harvard busıness school`da size ne öğretirler?
Transkript
harvard busıness school`da size ne öğretirler?
P H I L I P D E LV E S B R O U G H T O N HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? 2004 ve 2006 yılları arasında Harvard Business School’dayken (HBS) okulun mezunları arasında ABD başkanı, ABD hazine bakanı, Dünya Bankası başkanı, New York belediye başkanının yanı sıra General Electric, Goldman Sachs ve Procter&Gamble gibi şirketlerin CEO’ları yer alıyordu. HBS mezunları Fortune 500 şirketlerindeki en üst üç konumun yüzde 20’sini dolduruyordu. Yeni yeni moda olan yatırım sermayesi ve yüksek riskli yatırım fonu sektörleri, kampüse geri döndüklerinde tanrı gibi karşılanan Harvard MBA mezunlarıyla dolup taşıyordu. Böylesine güçlü bir silsilenin bir parçası olmak korkutucu ve ürkütücüydü. SEN OLSAN NE YAPARDIN? “Philip hakkında ne düşündüğünüzü bilmiyorum, ama şu anda o sizin için sadece Philip.” HBS dekanı ve 90 sınıf arkadaşım bana bakıyordu. Tam o sırada dağılmak üzere olan bir tavuklu sandviçi tutmaya çalışıyor ve gerçekten de “sadece Philip” gibi görünüyordum. “Bu sınıfa ders vermek için genç bir profesör olarak ilk geldiğimde, burada oturan Jack diye bir çocuk vardı. Şimdi Vanguard’ın başkanı Jack Brennan oldu. Orada eski bir futbol oyuncusu olan Jeff oturuyordu. Jeff Immelt şimdi General Electric’in icra kurulu başkanı. Şurada da Dona vardı, Palm’ın CEO’su olan Dona Dubinsky.” Penceresiz bodrum kat sınıfımızda hırsın uğultusunu hissedebilirdiniz. HBS’nin kampüsüne Ağustos 2004’te ayak bastım. Kayıt yaptırdıktan sonra, elime ilk haftanın vaka incelemelerini içeren bir klasör verildi. Tüm HBS müfredatı vaka incelemelerinden, gerçek hayattan alınmış iş yaklaşımlarından oluşuyordu. Her birinde yanıtlamanız istenen soru şuydu: Sen olsan ne yapardın? Bu problemlerin doğru ya da yanlış yanıtları yoktu. Birçok vakada, vaka kahramanlarının attıkları adımlar felaketle sonuçlanıyordu. Önemli olan tek şey, problemler hakkında nasıl düşündüğün; enformasyon kıtlığıyla, belirsizlikle nasıl başa çıktığındı. Muhasebe ya da senet fiyatlandırma ayrıntıları bulanıklaşıp silindikten sonra, elinde farklı bir düşünme ve karar verme yöntemi kalacağı ümit ediliyordu. Vakalar öğretim üyeleri tarafından yazılıyor ve uzunlukları birkaç sayfadan otuzu aşkın sayfaya kadar değişebiliyordu. Genellikle durumu ortaya koyan çarpıcı bir anlatım, tartışılan işletmenin analizi ve problemi örneklendirmek için gerekli olan sayfalar dolusu belge, grafik, tablo, resim ve her türlü ek metinden oluşuyorlardı. HBS’nin amacı herkesin her şeyi yapmasına imkân vermek değil. Sizi tercihler yapmaya zorlamak. Ne tür tutkularınız var? Peki ya yükümlülükleriniz? Bunlar örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa, değiştirmek için neler yapmalısınız? İstediğinizi almak için zamanınızı nasıl harcamalısınız? 1 PHILIP DELVES BROUGHTON HBS, eğitim tekniği olarak Harvard Hukuk Okulunun vaka yöntemini benimsemişti. Sınıflar habersiz sözlüyle başlar ve profesör bir gece önce hazırladığımız vakayı tanıtmak için bir öğrenci seçerdi. İki ila on beş dakika arasında süren bu tanıtım öğrenci için asap bozucu bir deneyim olabilirdi. Habersiz sözlü bittikten sonra, herhangi bir öğrenci yorum yapmak için elini kaldırabilirdi. Yorum bir soru, profesörün ya da başka bir öğrencinin söylediği bir şeye bir yanıt ya da kişinin mevcut problemi açıklığa kavuşturacağını düşündüğü kişisel bir deneyim örneği olabilirdi. Tek şart, yorumun sınıfın bilgisini artırmasıydı. HBS’nin amacı herkesin her şeyi yapmasına imkân vermek değil. Sizi tercihler yapmaya zorlamak. Ne tür tutkularınız var? Peki ya yükümlülükleriniz? Bunlar örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa, değiştirmek için neler yapmalısınız? İstediğinizi almak için zamanınızı nasıl harcamalısınız? HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? tan daha saygın bir davranış olacağını da hissederler. Ben ikinci kategoriye dahildim. Zamanımı, mali kaynaklarımı ve yaşamımı kontrol etmek istiyor ve o zamana kadar yaptıklarıma yapışıp kalmaktansa genel bir iş uzmanlığı kazanmanın beni daha iyi bir noktaya getireceğini hayal ediyordum. Harvard ABD’de ünlüydü ama yurtdışında daha da ünlüydü. Öyle ya da böyle, Amerika’nın en tanınan üniversitesiydi. Harvard genel yönetime yöneliktir. Sizi hiçbir özel uzmanlık olmadan, bir işletmenin tüm parçalarını yönetme ve idare etmeye hazırlar. HBS web sitesi ilham verici tuzaklarla doluydu. The- YENİDEN BAŞLAMAK İnsanlar işletme okuluna çeşitli nedenlerle başvuruyorlar; ancak bunlar genellikle iki büyük kategori altında toplanabilir: Neden buraya geldiklerini tam olarak bilenler ve sadece gelenler. İlk kategoride, personelini işletme okuluna göndermek gibi köklü bir geleneği olan şirketlerin çalışanları yer alır. Örnek olarak, Wall Street bankaları, danışmanlık firmaları ve üst düzey yönetime ulaşmanın MBA gerektirdiği büyük kurumlar verilebilir. Ancak buralarda aynı zamanda akıllarında belirli bir kariyer değişikliği olan insanlar da bulunur. Motor parçaları yapmaktan vazgeçip yatırım danışmanı ya da finansçı olmak isterler. Ne öğrenmeleri gerektiğini bilirler ve kampüse bir amaçla gelirler. İkinci kategoride, bir değişiklik istediklerini bilen, ama ne tür bir değişiklik istediklerini bilmeyenler yer alır. İşletme okulunun bir yanıt bulmalarını sağlayacağını ya da en azından kendilerine yeni seçenekler sunacağını umarlar. Ayrıca işletme okulunda iki yıl boyunca kendi içine dönmenin, bütün gün boyunca çöp kutusuna kâğıttan toplar atarak, her şeye rağmen bir gün kariyerinin önündeki buzların yıkılacağını ve heyecan verici yeni maceralara akmasını sağlayacağını ummak- odore Roosevelt’in “Kudretli Şeylere Cesaret Etme” iddiası büyük kırmızı harflerle göze çarpıyordu. Tutku ve liderlik gibi kelimeler noktalama işareti gibi serpiştirilmişti. Hevesli öğrencilerin ve bilgelik ve enerji yayan gözlüklü profesörlerin fotoğrafları vardı. Harvard beni iki nedenden ötürü kendine çekmişti. İlk neden, itiraf etmeliyim, adıydı. Harvard ABD’de ünlüydü ama yurtdışında daha da ünlüydü. Öyle ya da böyle, Amerika’nın en tanınan üniversitesiydi. İkinci neden, işletme okulunun vaat ettiği kendine has eğitimdi. Çoğu işletme okulu yaklaşık aynı şeyleri öğretse de Harvard’da yaklaşım ve vurgu farklıydı. Harvard genel yönetime yöneliktir. Sizi hiçbir özel uzmanlık olmadan, bir işletmenin tüm parçalarını yönetme ve idare etmeye hazırlar. Kabul edildikten kısa bir süre sonra, öğrenci birliği tarafından derlenmiş, HBS’te Var Kalma Kılavuzu, 2006 Sınıfı adlı bir kitap aldım. “Harvard Business School’a hoş geldiniz” diyordu, “kendilerine ve diğerlerine meydan okuyan, etkileyici insanların oluşturduğu zengin ve çeşitli bir topluluğa… ve hayatınızın en güzel yıllarına hoş geldiniz!” “Ne Getirmeli” başlıklı bir bölümde, iki öğrenci şunları yazmıştı: “Tekrar elinize 2 PHILIP DELVES BROUGHTON almayı düşündüğünüz o gitarı ya da piyanoyu getirmeyin. Tekrar elinize almayı düşündüğünüz kayaklarınızı ve golf sopalarınızı getirin…2005’te o sıkıcı bono arzını fiilen yönettikten sonra garantilediğiniz teklif mektubunu getirin… Üniversitede aldığınız edebiyat ya da tarih derslerinin kitaplarını getirmeyin. ‘Asla yapmam’ı getirme. ‘Denerim’i getir. Alaycılığını getirme. Geri kalan bütün çeşitliliğini getir.” Kimdi bu insanlar? Neden bu şekilde konuşuyorlardı? Neden kitaplarımı getiremezdim? Tekrar elinize almayı düşündüğünüz o gitarı ya da piyanoyu getirmeyin. Tekrar elinize almayı düşündüğünüz kayaklarınızı ve golf sopalarınızı getirin… ‘Asla yapmam’ı getirme. ‘Denerim’i getir. Alaycılığını getirme. Geri kalan bütün çeşitliliğini getir. “Neler Beklemeli ve Nasıl Hazırlanmalı” başlıklı bir başka sayfada, “Takviminiz büyüleyici, eğlenceli şeylerle dolup taşacak ve gün içinde hepsini yapmaya yetecek vakti bulamayacaksınız” diyordu. “Sanki birileri sizi geleceğin CEO’larına özel bir Disneyland’a bırakmış gibi olacak... Yapılacaklar listenizde