine inanırlar.
Caribs’ (Amerika’nın Büyük Okyanus’a açılan güneydoğu uzak kıyılarında; Batı ve Güney Hint
adaları, Guiana, Venezuella’ sahillerini içeren adalar topluluğu) lerde, çocuk doğunca, anne çalışmaya gider;
baba ise, hastaymış gibi şikayete başlar, kulübesine çekilir ve diyete başlar. Beş gün hiç bir şey yemez, on gün
kadar yalnızca “oüycou” (?haşhaş usaresi) içer. On gün geçtikten sonra da, “cassava”(bir tür bitkisel yiyecek)
yemeğe ve “oüycou” içmeye başlarlar ama bir ay boyunca kendilerini herşeyden geri çekerler. Bu geri çekiliş ve
deniz hayvan mamullerini yememek bir yıl kadar sürebilir. Gaye, ç o c u ğ u k o r u m a k t ı r . Bunları
kaydeden De ROCHEFORT (1665), adalıların başka bir adetinden de bahseder: Çocuk doğduktan ve baba,
yeterli sürede diyetini süürdürdükten sonra, bir “agouti”’nin (tavşana benzer bir kemirici. İ.E.) dişiyle, omuzunu
çizerek kanatır. O anda baba, en ufak bir ıstırap çekme görüntüsü vermemelidir. O, bu kanamada ne kadar ıstırap
çekerse, bebeğini de o denli korumuş olacaktır.
Aynı kabile mensupları için, Du TEATRE de şunları kaydediyor: “Kırk gün dolunca, babalar, en yakın
dostlarını ve arkadaşlarını davet ederler ve yemeğe otururlar. Orada yine bir ‘agouti’ dişi ile vücutlarını çeşitli
yerlerinden çizer ve kanamaya başlarlar. Arkadaş ve dostlar da, merhem (?) olsun diye, acı Hindistan biberinden
en koyu usareyi kanayan yerlere sürerler. Bu, canlı canlı yanmaktan daha acı verici olaydır... Bu arada, tek
kelime konuşulmaz. Seromoninin sonunda, zavallı adam, bitkin bir halde yatağa taşınır. O
orada günlerce yatarken onun hesabına evde cümbüş gırla gider. O da, altı ay boyunca ne kuş ne de balık yer,
yoksa çocuğun midesi zedelenecektir. Eğer kazaen baba bir hayvan eti yerse, çocuk da o hayvanın doğal
hastalıklarını üstlenecektir; örneğin baba eğer bir ‘kaplumbağa’ yerse, çocuk ‘sağır’ ve hayvan gibi ‘beyinsiz’
olacaktır. Eğer baba ‘manati’ (Sirenia grubundan iri, yenilebilen memeli bir hayvan, Dr.İ.E.) yerse, çcuk da, tıpkı
bu hayvan gibi küçük-yuvarlak-çipil gözlere sahip olacaktır. Eğer ‘tavuk’ ya da ‘domuz’ yerse, bebek, babasının
‘yaralarını hissedecektir’.Yok, eğer yerlilerin de yemekten pek çok hoşlandıkları ‘beetles’(büyük bir çekirge
türü, Dr.İ.E.) yerse, çocuk ‘öksürüğe’ tutulacaktır.
S a a Malezya adasında baba, çocuğun doğumundan evvel ve sonra domuz yemez, şiddetli-agresif
hareketlerde bulunmaz, yoksa bebek bundan etkilenecektir.
Modern Japonya’nın bazı yörelerinde, baba, karısının gebeliğinin 4.ayından sonra hurma, ağacından
düşmemiş kokonat ve kaplumbağa yemez.
Filipin’lerde, L u z o n’un Zambales’lerde, gelin, evlenmeden bir hafta öncesinden başlayarak ekşi
meyva yemez, yoksa, evlendikten ve çocuk sahibi olduktan sonra, çocuk mide ağrısından ıstırap çekecektir.
Bu örnekler daha da çoğalabilir. Genel inanç şudur ki, “couvade”a, genellikle güney Amerika ve güneydoğu Asya’da rastlanır. Diğer bir gözlem de bunun, en düşük kültürlerden en yüksek kültürlere bir ‘geçiş’
(intermediate position) alanlarında var olmalarıdır.
Yorum Hakkında
Kuramlar
1. 1723’de misyoner Josef François LAFITAU, dinsel yönden bir kuram sundu. Ona göre, yerliler, “orijinal
günah”ın (Adem ve Havva’nın cennette elma yiyişi) anımsanması ve Tanrıdan bu yollarla af dilenmesidir.
2. BACHOFEN (Das Mutterrecht, Stuttgart, 1861), bunun için daha bilimsel bir açıklama sundu. Ona göre
“kuvad”, ‘anaerkil’ (matriarchic) bir dönemden, ‘ataerkil’ (patriarchic) bir döneme geçiş ritüel’idir. Baba,
orijinal olarak annede mevcut “yaratma edim ve kudreti”ni paylaşmaktadır.
3. Lothar v. DARGUN’a göre ise (Mutterrecht und Vaterrecht, Leibzig 1892), bu kavimlerde, çocuk doğuran
anneler hiç bir zaman yatakta yatıp dinlenmezler; bu nedenle, ‘lohusa kadınları taklit’ söz konusu değildir. O
halde bu, gizli kalmış “baba otoritesi”nin simgesidir. Zira artık baba, ailenin en önemli ferdidir ve hakkı olması
nedeniyle, ‘kuvad’ı simgesel ve gerçekçil olarak yaşamalıdır.
4. Bu son iki görüşe şiddetle karşı çıkan birçok Alman, İngiliz ve Fransız bilginleri, özellikle BASTIAN
(Matriarchat und Patriarchat, Berlin 1886), iki tür yorumda bulunurlar:
a) Bu adet, yeni doğan çocuklarda sıklıkla görülen “lohusalık ateşi”nden (puerperal fever) ve “şeytan’ın
nazarı”ndan (evil eye) korunmak için yaratılmış bir ritüel’dir;
b) Erkek, “erkek çocuk yatağı” içinde olmadıkça, gerçek babalığı simgeleyemez.
5. Max MÜLLER (Chips from a German Workshop, London 1867), şu varsayımı sunuyor: Yeni doğan çocuğu,
gereksiz gürültü, patırdı ve baba’nın aşırı ajitasyon’undan korumak gayesiyle, baba yatağa adeta hapsedilir. Bu,
sonradan ‘tuhaf’ görülen bir adetin başlangıcı oldu ve herkesin işine yaradığı için öylece yerleşti. Başlangıçta,
kadınlarla olan ilişkilerinde kendini üstün gören -zavallı- koca (Belki de kadının yaratma edim ve gücüyle,
Dr.İ.E.) korkmaya ve sıradışı, olağanüstü çareler aramaya başladı. Sonuçta, tamamen ters bir davranışla, kendini
bir “şehit” (martyr) durumuna koydu, hasta rolüne soyundu, yatağa bağlandı ve ıstırap çekti.
6. Üç İngiliz bilim adamı; E.B. TYLOR, E.E. HARTLAND ve J.G.FRAZER, şunu savundular:
“İlkel kabilelerde, baba ve çocuk arasındaki ilinti, bizlerde olduğuna inandığımız gibi, yalnızca
ebeveynlik ve ilişkilerini değil, baba ile bebek arasındaki çok şiddetli fiziksel bağı içerir (özdeşim=identification,
mystic participation, Dr.İ.E.) Tylor buna “sempatik sihir” (sympathetic magic) der. Hartland de, çocuğun, ailenin
bir ‘parçası’ olduğundan bahisle, çocuğun kendi kendine konuşma ve yiyebilme çağına kadar, bu bağın çok
şiddetli olarak kaldığından bahseder. Bu iki birimden herhangi birindeki bir incinme, acı çekme, hemen diğer
birimde de aynen hissedilir (1930’larda çekilmiş, Douglas Fairbanks, Jr.’un oynadığı “Korsikalı Kardeşler”deki
‘ikiz’leri anımsatalım, Dr.İ.E.). Bu nedenle, bu olası acı ve ıstırapları önleyecek ritüel’ler -daha öncedengeliştirilmiştir.
Frazer de, esas olarak ayni görüşü sahiplenerek, baba’nın, anne’nin gerçekten yaşadığı “çocuk doğumu”
olayının bir taklidini yaptığına inanır. Aynı yazar, Amerika’da, Kaliforniya Kızılderilileri hakkında
BANCROFT’un bir gözleminden bahseder: Çocuk doğunca, koca, kendini yatağa atar, inlemeye ve kıvranmaya
başlar ve gerçek doğum sancılarını çeken bir annenin geçirdiği tüm ‘acı’ sahnelerini yineler.”
Psikanalitik Yorum
Theodor REIK, kanımca, psikanalitik yorumların en kabul edilebilir olanını yapıyor:
“Benim yorumlarım, Roheim, Jones ve Flügel gibi ünlü psikanalistler tarafından da kabul edilmiştir. Ek
olarak, Ferd v. Reitsenstein’ın görüşlerini burada özetlemeyi bir borç bilirim:
a) R i t ü e l , anneyle beraber yaşayan ve döllenmede en önemli payı olan baba’nın
önemini simgeler ve yansıtır;
b) İlkel kabilelerde çok rastlandığı gibi, cinsel ilişkiler hemen hemen sınırsız
derecede olduğundan
bu adet, ‘gerçek baba’nın, özellikle yasasal zorunluğun var olduğu yerlerde, tesbitiyle önem
kazanır;
a) ‘Ana-erkil’ aile sisteminden ‘Baba-erkil’ aile sistemine geçişe sahne olan yerleşimlerde, çocuğu,
baba’nın aile grubu ve hükmü içine sokar;
b) Çocuğun sağlığını daha doğuştan itibaren korumak, özellikle, bazı kabilelerde olduğu gibi, kadının
aile efradının düşmanca hücumlarından korumak.
“Biz, Frazer’in yorumlarının birçoğuna katılıyoruz. Hiç şüphe yok ki, ‘kuvad’ın kullanılımı, “ruhsal bir
özdeşim” (psychical identification) olayıdır (Bugünlerde bizler, böyle kudretli bir özdeşimi ‘histerik’ ve
‘nörotik’ hallerde görmekteyiz). Sayın Dr. Karl Abraham da, nörotik bir adamın, her dört haftada bir şiddetli
baş ağrılarından ıstırap çeken bir vakadan bahseder (Adam, annesinin aybaşlarını taklit ediyordu).
“Mamafih ben, Freud’la birlikte, çocuğu ‘şeytanlardan kaçırmak’tan çok, bir “tılsım”ın (magic), her
türlü korkuları önleyen bir tedbir olarak kullanıldığını düşünüyorum. Basit bir deyimle, bu bir “Tılsımlı
Düşünce”dir (Magical Thinking) (Korkuları olan çocukların kendilerini ‘Superman’ varsaymaları gibi, Dr.İ.E.).
İnsanlar, kendi ‘öz’ (ve gizli) hasetlerini, agresyon’larını ifade edecekleri zaman, onu önce dışarıya yansıtırlar
(projection). Sonuçta; yatakta yatan lohusa kadının ‘şeytan’ (demon) tarafından istila edilip fazla ıstırap
çekmesini önlemek gayesiyle, onun taklidini yapma davranışının altında, onların daha fazla ıstırap çekmesini
arzulayan bir haset yatar (concealed hostility against the women!) Yani bu, erkeğin karısına karşı duyduğu ‘gizli
düşmanlığın’ (hostility) ve ‘ikilem’in (ambivalency) duygusal bir gösterisidir. Buna, “bastırılmış sadizm”
(repressed sadism) de diyebiliriz. T a g a l’ lerde (Merkezi Luzon, Filipinler; Dr.İ.E.) eve ya da yatağına
bağlanmış kadınlar; kocaları tarafından etraflarında birdenbire ateş yakıldığında veya ateş edildiğinde, dehşete
kapılırlar Şeytanlara, ya da iblislere karşı -sözüm ona- alınmış tedbirlerin altında, düşmanca -bilinçötesiduyguların yattığına başka bir örnek de, Türk’lerin karılarının yatakları altında bir kılıç bulundurmalarıdır.