ağ oluşturmayı en alt sıraya koyabilirsiniz, yine de yıldızlara yaraşır bir arkadaş ağınız olacak. Ünlü HBS ağının ardındaki gerçek güç budur—her ülkeden ve değişik sektörlerden kalıcı arkadaşlıklar.” MBA Destek Hizmetlerinin müdür yardımcısı, stresin fiziksel, duygusal, bilişsel ve davranışsal işaretlerini tarif eden ikişerli bir tabloyu da içeren uzun bir yazıyla katkıda bulunmuştu kitaba. Listede terli avuç içleri ve mide bulantısından çok fazla ağlamak ve bir şeyler fırlatmak ya da insanlara vurmak istemeye kadar birçok işaret yer alıyordu. Bütün bunlar Harvard’ın yeni oluşturulan Liderlik ve Değerler Girişimi hakkında okuduklarımla ters düşüyordu. Okuduğum kadarıyla, Liderlik ve Değerler Girişimi, “öğrencileri ahlaki pusulalarına ulaşmaya ve HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? şirketlerinde bu sürecin içgüdüsel olmasını sağlayacak katı ahlaki standartlar ve liderlik kararları uygulamaya” zorlayacaktı. Profesör Lynn Paine okulun “genellikle cezai yasal uyum tutumunun ötesine geçen, kapsamlı bir ‘liderlik ve değerler,’ yaklaşımı geliştirmeye” ve “‘zarar verici ahlaki hataların önlenmesini sağlarken ahlaki düşünce ve eyleme yönelik güçlü insani dürtülere dokunacak [dürüstlük] stratejileri’ benimsemeye” ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Bütün bunları çözmek için defalarca okumam gerekti. Dürüstlük stratejileri? Ahlaki pusulama ulaşmak? Bu bana dolandırıcı olmamayı öğretecekleri anlamına mı geliyordu? Peki ya bu dolandırıcı gibi davranmama süreci henüz içgüdüsel değilse? Ya ulaşılacak bir ahlaki pusulam yoksa? LİDERLİK ÖĞRENİLİR Mİ? Liderlik ve Örgütsel Davranış dersi bizi iki temel soruyu sormaya teşvik ediyordu: İlki, liderlik öğretilebilir mi ve ikincisi de işletme bunu öğretmek için doğru bir ortam mıdır? Bunlar sadece Profesör Podolny’nin dersi için değil, misyonu dikkate alındığında, tüm HBS için geçerli sorulardı. Bazıları bir tank bölüğünü hiç yönetmemiş, sakallı ve 15 derece uzak gözlüklü bir adamın bize liderlik öğretmeye çalışması fikrine ısınamıyorlardı. Benim gibilerse insan davranışının nakit akışı ya da makine işlevleri gibi yönetilecek bir süreç olarak ele alınması fikrini tamamen rahatsız edici buluyordu. Ancak derse ilk tepkimin eski nesillerin psikiyatra gitme fikrine gösterdiği tepkiye benzediğini fark ettim. Böyle bir şeye neden ihtiyacın olsun ki? Bunları arkadaşlarınla da konuşamaz mısın? Kendi başına halledemez misin? Uzun bir yürüyüşe çıkıp biraz düşünsen? Ders ilerledikçe, insanın başkalarını yönetme İnsan davranışının nakit akışı ya da makine işlevleri gibi yönetilecek bir süreç olarak ele alınması fikrini tamamen rahatsız edici buluyordum. Ancak derse ilk tepkimin eski nesillerin psikiyatra gitme fikrine gösterdiği tepkiye benzediğini fark ettim. 3 PHILIP DELVES BROUGHTON ve motive etme konusunda öğrenebileceği daha birçok şey olduğu fikrine daha sıcak bakmaya başladım. Liderlik ve Örgütsel Davranış, şirketlere antropolojik açıdan yaklaşmamızı sağlıyordu. Rakamlara ve finansmana odaklanmak yerine, şirket ortamlarında görülen o ilginç davranışların nedenlerini ve etkilerini inceliyorduk. Bir vakada, çalışanlar ve işverenler arasındaki psikolojik sözleşmelerin önemini inceledik. Bir tarafta çalışma saatlerini, maaşı ve iş gerekliliklerini ayrıntılarıyla tanımlayan resmi sözleşmeler vardı. Ancak psikolojik sözleşmeler, yani çalışanların genellikle hak olarak gördüğü yazılı olmayan mutabakatlar, kişinin statüsü ve göreceği muamele hakkındaki beklentileri de aynı derecede önemliydi. Bunların önemini küçümseyen şirketler sıklıkla belaya batıyorlardı. Yüksek performanslı çalışanlarını izinle ödüllendirirken zorbaca ve zaman zaman ırkçı davranışlarını görmezden gelen bir kaplama şirketini inceledik. Bu durum şirketin maaşları daha düşük tutmasını ve aksi takdirde ayrılabilecek olan işçilerinin sadakatini kazanmasını sağlıyordu. Bir dizi soylu ilkeyi uygulamaya çalışmak yerine, yönetici ne başarmaya çalıştığına, çalıştığı ortama bakmış ve işe yarayan bir kültür ve çalışma tarzı gelişmesine izin vermişti. Ancak bu kısa vadeli bir çözümdü. En sonunda şirketin itibarına ve çalışma kabiliyetine zarar verecek, ağır seyirli bir hastalığın içeriye adım atmasına izin vermişti. İlk sömestrde alacağımız derslerden biri de Türkiye’den genç bir kadın profesörün verdiği Teknoloji ve Operasyon Yönetimi dersiydi. Zeynep Ton, HBS doktora programından yeni mezun olmuştu ve fabrika tasarımı, üretim programları, tedarik zincirleri ve süreç yönetimi dünyasında beklenmedik ölçüde şık ve enerjik bir rehberdi. İlk vakamız, Japonya’dan esinlenmiş restoran zinciri Benihana hakkındaydı. Kurucusunun benzersiz ve son derece kârlı bir şey yaratmak için restoranların mekaniğini parçalarına ayırdığını gördük. Şeflerin yemekleri masalarda hazırlaması konseptini sunarak mutfak alanından tasarruf sağlamıştı. Gelen-giden müşteri devir hızı çok yüksekti. Sınırlı bir mönü daha az atık demekti. Ayrıca şefler bıçaklarını havada döndürüp HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? sebzeleri ve eti dilimler ve konukların tam karşısında pişirirken, bütün bunlar paketlenerek bir eğlence gibi sunuluyordu. Restoran gibi basit bir işletmeyi katman katman soyup yemek servis etme sürecinin neresinde para kaybedip neresinde kazanabileceğini görebilmek insana tuhaf bir güç hissi veriyordu. Sömestrin ileriki günlerinde, birkaç Teknoloji ve Operasyon Yönetimi dersinden sonra önüme koyulan herhangi bir işletmenin operasyonlarını yeniden inşa edebilirmişim duygusu için kullanılan bir terim öğrendim. Buna Benihana Başlangıcı deniyordu. KİMİM BEN? Harvard’a gelmeden önce, iki tane kişilik testinden geçmemiz gerekmişti. İlki Myers-Briggs Kişilik Göstergesiydi, ikincisinin adı ise Career Leader’di. Myers-Briggs Kişilik Göstergesi (MBTI), kişinin kendi psikolojik tipi hakkında düşünmesine ve dolayısıyla bu bilgiyi günlük hayatta nasıl kullanacağını bulmasına yardım etme amacı taşır. Her yıl Fortune 100 listesindeki şirketlerin çoğunun çalışanları ve yaklaşık 2,5 milyon Amerikalı üzerinde kullanılan bu test, şirketlerin insanlara barkod takmaya en yaklaştığı noktadır. Bir dizi soylu ilkeyi uygulamaya çalışmak yerine, yönetici ne başarmaya çalıştığına, çalıştığı ortama bakmış ve işe yarayan bir kültür ve çalışma tarzı gelişmesine izin vermişti. Ancak bu kısa vadeli bir çözümdü. ■ ■ ■ Jung insanların enerjilerini ya insanlar ve deneyimden oluşan dış dünyadan ya da düşünce, hafıza ve duygudan oluşan iç dünyadan aldığını belirtiyordu. Bu iki eğilimi dışadönüklük ve içedönüklük olarak adlandırmıştı. 4 PHILIP DELVES BROUGHTON Myers-Briggs, İsviçreli psikiyatr Carl Jung’un çalışmalarına 20. yüzyılın başında Washingtonlu bir ev kadını ile kızının kattığı yorumu temel alır. Jung, sağlıklı insanların beyinlerini farklı şekillerde kullandıklarına ve bunun da farklı davranış biçimlerine yol açtığına inanıyordu. Katharine Briggs için, Jung’un teorisi yaratıcı ve cesurdu; ayrıca sevgili kızı Isabel’in Clarence Myers adlı sıkıcı ve fırsatçı bir keresteyle evlenmesinin nedenini açıklıyordu. Jung, insanların aktif beyinlerinin daima enformasyon algıladığını, topladığını ya da bu enformasyonu değerlendirdiğini, işlediğini yazıyordu. Ayrıca iki farklı algılama şekli tanımlamıştı, duyumsama ve sezgi. Duyumsama, hayal gücüyle, esinlenmeyle, uzaklardaki vahşi mavilikle ilgiliydi. Değerlendirme de iki şekilde oluyordu, akılcı bir yaklaşım olan düşünce ve önsezilere dayanan duygu. Jung insanların enerjilerini ya insanlar ve deneyimden oluşan dış dünyadan ya da düşünce, hafıza ve duygudan oluşan iç dünyadan aldığını belirtiyordu. Bu iki eğilimi dışadönüklük ve içedönüklük olarak adlandırmıştı. Her insanın ya dışadönük ya da içedönük olduğunu ve biri baskın, diğeri destekleyici olmak üzere, algılama ya da değerlendirme işlevlerinden biriyle nitelendirilebileceğini iddia ediyordu. Neden bu kadar çok kuruluş bu testi uyguluyor? Sanırım cevap şu: Çoğu şirket insanların birey