Dolayısıyla, herhangi bir toplumda, zavallı kadının hafif sopa darbeleriyle dövüp sözüm ona iblis’leri
uzaklaştıran ritüel’ler, aslında, erkeklerin bu kadınlara karşı duydukları (ama, bastırdıkları) agresif (ve
düşmanca) duyguları sembolize ederler.
“Özet olarak, Freud ile birlikte kabul ederiz ki, herhangi bir “ürün”ün, hiç olmazsa iki motivasyon’u
vardır:
1) Mevcut sistemin gerçeklerinden doğan ve sanki ‘gerçek dışı’ (delusory) imiş gibi görünen, ve,
2) G i z l i , fakat en ‘etken’ ve ‘gerçek’ ögesi olan.
“Bu olayların a n a l i z i bize, bu ritüel’lerin altındaki bilinçötesi motif’in, düşmanca ve cinsel
dürtülerin korunması için yaratıldığına inandırıyor. Böylece, “kuvad”ı uygulayan kavmin üyeleri, bir taşla iki
kuş vuruyor: 1) ‘Kadın’ı, ‘erkek’in gizli şiddet ve cinsel tacizlerine karşı koruyor, ve 2) Ne kadar hayali de olsa,
bir kadının doğum sancılarını daha hafif hissetmesine yardımcı oluyor.”
*
Biz de, “niye bir savunma (defense) mekanizması?” sorusuna, “ ‘kadın’da, ‘ana-erkil’ aile dominansı
zamanından arta kalan ve aynı bağlamda ‘yaratma edimi’ne enerji veren kudret’in ‘geri-tepi’sini ya da intikamını
engellemek içindir” yanıtını verip, okuyucularımızı kendi yorumlarıyla başbaşa bırakmak istiyoruz.
*
Tiyatro
ve
*
Ritüel
“Tiyatro ile Ritüel’in ilgisi nedir?”, ya da daha kolayca, “Tiyatro bir ritüel midir?” sorusuna ben hemen
hiç düşünmeksizin ‘evet!’derim. Tiyatro, görsel sanat türlerinin en üst düzeyinde bir gösterim alanı olarak,
sergilediği eserlerin ‘ortak bilinçdışı’ değer yargılarını, mit’leri ve onların beraberinde getirdikleri ‘ritüel’leri
yineliyor ve hem de, sanki bir gösterim yetmiyormuş gibi, günlerce, aylar ve hatta senelerce, bir ritüel halinde
ritüelleri sergiliyor.
Şimdi sizlere, Ritüel’in t i y a t r o ile ilişkileri konusunda, Phil JONES’un “Terapi Olarak Drama Yaşam Olarak Tiyatro” (Drama As Therapy - Therapy As Living) adlı kitabından (Routledge, London 1996)
yaptığım özeti sizlere sunuyorum.
“R i t ü e l nedir?
BERNE (1964) ritüel’i, “..dış sosyal kuvvetler tarafından programlanmış, birbirleriyle ilintili bir seri
stereotip özellikler” olarak tarifler. Bunun şekli, gelenekler (tradition) tarafından belirlenir.
TURNER (1969)’e göre ritüel, “teknolojik rutin’e teslim olan formal bir davranış”tır.
CHAPPLE (1970)’e göre ise, “mit”(myth) ve “ritüel”(ritual), toplumun tüm sosyal organizasyonu ile,
kişilerin biyolojik ritm’leri arasında arabulucularıdırlar.
DOUGLAS (1975) ritüel’i, her ikisi de sembolik şekilde sergilenen: kişinin psikolojik ve toplumun
sosyal gereksinimlerinin arasındaki ilişkiyi koruyan bir öge olarak tarif eder.
RAY (1976), ritüel’in, dua eden ya da birlikte yaşayan bir toplumun insanlarını birbirine yaklaştıran bir
nitelik olduğunu söyler.
HAVILAN (1978), ritüel’in gayesinin, toplum ve birey’in kriz’lerle daha kolay bağdaşabilmesi
olduğunu vurgular.
SCHEFF (1979) ise ritüel’in, gerek kişinin ve gerek toplumun kişisel ve toplumsal gereksinimlerine
yanıt veren bir öge olduğundan bahseder.
LEWIS (1980), ritüel’i, kurallara bağlı, ‘aynılığını yineleyen’ sabit bir süreç olarak tarif eder.
M i t ve r i t ü e l , genellikle beraber giderler. HARRISON’un Eski Yunan dini üzerine yaptığı
araştırmalardan anlaşıldığına göre, bunların her ikisi de ‘toplu’ (kolektif) duyguların gerçek ifade
temsilcisidirler.
R i t ü e l ve d r a m a t e r a p i ’nin her ikisi de “rol oynamayı”, sıkıntı ve güçlüklerle başedebilmek
için kullanılır; bu nedenle birbirleriyle ilintilidirler. Aynı şekilde, dramaterapi’den beklenen ‘şifa’ olayı, ‘ritüel’e
çok yakındır. Burada, çeşitli kültürlerde çok önemli ‘şifa’ rolü oynayan şaman’ları örnek olarak gösterebiliriz.
Şamanizm, bundan sonraki bölümde çok ayrıntılı olarak incelenecektir.
D r a m a t e r a p i’ ye benzer bir egzersiz, “Wind BABAI” ve “MADUSDUS” Ritüellerinde
izlenebilir. CONNOR (1984), Balinese kültürde bir problemin şamanistik bir şekilde çözüldüğünü şöyle
anlatıyor:
“Istırap çeken P u t u isminde Balinese bir kadın, “balian”a tedavi için getiriliyor. Problem onun
haftalardanberi hareketsiz olup, ağlayıp inlemesi. Kadın, kendine yaklaşılınca hiçbir yanıt vermiyor; gözleri boş
ve dili yoktur sanki. Onun bir büyüye kurban gittiği sanılıyor. “Balian”(Şaman), kadının vücuduna şöyle bir
dokunuyor, çenesinin altında ve koltuğunda, kadının reddettiği sevgilisi tarafından konmuş “wind babai” (babai
angin) ismi verilen, şeytan karakterdeki kötü bir cin’in varlığını ortaya koyuyor.
Bunu, “cin çıkarmak” seremonisi izliyor (exorcisme). Yapılan ayin: M a d u s d u s = tütme ritüeli’dir.
Putu’nun tüm ailesi törene davet ediliyor. Pirinç kaynatılıyor, bu pirinçten bir kadın ve bir de erkek figürü
yapılıyor. Sonra, Putu toprağa oturtuluyor ve onun ‘güney’ine iki insan figürü konuyor. Bacakları arasına konan
kaynar sulu çaydanlıktan çıkan buhar, ‘babai’yi bu figürlere doğru çekiyor. Babai’nin bu iki cismin içine girdiği
hissedilince, onlar atılıyor. Hastada derhal bir değişiklik hissediliyor; fakat onun tümüyle şifa bulabilmesi için,
“balian”ın evinde iki hafta kadar bir süre kalıp diğer “arılanma” (purification) ritüellerine tabi tutulması
gerekiyor.
Bu şekilde ‘dış’ bir obje’yi “şifa” da kullanma; gerek ‘oyun’ ve gerekse ‘dramaterapi’de birtakım
bebekler ve kuklalarla oynamaya paralel sayılabilir.
D r a m a – T i y a t r o ve R i t ü e l
R. LANDY, “Drama-Therapy” adlı eserinde (Charles C Thomas, Publ., Illinois), ritüel aktivite ’de,
nesne’nin, sembolik yollardan dramatik bir dünya sergilemesi yapması gerektiğini yazar. Bu bir “sahneleme”dir.
Keza, ritüel’lerin en az değişken ve devamlı, sosyal bir göstergesi olan dini törenlerde, bir cins r o l o y n a m a
vardır.
Modern Tiyatro’nun kurucuları (Artaud, Brook, Barba ve Grotovski), GROTOWSKI’nin “Kaynaklar
Tiyatrosu” (Theatre of Sources) ’nun performanslarını bir tür ritüel addederler. ARTAUD’nun “Zulüm
Tiyatrosu” (Theatre of Cruelty), ilk açılışında, tekst’ten ve gerçek burjuva hayatından uzaklaştırılması, arınması
gerektiğinden bahsetmişti.
Ona göre tiyatro, kilise gibi, Tibet’teki tinsel tapınaklar gibi, ‘ulvi’-tinsel yapılara yaklaşmalıdır; uğraştığı
konular yaratılış, yaşam ve kaos vb. olmalıdır. Modern tiyatronun bunlarla ilgisi yoktur, halbuki o, insan-toplumdoğa ve nesne’ler arasında hırslı bir eşitlik (passionate equation) yaratmalıdır.
B. INNES de bu düşünceye uyarak (“Avant Garde Theatre”, Routledge, London 1993), gerektiğinden
fazla rasyonel düşünceye dayanan bir kültürü simgeleyen bugünün tiyatrosunun yarattığı düşkırıklıklarından
kurtulmak için, alternatif bir değer sistemi sunuyor. Bunda da, çıkış yolunu, Batılı olmayan, ritüel ve mit’in
hüküm sürdüğü yaşam şekli itibariyle daha ilkel olan topluma dönmeyi öneriyor. Zira, o toplumlarda
bulunulabilecek doğal bir tiyatro’nun varlığına inandığını ifade ediyor.
P. BROOK “Değişen Nokta” (The Shifting Point, Penguin Books, London 1988) adlı eserinde, ‘Tiyatro
Araştırmaları Uluslararası Merkezi’ hakkında konuşurken, insanın, “..kendinden öteki kültür şekillerine daha
duyarlı davrandığını ve..., hissedebildiği acayip hareketleri ve sesleri, golbal bir ‘gerçek’ için ancak tiyatro’da
tüm parçaları birbiriyle bütünleşebileceğini” iddia ediyor.
SCHECHNER de (1988), rasizm ve kolonializm’den uzak, kültürlerarası bir çalışmanın zamanının artık
geldiğini vurguluyor.
Etkenlik ve ritüel
R i t ü e l’e iki yönden bakılabilir. Bazılarına göre ritüel, ‘yapıcı’ ve ‘anlamlı’dır; bazılarına göre de,
‘yabancı’ ve ‘anlamsız’dır. Çok negatif görmeyenler bile onun, tabanda ‘tutucu’(conservative) ve ‘değişime
karşı bir direnç’ (resistence) olarak görürler.
Bizler, iki kutupta toplanabilecek görüşleri şöylece sıralayabiliriz:
A. R i t ü e l , pozitif bir etkinlik yaratır, çünkü:
1. Kişinin gelişmesinde etken dönemler yaratır;
2. Kuvvetli hisleri ortaya çıkarmak, takviye etmek ve taşımaya yarar kuvvetli bir konteynır’dır;
3. Paylaşma ile sonuçlanan fiziksel ya da ruhsal bir gereksinimi yerine getirir;
4. Kişinin kendi gereksiniminden, kaynaklarına çok kişisel bir gayeye hizmet eder. Ritüel’lerin kendi
yapı ve ritim’leri var olup, kendi sınırlarını kendileri çizerler ve kendi korumalarını kendileri yaparlar.
B. R i t ü e l , negatif bir yaşantıdır, çünkü:
1. Ritüel’e katılan, duyarlı bir kimse olması nedeniyle, hissedebileceği korku, onda ‘yanlış yapma’ ve
‘reddedilme’ hisleri duyabilir;
2. İnsanı ‘eksik’, ‘tamamlanmamış’ ve ‘mesafeli’ hissettirir.
3. Bir kudret oyunudur; size kudret empoze eder ve kontrol elinizde değildir. Bir kudret eşitsizliği
mevcuttur ve bunun için hiç bir şey yapamazsınız;
4. Zaman ilerledikçe, ilkel devirlere ait gösteriler-ritüeller, ‘aptalsı’ görünürler;
5. Din’de rahatça sergilendiği gibi, ritüel’ler, kişiye yabancı gelmeye başlarlar. ‘Ben’i gerçeklerin
dışında bırakırlar, sanki tabanda “ben birşeyleri es geçiyorum.”
Dramaterapi ve Ritüel
Bazı görüşlere göre, dram-terapi’nin kendisi bir ritüel’dir; diğerlerine göre ise ritüel,
tiyatro’ya benzer ‘oyun’ tarziyle iyileştirici bir nitelik gösterir. Böylece g ö s t e r i (enactment), her ikisinde de
ortak bir payda olarak görülür.
Gerçekten de, belirli bir ‘yapı’(structure) ve aktif bir ‘katılım’ (participation) ile, ritüel’in psikolojik ve
duygusal fonksiyonlarına paralel bir yolda yürünmüş olunur. Keza; ritüel’de sanki dinsel bir duygulanma, dua’ya
katılma ve buna benzer olarak Dram Tedavisi’nde de spiritüel bir öge vardır denilir. Batı Kültürlerinin sağlık
prensiplerinde “sağlıklı bir ruh”tan bahsedilmesine karşın, “spirüalite”ye per se yer yoktur. Diğer kültürlerde ise
sağlık-şifa bulma ve din arasında ruhsal bağlar mevcuttur. Bu yönlerden, Dram Tedavisi sanki “Batılı olmayan”
bir ritüel gibi gelir.
R. Landy, yine “Drama Therapy”sinde (1986); tarih boyunca ‘ritüel’ ve ‘tiyatro performansı’nın
iyileştirici yönlerinin bilindiğini kaydeder.
Tüm bu paralelliklere karşın, bilimsel olarak ve kat’iyetle diyebiliriz ki, D r a m a t e r a p i , b i r r i t
ü e l d e ğ i l d i r ; n e d e D r a m T e r a p i s t b i r ş a m a n ! Bu iki grup liderleri ‘birşeyler’
oynuyorlar, fakat aralarındaki ilinti, basit olmaktan çok daha karmaşa bir olaydır.
Mamafih, “Dram Terapi” ve “Ritüel” arasındaki ilişki, üç alanda gözlenebilir:
1) Dram-Terapi’de, kişinin tamamlanmamış ve kökeni ritüel’den gelen bir problemi, yeniden ‘oynamakla’
üstünden gelinebilir, örneğin sünnet ya da barmitzvah;
2) Kişinin getirdiği materyal ile, ritüalistik şekillerde, terapi amacıyla drama’lar yaratılabilir. Örneğin hastanın
hayatında ihmal edilmiş bir hayat olayının ya da olmuş-bitmiş önemli bir olayı ritüalistik bir dille improvizasyon
yapmak;
3) Dram Terapi bir ‘grup yaşantısı’dır. Bu tedavisel çalışmanın başlangıç ve bitimi, ritüalistik bir patern ile icra
edilmektedir.
Drama Terapi Pratiği ve Ritüel
Terapist ile katılan ‘hasta’ arasında şu ilişki mevcuttur:
Hasta :
. Kendi hayatından, problem olarak nitelendirilebilecek konularda, ‘ritüel’lerden materyal
getirebilir,
. Problemini çözmek amacıyla, yaşantılarını dramatik bir şekilde sergileyebilir,
. Problemini çözmek için kendine has dramatik bir ‘ritüel’ yaratabilir.
Dramaterapist ise:
. Çalıştığı kişilerin problemlerini çözmek için, onlara, ‘ritüalistik’ yaşamlarını yeniden
yaratmaya ve yaşatmaya yardım ederler
. Grup üyeleri ile birlikte çalışarak ve onların ritüel’lerinin kültürel lisanını kullanarak, kendi
ritüel’lerini yaratmalarına yardım eder.
Ritüel’lerin Yeniden Yapılanması
Yukarda sözü geçen, yani ‘ritüel’lerin terapi amacıyla yeniden yapılandırılmaları, r i t ü e l d i l’i
(language of ritual) kullanma yoluyla olur. Bu; orijinal ritüel’deki hareketlerin, seslerin, sözcüklerin ve
ilişkilerin, terapi’nin yaratıcı lisanı içinde yeniden canlandırılmaları yoluyla olur.
EVREINON’a göre, herkes, teatrik bir içgüdü sonucu, toplumda yaşadıkları ritüel’e duygusal bağlarla
bağlı olduğu ve bu duygulara sahiplenmek ve dolayısıyla o kudretin bir parçası olduğunu hissetmesi için, o
ritüel’lere aktif olarak katılma gereksiniminde olduğunu iddia eder.
Dramaterapi’de bu yeniden yapılanma, improvizasyon ya da çeşitli şekillerde ifade yoluyla olur. Aşağıdaki
vk’alarda bunu daha ayrıntılı olarak göreceğiz.
1. H yacinth Vak’ası (DELAY ve arkadaşları, 1987) .
Hyacinth ismindeki küçük bir kız çocuğu, büyük annesinin yakın bir arkadaşının ölümüne gösterdiği
aşırı ağlama ve haykırmalardan etkilenerek gösterdiği aşırı korku ve ağlama nöbetleri için terapi’ye getirilmişti.
Vak’anın analizi esnasında Hyacinth’in daha evvelce ölmüş olan ve o zaman yeterli tepki veremediği küçük
yeğeninin kaybına karşı gösterdiği -gecikmiş- bir tepki olduğunu ortaya çıkardı.
“Art Terapi” (Art Therapy = Sanatla Tedavi) de çocuk, etrafı temizledi ve bir kutunun içine kumdan bir
tepe yaparak, “Bu bir mezar!” dedi. Onun önünde yirmi dakika sessiz durdu. Bir süre sonra kutudan ağlamaklı
bir ses yükseldi: “Oğlum, oğlum!”. Küçük kız, hüngür hüngür ağlarken aynı zamanda, kollarının arasındaki
oyuncak bir maymuna, tıpkı büyük annesinin ölü çocuğa sarmaladığı gibi sarılmıştı.
Bu oyun aşağı yukarı iki hafta devam etti. Burada, üç olay göze çarpıyor: 1) Evcilik oyunu, 2) Maymun
ile olan ilişki, ve 3) Feryad ve figan etme (ritüel). Burada ‘terapi’ ile ‘ritüel’ arasında neredeyse sembiyotik bir
ilşki görüyoruz. Terapist, çocuğun duygusal gelişiminde “yas tutma”nın ve özellikle o süreç içinde ‘ritüel’in
önemini belirtiyor. Çocuk da, ‘yas tutma’ ve ‘kayıp’ ile başedebilmek için, kendi ‘ritüel’ini yaratıyor.
2. Paskalya Yortusu Kek’i : “Bir Yunan Paskalya Yortusu Kutlama Ritüel’i” (A ritual, involving
Greek Celebration of Easter) .
Zanetta adlı Yunan kökenli genç bir kız, bir sandalyaya oturtularak, bu yortu’da evde kek pişirilirken
yapılan bie ritüel’i tekrar yaşamıştı.
Problem şu idi ki, ergenliğine eriştiğinden ötürü, Zanetta, son bir yıldır kek yapmaktan men edilmişti.
Bu nedenle o, özellikle büyükannesine çok kızgındı.
D r a m a t e r a p i seans’ında -evdeki mutfağa benzer- bir sahne hazırlandı ve Zanetta, hem kendini ve
hem de büyükannesini temsil ederek gerçek hislerini ifade etti. Ek olarak da, mutfakta, büyükannesi ev için kek
yaparken, o da ‘kendi kek’ini hazırladı. Böylece Easter Ritüeli’ne saygısını devam ettirirken, kendini de mutlu
etmiş oldu. Özet olarak, r o l o y n a m a (role playing), bu işlevde en önemli bir faktör oldu.
Bu vak’aları da gördükten sonra, D r a m t e r a p i’de ‘ritüel’i yeniden yapılandırmanın, şu dört
safhada oluştuğunu görmekteyiz:
1) “Ritüel” ile ilintili bir konu’nun anılanması,
2) Konu’yu anılamak ya da sunmak için gereken ‘lisan’ın hazırlanması,
3) Konu’yu nakledenin bu oluşuma ‘uyum sağlama’ süreci,
4) Uyum sağlama sürecinde kullanılan ‘yeni lisan’ı kullanarak, tamamlanmadan yarım kalmış orijinal
çatışma ya da yaşantı ile bağdaşabilme, veya ‘ritüalistik’ yaşantı esnasında birey’in ‘içgörü’ (insight) kazanması.
Teatral - dramatik ritüel yinelenmesinde kullanılan yöntem ve materyal, orijinal ritüel’dekinin aynıdır.
Bu tür yinelemelerde kullanılan maske, vücut lisanı, şarkı söyleme gibi öge’ler, gereken yinelemeyi temin
ederler (Yani,‘ritüel’ sayesinde orijinal ‘myth’ ya da ‘çatışma’, -gizlice, örtülü bir şekilde- tekrarlamş,
dolayısıyla da muhafaza edilmiş olur. Dr.İ.E.).
Grup’lar, dört ya da beş kişiden kurulu olup, herkes, kendi kültürünün -veya öz yaşantısının- ritüalistik
anılarını yinelerler. Ritüalistik re-animasyon’dan sonra, çalışmaya katılanlar, genellikle şu sözleri sarfederler,
“..Birbirlerimize ne denli yakınlaşabileceğimizi söylerlerdi de inanmazdım... İnanılmaz derecede kudretli, enerji
tüketici, fakat emin.. ‘Öfke’ hissinle de temasa geçebildim ve ‘korku’ noktasını kolayca aşabildim.. Neredeyse
ağlayacaktım, fakat devam edebildim ve tüm hislerimi ifade edebildim..”
3. Tersine Çevrilmiş Evlilik Vak’ası .
“Alan, karısına karşı duyduğu hisleri anlayamıyordu. Eşi onu, başka bir adam için terketmişti ve o,
akabinde kendini “hisleri donmuş’ (numb) hissetmişti. “Hiçbir şey hissetmiyorum ve bunun neden olduğunu
bilmiyorum!” Alan, kötü bir rüya gördüğünü anımsıyordu, fakat ayrıntıları zihninde yer etmemişti. Mamafih,
küçük bir kısmı aklında kalmıştı: “Bir kilise.. karısı yanında, altar’ın (hutbe) önünde..” Neye böyle bir rüya
gördüğünü çözememişti, zira o andaki aile durumu, bunun tam tersi idi.
Seans’ın başlangıcında Alan rüyayı bir ‘şaka’ olarak sunmuştu, fakat anlattıkça, gördüğü rüyayı bir az
daha ayrıntılarıyla anımsamaya ve analiz etmeye başladı. Terapist ona, rüya’ya, “tersine çevrilmiş evlilik”
yönünden bakmasını tavsiye etti. Ondan sonra Alan, sanki eşiyle ilk kez evlendiğinde yaşanmış olan töreni
(ritüel) yeniden yaşadı. Drama Terapi’ye katılan diğer kişiler, Alan’ın parmağındaki yüzüğü alıp onun ‘sadıç’ına
(best man- düğün şahidi) iade ettiler. Buna ek olarak, evlenme törenlerinde genellikle söylenen iki sadakat
sözcüğü geri alındı: “Artık, gerektiği hallerde, üzerine yaslanacağım ‘sen’, bir hayalsin”; ve “Artık, ne hastalık
ve ne de ölüm hallerinde seninle birlikte olmayacağım!” Tüm bunlar sahnelenirken, hasta, heyecanlanıp
ağlamaya başladı (Yeniden yaratılmış ritüel!), mamafih kendini tuttu ve kilisenin koridorlarını -gerisin geriyeyürüyerek bahçeye çıkabildi.
Alan’ın yarattığı imaj’lar, onun kendisi tarafından çok kudretli olarak hissedilmiş ve yansıtılmıştı. O
kudret onu, uyuşukluğundan kurtarıp, rüyasında “tamamen tersi” olarak algılanan gerçekleri, buzları kırarak,
hisleriyle ortaya koyabilmişti. Bir sonraki toplantıda grup üyelerine Alan, geçen haftaki yaşantıdan sonra, eşini,
gerçek hisleriyle yüzleştirmeyi başarabildiğini söyledi.. Bu, onun sen ‘kurtuluş’ ivmesi ve hayatında kendi
yolunda ilerleyebilmesi için önemli bir nirengi noktası olmuştu.