olması fikrini ürkütücü buluyor. HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? olanak tanımak ve yaratıcılığın çiçek açmasına izin vermek gibi laflar ediyorlar. Ancak binlerce farklı kişiliğin, bırakın enerjilerini kazançlı bir işe yönlendirmeyi, her iş gününün isyan, grev, dalavere ve saldırı yaşanmadan tamamlanmasını sağlamaktan daha korkutucu ne olabilir? Bu durumu daha da zorlaştıran bir diğer nokta da işletmenin diğer tüm yönlerinin ölçüme duyarlı olmasıdır. Makinelerinizin randımanını, muhasebenizin doğruluğunu ve yatırım getirinizi ölçebilirsiniz. Ancak sonra işgücünüz çıkagelir. Aralarında hangisi ürün yönetimi ya da pazarlama araştırması alanında çalışmaya can atarak büyüdü? Hangisi 10 yaşında, bir yaz gecesi çimenlere uzanıp gökyüzünü seyrederken bir gün otoyol üzerindeki bir cam kutuda oturup turnikeleri kontrol etmenin ne kadar büyüleyici olduğunu düşünüyordu? Ya da sözleşmeleri gözden geçirmenin? Hiçbiri. Ancak takım elbiseleri ve üniformalarının altında, çalışanlarınızın bir militanlar ordusu olduğunu bilirsiniz. Koleksiyoncular, şairler, satranç dehaları, baritonlar, hayalciler, aylaklar, yarışçılar… Hal böyle olunca, onları elinizdeki araçlarla kontrol etmeye çalışırsınız: maaşlar, ikramiyeler, terfiler, işten çıkarmalar, ahlak kuralları, misyon bildirileri, ekip kurma egzersizleri. Sonra biri elinde bir testle gelip size her bireyin 16 kutudan birine konularak neye benzediğini, iyi yapacağı iş türlerini ve birlikte en iyi şekilde çalışacağı insan türlerini belirten 4 harfli bir kodla etiketlenebileceğini açıklıyor. GÜVENSİZLİK VE KUŞKU Ancak Jung hayati bir uyarı eklemişti. “Her birey, bir istisnadır” ve “İnsanlara ilk görüşte etiketler yapıştırmak çocukça bir oyundan başka bir şey değildir.” Myers-Briggs Kişilik Göstergesini açıklayan kitapçık, Jung’un uyarısının seyreltilmiş bir versiyonunu sunuyordu: “Kişilik her şeyi açıklamaz. İnsan çok daha karmaşıktır.” Peki, öyleyse neden bu kadar çok kuruluş bu testi uyguluyor? Sanırım cevap şu: Çoğu şirket insanların birey olması fikrini ürkütücü buluyor. Elbette sık sık bireysel ifadeye Vizyon bildirisinde “bireylerin hedeflerine ulaşmalarını ve yollarında ilerlemelerini sağlamak yoluyla olumlu bir değişim etkeni olmak” yazan MBTI, CPP adlı Kaliforniyalı bir şirketin mülkiyeti ve idaresi altında. Testi yapanlara verilen broşürde, CPP, hangi elimizle yazdığımızı nasıl düşünüyorsak, baskın bir kişilik işlevini de o şekilde düşündüğümüzü ileri sürüyor. Bir elle yazmak doğal ve kolay gelir. Elimizi değiştirdiğimizde, muhtemelen yine yazabiliriz ama daha fazla uğraş gerekir. Aynı şekilde, dışadönük duygu tipiysek, içedönük bir düşünce adamıyla çalışmak şok etkisi yaratabilir. 5 PHILIP DELVES BROUGHTON Altı sayfalık testin talimatlar bölümünde, “Bu soruların ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ cevapları yok. Cevaplarınız olaylara nasıl baktığınızı ve kararlarınızı nasıl aldığınızı gösterecektir. Kendi tercihlerinizi bilmek ve başkalarınınkini öğrenmek; özel güçlerinizin neler olduğunu, ne tür işlerde zevk alabileceğinizi ve başarılı olabileceğinizi, farklı tercihlere sahip insanların birbirleriyle nasıl bir araya gelip topluma faydalı olabileceklerini anlamınıza yardımcı olabilir.” Testi yapan kişiye sorular hakkında çok fazla düşünmemesi ve zor olanları atlaması tavsiye ediliyor. Sonuç olarak, ilgi alanlarımın “yaratıcı üretim, teori geliştirme ve kavramsal düşünme” olduğu ortaya çıktı. Muhtemelen “yeni ürünler tasarlamak, pazarlama kavramları geliştirmek, görsel ve sözel reklam fikirleri yaratmak, etkinlikler planlamak, iş-hizmet dağıtımına yenilikçi yaklaşımlar getirmek ve halkla ilişkileri yönetmek” gibi faaliyetlerden zevk alacaktım. Ayrıca en çok “işbirliği, kişiler arası duyarlılık, insanlar hakkında en iyisini düşünme eğilimi ve belki de kurumsal misyonunda belirli miktarda yardımseverlik taşıyan bir çalışma kültüründe” mutlu olabilirdim. Elbette bunun aksi bir ortamda, yani diktatörce davranışlar, düşüncesizlik, şüphe ve bencilliğin hâkim olduğu bir ortamda mutsuz olacağımı hayal edebilirdim. Bu testlerin insan karakterinin zengin dokusunu alıp steril bir harf grubuna indirgediğini düşündüm. Daha da önemlisi, ölçülemeyecek bir şeyi ölçme çabası olarak gördüğüm bu şeye güvenmiyordum. Değerlendirmem, “uyumlu, güvenilir, cömert, samimi, insanlara karşı açık ve anlayışlı” olduğumu gösteriyordu ve bu nedenle “daha az anlayış ve daha fazla sertlik, açıkgözlülük ve girişkenlik” gerektiren çalışma ortamlarından kaçınmalıydım. “Yüksek düzeyde sertlik ve politik yaklaşımın başarının temel koşulu olduğu kurumlardan uzak durmalıydım.” Ayrıca mülakat- HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? larda “tevazu ve içtenliğimin” kendimi pazarlamama engel olduğunun farkında olmalıydım. “Biraz kibirli olmaya alışmak için, her mülakattan önce temel ‘pazarlama noktalarınızın’ üzerinden geçin.” Bu testlere ilk tepkim, şüphe oldu. Temellerinde konformist bir ruh yattığını düşündüm. Mülakatlarda kendinizi pazarlamanın genel bir standardı yoksa neden fazla mütevazı olmaktan çekineyim ki? Bu testlerin sadece var olmasına bile nasıl bir hayal gücü ve insan anlayışı arızasının neden olabileceğini merak etmekten kendimi alamadım. Bunları uygulayan şirketlerin yüreğinde nasıl bir güvensizlik ve kuşku saklıydı? Elbette milyarlarca kredi kartı işleminin doğru gerçekleştirilmesini ya da tuvalet kâğıtlarının üretim hattından doğru şekilde çıkmasını sağlamak gibi bir sorumluluğum yoktu. Birbirine kin güden elemanları bir arada çalışmaya ikna etmek ya da bir yıldız yöneticinin aniden ayrılmasını engellemek zorunda olduğum bir pozisyonda değildim. Bu testlerin insan karakterinin zengin dokusunu alıp steril bir harf grubuna indirgediğini düşündüm. Daha da önemlisi, ölçülemeyecek bir şeyi ölçme çabası olarak gördüğüm bu şeye güvenmiyordum. ALFA VE BETA Finans okumadan önce, yatırımları neredeyse sadece getiri açısından değerlendiriyordum. Vanguard’da sahip olduğum indeksli yatırım fonlarının daha geniş ABD ekonomisinin kaderine hayli yakından bağlı olduğu hakkında bir fikrim vardı. ABD iyi giderse, ben de iyi gidiyordum; gitmezse, ben de sıkıntı yaşıyordum. Ancak kabaca yerimde kaldığım sürece, çok az bir zaman yatırımıyla istediğim her şeyi alıyordum. Farkına vardığım nokta, ciddi yatırımcıların getiri kadar riski de dikkate aldıklarıydı. Getiri basit bir yüzdeyle ifade edilebilirken, risk çok daha kaygan bir yaratıktı ve bu yüzden de sadece uzmanların özel alanı olarak kalıyordu. İlk birkaç finans dersinde, bir işletmenin gelecek nakit akışlarını tahmin etme yolunda ilerlemiştik. Herhangi bir tahmin türünde olduğu gibi, bu da eğitimli bir öngörü süreciydi. Bir şirketin geçmiş gelirleriyle başlı6 PHILIP DELVES BROUGHTON yor ve bunların gelecekteki izdüşümlerini öngörmeye çalışıyorduk. 5 yıldır yüzde 10 büyüdülerse, birkaç yıl daha bu şekilde büyüdükten sonra belki de durulup ekonomiyle aynı oranda büyümeye devam edeceklerdi. Ancak şirket bir rakibini satın almayı ya da devrimci bir yeni ürün lanse etmeyi planladıysa, bu gelirler daha yüksek olabilirdi. Temel nokta, gelecekte genel olarak 5-10 yılı kapsayan makul bir dönem için makul varsayımlarda bulunmaktı. Bir sonraki adım maliyetleri tahmin etmekti. Gelirle birlikte yükselecekler mi? Belki de şirket daha verimli olursa gelirin belirli bir yüzdesi olarak düşebilirlerdi. Gelir artışı 5 yıl içinde ek yatırım, belki de yeni bir fabrika gerektirecek miydi? Vergi oranları değişecek mi, yoksa aynı mı kalacaktı? Bir kez daha söylemek gerekirse, en önemli nokta, tüm mevcut kanıtları temel alarak sağlam varsayımlarda bulunmaktı. Sonrası sayıları bir tabloya yerleştirmekten—bankacıların söylediği gibi, “tak ve gazla”dan ibaretti. Ciddi yatırımcılar getiri kadar riski de dikkate alıyorlardı. Getiri basit bir yüzdeyle ifade edilebilirken, risk çok daha kaygan bir yaratıktı ve bu yüzden de sadece uzmanların özel alanı olarak kalıyordu. Bu noktada, şirketiniz için sözgelimi on yıllık kâr ya da zarar tahmini var elinizde. Ama bu değerler geleceğe ait. Tüm bunların bugünkü nakit değeri neydi? Bugün 1 doların bir yıl sonraki dolardan daha değerli olduğu fikriyle başladık. Bugün 1 dolarım varsa, yüzde 5 faiz vaat eden bir yıllık bir hazine bonosu alabilir ve bir yılda 1 dolar artı 5 sente sahip olabilirdim. Oysa bir yılda dolar sadece 1 dolardı. Ayrıca bir yılda 1 dolarla istersem, 95,2 sent değerinde hazine bonosu alabilir ve yüzde 5 kazanırdım, üstelik bir de harcayabileceğim 4,8 sentim olurdu. Benzer bir mantık bir firmanın gelecekteki nakit akışlarının mevcut değerini bulmak için de geçerliydi. HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? Darda olanlar, rahat koşullarda yaşayan ve ana hedefleri ellerindekini korumak olanlara oranla, daha büyük getiriler için daha büyük riskler alma eğiliminde olurlar. Her birimiz riske ve belirli bir getiri için maruz kalma ihtimalimiz olan risklerin doğasına ilişkin içgüdüsel bir his besleriz. Favori olmayan bir ata 10 dolar yatıran biri, bunu muhtemelen kazanma ümidiyle yapıyordur, ama yarışta riske girmiş olmanın verdiği heyecandan da ek bir getiri sağlıyordur. Bazı insanlar da esnek bir halata bağlı olarak köprüden atlamanın riskinden zevk alırlar. Darda olanlar, rahat koşullarda yaşayan ve ana hedefleri ellerindekini korumak olanlara oranla, daha büyük getiriler için daha büyük riskler alma eğiliminde olurlar. Neyse ki insanların finansal risk iştahına açılan muhteşem bir penceremiz var: borsa. Borsa, her iş alanındaki şirketlerin fiyatlarının birbirlerine göre nasıl hareket ettiğini gösteren, onlarca yıllık veriler sunar. Örneğin, sadece tek bir telekomünikasyon şirketinin değil, aynı zamanda daha geniş telekomünikasyon sektörünün de nasıl bir performans sergilediğini görebiliriz. Borsayı, tüm kote edilmiş hisse senetleri portföyünü izleyebilir; sonra şirketlerin ve sektörlerin buna bağlı olarak nasıl bir performans sergilediğini görebiliriz. Bu verilerdeki kalıpları tahmin etmek bize insanların risk algısına dair gayet iyi bir fikir verir. Bu dolambaçlı yoldan giderken, kendimi beta ile karşı karşıya buldum. Beta, bir hisse senedinin riskini tanımlamanın havalı yoludur. 1’lik bir beta, hisse senedinin ortalamada borsayı kusursuzca izlediğini gösterir. Borsa yüzde 8 yükselirse, hisse senedi de yüzde 8 yükselir. Yüksek betalı hisse senedi, borsanın hareketlerini abartır. Diyelim ki borsa yüzde 10 yükseliyor; 1,5 betalı bir hisse senedi yüzde 15 yükselir. Borsa yüzde 10 düşerse, bu hisse senedi yüzde 15 düşer. Düşük betalı hisse sendi, borsadan daha az değişkendir. Borsa yüzde 10 yükselirse, 0,5 betalı bir hisse senedi sadece yüzde 5 yükselir. Borsa yüzde 10 düşerse, hisse senedi yüzde 5 7 PHILIP DELVES BROUGHTON düşer. Bu düşük betalı hisse senetleri daha az riskli ve sonuç olarak daha az kazançlıdır. Bir şirketin indirim oranının hesaplanması, bir şirketin betasını bulmak için geçmiş verilerin kullanıldığı—borsada kote edilmiş bir şirket değilse, benzer şirketlerin verilerinden yararlanabilirsiniz—ve sonra bütün olarak borsaya yatırım yapma riskiyle çarpıldığı bir süreçtir. Ardından bir indirim oranı elde etmek için bir şirketteki öz sermaye hissedarlarının riskini borç sahiplerinin riskiyle toplarsınız. Betayı bulduktan sonra, insanlar bunu her ortamda kullanmaya başlıyorlar. Kendilerinden, riske girenler ya da riskten kaçanlar olarak, yüksek ya da düşük beta olarak bahsediyorlar. Betayı bulduktan sonra, insanlar bunu her ortamda kullanmaya başlıyorlar. Kendilerinden, riske girenler ya da riskten kaçanlar olarak, yüksek ya da düşük beta olarak bahsediyorlar. Kafeteryada yeni ve şüpheli bir seçenek sunulduğunda, “Bu orfoz yüksek betalı bir balık” diyebiliyorlar. Ya da benim gibi, sıkıcı bir ikinci el Toyota kullanan biriyle karşılaştıklarında, bunun düşük betalı bir otomobil olduğunu belirtiyorlar. Sınıfımdakiler iş aramaya başladıklarında, bütün olasılıkları düşük betalı (danışmanlık) ve yüksek betalı (kendi işini kurmak) iş olarak tanımladılar. Alfa, yatırım dünyasının beyaz balinasıdır—arzulanır, değerlidir, peşine düşülür ve nadiren yakalanır. Standart risk/getiri ölçümlerini ne ölçüde alaya aldığınızı yansıtır. Alfayı anlamak için, bir elmanın yüksek olasılıklı getirisi karşılığında ayağınızı damgalatma riskine girdiğiniz bir durum hayal edin. Piyasadaki herkes eğer ayağınızı damgalatma riskine girerseniz bir elma almanız gerektiğini bilir ve bu riske girip girmemeye karar verebilir. Ancak bu piyasada aynı bacağını damgalatma riskini alan ama karşılığında hem bir elma, HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? hem de 5 dolar kazanan bir kişiyi hayal edin. 5 dolar alfadır ve en iyi yatırımcılar buna göre ölçülür. Bir yatırımcı hepsi de geçmişte yüzde 6 getiri sağlayan 10 otomobil şirketine bakıp diğerleriyle aynı risk seviyesi karşılığında yüzde 15 getiri sağlayacak olanı seçebilirse, bu yüzde 9 onun alfasıdır. Otomobil şirketleriyle aynı risk profiline sahip olan ama yüzde 20 getiri sağlayan tuhaf alternatif aktifler bulabilirse—örneğin vadeli alüminyum sözleşmeleri ya da belgesel filmler— daha da iyi. Beta gibi alfanın da HBS’deki sohbetlerde düzenli bir yeri vardı. “Matt’in alfası nicel becerileriyken, Ben’inki dışarıdan üç puanlık çizgiyi vurabilme kabiliyetidir.” Alfaya her yoldan ulaşabilirsiniz; ancak iki temel yöntem vardır: Doğru yatırımı seçmek ve bir araya getirildiklerinde herhangi bir bireysel yatırıma oranla daha düşük risk karşılığında daha yüksek getiri sağlayan doğru yatırım karışımını seçmek. Ciddi yatırımcılar daima getiriler hakkında değil, riske uyarlanmış getiriler hakkında konuşulmasında ısrar ederler. Finans’ta öğrendiğim en önemli derslerden biriydi bu. AHLAK SAVAŞÇILARI Harvard, strateji departmanıyla gurur duyuyordu, üstelik bu salt bu konunun genel yönetim programının çekirdeği olmasından kaynaklanmıyordu. Strateji geliştirmek ve yürütmek tam da bir genel müdürün yapması gereken şeydi. Aldığımız eğitim bizi mükemmel finansçı veya operasyon yöneticisi yapmaktan çok, iyi generaller yapmaya yönelikti. Biz olabildiğince fazla değer yaratmak ve ele geçirmek amacıyla değişik güç ve kaynaklara komuta etmeyi öğreniyorduk. Strateji, hesapları doğru tutmakla ya da mekanizmanın düzgün işlemesini sağlamakla ilgilenmiyordu. Onun asıl Strateji geliştirmek ve yürütmek tam da bir genel müdürün yapması gereken şeydi. Aldığımız eğitim bizi mükemmel finansçı veya operasyon yöneticisi yapmaktan çok, iyi generaller yapmaya yönelikti. 8 PHILIP DELVES BROUGHTON Dünyanın en mükemmel şefine sahip harikulade işletilen bir restoranın sonu ekonomik bir felaket olabilirdi, buna karşılık birkaç döküntü fast food şubesiyle milyonerliği yakalamak mümkündü. Bir işi çok iyi yapmak kesinlikle finansal başarının garantisi değildi. gözünü diktiği büyük resimdi: Bir işletmeyi uzun vadede süper getirilere ulaşabilecek şekilde inşa etmek ve yönetmek. Öğrendik ki, strateji hakkında anlamamız gereken ilk şey, onun operasyonel etkinlikle ilgili olmadığıydı. Dünyadaki en başarılı çamaşırhaneyi çalıştırabilirdiniz ama yaptığınız iş oldukça basitse ve sizden başka binlerce kişi de aynı şeyi yapabiliyorsa, para kazanma şansınız yoktu. Dünyanın en mükemmel şefine sahip harikulade işletilen bir restoranın sonu ekonomik bir felaket olabilirdi, buna karşılık birkaç döküntü fast food şubesiyle milyonerliği yakalamak mümkündü. Bir işi çok iyi yapmak kesinlikle finansal başarının garantisi değildi. Pazarlamadan Steenburgh’ün sözleri aklıma geldi: “Yalnızca iyi bir ürünle istediğin yere varamazsın.” Demek ki bir stratejistin önündeki ilk meydan okuma, yapılacak işi doğru seçmekti. HBS profesörlerinden Michael Porter 1980 yılında bir şirketin değer elde etme yeteneğini belirlediğini düşündüğü beş kuvveti sıraladığı “Strateji Nedir?” başlıklı bir makale kaleme almıştı. Bu kuvvetler şunlardı: giriş bariyerleri, tedarikçinin gücü, müşterinin gücü, yedekler ve