*
*
D o g m a , r i t ü e l ve e t i k birbirlerinden ayrılmazlar. Her toplumda, insanları ilgilendiren bir öykü
vardır; bu şaman’dır, aktör’dür, birinin hayat belgesidir. Hikayenin sonunda kişinin öldüğü düşünülür, bu kez
dini fikirler, inançlar ve ritüel’ler, etik işin içine girer. Ölen kahramanın yeniden doğup doğmayacağı, yerel
kültüre bağlıdır.
İ l k e l k a b i l e yaşamında ruhlar, geleceğin bir koruyucusu (guardian) olarak kabul edilirler. Eğer
kabilenin üyeleri kuralları izlerlerse, onlar da mutlu olurlar, son derece itina ile sihir-büyü taşırlar ve tabu da
gözlemlenir.
Kabilede günlük yaşam, ruhların ‘diğer dünyada’ yaşadıkları gibidir. Adetler, spiritüel (ruhsal) anlamda
takviye görürler. Zaten tüm ailece, spirit-ruh olarak yaşanmaktadır.
Ö l ü ve d i r i l e r arasındaki iletişim, bugün bile hıristiyan Avrupa’da “Tüm Ruhlar Gün’ününde (All
Souls’ Day) mezara gittiklerinde ya da kilisede servis yaptıklarında insan ile ölü arasındaki temas, canlı olarak
yaşanır ve hissedilir.
Ö l ü l e r i a n m a k , yaşayanların duası ve “Mass”lara (kutsama töreni) ve yaşlıların sevgi dolu
anılarına dayanır. Yaşayanlar ölü’lere, Cennette buluşmak için dönerler. Afrika’lı, ced’lerinin ruhlarının tayin
ettikleri iyi ya da kötü bir dünyada yaşar. Ayni ruhlar iyilik, zenginlik, verebilirler. Sağlık ve hastalık, bereket ve
kıtlık, yorgun ve bezgin ced’lerinin -göreceli olarak- iyi ve kötü duygularına bağlıdır.”
Derleyen:
(Prof.Dr. İsmail Ersevim)
“Bir koşer kasabın torununun -görünürde pratik nedenlerle başlayıp sonradan da ahlaki ilke olarakvejetaryen olması, kesinlikle rastlantısal değildir. Ama Kafka işi daha da ileri götürdü. Sofu ataları gibi dinsel
kurallara tümüyle uymaya yöneldi, ama büyük bir farkla: Koşrut ya da Yahudi beslenme kurallarına uyulması,
bireyle cemaat arasında bir bağ kurarken, Kafka’nın uyguladığı ritüeller onu cemaatten tamamen kopardı ve
sadece atalardan kalma geleneklere değil, kendi ailesine bile yabancılaşmasına neden oldu. Topluluk içinde
‘geviş getirmek’ tuhaf kaçtığı için, zamanla yemeklerini tek başına yeme alışkanlığını geliştirdi ve bir başkasının
karşısında yemek yemekten nefret etti. <John, 15 Aralık 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:127)
“Kalkıp teşekkür etmek, oraya suspus oturmaya gelmediğimi söylemek geçti içimden. Bir psikiyatriste
gittiğinizde konuşmanız gerekir. Kiliseye gittiğinizde rahibin vaazını dinlersiniz. Büyü peşindeyseniz, size
dünyayı açıklayacak ve izlemeniz gereken bir dizi ritüel verecek bir öğretmen bulursunuz.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:147)
“Günah keçisi olmanın en uygun tarifini bilmiyorum,’ diyor David ihtiyatla. ‘Günah keçisi olmak,
arkasında din gücünü bulundurduğu sürece geçerliydi. Kentin bütün günahlarını keçinin sırtına yükler, onu kent
dışına çıkarırdınız, böylece kent temizlenmiş olurdu. Herkes ritüellerin nasıl yorumlanacağını bildiği için,
yürüdü bu iş, tanrılar bile bilirdi. Sonra tanrılar öldüler, bir anda kenti tanrıların yardımı olmadan temizlemek
zorunda kaldınız. Simgeselcilik yerine gerçek eylem istendi. Böylece Roma devletindeki gibi sansürcü doğdu,
nüfus ve ahlak konularına bakan görevli yani.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:107)
“İnsanlığın tanrılar ve yeni idealler aramaya yönelik olarak geçmişte sürdürdüğü çabaların peşine
düşenleri, ayrıca inceleme ve araştırmaları dostum Pistorius’unkileri anımsatan kişileri kendimize daha yakın
görüyorduk. Bunlar yanlarında kitaplar getiriyor, eski dillerde kalme alınmış metinleri bizler çevirip okuyor, bize
eski simgelerle ritus’ların resimlerini gösteriyor, şimdiye kadar insanlığın ideal adına sahip olduğu her şeyin
nasıl bilinçsiz ruhun düşleriden oluştuğu anlamamızı sağlıyorlardı.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:185)
“Her yıl temmuz başında geldiğimizde değişmez bir ritüel olurdu. Ev sahibi bizi beklerdi. Ona kibarca
Üstad Halim derdik. Gümrük memuruydu ve bizi her karşıladığında takım elbiseli, kravatlı olurdu.Ona
anahtarları verirdik, kapıyı kendisi açardı; resmi bir şekilde bize hoş geldiniz der ve anahtar demetini iade
ederdi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:382)
Riya, Riyakar :
(ARAP.) İkiyüzlülük, yalandan gösteriş, mürailik; Yalancı, düzenbaz, işvebaz
“ ‘Peki, Talloni’nin başvurusundan sonra ne oldu?’ diye sordu William.
‘(Papa) Ioannes davaya yeniden bakılmasını istemek zorundaydı, anlıyor musun? Bunu yapmak
zorundaydı, çünkü Ruhani Meclis’teki Fransiskenler arasında da ikiyüzlüler, riyakarlar, <İTA.: ‘sepolchri
imbiancanti <sepolkri imbiyankanti = ağartılmış mezarlar; İncil’de ‘riyakar’lara verilen ad> kiliseden alacakları
bir tahsisat karşısında kendilerini satmaya hazır adamlar; ama kuşkuya kapılmışlardı.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.:Şadan Karadeniz,sa:73)
“Bu bekleyişin, erkek organları böcek kolayca ulaşabilsin diye kendiliğinden bükülmüş olan erkek
çiçeğin bekleyişi kadar edilgenlikten uzak olduğunu biliyordum; aynı şekilde, bu kadın-çiçek de, böcek gelirse,
cilveyle boyuncuklarını eğecek, böcek kolaylıkla ulaşsın diye, riyakar ama ateşli bir genç kız gibi, belli etmeden
onu yarı yolda bekleyecekti.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:9)
“Ey içinde bir takvası olmadan
Riya giysisine bürünen insan!
Evine serdiğin bir eski hasır,
Kapında rengarenk perde salınır!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:127)
Riyazet : (AR. MYTH.) : Nef(i)s kırma, uzak tutma – kalma, perhiz; Riyazet-i Medeniye: Cimnastik
“Yüreği coşkuyla kabarmış, o çiçek çiçek sevgi esrikliğiyle <mest olmak, kendinden geçmek> öyle bir
saatte kalkıp dostu Narziss’e gelmişti ki, dostu murakabeye dalmış, riyazet ve uykusuzluktan iğne ipliğe
dönmüştü; gençliğini, yüreğini ve duyularını çarmıha geriyor, feda ediyor, kendini en sıkı itaat sınavından
geçiriyor ve bütün bunları us adına, tam anlamıyla minister verbi divini <Bk!) olmak için yapıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:98)
Riziko : Alınması gereken risk, gizli tehlike
“Cohran gitmiş, kız orada kalmış ve Renzo’nun babasıyla evlenmiş ve Renzo böylece -annesi Steve
Cochran’la kaçmadığı için- dünyaya gelmiş. Renzo fikrin aklını kurcaladığını, olmamış şeyler, yaşanmamış
hayatlar, yapılmamış savaşlar, gerçek dünya sandığımız şeye paralel olan gölge dünyalar, söylenmemiş,
yapılmamış, anımsanmamış şeyler hakkında bir deneme yazmayı düşündüğünü anlatıyor. Belli belirseiz,
rizikolu, bir alan, yine de keşfetmeye değer.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:140-1)
“Gelgelelim göze alamazdı böyle bir tehlikeyi. İnsanlar çalmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı;
kafalarını dolduran tek düşünce, çalmaktı ve her biri birkaç kuruşu gizleyebildiği için, bu alanda kendini büyük
bir sanatçı olarak görüyordu. Şef dediğin ise ancak yalnızca kendine güvenebilirse şef olabilirdi. Bu da riziko
olarak nitelendirilebilirdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:377)
“-Aklımı uzun zamandanberi kurcalayan bir konuda merakımı gidermek ister misiniz? Kendilerine karşı
ne aşk, ne dostluk, ne de saygı duymadığınız bir kişi ile evlendiğinizden dolayı zarifliğinizi rizikolu bir sınavdan
geçirmediniz mi, ya da bir tiksinti duymadınız mı?’ ”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:798)
“Eee, öyleyse?
-Ama bu aynı şey değil, benimki öncdeden bilinmiş, önceden kabul edilmiş bir rizikodur. Hiçbir güç
benim yaşantımın anlamını yok edemez, onu bir alınyazısı olmaktan çıkaramaz.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:126)
Robespierre, Maximillien François Marie Isidore de : <1758-1894>; Büyük Fransız Devriminin en kudretli
liderlerinden ve öncülerinden, büyük hatip ve devlet adamı. Genç yaşında ‘kötü bir Katolik’ olduğunu söylerdi,
belki de Mason’ların bir üyesiydi. Mamafih, “Etre supreme=Yüce Varlık olma” din teşkilatını kurdu.
“Ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilmeyen o eski dinsizler, bence bizlere erdemi ve bilgeliği
giyotin’le öğretmeye , kendilerine benzeyen, ‘Etre supreme’lerine tapmamız için boynumuzu vurduran o azgın
yasa koyucularından çok daha üstündür.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:137)
“İnancı vardır, ama dini hayır! Rousseau, Madam d’Epinay’e yazarken şunu söylüyordu: ‘Tanrı
düşüncesi mutluluk için gereklidir.’ Robespierre de, Voltaire’in formülünü alır: ‘Tanrı yoksa, icat etmeli onu!’
Rousseau, Voltaire’e şöyle yazıyordu: ‘Metafiziğin bütün ince ayrıntıları, bir an için de olsa, ruhun ölümsüzlüğü
ile hayırsever bir Tanrıdan kuşkuya götürmeyecekler beni. Onu duyuyorum, inanıyorum ona, istiyor ve umut
ediyorum ve son nefesime değin savunacağım onu.’ Robespierre, 26 mart 1792!de,Tanrı adını andığı için
kendini ayıplayan Guadet’ye, bu adı anmanın ve bir ebedi varlık düşüncesini dile getirmenin, yüreğinde bir
duygu, kendisi için gerekli bir duygu olduğunu itiraf eder................. Ona göre, aslında Devrim’in kökü
tanrısaldır; öyle olunca, ileri sürülen ilkeler, bir doğma değeri kazanırlar, o ilkelere uymak için sürdürülen kavga
da kutsal bir kava olur. <Etre supreme> Ve, Tanrı’ı da Devrim’in yardımına çağırır. Böylece, Robespierre’in
Tanrısı, halkın Tanrısıdır! ................. Robespierre, ‘Tıpta şarlatanlar ne ise, ahlak için onlar da odur. Doğanın
Tanrısı, rahiplerin Tanrısından ne kadar da farklıdır... Kendi suretlerine göre bir Tanrı yaratmışlar, onu kıskanç,
kaprisli, hırslı, zalim, amansız yapıp çıkmışlardır.’ .......... Robespierre, Tanrıya inanmayanları toplumdan
kovmayı düşünmez; ona göre, ‘yığınla ahmağa ya da bozulmuş insana alabildiğine korku vermek’ olur bu.