rekabet. Bu beş kuvveti anlayınca, gayet güzel işletilen bir çamaşırhane veya harika bir restoran batmaya mahkûmken, neden kör topal yürütülen bir atkı dükkânının iş yapacağını görmek mümkün oluyordu. Bu beş kuvvet modern stratejik düşüncenin köşe taşıdır. Porter’ın ortaya attığı bu beş kuvvete sonradan bir iki tane daha eklendi. Tamamlayıcılar, ürününüzü güçlendirebilecek ilave ürünlerdir. Bilgisayar endüstrisinde bir PC’nin tamamlayıcıları yazılımlar ve yazıcılardır. HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? Daha gelişkin yazılım ve yazıcılar PC’lerin çekiciliğini artırır. Hoş gömlekler ve kravatlar güzel dikimli takım elbiselerin tamamlayıcısıdır. Bu tamamlayıcı faaliyetlerin beslenmesi işiniz üzerinde olumlu bir etki yaratabilir. Yasal düzenlemelerin ağırlık taşıdığı iş alanlarında devlet yedinci kuvvet konumundadır. Beş kuvvet analizi, bir şirketin rakipleri karşısındaki rekabet avantajı, dolayısıyla da görece başarı şansı hakkında net bir fikir verir. Ama önce rekabet avantajı kavramını iyi anlamamız gerekiyordu. İki farklı türü vardı rekabet avantajının: Ya ürününüzü daha ucuza mal edip satma olanağı sağlayan bir maliyet avantajına sahip olabilirdiniz, ya da rakiplerinizden daha iyi bir ürün çıkararak veya farklı bir kesime cazip gelecek değişik bir tasarım geliştirerek belli bir ürün farklılığı yaratmış olabilirdiniz. Bu iki farklılaşma türü dikey ve yatay olarak biliniyordu: Dikey, ürünün daha iyi ya da daha kötü olduğunu anlatıyor; yatay ise farklılığı ifade ediyordu. İki arabanız varsa, birinin motoru, frenleri ve içyapısının diğerinden üstün olması halinde, bunların arasında dikey bir farklılık bulunduğunu söyleyebilirdiniz. Ama birbirinin tıpatıp aynı iki arabanız varsa, birinin rengi pembe, diğerinin siyah olması halinde, bunların ara- Bir iş için en kötü kâbus, en ucuz ürün olmak ya da belirgin bir farklılık içermek gibi herhangi bir avantajının bulunmamasıydı. Buna “arada sıkışıp kalmak” deniyordu. ■ ■ ■ Rekabet avantajı, bir şirketin ürün maliyeti ile tüketicilerin o ürüne ödemeye razı oldukları bedel arasında bir açıklık olduğunda söz konusudur. Eğer sizin ürününüzde bu açıklık rakiplerinizden genişse, avantaj sizde demektir. 9 PHILIP DELVES BROUGHTON sında farklı müşteri kesimlerine hitap eden yatay bir farklılık bulunduğunu söyleyebilirdiniz. Bir iş için en kötü kâbus, en ucuz ürün olmak ya da belirgin bir farklılık içermek gibi herhangi bir avantajının bulunmamasıydı. Buna “arada sıkışıp kalmak” deniyordu. Rekabet avantajı, bir şirketin ürün maliyeti ile tüketicilerin o ürüne ödemeye razı oldukları bedel arasında bir açıklık olduğunda söz konusudur. Eğer sizin ürününüzde bu açıklık rakiplerinizden genişse, avantaj sizde demektir. Tüm olağan rekabet baskılarına karşın bu üstünlüğü koruyabilirseniz, avantajınız sürdürülebilir olur. Stratejistin bundan sonra önüne dikilecek ilk meydan okuma, sürdürülebilirliğe ulaşmaktır. Yaptığınız iş kârlıysa, rakipleriniz peşinizi bırakmayacaktır. Başarı, kendinden hoşnutluk üretme eğilimi taşır. Teknolojik değişim hızı başarılı iş modellerinin ömrünü kısaltıyor. Tam en modern cep telefonuna sahibim dediğiniz anda, yeni hizmetler ve yeni özelliklerle ortaya çıkan yeni bir model onu geride bırakıyor. Bu yüzden birçok şirket ne kadar iyi bir başlangıç yapmış olursa olsun, eninde sonunda sıradanlaşıyor. Her yöneticinin amacı kalıcı bir rekabet avantajı yakalamaktır. Her yatırımcının hayali ise, bunu başarabilecek şirketler bulmaktır. Stratejistin sürdürülebilir rekabet avantajı amacına ulaştıktan sonraki ilk görevi, karşılıklı birbirlerini pekiştirecek faaliyetlerin tutarlı bir kümesini geliştirmek ve bütünleştirmektir. Buradaki hedef dünyanın en büyük pazarlama birimini değil, şirketiniz için en iyi pazarlama birimini yaratmak olacaktır. Öyle bir sistem kurmalısınız ki, pazarlama da dahil her faaliyet diğerlerine destek olsun. Harika bireysel oyuncular ile harika bir ekibe sahip olmanın farkı burada yatar. İş dünyası ne kadar uğraşırsa uğraşsın, işin çalma, ihanet etme ve yalan söyleme potansiyeline sahip insanoğlunun bir uygulaması olduğu olgusundan kurtulamaz. Hırsızlık, ihanet ve aldatmacayı tüm şirketlerin ve toplumun bir ortaçağ cehennem vizyonu içinde yitip gitmesini önlemeye yetecek ölçüde dizginlemekten başka çaresi yoktur. HBS de çok sayıda sorumsuz yetiştirmiş. 1980’lerde Wall Street’teki içerden bilgi sızdırma skandallarına okuldan da karışanlar olması HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? Her yöneticinin amacı kalıcı bir rekabet avantajı yakalamaktır. Her yatırımcının hayali ise, bunu başarabilecek şirketler bulmaktır. üzerine, dönemin Sermaye Piyasası Kurulu başkanı John Shed okulda bir etik kürsüsü açılması için fon desteği sağlamaya karar vermişti. 2003 yılında müfredata Liderlik ve Şirketlerde Hesap Verebilirlik konulu zorunlu bir ders eklendi; böylece öğrenciler ahlaki lağımlarda para peşinde koşmanın zararlarını tartışma olanağı buldular. Harvard’ın ahlakın işletme okulunda yeri olmadığını düşünen kuşkuculara yanıtı, HBS profesörlerinden Tom Piper’in Can Ethics Be Taught? (Ahlak Öğretilebilir mi?) kitabında dile getirilmişti. “Bu iddiayı kesinlikle reddediyoruz” diye yazıyordu profesör. “Bu öğrenciler kapitalizm, iş pratiği, liderlik ve iş yaşamında etik sorununun uygun biçimde çözümüne ilişkin algılamalarının kritik bir aşamasında bulunuyorlar. Sorgulama ve düşünme evresindeler… Etik açmazların varlığını fark edebilmeleri, neler yapılabileceğini tasavvur etmeleri, kaçınılabilir ve kaçınılamaz zararları açık seçik görebilmeleri için yeterince güç ve hassasiyet kazanmalarını sağlayacak daha geniş bir süreye ihtiyaçları var. Eyleme geçme cesaretine sahip kararlı bireyler yetiştirmek zaman ister.” Liderlik ve Şirketlerde Hesap Verebilirlik dersinin temel çerçevesi şirket liderlerinin sorumluluklarını üç kategoriye ayırıyordu: ekonomik, hukuksal ve etik. Kısa ve uzun vadeli finansal sorumluluklarımızı yasaları çiğnemeden ya da kendimizden nefret eder hale gelmeden yerine getirebilmek için bu üç kategorinin de ölçütlerine uymak zorundaydık. GİRİŞİMCİLİK NEDİR? Girişimci Pazarlama dersini Joe Lassiter veriyordu. Lassiter insanların ve bağlantıların üzerinde önemle duruyordu. Yalnızca harika bir satıcı vasfına sahip olan değil, aynı zamanda satış yapmayı amaçladığınız 10 PHILIP DELVES BROUGHTON insanlarla ilişki kurabilecek olan birini—ya yeni ürününüzü alıp götürecek bir vizyoneri ya da pragmatiklerin kitleler halinde mal almaya koşmasını sağlayacak etkileyici birini—işe almanız önemlidir, diyordu. Bize bir yaban antilobu sürüsünün resmini gösterdi. Pragmatistler güvenceyi kalabalıkta bulurlar, diyordu. Kendilerini korkutan şeyi izlemeye alırlar. Ürktükleri anda da, doludizgin kaçmaya başlarlar. İşin püf noktası, kıvranmaya başladıklarını fark edip sürüyü kaçmaya yönelten korkuyu körükleyerek, sizin kollarınıza doğru kaçmalarını sağlamaktır. Lassiter’in dersinin en ilginç yanlarından biri, girişimciler ile müşterileri arasındaki ilişkileri inceleme tarzıydı. Mütevazı ölçüde başarılı küçük bir işletme kurmak ile göz alıcı bir çıkış yapmak arasındaki farka parmak basarak, böyle bir çıkışı gerçekleştirmek için girişimci ne yapar, diye sordu? Kimi örneklerde bu sorunun yanıtı, ilk büyük sözleşmeyi imzalayacağınız bir büyük firmada veya devlet kuruluşunda doğru adamı tanıyan bir satış elemanı bulmaktı. Başka bir örnekte, müşterinin özel bir sorununa büyük bir etkinlikle odaklanarak sonunda onun bütün rakiplerinin girişimcinin kapısına dayanmasını sağlamaktı. Başka örneklerde ise, arkası kesilmeyen denemeler, yıllar boyu cimrilik boyutlarında tutumlu bir nakit yönetimi veya kendi dışındaki olayların denk gelmesiydi. Lassiter para toplamanın asla bir engel oluşturmayacağını gözlemlemişti. “Tarihte hiçbir zaman” diyordu, “sermaye arzı fırsat arzının üzerine çıkmamıştır.” Yılın sonlarına doğru bir arkadaşım, HBS’de öğrendiği en önemli dersi şöyle açıkladı: iyi bir fikrin