Cloots ile Chaumett’i giyotine gönderdikten sonra, Tanrıyla Devrim’in içiçe bulunduğu ve halkın da, hem
mümin hem rahip olduğu, biir ‘yurttaşlık’ dinini örgütlemeye kalkacaktır........ Cumhuriyet gerçekten yerine
oturduğunda, terör ve giyotin hafiflese mi idi? Hayır. ‘Devrim’in dizginlerini bi an hafifletiniz, onları bir askeri
zorbalığın ele geçirdiğini ve hiziplerin başının, gözden düşmüş temsili, düzeni yıktığını göreceksiniz!’ ..........
Mamafih, ihtilal havası bu, düşmanları yönetimde olan biten herşeyi, özellikle yapılan yanlışları ondan bilerek
Devrim’in hedef tahtası haline gelir. Terör ve iftira sistemini yaymak için koğuşturma sistemleri, yerel
makamlardan alınıp merkezi iktidarın tekeline verilir. Meclis içinde dahi suikast ihtimalleri belirir. Paris’i bir
‘giyotin tiksintisi’ kaplar hızla ve, Robespierre, devrimci adaletin hiç de hesapta olmayan bu uygulamasına karşı
çıkar, ‘bu akan kanı durdurmak gerek’ deyip, kanunu gerçek amacından saptırdıkları için hasımlarını eleştirir.
................. Sonunda: Konvansiyon’un oturumu, 9 Thermidor günü <İlk Fransız Cumhuriyetin yeni takvimine
göre, temmuz ve ağustos aylarının bir bölümünü: 19 temmuz-17 ağustos’u kapsayan 11. ay>: 27 temmuz 1994:
Thermodorian hareketiyle, Robespierre’in yıkımına gidilir: 48 seksiyon’dan 19’unu temsil eden bir azınlık
Belediye Binasına getirilir ve gerek Robespierre ve gerekse kardeşi Augustin Le Bas ölüme mahkum edilir.
Gece, Belediye binasında geçmiş ve 10 Thermidor günü gelmiştir. Léonard Bourdon kumandasında bir
Konvansiyon gücü binaya gelir ve işgal eder. Milletvekilleri müdafaasızdır. Birçok üyerler kaçar; Robespierre
silahını çekip canına kıymak ister ve çene kemiğinden ağır biçimde yaralanır. Le Bas canına kıyar ve ikinci
kattan aşağı kendini atar. Akşamın altısında, 22 mahkum, 1,5 saatte, kafile halinde otobüs’le Devrim alanına
getirilirler; seyredenlerin çığlıkları aeasında giyotin’e çıkarılırlar.”
(Server Tanilli, “Fransız Devriminden Portreler”, sa:85-106)
Robin Hood : (MYTH.,TAR.,İNG.) <Ro’bın Hud> : İngiltere’de, 12. – 13. y.y.’larda yaşadığı tahmin edilen,
zengiinden alıp fakire yardımcı olan ünlü soyguncu. Efsanevi çetenin, Nottinghamshire’da, ‘Sherwod’ isimli
ormanda barındığı söylenir.
roborant : (TIP,İLAÇ) <ro’bı’rınt> : Kuvvetlendirici, ilaç
Robot; Robot gibi davranmak : Modern teknolojinin geliştirdiği, çok tehlikeli ya da oldukça rutin araştırma,
çalışma ve hizmet yollarında kullanılan, metalden yapılı, elektronik aletlerle kontrol edilen insan taklidi aygıt;
Kendi istenç ve zekasını kullanamayarak, sanki başkalarının kumandasındaymış gibi davranmak
“O yaşantımın altıncı ayında kendimi tamamen sönmüş, solmuş hissediyordum. İçimdeki minik ölü,
kocaman bir ölüye dönüşmüştü, bir robot gibi davranıyordum, gözlerimin feri kaçmıştı, donuk donuk
bakıyordum. Konuşurken, sözlerim bana sanki başkasının ağzından çıkar gibi uzak geliyordu. Bu arada
Augusto’nun iş arkadaşlarının hanımlarıyla tanışmıştım, perşembeleri kent merkezindeki bir kahvede onlarla
buluşuyordum.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98)
Roc : (MYTH.,ZOO;KOLL.) <Rok> : Doğu Mit’inde A n k a Kuşu; Dev kuş
rochet : (FR.,DİN,GİYSİ) : <ro’şe) : Piskopos Cüppesi
Rococo : (Ro-ko-ko okunur!) XVII. y.y. sonlarında İtalya ve Fransa’da -Kral XV. ve XVI. Louis zamanındabaşlayan ve 1770’lerde Avrupa’da yayılan süsleme ve dekorasyon biçemi; açık renkler ve bol kıvrımlar
özellikleridir; 18. y.y.’ın genel biçimi: çok süslü, fazla gösterişli, simetrik olmayan stil (Fr.): ‘rockaille=rockwork’; manasız gösterişli
“Bay Gélis şu anda bana, bir gün Luxemburg parkında, Marguerite de Navalle’in heykeli altında yerli
yersiz nutuklar atarken işitmiş olduğum genç kaçığı anımsatıyor. İşte şimdi de konuşmanın bir dönemecinde,
benim adam beğenmez genç dostumun bir rokoko, trubadur ve ‘çoktan rafa kalkmış’ bulduğu Walter Scott
dolayısıyla, tekrar burun buruna geliyoruz.
-Fakat, diyorum, Lucy’nin ve Perthe’in güzel kızının muhteşem babasını savunmak üzere
heyecanlanmış halde, tüm geçmiş onun hayranlık uyandıran romanlarında yaşıyor; tarih denen budur, destan
denen budur!’ ”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:176)
Rodin, Auguste : (SAN,MİM.) <O’güst Roden> : En popüler eseri olan “Düşünen Adam’ın ünlü Fransız
Heykeltraşı. Normal boyuttaki bir kopyası İstanbul-Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinde,
girişte,geçici olarak yatan bir hasta tarafından 1949’da yapılmıştı, bugün hala haşmetle yükselmektedir.
(Le) roi est mort, Vive le roi ! : (FR.,DEVL.,KOLL.) <lö rua e mort, viv le rua> : Kral öldü, yaşasın kral !
= The king is dead. Long live the King! - Once, the courtiers of France heard that the king had died, they
immediately saluted his successor (İNG.)
(Le) Roi Soleil : (FR.,HÜK.,KOLL.) <le rua so’ley> : Güneş Kralı; Fransa Kralı LOUİS XIV, öyle anılmasını
isterdi – The Sun King, a name for Louis XIV, who was represented by a symbol of the sun (İNG.)
Roland : (KAHR.,MYTH.,İTA.,FR.) : Ortaçağ’da, İmparator Charlemagne’ın yeğeni ve en yiğit
şövalyelerinden biri. Pirenlerdeki Roncevaux’da teketek bir kavgada öldürülmüştür. Şöhreti bir mesel olmuştur :
A Roland for an Oliver = eşit karşılık, misli ile değişim; <Adına bir de beste yapılmıştır : Chanson de Roland
= Rolan’ın şarkısı. İ.E.>
Rol kesmek : Rol oynamak, yalan söylemek, taklit etmek
“Birinci krizimi fabrikada geçirdim. Bütün hafta boyunca içimde yangın çıktı sanki… Başım
dönüyordu. Bölüm şefi, her şeyi uydurduğuma, istirahat almak için rol kestiğime inanıyordu.”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:53)
Rol oynamak; Rol yapmak : Bile bile kendini olduğundan başka kişilikte ve davranışta sergilemek
“GLUMOV - Ya siz amca? Bu yüksek çevreye layık bir kişi olmadığıma ne zaman karar verdiniz?
Bay Krutitski’yi nasıl pohpohlayacağımı bana öğretirken mi? Yoksa başka hayranları uzaklaştırmak için
karınızla nasıl sevişeceğimi gösterirken mi? Kızardım, bozardım, kekeledim, böyle işlerden habersiz olduğumu
söyledim. Rol yaptığımı bal gibi biliyordunuz.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125)
Rom; Roman; Romanes, Romca : Çingene’lere kendilerinin ve Avrupalı’ların verdikleri isim; Çingenece
“.... Biz hep rum’uz ya! İlle velakin onlar Hıristiyandır biz elhamdülillah Müslümanız...... Yani ya
efendim, sizin anlayacağınız, bizim bütün çingenelerin adı Rom’dur; ne yana gitseniz, çingenelerin hepsine
birden Rom denir... Çingene adı sonradan uydurmadır... Hani ya biz aramızda öyle biliriz.
-Ya todi ne demek?
-Todi de çingene demek ya... Amma sanırım o da yine sonradan konmadır. Ve ki konuştuğumuz bile
de Romca’dır.” ............. “Bu birkaç gün içinde biz artık Çingenece’yi çatra patra ilerletmeye başlamıştık.
Biz bu dile Çingenece diyoruz ama, onlar kendi aralarında ‘Romanes’ diyorlar. Zaten kendilerine de
‘Rom’ dedikleri gibi... Çingenece’yi İstanbul’un şurasında, burasında yerleşmiş, oturmuş olan çalgıcı çingeneler
bilmezler...”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:28;40)
Romalı; Romalı burnu : Tarihin en büyük imparatorluğunu kurmuş bir devletin vatandaşı. Genellikle cesur,
cengaver, kahraman, azametli, fethettikleri yerlerde bugün dahi hayranlıkla seyredilen ve kullanılabilen su
yolları-kemerleri, kaleler, hipodramlar gibi tarih boyunca hala ayakta durabilen eserler yaratmış bir milletin
ferdi; Klasik olarak İtalyan’lara özgü, ince uzun, kemerli burun stili
“En çok; pek büyük olmamakla beraber gayet ince, kemerli burnuna dikkati çekerek ‘Tam Romalı
burnu; şu gıdık da eklenince Roma’nın eski günlerindeki eski asılzade yüzünün ta kendisi…’ deyip duruyordu.
Galiba gurur duyuyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:28)
“Yeniden öfkelenerek, gözlerinin aklarına kadar kıpkırmızı kesilen prens:
‘Ne demek haksız!’ diye haykırdı. Düşes, Romalılara yaraşır bir azametle:
‘Hepsi bu kadar değil!’ diye sürdürdü. ‘Bu akşamdan tezi yok,’ ardından da saate bakarak: ‘Şimdi saat
on biri çeyrek geçiyor. Bu akşamdan tezi yok, Altesleri Raversi markizine bir haber gönderip, akşam üzeri
salonda sözünü ettiği bir davanın yorgunluğu dinlendirmek üzere sayfiyeye gitmesini öğütlediklerini bildirirler,’
diye ekledi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:285)
Roman : İnsan ya da toplumların, gerçek ya da fantezi yaşam ve hayat mücadele ve ilişkilerini anlatan en
popüler edebi biçim. Hemen herkesin, yazar olmasalar dahi, hayatlarında hiç olmazsa bir kez, yaşam öykülerini
yazmayı hayal ettiğini söylerler.; Romany : Çingene, çingene dili (Bk.; Yukarıda ; Rom, Roman Dili)
“Romanlar ikinci hayatlardır. Fransız şair Gerard de Nerval’in rüyaları gibi, romanlar da,
hayatımızın renklerini ve karmaşalarını gösterir ve tanıdığımızı hissettiğimiz kişilerle, yüzlerle, eşyalarla tıkış
tıkış doludur…..Rüyaları gerçek sanarak görürüz, çünkü rüyanın tarifinde vardır bu. Romanları da gerçek
sanarak okuruz, ama aklımızın başka bir yanıyla böyle olmadığını da çok iyi biliriz.....Roman okurken kafamızın
içinde, ruhumuzda neler olup bitiyor?..... Roman okumanın asıl zevki, dünyayı dışardan değil; içeriden, o
dünyayı yaşayan kahramanların gözünden görebilmekle başlar. Roman okurken başka hiçbir edebi biçimin
sağlayamadığı bir hızla, genel manzarayla geçici anlar arasında, genel düşüncelerle özel durumlar arasında gider
geliriz.”
(O. Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı”, sa:7-13)
Ropdöşambr : Fr. ‘Robe de chambre’dan alıntı, genellikle evde -banyodan sonra- ya da geceliğin üstüne hem
kadın, hem erkek tarafından giyilebilen, uzun, beli kuşaklı giysi
“Gözlerimi açar açmaz hafif bir baş dönmesiyle yatakta doğrulup oturuyor, sakına sakına yaptığım
birkaç egzersizle uyuşmuş bacaklarımı yeniden devingen duruma sokuyorum. Sonra yataktan çıkıp ayaklarımın
üzerinde dikiliyor, sırtıma ropdöşambrımı geçirip loş ve suskun koridordan usul usul geçerek asansöre
geliyorum; asansör beni alıp bütün katları bir bir indiriyor aşağı, banyo kabinlerinin bulunduğu bodruma götürüp
bırakıyor. Burası güzel mi güzel bir yer.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:31)
Rosetta : (TAR.,MYTH.,YUN.,MISIR) <Ro’zeta> : Mısır’da R e ş i t şehri; Rosetta stone : 1799’da Reşit
Civarında bulunan ve üstünde Yunanca ve Hiyeroglif, demotik yazılar olan ünlü taş
Rosh Hashana : (DİN, MUS.) : Musevilerde Yılbaşı kutlaması. Tishre: Yılın eylül-ekim ayı,1. ve 2. günler,
nedamet, tövbekarlık, pişmanlık dualarla kutlanır.
Rosicrucian : (DİN,SOSY.,KOLL.) <Ro’zi’kri’şın> : G ü l H a ç l ı l a r ı (Bk.); 1484’de Rosenkreuz
tarafından kurulan, mistik ve sihir kuvvetine malik olduklarını iddia eden filozoflardan oluşmuş gizi cemiyet
(üyesi)
Ro(c)sinante : Dünyaca ünlü İspanyol yazar Cervantes’in 58 yaşında, (1605) ilk cildini yayımladığı ‘Don
Quijote’ (Don Kayoti> isimli şaheserindeki yaşlı atı. Harfi harfine ‘uyuz beygir’ anlamına gelir
“Katır fazla huysuz bir hayvandı, dizginlerine asılınca şahlandı, üstündekini devirdi. Efendisinin
düştüğünü gören uşaklardan biri, Don Quijote’ye sövmeye başladı; şövalyeyse, daha fazla beklemeden, kinle,
kara elbiseli adamlardan birine saldırdı, ağır yaralayarak yere devirdi. Sonra diğerlerine döndü; adamları çil
yavrusu gibi dağıtışını, vurup devirişini görmeliydiniz. Rocinante kanatlanmış gibiydi, o kadar çevikleşmiş,
yelesini kabartmıştı ki... Kara cüppeli adamlar fazla yürekli ve silahlı değildiler, hemen sonra kirişi kırdılar,
ellerinde meşalelerle kırlara doğru dağıldılar; onları gören bir karnaval gecesi deli rolüne çıkmış adamlara
benzetirdi. Kara elbiseli yayalarsa, cüppeleriyle onun üstündeki beyaz gömlekleri engel olduğundan, yerlerinden
bile oynayamıyorlardı. Bu yüzden, rahat rahat at koşturan Don Quijote, zafere kısa zamanda ulaştı; adamlar onu,
tahtırevandaki ölüyü kaçırmak üzere karşılarına çıkmış bir cehennem zebanisi sanıyorlardı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:120-1)
Rota : (LAT.,ASK.,DİN) <ro’ta> : 1) Nöbet cetveli -Ask.-; 2) LAT.: Wheel <vi’l> : tekerlek; 3) PAPA’lık
Makamında yüksek mahkeme
Rotayı çevirmek, değiştirmek; Rotayı şaşırmak : Kara, hava ya da (özellikle) deniz yolculuğunda, önceden
belirlenen hedef yönü değiştirmek; Elinde olmayarak yönünü kaybetmek, ruhsal bunalıma girmek
“... Güney Denizi’nin bu bölümünün tümüyle tanınmamış olduğunu, orada şimdiye kadar bulunmamış
adalara ve kıtalara raslanabileceğini biliyorduk. Bunun üzerine rotayı kara gibi görünen yöne çevirdik ve bütün
gece yol aldık.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:32)
“Bu tepecikler arkasında Tarascon kenti vardır; Tarascon’sa kuşlar ve hayvanlar dünyasında iyi bir yer
sayılmaz. Göçmen kuşlar bile mim koymuşlardır bu kente. Örneğin yaban ördekleri Camargue’a doğru inerken,
içlerinden biri ‘İşte Tarascon!’ diye bağıırdı mı koca sürü rotasını değiştiriverir.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12)
“O zamandanberi, hemen hemen tayfasız, yelkensiz ve susuz olarak; ara sıra eskilere eklenen ölülerini
denize bırakarak, ters rüzgarlar ve aldatıcı akıntıların rakete çarpan bir top gibi oyuncak ettiği San Dominick,
durgun hava yüzünden giderek cılızlaşıp güçten düştü. Ormanda kaybolmuş bir adam gibi, en az iki kez rotasını
şaşırdı.”
(H. Melville, “Benit Cereno”, sa:31)
roturier : (FR.,SOSY.,KOLL.) <ro’tü’riye> : Asil olmayan kimse, avam’dan biri
ROUSSEAU, Jean-Jacques : (FR.,FELS.,) : (1712-78) Büyük Fransız yazar ve düşünür. ‘Özgürlük’
hakkındaki fikirleri, özellikle ‘Fransız İhtilali -1789- sonrası kurulmaya çalışılmış olan Demokrasi davasında
çok yararlı olmuştur.
“D u C o n t r a c t S o c i a l : <dü kontra sosyal> ‘Sosyal Kontrat Hakkında’ eserinde de anlatmaya
çalıştığı gibi, aranan özgürlük şahsın kendinden gelmemeli, o, içinde yaşadığı toplumun eğemenliği altında
yeşermeli ve herkezi eşitçe kucaklamalıdır. Yasama, yüürütme ve Yargı organları, tamamiyle halkın hizmetinde
olup, her bir insan, hayatta ne yapması gerekliliği sorusuna kendi ‘varlığını’ yaşamda ana tema olarak düşünmesi
gerektiğini savunmuştur. Sosyal felsefelerinin ileri görüşleri ötesinde, kendi günah ve hatalarının itirafı olan :
Confessions – Mes Avous, herkesin okuması gereken bir eserdir bence. (İ.E.)
Röntgenci; Röntgenlemek : Özellikle cinsel faaliyetleri kaçak olarak gözleyen kişi (Argo)
“Pazar günleri, herhangi bir çiftlikte toplanır ve dans ederiz. Hayır, ben mi? Değil ‘onlar’, öteki erkekler
dans ederler. Ben, her zaman toplumun dışında yaşadım. Toplumun röntgencisiydim ben. Kendi kendimi tatmin
etmeye mahkumdum ben.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:18)
“ELIZABETH -... Yataktayken de gözetleyebilirsiniz onları, sevişirken... ve hatta ihtiyaçlarını
giderirken... her şey kontrol altında! Gerçekten modern bir devlet: Röntgenci devlet!”
MAMA, Teleskopu Marta’dan alır. - Aman Allahım gözlerime inanamıyorum. Yoksa bu
gördüklerim harbiden mi?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49)
“Oda bitişikteydi, pencere neredeyse tavan yüksekliğindeydi, gün ışığından daha çok faydalanmanın bir
yolu, ve perdesi bile yoktu, bu görünüşteki özel yaşam noksanlığı anlaşılabilir bir şey, ev yalnızca tek kişi için,
ve Joaquim Sassa sapıkça zevklere sahip olsaydı bile kendi kendini röntgenleyemezdi...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:176-7)
R.S.V.P. : (FR.,İLET.,KOLL.) : ‘répondez s’il vous plait’ <reponde s’il vu ple> : Lütfen cevap veriniz! (kısa)
Ruba : Giysi, elbise
“‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana (Hektor) ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
Rubai : (AR.) Aruz ölçüsünün <vezni’nin> belirli kalıplarına göre yazılmış, birinci, ikici ve dördüncü
dizeleri birbirleriye uyaklı dört dize’den oluşmuş bir şiir şekli. Yalnız Divan’da değil, günümüz şiirinde de
kullanılmaktadır.
“Bir akşam üstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazali’den:
‘Gece:
büyük laciverdi bahçe.
Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.’ ”
(N. Hikmet Ran, “Seçme Şiirler”, sa:18)
rubato : (MUS.,İTA.) <ru’bato> : Bir notası uzatılarak bir başkası o oranda kısaltılmış olan
Rubicon : (COĞR.,İTA.-FR.;ROMA,MYTH.) <Rubi’kon> : Eski İtalya’yı Galya’dan ayıran ırmak; Jules
Cézar bu nehri geçince içsel savaş başlamıştı; cross the Rubicon : dönülmeyecek bir karar vermek
Rugan :
Parlak, şık görünüşlü; ayakkabı, çanta ve benzeri günlük giysiler yapılan değerli bir deri
“Onun da kıyafeti bu sabah başkalaşmıştı. Başında alaca dallı siyah bir başörtüsü, sırtında narçiçeği
ipincecik bir cepken vardı. Beli kuşaksızdı. Şalvarı her vakitki lacivert beyaz karışık satrançlı şalvardı.
Ayaklarına, burunları pembe püsküllü, siyah rugandan iskarpinler giymişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:34)
Ruh gibi ortadan kaybolmak : Ölüm anında ruhun bedenden ayrıldığı gibi, yeni bir yere vasıl olunduğunda
eskisinin (anı, yaşam?) ortadan kayboluş mecazı
“Evinize yerleştik. Şimdi size ordan yazıyorum. Bunu duyunca şaşırdınız mı? Pencerelerin üstleri
örümcek ağları ile kaplanmıştı bile. Onları temizledik. Evinizde hiçbir şeye zarar vermeyeceğiz. Eve
döndüğünüzde hiç şikayet etmeden ruh gibi ortadan kaybolacağız.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:52)
Ruh göçü :
(PSYCH.) : Ölümden sonra yine dirilmek, basülbadelmevt, Bk.: Re-enkarnasyon
Ruhsal aygıt :
(PSYCH.) İnsan ruhu’nun yapısı.
“S. Freud, Ruhsal Aygıt’ı, gelişimsel ve fonksiyonel olarak şöyle tarif etmişti:
1) Teleskopik (Telescopic) model : İlk kez, ‘Rüyaların Yorumu’ adlı kitabının (1900) 7. bölümünde
Freud, Ruhsal Aygıt’ı, sanki birçok optik ögenin bileşimi ile oluşmuş bir teleskop veya mikroskop’a benzetmişti.
Tıpkı bir refleks arkında olduğu gibi, algısal (perceptual) sistemden başlayarak, dıştan gelen uyaranlar, afferent
(duygusal) yollarla bir algı merkezine (center) geliyor, kaydoluyor, ve efferent (motor) yollarla geri gelerek bir
yanıt (response) sergiliyor.
2) Topografic (Topographic) model : 1913’de Freud, Ruhsal Aygıt’ı üç tabakaya ayıran görüşünü
ileri sürdü. Bu modelde, Ruhsal Aygıt, birbirleriyle fonksiyonel ilişkide bulunan üç sistemdan yapılmıştı:
a) Bilinçötesi (Unconscious - Usc), b) Bilinçöncesi (Preconscious - Pcs) ve, c) Bilinç (Conscious - Cs.).”
3) Çağdaş psikanaliz, f o n k s i y o n e l olarak, Ruhsal Aygıt’ı, ü ç bölümden ibaret (tri-partate) bir
dizi olarak kabul eder: İd, Ego ve Süperego. (Bk!)