varsa, mutlaka para bulursun. Lassiter’in dersinin büyüleyici bir yanı da, çok sayıda farklı noktaya açılmasıydı. Yeni bir işi yürütmek için finansman temininden konseptinizi kanıtlamaya, doğru çalışanları, partnerleri ve müşterileri bulmaya kadar yapılması gereken pek çok şey ortada kalıyordu. Ancak bunları doğru bir şekilde sıralamak her zaman cambazlığı andıran bir çaba gerektiriyordu. Konseptinizi kanıtlamadan para bulabilir miydiniz, paradan önce müşteri veya diğerlerinden önce bir partner bulmanız mümkün olabilir miydi? Bu yola adım attıktan sonra insanın verebileceği en sağlam karar, girişimci olma kararıydı. Lassiter’in bu konudaki önerileri şöyleydi: HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? Girişimcilik, diyordu, işten öte bir şeydir. Bir düşünce, yönetme ve yaşam tarzıdır. Bazı bakımlardan bir şirkette kariyer yapmayı seçmekten daha zordur. Finansal belirsizliği daha fazladır. Ama yeterli düzeyi yakaladıktan sonra, son tahlilde kazanacaklarınız katlanılan zahmete değmekten de öte olacaktır. Başarı ile başarısızlık arasındaki fark çok incedir, çok kişiseldir, ama aynı zamanda da daha göz önündedir. Vereceğiniz karar son tahlilde kendinizi bağlar, diyordu profesör. Bu konular gerek ders sırasında, gerekse arkadaşlarla sohbetlerimizde zaman zaman önümüze geliyordu, ama bunları ilk kez ne dediğini iyi bilen birinin ağzından duyduğumu hissediyordum. Girişimcilik, diyordu, işten öte bir şeydir. Bir düşünce, yönetme ve yaşam tarzıdır. Başarı ile başarısızlık arasındaki fark çok incedir, çok kişiseldir. Vereceğiniz karar son tahlilde kendinizi bağlar. Lassiter çevrenizde kendini dinletmesini bilen, açık sözlü insanlar bulunmasının önemi üzerinde de durdu. “Ve her şeyden önce de,” dedi, “dünyanın en güzel şeyi sevilmek, biriyle beraber olmak ve çocuk yetiştirmektir.” Belki biraz basmakalıp görünüyordu ama tam benim duymaya can attığım sözlerdi bunlar. Zamanınızı kontrolünüzde tutma ve sevdiklerinizle beraber olma olanağı veriyordu. İşletme okuluna gelirken anlamak istediğim şey buydu. TEK FİYAT YASASI Dinamik Piyasalar dersini veren Erik Stafford uzun adımlarla gelip masasına oturdu. “Bu sınıfta yaptığımız her şeyin indirgendiği tek bir nokta vardır” diye başladı. “Tek fiyat yasası.” Tek fiyat yasası etkin bir piyasada birbirinin aynı olan bütün malların yalnızca bir fiyatı olması gerektiğini belirtiyordu. Bu kör bir gözün bile görebileceği kadar aşikârdı. 11 PHILIP DELVES BROUGHTON On ayrı satıcının muz sattığı bir pazar hayal edin. Birisi fiyat düşürdüğü anda diğerleri de aynı şeyi yapmak zorundadır, yoksa hiç müşterileri kalmaz. Ancak, pazardaki diğerleri olan biteni anlayıp fiyatını düşürene kadar, ucuz muzu fark eden bir alıcı düşük fiyattan alıp daha yüksek fiyata satmak için çok kısa bir süre bulabilir. Bu kişi arbitraj yapmış olur. Arbitraj, risksiz kâr demektir. Bir ürünü satıp bu satıştan elde ettiğiniz parayla hemen aynı ürünü daha ucuza satın alırsınız. Tek fiyat yasası etkin bir piyasada birbirinin aynı olan bütün malların yalnızca bir fiyatı olması gerektiğini belirtiyordu. Bu kör bir gözün bile görebileceği kadar aşikârdı. Fakat bizim buradaki Dinamik Piyasalar pazarcıların çığırtkanlık yaptığı rengârenk bir meyve sebze pazarı değildi. Alıp sattıkları ürün, yüzlerce yanıp sönen sayı HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? ilan eden şirketlerin kısa bir süre içinde birleşecekleri olasılığına yatırım yapmak anlamına geliyor. A Firması B Firmasına birleşme teklifi götürdüğünü açıklar. B Firmasına genelde hisse senedi piyasasındaki değerinin üzerinde bir fiyat önerir. Bunun üzerine birleşme arbitrajcısı hemen işe koyulur. Bu anlaşmanın gerçekleşme olasılığının ne kadar olduğunu sorar kendine. B Firmasının hissedarları teklifi kabul edecek mi? Hükümet anlaşmayı bloke edebilir mi? Acaba B Firmasında el altından çevrilmiş bir muhasebe sahtekârlığı olduğu açığa çıkar mı? A Firmasının CEO’su asansör boşluğuna düşer de, şirket bu birleşmeye baştan beri karşı olan başkanın eline kalır mı? Birleşme niyetinin duyurulmasından olumlu veya olumsuz sonuçlanmasına kadar geçecek süre içinde yatırımcıların sürekli birleşmenin gerçekleşme olasılığını tartması, birleşme arifesindeki şirketlerin hisse senetlerinin alışılmışın dışında bir hareketlilik kazanmasına yol açar. Becerikli bir birleşme arbitrajcısı bu olasılığı değerlendirir, hisse senetlerinin olması gereken düzeyde seyredip seyretmediğine bakar ve buna göre yatırımını yapar. ve kayar grafiğin arasında, ekranda yeşil yeşil yanıp sönen altı haneli sayılar olan, taş kalpli Wall Street borsacılarının dünyasında bulunuyorduk. Onların ürünü renksiz, tatsız, ele gelmeyen bir üründü. Nakit akışı üreten bir şeydi. Ürün bir şirket hissesi ya da bir tahvil olabilirdi. O hisse ya da tahvili birkaç ay içinde satın alma veya satma opsiyonu olabilirdi. Bu ürünleri borsacının gözünde aynılaştıran, aynı nakit akışını garanti etmeleriydi. Demek ki önünüzde bir yıl sonra on dolar kazandırmayı vaat eden bir tahvil ve ustaca yapılandırılmış, domuz eti borsası vadeli işlemleri üzerinden Tayland parasına çevrilmiş bir hisse senedi ve opsiyon paketi olabilirdi; ama eğer bunların her biri size bir yılda aynı risk oranıyla on dolar getirmeyi vaat ediyorsa, o zaman hepsinin bugünkü maliyetinin aynı olması gerekirdi. Şayet öyle değilse, bu, para kazanmak için bir fırsat yakaladığınız anlamına geliyordu. Gerçekten cesaretli olanlar için bir de risk arbitrajı seçeneği vardı, bunun en klasik biçimi ise şirket birleşmelerini temel alan arbitraj işlemiydi. Bu, birleşeceklerini GÖZ KORKUTUCU AMAÇLAR 20. yüzyıl sonlarının en büyük yönetim otoritesi sayılan Peter Drucker şöyle der: “Bir işverenin bir adamın kişiliğiyle hiç işi yoktur. Eleman alımı, özgün bir performans talep eden özgün bir iş anlaşmasıdır… Bunun ötesinde bir şeyler istemeye kalkmak, gaspa girer. Ahlaka aykırı olduğu kadar, yasal açıdan bir kişilik hakkı ihlalidir. Gücünü kötüye kullanmaktır. Çalışan size “sadakat” borçlu değildir, “sevgi” ve “tavır” borçlu değildir. Borçlu olduğu tek şey performanstır, başka bir şey değil.” Öyleyse, HBS’ye gelen her konuşmacı niçin işe “tutku” duymamızı talep ediyordu? Bunun çeşitli nedenleri olabilirdi. Birincisi, belki konuşmacılar meslek yaşantımızdan keyif almamızı gerçekten önemsiyorlardı. Bu durumda, tutkularımızın peşinden gitmeyi tavsiye etmeleri oldukça büyük bir anlam taşıyordu. İşimizi severek yapmamız, çok çalışmanın verdiği eziyeti hafifletecekti. Diğer bir yorum da, tutku sözcüğünün 12 PHILIP DELVES BROUGHTON kurumsal zorlamanın başka bir biçimi olduğuydu. Makul bir parasal ödül karşılığı uygun bulduğunuz bir işi yapmak artık tek başına yeterli görülmüyordu. Yaptığınız iş anlamsız gelen ve sizi tatmin etmeyen bir iş bile olsa, tutku duyduğunuzu söylemek zorundaydınız. Ve tabii, madem tutku duyuyordunuz, bütün hafta boyunca gece yarılarına kadar işyerinde kalmanız gayet doğaldı. Kampüsü ziyaret edenler “Dışarıdan temin benim için bir tutku”; “Müşterilere ürün teslim etme tutkum var”; “Biz Ivır Zıvır AŞ elemanları işletme kaynak yönetim sistemlerine tutkuyla bağlıyız” diye bağırıyorlardı. Peki, ama işin gerçeği, çoğu insanın ancak ömründe bir kez bile hissettiğinde kendini şanslı sayabileceği kısa süreli bir duygu değil miydi tutku? Bestecilerde, sanatçılarda, özgürlük savaşçılarında gördüğümüz tutku yoğunluğundan söz ederiz. Belki, yaşamlarını işlerinin tahakkümüne terk etmiş büyük işadamları böyle bir tutkuya sahiptir. Ama ya geride kalan bizler? Üçüncü bir açıklama da şöyle olabilir: İş dünyası tutku sözcüğünü belki de, çalışanlarından beklediği duyguları yansıttığı için kullanıyordur. İnsanlar yaptıkları işi bir angarya olarak değil, tutku olarak görürlerse iyi çalışırlar. İşine gerçekten de tutkuyla bağlanan bir iki talihli çıkabilir, ama şirketler bu sözcüğü öyle fütursuzca kullanıyorlar ki, bunu faaliyetlerine salt kârın ötesinde daha yüce amaçlar yüklediği için yaptıklarını hissediyorum. İş içinde olmak yetmez. Daha büyük bir şeyin içinde olmanız gerek. STRATEJİ İLKELERİ İleri Rekabet Stratejisi dersinin hocası Jan Rivkin’di. Rivkin’in konuya ilişkin temel düsturu şuydu: Strateji ilkelerini bilmek bir şeydir, bunları yaşama geçirmek başka bir şey. Dersin ana konusu, stratejik amaçların izlenmesi sürecinde karar verme üzerineydi. Saygın yönetim gurusu Peter Drucker şöyle diyordu: “Etkin kararlar alan yöneticiler çıkış noktasının olgular olmadığını bilirler. Çıkış noktası, görüşlerdir.” Görüş, olguların geçerliğine ilişkin ölçütleri koyar. Ancak hiçbir zaman için tek bir görüş yeterli bulunmaz. “Alternatifi olmayan bir karar, üzerinde ne kadar özenle düşünül- HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? müş olursa olsun, çaresiz bir kumarbazın zar atmasından öteye gitmez.” Rivkin’in dersinde amaçlanan, farklı görüşlerle bağlı seçenek ve sonuçları gözden geçirmek ve ancak ondan sonra bir karar almaktı. Bize üç boyutlu bir grafik slaydı izletti. Grafik, her biri farklı boyutta keskin zirveleri ve dip noktaları olan bir dağ silsilesini andırıyordu. Tabloda gördüğümüz her noktanın belli bir stratejik tercih kümesini temsil ettiğini söyledi. Dip noktalar kötü, zirveler iyi tercihlerdi. Ancak her zirvenin yüksekliği eşit değildi. Belli bir karar kümesiyle bir dağın tepe noktasına çıkıyordunuz ama sonra zirveye vardığınızda uzakta daha yüksek bir zirvenin bulunduğunu görüyordunuz. O daha yüksek zirveye çıkabilmek için önce aşağıya doğru inip yeniden tırmanmaya başlamanız gerekiyordu. Strateji dersinde ilk yıl öğrendiklerimizin farklı bir türüydü bu. Strateji tek bir şeyden ibaret değildi. Pek çok şeyden oluşuyordu ve özellikle de bunların birbirine denk getirilmesini içeriyordu. Bir dizi stratejik tercih yaptığınız zaman, en yüksek zirveye ulaşma umuduyla tırmanmaya başlıyordunuz. İnsanlar yaptıkları işi bir angarya olarak değil, tutku olarak görürlerse iyi çalışırlar. İşine gerçekten de tutkuyla bağlanan bir iki talihli çıkabilir, ama şirketler bu sözcüğü öyle fütursuzca kullanıyorlar ki, bunu faaliyetlerine salt kârın ötesinde daha yüce amaçlar yüklediği için yaptıklarını hissediyorum. ■ ■ ■ Strateji tek bir şeyden ibaret değildi. Pek çok şeyden oluşuyordu ve özellikle de bunların birbirine denk getirilmesini içeriyordu. Bir dizi stratejik tercih yaptığınız zaman, en yüksek zirveye ulaşma umuduyla tırmanmaya başlıyordunuz. 13 PHILIP DELVES BROUGHTON Ama nereye kadar ulaşabileceğinizi nasıl bilecektiniz? Bilemezdiniz, ama Rivkin daha isabetli bir tahmin yapabilmek için elimize bir araç verebileceğini ümit ediyordu. İlk adım, ürünün maliyeti ve tüketicinin ödeme istekliliğini daha derinlemesine sorgulamaktı. Bunları hesapladıktan sonra, şirketin rekabet avantajı kaynakları görülmeye başlanabilirdi. Bira, laminant ve motosiklet üretiminin maliyet yapılarını masaya yatırdık. Amacımız bir işletmeyi parçalarına ayırmak, ilk yılda gördüğümüz bütün işlevleri—muhasebe, üretim, pazarlama, finans, müzakere, örgütsel davranış, liderlik—ortaya dökmek ve aralarındaki bağlantıları saptamaktı. Önemli olan bunların nasıl bütünleştirildiğiydi. Sonraki adım şirketle ilgili çok sayıda bütünlüklü görüş üretmekti. Üretimde bir oynama yaparsak, bunun kültür üzerindeki etkileri neler olabilirdi? Rivkin, meslek yaşantımızın ilk günlerinden başlayarak şirket stratejileri üzerinde etkili olabilmemiz için, işverenimizin tüm operasyonları, özellikle itici bir rol oynayan ya da değişimle yüz yüze olanları hakkında her şeyi öğrenmemiz gerektiğini vurguladı. Yeni fikirlerin yüreklendirildiği ve gelişme olanağı bulduğu şirketler seçmemizi ve sorumluluk düzeyindeki kişilere yakın durmamızı öğütledi. Son olarak, büyük bir stratejist olabilmek için entelektüel bir huzursuzlukla birlikte, temeli sağlam bir yetkinlik gerektiğini söyledi. İşinizi tepeden tırnağa tanımanız şart, ama onu parçalarına ayırmaya, sonra her şeye yeni baştan başlamaya, önyargılarınızla uyuşmayan işaretlere kulak vermeye ve yargılarınızı amansızca gözden geçirmeye de hazır olun, dedi. Kendimizi ne kadar güven içinde hissedersek hissedelim, her zaman en ufak bir kıpırtıya karşı duyarlı olmamız gerekiyordu. GÖRKEMLİ BİR KARMAŞA Son strateji dersim Zorunlu Ders Programında yer alan ve strateji profesörü Felix Oberholzer-Gee’nin verdiği Pazar Ötesi Stratejiler dersiydi. Okuldakilerin çoğundan farklı olarak Felix dünyayı çözüm aranması gereken devasa bir problem olarak değil, daha çok keyif verici, şansınız varsa ucundan kenarından kav- HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? İşinizi tepeden tırnağa tanımanız şart, ama onu parçalarına ayırmaya, sonra her şeye yeni baştan başlamaya, önyargılarınızla uyuşmayan işaretlere kulak vermeye ve yargılarınızı amansızca gözden geçirmeye de hazır olun. ■ ■ ■ Şirketler, hukuk ve yasal düzenleme bölümlerini stratejik amaçlarına hizmet edecek şekilde çalıştıracak yerde, çoğunlukla problem çözücü olarak kullanıyorlardı. rayabileceğiniz, insanın kendini içine salmak isteyeceği görkemli bir karmaşa olarak görüyordu. Bu derste pazarın akılcı uygulamalarıyla değil, onun ötesindeki müphem çabalar üzerinde duruluyordu: ikiyüzlü avukatlar ve öz çıkar peşindeki politikacılar, yolsuzlukla savaşan belediye başkanları ve etnik özelliklerinden sonuna kadar yararlanan yatırımcılar, hükümetler dışı örgütlerin desteklediği şirketler ve saldırgan, yönlendirici basın. Liderlik ve Örgütsel Davranış ile Liderlik ve Şirketlerde Hesap Verebilirlik derslerindeki vaaz benzeri tartışmalardan son derece farklı, heyecan verici bir içeriği vardı bu dersin. Felix’in gözde numaralarından biri, derin bir ekonomik araştırmanın gizli bir hakikati nasıl açığa çıkarabileceğini göstermekti. Örneğin, Endonezya’daki Suharto rejimine en bağımlı şirketlerin hangileri olduğunu anlamak için, sokak dedikoduları ve resmi açıklamaları bir kenara bırakıp Suharto’nun hastaneye yatırıldığı günlerde Endonezya borsasına kayıtlı şirketlerin hisse fiyatlarındaki hareketleri incelemişti. Şansına, Suharto’nun ikide bir hastaneye yatıp çıkması, araştırmasına kolaylık sağlamıştı. Genel endeksin belli bir noktaya kadar düşmesine karşın, bazı firmalar diğerlerine oranla çok daha büyük bir düşüş yaşamıştı. Felix bunların Suharto’yla bağları en derin firmalar olduğu sonucuna varmıştı. 14 PHILIP DELVES BROUGHTON Bazı şirketlerin, yasa koyucularla işbirliği yaparak ya da seçmenlerden destek alarak, başkaları mağdur durumdayken yasal düzenlemeleri nasıl kendi çıkarlarına kullandıklarını gördük. Şirketler, hukuk ve yasal düzenleme bölümlerini stratejik amaçlarına hizmet edecek şekilde çalıştıracak yerde, çoğunlukla problem çözücü olarak kullanıyorlardı. Ayrıca şirketlerin üzerindeki sosyal baskının etkisini inceledik. Sınıf arkadaşlarım, canlarına okuyacağını bildikleri işlere kapağı atabilmek için niye bu kadar çırpınıyorlardı? Mesele yalnız para olamazdı. Dünyevi başarıya giden klasik rotalar olduğuna ve yeterince uzun bir süre acı çekerlerse, bu başarı ve mutluluğu tadabileceklerine inanmışlardı. MEZUNİYET HBS’ye geri dönüp baktığımda, iyi ki oraya gitmişim diyorum. İş dünyası artık benim için kapalı bir kutu değil. Özgeçmişim artık bir markaya sahip ve mezunlar ağına girebiliyorum. İş dünyasının dilini, düşünme tarzını öğrendim. Risk yönetimi, stratejik planlama, hedge etmek ve çeşitlendirme yapmak, varlıkların getirisi, satış ve yatırım ne demek, biliyorum. BATNA ve ZOPA’yı, uygun teşviklerin önemini biliyorum. Bankacının biri “eğri üzerindeki bipler”den söz ederse, borçlanma oranını Hazine bonosunun getiri eğrisiyle karşılaştırdığını hemen anlarım. İşin bütün parçalarındaki süreçlerin önemini, yalnız doğru sonuçlar almanın değil, her seferinde doğru sonuç alabilmek için işi doğru yapmanın önem taşıdığını öğrendim. Ömrümde ilk kez, ister yeni bir fabrika inşa etmeye kalkan bir şirket tarafından olsun, ister büyük bir atılımı desteklemeye karar veren risk sermayesi sahipleri tarafından olsun, sermaye tahsisinin