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım; sa:180)
Ruhu bile duymamak : Hiç haberi olmamak, gizli hareket etmek
“-Madenciler dinamit mi patlatıyordu?
-Hayır hayır! Tanklar manevra yapıyordu. Durmadan ateş ediyorduk. O gürültüde biz de istediğimiz
gibi ateş edebiliyorduk. Kimsenin ruhu bile duymuyordu ateş ettiğimizi.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:44)
“MAZZINI -... Çocuklarım beni üst kata çıkarmaya çalışmışlar. Ne de olsa güçlü kuvvetli değil
yavrucaklar. Merdivenlerden aşağı düşürüvermişler. Paldır küldür yuvarlanmışım da, ruhum bile duymamış.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:68)
Ruhu kararmış : Kötü niyetli, deprese, herşeyi olumsuz gören
“Chantal şapkasını aldı, hırkasını giiydi, kapıya yöneldi, çıkmadan önce arkasına dönüp, ‘Siz acı
çekmiş, öç almak isteyen bir adamsınız,’ dedi. ‘Yüreğiniz ölmüş, ruhunuz kararmış.’ ”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:85)
Ruhum : (Çok yakın bir dosta, kardeşe, sevgiliye) Canım, ciğerim bağlamında
“PİŞÇİK (Kardeşi L. Andreyevna’nın ardı sıra giderek.) - Demek uyuyacağız şimdi... O, damla
hastalığım (Gut) nüksetti yine. Ben sizde kalayım... Lubov Andreyevna, ruhum; yarın sabah da iki yüz kırk
rublecik bulabilsek...
GAYEV - Hep eski terane...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:121)
“Elodie aşığını yolcu ederken gece hayli ilerlemişti. Yavaş bir sesle, ‘Güle güle sevgilim... Babam
neredeyse döner. Merdivenden inerken bir gürültü duyarsan hemen üst kata çık ve tehlike geçinceye kadar inme.
Sokak kapısını açtırmak için üç kez kapıcı penceresine vur. Güle güle hayatım! Güle güle ruhum!’ dedi.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:318)
Ruhuna kuşku girmek : Şüphelenmek, endişelenmek, kederlenmek, üzülmek
“... Ama açıkça söyleyeyim ki, kuşku daha o zaman ruhuma girmişti; sonradan Avrupa’da ona
raslayınca... o zaman artık yaşımı başımı almıştım. Rudin bana olduğu gibi göründü.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:111)
Ruhunu şeytana satmak : Bir kötülük, birilerine bir fenalık yapmak
“Böylece günlük işleri bittikten sonra somurtarak, ama hiç şikayet etmeden evde oturuyordu. Fakat
birkaç gün sonra, Abdullah onun sessiz kıvranışlarının baskısına her gece tahammül edemeyeceğini anladı.
‘Boyun devrilsin, kadın,’ diye patladı, nargilesinin suyunu hiddetle fokurdatarak, ‘eğer ruhunu şeytana satmak
için yarım kilometre yürümek istiyorsan, benden çekinme, buyur git.’ Firdevs ayağa fırladı ve üstünü değiştirdi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:294-5)
Ruhunu (Ruhun surunu) (Tanrıya) teslim etmek : Ölmek; yaşam için emanet olarak alınan ruhu, Azrail
yoluyla Tanrıya geri vermek; (Kollok.): Artıl çalışamayan, eks olan araç, makine, alet
“ ‘Astafiy İvaniç...’
Baktım, Emelya bana bir şey söylemek istiyor, doğruluyor, çabalıyor, dudaklarını kımıldatıyor...
Birdenbire yüzü kızardı, bana baktı... Yeniden sarardı, sarardı. Bir saniyede bütün gücünü yitirdi, başı arkaya
düştü, son kez iç çekti, ruhunu Tanrı’ya teslim etti.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:91)
“Sonra, uçsuz bucaksız karanlık sonunda kabarıp olgunlaşmaya, şişerek üzerine doğru gelmeye başladı,
bir çift kanlanmış göz gibi görünen bir şeyin yaklaştığını gördü. Fearmax ellerini yüzüne kapatarak ruhunu ona
teslim etti. Dudakları oynuyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Suları akan yumuşak kocaman bir ağız onu yakaladığı
gibi yarı baygın labirentin upuzun koridorlarına doğru sürüklediğini hissetti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 210)
“Scaccabarozzi Devlere at yakalamayı öğretiyordu, ama oradaki atlar sadece Müneccim Krallar’ın
atlarıydı, ve iki-üç talimden talimden sonra az kalsın hayvanlar ruhlarını Tanrı’ya teslim edecekti.” ..... “Son
nefesini verirken yanında kalmaktan korkmadım, hatta beni selamlarken ve zafer dilerken elini bile sıktım.
Kazanırsam, belki babasının ülkesine ulaşabileceğimi söyledi ve kendisine son bir iyilikte bulunmam için
yalvardı. Ruhunu teslim eder etmez, peçeli iki uşağı, cesedini, bir rahipmiş gibi sarılacağı ketene görüntüsünün
izini bırakacak yağlarla yağlayıp, hazırlayacaktı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:429;460)
“... hatta bunu (genellikle gelişi güzel konuştuktan sonra, konuşmalarını sanatlı bir hava ile bitirmek),
en soğuk, en tatsız şeyleri söyledikleri ve ruhlarını teslim ediyorlarmış gibi bitirdikleri zaman da yaparlar.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:118)
“Biçare Akayiy Akakiyeviç hakkındaki endişeleri öyle baş edilemez hale geldi ki, bir hafta sonra
dayanamayıp yanında çalışan memurlardan birini adamcağızın ne durumda olduğunu, hala yardımına ihtiyacı
olup olmadığını öğrenmesi için çalıştığı daireye göndermeye karar verdi. Akakiy Akakiyeviç’in beklenmedik bir
şekilde ateşler içinde sayıklayarak ruhunu teslim ettiği haberini alınca, kendini çok kötü hissetti...”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
“Kral son anda dönüp sedyede yatan Kont Rotbart’a şöyle bir baktıktan sonra yanındaki doktora sordu:
‘Kurtulma ümidi var mı?’ Kont yattığı yerden kendisi yanıtladı: ‘Yok Efendim! Ben ölümü çoktan hak ettim.
Artık Tanrının adaletinden kaçamam. Ağabeyimi de ben öldürttüm.....’ sözlerini tamamlayamadı ve yeniden
sedyeye yığıldı kaldı. Sonunda kötü ruhunu teslim etmişti.”
(H. de Kleist, “Locarno Filencisi-Düello”, sa:158)
“Kağıt üzerine yazışmalarımızın izlerini sakladım; aldığım mektupların hepsi duruyor, ama kendi
gönderdiğim mektuplarda bu kadar titiz davranamadım, postaya vermeden önce fotokopisini çektirdiklerim oldu.
Elektronik postaların saklanması ise biraz daha keyfe keder oluyor. İlke olarak, aslında tüm yazışmalar saklanıyor;
ama işin aslı, bilgisayarlarımdan biri ne zaman ruhunu teslim etse ve ne zaman elektronik posta kullanıcımı
değiştirmek zorunda kalsam, birçok belge uçtu gitti”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:145)
“GÖLGE VE HAÇ
3
----------------------Dağ... yasak suların doruklarında yaşatır bizi
Acı bir lokmayı tattıktan sonra ölürüz ve acıyı düşünürüz
Bin geceden sonra bu zararlı zamanda
Ağır adımlar atıldı hayata dayanak olan asayla
Dağı okşamadan önce ruhun surunu teslim ederiz
tuzumuza
Kalp korkudan uçar”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“Onu gördük ki, dev gibi Yusuf Bey, bu kapıdan fırladı. Sağ eliyle boğazının şah damarına yapışmış,
gövdeli adam olduğu için, damarın kanı bir minare boyu sıçrıyor. Şu basamaklara indi, iki üç adım attı. Bir
yandan da, ‘Yediler beni puştlar... Yediler,’ diye böğürüyor. Nah şuraya yıkıldı, yıkılmasıyla ruhunu teslim
etmesi bir oldu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:94)
Ruhu şad olsun : Ölmüş iyi insanlar anıldıklarında artlarından söylenen güzel sözler
“‘Bocalayanlar oldu; kendi aramızda da; Aquitania eyalet papazı, San Vitale kardinali, Caffa
Piskoposu...’
‘Budalanın biri,’ dedi William.
‘Ruhu şadolsun, iki yıl önce Tanrı’ya kavuştu.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:90)
“STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.
MADAM G. - O durağı cennet olan efendinden öyle saygısızca söz etme. Ruhu şad olsun. Ne
duruyorsun, yıkıl karşımdan. Seni gözüm görmesin.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
Rumuz : Alameti farika, belirgin işaret, gizli anlam, marka
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------ki bu hokkabazlar, garip dilenci kılıklarıyla
ölçü ve uyak peşindedirler çöplükte
ve ilk resmi ayak sesimden ürküp
birdenbire kara bataklıklardan havalanan
iş olsun diye karga kılığına girmiş, rumuzlu 678 bülbül
uyuşuklukla, aylak aylak gündüzün kıyısına uçuyor”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “Yeryüzü afetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
Run; Runik alfabe : Taş üzerine yazılan, ilkel devirlere ait, sadece düz çizgilerden oluşan harfler; o harflerin
alfabesi
“Sato, ‘Peki o zaman neler?’ diye sordu.
‘Emin değilim. Bu dövme nedense... Runik görünüyor.’
Sato, ‘Yani?’ dedi.
‘Runik alfabe, genellikle taş üzerine yazılır ve sadece düz çiizgilerden oluşurdu, çünkü yumuşak
harfleri yontmak çok zordu. Harflerine ‘Run’ denir..... <Uzmanlığı sadece üçüncü yüzyıldaki Töton sistemi
(Futhark) olan en temel Run alfabesine yetiyordu ama bu Futhark değildi.> Dürüst olmak gerekirse, bunların
Run olduklarından da emin değilim, bir uzmana sormak gerekir.’ ”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:115)
Rupi : (Rupee: HİNDİSTAN, PAKİSTAN, NEPAL (=100 paise); SRİ LANKA, MAURİTİUS (=100 cent) para
birimi. Rupiyah, rupya (SANSK.): dövme gümüş
“ ‘Israrla Nanendra Sen’in bir canavar olduğunu, bana büyü yapıldığını ve bana şefaat etmesi için
Yoksul Dostu Küçük Rahibelere 5 rupi vermekle iyi yapacağımı anlattı durdu.’ ” .................................
‘Seni özlüyorlar. Bhowanipore’da iyi para biriktiriyor olmalısın. Odan veya barınman için para ödemiyorsun,
kente hiç inmiyorsun. Tam gün ne yapıyorsun?’
‘Bölge Müdürü sınavı için Bengalce öğreniyorum,’ diye uydurdum, ‘ve dahası bu benim için yeni bir
dünya. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum, ama geçiyor.’