nasıl yapıldığını anlamıştım. Bu, iyi fikirlere para bulunabileceğini ve bu para için HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? nereye ve nasıl bakılacağını öğrettiği için, insana ciddi ölçüde güç veren bir şeydi. Aynı zamanda çok seçenekli karar alma yaklaşımının önemine kanaat getirdim. İncelediğimiz her vakada farklı alternatifler üretip tek bir karar almak zorundaydık. Ancak Jan Rivkin’in dersinin bu yönteme özel bir derinlik ve renk kattığını söylemeliyim. Önce sezgilerinize güvenerek yola çıkıyordunuz, ardından mümkün olduğunca derine inerek, ne yapmak gerektiğini, aralarından birine karar vermek için ne gibi kanıtlar gerektiğini sorguluyordunuz, ancak ondan sonra bir eylem hattı belirliyordunuz. Zorunlu Programdaki pazarlama dersinde Aqualise Quartz adlı bir İngiliz banyo malzemeleri üreticisinin yeni çıkardığı bir ürün için en iyi pazarlama kanalını belirleme konusundaki çalışmalarını incelemiştik. O güne kadar, banyo malzemelerinin satışı işinde çalışanların asıl ikna etmesi gereken kesimin son tüketiciler değil, tesisatçılar olduğunu hiç düşünmemiştim. Bu örnek bana en iyi satış kanalının, her zaman en belirgin kanal olmayabileceğini öğretti. Yönetime, bir örgüte yön verme çabası ve bilimi olarak saygı duydum. Porter’in dersi iş analizi tekniklerinin ne kadar geniş bir uygulama alanı bulunduğunu öğretti. Ve tabii, bir de özgüven konusu var. Her HBS mezunu mutlaka bunun altını çiziyor. Okuldan çıktığınızda iş ve onun uygulayıcıları artık sizi hiç ürkütmüyor. Ne ki, HBS bana daha önce hiç hayal etmediğim şekillerde de meydan okudu. Ruhumun dışa açılan pencerelerine bu kadar sertçe itilebileceğime daha önce hiç ihtimal vermezdim. Bu okula girene kadar, kapitalizmin hayatlarına gönüllerince yön verme imkânına sahip kişiler arasında bile bu boyutta güvensizlik saçabileceğini hafife almıştım. Sınıf arkadaşlarım, canlarına okuyacağını bildikleri işlere kapağı atabilmek için niye bu kadar çırpınıyorlardı? Mesele yalnız para olamazdı. Dünyevi başarıya giden klasik rotalar olduğuna ve yeterince uzun bir süre acı çekerlerse, bu başarı ve mutluluğu tadabileceklerine inanmışlardı. Geç gelen tatmin, hiç olmamasından iyiydi. Bu düşünme tarzının beni nasıl bu kadar kolay kendine çektiğine inanamıyorum. HBS’deki duygusal deneyimim, ge15 PHILIP DELVES BROUGHTON niş bir nehri geçmeye benziyordu. Gücüme güvenerek ve ulaşacağım yeri netlikle görerek bir kıyıdan suya atlamış, ancak hiç hesapta olmayan akıntılara kapılıp sürüklenmiştim. Karşı kıyıya çıkmak ölümden beter olmuştu. Yuttuğum suları fışkırtarak nefes nefese kıyıya vardığımda, yelkenlerim tamamen suya inmişti. Soluk alışlarım birazcık düzelip geriye doğru baktığımda, başardığım şeyi o zaman anladım. BİR GÜN DEKAN OLURSAM… Yine de, eğer bir gün oraya dekan olursam HBS’de değiştirmeyi düşündüğüm bazı şeyler var. İlk önce, iş deneyimi olmayan profesörleri girişimcilik dersine sokmazdım. Eleştirenler, MBA’i pratik iş becerilerinden çok akademik bir eğitim vermekle suçluyorlar. Ya da sınıf arkadaşlarımdan birinin deyişiyle, bizim aşçıbaşılıktan çok elinde kör bir bıçakla her zaman eleştirmeye hazır bekleyen lezzet uzmanları olarak eğitildiğimizi söylüyorlar. Fakat ben kişisel deneyimimden yola çıkarak, vaka yönteminin, işadamlarının sık sık okula gelmesinin ve ikinci ders yılında işletmeler ve sektörlerle ilgili raporlar yazmamızın akademik eğitim ile pratik arasında iyi bir denge oluşturduğunu söyleyebilirim. Akademisyenden finans, strateji, muhasebe ve süreç dersleri almak çok hoştu. Örneğin tedarik zinciri yönetimi konusunda Zeynep Ton’dan daha iyi bir rehber bulmak mümkün değildi; kendisi akademi çevresinde hemen sivrildi. Buna karşılık, denge konusunda akademik çevrenin dışında bir deneyime sahip profesörleri—Oberholzer-Gee, Riedl, Porter, Lassiter—daha tercih ettim; kaldı ki girişimcilik, ayaklı bir ders kitabından aldığınız eğitimle altından kalkılabilecek bir şey değil. Bir işi yaşatabilmek için, iş yaşamının içyüzünü anlatabilecek profesörlerden ders almak şart. Yapmayı düşündüğüm ikinci değişiklik, okuldaki finans dersinin veriliş şeklini düzeltmek. Harvard’a gelen bankacılar ve hedge fonu yöneticileri, HBS MBA’lerinin kendilerini olduklarından daha akıllı sanmalarının, eleman alımı sırasında karşılaştıkları ciddi bir sorun olduğunu söylüyorlardı. Oysa Wharton ve Tuck mezunları teknik konularda onları geride bırakıyordu. Ben, isteyenler için, salt teknik dersler koyar HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? ve bu derslere roket bilimcileri atardım ve benim gibi çaylaklara da daha klasik bir eğitim sunardım. Sonra, şu notları tamamen kaldırırdım. Anlayabildiğim kadarıyla okul, notları öğrencileri ders çalışmaya odaklama aracı olarak görüyor. Eğer okul yalnızca ilişki ağları kurmak ve özgeçmişine Harvard’ın adını koymak için değil de, HBS’nin öğretmek istediklerini öğrenmeye ciddiyetle yaklaşan doğru öğrencileri seçmişse, nota ne gerek var? Bu durumda daha sağlıklı bir ortam olur, öğrencilerin üzerindeki baskının kısmen kalkmasıyla belli bir rahatlama sağlanabilir. Okul yalnızca ilişki ağları kurmak ve özgeçmişine Harvard’ın adını koymak için değil de, HBS’nin öğretmek istediklerini öğrenmeye ciddiyetle yaklaşan doğru öğrencileri seçmişse, nota ne gerek var? Dördüncü olarak, vakaların ve derslerin uygun düşen bir iş pratiği kapsamında ele alınmasını sağlardım. HBS’nin dünyada bir fark yaratacak liderler yetiştirme misyonundaki yaklaşım, dünyanın ihtiyacı olan liderlik türünün esas iş liderliği olduğunu varsayıyor. Ancak burada geçirdiğim iki yıl beni buna ikna edebilmiş değildir. Demokratik toplumlar özel kuruluşlara ya da devlet kurumlarına kaynak tahsis ederken, hangisinin daha işlevli olacağına bakarak karar verirler. Basit bir ifadeyle söyleyecek olursak, özel sermayenin daha verimli, devletinse daha adil olduğu kanaati yaygındır. Seçmenler ve tüketiciler bir gün verimliliği, ertesi gün adilliği tercih ederek, sürekli bir denge ortamı oluştururlar. Oysa HBS’de, her şey iş âleminin ve işadamlarının eline bırakılacak olursa, dünyanın çok daha güzel bir yer olacağı yönünde bir inanış hâkim. İşadamlarının ödevinin, yalnızca iş faaliyetlerini yönetmek değil, aynı zamanda kâr amacı gütmeyen kuruluşları ve kültür kurumlarını da üstlenip, liderliklerini toplumun 16 PHILIP DELVES BROUGHTON HARVARD BUSINESS SCHOOL’DA SİZE NE ÖĞRETİRLER? bütün alanlarına yaymak olduğu sanılıyor. Michael Bloomberg’dan sıklıkla liderlik yeteneklerini iş dünyasından New York Belediyesine başarıyla taşıyan bir HBS mezunu olarak söz ediliyor. Ama Başkan George W. Bush’tan pek söz eden yok. Böylece HBS’ye dekan olduğum gün yapacağım değişikliklerin beşincisi ve belki de en önemlisine gelmiş bulunuyoruz. Okulun misyon açıklamasını değiştirirdim. HBS’nin “dünyada fark yaratacak liderler yetiştirme” vaadinde bulunması gerekmiyor. Bu sözlerden iş dünyasının kendi öncelikleri ve karar vericilik yaklaşımıyla, dünyaya kendi iradesini dayatmaya hakkı olduğu anlamı çıkıyor. Ancak iş dünyası sınırlarını ye- niden öğrenmeli ve eğer HBS balonu hava kaçırıyorsa, iş dünyası buna kulak vermelidir. HBS sadece öğrencilerine iş süreçleri ve iş yönetimiyle ilgili eğitim vermeyi vaat etmelidir. Bu soylu ve kendisine uygun bir amaçtır ve okul ve mezunlarına ilişkin, kendi kendini besleyen megalomanyak bir elit algısını zayıflatacaktır. Bunun geçmiş ve gelecekteki bütün mezunlar üzerinde ferahlatıcı bir etkisi olacaktır. Her birimizin kutsanmış bir markanın temsilcileri olduğu zırvalığına bir son verebiliriz. Üzerlerine ömür boyu yapışıp kalan, HBS’nin öğrencileri “dönüşüme uğrattığı” iddiasını bir kenara bırakabiliriz.■ Sinpaş Kitapları Yıl Türkçe Adı Yazar 2007 Geleceği İnşa Edecek Beş Zihin Howard Gardner 2008 Mutluluk Üzerine Çeşitlemeler Daniel Gilbert 2009 Harvard Business School’da Size Ne Öğretirler? Philip Delves Broughton 2010 Pazarlama 3.0 Philip Kotler 2011 Yeni Liderlik Ruth Spellman 2012 İyi Şirket Philip Kotler 17