Akşamki YMCA balosuna gitmek için beş rupi borç aldı.’ ”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:87)
rur a avis : (LAT.,ZOOL.) <rur a a’vis> : Nadir bulunan dost ya da değerli bir şey; LAT. (Harfi harfine):
‘rare bird’ = ‘ender kuş’
Rus ruleti çevirmek : Şans almak; aklını fikrini karıştırmak; Hayatıyla oynamak
“KOMİSER - Bu kadarı da fazla! Bu iş benim çocuğum gibi.. Onu kimseye veremezsiniz..İsterse bu
herif kendini beğenmiş General La Stronzo olsun.. Agnelli olayında bulunmuş ilk ciddi kanıt bu... Sen de
kalkmış onu gizli servise vermek istiyorsun.. Senin kafanda bir rus ruleti çevireyim de gör..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:75-6)
Ruten’ler, Ruthenia; Ruten= Ukrayna dili : (TAR.) : Ruten’ler, eskiden Polonya ya da Avusturya ve
Avusturya-Macaristan imparatorluğu yurttaşı olan Ukraynalı’lardır. Bu da, ‘Ruslar’ sözcüğünün Latince’ye
geçmiş biçimi olmakla birlikte Rutenler, Ortaçağ sonlarındaki gelişmeler sonucunda İtvanya topraklarında
kalan ve Litvanya’nın Polonya ile birleşmesi üzerine Polonya sınırları içinde kalan Ukraynalılar ve Küçük
Ruslar adıyla anılırlar; Ruthenia : Eskiden Çekoslovakya’ya bağlı bölge; 1945’tenberi Ukrayna’ya bağlı. R u t
e n ya da U k r a y n a d i l i, Ukrayna’da konuşulan bir doğu Slav dilidir. Ama Ukrayna’ya komşu Beyaz
Rusya (Belarus), Rusya , Polonya ve Slovakya’daki Ukraynalı topluluklar tarafından da konuşulur. Kökeni, Kiev
Prensliği’nde <10.-13. y.y.’lar> konuşulan gündelik Rusça’ya dayanır
“Peron’da, Macar jandarmaların arasında Macaristan’da yaşayan bazı Rutenler duruyordu. Aralarında
rahipler, öğretmenler ve köylülelerin de bulunduğu bu Rutenler, bölgenin en uzak köşelerinden getirilip
tutuklanmışlardı Elleri iple arkadan bağlandıkları yetmiyormuş gibi ikişer ikişer de birbirlerine bağlanmışlardı.
Tutuklanır tutuklanmaz jandarmalar tarafından sıra dayağından geçirildikleri için çoğunun ağzı burnu Çarşamba
pazarına dönmüş, ifadesi tamam olmuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:116)
Rutubetlenmek : Şişinmek, gubarlanmak, kabarmak
“AZMİ EFENDİ (Yalnız, elindeki tesbihi minder üstüne atıp gücenmiş bir tavırla dizine vurarak.) :
Hay anasını! Bu haber gerçek çıkarsa, herifin bana etmeyeceği kalmaz. Allah göstermeye! Eğer böyle
bir şey olsa, gururundan, kibirinden yanına varılmaz. Yalnız kibirlense..... ama zenginleşecek, rutubetleşecek...”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23)
Rüküş : Giyinmesini bilmeyen, giydikleri birbirine uymayan üstünden dökülen kimse ya da tarz (Argo)
“Fotoğreafçı dükkanları, bir konsola dirseğini dayamış Oran’lı bir denizciden, gerçek bir Oran ürünü
olan, saçları kafasına yapıştırılmış, bombardıman uçaklarına karşı korunan bir çukura benzeyeen bir ağızla
bezenmiş yakışıklı genç adama ve orman manzaralı bir resmin önünde duran rüküş bir geline kadar, şaşkınlık
uyandıran yüzler sergiler.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:146)
“2. KADIN - Giysiler, bir de şapka.
3. KADIN - (Mağazadan çıkarak.) Mücevherler, yapma çiçekler, ne güzel bir kolye.
4. KADIN - (Mağazadan çıkarak.) Şapkalar, şapkalar, şapkalar!
(KADINLAR eski giysilerini çıkarırlar, mağazadan aldıkları şapkaları, giysileri, rüküş ve gülünç bir
görünümleri olacak biçimde giyerler.)
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:233)
“Başını salladı:
-Sevdiğimi zannederdim eskiden. Şimdi bu da uzaklaştı. Hiçbir şey hissedemiyorum.
Gönül serüvenindeki yalnızlık dolu çağsayış, sesinin tınısından yankıyan gurbet duygusu, itiraf
edeyim, umurumda değildi. Hatta bu hikayeyi biraz rüküş buluyordum. Ben, yepyeni hayallere dalmıştım.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80)
“Yarım saat sonra, Ilse ve Narkissos’un rüküş mü rüküş -Peru zevksizliği ve Prusya düzeninin
olağanüstü başarılı bir sentezi- salonlarında rahat koltuklara yerleşmişlerdi. Viskilerini korkusuzca, buz gibi cam
gözlerle onları izleyen mumyalanmış hayvanlar arasında, hafif ışıkta, Nat King Cole ve Frank Sinatra dinleyerek
ve salonun bahçeye bakan penceresinden aydınlatılmış havuzun fayanslarını seyrederek içtiler.”
(V.M. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not defterleri”, sa:111)
“Korktuğunuz, duygularınızı derinden alt üst eden kutsal bir mezar ziyareti söz konusu olduğunda
kılığın rüküşlüğü konusundaki ayrıntılar pek çocuksu kaçıyor!”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:95)
“Her iş kesiminden müşteri bulunurdu. Kundura tamircileri, dam aktarıcılar, duvarcılar, yol yapımı
işçileri, öğrenciler, sokak kadınları, paçavra toplayıcılar. Bir kısmı akıl almaz derecede yoksuldu. Çatıdaki
odalardan birinde bir Bulgar öğrenci vardı. Amerika’ya satılan o rüküş ayakkabılardan yapıyordu.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
“Kimi övünür, kimi hünerleriyle,
Kiminki zenginlik, kiminki sert pazı,
Kiminde giyim kuşam, korkunç rüküşse bile,
Kiminde safkan atlar, kiminde şahin, tazı.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:91, sa:223)
“ ‘Ben bir fındık üzerine çene çalan küçük bir maymunum; siz bayat çöreklerle dolu parlak çantalı,
rüküş kadınlarsınız; ben aynı zamanda kafesteki bir kaplanım da ve siz kızıl-kızgın demirli bakıcılarsınız. Yani
ben sizden daha ateşli, daha güçlüyüm.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:97)
RÜSTEM, Zaloğlu – Rustam :
(FARS MYTH.) : RUSTAM, Fars (İran)’ın mitolojik kahramanlarından
biridir; Normal olarak doğmamış, fakat onun babasını yetiştiren efsanevi kuş S i m u r g (h)’ün himayesinde ve
sihirli kanatlarının korumasında doğmuş; sekiz-adam boyunda bir aslan-adam. Doğuştan beri, tüm memleketinde
biricik, şahane nitelikleri olan bir at kullanırdı. Bir fil kadar kuvvetli, ve yarışçı deve kadar süratliydi. Kuvveti
sayesinde birçok monark’ı hapisten kurtardı. Ejderhalarla savaştı, onları kesti biçti, güvenilmez adamlarla
çarpıştı, hatta bir ara şeytanlar tarafından esir alınıp kaçırıldı, Okyanusa atıldı, fakat o tüm bunların üstünden
gelerek serbest yaşamına kavuştu..”
(John R. Hinnels, “Library of the Worlds Myths and Legends-Persian Mythology”, pa:118, 2nd Ed.,
N.Y.1985) (Çev.:İ:E.)
Rüşte ermek; Rüştünü ispatlamak : Bir bireyin erginliğini kanıtlaması, yasalara göre 18 yaşını bitirmiş
olmak
“Bizde rüştüne ermek aile kurmakla olur. Ne on altı yaşıyla, ne üniversite okumakla... Hiçbir çabanız
sizi erişkin göstermez çevrenize. Alman toplumu ise başkadır. Rüşde ermenin biçimi de başkadır. Yolu yurttaş
olmaktan geçer. ‘Yurttaş olmak’ ise, bireyin kendi bireyliğini ayrımsaması, onun toplum içindeki konumunu
kimlik vererek belirleyen devlet karşısındaki yerini almasıyla olur.
Anadolu insanının Almanya serüveni bu yüzden aynı zaman içinde, kökten değişik iki toplumun kişilik
ikilemini yaşamasından da geçer.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:27)
“Ağız Dolusu
Ağız dolusu
İşaret
Amaç yasaklara uymak
Ve onunla birlikte
Gözler
--------------Sen
Dolanı taşı
Ben
Rüştünü ispatlamış sabahları
Sevdiğimiz
Yolda”
(Kanmuzi<d.1968>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.02.06)
Rüşvet vermek : Yapılması gereken bir işin, çabuk ya da yasadışı yaptırılması için, özellikle gümrük, ithalat
işlerinde, görevlilere el altından verilen para ya da sağlanan kişisel menfaat.
“Huber kasaları yerleştirdi. İtinayla her kasanın üstünü örttü. Ellerine tükürüp onları karşıya taşıdı. İşi
bittiğinde, hepsini yerine taşıdığında gururluydu. ‘Tanrı’ya şükür ki bunlardan kurtulduk… Bunlar gemi
limanlarının en berbat işidir. Gümrük memurlarına da ne rüşvet verdik. Ondan sonrası çocuk oyuncağıdır zaten.’
”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:168)
Rüyasında görse inanmamak : İnanılmayacak, beklenmeyecek kadar gerçek ötesi
“Titredi, ama ilkin sadece hayret titremesiydi bu: böyle bir şeyi akıl ve hayalinden geçirmiyordu; bu
sonu hiç beklemiyordu. Birisinden, hele bu miktarda yardım göreceğini rüyasında görse inanmazdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:80)
“... bu ihtiyar, Dux’de, hiçbir iş yapmadan aylık aldığı görevinde bulunduğu sıralarda, bir gün gelip de
kır sakallı tarihçilerin ve filologların, XVIII. Yüzyılın en değerli parşömeni haline gelen hatıralarının üzerinne
eğileceklerini ve bütün özünü içlerine sindirebilmek için uğraşacaklarını rüyasında görse inanmazdı..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:9)
Rüzgara karşı yelken açmak : meydan okumak, şans almak, talihini denemek
“…ben de kendisine, ölene kadar bir başına yaşamak istediğimi, güzelliğimden arta kalan
dokunulmamış şeylere salt toprak ananın sahip olabileceğini belirtmiştim. Eğer bu sözlere karşın, hiçbir umut
olmadığı halde, rüzgara karşı yelken açmak istediyse, suların tam ortasında batmış olmasına şaşıracak ne var?
Ona umut vermiş olsaydık, kabahatli görülebilirdim; arzusunu yerine getirseydim, kendi istemime aykırı
davranmış olacaktım. Terslenmesine karşın üsteledi ve hiç kimse kendisinden nefret etmediği halde yılgınlığa
düştü. Şimdi söyleyin bakalım, çektiği acının suçu bende mi? Aldattığım biri varsa, yakınsın.”
(Cervantes, “Don Quijote”, sa:88)
Rüzgara tutulmuş deve dikeni gibi sallanmak : Heyecan ya da korkudan tir tir titremek
“... seninki gelip yetişti!
‘-Hey!’ diye bağırdı. ‘Tanrı’nın ve sizlerin karşısında, vicdanımın temiz olduğuna yemin ederim.
Evlenmek istiyorum onunla. Her şeyimi sizinle paylaşmaya hazırım. Çok zengin bir adamım ben!’
Yalım yalım yanıyor, rüzgara tutulmuş deve dikeni gibi, eyerin üzerinde sallanıyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:27)
Rüzgardan bile nem kapmak : Çok duyarlı, hassas olmak; kolay hastalanmak
“ALEXANDRE - Kendimi şimdi daha iyi hissediyorum.
KATIA - (Alexandre’a) Oysa rüzgardan bile nem kaparsın.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:179)
Rüzgarla birlik olup komplo kurmak : Fırsatları kötüye kullanarak birisini tuzağa düşürmek
“CLAIRE - Yoo, buna gelemem! İşten böyle kolayca yakanızı sıyıracağınızı mı sanııyorsunuz, sevgili
hizmetçim? Rüzgarla birlik olup komplo kurmak, geceyle suçortağı olmak kolaydır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:76)
Rüzgarlara çobanlık etmek : (Eski Girit’te) Şiir yazmak
“Bir de şu var: Bir zamanlar, bir Yunan köyünün yakınında, yalnız kalmış, kulübemsi bir evde, tek
başıma, Bizanslı bir çilecinin dediği gibi, rüzgarlara çobanlık ediyordum; yani, mısralar yazıyordum, demek
istiyorum. Bu küçük ev, zeytin ve çam ağaçlarının içindeydi ve dalların arasından, aşağıda, masmavi, uçsuz
bucaksız Ege Denizi uzanıyordu.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:22-39
-Tüm Hakları Saklıdır-